Martı-Ocak 2013 - Robert College
Transkript
Martı-Ocak 2013 - Robert College
bo s p h o ru s ch r o n i c le The quarterly Robert College Newspaper A supplement of the Bosphorus Chronicle January 2013 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Ocak 2013 ekidir. Martı Düşler ve Yansımalar 1 Yayın Adı Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer - T.C. Sorumlu Öğretmen Özgül Akgül Editör Z. Elçin Metin Tasarım ve Sayfa Düzeni Pınarnaz Eren Z. Elçin Metin Yazarlar Z. Elçin Metin Ecegül Bayram Şerna Viyan Petekkaya Tülay Çalışkan Deniz Şahintürk Rojin İdil Erdoğdu Pınarnaz Eren Çağla Ceren Türkoğlu Ecenur Etiler Oğuz Yıldız Emre Manavoğlu Kapak Fotoğrafı Aslı Töre Yönetim Yeri Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No:87 Arnavutköy/İSTANBUL Tel: (0212) 359 22 22 Yayının Türü Yerel, Süreli Yayının Dili Türkçe Ofset Hazırlık ve Basım Yeri Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL Tel: (0212) 629 05 59-60 Basım Yılı Ocak 2013 iler ek nd İçi 1 n 3 a k alış ren 4 Ç y üla rnaz E bol T 5 ı lar Pına en Eli aş u c 6 l t r ∞ lpe Yo Top ğlu A 7 z yat ş a a dü yşen cimo er nH a 10 i y n A S Ere a r m n A a u a 0 l ı Rüy Batuh Şafak navoğ u 1 1 Aşk m l i , 1 a t Ben oyra zden re M çükoğ n 12 H nÖ u m ü r e çin? E cu K n To lu l 2 e ard ua İ o Bur Berfi çüoğ a 1 3 K , D y ü er ir Vaz şamak rcu K tekka n 1 5 ilav Son B 1 e ti u a D e P Y ti B u Geç e M n k l a t a h n n y y i 17 i e U i a r l u ç l, m Ta Söy na V . El etekk an o k 9 b o Ç Eli Şer ım!” Z yan P alışk n 1 0 n a e d i Ç e y r ya m Ba rna V ülay az Er u 2 0 lpe T n e 2 ,A u d s i d yor mak Ş açağı” Pınar rdoğ u i E t 1 s İ d E n * ğ i K ğ l k i o u 2 3 r a n Do aç d d u İ L m r l m z 2 k ğ ta “Yağ lE jin Ya Ula Ro in İdi Türko ğlu ler rılmak 24 r k i i ü j o Ş , Kı şt i Ro eren nav rk i l ü k 25 çe ak ve D İlişkis Ç. C re Ma hintü ız “Çi ırılm k i 25 k a d ç ld k, K üşle l Sonu n Çocu i... Em eniz Ş uz Yı rk a D 26 , m ü dik Haya rmeye endim * D ler Oğ ahint uk Kır i ’ ş 27 Dü Dü niz Ş rikav uş Gö rum K a 28 y e ğ Rü mıyo * D rin E Durm uş a 29 l e k Bu n D gecan ur Yo ycı e 32 k E an şer ala 33 Dü er Şey Fatm su K apsız k lK H ğim ı ö l i 35 G k d e ibiy resizli balık k Ays t Uşşa en 7 G a l n Ça Kal Koltu Mer rdö u 3 8 Dü l E n 3 a e ğ k e y Gid Kişili Dün Emr ağcıo nel p 39 lu Tek n Şu nus al Y la İ o b ı n Yu em n S ca Ola Kay da im yorum An C rinliği iz Öz z n i ı B i O De rd en i Gid iD nA n i b i i r s i e l G v ske Ma mışım Ma y ba” “Ba Editörden “İki çocuğun bu hali o kadar sevimli ve güzeldi ki, buz parçaları neşe ile dans etmeye başladılar ve böylece Kay’a bir çift yeni patenle birlikte hürriyeti ve dünyayı verecek olan Edebiyat kelimesini kendiliklerinden yazdılar.” Karlar Kraliçesi, Andersen Robert Kolej’le tanıştıktan sadece bir hafta sonra Martı’yla arkadaş olmuştum. Bu sıfat bana hep hayali geldi ve bu sene bana mutlulukla birlikte çok şey verdi. Yaprakları tutkusundan dökülen bir sonbahar boyunca Martı’mızı her şeyiyle benimsemem, kabul etmem, sevmem, çok sevmem ve sonra daha çok sevmem gerekti. Defalarca rüyalarımda kelimelere gömülmüş bir şekilde Martı sütunları düzenledim. Gözlerimi kapadığımda nereden geldiğini bilmediğim cümlelerle doldum, susmuyorlardı. -bunu istediğimden değilKurabiye yaparken bile onu düşünür hale gelmiştim. Kendimi Martı’ya hediye ettim. O da bana aynı tutkuyu paylaştığım, yazmadan duramayan arkadaşlar ve çok özel bir öğretmen verdi. Ben yerine biz demeyi, hislerimle okumayı, paylaşmayı ve kendi sesime güvenmeyi öğretti. Biliyorum, kalp atışlarımız çok dağınık ve hepimizin kendi dünyası var. Yine de çok birlikteyiz ve istersek anlaşılabiliriz diye düşünürken buz parçalarımız neşeyle dans etmeye başladı. Hanımeli kokusunu sevdiğimi bildiğim gibi biliyorum bunu. Buz parçalarımız neşeyle dans ederken dünya hayaller ve harflerle doldu. Aslında tüm ihtiyacımız olan buydu. Elçin Aşkı Arayan Hayat Yolcuları Tülay Çalışkan hayatının aşkı, diğer yarım kürede, adını hiç duymadığı bir adada yaşıyordu; belki de tanıdığı biriydi ama şimdiye kadar onun farkına varamamıştı. Sevim, kitaptaki bir cümleye neden bu kadar takıldığını anlayamıyordu. “Bu kadar mı muhtacım hayatımın aşkını bulmaya?” diye sorup güldü kendi kendine. O sırada Sevim’in gülüşünü gören Hakan, onun ne kadar güzel bir kadın olduğunu geçirdi aklından. Sevim’e doğru yürüdü ve yandaki boş koltuğa oturdu. Sevim, tanıdığı erkekleri bir bir aklından geçirip hayatının aşkı olup olmayacaklarını sorgulamakla meşgul olduğu için yanına oturan adamı fark etmedi bile. Hakan, kendini Sevim’e fark ettirmek için öksürerek boğazını temizledi. Ne kadar klişe bir hareketti! Hakan’ın diğer yanında oturan temizlik hastası Naciye, adamın hasta olduğunu sanıp kendisine de virüs bulaştıracak diye tedirgin oldu, suratını buruşturup hızla kalktı oturduğu yerden. Hakan’ın Naciye’yi fark edecek hâli yoktu, bir anda dikkatini çeken güzel kadınla, Sevim’le, sohbet etmek için fırsat kolluyordu. Naciye hızla Hakan’dan uzaklaşmaya çalışırken Murat’a çarptı. Naciye’nin çantası yere düşünce mikropları %99’a kadar öldüren antibakteriyel el temizleme jeli de yere düştü. Sinirden küplere binen Naciye, Murat’a çemkirmeye hazırlanırken ilk görüşte aşk sandığı o saçma duygu yüzünden bundan vazgeçti. Tıpkı filmlerdeki gibi çantasını almaya eğilirken Murat’ın da eğileceğini ve göz göze gelip tanışacaklarını düşünüyordu ki Murat, “Önüne “İstanbul uçağı yarım saat gecikmeli kalkacaktır.” anonsundan sonra insanların yüzlerindeki bıkkın ifadeyi inceleyerek kendine oturacak bir yer buldu Sevim. Kaldığı yerden kitabını okumaya devam edecekti; ama nerede kaldığını bile unutmuştu. “Tatilde kitap okumak hep yalan oluyor.” dedi kendi kendine. Bunu daha önce de tecrübe etmiş olmasına rağmen tatile çıkarken yanına birkaç kitap almaktan vazgeçemiyordu. Kaldığı sayfada bir cümleye takıldı gözü: “Onunla aynı trene binen, tren sancılı bir ses çıkararak kalkarken trene el sallayan, bir önceki trenden inip bavulunu sürükleyerek istasyondan ayrılmakta olan ve hatta trende yanında oturan kişinin hayatının aşkı olmadığını nereden bilecekti?” Okuduğunun etkisinde kalmış olacak ki merakla etrafına bakındı. Tanıdık bir yüz bulmak umuduyla kalabalığı tarar gibi bakıyordu insanların yüzlerine. “Hangisi hayatımın aşkı olabilir?” diye soruyordu kendine. Sonra bu düşüncenin çok saçma olduğuna karar verdi ve yaptığından utanmış gibi indirdi kafasını. Bu gergin kalabalıktan biri en yakın arkadaşı da olabilirdi, ruh ikizi de, hayatının aşkı da… Hayatının aşkı İstanbul’da havaalanında bekliyor olabilirdi, bavulunu tam banttan çekecekken hemen yanındaki bavula uzanan el, hayatının aşkına ait olabilirdi, hayatının aşkı elinde isim kartıyla birini bekleyen takım elbiseli adam da olabilirdi, onu eve bırakan taksi şoförü de… Belki hayatının aşkı daha dün ölmüştü, belki hayatının aşkını bulduğunu sanıp evlenmişti. Belki 1 baksana kardeşim!” diye bağırarak çekip gitti. Bu arada, tanıdığı erkekleri gözden geçirirken üniversite arkadaşı Can’ın iyi bir aday olabileceğinde karar kılan Sevim, ona mesaj atmaya karar verdi. “Can’cım nasılsın ya, görüşemedik uzun zamandır. Tatildeydim, İstanbul’a dönüyorum, yarın akşam müsaitsen buluşup eski günleri yâd edelim.” yazdı, okudu, bir daha okudu, beğenmedi, sildi. Daha etkili bir mesaj atmak için telefona odaklanmış, deli gibi düşünüyordu. O sırada boğazını temizlemekten fenalık geçirecek olan Hakan, Sevim’in sevgilisiyle mesajlaşıyor olabileceği ihtimalini geçirdi aklından. Naciye yaşadığı şoku üzerinden atamıyordu, el temizleme jelini bile almadan tuvalete koşup ağlamaya başladı. Sevim, inatla mesaj yazıp yazıp siliyordu; Hakan, en sonunda “Merhaba hanımefendi! Saatiniz kaç acaba?” gibi saçma bir soru sorunca havaalanında olduğu aklına geldi. “Karşıda koskocaman saat var beyefendi, görmüyor musunuz?” deyip son yazdığı mesajı Can’a yolladı. Sevim’le tanışmak için tüm umutlarını kaybeden Hakan, şansına lanet ederek oturduğu yerden kalktı ve oradan uzaklaştı. Sevim, Hakan’ın gittiğini fark etmemişti bile, Can’ın gerçekten hayatının aşkı olup olamayacağını tartıyordu kafasında. Ne yazık ki Can, üniversitede Sevim diye bir arkadaşı olduğunu bile unutmuş, tüm bunlar olurken İtalya’da kızlarla gününü gün ediyordu; telefonuna bakmadı bile. İstanbul uçağına binme zamanı 2 gelmişti, yolcular uçağa alındıktan sonra Sevim son bir umutla telefonuna baktı. Can’dan mesaj gelmediğini görünce üzülerek telefonunu kapadı. Kitapta gördüğü o cümle hayatını değiştirebilirdi Sevim’in; ama o, kısa bir süre hayatının aşkı üzerine felsefe yapsa da hemen Can üzerinde yoğunlaşmış, hayatın ona getirdiği fırsatlara kendini kapamıştı. “Saçma sapan bir hikâyeye inanırsan olacağı buydu.” diye kendini suçlayan Sevim’in hemen önünde Hakan oturuyordu oysa. Yükseklik korkusu olduğu için koltuğuna iyice gömülen Hakan; Sevim’in, hemen arkasında oturduğunu görmemişti. Düşünmesi güzel olan; ama hiç de gerçekçi olmayan bu saçma hayalden vazgeçmeye karar veren Sevim, bulutları izlemeye koyuldu. Hayatının aşkını kaçırdığına hayıflanan Naciye, aslında hayatının aşkının hasta sandığı Hakan olduğunu bilmiyordu. Murat’ın Naciye’ye bağırmasının sebebi ise nişanlısından ayrılmasıydı; ama Murat’ın üzülmesine gerek yoktu; çünkü hemen yanında oturan sarışın bayan, Murat’ın gerçek aşkı olacaktı, tabii eğer tanışsalardı. Sevim’in hayatının aşkı ise gerçekten İstanbul’da havaalanında bekliyordu. Elinde bir isim kartı vardı, üzerinde Sevim yazıyordu; fakat o Sevim, başka Sevim’di. Sevim, uçağı yarım saat gecikmeli kalkacağı için o adamı asla göremeyecekti. Kitapta okuduğu o cümle gerçekten hayatını değiştirebilirdi; ama Sevim, bunu da hiçbir zaman bilemeyecekti. ∞ Pınarnaz Eren kalbin bir parçası... Belki de kalbe giden bir damar… O damarı takip edebilirsen kalbi garip bir ekrana, damarları da kablolara dönüştürebilirsin. Kalbin üzerinde beliren şekiller, kabarcıklar mı, kabartmalar mı, kabarıklıklar mı? Peki ya, üst üste sürülmüş boyalar? Ressam beğenmemiş çizdiğini, yeniden başlamaya da cesareti yok, üst üste akıttıkça akıtmış boyaları. Kabarmış tuval, tıpkı ressamın kalbi gibi. Belki de ressam ilk çizdiğini saklamaya çalıştı her kat boyada. Bir an deli cesaretiyle çiziverdi, silmeyi kendine yediremedi, bir şeyler tuvali yok etmesine engel oldu ve o da gizledi. Kat kat maskeyle, boyayla… Kabloların diğer ucunda ise bir artı işareti... Çarmıha gerilmiş gibi tedirgin ama teslim olmuş. Kollarını açmış geleceklere, kabullenmiş olacakları ama o da