1453 Dergisi 19. Sayı

Transkript

1453 Dergisi 19. Sayı
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
SAYI 19 / 2014
BU BİR SÜRELİ YAYINDIR
PARA İLE SATILMAZ
YÖNETİM
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi
Ahmet SELAMET
Genel Yayın Yönetmeni
Nevzat KÜTÜK
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,
Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ,
Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU
Yayın Koordinatörü
Fatih YAVAŞ
YAYIN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Nurten ŞAFAK TOPCU
Editör
Betül EREN
Yayın Kurulu
Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL,
Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN,
Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Ferudun AY, Gülsüm SEZGİN, Cihat ARINÇ
Sanat Yönetmeni
Aydın SÜLEYMANZADE
Grafik Tasarım
Abdurrahman DOĞAN
Fotoğraflar
Feyza ERYÜKSEL, Gültekin KARAKAŞ, Abdulkerim Tever
Kapak Görseli
Mihr ü Müşteri
Şemseddin Muhammed b. Ahmed Assâr-ı Tebrizi (ö.1389), Osman b. Berhâm tarafından 1642 tarihinde istinsah
edilmiştir. “Kağıt imalatı”, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Halet Efendi 349
Reklam Koordinatörü
Mustafa YALMAN
Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)
İletişim
[email protected]
YAPIM
KÜLTÜR A.Ş.
Baskı - Cilt
Aktif Matbaa
(0212 612 12 22)
Renk Ayrımı / CTP
Aktif Matbaa
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur.
Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.
Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI
İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri
34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL
İçİndekİler
Yüzüncü Yılında Türk ve
İslam Eserleri Müzesi
Osmanlı Döneminde
Kadın ve Sanat
Sennur Sezer
Seracettin Şahin
16
Rengârenk Kâğıtlar, Fevkalâde
Hatlar, Mükemmel Tezhipler:
Süheyl Ünver ve Türk
İslam Eserleri Müzesi
Prof. Dr. F. Çiçek DERMAN
96
Cumhuriyet Devrinin
İlk Müzehhibelerinden
Rikkat Kunt Hoca Hanım
Kitabına Dâir...
Dr. Arzu Güldöşüren
İstanbul’un Rengi Erguvan
Sürur Öztürk
10
22
0
Dr. Zeynep Altuntaş
92
10
Süheyl Ünver’in Gözüyle
Âsâr-ı Atika’ya Bir Seyahat
Mahmud Erol Kılıç’la
İnsan, Estetik ve
Tasavvufa Dair...
Derviş Zaim
ile ‘Devir’ Filmi Üzerine Söyleşi
Söyleşen: Cihat Arınç
Söyleşenler: Betül EREN, Esra ERKAL
10
4
28
16. Yüzyıl Osmanlı Tarihçiliğinde
Yeni Bir Soluk: Matrakçı Nasuh
İslâm Medeniyeti
Prof. Dr. Ziya KAZICI
Davut ERKAN
2
11
36
İhtişam Çağının Tanığı ve
Tarihçisi: Matrakçı Nasuh
Balkanlarda
Türk İslam Eserleri
Prof. Dr. Feridun M. Emecen
Ferudun AY
12
0
40
Matrakçı Nasuh’un
Şahane Eseri Beyân-ı Menâzil
Minyatürlerine Dair
Enderun Mektebi
Prof. Dr. Ali Arslan
Prof. Dr. Zeynep Tarım
12
8
46
Yaşayan İnsan Hazinesi
Fuat Başar
İstanbul’da Bir İlim Sevdalısı:
Kâtip Çelebi
Söyleşenler: Esra ERKAL, Betül EREN
H. Halit Atlı
2
13
52
Hat Sanatının
Başkenti İstanbul
Müslüman Türklerde
Hat Sanatı
Ömer Faruk Şerifoğlu
Ali Husrevoğlu
8
13
62
Fatih Sultan Mehmed’in
Osmanlı-İslam
Sanatına Katkıları
İSTANBUL MEKÂN
Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi
Aydın ÇAKIRTAŞ
2
14
68
Topkapı Sarayı’ndaki Osmanlı
Padişah Kılıçları
MİNİATÜRK
Küçüksu Kasrı
Hilmi Aydın
4
14
74
Bir Geleneği Yaşatan
İki Usta: Semih İrteş,
Mamure Öz
AJANDA
Söyleşenler: Betül EREN, Esra ERKAL
5
14
80
TAKDİM
Şiir, müzik, mimari ve gelenekli sanatlar olarak adlandırdığımız hat, minyatür, ebru, çini gibi sanatlar, menşei neresi olursa olsun, Anadolu’da ve İstanbul’da, bu
coğrafyanın kültürüyle yoğurularak yeniden yorumlanmıştır. Hem Selçuklu hem de Osmanlı devrinde büyük
önem verilen sanat, estetik ve mimarideki gelişme, zamanla ‘İstanbul üslubu’ denilen bir üslubun ortaya çıkmasında ve dünya çapında sanatkârların yetişmesinde
büyük rol oynamıştır.
Kendileri de birer hattat, bestekâr, şair olan ve çeşitli
zanaatlarla uğraşan hükümdarların himayesiyle bu sanatlar; Yunus Emre’nin ve Şeyh Galib’in dizelerinde; Itrî
Efendi ve İsmail Dede Efendi’nin bestelerinde, Hafız Osman’ın hattında, Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinde,
Mimar Sinan’ın eserlerinde de görüldüğü gibi tekâmüllerinin zirve noktasına ulaşmıştır.
Dergimizin sayfalarında bulacağınız Fuat Başar röportajında, usta sanatkârın şu sözleri de bu durumun günümüzde de geçerliliğini koruduğunu kanıtlar niteliktedir:
“Bugün hat sanatında İstanbul’da bir ustadan icazet almış olmak bir ayrıcalıktır.”
Dergimizin bu sayısında; geniş ve nadide bir koleksiyona sahip Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin kuruluşunun 100. yılı ile tarihçi, matematikçi, silahşör ve minyatür sanatçısı Matrakçı Nasuh’un ölümünün 450. yılı
münasebetiyle UNESCO tarafından anma yılı ilan edilen
konular merkezinde, Türk İslam sanatları konusuna yer
verdik. Bu sanatların devamı için döneminin zor şartlarına rağmen sanatını devam ettirmiş, öğrenci yetiştirmiş
bir nevi köprü görevi üstlenmiş ustaları ve günümüzde
bu sanatlara ömrünü ve gönlünü vermiş sanatçılarımızı
da unutmadık.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin sanat dolu bu sayısını
sizlere takdim ederken içeriğe katkıda bulunan yazar
dostlarıma ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Sunuş
“Türk ve İslam Eserleri Müzesi” ve “Matrakçı Nasuh”,
UNCESCO’nun 2014 anma yılı listesinde yer aldı. Biz
de 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak bu
sayımızda kuruluşunun 100. yılı kutlanan Türk ve İslam
Eserleri Müzesi ile ölümünün 450. yılı münasebetiyle
Matrakçı Nasuh dosyalarına yer verdik.
Bu bağlamda; Süheyl Ünver’in Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’ndeki görevi sırasında müzeye alınacak eserler üzerinde tetkiklerde bulunduğu, notlar aldığı defterin gün yüzüne çıkmasına vesile olmaktan mutluluk
duymaktayız. Müzenin mini bir kataloğu olarak kabul
edebileceğimiz bu defteri, fotoğraflarıyla birlikte okurlarımıza sunuyoruz.
Sultan II. Bayezid, Kanuni Sultan Süleyman ve Sultan
II. Selim dönemlerine şahitlik eden, matematikçi, tarihçi, silahşor ve minyatür sanatçısı Matrakçı Nasuh’u
ise; Osmanlı’nın en ihtişamlı dönemine tanıklık etmesi,
tarihçiliğe yeni bir soluk getirmesi ve kaleme aldığı en
meşhur eserlerden Beyân-ı Menâzil’deki minyatürleri
ile inceliyoruz.
larına katkılarını, Balkanlar’daki Türk ve İslam eserlerini, Osmanlı’da kadın ve sanatı, Enderun mektebini ele
alan yazılar da bulunuyor. Günümüzde bu sanatlarla
uğraşan önemli sanatkârları da unutmadık, hat ve ebru
sanatçısı Fuat Başar, nakkaş Semih İrteş ile müzehhib
Mamure Öz’le birer söyleşi gerçekleştirdik. Türk ve İslam Eserleri Müzesi Eski Müdürü, Prof. Dr. Mahmud Erol
Kılıç ise bizlere İslam sanatlarında estetik, güzel olanı
görme, anlama çabasını tasavvufla nasıl ilişkilendirebileceğimizi anlattı.
Bu sayımızın ana dosyasını oluşturan Türk İslam sanatlarının yanı sıra, Erguvan ve Evliya Çelebi başlıklı farklı
konulardaki yazılar ve Derviş Zaim’le ‘Devrim’ filmi üzerine yaptığımız söyleşi de okurların ilgisini bekliyor.
Boğaziçi’nin erguvanlarla süslendiği bu bahar mevsiminde dergimizin yeni sayısını sizlerle buluştururken,
dergimize verdiği desteklerden dolayı Prof. Dr. İsmail Kara’ya ve Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vefa Çobanoğlu’na,
makaleleri ile katkıda bulunan değerli araştırmacılara
ve yayında emeği geçen tüm ekibimize teşekkür ederiz.
Türk İslam sanatlarını konu edindiğimiz bu sayıda; Hat
sanatını, İslam medeniyetini, Fatih’in Türk İslam sanat-
Kültür A.Ş.
YÜZÜNCÜ YILINDA
TÜRK VE İSLAM
ESERLERİ MÜZESİ
Seracettin Şahin
Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürü
“
Türk ve İslam Eserleri Müzesi,
27 Nisan 1914 yılında, Evkaf-ı
İslamiye Müzesi adı ile ziyarete
açılmıştır. Müze, yüz yıllık bir
zaman diliminin ardından
yapılan genel onarım ve
yeni bir teşhir anlayışı ile
kuruluşunun 100. yılında tekrar
ziyarete açılıyor. UNESCO’nun
yıldönümleri listesinde de
yer alan Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’nin kuruluşunun 100.
yılının, anı kitabı, sergiler ve
benzeri etkinliklerle kutlanması
planlanıyor.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
YÜZÜNCÜ YILINDA TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Seracettin Şahin
Müzenin bahçesinden bir köşe
İkinci salondan bir köşe
Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Türk ve
İslam Sanatı eserlerini topluca kapsayan ilk Türk müzesidir.
19. yüzyılın ortalarında İslam sanat
ürünlerine duyulan ilgi nedeniyle dönemin vakıf yapıları olan cami, mescid, tekke, zaviye ve tekkelerden birbiri ardına eserler çalınmıştır. Bunun
engellenmesi için Sadrazam Hüseyin
Hilmi Paşa imzası ile gümrüklere yazılar yazılmış ve çalınan eserlerin Avrupa ülkelerine kaçırılması konusunda dikkatli olunması istemiştir.
Ancak, alınan bütün önlemlere rağmen, hırsızlıkların önüne geçilememiştir. Artan soygunlar karşısında,
eserlerin vakit geçirilmeden toplanması yeniden gündeme gelmiştir.
Müze-i Hümayun Müdürü Osman
14
Evkaf-ı İslamiye Müzesi’nin giriş kapısı
Hamdi Bey’in başkanlığında kurulan
bir komisyon tarafından cami, mescid, medrese, tekke, zaviye ve türbelerden eserler toplanmıştır. Toplanan
Eserler, 1910-1914 yılları arasında
Çinili Köşk’te sergilenmiştir. Dini yapıların dışında, Bağdat’ın yaklaşık 90
km. kuzeyinde yer alan Samarra ve
Halep’in 60 km. doğusunda bulunan
Rakka’da yapılan kazılarda elde edilen Erken İslam Dönemi’ne ait eserlerin ve Şam Emeviye Camii’nden gelen 250 bin adet parşömen üzerine
yazılmış kûfi yazılı Kur’an sayfaları,
Çinili Köşk’e sığmaz olmuştur. Bunun
üzerine yeni bir yer bulma çalışmasına başlanmıştır. Uzun bir arayıştan
sonra, Süleymaniye Külliyesi içinde
yer alan imaret binası üzerinde karar
kılınmıştır.
Osman Hamdi Bey’den sonra görevi
devralan kardeşi Halil Edhem Bey’in
ve Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi’nin büyük uğraşları sonucunda,
Evkaf-ı İslamiye Müzesi (İslam Vakıfları Müzesi) adı ile kurulan müze, 27
Nisan 1914 Pazartesi günü yapılan
bir törenle ziyarete açılmıştır. Müzenin açılışına Veliaht Yusuf İzzettin
Evkaf-ı İslamiye Müzesi açılış günü
Soldan 3. sırada Mehmed Selahaddin Efendi (Sultan
V. Murad’ın oğlu), soldan 9. sırada ve önde Veliahd
Yusuf İzzeddin Efendi (Sultan Abdülaziz’in oğlu),
soldan 7. sırada ve önde Said Halim Paşa (Mısır
Hanedanı-Kavalalı Mehmed Paşa’nın oğlu)
YÜZÜNCÜ YILINDA TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Seracettin Şahin
Efendi, Sadrazam Said Halim Paşa’nın yanı sıra, yüksek devlet erkânı
ve yabancı elçiler katıldılar. Sultan V.
Mehmed Reşad, babası Abdülmecid’in celi sülüs hat ile yazdığı levhayı
müzeye hediye etmiştir. Aynı yıl müzeye bağlı olarak açılan Hattat Okulu’nda dönemin birçok ünlü sanatçısı
yetişmiştir. Cumhuriyet döneminde
çıkan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile
lağvedilen Hattat Okulu, Müze idaresi dışında Tezyin-i Sanatlar Mektebi olarak faaliyetlerini sürdürdü.
