Martı-Ocak 2013 - Robert College

Transkript

Martı-Ocak 2013 - Robert College
bo s p h o ru s
ch r o n i c le
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2013 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2013 ekidir.
Martı
Düşler ve Yansımalar
1
Yayın Adı
Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer - T.C.
Sorumlu Öğretmen
Özgül Akgül
Editör
Z. Elçin Metin
Tasarım ve Sayfa Düzeni
Pınarnaz Eren
Z. Elçin Metin
Yazarlar
Z. Elçin Metin
Ecegül Bayram
Şerna Viyan Petekkaya
Tülay Çalışkan
Deniz Şahintürk
Rojin İdil Erdoğdu
Pınarnaz Eren
Çağla Ceren Türkoğlu
Ecenur Etiler
Oğuz Yıldız
Emre Manavoğlu
Kapak Fotoğrafı
Aslı Töre
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy/İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Yayının Türü
Yerel, Süreli
Yayının Dili
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (0212) 629 05 59-60
Basım Yılı
Ocak 2013
iler
ek
nd
İçi
1
n
3
a
k
alış ren
4
Ç
y
üla rnaz E bol
T
5
ı
lar Pına en Eli aş
u
c
6
l
t
r
∞ lpe
Yo
Top ğlu
A
7
z
yat
ş
a
a
dü yşen cimo er
nH
a
10
i
y
n
A
S Ere
a
r
m
n
A
a
u
a
0
l
ı
Rüy Batuh Şafak navoğ u 1 1
Aşk
m
l
i
,
1
a
t
Ben oyra zden re M çükoğ n
12
H nÖ
u
m
ü
r
e çin? E cu K n To lu
l
2
e
ard ua İ o Bur Berfi çüoğ a 1 3
K
,
D
y
ü
er
ir
Vaz şamak rcu K tekka n 1 5
ilav Son B
1
e
ti
u
a
D
e
P
Y ti B
u Geç
e
M
n
k
l
a
t
a
h
n
n
y
y
i
17
i
e
U
i
a
r
l
u
ç
l,
m
Ta Söy na V . El etekk an
o
k
9
b
o
Ç
Eli
Şer ım!” Z yan P alışk n 1 0
n
a
e
d
i
Ç
e
y
r
ya m Ba rna V ülay az Er u 2 0
lpe
T
n
e
2
,A
u
d
s
i
d
yor mak Ş açağı” Pınar rdoğ u
i
E
t
1
s
İ
d
E
n
*
ğ
i
K
ğ
l
k
i
o u 2 3
r
a n Do
aç
d
d
u
İ
L
m
r
l
m
z
2
k
ğ
ta “Yağ
lE
jin
Ya
Ula
Ro in İdi Türko ğlu
ler rılmak
24
r
k
i
i
ü
j
o
Ş , Kı
şt i Ro eren nav rk
i
l
ü
k
25
çe
ak
ve D İlişkis Ç. C re Ma hintü ız
“Çi ırılm
k
i
25
k
a
d
ç
ld
k, K
üşle l Sonu n Çocu i... Em eniz Ş uz Yı rk
a
D
26
,
m
ü
dik Haya rmeye endim * D ler Oğ ahint uk
Kır
i
’
ş
27
Dü
Dü niz Ş rikav uş
Gö rum K
a
28
y
e
ğ
Rü mıyo
* D rin E Durm uş
a
29
l
e
k
Bu
n D gecan ur Yo ycı
e
32
k
E
an
şer
ala
33
Dü er Şey Fatm su K apsız
k lK
H ğim
ı
ö
l
i
35
G
k
d
e
ibiy resizli balık k Ays t Uşşa en
7
G
a
l
n
Ça Kal Koltu Mer rdö u 3 8
Dü
l
E
n
3
a
e
ğ
k
e
y
Gid Kişili Dün Emr ağcıo nel
p
39
lu Tek n Şu nus al Y la İ
o
b
ı
n
Yu
em n S
ca
Ola
Kay
da
im yorum An C rinliği iz Öz
z
n
i
ı
B
i
O De
rd
en
i
Gid
iD
nA
n
i
b
i
i
r
s
i
e
l
G
v
ske
Ma mışım
Ma
y
ba”
“Ba
Editörden
“İki çocuğun bu hali o kadar sevimli ve güzeldi ki, buz parçaları neşe ile dans etmeye başladılar ve
böylece Kay’a bir çift yeni patenle birlikte hürriyeti ve dünyayı verecek olan Edebiyat kelimesini
kendiliklerinden yazdılar.”
Karlar Kraliçesi, Andersen
Robert Kolej’le tanıştıktan sadece bir hafta sonra Martı’yla arkadaş olmuştum. Bu sıfat bana hep hayali geldi ve
bu sene bana mutlulukla birlikte çok şey verdi. Yaprakları tutkusundan dökülen bir sonbahar boyunca Martı’mızı
her şeyiyle benimsemem, kabul etmem, sevmem, çok sevmem ve sonra daha çok sevmem gerekti. Defalarca
rüyalarımda kelimelere gömülmüş bir şekilde Martı sütunları düzenledim. Gözlerimi kapadığımda nereden
geldiğini bilmediğim cümlelerle doldum, susmuyorlardı.
-bunu istediğimden değilKurabiye yaparken bile onu düşünür hale gelmiştim. Kendimi Martı’ya hediye ettim. O da bana aynı tutkuyu
paylaştığım, yazmadan duramayan arkadaşlar ve çok özel bir öğretmen verdi. Ben yerine biz demeyi, hislerimle
okumayı, paylaşmayı ve kendi sesime güvenmeyi öğretti.
Biliyorum, kalp atışlarımız çok dağınık ve hepimizin kendi dünyası var. Yine de çok birlikteyiz ve
istersek anlaşılabiliriz diye düşünürken
buz parçalarımız neşeyle dans etmeye başladı.
Hanımeli kokusunu sevdiğimi bildiğim gibi biliyorum bunu.
Buz parçalarımız neşeyle dans ederken dünya hayaller ve harflerle doldu.
Aslında tüm ihtiyacımız olan buydu.
Elçin
Aşkı Arayan Hayat
Yolcuları
Tülay Çalışkan
hayatının aşkı, diğer yarım kürede, adını hiç
duymadığı bir adada yaşıyordu; belki de tanıdığı biriydi ama şimdiye kadar onun farkına varamamıştı. Sevim, kitaptaki bir cümleye
neden bu kadar takıldığını anlayamıyordu.
“Bu kadar mı muhtacım hayatımın aşkını
bulmaya?” diye sorup güldü kendi kendine.
O sırada Sevim’in gülüşünü gören
Hakan, onun ne kadar güzel bir kadın olduğunu geçirdi aklından. Sevim’e doğru yürüdü
ve yandaki boş koltuğa oturdu. Sevim, tanıdığı erkekleri bir bir aklından geçirip hayatının aşkı olup olmayacaklarını sorgulamakla meşgul olduğu için yanına oturan adamı
fark etmedi bile. Hakan, kendini Sevim’e fark
ettirmek için öksürerek boğazını temizledi. Ne kadar klişe bir hareketti! Hakan’ın diğer yanında oturan temizlik hastası Naciye,
adamın hasta olduğunu sanıp kendisine de
virüs bulaştıracak diye tedirgin oldu, suratını buruşturup hızla kalktı oturduğu yerden.
Hakan’ın Naciye’yi fark edecek hâli yoktu,
bir anda dikkatini çeken güzel kadınla, Sevim’le, sohbet etmek için fırsat kolluyordu.
Naciye hızla Hakan’dan uzaklaşmaya
çalışırken Murat’a çarptı. Naciye’nin çantası
yere düşünce mikropları %99’a kadar öldüren
antibakteriyel el temizleme jeli de yere düştü.
Sinirden küplere binen Naciye, Murat’a çemkirmeye hazırlanırken ilk görüşte aşk sandığı o
saçma duygu yüzünden bundan vazgeçti. Tıpkı filmlerdeki gibi çantasını almaya eğilirken
Murat’ın da eğileceğini ve göz göze gelip tanışacaklarını düşünüyordu ki Murat, “Önüne
“İstanbul uçağı yarım saat gecikmeli kalkacaktır.” anonsundan sonra insanların yüzlerindeki bıkkın ifadeyi inceleyerek kendine
oturacak bir yer buldu Sevim. Kaldığı yerden
kitabını okumaya devam edecekti; ama nerede kaldığını bile unutmuştu. “Tatilde kitap
okumak hep yalan oluyor.” dedi kendi kendine. Bunu daha önce de tecrübe etmiş olmasına rağmen tatile çıkarken yanına birkaç kitap
almaktan vazgeçemiyordu. Kaldığı sayfada
bir cümleye takıldı gözü: “Onunla aynı trene
binen, tren sancılı bir ses çıkararak kalkarken
trene el sallayan, bir önceki trenden inip bavulunu sürükleyerek istasyondan ayrılmakta
olan ve hatta trende yanında oturan kişinin
hayatının aşkı olmadığını nereden bilecekti?” Okuduğunun etkisinde kalmış olacak ki
merakla etrafına bakındı. Tanıdık bir yüz bulmak umuduyla kalabalığı tarar gibi bakıyordu
insanların yüzlerine. “Hangisi hayatımın aşkı
olabilir?” diye soruyordu kendine. Sonra bu
düşüncenin çok saçma olduğuna karar verdi
ve yaptığından utanmış gibi indirdi kafasını.
Bu gergin kalabalıktan biri en yakın
arkadaşı da olabilirdi, ruh ikizi de, hayatının aşkı da… Hayatının aşkı İstanbul’da havaalanında bekliyor olabilirdi, bavulunu tam
banttan çekecekken hemen yanındaki bavula uzanan el, hayatının aşkına ait olabilirdi, hayatının aşkı elinde isim kartıyla birini
bekleyen takım elbiseli adam da olabilirdi,
onu eve bırakan taksi şoförü de… Belki hayatının aşkı daha dün ölmüştü, belki hayatının aşkını bulduğunu sanıp evlenmişti. Belki
1
baksana kardeşim!” diye bağırarak çekip gitti.
Bu arada, tanıdığı erkekleri gözden
geçirirken üniversite arkadaşı Can’ın iyi bir
aday olabileceğinde karar kılan Sevim, ona
mesaj atmaya karar verdi. “Can’cım nasılsın
ya, görüşemedik uzun zamandır. Tatildeydim,
İstanbul’a dönüyorum, yarın akşam müsaitsen buluşup eski günleri yâd edelim.” yazdı, okudu, bir daha okudu, beğenmedi, sildi. Daha etkili bir mesaj atmak için telefona
odaklanmış, deli gibi düşünüyordu. O sırada
boğazını temizlemekten fenalık geçirecek
olan Hakan, Sevim’in sevgilisiyle mesajlaşıyor olabileceği ihtimalini geçirdi aklından.
Naciye yaşadığı şoku üzerinden atamıyordu, el temizleme jelini bile almadan tuvalete koşup ağlamaya başladı. Sevim, inatla
mesaj yazıp yazıp siliyordu; Hakan, en sonunda “Merhaba hanımefendi! Saatiniz kaç acaba?” gibi saçma bir soru sorunca havaalanında olduğu aklına geldi. “Karşıda koskocaman
saat var beyefendi, görmüyor musunuz?” deyip son yazdığı mesajı Can’a yolladı. Sevim’le
tanışmak için tüm umutlarını kaybeden Hakan, şansına lanet ederek oturduğu yerden
kalktı ve oradan uzaklaştı. Sevim, Hakan’ın
gittiğini fark etmemişti bile, Can’ın gerçekten
hayatının aşkı olup olamayacağını tartıyordu
kafasında. Ne yazık ki Can, üniversitede Sevim diye bir arkadaşı olduğunu bile unutmuş,
tüm bunlar olurken İtalya’da kızlarla gününü
gün ediyordu; telefonuna bakmadı bile.
İstanbul uçağına binme zamanı
2
gelmişti, yolcular uçağa alındıktan sonra
Sevim son bir umutla telefonuna baktı.
Can’dan mesaj gelmediğini görünce üzülerek
telefonunu kapadı. Kitapta gördüğü o cümle
hayatını değiştirebilirdi Sevim’in; ama o, kısa
bir süre hayatının aşkı üzerine felsefe yapsa
da hemen Can üzerinde yoğunlaşmış, hayatın
ona getirdiği fırsatlara kendini kapamıştı.
“Saçma sapan bir hikâyeye inanırsan olacağı
buydu.” diye kendini suçlayan Sevim’in
hemen önünde Hakan oturuyordu oysa. Yükseklik korkusu olduğu için koltuğuna iyice
gömülen Hakan; Sevim’in, hemen arkasında
oturduğunu görmemişti. Düşünmesi güzel
olan; ama hiç de gerçekçi olmayan bu saçma hayalden vazgeçmeye karar veren Sevim,
bulutları izlemeye koyuldu. Hayatının aşkını
kaçırdığına hayıflanan Naciye, aslında hayatının aşkının hasta sandığı Hakan olduğunu
bilmiyordu. Murat’ın Naciye’ye bağırmasının
sebebi ise nişanlısından ayrılmasıydı; ama
Murat’ın üzülmesine gerek yoktu; çünkü hemen yanında oturan sarışın bayan, Murat’ın
gerçek aşkı olacaktı, tabii eğer tanışsalardı.
Sevim’in hayatının aşkı ise gerçekten
İstanbul’da havaalanında bekliyordu. Elinde
bir isim kartı vardı, üzerinde Sevim yazıyordu; fakat o Sevim, başka Sevim’di. Sevim, uçağı yarım saat gecikmeli kalkacağı için o adamı
asla göremeyecekti. Kitapta okuduğu o cümle
gerçekten hayatını değiştirebilirdi; ama Sevim, bunu da hiçbir zaman bilemeyecekti.