gizli gizli hayattan bir şeyler kaçırıyor. Kablolar ondan alıyor her ne varsa hayattan kaçırılması gereken ve o kalbe kilitliyor, ya da tuvale, her kat boyada, her bir nabızda…. Korkma. İlerlemeni engelleyen benim. Karşında dikilen benim. Seni, düşmenin köşesinden sarkarken tutan benim ellerim. Bulutlardan bakışlarını alabilirsen bana bakmayı dene. Gözlerini yavaş yavaş indir. Her bir santim düşüşte kirpiklerinin kıpırdanışını seviyorum. Hayatın tozunu alıp sana her şeyi daha parlak göstermeye çalışıyorlar. Şaşırdığında gözlerini kocaman açışını seviyorum. Yüzümde yüzünü görüşünü seviyorum. Bana yansımanı seviyorum. Suretinin gözlerime, gözlerimin düşlerime, düşlerimin bulutlara yansımasını sevdiğim gibi. Ellerini kaldırır mısın? Havaya, avuçların açık, ellerindeki garip çizgiler tam da bana doğru bakacak şekilde... O çizgilerde kim bilir neler saklı? Geleceğin mi, geçmişin mi, şu anın mı? Sen ellerine bakınca ne görüyorsun peki? Yorgunluğunu mu, kayıplarını mı, başarılarını mı? Kış gelince oluşan çatlaklardan, kendine iyi bakmayı bu yaşa kadar öğrenemediğin için, ince ince sızan kan bana sadece yaptığın hataları hatırlatıyor. Yazın denizde buruş buruş olan parmak uçlarının, bana ne kadar da insan olduğunu ve aslında hatalar yapmak için yaratıldığını söylemesi gibi. Seni affetmekten kendimi alamıyorum aslında. Sadece çok insansın. Seni mükemmel yapan da bu. Banyodan çıktığında yaşlanmış, kurumuş ellerin gibi saatlerce suyun içinde kalarak susayacak kadar yalınsın. Karmaşık bir dilde yorulacak kadar takısız… Beğenilmemeyi göze alamayacak kadar güçsüz, yeryüzünde yaratılmış en üstün varlık olduğuna inanacak kadar kibirli… Şimdi yukarı kaldırdığın ellerine bak, kararlı kararlı bana bakmak yerine. İnandın mı söylediklerime? Sen de görmedin mi kalbini ellerinin üzerinde? Ben de senin kadar insanım. Şimdi de yukarı kaldırdığın ellerine bakarken bana yaklaş. Sakın bakışlarını indirip yüzümle buluşma. Korkma. Önünde, seni sendeletebilecek kendinden başka hiçbir şey yok! Bulutlara olanları görebiliyor musun? Kaç farklı şekle girebiliyor pamuktan bir gövde. Orada beyazlardan bir kalp var sanki. Şurada da bir kılıç… Kalbi tam da sırtından bıçaklıyor gibi. Aslında bir şekilde 3 düş Alperen Elibol münzevi boşlukların dilsiz adamıydım ben yargının dile batan acılığından ufkun oyunlarından uzaklaşmış sessiz siyah beyaz bir godard filmiydi benim hayatım gökkuşağının görülmeyen renklerinden giysilerim gecenin en karanlığından saçlarım vardı benim işte ki ben hicazkâr çığlıklar içine doğmuş fakat makamıma uyamamışken selden kaçan düşünceler gibiydim kurtulabilsin diye boğulanlardan 4 Benim Rüyam Geceleri iple çekerim hep. Asla durmayan, önüne kattığını götüren bu deli yaşamdan kendimi soyutlamak için tek vaktimin, gök karanlıkken olduğunu düşünürüm. Gerçek, madde, para, iş, mevkii, bunların hepsi bir hakaretten farksız aslında o ikinci kapıyı açtıktan sonra. Bunu ben yaptım. Düşünmeye bir dakika bile ayırmadığım nice güzelliklere, gözlerim kapalıyken tanıklık ettim. İş ve ev arasında geçen, beni günden güne eritip tüketen hayatım, her gece imkânsız bir şekilde aydınlanıyor; sabah, gözümü ertesi güne açacağım korkusuyla yaşıyorum bu mucizeleri. Sanki beynimin bunca yıldır günlük hayatın ıvır zıvırında boğulmuş, tozlanmış o yığınını bir kenara atıp bulunmayı bekleyen bir parçası, bambaşka bir derinlik hissi, sonunda ortaya çıkıyor. Ben, artık eski ben değilim! Bunu başkaları bilmek zorunda değil, kimsenin fark etmesine gerek yok. Ben farkındayım. Ben görüyorum. Ben hissediyorum. Her gece yeniden doğan, zihnimin kıvrımlarında titreşen, akan, her yeri dolduran bir benlik... Tek yapmam gereken; o eski çarşaflara dayadığım kafamın içinde fokurdayan hayalin, gözlerim kapanırken gerçek olması. Benim rüyam. Ayşenaz Toptaş Şerna Viyan Petekkaya 5 Hoyrat Batuhan Sicimoğlu Dilimi damağımı kuruttu Bu hoyrat mevsim Söndü hevesim Durdu nefesim Ben artık Ben bile Değilim 6 Ulak Laçin Edis Alperen Elibol Utku Dilaver Kardelen Özden Şafak Erener Ulak: Efendimiz Nice diledim ki gözlerim de size sözlerim gibi lal olmasın Nice diledim ki göreyim yansımamı hem o uçsuz bucaksız deniz gözlerinizde, hem de cennetten bir sahne, saray pencerenizde Lakin beyhude Yıllar yılı değmedi gözlerime gözleriniz Haykırmak istedim defalarca, orada, yanınızda olduğumu Sesim ancak yağmurumsu bir fısıltı olabildi boğazımın ta derinlerinde Ne aylar devirdim penceremde, ne yıldızlar söktüm gökten Bir kere bakışlarınıza ok gibi saplanabilmek uğruna Ne korlar çiğnedim, ne odlar tuttu yüreğim Hiçbiri size getirmedi, ne kelimeleri, ne nağmeleri Bir hiçsin sen dedim çoğu zaman kendime Sevgisini, bağlılığını ifade edemeyecek kadar âciz bir hiç Kimi zaman da tebessüm ettiğinizi gördüm uzaktan, başka kimselere Size yeniden doğdum her gördüğümde Sizi mutlu görmek ayrı acıttı yüreğimi Ben kendi ıssızlığımda kasılıp kavrulurken Ama sevda değil mi ruhun kelebeklerini amansızca savuran O sevdadır ki gülerken aslında ağlatır beni Yaşlar zehir olur da akar oluk oluk Lakin size bahşedilmiş her saniye mutluluk, Tesellisi olur en derin yaraların Bir umut kıvılcımı yükselir ki kâbusumdan Aydınlatır önümü O melek yüzünüzü görmem sadece, hissederim Derim ki varsın güneş gülsün, bize kalsın ağlaması Yoksa dinmez ki mahkûm gönlümün hüzünle dansı Bahtsız olur cefalısı, ölümcül olur cefası Mühürlü bir dil yaramaz aşkın kaderine Gözler asla yetinmez uzaktan değmekle sevgiliye Geceler çöker de aydınlanmaz maşuğun yüzü Kapanmaz kirpiklerindeki yaşlardan gözü Yalnızlık vurmaz ki aşkın vurduğu kadar Felek acımaz ki biz boynu bükük kölelere Şanstan yanadır hem mutluluk hem sevda Lal doğmuşum bu âleme, bahtım olsa ne yazar Bir seher vaktiydi çağrıldım huzurunuza Sanki bir farklı bakıyordunuz bana, şefkâtle, merhametle Dokunsam ağlayacaktınız içten içe, lakin kimse duymayacaktı Gözyaşlarınız bir sır gibi kalbinize saklanacaktı 7 Usulca yaklaştım size, eğildim, sonra kaldırdım başımı İlk kez en derinlerine baktım gözlerinizin, buruk bir sevinç bekliyordu beni orada Kendimi gördüm gözlerinizde, kocaman olmuştu göz bebekleriniz Büyük bir kaybın hüsranıyla büyümüştü sanki… Ve işte o an anladım, kaybetmiştik hünkârımızı Lakin bu bizim kaybımızdan çok sizin kaybınızdı Ona öyle bağlıydınız ki, çoktan hasretine yenik düşmüştünüz Bu sefer buzdan duvarlar da vardı gözlerinizde Konuşmaya başladınız, kulağıma fısıldadınız buyruklarınızı Artık yaşamın anlamı benim için Elime tutuşturduğunuz mektuptu Benden daha büyük, sevdamdan daha büyük İnanıyordunuz bana, lal olmama güvenmiştiniz Bilmiyordunuz ki lal olmasam da sizi ele vermezdim, veremezdim O denli kıymetlimdiniz Çıkmadan son bir kez baktım size omzum üzerinden Hafifçe tebessüm ettiniz bana Bütün cihan benim oldu, bizim oldu, lakin Sanki o an içimde bir şeyler koptu, iliklerimde hissettim yaklaşan ölümü Tek tesellim ise beni karşılayan beklenmedik bir sevinçti İlk kez kendi yüzümü gördüğümü hayal edebilmiştim sizin pencerenizden Sadrazam: Bu oba bir kuyu, bu ordu bir cehennem ordusu, bu derimin altında yanan ateş Yüreğim bir ceylan yüreği gibi ürkek atıyor, sanki durmak istiyor Kaçmak şu anın gerçekliğinden, uğursuzluğundan Suçum yok, lakin yüzüme vurdu vuracak korkunun aksi Ele verecek en günahsız emellerimi Gelecekler, benim için gelecekler Tepecekler yollarını ölümcül kinleriyle Korkun onlardan, yakar yıkarlar önlerine geleni Ne olursa olsun bedeli, boş bırakın yeri göğü Kaçın! Saklanın! Canımı almaya gelecekler! Kıldan ince, kılıçtan keskin köprünün üzerinde yürüyorum Çevremde kaderimin, ölümümün zebanileri Ah Yeniçeriler! O an için doğmuşlardır sanki Payitahtın acısını yokluğuna çevirmek için Halkını sefil etmek, devletini güçsüz kılmak için Nefret için, hınç için, intikam için, ölüm için! Hünkârım, bir başıma bıraktınız beni bu tekinsiz diyarlarda Kim bilir neredesiniz şimdi? Duyar mısınız çaresizliğimi? Bütün bir cihanın yükü benim omuzlarıma bindi birden Âlemlerin en korkunç sırrıyla yaşıyorum artık Elime kanı bulaşıyor zavallı kullarınızın, devletin dirayeti uğrunda 8 Bembeyaz kalbim karardı bile büyük günahlardan Sizin kaybınızı dahi yaşayamadım gönlümce, yasınızı tutamadım Zira bir demir kadar sert, bir ölü kadar soğuk olmalıyım İçimi kemirse de yokluğunuz, insanüstülüğünüzü azaltan ölüm Bütün gözlerden bir günah gibi saklanmalı, ki kâbuslar, zulüm Uzak dursun halkın penceresinden, yoksulluk, acı, hatta ölüm Baş edilemez onlarla, ruhları gece gibi karanlık Korkularla, en derin yaralarla beslenen dipsiz bir kuyu kinleri İntikam ise tek dilekleri Tek yolu var bu hazin sonu önlemenin, obadan çıkma vakti Kimse anlamamalı, saraya vardığımızda siz ve ben Oğlunuza uçurmalıyım lal bir güvercini, ancak korkuyorum Diğer oğlunuza da ulaşmalı haberiniz, kim gelecek olursa Tahtımız, kaderimiz ona emanettir Geliyorlar, benim için geliyorlar Duyuyor musunuz amansız ayak seslerini Geçtikleri yerde can yakıyor, yuva yıkıyorlar Yakındalar, bu artık sizin de son şansınız Kaçın! Saklanın! Canımı almaya geliyorlar! Obadan geçtik hünkârım, zafer yolunda ilerliyoruz Öldüğünüzü sadece birkaç kişi biliyor, kaderleri belli Ama sınavımız daha yeni başlıyor Saraya vardık, ulaklar salındı Lal bir ulak gidiyor Kaftan Doğumlu için, bizi ele veremez Benim kaderim, belki de devletin kaderi ona bağlı şimdi Elindeki mektuba, görünmez kancalar ve iplerle Şu noktada bize tek kalan beklemek, ala bir işkence Amansız bir tehlike obada doğmaya başlar, köpürürken Zira gözlerinde ışıyordu en yakın kâbuslarım Gülseler dudaklarında hançerler ölümü haber eder Ölseler kinleri, kibirleri dirilir mezarlarından da Düşerler peşime, mahkûmum cehennemlerine Gözümün önüne geliyor, içten içe bilerek ölüme yolladığım Lal, kadersiz ulak, işte bir günah daha boynuma Lakin dualarım onunla, o ıssız cihan yollarında Ölüm ya da yaşam fermanımı yazan o mektubunda Üç gün geçmeden ölüm haberi geldi lal ulağın Ekber Evlat ise mektubunu almış, yollardaydı Kaftan Doğumlu henüz öğrenememişti kaderini Ben de öğrenememiştim, lakin kaderim çok yakınımdaydı Ellerinde meşalelerle bana gelen yeniçerilerdi son bakışım ... 