1924 yılında Evkaf Nezareti özel bir
kanunla kaldırılınca, Müze Evkaf-ı
Umumiye Müdürlüğü’ne bağlanmış,
1926 yılında da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak adı Türk ve İslam
Eserleri Müzesi olarak değiştirilmiştir.
Süleymaniye Külliyesi’ne ait İmaret
binasında faaliyetlerini sürdüren Türk
ve İslam Eserleri Müzesi, koleksiyonunun zenginliğinden doğan yer
darlığı, ziyaretçi ulaşım zorluğu ve
benzeri nedenlerden dolayı, 1960’lı
yılların ortalarında yeni bir bina arayışını gündeme getirmiştir. Bu arayışlar neticesinde, Sultanahmet’te tarihi
At Meydanı’nda bulunan 16. yüzyıl
yapısı İbrahim Paşa Sarayı’nın, müze
olarak kullanılmasına karar verilmiştir. Saray’da 1965 yılında başlayan
restorasyon çalışması, 1983 yılına
kadar devam etmiştir.
Koleksiyonlar
Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndeki
eserler Osmanlı İmparatorluğu’nun
önemli dini yapılarından toplanmıştır. İslam sanatının en erken döneminden 20. yüzyıla uzanan bir çizgide, içinde Emevi, Abbasi, Kuzey
Afrika, Endülüs, Fatimi, Selçuklu, Eyyubi, İlhanlı, Memluk, Timurlu, Beylikler, Safavi, çeşitli Kafkas ülkeleri ve
zengin Osmanlı Dönemi eserlerini
barındıran müze koleksiyonları, eserlerin çoğunlukla geldikleri yerin bilinmesini sağlayan vakıf kayıtları nedeniyle büyük bir önem taşımaktadır.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
reçleri ile belgeler (fermanlar, vakfiyeler, haritalar) bulunan koleksiyon,
başta İstanbul olmak üzere, ülkenin
her tarafında bulunan cami, medrese, tekke, zaviye ve türbelerden toplanmıştır.
Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde
bulunan birçok bölüm, kendi başına
bir müze oluşturacak zenginliktedir.
Bunlar, halı, el yazmaları, ahşap, taş,
cam - maden - keramik, etnoğrafya
ve 1990 yılında müzeye giren Leyla
Turgut Terekesi ve Merkez Bankası
koleksiyonlarıdır.
Yazma Eserler Koleksiyonu’nda, din,
edebiyat, tarih ve az sayıda olmakla
birlikte bilim alanında yazma eserler
bulunmaktadır. Kur’anlar dışındaki el
yazmaları ve belgeler Arapça, Farsça,
Osmanlıca ve Çağatay Türkçesi ile
yazılmışlardır. Yazma Eserler içinde
en erken tarihli olanlar; 1911 tarihinde Şam Emeviye Camii’nden Çinili
Köşk’e, 1914’de ise buradan Evkaf-ı
İslamiye Müzesi’ne nakledilen parşömen üzerine kûfi hatla yazılı olan
erken İslam dönemi Şam Evrakı olarak adlandırılan Kur’an sayfalarıdır.
250.000 adet olan bu sayfalar, günümüze ulaşan en erken 8. yüzyılla
başlayan Kur’an sayfalarıdır.
Müzenin El Yazmaları bölümü hemen hiçbir koleksiyonda benzerine
rastlanmayacak nitelik ve zenginliktedir. İçeriğinde Kur’an-ı Kerim’ler
ve Kur’an-ı Kerim Cüzleri, tarih ve
edebiyat konulu el yazmaları, yazı
albümleri, levhalar, yazı araç ve ge-
Müzenin halı koleksiyonunun, El Yazmaları’nda olduğu gibi, büyük bir
bölümü cami, türbe, tekke ve zaviyelerden toplanmıştır. Bir bölümü de
satın alma ve müsadere yoluyla Müze’ye kazandırılmıştır. 1700’ü bulan
sayısı ile dünyadaki en önemli kolek-
İbrahim Paşa Sarayı, 16. yüzyıl Osmanlı sivil mimarisinin önemli yapılarından biridir. Dönemin çoğu sivil
yapılarının aksine, taştan inşa edilmesi nedeniyle zamana karşı koyarak
günümüze kadar gelebilmiştir. Roma
Dönemi’ne ait Hipodrom’un kademeleri üzerine yapılan saray, dört
avlu etrafına inşa edilmiştir. Önünde
Örme Sütun, eski yunan sanatının bir
örneği olan Yılanlı Sütun ve Bizans
(Doğu Roma) İmparatoru Theodosius devrine ait bir kaide üzerinde yükselen eski Mısır eseri hiyeroglif yazılı
Dikilitaş yan yana dizilidir.
Şahname-i Firdevsi Env. No. 1978, Karakoyunlu Dönemi - Şiraz 1475-1500 arası
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
YÜZÜNCÜ YILINDA TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Seracettin Şahin
siyon olmuş ve Müze’nin uzun yıllar
yabancı yayımlarda bir “Halı Müzesi”
olarak tanınmasına neden olmuştur.
Anadolu Selçuklu Dönemi’ne ait
Konya Alaeddin Cami’nde 1905 yılında Alman Konsolosu Loytued tarafından bulunan üçü tam, diğerleri
fragman olan 9 parça halı, Müze’de
yer alan en eski tarihli Türk halılarıdır.
Bu halılar, çift Gördes Türk düğümü
ile yapılmıştır. Bir metrekarede en
çok 84000 düğüm vardır. Her düğüm sırasından sonra iki veya üç arış
geçirilmiştir. Halılar renk ve dekor
bakımından inanılmaz bir zenginlik
gösterir. Zemin genelde koyu mavi
ve kırmızıdır. Pek az renk kullanılmış
olmakla beraber aynı rengin çeşitli
nüanslarıyla büyük bir zenginlik etkisi uyandırmıştır. Halıların asıl anıtsal
ve karakteristik manzarasını veren
geniş bordürlerdeki iri kûfi yazı dekorudur.
Selçuklu Dönemi’nin ünlü örneklerinin yanı sıra, bütün Osmanlı halı
grupları bu koleksiyonda olağanca çeşitliliği ile temsil edilmektedir.
Türk halı sanatının ikinci parlak devri
16. yüzyılda Uşak ve çevresinde yapılan halılarla başlar. Uşak halıları
Müze’nin en önemli koleksiyonunu oluşturmaktadır. Bunlar Avrupalı
Albüm - Env. No. 1443 Osmanlı Dönemi
1540-1550 arası, Hattat Ahmed Karahisari
16
ressamların tablolarında görülmeye
ve bu ressamların adlarıyla anılmaya başlanmıştır. Alman ressam Hans
Holbein’in tablolarındaki halılar Holbein Halıları, Lorenzo Lotto’nun tablolarındaki halılar Lotto Halıları olarak adlandırılmıştır.
Ayrıca Müze’nin halı koleksiyonunda,
zengin halı geleneğine sahip İran ve
Kafkasya’nın çeşitli bölgelerine ait
dev boyutlu örnekler önemli bir kısım oluşturmuştur.
Erken İslam döneminden Osmanlılara kadar olan bütün dönemleri kapsayan Maden – Cam – Keramik Koleksiyonu da son derece önemli ve
zengin bir koleksiyondur. Koleksiyonun önemli bir bölümü dini yapılardan, diğer bir bölümü de kazılardan
gelmiştir. Bağdat’ın 90 km. kuzeyinde yer alan 836 – 883 yılları arasında
Abbasilere başkentlik yapan Samarra’da 8 Ocak 1911 – 17 Haziran 1913
tarihleri arasında Frederich Sarre’nin
organizasyonu ve Ernest Herzfeld’in
idaresi altında yapılan kazıda, Abbasi
dönemine ait zengin buluntular elde
edilmiştir. Elde edilen buluntular
Berlin ve İstanbul Müzeleri arasında
Halı Env. No. 681
Anadolu Selçuklu Dönemi 13-14. yy.
paylaşılmıştır. Bir kısım buluntular
da İstanbul’a sevk edilmek üzere yüz
sandığa yerleştirilmiş ancak Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine
bunlar İstanbul’a yollanmayarak yerinde bırakılmıştır. Savaşta İngilizler
Bağdat’a girince bu eserlerin büyük
bir bölümü Londra’ya götürülmüştür. Bugün bu buluntuların bir bölümü Londra Victoria and Albert, Paris
Louvre, Kopenhag, New York Metropolitan, Boston Fine Arts ve Ohio
Cleveland müzelerinde bulunmaktadır. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne
getirilenler ise, Halife al-Mutavakkil’in Cevzak Saray’ından mermer yer
döşemeleri, sütun başlıkları, ahşap
süslemeler, duvar resimleri ve eğri
kesim tekniği ile yapılan Samarra’daki saray ve evlerin duvar kaplamalarında mermer ve ahşap tezyinat parçalarıdır.
Yine 796 yılında Abbasi başkenti olan
Halep’in 60 km. doğusunda bulunan
Mineli Altın Sorguç Yuvası Env. No. 447
Osmanlı Dönemi - 17. yy. ikinci yarısı
YÜZÜNCÜ YILINDA TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Seracettin Şahin
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Kur’ân-ı Kerim Cüzü Env. No. 555 Abbasi Dönemi 11. yüzyıl.
Rakka’da, 1905’te Makridi Bey tarafından yapılan kazıda
elde edilen çok sayıda firit hamurundan yapılmış tabak,
çanak, tabure, cam ve seramikler ile çok sayıda hayvan
figürleri ve vazo gibi Eyyubi dönemine ait eserler Müze’ye
kazandırılmıştır. Ayrıca, Konya Alaeddin Tepesi’nde bulunan II. Kılıç Arslan’a ait Saray’da 1943 tarihinde Prof. Dr.
Remzi Oğuz Arık ve İznik’te 1963 yılında Oktay Aslanapa
tarafından yapılan kazıda elde edilen eserler Müze’nin bu
koleksiyonunu zenginleştirmiştir.
Müze’nin Selçuklu, Eyyubi, Artuklu, Beylikler ve Osmanlı
Dönemi’ne ait sanduka, kapı, pencere kanadı, rahle, çek-
mece, minber kanadı gibi zengin ahşap koleksiyonu ve
yine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Artuklu, Memluk ve Osmanlı
Dönemi’ne ait taş eserler koleksiyonu göz kamaştıracak
niteliktedir.
Etnografya, Leyla Turgut Terekesi ve Merkez Bankası Koleksiyonu ise 18.-19. yüzyıllar ile 20. yüzyılın ilk yarısına ait
Osmanlı sosyal hayatının değişik açılarını yansıtmaktadır.
Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ndeki zengin işleme koleksiyonu, hamam, kahve, Karagöz’e ait koleksiyonlar, Türk
halk hayatını yansıtan çeşitli eşya ve kadın giyimine ait
eserler son derece ilgi çeken koleksiyonlardır.
17
SÜHEYL ÜNVER’İN
GÖZÜYLE ÂSÂR-I
ATİKA’YA BİR
SEYAHAT*
Dr. Arzu Güldöşüren
Yazar
“
Süheyl Ünver, Türk ve İslam
Eserleri Müzesi’nin koleksiyonlarını
tamamlamak için kurulan
komisyondaki vazifesi sırasında
müzeye alınacak eserler üzerinde
tetkiklerde bulunmuş, notlar alıp
bunları fişlere geçirmiştir. Bu sırada
müzede bulunan diğer eserleri de
inceleme imkânına sahip olmuştur.
Buradaki çalışmaları neticesinde aldığı
kayıtlar Süleymaniye Kütüphanesi’nde
Türk İslam Eserleri Müzesi adlı 253
numaralı dosyada bulunmaktadır.
Süheyl Ünver, dosyanın büyük bir
bölümünü yazma eserlere ve onlarla
ilgili notlara ayırmış, zaman zaman
kilim ya da şamdan vb. gibi müzede
sergilenen diğer nadide parçaları ve
onlarla ilgili detayları da kaydetmiştir.
*
”
Türk ve İslam Eserleri Müzesi dosyasıyla bizi tanıştıran ve bu dosyadan
hareketle bir yazı yazmamız için yönlendiren Hocam Prof. Dr. İsmail Kara’ya
şükranlarımı arz ediyorum. Süheyl Ünver’e ait Türk İslam Eserleri Müzesi
dosyasındaki notları Latin harflerine birlikte aktardığımız arkadaşım Zeynep
Altuntaş’a da teşekkür ederim.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
SÜHEYL ÜNVER’İN GÖZÜYLE ÂSÂR-I ATİKA’YA BİR SEYAHAT / Dr. Arzu GÜLDÖŞÜREN
ya başlamasıyla olmuştur. Bu iş için Süheyl
Ünver’in seçilmesi şüphesiz bir tesadüf değildir. Gençliğinde tezhib ve ebru dersleri
almış, sülüs ve nesih yazılarını meşk etmiş,
ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey’in talebeleri arasına girerek hekimlik ihtisası ile
sanat çalışmalarını birlikte sürdürmüştür3.
Bütün bu sahalardaki behresi yanında maziye ve eski eserlere olan sevdası onu bu iş
için en uygun aday yapmış olmalıdır.
Defter-i Ruzname-i an-Musakkafat
Türk ve İslam sanatı eserlerini toplu bir şekilde barındıran ilk müze olan
Türk ve İslam Eserleri Müzesi, 40.000 eseri aşan koleksiyonları ile İslam
sanatının hemen her döneminden ve her türünden seçkin eserlere İstanbul’da ev sahipliği yapmaktadır. Bu tarafıyla dünyanın sayılı müzeleri arasında yer aldığı gibi Türk ve İslam sanatının uzman ve meraklıları için de
vazgeçilmez bir kaynak olma özelliğindedir1. Müzede sergilenen eserler
büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Koleksiyonları arasında efsanevi bir üne
sahip olan halı bölümü başta olmak üzere seramik, çini ve cam işleri, ağaç
işleri, maden işleri, taş oyma ve kitabeler bölümü bulunmaktadır. İslam
coğrafyasının hemen her döneminden seçkin eserlerin yer aldığı el yazmaları bölümü ise müzenin en önemli koleksiyonlarından birini meydana
getirmektedir2.
