11 Eylül 2015 www.sorularlaislamiyet.com

Transkript

11 Eylül 2015 www.sorularlaislamiyet.com
11 Eylül 2015
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Cennete en son girecek kişiye ne kadar yer verilecektir? ...........................................................3
Kaçak elektrik kullanan akrabamın evine gitmem ve elektirikten faydalanmam caiz olur mu?
.......................................................................................................................................................4
Kur'an'ın tahrif olduğuna dair Sünni kaynaklarda geçen rivayetlerin kaynağı nedir? Sıhhat
durumları nasıldır? ......................................................................................................................5
Vekalet almadan başkası adına zekat verilebilir mi? ..................................................................8
Deccal çıktığında doğu ve batı duyacak mı? ...............................................................................9
Baykuş ölüm habercisi midir? ...................................................................................................10
Kalıtımın varlığının hikmeti nedir? Kalıtım nedeniyle, mecburen günah işlenir mi? ............11
Hacamat yapınca ücret talep etmek helal olur mu? .................................................................13
Naim bin Hammad'ın rivayet ettiği siyah ve sarı sancaklılarla ilgili rivayetler sahih midir? 14
Hz. Osman’ın, "Kuran'da gramer hataları görüyorum ve Araplar onları dilleriyle
düzelteceklerdir" dediği doğru mudur?.....................................................................................15
2
Cennete en son girecek kişiye ne kadar yer verilecektir?
- Tirmizi’de (Cennet, 17) rivayet edilen hadisin beyanına göre peygamberimiz şöyle
buyurmuştur:
“Cennetliklerin en aşağı derecesinde olan bir kimsenin bağ-bahçelerine, hanımlarına,
(kendisine verilen) nimetlerine, hizmetçilerine ve karyolalarına/ koltuklarına
bakma/seyretme (yani kendisine mahsus malikanesinin) alanı bin senelik bir mesafedir.
Allah katında en değerli olan kimse sabah-akşam (dünya gözü itibariyle) Allah’ın
cemalini müşahede eden kimsedir.” Peygamberimiz daha sonra “Bazı yüzler o gün
Rablerine bakarlar.” (Kıyamet, 22-23) ayetini okudu.
Tirmizi, bu hadisin birkaç rivayetinin olduğunu, bunlardan üçünün mevkuf (Hz. Peygamberin
değil, İbn Ömer’in kendi sözü) olarak rivayet edildiğini belirtmiştir. Rivayette yer alan
“Suveyr” adındaki ravinin zayıf olduğu bildirilmiştir. (bk.Tuhfetu’l-Ahvezî, 7/227)
- Muğîre İbnu Şu'be radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular
ki:"Hz. Musa aleyhisselâm Rabbine sordu: Derece itibariyle cennet ehlinin en düşüğü
nasıldır? Rab Teâla buyurdu: O, cennet ehli cennete dahil edildikten sonra gelecek olan bir
adamdır ki kendisine:"Cennete gir!" denilir. Adam: Ey Rabbim nasıl gireyim. Herkes
yerlerine yerleşti, mekanlarını tuttu, der. Ona şöyle denilir:
"Sana dünya meliklerinden birinin mülkü kadar mülk verilmesine razı mısın?" "Rabbim,
razıyım!" der. Rab Teala:"Sana bu verilmiştir. Onun misli, onun misli, onun misli, onun
misli de." Adam beşincide:"Ey Rabbim razı oldum (yeter)!" der. Rab Teala: "Bu sana verildi,
on misli daha verildi. Ayrıca gönlün her ne isterse, gözün neden zevk alırsa, sana hep
verilmiştir!" buyurur. Adam: "Rabbim razı oldum (yeter)" der. (Hz. Musa sormaya devam
eder): "Ya derecesi en üstün olan (nasıldır)?" "İşte irade ettiklerim bunlardı. Onların keramet
fidanlarını kendi elimde diktim ve üzerlerine mühür vurdum. Onlara hazırladığımı, ne bir göz
görmüş ne bir kulak işitmiştir, Hiçbir beşer kalbine de hutur etmemiştir." (Müslim, İman 312;
Tirmizî, Tefsir Secde, 3196)
- Ebu Said el-Hudrî (ra) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Allah
Teala hazretleri cennet ehline:"Ey cennet ahalisi!" diye seslenir. Onlar: "Ey Rabbimiz buyur!
Emrine amadeyiz! Hayır senin elindedir!" derler. Rab Teala:"Razı oldunuz mu?" diye sorar.
Onlar: "Ey Rabimiz! Razı olmamak ne haddimize! Sen bize mahlukatından bir başkasına
vermediğin nimetler verdin!" derler.
Rab Teala: "Ben sizlere bundan daha fazlasını vereyim mi?" der. Onlar:"Bu verdiklerinden
daha üstün ne olabilir?" derler. Rab Teala: "Size rızamı helal kıldım. Artık, size ebediyyen
gadab etmeyeceğim!" buyururlar." (Buhârî, Rikak 51, Tevhid 38; Müslim, Cennet 9; Tirmizî,
Cennet 18)
- Bediüzzaman hazretlerinin bu konudaki yorumu şöyledir:
Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet'te bir adama beş yüz
senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir?
Elcevab: Nasılki bu dünyada herkesin dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o
dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zahirî ve bâtınî duygularıyla o dünyasından istifade eder.
Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve zîruhlar bulunmaları, o
adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi, bilakis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar,
zînetlendiriyorlar.
3
Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, herbir mü'min için binler kasır ve hurileri ihtiva
eden has bahçesinden başka, umumî Cennet'ten beşyüz sene genişliğinde birer hususî Cennet'i
vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet'e ve ebediyete lâyık
bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan
vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş Cennetini zînetlendiriyorlar.
Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık
bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle,
zevkiyle, zaikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir
bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zaika, o bâki
memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak
istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beş yüz senelik mesiregâhındaki
seyahattan; o haşmetli, baştan başa zînetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder.
(Lem'alar,156)
Kaçak elektrik kullanan akrabamın evine gitmem ve
elektirikten faydalanmam caiz olur mu?
Bir Müslümanın, gayr-ı meşru yollara başvurarak devleti ve vatandaşları zarara sokması caiz
değildir. Böyle bir davranış içerisinde olan kişiyi uyarmak ve gerektiğinde ilgili makamlara
şikayet etmek hem dini hem de vatandaşlık görevidir. Ayrıca fıkıh kaynaklarında "malının ve
kazancının çoğu veya tamamı haram olan kimsenin veya kurumun verdiği hediyeyi kabul
etmek caiz değildir." denilmektedir. (İhtiyar, 2/436)
Ancak kazancının çoğu helal olup da malına az da olsa haram karışan kimsenin hediye ve
ikramı alınabilir. Fakat kaçak elektrik kullanmak doğrudan haram olan bir iştir. Bizzat haram
olduğu bilinen bir şeyden elde edilmiş bir menfeatten istifade etmek İslami açıdan caiz değildir.
