Türkçe - turyak

Transkript

Türkçe - turyak
Hikmet birliktedir
ÖNSÖZ
Din, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetmeden tüm kıdemli vatandaşların sesi olma yönünde evrensel bir misyon
üstlenmiş olan Türyak Yaşlılık Konseyi Derneği Türkiye’nin bu alanda uluslararası boyutta faaliyet gösteren
bir sivil toplum kuruluşudur. Her yıl, ayrıca, dünyamızın gündemindeki önemli ortak konulardan birini gündem
yapan bir uluslararası kongre düzenleme kararlılığındadır.
Uluslararası Kongrelerimizin amacı; kendini faal tutarak ülkesine ve dünyaya yararlı katkı sağlama gayreti içinde bulunan kıdemli yaştaki kişileri Türkiye öncülüğünde, dünya çapında tüm insanlığı ilgilendiren ve çözüm
bekleyen bir konuyu görüşmek ve tavsiyelerini faal görevde bulunan dünya yöneticilere iletmek üzere bir araya
getirmektir. Kıdemli insanların birikim ve deneyimleri ile tarafsız yol göstericilikte en etkili kesimi oluşturdukları
inancındayız. Her sene ayrı bir gündemle ve konuya emek vermekte olan kıdemlilerle toplanan uluslararası
kongrelerimizin bu yıl 2.’si toplanmıştır.
Bu yılki Uluslararası Kongremizin teması Dünya Krizine Bütünsel ve Sağlıklı Çözümler üretmektir. Sorunlarımızı birlikte çözerek Yerküremiz Üzerinde Birlikte Bilgece/ Hikmetle Yaşamak üzere bizlere yol göstermek
amacı ile dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen Kıdemli Vatandaşlar 4-5 Aralık 2010 tarihleri arasında İstanbul’da
bir araya gelmişler ve üç çalıştay halinde şu konuları görüşmüşlerdir.
- Küresel Ekonomik ve İşsizlik Krizi
- Ekosistem Krizi ve Küresel Dayanışmacı Politikalar
- Medeniyetler İttifakı Yerküremiz Üzerinde Bilgece/Hikmetle Yaşamak
Temsilciler ve katılımcılar ekonomi ve çevre politikaları konularındaki tecrübelerini, geçmiş ve mevcut kültürlerden hikmet ve bilgelik birikimimizi ortaya koyan ve “en iyi uygulamalar”a ışık yakan önerilerini kapsayacak
sonuç bildirgesini tüm dünya liderlerine ulaştırmayı görev edinmişlerdir.
Mete BORA
TÜRYAK Başkanı
Sayın Oturum Başkanı,
Değerli Konuklarımız ve Sayın Katılımcılar,
TÜRYAK’ın İkinci Uluslararası Örnek Kıdemli Vatandaşlar Kongresi’ne hoşgeldiniz.
Bu yılki buluşmamızın ana konusu: “Dünya krizine bütünsel ve sağlıklı çözümler…” Dünyayı rahatsız ve
huzursuz eden gelecek endişesi içine sokan bir olay bugün yaşamakta olduğumuz kriz. Buluşmamıza ev sahipliği yapan İstanbul’da günümüze kadar elde edilen bulgular ilk yerleşimin sekiz bin yıl öncesi başladığını
ortaya koyuyor. Kaç kuşak sığar sekiz bin yıla? Avcı-Toplayıcı Toplumdan Tarım Toplumuna, Tarım
Toplumundan Sanayi Toplumuna, Sanayi Toplumundan Bilgi Toplumuna uzanan ve bugün daha ötesinde neler yapabilirim diye düşünen insanoğlunun yüzlerce kuşağı… Bu yüzlerce kuşak kendi dönemlerinde kim bilir ne krizler geçirdi? Toplanacak meyveleri ve kökleri; Avlanacak kuşları ve otoburları; Tarımsal ürünü tümden ya da bir bölümüyle ortadan kaldıran Doğal yıkımlar, Kıtlıklar, Kuraklıklar, Tufanlar…
İki kıtayı birleştiren İstanbul’un, ayrıca, üç imparatorluğa başkentlik yapmış tek merkez olduğunu da unutmayalım: Roma, Bizans, Osmanlı…
Yaklaşık 1600 yıl süren bu başkentlikler boyunca yaşanan krizler de saymakla bitmez… Siyasal ya da ekonomik nedenlerle tahttan indirilen İmparatorlar, Sultanlar… Dolayısıyla, bir krizi ele almak için son derce
uygun bir mekânda bulunduğumuz kuşku götürmez Bir söz var Türkçede… “Ateş düştüğü yeri yakar!”
Ateşin yalnızca “düştüğü yeri” değil “düştüğü zamanı yakması” da söz konusu olmalı...
Bütün bunları, yerkürede her şey gibi krizlerin de (ne ölçüde zarar verirlerse versinler) geçici olduklarını belirtmek için söyledim. Kaldı ki, günümüzde dünya çok hızlı bir değişim içinde. Değişim, her sorun için yepyeni
çözüm yolları da getiriyor. Genomik, Biyoenformatik, Fotonik, Nano Teknoloji ve Robotik gibi bundan çok kısa
süre önce ismi bile bilinmeyen ilim dalları geleceğin en parlak sektörleri ve tüm dünya ezberi bozacak yepyeni
çözümler getirecek buluşlara ve yeni teknolojilere gebe .. Evet, krizler geçerler. Yeter ki verdikleri zararları
gereğince temizlensin; tekrarlanmamaları için gerekli önlemler alınsın…
Şimdi gelelim bugüne... Konumuz bugünün krizi: Bugünün Dünya Krizi… Dünya Krizinin 2007’nin ikinci
yarısında başlayıp bugünlerde üç yılını doldurduğu genellikle kabul ediliyor.
Uzun yıllar boyunca “Devletlerin iflas etmeyeceklerine” inanıldı. Bu inanış, aslında, iç işleyiş açısından bakıldığında geçerliydi. Yasa koyucu güce sahip olan Devlet, iç borçları nedeniyle kendisinin iflas masasına gö-
–3–
Mete BORA
TÜRYAK Başkanı
türülmesini nasıl olsa engelleyebilirdi! Konu dış işleyişe (daha açık deyişle, dış bağlantılı borçlara) gelince durum
değişiveriyor. Tüm gelirlerine, ülkesinin tüm üretimine yabancı alacaklılarca el konulmuş bir devletin durumuna
“iflastan” başka nasıl bir tanım getirilebilir?
Dünya Kriziyle birlikte iflasın eşiğine gelen ve üstelikte kendilerince yaratılmamış bir krizle karşılaşan ülkelerden biri İzlanda…
“Eyyafyallayökül” sözünü unutmadığınızı sanırım. Hani, dokuz-on ay kadar önce İzlanda’da patlayıp on
binlerce metreye savurduğu küllerle Avrupa-içi, Avrupa-çıkışlı ve Avrupa-varışlı uçuşları haftalarca engelleyen
yanardağ!
Ben, “Bu olay, sakın, İzlanda’nın kötü kaderine doğa olayı yoluyla sergilediği başkaldırı olmasın” diye düşünmekten kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Hatta bu patlamanın, Krizin başladığı ABD’nin tüm Avrupa
uçuşlarını aksatarak ABD’ye bir “ilahi ceza” ve bundan sonrası için de bir “ilahi uyarı” olduğuna inananların
bulunduğunu biliyorum.
Dünya Krizinin çıkış nedeni aradığımızda ne buluyoruz? Krizi birkaç yüz en üst düzey finans şirketi yöneticisinin inanılmaz açgözlülüğüne bağlayanlar kolaycılık mı yapıyorlar? Ben bu görüş sahipleri için “kolaycı”
diyemiyorum!
Mesnetsiz, finansal türevler icat ederek şahsi çıkarları uğruna bir nevi saadet zinciri kuran bu üst düzey yöneticilerin uygulamaları sonucu kısa sürede çöküp ardından iflas eden kişiler, dev şirketler, hatta ülkeler ve yerlerde
sürünen bir dünya ekonomisi bırakıyor.
Krizin ilk aylarında, ABD Yönetimi, dev kuruluşların iflasının yaratacağı domino etkisini önlemek için bu kuruluşların her birine milyarlarca dolar akıtıyor… Yani, ABD, kendi ekonomik sisteminin en temel ilkesini çiğneyerek, “şirket kurtarıyor;” ayrıca, kurtardıklarını da bir bakıma, millileştiriyor!
Tüm bu olumsuz gelişmelere yol açan açgözlüler güruhu, yanlış uygulamaları yüzünden görevlerini zaten bırakmaları gerekirken, bu kez, kişi başına milyonlarca dolarlık ikramiyelerle kendilerini emekliye (!) sevk
ediyorlar. ABD’de yaşanan ve son Dünya Krizini yaratan Bankacıların, Borsa Oyuncularının ve Finans
Şirketleri Yöneticilerinin açgözlülüğü tam bir Değerler Kokuşması… Böylesi bir açgözlülük, “tarihin en
açık, en kamusal, en toplu ve en yaygın dolandırıcılık eylemi” olarak nitelenebilir. Açgözlülüğün, üstelik yüzsüzlükle birleşmiş katmerlisinin yapıldığı ülkeye (ABD’ye) bakalım biraz: Krizin çıktığı toplumun sahip
olmakla tarihi boyunca övündüğü Denetimleri ve Dengeleri var. (yani, “checks and balances” dedikleri
özellik…) Ama övünülen tüm bu Dengeler ve Denetimler; açgözlülük gibi yalın bir saplantıyı engelleyemedi!
Neden?
–4–
Mete BORA
TÜRYAK Başkanı
Üstelik dünyanın en büyük finansal ve ekonomik denetim şirketlerinin de ABD’de bulunduğunu, aynı şirketlerin
adlarını taşıyan uzantılarının dünyanın her köşesinde iş gördüğünü de unutmayalım!
Pek çok insan, bu krize, Kapitalizmin gözünü hırsın bürümesinden; Sistemin yolsuzluklarla kirlenmesinden ve o çok güvenilen Denetim düzeneklerinin milyonların bildiği yolsuzlukları önleyememesinden kaynaklandığını kabul ediyor. Bu açıdan bakıldığında, Dünya Krizi sadece finansal, hatta ekonomik
değil; bir sistem krizine dönüşüyor.
Çünkü sistemin çok güvenilen denetim ve denge düzenekleri bir kolektif açgözlülük ve dolandırıcılık girişimini
önleyemedi. Kriz işte böyle çıktı… Peki, aradan geçen iki yılı aşkın sürenin sonunda, Dünya bugün hangi
durumda? Bu konuda son derece kötümser düşünenlerin bulunduğunu biliyoruz. Bu kişilerden biri Orta-Doğu kökenli… Lübnan doğumlu Nassim Nicholas Taleb… 2007 yılında yayınladığı Kara Kuğu adlı kitapla,
krizin çıkmasından aylar önce hemen tüm uyarıları yapmış olan yazar.
Ne diyor Nesim Talip?
Söyledikleri çok düşündürücü: “Dünyanın ekonomik durumu iki yıl öncesine oranla çok daha kötü”
diyor. “2008’de birikmiş borçlar bugünden çok daha az; istihdam çok daha yüksekti”
diyor. “Borçlanmadan doğmuş bir krizi yeni borçlarla çözmeye çalışmak; bir alkol bağımlısını içkisini artırarak tedavi etmekten farksızdır” diyor. Bir başka uzman, Dünya Bankası’nın eski Başkan
Yardımcısı, Türkiye’nin eski Ekonomi Bakanı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın eski Başkanı
ve ABD’nin düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü’nün Başkan Yardımcısı Kemal Derviş…
Kemal Derviş, 31 Mart’ta da, Enstitünün düzenleyip kendisinin yönettiği bir açık oturumda, “Dünya Krizinin ana gövdesinin aşılmış sayılabileceği, şimdi art etkilerle uğraşılmakta olduğunu” söylüyor.
Hatta Derviş, “bir daha hiç kriz çıkmayacağını söylemek mümkün olmasa da çıkarılan derslerle, son
Dünya Krizine yakın bir başkasının yeniden ortaya çıkmasının önlendiğini” de bildiriyor.
İki otoriteden kötümser ve iyimser iki görüş… Bakalım bizim Çalışma Gruplarımızdan nasıl bir değerlendirme çıkacak… Ayrıca, Dünya Krizini yalnızca son üç yılda yaşanan ekonomik zorluklardan ibaret sanmak da
büyük hata olur: Ekonomik yönü ortadan kalksa bile belki çok daha kalıcı (bu nedenle çok daha tehlikeli)
öteki yönler varlığını sürdürecek… Neyi kastediyoruz? Şunları: Kültürler ve medeniyetler arası kriz, Buna
dayalı olarak uygulanan çifte standartlar yüzünden bir türlü çözülemeyen kangren olmuş siyasal krizler; ve
Ekosistem krizi…
Günümüzden yalnızca on beş yıl öncesini hatırlayalım: Dünyada bir “MEDENİYETLER ÇATIŞMASI” fırtınası esiyordu. Fırtınayı estiren ABD’li Siyaset Bilimci Samuel Huntington’un aynı adı taşıyan kitabıydı…
–5–
Mete BORA
TÜRYAK Başkanı
Huntington’a göre, Soğuk Savaşla birlikte ideolojik çatışmalar bitmiş; bunların yerini (ekonomik çıkarlardan
bile baskın biçimde) kitlelerin kültürel ve dinsel kimliklerinin yol açacağı çatışmalara bırakmıştı. Bu çatışmanın savaş alanını ise kültürlerin kırılma çizgisindeki ülkeler oluşturacaktı. Huntington, bu görüşle amacının
bir çatışmayı kışkırtmak değil; bir olgunun altını çizmek olduğunu söylüyordu. Yazarın amacını sorgulayacak
değilim ama ortaya attığı kuramın sonuçlarının en azından “kötümser” olduğu ortada.
Ve günümüzden beş yıl önce, 2005’te, Birlemiş Milletler çevresinde bir girişim başlatıldı: “MEDENİYETLER
İTTİFAKI!” Eş-Başkanlığını İspanya Başbakanı Luis Rodriguez Zapatero’yla birlikte Başbakanımız
Recep Tayyip Erdoğan’ın yürüttüğü ve Sayın Başbakanımızın üzerinde ehemmiyetle durduğu ve tüm dünyada takdirle karşılanan MEDENİYETLER İTTİFAKI çalışmaları binyıllarca sürmüş çatışma karanlığına yönlendirilmiş bir ışık…
Bu ışık öncelikle sürekli hale gelmeli, sonra da bu ışığın aydınlığı altında bin yılların çatışma engebeleri ortadan
kaldırılabilmeli.
Medeniyetler İttifakının beş yıl gibi kısa sürede elde ettiği gelişmeler bu yolda büyük umutlar doğuruyor. Uzlaşma alışkanlığının ve iyi niyetin İnsanlığa egemen olmasıyla başarıya ulaşılacağına en ufak bir tereddüt yoktur.
Oysa dünyamız hâlâ binlerce yıllık kötü alışkanlıkların yol açtığı çözümsüzlüklerin utanç anıtlarıyla dolu. Bunlar
arasında herkesin ilk aklına gelen Filistin sorunu olmalı…
Roma İmparatorluğu tarafından MS 150 yılında Filistin’den sürülen Yahudiler bundan yaklaşık 1800 yıl
sonra (1948’de) aynı topraklara dönerek İsrail devletini kurdular. Roma sürgününden İsrail’in kuruluşuna kadar geçen 1800 yıl boyunca Filistin’e onlarca değişik devlet egemen olmuş; bu topraklara kim bilir kaç göç
yaşanmıştır. İsrail’in kuruluşuna karar veren Birlemiş Milletler bu devlete belli sınırlar çizdi. İsrail neden bu
sınırların çok ötesine yayıldı? Denecek ki, ‘Araplar defalarca İsrail’e saldırdı; savaşı kaybettiler, toprakları işgal
altına düştü.’ Öyleyse, İsrail neden varlığının tanınması karşılığında yapılması öngörülen barış antlaşmalarını bile
yokuşa sürdü? İşgal altındaki topraklarda neden hâlâ her fırsat bulduğunda yeni yerleşimler açıyor? Bu son
sorulara inandırıcı yanıtı bilmiyorum kim verebilir? Ve İnsanlık açısından belki de en önemlisi, avuç içi kadar
Gazze’ye yapılan toplu işkencelerin katliamın açıklaması ne? Buna “İsrail’e karşı uygulanan terör” gerekçe
gösterilirse, verilecek tek cevap var: ‘Terörden canı yanan İsrail’den başka ülke yok mu?’ ‘Onlar neden
İsrail’in insanlık dışı davranışlarını uygulamıyorlar?’ ‘İsrail’in yaptıkları terörü önlüyor mu yoksa tersine azdırıyor mu?’ Dünya siyasetinde uygulanan çifte standartların hatta ikiyüzlülüklerin yol açtığı kangrenleşmiş
sorunların tek örneği Filistin uyuşmazlığı değil kuşkusuz:
–6–
Mete BORA
TÜRYAK Başkanı
Bosna savaşını sona erdiren Dayton Antlaşmasıyla, ülke, İkisi aynı dinde ama ayrı mezhepten, Biri ayrı
dinden olan ama Üçü de aynı etnik kökten gelen ve aynı dili konuşan Boşnak, Hırvat ve Sırp Bölgeleri oluşturuldu.
Bu kadarla kalmayıp, Her bir bölgenin içine, gene aynı topluluklar için alt bölgeler de yaratıldı. Örneğin, Boşnak Bölgesi içinde Hırvat ve Sırp Sırp Bölgesi içinde Hırvat ve Boşnak Hırvat Bölgesi içinde Boşnak
ve Sırp Alt Bölgeleri gibi.
Buna karşın Kıbrıs’ta İki ayrı etnik kökenden gelen, Hem dilleri hem dinleri ayrı olan, 36 yıldır belirgin
sınırlarla birbirlerinden ayrışmış olarak yaşayan Türk ve Rum Toplumlarını, geçmişte uygulanmış
kıyımlar hiç dikkate alınmadan, yeniden birleştirmek için ter ter tepiniliyor. Ayrıca, katışıklığı dolayısıyla durumu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden daha yetersiz olan Kosova’nın bağımsızlığı için ülke
grupları büyük çabalar harcayıp sonuca ulaşırken böyle bir çözüm KKTC için nedense hiç akla gelmiyor. Ve
daha yüzlerce kangrenleşmiş dünya sorunu.....
Dağlık Karabağ ve işgal altındaki Azerbeycan toprakları, Keşmir, Osetya, Abhazya, Fergana Vadisi, Güney Kuriller daha niceleri...... Hepsi çözüm bekliyor. Dünyamızın bugün derinleşmiş siyasal sorunları arasında bir arada
bulunmaları dolayısıyla bir salkımı andıran Aşırı Milliyetçilik, Mikro Milliyetçilik ve bu ikisinin iğrenç yöntemi
Terör de yer alıyor. Aşırı milliyetçilik nedir? En geniş tanım, “Kendi ulusuna bağlılık ve ulusunu savunma
duygusunun başka uluslarla işbirliğini önleyecek, hatta bu aşırılığı yaşayan ulusun kendi uluslararası
çıkarlarına zarar verecek ölçüde büyümesi; hatta en uç noktaya ulaşması” biçiminde yapılıyor.
Soğuk savaşın bitimiyle ortaya çıkan aşırı milliyetçilik örnekleri saymakla bitmez. Aşırı milliyetçiliğin
aşırılığı muhakkak ki aşırı milliyetçiliğin bile ötesinde bulunan faşizme ve ırkçılığa yaklaştığı ölçüde de artar.Mikro milliyetçiliğin tanımı da şöyle: “Bağımsızlığı ve egemenliği tanınmış bir devlet içindeki küçük
toplulukların onunla benzeşmesini, hatta eşit duruma gelmesini ve onun yerini almasını savunan
düşünce.” Mikro milliyetçiliğin örnekleri Soğuk Savaşın bitimiyle o kadar çoğaldı ki…
Mikro milliyetçi düşüncelerin tümü gerçekleşse dünyanın beş bin yer yer kent; hatta yer yer de kasaba
devletine dönüşeceğini söyleniyor. Geçmişte, her türlü aşırı ideolojinin maşası olarak kullanılmış Terör denen
iğrenç yöntem bugün artık neredeyse yalnızca aşırı milliyetçiliğe ve özellikle de mikro milliyetçiliğe hizmet
etmektedir. Üzülerek ifade etmeliyim ki günümüzde birçok devlet komşularında, hatta dostlarında, hatta
müttefiklerinde mikro milliyetçi çıkışları üstelik de terörle destekleyebilmektedirler.Bunu ne anlamak ne de
hangi rasyonele dayanırsa dayansın tasvip etmek mümkün değildir.
Evet, Dünyada siyasal çifte standartların ve ikiyüzlülüklerin yarattığı kangrenleşmiş sorunlar Ekonomik
Kriz olsa da olmasa da var. Buna bir de, artık son derece tehlikeli bir noktaya gelmiş olan Ekolojik Krizi
–7–
Mete BORA
TÜRYAK Başkanı
ekleyin! İşte bu yüzden bu Buluşmamızda Değerli ve Deneyimli Uzmanlarımızla Dünya Krizine arayacağımız çözümlerin Bütünsel ve Sağlıklı olmasını istiyoruz! Bu Buluşmamızda, Dünya Krizine çözümleri
üç çalışma grubu içinde arayacağız. Birinci Çalışma Grubu, Dünya Krizini “Küresel Ekonomik ve İşsizlik
Krizi” alt-başlığı altında ele alacak. Tüm toplumsal etkinlikler gibi ekonominin de insan eksenli olması gerektiği
konusunda bir düşünce ayrılığına düşeceğimizi sanmıyorum.
Küresel Ekonomik Krizi aynı zamanda bir İşsizlik Krizi biçiminde nitelemeyi bilerek yaptık. İşsizlik yalnızca
bir ekonomik olgu değil, tüm olumsuzluklarıyla bir toplumsal olgu; bireyleri ele aldığınız zaman ise, bir psikolojik; hatta, psikiyatrik sorundur ve tek nedeni Dünya Krizi olmasa gerek. Giderek artan otomasyonun işsizlikteki payı ne? Otomasyonun işsizliği artırmasının önlenmesi için neler yapılabilir? Günümüzde otomasyondan
kaçmak mümkün olamayacağına göre, yeni iş olanakları nasıl yaratılır; insanlar bu olanakları doldurmak üzere
yetiştirmek için neler yapılmalıdır? Bütün bu konular ve daha başkaları, Birinci Çalışma Grubunun gündeminde olacak.
****
Bugünün Dünya Krizi bir ekonomik sistem sorunudur. Burası kesin… Ancak, ekonomik kriz olsa da olmasa da, dünyanın bir “ekosistem kriziyle” de karşı karşıya bulunduğu da muhakkak. Dünya, yine muhakkak ki, bugünkü nüfusunu (hatta çok daha fazlasını) taşıma yeteneğinden mahrum değil. Ancak, bu iki
bacaklı bir yetenek. Bacaklardan birincisi, bu nüfusu oluşturan insanların kendi tüketimlerinin karşılanmasına
katkıda bulunacak becerilerle yetiştirilebilmesi; İkincisi ise, ekosistemin bugünkü akıl almaz israftan ve kötü
kullanımdan kurtarılmasıdır. Ekosistem sorunu, gezegenimizin ve dolayısıyla İnsanlığımızın var olma ya da
yok olma mücadelesi haline gelmiştir. Bugün, “Dinler arası Diyalog” ve “Medeniyetler İttifakı” gibi küresel
dayanışmacı politikalar oluşturma çabalarını başlatabilmiş olan ülkelerimiz bu politikaların temeline böylesine
kritik bir önem taşıyan “ekosistem” sorunu da koymak zorundadır.
20 Nisan’da Meksika Körfezi’nde yaşanan petrol kuyusu felaketi durumun vehametini ortaya koyan çarpıçı
bir örnektir. Tarihin bu en büyük “çevre felaketini” daha beterlerinin önlenmesi yolunda bir ilahi uyarı sayıp çabalarımızı artırmalıyız. Günümüzün bu yaşamsal “ekosistem” sorununu İkinci Çalışma Grubumuz, “Ekosistem Krizi ve Küresel Dayanışmacı Politikalar” başlığı altında ele alacaktır.
Son Dünya Krizi dolayısıyla ele aldığımız “ekosistem sorunu” dev boyutlarına karşın yine de insanlığın tek
derdi değil… Bunların tümünün çözümünde Kişisel, Sınıfsal ve hatta Ülkesel kısır çıkar çatışmalarıyla değerli
zamanı yitirmek yerine Bilgece bir işbirliğiyle felaketi çok geç olmadan önlememiz zorunlu. Bunun için umudu yitirmemize de hiç gerek yok. Unutmayalım ki son elli yılda yoksulluk konusunda önceki 500 yıldan daha
–8–
Mete BORA
TÜRYAK Başkanı
uzun yol alınmışdır. Hala gereksinim ve sorun alanları olmakla birlikte, 1960’lardan bu yana, gelişmekte olan
ülkelerde çocuk ölüm oranları yarıya indirilmiş beslenme yetersizliği oranı üçde bir azalmış güvenli suya ulaşma
çarpıcı bir biçimde düzelmiştir.
Yerküremizde bugün başta Medeniyetler İttifakı olmak üzere Küresel Dayanışmacı Politikaların ürünü
olan ve binlerce yıllık uyuşmazlıkları ve çatışmaları önce yumuşatıp sonra kökten çözme amacını taşıyan girişimlere ne mutlu bizlere ki büyük bir bilgelikle başlayabilmiş bulunuyoruz. Bu bilgece başlangıcı İnsanlık
sonuca götürülebilmeli…
Bu da yetmez: Sonuç alınıp felaket önlendikten sonra aynı felaket ortamına İnsanlığın bir daha düşmemesi
için bilgece davranışlardan asla vazgeçilmemeli… Üçüncü Çalışma Grubumuz, bu sorunları “Medeniyetler İttifakı Yerküremiz Üzerinde Bilgece/Hikmetle Yaşamak” başlığı altında ele alacak. Söz Bilgelikten
açılmışken, burada bir anımsatma daha yapmak istiyorum: İlk başkentliğini elde etmesinin 1680’nci yılını yaşamakta olan İstanbul’da şu anda bulunduğumuz noktanın çok yakınında: Tarihi Yarımada’nın orta yerinde,
Bilgeliğin Aziz ilan edilerek kutsandığı bir dev anıtsal yapı 1473 yıllık görkemiyle İnsanlığın bugünkü acınacak durumunu izliyor. AYASOFYA ! ! !
Yani, Hagia Sophia, Aziz Sofya; Saint Sophia, Kutsal Sofya ... İmparator Jüstinyen’in Azizleştirdiği
Sofya kişi değil, kavram: Bilgelik… Bir kavram olarak Bilgeliğin Aziz ilan edilip kutsanması başlı başına Bilgelik değil midir? Dolayısıyla, gerekenler yapılmazsa ortaya çıkacak felaketi önlemek için tüm ilgililer; Dünya
Uluslarını Yönetenler, Uluslar (ve uluslararası işbirliği) için tasarımlar yapan ve bunları uygulayanlar
ile kitle olarak tüm İnsanlık Bilgeliği neredeyse bir buçuk binyıl önce Aziz ilan ederek kutsayan İmparator
Jüstinyen’i örnek almalı ve onun bu Bilgece davranışını hiçbir zaman unutmamalıdırlar.
Muhterem Misafirler,
Bu noktada, her yıl gerçekleştirdiğimiz Türyak Kongrelerinde tüm devletlerin Örnek Kıdemli Vatandaşları ile
temsil edilmelerini sağlamaya çalıştığımızı hatırlatmak istiyor ve yıllık Olağan direktörler kurulu toplantılarını
kongremize destek vermek üzere ilk defa Istanbul’a alan yaşlılık ve yaşlanma konularında dünyanın en önde
gelen kuruluşu olan IFA Uluslararası Yaşlılık Federasyonu üst yönetimine de huzurlarınızda teşekkür ediyorum.
Kongremiz çalıştaylarına katılan çok değerli temsilcilerin katkıları ile kaleme alınacak Kongre Sonuç Bildirgemizi
tüm dünya liderlerine uyguladıkları politikalara rehber olması amacı ile ulaştırıyoruz ve buna devam edeceğiz.
Kıdemli vatandaşların bilgi ve deneyimleri ile milletlerin bilançolarında aktifinde yer aldıklarına tekrar dikkatlerinizi çekerek konuşmama son verirken, tüm Katılımcılara, Çalışma Gruplarımızın tüm değerli ve deneyimli
üyelerine ve Başkanlık Divanımıza Saygılarımı sunuyorum.
–9–
– 10 –
Tebliğ özetleri
Tevfik ALTINOK
Hazine ve Dış Ticaret Eski Müsteşarı, Finans Kulüp Başkanı
Dünya Krizine Ekonomik Açıdan Bütünsel ve Sağlıklı Çözümler
Öncelikle, II. Uluslararası Turyak Örnek Kıdemli Vatandaşlar Kongresini düzenleyen Turyak’ın de-
ğerli Yöneticilerine, düzenlemiş oldukları bu kongreye beni de konuşmacı olarak davet etmiş olmalarından dolayı kendilerine teşekkürlerimi sunmak isterim. Böyle bir hafta etkinliğinde, sadece Türkiye’ nin değil,
Dünyanın başına dert olan Küresel Krizle Yaşamak ve bu krize bütünsel ve sağlıklı çözümler bulmak
konusunu seçmiş olmalarından dolayı da değerli Yöneticileri kutlamayı kendime görev addediyorum. Ben
konuşmamı, Kongrenin “Küresel Ekonomik ve İşsizlik Krizi Çalıştayı” nda oluşumuzu dikkate alarak krizin ekonomik boyutu, etkileri ve ekonomik açıdan kalıcı çözüm aranması konusuna odaklamaya çalışacağım.
Hepinizin de hatırlayacağı üzere, küresel krizin ortaya çıkacağının ilk sinyallerinin alındığı, 2007 yılının Haziran ayında bu krizin boyutunun, 200 milyar dolar civarında olacağı söylenirken, 6 ay sonra, 2008 yılına girilirken bu rakamın 600 milyar doların altında olmayacağı yönünde tahminler yürütülmeye başlanmıştı. Krizin
patladığı tarih olarak kabullenilen Eylül.2008 de ise, krizin boyutunun hiç de başlangıçta tahmin edildiği gibi
küçük olmadığı, tam tersine krizin zannedilenden çok daha derin bir boyutunun olduğu anlaşılmıştı. Önce 2
trilyon dolar diye ifade edilen tahminlerin daha sonralarda en az sadece ABD açısından 6 trilyon dolar
olabileceği görüşleri ortaya atılmıştır.
Özellikle, yine hepinizin bildiği üzere, ABD de önce dev finansal firmaların mali açıdan zora girmesi, hatta batması, ardından reel sektör şirketlerinin üretim yapamamaya başlaması, şirketlerin milyar dolarla ifade edilen
zarar açıklamaları bir anda piyasalarda önce düşüşe, ardından da çöküşe dönüşeceği paniğini yarattı.
Bu gelişme sadece, ABD de değil, zamanla AB’de de sıkıntıların gündeme getirilmesine yol açtığında zaten
artık tedbir alınması kaçınılmaz hale gelmişti.
Bu aşamada, krizin “sistemik risk” taşıdığı korkusu, bir anda kapitalist sistemin, ya da başka bir ifade ile
serbest piyasa mekanizmasının bile tartışılmasına neden olduğunu, siz değerli katılımcıların hatırladığına
eminim. Bugün ise, 2010 yılının sonuna yaklaşırken hiç kimsenin, ben dahil, krizin boyutunu hesaplayamadığı gibi, ne zaman kesin sona ereceğini de tahmin edemediğini gözlemlediğimi söylesem yanlış söylememiş olurum diye düşünüyorum.
Lafı daha fazla uzatmadan, Dünya’nın çözüm aradığı bu denli büyük boyuttaki bir krizin ne türden bir kriz olduğuna ilişkin tespit ve teşhislerin öncelikle ifadesinden yanayım. Bu çerçeve de olaya baktığımda hemen ifade
etmeliyim ki, bu kriz;
– 13 –
Tevfik ALTINOK
Hazine ve Dış Ticaret Eski Müsteşarı, Finans Kulüp Başkanı
• Küresel bir krizdir.
• Boyutu ya da derinliği bugüne kadar görülen krizlerle ölçülemeyecek kadar büyük ve derindir.
• İşin kötüsü bulaşıcıdır.
• Bulaştığı ekonomilerde küçülme kaçınılmazdır.
• Şişirilmiş finansal balonlar birer birer patlamış, ya da patlatılmıştır.
• Yönetimlere, kurum ve kurallara karşı güven kaybı tahminlerin çok üzerindedir.
• Servetlerin el değiştirmesi mukadder hale gelmiştir.
• Riskler artmıştır.
• İçerde ve dışarıda gerçek kaynaklar azalmış, ancak karşılıksız basılan paralar nedeniyle tedavüldeki rezerv para 5 trilyon doları aşmıştır.
• Ekonomiye kamu müdahalesi konuşulmaya hatta uygulamaya başlanmıştır.
• Maalesef öyle veya böyle, teğette geçse Türkiye’ ye bu krizin bulaşması önlenememiştir.
Tüm bu tespitlerin ardından, krizle yaşamayı neye benzetmek gerek diye de kendi kendime sorup duruyorum,
• Bazen krizle yaşamak acaba kanserle yaşamak gibi bir şey mi diyorum,
• Bazen de, yoksa ayı ile yatıp kalkmak mı diye sorasım geliyor içimden.
Neye benzetirsem benzetiyim, sonunda bu benzetmelerin bir anlam taşımadığını da biliyorum. Çünkü, kim ne
derse desin ancak krizin içine düşen, krizle yatıp kalmaya başlayan böyle bir krizin ne demek olduğunu
biliyor demektir. Çünkü, krizi, işini kaybeden bir işçi veya kepenk kapatmak zorunda kalan bir tüccar veya iflas
eden bir fabrika sahibi çok daha farklı hisseder. Tabir caiz ise, “ateş düştüğü yeri yakar”. Ne ben, ne tuzu
kuru olan bir zengin, ne de Ankara bu acıyı bilemez.
O zaman sorulacak soru ortadadır: Ne yapalım? Bu tür küresel krizlerden ekonomik açıdan nasıl korunalım ve sağlıklı bir çözümü nasıl bulalım?
Bana göre, kamuda ekonomi kurmaylarının yapacağı işler bellidir:
• Bu güne kadar uygulanan ekonomi programı değiştirilmek zorundadır.
– 14 –
Tevfik ALTINOK
Hazine ve Dış Ticaret Eski Müsteşarı, Finans Kulüp Başkanı
• Enflasyonla mücadeledeki
- yüksek faiz / düşük kur politikası sona erdirilmek,
- bunun yerine üretime yönelik bir ekonomi politikası içeren
- yeni bir ekonomi programına geçilmesi
kaçınılmaz hale gelmiştir.
Olaya Şirketlerimiz veya Özel sektör yaklaşımı ile bakıldığında ise, bu tür kriz ortamlarında yapılmasını
gerekenleri ise aşağıdaki başlıklar altında toparlamak mümkündür.
• Her şeyden önce paniklememek gerekir.
• Üretimin temel öğeleri olan, sermaye-emek-toprak arasındaki paylaşımda birbirine kenetlenmek şarttır.
• Risk almaktan bu dönemde kaçınmak icap eder.
• Yine bu dönemde Şirketin büyümesi ertelenmek zorundadır.
• Hatta büyümeyi bir kenara bırakıp kontrollü küçülmenin yolları aranmalıdır.
• Şirketin eğer bozulmuşsa finansal yapısı öz kaynaklar artırılacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
• Stoka çalışmamak gerekir.
• Hesabınızı iyi bilmeniz, gerekirse her gün mali sonuçları gözden geçirmeyi adet haline getirmek icap eder.
• Alacakların arıtışına duyarlı olmak kadar, anlamsız harcamalardan da kaçınmak lazımdır.
Kısaca ifade etmem gerekirse, ekonomik açıdan ve Ülkemizi ilgilendiren boyutu ile bakıldığında temeldeki
yapısal değişimleri, yani yapısal reformları gerçekleştirmeden krize sağlıklı ve kalıcı çözüm yollarını bulmak
zordur. Paramızın aşırı değer kazanması, işsizlik, kamu maliyesinde disiplinin bozulması ve benzeri ekonomik
sorunlar sonunda üreticiyi vuracaktır, katma değeri sıfırlayacaktır, cari işlem açığı büyüdükçe sürdürülemez
hale gelecektir.
Bugün, ilk ortaya çıktığından farklı olarak etkisi ve baskısı daha az hissedilen küresel ekonomik kriz, eskilerde
olduğu gibi nasıl olsa bir gün kesin olarak sona erecektir… Unutulmamalıdır ki, her derdin çaresi olduğu gibi
her krizin de çaresi vardır ve önceki örneklerinde her seferinde bir çözüm yolu bulunmuştur. Yeter ki moraller
bozulmasın, umutlar tükenmesin ve beklentiler kötüye yönelmesin…
Dikkatleriniz için teşekkürlerimi sunuyorum…
– 15 –
Dr. İsmail BARIŞ
SHÇEK Genel Müdürü
MEDENİYET ve SOSYAL DEVLET
Değerli Katılımcılar
Öncelikle Hepinizi En Kalbi Duygularımla,
Saygıyla, Sevgiyle Selamlıyorum.
II. Uluslararası Örnek Kıdemli Vatandaşlar Kongresi’nde sizlere “Medeniyetler İttifakı, Yerküremiz Üzerinde
Bilgece/Hikmetle Yaşamak” konusunda bir tebliğ sunmaya çalışacağım.
Medeniyet kavramı dünya tarihinde her zaman dinamik bir şekilde gelişmiştir. Durağan olmayan yapısı ile
dünya tarihine yön veren ve etkileyen bu kavram yüzlerce yıllık birikimin getirmiş olduğu etkileşimi ve gelişimi
göstermektedir ve birlikte yaşamayı, ortak değerlere sahip olmayı ve bu değerleri korumayı bir amaç haline
getirmiştir. Medeniyet, karşılıklı saygının, farklılıkların ve apayrı düşüncelerin ortak yaşam şeklinde bir fikrin
etrafında toplanmasıdır. Bunun yanı sıra medeniyetlerin bir diğer yüzü de çatışmaların ve ayrışmaların yaşanmasıdır. Tarih boyunca çatışmaların temel sebebi medeniyetler arasında var olan farklılıkların keskinleşerek bir
diğerine yaşama şansı bırakmak istememesi olmuştur. Temelinde saygı ve hoşgörü olması gereken medeniyet
kavramı geçirdiği evrelerle birlikte farklı bir yöne doğru evirilmiştir.
Medeniyetler İttifakı projesinin öncüleri olan İspanya ve Türkiye ortak noktalara sahip iki ülke hatta uygarlık
olarak görülmektedir. Endülüs döneminde İber Yarımadası’nda yaşanan süreç ile Anadolu Yarımadası’nda
yüzlerde yıldır süregelen birlikte yaşama süreci bu iki ülkeyi Medeniyetler İttifakı projesinde misyon sahibi
yapmıştır. Ortak kültürlerin tarihsel süreçte getirmiş olduğu birlikte yaşama düşüncesi ittifakın temel prensibi
olmuştur. Farklılıklara saygı, kültürlere saygı ortak değerler olarak nitelendirilmektedir. Ortak kültürlerin tarihsel
süreç içindeki buluşmalarını sağlayan ve onları dünden bugüne taşıyan en önemli aktarıcılar ve aktörler hiç
kuşkusuz “İlleri Yaştaki Bireyler” yani büyüklerimizdir.
İnsanlık, ölümsüzlük sırrını arayan insanların veya toplumların öykülerini tarih boyunca dinlemiş ve dillendirmiştir. Yaşamın hızlı sürecini durdurabilmek ve yaşlanma olgusunu ötelemek veya tamamen ortadan kaldırmak
için birçok insan umutla çabalamıştır. Binlerce yıllık insanlık tarihinin geldiği noktada yaşlanma süreci durdurulamasa bile ortalama insan ömrünün giderek uzadığına şahit olunmaktayız.
Her insan için değişik mana ve önem ifade eden yaşlılık, hayatın çok özel bir dönemidir. Büyüklerimiz dün ile
bugün arasında köprü kuran, kültürümüzü ve değerlerimizi yarınlara taşımamızı sağlayan en değerli varlıkları-
– 16 –
Dr. İsmail BARIŞ
SHÇEK Genel Müdürü
mızdır. Yaşlılık dönemi itibar gerektirmektedir bu aynı zamanda bir minnet borcudur. Büyüklerimizin toplumla
bütünleşmesi, daha aktif olması ve yaşama bağlı kılınmaları gerekir.
Bir ömrün büyük kısmını topluma ve ülkeye hizmetle geçirmiş, tüm ülkelerin kalkınmışlık sürecinde yeni nesillere bıraktıkları eserlerle kıdemli vatandaşların başları ve ak saçlarında yükselmiştir. Bu yüzden onların omuzları
çökmüş ve saçları bembeyazdır. İnsanların, yaşlandıkları ve bakıma muhtaç oldukları dönemde ömürlerinin
sonuna kadar insan onuruna yakışır bir şekilde yaşam talep etme hakları vardır. Büyüklerimizin ailelerinden ve
çocuklarından bu gerekli ilgi ve şefkati bir “hak” olarak almaları gerekir. Çeşitli nedenlerle bu haklarını alamayan
büyüklerimize imkânlar ölçüsünde kamu tarafından bunun bir lütuf değil de insani bir “hak” olarak verilmesi
gerekmektedir.
Sosyal devletin temelinde “ferdin huzur ve refahını gerçekleştiren ve teminat altına alan, kişi ve toplum arasında denge kuran” bir insani yaklaşım yer almaktadır. Bundan dolayı kamu imkânlarını halka hizmet etme aracı
olarak gören hükümetler, bir sınıf ve kesimin değil, bütün vatandaşlarımızın refah ve mutluluğunu sağlayacak
sosyal politikalar yürütmeyi ve bu bağlamda bakıma muhtaç yaşlılar için özel programlar oluşturmayı, zor durumdaki vatandaşlarımıza, terk edilmiş ve kimsesizlik duygusu yaşatmamayı hedeflemiştir.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, insanımızın değer yargıları arasında var olan yaşlıya sevgi,
dayanışma ve saygı yaklaşımını, değişen toplum yapısı içinde ve bilimin ışığında profesyonelce hizmet alanlarına taşıyarak büyüklerimize götürülecek hizmetlerin kalitesini ve çeşitliliğini artırmaya yönelik çalışmalarını
hep “daha iyiye doğru” götürmeyi sürdürmektedir. Kamunun sağladığı imkânlar ve sunduğu hizmetlerin her
geçen gün daha mükemmel hale getirilmesini sağlamak öncelikli hedefimizdir. Sosyal hizmetler bünyesinde
huzurevleri, yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezlerinin yanında yeni uygulamaya aldığı yaşlı evleri uygulamaları
da mevcuttur. Bunun yanında özel teşebbüsler ve vakıflar bünyesinde yer alan huzurevleri de gün gittikçe bu
alanda büyüklerimize daha iyi hizmetler vermeye başlamıştır.
Ancak devletimizin çalışmaları büyüklerimizin sorunlarının çözümü ve toplumda hak ettikleri yeri almaları konusunda tek başına yeterli değildir. Toplumda bu bilincin yerleşmesi, bugüne kadar olduğu gibi gönüllü kuruluşlarımızın ve yurttaşlarımızın katkıları ile büyüklerimize daha iyi yaşama koşullarını sağlayabiliriz. Büyüklerimize
ve onların sorunlarına sahip çıkmak bir insanlık ve yurttaşlık görevimizdir.
