zindanda mıyız, yoksa mağarada mı?

Transkript

zindanda mıyız, yoksa mağarada mı?
Zindanda mıyız yoksa mağarada mı?
MEVLÂNA’nın Zindanı ile Eflatun’un Mağarasını Karşılaştırma Denemesi

ZİNDANDA MIYIZ, YOKSA MAĞARADA MI?
MEVLÂNA’NIN ZİNDANI İLE EFLATUN’UN
MAĞARASINI KARŞILAŞTIRMA DENEMESİ1
Are We in a Dungeon or in a Cave?
An Essay For Comparing RUMI’s Dungeon and Plato’s Cave
İsmail GÜLEÇ*
Yüksek gerçekler ancak mecazla anlatılır. (Sokrates)
ÖZ
Tarihin en eski dönemlerinden beri ideal insan konusu filozofların gündeminden düşmemiştir. İdeal insanın sahip olması gereken özellikler konusunda Doğudan Batıya filozoflar ve din adamları görüşler ileri sürmüşler, bu konuda insanları
uyaran metinler kaleme almışlardır. Biz bu çalışmamızda Antik Yunan kültürünün
önemli temsilcisi Eflatun ile edebiyatımızın ve tasavvuf hayatımızın önemli bir ismi
olan Mevlana’nın hakikatten habersiz insanları hakikate götüren yolları anlatmak
için başvurduğu mağara ve zindan benzetmelerini karşılaştıracağız.
Eflatun ideal toplumun ve ideal insanın nasıl olması gerektiği üzerinde düşünen filozofların ilklerindedir. Özellikle Devlet isimli eserinde ideal bir toplumun
nasıl olması gerektiğini detaylı bir şekilde açıklar. Aynı şekilde insanın nasıl kemâl
bulacağını verdiği mağara alegorisiyle anlatır. Mağarada boynundaki zinciri kırıp
dışarı çıkan ve gölgelerin kaynağını görüp tekrar içeri girip oradakileri uyaran kimse
filozoftur. Mevlâna da, eserlerinde, ideal bir yaşantının nasıl olması gerektiği üzerinde durur ve kamil insanın özelliklerini ve nasıl olacağını tüm eserlerinde yeri
geldikçe anlatır. Onun kamil insan örneği Hz. Peygamber’dir. Mecâlis-i Seb’a’sında
ideal insanı tarif ederken insanların sıradanlıktan nasıl kurtulacağını açıklamasında
―――――――――
1
*
9-10 Ekim 2010 tarihleri arasında Manisa’da düzenlenen Uluslararası Mevlâna Ve Tasavvuf Geleneği
Sempozyumu’nda sunulan bildirinin yeniden gözden geçirilmiş halidir.
Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
1

Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği
İsmail GÜLEÇ
kullandığı benzetmelerden biri de zindandır. Eflatun’un boynundan zincirlerle bağlı
olan insanların olduğu mağarası, Mevlâna’da insanların atıldıkları zindana dönüşmüştür. Her ikisinde de mağara ve zindan mahpushane olarak aynı anlamda kullanılmaktadır. Eflatun’un mağarasındaki gölgeler Mevlâna’nın zindanında resimlere
dönüşür.
Biz bu çalışmada ilk olarak Eflatun’un mağarasını, daha sonra Mevlâna’nın
zindanını anlatmaya çalışacağız. Mağara-zindan, gölge-resim, mahpuslar ve kemâle
ermek için önerilen yollar bakımlarından her iki metni karşılaştırmaya, aralarındaki
farkları ve benzerlikleri tespit etmeye çalışacağız. Bu tespitlerden sonra gölge ve
hayal kavramı konusunda Şeyh Küşteri’nin yorumuyla çalışmamızı sonlandıracağız.
Anahtar Kelimeler: Eflatun, mağara, Mecâlis-i Seba, Mevlâna, zindan
ABSTRACT
Since the earliest periods of time, the matter of man hasn’t lost its popularity
among the philosophers. Countless numbers of philolosophers, ecclesiastics both
in the East and the West have contemplated on how an ideal man should be and
left writings behind, warning people about that. In this study, we will compare the
similies of cave and dungeon which Plato, a prominent name of Ancient Greece
culture and Rumi, an important name in our islamic mysticism has used.
Plato is one of the philosophers who contemplate on how the ideal society
and the ideal person should be. He, especially in his Republic, clarifies how an ideal
society should be. At the same time he explains that man can reach maturity over
the allegory of cave. It is the philosopher who breaks the chain on his kneck, going
out, seeing the source of the shades, and turning back to warn the other in the
cave. And in his works at proper points, Rumi concentrates on how an ideal life
should be, counts the characteristics of a mature man and how he should be. His
perfect man is Mohammad the Prophet. One of the similes he makes use of in his
Macalis al Sab’a while stating how men can avoid ordinariness is that of dungeon.
Plato’s cave with people chained on their kneck has turned out to be a cave in
which people are imprisoned in Rumi’s dungeon. Dungeon and cave, in both case,
are used in sense of imprisonment. The shades in Plato’s cave transforms into the
images in Rumi’s cave.
In this study we will try to explain Plato’s cave and then Rumi’s dungeon.
We will also attempt to compare and specify the differences and similarities
between the terms aforementioned above, like the cave and the dungeon, the shades and the images and finally the imprisonment and the ways of getting mature.
After these, we will end our discussion over the interpretation of Sheik Kushteri
on the shades and the imagination.
Key Words: Plato, cave, Macalis al-Sab’a, Rumi, dungeon

2
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
Zindanda mıyız yoksa mağarada mı?
MEVLÂNA’nın Zindanı ile Eflatun’un Mağarasını Karşılaştırma Denemesi

