15. Safiye Alagöz (Kakioğlu)

Transkript

15. Safiye Alagöz (Kakioğlu)
Iğdır Sevdası
SAFİYE ALAGÖZ (KAKİOĞLU)
“Mert olacaksın mert!” derdi dedem
Bitlisli Mehmet.
Bu onun yaşam felsefesiydi. Korku
bilmez, otorite tanımazdı. Gözü pek, eli açık,
gönlü genişti. Sınır ticareti umuduyla gelip
yerleştiği Iğdır’a saplanıp kalmıştı. Çocukları
büyümüş, ailesi genişlemiş, kendisi de güçten
takatten düşmüştü artık.
Bitlisli Mehmet, yaşam zevklerine önem
veren yanıyla, büyük şehrin eğlence kültürünü
Safiye Alagöz
gönlünden eksik etmeden, dobra dobra yaşamasını bilmişti.
Rahmetli dedem biz torunları olarak beni yanına çağırmıştı. Elinden
düşürmediği Kuran’ı açtı, içinden beyaz bir kağıt çıkardı. “Oku!” dedi. Ticari deyimlerle süslenmiş can sıkıcı bir mektuptu. Zorlukla okuyup bitirdikten
sonra, “Aferin torunum! Okuman gayet iyi, derslerini ihmal etme!” demiş,
cebime harçlık koyup yolcu etmişti. Ruhun şad olsun dedem!
Hayatım
1938 Iğdır doğumluyum. Babam, halk arasında “Bitlisli Mehmet”
lakabıyla tanınırdı. Sınır ticareti nedeniyle 1937 yılında Erzurum’dan Iğdır’a
gelip yerleşmişti.
İlkokulu Iğdır’da bitirdim. Iğdır eşrafından Hacı Ömer Şark’ın oğlu
Hüseyin Bey’le evliyim. Üçü oğlan, dokuz çocuk annesiyim.
Bitlisli Mehmet Kakioğlu
Mehmet Kakioğlu
Babam Mehmet Kakioğlu, 1901Varto
doğumludur. Muhacirlik yıllarında (1877-78
Osmanlı-Rus savaşı) ailesi Bitlis’i terk edip Varto’ya yerleşmişti.
Babamın aile şeceresi, üç-dört baba geriye gidildiğinde, Özbekistan’ın Buhara şehrinden
gelme, Türk kökenli üç kardeşin hikâyesine
dayanır. İsimleri sırasıyla Kaki, Kıki ve Erbatan
olan bu kardeşler, bilmediğimiz bir nedenle göç
edip Osmanlı Devletine sığınmışlar, hükümet de
onları Bitlis ilinde iskân ettirmişti. Yoksul fakat
çalışkan bu üç kardeş kısa sürede bölgenin en
171
Safiye Alagöz
önemli tacirleri olmuşlardı. Onların torunları olan babam, amcam Davut Ağa
ve İsmail Şefkatli kendi zamanlarında Doğu Anadolu’nun en önemli tacirleri
olarak bu aile geleneğini devam ettirdiler.
Farız Ağa’nın Nüfus Cüzdanı
1 Temmuz 1324 (1908) yılında, El Gâzî Sultan Abdülhamit Han II döneminde, Dahiliye Nezareti (İç İşleri Bakanlığı) tarafından dedem Farız Ağa
adına düzenlenmiş olan nüfus cüzdanında şu bilgilere yer verilmiş:
Soyadı ve adı: Baba adı:
Anne adı:
Doğum tarihi ve yeri:
Dini: Mesleği:
Kaç eşli:
Boyu: Göz rengi:
Ten rengi:
Vilayeti:
Mahalle:
Mesken türü: Kakizâde, Farız
Mustafa
Zendi
1279 (1863), Nilis
İslâm
Manifaturacılık
Bir eşli
Uzun
Mavi
Beyaz
Varto
Gümgüm
Hane
Dedem Farız Ağa’nın Davut ve Hüseyin adlı iki kardeşi varmış. Hüseyin, aileden kopup Diyarbakır’a gidip yerleşmiş. Davut ve Farız kardeşler
172
Iğdır Sevdası
ise Erzurum merkezde dükkan açıp
birlikte ticarete atılmışlar.
Mavi gözleri, beyaz sakallıyla dedem Farız, mülayim karakterde
ve sofilik yanı ağır basan birisiymiş.
Günün büyük kısmını kasada oturarak geçirirmiş. Ayrıca garip bir
giyim kuşam zevki varmış. Yeşil bir
entari, cüppe ve bunların üstüne de
bir şalvar giyermiş. Mistik bir havada her gün bir kez cami ve mezarlık
arasında gider gelirmiş.
Farız Ağa’nın tek oğlu olan
babam, sosyal yanı güçlü ve ticarete yetenekliymiş. Amcası Davut
Ağa’yla birlikte, el ele verip birlikte toptancılık ve sınır ticareti işine
girmişler. Rusya’ya bakır, yağ, deri,
yün, canlı hayvan ihraç edip karşılığında şeker ve tekstil ürünleri ithal
ediyorlarmış. Kısa sürede amca-yeMehmet Kakioğlu (Sağda)
ğen Erzurum’un en zenginlerinden
olmuşlar. Hatta babam, Erzurum’a ilk otomobili getirdiği zaman, Vali ve tüm
bürokratlar gelip merakla bu arabayı seyretmişler.
Ancak bu ticaret ortaklığı, Varto Kürt ayaklanması nedeniyle, bu
bölgedeki borçlarını tahsis edememeleri yüzünden 1930’lu yılların ortalarına
doğru iflasla sonuçlanmıştı. Babam, sınır ticaretine devam etmek için Iğdır’a,
Davut amcam da Ağrı’ya gidip yerleşmişdi.
Babam, Iğdır’da Reşit Keki, Zeki Keki, Cevdet Ergin ve İsmail Şefkatli’yle birlikte sınır ticareti yaptı ancak savaş nedeniyle Markara köprüsü
kapanınca bu sefer askeriyeye iaşe müteahhitliği yaparak geçimini sağladı.
Yaşar Kaki
Davut Ağa’nın oğlu Yaşar Kaki, DP döneminde Maliye Bakanlığı
Özel Kalem Müdürlüğü görevine getirilmişti(1954). Yaşar Bey’in başından
ilginç bir olay geçmişti. Koyu DP’li olan Yaşar Bey, şans eseri, 1960 İhtilalinden bir gün önce Bakan Hasan Polatkan’la söz düellosuna girmişti. Ertesi gün
Bakana kızdığı için işine gitmemişti. O gün de İhtilal olmuş, tüm DP kadroları
işten alındığı halde Yaşar Bey’e dokunmamışlardı.
Yaşar Bey, bu görevini aralıksız olarak 1977 yılına kadar devam ettir173
Safiye Alagöz
di, emekli oldu.
Babam ve annemin tanışması
Babam Doğu bölgesindeki il ve ilçeleri dolaşır, bakır toplarmış. Bir
gün yolu Hınıs’a düşmüş. İşlerini yoluna
koyduktan sonra bir arkadaşının evine davet
olmuş. Çapkınlığı elde bırakmayan babam,
bahçede oturup elinde dürbünle su başında
kilim yıkayan kızları dikize almış. Annemi o
şekilde görüp beğenmişti.
Hüsnü Bingöl o zamanlar Hınıs’ta
görevliymiş. Annemin düğün merasiminde
babam ve Hüsnü Bey tanışıp dost olmuşlar.
Çok geçmeden Hüsnü Bey de, Hınıslı Mehmet Ağa’nın (Güner) kızıyla evlenince, iki
aile bir bakıma akraba gibi olmuşlar.
Iğdır’a doğru
Ailem Iğdır’a ilk geldiğinde, Hükü- (1) Naciye Hun, (2) Fetullah Kakioğlu
met Konağının (Vali Konağı) olduğu yerde, Obalı Hacı Nağdali isminde birisine ait bir evi kiralamışlardı. Ben bu evde 1938 yılında dünyaya gelmişim.
Bu evde iki yıl kaldıktan sonra, Aziz Gökbakan’a ait –daha sonra Aziz
Güveren’in satın aldığı- İdirmava’daki eve taşındık.
İçinde çocukluğumun geçtiği bu ev pembe taşlardan örülü bir Ermeni
yapısıydı. Bağır Aras ve eşi Salto Halanın evleri uzağımızda değildi. Evlerimiz arasında dar bir patika yol vardı. Gönlümüz istediğinde birbirimize gidip
gelirdik. Ailenin en küçüğü olduğumdan her yere girip çıkar, bununla kalmaz
büyükler bahçede veya balkonda oturup sohbet ettiklerinde onları zevkle pür
dikkat dinlerdim. Yıllar geçtiği halde bu konuşmalar canlılığından hiçbir şey
kaybetmeden hafızamda kalmış.