Bizleri bugünlere ve geleceğe hazırlayan büyüklerimiz için hayatı kolaylaştırmak ve kimseye muhtaç olmadan
yaşamalarını sağlamak devletten önce bizler yani kendi evlatlarının öncelikli görevleri arasında olmalıdır.
– 17 –
Dr. İsmail BARIŞ
SHÇEK Genel Müdürü
Bir milletin iki temel unsuru çocukları ve yaşlılarıdır. Birine geleceğimizi emanet ederken diğerinin tecrübelerinden yaralanıyor canlı tarihleri, yaşanmışlıkları ile geleceğimize onların “hikmetli” yol ve yöntemleri ile yön
veriyoruz. Gönül isterdi ki milletimizin her bir ferdi başta da büyüklerimiz aile ortamında çocuklarının yanında
yaşamını sürdürsün toplumdan soyutlanmasın kopmasın. Fakat şartlar bazen buna izin vermeyebiliyor ve vatandaşlarımız şu veya bu sebeple kurum bakımına ihtiyaç duyuyor. İşte bizlerin görevi bu safhada en sağlıklı
en huzurlu ortamı bu vatandaşlarımıza sağlamaktır.
Değerli Katılımcılar
Bugün ülkemizde ailelerin 2/3’ü çekirdek ailedir. Aile yapısındaki bu değişiklik yaşlının aile içindeki konumunda
farklılık yaratmıştır. Oysa geleneksel toplumda büyüklere saygı gösterilir ve değer verilirdi ve yaşlı, ailede söz
sahibiydi. Günümüzde ise yaşlı, ailede prestij sağlayan bir öge olmaktan çıkmakta ve kuşaklar arasında bir
sorun halini almaktadır. Kırsal yörede yaşlıların büyük bir bölümünün tek sosyal güvencesi çocuklarıdır. Sosyal
değişim sonunda çocukların aileden kopması bu güvenceyi sarsmakta ve yaşlıları ekonomik ve sosyal yönden
önemli derecede etkilemektedir.
Büyüklerin varlığı bağlı olduğu ailenin temel direği, temel dirliğidir. Çocuklarımıza, büyüklerimize sevgi ve saygıyı çok iyi anlatıp, aradaki köprüyü daha da sağlamlaştırmalıyız.
Toplumsal yaşamın temel kuralı karşılıklı sevgi ve saygıdır. Türk toplumu bu temel kural doğrultusunda, toplumsal dayanışmayı yaşamın her evresinde dün olduğu gibi bugünde kendisine ilke edinmiştir. Büyüklere
bugün gösterilecek sevgi ve saygı, gelecek kaygılarımızı azaltacak, hangi yaşta olursa olsun, tüm bireylerin
yaşama güvenle bakmalarını sağlayacaktır. Unutmayalım ki hepimiz yarının yaşlılarıyız.
Değerli Katılımcılar
Toplumsal dayanışmanın önemli göstergelerinden birisi, yaşlıların karşılaşabileceği sorunların en aza indirilmesi
ve bunların çözümüne ulaşabilme olanaklarının onlara sunulmasıdır.
Büyüklerimiz milletimizin onurudur. Onlara sahip çıkmak ve onlarla ilgilenmek tüm toplum bireylerinin vatandaşlık görevidir. Büyüklerine sahip çıkan toplumlar, medeniyeti yakalamış toplumlardır. Ömrünün büyük bir
kısmında topluma ve ülkesine hizmet vermiş olan büyüklerimizi, yaşlandıkları dönemde memnun etmek her
evlat için gurur verici olmalıdır.
– 18 –
Dr. İsmail BARIŞ
SHÇEK Genel Müdürü
Mustafa Kemal ATATÜRK şöyle demiştir; “Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu; o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Geçmişte çok güçlüyken, tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet
hissi duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakmaya hakkı yoktur.”
Hz. Peygamber, “Evlat, babasını köle olarak bulsa ve satın alıp azat etse; ancak o zaman hakkını ödemiş olabilir.” “Cennet annelerin ayakları altındadır” buyurarak anne ve baba haklarının ödenemeyecek kadar büyük
olduğunu dile getirmiştir.
Hepimizin yaşlılara ilişkin farklı görüşlerinin olması doğaldır ancak ben sizlerle şimdi dünya medeniyetine kendi
alanlarında büyük katkılar sunan birkaç bilge büyük insandan söz etmek istiyorum…
Kristof Kolomb Amerika’yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda 50 yaşını çoktan aşmış durumdaydı.
Pasteur kuduz aşısını bulduğunda 60 yaşındaydı.
Mimar Sinan, Süleymaniye camisini bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti. Selimiye camisini tamamladığında ise yaşı
86 olmuştu.
Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı.
Charlie Chaplin, 76 yaşında film yönetmenliği yaparak hala işinin başındaydı.
Eyüp Sultan 83 yaşında Arabistan’dan İstanbul’a büyük bir ideal için gelmişti.
Goethe, en büyük eseri Faust’u ölümünden bir yıl önce, yani 82 yaşında bitirmişti.
Nobel ödüllü Alman Doktor Albert Schweitzer 88 yaşına rağmen Afrika hastanelerinde durmaksızın çalışarak
ameliyat yapıyordu.
Ressam Titian 99 yaşında hayata gözlerini yumdu. “Lepanto Savaşı” adlı ünlü tablosunu ölümünden bir yıl
önce tamamladı.
Dört defa İngiltere başbakanı seçilen Gladstone, son kez göreve geldiğinde yaşı 83’tü.
Sonuç olarak, yaşlılık döneminin temel gereksinimleri olan barınma, bakım ve sosyal yaşam için, kişisel farklılıklar, sosyal ve ekonomik şartlar göz önüne alınarak çok sayıda alternatif yaşam modeli üretilmelidir. Yaşlıya
mutlu olabileceği yaşam tarzını seçme hakkı sağlanmalıdır.
Uygarlığın temel taşlarını adım adım inşa eden yerküremizin bilge insanlarına mümkün oldukça “aile kurumu”
içinde yaşamalarını huzur içinde geçirmelerini sağlamak her evladın en ulvi görevi olmalıdır.
Bu duygularla tüm büyüklerimize nice sağlıklı ve mutlu günler temenni ediyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
– 19 –
Dr. Jane Barratt
IFA International Federation on Ageing Genel Sekreteri
Nüfus Değişiklikleri Sorunu
Yerli dilinde ‘yaşlı’ kelimesi “sezgi ve kavrama vergisi olan, aynı zamanda daha önceki kuşaklardan gelen
ortak bilgileri aktarabilme becerisine sahip olan” ruhani önderler için kullanılır.
Tarihsel olarak ve pek çok geleneksel toplumda, yaşlı insanlar saygı, itibar, statü ve otoriteye dayanan ayrıcalıklı
bir konuma sahip olmuşlardır. Ancak bugün yaşlı insanların haklarının nasıl korunabileceğine dair yapılan
‘tantana’ göstermektedir ki, bu temel insanî değerler ve içsel insan kapasitesinin gücü hayatın hızı, yaşan ve
teknolojik gelişmelerin gerisinde kalmıştır.
Yeni bir çağ doğmuştur; demografinin sonuçlarının, sağlıklı ve faal bir şekilde yaşlanan bir toplum hedefine
yanıt veren yaşla ilgili politikaların ötesine geçtiği ve yaşlı insanlar için sağlık ve sosyal bakım modellerinin
kalitesinin de kronik bir şekilde düştüğü bir çağ. Günümüzde bilim adamları bazı demografik değişimlerinin,
yani nüfusun yaşlanması ve kentleşmenin, salınım ve iklim değişikliği üzerindeki etkilerinden söz etmektedirler.
Amerika Birleşik Devletleri dünya nüfusunun 2050’de 9 milyarı geçeceğini öngörmektedir. Eylemin olduğu
alan, yaşlı nüfustur. 60 yaş ve üstündeki iki milyardan fazla insanın (dünya nüfusunun %22’si) bugün yaşam
düzenlemeleri, yerleşim, istihdam ve üreme gibi konularda verdikleri kararlar, gelecek nesillerin hayatlarını ve
gezegenimizin yaşamını etkileyecektir. Nüfus büyüklüğü yaşlanma, kentleşme ve yayılmayla bağlantılıdır.
Kente akım ve bilim adamları, sosyologlar ve antropologların üstünde tartıştıkları küresel kentleşme oranı,
karbon salınımlarıyla ilgili olarak olumsuz bir etki yaratmaktadır. Değişen aile yapısı, kültürel öğrenim, aile bakımı
ve iklim değişikliği üstündeki etkiler nadiren ilişkilendirilmiştir.
Atmosferle ilgili araştırmalar yapan bilim adamları öngörülen kentleşme oranının, gelişmekte olan ülkelerde
karbondioksit salınımını %25 arttırabileceğini bildirmektedir. O halde her Çin’de kentleşmedeki her %1’lik artış,
10 milyon kişinin kentlere göçü anlamına gelmektedir. Çin 2050 için %65 kentleşme hedefi belirlemiştir, ki bu
kırsal alanda yaşayan 300 milyon kişinin kentlere yerleşeceği anlamına gelmektedir. Kentlerde yaşayanlarla
ilişkili olarak meydana gelen ekonomik büyüme, kentli iş gücünün daha çok üretim ve tüketim tercihleri
nedeniyle, doğrudan salınımlarıda artışa neden olmaktadır. Çin’de 2050’de nüfusun 450 milyondan fazlası 60
yaş ve üstünde olacaktır. Göçün değişen aile yapısı, aile bakımı, kültürel kimlik ve kuşaksal etkiler üzerinde
yaratacağı değişiklikler de öngörülememektedir.
– 20 –
Dr. Jane Barratt
IFA International Federation on Ageing Genel Sekreteri
Bilim adamları daha yavaş nüfus büyümesinin ve nüfusun yaşlanmasının salınımları bazı sanayileşmiş ülkelerde
%20 oranında düşürebileceğini de ileri sürmektedir. Nüfusun yaşlanması ve Avrupa’daki sınırlı büyüme, birçok
hükümet için bir endişe kaynağı ve aşılması gereken bir sıkıntıdır. Örneğin Fransa’daki doğurganlık oranı bir
kadın için 2 kadına ulaşmıştır ve Avrupa’daki en yüksek oranlardan biridir; erkekler için ortalama yaşam süresi
77, 8, kadınlar içinde 84, 5’tir. 2008’de kentsel nüfus, nüfusun tamamında %77’ye ulaşmıştır ve kentleşme
oranı da yıllık %0, 8’dir.
Daha yaşlı nüfuslar, daha düşük iş gücü katılımıyla ilişkilendirilmektedir ve üretimdeki yavaşlama da daha
düşük ekonomik büyümeyle sonuçlanmaktadır. Bu sav, istihdamdaki geleneksel çizgiye bağlıdır - 2010’da
Fransız Hükümeti emeklilik yaşının yükseltilmesi için bir kanun çıkartmıştır, ki bu da nüfusun %80’i tarafından
tepki gören bir karar olmuştur.
Demografi önümüzdeki yıllarda sera gazı salınımlarını etkileyecektir. Kentleşme özellikle Çin ve Hindistan gibi
gelişmekte olan ülkeler için önemli olacaksa da, sanayileşmiş ülkelerdeki temel sorun nüfusun yaşlanması
olacaktır.
Kuşaklararası bilginin aktarılmasında “bizlerin” ne dereceye kadar katıkı sağlayabileceğimizden ve çevresel
koşulların daha yaşlı nüfus için sosyal ve ekonomik olanaklar üstündeki etkilerinde artık pek de emin değiliz.
– 21 –
Refik BAYDUR
TİSK Eski Genel Başkanı
Kültür ve Yenİ Dünya Düzenİ
Turyak tarafından düzenlenen bu uluslararası kongrede benimde görüşlerimin alınmasından mutluluk duy-
uyor ve organizasyona emek verip katkıda bulunan tüm yabancı ve yerli konuklarımıza teşekkür ediyor ve
saygılar sunuyorum.
Değerli dostlar,
İhtiyar dünyamızda işsizliği artıran sebepleri şöylece sıralayabiliriz;
1.Hızlı nüfus artışı; Nüfus kontrolüne sahip olamayan memleket işsizliği önleyemez.
2.Teknolojik gelişme; Teknoloji geliştikçe işsizlik artacaktır. Bunu mutlaka düşünmeliyiz.
3.Kırsal alandan şehre göç; Tarım reformu yapılmadıkça, kırsal alandan göç önlenemez. Ancak bu güne kadar yapılamayan zor bir iştir.
4.Teknik eğitim noksanlığı; Diplomalı işsizler yaratmaktan başka bir işe yaramaz.
5.Katı yasa hükümleri; Yasalar esnek ve istihdama açık olmalıdır.
6.İşbaşı eğitimine önem verilmemesi; Teknik eğitim işbaşında yapılmalı ve tecrübeli teknik yöneticilerle ve
işletme ile ortaklaşa yapılmalıdır.
7.Sanayi kuruluşlarının dağınıklığı; Organize sanayi bölgeleri teşvik edilmelidir.
Son yıllarda tüm dünyada öncelikle “Küresel ekonomik kriz”, hemen arkasından hızla artan “işsizlik” sorununu
gündeme getirmiştir. Şüphesiz işsizlik sorunu güçlü ve korkulacak bir sosyal sorundur.
İşsizlik gençlerde ideolojik sapmalardan, bağımlılık ve teröre kadar değişik yönlerle kişiyi, aileyi, memleketi ve
tüm insanlığı olumsuz etkilemektedir.
Küresel kriz, istihdamı da ulusal çaptan çıkarıp, küresel çözümlere ihtiyaç duymaya başlamıştır.
Böylece olayın boyutları, ulusal ekonomik boyutları aşarak, dünya çapında işbirliğini öngörmektedir. Özellikle
nüfus artışı yüksek ve gelişmekte olan devletlerdeki artan işsizlik, gelişmiş ekonomileri rahatsız etmektedir.
– 22 –
Refik BAYDUR
TİSK Eski Genel Başkanı
Böylece birinci cihan harbinden buyana uyuyan bağnaz milliyetçilik, yeniden gündeme oturmuştur. Yani işsiz
kalan işçiler, yabancı işçilere karşı direnişe geçmektedirler.
Bu konuda genel yayın ve öneriler dışında, OECD, İMF, Dünya Bankası ve ILO hiçbir kesin çözüm getirememişlerdir. Çünkü, bu kuruluşlar ağaların emrindedir. Bu önlenemeyen işsizlik artışı, dostlar arasındaki ilişkileri
de olumsuz etkilemektedir. Bu durum yeni bir sıcak savaşı gündeme getirmiş ve dünya pastadan büyük pay
almak için didişen gelişmelerin yarattığı savaş ekonomisini hızlandırmıştır.
Bu yeni savaş düzeninin hedefi krizi ve onunla bağlantılı işsizliği artırmadan yaşamaktır.
Bu yeni durum ülkeler arası sürtüşme ve suçlamaları artırırken, korumacılığın yükselmesini insani ilişkileri ve
acımasız uygulamaları gündeme getirmiştir. Bu gelişme, dünyanın önce gelişmiş ülkeler ve yükselen piyasalar
arasında paylaşılmasını sağlamış ve eski dostluklar yerini, güçlü bloklara terk etmeye başlamıştır.
Artık her türlü rekabet ve silahın mubah olduğu bir devir yaşanmaktadır.
Düşük kur politikası, düşük işçilik, düşük maliyet ve acımasız rekabet savaşı, gittikçe hızlanmakta, teknoloji
gelişmekte, emek ihtiyacı azalmaktadır.
Bugün gelinen nokta açık olarak, daha çok ihracat, daha fazla milli gelir, azalan işsizlik, ülkelerin temel hedefleri
arasında yer almaktadır.
Bu durum korumacılığı artırmış ve karşılıklı suçlamalarla küresel dengesizlikler derinleşmeye başlamıştır.
Sayın konuklar,
Ülkemiz küresel krizden, hem büyüme, hemde işsizlik yönünden etkilenen ülkelerden biridir. Yine ülkemiz bu
olumsuzluk ve küresel krizi en az zararla ve en kısa zamanda üzerinden atabilmektedir.
Bu krizden az zararla çıkışın başında, siyasi istikrar ve kararlı uygulamalar gelmektedir. Ancak olay, bu kadarla bitmeyecek, bundan sonra ekonomik istikrar, yatırım ve üretim, katı yasa hükümleri, işletmeleri boğan
bürokratik ve yapısal engeller, akla uygun şekilde yumuşatılarak asgariye indirilmektedir. Dünya ve Türkiye için
gelecek, pürüzsüz ve toz pembe değildir.
Devletler kişisel ve toplumsal deneyimlerle sivil toplum örgütlerinden yararlanmalı. Onlarda boş laf yerine ciddi
projeler gündeme koymalıdırlar.
– 23 –
Refik BAYDUR
TİSK Eski Genel Başkanı
Değerli dinleyenler,
Türkiye’miz başarı merdivenini nefesi kesilmeden tırmanan ender devletlerden biridir. Biz bu basamakları tırmanırken, iç ve gereksiz tartışmalı ve ideolojik, bağnaz eğilimler yerine, geleceğimize güvenle bakıp, birbirimizi
olduğu gibi kabul edip, yol almalıyız. Bu öneri hepimiz için geçerlidir. Hiçbir memleket siyasi başarıları, çarpık
ideolojilere feda etmemelidir.
Kadın başını örtmeli mi, açmalı mı, etek kısa mı olmalı, uzun mu olmalı, içki içilsin mi, içilmesin mi, bu sonuçsuz
tartışmalar, un çuvalına tokat atmaya benzer, çünkü hiçbir yararlı sonuç sağlamaz.
Tüm dünya milletlerinin arzu edilen ve insanca yaşam düzeyine ulaşmak için, “ekonomi ve işsizlik” alanında
açılıma gitmesi şarttır…
Devletler, kısa vadeli sermaye hareketlerine bağlı; cari açık finansman modeli ve dış ticaretinde karşılaştığı sorunlarla, gelecekten fazla ümit bekleyemezler.
Türkiye’miz içinde işsizlik, yapısal bir sorundur. Bu sorun krizin başlayıp geliştiği yıllarda, % 14’lere kadar yükselmiş ama 2010 yılından itibaren azalarak eski yıllara yaklaşmıştır.
Türkiye’miz ileriye doğru üç temel hedefe ulaşmak gayreti içindedir. Bunlar;
1.Yeni bir sanayileşme stratejisi uygulamak,
2.Tarım ve hayvancılığı geliştirmek,
3.İstihdamı artırmak için, esnekliği artırarak uygulamak,
Ülkemizde “Ulusal istihdam stratejisi” başlatılmış ve yürütülmektedir.
Türkiye’mizin sanayi stratejisi şu hedefleri yakalamalıdır.
1.İstihdam katılığı azaltılmalıdır. OECD, 2008 yılı verilerinde Türkiye hızla gelişen 39 ülke içinde en katı istihdamla, (3.46 puan ) baştadır. Bu endekste ABD 0.85 puandadır.
2.Dünyada en ağır kıdem tazminatı Türkiye’dedir. OECD ve ILO esnek çalışmayı teşvik ederken, bizde bu
çalışma sistemi oldukça kısıtlanmıştır.
3.Bizde AB’li olma özentisi, ne işçiye ne de işletmeye yararlı olmayacak hükümler içermektedir.
4.Milli Eğitim uygulamalarımız sadece diplomalı işsizler yetiştirmektedir.
– 24 –
Refik BAYDUR
TİSK Eski Genel Başkanı
5.Mesleki eğitime önem vermek ve destek olmak zorundayız.
6.İşbaşı eğitim geliştirilmeli ve işletmelere sivil toplum örgütleriyle inilmelidir.
7.Mesleki eğitim organize sanayi bölgelerinde geliştirilmeli, özellikle ihtisas sanayi bölgelerinde özenle yürütülmelidir.
8.Mesleki yeterlilik ve sertifikasyon sistemi hızla sonuçlandırılmalı ve bu konuda birleşebilmiş sosyal sivil toplum örgütleri teşvik edilmelidir.
9.Mesleki eğitim ve işbaşı eğitimi konusunda da hep beraber uygulayıp başarılı olabileceğimiz basit birkaç
öneri ile sözlerime son vermek istiyorum.
Teknik eğitim işletmeden kopuk yapılamaz. Bu dört temel şarta bağlıdır.
1.Donanım
2.program
3.Eğitmen
4.Hedef
1. Donanım: Alet, edevat ve makineler devşirme yerine en son tekniği kapsamalıdır.
2. Program: Milli Eğitimin klasik ve alışılmış programları yerine, fabrikaların ihtiyacı ile paralel programlar uygulanmalıdır.
3. Eğitmen: Bu konuda alışılmış diplomalı eğiticiler yanında, fabrikalarda fiilen üretime karışmış, halen faal veya
emekli olmuş pratik eğiticiler de görev almalı ve yetkili olmalıdırlar.
4. Hedef: Öğrenci her şeyi bilen değil, bir şeyi çok iyi bilen, verimlilik ve kaliteyi hedefleyen bir eğitime tabi tutulmalıdır.
Bana bu imkanı verdikleri için, Turyak’a teşekkür eder, beni dinlediğiniz için sizlere teşekkür ve saygılarımı
sunarım.
– 25 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
Küresel Ekonomik Kriz
Küresel kriz
Sözlerime başlamadan evvel, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Yaşanan küresel ekonomik krizin önümüze koyduğu temel gerçekleri üç noktada toplamak mümkündür:
1. Bu kriz küreseldir, sosyo-ekonomik yönüyle merkez üssü ABD’dir, felsefi ve entelektüel yönüyle merkez
üssü Avrupa’dır.
2. Bu modernliğin bizzat içine girdiği bir krizdir.
3. Yeni bir beşeri hareketliliği anlamlandırmakta içine düşülen acizliğin krizidir. Şu anda yer küresi derin, yeni bir
beşeri hareketlilik hali yaşamaktadır. Bunu modern dünya anlamlandırmakta güçlük çekmektedir.
Hatırlanacağı üzere 2 Ekim 2008 günü, AB ülkeleri Fransa Cumhurbaşkanlığı sarayında toplandılar. Bu toplantı
sonunda ekonomik krizi aşmak için, Almanya 470 milyar dolar, Fransa 360 milyar dolar, İspanya 100 milyar
dolar, İngiltere 39 milyar dolar, Avusturya 85 milyar dolar piyasaya pompalama kararını aldı. Daha önce Obama da seçildikten sonra piyasaya 825 milyar dolar aktaracağını söylemişti, dediğini de yaptı. Bu yaklaşık iki trilyon dolar ediyordu, sonraları bu miktar 3.5 trilyona ulaştı. Şu anda ipin ucu kaçmış durumda, bir görüşe göre
dünyanın toplam gayrı safi hasılatının 1/6’sı devletler tarafından piyasalara pompalanmış bulunuyor. Piyasaları
kamu paralarıyla destekleme işlemlerinin nerede duracağı kestirilemiyor. Öngörülmeyen yeni mikro krizler yeni
tedbirler almayı gerektiriyor. Yunanistan’ın ekonomik yönden çökme noktasına gelmesi, AB ülkelerini yeni
tedbirler almaya zorladı. İspanya, Portekiz, İrlanda ve hatta İtalya’da da tehlike çanlarının çalacağından derin
kaygı duyuluyor.
Barack Obama 825 milyar dolardan 275 milyarın yoksul kesimlere dağıtılacağını, küçük ve orta bütçeli firmalara işçi çıkarmamaları için destek olunacağını, 550 milyar doların da kamusal harcamalar, temiz enerji, eğitim,
altyapı ve memur alımında kullanılacağını söylemişti. Amerika’nın açıkladığı ikinci önemli tedbir ise; Dünya
Bankası, IMF ve Ticaret Örgütü’nü reformdan geçirmekti. Obama’nın açıkladığı tedbirin üçüncü ayağı, yoksul
ve gelişmekte olan ülkelerle işbirliğini öngörmekteydi.
– 26 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
Burada dikkatimizi çeken önemli nokta, eğitim ve sağlık alanında devlet merkezli bir müdahalenin, piyasa
yanında, gündeme gelmiş olmasıydı. Kısaca ekonomik krizde devlet açıkça piyasaya müdahale etmektedir.
Halbuki ABD ve liberalizmin ana yurdu AB’yi de tarih sahnesine çıkaran üç önemli değerden biri serbest piyasa
ekonomisidir. Her iki havzada da piyasaya devlet çok önemli miktarda para aktarmaktadır. Amerika’da sağlık
harcamalarına katılmak istemeyen çevreler Obama aleyhinde büyük bir kampanya başlattılar. İlk aşamada
Obama ‘başarılı’ olduysa da, söz konusu tepki ve itirazların politik olmaktan çıkıp zamanla epistemik ve sistemik temellere yönelmeye başladı, Obama bunun acısını Ekim-2010 seçimlerinde tattı.
Yakın vadede herkesin sorduğu sual şu:
Acaba bu “piyasa dışı” tedbirler -ki tamamı liberal ekonominin söylem düzeyindeki temel varsayımlarına aykırıdır- içinden geçmekte olduğumuz ekonomik krizin aşılmasına yetecek mi?
Bu elbette önemli bir soru.
İki açıdan bu tedbirlerin söz konusu krizin aşılmasına yetmeyeceğini düşünüyorum.
İlkin, tedbirler palyatifter, krizin gerçek kaynaklarına inilmemektedir.
İkincisi piyasaya pompalanan para, her ne kadar yoksul kesimlere aktarılacak gibi görünüyorsa da, belli mekanizmalar, farklı enstrümanlar kullanılarak tekrar krize sebep olan zenginlerin -kapitalist ağa babalırının- kasasına akacaktır.
Bunu bize söyleten iki sebep var:
a) Liberalizmin tarihin sahnesinden bütün temel varsayımlarıyla çekilmekte olduğunu gösteren önemli belirtiler
söz konusu. b) Fukuyama, Sovyet sisteminin çökmesinden sonra felsefenin sonuna geldiğimizi, liberal demokrasiden ve
liberal kapitalizmden başka herhangi bir alternatifin kalmadığını ilan etmişti. Şimdi felsefenin sonu ilan edilmektedir; yani aslında çöken Batı’nın son sözüdür. Batı istediği kadar örtbas etmeye çalışsın, bu krize yol açan
önemli sebeplerden biri, ABD’nin Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmiş olmasıdır. 2006 yılında yapılan bir hesaba
göre, ABD’nin Irak işgali 2 trilyon dolara patlayacaktı; ABD ve İngiltere’nin Irak petrollerinden elde edeceği
gelir de 2 trilyon dolar civarındaydı. Hesap başa baştı; ama bu miktar arttı. Sonraları üç trilyon doları da aştığı
öne sürüldü.
– 27 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
Yani hesap şaşmış, yanlış hesap Bağdat’tan dönmüştür. İlk maliyet hesabına göre düşünecek olursak dahi,
ABD işgale iki trilyon dolar harcayacak, Irak’tan götürdü petrollerden elde ettiği gelir de iki trilyon olacaktı. Diyeceksiniz ki, ABD’nin kazancı ne oldu? Bu sizin bu soruyu nereden sorduğunuza bağlıdır. Çünkü işgalin askeri
hazırlıklarına ayrılan iki trilyon dolar, ABD halkının cebinden, vergi mükelleflerinden toplandı. Fakat Irak petrollerinden elde edilen iki trilyon dolar, petrol şirketlerinin, silah şirketlerinin ve lobilerin cebine girdi. Bu aslında şu
anki ekonomik krizin önemli sebeplerinden birisidir.
Krizin doğru teşhisi
Borsa sihirbazı Soros’a göre “Bu krizin dibi görünmüyor. Eskiden krizler “U” şeklinde cereyan ederdi, bir kriz
başlayıp dibe vurur sonra da yukarı çıkardı. Şimdi bu kriz “L” şeklinde cereyan ediyor. Krizin hem dibini göremiyoruz, hem de aynı şekilde devam ediyor.” Soros, ayrıca bu krizin 1929 krizinden çok daha yıkıcı olduğunun
söylemektedir. Soros, “Reagan ve Teacher zamanında dünyaya empoze edilen liberal ekonomi sona eriyor.
Bu kriz sadece ekonomik değil köklü siyasal sonuçları olacak da bir krizdir” diyor.
Bu bize neyi anlatıyor? Şu hususların altını çizmemiz gerekir.
1. Bu kriz küreseldir, sosyo-ekonomik üssü ABD’dir, felsefi ve entelektüel üssü Avrupa’dır.
2. Bu modernliğin bizzat içine girdiği bir krizdir.
3. Yeni bir beşeri hareketliliği anlamlandıramamanın krizidir. Şu anda yerküresi derin, yeni bir beşeri hareketlilik
hali yaşamaktadır ve bunu modern dünya anlamlandıramamaktadır.
Üçüncü büyük beşeri hareketin ne anlama geldiği konusunda henüz sosyal bilimciler arasında yeterli bir vuzuh
sağlanabilmiş değil. Bu güne kadar dünyada üç büyük beşeri hareket görülmüştür. Bunlardan biri göçebelikten yerleşik hayata geçişimizdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) hicretle (M. 622) beraber, sonra Hz. Ömer onun
politikasını takip ederek bedevileri, yani konargöçerleri yerleştirme politikası takip ettiler. Bunun bizim tarihimizde büyük sancıları oldu. İkinci büyük beşeri hareket, sanayi devrimiyle başladı. Bu da kırlardan ve köylerden
kentlere doğru olan bir hareketti.
Şimdiyse 21. yüzyılın geldiğimiz şu noktasında kentlerin varoşlarından kentlerin merkezine doğru bir hareket
gözlenmektedir. Modernizasyon, sanayi politikalarının temerküz etmesi, tarımın küçültülmesi, ekolojik fela-
– 28 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
ketlerin peş peşe yaşanması, doğudan Batı’ya doğru göçlerin artması, siyasi suçların artması ve savaşlar; bu
üçüncü hareketi tetiklemektedir. Mesela ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra 4,5 milyon Iraklı yurt dışına göçmek
zorunda kaldı. 2 milyon kişi de kendi ülkelerinde göçmen durumuna düştü. Bosna’da onbinlerce Boşnak hala
evlerine dönebilmiş değil. Çeçenistan’da savaş nedeniyle 400 bin Çeçen, Azerbaycan’da Karadağ savaşında
1 milyon kişi yer değiştirdi. Afganistan’da 4 milyon 100 bin, Sudan’da 700 bin Eritreli muhacir konuma düştü.
2008 yılında BM’nin Nüfus Dairesi’nin verdiği bilgilere göre, dünya nüfusu 2013 yılında 7 milyara baliğ olacak.
Hergün düzenli bir biçimde 200 bin kişi kentlere taşınıyor. 2008 yılında dünya nüfusunun %50’si kentlerde yaşıyordu. Orta gelecekte Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan, dünya nüfusunun %40’ını teşkil edecek durumda
bulunuyor. Kentlere doğru ve kentlerde kentlerin merkezine doğru akan bu nüfus önümüze şu problemleri
çıkarıyor.
1. Gelir bölüşümündeki adaletsizlikler yüzünden kavgalar hızlanarak artacaktır.
2. Etnik çatışmaların derinleşerek yayılması beklenmektedir.
3. Marjinal hareketler giderek önem kazanmakta ve marjinal grupların genel toplumsal ahlaka karşıt konumda
kilit noktaları ele geçirdikleri gözlenmektedir.
4. Bütün kentlerin kalbinde şiddet potansiyeli artacaktır. Ancak şiddet tek boyutlu ve öngörülebilir mahiyette
olmayıp yeni formlar kazanmaktadır.
Aslında içine girdiğimiz bu kriz, her ne kadar ekonomik boyutlu gibi görünse de temelinde sosyo-politik ve
demografik bir alt yapı sorunu yatmaktadır. Üç katman düşünecek olursak, görünür üst katmanda ekonomi,
alt katmanda sosyo-politik ve demografik sorunlar, dip katmanda ise ahlaki, ontolojik ve epistemelojik kaos
yatmaktadır. Yani aslında kriz genel mahiyette varoluşsaldır ve bir uygarlığın içine düşüp bütün yeryüzünü etkilediği sari bir hastalık halini almış bulunmaktadır. Sosyo- politik katmanı geçip biraz daha epistemolojik, biraz daha insanın varlık yapısı ile ilgili alana geldiğimiz
zaman, derin ve yabancılaştırıcı bir sürecin bütün hızıyla devam ettiğini müşahede edebiliriz. Zamanın bu diliminde varlıkta insan anlam kaybına uğramış bulunmaktadır. İnsan varlıkta amaçsız ve güvensiz yaşıyor, insan
epistemolojik olarak merkezden kopmuş bulunuyor. Modernlik, insana özgürlük, güven ve refah sağlayacaktı,
bu onun vaadiydi; üç vaadini de yerine getiremedi. Ahlaki açıdan mihverinden sapmış bulunmaktadır. Sosyopolitik olarak insan derin bir kaosun içine sürüklenmiş bulunuyor.
– 29 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
Bunun önemli sebeplerinden biri, “büyüme”nin hala başat ideoloji konumunda bulunmasıdır. Halbuki geldiğimiz noktada büyümenin bizatihi kendisi, maddi ve fiziki sınırlarına gelip dayanmış bulunmaktadır. Yeryüzünün
daha fazla maddi ve fiziki olarak büyümesi mümkün değildir. Daha çok büyüme, daha çok kaynak tüketimi ve
kent nüfusuna yol açıyor. Daha çok kaynak tüketimi ve nüfus da daha çok büyümeyi gerektiriyor. Bu beşerin
içine girdiği fasit dairedir. İnsan bu fasit dairenin içinden çıkamıyor. Bu gidiş nereye?
Küresel düzeyde seyreden ekonomik krizi doğru teşhis etmenin yolu, Batı dünyası tarafından formüle edilen
iktisadın modern tanımında ve algısında yatmaktadır. Modern iktisadın kimi zaman teorik kimi zaman zımnen
üzerinde görüş birliğine varılan tanımını şu şekilde ifade etmek mümkün: “İktisat insanın sınırsız ihtiyaçlarıyla tabiatın sınırlı kaynakları arasında denge kurma bilimidir”. Bu tanımda temel alınıp kendisine yönelinen
gaye, dengedir. Arapça bir kelime olan “iktisad”ın anlamı da orta yol, denge noktasıdır. İmam Gazali’nin Ehl-i
Sünnet’in inanç esaslarını belirlemeye çalıştığı meşhur kitabına “El İktisat fi’l-i’tikad” ismini koyması boşuna
değildir. Gazali, “iktisad” kelimesini orta yol, itidal, denge manasında kullanmıştır.
Ancak bu, modern Batının aynı kelimeyi aynı anlamda kullandığı anlamına gelmiyor. Her ne kadar yönelinen
gaye “denge” ise de, aralarında dengeli irtibat kurulmak istenen ana unsurlar arasında muazzam bir paradoks
ve mahiyet farkı var: Sınırlı tabiat kaynakları ve sınırsız insan ihtiyaçları.
İlk yapmamız gereken itiraz, önermelerin yanlış kurulmasına yönelik olmalıdır: İnsanın ihtiyaçları sınırlıdır, sınırsız olan insan arzularıdır. Modern iktisat, “ihtiyaç” kavramı yerine “arzuları” ikame etmekte, arkasından arzuları
tahrik edip kışkırtmaktadır. Tabiatın maddi kaynakları ise buna yetmemektedir. Maddi kaynaklar yetmediği gibi
adil bir şekilde paylaşılmamaktadır. Bu kendi içinde büyük bir çatışma potansiyeli taşımaktadır. O halde iktisadın bizatihi kendisini sorgulamamız gerekmektedir. Şu soru önemlidir: Bilim arzularla kaynaklar arasında mı, yoksa ihtiyaçlarla kaynaklar arasında mı denge kurmalıdır? Elbette dengenin hedefi, “maddi kaynaklar” ile “ihtiyaçlar” arasında olmalıdır. Çünkü arzular sınırsız,
ihtiyaçlar (haciyat) ise sınırlıdır.
Bizi yanılgıya götüren ikinci nokta, BM’nin Brezilya’da toplanan küresel zirvede “sürdürülebilir kalkınma”dan
söz etmesiydi. Genellikle kalkınma ideolojisinin, dünyayı fiziki sınırlarına getirdiği kabul edilir. Denetimsiz ve
– 30 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
limitsiz kalkınma mümkün değildir, gelip fiziksel sınırları (çevre ve ekolojik dengenin tahribi) zorlamaktadır. Bu
durumda “sürdürülebilir kalkınma” yolunu tutmak gerekir, diye düşünülmektedir.
Belirtmek gerekir ki, “sürdürülebilir kalkınma”, kontrolsüz kalkınmaya giydirilmiş gözalıcı bir kılıftır. Kalkınmanın
bizatihi kendisini sorgulamadan “denetimsiz veya sürdürülebilir” olanı hakkında doğru bir fikre sahip olunamaz.
Kalkınma bir ideolojidir ve politikadır. Liberal iktisatçıların iddia ettiklerinin aksine, teknik ve ekonomik bir olay
ve süreç değildir.
Deneysel olarak ortaya çıkan hakikat bize şunu telkin etmektedir: Kalkınma ideolojisi ne mümkündür ne de
sahicidir. Mesela 302 milyon nüfusa sahip ABD’de trafikte seyrüsefer halinde, 500 milyonun üstünde motorlu
taşıt bulunmaktadır. Çin bir milyar üç yüz milyon, Hindistan da bir milyar nüfusa sahip olduğunu düşünelim.
Kişi başına -ABD’de olduğu gibi- her birinin iki araba kullansın, 2 milyar 600 milyon araba eder. Buna şimdilerde kalkınmakta olan Kore, Brezilya, Endonezya’yı ve diğer ülkeleri de katalım. Böylesine kalkınmış bir dünyada
yeryüzündeki canlı hayat bir haftada stop eder. Ama biz Çinlileri ve diğerlerini Amerikalılar ya da Almanlar gibi
araba kullanmaktan vazgeçiremeyiz. Çünkü onlar da Amerikalılar gibi araba kullanma “hakkı”na sahiptirler. Çin
şu anda iktisadi hayata aktif olarak müdahil olmuştur, hızlı bir büyüme gösteriyor; fakat Çinliler tüketmiyor. Sadece üretip satıyorlar. Günün birinde onlar da tüketiciler olarak sahneye çıktıklarında gezegenin içine düşeceği
durumu şimdiden düşünebiliriz. Ve bu kalkınma ile elde edilen maddi zenginlik ve refah, Batı toplumlarına nasıl
sahici bir mutluluk, sükun ve huzur kazandırmışsa, diğerlerine de aynısını kazandıracak, daha doğrusu onlara
kaybettirecektir. Bu büyüme modeli
1) Artık tahammül sınırlarını aşan eşitsizliklere yol açmaktadır. Ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında derin eşitsizliklere yol açmakta,
2) Ekolojik dengeyi derinden sarsmakta, çevreyi yaşanamaz hale getirmekte,
3) Her geçen gün daha büyük sosyal çalkantılara, iç savaşlara, çatışmalara ve yoksullaşmaya sebep olmaktadır.
Bugün dünya nüfusunun yüzde 17’si dünya nüfusunun yüzde 80’nini kontrol etmektedir. Bunun da kısmi
azamisini nüfusun yüzde 2’lik küçücük zümresi teşkil etmektedir. Yakın gelecekte, dünya nüfusunda her 10
insandan sadece biri refah içinde yaşayabilecektir. – 31 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
Çıkış yolu
Pekiyi,o zaman şu soruyu cesaretle sorabilmeliyiz: Dünya nereye gidiyor?
Bir hareket halinde olduğumuz açık. Hareketin yöneldiği hedef nedir? Sorun hareketin kendisinde değil, mahiyetinde ve yönelimindedir. Hareketi insanın alacağı tavırla ya iyi hale çevirebilir ya da kendi kıyametimizi
kaçınılmaz hale getirebiliriz. Bu sorunun merkezinde “insan” faktörü yatmaktadır. Allah bize, varlığı musahhar
kıldı, yani istifademize sundu. Bunun bir hikmeti ve gayesi var. Biz eğer sebeb-i hikmetine uygun olarak varlığı
algılamakta ve üzerinde tasarrufta bulunmakta temel bir hata yapacak olursak, bunun maliyeti bizim tür olarak
fiziki varlığımızı aşan boyutlara ulaşır. Sufilerin dediği gibi, “İnsan bozulursa kainat da bozulur; insan ıslah olursa
kainat da ıslah olur.”
Burada cevabını aramamız gereken üç soru vardır.
1) Tür olarak adeta narkoz almış gibi bilincimizi uyuşturduğumuz sözkonusu maddi-ekonomik büyümeyi nasıl
kontrol edebiliriz? Yazık ki insanlar “nasıl daha çok büyüyebiliriz” diye zihinlerini meşgul ediyorlar. Bu yanlış bir
okumadır. Söz konusu yanlış okumaya bağlı olarak siyasi ideolojilerini “daha çok kalkınma” üzerine oturtuyorlar.
2) Nasıl bir arada yaşayabilir, bir arada yaşamanın şartlarını nasıl oluşturabiliriz? Bir arada yaşamanın önşartı,
“öteki”nin öteki kabul edilmesi, ama şeytanın yerine ikame edilmeden “ötekileştirilmemesi”nden geçer. Bu
tamamen bizim algılarımızın yaratılış, Adem’in önünde secde etmeyen Şeytan ve insanın Allah ile Şeytan arasındaki temel tercihlerinin bilincinde olmasıyla ilgili kelami bir meseledir. Sosyal, ekonomik ve politik olarak bir
arada yaşamak için adaletin tesisi zaruridir. Ancak soru şudur: Adaletin hakiki formlarını nerede bulacağız?
Özgürlük, ahlak ve insanın yaratılış hikmeti nedir? Bunların cevabını bulmadıkça nasıl bir arada yaşayacağız,
sorusunun cevabını da bulamayız.
3) Nefsimizi, aşırılaştırılmış isteklerimizi nasıl kontrol edebiliriz? Bu en önemli sorudur. Liberal kapitalizm dediğimiz şey, nefsin bütün isteklerini kışkırtan, onun doyumsuz arzularını ayakta ve diri tutan bir sistemdir ki bunun
dinamiği de zaafı da aynı noktada toplanmaktadır. Bu da, sıklıkla dile getirdiğimiz “büyüme” ideolojisidir. Sistem
büyüdükçe güçleniyor, büyüme durdukça zaafa uğruyor. Büyümeyi sağlayan gerçek dinamizm de nefsin tutku
ve arzularıdır; nefsin sürekli tahrik halinde olmasıdır. Eğer nefsi kontrol edebilmenin enstrümanlarını, yollarını
bulabilirsek, bu büyüme ideolojisine karşı da bir çözüm bulabiliriz. Kapitalizmi restore ederek bu krizin içinden
– 32 –
Ali BULAÇ
Gazeteci - Yazar
çıkamayız. Sosyalizme geri dönerek ya da sosyalizmden ödünçler alarak da bu krizin içinden çıkamayız.
Yeryüzü ölçeğinde içine girdiğimiz bu kriz, insanın içinde bulunduğu derin bir çatışmanın da su yüzüne vurmuş şeklidir. Hakikatte insan kendisi ile, öteki ile, tabiatla ve Allah’la çatışma halindedir. Bizi bu krizin içinden
çıkaracak olan paradigma, bizi kendi öz varlığımızla, öteki insanla, tabiatla bir arada yaşatacak ve bizi Tanrı’yla
barıştıracak yeni bir felsefi-entelektüel çerçevedir.