Şefik Can, Eflatun ile Mevlâna’nın kâinatı yaratan varlığı arama, bulma, anlama ve anlatma bakımından aynı gayreti sarf ettiklerini, fikir ve sezişlerinin birbirine çok benzediğini söyledikten sonra bunların neler olduğunu sıralar. Üzerinde
durduğu konular ideler alemi-ruhlar alemi ve platonik aşk-ilahi aşk kavramlarıdır.
Aralarındaki benzerlikleri açıkladıktan sonra temel bir farktan bahseder. Eflatun
filozoftur ve Allah’ı aradığı halde akılla ve mantıkla hareket ettiği için bulamamıştır.
Şefik Can, mağara benzetmesi üzerinde de durur ve Mevlâna’nın konuyu daha
derinleştirdiğini söyler ve sözü ilahî aşka getirir.2 Biz, konuya biraz daha farklı bir
boyuttan yaklaşarak Eflatun’un mağara ile Mevlâna’nın zindan benzetmeleri üzerinden incelemeye çalışacağız.
Eflatun, Devlet isimli eserinde ideal bir devlet idaresinin nasıl olması gerektiğini bir mecliste Sokrates’e yöneltilen sorulara verdiği cevaplarla izah etmeye çalışır.
İdeal bir devlette olması gereken özellikleri sırasıyla anlatırken yöneticilerin vasıfları
konusu üzerinde uzun uzun durur. Filozoflar ile sofistler arasındaki farkın üzerinde
durduğu, sofistlere filozof denemeyeceğini, gerçek filozofların bilgiye ulaşan insanlar olduğunu, görünen nesnelerin hakikatlerine ulaştıkları için de filozof olduklarını
söylerken idealar bahsine girer. Burada iyi ideasını güneş üzerinden izah eder. Ona
göre nasıl görme organı ve görülecek nesne olsa bile ışık olmadan görme eylemi
gerçekleşemezse iyi ideası bilinmeden görünmeyen dünyanın hakikatlerine de vakıf
olunamaz.3
Geceleyin nesnelere baktığımızda nasıl onların renklerini ve cisimlerini net
bir şekilde göremezsek, nasıl olduklarını tam olarak anlayabilmek için gün ışığına
ihtiyaç varsa ruh da bakışlarını hakikatin ve varlığın aydınlattığı şeye çevirdiği zaman o şeyi
anlar, tanır ve akıl sahibi olduğunu gösterir. Ama karanlığa bulanmış, doğan ve ölen şeye baktığı zaman görüşü körleşir, artık sadece sanılara sahiptir, durmadan bir sanıdan ötekine geçer
durur, sanki aklı yok olmuştur. (508d) Bilme konusunun nesneleri hakikate kavuşturan
ve bilen kişiye bilme gücünü veren bu gerçeği de iyinin ideası olarak niteler. Bunu
da bilginin ve hakikatin ilkesi olarak kabul eder ve bilgi konusunu bir nesne olarak
algılar. Nasıl görme ve ışık güneşle bir değilse hakikat ve varlık da iyi ile bir değildir,
iyi bu ikisinden üstündür. Çünkü ikisini de iyi doğurur.4
Ruh bu dünyanın bölümlerinden birine ulaşmak için görülen dünyanın asıl
nesnelerini birer görüntü olarak kullanmak zorundadır. Varsayımlardan yola çıkarak
―――――――――
Şefik Can. Mevlâna ve Eflatun. İstanbul: Okul Yayınları, 2004, s. 17-38.
Platon, Devlet, çev. Hüseyin Demirhan, İstanbul: Sosyal Yayınları, 2002, VI. Kitap 507b-511e
4
İyi ile güneşi biri kavranan şeyler dünyasında, öbürü görülen şeyler dünyasında hüküm süren iki kral olarak
düşün... Şimdi eşit olmayan iki parçaya ayrılmış bir çizgi al, bunlardan biri görülen dünyayı öbürü de kavranan
dünyayı göstersin. Sonra bu parçaları yine aynı oranda ikiye böl. Böylece elde edilen parçaları birbirleri karşısındaki aydınlık ve karanlık derecelerine göre sınıflandırınca görülen dünyanın birinci bölümü olarak görüntüleri elde edersin. Görüntüler diye önce gölgelere, sonra sularda ya da mat, cilalı, parlak düzeylerde görülen yansılara ve
bütün buna benzer şeylere diyorum. Şimdi de ikinci bölümü, bu görüntülerin yansıttığı nesnelere, yani çevremizdeki hayvanlar, bitkiler ve insan elinden çıkma bütün eserlere karşılık kabul et... Hakikat ve onun karşıtı bakımından bölümleme şu orantıya göre yapılmıştır: Görüntü aslı olan nesneye göre neyse sanı da bilime göre odur.
(509d-510b)
2
3
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
3

Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği
İsmail GÜLEÇ
bir ilkeye değil bir sonuca varır. Oysa sonu varsayımsız bir ilkeye varan bölüme
ulaşmak için ruh yine bir varsayımdan kalkarak ama ilk halde kullandığı görüntülerin yardımına başvurmaksızın sadece kendi başına ele alınan ideaların yardımıyla
araştırmasını yürütmek zorundadır, dedikten sonra meramını daha iyi ifade edebilmek için geometriden örnek verir. Geometriciler sayıları ve geometrik şekilleri
herkes tarafından bilinen şeyler varsayarak açıklama gereği duymazlar. Bu şekil ve
sayılardan bir takım sonuçlar çıkarırlar. Böylece araştırmalarının amacı olan sonuca
ulaşırlar. Görülen şekiller kullandıkları halde asıllarını düşünerek akıl yürütürler ve
birer görüntü olarak kullandıkları bu şekillerle ancak düşünceyle görülebilecek salt
ve gerçek varlıkları görmeye çalışırlar. Şekiller kavranan dünyanın malıdır ve onları
bilmek için ruh varsayımlarına başvurmak gerekir. Ruh da varsayımların üzerine
çıkamayacağından bir ilkeye doğru yönelemez. Kopyaları aşağı bölümünde bulunan
ve bu kopyalardan daha açık, daha değerli sayılan asıl nesneleri birer görüntü olarak
kullanır. (510b-511a) Bu dünyanın birinci bölümüdür ve görünen nesnelerle algılanır. Aklın diyalektik gücüyle ulaştığı bölüme de kavranan dünyanın ikinci bölümü
denir.
Buna ulaşmak için akıl birer ilke olarak değil de gerçek birer varsayım olarak yani
birer kalkış ve atlama noktası olarak gördüğü birtakım varsayımlar ortaya koyar; bunlardan yararlanarak artık şart gerektirmeyen evrensel ilkeye kadar yükselir. Bu ilkeyi elde edince bundan çıkan bütün sonuçlara dayanarak yukarıdan aşağıya iner, temel sonuca varır. Bunu yaparken de hiçbir duyulur veriye başvurmaz, sadece idealara başvurur, idea’dan idea’ya geçerek gene idea’da durur... Akılla kavramak en yüksek bölüm,
anlamak ikinci bölüm, inanmak üçüncü bölüm ve bulanık görüntüler almak da son bölüm. Hakikate yakınlık ve uzaklıklarına bakarak hepsini aydınlık derecelerine göre diz.
(511b-e)
Hakikat bilgisinin ne olduğunu açıkladıktan sonra söylediklerinin daha iyi anlaşılması için de VII. Kitap’a mağara benzetmesiyle başlar. Burada bir yeraltı mağarasında yaşayan insanları örnek verir. Mağaranın kapısı boydan boya açıktır ve insanlar da arkaları kapıya dönük ve boyunlarından zincirlenmiş şekilde sağa sola
kımıldayamadan karşılarındaki duvara bakmaktadırlar.5 Mağaranın kapısından içeri
―――――――――
Burada, Yasin suresinin 8-10. ayetlerine dikkatinizi çekmek istiyorum:
8. Hakikat biz onların boyunlarına öyle laleler (demir halkalar) geçirdik ki bunlar çenelerine kadar
(dayandı). Şimdi onlar kafaları ve burunları yukarı kaldırılmış haldedirler. [Eflatun’un mahpuslarını
tarif ediyor âdeta. İ. G.]
9. Biz hem önlerine bir sed, hem de arkalarına bir sed çektik. Böylece onları sarıverdik. Artık görmezler.
10. Onları (azap ile) ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın onlarca birdir. İman etmezler.
Muhammed Ali’ye göre boyunlarındaki zincir kibir ve inatçılıktır. (Kuran-ı Kerim Tercümesi ve Meali,
İngilizce’den tercüme eden Ender Gürol, Ohio: Ahmadiya Anjuman Ishaat Islam Lahore Inc.,
2008, s. 832) Muhammed Esed, Zemahşerî’den ¨hakikati bilinçli şekilde inkâr etmelerinin temsili
ifadesidir¨ görüşünü nakleder. Aynı şekilde önde ve arkadaki sedlerin de hallerindeki durağanlığa
işaret eden bir mecaz olduğunu söyler. (Kuran Mesajı Meal-Tefsir, ter. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk,
İstanbul: İşaret Yayınları, 2000, s. 897) Diyanet’in tefsirinde, tefsirlerde geçen konu ile ilgili
açıklamalar özetlenerek pek çok kanıta rağmen inatla inkârcılıklarını sürdürenler öyle iç ve dış
etkenler, öyle psikolojik ve sosyolojik şartlar ve alışkanlıklarla kuşatılmışlardır ki boyunlarına
çenelerine kadar boyunduruk takılmış gibidirler. Böbürlendikleri ve nefislerine mağlup oldukları
5

4
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
Zindanda mıyız yoksa mağarada mı?
MEVLÂNA’nın Zindanı ile Eflatun’un Mağarasını Karşılaştırma Denemesi

uzaklardan yanan bir ateşin ışıkları vurmaktadır. Mağaranın önünde iki tarafı alçak
duvarla örülü bir yol vardır. Türlü türlü eşyalar ile insan ve hayvan heykelleri taşıyan
insanlar bu yoldan geçtikçe mağaradakiler duvarda taşınan eşya ve heykellerin gölgelerini görüyorlar ve her şeyi de bu gölgelerden tanıyorlar. Yoldan geçenlerin konuşmalarını da gölgelerden geldiğini sanıyorlar.6
Sokrates bu insanların gördükleri ve gerçek sandıkları gölgeleri ve o gölgelerden elde ettikleri bilgilerin hakikatini sorgulamaya başlar. Bunun için de içlerinden birinin zincirlerinin çözülmesini, arkasına döndürülerek ışığa doğru yürütülmesini söyler. İlk başta karanlığa alışmış gözlerin acı çekeceğini, nesneleri iyi seçemeyeceğini (bulanık görme evresi), alıştıktan sonra da yoldan geçenlerin kim olduğunu
ve neler taşıdığı söylendiğinde çok şaşıracağını belirtir. Mağarada gördüklerinden
daha gerçek olduğunu anlar. Bir de yolu geçip ateşin olduğu tarafa götürülse gözlerinin kamaşması daha da artar. Bu sefer gerçek olarak gördüğü şeyleri bile seçemez
hale gelir. Yukarı taraftaki nesneleri görebilmesi için gözlerinin alışması gerekir ve
bunun için de zamana ihtiyacı vardır. En kolayı duvardaki gölgeleri, daha sonra
yoldan geçenleri ve en zoru da güneş ve etrafındakileri görüp seçmektir. Yıldızları,
ayı ve güneşi görmeye başlayınca da zamanı, mevsimleri, ayları ve günleri anlamaya
başlar. Dünyayı yönetenin güneş olduğu sonucuna varır ve ilk yaşadığı mağarada
yaşayanları ve onların düşündüklerini hatırlayınca kendi adına sevinir, onlar adına
üzülür. Yeniden mağaraya dönse, bu sefer karanlığa girdiği için gözleri yeniden
körleşir, bir şey göremez ve mağaradaki arkadaşları gibi gölgeleri seçemez. Arkadaşları, boşu boşuna dışarı çıktığını ve gözlerini kör ettiğini söylerler. Diğerlerini çözüp
dışarı çıkarmak istediğinde kendisini öldürmek isteyenler bile çıkabilir.7
6
7
için çevrelerindeki hakikate dair alametleri göremezler, şeklinde izah edilmektedir. (Kuran Yolu
Türkçe Meal-Tefsir IV, tefsir edenler Hayrettin Karaman ve öte., Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, 2008, s. 477-478)
Bilgi ve bilgisizlik bakımından insan tabiatını şöyle tasarla. Bir çeşit yer altı mağarasında yaşayan
insanlar düşün. Bu mağaranın kapısı boydan boya ışığa açık olsun. Bu insanlar çocukluklarından
beri ayaklarından ve boyunlarından zincirlere vurulmuş orada oturuyorlar. Öyle ne bir yere
kımıldayabiliyorlar, ne de önlerinden başka bir yeri görebiliyorlar. Arkalarında ve uzakta bir
tepenin üzerinde yanan bir ateşin ışığı sırtlarına vuruyor. Bu ateşle mahpuslar arasından yüksek bir
yol geçiyor. Bu yol boyunca alçak bir duvar örülmüş, kukla oynatanların önlerine yerleştirip
üstünden hünerlerini gösterdikleri bölmeye benzer bir duvar... Bu alçak duvarların arkasından
geçen insanları düşün. Bunlar türlü türlü eşya, taştan tahtadan her çeşit maddeden yapılmış küçük
insan ve hayvan heykelleri taşıyorlar. Duvarın üstünde yalnız bu eşyalar görünüyor. Geçen
insanlardan da kimi konuşuyor, kimi konuşmuyor... Böyle durumda bu adamlar kendilerini ve
yanındakileri şimdiye kadar sadece dışarıdaki ateşin karşılarındaki mağara duvarına yansıttığı
gölgelerle tanımışlardır, başka bir şey görmemişlerdir... Duvarın üstünden geçen eşyayı da öyle
tanırlar... Aralarında konuşabilselerdi gördükleri gölgeleri gerçek eşya sanıp ona göre
konuşurlardı...
Bunları zincirlerinden ve bilgisizliklerinden kurtarırsak ne olacağını düşünelim. Bu mahpuslardan
birini çözelim, zorlayıp hemen ayağa kaldıralım, başını çevirtelim, hemen yürütelim, aydınlığa doğru baktıralım. Bütün bu hareketler ona acı verecek, gözleri kamaşacak, bu yüzden de biraz önce
gölgelerini gördüğü o nesneleri seçemeyecek. Ona şimdiye kadar gördüklerinin boş görüntüler olduğunu, şimdiyse gerçeğe daha yakın, gerçek nesnelere daha dönük bulunduğunu daha doğru
gördüğünü söylersek; üstelik gelip geçen şeyleri birer birer gösterip bunların ne olduğunu söyleSûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
5

Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği
İsmail GÜLEÇ
Eflatun, Sokrates’e bunları anlattırdıktan sonra da verdiği örneği açıklar:
Mağara zindanı gözle gördüğümüz bu dünya, mağarayı aydınlatan ateş de
güneştir. Yukarı çıkan yokuş ve gökteki nesnelerin seyredilmesi, ruhun kavranan
dünyaya yükselişidir.
Kavranan dünyada insan iyi ideasını en son ve en zor seçer, iyi ideası da bütün
şeylerde doğru ve güzel olarak ne varsa hepsinin nedenidir; görülen dünyada ışığı ve
ışığın hakimini o doğurmuştur; kavranan dünyada da hakim olan hakikatin ve aklın
kaynağı odur ve insanın gerek özel hayatında, gerek kamu işlerinde bilgece davranabilmesi için onu görmüş olması gereklidir. Bu yüksekliğe ulaşmış olanların artık insanların işleriyle uğraşmak istememesine, ruhlarının hep o yükseklikte kalmak için
çırpınmasına şaşma... Tanrısal varlıkları seyredip de insanların zavallı işlerine dönen
bir adam daha görüşü bulanık, gözleri çevresindeki karanlığa alışmamışken mahkemelerde ya da başka yerlerde doğruluğun gölgeleri ya da bu gölgeleri yaratan görüntüler üzerinde çekişmeye girmek ve doğruluğun kendisini hiç bir zaman görmemiş
olanların bu konudaki yorumlarını çürütmek zorunda kalınca insanlara sevimsiz ve
gülünç gelmez mi?
Aklı başında bir insan bilir ki gözler iki biçimde iki karşıt sebepten bulanabilir.
Ya aydınlıktan karanlığa geçerken, ya da karanlıktan aydınlığa geçerken. Ruh için de
mesi için kendini sıkıştırırsak ne cevap verir? Apışıp kalmaz mı? Demin gördüğü şeyler ona şimdi
gösterilenden daha gerçek gelmez mi? Onu ışığa bakmaya zorlarsak gözlerine ağrı girmez mi? Bu
ışıktan kaçıp bakabileceği şeylere dönmek istemez mi? Bunların kendisine gösterilen şeylerden daha açık seçik olduğuna inanmaz mı? Ya zorla mağaradan çıkarsak da çetin ve sarp yokuştan yürütüp güneş ışığının bulunduğu yere kadar sürüklesek onu; canı çok yanmaz mı, bu ettiklerimizden
yakınmaz mı? Işığı gördüğü zaman da gözleri büsbütün kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz
şeylerden bir tekini bile seçemeyecek hale gelmez mi? Yukarı taraftaki nesneleri görmesi için gözlerinin alışması gerek. En kolay ve ilk seçtiği şeyler gölgeler olur; sonra insanların ve öbür nesnelerin suya yansıyan görüntülerini, daha sonra da nesnelerin kendilerini seçer. Bundan sonra gözlerini
yıldızların ve ayın ışığına kaldırarak gündüz güneşe ve güneş ışığına bakmadan önce geceleyin gökteki cisimleri ve göğün kendisini daha rahatlıkla seyredebilir. Sonunda da güneşe bakar, ama sulara
ya da başka bir yere yansıyan boş görüntülerine değil, güneşin kendisine bakar, onu gerçek yerinde
ve olduğu gibi seyredebilir. Bundan sonra mevsimleri ve yılları yapanın, görülen dünyada her şeyi
yönetenin ve arkadaşlarıyla birlikte mağarada gördüğü bütün şeylerin nedeninin bir bakıma güneş
olduğu sonucuna varır. İlk yaşadığı mağarayı, orada bilgelik yerine geçen şeyleri, zindan yoldaşlarını hatırlayınca değişiklikten sevinç duymaz mı, orada kalanlara acımaz mı?
Mağarada yaşarken birbirlerine şerefler verdikleri, övgüler düzdükleri olmuşsa, gelip geçen gölgeleri gözü en iyi seçebilenleri; hep en önce, en sonra ya da birlikte geçen gölgelerin hangileri olduğunu en iyi aklında tutup şimdi hangilerinin geçeceğini, zindandakiler arasından bunları kazananları bizimkinin artık bu şanslara, üstünlüklere imreneceğini, zindandakiler arasından bunları kazanacağını kıskanacağını mı sanırsın? Yoksa o sanılara, boş hayallere dönmektense oradaki gibi yaşamaktansa, Homeros’un kahramanı gibi ‘varlıksız, yoksul bir çiftçinin yanında ırgat olmayı’ dünyada her mihnete katlanmayı üstün mü tutar?
Bir de bu adamın yeniden mağaraya indiğini ve eski yerine oturduğunu düşün: Birden bire güneş
ışığının göbeğinden karanlığa giren gözleri körleşmez mi?
Gözleri böyle daha bulanık görürken, karanlığa daha alışamamışken, yerlerinden hiç ayrılmamış
olan eski arkadaşlarıyla gölgeleri seçmekte yeniden yarışa girmek zorunda kalsa herkesi kendine
güldürmez mi? Yukarıya boşuna çıkmış, üstelik gözlerini de bozmuş, demezler mi? Hatta biri bu
adamları çözüp yukarı götürmeye kalkışsa, ellerinden gelse yakalayıp öldürmezler mi? (VII. Kitap
514a-517a)