Aziz Gökbakan, babamın kuzeni Zülfinaz Hanım’la evliydi. 1955
yılında, Aziz Gökbakan, evde tadilat yapınca, biz o yılı nişanlım Hüseyin
Bey’in evinde geçirmiştik.
Evlendikten sonra (1956) babam, Şarabanı Halaya ait bir evi kiralayıp
orda birkaç yıl kaldı..
1962 yılında Iğdır depremi olunca, devlet ortaokul binasını –PTT binasının yeri ve karşısı- güvenlik nedeniyle kapattı. Babamın yakın dostu olan
kaymakam, bir gün babama, “Mehmet Efendi, gel tahta ve ağaç ihtiyacını vereyim, kendine ortaokulun bahçesinde bir ev yaptır” demiş. Böylece babam,
174
Iğdır Sevdası
bugün Maliye müdürlüğüne ait, Ermeniden kalma taş evde iskân edilmişti.
Annem bu evde 9 Temmuz 1967
tarihinde yakalandığı akciğer kanserinden kurtulamayarak vefat etti. Babam 1971 yılında Mal müdürlüğüyle anlaşmazlığa düşüp evi boşaltmak zorunda kaldı. Aynı mahallede bir
yıl kadar kirada kaldıktan sonra Mecit
Hun’la aynı bahçe içerisinde ev inşa edip
oraya taşındı.
Babam 17 Nisan 1971 tarihinde
vefat etti.
Babam Mehmet Kakioğlu
Babam, açık sözlü, dobra ve cesur birisiydi. Kimsenin minneti altında
kalmak istemezdi. Arkadaşlığa önem Soldan Sağa Naciye Hun, Safiye Alagöz, Nazire
verir, zayıfları ve yoksulları korurdu. Kakioğlu, Zinnet Kakioğlu (Oturan)
Son derece gururluydu. Bu yüzden başta Atilla Hun (Ayakta), Selahattin Hun
Hüsnü Bey olmak üzere Iğdır’daki bürokrat ve ileri gelenler, babamın dostluğuna önem verir, onu sevip sayarlardı. Ne yazık ki sosyal yaşama ve zevklerine son derece düşkün babam, talihsiz bir sağlık sorunu nedeniyle yaşamının
son 15 yılını eve kapanarak geçirmek zorunda kalmıştı.
Babamın sağ yanağında doğuştan siyah bir ben vardı. Bir gün jiletle
bu beni kesip attı. On yıl boyunca bu yara zaman zaman iltihaplanıp sorun yarattı. Sülük tedavisi acısını biraz dindiriyordu ama yara her yıl nüksediyordu.
Bir gün bu müzmin yara kansere çevirdi. Ankara’da yapılan bir ameliyatla
bu kanserli parça yanağından çıkarıldı ama yüz güzelliğini de kaybetmişti.
Babam görünüşüne ve giyim kuşamına önem veren birisiydi. Bu olay onun
sosyal yaşamını etkilemiş, eve kapanmasına neden olmuştu.
Annemin Ailesi
Aslen Cibranlı aşiretine mensup olan dedem Emin Bey, uzun yıllar
nüfus müdürlüğü görevini yürütmüştü. En son tayini Hınıs’a çıkmış, emekli
olduktan sonra da bu ilçeye yerleşmişti. Anneannem Asiye Hanım, aslen Ahlatlı olup Ali Bey namında zengin bir tüccârın kızıymış.
Annem 1899 (1315) tarihinde Hınıs’ta dünyaya gelmişti.
175
Safiye Alagöz
Belkıs Hanım
1920’li yıllarda Erzurum’dan Muş’a kadar geniş bölgede astığı astık
kestiği kestik, aslen Malazgirtli Derviş Ağa isimli bir eşkıya varmış. Bir gün
nasıl olmuşsa Hınıs ilçesinde ikâmet eden Belkıs teyzemi görüp ona âşık olmuş. Ancak dedem, kızını bir eşkıyaya vermeyi şiddetle reddetmiş. Derviş
Ağa, yanına adamlarını alarak sevgilisinin evini kuşatmaya almış, “Ya Belkıs’ı alırım ya da hepinizi öldürürüm!” diye tehdit etmiş. Dedem, çıkış yolu bulamayınca, bir küp altını başlık parası olarak şart koşmuş. Derviş Ağa, parayı
verip teyzemi düğünsüz derneksiz baba evinden çıkartıp gözden kaybolmuş.
Ailesi yıllarca Belkıs’tan haber alamayınca, öldüğünü zannedip, umutlarını
kesmişler.
Aradan yıllar geçmişti. 1940’lı yılların ortalarına doğru bir zamandı.
Kardeşi Belkıs’ın kaçırılması sırasında genç kız olan annem, evlenmiş, Iğdır’a yerleşmişti.
Bir gün, yaşlı bir kadın, evimizin kapısını çalıp, sadaka istedi. Annem, kadını bahçe içindeki evimize davet edip, kendisine yemek ikram etti.
Konuşma sırasında, yaşlı kadının Malazgirtli olduğunu öğrenince, annem
heyecanla, “Derviş Ağa ismini hiç duydun mu?” diye sordu. Kadın, “Derviş
Ağa ismini duymayan mı vardı. Azılı bir eşkıyaydı. Bir gün öldürüp kafasını
kestiler” dedi. Annem, Belkıs teyzemin izini bulmak umuduyla, “Onun karısı
benim kız kardeşimdi. Ailesi hakkında bir bilgin var mı?” diye sordu. Yaşlı
kadın, “Tek bildiğim, Yusuf adlı bir oğlunun Malazgirt’te bir kahve işlettiğidir” dedi.
Bir ev kadını olan annemin o yılların koşulları altında Malazgirt’e
gidip, kız kardeşinin izini sürmesi imkansızdı. Sorgulama ve merak öylece
kapanmıştı.
176
Iğdır Sevdası
Ertuğrul Tığlay
İstanbul Küçükçekmece belediye başkanlığı yapmış Ertuğrul Tığlay’la
anne tarafından akrabayım. Babası Sadi
Bey, annemle öz amca çocuklarıydılar.
Babası erken yaşta vefat edince ninem,
Sadi Bey’i kendi himayesine alıp büyütmüştü. Yıllar sonra Sadi Bey, veteriner
oldu, Iğdır’da görev yaptı. Ertuğrul
Tığlay da o yıllarda Iğdır’da dünyaya
gelmişti.
Kardeşlerim
Ağabeyim Fetullah, 1936 Erzurum doğumludur. İlk ve ortaokulu Iğdır’da, liseyi Zonguldak ve Çankırı’da okudu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
mezunudur.
Ağabeyim, öğrencilik yıllarında
MTTB’nin yönetim kurulu üyesi ve Fa- Soldan Sağa Safiye Alagöz, Muhsine Kaya, Naciye Hun
külte öğrenci derneği başkanıydı. Siyasal
konulara ilgisi nedeniyle ABD Cumhurbaşkanı Johson, İnönü, Gürsel, Demirel ve Türkeş gibi dönemin önemli şahsiyetlerini yakından tanıma şansı olmuştu. Onlarla birlikte çektirdiği resimler baba evimizin duvarlarını süslerdi.
Ağabeyime, İktisat Fakültesinde öğrenim yapma fikrini Haydar Behramoğlu vermişti. “Eğer çalışarak okumak istiyorsan bunun için en uygun yer
İstanbul ve en uygun bölümde İktisat Fakültesidir”, demesi üzerine ağabeyim
İstanbul’a gitmişti.
Ağabeyim, Fakülteden mezun olduktan
sonra yayın hayatına ve matbaacılık dünyasına
girdi. “Karma Ekonomi” adlı bir dergi çıkardı. Ortaklarıyla anlaşmazlığa düşünce, bu kez “Türkiye
Konferanslar Dergisi” adlı ikinci bir dergiyi yayın
hayatına soktu.
Kayı Matbaacılık AŞ kurarak, kartvizit,
davetiye türünden basım işleriyle uğraştı. Değerli
Fetullah Kakioğlu
insan rahmetli Enver Aytekin’le beraber Sosyal
Yayınlar’da hizmet verdi. Fransız Doğu dilleri uzmanı J.Blau’nun “KürtçeFransızca” sözlüğünü okurlarına, “Kürtçe-Türkçe-İngilizce-Fransızca” olarak hazırlayıp kazandırdı.
177
Safiye Alagöz
Ağabeyimin, Kaan ve Dilan isminde iki çocuğu var. Tıp Doktoru olan
Kaan ve Jeoloji mühendisi olan Dilan
İstanbul’da ikamet etmektedirler.
Nazire Ablam 1928 yılı Erzurum doğumludur.
6-7 yaşlarında Saniye Hanım
adlı bir lise hocasının gözetiminde bir
mahalle evinde dini eğitim almıştı. Bu
gibi okullar devlet tarafından yasaklanmıştı. Nitekim bir gün polisler mahalle
okulunu basıp Saniye Hanım’ı döverek
götürmüşler, okulu da kapatıp önüne
bir bekçi dikmişler.