∞
Pınarnaz Eren
kalbin bir parçası... Belki de kalbe giden bir
damar… O damarı takip edebilirsen kalbi
garip bir ekrana, damarları da kablolara
dönüştürebilirsin. Kalbin üzerinde beliren
şekiller, kabarcıklar mı, kabartmalar mı,
kabarıklıklar mı? Peki ya, üst üste sürülmüş
boyalar? Ressam beğenmemiş çizdiğini,
yeniden başlamaya da cesareti yok, üst üste
akıttıkça akıtmış boyaları. Kabarmış tuval,
tıpkı ressamın kalbi gibi. Belki de ressam
ilk çizdiğini saklamaya çalıştı her kat boyada. Bir an deli cesaretiyle çiziverdi, silmeyi
kendine yediremedi, bir şeyler tuvali yok
etmesine engel oldu ve o da gizledi. Kat kat
maskeyle, boyayla… Kabloların diğer ucunda ise bir artı işareti... Çarmıha gerilmiş gibi
tedirgin ama teslim olmuş. Kollarını açmış
geleceklere, kabullenmiş olacakları ama o da
gizli gizli hayattan bir şeyler kaçırıyor. Kablolar
ondan alıyor her ne varsa hayattan kaçırılması
gereken ve o kalbe kilitliyor, ya da tuvale, her
kat boyada, her bir nabızda….
Korkma.
İlerlemeni
engelleyen
benim. Karşında dikilen benim. Seni,
düşmenin köşesinden sarkarken tutan benim
ellerim. Bulutlardan bakışlarını alabilirsen
bana bakmayı dene.
Gözlerini yavaş yavaş indir. Her bir
santim düşüşte kirpiklerinin kıpırdanışını
seviyorum. Hayatın tozunu alıp sana her
şeyi daha parlak göstermeye çalışıyorlar.
Şaşırdığında gözlerini kocaman açışını seviyorum. Yüzümde yüzünü görüşünü seviyorum. Bana yansımanı seviyorum. Suretinin
gözlerime, gözlerimin düşlerime, düşlerimin
bulutlara yansımasını sevdiğim gibi.
Ellerini
kaldırır mısın? Havaya,
avuçların açık, ellerindeki garip çizgiler tam
da bana doğru bakacak şekilde... O çizgilerde
kim bilir neler saklı? Geleceğin mi, geçmişin
mi, şu anın mı? Sen ellerine bakınca ne
görüyorsun peki? Yorgunluğunu mu,
kayıplarını mı, başarılarını mı? Kış gelince
oluşan çatlaklardan, kendine iyi bakmayı
bu yaşa kadar öğrenemediğin için, ince
ince sızan kan bana sadece yaptığın hataları
hatırlatıyor. Yazın denizde buruş buruş olan
parmak uçlarının, bana ne kadar da insan
olduğunu ve aslında hatalar yapmak için
yaratıldığını söylemesi gibi. Seni affetmekten kendimi alamıyorum aslında. Sadece
çok insansın. Seni mükemmel yapan da bu.
Banyodan çıktığında yaşlanmış, kurumuş
ellerin gibi saatlerce suyun içinde kalarak
susayacak kadar yalınsın. Karmaşık bir dilde
yorulacak kadar takısız… Beğenilmemeyi
göze alamayacak kadar güçsüz, yeryüzünde
yaratılmış en üstün varlık olduğuna inanacak
kadar kibirli…
Şimdi yukarı kaldırdığın ellerine bak,
kararlı kararlı bana bakmak yerine. İnandın
mı söylediklerime? Sen de görmedin mi
kalbini ellerinin üzerinde?
Ben de senin kadar insanım. Şimdi
de yukarı kaldırdığın ellerine bakarken bana
yaklaş. Sakın bakışlarını indirip yüzümle
buluşma. Korkma. Önünde, seni sendeletebilecek kendinden başka hiçbir şey yok!
Bulutlara
olanları
görebiliyor
musun? Kaç farklı şekle girebiliyor pamuktan bir gövde. Orada beyazlardan bir kalp
var sanki. Şurada da bir kılıç… Kalbi tam da
sırtından bıçaklıyor gibi. Aslında bir şekilde
3
düş
Alperen Elibol
münzevi boşlukların
dilsiz adamıydım ben
yargının dile batan
acılığından
ufkun oyunlarından uzaklaşmış
sessiz
siyah beyaz bir
godard filmiydi benim
hayatım
gökkuşağının görülmeyen renklerinden
giysilerim
gecenin en karanlığından
saçlarım vardı benim
işte ki ben
hicazkâr çığlıklar içine doğmuş
fakat
makamıma uyamamışken
selden kaçan düşünceler
gibiydim
kurtulabilsin diye
boğulanlardan
4
Benim Rüyam
Geceleri iple çekerim hep. Asla durmayan, önüne kattığını götüren bu deli yaşamdan kendimi soyutlamak için tek vaktimin, gök karanlıkken olduğunu düşünürüm.
Gerçek, madde, para, iş, mevkii, bunların
hepsi bir hakaretten farksız aslında o ikinci
kapıyı açtıktan sonra. Bunu ben yaptım. Düşünmeye bir dakika bile ayırmadığım nice
güzelliklere, gözlerim kapalıyken tanıklık
ettim. İş ve ev arasında geçen, beni günden
güne eritip tüketen hayatım, her gece imkânsız bir şekilde aydınlanıyor; sabah, gözümü
ertesi güne açacağım korkusuyla yaşıyorum
bu mucizeleri. Sanki beynimin bunca yıldır
günlük hayatın ıvır zıvırında boğulmuş, tozlanmış o yığınını bir kenara atıp bulunmayı
bekleyen bir parçası, bambaşka bir derinlik
hissi, sonunda ortaya çıkıyor. Ben, artık eski
ben değilim! Bunu başkaları bilmek zorunda
değil, kimsenin fark etmesine gerek yok. Ben
farkındayım. Ben görüyorum. Ben hissediyorum. Her gece yeniden doğan, zihnimin
kıvrımlarında titreşen, akan, her yeri dolduran bir benlik... Tek yapmam gereken; o eski
çarşaflara dayadığım kafamın içinde fokurdayan hayalin, gözlerim kapanırken gerçek
olması. Benim rüyam.
Ayşenaz Toptaş
Şerna Viyan Petekkaya
5
Hoyrat
Batuhan Sicimoğlu
Dilimi damağımı kuruttu
Bu hoyrat mevsim
Söndü hevesim
Durdu nefesim
Ben artık
Ben bile
Değilim
6
Ulak
Laçin Edis
Alperen Elibol
Utku Dilaver
Kardelen Özden
Şafak Erener
Ulak:
Efendimiz
Nice diledim ki gözlerim de size sözlerim gibi lal olmasın
Nice diledim ki göreyim yansımamı hem o uçsuz bucaksız deniz gözlerinizde,
hem de cennetten bir sahne, saray pencerenizde
Lakin beyhude
Yıllar yılı değmedi gözlerime gözleriniz
Haykırmak istedim defalarca, orada, yanınızda olduğumu
Sesim ancak yağmurumsu bir fısıltı olabildi boğazımın ta derinlerinde
Ne aylar devirdim penceremde, ne yıldızlar söktüm gökten
Bir kere bakışlarınıza ok gibi saplanabilmek uğruna
Ne korlar çiğnedim, ne odlar tuttu yüreğim
Hiçbiri size getirmedi, ne kelimeleri, ne nağmeleri
Bir hiçsin sen dedim çoğu zaman kendime
Sevgisini, bağlılığını ifade edemeyecek kadar âciz bir hiç
Kimi zaman da tebessüm ettiğinizi gördüm uzaktan, başka kimselere
Size yeniden doğdum her gördüğümde
Sizi mutlu görmek ayrı acıttı yüreğimi
Ben kendi ıssızlığımda kasılıp kavrulurken
Ama sevda değil mi ruhun kelebeklerini amansızca savuran
O sevdadır ki gülerken aslında ağlatır beni
Yaşlar zehir olur da akar oluk oluk
Lakin size bahşedilmiş her saniye mutluluk,
Tesellisi olur en derin yaraların
Bir umut kıvılcımı yükselir ki kâbusumdan
Aydınlatır önümü
O melek yüzünüzü görmem sadece, hissederim
Derim ki varsın güneş gülsün, bize kalsın ağlaması
Yoksa dinmez ki mahkûm gönlümün hüzünle dansı
Bahtsız olur cefalısı, ölümcül olur cefası
Mühürlü bir dil yaramaz aşkın kaderine
Gözler asla yetinmez uzaktan değmekle sevgiliye
Geceler çöker de aydınlanmaz maşuğun yüzü
Kapanmaz kirpiklerindeki yaşlardan gözü
Yalnızlık vurmaz ki aşkın vurduğu kadar
Felek acımaz ki biz boynu bükük kölelere
Şanstan yanadır hem mutluluk hem sevda
Lal doğmuşum bu âleme, bahtım olsa ne yazar
Bir seher vaktiydi çağrıldım huzurunuza
Sanki bir farklı bakıyordunuz bana, şefkâtle, merhametle
Dokunsam ağlayacaktınız içten içe, lakin kimse duymayacaktı
Gözyaşlarınız bir sır gibi kalbinize saklanacaktı
7
Usulca yaklaştım size, eğildim, sonra kaldırdım başımı
İlk kez en derinlerine baktım gözlerinizin, buruk bir sevinç bekliyordu beni orada
Kendimi gördüm gözlerinizde, kocaman olmuştu göz bebekleriniz
Büyük bir kaybın hüsranıyla büyümüştü sanki…
Ve işte o an anladım, kaybetmiştik hünkârımızı
Lakin bu bizim kaybımızdan çok sizin kaybınızdı
Ona öyle bağlıydınız ki, çoktan hasretine yenik düşmüştünüz
Bu sefer buzdan duvarlar da vardı gözlerinizde
Konuşmaya başladınız, kulağıma fısıldadınız buyruklarınızı
Artık yaşamın anlamı benim için
Elime tutuşturduğunuz mektuptu
Benden daha büyük, sevdamdan daha büyük
İnanıyordunuz bana, lal olmama güvenmiştiniz
Bilmiyordunuz ki lal olmasam da sizi ele vermezdim, veremezdim
O denli kıymetlimdiniz
Çıkmadan son bir kez baktım size omzum üzerinden
Hafifçe tebessüm ettiniz bana
Bütün cihan benim oldu, bizim oldu, lakin
Sanki o an içimde bir şeyler koptu, iliklerimde hissettim yaklaşan ölümü
Tek tesellim ise beni karşılayan beklenmedik bir sevinçti
İlk kez kendi yüzümü gördüğümü hayal edebilmiştim sizin pencerenizden
Sadrazam:
Bu oba bir kuyu, bu ordu bir cehennem ordusu, bu derimin altında yanan ateş
Yüreğim bir ceylan yüreği gibi ürkek atıyor, sanki durmak istiyor
Kaçmak şu anın gerçekliğinden, uğursuzluğundan
Suçum yok, lakin yüzüme vurdu vuracak korkunun aksi
Ele verecek en günahsız emellerimi
Gelecekler, benim için gelecekler
Tepecekler yollarını ölümcül kinleriyle
Korkun onlardan, yakar yıkarlar önlerine geleni
Ne olursa olsun bedeli, boş bırakın yeri göğü
Kaçın! Saklanın!
Canımı almaya gelecekler!
Kıldan ince, kılıçtan keskin köprünün üzerinde yürüyorum
Çevremde kaderimin, ölümümün zebanileri
Ah Yeniçeriler! O an için doğmuşlardır sanki
Payitahtın acısını yokluğuna çevirmek için
Halkını sefil etmek, devletini güçsüz kılmak için
Nefret için, hınç için, intikam için, ölüm için!
Hünkârım, bir başıma bıraktınız beni bu tekinsiz diyarlarda
Kim bilir neredesiniz şimdi? Duyar mısınız çaresizliğimi?
Bütün bir cihanın yükü benim omuzlarıma bindi birden
Âlemlerin en korkunç sırrıyla yaşıyorum artık
Elime kanı bulaşıyor zavallı kullarınızın, devletin dirayeti uğrunda
8
Bembeyaz kalbim karardı bile büyük günahlardan
Sizin kaybınızı dahi yaşayamadım gönlümce, yasınızı tutamadım
Zira bir demir kadar sert, bir ölü kadar soğuk olmalıyım
İçimi kemirse de yokluğunuz, insanüstülüğünüzü azaltan ölüm
Bütün gözlerden bir günah gibi saklanmalı, ki kâbuslar, zulüm
Uzak dursun halkın penceresinden, yoksulluk, acı, hatta ölüm
Baş edilemez onlarla, ruhları gece gibi karanlık
Korkularla, en derin yaralarla beslenen dipsiz bir kuyu kinleri
İntikam ise tek dilekleri
Tek yolu var bu hazin sonu önlemenin, obadan çıkma vakti
Kimse anlamamalı, saraya vardığımızda siz ve ben
Oğlunuza uçurmalıyım lal bir güvercini, ancak korkuyorum
Diğer oğlunuza da ulaşmalı haberiniz, kim gelecek olursa
Tahtımız, kaderimiz ona emanettir
Geliyorlar, benim için geliyorlar
Duyuyor musunuz amansız ayak seslerini
Geçtikleri yerde can yakıyor, yuva yıkıyorlar
Yakındalar, bu artık sizin de son şansınız
Kaçın! Saklanın!
Canımı almaya geliyorlar!
Obadan geçtik hünkârım, zafer yolunda ilerliyoruz
Öldüğünüzü sadece birkaç kişi biliyor, kaderleri belli
Ama sınavımız daha yeni başlıyor
Saraya vardık, ulaklar salındı
Lal bir ulak gidiyor Kaftan Doğumlu için, bizi ele veremez
Benim kaderim, belki de devletin kaderi ona bağlı şimdi
Elindeki mektuba, görünmez kancalar ve iplerle
Şu noktada bize tek kalan beklemek, ala bir işkence
Amansız bir tehlike obada doğmaya başlar, köpürürken
Zira gözlerinde ışıyordu en yakın kâbuslarım
Gülseler dudaklarında hançerler ölümü haber eder
Ölseler kinleri, kibirleri dirilir mezarlarından da
Düşerler peşime, mahkûmum cehennemlerine
Gözümün önüne geliyor, içten içe bilerek ölüme yolladığım
Lal, kadersiz ulak, işte bir günah daha boynuma
Lakin dualarım onunla, o ıssız cihan yollarında
Ölüm ya da yaşam fermanımı yazan o mektubunda
Üç gün geçmeden ölüm haberi geldi lal ulağın
Ekber Evlat ise mektubunu almış, yollardaydı
Kaftan Doğumlu henüz öğrenememişti kaderini
Ben de öğrenememiştim, lakin kaderim çok yakınımdaydı
Ellerinde meşalelerle bana gelen yeniçerilerdi son bakışım
...