6
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
Zindanda mıyız yoksa mağarada mı?
MEVLÂNA’nın Zindanı ile Eflatun’un Mağarasını Karşılaştırma Denemesi

böyle olduğunu düşünerek o insan bazı şeyleri seçemeyen bulanmış bir ruhla karşılaşınca ahmakça güleceğine acaba o ruh daha aydınlık bir hayattan geliyor da görüşü
karanlığa alışık olmadığı için mi bulanık görüyor; yoksa bilgisizlikten aydınlığa geçip
de keskin bir ışıkla karşılaştığı için mi bu hale düşüyor diye bir araştır. Birincisi doğruysa bu halinden ve yaşadığı hayattan ötürü onu mutlu sayar, ikincisi doğruysa acır
ona. Bu ikincinin haline gülmek isterse o kadar gülünç duruma düşmez ama ışık
dünyasından inen ruha gülmeye kalkarsa asıl kendisi gülünç olur. Bütün bunlar doğruysa şu sonuca varmak gerekir. Eğitim hiç de bazılarının ileri sürdüğü değildir.
Çünkü onlar bilgisiz bir ruha bilgi sokmak isterler, tıpkı kör gözlere görüş vermeye
kalkışmak gibi. (VII. Kitap 517b-518c)
Eflatun, bütün bu açıklamalardan sonra ideal bir eğitimin nasıl olması gerektiği konusuna gelir.
Herkeste öğrenme gücü ve bu işe yarayan bir araç vardır. Nasıl karanlıktan ışığa
dönmek isteyince göz ancak bütün vücutla birlikte dönebilirse, onun gibi, bu araç da
oluş dünyasından varlık dünyasına bütün ruhla birlikte dönmeli, öyle ki sonunda öze
ve varlığın en ışıklı yanına bakmaya dayanabilir hale gelmeli. Bu öze iyi diyoruz. Eğitim de işte bu amaca, ruhun iyiye dönmesi amacına yönelen ve buna varmak için en
kolay, en etkili yolları araştıran sanattır; yoksa ruhtaki öğrenme aracına görüş kazandırma sanatı değildir. Çünkü o görüş zaten vardır; ama iyi yana çevrik olmadığı, gereken yere bakmadığı için eğitim bu görüşü iyi yöne çevirmeye çalışır. (VII. Kitap
518c-d)
Sokrates’e göre, iyiyi tanıdıktan sonra tekrar mağaraya gelip diğerlerinin yanına oturan kimseler filozoflardır. (VII. Kitap 520c)
Mevlâna’da bir teşbih unsuru olarak zindan
Eflatun’un bilginin kaynağı konusundaki görüşlerini özetledikten sonra
Mevlâna’nın aynı konuda söylediklerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Mevlâna,
Mecalis-i Seba’nın yedinci meclisinde kendisinin ümmi olduğunu, ümminin ise iki
anlamı olduğunu söyler. Birincisi okuma yazma bilmeyendir. İkinci anlamı ise elsizkalemsiz yazandır. Daha sonra yine ümmi olan Hz. Muhammed’e hitaba başlar. Hz.
Muhammed’e, ana-babası olmadığı ve mektebe gitmediği halde bu kadar bilgiyi
nereden öğrendiğini sorar. Hz. Peygamber de, bildiklerini Allah’tan öğrendiğini,
halktan öğrenmeye kalkışsaydı binlerce yıl süreceğini, yine de bu kadar olamayacağını söyler. Halkın öğrettiklerinin ise canı olmayan bir şekilden ibaret olduğunu,
mihraplardaki kandil resimlerinin akşam olunca mihrabı aydınlatmadığı gibi bilgilerin de kimseyi hakikate ulaştıramayacağını söyler8 ve zindan örneğini verir.
―――――――――
8
Mevlana, Yedi Meclis -Mecalis-i Seb’a-, çev. Hicabi Kırlangıç, İstanbul: Ney Yayınları, 2007, s.178.
Muhammed s. m. dedi ki: Benim kimim-kimsem yoktu, yetimdim; kimsesizlerin kimsesi hocam
oldu benim; "Rahman, Kur'ân'ı öğretti'(190) hükmünce o öğretti bana. Yoksa bu bilgiyi halktan
öğrenmeye kalksaydım yüzlerce, binlerce yıl gerekti; öğrensem bile bu bilgi, taklitle elde edilmiş
olurdu; onun anahtarları, bilenin elinde olamazdı. Eklenti-bağlantı olurdu bu bilgi, özden
meydana gelmiş bir bilgi olmazdı. Böylesine bilgi, bilginin yazısı, çizisi, şekli olurdu; bilginin
gerçeği, özü-canı olmazdı. Herkes duvara bir şekil çizebilir; o şeklin başı olur; fakat aklı olmaz.
Gözü olur; fakat görgüsü olmaz, eli olur; fakat vergisi-ihsânı olmaz. Göğsü olur; fakat gönlü
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
7

Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği
İsmail GÜLEÇ
Böyle olsa bile duvardaki o resim yararsız değildir. Çünkü zindanda doğmuş ve
insana topluluklarıyla güzellerin yüzlerini görmemiş bir kimse, zindanın duvarlarında
resimler ve resimlerde güzellerin yüzlerinde şahları, gelinleri, padişahların şatafatını,
tahtını, tacını, eğlencelerini, toplantılarını, şarkıcıları, rakkasları görürse, kendi türünden varlıklara ilgi duyacağından kendi kendine sorar ve bu zindanın dışında bir dünyanın, şehirlerin, böyle güzel yüzlerin ve böyle meyveli ağaçların olduğunu anlar. Buraya çizilmiş resimler, onun içine bir ateş düşürür ve âlemde böyle şeyleri arar, bizse
diri diri mezara girmişiz, diye düşenerek haykırır ve zindandakilere şunları söyler:
Ey bu olaylar sarayına mensuplar, sakının
Kalkıp yüce âleme doğru yola çıkın
Bedeninizde kemâl bulmuş can var
Siz de kısa beden lafını uzatmayın, kısa kesin
İsâ karşınızda oturuyor, sizinse akılsızca
Eşeğin toynağına kulluk etmeye gönlünüz el verir mi?
Ey temiz ruhlar, bu toprak yığınlarında,
Ne zamana dek cehennem ehlinin duygusu gibi yerleşip kalacaksınız?
Ey dirilerin oğulları, bu topraktan kaldırın başınızı diye
Çok zamandır devlet borazanı çalınıp duruyor.
Ey dünya yüzü görmemiş mahpuslar, bir çözüm aramıyorsunuz. Şu güzel sûretlere, şu ilginç resimlere bakın bir kez. Bu resimlerin hakikatleri vardır. Doğrusu olmayan hiç bir yalan yoktur.9
Mevlâna, burada her yalanın bir gerçeği, her kalp paranın bir geçer akçesi,
her gölgenin de bir sahibi olduğunu söyledikten sonra10 Eflatun’un mağarasındaki
gölgeleri hatırlatacak biçimde şöyle ifade eder:
İşte bu fâni âlem zindanının duvarlarında görünüp kaybolan resimler ve hayaller [de böyledir]. Âlemde binlerce kişiyle dosttun. Nicelerini kendine yakın sanıp sırlarını söyledin. Şimdiyse onların görüntüleri yitip gitti. Git mezarlığa da mezar taşlarını al, kerpiçlere bak. Görüntüler yok olmuştur. Emin ol, o güzel görüntüler, dostlarının içinde bulunduğu zindanın dışındaki görüntülerin yansımasıdır.11
Daha sonra sözü fazla uzatmaya gerek olmadığını söyleyerek zindanın duvarını delip sûretlerin gerçeklerininin bulunduğu yere gitmeyi önerir. Oraya varınca da
artık ölümsüzlük denizindeki balık olunacağını söyledikten sonra Eflatun’da olmayan bir konuya değinir. Allah’ın huzuruna çıkmışken O’na, neden kendilerini zin-
9
10
11

8
olmaz. Elinde kılıcı olur; fakat kılıç vurması olmaz. Her mihraba bir kandil resmi yaparlar; ama
gece oldu mu bir zerrecik bile aydınlık veremez. Duvara ağaç resmi yaparlar; ama silkilip meyvası
düşürülemez, devşirilemez.
A.e. s. 179-180.
A. e., s. 180.
A. e., s. 180-181.
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
Zindanda mıyız yoksa mağarada mı?
MEVLÂNA’nın Zindanı ile Eflatun’un Mağarasını Karşılaştırma Denemesi

danın içine attıklarını sorar. Allah da ¨Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim¨ kutsî
hadisiyle cevap verir. Daha sonra Mevlâna, ruhlar âlemindeyken birlikte olduğumuz
Allah’tan bu dünyadaki ayrılıklarının geçici olduğunu, bu zindandaki murâdımızın
da tekrar Allah’a kavuşmak olmak gerektiğini teşbihlerle çok güzel bir şekilde anlatır.12
Değerlendirme
Her şeyden önce belirtmemiz gereken husus Eflatun’un düşüncelerini bir
tartışma ortamında ve diyaloglarla çoğunlukla Sokrates’e, ara sıra da diğerlerine
söyletirken Mevlâna, kendisini sevenlerin karşısında onlarla sohbet ederken ifade
eder. Konuşan sadece Mevlâna’dır. Bu şekli bir farklılıktır.
Bir diğer fark konuşmanın bağlamıdır. Eflatun, örneğini iyiye ve bilgiye
ulaşmaktan bahsederken verir. Mevlâna ise, Hz. Muhammed’i övgüsü esnasında,
onun yüceliğini ve bilgisinin kaynağını açıklarken değinir. Eflatun gerçek bilginin
insanlardan öğrenilmeyeceğini söylerken Mevlâna da, peygamberimizin bilgisinin
halktan öğrenilen taklidi bilgiler olmadığını, doğrudan Allah’tan öğrendiğini ifade
eder. Bu benzerliğe karşın, kaynağın isimlendirmesi konusu farklıdır. Sokrates’in
güneşi Mevlâna’da Allah olur.
Yorumlara genel olarak baktığımızda Mevlâna’nın yorumunun Eflatun’a göre daha zevkli ve şiirsel olduğunu söyleyebiliriz. Eflatun’da akılla felsefe yapılır ve
filozof olunur. Mevlâna’da ise gönülle ve sezgiyle hakikate ulaşılır ve hakim ve arif
olunur.
Eflatun’un mağarasıyla Mevlâna’nın zindanı kanaatimizce aynı şeydir. Benzeyen şey birinde mağaradır, diğerinde zindan, ancak benzetilen her ikisinde de aynı
şeydir, dünya. Eflatun’un mağarası yer altındadır ve insanlar çocukluklarından beri
ayaklarından ve boyunlarından zincirlere bağlıdır ve mağaranın dışındaki dünya
hakkında hiç bir bilgileri yoktur. Âdeta o devrin zindanları tarif edilmektedir. Kadim dönemlerde zindanların kuyu ve doğal çukurlar ile mağaralarda olduğunu düşündüğümüzde mesele daha da iyi anlaşılmaktadır. Mevlâna’nın zindanında da
dünya yüzü görmemiş mahpuslar yaşamaktadır. Ancak bunlar doğduklarından beri
buradadırlar, Sokrates’te olduğu gibi çocukluklarından beri değil. Mevlâna’nın zindanın duvarlarında şekiller, resimler ve gölgeler vardır. Eflatun’unkinde ise sadece
gölgeler.
Mevlâna, zindandakilerin şekilleri ve gölgeleri gördüklerinde şekilleri olan
nesnelerin bir varlığının olacağını düşünebileceklerinden bahseder. Mahpuslar,
şekillerin bir aslı olduğunu insan olmanın verdiği bir zorunluluk ile görüp anladıklarında içlerine bir ateş düşer ve zindandan kurtulmak isterler. Oysa Eflatun’da mahkumlar ancak birisinin zinciri çıkarmasıyla kafasını çevirebilmektedirler. Ancak
ikisinde de müşterek olan husus insanların çoğunun hakiki bilgiye ulaşamamalarıdır.
Mevlâna bu durumu ¨Görmezler, duymazlar, bilmezler¨ ayetiyle izah etmektedir.
―――――――――
12
A. e., s. 181-183.
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
9

Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği
İsmail GÜLEÇ
Eflatun, zindanın dışında bir hayat olduğunu anlayan kimse hakkında pek
fazla konuşmaz. Sadece mağaraya dönünce oradakileri iknada ve inandırmada güçlükler yaşayabileceğinden bahseder. Mevlâna ise, ruhundan gelen coşku ve aşk ile
mağaradakilere seslenir, onları uyarır, âdeta irşad eder, davet eder. Birinde akıl,
diğerinde duygu hakimdir.
Her ikisi de mağaranın ve zindanın dışına çıkılmasını ister. Biri bunu ¨ruhun
kavranan dünyaya yükselişi¨ olarak tarif ederken diğeri ¨yüce âleme doğru yola
çıkmak¨ şeklinde tarif etmektedir. Neticede ikisi de aynı şeyi söylemektedir.
Eflatun duvara yansıyan şekillere, yani bu fani dünyaya ‘gölge’ derken
Mevlâna, ‘hayal’ ve ‘görünüp kaybolan bir resim’ der. Her resim veya gölge bir
nesnenin taklididir ve mutlaka onların bir aslı vardır. Bu konuda her ikisi de aynı
düşünür. Ancak Mevlâna’ya göre nerede bir resim varsa ortada resme konu olan bir
gerçek de vardır. Bir yalan varsa doğrusu da vardır. Bir zindana benzeyen bu geçici
dünyanın duvarlarına yansıyan şekillerin de hakikati vardır. Bu resimler ise, hakikate
ulaştıran köprüdürler. Bunun için duvardaki gölgeler çok da anlamsız değildir.
Mevlâna mahpustakilere ¨Hiç olmazsa şu şekilleri bir seyredin, elbette bu şekillerin
bir hakikatı vardır¨ diyerek âdeta kafalarını geriye gölgelerin sahibine çevirmelerini
söyler. Bu tür bir yaklaşımı Eflatun’da göremiyoruz.
Eflatun’a göre güneşi gören hakikati bilir. Felsefe dediğimiz şey mağaradakilerin yüzlerini duvardan güneşe döndürme işidir. Çünkü idealar mağaranın dışındadır. Filozoflar zincirlerini kırıp kafasını geriye çeviren kişilerdir.13 Mevlâna ise gerçeği idrak etmek için mağaranın duvarlarını delmekten bahseder. Mağaranın dışına
yapılan yolculuk Mevlâna’da aynı zamanda insanın içine yapılan bir yolculuk olarak
görülmektedir.14
Eflatun, çıktıktan sonra tekrar mağaraya dönen kimseye filozof derken
Mevlâna, peygamber ve insan-ı kamil adını vermektedir. Eflatun’un ideal devletinde
aynı zamanda korucu olan, yani mağaranın dışına çıkmayı başarabilen filozoflar,
sırayla halkın arasında durmalı ve onların hakikatten uzaklaşmamalarını sağlamalıdır. Mevlâna’da ise nebiler ile veliler halkın arasında hakikati öğretmek için yaşarlar.
Eflatun’da halkın arasına inen-inemeyen ayırımı yoktur. Halkın arasına inmeyenler
ise sadece felsefe ile uğraşırlar. Mevlâna’da ise Hak’ta fena bulmuş olanlar halkın
arasına inerlerse veli, inemezlerse ve devamlı aşk ile sarhoşluk hali içinde olurlarsa
deli (meczup) olurlar.
―――――――――
13
14

10
Şemseddin-i Tebrizi, Bağdad'da Evhadüddin-i Kirmânî ile karşılaşmıstı. Ona yönelttiği ilk soru
şöyleydi: "Ne âlemdesin?" Evhaddüddin buna, güzellerde mutlak güzelliği müşâhede ettiğini anlatmak üzere "ayı, leğendeki suda seyretmekteyim" cevabını verdi. Şems onu uyarmak üzere hemen şu yönlendirmeyi yaptı: "Ensende çıban yoksa, kafanı kaldır da göğe bak, niye gökte görmezsin! (Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celadeddin, İstanbul: İnkilap ve Aka, 1985, s. 51)
Mesnevi’de güzel bir bahçede oturan birine, başını kaldır da çevrene bak, denildiğinde şöyle cevap
verir: Asıl bağlar bahçeler insanın içindedir. Dışarıdakiler ise soluk bir gölgeden ibarettir. (c. 4,
1364-1365)
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
Zindanda mıyız yoksa mağarada mı?
MEVLÂNA’nın Zindanı ile Eflatun’un Mağarasını Karşılaştırma Denemesi