Osmanlı’dan intikal eden her eseri sonsuz bir iştiyakla kaydetme çabasında
olan Süheyl Ünver’in Türk ve İslam Eserleri Müzesi’yle yollarının kesişmesi
müzenin koleksiyonlarını tamamlamak için kurulan komisyonda çalışma-
Üsküdari İsmail Zühdü Efendi’ye aid Murakka adlı eserle ilgili kayıt
20
Süheyl Ünver, komisyondaki vazifesi sırasında Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne alınacak eserler üzerinde tetkiklerde bulunmuş, notlar alıp bunları fişlere geçirmiştir.
Bu sırada müzede bulunan diğer eserleri
de inceleme imkanına sahip olmuştur. Buradaki çalışmaları neticesinde aldığı kayıtlar Süleymaniye Kütüphanesi’nde Türk
İslam Eserleri Müzesi adlı 253 numaralı
dosyada bulunmaktadır4. Süheyl Ünver,
dosyanın büyük bir bölümünü yazma eserlere ve onlarla ilgili notlara ayırmış, zaman
zaman kilim ya da şamdan vb. gibi müzede
sergilenen diğer nadide parçaları ve onlarla
ilgili detayları da kaydetmiştir. Tuttuğu bu
notlar onun ilgi alanlarının ağırlıklı olarak
yöneldiği istikameti ortaya koyduğu gibi
eski bir eseri incelerken hangi hususlara
dikkat ettiğinin/edilmesi gerektiğinin ipuçlarını vererek bize de rehberlik edecektir.
Süheyl Ünver’in kılavuzluğundaki Türk ve
İslam Eserleri Müzesi seyahatinde karşımıza en sık çıkanlar Hurufat, Murakkaa/
Murakkaat adı verilen, Ahmed Karahisari,
Şeyh Hamdullah, İsmail Zühdü Efendi başta olmak üzere diğer önemli hattatların
nesih ve sülüs yazı örneklerini ihtiva eden
hat sanatının nadide eserleri olacaktır. Süheyl Ünver, kendisinin bir tıp profesörü
olmasının etkisiyle olsa gerek dosyada tıp
tarihiyle ilgili kitaplara da özel bir yer vermiştir. Bunlar arasında zikretmeden geçemeyeceğimiz bir tanesi Uyunu’l-Enbiya fi
Tabakati’l-Etibba adlı eserdir. Tabiblerden
bahseden bu kitap için “Bunu okumalı ve
Türkiye’yi alakadar eden kısımları tercüme
etmeli. Tıp tarihimizi tetkik edecekler meyanında Arabça bilen de olmalı. İçinde birçok
Türk hekimleri de vardır” notunu düşmüş
ve böylelikle sahanın uzmanları için yeni
bir çalışma konusu ortaya koymuştur. Sahip olduğu tasavvufi neşvenin etkisiyle
şiirler de yazan Süheyl Ünver, müzedeki
Divan’larla ilgili kayıtları görmezden gele-
SÜHEYL ÜNVER’İN GÖZÜYLE ÂSÂR-I ATİKA’YA BİR SEYAHAT / Dr. Arzu GÜLDÖŞÜREN
Kab içi çiçek deseni
Süheyl Ünver’in mühim gördüğü bir Tıp kitabı
memiş, bunlardan bir tanesi için 20
Mayıs 1964 tarihinde Hafız Divan’ının yanına “Başda ve sonda İkinci
Bayezid mühürlü nüsha”, “Tezhib
güzel, Herat işi” notunu düşmüştür.
Dosyada sıkça kaydettiği eserlerden biri Kuran-ı Kerim’ler olmuştur.
Ergunu’l-Kamilî hattıyla 14. asırda
yazılmış bir Kur’an-ı Kerim için 1
Temmuz 1962 tarihinde aldığı ayrıntılı notta “Reyhani sülüs ile yazılı.
Her sahifede 11 satır var. Sure başları yapıştırılmış altın üzerine beyaz
sülüsle yazılmış. 741’de Anadolu
beylikleri tezhibi ile süslenmiş. Kab
17. asırda yapılmış” ifadelerine yer
vermiştir. Süheyl Ünver’in notlarından öğrendiğimiz kadarıyla sadrazam Rüstem Paşa, bu Kur’an- Kerim’i refikası Mihrimah Sultan adına Tahtakale’de yaptırdığı camiye
vakfetmiştir. Yine ondan aldığımız
bir kayda göre eski padişahların
camilere koydukları Kur’an-ı Kerim’lerin tamirine Sultan Abdülaziz
irade buyurmuştur. Fişler arasında
bizi karşılayan diğer tanıdık simalar Şifa-i Şerif ve Hadis-i Erbain
adlı eserlerdir. Sultan Abdülmecid
devrine ait bir Şifa-i Şerif’in klasik
usulde olduğu belirtildikten sonra
“18. asır sonu klasik tezhib bir müddet daha devam etmiş” denilmiştir.
Aynı döneme ait başka bir Şifa-i
Şerif’in yanına “Tezhib rokoko, yazı
nesih” kaydı düşülerek tezhip sanatının klasik ve modern tarzdaki iki
uygulamasına aynı eser üzerinden
iki ayrı örnek verilmiştir. Bunlar dışında İran sanatının en güzel örneklerinden olan Şahnameler, Tefsir ve Hadis kitapları ile Tarih ve Tasavvuf’a ait eserler Süheyl Ünver’in
dosyasında yer alan diğer yazmalardır. Bu eserlerin yanında daha
çok vakıflarla ilgili olan Musakkafat
ve Cibâyet Defterleri ile bazı vakfiyeler ile irili ufaklı risale ve mecmualar da dosyada kaydedilmiştir.
Süheyl Ünver, bu eserlerin önemine
ve hangi açılardan istifade edilmesi
gerektiğine de işaret etmiştir. Örneğin, Zeyneb Sultan Vakfiyesi için
“Mahalleler noktasında ve semtler
için mühim” notunu, Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa ve Ayşe Sultan’a
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
ait Musakkafat Defteri’nin yanına
ise “Mühim okunacak” kaydını düşmüştür. Mahmud-ı evvelin en eski
fihristi için “Istılahlar noktasında
taranmalı”, Zabt-ı vezaif-i evladân
ve duâguyân ve hademe-i vakf-ı
der-İstanbul adlı risale için ise “Vazife İsimleri noktasından mühim”
notuna dosyada yer vermiştir.
Süheyl Ünver, yazmaları kaydederken nasıl bir yol takip etmiş,
onların hangi özelliklerine dikkat
çekmiştir? Öncelikle her eser için
genellikle bir fiş tutmuş bu fişlerde
eğer tespit edebilmişse kitapların
müellifini ve kimin hattıyla kaleme
alındığını zikretmiştir. Tespit edemediği zamanlarda “Kimin malum
değil. İmza yok” şeklinde notlar
düşmüştür. Esad Efendi’nin kaleme aldığı bir mecmuadan bahsederken “Baştan aşağı Esad Efendi
hattıyla” dedikten sonra “Çok acele
yazdıkları var” kaydını eklemeyi de
ihmal etmemiştir. Eserler üzerinde herhangi bir imza ya da mühür
olup olmadığına dikkat etmiş, eğer
varsa bunların kime ait olduğunu
kaydetmiştir. Vakıflarla ilgili bir risalede geçen imzanın kadıaskere
ait olduğunu görünce hemen yanına “Kadıaskerlerin kavuk giydikleri 1240’da anda bitmiştir. Andan
sonra hiçbir kadıasker kavuk giymemiştir” notunu ilave ederek II.
Mahmud’un meşhur icraatlarından
birini zikretmiştir. Eserlerin mühür
kısımlarında ismi zikredilenler çoğunlukla Yavuz, Mahmud-ı evvel
ya da İkinci Bayezid gibi padişahlar
olmuş, bunun yanında kimi zaman
Fahreddin Razi’ye ait Tefsir’de olduğu gibi “Valide Sultan kethüdası
el-Hac Mehmed Efendi mührüyle
memhur” olanlar örneğindeki gibi
sultanlar dışındaki kişilerin mühürlerine de rastlanmıştır. Üzerlerindeki kayıtlardan hareketle bazı
eserlerin hangi padişah dönemine
ait olduğu tespit edilmiş bu da not
alınmıştır. Örneğin Zübdetü’t-Tevarih adlı eser Hicri 991 tarihine ve
Sultan III. Murad devrine ait olarak
kaydedilmiştir.
21
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
SÜHEYL ÜNVER’İN GÖZÜYLE ÂSÂR-I ATİKA’YA BİR SEYAHAT / Dr. Arzu GÜLDÖŞÜREN
Süheyl Ünver, incelediği eserlerin
hattı, cildi, tezhibi, kabı, dili, resim ve
minyatürleri vs. hususları hakkında
önemli bilgiler verebilecek ilmi formasyona sahip olduğundan bu noktalar üzerinde özellikle durmuştur.
Kaydettiği yazmaların yazı şekilleri
genellikle Sülüs, Nesih, Reyhani, Kufi
ve Talik olup kimisi İran taliki ya da
nestaliki ile kimisi Türk taliki ile kaleme alınmıştır. Sadece yazı çeşitlerini
kaydetmekle kalmamış bunlarla ilgili
değerlendirmelerde de bulunmuştur.
Şeyh Hamdullah’a ait bir eser için
“Nesih çok mutena. Saraydan çıkma”
kaydını düşmüştür. Tespit ettiği ciltler İran, İstanbul, Suriye, Buhara ve
Herat sahasına aittir. Ciltlerin sadece
ait oldukları bölgeleri not almamış
“Cildinin üstü siyah içi kırmızı”, “Cildinin üstü alaca” şeklinde detaylara da
girmiştir. Zikrettiği tezhiblere gelince
Asya, İran, Herat, Mağrib, Mısır, Selçuk, Bağdad, Semerkand, Türk, Suriye,
Babür ve Rokoko bunların belli başlılarıdır. Dosyada Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’ne alınan eserlerin tezhibleriyle ilgili son derece önemli değerlendirmelere yer verilmiştir. Bundan
yarım asır önce Evkaf Müzesi kurulurken rastgele tezhibli eserler müzeye
naklolunmuş, sonrasında bunlardan
1500’ü Topkapı Sarayı’na yollanmış,
bir kısmı dolaplarda kalmıştır. Süheyl
Ünver, bunları incelediğinde müzelik
kitaplar olmadıklarını görmüş, birkaç
müstesna eser haricindekilerin Topkapı Sarayı’na gönderilmeleri yerine
nerelerden geldiler ise oralara iade
edilmelerinin daha yerinde olacağını
ifade etmiştir. Zaman zaman benzer
şekilde müze dışına çıkarılan kitaplar olmuştur. Örneğin, bunlardan
biriyle ilgili kayda göre “1200 küsur
kitap Topkapı Sarayı’na gönderilmiş”
bulunmaktadır. Çok sık olamamakla
beraber dosyada yer alan eserlerin
Esad Efendi, Reisülküttab Mustafa
Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa, Damadzade Murad Molla, Köprülü, Aşir Efendi,
Pertev Paşa, Pertevniyal ve Bahadır
Han Kütüphaneleridir. Kayıtlı olduğu
takdirde yazma eserlerin kimin tarafından vakfedildiği de zikredilmiştir. Darüssaade Ağası Tayfur Ağa’nın
“okusunlar deyu” vakf ettiği Buhari-i
Şerif’i buna güzel bir örnek olarak verebiliriz.
Sühey Ünver’in el yazması bir Kur’an-ı Kerim’le
ilgili notu
zahriyelerinden de bahsedilmiştir.
Kaydettiklerinden biri Anadolu Selçuklu dönemine aittir. Aynı şekilde
bazen “içi oyma ve dışı el ile yapma”
şeklinde yazmaların kabları hakkında
da bilgiler verilmiştir. Mecmua-i Letâif
adlı eserde yer alan “Türkçe, resimli” ifadelerinde olduğu gibi eserlerin
kaleme alındığı dil ya da resimli olup
olmadığı da zikredilmiştir.
Süheyl Ünver, yazma eserlerin hangi
kütüphanelerden Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne intikal ettiği konusundaki bilgileri de tespit edebildiği kadarıyla not almıştır. Bunlar arasında
çokça zikredilenler Nuruosmaniye,
Laleli, Ayasofya, Veliyüddin Efendi,
Süheyl Ünver, bir tıp profesörü ve
tıp tarihçisi olmasının yanında sahip
olduğu sanat tarihçisi vasfıyla birçok
alanda behre sahibi olan son dönem
Osmanlı aydınlarının Cumhuriyet
dönemine intikal eden önemli temsilcilerinden biridir. Şahsında barındırdığı tüm bu hususiyetlerin bir tezahürü olarak Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’ndeki görevi sırasında aldığı
notlarla oluşturduğu bu dosya onun
diğer bütün çalışmalarında görüldüğü üzere en geniş ifadesiyle Osmanlı
mirasının yeni nesillere aktarılmasının bir aracı olduğu gibi Türk ve İslam
Eserleri Müzesi’yle ilgili engin bilgi
ve dikkatlerinin ürünü olarak hazırladığı seçme mini bir katalog olarak
da görülebilir. Süheyl Ünver’e ait bu
katalog, Türk ve İslam Eserleri Müzesi
dosyasında kayıtlı olan yazmalardan
herhangi biri ile ilgili araştırma yapacaklar için ise meseleye vukufu olan
birinin kaleminden çıkmış önemli bilgiler barındıran bir kaynaktır.