9
Çok mu Geç
Son Bir Dua için?
Yaşlı adam taşın üzerine oturmuş, denizi seyrediyordu…
Dua etmek için çok mu geç? Ağzımı
açtığımda söyleyecek söz bulmak için çok
mu geç kaldım? Şu baktığım denizin mavisi
çok mu eskidi, yoksa sadece benim gözlerim
midir eskiyen? Treni yakalamak için çok koştum, çok yoruldum ben. Özür dileyemediğim dostlarımın arkasından şimdi koşmaya
başlasam yetişir miyim ki onlara? Kırdığım
her kalp için dua etmeye kalksam yeter mi ki
ömrüm? Her gün önünden geçtiğim mezarlığın taşlarını ben mi çift görüyorum, yoksa
gerçekten artıyorlar mı günler geçtikçe? Geç
kaldıkça yavaşlıyorum, yavaşladıkça zaman
daha bir hızlı... Yetişemiyorum. Oturup kaçan gemileri izlediğim taş
kadar soğudu hava. Küçük bir çocukken boyu-
Vazo
Emre Manavoğlu
ma göre çizik attığım duvar yıkılalı çok oldu.
Gençken gözüne baktığım bir dilenci vardı.
Sizce de çok geç olur mu şimdi gidip versem
bütün paramı? Mukaddes Hocam bana bir
kez daha “küçük adam” dese... Fazla mı büyüdüm? Annemin bana aldığı kahverengi pantolon küçülmüş müdür acaba? Eskiden gözlerine gülerek baktığım insanlar, açabiliyorlar mı
artık gözlerini? Boşuna akıttığım gözyaşlarım
kurudu mu, merak ediyorum. Çarpıp çıktığım kapılara geri dönüp
baksam hâlâ oradalar mıdır? Peki ya ardındakiler, tekrar görebilir miyim onları? Kendi ellerimle erittiğim kar tanesi tekrar konamaz mı
avucuma? Ya üstüne basıp kırdığım yaprak,
neden eski yerinde değil? Sarılsam sevdiklerime son bir kez daha, çok mu geç? Söyleyin ey
dostlar, çok mu geç son bir dua için?
Burcu Küçükoğlu
Tam düşecekken tuttular vazoyu. Kırılmamıştı belki ama Tatmıştı artık uçurumu. Denedi, olmadı. Bir daha da masada eskisi gibi durmadı.
10
Tarih ile Yaşamak
“Tarih” kelimesinin iki basit cümle
ile özetlenebilmesine, insanların ise ona
sadece anlaması ve ezberlemesi zor bir
metin gibi bakmasına hiçbir zaman anlam
veremedim. Tarih, sadece eski uygarlıkların
kültür ve medeniyetlerini açıklayıp bize bilgi
vermekle yetinemezdi! Tarih benim için hayal
gücümün beni taşıdığı ve götürebileceği en
son sınırlardan biriydi. Bir yapbozun parçaları
gibi zaman ile dağılmış imparatorlukları
birleştirmekti, parçaları bulamadığımda ise
kendi hikâyelerimi yaratmak ve onların içinde
büyük bir sevinç ile kaybolmak demekti. Tarih, farklı gerçekler ve duygular
demekti. Kimi zaman bir çocuğun
sıcak gülümsemesi kadar yumuşak ve umut
verici, kimi zaman gözlerden aralıksız düşen
gözyaşları kadar acımasız ve yalnızdı tarih. Her
şekle, her gerçeğe bürünebilirdi. Her haliyle
bizi nefes alırken, otururken, konuşurken,
hayata tutunmaya çalışırken bulabilirdi
çünkü bizim gerçekliğimizi oluşturan ve bizi
bir bütün haline getiren tarihti. Bizleri karşı
karşıya getiren, hatta kan dökülmesine, acıya,
sefalete neden olan da çoğu zaman tarihin ta
kendisiydi. Her geçen dakika, alınan nefes dahi,
tarihin kollarında yok olmaktaydı. Unutulmak,
çoğu zaman da hatırlanmak amacıyla, büyük
bir keşfedilme duygusu ile yaptıklarımız,
zamanın döngüsüne karışmaya devam
etmekteydi. Bu gerçekliği tam anlamıyla
hissettiğim o günü ise hiç unutamam.
Hattuşaş... Nereye gittiğimi bilmeden
eğimli ve taşlı yolu takip etmeye başlamıştım.
En yukarılara doğru geldiğimde ise büyük bir
hayranlıkla manzarayı izliyordum. O anda
dahi düşündüğüm tek bir şey vardı: Benim
şu an hayranlıkla izlediğim bu manzarayı,
hayatları ve yaşama koşulları açıklanmaya
çalışılan Hititler de izlemişti. Belki de tıpkı
Berfin Torun
benim gibi büyük bir hayranlık ve sevinç
hissetmişlerdi. Belki de onlar da kendilerinden
yıllar önce olanları düşünüyorlardı. Sanki bu
döngü hep böyle devam ediyordu.
Aslında birçok insan aynı anda tarihe
tanıklık ediyordu. Geçen yıllar sadece, tarihin
figüranlarını alıyor fakat onu canlı bir şekilde
bırakıyordu. Farklı figüranlar ise, farklı
inançları ve kişilikleriyle, tarihe yeni bir şekil
veriyordu. Bu şekilde de devam eden döngü
farklı anlamlar buluyor ve hâlâ farklı şekillerde
yorumlanarak benim gibi keşfetmeyi seven
insanlara durmadan yeni fırsatlar sunmaya
devam ediyordu. Bu döngü aynı zamanda bizlere bazı
gerçekleri de tüm acımasızlığıyla göstermeyi
sürdürüyordu. Tarihi değiştirmek ve
döngüsünü farklı yerlere çekmek isteyenler,
bir bakıma, olanları ellerinde tutmaya,
kendilerinden önce olanları bir köşeye not
etmeye çalışıyordu. Onlar farkı yaratanlar
olmak istiyordu. İşte, bu anda Victor
Hugo’nun şu unutulmaz sözleri kulaklarımda
çınlıyordu: “Tarih ile efsanenin amacı birdir:
Geçici insanlara ebedi insanı anlatmak.”
Fakat tarih, zorlamalarla ve baskılarla yanlış
yerlere çekilmeye devam edildiği sürece, o
mükemmel, kusursuz insanın tanımı da pek
ortaya çıkacak gibi durmuyor. İşte, hâlâ, dünya dönmeye devam
ediyor. Tarih ise döngüsünü bozmadan,
insanları kendine çekmeye... Yapbozun
parçaları
ise
büyük
bir
heyecanla
tamamlanmayı bekliyor ama hâlâ içim rahat
bir şekilde önüme bakmaya devam ediyorum;
her şey bir sona yaklaşsa dahi, o yapbozun
hâlâ keşfedilecek yerleri olduğunu ve hiçbir
zaman tamamlanamayacağını biliyorum.
11
Söylenti
Burcu Küçükoğlu
Gün doğdu, battı gün. Güneş söylentiler duydu sadece; İnanamadı.
ya da
Şerna Viyan Petekkaya
kuş olsam
uçsam
gözlerimi kapasam
hiçbir şey düşünmeden
uçsam
sadece uçsam
bir rüzgâr olsam
essem denizlerde
dalga olsam, okşasam kumları
çakılları çeke çeke içime
dönsem denizlere
bir kitap olsam
dolaşsam elden ele
yapraklarımı bir çift kanat yapıp
ulaştırsam göğe
bir yol olsam bitmesem
sonsuza dek sürüp gitsem
bazen kıvrıla kıvrıla
bazen düz
ama hep hüzünsüz
yıldız olsam
karanlık gecede
ama diğerleriyle birlikte
su olsam
duru ve serin
akıp gitsem
hiç durmasam
bir nefes olsam
can bulsam girdiğim her bedende
ya da hiç olmasam.
yalnız
12
“Çiçekli Şiirler Yazmak
İstiyorum Bayım!”*
Z. Elçin Metin
Uçamasak da gezegenimiz güzel
ve hepimiz aynı noktaya çekiliyoruz. Bunu komik buluyorum.
Kıpırdayan milyonlarca yapraklı bir papatya gibi görünebilirdik uzaktan. Seviyor Sevmiyor’u her
zaman çok acımasız bulmuşumdur.
Benim dayım gıdıklanmaz, neden gıdıklanmadığını sorunca da “Ben gıdıklarımı aldırdım.” der.
Ama ben hep katıla katıla gülsün isterim. İşte bu yüzden, gıdık aldırmanın yasaklanması için
yasa başvurusunda bulunacağım.
Ben büyüyünce “Kadınlar artık solmuş çiçek kokmasın” kampanyası başlatacağım.
Tükenmişliğin ve çirkin kelimesinin her hücresini özenle havaya uçuracağım.
Ben bir ağaç severim ve büyüyünce bir ağaç sevici olacağım.
Dünyayı dolaşıp yalnız ağaçlara sarılacağım. Yalnız olmayanlara da. Sadece, yalnızlara daha
sıkı... Sonra kabuklarını okşayacağım, öpeceğim, iyileşecekler.
Hücre birliğine katılacağım. Sürekli bir heyecanla yorulmuş yapraklara su yetiştiririz.
Söz veriyorum, her ağaca ayrı bir hayat ayıracağım.
Büyüyünce bir kelime bulucu olup insanların dillerinin ucundaki sözcükleri tutup bir bir
çıkaracağım. Söylenmeyen bütün iyi şeyleri söyleyeceğim, herkes şımarsın!
Bir gün mutlaka gergin melankolimden kurtulup mutluluk dağıtıcı olarak işe başlayacağım.
Düşünce arayışına katılacağım. Mutsuz düşünceleri kovalarken arkalarından bütün hıncımla
terliklerimi fırlatacağım. Geri gelemeyecekler.
Bulduğum her mutlu düşünce için birden insanların karşısına çıkacağım. Başta korksalar da
gülümseyeceklerini umuyorum. Tabii gülümseyecekler!
Söyleyeceğim ki:
“Yağmurun seninle ilgilendiğini şimdiye kadar fark etmediğine inanamıyorum. Kaç yıldır,
dudağına düşeceğim, diye olasılık hesaplamaktan başı dönüyor.”
“Çiçek aldığın dükkândaki turuncu saçlı çocuk, uykulu halini gökyüzünün pembeliğine
benzetiyor.”
“Bugün güneş mutlu uyanmış” diye bağıracağım. Ay da her zamanki gibi çok heyecanlıymış
sahneye çıkmadan önce; ama bugün ayrı bir kırmızılığı olacakmış.
Ben büyüyünce dünyanın her köşesini kelimelerle donatacağım.
Sevgi şeklinde kâğıtlarda Cemal Süreya’dan pembe şiirler dağıtacağım. Gülümseyecekler;
insanlığımızı ve şiiri kutlayacağız. Sonra kalbi, düşünceyi, çocukluğu derken, her şeyi kutlamaya
başladığımızda gökten hiç solmayan sarı çiçekler yağacak.
Ben büyüyünce karşı kıtadaki ışıklara karışacağım. Bir noktacık olacağım, ama renkli, belki
titrek. Büyüyünce hepimiz birer noktacık olacağız. Ya da hiçbir şey.
*Didem Madak’ın bir şiirinin başlığı kullanılmıştır.
13
Düşler
ve
Yansımalar
1414
Ayberk Aksu
Kırmak,
Kırılmak,
Kırılmaktan
Doğmak
Şerna Viyan Petekkaya
Her yer ayna. Koşuyorum. DİKKAT! Çarpacaktım neredeyse. Koşuyorum. Sağ. Hayır hayır, sola
dönmeliyim. Yine son anda kurtuluyorum aynayla kucaklaşmaktan. Ne kadar zormuş aynaların
arasında yolunu bulmak! Bir an duruyorum. Durup düşünüyorum. Ne kadar süredir koşuyorum acaba? Sağ ayak başparmağımdan diz kapaklarıma doğru ilerleyen sızı sorumu yanıtlar nitelikte: uzun süredir. Hatta o kadar uzun süredir ki niye koştuğumu, ne aradığımı unutmuşum.
Düşünüyorum. Ne düşündüğümü düşünüyorum. Cevap yok. İç dünyamın küskünü oynaması
sinirimi bozuyor. “Konuş!” diyorum, “N’olur ağzını aç da bir şey söyle!” Ses yok. Öyleyse ben de
koşarım yine. Hem bu sefer daha hızlı… “Aaaaaaa!” İç dünyam… Çığlık… Duruyorum. “N’oldu, söyle! Neden korktun?” Bu sefer yanıt veriyor: “YANSIMA”. Yansıma mı? Bu sözcük bir
şeyler hatırlatıyor bana. Evet, doğru: Aynalardan kaçıyorum, yansımalardan… Kaçtığım şeyin
ne olduğunu hatırlayınca birden etrafımın sarıldığını fark ediyorum. Bu sefer ben çığlık atıyorum. Her yer yansıma. Gerçeğe giden yolu nasıl bulacağım? Hayal kırıklığı. Kırıklık. Kırık ayna.
Aynaları kırmalıyım! Hangisinden başlamalı? Başlangıç önemlidir. Şimdi daha dikkatli inceliyorum aynaları. Ayna… Aynalara ne oldu? Tüm aynalar aynı şeyi yansıtmaz mı? Hayır, bunlar
öyle değil. Işık farklı oyunlar oynuyor her birinde. FARKLI YANSIMALAR… Nasıl olur?! Tekrar bakıyorum: Hepsinde ben… Hepsi aynı… AYNI ama FARKLI. Hayır, farklı; tamamen farklı! Başım dönüyor. Kıramıyorum. Aynı. Nereden başlamalı? Farklı. Nereden başlamalı? Aynı.
Ağlıyorum. Aynı. Ne yapacağımı bilmiyorum. Aynı. Yansımalar üstüme üstüme geliyor. Farklı.
“YETEEERR!” Bağırıyorum. “Susma n’olur, bari sen bir şey söyle!” Sessiz. O da bilmiyor. Belli,
korkmuş. Çaresiz, düşünüyorum. Gözlerim kapalı. Açtığım anda boğulacakmışım gibi… Korkuyorum. Gözlerimi açmadan emekliyorum yavaş yavaş. Olmuyor. Her seferinde çarpıyorum.