9 Çok mu Geç Son Bir Dua için? Yaşlı adam taşın üzerine oturmuş, denizi seyrediyordu… Dua etmek için çok mu geç? Ağzımı açtığımda söyleyecek söz bulmak için çok mu geç kaldım? Şu baktığım denizin mavisi çok mu eskidi, yoksa sadece benim gözlerim midir eskiyen? Treni yakalamak için çok koştum, çok yoruldum ben. Özür dileyemediğim dostlarımın arkasından şimdi koşmaya başlasam yetişir miyim ki onlara? Kırdığım her kalp için dua etmeye kalksam yeter mi ki ömrüm? Her gün önünden geçtiğim mezarlığın taşlarını ben mi çift görüyorum, yoksa gerçekten artıyorlar mı günler geçtikçe? Geç kaldıkça yavaşlıyorum, yavaşladıkça zaman daha bir hızlı... Yetişemiyorum. Oturup kaçan gemileri izlediğim taş kadar soğudu hava. Küçük bir çocukken boyu- Vazo Emre Manavoğlu ma göre çizik attığım duvar yıkılalı çok oldu. Gençken gözüne baktığım bir dilenci vardı. Sizce de çok geç olur mu şimdi gidip versem bütün paramı? Mukaddes Hocam bana bir kez daha “küçük adam” dese... Fazla mı büyüdüm? Annemin bana aldığı kahverengi pantolon küçülmüş müdür acaba? Eskiden gözlerine gülerek baktığım insanlar, açabiliyorlar mı artık gözlerini? Boşuna akıttığım gözyaşlarım kurudu mu, merak ediyorum. Çarpıp çıktığım kapılara geri dönüp baksam hâlâ oradalar mıdır? Peki ya ardındakiler, tekrar görebilir miyim onları? Kendi ellerimle erittiğim kar tanesi tekrar konamaz mı avucuma? Ya üstüne basıp kırdığım yaprak, neden eski yerinde değil? Sarılsam sevdiklerime son bir kez daha, çok mu geç? Söyleyin ey dostlar, çok mu geç son bir dua için? Burcu Küçükoğlu Tam düşecekken tuttular vazoyu. Kırılmamıştı belki ama Tatmıştı artık uçurumu. Denedi, olmadı. Bir daha da masada eskisi gibi durmadı. 10 Tarih ile Yaşamak “Tarih” kelimesinin iki basit cümle ile özetlenebilmesine, insanların ise ona sadece anlaması ve ezberlemesi zor bir metin gibi bakmasına hiçbir zaman anlam veremedim. Tarih, sadece eski uygarlıkların kültür ve medeniyetlerini açıklayıp bize bilgi vermekle yetinemezdi! Tarih benim için hayal gücümün beni taşıdığı ve götürebileceği en son sınırlardan biriydi. Bir yapbozun parçaları gibi zaman ile dağılmış imparatorlukları birleştirmekti, parçaları bulamadığımda ise kendi hikâyelerimi yaratmak ve onların içinde büyük bir sevinç ile kaybolmak demekti. Tarih, farklı gerçekler ve duygular demekti. Kimi zaman bir çocuğun sıcak gülümsemesi kadar yumuşak ve umut verici, kimi zaman gözlerden aralıksız düşen gözyaşları kadar acımasız ve yalnızdı tarih. Her şekle, her gerçeğe bürünebilirdi. Her haliyle bizi nefes alırken, otururken, konuşurken, hayata tutunmaya çalışırken bulabilirdi çünkü bizim gerçekliğimizi oluşturan ve bizi bir bütün haline getiren tarihti. Bizleri karşı karşıya getiren, hatta kan dökülmesine, acıya, sefalete neden olan da çoğu zaman tarihin ta kendisiydi. Her geçen dakika, alınan nefes dahi, tarihin kollarında yok olmaktaydı. Unutulmak, çoğu zaman da hatırlanmak amacıyla, büyük bir keşfedilme duygusu ile yaptıklarımız, zamanın döngüsüne karışmaya devam etmekteydi. Bu gerçekliği tam anlamıyla hissettiğim o günü ise hiç unutamam. Hattuşaş... Nereye gittiğimi bilmeden eğimli ve taşlı yolu takip etmeye başlamıştım. En yukarılara doğru geldiğimde ise büyük bir hayranlıkla manzarayı izliyordum. O anda dahi düşündüğüm tek bir şey vardı: Benim şu an hayranlıkla izlediğim bu manzarayı, hayatları ve yaşama koşulları açıklanmaya çalışılan Hititler de izlemişti. Belki de tıpkı Berfin Torun benim gibi büyük bir hayranlık ve sevinç hissetmişlerdi. Belki de onlar da kendilerinden yıllar önce olanları düşünüyorlardı. Sanki bu döngü hep böyle devam ediyordu. Aslında birçok insan aynı anda tarihe tanıklık ediyordu. Geçen yıllar sadece, tarihin figüranlarını alıyor fakat onu canlı bir şekilde bırakıyordu. Farklı figüranlar ise, farklı inançları ve kişilikleriyle, tarihe yeni bir şekil veriyordu. Bu şekilde de devam eden döngü farklı anlamlar buluyor ve hâlâ farklı şekillerde yorumlanarak benim gibi keşfetmeyi seven insanlara durmadan yeni fırsatlar sunmaya devam ediyordu. Bu döngü aynı zamanda bizlere bazı gerçekleri de tüm acımasızlığıyla göstermeyi sürdürüyordu. Tarihi değiştirmek ve döngüsünü farklı yerlere çekmek isteyenler, bir bakıma, olanları ellerinde tutmaya, kendilerinden önce olanları bir köşeye not etmeye çalışıyordu. Onlar farkı yaratanlar olmak istiyordu. İşte, bu anda Victor Hugo’nun şu unutulmaz sözleri kulaklarımda çınlıyordu: “Tarih ile efsanenin amacı birdir: Geçici insanlara ebedi insanı anlatmak.” Fakat tarih, zorlamalarla ve baskılarla yanlış yerlere çekilmeye devam edildiği sürece, o mükemmel, kusursuz insanın tanımı da pek ortaya çıkacak gibi durmuyor. İşte, hâlâ, dünya dönmeye devam ediyor. Tarih ise döngüsünü bozmadan, insanları kendine çekmeye... Yapbozun parçaları ise büyük bir heyecanla tamamlanmayı bekliyor ama hâlâ içim rahat bir şekilde önüme bakmaya devam ediyorum; her şey bir sona yaklaşsa dahi, o yapbozun hâlâ keşfedilecek yerleri olduğunu ve hiçbir zaman tamamlanamayacağını biliyorum. 11 Söylenti Burcu Küçükoğlu Gün doğdu, battı gün. Güneş söylentiler duydu sadece; İnanamadı. ya da Şerna Viyan Petekkaya kuş olsam uçsam gözlerimi kapasam hiçbir şey düşünmeden uçsam sadece uçsam bir rüzgâr olsam essem denizlerde dalga olsam, okşasam kumları çakılları çeke çeke içime dönsem denizlere bir kitap olsam dolaşsam elden ele yapraklarımı bir çift kanat yapıp ulaştırsam göğe bir yol olsam bitmesem sonsuza dek sürüp gitsem bazen kıvrıla kıvrıla bazen düz ama hep hüzünsüz yıldız olsam karanlık gecede ama diğerleriyle birlikte su olsam duru ve serin akıp gitsem hiç durmasam bir nefes olsam can bulsam girdiğim her bedende ya da hiç olmasam. yalnız 12 “Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!”* Z. Elçin Metin Uçamasak da gezegenimiz güzel ve hepimiz aynı noktaya çekiliyoruz. Bunu komik buluyorum. Kıpırdayan milyonlarca yapraklı bir papatya gibi görünebilirdik uzaktan. Seviyor Sevmiyor’u her zaman çok acımasız bulmuşumdur. Benim dayım gıdıklanmaz, neden gıdıklanmadığını sorunca da “Ben gıdıklarımı aldırdım.” der. Ama ben hep katıla katıla gülsün isterim. İşte bu yüzden, gıdık aldırmanın yasaklanması için yasa başvurusunda bulunacağım. Ben büyüyünce “Kadınlar artık solmuş çiçek kokmasın” kampanyası başlatacağım. Tükenmişliğin ve çirkin kelimesinin her hücresini özenle havaya uçuracağım. Ben bir ağaç severim ve büyüyünce bir ağaç sevici olacağım. Dünyayı dolaşıp yalnız ağaçlara sarılacağım. Yalnız olmayanlara da. Sadece, yalnızlara daha sıkı... Sonra kabuklarını okşayacağım, öpeceğim, iyileşecekler. Hücre birliğine katılacağım. Sürekli bir heyecanla yorulmuş yapraklara su yetiştiririz. Söz veriyorum, her ağaca ayrı bir hayat ayıracağım. Büyüyünce bir kelime bulucu olup insanların dillerinin ucundaki sözcükleri tutup bir bir çıkaracağım. Söylenmeyen bütün iyi şeyleri söyleyeceğim, herkes şımarsın! Bir gün mutlaka gergin melankolimden kurtulup mutluluk dağıtıcı olarak işe başlayacağım. Düşünce arayışına katılacağım. Mutsuz düşünceleri kovalarken arkalarından bütün hıncımla terliklerimi fırlatacağım. Geri gelemeyecekler. Bulduğum her mutlu düşünce için birden insanların karşısına çıkacağım. Başta korksalar da gülümseyeceklerini umuyorum. Tabii gülümseyecekler! Söyleyeceğim ki: “Yağmurun seninle ilgilendiğini şimdiye kadar fark etmediğine inanamıyorum. Kaç yıldır, dudağına düşeceğim, diye olasılık hesaplamaktan başı dönüyor.” “Çiçek aldığın dükkândaki turuncu saçlı çocuk, uykulu halini gökyüzünün pembeliğine benzetiyor.” “Bugün güneş mutlu uyanmış” diye bağıracağım. Ay da her zamanki gibi çok heyecanlıymış sahneye çıkmadan önce; ama bugün ayrı bir kırmızılığı olacakmış. Ben büyüyünce dünyanın her köşesini kelimelerle donatacağım. Sevgi şeklinde kâğıtlarda Cemal Süreya’dan pembe şiirler dağıtacağım. Gülümseyecekler; insanlığımızı ve şiiri kutlayacağız. Sonra kalbi, düşünceyi, çocukluğu derken, her şeyi kutlamaya başladığımızda gökten hiç solmayan sarı çiçekler yağacak. Ben büyüyünce karşı kıtadaki ışıklara karışacağım. Bir noktacık olacağım, ama renkli, belki titrek. Büyüyünce hepimiz birer noktacık olacağız. Ya da hiçbir şey. *Didem Madak’ın bir şiirinin başlığı kullanılmıştır. 13 Düşler ve Yansımalar 1414 Ayberk Aksu Kırmak, Kırılmak, Kırılmaktan Doğmak Şerna Viyan Petekkaya Her yer ayna. Koşuyorum. DİKKAT! Çarpacaktım neredeyse. Koşuyorum. Sağ. Hayır hayır, sola dönmeliyim. Yine son anda kurtuluyorum aynayla kucaklaşmaktan. Ne kadar zormuş aynaların arasında yolunu bulmak! Bir an duruyorum. Durup düşünüyorum. Ne kadar süredir koşuyorum acaba? Sağ ayak başparmağımdan diz kapaklarıma doğru ilerleyen sızı sorumu yanıtlar nitelikte: uzun süredir. Hatta o kadar uzun süredir ki niye koştuğumu, ne aradığımı unutmuşum. Düşünüyorum. Ne düşündüğümü düşünüyorum. Cevap yok. İç dünyamın küskünü oynaması sinirimi bozuyor. “Konuş!” diyorum, “N’olur ağzını aç da bir şey söyle!” Ses yok. Öyleyse ben de koşarım yine. Hem bu sefer daha hızlı… “Aaaaaaa!” İç dünyam… Çığlık… Duruyorum. “N’oldu, söyle! Neden korktun?” Bu sefer yanıt veriyor: “YANSIMA”. Yansıma mı? Bu sözcük bir şeyler hatırlatıyor bana. Evet, doğru: Aynalardan kaçıyorum, yansımalardan… Kaçtığım şeyin ne olduğunu hatırlayınca birden etrafımın sarıldığını fark ediyorum. Bu sefer ben çığlık atıyorum. Her yer yansıma. Gerçeğe giden yolu nasıl bulacağım? Hayal kırıklığı. Kırıklık. Kırık ayna. Aynaları kırmalıyım! Hangisinden başlamalı? Başlangıç önemlidir. Şimdi daha dikkatli inceliyorum aynaları. Ayna… Aynalara ne oldu? Tüm aynalar aynı şeyi yansıtmaz mı? Hayır, bunlar öyle değil. Işık farklı oyunlar oynuyor her birinde. FARKLI YANSIMALAR… Nasıl olur?! Tekrar bakıyorum: Hepsinde ben… Hepsi aynı… AYNI ama FARKLI. Hayır, farklı; tamamen farklı! Başım dönüyor. Kıramıyorum. Aynı. Nereden başlamalı? Farklı. Nereden başlamalı? Aynı. Ağlıyorum. Aynı. Ne yapacağımı bilmiyorum. Aynı. Yansımalar üstüme üstüme geliyor. Farklı. “YETEEERR!” Bağırıyorum. “Susma n’olur, bari sen bir şey söyle!” Sessiz. O da bilmiyor. Belli, korkmuş. Çaresiz, düşünüyorum. Gözlerim kapalı. Açtığım anda boğulacakmışım gibi… Korkuyorum. Gözlerimi açmadan emekliyorum yavaş yavaş. Olmuyor. Her seferinde çarpıyorum. Gözlerimi açmalı. Kirpiklerim hiç bu kadar ağır olmamıştı. YANSIMALAR. Hangisi gerçek? Gerçek olan var mı? Her şeyi unutarak bakmayı deniyorum. Korkmadan… Evet, aynadaki görüntü BENim. Daha dikkatli bakıyorum. Büyümüş gözlerimden kin damlıyor. Ürkütücü. Başımı sağa çeviriyorum: Yine ben. Bu sefer gözlerim daha farklı. Hem de çok daha farklı. Dudaklarım da kıvrılmış sanki hafif bir gülümsemeyle. Gözlerimde heyecan var, umut var. Arkama dönüyorum. Bu surat neden bu kadar üzgün? Gözlerim sabit bir noktaya dikilmiş, kırpılmıyor. Yanaklarım. Yanaklarımın üzerinde kurumuş gözyaşlarının biriktirdiği tuz var. Yukarı bakıyorum bu sefer. Yüzüm o kadar ifadesiz ki birden üşüyorum. Çok fazla bakamadan gözlerimi kapıyorum. Düşünüyorum. Kafam karışık. Gözlerim kapalı; fakat her yerde görmeye devam ediyorum yüzlerimi. Hepsi BENim. Bu yüzler bana ait. Benim farklı yansımalarım. Sonra fark 1515 ediyorum ki ben uzun zamandır bunlardan hiçbiri değilim. En son ne zaman sinirlendiğimi hatırlamıyorum. Gülümsediğim de pek olmadı yakın zamanda. Hayır, bir dakika! Bu yüzlerden birini diğerlerinden çok daha iyi tanıyorum. Evet evet, onu tanıdığıma o kadar eminim ki! Başımı yukarı kaldırıp gözlerimi açıyorum. İşte bu, uzun süredir böyleyim ben! Aynaların içine düştüğüm şu birkaç saati saymazsak -Acaba gerçekten birkaç saat mi oldu? Saatim de yok. Belki de çok daha kısa veya çok daha uzun bir süredir. Bilmiyorum. Zaman. Zaman dediğimiz ne ki? Küçük, pilli bir cihaza bağlı bir şey neden bu kadar önemli?! Bir dakika neden altmış saniye? Ben olsam tam seksen iki parçaya bölerdim dakikayı. Bir saat ise on yedi dakika olurdu. Olmayan bir şeyi parçalara ayırmak mümkün mü ki?