Dolayısıyla böyle bir kimseyi öncelikle uyarmak ve yaptığı işin kamu hukukuna girdiğini ve
yetim-öksüz herkesin hakkının taalluk ettiğini anlatınız. Bu hatırlatmalara rağmen bu
davranıştan vazgeçmeyen kimselerin ikramlarından uzak durmanız şübheli bir şeyden
kaçınmanız açısından önemlidir.
4
Kur'an'ın tahrif olduğuna dair Sünni kaynaklarda geçen
rivayetlerin kaynağı nedir? Sıhhat durumları nasıldır?
Soruda geçen konulara şöyle cevap verilebilir:
Soru 1:
Ayşe’den şöyle nakledilir: “Gerçekten de Ahzab suresi Peygamberin zamanında 200 ayet
olarak okunurdu. Oysa şu an ondan elimizde bu olanlar kaldı.” Rağıbın naklettiği rivayette 100
olarak gelmiştir. (Muhazırat-ı Rağıb İsfahani, c.2, s.4 ve 434)
Cevap:
Bazı rivayetlerde de Bakara suresi kadar (286 ayet) uzun olduğu bildirilmiştir.
- Önce bu hadis rivayeti zayıfır. (bk. Müsned, tahkik: Şuayb, el-Arnavut, Âdil Müşid,
muessesetu’r-rsale, 1421/2001, ilgili yer, ilgili hadisin tahkiki)
- Bazı alimlerin bildirdiğine göre, -şayet bu gibi rivayetler sahih ise- bunun anlamı şudur;
Kur’an’ın iddia edilen ayetleri önce inmiş daha sonra nesh edilmiş, -deyim yerindeyse- Allah
tarafından bunlar rafa kaldırılmıştır. Bu ayetlerden bahsedenler ise, o sure veya ayetlerin ilk
indiği durumdaki şekillerinden söz etmişlerdir. (bk. Kurtubî, 14/113)
- Bununla beraber, Ahzab suresinin büyük çoğunluğunun nesh edilmiş olmasının pek makul
bir gerekçesi görülmemektedir. Ahzab suresi, hicretin beşinci yılında vuku bulan Hendek
savaşından sonra inmiştir. Böyle bir surenin birkaç yıl içerisinde üçte ikisine yakın bir
bölümünün nesh edilmiş olmasını anlamak mümkün değildir. Bu sebeple, bu âhad rivayetlerin
doğruluğunda ciddi kuşkuların olmasında kuşku yoktur.
- “Kur an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9)
mealindeki ayette açıkça ifade edilen ilahî koruma vadi karşısında, bu hükme ters düşen hiçbir
rivayetin bir değeri olmaz.
- Abdurrahman el-Cezerî’nin de ifade ettiği gibi, bütün ümmetin ittifakıyla, mütevatir/en
sağlam bir yolla bize kadar gelen Kur’an’ın ayetleri, böyle ahad/tek şahıstan gelen, mütevatir
olmayan zayıf rivayetlerle ispat edilemez ve Kur’an olarak kabul edilemez. (bk. Cezerî, elFıkhu ala’l-Mezahibi’l-Arbaa, 4/257)
- Bu gibi zayıf bazı rivayetleri aktaranlar dahil, hiçbir İslam alimi elimizdeki mevcut
Kur’an’dan bazı ayetlerin eksik olduğunu söylememiştir. O rivayetleri de -onlar da
inanmadıkları halde- ilmin haysiyetini koruma adına duyduklarını yazmayı uygun görmüşler,
fakat bunda hiç de isabet etmemişler.
- Hatta senet bakımından bu gibi rivayetler sahih de olsa, mütevatir hadis rivayetlerine aykırı
olan bu gibi Âhad hadislerin kabul edilmesi söz konusu değildir. Mütevatir ve ümmetin
icmaıyla sabit olan mevcut Kur’an’a aykırı düşen hiçbir rivayet değerlendirmeye alınmaz ve
ona itibar edilmez. (Menahilu’l-irfan, 1/288,430-432)
Soru 2:
Ehli-i Sünnet'in önemli kaynaklarından olan Mu'cem-i Tabaranî'de sahih senetle yer alan bir
hadise göre Ömer b. Hattab şöyle dedi: "Kur'an bir milyon yirmi altı bin harftir." (Ed-DürrülMensûr (Suyutî), C.6, s.422, Mecme-üz Zevâid (Heytemî), C.7, s.163, Kenz-ülUmmâl
(Muttakî Hindî), c.1, s.517, c.1, s.541)
5
Cevap:
- İlgili hadis rivayetinde Hz. Ömer, peygamberimizden naklen “Kur’an’ın bir milyon yirmi
yedi bin harf olduğunu” bildirmiştir. (Mecmuatu’z-Zevaid, 7/163/h. no: 11653)
- Eğer bu rivayet sahih ise bu sayıda da şüphe yoktur. Yalnız bu kadar var ki, “Hatt-ı Osmanî”
de yazılan Kur’an ile diğer yazılarla yazılan Kur’an’ın harfleri farklılık gösterebilir. Örneğin,
Fatiha suresindeki “M-L-K” kelimesi “Malik” de okunabilir, “Melik” de okuna bilir.
Arapça’da, bu iki yazılımda “bir elif” fazla veya eksiktir. Kur’an’da bu gibi yazılımlar çoktur.
Bunun için Hz. Peygambere iman eden bir kimse, onun ağzından çıktığına inandığı bir hususta
tereddüt etmez.
- Bununla beraber, bu hadis rivayetinin zayıf olduğunda şüphe yoktur. Çünkü:
a) İlgili rivayetin aslı Taberani’dedir. (bk. Taberanî, Evsat,6/361)
Taberani “bu rivayette Hafs b. Meysere teferrüd etmiş/tek kalmış” sözüyle rivayetin
zayıflığına işaret etmiştir.
- Hafs b. Meysere, bazı alimler tarafından “Sika” diyenlerin yanında “zararsızdır” diyerek
yanlış yapabileceğine işaret edenler de vardır. Ebu Hatim onun hadisinin yazılabileceğini
söylemekle beraber, “vehim/yanlış yapabilir” demiştir. Ebu Davud onun hakkında semada
(hadis işitmede) zayıftır” demiştir. Saci’ye göre, “Rivayetlerinde zafiyet vardır”, Ezdi’nin ElAla’dan aktardığı bilgiye göre, bu zat “münker hadis rivayetlerine imza atmış ve bu yüzden de
onun hadis alimleri onun aleyhinde konuşmuşlar/eleştirmişler.” (bk. İbn Hacer, Tahzib, 2419420)
b) Hafız Heysemi de bu hadisin senedinde yer alan ve Taberani’nin şeyhi olan Muhammed b.