– 33 –
Turhan ÇAKAR
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı
ÜRETİM-TÜKETİM POLİTİKALARI VE EKOSİSTEM KRİZİ
Dünyamız, mevcut üretim - teknoloji, tüketim, pazarlama politikaları ve tercihleriyle hızla kirletilmekte ve
tüketilmektedir.
Ulaşılabilir temiz yer altı su kaynakları ile akarsular, göller, nehirler, dereler ve denizler hızla kirletilmekte, yok
edilmekte ve kurutulmaktadır.
Biyolojik çeşitlilik azalmakta, azaltılmakta, yok edilmekte ve kirletilmektedir. Çölleşme giderek artmaktadır.
Tarım toprakları her geçen gün daha çok kirletilmekte, binalaşma-yapılaşma nedeniyle yok edilmekte-azaltılmakta, erozyona uğratılmaktadır.
Üretim-teknoloji, tüketim politika ve tercihlerinin neden olduğu küresel ısınmanın yol açtığı afetlerle, ısınmanın
tarıma etkisinden dolayı doğal kaynaklar ve milyonlarca insan özellikle de dar ve yoksul kesimler büyük zarar
görmektedir.
Ekosistem için yararlı olan yerel tarımsal yöntemler yok edilmekte, kırsal kesimde yaşayan köylüler ve küçük
çiftçiler her yönden zarar görmektedir.
Mevcut üretim-teknoloji, tüketim ve pazarlama politikaları, uygulamaları, anlayışları aynı zamanda tüketici haklarına, çalışanların haklarına, insan haklarına, kadın haklarına, çocuk haklarına, hayvan haklarına aykırı sonuçlar
doğurmakta ve bu kesimlere zarar vermektedir. Uluslararası ve aynı ulus içerisindeki ekonomik ve sosyal dengesizlikler sorunların daha da büyümesine neden olmaktadır.
Mevcut üretim ve teknolojik politikalar ile tüketim anlayışları çoktan sürdürülemez bir boyuta ulaşmış ve ekosistem krizine yol açmıştır.
Uygulanan bu politikalar ve mevcut tüketim anlayışlarında krizin azaltılması doğrultusunda olumlu yönde bir
değişimin olduğu söylenemez. Tam tersi, yapılan araştırmalarda verimli toprak kaybıyla toprak kirliliğinde, su
ve hava kirliliğinde, biyolojik çeşitliliğin azalışında, uluslararası ve ulus için ekonomik ve sosyal dengelerin bozulmasında, yoksullaşmada artışlar olduğu görülmekte ve belirtilmektedir.
Mevcut üretim-teknoloji, dağıtım ve pazarlama ile tüketim politikaları ve uygulamaları tüketicilerin evrensel
haklarından olan temel gereksinimlerinin karşılanması, sağlık ve güvenlik, ekonomik çıkarlarının korunması,
– 34 –
Turhan ÇAKAR
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı
bilgi edinme, sağlıklı bir çevrede yaşama haklarına aykırılık yaratmaktadır. Bununla birlikte, söz konusu bu
politikalar ve uygulamalar insan haklarına, çocuk haklarına, kadın haklarına, hayvan haklarına, kamu yararına
aykırı sonuçlara neden olmaktadır.
ÜRETİM-TÜKETİM VE TEKNOLOJİK ETKİLERDEN KAYNAKLANAN EKOSİSTEM KRİZİNE
ÖRNEKLER
Bugün tüm dünyada uygulanmakta olan mal ve hizmetlerdeki üretim ve teknolojik politikalarla pazarlama ve
tüketim politikalarında belirleyici olan politikalar, neo-liberal politikalar ya da kapitalist-emperyalist politikalardır.
Bu politikalar, belli bir azınlığın amaçlarına hizmet eden politika ve uygulamalardır. Bu politika ve uygulamalarda
kamu yararına, tüketici haklarına, insan haklarına, çevre haklarına, kadın ve çocuk haklarına yer yoktur.
Söz konusu neo-liberal amaca dayalı olan sanayideki üretim politikaları ile teknolojik politikalar, endüstriyel
tarım politikaları ve teknikleri, karayoluna dayalı ulaşım politikaları ve teknikleri, kentleşme politikaları, enerji üretim-kullanım-tüketim politika ve uygulamaları, pazarlama politikaları ve uygulamaları ile bu politikaların neden
olduğu uluslararası ve ulus içi ekonomik ve sosyal dengesizlikler eko-sistem krizinin baş nedenidir.
Bununla birlikte, üretim politikaları ve amacı ne olursa olsun hemen tüm dünyadaki enerji üretim ve tüketiminde
ağırlıklı olarak uygulanan teknolojilerle fosil yakıtların kullanımı çevreye ve ekosisteme zarar veren teknolojiler ve
uygulamalardır. Bu gün dünyada ağırlıklı olarak uygulanmakta olan karayoluna dayalı ulaşım sisteminin oluşturduğu egzoz gazları kirliliğinin sera gazı oluşumunun en önemli nedenleri arasında olduğu belirtilmektedir.
Yeşil devrim adı da verilen endüstriyel tarım yöntemleri ve tekniklerinin dünyadaki biyo-çeşitliliği yok etmeye
devam ettiği ve sera gazlarının üretilmesinde önemli bir payı olduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte, daha çok
verim adına yapılan yoğun ilaçlama ve gübrelemenin, bilinçsiz sulamanın yararlı birçok canlıyı da öldürdüğü,
toprağın yapısını, dokusunu, doğal dengelerini, suyun toprak ve hava ile ilişkisini bozduğu gibi havayı da kirlettiği, özetle ekosistemin tamamını alt üst ettiği vurgulanmaktadır.
Küresel ısınmayla hızlanan buzul erimesiyle deniz yükselmesi kıyılardan içeri ekolojik göçü başlatmıştır. İlerledikçe iç kısımlardaki baskıyı artırarak ve denizlerin suyunun yer altı sularına karışmasıyla nehirlerin de taşmasına
neden olarak çölleşmeyi hızlandırmaktadır. Kuraklaşma ve ısınma orman ve mera, çayır yangınlarının artışına
da neden olmakta ve şiddetlenerek sürdürmektedir. Türkiye’de yalnızca akarsuların taşıdığı toprak yılda 500
milyon ton olarak hesaplanmaktadır. 2002 yılında ise çölleşme toplam kaybının 40 milyar dolardan daha fazla
– 35 –
Turhan ÇAKAR
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı
olduğu açıklanmıştır. 2025-30 yıllarında Türkiye’nin sıcaklık ortalamalarının kışın 2, yazın ise 2-3 santigrad derece ortalama yükseleceği, yıllık yağışın da çöl sınırı olan 250 mm’nin altına düşeceği hesaplanmaktadır. Böylelikle bitki örtüsü üzerindeki baskı ve erozyon hızı artacaktır. (Duygu, 2007;21) Fakat henüz ülkemizde gerek
çölleşme adına, gerekse diğer çevre sorunlarının çözümü adına yeterli ekonomik, teknik ve sosyal altyapının
olduğu söylenememektedir.
Türkiye’de işlemeli tarıma uygun yaklaşık 28 milyar hektar arazi yanında ancak toprak muhafaza önlemleriyle
kullanılması gereken 16 milyon hektar arazi bulunmaktadır. En verimli tarımsal alanların yüzde 17’sinde çok
şiddetli, yüzde 36,4’ünde şiddetli ve yüzde 20’sinde orta şiddette su erozyonu etkilidir, denmektedir. Tarım
topraklarının yüzde 17’sinde çok, yüzde 36,4’ünde şiddetli ve yüzde 20’sinde orta şiddette su erozyonu ile
yılda dekarda 615,5 kilogram toprak kaybına karşın uygulanan tarım tekniklerinin erozyona önemli ölçüde katkıda bulunmakta olduğu, araştırmalarda arazinin eğimine dik sürüme göre eğim yönündeki sürümün yüzde 25
daha fazla erozyona sebep olduğunun belirlendiği, anız yakılmasının da yüzde 36 daha fazla su ve yüzde 29
daha çok toprak kaybına neden olduğunun ortaya çıkarıldığı belirtilmektedir. (Süzer, 2007)
Yapılan araştırmalara göre, yeryüzünde bir yılda 24 milyar ton toprağın erozyonla yok edildiği, bunun da her
yıl 60 milyon hektar tarım alanının kaybedilmesi anlamına geldiği belirilmektedir. (www.cedgm.gov.tr/cevreatlasi/cevre durumu.pdf) Araştırmalar, erozyonun tarih öncesi devirlere göre üç kat artmış olduğu, tarımsal
toprak kaybının yılda 70-140.000 km2 düzeyine çıktığını ortaya koymuştur. Bununla birlikte, kentleşme yoluyla
20-40.000 km2/yıl hızla toprak kaybedildiği ve 40 yıldaki ekilebilir arazi kayıplarının 4,3 milyon km2 düzeyinde
olduğu, her yıl 100 milyar ton verimli toprak tabakasının taşınarak kaybedildiği vurgulanmaktadır. Toprağın
organik, yani humusça en zengin olan üst tabakasının yok olma hızının toprak oluşturma hızından 5 kat daha
yüksek olduğu, bu hızla 70 yıl sonra tüm verimli toprak yüzey tabakasının kaybedilmiş olacağı uyarısında bulunulmaktadır.
Endüstriyel tarımsal uygulamaların dünyanın birçok bölgesinde küçük çiftçiler ve kırsal kesimde yaşayanlar için
yararlı olan yerli tarımsal yöntemleri ve uygulamaları ortadan kaldırdığı için yoksullaşmaya ve kırsal kesimde
yaşayanların kentlere göç etmesine ve işsiz kalmalarına neden olduğu vurgulanmaktadır. Mevcut uygulamaların aynı zamanda çalışanların ve tüketicilerin haklarına, çocuklara, kadınlara zarar verdiği, dünyadaki işsizliği,
yoksulluğu ve açlığı artırdığı belirtilmektedir.
Üretim-tüketim ve teknolojik politika ve uygulamalar sonucunda oluşan karbondioksit(CO2), metan(CH4), azot
oksitleri(NOX), ozon(O3) ve kloroflorokarbon(CFC), su buharı(H2O) sera gazlarını oluşturmakta, kürsel ısınmaya ve iklim değişikliklerine neden olmaktadır.
– 36 –
Turhan ÇAKAR
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı
Küresel ısınmanın neden olduğu buzul erimeleri kuzey yarımkürede el nino, güney yarımkürede el nina adı
verilen ve şiddetli etkileri olan kuzey yarım kürede kasırga, güney yarım kürede tayfun adı verilen çok şiddetli
fırtınalar, yağışlar gibi afetlere yol açmaktadır.
Küresel ısınma nedeniyle, Türkiye’nin 38-42 santigrat derece arasındaki riskli bölgede olduğu, ısınma artışıyla
birlikte kuraklığın artacağı, arazi kullanım yanlışlarıyla, erozyon ve tuzlanmayla, çoraklaşma artışıyla çölleşmenin geri dönülmez şekilde hızlanacağı, verimliliğin daha da düşeceği belirtilmektedir.
Ulaşım araçları, endüstri kuruluşları, imalathaneler, sosyal donatım ve eğlence yerleri ve araçlarının yarattığı
gürültü kirliliği insanların sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Özellikle de büyük kentlerimizde gürültü yoğunluklarının oldukça yüksek seviyede olup, Dünya Sağlık Örgütünce belirlenen ölçüm değerlerinin üzerinde
olduğu vurgulanmaktadır.
Tüketicilerin günlük yaşamda kullandığı çeşitli elektrikli - elektronik cihazların, yüksek gerilim hatlarının mobil
telefonlarının, telsizlerin, cep telefonlarının, baz istasyonlarının, radyo ve televizyon vericilerinin elektromanyetik
(EM) kirlilik yaratıcıları olduğu ve sağlığımızı olumsuz yönde etkilediği araştırmalarla ortaya konulmuştur.
Bir başka kirlilik ise, güneş ışınlarının, endüstriyel ve tıbbı ürünlerin, çeşitli radyoaktif elementlerle nükleer enerji
sistemlerinin yarattığı radyoaktif kirliliklerdir. Bu kirlilik, doğrudan kanser etkisi olan çok tehlikeli kirlilik çeşididir.
TÜKETİM EĞİLİMLERİ VE YAPAY İHTİYAÇLAR
Neo-liberal ekonomik politikaların sahipleri olan güçler karlarını maksimize etmek için tüketicilerin tüketim eğilimlerini ve ihtiyaçlarını belirleyici rol oynamaktadırlar. Çeşitli reklamlarla tüketicilerin tüketim alışkanlıkları ve
eğilimleri üzerine etki edilerek yapay ve gereksiz ihtiyaçlar yaratılmaktadır. Süreç içerisinde aldatıcı, yanıltıcı,
istismar edici, yönlendirici reklamların etkisiyle yapay ihtiyaçlar temel ihtiyaçmış gibi tüketicilere, özellikle de
çocuklara ve gençlere benimsetilmektedir.
Çocuklar ve gençler reklamlarda araç olarak kullanılıp tüketimin hedefi olarak görülmektedir. Reklamcılar tarafından tüketiciler piyon olarak görülmektedir. Ünlü bir reklamcı tüketiciler için “Tüketiciler hamam böceği
gibidir. İlacı verdikçe, İlacı verdikçe bağışıklık kazanırlar.” demiştir. İlaç olarak da reklamlar kastedilmektedir.
Çinli bir işadamı çocuklar için şöyle demiştir: Reklamlarla çocukları kazanın, tüm aile ve pazar sizin olsun.
– 37 –
Turhan ÇAKAR
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı
Tüketimin pompalanması ve teşvik edilmesi nedeniyle, ülkemizin geleneksel anlayışı olan “Ayağını yorganına
göre uzat.” anlayışı neredeyse terk edilmiştir. Pompalanan yanlış ve gereksiz tüketim sonucunda tüketiciler
hem sağlıklarını kaybetmekte, hem çevreye hem de aile ve ülke ekonomisine zarar verilmektedir. Pompalanan
yanlış ve gereksiz tüketim ekosistem krizinin doğmasına ve büyümesine neden olmuş ve olmakta olan en
önemli etkenler arasındadır.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİN SÜRDÜRÜLEMEZLİĞİ
Dünya Çevre ve Gelişme Komisyonu’nun 1987 yılında yayımladığı “Ortak Geleceğimiz” raporunda ortaya konulan “Sürdürülebilir Kalkınma“ kavramı, “bugünün gereksinimlerini karşılarken, gelecek nesillerin kendi gereksinimlerini karşılama yeteneklerini ortadan kaldırmayan kalkınma” olarak tanımlandı. Bu doğrultuda bu güne
kadar birçok uluslararası sözleşme imzalandı. Örneğin, Gündem 21 Eylem Planı, Kyoto Deklerasyonu, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Tehlikeli Atıkların Sınır Ötesi Taşınmasının ve Bertarafının Kontrölüne İlişkin Bazel
Sözleşmesi, Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme,
Akdeniz’in Kara Kökenli Kaynaklardan Kirlenmeye Karşı Korunması Protokolü, Karadeniz’in Kirlenmeye Karşı
Korunması Sözleşmesi bunlardan bazılarıdır.
Birleşmiş Milletler tarafından, “2006 Uluslararası Çöller ve Çölleşme Yılı” olarak ilan edilmiştir.
Tüm bu Uluslararası anlaşmalara uyarılara karşın mevcut üretim, teknolojik, tüketim, pazarlama politika ve
uygulamaların devam ettiği ve bunun sonucunda da kirliliklerin artarak sürmekte olduğu vurgulanmaktadır. Bu
çok önemli bir çelişkidir. Bu çelişki ortadan kalkmadıkça, kaldırılmadıkça ya da konuyla ilgili olarak uluslararası
anlaşma ve sözleşmelere uyulmadıkça eko-sistem krizinin önlenmesi bir tarafa daha da derinleşeceği ortadadır.
Tüm bu nedenlerle, hem uluslar arası hem de ulusal ölçekte acil, etkili, doğru, sürdürülebilirlik tanımına uygun
önlemlerin alınabilmesi için ilgili her kurumun uluslar arası ve ulusal ölçekte iş birliği yapması zorunluluğu bulunmaktadır. Özellikle de, eko-sistem krizinden zarar gören ulusların ve kesimlerin bu konuda daha da öncelikli
davranması, baskı unsuru olmaları, bu konuda tüm bireylerin, tüketicilerin, çalışanların, kadınların, gençliğin,
kırsal kesimde yaşayanların ve küçük çiftçilerin, bilim dünyasının, çevrecilerin bilgilenmeleri ve bilgilendirme
çalışmalarında aktif rol almaları, ulusal ve uluslararası örgütlenmelerde bulunmaları çözümün en önemli yollarından birisidir. 13.11.2010
– 38 –
Turhan ÇAKAR
Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı
Kaynakça:
1. Çankaya Belediyesi Çevre El Kitabı
2. Ortak Geleceğimiz Raporu - Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu
3. Yeryüzü Zirvesinde Değişimin Gündemi - UNEP Türkiye Komitesi Yayını
4. Buğday Tarımı ve Önemi- Sami Süzer Hayat Dergisi 2007, sayı: 270
5. Gezegeni Kurtarmak-Lester R.Brown
6. Ne Aşırı Üretim Ne Aşırı Tüketim-Josef Kırschıner
7. Alternatif Teknoloji - David Dickson
8. Tüketim Toplumu - Jean Baudrillard
9. Post-modernizm ve Tüketim Kültürü - Mike Featherstone
10.Tüketim - Robert Bocock
11.No Logo - Naomi Klein
12.Markaların Kara Kitabı - Klaus Werner
13.Herkese Gıda - John Madeley
14.Ne Kadarı Yeterli? - Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği - Alan Durning
15.Çalınmış Hasat: Küresel Gıda Soygunu - Vandana Shiva
16.Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi - Johannesburg Uygulama Planı
17.Yaşayan Gezegen Raporu 2010 - WWF Doğal Yaşamı Koruma Vakfı
18.Sürdürülebilir Kalkınma Sempozyumu 1995- Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
– 39 –
M. Kaan DERİCİOĞLU
Ankara Patent Genel Müdürü
KRİZDE ÇÖZÜM ÖRNEĞİ
İNOVASYON /YENİLEŞİM
Yaşamımım en önemli olayı olarak 1879 yılından 1995 yılına kadar 116 yıl değişmeden yürürlükte kalabilen
İhtira Beratı Kanunu’nu (Türkiye’nin ilk Patent Kanunu) değiştiren çalışma olduğunu söyleyebilirim. Bu tasarıyı
hazırlayan DPT bünyesindeki Özel İhtisas Komisyonunun Raportörlüğünü ve Başkan Vekilliğini yaptım.
2005 yılında OECD ve Avrupa Komisyonu ortak çalışması olarak hazırlanan ve 2006 yılında TÜBİTAK tarafından Türkçeye çevrilerek yayınlanan “Yenilik Verilerinin Toplanması ve Yorumlanması İçin İlkeler” adlı
OSLO KILAVUZU’nda; “yeni veya önemli derecede iyileştirilmiş ürün veya süreç veya örgütsel yöntem
veya pazarlama yöntemi” İNOVASYON/YENİLEŞİM olarak tanımlanmıştır.
Krizler ve krizler nedeniyle daralan pazarlar kişilere düşünmek ve kendilerini yenilemek fırsatı tanır. Bu fırsatı iyi
kullananlar, krizin etkileri azaldığı zaman öne çıkmayı başarabilir. Bu başarıyı etkileyen unsurların ilk sırasında,
yukarıda belirttiğim, PATENT KANUNU ve buna dayalı PATENT SİSTEMİ yer almaktadır.
Patent Sistemi’nin bir parçası olan İNOVASYON-YENİLEŞİM krizden çıkışın anahtarlarından biri olabilir.
Alınacak akıllıca istihdam ve eğitim kararları işsizliği azaltmaya yardımcı olabilir.
Kriz başladığında krizden etkilenen kişiler, öncelikle ve ilk aşamada, örgütsel alt yapısını ve süreçlerini
gözden geçirerek; yenileştirmeyi, geliştirmeyi, iyileştirmeyi engelleyen hantal unsurları eleyebilir, bunları
yenileyebilir. İkinci aşamada ürettiği malları veya sunduğu hizmetleri yenileyebilir veya önemli derecede
iyileştirebilir. Bu aşamada yapılacak iş, “tahmini talep oluşturmak” yerine “talebi anlamak ve karşılamak” olarak özetlenebilen inovasyonun yapısını uygulamak yoluyla olabilir.
E-İŞ ALTYAPISI VE SÜRECİNE DAYALI
DEĞİŞEN İNOVASYONUN/YENİLEŞİMİN YAPISI
Önce
Buluş
Doğrusal yenileşim modeli
Tahmini talep oluşturmak
Bağımsız
Tek disiplin
Ürün işlevleri
Yerel AR-GE takımları
Sonra
Yenileşim
Dinamik yenileşim modeli
Talebi anlamak ve karşılamak
Birbirine bağlı
Çoklu disiplin
Müşteri değeri
Küresel 24/7 AR-GE takımları
– 40 –
M. Kaan DERİCİOĞLU
Ankara Patent Genel Müdürü
Üçüncü aşamada ise pazarlama teknikleri gözden geçirilerek yenilenebilir. İnovasyon-yenileşim, firmaların ilk
kez geliştirdikleri ve öteki firma veya kurumlardan uyarlamış oldukları ürünler, süreçler ve yöntemleri kapsayabilir.
Bilgi, buluşlar, eserler, ticaret sırları, iş modelleri, iş yapım yöntemleri, süreçler, vb. maddesel olmayan varlıkların iş dünyasındaki maddesel olanlarla karşılaştırılması yol haritası niteliğindedir. 26 yıllık 1978 -2004 döneminde tümüyle değişen yapıda; katma değer oluşturan maddesel olmayan varlıklar olan fikir ürünlerinin (eserler, buluşlar, endüstriyel tasarımlar, ticaret sırları, bilgisayar yazılımları, iş görme yöntemleri, markalar, internet
alan adları, vb.) etkin duruma geldiği görülmektedir. Bu veriler, “bilgiyi üreten ve ticarileştirebilenler krizden
çıkmayı başarabilir” sonucunu doğrulamaktadır.
İnovasyon/yenileşim için hangi yollar vardır ve uygulanabilir? Bu sorunun yanıtı için aşağıdaki grafik bizlere fikir
verebilir. Seçenek olarak yukarıya doğru giden teknoloji üretimi çizgisi, yukarıda açıklanan inovasyon örneğidir.
İlk yıllardaki hazırlık dönemi kayıpları ileri yıllarda gelir artışıyla krizden çıkışı göstermektedir.
Kaynak: Prof. Dr. Nüket YETİŞ
Her teknolojiyi firmanın veya ülkenin kendisinin üretmesi gerekmez; ama her teknolojinin ithali de hem maliyetleri yükseltici, hem yeteneklerin gelişmesini, yenilikçilik ve buluşçuluğu caydırıcı, dolayısıyla da işsizliği arttırıcı
olmaktadır. Hem üretim teknolojilerinin, hem de yönetim teknolojilerinin ülkede firmalar, araştırma kuruluşları
ve üniversitelerin devamlı işi olmalıdır. Yenileşimin artması, teni üretim, hizmetler ve yapım bilgilerinin gelişmesi,
vasıfsız işgücü talebini azaltırken, vasıflı işgücü talebini arttırmaktadır. Firmaların işgücü taleplerini yakından
izleyen bir meslek eğitimi planlaması, uygulamalı becerilere dayalı eğitim, eğitim – istihdam bağlantısı daha üst
bir düzlemde istihdam yerlerinin açılmasına hız vermek demek olacaktır. Böylece, yapılan meslek eğitimi mezunları da derhal işyerindeki yerini bularak fazla maliyet unsuru olmayacaktır. Bu yolu gören firmalar ve işsizler,
daha yüksek verim sunma imkânlarını aynı hedefe odaklanarak yakalayabileceklerdir.
– 41 –
Dr. Bilger Duruman
Türk Kanser Derneği Başkanı
Medeniyetler İttifakı
Yerküremiz Üzerinde Bilgece Yaşamak
Bilgece yaşamak, bilgili olmakla başlar. Bilgili, iyi ahlaklı, olgun bir kişi olabilmekte eğitimin büyük payı vardır.
Birçoğumuz eğitimi, okul çağlarında bizlere verilen dersler olduğunu düşünür ve okulun bitmesiyle eğitimin de
bittiğini kabul ederiz. Halbuki eğitim, yaşam boyu devam eden bir süreçtir, kişinin doğuşundan itibaren bebekliğinde ve aile ortamında başlar, okul çağlarında kalıplaşır ve hayat boyu devam eder.
Klasik eğitimde, genelde kişinin görevi öğrenmeye dönüktür. Sadece öğrenmeye dönük olarak, eğitimde alınabilecek iyi bir not, öğreteni ve öğreneni tatmin edebilir ama bu tip eğitim kişiyi şekilcilik ve kalıplar içinde kalmaya alıştırır, kişide araştırma, öğrenme arzusu ortadan kalkar, yerine ezbercilik, not için gereği kadar çalışma,
kurnazlık, kopya ve günü kurtarma, basit başarılardan tatmin olma olguları başlar.
Ezbercilik, zamanla kişinin merak duygusunu azalır, araştırma arzusu kaybolur. Cesaret, atılım ve ilerleme yavaşlar ve durur. Durmak, başarıyı köstekler, kişiyi tükenmeye, yok olmaya götürür. Halbuki kişi doğumundan
itibaren araştırmaya, incelemeye itildikçe bilgisi, kendine güveni artar, güveni artan kişi başarıya yönelir. Başarı
ve başarılar önce kişiye, sonra etrafına ve daha sonra topluma yeni imkanlar getirir. Daha fazla imkan, daha
fazla fırsat, daha fazla iş, önce kişide, sonra toplumda refahın artmasını, yoksulluğun cahilliğin azalmasını ve
toplumca ilerlemeyi sağlar.
Başarıya ulaşabilmek, bilgili ve olgun biri olabilmek için, eğitimde kolaya kaçmamalı ve kişiye doğuştan itibaren
araştırmaya, ilerlemeye dönük eğitim modelleri sunulmalıdır.
Böyle bir eğitim çalışması ilk önce aile içinde başlıyacağı için, anne ve babanın ve aile fertlerinin çocuk yetiştirilmesine dönük eğitimi, devlet politikası olmalıdır. Çocuk büyüdükçe ve okullara gitmeye başladıkça, eğitim
programlarında öğrencilere dersin sadece sınıf geçme için bir araç olduğu öğretilmemeli ve verilen derslerin
öğrenme ve daha iyiyi bulma, inceleme ve araştırma için gerekli olduğu olgusu yaratılmalıdır. Araştırma ve incelemeye dönük öğrenci teşvik edilmelidir.
Klasik lise eğitimi yanında, kişiyi bir an evvel hayata hazırlayacak ve ülkenin büyük ihtiyacı olan nitelikli ara elemanın yetiştirileceği mesleki öğrenimine imkan verilmeli ve kişinin gerek
– 42 –
Dr. Bilger Duruman
Türk Kanser Derneği Başkanı
duyduğu zaman eğitimini geliştirmesi ve daha fazlayı öğrenebilmesi için üst okullarda eğitim görebilme hakkı
tanınmalıdır. Ayrıca her yaşta, öğrenimlerine devam etmek isteyenlere, kendilerini eğitebilmeleri ve yetiştirebilmeleri için şans verilmelidir.
Eğitimde araştırma ve incelemeye dönük bir eğitimin yapılabilmesi için, devletin öğretmen yetiştirme politikası
değiştirilmeli ve öğretmenlik mesleği iş kolu olarak cazipleştirilmeli ve öğretmenin belli bir refahı sağlanmalıdır.
İşini seven, belli bir geliri olan, yarın kaygusu bulunmayan öğretmen, daha iyi nesillerin yetişmesine yardımcı
olacak ve iyi yetişen nesil, ülkeyi daha ileriye götürecek hamleleri yapacaktır.
Eğitime yapılacak tüm harcamaların, aslında ülke kalkınması için yapılan bir yatırım olduğu kabul edilmelidir.
Kişinin iyi bir şekilde yetişmesi ve iyi bir eğitim alması ve topluma yararlı olabilmesi ancak sağlıklı bir yapıya
kavuşması ile gerçekleşebilir.
Sağlık ilkönce, sağlıklı ve doğal gıdalarla beslenmeyle başlar. Günümüzde insanlar, maalesef sağlıksız beslenmeye başlamıştır. Yiyecekte süslü ambalajlar, hazır gıdalarda alışkanlık verecek katkı malzemeleri, karışık ve
sağlıksız yiyecek maddeleri, kişileri hep kötü beslenmeye ve kötü beslenme için daha fazla para harcamaya ve
sonuçta başta obezite olmak üzere tüm hastalıklara itmektedir.
Sağlıkta ve yaşamda hareketin önemli bir yeri vardır. Sağlıklı olabilmek, insanca yaşamaya bağlıdır. İnsanca
yaşamak, günü üçe bölerek ve kişinin;
- Belli zamanlarada çalışıp, hareket etmesiyle
- Belli zamanlarda sağlıklı beslenmesi, dinlenmesi ve eğlenmesiyle,
- Belli zamanlarda istirahat etmesiyle
gerçekleşebilir. Bu 3 olgudan, her hangi birini daha az veya daha fazla yapmak, kişinin normal yaşantısında
ve sağlığında büyük rol oynar.
İnsanoğlu gençliğinde daha iyi zannettiği bir yaşam için sağlığını, yaşlılığında ise daha sağlıklı yaşayabilme için
servetini harcamaya başlar.
İnsanoğlu, doğa kanunları gereği, dünyaya gelir, büyür, çalışır, yaşlanır ve dünyadan ayrılır.
Bu insan yaşamının değişmez bir kuralıdır. Dünyaya gelen kişi, iyi beslenir, iyi eğitilir ve iyi yetişirse, daha sağlıklı
ve daha uzun yaşar, çalışma hayatında da başarılı olur.
– 43 –
Dr. Bilger Duruman
Türk Kanser Derneği Başkanı
Kişi yaşlanmaya başladıkça, iş faaliyetleri azalır ve emeklilik devri başlar. Emeklilik, aslında
bir köşeye çekilme ve ölümü bekleme olmamalı, kişi her yaşta kendini oyalayabilecek uğraşılar bulabilmelidir.
Yaşlının en büyük sermayesi tecrübedir.
Emekli kişi, yıllar boyu edindiği tecrübeleri, genç nesillere aktarabilmeli ve birçok emeklinin yaptığı gibi hayata
küsüp, yaşlılığı kabullenmemeli, ölümü beklememelidir.
İnsanoğlunun yaşamında sevgi ve saygı, yaşamın ana olgusudur. Sevgisiz saygı, saygısız
sevgi olamaz ve olmamalıdır. Sevgi ilk önce kişinin kendini sevmesiyle başlar. Kendisini seven kişi, başkasını
da sevebilecek, başkalarının haklarına hürmet edecek ve çevresine daha örnek olabilecek kişidir.
Hikmetle yaşamak, ancak bilgeyle gerçekleşir. Kişi kendini bildiği, eğittiği, sevgi ve saygıyı ve paylaşmayı, yardımlaşmayı öğrendiği sürece, hikmetle yaşamayı da öğrenmeye başlar.
– 44 –
Mehmet DÜLGER
Y. Mimar, Şehirci, 22.dönem Antalya Milletvekili ve Dışişleri Komisyonu Başkanı
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Görevlisi
MEdeniyetlerin hikmetle barış içinde yaşaması
Sayın Başkan,
Değerli Çalıştay üyeleri ,
Saygıdeğer konuklar,
Hepinizi saygı ve sevgi ile selamlıyorum.
Hz. Mevlana, Mesnevi’nin 2.cildindeki 4438. beyitte : “Can, hikmete ve bilgilere, ten ise bağa, bahçeye, üzüme
meyleder” diyor.
Kültürümüzde asırlar boyu yer alan büyük hikmet sahiplerinin öğretileri ile yoğrulmuş toplumumuzda, en sade
insan bile, olan biten karşısında hikmet dolu bir davranış veya bir söz ile, akla gelmeyen hakikatlerin kapısını
açar. Bize yepyeni bir ufuk gösterir, yolumuzu aydınlatır.
Çalıştayımızın tartışma konusu olarak ele aldığı “hikmetle yaşamak”, bize bahşedilmiş bulunan ömrün, aslında,
eşyanın hakikatini olduğu gibi bilme gibi bir büyük amaca ulaşmak yolunda gelişmesini ve geliştirilmesini hedef
alır.
Günümüzde dünyanın yaşadığı hayat, tabi olduğumuz kurallar, dünyayı çevreleyen medeniyetin gerekleri ve
yönlendirici gücün ( siyasi, ekonomik, hukuki ) daha ziyade maddi değerlere, sınırsız tüketime, tekdüzeliğe ve
her şeyin gittikçe daha çok, daha hızlı, daha değişken olmasına dayanması, gerçek anlamı ile hikmet dolu bir
yaşayışın karşısında en büyük engel gibi gözüküyor. Oysa, insanlık, binlerce yıllık tarihinde, yaşadığı sayısız
tecrübelerden edindiği intibalar ve aldığı dersler ile, bütün insanlık için geçerli olabilecek bir hikmet hazinesi
oluşturmuştur. Farklı farklı inançlara, felsefelere ve yorumlara da sahip olsa, insanlık, temelde benzer ilkelerde
buluşma imkanına sahiptir. “Medeniyetler İttifakı” da buluşulan bu temeller üzerine gerçekleşebilecektir.
Yeryüzünü, hayvanları, ağaçları, taşı, toprağı, bulutları, yağmuru ile saygı gösterilmesi, hükmedilmemesi, hırpalanmaması gereken bir ilahi varlık olduğunu ortak bir inanç olarak geliştirmiş bulunan Kızılderililer, yeryüzü ile
aramızdaki dengeyi kaybettiğimize, gezegenimizin geleceğinin elimizdeki koruma ve onarma kabiliyetine bağlı
olduğunu ifade ediyorlar.
Kalplerimizi birbirimize biraz daha açtığımızda, daha fazla kan dökülmesini, daha fazla acı çekilmesini önleyebileceğimizi iyi bilen Kızılderililer,
– 45 –
Mehmet DÜLGER
Y. Mimar, Şehirci, 22.dönem Antalya Milletvekili ve Dışişleri Komisyonu Başkanı
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Görevlisi
“ Zamanın başlangıcında, bize nasıl yaşayacağımızı öğreten kanun verildi. Bu kanunun temel maddeleri şunlardır :
- Birbirimize iyi davranacağız,
- Birbirimize hürmet edeceğiz,
- Kendimizi olduğu gibi, birbirimizi koruyup kollayacağız.
Bu basit, fakat önemli kaidelere uyduğumuz müddetçe, bir meselemiz olmayacaktır.” diyorlar.
Değerli Çalıştay üyeleri,
Milyarlarca insan, yeryüzü ile aramızdaki dengeyi kaybetmeden, çevreyi hırpalamadan yaşamaktan başka bir
şey istemiyor. Doğanın bize bahşettiği bereket bizi doyurmaya yeterli… Bir tarafta dağlar gibi birikmiş tereyağlar, öte yanda düzinelerce sineğin konup kalktığı kırık tas içindeki meçhul bulamaç ; bir tarafta, yeter değeri
bulamadığı iddiası ile tarlalara dökülen on binlerce ton süt, öte yanda, annesinin pörsümüş göğsünden bir
damlacık süte muhtaç, çapaklı iri gözleri kaymış, iskeleti çıkmış bebekler ; bir tarafta, tüketimin zirvesinde, tatminsizlikten yollarını şaşırmış, zihinleri toza, dumana kayıtsız şartsız teslim olmuş kitleler, öte yanda, haysiyetli
bir insan hayatının gerektirdiği en temel ihtiyaçları rüyalarında bile göremeyecek milyonlar…
Bu manzarayı, insanlık adına sürdürülebilecek “hikmetle yaşamak” ilkesi ile ne ölçüde bağdaştırmak mümkündür ? Bu hal, bir yerlerden, birilerinin iradesinden ve eylemlerinden doğuyor. O “birileri”, inançları, felsefeleri,
siyasi ve ekonomik sistemleri ile, dünyada saygıdeğer bir konumda bulundukları iddiasındadırlar. Kurdukları
müesseseler de öyle… Oysa, bir “II. Dünya Savaşı kurumu” olan, veto hakkı sahibi üyeleri ile, evrensel adalet
ilkelerini çiğnemekte tereddüt göstermeyen, aslında, ataletinin büsbütün ağırlaştırdığı bürokratik çarkı yüzünden 64 yıldan bu yana etkisi son derece sınırlı bir Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve aynı özelliklere sahip yan kuruluşları…
Bilim, teknoloji, sınırsız finans imkanları, ateş gücü kahredici en modern silahlarla donatılmış ordular, belirli bir
iradenin gücünü, dünyanın en ücra köşelerinde, oraların tabii kaynaklarını kendi amaçları uğruna hoyratça sömürmek yolunda kullanılmaya amade bir biçimde geliştiriliyor. Son günlerde ağızlarda dolaşan bir yorum çok
anlamlı gözüküyor : “ Dünyanın bütün böceklerini yok etseniz, dünya ekolojisi 50 yıl içinde çöker ; dünyadaki
– 46 –
Mehmet DÜLGER
Y. Mimar, Şehirci, 22.dönem Antalya Milletvekili ve Dışişleri Komisyonu Başkanı
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Görevlisi
bütün insanları yok etseniz, dünya ekolojisi 50 yıl içinde yaratıldığı mükemmeliyete kavuşur. “
Bu irade, günümüzde, artık lokmamıza da el atmış ve ondan büyük menfaatler sağlamanın yolunu bulmuştur.
Öncülerini Amerikalı, Kanadalı, Hollandalı ve İsrailli bilim adamlarının teşkil ettiği son araştırmalarla geliştirilen
“hybride” tohumlar ve Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), dünya tarım teknolojisini alt üst edecek bir
devrim niteliğindedir. Ama kullanımı ve ticareti insanların her lokmasını bu ülkelerin iradesine tabi kılmakta ve
tarım alanlarının niteliklerini kaybetmelerine sebep olmaktadır. Ortada, ticaretin çok çok üstünde olan bir etik
sorunu söz konusudur.
Gözü kendi gücü ve yakın menfaatlerinden başka hiçbir şey görmeyen, bu uğurda hiçbir engel tanımayan, akla
gelebilecek her vasıtayı kullanmaktan çekinmeyen bir zihniyetin ve iradenin karşısında, “hikmetle yaşama”yı
yeniden bulmak ve gerçekleştirmek imkansız değildir. Büyük amaçlar vaz edebilen bir felsefe, hayatın derin
gerçeklerine ve dengelerine vukuf yanında, sevgi dolu bir yürek, sabır ve metanetle bezenmiş bir akıl, insanlığa
böylesine yaşama uslubunu kazandırmak için, olmazsa olmaz niteliklerdir.
II. TÜRYAK Kongresi’ni düzenleyenler, hikmetle yaşamanın hayati önemini idrak etmiş ve bunun için, pozitif
enerji ortaya koyabilecek insanları, beraberce bu çok önemli konu üzerinde fikir alış verişi yapma imkanlarını
ortaya koymuşlardır. Farklı fikirler, farklı inançlar, farklı yaklaşımlar, bu çalıştay zeminini bir çiçek bahçesi haline
getirecektir. Herkesi, bu halka içinde, kendi felsefi bakış açılarının hikmetli yanlarını bir araya getirmeye, tabiatın
öğrencisi olmaya ve yeryüzünün ahenk içinde idare edilmesini öngören yaradılış kanununun ilkelerini çözmeye
ve anlamaya davet ediyorum.Bu bizim için kaçınılamayacak bir görevdir. Omaha Kabilesinin Kızılderililerinin
ata sözünde dile getirildiği üzere : “ Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan insan, yanlışı yapan kadar
suçludur.
“Bu vesile ile hepinizi saygı ve sevgi ile selamlıyorum.
– 47 –
Dr. Metin ERİŞ
MEDENİYETLER İTTİFAKI: YERKÜREMİZ ÜZERİNDE BİLGECE/HİKMETLE YAŞAMAK
“Medeniyetler İttifakı” yaklaşımı, dünyanın genel sistemler ve yapılar esasında yaşadığı gerilimlere ve prob-
lemlere karşı ilişki kurmayı, anlamayı, insanlığın ortak değerlerine vurgu ile daha barışçı bir gelecek kurmayı
amaçlamaktadır. Bu arada unutulmaması gereken en önemli nokta, kavramlar kargaşası içinde günümüzde,
medenileşmek ifadesinin âdeta Batılılaşmak (garplılaşma) tabiri ile birlikte kullanılır olmasıdır. Genel olarak Batı
ülkeleri olarak ifade edilen ülkeler dışında kalan toplumlarda, batılıların ulaşmış oldukları maddî gelişmişlik seviyesini elde edebilmek için yapılan siyasi, sosyal, kültürel ve teknik alanlardaki hareketlerini anlatmak üzere
Batı Medeniyetinden söz edilmektedir. Böylece âdeta bir de Batı Medeniyetinin dışındakilerin farklılaşmış varlığı
tescil edilmiş olmaktadır.
Çağdaşlaşma ve ilerlemenin en temel şartı olan bilgilenme ve aydınlanma şuurunu halka benimsetmekle yükümlü olan aydınların, Batı bilimiyle Batı kişiliğini ve değerlerini birbirine karıştırması, bu suretle kişilik ve değer
buhranına uğraması gerçeği, özlenen gelişmenin ve/veya bu bağlamda “birlikte/bilgece” yaşamanın engeli
olduğu bugün daha iyi kavranmış gözükmektedir.
Ülkemizde ve dünyada yaşanan sosyal, ekonomik, kültürel vs. alanlardaki gelişmeler sebebiyle ulusal ve küresel değerler eğitimi, katılım ve/veya demokrasi eğitimi, çok kültürlülük ve barış eğitimi gibi konuların önemi
giderek daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Fakat ne yazık ki bu, bazı grup, kurum ve hatta devletlerce
henüz tam anlamıyla idrak edilmemiştir!.. Çağın norm ve değerleri geliş(tiril)irken ve uygulama stratejileri oluşturulurken Türkiye, bu sürecin pasif alıcısı değil, inisiyatif alan ve üreten bir aktörü olmalıdır. Böylece, küresel
bağlamı göz ardı etmeden ulusal çözümler üretmek kolaylaşmış olacaktır.
Geleneksel tanımıyla, salt okuryazarlık artık hayatın olmazsa olmaz bir parçası halini almıştır. Bir gazeteyi, bir
metni okumak ve bir şeyleri yazmak insanlar için yemek içmek gibi bir gereklilik olmuştur. Ancak gelişmiş eğitim sistemleri son yıllarda başka okuryazarlık türlerini de gündemine almışlardır. Topluluklar, dolayısıyla insanlık
bilgisayar okuryazarlığı, fen okuryazarlığı gibi değişik okuryazarlık kavramları ile de tanışmıştır. Bu kapsamda
iletişim okuryazarlığı bireyin sahip olması gereken okuryazarlık türlerinden birisidir. Bu açıdan iletişim okuryazarlığı kavramı eğitim sistemleri için yeni, düşündürücü, sistemi daha dinamikleştiren bir kavram olarak ele
alınmalıdır.