- ifadesizim ben uzun zamandır. Öyleyse buldum. Aradığım gerçeği buldum. Boşa dememiş Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diye. Ben de düşündüm, gerçek BEN’i buldum, gerçekten var oldum, yani varım. Demek ki yukarı yolu seçmeliyim. Ancak o zaman bu yansımalar dünyasından kurtulabilir, gerçekliğimle buluşabilirim. Ama nasıl tırmanacağım? Çok yüksek. Üstelik her yer ayna. Aynadan başka hiçbir şey yok burada. Yukarıya ulaşmam imkânsız. Descartes yanılmış. Düşündüm; fakat hâlâ yansımalardan kurtulamayan bir hiç olmaktan öteye geçemedim. Oysaki gerçeği bulduğuma çok inanmıştım. Yanılmışım. YANSIMALARIN ALDATMACASIna kanmışım. ÇIKMAZ SOKAK HİSSİ. Ağlıyorum. Bir kez daha. Öfkem gözyaşlarıma baskın çıkıyor bu sefer. Bağırmaya başlıyorum. Çığlık atmaya… Çığlıklarımla titriyor tüm aynalar. Onlar titredikçe ben daha yüksek sesle çığlık atıyorum. Birden aynadaki yansımalar karışıyor, iç içe geçiyor. Bir mutluluk duyuyorum. Aynı zamanda öfkeliyim. Biraz da üzgün… Kahkahalarla karışık bir şekilde çığlık atıyorum bu sefer. Bir yandan da ağlıyorum. Aynalar daha çok ve daha güçlü titriyor, duygularım karıştıkça farklı yansımalar kenetleniyor, tek bir görüntü oluşmaya başlıyor. Yeni oluşmaya başlayan görüntüde ifadesiz yüzüm hariç tüm yüzlerimi görebiliyorum. Kahkahalarım güçleniyor, aynı zamanda içimi tarifsiz bir korku sarıyor. Gerçek olduğunu sandığım yüzüm artık görünmez olduğuna göre ömrümün geri kalanını bu yansımalar dünyasında mı geçireceğim? Beni tutsak etmiş olan tüm aynalar sağlamken bir tek gerçekliğim mi kırıldı? KIRILMAK. Titreşen aynalar büyük bir gürültüyle kırılıveriyor bir anda. GERÇEK DÜNYAdayım. Gülüyorum. Ağlıyorum. Gülüyorum. Bağırıyorum. Çığlıklar, gözyaşları ve kahkahalar… Hissediyorum, duygularım var, öyleyse varım! Varsam düşünüyorum, düşünüyorsam duygularım var, sevinebiliyor, üzülebiliyor, öfkelenebiliyorsam varım, varım çünkü duygularım var! 1616 “Yağmur Kaçağı” Tülay Çalışkan elimden tut yoksa düşeceğim yoksa bir bir yıldızlar düşecek eğer şairsem beni tanırsan yağmurdan korktuğumu bilirsen gözlerim aklına gelirse elimden tut yoksa düşeceğim yağmur beni götürecek yoksa beni Attilâ İlhan Bir yağmur damlasında yansımamı gördüm. Kırılan bir aynada kendimi görmek gibi: paramparça, yarım yamalak... Yanağımdan süzülenlerin hangileri yağmur, hangileri gözyaşı, bilmiyorum. Sadece olacakları izliyorum bir film gibi şimdi. Yapacak bir şeyim, filmi durduracak gücüm yok. Gözlerim filme kilitli; durmadan süzülen gözyaşlarım yüzünden bulanık görüyorum. Görmeme gerek yok, kalbimde filmi hissedebiliyorum. Kalbim bir kırılıp bir tamir oluyor, yağmur yağıp güneş açıyor, bana kalan ise sadece gökkuşağı kırıntıları. Tüm renkler olmadığı için elimde olanları birleştirince beyaz olmuyor hayatım, gri kalıyor. Siyah olmadığına şükredip sevmeye ve hayatımı izlemeye devam ediyorum. Ama fazla iyimserim ben, sen sevmezsin oysa iyimser olmamı; gerçekleri kabul etmeyip korkaklıktan iyimserliğe, düşlere, renklere sarıldığımı düşünürsün. O renklerden sadece gri kaldı şimdi. Gökyüzü gibi, yağmur damlaları gibi, soluk güneş ışığı gibi, kalbim gibi, umutlarım gibi, senin gibi... Gri... Ne iyimser ne kötümserim şimdi. Gerçeklerle yüzleşmeye hazırım, korkunç sahnelerde ellerimle gözlerimi örtmeyi bıraktım, izliyorum ve gördüklerim hâlâ beni korkutuyor, kalbim dirense de ben anlıyorum. Senin yapmamı istediğini yapıyorum, her zaman yaptığım gibi ve anlıyorum işte! Yağmur daha da hızlanıyor, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yaşlardan hiçbir şey göremiyor, kalbim hıçkırıyor ama ben anlıyorum. Sen lanet ederek yürürken yağmurda, su birikintilerini tek1717 melerken, ne yapacağını bilemeyip beni kalbinden yavaş yavaş soyutlarken seni ıslatan yağmur değil, benim gözyaşlarım. Lanet ettiğin yağmur değil, hayat değil, kendin değil, sadece benim! Yanağından süzülüp giden damlaların izleri kuruyup kalırsa, kalbinden kopup giden parçaların eksikliği yüreğini sızlatırsa, böyle gri bir havada gözyaşlarımda kendi yansımanı görürsen anla seni düşündüğümü. Sen yağmurda yürürken ben hâlâ bu acıklı filmi izliyorum ve görüyorum: seni, kendimi, yağmuru, gökkuşağını, griliği… Griliğin içinden beliriyor hayallerim, gitgide küçülüyor, uzaklaşıyor; bu sefer korkudan gözlerimi kapıyorum. Sen bağırıyorsun, aç gözlerini diye, açıyorum ve hayallerim gitmiş! Sen de arkanı dönüp gidiyorsun, nereye, diye soruyorum, hak ettiğim yere, diyorsun. Hak ettiğin yer burası, diyemiyorum; çünkü anlıyorum dedim ya, anlıyorum işte, anladım! Anladım ki ben seni gerçekten hak etmiyorum, o yüzden sen arkanı dönmüş yavaş yavaş yürürken seni durdurabileceğim halde yapmıyorum bunu. Gözlerimi kapatıp gidişini izlememek istiyorum, bu sefer de gri, siyaha dönüşüp bağırıyor, aç gözlerini, diye. Bir bakıyorum ki renklerimden de olmuşum. Gökkuşağı falan yok artık, kırıntıları bile yok, zifiri karanlığın ortasındayım, film bitiyor... Bitmesini istemiyorum ama seni görüyorum karşımda, giderek küçülen silüetini. Zifiri karanlıkta sen, bembeyaz parlayarak gidiyorsun uzaklara. Yağmura lanet etmiyorsun artık; çünkü gözyaşlarım seni ıslatamıyor. Kalbim haykırırken bir daha anlıyorum ki gri ayrışmış, beyazı tamamen sana gitmiş, siyahı bana kalmış. Gözyaşlarım seni ıslatamamış –Lanet olsun, akmayın artık!– ıslatamamış; çünkü güneş senin kalkanın olup seni hayal kırıklığından korumuş. Güneş sana kıyamayıp seni hak ettiğin yerlere götürmeye, beni de yakıp kavurmaya karar vermiş; kucağımda bir avuç külle yapayalnız kalayım ve anlayayım diye. Hani o nefret ettiğin iyimserliğim var ya, o aslında sana aitmiş. Sen gidince beyaz da, güneş de, hayal de, umut da yokmuş. Sen beni soyutlamışsın kendinden, güneşe sığınıp rotanı mutluluğa yöneltmişsin, bana da hayıflanmak ve seni özlemek kalmış. Ama sen beni uyarmıştın değil mi?.. Her şeyde haklı olduğunu da anlıyorum ve yaşamanın artık önemsiz olduğunu da. Karanlığı ve yalnızlığı severim dedim ya, o da hataymış; ben yağmur damlalarında hüznü görmeye mahkûmmuşum, hepsini anlıyorum. 1818 * Pınarnaz Eren Hayat, tek başına, tüm duvarları aynalarla kaplı odasında, tam da ortada oturuyor. Sen, zamanın görünmezlik pelerinini almışsın omuzlarına. Tam da ardındasın onun. Yansıman düşmemiş duvarlara. Karşıya baktığında aynadaki hayat fısıldıyor sana: “Müzik duygulara yansır.” Ne kadar da bilindik bir şey söylüyor sana değil mi yansıma? Hâlbuki gerçek gözlere yansıyanın ötesindedir. Biraz yönünü değişiyorsun. Ayakların, yerde oturan hayatın etrafına çizilmiş daireyi takip ediyor. Sen de bu kısır döngüye mahkûm yelkovansın. Tam da başını kaldırdığında çok daha farklı bir yansımayla karşı karşıya geliyorsun. Daha yandan görüyorsun hayatı. Şimdi daha çok sağ yüzünü gördüğün dudaklar fısıldıyor: “Duygular düşüncelerine ….” Duygularını gözden geçirerek biraz daha ilerliyorsun çemberde. Duygularını anlamaya çalışarak şimdi göreceğin yansımayı tahmin etmeye çalışmak oyun gibi geliyor sana. Yanılırsan ne olacak peki planlarına? “Düşünceler insanın hareketlerine yansır.” Başını indirip takip ettiğin çizgiye bakıyorsun. Kocaman bir çember oluşturan kale duvarlarının tepesinde yürüyor gibisin. Gözlerin tekrar yerden kalkıyor ve karşıya bakıyorsun. “Etraftaki her zihin diğerlerine yansır.” Bir adım daha attın. “Şu an ise geleceğe…” “Geçmiş, şu âna yansımaması gerektiğini bile bile şu âna yansımaktan alamaz kendini.” Yerde oturan hayatın tam önüne geçmek üzeresin. “Aslında kimse kim olduğunu bilmez, kimse ne istediğini bilmez. Kişiye kendi hakkında ipucu veren yansımalarıdır.” Yarım daireyi tamamladın bile. “Fotoğraf, insanın yansımalara olan aşkının yansımasıdır.” Çok daha farklı bir yönden bakıyorsun artık hayata. Son yarım dairene başladın. “Kişinin yansımalara olan aşkı, onu karanlıktan uzak tutar.” “Yansımak, eksiltmeden paylaşmaktır.” Dengeni kaybeder gibisin. Dönmek başını döndürmüş, aklını karıştırmış gibi. İstersen biraz dur ve dinlen. Olduğun yerde dururken başını biraz da yukarı kaldır. Üzerinde olanları gör. “Kişi hayatına son noktasını koyduğunda bile o noktadan öncekilerin yansımaları yeryüzünde varlıklarını devam ettirir. Yansımalar kişiyi ölümsüz yapar.” Sanırım sona bıraktığın birkaç adımı atabilecek güçtesin artık. “Sanat, yansımaya bir araçtır. Bir nevi ayna görevi görür. Bir sanat ürünü binlerce farklı yansımaya sahiptir ve bu, hayatı, aynalarla çevrili bir odada ortaya hapsetmektir. Farklı yansımalar ise hayatı bir o kadar özgürleştirir. Hayatın orada olduğunu bilmek, aynı zamanda özgür olduğunu hissetmek insana sanatı sevdirir.” Şimdi ise başlangıca dönmeye sadece iki adımının kaldığının farkında gözüküyorsun. “Yansımalar gerçeği yanıltır.” Bu çembere son noktayı koymana son adım. “Yansımalar kişinin aklını şaşırtır.” Ardına bile bakmadan kapıya yöneldin. Yansımalara veda etmeyecek kadar paniktesin. Kendine, hayatın, tekrar tek başına kaldığını söyleyerek intikam alıyorsun ondan. Hâlbuki o, başka bir kısır döngüyle başlayacak başka bir yeniliğin düşünü kurarak yansımalarıyla birlikte huzur içinde oturuyor. 