2011 • 9(1-2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
Transkript
2011 • 9(1-2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
2011 • 9(1-2) 2011 9(1-2) Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi iletiim : arat›rmalar› Dergisi Center for Communication Research Ankara University communication : research Journal iletiim : arat›rmalar› Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan ç›kar›lan hakemli bir dergidir. Derginin amac› iletişim alan›n›n disiplinleraras› yap›s› içinde düşünce üreten araşt›rmac›lar için uluslararas› bir forum oluşturmak; teorik analiz ve tart›şmalar kadar ampirik araşt›rmalar› yay›nlayarak iletişim alan›nda bilgi/veri üretiminin sa¤lanmas›na katk›da bulunmak; kitap ve araşt›rma raporlar› ile ulusal ve uluslararas› konferans ve kongrelerin de¤erlendirilmesini yapmakt›r. Bu amaçlar› gerçekleştirmek için derginin kendini konumlad›¤› s›n›r bilimsellik, akla uygun olmak ve eleştirelliktir. iletiim : arat›rmalar› y›lda iki kez, Nisan ve Kas›m aylar›nda yay›nlan›r. Dergi Türkçe, ‹ngilizce, Almanca ve Frans›zca dillerinde yaz›lm›ş yaz›lara yer verir. Hakemli bir derginin gere¤i olarak gönderilen yaz›lar, yazar›n kimli¤ini bilmeyen uzman hakemler taraf›ndan de¤erlendirmeye al›n›r. communication : research is a refereed academic journal published by the Center for Communication Research Ankara University. The journal seeks to establish an international forum for communication researchers within the interdisciplinary field of communication studies; to contribute to the production of knowledge and data by publishing theoretical analyses as well as empirical research; and to assess national and international meetings in addition to publishing book and research report reviews. In order to attain these goals, the journal identifies its extent as the limits marked by scientificity, accountability, and critical thinking. communication : research is published twice a year in April and October. Journal’s languages of publication are Turkish, English, French and German. Submissions are sent out to anonymous referees for blind review. Sahibi Publisher Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (İLAUM) ad›na Doç. Dr. Nuran Yıldız, Müdür Yay›n Dan›ma Kurulu Advisory Board Nilgün Abisel Yakın Do¤u Üniversitesi Korkmaz Alemdar Gazi Üniversitesi Aysel Aziz Arel Üniversitesi Seçil Büker Gazi Üniversitesi Stuart Ewen The City University of New York (Hunter Collage) Raşit Kaya Orta Do¤u Teknik Üniversitesi Metin Kazanc› Ankara Üniversitesi Levent K›l›ç Anadolu Üniversitesi Mehmet Küçükkurt Gazi Üniversitesi Alois Moosmüller Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi (Almanya) Vincent Mosco Queen’s University (Ottawa, Kanada) Filiz B. Pelteko¤lu Marmara Üniversitesi Dan Schiller Illinois Universitesi, ABD Oya Tokgöz Ankara Üniversitesi Ahmet Tolungüç Başkent Üniversitesi Nuri Tortop Başkent Üniversitesi Ayd›n U¤ur Bilgi Üniversitesi Dilruba Çatalbaş Ürper Galatasaray Üniversitesi Konca Yumlu Ege Üniversitesi Editörler Kurulu Editorial Board Editör Editor Nuran Yıldız Yardımcı Editörler B. Pınar Özdemir Editor Assistants Melike Aktaş Yamanoğlu Tasar›m Design Mehmet Sobac› ‹letiim Adresi Contact Address Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi Center for Communication Research Ankara University Cebeci, 06590, Ankara • Turkey (+90.312) 319 77 14 Tel Phone (+90.312) 362 27 17 Faks Fax E-Mail [email protected] http:// ilefdergi.ilef.net ISSN 1303-7900 iletiim : arat›rmalar› dergisi Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan yay›nlanmaktad›r. © 2013 iletiim : arat›rmalar›. Tüm haklar› sakl›d›r. communication : research journal is published by Center for Communication Research Ankara University. © 2013 communication : research. All rights reserved. Baskı: Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaşı Sokak No: 10 Beşevler 06510 Ankara Tel: (0.312) 213 66 55 Basım tarihi: İ ç in d e k iler 5 Editörden Nuran Yıldız Makaleler 9 Tuğba Aydoğan Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi 43 Hatice Çoban Keneş Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: “İlahi Adalet” ve “Kürt Depremi” 73 Ülkü Doğanay Tecavüzün Münferit Bir Olay İlkay Kara Olarak Çerçevelenmesi: Yazılı Basında Pippa Bacca Haberleri 99 Zur Kritik posthegemonialer Subjektivierungspraktiken in Neil Burgers Limitless 129 Entgrenzungen ohne Limit. Sebastian Nestler İnan Özdemir Taşdan Devrimci Ethos’un Bir Uğrağı Olarak Şehitlik: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1_2) 4 • iletişim : araşt›rmalar› 173 Sırma Oya Tekvar Bir Sivil Toplum Örgütünün Halkla İlişkiler Aracı Olarak Sosyal Paylaşım Ağlarına Yaklaşımı: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği Kitap Eleştirisi 205 Beris Artan Hello Avatar: Dijital Neslin Yükselişi Etkinlik Değerlendirmesi Fatih Özkoyuncu 211 EUPRERA 2012 Kongresi, İstanbul: “Değişen Halkla İlişkiler Mesleğinin Araştırılması” 221 Ergin Şafak Dikmen Dördüncü Avrupa İletişim Konferansı (ECREA 2012) 24–27 Ekim 2012, İstanbul 225 Bu Sayıdaki Yazarlar 5 Editörden Nuran Yıldız “iletişim: araştırmaları” Dergisi bildiğiniz üzere geçtiğimiz yıl, konuk editörlerimizin değerli katkılarıyla gazetecilik, sinema, halkla ilişkiler ve televizyon, içerik, izleyici ve kurumlar özel sayılarını yayınladı. İletişim alanının farklı çalışma konularına ilişkin tematik sayıları iletişim alanının zenginleşmesi için önemli bir katkı olarak görüyor ve bu sayılara emek veren editörlere, editör yardımcılarına ve yazarlara teşekkürlerimi sunuyorum. “iletişim: araştırmaları” ilerleyen dönemlerde de benzer tematik sayılarla özgün çalışmalara yer vererek iletişim alanına katkıda bulunmayı sürdürecek. “iletişim: araştırmaları” Dergisinin bu iki sayısı farklı çalışma alanlarından oldukça ilgi çekici altı yazıyı içeriyor. İlk yazı, Dr. Tuğba Aydoğan’ın doktora tezi kapsamında ürettiği “Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi” başlıklı makalesi. Aydoğan bu çalışmasında medya araştırmalarında önemli bir alan olan medyada mülkiyet ve yoğunlaşma eğilimini, ekonomik konjonktür ve sermaye-siyaset ilişkileri göz önünde tutularak inceliyor. İkinci yazı, Hatice Çoban Keneş’in “Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ‘İlahi Adalet’ ve ‘Kürt Depremi’” başlıklı makalesi. Yazar bu çalışmasında, 23 Ekim 2011 tarihinde Van’ın Erçiş ilçesinde meydana gelen depremin etnikleştirilmesiyle Kürtlere yönelik ırkçı yargıların görünürleştiği sosyal medyadaki yorumlardan, gazete haberlerinden ve televizyon yayınlarından seçilen söylemleri yeni ırkiletiim : aratırmaları • © 2011 • 9(1-2): 5-7 6 • iletiim : aratırmaları çılığın işleyişini göstermek amacıyla analiz ediyor; yeni ırkçılığın dilsel ve söylemsel stratejilerle biçimlenişini örneklendirerek tartışıyor. Üçüncü yazı ise Dr. Ülkü Doğanay ve İlkay Kara’ya ait. “Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: Yazılı Basında Pippa Bacca Haberleri” başlıklı çalışmalarında yazarlar, cinsel şiddet ve tecavüze ilişkin ataerkil anlatının Türkiye’de basın aracılığıyla hangi biçimlerde dolaşıma sokulduğunu, İtalyan performans sanatçısı Pippa Bacca’nın tecavüz edilerek öldürülmesine ilişkin haberleri inceleyerek ortaya koyuyorlar. Sayımızın dördüncü yazısı Dr. Sebastian Nestler’e ait. Nestler makalesinde, kendilik konusundaki neo-liberal ve post-hegemonik özne pratiklerine eleştirel bir açıdan bakarak, bunları yönetmen Neil Burger›ın Limitless (2011) filminin kapsamlı bir analizi çerçevesinde ele alıyor. Dr. İnan Özdemir Taştan’ın doktora tezi bulgularından yola çıkarak hazırladığı “Devrimci Ethos’un Bir Uğrağı Olarak Şehitlik: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar” başlıklı çalışma sayımızın beşinci makalesini oluşturuyor. Özdemir Taştan bu çalışmasında, Sol hareketlerin Türkiye’de büyük bir kitlesellik ve etkinlik kazandıkları 1970’lerin ikinci yarısında geliştirdikleri retorikte, devrim şehitliği meselesinin devrimci ethos’un inşasındaki rolünü Devrimci Yol’un kendi adını taşıyan dergisini inceleyerek sorguluyor. Son olarak Dr. Sırma Oya Tekvar makalesinde, bir sivil toplum örgütü olan HAYTAP’ın sosyal paylaşım ağlarını bir halkla ilişkiler aracı olarak nasıl kullandığını ve halkla ilişkileri nasıl algıladığını analiz ediyor. 2012 yılında İstanbul, iletişim alanının önemli uluslararası kongrelerine ev sahipliği yaptı. Bu kongrelerden ikisine ilişkin değerlendirmelere dergimizde yer verdik. Avrupa Halkla İlişkiler Eğitimi ve Araştırma Derneği (EUPRERA) ile İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi ortaklığında hazırlanan ve 20-22 Eylül 2012 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen EUPRERA 2012 Kongresi’nin Yıldız • Editörden • 7 etkinlik değerlendirmesini Fatih Özkoyuncu hazırladı. Ergin Şafak Dikmen ise 4. Avrupa İletişim Konferansı’nı (ECREA 2012) dergimiz için değerlendirdi. Sayımızın kitap eleştirisini “Hello Avatar” başlıklı kitap için Beris Altan hazırladı. Tüm yazarlarımıza, hakemlerimize, okuyucularımıza ve dergimizin tasarımcısı Mehmet Sobacı’ya “iletişim:araştırmaları”na değerli katkılarından dolayı teşekkür ederim. 8 • iletiim : aratırmaları 9 Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi Tuğba Aydoğan Özet Medya araştırmalarında önemli bir alan olan medyada mülkiyet ve yoğunlaşma eğilimi, ekonomik konjonktür ve sermaye-siyaset ilişkileri göz önünde tutularak incelenmektedir. Ancak her sosyal bilim alanında olduğu gibi yoğunlaşma, medya piyasasında da sayısal veriler doğrultusunda ekonometrik ölçümlerle boyutları belirlenebilen bir kavramdır. Ekonomi politik açıdan sonuçları ortaya koyulan yoğunlaşmanın ölçümü ve sayısal olarak değerlendirilmesi gereklidir. Bu doğrultuda bu çalışmada gazetelerin tiraj verileri kullanılarak hem gazete bazında hem de gazetelerin sahiplikleri üzerinden oluşturulan gruplar bazında, medya piyasasına en uygun yoğunlaşma ölçüm endeksleri olan CR4, CR8, HHI ve gini katsayısı kullanılarak piyasadaki yoğunlaşmanın boyutları incelenmektedir. Anahtar kelimeler: medya piyasası, yoğunlaşma, yoğunlaşma ölçümleri Concentration in the Media Market: An Essay on Measurement for Turkey Abstract Media researches in the important field of media ownership and tend to be concentrated, the economic conjuncture, and capital-in politics, in consideration of being examined. However, every social science as the field of concentration in the media market, the numerical data in accordance with the econometric measurements determined by the dimensions of the concept. Political economy aspects of the results set out in the concentration measurement and numerical evaluation is required. In this direction, in this study, the newspapers circulation of data using both the newspaper on the basis of both newspapers ownership over the created groups on the basis of the media market in the most appropriate concentration measurement indices are CR4, CR8, HHI and the gini coefficient using the market concentration in the dimensions of the examined. Keywords: media market, concentration, concentration measurements iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 9-42 10 • iletiim : arat›rmalar› Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi Her türlü bilginin, yaklaşımın, imajın toplumda dolaşımının ve etkisinin belirleyicisi olan medya toplumsal anlamda önemli bir alanı temsil etmektedir. Kitlelere yönelik üretimde bulunan medyanın ticari ürünleri, üretimin doğası ya da mülkiyet ilişkilerinin belirleyiciliği ile şekillenmekte ve yine bu ilişkilerin sürekliliğini sağlamaktadır. Kapitalizmin yaşadığı krizler sonrası yeniden yapılanması, neoliberal politikalar doğrultusunda, sermayenin hem ulusal hem uluslararası her alanda serbest dolaşımı ile çözümlenmiştir. Sermayenin karını ençoklaştırma amacı, her alanın bu hedef doğrultusunda kullanılmasına neden olmuştur. Medya piyasası da bu anlamda sistemin işleyişi için sermayenin yöneldiği ve gücünü pekiştirdiği bir alan olarak görülmektedir. Ancak, rekabetçi piyasanın teorik olarak en iyi ekonomik şartları temsil ettiği fikrinden hareketle medya piyasasının da herhangi bir düzenleme olmaksızın ekonomik açıdan en iyiyi temsil edebileceği fikri geçerli değildir. Bunun en iyi örneği, medya piyasasının ekonomik açıdan rekabetçi bir piyasa özelliği gösterememesidir. Sermaye karını yükseltmek ve gücünü arttırmak için piyasada hakim, güçlü olma çabasındadır. Bu çaba piyasada yoğunlaşma eğilimini güçlendirmektedir. Yoğunlaşma ekonominin her sektörü için ekonominin sağlıklı işleyişi açısından hiç istenmeyen bir durum olmasının yanı sıra medya sektöründe varlığı ayrıca önem taşımakta ve olumsuzluk teşkil etmektedir. Ekonomik anlamda olumsuzluk temsil Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 11 eden yoğunlaşma eğiliminin medya piyasasında yaygın olduğu, piyasaya hakim büyük grupların varlığından da anlaşılmaktadır. İktisadi çalışmalar içinde birçok sektör için ekonometrik ölçümler ile hesaplanarak istatistiki olarak varlığı gösterilen yoğunlaşma, medya sektörü için de uygulanmalıdır. Bu çalışmada yoğunlaşma ölçütlerinden medya sektörü için en uygun olan yoğunlaşma ölçütü (CR 4 ve CR 8) ve Herfındahl-Hirschman indeksi uygulanarak piyasadaki yoğunlaşma eğiliminin varlığı, boyutu gösterilmektedir. Yazılı basının ele alındığı ölçümlerde ayrıca gazeteler arası eşitsizliğin boyutunun gösterilmesi için ekonomide gelir dağılımı eşitsizliğinin belirlenmesinde kullanılan gini katsayısı hesaplanmaktadır. Piyasada tirajlar veri olarak kullanılarak gazetelerin okura erişim açısından farklı koşullara sahip olduğu ya da olmadığı gini katsayısının aldığı değerlerle incelenebilmektedir. Bu çalışma medya araştırmaları alanında en önemli kavramlarından biri olan yoğunlaşmanın ölçümü ve değerlendirilmesi konusunda bir deneyimi amaçlamaktadır. Bu ekonometrik ölçümlerin medya sektöründe ilk kez uygulanacak olması açısından çalışma önemlidir. Bu doğrultuda çalışmada öncelikle Türkiye’de medya piyasasının gelişimine kısaca değinilmekte, iletişim kuramları açısından medyada sermayenin yoğunlaşmasına ilişkin tartışmalara yer verilmekte; yoğunlaşma kavramı ele alınmakta, önemi ve etkisi üzerinde durulmaktadır. Sonrasında ise sayısal olarak yoğunlaşma ölçüm tekniklerinin medya piyasasına uygulanmasına ilişkin bilgi verilerek çalışmanın 12 • iletiim : arat›rmalar› kapsamı ve uygulanan teknik belirlenmekte, elde edilen sonuçlara ilişkin değerlendirmelere yer verilmektedir. Türkiye’de Medya Piyasası Osmanlı İmparatorluğu’na ilk gazetelerin girişi yabancılar aracılığı ile yabancı dilde dolayısıyla yabancı çıkarlarına yönelik, kapitalizmin bu topraklarda oluşumunu sağlamak amacıyla çıkarılmıştır. Bu gazeteleri devlet eliyle devlet denetiminde çıkan diğer Türkçe gazeteler izlemiştir. 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl başında siyasi mücadelelerin temel alanı olan basın, çıkar gruplarının çatışmalarına sahne olmuştur. Gerek Kurtuluş Savaşı gerekse Cumhuriyet’in kuruluşunda ya da sonrasında basın yaşamı, farklı siyasi görüşlerin yansıdığı bir yapıyı temsil etmektedir. “İdeolojik mücadelelerin yürütücüsü” fikir gazeteleri olarak var olmaktadırlar. 1940’lı yılların sonuna kadar toplumsal ilerlemenin nasıl olması gerektiğine dair soruların peşinde olan basın 1960’lı yılların ikinci yarısında halkın tüketim kalıplarının değiştiği, farklı siyasi hareketlerin hız kazandığı ortamda popüler kitle basınının fikir gazetelerinden ayrışabildiği duruma gelmiştir. Ki bu süreç sonunda fikir gazeteleri büyük ölçüde faaliyetlerini sonlandırmıştır (Kaya, 2009: 239-241). Basının medyaya dönüşümü ile kamusal iletişimin esası olan topluma haber ve bilgi aktarma işlevleri kitle iletişim araçları ile oluşturulan diğer sembolik üretimler yanında ikincil konuma düşmüştür. Tüm kültürün-sembolik üretimlerin medya aracılığıyla endüstriyel ölçekte üretimiyle kitlesel hatta küresel dağıtımı gerçekleşmiştir. Bu şartlarda medya hem kendi başına bir sektörü temsil etmekle birlikte enformasyon teknolojileri ile olan bağı ile ekonomik yaşamda taşıdığı önem ile kapitalizm için yeni karlı bir birikim alanını temsil etmektedir. 1980 sonrası gelişmeler ışığında kurulan yeni Sağ’ın Hegemonyası ve Yeni Dünya Düzeni ile devlet-sermaye-medya-toplum ilişkileri yeniden oluşmuştur. Yeni Sağ düşünce üzerinde yükselen Yeni Dünya Düzeni’nin iki temel unsuru bulunmaktadır: Küreselleşen para piyasaları ve “global medya”. Medya sektörünün ekonomik bir işletme Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 13 olmanın yanı sıra taşıdığı toplumsal ve kültürel bir kurum olma durumu deregülasyon politikaları sonucu etkilenmiştir. Sektörde yatay ve dikey hareketlilikler sonucu oluşan çapraz medya sahipliği alanda çok sayıda etkinlik gösteren dev şirketlerin oluşmasına neden olmuştur. Bu oluşumlar da kuruluşların toplumu etkileme, yönlendirme gücünü ve karlılık oranlarını artırmıştır. Hem yayıncılık hem de enformasyon üretim ve dağıtımında izlenen piyasa koşulları doğrultusunda ekonomik güç ile entegre etkileme gücü de artmaktadır. (Kaya, 2009: 111,112; 137-142) Cumhuriyet’in kuruluşundan 2. Dünya Savaşı sonuna kadar süren gazeteci patron geleneği ilk kez 1940’lı yılların sonunda Yeni Sabah ve Yeni İstanbul gazeteleri ile farklılık göstermiş iş adamlarının sahip olduğu gazeteler olarak yayınlanmıştır. Sonrasında Akşam gazetesi de başka bir örnek teşkil etmiştir. Ancak 1980’li yıllardan itibaren eğilim hızlanmıştır. 1990’ların ortasında Türkiye’de medya piyasasına yeni patronların girişi ve geleneksel medya sahiplerinin terki tamamlanmıştır (Adaklı, 2006: 134,135). Simaviler ve Karacanlar gibi eski yapının önemli isimleri sektörden uzaklaşmış, Erol Simavi Hürriyet’te kalan son %20’lik payını Aydın Doğan’a satarak çekilmiştir. Yeni patronların piyasaya girişiyle mülkiyet yapısı tamamen değişmiştir. Daha karlı alanlar olmasına rağmen medya piyasasının tercih edilmesi diğer alanlarda etkinliği artırabilmek adına güç sahibi olmak içindir. Gerek teknolojik gelişmeler gerek hammadde fiyatlarının artışı ile artan maliyetler sonucu ve oluşan bu karmaşık yapıda geleneksel medya sahipliğinin sürmesi ya da küçük ölçekli işletmelerin piyasada varlıklarını sürdürebilmesi mümkün olmamıştır. 1990’lı yıllarda radyo ve televizyon yayıncılığı alanına da girerek “medya sektörü” olarak adlandırılan alan, finans, pazarlama, enerji, inşaat gibi farklı ekonomik sektörlerle bütünleşerek dev holdinglerin hakimiyetine girmiştir (Adaklı, 2006: 136). Değişen ortamın temel unsuru mülkiyet ve alandaki sermayenin niteliğidir. Teknolojik gelişmeler doğrultusunda da bugün medya alanında var olabilmek ve faaliyette bulunabilmek yüksek işletme serma- 14 • iletiim : arat›rmalar› yesine ihtiyaç duymaktadır. Medya patronlarının finans ya da inşaat sektöründe de bulunması sektörde karlı olarak var olabilmek için gereken yüksek sermayedir. Türkiye’de mesleği gazetecilik olmayanlar diğer sektörlerde kazandıkları birikimlerle medya alanında hakimiyet kurmuşlardır. Medya sektöründe ve bağlantılı alanlarında faaliyet gösteren medya grupları holdinglere bağlı olarak yer almışlardır. Hürriyet ve Sabah gazetelerinin holdingleşmesi ile başlayan dönüşüm Özal dönemine ait politikalar ile derinleşmiştir. 1990’lar sonrasında dev sermaye gruplarının medya alanına olan ilgileri hızla artmış, kimilerinin girişimleri aynı hızla sona ermiştir. Ancak son çeyrek yüzyıllık dönemde faaliyet göstermiş olan büyük medya grupları söyle sıralanabilir: Doğan Grubu, Çukurova Grubu, Doğuş Grubu, Turgay Ciner Grubu, Dinç Bilgin Grubu, Uzanlar Grubu, Erol Aksoy Grubu, İhlas Holding-Enver Ören Grubu (Kaya, 2009: 239-241; 247, 248). Bu gruplardan Doğan, Çukurova ve Doğuş grubu piyasada varlıklarını sürdürmektedir. Büyük grupların varlığı sektörde “medya kavgaları”na neden olmuş, özellikle 2001 krizi ile medyada ciddi boyutta saflaşmalar gerçekleşmiştir. Krizden faydalanabilenler ve zararlı çıkanlar olmak üzere sermayenin durumuna ilişkin konumlanmalar gerçekleşmiş, bu süreçte medya bu temel üzerinden kullanılmıştır. Bu çalışmada, kısaca değinilen bu gelişim süreci, mülkiyet üzerindeki değişim ve piyasanın yapısı ile ilgili olarak ölçümlere yansımakta özellikle gruplar baz alındığında yapılan ölçümlerle rakamlar ışığında görülmektedir. Kuramsal Yaklaşımlar İçinde Yoğunlaşma Bu başlık altında çalışmada incelenen yoğunlaşma eğilimi, medya piyasasında mülkiyet çerçevesinde iletişim kuramları içinde nasıl ele alındığı, kuramların konuyla ilgili yaklaşımlarına yer verilmektedir. 1980 sonrası neo-liberal politikalara dayanan küreselleşme sürecinde kapitalizmin yeni birikim süreci içinde medya önemli bir yer tutmaktadır. Sermaye birikimi için özel bir alan oluşturmakla birlikte Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 15 ideolojik üretim ve denetim anlamında etkinliği ile neo-liberal politikaların öngördüğü küreselleşmeyi desteklemektedir. Medyada dev şirketlerin hakimiyeti ile ticari karın ve toplumsal yönlendirme gücünün kullanımı; haber ve bilgi akışı sağlama işlevinden uzaklaşan medyanın toplumsal rolünü tartışılır hale getirmektedir. Liberal kuram Liberal yaklaşım, üç ana ölçüte dayanmaktadır. Ekonomik özgürlük, entelektüel özgürlük ve siyasal özgürlük. Yaklaşım içerisinde “ifade ve düşünce özgürlüğü”ne, diğer özgürlüklerin kullanılabilmesi için merkezi bir değer biçilmektedir (McNair, 1996: 25). Serbest girişim ve özel mülkiyet temelinde kurumsallaşan medyanın, “fikirlerin serbest pazar yeri” içerisinde toplumdaki çoğulcu ve çok sesli yapıyı yansıtabileceği varsayılmaktadır. Öyle ki, Nicholas Garnham’ın belirlediği gibi (1990: 25), “çoğulcu kuram iletişim pazarlarının iletişim özgürlüğünün ihtiyaç duyduğu kamusal iletişim için en uygun kurum ve süreçleri sağlayabileceği konusunda iddialıdır”. Liberal yaklaşım “fikirlerin serbest pazar yerinde” özerk bir ‘’tüketici’’ düşüncesiyle beslenmektedir. Medyanın ancak tüketici tercihleri ile denetlenebileceğini iddia etmektedir. Serbest pazar düşüncesi bu anlamda sorunludur. Liberal kuram, toplumu hiçbirisinin egemen olmadığı ancak rekabet halindeki gruplar ve çıkarların oluşturduğu varsayımından hareketle medyayı da toplumun ortak yararı, kamusal çıkarları için ortak doğruyu vurgulayan, ortak değerler üzerinden toplumsal uzlaşıyı sağlayan birleştirici bir kurum olarak düşünmektedir. Yaklaşıma göre, tıpkı toplumun geniş kesimlerinde olduğu gibi, medya da çoğulcu ve çok sesli örgütlerdir. Yaklaşım içerisinde çoğulcu ve çok sesli olduğu düşünülen medyaya belirli sorumluluklar verilmektedir. Michael Gurevitch ve Jay Blum1er, medyaya ilişkin demokratik beklentilere rağmen, medyanın yapısal koşullarının sorumlulukları karşılamaktan uzak olduğunu belirtmektedir. Onlara göre, medyanın yakın dönemi, “birkaç dev medya şirketi tarafından tahakküm altına alınmış bir manzarayı” açığa çıkartmaktadır. Buna rağmen gelenek içerisinde, “fikirlerin serbest pazarının”, toplumun birbirinden farklı- 16 • iletiim : arat›rmalar› laşan beklenti ve ihtiyaçlarına yönelik medya pratikleri oluşturabileceği, toplumun ortak çıkarlarının savunulabileceği önemle vurgulanır. Medyaya “dördüncü güç” veya “kamu gözcüsü” niteliğinin atfedilmesi de bu durumu olanca açıklığı ile yansıtmaktadır. Oysa haberler yayın politikaları, ideolojileri ve mesleki pratikleri belirli kurumsal yapılar içerisinde üretilmektedir. Medya piyasasının ekonomide herhangi bir sektör olarak sistemde ele alınmaması gerekmektedir. Bu nedenle liberal öğreti çerçevesinde de çeşitli düzenlemeler görülmektedir. Medya kuruluşlarının sahiplerinin diğer sektörlerde olduğu gibi sadece kar amacı ile işletmelerini yönetmeleri bu doğrultuda kamu yararını gözeten düzenlemelerin azaltılması tekelleşme eğiliminin artması anlamına gelmektedir (Kaya, 2009: 80-82). Liberal düşünce çerçevesinde medyanın dördüncü güç ya da bekçi köpeği olarak sunumu, kapitalist sistemin işleyişi içinde geçersiz olmaktadır. Yüksek sermaye gerekliliği, reklamcılığın sektördeki öneminin yükselişi, medyanın karını ençoklaştırmaya yönelik faaliyetleri ile birlikte yüksek derecede yoğunlaşma eğilimi görülmektedir. Bu durumda azalan düşünce çeşitliliği ile toplumsal yararı amaçlayan bir güç oluşturması söz konusu değildir. Eleştirel kuramlar Basının, medya piyasası olarak adlandırılmadığı, dönemde kamusal yarar önündeki engel siyasi iktidarın basına uyguladığı baskıdır. Ancak basının endüstriyel bir sektör olarak gelişimi, reklamların etkisi ile sermayenin hakimiyetine girişi sektörün karşılaştığı baskıları da çeşitlendirmektedir. Medyayı, toplumsal güç ve iktidar mücadelesi alanı olarak belirleyen eleştirel çalışmalar, ideoloji, anlam ve medyanın ekonomi politiği üzerine geliştirdiği sorularda medyanın çalışma pratikleri adına önemli bir tartışma gündemini oluşturmaktadır (Wayne, 2003: 38). Eleştirel iletişim çalışmaları, sınıf pratiği ve sınıf ilişkileri bağlamında medyayı çözümlemekte ve bu doğrultuda medya sahipliğini egemenlik ilişkisi bağlamında değerlendirmektedir. Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 17 Medyada mülkiyet yoğunlaşması ve büyük sermaye gruplarıyla medya arasındaki bütünleşme sonucunda, “egemen sınıfın” aynı zamanda “egemen entelektüel” gücü oluşturduğu açık bir biçimde görülmektedir. İletişim pazarlarının giderek toplumsal güç ve iktidar mücadelesi alanı haline dönüşmesi de, egemen gruplar arasındaki çıkar çatışmasının bir sonucunu yansıtmaktadır. Medya mülkiyetinin içerikler üzerindeki etkisini, egemen güç ilişkileri bağlamında değerlendiren eleştirel çalışmalar için, mülkiyetin önemli bir denetim mekanizması oluşturduğu görülmektedir. Eleştirel yaklaşımda üç temel yaklaşım söz konusudur: yapısalcı yaklaşım, kültürel çalışmalar ve üçüncü temel eleştirel yaklaşım olan ekonomi politik yaklaşım. Bu yaklaşım medya üretiminin ekonomik yapısı ve süreçleri üzerine odaklanmakta, medya endüstrilerinde görülen tekelleşmeye ve denetimin yoğunlaşmasına doğru giden eğilimi incelemektedir. Ekonomi politik yaklaşım medyanın, medyaya sahip olanların ve denetleyenlerin sınıfsal çıkarlarını meşrulaştıran yanlış bir bilinç ürettiğini ve yaydığını ileri sürmektedir. Bu yaklaşımı benimseyen araştırmalar genel olarak medyadaki denetim yapılarının incelenmesi üzerinde odaklanmaktadır (Fejes, 1984: 253). Bu nedenle çalışmanın odağı ile ilgili olarak ekonomi politik yaklaşım gerekli çerçeveyi sağlamaktadır. Ancak diğer eleştirel kuramların konuya ilişkin yaklaşımlarına kısaca değinilecektir. Frankfurt Okulu’nun iletişim konusundaki konumu bir üstyapı olgusu olarak kültür incelemeleri çerçevesinde şekillenmiştir. Frankfurt Okulu, bir ölçüde geleneksel Marksizmden ayrılarak, altyapı - üstyapı ilişkisinde, üstyapıyı özerk bir konumda ele almıştır. New York’ta gerçekleştirilen çalışmalar, Amerika Birleşik Devletleri’nde medyanın sınırlı ellerde toplandığını ortaya çıkartmış ve medyanın egemen iktidarın baskıları karşısında bütünüyle savunmasız ve edilgen bir kitleyi yönlendirdiği yönünde bir düşünceyi geliştirmiştir. Kitle iletişim araçlarının, kitleleri yönlendirmesi ve biçimlendirmesi mülkiyet sahiplerinin çıkarlarına dayanmaktadır. Frankfurt Okulu kuramcı1arı, “kültür endüstrisi” kavramı ile kitle 18 • iletiim : arat›rmalar› iletişim araçlarının, diğer endüstriyel işletmelerde olduğu gibi bir endüstri olarak faaliyet gösterdiğini belirtmişlerdir. Ancak okulun ideolojiye verdiği önem ekonomik ilişkilerin sorgulanmasını ikincil bir mesele olarak bırakmıştır. Okul, ekonomik yapı, sistem ve ilişkilerin sorgulanmasına, ideolojinin sorgulanmasından daha az yer verdiği için eleştirilmektedir (Bennet, 1982: 46; Tı1ıç, 1998: 49, 50). Yapısalcı yaklaşımlar tartışmalarını medya metinlerindeki ideoloji ve iktidarın inşa edilmesi sorunu üzerinden sürdürmüştür. Temsilcilerinden Louis Althusser; ideolojinin, ekonomik konumun doğrudan bir yansıması olduğu anlayışını reddetmekle ekonomik yapı ve ilişkilerden görece özerk bir konum atfetmiştir. Althusser, kitle iletişim araçları gibi üstyapıya ait olan kuruluşların, ekonomik belirleyicilikten görece özerk olduğunu varsaymıştır. Kültürel çalışmaların, kitle iletişim araçlarını ideolojik bir mücadele alanı olarak değerlendirmesi ve medyaya göreli bir özerklik atfetmesi, ekonomik yapı ve ilişkilerin sorgulanmasını ikinci planda bırakmıştır. Bununla birlikte, kültürel çalışmalar geleneği içerisinde de ekonomik yapı ve ilişkilerin önemi reddedilmez. Hall’un (2002: 119) belirttiği gibi, “ideolojik alan, analitik açıdan bir parçası olmadığı, toplumsal, siyasal ve teknolojik ilişkilerle birlikte, ekonomik ilişkiler içerisinde yapılanır ve biçimlenir”. Bu yönü ile kültürel çalışmaların, ekonomi politik yaklaşıma ilişkin getirdiği eleştiriyi, ekonomik yapılar ve ilişkiler ağına verilen aşırı önem oluşturmaktadır. Ekonomi Politik Yaklaşım Ekonomi politik yaklaşımın temel özelliği iletişim konusunu, ekonomik ilişkiler ve yapılar bağlamında ele almasıdır. Ekonomi politik yaklaşım medyayı endüstriyel düzeyde ele alarak medyanın mülkiyeti, kontrolü gibi temel sorunları gündeme getirmektedir. Medyada tekelleşme, ticarileşme, kar amacı, reklamların fonksiyonu temel sorunsallarıdır. Eleştirel ekonomi politikçiler, liberal düşüncenin temel aldığı bireysel tercihlerin aksine, verili bir toplumsal formasyonda mülkiyetin ve üretimin örgütlenmesini temel almaktadır. İletişimin eleştirel Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 19 ekonomi politiği, bu noktadan hareketle iletişim faaliyetlerinin maddi ve siyasal kaynakların eşitsiz paylaşımı tarafından nasıl yapılandırıldığına odaklanmaktadır (Golding ve Murdock’tan aktaran Adaklı, 2006: 26). Medya mülkiyeti ve haber arasındaki ilişkiler ile medya mülkiyetinin haber içerikleri üzerindeki hakimiyeti eleştirel ekonomi politik yaklaşım içerisinde değerlendirilmektedir. Eleştirel ekonomi politiğin önemli temsilcileri arasında yer alan Golding ve Murdock’a göre, kitle medyasının ekonomi politiği, medyanın “ilkin ve öncelikle emtialar üreten ve dağıtan endüstriyel ve ticari kuruluşlar olduğunun kabul edilmesiyle başlamaktadır (aktaran Boyd-Barret, 2006: 7). Farklı medya sektörleri, şirket kontrolü vasıtasıyla halihazırda birbirlerine bağlı oldukları için yalıtılmış bir şekilde incelenememekte ve faaliyetleri geniş ekonomik bağlama bakılarak anlaşılabilmektedir. Analiz ayrıca ekonomik ve siyasal yapılar hakkındaki düşüncelerin yayılmasında, medyanın ideolojik olarak işleyişini de kapsamalıdır. Medyanın ekonomi politiği yalnızca emtiaların üretimi ve dağıtımı üzerine odaklanmamakta bu emtiaların özel doğasının ve onların yerine getirdiği ideolojik işlevin de tam bir açıklamasını yapmalıdır. Golding ve Murdock, bu yorumları ile ekonomi politik yaklaşıma yönelik ekonomik indirgemecilik eleştirisine açıklık getirmektedir. Golding ve Murdock (2002) için iletişim alanının ekonomi politik açıdan ele alınırken üzerinde duracağı temel nokta; kültürel üretim ve dağıtım üzerinde kontrol uygulayan güçlerin değişiminin kamusal alana etkisidir. Bu doğrultuda kitle iletişim araçlarının mülkiyeti ve faaliyetler üzerindeki etkisi ve sonuçları üzerinde ayrıca bu kurumların devlet düzenlemeleri ile ilişkileri üzerinde durulması gerektiği belirtilmektedir. Serbest rekabetin faydayı ve karı ençoklaştıran etkisi üzerine kurulu deregülasyon politikaları ile mülkiyet yapısı sektörün görünümünü değiştirmektedir. Amaçlananın aksine tekelleşme eğilimi hızlanmış, kamusal tekellerin yerini dev medya şirketleri almıştır. Sektörde görülen yatay ve dikey hareketlilikler çapraz sahipliklerle hem gele- 20 • iletiim : arat›rmalar› neksel medya alanlarında hem de enformasyona dayalı diğer alanlarda görülmektedir. Bu dev şirketler, karlılıklarını ençoklaştırmanın yanı sıra kültürel üretimin kontrolü ile toplumu yönlendirme, etkileme gücüne sahip olmaktadır. Medya adı altında sürdürdükleri tüm faaliyetler nedeniyle ekonomide yoğunlaşmanın diğer sektörlere göre daha yüksek gerçekleştiği bilinmektedir (Kaya, 2009: 140,141). 1970’li yıllarda özellikle Batı Avrupa’da görülen deregülasyon eğilimleri teknolojik gelişmelerle desteklenerek yeni eğilimleri ortaya çıkarmıştır. Thompson bu eğilimlerin meydana getirdiği değişimleri dört başlık altında toplamaktadır: 1. Medya sektöründe artan yoğunlaşma 2. Medya sektörünün giderek çeşitlenmesi 3. Medya sektöründe artan küreselleşme 4. Medya sektöründe kuralların kaldırılmasına ilişkin genel eğilimderegülasyon Adaklı (2006:379), Thompson’ın bu ayrımında yoğunlaşmanın, deregülasyon dışındaki diğer eğilimleri içerdiğini vurgulamaktadır. Medya sektöründe giderek artan yoğunlaşmanın birbiriyle ilintili ancak üç farklı aşamasının olduğunu belirtmektedir: 1. Üretim zincirinin tüm aşamalarına hakimiyeti sağlayan dikey bütünleşme ve belirli bir sektörde ya ürün ya da kuruluşla piyasaya hakimiyeti sağlayan yatay bütünleşme. 2. Büyük şirketlerin farklı sektörlerde de faaliyet de bulunarak piyasadaki kontrol alanlarını genişleten çeşitlenme. 3. Sektördeki büyük şirketlerin ürünlerini uluslararası pazar için de üreterek uluslararasılaşması. Kapitalizmin 19. yüzyılın sonlarında sona erdiğini ve tekelci kapitalizm dönemine geçildiğini savunan Dallas Smythe’e göre ise (aktaran Geray, 2005: 29) kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur. Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 21 Radyo, televizyon ve gazeteleri “bilinç endüstrisi” olarak tanımlayan Smythe, tekelci kapitalist dönemin, talep yönetimi araçlarının sadece reklamların ve genel olarak etkilerinin değil bütünüyle bir sistem olarak kapitalizmin işleyişini mümkün kılan bir alan olarak incelenmesini savunmaktadır. Her ne kadar kapitalizm kısa dönemde malların ve hizmetlerin örgütlenmesi yeteneği ile zenginleşmişse de, bir sistem olarak devamlılığını sağlaması ancak uzun dönemde sistemi destekleyecek insanları üretmesiyle mümkündür. Ekonomik anlamda medyanın üretimi, ürünü gereği kültürün metalaşmasına neden olmaktadır. Smythe’ın sektörün izleyiciyi metalaştırarak reklam şirketlerine satıldığına ilişkin görüşleri Garnham tarafından Marksist kuramdaki meta anlayışının yanlış anlaşılmasına bağlanarak eleştirilmektedir (Adaklı, 2006: 33). Noam Chomsky ve Edward Herman gibi yazarlar da kültür emperyalizmi ve uluslararası şirketlerin yeni tür sömürgecilikte etkin rıza yaratma stratejilerinden yararlanma konularını tartışarak ekonomi politik yaklaşıma katkı sunmuşlardır. Geliştirdikleri propaganda modeli ile servet ve iktidar eşitsizliği ile bu eşitsizliğin medyanın çıkar ve seçimlerine çeşitli düzeylerdeki etkisi üzerine durmaktadırlar. Oluşturdukları propaganda modelinin en önemli öğeleri; a. Egemen medya şirketlerinin büyüklüğü, yoğunlaşmış mülkiyeti, kar amaçlı oluşu ve sahiplerinin serveti; b. Reklamcılığın medyanın en önemli gelir kaynağı olması c. Medyanın iki temel kaynak ve. iktidar odağı olan, hükümet ile iş çevrelerinden ve bunların mali destek sağlayıp onayladığı ‘uzmanlar’dan, sağladığı bilgileri temel alması d. Medyayı hizaya sokmak için kullanılan bir yöntem olarak ‘medyaya yönelik tepki’ üretimi e. Ulusal bir din ve bir denetleme mekanizması olan ‘antikomünizm’dir. 22 • iletiim : arat›rmalar› Eleştirel iletişim kuramları çerçevesinde medyanın mülkiyetinin, hakim olan sermayenin çeşitli düzeylerde ele alınarak sektörün işleyişinin incelendiği görülmektedir. Ekonomik indirgemecilik eleştirisi ile karşılaşan eleştirel ekonomi politik, çalışmanın medya sektöründeki yoğunlaşma eğilimi üzerine kurulması nedeniyle anlamlıdır. Tüm kuramsal yaklaşımlar çerçevesinde yoğunlaşmanın sektör için istenmeyen, kaçınılması gereken bir durum olduğu kabul edilmektedir. Ancak kapitalist sistemin yapılanma sürecinde taşıyıcı güç olarak medyanın sistem dışında kalması söz konusu değildir. Deregülasyon politikaları sonucu medya sektöründe ticari karını artırmaya yönelik faaliyet gösteren, ürünün özgünlüğü gereği toplumsal anlamda önem taşıyan medya grupları eleştirel ekonomi politik yaklaşımın incelemelerinin öznesidir. Bu anlamda mülkiyeti ve mülkiyetin az kişi ya da grupta toplanması yani yoğunlaşma eğilimi sektör için büyük önem taşımaktadır. Eleştirel ekonomi politiğin medya sektörünü öncelikle ticari bir sektör olarak incelemesi ve kültürün metalaşmasından hareketle barındırdığı çeşitli yaklaşımlar bu anlamda çalışmanın amacı doğrultusunda ayrıca önem taşımakta ve çerçevesini oluşturmaktadır. Yoğunlaşma ve Ölçümü Medya piyasasında yoğunlaşma eğiliminin önemi belirlenmelidir. Bu çerçevede yoğunlaşmanın piyasada saptanmasını mümkün kılan ölçümler ve sayısal tekniklerin önemi de vurgulanmalıdır. Yoğunlaşmanın önemi Medya piyasasınn sahip olduğu özgün özellikler sebebi ile yüksek yoğunlaşma eğilimi gösteren bir piyasa olduğu belirtilmişti. Medya piyasasında, üretimin ölçeğinin genişlemesinin ortalama maliyetleri azalttığı durumları ifade eden ölçek ekonomilerinin varlığı, firmaların piyasada farklı tercihlere sahip tüketici kitlelerini kazanarak pazar paylarını artırmak için uyguladıkları ürün farklılaştırma stratejilerinin uygulanması piyasada yoğunlaşmanın varlığını belirleyen temel faktörlerdir. Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 23 Kuramsal yaklaşımlar çerçevesinde değinildiği gibi kapitalist mantık içinde, ekonomik gelişmeler ve büyümenin etkisiyle sermayenin yoğunlaşması sadece medya sektöründe yaşanmamakla birlikte toplumsal açıdan sonuçları diğer ekonomik faaliyet alanlarında gerçekleşenden çok daha farklı ve önemlidir. Medyanın etkileme gücü ekonomik güçle orantılı bir entegre güce dönüşmektedir (Kaya, 2009: 141). Pahl ve Winkler medya sektöründe iki farklı düzeyde kontrolün gerçekleştiğini belirtmektedir: Operasyonel kontrol düzeyi; gündelik üretime ilişkin periyodik kontrolü ifade ederken, editoryal kadronun standart işlemleri ile şekillendirerek esas özne olarak konumlandığı kontrol düzeyidir. Tahsisatla ilgili kontrol düzeyi ise medya şirketinin yapısı, gelişimi, faaliyetlerinin kapsamı büyüklüğü ve kaynakların kullanımı ile ilgilidir (Murdock’tan aktaran Adaklı, 2006: 72). Adaklı, Türkiye’de medya sektörü için bu kontrol düzeylerini değerlendirdiğinde, operasyonel ve tahsisata ilişkin kontrol düzeylerinin birbirine bağımlı olmakla birlikte, birbirine karışmış olan bir yapı olduğuna dikkat çekmektedir (2006: 75). Yoğunlaşmanın benzer olumsuz etkilerini Harcourt ve Verhulst (1999:2) farklı şekilde özetlemektedir: Piyasada meydana gelen birleşmeler sonucunda maliyetler düşmektedir, bu durumda işten çıkarmalar artmakta, içerik yatırımları azalmakta, çeşitlilik yerine standartlaşmış ürünlerin piyasada hakim olmasına yol açmaktadır. Yoğunlaşma sonucunda piyasada az sayıda firma hakim olmakta, zaten giriş engellerinin yüksek olduğu medya piyasasında küçük firmalar hakim firmaların karşısında direnememektedir. Bu nedenle de medya piyasası oligopolistik ve ya monopolistik piyasa yapısına sahip olmaktadır. Herhangi bir ekonomik sektörde bu piyasa yapısının sebep olduğu ekonomik etkinsizliğin yanı sıra medya ürününün özelliği gereği sosyal maliyetlerinin ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Ayrıca hakim firmaların kamuoyunu etkileme, yönlendirme gücü, çoğulculuğun ve ifade özgürlüğünün ihlali, siyasi tartışmaların kısıtlanması vb. doğrultusunda medya firmalarının kar güdüsü karşısında demokratik bir tartışma alanı kurma özelliğini yitirdiğini ifade etmektedir. Kişi ya 24 • iletiim : arat›rmalar› da kurumlar ekonomik ya da siyasi güç elde ettiklerinde bu gücü paylaşmak yerine elinde tutmayı tercih etmektedir. Herhangi bir düzenleme söz konusu olmadığında, ekonomik piyasaların yoğunlaşma eğilimi göstermesi kaçınılmazdır. Bu durumu değiştirebilmek için siyasi iktidarların piyasada rekabeti güçlendirecek ve tüketiciyi de bu işleyiş karşısında bilinçlendirecek düzenlemelere gitmesi gerekmektedir (Murdock, 2008: 16-20). Sonuç olarak medya piyasası için geçerli olan oligopolistik yapı ve yoğunlaşmanın yüksekliği medyanın gerekli işlevini yerine getirmesinde sorun teşkil etmektedir. Birçok kuramsal yaklaşım içinde eleştirilen ideolojik işleyiş, manipülasyon girişimine sağladığı olanak, yönlendirme etkisi ile güç olarak kabul edilen medya sektörünün kontrolsüzce kullanılmasına fırsat vermektedir. Medyada mülkiyet yoğunlaşmasını, piyasada yer alan en büyük medya şirketinin aynı ürün ve pazarda tüm ekonomik etkinlikler üzerindeki denetim oranı belirlemektedir (Alexander, Owers ve Carveth, 1993: 372). Medya piyasasında yoğunlaşmanın farklı çeşitleri görülebilmektedir. Örneğin; bir firmanın yazılı basın alanında birden çok ürünü olması yatay yoğunlaşmanın, yazılı basın içerisinde yer alan firmanın matbaa, dağıtım vb. üretim sürecinin diğer aşamalarında da yer alması dikey yoğunlaşmanın var olduğunu göstermektedir. Bir medya grubunun farklı türde iletişim araçları üzerindeki mülkiyeti ise çapraz mülkiyet yoğunlaşmasının göstergesi olmaktadır (Bek, 2003: 44; Doyle, 2002: 34). Dünyada ve Türkiye’de yaşanan yapısal dönüşümün medyaya etkisi ile medya sektörü neo-liberal politikalar doğrultusunda serbestleşme sürecine girmiştir. Yaşanan dönüşümle yeni bir kar alanı olarak, hızla değişen ve gelişen teknolojisiyle diğer ekonomik sektörlerden farklı gelişim göstermesi ve daha fazla güç potansiyeli taşıması sebebiyle sermayenin hedefi haline gelmiştir. Türkiye’de medya piyasasının gelişimine ilişkin, çalışmada kısaca değinilen bu dönüşüm 1990’lı yıllarda medyada büyük medya şirketlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 25 Medya piyasası faaliyetleri ile ekonominin bütünselliği içinde önemli bir alana sahiptir. Bu ekonomik faaliyetler medyanın işleyişinin-pratiklerinin şekillenmesinde etkilidir. Karşılıklı etkileşimi temsil eden bu şartlarda iletişim araştırmaları kapsamında ekonomik zemin odaklı çalışmalar da önem kazanmaktadır. Tamamen sermayenin kontrolündeki yayıncılığın demokratik toplumun temellerini sarstığına dair endişelerin yanı sıra medya piyasasının kendi içinde kapalı bir sistem haline gelişi sektörün çıkmazlarını, içerik açısından tektipliliğini açıklamaktadır. Medya piyasasının sahiplik yapısı, yoğunlaşma eğilimi ve piyasadaki hakim durum bu bağlamda en önemli çalışma alanlarından birini oluşturmaktadır. Ölçümün, sayısal tekniklerin önemi Bu çalışmada bilinen bir yöntem yeni bir alana uygulanmaktadır. İktisat alanında hem analiz hem de politika inşasında çok gerekli olan ve çok kullanılan yoğunlaşma ölçüm teknikleri medya alanına uygulanmaktadır. Medya piyasasının ikili ürün yapısının sonuçları ve yoğunlaşma kavramı iletişim literatüründe sıkça yer almaktadır. Ancak bu kavramlar ve değerlendirmeler -hacim, sonuçlar ve yöntem açısından çok sınırlı ve kısıtlı olarak ele alan iki çalışma (Söylemez, 1997; Ekzen, 1999) dışında- hep kuramsal olarak incelenmiş ancak sayısal olarak hiç değerlendirilmemiş; ortaya çıkan yapılar ve zaman içindeki değişimler, bir sosyal bilim dalı olan iletişim metedolojisinde kullanılması kaçınılmaz olan sayısal yöntemlerle değerlendirilmemiştir. Bütün sosyal bilimlerde olduğu gibi medya/iletişim alanında da doğru çözümleme ve doğru politika eleştiri ve önerisi için öncelikle somut durumun doğru saptanması gerekir. Yoğunlaşma konusunda da doğru analiz, gerekli ve doğru verilerle mümkündür; ölçme de bunun gerekli bir parçasıdır. İktisadi çalışmalar için de birçok sektör için ekonometrik ölçümler ile hesaplanarak istatistiki olarak varlığı gösterilen yoğunlaşma, medya sektörü için de uygulanmalıdır. Böylelikle eğilimin boyutları, zaman 26 • iletiim : arat›rmalar› içindeki seyri ve farklı koşullarda değişimi sayısal olarak da değerlendirilmektedir. Alanda, ölçümlerle tekniğin yeni bir alana uygulanarak varolan durumun tespiti önem taşımaktadır. Ölçme Denemesi Çalışmanın kapsamı Çalışma yoğunlaşma eğilimlerinin güçlü bir şekilde görüldüğü ulusal medyayı kapsamaktadır. Ulusal medyayı temsilen ulusal ve yerel gazete piyasası ele alınmakta ve piyasaya ait tiraj verilerinden hareket edilmektedir. Bu piyasa iki kompartmanlı bir yapıyı temsil etmektedir. İlki; ana akım medyanın yer aldığı, birbiri yerine ikame edilebilen ürünlerin bulunduğu, firma davranışlarının birbirini etkilemesine sebep olacak kadar az sayıda firmanın bulunduğu, piyasaya girişin zor olduğu bu nedenle de yoğunlaşmanın yüksek olduğu oligopolistik rekabet özellikleri gösteren yapıdır. Diğeri ise; çok sayıda firmanın ürettiği birbiri yerine ikame edilebilir ürünlerin firmalar tarafından farklı gösterilmesi sonucu, her firmanın belirli bir alıcı kitlesi üzerinde tekel gücü sağladığı (Dinler, 1993: 318) monopolcü rekabet özelliği gösteren yapıdır. Piyasada, yazılı basında yer alan ancak büyük holding vb. yapıların dışında varlığını sürdürebilmekte olan Cumhuriyet, Radikal gibi ideolojik açıdan içeriği ile kendi okuyucu kitlesine sahip olan gazeteler monopolcü rekabet piyasası özelliklerini yansıtmaktadır. Medya piyasasının özgünlükleri doğrultusunda oligopolistik piyasa yapısına sahip olduğu bilinmektedir. Ancak gazete piyasasına dair yapılan ölçüm sonuçlarının değerlendirilmesi sırasında belirtildiği gibi monopolcü rekabet piyasası özellikleri ve oligopolistik rekabet özellikleri bir arada görülmektedir. Bu iki piyasa farklı boyutlarda yoğunlaşma düzeyinin gerçekleştiği piyasalardır. Araştırma için önemli olan bir nokta, ölçümleri daha önce hiç yapılmamış olan yoğunlaşmanın gazete ve grup bazında ayrı ayrı ve karşılıklı etkileşimleri ile değerlendirilmesidir. Medya piyasasında yer alan firmaların birden fazla ya da çok sayıda gazeteye sahip olma durumu uygulamayı yönlendirmektedir. Yoğunlaşmanın piyasaya Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 27 hakim gruplar tarafından gerçekleşmesi nedeniyle sahiplik yapısı önem kazanmaktadır. Medya piyasasına ilişkin daha açık ve gerçek sonuçlara ulaşmak için gazetelerin sahiplik yapıları da hesaplamalara dahil edilmektedir. Bu nedenle gazeteler sahiplik yapılarına bağlı olarak gruplandırılmakta ve medya piyasasında yer alan grupların sahip olduğu gazetelerin 1999 ve 2009 yılları Ekim aylarına ait toplam tirajları veri kullanılarak pazar payları hesaplanmakta, yoğunlaşma ölçümü yapılmaktadır. On yıl aralıklı elde edilen sonuçlar karşılaştırmalı olarak değerlendirilmektedir. Çalışma için yapılan ölçümler öncelikle 1969-2009 yılları arası onar yıllık aralıklarla Mart ve Ekim aylarına ait tiraj verileri kullanılarak yapılmaktadır. Böylelikle geniş bir periyotta değişim gözlenmektedir. Sonrasında ise 2000-2009 arası her yılın Mart-Ekim aylarına ait değerlerle ölçümler yapılmakta, hem aylık hem yıllık yoğunlaşma değerleri belirlenmekte ve süreç itibariyle yaşanan değişim, yoğunlaşmanın seyri görülmektedir. Özellikle son on yıllık periyoda ilişkin değerlendirmeler günümüz medya piyasasının bulunduğu durum için açıklayıcı nitelik taşımaktadır. Geçmişte on yıllık periyoda ait verilerle kıyaslanabilecek olması konu ile ilgili geniş bir perspektife olanak sağlamaktadır. Çalışmada tirajı 100 bin üzeri olan gazeteler isimleri ile 100 binin altında tirajı olan gazeteler “diğer” başlığı altında gruplandırılarak ölçümlere katılmıştır. Tiraj verileri için Basın İlan Kurumu verileri kullanılmıştır. Resmi veriler olarak, Basın İlan Kurumu’ndan edinilen tiraj verileri doğrultusunda yapılan ölçümler geçerliliğini korumakla birlikte basında önemli boyutta yer alan tiraj tartışmalarının da göz önünde tutulması gerektiği düşünülmektedir. Türkiye’nin gündeminde Zaman gazetesi ve ABC Türkiye arasında yaşanan anlaşmazlık sonucu uzun süre yer alan tiraj tartışmaları, bu ölçümlerde yerini almalı, değerlendirmelere etkisi ortaya konmalıdır. Özellikle 2000’li yıllarda dinci/ İslami/muhafazakar basın diye nitelendirilen gazetelerin atağı söz konusu olmuştur. Abone sistemi ile çalışan gazeteler; tartışmaların kaynağı olan Zaman gazetesinin yanı sıra Yeni Şafak, Vakit ve Türkiye gazetesidir. Bu gazeteler abone usulü dağıtım yöntemi ile tirajlarını 28 • iletiim : arat›rmalar› yüksek rakamlara taşımıştır. Grup bazında yapılan ölçüm sonuçlarının değerlendirmelerinde de belirtildiği gibi, Basın İlan Kurumu’ndan alınan verilerle yapılan ölçümler doğrultusunda da abone usulü dağıtım yapan gazetelerin yüksek tirajları ile ölçümlere dahil olmaları önemli bir ayrıntıdır. Bu nedenle çalışmada, abone sistemi ile okuyucuya ulaşan gazetelerin sadece bayi satışlarını tablolara dahil ederek grup bazında pazar payları ayrıca incelenmektedir. Bu gazetelerin bayi satışlarına ilişkin bilgilere tiraj verilerini açıklayan internet sitelerinden ve köşe yazılarından (gazeteciler.com; medyatava.com; Türenç, 01.09.2006, Hürriyet) derleyerek ortalama rakamlar alınmıştır. 2009 için kullanılan rakamlar, 1999 yılı verilerine ulaşılamadığı için, geçerli sayılmıştır. Medya piyasası bu değerler çerçevesinde incelenmiş; yoğunlaşma eğiliminin gelişimi ve boyutu değerlendirilmiştir. Çalışmanın tekniği İktisat alanında hem analiz hem de politika inşasında çok gerekli olan ve çok kullanılan ekonometrik ölçümler, bu çalışmada medya sektöründeki yoğunlaşma eğiliminin boyutlarının istatistiki olarak gösterilmesi için kullanılmıştır. Bu eğilimin zaman içinde ve farklı koşullarda değişimi sayısal verilerle değerlendirilmiştir. Ölçüm tekniğini belirlemek önemli bir sorunsalı oluşturmuştur. Yoğunlaşmanın ölçümünde birbirini tamamlayan farklı ölçütler seçilmiştir. Böylelikle ölçüm sonuçlarının olası farklılıklarının incelenmesi, piyasanın farklı özelliklerini de ortaya koymaktadır. Bu çalışmada yoğunlaşma ölçümlerinde bu alandaki çalışmalarda en çok kullanılan ölçütler; gini katsayısı, CR4, CR8 ve Herfındahl-Hırschmann indeksi kullanılmıştır. Piyasadaki en büyük dört gazetenin sahip olduğu pazar payını gösteren CR4, en büyük sekiz gazetenin sahip olduğu pazar payını gösteren CR8, piyasadaki tüm gazetelerin dağılımını göz önünde tutan, gazete sayısı ve büyüklükleri arasındaki değişime duyarlı HHI, en küçük gazetelerin piyasadaki değişimine duyarlı gini katsayısı belirlenen dönemler için hesaplanmıştır. Yoğunlaşma eğiliminin ölçümüne ilişkin çalışmalarda firma sayısının belirlenmesinde ya da ölçüm sonuçları ile yoğunlaşmanın belirlendiği kritik düzeyin saptanmasında objektif bir kriter yoktur. Ancak Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 29 aşağıda belirtilen değerler bu çalışma için geçerli kabul edilmiştir. Uygulamalı çalışmalar sonrasında dört firma analizleri için %50-55, sekiz firma analizleri için %70 yoğunlaşma düzeyinin piyasada yoğunlaşma başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir (Koch, 1980:172). Oran yükseldikçe yoğunlaşmanın düzeyinin de yükseldiği kabul edilmektedir. HHI, 1000’den düşük değerler aldığı durumda piyasada rekabetin olduğuna işaret ederken, 1000-1800 arası değer alması oligopolistik piyasa yapısına yakın olmakla beraber monopolcü rekabet piyasası özelliği taşıdığını da göstermektedir. 1800 üzeri değerler ise yüksek oranda yoğunlaşmanın varlığını ifade etmektedir. Gini katsayısı, 0 ile 1 arasında değerler almaktadır. Piyasada yer alan firmaların payı eşit ise gini katsayısı 0 değerinde, tek bir firmanın kontrolü söz konusu ise 1 değerindedir. 0.20’den küçük değer aldığında düşük düzeyde eşitsizlik durumunu, 0.20 ile 0.50 arasında değer aldığında orta düzeyde eşitsizlik durumu olduğunu, 0.50’den büyük değerler alması ise yüksek düzeyde eşitsizlik durumunu ifade etmektedir (Vanzanden,1995: 645; White, 1982: 545). Tüm bu ölçütler doğrultusunda ölçüm sonuçları değerlendirilmektedir. Ölçümlerin değerlendirmesi Gazetelerin 1969-2009 yılları arası onar yıllık aralıklarla Mart ve Ekim aylarına ait tiraj verileri ile yapılan yoğunlaşma ölçümlerinin sonucu aşağıdaki tablolarda yer almaktadır. Tablo 1: Gazetelerin 1969-2009 yılları en büyük 4 firma yoğunlaşması (CR-4) (yıllık) (Mart ve Ekim) 1969 1979 1989 1999 2009 Mart 67,50 65,00 49,04 50,37 53,25 Ekim 72,11 62,50 52,94 54,86 54,60 Tablo 2: Gazetelerin 1969-2009 yılları en büyük 8 firma yoğunlaşması (CR-8) (yıllık) (Mart ve Ekim) 1969 1979 1989 1999 2009 Mart 100,00 97,89 89,48 77,21 76,98 Ekim 100,00 98,73 89,24 78,58 75,84 30 • iletiim : arat›rmalar› Tablo 3: Gazetelerin 1969-2009 yılları Herfindahl-Hirshman indeksler (HHI) (Mart ve Ekim) 1969 1979 1989 1999 2009 Mart 2282,81 1696,21 1219,36 947,44 960,15 Ekim 2301,92 1711,26 1273,21 1020,83 956,60 Tablo 4: 1969-2009 yıllarına ait gini katsayıları Gini Katsayısı 1969 1979 1989 1999 2009 Mart 0.75 0.75 0.77 0.69 0.77 Ekim 0.66 0.72 0.79 0.70 0.75 1969-2009 yıllarına ait gazete tirajlarından hareketle yoğunlaşma ölçümlerine dair elde ettiğimiz sonuçlar, 1969-1989 yılları arasında yüksek yoğunlaşmanın varolduğu ve azalarak varlığını koruduğu görülmektedir. Ancak sonrasında uzun dönemde azalma eğilimi göstermektedir. Ancak bu durum, her geçen yıl medya piyasasının rekabet koşullarının daha iyi işler bir yapıya doğru gelişim gösterdiği anlamında değerlendirilmemektedir. Yıllar itibariyle gözlenen, gazete sayısının artışının bir sonucu olduğudur. Bir başka deyişle, bu eğilim oligopolistik piyasa yapısının özelliklerinden biri olan ürün/fiyat farklılaştırmasının sonucu olarak gazete bazında gerçekleşen nicel artıştan kaynaklanmaktadır. Gazete sayısındaki artış, özellikle 1990’lı yıllarda önceki yıllara göre değişimini tamamlamış sonrasında önemli boyutta bir değişim göstermemiştir. Bu nedenle 1990 sonrasına ait yoğunlaşma değerlerinde önemli bir değişim görülmemekte, okuyucu kitlesine ulaşan gazete sayısındaki artış yoğunlaşma eğiliminde uzun vadede görülen azalmayı açıklamaktadır. Bu sonuçlar kırk yıllık geniş bir aralığı onar yıllık aralıklarla ölçülen verilerle de tanımlamasından ötürü sektöre genel bir bakış açısı sağlamaktadır. Ancak yoğunlaşma oranında gözlenen bu düşüş yukarıda belirtildiği gibi piyasada rekabetin hakim olduğu anlamına gelmemektedir. Bu değerlendirme çalışma için önemli bir noktadır. Piyasaya hakim durumda olan az sayıda- Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 31 ki grubun sahip olduğu pazar payını artırmak için farklı kalitede ve fiyatta gazeteyi piyasaya arz etmesinden kaynaklanmaktadır. Büyük medya grupları bu yöntemi izleyerek hem sosyo-kültürel hem ekonomik şartları gereği farklılık gösteren kitleleri kendi tüketici dilimlerine dahil edebilmektedir. Yoğunlaşmanın görünümünün netliği bu nedenle gazetelerin sahipliğine işaret etmektedir. Gazetelerin 2000-2009 arası her yıla ait yıllık tiraj verilerinden hareketle yapılan ölçümler için de aynı değerlendirme, gereklilik geçerli ve önemlidir. Tablo 5: Gazetelerin 2000-2009 yılları en büyük 4 firma yoğunlaşması (CR-4) (yıllık) 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 Toplam 50,17 47,34 49,33 43,85 45,09 46,41 49,12 50,76 52,54 54,49 Tablo 6: Gazetelerin 2000-2009 yılları en büyük 8 firma yoğunlaşması (CR-8) (yıllık) 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 Toplam 77,09 74,77 78,89 74,37 72,62 73,92 75,91 76,44 75,96 2009 76,95 Tablo 7: Gazetelerin 2000-2009 yılları Herfindahl-Hirshman indeksleri (HHI) (yıllık) 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 Top. 911,81 831,88 896,66 775,81 772,02 803,62 850,34 879,23 911,23 958,20 Tablo 8: Gazetelerin 2000-2009 yılları gini katsayıları 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 Gini Katsayısı 0.77 0.75 0.74 0.71 0.69 0.70 0.69 0.69 0.69 0.68 2000-2009 yıllarına ait gazete tirajları kullanılarak hesaplanan CR-4 ve CR-8 değerleri sonucu son 10 yılda medya piyasasında yoğunlaşmanın görüldüğü, piyasanın oligopolistik yapı özelliğini gösterdiği görülmektedir. CR8 değerleri daha yüksek yoğunlaşma 32 • iletiim : arat›rmalar› durumuna işaret etmektedir. Her yıl için hesaplanan gini katsayılarının da eşitsiz dağılımı gösterdiği belirtilmelidir. HHI ise bu değerlerden, sapmalar sonucu farklı görünmektedir. Bu üç istatistiki veriyi kullanmamız ve gini katsayılarını da hesaplayarak sağlama yapma olanağımız bu nedenle araştırma için önem taşımaktadır. Ayrıca belirtilmesi gereken nokta; ölçüm sonuçlarında görülen farklılıklar (düzey olarak), ölçütlerin farklı ölçüm hassasiyetine sahip olmalarından da kaynaklanmaktadır. CR-4 ve CR-8 değerleri ölçümlerinde oligopolistik piyasanın varlığı, yoğunlaşma eğiliminin yüksekliği görülmektedir. Ancak 2001-2004 yılları arası değerlerdeki azalma eğilimi piyasadaki rekabetin artışı olarak değerlendirilmemelidir. Öncesinde de belirtildiği gibi oligopolistik piyasada rekabet stratejilerinden biri olan ürün farklılaştırma stratejisi, piyasada büyük grupların pazar payını artırmak için kullandıkları bir yöntem olarak niceliksel artışa sebep olmakta; bu doğrultuda tirajlardaki dağılımı etkilemekte, yoğunlaşma ölçüm sonuçlarının düşük çıkmasına ve rekabetin olduğuna dair yanılsamaya yol açmaktadır. Ayrıca sonuçlarda özellikle belirtilmesi ve değerlendirilmesi gereken bir diğer sonuç kriz dönemlerine ait ölçüm değerleridir. Ekonomide kriz dönemlerinde her sektörde yoğunlaşmanın arttığı bilinmekte ve bu dönemlere ait verilerde yüksek yoğunlaşma oranları beklenmektedir. Ancak bu çalışma için yapılan ölçümlerde 2001 yılına ait değerlerde azalma görülmektedir. Bu sonucun değerlendirilmesinde, hem ürün farklılaştırma stratejileri hem de medya piyasasının iki kompartmanlı yapısının etkisi göz önünde tutulmalıdır. Ürün farklılaştırma stratejilerine yukarıda yeterince değinildiği için tekrar edilmeyecektir. Ancak piyasanın iki kompartmanlı yapısının, kriz dönemi değerlerinin anlaşılması için açıklanması gerekmektedir. Medya piyasası hem oligopolistik hem de monopolcü rekabet piyasasına ait özellikleri taşıyan gazeteleri içermektedir. Oligopolistik piyasa özelliği çok sayıda gazeteyi bünyesinde toplayan az sayıda grupların varlığından kaynaklanmaktadır. Ürün farklılaştırma stratejileri bu gruplar tarafından uygulanmaktadır. Fiyat-reklam savaşları ya da grupların yaptıkları haber üzerinden birbirine şiddet uygulaması bu piyasa özellikleri dahilinde sıkça görülmektedir. Bu gazetelerin tiraj gelirleri, öncelikli gelir kaynaklarıdır. Monopolcü rekabet piyasası özelliği ise genel olarak ideolojik duruşları olan, belli okuyucu kitlesine sahip, tiraj gelirleri asıl gelirleri Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 33 olan gazetelerden kaynaklanmaktadır. Kriz dönemlerinde monopolcü rekabet piyasası özellikleri taşıyan gazetelerin tirajlarında çok yüksek boyutta değişim, azalma görülmemektedir. İçeriği nedeni ile belirli okuyucu kitlesine sahip bu gazetelerin diğer gazetelere kıyasla piyasada varlıklarını koruyabildikleri, tirajlarının etkisi ile genel olarak piyasada tirajların gazete bazında dağılımının değişmemesini sağladıkları ifade edilebilir. Bu nedenle bu yıllara ait yoğunlaşma ölçümlerinde ekonomik kriz sebebiyle beklenen büyük farklılıklara rastlanmamaktadır. Basın İlan Kurumu’ndan alınan veriler doğrultusunda 2000-2009 yılları arası her yıl için tirajı 100.000 ve üzeri olan gazeteler, bağlı olduğu medya gruplarının ismi altında toplanmıştır. Elde edilen medya piyasasına hakim grup sayısı, yoğunlaşma ölçütlerinden CR-4 ve CR-8’in uygulanmasını anlamsız kılmaktadır. Bu nedenle çalışmada piyasaya hakim gazete gruplarına ait pazar payları incelenmiş, Herfındahl-Hırschman indeksi kullanılarak medya piyasasında gruplara ait yoğunlaşma oranı ölçülmüştür. Tablo 9: Gazete gruplarının 1999 ve 2009 yılları Ekim ayı pazar payları (1/100) DoğanHolding Merkez Grubu Uzan Grubu Çukurova Holding İhlas Holding Zaman Grubu Nuri Aykon Cumhuriyet Vakfı Albayrak Grubu Doğan Holding Turkuvaz Medya Star Medya İnternet Holding İhlas Holding Zaman Grubu Cumhuriyet Vakfı 1999 42,82 22,39 11,79 8,87 7,23 3,45 1,75 0,97 0,73 2009 33,63 14,13 2,91 7,68 4,01 18,20 Bağımsız Gazeteciler Yayıncılık A.