Her ikisinde de amaç eğitimdir. Birinde akılla, diğerinde ise gönülle yapılan
bir eğitim söz konusudur. Eflatun, ideal devleti için iyi yurttaş ve koruyucu yetiştirmek için felsefe ile uğraşır. Mevlâna ise muhayyel bir dünyada değil, var olan bu
âlemde insanları kemâlâta ulaştırabilmek için uğraşır.
Her ikisi de zindandakileri hakikatten haberdar etmek isterler. Onları uyarır,
ancak sadece çok azı onların bu sesine cevap verir. Mevlâna seslerine kulak vermeyen mahpusları, Hz. İsa gözlerinin önünde durduğu halde eşeğinin nallarıyla ilgilenenlere benzetir.
Her ikisine göre gerçek bilgi halktan öğrenilmez, halktan öğrenilenler eklenti
olur, gölge olur, özden meydana gelmiş bilgi olmaz. Eflatun’da mağaradaki gölge,
gölgelerin asılları ve gölgeleri yapan ışık olarak üç aşama vardır. Gerçek bilgi gölgelerin taklidinden öğrenilmez. O yüzden sanatçıların bilgisini kabul etmez Eflatun.
Ona göre bu tür bilgi taklidin taklidin taklididir ve gerçek bilgiden üç kez uzaktır.
Dolayısıyla bu bilgi ile hiç bir zaman hakikate ulaşılmaz. Mevlâna da aynı şeyi söylemektedir. Ona göre halktan öğrenilen bilgi eklenti-bağlantı olur, özden olmaz. Bu
tür bilginin yazısı çizisi olurdu ama özü, canı olmazdı. Ağaç resmi çizilir ancak bu
resmin meyvesi yenmez. Epistemolojik açıdan her ikisininde aynı olduğunu söyleyebiliriz.
Mevlâna’da gölge, gölgeye bakarak hakikati müşâhede edenler ve doğrudan
Hakk’ı görenler olarak üç aşama vardır. Eflatun’da gölgeye bakarak hakikati
müşâhede söz konusu değildir. Eflatun’un mağarası Mevlâna’da şehadet âlemi,
mağaranın dışı ise gayp âlemidir. Bu sadece terminolojik bir farklılıktır.
Mevlâna’da olan ruhlar âlemi, Allah’la bir olma, ölümsüzlük, öte dünya gibi
kavramlar Eflatun’da bulunmamaktadır. Bu da aralarındaki bir diğer farktır.
Mevlâna’nın zindan teşbihinin Eflatun’un mağara teşbihine göre çok daha
kapsamlı ve başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Farklardan daha çok benzerliklerin dikkatimi çektiği bu konudaki sözlerimi
Sokrates’in mağarasına farklı bir yorum getiren Şeyh Küşteri ile tamamlamak istiyorum.
“Şeyh Küşteri, bir gün dersini bitirdikten sonra, müritlerinden birisi kendisine
şu suali sorar:
- Üstat bize, irşatlarınızla hak yolunu anlattınız… Biz bunlarla uhrevî âlemi anladık. Fakat bu dünyevî âlem ve hayat nedir?
Hemen Şeyh Küşteri başından sarığını çözerek, odanın bir köşesine derhal bir
perde kurdu. Müritlerine dönerek:
- Bu perdenin dört köşesi şunlardır: Şeriat, tarikat, hakikat, mârifet köşeleridir.
Sonra dörtkenarlı olarak perdenin her dıl’ını üçe bölerek, on iki bölüm yaptıktan sonra:
- Bu bölümler de on iki imamdır.
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
11

Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği
İsmail GÜLEÇ
Daha sonra bu perdenin arkasında bir meşale yaktı. Sağ elini meşale ile perde
arasına tutarak bir gölge yaptı. Müritlerine:
- İşte mollalar! Şu gördüğünüz perde dünyadır. Arkasında yanan meşale ise
ruhtur. Şu elimin gölgesi de cisimdir.
Meşaleyi püf diyerek söndürdü. Sonra:
- Şu yanan meşaleye püf denince sönüyor. Meşale sönünce derhal cisim kayboluyor. İşte hayat budur. Ruh sönerse, cisim de kaybolur. Yalnız bâkî kalan perdedir.
Perde dünyadır. İşte insanlar bu perdede oynayan birer hayallerdir. Bu perdenin
hâliki Hak’tır.”15
―――――――――
15

12
Enver Behnan Şapolyo, Karagözün Tekniği, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1947, s.64
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
Zindanda mıyız yoksa mağarada mı?
MEVLÂNA’nın Zindanı ile Eflatun’un Mağarasını Karşılaştırma Denemesi

KAYNAKÇA
CAN, Şefik. Mevlâna ve Eflâtun, İstanbul: Okul Yayıncılık, 2004.
GÖLPINARLI, Abdülbaki. Mevlâna Celadeddin, İstanbul: İnkilap ve Aka, 1985.
Kuran Mesajı Meal-Tefsir, ter. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İstanbul: İşaret Yayınları,
2000.
Kuran Yolu Türkçe Meal-Tefsir IV, tefsir edenler Hayrettin Karaman ve öte., Ankara:
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2008.
Kuran-ı Kerim Tercümesi ve Meali, İngilizce’den tercüme eden Ender Gürol, Ohio:
Ahmadiya Anjuman Ishaat Islam Lahore Inc., 2008,
Mevlâna. Yedi Meclis -Mecalis-i Seb’a-, çev. Hicabi Kırlangıç, İstanbul: Ney Yayınları,
2007.
Platon. Devlet, çev. Hüseyin Demirhan, İstanbul: Sosyal Yayınları, 2002.
Şapolyo, Enver Behnan. Karagözün Tekniği, İstanbul: Türkiye Yayınevi 1947.
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 11
13