Gözlerimi açmalı. Kirpiklerim hiç bu kadar ağır olmamıştı. YANSIMALAR. Hangisi gerçek?
Gerçek olan var mı? Her şeyi unutarak bakmayı deniyorum. Korkmadan… Evet, aynadaki görüntü BENim. Daha dikkatli bakıyorum. Büyümüş gözlerimden kin damlıyor. Ürkütücü. Başımı sağa çeviriyorum: Yine ben. Bu sefer gözlerim daha farklı. Hem de çok daha farklı. Dudaklarım da kıvrılmış sanki hafif bir gülümsemeyle. Gözlerimde heyecan var, umut var. Arkama
dönüyorum. Bu surat neden bu kadar üzgün? Gözlerim sabit bir noktaya dikilmiş, kırpılmıyor.
Yanaklarım. Yanaklarımın üzerinde kurumuş gözyaşlarının biriktirdiği tuz var. Yukarı bakıyorum bu sefer. Yüzüm o kadar ifadesiz ki birden üşüyorum. Çok fazla bakamadan gözlerimi
kapıyorum. Düşünüyorum. Kafam karışık. Gözlerim kapalı; fakat her yerde görmeye devam
ediyorum yüzlerimi. Hepsi BENim. Bu yüzler bana ait. Benim farklı yansımalarım. Sonra fark
1515
ediyorum ki ben uzun zamandır bunlardan hiçbiri değilim. En son ne zaman sinirlendiğimi
hatırlamıyorum. Gülümsediğim de pek olmadı yakın zamanda. Hayır, bir dakika! Bu yüzlerden
birini diğerlerinden çok daha iyi tanıyorum. Evet evet, onu tanıdığıma o kadar eminim ki! Başımı yukarı kaldırıp gözlerimi açıyorum. İşte bu, uzun süredir böyleyim ben! Aynaların içine
düştüğüm şu birkaç saati saymazsak -Acaba gerçekten birkaç saat mi oldu? Saatim de yok. Belki
de çok daha kısa veya çok daha uzun bir süredir. Bilmiyorum. Zaman. Zaman dediğimiz ne ki?
Küçük, pilli bir cihaza bağlı bir şey neden bu kadar önemli?! Bir dakika neden altmış saniye? Ben
olsam tam seksen iki parçaya bölerdim dakikayı. Bir saat ise on yedi dakika olurdu. Olmayan
bir şeyi parçalara ayırmak mümkün mü ki?- ifadesizim ben uzun zamandır. Öyleyse buldum.
Aradığım gerçeği buldum. Boşa dememiş Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diye. Ben
de düşündüm, gerçek BEN’i buldum, gerçekten var oldum, yani varım. Demek ki yukarı yolu
seçmeliyim. Ancak o zaman bu yansımalar dünyasından kurtulabilir, gerçekliğimle buluşabilirim. Ama nasıl tırmanacağım? Çok yüksek. Üstelik her yer ayna. Aynadan başka hiçbir şey yok
burada. Yukarıya ulaşmam imkânsız. Descartes yanılmış. Düşündüm; fakat hâlâ yansımalardan
kurtulamayan bir hiç olmaktan öteye geçemedim. Oysaki gerçeği bulduğuma çok inanmıştım.
Yanılmışım. YANSIMALARIN ALDATMACASIna kanmışım. ÇIKMAZ SOKAK HİSSİ. Ağlıyorum. Bir kez daha. Öfkem gözyaşlarıma baskın çıkıyor bu sefer. Bağırmaya başlıyorum. Çığlık atmaya… Çığlıklarımla titriyor tüm aynalar. Onlar titredikçe ben daha yüksek sesle çığlık
atıyorum. Birden aynadaki yansımalar karışıyor, iç içe geçiyor. Bir mutluluk duyuyorum. Aynı
zamanda öfkeliyim. Biraz da üzgün… Kahkahalarla karışık bir şekilde çığlık atıyorum bu sefer.
Bir yandan da ağlıyorum. Aynalar daha çok ve daha güçlü titriyor, duygularım karıştıkça farklı
yansımalar kenetleniyor, tek bir görüntü oluşmaya başlıyor. Yeni oluşmaya başlayan görüntüde
ifadesiz yüzüm hariç tüm yüzlerimi görebiliyorum. Kahkahalarım güçleniyor, aynı zamanda içimi tarifsiz bir korku sarıyor. Gerçek olduğunu sandığım yüzüm artık görünmez olduğuna göre
ömrümün geri kalanını bu yansımalar dünyasında mı geçireceğim? Beni tutsak etmiş olan tüm
aynalar sağlamken bir tek gerçekliğim mi kırıldı? KIRILMAK. Titreşen aynalar büyük bir gürültüyle kırılıveriyor bir anda. GERÇEK DÜNYAdayım. Gülüyorum. Ağlıyorum. Gülüyorum. Bağırıyorum. Çığlıklar, gözyaşları ve kahkahalar… Hissediyorum, duygularım var, öyleyse varım!
Varsam düşünüyorum, düşünüyorsam duygularım var, sevinebiliyor, üzülebiliyor, öfkelenebiliyorsam varım, varım çünkü duygularım var!
1616
“Yağmur Kaçağı”
Tülay Çalışkan
elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni
Attilâ İlhan
Bir yağmur damlasında yansımamı gördüm. Kırılan bir aynada kendimi görmek gibi:
paramparça, yarım yamalak... Yanağımdan süzülenlerin hangileri yağmur, hangileri gözyaşı, bilmiyorum. Sadece olacakları izliyorum bir film gibi şimdi. Yapacak bir şeyim, filmi durduracak
gücüm yok. Gözlerim filme kilitli; durmadan süzülen gözyaşlarım yüzünden bulanık görüyorum. Görmeme gerek yok, kalbimde filmi hissedebiliyorum. Kalbim bir kırılıp bir tamir oluyor,
yağmur yağıp güneş açıyor, bana kalan ise sadece gökkuşağı kırıntıları. Tüm renkler olmadığı
için elimde olanları birleştirince beyaz olmuyor hayatım, gri kalıyor. Siyah olmadığına şükredip
sevmeye ve hayatımı izlemeye devam ediyorum. Ama fazla iyimserim ben, sen sevmezsin oysa
iyimser olmamı; gerçekleri kabul etmeyip korkaklıktan iyimserliğe, düşlere, renklere sarıldığımı
düşünürsün.
O renklerden sadece gri kaldı şimdi. Gökyüzü gibi, yağmur damlaları gibi, soluk güneş ışığı gibi, kalbim gibi, umutlarım gibi, senin gibi... Gri... Ne iyimser ne kötümserim şimdi. Gerçeklerle yüzleşmeye hazırım, korkunç sahnelerde ellerimle gözlerimi örtmeyi bıraktım, izliyorum ve gördüklerim hâlâ beni korkutuyor, kalbim dirense de ben
anlıyorum. Senin yapmamı istediğini yapıyorum, her zaman yaptığım gibi ve anlıyorum işte!
Yağmur daha da hızlanıyor, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yaşlardan hiçbir şey göremiyor, kalbim hıçkırıyor ama ben anlıyorum. Sen lanet ederek yürürken yağmurda, su birikintilerini tek1717
melerken, ne yapacağını bilemeyip beni kalbinden yavaş yavaş soyutlarken seni ıslatan yağmur
değil, benim gözyaşlarım. Lanet ettiğin yağmur değil, hayat değil, kendin değil, sadece benim!
Yanağından süzülüp giden damlaların izleri kuruyup kalırsa, kalbinden kopup giden parçaların
eksikliği yüreğini sızlatırsa, böyle gri bir havada gözyaşlarımda kendi yansımanı görürsen anla
seni düşündüğümü.
Sen yağmurda yürürken ben hâlâ bu acıklı filmi izliyorum ve görüyorum: seni, kendimi,
yağmuru, gökkuşağını, griliği… Griliğin içinden beliriyor hayallerim, gitgide küçülüyor, uzaklaşıyor; bu sefer korkudan gözlerimi kapıyorum. Sen bağırıyorsun, aç gözlerini diye, açıyorum
ve hayallerim gitmiş! Sen de arkanı dönüp gidiyorsun, nereye, diye soruyorum, hak ettiğim yere,
diyorsun. Hak ettiğin yer burası, diyemiyorum; çünkü anlıyorum dedim ya, anlıyorum işte, anladım! Anladım ki ben seni gerçekten hak etmiyorum, o yüzden sen arkanı dönmüş yavaş yavaş
yürürken seni durdurabileceğim halde yapmıyorum bunu.
Gözlerimi kapatıp gidişini izlememek istiyorum, bu sefer de gri, siyaha dönüşüp bağırıyor, aç gözlerini, diye. Bir bakıyorum ki renklerimden de olmuşum. Gökkuşağı falan yok artık,
kırıntıları bile yok, zifiri karanlığın ortasındayım, film bitiyor... Bitmesini istemiyorum ama seni
görüyorum karşımda, giderek küçülen silüetini. Zifiri karanlıkta sen, bembeyaz parlayarak gidiyorsun uzaklara. Yağmura lanet etmiyorsun artık; çünkü gözyaşlarım seni ıslatamıyor. Kalbim
haykırırken bir daha anlıyorum ki gri ayrışmış, beyazı tamamen sana gitmiş, siyahı bana kalmış.
Gözyaşlarım seni ıslatamamış –Lanet olsun, akmayın artık!– ıslatamamış; çünkü güneş senin
kalkanın olup seni hayal kırıklığından korumuş. Güneş sana kıyamayıp seni hak ettiğin yerlere
götürmeye, beni de yakıp kavurmaya karar vermiş; kucağımda bir avuç külle yapayalnız kalayım
ve anlayayım diye.
Hani o nefret ettiğin iyimserliğim var ya, o aslında sana aitmiş. Sen gidince beyaz da,
güneş de, hayal de, umut da yokmuş. Sen beni soyutlamışsın kendinden, güneşe sığınıp rotanı
mutluluğa yöneltmişsin, bana da hayıflanmak ve seni özlemek kalmış. Ama sen beni uyarmıştın
değil mi?.. Her şeyde haklı olduğunu da anlıyorum ve yaşamanın artık önemsiz olduğunu da.
Karanlığı ve yalnızlığı severim dedim ya, o da hataymış; ben yağmur damlalarında hüznü görmeye mahkûmmuşum, hepsini anlıyorum.
1818
*
Pınarnaz Eren
Hayat, tek başına, tüm duvarları aynalarla kaplı odasında, tam da ortada oturuyor. Sen,
zamanın görünmezlik pelerinini almışsın omuzlarına. Tam da ardındasın onun. Yansıman düşmemiş duvarlara.
Karşıya baktığında aynadaki hayat fısıldıyor sana: “Müzik duygulara yansır.”
Ne kadar da bilindik bir şey söylüyor sana değil mi yansıma? Hâlbuki gerçek gözlere
yansıyanın ötesindedir.
Biraz yönünü değişiyorsun. Ayakların, yerde oturan hayatın etrafına çizilmiş daireyi
takip ediyor. Sen de bu kısır döngüye mahkûm yelkovansın. Tam da başını kaldırdığında çok
daha farklı bir yansımayla karşı karşıya geliyorsun. Daha yandan görüyorsun hayatı. Şimdi
daha çok sağ yüzünü gördüğün dudaklar fısıldıyor:
“Duygular düşüncelerine ….”
Duygularını gözden geçirerek biraz daha ilerliyorsun çemberde. Duygularını anlamaya
çalışarak şimdi göreceğin yansımayı tahmin etmeye çalışmak oyun gibi geliyor sana. Yanılırsan
ne olacak peki planlarına?
“Düşünceler insanın hareketlerine yansır.”
Başını indirip takip ettiğin çizgiye bakıyorsun. Kocaman bir çember oluşturan kale duvarlarının tepesinde yürüyor gibisin. Gözlerin tekrar yerden kalkıyor ve karşıya bakıyorsun.
“Etraftaki her zihin diğerlerine yansır.”
Bir adım daha attın.
“Şu an ise geleceğe…”
“Geçmiş, şu âna yansımaması gerektiğini bile bile şu âna yansımaktan alamaz kendini.”
Yerde oturan hayatın tam önüne geçmek üzeresin.
“Aslında kimse kim olduğunu bilmez, kimse ne istediğini bilmez. Kişiye kendi hakkında
ipucu veren yansımalarıdır.”
Yarım daireyi tamamladın bile.
“Fotoğraf, insanın yansımalara olan aşkının yansımasıdır.”
Çok daha farklı bir yönden bakıyorsun artık hayata. Son yarım dairene başladın.
“Kişinin yansımalara olan aşkı, onu karanlıktan uzak tutar.”
“Yansımak, eksiltmeden paylaşmaktır.”
Dengeni kaybeder gibisin. Dönmek başını döndürmüş, aklını karıştırmış gibi. İstersen
biraz dur ve dinlen. Olduğun yerde dururken başını biraz da yukarı kaldır. Üzerinde olanları
gör.
“Kişi hayatına son noktasını koyduğunda bile o noktadan öncekilerin yansımaları yeryüzünde varlıklarını devam ettirir. Yansımalar kişiyi ölümsüz yapar.”
Sanırım sona bıraktığın birkaç adımı atabilecek güçtesin artık.
“Sanat, yansımaya bir araçtır. Bir nevi ayna görevi görür. Bir sanat ürünü binlerce farklı
yansımaya sahiptir ve bu, hayatı, aynalarla çevrili bir odada ortaya hapsetmektir. Farklı yansımalar ise hayatı bir o kadar özgürleştirir. Hayatın orada olduğunu bilmek, aynı zamanda özgür
olduğunu hissetmek insana sanatı sevdirir.”
Şimdi ise başlangıca dönmeye sadece iki adımının kaldığının farkında gözüküyorsun.
“Yansımalar gerçeği yanıltır.”
Bu çembere son noktayı koymana son adım.
“Yansımalar kişinin aklını şaşırtır.”
Ardına bile bakmadan kapıya yöneldin. Yansımalara veda etmeyecek kadar paniktesin.
Kendine, hayatın, tekrar tek başına kaldığını söyleyerek intikam alıyorsun ondan. Hâlbuki o,
başka bir kısır döngüyle başlayacak başka bir yeniliğin düşünü kurarak yansımalarıyla birlikte
huzur içinde oturuyor.