Söze Süheyl Ünver’in kaydettiği dizelerle nihayet veriyoruz, rahmete vesile olması duasıyla.
Gark eder deryaları bir katre âb-ı mağfiret
Var kıyas et vüsʻat-i derya-yı rahmet neydüğün
Dipnot
1 Nazan Ölçer, “Türk ve İslam Eserleri Müzesi”, DİA, c. XLI, s. 543-544.
Türk ve İslam Eserleri Müzesi, haz. Nazan Ölçer, Akbank, İstanbul
2002, s. 7.
2 Can Kerametli, Zahir Güvemli, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Ak Yayınları, İstanbul 1974, s. 9. Erdem Yücel, “Türk İslam Eserleri Müzesi”, Sanat
Dünyamız, sy. 20, Eylül 1980, s. 25-27.
22
3 Ahmet Güner Sayar, “Ahmet Süheyl Ünver”, DİA, c. XLII, s. 350-352.
4 Süleymaniye Kütüphanesi, Süheyl Ünver Dosyaları, nr. 253. Bu çalışma Süheyl Ünver’in dosyasında yer alan fişlerinden ağırlıklı olarak yazma eserlerle ilgili notlarını merkeze alınarak oluşturulmuştur.
SÜHEYL ÜNVER’İN GÖZÜYLE ÂSÂR-I ATİKA’YA BİR SEYAHAT / Dr. Arzu GÜLDÖŞÜREN
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Gün içinde kahve molası
Kurukahveci Mehmet Efendi,
143 yıldır her zaman nefis ve lezzetli kahvesiyle
günlük yaşama benzersiz bir hediye sunuyor.
TİPOGRAF
www.mehmetefendi.com
23
RENGÂRENK
KÂĞITLAR,
FEVKALÂDE HATLAR,
MÜKEMMEL
TEZHİPLER:
SÜHEYL ÜNVER ve
TÜRK İSLAM ESERLERİ
MÜZESİ*
Dr. Zeynep Altuntaş
Yazar
“
Süheyl Ünver, Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’ndeki mevcut yazı çeşitlerinin
tezhip sanatı ile birlikte görüldüğü
el yazmalarından yola çıkarak
kendisine mahsus üslubuyla bazı hat
ve hattatlarla ilgili yorumlar yapmıştır.
Ünver’in kayıtlarında her dönemden
birçok hattatın Müze’de hattı
olduğu görülmekteydi. Bunlardan
biri de erken döneme ait bir örnek
olarak Muhyiddin Arabî hattıydı. O,
Muhyiddin Arabî’nin el-Futuhati’lMekkiye adlı eseri için “başından
sonuna kadar okunmuş, Muhyiddin
Arabî hattıyla tasdiki ve imzası var”
kaydını düşmüştü.
”
* Süheyl Ünver’in Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki “Türk ve İslâm Eserleri Müzesi” adlı dosyadan bizi haberdar eden ve bu konuda yazmamız için bizi
teşvik eden değerli Hocam Prof. Dr. İsmail Kara’ya ve Süheyl Ünver’in çoğu
Osmanlıca el yazısından oluşan notlarını birlikte okuduğumuz arkadaşım
Arzu Güldöşüren’e müteşekkirim.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
RENGÂRENK KÂĞITLAR, FEVKALÂDE HATLAR, MÜKEMMEL TEZHİPLER: SÜHEYL ÜNVER ve TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Dr. Zeynep Altuntaş
Müze’yle alakalı gördüğü bazı hususlar için İstanbul dışındakilere yazılar
yazmaktan geri kalmamıştı.
19. yüzyılın ortasından itibaren eserlerin hızla yağmalanıp bulundukları
vakıf binalarından yurtdışına kaçırılması sanat eserlerinin toplatılmaya
başlanmasına sebep olmuştu. Vakıf
eserleri, Süleymaniye Camii Külliyesi
içindeki imaret binasında bir araya
getirilmiş ve burası Evkâf-ı İslâmiye
ismiyle 1914’te Müze olarak açılmıştı1. Cumhuriyet’in ilanından sonra
(1927) ise Türk ve İslâm Eserleri Müzesi adını almıştı.
Müze, Sultan Ahmed Camii karşısındaki bugünkü binasına (İbrahim Paşa
Sarayı) taşınmadan önce (1983)2 düzenlemelere tabi tutulmuş, bağımsız
bir müdürlük haline geldiği 1964’ten
itibaren Müze Müdürü Can Kerametli
tarafından bazı icraatlara girişilmişti3.
Nitekim Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in
bugün Süleymaniye Kütüphanesi’nde
yer alan “Türk ve İslâm Eserleri Müzesi” dosyasındaki evrakı, bu çabaları
gösterecek yazışmaları içermekteydi.
Yazışmalarda Kerametli bir otorite
olarak gördüğü Süheyl Ünver’e koleksiyon alımıyla ilgili engin görüşlerinden faydalanmak istediklerini
belirtmiş, katkılarını esirgememesi
için ricalarda bulunmuştu. Hatta komisyonun çalışma gün ve saatlerinin
karşılıklı istişarelerinden sonra tespit
edileceğini belirtmişti. Ünver de bu
isteklere teşekkürlerini ileten ve Müze’nin hizmetinde bulunmayı şeref
saydığını söyleyen cevaplar vermişti4.
Ünver’in Kerametli ile olan yazışmaları ve Müze’yle ilgili notları düzenleme
faaliyetlerinin yapıldığı yıllara (1964
ve birkaç yıl sonrasına) denk gelmekteydi. Müze’ye gelen
ve Müze’den giden
eşyaları konu eden
gazete kupürlerini
toplayacak
kadar
Müze’yle
hemhal
olan Ünver, kitap
isimlerini verdiği kâğıdın sağ alt köşesinde “Türk ve İslâm
Müzesi’ne alınacak
yazmalar. Bana 22
Eylül’de
getirdiler.
Bu notları aldım.
Hepsi fişlere geçirildi” diyordu. Muhtelif
şahıslar tarafından
Müze’ye
satılmak
üzere getirilen eserlerin değerlerini ve
ödenecek fiyatları
takdir edecek toplantılara
katılmış,
Süheyl Ünver’in çizimiyle Medresetü’l-Hattatin
26
Ünver, 3 Mart 1964 tarihini attığı bir
kitap tanıtım fişine de Müze çalışmaları esnasında talebeleriyle birlikte olduğunu ifade eden “Çiçek ve Âzâde
hanımlarla” ibaresini kullanarak yaşadıklarını kaydetme hassasiyetini ve
talebeleriyle olan yakın ilişkisini gözler önüne seriyordu. Ayrıca bir başka
notunda Müstakimzade ve Hallaczade tercüme-i hallerini kastederek “Bu
tercüme-i haller için rokokoları Çiçek
toplayacak” diyor ve Müze’de talebesi Çiçek Hanımla çalıştıklarına tekrar
şahit olunuyordu. Bu hanımefendilerden ilki bugün Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim
üyesi Prof. Dr. Çiçek Derman, ikincisi
de asistanları arasında yer alan Âzâde
Akar’dı.
Ünver’in bahsi geçen dosyadaki “Can
Bey 14 Nisan 1964’te Evkâf Müzesi
50. Yılı kutlanacak” notu da hem Kerametli ile münasebetini hem de Müze’nin kuruluşunun Cumhuriyet öncesine dayandırıldığını gösteriyordu.
Başka bir notunda da Müze’nin 50. yıl
kutlamalarıyla alakalı olarak sefaretlere mektuplar gönderildiği ve sefaretlerden cevaplar geldiği yazıyordu.
Ünver aynı notuna kutlamada; “çay,
bisküvi, Hacı Bekir kurabiyesi, limonata, portakal şerbeti, ağaç çileği şerbeti” gibi yiyecek ve içecekler ikram
edildiğini ilave etmekten de kendini
alamıyordu.
Evkâf-ı İslâmiye Müzesi’ne bağlı olarak “Medresetü’l-Hattatin” adıyla
eğitime başlayan okulun5 resmini çizen Ünver, bu resmin altına “hayat-ı
sanatımda ilk merhalem” notunu
düşmüştü. Kendi ifadesiyle ailesindeki altı büyük hat üstadının ruhuna aksettirdiği tesirlerle tezhip sanatında
yetişmek üzere bu mektebe gitmiş6,
orada dönemin ünlü hattatları, tezhip
ve ebru ustalarıyla tanışmış, 1923’te
tezhip ve ebru icazetnâmesi almıştı7.
Sahip olduğu yeteneği aldığı eğitimle taçlandırıp bunu daha da ileri
götüren Ünver; hat, minyatür ve tezhip gibi görsel sanatlarda mahir biri
RENGÂRENK KÂĞITLAR, FEVKALÂDE HATLAR, MÜKEMMEL TEZHİPLER: SÜHEYL ÜNVER ve TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Dr. Zeynep Altuntaş
olarak yok olmasından endişe ettiği hiçbir eseri çizmekten
usanmamıştı. Müze’deki eserleri de bu görgüsü ve bilgisiyle incelemiş, karşılaştığı eserlerin hat, minyatür ve tezhiplerini ön plana çıkararak görsel malzeme üzerinden notlar
kaleme almış, gördüklerini dayanamayarak resmetmiş ve
bugün
kaynak
olarak kullandığımız dosyanın
hâsıl olmasına sebep olmuştu.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
rine yakın yaz. Ve beyne sutûr iyân eyle yani ırak eyle ve
kalemin ucunu uzun eyle”.
Eserlerin kimin hattıyla yazıldığına özellikle değinen ve
zaman zaman da yazının derecesini belirten Ünver, minyatürlü ve resimli bazı
eserler üzerinde de
durmuştu. Bu manada
bahsettiği Musavver
Hamse-i Ataî adlı eser
ile “baş sayfası”, “ilk
Ünver, Müze’deki
minyatürü” vs. notlar
mevcut yazı çedüşerek içindeki minşitlerinin tezhip
yatür örneklerini bir
sanatı ile birlikte
araya getirdiği Çehâr
görüldüğü el yazMakale zikredilebilir.
malarından8 yola
Bu eserden aldığı örnek minyatürler araçıkarak kendisine mahsus uslusına asıl mesleği olan
buyla bazı hat ve
tıpla ilgili hekim ve
hattatlarla ilgili
hasta resmini de eklemişti. Ayrıca Nevizade
yorumlar
yapmıştı.
Ünver’in
Ataullah Efendi Eseri’nden de minyatürler
kayıtlarında her
seçmişti.
Bunlardan
dönemden birçok hattatın Mübiri de “bir manzum
Ketebehu’l-fakir Hüseyin bin Mehmed bin tilamiz Abdülkadir eş-Şükri’den kopya hikâyeye aid resim”
ze’de hattı olduğu görülmekteydediği minyatürdü. Ündi. Bunlardan biri de erken döneme ait bir örnek olarak
ver, Nevizade’deki resimlerle ilgili ayrıntılı değerlendirmeler de yapmıştı. Bunun yanında “Müzelerdeki Şaheserler”
Muhyiddin Arabî hattıydı. O, Muhyiddin Arabî’nin el-Futuhati’l-Mekkiye adlı eseri için “başından sonuna kadar
başlığıyla Müze’deki Fuzuli’nin Hadikatü’s-Süedası’ndan
okunmuş, Muhyiddin Arabî hattıyla tasdiki ve imzası var”
alınan minyatür örneğinin bulunduğu gazete haberini saklamayı da ihmal etmemişti.
kaydını düşmüştü. Bir Kur’ân-ı Kerim için “33 günde yapılan Kur’ân-ı Kerim birkaç hattatın birkaç müzehhibin işiÜnver, Müze’deki bir kitap veya başka bir eserden gördüğü
dir” demiş, Hafız Osman’ın bir eserinden bahsederken de
motifleri bazen kenarında bilgi vererek bazen de verme“para için yazı yazmamış” ifadesine yer vermişti.
yerek çizmişti. Hiçbir notu olmayan içi boş çiçek motifleri
Müze’deki bazı eserlerde “rengârenk kâğıtlar”a da rastlaresmettiği gibi içi boş olmakla birlikte daha sonra dolduyan Ünver, eserlerin hatlarından daha çok “taʻlik sülüs rikʻa
rulmak üzere hangi
fevkalâde, mükemmel yazı, mükemmel sülüs, çok güzel bir
renklerin kullanılacağına dair bilgiler
nesih, nesih çok mûtena” gibi sitayiş dolu sözlerle bahsetmiş, nadiren de olsa beğenmediği hatlar için “iyi yazı
verdiği çiçekler de
değil, yazı güzel değil, sülüs sahife güzel değil, talik güzel
resmetmişti.