Ubeyd b. Adem’in sağlam bir ravi olmadığına işaret etmiş ve Zehebi’nin bu rivayet yüzünden
bu kişiyi (zayıf ravilere yer verdiği) “el-Mizan”ına aldığını belirtmiştir. (Zevaid, a.g.y)
c) İbn Hacer, bu şahsı, sorudaki bu hadisi kastederek “batıl bir haber rivayet etmiş” diyerek
eleştirmiştir. (bk. İbn Hacer, Lisanu’l-Mizan, 5/276-77)
d) Hadisin devamında “Kim sabrederek, sevabını Allah’tan bekleyerek Kur’an okursa, ona her
harfine mukabil bir huri verilecektir” denilmektedir. Bu sayı, sahih hadislerde yer alan hurilerin
sayısından sayısız defa fazladır. Kaldı ki, bir adam yüzlerce defa Kur’an’ı hatmedebilir. Bu
takdirde milyarlarca hurinin kendisine verilmesi söz konusu olur ki, bu ne mantığa ne de
İslam’ın ruhuna uygun değildir.
- Öyle zannediyoruz ki, İbn Hacer’in bu rivayet için “Batıl” demesinin önemli bir sebebi de bu
akıl almaz “huri” sayısıdır.
Soru 3:
Heytemî Mecme-üz Zevâid, kitabında Ebu Musa Eş'arî'den şöyle nakletmektedir: "Berâet
(Tevbe) suresine benzer bir sure inmişti ki sonradan kaldırıldı ve ben ondan sadece şu cümleyi
ezberledim: "Hiç şüphesiz Allah, bu dini öyle kavimlerle teyid eder ki (bu dinde hiçbir) payları
yoktur."
6
Cevap:
- Bu hadis rivayetine yer veren Heysemi “ravilerden Ali b. Zeyd’in zayıf bir ravi olduğunu”
bildirmek suretiyle hadisin zayıf olduğuna işaret etmiştir.
- Alimlerin büyük çoğunluğu, Ali b. Zeyd’in zayıf bir ravi olduğunu, mutaasıb bir Şia
olduğunu, rivayetlerine itibar edilmeyeceğini, üstelik evhama maruz kalan bir kimse
olduğunu ve bu sebeple de yanlışı doğruya karıştırdığını bildirmişlerdir. (bk. İbn Hacer, Tehzib,
7/322324)
- Şüphesiz bir senette bir tek ravinin zayıf olması o rivayetin zayıf sayılması için yeterli
sebeptir.
- Bir çok hadis rivayetinde İbn Mesud, Abdullah b Amr b. As, Numan b. Mukrin (Teberani, elKebir), Hz. Enes ve Ebu Bekre’den (Zevaid,5/302) yapılan rivayetlerde "Hiç şüphesiz Allah,
bu dini öyle kavimlerle teyid eder ki (bu dinde hiçbir) payları yoktur" manasındaki ifadeye yer
verildiği halde, hiç birisinde “Ahzab suresiyle” ilgili bir bilginin olmaması da bu rivayetin
zayıf olduğunun göstergesidir.
- Ahzab suresinin ayeti olduğu bildirilen “Hiç şüphesiz Allah, bu dini öyle kavimlerle teyid
eder ki (bu dinde hiçbir) payları yoktur" manasındaki ifadenin Arapça’sının Kur’an’ın
ayetlerine hiç benzememesi de bu rivayetin doğru olmadığının açık bir delilidir.
Soru 4:
Hüzeyfe dedi ki: "Sizin Tevbe suresi diye adlandırdığız, azap suresidir. Oysa siz şimdi bu
surede bizim okuduğumuzun ancak dörtte birini okuyorsunuz. (Mecme-üz Zevâid (Heytemî).
Cevap:
Bu hadisi Hakim ve Suyuti de rivayet etmiş ve sahih olduğunu bildirmiştir. Zehebi de onu
tasdik etmiştir. (bk. el-Mistedrek/et-Telhis, 2/331, Suyutî, ed-Durru’l-Mensur, 4/120)
- Bu gibi rivayetler hakkında iki şekilde değerlendirme yapılabilir.
Birincisi: Söz konusu ayetlerin neshedildiğini söylemek. İkincisi: Bu rivayetin sahih olmadığını
kabul etmek.
- Çünkü, Kur’an’ın Sure ve ayetlerinin sayısı ve tertibi dahi, tıpkı elimizdeki Mushaflarda
olduğu gibi vahiy ile tespit edilmiştir. Alimlerin çoğu, değişik hadis rivayetlerini de göz önünde
bulundurarak bu görüşü benimsemiş ve son çalışmalar da bunu desteklemiştir.
Ayetlerin Kur’an’daki mevcut tertibindeki sıralamanın, vahiy ile tespit edildiğine dair alimler
arasında her hangi bir görüş ayrılığının bulunmadığı da söylenmiştir. (bk. Suyutî, İtkan, I/7683)
Denilebilir ki, Kur’an ayetlerinin, elimizdeki Mushaflarda olduğu gibi, var olan
tertibi/sıralanışı, vahiy ile tespit edildiğine dair, bütün ümmetin ittifakı vardır.
- Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (asm), her sene Ramazan ayında, o güne kadar inmiş olan
Kur’an’ı Hz. Cebrail ile karşılıklı olarak okurdu. Son Ramazan’da, bu karşılıklı okuma, iki defa
gerçekleşmiştir.
7
Bakıllanî, İbn Enbârî gibi bir kısım alimler, Hz. Peygamber (asm)’in bu okuması, şu anda
elimizdeki mevcut tertibe göre olup, ona temel teşkil ettiğini söylemişlerdir. (bk. İbn Hacer,
Fethu’l-Barî, 9/42)
“Muhakka ki Kur’anı biz indirdik ve hiç şüphesiz onun koruyucusu da biziz.” (Hicr, 15/9)
mealindeki ayete iman eden bir kimsenin başkaca düşünme şansı da yoktur.
Soru 5:
Nafî İbn-i Ömer'den nakleder ki: "Hiçbiriniz ben "Kuran'ın tümünü öğrendim" demesin.
Çünkü, ne biliyor Kuran'ın bir çoğu kaybolup gitmiştir. Sadece desin ki ben Kuran'dan ortada
olan kısmını öğrendim." (bk. El-İtkan (Suyûtî), c.2, s.25)
Cevap için tıklayınız:
Hiç kimse Kur'an'ın tümünü elimde tutuyorum demesin rivayeti sahih midir?