1919
Düş’idik, Düşledik
ve Düştük
Rojin İdil Erdoğdu
Düşlerle başlamıştık hayata, düşlerle devam etmekteyiz. Kimin düşüydük ki gelmiştik bu dünyaya? En büyük hayalim, derken kim kastetmişti bizi? Dile getiririz ya hep, benim düşüm, benim hedefim, diye. Sen de böyleydin benim için işte! Önce bir düş kadar zor ve ulaşılmaz, sonra
bir parçam gibi o kadar benden ve ayrılamaz. Sonra ne mi oldu? Araya girdi mesafeler... Kilometreler, metreler... Sanki uzaklık en büyük ölçü birimiymiş gibi... Hâlbuki sendin bana o kadar
uzakken yakın. Herkes derdi ya “Arkandayım!” diye, sen saklambaca gerek duymazdın; çünkü
hep yanımdaydın. Umut yüklü düşümün başkahramanıydın. Sen benim babamdın. Senin gibi
olmak, senin gibi yaşamak, hayata senin gibi bakabilmek... (Düşlerim hep bu yöndeydi; keşke
babam gibi olsam! Aslında benim babam, herkesin babasını döverdi hayallerimde.) Ağlayarak
uyandığım gecelerde seni düşünürdüm hep. Senin gibi düşünmeye çalışırdım, sonra bir bakardım ki uyuyakalmışım; ama rüyamda da sen çıkardın karşıma. Neredeysem gelir, beni bulup
kurtarırdın. Hiçbir şey soramazdım ki sana... Sen o derece kahramandın. Sen hep vardın. Ben,
senin gerçekleşmiş düşündüm; sen, benim düşlerimin büyük kahramanı... Bahçemizdeki asırlık
çınar ağacı gibiydin. Ne zaman tutunsam sana, güçlenir; tekrar başlamak isterdim hayata...
Hayal Sonuç İlişkisi
Rojin İdil Erdoğdu
1, 2, 3! Bir anda geldik dünyaya. Arzular, hayaller, sitemler, serzenişler... Büyüdük ve bize bir
hedefimiz olması söylendi. Arayış içerisindeydik: Hangisi bana uygun, hangisi bana uzak ?...
Sonra en uzaktakini seçip ona, “hayal” derdik. O olurdu artık bizim düşümüz. Başımız yastığa
değdiği anda o resim, o düş, o çerçeve gelirdi gözümüzün önüne. Düşler dururduk ama eksik bir şeyler vardı. Kim söyleyecekti bize sonra ne olacağını? O düş gerçekleşmezse, o hedefe
ulaşılamazsa kim verecekti hesabını? Kime bağıracaktık ki avaz avaz: “Şimdi ne olacak?” diye.
Aslında en baştan göze almıştık her şeyi. “Düşleyeceğim çünkü hayallerim var benim, kâğıttan
gemilerim...” Bütün bunlar olmazsa da küsemezdik ki hayata. Elbet başka bir hedef bulabilirdik.
Birini sever, birine bağlanırdık ya! Hayat denen bu uzun yolda binbir düşümüz olacaktı ya!
Öyleydi işte. Hepsi toz pembe, hepsi zor ama hiçbiri ulaşılamaz değil. İmkânsızlıklarla alınan
yollar, keşkelerle bitmemeliydi. Gülerek indiğimiz yokuşları oflayarak çıkmamalıydık. Sadece
düşlemeli, mücadele etmeli ve gerçekleştirmeliydik.
2020
Rüya Görmeyen
Çocuk
Ç. Ceren Türkoğlu
Ayna ve Düş, tanıştıklarından beri ezeli düşmanlarmış. Aynı mıknatısın zıt kutuplarıymışlar sanki. İkisi de tamamen farklı şeylere inanır, farklı şeyler düşünürlermiş
ama yine de birbirlerinden ayrılamazlarmış. Tam beş yıldır beraber yaşarlarmış bu odada.
Ayna, odanın, pastel boyalarla üzerine evler, uçurtmalar ve kim olduğunu odanın sahibi dışında kimsenin anlayamadığı çizgi film kahramanları çizilmiş soluk mavi duvarlarında, tam pencerenin karşısında asılıymış. Düş ise her taraftaymış ama sadece geceleri
görünürmüş. İkisi de birbirlerinin işine karışılmasından nefret eder, her gün her gece durmaksızın tartışırlarmış. Ayna, çocuğa gerçeği olduğu gibi gösterirken Düş, çocuğun uykularında onu rahatsız ederek kafasını olmayacak hayallerle süslermiş. Ayna, çok kızarmış Düş’e:
“Böyle şey olur mu?” dermiş, “Zavalı çocuğu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek umutlarla
dolduruyorsun.”
Düş alınırmış önce, kendisine inanılmamasını kaldıramazmış, sonra büyük
bir ciddiyetle: “Belki de Platon haklıdır. Belki de görünenler sadece bir aldatmacadır.”
“Hayatımda böyle saçma şey duymadım!” diye çıkışırmış Ayna. “Hiç gözler yalan söyler mi? Onlar kendilerine ne yansıyorsa beyne iletirler. Hadi, söyle bana bunun neresinde var
yanılgı? Gözlerde suç arama! Asıl senin gibilerdir insanların kafasını kurcalayıp onları başarısızlığa sürükleyen.” Düş kırılganmış. Kavgaları da çok sevmezmiş ama böyle şeyleri cevapsız
bırakmayı bir türlü kendine yakıştıramıyormuş:
“Atalarıma çok güvenip de başarısızlığa sürüklenenler de olmuştur elbet ama düşleriyle
başarıya ulaşanlar, düşlerine güvenip de başarısızlığa sürüklenenlerden çok daha fazladır. Mesela Albert Einstein, ‘görelilik kuramı’nı, bir dağdan aşağı inerek hızının ışık hızına yaklaşmasıyla,
yıldızların görüntüsünün değişmesini izlediği bir rüyasından ilham almıştır. Edgar Allan Poe ve
Stephen King’in hikâyelerinde, gördükleri rüyaların büyük etkileri vardır. Mary Shelley, Frankenstein’ı rüyasından esinlenerek yaratmıştır. Paul McCartney, Yesterday’in melodisini rüyasında bulmuştur.”
Ayna’nın cevabı net olurmuş:
“Onlar rüyalarında görmese de bu teoriler bulunur, bu eserler yaratılırdı. Belki Yesterday
biraz daha hızlı, Frankenstein’ın alnı biraz daha dar olacaktı. Stephen King’in hikâyeleri farklı
sonlanacak, Edgar Allan Poe’nun şiirleri birkaç dize daha kısa, hikâyeleriyse biraz daha uzun
olacaktı. Einstein, ‘görelilik kuramı’nı rüyasına girmeseydi de bulurdu, belki biraz daha zaman
alırdı bulması ama bulurdu!”
2121
Düş, alınırmış alınmasına ama yılmamalı, kendi yaptığı işi bu kadar küçümseyen Ayna’ya
kanıtlamalıymış ne kadar yararlı olduğunu. En iyisi bir gece Ayna uyurken onun aklına girip
ona güzel bir rüya vermekmiş. Günler, haftalar geçmiş. Düş, uygun gecenin geldiğini hissetmiş,
son günlerde şu an derin derin uyuyan Ayna, sürekli aynı şeyleri görmekten çok şikâyetçiymiş.
Ona güzel bir rüya verirse sabah uyandığında keyfi yerinde olacak ve düşün aslında hiç de gereksiz olmadığını anlayacakmış. Birkaç derin nefes almış Düş, kendini iyice toparlayıp Ayna’ya
yaklaşmış. Az sonra Ayna’nın camından süzülerek aklına girecekmiş. Camından geçmeden hemen önce Ayna’ya bakmış. Gördüğü tek şey yıldızların açık pencereden gelen yansımalarıymış.
Kendini olabildiğince toparlayıp iyice odaklanmış ki her zaman odanın dört bir yanına dağılmış
olan hâli, bir şekil alsın ve Düş de kendisini Ayna’da çok şeffaf ve soluk da olsa görebilsin. Ama
boşuna! Ne kadar kendini zorlarsa zorlasın, Ayna’da kendisini göremiyor; yıldızlar kendisiyle
alay eder gibi daha da çok parlıyorlarmış. Düş: “Görünmüyorum bile!” diye düşünmüş. “Ayna
haklıydı, ben gerçekten gereksizim; hatta Ayna’da görünmediğime göre belki de ben yokum, ben
bir hiçim!” Daha fazla düşünmemek için hemen Ayna’nın aklına girip güzel bir rüya bırakmış
ona. Sonra hiç beklemeden Ayna’nın aklından çıkıp pencereye doğru yol almış, açık pencereden
süzülüp havaya karışmış.
Ayna, sabahın ilk ışıklarıyla morali günlerden sonra nihayet düzelmiş olarak uyanmış.
Rüyasında bir dikiz aynası olduğunu görmüş çünkü. Her zaman yollardaymış, sürekli yeni şeyler görüyormuş. Gözleri Düş’ü aramış teşekkür etmek için; ona yanıldığını, aslında o kadar da
yararsız olmadığını söyleyecekmiş fakat bir türlü bulamıyormuş onu. Açık pencereden giren
rüzgâr acıklı haberi vermiş Ayna’ya. Ayna o kadar üzülmüş, o kadar üzülmüş ki kahrından bin
parçaya bölünmüş.
Küçük çocuk uyandığında aynasının kırıldığını görmüş. Odasında bir hayalet olduğunu
söylemiş annesine, büyük bir korkuyla. Annesi gülmüş, “Korkmana gerek yok!” demiş. “Hayaletlere rastlayabileceğin tek yer televizyon ve düşlerindir.”
Elinde bir süpürgeyle küçük çocuğun odasına gelmiş:
“Cam açık kalmış, gece de çok rüzgâr estiğinden kırılmıştır aynan. Bizde hata, ipi de
sağlam değildi zaten.” demiş yerdeki cam parçacıklarını süpürürken.
O gün çocuğa yeni bir ayna almışlar. Bu seferki, duvara asılanlardan da değilmiş üstelik.
Yerden tavana kadar uzanan bu ayna, tüm gerçeği boydan boya gösteriyormuş. O gece çocuk
rüya görmemiş. Hayatının sonuna kadar devam edecek rüyasız gecelerinin ilkiymiş bu.
2222
Bulamıyorum
Kendimi...
Dün gece uyandım,
Karşımda bir ayna,
Göremedim kendimi,
Başkaları vardı gözlerimde.
Kendim olamadım,
Sebepsizce…
Bulanık bir gözlük,
Baş ucunda yatağımın.
Kullanılmış
Ucuz bir ömürde.
Görememişim engelleri,
Çarpmışım, yıkamamışım da.
Uzaklaşmışım kendimden,
Bulamıyorum da şimdi.
Bulamıyorum…
Bir feryat,
Sebepsizce aynama.
Yankılar aynı gelmiyor,
Kaybolan seslerim.
İçlerinde benliğim,
Kayboldum,
Bulamıyorum kendimi...
2323
Emre Manavoğlu
*
Deniz Şahintürk
Yüreğimin gizli kıyısından
Gelen garip bir düşün
Karanlık arka sokaklarında
Küçük bir çocuk misali
Kayboldum bu akşam
Gece boyu dolaştım durdum
Belki de kuytulara gizlenmiş,
Saklı kalan bir gerçeği
Bulup çıkarmayı umdum
Kapadım gözlerimi
Düşten düşe savruldum
Nasıl tarif ederim ki
Gecenin bu garip armağanını
Tek tadımlık buse gibi
Özlemiyle yandığımı
Öyle bir arzu ki şimdi
Tekrar kaybolmak o büyülü sokaklarda
Yanar durur içimde sönük anısı
Seviyorum delicesine
Sevdalandım bir düşe
2424
Düşler
Oğuz Yıldız
Düş kurmak, insanın çok önemli bir hakkı ve ihtiyacıdır. Her insan, bir şeyler düşünüp hayal
kurmak ister çünkü bu, insanı rahatlatır, ona huzur verir. Evet, düş kurmak güzedir ama düş
kurmaktan çok, düşlerimizi gerçekleştirmek için neler yaptığımız önemlidir. İnsan sürekli bir
şey düşünür, gelecek hakkında plan yapar; ancak bazıları plan yapmaktan öteye gidemez. Kimisi
doktor olmak ister, kimisi zengin… Oysa sadece istemek yetmez! Bunu düşünüp çok çalışmak,
elden gelen ne varsa yapmak gerekir. Kurduğu düşler insanın hayatını büyük ölçüde etkiler.
Buna göre yaşamını şekillendirir. Kendisini bir düzene sokar ve bunu başarabilenler de çok iyi
bir yere gelir. İnsanın, düşlerini gerçekleştirmek için çabalaması iyidir ve olması gereken de budur. Gelecekte pişman olmamak ve keşke şunu yapmasaydım, dememek için boş düşler peşinde
koşmamalı ve zamanımızı ve gençliğimizi bu yolda harcamamalıyız.
*
Aşkın gözlerimde ışıyalı beri
Aynalara bakmaz oldum
Acımın yansımasına tanık olalı beri
Aynalardan kaçar oldum
Parçalanmış bir düşün
Avucumda kırıkları
Belki batmazlar elime ancak
Yüreğimde kanar yarası
Boğaz’a döndüm bu akşam
Gecenin soğuk kollarında
Yaşanmadan biten rüyam
Yansır sudaki ay ışığında
2525
Deniz Şahintürk
Düşerken
Derin Eğrikavuk
Çırpınabilirsin düşerken
Bağırabilirsin, kimse duymasa da
Umutsuzca tutunmaya çalışabilirsin,
Tutunacak bir şey olmasa da
Ya da bırakabilirsin kendini,
Bilmesen de ne kadar süreceğini
Korkuyu, endişeyi bir kenara koyup,
Yerde seni neyin beklediğini unutup.
Yapacak bir şey yok, düşeceksin her türlü
Bırak esinti seni nereye götürürse götürsün,
Bulutlara, kuşlara, güneşe bak bakabilirken
Bulutların arasından düşerken.