1919 Düş’idik, Düşledik ve Düştük Rojin İdil Erdoğdu Düşlerle başlamıştık hayata, düşlerle devam etmekteyiz. Kimin düşüydük ki gelmiştik bu dünyaya? En büyük hayalim, derken kim kastetmişti bizi? Dile getiririz ya hep, benim düşüm, benim hedefim, diye. Sen de böyleydin benim için işte! Önce bir düş kadar zor ve ulaşılmaz, sonra bir parçam gibi o kadar benden ve ayrılamaz. Sonra ne mi oldu? Araya girdi mesafeler... Kilometreler, metreler... Sanki uzaklık en büyük ölçü birimiymiş gibi... Hâlbuki sendin bana o kadar uzakken yakın. Herkes derdi ya “Arkandayım!” diye, sen saklambaca gerek duymazdın; çünkü hep yanımdaydın. Umut yüklü düşümün başkahramanıydın. Sen benim babamdın. Senin gibi olmak, senin gibi yaşamak, hayata senin gibi bakabilmek... (Düşlerim hep bu yöndeydi; keşke babam gibi olsam! Aslında benim babam, herkesin babasını döverdi hayallerimde.) Ağlayarak uyandığım gecelerde seni düşünürdüm hep. Senin gibi düşünmeye çalışırdım, sonra bir bakardım ki uyuyakalmışım; ama rüyamda da sen çıkardın karşıma. Neredeysem gelir, beni bulup kurtarırdın. Hiçbir şey soramazdım ki sana... Sen o derece kahramandın. Sen hep vardın. Ben, senin gerçekleşmiş düşündüm; sen, benim düşlerimin büyük kahramanı... Bahçemizdeki asırlık çınar ağacı gibiydin. Ne zaman tutunsam sana, güçlenir; tekrar başlamak isterdim hayata... Hayal Sonuç İlişkisi Rojin İdil Erdoğdu 1, 2, 3! Bir anda geldik dünyaya. Arzular, hayaller, sitemler, serzenişler... Büyüdük ve bize bir hedefimiz olması söylendi. Arayış içerisindeydik: Hangisi bana uygun, hangisi bana uzak ?... Sonra en uzaktakini seçip ona, “hayal” derdik. O olurdu artık bizim düşümüz. Başımız yastığa değdiği anda o resim, o düş, o çerçeve gelirdi gözümüzün önüne. Düşler dururduk ama eksik bir şeyler vardı. Kim söyleyecekti bize sonra ne olacağını? O düş gerçekleşmezse, o hedefe ulaşılamazsa kim verecekti hesabını? Kime bağıracaktık ki avaz avaz: “Şimdi ne olacak?” diye. Aslında en baştan göze almıştık her şeyi. “Düşleyeceğim çünkü hayallerim var benim, kâğıttan gemilerim...” Bütün bunlar olmazsa da küsemezdik ki hayata. Elbet başka bir hedef bulabilirdik. Birini sever, birine bağlanırdık ya! Hayat denen bu uzun yolda binbir düşümüz olacaktı ya! Öyleydi işte. Hepsi toz pembe, hepsi zor ama hiçbiri ulaşılamaz değil. İmkânsızlıklarla alınan yollar, keşkelerle bitmemeliydi. Gülerek indiğimiz yokuşları oflayarak çıkmamalıydık. Sadece düşlemeli, mücadele etmeli ve gerçekleştirmeliydik. 2020 Rüya Görmeyen Çocuk Ç. Ceren Türkoğlu Ayna ve Düş, tanıştıklarından beri ezeli düşmanlarmış. Aynı mıknatısın zıt kutuplarıymışlar sanki. İkisi de tamamen farklı şeylere inanır, farklı şeyler düşünürlermiş ama yine de birbirlerinden ayrılamazlarmış. Tam beş yıldır beraber yaşarlarmış bu odada. Ayna, odanın, pastel boyalarla üzerine evler, uçurtmalar ve kim olduğunu odanın sahibi dışında kimsenin anlayamadığı çizgi film kahramanları çizilmiş soluk mavi duvarlarında, tam pencerenin karşısında asılıymış. Düş ise her taraftaymış ama sadece geceleri görünürmüş. İkisi de birbirlerinin işine karışılmasından nefret eder, her gün her gece durmaksızın tartışırlarmış. Ayna, çocuğa gerçeği olduğu gibi gösterirken Düş, çocuğun uykularında onu rahatsız ederek kafasını olmayacak hayallerle süslermiş. Ayna, çok kızarmış Düş’e: “Böyle şey olur mu?” dermiş, “Zavalı çocuğu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek umutlarla dolduruyorsun.” Düş alınırmış önce, kendisine inanılmamasını kaldıramazmış, sonra büyük bir ciddiyetle: “Belki de Platon haklıdır. Belki de görünenler sadece bir aldatmacadır.” “Hayatımda böyle saçma şey duymadım!” diye çıkışırmış Ayna. “Hiç gözler yalan söyler mi? Onlar kendilerine ne yansıyorsa beyne iletirler. Hadi, söyle bana bunun neresinde var yanılgı? Gözlerde suç arama! Asıl senin gibilerdir insanların kafasını kurcalayıp onları başarısızlığa sürükleyen.” Düş kırılganmış. Kavgaları da çok sevmezmiş ama böyle şeyleri cevapsız bırakmayı bir türlü kendine yakıştıramıyormuş: “Atalarıma çok güvenip de başarısızlığa sürüklenenler de olmuştur elbet ama düşleriyle başarıya ulaşanlar, düşlerine güvenip de başarısızlığa sürüklenenlerden çok daha fazladır. Mesela Albert Einstein, ‘görelilik kuramı’nı, bir dağdan aşağı inerek hızının ışık hızına yaklaşmasıyla, yıldızların görüntüsünün değişmesini izlediği bir rüyasından ilham almıştır. Edgar Allan Poe ve Stephen King’in hikâyelerinde, gördükleri rüyaların büyük etkileri vardır. Mary Shelley, Frankenstein’ı rüyasından esinlenerek yaratmıştır. Paul McCartney, Yesterday’in melodisini rüyasında bulmuştur.” Ayna’nın cevabı net olurmuş: “Onlar rüyalarında görmese de bu teoriler bulunur, bu eserler yaratılırdı. Belki Yesterday biraz daha hızlı, Frankenstein’ın alnı biraz daha dar olacaktı. Stephen King’in hikâyeleri farklı sonlanacak, Edgar Allan Poe’nun şiirleri birkaç dize daha kısa, hikâyeleriyse biraz daha uzun olacaktı. Einstein, ‘görelilik kuramı’nı rüyasına girmeseydi de bulurdu, belki biraz daha zaman alırdı bulması ama bulurdu!” 2121 Düş, alınırmış alınmasına ama yılmamalı, kendi yaptığı işi bu kadar küçümseyen Ayna’ya kanıtlamalıymış ne kadar yararlı olduğunu. En iyisi bir gece Ayna uyurken onun aklına girip ona güzel bir rüya vermekmiş. Günler, haftalar geçmiş. Düş, uygun gecenin geldiğini hissetmiş, son günlerde şu an derin derin uyuyan Ayna, sürekli aynı şeyleri görmekten çok şikâyetçiymiş. Ona güzel bir rüya verirse sabah uyandığında keyfi yerinde olacak ve düşün aslında hiç de gereksiz olmadığını anlayacakmış. Birkaç derin nefes almış Düş, kendini iyice toparlayıp Ayna’ya yaklaşmış. Az sonra Ayna’nın camından süzülerek aklına girecekmiş. Camından geçmeden hemen önce Ayna’ya bakmış. Gördüğü tek şey yıldızların açık pencereden gelen yansımalarıymış. Kendini olabildiğince toparlayıp iyice odaklanmış ki her zaman odanın dört bir yanına dağılmış olan hâli, bir şekil alsın ve Düş de kendisini Ayna’da çok şeffaf ve soluk da olsa görebilsin. Ama boşuna! Ne kadar kendini zorlarsa zorlasın, Ayna’da kendisini göremiyor; yıldızlar kendisiyle alay eder gibi daha da çok parlıyorlarmış. Düş: “Görünmüyorum bile!” diye düşünmüş. “Ayna haklıydı, ben gerçekten gereksizim; hatta Ayna’da görünmediğime göre belki de ben yokum, ben bir hiçim!” Daha fazla düşünmemek için hemen Ayna’nın aklına girip güzel bir rüya bırakmış ona. Sonra hiç beklemeden Ayna’nın aklından çıkıp pencereye doğru yol almış, açık pencereden süzülüp havaya karışmış. Ayna, sabahın ilk ışıklarıyla morali günlerden sonra nihayet düzelmiş olarak uyanmış. Rüyasında bir dikiz aynası olduğunu görmüş çünkü. Her zaman yollardaymış, sürekli yeni şeyler görüyormuş. Gözleri Düş’ü aramış teşekkür etmek için; ona yanıldığını, aslında o kadar da yararsız olmadığını söyleyecekmiş fakat bir türlü bulamıyormuş onu. Açık pencereden giren rüzgâr acıklı haberi vermiş Ayna’ya. Ayna o kadar üzülmüş, o kadar üzülmüş ki kahrından bin parçaya bölünmüş. Küçük çocuk uyandığında aynasının kırıldığını görmüş. Odasında bir hayalet olduğunu söylemiş annesine, büyük bir korkuyla. Annesi gülmüş, “Korkmana gerek yok!” demiş. “Hayaletlere rastlayabileceğin tek yer televizyon ve düşlerindir.” Elinde bir süpürgeyle küçük çocuğun odasına gelmiş: “Cam açık kalmış, gece de çok rüzgâr estiğinden kırılmıştır aynan. Bizde hata, ipi de sağlam değildi zaten.” demiş yerdeki cam parçacıklarını süpürürken. O gün çocuğa yeni bir ayna almışlar. Bu seferki, duvara asılanlardan da değilmiş üstelik. Yerden tavana kadar uzanan bu ayna, tüm gerçeği boydan boya gösteriyormuş. O gece çocuk rüya görmemiş. Hayatının sonuna kadar devam edecek rüyasız gecelerinin ilkiymiş bu. 2222 Bulamıyorum Kendimi... Dün gece uyandım, Karşımda bir ayna, Göremedim kendimi, Başkaları vardı gözlerimde. Kendim olamadım, Sebepsizce… Bulanık bir gözlük, Baş ucunda yatağımın. Kullanılmış Ucuz bir ömürde. Görememişim engelleri, Çarpmışım, yıkamamışım da. Uzaklaşmışım kendimden, Bulamıyorum da şimdi. Bulamıyorum… Bir feryat, Sebepsizce aynama. Yankılar aynı gelmiyor, Kaybolan seslerim. İçlerinde benliğim, Kayboldum, Bulamıyorum kendimi... 2323 Emre Manavoğlu * Deniz Şahintürk Yüreğimin gizli kıyısından Gelen garip bir düşün Karanlık arka sokaklarında Küçük bir çocuk misali Kayboldum bu akşam Gece boyu dolaştım durdum Belki de kuytulara gizlenmiş, Saklı kalan bir gerçeği Bulup çıkarmayı umdum Kapadım gözlerimi Düşten düşe savruldum Nasıl tarif ederim ki Gecenin bu garip armağanını Tek tadımlık buse gibi Özlemiyle yandığımı Öyle bir arzu ki şimdi Tekrar kaybolmak o büyülü sokaklarda Yanar durur içimde sönük anısı Seviyorum delicesine Sevdalandım bir düşe 2424 Düşler Oğuz Yıldız Düş kurmak, insanın çok önemli bir hakkı ve ihtiyacıdır. Her insan, bir şeyler düşünüp hayal kurmak ister çünkü bu, insanı rahatlatır, ona huzur verir. Evet, düş kurmak güzedir ama düş kurmaktan çok, düşlerimizi gerçekleştirmek için neler yaptığımız önemlidir. İnsan sürekli bir şey düşünür, gelecek hakkında plan yapar; ancak bazıları plan yapmaktan öteye gidemez. Kimisi doktor olmak ister, kimisi zengin… Oysa sadece istemek yetmez! Bunu düşünüp çok çalışmak, elden gelen ne varsa yapmak gerekir. Kurduğu düşler insanın hayatını büyük ölçüde etkiler. Buna göre yaşamını şekillendirir. Kendisini bir düzene sokar ve bunu başarabilenler de çok iyi bir yere gelir. İnsanın, düşlerini gerçekleştirmek için çabalaması iyidir ve olması gereken de budur. Gelecekte pişman olmamak ve keşke şunu yapmasaydım, dememek için boş düşler peşinde koşmamalı ve zamanımızı ve gençliğimizi bu yolda harcamamalıyız. * Aşkın gözlerimde ışıyalı beri Aynalara bakmaz oldum Acımın yansımasına tanık olalı beri Aynalardan kaçar oldum Parçalanmış bir düşün Avucumda kırıkları Belki batmazlar elime ancak Yüreğimde kanar yarası Boğaz’a döndüm bu akşam Gecenin soğuk kollarında Yaşanmadan biten rüyam Yansır sudaki ay ışığında 2525 Deniz Şahintürk Düşerken Derin Eğrikavuk Çırpınabilirsin düşerken Bağırabilirsin, kimse duymasa da Umutsuzca tutunmaya çalışabilirsin, Tutunacak bir şey olmasa da Ya da bırakabilirsin kendini, Bilmesen de ne kadar süreceğini Korkuyu, endişeyi bir kenara koyup, Yerde seni neyin beklediğini unutup. Yapacak bir şey yok, düşeceksin her türlü Bırak esinti seni nereye götürürse götürsün, Bulutlara, kuşlara, güneşe bak bakabilirken Bulutların arasından düşerken. Aslı Töre 26 Dün Gibiydi Her Şey Güneşin kızıl ışıkları yavaş yavaş aydınlatmaya başlatmıştı Saman Dağları’nı. Çiğ tutmuş yaban otları, saf kristaller gibi parlıyordu kayın ve gürgen ağaçlarının gölgelerinde. Keltepe’nin doruklarından akıp gelen küçük çaylar da şırıltısıyla dolduruyordu tüm ormanı. Birden tok bir sesle uyandı tüm kuşlar. Bu, kendi başına yaşayan ve geçimini odunculukla sağlayan Dursun Amca’ydı. Dursun Amca, komşusu Dilaver Bey ile her sabah ormana gelir, öğlene kadar odun keser, güneş zirveye ulaştığında ise odun dolu küçük kızağını alır ve dağın eteklerindeki küçük bir köyde bulunan derme çatma evine gelirdi. Zaman hiç kimseye acımadığı gibi Dursun Amca’yı da es geçmemişti. Eskiden böyle miydi ki hayat? Rahmetli Selma Teyze hiç