İlave bilgi için tıklayınız:
Kurânın Korunmasında Üçlü Metot
Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi ...
Vekalet almadan başkası adına zekat verilebilir mi?
Bir kimsenin başkası adına onun iznini almadan zekâtını vermesi -alimlerin ittifakıyla- caiz
değildir. Çünkü, zekât vermek de niyete ihtiyaç duyan bir ibadettir. Bu sebeple sahibinin niyeti
ve izni olmadan onun zekâtını vermek doğru olmaz ve bu kişinin zekatı eda edilmiş de
sağlamaz. (bk. El-Mevsuatu’l-fıkhiyetu’l-Kuveytiye, 1404-1427, 21/146; Fetava’l-Lecneti’ddaime, 8/339)
Kocanın, haber vermeden (vekalet almadan) hanımı adına zekat vermesi konusuna gelince, bu
özel bir durumdur. Koca, hanımının velisidir ve onun nafakası kocasına aittir. Bu nedenle koca,
eşi adına zekat vermişse, bunu kadının onaylaması durumunda verilen zekat geçerli olur,
onaylamazsa geçersiz olur. Bu açıdan, koca eşi adına zekat verecekse önceden vekalet alması
daha uygun olur.
8
Deccal çıktığında doğu ve batı duyacak mı?
1) İstanbul’la ilgili çok hadisin varlığından haberdar değiliz. Gerçekten böyle bir bilgi varsa,
kaynağı gösterildiği takdirde üzerinde konuşabiliriz.
- Bununla beraber, İstanbul, Bağdat, Şam gibi İslam âleminin hilafet merkezi olması
haysiyetiyle büyük önem arz etmiştir. Özellikle ahir zamanla ilgili önemli bazı olayların hilafet
merkezi ve civarında tezahür etmesi, İstanbul’un da son hilafet merkezi olması haysiyetiyle
önemi daha da artmıştır.
2) “Deccal çıktığında müthiş bir şekilde bağırır, nâra atar ki, Doğu ve Batının bütün halkı
onu duyar” manasındaki hadis rivayetini gösterilen kaynakta bulamadık.
- Orada Kostantiniye’nin (İstanbul’un) fethinden söz edildikten sonra, "kimliği belli olmayan
bir adam deccalin çıktığını yüksek sesle ilan eder…” (en-Nihaye, 1/93) şeklinde bir bilgi
vardır.
- Bu gibi hadislerin müteşabih/manaları kapalı/değişik ihtimale açık olduğunu Bediüzzaman
hazretlerinden öğreniyoruz.
- Bununla beraber bu konuda diyebiliriz ki, Deccal İstanbul’un müslümanlar tarafından
fethedilmesinden sonra ortaya çıkar. Yani Deccal/İslam deccalı İstnabul’un hilafet merkezi
olduğu bir dönemde ortaya çıkar.
- Bir kimse tarafından “deccalın çıktığına dair“ ilanın manası -Allahu alam- o günün
iletişiminin bulunduğu boyutuna işarettir. Söz gelişi, ilk iletişim teknolojisinden biri olan
radyodan deccalın çıktığı her tarafa ilan edilir. Ancak, bu ilan “deccal” kelimesiyle değil,
“ünlü bir hükümdar” unvanıyla yapılır. Çünkü, “Deccal” olarak ilan edilmesine o günün en
kuvvetli hükümdarı olan deccalın kendisi izin vermez.
3) “İslâm Deccalı öldüğünde de, ona hizmet eden şeytan, İstanbul'da Dikilitaş'ta "O öldü!”
diye bütün dünyaya bağırmasına" dair bir hadis rivayetine rastlayamadık. Ancak, bunun ayet
veya hadis rivayetlerindeki bazı işaretlerden istinbat eden kimselerin sorduğu bir sorunun
cevabı olabilir.
- Demek ki, deccal hükümdarlık döneminde olduğu gibi, öldüğünde de o günün iletişim
ağlarından radyo ve gazeteler/medya vasıtasıyla her tarafa ilan edilir.
- Bediüzzamanın ifadelerinden hadis rivayetlerin o günkü iletişim araçlarına işaret ettiğini
anlamak mümkündür:
“Sonra birisi sordu ki: "O öldüğü zaman İstanbul'da Dikili Taş'ta şeytan dünyaya
bağıracak ki; filan öldü." O vakit ben dedim: "Telgrafla haber verilecek." Fakat bir zaman
sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dâr-ül
Hikmet'te iken dedim: "Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek.” (Şualar, 359)
Üstad Bediüzzaman’ın bu olayı hadis rivayeti yerine “meşhur olan olay” şeklinde ifade etmesi
de yukarıda belirttiğimiz “istinbat”la ilgili yorumumuzu desteklemektedir.
“Hem meselâ, meşhur olmuş ki; İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan,
İstanbul'da Dikili Taş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki: "O öldü." Yani
pek acip ve şeytanları dahi hayrette bırakan (radyo) ile bağırılacak, haber verilecek.” (Şualar,
581)
9
Baykuş ölüm habercisi midir?
- Ölünün baykuş olması, cahiliye dönemine ait bir batıl bir inanıştır. (bk. Şehristanî, s.
654; Alusî, M. Şükrî, II, 199)
Peygamberimiz bunun batıl inanç olduğunu bildirmiştir.(bk. Buharî, Tıb 19, 43-45, 54;
Müslim, Selâm 102, 107, 110, 114, 116; Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, IX,
668)
- Baykuş'un ölüm habercisi olduğu anlayışı da batıldır.
- Baykuş, karga, horuz gibi hayvanların seslerini uğursuz saymak düşüncesi İslam’da açıkça
reddedilmiştir. Nitekim, Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifinde, "İslâm'da teşa'üm (bir
şeyi uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur.” (Buharî, Tıb, 54) buyurmuştur.
Uğursuzluk bağlamında güvercin, karga, baykuş ve hüdhüd gibi kuşların uçuşundan anlam
çıkarma anlayışı çok eski bir geçmişe sahip olup Bâbil ve Mısırlılar gibi Yahudi ve
Hristiyanlarda da mevcuttu.
Câhiliye Arapları kuşların yanı sıra bir kısım özellikler taşıyan insanlarla kulağı yarık, boynuzu
kırık hayvanları ve bazı sesleri de uğursuz kabul ederlerdi.