Ara
değil” gibi olumsuz kelimeler kullanmıştı. Bunlar haricinde
sıra not kâğıtlarına
en ağır ifadesi ise “… çirkin yazılı bir padişah yazısı...” kaydı
kitap cildlerinden
olmuştu.
alındığını düşündüğümüz desenler
Ünver, Hazreti Ali ve Hazreti Muhammed’in hat ile ilgikaralamıştı. Meselâ
li söylediklerini de eserlerin özelliklerinden bahsederken
alt tarafına çiçek
aktarmıştı:
motifleri çizdiği not
fişinde “sekiz kıta
“Hazret-i Ali buyurur ki:
murakkaa, 8 satır
sülüs ve 32 satır neHattın aʻla olması üstadın talimindedir ve çok yazmakdasih Mehmed Rasim
dır ve terkibleri doğru yazmakdadır ve hattın sebatı terk-i
hattıyla ceride” gibi
nihayetdir daima da müdavemetdir.
bilgiler verdikten
Peygamberimiz’in Hazreti Ali’ye tarifi: Ya Ali harfleri birbisonra lale ve gül
Evkaf Müzesi Nevizade Ataullah Efendi eserinden
27
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
RENGÂRENK KÂĞITLAR, FEVKALÂDE HATLAR, MÜKEMMEL TEZHİPLER: SÜHEYL ÜNVER ve TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Dr. Zeynep Altuntaş
desenlerini renkleriyle beraber övgü dolu sözlerle tarif
etmiş, muhtemelen fotoğrafı veya resmetmeyi kastederek “çiçekler alınacak” notunu yazmıştı:
“… Basit rûmili Türk lalesi. Çiçekler harikulâde. İstanbul
Edirnekârisi. Pek mükemmel, fevkalâde ince çiçekler… Güller ve goncaları fevkalâde. Sarı, beyaz ve penbe. Ters ve yüz
dört tane… ”
Süheyl Ünver bahsettiğimiz üzere kendi dikkatleri nazarıyla
karşılaştığı eserler hakkında bazen en ince ayrıntısına kadar
bilgiler vermiş, zaman zaman da gördüklerini kâğıdının bir
ucuna veya tamamına çizme gereği hissetmişti. Pek çok
farklı konuda olduğu gibi Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’yle
ilgili de -başka hiçbir yerde rastlanılmayacak özel bilgiler
eşliğinde- genel kanaatler oluşturulmasına sebep olmuştu.
Şimdi burada Ünver’in bir not kâğıdına mesel-i Türkî olarak aktardığı “Sükûtun mûsiki yerine geçer” sözüyle duralım. Yazıyı Süheyl Ünver’in komisyon toplantısına katıldığı
günde küçük bir kâğıda kitap bilgileri, kitap cild ve küp
resmi sığdırdığı, en sonuna da düşürdüğü - gecelerin en
uzun, gündüzlerin en kısa olduğu ve aynı zamanda Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilişinin kırkıncı gününü,
en soğuk günleri yani kara kışı temsil eden-9 tarih ve notuyla bitirelim:
21. XII. 1967 Kar Yağıyor… Erbaînin ilk günü…
Dipnotlar
1 Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Akbank, 2002, s. 9-10, 16;
Seracettin Şahin, Türk ve İslam Eserleri Müzesi Emevilerden Osmanlılara 13 Asırlık İhtişam, Kaynak Yayınları,
İstanbul 2009, s. 13.
2
3
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Rehberi, Devlet Basımevi,
İstanbul 1939; Nazan Ölçer,
“Türk ve İslam Eserleri Müzesi İbrahim Paşa Sarayında”, Sandoz bülteni, 1983,
sy. 12, s. 11; Şahin, age,
2009, s. 13-14.
Erdem Yücel, “Türk İslâm
Eserleri Müzesi”, Sanat Dünyamız, sy. 20, 1980, s. 26;
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Akbank, 2002, s. 18.
4 Süheyl Ünver ve Türk ve
İslam Eserleri hakkındaki
bilgilerin çoğu Süleymaniye
Kütüphanesi’ndeki dosyaya (Süheyl Ünver Dosyaları,
nr. 253) dayanmaktadır. Bu
dosya dışında, farklı yerlerKitap cildi kopyası
28
den alınan bilgiler metnin
içinde gösterilmiştir.
5
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Akbank, 2002, s. 16; Şahin, age, 2009, s. 13.
6
A. Süheyl Ünver’in İstanbul’u, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Kültür İşleri Daire
Başkanlığı Yayınları, İstanbul
1996, s. 89.
7
Ahmet Güner Sayar, “Ünver,
Ahmet Süheyl”, DİA, c. XLII,
s. 350.
8
Yücel, “Türk İslâm Eserleri
Müzesi”, Sanat Dünyamız,
sy. 20, 1980, s. 26-27.
9 Yusuf Şevki Yavuz, “Erbaîn”,
DİA, c. XI, s. 271.
RENGÂRENK KÂĞITLAR, FEVKALÂDE HATLAR, MÜKEMMEL TEZHİPLER: SÜHEYL ÜNVER ve TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ / Dr. Zeynep Altuntaş
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
29
MAHMUD EROL
KILIÇ’LA
İNSAN, ESTETİK
VE TASAVVUFA
DAİR...*
Söyleşenler:
Betül EREN, Esra ERKAL
Fotoğraflar:
Feyza Eryüksel
“
*
İslam sanatlarında estetik, güzel olanı
görme, anlama çabasını tasavvufla
nasıl ilişkilendirebileceğimizi
konuşmak üzere Prof. Dr. Mahmud
Erol Kılıç Beyefendiyle İstanbul
Kitapçısı Kâtip Çelebi İskelesi’nde
buluştuk. Mimari yapılar ya da
sanatsal eserlerle ilgili sorularımızı
röportajın sonlarına sakladık. Zira
hocanın, bir ‘filitre’yle mümkün
olabileceğini söylediği, ortaya
çıkarılması gereken yontulup,
işlenmesi gerektiğini ifade ettiği
güzellikler başkaydı. O filtrenin ne
olduğu, ‘hakiki varlık’ ile bağlantısı
söyleşimizin satır aralarında cevap
buluyor.
”
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, İKÖPAB Genel Sekreteri, Türk ve İslam Eserleri
Müzesi Eski Başkanı
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
MAHMUD EROL KILIÇ’LA İNSAN, ESTETİK VETASAVVUFA DAİR...
Süleymaniye Camii giriş kapısı üzerindeki kitabe
Fert ve cemiyet bazında Müslüman hayatını şekillendiren Kur’an
ve Sünnet aynı zamanda İslam sanatının üzerine bina edildiği ana
temeli oluşturur diyebilir miyiz?
Buna göre İslam sanatı deyince ne
anlamalıyız?
Sorularınızı cevaplamaya başlamadan evvel sizde de modern zaman
dindarlarının sıkça yaptığı bir usul
hatasını görüyorum. O da, dinimizin
yazılı kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’in her şeyde olduğu gibi sanat
anlayışımızın veya estetiğimizin de
doğrudan ve esas metinleri olduğu
vurgusu. Yabancı dillerde buna “textualism” yani “metincilik” denilir. ‘Her
ne arıyorsan metinde var’ denilirken
bununla tek başına gramatik ve lengüistik özelliklerin anlaşılır olması
bana göre bir problemdir. Kendisi de yazılı bir metin olan Kur’an’da
“Kitap taşıyan eşşek” diye bir tenkidi
ifade de vardır. Halbuki dinin beşer
hayatında kendini görülür kılması
ancak -tabiri mazur görün- kod çözücü (dekoder) veya filtre dediğimiz
bir ara bölgeden geçtikten sonraki
bir ikinci üretim merhalesiyle gerçekleşir. Doğru, kadim asırlardan bu
zamana kadar sanatın, felsefenin ve
bütün düşünce tarihinin arkasında
dinlerin olduğu bilimsel bir gerçek.
Bunda hemen hemen bütün sanat
tarihçilerinin ittifakı var. Fakat dinler
bu beşer üretiminde metinleriyle bulunmaktan ziyade içinde barındırdıkları mânânın, âlimler, arifler, bilgeler
tarafından yorumlanmasından sonra
kendilerini dış dünyada tezahür et-
32
tirirler. Tabii ki yazı ve ona merbut
sanatlarda bizatihi metinler de birer
eser (obje) olarak kullanılabilirler ki
nitekim buna dair çok fazla örneğimiz bulunmaktadır. Lakin sizin hususi
sorunuz olan Din ve sanat irtibatının
teorik çerçevesi ise tam manasıyla bir
yorumlama, bir tefsir etme, bir açıklama süreciyle ortaya çıkar. Dolayısıyla o beşeri ara bölgeyi atlamamak
gerekiyor. Çünkü her ne olursa olsun
yazılı hale gelmiş bir metin, sabittir,
statiktir. O metni konuşturacak olan
o metni yorumlayacak olan, o metni
tatbik edecek olan o dine tâbi bilgelerdir. Bunu İbn Arabi diliyle şöyle ifade edebiliriz: Hz. Muhammed’e
münzel olup onun ağzından kayda
geçirilmiş metin ikinci merhale olarak da oradan kulub-ı ârifan’a nazil
olur ve bast olur. Zaten ilk devrede
bu kadar mühim bir metni hemen
yazılı olarak kayda geçirmek için aşırı
bir gayret göstermekten ziyade hıfz
edilmek ve içselleştirilerek muhafaza altına alınması yoluna gidilmesi
bence üzerinde düşünülmesi lâzım
bir konudur. Mana fem-i muhsinden fem-i muhsine intikal etmelidir.
Araya şeytan girmemelidir. Bu meselenin ne kadar mühim bir merhale olduğunu teyiden şöyle bir karşıt
soru soracağım size: Tarihte mesela
orta zamanlarda, İslâm sanatlarının,
estetiğinin doğmasına sebep olan,
buna zemin teşkil eden Kur’an ve
Sünnet’in modern zamanlara gelince
onun yerine tabiri caizse sadece bir
ceza infaz hukuku kitabı haline getirilerek mesela ‘kafa kol kesme’nin
şeklinin araştırıldığı bir metin olması
sizce nasıl olmuştur? Nasıl bir ikinci
merhale ile böyle bir üretim çıkmıştır ortaya? Bu yaklaşım sahipleri de
‘Kaynağımız Kur’an ve sünnet’ diyorlar. Şimdi ne oldu da, hangi ana
parçalar çıktı? Kayboldu da bu tezgahtan böyle ürünler çıkmaya başladı. Kim bu cihazın ayarlarıyla oynadı onu bulmak gerekir ve sonra da
tamirci çağırmak gerekir. Bence bu
sorunsal bugünün Müslümanlarının
önündeki en entelektüel sorudur.
Gelin bir atölye çalışması yapalım
sizlerle: Mesela çok güzel bir peygamber sözü var yazılı kaynaklarda.
Diyor ki; “İnnallahe Cemilûn ve Yuhibbul Cemâl”. Türkçesi şu demek:
“Allah cemîldir, güzeldir ve cemâli,
güzellikleri sever”. Bu bir söz. Ama
kim telaffuz ediyor; peygamber. Yani
el-Cemîl’in kendisini yeryüzünde
onun üzerinden izhar ettiği mihver
kişi. Hikmetin ve cemâlin mazharı
(locus). Şimdi bu sözü bir Osmanlı
arifi önce bir yazılı metinde görüyor,
okuyor; sonra bu söz onda bir karşılık buluyor ve tıpkı döllenmeye hazır
bir rahim gibi kalbine intikal ediyor.
İngilizce tabirlerle salt ‘Reading’ ile
başlayan süreç ‘Understanding’e
ve oradan da ‘Unveling’ süreçlerine
doğru ilerliyor. Ancak ondan sonra çocuk doğuyor. Bu sefer başlıyor
şerh etmeye neyin ne olduğunu.
Estetize bir Tanrı anlayışından bahsediyor mesela. Allah güzeldir ve
güzellikleri sever. Dolayısıyla bu söz,
bir arifin kendini gerçekleştirmede,
üzerinde yorum yapmada, felsefe
çıkarmasında ilk etken (sperm) iken,
MAHMUD EROL KILIÇ’LA İNSAN, ESTETİK VETASAVVUFA DAİR...
aynı söz onun bu taliminden etkilenen ve onunla hallenen dinleyenleri
arasında kabiliyeti olan kimselerde
bazı sanat eserlerinin doğmasına
sabebiyet veriyor. Görüyor musunuz
müteakip tesir teselsülünü. Bu söz bu
yapısından dolayı, ihtiva ettiği mananın derinliğinden dolayı bir hattata
ilham kaynağı oluyor: “Ben bu Güzel Sözü yazmalıyım diyor, şu sözü
bir ser-levha yapayım, mücessem
kılayım” diyor. Abdestini alıyor, eline
kalemini, divitini alıyor ve bu sözü
bir güzel yazıyor. O söz yazıldıktan
sonra bir müzehhib veya müzehhibe
o yazıyı görüyor ve diyor ki “Yazının
manası çok güzel, Allah var hattat da
çok güzel yazmış, ben de buna çok
güzel bir tezhip yapmasam olmaz”.
Üzerinde 3-5 ay çalışarak nefis bir
tezyinat yapıyor. Sonra bir sanatkar
marangoz buna güzel bir çerçeve
yapıyor. Bu levhayı bir güzel insan,
güzelden anlayan kimse alıyor; evinin, tekkesinin, askeriyesinin, sarayının duvarına asıyor. Burada anlattığım bir hikaye değil. (Kazasker’in bu
nefis levhasını TİEM’de muhakkak ziyaret ediniz). Bakınız bir söz, bir dini
metin nasıl zincirleme doğumlara
sebebiyet veriyor. ‘Yine hubtan huba
düşmek’ çevrimi işte böyle bir zincirleme reaksiyonla ortaya çıkıyor. Fikirler birbirini tetiklerler. Peki, sonra ne
oldu da günümüzde dinin metinleri;
eskilerin dediği gibi bu letafete, estetik düşüncelere bağlı latif insan tipi
üretemez hale geldi. Hatta bilakis,
dindarlık ve kabalık özdeşleşir oldu.
Bu zihni ve fikri kabalık bireysel ve
toplumsal anlamda da kaba dindar
tipini doğuruyor. Bu sorunun cevabı
da; o güzel insan tipinin çıkarılmasında kullanılan aradaki o dekoderin,
filtrenin kayıp olmasındadır. Filtre
deyin, prizma deyin, ne derseniz deyin çok önemlidir. Bakın filtre demek
şu demektir; ben size öyle bir filtre
kullanırım ki, dünyanın en barışçı
olduğu iddiasında olan Budizm’den
veya Hinduizm’den veyahut Hristiyanlıktan dünyanın en büyük terörist
akımını çıkarabilirim. Nitekim çıkmadı mı? Bunun örneklerini Haçlı SeferGalata Mevlevihanesi çizimi
leri’nde, Srebrenitsa’da, Myanmar’da
gördük. Bu her din için söz konusudur.