– 48 –
Dr. Metin ERİŞ
Böylesi bir şekillenme seyri içersinde insanlar ve topluluklar iletişim unsurlarının ve özellikle medya yapısı içinde yer alan “gizlenmiş” değerlere/değersizliklere ve görüşlere karşı bilinçlendirilmelidir. Yetişkinlerin medya
konusunda sahip oldukları tüketim alışkanlıkları üzerinde düşünmeleri ve sorumluluk sahibi kişiler olmaları için
gerekli çalışmalar yapılmalıdır. İletişim araçlarının özellikle medyanın, toplumun kültürünü korumak ve geliştirmek adına toplumların korunması ve yaşanması için gerekli özeni göstermesi gerekir ki böylece toplumlar arası
insanî değerler birbirlerine “ötelenmiş, ayrıştırılmış ve de başkalaştırılmış” gözlerle bakmaktan uzak olsunlar.
Teknolojinin yerinde ve faydalı alanlarda kullanılmasının önemi açıktır. Bilgiye ulaşmada internetin rolü ise artık günümüz kaçınılmazlarından olmuştur. Ancak teknolojinin zararlarından korunmak için toplumun özellikle
gençlerin bilinçlendirilmesinde, değer hükümleri, ahlâk ve terbiyenin ön plânda olması gerekir. Bunun için de
özellikle teknolojinin esiri olunmaması, kitle iletişim araçlarının doğurduğu zararlı etkilerin azaltılması gerekmektedir. Bununsa toplumsal bir eğitim sürecine ihtiyaç duyduğu açıktır. Bu süreçse, aileden başlayarak toplumların bütün katmanlarını ilgilendirmektedir.
Ayrıca göz ardı edilmemelidir ki teknolojik gelişmeler bir dönem, istihdam yaratırken şimdi işsizlik yaratmaktadır. Şüphesiz ki teknolojik gelişmeler; özellikle hizmet sektörlerinde yeni iş alanları açarken, klâsik meslekleri
de ortadan kaldırmaktadır. İşsizlikteki sorun; “mesleksizliktir.” Teknolojiyi; meslek kazandırmak için bir araç
olarak kullanmak önemlidir. Bilgi ve Teknolojiye erişim ve kullanım açısından avantajlı olmakla birlikte madde
bağımlılığı, bireyselleşme (bencillik) ve yalnızlık gibi olgulara maruz kalmaktadır.
Unutulmamalıdır ki insanı insan yapan temel değer anlamadır. % 100 benzerlik ve farklılık anlamayı imkânsız
kılar. O halde farklılık ve benzerlikler ölçülü olmalıdır, aşırı olması durumunda kutuplaşmayı ve sonucunda ise
çatışmayı doğurur. Günümüz topluluklarının en önemli problemi kültür yozlaşmasıdır. Yüzyıllardır, özellikle son
200 yıldır toplulukların kendi değerlerinin toplumlarına aktarılmasında ve dolayısıyla da farklı toplulukların birbirlerine bakışlarında sorunlar ortaya çıkmıştır.
Medeniyetler ittifakından amaçlanan farklı kültürler arasında bilgi, kültür ve tecrübe alışverişi yapılmasıdır. Hedeflenen farklı yaşama şartlarında yer alan, farklı özgürlükleri olan, farklı cinsiyette insanın hem ulusal hem de
uluslar arası düzeyde farkındalıklarını sağlamak, birbirlerini anlamaya çalışırken aynı zamanda kültürel alışveriş
yapabilmelerini, dünyanın ortak meselelerine beraber çözüm arayabilmelerini temin etmektir. Küreselleşen
dünya düzeni içerisinde medeniyetler ittifakınca hedefin, kültürlerin birbiri üzerine baskın hale getirilmesi değil,
farklı düşüncelerin sentezi ile verimli neticeler elde edilmesi olmalıdır. Medeniyetler ittifakı konusu ele alınırken
bu konularda ülkelerin gençleri arasında siber ortamda yapılacak çalışmaların ve sonucunda kurulacak ilişkile-
– 49 –
Dr. Metin ERİŞ
rin hem daha hızlı hem de daha doğru bir mecrada gelişmesine ve dünya barışına katkıda bulunmasına destek
olacağı açıktır. Bu özendirici çalışmalarla ülkeler arasında teşvik edilmelidir.
Meselâ, Birleşmiş Milletler, online gençliğin kültürel etkileşimi, bilgi paylaşımı için bir web sitesi oluşturmuştur.
Böylece dünya online gençliği arasında aktif katılım ve paylaşımı sağlamak, ortak datanın birleşmesini temin
etmek ve eylem odaklı çalışmaların oluşturulup şekillendirileceği bir ortam sağlamıştır. Bu ortam, medeniyetler
ihtilâfı tezinin medeniyetler ittifakına dönüştürülebilmesi için önemlidir. Bu uygulamaya bağlı olarak ders program ve kitaplarının genelleştirerek ama karşılıklılık esası dikkate alınarak “vatandaşlık ve barış eğitimine” uygun
olarak yeniden şekillendirilmesi; küresel ve kültürlerarası eğitime destek verilmesi; özellikle farklı kültürlere yönelik ve sürekli düşmanlığı besleyen unsurların ayıklanması temel hedefler arasında olmalıdır…
Kültürlerarası bağları güçlendirmek, kültürleri bağımsızlaştırarak temassız alanlar yaratmaktan değil, birlikte
yaşama idealini gerçekleştirmekten geçer. Bu bağları güçlendirmek, bir arada yaşama kültürünü geliştirmek,
medeniyetler ittifakı veya kültürler arası ittifaka doğru somut adımlar atmakla olur. Ki bütün bu iyi niyetli düşünceler Hâkim Devlet veya Hâkim Güçlerle, aynı şekilde hâkimiyet ihtirasını sürdüren devlet ve topluluklarla
nasıl gerçekleşecektir? Asıl üzerinde durulması gereken nokta budur! Ayrıca gözlenen ve ısrarla sürdürülen
dünün geçmiş tarihi olaylarıyla bugün arasında devamlı illiyet bağı kurdurularak bugünün nesillere huzur ve
rahatlık verilmek istenmediğidir. Daha da acısı birileri belli bir sömürü sisteminin sağladığı imkânları, söylemde
tabir caizse “mangalda kül bırakmadan” ifadelendirirken, varsayımlarından yola çıkarak kendileri için tabii kabul
ettikleri hakları(!) başkaları için çıkarcı bir üslupla istismar aracı olarak kullanmakta beis görmedikleri bir dünya
düzeninde, “Medeniyetler İttifakında Birlikte Bilgece ve Hikmetle” nasıl yaşanacaktır? Doğrusu bilgelerden
başlayarak devlet adamlığına soyunanların ve de topluma yön veren aydınların bir kere daha, bir kere daha
üzerinde durarak, önce kendilerinde başlayarak düzelterek şekillendirecek sorun budur! Aksi takdirde ancak
bu güzel ifadeler birilerinin istismar aracı olmağa devam ederken tatbik kabiliyetini ancak insan-i kâmil sıfatına
erişmiş bilgelerin düşünce sınırları içinde var olacaktır… Çözüm yolu yüzyılların ötesinde örneklerinin olduğu
ülke yöneticilerinin kendi topluluklarından başlayarak farklılıklara saygı duymakla kalmayarak adil olmaları ve de
başka ülkelerle aynı değer hükümleri içersinde bağ kurmalarından geçer..
Yazımı Yusuf Has Hâcib’in “Kutadgu Bilig”in den bir son sözle bitirmek isterim: “İnsan gönlünü çıkarıp, avucuna koyarak, başkaları önünde, mahcup olmadan dolaşabilmelidir.” Dikkat ediniz aklını demiyor Bilgemiz “gönlünü” diyor. Kısaca bu hikmetli söz fert fert bütün insanlar için olduğu kadar devletleri yönetenler ve dolayısıyla
devletlerarasındaki ilişkiler için de geçerli olmalı değil midir?
– 50 –
Prof. Dr. Özer ERTUNA
Okan Üniversitesi
İşsizlik Sorunu ve Nedenleri
Ekonomik hayatta işsizlik, dünün ve bugünün sadece Türkiye’nin değil dünyanın da çok önemli bir sorunu
olmuştur. Gelecekte ise bu sorun sadece önemli olarak kalmayacak, ekonomik hayatımızın kaderini saptayan
bir sorun olacaktır. Bu niteliği ile de işsizlik sorunu muhakkak çözüm bulunması gereken bir sorundur. Bir kişinin işsiz kalması, yaşam boyu karşılaşabileceği en önemli sorunlardan biridir. Bu sorun sadece kişinin gelirden
mahrum kalması sorunu değil aynı anda saygınlığının azalması, kendine güvenini kaybetmesi gibi psikolojik
boyutları olan çok ciddi bir sorundur. Bu nedenle, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 23. maddesinin
birinci fıkrası, “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten
korunmaya hakkı vardır.” demektedir. Çalışma ve işsizlikten korunma hakkı, günümüzde sıkça söz edilen
demokratik haklar kadar, hatta onlardan da önemlidir. Oysa bugünün yönetimleri çalışma imkânlarının sağlanmasına ve işsizlikle mücadeleye gereken önemi vermemektedir. 2008 yılında dünya üzerinde çalışabilir nüfusun yüzde 7, 2’si işsizdir. 2009 yılında dünya üzerinde kimi ülkelerde görülen kriz nedeniyle dünya üzerinde
işsizlik oranı yüzde 1, 5 artarak yüzde 8, 7’ye yükselmiştir. Yani, dünya üzerinde 3 milyar 179 milyon kişi olan
çalışabilir nüfustan, yaklaşık 277 milyon kişi işsizdir. 2009 yılında dünya üzerinde işsizlikteki artış 48 milyon kişi
dolaylarındadır. Kimileri bu artışı 2009 yılında dünya üzerinde yaşanan krize dayandırmaktadır.
İşsizlik Sorununun Krizle İlişkisi: Bilindiği gibi 2008 yılında ABD’de konut finansmanına bağlı olarak bir
kriz patlak vermiştir. Yaşanan bu kriz, iddia edildiği kadar küresel bir kriz değildir. Kriz ABD merkezli ve çeşitli
nedenlerden kimi ülkeleri etkisi altına almış bir krizdir. ABD ekonomisi, krizin patlak verdiği 2008 yılında binde 4 büyüme elde etmiş (yani duraklamış), 2009 yılında ise yüzde 2, 4 gelir kaybına uğramıştır. 2008 yılında
ABD’de yüzde 5, 8 düzeyinde olan işsizlik de yüzde 9, 3’e yükselmiştir. Öbür yandan, krizden dolaylı etkilenen Almanya’nın 2008 yılında, milli geliri yüzde 1, 3 büyümüş, 2009 yılında ise yüzde 5 azalmıştır. İşsizlik,
Almanya’da ABD’deki kadar artmamış, 2008 yılındaki yüzde 7, 8 olan düzeyinden, 2009 yılında yüzde 8, 2’ye
yükselmiştir. Almanya’nın gelir kaybı daha yüksek, işsizlikteki artışı daha düşüktür. Öbür yandan, krizde gelir
kaybına uğramamış olan Çin’in milli geliri, 2008 yılında yüzde 8, 7 ve 2009 yılında ise yüzde 9 oranında artmıştır. Oysa Çin’de işsizlik 2008 yalında Yüzde 4, 2 iken, 2009 yılında 4, 3’e yükselmiştir. Bu karşılaştırmaların da
gösterdiği gibi, işsizlik, sadece krize değil, daha temel nedenlere dayanan bir olgudur.
İşsizlikteki artışla, yaşanan kriz arasında bağlantı kurulmasının temel nedeni, şirketlerin toplu işten çıkarmalarındaki gözlemlenen artıştır. 2009 yılında pek çok ülkede toplu işten çıkartmalar yaşanmıştır. Örneğin ABD’de
2009 yılının Mayıs ayında 2 bin 794 işten çıkarma olayında toplam 306 bin 788 kişi işten çıkarılmıştır. Bu sayılar
– 51 –
Prof. Dr. Özer ERTUNA
Okan Üniversitesi
daha önceki yılların sayılarının neredeyse iki katıdır. Ama son aylarda çok ilginç bir durum yaşanmaktadır. Wall
Street Journal’ın haberine göre, her ne kadar işten çıkarmalar 2010 yılının ikinci çeyreğinde hız kesmiş olsalar
da, geçmiş senelerin üzerinde seyretmekte, buna ve düşen satış gelirlerine rağmen şirket kârları ve yöneticilere
ödenen ücretler artmaktadır. 2010 yılının ikinci çeyreğinde Amerikan Şirketlerinin kârları 1 trilyon 208 milyar
dolar olarak gerçekleşmiştir. Elde edilen kârlar, birinci çeyreğin kârlarından yüzde 3, 9 daha fazla, geçen senenin aynı dönemindeki kârlarından yüzde 26.5 daha fazladır.1 Wall Street Journal’ın değerlendirmesine göre,
kârlardaki bu artış, toplu işçi çıkarmaları ile gerçekleşmektedir. Toplu işçi çıkarmaları da sadece günümüze ait
bir olay değildir. 1994 yılında Amerikan şirketlerinin kârı yüzde 11 artmış, bu artış, yeniden yapılandırma çabalarına 10 milyar dolar harcama sonucu 516 bin 69 kişiyi işten çıkararak elde edilmiştir.2
İşsizlik ve Toplu İşten Çıkarmaların Temel Nedeni: İşsizlik ve toplu işten çıkarmaların temel nedeni üretim
sistemlerimizin kâr odaklı olması ve işçinin bir gider unsuru kabul edilmesidir. Bu haliyle işçi, ekmeğini kazanmak için çalışırken, yetenekleri her gün artan makine, bilgisayar ve robotlarla rekabet etmek zorundadır. Bir iş,
makine, bilgisayar ve robotla daha ucuza yapıldığı takdirde, makine, bilgisayar ve robotlara gerekli yatırımlar
yapılarak işçiler işten çıkarılmaktadır. Giderek makineler daha yetenekli, bilgisayarlar daha hızlı ve robotlar daha
akıllı hale gelmektedir. Oysa insana yapılan yatırımların niceliği ve niteliği insan unsurunun rekabet gücünü koruyamamaktadır. Bu nedenlerden “yeniden yapılandırma” (re-engineering), “yeniden şekillendirme” (re-tooling)
ve “küçülme” (downsizing) adları altında şirketler toplu işten çıkarmalar uygulamakta ve kârlarını arttırmaktadır.
Ancak bu durum gene sistemimizde “kral” kabul edilen müşterileri gelirlerinden mahrum bırakmakta ve şirket
gelirini, kısır bir döngü yaratabilecek şekilde azaltabilmektedir. Bu durum sürdürülebilir bir durum değildir. Çözüm önerileri ise bu kısa çalışma kapsamına sığmayacak kadar uzun tartışmalar gerektirmektedir.
Türkiye’de İşsizlik: Türkiye’de işsizlik sorunu diğer ülkelerde görünenden daha da ciddidir. Türkiye’de milli
gelir 2008 yılında yüzde 0, 9 dolaylarında artmış, 2009 yılında ise Türkiye yüzde 6 gelir kaybına uğramıştır.
Türkiye, çalışanına istihdam yaratabilme bakımından dünya sıralamasında 145. ülkedir. Yani 144 ülkede işsizlik
daha düşük düzeylerdedir. 2000 yılında Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 6, 5, yani 1 milyon 497 bin kişi iken,
2009 yılında yüzde 14 düzeylerine, 3 milyon 471 bin kişiye ulaşmıştır. Türkiye’de durumun bu denli vahim
olmasının bir nedeni de TL’nin aşırı değerli olmasıdır. TL aşırı değerli olduğunda Türk işçisi daha pahalı hale
gelmekte ve bir taraftan makine, bilgisayar ve robotla rekabet ederken bir taraftan da yabancı ülke işçileri
karşısında rekabet gücünü kaybetmektedir. Türkiye’de uygulanan yanlış politikalar nedeniyle küresel sorunlar
Türkiye’ye daha da büyüyerek yansımaktadır.
1 http://jdeanicite.typepad.com/i_cite/2010/10/us-corporate-profits-soar-on-layoffs-wage-cuts.html
2
John Micklathwait & Adrian Wooldridge, The Witch Doctors, Mandarin, United Kingdom, 1997. s.34.
– 52 –
A. Nihat GÖKYİĞİT
Yönetim Kurulu Başkanı, Tekfen Holding
DOğaya duyarlılık
Dünyamızda bölgesel çatışmalar devam etse de, çok korkulan 3.Dünya Harbinin önlenebileceği anlaşılıyor,
ancak ne yazık ki yer küremiz çok daha tehlikeli bir çatışma ile karşı karşıya:
İnsanoğlu ile doğa arasında çatışma
Bu yüzden
Biyolojik çeşitliliğin kaybı ve ekosistemin bozulması
Ormansızlaşma ve çölleşme
İklim değişikliği ve doğal afetlerde artış
Su sancısı ve gıda güvenliğinde telaş
gibi daha tehlikeli ve korkunç sorunlar ile karşı karşıyayız.
Dünya büyük bir telaş ve endişe içerisinde çünkü, son asrın 2. yarısında başta toprak, su, hava, yeşil örtü ve
biyolojik çeşitlilik olmak üzere doğal varlık ve kaynaklardaki tükeniş hızlanmış bulunuyor. Bu dönemde doğal
kaynaklar, oluşmaları ve artımlarından daha hızlı yok edilmeye, kirletilmeye ve tüketilmeye yani sermayeden
kaybedilmeye başlanarak iflas yolu açılmıştır. Her biri diğerine muhtaç olan ve aralarında akıl almaz etkileşim
bulunan doğal varlıklar ve biyolojik çeşitlilikteki bu tükeniş, eko sistemin bozulmasına ve krizine yol açmaktadır.
Doğal kaynaklardaki bu tükenişin ana sebeplerine gelince:
- Doğaya dost olmayan üretim ve hizmet
- Çılgın tüketim ve korkunç israf
- İnanılmaz nüfus artışı ( son elli yılda 3 kat)
Gelişmiş ülkeler, nüfusu az gelişmiş olan ülkelere diyor ki: “ Dünya bu nüfusu kaldıramaz, önlenmesi şart.” Ve
şu cevabı alıyorlar: “ Sizde doğan bebekler, bizde doğanların 30 katını tüketmek üzere dünyaya geliyor, siz de
bu israfı önleyin. Yer küremiz bu aşırı tüketim ve korkunç israfı çekemez”
Bu tükenişin bariz işaretlerini son asrın 2. yarısında yaşamaya başladık:
– 53 –
A. Nihat GÖKYİĞİT
Yönetim Kurulu Başkanı, Tekfen Holding
Tarım arazilerinin üçte biri, meraların yarısı artık verimsiz ve çölleşmekte.
Açlık, yoksulluk, su sancısı ve göçler korkunç seviyelere ulaştı. Dünyamızda 1 milyar insanın yatağına aç gittiğini ve 6 saniyede bir çocuğun açlıktan öldüğünü göz ardı edemeyiz. Hele 1 milyardan fazla insanın da aşırı
tüketim ve oburluktan doğan hastalıklarını önleme ve zayıflama gayretleri için, açlık çeken insanların doyurulmasından daha fazla masraf yaptıklarını hiç göz ardı edemeyiz. Açlığın yaratacağı toplumsal krizleri, bu çaresizleri doyurmaktan başka hiçbir tedbir önleyemez.
Su sancısı da bir realite: Bazı göller ve sulak alanlar kuruyor, bazı nehirler denize ulaşamıyor ve yeraltı su seviyeleri alçalmaya devam ediyor. İnsanoğlu suyun hep bol, bitmeyecek zarar görmeyecek bir kaynak olduğunu
zehabına kapılmıştır.
O kadar ki: “sudan ucuz, sudan sebeple kavga ettiler, akan su kir tutmaz, havadan sudan konuştular” diyecek
kadar suyun önemsizliğine mevzu yapmışız.
Halbuki bütün canlılar ve ekosistem için hayati önem taşıyan suyun yanlış ve aşırı kullanımı ile doğaya ve bütün
canlılara büyük zarar vermekteyiz. Su kaynaklarının dörtte birinin tüketildiğini veya geri kazanılmayacak kadar
kirletildiğini; 1.2 milyar insanın sağlıklı içme suyundan mahrum olduğunu unutamayız.
Bu tükenişten orman ve bütün yeşil örtü de nasibini alıyor. Her yıl Portekiz alanı kadar orman, yeryüzünü terk
ediyor. Tropik ormanların artık üçte biri yok. Orman yangınlarında hızlı bir artış var. Başta dünyamızın başına
büyük dert olan karbon-dioksiti yutmak olmak üzere, odun değerinin iki bin katı fonksiyonel değerler yaratan
ve biyolojik çeşitliliği barındıran orman varlığının tahribi devam ediyor.
İklim değişikliği de artık bir senaryo değil realite oldu. Yeşil örtünün 4 kat artan karbondioksit salınımı yutamayacak kadar azalması, ekosistem üzerinde giderek artan baskı yaratmaktadır. Reasürans şirketlerinin kayıtlarına göre geçen asrın ikinci yarısında eko sistemin bozulması ve iklim değişikliği yüzünden doğal afetlerin
sayısında 4 kat, şiddetinde 15 kat artış oldu. ABD ‘de bir Katrina Kasırgası, Pakistan’da bir sel felaketi 200
milyar dolarlara varan zararlar yaratır oldu.
Biyolojik çeşitlilikteki tahribin en bariz işareti, her gün bilinen-bilinmeyen 100 kadar türün yer küremizi terk
etmesidir. Radikal tedbir alınamaz ise bu asır içerisinde türlerin yarısının kaybolabileceği biyologların genel
kanaati olmuştur. Yalnız ülkemizde 3008 adet bitki türü çeşitli derecelerde yok olma tehdidi altında bulunuyor.
Eko sistemin dayanağı olan, biyolojik çeşitliliğin önemini belirten sadece bir örnek vermek istiyorum. Giderek
– 54 –
A. Nihat GÖKYİĞİT
Yönetim Kurulu Başkanı, Tekfen Holding
tahribe uğrayan mercan adalarında yaşayan, bir tür konik salyangozun avı ve düşmanında, gönderdiği iğne
gibi bir zıpkınla anestezi yaptığı gözlenmişti. Salyangoz hedefe gönderdiği zıpkını çıkardığı enzimler kokteyli ile
muamele ediyordu. Bu enzimlerin insanoğlunda beyne acı ve sızı sinyali gönderen neuronları etkilediği tespit
edildi. Ancak insanlığa bu derece faydalı görülen bir tür salyangoz yok olma durumunda.
Son asrın ikinci yarısında ekonomi yedi kat büyüdü, ancak bir taraftan doğa tahrip edilirken, zenginle fakir arasındaki uçurum daha da derinleşti, yani yoksulluğa çare olmadı. Ekonominin yer küremiz ve insanlığa hizmet
etmesi ve muhtaç olduğu doğal kaynakları koruyabilmesi için, çevre ve yoksulluk göz ardı edilmemeli ve doğaya dost üretim esas alınmalıdır. Sürdürülebilir kalkınma ve eko-ekonomi konsepti hakim olmalıdır. Vergiler,
teşvikler ve fiyatlar da dahil bütün ekonomik enstrümanlar çevre dostu bir küresel ekonomi için yeniden yapılanmalı; maliyetler, yaratılan sosyal zararları içermelidir. Çevre duayeni Lester Brown’un dediği gibi: “ Bugün
ekolojinin ekonomi etrafında döndüğü sanıldığı gibi, 16.asırdan evvel de güneşin dünya etrafında döndüğü
sanılıyordu.”
Tarafımdan harekete geçirilen sosyal ve çevre sorumluluğa hizmet eden, doğaya dost üretimlerden bazı örnekler:
Ana arı üretimi, organik bal üretimi, eko-turları çeşitlendirme ve endüstriyel orman plantasyonu (ağaç tarımı)
gerçekleştirildi. Sakız ağacı geliştirme, mantar meşesi plantasyonu, doğal ipek üretimini geliştirme, çay yerine
süs bitkileri, kuraklığa dayanıklı bitkiler, yenilebilir yabani otlar projeleri üzerinde çalışılmakta.
Gerçekleşen projelerden ikisini biraz açabiliriz:
Ana arı üretimi olan ilk projemizde nesli kaybolduğu sanılan verimli bir arı ırkı, izole bir bölgede keşfedilerek, ana
arı üretildi. Projede arıcılık eğitimi ve desteği verilerek üretilen bu çok verimli ana arılar ile ülke çapında arıcılığa
hizmet edilmekte. Ayrıca eşsiz biyolojik zenginliğe haiz bu belde de doğayı korumayı teşvik eden bir gelirle
kırsal kalkınma örneği uygulanmış oldu.
Doğaya dost üretime örnek ikinci proje de, eko sistem için elzem olan doğal ormanlar üzerindeki baskıyı azaltırken artmaya devam eden karbon emisyonu yutabilme hedef alınmıştı: Hızlı yetişen ağaç türleri ile endüstriyel
orman plantasyonu (ağaç tarımı). Bu uygulama fidanların 18-20 yaşında büyümeleri yavaşlayıp ekonomik
değeri ve karbondioksit yutma kapasitesi azalınca, kesilerek yerine yenilerin dikilmesi projesidir. 4 yıl evvel
başlayan ve yılda 300.000 fidan dikme kapasitesine ulaşan proje ile bir milyon ağaç rotasyona hazır hale ge-
– 55 –
A. Nihat GÖKYİĞİT
Yönetim Kurulu Başkanı, Tekfen Holding
tirildi. Bu uygulama sadece ekonomik açıdan faydalı değil aynı zamanda CO2 yutarak iklim değişikliğine çare
olmaktadır.
Doğaya dost olabilmek için tüketici, yeni bir yaşam tarzını benimseme durumundadır. Bu yaşam tarzında çılgın tüketim ve israfa yer yok. Kullan-at kültürü yerine, geri kazanma, yeniden kullanma anlayışı şart olmuştur.
Tüketiciler aldığı malın nasıl üretildiğini ve onu kullanır veya tüketirken doğaya ne derece zarar verdikleri hususunda kendilerini sorgulamaya ve bilinçlenmeye başladılar. Üreticiler ise doğaya dost üretimle sürdürülebilir
kalkınmaya hizmet ettiklerinden emin olmaları ve tüketicilerin giderek doğaya dost olmayan ürünlere karşı
bilinçlendiğini artık göz ardı edemezler. Örneğin bugün gelişmiş ülkelerde, ahşap eşya alırken üzerinde sürdürülebilir orman işletmesinden alındığını veya bir yapı alırken çevreye dost yeşil bina alma derecesini gösterir
sertifika arar olmaya başladılar.
İnsanoğlu eski çağlarda yer küremizde meydana gelen şiddetli değişimlerden sorumlu değildi. Bunlar daha
çok meteorolojik çarpışmalar ve arz kabuğundaki jeolojik hadiselerin yarattığı felaketlerin neticesi idi. Ancak
süregelen tükeniş önlenemez ise, dünyamız muhtemelen korkunç yeni bir çağ’a doğru yol alacaktır. İklim
kıyameti de denilen bu çağ insanoğlu yüzünden oluşacaktır. Lester Brown’a göre bu tükenişi önlemek için
gereken çevre devriminin, tarım ve endüstri devrimlerinde olduğu gibi birkaç asırda değil, birkaç on yılda gerçekleştirilmesi zorunludur.
Doğa ve insanoğlu arasındaki çatışmanın galibi hiç şüphesiz doğa olacaktır. Yerküremizin bizden evvelki yaşamları, örneğin, dinozorları oburlukları yüzünden ve muhteşem Sümer medeniyetini toprak ve suyu yanlış
kullanmaya başladıkları için yok olmaya mahkum etmişti. Doğa, ekosisteme çok zarar veren insan nesli dahil
bazı canlıları, yok olmaya mahkum edebilir.
Yer küremizin ve üzerinde yaşayan bütün canlıların korunmasına ve daha adil ve krizlere maruz kalmayan bir
dünyaya hizmet edebilmek için barışseverler, insanlar ve uluslar arası ilişkilerden daha önemli olan, insanoğlu
ile doğa arasındaki barışa hizmet gayreti içerisinde olmalıdırlar.
Doğa ile çatışma yerine dost olmanın herkese nasip olmasını dilerim.
– 56 –
Agâh Oktay GÜNER
Kültür Eski Bakanı
Medeniyetler İttifakı ve Hikmetle Yaşayış
Medeniyet; bir millet ve toplumun maddi, manevi varlığına ait üstün niteliklerden, değerlerden, fikir ve sanat
hayatındaki çalışmalardan ilim, teknik, sanayi, ticaret sahalarındaki nimetlerden faydalanarak ulaşılan bolluk,
rahatlık ve güvenlik içindeki hayat tarzı, yaşama biçimi, medenilik, uygarlıktır.
Medeniyetin sağladığı imkânlardan yararlanan, medeniyetle ilgili uygar insanlara medeni diyoruz. Bir başka
ifade ile şehre ait, şehir halkından olan, şehirde yaşayan şehirli kimseye de yine medeni denilir. Görgülü, kibar,
nazik kimseleri de medeni sıfatıyla anlatırız. Böylece medeniyet, belli bir değerler sistemi içinde yaşanan bütünlük olmaktadır.
Medeniyetler duygularıyla, düşünceleriyle, davranışlarıyla, yönelişleriyle; kabûlleri, zevkleri, telakkileri, güzellik
anlayışları, kurumları, özetle değerleri ve bu değerler etrafında birleşmiş insanlarıyla bir sosyal gerçektir.
Her medeniyet kendine göredir ve ancak kendisidir. Doğu Medeniyeti’nin özü İslam, Batı Medeniyeti’ninki
Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık insanın dünyaya günahkâr geldiğine inanır ve kurban kesmeyen bir medeniyettir.
İslam; insanın dünyaya aydınlık, tertemiz geldiğini söyler ve kurban kesen bir medeniyettir. Hıristiyan dünyası
araba yarışları, gladyatörler, kazığa oturtmalar, içine cin girmiş, şeytan girmiş diye akıl hastalarını, bazı kadınları
diri diri yakmalar akıl almaz bir kan zevkinin ifadesidir. İslam ise; bunların hiç birisine cevaz vermemiştir. Kendisine zarar verilen kimse Hıristiyan veya dinsiz bile olsa, zarar veren Müslüman, kısas hükmüne göre karşılığını
görür.
İslam Medeniyeti, vakıf müessesiyle insana hizmete bütün canlıları ve cansızları da katmıştır. İslam tevhid
dinidir, vahdet dinidir, birlik dinidir. Asla ayrım yapmadan insanlığı bir ve bütün kabûl eder. Nitekim İslam’da
sosyal tabakalaşma, sınıf kavgaları olmamış, Müslüman memleketlerdeki köleler Hıristiyan âlemindeki kölelerden daha refahlı ve güvenli yaşama şartları içerisinde olmuştur. İslam âlemi, Hıristiyan dünyasına dini seferler
düzenlememiş, aksine asırlarca Hıristiyan dünyasının tertiplediği Haçlı Seferlerine muhatap olmuştur.
Dünyanın daha huzurlu olması, çevrenin ve tabiatın en iyi şekilde korunması, dünya üzerindeki çeşitli medeniyetlere mensup insanların birbirlerine saygı ve sevgi göstermesiyle mümkündür. Unutmayalım ki, insanlığa ki-
– 57 –
Agâh Oktay GÜNER
Kültür Eski Bakanı
tap getiren peygamberler, aynı Allah’tan vahiyi almışlardır. Dünya sevgi, saygı karşısındaki düşünme eksenine
girdikçe çok daha güzel olacaktır.
Uygulamanın ise böyle olmaması, bugünün sorunlarını doğurmaktadır. İslam inanışında Allah’ın birliği, tekliği,
vahdet, tevhid anlayışını ve âleme küllî bakışı doğurmuştur. Böylece, İslam Medeniyeti’nde onlar ve biz olmamış diye ötekileştirme, daima tek tanrılı dinlere itibar ve bir arada yaşayabilme fikri hâkim olmuştur. Uzun
uğraşlardan sonra Osmanlı’nın gerçekleştirdiği Balkan Medeniyeti bunun en güzel örneğidir. Bu medeniyetin
temelinde muhteşem tevhid idrakimiz vardır. 1300’ların sonlarındaydı, Osmanlı fütuhatı Balkanlarda ilerlerken
Sultan Murad’a sordular: “Bütün Balkanları fethederseniz ne yaparsınız?” “Bir cami yıkılırsa yerine yeni bir cami,
bir kilise yıkılırsa yerine bir kilise inşa ederim.” Aynı soru Sırp Kralı Lassal’a soruldu. Lassal: “Balkanları alırsam
tek cami ve mescit bırakmam,” dedi. Nitekim, 1913’te Balkan mağlubiyetinden sonra bu denilen felâketi sade
Müslümanlar değil, o muhteşem birarada yaşayabilme medeniyeti de yaşadı.
Tarihin geçmiş asırlarına girersek, Hıristiyan âleminin bünyesindeki mezhep çatışmalarının ne kadar acı kayıplara sebep olduğunu görürüz. Hıristiyan Batı, sömürgecilik evresine geldiği zaman, çok merhametsiz ve zalimdi.
Askerlerin elinde silâh, Papazların elinde İncil, sermaye sınıfının elinde ise sadece sömürü vardı. Amerika’ya
pamuk işçisi olarak götürülen Afrikalı siyahların beşinden dördü ölüyor, birisi Amerika’ya ulaşıyordu. Günah
kefareti öder gibi, Amerikalılar günümüzde vaktiyle siyahların çektiğini, Kızılderilileri nasıl yok ettiklerini anlatan
filmler çeviriyor.
İnsanoğlu, kapitalizmin elinden çektiği çileyi, bir o kadar da Marksist sistemden çekti. Her iki sistemde de
“insan” merkezde değildi. Kapitalizmin “tükettiği ölçüde değer verilen insan”ı, komünizmde yer değiştirmiş ve
“üretebildiği ölçüde kıymet sahibi insan” olmuştu. İslam’da ise, insan yaratılmışların en üstünüydü ve insana
saygı sistemin özüydü. Akarsu kenarında bile abdest alırken suyu israf etmemek ilahî emirdi, insanların geleceğine saygı demekti. Bugün insanlığı boğan çevre felâketlerinin sebebi hemen her konuda israf değil midir?
İslam, bütün insanları aynı vücudun parçaları kabûl ediyordu. Yüce Peygamberin âleme bakışı ayrım yapmama esasına dayanıyordu. Çünkü Peygamber Kur’an-ı Kerim’in yaşayan tefsiriydi.
İslam, ırkçılığı kesinlikle reddetmiştir. Kur’an-ı Kerim’in açık ayetleri, Peygamberin Veda Hutbesi bu konuda
çok açıktır. Kur’an-ı Kerim’in Hucurat Suresi (49.sure) 13. ayetinde “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle
– 58 –
Agâh Oktay GÜNER
Kültür Eski Bakanı
bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında
en değerli olanınız, O’ndan en çok ürpereninizdir. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”
Ancak, bizler, müsbet olanı merkeze almakla insanlığa hizmet edebiliriz. Dini düşüncenin idrak ile gelişmesi,
inananı hikmet ehli yapar. Ancak bu sayede insan Rabbini bilir ve kendini bilir. Hikmete erme yolunda İslam Sufizmi, ehli tasavvuf, çok büyük ufuklara ulaşmıştır. Ahmet Eflâkî, “Ariflerin Menkıbeleri” adlı eserinde günümüze
derman olacak pek çok davranış örneği veriyor. Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sinde bu konuda insanı çok düşündüren bölümler vardır. Bu cevherlerin başında da “saygı” gelir. Bugün sadece bunun üzerinde duracağım:
“Nakledilir: Bir gün Mevlânâ hazretleri bir toplantıda mânâlar ve gerçekler saçıyordu. Birdenbire içeri saygın bir
genç girdi ve bir ihtiyarın üst tarafına oturdu. Bir süre sonra Mevlânâ şunları anlattı:
“Geçmiş zamanda Tanrı’nın emri şöyleydi: İhtiyarların üst tarafına oturan her genç derhal yerin dibine giderdi.
O milletin kısası öyleydi. Şimdi bu devirde yeni yetişen gençler hiç korkmadan ve çekinmeden yolda bulunan ihtiyarları tekmeliyor ve akıbetlerinin kötüleşeceğini, içlerinin şekilden şekle gireceğini bile düşünmüyorlar. Tanrı’nın yenilmez aslanı Ali bin Ebû Tâlib (Allah onun yüzünü kerim kılsın) sabah namazını kılmak üzere
Peygamber’in mescidine gidiyordu. Yolun ortasında ihtiyar bir Yahudi’nin önünde gittiğini gördü. Müminlerin
emiri civanmertliği, insanlığı ve ahlâkının iyiliği nedeniyle o ihtiyara saygı gösterdi. İleri geçmeyip yavaş yavaş
onun arkasından yürüdü. Peygamber’in mescidine ulaştığında Mustafa hazretleri (Tanrı’nın selâmı üzerine olsun) birinci rekâtın rükûuna varmıştı.
“Yüce Tanrı’nın emriyle derhal Cebrail geldi ve Ali’yi Murtazâ’nın (Hz. Ali) sabah namazının birinci rekâtını kılmak
sevabından yoksun kalmaması için elini Peygamber’in mübârek sırtına koydu. Çünkü ilk rekât namaz yüzyıllık
ibadetten daha makbûldür. Hz. Peygamber “İlk rekât namaz, dünya ve dünya içinde bulunan her şeyden daha
iyidir,” diye buyurmuştu. Mustafa hazretleri (Tanrı’nın salat ve selâmı üzerine olsun) namazı, virdleri ve duayı
bitirdikten sonra Cebrâil-i Emîn’e “Bugün gerçekleşen bu hâlin sırrı neydi?” diye sordu. “Ali mescide gelirken
ihtiyar bir Yahudi’ye rastladı. Onu yüceltip ağırladı. Ondan ileri adım atmadı. Her türlü eksikten arı, duru olan
Yüce Tanrı, Ali-yi Mekkî’nin (Hz. Ali) sabah namazı sevabından yoksun kalmasını uygun görmedi de böyle bir
iyilikte bulundu,” dedi Cebrâil.
Şimdi Ali’yi Murtazâ gibi bir adam, bir ihtiyara saygı gösterdiği için bunun karşılığında Tanrı’dan böyle bir lütuf ve
iyiliğe ulaşırsa, Tanrı yolunda kocalmış, İslâm dininde sakalını ağartmış o mânâ kocalmışlarının sohbetine ulaşıp
– 59 –
Agâh Oktay GÜNER
Kültür Eski Bakanı
Tanrı’nın makbûl kulları arasına geçmiş âşık ve sadık bir ihtiyara saygı gösterip onu ağırlayan kişiye Tanrı’nın
ne lütuflarda bulunacağını var kıyas edin. Gerçekte Kuran’da buyrulduğu gibi “İzzet Tanrı’nın, peygamberlerin
ve bütün müminlerindir” (Münâfikun, 63:8). Eğer sen daima talihinin genç kalmasını istersen ruhanî bir ihtiyarın
eteğine yapış. Çünkü, böyle bir doğru ihtiyarın yardımı olmadan hiçbir genç ihtiyarlamadı ve ruhan ihtiyarların
yardımlarına ulaşmadı.
Piri seç (bir pire mürid ol); çünkü pirsiz
bu sefer çok âfet, korku ve tehlikeyle doludur.
Bu genç olan bahtıma pir adını vermişim. Çünkü o,
günlerin gelip geçmesiyle değil, Tanrı tarafından pir olmuştur.
(Mesnevî, C. I, s. 181/2943)”
– 60 –
Prof. Dr. Seyfettin GÜRSEL
Türkiye işgücü piyasasında temel eğilimler ve krizin etkileri
Temel eğilimler
Ekonomik durgunluk Türkiye ekonomisinde kendini 2008 2. çeyreğinde hissettirmeye başladı ve 2008 4. çeyrekten itibaren ekonomi hızlı bir daralma sürecine girdi. Kriz öncesinde nispeten yüksek büyüme sayesinde
gerek toplamda gerek tarım dışında istihdam artışı az da olsa işgücü artışının üzerinde gerçekleşti. Bu sayede
işsiz sayısında 100 kadar bir azalma (yaklaşık 2 milyon 400 binden 2 milyon 300 bine), işsizlik oranında da 1
puan kadar düşüş (yaklaşık yüzde 11’den yüzde 10’a) gerçekleşti.
Türkiye işgücü piyasasında önemli olan tarım dışındaki gelişmelerdir. Tarımda işsiz sayısı aile üretim yapısı nedeniyle tamamen marjinaldir. Bu nedenle işsizlik ve istihdam sorunları büyük ölçüde tarım dışındaki sektörlerin
gelişimine bağlıdır. Veriler tarım dışı işgücü artışının yapısal olarak yüzde 3 civarında seyrettiğini göstermektedir. Bu yüksek artışın ardında 3 etken bulunuyor: Nüfus artışı, tarımdan tarım dışına emek göçü ve kadın katılım
oranında artış.
İşsizliğin azaltılabilmesi için tarım dışı istihdam artışının yüzde 3’ün zerinde olması gerekir. 2008’e kadar bu
başarılmıştır. 2005 (2.Ç)-2008(2.Ç) döneminde tarım dışı istihdam artışı yüzde 3, 5 olmuştur. İstihdam artışı
sadece hizmetlerle sınırlı kalmamış, sanayide de önemli olmuştur.
Krizin şok etkileri
Ekonomik kriz yukarıda özetlenen temel eğilimleri saptıran şoklar yaratmıştır. İşgücü yönünden en önemli şok
kadınların işgücüne katılımlarındaki olağanüstü artıştır. İktisat yazınında “Ek çalışan etkisi olarak bilinen” bu etki
sonucunda ev yaşamından işgücü piyasasına giren kadınların bir bölümü kendi işini yaratırken (kendi hesabına
çalışan sayısında büyük artış) bir bölümü de işsiz sayısını artırmıştır.
İkinci şok istihdam, özellikle de sanayi istihdamı üzerinde olmuştur. Sanayi istihdamı 400 bin kadar istihdam
kaybetmiştir. Bu kayıpların hemen hemen tümü erkek çalışanlardır. Hizmet sektöründe istihdam azalmamış
ama artış yavaşlamıştır. İşgücü artışı yapısal eğiliminin üzerine çıkarken istihdamın düşmesi işsizlikte büyük
sıçramaya neden olmuş, işsiz sayısı 1 milyon 200 kadar artarken, işsizlik oranında da 4 puandan fazla artış
gerçekleşmiştir.
– 61 –
Prof. Dr. Seyfettin GÜRSEL
Üçüncü şok, azalma eğiliminde olan tarım artışının artışa geçmesidir. Bu artış kriz öncesinde başlamış (nedenleri tam olarak bilinmemekte, tarımda gelir artışlarının etkili olduğu tahmin edilmektedir), kriz sırasında hızlanmıştır. Tarım dışı işsizliğin artması ve gelirlerin düşmesi tarım istihdamını artırıcı ek bir etken oluşturmuştur.
Tarım istihdamının artması krizin yarattığı işsizlik şokunu hafifletmiştir.
Canlanma işsizliği azaltıyor
2009’un 2. çeyreğinde başlayan güçlü ekonomik canlanma sanayi ve hizmetlerde yüksek istihdam artışları yaratmıştır. Bu artışlar normal trendine geri dönen işgücü artışının çok üzerinde olduğundan işsiz sayısında 500
bin kadar, işsizlik oranında da 2 puan kadar azalma gerçekleşmiştir. İşsizliğin azalmaya devam edebilmesi için
büyüme oranının hiç olmazsa yüzde 5’in üzerinde seyretmeye devam etmesi gerekiyor.