Saniye Hanım’la devam eden
bir yıllık Kuran eğitimi Nazire Ablamın aynı zamanda tüm hayatım boyunca önüne çıkan tek eğitim fırsatıydı.
Ondan sonraki yıllar, kendi kendisine
Polis Mehmet Kaya ve Kızları Meral İle Nihal
dini bilgisini artırdı, bunu manevi bir
zenginliğe dönüştürdü. Nazire Abam, evlenmedi. Kuaförlük ve terzilik yaparak hayatını
kazandı. 1990 yılından beri kardeşim Fetullah’la birlikte İstanbul’da ikâmet
etmektedir.
Muhsine Ablam, 1927 Erzurum doğumludur. 1949 yılında Iğdır’da
görev yapan polis Mehmet Kaya’yla evlendi. Uzun yıllar Zonguldak’ta ikamet etti, sonra Elazığ’a yerleşti. Meral, Nihal, Seval ve Serap isminde dört kız
çocuğu annesidir.
Meral Hanım, Atilla Hun’un eşidir.
Çocukluk Yıllarım
Bağır Emmi ve Salto Hala
Salto Hala oturaklı, konuşmasını bilen, doğru sözlü bir kadındı. İnsanlara yardım elini uzatmayı severdi. Onun kişiliğinde en çok sevdiğim yanı
geçmişe dair anlattığı olaylar ve bunu anlatış tarzıydı. Her kelimesi anlam ve
duygu yüklüydü.
Salto halanın anlattığına göre Rus döneminde İdirmava caddesinin
iki tarafından ‘arx’ denilen küçük dereler akarmış. O zamanlar evlerde su
178
Iğdır Sevdası
olmadığı için insanlar içme suyunu
bu derelerden temin eder, kezâ bulaşık ve çamaşırlarını da bu suyla
yıkarlarmış.
Yolun sol tarafındaki dereyi
Müslümanlar, sağ tarafındakini de
Ermeniler kullanırmış.
Çocukluğumun geçtiği ev
ve etrafındaki binalar eskiden askeriyeye aitmiş. Ağrı İsyanı yıllarında
buralar gözetim ve cezaevi olarak
kullanılmış. İsyan bölgesinden getirilen çoluk çocuk, kadın ve erkekler
buralarda bir müddet göz hapsine
alınır, sonra da bilinmeyen yönlere
gönderilirmiş.
Salto Halanın çok sert ve
acımasız bir kaynanası varmış. Ne
zaman ekmek pişirse, Salto hala
gizliden 4-5 ekmeği çarşafının altına
Safiye Alagöz ve Atilla Hun
saklar, tutukluların olduğu binaya
yakın gidermiş. Ekmeği dilimler, güzel yüzlü çocuklara pay edermiş.
Iğdır’ın ilk traktörlerinden birisini, belki de ilkini Bağır Aras getirtmişti. Rus malı, palet üzerinde hareket eden bu traktör, Aralık’taki çeltik fabrikasının motorunu çalıştırıyordu. Traktör şehir merkezine geldiğinde, herkes
merakla seyre giderdi. Bu garip makineye halk arasında “Deccalin eşeği”
lakabı verilmişti.
Bağır Emminin Fahrettin ve Mazlum adında iki oğlu vardı. Mazlum,
liseyi İstanbul’da bitirdikten sonra Amerika’ya gitmiş, orada Claudet isimli
bir kadınla evlenmişti. Bu evlilikten iki kızı olan Mazlum Amerika’da vefat
etti.
Yıl 1953 veya 1954 olmalıydı. İlkokulu henüz bitirmiş, ortaokula da
kaydımı yaptırmıştım. Bir gün, Mazlum’un hanımıyla beraber Türkiye’ye
geldiği, özel arabasıyla İstanbul’dan Iğdır’a doğru yola çıktığı haberi ortalıkta dolaştı. Bütün mahalle heyecanlanmıştı. Yıllardır görmedikleri Mazlum,
Amerikalı bir gelinle baba evine geliyordu!
Tüm hazırlıkları yapıldı. Çilli yoluyla gelecek olan Mazlum’u karşılamak için hep birlikte bir traktörün römorkuna tıka basa doluşup yola çıktık.
179
Safiye Alagöz
Römorka sıkışanlar arasında
ben, Bağır Emminin evinde
kiracı olan Naciye Ablam,
Gökbakan ailesinden İsmet ve
Pakize hanımlar ve kuzenim
Zülfinaz Hanım da vardı.
Traktör bizi Orgof’a
kadar götürdü. Orada römorktan inip Mazlum’u beklemeye
koyulduk. İkindi olduğu halde
gelip giden yoktu. Çocuklar
açıkmış ağlıyorlardı. Bizim Soldan Sağa Nazire Kakioğlu, Muhsine Kaya Zinnet Kakioğlu,
Mehmet Kaya, Naciye Hun
yakınımızda siyah çadırları- Çocuklar Safiye Alagöz, Fetullah Kakioğlu, Muammer Kaya
nı açmış Kürt çadırları vardı.
Bizlere bolca yoğurt ve ekmek ikram ettiler. Karnımızı bir güzel doyurup
beklemeye devam ettik.
Çok geçmeden dağın yukarılarında üzerinde batan güneşin ışıklarının
yansıdığı, Mazlum’un özel arabası göründü. Bağır Emmi heyecanla:
“Aha Mazlum’un arabası!”, diye bağırdı
O gece bütün Iğdır ayaktaydı. Olağanüstü bir gündü. Herkes gelip merakla Amerikalı geline göz atıyor, Mazlum’la sohbet ediyordu. Belediye bile
bu coşkudan etkilenmiş, normalde gece yarısı sönen elektrikleri o gün sabaha
kadar açık bırakacağını ilan etmişti.
Mahalledeki bu heyecan Mazlum’un kaldığı 4 gün boyunca devam
etmişti.
Sabah olunca Bağır Emmi bir öküz kurban etti. Biz çocuklar dinmek
binmeyen bayram havasından neşeli ortalıkta dolaşıp duruyorduk
Yeğenim Selahattin’in ayaklarında kendi paramla aldığım yandan açmalı ve düğmeli güzel bir çift ayakkabı vardı. Claudet’in kızı Aysel bu ayakkabıya heveslenmişti. Ağlamaya başladı. Ama kimse niçin ağladığını bilmiyordu. Annesi gelince durum açıklığa kavuştu. Ayakkabıları çıkartıp Aysel’e
giydirdik. Amerikalı kız taşra ayakkabısıyla mutlu olup sesini kesti. Claudet Hanım, kimsenin görmediği bilmediği şeyler yiyordu. Valizinden, yıllar sonra ‘konseve’ olduğunu anladığımız küçük teneke kutular çıkartıyor, kaynamış suya atıyor, sonra da açıp yiyordu. Hepimiz şaşkın şaşkın
onun yemek yemesine bakıyorduk.
Bazen de bir toza 2-3 yumurta sarısı atıp şekerle bulamaç haline
getirip onu yerdi. Salto Halam ve diğer komşular Claudet Hanım’ın ikram180
Iğdır Sevdası
larını ‘domuz eti’ korkusuyla kabul
etmezdi. Bir gün de Claudet Hanım beyaz bir tozu Salto Halamın avuçlarına
döktü. Merakla başlarına üşüştük. Salto Hala’nın eli suya değer değmez toz
köpürmeye başladı. Balon gibi şişen
köpükleri elimize alıp sevinçle oynamaya başladık.
Ancak yıllar sonra bu “sihirli
beyaz toz”un bildiğimiz çamaşır tozu
olduğunu anlayacaktım.
Dört gün hızla gelip geçmişti.
Mazlum’u Amerika’ya hüzünlü bir
törenle uğurladık.
Bağır Emminin yüreği yaralıydı. Bir akşam Mecit Abinin evine gelip
birlikte balkona oturdular. Yıllardır bir
Mazlum Aras, Eşi Claudet ve
baba olarak Mazlum’a yaptığı fedaKüçük Aysel
karlığın faturasını çıkarmak istiyordu.
Mecit Abi eline kağıt kalem aldı, söylenenleri yazdı. Falanca tarihte şu kadar altın, falanca tarihte bu kadar altın
derken uzun bir liste çıktı. Salto Hala da elli altınını oğlunun okuması uğruna
feda etmişti.
Anlaşılan bu fedakar aile Mazlum’un okuması için bütün servetini
harcamıştı. Ancak Mazlum, bir meslek sahibi olacağına bir çay bahçesi işletmeyi kendisine yeterli bulmuştu. Bağır Emmi evladının gönülden ırak olmasına mı üzülsün, yoksa onun başarısızlığına mı, bilemiyordu.
Salto Halayla Naciye Ablamın evleri iç içeydi. Yemekler bir gün Salto
Halanın evinde, bir gün de ablamda pişerdi.