Günümüzde İslam sanatındaki durağanlık manevi kemalattaki zafiyetlerden kaynaklanıyor olabilir
mi?
Tabii ki. Bu zaten bütüncül bir yaklaşımdır. Eğer biz, estetize filtrasyonumuzu kaybetmişsek bunun insan
numunesini, tiplemesini de hemen
kaybediyoruz. O bir arif tiplemesidir.
Bir bilge insan, nazif insan, zarif insan tiplemesidir. Kesafetten letafete çıkmak o arifin zaten mesleğidir.
Arifin dikey anlamda, seyr-i sülûk
anlamında ruhunu inceltmesi onda
bir tür zevk-i selîmin de ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Mesela en
somut örneklerden bir tanesi de bu
manada şiirin ortaya çıkışıyla ilgilidir. “Ben hayatımda hiç şiir nedir
bilmezdim, şiirden zevk almazdım”
diyen bazı kimselerin “Ne zaman ki
seyr-i süluka girdim bende bir şiiriyet kabiliyeti gelişti ve şiir söylemeye
başladım” dediklerini biliyoruz. Kim
bu? Mesela Mevlana, mesela Niyazi
Mısri. Niyazi Mısri diyor ki, “Ben şair
olma hevesinde değildim. Şair olası
değildim ama seyr-i sülukta yaşadığım şeyler benim dilimi çözdü, açtı”.
Biz buna sünuhat diyoruz. Birdenbire
gelişler, birden bire doğuşlar başladı
bende. Bendeniz bu halin analizini
Sufi ve Şiir isimli kitabımda yaptım.
Şiirin birden bire vehbi bir şey olarak
ortaya çıkışını anlatan önemli bir bölüm var orada. Yani ruhsal zevklerde
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
incelme, şiirin manasında kendisini
gösterdiği gibi biçiminde de kendini
gösteriyor. “Yine hubdan huba düştü
gönlüm” diyen kişi, güzelden güzele
diyor kötüye düştü gönlüm demiyor.
Demek ki güzellikler içerisinde bir
makamdan bir makama geçmekte
olan kişi içteki güzelliğini dışarıya da
yansıtıyor.
Tekke, dergâh gibi mekânların
aynı zamanda sanat üreten yerler
olduğunu biliyoruz. Bu yerlerin
Türk İslam sanatının oluşmasına
ve tekâmülüne nasıl etkisi olmuştur? İslam sanatı tasavvuftan nasıl
beslenmiştir?
Başlangıçta size filtre dedim, dekoder dedim. Kod çözücü demek,
kodları çözen demek, bir ara bölge, bir yorum bölgesi. Bunları çok
önemsiyorum ben. Bunlarsız bir din
konuşturulamaz. Dekoder gibi birtakım farklı kavramlarla izah etmeye çalıştığım şeyin geleneğimizdeki
tam karşılığı tasavvuftur. Tasavvufu
bu manada ben, siz sorduğunuz,
adını da koyduğunuz için söylüyorum. Dolayısıyla tasavvuf çok önemli,
günümüze gelinceye kadar İslâm’ı,
İslâm kaynaklarını, İslâm esasatını
letafete doğru, sanata doğru, inceliğe doğru yönlendiren ve o yöne
doğru yorumlayan en önemli filtre
olmuştur. Özellikle bizim tarihimizde
yani Selçuklu-Osmanlı dönemi İslâm
ekollerindeki sanatçıların, edebiyatçıların, estetize yaşayanların yegâne
filtresinin tasavvuf olduğunu ve tasavvuf yolundan sonra bu üretim-
33
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
MAHMUD EROL KILIÇ’LA İNSAN, ESTETİK VETASAVVUFA DAİR...
lerin ortaya çıktığını ve çoğaldığını
görmekteyiz. Burada tasavvufun etkisi iki türlüdür. Birincisi doğrudan,
ikincisi dolaylı. Doğrudan yöntemde; bir kişi seyr-i süluk gördükten
sonra kendisi ferdi olarak incelince
ister istemez ortaya şiir söyleme sanatı gibi şeyler çıkıyor. Yani, ‘ben şair
olayım’ diye şiir söylemiyor ama diyelim ki metafizik bir şey anlatmak
istiyor. Bir yüksek metafizik konuyu,
15-20 sayfada, belki de ciltte anlatması düz yazıyla ancak mümkün
olabilecek iken, bu kişi bir beyitte
bu sırları derc edebiliyor. Dolayısıyla
şiir, ister istemez yüksek irfan dilinin
kaçınılmaz bir üslubu oluyor. Çünkü biliyoruz ki şiir remiz yatağıdır,
sembol yatağıdır. Düz yazıdan farklı
olarak sana şifreli konuşma imkânı
sunan bir alandır. Dolaylı yöntemde
ise; siz zaten bir ehl-i hirefsiniz, sanatkâr birisiniz, bir hattatsınız mesela
ama ne yazacağınızı bilmiyorsunuz.
Belki kaleminiz güzel. Kalem güzelliği aynı zamanda yazacağınız şeyin
manasının da güzelliğini getirir. Siz
eğer tasavvuf ocaklarında bulunmuş
bir kimseyseniz; Kazasker Mustafa
İzzet Efendi ile Mevlevihane irtibatını kurabiliriz mesela, Şeyh Galip’le
Mevlevihane irtibatını kurabiliriz.
Dolayısıyla öyle bir yerde eğer yetişmişseniz ister istemez size modern
tabiriyle imgelem, veyahut hayal
hazinesi sunuyor bu dünya. Yani tasavvuf dünyası, size müthiş zenginlikte bir semboller âlemi sunuyor. Ve
bu sizin bu soyut düşünceleri plastik
sanatlara veya levhaya, harflere veya
hakkaksanız bir taşa hatta bir tespih
ustasının tespih tanelerine yansıtmasını sağlıyor. İşte o aradaki bölge
çok önemli bu açıdan. Mevlana’nın
Mesnevi’si bu manada çok önemli
ilham kaynağı kitaplardan bir tanesi
yani Kur’an-ı Kerim ve sünnetin en
önemli dekoderlerinden bir tanesidir
Mesnevi. Biz sadece linguistik çalışmalara tefsir demeye başladık. Sadece Kur’an’ın sarf ve nahiv açısından
açıklayan çalışmalara biz tefsir diyor
olduk. Oysaki Kur’an’ın manasını anlatma noktasında olan bazı çalışma34
Atik Valide Sultan Camii kubbelerinin bir görünümü
lara da niye tefsir demeyelim. Bana
göre bu açıdan Mesnevi çok önemli
bir Kurân tefsiridir ve böyle de görülmüştür geleneğimizde. Bu benim
söylediğim yeni bir şey değildir. Ben
çünkü kaybolmuş geleneğin ihyası
taraftarı olan birisiyim ve geleneksel
birisiyim. Modernist İslâm yaklaşımlarına uzak duran birisiyim.
Tekke neticede bir mekân adı. Cami
bir mekân adı. Bu mekânlarda ne
yapılıyor, ibadet yapılıyor. Bu ibadet
her yerde yapılabilir fakat siz tekkeyi yaparken, diyelim ki eğer devrani
bir tarikatsanız, sizin neye ihtiyacınız
var, bir semahaneye ihtiyacınız var,
bir tevhidhaneye ihtiyacınız var. İster istemez bir altı köşeli, sekiz köşeli
bir salona ihtiyacınız oluşuyor. İşte
bunun bir mimarisi ortaya çıkıyor.
Bunun kuşak yazıları yazılıyor, mimari şekli ona göre oluşuyor. Mesela
Selçuklu kervansaraylarının, Selçuklu
medreselerinin, Selçuklu darüşşifalarının portalleri, yani giriş kapısı, cümle kapısı üzerine yıllar evvel yaptığım
bir çalışmada şunu tespit etmiştim:
Mesela Divriği Ulucamii ve Darüşşifası’na gidiniz, etrafında dolaşınız;
çok sade bir taş bina göreceksiniz
binanın etrafında. Ama binanın kapı
önüne geldiğiniz zaman, muhteşem
bir kapı, muhteşem bir taç kapı sizi
karşılıyor. Bu kapı sizi içeri davet
ediyor. Ve kapıdan içeri girdiğiniz
zaman aynı muhteşemlikte karşı kıblede bir mihrab görmektesiniz. Şimdi
burada inisiyasyon denilen yani giriş
ve sonuç, baş ve son birdir tasavvuf
düşüncesinden istifade edilmemiş
MAHMUD EROL KILIÇ’LA İNSAN, ESTETİK VETASAVVUFA DAİR...
olması mümkün değil. O açıdan dış
çok sade ama kapı çok muhteşem.
Bundan dolayı arifler derler ki, tasavvufa giriş çok önemlidir (inisiyasyon
da bu demektir). Çıkış o kadar değil.
Girdin mi bitmiştir. Çünkü girmek bir
şeyi kabul etmek, onun doğru yol
olduğunu kabul etmek demektir ki
bundan sonrası teferruattır; kaç günde varırsın, kaç yılda varırsın, sona varırsın varamazsın bunlar çok önemli
şeyler değiller. Önemli olan ya içeridesindir ya dışarıdasındır. Dışarda
kaldığın zaman Allah muhafaza, ama
kapıyı bulup içeri girmişsen gerisi
teferruattır, çok önemli görülmemiştir. Bundan dolayı bütün dikkati
sanatçı kapıya verir. Ayet-i kerimede
“Evlere kapılarından giriniz” (Bakara,
189) deniliyor. Aristo mantığıyla bu
ayeti yorumlarsak; hâşâ Tanrı çok lüzumsuz bir söz kullanmıştır. Neden?
“Herhalde ey Allah’ım, bacadan mı
girecektik ki?” dememiz lazım. Şimdi salt linguistik ve mantık açısından
bakarsak böyle. Demek ki Allah bunu
dediğine göre burada kastı başka bir
şey, maksat başka bir şey: Her ilim
dalı bir evdir. Her ilmin doğru kapısından giriniz. Yanlış metodoloji izlenerek doğru neticeye varılmaz. Yanlış
yerlerden girersen sonucu elde edemezsin ve Yunus Emre’nin “Çıktım
erik dalına anda yedim üzümü, bostan ıssı geldi ko dedi ne yersin kozumu” sözü tam da bu yöntem hatasını
dile getirmek için söylenmiştir. Yoksa
saçma (absürd) bir beyit olurdu bu.
Demek istediği şu; “Üzüm yemek
için erik ağacına çıkıyorsun”. Akılsız-
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
lığa bak, üzüm yemek istiyorsan, erik
ağacında ne işin var. Dahası var, bir
de bahçenin sahibi geliyor diyor ki
“Be adam ne yapıyorsun benim ceviz
ağacımda, in aşağı”. Buna ‘katmerli’
yani ‘zincirleme saçmalık’ denir mantıkta. Hazreti Yunus bu dindarların
düştüğü en büyük mantık hatasını
bu beytiyle ifade ediyor. “Sen Allah’ı
arıyorsun, ama Allah’ı çok saçma bir
ilim dalıyla arıyorsun, seni Allah’a
ulaştıramayacak bir ilim dalıyla meşgulsün, Allah’ı aradığını söylüyorsun.
Ve üstelik o zannettiğin ilim de o da
o değil zaten. Allah’ı bulacak ilimler
bellidir. Doğru metodolojiyle doğru
sonuçlara varılır. Yoksa yanlış metodolojiyle yanlışa gidersin. Bu açıdan
“evlere ancak ve ancak kapılarından
girilir” sözü, doğru bir bünyeye, doğru bir yere varmak için, vasıl olmak
için öncelikle iyi bir kapıdan girmek
gerektiğini anlatmaktadır. Peygamber Efendimiz’in Medine’de Mescid’e
giriş için “Mescide Ali’nin kapısından
giriniz” diye bir sözü vardır. ‘Ali kapısı’ derken burada fiziki bir kapı mı
kasdediliyor. Yoksa büyük bir arifin,
büyük bir bilge sahabenin elinden
İslâm’ı öğrenin anlamına mı geliyor
bu? Doğru yerden alacaksın, İslâm’ı
da kimden alacağın bu açıdan çok
önemli. Binaenaleyh, bunu Selçuklu
taç kapılarında da gördüğümüz gibi,
bir taç kapıya çok dikkat edilmesi,
aşırı önem verilmesinin arkasında
yatanın tasavvuf felsefesi, tasavvuf
yorumu olduğunu görmekteyiz. Ve
fiziken de çok iyi biliyoruz ki, İbn
Arabi gibi ariflerin, Evhadüddin Kirmânî gibi ariflerin, Mevlânâ gibi ariflerin Anadolu’ya ışık saçan, bu şekilde Anadolu’yu yıkayan bilgelerin o
bölgelerde de yaşadıklarını biliyoruz.
Mesela bir Ramazan ayını tamamen
Sivas’ta, hem Sivas merkezde hem
Divriği’de geçirdiğini biliyoruz İbn
Arabi’nin, Fütuhat’tan okuyoruz. Malatya’da Sivas’ta yaşadığını biliyoruz.
Kadı Burhaneddin’in aynı zamanda,
Sadreddin Konevî’nin çok yakın bir
arkadaşı ve müridi olduğunu bilmekteyiz. Yani çok yakın ağlar bulunmakta. Osmanlı sultanlarıyla çok yakın ir35
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
MAHMUD EROL KILIÇ’LA İNSAN, ESTETİK VETASAVVUFA DAİR...
tibat kurulmakta. Bir Yavuz-İbn Arabi
irtibatı, III. Murad-İbn Arabi irtibatı
gibi… Bakın bakalım Sultan III. Murad’ın rüya notlarına. Bugün ben şeyhim diyen göremiyor o rüyaları. Bu
irtibatlar ister istemez fikir çocukları
doğuruyor, ortaya bir ürün koyuyor.