eksik eder miydi Dursun Amca’nın o güzelim köy kahvaltısını? Zaten Dursun Amca’ya sorsanız bu yaşa kadar öyle gelmişti o. Bir de Dursun Amca’nın hayat enerjisi olan Esra ile Nergis vardı. Şimdi sorsan nerede olduklarını bile bilmez... Birisi kaçtı evden, diğeri de okumak için gitti, ama bir daha da dönmedi. Yine de çocuk sevgisi işte; ne yaparsın! Kısacası mutlu bir yaşamı vardı Dursun Amca’nın fakat zamanın sert rüzgârları her zamanki gibi esti yine ve bu rüya da başladığı gibi bitti. Egecan Durmuş horozunun sesiyle gözlerini açtı yeni güne. Çapaklı kirpiklerini buruşmuş elleriyle ovuşturdu ve eliyle yataktan destek alarak doğrulmaya çalıştı. Sonra yine her sabah yaptığı gibi Selma Teyze’nin annesinden yadigâr kalan sandıktan çıkardığı temiz giyisilerini giydi. Daha sonra sessiz adımlarla evin arka tarafında bulunan küçük mutfağa yöneldi. Aç hissetmiyordu, ama yine de tahta masanın üzerindeki balla ekmekten birkaç lokma aldı. Masanın üzerindeki kırıntıları da nemli parmağıyla ağzına götürdükten sonra durdu ve düşündü biraz, ne yapacağını. Bir an önce kendini dışarı atmak istiyordu Dursun Amca. Yıllardır kendini güvende hissettiği sıcak yuvası, üstüne üstüne geliyordu şimdi. Kilerden baltasını kaptığı gibi dışarı attı kendini. Kapıyı açtığı anda güneşin ilk ışıkları vurdu gözüne. Gözlerini kıstı ve derin bir nefes aldı. Biraz soğuk havanın etkisiyle biraz da Dilaver Bey’in haykırışıyla kendine geldi: “Dursun Bey, nerde kaldınız? On dakikadır sizi bekliyorum.” Dursun Amca sabahki dalgınlığıyla saatin kaç olduğunu unutmuş ve bu yüzden de geç kalmıştı. Saksının yanındaki meşe dalından yapılmış sopasını aldı ve Dilaver Bey’in yanına yöneldi. Tiz bir sesle “Nasılsınız, Dilaver Bey?” dedi. Aslında canı hiç konuşmak istemiyordu. Yalnızca yürümek, yürümek istiyordu. Dilaver Bey’in de canı konuşmak istemiyordu bugün. Öylesine geçiştirmek için “İyiyim Dursun Bey, ya siz?” dedi. Dursun Amca’dan bir cevap alamayınca ses- Selma Teyze rahmetli olduktan sonra hayattan iyice bezmişti Dursun Amca. Yemek yemiyor, evinden odun kesmek dışında çıkmıyor ve Dilaver Bey dışında da kimseyle konuşmuyordu. İşte, yine o sabahlardan biriydi. Dursun Amca komşusu Dilaver Bey’in 27 sizliği bozmadı ve yürümeye devam etti. Dilaver Bey, Dursun Amca’nın yorulduğu kanısına vardı ve ağaç kesmeye ormanın kıyısından başlamalarını teklif etti fakat nedense Dursun Amca insanlardan daha da uzaklaşmak istiyordu bugün. Bu yüzden yürümeye devam etmek istediğini söyledi. Ormanın ortalarına geldiklerinde Dursun Amca zar zor nefes alıyordu. Baltasını titreyerek omzuna kadar kaldırdı ve ilk vuruşunu yaptı. Birden tok bir sesle uyandı tüm kuş- lar. Ardından bir tok ve ardından bir tok daha ... Çam ağacı yıkılmak üzereydi, ama ondan önce Dursun Amca yıkıldı. Dilaver Bey ne yapacağını bilemeden yanına çömeldi hemen. Dursun Amca’nın suratı bembeyaz olmuştu, serpilen kar taneleri, o küçük yüzünü kaplıyor ve onu yavaş yavaş kendilerinden biri gibi yapıyordu. Bunlara rağmen Dursun Amca, Dilaver Bey’in kolunu tuttu ve ona ulaşmanın umuduyla hafifçe gülümsedi. Morarmaya başlamış dudaklarından son bir cümle döküldü: “Ona gidiyorum ona, Sel ...” Çaresizliğim Her yağmur damlasına gözyaşlarım arkadaşlık ediyor. Ey yâr! Bende açtığın yara kapanmayacak biliyorum. Yüreğimde dağ misali yükler taşıyorum. Ben ne senden ümidvârım! Ne senden ümidi kestim. Ne bahtıma küstüm, ne de barıştım onunla! Sustum, konuştum, anlatamadım. Ne sana söz geçirebildim, ne kendime! Ama ben, yine ben, hep ben Hep ben oldum sana düş! Şimdi uçurum... ve sen kenarda Ben hep düşte kalmayı seçtim. Ne seni taşıyabiliyorum Ne sensiz kalabiliyorum. Adını koyamadım yalnızlığımın Çaresi sensin, çaresiz de sen! Hem uzakta dur, hem de çok yakın ol! Sakın konuşma! Bozulur büyüsü Bu derin uykunun. 28 Fatmanur Yokuş Maskelerin Ardında Kaybolup Giden Kalabalık Göksu Kalaycı çıkarıp üzerine geçirdi. Oldu olası takmaktan nefret ettiği kravatını da boynuna dolarken içinden bu gereksiz resmiyete bir kez daha küfretti. Odadan çıktı ve gıcırdayan parkelerin sinir bozucu sesi eşliğinde mutfağa girdi. Buzdolabında hafta sonu kendisine hazırladığı küçük çaplı sabah kahvaltısı ziyafetinden kalmış bir parça eski kaşar ve bayat simit ile kahvaltısını ederken bir yandan da bozuk para çanağından kuruşları sayarak yolda alacağı gazetelerin parasını cebine atmaya çalışıyordu. Çabucak yaptığı kahvaltısından sonra kösele ayakkabılarını ayağına geçirip siyah, altın kemerli, sokağa çıkınca işe giden adamların yarısından çoğunda görebileceğiniz evrak çantasını da kavrayarak kapıyı arkasından çekti. İçinde en ufak bir mutluluk kıpırtısı olmayan, yeni bir sıkıcı bir gün daha başlamış oldu böylece. Gece açık kalmış pencereden giren isle karışık soğuk havayla bir güne daha uyandı Süleyman Bey. Saat erken, hava henüz sabah olduğunu belli edemeyecek kadar karanlıktı. Süleyman Bey uykusunu alamamış, yorgun gözlerini açtığında. Karısının ölümünden beri onuncu kattaki loş ışıklı, her daim biraz soğan kokan lojmanının en kuytu köşesinde, bir zamanların misafir odasında kalmaya başlamıştı. Duvara dayalı, eski ve yırtılmaya yüz tutmuş, sararmış çarşaflı yatağından kalkmak, Süleyman Bey için çok zor olmuştu o sabah da. Önündeki upuzun günü düşünürken sabahın ilk ışıklarıyla beraber içini çekerek güne yine her zamanki karamsar edasıyla: “Yapılacak işler; yüzlerine, sahte maskelerine katlanılacak insanlarla dolu yeni bir gün daha Süleyman Efendi… Bunun da üstesinden geleceksin elbet.” dedi kendi kendine, mavi renklerinin yarısı kazınmış fayanslı tuvaletteki aynada eskimiş suratına bakarken. İçinden, bu türlü türlü maskelere bürünmüş, gün boyu yüzleşeceği insanlara etmediği lafı bırakmazken Süleyman Bey, farkında değildi ki kendisinin de sayısız maskesi, farkında olmadan kullandığı sayısız kişiliği vardı. Aynada gördüğü parşömen kâğıdı rengi suratlı, yüzü hafiften kırışmaya başlamış ve Ankara’nın tozlu, gri havasının rengi saçlarına vurmuş Süleyman Bey, dost sandığı aynaların ona ihanet ettiğinin de farkına varmış değildi henüz. Oysa aynalar, Süleyman Bey’in taktığı yüzlerce maskeyi ona göstermeden hepsini içlerine hapsediyorlardı. Ankara’nın havası da en az Süleyman Bey ve suçladığı diğerleri kadar ikiyüzlüydü. Daha bir hafta öncesine kadar bunaltıcı, kızmış güneş tepede parlarken yeni hafta beraberinde Ankara’nın kişilik özelliklerini yansıtan havayı getirmişti. Gökyüzü, kara kalemle çizilmiş bir resmin üzerine parmakla ovuşturulmuş gibi buğulu ve griydi. Süleyman Bey evinden çıkıp Kızılay Meydanında onu işine götürecek otobüse doğru yürürken zaten önceki geceden sesi kendisini uyutmadığından öfkeli olduğu yağmura biraz daha sövdü içinden, yerdeki su birikintilerinde pantolonunun paçalarını mahvedince. Sabahın erken saatlerinde işe gitmek için sokağa çıkmış bir kalabalıkla ayaklarını sürüyerek yürümeye devam etti Süleyman Bey. Kalabalıklar içerisinde Tıraş olduktan sonra dolabını açıp neredeyse birbirinden ayırt edilemeyecek benzerlikteki takımlarından birisini askıdan 29 yalnız olmak en kötüsüydü; ama, bir yandan, düşününce herkes yalnızdı. El ele tutuşmuş sevgililerin yüzlerindeki tebessümler, parmaklarındaki dokunuşlar nasıl yalanlar gizliyordu içlerinde, kim bilir! Böyle yapmacık ilişkileri olacağına yalnız olmayı tercih ederdi Süleyman Bey. Yoldan geçen onlarca yüz gibi asık olan suratı ve yanından geçen, silecekleri bir o yana bir bu yana giden arabalar ile devlet dairesine gidecek otobüsün durağına vardı az sonra. Otobüsünü beklerken ceketinin cebinden, içinde az sayıda kalmış, kimisinin sargıları açılmış sigaralarını çıkararak bir tanesini yaktı. Günün ilk sahte maskesi yaklaştı yanına; kırmızı ojeli, üşümüş ellerini cebinden çıkararak “Bir sigara alabilir miyim?” dedi, sahte bir gülümseme eşliğinde. Yüzünü onlarca kat altta bırakan bir tabaka fondöten ve ojeleriyle aynı renk kıpkırmızı dudakları, boyası dibinden akmaya başlamış saçları ile bu çatlamış sesli kadın, Süleyman Bey’e ellili yılların siyah beyaz filmlerinden fırlamış bir hayat kadınını anımsattı. Saniyenin yaklaşık dörtte biri kadarı bir sürede bunları kafasından geçirdikten sonra yavaşça kafasını öne salladı “Tabii” dedi, kadının sahte gülümsemesine bir o kadar sahte bir yenisi ile karşılık vererek. Hiç istemeyerek sigaralarından birisini titreyen, hafifçe kırışmaya başlamış elleriyle kadına uzattı. Kadının uzun tırnakları tenine deyince ürperdi Süleyman Bey ve sigarayı verir vermez arkasını dönüp gelen arabaları izlemeye koyuldu. banının ayrı şekilleri, değişik boyutlarda dikdörtgen kalıpları, izleri vardı. Her sahte kişilik başına bir ayakkabı tabanı düşüyor gibiydi. Tıpkı farklı ayakkabı giyip yerde farklı bir iz bırakabilecekleri gibi, her gün yeni bir benliğe bürünebiliyorlardı insanlar. Ayakkabı değiştirmek kadar kolaydı bu artık, hatta belki de istemsiz. Herkesin yağmurda farklı izler bırakan yüzlerce değişik ayakkabı tabanı vardı. Otobüsün yerleri, insanların ıslak ayakkabı tabanlarının bıraktığı kahverengi, çamurlu izlerle kaplanmıştı. Her ayakkabı ta- On üçüncü katta asansörden indiğinde tıpkı evinde kaldığı oda gibi koridorun en dibindeki odasına doğru ayaklarını sürüyerek 30 ... Süleyman Bey otobüsten indiği gibi doğruca karşı kaldırımdaki kırmızı tenteli, henüz açılmış büfeye gitti. Her gün aldığı gazetelerin ikisinin parasını ödeyerek kendi daireye doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Girişteki mavi kenarlı, daha sabahın ilk saatlerinden el izleriyle dolmaya başlamış dönen camlı kapıdan geçerek asansöre ulaştı. Kendisi gibi ellerinde siyah, altın kemerli çantalar ve çamurlu tabanlı ayakkabılarıyla asansör bekleyen iki kişi ile beraber girdi içeriye. En üst katta olan ofisine çıkmaktan, en çok da yanında başkaları olunca nefret ediyordu Süleyman Bey. Yine o her zamanki, uzun ve tuhaf sessizlik hâkimdi. “Havalar ağırlaşmaya başladı.” dedi içlerinden birisi isteksiz bir sesle. Süleyman Bey ve diğeri, hafif bir homurtu ile onayladı. Bu zorlama konuşmaların bir an önce bitmesini istedikleri belliydi; hepsinin gözleri bir bir sönen kat düğmelerine odaklanmıştı. Süleyman Bey, en üst kata çıkarken diğer ikisi indi. çamurlu ayak izleriyle dolu, aynası parmak izleriyle kaplanmış asansöre adımını attı. Zemin kat düğmesine basınca kenarlarında yanan kırmızı ışık, yaşadığı tek mutluluk sebebiydi her gün. ilerlerken yanından geçen birkaç kişi ile homurtuyla karışık “Günaydın”larla selam verdi. Sonunda odasına ulaştığında her günkü rutinin ilk adımı olarak odasına bir çay isteyerek