Aslı Töre
26
Dün Gibiydi
Her Şey
Güneşin kızıl ışıkları yavaş yavaş aydınlatmaya başlatmıştı Saman Dağları’nı. Çiğ
tutmuş yaban otları, saf kristaller gibi parlıyordu kayın ve gürgen ağaçlarının gölgelerinde. Keltepe’nin doruklarından akıp gelen
küçük çaylar da şırıltısıyla dolduruyordu
tüm ormanı. Birden tok bir sesle uyandı tüm
kuşlar. Bu, kendi başına yaşayan ve geçimini odunculukla sağlayan Dursun Amca’ydı.
Dursun Amca, komşusu Dilaver Bey ile her
sabah ormana gelir, öğlene kadar odun keser,
güneş zirveye ulaştığında ise odun dolu küçük kızağını alır ve dağın eteklerindeki küçük
bir köyde bulunan derme çatma evine gelirdi. Zaman hiç kimseye acımadığı gibi Dursun
Amca’yı da es geçmemişti. Eskiden böyle miydi ki hayat? Rahmetli Selma Teyze hiç eksik
eder miydi Dursun Amca’nın o güzelim köy
kahvaltısını? Zaten Dursun Amca’ya sorsanız
bu yaşa kadar öyle gelmişti o. Bir de Dursun
Amca’nın hayat enerjisi olan Esra ile Nergis
vardı. Şimdi sorsan nerede olduklarını bile
bilmez... Birisi kaçtı evden, diğeri de okumak
için gitti, ama bir daha da dönmedi. Yine de
çocuk sevgisi işte; ne yaparsın! Kısacası mutlu
bir yaşamı vardı Dursun Amca’nın fakat
zamanın sert rüzgârları her zamanki gibi esti
yine ve bu rüya da başladığı gibi bitti.
Egecan Durmuş
horozunun sesiyle gözlerini açtı yeni güne.
Çapaklı kirpiklerini buruşmuş elleriyle ovuşturdu ve eliyle yataktan destek alarak doğrulmaya çalıştı. Sonra yine her sabah yaptığı gibi Selma Teyze’nin annesinden yadigâr
kalan sandıktan çıkardığı temiz giyisilerini
giydi. Daha sonra sessiz adımlarla evin arka
tarafında bulunan küçük mutfağa yöneldi.
Aç hissetmiyordu, ama yine de tahta masanın üzerindeki balla ekmekten birkaç lokma
aldı. Masanın üzerindeki kırıntıları da nemli
parmağıyla ağzına götürdükten sonra durdu
ve düşündü biraz, ne yapacağını. Bir an önce
kendini dışarı atmak istiyordu Dursun Amca.
Yıllardır kendini güvende hissettiği sıcak yuvası, üstüne üstüne geliyordu şimdi. Kilerden
baltasını kaptığı gibi dışarı attı kendini. Kapıyı
açtığı anda güneşin ilk ışıkları vurdu gözüne.
Gözlerini kıstı ve derin bir nefes aldı.
Biraz soğuk havanın etkisiyle biraz
da Dilaver Bey’in haykırışıyla kendine geldi:
“Dursun Bey, nerde kaldınız? On dakikadır
sizi bekliyorum.” Dursun Amca sabahki dalgınlığıyla saatin kaç olduğunu unutmuş ve bu
yüzden de geç kalmıştı. Saksının yanındaki
meşe dalından yapılmış sopasını aldı ve Dilaver Bey’in yanına yöneldi. Tiz bir sesle “Nasılsınız, Dilaver Bey?” dedi. Aslında canı hiç
konuşmak istemiyordu. Yalnızca yürümek,
yürümek istiyordu. Dilaver Bey’in de canı konuşmak istemiyordu bugün. Öylesine geçiştirmek için “İyiyim Dursun Bey, ya siz?” dedi.
Dursun Amca’dan bir cevap alamayınca ses-
Selma Teyze rahmetli olduktan sonra
hayattan iyice bezmişti Dursun Amca. Yemek yemiyor, evinden odun kesmek dışında
çıkmıyor ve Dilaver Bey dışında da kimseyle
konuşmuyordu. İşte, yine o sabahlardan biriydi. Dursun Amca komşusu Dilaver Bey’in
27
sizliği bozmadı ve yürümeye devam etti. Dilaver Bey, Dursun Amca’nın yorulduğu kanısına vardı ve ağaç kesmeye ormanın kıyısından
başlamalarını teklif etti fakat nedense Dursun
Amca insanlardan daha da uzaklaşmak istiyordu bugün. Bu yüzden yürümeye devam
etmek istediğini söyledi. Ormanın ortalarına
geldiklerinde Dursun Amca zar zor nefes alıyordu. Baltasını titreyerek omzuna kadar kaldırdı ve ilk vuruşunu yaptı.
Birden tok bir sesle uyandı tüm kuş-
lar. Ardından bir tok ve ardından bir tok daha
... Çam ağacı yıkılmak üzereydi, ama ondan
önce Dursun Amca yıkıldı. Dilaver Bey ne yapacağını bilemeden yanına çömeldi hemen.
Dursun Amca’nın suratı bembeyaz olmuştu,
serpilen kar taneleri, o küçük yüzünü kaplıyor
ve onu yavaş yavaş kendilerinden biri gibi
yapıyordu. Bunlara rağmen Dursun Amca,
Dilaver Bey’in kolunu tuttu ve ona ulaşmanın umuduyla hafifçe gülümsedi. Morarmaya
başlamış dudaklarından son bir cümle döküldü: “Ona gidiyorum ona, Sel ...”
Çaresizliğim
Her yağmur damlasına gözyaşlarım arkadaşlık ediyor.
Ey yâr! Bende açtığın yara kapanmayacak biliyorum.
Yüreğimde dağ misali yükler taşıyorum.
Ben ne senden ümidvârım!
Ne senden ümidi kestim.
Ne bahtıma küstüm, ne de barıştım onunla!
Sustum, konuştum, anlatamadım.
Ne sana söz geçirebildim, ne kendime!
Ama ben, yine ben, hep ben
Hep ben oldum sana düş!
Şimdi uçurum... ve sen kenarda
Ben hep düşte kalmayı seçtim.
Ne seni taşıyabiliyorum
Ne sensiz kalabiliyorum.
Adını koyamadım yalnızlığımın
Çaresi sensin, çaresiz de sen!
Hem uzakta dur, hem de çok yakın ol!
Sakın konuşma!
Bozulur büyüsü
Bu derin uykunun.
28
Fatmanur Yokuş
Maskelerin Ardında
Kaybolup Giden
Kalabalık
Göksu Kalaycı
çıkarıp üzerine geçirdi. Oldu olası takmaktan
nefret ettiği kravatını da boynuna dolarken
içinden bu gereksiz resmiyete bir kez daha
küfretti. Odadan çıktı ve gıcırdayan parkelerin sinir bozucu sesi eşliğinde mutfağa girdi.
Buzdolabında hafta sonu kendisine hazırladığı küçük çaplı sabah kahvaltısı ziyafetinden
kalmış bir parça eski kaşar ve bayat simit ile
kahvaltısını ederken bir yandan da bozuk
para çanağından kuruşları sayarak yolda alacağı gazetelerin parasını cebine atmaya çalışıyordu. Çabucak yaptığı kahvaltısından sonra
kösele ayakkabılarını ayağına geçirip siyah,
altın kemerli, sokağa çıkınca işe giden adamların yarısından çoğunda görebileceğiniz evrak çantasını da kavrayarak kapıyı arkasından
çekti. İçinde en ufak bir mutluluk kıpırtısı olmayan, yeni bir sıkıcı bir gün daha başlamış
oldu böylece.
Gece açık kalmış pencereden giren isle
karışık soğuk havayla bir güne daha uyandı
Süleyman Bey. Saat erken, hava henüz sabah
olduğunu belli edemeyecek kadar karanlıktı.
Süleyman Bey uykusunu alamamış, yorgun
gözlerini açtığında. Karısının ölümünden
beri onuncu kattaki loş ışıklı, her daim biraz
soğan kokan lojmanının en kuytu köşesinde,
bir zamanların misafir odasında kalmaya başlamıştı. Duvara dayalı, eski ve yırtılmaya yüz
tutmuş, sararmış çarşaflı yatağından kalkmak,
Süleyman Bey için çok zor olmuştu o sabah da.
Önündeki upuzun günü düşünürken sabahın
ilk ışıklarıyla beraber içini çekerek güne yine
her zamanki karamsar edasıyla: “Yapılacak işler; yüzlerine, sahte maskelerine katlanılacak
insanlarla dolu yeni bir gün daha Süleyman
Efendi… Bunun da üstesinden geleceksin elbet.” dedi kendi kendine, mavi renklerinin
yarısı kazınmış fayanslı tuvaletteki aynada
eskimiş suratına bakarken. İçinden, bu türlü
türlü maskelere bürünmüş, gün boyu yüzleşeceği insanlara etmediği lafı bırakmazken Süleyman Bey, farkında değildi ki kendisinin de
sayısız maskesi, farkında olmadan kullandığı
sayısız kişiliği vardı. Aynada gördüğü parşömen kâğıdı rengi suratlı, yüzü hafiften kırışmaya başlamış ve Ankara’nın tozlu, gri havasının rengi saçlarına vurmuş Süleyman Bey,
dost sandığı aynaların ona ihanet ettiğinin de
farkına varmış değildi henüz. Oysa aynalar,
Süleyman Bey’in taktığı yüzlerce maskeyi ona
göstermeden hepsini içlerine hapsediyorlardı.
Ankara’nın havası da en az Süleyman
Bey ve suçladığı diğerleri kadar ikiyüzlüydü.
Daha bir hafta öncesine kadar bunaltıcı, kızmış güneş tepede parlarken yeni hafta beraberinde Ankara’nın kişilik özelliklerini yansıtan
havayı getirmişti. Gökyüzü, kara kalemle çizilmiş bir resmin üzerine parmakla ovuşturulmuş gibi buğulu ve griydi. Süleyman Bey
evinden çıkıp Kızılay Meydanında onu işine
götürecek otobüse doğru yürürken zaten önceki geceden sesi kendisini uyutmadığından
öfkeli olduğu yağmura biraz daha sövdü içinden, yerdeki su birikintilerinde pantolonunun
paçalarını mahvedince. Sabahın erken saatlerinde işe gitmek için sokağa çıkmış bir kalabalıkla ayaklarını sürüyerek yürümeye devam
etti Süleyman Bey. Kalabalıklar içerisinde
Tıraş olduktan sonra dolabını açıp
neredeyse birbirinden ayırt edilemeyecek
benzerlikteki takımlarından birisini askıdan
29
yalnız olmak en kötüsüydü; ama, bir yandan,
düşününce herkes yalnızdı. El ele tutuşmuş
sevgililerin yüzlerindeki tebessümler, parmaklarındaki dokunuşlar nasıl yalanlar gizliyordu içlerinde, kim bilir! Böyle yapmacık
ilişkileri olacağına yalnız olmayı tercih ederdi
Süleyman Bey. Yoldan geçen onlarca yüz gibi
asık olan suratı ve yanından geçen, silecekleri
bir o yana bir bu yana giden arabalar ile devlet
dairesine gidecek otobüsün durağına vardı az
sonra. Otobüsünü beklerken ceketinin cebinden, içinde az sayıda kalmış, kimisinin sargıları açılmış sigaralarını çıkararak bir tanesini
yaktı. Günün ilk sahte maskesi yaklaştı yanına; kırmızı ojeli, üşümüş ellerini cebinden
çıkararak “Bir sigara alabilir miyim?” dedi,
sahte bir gülümseme eşliğinde. Yüzünü onlarca kat altta bırakan bir tabaka fondöten ve ojeleriyle aynı renk kıpkırmızı dudakları, boyası
dibinden akmaya başlamış saçları ile bu çatlamış sesli kadın, Süleyman Bey’e ellili yılların siyah beyaz filmlerinden fırlamış bir hayat
kadınını anımsattı. Saniyenin yaklaşık dörtte
biri kadarı bir sürede bunları kafasından geçirdikten sonra yavaşça kafasını öne salladı
“Tabii” dedi, kadının sahte gülümsemesine
bir o kadar sahte bir yenisi ile karşılık vererek. Hiç istemeyerek sigaralarından birisini
titreyen, hafifçe kırışmaya başlamış elleriyle
kadına uzattı. Kadının uzun tırnakları tenine
deyince ürperdi Süleyman Bey ve sigarayı verir vermez arkasını dönüp gelen arabaları izlemeye koyuldu.
banının ayrı şekilleri, değişik boyutlarda dikdörtgen kalıpları, izleri vardı. Her sahte kişilik
başına bir ayakkabı tabanı düşüyor gibiydi.
Tıpkı farklı ayakkabı giyip yerde farklı bir iz
bırakabilecekleri gibi, her gün yeni bir benliğe
bürünebiliyorlardı insanlar. Ayakkabı değiştirmek kadar kolaydı bu artık, hatta belki de
istemsiz. Herkesin yağmurda farklı izler bırakan yüzlerce değişik ayakkabı tabanı vardı.
Otobüsün yerleri, insanların ıslak
ayakkabı tabanlarının bıraktığı kahverengi,
çamurlu izlerle kaplanmıştı. Her ayakkabı ta-
On üçüncü katta asansörden indiğinde tıpkı evinde kaldığı oda gibi koridorun en
dibindeki odasına doğru ayaklarını sürüyerek
30
...
Süleyman Bey otobüsten indiği gibi
doğruca karşı kaldırımdaki kırmızı tenteli, henüz açılmış büfeye gitti. Her gün aldığı
gazetelerin ikisinin parasını ödeyerek kendi daireye doğru hızlı adımlarla ilerlemeye
başladı. Girişteki mavi kenarlı, daha sabahın
ilk saatlerinden el izleriyle dolmaya başlamış
dönen camlı kapıdan geçerek asansöre ulaştı.
Kendisi gibi ellerinde siyah, altın kemerli çantalar ve çamurlu tabanlı ayakkabılarıyla asansör bekleyen iki kişi ile beraber girdi içeriye.
En üst katta olan ofisine çıkmaktan, en çok
da yanında başkaları olunca nefret ediyordu
Süleyman Bey. Yine o her zamanki, uzun ve
tuhaf sessizlik hâkimdi. “Havalar ağırlaşmaya
başladı.” dedi içlerinden birisi isteksiz bir sesle. Süleyman Bey ve diğeri, hafif bir homurtu
ile onayladı. Bu zorlama konuşmaların bir an
önce bitmesini istedikleri belliydi; hepsinin
gözleri bir bir sönen kat düğmelerine odaklanmıştı. Süleyman Bey, en üst kata çıkarken
diğer ikisi indi.