Şiirin doğuşu, mimariye bunun yansımasıyla ilgili söylenecek çok hususlar var. Gene bir motif şu an aklıma
geldi. Bunu mesela Semra Ögel Hanımefendi; Selçuklu sanatına dair kitabında vurguladı da. Selçuklu mimarisinde, Divriğ Darüşşifası’nda Dıraht-ı
can, yani hayat ağacı motifi vardır.
Hayat ağacı motifinin İbn Arabi’nin
âlem katmanları, yani evren tasnifinden alındığı, alınabileceği; gene İbn
Arabi’nin Fütühat-ı Mekkiyye’sinde
kozmozu tarif ettiği daireler olduğu,
bu spirallerin de ornament şeklinde
tezyinata yansıdığı da söylenir. Gene
bazı kaynaklarda Hindistan’daki o
muhteşem abidenin, Tac Mahal’in
çiziminin İbn Arabi’nin Fütühat-ı
Mekkiyye’sinin derkenarındaki bir çizimden alındığına dair yorumlar var.
Dolayısıyla tasavvufun İslam sanatların doğmasında hem doğrudan hem
dolaylı olmak üzere iki şekilde de olmuştur tesiri diyebiliriz.
Osmanlı mimarisindeki merkezi
kubbe sistemi, mahallenin oluşumunda külliyenin merkezi konumu, tek sesli musikimiz tevhid anlayışının dışa vuru mudur diyebilir
miyiz? Ya da İslam düşüncesindeki
âlem tasavvuru İslam sanatına şekil veren unsurlardan mıdır?
“Yalnız Allah var idi, ve O’nunla beraber hiçbir şey yok idi” ve “O, yaratmayı diledi, sevdi, iştiyak duydu ve
yarattı.” O’ndan ilk çıkan, neşet eden
‘birden bir çıkar’ fehvasında olduğu
gibi, sufilerin ‘hakikat-i Muhammediyye’ dediği, bilim adamlarının ‘prima materia’ dediği ilk madde, evrenin
aslı. Her şey o prototipten yaratıldı.
Bu temel yaklaşım sufi kozmolojisidir.
Bu yaklaşımı esas alarak konuşacak
olursak, birlik âlemi çokluk âleminde tezahür etmeye başlamıştır. Bunu
36
Mesnevi dâhil birçok metinde, yerde
kırılmış cam parçaları, ayna parçaları örneğiyle verirler. Yerde yüzlerce
cam parçası veya ayna parçası vardır.
Kafası yerden kalkmayan birisine bu
aynalara bak dediğinizde, kaç tane
güneş vardır diye sorarsanız yerdeki
ayna parçaları adedi kadar size güneş
sayar. Yüz tane güneş var diyebilir.
Ama kafasını yerden yukarı kaldırabilen kimseler ise güneşin aslında
bir tane olduğunu yukarıda görür. O
açıdan tevhid, birlik; kesret âlemi yani
çokluk âlemi içinde sırlandırılmıştır.
Ama bu sırlanmayı yükselenler, kafayı
kaldırma örneğinde de olduğu gibi,
yükselebilenler idrak ederler.
daha çoktu. Çünkü konsantrasyonlarını, temerküzlerini muhafaza edebiliyorlardı. Modern zamanın getirdiği
en büyük problem insanı yüzeyselleştirmesi ve bunu yaparken de değişik
araçlar kullanması; eşyaların çoğalması nesnelerin çoğalmasıyla beraber bereketin de ortadan kalkması
demek aynı zamanda. İnsanın aslında
fıtratına da aykırı. Yaradılış fıtratına da
aykırı olduğu için bunun beraberinde
anksiyeteler, panik ataklar, orta çağ
insanının adını dahi bilmediği yüzlerce psikolojik ve biyolojik ve fizyolojik
hastalıklar çoğalmaya başladı. Bunların hepsinin sebebi o bereketin kalkmasıyla beraber ortaya çıktı.
Gene bir başka benzetme yardımıyla
anlatacak olursak; bir piramit düşününüz, piramitin en altı hacimsel ve
yüzeysel olarak çoktur, ama piramitte yükselmeyle doğru orantılı olarak alan daralır, hacim daralır ama
yukarıda birliğe doğru çıkarsınız.
Dolayısıyla çokluk aşağıdadır, birlik
yukarıdadır. Ve bir şey çoğalmakla
kalitesini kaybeder. Keyfiyyetini kaybeder, kemmiyyet öne çıkar. Modern hayatta eşyaların çoğalması,
zamanların çoğalması, birçok şeyin
çoğalmasıyla beraber yüzeyselliğin
de artması bunu gösteriyor. Eski zamanlarda eşya o kadar çok değilken,
nesneler o kadar çoğalmamışken, insanların uğraş alanları daha mahdud
sayıdayken, bir konuda derinleşenler
Hasılı; Selçuklu’da tevhid sembolizmini belki daha çok tac kapıda görürken, Osmanlı’da bu sembolizmi kapıdan ziyade kubbede görmekteyiz. En
üstte hepsini toplayıcı bir ana kubbe,
altında yan kubbeler ve eyvanlar suretiyle bir âlem katmanları var. Buna
dair Turgut Cansever Hoca çok güzel
açıklamalarda bulunmuştur.
Netice olarak bütün bu anlattıklarımızı topladığımız zaman ben diyorum ki; bir edebiyatçıyı, bir alimi, bir
mimarı, bir şairi, bir musikişinası, bir
askeri, bir sultanı ve bir tekke şeyhini buluşturan filtre gelenekte hangi
filtre ise o filtre yeniden ihya edilmelidir. Vesselam.
n
i
n
’
e
y
i
k
r
ü
T ayı Budur
Ç
k
e
Gerç
Matrakçı Nasuh’un çizimiyle kale örneği
16. YÜZYIL
OSMANLI
TARİHÇİLİĞİNDE
YENİ BİR SOLUK:
MATRAKÇI NASUH
Davut ERKAN
M.A., Araştırmacı
“
‘Matrak’ denen silahşörlük
oyunundaki başarısından dolayı
‘Matrakçı’ lakabıyla bilinen Nasuh Bey;
Sultan II. Bayezid, Sultan Yavuz Selim
ve Sultan Süleyman dönemlerinde
matrakçılık yapmıştır.
Enderun’da askeri eğitim almasına
rağmen matematiğe duyduğu özel
ilgi sebebiyle bu konuda dersler
almıştır. Matrakçı Nasuh’un Osmanlı
maliye hesaplamalarını içeren
Cemâlü’l-Küttâb’ı yazmıştır. Kanuni
Sultan Süleyman’ın emriyle Teberî’nin
Târihü’r-rüsul eserini Türkçe’ye çeviren
Nasuh Bey, bu tercümenin ardından
kuruluşundan 1551 yılına kadar gelen
bir Osmanlı tarihi kitabı da yazmıştır.
İyi bir silahşör ve tarihçi olmasının
yanında, usta bir nakkaş da olan
Nasuh Bey, seferler sırasında orduların
geçtiği ve dinlendiği şehir, nehir ve
dağların minyatürünü çizmiştir.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
16. YÜZYIL OSMANLI TARİHÇİLİĞİNDE YENİ BİR SOLUK: MATRAKÇI NASUH / Davut ERKAN
Asıl adı Nasuh b. Abdullah el-Priştevî
olmasına karşın, “matrak” denen silahşörlük oyunundaki ustalığı ve yeteneği sebebiyle “Matrakçı” lakabıyla
anılan ve bilinen Nasuh Bey, 1480’li
yılların sonuna doğru, bugünkü Kosova Cumhuriyeti’nin başkenti olan
Priştine’de dünyaya geldi. 1490’lı
yılların sonunda ise devşirme olarak
saray okulu Enderûn’a alındı. Burada
askerî eğitim almakla beraber matematiğe özel bir ilgi duydu ve önemli bazı kişilerden bu konuda dersler
aldı. Enderûn hocalarından Saî Efendi
ile sıkı bir hoca-talebe ilişkisi kurdu.
O kadar ki Saî Efendi, Nasuh Bey’le
övünüyor ve öğrencisi olduğu için
her yerde memnuniyetini dile getiriyordu. Matrakçı Nasuh’un daha sonra ortaya koyduğu eserler hocasının
bu övüncünün pek de yersiz olmadığını göstermiştir.
1481-1512 yıllarında Osmanlı tahtında bulunan Sultan II. Bayezid zamanında silahşörlüğüyle ön plana çıkmaya başlayan Nasuh Bey, içindeki
matematik sevgisine kayıtsız kalamadı ve 1517 yılında Osmanlı maliye hesaplamalarını içeren Cemâlü’l-Küttâb
adlı eseri kaleme aldı. Matrakçı, Türkçe olarak yazdığı bu kitapta Arapça
ve Farsça’yı da etkin bir şekilde kullanmıştır. Bu kitap başlangıçta pek
dikkat çekmese de sonraki dönemlerde Osmanlı maliyecilerinin kullandığı bir el kitabı haline dönüşmüştür.
Matrakçı Nasuh 1520 tarihinden
önce bir vazife gereği Mısır’a gönderilmişti. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a
beylerbeyi olarak atadığı Hayır Bey’in
düzenlettirdiği silahşörlük gösterilerine katılan Nasuh Bey, devrin
kaynaklarının verdiği bilgilere göre
muhteşem ve enfes taktikler sergi-
leyerek rakiplerini birer birer mağlup
etmeyi başarmıştı. Yaptığı silahşörlük
gösterileri Hayır Bey’in beğenisini kazanmıştı. Buradaki vazifesi sona eren
Nasuh Bey, İstanbul’a döndüğünde
yanında, Hayır Bey’in kendisi hakkında bol iltifatları içeren bir mektubunu
da beraberinde götürmüştü. 1520 yılında Kanunî Sultan Süleyman tahta
geçince önceki hükümdarlardan kendisine miras kalan düşünceyle hareket ederek şair, edebiyatçı ve sanatçılara büyük önem verdi ve onları eser
üretmeleri için teşvik etti. Bu kişilerden birisi de Matrakçı Nasuh’tu. Nasuh Bey, Kanunî’nin emriyle Muhammed İbn Cerîr et-Taberî’nin (ö. 923)
ünlü Târîhü’r-rüsul adlı eserini 1520
yılında Arapça’dan Türkçe’ye tercüme
etmeye başladı. Bu büyük eserin tercümesini ancak 1530 yılından sonra
tamamlayabildi.
Süleymanname’nin 1520-1537 yıllarını içeren ilk bölümü serlevhalı kısım
40
16. YÜZYIL OSMANLI TARİHÇİLİĞİNDE YENİ BİR SOLUK: MATRAKÇI NASUH / Davut ERKAN
Bazı önemli görevlerde bulunan Nasuh Bey, 1530 yılında
Kanunî Sultan Süleyman’ın çocukları Şehzade Mustafa,
Mehmed ve Selim’in At Meydanı’nda (Sultanahmet Meydanı) oldukça şaşaalı yapılan sünnet töreninde harikulade
silahşörlük gösterileri sergiledi. 17 Temmuz 1530’da başlayan sünnet törenlerinin altıncı gününde Matrakçı Nasuh, tekerlekler üzerine oturttuğu birbirine benzer iki kale
meydana getirtti. Bu kalelerin içinde silahşörler mevcuttu.
Kaleler meydana getirildikten sonra kapıları açıldı ve içinden çıkan askerler meydanda birbiriyle mücadele etmeye
başladılar. Akabinde bir kale diğer kaleye üstün geldi ve
gösteri tamamlandı. Nasuh Bey’in sergilediği bu oyun “İki
Kale Oyunu” olarak bilinmektedir. Bu oyundaki amaç bir
kale kuşatma sahnesini canlandırmaktır. At Meydan’ındaki bu gösteriyi İbrahim Paşa Sarayı’nın önünde kurulan
tahtından izleyen Kanunî Sultan Süleyman da tıpkı diğer
seyirciler gibi Nasuh Bey’in bu enfes gösterisine hayran
kalmış ve sonunda verdiği berât ile onun tüm imparatorluktaki silahşörlerin reisi olduğunu ilan etmiştir. Bu gösteriden sonra artık onun ismi tarihe “cesaret ormanının
arslanı Matrakçı Nasuh” olarak kazınmıştır.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
seferlerin tarihini de yazdı. 1551’den sonra hayatta olduğu tahmin edilen 16. yüzyılın bu değerli tarihçisinin ne
zaman öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Günümüzde
oldukça yaygınlık kazanan, onun 1564’te öldüğü yolundaki bilgilerin ve değerlendirmelerin hepsi tamamıyla bir
tahminden ibarettir.
Hakkında “Osmanlı’nın Leonardo da Vinci’si” ve “Rönesans Adamı” gibi Benzetmeler de yapılan, minyatürleri
Osmanlı coğrafyası ve tarihiyle ilgili yerli yabancı birçok
yayının kapağını süsleyen, hatta Irak’ın 2003’teki işgali hadisesini ele alan bazı akademik yazıların da odağında yer
alan Matrakçı Nasuh’un eserlerine gereken değeri verenlerin ise 20. ve 21. asır modern tarihçileri olduğu gerçeğinin önemle vurgulanması gerekmektedir. Öyle görünüyor
ki daha uzun yıllar bu yetenekli tarihçi ve silahşörün hayatı
ve eserleri birçok modern araştırmacının ilgi odağı olacaktır.