Ş. Ciner Grubu Burak Akbay Koza İpek Holding *Merkez Grubu Turkuaz Medya’ya, Uzan Grubu Star Medya’ya, Çukurova İnternet Holding’e dahil olmuştur Tablo Aralık 2009 sonuna kadar olan gelişmeleri kapsamaktadır. 1,63 2,82 4,81 5,12 3,70 1,36 34 • iletiim : arat›rmalar› Öncelikle Tablo 9’da yer alan gazete gruplarının 1999 ve 2009 yılları Ekim ayı pazar payları incelendiğinde; 1999’da % 42.82 oranla Doğan Grubu’nun pazarın yarısına yakın kısmına hakim olduğu görülmektedir. % 22.39 oranla Merkez Grubu, % 11.79 ile Uzan Grubu ve % 8.87 oranla Çukurova Holding, Doğan Grubu’nu takip etmektedir. 2009 yılına ait pazar payı değerlerine bakıldığında, on yıl içinde Merkez Grubu Turkuvaz Medya’ya, Uzan Grubu Star Medya’ya, Çukurova Holding ise İnternet Holding’e dahil olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda Doğan Grubu pazar payı değişmiş, %42.2’lik sahiplik düzeyinden %33.63’e düşmüş ancak en büyük paya sahip olan konumunu korumuştur. Doğan Grubu’nu, %14.13’lük oran ile Merkez Grubu’nu devralan Turkuvaz Medya takip etmektedir. 2009 yılında tüm grupların pazar paylarında 10 yıl öncesi ile kıyaslandığında düşüş görülmektedir. Bunun nedenlerinden biri; piyasada ki mevcut grupların sayısının artışıdır. 2009 yılına ait pazar payına ilişkin veriler, 1999 yılına ait verilerle kıyaslandığında piyasada daha fazla sayıda grubun bulunduğu görülmektedir. Bu durumda piyasada faaliyet gösteren grupların sayısının artışı pazarın daha fazla grup tarafından paylaşılması nedeniyle grup başına düşen piyasa payını azaltmaktadır. 2009 yılına ait sütunda vurgulanması gereken ve piyasa paylarının azalmasının bir diğer nedeni olan önemli bir nokta, Zaman gazetesinin, Zaman Grubu’nun toplam tirajı ve pazar payıdır. Zaman gazetesine ait tirajın yüksekliğinde önceki başlıklarda belirtildiği gibi abone usulü dağıtım şekli etkili olmakta, tirajları dolayısıyla pazar payı yüksek görülmekte ve piyasadaki dağılım etkilenmektedir. 1999 yılından farklı olarak Ciner Grubu 5.12’lik pazar payı ile tabloda 5. sırada yer almaktadır. Gazete bazında yapılan ölçüm sonuçlarından farklı olarak medya piyasasında grup bazında HHI değerleri sonucu her iki yıl için de çok yüksek düzeyde yoğunlaşmanın var olduğu görülmektedir. Ancak yoğunlaşma yüksek düzeyde gerçekleşmiş olmakla birlikte on yıl için- Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 35 Tablo 10: Gazete gruplarının 1999 ve 2009 yılları Ekim ayı HerfindahlHirshman indeksleri (HHI) (1/10000) DoğanHolding Merkez Grubu Uzan Grubu Çukurova Holding İhlas Holding Zaman Grubu Nuri Aykon Cumhuriyet Vakfı Albayrak Grubu Toplam Doğan Holding Turkuvaz Medya Star Medya İnternet Holding İhlas Holding Zaman Grubu Cumhuriyet Vakfı Albayrak Grubu Ciner Grubu Bağımsız Gazeteciler Yayıncılık A.Ş Burak Akbay Koza İpek Holding 1999 1833,92 501,10 138,99 78,66 52,28 11,87 3,08 0,94 0,54 2621,37 2009 1131,05 199,63 8,46 58,94 16,06 331,27 2,67 7,93 26,18 23,17 13,71 1,86 1820,92 *Merkez Grubu Turkuaz Medya’ya, Uzan Grubu Star Medya’ya, Çukurova İnternet Holding’e dahil olmuştur. Tablo Aralık 2009 sonuna kadar olan gelişmeleri kapsamaktadır. de azalma eğilimi görülmektedir. Bunun nedeni pazar paylarını incelerken belirtildiği gibi piyasadaki grup sayısındaki artış ve Zaman gazetesinin abone usulü dağıtımı nedeni ile yüksek tirajlara sahip görünüyor olmasıdır. 1999 için HHI 2621,37 değerinde iken 2009 yılı için bu oran 1820,92 olarak hesaplanmaktadır. 1999 değeri 2621,37 olarak HHI’nin 1800 değerinden yüksek olması durumunda ifade ettiklerinden hareketle, 1999 yılında piyasada çok yüksek oranda grupların yoğunlaştığını, piyasada rekabet şartlarının bulunmadığını göstermektedir. 2009 yılına ait 1820,92 değeri yine HHI’nin 1800’den büyük değer almış olması nedeniyle 2009 yılı için de piyasada grup yoğunlaşmasının çok yüksek olduğunu ifade etmektedir. 1999-2009 yılları için yapılan ölçümün değer olarak piyasanın yapısına ilişkin aynı sonucu vermesine rağmen 10 yıllık süreçte yoğunlaşma oranının azaldığını da göstermektedir. 36 • iletiim : arat›rmalar› Bu sayısal sonuçlar, on yıl içinde medya piyasasında rekabet koşullarının arttığı anlamına mı gelmektedir? Piyasada yoğunlaşma eğilimi azalmakta mıdır? sorularını önemli kılar. Medya piyasasında yoğunlaşmanın on yıl öncesine göre azalmasının sebebi piyasada varlığını koruyabilen holdinglerin, grupların sayısının artmasıdır. Tablo 9’da, 100.000 üzeri tiraja sahip olan gazete gruplarının pazar payları incelendiğinde medya piyasasında 1999 yılında dokuz büyük grup mevcut iken 2009 yılında bu sayının on ikiye yükseldiği bu nedenle pazar paylarında azalmalar olduğu belirtilmiştir. Aynı zamanda piyasaya giren yeni grupların etkisinin yanısıra varolan grupların, İhlas Holding dışında, hepsinin endeks değerlerinde yükselme eğilimi görülmektedir. Özellikle abonelik sistemi ile yüksek tiraja sahip olması nedeniyle Zaman Grubu’nda önemli bir artış gözlenmektedir. 2009 yılına ait dağılım, 1999 yılında olduğu kadar, aynı boyutta eşitsiz olmamakla birlikte aynı tabloyu, yapıyı korumaktadır. Piyasaya giren yeni aktörlerle dağılım yenilenmiş, yoğunlaşma oranı değişmiştir ancak piyasanın oligopolistik yapıya sahip olduğuna dair sonuç yeniden ortaya çıkmıştır. Ancak burada çalışmanın önemini ortaya koyan ve tekrar değinilmesi gereken nokta; önceki yorumlarda belirtildiği gibi 2000-2009 yıllarına ait gazetelerin HHI’nin piyasada yoğunlaşmanın yüksek olmadığına dair sonuç vermesi oysa gruplar söz konusu olduğunda yapılan ölçümde piyasada yüksek oranda yoğunlaşmanın var olduğu sonucuna gidilmesidir. Bu fark belirtildiği gibi büyük grupların pazar payını artırmaya yönelik ürün farklılaştırma stratejileri sonucu gazete sayısında görülen artışın etkisidir. Ayrıca grup bazında ölçüm değerlendirmelerinde de belirtildiği gibi Basın ilan kurumundan alınan veriler doğrultusunda abone usulü dağıtım yapan gazetelerin yüksek tirajları ile ölçümlere dahil olmaları nedeniyle farkı belirleyebilmek için çalışmada, abone sistemi ile okuyucusuna ulaşan gazetelerin sadece bayi satışları ile ölçümler tekrarlanmalı ve tablolar oluşturulmalıdır. Böylelikle tiraj tartışmalarının etkili olmayacağı pazar payı verileri incelenmelidir. Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 37 Tablo 11: Gazete gruplarının 1999 ve 2009 yılları Ekim ayı bayi satışı pazar payları (1/100) 1999 DoğanHolding Merkez Grubu Uzan Grubu Çukurova Holding Cumhuriyet Vakfı Zaman Grubu Albayrak Grubu Nuri Aykon İhlas Holding Doğan Holding Turkuvaz Medya Star Medya İnternet Holding Cumhuriyet Vakfı Zaman Grubu Albayrak Grubu İhlas Holding Koza İpek Holding Burak Akbay Ciner Grubu 2009 48,43 25,31 13,33 10,03 1,09 0,65 0,48 0,43 0,19 50,24 18,46 3,80 10,03 2,13 0,99 0,73 0,29 1,78 4,83 6,68 *Merkez Grubu Turkuaz Medya’ya, Uzan Grubu Star Medya’ya, Çukurova İnternet Holding’e dahil olmuştur.Tablo Aralık 2009 sonuna kadar olan gelişmeleri kapsamaktadır. Tablo 11 değerlendirildiğinde; sadece bayi satışı baz alınarak hesaplanan pazar paylarının daha farklı sonuçlar gösterdiği görülmektedir. Genel eğilimin yoğunlaşmayı gösterir nitelikte olmasının yanı sıra Doğan Holding payının piyasanın yarısına hakim olması ve bu durumun on yıl içinde azalma değil artış gösteriyor olması önemli ve anlamlıdır. Pazar payı açısından piyasadaki en büyük dört gruba devralmalar dışında Ciner Grubu (Haber Türk) katılmaktadır. Zaman Grubu’nun, gazetenin sadece bayi satışları ile piyasada büyük bir paya sahip olmadığı görülmektedir. Bu durum Zaman gazetesi ile aynı yaklaşımda olan Vakit, Yeni Şafak ve Türkiye gazetelerinin grupları için de geçerlidir. Tiraj tartışmaları, bu anlamda piyasanın değerlendirilmesini etkilemiştir. Abone usulü dağıtım ile yüksek tiraj sağlayan gazeteler bu sebeple dikkate alınmalıdır. Bu dağıtım şeklini kullanan İslamcı medya, holding medyası olarak da adlandırılan büyük şirket gruplarının sahip olduğu medya ile yarışmaktadır. İslamcı medyayı Kaya (2009: 248-250), AKP iktidarının hızla oluşturmakta olduğu kendi sermaye tabanına ait ‘neo-besleme basın’ olarak nitelendirmektedir. Yeni 38 • iletiim : arat›rmalar› Şafak, Vakit, Star, Bugün gibi gazeteler ve Çalık Grubu’nca satın alınan ATV ve Sabah’ın hızla büyüyen muhafazakar sermayenin yayın organlarını temsil ettiğini belirtmektedir. Belirtilmesi gereken bir diğer önemli nokta holding medyası ile muhafazakar/İslamcı medyanın sermayenin genel çıkarlarını gözeten bir tutumda birleşmeleridir. Bu tutum birliği, medya kuruluşlarının hepsinde her türlü haber ve yorum ile ilgili olarak sağlanmaktadır. Sermayenin çıkarlarını gözeten tüm politika ve yaklaşımlar için geniş çapta destek oluşturmaktadır. 1994 yılında yaşanan büyük mali kriz ve sonrasındaki 2001 krizi ekonomide küçülmeye neden olmuştur. Artan sıklıklarla yaşanan bu mali krizler sonrasında toplumsal uzlaşıyı sağlamak yine büyük sermaye egemenliğindeki medya ile sağlanmıştır. Özellikle kriz dönemlerinde yaşanan gelişmeler dahilinde medya piyasasındaki mülkiyet değişimleri görülebilmektedir. Kriz sonucu el konulan banka, yayın kuruluşları vb. varlıkların sahipleri ile faaliyetlerine devam eden gruplar arasında çekişme yaşandığı görülmüştür. Değinildiği gibi geçmişte ‘basın kavgaları’ olarak adlandırılan siyasi konulardaki tutum ve fikir çatışmalarının yerini düşünce ayrılıklarının değil şirketler arası çıkar çatışmalarının yer aldığı “medya kavgaları” almıştır. Bu etkinliği ile medya rekabet aracı olarak önemlidir. Medya piyasasındaki rekabet üretilen ürünün gelişimi, niteliği üzerinden olmamaktadır. Piyasa eğilimlerine göre işleyen medyanın ticari kazancını yükselten etken tiraj-reyting olmaktadır. Ayrıca diğer faaliyet alanlarında etkin olabilme gücünü de sağlamaktadır. Dolayısıyla içerik bu kriterlerle şekillenmektedir. (Kaya, 2009; Adaklı, 2006). Bu bağlamda vurgulanması gereken, büyük medya gruplarının oluşumuna sebep olan sermayenin piyasadaki hakimiyetidir. Söz konusu olan sermayenin çıkarları, yoğunlaşma sonucu medya piyasasında egemen olmakta ve yönlendirme gücüne sahip olmaktadır. Sonuç Medya piyasasının, genel ekonomik yapıdan soyutlanarak ele alınamayacağı düşünülmektedir. Bu doğrultuda her alanda olduğu Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 39 gibi medya piyasasında sermayenin hakimiyeti ve piyasanın özgünlükleri gereği bu hakimiyetin olumsuz etkileri önem taşımaktadır. Bu yapının en önemli belirleyicisi olan ve ekonomik anlamda olumsuz şartları temsil eden yoğunlaşma kavramı istatistiki ölçümlerle boyutu, gelişimi belirlenebilen ve rakamlarla varlığı ortaya konabilen bir kavramdır. Bu çalışmada da tüm ayrıntıları-detayları dikkate alınarak yapılan yoğunlaşma ölçümleri sonucu medya piyasasının oligopolistik piyasa yapısı özellikleri taşıdığı ve yüksek düzeyde yoğunlaşmanın varoldu- ğu belirlenmektedir. Yoğunlaşmanın zaman içindeki seyri incelendi- ğinde ekonomik konjonktüre ve medyada sermaye-siyaset ilişkilerindeki değişime bağlı olarak gazete ve grup bazında değişmeler gösterdiği görülmektedir. Bu sonuçlar yoğunlaşma ve piyasadaki sonuçları- nın belirlenebilmesi için yoğunlaşma ölçümlerinin istatistiki olarak yapılmasının ve değerlendirilmesinin önemini ortaya koymaktadır. Gerek kriz döneminde gerek basında tiraj kavgaları gibi önemli etkiler altında piyasa koşullarının yeniden şekillendiği, değişimlerin boyutlarının gözlenebildiği sonuçlar elde edilmiş, değerlendirilmiştir. Gazete sahiplikleri ve bağlı olduğu gruplar göz önünde tutularak incelendiğinde piyasadaki yoğunlaşma eğiliminin varlığı görülmektedir. Ancak bu durumun tespitini, ispatını sağlayan ölçüm teknikleri diğer ekonomik sektörlerde uygulandığı gibi, medya piyasası için de bu çalışmada uygulanarak bir nevi sağlaması yapılmıştır. Ekonometrik yöntemlerin yeni bir alana uygulanması ve sonuçların değerlendi- rilmesi ile piyasanın koşulları incelenmiştir. Sermayenin el değiştirme koşulları da dahil olmakla birlikte genel ekonomik sistem çerçevesin- de medya piyasasındaki hakimiyeti açıktır. Bu durumun sonuçları da çalışmada değinildiği gibi piyasanın özgünlüğü gereği diğer ekonomik faaliyet alanlarından çok daha fazla toplumsal kaygılara sebep olmaktadır. 40 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Adaklı, Gülseren (2001). “Yayıncılık Alanında Mülkiyet ve Kontrol.” Medya Politikaları. (der.) D.B. Kejanlıoğlu, S. Çelenk ve G. Adaklı. Ankara: İmge Kitabevi. 145-204. Adaklı, Gülseren (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi Neoliberalizm Çağında Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri. Ankara: Ütopya Yayınevi. Alexander, Alison, vd. (der.) (1993). Media Economics Theory and Practice. Hillsdale. N.J: Lawrence Erlbaum Associates. Bek, Mine Gencel (2003). “Avrupa Birliği’nde İletişim Alanının Düzenlenmesi: Kültür Ağırlıklı Politikadan, Ekonomi Merkezli Politikaya Doğru.” Avrupa Birliği ve Türkiye’de İletişim Politikaları: Küreselleşme, İletişim Endüstrileri ve Kimlikler. (der.) Mine Gencel Bek. Ankara: Ümit Yayıncılık. 23-59. Bennett, Tony (1982). “Theories of the Media, Theories of Society.” Culture, Society and Media. (der.) Michael Gurevitch, Tony Bennett ve John Wollacott. London: Routledge Press. Boyd-Barret, Oliver (2006). “Ekonomi Politik Yaklaşım.” Kitle İletişiminin Ekonomi Politiği. Çev., Levent Yaylagül. Ankara: Dalbaz Yayıncılık. 1-13. Compaine, M. Benjamin (2000). “Who Owns the Media Companies.” Who Owns the Media: Competition and Concentration in the Mass Media Industry. (der.) B.M. Compaine ve D. Gomery. New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates Publishing. 481-507. Çaplı, Bülent (2002). Medya ve Etik. Ankara: İmge Kitabevi. Dinler, Zeynel (1993). Mikroekonomi. Bursa: Ekin Kitabevi. Doyle, Gillian (2002). Understanding Media Economics. London: Sage Publications. Ekzen, N. (1999) “Medya ve Ekonomi: Türk Basın Endüstrisinde YoğunlaşmaToplulaşma-Tekelleşme Yapısı.” Medya Gücü ve Demokratik Kurumlar. (der.) Korkmaz Alemdar. İstanbul: Afa. Fejes, Fred (1984) “Eleştirel Kitle İletişimi Araştırması ve Medya Etkileri: Yok Olan İzleyici Sorunu.” Medya, İktidar, İdeoloji. (der. ve çev.) Mehmet Küçük. Ankara: Ark Yayınevi. 251-271. Garnham, Nicholas (1990). Capitalism and Communication: Global Culture and Economics of Communication. London: Sage Publications. Aydoğan • Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye İçin Bir Ölçme Denemesi • 41 Geray, Haluk (2005). “İktisat ve İletişim İlişkisi Üzerine.” İletişim Ağlarının Ekonomisi. (der.) F. Başaran ve H. Geray. Ankara: Siyasal Kitabevi. 9-33. Golding, Peter ve Murdock, Graham (2002). “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik.” Medya Kültür Siyaset. (der.) S. İrvan. Ankara: Alp Yayınevi. 59-101. Gurevitch, M. ve Blumler, J. (2002). “Siyasal İletişim Sistemleri ve Demokratik Değerler.” Medya, Kültür ve Siyaset. (der. ve çev.) S. İrvan. Ankara: Alp Yayınevi. 263-295. S. İrvan. Ankara: Alp Yayınevi. 101-127. Hançerlioğlu, Orhan (1986). Ekonomi Sözlüğü. İstanbul: Remzi Kitabevi. Harcourt, A. ve S. Verhulst (1999). “Support for regulation and transparency of media ownership and concentration- Russia.” Working Document fort he UK Department for International Development and Moscow Media Law and Policy Institute. Helpman, Elhahan ve Paul Krugman (1985). Market Structure and Foreign Trade: Increasing Returns, Imperfect Competition, and the International Economy. The MIT Press. Hendriks, Patrick (1995). “Communications Policy and Industrial Dynamics in Media Markets: Toward a Theoretical Framework for Analyzing Media Industry Organization.” The Journal of Media Economics 8(2). Kaya, A. Raşit (2009). İktidar Yumağı: Medya-Sermaye-Devlet. Ankara: İmge Kitabevi. Koch, Richard (1997). A’dan Z’ye İşletme ve Finans. Dünya Yayınları Ekonomi Dizisi No:3. McChesney, W. Robert (1999). Rich Media Poor Democracy: Communication in Dubious Times. Chicago: University of Illinois Press. McChesney, W. Robert (2001). “Global Media, Neoliberalism and Imperialısm.” Monthly Review 52 (10): 1-19. McNair, Brian (2000). “Power,Profit, Corruption and Lies.” Dewesternizing Media Studies. (der.) J. Curran ve M. J. Park. New York: Routledge Press. 79-93. Mosco, Vincent (1996). The Political Economy of Communication: Rethinking and Renewed. Thousand Oaks: Sage Publications. 42 • iletiim : arat›rmalar› Murdock, Rachel C. (2008). Media Concentration and Local, Weekly Newspapers: A Case Study. Oxford: Oxford Press. Pahl, R.E. ve Winkler, J.T. (1974). “The Economic Elite: Theory and Practice.” Elites and Power in British Society. (der.) P. Stanworth ve A. Giddens. Cambridge: Cambridge University Press. Picard Robert G. (1989). Media Economic: Concepts and Issues. New York: Sage Publications. Picard, Robert G. (1985). The Press and the Decline of Democracy. Westport: Greenwood Press. Sönmez Mustafa (1996). “Türk Medya Sektöründe Yoğunlaşma ve Sonuçları.” Birikim Aralık: 76-87. Söylemez, Alev (1998). Medya Ekonomisi ve Türkiye Örneği. Ankara: Haberal Eğitim Vakfı Yayınları. Tılıç, Doğan (1998). Utanıyorum ama Gazeteciyim. İstanbul: İletişim Yayınları. Türenç, Tufan (1 Eylül, 2006) “Dinci Basının Tiraj Oyunu.” Hürriyet. Vanzanden, J.L. (1995). “Tracing the Beginning of the Kuznets Curve: Western Europe during the Early Modern Period.” The Economic History Review 48(4): 643-664. Wayne, Mike (2003). Marxism and Media Studies: Key Concepts and Contemporary Trends. Virginia: Pluto Press. White, Alice P. (1982). “A note on market Structure Measures and the Characteristics of Markets That They (Measure) .” Southern Economic Journal 49: 542-549. 43 Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: “İlahi Adalet” ve “Kürt Depremi” Hatice Çoban Keneş Özet Bu çalışma, dilsel ve söylemsel stratejilerle etnik, dinsel, cinsiyet ve benzeri temelli ayrımcılıkların birbirine eklemlenmesiyle üretilen yeni ırkçılığı anlamaya dönük bir çabadır. Bu amaçla bir doğa felaketi olan deprem ile etnik köken arasında bağlantı kurulması yoluyla açığa çıkan söylemlere, yeni ırkçılığın ne’liğini göstermek amacıyla odaklanılmıştır. Bu kapsamda 23 Ekim 2011 tarihinde Van’ın Erçiş ilçesinde meydana gelen depremin etnikleştirilmesiyle Kürtlere yönelik ırkçı yargıların görünürleştiği söylemler yeni ırkçılık açısından analiz edilmiştir. Analiz nesnesi olan söylemler Facebook ve Twitter’a yapılan yorumlardan, gazete haberlerinden ve televizyon yayınlarından seçilmiştir. Anahtar Kelimeler: Yeni ırkçılık, yeni ırkçı söylem, deprem, Kürtler New Racist Discourses Turning Visible With The Earthquake: “Poetical Justice” and “Kurdish Earthquake” Abstract This study is an attempt to uncover the new racism produced through the articulation of ethnicity, religious, gender and similar based discrimination by linguistic and discursive strategies. In order to identify the character of new racism, it is focused on the discourses which have appeared by relating a kind of natural disaster earthquake to ethnicity. In this context, the racist discourses against Kurds which turned visible through ethnicizing the Van- Erciş earthquake on 23 October 2011 are analyzed in the light of new racism. The objects of analysis are the discourses selected from comments on Facebook and Twitter, newspaper reports and television broadcasts. Key Words: New racism, new racist discourse, earthquake, Kurds. iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 47-72 44 • iletiim : arat›rmalar› Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: “İlahi Adalet” ve “Kürt Depremi” Bu çalışma, biyolojik temellere dayanan “eski” ırkçılıktan, daha çok ayrımcılıkların eklektik karışımı ile temellenen “yeni” ırkçılığa evrilen süreçte kavramın nasıl bir dönüşümden geçtiğini, hangi anlamlara büründüğünü ve nasıl görünürleştiğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda 23 Ekim 2011 tarihinde saat 13.41’de Richter ölçeğine göre 7,2 büyüklüğünde ağırlıklı olarak etnik kökeni Kürt olan vatandaşların yaşadığı Van kent merkezi ve Erciş İlçesinde meydana gelen depremin “etnikleştirilmesi” yoluyla medyanın ürettiği, dolaşıma soktuğu söylemler yeni ırkçılığın görünümleri ekseninde incelenecektir. Bu kapsamda depremle etnik köken arasında bağlantının kurulduğu söylemlere odaklanılacaktır. Sosyal medyada yer alan okur yorumlarına, görsel medyada refleksif bir şekilde açığa çıkan ifadelere ve yazılı basında daha dolaylı-üstü örtük bir şekilde yapılandırılan haberlere özcü, biyolojik temellere referansla üretilen, kurumsal göstergeleri olan ve “eski” olarak nitelenerek raflara kaldırılan ırkçılığın yeni kılıklarla nasıl üretildiğini göstermek amacıyla yer verilecektir. Çağdaş ırkçılığın daha çok dil ve söylemde temellendiği (van Dijk, 1992a, 1992b ve 2005; Balibar, 2000a; Back ve Solomos, 2001; Aydınkaya, 2008) dikkate alındığında ırkçı söylemlerin deşifre edilmesi, ırkçılık-ayrımcılık karşıtı mücadele açısından bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bununla bağlantılı bir başka zorunluluk, ırkçılığın kitlesel olarak hızla dolaşımına ve yayılmasına aracılık eden medyanın dilsel kullanımlar ve söylemsel tercihlerle etnik, dini ve diğer azınlıklara Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 45 ilişkin ırkçı/ayrımcı yargıları, deprem gibi doğal bir felaket üzerinden kolaylıkla üretebilmesi ve dolaşıma sokabilmesi nedeniyle medyanın tavrının sorgulanması açısından da doğmaktadır. “Deprem ve ırkçılık” ilişkisinin incelendiği bu çalışmada ilk olarak, ırkçılığın kavramsal olarak nasıl bir dönüşümden geçtiğine ve ideolojik bir yapılanma olarak diğer ideolojilere eklemlenerek ırkçılığı nasıl ürettiğine, hangi araçlarla kendini meşrulaştırdığına ve görünürleştirdiğine dair tartışmalara yer verilecek, bu tartışmaların ortaya koyduğu bilgiyle yeni ırkçılığın neliğine ilişkin daha iyi bir kavrayışa ulaşılacaktır. İkinci olarak, çağdaş ırkçılığın daha çok dilde ve söylemde temellenmesi nedeniyle onun üretilmesinde ve yaygınlaştırılmasında öne çıkan araçlardan biri olarak medyaya odaklanılacaktır. Öte yandan bu çalışma yeni ırkçılığın toplum içinde “ansızın”, “spontane”, “fragmanter” (Aydınkaya, 2008: 101, 146) bir şekilde ortaya çıkabilen niteliğine yoğunlaştığı için, sistemli bir haber toplama ve analiz sürecine dayanmamıştır. Yalnızca “bir yaşam biçimi, bir rahatlama, stres atma ve kendine gelme” biçimi olarak (Aydınkaya, 2008: 47) sosyal medyada; bir refleks halinde, kontrolsüz biçimde televizyondaki canlı yayın programlarında ve daha dolaylı, üstü örtük biçimde yazılı basında depremin “etnikleştirilmesi” yoluyla açığa çıkan ve dolaşıma giren ırkçı söylem örneklerine yeni ırkçılığı tanımlamak amacıyla yer verilecektir. Öte yandan bir refleks halinde canlı yayın programlarında sunucunun şahsında ve tesadüfî bir olay üzerinden toplumun farklı üyele- 46 • iletiim : arat›rmalar› rince bireysel olarak sosyal medyada üretilen ırkçı söylemlerle, medya profesyonellerince dilsel ve söylemsel araçlarla planlanarak üretilen ırkçı söylemler arasında analitik bir ayrım yapmak gerektiği açıktır. Bu ayrımı belirginleştirmeye yönelik bir çalışma bu yazının amacını ve kapsamını aşmakla birlikte yine de, yazılı basının dili ve söylemi profesyonelce kullanarak depremi etnikleştirmek yoluyla daha dolaylı olarak ürettiği ırkçılığın örneklerini çoğaltmak amacıyla yapılan bir çalışmanın sonuçlarına bu yazı kapsamında yer verilmiştir. Biyolojik Mitten Kültürel Mite: Yeni Irkçılık “Klasik”, “eski” ırkçılığın ırksal üstünlüğe dayalı “davranış kalıpları” ile hareket etmesi karşısında bugünün ırkçılığı kültüre odaklanır. Kültürün odağa alınması iki tür “çağdaş” ırkçılığı ortaya çıkarmıştır. İlki, ırk yerine kültürün hiyerarşik olarak sınıflandırılması biçiminde görünürlük kazanır ve gruplararası eşitsizliklerin nedeni olarak “aşağılık” ve “alttaki” grupların çalışma ahlakı, kendine güven, kendini disipline etme ve bireysel başarı gibi değerler konusunda küçümsenmesine dayanır. İlk olarak 1960’larda özellikle ABD’de “kültür yoksunluğu” olarak etiketlenen ve Amerika’ya uyarlanan kültürel ırkçılığın temeli “kurbanı suçlamak”, azınlıkların konumunun daima aynı kalmasını onların “gayretlerinin yetersizliğinde görmek”, “aile yapılarının gevşekliği” ve “uygunsuz değerlere” sahip olduklarını ileri sürmek yoluyla atılmıştır (Silva, 2006: 40). Bu görünüm çağdaş ırkçılığın ilk biçimidir. Kültürü odağa alan ikinci ırkçı görünüm ise, kültürel hiyerarşiyi reddeder ve birbirine benzemeyen, birbirinden farklı olan grupların barış ve uyum içinde bir arada yaşamasının mümkün olmadığı savından hareket eder (Somersan, 2004: 43). Ötekilerle arasında “mutlak” fark olduğunu ileri süren düşünce ile farkı inkâr eden “asimilasyonculuğun haklılığına dayanan” düşüncenin her ikisi de, Öteki’ni reddine yol açarak günümüzde ırkçılığın sürdürülmesine aracılık eder (Schnapper, 2005: 26-28). Irklar hiyerarşisinin “gizlenmesine” ya da bazı durumlarda “reddedilmesine” yol açan bu yeni söylem ilk kez Martin Barker tarafından “yeni ırkçılık” olarak adlandırılmıştır. Barker, Franz Fanon’un “kültü- Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 47 rel ırkçılık” kavramlaştırmasından etkilenmiştir. Fanon, kendi gelenek ve kültürlerinin diğer grupların gelenek ve kültürleri karşısında daha değerli olduğuna olan inancın, tutum ve davranışların bugünkü ırkçılığın devamlılığını sağladığına vurgu yapar (Fanon 1967’den akt. Sumbas 2009). Barker da ırkçılığın bugünkü niteliğinin gerekçesini uluslararası hiyerarşiden veya bilinçli bir topluluk oluşturmaktan öte, topluluğa yabancıların girmesine ve var olan yerleşik topluluğun (ulusun) yabancıları dışlama duygusuna dayandırır: …sınırları belli bir topluluk, diğer uluslardan farklı yönlerinin bilincinde olan bir ulus meydana getirmek, insan yapısına göre doğaldır. Uluslar daha iyi ya da daha kötü değildir. Fakat topluluğa yabancılar girerse düşmanlık duyguları ortaya çıkar … her bir topluluk insan doğasının ortak ifadesidir; yabancıları dışarıda bırakma duygusunu paylaşırken, her birimiz özel kişilere açık topluluklar yaratıyoruz (Barker’dan akt. Miles, 2000: 91, 92). Farklı kültürlerin bir arada yaşamaya engel oluşturduğu düşüncesiyle hareket eden kültürel ırkçılık biçimini Pierre A. Taguieff ise “farkçı ırkçılık” olarak adlandırır. Taguieff biyolojik üstünlükten kültürel ırkçılığa doğru olan bu dönüşümü biyolojik çağrışımları olan “ırk” kavramı yerine, etnisite/kültür, “eşitsizlik” yerine “farkçılık” ve heterofobi (farklılıklardan korkan) yerine heterofili (farklı olma hakkı) kavramlarıyla özetler (Taguieff, 2001: 4). 1970’lerin başından itibaren ırkçı ideolojinin sahip olduğu bu nitelikler nedeniyle ırkçılığı eski kavramlarla tanımlamanın eksikliğine vurgu yapan Taguieff, kavramın hem içeriğini değiştirmek gerekliliğine hem de ırkçılık karşıtı mücadelenin bu dönüşümü dikkate alarak yeni yollar bulması gerektiğine vurgu yapar (Taguieff, 2001: 7). Bazı halkların diğerlerinden üstünlüğü üzerine kendini kurmaktan daha çok, kültürel farklılıkların bir arada yaşamaya engel olduğunu ileri süren, farklı kültürler arasındaki sınırları kaldırmanın ve farklı yaşama biçimlerinin, gelenek ve göreneklerin bir arada olmasının “uyuşmazlığı” üzerinden kendini meşrulaştırmaya çalışan çağdaş ırkçılığın ikinci türünü Etienne Balibar da, Pierre A. Taguieff’e atıfla “ırksız ırkçılık” ya da “yeni ırkçılık” olarak adlandırır (Balibar, 2000a: 30). 48 • iletiim : arat›rmalar› Özetle, “isim, deri rengi, dinsel ibadet” gibi farklılık görünümlerinden yola çıkan yeni ırkçılık “biz” kimliğini her türlü “melezleşme, karışma ve istiladan” korumaya dayalı söylemlerde, temsillerde ve “şiddet, hor görme, hoşgörüsüzlük, aşağılama, sömürü” biçimlerini içeren pratiklerde açığa çıkarır (Balibar, 2000a: 26). Yabancı düşmanlığını doğal bir biçimde üreten “etnosantrizmden” kaynaklanan yeni ırkçılık kültürel üstünlüğü öne çıkarmaz ama üçüncü dünyadan gelenlerin yerli kimliği bozduğu savından hareket eder. Biyolojik üstünlüğü değil de kültürel ayrımcılığı hedefler (Taş, 1999: 53). Yeni ırkçılıkta “farklı” kültürler, kültürün edinilmesinin önünde engel oluşturan ya da engel olarak kurulan kültürlerdir. Buna karşın diğer taraftan da “ezilen sınıfların ‘kültürel handikapları’ ‘dış’ta olmanın pratikteki karşılıkları olarak ya da özellikle ‘karışma’nın yıkıcı etkilerine … açık kalan yaşam tarzları” olarak görülür (Balibar, 2000a: 36). “Saldırganlık, yeni ırkçılığın her biçiminin başvurduğu ve bu durumda biyolojizmi bir derece ileri götüren kurmaca bir özdür: ‘ırklar’ yoktur, ama kültürün biyolojik ve ‘biyopsişik’ nedenleri ve sonuçları ve kültürel farklılığa gösterilen biyolojik tepkiler vardır”. “Biyolojik mit’ten kültürel mit”e evrilen bir ırkçılık vardır (Balibar, 2000a: 37). Günümüz ırkçılığının sahip olduğu bu yeni nitelikler ve geniş anlam yanında onun önemli bir diğer özelliğini Balibar şöyle açıklar: …tamamen farklı tabiatlara sahip toplumsal grupları, özellikle de ‘yabancı toplulukları’ ve ‘aşağı ırkları’, kadınları, ‘sapkınları’ aynı anda hedefleyen ‘azınlıklaştırma’ ve ‘ırklaştırma’ görüngüsü[nün], birbirinden bağımsız bir dizi tanımsız nesne karşısında uygulanan, sadece benzer söylem ve tutumların yan yana gelmesini değil, birbirine bağlı, birbirini tamamlayan dışlama ve tahakkümlerin oluşturduğu tarihsel bir sistem[i] temsil etmektedir...1 (2000b: 66). Diğer bir deyişle bu durum, etnik temelli bir ırkçılık ile cinsiyet ya da milliyetçilik temelli bir ırkçılığın “birbirine koşut gidişinden çok”, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin, ırkçılık ve milliyetçiliğin birlikte işlemesi, özellikle de ırkçılığın her zaman bir cinsiyetçiliği ya da milliyetçiliği “önvarsayması” olarak değerlendirilebilir (Balibar, 2000b: 66). ••• 1 İtalikler yazara ait. Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 49 Yeni ırkçılığın cinsiyetçilik, milliyetçilik gibi diğer ideolojilere eklemlenen niteliği ve daha çok kültürel farklara dayalı olarak yeniden biçimlenmesi onu ırkçılığı kurumsal göstergelere dayalı bir gerçeklik olarak sürdüren eski ırkçılıktan ayıran önemli bir niteliktir (Back ve Solomos, 2001: 4). Yeni ırkçılık özellikle “öteki” olarak nitelenen gruplara karşı duyulan önyargının örtük olarak yapılandığı bir ırkçılıktır. “Geleneksel değerleri savunmak, kültürel farkları abartmak ve bu farkları mahkûm etmek” bu türden ırkçılığın dayanaklarıdır (Schnapper, 2005: 155). Daha çok söylemsel olarak işleyen yeni ırkçılık onun ifade edildiği ortamdaki şartların yerleşmesine, diğer bir söyleyişle ırk ve ırkçılığın araçları belirli söylem alanlarına yerleşmeye ve bu bağlam içinde bulunan sosyal ilişkilere ihtiyaç duyar (Back ve Solomos, 2001: 24). Irkçılığın söylemsel niteliğine vurgu yapan Teun A.van Dijk da, söylemsel olarak üretilen bugünkü ırkçılığın en önemli karakteristiklerinin, onun taşıdığı geniş anlamla ilişkili olduğunu ileri sürer ve bu içeriği “etnisizm” kavramı yerine ırkçılık kavramı ile açıklayacağını belirtir. van Dijk, ırkçılık kavramının hem daha yaygın olarak kullanıldığını, hem de inkâr edilse de açıkça ve görünür bir şekilde bizden farklı olanları tanımlamak için bir kriter olarak etkisini, güncelliğini sürdürdüğünü söylemektedir (2005: 2). Artık farklılıklar genetik olarak değil, kültürel olarak ortaya konmaktadır ve kültürel farklılıklar da ırkçılık olarak adlandırılmaktadır (Matheson, 2005: 139). Yeni ırkçılık farklılıkları ayrımlaştırmak yoluyla politik bir meşruluk sunarken, ırkçılığı bir “meta” ırkçılığa ya da “ikincil konum” olarak adlandırılan bir ırkçılığa dönüştürmüştür. Balibar bunu şöyle ifade eder: “‘Hoşgörü eşikleri’ne saygı göstermek, ‘kültürel mesafeleri’ korumak”, bireylerin “bir tek kültürün mirasçıları ve taşıyıcıları olduğu”nu ileri sürmek (Balibar, 2000a: 32, 33). Öte yandan bu varsayımlar toplulukları ayırmanın da meşru gerekçeleri olarak işlevselleştirilmektedir. Bu nedenle eski biçiminden ve dayanaklarından yoksun kalmakla birlikte ırkçılığın yok olduğunu söylemek doğru değildir. Irkçılık, etnik farklılıkları ve/veya daha genel kültürel farklılıkları mitleştirerek kendi varlığını sürdürmektedir (Balibar, 2000a ve 2000b; Callinicos, 1993). 50 • iletiim : arat›rmalar› Sınıf, ırk, etnik köken ve benzerine dayanan, genel anlamda yaygın ayrımcılık pratiklerinin evrensel insan hakları bağlamında uluslararası ve ulusal yasal önlemler alınarak engellenmesinin de bir sonucu olarak daha çok gündelik yaşam içinde kendine yer bulan ve dilsel pratikler aracılığıyla görünürlük kazanan ırkçılıktaki bu dönüşüm, aslında devletin ırkçılık üretme tekelini gündelik alanda örülen ilişkiler ağına yaymasıdır-devretmesidir. Bu nedenle klasik ırkçılığın birçok özelliğinin yeni ırkçılıkta da bulunduğunu ancak değişikliğin, kendilerini sunuş biçiminde ya da merkeze alınan kavramlarda görüldüğünü söyleyen Deniz Vardar’ın altını çizdiği gibi “ister eyleme dönüşsün ister, düşünce düzeyinde kalıp doğrudan ya da dolaylı olarak çeşitli ülkelerin siyasal sahnelerindeki çatışmaları belirlesin” yeni ırkçılık önemli bir role sahiptir ve yeni alanlara yayılarak etkinliğini sürdürmektedir (Vardar, 1995: 30). Bu nedenle denilebilir ki, gündelik pratikler içinde daha çok dilde ve söylemde görünürlük kazanan ve her türden azınlığın ya da azınlık olarak işaretlenenlerin gündelik yaşamlarında ırkçılığa maruz kalmalarında ve kamuoyunun ırkçı söylemlere ve pratiklere karşı bir duruş geliştirememesinde devletin ırkçılıkla olan üstü örtük ilişkisi gözden kaçırılmamalıdır. Dolayısıyla bu ilişki de dikkate alınarak, klasik ırkçılığa göre görünümü farklı olan, dolaylı-örtük olarak gündelik dile ve söyleme yerleşerek üretilen bugünkü ırkçılıkla mücadele etmek için onun iyi tanınması ve hangi mecralarda nasıl üretildiğinin analiz edilmesi gerektiği açıktır. Irkçılığın özellikle dili ve söylemi araçsallaştırarak yeni bir şekle bürünmesi, onun analiz edilebilmesinde medyayı, medyanın dolaşıma soktuğu metinleri daha çok dikkate almayı gerektirmektedir. Medyanın “sözel, işitsel, görsel” kodlarla oluşturduğu içerikler ve bu içeriklerdeki “keyfilik süreçleri” (Aydınkaya, 2008: 224) ırkçılığı kitleselleştirerek değerler alanına sokmaktadır: Irkçılığın hedefi olan kişi ve/ ya grupların steryotipler ile tanımlanması ve toplumsal cinsiyet, ırk, etnik kimlik temsillerinin benzer çerçeve içinde sunulması (Yanıkkaya, 2009: 23), medyanın alternatif düşünceleri baskılaması, marjinalize etmesi ve böylece diğer sosyal grupları ve sosyal inançları etkilemesi ırkçılığın oluşturulmasında, yeniden üretilmesinde ve yaygınlaştırılmasında etkilidir (van Dijk 1992a: 4, 5 ve 2005: 361; Lull, 2001). Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 51 Irkçılığın Söylemselliği, Medyanın Ağırlığı Dili ve söylemi kendisi için işlevselleştiren ve gündelik pratiklerde görünürlük kazanan yeni ırkçılık, toplumun gündelik hayatını bir “iktidar alanı olarak politikleştirip sorunsallaştır[ır]”. Temel amacını bu gündelik alanın ele geçirilmesi olarak belirler (Aydınkaya, 2008: 10; Bora, 2006: 147, 148).2 Irkçı söylemlerin hızla dolaşıma sokulmasına aracılık eden ve gündelik hayatın önemli bir bileşenini oluşturan medya, gündelik alanı ele geçirme hedefinde olan çağdaş ırkçılığın kendini gerçekleştirmesine aracılık eder. Çağdaş ya da yeni olan ırkçılığın bu şekli, daha çok dilsel ve söylemsel pratikler aracılığıyla yapılanır ve ona katılım, onun “ideolojisine değil, diline katılımdır” (Aydınkaya, 2008: 25). Günümüzde “iletişim ideolojisi, haberleşme performansı ve kendini ifade değerine” (2008: 29-31) dönüşen ırkçılık, Aydınkaya’nın da belirttiği gibi bir “temsil” sistemi olarak kendini var etmekte ve “göz merkezli ideoloji” olarak “arzu”lara seslenmektedir. Dolayısıyla “bir yaşam biçimi, bir rahatlama, stres atma ve kendine gelme” biçimi olarak da tanımlanabilir (2008: 47). Yeni ırkçılığın kendini toplumda gerçekleştirmeye yoğunlaşması onun oluşumunun ve yeniden üretiminin temel bağlamının toplum olduğunu ortaya koyar. Bu nedenle yeni ırkçılık toplum içinde “ansızın”, “spontane”, “frag••• 2 Fırat Aydınkaya “yeni faşizmin kökenleri: ebedi dönüş” isimli kitabında (2008), yeni ırkçılığın en iyi icra alanını yeni faşizm olarak tayin eder. Onun yeni faşizme atfettiği nitelikler yeni ırkçılığın nitelikleriyle de ortaklaşmaktadır. Bu ortaklığın nedeni, yeni ırkçılığı doğuran en önemli zeminin yeni faşizm olmasıyla ilişkilidir. Bununla birlikte özellikle sayfa, 152/154/156/184’te “gündelik faşizm” ve “yeni faşizm” kavramlarıyla “yeni ırkçılık” kavramının birbirlerinin yerine ve/veya birlikte de kullanıldığı görülmektedir. Hem bu nedenle hem de yeni faşizme atfedilen niteliklerin yeni ırkçılığın niteliklerini de içermesi ve bu yazının kuramsal çerçevesine “yeni ırkçılık” kavramlaştırmasının daha uygun olması nedeniyle Fırat Aydınkaya’nın söyledikleri yeni ırkçılık açısından değerlendirilmiştir. Bu kapsamda Aydınkaya’nın yeni faşizm bağlamında anlattıkları “yeni ırkçılık” kavramını anlatmak için de işlevsel görünmüştür. Öte yandan Aydınkaya’nın sıklıkla atıf yaptığı Tanıl Bora’nın “Medeniyet Kaybı Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar” isimli kitabında (2006) “Faşizmin Halleri” alt başlığı altında yazdıkları ve özellikle faşizmin ırkçılıkla eklemlenmesi üzerine söyledikleri de “yeni ırkçılığın” niteliklerini daha iyi anlamada yol gösterici bir çalışma olarak burada anılmalıdır. 52 • iletiim : arat›rmalar› manter” şekilde ortaya çıkar (Aydınkaya, 2008: 101, 146). “Planlı olmaktan çok tesadüfî”dir ve “örgütlü” bir yapı görünümünde değildir. Ayrıca, daha çok bireysel olarak görünür ve bunların ırkçı-ayrımcıfaşist düşünceleri benimsemiş bir örgütle “organik bir bağ” kurması gerekli değildir. Onu icra edenlerin “kimliği”, “sınıfı”, “dini” ve “politik” fikirleri birbirinden oldukça farklı olabilir (Aydınkaya, 2008: 187). Bu durum iradi ve ne yaptığını bilen “eski” ırkçılığa göre “yeni” ırkçılığın daha çok gayri iradi olarak gündelik dili kullanmasına ve daha fazla “kültür alanın”da görünürlük kazanmasına yol açar. Örneğin, “maç sırasında maymun taklidi ile konserde okkalı bir küfürle, sinemada sinik bir aşağılama ile televizyonda ırkçı bir nefret ile modada edepsiz bir gönderme” (Aydınkaya, 2008: 150, 151) ile ya da bu çalışmada da gösterileceği gibi doğal bir felaket üzerinden açığa çıkan söylemlere yerleştirilen ırkçı yargılar ile gündeme gelir ve herkese ulaşır. Eski biçimlerinden farklı olarak mizahı ustaca kullanan çağdaş ırkçılık, söylemlerine yerleştirdiği mizahi unsurlarla ırkçılığını “parodileştirir, kabul edilebilir sınırlara çeker” ve böylece “insanileştirir” (Aydınkaya, 2008: 154). Günümüz ırkçılığının yok etmekten ziyade inceltilmiş bir teknikle hiçleştirmeye ve aşağılamaya yönelmesi, eski ırkçılıktan farklı olarak onu daha mesafeli bir ırkçılık görünümüne büründürmüştür (Miles, 2000: 7; Foucault: 1995 ve 2004; Aydınkaya, 2008: 156). Yeni ırkçılığın bu niteliği, aşağılayarak öldürmenin meşru yoludur. Diğer bir söyleyişle, aşağılayarak öldürmenin “ahlaki” kılınmasıdır. Yeni ırkçılığa atfedilen bu türden nitelikleri “Doğal afet ve ırkçılık” ilişkisini analiz ederek görünürleştiren çalışmalar vardır: de la Peña, Bachman, Istre, Cohen ve Klarman (2010) tarafından yapılan “Reexamining Perceived Discrimination between Blacks and Whites following Hurricane Katrina: A Racial-Conciliatory Perspective” adlı çalışmada Amerikada New Orleans’ta meydana gelen Katrina kasırgası sonrasında hükümetin yaptığı yardımların sınıfsal ve ırksal önceliklere göre belirlenip belirlenmediğini araştırılmıştır: “zengin beyaz, yoksul beyaz, zengin siyah ve yoksul siyah” olarak ayrıştırılan kasırga mağdurlarına kasırga sonrasında hükümet tarafından yapılan yardımların hızlı bir şekilde ulaşıp ulaşmadığı sorulmuştur. İstatistiksel ola- Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 53 rak anlamlı ırksal farklılıkların ortaya çıktığı bu çalışmada, araştırmaya katılan beyazların bir kısmı, hükümetin yardımları dağıtma hızında sosyo-ekonomik farklılıkların etkili olduğunu söylerken, beyazların büyük çoğunluğu yardımların dağıtım şekli ve hızı ile sosyo-ekonomik ve ırksal farklar arasında bir ilişki kurmamıştır. Siyah katılımcılar ise hükümetin yardımları dağıtma hızını ve şeklini belirleyenin daha çok ırksal farklılıklar olduğunda ısrar etmişlerdir. İstatistiksel olarak anketten çıkan genel sonuçlar hükümetin, kasırga mağdurlarını sınıfsal ve ırksal farklılıklara göre ayrıştırdığı, yardımların hızını ve şeklini buna göre belirlediği ve ayrımcılık/ırkçılık yaptığıdır. Johnson, Dolan ve Sonnet (2011) tarafından yapılan “Speaking of Looting: An Analysis of Racial Propaganda in National Television Coverage of Hurricane Katrina” isimli araştırmada ise kasırgayı takip eden ilk bir hafta içindeki ulusal olarak yayınlanan televizyon kanallarındaki haberler ırkçı propaganda açısından içerik analizine tabi tutulmuştur. Ağırlıklı olarak Afro-Amerikalıların yaşadığı ve kasırga kurbanlarının da daha çok alt gelir grubundaki Afro-Amerikalıların olduğu yerde meydana gelen bu felakete ilişkin, daha çok beyaz haber kaynaklarından alınarak, beyaz muhabirler tarafından yapılan haberler, Afro-Amerikalı mağdurların mağduriyetini yansıtmak yerine, beyaz orta sınıf davranış kurallarıyla hareket ederek bu mağdurlara karşı hem sempati duyup mağduriyetlerine üzülürken hem de onları yağma ve talan yapan olumsuz aktörler olarak tanımlamayı tercih etmişlerdir Araştırmacılar bu çatışmalı duygu durumunu “öteki” olarak işaretlenenlere hem sempati duyma hem de ayrımcılık yapma, diğer bir söyleyişle ötekine karşı hem olumlu hem de olumsuz duyguları bir arada barındırmak anlamında “aversive racism/kaçınmacı ırkçılık” (Gaertner ve Dovidio, 1986, akt, Pearson vd. 2009: 20) olarak tanımlamışlardır. Dovidio tarafından çağdaş ırkçılığın bir alt türü olarak adlandırılan “Aversive racism” Johnson ve arkadaşlarının yaptığı bu çalışmanın sonuçlarını özetlemek için de uygun görülmüştür: Hem adaletsizliğin kurbanları olarak tanımlanan hem de kasırga mağduru olan siyahlara eşitlik ve adalet prensipleriyle yaklaşılmasına, onlara sempati ve empati duyulmasına rağmen, birbiriyle çelişen ve çoğunlukla bilinçli olmayan bir şekilde geçmişte edinilen önyargının da etkisiyle, kasırga mağduru 54 • iletiim : arat›rmalar› olan siyahlar onları olumsuz tutum ve davranışlarla yansıtan haberlerin de mağduru olmuşlardır (Johnson vd., 2011: 302). Çalışmanın bundan sonraki kısmında yeni ırkçılığın tepkiselliğini, kontrolsüzlüğünü, parçalılığını ve her mecraya uyum sağlayan esnek niteliğini görünürleştirmek üzere seçilen söylemler incelenecektir. Bu incelemede televizyondan, sosyal medyadan ve yazılı basından seçilen örneklerde depremin etnikleştirilmesi yoluyla ırkçı/ayrımcı tutumların ve yargıların “spontane”, “fragmenter”, ve “ansızın” çıkabilen niteliğine odaklanılacaktır. Bu kapsamda aşağıda yer verilen ve medya aracılığıyla görünürlük kazanan, dolaşıma sokulan söylemler, yeni ırkçılığın yukarıda sayılan niteliklerinin depremin etnikleştirilmesi yoluyla üretilebildiğinin somut örnekleridir. Yeni ırkçılığın kontrolsüzlüğünü ve kendiliğindenliğini tanımlamak amacıyla canlı yayınlanan televizyon programlarından, görünmez olmanın sinikliği ile bir rahatlama biçimi olarak Twitter ve Facebook gibi sosyal medyada kendine yer bulan okuyucu yorumlarından ve yazılı basının dilsel ve söylemsel araçları profesyonelce kullanarak dolaylı bir şekilde ürettiği haberlerden alınan bu ırkçı söylem örnekleri aynı zamanda yeni ırkçılığın her mecraya uyum sağlayan esnek niteliğini de görünürleştirmektedir. Gayri İradi Irkçılık: “Öyle demek/yapmak istemedim” Televizyon aracılığıyla dolaşıma sokulan ve aşağıda yer verilen iki örnekte yeni ırkçılığın gayrı iradi olarak “ansızın”, “spontane”, “fragmanter” bir şekilde gündelik dili kullanarak nasıl açığa çıkabildiği görülmektedir: ATV televizyon kanalında yaptığı canlı yayın sırasında Müge Anlı, Van’da meydan gelen depremin ardından o bölgede yardım çalışmalarına katılan güvenlik görevlilerini kastederek; “Herkes haddini bilecek. Yeri gelince taş atacaksınız, kuş avlar gibi avlayacaksın sonra yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın” cümlelerini kullanırken, Duygu Canbaş da Habertürk kanalında canlı yayınlanan programında deprem haberini verirken, “Deprem her ne kadar Van’da da olsa hepimiz Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 55 üzüldük” demiştir (http://www.evrensel.net/news.php?id=16200. Erişim, 12.01.2012). Bir refleks halinde çıkan bu sözün yaratabileceği olumsuz tepkileri bertaraf etme kaygısıyla “uyarılması” üzerine Duygu Canbaş’ın bir kaç dakika sonra özür mahiyetindeki açıklaması ise yeni ırkçılığın hem inkârcı niteliğini hem de nasıl kendiliğinden, refleksif ve fragmenter olduğunu göstermektedir. Canbaş, canlı yayın- da kayıtlara geçen ve dışlayıcı, ayrımcı içeriği olan cümlesini şöyle inkâr etmekte ve yumuşatmaktadır:3 “Bu arada sanırım bir yanlış anlaşılma var. Eğer böyle bir cümle sarf ettiysem ki, bu mümkün değil, ‘Her ne kadar bu deprem Van’daysa gibi bir cümle sarf etmem mümkün değil. Eğer sarf ettiysem bu işin üzüntüsünden dolayıdır. Herkes kadar, Türkiye’nin doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde kim ne kadar üzüldüyse, bu acıyı paylaşıyorsa elbette biz de görev başında aynı acıyı paylaşıyoruz. Sözlerim yanlış anlaşıldıysa tüm izleyicilerden özür dilerim” 25.10.2011).4 (//www.youtube.com/watch?v=Es0W-uTjmgw, Canlı yayınlanan televizyon programlarında program sunucuları- nın şahsında depremin ardından bir refleks halinde, kontrolsüz bir ••• 3 Medyanın çeşitli inkâr stratejileri aracılığıyla, üstü örtük, dolaylı bir şekilde ırkçı yargıları nasıl ürettiği ve dolaşıma soktuğuna ilişkin ayrıntılı bir çalışma için bakınız Çoban Keneş (2011). “Irkçı-ayrımcı Söylemlerin Kurucu Öğeleri Olarak İnkâr Stratejileri”. Kültür ve İletişim Dergisi, 2011, 14(2). 4 Discourse and the denial of racism (1992b) (Söylem ve Irkçılığın İnkârı) isimli çalışmasında van Dijk, azınlıklara, göçmenlere karşı ırkçılığın dilsel ve söylemsel pratiklerle üstü örtük, gizli bir şekilde yapılmasına olanak tanıyan “inkar stratejilerini” ortaya çıkarır. Çalışmasında van Dijk, bu stratejilerin elit söyleminin önemli bir karakteristiği olduğunu ortaya koymuştur. “Biz değil, onlar…” şeklinde ifadelenen tersine çevirme, ırkçılığın sebebini başkasına yönlendirme; transfer etme, “biz”e ilişkin olumsuz eylemleri geçiştirme ya da üstünü örterek ifade etme; yumuşatma, “onların bazıları medeni, fakat geneli….” gibi ifadelerde kendini açığa çıkaran: ayrıştırma ve “öyle demek/yapmak istemedim, beni yanlış anladınız” gibi ifadelerde yapılan eylemin ya da niyetin inkâr edilmesi gibi stratejiler, ırkçılığın söylem içinde inkâra dayalı yapılanma biçimlerini açığa çıkarmada belirlenen söylemsel stratejilerdir (van Dijk, 1992b: 87-118). 56 • iletiim : arat›rmalar› şekilde açığa çıkan ilk ırkçı tepkiler, sosyal medyada5 ise görünmez olmanın sinikliği ile bir rahatlama aracı olarak işlev görmüştür. Bir Rahatlama Aracı Olarak ırkçılık: ‘Oh iyi olmuş’ Türkiye’nin Kürt nüfusunun yoğunluklu olarak yaşadığı bir bölgede meydana gelen depremin ardından sosyal medyada depremle ilgili olarak verilen haberlerin altına okuyucular tarafından yapılan ve ırkçı içeriği olan yorumlar, Twitter, Facebook gibi sosyal medyadan alınmıştır. Depremin etnikleştirilmesi yoluyla açığa çıkan ve ırkçı içeriği ••• 5 Mutlu Binark vd. tarafından yapılan Toplumsal Paylaşım Ağı: Facebook: Görülüyorum Öyleyse Varım (2009) isimli sosyal medya üzerine yapılmış çalışmaya, nefret söyleminin sosyal medyada dolaşıma sokulma ve görünürleştirilme biçimlerine ilişkin daha kapsamlı bilgi açısından bakılabilir. Yanı sıra Funda Şenol Cantek’in “Okurunun gazetesi/Gazetesinin okuru Hürriyet Gazetesinin yorum sayfası üzerine” isimli çalışması da, Hürriyet gazetesinin internet sayfasındaki okur yorumları üzerine bir çalışmadır. Bu çalışmada, Hürriyet’in manşete çıkardığı, Türkiye’nin iç ve dış politik meselelerini etkileyen gündemi işgal eden Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü alması; Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi; Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın ABD’yi ziyareti; Kurtlar Vadisi dizisinin yayından kaldırılması üzerine yapılan haberler ve okurların bu haberlere yaptıkları yorumlar analiz edilmiştir. Yorumlarda “haber metnine ve haber içeriğinin işaret ettiği ideolojik duruşa, genellikle eleştirel yaklaşılmadığı, onun yerine, haberin yönlendiriciliği doğrultusunda, onun referansları kullanılarak, sözü geçen kişi/kurum/olay/ülke/ topluluk ve benzerine karşı eleştirel veya onaylayıcı bir tutum takınıldığı” görülmüştür (Cantek, 2007: 75). Cantek, bu yorumlarda haberin doğruluğunun, kaynaklarının güvenilirliğinin ve sunuluş biçiminin sorgulanmadığının ve egemen okuma biçimine denk düşen yorumların editörlerce onaylanarak yayınlandığının altını çizer (2007: 75). Okur yorumları üzerine yapılan bir diğer çalışmada İnan Özdemir (2009) “Diyarbakır’da 28 Mart 2006’da dört PKK’lının cenaze törenleri sırasında başlayan gösterilere ilişkin” Hürriyet, Milliyet, Sabah ve Akşam Gazetelerinin internet sitelerindeki haberlere yapılan okur yorumlarını Frankfurt Okulu’nun geliştirdiği Otoriter Kişilik Parametleri açısından incelemiştir. Özdemir, okur yorumlarındaki temel özelliklerin muhafazakârlık, ahlaki değerlere katı bir şekilde bağlılık ve devlet kurumlarıyla devlete saygı çerçevesinde biçimlendiğini ve yorumların otoriter bir eğilime sahip olduğunu tespit etmiş, okurların söz konusu devlet olduğunda, etnik temelli hak taleplerini bile devlete yönelik bir saldırı ve tehdit sayarak terörle ilişkilendirdiklerini göstermiştir (2009: 84-90). Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 57 olan bu okuyucu yorumlarını6 iki gruba ayırmak mümkün görünmektedir. İlk grupta yer alan okurların yorumlarındaki ortaklık, depremin meydana geldiği bölgede yaşayanların hepsini Kürt ve Kürtlerin de hepsini “terörist”, “PKK”lı olarak görmeleridir. Diğer bir söyleyişle ırkçı içerikli söylemlerini kalıp yargılarla oluşturmaları, saldırganlıklarını ve öfkelerini daha doğrudan dile getirmeleridir. Bu gruptaki yorumcuların depremin “çok yerinde” ve “zamanında” tecelli eden ilahi bir ihtar” olduğuna inanmaları, ırkçılıklarını dini inançlarıyla beslemeleri dikkat çekicidir: “Van’da gerçekleşen bu depremin zamanı gerçekten de çok yerinde ve zamanında olmuş yüce allahımızın adeta ilahi bir adaleti...” yorumunda kendini billurlaştıran bu türden söylemler Tanrının okurla birlikte Kürtlere karşı aynı nefreti duyabildiğine, “zamanında” ve “yerinde” bir depremle o bölgede yaşayan “Kürtleri/teröristleri” cezalandırmak konusunda kendileriyle nasıl ortaklaşabildiğine olan “patolojik” inancın bir göstergesidir. Bu grupta yer alan benzer nitelikli yorumlardan bazıları şöyledir: “Allahın laneti yağıyor kürtlerin üstüne... nankörlügün bedeli bu.. Allahım şükürler olsun sana!!!”, “Allah diyarbakırada nasip eder inşallah;”, “Vatanına ihanet eden teröre destek veren illere Allahın ihtarı olsa gerek...”, “Şehitlerin kanı yerde mi kalacaktı?”, “PKK’yla mücadeleye Allah’ın devreye girdiğinin göstergesidir”, “Türklerin şehitlerine üzülmeyenlerin veya sevinenlerin sevinci hüznümüz, acısı ise mutluluğumuzdur.”, “allaha şükür allahın sopası yok orda yaşıyan herkez ölmeyi zaten hakediyo.” “AYYY çok sevindim bak inşallah biraz vatan hainlerini temizler iyi olur.”, “Oh iyi olmuş; ölü var mı ölü ondan haber ver.” ‘Allahım o dağları yıkaydın ya hainlerin üstüne, yerle bir olsunlar kaçakçılık onlarda, uyuşturucu onlarda beter olsunlar.” ‘valimize bişey olmuşmu, umarım herkes ölmüştür.”, “inan hiç üzülmedi... hakkari şırnak yerle bir olsun yıkılsınn. hakkari ve şırnak toprağın altına gömülmüştür umarim. ••• 6 Ulaşılan bu yorumlar, Suzan Demir’in 25 Ekim 2011 tarihli Evrensel gazetesindeki köşesinde ve 1 Ocak 2012 tarihli Temel Demirer’in Kapsama dergisinin elektronik olarak yayınlanan sayısında yer alan yazılarından derlenmiştir. Öte yandan bu ırkçı içerikli söylemlere, “Van depremi, ırkçılık” yazmak suretiyle pek çok arama motorunun bulduğu internet sitelerinden de ulaşılabilmektedir. 58 • iletiim : arat›rmalar› İkinci grupta yer alan okurların yorumlarındaki ortaklık ise depremde ölenleri kategorize etmeye dikkat etmeleri ve daha “adil bir ırkçılık” yapmalarıdır: Terörist/PKK’lı olanlar ve olmayanlar: “... Van’da meydana gelen ve çevre illerde de hissedilen depremde; vefat eden insanların içerisinde PKK’ya destek verenler olabilir... Ben PKK’ya destek veripte vefat eden insanlara ALLAH’tan rahmet dilemiyorum...”, “Pkk yandaşları inşallah o enkazlardan kurtulamaz. Gerisine Allah acil şifalar versin. Ölenlere de allahtan rahmet dilerim. kusura bakmayın benim askerime abim bilene kurşun sıksa öldüğünde sevinirim!!!!, “Tek endişem masum insanlarında zarar görmüş olabileceği teröre destek verenlerin gebermesi umrumda bile değil. Diğerleri enkazlardan dahi kurtarılmasın... Pkklı Olanlar Geberdi... Olmayanlara Allahtan Rahmet Diliyoruz.” Depremin etnikleştirilmesi yoluyla Kürtleri Tanrının da ötekisi olarak konumlandıran bu türden yorumlar gündelik-gayri resmi konuşma dilinin kalıplarıyla yapılmıştır: gramer ve yazım hatalarıyla dolu, noktanın, virgülün, büyük küçük harf yazımının rastgele ve yanlış olarak kullanıldığı özensiz bir dil ve söylem aracılığında Kürtlere yönelik nefret boca edilmiştir. Funda Ş. Cantek, yukarıda anılan çalışmasında bu dilin “sanal ortamın hızına ve yarattığı jargona uygun olarak, kısaltmalar ve işaretlerle dolu, kendine özgü bir dil” oluşuna vurgu yapar. Ayrıca oluşturulan bu dilin ve söylemin “erkeksi, çoğunlukla saldırgan ve dayatmacı, sloganvari, kimi zaman sarkastik, egosantrik, kalıp yargılar ve metaforlarla örülü” oluşunun da altını çizer (Cantek, 2007: 76). Bu çalışmada da yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi gündelik konuşma dilinin kalıplarıyla yapılan yorumların barındırdığı ırkçı yargılar “depremle değilse bile” alay ederek, aşağılayarak öldürebilmenin bir yolu olarak medyanın, editörlerin vesayetinde tedavüle girmiş ve ırkçılığın yeni biçimleri olarak onay görmüştür. Öte yandan ırkçı yargılarını daha doğrudan ve refleksif bir şekilde açık eden çoğu okur grubundan ayrışarak yeni ırkçılığın dolaylı-üstü örtük niteliğine daha denk düşen aşağıda yer verilen iki yorum, Kürtlere dair bilgi sahibi olmaya dayanması ve bu bilginin üstü örtük olarak ırkçılık yapmak için nasıl kullanıldığını göstermesi bakımından önemlidir: “İşte Watan Hainlerine Cenabı Haktan Cewap............... artık Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 59 biraz düşünürler...” “Daha dün Van’da yürüyen hainler TC Van’dan defol derken bugün: dövleettt yordim ettt diyo!!!!!7 Bu iki yorumda somutlaşan “inceltilmiş” ırkçılık onları diğer yorumların doğrudanlığından ayrıştırmaktadır. “Kürt alfabesinde bulunan “w” harfini kullanmak yoluyla ırkçı yargılarını ortaya koyan ilk yorumcu kendisi gibi ancak Kürt alfabesindeki harfleri tanıyanların anlayabileceği daha örtük bir ırkçılık yapmaktadır. Kürt sözcüğünü kullanmaksızın, diğer bir söyleyişle etnik kimliğe doğrudan bir gönderme yapmaksızın yalnızca “w” harfinin ne anlama geldiğini bilenlerin anlayabileceği daha dolaylı bir şekilde Kürtleri “vatan haini” ve “ölümü hak edenler” olarak işaretlemektedir. Öte yandan bu yorumun açık ettiği bir başka şey de bu yorumu yapan kişinin ve onu anlayanların Kürtleri aşağılarken bile ayrı bir dillerinin ayrı bir alfabelerinin olduğunu da üstü örtük bir şekilde “kabul” etmeleridir. Tüm Kürtleri “vatan haini” olarak işaretlemeye yarayan bu bilmeye dayalı yorum yanında Türkçe konuşmak zorunda bırakılan ve devleti “dövleettt” olarak telaffuz edebilen Kürtlerin aksanlarına gönderme yaparak alay eden, aşağılayan ikinci örnek de benzer bir niteliğe sahiptir. Türkiye Cumhuriyetinin kısaltılmış halinin Kürtler tarafından TC (TECE) şeklinde telaffuz edilmesinin8 bir “aşağılama” aracı olarak kullanıldığına gönderme yapan yorumcu ••• 7 Vurgular bana ait. 8 Benzer bir durum PKK kısaltmasının “pekeke” ya da “pekaka” olarak okunuşu ve baharın gelişini adlandırmak üzere “newroz” ve “nevruz” sözcüklerinin yazılışı ve söylenişi açısından da geçerlidir. Her iki kelimenin söyleniş biçimi “safın belirlenmesinde” bir gösterge olarak işaretlenebilmektedir. Zeynep Gambetti burada sözkonusu olan durumun Türkiye’de Kürtlerin etnik talepleri nedeniyle Türklerle yaşadıkları iç savaşın aslında “kültürel pratiklere tercüme edilmesi, yani bir çeşit savaş taklidi” olarak adlandırılabileceğine işaret eder. Gambetti, hükümetin 1991 yılında “Newrozu Nevruz olarak Türkleştirerek” resmi bayram ilan etmesini; 2000 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Bülent Ecevit’in “Nevruz”un kardeşlik anlamına geldiğini söyleyen beyanlarda bulunmasını; 1992 yılında Kültür ve Eğitim Bakanlıklarının Orta Asya Türkî Cumhuriyetlerinden “Nevruz” kutlamaları için folklor grupları getirmelerini; 2002 yılında Emniyet Teşkilatının okullara dağıtılmak üzere “Nevruzu” anlatan kitapçık bastırmasını ve bu kitapçıkta “Nevruz”un aslında bir Orta Asya Türk geleneği olduğunun ve Bozkurt ve Ergenekon destanıyla ilişkilendirilmesinin “Nevruz”un anlamının Türkler ve Kürtler için farklılaştığı ve 21 Martın “karşılıklı çekişme gününe” dönüştüğünün göstergeleri olduğuna işaret eder (Gambetti, 2007: 5, 6). 