Hz. Peygamber (asm) hastalığın kendiliğinden sirayet etmediğini, kuşun uçmasıyla
uğursuzluk meydana gelmediğini, safer ayında veya baykuşun ötmesinde uğursuzluk
aranamayacağını (Buhârî, Tıb, 54; Müslim, Selâm, 102) bildirmiştir. Ayrıca İslâm’da
uğursuzluk anlayışının bulunmadığını, daima iyimser ifadelerin kullanılması gerektiğini
(Buhârî, Tıb, 44, 54) söylemiş, kuşun uçuşundan geleceğe yönelik kötü sonuçlar
çıkarmanın şirk sayıldığını ısrarla vurgulamıştır. (Ebû Dâvûd, Tıb, 24; Tirmizî, Siyer, 47)
Bir başka rivayette ise, “Uğursuzluk anlayışı yüzünden işinden vazgeçen kimse şirke
düşmüş olur” demiş, bunun kefaretinin ne olduğu sorulduğunda, “Allahım! Senin hayrından
başka hayır, senin takdirinden başka takdir ve senden başka ilâh yoktur” denmesini
öğütlemiştir. (Müsned, II, 220)
Konuyla ilgili rivayetleri değerlendiren İbnü’l-Esîr uğursuzluk telakkisinin şirk sayılmasını,
bunu icra edenlerin bazı işlemlerle menfaat sağlayacaklarına ve kendilerine dokunacak
zararları gidereceklerine inanmalarına bağlamıştır (en-Nihâye, III, 152)
Bilgi için tıklayınız:
İslamiyet’den Önce Cahiliyye Döneminde Ahiret İnancı Nasıldı?
Halk arasında uğursuzluk meydana getireceğine inanılan zaman, söz, hal ve
davranışların aslı var mıdır?
10
Kalıtımın varlığının hikmeti nedir? Kalıtım nedeniyle,
mecburen günah işlenir mi?
“İnsanı bir parça sudan yaratıp da soy ve evlilik bağından oluşan bir sülale haline getiren
de O’dur. Senin Rabbin her şeye kadirdir.” (Furkan, 25/54) mealindeki ayette tanasül
kanunun içerisinde tevarüs (kalıtım) kanunun da olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü soylardaki
neslin anne-baba veya başka bir akrabaya bir benzerliği olduğu gözle görülen bir gerçektir.
Ayette “soy ve evlilik bağlarına bağlı bir sülalenin/bir neslin” tasvir edilmesi aradaki bu
bezer tarafları ortaya koyan kalıtıma işarettir.
- Aşağıdaki hadis-i şerifte de bu gerçeğe işaret edilmektedir:
Hz. Bu Hureyre anlatıyor: Bedevi adamlardan biri Resulullah (asm)’a geldi ve “Benim eşim,
siyah bir çocuk doğurdu.” dedi (bununla kendisine benzemeyen çocuğun annesinden şüphe
ettiğini bildirmek istedi).
Hz. Peygamber (asm): ‘Develerin var mı?” diye sordu. Adam: “Evet” deyince, “Develerin
rengi nasıl?” diye sordu. Adam: “Kırmızıdır” diye cevap verdi. Hz. Peygamber (asm): “Peki
aralarında hiç esmer/siyaha yakın renkte olanları yok mu?” diye sorunca, adam “Var”
dedi. Hz. Peygamber (asm) “Bu renk nereden geldi(kırmızı develerden esmer tenli
yavruların bu renginin sebebi ne?)” diye sorunca, adam: “Herhalde (atalarından gelen) bir
damar çekmiş” dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm): “Her halde senin bu çocuğuna da (atalarından gelen
siyah) bir damar çekmiş” diye buyurdu ve çocuğun kendisine aidiyetini inkâr etmesine izin
vermedi. (Buhari, Hudud,41,İ’tisam,12 Müslim,Lian, 18-20/ 1500)
- Kalıtım Allah’ın bir vahdet mührüdür. Belli akrabalar arasında silsile halinde tevarüs eden
bir ortak paydayı koymak, ancak sonsuz bir ilim, kudret ve hikmetin işi olduğu gibi, bu
benzerlik paydasında oluşan aynı üniteyi yapan yaratıcının da birliğine işaret etmektedir. Zira,
“Birliği olan bir şey ancak bir tek failin işi olabilir” kuralı ilmi bir gerçeğin ifadesidir.
- Uzmanların belirttiğine göre, Her kromozomun içinde uzun bir ip merdivenini andıran DNA
molekülü bulunur. Bu DNA molekülü, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanan binlerce
birimden oluşmuştur. Kalıtsal bilgi de bu birimlerin özel diziliş biçiminde saklıdır. Bu dizilişe
"genetik şifre" ya da "genetik kod" denir.
Gerçekten de DNA molekülündeki birimlerin her diziliş biçiminde hücrenin hangi proteini
üreteceğini bildiren bir şifre gizlidir. Hücrenin kimyasal maddeleri üreten bölümü bu şifreyi
çözerek canlı için gereken proteini yapabilir.
- Bu açıklamalardan da anlaşıldığına göre genetik kod, ilahî kudret ve hikmet tarafından
dizayn edilen ve daha çok canlı bünyenin biyolojik ihtiyacını düzenlemeye yönelik bir
mekanizmadır. İmtihan ise, daha çok manevî birer mekanizma olan ruh, akıl, şuur ve özgür
iradeye yöneliktir. Örneğin, bir insanın, yaratılışımda şehvet var diyerek, bunu haramda
kullanması nasıl doğru değilse, soyuma çekmişim diyerek o özelliğini haramda kullanması
doğru olmaz ve böyle bir mazeret geçerli değildir.
- Bugün müspet ilmin keşfettiği “genetik kodlama” da bir sevk-i ilahî ve sevk-i kaderînin
hikmetli bir yansımasıdır. Yüce Allah’ın insanlar için açtığı imtihan, şuura taalluk eden, aklı
muhatap alan bir konuma sahiptir. Bu sebeple, insanın yanlış bir müdahaleyle bu fıtrî dürtülerin
yönünü yanlış bir yola yönlendirmesi söz konusu olduğu zaman, şuurlu olan özgür iradesi
devreye girebilir ve yolunu şaşırmış bu fıtrî sevkin yüzünü doğruya yönlendirebilir.
11
Dolayısıyla, sanıldığı gibi, “genetik kodlar” cebrî bir surette insanları iyiliğe veya kötülüğe
sevk etmez, edemez. Çünkü, insanın özgür iradesi bu sevkiyata “dur!” diyebilir. Zaten özgür
ve şuurlu iradenin görevi böyle bir fren vazifesini görmektir. Âdil bir imtihanın gerçekleşmesi
de buna bağlıdır.