çamurlu ayak izleriyle dolu, aynası parmak
izleriyle kaplanmış asansöre adımını attı. Zemin kat düğmesine basınca kenarlarında yanan kırmızı ışık, yaşadığı tek mutluluk sebebiydi her gün.
ilerlerken yanından geçen birkaç kişi ile homurtuyla karışık “Günaydın”larla selam verdi.
Sonunda odasına ulaştığında her günkü rutinin ilk adımı olarak odasına bir çay isteyerek
gazetelerinin birisini açtı. Esmer, üzerine sigara kokusu inmiş genç delikanlı çayı getirdi:
“Afiyet olsun ağabey! Başka bir isteğin olur
muydu?” “Sağ olasın oğlum!” dedi Süleyman
Bey; haftalardır dudaklarının arasından sızmasına izin verdiği tek içten cümle olsa gerekti bu; çaycı delikanlıya burada çalışmaya
başladığında daha ilk günden çok ısınmıştı.
Hep kendisiydi; ne fazlaydı ne de az. Yüzünde hep o hafif sağa kayık gülümsemesiyle
herkese karşı aynıydı, içtendi. O, odadan çıkınca Süleyman Bey yine gazetesini aldı, sandalyesinde arkasına yaslanıp parmaklarını
diliyle ıslatarak sayfaları çevirmeye başladı.
Çay, senelerdir alıştığı gibi yine çeşme suyu
tadındaydı; Süleyman Bey’in dairedeki bütün
günü bu çeşme suyunu içmeye katlanıp gazete okuyarak geçiyordu. Bu durumdan her ne
kadar şikâyetçi olsa da en azından insan yüzü
görmek zorunda olmadığından kendini şanslı
sayıp haline şükrediyordu.
...
Otobüsten inip de eve gidene kadar
yine paçaları sırılsıklam olan Süleyman Bey,
sabah evden çıktığı küfürlerle girdi o akşam
yine eve. Önceki akşamdan kalmış, hafif bozulmuş görünümlü zeytinyağlı fasulyeyi buzdolabından çıkarıp bir iki kaşık aldıktan sonra odasına gidip üstündekileri çıkardı, tahta,
kenarlarını güveler yemiş sandalyesinin arkasına astı. Eskilikten parçalanmak üzere olan
fakat Süleyman Bey’in hâlâ yenisini almamakta ısrarcı olduğu, rengi solmuş, tüylenmiş, gri pijamalarını giyip ayaklarına iki numara küçük gelen terliklerini de geçirdikten
sonra televizyonun karşısına geçip haberleri
izlemeye koyuldu. Her geçen gün, haberleri
izlemeye takati giderek azalıyordu: En fazla
kişiliği olup da hangisini kullandıklarına kendilerinin bile karar veremediğini düşündüğü
politikacıların bitmek bilmez konuşmaları,
kendilerini adetâ bir ilah zannettikleri rahatça anlaşılabilen seslenişleri ve büründükleri
türlü türlü benlikleri kaldıramıyordu Süleyman Bey. O gün de kanaldan kanala çabucak
gezindikten sonra, kendisi için uykudan daha
iyi bir plan olmadığı sonucuna vardı bir kez
daha. Ayaklarını yerde sürüye sürüye kuytu
köşedeki tek kişilik odasının hemen yanındaki banyonun kapısından içeri girdi.
...
Günün başından beri gözünü ayırmadığı akrep ve yelkovan saat beşi gösterince
Süleyman Bey, bir iş gününün daha bitmiş olmasının verdiği mutlulukla derin bir iç çekti.
Geldiğinden beri yalnızca gazetesindeki bulmacayı çözmek amacıyla bir kalem almak için
açtığı siyah, altın kemerli çantasını ince sapından bileğine geçirerek yerinden kalktı. Yine
koridorun sonundaki asansöre gidene kadar
karşılaştığı, altlarında yüzlerce karakter gizli,
kendi derisinin altındaki bir o kadar sahte dudaklarıyla gülümsemeler yolladı; bu, asansöre
giden yol, hiç bitmeyecek gibi geliyordu her iş
çıkışında. Kulakları, kösele ayakkabılarının,
üzeri gri noktalı eskimiş yer karolarının üzerinde çıkardığı seslere yıllardır o kadar alışmıştı ki bunun yerini sessizlik alsa garipseyecekti sanki. Asansör neyse ki çok bekletmeden
geldi bu sefer ve Süleyman Bey bir kere daha
içinden nefret sözcükleri geçirerek, derin bir
iç çekerek zemini, sabahki yağmurdan kalmış
Süleyman Bey dişlerini fırçaladıktan
sonra uzun süre ayna ile bakıştı. Sabah aynada olan adam ile şimdikinin arasında kaç
farklı kişilik değiştirmiş, kaç farklı sahte gülümseme takınmıştı, kim bilir! Fakat tıpkı
diğerleri gibi Süleyman Bey de maskelerini
saklamakta o kadar başarılı idi ki kendisi bile
ayırdında değildi artık kim olduğunun. Uzun
zamandır farkında olmasa bile Süleyman Bey
de maskeler ardında kaybolan kalabalığın
içinden biriydi…
31
Tek Kişilik Koltuk
Aysel Kapsız
Yine yalnızlıkla karşı karşıyayım odamda
Ben anlatıyorum, o dinliyor
Birikmişliklerimi anlatıyorum
Yılgınlıklarımı, yenilgilerimi
Zaferlerimi sevmiyor yalnızlığım...
Loş ışıkta gözleri çarpıyor gözüme
Kayboluyorum sonsuzluğunda o hissiz
gözlerin
Ellerini uzatıyor bana, o soğuk elleri
Dokunmadan ürperiyorum
Ayak parmaklarımdan başlayan uyuşma
Tüm vücudumu sarıyor, yavaş yavaş
Beynim, hislerim, düşüncelerim
Hepsi tutsağı olmaya başlıyor yalnızlığımın
Ağlayamıyorum, gülemediğim gibi
Sadece yalnızlıkla oturuyorum
Tek kişilik koltukta
Elimde sıcak çikolatam, aklımda sen varsın
Bi’ de yanımda yalnızlığım.
Pınarnaz Eren
32
Bizim Olan
Şu Dünya
Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” sözü, bir doğa felsefesi olarak ortaya
çıkmasına rağmen doğanın değil, insan düşüncesinin özünün yakalanması konusunda
son derece önemlidir. Düşünüş akımlarının
temelinde yatan; ama en fazla göz ardı edilen
bu anlayış, istemli veya istemsiz, söyleminden
sonraki yüzyıllarda yankılar uyandırır. Şöyle
ki, düşündüğümüz her fikrin özünde, fikri
üreten kişinin bir insan olduğu kaçınılamaz
bir gerçektir. Acaba metafiziğe kattığımız bu
“insanlık” etkeni, felsefi düşünceler için bir
engel konumunda mı yoksa artık bazı düşünce sistemlerinin amacı haline mi geldi?
Mert Uşşaklı
Descartes’ı sırf bir özel ‘durum’ olarak değil
çoğu dini düşünce sisteminin bir temsilcisi
olarak ele almalıyız. Bizim “özel varlık” oluşumuzla başlayan bir felsefeden bahsediyoruz
burada. Descartes’ın felsefesinin amacı doğanın özünü kavramak olsaydı burada yaptığı
ayrımın ne kadar yanlış olduğuna parmak
basabilirdik. Nasıl olsa, köpek ile insan arasındaki farkların sadece biyolojik farklılıklar
olduğu gerçeği bugün içimize işlemiş gibidir.
Lakin Descartes bu ayrımı yaratmadı; zaten
insanların içinde var olan bir anlayışı kâğıda
yazmak dışında bir şey yapmadı aslında. Kendisi, bunu ‘hakikat’ zannediyordu.
Öncelikle bu anlayışın bazı örneklerine bakalım. İlk önce Rene Descartes: Descartes’ın felsefesinde bu anlayışın son derece
şiddetli bir skolastik felsefe kapsamında dayatıldığını görürüz. Descartes, varlıkları “res
cogitans” ve “res extensa” olarak ikiye ayırır.
Res cogitans; insanları, düşünceye sahip olan,
özgür, tanrının içlerine üflediği ruhu taşıyan
bizleri temsil eder. Res extensa ise, diğer bütün gözle görebildiğimiz varlıklardır: Köpek,
kalem kutusu, makarna, bitkiler, ağaçlar.
Skolastik anlayışın temelinde evrenin merkezine insanı koymak çok yaygındır; fakat
Suratımıza insan temelli felsefe anlayışını bu kadar da çarpmayan ama yine de dikkat ettiğimizde o anlayışı, kuramının içinde
sakladığını bildiğimiz başka bir filozof ise Immanuel Kant. Kant hakkında herkesin bildiği
şeylerden biri Kant’ın bildiklerimizi “a priori”
ve “a posteriori” bilgiler olarak ikiye ayırmasıdır. Özetlemek gerekirse “a priori” bilgiler,
bilincimizi kazandığımız andan başlayarak
adımız gibi bildiğimiz; “a posteriori” bilgiler
ise “a priori” bilgilerin üzerine öğrenerek yerleştirdiğimiz bilgilerdir. “A priori” bilgileri sırf
aklımızla edinebilirken “a posteriori” bilgiler
33
için aynı şey geçerli değildir. Örneğin, Kant’a
göre boşluk ve nedensellik gibi kavramlar, herkesin kabul edebileceği evrensel gerçeklerdir.
Boşluk, eşit bir şekilde her tarafa yayılmıştır
ve diğer maddeyi kapsar. Masanın üzerindeki
bir bardağı ittirdiğimizde, düşeceğini tahmin
edebiliriz. Lakin bu gerçeklerin evrenselliği
sadece bizim insani ölçülerimizde geçerlidir.
Genel ‘izafiyet teorisi’ kapsamında boşluk
denen kavramın (her ne kadar bizim için anlaşılması güç olsa da) mükemmel bir düzenlilikle devam edemeyeceği kabul görmüş durumda. Benzer bir bilimsel görüş birliğinden
bahsedecek olursak Heisenberg’in “Belirsizlik
İlkesi” çerçevesinde de nedenselliğin de her
zaman geçerli olamayacağı, bazı nedenlerin
hangi sonuçları ortaya çıkaracağının kestirilemeyeceği kabul görmüştür.
Elbette ki buradaki amaç, bilimin metafizik üzerine gösterdiği bir başarıyı anlatmaktan çok, metafiziksel düşüncelerin içine
ister istemez, ne kadar insan etkeninin katılabileceğini anlamamızdır. Bizim ölçülerimizde evrensel olan, hayal bile edemeyeceğimiz
büyüklükteki evren için mutlak bir hakikat
oluşturmayabiliyor. Bu, her zaman kötü bir
şey değil elbette. Felsefe her zaman evrensel,
34
ontolojik bir çalışma olmak zorunda değil. İnsani bir bilimin bir ayağının insana basması
son derece önemli; ama öte yandan kendimizi
evrenin içine her fırsatta katmakta olduğumuz gerçeğinin farkında olmamız da önemli.
İçine insani varsayımlarımızı kattıklarımızı sadece bilim ve felsefeyle sınırlandırmamak gerektiğini de vurgulamak gerekir.
Edebiyat ve müzik de temelinde belirli bir felsefeye sahip alanlardır. Özellikle yanlış anlamamamız gereken bir nokta var: işlediğimiz
temaların ve yaptığımız analizlerin içinde istemsiz varsayımların hepsinin yanlış olduğu
kanısına varmak. Bizi biz yapan insan olmaksa bu gerçekle de sonuna kadar kucaklaşmalıyız. İyi yönlerimizle, kötü yönlerimizle (ama
çoğunlukla tatlı trajedilerimizle) suratımıza
bizi çarptığı için edebiyatı bugün bu derece
yüceltebiliyoruz. Bu nedendir ki amacımız
evreni tanımaksa bir şekilde, insanı tanımaksa başka bir şekilde hareket etmemiz gerekiyor. Yaptığımız hatalarla kendimizi tanımalı
ve unutmamalıyız ki doğa insanlardan önce,
insanlar ise felsefeden ve bilimden önce geldi
bizim olan şu koca dünyaya.
Gidiyorum
Gidiyorum… “Gidiyorum” sözü
artık benim için sadece kavgalarda söylenen
ama asla eyleme dökülemeyecek, havada
bir laf değil. Bu defa, gerçekten gidiyorum. Üstelik bunun doğuracağı bütün sonuçları
göze alarak ve gelecek tepkilerin farkında
olarak… Komşularım ve akrabalarım anlam
veremeyecek bu gidişe çünkü görünürde hiçbir
sebep yok... Orta gelirlilerin yaşadığı hoş bir
semtte bahçeli, şirin bir evimiz varken ve eşim
Michael’ın bir araba fabrikasında; sinemalara,
tatillere ve diğer lüks ihtiyaçlarımıza
para ayırabilecek kadar iyi bir işi varken
gidiyordum. Michael’ın gözünün bebeği gibi
baktığı bir ‘Cadillac’ arabamız varken hatta... Michael beni asla affetmeyecekti,
benim onu affetmeyeceğim gibi. Biliyorum;
Chris’e bakacak, onun sırtını sıvazlayacak
bir “anne” bulacaktı. Chris belki bir sene
beni hatırlayacak, hatta geceleri rüyasında
görecek ve babasına “Annem nerede?” diye
soracaktı ama sadece bir sene. Sadece bir
sene hafızası beni barındıracak ve sonra
unutacaktı çünkü eminim ki Michael’ın
yeni eşi, onun yeni annesi olacaktı. Yeni
annesinin Chris’e benden daha fazla sevgi
göstereceğinden kuşku duymuyorum ve
bu yüzden gözüm asla arkada kalmayacak. Kabul ediyorum, beceriksiz ve bencil
bir anneyim. Çocukları için kendini feda
edecek, onlar için sosyal hayatını, geleceğini,
değer verdiği dostlarını bir kenara atıp dört
duvar arasında hapsolacak bir kadın değilim. “Zekâ özürlü bir çocuğu nasıl bakıcıya emanet
edebilir? Ne biçim bir anne bu? Kocasının
geliri ikisine de yeter. Peki, ama Chris
bakıcıların elinde mi büyüyecek?” türünden
tepkileri duymazdan gelmeye çalıştım;
ama insanların rahatsız edici bakışlarına
daha fazla dayanamazdım. Ve bütün
günümü geçireceğim o eve, Chris’le birlikte
Yunus Emre Erdölen
kapandım. Bir zaman sonra Sarah doğdu.