60 • iletiim : arat›rmalar› “TC” kısaltmasını saldırmak ve aşağılamak için karşı ideolojik bir silaha dönüştürmüş ve ancak bu telaffuza yüklenen anlamları bilenlerin anlayabileceği daha dolaylı bir ırkçılık yapmıştır.9 Özetle burada yorumcu, “TC” kısaltmasını hem Kürtleri Türklere muhtaç “hainler” olarak konumlandırmak hem de Kürtleri öfkeyle karışık alay ve aşağılamanın hedefi yapmak için araçsallaştırılmıştır. Hem Facebook, Twitter hem de televizyon kanallarında üretilen ve dolaşıma sokulan yukarıdaki örnekler, yeni ırkçılığın “özcü”, biyolojik, kurumsal temelleri olan “eski” ırkçılıktan ayrışan niteliklerini görünür kılmaktadır. Bu örnekler, deprem gibi çok tesadüfi bir olay üzerinden ırkçılığın toplum içinde “ansızın”, “spontane”, “fragmanter” şekilde ortaya çıkabildiğinin; bireysel bir görünümde olduğunun; bu bireylerin sınıfsal, dinsel, politik kimliklerinin birbirinden farklılaşabildiğinin ve bu bireylerin açıkça ayrımcılık yapan ırkçı ve/ya faşist bir örgütle organik bağlarının olmayabileceğinin, göstergesidir. Aynı zamanda bu örnekler, deprem gibi doğal bir afet aracılığında “öteki”ne duyulan nefretin gündelik dili kullanarak nasıl kusulduğunun ve nasıl bir rahatlama aracına dönüşebildiğinin de göstergesidir.10 9 Cantek, anılan çalışmasında eleştirisini mizahi öğeler kullanarak yapan yorumcuları iki gruba ayırmaktadır: Çoğunluğa dâhil olan ilk gruptakilerin “esprileri daha harc-ı alem, saldırganlık potansiyeli ve öfke duygusunu daha doğrudan ifadelerle dile getiren esprilerdir.” İkinci grupta yer alanları ise Sanders’e atıfla tanımlayan Cantek, Sanders’in “onur kırcı gülmenin, neşeli gülmeye oranla daha büyük dramatik eylem potansiyeli taşıdığı, bu tür gülmenin, içten bir kibri aktardığı, gülen kişinin toplum basamaklarında başka herkesten çok daha yükseklerde durduğu inancıyla bağlantılı olduğu” savına uygun düştüğünü söyler (Cantek, 2007: 77). Bu ayrım depremin etnikleştirilmesinin failleri olarak bu çalışmaya dâhil edilen ve deprem yoluyla Kürtleri ırksallaştıran okurları gruplandırmak açısından da işlevseldir. 10 Suzan Demir’in Evrensel gazetesinde 25.10.2011 tarihinde Elmadağ Haber Sitesi’nin yaptığı haberden sunduğu kesitler de ırkçı söylemin bir başka örneğidir. Sosyal paylaşım sitelerindeki duyurularda yer alan yardım kampanyalarının “PKK bağlantılı vakıflar” tarafından yapıldığının vurgulandığı bu sitenin haberinde, Van Belediyesinin depremzedeler için başlattığı yardım kampanyası değersizleştirilmek istenmektedir; yardımların belediyeye yapılmasını engellemek amacını taşıyan haber içeriği, Belediyenin 12 Mayıs 2011 tarihinde PKK bayrağının Van Belediyesi binasına asılmasına istinaden yardımların PKK ile “işbirliği” halinde olan Van Belediyesine değil, Türk Kızılay’ına gitmesini istemektedir: “Bayrağın asılmasına göz yuman Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 61 Herkesin başına gelme ihtimali olmakla birlikte günlük hayattaki ırkçılığın “inceden” ve “dolaylı” bir şekilde azınlığın grup üyelerinin başına her gün gelmesinin ırkçılığın belirleyici niteliği olduğuna işaret eden van Dijk, adaletsizliklerin bu nedenle biriktiğini ve böylece de, “baskı haline gelmese de, kocaman bir psikolojik ve toplumsal stres sistemi” haline geldiği tespitinde bulunur. Dijk ustalıkla yapılan bu türden ırkçılığın giderek doğal kabul edilmeye başlanacağı, “olduğu gibi kabul edilmesi gerekirmiş gibi” görüneceği tespitinde bulunur (van Dijk, 2003: 52, 53): Irkçı hareketler, şakalar, taciz ve marjinalleştirme öyle yaygındır ki artık egemen grubun üyelerinin çoğu arasında çok fazla ilgi uyandırmaz. Sadece daha açık, daha göze çarpan ve daha aşırılıkçı olan ırkçılığın farkına varılmakta, hakkında yazı yazılmakta ve elbette ki resmi olarak ayıplanmaktadır. Sıradan ırkçılık azınlıkların artık gündelik hayatlarının doğal bir parçasıdır. Van Dijk ırkçılığın mikro düzeyini oluşturan bu toplumsal pratiklerin bilişsel bir temeli olduğuna da vurgu yapar. Dijk’e göre diğer insanlara “ancak farklı olarak algılanıyor ve sınıflandırılıyorsa farklı davranılabilir… Eşitsiz davranma olarak ayrımcılık, yalnızca egemen grup aktörleri böyle bir davranışın normal ya da başka bir şekilde meşru olduğuna inanıyorlarsa öznel bir şekilde haklı çıkarılabilir” (van Dijk, 2003: 53). Bu nedenle Facebook ve Twitter üzerinden bir sohbet havası içerisinde gündelik konuşma dilinin kalıpları ile “doğal” olarak üretilen ırkçı yargıların kaynağı olarak sıradan insanların dilini ve söylemini deşifre etmek ve suçlamak ırkçılığı anlamada eksik kalacaktır. Belediye yetkilileri, depremzedelere dağıtılmak için Türk halkından belediyeye ücretsiz kargolarla yardım toplamaya başladı. Türkiye’de yardım toplamak için tek yetkili ve en etkili kurum Türk Kızılay’dır” (Elmadağ Haber’den akt. Suzan Demirci, http://evrensel.net/news.php?id=16200, 25.03.2012). Yardımların “PKK’ya gittiğine” ve “teröristlere” yarayacağına ilişkin ırkçı yargı ve “saptamalar”ı dolaşıma sokarak depremin etnikleştirildiği bu haber aracılığında deprem bölgesine yapılan yardımların önü kapatılmak istenmiştir. 62 • iletiim : arat›rmalar› Irkçılığın Mizahileştirilmesi/Parodileştirilmesi Medya profesyonellerinin dilsel ve söylemsel araçları kullanarak daha dolaylı ve üstü örtük bir şekilde ürettikleri ırkçı söylemin yazılı basından seçilen ve Resim 1’de yer verilen örneği, ırkçılığın üretildiği mecranın farklılaşmasına paralel olarak öne çıkan niteliğinin ve ırkçılığın üretilme biçiminin farklılaştığını göstermesi açısından önemlidir. Dolayısıyla bir örgütsel kimliğe sahip olanlar tarafından profesyonel kodlarla üretilen ırkçı söylemle, daha bireysel bir görünüm arz eden ve sosyal medyada olduğu gibi tesadüfü bir olay üzerinden toplumun birbirinden farklılaşan bireyleri tarafından kendiliğinden, fragmenter bir şekilde açığa çıkan ırkçı söylemlerin analizinde bir ayrım yapmak önemlidir. Profesyoneller tarafından daha dolayımlı üretilen çağdaş/yeni ırkçılığın bir başka niteliği daha önce vurgulandığı gibi mizahı ustaca kullanabilmesi, söylemlerine yerleştirmesi, mizahi unsurlarla ırkçılığı parodileştirebilmesi, kabul edilebilir sınırlara çekerek insanileştirebilmesidir (Aydınkaya, 2008: 154). 24 Ekim 2011 tarihli Yeni Asya gazetesi11 tarafından servis edilen bir karikatüre bu türden bir ırkçılığı örneklendirmek amacıyla yer verilmiştir. Yeni Asya gazetesi tarafından “İLAHİ İKAZ” başlığı ile dolaşıma sokulan Resim 1’deki karikatürde, Van ilinin de içinde olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi Türkiye topraklarından ayrılmış olarak çizilmiştir. Karikatürün sol tarafında yer alan fotoğraf••• 11 Basın İlan Kurumu’nun tiraj raporuna göre bu gazetenin depremin olduğu Ekim ayı içerisindeki tirajı 1.800.330’dur. Gazetenin sahibi Mehmet Kutlular 17 Ağustos 1999’da da 20 bin kişinin ölümüne yol açan Marmara bölgesinde meydana gelen depremden sonra yaptığı bir konuşmada ve konuşmanın da yer aldığı dağıtılan bir kitapçıkta depremi “İnsanların günah ve hataları karşısında toprağın isyanı” ve “ilahi ihtar” olarak değerlendirmiştir. 10 Ekim 1999 tarihinde bu görüşleri nedeniyle Ceza Yasası’nın 312. maddesinden “Halkı din farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik” iddiasıyla hapis cezasına çarptırılan (bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/106629 erişim, 10.02.2012) Kutlular’ın sahibi olduğu Yeni Asya gazetesi benzer bir tavrı Van depremi sonrasında da göstermiş, depremi Kürtlere yönelik bir “ilahi ihtar” olarak değerlendirmiştir. Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 63 ta ise depremle yerle bir olan binalar, enkaza dönüşmüş bu binalar üzerinde arama-kurtarma çalışması yapanlar ve panik, şaşkınlık, çaresizlik içinde enkaz çalışmalarını izleyen insanlar yer almaktadır. Yeni Asya gazetesi tarafından servis edilen ve sol tarafında yer verilen haberle birlikte düşünüldüğünde bu karikatür, ağırlıklı olarak Kürt nüfusunun yaşadığı bölgede meydana gelen depremi “ilahi” bir güç tarafından o bölgeye yapılan bir “ikaz” olarak anlatmaktadır. Kürtlerin “Tanrının bile ötekisi” olarak işaretlendiği bu karikatürde, bölgenin Türkiye topraklarından ayrılabilmesinin “tek” yolu karikatürün sol tarafındaki fotoğrafın yansıttığı gibi ancak deprem gibi bir felaketin orayı parçalamasıyla mümkün gösterilmiştir. Sınıf, ırk, etnik köken ve benzerine dayanan, genel anlamda yaygın ayrımcılık pratiklerinin evrensel insan hakları bağlamında uluslararası ve ulusal yasal önlemler alınarak engellenmesi yanında gazetelerin künyelerinin, sahiplerinin bilinir oluşu ve ticari, ideolojik gibi pek çok kaygı nedeniyle medya profesyonelleri tarafından açığa çıkan ırkçılık, Yeni Asya gazetesi örneğinde olduğu gibi daha dolaylı ve üstü örtük olarak üretilmektedir. Dolayısıyla ırkçılığın yasaklanmış olması en açık ırkçı yargıların bile, söylemler içine yumuşatılarak veya inkâr edilerek yerleştirilmesinde rol oynamaktadır. Daha önce de vurgulandığı gibi ırkçı yargıların medya profesyonellerince üretilen söylemler içine yerleştirilmesi daha planlı bir süreci gerektirmektedir. Bu türden bir ırkçılık daha çok dilsel ve söylemsel araçlarla oynama becerisine bağlı olarak dolaylı, üstü örtük olarak üretilmektedir. Resim 1: Yeni Asya gazetesi, 24 Ekim 2011 64 • iletiim : arat›rmalar› Öte yandan depremi, Kürtlerin “haksız” taleplerine ve eylemliliklerine karşı “ilahi” bir ceza olarak gösteren karikatür aracılığıyla ırkçı yargıları mizahileştirerek, yumuşatarak servis eden radikal İslamcı görüşlere aracılık eden Yeni Asya gazetesinden alınan bu örnek dışında tirajı en yüksek ilk üç gazetede deprem ve etnik köken arasında bir ilişki kurulup kurulmadığına yönelik sistematik bir taramanın sonuçları burada vurgulanmalıdır.12 Bu taramanın yapılmasında güdülen amaç bu gazetelerde de depremin araçsallaştırılması yoluyla medya profesyonellerince daha dolayımlı üretilen yeni ırkçılığın örneklerini çoğaltmaktır. Ilımlı-yenilikçi İslam’a dayanan görüşleri temsil eden Zaman, belli bir grubun görüşünü temsil etmekten ziyade daha “melez” görünümlü bir bulvar gazetesi niteliğinde olan Posta ve liberal sağa dayanan görüşleri temsil eden Hürriyet gazetelerinde yapılan taramada, sosyal medyada ve televizyon yayınlarında olduğu gibi ırkçı hezeyanları görünürleştiren söylemlere rastlanmamıştır. Van’da meydana gelen depreme ilişkin yer verilen haberlerin konusu her üç gazetede de genel olarak, depremzedelerin barınma, gıda, sağlık gibi ihtiyaçlarının neler olduğu, yaralıların, ölenlerin kimliğine, hayat hikâyelerine ve onların yakınlarına ilişkin bilgiler, kurtarma çalışmalarına, enkazdan kurtarılanlara ve binaların depreme dayanıksız oluşuna ve dayanıksız binalara ruhsat veren bürokrasiye ilişkindir. Bu çalışmanın asıl amacı yeni ırkçılığın nasıl üretilebildiğinin örneklerini deprem gibi tesadüfü bir olay üzerinden serimlemek olduğu için, farklı ideolojik görüşlere sahip diğer gazeteler arasında ırkçı söylemler açısından bir karşılaştırılma ve analiz yapılması hedeflenmemiştir. Tirajları dikkate alınarak seçilen bu üç gazetede ise deprem ile etnik köken arasında bir bağlantı kurulması yoluyla ırkçı yargıların üretilmemiş olması, bu gazetelerin Yeni Asya gazetesi gibi radikal ••• 12 Söz konusu tarama bu yazının yazarı tarafından yapılmıştır. Bu amaçla ulusal olarak dağıtılan ve Basın İlan Kurumu’nun Aralık 2011 tiraj raporu dikkate alınarak sırasıyla en yüksek tiraja sahip olan Zaman, Posta ve Hürriyet gazetelerinde depremi takip eden bir aylık sürede yayınlanan sayılarına ırkçı söylemler açısından bakılmıştır. Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 65 İslam’a dayanan görüşlerin temsiline aracılık etmemesiyle ilişkilendirilebilir. Öte yandan deprem gibi doğal bir afetin hemen sonrasında birdenbire, kontrolsüz şekilde canlı yayın programlarında açığa çıkan ve açıkça ırkçı olan ilk tepkilerin Yeni Asya gibi radikal görüşlerin temsilcisi olmayan bu gazetelerde dolaylı-üstü örtük olarak da üretilmemiş olması yalnızca münferit olarak değerlendirilmeli ve yazılı basında ırkçı-ayrımcı söylemlerin üretilemeyeceği anlamına gelmemelidir. Bu konuda yapılmış çalışmalar13 ırkçılığın çeşitli söylemsel stratejilerle yazılı basında nasıl profesyonelce üstü örtük, dolaylı ve çeşitli inkâr stratejileri aracılığında üretildiğini ortaya koymaktadır. Köker ve Doğanay’ın 2010 yılında yazılı basında ırkçı-ayrımcı söylemler üzerine yaptıkları kapsamlı çalışmaları yazılı basında ırkçılığın-ayrımcılığın dilsel ve söylemsel araçlarla sistematik olarak nasıl üretildiğini ortaya koymaları açısından burada anılmalıdır: Çalışmaları kapsamında Ulusal basında tirajları dikkate alınarak belirledikleri Zaman, Posta ve Hürriyet gazetelerine ırkçı-ayrımcı söylemler açısından bakan araştırmacılar, ırkçı-ayrımcı içeriği olan 1513 haber ve yazı saptamışlardır. Bu haberlerin dağılımı şöyledir: “ticari yayıncılığın en büyük tekelinin en yaygın ve eski gazetesi olan Hürriyet’te 610 haberle (%40) etnik-dinsel gruplara veya farklı kimliklere yönelik ırkçı-ayrımcı içerikteki haber ve yazılara rastlanmışken, kararlı bir siyasal çizgiye dayanmayan melez karakterli Posta’da 234 haber (%15) yer almıştır”. Yazarlara göre Hürri••• 13 Yazılı basında ırkçılığın dolaylı, üstü örtük olarak üretildiğine ilişkin daha ayrıntılı bilgi ve veri için bakınız: Köker ve Doğanay (2010); Doğanay ve Karaaslan-Şanlı (2011); Arar ve Bilgin (2009); Bakır (2008). Ayrıca Nefret söylemi.org sitesinde yerel ve ulusal gazetelerdeki nefret içerikli, ırkçı yargıları barındıran haber söylemlerinin teşhir edildiği dört aylık sürelerle taranarak yayınlanan raporlara bakılabilir. Kıvanç Esen tarafından “2000'li Yıllar Türkiye'si Yeni Irkçılığına Dair Bir Analiz Denemesi” başlığı ile yazılan makaleye medya tarafından üretilen yeni ırkçılığın çarpıcı örneklerini ve Türkiye’deki seyrini görmek açısından bakılabilir. Esen bu makalede, ırkçılığın özellikle 2000’li yıllar itibariyle değişen niteliğini; bu süreçte Türkiye’de yeni bir ırkçılığın doğmaya başladığını, yeni ırkçılığın, Nihal Atsız geleneğini sürdüren ve “geleneksel” olarak adlandırılabilecek ırkçılıktan oldukça farklı olduğunu, daha çok dile ve söyleme sirayet ederek sürdürüldüğünü köşe yazılarından ve sosyal medyadan örnekler sunarak sarih bir şekilde göstermektedir (Esen, 2007: 49-59). 66 • iletiim : arat›rmalar› yet gazetesi “ırkçı-ayrımcı söylemlerin güncel haberlerin popüler dili içinde yeniden üretmek konusunda daha az çekingen bir tavır benimsemiştir. Irkçı- ayrımcı içerik barındıran haber ve yazıların 443’ü ise (%29) yenilikçi-İslamcı siyasete dayanan görüşlerin temsiline aracı olan Zaman’da yer bulmuştur”. Araştırmacılar Posta gazetesinde diğer iki gazeteye oranla daha az ayrımcı haberin yer almasının nedenini bu gazetenin habercilik anlayışının “melez bir bulvar gazetesi” olmasına bağlamışlardır (Köker ve Doğanay, 2010: 20). Özetle burada vurgulanması gereken nokta söylemin üretildiği ve dolaşıma sokulduğu mecralar farklılaştıkça, ırkçı yargıların söylemler içine yerleştirilme biçiminin de farklılaşabildiğidir. Çağdaş/yeni ırkçılığın yazılı basında ve diğer mecralarda farklı biçimlerde görünürlük kazanabilmesi durumu onun her mecraya uyum sağlayan esnek niteliğini de açık etmektedir. Ayrıca belirtilmesi gereken bir başka nokta da Zaman, Posta ve Hürriyet gazetelerinde sosyal medyada ve televizyondaki canlı yayınlarda deprem ve etnik köken arasında bağlantı kurulması yoluyla açığa çıkan ırkçı tepkilere karşı herhangi eleştirel bir tutumun da neredeyse yokluğudur.14 Dolayısıyla bu gazetelerde depremin araçsallaştırılarak ırkçılık üretilmemesi adı geçen bu gazetelerin depremin etnikleştirilmesine karşı eleştirel bir duruşları olduğu anlamına da gelmemelidir. Sonuç yerine Deprem ile etnik köken arasında kurulan bağlantı ile medyanın ayrımcı-ırkçı yargıları içeren söylemleri üreterek ve/ya aracılık ederek onları nasıl dolaşıma sokabildiğinin somut göstergeleri olan yukarıda- ••• 14 Sosyal medyadaki ırkçı söylemin eleştirisine yalnızca Ahmet Hakan’ın Hürriyet gazetesindeki köşesinde rastlanmıştır: “Van depremi ve vicdan körelmesi” başlıklı 24 Ekim 2011 tarihli yazısında Ahmet Hakan, “…bir akıl tutulması, bir vicdan körelmesi, bir merhamet yoksunluğu, bir cehalet histerisi alıp başını gitmiş durumdaydı. ‘Yapmayın, etmeyin, ayıp oluyor” diyen az sayıdaki sağduyulu ses ise arada kaynayıp gidiyordu. Kısacası Van’ı önce deprem sarstı, ardından da faşizm. Zaten azıcık kalmış olan insanlığa güvenimi, büsbütün kaybetmemek için olay mahallinden anında kaçtım…” diyerek durumun vahametine ilişkin serzenişini dile getirmiş ve ırkçılık karşıtı bir duruş sergilemiştir. Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 67 ki örneklerin de anlattığı üzere, depremin bir doğa felaketi olmaktan çıkarılıp, belirli bir etnik grubun eylemlilikleriyle ilişkilendirilmesi, ülkedeki başka gelişmelerden bağımsız düşünülmemelidir. Daha çok söylemsel olarak işleyen yeni ırkçılığın onun ifade edildiği ortamdaki şartların yerleşmesine, diğer bir söyleyişle ırk ve ırkçılığın araçlarının belirli söylem alanlarına yerleşmeye ve bu bağlam içinde bulunan sosyal ilişkilere ihtiyaç duyması gibi Van’da meydana gelen deprem aracılığında açığa çıkan ırkçı hezeyanın da daha önceki gelişmelerle bir arada düşünülmesi, ırkçılığı üreten bağlamın daha iyi değerlendirilmesi açısından gereklidir: Kürt nüfusunun ağırlıklı olarak yaşadığı bölgedeki deprem 23 Ekim 2011 tarihinde meydana gelmiş, bundan dört gün önce ise 19 Ekim 2011 tarihinde Hakkari’nin Çukurca ilçesinde 24 asker PKK’nın silahlı eylemi sonucu hayatını kaybetmiş, 18 asker ise yaralanmıştır. Bu olayın yarattığı olumsuz iklim ile deprem arasında ilişkiyi kurmak önemlidir. Nitekim bu olayın ardından, 19 Ekim 2011’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nin 27’inci toplantısının açılışında “bu saldırıların intikamı çok büyük olacaktır ve misliyle alınacaktır.” derken; Başbakan Tayyip Erdoğan şu açıklamayı yapmıştır: Her kim ki teröre gizli ya da açık destek veriyorsa, her kim ki terörü besliyor, koruyor yataklık ediyorsa, kim ki teröre müsamaha gösteriyor, terörün kanlı yüzünü örtmek, terör örgütünün insanlık dışı saldırılarını görmezden gelmek gibi bir gafletin içinde bulunuyorsa tamamı bilsinler ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nefesi her birinin ensesinde olacaktır. Terör örgütü nereden besleniyor, nereden destek alıyor, kim veya kimler tarafından teşvik ediliyorsa hepsinden mutlaka ama mutlaka bunun hesabı sorulacaktır … Bugünkü olaylardan sonra, yapılan olayları kınarken PKK ve diğer isim değiştirmek suretiyle ortalarda dolaşanları, terör örgütü olarak ilan edemeyenlerin bu sürece olumlu katkısı olamaz. Kimseyi kalkıp kimse aldatmaya yönelmesin. Onların ağzına barış ifadesi de yakışmıyor. Bunu da çok açıkça ifade etmem lazım. Barış, gerçek anlamda barışı özleyenlerin ağzına yakışır, barış yaşanır, barış konuşulmaz …” (http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/10/19/, erişim, 20.01.2012) 68 • iletiim : arat›rmalar› Devlet örgütünün en üstünde duran aktörleri olarak Cumhurbaşkanının “intikam” sözü vermesi ve Başbakanın BDP’yi PKK ile ilişkilendirdiği açıklamalarının yanı sıra, medyanın da terör eyleminin sonuçlarını dramlaştırarak vermesiyle yaratılan puslu havada ağırlıklı olarak Kürt vatandaşların yaşadığı bölgede meydana gelen depremin ardından ırkçı, ayrımcı yargılar kolaylıkla üretilmiştir. Özetle söylenebilir ki, deprem gibi bir felaketin ortaya çıkardığı vicdani sızlama ve insan olmaktan kaynaklanan ruh halleri bile ırkçılığın-ayrımcılığın üstünün örtülmesine yetmemiş, ırkçı-ayrımcı yargıların üretilmesine aracılık eden bu deprem politik aktörlerin ve medyanın vesayetinde insanlığın yıkıldığı bir depreme dönüşmüştür. Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 69 Kaynakça Aydınkaya, Fırat (2008). Yeni Faşizmin Kökenleri: Ebedi Dönüş. İstanbul: Belge Yay. Back, Les ve Solomos, John. (2001). Theories of Race and Racism. Newyork: Routledge. Bakır, Onur (2008).“Muhafazâkar Popülizm, Neoliberalizm, Nefret Söylemi ile Aşırı ve Ilımlı İslamcılık Aynı Potada Nasıl Eritilir: Vakit Gazetesi Örneği”. Doğudan Dergisi. 6. 78-98. Balibar, Etienne (2000a). “Bir ‘Yeni Irkçılık’ Var mı?”. Irk, Ulus, Sınıf (Çev. N. Ökten). İstanbul: Metis Yay. 30-38. Balibar, Etienne (2000b). “Irkçılık ve Milliyetçilik”. Irk, Ulus, Sınıf. (Çev. N. Ökten). İstanbul: Metis Yay. 50-87. Binark, Mutlu vd. (2009). Toplumsal Paylaşım Ağı Facebook: Görülüyorum Öyleyse Varım!. İstanbul: Kalkedon Yay. Bezirgan Arar Y. ve Bilgin N.(2009) “Gazete Haber Başlıklarında Öteki’nin İnşası” Kültür ve İletişim Dergisi. 2009, 12(2). 133-157. Bora, Tanıl (2006). Medeniyet Kaybı, Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar. İstanbul: Birikim Yay. Callinicos, Alex. (1993). Race and Class. Bookmarks. London Cantek, F. Şenol (2007). “Okurunun gazetesi/Gazetesinin okuru: Hürriyet Gazetesinin yorum sayfası üzerine”. Toplum ve Bilim. 109. 66-96. Çoban Keneş (2011). “Irkçı-ayrımcı Söylemlerin Kurucu Öğeleri Olarak İnkâr Stratejileri”. Kültür ve İletişim Dergisi, 2011, 14(2). 72-98. Dela Pena, Derek vd. (2010). “Reexamining Perceived Discrimination between Blacks and Whites following Hurricane Katrina: A Racial-Conciliatory Perspective”. North American Journal of Psychology. 12(2). 365-388. Demir, Suzan. “Enkazdan Irkçılık Çıktı”. Evrensel. 25 Ekim 2011. (http:// evrensel.net/news.php?id=16200. Erişim 25.03.2012). Demirer, Temel. “Irkçılık Depreminde Sosyo-Politik Topografyamız”. Kapsama Dergisi, 1.Ocak 2012. (http://www.kapsama.com/temel7.html. Erişim, 25.03.2012). 70 • iletiim : arat›rmalar› Doğanay, Ülkü ve Karaaslan-Şanlı, Halise (2011). “Yazılı Basında Irkçı ve Ayrımcı Söylemlerin Olağanlaştırılması: Habertürk Gazetesinin ‘Sıradan Bir Gün’deki Haberleri Üzerine Bir İnceleme. Kültür ve İletişim Dergisi. 14(2). 41-70. Esen, Kıvanç (2007). “2000’li Yıllar Türkiye’si Yeni Irkçılığına Dair Bir Analiz Denemesi”. Birikim. 224. 49-59. Foucault, Michel (1995). “Yaşatmak ve Ölmeye İzin Vermek: Irkçılığın Doğuşu”. (Çev. I.Ergüden). Birikim. 74. 50-61. Gambetti, Zeynep (2007). “Linç girişimleri, neoliberalizm ve güvenlik devleti”. Toplum ve Bilim. 109. 7-34. Hakan, Ahmet. “Van depremi ve vicdan körelmesi”. Hürriyet. 24 Ekim 2011. Johnson Kirk A. vd. (2011). “Speaking of Looting: An Analysis of Racial Propaganda in National Television Coverage of Hurricane Katrina”. The Howard Journal of Communications. 22. 302–318. Köker Eser ve Doğanay Ülkü. (2010). Irkçı değilim ama… Yazılı Basında IrkçıAyrımcı Söylemler. Ankara: İHOP yay. Lull, James (2001). Medya İletişim Kültür. (Çev. Nazife Güngör). Ankara: Vadi Yay. Matheson, Donald (2005). Media Discourses. (Der. S. Allen). England: Open University Press. Miles, Robert (2000). Irkçılık. (Çev. Sibel Yaman). İstanbul: Sarmal Yayınevi. Özdemir, İnan (2009). “Okur Yorumlarında Otoriter Eğilimler: Diyarbakır Olaylarına İlişkin Haber Yorumları Üzerine Bir İnceleme”. Kültür ve İletişim. 12(1). 65-93 Pearson, Adam R. vd. (2009). “The Nature of Contemporary Prejudice: Insights from Aversive Racism”. Social and Personality Psyhology Company. 3(2009). 1-25 Schnapper, Dominique (2005). Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki ile İlişki. İstanbul: İstanbul Üni.Yay. Silva, Bonilla E. (2006). Racism Without Racist: Color-Blind Racism and the Persistence of Racial Inequality in the United States. Newyork: Rowman & Littlefield Publishers. Çoban Keneş • Depremin Görünürleştirdiği Yeni Irkçı Söylemler: ... • 71 Somersan, Semra (2004). Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk. İstanbul: İstanbul Bilgi Üni. Yay. Sumbas, Ahu (2009) “Batı Avrupa’da Yükselen Yeni-Irkçılık Üzerine Bir Deneme” Alternatif Politika, Cilt. 1, Sayı. 2, 260-281. Taguieff, Pierre-André (2001). The Force Of Prejudice On Racism Its Doubles. London: University of Minnesote Taş, Mehmet (1999). Avrupa’da Irkçılık. Ankara: İmge Yay. van Dijk, Teun A. (1992a). “Elite Discorse And The Reproduction Of Racism”. Medhods in Race and Ethnic Relations Research. (J. Stanfield ve R.M. Dennis (edt). Newbury Park. Ca: Sage van Dijk, Teun A. (1992b). “Discourse and the denial of racism”. Discourse & Society. 3. 87-118. van Dijk, Teun A. (2003). “Söylem ve İdeoloji Çokalanlı Bir Yaklaşım”. Söylem ve İdeoloji. (Der. B.Çoban, Z. Özarslan, Çev. N. Ateş). İstanbul: Su Yay. 13-112 van Dijk, Teun A. van (2005). Racism and Discourse in Spain and Latin America. Amsterdam: John Benjamins Publishing. Vardar, Deniz (1995). “Yeni Irkçılığın Doğuşu: Başlangıca Dönüş mü?”. Birikim. 76. 30-43. Yanıkkaya, Berrin (2009). “Gündelik Hayatın Suretinde: Öteki Korkusu, Görsel Şiddet ve Medya”. Medya ve Milliyetçilik. (Der. B.Çoban). İstanbul: Su Yay. 72 • iletiim : arat›rmalar› Gazeteler Yeni Asya gazetesi, 24 Ekim 2011 Zaman, 24 Ekim-24 Kasım 2011 Posta, 24 Ekim-24 Kasım 2011 Hürriyet, 24 Ekim-24 Kasım 2011 (http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/10/19/, Erişim,20.01.2012) (bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/106629, erişim, 10.02.2012). (24 Ekim://www.youtube.com/watch?v=Es0W-uTjmgw, Erişim, 25.10.2011). (http://www.evrensel.net/news.php?id=16200. Erişim, 12.01.2012) (http://evrensel.net/news.php?id=16200, Erişim, 25.03.2012). 73 Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: Yazılı Basında Pippa Bacca Haberleri Ülkü Doğanay İlkay Kara Özet Kadına yönelik şiddet ve tecavüzün medyada nasıl konu edildiği sorusuna yanıt arayan çalışmaların vardığı genel sonuç, medyanın bu haberler aracılığıyla toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üreten bir işlev gördüğü yönündedir. Bu çalışma da cinsel şiddet ve tecavüze ilişkin ataerkil anlatının Türkiye’de basın aracılığıyla hangi biçimlerde dolaşıma sokulduğunu anlamayı amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda, ulusal ve yerel yazılı basında İtalyan performans sanatçısı Pippa Bacca’nın tecavüz edilerek öldürülmesine ilişkin haberler incelenmiştir. Çalışma, bir barış eylemcisi olan Pippa Bacca ile ilgili haberlerin tecavüz suçunu bağlamından kopararak münferitleştirdiğini, haber öyküsünün yaygın tecavüz mitlerini besleyecek biçimde kurulduğunu, haber dilinin mağdurun kimliğiyle bağlantılı biçimde savunmacı bir ulusal refleksi yansıttığını ortaya koymaktadır. Anahtar Kelimeler: Pippa Bacca, kadına yönelik şiddet, medya, tecavüz haberleri, cinsel şiddet Coverage of the Rape as an "Exceptional Event": An Analysis of the News on the Rape and Murder of Pippa Bacca Abstract The overall conclusion of the studies which seek the answer of the question that how the violence against women and rape are discussed in the media is that the media functions to reproduce the gender roles through these news. This study aims to understand in what ways the patriarchal narrative of sexual violence and rape are recycled via press in Turkey. In accordance with this purpose, the news on the rape and murder of Italian performing artist Pippa Bacca in national and local print media are analyzed. The study reveals that the news on peace activist Pippa Bacca individualize the crime of rape by taking it out of its context, that the news story is fictionalized in order to feed the common rape myths and that the language in the news reflects a defensive national reflex related to the identity of the victim. Key words: Pippa Bacca, sexual violence against women, media, news iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 73-97 74 • iletiim : arat›rmalar› Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: Yazılı Basında Pippa Bacca Haberleri Feminist hareketin, 1960’ların sonundan itibaren ataerkil beden politikaları ve şiddet/cinsel şiddet/taciz-tecavüz eylemlerinin ataerkil ideoloji ve iktidarı beslemekteki kurucu rolü üzerine biriktirdiği sözün temel metinleri arasında yer alan Cinsel Politika adlı çalışmasında Kate Millet, ataerkil cinsel politika ile kaba kuvvet arasındaki ilişkinin “görünmezlik”le güçlendiğini tespit etmektedir (1973: 78). Ataerkil sistemin ve bu sistemde toplumsallaşan bireyin sahip olduğu değer yargılarının, ataerki ile kaba kuvvet arasındaki ilişkiyi görünmez hale getirdiğini belirten Millet’e göre eski devirlerde kalan egzotik ya da “ilkel” bir töre olarak algılanan şiddet, modern toplumlarda genellikle ruhsal dengesizliklere ya da özgün davranışlara bağlı kişisel tavırların bir sonucu olarak nitelenmektedir (1973: 78). Cinsel şiddet/tecavüz ile ataerkil ideoloji ve toplumsal kurumlar arasındaki ilişkinin Millet’in ifadesiyle “görünmez” kılınmasının yollarından biri tecavüz ya da cinsel saldırı olaylarının tüm toplumsal bağlamından koparılarak münferitleştirilmesidir. Omca Özdemir’in de belirttiği gibi, herhangi bir kurumsal ve kültürel destekten yoksun olarak sunulan, yani toplumsal bağlamından koparılmış bir tecavüz kurgusu ile tecavüz “her an her yerde gerçekleşebilecek ve ne yapılırsa yapılsın kaçınılamayacak, ‘normal dışı’ bir erkeğe denk gelmenin rastlantısallığına bağlı bir suç haline getirilmektedir. Bu bakımdan tecavüz, genelinde önlenemeyecek ve tecavüzcünün kötülüğünün simgesinden ibaret kalan bir anlam kazanmaktadır” (2010: 84). Cinsel şiddet ve tecavüzün kadın bedeni ve cinselliğinin kontrolünü sağlayan sonuçlarına dikkat çeken femi- Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 75 nist çalışmalar tam da bu nedenle cinsel şiddet ile erkekliğin hegemonik olarak kuruluşu arasındaki bağlantıyı vurgulamaktadır. Bu bağlantıyı görmeye başladığımızda tecavüz, eril iktidarın bir belirtisi olarak, her gerçekleştiğinde yaygın toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üretme işlevi görmektedir (Özdemir, 2010: 84). Tecavüz, ataerkil toplumsal kurumlardan destek bulan toplumsal bir sorun olarak kavranmak yerine kişisel bir suç/sapkınlık biçiminde ele alındığında, tecavüze uğrayan kadının mağduriyetine ilişkin yaklaşım da değişmekte; eylemin toplumsal boyutu “tecavüz mitleri” ile perdelenmeye çalışılmaktadır: Mağdurların yeterince temkinli davranmadığı, yaşam biçimleri ve davranışları ile tecavüzü olası kıldığı, kışkırttığı savı bu mitlerin temelini oluşturur. “Faillere ilişkin mitler ise tecavüzcülerin doğuştan gelen dürtülerin veya hastalıkların kurbanı olarak mağduriyetlerinin tasvirine dayanmaktadır” (Özdemir, 2010: 85). Böylece tecavüz eylemi, ya mağdurun yaşam tarzı, mesleği gibi kişisel özelliklerinden ya da failin hastalıklı ruh halinden kaynaklanan “kişisel” bir durum olarak münferitleştirilir. Susan Brownmiller’in Cinsel Zorbalık adlı çalışmasında sözü edilen bu tecavüz mitlerini iki düzeyde ele alabileceğimiz sonucu çıkmaktadır. İlkin genel olarak tecavüz suçunun varlığına inanma konusundaki isteksizlikten söz etmek gerekir. Brownmiller, “hiçbir kadının istemine karşı ırzına geçilemez”, “o zaten bunu istemişti” gibi kadın cinselliğini yöneten çarpıtılmış mitlerin yerleşikliğinin kadınların cinsel saldırılar karşısında direnme cesaretlerinin artırılması yerine ırza geçmeyi kadınların iradesine bağlayarak tecavüz suçunun varlığını sessizce ortadan kaldırmaya yaradı- 76 • iletiim : arat›rmalar› ğını ifade etmektedir (1984: 405). İkinci düzeyde ise yaşanan tekil tecavüz olayları karşısındaki tutumdan söz etmek gerekir. Mağdurun yalnızca olay sırasındaki değil, öncesindeki cinsel yaşamının da göz önünde bulundurulması, olayın gerçekleştiği yer ve zamanın, mağdurun olay sırasında ve sonrasındaki tutumunun incelenerek tartışmaya açılması biçiminde gerçekleşmektedir (1984: 405, 406). Bu şekilde işleyen tecavüz mitleri, “kurbanın kışkırtması”/”failin doğasına teslimiyeti” ekseninde kurularak, kadınların hayatlarını yaygın toplumsal cinsiyet normlarına uygun biçimde düzenlemelerin de dayanaklarından biri olarak işlemektedir. Yaratılan tecavüz mitlerinin yalnızca mağdurların toplumsal çevresine değil, aynı zamanda yaşadıklarını adli mercilere bildirmelerinin zorluğundan zanlıların küçük bir oranının yargılama sonucunda ceza alıyor olmasına dek uzayan hukuki sürece de sirayet ettiğini not düşmek gerekir.1 Alberto Godenzi de 1982 yılında Almanya’da Kurt Weiss tarafından yapılan örneklemeye dayalı araştırmaya atıfla cinsel şiddete ilişkin beş yaygın önyargı/mit olduğunu ifade etmektedir (1992: 27). Bu mitler yukarıda anılan çalışmalara paralel olarak, kadınların cinsel şiddeti tahrik ettiği, hiçbir kadına rızası dışında tecavüz edilemeyeceği, kadınların gizli gizli tecavüze uğramak istediği, tecavüzün içgüdüsel bir cürüm olduğu ve saldırganların yabancı olduğudur (1991: 27, 28). Godenzi bu mitlerin, cinsel saldırı kurbanının iki kez cezalandırılmasına hizmet ettiğine dikkat çekmektedir: “Birinci olarak tecavüze uğramak, ikinci olarak suç ortağı hatta suçlu olarak gösterilmek” ••• 1 Brownmiller, çalışmasını yaptığı dönemde Amerikan Federal Soruşturma Bürosunun tecavüzü “öncelikle kurbanın duyduğu utanç ve korku nedeniyle en az bildirilen suçlardan biri” olduğuna ilişkin kaydını hatırlatarak beş tecavüz olayından birinin gerçekten bildirildiğini ve bu yüzden de tutulan istatistiklerin anlamını yitirdiğini vurgulamaktadır (1984: 222). Dahası polis ve mahkeme jürisinin kadın kurbanların sözüne inanmamakta gösterdikleri direncin sayıyı daha da azalttığını eklemektedir. Buna göre Amerika Birleşik Devletlerinde ulusal düzeyde polise bildirilen tecavüz olaylarından ortalama %15’i ilk soruşturmada asılsız bulunmaktadır, suçluların yalnızca %51’i tutuklanmakta, tutuklananların %76’sı hakkında açılan yasal soruşturma sonucunda %47’sinin davaları ceza almadan kapanmaktadır (1984: 222). Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 77 (1992: 29). Yazara göre böylece gerçek suçlu sorumluluktan kurtarılmış olmakta ve “tecavüz mitleri potansiyel saldırganların korkularını azaltıp, saldırı olasılığını yükseltirken, kurbanların çekingenliklerini arttırıp, şikâyetten men etmekte ve cinsel saldırıyı neredeyse cezasız bir suç haline getirmektedir.» (1992: 29). Diana Scully ise bu mitlerin yaygınlaşmasında pornografinin etkisine dikkat çekmekte ve pornografik yayınların tecavüz konusunda iki temel mesaj ilettiğini belirtmektedir: “İlk olarak, güç ve şiddetin normal kadın-erkek cinsel ilişkisinin bir parçası olarak gösterilmesi, tecavüzü sıradanlaştırmakta, olağanlaştırmaktadır. İkinci mesaj, kadınların tecavüz edilmekten hoşlandıklarını, başka bir deyişle cinsel şiddetin gerçekte olumlu sonuçları olduğunu ima eder” (1994: 73). Yazara göre bu imaj, şiddetten çok daha zararlıdır ve “tecavüzü diğer şiddet biçimlerini içeren kurgusal anlatımlardan ayıran başlıca özelliktir.” (1994: 73). Scully, cinayet, bombalama, soygun ve benzeri başka suçların konusu olan kurbanların hiçbir zaman bu şiddet biçiminden hoşlanır durumda gösterilmediğine bu anlatım biçiminin yalnız, pornografik yayınlarda, tecavüze uğrayan kadınlardan söz edilirken kullanıldığına dikkat çekmektedir (1994: 73). Kadına yönelik şiddet kullanımı ile ataerki arasındaki bağın “görünmez”leşmesinde ve kadınların cinselliğinin yaratılan mitler üzerinden anlamlandırılmasında yaygın medyanın rolü ise özel olarak tartışmaya değer bir konudur. Feminist çalışmalar, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin sürekliliğinin sağlanmasında ve yeniden üretilmesinde medyanın rolünü sorgulayacak kuramsal ve görgül düzeyde araştırmalar yapılmasına öncülük etmiştir. Bu öncü çalışmalarda medya kapitalist ve ataerkil düzeni meşrulaştıran, normalleştiren ve yeniden üretilmesini sağlayan bir ideolojik aygıt olarak kavramsallaştırılırken, şiddet ve şiddetin temsili özel bir sorun alanı olarak işaretlenmektedir (Çelik, 2000: 7, 8). Medyanın toplumsal cinsiyet rolleri ve cinsiyetçi normlarla kurduğu pekiştirici ilişki, medyada çalışma süreci içinde kadınların özgül durumlarını, üretilen metinlerin içeriklerini ve izleyicilerin medya içeriklerini nasıl alımladıklarını konu edinen çalışmalarla açığa çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu çalışma da cinsel şiddet ve tecavüze ilişkin ataerkil anlatının Türkiye’de basın aracılığıyla hangi biçim- 78 • iletiim : arat›rmalar› lerde dolaşıma sokulduğunu anlamaya yöneliktir. İletişim çalışmaları ve kadın çalışmalarının kesiştiği alanda bilginin çoğaltılmasına katkıda bulunmayı hedefleyen bu anlama çabası, bir yanıyla akademik bir ilginin sonuçlarını ifade ederken diğer yandan “medyanın kadına yönelik şiddet konusundaki mücadelenin politik taraflarından biri olduğunu kabul ederek, medya çalışanlarının şiddete ilişkin toplumsal tasavvurun oluşmasında sahip oldukları tutumu politik bir tavrın parçası olarak gören” feminist ilgiyle çakışmaktadır (Köker, 2000: 317).2 Bu çalışma, 2008 yılının Mart ayında “Brides for Peace” projesi kapsamında bir arkadaşıyla birlikte İtayla’dan yola çıkan ve dünya barışına dikkati çekmek için gelinlikle savaş ve çatışmaların yaşandığı bölgelerden/savaş mağduru ülkelerden geçerek Kudüs’e ulaşmayı hedefleyen Pippa Bacca’nın, yolculuğunun Türkiye ayağında tecavüze ••• 2 Eser Köker, medya ve şiddet arasındaki ilişkiyi konu edinen çalışmaların iki öbekte toplanabileceğini ifade etmektedir (2000: 317): İlk gruptaki çalışmalar medyadaki yaygın şiddet sunumunun toplumsal etkileri üzerine yoğunlaşırken diğer öbek “medyanın politik mücadelenin taraflarından biri olduğunu kabul eder ve şiddetin sönümlenmesi için politik mücadeleyi konu alır” (2000: 317). Köker’in ikinci öbek olarak işaret ettiği bu çizginin temel sorunu medyanın toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanması konusunda nasıl dönüşüme uğratılacağıdır. Feminist hareket ulusal ve uluslararası düzeylerde medyanın cinsiyet ayrımcılığına dayalı dilinin dönüştürülmesi için çeşitli talepler, öneriler ve mücadele stratejileri geliştirmektedir; ancak bu mücadelenin medya tarafından yeterince dikkate alınmadığı da belirtilmelidir. Örneğin, Roger Smith, ulusal basında kadınların ele alış biçimini değiştirme çabalarının mevcut koşullarda başarılı olma şansının düşük olduğu iddia etmektedir (1997: 339). Bu iddiasını ise iki gerekçeye dayandırmaktadır: bunlardan ilki içsel etkiler olarak adlandırdığı, ulusal basının hem çalışanlar hem de mesleki açıdan ağırlıklı olarak erkek egemen bir kurum olmasıdır. “Belli uzmanlık alanlarında ve özellikle de gazete örgütlenmeleri içindeki politika oluşturucu görevlerde kadın uygulayımcıların görece yokluğu, gazeteleri üretmekten sorumlu olanların çok sevdiği basmakalıp kadın yargılarına karşı koymak için çok az dayanak bulduğu anlamına gelmektedir.” (1997: 339). Smith’in dışsal etki olarak adlandırdığı ikinci gerekçe ise ulusal basının reklam gelirlerine yoğun biçimde bağlılığıdır (1997: 339). Smith’e göre, “kadınlara kesin ekonomik roller yükleyen bir toplumda, sanayi ve ticaret sektörüne mali açıdan bağımlı olan basının mevcut ekonomik sistemi sürdürmede gerekli olan kadın imgelerini kullanmak zorunda kalacağı ileri sürülebilir.” (1997: 339). Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 79 uğrayarak öldürülmesinin ulusal ve yerel basında nasıl haberleştirildiğini konu edinmektedir. Kadınlara yönelik tecavüz ve cinayet haberlerine sınırlı yer veren ve gazetelerin üçüncü sayfalarına sıkıştıran basın, Pippa Bacca’nın başına gelenlere ve takip eden gelişmelere gazetelerin ilk sayfalarında, manşetlerde ve büyük boy fotoğraflarla yer vermiştir. Çalışma, 2004 yılında Alanya’da tecavüze uğrayan ve öldürülen turist kadınlara ya da yine her yıl tatil beldelerinde tecavüze uğrayan turist kadınlara aynı ilgiyi göstermeyen basının neden Pippa Bacca olayına bu derece ilgi duyduğu ve yer verdiği sorusundan yola çıkmaktadır. Bu soruya yanıt ararken basının “ulusal bir utanç davası” gibi gösterdiği Pippa Bacca olayında geleneksel “tecavüz mitlerini” yeniden ürettiği saptaması, çalışmanın önkabulünü oluşturmaktadır. Çalışma kapsamında, Pippa Bacca’ın kayıp olduğu 31 Mart 2008 tarihinden tecavüzcüsünün ve katilinin ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığı 26 Haziran 2009 tarihine kadar olan dönemde, en çok okunan 5 ulusal gazetede ve ayrıca gazete haberlerini temin ettiğimiz Medya Takip Merkezi tarafından taranan tüm yerel gazetelerde yayınlanan ilgili haber ve köşe yazıları incelenmiştir. Analizin ilk aşamasında haberlerin ve yazıların gazetelere göre dağılımını, konusunu, haberde tecavüzden söz edilip edilmediğini, olayın münferit olarak tanımlanıp tanımlanmadığını ortaya koymak üzere niteliksel içerik analizi tekniğine başvurulmuş daha sonra ise haber anlatısında öne çıkan öğelere ve haberin diline bakarak gazetelerde tecavüzün haberleştirilme biçimine odaklanılmıştır. Medyada Tecavüz Mitlerinin Yeniden Üretimi: Tecavüzü Kışkırtan Mağdurlar ve Ruh Hastası Failler Brownmiller’in Daily News gazetesinin tecavüz haberleri üzerine yaptığı çalışma, medyanın cinsel şiddet/tecavüz olaylarını haberleştirme biçimlerine ilişkin sorunları saptayan araştırmalar içinde öncü bir konuma sahiptir. Brownmiller, Daily News için bir kadının haberlere geçmesinin iki yolunun “ünlü bir politikacı ya da astronotun karısı ya da ırza geçme olayının ya da felaketin suçsuz kurbanı olarak görül- 80 • iletiim : arat›rmalar› mek” olduğunu belirtmektedir (1984: 440). Yazar, incelediği bir yıllık süre içinde tecavüz olaylarını konu edinen haberlerden yalnızca ikisinde kurbanın “çekici” sözüyle betimlenmediğini saptamıştır. Brownmiller’a göre, “ölmüş bir kadını betimlemek için ‘çekici’ ya da benzeri etkileyici sıfatların kullanımı başka gerekli bilgilerin yerini doldurmaya yarar” (442) ve bu yolla öyküye “cinsel çekicilik” kazandırılır. Kadınları saç rengine göre betimleyen, bedensel çekiciliğin öne çıkarıldığı haberlerde kurbanlar oyuncu, hostes, dansçı, gösteri sanatçısı gibi meslek gruplarına ait değillerse meslekleri ve hayatlarını nasıl sürdürdüklerinin öyküye sokulmadığı da belirtilmektedir (443). Brownmiller, tecavüze uğrayan ve öldürülen kadınların bedensel özelliklerinin/çekiciliklerinin servis edildiği bir öykü formülüne sahip tecavüz haberine ilişkin şu sonuca ulaşmaktadır: “Daily News gazetesi bilinçli olarak, gözkamaştırıcı bir yıkım miti yaratmak için yola çıkmaz, ama yazı işlerinin politikası, eylemci erkeklerin haberlerini, bunları kadın kurbanların, özellikle de güzel kurbanların çeşni niteliğindeki haberleriyle süsleyerek verme yoluyla işlevini yerine getirir. Böylelikle tecavüzü kadın güzelliğinin neden olduğu bir tutkusal suç sayan efsane inanırlık kazanır ve kadınlar etki altında bırakılarak, ırzına geçilmiş ve hatta öldürülmüş olmanın güzelliğin belirtisi olduğuna inandırılır.” (444). Helen Benedict’in Amerikan basını üzerine yaptığı çalışmada vardığı sonuçlar da Brownmiller’in erken çalışmasını destekler niteliktedir. Benedict’e göre, kadına yönelik şiddet haberleri iki anlatı düzeyi ile dolaşıma girmektedir: Vamp kadın anlatısı ve bakire kadın anlatısı (1993: 18). “Özellikle tecavüz saldırılarının kamuoyu tarafından değerlendirilmesinde kadın aleyhine olan bir neden sonuç bağıntısı geliştiren bu her iki anlatı, kadını ya tecavüze yol açan bazı davranış ve hareketlerinden dolayı sorumlu kılmakta; ya da “bakire/masum” kadına tecavüz eden erkeği canavarlaştırarak suçu bir tür sapıklık düzeyinde ele almaktadır” (Benedict, 1993: 18, 19). Araştırmaya göre, kadına yönelik şiddet suçlarında az veya çok kadını sorumlu tutan ya da ona bir pay veren, şiddete uğrayan kadını utanç ve aşağılanma ile baş başa bırakan toplumsal önyargıların desteklendiği anlatılar, kadına yönelik şiddet haberlerinde hâkim durumdadır (1993: 251-59). Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 81 Türkiye’de medyanın kadınlara yönelik şiddeti nasıl ele aldığına odaklanan sınırlı sayıda çalışma da medyanın kadının uğradığı şiddeti “haklılaştırma”ya ya da en azından “mazur göstermeye” yönelik bir dizi stratejiye sıklıkla başvurabildiğini göstermektedir. Eşleri, sevgilileri, eski eş ya da sevgilileri tarafından öldürülen kadınların yaşam tarzları, başka bir erkekle ilişkisinin olması “ihtimali” cinayetin hafifletici sebebi olarak sunulabilmektedir. Failin ruhsal durumu, “eşinin kendini aldattığını öğrenince” ya da “barışmak istememesi üzerine” cinnet geçirmesi, failin olaydaki sorumluluğunu gizleyen gerekçeler olarak gösterilebilmektedir (Alat, 2006; Dursun, 2012). Tecavüze uğrayan kadınlarla ilgili haberlerde, özellikle de bu kadınlar manken gibi kamuoyunun magazin sayfalarından tanıdığı kişilerse, suçlanan erkeğin tuzağa düşürülüp düşürülmediği sorgulanmakta; kadının tecavüzcüsü ile daha önceden ilişkisinin olması hafifletici bir sebep gibi sunulmaktadır. Alat’ın saptadığı gibi, “kurbanlar”ın, normlara bağlılıkları ve kışkırtıcı ya da dikkatsiz davranışları mercek altına alınmakta; kadınlar rıza gösterdikleri seks hakkında yalan söylemekle ve tecavüzü çağırmakla suçlanmaktadırlar (2006: 301). Dört ulusal gazetede kadına yönelik şiddetin haberleştirilmesini inceleyen Alat, belli başlı örüntülerin haber hikâyelerini belirlediği sonucuna varmıştır. Bunlar: Kurbanı suçlayıcı tutum, failin zihinsel yapısının ve kadının toplumsal cinsiyet rollerine bağlılığının sorgulanması, suçun haberleştirilmesinde kurbanın niyetinin sorgulanması ve cinsel saldırı suçlarının pornografik hikâyelere dönüştürülmesidir. Alat ayrıca Amerikan medyasının yaygın olarak kabul ettiği kadınların kendi dikkatsiz davranışlarının kurbanı olduğu ve kadının masum olamayacağı mitlerinin Türk basınının haberlerinde de görüldüğünü belirtmektedir. “Bu mitlere dayanılarak, erkekler, cinsel arzuları veya kadınlara duydukları irrasyonel çekim üzerinde hiçbir kontrolleri yokmuş gibi kavramsallaştırılmaktadır.” (Alat, 2006: 307). Bu, kadınların kendi güvenlikleri için önlemler almalarının zorunlu olduğu fikrine öncülük etmektedir.” (2006: 307). Genellikle tecavüzün sapkın, sıradışı, istisnai bir olay olduğunun altını çizen haber anlatısı, tecavüzü failin kişiliğiyle ya da yine ruhsal durumuyla ilişkilendirerek toplumsal boyutunu gizlemektedir: “Medyada kadına yönelik şiddetin seyrek 82 • iletiim : arat›rmalar› olduğu ve bireysel patalojik davranışlardan kaynaklandığı nosyonu, patriarşinin beslendiği ve sonsuzlaştırıldığı gerçek toplumsal egemenliğin doğasını maskeler” (Alat, 2006: 306). Köker de bu belirlemeyi paylaşarak, şiddet uygulayanları “tehlikeli yabancı”, “seks içgüdüleri nedeniyle vahşileşmiş kişi”, “canavar” olarak niteleyerek tahrik olma öykülerine yer veren haberin eril öyküler olarak, “fahişeler-namuslu kadınlar” karşıtlığını bir kere daha inşa ettiğini, namuslu kadının kendini, bedenini görünmez kılması gerekliliğini zımni biçimde onayladığını ifade etmektedir (2007: 140, 141). Köker’e göre, şiddet suçlarını mazur gören ve haklılaştırıcı nedenleri dile dolayan ifadelerin kadınların onurlarının çiğnenmesi anlamına geldiği konusunda bir uylaşım olmaması nedeniyle yargı mekanizmalarında olduğu gibi medya anlatılarında da düzenli olarak şiddet suçlusunun örfün kurbanı olduğuna dair sözel ve görsel detaylar anlatıma katılmakta, haber anlatısı zaman zaman pornografinin dilini ödünç alarak şiddetin estetize edilmesine yönelik ifadeler habere bulaştırılmaktadır (2007: 141). Ulusal ve Yerel Basında Pippa Bacca Haberleri Pippa Bacca’nın kayboluşundan failin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılışına kadar geçen 16 aylık dönemde, Basın İlan Kurumu tarafından saptanan okunurluk oranlarına göre belirlenen beş ulusal gazetede (Zaman, Hürriyet, Posta, Milliyet ve Sabah) ve Medya Takip Merkezi’nin yaptığı kelime taraması ile erişilen 51 yerel gazetede3 Pippa Bacca’nın adının geçtiği toplam 210 haber ve 22 köşe yazısı ••• 3 Çalışma kapsamında 51 yerel gazetede Pippa Bacca olayı ile ilgili haber yayınlandığı saptanmıştır. Bu gazeteler şunlardır: Ekspress (Antalya), Bizim Anadolu (İstanbul), Son Saat (İstanbul), Bizim Gazete (İstanbul), 20dk (İstanbul), Beyaz Akdeniz (Antalya), Anayurt (Ankara), Hürses (İstanbul), İl Gazetesi (İstanbul), Kent (Bursa), Yedigün Yeditepe (İstanbul), Günboyu (İstanbul), Yeni Gazetem Ege (İzmir), Olay (Ankara), Yeni Sakarya, Yeni Asır (İzmir), Deha 20 (Denizli), Tasvir (Ankara), 24 Saat (Ankara), Son An (İstanbul), Tünaydın (İstanbul), Sakarya (Eskişehir), Gündem (Ankara), Zafer (Gaziantep), İstanbul Gazetesi, Bursa Haber, Hizmet (Denizli), Bizim Kocaeli, Yenigün (İzmir), Doğu Ekspress (Erzurum), Son Söz (Ankara), Gazete 34 (İstanbul), Yenigün (İstanbul), Bursa Meydan, Ege Telgraf (İzmir), Gazete Kadıköy (İstanbul), Bugün Mersin, Hodri Meydan (İstanbul), Yeni Nesil (İstanbul), Adapazarı, Belde (Ankara), Kocaeli, Özgür Kocaeli, Denizli, Başkent (Ankara), Haber Ekspress (İzmir), Önce Vatan (İstanbul), Bursa Hakimiyet, İstiklal (İstanbul), Gaziantep Hakimiyet, Güncel (Gaziantep) Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 83 saptanmıştır. Ulusal basında yer alan 108 haber ve 14 köşe yazısının 33’ü Milliyet, 29’u Hürriyet, 28’i Posta, 17’si Sabah, 15’i Zaman gazetelerine yer almaktadır. Yerel basında ise Medya Takip Merkezi tarafından takip edilen 51 yerel gazetenin 8’i köşe yazısı olmak üzere Pippa Bacca ile ilgili toplam 110 haber ve yazıya yer verdiği görülmüştür (Bakınız Tablo 1). Hem ulusal, hem yerel basın, Pippa Bacca olayına yoğun ilgi göstermiş, ulusal basın 45 haberinde Pippa Bacca’nın başına gelenleri birinci sayfadan duyurmuş ve takip etmiş, yerel basın da birinci sayfasında 17 habere yer vermiştir. Pippa Bacca’nın kayboluşu 8 Nisan tarihinden itibaren 13 haberde “İtalyan kayıp gelin”4, “Barış yolcusu kayıp”5, “Barış gelinini bulun emri”6 gibi başlıklarla duyurulmuştur. Birkaç gün sonra ise genç kadının cesedinin bulunduğuna ilişkin 9 haber ve ardından da Pippa Bacca’nın tecavüze uğraması ve öldürülmesinin ayrıntılarına yer veren 10’u yerel basında olmak üzere toplam 30 haber yer bulmuştur. Gazeteler tecavüzü ve cinayeti “İtalyan gelin Gebze’de ölü bulundu”7, “Affet, seni koruyamadık”8, “Bağışla bizi koruyamadık”9, “Affet bizi güzel gelin!”10 “Barışa tecavüz”11 gibi başlıklarla haberleştirmiştir. Posta gazetesinin attığı “Affet, seni koruyamadık” başlığını, basının Pippa Bacca’nın başına gelenlere “suçluluk duygusu” ile şekillenen bir savunma refleksi ile tepki verdiği şeklinde yorumlamak mümkündür. Kurbanın barış mesajı vermek için çıktığı seyahatin tecavüz ve cinayetle sonlanmasının yarattığı şok, politikacıların açıklamalarına, sivil toplum örgütlerinin ve özellikle de kadın örgütlerinin protestolarına yol açmış, bu protestoları konu edinen 27 haber yayınlanmıştır. Basın ••• 4 Sabah, 09.04.2008, s. 5 5 Posta, 08.04.2008, s. 5 6 Posta, 10.04.2008, s. 4 7 Sabah, “İtalyan gelin Gebze’de ölü bulundu”, 12. 04. 2008, s. 3 8 Posta, “Affet Seni Koruyamadık”, 14. 04. 2008, s. 15 9Milliyet, 20. 04. 2008, s. 1 10 Yeni Asır, 13. 04. 2008, s. 17 11 Posta, “Barışa Tecavüz”, 13. 04. 2008, s. 1 84 • iletiim : arat›rmalar› Pippa Bacca’nın Milano’da düzenlenen cenaze törenine de yoğun ilgi göstermiş, cenaze törenini konu edinen 17 haberde törenin kurbanın vasiyeti üzerine “bayram havası”nda12 geçtiği, Pippa’nın en sevdiği renk olan yeşilin törene hâkim olduğu “yeşil cenaze”13, “Pippa yeşillerle sonsuzluğa gitti”14, “Son makyajını ablası yaptı”15 gibi başlıklarla duyurulurken; ailenin Türkleri ve Türkiye’yi suçlamadıkları, hatta Türk halkına minnettar oldukları yönündeki açıklamaları da başlıklara ve spotlara taşınmıştır: “Bu cinayet her yerde olabilir, Türkiye’yi suçlayamayız”16, “Konsolos: Suçluluk duygusunu bırakın”17 “Türk halkına çok teşekkür ediyorum.”18 Aynı dönemde, Pippa Bacca’nın başına gelenlerin Türkiye aleyhine bir komplonun19 ürünü olduğu yönünde açıklamaların da basına yansıdığı görülmektedir. Başlıkların, adeta Türkiye’de bir yabancı kadının tecavüze uğrayarak öldürülmesinin ne kadar olasılık dışı olduğunun altını çizdiğini söylemek mümkündür. Sanığın yargılanması sürecinde ise tecavüzün ve cinayetin ayrıntıları gazete sayfalarını doldurmaya başlamıştır. 37’si beş ulusal gazetede olmak üzere 55 haber yargılanma sürecini konu edinilmiş, yargılama sürecinde de kurbanın ailesinin Türklerin bu işte suçu bulunmadığı yönündeki ••• 12 Yeni Asır, “Barış Gelini Pippa yeşillerle uğurlandı”, 20.04.2008, s. 18 13 Hürriyet, 20. 04. 2008, s. 1 14 Sabah, 20. 04. 2008, s. 21 15 Hürriyet, 14. 04. 2008, s. 1 16Zaman, “İtalyan aileden duyarlı mesaj. Bu cinayet her yerde olabilir, Türkiye’yi suçlayamayız.” 13. 04. 2008, s. 1. Haberde, Pippa Bacca’nın annesinin “Türkler çok iyi insanlardır. Ama kızımı aracına alan kişi, onu öldürmeye niyetlenmiş bir sapık olmalı. Bu türden birine rastlanırsa yapılacak bir şey yok maalesef” açıklamasına da yer verilmiştir. 17 Hürriyet, “Konsolos: Suçluluk duygusunu bırakın”, 22 04 2008, s. 4 18 Tünaydın, 17.04.2008, s. 2 19 Yazgülü Aldoğan 19 Nisan tarihli Posta gazetesindeki köşe yazısına “İtalyan sanatçının yaptığı peformans gösterisi, rastlantılarla sanki Türkiye aleyhine düzenlenmiş bir komplo gibi gelişiyor” diyerek başlamıştır. Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 85 açıklamalarına yeniden yer verilmiştir. Son olarak, Pippa Bacca’nın ölüm yıldönümüne kadar olan bir yıllık sürede çeşitli vesilelerle Bacca adına düzenlenen yarışma, sergi, anma gibi etkinlikler de 46 habere konu olmuştur (Bakınız Tablo 2). Haberlerin başlıklarına, anlatım özelliklerine ve kullanılan dile bakıldığında gerek ulusal gerekse yerel basının Pippa Bacca’nın tecavüze uğrayarak öldürülmesi olayını her yıl karşılaşılan binlerce tecavüz vak’ası ile ya da sahil kentlerinde tecavüze uğrayan ve bazen de öldürülen yabancı/turist kadınlarla ilgili haberlerdekine benzer bir çerçeve (frame) içinden aktardığı belirtilebilir: Tecavüz, ataerkil toplum yapısından kaynaklanan bir sorun olarak değil, kişisel bir sapkınlık olarak görülmekte; istisnai bir olay olarak yansıtılmakta; kurbanın tecavüzü kışkırtan davranışlarının olup olmadığı sorgulanmaktadır. Pippa Bacca’nın seyahatinin Türkiye ayağında tecavüze uğrayarak öldürülmesini konu edinen haberlerde de tıpkı kadına yönelik şiddeti ve tecavüzü konu edinen pek çok haberde olduğu gibi kurban tedbirsizlikle ve hatta tecavüzü kışkırtmakla suçlanabilmektedir. Pippa Bacca’nın otostopla seyahat ediyor olması, birlikte seyahat ettiği arkadaşından ayrılarak yoluna yalnız devam etmesi, açık ya da örtülü biçimde tecavüzü olası kılan bir tedbirsizlik olarak işaretlenmiştir. Haberlerin %40’ında (92), tecavüz ve cinayeti duyuran haberlerin neredeyse tamamında, Bacca’nın otostopla seyahat ettiğinden söz edilmektedir. Milliyet gazetesi, 8 Nisan’da Pippa Bacca’nın kayboluşunu “Gelinlikli otostopçu Türkiye’de kayboldu” başlığı ile duyururken, 17 Nisan 2008 tarihli internet baskısında “Otostopçu gelinin cesedi bulundu” başlığı atılmıştır. Gazeteler, ayrıca Bacca’nın annesinin “ailecek otostopçuyuz” açıklamalarına da yer vermiştir.20 Böylece tecavüzün mağdurun hayat tarzından kaynaklanan bir durum olduğu, (otostop yapmayan, gelinlikle sokaklarda dolaşmayan) “sıradan” kadınların böyle bir durumla karşılaşmayacağı miti yeniden üretilmiştir. Ayrıca, katilin otostopla yolculuk eden bu “yabancı” kadını “Rus ••• 20 Örneğin bakınız Posta, “Yolculuk utançla bitti”, 13. 04. 2008, s. 20. 86 • iletiim : arat›rmalar› sandım. Parayla seks yapmak istedim. Beni reddetti”21; “Rus zannettim. Arabanın kontak anahtarını alıp kaçmaya çalıştı. Kafasını koltuğa bastırdım. Tecavüz ettim”22 açıklamalarına yer verilerek kamuoyunda Rus kadınları fuhuşla ilişkilendiren kalıpyargılar tecavüzün de gerekçesi olarak sunulurken “fuhuş” tecavüz suçunu hafifleten bir neden olarak okurun hafızasında çağırılmıştır. Ayrıca yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi haberde tecavüzün ayrıntılarına yer verilmesi Alat’ın (2006) saptadığı gibi şiddet öyküsüne pornografik boyutun katılmasına yol açmakta; şiddet bir nevi estetize edilmektedir (Köker, 2007). Posta gazetesi de, 24 Nisan tarihli sayısında “Beni kamerayla çekince boğdum” başlığı ile verdiği haberinde katilin ‘Kamyonetime aldığım kadını dilini bilmediğim için fahişe sandım” açıklamasına yer vermiştir. Basının bu tutumu yabancı kadınların habere konu olduğunda haber örgüsünün ve dilinin kurulduğu genel çerçeveyle de paralellik taşımaktadır. Yabancı kadınlarla ilgili haberlerin geneline bakıldığında, turist kadınların bikinili fotoğrafları yayınlanarak çıplak görüntüleriyle tecavüzcünün cinsel arzularını uyandırdıkları ima edilmekte; Türkiye’de bulunan yabancı kadınları kolayca fuhuşla ilişkilendiren ya da Türk garsona âşık olan turist kadınların hikâyeleri ile bu kadınların Türk erkekleri ile birlikte olmak için Türkiye’ye geldikleri fantezisini üreten (Köker ve Doğanay, 2011; İlbuğa ve Sepetçi, 2010) yazılı basın, tecavüzü “haklı” olmasa da “olası” gören bir anlamlandırma çerçevesine katkıda bulunmaktadır. Haberlerde Pippa Bacca, Ortadoğu’daki savaşa dikkat çekmek ve barış mesajı vermek için Milano’dan yola çıkarak gelinlikle çatışma ve savaşın yaşandığı ülkeler üzerinden İsrail’e giden “İtalyan performans sanatçısı” olarak tanımlanmaktadır. Masumiyeti ve barışı simgelemek üzere seçtiği ve seyahati sırasında giydiği beyaz gelinlik nedeniyle Pippa Bacca bu haberlerde “İtalyan gelin” ve “barış gelini” olarak anılmaktadır. Çalışmanın ilk kısmında yer verdiğimiz Benedict’in kadına yönelik şiddet haberlerinin vamp kadın ve bakire kadın olmak üzere iki anlatı düzeyinde dolaşıma girdiğine yönelik saptaması dikkate alındığında, burada Pippa Bacca’nın başına gelenlerin “bakire kadın” anlatısı ••• 21 Özgür Kocaeli, “Ergenekon’u bırak, Pippa davasına bak”, 05. 11. 2008 tarihli haberden. 22Milliyet, “Pippa’nın katili ifade değiştirdi”, 05. 11. 