Bağır Emmi ve Mecit Abi balkondaki masada, kadınlar ve çocuklar
da içerideki yer sofrasında otururlardı.
Bağır Emminin özel bir kileri vardı. Yazdan biriktirdiği her türden
meyve ve sebzeyi orada saklardı. Biraz eli sıkı olduğundan anahtarı kimseye
vermez, üzerinde taşırdı.
Kış aylarında meyve tam kıymete binerdi. Bazı akşamlar Salto Hala
beni de yanına alır, erkenden uykuya dalmış Bağır Eminin cebinden anahtarı
aşırırdı.
Benim görevim gaz lambasını taşıyıp aydınlık etmekti. Salto Hala ki181
Safiye Alagöz
lerin kapısını açar, kovaları meyveyle
doldururdu. Usulca kapının asma kilidini tekrar yerine takıp eve dönerdik.
Salto Hala kova dolusu meyveyi çocukların önüne boşaltır, tembih
ederdi:
“Sakın meyveyi dışarda yemeyin. Kabukları da ortalığa atmayın!
Satılda (kovada) bir şey kalmayanda
yine getiririm.”
lınca:
Dört beş gün sonra kova boşa“Satıl boşalıptı! Allah kerimdi! Bağır indi birazdan yatar!”
derdi.
Böylece tekrar hırsızlığa (!)
giderdik. Bir gün Salto Hala Bağır
Emmi’ye:
“Bağır, sen de Mecit’in uşaxlarına bir şey verirsen!
“Ne verecem! Anahtar sendedi
da!”
Bağır Aras’ın Balkonu Soldan 2. Naciye Hun
3.Nazire Kakioğlu 5. Claudet Aras - Safiye Alagöz
(Oturan)
Çocuklar Soldan Sağa Aysel Aras, Selahattin Hun
ve Atilla Hun.
Bağır Emmi Salto Haladan önce vefat etti. Iğdırmava mezarlığına defnedildi. Salto Hala Erzurum’da vefat etti, vasiyeti üzerine orada gömüldü. Mazlum ARAS
Mazlum Aras’ın hayatı bir Iğdır masalıdır. Mazlum Aras, doğduğu topraktan genç yaşta ayrılmış, vatandan uzaklaşmış, kader rüzgârı onu
Amerika’ya savurmuştu. Iğdır o güne kadar hiç bir evlâdını bu kadar uzağa
fırlatmamıştı. O başka bir gezegene gitmiş gibi Iğdırlının gönlünde yer etmiş,
her kalpten bir parçayı kendisiyle götürmüştü. Claudet’le evliliği masal motifini tamamlamış, böylece ismi ayrılıklar ve hasretlikler çekmiş Iğdır insanın
simgesi olmuştu. Kim bilir kaç yürek onun kaderi için gizliden ağlamış, onu
kendi canından bir parça bilip yaşamını düşlemişti.
50’li yıllarda Iğdır, Mazlum Aras ismiyle oturup kalkmıştı. Her sohbette o vardı; her söz onun adıyla güzelleşir, onun adıyla mistik bir anlama
kavuşurdu..
182
Iğdır Sevdası
Iğdır, masal kahramanını
Ağustos sonu 1952 yılında hasretle
bağrına basmıştı ama ancak kısa bir
süre için... Uzakların cazibesi onu çağırıyordu. Sevdiklerine umut verip, bir
daha gelmemek üzere okyanusları aştı,
geride bıraktığı hasret ve göz yaşıydı.
Mazlum Aras, “Otelciler Kralı” olarak ün yapıp, fani dünyadan
ayrıldı ama onun ismi Iğdır sevdasının
en güzel sayfası olarak hep bizimle
yaşayacak.
Gezgin Sadun Boro, 1966 yılında, teknesiyle dünya turuna çıkar.
Yolu, Karaip denizindeki St. Lucia
adasına düşer. Muz ve hindistan ce- Soldan Sağa Müjgan Bingöl, Nazire Kakioğlu ve
Şükran Bingöl
vizi memleketi bu küçük adada, sahil
üzerinde otel işleten bir Türk’le tanışır. Sadun Boro kitabında o bölümü şöyle
yazar:
Karaip’te Bir Türk’ün Oteli
Marigot koyu 70-80 metrelik bir girişten sonra genişleyerek, bir milden fazla içeri doğru giren bir koy. Bunun nihayetinde daracık bir boğaz daha
var. Bu boğazın iki tarafında palmiye ağaçları, yarı bellerine kadar denize
eğilmiş, sakin suda kendi akislerini seyreder. Yapraklarına sürtünerek birkaç
yüz metre kutrunda bir havuzdan farksız olan ikinci koya geçip demirledik.
Altımızda üç kulaç su, masmavi, billur gibi, dipte yatan zincirin baklalarını sayacak kadar berrak... Bu gölün etrafını hindistancevizi, palmiye,
muz ağaçlarıyla kaplı tepeler çevrelemiş. Yamaçta, birkaç villa ağaçlar arasına saklanmış, açık deniz gözükmüyor bile. Zaten eski yelken devrinde korsan
tekneleri gelip burada saklanırmış. Hatta, dışarıdan gözükebilecek uzun direklerini ağaç yaprakları ile sararak gizlerlermiş.
Bir müddet güvertede oturup bu güzelliği seyrettik. İnsanın, daha güzel bir yeri tahayyül etmesi bile zor. Bu cennetin ortasında Kısmet (teknenin
adı) dolgun bir kadın göğsünü süsleyen bir pırlanta gibi kaldı.
Bota atlayıp, girişteki büyük koyun sahilindeki otele gittik. Yerli malzeme ile sazdan yapılmış Amerikan barı, lokanta ve yanında güneşlenmek
için balkonu, kazıklar üzerinde denize doğru çıkmış. Arkadaki yamaçta ikişer, odalı bungalolar, rengârenk çiçek ve koca ağaçlar arasına serpilmiş. Bir
garsonla otelin sahibini çağırttık. Biraz sonra esmer, orta boylu tam bir Ana183
Safiye Alagöz
dolu çocuğu koşarak geldi. Önce bizi,
sonra Kısmet’teki bayrağı görünce
ne söyleyeceğini şaşırıp gözleri dolu
dolu oldu....
Mazlum Aras, yirmi yıl evvel
tahsil için geldiği Amerika’da yerleşip
evlenmiş. Geçen yıl tatilini geçirmek
için uğradığı St. Lucia’da Marigot koyuna hayran olup, bir ortak ile beraber
oteli satın almış. Pek sevimli ve biraz
da Türkçe bilen karısı ve iki kızı ile
beraber şimdilik burada yerleşmişler.
Bizi iki gün, bu cennetten kalma köşede misafir ettiler. Daha uzun kalmamız
için ısrarlarına rağmen, vakit ilerliyor
programımıza uymamız lazım. İstemeye istemeye ayrıldık.
Soldan Sağa Nazire Kakioğlu, Hüseyin Alagöz,
Safiye Alagöz, Atilla Hun ve Zinnet Kakioğlu
(Oturan)
Hüsnü Bingöl’le aile dostluğumuz
Hüsnü Bey Terekeme asıllıydı. Hınıs’tan evlendiği için Hınıslı olan
annemin ailesiyle tanışıyordu.
Hüsnü Bey, annemle babamın düğün yemeğine davet edilenler arasındaymış. Yemek sırasında başından ilginç bir olay da geçmişti.
Fazıl Ağa’nın oğlu Memet’in evlendiğini duyan Hüsnü Bey lacivert
renkte pırıl pırıl bir takım elbiseyle konuk masasındaki yerini almış. O gün
misafirlere Bitlis yöresinin ünlü yemeği, içi erimiş yağ dolu köfteler ikram
ediliyormuş. Hüsnü bey köftenin içinde sıvı yağ olduğundan habersiz, iştahla
ısırmış. Bir fıskiye gibi fışkıran yağ ceketini boydan boya kaplamış. Lekenin
temizlenmesi mümkün olmadığından Hüsnü Bey ertesi gün terziye gidip aynı
kumaştan ikinci bir ceket daha diktirmiş. Hüsnü Bey aile dostumuzdu. Özellikle annemi çok severdi. İki aile sık
sık bir araya gelir, birlikte yer içerlerdi. Hasta olduğu zaman mutlaka birkaç
askeri anneme gönderirdi:
“Kumandanımız hasta! Yemek istiyor!”
Hüsnü Bey, annemin yemeklerine tutkundu. Böyle günlerde annem
çiğ denden (buğday) yoğurt çorbası yapar, demir kalıplardan çıkmış kıtır kıtır
tatlıları bir sepete koyup gönderirdi. Buna karşılık annemin ne zaman yardıma
ihtiyacı olsa, odun mu kırılacak, çarşı pazardan malzeme mi taşınacak Hüsnü
184
Iğdır Sevdası
beyden yardım isterdi. Birkaç asker daşkalarla
malzemeleri eve taşır, evin diğer ihtiyaçlarına
yardımcı olurlardı.