- Âdil bir imtihanın olabilmesi için insanın iç aleminde –biri iyilik, diğeri kötülük isteyen- zıt
kutupların olması gerekir. Bu mekanizma, iyilikten hoşlanan kalp, akıl ve ulvî duygularla,
kötülükten hoşlanan nefis, kör hissiyat ve suflî duygulardan oluşmaktadır.
Bu zıt arzuların gerçekleşmesi ise, insanın özgür iradesine bağlıdır. Kişi, hangi tarafı tercih
ederse, onu yapar ve tabii ki sonuçta ceza veya mükâfat görür. İnsanın özgür iradesini askıya
alacak kötülüğe meyyal bir genetik kodlamanın varlığına dair düşünceler tamamen bir
spekülasyondur, imtihan için gerekli olan ilahî adaleti göz ardı eden bir yaklaşımın ürünüdür.
Genetik kodlarda iyiliği ve kötülüğü simgeleyen bazı hususlar olabilir, ancak bunlar insanın
özgür iradesini tamamen ortadan kaldıracak bir boyutta olduğunu düşünmek asla doğru
değildir.
- Genetik kod şifrelerinin önemli bir bölümü kalıtım yoluyla tevarüs edildiği söylenir. Halbuki,
Hz. Nuh gibi bir peygamberin oğlunun küfrü tercih etmesi, küfrün başı Ebu Cehil’in oğlu
İkrime’nin imanı seçmesi bu kuralın ne kadar tartışmalı olduğunu göstermeye yeter.
Atasözünde yer alan “veliden peli, peliden veli çıkar/doğar” özdeyişi bu kalıtım meselesinin
imtihan bazında çok abartılı olduğunu göstermektedir.
- Firavun gibi ilahlık dava eden bir kâfirin sarayında yetişen Hz. Musa’nın varlığı, aynı evde
olup da imanı tercih eden Firavun’un karısı Asiye’nin varlığı, bugün bile çok dindar ailelerde
yetişen, dindar çevrede bulunan bazı kimselerin kâfirliği veya fasıklığı tercih etmeleri, tersine
kötü bir ailede bulunup da kötü bir çevrede yaşayan bir çok kimsenin iman ve İslam’ı tercih
etmeleri, çevrenin de tek başına imtihanı zorlayan bir unsur olmadığının açık göstergesidir.
Tarih boyunca gayri müslim bir çok insanın aklını kullanarak, özgür iradesiyle İslam’ı tercih
etmeleri âdil bir imtihanın söz konusu olduğunun açık bir göstergesidir.
- “Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra
annesi, babası, çevresi, onu Yahudî, Hıristiyan, Mecusî yaparlar” manasına gelen hadisin
ifadesi, imtihan sahasında bir tek zorunlu istikamet gösteren kodlama trafik işaretinin söz
konusu olmadığına işaret etmektedir. Bir takım fasık olan kimselerin çocuklarının salih birer
insan, tersine salih kimselerin çocuklarının da fasık olmaları bu gerçeğin reddedilmez kanıtıdır.
12
Hacamat yapınca ücret talep etmek helal olur mu?
Hacamat ile ilgili bütün rivayetler beraber değerlendirildiğinde, sağlık için hacamat
yaptırmanın mübah, hacamat yapan kişinin de aldığı ücretin caiz ve helal olduğu
gözükmektedir. Tedavi gayesiyle kan alma metodları ve diğer tıbbî muamelelerin hepsi buna
dahildir. Yani tıbbî hizmetlere mukabil ücret almak-vermek caizdir, helâldir.
Hz. Peygamber (asm)'in, kendisine hacamat uygulayan ve aynı zamanda bir köle olan Ebû
Taybe'ye bir ödemede bulunduğu bilinmektedir.(1) Enes b. Mâlik, hacamat ücretinin helâl olup
olmadığına dair bir soruya bu olayı naklederek cevap vermiştir.(2) Onun rivayetinde yapılan
ödemenin ücret olup olmadığı açıkça belirtilmezken, İbn Abbas bu olayda Resûl-i Ekrem
(asm)'in ücret ödediğini kaydederek, "Eğer haram olsaydı Peygamber vermezdi" der.(3)
Öte yandan Resûl-i Ekrem (asm)'in kan bedelini yasakladığı(4) ve hacamatçının kazancının pis
olduğunu söylediği(5) rivayet edilmektedir. Bazı âlimler, ilk hadisteki kan bedelini doğrudan
kan satışı karşılığında alınan ücret olarak, bazıları da hacamat ücreti olarak yorumlamışlardır.
Hadisi rivayet eden Ebû Cühayfe'nin hacamat yapan bir köle satın aldığı ve onun hacamat
aletlerini kırdığı, bu davranışının sebebi sorulunca da bu hadisi rivayet ettiği(6) dikkate alınırsa,
en azından ravinin yorumunun bu istikamette olduğu düşünülebilir.
Bu farklı rivayetler karşısında ashaptan itibaren değişik ictihadlar ortaya çıkmıştır.
Bazı âlimler Hz. Peygamber (asv)'in yasaklamasını, hacamatın daha ziyade köleler tarafından
icra edilen ve sosyal statü açısından düşük sayılan bir meslek oluşuna bağlayarak, hür kişilerin
hacamattan ücret almasının caiz olmadığını söylerken;
Bbazıları da yasağın sebebini, hacamatın Müslümanlar arasında ücretsiz yapılması gereken bir
hizmet ve görev oluşuna bağlar.
Bir görüşe göre ücret alınması önceleri yasakken sonradan serbest bırakılmıştır; bir başka
görüşe göre ise hadisteki yasak onun haram olduğunu değil tenzîhen mekruh olduğunu
göstermektedir.
Hacamat yapmak çok dikkat edilmesi gereken ve steril edilmiş malzemeler ile yapılması
gereken riskli bir işlemdir. Bu malzemeler için elbette bir masraf gerekeceğinden ve
hacamat yapacak olanın bu işe bir zaman harcayacağı da göz önünde bulundurulduğunda beli
bir ücret talep etmesi caiz ve helal görülebilir.
Dipnot:
1. Buhârî, Tıb, 13
2. Müslim, Müsâkat, 62
3. Buhârî, İcâre, 18; Müslim, Müsâkat, 66
4. Buhârî, Büyu, 25, 113
5. Ebû Dâvûd, Büyu 1, 38; Tirmizî, Büyu, 46
6. Aynî, Umdetü'l-kari, IX, 287-288; İbn Hacer, Fethu’l-bari, IX, 165, 300-301.
13
Naim bin Hammad'ın rivayet ettiği siyah ve sarı sancaklılarla
ilgili rivayetler sahih midir?