2008, s.5 Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 87 düzeyinde anlamlandırıldığı belirtilebilir. Türkiye’de tecavüze uğrayan turistler ya da Türkiye’de yaşayan yabancı kadınların uğradığı şiddet haberlere konu edildiğinde kullanılan dilden görsel malzemelere kadar vamp kadın anlatısı öne çıkarken, Pippa Bacca olayında karşılaştığımız “bakire kadın” anlatısının kurulmasında, kuvvetli bir görsel imge olan “gelinliğin” önemli payı olduğu düşünülebilir. Ancak, bir Türk erkeği tarafından tecavüz edilerek öldürülen bir kadının bu olayın ardından “İtalyan Gelin” olarak anılmaya devam edilmesi, gelin alma–gelin vermeye yüklenen geleneksel anlamlar da dikkate alındığında manidardır. Diğer yandan, kimi köşe yazılarında,23 bir radyo programında24 ve bir televizyon programında kurbanın gelinlik giyerek tedbirsizlik ettiği ve tecavüzü kışkırttığı yönündeki açıklamalara yer verilmesi, gelinliğe yüklenen masumiyet anlamının ötesinde, cinsel çağrışımların da haber söyleminin parçasını oluşturduğunu akla getirmektedir. Pippa Bacca’nın gelinliğe barış eyleminin bir unsuru haline getirerek yüklediği politik anlam ile gelinliğin cinsel ilişki çağrışımına sahip olduğu ve tecavüzü kışkırtabileceği şeklindeki yorum arasındaki mesafe “kurbanın kışkırtıcılığı” tartışmasında var olan sosyolojik belirsizliğe25 ilişkin uyarıyı da haklı çıkarmaktadır. Örneğin Posta ••• 23 12 Mayıs 2008 tarihli Sabah gazetesinde “Haftanın Sohbeti” köşesinde Ecevit Kılıç, adli tıp profesörü Fatih Yavuz’un açıklamalarına yer vermiş ve “Bırakın gelinlikli İtalyan’ı zihinsel engelli gidemezdi” başlığını atmıştır. 24 21 Nisan 2008 tarihli Milliyet gazetesinde okur temsilcisi Derya Sazak’ın “Kadın odaklı habercilik” başlıklı yazısında belirtildiği üzere Best FM’de Arzu’nun İnleyen Nameleri başlıklı programda sunucu “gelinlikle otostop yapan yabancı bir kadının başına böyle şeyler gelmesinin normal olduğunu” söylemiş, ve “hiç üzülmedim” diye eklemiştir. 25 Brownmiller, kriminolojide kullanılan ve “korkunç bir olay vuku bulduğunu ama kurban başka türlü olsaydı söz konusu suçun işlenmemiş olabileceğini öne süren ‘kurbanın kışkırtması’ kavramının sosyolojik yöntemlerinin çok belirsiz ve çözümlemelerinin gelişigüzel ölçütlere dayandığını belirterek, ABD’de Şiddetin Nedenleri ve Önlenmesi Ulusal Komisyonu’nun ırza saldırı suçlarında “kurbanın kışkırtıcılığı”nın nasıl tanımladığını aktarır: “Kurban cinsel ilişkide bulunmayı kabul edip eyleme girmekten kaçındığında ya da konuşma ve hareketleriyle açıkça cinsel ilişki çağrısında bulunduğunda” (1984: 462). Tanımlamada sözü edilen cinsel ilişki çağrısının nasıl yorumlanabileceğinin saldırganın ya da yargı mensuplarının belirsiz ölçütlerine bırakıldığını görmek mümkündür. 88 • iletiim : arat›rmalar› gazetesi yazarı Hakan Çelik, 22 Nisan tarihli köşesinde bir televizyon kanalındaki programına davet ettiği Prof. Dr. Sevil Atasoy’un yaptığı açıklamaları aktarmaktadır: Tek başına olmanın çok büyük bir risk olduğunun altını çizdi. Prof Atasoy, lekeler içinde bir gelinlikle yolda otostop yapan bir kadının daha önce suç işlemiş ya da bu eyleme yatkın insanlar için dikkat çekici bir hedef haline geldiğini söyledi. Prof. Dr. Sevil Atasoy bu olaydan farklı olarak “Türkiye’ye seks için gelen yalnız kadınların sayısının hiç de az olmadığını ifade etti. ‘Nasıl kimi erkekler Tayland’a bu iş için gidiyorsa Türkiye’ye de aynı amaçla geliniyor. Suç işlemeye eğilimli erkekler bu durumu kötüye kullanıp suça dönüştürebiliyor’ dedi. Bu açıklamalarda mağdur tecavüzü adeta “çağırmakla” suçlanırken yabancı kadınların Türkiye’ye seks için geldiği miti uzman ağzıyla doğrulanmakta, failler ise “daha önce suç işlemiş, suç işlemeye eğilimli, bu eyleme yatkın” erkekler olarak işaretlenerek tecavüzü toplumsal değil, patolojik bir olgu olarak niteleyen ataerkil söylem yeniden üretilmekte; tecavüz neden sonuç ilişkilerine bağlanarak münferitleştirilmektedir. Yukarıdaki alıntıda uzman ağzından aktarılan tecavüzün patolojik bir olgu olduğu savı, haberlerin genelinde failin geçmişine ait ayrıntılarla adeta doğrulanmaya çalışılmaktadır. Genç kadının tecavüzcüsü ve katili, hırsızlıktan sabıkası olan, daha önce kullandığı TIR’la bir arabaya çarpıp bir kişinin ölümüne sebep olmuş, birinci eşinden resmen ayrılmadığı için ikinci eşiyle imam nikâhıyla birlikte yaşayan, içki ve uyuşturucu kullanan, “kendini bilmez”, “çevrede psikopat olarak adlandırılan biri”, “ruh hastası”, “şerefsiz”, “bir deli”26, “cani ruhlu bir yaratık”27, “bir pislik”28, “Gebze canavarı”29 ••• 26 Hürriyet, “Türkiye’de gördüm ki yolculuğu işe yaramış”, 15 04 2008, s. 17 27 Yeni Sakarya, Sakarya, Zeki Aydıntepe, “İki farklı anlayış ve Gebze Cinayeti”15. 04. 2008, s.3 28 15 Nisan tarihli Yeni Gazetem Ege’de, M. Günay Karataş’ın Pippa Bacca başlıklı yazısında katilden “bir pislik”olarak söz edilmektedir. 29 Yeni Sakarya, Sakarya, Zeki Aydıntepe, “İki farklı anlayış ve Gebze Cinayeti”15. 04. 2008, s.3 Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 89 olarak adlandırılarak olayın istisnailiğine dikkat çekilmiştir. Diğer yandan, Pippa Bacca’nın başına gelenleri hunharca, vahşice, haince işlenmiş bir cinayet olarak niteleyen haber kurgusu içinde kurbanın yakınlarının yaptığı açıklamalara sık sık başvurularak Pippa Bacca’nın başına gelenler “korkunç bir alın yazısı”30, “Tanrının takdiri”31, “her yerde olabilecek bir olay”, “dünyanın diğer bölgelerinde de meydana gelebilecek bir kaza”32 olarak adlandırılmaktadır. Örneğin Milliyet gazetesi, 14 Nisan 2008 tarihli sayısında Pippa Bacca’nın nişanlısının ağzından “Korkunç bir alın yazısı. Çok güvenen biriydi. Maalesef yanlış insanla yanlış yerde, yanlış zamanda karşılaştı” açıklamasına yer vermektedir. Pippa Bacca’nın başına gelenlerin münferit bir olay olduğunun bir şekilde ifade bulduğu 44 (%19) haber ve yazı ile karşılaşılmıştır. 22’si ulusal basında olmak üzere toplam 32 (%14) haber ve yazıda ise tecavüze her yerde rastlanabileceği belirtilmektedir. Kültür bakanı Ertuğrul Günay’ın açıklamasına başvurarak tecavüzün “ferdi bir olay” olduğunda ısrar eden yazılı basın bu iddiasını kurbanın yakınları tarafından dile getirildiği belirtilen “her yerde olabilir”, “Türkiye’yi suçlayamayız”, “İtalya’da da sık sık oluyor”33, “Türkleri seviyoruz”34, “Türkler iyi insanlardır kızım sapık kurbanı oldu”35 açıklamaları ile desteklemektedir. 13 Nisan 2008 tarihli Hürriyet birinci sayfasında büyük harflerle “Kötü insanlar her yerde var” başlığına yer vermiştir. Öyle ki, Nihal Karaca, 16 Nisan tarihli Zaman gazetesindeki ••• 30 Posta, “Affet, Seni Koruyamadık”, 14. 04. 2008, s. 15. 31 Hürriyet, “Türkleri seviyoruz”, s. 20.04.2008, s. 23 32 Sabah, “Sabah’ın manşeti İtalyan gazetesinde” “14. 04. 2008, s. 4. Haberde “Corriere della Sera gazetesi de olayın AB’ye girmek için reformlar gerçekleştirmeye çalışan Türkiye için talihsizlik olduğunu vurguladı. Corriere, dünyanın diğer bölgelerinde de meydana gelebilecek kazadan sonra Türk basınının ‘utanç duyuyoruz’ şeklinde ortak tepki verdiğini yazdı” denmektedir. 33 Milliyet, “Tabutunu kardeşleri taşıyacak”, 18 04 2008, s. 15. Haberde Pippa Bacca’nın annesinin ağzından şu açıklamaya yer verilmektedir: “Pippa’ya Türkiye’de olanlar, İtalya’da da sık sık oluyor”… 34 Hürriyet, “Türkleri seviyoruz”, 20. 04. 2008, s. 23 35 Hürriyet, “Türkler iyi insanlardır kızım sapık kurbanı oldu”, 13 04 2008, s. 6 90 • iletiim : arat›rmalar› “Modern kadın ya da potansiyel kurban” başlıklı yazısında “tecavüzü Türkler icat etmedi” diyebilmektedir. Böylece tecavüz, bir yandan failin ruhsal durumuyla ilişkilendirilerek sapkın bir edim olarak tanımlanır ve münferitleştirilirken, öte yandan bir alın yazısı olarak nitelenmekte, “Türklerin” bunda suçu olmadığının altı çizilmekte, tecavüzün gerçek nedenleri olarak erkek egemen hegemonyanın ve ataerkil toplum yapısının kadın bedenine ve cinselliğe yüklediği anlamlar sorgulanmaksızın olağanlaştırılmaktadır. Pippa Bacca haberlerinde basında yer alan diğer tecavüz haberlerinden farklı olarak gerek ulusal gerekse yerel gazetelerin aşırı duygusallaştırılmış bir tepki geliştirdiği söylenebilir. Bu aşırı duygusallaştırılmış tepki, bir yönüyle “AB’ye rezil olacağız”36 ifadelerinin ya da kurbanın ailesinin ağzından aktarılan “Türklerin iyi insanlar olduğu”, “Türkiye’ye sevgi ve sempatilerinin daha da arttığı”37, “Türklerin harika insanlar olduğu”38 “Türklerin misafirperver olduğu”39, kurbanın ailesine çok yardımcı oldukları benzeri açıklamalara yüklenen haber değerinin ardında yatan ve haber başlıklarına açıkça yansıyan “suçluluk duygusu” ile ilişkilidir: ••• 36 Sabah, “Pippa Bizi Affet”, 13. 04. 2008, s. 1. Haberde katilin TV’de Pippa Bacca’nın kayıp olduğu haberini izleyince “Tecavüz edip öldürmüşlerdir. Şerefsizler, bizi AB’ye rezil edecekler” sözleri “AB’ye rezil olacağız” altbaşlığı ile verilmiştir. 37 Sabah, “Gelinliğini sergiye koyacağız”, 13. 04. 2008, s. 2. Haberde Pippa Bacca’nın ablasının “bu olaydan sonra gerek Türk halkının gerekse Türk polisinin gösterdiği yakınlık ve ilgi nedeniyle Türkiye’ye karşı sevgi ve sempatilerinin daha da arttığını söyledi”ği belirtilmektedir. 38Milliyet, “Anne: Türkler iyi, kızımı öldüren sapık”, 13. 04. 2008, s. 21. Haberde Pippa Bacca’nın annesinin ağzından şu açıklamaya yer veriliyordu: “Türkler hakkında hiçbir kötü söz söyleyemem. Onlar harika insanlar. Ama kızımı arabasına alan manyaktı ve kızımı öldürmek istedi.”, 39 İstanbul’da yayın yapan Tünaydın isimli yerel gazetenin 11 Nisan tarihli sayısında “Kayıp Sanatçı Bacca’nın kardeşi Türkiye’de” başlıklı haberde Pippa Bacca’nın kardeşinin Arap ülkelerinin tehlikeli olduğu, Türk halkının ise çok misafirperver olduğu açıklamasına yer verilmiştir. Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 91 Örneğin Milliyet gazetesi, 13 Nisan tarihli sayısında olayı birinci sayfasında İtalyanca “Acımız çok büyük” (SİAMO MOLTO ADDOLORATI) başlığı ile duyururken büyük punto ile “Barış için gelinliğini giyip yollara düşmüştü İtalyan Guiseppina Pasqualino di Marineo. Ama yolu, bizim ülkemizde hepimizi utandıran korkunç bir olayla sona erdi. Sonsuz acı içindeyiz…” açıklamasına yer vermiştir. Sabah gazetesi ise, aynı günkü birinci sayfa haberinde “Pippa Bizi Affet” manşetini atmış ve “O artık bizim kız kardeşimiz” alt başlığını kullanmıştır. “Utanç” bu tür başlıklarda ve haber metinlerinde öne çıkan temadır. Örneğin Posta gazetesi, 13 Nisan’da “Yolculuk utançla bitti” başlığını atmıştır. Bu utanç karşısında teselli ise yine kurbanın yakınları ve İtalyanlar tarafından gelmektedir. Utanç duygusuyla kıvranan Türkleri ya kurbanın ailesi, ya nişanlısı, ya İtalya’nın Türkiye konsolosu ya da Pippa Bacca’nın cenazesinin kaldırıldığı Milano Belediye Başkanı teselli etmektedir. Sabah gazetesinin 20 Nisan tarihli “Pippa yeşillerle sonsuzluğa gitti” başlıklı haberinde şu ifadeler yer almaktadır: Kilise’nin çıkışında Milano Belediye Başkanı’na yaklaşan iki Türk kadın Pippa’nın ölümünden 70 milyon Türk’ün nasıl utanç duyduğunu anlatırken, ‘Milano halkı bizden nefret etmesin’ dediler. Başkan Moratti, ‘Utanmayın dünyanın her yerinde şiddet var’ diye yanıt verdi. Bu suçluluk duygusunun beraberinde ise yine “Türkler iyi insanlardır” argümanına eklenen “biz yapmadık”, “bu ancak bir komplo olabilir” iddialarının eşlik ettiği inkâr söyleminin varlığından söz edebiliriz. Öyle ki, 39 haberde Türklerin aslında iyi insanlar olduğu, 42 haber ve yazıda ise Türkiye’nin itibarının zedelendiği, turizmin zarar gördüğü ifadesi ya da cinayetin Türkiye aleyhine olduğu iması yer bulmaktadır. Zaman gazetesinin 26 Haziran 2009 tarihli “Pippa Bacca cinayetine müebbet hapis cezası verildi” başlıklı haberi, “Barış gelini Pippa Bacca’yı tecavüz ettikten sonra öldürerek Türkiye’nin itibarını zedeleyen sanığa müebbet hapis verildi” cümlesiyle başlamaktadır. Cümle yapısı ve sözcük seçimi, müebbet hapisle cezalandırılan suçun bir kadını tecavüz ederek öldürmek mi yoksa Türkiye’nin itibarını zedelemek mi olduğu konusunda şüphe uyandırmaktadır (!). Hakan Çelik, Posta gazetesindeki 15 Nisan tarihli yazısında “Sadece utanmak yetmez” başlığı altında “İtalyan sanatçı Bacca’nın öldürülmesi Avrupa’da Türkiye’ye zarar ver- 92 • iletiim : arat›rmalar› mek isteyenlerin ekmeğine yağ sürecek” demektedir. Milliyet gazetesi ise 22 Nisan tarihli sayısında “Bacca’nın başına gelenler İtalyanları ürküttü” başlığı ile olayda Türk turizminin gördüğü zarara değinmektedir. Zaman gazetesi de 5 Mayıs tarihli “Pippa Bacca’nın annesinden Türkiye’ye ikinci destek” başlıklı haberinde “Nisan ayında yaşanan olaydan sonra, özellikle turizm çevrelerinde panik oluşurken Bacca’nın annesi Manzoni Türkiye’ye sahip çıkarak olayın herhangi bir ülkede yaşanabileceğine dikkat çekmişti” demektedir. Yerel basın ise Denizli valisinin “Bu iş turizmi baltalamak için planlanmış olabilir” açıklamalarını başlığa taşımıştır. Denizli’de yayın yapan Hizmet gazetesi 14 Nisan tarihli sayısının birinci sayfasında valinin “Amaç Türkiye’ye ve turizme zarar vermek olabilir. Pippa’ya tecavüz edip öldüren kişi Türk halkını temsil edemez, bu adam kullanılmış, bu olay da planlı olabilir.” açıklamasına yer vermiştir. Valinin bu iddiası Denizli adlı gazetede de “Vali’den şok iddia” başlığı ile yer bulmuş, devam sayfasında ise “Turizme balta vurmayın” sözlerine yer verilmiştir. Tecavüzün Türkiye aleyhine bir komplo, Türkiye’nin itibarına, AB ile ilişkilerine ya da turizmine zarar verecek bir eylem olarak nitelenmesi, basının her türlü toplumsal olguyu ve olayı ulusal çıkarla ilişkilendirme refleksinin nereye kadar uzanabileceğini göstermesi açısından özellikle dikkat çekicidir. İnkâr öyle bir noktaya varabilmektedir ki, başlıkların yalnızca %20’sinde (47) metinlerin ise %69’unda (160) “tecavüz”den söz edilmektedir. Çoğu durumda, örneğin Pippa Bacca anısına yapılan etkinlikleri ya da protesto gösterilerini konu edinen haberlerde, özellikle de yerel basının, tecavüzü anmadan cinayetten söz etmekle yetindiği görülmektedir. Adeta, zaman geçtikçe tecavüz unutturulmak istenmekte, Pippa Bacca’nın yolculuğunun Türkiye ayağında “hunharca bir cinayet”e kurban gittiği40 belirtilmekle yetinilmektedir.41 Çoğu zaman ajans haberlerini editoryal süreçten geçirmeden yayınlamakla ••• 40 Zeki Aydıntepe, 15 Nisan tarihli Yeni Sakarya gazetesindeki köşesinde Pippa Bacca’nın hunharca katledildiğini belirtirken tecavüzden söz etmemektedir. 41 Tam burada Brownmiller’in New York’ta tecavüz ve öldürme olaylarının polis kayıtlarına ilişkin incelemesinde vardığı sonucu anmak gerekir. Brownmiller’a göre tecavüz ve öldürmeye ilişkin istatistiksel bilgilere ulaşmadaki temel sorun, yaşanan olayların polis bürosu ve mahkemelerce yalnızca adam öldürme olarak ele alınmasıdır (1984: 252). Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 93 yetinen yerel basın, anma ya da kınama etkinlikleriyle ilgili haberlerinde Pippa Bacca’yı “Kocaeli’nde öldürülen sanatçı”42 olarak anmakta; seyahatinin Türkiye durağında kaybettiğimizi,43 “Kocaeli’nde ölü bulun”duğunu44; “saldırıya uğrayıp öldürüldüğü”nü45 belirtmekte; beş sütuna yaydığı haberinde “Barış için çıktığı yolda hayatını kaybeden sanatçı için sevenleri gözyaşlarını tutamadı”46 derken Bacca’nın hayatını neden kaybettiğine ilişkin herhangi bir bilgiyi aktarmamakta; “ülkemizde katledilmesini kınadı”ğını,47 hatta bir “dil sürçmesiyle” “Türkiye’de ölmesini kınadığını”48 belirterek neredeyse Bacca’yı suçlu ilan etmektedir. İstanbul’da yayın yapan Günboyu gazetesi, 19 Nisan 2008 tarihli sayısında yer alan “İstanbul’da Pippa Bacca anısına sergi düzenlenecek” başlıklı haberinde ressam Bedri Baykam’ın yaptığı açıklamayı aktarırken Pippa Bacca ile ilgili şu ifadelere yer vermiş, ancak tecavüzden bir kez bile söz edilmemiştir: “Kocaeli’nin Gebze ilçesinde ölü bulunan…”, “hunharca saldırı sonucu yaşamını kaybetmesinin…”, “hain bir cinayete kurban gitmiş olması…” Kolaylıkla çoğaltabileceğimiz ve daha az olmakla birlikte ulusal basında da rastladığımız bu örnekler,49 Pippa Bacca ile ilgili haberlerde ••• 42 Son Saat, İstanbul, “Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali Başladı”, 10. 05. 2008; s.5 43 Yeni Gazetem Geme, İzmir, “Barışın gelini Pippa İzmir’de anıldı”, 11. 03. 2009, s.5. 44 24 Saat, Ankara, “CHP’li kadınlar İstanbul Başkonsolosluğu önünde taziye köşesi oluşturdu”,15. 04. 2008, s.7 45 İl Gazetesi, Ankara, “Barışın Gelini pippa Bacca’nın anısına…”, 10. 10. 2008, s.2; Yeni Gazetem Ege, İzmir, “Barış gelini Pippa İzmir’de Anıldı”, 11. 03 .2009, s.5 46 Tünaydın, İstanbul, “Türk halkına çok teşekkür ediyorum”, 17. 04. 2008, s.2 47 Deha 20, Denizli, “Pippa Bacca’nın Katledilmesini Kınıyoruz”, 17. 04. 2008, s. 5 48 Deha 20 gazetesinin yukarıda anılan “Pippa Bacca’nın Katledilmesini Kınıyoruz” başlıklı haberi şöyle başlamaktadır: “Denizli Eğitim Sen Kadın Sekreteri Hürya Göde Pippa Bacca’nın ülkesinde başlattığı Barış Yürüyüşü’nü tamamlayamadan Türkiye’de ölmesini kınayan bir basın açıklaması yaptı.” 49 Hürriyet, “Bacca beyaz tabutla toprağa verilecek”, 15.04.2008, s. 1-17; Hürriyet, “Pippa’nın katili ömür boyu hapis yatacak”, 26.06.2009, s. 1-3; Zaman, “Pedallar Bacca için dönüyor”, 18.04.2008, s. 31; Posta, “Katilin fotoğrafı sergide”, 18.04.2008, sö. 23; Sabah, “İtalyan aileye Türkiye daveti”, 16.04.2008, s. 21 94 • iletiim : arat›rmalar› yukarıda değindiğimiz suçluluk ve utanç duygusu ile eklemlenen inkâr ve unutma stratejilerinin nasıl işlediğini göstermektedir. Yukarıda anılan haberde aktarılan Bedri Baykam’ın açıklaması, bu yazının çıkış noktası olan basının Pippa Bacca olayına neden bu kadar ilgi gösterdiği sorusuna aradığımız yanıtın anahtarı olarak yeniden okunabilir: “Konuksever ve tüm yabancı halklara sevgi ve saygı dolu Türk ulusu, böyle utanç verici bir katliamın topraklarımızda yaşanmış olmasından dolayı büyük bir şaşkınlık, mahcubiyet ve tarif edilemez büyük bir acı içindedir.” Sonuç yerine Ulusal ve yerel basında Pippa Bacca’nın tecavüze uğrayıp öldürülmesi olayına ilişkin haber ve köşe yazıların analizine dayanan bu çalışmanın vardığı sonuçların kadına yönelik şiddet/cinsel şiddet ve tecavüz olaylarının medyada nasıl yer bulduğuna ilişkin yapılan diğer çalışmalarla paralellik taşıdığının altı çizilmelidir. Yukarıda haberlerden örneklerle aktarılmaya çalışıldığı gibi, basın Pippa’nın başına gelenleri tecavüz haberlerinin genelinde görüldüğü gibi bağlamsızlaştıran ve münferitleştiren bir çerçeve içinde aktarmıştır. Barış mesajı vermek için yola çıkan mağdurla, bu nedenle ve gelinliğe yüklenen masumiyet anlamı ölçüsünde kurulan empatiye rağmen, haber kurgusu, başlıklar ve haber metnindeki dil kullanımı ayrıntılı olarak ele alındığında, mağdurun yaşam tarzının, (yanlış) seçimlerinin tecavüzü “çağıran” öğeler olarak işaretlenmesi yoluyla kurbanların kendi davranışlarına sorumluluk yükleyen yaygın tecavüz mitlerinin sürdürüldüğü; failin “sapkınlığını”, dolayısıyla olayın sıradışılığını kanıtlayacak emareler arandığı, ve böylece tecavüzün münferitleştirildiği görülmüştür. Diğer yandan, mağdurun kimliği ve olayın dış basında gördüğü ilgi, savunmacı bir ulusal refleksin de haberlerin diline hâkim olmasına yol açmış görünmektedir. “Mahcubiyet” ve “utanç” ifadeleri içeren bir dil ile olayın Türkiye’de yaşanmasının yaratacağı “itibar zedelenmesi” hafifletilmeye çalışılmış, Bacca’nın yaşadığı şiddet perdelenerek ulusal savunma çabası içine girilmiştir. Tecavüzün kaçınılmazlığı, yaygınlığı Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 95 ve olayın Türklerin suçu olmadığına ilişkin vurgunun yoğunluğunun yanında, gerek başlıklarda gerek metinlerde tecavüzün zikredilmeyerek inkâr edilmesini de bu çabanın bir parçası olarak okumak mümkündür. Kadına yönelik ayrımcılık ve şiddeti Pippa Bacca haberleri ile örneklediğimiz bu çerçeve içinden ele alan basının ataerkil toplumsal yapının kadın bedenine ve cinselliğe yönelik kalıpyargılarını yeniden üretmekten öteye gidemediğini ve bu nedenle de ayrımcılığın ve şiddetin bir parçası haline geldiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Tecavüz ve cinsel şiddetin kurbanların tutumları ve faillerin ruhsal yapıları üzerinden kimi zaman pornografikleştirilerek öykülenmesi, tecavüz konusunda çalışmanın en başında anılan mitlerin dolaşımını kolaylaştırmakta ve derinleştirmektedir. Kadına yönelik her türlü şiddetin yaygınlığının ve yoğunluğunun giderek arttığı istatistiksel olarak tespit edilen Türkiye’de, toplumsal cinsiyete duyarlı bir haber dilinin oluşabilmesi için öncelikle, şiddetin ataerkil yapı ile güçlü bağının görmezden gelinmesi haline son verilmesi gerekmektedir. 96 • iletiim : arat›rmalar› Tablolar Gazeteler Dağılım Oran Hürriyet 29 %12,5 Milliyet 33 %14,2 Posta 28 %12,1 Zaman 15 %6,5 Sabah 17 %7,3 110 %47,4 232 %100 Yerel Basın TOPLAM Tablo 1: Haberlerin gazetelere göre dağılımı Konu Pippa Bacca’nın kayboluşu Ulusal Basın Yerel Basın Toplam 10 3 13 6 3 9 20 10 30 11 6 17 37 18 55 Bacca’nın ailesinin/nişanlısının/ arkadaşlarının açıklamaları 3 3 6 Pippa Bacca anısına düzenlenen yarışma, sergi vb etkinlikler 15 31 46 Tecavüz ve cinayeti protesto gösterileri 5 22 27 Yetkililerin olay hakkındaki açıklamaları 8 12 20 122 110 232 Pippa Bacca’nın cesedinin bulunması Tecavüz ve cinayetin ayrıntıları Cenaze Töreni Katilin Yargılanması Toplam Tablo 2: Ulusal ve yerel basında yer alan Pippa Bacca haberlerinin konularına göre dağılımı. Doğanay ve Kara • Tecavüzün Münferit Bir Olay Olarak Çerçevelenmesi: ... • 97 Kaynakça Alankuş, Sevda. (Der). (2007). Kadın Odaklı Habercilik. İstanbul: IPS İletişim Vakfı Yayınları Alat, Zeynep. (2006). “News Coverage Of Violence Against Women”. Feminist Media Studies. 6(3) 295-314 Benedict, Helen. (1993). Virgin or Vamp, How the Press Covers Sex Crimes. NC: Oxfort University Press. Brownmiller, Susan. (1984). Cinsel Zorbalık, Irza Tecavüz Olgusunun Bir Tarihçesi. İstanbul: Cep Kitapları Çelik, N. Betül (Der). (2000). Televizyon, Kadın ve Şiddet. Ankara: KIV Yayınları Dursun, Çiler. (2012). “Kadına Yönelik Şiddet Karşısında Haber Etiği”. Fe Dergi. 2(1). 19-32 Godenzi, Alberto. (1992). Cinsel Şiddet, Yaşayanların ve Yaşatanların Anlatımıyla. İstanbul: Ayrıntı Yayınları İrvan, Süleyman. (1997). Medya Kültür Siyaset. Ankara: Ark Yayınları Köker, Eser (2000). “Medya Çalışanlarının Cinsel Şiddeti Yorumlama Biçimleri”. (Der) Televizyon, Kadın ve Şiddet (Der. N. B. Çelik). Ankara, KIV Yayınları. 317-352 Köker, Eser (2007). “Kadınların Medyadaki Hak İhlalleriyle Baş Etme Stratejileri”. Kadın Odaklı Habercilik. (Der. S. Alankuş). İstanbul: IPS İletişim Vakfı Yayınları. 117-148 Köker, Eser ve Doğanay, Ülkü (2010). Irkçı Değilim Ama, Yazılı Basında Irkçı Ayrımcı Söylemler. Ankara: İHOP Yayınları Millet, Kate. (1973), Cinsel Politika. İstanbul. Payel Yayınları Özdemir, Omca. (2010), “Tecavüzü Hegemonik Erkeklik Zemininden Kavramak”. Fe Dergi. 2(2). 75-90 Scully, Diana. (1994). Tecavüz: Cinsel Şiddeti Anlamak. İstanbul: Metis Yayınları Smith, Roger. (1997). “İmgeler ve Eşitlik, Kadınlar ve Ulusal Basın”. Medya Kültür Siyaset (Der. S. İrvan). Ankara: Ark Yayınları. 337-360 Uçar İlbuğa, Emine. ve Sepetçi, Tülin (2010). “Representations of Foreign Women in the Turkish Media”. İletişim. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını. (13) Aralık. 29-55. 98 • iletiim : arat›rmalar› 99 Entgrenzungen ohne Limit. Zur Kritik posthegemonialer Subjektivierungspraktiken in Neil Burgers Limitless Sebastian Nestler Abstract Der Artikel befasst sich in kritischer Weise mit den Auswirkungen neoliberaler bzw. posthegemonialer Subjektivierungspraktiken auf das Selbst und diskutiert diese anhand einer ausführlichen Analyse des Films LIMITLESS (2011) von Regisseur Neil Burger. Hierbei wird der Film als eine kritische Methode sozialwissenschaftlicher Analyse genutzt und im Kontext neoliberaler bzw. posthegemonialer Machtbegriffe zur Dekonstruktion bestimmter Subjektivierungsformen eingesetzt, die auf eine totale Vereinnahmung des Selbst durch posthegemoniale Macht abzielen. In dieser Hinsicht wird posthegemoniale Macht “demaskiert”, um anschließend Formen alternativer Subjektivierungen, die sich dieser grenzenlosen Vereinnahmung entziehen und das Selbst als Ort der Kritik verteidigen, am Beispiel des Anti-Ödipus zu diskutieren. Key Words: Anti-Ödipus, Cultural Studies, Filmanalyse, Neoliberalismus, Subjektivierung Unlimiting That Knows No Limit: A Critique of Post-Hegemonic Subjectification Practice in Neil Burger's Limitless. Abstract This article critically addresses the impacts of neo-liberal respectively post-hegemonic forms of subjectification on the self and discusses them with the help of a detailed analysis of the movie LIMITLESS (2011) by director Neil Burger. In the context of neoliberal respectively post-hegemonic notions of power, the movie is being used as a critical method of sociological analysis which can be applied to the de-construction of certain forms of subjectification which aim at the total incorporation of the self through post-hegemonic power. In this regard post-hegemonic power is being “unmasked”. Afterwards alternative forms of subjectification which elude these limitless incorporation and defend the self as a site of critique will be discussed using the example of the Anti-Oedipus. Key Words: Anti-Oedipus, Cultural Studies, Film Analysis, Neo-liberalism, Subjectification iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 99-??? 100 • iletiim : arat›rmalar› Entgrenzungen ohne Limit. Zur Kritik posthegemonialer Subjektivierungspraktiken in Neil Burgers Limitless Zur Einleitung Pharmazie als neoliberale Subjektivierungspraxis und Film als machtkritische Methode Jede Zeit stellt nicht nur spezifische Anforderungen an uns, sondern hält auch Hilfsmittel bereit, die die Bewältigung dieser Anforderungen effizienter gestalten sollen. Solche Hilfen beschränken sich nicht nur auf “simplifizierende” Ratgeberliteratur (vgl. Küstenmacher/Seiwert, 2001), sondern stehen auch in Form von Pharmazeutika zur Verfügung, solange deren Nutzen ihre gesundheitlichen Kosten überwiegt. Den spanischen Konquistadoren wäre die Cocapflanze wohl suspekt geblieben, hätten sie nicht bemerkt, ‘dass die Indianer die schwere ihnen auferlegte Arbeit in den Bergwerken nicht leisten könnten, wenn man ihnen den Cocagenuss entziehe.’ (Freud, 1884: 290) Im Jahr 1749 erstmalig nach Europa gebracht, wo im Jahr 1859 aus den Cocablättern Kokain synthetisiert wurde, herrscht noch bis in das ausgehende 19. Jahrhundert hinein in der Medizin allgemein die Meinung, ‘dass mäßiger Cocagenuss eher der Gesundheit förderlich als schädlich ist.’ (ebd.: 293) Diese Einschätzung mag darin begründet liegen, dass das Kokain zu einer vermeintlichen Zunahme der Konzentrations- und Leistungsfähigkeit führt, ohne aber merkbar zu berauschen: ‘Man fühlt eine Zunahme der Selbstbeherrschung, fühlt sich lebenskräftiger und arbeitsfähiger; […] Man ist eben einfach normal und hat bald Mühe, sich zu glauben, dass man unter irgend welcher Einwirkung steht.’ (ebd.: 301) Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 101 Kokain scheint bei Sigmund Freud so positiv bewertet zu sein, weil er es im Sinne Michel Foucaults als “produktive Macht” (vgl. Foucault, 1977: 249 f.) erkennt. Es “produziert” ein Individuum mit gesteigerten ökonomisch verwertbaren Vitalfunktionen, ohne einen hinsichtlich der Leistungs- und Konzentrationsfähigkeit unproduktiven Rauschzustand hervorzurufen. Im Sinne einer gouvernementalen Macht, einer Macht, die als eine politische Ökonomie immer zweckbestimmt ausgeübt wird, und die, indem sie sich auf die Bevölkerung richtet, diese als fundamentales Relais der Machtausübung instrumentalisiert (vgl. Foucault, 2000), wirkt Kokain normalisierend. So steigert die Wirkweise des Kokains die Effekte einer Macht, die ‘vor allem aufrichtet, […] um dann allerdings um so mehr entziehen und entnehmen zu können’ (Foucault, 1977: 220). Nach diesem Prinzip organisiert sich auch die “Bio-Macht” (vgl. Foucault, 1983: 161-190), die diejenigen Hindernisse sowohl physischer als auch psychischer Art überwindet, die eine/-n von der vollen Entfaltung des eigenen Leistungspotentials und dessen Integration in die volkswirtschaftliche Produktion abhalten.1 Unter diesem Aspekt lässt sich sagen, dass Kokain “leben macht” (vgl. Foucault, 1983: 165), indem es keine Limitierungen der ausbeutbaren Produktivität akzeptiert. Dementsprechend stellt Freud (1884: 301) fest: ‘Langanhaltende, intensive geistige oder Muskelarbeit wird ••• 1 In einem anderen Fall sieht Sigmund Freud bezüglich der Alkoholentwöhnung durch Kokain im Kokain ein “Sparmittel” von unschätzbarer nationalökonomischer Bedeutung (vgl. Freud 1884: 313). 102 • iletiim : arat›rmalar› ohne Ermüdung verrichtet, Nahrungs- und Schlafbedürfnis, die sonst zu bestimmten Tageszeiten gebieterisch aufgetreten, sind wie weggewischt.’2 Er attestiert dem Kokain eine ‘allgemein stählende Wirkung’ (ebd.: 312), die sich bestens mit dem Geist der Moderne verträgt, der es sich zum Ziel gesetzt hat, die “widrige Natur” zu überwinden und eine symbiotische Beziehung von Mensch und Technik triumphieren zu lassen. Dass sich, entgegen der damaligen positiven, gegenwärtig aber unhaltbaren wissenschaftlichen Bewertung des Kokains, dieses als Stimulans im Alltag dennoch nicht durchsetzen konnte, führt Freud auf den hohen Preis der Präparate zurück, der noch einmal dadurch gesteigert wird, dass es sich empfiehlt, kleine Dosen Kokains so einzunehmen, dass sie nahtlos aneinander knüpfen (vgl. ebd.: 304 f.), was in der Praxis einen extrem hohen Kokainverbrauch bedeutet. Kurz gesagt, rechnet sich Kokain nicht in einer Zeit, die alles nach dem ökonomischen Nutzen bewertet. Die Wirkung des Kokains ist durchaus kompatibel mit der Ideologie der Moderne, sein Preis ist es nicht. Dabei passt diese Droge auch zur gegenwärtig vorherrschenden neoliberalen Ideologie mit ihrem neo-sozialdarwinistischen Menschenbild. Denn dort, wo jede/-r Einzelne ihres/seines Glückes Schmied_in ist und nur die überleben, die sich am erfolgreichsten zu einem unternehmerischen Selbst subjektivieren (lassen) (vgl. Kastner, 2007: 3 f.), ist die “allgemein stählende” Wirkung des Kokains sicherlich von Vorteil. Der alle Lebensbereiche betreffende Zwang zur Leistungsoptimierung und Ökonomisierung sowie sein positives Verhältnis zu leistungssteigernden Substanzen ist bei weitem kein Phänomen, dass sich auf die Vergangenheit beschränken ließe. Vielmehr hat sich dieser Imperativ gegenwärtig zu einem zentralen Teil unseres Alltags entwickelt. Mittlerweile ist die Verbindung von Ideologie und Pharmazie so selbstverständlich, dass sie kaum noch auffällt. Hierfür beispielhaft ist die populäre Diagnose der Aufmerksamkeitsdefizit-/Hyperaktivitäts- ••• 2 Dies trifft auf die mäßige Dosierung von Kokain zu. Bei großen Dosen kommt es zu einer unproduktiven Überlagerung der “gesteigerten Normalität” durch Rauschzustände (vgl. Freud 1884: 303 f.). Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 103 störung (ADHS), deren weit verbreitete Behandlung in der Medikation mit dem in Deutschland unter das Betäubungsmittelgesetz fallenden Präparat Methylphenidat (Ritalin) besteht, das “nicht passende” Kinder “passend” macht. Dies wiederum wirft große Profite für die Pharmaindustrie ab, die eine Forschung finanzieren, welche eine kulturelle Perspektive auf ADHS nicht berücksichtigt. Daraus resultiert ein simplifizierender und dekontextualisierender Blick, der die Macht einer Ideologie ignoriert, die das Soziale zunehmend ökonomisiert, indem sie Individualität, Wettbewerbsfähigkeit und Unabhängigkeit propagiert (vgl. Timimi/Taylor, 2004). Überraschend ist das nicht, denn Tabletten sind, verglichen mit der Vermittlung sozialer und pädagogischer Kompetenzen, der profitablere Markt. Damit wird eine Perspektive eingenommen, die sich der Untersuchung der Zusammenhänge zwischen vermeintlich abweichendem Verhalten und dessen gesellschaftlichen Bedingungen verweigert, und stattdessen die Verantwortung für ein bestimmtes Verhalten allein beim Individuum sucht, obwohl man nicht ernsthaft glauben kann, ‘das schizophrene Objekt ohne Bezug zum Produktionsprozeß beschreiben zu können’ (Deleuze/Guattari, 1977: 12). Wie das Beispiel der Pharmazie zeigt, empfinden wir, indem wir durch eine bestimmte Subjektivierungspraxis normalisiert werden, die uns normalisierende Macht als “normal”. So lässt sich aus Freuds Artikel kaum ein Bewusstsein für die Problematik des Kokains herauslesen, es sei denn mit Blick auf dessen übermäßigen Gebrauch, und die kritische Reflexion über die Behandlung von ADHS mittels Ritalin ist gegenwärtig noch weit davon entfernt, ein Allgemeinplatz zu sein. Die Effekte einer Normalisierungsmacht sind so alltäglich, so selbstverständlich und damit so unsichtbar, dass man ohne spezielle Methoden kaum zu deren kritischen Reflexion in der Lage ist. Da in Mediengesellschaften die Macht auf ihre mediale Repräsentation angewiesen ist bzw. einen Großteil ihrer Effekte überhaupt erst durch mediale Repräsentation heranbilden kann, wird es interessant, normalisierende Medien entgegen ihres eigentlichen Zwecks, nämlich der Regierung (vgl. Holert, 2008), als Instrument der Kritik zu gebrauchen. Mit Douglas Kellner (2005) gesprochen, sind die kulturellen Produkte der 104 • iletiim : arat›rmalar› Medienkultur “mächtige Regentinnen”, bei denen es sich keineswegs um “unschuldige Unterhaltung” handelt, ‘sondern um durch und durch ideologische Artefakte, angefüllt mit politischer Rhetorik, Auseinandersetzungen, Ansichten und Politiken’ (ebd.: 12). Damit lässt sich Unterhaltung immer auch machtkritisch lesen und einsetzen, um die Effekte der Macht bloßzulegen und möglicherweise zu verändern (vgl. Kellner, 2005, 2010; Nestler, 2011). Dies erfordert oft ein Lesen “zwischen den Zeilen” oder “gegen den Strich”, denn nur selten liefert die Medienkultur von sich aus so explizite Kulturkritik wie diese: ‘Religion and chemicals are the key to the future.’ (Biafra, 1989) Auch wenn Unterhaltung immer politisch ist, sind ihre Ideologien meist viel impliziter und es liegt an uns, sie in Medientexten zu entdecken und Medien als (medien-)kulturkritisches Werkzeug zu nutzen. Ein hohes kritisches Potential liegt in der audio-visuellen Überzeugungskraft des Films, der als Anlass für Bedeutungen und Vergnügen ein zentraler Teil der Kultur ist (vgl. Winter, 1992: 23). So sehr Filme uns für ihre Sache vereinnahmen können, so sehr lassen sie sich auch als Instrument der Kritik nutzen. Daher lassen sich Filme gegen den Strich gelesen im Sinne Kellners als Methode der Medienkulturforschung nutzen (vgl. Nestler, 2008). Denn für gegenwärtige Medienkulturen, die stark visuell geprägt sind, lässt sich das beobachten, was Walter Benjamin (1983: 596) mit den Worten ‘Geschichte zerfällt in Bilder, nicht in Geschichten’ beschreibt: nämlich den Übergang von einem rational argumentierenden Textraum in einen “Bildraum”, dessen “Argumentationsstrategie” die affektive Beeinflussung ist (vgl. Holert, 2008). Da sich der Film dieser Argumentationsstrategie in ganz besonderem Maße bedient, lässt er sich umgekehrt auch als eine Art “Diskursseismograph” nutzen, der uns wertvolle Einsichten in gesellschaftliche Zusammenhänge erlaubt, die anderen Methoden verschlossen bleiben (vgl. Denzin, 1995, 2000). Filme können ‘Einsichten in das geben, was tatsächlich in einer bestimmten Gesellschaft zu einem gegebenen Zeitpunkt vor sich geht.’ (Kellner, 2005: 37). less In diesem Zusammenhang erlaubt ein close reading des Films Limit(Neil Burger, USA 2011) kritische Einsichten in die Bedeutung der Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 105 Pharmazie für die Ideologie eines gouvernementalen Selbstunternehmer_innentums im Sinne Ulrich Bröcklings (2007). Limitless stellt das Verhältnis von leistungssteigernder Pharmazie und neoliberaler Macht als so eng miteinander verwoben dar, dass beides eins zu werden scheint. Im Sinne (neo-) vitalistischer posthegemonialer Machtkonzepte (vgl. Lash, 2011) stellt Limitless dar, wie mit einer Tablette auch die Macht “geschluckt” wird, so dass die Macht nicht mehr von außen auf das Individuum einwirkt, sondern es von innen heraus erschafft. Dadurch wird Individualität auf die Subjektposition des unternehmerischen Selbst beschränkt, was deshalb gelingt, weil gleichzeitig Machtkritik unmöglich zu werden scheint. Denn hier ist Macht kaum noch als solche identifizierbar, eben weil sie von innen heraus regiert und man Gefahr läuft, die Macht und das Selbst, das Ort der Kritik ist, zu verwechseln bzw. beides für ein und dasselbe zu halten. Anders gesehen, ist eine erkennbare Grenze von Macht und Selbst in diesem Kontext eine zentrale Voraussetzung für Kritik. Stattdessen findet hier deren radikale Entgrenzung statt. Wie konnte es soweit kommen? Erster Versuch einer Antwort: Der Film Die Lage, in der sich Edward “Eddie” Morra zu Beginn des Films befindet, scheint so ausweglos, dass ihm selbst sein nicht näher bezifferter, aber immerhin vierstelliger IQ nicht aus der Klemme zu helfen vermag. So steht Eddie kurz davor, sich von der Terrasse seines Luxusappartements hoch oben über den Dächern von New York City in die Tiefe zu stürzen, während sich drei Mafiosi3 gewaltsam Zugang zu seiner Wohnung verschaffen. Doch bevor wir erfahren, wie es Eddie aus der Klemme schafft4, nimmt uns Limitless mit auf eine ausgedehnte Rückblende auf Eddies Leben. Bereits der Vorspann lässt erahnen, ••• 3 Es handelt sich hier um russische Mafiosi, was bei weitem nicht das einzige Klischee ist, dessen sich der Film bedient. Inwiefern damit im Sinne Stuart Halls (2004) Rassismus und ethnische Stereotype (re-)produziert werden, muss auf Grund der Themensetzung hier leider unberücksichtigt bleiben. 4 Ob es Eddie aus der Klemme schafft, ist bei diesem in der Mainstreamunterhaltung angesiedelten Film nicht die Frage. 106 • iletiim : arat›rmalar› worum es in den folgenden rund 100 Minuten gehen könnte: Eine Kamerafahrt im Zeitraffer durch die Straßen von Manhattan führt nahtlos hinein in einen Kopf, in ein Gehirn, in dessen Zellen und wieder zurück in Stadt, wobei die Silhouette der Aufsicht auf das Gehirn beim Hinausfahren der Kamera den Grundrissen von New York City so sehr ähnelt, dass wiederum eine nahtlose Überblende auf die Stadt möglich ist. Diese Eingangssequenz verbindet eindrucksvoll das Außen der Stadt mit dem Innen des menschlichen Körpers und umgekehrt. Damit wird gleich zu Anfang ein wichtiges Motiv des Films vorgestellt, das uns hier noch näher beschäftigen soll. Noch eine Rückblende in eine nicht näher bestimmte, aber auch nicht allzu lange zurückliegende Zeit: Eddie, ein erfolgloser, an einer Schreibblockade leidender Schriftsteller hat den Anschluss verpasst. Kurz nachdem seine wesentlich erfolgreichere (Ex-)Freundin Lindy Eddie das Ende ihrer Beziehung verkündet hat, trifft Eddie auf seinen Ex-Schwager Vernon, den Bruder von Eddies früherer Frau Melissa. Früher ein gewöhnlicher Dealer auf der Straße, ist Vernon nun in ein anderes Fach gewechselt und arbeitet angeblich als Berater für einen Pharmahersteller. Deshalb kann er Eddie prompt Hilfe für sein Problem anbieten: Ein ‘exklusives Produkt, das kurz vor der Markteinführung steht, klinisch geprüft und zugelassen’ (Limitless). Zunächst nur wenig überzeugt, probiert Eddie angesichts der Verfahrenheit seiner Lage die ominöse farblose Tablette, die auf neuronaler Ebene vollständigen Zugriff auf das gesamte Potential des Gehirns ermöglichen soll. Als die Substanz, ein Neuroenhancer namens NZT-48, zu wirken beginnt, verschwindet der bisher im Film vorherrschende kalte Grauschleier, der wie Nebel auf den Bildern liegt, und weicht einem warmen goldenen Licht. Eddie tritt bildlich aus sich heraus, er wird mehrere Personen und verfügt über deren Leistungsfähigkeit. In einem fast schon biblischen Ton beschreibt Eddie die Wirkung: ‘Ich war blind, doch jetzt kann ich sehen.’ (Limitless) Dabei fokussiert die Kamera auf scheinbar nebensächliche Details im Bild, die für Eddie aber zentrale Bedeutung erlangen. NZT-48 ermöglicht den Zugang zu im Gehirn vorhandenen Ressourcen, auf die bislang nicht zugegriffen Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 107 werden konnte. Es verschafft Klarheit, Struktur und damit Leistungsfähigkeit, aber erzeugt keinen Rausch, weshalb es dem Kokain sehr ähnlich ist. Alles ist geordnet und verfügbar. Wenn also im Gedächtnis alle Informationen vorhanden sind, ist die ordnende Struktur, die den Zugang zu diesen Informationen ermöglicht, von wesentlicher Bedeutung (vgl. Esposito, 2002: 287-368). Die Wirkung von NZT-48 harmoniert damit bestens mit den herrschenden Diskursen über die alle Lebensbereiche bestimmende Ökonomie. So erhält Eddie im Lauf des Films den vollen Zugang zu seinem persönlichen Potential und damit auch zu gesellschaftlichen Potentialen, zu privilegierten Subjektpositionen also, die die Gesellschaft für diejenigen bereithält, die ihr Spiel spielen. Daher sind es vor allem Struktur und Klarheit, die Eddie an NZT-48 faszinieren: Was war das für eine Droge? Ich konnte nicht schlampig bleiben, hatte seit sechs Stunden nicht geraucht, nichts gegessen. Asketisch und ordentlich? Was war das? Eine Droge für Korinthenkacker? Ich war nicht high, nicht aufgedreht, nur klar. Ich wusste, was ich tun musste und wie ich es tun musste. (Limitless) In diesem Zustand gesteigerter Klarheit bringt Eddie auch die ersten Seiten seines Buchs zu Papier, die seine Verlegerin begeistern. Doch als die Wirkung der Tablette nachlässt, vergehen auch Struktur und Klarheit. Eddie empfindet sich wieder als der “Alte”, der er sonst ist. Noch hat Eddie eine sichere Vorstellung davon, wer er selbst ist und was NZT-48 aus ihm macht. Doch um den Preis von Struktur und Klarheit soll diese Sicherheit allmählich unstrukturierter und unklarer werden. Denn bereits nach der erstmaligen Einnahme beschließt Eddie, NZT-48 von nun an immer zu nehmen und sucht deshalb Vernon auf, der Eddie jetzt erzählt, dass die Substanz doch nicht ganz so legal ist, wie er zunächst behauptet hat. Aber das hält Eddie nicht davon ab, NZT-48 weiter zu konsumieren, denn schließlich produziert sie einen ‘verbesserten Eddie’ (Limitless). So befindet sich Eddie von nun an unter Dauereinwirkung von NZT-48: ‘Eine Tablette täglich und ich war ohne Limit.’ (ebd.) Um den inneren Veränderungen auch äußerlich zu 108 • iletiim : arat›rmalar› entsprechen, lässt sich Eddie die Haare schneiden und kauft sich einen Anzug. Sein Buch stellt er innerhalb von vier Tagen fertig, er lernt in drei Tagen Klavier spielen, erkennt beim Pokerspiel den Nutzen von Mathematik, wenn er Sprachen nur nebenbei hört, beherrscht er sie bald fließend und seine körperliche Verfassung verbessert sich ebenfalls deutlich. Kurz, er “sprüht vor Leben” und wird im Laufe des Films aus diesem Leben eine Sache machen, die er nach ihrem ökonomischen Nutzen beurteilt und optimiert. Plötzlich weiß Eddie alles über alles, ist viel risikobereiter und findet erfolgreiche Geschäftsleute als neue Freunde und Freundinnen, da er ganz in den Anrufungen des unternehmerischen Selbst aufgeht. Schließlich fühlt sich Eddie von seinem Schriftstellerdasein nicht mehr erfüllt, weshalb er ins Börsengeschäft einsteigt, wo er mit Hilfe von NZT-48 satte Gewinne macht, obwohl die Börse am Boden liegt. Eddie beweist sich, dass “jeder seines Glückes Schmied” ist, unabhängig von den Sozialstrukturen. Von der ersten Welle seines neuen Erfolgs getragen, erhöht Eddie die tägliche Dosis NZT-48, was seinen Lernprozess zu verkürzen scheint. In der Geschäftswelt ist Eddie nun der Aufsteiger und so dauert es nicht lange, bis Eddies Geschäftspartner ein Treffen mit New Yorks wichtigstem Finanzmagnaten Carl Van Loon arrangiert, um Eddies Karriere noch weiter zu treiben. Denn in dieser Welt gibt es eben kein Limit. Eddies Erfolg macht ihn auch erneut für Lindy attraktiv, die nun wieder mit ihm zusammenkommt. Anscheinend herrscht die perfekte Work-Life-Balance, wäre da nur nicht diese obskure Gestalt, die Eddie verfolgt. Aber auch andere Geschehnisse lassen vermuten, dass Eddie nicht ewig auf diesem hohen Leistungsniveau funktionieren wird. Erste Anzeichen dafür, dass er NZT-48 nicht mehr unter Kontrolle hat und die Droge nun anfängt, gegen ihn, den “eigentlichen” Eddie zu wirken, stellen sich ein. Zunächst ist Eddie jedoch noch in der Lage, diese Anzeichen zu ignorieren und erklärt, von neuen Projekten auf dem Finanzmarkt beflügelt, sein altes Leben für beendet. Den “alten” Eddie, der an den Anrufungen des unternehmerischen Selbst scheiterte, gibt es nicht mehr. Der “neue” Eddie ist so dynamisch, dass er die westliche Welt Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 109 wachrütteln und etwas bewegen will – aber wer ist dieser neue Eddie und ist der alte nun gänzlich überwunden? Die ersten Nebenwirkungen von NZT-48 lassen an Eddies simpler Sichtweise seiner Persönlichkeit zweifeln. Denn durch die ständige Überdosierung schiebt sich nun ein starker, unkontrollierbarer Rausch vor die Klarheit – der fremdgeführte Eddie, der sich selbst nicht mehr lenken kann. Zu allem Überfluss gehen ihm auch noch die Tabletten aus, wodurch er keinen Zugriff mehr auf sein Wissen hat. Auch körperlich befindet sich Eddie in einem dramatischen Zustand. Der Mangel an NZT-48 ist existenzbedrohend. Für eine Weile versinken die Bilder des Films wieder in dem nebligen Grau, das zu Beginn dominierte. In diesem von der Droge fremdgesteuerten Eddie sieht Lindy nicht mehr den Eddie, den sie einst kannte, doch Eddie beteuert, immer noch derselbe zu sein. Aber welchen Eddie meint er? Nach dieser Krise ändert Eddie seinen Umgang mit NZT-48. Er nimmt eine konstante, aber mäßige Dosis, achtet auf ausreichende Ernährung und trinkt keinen Alkohol mehr – fast könnte man meinen, Eddie habe Freud gelesen und dessen Ratschläge beherzigt. Eddie scheint die Droge wieder kontrollieren zu können, ist allerdings nach wie vor auf einen nicht versiegenden Nachschub angewiesen. Ein Großteil seines Handelns, das dem eines Junkies nicht unähnlich ist, richtet sich auf die Sicherstellung eines ausreichenden Vorrats an NZT48. Nur solange seine Leistungen stimmen, behält er seine (Subjekt-) Position. Wenn Eddie NZT-48 und damit den geforderten Erfolg hat, empfindet er sich als autonomes Selbst. In Krisensituationen wird jedoch sichtbar, wer eigentlich wen führt. Sieht so eine gelungene Selbstverwirklichung aus? Ende der Rückblende: Eddie hat jetzt die finale lebensbedrohliche Krise zu meistern, denn draußen vor seiner Tür steht der Mafioso Gennady mit zwei Komplizen. Einst hatte sich Eddie von Gennady das Startkapital für seinen Einstieg in die Geschäftswelt geliehen. Diese Schulden sind zwar bezahlt, doch hat Gennady durch Eddie auch NZT-48 kennen und schätzen gelernt. Wie Eddie muss Gennady dafür sorgen, dass ihm der Nachschub nicht ausgeht – und den will er sich 110 • iletiim : arat›rmalar› nun bei Eddie besorgen. Gennadys Umgang mit der Droge unterscheidet sich jedoch von Eddies. Während Eddie die Tabletten schluckt und sie so kaum wahrnehmbar in seinen Organismus übergehen, injiziert sich Gennady die in Wasser aufgelösten Tabletten, um deren Wirkung zu steigern. Gennady spürt damit im Gegensatz zu Eddie, wie “die Macht” in ihn eindringt. An Gennadys Konsumverhalten, das dem eines Heroinabhängigen gleicht, wird auch offensichtlich, dass NZT-48 kein befreiender enhancer, sondern ein limiter ist: Eine Droge, die über ihre Abhängigen herrscht und sie Dinge tun lässt, die sie ohne den Einfluss der Droge wohl nicht täten. So weiß Eddie, dass ihm nur NZT48 sagen kann, wie er seiner misslichen Lage entkommt. Der letzte Rest NZT-48 befindet sich aber gerade im Blutkreislauf des – mittlerweile erstochenen – Gennady. Die Logik der Droge ist eindeutig: Sie kennt keine Limits, weder mentale noch körperliche, und zwingt Eddie wie ein Vampir, der hier auch als Allegorie auf den Kapitalismus gelesen werden kann, Gennadys Blut zu trinken. Ein Zeitsprung in die Zukunft: Ein Jahr später. Ein noch “smarterer” Edward Morra kandidiert für den Senat. Als möglicher Senator wird Eddie wieder interessant für Van Loon, Eddies ehemaligen Chef im Finanzsektor. Denn die Politik kann einiges für das Geschäft tun – und wenn sie das nicht möchte, kann Van Loon jederzeit Eddies Nachschub an NZT-48 versiegen lassen. Eine simple Geschäftsbeziehung also: Van Loon verschafft Eddie “Seelenfrieden” und erwartet dafür “kleine Ratschläge” – oder aber Eddie droht der sichere Tod durch den Entzug. Van Loon pokert hoch und rechnet nicht mit Eddies As im Ärmel. Denn Eddie hat NZT-48 so optimiert, dass seine Wirkung dauerhaft erhalten bleibt, weshalb er es mittlerweile absetzen konnte. Eddie behauptet, nun clean und trotzdem ohne Limit leistungsfähig zu sein. Als Senatorkandidat Edward Morra ist Eddie – wieder einmal – ein neuer Mensch. Wer allerdings der “eigentliche” Eddie ist, weiß niemand, am wenigsten vielleicht Eddie selbst. Aber das muss nicht von Nachteil sein. Möglicherweise ist es vorteilhaft, wenn das unternehmerische Selbst keine Vorstellung davon hat, wie es sein könnte, “ganz sein Eigen” (vgl. Foucault, 2007a: 127) und damit kritikfähig zu sein. Denn ganz sein Eigen zu sein, ist das Resultat der Sorge um sich, Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 111 die Foucault als soziale Praxis begreift, einen Ort der Kritik in Form alternativer Subjektpositionen zu schaffen, die sich der reinen Ökonomie und Nützlichkeit entziehen (vgl. Nestler, 2011: 84-87). Diese Subjektpositionen zu finden ist die Aufgabe der Kritik. Zweiter Versuch einer Antwort: Die Theorie Ein durchgängiges Thema in Limitless sind die Schwierigkeiten, zwischen Eddies Selbst und dem Einfluss des Neuroenhancers NZT48 zu unterscheiden. Wer ist der “neue”, “verbesserte” Eddie? Ist er der “alte” Eddie, der jetzt nur “richtig” funktioniert? Wurde der “alte” Eddie durch den “neuen” ersetzt? Gibt es überhaupt einen “neuen” Eddie? Schließlich war das Potential bereits früher da, Eddie fehlte nur der Zugriff. Insofern wäre der “neue” der “alte” Eddie, nur eben “verbessert”. Ist Eddie noch Eddie oder ist das NZT-48? Der Film, und das gehört zu seinen Qualitäten, lässt diese Frage offen, auch wenn Eddie nun – angeblich – clean ist. Letztlich ist sie nicht zu klären. Was Limitless aber sehr deutlich an der Metaphorik der farblosen Tabletten, die Eddie schluckt, zeigt, ist wie sich eine bestimmte Macht, eine bestimmte Leistungsideologie so tief in das Individuum Eddie einschreibt, dass Individuum und Macht nicht mehr zu trennen sind. Macht wirkt nicht mehr von außen auf das Individuum ein. Sie wirkt von innen heraus, so dass das Individuum sich selbst aus scheinbar freien Stücken der Macht entsprechend führt bzw. regiert. Die zunehmende Verinnerlichung und Entmaterialisierung von Macht beschreibt bereits Foucault (1977) am Beispiel der Disziplinarmacht des Panopticons, die mittels Beobachtung bestimmte körperliche Verhaltensweisen normalisiert und so bestimmte Individualtypen hervorbringt. Dabei wird durch das Panopticon Macht erstmalig ‘automatisiert und entindividualisiert’ (ebd.: 259). Wenn Macht nicht mehr an einer beobachtenden Person festzumachen ist, da der/die Gefangene von der ständigen Überwachung ausgehen muss, weil er/ sie den/die Überwacher/-in nicht sehen kann, wird die Macht durch diese Entindividualisierung auch universalisiert. Weil ich also davon ausgehen muss, ständig überwacht zu werden, werde ich machtkon- 112 • iletiim : arat›rmalar› forme Verhaltensmuster internalisieren und irgendwann als meine eigenen wahrnehmen. Gilles Deleuze (1993) beschreibt mit dem Begriff der “Kontrollgesellschaften”, wie sich dieses Prinzip noch weiter perfektioniert und sich hieraus einige wichtige qualitative Unterschiede zur Disziplinarmacht ergeben. Die Kontrollgesellschaften vollziehen also keinen radikalen Bruch mit der Disziplinarmacht. Sie erfinden nicht vollständig neue Instrumente der Überwachung und Normalisierung, vielmehr machen sie die relativ harten Formen der Disziplinarmacht – den hierarchischen Blick, die normierende Sanktion und das Verfahren der Prüfung (vgl. Foucault, 1977: 220) – geschmeidiger. Während die Instrumente der Disziplinarmacht mit “Gussformen” vergleichbar sind, ähneln die Machtinstrumente der Kontrollgesellschaften eher “Modulationen”, die ‘einer sich selbst verformenden Gußform, die sich von einem Moment zum anderen verändert’ (Deleuze, 1993: 256) entsprechen. Macht wird hier nicht mehr durch einen “festen Körper” – dies mag ein/-e Vorgesetze/-r sein, ein/e Lehrer/-in, eine Institution wie die Schule, die Kaserne, das Gefängnis, die Fabrik etc. –, sondern durch eine “gasförmige Seele” ausgeübt (vgl. ebd.). Die Wirkung von NZT-48 im Film lässt sich als eine solche “gasförmige Seele” verstehen. Diese Substanz wirkt, indem sie ihren eigenen Körper, die Tablettenform, aufgibt, sich mit dem individuellen Blutkreislauf verbindet und sich auf neuronaler Ebene in das Gehirn “einschreibt”, wodurch sie dessen Funktionsweise verändert. Wo sitzt nun also die Macht? Innen, außen? In den Kontrollgesellschaften verkompliziert sich durch das Unvermögen einer eindeutigen Lokalisierung der Macht die Kritik an der Macht. Ihr Ort ist aufgrund ihrer diffusen Verstreuung kaum noch identifizierbar. Beruht Foucaults Hoffnung auf Kritik in seinen späten Schriften zur Lebenskunst noch auf der Möglichkeit eines “QuasiSubjekts”, ‘das souverän in uns herrscht’ (Foucault, 2007a: 133), das sich gemäß der Praktiken einer Sorge um sich führt, statt ein von Normalisierungs- und Optimierungsdiskursen fremdgeführtes und von sich entfremdetes Subjekt zu werden, wird es in den Kontrollgesell- Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 113 schaften immer unwahrscheinlicher, diese Subjektposition einnehmen zu können, da die kontrollgesellschaftlichen Modulationen auch die Grenze zwischen Innen und Außen, zwischen Selbst- und Fremdführung betreffen. Diesen Wandel greift Scott Lash (2011) in seinen Ausführungen zum Begriff der “posthegemonialen” Macht auf, die er von einer hegemonialen Macht absetzt. Hegemonie, die entlang einer Logik der Reproduktion von Bestehendem organisiert ist, übt Herrschaft durch Konsens, Ideologie oder Diskurs aus, wie es auch auf die Disziplinarmacht zutrifft. Die extensive Politik der Hegemonie wird nach Lash zunehmend von einer posthegemonialen Macht abgelöst, die gemäß einer Logik der Erfindung von Neuem operiert und eine Politik der Intensität betreibt. Hierdurch setzt eine Verschiebung der Funktionsweise von Macht ein. Es lässt sich ein Übergang von einem epistemologischen zu einem ontologischen Regime der Macht beobachten. Während hegemoniale Macht bedeutet, Macht über jemanden bzw. etwas mittels symbolischer Vermittlung auszuüben, bedeutet posthegemoniale Macht die Machtausübung von innen heraus, die reale Einflussnahme auf das Individuum (vgl. ebd.: 96 f.). In der posthegemonialen Ordnung artikulieren sich also sowohl Herrschaft als auch Widerstand durch das im Lacan’schen Sinne Reale, also auf einer ontologischen Ebene, während dies in der hegemonialen Ordnung durch das Symbolische auf der Ebene der Epistemologie geschieht. Für die Wirkung der Macht bedeutet dies: ‘Im hegemonialen Zeitalter hat die Macht nur die Prädikate an sich gerissen, im posthegemonialen Zeitalter dringt sie bis ins innerste Wesen vor. Die zuvor extensive Macht, die nur von außen operierte, wird nun intensiv und wirkt auch von innen.’ (ebd.: 101) Diesen Wandel der Macht von einer äußeren “Macht über” zu einer “Macht von innen” begreift Lash als einen Wandel von der Macht zu einer Kraft, von einer potestas zu einer potentia. Dieses (neo-) vitalistische Machtkonzept impliziert, dass Macht nicht nur im Menschen “lebt”, sondern auch in nichtmenschlichen Lebewesen und Dingen (vgl. ebd. 101 ff.). Daher verlagern sich ‘nun Wissen, Erkenntnis und die Wörter selbst (als Diskurs) […] ins Innere der Objekte’ (ebd.: 104), weshalb uns vitalistische Macht nicht im Sinne einer Diszi- 114 • iletiim : arat›rmalar› plinarmacht normalisiert, sondern uns uns selbst in der Differenz konstituieren lässt. Es lässt sich unschwer erkennen, dass unter diesen Voraussetzungen die Kritik an der Macht zu einem heiklen Unterfangen wird, da wir uns hier immer auch selbst demaskieren müssen, wenn wir die Macht demaskieren wollen, sofern wir überhaupt eine Grenze zwischen uns und der Macht erkennen können. Die zunehmende Unmöglichkeit der Unterscheidung von Innen und Außen, von Selbstlenkung und Fremdführung und die daraus resultierende Immunisierung der Macht gegen ihre Kritik drücken sich auch in den Produktionsverhältnissen und der kapitalistischen Wertschöpfung aus. Denn diese stellt sich von materieller auf immaterielle Produktion um, was dazu führt, dass Diskurse der Ökonomie nicht mehr nur die materielle, sondern auch die immaterielle Produktion betreffen. Kultur, Politik, Ideen, Bilder, Affekte, Beziehungen etc. werden so zu einem Gegenstand der Ökonomie (vgl. Hardt/Negri, 2002, 2004). Daraus resultiert auch die Ökonomisierung des Sozialen, die ethische Fragen nach der richtigen Lebensführung zu einer Variablen in reinen Kosten-Nutzen-Rechnungen werden lässt (vgl. Bröckling/ Krasmann/Lemke, 2000). Posthegemoniale und vitalistische Machtbegriffe lassen sich damit auch als gouvernemental begreifen. Denn die Gouvernementalität ist die ‘Kunst, die Macht in der Form der Ökonomie auszuüben’ (Foucault, 2000: 50). Bei der Gouvernementalität handelt es sich um eine Form der Macht, die sich entlang einer absteigenden Linie von Staat – Familie – Individuum universalisiert. Hierdurch wird schließlich das Individuum zu “privilegierten Regierungsinstrument”, da sich in ihm die Diskurse über Sexualverhalten, Demografie und Konsum kreuzen (vgl. ebd.: 60). Wir haben es hier mit einer weiteren Etappe kapitalistischer Vergesellschaftung zu tun, in der kapitalistische Ausbeutung hauptsächlich ‘über die Abschöpfung affektiver und intellektueller Arbeitsvermögen und die Inwertsetzung sozialer Kooperationsformen’ (Lemke, 2007: 90) funktioniert. In Kontrollgesellschaften, in denen das beseelte Unternehmen die verkörperte Fabrik ersetzt (vgl. Deleuze, 1993: 256), existiert kein Lebensbereich mehr, der nicht den kapitalistischen Akkumu- Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 115 lationsgesetzen unterworfen wäre, denn die ‘Anrufungen des unternehmerischen Selbst sind totalitär’ (Bröckling, 2007: 283). Ebenso wenig wie die Kontrollgesellschaften die Grenzen des Individuums respektieren, kennen sie Grenzen der Akkumulation. So wird ‘man in den Kontrollgesellschaften nie mit irgend etwas fertig’ (Deleuze, 1993: 257). Kontrollgesellschaften sind entgrenzt, sie sind ohne Limit. Hier wird der Mensch zur chiffrierten, deformierbaren und transformierbaren Figur (vgl. ebd.: 260). Denn wo man nie mit irgend etwas fertig wird, herrscht ein ‘Sog zum permanenten Mehr’ (Bröckling, 2000: 163), in dem ‘Ökonomie und Politik, Natur und Kultur tendenziell zusammen’ (Lemke, 2007: 93) fallen. Durch diese Entgrenzung der Ökonomie wird das Leben zum Kapital und das Selbst zum Unternehmen (vgl. Bröckling, 2007). In der Konsequenz ist es für das unternehmerische Selbst nur schwer möglich, sich überhaupt als Produkt einer Subjektivierungsform zu erkennen, da die Macht, die das unternehmerische Selbst produziert, von innen wirkt. Die subjektivierende Macht, die in der Disziplinargesellschaft durchaus noch als äußere erkennbar ist, ist nun fast unumkehrbar zu einer inneren Macht geworden, die dennoch nicht mit dem Selbst verwechselt werden darf, wenn dieses Selbst als potentiell kritisches gerettet werden soll (vgl. Foucault, 2007a; Nestler, 2011: 84-90). Die biopolitische Macht der Immanenz der Kontrollgesellschaften ist dabei, sich des Selbst vollständig zu bemächtigen, es so zu einem rein ökonomischen Selbst zu transformieren und andere Subjektpositionen auszuschließen. Die Kritik hieran müsste daher Perspektiven aufzeigen, wie auch andere Formen des Selbst mittels anderer Subjektivierungspraktiken möglich sind. Dazu jedoch ist zunächst die “Demaskierung” der Macht notwendig. Schizo-Analyse und Wunschmaschinen: Inventionen zur Demaskierung der Macht und Pluralisierung des Selbst Anders als die (neo-)vitalistische Position Lashs es tut, für die ‘Demaskierung kein Thema mehr’ (Lash, 2011: 104) ist, lässt es sich auch als Herausforderung begreifen, die posthegemoniale Macht der Kontrollgesellschaften zu demaskieren. Die Annahme dieser Heraus- 116 • iletiim : arat›rmalar› forderung lässt sich gleichzeitig als eine Chance sehen, das wahrscheinlich einflussreichste, aber in die Jahre gekommene Theoriegefüge des 20. Jahrhunderts, den sogenannten Poststrukturalismus, zu aktualisieren, neu zu kontextualisieren und zu repolitisieren. Dies ist deshalb so attraktiv, da der Poststrukturalismus für tiefgehende Transformationen des Lebensstils und der Wissensformen und damit für neue diskursive Ordnungen und gesellschaftliche Praxen steht (vgl. Lorey/Nigro/Raunig, 2011). Es geht in diesem nicht homogenisierbaren Projekt von Mannigfaltigkeiten, das deshalb mit dem Etikett “Poststrukturalismus” mehr schlecht als recht bezeichnet ist, immer um kontinuierliche Neu-Schaffung, um “Inventionen”, die nicht nur ein Bruch mit dem Alten sind, sondern auch neues Terrain erschließen. Inventionen sind sowohl Bruch als auch Neubeginn durch Assoziation von Kräften und als solche immer Teil einer Praxis der Vielstimmigkeit (vgl. ebd.). Hiermit lassen sich Fluchtlinien aus den neoliberalen totalitären Anrufungen des unternehmerischen Selbst entdecken, weil Inventionen dort, wo es angeblich unmöglich sein soll, dennoch nach Möglichkeiten zur Demaskierung der Macht und damit nach Möglichkeiten zur Kritik suchen. Inventionen brechen also mit der vermeintlichen Unmöglichkeit der Kritik und beginnen, von Neuem Möglichkeiten der Kritik zu denken. Im Sinne einer Invention soll hier der von Gilles Deleuze und Félix Guattari (1977) verfasste Anti-Ödipus aus seinem ursprünglichen Kontext gehoben und in den Kontext posthegemonialer Kontrollgesellschaften transferiert werden, wo er zur Demaskierung und Kritik der Macht genutzt werden soll. Dass dies gelingen kann, liegt in der Kontinuität von hegemonialer zu posthegemonialer Macht begründet. Neben den vielen von Lash (2011) beschriebenen Brüchen, verbindet es hegemoniale und posthegemoniale Macht nämlich, dass beide Machtformen diejenigen Subjektpositionen, die nicht konform mit ihnen gehen, rigoros zu normalisieren versuchen, oder sie, wo dies nicht gelingt, ausschließen. Mit Blick auf das ökonomische Leistungsprinzip spitzt sich dies in posthegemonialen Machtformen sogar noch zu: Mit der Einführung von Hartz IV wurde die Ideologie “ohne Leistung keine lebenswerte Existenz” zum Gesetz. Deleuze und Guattari Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 117 (1977) erkennen das Prinzip der Machtsicherung und -steigerung durch den Ausschluss nicht konformer Positionen auch für die Verfahren der Psychoanalyse und legen mit dem Anti-Ödipus Alternativen hierzu vor. In der Rückübertragung der Thesen des Anti-Ödipus auf das Thema der Ermöglichung von Kritik an posthegemonialer Macht können sich daher produktive Perspektiven ergeben. Mit Foucault (1978) lässt sich der Anti-Ödipus als eine Einführung in eine neue Lebenskunst verstehen, die sich mit der Frage befasst, wie man den Wunsch in das Denken einbringt, um so eine Ent-Individualisierung zu betreiben, die verhindern kann, dass wir uns mit der Macht identifizieren und das begehren, ‘was uns beherrscht und ausbeutet’ (ebd.: 228). Gegen die Identifikation mit der Macht, die uns in einem “Subjektterrain” festsetzt, setzt der Anti-Ödipus ein nomadisches Denken, das sich endgültigen Festschreibungen der Subjektpositionen entzieht, indem es sich immer auf dem Weg von einer Subjektposition zur nächsten befindet, ohne jemals irgendwo endgültig sesshaft zu werden. Wenn das unproduktive Leben sesshaft ist, so ist das produktive stets nomadisch (vgl. ebd.: 229). Unproduktives Leben entfremdet sich von sich selbst, es hört auf, wirklich schöpferisch zu sein, indem es nur noch versucht, das zu erfüllen, was die Diskurse, die nicht seine sind, ihm vorgeben (vgl. Deleuze, 1979: 20, 21). Eddie Morra hat sein Selbst und damit seine Möglichkeit zur Kritik aufgegeben. Er ist das, was ihm die Repräsentationen eines vermeintlich erfolgreichen Lebens vorgeben. Um dieses Leben zu erreichen, erhöht er die Dosis des Neuroenhancers bis ins Lebensbedrohliche; sein Leben entfremdet sich nicht nur auf sozialer Ebene, sondern auch auf biologischer zusehends von ihm. Eddie ‘macht aus dem Leben eine Sache, die beurteilt, gemessen und eingegrenzt werden muß’ (ebd.: 23), wobei sich das Eingrenzen nicht auf die ökonomische Leistung bezieht – denn diese ist ohne Limit –, sondern auf das Eingrenzen des Lebens in einen ökonomischen Diskurs. In einem eingegrenzten Gebiet können Nomad_innen nicht leben, und so verdrängen die Eingrenzungen eines unproduktiven Seins das produktive nomadische Werden. 118 • iletiim : arat›rmalar› Es sind diese Eingrenzungen auf nur wenige intelligible Subjektpositionen, die Deleuze und Guattari (1977) an der Psychoanalyse, dem ödipalen Denken, kritisieren. Sie verstehen “Ödipus” und damit die Psychoanalyse als kapitalistische Repression des Individuums, die immer auch soziale Dimensionen hat. Die Psychoanalyse ist ‘Teil jenes allgemeinen bürgerlichen Werkes der Repression, das darin besteht, die europäische Menschheit unter dem Joch von Papa-Mama zu belassen’ (ebd.: 63). Dieser ödipalen Repression durch die Psychoanalyse stellen Deleuze und Guattari die Schizo-Analyse entgegen, die die/ den Schizophrene/-n anstelle der Neurotikerin/des Neurotikers zum Gegenstand hat. Hierin wird ein befreiendes Potential gesehen, da die Festlegung auf eine ausschließliche Subjektposition (Ödipus) durch ein Konzept ersetzt wird, das verschiedene Subjektpositionen nicht ausschließt, sondern verknüpft (Schizo). Diese rhizomatische “Logik des UND” kehrt die repressive Ontologie um und setzt deren Grundlagen außer Kraft (vgl. Deleuze/Guattari, 1997: 41). Auf diesem Weg gelangen Deleuze und Guattari zu der Gleichung ‘Rhizomatik = Schizoanalyse’ (ebd.: 38). Die Schizo-Analyse ist keine “Einpferchung” in das ödipale Dreieck Vater – Mutter – Kind, sondern eine allgemeine Erzeugung von Spaltungen und Brüchen, aber auch Verknüpfungen. Sie ist eine Invention. Sozialpolitisch interessant wird dieses anti-ödipale Konzept, weil es sich nicht, genausowenig wie das ödipale “Joch von Papa-Mama”, auf die Psyche des Individuums beschränkt, sondern gleichzeitig auch ein gesellschaftliches Organisationsprinzip ist. Mit ihrer Fixierung auf den Ödipuskomplex als höchste Territorialität – und der daraus resultierenden gleichzeitigen Verdrängung alternativer Positionierungen – universalisiert die Psychoanalyse das patriarchale Prinzip: der Vater ist der Unternehmer, ist der Staatschef, ist … (vgl. Deleuze/Guattari, 1977: 46). Unablässig unternimmt die Psychoanalyse Versuche der Beherrschung der Individuen durch deren eindeutige Verortung innerhalb dieses engen gesellschaftlichen Codes, indem sie uns anruft: ‘Dein Name! Der deines Vaters! Der deiner Mutter!’ (ebd.: 21). Diesem Code entzieht sich die/der Schizophrene mit einem “sei es … sei es” (vgl. ebd.: 19). Hierdurch bringt die/der Schizophrene die Codes der Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 119 Psychoanalyse und des Kapitalismus durcheinander. Sie/er hält sich deshalb stets an der Grenze des Kapitalismus auf, wo sie/er der gesellschaftlichen Produktion die Wunschproduktion entgegenhält (vgl. ebd.: 46). Die Wunschproduktion, die über sogenannte “Wunschmaschinen” (vgl. Deleuze/Guattari, 1977: 7-63) verläuft, lässt sich hier im zuvor skizzierten Sinne ebenfalls als Invention verstehen. Denn zunächst opponieren die Wunschproduktion und damit auch die Wunschmaschinen als Teil der Schizo-Analyse dem Ödipalen bzw. dem Kapitalismus, indem sie ödipale Subjektpositionen aufbrechen und mit anderen Kontexten kurzschließen. Wunschmaschinen schaffen eine Möglichkeit, der Verabsolutierung des Ödipalen zu entrinnen. Es werden hierdurch auch andere als ödipale Subjektpositionen intelligibel, denn ‘Wunschmaschinen bilden das nicht-ödipale Leben des Unbewußten.’ (ebd.: 502) Wunschmaschinen definieren sich gerade dadurch, dass sie in der Lage sind, unendliche, multi-direktionale Verbindungen herzustellen, die mehrere Strukturen gleichzeitig durchdringen und so auch die möglichen intelligiblen Subjektpositionen bis ins prinzipiell Unendliche steigern. Diese anderen Positionen ergeben sich aus der allgemeinen Funktionsweise von Maschinen, die Einschnitte in stetig fließende (materielle) Ströme vornehmen und damit diskrete Einheiten erschaffen, die ihrerseits wieder Teil eines neuen Stroms werden. Eine Maschine ist ein “System von Einschnitten”, das seinerseits wiederum ein Einschnitt ist (vgl. ebd.: 47). Einschnitte schließen aber nichts aus, sie fixieren die Subjekte nicht. Denn Ausschließungen benötigen das Mitwirken von Repressions- und Verbotsagent_innen. Die subjekterzeugenden Einschnitte der Wunschmaschinen erzeugen dagegen ein Subjekt als Teil, das aus Teilen gemacht ist (vgl. ebd.: 50 ff.). Wie eine Wunschmaschine ist dieses Subjekt ‘reine Vielheit’ (ebd.: 54) und als solche schwieriger zu totalisieren, zu fixieren, zu kontrollieren. Weil auch (Wunsch-)Maschinen sich verändern, während sie Einschnitte vornehmen, und dadurch zukünftig andere Einschnitte in anderen Strömen vornehmen werden, potenzieren sich die Vielheiten. Maschinen erzeugen somit keine repressiven Repräsentationen, sondern rekursive Intensitäten, die sich nicht in die engen 120 • iletiim : arat›rmalar› diskursiven Raster der Repräsentation einfügen. Daher stehen sich hier Rekursion und Repression-Regression, Schizo-Wunschmaschine und ödipaler paranoischer Apparat, Wunschkoppler_in und Unterdrücker_in5 gegenüber (vgl. ebd.: 502-505). Deleuze und Guattari setzten die Wunschmaschinen als befreiende Kraft gegen die uniforme Unterdrückung durch das Ödipale, denn auch ‘die Wunschmaschine ist reine Vielheit’ (ebd.: 54). Durch ihre inventive Kraft wirken Wunschmaschinen gegen Totalisierungen und ermöglichen hierdurch für eine bestimmte Zeit andere Subjektpositionen.6 Doch Wunschmaschinen bilden nicht nur das nicht-ödipale Leben des Unbewussten, sie sind immer auch sozial und politisch. Wunschmaschinen ‘existieren in den technischen und gesellschaftlichen Maschinen selbst’ (Deleuze/Guattari, 1977: 512, Herv. i.O.). Im Gegensatz zur vereinzelnden Tendenz des Ödipalen, sind Wunschmaschinen vergemeinschaftend und radikal demokratisch. Die Materialität der Effekte von Wunschmaschinen zeigt sich ex negativo in der weit verbreiteten ablehnenden Haltung ihnen gegenüber: Denn im ‘herrschenden System unserer Gesellschaften wird die Wunschmaschine allein als perverse ertragen, das heißt nur am Rande des ernsthaften Gebrauchs der Maschine’ (ebd.: 515). Weil Wunschmaschinen so ernsthaft und effek- ••• 5 Es ist an dieser Stelle wichtig, darauf hinzuweisen, dass Deleuze und Guattari hinsichtlich identitätsstiftender Erzählungen die Berechtigung des Ödipalen nicht vollständig negieren. Ihr zentrales Anliegen besteht vielmehr darin, die absolute Vorherrschaft des Ödipalen, die in ihren Augen ein “Terrorismus” ist, zu relativieren: ‘Nicht die vitale und zärtliche Bedeutung der Eltern soll geleugnet werden. Zur Diskussion stehen allerdings ihr Platz und ihre Funktion innerhalb der Wunschproduktion. Es kann nicht angehen, das Spiel der Wunschmaschinen auf den beschränkten Code von Ödipus herunterzuschrauben.’ (Deleuze/Guattari 1977: 59 f.) 6 Damit ähneln die Wunschmaschinen stark dem Rhizom, dessen Organisationsprinzip die Mannigfaltigkeit ist. Auch das Prinzip der Einschnitte in den kontinuierlichen materiellen Strom findet sich im Modell des Rhizoms wieder, in dem sogenannte Plateaus Orte verdichteter Intensitäten im Kontinuum des Rhizoms sind. Dadurch dass im Rhizom Territorialisierung, Deterritorialisierung und Reterritorialisierung immer gleichzeitig stattfinden, ist es, den Wunschmaschinen ähnlich, eine Anti-Genealogie, ein maschinelles Netz (vgl. Deleuze/Guattari 1997: 12-42). Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 121 tiv sind, werden sie lächerlich gemacht. Als Teil der Schizo-Analyse wirken Wunschmaschinen deterritorialisierend, sie decodieren das Ödipale und zeigen Fluchtlinien auf. Die Aufgabe der Schizo-Analyse besteht also darin, ‘das umfassende Spiel der Wunschmaschinen und der Repression des Wunsches bloßzulegen’ (ebd.: 496). So lassen sich Schizo-Analyse und Wunschmaschinen als Werkzeuge zur Demaskierung der Macht begreifen. Durch die Demaskierung lässt sich eine Deterritorialisierung der alten Ordnung erreichen, deren Zweck in der Produktion des Einen und der Uniformität liegt. Anschließend kann eine neue Ordnung der Mannigfaltigkeiten an ihre Stelle treten, die mehr als nur einen gangbaren Weg der Subjektivierung kennt. Fazit Ein zentrales Thema in Limitless ist die Gefahr der vollständigen Entgrenzung von Macht und Selbst. Durch das Zusammenfallen von Macht und Selbst wird das Selbst als Ort der Kritik vernichtet und damit der Totalisierung des nach rein ökonomischen Prinzipien konstituierten unternehmerischen Selbst der Weg bereitet. Dabei beschränken sich diese Gefahren nicht auf den Film. Wir haben es hier mit einer Subjektivierungspraxis zu tun, die gegenwärtig dabei ist, globale Hegemonie zu erlangen und nicht nur Individuen, sondern ganze Gesellschaften nach ihrem Muster zu modellieren (vgl. Bröckling/ Krasmann/Lemke, 2000). Diese Totalisierung kann nur gelingen, wenn andere Subjektivierungspraxen ausgeschlossen werden. Dies zeigt der Film, indem er die Figur des in ökonomischer Hinsicht erfolgreichen Eddie privilegiert in den Mittelpunkt der Erzählung stellt. Mit dem ökonomischen geht für Eddie auch der private und gesellschaftliche Erfolg einher. Eddies ganzes Selbst steht und fällt mit dem ökonomischen Erfolg bzw. Misserfolg. Wie der Diskurs des unternehmerischen Selbst allmählich Macht über Eddie gewinnt, wird in Limitless sehr überzeugend mit der Metapher der farblosen Tablette, dem Neuroenhancer NZT-48, dargestellt. Die Macht ist farblos, sie ist kaum sichtbar und nur schwer, wenn überhaupt, als Macht identifizierbar, weshalb sie so gut wie immun gegen Kritik ist. Zu allem Überfluss verschmilzt die Macht in Form von NZT-48 auf neuronaler Ebene mit dem Indivi- 122 • iletiim : arat›rmalar› duum. Daher fühlt sich Eddie auch nicht durch eine äußere Macht fremdgeführt, sondern ist der festen Überzeugung, dass er unter dem Einfluss von NZT-48 zu seinem “wahren” Selbst gelangt und sich selbst lenkt. Eddie erliegt dem Irrtum, “ganz sein Eigen” zu sein. Nur wenn die Droge ausbleibt, lässt sich dieses Selbstbild nicht aufrechterhalten. Daher arbeitet Eddie daran, nicht mehr von NZT-48 abhängig zu sein und sucht eine Möglichkeit, auch ohne Einnahme der Droge über deren vermeintlich positive Effekte zu verfügen. Ein strahlender Eddie zeugt am Ende des Films vom Erfolg dieser Suche. Damit hinterlässt Limitless einen etwas schalen Nachgeschmack, denn er steht den Anrufungen des unternehmerischen Selbst kritiklos gegenüber, solange es Eddie gelingt, diese zu erfüllen, ohne gesundheitliche Schäden zu erleiden. Das ist zwar immerhin ein Hauch von Humanismus, doch greift diese Form der Kritik zu kurz. Zur Frage nach dem Selbst, also danach, wer Eddie ist, was die Anrufungen der Macht ihn haben werden lassen, ob Alternativen zur “unternehmerischen Subjektivierung” existieren, schweigt sich der Film scheinbar aus. Gegen den Strich gelesen erschließen sich allerdings Antworten, die einige Hinweise darauf geben, wie der Hegemonie des unternehmerischen Selbst kritisch begegnet werden kann. Zunächst macht Limitless seinen Zuschauer_innen durch die metaphorische Darstellung der Macht als Tablette bewusst, dass die Macht das Selbst auch dann noch fremdführt, wenn sie schon längst nicht mehr als solche zu identifizieren ist, weil sie sich in das Innere des Selbst verlagert hat. Es ist in diesem Sinne nicht Eddie, der sich hier entlang seiner eigenen Interessen lenkt. Es ist, mit Lash (2011) gesprochen, eine ontologische Macht die auf das Subjekt von innen heraus einwirkt. Diese Macht ist gouvernemental, sie instrumentalisiert das Individuum als ihr privilegiertes Regierungsinstrument, das sie nach den Prinzipien der Ökonomie lenkt, um diese Prinzipien wiederum als hegemoniale durchzusetzen. Dabei, und auch das zeigt Limitless, verfährt die Macht vollkommen entgrenzt, eben ohne Limit. Sie durchdringt jeden Lebensbereich und richtet ihn machtkonform aus. Wer oder was hier nicht hineinpasst, oder sich des Zugriffs der Macht ent- Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 123 ziehen will, findet sich existentiell bedroht: Von den ehemaligen NZT48-Usern, die Eddie anruft, leben einige nicht mehr, der Rest befindet sich im Krankenhaus. Was Limitless zwischen den Zeilen bzw. den Einstellungen zeigt, sind die Gefahren einer vollständigen Entgrenzung und der damit einhergehenden Totalisierung des ökonomisch regierten unternehmerischen Selbst, die den Ausschluss anderer Subjektpositionen nach sich zieht. Damit stellt Limitless Möglichkeiten zur Demaskierung der Macht bereit und lädt dazu ein, darüber nachzudenken, wie den grenzenlosen Vereinnahmungsversuchen einer ontologisch-gouvernementalen Macht kritisch begegnet werden könnte. Diese Strategie der Machtvermehrung, die neben der Entgrenzung auch auf dem Ausschluss des/ der Anderen beruht, hat sich nach Deleuze und Guattari (1977) spätestens mit der Psychoanalyse durchgesetzt. Die Verengung möglicher Subjektpositionen auf nur einige wenige oder gar eine einzige intelligible Subjektposition ist sozusagen “eine Konsequenz von Ödipus”, die nicht nur das einzelne Individuum betrifft, sondern auch gesellschaftliche Dimensionen hat. Vor diesem Hintergrund wird die Vaterfrage, die nicht lautet, ‘wie man sich vom Vater befreien kann (Ödipusfrage), sondern wie man dort einen Weg findet, wo er keinen gefunden hat’ (Deleuze/Guattari, 1976: 16), auch zur Unternehmerfrage, auf die Deleuze und Guattari (1977) mit dem Anti-Ödipus antworten. In einer anti-ödipalen Denkweise wird als Grundtypus der Analyse das neurotische Individuum, durch den Analysetypus des/der Schizophrenen ersetzt. Dieser nomadische Typus lässt sich nicht in ein enges Überwachungsraster einzwängen, da er sich der Auferlegung einer einzigen Identität widersetzt. Das Schizo-Individuum ist damit andauernd im Werden zwischen mannigfachen, selbst widersprüchlichsten Subjektpositionen begriffen, die weniger kontrollier- und disziplinierbar, dafür aber umso überraschender, irritierender, produktiver, freier sind. In diesem Werden hat das Individuum die meisten Chancen darauf, “ganz sein Eigen” zu werden und das Selbst als Ort der Kritik zu verteidigen. Dabei geht es nicht darum, ein Subjekt “vor der Macht” zu behaupten. Denn Macht ist niemals nur repressiv, son- 124 • iletiim : arat›rmalar› dern immer auch produktiv in dem Sinne, dass sie die Subjekte, über die sie Macht ausübt, erst produziert. Es kommt allerdings darauf an, die Festlegungen, die Territorialisierungen der Subjektpositionen durch De- und Reterritorialisierungen in Bewegung zu halten, wenn man subjektive Freiheit erlangen will (vgl. Deleuze/Guattari, 1997: 267-271). Oder wie Foucault es formuliert: ‘[D]as Problem liegt eher darin, zu wissen, wie man bei diesen Praktiken, bei denen die Macht sich nicht nicht ins Spiel bringen kann und in denen sie nicht an sich selbst schlecht ist, Herrschaftseffekte vermeiden kann.’ (Foucault, 2007b: 276) Herrschaftseffekte zu vermeiden ist das zentrale Motiv des AntiÖdipus. Ihnen hält er mit der Schizo-Differenz eine Subjektivierungsform entgegen, die sich im steten Werden in Bezug auf vielerlei bewegliche Bezugspunkte befindet und so größtmögliche Verschiedenheit erlangt (vgl. Deleuze/Guattari, 1976: 21). Für das konkrete Fruchtbarmachen dieser Logik spielen Wunschmaschinen eine zentrale Rolle. Wunschmaschinen nehmen Einschnitte in die bestehende Wirklichkeit vor. Sie deterritorialisieren Macht bzw. Herrschaft, indem sie zeigen, wie die Welt anders sein könnte und regen auch dazu an, die Wünsche zu neuen Wirklichkeiten zu machen. Das Kino visualisiert nicht nur von Beginn seiner Geschichte an Wünsche, es ist selbst eine Wunschmaschine. Seine Erzählungen und deren kritische Interpretation nehmen Einschnitte in die bestehende Wirklichkeit vor, indem sie verhindern können, dass sich Diskurse unhinterfragt reproduzieren. Eine kritische Interpretation von Limitless vermag die Sinnhaftigkeit neoliberaler Diskurse zu hinterfragen und auf Alternativen hinzuweisen. Dies ist ein wesentlich demokratischer Prozess. Denn ohne Alternativen ist Macht ‘keine Überredung mehr, das ist Terrorismus’ (Deleuze/ Guattari, 1977: 57). Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 125 Literatur Benjamin, Walter (1983). Das Passagen-Werk. hg. von Rolf Tiedemann. Frankfurt/Main: Suhrkamp. Bröckling, Ulrich (2000). ‘Totale Mobilmachung. Menschenführung im Qualitäts- und Selbstmanagement’. Gouvernementalität der Gegenwart. Studien zur Ökonomisierung des Sozialen. (Hg.). Ulrich Bröckling/Susanne Krasmann/Thomas Lemke Frankfurt/Main: Suhrkamp. 131-167. Bröckling, Ulrich (2007). Das unternehmerische Selbst. Soziologie einer Subjektivierungsform. Frankfurt/Main: Suhrkamp. Bröckling, Ulrich/Krasmann, Susanne/Lemke, Thomas (Hg.) (2000). Gouvernementalität der Gegenwart. Studien zur Ökonomisierung des Sozialen. Frankfurt/Main: Suhrkamp. Deleuze, Gilles (1979): Nietzsche. Berlin: Merve. Deleuze, Gilles (1993). ‘Postskriptum über die Kontrollgesellschaften’. Unterhandlungen 1972-1990. Frankfurt/Main: Suhrkamp. 254-262. Deleuze, Gilles/Guattari, Félix (1976). Kafka. Für eine kleine Literatur. Frankfurt/Main: Suhrkamp. Deleuze, Gilles/Guattari, Félix (1977). Anti-Ödipus. Kapitalismus und Schizophrenie I. Frankfurt/Main: Suhrkamp. Deleuze, Gilles/Guattari, Félix (1997). Tausend Plateaus. Kapitalismus und Schizophrenie. Berlin: Merve. Denzin, Norman Kent (1995). The Cinematic Society. The Voyeur’s Gaze. London, Thousand Oaks, New Delhi: Sage. Denzin, Norman Kent (2000). ‘Reading Film – Filme und Videos als sozialwissenschaftliches Erfahrungsmaterial’. Qualitative Forschung Ein Handbuch. Uwe Flick/Ernst von Kardorff/Ines Steinke (Hg.). Reinbek: Rowohlt. 416-428. Esposito, Elena (2002). Soziales Vergessen: Formen und Medien des Gedächtnisses der Gesellschaft. Frankfurt/Main: Suhrkamp. Foucault, Michel (1977). Überwachen und Strafen. Die Geburt des Gefängnisses. Frankfurt/Main: Suhrkamp. 126 • iletiim : arat›rmalar› Foucault, Michel (1978). ‘Der Anti-Ödipus – Eine Einführung in eine neue Lebenskunst’, Dispositive der Macht. Michel Foucault über Sexualität. Wissen und Wahrheit. Berlin: Merve. 225-230. Foucault, Michel (1983). Der Wille zum Wissen. Sexualität und Wahrheit 1. Frankfurt/Main: Suhrkamp. Foucault, Michel (2000). ‘Die Gouvernementalität’. Gouvernementalität der Gegenwart. Studien zur Ökonomisierung des Sozialen. Ulrich Bröckling/Susanne Krasmann/Thomas Lemke (Hg.). Frankfurt/ Main: Suhrkamp. 41-67. Foucault, Michel (2007a). ‘Die Hermeneutik des Subjekts’. Ästhetik der Existenz. Schriften zur Lebenskunst. Frankfurt/Main: Suhrkamp. 123-136. Foucault, Michel (2007b). ‘Die Ethik der Sorge um sich als Praxis der Freiheit’. Ästhetik der Existenz. Schriften zur Lebenskunst. Frankfurt/ Main: Suhrkamp. 253-279. Freud, Sigmund (1884). ‘Über Coca’. Centralblatt für die gesammte Therapie 2. 289-314. Hall, Stuart (2004). ‘Das Spektakel des “Anderen”’. Ideologie, Identität, Repräsentation. Ausgewählte Schriften 4. hg. von Juha Koivisto und Andreas Merkens, Hamburg: Argument. 108-166. Hardt, Michael/Negri, Antonio (2002). Empire. Die neue Weltordnung. Frankfurt/Main: Campus. Hardt, Michael/Negri, Antonio (2004). Multitude. Krieg und Demokratie im Empire. Frankfurt/Main: Campus. Holert, Tom (2008). Regieren im Bildraum. Berlin: b_books. Kastner, Jens (2007). Transnationale Guerilla. Aktivismus, Kunst und die kommende Gemeinschaft. Münster: Unrast. Kellner, Douglas (2005). ‘Für eine kritische, multikulturelle und multiperspektivische Dimension in den Cultural Studies’. Medienkultur, Kritik und Demokratie. Der Douglas Kellner Reader. ( Rainer Winter Hg.). Köln: Herbert von Halem. 12-58. Kellner, Douglas (2010). Cinema Wars. Hollywood Film and Politics in the Bush-Cheney Era. Malden, Oxford: Wiley-Blackwell. Nestler • Entgrenzungen ohne Limit: ... • 127 Küstenmacher, Werner Tiki/Seiwert, Lothar L. (2001). Simplify Your Life. Einfacher und glücklicher Leben. Frankfurt/Main, New York: Campus. Lash, Scott (2011). ‘Posthegemoniale Macht: Cultural Studies im Wandel?’. Die Zukunft der Cultural Studies. Theorie, Kultur und Gesellschaft im 21. Jahrhundert. (Rainer Winter Hg.). Bielefeld: transcript. 95-126. Lemke, Thomas (2007). Biopolitik zur Einführung. Hamburg: Junius. Lorey, Isabell/Nigro, Roberto/Raunig, Gerald (2011). ‘Inventionen. Zur Aktualisierung poststrukturalistischer Theorie‘. Inventionen 1. Zürich: diaphanes. 9-19. Nestler, Sebastian (2008): ‘Erfinderische Taktiken wider die Strategien des Stereotyps. Auf der Jagd nach alternativen Identitäten in Kevin Smiths Chasing Amy’. Medien Journal 3/2008. 41-52. Nestler, Sebastian (2011). Performative Kritik. Eine philosophische Intervention in den Begriffsapparat der Cultural Studies. Bielefeld: transcript. Timimi, Sami/Taylor, Eric (2004). ‘ADHD is best understood as a cultural construct’. The British Journal of Psychiatry. 184. 8-9. Winter, Rainer (1992). Filmsoziologie. Eine Einführung in das Verhältnis von Film, Kultur und Gesellschaft. München: Quintessenz. Film Limitless (Ohne Limit) (USA 2011). R: Neil Burger, D: Bradley Cooper, Robert De Niro, Abbie Cornish, Andrew Howard u.a., Farbe/105 Min. Musik Biafra, Jello (1989). ‘The Power of Lard’, auf: Lard, The Power of Lard, San Francisco: Alternative Tentacles. 128 • iletiim : arat›rmalar› Sınırları Kaldırmada Sınır Tanımamak: Neil Burger'in Limitless'inde Post-Hegemonik Özneleştirme Pratiklerinin Eleştirisi. Özet Bu çalışma, kendilik konusundaki neo-liberal ve post-hegemonik özne pratiklerine eleştirel bir açıdan bakıp, bunları yönetmen Neil Burger‘ın Limitless (2011) filminin kapsamlı bir analizi çerçevesinde tartışmaktadır. Bu çerçevede sözkonusu film sosyolojik analiz için eleştirel bir yöntem olarak kullanılmakta ve post-hegemonik iktidar kurma yoluyla ben‘in total bir teslim alışını hedefleyen neo-liberal ile posthegemonik iktidar kavramlarının özneleştirme biçimlerinin yapı-sökümünde devreye sokulmaktadır. Bu anlamda post-hegemonik iktidarın „maskesi düşürülmekte“ ve akabinde de bu sınırsız işgal hamlesinden kendini kurtarabilen ve ben‘i bizzat eleştirinin başlangıcı noktası olarak alan alternatif özneleşme biçimleri Anti-Ödip üzerinden tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Anti-Ödip, Kültürel Çalışmalar, Film Çözümlemesi, Neo-Liberalism, Özneleştirme 129 Devrimci Ethos’un Bir Uğrağı Olarak Şehitlik: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar İnan Özdemir Taşdan Özet Bu çalışmada Claude Chabrol’ün Seremoni (La Cérémonie) filmi cinsiyet, toplumsal sınıf ve şiddet bağlamında analiz edilmektedir. Cinayetin sinematik temsilini ve lezbiyenlikle kadınların işledikleri cinayetler arasındaki bağlantıyı incelemek için psikanalitik bir perspektif kullanılmıştır. Ayrıca, cinayetin toplumsal ve kültürel bağlamını analiz etmek için Marksist eleştiriden faydalanılmıştır. Bu yazıda filmin cinayetin sebebi olarak lezbiyen arzuya ya da sınıf çatışmasına işaret etmediği ve “öldürücü lezbiyen”, baştan çıkarıcı ve tehlikeli femme fatale klişelerine direndiği ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Anahtar Sözcükler: lezbiyenlik, femme fatale, Seremoni, Marksist eleştiri, psikanaliz Martyrization as a Moment of Revolutionist Ethos: Death Announcements and Remembrances in Devrimci Yol Journal Abstract This study analyses The Ceremony (La Cérémonie) directed by Claude Chabrol with a particular focus into the linkages between sex, social class and violence. The psychoanalytic perspective is used in order to examine the cinematic representation of the murder and the suggested links between lesbianism and women’s violent crime. The study also benefits from Marxist criticism in order to analyse the cultural and social context of the murder. It concludes that the film does not indicate lesbian desire or class struggle as a source of the murder in a conventional manner but it rather challenges the stereotypes of “the murderous lesbian” and the seductive and dangerous femme fatale. Keywords: lesbianism, femme fatale, La Cérémonie, Marxist criticism, psychoanalysis iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 129-172 130 • iletiim : arat›rmalar› Devrimci Ethos’un Bir Uğrağı Olarak Şehitlik: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar ANMALAR1 Sol hareketlerin Türkiye’de büyük bir kitlesellik ve etkinlik kazandıkları 1970’lerin ikinci yarısında geliştirdikleri retorikte, devrimci ethos’u retoriksel olarak nasıl inşa ettikleri bu çalışmanın temel konusunu oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle bu çalışmada sol hareketlerin “devrimci kimdir?”, “nasıl biridir?”, “ne için mücadele eder”, “mücadelesinin haklılığı nereden kaynaklanmaktadır” sorularına verdikleri yanıtların peşine düşülmektedir. Çalışma, belirtilen sorulara üç temel sınırlandırma dâhilinde yanıtlar bulmayı amaçlamaktadır: İlk sınırlandırma incelenecek hareketin seçimiyle ilgilidir. Çalışma Türkiye’de ‘70’li yıllarda etkin olan tüm sol hareketlere değil, dönemin en kitlesel ve yaygın hareketi olan Devrimci Yol üzerine odaklanmıştır. İkinci sınırlandırma devrimci ethos’un oluşumuna aracılık eden tüm öğe veya konulara (örneğin düzen eleştirisi, düzenin haksızlıkları karşısında daha adil bir dünya ve hayat kurma amacı, bu amacın etiği, bu amaç etrafında kurulan dayanışma örüntüleri gibi) değil çoğu durumda bunları da kesen bir uğrağa, şehitlik meselesine odaklanmakla ilgilidir. Karşı çıktıkları ve alaşağı etmeyi hedefledikleri sistemle savaşmayı öngören devrimci hareketler için, bu savaşın bedelleri etrafında geliştirilen sözler önemli bir retoriksel malzeme olarak karşımıza çıkmaktadır. Hareket silahlı bir mücadeleyi öngördüğünde ve üstelik ister silahlı ister silahsız olsun dönemin mücadele pratiği içinde ölüm sürekli karşılaşılan bir olgu olduğunda, şehitlik meselesi devrimci ethos’u anlamak üzere önemli bir uğrak olmaktadır. ••• 1 Bu makale yazarın 2012 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim dalında tamamladığı doktora tezinden üretilmiştir. Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 131 Çalışmanın barındırdığı üçüncü temel sınırlılık, ele aldığı hareket olan Devrimci Yol’un retoriğini anlamak üzere hareketin kendi adını taşıyan dergisine odaklanmak ile ilgilidir. Bir hareketin retoriği, hareket üyelerinin halkla girdikleri yüz yüze iletişimde kullandıkları dilden, hareketin eylemlerine –mitingleri, yürüyüşleri, kültürel etkinlikleri, girdiği çatışmalar ve benzeri- üye, taraftar ve/ya sempatizanlarının gündelik pratiklerinden hareketin ürettiği her türlü kitle iletişim ürününe –süreli yayınlar, bildiriler, bildirgeler, afiş ve posterler, radyo-televizyon programları, duyuru ve ilanlar…- kadar çok geniş bir alanda kendisini gösterir (Stewart vd., 2001). Ancak hareket retoriğini anlamak üzere yöneleceğimiz bu geniş malzeme yelpazesinde süreli yayınların özel bir yeri olduğu görülmektedir: Türkiye’de ‘70’li yıllarda etkinlik gösteren hemen her sosyalist hareket kendi dergi ve/ya gazetesini çıkarmıştır. Bu yayınlar kimi durumda Devrimci Yol örneğinde olduğu gibi hareket ile aynı adı taşımış, politik hareketler çıkardıkları yayınla özdeşleştirilmiştir.2 Bu dönemde Türkiye’de sosyalist yayınlar kendi tarihlerinin en yüksek ••• 2 Örneğin, 1970-1971 silahlı mücadele örgütlerinden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) devamı niteliğindeki bir grup 1976 yılında Halkın Kurtuluşu dergisini yayınlamaya başlamış, bu çevre 1978 yılında Türkiye Devrimci Komünist Partisi İnşa Örgütü (TDKP-İÖ) adını alsa da çıkardıkları dergi olan Halkın Kurtuluşu ile anılmaya devam etmiştir. Benzer bir durum 1970’lerin ikinci yarısında etkili olan Kurtuluş hareketi için de geçerlidir. Hareket kendi adını taşıyan Kurtuluş Sosyalist Dergi’yi (KSD) ve 1978 yılı itibariyle de Kurtuluş gazetesini çıkarmış, 1978 yılında Türkiye ve Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü adını almakla birlikte Kurtuluş sözcüğü hareket çevresini tanımlamada etkili olmaya devam etmiştir (Aydınoğlu, 350-386). 132 • iletiim : arat›rmalar› baskı sayılarına ulaşmış, dönemin çok satan sosyalist yayınları için ortalama 20 bin ila 100 bin gibi baskı sayılarından bahsedilir olmuştur (Çubukçu, 2007: 729; Pekdemir, 2007: 743; Yazıcı, 2013: 214).3 Hareketlerin bir anlamda alâmetifarikası haline gelen bu yayınlar kolektif bir “ajitatör”, “propagandacı” ve “örgütleyici” işlevini görmüş (Çubukçu, 2007: 729); hareketlerin teorik-politik duruşlarını, güncel siyasi gelişmeler karşısındaki tavırlarını ve eylemlerini yalnızca kadrolarına duyurmakla kalmayıp, hareket retoriğinin kitlelere seslenme (STMA, 1987: 2235-2237) ve onları öngördükleri devrimci mücadeleye davet etme kanalı da olmuştur. Sıralanan nitelikleriyle bu yayınlar sosyalist hareketlerin retoriklerini anlamanın önemli mecraları haline gelmişlerdir. Çalışmada öncelikle ethos kavramı ve bu kavramın politik hareketler için önemine yer verilecek, ardından şehitlik kavramı ile ethos arasındaki ilişki tartışılacaktır. Daha sonra kısaca Devrimci Yol hareketi ve dergisi ele alınacak ve son olarak da Devrimci Yol dergisinde yer alan metinlerin incelenmesi aracılığıyla ölüm ve şehitlik meselesinin devrimci ethos’un inşasındaki konumu incelenecektir. Retorun Karakterini ve Ortak “Biz”i Kuran Bir Tutkal Olarak Ethos Aristo (2004) retoriği ikna etmenin uygun araçlarının bulunması sanatı olarak tanımlamış ve geliştirdiği retorik teorisinde retorun4 ••• 3 Dönemin günlük ulusal siyasi gazeteleri içerisinde günde 30 binden fazla satabilen gazete sayısının 10’u geçmediği (Aldoğan, 1979: 4) göz önüne alınırsa, sol yayınlar için dile getirilen baskı sayıları (abartılı olma ihtimaline rağmen) oldukça yüksektir. 4 Eski Yunanca rhetorike tekhne terimi ya da Latince oratio terimi Türkçe’de konuşma sanatı, söz sanatı, söz söyleme sanatı, ikna etme sanatı, etkili söz söyleme sanatı, söylevcinin sanatı ya da belagat, söylev, hitabet, hatiplik, aytamlık, söz bilimi, uzanlatım gibi terimlerle karşılanmıştır. Rhetor ya da orator terimi ise söylevci, hatip, söz sanatı ustası, konuşmacı, söylevci, aytaç ya da kısaca retor, retorikçi olarak Türkçe’ye çevrilmiştir (Dürüşken, 2001:3). Terimlerin Türkçeleştirilmesi konusunda bir birlik bulunmadığından bu çalışmada “retorik” ve “retor” sözcüklerinin kullanılması yeğlenmiştir. Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 133 karakterinin sözel inşasını temel ikna stratejileri arasında saymıştır.5 Yunanca “ahlak, karakter, doğa, durum, adap, töre, huy, adet” anlam- larına gelen ethos ile tanımlanan ikna türü, retorun dinleyicisini kendi karakterinin özelliklerine atıflar yaparak ikna etme çabasıdır (1377b, 20-30 ve 1978a, 1-30).6 Aristo ethos’un “Özellikle politik söylevcilikte, ama aynı zamanda davalarda da, kendi karakterinin doğru olarak görünmesi ve dinleyicilerine karşı dürüst duygular taşıdığının düşünülmesi”ni sağlayarak “bir hatibin yapacağı etkiye çok şey” katacağını belirtmiş ve retorun ethos’unun sağduyusuna, ahlaki karakteri- ne veya iyi niyetine vurgu yapılarak başarılacağını ileri sürmüştür (1377b, 20-30). ••• 5 Aristo kanıtlar, yasalar, tanıklıklar gibi retordan bağımsız bir biçimde var olan ikna etme yolları ile retoriğe özgü ikna yollarını birbirinden ayırmıştır. Düşünüre göre temel retorik ikna türleri; a) konuşmada retorun karakterine gönderme yaparak ikna etmek anlamına gelen ethos, b) dinleyicilerin duygularına seslenmek suretiyle ikna etmeye işaret eden pathos ve c) mantıklı önermeler sürerek ikna etme tekniği olan logos’tan oluşmaktadır. 6 Konuşmacının ikna ediciliğini onun karakteri ile ilişkilendirmek Aristo’dan önceki Antik Yunan düşünürleri ve retorik hocaları tarafından da dillendirilmiş ve retorik eğitiminin önemli bir parçası olarak kabul edilmiştir. Örneğin özellikle adli retorik konusundaki ustalığı ile dikkat çeken ve daha sonra Atina retorlar kanonu içerisinde sayılacak olan Lysias (MÖ 459-380) ethopoiea –karakterin konuşma araçlarıyla betimlenmesi- teknikleri üzerinde yoğunlaşmış ve müşterileri için hazırladığı konuşmalarda “ikna araçlarını karakterden oluşturması” ile ünlenmiştir (Baumlim, 2001: 267, Kennedy, 2001: 97). Lysias hayatındaki çeşitli durumlara veya ebeveynliğine göndermeler yaparak kimi zaman ise geçmiş eylem ve niyetlerini betimleyerek müşterilerinin karakterinin güvenilir görünmesine çalışmış, bu tür olanakları olmadığı durumlarda ise hazırladığı konuşmalara müşterilerinin ahlaklı görünmesini sağlayacak bir hava vermiştir (Baumlin, 2001: 267, Theodorakupulos, 2004: 22). Lysias gibi Sofistleri verdikleri retorik eğitimin sınırlılığı, şablonlara dayanması ve ahlaki olarak etik olmaması nedeniyle eleştiren ve alternatif bir retorik okulu açan İsokrates (MÖ 436-338) de retorun karakterinin dinleyicilerin etkilenmesi için önemli bir unsur olduğunu savunmuştur. Ancak Sofistlerden farklı olarak, retorun sözleriyle ahlaklıymış gibi görünmek yerine “ilişkilerinde ölçülü ve saygılı, zevklerini kontrol altına alabilen, devletine sağlam öğütler verebilen” bir kişi olarak (Dürüşken, 2001: 22) yaşamında ahlaklı ve güvenilir olması gerektiğini bunun yolunun ise Yunan retorik kültürü içerisinde hayat boyu eğitim almak olduğunu savunmuştur. 134 • iletiim : arat›rmalar› Aristo’ya göre konuşmacının ahlaki karakteri, daha önceki hayatı veya dinleyicilerle olan tanışıklığından bağımsız olarak konuşmanın kendisi aracılığıyla kurulmalıdır. Diğer bir deyişle Aristo, hatibin gerçek karakteri yerine, karakterini sözleri aracılığıyla kurabilmesinin araçlarını tartışmıştır. Düşünüre göre aksi takdirde konuşmacının otoritesi bir tanığınki ile benzer olacaktır ve böylece üretilmiş deği -“retorik sanatına ait”- değil de kullanılmış bir şey haline gelecektir (1355b, 35). Ethos’u söz aracılığıyla üretilen bir şey olarak gören Aristo’ya göre konuşmacı ethos’unu dinleyicisinin politik etiğine uygun olarak şekillendirmelidir. Aristo, ethos sözcüğünün kent, buluşma yeri ve topluluk ile ilişkisini öne çıkararak, retorun karakterinin içinde yer aldığı topluluktan ve bu topluluğun değerlerinden ayrı düşünülemeyeceğini vurgulamıştır (Baumlin, 2001: 267). Ethos konusunda XX. yüzyılda ortaya çıkan eleştirel görüşler kavramın işaret ettiğinin bir ikna stratejisi değil, anlam ve birlik inşa etme yolları olduğunu vurgulamıştır. Ethos kavramı toplumsal hareket çalışmalarında, Aristo’nun teorisinde olduğu şekliyle yalnızca retorun kişiliğine ilişkin bir sözel inşa olarak değil, aynı zamanda grup birliğinin sağlanmasının, ortak kimlikler oluşturulmasının ve genel olarak her türlü “biz”in sembolik olarak kurulmasının bir aracı olarak görülmektedir (Baumlin, 2001: 275). Kavramın ayrıca konuşmacının kendisini dinleyenlerine açmasının, kendini ve dünyasını diğerlerinin önünde sergilemesinin, benliği ile diğerleri arasında eşit bir ilişki kurmasının aracı olarak da kullanılabileceği unutulmamalıdır. Ethos ortak anlamlar üretmenin ve yaşamı birlikte dönüştürmenin yolu olan retoriksel süreçlere davet etmenin ve bu davete cevap vermenin temel koşullarından biridir. Politik hareketler, özellikle de devrim gibi köklü bir dönüşümü hedefleyen hareketler, düzenle girdikleri çatışmada kendi haklılıklarını kurmanın, düşman olarak işaretledikleri sistem ve gruplar karşısında olumlu bir özbenlik imgesi yaratmanın; üye, taraftar ve sempatizanları arasında bir bizlik duygusu oluşturmanın ve devrimle gerçekleştirmeyi amaçladıkları hayatın örnekleri olacak rol modelleri inşa etmenin retoriksel yolunu bulmak zorundadırlar. Bu nedenle ister Aristocu anlamda konuşmacının karakterinin retoriksel inşasına işaret Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 135 etsin, ister eleştirel retorik çalışmalarının vurguladığı şekliyle retor ile dinleyici arasında özdeşlik kurmanın ve “biz”i oluşturmanın aracı olsun (Baumlin, 2001) ethos’un retoriksel inşası, politik hareketlerin varlığını sürdürmelerinin ve mücadeleye çağırdıkları kitlelere ulaşmalarının temel unsurlarından birini oluşturmakta ve “hareket retoriğini anlamanın araçlarından biri” (Hahn ve Gonchar, 1972) olarak karşımıza çıkmaktadır. Ölümün Retoriksel İnşası Olarak Şehitlik Kavramı ve Devrimci Ethos Birçok kültürde var olan şehitlik kavramı7 köken itibariyle dini bir içeriğe sahip olmakla birlikte zamanla bu boyutunu aşmış ve seküler bir şehitlik anlayışından da bahsedilir olmuştur.8 Kavram her iki ••• 7 Latin dillerinde “şehit” anlamına gelen “martyr” sözcüğü Yunanca kökenlidir ve etimolojik olarak “şahitlik yapmak, tanıklık etmek” anlamına gelmektedir (Online Etymology Dictionary). William H. C. Frend (1967) “şehitliği” (martyrdom) Yahudilik ile başlayan ve Hıristiyanlıkta da devam eden “kutsal yasalara tanıklık etmenin” bir türü olarak tasvir etmiştir. Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlara verdiği cezalara karşı kendi “inancına şahitlik eden, onu ilan eden” kişiler için kullanılan “martyr” sözcüğü şahitlerin öldürülmesi ile (ki İsa Peygamber bu anlamda ilk şehit kabul edilmiştir) zamanla “inancı yolunda ölmek” anlamına gelmeye başlamıştır (Frend, 1967). İslam dininde de kavram “martyrdom” da olduğu gibi “şahitlik yapmak” anlamına gelen “şehitlik” ile karşılanmıştır. “Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerde Şehit Kavramı”nı ele alan M. Fatih Kesler’in belirttiği şekliyle “şahadette bulundu (şahitlik / tanıklık yaptı), hazır oldu, huzurda bulundu, gördü, bildiğini açıkladı” anlamlarına gelen şehit “can verdiği anda yanında meleklerin hazır bulunduğu, Cennet’e gireceği hususunda hem yüce Allâh’ın, hem meleklerin hem de kanının aktığı toprağın şahitlik yapacağı kişi demektir. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birisi olan şehit, ayrıca şu anlamlara da gelmektedir: Ölmeyen, aksine Rabb’inin katında diri olan ve O’nun ikram ettiği nimetleri gören, kıyamet günü inkârcıların aleyhine Peygamber (a.s.) ile birlikte şahitlik yapan kişi.” (2004: 96, 97) 8 Şehitlik kavramının din, kültür, coğrafya ve dönem gözetmeksizin yaygın bir kavram olduğu ve ana hatları ile ortak bir anlama işaret ettiği çeşitli akademik metinler aracılığıyla görülebilmektedir. Örneğin Yahudilik ve Kabala inancında, Hıristiyan gelenekte, erken dönem Müslümanlıkta, Brahman Hindularda, Roma İmparatorluğu döneminde ve ortaçağ Anglo-Sakson geleneğinde şehitlik kavramını ve bu kavram etrafındaki tartışma ve pratikleri inceleyen metinlerin yer aldığı bir derleme için bakınız: Margaret Cormack, (Edt.) Sacrificing the Self: Perspectives on Martyrdom and Religion, Ozord University Press, New York, 2002. 136 • iletiim : arat›rmalar› durumda da genellikle belirli bir inanç uğruna veya yaşanılan bir haksızlık ve zulme karşı mücadele verirken gerçekleşen ölümlere işaret etmektedir. Bu ölümlere toplumsal olarak çeşitli anlamlar yüklenmekte –şehitliğin soylu ve kahramanca bir ölüm türü olduğu- ve şehitlerin çeşitli yollarla mükâfatlandırılacakları –genellikle öte dünya nimetleri ve ölümsüzlük ile- kabul edilmektedir. Çoğu durumda şehit olanlar ölümü göze alan hatta ölmeye hevesli kişiler olmakta, kimi durumlarda ise şehitlikleri kendilerini öldürmeleri ile gerçekleşmektedir. Farklı geleneklerdeki şehitlik anlayışlarında karşılaşılan bir diğer ortaklık, şehitlerin başkalarının yararına kendilerini feda ettikleri inancıdır (Droge ve Tabor, 1992: 75 akt. Cormack, 2002: xii). Şehitlere atfedilen yukarıdaki özelliklere rağmen, şehitlik kavramının işaret ettiği biçimde ölen herkes şehit mertebesinde sayılmamaktadır.9 Marisol Lopez-Menendez şehitliğin, ölme biçimine ilişkin biyografik bir bilgiden çok, olaylara dair bir anlatı ürünü olduğunu dile getirirken bu noktaya işaret etmektedir. Lopez-Menendez’e göre şehitlik inananlar arasında yaygınlaşacak ve toplumsal olarak anlamlı pratikleri doğuracak olan bir anlatının ürünüdür. Bu anlatı yaratılırken gerçekler ölümü anlamlı kılmak üzere gizlenmekte veya vurgulanmaktadır. Böylece bir anlatının diğerlerine karşı kabul ettirilmesi, gerçekliğin istenilen öyküye uymayan bölümlerinin inkârını da bera••• 9 Bu durumun örneklerinden biri olarak İslam’daki şehitlik kavramının değişimine bakılabilir. Kesler bu dönüşümü ve farklı görüşleri şöyle özetlemiştir: ‘Asıl itibariyle şehit, Allâh yolunda öldürülendir. Ancak daha sonra Peygamber (a.s.) bazı durumlar ve hastalıklar sonucu vefat edenleri de buna dâhil etmiştir. Dolayısıyla dinini, ailesini, malını ve canını korurken öldürülen, vebadan ve başka bazı özel nedenler sonucu ölenler de şehit olarak kabul edilmişlerdir. Bu husustaki diğer nebevî mesajlardan hareket eden İslâm bilginleri şehidin kimliği hususunda şöyle bir tanım da yapmışlardır (Kesler, 2004: 97): “Şehit: Savaş esnasında düşmanlar tarafından öldürülen yahut asiler, yol kesen eşkıya eliyle öldürülen yahut gece ya da gündüz evine giren hırsızların ağır bir cisim veya kesici bir alet kullanarak öldürdükleri kimsedir.” Şehit, yapılan niyet doğrultusunda bazı kısımlara ayrılmaktadır. Ancak biz bunlar arasında “Ahiret ve Dünya Şehidi” ismi altında yapılan şu tanımın Kur’ân’da işâret edilen ile örtüştüğü kanaatindeyiz: “Şehit, kâfirlerle yapılan savaştan kaçmayarak ve dünya nimetlerini gözetmeyerek sadece Allâh’ın isminin yüceltilmesi ve kâfirlerin alıkonulması için savaşan ve öldürülen kişidir.” Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 137 berinde getirmekte, toplumsal inkâr ve hatırlama şehitlik anlatılarının oluşturulmasında hayati bir rol oynamaktadır (2009: 62). Hatırlama ve inkâr mekanizmaları cenaze törenleri, anma etkinlikleri gibi ritüeller aracılığıyla tekrarlanmakta ve anlatıyı her defasında yeniden kurmaktadır. Anlatının kurulması ve çeşitli ritüeller aracılığıyla aktarılması şehidin davasını temsil etmeyi kabul edecek bir grubun varlığına işaret eder. Anlatı ile onu benimseyen grup arasındaki diyalektik ilişki birbi- rini karşılıklı olarak inşa etme ve pekiştirme yoluyla işlemektedir: Şehitler anlatılar aracılığıyla varlık kazanırken, gruplar da rol modelle- ri olarak atadıkları şehitler vasıtasıyla kendi kimliklerini ve haklılıklarını kurmakta, temsillerini oluşturmakta ve yaygınlaştırmaktadırlar (Lopez-Menendez,2009: 61).10 Bu nedenle şehitlik anlatılarının incelen- mesi her şeyden önce insan ölümlerinin toplumsal eylem açısından anlamlı kılınma -ölümden bir sosyal anlam inşa etme ve eylemin de anlamlı ölüm etrafında örgütlemesi- biçimlerinin (bir diğer deyişle hatırlama ve inkâr etme biçimlerinin) incelenmesi olmaktadır. Anlatıların kuruluş biçimi aynı zamanda şehitliğin, toplumsal bağları kurma, pekiştirme, bir ethos inşa etme, üyeleri birbirine bağlama ve toplumsal hareket örgütlerinin zulümle karşılaştığı kritik dönemlerle başa çıkma yollarına nasıl katkı yaptığını da gösterme potansiyeli taşı••• 10 Şehitlik anlatılarının grup kimliği oluşumundaki rolü çeşitli incelemelere konu olmuştur. Örneğin Daniel Boyarin şehitliği Hıristiyanlık ile Yahudilik arasındaki mücadelenin bir ürünü olarak görmüş ve bu iki dinin birbiriyle savaşırken şehitliği hem birbirlerine hem de Roma İmparatorluğundaki diğer dini ve toplumsal gruplara karşı kendi grup kimliklerini güçlendirmek amacıyla kullandıklarını vurgulamıştır (1999: 93 vd.). Syed Akbar Hyder (2006) ve Kamran Scot Aghaie’nin derlemesindeki metinler (2005) ise Kerbela Şehitleri etrafında örülen ritüelleri bu ritüellerin Şi kimliği ve kadınlık rollerinin oluşumundaki yerini merkeze alarak incelemiştir. Felice Lifshitz (2002) Hıristiyan gelenekteki birçok şehitlik anlatısının kadınlar tarafından oluşturulduğunu ve bu anlatıların kadınların yaşamlarını ve kimliklerini anlamlandırma biçimlerine işaret ettiğini ileri sürmüştür. Michael Jensen ise grup kimliğinin oluşumu yerine Hıristiyan bireylerin kendi kimliklerini kurarken şehitlik kavramıyla girdikleri ilişkiyi ele almıştır (2010). 138 • iletiim : arat›rmalar› maktadır (Lopez-Menendez, 2009: 62).11 Türkiye’de 1970’lerin ikinci yarısında kendi tarihindeki en büyük kitleselliğe ulaşan sol hareketlerin retoriği bu potansiyelin ortaya çıktığı zengin bir kaynak sunmaktadır. 1970’lerde Türkiye ulusal ekonomik bunalım, derinleşen sınıf çelişkileri, gittikçe yoğunlaşan ve ülkeyi kimi durumlarda uzunca bir süre hükümetsiz bırakan parlamenter kriz ve bu krize gündelik hayatta eşlik eden, kendisini sokak çatışmaları, suikastlar hatta katliam girişimleri ile gösteren yaygın bir toplumsal şiddet ile çalkalanmıştır (Boratav, 1983, 1998; Keyder, 2006; Ataay, 2007). Bu şiddetin önemli bir bölümünü sol hareketler ile MHP güdümündeki ülkücüler, diğer sağmuhafazakâr hareketler ve devletin güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar oluşturmuş, çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir.12 Bu durum ••• 11 Toplumsal hareketlerin şehitlik anlatılarını kurma ve mücadele sürecinde işleme biçimleri akademik olarak ele alınan çalışma konularından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda birkaç örnek verilebilir: Marisol Lopez-Menendez (2009) Meksika devriminde Katolik partizanlar ile devlet arasındaki mücadelede ortaya çıkan dini bir figür olan Holy Jester hakkındaki şehitlik anlatısının zaman içerisindeki dönüşümünü Meksika’nın XX. yüzyıldaki sosyo-politik gelişimi aracılığıyla okumaya çalışmıştır. Marie Lecomte-Tilouine (2006) ise Nepal’de Maocu bir hareket olan Nepal Halk Ordusu örgütünün şehitlik anlatıları aracılığıyla mücadelesini haklılaştırma, hareket kimliğini kurma ve yeni üyeler toplama çabasını devrimci şiirlerin analizi yoluyla incelemiştir. Michael Smith (2003), Stalin’in, Ekim Devrimi öncesinden ölümüne dek politik mücadelesinde kurduğu şehitlik anlatılarının dönüşümünü ve Bolşeviklerin Çarlık ile mücadelelerinde şehitliği bir direniş noktası olarak kurma biçimlerini ele almıştır. Erika Doss, ABD’de 1960’larda etkili bir siyah hareketi olan Black Panters’in kullandığı görsel imgelerde şehitliğin siyah erilliği yeniden üretme şekillerini irdelemiştir (1999). Sin-Kiong Wong (2001), 1900’lerin başında Çin’deki Amerika karşıtı harekette intihar eylemlerinin ve şehitliğin yerini ele almıştır. Yakın tarihli çok sayıdaki çalışma ise İslami terör ile İsrail-Filistin savaşında şehitlik anlayışının konumunu sorgulamaktadırlar. Birkaç örnek için bakınız: Linda M. Pitcher (1998); Roünne L. Euben, (2002); Gray, (2003); Whitehead ve Abufarha, (2008); M. Abdel-Khalek (2010). 12 1974-1980 dönemindeki toplumsal şiddet ortamında “2109 sol görüşlü 1286 sağ görüşlü, 281 güvenlik görevlisi, 94 çocuk 268 diğer siyasi görüşlü ve 1350 siyasi görüşü olmayan veya belirlenemeyen kişi olmak üzere, toplam 5388 kişi”, “siyasi nedenlerle” öldürülmüştür (Mater, 1989: 569) Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 139 sol hareketlerin retoriğinde ölüme ve şehitlik meselesine önemli bir yer açmış, devrimci ethos’un inşasında şehitliği bir bileşen olarak sabitlemiştir. Devrimci Yol Hareketi ve Devrimci Yol Dergisinde Ölümü Merkeze Alan Metinler Devrimci Yol (Dev-Yol), Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) geleneğinin 1972 yenilgisinden sonra girdiği özeleştiri süreci sonucunda Mahir Çayan’ın görüşlerini savunan bir ekibin 12 Mart sonrası gençlik muhalefeti ile birlikte kurdukları bir harekettir.13 Hareket varlığını Nisan 1977’de yayınladığı bir bildirge ile duyurmuş, bildirgenin ardından 1 Mayıs 1977’de ilk sayısını çıkaran ve Devrimci Yol dergisini yayınlamaya başlamıştır. Kimi sayılarının tirajı 250 bini bulan bu dergi (Müftüoğlu ve Bostancıoğlu, 2011) dönemin en çok satan sosyalist yayınlarından biri olurken (Yazıcı, 2013: 214), Devrimci Yol da Türkiye’nin farklı bölgelerinde etkinlik gösteren en yaygın sol hareketlerinden biri haline gelmiştir. Devrimci Yol Türkiye’yi emperyalizme ekonomik, politik, kültürel ve askeri bakımdan bağımlı bir ülke olarak tanımlamış; ülkenin emperyalizmle işbirliği içerisindeki oligarşi tarafından (tekelci burjuvazi, toprak ağaları ve tefeci bezirgânlardan oluşan bir ittifak) yönetildiğini ileri sürmüştür. Devrimci Yol’a göre Türkiye’deki siyasal istikrarsızlık güçlenen burjuvazinin oligarşik blok içerisindeki müttefikleri karşısın- ••• 13 THKP-C’nin hayatta kalan kadrolarından Oğuzhan Müftüoğlu, Ali Başpınar, Akın Dirik, Nasuh Mitap, Tayfun Mater, Selami Şakiroğlu, İbrahim Sevimli ve Sedat Kesim’in başını çektiği bir ekip, 1974 sonrasında ağırlıklı olarak Ankara’da Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği (ADYÖD), Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD), ODTÜ-DER ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde örgütlenmiş öğrenci muhalefetinin Mahir Çayan’a sempati duyan ve görüşlerini benimseyen Mehmet Ali Yılmaz, Ali Alfatlı, Melih Pekdemir ve Taner Akçam öncülüğündeki kesimi ile birlikte 1975 yılında Devrimci Gençlik dergisini ve bu dergi etrafında örgütlenen hareketi oluşturmuşlardır. Devrimci Gençlik’in yaygınlaşıp güçlenmesi ve öğrenci hareketinin sınırlarına dayanmasının ardından hareket yeni bir yapılanmaya gitmiş (Müftüoğlu ve Bostancıoğlu, 2011) ve Nisan 1977’de temel görüşlerini dile getiren bir bildirge yayımlayarak Devrimci Yol’un varlığını duyurmuştur. 140 • iletiim : arat›rmalar› da daha etkin bir konum talep etmesiyle ortaya çıkan egemen sınıflar içi bir çatışmadan, ekonomik kriz ise emperyalizme bağımlı “yukarıdan aşağıya inşa edilmiş çarpık kapitalizm”den kaynaklanmaktadır (DY, 2006[1977]: 135-143). Harekete göre bu krizi kendi çıkarları doğrultusunda emek sömürüsü aracılığıyla aşmak isteyen hâkim sınıflar oligarşisi, sömürü karşısında sesini yükseltmeye başlayan halkı baskı altında almak ve susturmak için “faşizme” başvurmuştur (DY, 2006[1977]; DY, 1978a; 1991a [1980]). Türkiye’de oligarşinin, devlet kurumlarının desteğinde “faşizme kitle tabanı oluşturmaya” çalıştığını ileri süren harekete göre (DY, 1978b) bu çaba kendisini “oligarşinin uşağı” olan “faşistler” tarafından gerçekleştirilen saldırılar aracılığıyla göstermiştir (DY, 1978c). Devrimci Yol’a göre 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye’nin kendisini içinde bulduğu bu durum, bir tarafında oligarşi, faşistler, polis ve diğer kolluk kuvvetlerinden oluşan “faşist güçler” diğer tarafında ise başta devrimciler ve halk olmak üzere faşizme karşı olan diğer grupları kapsayan “halk güçleri” arasındaki bir iç savaş görünümündedir (DY, 1978a; DY, 1991b[1978]). Hedefine emperyalizme ve oligarşiye karşı bir halk savaşı vererek Türkiye devrimini gerçekleştirmeyi koyan Devrimci Yol’a göre, ülkedeki “iç savaş” ortamında faşizme karşı yürütülecek mücadele, verilecek halk savaşının bir parçası sayılmalıdır (DY, 1977a, 1978b, 1978c). Bu savdan hareket eden Devrimci Yol, anti-faşist mücadeleyi örgütlenmesinin merkezine oturtmuş (Müftüoğlu, 1988; Müftüoğlu ve Bostancıoğlu, 2011: 210); “faşizme karşı aktif bir mücadele” verilmesini savunmuştur (DY, 1978c). Silahlı mücadeleyi de kapsayan ve 70’lerin ikinci yarısı boyunca yükselişe geçen “faşist saldırılar” karşısında gerçekleştirilmesi öngörülen “anti-faşist mücadelenin”, Devrimci Yol hareketi için bu merkezi konumu, pratikte girişilen çatışmalar ve verilen kayıplar ile sonuçlanmış; Devrimci Yol bu dönemde en çok “devrim şehidi” veren hareketlerden biri olmuştur. Anti-faşist mücadelenin hareket için merkeziliği ve bu mücadelede önemli sayıda devrimcinin kaybedilmesi, ölümün ve şehitlik meselesinin Devrimci Yol retoriğinde ağırlıklı bir yer tutmasını beraberinde getirmiştir. Bu durumun görünür örneklerinden birini hareket tarafından bastırılan afişler oluşturmaktadır. Bu afişlerin çok büyük bir bölü- Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 141 mü devrim şehitlerinin fotoğraflarından oluşmakta ve şehitlere ilişkin ölüm ilanları, saygı ifadeleri ve intikam duyurularını barındırmaktadır.14 Yine 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra öldürülen Devrimci Yol militanları adına bastırılan ve hareketin mücadelede kararlılığını vurgulayan “Şehitlerimiz” başlıklı bildiri de konunun Devrimci Yol retoriğindeki önemli yerine işaret etmektedir.15 Devrimci Yol’un retoriğinde ölüm temasının ağırlıklı yeri hareketin ana yayın organı Devrimci Yol dergisinde de kendisini göstermektedir.16 Devrimci Yol 1970’lerde sol hareketler arasında yaygın olan teorik yayın ve bu yayına paralel olarak çıkarılan ve genel olarak halka seslenen popüler gazete\dergi çıkarma eğiliminden farklı olarak iki yayın anlayışını bir araya getiren iki haftalık bir dergi olarak yayınlanmıştır.17 Bu anlayışa uygun olarak Devrimci Yol dergisi kapak ve ilk sayfalarında hareketin güncel politik gelişmelere dair analiz ve bildirilerini barındıran, daha sonra devrimci mücadeleye ilişkin haberlere yer veren, orta sayfalarda teorik tartışma ve polemiklerin yürütüldüğü, sonrasında uluslararası sosyalist hareketteki gelişmelere dair yazı, analiz ve haberlerin yer aldığı, son sayfalarda harekete ilişkin kısa ••• 14 Afişler için bakınız: http://www.devrimciyol.org/Devrimci%20Yol/afisler/afislerindex.htm 15 Bildiri için bakınız: http://www.devrimciyol.org/Devrimci%20Yol/bildiriler/bildiri5.htm 16 Ölüm temasının ve ölümle ilgili haberlerin önemli bir yer kaplamasının Devrimci Yol dergisinin yanı sıra, dönemin diğer sol yayınları açısından da geçerli olduğunu gösteren bir çalışma için bakınız: İlkay Kara, Türkiye’de 1970’li Yıllarda Radikal Medya, Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2008. Kara, tezinde Devrimci Yol’un yanı sıra Türkiye’de 1970’lerin ikinci yarısında önemli bir yaygınlık ve etkinlik kazanan Kurtuluş ve Halkın Kurtuluşu hareketlerinin dergi ve afişlerini de radikal medya teorileri çerçevesinde ele almış ve ölüm temasının bu dergilerdeki ağırlıklı yerine işaret etmiştir. 