Bir gün Hüsnü Bey kendisine hediye edilmiş değerli bir tespihi anneme uzattı:
“Zinnet Hanım! Ben namaz kılmıyorum.
Al şu tespihi, namaz kıldığın zaman sahibine dua
et!”
Hüsnü Bey, Mecit Hun’un oğlu Atila’yı
çok severdi. Mecit Abi, ilk evlendiğinde Şeyh Xano’nun evine yerleşmiş, Atila da o evde dünyaya
Naciye Hun
gelmişti. Kapı komşu olan Hüsnü Bey’in kızları,
Şükran ve Müjgan, Atila’yı gelip evden alır, Hüsnü Bey’e götürürlerdi.
Naciye Ablam, Atila’yı geri getirme işini bana vermişti. Yine bir gün
Atila’yı getirmek için Hüsnü Bey’in evine gitmiştim. Evden içeri girince
unutamadığım bir sahneyle karşılaştım. Hüsnü Bey ellerini havaya uzatmış,
1-2 yaşındaki Atila’yı hoplatıp duruyordu. Atila’nın belden aşağısı çıplaktı.
Birden çocuk, kendini tutamayıp Hüsnü Bey’in göğsüne sağanak halinde
boşanıverdi. Hüsnü Bey yaramaz çocuğu, havada tutarak kendinden uzaklaştırdı, sakin ses tonuyla:
“Şükran, kızım! Bir bez getir, oğlanın sidiği göğsüme değdi!” dedi.
Hüsnü Bey’in evine çeşit çeşit lokumlar, çikolatalar gelirdi. Paketler
açılmadan öylece üst üste dururdu. Atila geldiği zaman bunlardan birini kapar, koşar adım dışarıya yönelirdi. Hüsnü Bey de şakadan:
“Ulan! Sen bizim payımızı da alıyorsun, gel beraber yiyelim!” diye
bağırırdı.
Paketi birlikte açarlar, o ancak bir tane alır, gerisini yine Atila aceleyle
kapıp, koşarak oradan uzaklaşırdı.
Şeyh Xano’nun eviyle Hüsnü Bey’in evi aynı bahçeye bakardı. Birisinin penceresinden diğerinin odaları rahatlıkla görünürdü.
Odanın birisine de tavandan asma beşik kurulmuştu. Naciye Ablam ev
işleriyle meşgul olduğunda Atila’yı beşiğe kor, işinin başına dönerdi.
Bir gün Hüsnü Bey pencereden Atila’nın beşikten düştüğünü görmüş.
Ayağında terliğiyle koşturmuş. Naciye ablamı bu tedbirsizliği nedeniyle azarlamış. Atila’yı eline alıp:
185
Safiye Alagöz
demiş.
“Oğlumu artık sizlere vermiyorum!”
“Hüsnü Bey’in zindanı” diye tabir edilen yer, evinin tam karşısında, küçük penceresi
olan tek odalı bir damdı. Çocuk olarak hatırımda kalan, bir gün getirilen iki Rus oldu. Birisi
genç, saçları dümdüz ve düzgün taralı, diğeri
de yaşlıydı. Hüsnü Bey onlarla Rusça veya Ermenice konuşuyordu.
Tutuklular ayakları zincire vurulu akNaciye Hun
şamları zindan önüne çıkarılır, güneşlenmelerine izin verilirdi.
Bir gün annem bir aile toplantısında Hüsnü Bey’e:
“Hüsnü bey siz bu adamlara ne yapıyorsunuz? Dövüyor musunuz?”
“Gerektiğinde elbette. Konuşmuyorlar ne yapalım!”
Heriz Hanım
Heriz adında Erzurumlu bir kadın vardı. Kocasının adı da Mikail idi.
Hüsnü Bey bu adamı düzenli olarak Rusya’ya casusluk amacıyla gönderirdi.
Görevinin tehlikeli olduğunu bilen adam bir gün karısına:
“Hanım! Eğer bir gün geri dönmesem, beni yedi yıl bekle! Ondan
sonra evlenmek hakkındır”
Gerçekten de korkulan başa gelmişti. Adam dördüncü kez Rusya’ya
doğru yola çıkmış ve bir daha geri gelmemiş. Komşumuz Heriz Hanım iki
oğluyla kocası döner diye bekledi.
Evli olan Fazıl Baykal gönlünü Herız Hanım’a kaptırmıştı. Ona evlenme teklifinde bulunmuş ama “Hayır!” cevabı almıştı.
Bir gece Fazıl Baykal gizliden Heriz Hanımın evine geliyor, pencereyi tıklatıyor. Korkuya kapılan Heriz Hanım bağırınca komşulardan Ağacan
Emmi yardıma koşmuştu.
Sabah olunca Heriz Hanım babamın yanına gelip, Fazıl Bey’in evlilik
teklifiyle ilgili akıl danıştı. Babam bunu makul karşılayınca, Herız Hanım,
Fazıl Bey’e ikinci eş olarak gitti.
Fazıl Bey, daha sonra iki hanımından boşanarak Hüseyin Sönmez’in
kızı Azer Hanım’la evlendi.
Aziz Gökbakan ve Cevdet Ergin
Aziz Gökbakan aslen Eleşkirtlidir. Davut Ağa’nın kızı Zülfinaz Hanım’la evlenmişti. Iğdır’da manifatura mağazası vardı. Su ambarının olduğu
186
Iğdır Sevdası
(1) Naciye Hun, (2) Nazire Kakioğlu, (3) Safiye Alagöz, (4) Süheyla Hun, (5) Mücahit Hun, (6) Ahmet Hun
mevkide geniş gayri menkulleri vardı. Oğlu İsmet Gökbakan, Toprak Bank
Şube müdürü olarak görev yapmaktadır.
Aslen Vanlı olan Cevdet Ergin babamın samimi dostuydu. Iğdır’daki
evini Enver Usta’ya satıp, ilçeyi terk etti.
Fedakar bir insan: “Abla”
Dedem Farız Ağa Erzurum’da oturuyordu. Annem de yeni evlenmiş
ilk çocuğuna hamileymiş. Bir gün babaannem (Reyhan Hanım) Erzurum’da
dolaşırken temiz giyimli bir kadın kendisinden sadaka istemiş. Babaannem bu
duruma içerlermiş:
“Bak kızım! Gelinim yakında doğuracak.Gel onun ev işlerine yardım
et!” diye teklifte bulunmuş.
Aile içinde kendisine ‘Abla’ lakabını taktığımız bu kadın anneme yardımcı olarak geldi, ölünceye kadar da bizi terk etmedi.
Asıl adı Mahide idi. Evlenmiş fakat çok despot bir kocanın elinde acı
çekmişti. Doğan iki çocuğunu da kaybedince evinden kaçmış, bazen dilenerek bazen ev işlerine yardım ederek geçimini sağlamıştı.
Abla, hizmetçiden çok bir kardeş gibi ailemizin bir parçası olmuştu.
Bizden gördüğü sevgi yüzünden asla ayrılmak istemedi. Hatta ailemiz Iğdı187
Safiye Alagöz
r’a taşınacağı zaman, babam
Abla’nın erkek kardeşini yanına çağırmış:
“Biz uzaklara, Rusya
sınırına gidiyoruz.
Kardeşini yanına al”,
demişti.
Abla Hanım, kardeşine şöyle demiş:
“Onlar benim hem
Solda Hüseyin Alagöz ve Sağda Fetullah Kakioğlu
annem hem babam. Eğer onlara bir şey olacaksa varsın
bana da olsun.”
Böylece hep birlikte Iğdır’a doğru yola çıkmışlar.
Abla Hanım, giyim kuşamına, temizliğine son derece düşkündü. Çalışkan, becerikli bir kadındı. Onun sayesinde annem ev işlerinden neredeyse
muaftı. Çamaşır ve bulaşık yıkamaz, halı temizlemez, ev süpürmezdi. Zamanın çoğunu elinde çantası, yanında üç kızı tanıdık eş dost evlerini ziyarete
giderdi. Bunların arasında kasabanın hakim, savcı ya da askeri üst rütbelilerin
evleri yada Hüsnü bey, Aziz Gökbakan gibi yakın aile dostları vardı. Annemi
gören tasasız bir bürokrat hanımı zannederdi. Abla Hanım da evde kalır, henüz bir çocuk olan Fetullah’la yeni doğmuş olan bana bakardı.
Abla Hanımın bu fedakarlığı ona hepimizin gözünde ayrıcalıklı bir
yer kazandırmıştı. Babam bile ona karşı son derece saygılıydı. Aralarında bu
nedenle resmiyet bile vardı. Abla Hanım ölünceye kadar babamın yanında
yüzündeki peçeyi kaldırmadı. Babam da hiçbir zaman onun kalbini kıracak
bir şey söylemedi. Herkese sinirlenebilirdi ama Abla Hanıma asla! Yolculuğa
çıkacağı zaman da, ilk Abla Hanım’a bir ihtiyacı olup olmadığını sorardı.