– 62 –
Prof. Dr. Hüseyin Hatemî
MEDENİYETLER İTTİFAKI
Her şeyden önce “medeniyet” terimi üzerinde ittifak etmemiz, uyuşmamız gerekir ki “medeniyetler”in itti-
fakının mümkün olup olamayacağını da anlayabilelim. Yine “medeniyet”, yeryüzünde evrensel ahlak bilinci ile
başlamıştır. “Güçlü”nün iradesinin “hakk” olduğu anlayışı yerine “hakk”ın güçten bağımsız olduğunu ve gücün
hakkın hizmetine girmesi gerektiğini öğrenmekle başlamıştır. “Sevgi”den doğan adalet bilinci “medeniyet”in
başlangıcıdır. Bu bilincin uygulanmasından sonra insanlar “civitas”, “polis”, “hıtta”, “kent, kand, şehr” gibi adlar
verdikleri çekirdek devletleri kurmuşlar, yerleşik düzende yaşamaya başlamışlardır. Ne var ki bu güzel başlangıçtan hemen sonra, “hakk”ın gücü düzeninin yerine” “güçlünün hakkı” düzenini geçirmek isteyenler, yerleşik
düzende yaşamaya başlayan insanlar üzerinde de “adalet” bilincinin değil, Orman Kanunun’nun hakim olması
için tertiplerine başlamışlar, Sevgi’den doğan eşitlik ilkesi yerine “güçlünün üstünlüğü” ilkesini geçirmek için
insanları sevgi bilincinden uzaklaştırma, Yaratıcı’nın bağışladığı insanlık onuruna “yabancılaştırma” tertiplerini
geliştirmişlerdir. Böylece milli batıl tanrılar, “düşman” insanlar bunların, düşmaların insanlık onuru bulunmadığı,
kanlarının dökülmesi ve mallarının gasbedilmesinin helal oldıuğu anlayışı, mağlupların köleleştirilmesi kuralı
ortaya çıkmıştır. Bugün de devam etmektedir. Oysa geliştirilmiş Orman Kanunu zihniyetinden bir adım ileri
gidememiş olup ötekinin postunu yüzmek ve kellesini salonunun duvarına asmak için can atan kimseler için,
insan avcıları üstün av teknolojisine sahip olsalar dahi, “medeniyet” sayılamazlar. Huntingtonizm’in medeniyet
kavramıyla bağdaşmasına imkan ve ihtimal yoktur. Yazık ki bugün yeryüzünde” Huntingtonizm”, “sevgiden
doğan adalet” bilincinden daha yaygındır ve tekonolojik üstünlük silah gücü üstünlüğü “medeniyet” sayılmaktadır. Böyle olunca da şu acı gerçeği tespit etmek zorundayız: Bugün yeryüzünde “medeniyetler” yoktur ki
“ittifakı” söz konusu olsun! Birbirine rakip ve silah üstünlüğü ile övünen avcı şirketleri vardır. Avcılar arasındaki
geçici çıkar uyuşmaları “Kabil (Kain) ittifakları asla medeniyetler ittifakı sayılmaz. II. Dünya Savaşı’ndan sonra
Avrupa’da bir tabii hukuk (natural law) başlar gibi oldu. Ne var ki bu medeniyet ümidi de II. Dünya Savaşı’ndan
en kazançlı çıkan “avcılar tekeli” tarafından söndürüldü.
Yine şu acı gerçeği belirtmek zorundayız:
Bugün medeniyet düzenleri yoktur ki, medeniyetler arasında ittifak söz konusu olabilsin. İnsan avcısı konsernleri arasındaki uzlaşmalar asla medeniyetler ittifakı sayılamaz. Nitekim “medeniyetler savaşı”na da imkan
yoktur. Savaşan iki düzen varsa bunlardan ya sadece birisi medenidir yahut ikisi de medeni değildir.
Ancak, ümidimizi kesmeyelim. Medeniyet, devletler tarafından temsil edilmese dahi medeniyet ateşi bireylerin
tümünün gönlünde sönmüş değildir. Yakın bir gelecekte Sevgi’nin Adalet’i Arz’da kendisini gösterecektir.
– 63 –
Prof. Dr. Nükhet HOTAR
Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı
İzmir Milletvekili
II. ULUSLARARASI TURYAK ÖRNEK KIDEMLİ VATANDAŞLAR KONGRESİ
“Dünya Krizine Bütünsel ve Sağlıklı Çözümler” İstanbul
SUNUŞ
Dünyanın içinde bulunduğu “Küresel krizin sosyal etkileri”ne çözüm arayışında bulunmak ve geleceğin inşaasını sağlam temellere dayandırmak amacıyla yürütülen bilimsel çalışmalardan olan ve AK Parti Yaşlılar Koordinasyon Merkezimizin de danışma kurulunda yer aldığı ve bu sene ikincisi düzenlenen “Uluslararası Örnek
Kıdemli Vatandaş Kongresi”, yine anlamlı bir konu olan “Dünya Krizine Bütünsel ve Sağlıklı Çözümler”
başlığı ile açılışını yapmıştır.
Dünya’nın içinde bulunduğu kriz küresel bir özellik taşımaktadır. Buna göre çözüm arayışı da geniş katılımla
küresel boyutta olmalıdır. İşte bu noktada Türkiye Yaşlılık Konseyi Derneği tarafından iştirakçileri ile gerçekleştirilen bu Kongre sonuçları açısından büyük önem arz etmektedir.
Tüm dünya, boyutlarını ekonomik perspektiften değerlendirmenin artık sınırlı kaldığı, büyük çaplı bir kriz ile
karşı karşıyadır. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanların tümünde nükseden ve genel olarak toplumsal refah krizi olarak tanımlayabileceğimiz önemli ve özel bir süreç bugün tüm insanlıkça farklı görünümlerde
deneyimlenmektedir. Toplumsal refah seviyesinin yeniden asgari seviyeye çıkartılabilmesi için yönetim mekanizmalarınca varsayılan toplumsal talepler ve beklenen toplumsal destek, çeşitlilik ve farklılıklarıyla, değişim/
dönüşüm sergilemektedir. Geçmiş dönemlerde yaşanan krizlerde devletlerce ileri sürülen müdahale araçları,
günümüzde benzer biçimde pratiğe aktarıldığında, artık işlevsizliğini ilan etmiş görünmektedir. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülke örneklerinin devlet uygulamaları, bu toplumsal dönüşüme paralel bir değişim hareketi sağlayamadığından ötürü, toplumsal beklentileri karşılamaktan giderek uzak kalmıştır. Diğer bir ifadeyle,
günümüzde devlet, bütünsel bir meşruluk kriziyle yüzleşmek ve bu krizi, toplumun değişen ve dönüşen dinamiklerine uyum sağlayacak şekilde, kendini yeniden üretmesini destekleyecek çözümler üretmek durumundadır. Bu bağlamda, küresel çapta devletlerin karşı karşıya kaldığı sorunların, sadece ekonominin merkeze alan
bir perspektifte değil, aynı zamanda sosyal boyutlarını da dikkate alan bir bakış açısıyla okunması, nihayetinde
yapısal bir krizi aşacak adımların belirlenmesi için olanaklı yolları belirginleştirecektir.
Gerçekten de dünyanın içinde olduğu Küresel kriz ve dünden bugüne bu sürecin dışa vurumu olarak ortaya
çıkan, terör, ekonomik göstergeler, işsizlik ve sosyal patlamaların tekrarlanmasına yönelik uygulamalar gös-
– 64 –
Prof. Dr. Nükhet HOTAR
Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı
İzmir Milletvekili
termektedir ki, özellikle çok boyutlu bir analiz neticesinde, sosyal politikalara verilen öncelik ve destek ile krizin
etkisi hafifletilerek, bu süreç en az hasarla atlatılmıştır. Küresel Kriz sürecinin değerlendirilmesi ve krizle mücadele sürecinde Türkiye’deki uygulamalar, toplumsal refah seviyesinde gözlenen olumlu yansımaları dolayısıyla
bu konuya dikkate değer bir örnek oluşturmaktadır. Son dönem küresel kriz sürecinde, öncelikli olarak ekonomik ve sosyal politikalar gözden geçirilmiş, geçmiş kriz dönemlerinde tüm dünya ülkeleri ve Türkiye’de izlenen
mücadele yolları analiz edilmiş ve geçmiş yönetimlerin olumsuz sonuçlar üreten müdahalelerinin tekrar edilmemesine özen gösterilmiştir. Ekonomi politikalarının merkezine Türkiye’nin sahip olduğu ekonomik değerler
ve vatandaşların sosyal refahı yerleştiren bir bakış açısıyla hareket edilmiştir. Devletin ekonomik alanda “sosyal
devlet” ilkesini ön plana çıkaran yaklaşımı benimsemesi ve de bu anlayış doğrultusunda milli bir ekonomik
program hazırlanmasına çalışılmıştır. Küresel krizin sosyal ve ekonomik tahribat yaratabilecek etkilerini bertaraf
etmenin çözümünde, “milli birlik ve beraberlik” çerçevesinde hareket etmenin önemi görünür kılınmıştır.
Küresel Kriz sorunun çözümlenmesinde benimsenen bu yaklaşımla, mücadele yöntemi olarak bir yol haritası
somut hale getirilmiştir. Buna göre; istihdamın mevcut durumunun korunması ve geliştirilmesine yönelik stratejiler geliştirilmiştir. Ulusal istihdamda kayıt dışı ekonomi ile mücadele öncelikli hedeflerden biri olarak belirlenmiştir. Ekonomi piyasasının rekabet koşullarında eşitsizliğe yol açan, çalışanların kötü çalışma şartlarına ve
sosyal güvenceden mahrum kalmasına neden olan bu sorunun çözümü için kayıt altına alma işlemine büyük
önem verilmiştir. Sanayide üretimi ve bu süreçte özellikle ara mal üretimini teşvik edecek politikalar geliştirilmiştir. Sosyal koruma politikalarına öncelik verilmiştir. Bireysel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için atılan adımlar
yanı sıra, toplumdaki her kesimin insan onuruna yakışır bir yaşam sürmelerinin asgari şartları oluşturulmaya
yönelik girişimlerde bulunulmuştur. Böylelikle insanlığın refah düzeyinde ciddi sonuçlar yaratan küresel kriz
göstergeleri çok güçlü olan ülkelerden birçoğuna çok ciddi zararlar verirken, ülkemizde bu çerçevede geliştirilen sosyal politikaların devreye sokulması ile en az hasarla hissedilmiştir.
Bugün, geleneksel devlet uygulamalarının toplumsal değişimi yanıtlayacak esnekliğe kavuşturulması açısından
bir evrim söz konusudur. Bu sebeple deneyimlenmekte olan bu süreç krizden çıkış için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Muhakkak belirtmek gerekir ki, bu dönem geriye dönük bir sürecin başlangıcı olmamalıdır. Bu
sebeple siyasi karar mekanizmalarının, toplumsal beklentileri karşılaması için yenilenmesi kaçınılmazdır.
Toplumdaki dönüşüm, merkezi otoriteye dayanan güçlü bir devletin yerine, özgür iradesini ortaya koyan,
sorumluluklarının ve tercihlerinin bilincinde olan bireylerden oluşan etkin bir devletin daha faydalı olacağına
dair ipuçlarını vermektedir. Devletin tüm sorumluluğu üzerine alarak, tüm toplumsal dinamikleri denetimi altına alması, toplum içerisindeki bireylerin toplumsal sorumluluklara dair zihniyetinin gelişimini engellemekte ve
– 65 –
Prof. Dr. Nükhet HOTAR
Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı
İzmir Milletvekili
toplumsal kurumları güçsüzleştirmektedir. Ancak hak ve hürriyetlerini özgürce kullanabilme olanağına sahip
bireylerden meydana gelen bir toplumun, güçlü bir devleti yaratacağı, bunun için devletin toplum üzerinde aşırı
müdahalesinden ziyade, bireylerin kendilerini gerçekleştirme imkanlarını çoğaltması oldukça faydalı olacaktır.
Günümüze sosyal devlet anlayışının ve buna paralel olarak söylemlerin yeniden gündeme gelmesi ve sosyal
devlet uygulamalarının sürdürülmesi için oluşturulan hedefler, değişim/dönüşüme yönelimin bir ifadesi olarak
yorumlanmalıdır. Bu noktada ekonomik, siyasal ve sosyal hakların düzenlenmesinde sosyal adalet anlayışı
ön planda tutulmalıdır. Devlet sorumluluk olarak gördüğü uygulamalarını toplumu oluşturan bireyler arasında
paylaşıma bırakılmalıdır. Toplumsal dayanışmayı, milli birlik ve beraberliği teşvik edecek uygulamalara ağırlık
verilmelidir.
Özetle, krizleri aşmanın öncelikli yolu insan unsurunu merkeze almaktır. Bilinmektedir ki insan onuru ve insanca
yaşama hakkı her değerin üstündedir. Ve unutulmamalıdır ki, İnsanoğlunun taleplerinin paydası “adalet” başlığı
altında tanımlanabilir. Adaletin ve adil yaşamın olduğu her mercide, Küresel Barışın sağlanması da kaçınılmaz
olacaktır.
– 66 –
Myslim Hotova
Tarih Doktoru - Eğitimci
“Küresel Kültürel Çeşitlilik, Kültürel Kimliğin Halklar Arasında
Bir Yadigâr ve Medeniyet İlişkisi Olarak Kabul Edilmesini Sağladı”
1 - Dünya krizi evrenseldir (“İNSANIN” krizi de mecvuttur).
Antik Yunan düşünürü Diyojen’in hakkında “Ben [dürüst] bir insan arıyorum” dediği insanın hayatında inanç
krizlerinin yaşandığı önemli ânlar vardır, bu nedenle insana kendi dinin ahlaki ve kültürel değerleri, sayısız ilahî
imgelemin bulunduğu ve Yukarı’dan indiği kutsal sunak aracılığıyla Tanrı’ya inancın bir göstergesi olarak aşılanmalıdır. Bu insan için bir ayrıcalık ve mucizdir.
Ancak çokboyutlu ekonomik-finansal ve sosyo-politik krizim haricinde dünya, hassas etnik, kültürel, dinî ve
tarihî meselelerle karşı karşıya iken insan normal şartlarda ve sessiz sedasız bu mucizeyi ve ayrıcalığı deneyimlemez. Bu şartlar altında “İNSANIN” krizi, insan onuru zarar gördüğü takdirde, kimlik krizinin tırmanacağını
söyleyerek yardım çağrısında bulunmaktadır. Dahası görüntüsü kendi miti olan “İNSAN” dağı, dolayısıyla insan
toplumunun değerleri yıkılmak üzeredir.
Yukarıdaki duruma bir cevap vermemiz gerekirse, düşünür Immanuel Kant’ın öne sürdüğü üç önemli meseleye de atıf da bulunabiliriz:
- “Ben ne yapabilirim?”
- “Ben ne yapmalıyım?”
- “Neyi umut etmeme müsade ediliyor?”
Bu soruların üçünün de merkezinde yaşam süresince taşlarla saldırılan, yerin dibine batırılan ama boğulmayan, yara alan ama ölüp gitmeyen dürüstlük ve hakikat vardır. Bu nedenle kişisel dürüstlük ve evrensel gerçek
önünde diz çökmeliyiz. Bütün yolculuğumuz boyunca bu değerler bize eşlik etmeli, çünkü Nobel Edebiyat
Ödülü sahibi yazar José Saramago’nun da dediği gibi “Yolculuk asla sona ermez. Yolcular tükenir.”; “Ki bu
yolculukta yolculardan her biri kendi adını bir kitabe gibi geride bırakır” (Yazar M.H.).
2 - “Carpe Diem”
“Carpe Diem” (Bugünü yaşa), Romalı şair Horatius’un ünlü bir sözüdür. Bu söz, insanın eksikliklerini kapatmak
için benimsemesi gereken belirli bir davranış felsefesini ve en iyiye ulaşma zorunluluğunu ifade etmektedir.
– 67 –
Myslim Hotova
Tarih Doktoru - Eğitimci
“Carpe Diem”, gerçerliliğini yüzyıllardır koruyan felesefi bir çağrıdır, çünkü insana bugünü, geleceği hem ışık
hem zaman olarak yaşamasını emreder. Bu hakikat son derece önemlidir, bu yüzden Latinler şunun özellikle
altını çizerler: “Veritas Filia Temporis” (Hakikat, zamanın kızıdır).
Maddi refaha duyulan özlem, kültürel ve ruhani refaha duyulan özlemden her zaman çok daha güçlü olmuştur ve hâlen öyledir. Bu nedenle hayat, mahrum olduğumuz ruhani yönü bize sağlamaz. Akademisyen Erich
Fromm’un bu konuda yazılmış son derece ilginç bir kitabı vardır: “Sahip olmak ya da olmak”.
“Olmak”, kutsal olarak kabul edilene en yakın hâldir. “Kutsal nedir?” diye soruyor Goethe. “Birçok ruhu birleştirendir” diye cevaplıyor ardından. Kutsalın bu tanımı, özellikle yaşamakta olduğumuz bu küresel kriz sırasında,
kültürel miras kavramını en iyi karşılayan ifadedir.
3 - Medeniyetler üzerine biraz tarihî bilgi
Antik zamanlardan günümüze dek medeniyetler,
Artık var olmayan medeniyetlerin mezarlarıyla (ruhani pencereler),
- Henüz tam anlamıyla yanıp kül olmamış medeniyetlerin yarı yarıya sönmüş ateşleriyle,
- Medeniyetlerin közleriyle,
- Titrek medeniyet ışıklarıyla (bu titrek ışıklar, insanoğlunun medenileşen bilincinin etkisidir, medeniyetlerin
çatışmasının değil) tanımlanabilir.
Yukarıda ifade edilenlere gelince, çeşitli yazarlar tarafından yapılan sınıflandırmalara rağmen inançlarla ele ele
yürüdükleri ortak yolculuklarında medeniyetler, diğer mesajlarının yanı sıra bizlere halkların birbirilerini düşman
olarak değil, her şeyin yaratımına giden yolda yol arkadaşı olarak görmeleri gerektiği mesajını vererek tarihi,
geleneği, kültürü, sanatı ve bilimi bir arada desteklemektedir.
Medeniyetler Çatışması adlı yapıtın yazarı Profesör Samuel P. Huntington (18 Nisan 1927-24 Aralık 2008),
şunun altını çizmektedir:
“İnsanlık tarihi, medeniyetler tarihidir”.
Medeniyetlerin bu bilimsel tanımının haricinde, herhangi bir kuram “Nega totum”dur (kesinlikle doğru değildir).
– 68 –
Myslim Hotova
Tarih Doktoru - Eğitimci
4 - Kanlı Elmas
(Esasen Afrika’ya atıfta bulunarak)
Dünyada, aynı zamanda, elmas madenleri de bulunuyor, ama sadece birkaç tanesi medeniyetin ve sosyoekonomik krizlerin hafifletilmesi amacının hizmetine sunulmuş durumdadır. Bu nedenle yerin derinliklerinden
elmasları dışarı çıkaran ve bu uğurda hayatlarını kaybeden halklar, bu elmaslara “kanlı elmaslar” adını vermektedir. Madenlerin mülkiyetine sahip olanlar, pıhtılaşmış kan renginde oldukları için elmasları bu şekilde adlandırırken aynı zamanda bu etiket altında satmaktadırlar. Böyle bir emtianın az da olsa medeniyete hizmet ettiği
vakalarda bile bu elmasın kurbanları o medeniyeti “kana bulanmış medeniyet” olarak adlandırmaktadırlar.
5 - Filistin: Hâlâ kriz içinde, hâlâ kana bulanmış hâldeki eski bir kültür ve medeniyetin milleti.
İnsanoğlunun kurduğu medeniyetin en eski yataklarından biri olarak diğerlerinin arasından sıyrılan, Hıristiyanlar
ve Müslümanlar için Kutsal olan o bölgede yaşananlar karşından kişi derin bir pişmanlık ve ruhani şok yaşamaktadır.
Hayatın çiçekleri olan çocuklar, orada şimdiye dek öldürüldü ve hâlen öldürülmektedir. Gelin, bu fırsatı kullanarak bir çağrıda bulunalım: “Nefret silahını kuşanmış insanoğlu (İsrail ima edilmektedir) çiçeklerin ruhunu öldürme. Bu şekilde Tanrı’nın Kutsallığı’nı kanla kirletirken bir elinde bomba, diğer elinde inancının kutsal kitabını
tutma…”
Bu koşullar altında bile dünya siyasetinin liderlerinin diplomatik belagata kendilerini nasıl kaptırdıklarını görmek
tuhaf geliyor. Bu durum, Bizans İmparatorluğu paramparça olup yıkılırken Bizans rahiplerinin meleklerin cinsiyetini tartışmasına benziyor!
Filistin krizi karşısında takındıkları bu tavır ile A.B.D. ve Avrupa, Machiavelli’ye göre pragmatik siyasetin içinde
yer alan ve olumlanan pagan etnosantrizme, Eflatun’un ve Aristo’nun şehir-devletine dönmekten kendilerini
alıkoymaktadırlar. Çöküşü ve yıkımı yaşayan Filistin’e karşı takınılan bu Avrupa-Atlantik tavır, devletin hükümsüz kalması, gösteriyor ki harekete geçilmediğinde yaşanacak olan budur. Latinler, böyle durumlar için şu
ünlü deyimi kullanırlardı: “Sic transit Gloria mundi” (Dünyanın şanı işte böyle sönüyor). Ne var ki Filistin’in şanı
sonsuza dek sürecektir.
– 69 –
Myslim Hotova
Tarih Doktoru - Eğitimci
6 - Üçterimin etkileyici bakış açısından Venetia
İnanç, Kültür, Sanat
İtalyan Rönesansı, doğu ülkeleri de dahil olmak üzere diğer ülkelerin halkları ile yeniden ruhani, kültürel ve dinî
ilişkiler kurma imkânını öyle geniş bir ölçüde sağladı ki günümüzde bile İtalya’nın birçok şehrinde cami minareleri bulunmaktadır. 1995 yılının yazında, birkaç sene devam eden inşaatın ardından, İslam Merkezi Tesisi
İtalyan Devleti’nin en önemli kişilerinin katılımıyla Roma’da açıldı.
Eylül 1995’te, davet edildiğim bir bilimsel sempozyum için Venedik’e giderken Toscana bölgesi, Etrüsk
Toscana bölgesi dikkatimi çekti. Bölgedeki Arezzo şehrinin merkezindeki meydanda bulunan bir mermer karonun üzerinde şu yazı vardı: “Orta Çağlarda, burada Katolik ve Müslüman şövalyeler arasında yarış yapılırdı.
Mızrağı ustaca kullanan ve hedefi vuran şövalye yarışı kazanırdı”.
Venetia hakkında biraz daha bilgi:
İstanbul, “Doğu’ya açılan Kapı” iken Venetia da Avrupa için “Doğu’ya açılan Kapı” idi. Venetia’nın eşanlamlılarından biri de Aziz Marco Kilisesi’dir. Kilisede zarif kubbedeki ince işçilik örneği olan bir mozaik dikkati çeker.
Bu mozağin üzerinde dinî Katolik figürlerin yanı sıra hareket hâlinde gösterilmiş altı İslami figür de bulunmaktadır. İslami figürler sadece taktıkları zarif sarıkları ile değil, karakteristik doğulu görünüşleri ve giyinişleri ile de
açıkça diğerlerinden ayırt edilirler.
Haçı ya da hilali temsil etmelerine; Hıristiyanlığın göstergesi bir cübbe giymelerine ya da İslamiyetin göstergesi
bir sarık takmalarına; Katolik, Ortodoks ya da Müslüman olmalarına ve Latince, Yunanca ya da Arapça’da
çeşitli biçimlerde dua etmelerine rağmen bu karo üzerinde azizler bir arada buunmaktadırlar.
Ömrü boyunca su oldu bir şehir olan Venetia’dan Doğu ile Batının bir aradalığının mimari, sanatsal, kültürel,
ruhani ve dinî alanlardaki izlerini silip atmak imkânsızdır. Güzel, saklı ve gizemli Venetia’nın değeri, toplamda
Venetia’yı oluşturan şeyin ta kendisidir. Venetia 118 ada üzerine kurulmuş, 200 kanalla bölünmüş ve 400 köprü ile birbirine bağlanmıştır. O köprülerin üzerinden yerli halk ve sayısız turist geçmektedir. O köprülerin altından
gondollar su perileri gibi süzülmektedir. Su seviyesi düştüğünde, Venetia’da “kriz” yaşandığı kabul edilir.
Vakıfların tarihinin MS 429’a dayandığı Venetia’da kültür ve suyu bu şehrin özü hâline getirmek için kullanılan
mimari hayal gücü şaşırtıcı, son derece özgün ve nev-i şahsına münhasır, bir o kadar da somut ve soyuttur.
İnsan bilgisi ve yaratıcı kültürü sayesinde yüzyıllar içinde oluşup yüzyıllarca yaşamıştır.
– 70 –
Myslim Hotova
Tarih Doktoru - Eğitimci
7 - Aşk ve hümanizm bir kültürdür, insanın kurtuluşu bu iki kavramdadır.
(Ateş ve Buz - Amerika’dan son izlenim, Temmuz 1995)
Sanatta aşkın büyüsünü dile getiren simgeler çeşitlidir, ama bir Amerikan bale trubunun son derece sanatsal
bir düzeyde sergilerken izleme fırsatı bulduğum “Ateş ve Buz” adlı bale gösterisi güçlü bir biçimde insan aşkının aşırılıklarını simgelemektedir.
Ateş ve Buz birbirini sever. Biri sanatsal ima yoluyla güçlü duygular yaşamaktadır. Ateş’in harlanış biçimi
Buz’da bile aşkın filizlenmesine sebep olur. Sevilen Buz, Ateş’in parlaklığını daha da yansıtır, ki Ateş de bir tek
Buz’un üstünde parlamaktadır. Bu mümkün kılınmıştır, çünkü Ateş’in aşkı Buz’u eritmezken Buz’un sevgisi
de Ateş’i söndürmemektedir.
Mesaj, açıktır: Sanat ve kültür aracılığıyla dile getirilen aşkın saltanatı, insanın olduğu her alanda hüküm sürmelidir, çünkü aşk insanları birbirine bağlar. Hatta hayatta kalma mücadelesinin önüne çıkardığı güçlükler ve
engeller son derece çeşitli iken bile aşk, bu büyü ile toplumu daha mutlu kılar.
Antik çağlardan bir metni alıntılayayım: Yunan düşünür Heraklitos’un kuramına göre “Ateş, her şeye dönüşebilme gücüne sahiptir, ama ateşin ölümünde bile geriye hava kalır”.
Aynı şey bizim vakamızda Ateş’in eşi olan Buz ile ilgili olarak söylenebilir: “Buz her şeye dönüşebilme gücüne
sahiptir, ama Buz’un ölümünden sonra bile geriye su kalır” (Yazar M.H.).
8 - Kültür, küresel medeniyetin bir tanığı olarak tarihî bağlantılar oluşturur.
(Esasen İstanbul’a adanmıştır)
İstanbul’a adım atar atmaz, tuhaf bir alana girdiğiniz hissine kapılırsınız. Bu alan, insan imgelemini sağaltan
Kutsal bir tedavi ve meditasyon algısı ile neredeyse mistik olanın sınırlarında konumlanmıştır. Bu alanda inanç
ve medeniyet bir arada yaşar, bir arada yolculuk eder.
İstanbul’da dünyanın krizde olduğunu unutursunuz, zira yüzyıllardır yan yana yaşayan mimari ve kült nesneler
sizi neredeyse büyüler. Dudak uçuklatacak derecede güzel kültürel, sanatsal, abidevi ve tarihî değerlerin bulunduğu bu mucizevi şehirde kişi bir halkın, bir milletin, kıtaları birbirine bağlayan bir ülkenin halkının antikliğini,
tarihini, geçmişini ve aynı zamanda geleceğini ayırt edebilir. İşte bu, İstanbul’un yüzyıllık ruhudur.
– 71 –
Myslim Hotova
Tarih Doktoru - Eğitimci
Modern Türkiye kendine farklı görüyor: “Türkiye bir köprü değil. Türkiye bir merkez” diye açıklıyor uluslar arası
ilişkiler araştırmacısı Muzaffer Şenel. Aşağıda vereceğim şu örnek de bu tezi destekler niteliktedir: “Ağustos
2010 ortalarında, Türkiye’de, Karadeniz yakınlarındaki antik Sümela Manastırı’nda ilk kez bir Ortodoks ayini
düzenlendi. Dünyanın her yerinden Ortodoks hacıların katılımıyla gerçekleştirilen bu nadir görülen ayin, dinî
lider Ekümenik Patrik Birinci Bartolomeostarafından yönetildi” (BCC).
Ülkelerin ve halkların, imparatorluklar zamanında bile, birbirileriyle iletişim içinde oldukları tarihî bir hakikattir.
Ancak kültürel miras sorunu (daha geç bir dönemde Osmanlılarınki de dahil olmak üzere) pek az ele alındı,
hatta neredeyse hiç ele alınmadı. Bu meselenin, sadece tarihçiler tarafından değil, aynı zamanda ruhanî ve
kültürel miras, karşılıklı inançlar, medeniyetler ve bunların diyaloğu alanları da dahil olmak üzere farklı alanlardan akademisyenler ve araştırmacılar tarafından ciddi bir biçimde irdelenmesi gerekmektedir. Tarih çalışmaları
alanında “krize” yer yok artık.
Ancak bu her geçen gün daha da zorlaşıyor, zira bugünlerde bile dünyada vaaz veren bazı politikacılar var.
Bu politikacılar, din ve küreselleşme kisvesi altında (Balkanlar’da da görülmektedir) dinler ve kültürler arasında
rekabet ve üstünlük vasıflarını kışkırtmaktadırlar. Dinlerin ve inançların, bilgi ve kültürün insan ruhunun ve insan
kurtuluşunun sağlam yansımaları olduğu ve hâlen olmaya devam ettiği bir dönemde bu vasıfları, kırık aynalar
olarak görmektedirler.
– 72 –
Ediz HUN
Uzman Biyolog, TÜKÇEV
Mütevelli Heyeti Üyesi
İSRAFI KAZANCA DÖNÜŞTÜRMEK
Çevre, yaşamın ve üretimin hem kaynağı, hem de sınırını teşkil ediyor. Kaynakların tahribi ve tükenme-
sine karşı, dünya insanları olarak ortak tutumumuz henüz belirmiş ve uygulamada görülebilir değildir.
Günümüzde ekonomik büyümenin doğaya / çevreye maliyeti, üretimden elde edilen kazançtan çok daha
yüksektir. Ekonomiler büyüdükçe çevre harabiyeti de artıyor.
Doğanın içinde bulunan ve doğal hızında çoğalıp büyüyen, orman, mera, otlak, bitki, hayvan, balık, su,
hava, toprak gibi “Yenilenebilir Kaynaklar,” dikkatli sınırlar içinde kullanıldıkları takdirde tamamen tüketmeden yararlanma ilkesi içinde kalabilirler, sürdürülebilirdirler. Bunların kullanımı sonucu oluşan azalmaya,
doğaya yardımcı olmak adına, tarım ve orman dikimi ile yardımcı olunabilir. İkinci yol da, bu kaynaklarla
üretilen ürünler, kullanıldıktan sonra, yeniden dönüşüm yöntemleriyle tekrar kullanılabilir hale getirilebilirler. Böylece, doğadan yeni canlı madde alınması azaltılabilir. Bunu ne kadar yapabiliyoruz? Soru budur.
“Yenilenemeyen Kaynaklar” genellikle petrol, doğal gaz, kömür, maden ve mineraller gibi yer altı kaynaklarıdır; tüketildikçe, bir daha yerine konulamamaktadırlar. Sanayi çağında birinci derecede önemli olan
kömür, hem giderek azalmış, hem de yerini büyük ölçüde petrole bırakmıştır. Bugün petrol ve doğal gazın
akıllıca bir ortak kullanımından ziyade, bu kaynaklar nedeniyle ortaya çıkan dolaylı ve dolaysız savaşlarla
iç içeyiz. Bu kıt kaynaklardan kimin yararlanacağı güç dengeleriyle birlenmektedir. Kaynakların uluslararası anlaşmalarla - sahiplerine gerekli öncelikler de verilerek - âdil kullanıma kavuşturulması, insanlığın
bugüne kadar atmış olacağı en medenî adımlardan biri olacaktır. TÜRYAK gibi insanî hizmet kuruluşlarının
uluslararası boyutta yaptıkları bu gibi bilinçlendirme faaliyetlerinin müsbet tesirleri ile insanlığın bugünkü
kabûl edilemez kaynak kullanımı tutumunu düzeltmesi en büyük umudumuzdur.
Yenilenemeyen kaynaklarımızı bir yandan akıllıca ve planlı kullanırken, bir yandan da çöpe giden ürünleri
yeniden dönüşüm süreçlerinden geçirerek hammadde olarak kullanabilir, yeni faydalı ürünler imâl edebiliriz. Çöp, kullanıldıktan sonra işe yaramaz hâle gelen, atılmaya hak kazanmış madde demektir. Oysa,
bugünkü çöplerin içinde son derece kıymetli malzeme de bulunmaktadır. Bunları geri dönüşüm / geri
– 73 –
Ediz HUN
Uzman Biyolog, TÜKÇEV
Mütevelli Heyeti Üyesi
kazanım yöntemleriyle işleyerek hem hammadde ihtiyacını azaltabilir, hem işlemlerin toplamı için yapılan
enerji kullanımından tasarruf edebilir, hem yeni iş ve istihdam alanları açabilir, hem de kâr edebiliriz. Günümüzde bu alan, teknolojisi hızla gelişen bir iş sahasıdır. Modern Yeniden Kazanım Sistemlerini kurabiliriz ve ekosistemin dengesine duyarlı planlama ve üretim işlemleriyle geleceğe daha güvenle bakabiliriz.
Atıkların yeniden kullanıma sokulmasının maliyeti, aynı maddenin doğadan alınıp işlenmesi sürecinden
daha az enerji yakmaktadır. Örneğin; ağaçtan karton elde etmekle atılmış gazetelerden karton elde etmek
arasında %40, demir ve çelikte %35, cam ve alüminyum alaşımlı içecek kutularının yeniden işlenmesinde
%95 enerji tasarrufu olmaktadır.
Bu yolla üretimden doğan kirliliğin de az olacağı açıktır. Örneğin, yeni kâğıt üretmeye nispetle, kullanılmış
kâğıdın tekrar kullanılabilir hâle getirilmesi hava kirliliğinde %75, su kirliliğinde %35, su sarfiyatında %60
tasarruf sağlamaktadır.
Demir-çelik atıklarının yeniden kullanıma sokulması için yapılan işlemlerde, yeni çıkmış madenin işlenmesine oranla, hava kirliliğinde %85, su kirliliğinde %75, su kullanımında %40 azalma sağlanabiliyor. Bunlar
daha temiz bir ortam içinde yaşamaya katkısı olan yeni teknolojilerdir.
Sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak zorundayız. Bunun için, başta, yenilenebilir ve yenilenemeyen kaynaklarımızın planlı, aşırı tüketime cevaz vermeyen, kullanıldıktan sonra geri dönüşümüne ve yeniden kullanımına önem verir şekilde değerlendirilmesi hem ülke, hem de küresel hedeflerimiz olmalıdır. Yeni nesiller
bu bilinçle ve bu becerilerle yetişmelidirler.
Günümüzde ekonomik büyümenin ekosisteme olan maliyeti, üretim ve satıştan elde edilen kazançlardan çok daha yüksek. Bu alanda uluslararası standartların uygulanmasına ihtiyaç var. Bu konuda en ileri
gitmiş uluslararası uygulama zorunlulukları Avrupa Birliğinde bulunmaktadır. Bir an evvel bu standartları
uygulamak, ülkelerin uzun vadeli menfaatlerini iyi gördüklerinin bir göstergesidir. Halen dünya, torunlarının
hakkını yemekle meşgûldür. Bir Kızılderili atasözünün dediği gibi; “Biz kaynaklarımızı atalarımızdan miras
almadık, çocuklarımızdan ödünç aldık.” Çocuklarımızın haklarını onlara sağlam bırakalım.
– 74 –
Khadija Hussain Ahmed Dafe Allah
Sudanlı Anneler Kalkınma ve Barış Örgütü Başkanı
SUDANLI ANNELER KALKINMA VE BARIŞ ÖRGÜTÜ
Sudan Afrika kıtasının kalbinde yer almakta ve 9 Afrika ülkesi ile açık hudut olarak çevrili olup ve yüz ölçümü
1 milyon mil karedir. Nüfusu 24, 290, 000 kişidir, yaklaşık %38’i kentsel ve %62’si kırsalda yaşamaktadır. Sudanın nüfusu çeşitli kabilelerden, lehcelerden (Dillerden), din inanışlardan ve çeşitli kültürlerden oluşmaktadır.
Sudan’ın sosyal yapısı, günümüzde hala aileyi ilk temel birim olarak kabul etmektedir, aile tüm bireylerinin,
özellikle yaşlılarının bakımlarından sorumludur. Bu nedenle Sudan’da yaşlıların bakımı toplumsal bir sorumluluktur, ve yaşlılar yüksek derecede saygı, sevgi ve takdir görürler. Aile bireyleri yaşlıların akıl, birikim ve deneyimlerinden yararlanırlar.
Sudan’daki Yaşlı Popülasyonu:
Güney Sudan’daki savaş koşullarından dolayı , 1993 yılında Kuzey Sudan’da yapılan en son nüfus sayımına
göre 60 yaş ve üzeri kişi sayısı 1 132 000 olarak tesbit edilmiştir, bu da toplam nüfusun %5.32 sini oluşturmaktadır.
Yaşlıların sosyal durumu :
Geniş aile yapısı yaşlıların bakımının temelini ve esasını oluşturmaktadır.Bu nedenle yaşlılar hep aileleriyle birlikte yaşar. Sudan, yaşlı hakları beyannamesini kabul eden ilk ülkelerden birisidir.
Yapılan araştırmalar sonucunda Sudan’da yaşlılar için Sosyal Güvenlik Programlarının eksilkliği görülmüştür.
Yaşlı bakım ve konaklama kurumu :
Devlet, 2 tanesi Başkent Al Khartum’da olmak üzere toplam 8 farklı bölgede açmış olduğu yaşlı bakım evleri
ile yaşlıların bakımını üstlenmiştir.
Bölgede faaliyet gösteren gönüllü organizasyonlar;
- Sudan Yaşlılara bakım cemiyeti
- Ingiltere yaşlılara yardım örgütü (Help Age UK)
- Emekliler birligi
– 75 –
Khadija Hussain Ahmed Dafe Allah
Sudanlı Anneler Kalkınma ve Barış Örgütü Başkanı
-Yaşlılık ve fakirlik :
Sudan dünyanın en fakir ülkelerinden birisidir.Yakın geçmişe kadar Sudan’da ailenin içinden bir tek kişi ailye
bakmakla yükümlüydü.
Yoksulluğun artmasıyla birlikte diğer aile bireyleri de çalışmak zorunda kaldılar, böylece yaşlılar da ailelerine yük
olmaya başladılar ve kendi geçimlerini sağlamanın yollarını aramak zorunda kaldılar.
Özel sektörün güç gerektiren işlerde genç insanları tercih etmesi ve yaşlıların bununla rekabet
edememesi nedeniyle Devlet çalışanları 60 yaşına geldiklerinde hayatın en temel gereksinimlerine
bile yetmeyen emekli maaşları ile geçimlerini sağlamak durumunda kalmaktadır.
Daha tecrübesiz oldukları için iş bulmakta zorlanan yaşlı kadınların durumu ise daha kötü ve genellikle yasa dışı
işlerde çalışmak zorunda kalmaktaktadırlar.
Yaşlılık ve Çatışmalar (Savaşlar) :
Sudan, toplumda özellikle yaşlılar üzerinde bir çok olumsuz iz bırakan uzun savaş dönemlerinden çok etkilendi.Gençlerin savaşlarda ölmesi ile geriye çocuk, kadın ve yaşlılar kaldı ve yaşlılar kendileri ve ailelerine bakmak
için çalışmaya başladılar.
Yaşlılar savaş riskine rağmen mal ve mülklerini kaybetmemek için aileleri ile birlikte göç etmeyi reddetmişler ve
topraklarında yaşamaya devam etmişlerdir.
Yaşlıların Beslenme Durumu :
Sudan’da temel besin kaynakları buğday, mısır ve darı’dır.Yaşlıların beslenme alışkanlıkları ile ilgili yapılan çeşitli
araştırmalar yaşlıların bu temel besin kaynaklarını tükettiğini göstermektedir.Ayrıca düzenli olarak et, süt ürünleri ve sebze de tüketmektedirler fakat yoksulluktan dolayı meyve tüketimi çok düşüktür ve bu da yaşlılarda
beslenme bozukluklarına yol açmaktadır.
Yaşlıların Sağlık Durumu :
Yaşlıların %50’sinden fazlasında en sık rastlanan hastalıklar kas, kemik hastalıkları, göz hastalıkları, yüksek
tansiyon, şeker, sindirim ve sinir hastalıkları ile diş hastalıklarıdır.
– 76 –
Khadija Hussain Ahmed Dafe Allah
Sudanlı Anneler Kalkınma ve Barış Örgütü Başkanı
Yaşlıların Ekonomik Durumu :
Yaşlıların büyük bir bölümünün düzenli geliri yoktur.En önemli gelir kaynakları hiçbir ticari, yatırım ve üretim
faaliyetine yetmeyecek kadar az olan emekli maaşlarıdır, bu nedenle ailelerine bağımlı yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Yaşlıların ekonomik problemleri, düşük gelir seviyesi ve birikimlerinin olmamasından kaynaklanmaktadır. Yaşlıların en önemli sorunları arasında yemek, giyim, konut ve sağlık ön planda yer almaktadır.
Hukuki durum :
Sudan Viyana ve Madrid’de yapılan Uluslararası Yaşlı Hakları Konferanslarına katılmış ve ilgili deklarasyonları
kabul etmiştir.Bu uygulamalara örnekler aşağıdaki gibidir.
- Yaşlıların haklarını koruma kanununu 2005 yılında çıkartılmıştır.
- 70 yaşın üzerindeki kişilerde cinayet suçu hariç diğer suçlarda ölüm cezasının kaldırılmıştır.
- Devlet çalışanlarının haklarını korumak için emeklilik kanunları çıkartılmıştır.
- Üzerinde çalışılmakta olan yaşlıların bakımları hakkındaki kanunda 60 yaş üzeri kişiler yaşlı olarak tanımlanmakta ve onlara emeklilik hakları verilmektedir, ayrıca bakımları için bir fon kurulmaktadır
Devletin yaşlılara bakımı :
- Sosyal Guvenlik Bakanlığı Sudan’lı yaşlılarıyla sorunları ile ilgilenmekle yükümlüdür.
- Birleşmiş Milletler ve Arap Devletleri toplulugu( Birliği ) de alınan kararlara istinaden özel bir idare bakanlık
bunyesinde oluşturulmuştur (yaşlı haklarını korumak için)
- Yaşlılar için milli komisyon kurulmuştur.
- Her sene uluslararası yaşlılar günü olarak kutlanmaktadır.
Malesef ülkede yaşlıların deneyimlerinden ve bilgilerinden istifade edilmesi için bir birim bulunmamaktadır. Bu
durum yaşlıların kendilerini önemsiz ve gereksiz birileri olarak hissetmelerine neden olmuştur.
Öneriler :
Bu konferansın bilgi, deneyim ve programların paylaşılmasını sağlayacak uluslararası bir ağ kurulmasına önderlik etmesini diliyorum.
– 77 –
Dr. Bahadır KALEAĞASI
YAKIN GELECEĞİN HARABELERİ
Dünya geleceğin inşası ile meşgul. Türkiye ise yakında çökecek bir uygarlıktan geriye kalacak harabeleri inşa
ediyor sanki.