17 Dergi 1 Mayıs 1977’den Haziran 1980’e kadar ilk altı sayısı düzenli olarak iki haftada bir, sonraki sayıları ise çoğunlukla aylık olarak yayınlanmak üzere toplam 36 sayı çıkmıştır. Makale kapsamında incelenen dergi sayılarına TC. Milli Kütüphanesi süreli yayınlar arşivi ile Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat için Vakıf (TAKSAV) arşivi aracılığıyla ulaşılmıştır. 142 • iletiim : arat›rmalar› haber, ölüm ilanları ve okuyucu mektuplarına yer veren, arka kapakta ise ağırlıklı olarak devrimci hareket için önemli kişi, figür ve olaylara ilişkin yazıların yer aldığı, özetle söylersek farklı konulara ilişkin çeşitli metin türlerine yer veren bir yayın olarak karşımıza çıkmaktadır. Derginin 1 Mayıs 1977’den Ocak 1980’e kadar yayımlanan 34 sayısında saptanan metinlerin türlerine göre dağılımına bakıldığında ölüm ilanlarının tüm haberlerin beşte birini oluşturduğu görülmektedir (Bakınız Tablo 1).18 Haber Türü Haber Sayısı Mücadele\direniş haberleri\yazıları 372 Ölüm ilanları 174 Okuyucu Mektupları 136 Diğer sol hareketlerle polemik yazıları 123 Güncel politik gelişmelere ilişkin analizler 65 Önemli gün ve anmalara ilişkin haberler\yazılar 35 Hareketin teorik çizgisine ilişkin yazılar 35 Uluslararası devrimci mücadeleye ilişkin haberler\ incelemeler 30 Hareket içi eğitimi amaçlayan yazılar 19 Devrimci figürleri konu edinen metinler 16 Dergi işleri, düzeltmeler vb. 15 Şehit ailelerinin beyan\mektup\açıklamaları 11 Çeşitli ilanlar\duyurular 8 “Burjuva medyası”na ilişkin eleştiri yazıları 5 Şiir, ağıt vb 3 Toplam 1047 Tablo 1: Devrimci Yol dergisindeki metinlerin türlerine göre dağılımı ••• 18 Tablodaki verilere ulaşmak üzere dergideki tüm yazılar (1047 yazı) başlıkları ile SPSS programında listelenmiş ve içerik analizi aracılığıyla ayrıştırılarak kodlanmıştır. Metinde yer alan diğer tablolar da, tablo başlığında belirtilen metinlere SPSS programı aracılığıyla içerik analizinin uygulanması sonucu elde edilmiştir. Devrimci Yol’un Özel Sayıları’nda yer alan içerik bu tablonun kapsamı dışındadır. Derginin 1. sayısının 2 ve 6. Sayfaları ile 33. sayısının 8-12. sayfaları eksik olduğundan bu sayfalardaki içerik de kodlama dışında kalmıştır. Devrimci Yol dergisinin Nisan 1980’de yayımlanan 35. ve Haziran 1980’de yayımlanan 36. sayılarına analiz sırasında ulaşılamamıştır. Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 143 Ölüm ilanlarının yanı sıra, Devrimci Yol dergisinde yer alan metinlerin yaklaşık üçte birinde -1047 metnin 340’ında- ölümden bahsedilmiştir (Bakınız Tablo 2). Tablo 2 incelendiğinde Devrimci Yol dergisinde yer alan hemen hemen tüm metin türlerinin -15 tür içerisinde dergi yazı kurulunun çeşitli konulardaki ilanlarına yer veren “dergi işleri” ve farklı konulardaki telif yazılar ile çevirilerden oluşan metinler hariç 14’ünün- ölüm konusuna yer verdiği görülmektedir. Haber türü Haber Sayısı Ölüm ilanları 174 Mücadele, direniş haberleri\yazıları 70 Önemli gün ve anmalara ilişkin haberler\yazılar 33 Okuyucu mektupları 16 Devrimci figürleri konu edinen metinler 15 Şehit ailelerinin beyan\mektup\açıklamaları 11 Diğer sol hareketlerle polemik yazıları 8 Çeşitli ilanlar\duyurular 2 Uluslararası devrimci mücadeleye ilişkin haberler\ incelemeler 4 Şiir, ağıt vb. 3 Güncel politik gelişmelere ilişkin analizler 1 Hareketin teorik çizgisine ilişkin yazılar 1 Hareket içi eğitimi amaçlayan yazılar 1 “Burjuva medyası”na ilişkin eleştiri yazıları Toplam 1 340 Tablo 2: Devrimci Yol dergisinde ölümden ve\ya devrim şehitlerinden bahseden metinlerin türlerine göre dağılımı Devrimci Yol dergisinde hemen hemen tüm metin türleri ölüm ve/ya şehitlik konusuna yer verse de, dört metin türü meseleyi merkezine taşımıştır: İlk tür çoğunlukla “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz” veya “Anıları Mücadelemize Önder Olacak” gibi başlıklar altında yer alan ölüm ilanlarıdır (Bakınız Tablo 1). Ölüm ilanlarının büyük çoğunluğu devrim şehidinin fotoğrafı ile şehide ilişkin kısa bilgilerden oluşurken (Bakınız Resim 1), küçük bir kısmı şehide ilişkin daha detaylı bilgiler aktarmıştır. Bu tür uzun ölüm ilanlarında genel- 144 • iletiim : arat›rmalar› likle şöyle bir akış izlenmiştir: Öncelikle şehidin kısa biyografisi sunulmuş; ardından nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğü detaylı bir biçimde aktarılmış; devrim şehidinin hareket içindeki görevi, bu görevi yerine getirme biçimi ve kişilik özellikleri betimlenmiş; cenaze töreni anlatılmış ve ilan sloganlar ile sonlandırılmıştır (Örnek için bakınız Resim 2 ve 3) Resim 1: “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz”, DY, S. 24, ss. 13 Resim 2: “Anıları Mücadelemize Önder Olacak”, DY, S. 9, ss. 7 Resim 3: “Malatya Halkı Bir Devrimci Şehit Daha Verdi”, DY. S. 17, ss. 5. Ölüm temasının ve şehitliğin merkezi bir yer kapladığı ikinci tür metinler devrimci mücadelenin önemli liderlerine veya geçmiş şehitlere dair anlatılar sunmaktadır ki bunların çoğu ölüm yıldönümlerindeki anma etkinliklerini konu edinen “önemli günler\anmalar” kategorisi altında ele alınabilecek metinlerdir. Devrimci Yol’da 34 örneğini gördüğümüz bu metinler dergi içerisinde yer alabildiği gibi, tüm arka kapağı da kaplayabilmektedir (Örnek için bakınız Resim 4). 1 Mayıs kutlamalarından, ülke tarihindeki en büyük işçi eylemi olan 15-16 Haziran 1970’teki direnişe, Mahir Çayan ve arkadaşlarının 30 Mart Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 145 1972’de öldürülmelerinin yıldönümünden Devrimci Yol’un anti-faşist mücadele bağlamında yitirdiği şehitlerin anılmasına kadar çeşitli etkinlikleri konu edinen bu metinlerin 33’ü şehitlik meselesini merkezine almıştır. Resim 4: “Kızıldere Unutulmayacak”, DY. S. 1., ss. 7. Üçüncü tür metinler devrimci figürleri konu edinmekte ve gerek Ernesto Che Guevara, Ho Si Minh, Miguel Enrique gibi uluslararası devrimci hareketin, gerekse Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, İbrahim Kaypakkaya ve Ulaş Bardakçı gibi Türkiye sol hareketinin önemli liderlerini çeşitli yönleri ile ele almaktadır. Bu metinler genellikle Devrimci Yol’un bütün bir arka kapağını kaplamaktadır, öyle ki derginin on iki sayısının arka kapağı bu tür metinlere ayrılmıştır. Bu metinler kimi durumlarda devrimci figüre dair ayrıntılı bilgi içerirken kimi durumlarda ise figüre ait birkaç söz ile fotoğraftan oluşan afiş görünümündedir (Örnek için bakınız Resim 5). Resim 5: “Cevahir Öğretiyor”, DY. S. 3, ss. 20 146 • iletiim : arat›rmalar› Şehitlik meselesini merkezine alan dördüncü tür metinler devrim şehitlerinin aileleri tarafından Devrimci Yol’a gönderilen mektup, açıklama veya beyanlardan oluşmaktadır. Genellikle şehidin karakterine dair bilgiler içeren bu tür metinler ölüm ilanları ile anma etkinliklerine dair haberlerin yanında yer almakta ve çoğu durumda yazarının el yazısı ile aktarılmaktadır. Bu tür metinler ağırlıklı olarak şehit yakınlarının devrim şehidi ve karakteri hakkındaki görüşleri, şehidin ölümü konusundaki duygu ve düşünceleri ile şehide ilişkin anma ve benzeri etkinliklerde yaptıkları konuşmaları veya verdikleri demeçleri konu edinmiştir. Bu çalışmada yukarıda betimlenen dört metin türüne odaklanılmıştır. İncelemeye, Tablo 2’nin kapsamına giren metinlere ek olarak, Devrimci Yol’un “Tek Yol Devrim” başlıklı birinci özel sayısı ile Mahir Çayan ve arkadaşlarının ölüm yıldönümü için çıkarılan Kızıldere özel sayısında (Devrimci Yol 12. Özel Sayısı) yer alan metinler de eklenmiştir.19 Böylelikle 174’ü ölüm ilanları, 34’ü önemli gün ve anma etkinliği metni; 16’sı devrimci figürlere ilişkin yazılar ve 11’i de aile beyan\ mektup\açıklamalarından oluşan 235 metinlik bir analiz birimi oluşturulmuştur. Bu analiz birimi incelendiğinde devrimci ethos‘un şehitlik ve ölüm bağlamında öncelikle bir düşman kategorisi oluşturulması ve bu kategoriyle kurulan zıtlık aracılığıyla, ikinci olarak devrimciye atfedilen bir takım özelliklerle ideal bir devrimci portresi çizilmesi yoluyla ve son olarak da devrimci hareketin devamlılığına ve devrim şehitliğinin ölümsüzlüğüne vurgu yapılarak inşa edildiği görülmektedir. “Korkak Faşist”e Karşı “Yiğit Devrimci”: Ethos’u Düşman Aracılığıyla Kurmak Şehitlik, insan ölümlerine özel bir toplumsal anlam atfeden anlatıların ürünüdür. Bu anlatılar her şeyden önce şehidin kim tarafından, nasıl ve neden öldürüldüğünü açıklamak zorundadır. Bu nedenle ölenin kim tarafından ve nasıl öldürüldüğü şehitlik anlatılarının temel bileşenlerinden birini oluşturur; şehidi şehit yapan ölüm biçimi kadar düşmanın temel özelliklerini de gösterir. Devrimci Yol’da önemli bir ••• 19 Bu özel sayılarda konuyla ilgili bir önemli gün ve anma etkinliği haberi, iki tane de devrimci figürlere ilişkin metin analiz kapsamında değerlendirilmiştir. Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 147 yer tutan şehitlik anlatılarının bu saptamaya uyduğu ve devrim şehidinin ölüm biçimine özel bir önem atfedildiği görülmektedir. Zira dergide yer alan ölüm ilanlarında devrim şehitleri öncelikli olarak ölme biçimi aracılığıyla anlatılmıştır (Bakınız Tablo 3). Tablo 3’te görüldüğü üzere Devrimci Yol’da yer alan ölüm ilanlarının 153’ünde (%88’inde) şehidin ölüm biçimine yer verilmiş; 81’inde (%47’sinde) ise şehide dair isim bilgisi dışında sadece ölüm şekli anlatılmıştır. Devrim şehidinin karakteri, mücadeleye katkısı, hareket içerisindeki konumu veya biyografik bilgileri şehitlik anlatısının kurulmasına ölüm biçiminden sonra aracılık eden ikincil öğeler olarak karşımıza çıkmaktadır (Bakınız Tablo 3). Bilgi türü Haber Sayısı (Yüzdesi) Sadece ölüm biçimi bilgisi 81 (%47) Harekete katkı ve karakter bilgisi 41 (%24) Sadece karakter bilgisi 25 (%14) Sadece harekete katkı bilgisi 13 (%7) Ölüm biçimi, biyografi, harekete katkı ve karakter bilgisi 7 (%4) Sadece isim bilgisi 6 (%3) Sadece biyografik bilgi Toplam 1 (%1) 174 (100) Tablo 3: Ölüm ilanlarında şehidin anlatılmasına aracılık eden bilgi türü Ölüm ilanları incelendiğinde devrimcilerin öncelikle “faşistler” tarafından öldürüldüğü görülmektedir (Bakınız Tablo 4). Diğer bir deyişle ölüm ilanlarında devrimcilerin esas düşmanı “faşistler” olarak işaretlenmiştir. “Faşistler” kategorisinden sonra devrimcilerin ikinci temel düşmanı kolluk kuvvetleri yani polis ve jandarma olmuştur. “Faşistlere” dair on beş farklı öldürme ifadesine karşılık kolluk kuvvetleri genellikle ateşli silahlar kullanan ve işkence yapan düşmanlar, “faşistlerin” yardımcı ve destekçileri olarak tasvir edilmişlerdir. Maraş Katliamı sonrasında 26 Aralık 1978’de ilan edilen ve 1980 yılına kadar 21 ilde devam eden sıkıyönetim döneminde (Üskül, 1997: 274-276) “sıkıyönetim güçleri” de devrimcileri şehit eden bir düşman figürü olarak karşımıza çıkmaktadır. “Faşistler” ve kolluk kuvvetleri kadar 148 • iletiim : arat›rmalar› olmasa da oligarşi ve diğer sol gruplar da ölüm ilanlarında karşımıza çıkan düşman figürleri olmuşlardır (Bakınız Tablo 4). Öldüren Şehidin Ölüm Sebebi Faşistler Faşist katiller tarafından öldürülme\ katledilme 38 Faşistler tarafından pusuya düşürülme 27 Faşistler tarafından vurulma 14 Faşist saldırı\lar 13 Faşistlerin açtığı yaylım ateşi 9 Faşistler tarafından bıçaklanma 6 Faşistler tarafından atılan bomba 4 Faşistler tarafından yaralanma 3 Faşistler tarafından falçatayla yaralanma 2 Faşistler tarafından koyun kırkma makasıyla arkadan yaralanma 1 Faşistler tarafından şişlenme 1 Faşistler tarafından arabayla ezilme 1 Faşistler tarafından başından vurulma 1 Cezaevinde faşistlerin açtığı ateş 1 Profesyonel faşistler tarafından kafasına sıkılan kurşun 1 Toplam Polis-Jandarma İlan Sayısı 122 Polislerin açtığı ateş 4 Polis kurşunu\polisler tarafından vurulma 3 Polis işkencesi 3 Polis ve jandarma tarafından hunharca katledilme 2 Jandarma tarafından kurşunlanıp süngülenme 2 Hapishanede jandarma kurşunu 1 Polisler tarafından katledilme Toplam 1 16 Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 149 Diğer Sebepler Yangın Trafik kazası 3 Hastalık 2 Diğer kazalar 2 Toprak kayması 1 Toplam Sıkıyönetim güçleri 3 11 Sıkıyönetim güçleri tarafından katledilme 1 Sıkıyönetim güçlerinin halka açtığı yaylım ateşi 1 Toplam 2 Oligarşi Oligarşinin kahpe kuşunu 1 Diğer sol grup ve\ya hareketler Sol içi çekişme 1 Belirsiz Belirsiz 21 Genel Toplam 174 Tablo 4: Ölüm ilanlarında şehidin ölüm sebebi ve katili Ölüm ilanlarında kurulan şehitlik anlatıları incelendiğinde, şehidin öldürülme biçimi aracılığıyla düşmanın karakteristik özelliklerinin de çizildiği görülmektedir. Örneğin “faşistler” ölüm ilanlarında “katil” olarak işaretlenmiş, öldürme biçimleri – pusu kurma (DY, 1977b, 1980a), saldırı (DY, 1978ç, 1978d), bombalama (DY, 1977c, 1978e), şişleme (DY, 1978f), bıçaklama (DY, 1977d, 1977e), kafasına sıkma (DY, 1978g), arkadan (falçata, koyun kırkma makası vs. ile) yaralama (DY, 1977f; 1978h), arabayla ezme (DY, 1978ı), ateş açma (DY, 1977g; 1979) gibi - aracılığıyla gaddarlıkları vurgulanmıştır. Öldürme biçimleri ayrıntılandırılan faşistler, ölüm ilanlarında sadece devrimcilere değil, 12 yaşındaki çocuklardan bütün bir halka kadar “kendilerinden olmayan herkese ilericilere, demokratlara, tüm halka” saldıran (DY, 1978i) ve bunu “kalleşçe” yapan korkak fakat sinsi varlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Faşistlerin korkaklığı ve sinsiliği genellikle, kendilerine tehdit oluşturan ve korku salan “yiğit” devrimcileri hedef seçmeleri ve onla- 150 • iletiim : arat›rmalar› rı kana susamış bir hayvan gibi “pusu kurarak” öldürmeleri ile ifade edilmiş, pusu kurarak öldürmek, bir düşman kategorisi olarak işaretlenen faşistlerin en sık başvurdukları öldürme biçimi olarak ilanlardaki yerini almıştır (Bakınız Tablo 4). “Devrimci Arkadaşımız Ahmet Ato Öldürüldü” başlıklı haber bu saptamaları şöyle örneklemektedir: Bir süreden bu yana Gaziantep’in Kilis ilçesinde terör havası estiren faşistler, önce öğretmenler lokalini yaktılar. Bununla yetinmeyen faşistler bir çok defa devrimcilerin yolunu keserek saldırdılar. En son 8 Ağustos günü öğretmenler lokalinin bahçesinde oturmakta olan devrimci kardeşimiz Ahmet Ato’yu hunharca katlettiler. Ahmet Ato arkadaş Kilis’te devrimci hareketin en yiğit ve kararlı bir devrimci militanı olarak mücadele ediyordu. Onun bu kararlılığı faşistlerin yüreğine korku salmıştı. Bu nedenle Ahmet arkadaş faşistler için boy hedefi haline gelmişti. Faşistler onu pusu kurarak kalleşçe katlettiler. (DY, 1978j: 5)20 Düşmanın korkaklığı ve sinsiliği çoğu durumda muarızlarıyla medeni veya insani sayılabilecek bir biçimde iletişim kurarak baş edemeyen bir zavallılıkla bitiştirilmiştir. Öyle ki devrimcilerin “mertliği”, “yiğitliği”, “halkla kucaklaşması” karşısında, öldürmeye eğilimli bir şiddet “faşistlerin” tek ilişki kurma biçimi olarak sunulmuş, düşmanın devrimcilerle ancak onları öldürerek baş edebildiği ima edilmiştir. “Ahmetli’li yiğit devrimci Seydi Akçan”ın “faşist beslemeler tarafından katledil”diğini duyuran ölüm ilanı, Akçan’ın öldürülme sebebi ve biçimini şöyle açıklamıştır (DY, 1977h: 7): Onların kirli çamaşırlarını her fırsatta yüzlerine vurmaktan çekinmeyen mert devrimci Seydi Akçan’dan titreyen faşist köpekler, uzun zamandan beri onun ölmesi gerektiğini savunuyorlardı. Nihayet 29 Temmuz günü, her şeyden habersiz tarlasını sürmeye giden Seydi Akçan’ı pusuya düşürerek katletmişlerdir. ••• 20 Bu ve sonraki alıntılarda vurgular makale yazarına aittir. Alıntılanan metin italik olarak belirtilen vurgular dışında olduğu gibi (anlatım ve dilbilgisi kurallarına bakılmaksızın) aktarılmıştır. Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 151 Cenaze töreninde tek yumruk tek yürek olan Ahmetli’li devrimciler büyük bir dayanışma örneği göstermişler, mezarın başında katillerden hesap soracaklarına dair yemin ederek ayrılmışlardır. SEYDİ’NİN ANISI MÜCADELEMİZE IŞIK TUTACAKTIR. Devrimcilerin şehit olma biçimleri incelendiğinde ister düşman tarafından öldürülsün, isterse hastalık, kaza, afet gibi nedenlerle hayatını kaybetsin, nasıl öldüğüne bakılmaksızın devrimcilerin şehit sayıldığı ve ölümlerinin “Anıları Mücadelemize Önder Olsun”, “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz” gibi başlıklar altında ilan edildiği görülmektedir. Ankara’da 12 Mayıs 1978’de YİBA Çarşısında çıkan yangında hayatını kaybedenlere ilişkin ölüm ilanında olduğu gibi kimi durumlarda devrimcilerin şehit olmasına yol açan bir kaza veya afet sistemin bozukluğu ile ilişkilendirilmiş ve devrimcinin ölümü aracılığıyla bir düzen eleştirisi yapılmıştır: 12 Mayıs akşamı Ankara’nın ünlü YİBA Çarşısı’nda çıkan ve bütün bir gece süren yangın sonunda halktan 44 kişi yanarak can verdi. Bunların arasında, Çarşı’nın altıncı katında yer alan Erkek Meslek Lisesinde öğrenim gören 3 Devrimci Yol taraftarı da vardı. Emekçi halkımız kendilerini yaşamın her alanında ve anında ölüme terk eden bu sömürü ve zulüm düzenini bir gün mutlaka yıkacaktır. Düzenin katlettiği arkadaşlarımızın anısı mücadelemize önder olacaktır. (DY, 1978k: 6) Savaşılarak yıkılması gereken düzene ve onun “beslemeleri” olarak adlandırılan “faşistlere” karşı yürütülen bir savaş tasavvurunu yaygınlaştıran Devrimci Yol, devrim şehitlerinin ölüm biçimleri aracılığıyla sistemi yalnızca ölümle ilişkilendirmekle kalmamış, düzenin acımasızlığını, adaletsizliğini ve demokrasiden uzaklığını da vurgulamıştır. Ertuğrul Karakaya’nın ODTÜ’de jandarma tarafından öldürülmesini ele alan haberde olduğu gibi: 8 Haziran Çarşamba günü, devrimci kardeşimiz Ertuğrul KARAKAYA, jandarma tarafından kurşunlanarak ve süngülenerek öldürüldü. ODTÜ Öğrenci Temsilciliği Konseyi Yönetim Kurulu üyesi olan kardeşimiz, GÖREV BAŞINDA katledildi. … Bu olay bir rastlantı değildir. Jandarma’nın devrimci öğrencileri yaralaması ODTÜ’de 152 • iletiim : arat›rmalar› daha önceleri de meydana gelmiştir. … Ertuğrul KARAKAYA sıradan bir öğrenci değildi. ODTÜ öğrenci liderlerindendi. … DEVRİMCİ GENÇLİK’e bağlı AYÖD üyesi aktif ve fedakâr bir militan devrimci idi. Onun sahip olduğu bu özellikler, kahpece ve hunharca katledilmesinin başlıca nedeni olmuştur. Kurşunla sırtından ağır yaralandıktan sonra, insanlık dışı vahşice bir anlayışın ve intikam hırsının sonucu olarak süngülenmesi bunun kanıtıdır. (DY, 1977i: 4) Haberde jandarmanın öldürme biçimi aracılığıyla devlete ve sisteme insan dışılık, vahşet, kana susamışlık (hunharca katletmek) ve ahlaksızlık (kahpece) atfedilmiş, devrim şehidinin ölümü sistemin rastlantısal olmayan yaygın bir öç alma eylemi olarak adlandırılmıştır. Şehit anlatılarında sıklıkla düzene gönderme yapılmamakla birlikte, Ertuğrul Karakaya haberinde olduğu gibi kimi durumlarda düzen kolluk kuvvetleri nezdinde vücut bulmuştur. Az sayıdaki haberde ise düzenin “faşist besleme”leri ile arasındaki simbiyotik ilişkiye işaret edilmiş ve sistem kendisine karşı ama “yoksul halktan” yana olan devrimcilerden öcünü “faşist beslemeleri” aracılığıyla alan bir aktör olarak işaretlenmiştir. Örneğin “Fatsa Halkevi Başkanı Kemal Kara”nın “faşist katiller tarafından katledil”mesini duyuran haberde Kemal Kara’nın öldürülme nedeni şöyle anlatılmıştır (DY, 1977j: 3): Fatsalıların son devrim şehidi … Kemal Kara, tüm hayatını devrime adamış bir yoldaşımızdı. Devrimci Yol siyasetinin tutarlı bir savunucusuydu. Fatsa emekçilerinin düzene karşı olan muhalefetini devrime yönlendirmeye çalışıyordu. Bunun için de oligarşinin bu bölgedeki önde gelen hedefi oldu. Kemal Kara yoldaşımız kurulan bir pusuda katledildi. Fatsa emniyetinde görevli polis memuru Necati Budak, bizzat pusuyu düzenledi. … Halk tarafından çok sevilen Kemal yoldaşımızın katledilmesinden sonra, Fatsa halkından korkan faşistler kasabadan kaçtılar. Ertesi gün düzenlenen cenaze törenine tüm yurtsever Fatsalılar katıldılar. … Kemal yoldaşın mezarı başında yapılan konuşmalarda onun devrimci mücadelesi anlatıldı, tek suçunun yoksul halkı için mücadele vermek olduğu belirtildi. … Faşizmin bu saldırı ve cinayetleri yoksul halkımızın kurtuluş mücadelesini durduramayacaktır. Zafer er geç emekçi halkımızın olacaktır. … Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 153 Kahrolsun, Oligarşik Dikta. Kahrolsun faşizm. Tek yol devrim. Haberde belirtildiği üzere yoksul halkın kurtuluşunu istemek oligarşinin baş hedefi olmak için yeterli sayılmış, faşizmle mücadele haberin sonundaki sloganlarla oligarşik diktaya yani düzene karşı verilen mücadeleye bağlanarak, devrimci mücadelenin haklılığı ve meşruluğu vurgulanmıştır. Gözü Pek Bir Savaşçı, Disiplinli Bir Militan ve Sempatik Bir Halk Çocuğu: Bir Rol Modeli Olarak Devrimci Devrimci Yol’un şehitlik anlatılarının önemli bir öğesini şehitlerin kişilik özellikleri oluşturmaktadır. Bu konudaki bilgiler bir yandan “ölenin arkasından güzel sözler söylemek” geleneğini yerine getirirken, bir yandan da “devrimci kimdir, nasıl biridir” sorularını kahramanlaştırılan şehitlerin nezdinde yanıtlamakta ve bir rol modeli inşa etmektedir. Devrimci Yol dergisindeki ölüm ilanlarına bakıldığında 174 ilan içerisinde 73 tanesinin (%42) devrim şehidinin karakter özelliklerinden bahsettiği görülmektedir (Bakınız Tablo 5). İlanlarda devrimcilere atfedilen özellikler üç temel alanda ortaya çıkmıştır: Devrimciler düzene ve faşizme karşı yürütülen mücadelede gözü pek bir savaşçı; devrimci faaliyetler gerçekleştirirken disiplinli bir üye\militan; bir retor olarak “halkla” ilişkilerinde ise sempatik ve alçakgönüllü olmalıdır (Bakınız Tablo 5). Devrimci Karakterin Temel Öğeleri Yiğitlik Ölüm İlanı Sayısı 51 Militanlık 37 Mücadelede gözü peklik\ön saflarda olmak 23 Kararlılık 15 Aktiflik 11 Alçakgönüllülük\mütevazılık 11 154 • iletiim : arat›rmalar› Savaşçılık 6 Halk tarafından sevilmek 6 Cesaret 5 Disiplin 5 Fedakârlık 4 Çalışkanlık 4 Toparlayıcılık\örgütleyicilik 3 Bilinçlilik 3 Halkın içinde halktan biri olmak 3 İdeolojik gelişime önem vermek 3 Sempatiklik 2 Ser verip sır vermemek 2 Dürüstlük 1 Mertlik 1 Tutarlılık 1 Yaratıcılık Yardımseverlik 1 1 Toplam 198 Tablo 27: Ölüm İlanlarında ideal devrimci karakterin temel öğeleri Devrimcinin savaşçılığı en çok onun “ön saflarda”, cesaretle mücadele eden “yiğit bir militan” olması ile ifade edilmiştir. “Yiğit militan” ifadesi ölüm ilanlarında sıklıkla tekrarlanan bir tanımlama biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Devrimci Yol’un “Faşistler Yiğit Devrimci Fevzi Azırcı’yı öldürdüler” başlıklı ölüm ilanına konu olan Fevzi Azırcı saptamaya uygun olarak anlatılan devrimcilerden biri olmuştur: Fevzi arkadaş Devrimci Yol’un yiğit bir militanı, kararlı bir savunucusu idi. Fevzi’nin mücadelesi sadece okul sınırları içinde kalmıyordu. DGDF üyesi Kırklareli Demokratik Kültür Derneği’nin kurulduğundan beri çalışmalarının içinde yer aldı. Okulunda olduğu gibi Kırklareli’nde de anti-faşist hareket içinde en ön saflardaydı ve derneğin yönetim kurulu üyesi idi. KDKD’nin işçi-köylü-gençlik içindeki çalışmalarını başarıyla yürütüyordu. … Devrimciler Fevzi arkadaşın evinde ailesi ile birlikte sabaha kadar nöbet tuttular. Burada Fevzi’nin mücadelesi ve yiğitliği anlatıldı. (DY, 1978l: 5) Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 155 Cesaret, yiğitlik ve gözü peklik dışında bir savaşçı olarak devrimcinin sahip olması gereken diğer temel özellik “kararlılık” olarak işaretlenmiştir. Savaşçının kararlılığı bir yandan “faşistlere” karşı yılmadan mücadele etmeyi ima ederken, diğer yandan polis işkencesine direnmeyi de kapsamıştır. Devrimci Yol’un 1970’lerde kendisini antifaşist mücadelenin önderi olarak gören; düzene ve düzenin “köpeklerine” (faşistlere) karşı verilen bir savaş tasavvurunu yaygınlaştırmayı önemseyen bir hareket olduğu göz önünde bulundurulduğunda, hemen her sayıda karşımıza çıkan ölüm ilanlarına ve verilen onlarca “devrim şehidine” rağmen mücadeleye devam edebilmenin yolunu “kararlılık”ta bulduğu ileri sürülebilir. Savaşırken cesur, yiğit ve kararlı olan devrimcinin, diğer politik faaliyetlerinde ve hareket içi ilişkilerinde örgütleyici, çalışkan, disiplinli, tutarlı, yaratıcı, yardımsever, kişisel ideolojik gelişimine önem veren bilinçli biri olması beklenmiştir. Bu konuda örnek gösterilen devrimcilerden biri “Nizam Yoldaş silahın yerde kalmayacak!” başlıklı haberde şöyle anlatılmıştır (DY, 1978m: 16): Nizam yoldaş, tam da devrimci bir öndere yakışan mütevazılık, kararlılık vasıflarını üzerinde taşıyan bir militandı. Burjuvazinin sadece etten ve kemikten olmadığını bilir, içindeki her tür burjuva eğilimlerine karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütürdü. Yönettiği ve gelişimlerinin sorumluluğunu üstlendiği sempatizan ve militan unsurların her türlü sorununun üstüne gider, onlara yardımcı olurdu. Kısacası yönettiği insanlarla olan ilişkileri bir emir kumanda ilişkisi değil, kaynaşma temelinde yükselen bir ilişkiydi. Kesin bir disiplin savunucusuydu. Her tür laçkalığa ciddiyetsizliğe karşı açık bir tavır alırdı. Polise düştüğü zaman da kararlılığını sürdürdü. İşkenceci cellâtların yüzüne tükürerek birçok insana örnek oldu. Savaş meydanında korkusuz, yiğit ve kararlı; örgüt içi ilişkilerinde çalışkan, disiplinli ve yardımsever olması beklenen devrimcinin “halk”la ilişkilerinde sıcakkanlı, sempatik, mütevazı, “dürüstlüğü, doğruluğu ve samimiyeti ile çevresinde sevgi ve saygı uyandıran örnek bir insan” olması gerektiği vurgulanmıştır (DY, 1977k: 20). Devrimci, halk tarafından o kadar sevilip, halkla öyle “kucaklaşmalıdır” ki, 156 • iletiim : arat›rmalar› “halkın içinde halktan biri gibi” olabilmelidir (DY, 1978n: 5; 1979b: 15). Bir devrim şehidi ve önemli bir devrimci figür sayılan ve “Onbinlerce devrimciye pırıl pırıl bir mücadele ve hayat yolu” öğrettiği kabul edilen Hüseyin Cevahir bu anlamda ideal devrimci militana örnek gösterilmiştir (DY, 1977k: 20): O şimdi bize emperyalizme ve oligarşiye karşı nasıl savaşılması gerektiğini, devrimci bir militanın nasıl fedakar ve kararlı, dürüst ve mütevazi, inançlı ve korkusuz olması gerektiğini öğretiyor. … Maltepe’de hayatı noktalanıncaya kadar devrimci bir militan olarak mücadele etti. Hayatını işçi sınıfının yoksul ve emekçi halklarımızın kurtuluş mücadelesine adadı. Örnek bir militan olarak yaşadı. … Cevahir, her şeyden önce bir devrimcinin dürüst ve sade bir insan olması gerektiğini ve kendisini çevresine saydırıp sevdirmeyi bilmesi gerektiğini öğretiyor. Onu tanıyan herkes, devrimci olsun olmasın, onun fikirlerini kabul etsin veya etmesin, ona karşı derin bir sevgi ve saygı beslerdi. Cevahir her çeşit insanla anlaşıp ilişki kurmasını çok iyi biliyordu. Kendisini herkese sevdirebiliyordu. Bu yüzden çok geniş bir çevresi olurdu daima. O vurulduktan sonra bir çok insan ona olan bağlılığı ve sevgisi yüzünden devrimci harekete katılma kararı almış, Cevahir’in mücadele arkadaşlarını arayarak onun yolunda her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını bildirmişlerdir. … Devrimci Hareket içinde herkesin sevdiği ve saydığı, önde gelen bir militan olmasına rağmen, hiç bir zaman hava attırmaya ve gösterişe düşkün olmamış, daima mütevazı bir tutum içinde her zaman her türlü görevi yerine getirmek için çalışmıştır. Kitle çalışmalarına, “kitleleri siyasi aksiyona sokarak” politize etmeye ve militan kadrolarını bu şekilde eylem aracılığıyla örgütlediği halk arasından oluşturmaya önem veren bir hareket olarak Devrimci Yol için devrimcilerin halkın desteği ve sempatisini kazanmaları, Kenneth Burke’ün (1969) ifadesiyle halkla “özdeşlik” kurmaları önemli bir hedef gibi görünmektedir. Öyle ki devrim şehitlerine ilişkin ölüm Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 157 ilanları ve biyografik bilgiler kadar, şehit ailelerinin demeç ve mektuplarında da bu konu vurgulanmış, devrimcinin çevresi ile ilişki kurma biçimine özel bir yer ayrılmıştır. Örneğin Uşak’ta 16-19 Mart 1977’de eğitim enstitüsü ve yurtlarında çıkan çatışmaya ilişkin “Uşak Halkının Direnişi Mücadelemize Örnek Olsun. Faşizme Karşı Mücadelede Halkımızın İki Yiğit Evladı Daha Şehit Düştü!” başlıklı habere de konu olan devrim şehitlerinden Semiha Özakar’ın abisinin Devrimci Yol’a verdiği demeçte devrimcinin halkla kurduğu ilişki şöyle anlatılmıştır: Kız kardeşim Semiha Özakar henüz hayata gözlerini yeni açan 16 yaşında çiçeği burnunda bir genç kızdı. … Emek sermaye çelişkisinin peşkeş çektiği bir bölge olan burada devrimci mücadeleyi öğrenip bu mücadeleye tüm olanağı ile katıldı. Kardeşim halk kitlelerine en iyi bir biçimde iniyor ve kitlelerin tüm sorunlarıyla ilgilendiği gibi kendi içinde bulunduğu oligarşinin eğitim düzeninin çarpıklığını arkadaşlarına en iyi bir şekilde açıklayıp, okul içinde ve dışında oligarşinin kofluğunu, hırçınlığını, haşinliğini, baskı ve terörünü kudurmuş kurumları ve ağzı salyalı faşist beslemelerini üzerimize saldığını en iyi bir şekilde açıklayıp, arkadaşlarının ve halkın büyük sempati ve desteğini görüyor, öğrenimini de başarı ile sürdürüyordu. (DY, 1977l: 4) Şehit anlatılarında rastlanan “halk devrimci bir yiğidini daha kaybetti” ifadesinde de kendisini gösteren özdeşleşme çabası şehitleri halka mal etme ya da feda etme yoluyla devrimci mücadeleyi halkın mücadelesi kılmanın bir tezahürü olarak okunabilir. Halkın evladı olabilmek ise tıpkı Hüseyin Cevahir veya Semiha Özakar gibi iletişim gücü yüksek, sempatik, yardımsever ve mütevazı bir militan olmaktan geçmektedir. “Anıları Mücadelemize Önder Olacak!”: Hareketin Bekası ve Birliğinin Kaynağı Olarak Devrimci Cenaze törenleri ve anma etkinlikleri şehitlik anlatılarının temel öğelerinden birini oluşturur. Zira bu etkinlikler hemen hemen her kültürde ölüm etrafında geliştirilen temel ritüelleri oluşturmaktadır (Metcalf ve Huntington, 1991). Bu açıdan bakıldığında Devrimci Yol’un ana yayın organında devrim şehitlerini konu edinen metinlerin önemli bir bölümünün – 174 ölüm ilanının 69’unun (%40); 34 önemli gün ve 158 • iletiim : arat›rmalar› anma etkinliği yazısının 27’sinin, aile beyanlarının 4’ünün - cenaze veya anma etkinliklerine değinmesi; devrimci figürlere ilişkin haberlerin üçü dışında hepsinin ölüm yıldönümlerinde bir tür saygı ve anma ifadesi olarak arka kapakları süslemesi anlamlı görünmektedir. Cenaze törenlerini bir “anti-faşist gösteri” (DY, 1977m: 7; 1978o: 4) haline getirmeyi önemseyen Devrimci Yol’un bu törenlere verdiği önem, metinlerde yer alan ayrıntılı betimlemeler ve fotoğraflardan da anlaşılmaktadır. Dergide tipik bir cenaze töreninin şöyle betimlendiği görülmektedir: Cenaze töreni anlatılarının ilk bölümünü tören öncesi çalışmalar oluşturmaktadır ki, bunlardan ilki devrim şehidinin cenazesinin kimin tarafından alınacağına ilişkin polis ile devrimciler arasında geçen mücadeleye odaklanmaktadır. “Cenazenin kaçırılması” polis tarafından töreni engellemenin bir yolu olarak görüldüğünden, cenazenin polisten önce hastane morgundan alınması ve\ya ele geçirilmesi hususunda devrimciler ile polis arasında geçen mücadele anlatılarda töreni daha başlamadan devrimci mücadelenin bir parçası kılmıştır. Aşağıdaki alıntıda da görüldüğü üzere polisin cenazeyi kaçırmasını önlemek başlı başına bir başarı sayılmaktadır: Ahmet Erikli’nin cenazesini almak için sabaha kadar hastane önünde bekleyen devrimciler, polisin cenazeyi kaçırmasına engel olarak cenazeyi aldılar. 1500-2000 civarındaki kitle “Ahmetler Ölmez”, “Devrimciler Ölmez”, “Tek Yol Devrim”, “Kurtuluşa Kadar Savaş”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganlarıyla yürüyüşe geçti. Tören gerçek bir anti-faşist gösteriye dönüştürüldü (DY, 1977o: 7). Cenaze polis tarafından “kaçırıldığında” veya “şehidin ailesine teslim edilmeden gömüldüğünde” ise şehide ilişkin “temsili bir tabut” kullanılmış ve tören gene de gerçekleştirilmiştir. Ahmet Aytaç’ın cenazesi bu durumun bir örneği olmuştur: Polisin cenazeyi tehdit ve baskıyla gömdürdüğü açıklandı. … Beş binden fazla devrimcinin katıldığı yürüyüş boyunca sık sık “AHMET’İN KATİLİ, OLİGARŞİ” şeklinde slogan atıldı. Yürüyüşte ağzı açık bir tabut omuzlar üzerinde taşındı. Tabut omuzlara alınmadan önce, polisin Ahmet Aytaç’ın cenazesini kaçırdığı ve bugüne kadar öldürülen bütün devrimcilerin bu tabutta olduğu kabul edilerek yürüneceği belirtildi. Tabutun en önde Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 159 taşındığı kortejde, tabutun hemen arkasında Ahmet arkadaşın büyük bir resmi ablası tarafından taşındı. Onun arkasında ise daha önce faşistlerce öldürülen aynı okul öğrencilerinden Cezmi Yılmaz, Halit Pelitözü ve Çiğdem Yıldır’ın resimleri yer aldı. Yürüyüş boyunca “Kaatil Oligarşi, Mahir-Hüseyin-Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş, Tek Yo1 Devrim ve Kahrolsun Faşizm” sloganları atıldı. … Devrimciler yürüyüş sırasında polisin engelleme girişimlerine büyük bir dirençle ve kararlılıkla karşı koydular ve polisin yürüyüşü dağıtma planını geçersiz kıldılar. Yürüyüş tamamlandıktan sonra devrim andı içildi ve yüreklerde acıyla ama dimdik bir mücadele azmiyle mücadeleye devam denildi... (DY, 1977n: 5) Devrimcinin cenazesi “polisten kurtarıldıktan” veya temsili bir tabut cenazenin kendisi olarak kabul edildikten sonra genellikle cenaze evinde meşaleler yakılarak nöbet tutulmakta, kimi durumlarda bu süreçte devrim şehidine ve “mücadelesine ilişkin” konuşmalar yapılmaktadır. Tören öncesi çalışmaların diğer bölümünü, şehide ilişkin afiş ve ölüm biçimine ilişkin bildirilerin basılıp dağıtılması, duvar yazılarının yazılması oluşturmaktadır. Böylelikle şehit cenazesi Devrimci Yol’un kendisini “halka” anlatmasının ve mücadeleye devam etme konusundaki kararlılığını duyurmasının bir vesilesi kılınmaktadır. Cenaze töreni sırasında gerçekleştirilen temel ritüellerin başında yukarıdaki alıntıda da görüldüğü üzere şehidin fotoğrafının en önde olduğu bir yürüyüş gerçekleştirmek gelmektedir. Yürüyüş çeşitli slogan ve marşlar eşliğinde gerçekleşmekte, mezarlıkta veya yürüyüşün bir bölümünde konuşmalar yapılmakta, devrim andı içilmekte ve tören cenazenin mezarlıkta toprağa verilmesi ile sonlanmaktadır. Anma etkinlikleri devrim şehidinin mezarı başında yapılan toplantılar şeklinde olabildiği gibi (DY, 1978ö: 57; 1978p: 8), şehit anısına forum ve toplantılar düzenlemekten (DY, 1978r: 5; 1978s: 9), Kızıldere’de öldürülen Mahir Çayan ve arkadaşlarının anıldığı günlerde olduğu gibi birçok şehirde yürüyüş, gösteri, miting yapmaya (DY, 1979c: 3; 1979d: 11); okul veya işyerlerinde boykotlar düzenlemekten (DY, 1979e: 2-4; 1979f: 5), pankart asma, afişleme, bildiri dağıtma (DY, 1978s: 9), özel sayı yayımlama (DY, 1978ş: 1; 1977o: 2) veya duvarları yazılamaya (H. DY, 1978t: 5 ), buradan şehidin anısına halk gecesi düzenlemeye (DY, 1978u: 5) kadar geniş bir yelpazedeki etkinlikleri kapsamaktadır. 160 • iletiim : arat›rmalar› Yukarıda betimlenmeye çalışılan cenaze ve anma törenleri Devrimci Yol’un retoriği açısından üç temel işlevi yerine getirmiştir: İlk olarak, bu etkinlikler aracılığıyla bir şehit anlatısının olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkan “şehidin ölümsüzlüğü” vurgulanmış ve devrim şehidine atfedilen ölümsüzlüğün bileşenleri inşa edilmiştir. İkinci olarak, görkemli birer anti-faşist gösteri şeklinde kurgulanan bu törenler devrim şehidinin fiziksel yokluğunun (ölümünün) karşısında hareketin varlığına ve gücüne işaret eden göstergeler olmuştur.21 Diğer bir deyişle şehide atfedilen ölümsüzlük “devrimci hareketin” -Devrimci Yol’un- devamlılığının işareti sayılarak hareketin bekası ilan edilmiştir. Üçüncü olarak devrimciler, sempatizanlar, taraftarlar ve ••• 21 Burada şehit cenazelerinin yalnızca “devrimciler” için değil, muarızları olan “faşistler” için de önemli bir varlık ve güç gösterisi olarak görüldüğünü vurgulamak gerekir. Öldürülen Ülkücü Hareket veya MHP üyelerinin cenazeleri büyük katılımlarla 1970’lerin ana akım medyasında yer alacak şekilde gerçekleştirilmektedir. Örneğin bakınız Milliyet Gazetesi haber başlıkları “MHP’li Öğrencinin Cenaze Töreninde Olaylar Çıktı” (16.06.1977, ss.1), “Öldürülen Ülkücünün Cenazesi Kaldırıldı” (01.08.0977, ss. 1), “ Üç MHP’linin Cenazesi Törenle Kaldırıldı” (06.10.1978, ss. 9), “Öldürülen Ülkücünün Cenazesi Kaldırıldı” (22.04.1978, ss. 1). Bu haberlere bakıldığında cenaze merasimlerinin faşistler ile devrimciler arasındaki mücadelenin bir parçası ve tarafların belirli bir mekandaki (şehir-kasaba-mahalle-köy-kampus ve benzeri) hakimiyet ve\ya varlıklarının işareti sayıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumun uç örneklerinden biri 1970’lerden günümüze sol hareket içerisinde yaşadığı veya tanık olduğu komik olaylar ile yaptığı görüşmelerde aktarılan anekdotları kısa öyküler olarak anlatan Zafer Aydın’ın Sollamalar II: Forum mu Yapsak, Devrim mi? (2008) isimli kitabında karşımıza çıkmaktadır. Kitaptaki “Sahte Cenaze” isimli öyküde Karadeniz’de “imal ettiği bomba elinde patlayan bir faşistin, gövde gösterisine dönüşen cenaze töreni” (2008: 68) karşısında bir misilleme yürüyüşü yapmak isteyen bölge solcularının bu talebinin (cenaze olmadığı için) reddedilmesi karşısında gösteriyi gerçekleştirme çabaları anlatılmaktadır. Durum üzerine bir toplantı alan solcular çareyi öyküde anlatıldığı şekliyle şöyle bulurlar: ‘Yürüyeceğiz arkadaşlar yürüyeceğiz. Madem cenaze olunca her türlü gösteri düzenlemek, yürüyüş yapmak serbest; o zaman biz de bir cenaze bulacağız ve yürüyeceğiz. … Dört kişilik cenaze ayarlama komitesi ertesi sabah hastanenin morguna elini kolunu sallaya sallaya rahatça girdiler. Kimsenin aklına “morgdan cenaze çalınabileceği” ihtimali gelmediğinden, ortalıkta güvenlik önlemi yoktu. Omuzladıkları mevta ile kent meydanına vardıklarında, kalabalık bir kitle onları beklemekteydi. … Ardından tiz bir ses sloganı başlattı: “Devrim şehitleri ölümsüzdür!”’ (Aydın, 2008: 69). Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 161 hareket arasında ölüm karşısında hissedilen duygular (acı, öfke, intikam ve benzeri) dolayımıyla bir duygudaşlık ve birlik sağlanmış, mücadele azmi ve kararlılık pekiştirilmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi cenaze törenleri ve anma etkinlikleri her şeyden önce şehitlik kavramının temel öğesi olan ölümsüzlük vurgusunu yapmaktadır. Devrimci Yol incelendiğinde tören ve anma etkinliklerinde şehide atfedilen ölümsüzlüğün öncelikle ölüm ilanlarını bir araya getiren “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz”, “1 Mayıs Şehitlerinin Anısı Mücadelemizde Yaşayacak”, “Anıları Mücadelemize Önder Olsun” gibi başlıklarda ifade edildiği görülmektedir. Böylelikle devrim şehidinin onurlu yaşamı ve mücadelesinin bir anı olarak geride kalanlara “önderlik” edeceği ve şehidin devrimci mücadelenin devamlılığı aracılığıyla ölümsüzleşeceği sıklıkla vurgulanmaktadır. Haber başlıklarının yanı sıra cenaze ve tören haberlerinde vurgulandığı üzere bu etkinliklerin ayrılmaz bir parçası olan sloganlar da geri kalanların şehidin ölümsüzlüğünü haykırmasına aracılık etmiştir. İncelenen metinlerde anlatıldığı şekliyle cenaze ve anma etkinliklerinde “Ertuğrul’lar\Cafer’ler\Ahmet’ler\İbrahim’ler Ölmez” (DY, 1977i: 5; 1977f: 4; 1977m: 9) sloganı cenaze yürüyüşlerine eşlik etmiştir. Benzer şekilde “Ulaş Yaşıyor!” (DY, 1978t: 5); “Kızıldere ’72 Yaşıyor” (DY, 1978ş: 1), “On’lar Yaşıyor” (DY, 1978ü: 2), “Kadir, Sinan, Alpaslan, Cevahir Yaşıyor” (DY, 1978v: 20) gibi, anılan devrim şehit\lerinin ölümsüzlüğünü vurgulayan sloganların anma günlerinde duvarlara, afiş ve pankartlara yazıldığı görülmektedir. Haber başlıkları ve sloganların yanı sıra şiirler ve ağıtlar da devrim şehidinin ölümsüzlüğünü vurgulamanın aracı olarak karşımıza çıkmaktadır (Örn. DY, 1978w: 5; 1980b: 2, 1978x: 9). Devrimci Yol’daki cenaze ve anma etkinliklerine ilişkin metinlere bakıldığında, her ne kadar şehide yukarıda belirtilen araçlarla bir tür ölümsüzlük vaat edilse de bahsedilen şehitlik anlayışının uhrevi veya dini değil seküler olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Devrimci Yol’daki şehitlik anlatılarına göre devrim şehitlerinin ölümsüzlüğü öte dünya- 162 • iletiim : arat›rmalar› ya ilişkin bir olgu ve vaat edilen ödül de tanrı katında kutsanmaları değil, bağlı oldukları hareketin (Devrimci Yol) devamlılığı ve kendilerini uğrunda feda ettikleri savaşın (Türkiye halklarının emperyalizm ve faşizmden kurtuluş savaşının) sürdürülmesi ile gerçekleşecektir. Şehitlerin ölümsüzlüğünü sağlayacak devamlılık öncelikle harekete katılacak ve kendisini davaya adayacak yeni “devrimcilerin” varlığıyla gösterilmiştir. “Bir ölüp bin doğmak” ifadesiyle dile getirilen devamlılık, devrim şehidi Zafer Boz’un anısına yapılan afişteki şiirde şöyle ifade edilmiştir (DY, 1978x: 9): “Ekilir ekin geliriz\ Ezilir un geliriz\ Bir ölür bin geliriz \Beni vurmak kurtuluş mu?”. Ölen devrimciye karşılık binlercesinin varlığına yapılan gönderme, ölümsüzlüğün ikinci yoluna, devrimcinin davasının ve verdiği savaşın devamına bağlanmış ve mücadelenin süreceği ilan edilmiştir. Aşağıdaki şiir bu ilanın örneklerinden birini oluşturmaktadır: Durur mu? Onurlu kavgamız Senin toprağa düşmenle Bugün bir kez daha gördük MAHMUT YOLDAŞ Bir kez daha gördük Bir gidenle binlerin doğduğunu Bir kez daha gömdük acıyı kalbimize Ölmesini bilen yiğit MAHMUT YOLDAŞ Ant olsun sana Sarsacak toprağı Çelik adımlarımız Ant olsun sana. Devrimcinin “silahının yerde kalmayacağı” (DY, 1978m: 16; 1980b: 2), “savaş bayrağının yükseltileceği” (DY, 1977e: 7), “kanının yerde kalmayacağı” (DY, 1977f: 4; 1978y: 13), “katillerden hesap sorulacağı” (DY, 1979h: 16; 1979i: 16; 1979j: 16; 1979k: 16; 1979l: 16) anısının mücadelede yaşayacağı\yaşatılacağı (DY, 1978z: 7; 1979g: 11) konusunda verilen sözlerle de ifade edilen, devrim şehidinin savaşının Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 163 kaldığı yerden devam edeceği vaadi ve bu yöndeki azim ise cenaze törenlerinin ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkan Devrim Andı’nda doruğa çıkmaktadır. 70’li yıllarda devrimci mücadeleye bağlılığın ve bu uğurdaki kararlılığın ifadesi olarak “mitinglerde, gösterilerde sıkılı ve yukarı kalkık yumruklarla okunan” (Alpat, 2008: 66) bu ant, Devrimci Yol tarafından şöyle formüle edilmiştir: Biz devrimciler olarak, sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan, bıkmadan, usanmadan, kanımızın son damlasına kadar, emperyalizme ve faşizme karşı devrimci yolumuzda kurtuluşa kadar savaşacağımıza and içeriz. Bu uğurda ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları, mitralyöz sesleriyle ve zafer ve savaş naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, sefa geldi. (Akt. Alpat, 2008: 66) Her cenazede tekrarlanan Devrim Andı böylelikle devrim şehidinin ölümsüzlüğünün yolunun, savaş sloganlarının kulaktan kulağa yayılması, şehidin silahının elden ele geçmesi ve şehitlerin ardından gözyaşıyla değil, “mitralyöz sesleri, zafer ve savaş naralarıyla” ağıt yakılmasından, özetle “kurtuluşa kadar savaşılmasından” geçtiğini açıkça ifade etmiştir. Böylelikle tamamlanan cenaze törenleri ile bir yandan şehidin ölümsüzlüğünün hareketin ölümsüzlüğü olduğunu vurgulanırken öte yandan geride kalanların birbirine ve davaya sıkıca sarılmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Sonuç Devrimci Yol dergisinde, merkezine ölüm ve şehitlik meselesini koyan metinlerin incelenmesi yoluyla devrim şehitliğinin devrimci ethos’un inşasındaki yerine odaklanan bu çalışma sonucunda şu temel saptamalarda bulunulabilir: Şehitlik anlatıları Devrimci Yol’un temel sloganlarından biri olan “Kurtuluşa kadar savaş” çağrısında olduğu gibi bir kurtuluş anı olarak işaretlenen devrim için gereken mücadele sürecinde hem devrimci ethos’u hem de düşman kategorisini kuran ana uğraklardan birini oluşturmuştur. Devrim şehidinin öldürülme biçimi ve mücadelesini betimleyen anlatılar aracılığıyla öncelikle düşmanın tasviri yapılmış, düşman retoriksel olarak inşa edilmiştir. Düşman kategorisi bir yandan kurulan karşıtlık aracılığıyla devrimci 164 • iletiim : arat›rmalar› ethos’u pekiştirirken, diğer yandan da devrimci mücadelenin haklılığını ve yıkılması gereken düzenin acımasızlığını göstermenin aracı olmuştur. Devrimci ethos ayrıca şehitlerin kişilik özellikleri aracılığıyla desteklenmiş ve bir rol modeli olarak devrimci portresi çizilmiştir. Şehit anlatılarının önemli bir parçasını oluşturan cenaze törenleri, anma etkinlikleri gibi ritüeller aracılığıyla da devrimcinin ölümsüzlüğü ve devrimci hareketin bekası vurgulanırken, hareket üyelerini birbirine bağlayan dayanışma ve “bizlik” duygusu pekiştirilmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, devrimci ethos’un şehitlik aracılığıyla örülen özelliklerinin –devrimcinin acımasız düzen ve sinsi düşman karşısındaki haklılığı, örnek karakteri ve ölümsüzlüğününtemel harcını devrime ve hayata olan inanç ve umut ile halka olan sevginin oluşturduğudur. Devrimci Yol’daki metinler devrim şehidini ister düşman karşısındaki korkusuz bir yiğit, ister örnek bir insan isterse de hareketin geleceği olarak işaretlesin, devrimci her şeyden önce kendisini halkına adayan, “tek suçu yoksul halkı için mücadele vermek” (DY, 1977j) olan bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Devrimci mücadeleyi “halkın kurtuluş mücadelesi” olarak işaretleyen Devrimci Yol, böylelikle bu devrim için ölenleri de halk için ölenler olarak tanımlamıştır. Diğer bir deyişle, bir retor olarak ethos’unu şehitlik aracılığıyla kendinden vazgeçip dinleyicileriyle/halkla özdeşleşerek, onlar için canını feda eden devrimciler nezdinde kurmuştur. Halkı ve inancı için mücadele ederken ölmek bir retor olarak Devrimci ve devrimcilere sadece halkla özdeşleşme imkânı tanımakla kalmamış, aynı zamanda halkı düzene karşı savaşmaya çağırırkenki davetini de samimi kılmanın yolu olmuştur. Samimiyetin ve “karşılıksız sevginin” bir diğer göstereni de, ölen devrimcinin dini şehitlik anlatılarında olduğu gibi sonsuza kadar “öte dünya nimetleri” ile değil, devrimci mücadelenin sürmesi ve devrimcinin hatırlanması ile ödüllendirilmesidir. Selda Bağcan’ın 1970’lerde popüler olan türküsünde bu durum bir devrimcinin ağzından şöyle ifade edilmiştir: “Vurulduk ey halkım unutma bizi.”22 ••• 22 Selda Bağcan’ın 1976 yılında yayınlanan Türkülerimiz 3 albümünde yer alan “Vurulduk ey halkım unutma bizi” isimli türküdür. Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 165 Kaynakça Abdel-Khalek, Ahmed M. (2004). “Neither Altruistic Suicide nor Terrorism but Martyrdom: A Muslim Perspective”. Archives of Suicide Research. Vol 8(1). 99-113 Aldoğan, Yazgülü (1979). “Günümüz Türk Basını”. SBF BYYO Yıllık 19771978. Ankara: SBF BYYO Basımevi. 1-34 Alpat, İnönü (2008). Popüler Türkiye Solu Sözlüğü: Solun Yüzyıllık Öyküsü. 3. Baskı. Ankara: Dipnot Yayınları Aristo (2004). Retorik. (İngilizceden Çev. Mehmet H. Doğan). İstanbul: YKY Ataay, Faruk (2007). 12 Mart’tan 12 Eylül’e Kriz Kıskacındaki Türk Siyaseti ve 1978-1979 CHP Hükümeti. Ankara: De Ki Yayınları Aydın, Zafer (2008). Sollamalar II: Forum mu Yapsak Devrim mi?. İstanbul: Versus Yayınları Aydınoğlu, Ergun. (2007). Türkiye Solu: 1960–1980. İstanbul: Versus Yayınları Baumlin, James S. (2001). “Ethos”. Encyclopedia of Rhetoric. (Edt. Thomas O. Sloane). New York: Oxford University Press. 263-277 Boratav, Korkut (1983). İktisat Politikaları ve Bölüşüm Sorunları: İktisat Yazıları 1969-1981. İstanbul: Belge Yayınları. Boratav, Korkut (1998). Türkiye İktisat Tarihi: 1908–1985. İstanbul: Gerçek Yayınevi. Boyarin, D. (1999). Dying for God: Martyrdom and the Making of Christianity and Judaism. Stanford: Stanford University Press. Burke, Kenneth (1969b). A Rhetoric of Motives. Berkley: University of California Press Cormack, Margaret (Edt.) (2002). “Indroduction”. Sacrificing the Self: Perspectives on Martyrdom and Religion. New York: Oxford University Press. xi-xv Cormack, Margaret (Edt.) (2002). Sacrificing the Self: Perspectives on Martyrdom and Religion. New York: Oxford University Press Devrimci Yol Bildirgesi (2006[1977]). Dünden Yarına Kalan: Devrimci Yol ve Devrim Dergilerinden Seçmeler 1. (Der. Semra Ocak). İstanbul: Devrim Yay. 133-170 166 • iletiim : arat›rmalar› Doss, Erika (1999). “‘Revolutionary art is a tool for liberation’: Emory Douglas and Protest Aesthetics at The Black Panther”. New Political Science. Vol 21 (2). 245-259 Dürüşken, Çiğdem (2001). Roma’da Retorika Eğitimi. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları Euben, Roxanne L (2002). “Killing (For) Politics: Jihad, Martyrdom and Political Action”. Political Theory. Vol. 30 (1). 4-35 Frend, William H. (1967). Martyrdom and Persecution in the Early Church: A Study of a Conflict from the Maccabees to Donatus. New York: New York University Press. Gray, Alyssa M (2003). “A Contribution to the Study of Martyrdom and Identity in the Palestinian Talmud”. Journal of Jewish Studies. Vol. 54 (2). 242-272 Hahn, Dan F. ve Gonchar, Ruth M. (1972). “Studying Social Movements: A Rhetorical Methodology”. Speech Teacher. Vol. 20(1). 44-52 Hyder, Syed Akbar (Edt.) (2006). Reliving Karbala: Martyrdom in South Asian Memory. New York: Oxford University Press Jensen, Michael (2010). Martyrdom and Identity: The Self on Trial. London: Continuum International Publishing Kara, İlkay (2008), Türkiye’de 1970’li Yıllarda Radikal Medya, Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kesler, Fatih Muhammed (2004). “Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde Şehit Kavramı”. EKEV Akademi Dergisi. Yıl 8. Sayı 20. 89-110 Keyder, Çağlar (2006). “İktisadi Gelişme ve Bunalım: 1950-1980”. Geçiş Sürecinde Türkiye.(Der. İrvin C. Shick ve E. Ahmet Tonak; Çev. N. Satlıgan). İstanbul: Belge Yayınları. 310-325. Lecomte-Tilouine, Marie (2006). ‘«KILL ONE. HE BECOMES ONE HUNDRED»: Martyrdom as Generative Sacrifice in the Nepal People›s War’ Social Analysis. Vol. 50(1). 51-72 Lifshitz, Felice (2002). “The Martyr. the Tomb and the Matron: Constructing the (Masculine) ‘Past’ as a Female Power Base”. (Edt. Gerd Althoff) Medieval Concepts of the Past: Ritual. Memory. Historiography. New York: Cambridge University Press. 311-341. Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 167 Lopez-Menendez. Marisol (2009). “The Holy Jester: A Story of Martyrdom in Revolutionary Mexico”. The New School Psychology Bulletin. Vol. 6. No. 2. 59-66 Mater, Tayfun (1989). Devrimci Yol Savunması: 12 Eylül Öncesi ve Sonrası. Ankara: Simge Yayınları Metcalf, Peter ve Huntington, Richard (1991). Celebrations of Death: The Anthropology of Mortuary Ritual. Cambridge: Cambridge University Press Müftüoğlu, Oğuzhan ve Bostancıoğlu, Adnan (2011). Bitmeyen Yolculuk: Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı. 4. Basım. İstanbul: Ayrıntı Yayınları Müftüoğlu, Oğuzhan. (1988). “Devrimci Yol Üzerine Tezler”. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi 7. Cilt: 1960-1980. İstanbul: İletişim Yayınları. 2250–2253 Pekdemir, M. (2007). “Devrimci Yol”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 8. Cilt: Sol. T. (Der. Bora ve M. Gültekingil). İstanbul: İletişim Yayınları. 743–778. Pitcher, Linda M. (1998). “The Divine Impatience”: Ritual. Narrative. and Symbolization in the Practice of Martyrdom in Palestine”. Medical Anthropology Quarterly 12(l). 8-30. Scot-Aghaie, Kamran (Edt.) (2005). The Women of Karbala: Ritual Performance and Symbolic Discourses in Modern Shi-i Islam. University of Texas Press. Austin. 2005 Smith, Michael (2003). “Stalin’s Martyrs: The Tragic Romance of the Russian Revolution”. Totalitarian Movements and Political Religions. Vol. 4(1). 95-126 Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi 7. Cilt: 1960–1980. İstanbul: İletişim Yayınları. 1988 Stewart, Charles J.; Smith, Craig A. ve Denton Jr., Robert E. (2001). Persuasion and Social Movements. Illinois: Waveland Press Üskül, Zafer (1997). Siyaset ve Asker: Cumhuriyet Döneminde Sıkıyönetim Uygulamaları. Genişletilmiş 2. Baskı. Ankara: İmge Kitabevi Whitehead, Neil L. ve Abufarha, Nasser (2008). “Suicide. Vioience. and Culturai Conceptions of Martyrdom in Paiestine”. Social Research. Vol. 75 (2). 395-416 168 • iletiim : arat›rmalar› Wong, Sin-Kiong (2001). “Die for the Boycott and Nation: Martyrdom and the 1905 Anti-American Movement in China”. Modern Asian Studies. Vol. 35(3). 565–588. www.devrimciyol.org/Devrimci%20Yol/afisler/afislerindex.htm, erişim tarihi: 02.12.2012 www.devrimciyol.org/Devrimci%20Yol/bildiriler/bildiri5.htm, erişim tarihi: 02.12.2012 Yazıcı, Mehmet H., (2013), Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız, Ankara, DipNot Yayınları Çubukçu, Aydın (2007) ‘TDKP-“Halkın Kurtulusu”: Gerilladan Partiye’. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 8: Sol. (Der. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil). İstanbul: İletişim Yay. 724-743 Dergi, Teorik Not ve Broşürler Devrimci Yol (1977a). “Faşizme Karşı Mücadelede Birlik Sorunu ve Demokratik Kitle Örgütleri Eylem Platformu”. Devrimci Yol. S.10. s. 2 Devrimci Yol (1977b). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Naci Güven”, Devrimci Yol. S. 2., s. 13 Devrimci Yol (1977c). “Faşistler Bergama’da Devrimcilerin Evini Bombaladı”, Devrimci Yol, S. 9, s.5 Devrimci Yol (1977d). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Enver Öztekin”, Devrimci Yol, S. 3. s.9 Devrimci Yol (1977e). “Anıları Mücadelemize Önder Olacak: Osman Küçük”, Devrimci Yol, S. 9. s.7 Devrimci Yol (1977f).”Devrimci Kardeşimiz Cafer Avcı’nın kanı yerde kalmayacak: Sivaslı Halkının Faşizme Karşı Mücadelesi Sürecek”, Devrimci Yol, S. 7. s.4 Devrimci Yol (1977g). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Ali Fuat Okan”, Devrimci Yol, S. 2. s.13 Devrimci Yol (1977h). “Anıları Mücadelemize Önder Olacak: Seydi Akçam”, Devrimci Yol, S. 9. s. 7 Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 169 Devrimci Yol (1977i). “Ertuğrul Arkadaş, Devrimci Yol Siyasetinin Kararlı Bir Savunucusu, Devrimci Gençlik Hareketinin Yiğit Bir Militanı İdi”. Devrimci Yol, S. 4. s.5 Devrimci Yol (1977j). “Fatsa halkevi Başkanı Kemal Kara faşist katiller tarafından katledildi”, Devrimci Yol, S. 5. s.3 Devrimci Yol (1977k). “Cevahir Öğretiyor”, Devrimci Yol, S. 3. s. 20 (Arka Kapak) Devrimci Yol (1977l). “Haydar Öztürk’ün Babasının Dergimize Demeci”, Devrimci Yol, S. 1. s. 4 Devrimci Yol (1977m). “Anıları Mücadelemize Önder Olacak: Ahmet Erikli”, Devrimci Yol, S. 9. s. 7 Devrimci Yol (1977n). “Anıları Mücadelemize Önder Olsun: Ahmet Aytaç”, Devrimci Yol, S. 5. s. 5 Devrimci Yol (1977o). “Deniz, Yusuf, İnan Savaşa Devam”, Devrimci Yol, Özel Sayı 1. s.2 Devrimci Yol (1978a). “12 Mart’tan Bugüne…”. Devrimci Yol. S.14. s. 2-3 Devrimci Yol (1978b). “Faşizm ve Faşizme Karşı Mücadele Sorunu Üzerine II: Sömürge, Yarı Sömürge Ülkelerde ve Türkiye’de Faşizm”. Devrimci Yol. S. 13. s. 8-11 Devrimci Yol (1978c). “Emekçi Halkın Faşizme Karşı Savunma Hakkı Asla Elinden Alınamaz” . Devrimci Yol. S.17. s.3 Devrimci Yol (1978ç). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Erhan Bitlisli”, Devrimci Yol, S. 14. s. 6 Devrimci Yol (1978d). “Anıları Mücadelemize Önder Olsun: Mustafa Kuşçu”, Devrimci Yol, S. 22. s.15 Devrimci Yol (1978e). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Faşist Katiller Hakkı Halepli Yoldaşı Hunharca Katlettiler”, Devrimci Yol, S. 21 Devrimci Yol (1978f). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Nevzat Gökçen”, Devrimci Yol, S. 14, ss.6 Devrimci Yol (1978g). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Bilgin Girgin”, Devrimci Yol, S. 14. s. 6 170 • iletiim : arat›rmalar› Devrimci Yol (1978h). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Abdülkadir Adanur”, Devrimci Yol, S. 12. s.4 Devrimci Yol (1978ı). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Faşist Katiller Mehmet Şahin Arkadaşımızı Öldürdüler”, Devrimci Yol, S. 17. s.8 Devrimci Yol (1978i). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Niğde Lisesi Öğrencisi İsmail Yetik Faşist Katiller Tarafından Katledildi”, Devrimci Yol, S. 21. s. 5 Devrimci Yol (1978j). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Devrimci Arkadaşımız Ahmet Ato Öldürüldü”, Devrimci Yol, S. 21. s.5 Devrimci Yol (1978k). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Bünyamin Ulusoy Yoldaşımızı YIBA Yangınında Kaybettik!”, Devrimci Yol, S. 18. s.6 Devrimci Yol (1978l). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Faşistler Yiğit Devrimci Fevzi Azırcı’yı öldürdüler”, Devrimci Yol, S. 12. s. 5 Devrimci Yol (1978m). “Nizam Yoldaş, Silahın Yerde Kalmayacak!”, Devrimci Yol, S. 22. s. 16 (Arka Kapak) Devrimci Yol (1978n). “Mahmut Yıldırım (1955- )”, Devrimci Yol. S. 16. s. 5 Devrimci Yol (1978o). “ODTU öğrencisi İbrahim Baloğlu anti-faşist bir gösteriyle Antalya’da toprağa verildi”, Devrimci Yol. S. 12. s. 4 Devrimci Yol (1978ö). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Ali Necip Bozalioğlu Zara’da Mezarı Başında Anıldı”. Devrimci Yol. S. 16. s. 57 Devrimci Yol (1978p). “Ertuğrul Karakaya Salihli ve ODTU’de anıldı”, Devrimci Yol, S. 19. s. 8 Devrimci Yol (1978r). “Hatice Alankuş anıldı”. Devrimci Yol. S. 21. s. 5 Devrimci Yol (1978s). “Ali Canpolat yoldaş anıldı”. Devrimci Yol. S. 19. s. 9 Devrimci Yol (1978ş). “Kızıldere Unutulmayacak: On’lar emekçi Halklarımızın Kalbinde, Ruhunda, Bilincinde Yaşayacak”. Devrimci Yol. Özel Sayı 12. s. 1 Devrimci Yol (1978t). “Türkiye halkları Ulaş’ın anısını selamladı”. Devrimci Yol. S. 15. s. 5 Özdemir Taşdan • ...: Devrimci Yol Dergisinde Ölüm İlanları ve Anmalar • 171 Devrimci Yol (1978u). “Koray Doğan, Bir Soylu Kavgada Düşen Ama Milyonlarca Emekçinin Yüreğinde Doğan Bir Umut Güneşidir”. Devrimci Yol. S. 16. s. 5 Devrimci Yol (1978ü). “On’lar Yaşıyor,” Devrimci Yol. Özel Sayı 12. s. 2 Devrimci Yol (1978v). “Kadir, Sinan, Alparslan, Cevahir Yaşıyor”. Devrimci Yol. S. 19. s. 20 (Arka Kapak) Devrimci Yol (1978w). “Devrimci Hareketin Yiğit Bir Militanı Faşist Katillerce Katledildi”. Devrimci Yol. S. 16. s. 5 Devrimci Yol (1978x). “Zafer Boz’un anısına”. Devrimci Yol. S. 19. s. 9 Devrimci Yol (1978y). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Gül Ali yoldaşın kanı yerde kalmayacak”. Devrimci Yol. S.24. s.13 Devrimci Yol (1978z). “Ali Yoldaş mücadelemizde yasayacak!,” Devrimci Yol. S. 24. s. 7 Devrimci Yol (1979a). “Kahrolsun Faşizm Yaşasın Mücadelemiz: Tevrat Güler”. Devrimci Yol. S. 32 Devrimci Yol (1979b). “Anıları Önderimiz, Yaşamları Onurumuz: Ertuğrul Emir”. Devrimci Yol. S. 30. s. 15 Devrimci Yol (1979c). “30 Mart Kızıldere Katliamı Kızılay Meydanında Yapılan Gösteriyle Lanetlendi”. Devrimci Yol. S. 27. ss. 3 Devrimci Yol (1979d). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Mustafa Kuşçu Düzenlenen Mitingle Anıldı”. Devrimci Yol. S. 29. s. 11 Devrimci Yol (1979e). “12 Mart ve 30 Mart Faşizme Karşı Mücadelenin Yükseldiği Günler Oldu”. Devrimci Yol. S. 27. s. 2-4 Devrimci Yol (1979f). “30 ve 31 Mart Günleri “Kızıldere Katliamını Protesto” Mitingler Düzenlendi”. Devrimci Yol. S. 27. ss. 5 Devrimci Yol (1979g). “Anıları Önderimiz Yaşamları Onurumuz: Ali Canpolat’ın Anısı Mücadelemizde Yaşıyor”. Devrimci Yol. S. 29. ss. 11 Devrimci Yol (1979h). “Kanları Yerde Kalmayacak: Adil Bilir”. Devrimci Yol. S. 30. ss. 16 (Arka Kapak) Devrimci Yol (1979i). “Kanları Yerde Kalmayacak: Alim Kılıç”. Devrimci Yol. S. 30. ss. 16 (Arka Kapak) 172 • iletiim : arat›rmalar› Devrimci Yol (1979j). “Kanları Yerde Kalmayacak: Eşref Koca”. Devrimci Yol. S. 30. ss. 16 (Arka Kapak) Devrimci Yol (1979k). “Kanları Yerde Kalmayacak: Atanur Şahin”. Devrimci Yol. S. 30. s. 16 (Arka Kapak) Devrimci Yol (1979l). “Kanları Yerde Kalmayacak: Saime Uzun”. Devrimci Yol. S. 30. s. 16 (Arka Kapak) Devrimci Yol (1980a). “Anıları Mücadelemize Önder Olsun: Zaliha Çakır”. Devrimci Yol. S. 34. s. 2 Devrimci Yol (1980b). “Anıları Mücadelemize Önder Olsun: Necdet Yoldaş; Silahın Yerde Kalmayacak!”. Devrimci Yol. S. 34. s. 2 Devrimci Yol (1991a [1980]). “Faşizm Halka Karşı İlan Edilen Bir Savaştır”. Devrimci Yol Yazıları. (Der. Oğuzhan Müftüoğlu). İstanbul: Devrim Yayınları. s.230-232 Devrimci Yol (1991b[1978]). “Devrimci Yol Eki, Teorik Notlar 1: Leninist Kesintisiz Devrim Teorisi Açısından Evrim ve Devrim Aşamaları Kavramları”. Devrimci Yol Yazıları. (Der. Oğuzhan Müftüoğlu). İstanbul: Devrim Yayınları. s.423-46 173 Bir Sivil Toplum Örgütünün Halkla İlişkiler Aracı Olarak Sosyal Paylaşım Ağlarına Yaklaşımı: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği Sırma Oya Tekvar Özet Bu çalışma, Türkiye’deki bir sivil toplum örgütünün sosyal paylaşım ağlarını bir halkla ilişkiler aracı olarak nasıl kullandığı ve halkla ilişkileri nasıl algıladığı üzerine odaklanmıştır. Diyaloğa dayalı halkla ilişkiler modeline dayanan etik ve mükemmel halkla ilişiler anlayışı, sosyal paylaşım ağlarının halkla ilişkilerde bir uygulama aracı olarak kullanılmaya başlanmasıyla yeniden değerlendirilen diyalog kavramı ile beraber ele alınarak irdelenmektedir. Araştırma iki soru üzerine temellendirilmiştir: Bunlar, halkla ilişkilerin nasıl algılandığı ve sosyal paylaşım ağlarının bu çerçevede nasıl yorumlandığıdır. Çalışmada, Türkiye’de hayvan haklarına yönelik tek federasyon olan HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Başkanı ile yüz yüze görüşme gerçekleştirilmiş, nitel bir çözümleme yapılmıştır. Elde edilen bulgular, yukarıda sözü edilen konular çerçevesinde tartışılmıştır. Anahtar Sözcükler: Sosyal paylaşım ağları, yeni medya, mükemmel halkla ilişkiler, diyalog, sivil toplum örgütleri. An NGO’s Approach to Social Networks as Public Relations Tools: HAYTAP Animals Rights Federation Abstract The research focuses on examining the possibility of social networks’ role in transforming the practice of public relations in an NGO in Turkey. Social networks have become one of the tools that are being used by public relations practitioners, as a result of diffusion of new communication technologies. On the other hand, the concept of ethical and excellent public relations has been defined as dialogic public relations, which is based on the concept of dialogue. The research was grounded on two questions: How is public relations perceived and will social networks support the expectations of excellent public relations? Within this context, a qualitative analysis was made by interviewing in depth with the President of HAYAP Animal Rights Federation, the only animal rights federation in Turkey. The findings were discussed through the issues indicated above. Keywords: Social networks, new media, excellent public relations, dialogue, nongovernmental organizations. iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 173-204 174 • iletiim : arat›rmalar› Bir Sivil Toplum Örgütünün Halkla İlişkiler Aracı Olarak Sosyal Paylaşım Ağlarına Yaklaşımı: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği “Bir ulusun büyüklüğü ve ahlaki gelişimi, hayvanlarına edilen muamele ile ölçülür.” (M. Gandhi) Geleneksel iletişim araçlarından farklı olarak internetin bilgi akışını hızlandırıp kolaylaştırması, etkileşimi sağlaması, zaman ve mekan engellerini ortadan kaldırması, sansür ve denetim mekanizmalarının görünür biçimde olmayışı ve katılımcı demokrasiyi geliştirme gücüne sahip oluşu, interneti çağımızın en etkili iletişim aracı yapmıştır. Böylelikle internet başta olmak üzere tüm sayısal iletişim araçları, başlattığı bütün tartışmalar ve çalışmalarla birlikte halkla ilişkiler alanına da girmiştir. Örgütlerin giderek artan iletişim talepleri doğrultusunda internetle gelişen yeni uygulama sahalarının ölçme teknikleri, hukuksal düzenlemeler, araştırma hizmetleri gibi çalışmaların; halkla ilişkilerin pek çok alt dalına ve gazetecilik, reklamcılık, pazarlama gibi halkla ilişkilerin ortak alanlarına geniş bir görüş kazandırdığı söylenebilir. Sosyal paylaşım ağları başta olmak üzere çevrimiçi gazetecilik, çevrimiçi insan kaynakları platformları, Web 2.0 uygulamaları, internet reklamı, tanıtım alanları olan blogcular [blogger] ve sanal afişler [banner], çevrimiçi basın bültenleri, WAP, SMS/MMS, Bluetooth, Wi-Fi, RSS sistemleri, 3G/4G telefonlar ve benzeri teknolojiler işletmelerdeki yeni yönetim anlayışını ve etkileşimli iletişimi, bir başka deyişle çevrimiçi halkla ilişkileri gerekli kılan öğelerdir. Bu gelişmeler sürecinde yeni iletişim araçlarının iletişim modellerindeki dönüşüme katkıda bulunduğuna ve halkla ilişkiler uygulama- Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 175 larına da yeni olanaklar sağladığına ilişkin araştırmaların sayısı artmaktadır (Cooley, 1999; Çakım, 2007; Duhé, 2007; Görgün, 2006; Hazelton vd., 2007; Onat, 2010; Sayımer, 2008; Yıldırım Becerikli, 2002). Örneğin yeni teknolojilerin, geleneksel halkla ilişkiler uygulamalarını sarsacağı ve tek yönlü, monoloğa dayalı halkla ilişkilerin yerini diyaloga dayalı, statükocu olmayan yeni bir halkla ilişkiler yaratacağı söylenmektedir (Solis ve Breakenridge, 2009). Bu iyimser görüşlere göre öncelikle internet, karşılıklı etkileşimi geliştirmiştir. Bir bakıma, “eskinin ‘biz konuşalım siz dinleyin’ söyleminin yerini artık ‘birlikte konuşalım’ söylemi almaktadır” (Kazancı, 2007: 368). İkinci olarak internet, hızlı ve düşük maliyetli bir iletişim sağlamakta, ayrıca yazılı, görsel ve işitsel olarak pek çok etkinliği aynı anda gerçekleştirebilme olanağı sunmaktadır. Bu anlamda internet, bir halkla ilişkiler aracı olarak sadece ticari şirketler tarafından değil siyasal iletişimde, devlete bağlı kuruluşlarda, sivil toplum örgütlerinde ve diğer tüm örgütlerde hedef kitleyle etkileşimli iletişimi sağlamak ve iletişimsel verimliliği artırmak için kullanılmaktadır. Bununla beraber internetle gelişen sayısal topluluklar, hedef kitlenin sınırlarını genişletmektedir. İnternetin sağladığı etkileşimli iletişim ise yalnızca bu hedef kitleye erişmeyi sağlamakla kalmamakta, onlarla doğrudan ve karşılıklı iletişime geçme olanağını da sunmaktadır. İyimser yaklaşımlara karşın internetin hukuksal ve etik anlamda yasalarca tam tanımlanmamış olması da pek çok soruyu ve sorunu beraberinde taşımaktadır. Ayrıca internetin giderek ticari bir ortama dönüşmüş olması “özellikle içerik bazında kullanıcıyı tercihten yoksun 176 • iletiim : arat›rmalar› bırakarak kullanıcı aleyhinde sonuçlar yaratacağı gibi, internet platformunda yaratılacak yenilikler sonucunda oluşacak kamusal faydayı da sınırlayacak” (Başaran, 2005: 255) bir durum olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla internetin iş dünyasına, kamu kurumlarına, sivil toplum hayatına ve bireysel yaşama bu denli girmesi, ilişki biçimlerinin bu denli dönüşüme uğraması; toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel açıdan da internetin çeşitli tartışmaları başlattığının bir göstergesidir. Buna karşılık, her fırsatta internetin en önemli özelliğinin etkileşimi sağlamak olduğunun vurgulanması (Akıncı Vural, 2006; Downes ve McMillan, 2000; Geray, 2003; Xifra, 2007), tek taraflı bilgi vermek yerine kullanıcının taleplerine göre yönlenen bilgi akışını sağladığının dile getirilmesi, internetin halka ilişkileri mükemmelliğe götürecek olan diyaloğa dayalı simetrik iletişim modelini geliştirip geliştirmeyeceği sorusunu da beraberinde getirmektedir. Geleneksel kitle iletişim araçlarının tek merkezden çok alıcıya giden iletişim yapısının aksine, yeni iletişim teknolojilerinin çok merkezden çok alıcıya doğru akan bir ileti ortamını getirmesi (Tosun, 2006: 66), sivil toplum örgütleri için de pek çok avantaj sağlamaktadır. Kamusal alan özelliği taşıyan sivil toplum örgütleri, özellikle sosyal medya ortamlarını kullanarak savundukları konuların tartışılmasını, iletilerinin yayılmasını, üyelerinin ve destekçilerinin harekete geçirilmesini sağlamaktadır (Onat, 2010: 108). Bununla beraber günümüz internet dünyasında başat rol oynayan sosyal paylaşım ağlarının diyaloğa dayalı halkla ilişkiler beklentisine destek olup olmayacağı, öncelikle halkla ilişkilerin Türkiye’deki güncel algılanmasının da ortaya konmasını gerektirmektedir. Sosyal Paylaşım Ağlarına Bakış İnternette içeriğin herkes tarafından yayınlanabilir hale gelmesiyle (ki bu, enformasyon dağıtımının biçim değiştirmesi, insan etkileşimi ve ekosistem çevresinde dönen her şeyi kapsamaktadır) medyanın yeniden düzenlenmesi gereksinimi başlamıştır. Etkili bir dengeleyici olarak hizmet ettiği söylenen etkileşimli internetin var olan dengeyi Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 177 ters döndürdüğü, etkiyi yeniden dağıttığı ve buna da devam edeceği söylenmektedir (Solis, 2010: xvi). Bununla beraber medya düzenindeki dönüşümün çok daha önce başladığı ve bunun nedenlerinin de sosyo-ekonomik olduğu söylenmektedir (Uçkan ve Ertem, 2011: 280). Gerek internet gerekse diğer yeni iletişim teknolojileri görüntü, ses ve bilgi alışverişini sağlamaktadır. Bu teknolojilerin yanında kişilerin/katılımcıların görsel ve işitsel dosyaları ve çoklu ortam içerikleri birbiriyle paylaşmasını sağlayan, en önemlisi bu paylaşımlar çerçevesinde değerlendirme yapmalarına olanak tanıyarak etkileşimi geliştiren sosyal paylaşım ağları internet üzerinden uygulanan yeni iletişim teknolojilerinin başında gelmektedir. Solis (2010: 281), herkesin sosyal medyaya aslında erişebileceğini; bir başka deyişle konuşmanın her yerde olabildiğini ve içeriğin tek bir kişi veya işletme tarafından tanımlanamaz, yönlendirilemez ve denetlenemez olduğunu; bu doğrultuda daha büyük bir üretim içinde kişilerin katılımcı olduğunu vurgulamaktadır. Yeni çıkan ve gelişen bir medya, var olan kurum kültürüne nüfus ettiğinde işgücü kültürü ve tutumlar da değişmeye başlamaktadır. Genel politikalar, lobicilik, hırslar ve çelişkiler bir yana, var olan süreçlerin ve sistemlerin yeni medyaya uyum göstermesi ve toplumsallaşması kaçınılmaz olmaktadır. Bir başka deyişle, Web 2.0’in sosyal bilgi işlem ve işbirliğine olanak sağlamasıyla beraber şirket altyapıları, iş paradigmaları, değerler zinciri ve iş akışı da kaçınılmaz şekilde değişmiştir. Süreçler ve yöntemler, verimlilik ve yenilik için yeni fırsatların araştırılması amacıyla mercek altına alınmıştır (Solis, 2010: 283, 297). Bununla beraber Web 2.0 ile her biri birer “yayıncı” haline gelen ve sosyal ağlarla birbirine bağlanarak topluluklar oluşturan bireyler de artık yeni türde bir vatandaşlık bilinci geliştirmekte, bir “İçerik Ulusu” oluşturmaktadırlar. Bu durum, “yeni kabileler”, yeni liderlik mekanizmaları, yeni toplumsallaşma dinamikleri oluşturmakta ve şirketlerin organizasyonundan pazarlamaya, hükümetlerden demokratik katılıma, gündelik yaşamdan profesyonel uğraşlara pek çok şeyi köklü biçimde dönüştürmektedir (Blossom’dan aktaran Uçkan ve Ertem, 178 • iletiim : arat›rmalar› 2011: 298). Uçkan ve Ertem, burada “içerik” kavramında yüklenen anlamın önemli olduğunu vurgulamaktadır (2011: 298): İnternet ve diğer iletişim ağlarıyla değişen şey, içerik üretiminin ölçeği, derinliği ve etkileşimi. İnsanlar artık erişilebilir içerik üretim, yayımlama ve dağıtım araçlarıyla daha önce hiçbir zaman mümkün olmamış bir şeyi gerçekleştirebiliyor: Milyarlarca insan hem küresel, hem de yerel ölçekte devasa bir bilgi ağını birlikte oluşturup paylaşabiliyor. İçeriğin doğası değişiyor, hiç olmadığı kadar canlı, etkileşimli ve kapsamlı hale geliyor. Etkileşimin temel taşını oluşturan içerik paylaşımının yanı sıra, sosyal paylaşım ağlarında etkileşimi oluşturan diğer öğeler de “profil sunumu ve farklı kişilerle olan bağlantıların açık bir şekilde ortaya konması, hem iletişime yeni kişileri dahil etme hem de tanıdıkları bir araya getirme olanağı yaratması” olarak tanımlanabilir (Toprak vd., 2009: 29). Bu çerçevede paylaşım ağları farklı türlerde gruplandırılmaktadır (Geray, 2011: 203): • Arkadaşlığa ve genel kullanıma yönelik olanlar, • Belli bir hedefe yönelik olarak grup ve tema ağları, • Kurumsal ağlar > Ticari firma ağları, > Sosyal amaçlı ağlar, > Sivil toplum kuruluşları ağları, > Ünlülerin sayfaları. Bu gruplar çerçevesinde en yaygın kullanılan sosyal paylaşım ağlarının sıralaması şöyledir1: 800 milyonun üzerinde kullanıcıya sahip Facebook ilk sıradadır. Yaklaşık 300 milyon kullanıcısı ile üçüncü sırada yer alan mikro-blog paylaşım ağı Twitter’dır. MSN Spaces yedinci, LinkedIN sekizinci, Myspace ise on üçüncü sırada yer almaktadır. Özellikle Facebook’ta dünyanın en yaygın kullanıcı kitlelerinden birine sahip olduğu bilinen Türkiye ise Avrupa’nın üçüncü en büyük ••• 1 Bakınız http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_social_networking_websites. Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 179 çevrimiçi izleyici kitlesine sahip ülkesi olarak bulgulanmıştır. Sayısal dünya ile ilgili ölçme değerlendirme yapan araştırma şirketi comScore’a göre Türkiye’de en çok kullanılan ağ Facebook, ardından Twitter, Windows Live Places ve Ekşi Sözlük’tür. Türkiye’nin, Ağustos 2011 itibariyle toplam 45.3 milyar dakikayı internet başında geçirdiği, Facebook’un 13.056 milyar dakikayla birinci sırada yer aldığı belirtilmiştir. Microsoft siteleri ise 4.014 milyar dakika ile ikinci, Google siteleri 3.872 milyar dakika ile üçüncü sıradadır (Read, 2011). Sosyal paylaşım ağı kullanıcılarının genellikle gerçek yaşamda karşılığı olan herhangi bir durum karşısında hızla tepki verme eğilimine sahip olduğu, bu durumun kitleleri ilgilendiren siyasal, ekonomik bir olay olabileceği gibi çok daha küçük grupları ilgilendiren ya da daha az bilinir olayların da olabileceği söylenmektedir. Örneğin Facebook’un örgütlenme amaçlı kullanımına bakıldığında, çeşitli konularda coşkulu ve yoğun tartışmaların yaşandığı grupların açıldığı, bu gruplarda üyelerin çeşitli söylemler geliştirebildiği ve karşıt fikirlerin de bu grupların duvarında paylaşılabildiği gözlemlenmiştir. Oluşturulan bu gruplar zaman zaman çeşitli konularda kampanyalar düzenlemekte veya çevrimdışı yürütülen bir kampanya için de grup sayfası oluşturulabilmektedir. Bazen de Facebook’tan yürütülen sanal örgütlenme pratiklerinin gerçek yaşama geçirildiği gözlenmiştir (Toprak vd., 2009: 46, 47). Solis (2010: 300), sosyal web ve doğrudan tüketici odaklı uygulamaların [direct to consumer/D2C], Yahoo! Groups gibi topluluklara ve nihayetinde de sosyal ağlara doğru evrimleşen ilan tahtaları gibi olduğunu, HTML etkin web sayfalarının çıkışının da aynı şekilde tutku ve ilgi alanlarıyla ilgili haberleri, düşünceleri ve gözlemleri paylaşan kişileri daha da heveslendirdiğini dile getirmektedir. Bu siteler bloglara da öncü olarak hizmet etmiştir. Bir başka deyişle forumlar ve web siteleri, daha geniş kitleye erişmek üzere daha sofistike, parlatılmış forumlar, sosyal ağlar ve bloglar olan sonraki nesle önayak olmuştur. Yeni nesil ise iş dinamiklerini bundan böyle dönüştürecek olan bir paradigma değişimi hareketi yaratmıştır. 180 • iletiim : arat›rmalar› Mikroblog olarak tanımlanan Twitter, bu yeni neslin en popüler ağlarından biridir. Solis (2010: 301), Twitter’ın kolayca erişilebilen, tüketicilerin ilgili bilgiyi anında keşfedip paylaşmasını sağlayan ve dönüştüren ekosistemleri yaratan bir tür “gerçek zaman”, “şimdi” ilişkisini ortaya çıkardığını belirtmektedir. Her ne kadar çevrimiçi tartışmalar, gözlemler ve muhabbetler ürün yöneticilerini motive edip alarma geçirse de yazar, aslında gerçek zamanlı diyaloğun bağlantıları ve genel olarak sosyal medyayı, statü alanını ve blog alanını daha çok beslediğini dile getirmektedir. Sonuç olarak sosyal paylaşım ağlarının yukarıda bahsedilen özellikleri yalnızca müşteri ilişkileri yönetiminin değil, halkla ilişkiler ve kurumsal iletişimin pek çok sürecinde dikkati çekmektedir. İşletmeler hedef kitlelerine kendilerini tanıtmak, kimlik ve imajlarını yansıtmak için yeni iletişim teknolojilerini ve sosyal paylaşım ağlarını etkin olarak öğrenmeye, yaygın şekilde kullanmaya ve uygulamaya başlamışlardır. Bunun en temel nedenlerinden biri hedef kitleye bu araçlarla daha hızlı ve ucuz erişebilmektir. Bununla beraber yeni medya, yöneticileri ve iletişim uzmanlarını internetin olanaklarından ve hizmetlerinden etkin olarak yararlanabilmeleri için onları daha bilgili ve disiplinli olmaya zorlamaktadır. Bu çerçevede sosyal paylaşım ağlarının halkla ilişkiler uygulamalarında nasıl ve ne ölçüde etkin kullanılabileceği, halkla ilişkilere nasıl katkı sağlayabileceği üzerine literatürde de çeşitli görüşler ve araştırmalar yer almaktadır. Sosyal Paylaşım Ağlarında Diyaloğa Dayalı Halkla İlişkiler Sosyal paylaşım ağlarının mükemmellik arayışındaki halkla ilişkiler uygulamalarına gerçekten kaçınılmaz olup olmadığı, bu tür yeni iletişim araçlarının mükemmel halkla ilişkiler için öngörülen simetrik iletişimi –dolayısıyla diyaloğu- gerçekten etkin olarak sağlayıp sağlayamadığı bir tartışma konusudur. Kamularla/bireylerle karşılıklı ilişki kurmanın, halkla ilişkilerin temel işlevi olduğu düşünüldüğünde internetle kurulan iletişimin Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 181 halkla ilişkiler dünyasında sadece kamulara ideal şekilde erişme ortamı yaratmadığı, aynı zamanda bu dünyayı kamularla diyaloğa geçirdiği söylenmektedir (Cooley, 1999: 42). Bilgiye sahip ve bilgiyi doğru yöneten örgütlerin rekabette önemli bir avantaj sağladığı, yeni iletişim teknolojileri bilgiyi zaman ve ortamdan bağımsız kıldığı için medya ilişkilerinin de gelecek yıllarda halkla ilişkiler çalışmalarının çok önemli bir bölümünü oluşturmaya devam edeceği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla sosyal medya, halkla ilişkilerin temel hedefi olan “çift yönlü iletişimi hızlandırıp geliştirecek ve böylece işletmelerin hedef kitleleri ile gerçekleştirecekleri iletişim etkinliklerinde büyük bir değişim yaratacaktır” (Yurdakul, 2006: 192, 194). Bir başka deyişle, sosyal paylaşım ağlarının halkla ilişkiler uygulamalarında bazı değişimlere yol açtığı, bu değişimin de temelde, sosyal paylaşım ağlarının yönetimler üzerinde değişim baskısı yaratma gücünden kaynaklandığı belirtilmektedir. Sosyal paylaşım ağlarının diyaloğa olanak tanıması sayesinde bu ortamlarda hareketsizliğin ve görmezden gelme durumunun söz konusu olamayacağı da vurgulanmaktadır (Tekvar, 2011: 283). Diyalogsal halkla ilişkilerin mümkün ve uygulanabilir olduğunu belirten Kent ve Taylor (2002: 33) ise dürüstlük, güven ve olumlu bakış açısı ilkelerine dayandığı için diyaloğun daha etik kabul edildiğini söylemektedirler. Karmaşık ve çok yönlü olmasına ve etik halkla ilişkileri garanti etmemesine karşılık diyalog sayesinde örgüt ve kamuların birbirlerini daha iyi anlayacakları ve iletişim için temel kuralların kazanılacağı vurgulanmaktadır. Diyaloğu yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla ilişki inşası üzerinden ele alan Kent ve Taylor (1998: 324), eğer ilişki inşası halkla ilişkilerin temeliyse internet teknolojisinin iletişimsel ilişkileri nasıl etkilediğini sormaktadırlar. Yazarlara göre teknolojinin kendisi ilişkileri ne yaratmakta ne de yok etmektedir. Örgüt-kamu ilişkilerini etkileyenin aslında teknolojinin nasıl kullanılıyor olduğudur. Bu çerçevede diyalogsal bir araç olarak internet –dolayısıyla sosyal paylaşım ağlarıeğlenceli ve muhabbete açık bir araç olarak görülebilir. Bununla beraber diyaloğa dayalı iletişim, iletişimsel bir alış verişe dayanmakta olup karşılıklı istek ve tatmine dayalı, öznelerarası bir iletişim sürecini gerektirmektedir. 182 • iletiim : arat›rmalar› Bu anlamda sosyal paylaşım ağlarında, yönetim-halk diyaloğunun yanı sıra halkların kendi arasındaki diyalog da önemli bir etkendir. Örneğin, kimi sorunlara izleyicilerin birbiriyle diyaloğu sayesinde çözüm getirilmekte veya birinin gözünden kaçmış bir durum veya çözüm yolu, bir başka izleyici tarafından öğrenilip önerilmektedir. Taleplerin ortaya konması açısından da izleyicilerin birbiriyle diyaloğunun önem taşıdığı belirtilmektedir (Tekvar, 2011: 284). Dolayısıyla internet üzerinden her yönde diyaloğa dayalı bir iletişim olmadığında, sosyal paylaşım ağlarıyla uygulanan halkla ilişkilerde de internet yeni bir monologsal iletişimden veya yeni bir pazarlama teknolojisinden öteye gidemeyecektir. Diyaloğa ilişkin bir yaklaşımın etkili olması için örgütsel vaat ve ilişki yapısı değerinin kabul edilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede günlük halkla ilişkiler çalışmalarında diyaloğun uygulanabileceği üç yol belirtilmektedir (Kent ve Taylor, 2004: 46-49): 1. Kişilerarası İletişim Kurma: Örgüt liderleri ve kamuyla ilişki içindeki diğer örgüt çalışanları diyalog içinde bağlanma konusunda rahat olmalıdırlar. Diyalog dış öğelerle iletişimi güçlendiren bir etkendir. Dolayısıyla örgüt üyelerinin diyalog konusunda eğitilmeleri önemli bulunmaktadır. 2. Kitle İletişimde Diyalog İlişkilerinin İnşası: Örgütler, kitle iletişim kanallarıyla diyalog bağlılıklarını desteklemekte ve kamuyla etkileşimlerini geliştirebilmektedir. Kitle iletişim kanalları içinde günümüzde halkla ilişkiler için en kaçınılmaz olanı internet olarak görülmektedir. 3. Örgütsel İletişim Kurma: Gerek örgüt içi gerekse örgüt dışı iletişimde, kamuyla doğrudan iletişim kurmak için özellikle internetin önemli olduğu vurgulanmaktadır; çünkü internet, örgütsel kaynaklara ve eğitime bağlılığı doğrultusunda monologsal yerine diyalogsal olarak görev yapmaktadır. Kent ve Taylor, kamularla internet üzerinden diyaloğa dayalı ilişkiler inşa ederken beş ilkeye dikkat edilmesi gerektiğini dile getirmektedirler (1998: 326-331): Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 183 1. Diyalogsal Çember: Örgüt ve kamuları arasında diyaloğa dayalı iletişim için geribildirim döngüsü uygun bir başlama noktasıdır. Diyalogsal döngü içinde iki konu önemlidir. Öncelikle örgütler, elektronik iletişimden sorumlu çalışanlarına bu konuyla ilgili eğitim vermelidirler. İkinci olarak web sitelerinde geliştirilecek diyalogsal döngüde iletişimden sorumlu kişiler, kamunun fikirlerini, sorularını ve isteklerini yanıtlayabilecek yeterlikte olmalıdır. Yanıtın kendisi diyalogsal döngünün temel parçası olmakla beraber ilişki inşasında yanıtın içeriği de kritiktir. 2. Bilginin Kullanışlığı: Bilgi, kamuların genel değerlerini kapsayacak şekilde olmalıdır. Bu anlamda kamularla ilişkiler sadece örgütün halkla ilişkiler hedeflerine hizmet edecek şekilde kurulmamalı, aynı zamanda seslenilecek kamuların ilgisine, değerlerine ve düşüncelerine de hitap etmelidir. 3. Yeniden Ziyaretin Sağlanması: Bilgiyi güncellemek, diyalogsal ilişki koşullarını oluşturmada halkla ilişkiler uygulayıcıları için kolay bir yoldur. Ancak bilginin yalnızca “güncel” olması ve “ilginç” içerikte olması tek yönlü halkla ilişkilerden öteye gidememektedir. Bunun yerine etkileşimli stratejilerde forumlar, soru-cevap biçimindeki içerikler ve belirli seyirlerde siteye/forumlara katılan CEO, şirket yöneticisi, bölüm başkanı gibi yetkili kişiler etkili olmaktadır. 4. Kullanım Kolaylığı Olan Arayüz: Bilgi edinmek veya merak gidermek için web sitesini ziyaret eden kişilerin içeriği kolayca anlaması ve site yapısını çözebilmesi önemlidir. Zengin içerikle tasarlanacak web sitelerinde bilgi hızlı ve etkin şekilde erişilebilir olmalıdır. 5. Ziyaretçilerin Kolay İletişimi İçin Kurallar: Eğer örgüt bir bilgi sağlayacaksa bu bilgi aynı zamanda kullanıcıların kafasını karıştırıp onları başka yöne itmeyecek stratejik bir yerleşimde olmalı ve sadece pazarlama veya reklam aracı olmamalıdır. Sonuç olarak internet ve sosyal paylaşım ağlarının bu özelliklerinden dolayı stratejik iletişim araçları olarak nitelendirilebilmekle beraber her yapıdaki ve her ölçekli örgütün siber alanda kolayca erişilir bir 184 • iletiim : arat›rmalar› yer edinmesine olanak sağlamaktadır. İster büyük ölçekli ister küçük ölçekli olsun, örgütler internet sayesinde amaçlarını ve kendileri hakkındaki bilgileri sunabilmekte, ürün veya hizmetlerini dünyaya tanıtabilmektedir. Bu vesileyle bireyler ve kamular da örgütlerle kolayca iletişime geçebilmektedir. Dolayısıyla yeni iletişim araçları örgüt ve kamuları için diyalog sağlama aracı olabilmekte, mükemmel halkla ilişkiler uygulamalarını geliştirmede eşsiz bir yol olarak görülmektedir. Bununla beraber yeni iletişim araçlarının etkin ve diyaloğa açık olarak etkileşimli bir iletişimi gerçekten de sağlayabilmesi için nasıl ve niçin kullanılması gerektiği önemli bir noktadır; çünkü Balta Peltekoğlu’nun da belirttiği gibi (2012: 330), özellikle sosyal medyanın sadece katkılarından söz edilmesi, bu yeni iletişim ortamlarının eksik değerlendirilmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle sosyal paylaşım ağlarının da iki yönlü simetrik iletişim için ne derece ve nasıl etkili bir araç olduğu tartışılmak ve değerlendirilmek durumundadır. Sivil Toplum Örgütlerinde Çevrimiçi Halkla İlişkiler Halkla ilişkiler, yaygın olarak iş dünyası ve siyasetle ilişkilendirilmektedir. Ne var ki üçüncü sektör olarak tanımlanan ve ticari amaçlı olmayan sivil toplum örgütleri, hayır grupları ve bu grupların kampanya etkinliklerinde halkla ilişkilerin giderek öneminin arttığı, bu alanda profesyonel halkla ilişkiler çalışanlarının yer alması gerektiği vurgulanmaktadır (Morris ve Goldsworthy, 2008: 31). İlkesel olarak gönüllülük esasına dayalı çalışılan sivil toplum örgütlerinde, halkla ilişkiler uygulaması olarak genellikle basın bültenlerinin yazıldığı, etkinliklerin hazırlandığı ve duyurulduğu, bağış toplama işlerinde görevler üstlenildiği ve lobicilik yapıldığı görülmektedir. Bununla beraber bu örgütlerde, en başta gönüllülerin yönetimi ile ilgili bilgi eksikliğinin olduğu, geliştirilmiş halkla ilişiler uygulamalarına gerek duyulduğu, iletişime geçmek üzere hedef kitlelerin saptanması için daha çok çalışmalar yapılması gerektiği, bunun için de daha çok personele ihtiyaç duyulduğu belirtilmektedir (Dyer vd., 2004: 369). Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 185 Ayrıca sivil toplum örgütlerinin halkla ilişkiler çalışmaları hükümetle ilişkileri, toplumla ilişkileri, kriz iletişimini, risk iletişimini ve sorun yönetimini de kapsamalıdır. Sonuçta bir baskı oluşturmak için kamuoyunun ve halkın ilgisini çekecek bazı konularda reklam ve tanıtım çalışmaları taktikleri gerekmektedir (Heath ve Waymer, 2009: 197). Bir başka deyişle halkla ilişkiler yalnızca basın ve medyayla ilişkilerden ibaret, hedef kitlesinin sadece vatandaşa ileti akışının sağlandığı tek yönlü bir işlev olarak algılanmamalıdır. Benzer şekilde Bronstein (2006: 82) da, getiri amaçlı olmayan pek çok örgütün halkla ilişkiler uygulamalarını yapılandıran en önemli stratejilerin ilişki yönetimi, kaynak paylaşımı ve diyaloğa dayalı iletişim olduğunu, bu stratejilerin aynı zamanda sorumluluk ilkesine bağlı bir savunma için çerçeve çizdiğini belirtmektedir. Bu yapıdaki örgütlerin uygulayıcıları belirtilen stratejileri dikkate aldığında hem örgütleri için gerçek savunucular olarak hizmet etmiş olacaklar hem de bir bütün olarak örgütlerinin saygınlığını artırmış olacaklardır. Bu çerçevede etik halkla ilişkiler uygulamaları da örgütün itibarı için önemli bir rol oynamaktadır2. Sivil toplum ve demokrasiyle ilgili tartışmalarda ise sivil toplumun demokrasiyi kurucu işlevi öne çıkarılmaktadır. Bu tartışmalarda sivil toplum örgütleri, yurttaşlara karar alma süreçlerine demokratik ••• 2 Yaptığı araştırmada sivil örgütlerin sıklıkla etik çerçevede olmayan halkla ilişkiler taktiklerine başvurduğunu; çünkü getiri odaklı işletmelerin tersine bu örgütlerin daha büyük bir toplumsal faydaya hizmet etme amacında olduğunu ve sansasyon yaratacak etik olmayan halkla ilişkiler kampanyalarının kamu dikkatini ve duyarlılığını daha çok çektiğini belirten Bronstein (2006), çalışmasında örnek olarak dünya çapında bilinen hayvan hakları örgütü PETA’nın [People for the Ethical Treatment of Animals] belirtilen amaçlar için sorumluluğa dayalı savunuculuk ilkelerini ihlal eden kampanyalar yürüttüğünü ifade etmektedir. PETA, Amerika’da en büyük kanatlı fabrikalarından birinde gizli kimlikle birini işe başlatmış, bu kişinin o fabrikada hayvanlara yapılan zulmü gizli kamerayla kaydetmesini sağlayarak tüm büyük medya kanallarına görüntü kopyalarını dağıtmış ve kendi web sayfasında yayınlamıştır. Böylece görüntüler ulusal haber kanallarında yer alarak KFC gibi büyük fast-food şirketlerinde krize yol açmıştır. Yazar, PETA’nın bu yolla kuşkusuz etkin sonuçlar başardığını; ancak bu tür etik dışı uygulamaların örgütlerin itibarını ve başarılarını riske soktuğunu, ayrıca bunun karşı tarafın haklarını ve çıkarlarını da ihlal ettiğini vurgulamıştır. 186 • iletiim : arat›rmalar› katılım ve demokratik müzakere vasfının kazandırıldığı yerler olarak değerlendirilmektedir. Ancak kamusal tartışma ve katılım mekanizmalarının iyi işleyebilmesi için yurttaşların iyi bilgilendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla sivil toplumun demokratik işlevini yerine getirebilmesi için yurttaşların bilgiye erişimini sağlayacak düşünce ve ifade özgürlüğünün (Tosun, 2006: 63), bunun için de gerekli ve yeterli iletişim kanallarının var olmasının ön koşul olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Sivil toplumun ve sivil ağların geliştirilmesinde internetin öneminin artacağına ilişkin iyimser yaklaşımlar giderek artmaktadır. Bu çerçevede yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla sivil ağların oluşumu iki açıdan önem taşımaktadır (Tosun, 2006: 63): Katılımcı süreçlere katılan yurttaşların sayısının ve çeşitliliğinin artırılması, katılımcıların eylem etkinliğinin ve alanının genişletilmesi, derinleştirilmesi. Bu iki unsur, internetin sivil toplum örgütlerinin amaçlarına ulaşmada, yeni üyeler bulmada, örgütsel etkinlik ve eylemliliğin sürekli kılınmasında yaşamsal öneme sahip olduğunu ortaya koyar. Sivil toplum kuruluşlarının eylem etkinliğinin ve alanının genişletilmesi ve sürekli kılınması için yalnızca gönüllülerin ve üyelerin değil, halkın da desteği önemlidir. Bunun için de örgütün görünürlüğü, yaygınlığı ve erişilebilir olması; bir başka deyişle diyaloğa açık olması gerekmektedir. Dolayısıyla internet üzerinden yürütülecek halkla ilişkiler uygulamaları geleneksel araçlarla karşılaştırıldığında hem daha düşük maliyetli, hem daha hızlı ve kapsamlı, böylece daha verimli olacaktır. Türkiye’de ise sivil toplum, gelişmiş ülkelere kıyasla yeni bir olgudur. Batıdaki yaklaşımda ve işlevde sivil toplum örgütlerinin oluşması için gerekli olan sosyo-ekonomik koşullar ülkemizde yeni oluşmaya başlamıştır (Biber, 2006: 22). Bu nedenle sivil toplum örgütlerinin halkla ilişkiler çerçevesinde hem örgüt içi ve hem örgüt dışı çalışmaları beraber yürütmesi, şeffaflık, tutarlılık ve bilgi odaklı, diyaloğa açık iletişim stratejileri geliştirmesi ve bunun için de uygun ve gerekli tüm medya kanallarını etkin kullanması önemlidir. Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 187 Yeni medya ve sosyal paylaşım ağlarının sivil toplum örgülerinin etkili, verimli ve etkileşimli halkla ilişkiler çalışmaları yürütmeleri konusunda nice avantajının olduğu pek çok araştırmada vurgulanmaktadır (Onat, 2010; Tosun, 2006; Özdemir ve Aktaş Yamanoğlu, 2010; Becerikli ve Özkul, 2009; Dutta ve Pal, 2007; Taylor vd., 2001). Örneğin Yıldırım Becerikli ve Özkul’un yine HAYTAP üzerinden yaptıkları bir araştırmada (2009), HAYTAP’ın görece düşük maliyetli, hedef kitleye erişmede ve bilginin yayılmasında hızlı olduğu için çevrimiçi kanallarla pek çok kampanya yürüttüğü söylenmektedir. Çalışmada ele alınan kampanya, 2009 yılı yerel seçimlerde yürütülen “Hayvanları Yok Sayan Siyasilere OY YOK!” kampanyasıdır. Belediye adayları, seçmenler ve medyanın temel hedef kitle olduğu bu çevrimiçi kampanyanın bu vesileyle basında da pek çok haberinin çıktığı ve HAYTAP’ın kimliği ile kampanya hakkında böylece bir kamuoyunun oluşmasında katkısı olduğu bulgulanmıştır. Ne var ki bu çevrimiçi kanalların yeterli teknik donanıma ve bilgiye sahip olmadan kullanılması bir takım sorunları ve dezavantajları da getirmektedir. Örneğin Özdemir ve Aktaş Yamanoğlu (2010), web sayfalarının örgütsel hedefleri göz önünde bulundurmadan yapılandırılmasının sivil toplum kuruluşlarının amaçlarına ulaşmalarını da zorlaştıracağını dile getirmektedir: Sivil toplum kuruluşları web sitelerini sıradan ziyaretçileri için de cazibeli bir mecra olarak tasarlamak durumundadırlar. Çünkü sivil toplum kuruluşunun mücadelesini gönüllülerin/üyelerin yanında geniş bir halk kitlesinin desteklemesi de önemlidir. Bu nedenle web sitesi, sivil toplum kuruluşundan ya da kuruluşun çalışma alanlarından haberdar olmayan ziyaretçilere kuruluşun kim olduğu ve neyi amaçladığını ortaya koyan temel enformasyonları sunmalı ve bu ziyaretçileri kuruluşun eylem ve etkinliklerine çağıran duyurulara yer vermelidir (Özdemir ve Aktaş Yamanoğlu, 2010: 29). Bir başka açıdan da bakılacak olursa, halkla ilişkilerde bilgilendirmek, ikna etmek, ilgi alanını tanımlamak ve güç birliği oluşturmak için dil ve diğer sembolik biçimlerin kullanıldığı ve bunların önemli olduğu düşünüldüğünde, dilin (ve tanımlamanın) örgütsel kullanımı medya 188 • iletiim : arat›rmalar› ve kamuoyu nezdinde bir nevi rekabet yaratmaktadır. Bu retorik etkinlikler sivil alanın en önemli yerinde bulunmaktadır. Heath bu bağı “seslerin zengin karışımı” olarak tanımlamıştır (aktaran Taylor, 2009: 83). Medya kanalları sosyal bir kuruluştan bir çerçeve seçerken bu grupların kamusal alandaki etkisini de yaymaktadır. Dolayısıyla halk tabanlı bu örgütler; yani sorun odaklı çalışan kuruluş ve sivil toplum örgütleri için retorik bir değer farz edilmektedir (Taylor, 2009: 85). Sonuç olarak gerek yeni medya, gerek geleneksel medya ve diğer iletişim kanallarının her biri için farklı retorik ve söylem biçimlerinin ve üslupların geliştirilmesi gerektiği düşünülecek olursa sivil toplum örgütlerinin hedef kitlelerine hitap etmek için uyguladıkları halkla ilişkilerde de karma bir medya kullanımını benimsemiş olmaları halkla ilişkiler çalışmaları açısından anlamlı olacaktır. Bu nedenle de geleneksel halkla ilişkiler uygulamaları kadar çevrimiçi halkla ilişkiler uygulamaları da sivil toplum örgütlerinin etkin iletişim çalışmaları yürütmelerinde kaçınılmaz bir yere sahiptir. HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu’nun Halkla İlişkiler Aracı Olarak Sosyal Paylaşım Ağlarına Yaklaşımı Bu çalışmada amaçlı örneklemle HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu seçilmiş, yüz yüze derinlemesine görüşme ile nitel bir çözümleme yapılmıştır. Tanımı gereği amaçlı örneklem (yargısal örneklem olarak da adlandırılmaktadır), nitel araştırmalarda belli bir kurumun bazı ayırt edici özellikleri nedeniyle seçilmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla nitel araştırmalarda örneklem seçiminde hedef genellemelere ulaşmak değildir (Crossman, tarihsiz). HAYTAP da bu anlamda belli özellikleri nedeniyle seçilmiştir. HAYTAP, Türkiye’de doğanın, çevrenin ve hayvanların haklarının korunması için bu konuda aynı görüş birliğinde olan derneklerin bir araya getirmiş olduğu ilk federasyondur. 9 Temmuz 2008 tarihinde federasyon olan HAYTAP’ta bugün ülke çapında 70'i aşkın resmi temsilci bulunmakta, üye olan 20 hayvan hakları savunucusu dernek de daha fazla ses duyurabilmek için HAYTAP şemsiyesi altında birlikte Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 189 hareket etmektedir. HAYTAP, Türkiye'deki hayvan hakları ihlalleri ve sahipsiz hayvan konularında gerçekleştirmeye çalıştığı halkla ilişkiler, eğitim, hukuksal çalışmalar ve lobicilik çalışmalarıyla bugüne kadar yerleşmiş bakış açısından daha farklı bir yapı geliştirmektedir. Temel felsefesi tüm canlılara yaşam hakkı üzerine kurulan Federasyon, gönüllü olarak çalışan hukukçular, akademisyenler, veteriner hekimler, iş dünyasındaki çeşitli meslek uzmanları ve sivil gönüllülerle beraber projeler, eğitim materyalleri ve eğitim programları hazırlamakta, hayvan hakları destekçileriyle iletişim çalışmaları ve kampanyalar tasarlayarak hayvan hakları ve ekolojik denge konusunda kamuoyunda ölçülebilir farkındalık ve bilinçlendirme yaratmaya çalışmaktadır3. Kimi zaman kampanya ve eğitim çalışmalarıyla, kimi zaman 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nı ihlal eden yerel yönetimlere karşı uyguladığı baskılar, hukuki ve örgütlü eylemlerle, son zamanlarda da yeni yasa tasarısıyla medyada sıkça gündeme gelebilen HAYTAP’ın, etkinliklerini ve eylemlerini sosyal paylaşım ağları aracılığıyla da etkin şekilde duyurduğu ve uygulamaya geçirebildiği düşünülmektedir. Bu nedenle de Federasyonun, bir sivil toplum örgütü olarak yeni iletişim kanallarına nasıl ve ne amaçla yaklaştığı, bu çerçevede halkla ilişkileri nasıl yorumladığı öğrenilerek değerlendirilmek istenmiştir. Bir başka deyişle araştırma daha çok HAYTAP’ın halkla ilişkiler ve sosyal paylaşım ağarı algısı üzerine kurulduğu için örgütün bu araçları nasıl algıladığı daha önem taşımaktadır. Bu nedenle somut çıktı olarak örgütün sosyal paylaşım ağları üzerinden yaptığı paylaşımları analiz etmemesi bu araştırmanın sınırlılığıdır. Araştırma Soruları Çalışmada, HAYTAP Başkanı Av. Ahmet Kemal Şenpolat ile 15 Şubat 2012 tarihinde gerçekleştirilen yüz yüze görüşme yöntemi kullanılmıştır. Görüşme soruları iki gruba ayrılmıştır: ••• 3 Bakınız www.haytap.org. 190 • iletiim : arat›rmalar› 1. Halkla ilişkiler ve kurumsal iletişim uygulamalarına ilişkin algı: Görüşmede katılımcıya halkla ilişkilere yönelik çağrışımları sorulmuştur. Bu çerçevede hangi iletişim uygulamalarını hayata geçirdikleri, paydaşlara hitap ederken hangi yöntem ve araçları kullandıkları ve etkileşimi/katılımı nasıl sağladıkları da öğrenilmeye çalışılmıştır. 2. Sosyal paylaşım ağlarının örgütteki rolü, önemi ve öngörülere ilişkin sorular: Örgütün sosyal ağları nasıl ve ne amaçla kullandığı, uygulamada hangi sorunlarla karşılaştıkları, bununla ilgili mevcut altyapılarının ne olduğu ve geleceğe ilişkin yeni medya kullanımıyla ilgili planları öğrenilmeye çalışılmıştır. Bu yolla sosyal paylaşım ağlarının halkla ilişkiler uygulamalarındaki rolü ve etkinliğinin öğrenilmesi amaçlanmıştır. Bulgular HAYTAP Başkanı Av. Ahmet Kemal Şenpolat halkla ilişkileri, hayata geçirilecek olan bir projenin veya sunulacak bir ürünün hedef kitlenin anlayabileceği bir dilde sunulması çalışmaları olarak tanımlamıştır. Geliştirilen projelerin halka anlayabileceği şekilde anlatılabilmesi için de belli araçların geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yayılması istenilen iletilerin hedef kitlelere ulaşması için bu yaklaşımdan halkla ilişkiler çalışmalarının yapılması gerekmektedir; çünkü halkla ilişkiler örgütün sesini dış dünyaya duyurabileceği önemli bir araç olarak görülmektedir. HAYTAP’ta kurumsal bir iletişimin birimi bulunmamakla beraber halkla ilişkiler çalışmalarının örgüt içinde birincil önemde olduğu vurgulanmıştır. Bu anlamda iletişim ve halkla ilişkiler çalışmalarını üstlenen kişiler de doğrudan karar alıp yürütme yetkisine sahiptir. Dolayısıyla örgütte iletişim işlerini yürüten bütün görevliler stratejik uygulayıcılar olarak konumlandırılmaktadır. Halkla ilişkilerin bu algısı çerçevesinde medya ilişkileri yönetimi öncelikli bir disiplin olarak görülürken, lobiciliğin de halkla ilişkiler çalışmaları içinde çok önemli olduğu bulgulanmıştır. Şenpolat, halkla ilişkilere yaklaşımını şu şekilde ifade etmiştir: Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 191 Bizim dış dünyaya sesimizi duyuran en önemli köprüdür bu kişilerin çalışmaları. Halkla ilişkiler çalışmaları olmasaydı HAYTAP bugün buralara gelemezdi; çünkü öbür türlü hayvan severin hayvan severle iletişimi olarak kalırdı. Biz bir STK olarak erişebildiğimiz tüm illere, tüm kesimlere, camilerden okullara, sanatçılardan bürokratlara, medyaya, aklına gelebilecek her yere çalışmalarımızı ancak halkla ilişkiler vasıtasıyla duyurabilir, anlatabiliriz. Hedef kitlelere hitap etmede kullanılan iletişim kanalları ise, her ne kadar basılı iletişim materyalleri yoğun olarak kullanılsa da öncelikle çevrimiçi araçlardır. Federasyonun çevrimiçi yayınlanan aylık bülteni olduğu belirtilmiştir. İnternet, geleneksel medya ve sosyal paylaşım ağlarının etkin olarak kullanılmasının yanı sıra HAYTAP’ta basılı iletişim materyallerinin kargo, kurye aracılığıyla da hedef kitlelere dağıtıldığı belirtilmiştir. Özellikle kurumsal web sitesinin çok etkin kullanıldığını ifade eden Şenpolat, yapılan bütün çalışmaları öncelikle web sayfasından, sonra da sosyal paylaşım ağlarından paylaştıklarını; böylece hem medyaya bu kanallarla bilgi sağladıklarını hem de diğer hayvan hakları savunucularının bu kanalları ziyaret ederek istedikleri bilgiyi edinebildiklerini ve bu bilgileri örnek olarak kullandıklarını belirtmiştir. Yeni olan her iletişim kanalının örgütün etkili iletişimi için önemli olduğu vurgulanmıştır. Diyaloğa dayalı etkin halkla ilişkiler çalışmalarında geribildirimlerin alınması, değerlendirilmesi önemlidir. Bu çerçevede bu geribildirimlerin hangi kanallardan edinildiği de örgütün halkla ilişkiler uygulamaları için hangi iletişim kanallarını etkin olarak kullandığını göstermektedir. Yapılan görüşmede, HAYTAP’ta en yaygın geribildirim kanalları web sayfası, e-posta ve sosyal ağlar gibi çevrimiçi iletişim kanalları ve telefon görüşmeleri olarak bulgulanmıştır. Ancak edinilen geribildirimlerin değerlendirilmesinin, anket gibi profesyonel ölçme-değerlendirme biçiminden uzak olduğu söylenebilir. HAYTAP’ta tüm çalışmaların gönüllülük esasına dayalı olması nedeniyle gönüllü çalışma 192 • iletiim : arat›rmalar› taleplerinde başvuruda bulunan kişilerin yapacakları uzun süreli ve kalıcı çalışmalarının değerlendirildiği, bununla beraber yapıcı yönde gelen eleştirilerin dikkate alındığı belirtilmiştir. Buna ek olarak, yılda iki defa düzenlenen il temsilcileri toplantılarında başarı öykülerinin paylaşıldığı değerlendirmeler de yapılmaktadır: En iyi geribildirim televizyon programlarından veya gazete haberlerinden sonra oluyor. Bir televizyon programına çıktıktan sonra ertesi gün web sayfamızın tıklatılma oranında artış oluyor. Telefon açanlar, e-posta gönderenler, gönüllü olarak çalışmak isteyenler oluyor. Şimdi Facebook moda oldu, oraya girip çalışmaları görenler bize başvuruyor. Değerlendirmeye gelince, bize yapılan başvuruların çoğu günübirlik havyan severlerden. Yani o an bir felaket olmuş oluyor, o gazla bize başvurup ‘Ben de çalışacağım, bir şeyler yapacağım.’ deniyor, sonra o heyecan kısa sürede bitiyor, unutuluyor. Dolayısıyla bu kişilerin gerçekten kalıcı gönüllüler olup olmadığını anlamamız için bir kere sürekli bizimle irtibat içinde olması, yazışması, başarılı bir çalışmayla kendini kanıtlaması lazım. Bunun dışında eğer doğru ve yapıcı bir eleştiri varsa onu hemen düzeltmeye çalışıyoruz. Sonuçta tecrübeli tüm kişilerden faydalanmak isteriz. Hayvan hakları hareketinin Türkiye’de diğer hareketlere göre görece yeni bir alan olması, bu alandaki sivil toplum örgütlenmesinin tam olarak kurumsallaşmamış bir şekilde dağınık ve eşgüdüm bozukluğu içinde işlemesi, bunun sonucunda hayvan hakları örgütleri ve sivil hayvan severler arasında çıkan kavga ve çatışmaların sıkça yaşanması, kimi durumlarda bir uzlaşıma varılamaması, bu alandaki başlıca sorun olarak öne sürülebilir. Bu durumun HAYTAP’ın hem kurumsal itibarına zarar verebileceği hem de örgütü maddi ve manevi yıpratabileceği gerekçesiyle Federasyonun (bir kısmı saldırı amaçlı olan) geribildirimlere daha kapalı olduğu ve bu geribildirimleri değerlendirmede daha temkinli davrandığı söylenebilir. Kısacası HAYTAP’ta medya ilişkileri yönetimi en önemli alan olarak görülmektedir. Bununla beraber lobiciliğin de bir halkla ilişkiler alanı olarak öncelikli olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun yanında çevrimiçi iletişim kanallarının, basılı iletişim materyallerinin, televizyon, gazete gibi geleneksel medyanın ve sosyal paylaşım ağlarının en Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 193 yoğun iletişim araçları olarak kullanıldığı bulgulanmıştır. Toplantılar gibi yüz yüze iletişim ve telefon kanalıyla iletişim de diğer iletişim kanallarıdır. Geribildirimlerin alınıp değerlendirilmesi de yine çevrimiçi kanallar ve yüz yüze iletişimle yapılmaktadır. Bu anlamda HAYTAP’ın hedef kitlelerine ulaşmada karma bir medya iletişimini uyguladığı görülmektedir. Bununla beraber HAYTAP’ta strateji geliştirici anket vb. profesyonel ölçme-değerlendirme uygulamalarının yapılmadığı, bağış yoluyla elde edilen gelirin medya ve kamuoyuna yönelik iletişim ve halkla ilişkiler materyallerine/araçlarına kullanıldığı dikkati çekmiştir. HAYTAP’ta kurumsal olarak kullanılan sosyal paylaşım ağları Facebook ve Twitter’dır. Bunun yanında Federasyonun bir de WebTV uygulamasına sahip olduğu bulgulanmıştır. Federasyonun Başkanı Ahmet Kemal Şenpolat, sosyal paylaşım ağlarının kullanımına ilişkin temel sorunun, olumsuz haberlerin ve eleştirilerin açık şekilde ve kolayca buralarda yer alabildiğini, dolayısıyla da bu tür olumsuz geribildirimleri değerlendirmenin ve yanıt vermenin riskli ve kritik olduğunu belirtmiştir. Sosyal paylaşım ağlarını daha geniş kitlelere ulaşmak için kullandıklarını söyleyen Şenpolat, yine bu ağların kullanımındaki en büyük sıkıntının yıkıcı eleştirilere maruz kalmaya çok uygun ortamlar olduğunu, ayrıca bu ağların daha çok şehir insanına hitap ettiğini ifade etmiştir: Bu ağları kullanma nedenimiz genele ulaşmak; yani yalnızca hayvan severler değil, hayvan sevmeyenlere ve hayvanlara nötr yaklaşanlara da hitap etmek; çünkü onlar milyonlar. Ancak bu kanallardan da açık hakaretlere maruz kalınıyor. Yani on tane takdir alıyorsan yüz tane de art niyetli mesaj alıyorsun. Dolayısıyla senin yapmış olduğun ufacık bir hatadan veya karşı tarafı mutlu etmeyecek bir yazıdan fırsat yaratıp sana laf sokuşturuyorlar. Tabi bir de internet daha çok şehir insanına hitap ediyor. Köydeki insan Facebook’a giremeyebilir. O zaman da geleneksel kanalları tercih ediyoruz. HAYTAP’ta sosyal paylaşım ağlarının kullanımı ve yönetimi için profesyonel bir ekip bulunmamaktadır. Gönüllü bazı HAYTAP 194 • iletiim : arat›rmalar› Temsilcileri bu ağları yönetmekte ve bilgi paylaşımını gerçekleştirmektedir. Bununla beraber HAYTAP, yeni medya olarak sayılabilecek SMS kanalını örgüt içi iletişim için kullanmaktadır. Önceki satırlarda da belirtildiği gibi tüm yeni iletişim kanallarının halkla ilişkiler aracı olarak etkin bir şekilde kullanılmaya çalışıldığı, bu anlamda da gelecekte bu ağların daha da önem kazanacağı ve yaygınlaşacağı öngörüsünde bulunulduğu bulgulanmıştır. HAYTAP’ın web sayfasında paylaşılan her şeyin sosyal ağlarda da paylaşıldığını belirten Ahmet Kemal Şenpolat, bu ağların kendini daha iyi ifade etmeyi sağladığını ve bu kanallarda gündemin daha kolay yönetilebildiğini, böylece de güncel kalınabildiğini ifade etmiştir. Ayrıca bu kanallar kampanya etkinlikleri ve örgütlenme için de etkin olarak kullanılmaktadır. Şenpolat, sosyal paylaşım ağlarının maliyet açısından çok avantajlı olduğunu, dolayısıyla da bu nedenle öneminin devam edeceğini söylemiştir: Örneğin, bugün Mecliste yasa değişikliğiyle ilgili görüşmeler yapıldı, hemen Facebook ve Twitter’da bununla ilgili haberler girildi. Dolayısıyla yarın kimse kalkıp ‘Kürke hayır, av olmasın!’ falan demeyecek, yasa değişikliğiyle ilgili konuşacak. Saldırsa bile yasayla ilgili olacak bu saldırı. Sonuçta gündemi biz belirlemiş oluyoruz ve insanlar da o gündemle ilgili konuşmak durumunda kalıyor. O anlamda çok etkili. Örgütlenmeye de etkisi oluyor. Yaptığınız bir kampanya bu kanallar sayesinde haberi olmayan insanların bile dikkatini çekiyor. Bu ağların önemi devam edecek tabi; çünkü çok ucuz. Kargonun, örneğin maliyeti var ve bizim gibi STK’lar için maliyet önemli bir sorun. Özetle, sosyal paylaşım ağlarının kurumsal olarak kullanımında yaşanan başlıca sorunlar; bu ortamların herkesin yorum yazmasına ve bu yorumları yine herkesin okuyabilmesine olanak sağlayan kanallar olması nedeniyle olumsuz eleştiri ve saldırı riskine açık olması, bundan dolayı da bu tür olumsuz geribildirimleri almada ve bunlara yanıt vermedeki yönetim zorluğu olarak tanımlanmıştır. Bulgular çerçevesinde öneminin giderek artacağı söylenen sosyal paylaşım ağlarının kurumsal açıdan avantajları ise şöyle sıralanmıştır: • Örgütün yaklaşımını ve amaçlarını daha iyi ve kolay ifade edebilme olanağı, Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 195 • Örgütün çalışmalarının güncel kalmasını sağlama ve alana ilişkin gündemi yönetebilme gücü, • Maliyet açısından diğer iletişim araçlarına göre çok daha elverişli olması. HAYTAP’ta yeni iletişim teknolojileri ve sosyal paylaşım ağları önemli araçlar olarak tanımlanmakla beraber bu araçların etkin kullanımı ve yönetimine yönelik eğitim planının olmadığı bulgulanmıştır. Bu alanda nitelik geliştirmeye yönelik eğitimlerin yapılmamasının nedeni, bu alanlardan sorumlu tutulan gönüllülerin bu araçlara ilişkin yeterli bilgi ve niteliğe sahip olması, dolayısıyla bu alanların etkin olarak uygulanabildiği düşüncesi olabilir. Bunun yanında, örgütün bağış toplama yoluyla gelir elde ettiği ve bu anlamda parasal olanaklarının kısıtlı olması nedeniyle bu eğitimlere ve profesyonel ölçmedeğerlendirme gibi nitelik geliştirici bir takım uygulamalara yeteri kadar yatırım yapılamaması dikkate alınmalıdır. Sonuç ve Değerlendirme Yapılan görüşme bulgularına göre halkla ilişkiler olumlu ve yapıcı çalışmalar olarak algılanmaktadır. Ancak hakla ilişkilerin en başta halkla, vatandaşla iletişim kurma çabası olarak sınırlı bir şekilde nitelendirildiği de dikkati çekmiştir.4 HAYTAP gibi toplumun tümünü ••• 4 Halkla ilişkilerin yalnızca halkla ilişki kuran çalışmaları kapsadığı algısının hala pek çok kurum, kuruluş ve uzmanlar arasında yaygın oluşu, halkla ilişkilerin başlıca sorunu olan yanlış ve eksik tanımlanması ve uygulanmasının da en temel nedenidir. Oysa halkla ilişkiler kurum içi çalışanlardan, kurum paydaşlarına, medya alanındaki paydaşlardan rakip kitlelere ve müşterilere kadar çevredeki tüm kamuları/hedef kitleleri kapsayacak şekilde geliştirilen iletişim strateji ve taktiklerinden oluşmaktadır. Bununla beraber halkla ilişkiler alanında uzlaşılmış bir tanıma hala erişilememiş olunması, akademik ve profesyonel meşruiyet arayışı çerçevesinde temel bir sorun olarak görülmektedir. Ayrıca reklam, propaganda, pazarlama gibi alanlarla halkla ilişkilerin iç içe olması, bu nedenle de hem uygulamada hem de tanımlamada bu alanların kolaylıkla karıştırılması, halkla ilişkilerin tanım güçlüğünün bir başka nedeni olarak değerlendirilebilir. Bu nedenlerden ötürü halkla ilişkilerin ne olduğu ve nasıl tanımlandığı da alana getirilen farklı toplumsal ve kültürel yaklaşımlar çerçevesinde sürekli güncellenmekte ve yeniden irdelenmektedir (halkla ilişkilerin güncel tanımına ilişkin ayrıntılı bilgi edinmek için bakınız Kazancı, 2007; Asna, 2006; Balta Peltekoğlu, 2012 ve Yıldırım Becerikli, 2008). 196 • iletiim : arat›rmalar› kapsayacak çok geniş bir hedef kitleye hitap etme amacı dikkate alındığında halkla ilişkilerle ilgili böyle bir genel algının yerleşmiş olduğu söylenebilir. Ancak hedef kitlenin toplumun her kesimi olarak genellenmesi de etkin halkla ilişkiler uygulamalarını zorlaştırmaktadır. Hendrix, örgütün esas hedef kitlesi hakkında halkla ilişkiler uzmanının bilgi sahibi olmasının önemini vurgularken “hedef kitleleri kendi içlerinde çeşitli parçalara ayırmanın ve ayrı halk kriterlerine göre özel mesajların hazırlanmasının önemine değinir” (aktaran Dyer vd., 2004: 365). Bu önermeyle desteklenecek biçimde HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu’nun, hedef kitlelerini üyeler, dernekler, kamu kuruluşları, medya ve basın olarak ayırdığı; bununla beraber, örgütün farklı kesimlere hitaben farklı söylemler geliştirdiği bulgusundan yola çıkarak toplum genelindeki hedef kitlelerini de ayırdığı söylenebilir. Örneğin, kırsal ve taşra bölgeleri, cami ve müftülükler için daha dini söylemler geliştirirken, belediyelerle çalışmalarında sokak hayvanlarının kısırlaştırılması, aşılanması ve bakım evleri konularında, siyasi partiler ve milletvekilleriyle 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nın yeniden düzenlenmesi konusunda, büyük şehir halkına da daha çok petshop, kürk, sirk gibi konuları anlatmak üzere iletişim çalışmaları yaptığı bulgulanmıştır. Sivil toplumun Türkiye’de 80’li yıllarda günlük hayata girip üzerinde tartışıldığı görece yeni bir olgu olması, bu anlamda sivil toplum örgütü anlayışının tam kavranamamış olması bu örgütlere ilişkin güvenin de tam olarak gelişmediğini göstermektedir. Kaldı ki zaten halkla ilişkilerin içinde bulunması gereken güven, bir sivil toplum örgütünün başlangıç noktası olarak görülmelidir. Bu anlamda HAYTAP’ın, toplum ve ilgili sektörler nezdinde saygınlığını devam ettirme, bu amaçla tutarlılığı, şeffaflığı, çözüm odaklılığı ve bilime dayalı bilgi ve hizmet üretmeyi sürdürme çabaları, Türkiye’de sivil toplum örgütlerine getirilen bazı olumsuzlukları ve bir takım yolsuzlukları kırma açısından önemlidir. Sonuç olarak, Şenpolat’ın kendi deyimiyle tanımladığı “imajı yerlere serilmiş” hayvan hakları alanının yeniden itibar ve güven kazan- Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 197 masına yönelik, şeffaflık, işbirliği ve katılımcılık ilkesini temel alarak yaptığı çalışmalar bu araştırmada da bulgulanmıştır. Dolayısıyla HAYTAP’ın hem uzlaşımcı hem de etik bir halkla ilişkiler anlayışını benimsemeye çalıştığı görülebilir. Sosyal paylaşım ağlarının ve diğer yeni iletişim araçlarının halkla ilişkiler aracı olarak kullanımına gelince, HAYTAP’ın Facebook ve Twitter hesabının kurumsal anlamda etkin olarak yürütüldüğü söylenebilir. Çalışmanın bulgularına göre de öneminin giderek artacağı söylenen sosyal paylaşım ağlarının kurumsal açıdan avantajları şöyle sıralanmıştır: • İletilerin daha hızlı ve daha geniş kitlelere yayılması, • Hedef kitlelere erişim kolaylığı, • Maliyetinin diğer iletişim araçlarına göre daha düşük olması, • Örgütün çalışmalarının güncel kalmasını sağlama. HAYTAP, tespit edilen bu nedenler dolayısıyla kampanyalarını sosyal paylaşım ağları üzerinden de hayata geçirmekte ve yürütmektedir. Bununla beraber sosyal paylaşım ağlarının kurumsal olarak kullanımında yaşanan başlıca sorunun da bu ortamların olumsuz eleştiri ve saldırı riskine açık olmasıdır. Kaldı ki örgütün başkanı, kişisel saldırılara ve yıkıcı eleştirilere maruz kaldığı için Facebook’taki kişisel hesabını kapatmak zorunda kaldığını da belirtmiştir. HAYTAP’ın sosyal paylaşım ağlarını kullanma ve yönetmede, diyalogsal döngünün sürdürülebilir olması için erişimin bu kanallar aracılığıyla daha kolay hale getirilmesi ve ziyaretçilerle konuşmanın daha etkin yürütülmesi gerekmektedir. Zira yapılan görüşme çerçevesinde yeni iletişim teknolojileri ve sosyal medya önemli birer nitelik alanları olarak görülmekle beraber bu alanlara yönelik eğitim planının olmadığı bulgulanmıştır. Bu sonuç da örgütün kurumsal sosyal paylaşım ağları konusunda daha çok nitelik geliştirici çalışmalar yapma gereksiniminin olduğunu göstermektedir. 