“Mahide yarın Gaziantep’e gideceğim. Ne ihtiyacın var!”
O da utangaç fakat gururla, ‘Hanım bilir’ diyerek annemin karar vermesini isterdi.
Abla Hanımın ayakkabı, fistan gibi ihtiyaçları olurdu. Babam yolculuktan geldiği zaman ilk onun hediyesini verirdi. Ayrıca incik boncuk gibi süs
takılarını hediye kutusuna ilave ederdi. O da bir çocuk mutluluğuyla hediyesini alır, sevildiği sayıldığı bir ailesi olduğu için mutlu olurdu. Abla Hanım evin eşyalarına son derece titizdi. Her şeyin yerli yerinde
olmasına özen gösterirdi. Annemin Erzurum’dan getirdiği değişik mutfak eşyaları vardı. Arada bir komşular gelir havan, kevgir gibi o zamanlar kimsede
olmayan bu aletlerden ödünç almak isterlerdi. Annem, Abla Hanım’ın korku188
Iğdır Sevdası
Iğdır Ortaokulu
(1)Fetullah Kakioğlu, (2) Medet Serhat, (3) Nizamettin Kaya, (4) Oruç Demirel, (5) Cengiz Taner, (6) Fahrettin Karadeniz
sundan bunları kimseye ödünç veremezdi. O yıllar çeşme suyu yoktu. İçme suyu ilkel bir damıtma yöntemiyle
elde edilirdi. Bunun için bahçenin bir köşesinde tahtalardan kare şeklinde bir
bölme yapılmıştı. Üzerine, içi silindirik, en altında küçük bir delik özel bir taş
konurdu. Dereden getirilen çamurlu sudan üç dört kova buraya boşaltılırdı.
Deliğin altına da ağzı geniş bir testi konurdu. Çamur ve tortusundan süzülen
berrak su damlaya damlaya testiye dolardı. Bu bizim içme suyumuz olurdu.
Bu kocaman siyah taşı her üç günde bir temizlemek gerekirdi. Bu
zahmetli işi de Abla Hanım yapardı.
Çamaşır ve banyo suyu elde etmek için de sular kocaman bir fıçıya
doldurulur birkaç gün dinlenmeye terk edilirdi. Çamur ve tortu çöker, kısmen
berrak olan suyla ihtiyacımızı karşılardık.
Evin bulaşığı dere boyunda yıkanırdı.
Elektrik yoktu. Mutfağımızda gaz lambası, oturma odasında lüks lambası yanardı. Giriş kapısına yakın bir yerde gelecek bir misafiri karşılamak
için idare lambası hazır bulunurdu.
Ailemize büyük emeği geçmiş Abla Hanım evimizde vefat etti, Iğdır’a defnedildi. Ruhu şad olsun.
Mecit Hun’un evliliği
Yaş sırasına göre kardeşlerimin isimleri şöyledir: Muhsine, Nazire,
189
Safiye Alagöz
Naciye, Fetullah ve ben.
Mecit Abi bir gün kasabanın bir
köşesinde mavi gözlü dünya güzeli kardeşim Nazire’yi görüp tutulmuştu. Dayısı Hacı İsa’yı devreye sokup, evlilik
konusunda babamın fikrini almış.
Babam eve gelip Nazire Ablama durumu anlatınca, o da kesin bir
ifadeyle:
“Ben bir Kürde gitmem!” demişti.
Bu olayın üzerinden birkaç ay
geçmiş. Başkatip Ahmet Bey’in kızı
Şöhret Hanım’ın nişan ve düğün merasimi yapılıyordu. Annem de üç kızını
alıp düğün yerine gitti.
Ablalarım çıkıp oynamışlar.
Solda Fetullah Kakioğlu ve Sağda
Mecit Hun dikkatlice onları izliyormuş. Baycan(Fazıl Baykal’ın Kayın Biraderi)
Nazire ve Muhsine Ablalarımı tanıyormuş ama Naciye Ablamın kim olduğu konusunda bilgisi yokmuş. Düğün
müziğini organize eden Toycu İsmail’e gitmiş: “Az önce üç kız oynadı. İkisi Mehmet Efendi’nin kızlarıydı, ya öbürü?”
“O da Mehmet Efendi’nin kızı!”
“Benim bildiğim Mehmet Efendi’nin iki kızı var!”
“Mehmet Efendinin dört kızı, bir oğlu var! Senin gösterdiğin üçüncü
kızdır. Adı da Naciye!”
Komşumuz olan Toycu İsmail ertesi gün anneme gelmişti:
“Zinnet hanım Mecit Hun’un gönlü senin xırda (küçük) kızındadır.”
“Yok! Yok!, demiş annem gülerek. O Nazire’yi istiyor. Karıştırıyorsun!”
Mecit Abi dayısı Hacı İsa’yı yine devreye sokmuş:
“Dayı, madem Nazire’yi vermiyorlar, o zaman Naciye’yi iste! Topal
Ömer’le Mehmet Efendi’nin arası iyidir. Belki o yardımcı olur!”
Bütün bu gelişmeler olurken Iğdır’da polis olarak görev yapan Elazığlı Mehmet Kaya Muhsine Ablama elçi göndermişti.
Hüsnü Bey ve Hacı Ömer Şark, ilçe merkezinde babamı, kızını polis
Mehmet Bey’e vermesi için ikna ederler. Ama her üçü de biliyor ki asıl zorluk
annem Zinnet Hanımı ikna etmekmiş.
Bir akşam Hüsnü Bey ve Hacı Ömer Şark evlilik sözü almak için eve
190
Iğdır Sevdası
geldiler. Hatta, annemin ağzını
bağlamak için noksa bile yazdırdıkları rivayet edildi.
Annem kızını vermek istemedi. Kaba bir cümle kullandı:
“Ben bir gece bekçisine
kız vermem!”
Hacı Ömer, bir yandan
ağlar gibi yapıyor, bir yandan
elinde tabanca tutarak:
“Zinnet Hanım bizi öldür
ama hayır deme!”
Uzun
tartışmalardan
sonra nihayet annem yumuşadı,Muhsine Ablama belge takıldı.
Birkaç gün sonra da bahçede nişan merasimi yapıldı. İsmet Yeşilçimen merasimin çay ve pasta
servisi işini üzerine almıştı.
Bu nişan törenini izleyen
ilk Pazar akşamı Hacı Ömer yine
geldi. Bu kez Naciye Ablamı
Fetullah Kakioğlu
Mecit Hun’a istiyordu. Annem:
“Vallahi! Ben o çocuğa
bir şey diyemem. Ahmed Şemo’nun oğludur. Gerçi Nazire onu beğenmemiş
ama Naciye’yi veririm!”
Bu laf üzerine Hacı Ömer, annemin elini öptü.
Aynı gece Hacı İsa ve Hacı Ömer nişan takmaya geldiler. Ancak Naciye Ablamın gelişmelerden, daha doğrusu kendi nişanından haberi yoktu.
Öyle zannediyor ki Mecit Hun’a Nazire Ablam verilecekti. Meraklı komşular
Naciye Ablama ne olup bittiğini sorduklarında o da masum ifadeyle:
“Nazire’ye nişan takmaya gelecekler!” demiş.
Akşam olunca misafirler geldiler. Şerbet içip tokalaştılar. Hacı Ömer,
Zinnet Hanım sonradan vazgeçer korkusuyla bir hoca getirip işi sağlama almayı planlamıştı.
Taraflar kendi aralarında anlaşınca din hocası öne çıkıp geleneklerin
öngördüğü şekilde üç defa babama:
“Mehmet Efendi, kızınız Naciye’yi Ahmed Şemo’nun oğlu Mecit Bey’e vermeyi kabul ediyor musunuz?” diye sormuş. Babam da üç kez, “Evet!”
191
Safiye Alagöz
diye cevaplamış
Birinci kez sorulduğu zaman toplantı yerinde
bulunan Naciye Ablam, din
hocasının “Naciye” demesini
bir telaffuz hatası zannetmiş.
Kendi kendine:
“Hoca herhalde Nazire demek istedi”
demiş.
Ancak hoca ikinci ve
üçüncü kez üstüne basa basa
‘Naciye’ diyince, Naciye Ablam işin ciddiyetini anlamış,
“Vay! Siz beni verdiİktisat Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanı
Fethullah Kakioğlu ve İsmet İnönü
niz!” diye bağırarak
uzaklaştı.
Bir odaya kapanıp, ağlamaya başladı. Kadınlar ve kızlar ablamın etrafını aldılar.
Hacı İsa, temkinli ve olgun bir davranışla kapıyı açıp kadınlara doğru
yaklaştı.