Sanki, II Ramses Nil’de güneye inerken daha yaptırmadığı Abu Simbel tapınağının kalıntısının ufukta belirmesi, Roma İmparatoru Konstantin’in daha kurmadığı kente ilk defa gelirken yıkık Bizans surları ile karşılaşması, 1950’li yıllarda Boğaz’da gezinenlerin aniden yok edilmiş yeşil tepeler görmeleri gibi bir zaman kayması
var. Sanki demokrasinin, bilgi toplumunun, kadın-erkek eşitliğinin ve rekabet gücü dünya çapında yüksek bir
Türkiye’nin harabelerini görüyoruz.
Kendine has bir ulusal gündem her ülkede var. Dünyadan kopukluk ise farklı bir durum. Bu sorun kalkınmış ve
hızla kalkınan ülkeler liginde Türkiye açısından riskli boyutlara ulaştı. “Küresel gündemi yakalamış olmak” Haiti
depremi veya İran muhalefeti haberlerinin ötesinde bir kavram. Dünyada önde gelen ülkelerin rekabet ortamı
söz konusu olan.
Türkiye’nin gündem sorunu
Küresel gündem, ülkelerin daha ileri gitmek için odaklandıkları siyaset, ekonomi ve toplumsal atılım alanları demek. ABD sağlık, emeklilik, eğitim ve bilim reformu ile “bir imparatorluğun yükselişi ve çöküşü” temalı
belgesellere konu olmamaya çalışıyor. Japonya teknolojik ve finansal üstünlük alanlarını yeniden düzenleme
peşinde. Çin güneş ve rüzgar enerjisinde liderlik ihtirasını yeşertmekte, uzay projelerinde yeni ufuklara roket
ateşlemekte. AB “en ileri toplumsal düzen” konumunu yeniden yapılandırma çabasında. Brezilya uluslararası
bir sanayi gücüne dönüşüyor. Rusya nükleer ve enerji güçlerinden kalıcı bir yeni sanayi toplumu yaratma yollarını aramakta ...
Türkiye ise bir çok farklı konu ile meşgul. Bunlar geçekten önemli konular. ABD Kongresi’ndeki soykırım oylaması, Avrupa’da emniyet güçlerinin PKK’ya karşı baskınları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin KKTC
Taşınmaz Malvarlığı Komisyonu’nu Kıbrıs’ta iç hukuk yolu olarak kabul etmesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu’nun üyelikleri, Ergenekon, Balyoz, Deniz Feneri, Anayasa reformu vs. Ayrıca magazinsel konular medyada son yıllarda daha da serpildi. Bu da doğal. Toplumun ruhunu dinlendiren cazip ilgi alanlarına ihtiyaç var.
Bunların yanı sıra Türkiye’de ilgili bakanlıklar, kurumlar, özel sektör, sivil toplum ve bilim dünyası teknolojiden,
sosyal politikalara dünya gündemi ile bağlantılı bir çok konuda çalışıyor. Türk toplumu yaratıcılık ve girişimci-
– 78 –
Dr. Bahadır KALEAĞASI
likte dünya çapında başarı vakalarıyla dolu. Yatırımları, genç tasarımcıları, kültür insanları, teknolojik açılımları
ile Türkiye zengin bir ülke. Sorun ülkenin siyasal gündemi dahilindeki kaymalarda, kopukluklarda, dengesizliklerde. Siyasal rekabetin, medyanın ve kamuoyunun öncelikli konuları arasında küresel ekonomik rekabet, bilgi
toplumu ve eğitim gibi konular çok geri planda.
Dünya giderek mali sistemi çatırdayan, doğal dengeleri sarsılan, tüketim alışkanlıkları yenilenen, daha kalabalık
bir gezegen olmakta. Her ülke için küresel rekabet koşulları giderek daha çetin. Avrupa Birliği 2020 stratejisi
için somut bir belge açıklıyor. ABD ile AB arasında karşılıklı yatırımlar krize rağmen dünya ekonomisinin temel direğini oluşturuyor. G.Kore, Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Güney Afrika ve hatta İran yeni teknolojiler
peşinde 21. yüzyılda aradan sıyrılarak yükselmeye çabalıyor. Türk siyaseti ve medyası ise neredeyse uyuyor.
Soykırım savları, Kıbrıs, Anayasa gibi konular elbette çok önemlidir. Fakat yalnızca bu tür konulara odaklı bir
siyaset gündemi ile Türkiye 21. yüzyılda yükselmek için gerekli toplumsal enerjiyi üretemez.
Jeo-stratejik önem yetmez
Sadece iç siyasette değil, dış ilişkilerde de durum aynı. Uluslararası alemde “Türkiye” dendiğinde ilk akla gelen
“jeo-stratejik önemimiz” olmamalı. Bugün yaşayan tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının doğuştan sahip
olduğu bir ulusal sermaye bu “jeo-stratejik önem”. En iyi şekilde kullanmak gerekir şüphesiz. Avrasya ekseninde bir barış, ekonomik dinamizm ve demokrasi odağı olmak bir ulusal çıkardır Türkiye için. AB üyeliği sürecimiz
için de bir artı değerdir. Bu sayede Avrupa içindeki konumumuz güçlenir. Bu güç dünyanın diğer ülkeleri gözünde bir çekim alanına dönüştür. İran, Filistin, İsrail, Balkanlar, Kaşmir ve Sudan gibi çatışma dosyalarından,
doğalgaz ve petrol boru hatlarına uzanan engin bir dış politika ufkumuz olması çok iyi.
Fakat 21. yüzyılda “jeo-stratejik önem” sadece etkili bir siyasal kimlik özelliği. Küresel düzende güçlü bir Türkiye olabilmek için başka vasıflar gerekiyor. Değişen dünya düzenine katkıda bulunan, yaratıcı ve yenilikçi bir
ülke olmamız öne çıkmalı.
Dünya ülkesi olmak
Örneğin Türkiye hakkında önemli bir Washington gazetesi makalesinde, bir Japon televizyonu haberinde veya
Brüksel’de bir konferansta bir Türk bakan takdim edilirken, “bildiğiniz üzere” diye söze girildikten sonra, şöyle
devam edilebilse:
- “Türkiye son yargı reformu ile bir çok Avrupa ülkesi içinde örnek alınabilecek bir toplumsal uzlaşma ve demokrasi modeli geliştirdi”.
– 79 –
Dr. Bahadır KALEAĞASI
- “Türkiye kadın haklarında Müslüman dünyaya örnek olacak derken, Avrupa çapında bir ilerleme kaydetti.
Meclisi, yarısı kadınlardan oluşan yeni hükümeti, çalışma ortamı ve toplumsal yaşamı ile fırsat eşitliği ve özgürlükler ülkesi oldu”.
- “AB’nin hız kazanan yeşil enerji teknolojisi geliştirme programlarında Türkiye önde gelen bir ülke”.
- “Çin ve Hindistan’ın yeni sanayi ihtisas ürünlerinden konuşurken, Türkiye bir dizi sektörde hızla dünya ölçeğinde bir sanayi merkezi haline geldi. Elektrikli araçlar, güneş enerjisi, nanoteknoloj, bio-teknoloji, uzay
çalışmaları, mobil yazılımlar, ekolojik binalar, çağdaş kent sanatı, turizm, moda ve organik tarım gibi bir çok
alanda Türkiye yeni tasarımlar ve ürünlerle parlıyor”.
- “Türkiye bundan önceki AB adaylarından farklı. AB-Türkiye ilişkilerinde gündem Avrupa’nın geleceğini belirleyen politikalar odaklı. AB’nin “iklim eylemi, ” “yeni sanayi politikaları” ve “Dijital Gündem” stratejilerine
Türkiye’nin katkısı dikkat çekiyor”.
- “Avrupa’nın en genç ülkesi olan Türkiye’nin eğitim ve gençlik politikaları Avrupa’nın da küresel rekabet gücü
açısından önemli bir artı değer sağlamakta”.
Güçlü Türkiye stratejileri ile AB ve Dünya gündemini daha uyumlu kılabilmek çok önemli. Türk siyasetçiler,
akademisyenler, sivil toplum temsilcileri ve medya yorumcuları keşke daha yaygın bir şekilde Avrupalı ve uluslararası konular için davet edilebilseler yurtdışındaki konferanslara, televizyon programlarına, toplantılara.... Örneğin bakanlarımız uluslararası ortamlarda Türkiye’nin AB ile ikili sorunları, Kıbrıs, Orta Doğu ve sairden önce
karbonsuz ekonomi, Avrupa’nın enerji politikaları, yüksek öğrenimde yeni modeller, Avrupa-Asya arasında
bilgi teknolojisi ağları, uluslararası finansın reformu, sosyal güvenlik ile girişimcilik politikaları arasındaki sinerji
gibi her ülkenin ortak gündemine ait konularda konuşabilseler, dinlenebilseler...
AB 2020
Küresel gündemi yakalamak AB için de her zaman yoğun çaba gerektiriyor. Brüksel’deki kurumlar dev bir
AB’nin dev ekonomisinin küresel çıkarlarına yön verebilecek ortak politikalar uygulamaya çalışıyor. Bunu yaparken 27 üye ülkenin ulusal gündemlerini dikkate almak, uygulamada bütünlük sağlamak zorundalar. Küresel
kriz geride kalıyor umudu yeşermekteyken, AB Komisyonu 2020 stratejisi için ilk belgesini tartışmaya açtı.
Üç öncelik var:
1. Akıllı büyüme: eğitim, bilgi ve teknoloji temelli bir ekonomi
2. Sürdürülebilir büyüme: doğal kaynaklarını verimli kullanan, yeşil ve daha rekabetçi bir ekonomi
– 80 –
Dr. Bahadır KALEAĞASI
3. Kapsayıcı büyüme: yüksek istihdam, sosyal ve bölgesel kalkınma, insan odaklı bir ekonomi
Ve de somut hedefler:
- İstihdamın %69 seviyesinden %75’e yükselmesi.
- Ar-ge için GSYH’nin %3’ü.
- 20-20-20 hedefi. Sera gazı salınımının 1990’ye kıyasla 2020’ye kadar en az %20 oranında azaltılması, yenilenebilir enerji payının %20’ye yükseltilmesi ve %20 oranında enerji verimliliği sağlanması.
- Okul terk oranının %15’ten %10’a düşürülmesi, yüksek öğrenim mezunu nüfus oranının %31’den %40’a
çıkması.
- 20 milyon insanın yoksulluktan kurtarılarak, yoksulluk sınırı altında yaşayan AB vatandaşlarının sayısının %25
azaltılması.
Araçlar (“bayrak gemisi girişimler”):
- Akıllı büyüme için: Teknolojik Yenililik Birliği, Hareketli Gençlik ve Dijital Gündem.
- Süründürülebilir büyüme için: Etkin Kaynaklar Avrupa’sı ve Küresel Çağın Sanayi Politikası.
- Kapsayıcı büyüme için: Yeni Yetenekler ve İstihdam Gündemi ve Yoksulluğa Karşı Avrupa Girişimi.
Tabii bu hedefler için kurumsal düzenlemeler ve takvim de saptandı. Böylece derin bir toplumsal tartışma
başladı. İlkeler üzerinde genel bir uzlaşma var. Fakat farklı ülkeler, siyasal partiler, özel sektör, sendikalar, sivil
toplum ve uzmanlardan bir çok eleştiri, öncelik vurgusu, içerik veya uygulama hızı yenilemesi talebi gelmekte.
Avrupa dünya gündemine yön verme ısrarında devam ediyor. Her zamanki gibi kısmen başarılı, kısmen tökezleyerek ilerliyor. Avrupa medyası ve siyasetinde geçici gündem flaşları, iç çekişmeler, magazinsel ilgi alanları ve
yerel konular gibi bir çok boyut var doğal olarak. Fakat geleceğin inşası da eşzamanlı olarak ön planda.
Türkiye için de sorun bu noktada belirginleşmekte. Bugün saplantı halinde eğitim reformu, kadın işgücü, yeşil
enerji ve yeni teknolojiler gibi konulara odaklanmış bir Türkiye yoksa, durum vahim demektir. Dünya geleceğin
inşası ile meşgul. Türk siyaset gündemi ise zaman tünelinde kaybolabilir. Madde-mekan-zaman dengesi bozuluyor. Türk ekonomisi ne kadar iyi büyürse büyüsün, uluslararası rekabet zorlu ve rakipler daha hızlı gidebilir.
On yıl sonrasının harabelerini bugünden görür gibi olmak doğal değil. Türkiye’nin potansiyeli ve dinamizmi ile
geleceğin örnek ülkesinin inşası olası.
– 81 –
Prof. Dr. Bekir Karlığa
Başbakanlık Müşaviri
MEDENİYETLER İTTİFAKI VE BİLGECE YAŞAMAK
Her şey 1907 yılında Nobel Fizik ödülü sahibi ünlü Alman bilgini Max Planck’ın Quantum teorisini açıklamasıyla başladı. Daha sonra Albert Einstein Rölativite teorisini ve Werner Heissenberg de İhtimaliyet teorilerini geliştirdiler. Bu sayede kaba Materyalizm’in ve katı Pozitivizm’in üzerine dayandığı, temeller bir bir çöktü. Kozalite
ve determinizm, eski gücün yitirdi. Newton mekaniği ve klasik fiziğin kavramları temelden değişti. Monolitik
bakış açısının yerini, global yaklaşımlar aldı.
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanlığın ortak yararı için değil de sadece bir zümrenin ya da bir toplumun
veya bir devletin özel amaçları doğrultusunda kullanılan bir araç haline dönüştürülecek olursa, yarar yerine
zarar, mutluluk yerine felâket getirir.
Nitekim geçen yüzyılın başlarında nükleer enerjinin keşfi insanlığı böyle bir felaket ile yüz yüze getirmişti. Atom
çekirdeğinin patlatılması sonucunda elde edilen büyük enerji, ikinci cihan harbinin sonunda milyonlarca insanın
ölümüne ve ondan birkaç kat daha fazla insanın da sakat kalmasına sebep olmuştu.
Aynı tehlike benzer bilimsel keşifler için de söz konusudur. Özellikler Genetik bilimlerdeki gelişmeler ve “Klonlama teknolojisi”nde ulaşılan nokta, bizi yeniden bu konuları tartışmaya sevk edecek boyuttadır. Bu nedenle
“manevi dini ve ahlaki değerler”, günümüzde her zamankinden daha fazla büyük bir önem kazanmıştır.
İnsanlığın, yeni felâketlerle yüz yüze gelmemesi ve yeni Hiroşimalar yaşamaması için yaşanan tecrübelerden
ders alması gerekir.
Kısacası, bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişmeler, daha şimdiden bütün insanlık için mutluluk ve ümit yerine korku ve endişe getirmiştir. Çünkü tek başına bilgi, teknik, ekonomi ve refah hiç bir zaman için “mutluluk”
getirmez. Mutluluk, ancak “erdem” ile elde edilir. Erdemin oluşması için bilgi ile eylemin örtüşmesi gerekir. Bu
örtüşme ancak “adâlet” ile sağlanabilir ki eski çağlardan beri filozoflar, özellikle de Eflatun, Aristo ve Fârâbî
bunu “altın orta” olarak tanımlamış ve “Hikmet” diye ifade etmişlerdir.
İslam medeniyetinin kurucu anahtar kavramlarından birisi, “Hikmet”tir. Müslümanlar, İslam’ın zuhurundan
hemen hemen bir asır sonra, dönemin iki büyük süper gücünden birisi olan İran İmparatorluğu’nu ta­mamen
yenerek; diğerinin de (Bizans İmparatorluğu) topraklarının büyük bir bölümünü fethederek Atlantik’ten Çin
Seddi’ne kadar olan bölgelerin tartışmasız hakimi olmuşlardı. Onlar, bu bü­yük fetihlerini bilim, düşünce ve
kültür çelenkleriyle de donatmak üzere harekete geçtiler. Kısa zamanda Antik Grek, Hint, İran, Mısır ve Mezo-
– 82 –
Prof. Dr. Bekir Karlığa
Başbakanlık Müşaviri
potamya düşüncelerinin temel kay­naklarını ve özgün eserlerini İslam dünyasının ortak bilim ve kültür dili olan
Arapça’ya tercüme ettiler.
Bu anlayışla yola koyulan Müslümanlar, kendilerinden önce geçen insanların ürettikleri bütün bilim ve kültür
hazinelerini “hikmet”in bir bölümü saydılar. Din ve inanç farkı gözetmeksizin hepsini birden alıp öğrenmek için
büyük bir çaba harcadılar.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayip Erdoğan ile İspanya Krallığı Başbakanı Sayın Zapatero’nun
eş başkanlığını yürüttükleri Medeniyetler İttifakı, küresel bir insanlık ve barış girişimidir. Bu girişim, geleceğimizi
tehdit eden çevre felaketlerine, hayatımızı mahveden terör ve savaş teşebbüslerine karşı uzun süredir unuttuğumuz, ya da ihmal ettiğimiz bilgece yaşamanın yollarını aralamaktadır.
– 83 –
Lütfullah KAYALAR
Maliye Eski Bakanı
FEDERAL RESERVE BANKASI KARARLARI VE KÜRESEL EKONOMİ ÜZERİNE ETKİLERİ
Sayın katılımcılar, Başta A.B.D. ekonomisi olmak üzere, ilgili finansal ve ekonomik konular yeryüzündeki
herkesi değişik şekillerde ilgilendirdiği bir gerçektir.
Dolayısıyla bu sunumda, son FED kararları ve diğer ülke ekonomilerine olan etkilerini genel hatlarıyla analiz
edeceğim.
En son alınan Fed kararlarına göre, ilave olarak $600 milyar dolarlık hazine tahvilleri alımının önümüzdeki yıl
Haziran ayına kadar yapılacağı ve diğer ilavelerle toplamın $850-900 milyar doları bulabileceği açıklandı.
Ekonomistlerin “Qantitative Easing” (QE-parasal genişleme) olarak adlandırıldığı bu alım programı ikinci kez
yapılıyor.
Birinci QE program dahilinde, Federal reserve başkanı Ben S. Bernanke, nerdeyse “0” referans faiz politikasıyla ekonomik büyümeyi arttırmak ve işsizlik düzeyini azaltmak amacıyla 2008 yılından, bu yılın başlarına kadar
1.7 trilyon USD harcayarak ekonominin resesyondan çıkmasını sağlamış, ancak işsizlik oranı son 26 yılın en
yüksek düzeyinde seyretmeye devam etmişti.
Fed tahvil alım programı nasıl işliyor?
Fed, bankalardan Hazine tahvillerini satın alma yolu ile nakit enjekte ederek, bankaların müşterilerine kredi
açma kabiliyetini arttırırken, bankaların elinden tahvillerinin satın alınması ilede faiz seviyelerinin düşürülmesini
hedefliyor. Neticede, faiz oranları tahvil değerleriyle ters orantılıdır. Hazine tahvillerine olan talep, tahvil değerlerinin artmasına ve faizlerinin düşmesine neden olur. Düşük faiz oranları, borçlanmayı ucuz kılacağından;
kişilerin ve şirketlerin kredi kullanmasının (şahsi, ticari ve ev kredisi Mortgage v.s) teşvik edilmesiyle ekonomik
aktivitenin artmasına ve dolayısıyla ekonominin büyümesi hedeflenir ki işsizlik azaltılabilsin.
Diğer taraftan, düşük faiz oranları, hazine tahvili ve nakit mevduatlar gibi daha güvenli yatırım araçlarını cazip
kılmadığından, şirketler ve yatırımcılar nakitlerini ekipman alımlarına ve menkul kıymetler borsası gibi diğer yatırım araçlarına kanalize ederler. Borsaların çıkışta olacağı dolayısıyla hisse yatırımcısı olan kişilerin kendilerini
daha zengin hissetmesini doğurur. Ekonomistlerin “wealth effect zenginlik etkisi” olarak adlandırıldığı durum
ortaya çıkar. Yani insanlar kendilerini daha iyi hissederlerse daha iyide harcarlar. Sonuçta insanların tüketimlerinin artacağı ve böylece şirket cirolarının artması ile tekrar işe almaların tetikleneceği düşünülür.
– 84 –
Lütfullah KAYALAR
Maliye Eski Bakanı
Ancak konu ile ilgili analistler ve hatta ikinci tahvil alım programını destekleyenler bile, bu ilave alımın yaratacağı
tehlikelerden bahs ediyorlar.
Nedir bu tehlikeleler?
Fed’in tahvil alımlarının Amerikan dolarını dahada zayıflaması ve diğer ülkelerle olan dış ticaretlerinde sorunlar
çıkmasıdır. Çünkü, en basit mantıkla, eğer bir ülke faiz oranlarını aşağıya çekerse, dünyadaki yatırımcılar nezdinde para birikinlerinin cazibesinde düşer. Faizlerin aynı zamanda yatırımcıların geliri olduğu düşünüldüğünde,
eğer gelirlerinde azalma olursa para daha yüksek faiz sunan ülkelere gider. Örneğin, Amerikan doları, Türk
lirasına döner ve daha yüksek getirili Türk devlet tahvillerine yatırılır.
Diğer taraftan, Tahvil trade edenler (alıp-satanlar) yüksek enflasyon döneminin kapıda olduğunu düşünüp,
tahvil faiz seviyelerini yukarı çekmeye çalışarak Fed’in yapmaya çalıştıklarını baltalayabilirler. Hatta, Hedge
(hec) fonların ve spekulatorlerin ucuz maliyetli para alarak, gelişmekte olan ülkeler (emerging markets) menkul
kıymetler borsalarına yatırıp, daha büyük kazanç elde etmek için, piyasaları sağlıksız şekilde yükseltebilirler.
En son açıklanan fed kararları öncesinde, yeni US hazine tahvil alımlarının doların daha çok değer kaybına yol
açacağı endişeleri, para birimi savaşları (currency wars) olarak yazılı ve görsel medyada çok yoğun biçimde
yer almaya başlamıştı. Doların diğer gelişmiş ülke para birimleri karşısında değer kaybına uğraması sonucu
Amerikan tüketicileri açıcından diğer ülkelerin ürünleri daha pahalı hale gelir. Amerikada alış veriş yaptığınızda,
çevrenize baktığınızda Amerikan malı olan çok az şey görürsünüz.
Çin ekonomisi üzerine etkileri
Çin’in para birimini sunni olarak düşük tutması hem Amerika hemde en büyük ticaret partneri olan Çin açısından uzun süre işledi. Amerikan ekonomisinde 6 milyon kişi işini kaybetti, Çin’e sattığı hazine kağıtların dan
dolayı geçen Ağustos ayı itibariyle $868.4 milyon trilyon borcu olan karşılığında ise ucuz çin mallarına alıştırılan,
Amerikan tüketicileri yaratıldı.
Amerika daha ucuz Çin ürünleri ithal etti. Çin ise tarıma dayalı ekonomisini Endüstriye dayalı ekonomiye dönüştürmeye başladı. Ucuz ihracat ürünlerini Amerikan tüketicilerine satarak elde ettiği para ile Amerikan hazine
kağıtlarına yatırım yapan Çin, Amerikalıların hayat kalitelerinide geçici olarak yükselterek üretim işlerinde çalışanları yüksek ödeyen hizmet pozisyonlarına dönüştürdü.
– 85 –
Lütfullah KAYALAR
Maliye Eski Bakanı
Ancak Amerikadaki çift haneli işsizlik (ortalama -%9.5) oranı ve Çin ekonomisinin endüstriel güç olma sürecinin
hızla yakınlaşması (ortalama %10-11 büyümeyi önümüzdeki yıllarda devam ettirmesine bağlı) şeklinde ortaya
çıkan durum, iyi işleyen/götürülen bu ilişkinin sürdürülemez hale gelmesine neden oldu.
Şu anda Çin yönetimi Amerikan Hazine kağıtlarına yaptığı yatırımları, başka enstrümanlara biraz daha fazla
kaydırarak azaltabilir. Ancak bu iki tarafı keskin bıçak gibidir. Eğer Amerikan hazine kağıtlarını almayı azaltırsa,
yaratacağı boşluğu kim dolduracak? Amerikan ekonomisinde yüksek cari açık ve bütçe açıkları yaratırsa doların değeri ne olacak? Amerikadaki işsizlik ve alım gücü pariteleri azalırsa Çin ekonomisinin ürettiği ürünleri aynı
hacimde kim alacak? Soruları dünya ekonomisini çok yakından etkileyen sorulardır.
Fed’in extra $600 milyarlık hazine kağıtları alımını açıklamasından sonra, global finansal sistemin reform edilmesi konusundaki tartışmalar yeniden alevlendi.
Çin, Almanya ve Brezilya (ve Amerika dahil dördü Global ekonomisinin yaklaşık %85’ini oluşturuyor) merkez
bankası başkanları medyaya yaptıkları açıklamalarda: Fed’in US ekonomisine para enjekte etme kararının dünyanın diğer ekonomilerine “sıcak para” enjekte etmekle eş değer olduğunu ve bunun o ülke para birimlerinin
değerini yukarıda çıkarıp, ihracat ürünlerini pahalaştırarak kendi ekonomilerine zarar verebileceği ifade ettiler.
Çin merkez başkanı bu hareketin Amerikan ekonomisinde toparlanmanın beklenenden yavaş olması sebebiyle
anlaşılabilir olduğunu ve bunun tekrar global finansal sistemin reform edilmesi ihtiyacını gösterdiğini söyledi.
Zaten kendileri düzenli olarak Fed’deki meslektaşlarıyla görüştüklerini, Amerikalıların kendilerine detaylı açıkmalar verdiklerini ifade etti. ($868.4 trilyonluk Amerikan tahvilleri-Ağustos 2010 itibarı ile olunca süper güç bile
hesap verebiliyor!..)
Çin merkez başkanı Zhou Xiachuan’a göre, ortadaki problemi çözmenin yolu mevcut ‘international currencyuluslar arası para birimleri sistemi” sistemini rehabilite etmekten geçiyor.
Diğer taraftan, ortaya çıkan bu sıcak paraların Çin ekonomisine olası etkilerini merak edenleriniz için şunu ifade
etmek isterim:
Beijing, ülkeye olan Sermaye hareketlerini çok yakından control edebilen ve böylelikle spekulatif amaçlı “sıcak
para” artışlarına karşı sıkı bir kalkan mekanizmasına sahip. Aynı zamanda Beijing’in kendi finansal piyasalarını
global sermaye den izole halde tutabilmiş ve Yuan üzerindeki sıkı kontrolu ilede, Amerikan doları karşısında
değerlendirilmesini diğer asya ülkelerinkine oranla daha az tutmayı başarmıştır. Çin merkez bankasının izlediği
– 86 –
Lütfullah KAYALAR
Maliye Eski Bakanı
Yuan’ın değerinin düşük tutulması ve kendi ihracatçılarına adil olmayan bir fiyat avantajı yaratması, büyük ticaret fazlası oluşmasına ve dolayısıyla diğer ülkelerdeki işsizliğin artmasına sebep olmuştur. Çok çeşitli bitkilerin
kullanıldığı geleneksel Çin ilaçlarında olduğu gibi, Çin ön gördüğü reformlar paketinin bir parçasında da iç tüketimi güçlendirip, ithalatı arttırma yolu ile ticaret açığını kapatmanın peşinde.
Japon ekonomisi büyüyor mu?
Tüketici fiyatları son 10 yılın yedisinde düşmüş ve 1991 bu yana en düşük seviyesindedir. Dünya ekonomisindeki 2.liğini bu yılı ikinci çeyreğinde Çin’e kaptırmıştır.
Japon merkez bankası (The Bank of Japan) Amerikan Fed’in geçen günlerde açıkladığı ikinci QE programının
bir benzerini 2001 yılında devreye sokarak, trilyonlarca yen’i beş yıl boyunca bankacılık sistemine enjekte etmiştir. Maalesef bankalar yeni ticari krediler kullandırmak yerine paralarını merkez bankası hesaplarında tutmayı seçtiklerinden, işletme kredilerinin hacminde ve tüketiminde bir artış sağlanamadığından sağlıklı ekonomik
büyüme yaratılmamıştır.
Japon ekonomisinin içinde bulunduğu durum ve acaba Amerikan ekonomisi arasındaki gidişatın yönü ise son
zamanlarda tartışmaların odağında. Ancak iki ülke arasındaki yapısal farklılıklar ve Fed’in Japon case’ini yakından incelemiş olması nedeniyle aynı hataların yapılmayacağıda sıkça ifade ediliyor.
G-20 toplantısında Amerika mı yoksa Çin’in mi dediği olacak?
Gelişmiş ülkeler arasında belli bir persfektif içerisinde, hem parasal hem de mâli otoritelerin daha fazla iş birliği
yapmasına yönelik çağrılarda, en son geçen haziran ayında Torontoda yapılan G-20 toplantısında gündemin
önemli ve öncelikli başlıklarından biri olmuştur.
Önümüzdeki hafta, Güney Kore başkenti Seul’de toplanacak G-20 toplantısından önce, US hazine bakanı Tim
Geithner, G-20 üyelerinin cari açık fazlalarının ve bütçe açıkların milli gelirlerin %4’unu aşmayacak bir sınırlama
getirilmesi önermesi başta Çin olmak üzere Almanya ve diğer bazı üyelerden yoğun eleştiri aldı.
Çin, Geithner’en önerisini red ederek, Amerika’nın G-20 üzerinde baskı kurarak, (yuan) renminbi’nin daha hızlı
değerlenmesini istediğini açıkladı. Alman finans bakanı, Wolfgagng Schauble ise “sanki piyasalara bu kadar
yüklü miktarlarda para pompalayan Fed değilmiş gibi” diyerek, Doların değer kaybetmesine dikkat çekti.
– 87 –
Lütfullah KAYALAR
Maliye Eski Bakanı
Asıl tartışmanın “bütçe açıkları ve cari açık fazlalarına limit” getirerek, ihracata dayalı Çin ve Alman ekonomileri
ve benzeri ekonomileri sıkıştırmak değilde, G-20’nin asıl amacı olması gereken “Gelişmiş 20 ülke arasındaki
ticari dengesizlikleri ve exchange rates (çapraz para birimleri) farklılıklarını azaltmak ve uluslararası ekonomik
bir anlaşma sağlamak” yolunda çalışmalar yapılması eksesine oturmalıdır.
Hatırlanacağı gibi, 2008 krizinde G-20 merkez başkanları hızlı ve koordineli bir tarzda iş birliği yapmışlardı.
Şimdi yapılması gereken yine benzer bir ruhla dünya ekonomisini içinde bulunduğu durumdan çıkararak bir
“yol haritası” oluşturmak ve uzun süredir perde arkası devam eden ancak son zamanlarda değişik platformlarda ve Fed’in son parasal genişleme kararıyla zirve yapan “current wars-parite savaşları”nın önümüzde G-20
toplantısında son bulmasını sağlayacak sürece girilmesidir.
Global ekonomiyi etkileyen bir diğer factor “enerji”
Enerji deyince; daha ziyade enerji maliyetleri hem üretim hemde dağıtım bağlamında hepimizin hayat standartlarını etkileyen bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Global anlamda yavaşlamanın olduğu son zamanlarda oil
fiyatları ortalama $85 USD/varil civarında dengelenmiş gözüküyor. OECD ekonomilerinin sağlıklı büyümesi ile
petrol fiyatları ile orantılıdır. Ekonomik büyümenin tekrar güncellenmesi ile fiyatların tekrar $100/varil çıkacağını
söylemek kehanet değil. Çünkü hem mevcut stokların azalması hem de Çin ve Hindistan gibi yeni ekonomilerde ortaya çıkmaya başlayan orta sınıfın tüketim alışkanlıkları talep eğrisini yukarı yöne doğru oluşturacaktır.
Enerji piyasaları hızla büyümektedir. Kıymetli madenlere olan talep halen güçlüdür.
Altın fiyatları aldı başını gidiyor (mu)?
Fed parasal gelişleme programını açıklanmasıyla, altın fiyatlarının $1400 USD sinirini zorlandığına sahip oluyoruz. Peki bu durum sürdürülebilir bir durummudur? Altın fiyatları USD’nin değer kaybına karşı kullanılan
bir “hedge-hec” olmuş, ne zaman dolar değer yitirse altın fiyatları artarak alternative olmuştur. Doların değer
kaybının hızlanarak sürmesi sanki bu durumun yıllarca süreceğini hesap edip, onsu $2000’de $5000’e kadar
dillendirilen rakamlar konuşulmaya başlanmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki; halen Dünya’nın süper ekonomik gücü olan Amerika ekonomisidir. Parasal genişleme programlarının bir sonucu önümüzdeki yılın ikinci
yarısı ortaya çıkacak veriler ışığında toparlanmaya başlarsa altın fiyatları söylendiği gibi $5000/ons lara kadar
çıkacak mı? Toparlanmaya değince: en başta işsizliğin şu andaki seviye olan %9.6’dan %8.0 lara gelmesi
– 88 –
Lütfullah KAYALAR
Maliye Eski Bakanı
ve enflasyonun düşük seyretmesini kast ediyorum. Amerikan ekonomisinde ortaya çıkan güçlü büyüme aynı
zamanda USD’nin tekrar güçlenmesi anlamına gelecektir.
Eğer güçlü toparlanma belirtileri başka bir bahara kalırsa o zaman altın fiyatlarının yukarı yönlü hareketleri devam eder ve nihayetinde enflasyonist baskı yaratır ki ekonomik toparlanma süreci ciddi şekilde etkiler. Diğer
taraftan, altın dünya üretim kapasitesindeki azalmadan dolayı her zaman belli bir seviyede kalacaktır. ama bu
seviye kriz dönemlerinin spekulatiflerinin yaymaya çalıştığı fiyatlar değil normal zamanlarda meydana gelen arztalep ilişkisi sonucu olacaktır.
Euro bölgesi ekonomileri ne halde?
İngiltere ve Euro bölgesi ekonomilerinde, Almanya hariç olmak üzere, yüksek işsizlik, resesyon devam edecek.
Mali disiplin gereği: bütçe açıklarını düşürücü, sosyal güvenlik ödemelerinin azaltılması ve emeklilik yaşının
yükseltilmesi gibi özetleyebileceğim “acı reçete” etkisini Fransa, İngiltere ve Yunanistanda kitlesel gösterilerle
kendisini hissettirmeye başladı.
Euro para birimi, ABD’nin değer yitirmesiyle, amerikan doları karşısında halen güçlü görünsede, Yunanistandan dolayı oluşan baskı, İrlanda ve İspanya ekonomilerindeki durumlardan dolayı önümüzdeki yıllarda değer
kaybına uğrayacağı ekonomistler tarafından dile getirilmekte.
Sonuç:
Sayın baylar/bayanlar,
Dünya artık küreselleşme neticesinde ki; özellikle iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler ve tüketicilere günlük hayatımızda sunduğu yeniliklerle artık Global/küresel bir “koy” haline dönüşmüştür.
Küresel dengesizlikler her ülke ekonomisine ve herkese zarar verir hale gelmiştir. Birbirini etkileyen küresel
ekonominin harmoni içerisinde dengelenmesi gerekmektedir. Çünkü ülke ekonomileri artık birbirlerine bağlıdır
ve tek kutuplu olmaktan çıkmıştır.
Şarkı sözleri gibi
“gideceğimiz zaman hepimiz gideriz!..”
– 89 –
Dr. Recep KONUK
Pankobirlik Genel Başkanı
KÜRESEL KRİZ; TEK TANIM, MİLYONLARCA SONUÇ
Sözlüklerde kriz “bir toplumun, bir kuruluşun veya bir kimsenin yaşamında görülen güç, dönem, bunalım,
buhran” şeklinde tanımlanıyor. Bunu ekonomiye tahvil edersek tanımın içine üretim, tüketim, yatırım, istihdam,
ticaret, finans gibi tüm sistem unsurları dahildir. Bir uzuvda başlayan rahatsızlık bütün sistemi işlemez hale
getirmiştir. Rahatsızlığın nereden başladığına dair tespitlerin önemi, aynı unsurun bir kez daha yaşamı, yaşanmaz hale getirmeye sebep vermeyecek şekilde tedavisinden ibarettir. Krizlerde önemli olan, krizin müsebbibi
olmayanların da katlanmak zorunda kaldığı sonuçların ortadan kaldırılmasına yönelik tedbirlerin süratle geliştirilmesidir.
Mesele benim meselem değil, deme lüksüne günümüzde hiçbir ülke sahip değildir. Siyasi, güvenlik, ekonomik
adı ne olursa olsun müspet veya menfi, lokal ölçekte başlayan gelişmeler, domino taşı etkisiyle ve hızla ilerliyor, ülke sınırlarından geçerken vize kontrolüne tabi tutulamıyor. Bugünün uluslararası egemen ilişkiler ağında,
sınırlar ulus devletler için koruma kalkanı oluşturmuyor. Wisconsin Avenue’deki bir firmanın konut fonlarının
kullanımında yaptığı tercih hatasının ağır sonuçları, okyanusları aşıp Konya’nın Türkmencamili Köyündeki besicinin mutfağını, çocuğunun eğitimini etkiliyor. Dünyanın bir ucunda konut fonlarına yatırım yapıp parasıyla para
kazanmak isteyenlerin yaptıkları yarış, hüsranla sonuçlanınca, dünyanın başka ucunda emeği ve üretimiyle
hayatını idame ettirme mücadelesi verenler, daha büyük bedeller ödüyor.
Küreselleşmiş dünyada, pazarlar ve ekonomiler, ulusal ölçekten çıkıp tek pazara, tek ekosisteme dönüşürken,
girift ilişkiler ağı oluşuyor. Bir yerin krizi hepimizin krizi haline geliyor. Her ülkenin müşterek problemi haline
gelen küresel krizlerin tek tek bireyler için anlam ve etkisi ise farklı oluyor. Dünyada istisnaları dışında, pek çok
insan krizlerin mağduru oluyor. Borsada yaptığı yatırımdan kar elde edemeyen yatırımcının yaşadığı kriz ile
çalıştığı fabrika kapanınca üretim tezgâhının başından ayrılmak zorunda kalan işçinin yaşadığı krizin etki ve anlamı aynı olmuyor. Biri zenginlik hayalini kaybediyor, diğeri ise temel ihtiyaçlarını karşılama imkânını kaybediyor.
Bazıları lükslerinden ve hayat standartlarından fedakârlık ediyor, birçoğunun ise hayatları tehdit altına giriyor.
Krizlerin yarattığı farklı bireysel etkilerin büyük dramlara sebep olmadan önlenebilmesi, krizlerin hiç oluşmaması
için yapılanlar var, daha da yapılacaklar olmalı. Mevcut tedbirlerimizin ve oluşturduğumuzu sandığımız sigortaların çağımız ekosistem krizlerine direnç gösteremediği son finans kriziyle test edilmiştir.
– 90 –
Dr. Recep KONUK
Pankobirlik Genel Başkanı
Egemen iktisadi sistemin zayıflıklarını tolere edecek, geniş toplum kesimlerini koruyacak ilave tedbirlere ihtiyacımız var. Yani büyüyen bedeni taşıyamayan ve patlaklar veren küresel ekonomik düzene bazı yamaların
yapılması gerekiyor.
Bu yaklaşımın merkezinde üretim olmalıdır ve yeni iktisadi sistem üretme ve çalışma hakkına saygı esasında
yükselmelidir. Yani yeni iktisadi sistemin VİP koltuğu, üretene ve üreticiye tahsisli olmalıdır.
Bu yeni iktisadi sistemin başarı kıstası rakipleri yok etme becerisi olmamalıdır. Çünkü ölçek ve ülke farkı olmamak üzere çöken her üretim zincirinin oluşturduğu göçüğün dalga etkisiyle büyüdüğüne ve oluşan bu kara
deliğin başkalarını da peşinden sürüklediğine yakın zamanda şahit olduk. Bir musibet yaşadık. Şimdi ders
çıkarma tedbir, alma zamanıdır.
İlk akla gelen krizlere direnci yüksek olan sektörleri ve ölçek ekonomilerini desteklemektir. Bunlardan biri tarım
sektörüdür. Sektör yapısı gereği küresel krizlere hem daha geç tepki vermekte hem de üretimi emek yoğun
şekilde gerçekleştirdiği için hayati ihtiyaçları karşılamaya devam ederken, geniş kitleleri krizin yıkıcı etkilerine
karşı korumaktadır. Bu bir tespittir. 10 yıldır yönetiminde bulunduğumuz Konya Şeker’deki tecrübemizle bunu
söylüyorum. Biri Türkiye ile sınırlı biri küresel iki krizden de büyüyerek çıkmış, her ikisinde de doğrudan ve dolaylı ek istihdam oluşturmuş Konya Şeker’in faaliyet alanı tarımsal sanayidir ve sanayi üretimi tarımsal üretime
bağlıdır. Tarladaki iktisadi faaliyetin devamı için yaptığımız yatırımların ve üretime desteğimizin krizlerde onbinlere nasıl nefes aldırdığını biliyoruz ve bu öneri o tecrübenin sonucudur.
Bir diğeri bireysel girişimler ile hareket kabiliyeti yüksek KOBİ’leri destekleyerek, küresel krizler karşısında bu
işletmelerin ulusal ekonomileri ayakta tutacak sigorta vazifesini görmelerini sağlamaktır.
Dünyamızın katkılarından ve oluşturacakları katma değerden faydalanamadığı bir büyük gurup var, kadınlar.
Kadınların ekonomiye katılmasını mutlaka sağlamalıyız, yeni dönemde.
Bunlar yeterli mi? Hayır. İnsanlar yeteneklerini buldukları imkânlar ve ortam çerçevesinde ekonomik değere
dönüştürebiliyorlar. Başlangıçta Hyde Park’a bakan apartmandaki çocukla, sahra manzaralı çadırdaki çocuğun zekâ ve kabiliyetlerinde fark yok. Fark sağlanan imkânlar, içinde yetiştiği ortamla oluşuyor. Biri ekonomik
değer üretecek ortamı buluyor biri bulamıyor. Dünyamızdaki bütün çocukların ekonomik değer üretmesini
ve dünya üretimine katkı verecek ortamda yetişmelerini sağlamak ekonomik sisteme ilave edeceğimiz insan
odaklı yaklaşımlardan biri olmalıdır.
– 91 –
Dr. Recep KONUK
Pankobirlik Genel Başkanı
Ancak bütün bunlar bir yana dünyamızın bir zihniyet değişikliğine ihtiyacı vardır. Bizim kültürümüzün bir parçası
olan esnaf ahlakı ile şekillenmiş birlikte yaşama ve birlikte kazanma yaklaşımı krizlere karşı önemli bir reçetedir.
Komşusu siftah yapmadan, ikinci müşteriyi kabul etmeyen esnaf ahlakı rekabetin başkasının yaşama hakkına
saygı göstererek de yapılabileceğinin göstergesidir. Çağımızın kar maksimizasyonuna ve rakiplerle ölümüne
mücadele esasına dayanan ve krizlerin gerçek müsebbibi olan ekonomik yaklaşımına karşı geliştirileceğimiz
en etkili cevabın bu saygı esaslı yaklaşım olacağını düşünüyor, “yaşamdan, yaratmaktan, yararlılıktan emekli
olmayacağız” yeminini ederek, hayatın her aşamasını katkı vererek geçiren TÜRVAK üyesi kıdemli vatandaşlarımıza; ekonomik krize ve işsizliğe karşı çözümler üretmeyi amaçlayarak gerçekleştirdikleri Kongre vesilesiyle
temsil ettiğim kesimler adına şükranlarımı sunuyor, iş kapısı açan eller için söylenen temennimizi tekrarlıyorum,
“Allah tuttuğunuzu altın etsin.”
İnşallah çabalarınız kapı açar, açılan kapılar yeni kapıların açılmasına vesile olur.