gazetelerinin birisini açtı. Esmer, üzerine sigara kokusu inmiş genç delikanlı çayı getirdi: “Afiyet olsun ağabey! Başka bir isteğin olur muydu?” “Sağ olasın oğlum!” dedi Süleyman Bey; haftalardır dudaklarının arasından sızmasına izin verdiği tek içten cümle olsa gerekti bu; çaycı delikanlıya burada çalışmaya başladığında daha ilk günden çok ısınmıştı. Hep kendisiydi; ne fazlaydı ne de az. Yüzünde hep o hafif sağa kayık gülümsemesiyle herkese karşı aynıydı, içtendi. O, odadan çıkınca Süleyman Bey yine gazetesini aldı, sandalyesinde arkasına yaslanıp parmaklarını diliyle ıslatarak sayfaları çevirmeye başladı. Çay, senelerdir alıştığı gibi yine çeşme suyu tadındaydı; Süleyman Bey’in dairedeki bütün günü bu çeşme suyunu içmeye katlanıp gazete okuyarak geçiyordu. Bu durumdan her ne kadar şikâyetçi olsa da en azından insan yüzü görmek zorunda olmadığından kendini şanslı sayıp haline şükrediyordu. ... Otobüsten inip de eve gidene kadar yine paçaları sırılsıklam olan Süleyman Bey, sabah evden çıktığı küfürlerle girdi o akşam yine eve. Önceki akşamdan kalmış, hafif bozulmuş görünümlü zeytinyağlı fasulyeyi buzdolabından çıkarıp bir iki kaşık aldıktan sonra odasına gidip üstündekileri çıkardı, tahta, kenarlarını güveler yemiş sandalyesinin arkasına astı. Eskilikten parçalanmak üzere olan fakat Süleyman Bey’in hâlâ yenisini almamakta ısrarcı olduğu, rengi solmuş, tüylenmiş, gri pijamalarını giyip ayaklarına iki numara küçük gelen terliklerini de geçirdikten sonra televizyonun karşısına geçip haberleri izlemeye koyuldu. Her geçen gün, haberleri izlemeye takati giderek azalıyordu: En fazla kişiliği olup da hangisini kullandıklarına kendilerinin bile karar veremediğini düşündüğü politikacıların bitmek bilmez konuşmaları, kendilerini adetâ bir ilah zannettikleri rahatça anlaşılabilen seslenişleri ve büründükleri türlü türlü benlikleri kaldıramıyordu Süleyman Bey. O gün de kanaldan kanala çabucak gezindikten sonra, kendisi için uykudan daha iyi bir plan olmadığı sonucuna vardı bir kez daha. Ayaklarını yerde sürüye sürüye kuytu köşedeki tek kişilik odasının hemen yanındaki banyonun kapısından içeri girdi. ... Günün başından beri gözünü ayırmadığı akrep ve yelkovan saat beşi gösterince Süleyman Bey, bir iş gününün daha bitmiş olmasının verdiği mutlulukla derin bir iç çekti. Geldiğinden beri yalnızca gazetesindeki bulmacayı çözmek amacıyla bir kalem almak için açtığı siyah, altın kemerli çantasını ince sapından bileğine geçirerek yerinden kalktı. Yine koridorun sonundaki asansöre gidene kadar karşılaştığı, altlarında yüzlerce karakter gizli, kendi derisinin altındaki bir o kadar sahte dudaklarıyla gülümsemeler yolladı; bu, asansöre giden yol, hiç bitmeyecek gibi geliyordu her iş çıkışında. Kulakları, kösele ayakkabılarının, üzeri gri noktalı eskimiş yer karolarının üzerinde çıkardığı seslere yıllardır o kadar alışmıştı ki bunun yerini sessizlik alsa garipseyecekti sanki. Asansör neyse ki çok bekletmeden geldi bu sefer ve Süleyman Bey bir kere daha içinden nefret sözcükleri geçirerek, derin bir iç çekerek zemini, sabahki yağmurdan kalmış Süleyman Bey dişlerini fırçaladıktan sonra uzun süre ayna ile bakıştı. Sabah aynada olan adam ile şimdikinin arasında kaç farklı kişilik değiştirmiş, kaç farklı sahte gülümseme takınmıştı, kim bilir! Fakat tıpkı diğerleri gibi Süleyman Bey de maskelerini saklamakta o kadar başarılı idi ki kendisi bile ayırdında değildi artık kim olduğunun. Uzun zamandır farkında olmasa bile Süleyman Bey de maskeler ardında kaybolan kalabalığın içinden biriydi… 31 Tek Kişilik Koltuk Aysel Kapsız Yine yalnızlıkla karşı karşıyayım odamda Ben anlatıyorum, o dinliyor Birikmişliklerimi anlatıyorum Yılgınlıklarımı, yenilgilerimi Zaferlerimi sevmiyor yalnızlığım... Loş ışıkta gözleri çarpıyor gözüme Kayboluyorum sonsuzluğunda o hissiz gözlerin Ellerini uzatıyor bana, o soğuk elleri Dokunmadan ürperiyorum Ayak parmaklarımdan başlayan uyuşma Tüm vücudumu sarıyor, yavaş yavaş Beynim, hislerim, düşüncelerim Hepsi tutsağı olmaya başlıyor yalnızlığımın Ağlayamıyorum, gülemediğim gibi Sadece yalnızlıkla oturuyorum Tek kişilik koltukta Elimde sıcak çikolatam, aklımda sen varsın Bi’ de yanımda yalnızlığım. Pınarnaz Eren 32 Bizim Olan Şu Dünya Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” sözü, bir doğa felsefesi olarak ortaya çıkmasına rağmen doğanın değil, insan düşüncesinin özünün yakalanması konusunda son derece önemlidir. Düşünüş akımlarının temelinde yatan; ama en fazla göz ardı edilen bu anlayış, istemli veya istemsiz, söyleminden sonraki yüzyıllarda yankılar uyandırır. Şöyle ki, düşündüğümüz her fikrin özünde, fikri üreten kişinin bir insan olduğu kaçınılamaz bir gerçektir. Acaba metafiziğe kattığımız bu “insanlık” etkeni, felsefi düşünceler için bir engel konumunda mı yoksa artık bazı düşünce sistemlerinin amacı haline mi geldi? Mert Uşşaklı Descartes’ı sırf bir özel ‘durum’ olarak değil çoğu dini düşünce sisteminin bir temsilcisi olarak ele almalıyız. Bizim “özel varlık” oluşumuzla başlayan bir felsefeden bahsediyoruz burada. Descartes’ın felsefesinin amacı doğanın özünü kavramak olsaydı burada yaptığı ayrımın ne kadar yanlış olduğuna parmak basabilirdik. Nasıl olsa, köpek ile insan arasındaki farkların sadece biyolojik farklılıklar olduğu gerçeği bugün içimize işlemiş gibidir. Lakin Descartes bu ayrımı yaratmadı; zaten insanların içinde var olan bir anlayışı kâğıda yazmak dışında bir şey yapmadı aslında. Kendisi, bunu ‘hakikat’ zannediyordu. Öncelikle bu anlayışın bazı örneklerine bakalım. İlk önce Rene Descartes: Descartes’ın felsefesinde bu anlayışın son derece şiddetli bir skolastik felsefe kapsamında dayatıldığını görürüz. Descartes, varlıkları “res cogitans” ve “res extensa” olarak ikiye ayırır. Res cogitans; insanları, düşünceye sahip olan, özgür, tanrının içlerine üflediği ruhu taşıyan bizleri temsil eder. Res extensa ise, diğer bütün gözle görebildiğimiz varlıklardır: Köpek, kalem kutusu, makarna, bitkiler, ağaçlar. Skolastik anlayışın temelinde evrenin merkezine insanı koymak çok yaygındır; fakat Suratımıza insan temelli felsefe anlayışını bu kadar da çarpmayan ama yine de dikkat ettiğimizde o anlayışı, kuramının içinde sakladığını bildiğimiz başka bir filozof ise Immanuel Kant. Kant hakkında herkesin bildiği şeylerden biri Kant’ın bildiklerimizi “a priori” ve “a posteriori” bilgiler olarak ikiye ayırmasıdır. Özetlemek gerekirse “a priori” bilgiler, bilincimizi kazandığımız andan başlayarak adımız gibi bildiğimiz; “a posteriori” bilgiler ise “a priori” bilgilerin üzerine öğrenerek yerleştirdiğimiz bilgilerdir. “A priori” bilgileri sırf aklımızla edinebilirken “a posteriori” bilgiler 33 için aynı şey geçerli değildir. Örneğin, Kant’a göre boşluk ve nedensellik gibi kavramlar, herkesin kabul edebileceği evrensel gerçeklerdir. Boşluk, eşit bir şekilde her tarafa yayılmıştır ve diğer maddeyi kapsar. Masanın üzerindeki bir bardağı ittirdiğimizde, düşeceğini tahmin edebiliriz. Lakin bu gerçeklerin evrenselliği sadece bizim insani ölçülerimizde geçerlidir. Genel ‘izafiyet teorisi’ kapsamında boşluk denen kavramın (her ne kadar bizim için anlaşılması güç olsa da) mükemmel bir düzenlilikle devam edemeyeceği kabul görmüş durumda. Benzer bir bilimsel görüş birliğinden bahsedecek olursak Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi” çerçevesinde de nedenselliğin de her zaman geçerli olamayacağı, bazı nedenlerin hangi sonuçları ortaya çıkaracağının kestirilemeyeceği kabul görmüştür. Elbette ki buradaki amaç, bilimin metafizik üzerine gösterdiği bir başarıyı anlatmaktan çok, metafiziksel düşüncelerin içine ister istemez, ne kadar insan etkeninin katılabileceğini anlamamızdır. Bizim ölçülerimizde evrensel olan, hayal bile edemeyeceğimiz büyüklükteki evren için mutlak bir hakikat oluşturmayabiliyor. Bu, her zaman kötü bir şey değil elbette. Felsefe her zaman evrensel, 34 ontolojik bir çalışma olmak zorunda değil. İnsani bir bilimin bir ayağının insana basması son derece önemli; ama öte yandan kendimizi evrenin içine her fırsatta katmakta olduğumuz gerçeğinin farkında olmamız da önemli. İçine insani varsayımlarımızı kattıklarımızı sadece bilim ve felsefeyle sınırlandırmamak gerektiğini de vurgulamak gerekir. Edebiyat ve müzik de temelinde belirli bir felsefeye sahip alanlardır. Özellikle yanlış anlamamamız gereken bir nokta var: işlediğimiz temaların ve yaptığımız analizlerin içinde istemsiz varsayımların hepsinin yanlış olduğu kanısına varmak. Bizi biz yapan insan olmaksa bu gerçekle de sonuna kadar kucaklaşmalıyız. İyi yönlerimizle, kötü yönlerimizle (ama çoğunlukla tatlı trajedilerimizle) suratımıza bizi çarptığı için edebiyatı bugün bu derece yüceltebiliyoruz. Bu nedendir ki amacımız evreni tanımaksa bir şekilde, insanı tanımaksa başka bir şekilde hareket etmemiz gerekiyor. Yaptığımız hatalarla kendimizi tanımalı ve unutmamalıyız ki doğa insanlardan önce, insanlar ise felsefeden ve bilimden önce geldi bizim olan şu koca dünyaya. Gidiyorum Gidiyorum… “Gidiyorum” sözü artık benim için sadece kavgalarda söylenen ama asla eyleme dökülemeyecek, havada bir laf değil. Bu defa, gerçekten gidiyorum. Üstelik bunun doğuracağı bütün sonuçları göze alarak ve gelecek tepkilerin farkında olarak… Komşularım ve akrabalarım anlam veremeyecek bu gidişe çünkü görünürde hiçbir sebep yok... Orta gelirlilerin yaşadığı hoş bir semtte bahçeli, şirin bir evimiz varken ve eşim Michael’ın bir araba fabrikasında; sinemalara, tatillere ve diğer lüks ihtiyaçlarımıza para ayırabilecek kadar iyi bir işi varken gidiyordum. Michael’ın gözünün bebeği gibi baktığı bir ‘Cadillac’ arabamız varken hatta... Michael beni asla affetmeyecekti, benim onu affetmeyeceğim gibi. Biliyorum; Chris’e bakacak, onun sırtını sıvazlayacak bir “anne” bulacaktı. Chris belki bir sene beni hatırlayacak, hatta geceleri rüyasında görecek ve babasına “Annem nerede?” diye soracaktı ama sadece bir sene. Sadece bir sene hafızası beni barındıracak ve sonra unutacaktı çünkü eminim ki Michael’ın yeni eşi, onun yeni annesi olacaktı. Yeni annesinin Chris’e benden daha fazla sevgi göstereceğinden kuşku duymuyorum ve bu yüzden gözüm asla arkada kalmayacak. Kabul ediyorum, beceriksiz ve bencil bir anneyim. Çocukları için kendini feda edecek, onlar için sosyal hayatını, geleceğini, değer verdiği dostlarını bir kenara atıp dört duvar arasında hapsolacak bir kadın değilim. “Zekâ özürlü bir çocuğu nasıl bakıcıya emanet edebilir? Ne biçim bir anne bu? Kocasının geliri ikisine de yeter. Peki, ama Chris