“Benim gelinim hangisi?” diye sordu.
Naciye ablam göz yaşlarını kuruladı, sonra ayağa kalkıp gelin gideceği evin büyüğü Hacı İsa’nın ellerini saygıyla öptü.
Nurettin Kirman
Nurettin Kirman’la Mecit Hun çok iyi arkadaştılar. Hatta bir keresinde
İstanbul’a birlikte yolculuk etmişler, her ikisi de aynı tipten yemek takımını
hediye olarak hanımlarına getirmişlerdi.
Bir olay var ki, Nurettin Kirman unutulmayacak şekilde hafızamda
yer etti.
1957 yılının Şubat ayıydı. Bir yıldan beri nişanlı olduğum (Nişan:
1.12.55) Hüseyin Bey’le evlilik hazırlıklarımız yapılıyordu. O yıllar, Nağı
Odoğlu ailesinden satın alınan Iğdırmava’daki geniş evin bir bölümünde annem, babam ve kız kardeşim geçici olarak kalıyordu.
. Babam şiddetli bir gribe yakalanıp yatağa düşmüştü. Eniştem Mecit
Hun, Nurettin Kirman, Kerem Zengi ve Hamit Hun, babama geçmiş olsun
ziyaretine gelmişlerdi. Annem çay hazırlayıp misafirlerine ikram etti.
Aradan kısa bir süre geçtikten sonra misafirler parti ve siyasetle il192
Iğdır Sevdası
gili ciddi bir tartışmaya koyuldular. Tartışma
genellikle Nurettin Kirman’la Kerem Zengi
arasında oluyordu. İkisi arasındaki yaş farkı
oldukça büyüktü, buna rağmen tartışma ciddiyet kazandı, çok geçmeden Kerem Zengi ileri
atılıp Nurettin Kirman’ın boğazına yapıştı.
Salondakiler araya girip onları zorlukla yatıştırdılar. Hacı Ömer Şark ve Hamit Hun, Kerem
Zengi’yi ön kapıya doğru çekerlerken, Mecit
Hun da Nurettin Kirman’ı kolundan tutup bahçeye çıkardı.
Bu olayın üzerinden bir hafta ancak
geçmişti. İstanbul’da öğrenci olan kardeşim
Fetullah’ın, sömestr tatili nedeniyle Iğdır’a
gelmesiyle, nikâh hazırlıkları tamamlandı,
Fetullah Kakioğlu
düğünüm yapıldı.
Evlendiğim günün sabahı, kız kardeşim Naciye Hun beni ziyarete
gelmişti.
“Safiye bu bir tarihtir. Dün gece senin evlilik merasimin sırasında,
Nurettin Kirman, Rahim Akyüz’ün kahvesinde vurularak öldürüldü” dedi (25
Mart 1957).
Nurettin Kirman’ın cenazesini Pernavut’a götürdüler. Dayısı Ziya
Ayrım, Nurettin Kirman’ın mezarı başında, Iğdır’dan gelen kalabalığa seslenerek, “Ey Iğdırlılar! Ben size bir genç emanet ettim. Kıymetini bilmediniz.
Buraya ne diye geldiniz?” diye sitem edince, oradaki cemaat hüngür hüngür
ağlayarak bu soruyu cevapsız bırakmıştı.
Meşe Heyder (Haydar Yüksel)
1930’lu yıllarda Iğdır’ın en zenginlerinden birisi olan Meşe Heyder,
bir akşam, Kanlı Kasım lakabında bir akrabası tarafından kendi evinin kapısı
önünde vurularak öldürülmüştü. Salto Hala’dan (Aras) defalarca duyduğum
trajik olay şöyle gelişmiş:
Meşe Heyder’in Ninoş adında çok güzel bir kız kardeşi varmış. Akrabası Kasım’ın oğlu, Ninoş’a aşık olmuş. Ancak Meşe Heyder, kız kardeşinin
bu gençle evliliğine kesinlikle karşıymış. Sevgilisinden vazgeçmeyen genç,
Ninoş’un aşkından deli divane yedi yıl dağlarda dolaşmış.
Bir gün Nınoş’un Kürt kökenli bir zabıtayla nişanlandığı haberi ortalığa yayılmış. Nişan merasimini izleyen günlerde, geleneklere uygun olarak,
oğlan evi kız evine bir çuval pirinç göndermiş. O gün, Kasım’ın talihsiz oğlu
193
Safiye Alagöz
kara sevdaya yenik yatağa düşmüş. Yemeden
içmeden kesilen bu genç her gün biraz daha
soluyor, can çekişiyormuş.
Aradan bu şekilde 40 gün geçmiş. Genç
adamın acı çektiğini, bu yüzden son nefesini
veremediğini gören mahallenin yaşlı kadınları,
gizliden Ninoş’un yanına gidip, “Ninoş, bu genç
senin aşkından yatağa düştü. Nasıl olsa ölecek,
gel ona, ‘Ben senden başkasına gitmem, seni
alacağım” de, hiç olmasa huzurlu bir şekilde ölmesine yardımcı ol!” diye ricada bulunmuşlar.
Ninoş, söyleneni yapıp ölüm döşeğindeki gencin başucuna gitmiş. Ninoş ayrıldıktan
hemen sonra genç adam hayata gözlerini yummuş.
Oğlunun cenaze töreninde acılı baba
Kasım, “Ben bunu Meşe Heyder’in yanına
koymayacağım” diye yemin etmiş.
O yıllar Meşe Heyder’in karısı üçüncü
bir çocuğa hamileymiş. Bir gün Meşe Heyder,
her zamanki gibi akşamleyin kasaba merkeFetullah Kakioğlu Askerde
zindeki dükkanını kapatıp evin yolunu tutmuş
(1938 Sonbahar). Bahçe kapısını açıp içeri girmiş. Arkasından bahçe kapısı
“Tak! Tak!” diye yumruklanmış. Meşe Heyder, geri dönüp bahçe kapısını açtığında karşısında intikam yemini etmiş olan Kasım’ı bulmuş.
Kasım tabancayı Meşe Heyder’e doğrultup birkaç el ateş etmiş. Meşe
Heyder aldığı kurşun yarasıyla kanlar içinde yere yığılmış.
Silah seslerine dışarı çıkan iki oğlu ve hanımı Meşe Heyder’in kanlı
bedeniyle karşılaşmışlar. Üzerine atılıp yardım etmek istemişler ama Meşe
Heyder olay yerinde can vermiş.
Rivayet edilir ki Ziya ve Kamil kardeşler, babalarının ölümüne çocuk
yaşta şahit oldukları için, bu olay onlar üzerinde şok etkisi yaratmış, bu nedenle her ikisi de evlendikleri halde çocuk sahibi olamamışlardı.
Meşe Heyder’in öldürülmesinin üzerinden iki yıla yakın bir zaman
geçmiş. Bir gün Ninoş’un düğün hazırlıkları yapılıyormuş. Annem evdekilere: “Gidip bu Ninoş adlı kızı bir göreyim. Bu kızın güzelliği nasıl bir güzellik
ki onun uğruna iki erkek toprağa biri de cezaevine girmiş”
Annem, düğün yerine varınca bir de ne görsün, tüm mahalleli toplanmış, acı içinde Ninoş’un ölümüne ağlıyormuş.
Anlatıldığına göre Ninoş, düğün sabahı ani olarak bir ağlama nöbeti194
Iğdır Sevdası
ne yakalanmış, saatlerce süren kriz sonucunda,
halkın deyimiyle “patlayarak” ölmüştü.
Annem, bahçenin bir köşesinde hazırlanmış teneşirin üzerine yatırılmış Ninoş’un
bedenine bir göz atmış.
Ne zaman annem Ninoş’la ilgili konuşsa, gıptayla, “Yüz ve beden güzelliğine aşık
olamamak elde değildi” derdi.
Kör Hacı (Hacı Taşkınsu)
Aslen Melekli köyünden Kör Hacı,
Baharlı Mahallesinde, etrafı yüksek duvarlarla
çevrili geniş bir bahçenin içinde tek başına ikâmet ederdi. Kimse korkudan onun evine yakın
gidemezdi. Kör Hacı arada bir dışarı çıkar, kaBaşbakan Süleyman Demirel ve
saba merkezinde turlardı.
Fetullah Kakioğlu
Dostları arasında, daha sonra eniştem
olan, Elazığlı polis memuru Mehmet Kaya da vardı. Bir gün, bir olay Kör
Hacı’yla eniştem Mehmet Kaya’yı karşı karşıya getirmişti.
Kör Hacı karısını iyice hırpalamış, yüzünü gözünü kan içinde bırakmıştı. Kadın, bir yolunu bulup Kör Hacı’nın elinden kaçıp kurtulmuş, polise
sığınarak yardım istemişti.