Teşekkür ve saygılarımla…
– 92 –
Mustafa KUMLU
TÜRK-İŞ Genel Başkanı
KÜRESEL EKONOMİK ve İŞSİZLİK KRİZİ*
(Sendikal YAKLAŞIM)
Dünyada finansalzalanda başlayan ve daha sonra tüm sektörleri etkileyen ekonomik kriz görülmemekle beraber üretimdeki gerileme ve talep yetersizliği ile reel sektörü kapsamış, özellikle istihdam ve işsizlikte olumsuz
gelişmelere neden olmuştur.
Yaşanan kriz yapısaldır. Ekonomik krizin çözümü ve bir daha yaşanmaması için, sonuca değil nedenlerine bakılması ve krize yol açan sorunların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Uygulanmak istenen parasal politikalar,
yapısal sorunları sadece ertelemekte ve fakat çözülmeyen sorunlar giderek birikmektedir.
Yaşanan ekonomik kriz, başta çalışanlar olmak üzere dar ve sabit gelirli kesimlerin yaşama ve çalışma şartlarını
olumsuz etkilemiştir. Çalışanların işleri ve satın alma güçleri için kaygıları giderek artmış, ekonominin sosyal
politikalarla ve koruyucu iş yasalarıyla oluşan yapısı zorlanmıştır.
Adil olmayan küreselleşme süreci yaşanan küresel krizin temel nedenidir. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) yaşanan krizin temel nedenini sosyal devlet politikalarından uzaklaşılmasının bir bedeli olarak
değerlendirilmektedir.
Krizin nedenleri arasında sayılan; finansal ve reel ekonomi arasındaki kopukluk, istihdamsız büyüme, ücretlerin
milli gelir içindeki payının düşmesi, bozulan gelir dağılımı ve artan sosyal eşitsizlikler, kayıt dışı ve güvencesiz
işlerde artış, insana yakışır iş sağlanmasındaki yetersizlikler, yaygınlaşan işten çıkarmalar, ücretlerde düşüş ve
benzeri unsunların hemen tümü Türkiye’de etkili olmuştur.
Türkiye ekonomisi, 2002 yılı birinci çeyreğinden 2008 yılı üçüncü çeyreğine kadar sürekli büyümüş ve fakat
istihdam buna paralel olarak artmamıştır. 2009 yılının genelinde yüzde 4.7 oranında küçülme ve yüzde 14,0
oranında işsizlik oranı hesaplanmıştır. 2010 yılında ekonomide büyüme öngörülmesine, karşın, işsizlik oranında gelinen düzeyin bir süre daha süreceği beklenmektedir.
Dünyada yaşanan ekonomik kriz adım adım gelmiştir. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru teknolojik, politik, ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda yaşanan büyük değişimlerle devletin işlevlerinin sınırlandılması eğilimi ağırlık
———————————————
* “II. Uluslararası Turyak Örnek Kıdemli Vatandaşlar Kongresi” için hazırlanmıştır.
– 93 –
Mustafa KUMLU
TÜRK-İŞ Genel Başkanı
kazanmıştır. Uluslararası iş bölümünde bazı ülkelerin konumu, ucuz emeğe dayalı, düşük katma değerli, düşük
teknolojik bir üretim yapısı olarak öngörülmüştür.
Türkiye ekonomisi G-20 ülkeleri arasında yer almakla beraber halen kırılgan bir yapıya sahip görünmektedir.
Ekonomik büyümenin sürdürülebilir olmadığı ve tıkanacağı, ihracat artışına ithalat patlamasının eşlik ettiği, cari
açığın finansmanının sürdürülemez noktaya geldiği bilinmektedir.
Türkiye ekonomisinin yeniden yapılanmasında, devletin rolünün giderek azaltılması, özel girişim ve piyasa
güçlerinin etkinliğinin artırılması ve dünya ekonomisiyle daha fazla bütünmeşme ön plana çıkarılmıştır. Bu politikaların uzun dönemli sonuçlarından birisi de gelir dağılımını emek gelirleri aleyhine ve eşitsizlikleri artırıcı yönde
değişmesidir. Türkiye ekonomisine getirilen bu yeni kimlik aynı zamanda “sosyal devlet” yapısını tasfiyeyi öngören uygulamaları da beraberinde getirmiştir.
Küreselleşmenin yol açtığı sorunlar yaşanan ekonomik ve mali kriz ile açığa çıkmıştır. Bir bütün olarak ele
alındığında, dünya ekonomisindeki büyüme yeterli ücretle istihdam sağlanmayacak ya da yoksulluğu azaltmayacak kadar yavaş gerçekleşmiştir. Dünyanın hemen her yerinde iş ve gelir güvensizliği artış göstermiştir.
Küreselleşmenin ve küresel krizin ilk ve en doğrudan etkisi işgücü ve çalışma koşulları üzerinde olmaktadır. Mal
ve hizmet piyasalarının küreselleşmesi işgücü piyasalarının da küreselleşmesine yol açarak işgücünü küresel
bir bekabetle karşı karşıya getirmekte ve bu rekabet işgücü üzerinde işsizlik tehdidini arttırdığı gibi çalışma
koşullarına ilişkin standart ve kuralların, sermaye kesimince tartışmaya açılmasına yol açmaktadır.
Ekonomik kriz şartlarında, işsize “güvence istihdam” biçimi dayatılmak istenmekte çalışanlar ise daha esnek
ve düşük ücretle çalışmaya zorlanmaktadır. Yaşam mücadelesi veren, geçimini sürdürebilmenin arayışı içinde
olan işsizlerin umudu ve çaresizliği istismar edilmekte, işsizlik seçeneği olarak düşük gelir ve olumsuz çalışma
koşulları çözüm yolu olarak sunulmak istenmektedir.
Küresel kriz ve yaygınlaşan işsizlik gerekçe yapılarak, uluslararası rekabet gücünü koruma kaygısı ileri sürülerek işgücü piyasasının esnekliğini daha da artırmak işçiler açısından kabul edilemez bir yaklaşımdır.
Küresel rekabet ortamında ulusal ekonomilerin, işletmelerin varlığını sürdürmesi ve büyümesi için, başta işgücü
maliyeti olmak üzere işletme maliyetlerini düşürmek ve verimliliği arttırmak öncelikli hedef durumuna gelmiştir.
Ancak bu politikaların emek açısından yansıması, kazanılmış hakları tartışma konusu edilmesi olmaktadır. Küresel rekabette başarı için ekonominin sosyal politikalarla ve koruyucu iş yasalarıyla oluşan yapısı değiştirilmek
– 94 –
Mustafa KUMLU
TÜRK-İŞ Genel Başkanı
istenmektedir. Esneklik ve kuralsızlaştırma süreçlerini egemen kılan yeni bir çalışma düzeni çalışanlara dayatılmak istermektedir.
Ülkemizdeki esnek çalışma biçimleri istihdam artırmaya dönük olarak değil işgücü maliyetini düşürmeye yönelik uygulanmaktadır. Bugün örgütsüz çoğu özel sektör işyerlerinde, 4857 sayılı yasa uygulanmaya başladıktan
sonra çalışma saatleri daha da artırılmış ve fakat fazla mesai ücreti ödenmez olmuştur. Özellikle örgütsüz işçiler, daha düşük ücrete daha uzun süre çalışmak durumuyla karşı karşıya kalmaktadır.
“Çalışma Hakkı” temel insan hakkıdır. İşsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortak yaratmak için gerekli tedbirleri almak, devletin vazgeçilmez ve devredilemez görevidir. İsdihdamı artırıcı ve işsizliği önleyici politikalar
Hükümetlerin öncelikli hedefi olmak ve yeni istihdam olanakları sağlayan strateji ve politikalara ağırlık verilmesi
ve tüm uygulamalarda istihdam boyutunun ön planda tutulması gerekmektedir.
Ülkemizde, küresel krizin etkisini hissetmesiyle birlikte bir takım önlemler alınmıştır. TÜRK-İŞ, hükümet tarafından “teşvik ve istihdam” konusunda getirilen düzenmeleri “olumlu fakat yetersiz” görmüştür.
Krize karşı alınan mali önlemler; üretimi, yatırımı, iç talebi ve istihdamı artıracak nitelikteki yaklaşımları ön plana çıkarmasıyla olumlu bazı özellikler taşımıştır. Ancak, yapısl sorunlara çözüm aramak yerine kısmi önlemler
alınarak krizden olumsuz etkilenen bazı sektörlere ve kesimlere destek sağlanması ön planda tutulmuştur.
Alınan mali önlemlerin parasal boyutu 2008-2010 dönemi toplam harcama olarak gayrisafi milli hasılanın yüzde
6,66’si oranındadır.
Hükümet tarafından alınan önlemler arasında, işverene yönelik olarak, istihdam ve sosyal güvenlik ödemelerine
katkılar yer almaktadır. Bu kapsamda sosyal güvenlik işveren primi 5 puan düşürülmüş, özürlü, kadın ve genç
istihdamına yönelik işveren sigorta priminin hazine tarafından karşılanması sağlanmıştır.
Ancak, uygulanan ekonomik ve sosyal politikaların ayrılmaz parçası olması gereken aktif istihdam tedbirlerinin
ekonomik kriz döneminde beklenen sonucu getirmesi mümkün olmamıştır.
“Ulusal İstihdam Stratejisi”nin belirlenmediği ülkemizde istihdamı teşvik amacına yönelik olarak getirilen düzenlemelerin beklenen etkiyi göstermediği ortaya çıkmıştır. Türkiye’de işsizlerin istihdama kavuşturulması daha
köklü ve kalıcı istihdam politikalarını gerekli kılmaktadır. Ekonomik politikaların sosyal politikalarla eş zamanla
olarak uygulanması gereğine bu kriz ortamında her zamankinden fazla ihtiyaç bulunmaktadır.
– 95 –
Mustafa KUMLU
TÜRK-İŞ Genel Başkanı
Temel yaklaşım; bu ağır işsizlik sorununu çözmeye çalışırken ne pahasına olursa olsun işsizliği çözmek, işsizliği
yoksulluk yaratarak çözmek olmamalıdır. Öncelik, Uluslararası Çalışma Teşkilatı ILO tarafından da benimsenen
“insana yakışır iş” tanımı çerçevesinde üretken istihdamdir. Sendikal hak ve özgürlüklerin kullanıldığı, sosyal
güvenlik hakkının varolduğu, çalışma koşullarının olumlu olduğu, işçi-işveren arasında sosyal diyalogun kurulduğu ve sağlıklı işletindiği bir yaklaşım esas olmalıdır.
İnsan onuruna yaraşır bir iş ve geçim şartlarını sağlamak durumunda olanların, işsizlerin ve yoksullların çaresizliğini temel alarak politika geliştirmesi kabul edilemez bir yaklaşımdır. Türkiye’nin rekabet şartlarını düşük
ücret politikasıyla sağlamak doğrultusunda bir anlayışı egemen kılarak ülkede demokratikleşme, bölgesel gelir
eşitsizliğini iyileştirme, yeni iş imkanları yaratılması mümkün değildir.
Büyümede paylaşımı ön planda tutan, daha çok istihdam, sosyal katılım ve eşitlik yaratacak makroekonomik
politikaların uygulanması bu açıdan önem taşımaktadır.
– 96 –
Nasuh MAHRUKÎ
Akut Derneği Başkanı
ÖRGÜTLÜ OLABİLMEK
Bugün sosyal yaşam kuralları içerisinde en önemli ve gerekli olanlardan biri, toplum ve toplumu ilgilendiren
konular için toplumcu bir amaç ve yaklaşımla örgütlü olabilmektir. Türkiye’nin aslında en önemli eksiklerinden
biri de örgütlü bir toplum olamamasıdır. Aslında çoğunluk benzer değerlere sahip olmasına ve hayatı benzer
şekilde algılamasına rağmen, örgütlü toplum olmanın dinamiklerine sahip olamadığımız için bir türlü birlikte
hareket etmenin sinerjisini ve dönüştürücü enerjisini toplumsal hayatımıza yansıtamıyoruz.
Birlikte hareket eden ve birbirini kollayan 10 kişi, birbirinden kopuk ve dağınık hareket eden 100 kişinin hakkından gelir. Tarih boyunca bu gerçek değişmemiştir. Gizli ya da açık, iyi niyetle veya kötü niyetle, güçlerini
birleştirmenin sinerjisinin farkına varanlar, bu birliktelikleriyle diğerlerine karşı büyük avantajlar elde etmişlerdir.
Ben örgütlenmenin ve örgütlü olmanın getirdiği imkanları ve potansiyeli, Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları
Topluluğu’nun başkanlığını yaptığım yıllarda öğrendim, daha sonra AKUT’un başkanlığını yaparken de bu deneyimin çok faydasını gördüm.
Unutulmamalıdır ki: Örgütlü toplum güçlü toplumdur.
Katılımcı demokrasinin olmazsa olmazlarından biri örgütlü olabilmektir. Toplumu oluşturan katmanlar, çağdaş
ve demokratik bir anlayışla, hak ve payları için bir araya gelmeli ve hem kendi hem de başkalarının haklarına
ve paylarına sahip çıkmalıdır. Bütün bunların dengeli dağılabilmesi için kendi üzerine düşen sorumluluğu taşıyabilmelidir. Toplum hayatı bir ortaklıktır ve bu ortaklıkta her birey hareketli ve etkili olmalıdır. Herkes bu ortak
yaşamda üzerine düşeni yerine getirmelidir. Birlikte daha güzel bir gelecek yaratabileceğimize inanmalıyız.
Büyük başarılar ve önemli değişimler bizler ancak birlikte hareket edersek gerçekleşebilirler.
İnsanoğlunun, hepimizin dünyayı getirdiği durum artık hiçbirimize sorumluluktan kaçacak aralık bırakmamaktadır. Bu nedenle ilişki ve işbirlikteliklerimizde, eskimiş bir vizyon olan kazan - kazan artık yeterli değildir. Artık
herkes kendisi ve ortağı kazanırken dünyaya ve diğerlerine de ne olup bittiğine bakmalıdır. Bu nedenle yaşamdaki yeni paradigmamız sorumluluk duygusuyla da sınırlandırılmalıdır ve artık kazan - kazan değil kazan
- kazan - kazandır düşüncesi yol haritalarımızı belirlemelidir.
Unutmamalıyız ki kısa vadede nasıl görünürse görünsün, uzun vadede kaçınılmaz olarak sonuçlar hepimiz için
benzer olacaktır. Küresel Isınma bunun en somut örneği olarak karşımızda tüm acı ve korkutucu gerçekliğiyle
durmaktadır ve etkilerini giderek daha fazla hissettirmektedir.
– 97 –
Nasuh MAHRUKÎ
Akut Derneği Başkanı
Bence biz, bugünü yaşayan insanlar için üzerinde düşünülmesi gereken en önemli konu, bu değişim sürecinin bizim hayatımıza yapacağı muazzam etkileri olmalıdır. Bütün dünyamızı etkileyecek ölçekte bir iklim değişikliği gündeme geldiğinde, kim olduğunuz, kaç yaşında olduğunuz, nereli olduğunuz, nerede olduğunuz,
ne kadar eğitimli olduğunuz, ne kadar paranızın olduğu, vb. her şey anlamını yitirecektir. Böyle bir sonuçtan
kurtulabilmemizin tek yolu ise, bu güzel dünyayı paylaştığımız tüm dünya vatandaşlarının ve devletlerinin, kendi
dışındakilere karşı da sorumluluklarının farkına varmaları ve tercihlerini, kararlarını, eylemlerini bu farkındalıkla
gerçekleştirmeleridir.
Dünyamızın hayatında belirli dönemler halinde yaşanmış olmasına rağmen, bu kez insanoğlunun düşüncesiz
ve hesapsız davranışları ve aşırıya varan tüketim alışkanlıkları yüzünden daha da hızlanan ve daha tehlikeli bir
hale dönüşen, ilk etkilerinin artık açık olarak hissedilmeye başlandığı küresel iklim değişikliği ya da daha çok kullanılan adıyla küresel ısınma ve bunun sonucunda başlayacak olan buzul çağı süreci, bilim adamları ve konuyla
ilgili duyarlı dünyalılar tarafından uzun bir süredir endişe ile izleniyor ve dünya çapında bir kamuoyu yaratılmaya çalışılıyordu. Ne duymaktan ne konuşmaktan ne de gerçekliğini kabul etmekten hoşlanmayacağımız ama
var olan ve gittikçe yaklaşan bu tehdide karşı tüm dünyanın el ele vermesi ve birtakım radikal adımları atması
zorunluluğu konuları, 2007 yılına dek pek yüksek sesle olmasa da yıllardır dünya kamuoyunda konuşuluyor,
tartışılıyor, bu konularda birtakım kanunlar, anlaşmalar ve uygulamalar geliştirilmeye çalışılıyordu. Ancak ne
yazık ki bu çabaların sonucu etkileyecek bir seviyeye ulaştığı pek söylenemez (VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE
SEVİLİR sayfa 585).
James Lovelock ünlü kitabı Gaia’nın İntikamı’nda Gaia teorisinden bahseder. Bir metafor olarak da bakılabilecek bu teoriye göre bütün dünya, atmosferiyle, biyosferiyle, okyanuslarıyla, üzerindeki her türlü oluşumlarıyla
ve tüm yaşamla tıpkı bir canlı gibi kendi kendini düzenleyebilen tek bir süper organizma olarak varlığını sürdürür. Ancak bugün için bu dev canlı organizma, kendi doğal süreçlerinin ötesinde insan aktivitelerine bağlı
olarak artan aşırı ısınma nedeniyle hastadır. Dünya, bu rahatsızlığına karşı, bizim insani ölçeğimize göre çok
uzun bir süreç alacak şekilde kendisini yeniden düzenleyecektir ve bütün bu alışılmadık süreç insanoğlu için
gerçek bir varolma testi olacaktır. James Lovelock’a göre yaşayan ve kendi kendini düzenleyebilen canlı bir organizma olan Gaia, her zamanki
gibi kendi başının çaresine bakacaktır. Her koşula uyum sağlayabilmek konusunda çok becerikli olan insanoğlu ise mutlaka bu süreci de atlatacak ve varlığını sürdürebilecektir, ancak medeniyet büyük bir tehlike altındadır. Esas risk insanoğlunun 21. yüzyıla dek ulaştırdığı medeniyetin üzerindedir.
– 98 –
Nasuh MAHRUKÎ
Akut Derneği Başkanı
İstekle ihtiyaçları, zevkle mutluluğu, rahatlıkla huzuru karıştırmamamız gerekir. Buna göre algımızı ve ilgimizi en
çoktan en iyiye, en büyükten en faydalıya dönüştürmeliyiz. Ruhumuzun gerçekten ihtiyaç duymadığı şeyleri
bırakabilmeyi öğrenmeliyiz. Önemli olan en çok şeye sahip olmak değil en az şeye ihtiyaç duymaktır.
Bu seviyede: Az aslında çoktur.
“Beyaz adam büyük ateş yakar; yanına yaklaşamaz, önü ısınırken arkası üşür. Kızılderili küçük ateş yakar; içine
girer, heryeri ısınır.”
Bu yaşamda daha az tüketerek de yine aynı kalitede hatta daha kaliteli bir yaşam sürebiliriz. Gerçekten ihtiyaç
duymadığımız şeylere sahip olmaya çalışmaktan kendimizi kurtarmalıyız. İsraf etmemeyi, daha verimli olmayı,
daha az tüketmeyi, geri dönüşümü ve geri dönüşümlü ürünler kullanmayı öğrenmeliyiz. Dünyamızın içinde bulunduğu küresel iklim değişikliği ve küresel ısınma sürecine etkimizi en az düzeye indirecek şekilde nasıl daha
az enerji tüketebileceğimizi ve enerji ekonomisini de mutlaka öğrenmeliyiz.
AKUT’un Antalya Takımı’nın önderi sevgili Yılmaz’la (Sevgül) birlikte bu yıl yaptığımız Everest Dağı tırmanışında
sloganımız, dünyamızın ihtiyaç duyduğu enerji ekonomisine dikkat çekmek için; Enerjini Doğru Kullan Zirveye
Tırman’dı.
Unutmayın ki: En temiz enerji tasarruf ettiğiniz enerjidir.
Yaşam içerisinde kullandığınız, tükettiğiniz, tercih ettiğiniz ürünlerle ve yaptığınız her şeyle birlikte bunların üretimi, nakliyesi, tüketimi ve en sonunda ayrışmalarıyla ilgili tüm döngüde, ortaya çıkan sera gazı miktarı açısından
çevreye verdiğimiz zararın ölçüsü olan Karbon Ayak İzi’mizi en düşük seviyeye çekmenin yollarını araştırmalı
ve bu konuda üzerimize düşeni yapmalıyız. Evrenle, bütünle uyum içinde olmalı, o bütünün bir parçası olduğumuzun bilincinde, hem bütünden almalı hem bütüne katmalıyız. Özgün bir birey olduğumuzun farkındalığını
yitirmeden bütünle ve bütün için yaşamalıyız.
Bu dünyadaki herşey aslında sizin için, dilediğiniz kadarını alın, aldığınızdan daha fazlasını vermek kaydıyla...
Çünkü;
Yaşamda asıl başarı, dünyanın sizin için yaptığından daha fazlasını dünya için yapabilmektir.
Tebliğim, kitabım KENDİ EVEREST’İNİZE TIRMANIN’dan özetlenmiştir.
– 99 –
Prof. Dr. Leonid Mikhailovich Roshal
Rusya Federasyonu Tabipler Odası Başkanı
Devletler arasında uluslar arası ve kültürel işbirliğinin güçlendirilmesi için
dünyada yaşanan afetlerde ve savaşlarda çocuklara tıbbi yardım sağlanması
Amaç: Dünyanın herhangi bir ülkesindeki savaşlar, teknojenik ve doğal afetler sırasında çocuklara daha
etkili bir tıbbi yardım sağlanması, çocuk kurbanlara yardım götürmek için uluslar arası çabaların birleştirilmesi
gerekliliğinin vurgulanması, ayrıca devletler arasındaki uluslar arası ve kültürel işbirliğinin güçlendirilmesi. Bu
amaçların yerine getirilmesini gerekliliği Ermenistan, İran, Gürcüstan, Mısır, Japonya, Rusya, Cezayir, Afganistan (üç kez), Türkiye, Hindistan, Endonezya, Haiti vb. depremleri; Kaspiysk (Dağıstan-Rusya), Nord-Ost
(Moskova), Beslan’da (Dağıstan-Rusya) yaşanan terörist saldırılar; Ufa-Cheljabinsk tren patlaması; Romanya,
İsrail, Yugoslavya, Dağlık Karabağ, Çeçenistan, Gazze Şeridi’ndeki savaş sırasındaki deneyimlerimizle açıkça
ispatlanmıştır.
Dünyanın herhangi bir yöresinde bir afet yaşandığında, kişiler buna kayıtsız kalmamalı ve her zaman kurbanlara
yardım etmek için var güçleriyle çalışmalıdırlar. Söz konusu tıbbi uzmanlar olduğunda yapılacak yardım özellikle önem kazanmaktadır, zira herhangi bir afet durumunda çocukların özel durumlarını bilenler de dahil olmak
üzere zaten sınırlı sayıda olan uzmanlar dünyanın hiçbir yöresinde yeterli sayıda olmamaktadır.
Dünyada sadece bir adet mobil pediyatri tıbbi ekip kurulmuştur ve bu ekip Rusya’da bulunmaktadır. Üyeleri
arasında yüksek vasıflı pediyatri uzmanları (travmatologlar, beyin cerrahları, plastik cerrahlar, yara iyileştirme
alanında uzman doktorlar, anestezi doktoları ve gerek duyulduğunda diğer uzman doktolar) yer alan bu mobil
pediyatri ekibi, afetlerde ya da savaşlarda yaralanan çocuklara yardım etmek amacıyla şimdiye kadar birçok
ülkede görev yaptı. Ekip üyeleri, genellikle, durumu en ağır olan yaralı çocukların yoğun olarak getirildiği bir ya
da iki yerel hastanede görev yapmaktadır. Ekibin üyesi olan bütün doktorlar gönüllü olarak çalışmakta ve gün
boyunca yerel doktorlarla birlikte hizmet vermektedirler. Her gün hasta muayene eder, sarılan yaraları kontrol
eder ve ameliyat yaparlar. Engin deneyimleri şunu kanıtlamıştır: Uzman pediyatristler, yaralı çocukların en yoğun olduğu bir afet alanına yakın bir bölgeye getirildiklerinde bu tür bir yardımın yetişkin doktorları tarafından
sağlandığı vakalara oranla çocuk ölümü ve çocuklarda sakat kalma oranı iki kat azalmaktadır.
Çocukların anne-babaları, yerel doktorlar ve sağlıkla ilgili yetkililer ekibin çalışmalarının niteliğini paha biçilmez
olarak değerlendirmekte ve en içten takdirlerini sunmaktadırlar. Biz, anne-babalarının ait olduğu milliyete, bölgeye ya da sosyal statüye bakmaksızın çocuklara yardım etmekteyiz. Bu da farklı uluslar arasında dostluğun
pekişmesini teşvik etmektedir.
– 100 –
Prof. Dr. Leonid Mikhailovich Roshal
Rusya Federasyonu Tabipler Odası Başkanı
Sonuç: Böyle bir uzmanlaşmış pediyatrik yardımı etkin biçimde organize etmek için uluslar arası koordinasyonu sağlayacak herhangi bir yapının varlığının bizim çalışmalarımızı daha etkili hâle getireceğini düşünüyoruz. Ne
yazık ki bu tür bir yapılanma henüz mevcut değildir.
Böyle bir yapılanma, aynı zamanda, durum hakkında net bilgiler elde etmek; daha açık ifade etmek gerekirse
afet bölgesinde ne tür uzmanlara ve kaç uzmana ihtiyaç olduğunu, yerel kaynakların yeterli olup olmadığını,
hangi bölgesel ya da uluslar arası kaynakların kullanılması gerektiğine karar verebilmek adına bizim için elzemdir. Bizim düşüncemize göre böyle bir yapılanma WHO (Dünya Sağlık Örgütü) çatısı altında oluşturulmalıdır.
– 101 –
Prof. Dr. C. Tayyar SADIKLAR
KÜRESEL EKONOMİK VE İŞSİZLİK KRİZİ
B
ugün halen yaralarını tam olarak saramadığımız küresel kriz, Ağustos 2007 yılında Amerika Birleşik Devletlerinden başlayarak bütün dünyayı sarmıştı. 10 trilyon dolarlık hacmi ile dünyanın en büyük piyasası konumundaki ABD mortgage sektöründeki sarsıntının, finans piyasalarına da sıçramasıyla, Dünya ekonomisi
yeniden şekillenmiştir.
ABD’deki bazı finansal kuruluşlar, kredibilitesi zayıf olan kişilere de mortgage kredisi vererek, sektörü geri
dönüşü riskli bir mali yapıya sokmuşlardır. Kredi faizlerinin çok düşük olması, orta ve alt gelir grubunun da değişken faizli krediye olan talebini artırmıştı. Ancak Amerika Merkez Bankası’nın (FED) 2 yıl içinde, faiz oranlarını
artırmasıyla subprime mortgage kredilerinde (yüksek risk ve yüksek faizli kredi) geri ödeme güçlüğü yaşanmış,
konut satış fiyatlarının ve kira gelirlerinin de piyasa düzeyinin altına inmesiyle de kriz kaçınılmaz hale gelmiştir.
Başlangıçta mortgage krizi olarak yaşanan bu durum, bir likitide sorununa dönüşmüş, ABD’deki reel sektörün
ve dolayısıyla, ekonominin de büyüme hızını azaltarak bütün mali sistemi etkilemiştir. Krizin etkisiyle, ABD’de
birçok banka iflas etmiş ve Wall Street’teki yatırım bankacılığı modeli sona ermiştir. Bu olayların neticesinde,
ABD kongresi 700 milyar dolarlık bir kurtarma paketi hazırlamak durumunda kalmıştır.
Ne var ki, ABD’de ortaya çıkan bu kriz, Avrupaya ve sonrada bütün dünyaya yayılmıştır. Dış talep daralması,
yatırımlarda düşüş, resesyon ve yüksek bütçe açığı sorunu küresel bir sorun haline gelmiştir.
Ülkeler, bu krizi en hafif yarayla atlatmak için, yoğun çaba sarf etmişlerdir. Bu çabalarının sonucu olarak 2009
yılının ikinci yarısından itibaren finansal piyasalar toparlanma sürecine girmiş, iktisadi faaliyetlerde normalleşme
ve hatta canlanma başlamış ve uluslar arası finansal piyasalarda iyimser bir hava oluşmuştur.
Gelişmiş ülkeler arasında bulunan İngiltere, Rusya ve Japonya’nın ekonomik potansiyelleri ve büyüme oranlarının sabit kalmasıyla bu krizi kolay atlattığını söyleyebiliriz. Öte yandan, Malezya, Polonya, Slovekya ve
Brezilya’ya baktığımızda bu ülkeler de zengin yer altı kaynaklarının, yüksek tarımsal üretimin ve ülkelerine sıcak
para girişinin olması nedeniyle ekonomilerini koruyabilmişlerdir. Krizden en çok etkilenen ülkelerin başında ise
Macaristan, İzlanda ve İrlanda’yı görüyoruz. Macaristan memur maaşlarını % 45 oranında düşürdü ve borçlarını ödeyemez duruma geldi. İzlanda, gelirinin büyük bir kısmı olan turizm gelirinde ciddi bir düşüş yaşamış ve
önemli bir gelir kaybına uğramıştır.
Türkiye ise kendi iç dinamikleri ile hareket etmesinin neticesinde ülkeye sıcak para girişi sağlamış ve bu kriz
süresince uluslar arası kredi notunu artırmayı başarabilmiştir. Ancak yine de gelişmekte olan birçok ülkeye
– 102 –
Prof. Dr. C. Tayyar SADIKLAR
göre kredi notunun istenilen seviyeye çıktığı söylenemez.
Dünyada yaşanan bu ekonomik krizin ülkemize yansımasının neticesinde, ekonomimiz, başta küresel krizin
yarattığı dış talep daralması, yatırımlardaki düşüş ve hane halkının tüketim harcamalarını azaltmasıyla 2009
yılında %4, 7 küçülmüştür. Ancak 2009 yılının ikinci çeyreğinden itibaren, dengeleyici para ve maliye politikalarının etkisiyle toparlanmaya başlamıştır. Bu toparlanma daha çok iç talepteki artma ile sağlanmış, ihracatta
istenilen seviye maalesef yakalanamamıştır. Dış talepte yaşanan bu azalış, ekonomi genelindeki iktisadi faaliyetleri ve neticesinde istihdamı sınırlamıştır.
Önemli bir dış pazarımız olan Avrupa ülkelerinin ekonomik krizin etkisinden tümüyle kurtulamamış olması,
ihracat performansımızı olumsuz etkilemektedir ve cari açığımızın genişlemesine sebep olmaktadır. Halen yaşamakta olduğumuz dış talep belirsizliği, özel yatırımların, krizden önceki seviyeye çıkmasına izin vermediğini
ve bu seviyeye çıkmasının da uzun zaman alacağını göstermektedir.
Genç bir nüfusa sahip olan Türkiye’nin temel zorlu görevlerinden biri de işsizliktir. Toplam işgücünün yüzdesi
olarak, işsizlik oranı %10, 6’dür. İhracatın artması ve ülkemize yabancı doğrudan yatırım çekilmesi ile daha
fazla ve daha kaliteli istihdam sağlanabilir.
2010 yılı Temmuz döneminde, ülkemizde, yükseköğretim mezunu erkeklerin % 83, 4’ü, kadınların ise % 70’i
işgücüne katılmaktadırlar. İstihdam yapısına baktığımızda ise çalışanların sadece %39, 60’ının yüksek öğretim
mezunu olduğunu görüyoruz.
2009 yılı Eylül ayında işe yerleştirilenlerin %58, 4’ü lise altı, %32, 3’ü lise ve %7, 5’i ise lise üstü eğitim mezunudur.
2010 Eylül ayında, yapılan işe yerleştirmelerin, %59, 3’ü niteliksiz, %40, 7’si ise nitelikli elemandan oluşmaktadır. SGK’nın verilerine baktığımız zaman, kurumdaki açık işlerin nitelikli olmasına rağmen, yapılan işe yerleştirmelerin ağırlıklı olarak niteliksiz olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Haziran 2010 döneminde, 3 milyon 963 bin yüksek öğretim mezunu, işgücüne katılmış, bunların 3 milyon 551
bini istihdam edilebilmiş, 412 bin kişi ise işsiz kalmıştır.
Üniversite mezunları arasında işsiz oranının fazla oluşu Türk ekonomisinin en büyük sorunlarından birisidir. Bu
bakımdan yeni bir eğitim programlamasının yapılması zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
Öğrencilerimin önemli bir bölümünün, mezun olduktan sonra iş bulamayacağını düşündükçe gerçekten büyük
üzüntü duymaktayım.
– 103 –
Prof. Dr. İlter TURAN
Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul Bilgi Üniversitesi
DEMOKRASİLERDE BAŞKA YOL BULUNMUYOR
B
azılarımız Shohei Imamura’nın 19. yüzyılın sonuna doğru bir Japon köyündeki yaşamı anlatan Narayama
Türküsü adlı filmini anımsayabilir. Köylüler, doğadan ancak maddi varlıklarını sürdürebilecek kadar ürün elde
edebildiklerinden , çocuklar hariç, köyde her yaşayanın üretim sürecine katılması gerekmektedir. Pekiyi, kendi
varlıklarını sürdürecek kadar üretemeyenlere ne olacaktır? Yoksulluk ve mahrumiyetin bir yaşam biçimi olduğu
ortamda soru geleneksel inançlar aracılığıyla yanıtlanmakta; yetmiş yaşına varan kişiler kutsal bir dağa götürülerek orada ölüme terkedilmektedir. Köylülerin bir bölümü bu sonu tabii görerek kabullenmekte, bazılarıysa
isyan etmekte ve geriye dönmemeleri için önlem almak gerekmektedir. Aslında yetmiş yaşına ulaşan köylülerin
bir bölümünün sağlığı yerindedir, üretim sürecine katkıda bulunacak durumdadırlar. Ancak her kişi hakkında
ayrı ayrı karar vermek dayanılmaz azaba sebep olacağından, katı bir din kuralına sığınmak, dağa gidecekler
dışında, hayatı herkes için kolaylaştırmaktadır.
Ne mutlu ki, günümüzde Narayama köylülerine nazaran çok daha iyi durumdayız. Sadece beslenmek için
üretme mücadelesi vermek çoğu toplum için artık gerilerde kalmış bir endişedir. İlkel yöntemlerle gıda üretmek
için gerekli olan bedenen güçlü, kuvvetli olmak gibi bir niteliğe de artık gerek kalmamıştır. Ulaştığımız refah
düzeyinde, varlıklarını yetersiz gıda ürettikleri için devam ettiremeyeceklerle başetmek için inanç sistemleri inşa
ederek onları ıssız kutsal dağlara terk etmek mecburiyetinde değiliz. Yaşadığımız toplumlar girift yapılara sahip.
Bu toplumların üyesi bireyler, çeşitli faaliyetler aracılığıyla toplumlarına iktisadi ve sosyal getiriler sağlayabilirler.
Ayrıca, artık daha sağlıklı ve daha uzun ömürlüyüz. Dolayısıyla, toplumun refahına katkı yapmaya devam etmesi açısından kişinin yaşı geçmişe göre çok daha az önem arzetmektedir.
Daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü bir nüfus bizler için hem bir lütuf hem de üzerine eğilmemizi gerektiren bir
durumdur. Bir lütuftur çünkü toplumlar böylece kıdemli kuşakların aklından, deneyiminden ve birikiminden
daha uzun süreler yararlanma olanağını elde edeceklerdir.Ülkelerin gereksinmelerine cevap verecek işgücü de
böylece genişlemiş olacaktır. Bunlara ek olarak, herşeyin iktisat ve siyasetten ibaret olmadığını da hatırlamalıyız. Olayın bir de çok insani bir yüzü var. Ömürler uzadıkça aileler birkaç kuşak birarada olmanın birlikteliğini
yaşayabilecek, sevgilerini paylaşacak, birbirine destek olacak ve dünyada tek başına olmadıkları, yakınları
olduğu duygusunu daha fazla tadacaklardır.
Ancak, üzerine eğilmemiz gereken bir olguyla da karşı karşıya olduğumuz muhakkaktır. Yeni kuşaklar yetiştikçe, onlara yer açmamız gerekiyor. Bunu yaparken, gençlere yer açmalarını istediğimiz nüfus kesiminin de
– 104 –
Prof. Dr. İlter TURAN
Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul Bilgi Üniversitesi
bilgilerinden, becerilerinden, uzmanlıklarından ve akıllarından yararlanmak için yeni ve yaratıcı yollar bulmalıyız.
Ayrıca, emekliliği tercih edenlerein bu dönemi keyifle yaşamalarını sağlarken, bu kesimin nüfusun giderek daha
büyük bir bölümünü oluşturacağını da hatırlamamız, bu gerçeği de daha yaratıcı çözümlerle karşılamalıyız.
Bunların dışında, artık kendisine yetmediği için toplumun himayesine almak sorumluluğu taşıdığı bir kesim de
her zaman olacaktır. Bu kesimi de ihmal edemeyeceğimiz aşikardır.
Bu güçlükleri aşabilir miyiz? Demokrasi ile yönetilen toplumların vatandaşları olan bizler, güçlükler karşısında
hükümetlerin programlar geliştirdiklerini, kanunlar çıkardıklarını ve kaynak tahsis ettiğini biliyoruz. Yine biliyoruz
ki, siyaset meydanında sayılarını bilemedğimiz kadar fazla menfaat grubu birbiriyle yarışmakta, herbiri kendi istediği sonuçları elde etmeğe gayret etmektedirler. Buna karşılık, çok sayıda sorunla baş etmek baskısı altında
kalan hükümetler, eylemlerini uzun vadeli bir çerçeve dahilinde tasarlamak ve uygulamakta aciz kalmaktadırlar.
Hükümetlerin kendiliklerinden bizim burada ele aldığımız uzun vadeli sorunlara çözüm üretmelerini beklemek
isabetli gözükmemektedir. Dolayısıyla, çözüm üretme sürecini başlatmak, öneriler oluşturmak, konuyla ilgilenen kamuoyuna, seçmenlee ve onların oluşturduğu gönüllü kuruluşlara büyük sorumlulk düşmektedir.
Bilindiği gibi, siyaset güç kavramı üzerine bina edilmiştir. Güç üç ayrı biçimde kavramsallaştırılabilir. En yakından tanıdığımız güç kavramsallaştırması, bir konuda karar vermek, verilen kararı belirlemek biçiminde olanıdır.
Fakat, herhangi bir konuda karar verilebilmesi için önce konunun gündeme girmesi lazımdır. Bu nedenle bazı
düşünürler, konuyu gündeme sokabilmenin gücün karar vermekten önce gelen koşulu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tabii, bunu konular gündeme nasıl girer sorusu izlemektedir. Bu da bizi gücün üçüncü biçimde kavramsallşatırılmasına götürmektedir. Güç, insanların neleri ve nasıl düşündüğünü belirleyebilmektir.
Hafif mizahi bir irade ile “kronolojık başarının meydan okuması” diyebileceğimiz bir sorunla karşı karşıyayız.
Çözüme doğru yol alabilmek için, öncelikle tüm toplum üyelerini ilginmeleri gereken bir sorunla karşı karşıya
bulundukları konusunda ikna etmek, ardından sorunun gündeme girmesini sağlamak ve son olarak da gerekli
kararların alınması gerçekleştirmek gerekiyor. Bütün bunları yapmak sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Neticede, değindiğimiz sorunlar uzun süredir karşımızdadır, hükümetler şu veya bu konuda birşeyler de yapmışlardır
ama kapsamlı bir çözüm çerçevesi oluşturmakta başarılı olamamışlardır. Böyle bir çerçevenin oluşturulması
için demokratik toplumlarda tek yöntem daha iyi örgütlenerek daha yoğun gayret göstermek, somut politika
önerileri oluşturarak onların karara dönüştürülmesini ve uygulamaya konmasını sağlamaktır. Demokratik toplumlarda zaten başka yol yoktur.
– 105 –
Ömer UÇMAN
TÜKÇEV Genel Sekreteri
SÜRDÜRÜLEBİLİR ÇEVRE ve ULUSLARARASI ANLAŞMALAR
Ekosistem; dünya doğal dengesi için kullanılan bir terimdir. Ekosistem, mikro kimyasal ölçülerin birbiri ile
orantılı etkileşimi sayesinde dengede devam edebilen yaşayan dünya sistemidir. Tüm sistemler gibi girdi dönüşüm işlemi - çıktı - netice, tekrar girdi - tekrar çıktı döngüsünde varlığını sürdürür. Sisteme giren girdiler
ya da çıkan çıktılar, sistemin massedemeyeceği oranlar ve ölçüler taşıyorlarsa, sistem bunları işleyemez ve
sistemde yetmezlikler ve bozulmalar meydana gelir. Buna, ekosistem krizi diyoruz.
Yaşadığımız ekosistem krizi, genellikle, sanayi mamûlleri üretimi ve tüketimi sırasında ortaya
çıkan atıkların çevreye verdikleri zarar sebebiyle doğal sistemin sağlıklı işleyemez hâle gelişi ile ilgilidir. Bu durumun sebeplerine dört açıdan bakabiliriz: Birincisi refah felsefesi, ikincisi üretim teknolojileri, üçüncüsü kaynak
- mekân planları ve yerseçimi, dördüncüsü tüketim tarzıyla ilgilidir.
Dünyamız 10 milyar insanı rahat ve barış içinde yaşatacak donanımdadır.Şu andaki ekonomi felsefesi maddî
refah ve kazanç amacıyla sınırsız büyüme, aşırı üretim ve ölçüsüz tüketime dayandırıldığından dünyanın takatini kesmektedir. Ölçüsüz kazanç için ölçüsüz tüketim, kaynakların sınırsızlığı varsayımına oturtulmuştur.
Kaynaklar sınırsızdır; eğer onlardan ihtiyacınız olanı kadarını talep edecekseniz. Ancak, gerçek ihtiyacın üzerine
çıkan talep, kaynakları kıt hale getirir. Doğal dengenin kaldırabileceği ve insanların gerekli olan refahla iktifa
edeceği sürdürülebilir kalkınma felsefesine ve buna uygun kaynak planlaması gerekmektedir.
İnsan yapısı üretim teknolojileri genel olarak üretim felsefesini takip eder. Serî üretim ya da müşteri odaklı serî
üretim şu anda bile bol kaynak kullanan, bol atık bırakan, üretim sırasında çıkan fazlalıkların yeniden değerlendirilmesinin pahalı olduğu yapıdadır. Bazı üretim teknolojileri atık duyarlılığı ile geliştirilebilmiş ise de bazıları
henüz bu noktaya getirilememiştir. Bu durumda, üretim bilgisinin kullanımında üç hâl ile karşılaşılmaktadır.
Üretim teknolojisi atıklı olduğu için doğayı kirletici üretim yapmak zorunda kalan işletmeler, doğru yer seçimi
yapmadan üretim teknolojisini kullandıkları için çevreye gereksiz zararlar verenler ve teknolojisi bulunduğu
halde sırf kendi üretim maliyetini düşük tutmak ya da yaptıkları masrafı başkalarına yükleyerek kendi zararlarını
azaltmak için var olan teknolojiyi kullanmayan veya kendilerinde olsa da atıl tutanlar.