Çevremizdekiler
ikinci
çocuğun
da
zihinsel özürlü olabileceği konusunda
bizi uyarmışlardı ama Michael da ben
de bunun imkânsız olduğunu biliyorduk
çünkü Chris’in hastalığı genetik değildi. Sarah’ın giysilerini, mamalarını,
eşyalarını,
cüzdanımı
ve
giysilerimi
çantama yerleştirdim. Ve her gün saat altıda
çalmasına alışık olduğum o kapı zili evin
içinde yankılandı yine. Chris zili duyduğu
gibi odasından fırladı ve kapıyı açtı. En çok
babasını seviyordu sanırım; en azından ben
öyle umuyordum. O hazin olaydan bu yana
bana bağlanmaması için elimden ne geldiyse
yaptım. Her “Annem” dediğinde “Efendim”
diyebildim sadece, kendime sakladım
kollarımı, ondan esirgemeye çalıştım sevgimi,
ona sarılmadım. O Michael’ın eseriydi, onu
her gördüğümde Michael geliyordu aklıma,
bu da beni kendi oğlumdan uzaklaştırıyordu. Michael, Chris ile birlikte odaya
girdiğinde; “Bavulunu almayacak mısın?”
diye sordu. Elimdeki tıka basa dolu çantayı
görmüş ve Sarah’ın dışarı çıkmak üzere
giydirilmiş olmasından, durumu anlamıştı
sanırım. Bu anın er ya da geç mutlaka
yaşanacağını biliyor gibiydi. “Bu çanta yeterli,
fazla yüküm olsun istemiyorum.” dedim.
Ne de olsa senelerce başkalarının yükünü
çekmiş olmaktan yorulmuştum ve hafiflemek
istiyordum. “En azından seni yolcu etmeme
izin ver. İstasyona kadar beraber gidelim.
Chris için de iyi olur.” dedi. Giderken Chris’i
yanıma almayacağımı ve trenle gideceğimi
biliyordu. Onunla evlenmek uğruna ailemi
nasıl sessizce terk edip trenle kaçmışsam,
şimdi de trene binerek ondan uzaklaşacaktım. Çantam ve paltomla birlikte Sarah’ı da
alarak evden çıktım. Michael ve Chris
arkamdaydılar, sımsıkı kenetlenmişti elleri
35
birbirine. İstasyona kadar hiç konuşmadan
sessizce yürüdük. Gündelik yaşantımızda
da pek konuşmazdık zaten iki ölü gibiydik. İstasyonun başındaki merdivenlerden
inerken gördüğüm bir seyyar fotoğrafçı,
duvara yaslanmış etrafı gözlüyor, gelen
geçen her yolcuya olası bir müşteri gözüyle
bakıyordu. “Son bir fotoğrafımız olsun
çocukların büyüyünce bakabileceği bir
fotoğraf…” dediğinde itiraz etmedim.
Sadece poz verecektim. Fotoğrafların
birini ben aldım, diğerini de Michael aldı.
Hızlı adımlarla trenin kalkacağı perona
gidiyorduk ki “Biletin var mı?” diye sordu.
“Bir ay önceden almıştım.” dediğimde
şaşırdı. Üç aydır bu yolculuğa hazırlandığımı
bilmiyordu, bilemezdi de… O olaydan beri
paylaştığımız tek şey yatağımızdı çünkü. Tren peronda bekliyordu. Bana uzun
uzun baktıktan sonra “Geri dönecek misin?”
diye sorduğunda “Hayır.” dedim kayıtsızca.
Hiçbir şey demedi, öylece sustu. Yalnızca
sarılmak istiyordu. Ona ilk defa engel olmadım.
Ardından hiçbir şeyden haberi olmayan ve
etrafına masum gülücükler saçan Chris’e
sarıldım. Şaşırmış olmalıydı; annesi onu ilk
defa bu denli sevgiyle kucaklıyordu çünkü.
O da konuşmuyor, sadece gülümsüyordu. Bu
sırada Michael da Sarah ile vedalaşıyordu ki
ağladığını görebiliyordum ve bu hiç ama hiç
umurumda değildi. Geceler boyu o kadar
çok ağlamıştım ki bir hafta durmadan ağlasa
üzülmezdim onun için. Sarah’ı çekip elinden
aldım ve trene bindim. Kompartımandan
dışarıya baktığımda, Chris ve Michael’ı
belki de son kez görüyordum ve üzüntü
duymuyordum, sanki duygularımı tümüyle
yitirmiştim. Sadece Chris için ağlayabilirdim
ama ağlamadım; O, Michael’ın bir eseriydi.
Eğer onu da yanıma almış olsaydım, her geçen
gün içimi kemiren, unutmaya çalıştığım
36
o olayı da yanımda götürüyor olacaktım.
Bu isteyebileceğim son şey olurdu… “Chris’e hamile olduğumu öğrendiğimizde,
biz evli iki genç havalara uçmuştuk.
Hayatımızın en iyi günlerini yaşıyorduk
adeta. Tek sorun Michael’ın hala içkiye devam
etmesiydi. Sarhoş olmadığı sürece sorun yoktu
ve Chris doğduğundan bu yana hiç sarhoş
olmamıştı. Ancak Chris bir aylıkken bir gün eve
körkütük sarhoş geldi. Ne yaptığının bilincinde
değildi, evdeki eşyaları rastgele fırlatıyordu.
Ne yapacağımı bilemedim, gerçekten çok
korkmuştum. Chris’i kundaktan aldım ve
Michael’a bağırmaya başladım. Durmalıydı
ve hemen kendine gelmeliydi. Bu ailenin
reisiydi o, liseli bir kaçık değil… Ama sözlerim
onu daha da sinirlendirmiş olmalı ki bana
vurmaya başladı. Dengemi koruyamadım ve
düştüm. Düşerken Chris’i korumak için ona
sarılmış olmama rağmen zarar görmesine
engel olamadım. Kafa üstü düşmüştü…”
Gülümsedim ve el salladım. Tren yavaşça
hareket etmeye başladı. Tüm acılarımı,
sıkıntılarımı ve peşimi asla bırakmayan
geçmişin o karanlık gölgesini geride
bırakıyordum. Ne tertemiz, hayatın tüm
kirliliğinden habersiz zavallı bir çocuğun
hayatını karartan bir alkol bağımlısına
tahammül etmek zorundaydım ne de
örnek bir anne olmak... Bütün bunlardan
kurtulmuştum, elime sadece bir çanta
ve bir bebek alarak yükümü hafifletmeyi
başarmıştım. Kabul ediyorum; çok kötü
bir anne, affetmeyen bir eştim fakat şimdi
özgürdüm ve artık adımı kirleten, bana
sorumluluklar yükleyen, beni kalıplara
sokan sıfatlarım yoktu. Trene binmeden önce
çektirdiğimiz fotoğrafı buruşturup camdan
dışarı fırlattım. Ne Chris’in ne de Michael’ın
yüzünü hatırlamak zorunda değildim. Ne de
olsa önümde uzun bir yol ve yeni bir hayat vardı.
Şerna Viyan Petekkaya
O An
Cemal Yağcıoğlu
fark etti. Rüzgâr kirlilikten sertleşmiş sakallarını okşuyordu. Adam derin bir nefes aldı
ve ölümün kokusunu titreyen göğsünde hissetti. Ölümden korkusu yoktu ancak ölümü
bile özgür yaşayamama fikri içini ürpertiyordu. Adam, çözülen ellerine baktı: ellerindeki
her çizgi, duvara atılan çizikler gibi, geçirdiği
uzun zamanı yansıtıyordu. ...
Mahkûm ve kısıtlanmış geçen yılları
adamın suratındaki çizgilerden kolayca belli
oluyordu. Üzüntüsü artık ağlamanın değerinin kalmadığı gözlerinden seçiliyordu. O,
bunun son günü idi ama adamın suratındaki
ifade, ilk hapis günündekiyle aynıydı. Daha
bir gün önce, görmekten bıktığı gardiyana
saldırıp idam cezasına çarptırılmıştı. Onu
götürmeye gelen gardiyan zindana doğru yavaşça yürüyordu. Adam, sakince nefes almaya
devam etti ve durgun yüzüyle gardiyana baktı.
Gardiyanların boşluğunu yakaladığı bir anda koşmaya başladı. Saçları gözünün önüne geliyor, görüşünü engelliyordu.
Arkasından koşan gardiyanların seslerini
rüzgârın uğultusuyla karışık duyuyordu.Yaşlı
adamın kalbi gittikçe hızlı çarpmaya başlamıştı. Adam, tepenin ucuna geldiğinde masmavi
denizdi gördüğü. Yıllardan sonra ilk defa o an
gülümsüyordu. Koşarken sıktığı eli terlemişti
ve rüzgârın serinliğini elinde hissediyordu.
Zindanından bunca yıl sonra çıkan adam, on dakikalığına da olsa özgür
hissetmenin ölüme değeceği düşüncesiyle
yavaş adımlarla yürüyordu. Bir anda önünde
buldu idam sehpasını ve uzun bir ipi. Bir gün
önce saldırdığı gardiyanı gördü, suratındaki
mutluğu gördü... Yapacak bir şeyi kalmamıştı.
Adam o kadar çaresizdi ki o an onu endişelendiren tek şey, son isteği sorulduğunda ne yanıt
vereceğiydi. Ne ailesi ne de dostu vardı; kimin
için, ne için istekte bulunacaktı?
Tek bir adımla bıraktı kendini uçurumdan. Tutuklu geçen hayatını özgür bitirmek için bir adım... Bıraktı onca yılı, hüznü,
korkuyu arkasında. Düşerken kollarını sımsıkı havada tuttu, yumrukları sıkılı... Tıpkı isyan
eder gibi…
Bulutların
arkasından
yüzünü
göstermeye başlayan güneş, adamın yüzüne
çarpıyordu. Bulunduğu yere ilk defa geliyordu ve bir denizin yakınında olduğunu o an
37
Mavisini Derinliğin
Gözlerim kapalı ıslak rüzgârın içinde
Bir hüsrandır sarmalamış ruhumu
Mavisini özledim derinliğin
Kıyıları güneşin ateşiyle yansımış
İndirme gözlerini bir tutam karanlığa
Yıldızları toplamış bir sepet içine
Güzün son yaprağını beklerken
Silinmesin şeffaf duygular yüzünden
Taşımış bulutları hüznün
Bir damla suyun renklerini
Düşlerin ıslanmış yağan yağmurun altında
Yeşili ışıldamış zümrütün bir umut içinde
Gökyüzünden gece düşmüş vuran ilk ışıkla
Sözlerin havada hükümlerini taşıyorlar
İzin ver hayallerini süslesinler
Işıkların karanlığa meydan okurmuşcasına yansısın
Cesaretin adımlarındaki ağırlık olsun
Bırak toprakta izin çıksın
Derinliğine ulaşacaksındır mavinin
Umudun kırık bir cam kasede
Duyguların aydınlığın rengine bürünmüş
Gözlerim kapalı bir ateşte
Sıcaklığı tenime acının adını yazar
Gülümsemendir yazılanın anılara gömülmüş hali
Gözlerimi açarım ıslak rüzgârın içinde
Soğuk damlaları vurur rüzgarın tenime,
Güneş denizin altına kaybolmuş
Yıldızlar geceye düşmüş
Karanlık maviye yansımış
Ancak hâlâ ışıklarım düşlerimde yanar
38
Sıla İnel
“Baba”ymışım Gibi
Bugün de bitti.
Saatimdeki akrep ve yelkovan
Beni de sürüklemişti sanki.
Gün bitti, ben bittim.
Bir yabancı gibi bakıyordum kendi aileme
Eşime, oğluma...
Çünkü kendimi “baba” sıfatını taşımaya değer bulmuyordum
Mutlu edememiştim ailemi.
Şimdiyse bir durakta otobüs beklerken
Düşünüyordum kendimi
“koca”ymışım gibi...
O minik hüzünlü gözlere neşe dolduracakmışım gibi
Üzmemişim gibi...
Ezmemişim gibi...
Belki de sorumluluklarımdan kaçmamışım gibi...
Hiç olmazsa sadece
“baba”ymışım gibi...
*Cemal Süreya’nın “Fotoğraf ” şiirinden esinlenerek yazılmıştır.
39
Deniz Özcan
ANUBİS
Döne-mimle
Biz bir boşluğa atıldık. Hayır, hayat metaforu yapmıyorum.
Bir işe başvurmak nasıl bir cehennem olacak düşünsene...
Biz bir boşluğa atıldık. Herkes bize yardım etmeye çalışıyor ama kimsenin yardım
edemeyeceğini biliyoruz.
Ben kendi yardımcı-ları-mın elini öpmek istiyorum.
Bize kimsenin yardım edemeyeceğini biliyoruz ama denemeleri:
Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez ki...
Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez. Bunu bilerek bir boşluğun içindeyiz ve yerçekiminin ne
yönden geleceğini kestiremiyoruz.
Tek bildiğimiz, yerçekiminin bir yönden geleceği ve kimsenin bize yardım edemeyeceği.
Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez.
Kalbimizin bir tüyden hafif gelmesi için kalbimizi yememiz gerekiyor. Bunu bize yardım
edemeyecekler yapmaya çalışıyordu zaten, ama basit hayatta kalma içgüdüsü: izin vermedik.
İşte bu nedenle kalbimizi kendimizin yemesi gerekiyor.
Bunu yapmak istemiyoruz. İstemediğimiz için olabildiğince yavaştan alıyoruz ama,
yerçekiminin geldiği sırada hazırlıklı olmak istediğimiz için de tamamen durmamız mümkün
değil.
Bize kendi kalbimizi yediriyorlar.
Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez, ama bunun için çalışabiliriz, tam da bunu yapıyoruz.
Biz bir boşluğa atıldık. Herkes yardım etmeye çalışıyor ama kimsenin yardım edemeyeceğini
biliyoruz.
Derya İnal
41