Polisler kadını tedavi için hastaneye kaldırmışlar. Kadının akrabaları,
Kör Hacı’yı tutuklatmak için bir doktor raporu hazırlatıp, polise teslim etmişler. Kör Hacı ne pahasına olursa olsun karısını tekrar eve geri getirmek
niyetinde olduğundan
hastaneye baskın yapıp
doktor ve hemşireleri
ölümle tehdit etmiş.
Bütün bu olup
bitene rağmen hiçbir
polis memuru Kör Hacı’yı tutuklamak için
evine gitmeye cesaret
edemiyormuş. Savcı,
o zamanlar (1949) üç
aylık evli olan eniştem
Mehmet Kaya’yı yanına çağırtıp, “Kör Hacı
Solda Fetullah Kakioğlu, Sağda A.B.D. Cumhurbaşkanı Johnson
senin iyi dostun. Git
195
Safiye Alagöz
1960 İhtilali
(1) Albay Alparslan Türkeş, (2) Fetullah Kakioğlu
kaç kez vurmuş. Kör Hacı kapıyı aralayıp karşısında dostu Mehmet Kaya’yı
görünce, “Buyur, hayırdır?” diye sormuş. Eniştem, kendisine “Hacı, gel devlete teslim ol!” demiş, Kör Hacı sinirlerine hakim olamayıp, “Mehmet kardeş,
senden başka kim gelirse gelsin ama sen gelme, yoksa kan çıkar”demiş.
Eniştem, eli boş savcının yanına dönmüş. Savcı eniştemin Kör Hacı’ya karşı özel bir muamele yaparak onu koruduğu inancına kapılmış. “Kör
Hacı’yı yakalamak mecburiyetindesin” diye üstelemiş. Eniştem, “Yanıma iki
jandarma, dört polis ver, ben de onu yakalayıp getireyim” demiş.
Yedi kişilik polis ve jandarma timi Kör Hacı’nın kapısına dayanmış.
Kapıyı çalmışlar ama açan olmamış. Kapıya yakın bir yerde “lom” denilen
uzun bir demir sırık varmış. Eniştem, “Bu demir parçasını kullanarak kapıyı
kırın!” diye emretmiş.
İki jandarma demir çubuğu çerçeveye sokup kapıyı sökmeye uğraşırlarken, kapı aralanmış, bir tabanca dışarı uzanmış. Kör Hacı, “Ben sana dedim
gelme, kan çıkar!” diye kükredikten sonra mermileri jandarmanın ve eniştemin üzerine boşaltmış. Jandarma olay yerinde can vermiş. Eniştem ağzından,
omzundan ve kasığından üç kurşun yarası almış. “Hacı beni öldürdün” deyip
yere düşmüş.
Etrafına bir göz atınca diğer polis ve jandarmaların korkudan kaçtıklarını görmüş. Eniştem zorlukla doğrulup, duvardan destek alarak, Asri
Hamam istikametine doğru yürümeye başlamış. Güçten düşüp yere yuvarlanmış. Oradan geçen Keçel Bayram eniştemi at arabasına bindirip hastaneye
196
Iğdır Sevdası
yetiştirmiş.
Iğdır’daki Ermeni Kilisesi
(Iğdır’ın sosyal bilinçaltı çeşitli “tabular”la süslenmiştir. Bunlardan
birisi de Ermeni Kilisesinin varlığıdır. Iğdır, kültür mirasını inkar edip, gerçeğe gözünü kapamakla acaba daha mı sağlıklı gelişti?
Kiliseyle ilgili aşağıdaki bilgiler çeşitli söyleşilerden derlenmiştir.
Mücahit)
Kırmızı kocaman taşlardan yapılma Ermeni Kilisesi vardı. Taşları
Rusya’dan getirtilmiş olan kilise, ön cephesinin iki yanındaki kocaman kubbeleriyle şatafatlı Ortodoks kilisesi görünümündeydi.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllar, Ermeniler bu kiliseyi henüz bitirmişlerdi. Uzun yıllar cami olarak hizmet vermiş; Iğdır’ın ilk hocası Uzun Seyit
burada namaz kıldırmıştı. 1935-36 yıllarında kilise, şeker ve un deposu olarak kullanıldı. Rusya’dan ithal edilen mallar burada depo edilip, Doğu bölgesine dağıtılırdı. 1945-46 yıllarında Stalin’in Kars ve Ardahan’ı geri istemesiyle, Rus
ve Ermeni mimarisine karşı başlatılan katliamdan Iğdır Ermeni Kilisesi de
payına düşeni almış; 1950’li yılların başında yıkılmış, yanı başında Merkez
Cami inşa edilmişti.
Kilisenin önce kubbeleri sökülmüştü. İşte böyle bir günde, babam
Bitlisli Mehmet, yakın dostu Eczacı Edip Koçkaya’ya, “Edip Bey, kilise
yıkılmadan birlikte hatıra resminizi çekeyim” demiş. Babamın fotoğraf makinesinden çıkan bu resimde, arka plandaki beyefendi Edip Bey’dir.
Iğdır Ermeni Kilisesi (1949) Arka Planda Eczacı Edip Koçkaya Görülmektedir
197
Safiye Alagöz
(Aşağıdaki Resimler Bitlisli Mehmet Kakioğlu’nun Özel Arşivinden Alınmıştır.)
Pamuk Kooperatifi
(1) Yusuf Kara, (2) Mecit Şek, (3) Mustafa Yiğit,
(4) İbrahim Şek, (5) Atar Yiğit, (6) Mehmet Kakioğlu
Şefi Bey’in Oğlu Behram Öcal Eşi ve Kızı İle
Solda Naci Güneş
Solda Kamil Taner Sağda Rıza Karasu
(CHP Belediye Başkan Adayı 1969)
Solda Naci Güneş
198
Iğdır Sevdası
Kars Valiliği İl Genel Meclisi Üyeleri
1. Sıra Sağ Başta Abdürrezak Güneş, 2. Sıra Sağdan Üçüncü Hüseyin Yaycı
Cevdet Evgin (Erol Evgin’in Babası) - 1935
İsmail Şefkatli - 1935
199
Safiye Alagöz
(1) Reşit Keki, (2) Hacı Kerem Şen, (3) Naci Güneş, (4) Ferman Kaya
(5) Hüsnü Bingöl, (6) Abdül Hadi Kuş
200
Iğdır Sevdası
Soldan Sağa İsmail Şefkatli, Mehmet Beyazıt (Oturan), Soldan Sağa Sadık Tezel, Mehmet Kakioğlu (Oturan),
Abdülkadir Şefkatli
Kafer Bey
Dr. Abbas Çöllü
Asker Aktaş (Kaymakçı Asker)
201
Safiye Alagöz
Zeki Keki
Reşit Keki
Solda Rahim Şöllü Sağda Hacı Kasım Alagöz
Sağ Başta Musa Malgaz
202
Iğdır Sevdası
Soldan Sağa Kıymet Güngör, Fetullah Kakioğlu, Memnune Tığlay
Medet Serhat
Soldan Sağa İç İşleri Bakanı Namık Gedik, Millet
Vekili Veyis Koçulu, Eşref Başaran, Belediye Başkanı
Ali Ural
203
Safiye Alagöz
Mecit Hun Evlilik (1949)
(1) Muhsine Kaya, (2) Hacı İsa Yiğit, (3) Bedir Yalçın, (4) Naciye Hun, (5) Fatma Hun (Mecit
Hun’un annesi), (6) Mecit Hun, (7) Mehmet Kaya, (8) Nazire Kakioğlu, (9) Safiye Alagöz, (10)
Hamit Hun, (11) Fatma Hun (Hamit Hun’un hanımı), (12) Fettullah Kakioğlu
Ayakta Soldan Sağa: Mehmet Kaya, Nazire
Kakioğlu, Muammer Kaya, Muhsine Kaya,
Bitllsli Mehmet Kakioğlu (Oturan) ve Mehmet
Kaya’nın iki kızı Meral ve Nihal.
204
Iğdır Sevdası
Soldan Sağa: Mehmet Kaya, Muammer Kaya, Fetullah Kakioğlu, Muhsine Kaya. (Masa üzerinde Meral ve Nihal kızkardeşler)
Bitlisli Mehmet Kakioğlu Ailesinin Iğdır’a Geldiği Yıllar (1939)
Soldan Sağa: Fetullah Kakioğlu (Ağaçta), Safiye Alagöz (Kucakta), Mehmet Kakioğlu,
Muhsine Kaya, Zinne Kakioğlu, Naizre Kakioğllu, Naciye Hun (Oturan)
205
Safiye Alagöz
Merhum Timur Necilli’nin Cenaze Merasimi (Iğdır 1949)
(1) Mir Cabbar Yeşilyurt, (2) Hamdi Çavuş, (3) Faruk Necilli, (4) Yaşar Zengin, (5)
Ekber Şöllü, (6) Tağı Demirel, (7) Molla Mehmet, (8) Kerem Zengi, (9) Eşref Kaya
206

Benzer belgeler