Yenilenebilir kaynaklar oldukları halde, yanlış üretim teknolojileri nedeniyle büyüyen atmosfer etkilerinin dünya
azot tabakasının delmesinden, suların, toprakların, yer altı sularının kirlenmesine, ormanların harap olmasına,
– 106 –
Ömer UÇMAN
TÜKÇEV Genel Sekreteri
bitki ve hayvan yaşam zincirlerinin bozulmasına kadar telâfisi güç birçok zararlarını tüm insanlık azalan refahı
ile ödemek zorundadır. Haberler balina ve yunusların yerküreyi terk etmekte olduklarının kanıtlarıyla doludur.
Kirlenme veya bozulma ortaya çıktıktan sonra bunların düzeltilmesinin maliyetleri, baştan önlem alma maliyetlerinden çok daha yüksektir. Kullanılan teknolojinin zararlarını önleme fikri Hiroşima’ya atom bombası atıldıktan
sonra Japonya’da ortaya sürülmüştü. Uluslararası Kyoto Antlaşması bu gerekçe ile ortaya çıktı ve destek buldu. Ancak, üretim teknolojileri nedeniyle dünyada en büyük kirlilik yaratan Amerika Birleşik Devletleri üreticileri
geçen yıla kadar bu anlaşmanın imzalanmasına yanaşmadılar. ABD azgelişmiş ülkelerin kirletme kotalarını
satın alarak kendi dolmuş kotalarına ilâveler sağladı. Bu, teknolojisi bulunduğu veya geliştirilebileceği halde sırf
kendi üretim maliyetini düşük tutmak için çevreye zarar verme tutumuna bir örnektir. Yarım asra yakın süredir
çevre dostu teknolojilerin yeteri kadar öne çıkamadığı bir dönemi devam ettirmişlerdir.
Şehircilik, sanayi, ulaştırma için uzun vadeli mekân planları uygulanmaması ve yer seçimi yanlışlıkları nedeniyle
çevreye verilen zararların bir örneği, geçtiğimiz aylarda Macaristan’da Tuna kıyısında denetimsiz biriken sanayi
atıklarının tüm nehri, sahildar ülkeleri ve Karadeniz’i tehdit etmesiyle dünyanın gündemini meşgûl etmesi ile
görülmüştür. Dünyadaki en iyi çevre standartları ve mevzuatı Avrupa Birliği’nde bulunmaktadır. Ne var ki, bu
yeni AB ülkesinde mevzuatı tam anlamıyla hayata geçirmek mümkün olmamıştı.
Tüketime sunum ve tüketim tarzı ile ilgili kirlilik dünyanın hızla büyüyen bir sorunudur. Bununla başa çıkmak
başlıca iki yaklaşımla yapılmaktadır. Doğal çevreyi canlandırma / yenileme ve tüketim atıklarının (çöpün) yayılmasını önleme. Çöp, ekosistem krizinde önemli yere sahipken, acil bir sağlık sorunudur da. Çöpün yayılmasını
önleme başlıca iki yolla yapılmaktadır: çöplerin toplanarak düzenli bir şekilde imha edilmesi veya çöplerin içindeki kullanılabilir - metal, kâğıt, naylon, cam gibi - maddelerin dönüşüm yoluyla yeniden kullanılabilir mallara
dönüştürülmesi .
Geri dönüşüm ise, kullanım dışı kalan ve yeniden değerlendirme imkanı olan atıkların, fiziksel ve kimyasal geri
dönüşüm yöntemleri ile hammadde olarak tekrar imalat sürecine kazandırılmasıdır. Burada amaç, giderek
artan gereksiz doğal kaynak kullanımını önleyerek atıkların kaynağında ayrıştırılması ve bu şekilde doğal kaynaklar korunur, enerji tasarrufu sağlanır , azalan atık miktarı çöp toplama işlemlerine kolaylık getirir ve ülkenin
geleceğine ve ekonomisine yatırım yapma olanaklarını artırır. Diğer taraftan çöp ve atıklar ile mücadele sadece
ülkenin iç işi değil tüm insanlığı ilgilendiren bir konudur. Ekosistemlerdeki bozulma tüm dünyayı kapsayan çevrede zincirleme bozukluk meydana getirir.
– 107 –
Ömer UÇMAN
TÜKÇEV Genel Sekreteri
Zira 1 ton plastik atığının geri dönüşümü ile %95 oranında tasarruf sağlanır, dünyadaki kağıt tüketiminin yarısı
geri kazanılırsa , her yıl 8 milyon hektar orman alanı korunur, bir ton cam atığının geri dönüşümü ile 100 lt.petrol
tasarrufu sağlanır. Ayrıca bir cam şişe doğada 4000 yılda , plastik 1000 yılda yok olmaktadır.
Bir ülkede kontrol altına alınamayan çöp ve atıkların kirlettiği toprak ve sular sınırları aşarak dolaşabilmektedir.
Bu yüzden de uluslar arası anlaşmalar büyük bir önem arzetmeye başlamıştır.Bunun en güzel örneklerinden
birisi 18 Ekim 2010’da Japonya’da 190 ülkenin temsilcisinin buluşarak biosistemler ve ekosistemler üzerine
hükümetler arası “ Bilimsel Politika Platformu”nun oluşturulması konusundaki çalışmalarıdır.
Bu konulara ülkemizde çok önem vermekte olup AB müktesabatı dahilinde , Çevre ve Orman Bakanımız Sayın
Veysel Eroğlu’nun gayreti ile faslın açılması sağlanmıştır. Bu faslın açılması kadar kapanması çok önemlidir.
Bu yüzden Türkiye’nin son günlerde çevre konusunda teknoloji, bilim ve eğitimde işbirliği için İngiltere ile yaptığı anlaşma, atacağımız adımları hızlandıracak ve kolaylaştıracaktır.Gümrük birliğine nasıl önceden girildi ise,
Türkiye’nin en önemli özelliklerinden biri olan çevre değerleri konusuna da öncelik verilmelidir.
Çevre ile ilgili sorunların bilincinde olan TÜKÇEV, Orman ve Çevre Bakanlığının verdiği yetkiye dayanarak üretici firmaların ambalaj atıklarını doğadan geri toplamaları ile ilgili mevzuatlar gereğince yükümlülüklerini üstlenmekte ve onlar adına toplumun eğitimi ve bilinçlendirilmesi konusunda önemli çalışmalar yapmaktadır.
Ve kısacası A.Einstein’in dediği gibi “ Sorunlar, onları yaratırken kullandığımız düşünce tarzı ile çözülemez.”
– 108 –
Osman ULAGAY
Ekonomist, Köşe Yazarı
Bütünsel Çözüme Kim Öncülük Edebilir?
ABD’den küresel finans sistemine yayılan ve dünya ekonomisini derinden sarsan küresel kriz, asimetrik
küreselleşmenin yaratmış olduğu sorunları açığa çıkardı. Küreselleşme süreci finansta ve ekonomide büyük bir
hızla ilerledi ve tarihte ilk kez gerçek anlamda küresel bir ekonomiden söz etmek mümkün hale geldi. Ancak
küresel ekonominin yanı sıra küresel bir düzenden söz edebilmek için gerekli olan adımlar atılamadı, siyasi
irade ortaya konamadı, küresel yönetişim için gerekli olan kurumsal yapılar oluşturulamadı.
Küreselleşmenin yönetişim boyutunun ihmal edilmesinde öncelikle iki faktör belirleyici oldu. Birincisi, Soğuk
Savaş sonrasında küreselleşme sürecini tetikleyen Batı’nın ve özellikle tek süper güç konumuna gelen ABD’nin
küresel düzeni kendi önceliklerine göre biçimlendirip yönetebileceği varsayıldı. İkincisi, küresel finans sisteminin ve küresel ekonominin kendi sorunlarını kendi yapıları içinde çözebileceği ve devlet müdahalesine gerek
kalmayacağı varsayıldı.
Her iki varsayımın da tutmadığını acı deneylerle öğrenmiş bulunmaktayız.
ABD, 11 Eylül şokuna kaba bir ulusal refleksle karşılık vererek ve dünya kamuoyundaki tepkileri hiç dikkate
almadan Irak’ı işgal ederek küresel düzene liderlik edemeyeceğini ortaya koydu.
Küresel finans krizinin tamamen kontrolden çıkması ve küresel ekonomide çok daha büyük bir çöküntüye yol
açması ise ancak çok kapsamlı devlet müdahaleleriyle önlenebildi. Finans sisteminin çok hızlı büyümesine
öncülük etmiş olan ABD ve İngiltere’de devletin kurtarma operasyonları devasa boyutlara tırmandı ve mali
dengelerin tamamen bozulmasına yol açtı.
G - 20 formülü
Küresel finans sistemindeki krizin dünya ekonomisini ve ticaretini bütünüyle felce uğratacak bir nitelik kazanması üzerine, batma noktasına gelen finans kuruluşlarını ayakta tutmak için yapılan kurtarma operasyonlarının
yeterli olmayacağı anlaşıldı. Küresel boyutta bir çözüme gerek vardı ve bunun için de küresel ekonomide söz
sahibi haline gelmiş olan tüm tarafların katkıda bulunacağı bir forum oluşturmak gerekiyordu. G - 20 zirveleri bu
amaçla başlatıldı ve küresel güven kaybını önlemede etkili oldu. Dünya ekonomisinde büyük ağırlığı bulunan
G - 20 ülkeleri, küresel krizi aşabilmek için ulusal öncelikleri ikinci plana atarak davranmaya söz verdi.
– 109 –
Osman ULAGAY
Ekonomist, Köşe Yazarı
Bu yaklaşım küresel krizin tam bir çöküşe yol açmasını önledi ama büyük fırtına atlatılınca başta ABD ve Çin
olmak üzere her ülkenin kendi önceliklerini öne çıkartan politikalara geri dönme eğilimine girdiği görüldü. Bu
aslında hiç de şaşırtıcı değil. Siyasi sistemlerin ulusal meşruiyet temeline dayanması ve küresel düzenin kurumsal yapısının oluşmamış olması kaçınılmaz olarak bu sonucu doğuruyor.
Öncülüğe gerek var
Ancak her ülkenin kendi önceliklerine göre davranması halinde küresel ekonominin sorunlarının çözülemeyeceğini, tersine ağırlaşacağını da herkes görüyor. O halde bu kısır döngüyü kıracak bir girişime, bir öncülüğe
ihtiyaç var.
Bu noktada gene küreselleşme süreciyle birlikte ortaya çıkan çok önemli bir diğer gerçeğe de değinmek
gerekiyor. Şimdi, küreselleşme sayesinde küresel ekonominin etki alanına giren 3 milyar dolayında insanın
da dünya kaynaklarından ve yaratılan zenginlikten pay almak istediği bir dünyada yaşamaktayız. Son yıllarda
yapmış oldukları büyük ekonomik atılıma karşın Çin ve Hindistan gibi ülkelerde kişi başına gelir düzeyi, Batı’nın
zengin ülkelerindeki düzeyin %20’sine bile erişebilmiş değil. Buna karşılık büyük bir hızla sermaye biriktiren ve
Batı’dan çok daha hızlı büyümekte olan bu ülkelerin dünya ekonomisindeki ve güç dengelerindeki ağırlığı artıyor. Onların, yeni kazandıkları gücün verdiği cesaretle küresel pastadan daha fazla pay talep etmeleri de doğal.
Öte yandan bu yeni yükselen ülkelerin Batı’nın tüketim normlarını model alarak tüketimlerini artırmaları halinde
bunun yerküremizin geleceğini tehdit edecek bir atık birikimine yol açacağı da biliniyor.
Bütün aktörleri hesaba katarak bir değerlendirme yaptığımızda, küresel sorunlara bütünsel çözümler üretme
konusunda öncülük görevini Batı’nın üstlenmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Batı’nın hiçbir özveride bulunmadan
ve küresel çözümlere yanaşmadan mevcut gelir ve refah düzeyini koruyamayacağı giderek çok daha net
biçimde görülecek. Bu yola gitmek Batı için geçerli bir çözüm değil aslında. Batı’nın benzersiz entelektüel birikimiyle bir düşünce sıçraması yaparak ve dar görüşlü çerçeveyi kırarak, dünyanın olanaklarının daha dengeli
ve adil paylaşılacağı, sürdürülebilir bir küresel düzenin öncülüğünü üstlenmesi kendisi için de en geçerli çıkış
yolu olabilir.
– 110 –
Hüseyin ÜZÜLMEZ
Konya Ticaret Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
KÜRESEL KRİZ - İŞSİZLİK
(Küresel, Ülkesel, Yerel)
Son yaşanan küresel ekonomik kriz ile dünya yeni bir finansal dönemin içine girmiş bulunmaktadır. Yaşanılan
küresel ekonomik kriz, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ayrımı yapmaksızın tüm ülkeleri derinden etkilemiş ve
etkilemeye de devam etmektedir.
Dünyada kriz 2007 Nisan’ında kendini hissettirmeye başlamış, 2008 Eylül’de Lehman Brothers’ın batışı ile
resmiyet kazanmış, 2009 Haziran’da da bütün ülkeler pek çok veride dip noktayı görmüştür. Bu kriz finansal
bir kriz olarak başlamakla birlikte, finans krizi sırasıyla kredi, likidite ve güven krizi izlemiş ve sonrasında reel
sektörü de içine alan tam bir ekonomik kriz haline gelmiştir.
Merkezde kriz patlayınca çevre-bağımlı ülkeler tıkanma ile karşılaşmıştır. Merkezin mal talebinin azalması bu
tıkanıklığı daha da artırmış ve çevre-bağımlı ülkelerin büyüme kaynağı olan dış sermaye azalmıştır. Sonuçta
doğrudan yatırımlar azalmış ve yabancı para borsaları terk etmiştir. Bütün bunlar da ülkelerde işsizliği tetikledi.
Bu çerçevede küresel krizin en ağır bedelinin işsizlik cephesinde ödendiği söylenebilir. Bu süreçte milyonlarca insan çalışma hayatı dışına itilmiş ve yaşamlarının yönü değişmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü verilerine
göre, krizin damgasını vurduğu 2009 yılında işsizler ordusuna 34 milyon kişi daha katılmıştır. Durumun daha
da vahim olmasını ise, G-20 ülkelerinin uyguladığı ekonomi canlandırma paketleri engellemiştir. Bu paketler
sayesinde 21 milyon kişinin işsiz kalması engellenmiş ve işgücü kaybı yüzde 40 azaltılmıştır. Ancak krizin etkisi
öylesine derin olmuştur ki bütün çabalar bir noktada yetersiz kalmıştır. Küresel işsizlik hâlâ 212 milyon gibi
kabul edilemez bir düzeydedir.
Küresel ekonomik krizin işsizlik üzerindeki etkisi bölgeler ve ülkelerde farklı olmuştur. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD’de, işsizlik oranında psikolojik sınır olan yüzde 10 geçilmiş ve geçen yıl Ekim ayında yüzde 10, 2 ile
26 yılın en yüksek seviyesine çıkmıştır. Başlangıçta ABD’deki finansal krizi ‘’Pasifik’in öte yakasındaki yangın’’
olarak gören Japonya, kriz sırasında rekor seviyelerdeki işsizlik oranlarıyla mücadele etmiştir.
AB işgücü piyasalarında da kötü gidiş ortadadır. Eurostat, Avro kullanılan 16 ülkede işsizlik oranının Ağustos
1998’den bu yana en yüksek seviyeye ulaştığını duyurmuştur. AB genelindeki işsizlik oranı 2008’de %7 idi.
2009’da rakam %8, 9’a çıkmıştır. 2010’da ise %9, 8 olması beklenmektedir. Ülke bazında baktığımızda da,
bazı ülkelerdeki işsizliğin oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Eurostat’ın verilerine göre, üye ülkelerin işsizlik
– 111 –
Hüseyin ÜZÜLMEZ
Konya Ticaret Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
oranları arasındaki fark da giderek açılmaktadır. Hollanda’da %4, 5 olan işsizlik oranı, İspanya’da %20, 5’e
ulaşmıştır.
Krizlerin neden olduğu işsizlik ne kadar yüksek olursa kriz sonrası muhtemel canlanmanın gücünü de o ölçüde
olumsuz etkileyebilir ve bu da bireysel ve toplumsal refahı tehlikeye sokabilir.
Şüphesiz ülkemizde de özellikle sıkıntı olan konulardan en önemlisi yüksek işsizlik oranı ve düşük istihdam düzeyidir. Türkiye’yi diğer ülkelerden ayıran en önemli problem genç işsiz ve toplam işsiz sayısıdır. 2008 yılından
itibaren etkisini sürdüren küresel krizin baskısı ile işsizlik sorunu büyümüştür. 2007’de işsizlik oranı % 10, 6
iken, krizle birlikte % 11, 2’ye; 2009 yılında ise %14, 8 seviyelerine çıkmıştır. İşletmelerin bu krizi kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmaları ile de işten çıkarmalar dolayısıyla işsizlik daha da artmıştır. Geride kalan çalışanların
verimlilikleri arttırılarak üretime devam edilmiştir. Maaşlar geç ya da eksik ödenmiş zam verilmemiştir. İş bulmada zorluklar yaşanmıştır. Sonuçta ülkemizde de krizin en büyük etkisi istihdamda görülmüştür.
Ülkemizde yılbaşından bu yana açıklanan verilere göre ülke ekonomisinde iyileşme ortaya çıkmaktadır. İkinci
çeyrek itibariyle %10, 3’lük bir büyüme yaşayan ve %8’lere tekrar gerileyen enflasyonla ülkemiz krizin olumsuz
etkilerini bertaraf etmeye çalışmaktadır.
Kalkınmanın olmazsa olmazı olan istihdam oranındaki nispi artış işsizlik oranında da azalma sağlamıştır. Küresel kriz öncesinde %9, 2 civarında seyreden ve krizin etkisiyle %14’ü aşan işsizlik, 2010 Temmuz döneminde
%10, 6’ya gerilemiştir. Bununla birlikte son rakamlar güçlü canlanmanın etkisiyle son bir yıldır azalmakta olan
işsizliğin yatay seyre geçmekte olduğunu göstermektedir. İşsizlik oranındaki azalmanın en önemli nedeni, sanayi kesiminde azalan işsizliğin hizmetler sektöründeki artışla karşılanması olmuştur.
Önümüzdeki dönemde de Türkiye’nin ana ihracat ortağı olan Avrupa Bölgesi’ndeki zayıf toparlanmanın ihracat
üzerinde baskı oluşturması üretim ve dolayısıyla istihdam oranımızı olumsuz etkilemeye devam edebilir.
Bu nedenle de istihdam alanında olumlu gelişmeler elde etmek için reel sektörün üretimini ve ihracatını canlandırmak olmazsa olmazdır. Aynı zamanda istikrarlı ve sağlıklı büyüme uzun vadede istihdamın temeli ve
garantisidir.
Her dönem karşımıza bir sorun olarak çıkan işsizliğin kesin çözümü; yatırımların ve üretimin artması böylece
de istihdamın yükselmesidir. Yani milli gelirdeki artış, istihdam oranında pozitif etki oluşturmalı ki işsizlik sorun
olmaktan çıkabilsin. Unutulmamalıdır ki büyümeyle eş değer istihdamın sağlanması iktisadi sebepleri ve sonucu olan sosyal bir meseledir.
– 112 –
Hüseyin ÜZÜLMEZ
Konya Ticaret Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
İşgücü maliyetleri ile istihdam arasında ters yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu durumu istihdamın lehine çevirebilmek için, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi gerekmektedir.
Yapılan araştırmalarda Türkiye’de ücretli çalışanların ücret ortalamalarının oldukça düşük olması nedeniyle
ücretlerin düşürülmesi yerine işverenlerce ödenen prim ve vergi oranlarının düşürülmesi uygun olacaktır.
Türkiye genelinde işsizliği incelerken il ölçeğinde Konya ne durumda buna değinmekte de fayda vardır.
2009 yılı TÜİK verilerine göre Konya, 81 il arasında:
• % 10.8 işsizlik oranı ile (işsizliğin en düşük olduğu iller arasında) 32. sırada
- Türkiye genelinde işsizlik oranı %13.7
• % 46.1 istihdam oranı ile 31. sırada
- Türkiye genelinde istihdam oranı % 41.2
• % 51.6 işgücüne katılım oranı ile 33. sıradadır.
- Türkiye genelinde işgücüne katılım oranı % 47.9
Bu oranlar çerçevesinde ilimiz için sevindirici olan durum %13, 7 olan Türkiye ortalamasının üstünde yer almamasıdır. Fakat %10, 8’lik işsizlik ortalamasının da düşük olmadığı kesindir. Konya İşgücüne katılım oranı sıralamasında %51, 6 ile 33.sırada ve %47, 9 olan Türkiye ortalamasının da üzerinde gerçekleşmiştir.
Yani; işgücüne katılım oranında Konya olarak, Türkiye ortalamasının üzerinde ve işsizlikte de Türkiye ortalamasının altında kalmamız birbirini istatistiki olarak desteklemektedir. Fakat bu ilişkide nüfus unsuru da gözden
kaçırılmamalıdır.
– 113 –
Prof. Dr. Turan YAZGAN
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
MEDENİYETLER İTTİFAKI MEDENİYETLERİN
BİRBİRLERİNE SAYGI DUYMALARI ile MÜMKÜNDÜR
Bir “Medeniyetler İttifakı” sağlanmak suretiyle dünyanın içine girdiği yeni gerilimleri tersine çevirmek için iyi
niyetli gayretler devam ediyor. Bu fikrin gündeme gelmesinin sebebi, Samuel Huntington aracılığı ile dünyaya
salınan “Medeniyetler Çatışması” işareti karşısında yapıcı bir tepki meydana getirmektir.
TÜRYAK’a dünyanın esenliğe çıkmasını görev edinmesinden dolayı ve bu ülküye inanan burada bulunan ve
bulunmayan bütün uluslararası camiaya şükranlarımızı sunarız.
Tarihe baktığımız zaman, medeniyetlerin birbirleri ile olan sürtüşmelerinin talî kaldığını, birbirlerinden aldıklarının ise daha büyük olduğunu görüyoruz. Sahanın bu büyük tarafında işbirliği yapmanın bütün medeniyetlerin
mensuplarının menfaatine olduğunu hepimiz akıl edebiliriz, de neden böyle olmuyor?
Halklar, kültürleri birbirinden farklı diye çatışmaya girmezler; barış içinde yanyana veya birarada yaşamayı denerler. Özellikle Asya’nın ve Orta Doğu’nun tarzı budur ve yüzlerce birbirinden farklı topluluk yanyana yaşamayı
sürdürürler. Bunun, coğrafyanın dayatmasından çok, benimsenen felsefenin veya inancın, yönetim tarafından
da benimsenmesi, hatta idarenin bu amaçla düzenlenmesiyle de ilgisi vardır.
Böyle şuûrlu bir idareye örnek olarak, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun meydana getirdiği barış medeniyetini
gösterebilirim. Bir İslâm idi. Bu barış 1450 ile 1850 arasında 400 sene yaşandı. Osmanlı idaresi, eski Türk devlet geleneğinin adalet felsefesi ile İslâm’ın insan hakları ilkelerinin sentezinden, her dinden insanın barış içinde
bir arada yaşadığı bir dünya modelini ortaya koydu. Bugün Türklerin geçmişte başarmakla iftihar ettikleri de
bu model, Medeniyetler İttifakı arayışlarına cevap verecek, yaşanmış ve işlevsel bir çözüm olarak kullanılmayı
beklemektedir.
İslâm Medeniyeti’nin şahikası, tüm insanlık adına, Türk-İslâm Osmanlı Barışı ile yaşandı. Ne zaman yıkılmaya
başladı? Batı Medeniyeti, yükselmesinin devamını sömürgeciliğe, içerde demokratikleşirken dışarıda otoriterleşmeye, emperyalizme, orientalizmi felsefî arka cephe uygulaması haline getirmeye bağlayınca geleneksel savaşlar çağı bitti, mertlik bozuldu, yanyana yaşayan toplulukları birbiriyle çatıştıracak fitne savaşları çağı başladı.
Osmanlı Devleti’ni siyasî olarak yıkamayacağını anlayan Batı, alt kültürler savaşlarını hazırlayacak toplum mühendislikleri ile Osmanlı içinde kültür ve kimlikleri ile rahat yaşayan azınlıkları devlete karşı kışkırtıp silâhlandırdı.
– 114 –
Prof. Dr. Turan YAZGAN
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Bu yapılan, sadece Türk ve İslâm medeniyetlerine değil, tüm azınlık kültürlerinin varlıklarına karşı büyük saygısızlığa dayanıyordu. Ve, bu faaliyette misyoner Hıristiyan din adamlarıyla öğretmenleri yer aldı. Bu mücadele
tam 75 yıl sürdü. 1923’te Türkiye’nin yeni bir devlet modeli ile ortaya çıkmasıyla Osmanlı devirleri kapandı.
Girdikleri dünya coğrafyasının insanlarının bütün zenginliklerini elinden alıp kendi merkezine taşıya, insanları
köleleştiren, dinini, dilini yasaklayan, fakirliğe mahkûm ederek kültürünü yaşayamaz hale getiren bir hastalığı
Orientalist emperyalizm dönemi Hıristiyan Batı Medeniyeti’ne hediye etmiştir. Topla tüfekle yok edilmiş millet
tarihte yoktur. Milletleri yok etmenin yolu onların kültürlerini, dillerini, dinlerini, müziklerini bilinçli bir şekilde yok
etme planlarıyla olur. Bütün dünya doğrudan, Osmanlı Devleti ise az önce anlattığım azınlıkların rahatsız edilmesi yoluyla Batı’nın insanların kültürlerine saygı gösteremeyen tutumundan çok çekmiştir.
20. yüzyıl kültür emperyalizmi Batı taklitçiliğinin teşvik edilmesi ve diğer ülkelerin kültür ve eğitimlerine müdahale ile devam etti. ABD atom bombaları ile Japon milletini ortadan kaldıramayacağının şuûru içindeydi. 1945’te,
Misoury Gemisi’nde yapılan anlaşmada, Japom Milli Eğitimi ile Milli Kültür unsurlarını tecrit etme şartı getirildi.
Amerikan kültür unsurlarının Japon eğitimine hakim olması sağlandı. Bu uygulamanın sonucunda Japonya’da
kültür yozlaşması başladı. Japon işverenleri bir araya gelerek, ne pahasına olursa olsun, Japon kültürünü
devam ettirme kararı aldılar; şirketlerin 2/3ü bunun uygulama alanı haline geldi. Japonya’nın teknikte, bilimde, irfanda en ön safa çıkabilmesi, Japon kültürü ile birleşmesinden sonra oldu. (Rohlen, Thomas P. 1987,
Japonya’da Maneviyat Eğitimi, çev. Turan Yazgan; İstanbul: TDAV Yayını.)
Bugün dünyada 193 devlet vardır, binlerce de azınlık topluluğu. Yerelleşme adı altında bunların her birinin ayrıştırılması dünyayı kaosa sürükler. Bir yandan biz Medeniyetler İttifakı derken, bir yandan da benim azınlığım
baskı altında dursun, komşununki ayrışsın anlayışı bir başka düşüncenin psikolojik savaş taktiğidir. Azınlıkların
ayrışıp da bağımsız yaşamalarına imkân yoktur. ABD’de siyah derililer için Martin Luther King’e, “bir eyalete
toplanın, idaresini ele geçirin,” tavsiyesi çok yapıldı. “Bir değil birkaç eyalette %90 çoğunluk elde ederek müstakil devlet sahibi olabiliriz. Ama ertesi gün etrafımızı gümrük duvarlarıyla çevirirler. O zaman ne yapacağız, dış
dünya ile ilişkimiz kesilir,” diye bunu kabûl etmemiştir.
Buna benzer bir yaklaşım Türkiye için de yapıldı. Sovyet tehdidi karşısında NATO’ya girmek için başvuran
Türkiye’yle 27 Aralık 1949’da yapılan bir anlaşma ile “Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” kuruldu.
Amerikan sefiri başkanlığında 4 Türk, 4 Amerikalı Türk eğitimi hakkında kararlar almaya başladılar, temsilcilerini
bakanlıklara yerleştirdiler. Türkiye bunun sindirememiştir.
– 115 –
Prof. Dr. Turan YAZGAN
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Bugün yapılması gereken, bir devletin içinde yaşayan çoğunluk veya azınlık kültürlerin eşit haklara sahip vatandaşlar olarak hem kendi kültürlerini, hem de ortak kültürlerini yaşayabilmeleri ve ülkenin sunduğu ortak
imkânlara katılabilmeleridir. Eski geleneğimizin etkisiyle bugün Türkiye’deki kadar eşitliğe ve demokrasiye sahip grupların varlığının diğer ülkelerde de bulunup bulunmadığını sormalıyım. Osmanlı devrinde geliştirdikleri
alışkanlıkla Batı Birliği, Türkiye’de azınlık hakları diye gündem yaratırken, demokratikleşme diye katliamlara göz
yummakta, işgal edilen Doğu Türkistan topraklarında zenginliklerini ellerinden alarak Türkleri kendi vatanlarında azınlık haline getiren Çin’e ses çıkarmamakta, hatta Çin’e ticaret imtiyazları tanımaktadırlar.
Bugün aranan Medeniyetler İttifakı’nın gerçekten yapılabilmesi için Batı Medeniyeti’nin güven attırıcı tedbirler
uygulamasına ihtiyaç vardır. Bunun birinci tedbiri medeniyetlerin birbirlerine saygı duymaları için halisâne eğitim, insanî etkileşim ve dünyanın en kıymetli birikimi olan hikmet bakış açısı ile birbirimize bakabilmektir. İnsanlığın özünde bu cevher oldukça, bu ittifakın gerçekleşeceğine inanmamak için hiçbir sebep yoktur.
– 116 –
Cafer Tufan YAZICIOĞLU
Türkiye Emekliler Derneği Hukuk Danışmanı
KÜRESELLEŞME ve İNSAN
Küreselleşme, yaşadığımız uluslar arası sistemi tanımlıyor. Dünya teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel
dönüşüm yaşıyor. Bilgi ve enformasyon teknolojisi öne çıkarken, insan gücü yerine makineler insan beyni yerine bilgisayarlar kullanılır oldu. Güç, üretimden finansa kaydı. Artan sermaye emek karşısında güçlendi. Geleneksel koruyucu ağlar tahrip edildi, finansal piyasa her şeye hakim oldu. Tüketim toplumları yaratıldı. Küreselleşme ve liberalleşme kavramları özdeşleştirilerek sermaye ve ticaretin önündeki engeller tamamen kaldırıldı.
Çok uluslu şirketler güçleriyle küresel ekonomiyi düzenlerken, her şey teknolojik açıdan gelişmiş zengin ülkeler
yararına çalışır oldu.
Küreselleşme bir hukuki alt yapı kuramadı. Ekonomi, üretim ahlakına dayanmadığından gelir dağılımı bozuldu,
yolsuzluklar arttı, insan hakları ihlalleri çoğaldı. Dünyanın en yoksul ve en zengin beşte biri arasındaki gelir oranı
1960’da 1’e 30 iken, 1990’da 1’e 60, 1997’de 1’e 74 oldu, şimdiler de 1’e 85’e gidiyor.
Dünya üretiminin neredeyse tümünü iki elin parmakları kadar sayıda çok uluslu şirketler yönlendiriyor. 1,5 milyar kişi temiz sudan yoksun, 1 milyara yakın kişi açlık sınırında. 1,5 milyar insanın günlük geliri bir dolardan az.
Ülkeler içindeki eşitsizlik, ülkeler arasındaki eşitsizlik, artan yoksulluk ve sosyal problemler küreselleşmenin
sosyo-politik sonuçlarından bazıları. Sermaye ve finans çevrelerinin artan serbest dolaşım hızı, bazı ülkeler
için sürdürülebilir ekonomik kalkınma, bazıları için yükselen yaşam standartları, hızlı yayılan bilgi ve internet
kullanımının yaygınlaşması küreselleşmenin faydaları arasında. Sosyal devlet ve demokrasi zayıfladı, seçimler
anlamını yitirdi, tek kalıp siyaset uygulanıyor. Dincilik ve etnik aidiyete yönelim zorunluluk kazandı. Çok uluslu
şirketler ileri teknoloji ve finans gücü sayesinde tekel olarak rekabeti yok ettiler. Tek rekabet kaynağı ucuz
emek. Finans piyasalarında saniyeler içinde milyarlarca dolarlık işlem yapılabiliyor.
Ülkelere fon şeklinde kaynak girişi yerli paraları değerlendirerek, ithalatı artırdı, ihracatı düşürdü ve cari açığa
neden oldu. Bu açığın yarattığı risk, faizlerin yüksek tutulması ile önlenmeye çalışılırken, yüksek faiz yatırımları
önlüyor ve dış borçları artırıyor. Borçlandırma ve kredi kartı gibi yeni mekanizmalar ortaya konarak insanlar tüketime teşvik ediliyor ve borçlandırılıyor. Ülkelere yatırıma değil, sıcak para ile gelinmekte, risk halinde hemen
çıkılarak o ülkenin finans ve reel sektörü çökertilmektedir. Borç, borçla döndürülebiliyor.
Bir süre sonra bu da tıkanacak ve gelecek kuşaklar çevrilemeyen bir yükün altında kalacak.
– 117 –
Cafer Tufan YAZICIOĞLU
Türkiye Emekliler Derneği Hukuk Danışmanı
İşsizlik, iş yaratmayan büyümenin sonucu artıyor. İnsanlar kendilerini ulus devletlere değil, şirketlere bağlı hissediyor. Şirket emperyalizmi küreselleşmenin yarattığı yeni kavram. Toplumun değişen yapısı şiddeti de, terörü de artırıyor. Kırsal kesimden kente göç, büyük kentler yaratırken, yaşam sorun oluyor. Sosyal adaletsizlik
artarken, sosyal güvenlik sistemleri alarm veriyor. Hukuk devleti yerini mafya’ya terk ederken, internet kültürü
de kültürel değişimin sonucu oluyor. Çevre sorunları, küresel ısınma ve değişen iklim şartları, beslenme ve
yiyecek, içecek sorunu yarattı. İnternet su değil ki içesin. Bazı canlı türleri yok oldu.
Ülkeler borç çıkmazı içine sokulup sömürülürken, çıkarılan krizlerle kaynakları değersizleştirilip ellerinden alınıyor. Dünya kredi hacmi dünya üretiminin 10 katına çıktı. Küresel düzenin sürdürebilirliğine olan güven ortadan
kalktı. Ortak insanlık bilinci ve sorumluluğu oluşmadı, ulus devletler zayıfladı, ancak yerine küresel bir siyasi
birim oluşturulamadı. Düzensizlik ve kaos, insanlığı tehdit ediyor. Din, kimlik sağlayıcı niteliğine yeniden kavuştu. Belirsizlik ve güvensizlik var. Büyük şehirler çoğalırken, insan ilişkileri yüzeysel hale gelerek kozmopolit bir
kültür ve insan tipi yaratıldı. Hastalıklar artırılarak ilaç satıp para kazanmaya bakılıyor. Orta sınıf çöktü, çekirdek
aileye dönüş yoksulluğu artırdı.
Küresel düzenin geçirmekte olduğu değişim yeni birçok kutuplu dünya düzeni yaratacak. Temel insan hakları
yoluyla ulaşılması hedeflenen küresel barış talep edilecek. Üretimin sembolü madencilerin Şili’de kurtarılması,
Fransa’da sosyal güvenlik sisteminde insanların elinden alınmaya çalışılan kazanılmış haklara tepki yeni bir
umudun başlangıcı. Bu umut “İnsana ve İnsanlığa.” ABD eski başkanı Clinton bile küreselleşmeden kaynaklanan istikrarsızlığı, eşitsizliği ve sürdürülemezliği gündeme taşıyor. Neden ya da niçin sorularından çok, nasıl
ile uğraşın diyor. Nasıl çalışır, nasıl olur, nasıl düzeltilir gibi sorgu yapan insanlara olan ihtiyaca dikkat çekiyor.
İnsana, kamusal alan ve değerlere yeniden dönmezsek krizler devam eder. Kendi iç dinamiklerini göz önünde
tutmadan neo-liberal küreselleşme modeline dahil olmaya çalışırsak sürekli kriz tehditleri devam eder. Hukuk
devleti amaç olmaktan çıkıp, piyasa ekonomisinin uygulamalarını kolaylaştıran bir araç olursa, krizler devam
eder. Sosyal devlet, yerini bıraktığı işletmeci devletten yerini geri almazsa krizler devam eder. Ekolojik dengeyi
dikkate alan planlı politikalar üretemezsek, teknoloji ve insana yönelik faaliyetlerin etkinlik ve verimini artıramazsak krizler devam eder. Siyaseti bilgi temelli ve insan odaklı yapamazsak krizler devam eder. Hedef insanların
refah ve mutluluğu, insanca yaşamak olacaktır, başka çare yoktur. Medya etiğinden sapmış bir şekilde görev
yapan iletişim araçlarının toplum üzerindeki olumsuz etkisine karşı durmaktan başka çare yoktur. 2012 Avrupa
aktif yaşlılık yılı olacak. Bugünün yaşlıları çok şey gördü, küreselleşmenin emperyalist neticelerinin de ortadan
kalktığını görecek, bundan kimsenin şüphesi olmasın.
– 118 –
İbrahim YETKİN
Türkiye Ziraatçılar Derneği
Genel Başkanı
EKOSİSTEM KRİZİ VE KÜRESEL DAYANIŞMA
Ekoksistem krizi adını verebileceğimiz olgu, sanayileşme odaklı politikalardan bize kalan bir miras...
Burada kuşkusuz hemen bir açıklama yapmak gerekiyor:
Sanayileşme politikaları insanlığın gelişmesinde kaçınılmaz olmasa da gerekli politikalardı. Bugün yaşamımızı
kolaylaştıran, üretim düzeylerini sanayi öncesi toplumların kat kat üzerine çıkaran politikalardı bunlar. Ancak,
insanlık sanayileşmenin başdöndürücü başarılarına tanık olurken bir anlamda bu başarılar karşısında sarhoşluğa kapıldı ve bunun muhtemel olumsuz sonuçları üzerinde fazla durmadı.Sanayileşme dalgaları birbiri ardından bütün toplumları etkisi altına aldı. Sanayileşme, kalkınma, gibi kavramlar bir toplumun ‘bekası’ ile ilgili hale
geldi ve adeta tabulaştırıldı.
Bu dizginsiz sanayileşme akımının dayandığı temel noktalardan biri ‘doğayı sömürmekti’...
Her ne kadar bizim dilimizde bu kavram bu şekilde fazla kullanılmasa da sanayileşmiş toplumların tümünde
doğanın sınai amaçlarla kullanılması ‘Sömürme’ (‘exploitation’) kelimesi ile ifade edilir. Bu aşamada, doğa
sınırsız kaynaklara sahip ve sanayileşmenin yol açtığı sonuçları kolayca özümleyebilecek gibi görünüyordu.
Bu yanlış algılamanın en büyük kaynağı, o zamana kadar sınırlı kalan üretim faaliyeti karşısında gerçekten de
doğanın genişliği ve kendini yenileme gücü sayesinde insanlara bu şekilde görünmüş olmasıydı. Eski anlayış
bizim dilimizde en iyi kendini ‘akan su pislik tutmaz’ ifadesinde gösterir. Pisliği akarsuya attığınız zaman pislik
olmaktan çıkıyor, fabrika atıklarını toprağa gömdüğü zaman o atıklar artık zararlı olmuyor, doğal yaşamı oluşturan hayvanlar, balıklar sınırsız avlandığı zaman rezervler sürekli kendini yeniliyor gibi görünüyordu insanlara...
Hava, su gibi kaynaklar ise tükenmez bir nitelik taşıyorlardı.
İnsanlık, bu anlayışların koca bir yanılgı olduğunu oldukça geç anladı.
Bu geç anlamada, sanayileşmeden sağlanan ulusal ve bireysel çıkarların tartışma konusu haline getirilmemek
istenmesi de önemli bir rol oynadı.
Günümüzde, artık bu yanılgının etkisini kaybettiğini, gerçeklerin zorla da olsa insanlığa kendisini kabul ettirdiğini söyleyebiliriz. Artık havanın da suyun da kirlenebileceğini, akarsulara boşaltılan atıkların gölleri, denizleri
kullanılamaz hale getirdiğini, zehirli kimyasal maddeleri toprağa gömmenin bir çözüm getirmediğini biliyoruz.
– 119 –
İbrahim YETKİN
Türkiye Ziraatçılar Derneği
Genel Başkanı
Ancak, bunları bilmek, çözümü bulmak anlamına gelmiyor. Ya da çözümü bulsanız bile bunları uygulayabilmek
anlamına gelmiyor.
Bugün artık dünyanın hemen her ülkesinde fabrikaların karbondioksit salımını sınırlamaya, ormanları korumaya, akarsuları temiz tutmaya, zehirli atıkları gelişigüzel toprağa gömmeye, sınırsız avlanmaya karşı önlemler
alınıyor. Bir çok ülke bu konuda yasalar çıkarıyor. Ancak, tek tek ülkelerin aldıkları bu önlemlerin küresel bir
sorun olan ekosistem krizini önlemeye yetmeyeceği açıkça görülüyor. Bu konuda uluslararası, küresel çözümler gerekli. Bildiğimiz gibi uluslararası ilişkiler alanı, hâlâ eskiden olduğu gibi tek tek ülkelerin diğerleri karşısında
kendi çıkarlarını korumaya çalıştığı bir ‘arena’ olmaya devam ediyor. Bu ‘arena’da en güçlü devletler, başkalarını bağlayan anlaşmalara imza atmamak, bu anlaşmaları başka ülkelerin sanayileşmesini ve güçlenmesini engellemek için bir silah olarak kullanmak anlayışlarından kolay kolay vazgeçmiyorlar. Bazı konularda uluslararası
bir uzlaşmaya varılsa bile bu anlaşmaların uygulanmasını denetlemek kolay olmuyor.
Bu olumsuz tablonun yakın zamanda devletler arası ilişkiler alanına iyi niyetin egemen olmasıyla ortadan kalkacağı yolundaki umutlar da giderek azalıyor. Dünyanın içinde bulunduğu koşullar, bugün artık bir ülkede
‘sıkıştırılan’ bir sanayi şirketinin koşulların kendisi açısından ‘daha uygun’ olduğu başka bir ülkeye kolayca
geçebilmesine ve faaliyetlerine orada sınırlanmamış bir şekilde devam etmesine olanak tanıyor.
Peki bu durumda ne yapacağız?
Kendi yarattığımız ve insanlığın gelişmesinin motoru olarak gördüğümüz sanayileşmenin, onu dizginlemeyi
başaramayışımız yüzünden insanlığı tehdit eden bir faktör haline dönüşmesine seyirci mi kalacağız?
Bence, sorunun çözümü, artık ekosistem krizini bilim insanları ya da devletler arası ilişkiler boyutundan çıkararak ‘toplumlar arası’ bir boyuta taşımaktan geçiyor. Başka bir deyişle, her ülkede ‘sıradan’ vatandaşların bu
meselenin kendilerinin ve çocuklarının meselesi olduğunu anlamalarından geçiyor. Toplumu oluşturan bizler,
yalnızca kendi ülkelerimizdeki ekoloji sorunları ile daha fazla ilgilenmek, dar görüşlü politikacılar ve sanayicilere
karşı seslerimizi yükseltmekle yetinmemeli, uluslar arası planda da oluşturulacak ‘sivil toplum inisiyatifleriyle’
küresel bir sorun olan bu soruna ‘küresel bir yanıt’ verebilmeliyiz.
Bu ‘küreselleşme’, bugün bir çoklarının anladığı biçimiyle ‘küresel kaynakları her türlü aracı kullanarak
sömürme’ye değil, dünyadaki tüm ülkeleri oluşturan toplumların yaşamları ve gelecekleri için bu sorunlara
daha fazla eğilmesine ve işbirliği yapmasına dayanacaktır.
– 120 –