- Bu rivayetler zayıftır. Ravi Naim bin Hammad hakkında cerh tadil neticesinde şu tespitler
yapılmıştır:
İmam Ahmed Bin Hanbel Naim bin Hammad'ın sika olduğunu bildirmiştir. İmam Nesai ise bu
ravinin zayıf olduğunu bildirmiştir. İmam Ebu Davud bu ravinin rivayet ettiği 20 hadisin
aslının olmadığını söylemiştir. (İmam Zehebi, Mizanül İtidal fi Nakdi Er Rical, c.4, s.267)
- Özellikle savaşlarla ilgili ve ahir zamandaki hadiselerle ilgili rivayetlerde bazı raviler hadislerin mücmel ifadesinden hareketle- bulundukları zamanı değerlendirmiş ve kendi
yorumlarını eklemişlerdir. Zühri’nin “Hişam (b. Abdulmelik) ölür, ardından onun ehl-i
beytinden bir genç öldürülecek.. Süleyman b. Hişam da Arap yarım adasında
öldürülecek..” (el-Fiten,1/136, 197) şeklindeki ifadeleri buna bir misal olabilir.
- Bu hususu Bediüzzaman hazretleri şu sözlerle ifade etmiştir:
“Hem bir kısım râvilerin kabil-i hata içtihatlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs
kelimelerine karışıp hadîs zannedilir, mana gizlenir.” (Şualar, 581)
- Bu gibi rivayetlerde yer alan hususlar, sadece bir defaya mahsus olmayıp, tarih boyunca
tekrar edilen savaşlara bir işaret olabilir. Bunların bu geniş bir zaman yelpazesinde yer
alması, bu gibi rivayetleri manası kapalı/müteşabih hadisler kısmına sokmuştur.
- Hz. Peygamber (asm) tarafından Ensar için sarı sancaklar belirlediği rivayetleri vardır. (bk.
Mecmau’z-Zevaid, 5/321)
- Bununla beraber, sarı sancaklar, genellikle “Benu asfer” denilen Avrupa’nın/batının sarışın
ırkına bir işaret olabilir. Siyah sancak ise, Batının dışında kalan özellikle de Asya ve
Afrika’daki esmer ve siyahi insanlara işaret olabilir.
- İslam aleminin tarih boyunca sarı ırkı temsil eden Hristiyanların başlattığı haçlı
savaşları/seferleriyle uğraşması, bu rivayetlerin bir kısmını temsil edebilir.
- Özellikle Osmanlı Devletinin yine Avrupalılarla Şam bölgesinde önemli savaşlara girmek
zorunda kalması ve bilhassa Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla neticelenen bu kirli savaşlara da
bir işaret olabilir.
İlgili kitabın 160 diye verilen (doğrusu, 1/270) sayfasında yer alan ve Mısırlıların köprüsü
üzerinde savaşın olacağı bildirilen rivayette ahir zamanda gelecek olan “İslam Deccalı”nın bir
unvanı olan Süfyani’den de söz edilmesi bu rivayetlerin ne kadar müteşabih olduğunun
göstergesidir.
14
Hz. Osman’ın, "Kuran'da gramer hataları görüyorum ve
Araplar onları dilleriyle düzelteceklerdir" dediği doğru
mudur?
Kur’ân’da yazım hataları olduğuna dair görüşler zaman zaman gündeme getirilmekte ve bunun
için bazı rivayetler öne sürülmektedir. İbn Abbâs’ın azatlısı İkrime et-Tâî’den gelen rivayet
şöyledir: “Mushaftar yazılınca Halife Osman’a takdim edilmiş o da mushafı inceledikten sonra
“İyi hoş yapmışsınız da bunda lahnden bir şey görüyorum, ancak bunları olduğu gibi bırakınız!
Çünkü Araplar bunları dilleriyle düzelteceklerdir. (Rivayetler için bk. İbn Kuteybe, Te'vîlü
müşkili'l-Kur'ân (nşr. es-Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1973, s. 26, 50-51; Süyûtî, el-İtkan, I,
585).
Âlimler bu rivayetin sıhhatini kabul etmiyorlar. Çünkü Hz. Osman, Kur'ân'ın cemedilmesini tek
başına yapmadı. Bilakis diğer sahabe de Kur'ân'ın toplanması ve yazılmasında ona yardımcı
oldular. Yazılan mushaflar, Hz. Ebu Bekir'in toplattığı mushaf ile mukabele edildikten ve Hz.
Peygamber (sav)'in son defa Cibrîl ile mukabele ettiği Kur'ân'a uygun olduğu hususunda
sahabenin muvafakati alındıktan sonra yayıldı. Hz. Osman gibi üçüncü halîfe olan bir zatın,
Kur'ân'da, Allah'ın Hz. Peygamber (sav)'e indirdiğinden farklı şeyler görüp; "Bu hataları ileride
Araplar düzeltir" demesi ve hataları düzeltmeden öylece bırakması hiç düşünülebilir mi?
Allah'ın dininin yardımcıları ve koruyucuları olan sahabenin huzurunda bunu yapması hiç
mümkün müdür? Bu sözün Hz. Osman'a nisbetini Kurtubi, Zemahşeri, Ebu Hayyân, Âlûsî ve
daha birçok âlim kabul etmemişlerdir(Kurtubi, II, 240. Dipnot; el-Ensârî, "ed-Difâ' ani'lKur'ân", s.96, 98. Ahmed Mekkî el-Ensâri. "ed-Difâ' ani'l-Kur'ân", s.70; Cemâl Abdulazîz
Ahmed, el-Kur'ân s. 887).
Suyûtî'ye göre bu rivayetlerde bazı müşkiller vardır. Onlar da:
1. Arapçayı en fasih konuşan ashab-ı kiramın, Kur'ân-ı Kerim'de hata etmesi şöyle dursun,
kendi dillerinde hata ettikleri nasıl düşünülür?
2. Kur'ân-ı Kerim'i Resûlullah (sav)'den, nazil olduğu gibi öğrenen, onu ezberleyen, onu aynen
koruyan ve üzerinde titizlikle duran sahabe-i kiramın Kur'ân'da hata ettikleri nasıl söylenir?
3. Bütün sahabenin, Kur'ân’ın okunuş ve yazılışında aynı hatada birleştikleri nasıl
düşünülebilir?
4. Böyle bir hatanın farkına varmamaları, bu hatadan dönmemeleri, nasıl söylenebilir?
5. Hz. Osman'ın görülen hatayı düzeltmek isteyenlere mâni olduğu, nasıl söylenebilir?
6. Seleften halefe tevâtüren rivayet edildiği halde, hatalı kıraatin sürüp gittiği, nasıl
düşünülebilir? Bütün bunlar ashâb-ı kiram için aklen, şer'an ve örfen muhaldir.(es-Suyutî, elİtkân, 1, 586-588: İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetâvâ, XV, 250-256).