bakıcıların elinde mi büyüyecek?” türünden tepkileri duymazdan gelmeye çalıştım; ama insanların rahatsız edici bakışlarına daha fazla dayanamazdım. Ve bütün günümü geçireceğim o eve, Chris’le birlikte Yunus Emre Erdölen kapandım. Bir zaman sonra Sarah doğdu. Çevremizdekiler ikinci çocuğun da zihinsel özürlü olabileceği konusunda bizi uyarmışlardı ama Michael da ben de bunun imkânsız olduğunu biliyorduk çünkü Chris’in hastalığı genetik değildi. Sarah’ın giysilerini, mamalarını, eşyalarını, cüzdanımı ve giysilerimi çantama yerleştirdim. Ve her gün saat altıda çalmasına alışık olduğum o kapı zili evin içinde yankılandı yine. Chris zili duyduğu gibi odasından fırladı ve kapıyı açtı. En çok babasını seviyordu sanırım; en azından ben öyle umuyordum. O hazin olaydan bu yana bana bağlanmaması için elimden ne geldiyse yaptım. Her “Annem” dediğinde “Efendim” diyebildim sadece, kendime sakladım kollarımı, ondan esirgemeye çalıştım sevgimi, ona sarılmadım. O Michael’ın eseriydi, onu her gördüğümde Michael geliyordu aklıma, bu da beni kendi oğlumdan uzaklaştırıyordu. Michael, Chris ile birlikte odaya girdiğinde; “Bavulunu almayacak mısın?” diye sordu. Elimdeki tıka basa dolu çantayı görmüş ve Sarah’ın dışarı çıkmak üzere giydirilmiş olmasından, durumu anlamıştı sanırım. Bu anın er ya da geç mutlaka yaşanacağını biliyor gibiydi. “Bu çanta yeterli, fazla yüküm olsun istemiyorum.” dedim. Ne de olsa senelerce başkalarının yükünü çekmiş olmaktan yorulmuştum ve hafiflemek istiyordum. “En azından seni yolcu etmeme izin ver. İstasyona kadar beraber gidelim. Chris için de iyi olur.” dedi. Giderken Chris’i yanıma almayacağımı ve trenle gideceğimi biliyordu. Onunla evlenmek uğruna ailemi nasıl sessizce terk edip trenle kaçmışsam, şimdi de trene binerek ondan uzaklaşacaktım. Çantam ve paltomla birlikte Sarah’ı da alarak evden çıktım. Michael ve Chris arkamdaydılar, sımsıkı kenetlenmişti elleri 35 birbirine. İstasyona kadar hiç konuşmadan sessizce yürüdük. Gündelik yaşantımızda da pek konuşmazdık zaten iki ölü gibiydik. İstasyonun başındaki merdivenlerden inerken gördüğüm bir seyyar fotoğrafçı, duvara yaslanmış etrafı gözlüyor, gelen geçen her yolcuya olası bir müşteri gözüyle bakıyordu. “Son bir fotoğrafımız olsun çocukların büyüyünce bakabileceği bir fotoğraf…” dediğinde itiraz etmedim. Sadece poz verecektim. Fotoğrafların birini ben aldım, diğerini de Michael aldı. Hızlı adımlarla trenin kalkacağı perona gidiyorduk ki “Biletin var mı?” diye sordu. “Bir ay önceden almıştım.” dediğimde şaşırdı. Üç aydır bu yolculuğa hazırlandığımı bilmiyordu, bilemezdi de… O olaydan beri paylaştığımız tek şey yatağımızdı çünkü. Tren peronda bekliyordu. Bana uzun uzun baktıktan sonra “Geri dönecek misin?” diye sorduğunda “Hayır.” dedim kayıtsızca. Hiçbir şey demedi, öylece sustu. Yalnızca sarılmak istiyordu. Ona ilk defa engel olmadım. Ardından hiçbir şeyden haberi olmayan ve etrafına masum gülücükler saçan Chris’e sarıldım. Şaşırmış olmalıydı; annesi onu ilk defa bu denli sevgiyle kucaklıyordu çünkü. O da konuşmuyor, sadece gülümsüyordu. Bu sırada Michael da Sarah ile vedalaşıyordu ki ağladığını görebiliyordum ve bu hiç ama hiç umurumda değildi. Geceler boyu o kadar çok ağlamıştım ki bir hafta durmadan ağlasa üzülmezdim onun için. Sarah’ı çekip elinden aldım ve trene bindim. Kompartımandan dışarıya baktığımda, Chris ve Michael’ı belki de son kez görüyordum ve üzüntü duymuyordum, sanki duygularımı tümüyle yitirmiştim. Sadece Chris için ağlayabilirdim ama ağlamadım; O, Michael’ın bir eseriydi. Eğer onu da yanıma almış olsaydım, her geçen gün içimi kemiren, unutmaya çalıştığım 36 o olayı da yanımda götürüyor olacaktım. Bu isteyebileceğim son şey olurdu… “Chris’e hamile olduğumu öğrendiğimizde, biz evli iki genç havalara uçmuştuk. Hayatımızın en iyi günlerini yaşıyorduk adeta. Tek sorun Michael’ın hala içkiye devam etmesiydi. Sarhoş olmadığı sürece sorun yoktu ve Chris doğduğundan bu yana hiç sarhoş olmamıştı. Ancak Chris bir aylıkken bir gün eve körkütük sarhoş geldi. Ne yaptığının bilincinde değildi, evdeki eşyaları rastgele fırlatıyordu. Ne yapacağımı bilemedim, gerçekten çok korkmuştum. Chris’i kundaktan aldım ve Michael’a bağırmaya başladım. Durmalıydı ve hemen kendine gelmeliydi. Bu ailenin reisiydi o, liseli bir kaçık değil… Ama sözlerim onu daha da sinirlendirmiş olmalı ki bana vurmaya başladı. Dengemi koruyamadım ve düştüm. Düşerken Chris’i korumak için ona sarılmış olmama rağmen zarar görmesine engel olamadım. Kafa üstü düşmüştü…” Gülümsedim ve el salladım. Tren yavaşça hareket etmeye başladı. Tüm acılarımı, sıkıntılarımı ve peşimi asla bırakmayan geçmişin o karanlık gölgesini geride bırakıyordum. Ne tertemiz, hayatın tüm kirliliğinden habersiz zavallı bir çocuğun hayatını karartan bir alkol bağımlısına tahammül etmek zorundaydım ne de örnek bir anne olmak... Bütün bunlardan kurtulmuştum, elime sadece bir çanta ve bir bebek alarak yükümü hafifletmeyi başarmıştım. Kabul ediyorum; çok kötü bir anne, affetmeyen bir eştim fakat şimdi özgürdüm ve artık adımı kirleten, bana sorumluluklar yükleyen, beni kalıplara sokan sıfatlarım yoktu. Trene binmeden önce çektirdiğimiz fotoğrafı buruşturup camdan dışarı fırlattım. Ne Chris’in ne de Michael’ın yüzünü hatırlamak zorunda değildim. Ne de olsa önümde uzun bir yol ve yeni bir hayat vardı. Şerna Viyan Petekkaya O An Cemal Yağcıoğlu fark etti. Rüzgâr kirlilikten sertleşmiş sakallarını okşuyordu. Adam derin bir nefes aldı ve ölümün kokusunu titreyen göğsünde hissetti. Ölümden korkusu yoktu ancak ölümü bile özgür yaşayamama fikri içini ürpertiyordu. Adam, çözülen ellerine baktı: ellerindeki her çizgi, duvara atılan çizikler gibi, geçirdiği uzun zamanı yansıtıyordu. ... Mahkûm ve kısıtlanmış geçen yılları adamın suratındaki çizgilerden kolayca belli oluyordu. Üzüntüsü artık ağlamanın değerinin kalmadığı gözlerinden seçiliyordu. O, bunun son günü idi ama adamın suratındaki ifade, ilk hapis günündekiyle aynıydı. Daha bir gün önce, görmekten bıktığı gardiyana saldırıp idam cezasına çarptırılmıştı. Onu götürmeye gelen gardiyan zindana doğru yavaşça yürüyordu. Adam, sakince nefes almaya devam etti ve durgun yüzüyle gardiyana baktı. Gardiyanların boşluğunu yakaladığı bir anda koşmaya başladı. Saçları gözünün önüne geliyor, görüşünü engelliyordu. Arkasından koşan gardiyanların seslerini rüzgârın uğultusuyla karışık duyuyordu.Yaşlı adamın kalbi gittikçe hızlı çarpmaya başlamıştı. Adam, tepenin ucuna geldiğinde masmavi denizdi gördüğü. Yıllardan sonra ilk defa o an gülümsüyordu. Koşarken sıktığı eli terlemişti ve rüzgârın serinliğini elinde hissediyordu. Zindanından bunca yıl sonra çıkan adam, on dakikalığına da olsa özgür hissetmenin ölüme değeceği düşüncesiyle yavaş adımlarla yürüyordu. Bir anda önünde buldu idam sehpasını ve uzun bir ipi. Bir gün önce saldırdığı gardiyanı gördü, suratındaki mutluğu gördü... Yapacak bir şeyi kalmamıştı. Adam o kadar çaresizdi ki o an onu endişelendiren tek şey, son isteği sorulduğunda ne yanıt vereceğiydi. Ne ailesi ne de dostu vardı; kimin için, ne için istekte bulunacaktı? Tek bir adımla bıraktı kendini uçurumdan. Tutuklu geçen hayatını özgür bitirmek için bir adım... Bıraktı onca yılı, hüznü, korkuyu arkasında. Düşerken kollarını sımsıkı havada tuttu, yumrukları sıkılı... Tıpkı isyan eder gibi… Bulutların arkasından yüzünü göstermeye başlayan güneş, adamın yüzüne çarpıyordu. Bulunduğu yere ilk defa geliyordu ve bir denizin yakınında olduğunu o an 37 Mavisini Derinliğin Gözlerim kapalı ıslak rüzgârın içinde Bir hüsrandır sarmalamış ruhumu Mavisini özledim derinliğin Kıyıları güneşin ateşiyle yansımış İndirme gözlerini bir tutam karanlığa Yıldızları toplamış bir sepet içine Güzün son yaprağını beklerken Silinmesin şeffaf duygular yüzünden Taşımış bulutları hüznün Bir damla suyun renklerini Düşlerin ıslanmış yağan yağmurun altında Yeşili ışıldamış zümrütün bir umut içinde Gökyüzünden gece düşmüş vuran ilk ışıkla Sözlerin havada hükümlerini taşıyorlar İzin ver hayallerini süslesinler Işıkların karanlığa meydan okurmuşcasına yansısın Cesaretin adımlarındaki ağırlık olsun Bırak toprakta izin çıksın Derinliğine ulaşacaksındır mavinin Umudun kırık bir cam kasede Duyguların aydınlığın rengine bürünmüş Gözlerim kapalı bir ateşte Sıcaklığı tenime acının adını yazar Gülümsemendir yazılanın anılara gömülmüş hali Gözlerimi açarım ıslak rüzgârın içinde Soğuk damlaları vurur rüzgarın tenime, Güneş denizin altına kaybolmuş Yıldızlar geceye düşmüş Karanlık maviye yansımış Ancak hâlâ ışıklarım düşlerimde yanar 38 Sıla İnel “Baba”ymışım Gibi Bugün de bitti. Saatimdeki akrep ve yelkovan Beni de sürüklemişti sanki. Gün bitti, ben bittim. Bir yabancı gibi bakıyordum kendi aileme Eşime, oğluma... Çünkü kendimi “baba” sıfatını taşımaya değer bulmuyordum Mutlu edememiştim ailemi. Şimdiyse bir durakta otobüs beklerken Düşünüyordum kendimi “koca”ymışım gibi... O minik hüzünlü gözlere neşe dolduracakmışım gibi Üzmemişim gibi... Ezmemişim gibi... Belki de sorumluluklarımdan kaçmamışım gibi... Hiç olmazsa sadece “baba”ymışım gibi... *Cemal Süreya’nın “Fotoğraf ” şiirinden esinlenerek yazılmıştır. 39 Deniz Özcan ANUBİS Döne-mimle Biz bir boşluğa atıldık. Hayır, hayat metaforu yapmıyorum. Bir işe başvurmak nasıl bir cehennem olacak düşünsene... Biz bir boşluğa atıldık. Herkes bize yardım etmeye çalışıyor ama kimsenin yardım edemeyeceğini biliyoruz. Ben kendi yardımcı-ları-mın elini öpmek istiyorum. Bize kimsenin yardım edemeyeceğini biliyoruz ama denemeleri: Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez ki... Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez. Bunu bilerek bir boşluğun içindeyiz ve yerçekiminin ne yönden geleceğini kestiremiyoruz. Tek bildiğimiz, yerçekiminin bir yönden geleceği ve kimsenin bize yardım edemeyeceği. Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez. Kalbimizin bir tüyden hafif gelmesi için kalbimizi yememiz gerekiyor. Bunu bize yardım edemeyecekler yapmaya çalışıyordu zaten, ama basit hayatta kalma içgüdüsü: izin vermedik. İşte bu nedenle kalbimizi kendimizin yemesi gerekiyor. Bunu yapmak istemiyoruz. İstemediğimiz için olabildiğince yavaştan alıyoruz ama, yerçekiminin geldiği sırada hazırlıklı olmak istediğimiz için de tamamen durmamız mümkün değil. Bize kendi kalbimizi yediriyorlar. Kalbimiz bir tüyden hafif gelemez, ama bunun için çalışabiliriz, tam da bunu yapıyoruz. Biz bir boşluğa atıldık. Herkes yardım etmeye çalışıyor ama kimsenin yardım edemeyeceğini biliyoruz. Derya İnal 41