198 • iletiim : arat›rmalar› Öte yandan, HAYTAP’ın hem reaktif iletişim uygulamalarını hem de proaktif uygulamaları5 aynı derecede sürdürüyor olması, örgütün bir halkla ilişkiler aracı olarak sosyal paylaşım ağlarını kullanma biçimini, amacını ve uygulamalarını da etkilemektedir. Hayvan sever kitlenin kamuoyunda ve üst düzey yönetimlerde genel olarak düşük bir itibara sahip olması; bir başka deyişle 90’lı yıllarda ortaya çıkmış “Panter Emel” imgesi altında saldırgan yaklaşımların ve etik olmayan uygulamaların kamuoyu algısında yer etmiş olması, HAYTAP’ın da kurumsal itibarını tehdit edici önemli bir unsurdur. HAYTAP, bu olumsuz imajı düzeltmeye yönelik kurum içinde ve kurum dışında taktikler belirlemekte, geliştirmeye çalıştığı akılcı, işbirlikçi ve çözüm odaklı kurumsal kimliğini eğitimlerle ve kampanya söylemleriyle inşa etmektedir. Ürettiği metinlerde ve söylemlerde HAYTAP gönüllülerinin kendilerini hayvan sever olarak değil hayvan hakları savunucuları olarak tanımlamaları örgütün reaktif taktiklerine bir örnek olarak gösterilebilir6. Bununla beraber tüm paydaşlarını bilgilendirici ve ilgili yasa çerçevesinde sorunların çözümlerini daha etik bir yaklaşımla uygulatıcı stratejiler geliştirmesi ve yenilikçi bir anlayışla projeler üretmesi, HAYTAP’ın proaktif çalışmaları da reaktif çalışmalarla aynı yoğunlukta sürdürdüğünü göstermektedir. İnternet tabanlı alışveriş sitesi HAYTAPShop proaktif çalışmalara bir önek olarak gösterilebilir7. Bu arada HAYTAPShop’ın ayrıca resmi Facebook sayfası olduğu da bulgulanmıştır. ••• 5 Proaktif ve reaktif halkla ilişkiler özlüce tanımlanacak olursa; proaktif halkla ilişkiler sorunlara çözüm geliştirmekten ziyade fırsat kollayıcıdır. Savunucu değil hücuma yönelik, düzeltici değil destekleyici ve geliştirici özelliklere sahiptir. Reaktif halkla ilişkilerde ise herhangi bir kurum ya da kuruluşun karşı karşıya kaldığı kötü imaj, pazar kaybı gibi olumsuzlukları başarıyla atlatabilmesi için geliştirilen halkla ilişkiler çalışmalarıdır. Bir başka deyişle kriz durumunda geliştirilen ve uygulanan etkinlikleri kapsamaktadır (proaktif ve reaktif halkla ilişkiler için bakınız Balta Peltekoğlu, 2012). 6 Bakınız www.haytap.org 7 Bakınız www.haytapshop.com Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 199 Neticede HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu’nun, iletişimini hem proaktif hem reaktif olarak yürütmesi, sosyal paylaşım ağlarını da diyaloğa dayalı ve katılımcı halkla ilişkilere tam anlamıyla hizmet edecek şekilde kullanabilmesini zorlaştırıcı bir etken olarak değerlendirilmelidir. Bununla beraber, HAYTAP’ın var olan Facebook ve Twitter profillerinin de sonraki araştırmalarda nicel ve/veya nitel bir çözümlemeyle incelenmesi, bu kanalların etkinliğinin daha doğru ve açık olarak tanımlanmasına katkı sağlayacaktır; çünkü bu profillere kabaca bakıldığında, takip eden sayısının görece çokluğu8, paylaşılan bilgi ve materyallerin güncelliği, bu paylaşımların izleyiciler arasında paylaşılması ve yorumların yapılması, HAYTAP’ın sosyal paylaşım ağlarını önemli ölçüde etkin kullandığının açık bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Öte yandan örgüt içinde resmi konumda çalışan gönüllülerin (Yönetim Kurulu Üyeleri ve Temsilciler) karar alma süreçlerine katılıp kararların yürütülmesinde yönetim yetkisine sahip olmaları, örgüt dışı etkinliklerde de yerel yönetimler, devlet kuruluşları, sponsorlar ve medya gibi dış paydaşların proje ve çözüm geliştirmede, karar alma süreçlerinde ve bilgi paylaşımında etkili bir konuma sahip olmaları HAYTAP’ın halkla ilişkiler çalışmalarında katılımcı ve etik bir yaklaşımı benimsediğini göstermektedir. Sonuç olarak sosyal paylaşım ağları, yalnızca web sayfasındaki bilgi ve içeriğin aktarıldığı, salt bilgi vermeye ve ikna etmeye odaklı tek yönlü bir iletişim aracı olarak görülmemelidir. Bu mecralar, hedef kitlelere sorular sorularak, onların fikir ve değerlerini anlamaya yönelik geribildirimler alarak, gelişim, uzlaşım ve çözüm odaklı bir diyaloğa geçerek, katılımcı ve karşılıklı anlayışa dayalı bir iletişim ortamının kurulabilmesine olanak sağlamaktadır. İnsanlar artık fikirlerini, tepkilerini, isteklerini ve ihtiyaçlarını hiç çekinmeden kolayca dile getirebilecekleri bir ortamda pasif izleyici konumundan çıkmakta, daha cesur ve katılımcı olmaktadır. Sosyal ••• 8 28 Ekim 2012 tarihi itibariyle HAYTAP’ın Facebook’ta beğen sayısının 16.786, Twitter’da takip eden sayısının 9266 olduğu bulgulanmıştır. 200 • iletiim : arat›rmalar› paylaşım ağlarının kitlelere sunduğu bu olanak, onların artık her alanda söz hakkı sahibi olma, kendilerini ilgilendiren her kararda onların da tuzunun bulunması beklentisini artırmaktadır. Dolayısıyla demokratik bir toplumda önemli bir yere sahip olması beklenen sivil toplum örgütleri, halkla ilişkiler uygulamalarında iletişim mecralarını planlarken bu beklentilerin farkında olarak öngörülerini geliştirmek ve genişletmek durumundadır. Bu durum, hak ve adil düzen için mücadele eden sivil toplum örgütlerinin daha çok güven ve taraf kazanmasına da olanak sağlayacaktır. Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 201 Kaynakça Akıncı Vural, Z. Beril (2006). “Giriş.” Bilgi İletişim Teknolojileri ve Yansımaları. (der.) B. Z. Akıncı Vural. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. 1-5. Asna, Alâeddin (2006). Kuramda ve Uygulamada Halkla İlişkiler. İstanbul: Pozitif Yayınları. Balta Peltekoğlu, Filiz (2012). Halkla İlişkiler Nedir? (7. Baskı). İstanbul: Beta Basım. Başaran, Funda (2005). “Ağ Ekonomisi ve İnternet.” İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet. (der.) F. Başaran ve H. Geray. Ankara: Siyasal Kitapevi. 237-258. Biber, Ayhan (2006). Sivil Toplum Örgütlerinde Halkla İlişkiler. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Bronstein, Carolyn (2006). “Responsible Advocacy for Nonprofit Organizations.” Ethics in Public Relations: Responsible Advocacy. (der.) K. Fitzpatrick ve C. Bronstein. Sage Publications, Inc. 71-87. Cooley, Tracy (1999). “Interactive Communication – Public Relations on the Web.” Public Relations Quarterly 44 (2): 41-42. Çakım, İdil (2007). “Digital Public Relations: Online Reputation Management.” New Media and Public Relations. (der.) S. C. Duhé. Peter Lang Publishing, Inc. 135-144. Downes, Edward J. ve Mcmillan, Sally J. (2000). “Defining Interactivity.” New Media & Society 2(2): 157-179. Duhe, Sandra C. (2007a). “New Media in Public Relations Practie: Relationship and Reputation Management: Overview.” New Media and Public Relations. (der.) S. C. Duhé. New York: Peter Lang Publishing Inc. 89-90. Dutta, Mohan J. ve Pal, Mahuya (2007). “The Internet as a Site of Resistance: The Case of the Normada Bachao Andolan.” New Media and Public Relations. (der.) S. C. Duhé. Peter Lang Publishing, Inc. 203-215. Dyer, Sam; Buell, Teri; Harrison, Mashere ve Weber, Sarah (2004). “Kâr Amaçlı Olmayan İşletmelerde Halkla İlişkiler.” Halkla İlişkilerde Seçme Yazılar: Alana İlişkin Bir Derleme. (der.) H. Güz ve S. Yıldırım Becerikli. Çev., A. Ener. Ankara: Alban. 362-371 202 • iletiim : arat›rmalar› Geray, Haluk (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları. Ankara: Ütopya Yayınları. Geray, Haluk (2011). Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş (3. Baskı). Ankara: Genesis Kitap. Görgün, Ayten (2006). “Yeni Teknolojiler ve Halkla İlişkiler: Halkla İlişkiler Alanında Internet Kullanımı Üzerine Bir Araştırma.” II. Ulusal Halkla İlişkiler Sempozyumu: 21. Yüzyılda Halkla İlişkilerde Yeni Yönelimler, Sorunlar ve Çözümler 27-28 Nisan 2006. İzmit: Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi. 305-318. Hazelton, Vincent; Harrison-Rexrode, Jill ve Kennan, William R. (2007). “New Technologies in the Formation of Personal and Public Relations: Social Capital and Social Media.” New Media and Public Relations. (der.) S. C. Duhé. Peter Lang Publishing, Inc. 91-105. Heath, Robert L. ve Waymer, Damion (2009). “Activist Public Relations and the Paradox of the Positive: A Case Study of Frederick Douglass’ ‘Fourth of July Address’”. Rhetorical and Critical Approaches to Public Relations II. (der.) R. L. Heath, E. Toth ve D. Waymer. Routledge. 195215. Kazancı, Metin (2007). Kamuda ve Özel Kesimde Halkla İlişkiler (7. Baskı). Ankara: Turhan Kitabevi Yayınları. Kent, Michael L. ve Taylor, Maureen (1998). “Building Dialogic Relationships Through the World Wide Web.” Public Relations Review 24 (3): 321-334. Kent, Michael L. ve Taylor, Maureen (2002). “Toward a Dialogic Theory of Public Relations.” Public Relations Review 28 (2002): 21-37. Kent, Michael L. ve Taylor, Maureen (2004). “Halkla İlişkilerin Diyalogsal Teorisine Doğru.” Halkla İlişkilerde Seçme Yazılar: Alana İlişkin Bir Derleme. (der.) H. Güz ve S. Yıldırım Becerikli. Çev., N. Aygün. Ankara: Alban. 24-52. Morris, Trevor ve Goldsworthy, Simon (2008). Public Relations for the New Europe. Palgrave MacMillan. Onat, Ferah (2010). “Bir Halkla İlişkiler Uygulama Alanı Olarak Sosyal Medya Kullanımı: Sivil Toplum Örgütleri Üzerine Bir İnceleme” İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi Güz 2010 (31): 103-121. Tekvar • ...: HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Örneği • 203 Özdemir, B. Pınar ve Aktaş Yamanoğlu, Melike (2010). “Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşları Web Sitelerinin Diyalojik İletişim Kapasiteleri Üzerine Bir İnceleme.” Ankyra: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 1 (2) DOI: 10.1501/sbeder_0000000018: 3-36. Sayımer, İdil (2008). Sanal Ortamda Halkla İlişkiler. İstanbul: Beta Basım. Solis, Brian ve Breakenridge, Deirdre (2009). Putting the Public Back in Public Relations: How Social Media Is Reinventing the Aging Business of PR. New Jersey: FT Press. Solis, Brian (2010). Engage! The Complete Guide for Brands and Business to Build, Cultivate, and Measure Success in the New Web. New Jersey: John Wiley & Sons, Inc. Taylor, Maureen (2009). “Civil Society as a Rhetorical Public Relations Process.” Rhetorical and Critical Approaches to Public Relations II. (der.) R. L. Heath; E. Toth ve D. Waymer. Routledge. 76-91. Taylor, Maureen; Kent, Michael L. ve White, William J. (2001). “How Activist Organizations Are Using the Internet to Build Relationships.” Public Relations Review 27 (2001): 263-284. Tekvar, Sırma Oya (2011). “Halkla İlişkilerde Tek Yönlülük ve İnternet: Örnek Olay Olarak Uzem Öğrenci Forumları.” Halkla İlişkiler ve Reklamın Anatomisi: Eleştirel Bir Kavrayış. (der.) S. Yıldırım Becerikli. Ankara: Ütopya Yayınları. 264-285. Toprak, Ali; Yıldırım, Ayşenur; Aygül, Eser; Binark, Mutlu; Börekçi, Senem ve Çomu, Tuğrul (2009). Toplumsal Paylaşım Ağı Facebook: “Görülüyorum Öyleyse Varım!. İstanbul: Kalkedon Yayınları. Tosun, Gülgün Erdoğan (2006). “Yeni İletişim Teknolojileri ve Sivil Toplum.” Bilgi İletişim Teknolojileri ve Yansımaları. (der.) B. Z. Akıncı Vural. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. 59-88. Uçkan, Özgür ve Ertem, Cemil (2011). Wikileaks: Yeni Dünya Düzenine Hoşgeldiniz (6. Baskı). İstanbul: Etkileşim Yayınları. Xifra, Jordi (2007). “Building Relationships through Interactivity: A Cocreational Model for Museum Public Relations.” New Media and Public Relations. (der.) S. C. Duhé. Peter Lang Publishing, Inc. 313-325. 204 • iletiim : arat›rmalar› Yıldırım Becerikli, Sema (2008). …Ve Halkla İlişkiler: Şeytanın Avukatlığından Arabuluculuğa: Bir Disiplinin Eleştirel Analizi. Ankara: Karınca Yayınları. Yıldırım Becerikli, Sema ve Özkul, Didem (2009). “Online Public Relations Campaigns of NGOs in Turkey: An Inquiry of HAYTAP.” Content, Channels and Audiences in the New Millennium: Interaction and Interrelations. (der.) E. Vartanova. Moskova: Faculty of Journalism, Lomonosov MSU - MediaMir. 369-379. Yurdakul, Nilay Başak (2006). “İnternet ve Halkla İlişkiler.” Bilgi İletişim Teknolojileri ve Yansımaları. (der.) B. Z. Akıncı Vural. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. 187-223. İnternet Kaynakları Crossman, Ashley (tarihsiz). “Purpsive Sample.” http://sociology.about. com/od/Types-of-Samples/a/Purposive-Sample.htm. Erişim tarihi: 30 Haziran 2013. “HAYTAP Nedir? HAYTAP’ın Manifestosu.” http://www.haytap.org/index. php/200810191487/haytap-temel/haytap-nedir-haytap-inmanifestosu. Erişim tarihi: 20 Haziran 2013. “HAYTAPShop.” http://www.haytapshop.com. Erişim tarihi: 20 Haziran 2013. “List of Social Networking Websites.” http://en.wikipedia.org/wiki/List_ of_social_networking_websites . Erişim tarihi: 28 Mayıs 2013. Read, Mike (2011). “Turkey Has Third Most Engaged Online Audience in Europe.” http://www.comscore.com/Press_Events/Press_ Releases/2011/10/Turkey_Has_Third_Most_Engaged_Online_ Audience_in_Europe. Erişim tarihi: 28 Mayıs 2013. Yıldırım Becerikli, Sema (2002). “Yeni İletişim Teknolojilerinin Halkla İlişkiler Alanına Yansıması.” İş, Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi 4(1) Sıra: 0 / No: 277.http://www.isgucdergi.org/?p=makale &id=277&cilt=4&sayi=1&yil=2002. Erişim tarihi: Mayıs 2009. 205 Kitap Eleştirisi Beris Artan Hello Avatar: Dijital Neslin Yükselişi Beth Coleman MedyaCat Yayınları, İstanbul 2012. 219 Sayfa “Avatar” kelimesi pek çok kişiye James Cameron’un 2009 yılında vizyona giren filmini çağrıştırmaktadır. Film Na’vi halkının yaşadığı Pandora isimli bir gezegende geçmektedir. İnsanlar bu gezegendeki kaynakları ele geçirmek istemektedir, bu nedenle ordu Avatar adlı bir program oluşturur. Bu programla beyin aracılığıyla kontrol edilebilen insan ve Na’vi karışımı avatarlar üretirler. Bu avatarlar, Pandora gezegenini incelemek için gezegene giderler. Yani, insanlar Avatarlar aracılığıyla başka bir dünyayı tecrübe ederler. Pek çok insan Avatar kavramını bu filmle tanımış olsa da aslında bu kavramın oldukça eski bir tarihi vardır. Beth Coleman, avatar kelimesinin bir fiil olduğunu söylemektedir. Sanskritçede “ava” aşağı ve “tarati” bir şeyin temeli anlamına gelir. Sanskritçede avatar kelimesinin temel anlamı “inmek”, ruhsal olarak ifade ettiği anlam ise “tanrının geçişi”dir. Hindu mitolojisinde avatar tanrısal bir varlığın dünyaya insan ya da bir hayvan bedeninde inen enkarnesini ifade etmektedir. Yazar, bu kelimenin İngilizceye 18. Yüzyıl’da girdiğini ve ruhsal olmaktan çok retorik bir anlam kazandığını belirtmiştir. Kelimenin kullanımının ilk zamanlarında avatar mecazi bir kişiliği ifade ederken, daha sonra bilgisayar oyunlarında kullanılan figürleri tanımlamaya başlamıştır. Ancak yazar, avatar kavramının Şebeke üzeri ses iletişim iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 205-210 206 • iletiim : arat›rmalar› protokolü (Skype gibi programlalar), eş zamanlı mesajlaşma, kısa mesaj servisleri ve sosyal medya kullanımı gibi yaygın medya düzenleri ve platformlarını kapsayan daha geniş bir tanımlaması olması gerektiğini savunmaktadır. Bu nedenle kitapta avatar, sadece bizi temsil eden bilgisayar figürlerini değil, facebook ve twitter gibi sosyal ağlardaki profillerimizi, Skype’taki görüntümüzü, messenger’daki profilimizi de kapsamaktadır. Coleman, avatarların hayatımızdaki yerini göstermek için ağ tabanlı medya, sanal ve gerçek ve X-gerçeklik kavramları üzerinde durmaktadır. Yazar, internetin ve bağlantının yaygınlaşmasıyla birlikte dünyanın büyük bir değişim yaşadığını savunmaktadır. 1990’lı yıllarda dijital dünya gerçek dünyanın bir alternatifi olarak görülürken, 2000’li yıllarda sanal ve gerçek dünyanlar birbirlerine eklemlenmeye başlamıştır. İnternete ulaşımı olan bir grup için dijital yaşam, gerçek yaşamın alternatifi değil onun tamamlayıcısı haline gelmiştir. Ayrıca dizüstü bilgisayarlar, kablosuz ağlar, telefon süsü verilmiş cep bilgisayarları internete bağlanmayı ayrıcalıklı bir olay olmaktan çıkarmıştır. Bu araçlarla birlikte kişiler her ortamda çevrimiçi olmaya başlamıştır. Coleman yaygın medyanın ortaya çıkışıyla dünyadaki ilişki kurma biçiminin değiştiğini, günlük ilişki kurma alışkanlıklarımızı yeniden tasarladığımızı savunmaktadır. Ona göre, bu dönemde bireyler daha çok ağ tabanlı medya üzerinden ilişki kurmaya başlamıştır ve yaygın olan görüşün tersine bu ilişkiler kısa dönemli değil, süreklidir. Coleman, bu görüşünü desteklemek için dolayımlı iletişim aracılığıyla oluşturdukları ilişkilerin, insanlar için gerçek dünyadaki arkadaşları ve aileleri kadar önemli olduğunu ortaya çıkaran araştırmalardan bahsetmiştir.1 İlişki kurma biçimindeki bu değişim de bir neslin değişi••• 1 Pew Research Center, McArthur Foundation ve Annaberg Foundation for The Digital Future araştırma grupları, yaptıkları incelemelerde daha önce olduğundan çok daha fazla insanın internet kullandığını, internet üzerinden kurulan arkadaşlıkların sürekli hale geldiğini ve kurulan bu ilişkilerin gerçek dünyadaki arkadaşlıkları kadar önemli olduğunu bulmuşlardır. Aynı zamanda, insanların internet aracılığıyla kurdukları arkadaşlıkların bir kısmının gerçek dünyaya taşındığı ve bu arkadaşlıklar gerçek dünyaya taşınmasa da bireylerin çok güçlü bağlantılar sağladıkları bulunmuştur. Artan • Kitap Eleştirisi • 207 miyle sonuçlanmıştır. Bu yeni nesil hareket halinde, yayılmakta olan, ağ tabanlı bağlanabilirlik çağının neslidir. Yazar, bu değişimin toplumsal özellikte bir nesil değişimi olduğunu ve yaygın medya bağlılığından dolayı da küresel olduğunu iddia etmektedir. Son yirmi yıl içinde medya üzerine yapılan araştırmaların çoğunun analog yapımdan dijital yapıma geçiş ve bu geçişin sonucunda ağ kültürü üzerine odaklandığını belirten Coleman, asıl üzerinde durulması gereken konunun çevrimiçi ve çevrimdışılığın devamlılığı olduğunu söylemektir. Kitabın amacı da okuru sanallık ve gerçekliği kapsayan yazarın X-gerçeklik olarak tanımladığı kavram üzerine düşündürmektir. Kitap, sanal ve gerçek uzaylar arasındaki sürekliliğe odaklanmaktadır. Pek çok yazardan farklı olarak Coleman, kitabında ağ tabanlı medyayı ne gerçek ne de sanal olan bir dünya olarak tanımlamaktadır. Yazar, “ağ tabanlı medyayı” hem internet ve baz istasyonları gibi dağıtımlı yayınlara bağlanan teknolojileri tanımlamak hem de insanların birbirleriyle kültürel anlamda bağlılık durumunu ortaya çıkarmak için kullanmaktadır. Ona göre, ağın en belirleyici özelliği hiyerarşik olmak yerine yaygın dağılımlı olmasıdır. Bu durumda ağ tabanlı bir topluluk hem kültürel hem de teknolojik bir “ağlaşma” içindedir. Yazar ağ özelliği taşıyan sanal dünyanın aynı anda birden fazla oyuncu arasında gerçek zamanlı iletişim kurulabilmesini sağladığını belirtmektedir. Bu durumda eş zamanlı konuşmalar yapmamıza ve doğrudan geri bildirim alabilmemizi sağlamaktadır. Sanal dünya kullanıcılarına nerede oldukları, neler olup bittiği ve çevrenin nasıl göründüğüyle ilgili sürekli bilgi aktarmaktadır. Böylece, kullanıcılar hem sanal dünyada hem de gerçek dünyada aynı anda bulunmaktadır. Coleman, aynı anda iki yerde birden olma duygusunu X-gerçeklik olarak adlandırmaktadır ve bu kavramın gerçek ve dolayımlı ilişkilerin ortak etkilerini tanımadığını söylemektedir. Coleman, X-gerçekliğin belirgin bir şekilde sanal ya da gerçek olmak yerine, çeşitli ağ kombinasyonlarının melezi olan bir dünyayı ifade ettiğini savunmaktadır. Yazar bu kavramı ortaya atarak, okuyucunun dikkatini ağ tabanlı medyanın günlük hayatla bütünleştiği ve gerçek olayların bir devamı olarak algılandığı bir değişime çekmek istemiştir. 208 • iletiim : arat›rmalar› X-gerçeklikle “sanal-gerçek ikileminin sonun geldiğini”2 söylemiş ve Second Life adlı oyunda gerçekleşen bir toplantı örneğini anlatmıştır. Bu toplantıda Kaliforniya’da yaşayan bir internet bilimcisi ve fikir hakları avukatı olan Lessig’in avatarı Second Life oyuncularına bir konuşma yapmaktadır. Avatarlar bu toplantıya gelmiştir çünkü Lessig’in gerçek dünyadaki çalışmalarıyla ilgilenirler. Başka bir ifadeyle, sanal dünyadayken, gerçek dünya akıllarından çıkmamıştır. “Hello Avatar: Dijital Neslin Yükselişi”nde mevcudiyet anlayışının da değiştiği vurgulanmaktadır. Yazar, teknik olanaklarla ağ tabanlı medyanın bir bütün olarak mevcudiyeti simule ettiğini söylemiştir. Ona göre, bireylerin bir medya aracılığıyla mesaj iletmesinin nedeni “Ben buradayım” demektir. “Burada olmak” tek başına fiziksel mevcudiyete bağlı değildir. Yani, coğrafya ve fiziksel somutlaşma mevcudiyetin ya da bir yerde olmanın tek göstergesi değildir. Dolayısıyla insanlar sanal dünyada da mevcut olabilmektedir. Ayrıca, Coleman ağ tabanlı medyanın insanları yalnızlaştırdığı görüşüne de karşı çıkmaktadır. Dolayımlı iletişimlerinden insanların sosyal izolasyonun bir nedeni olarak değil, tersine insanların kendilerini yeniden konumlandırmalarını sağlayan bir araç olarak görmektedir. Bireyleri sadece nesnelerden oluşan sisteme iliştirilmiş bir şeyden fazlası olarak değerlendirmemiz gerektiğini savunmaktadır. Coleman, Baudrillard ve Debort3 gibi yazarların aksine medya ile ilgili analizinde teknoloji tarafından esir alınmamış bir birey gördüğünü belirtmiştir. Ona göre, bireyler onları çevreleyen bir simülasyon kılıfı içinde hapsolmuş çaresiz varlıklar değildir. ••• 2 Yazar, “sanal ve gerçek arasındaki ikilemin” ortadan kalktığı görüşünü Reeves ve Nass’ın Medya Denklemi adı verilen araştırmasına dayandırmaktadır. Bu araştırmada bireylerin geleneksel medya biçimlerine ve bilgisayarların yeni medya simülasyonlarına nasıl tepki verdikleri incelenmiştir. Araştırma sonucunda, insanların dolayımlı görüntüler ile gerçek bir insan ya da nesne arasındaki farkı algılayamadıkları ve ekranda gördükleri görüntülere gerçekmiş gibi yaklaştıkları bulunmuştur. 3 Baudrillard sanal dünya tarafından büyülenmiş bireyin yabancılaşma, nesnelleşme, parçalanma, kaybolma ve esaret ile çevrelendiğini ve sefil durumda olduğunu, Debort kitlesel medya gösterilenin halkı esaret altına almak için kullanılan simülasyonlar olduğunu söylemektedir. Artan • Kitap Eleştirisi • 209 Yazar bu çıkarımlarda bulunmak, dolayımlı iletişimin teknolojisini ve oluşturduğu kültürü araştırmak için bilimsel araştırma gündemlerini incelemiş, saha araştırmaları gerçekleştirmiş, çeşitli sanal dünya platformlarında yolculuk etmiş, gerçek dünyada yapılan konferanslara, sektör toplantılarına ve buluşmalarına katılmıştır. Araştırmasının büyük bölümünü Second Life, Club Penguin, There.com ve Habbo’nun çevrimiçi oyuncularıyla gerçekleştirdiği görüşmeler oluşturmaktadır. Yazar, bu görüşmelerin neredeyse tamamını avatar ya da e-posta, internet telefonu gibi dolayımlı iletişim kanallarıyla gerçekleştirmiştir. Yüzlerce insanla görüşme yapılmasına rağmen kitapta bazı görüşmeler ön plana alınmıştır. Kitap beş ayrı bölümden oluşmaktadır. “Dijital Neslin Yükselişi: Bir Takdim” başlıklı giriş bölümünde sonra “Avatar Nedir?”, “Nesnelere Yüzler Vermek”, “Sanal Yamyamla Görüşme” ve “Mevcudiyet” bölümlerinde sanal yaşam ile gerçek yaşamın birbirlerine nasıl eklemlendiği, avatarların eylemlilik için önemini anlatmış, Second Life kullanıcılarından biri olan Gy’nin deneyimlerini aktarmış ve yaygın medyanın mevcudiyet fikrinde yarattığı değişimi farklı bir bakış açısıyla değerlendirmiştir. “X-gerçeklik: Bir Sonuç” bölümünde ise bireylerin farklı dünyalara ulaşmasını sağlayan yeni medya tasarımlarından örnekler vererek kitabını sonlandırmıştır. Kitabın her bölümünün sonunda farklı kişilerle yapılmış görüşmeler yer almaktadır. Aynı zamanda kitap avatar ve sanal dünya kişilikleriyle ilgili bir bölümü, görsel bir kronolojiyi ve sözlüğü içermektedir. Özetle, yazar kitapta gerçek hayata eklemlenen dijital hayatın eylemlilik4 fırsatlarımızı arttırdığını savunarak, post-modern bireyin gelişen teknoloji nedeniyle yalnızlaştığını ve savunmasız, güvensiz bir bireye dönüştüğünü savunan düşünürlere karşı alternatif bir bakış ••• 4 Yazar, eylemliliği kullanıcının ağ araçlarını kullanarak bir şeyler yaratması olarak tanımlamaktadır. Ona göre, eylemlilik varlık, irade ve hareketin göstergesidir ve yalnızca bireylere özgü değildir. Başka bir ifadeyle eylemlilik varlıkların sistemler içinde güç, ideoloji ve diğer ağlardan nasıl etkilendiğini ortaya koymaktadır. Yazar, eylemliliği bir teknoloji olarak tanımlarken erişimimizin etki alanının yayıldığı ve etki edilen alanlar, ilişki kurulan siteler ve insanların var oluşu açısından güçlendiği bir dünyayı tanımladığını belirtmektedir 210 • iletiim : arat›rmalar› açısı sunar. Teknolojinin toplumu parçaladığını ve bireyselleştirdiğini savunan düşünürlerin aksine, ağ tabanlı teknolojilerin yeni toplumsallaşma biçimleri yarattığı iddiasında bulunarak, teknolojideki değişimlerin değerlendirilmesi açısından farklı bir yaklaşımda bulunur. 211 Etkinlik Değerlendirmesi Fatih Özkoyuncu EUPRERA 2012 Kongresi, İstanbul: “Değişen Halkla İlişkiler Mesleğinin Araştırılması” ...İstanbul Kongresi, İstanbul Üniversitesi’ndeki organizasyon ekibinin sayesinde büyük başarıyla tamamlandı. Avrupa’nın her köşesinden hatta daha da ötesinden gelerek bilgilerinizi paylaştınız ve yeni dostlar edindiniz. Ve de bilginin paylaşılması, bilim dünyasını kamçılayacak şekilde dolaşıma çıkması ve arzulu ortak projelere dönüşmesi gerektiği fikrini somutlaştırdınız... (http://www.euprera.org/) Avrupa Halkla İlişkiler Eğitimi ve Araştırma Derneği (EUPRERA) Başkanı Prof. Dr. Valérie Carayol, EUPRERA ile İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi›nin ortaklaşa hazırladığı EUPRERA 2012 Kongresi›nin ardından derneğin web sitesinde yayınladığı başyazısında bu satırları yazıyordu. Prof. Carayol, bir bakıma Avrupa Halkla İlişkiler Eğitimi ve Araştırma Derneği›nin amacını da özetlemiş oluyordu. EUPRERA, uzun süredir yaptığı çalışmalarda, Avrupa’da yenilikçi halkla ilişkiler araştırmalarını teşvik ederek, eğitim ve teoriyi, uygulamayla bir araya getiriyor. Bu anlamda önemli bir boşluğu dolduran dernek, ülkeler arasında halkla ilişkiler alanında yenilikçi bilgi üretimi ve paylaşımını teşvik ediyor. EUPRERA, halkla ilişkilerin, iş ortamının sürekli evrilen ve gelişen paradigmalarına uyumlanmasını sağlayacak çok önemli çalışmalar yapıyor. Bu kapsamda, halkla ilişkiler profesyonelleri ve akademisyenleri arasında bilgi paylaşımını makiletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 211-219 212 simum noktaya çekerek, halkla ilişkilerin, değişen iş gereksinimlerinin peşinden giden bir alan olarak değil, bu gerekleri zaman içinde geliştirmeyi/dönüştürmeyi sağlayan proaktif ve öncü bir alan olarak öne çıkmasında çok önemli bir rol üstleniyor. EUPRERA, Avrupa›da eğitim ve araştırmayı teşvik etmek için yeni metodolojiler ve araştırma sonuçlarını bir dizi kongre ve sempozyum eşliğinde dolaşıma vererek, bilim dünyasına ve profesyonellerin dikkatine sunuyor. Bunların en önemlilerinden biri olan, derneğin her yıl düzenlediği akademik olarak üst seviyede kabul edilen «Yıllık Kongre», her yıl seçilen bir Avrupa üniversitesinde yapılıyor. Şimdiye kadar Berlin, Milano (2 kez), Varşova, Bled (Slovenya), Tallinn (Estonya), Leipzig (Almanya), Lizbon, Carlisle (İngiltere), Roskilde/ Lund (Danimarka), Bükreş, Jyvaskyla (Finlandiya) ve Leeds›de (İngiltere) düzenlenen Yıllık Kongre, bu kez, 20-22 Eylül 2012 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi›nde gerçekleştirildi. EUPRERA’nın 50 yılı aşan tecrübesi, ülkemizin bu alandaki en eski eğitim kurumlarından biri olan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin 50 yılı aşkın birikimiyle bir araya getirildi. “Değişen Halkla İlişkiler Mesleğinin Araştırılması” temasıyla düzenlenen EUPRERA 2012 Kongresi›ne sunulan bildiriler, Prof. Dr. Ralph Tench başkanlığında, uluslararası akademik çevrede önemli yeri bulunan 22 kişilik bir hakem heyeti tarafından değerlendirildi. Kongrenin tüm organizasyonu, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydemir Okay›ın liderliğinde, aynı fakültenin Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ayla Okay ve Bölüm Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Yeşim Güçdemir ile İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi›nden Yrd. Doç. Dr. Feride Akım, Öğr. Gör. Fatih Özkoyuncu, Öğr. Gör. Seçkin Canan, Arş. Gör. Dr. Betül Önay Doğan, Arş. Gör. Dr. Esra Arcan, Arş. Gör. Dr. Özlem Gündüz Kalan, Arş. Gör. Dr. Nilnur Tandaçgüneş ve Arş. Gör. Tuğçe Ertem›den oluşan Organizasyon Komitesi tarafından gerçekleştirildi. Kongre›nin organizasyonunda İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin uygulama öğrenci ajansı Atölye Simetri üyesi 20 öğrenci görev aldı. Özkoyuncu • Etkinlik Değerlendirmesi • 213 İstanbul Üniversitesi’nin Rektörlük Binası’nda düzenlenen EUPRERA 2012 Kongresi, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydemir Okay ve EUPRERA Başkanı Prof. Dr. Valérie Carayol'un açılış konuşmalarıyla başladı. İletişimin, geçmişte olduğu gibi gelecekte de insanlığın en kıymetli hazinesi olmaya devam edeceğini ve her işin anahtarının, kişiler arasında ve kitlelerle doğru iletişim kurabilmek ve bu iletişimi başarıyla yönetebilmek olduğunu vurgulayan Prof. Söylet, “Halkla ilişkiler kavramsal tanımını yıllar içinde hızla genişleten meslek gruplarından birisidir. Bu değişim, elbette ki meslek eğitiminin de bu doğrultuda yenilenmesini gerekli kılıyor. Kurumların kurumsal vatandaşlıklarının sorgulandığı, sürdürülebilir projelerinin değerlendirildiği günümüz toplumlarında, eğitim programlarının da bu perspektiften ve hatta geleceğe yönelik yapılandırılması gerekiyor. Bu aşamada karşımıza halkla ilişkiler eğitimi çıkıyor. Bugün başladığımız kongre işte tam da bu bahsettiğim ihtiyacı karşılamaya yönelik çözümler sunacak.” diye konuştu. Açılışta söz alan İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydemir Okay ise, kuruluşların, artık sadece hizmet/ mamul/fayda/fikir sunan ve sonucunda kâr/itibar elde eden yapılar olmadığını söyleyerek, artık, ‘kâr odaklılık’tan ‘topluma karşı sorumluluk yaklaşımı’na gelindiğinin altını çizdi. Prof. Okay, ‘paydaş yaklaşımı’, ‘kurumsal yönetişim’ ve ‘sürdürülebilirlik’ kavramlarının gündeme girdiğini, meşruiyet kazanmak, topluma karşı sürdürülebilir ve sorumlu olmanın, güvene yönelik finansal olmayan amaçları gerçekleştirmenin ve ‘iyi bir itibar’ inşa etmenin, artık örgütlerin stratejik önceliği olduğunu belirtti. Prof. Okay, halkla ilişkilerin işlevinin, “tanıtım”, “bilgi aktarma”, “ikna etme”den, “çatışma çözme”, “ilişki kurma/sürdürme”, “dış çevreyi yansıtma” ve “toplumun değerlerine uyumlu olma”ya doğru evrildiğini, halkla ilişkilerin öncelikli görevinin, kapsamlı toplumsal sorunlara ilgi göstermek, toplumsal süreçleri çözümleyerek kuruluşun yapısına entegre etmek, kuruluş politikalarını toplumsal beklentiye uyumlandırmak haline geldiğini vurguladı. EUPRERA Başkanı Prof. Dr. Valérie Carayol’un açılış konuşmasından sonra ana konuşmacı olarak kürsüye gelen, Kültür ve Turizm 214 Bakanlığı Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı Levent Demirel ise, Türkiye'nin ülke tanıtımında halkla ilişkilerin rolü üzerine bir konuşma yaptı. Demirel, Türkiye'nin son yıllardaki tanıtım ve halkla ilişkiler hamleleriyle tüm dünyada dikkat çekmeyi başardığını, ülkenin tanıtım stratejisinde ülke tanıtımının yerini varış yeri odaklı bir yaklaşıma bıraktığını dile getirdi. Bu anlamda şehirlere ayrı bir önem verdiklerini çünkü şehirlerin her anlamda ülkelerin lokomotifine dönüşmüş durumda olduğunu söyleyen Demirel, şehirlerin kendilerini birer ülke olarak algılamaya başlayıp öyle konumlandırdıklarını vurguladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tanıtımda yeni mecralardan da geniş ölçüde yararlandığını belirten Demirel, özellikle dijital medya, sosyal paylaşım siteleri ve akıllı telefon uygulamalarının, tanıtımda geniş yer tutmaya başladığını belirtti. Halkla ilişkiler açısından ise, Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı büyük organizasyon sayısının yıldan yıla arttığını ve Bakanlığın çok sayıda kültür ve sanat projesine imza attığını dile getirdi. 85 bilimsel araştırmacı 57 bildiri sundu Kongreye 30 ülkeden katılan 85 bilimsel araştırmacı, 21 paralel oturum kapsamında, 57 bildiri sundu. Halkla ilişkilerin meslek olarak değişen yapısı, halkla ilişkiler uygulayıcılarının gelecekte ihtiyaç duyacağı beceriler ile mesleğin ulusal ve uluslararası boyutları ve gelişimini tartıştı. Bildirilerde, Avrupa ülkelerinde halkla ilişkiler uzmanlığının durumu ve eğilimleri ve karşılaştırmalı halkla ilişkiler araştırmaları, metodolojik sorunlar, ampirik veriler ve vaka çalışmaları mercek altına alındı. Halkla ilişkiler mesleğinin yönetişimi, eğitim standartları, etik kodlar ve kanunların rolü masaya yatırıldı. Bildirilerde ayrıca, halkla ilişkiler mesleği için yeni ufuklar, sosyal medya, diyalog ve arabuluculuk, üst yönetime danışmanlık gibi konuların yanında, halkla ilişkilerde ve stratejik iletişimde yenilikçi araştırma yöntemleri de konu edildi. Bu yılki kongrede bildiriler arasında ilk defa yapılan seçimde, aşağıdaki 4 çalışma, "En İyi Bildiri" olarak seçildi1: 1 Kongrede sunulan bildiriler arasında seçilenler, önümüzdeki aylarda yayınlanacak Kongre Kitabında, diğer bildiriler ise Journal of Communication Management veya Istanbul Universitesi İletişim Fakültesi Dergisinde yayınlanacak. Özkoyuncu • Etkinlik Değerlendirmesi • 215 • Timothy Coombs ve Sherry Holladay (UCF, ABD): “Faith-holders as crisis managers: The Costa Concordia crisis rhetorical arena on facebook” • Peggy Simcic Brønn (Norwegian Business School, Norveç) ve Øystein Pedersen Dahlen, (Oslo School of Management, Norveç): “Communication managers as strategists: Are they making the grade yet? A view of how other leaders view communication managers and communication in Norwegian private and public sector organizations” • Jerry Swerling (University of Southern California, ABD), Kjerstin Thorson (University of Southern California, ABD) ve Ansgar Zerfass (University of Leipzig, Almanya): “Changing roles, changing status: comparing the role of PR across organizations in the United States and Europe” • Eliane Bucher, Christian Fieseler ve Miriam Meckel (University of St. Gallen, İsviçre): “Typologies of social media usage among corporate communications professionals” EUPRERA’nın geleneksel Jos Willems Ödülleri, EUPRERA 2012 Kongresi’nde de sahiplerini buldu. Lisans ve yüksek lisans seviyesinde en iyi bitirme tezlerine verilen ödüllere, aşağıdaki çalışmalar layık bulundu: • Lisans seviyesinde: Tove Nordstrom (University of Greenwich, İngiltere), “Two-way communication potential of social media in public relations: Application by environmental NGOs” (Tez Danışmanı: Nicky Garsten). • Yükseklisans seviyesinde: Martin Höfelmann, (University of Applied Sciences and Arts, Hannover, Almanya), “Digital Public Affairs: A new way of strategic framing, dialogical communication and transparent lobbying?” (Tez Danışmanı: Wiebke Möhring). Üç ana konuşmacı söz aldı Kongre boyunca bildiri sunulan paralel oturumların yanı sıra Levent Demirel’le birlikte 3 ana konuşmacı söz aldı. 216 Kongrenin 2. gününde söz alan Ketchum Pleon Kıdemli Ortağı ve Heinrich-Heine-Üniversitesi Onursal Profesörü Joachim Klewes; Avrupa’da stratejik iletişimin önündeki fırsatlar ve zorlukları anlattı. Kültürler ve bölgeler arasındaki değişime liderlik etmek üzerine görüşlerini paylaştı. Klewes, kültürleri ve ulusal sınırları aşan bir danışmanlık perspektifi açısından halkla ilişkilerle ilgili mevcut ve gelecekteki sorunlar hakkında ayrıntılı bilgiler sundu. Prof. Klewes, organizasyonlarda iletişimin rolünün önümüzdeki 10 ve 20 yıl içindeki değişim yönünü tartıştığı konuşmasında çalkantılı zamanlarda mükemmelliği sağlamak için ihtiyaç duyulacak yapı ve süreçleri inceledi. Diğer ana konuşmacı Brock Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Philip Kitchen ise halkla ilişkilerin marka yönetiminde sürekli daha da büyüyen rolü üzerine konuştu. Konuyu bir dizi örnek üzerinden geliştiren Kitchen, pazarlama odaklı yapılan halkla ilişkiler çalışmalarının, markaların belli bir süre içindeki gelişimlerine ve satış/kâr rakamlarına olağanüstü katkılar sağladığını vurguladı. Prof. Kitchen, sunumunda, gelişmekte olan ülkelerin 2014’e kadar küresel reklam pazarındaki paylarını %36,7’ye çıkaracaklarının, reklam harcamalarında internetin payının ise 2014’te yaklaşık %21’i geçeceğinin, pazarın en büyük 6 pazarında bu payın %30’un üzerine çıkacağının altını çizdi. Dört panel düzenlendi Kongrenin ilk gününde düzenlenen ECOPSI2 Paneli’nde, gelecekte Avrupalı iletişim uygulayıcılarının ihtiyaç duyacağı beceriler tartışıldı. Leeds Metropolitan Üniversitesi’nden Prof. Ralph Tench ve URJC’den Prof. Angeles Moreno, araştırmalarını paylaştı. Farklı pozisyonlarda çalışan profesyonellerin becerileri ve kalifikasyonlarını değerlendirmek için kullanılan bir matrisin de sunulduğu atölye çalışması yapıldı. Özkoyuncu • Etkinlik Değerlendirmesi • 216 2 European Communication Practitioners Skills and Innovation (Avrupa’da İletişim Uygulayıcılarının Becerileri ve İnovasyon): Avrupa Birliği’nin finanse ettiği en büyük halkla ilişkiler araştırma projelerinden biri olan program, Avrupa’da iletişim profesyonellerinin beceri, yetkinlik ve eğitim ihtiyaçlarına odaklanıyor. Özkoyuncu • Etkinlik Değerlendirmesi • 217 Kongrenin ikinci ve üçüncü gününde düzenlenen diğer paneller ise şöyle sıralandı: Geleceğe Giden Yol Paneli: Çağdaş halkla ilişkiler mesleğinin ulusal ve ulusaşırı boyutlarının incelendiği panele, Leeds Metropolitan Universitesi’nden Prof. Anne Gregory, Waikato Management School’dan Dr. Margalit Toledano ve Prof. David McKie ile Fribourg Universitesi’nden Prof. Diana Ingenhoff katıldı. Türkiye’de Halkla İlişkiler Paneli: İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Murat Vural’ın başkanlığında yapılan panele, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydemir Okay, İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği Başkanı Figen İsbir, Kurumsal İletişimciler Derneği Başkanı Suat Özyaprak ve Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kemal Suher katıldı. Panelistler, Türkiye’de halkla ilişkiler mesleğinin değişimi ve bu süreçte ortaya çıkan ihtiyaçları tartıştı. ProfCom3 Paneli: Viyana Üniversitesi’nden Prof. Dr. Roland Burkart ve Prof. Dr. Juergen Grimm, Leipzig Üniversitesi’nden Prof. Dr. Martin Welker ve Sofya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Minka Zlateva; Avrupa’da gazeteciler ve halkla ilişkiler uygulayıcılarının kendilerini algılama biçimlerini ve başkalarınca algılanma biçimlerini tartıştı. Bu bağlamda iki grup arasında benzerlikler ve farklar ortaya konuldu. Kongre’de EUPRERA Genel Kurul Toplantısı da gerçekleştirildi. Yönetim Kurulu seçimlerinin yapıldığı Genel Kurul’da, EUPRERA Başkanı olarak Prof. Ansgar Zerfass; Yönetici Müdürler olarak Øyvind Ihlen ve Adela Rogojinaru seçildi. Yeni yönetim, 2013 yılının Ocak ayında göreve başlayacak. Universita IULM'den Virginia Villa, Halkla İlişkiler ve Yönetim Direktörü olarak görevine devam edecek. Kongreden sonra ayrıca 3 gün boyunca (23-26 Eylül 2012), Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden katılan doktora öğrencilerinin, devam ••• 3 ProfCom projesi (Professional Communicators in Europe – Avrupa’da Profesyonel İletişimciler) 218 eden çalışmaları hakkında bilgi verdiği Doktora Semineri düzenlendi. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde gerçekleştirilen seminer boyunca, kurumsal iletişim ve halkla ilişkiler dalında doktora çalışması yapan öğrenciler, çalışmalarını sunarak, birbirlerinin çalışmaları hakkında, “önceden belirlenen tipte” geri bildirimler verme imkânı buldular. Seminere başvurular, doktora öğrencilerinin doktora projesi hakkında verdikleri özetler üzerinden değerlendirildi. Kabul edilenler, 10 sayfalık bildiri hazırladı. Bildiride konunun tanımını, kullanılan kuramsal ve yöntemsel yaklaşımla birlikte, sunumlarından sonra almak istedikleri geri bildirim tipini de bildirdiler. Doktora Semineri’ndeki sunumlar, Güney Afrika’daki iletişim liderliği mükemmelliğinden, halkla ilişkilerin örgütsel karar verme süreçlerine etkisine, kamu kurumlarında halkla ilişkiler uygulamalarından, halkla ilişkiler uygulayıcılarının kimliğine kadar geniş bir kapsama giren konularda yapıldı. Sonuç olarak, Euprera 2012 Kongresi’nde, halkla ilişkiler mesleğinin değişen yapısı; sosyal medyanın rolü, halkla ilişkiler uygulayıcılarının algılaması/algılanması ve pazarlama odaklı/ kurumsal iletişimin yeni fonksiyonları üzerinden masaya yatırıldı. Kongrede halkla ilişkiler uygulayıcılarının gelecekteki konumları üzerine teorik ve ampirik verilerin yanı sıra, kültürlerarası halkla ilişkiler araştırmasında metodoloji tartışmalarına da yer verildi. Sosyal medyanın kurumsal iletişim ve stratejik iletişime getirdikleri, dijital halkla ilişkilerin devlet kurumları ve özel sektörde stratejik iletişimi dönüştürme potansiyelinin tartışıldığı oturumlar dikkat çekiciydi ve kongrenin en yoğun katılımla izlenen oturumları oldular. Norveç, Almanya, Sırbistan, Slovenya, İtalya, Romanya, Hırvatistan, Portekiz, İspanya, Türkiye, Finlandiya ve Rusya’daki vakalar üzerine yoğunlaşılarak karşılaştırmalar yapılması kongrenin kültürlerarası bilimsel bir paylaşım alanı olması özelliğine çok önemli katkıda bulundu. Kongredeki bildiriler sonucunda, operasyonel halkla ilişkilerden stratejik halkla ilişkilere geçiş sürecinin irdelendiği ve halkla ilişkiler Özkoyuncu • Etkinlik Değerlendirmesi • 219 mesleğinin geleceğinde kabaca bu ikisi arasındaki denge üzerine oldukça yetkin bildiriler sunuldu. Sunumlarda, operasyonel halkla ilişkilerin süreceği ancak dijital halkla ilişkiler araçlarının çeşitlenmesiyle iletişimin stratejik yönünün daha baskın olacağı yönünde hemfikir olundu. EUPRERA'nın bir sonraki Yıllık Kongresi, 26-28 Eylül 2013 tarihlerinde, Barselona'da, Ramon Llull Universitesi›nde «Stratejik Halkla İlişkiler, Değerler ve Kimlik» ana temasıyla düzenlenecek. 220 • iletiim : arat›rmalar› 221 Etkinlik Değerlendirmesi Ergin Şafak Dikmen Dördüncü Avrupa İletişim Konferansı (ECREA 2012) 24–27 Ekim 2012 İstanbul Avrupa İletişim Araştırmaları Derneği (ECREA) 2005’ten bu yana, her iki yılda bir, iletişim ve medya araştırmacılarını, Avrupa İletişim Konferansı (ECC) çatısı altında bir araya getiriyor. Elli beş farklı ülkeden yaklaşık üç bin üyesi olan ECREA, alandaki en geniş ölçekli uluslar arası organizasyonlardan biri. Bu nedenle konferans, iletişim ve medya alanının uluslararası düzeyde çok boyutlu olarak tartışılmasına olanak tanıyor. Önceki yıllarda Amsterdam (2005), Barcelona (2008) ve Hamburg’ta (2010) düzenlenen konferansın dördüncüsü ECREA ve Türkiye partneri İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD) tarafından 24–27 Ekim 2012 tarihleri arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Bomonti kampüsünde gerçekleştirildi. 24 Ekim günü başlayan konferans öncesinde, üç farklı başlık altında toplanan ön konferanslar düzenlenmişti. Bunlardan ilki, ECREA Dijital Oyun Araştırmaları Çalışma Grubu tarafından, Bahçeşehir Üniversitesi Oyun Laboratuarı (BUG) ve Dijital Oyun Araştırmaları Derneği-Türkiye’nin (DIGRA) işbirliği ile “Dijital Oyun Deneyimleri” konusunu ele almıştı. ECREA İzleyici Alımlama Çalışmaları ve Çevre Çalışmaları tematik bölümlerinin işbirliğiyle, Hamburg Üniversitesi Gazetecilik ve İletişim Çalışmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 221-223 222 ikinci ön konferansın başlığı “İklim Değişimi İletişimi, İzleyici Perspektifi”ydi. Üçüncü olarak da, Viyana Üniversitesi, İletişim Bölümü Medya Yönetişimi ve Endüstrileri Araştırma Grubu tarafından dijital ortamdaki hakların tanımlanmasında telif hakları, mahremiyet ve yönetişim sansürü sorunlarına eğilen bir panel düzenlenmişti. Son yıllarda yeni medya ve yerel seslerin küresel kültür akışına katılımındaki gelişmeler nedeniyle konferansın bu yılki ana teması “Sosyal Medya ve Global Sesler” olarak belirlenmişti. Elli beş ülkeden bin on yedi bildirinin sunulduğu konferansta on altı ana bölüm altında şu şekilde düzenlenmişti: “Film Çalışmaları”, “İletişim ve Demokrasi”, “İletişim Hukuku ve Yasası”, “Göç ve Medya”, “Dijital Kültür ve İletişim”, “İzleyici ve Alımlama Çalışmaları”, “Toplumsal Cinsiyet ve İletişim”, “Uluslararası ve Kültürlerarası İletişim”, “Gazetecilik Çalışmaları”, “Örgütsel ve Stratejik İletişim”, “İletişim Felsefesi”, “Siyasal İletişim”, “Radyo Araştırmaları”, “Kişilerarası İletişim”, “Bilim ve Çevre İletişimi”, “İletişim Tarihi ve Televizyon Çalışmaları”. Bu ana bölümlerin yanı sıra, İLAD, Uluslararası İletişim Derneği (ICA) ve Uluslararası Medya ve İletişim Araştırmaları Derneği (IAMCR) gibi alanın önde gelen organizasyonları da özel panellerle etkinliğe dâhil oldu. Ayrıca yine ECREA ağlarının (Genç Akademisyenler, Kadın Çalışmaları, Merkez ve Doğu Avrupa) ve geçici çalışma gruplarının (Dolayımlanma, Medya ve Din, Dijital Oyun Araştırmaları, Kriz İletişimi, Medya Endüstrileri ve Kültürel Üretim, Medya ve Kent, Çocuk ve Medya, Reklam Araştırmaları) düzenlediği panellere, film gösterimleri ve çalıştaylar eşlik etti. Üç gün süren konferansa alanın önemli isimleri davetliydi. Demokrasi üzerine yürüttüğü çalışmalarıyla tanınan Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nden (İtalya) Donatella Della Porta “E-Demokrasi? İletişim aracı olarak Sosyal Hareketler”, Oklahoma Üniversitesi’nde yurttaş medyası ve alternatif medya üzerine çalışan Clemencia Rodriguez “Alternatif / Radikal/ Yurttaş Medya Araştırmaları”, Ljubljana Üniversitesi’nden Slavko Splichal “Kamu Tutulması Pazar Yeri Metaforundan Kamusal Alanın Pazarlanmasına”, İngiltere’de Westminster Üniversitesi Hint Medya Merkezi’nin başın- Dikmen • Etkinlik Değerlendirmesi • 223 daki Daya Thussu “Uluslararası Medya Çalışmaları ve Geride Kalanların Yükselişi” başlıklı konuşmalarıyla dinleyicilere seslendiler. Kitle iletişim süreçlerinde sosyal medyanın giderek artan rolü konferansa damgasını vurmuş görünüyordu. Bu nedenle konferansta yeni medya alanında yaşanan gelişmelerin toplumsal ve siyasal sonuçları hakkında yürütülen tartışmalar büyük önem taşıyordu. Uluslararası boyutta saygın bir yer edinmeye başlayan ECC konferansının düzenleyicilerinden bir tanesinin İletişim Araştırmaları Derneği olması ve bu görevi başarıyla yerine getirmiş olması da altı çizilmesi gereken noktalardan biriydi. Konferans küresel çapta büyük ilgiyle karşılanmasına ve bugüne dek düzenlenen en yüksek katılımlı ECREA etkinliği olmasına karşın, Türkiye’den beklenenden az sayıda araştırmacının etkinlikte yer alması da dikkat çekiciydi. 224 225 Bu Sayıdaki Yazarlar Beris Artan 2008 yılında Başkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler bölümünden mezun olmuştur. 2008-2009 yılları arasında Bournemouth MLS College’da Marketing, Public Relations and Advertising diploma programına katılmıştır. 2009 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Yüksek Lisans Programına başladıktan sonra, 2012 yılında “Sinema ve İmaj Üretimi: Amerikan Ordusu ve Türk Ordusunun 2000 Sonrası Filmlerdeki İmajları Üzerine Bir Karşılaştırma” konulu teziyle Yüksek Lisans eğitimini tamamlamıştır. 2012 yılında aynı bölümde Doktora Programına başlamıştır. Ergin Şafak Dikmen Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Bölümü’nden 2006 yılında mezun oldu. Lisansüstü derecesini, Anhalt Üniversitesi (Almanya) Tasarım Bölümü, Bütünleşik Tasarım Yüksek Lisans Programında “Görsel Yanılgı ve Tasarım Alanında Kullanımı” başlıklı tez çalışmasıyla 2008 yılında aldı. Aynı yıl Anhalt Üniversitesi Yerleştirme Sergisinde, “Double Layer Video Project” canlandırma filmi; 3. Uluslararası Sinema & Tasarım (İstanbul) sergisinde “Görmek İçin Yaklaş” canlandırma filmi sergilendi. 2008-2009 yıllarında arasında Bilkent Üniversitesi Elektromanyetik Araştırma Merkezi’nde grafik tasarım ve animasyon uzmanı olarak çalıştı. 2009 yılında Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktora programına başladı ve halen aynı üniversitenin İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nde uzman olarak çalışmalarına devam etmektedir. İlgi alanları arasında yeni medya, televizyon, canlandırma, bilgisayar dolayımlı iletişim ve arayüz tasarımı bulunmaktadır. iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 225-228 226 • iletiim : arat›rmalar› Fatih Özkoyuncu Galatasaray Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü bitirdi. Uzun süre halkla ilişkiler sektöründe çalışan Özkoyuncu, bu sürenin büyük bir bölümünü, A&B İletişim A.Ş. çatısı altında geçirdi. Finans iletişimi, içerik yönetimi, metin yazımı, KOBİ iletişimi, kriz/ konu yönetimi ve iletişiminde, finans, teknoloji, havacılık ve perakende sektörlerinde deneyim sahibi. Mart 2012’den itibaren İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nün Halkla İlişkiler ve Tanıtım ABD’da tam zamanlı öğretim görevlisi olarak görev yapıyor. Aynı bölümde, “Stratejik İletişim Uygulamaları”, “Halkla İlişkiler Uygulamaları” ve “Ajanslarda Organizasyon ve Yönetim” başlıklı dersleri veriyor, yüksek lisans tezi üzerine çalışıyor. Özkoyuncu, İngilizce ve Fransızca biliyor. Hatice Çoban Keneş 1999 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümünden mezun olmuştur. 2002-2006 yılları arasında Cumhuriyet Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. 2005-2006 arasında Spor yöneticiliği bölümünde bölüm başkanlığı yapmıştır. 2006 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim dalı doktora programına başlamıştır. Akademik çalışmalarını Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak sürdürmektedir. Yeni ırkçılık, medyada ırkçı-ayrımcı söylemler, ırkçı-ayrımcı söylemlerin kurucu stratejilerinin analizine dayanan çalışmaları bulunmaktadır. İlkay Kara Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümünde lisans eğitimi almış yüksek lisansını aynı bölümde “1970’lerde Türkiye’de Radikal Medya” başlıklı teziyle tamamlamıştır. Halen aynı ana bilim dalında doktora eğitimini sürdürmektedir. A.Ü. İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalışmakta ve akademik ilgi alanları arasında radikal/alternatif medya, toplumsal hareketler ve siyasal iletişim çalışmaları yer almaktadır Bu Sayıdaki Yazarlar • 227 İnan Özdemir Taştan 2002 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünden mezun olmuştur. 2005 yılında aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilimdalı yüksek lisans, 2013 yılında ise doktora programını tamamlamıştır. Akademik çalışmalarını Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak sürdürmektedir. Siyasal iletişim, iletişim özgürlüğü, genel olarak toplumsal hareket retoriği, özel olarak da Türkiye’de 1970’li yıllarda sol hareketlerin retoriği konularında çalışmaları bulunmaktadır. Phil Sebastian Nestler Biography: Dr. phil. Sebastian Nestler lehrt am Institut für Medien- und Kommunikationswissenschaft sowie am Institut für Philosophie an der AlpenAdria-Universität Klagenfurt, Österreich. Auf der Grundlage von Cultural Studies und poststrukturalistischer Philosophie entwickelt er kritische Methoden zur Medienanalyse, insbesondere in den Bereichen der Film und Fernsehforschung sowie der kritischen Medienpädagogik. Biography: Dr. phil. Sebastian Nestler is lecturer at the department of media and communications as well as at the department of philosophy at Klagenfurt University, Austria. His work is based on cultural studies and post-structuralist philosophy. These influences are being used to develop critical approaches to media analysis, especially in the fields of film and television research as well as critical media pedagogy. Özgeçmiş: Dr. Sebastian Nestler Klagenfurt Alpen-Adria Üniversitesi’nde hem Felsefe Enstitüsü’nde hem de Medya ve İletişim Bilimleri Enstitüsü’nde ders vermektedir. Kültürel Çalışmalar ve Yapısalcılık-Sonrası Felsefe’yi temel alarak, özellikle de film ve televizyon araştırmaları ile eleştirel medya pedagojisi dallarında eleştirel film çözümlemesi yöntemleri geliştirmektedir. 228 • iletiim : arat›rmalar› Sırma Oya Tekvar 1976 doğumlu Sırma Oya Tekvar, Bilkent Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nden mezun olmuş, Latin ve salon dansları eğitmenliği, çevirmenlik, müşteri hizmetleri gibi çeşitli alanlarda iş deneyimi kazandıktan sonra Hacettepe Üniversitesi’nden İngilizce öğretmenliği sertifikası alarak Gazi Üniversitesi’nde bir süre okutmanlık görevi yapmıştır. Bu süreçte Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamlamıştır. Yine aynı Üniversite ve Anabilim Dalında Yeni Medya ve Halkla İlişkilerde Dönüşüm başlıklı teziyle doktorasını tamamlayan Tekvar, yüksek eğitimini sürdürürken İstanbul ve Ankara’da halkla ilişkiler mesleğindeki deneyimini artırmış, ulusal ve uluslararası çapta pek çok projede çalışmıştır. İngilizce ve Fransızca bilen Tekvar, Karabük Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent olarak görev yapmakta, ayrıca HAYTAP Hayvan Hakları Federasyonu Ankara Temsilciliğini sürdürmektedir. Tuğba Aydoğan Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini “Ekonomi Basınının Gelişimi ve Değişimi” teziyle Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı’nda yaptı. Aynı üniversitenin Gazetecilik Anabilim Dalı’nda “Medya Piyasasında Yoğunlaşma: Türkiye için Bir Ölçme Denemesi” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Başlıca ilgilendiği konular medya ekonomisi, ekonomi basını ve küreselleşme üzerinedir. Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesidir Ülkü Doğanay Ülkü Doğanay Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nde Doçent Dr. olarak görev yapmakta. Lisans eğitimini A. Ü. İletişim Fakültesi’nde yaptı. Yüksek lisansını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde, doktorasını Ankara Üniversitesi SBE Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi bölümünde tamamladı. “Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek” adlı kitabı 2003 yılında İmge Kitabevi Yayınları tarafından yayımlandı. Sivil Toplum Geliştirme Merkezi’nin sivil topluma yönelik eğitim programlarında iletişim konusunda seminerler verdi.. Eser Köker ile birlikte kaleme aldığı “Irkçı Değilim Ama” başlıklı kitap 2011 yılında İnsan Hakları Ortak Platformu tarafından yayınlandı. Müzakereci demokrasi, siyasal iletişim, toplumsal eylemler, radikal medya ve ırkçı-ayrımcı söylemler üzerine çalışmalar yürütmekte. 229 Yazı Teslim Kuralları 1. Dergiye gönderilecek yazılar MS Word programında yazılmış olmalıdır. 2. Times New Roman karakteriyle 12 punto olarak, iki aralık yazılan ve A4 sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 2 adet kopya ile teslim tarihine kadar yayın kuruluna ulaştırılmalıdır. 3. Yazılar 100-150 kelimelik bir İngilizce ve Türkçe özetle birlikte gönderilmelidir. Yazıların ve özetlerin üzerinde yalnızca yazının başlığı bulunmalıdır. Ayrı bir kapak sayfasında yazarın ismi, açık adresleri, telefon ve faks numaraları ile varsa elektronik-posta adresleri yer almalıdır. 4. Yazıda başlık ve alt başlıklar açık, anlaşılır ve kısa olmalıdır. Yazıda paragraflar girintili olmalıdır. 5. Yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6. Dergiye ulaşan yazılar en kısa sürede hakemlere gönderilecektir. Hakeme gönderilen yazı yazarın kimlik bilgilerini içermeyecektir. Hakem değerlendirmesi sonucunda yazılar yayınlanabilecektir. Hakem değerlendirmesi sonucu yazarlardan yazılarını geliştirmeleri ya da gözden geçirmeleri istenebilir. Yayın konusundaki son karar Yayın Kurulu'na aittir. Yayın Kurulu’nun yazı hakkındaki değerlendirmesi, hakem raporu ile birlikte yazarlara gönderilir. Yaz›lar›n Gönderilece¤i Adres Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi İLAUM (İletişim Araştırmaları Dergisi) Cebeci 06590 Ankara [email protected] Tel: (+90.312) 319 77 14 ‘ 254 / 249 / 248 iletiim : arat›rmalar› • © 2011 • 9(1-2): 229-231 230 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakçaların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1. Metin içindeki tüm referanslar metin içinde uygun yerlerde ve parantez içinde belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır. Örnek: (Morley, 1997: 1-5). 2. “vs.”, “vb.”, “a.g.e”, “bkz.” gibi kısaltmalar metin içerisinde ve dipnotlarda kullanılmaz. 3. Alıntılanan yazarın adı metinde geçiyorsa ve yazarın kaynakçada sadece bir eseri varsa parantez içinde yazarının adını ve eser yılını tekrar etmeye gerek yoktur. Yalnızca sayfa numarası yeterlidir. Örnek: Randall, kendi hikayelerimizi anlatarak… (12-19). Ancak metinde adı geçen yazarın kaynakçada birden fazla eserine atıfta bulunuluyorsa yıl ve sayfa numarası yer almalıdır. Örnek: (1980: 29). 4. Alıntılanan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Morin ve Kern, 2001). 5. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Bennet vd., 1986). 6. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Morin, 1998: 12; Williams, 1987: 25). 7. Notlar ve referanslar ayrılmalıdır. Notlar metin içinde numalarandırılmalı ve metnin sonunda numara sırasına göre ve referanslardan önce yerleştirilmelidir. 8. Kaynakçada yalnızca yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıra izlemelidir. 9. Bir yazarın birden çok çalışması aynı kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre yeniden eskiye göre sıralanmalı, aynı yılda yapılan çalışmalar için “a,b,c…” ibareleri kullanılmalıdır. 10. Metin içindeki alıntılar için çift tırnak, alıntının içindeki alıntılar için tek tırnak işareti kullanılmalıdır. 40 kelime ya da 5 satırdan uzun alıntılar, tırnak kullanılmadan, bir küçük punto ile (“10”) girintili paragrafla verilmelidir. Yazı Teslim Kuralları • 231 Kitap Mutlu, Erol (1995). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark Yayınları. Çeviri Kitap Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev., Süleyman İrvan. Ankara: Ark Yayınları. Derleme Kitap Holmes, David (der.) (1997). Virtual Politics. London: Sage. Derleme Kitapta Makale Hutchby, Ian (1991). “The Organization of Talk on Talk Radio.” Broadcast Talk. (der.) Paddy Schannel. London: Sage. 154-178. Dergide Makale Çaplı, Bülent (2001). “Media Policies in Turkey Since 1990.” Kültür ve İletişim 4(2): 45-55. Bildiri Kejanlıoğlu, D. Beybin (2000). “Kitle İletişim Tarihyazımları Üzerine.” I. Ulusal İletişim Sempozyumu 3-5 Mayıs 2000. Ankara. ‹nternette Yaz› Kellner, Douglas (2003). “Critical Theory and the Crisis of Social Theory.” http:// www.uta.edu/huma/illuminations/kell5.htm. Erişim tarihi: 01.04.2003. 232 • iletiim : arat›rmalar›