Âlimler buna -yukarıda zikrettiklerimize ilâveten- şöyle cevap vermişlerdir:
a. Hz. Osman'a izafe edilen sözler, doğru değildir. Bu rivayetin senedi zayıf, muzdarib ve
munkatı'dır. Hz. Osman kendisine uyulan bir imam olarak tayin edilmişti. O, nasıl olur da
Kur'ân'da gördüğü bir hatayı düzeltmek üzere, Arapların dil maharetine terkedebilir? Kur'ân'ın
cem'ini ve yazma işini üzerine alan seçkin kimseler bu hatayı düzeltmemişse, başkaları bunu
nasıl düzeltebilir? Ayrıca, bir tek mushaf değil, belli sayıda mushaflar yazılmıştır. Şayet bu
mushaflarda hata vaki olduğu söylense bile, hepsinin aynı hataya düşmeleri, uzak bir ihtimal
olur. Şayet mushaflardan bazılarında hata vaki olduğu söylense bile bu, diğerlerinin hatasız
olduğunu itiraf etmektir. Hz. Osman'ın istinsah ettirdiği mushafların bir kısmı hatalı, bir kısmı
da hatasız diyen bir sahabe yoktur. Kıraat vecihleri dışında mushaflarda hiçbir ihtilaf da mevcut
değildir. Kıraatler ise, hata cinsinden sayılmaz.
15
b. Ebu Bişr tarikiyle yapılan rivayette, okunuşu yazılışına uymayan bazı kelimeler, te'vil
edilmiştir. Meselâ: (Tevbe, 47), (Neml, :21) âyetlerinde “lâ”dan sonra 'elif,’ “zalike cezauz
zalimin” (Maide, 29) âyetinde 'vavla’ birlikte 'elif’, (Zâriyât, 47), âyetinde iki 'yâ' harfinin
yazılışı bu kabildendir. Şayet kelimeler yazıldığı gibi okunsaydı, hata sayılırdı. İbn Eşte,
'Kitâbu'l-Mesâhif’ adlı eserinde, bu ve önceki cevaplara yer vermiştir.
c. İbnu'l-Enbârî, "Kitâbu'r-Redd alâ men Halefe Mushafe Osman" adlı eserinde bu konuda Hz.
Osman'dan rivayet edilen haber hakkında şöyle der: "Bu haber hüccet (delil) olamaz. Zira
muttasıl değil, munkatı'dır. Zamanında Müslümanların imamı ve önderi, devletin reisi olan,
İmam Mushafı ortaya koyan, Hz. Osman'ın, bu mushafta hataları görmesi, yanlış yazıldığı
halde bunları düzeltmemesi, akıl ve mantığa sığacak bir şey değildir. Asla. Yemin ederim ki,
akıl ve insaf sahibi bir kimse, Hz. Osman hakkında böyle bir vehme kapılamaz. Kur'ân'da
mevcut hatanın sonradan gelenlerce düzeltilmek üzere geciktirdiğine, inanamaz. Hz. Osman'ın
'Mushafta bazı hatalar gördüm' sözünden, yazısında bazı hata, i'rabı bozacak, kelimeleri tahrif
edecek derecede hata sayılmadığını' iddia eden, görüşünde haklı ve isabetli değildir. Çünkü
yazı telaffuza bağlıdır. Yazıda hata eden, telaffuzda da hata eder. Hz. Osman'ın Kur'ân'ın
yazılışı ve okunuşunda ifsad derecesindeki hataları tehir etmesi, imkânsızdır. Bilindiği gibi o,
Kur'ân'ı devamlı okur, beldelere gönderilen mushaflardaki yazı şekline uyar, âyetlerdeki
mânâyı yeterince kavrardı.
Ebu Ubeyd'in rivayet ettiği de bunu doğrular. Ebu Ubeyd, bize Abdurrahman b. Mekkî ona
Abdullah b. Mübarek, bize Yemen şeyhi Ebu Vâil, ona Hz. Osman'ın mevlâsı Hâni el-Berberî
rivayet ederek şöyle der: Hz. Osman'ın yanında bulunduğum bir sırada, sahabe mushafları
karşılaştırıyordu. Bu arada Hz. Osman beni, üzerinde “lem yetesenne” (Bakara, 259), “lâ
tebdîle lilhalki” (Rum, 30) ve “fe emhilil kafirine” (Tarık, 17) âyetleri yazılı bulunan koyunun
kürek kemiği ile, Ubey b. Ka'b'a gönderdi. Kendisine bu âyetleri gösterdiğimde kalem istedi,
“lilhalki” kelimesindeki ‘lâm' harflerinden birini silerek “lâ tebdîle lihalkillah” yaptı. “fe emhil”
kelimesini silerek “fe mehhil” şeklinde yazdı, “lem yetesenne” kelimesinin sonuna da “ha”
ilave etti.
İbnul-Enbârî şöyle der: Yazılan mushaflar kendisine arzedilen, müstensihler arasında vuku
bulan ihtilafı kaldırmak için kendisine müracaat edilen, onlardan doğru olanı ortaya koymayı
isteyen Hz. Osman'ın, hatayı görüp de buna göz yumduğu ve bunu başkalarının düzeltmesi için
bıraktığı nasıl iddia edilebilir?(İbn Teymiyye, Mecmuul-Fetâvâ, XV, 253)
İbn Teymiyye de, bu rivayetin doğru olmadığınıve birkaç yönden sahih olamayacağını belirtir:
a. Sahabe efendilerimiz en küçük bir kötülüğü bile düzeltmede yarış yapıyorlardı. Kur'ân'da
hatanın bulunuşunu nasıl kabul ederler ki? Halbuki bunu düzeltmek hiç de zor olmayan bir
şeydir.
b. Araplar, normal konuşmalardaki hataları bile çirkin görürlerken, mushaftaki bir hatanın
kalmasına nasıl müsamaha ederler?
c. "İleride bu hatayı Araplar dilleri ile düzeltecekler" denmesi de hatalıdır. Çünkü Kur'ân Arap
ve Acem herkesin önünde ve elinde olduğu halde o günden bu güne aynı durmaktadır. Eğer
hata olsaydı şimdiye kadar düzeltilirdi.
d. Hz. Osman, Kureyş lehçesi dışında yazılan kelimeleri düzeltmişken hata sayılan diğer yerleri
düzeltmemesi düşünülebilir mi?(İbn Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, XV,248-264).
Prof. Dr. Davut Aydüz, Kur'an-I Kerim Ve Grammer, Yeni Ümit Dergisi, 38. Sayı EkimKasım-Aralık 1997.
16