Nasuh Bey, 1530’dan sonra bitirdiği Taberî Tarihi’nin tercümesinin ardından kuruluştan 1551 yılına kadar gelen
bir Osmanlı tarihi yazdı. Eserinde, Sultan II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim dönemini içeren kısımlar ile Kanunî’nin
1534 İran ve 1543 Sikloş seferini anlattığı bölümleri minyatürlü hale getirdi. İyi bir minyatür ustası yani nakkaş
olan Matrakçı Nasuh, yukarıda bahsi geçen padişahların
düzenledikleri seferler sırasında orduların geçtiği ve dinlendiği şehir, kasaba, köy, nehir ve dağların minyatürlerini
çizdi. Onun bu çizimlerinin en temel özelliği içinde insan
figürü olmayışıydı. Diğer bir deyişle sadece coğrafyaya ya
da mekânlara ait minyatürler olmasıydı. Matrakçı Nasuh,
kullandığı bu tarzla yani coğrafî minyatürlerle bir seferin
tarihini anlatma tekniğiyle Osmanlı tarihçiliğine yepyeni
bir soluk getirdi. Onun çizdiği bu minyatürlerin birçoğu
oldukça gerçekçidir. Kısacası o, 16. asırdaki birçok yerin
adeta fotoğrafını 21. yüzyıl insanına miras olarak bırakmıştır. İstanbul’daki iki kütüphanede muhafaza edilen bu
eserler bugün Osmanlı tarihinin en nadide eserleri arasında yer almaktadır.
Safevi hükümdarı Şah Tahmasb ile arasında husumet
oluşan Elkas Mirza, İstanbul’a gelerek kardeşine karşı girişeceği mücadele için Kanunî’den yardım istedi. Mayıs
1547’de İstanbul’a gelen Elkas Mirza için Veziriazam Rüstem Paşa’nın konağında 18 Haziran 1547’de düzenlenen
ziyafet töreni esnasında silahşörlük gösterileri de sergilendi. Bu gösteride öne çıkan kişi ise Matrakçı Nasuh’tu.
Yaptığı gösterilerden dolayı ödüllendirilen Matrakçı, Rüstem Paşa’yla (ö. 1561) dostluk kurdu ve onun için bazı
eserler kaleme aldı. Kanunî Sultan Süleyman’ın düzenlediği bazı seferlere katılmakla yetinmeyip aynı zamanda bu
Matrakçı’nın çizimiyle Halep şehri
41
Matrakçı Nasuh’un son eseri olan Nüzhetü Esrâri’l- Ahbar Der-sefer-i Sigetvar’dan alınmış bir minyatür. Kanuni Sultan Süleyman otağ-ı hümayun’da görülüyor.
İhtişam
Çağının Tanığı
ve Tarihçisi:
Matrakçı Nasuh
Prof. Dr. Feridun M. Emecen
29 Mayıs Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
“
Asıl mesleği silahşörlük olan Matrakçı
Nasuh, aldığı Enderun terbiyesiyle
kalemini ve edebi birikimini
kuvvetlendirmişti. İlk telifatı teknik
ve mali konularda olmakla birlikte
bunu tarih yazımıyla taçlandırma
niyetindeydi. Yeni tahta çıkmış Sultan
Süleyman’ın emriyle bir tarih kitabının
çevirisine girişmesi bu yolda ilk kalem
tecrübesi oldu. Söz konusu eser
Taberi Tarihi idi. Matrakçı Nasuh, bu
tercümeye 1551 yılına kadar gelecek
bir Osmanlı tarihi ilave etmeyi uygun
gördü ve kısım kısım bu bölümü
kaleme aldı. Düşüncesi bu eseri dört
cilt halinde hazırlamaktı. Kitabının adı
da bu niyetine uygundu: Mecmaü’ttevârih. Osmanlı tarihi kısmının
Sultan Süleyman dönemine kadar
gelen bahisleri pek orijinal değildi,
Nasuh bunları bilinen tarihlerden
toparlamıştı; fakat II. Bayezid dönemi
için “görsel” bir şölen halinde muhtelif
minyatürlerle, derlediği metne farklı
bir hava vermeyi ihmal etmemişti.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İhtişam Çağının Tanığı ve Tarihçisi: Matrakçı Nasuh / Prof. Dr. Feridun M. Emecen
1520’de sonradan Kanuni unvanıyla
anılacak olan I. Süleyman tahta çıktığında muhtemelen hiç kimse onun
yarım asra yakın bir süre hüküm sürüp babası Yavuz Sultan Selim’den
devraldığı imparatorluğu özellikle
Avrupa’da önemli bir siyasi aktör haline getireceğini düşünemezdi. Taht
yolunda herhangi bir problemle karşı karşıya kalmaksızın hükümdar olan
Sultan Süleyman, büyük atası Fatih
Sultan Mehmed’in izini takip ederek
Batı’ya karşı yeni bir “gaza” atağını
başlatmış, Belgrad (1521) ve Rodos
(1522) gibi stratejik önemi haiz kilit
noktaları fethettiği gibi Macaristan’ın
kadim krallığına son verecek Mohaç
Zaferi (1526) ve hemen sonra Viyana
kuşatması (1529) ile yeni bir emperyal siyaseti devreye soktuğunu açık
şekilde göstermişti. Onun saltanatının bu ilk on yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa siyaset dengesi
içinde edineceği yeri belirlemekte
gecikmedi. Üstelik Sultan Süleyman
babasından “Hâdimü’l-Haremeyn”
yani İslam’ın mukaddes yerlerinin
hizmetçisi olma unvanının kendisine
yüklediği sorumluluğun da farkındaydı. Fakat o, bu unvanı bütün İslam
dünyasının tek lideri olma idealinin
açık bir ifadesi olan hilafet anlayışıyla bağdaştırıcı bir şekilde yeniden
yorumlattı. Bu durum klasik Abbasi
Süleymanname’nin 1520-1537 yıllarını içeren ilk bölümü serlevhalı kısım
44
hilafetinin onun şahsında yeniden
canlanması anlamına geliyordu, halifeliğin mahiyet ve şartlarını daha
1524 gibi erken bir tarihte huzurunda
tartışmaya açması ve daha sonra da
açık şekilde benimsemesi, dünyanın
artık son asrına girdiği inancının zihinlerde hakim olduğu bir dönemde
onun “son asrın müceddidi, mehdisi, devleti ebedi saadete ulaştıracak
bir lider” olarak takdim edilmesiyle
birleşerek farklı bir devrin yaşanacağını müjdeliyordu. Şüphesiz imparatorluğun hâkimiyet telakkisinin yeni
baştan tasarlanması aşamasında ilim
erbabı siyaset adamları edebî muhitler yanında tarihçilere de büyük iş
düşecekti. Bu yeni ihtişam devrinde,
emperyal özelliklere vurgu yapıp ortaya çıkacak imajı gelecek nesillere
taşıma açısından önemli görevler
icra edecek kuvvetli kalemlere ihtiyaç duyulacaktı. Onlar vasıtasıyla da
Yavuz Sultan Selim’in “ikindi güneşi”
gibi kısa süren ama “gölgesi uzun”
olan dönemini anlatan “Selimnâme”
diye adlandırılan ve adeta bir seriye
dönüşmüş tarihlerinin yerini yeni hükümdarın söz konusu emperyal ve
dinî siyasetine uygun ideolojileri ortaya koyan daha ağır vurgularla dolu
Süleyman döneminin tarihleri yani
“Süleymannâmeler” alacaktı.
Matrakçı Nasuh benzeri meslektaşları gibi Sultan Süleyman’ın ihtişamlı
zaferlerini yazmayı kendisine önemli
bir görev bildi. Asıl mesleği silahşörlüktü yani asker kökenli bir eğitimden geliyordu, fakat aldığı Enderun
terbiyesi kalemini ve edebi birikimini
kuvvetlendirmişti. İlk telifatı teknik
ve mali konularda olmakla birlikte
bunu tarih yazımıyla taçlandırma niyetindeydi. Yeni tahta çıkmış Sultan
Süleyman’ın emriyle bir tarih kitabının çevirisine girişmesi bu yolda ilk
kalem tecrübesi oldu. Söz konusu
eser İslam tarihçiliğinin şaheseri olan
Taberi Tarihi idi. Sultan Süleyman’ın
bu eseri tercüme ettirmesindeki
gaye, onun emperyal siyasetine ve
üstleneceği misyona uygundu ve hiç
de rastgele seçilmişe benzemiyordu.
İhtişam Çağının Tanığı ve Tarihçisi: Matrakçı Nasuh / Prof. Dr. Feridun M. Emecen
Matrakçı Nasuh bu eserin tercümesine yeni hükümdarın tahta çıktığı
ilk yıllarda giriştiğinde muhtemelen
Sultan Süleyman’ın zihnindeki bu
amacın pek farkında değildi, ama
on yıl sonra tercümesini bitirdiğinde
siyasi ve askeri zaferleriyle taçlanan
bir döneme şahit olduğu için bir entelektüel olarak kısa zamanda nasıl
bir işi üstlendiğinin farkına varmakta
gecikmedi. Zira kendisi de bu dönem
zarfında orduda bulunmuş, ihtişamın
görünür yönleri olan büyük törenlere
katılmış, zaferlerin yankılarıyla hemhal olmuştu. Bunu ebedileştirmek
büyük İslam tarihine eklemlenen bir
Osmanlı tarihi vasıtasıyla daha da
anlamlı olacaktı. Yaptığı yeni bir şey
değildi, ama döneminin siyasi ve dini
yönelimleri düşünüldüğünde önemli
bir amaca hizmet edeceği açıktı. Bunun için tercümeye 1551 yılına kadar gelecek bir Osmanlı tarihi ilave
etmeyi uygun gördü ve kısım kısım
bu bölümü kaleme aldı. Düşüncesi bu büyük eserini dört cilt halinde
hazırlamaktı. Kitabının adı da bu ni-
yetine uygundu: Mecmaü’t-tevârih.
Osmanlı tarihi kısmının Sultan Süleyman dönemine kadar gelen bahisleri
pek orijinal değildi, Nasuh bunları
bilinen tarihlerden toparlamıştı; hatta II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim
dönemleriyle ilgili yazdıkları da sonradan ayrı birer parça gibi telakki
edilmişti. Ancak bu parçalarda da
Nasuh, kullandığı kaynakları bazen
kelimesi kelimesine takip etmekten
başka orijinal katkılar yapmadı, fakat II. Bayezid dönemi için “görsel”
bir şölen halinde muhtelif minyatürlerle, derlediği metne farklı bir hava
vermeyi ihmal etmemişti. Asıl Sultan
Süleyman dönemi için nasıl bir metin
yazacağı merak konusuydu. İçinde
yaşadığı şahit olduğu olayları kaleme alırken sadece kendi müşahedeleriyle yetinmedi. Döneminin önde
gelen âlimlerinden Şeyhülislam İbn
Kemal’in Sultan Süleyman’a ayırdığı
X. Defter’indeki bilgileri takip etti,
asıl orijinal katkısını ise eserinin son
bölümlerinde yaptı.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Sultan Süleyman zamanını parça
parça kaleme alan Matrakçı Nasuh,
döneminin tarihçilerinin başlık atma
geleneğine uygun şekilde “Dâsıtan”
başlığıyla ilk bölümü, Sultan Süleyman’ın cülusuyla başlayıp Korfu
seferiyle bitirdi (1520-1537). Korfu seferi, aslında atası Fatih Sultan
Mehmed’in planlayıp da vefatı dolayısıyla tamamlayamadığı İtalya’ya
yönelik düşünülmüştü. Bir bakıma
Sultan Süleyman’ın Roma’nın fethini hedefleyen emperyal zihniyetinin
bir adımı vasfını taşıyordu. Ancak
mevcut şartlar bunun için henüz elverişli olmadığından bu tasavvurdan
kısa süre sonra vazgeçilecekti. Nasuh
ikinci “Dâsıtan”ını Karaboğdan seferine ayırdı (1537-1539). Bu başarılı
sefer Karadeniz’in Kuzey-Batı kıyıları
üzerindeki hâkimiyeti tam anlamıyla
perçinliyor, Rusya ve Ukrayna steplerine kapı aralıyordu. Nasuh bunu takiben bir yıllık bir kesintinin ardından
Macaristan seferiyle elde edilen Estergon ve Macar krallarının taç kenti
Matrakçı Nasuh’un son eseri olan Nüzhetü Esrâri’l- Ahbar Der-sefer-i Sigetvar’dan alınmış bir minyatür. Fethedilen üçüncü kaleyi resmetmektedir.
45
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İhtişam Çağının Tanığı ve Tarihçisi: Matrakçı Nasuh / Prof. Dr. Feridun M. Emecen
Istolni Belgrad’ın fethini kaleme aldı,
üstelik bunu daha önce ilk bölümün
konusuna giren Irakeyn Seferi (1534)
gibi minyatürlerle de süslemişti. Burada Barbaros’un Akdeniz’de Fransızlarla müştereken yaptığı deniz seferi
vesilesiyle hazırladığı minyatürlere
yer vermişti. Eserini, bilgiler itibarıyla
da asıl orijinal yanı oluşturan 15431551 dönemiyle sona erdirdi. Bu son
tarihin böylesine bir eserin bitirilmesi
için anlamlı bir yanı yoktu. Bu durum
eserini devam ettirecek bir fırsatı
bulamadığını öncelikle hatıra getirir.
Ancak bunun muhtemelen eserinin
kısa bir versiyonunu hazırlamakta
olmasıyla da ilgisi bulunabilir. Nitekim Matrakçı Nasuh’un kataloglarda
“Rüstem Paşa Tarihi” adıyla bilinen
müstakil bir Osmanlı tarihinin de yazarı olduğu tesbit edilmiştir. Bu eserin bazı nüshaları 1549’da bazı nüshalarının ise 1561’de nihayetlenmesi
Matrakçı Nasuh’un 1551’den sonraki
kısımlara bir on yıllık dönemi daha
eklediğini düşündürür. Eserini dönemin hayli tartışmalı bir ismi olan
veziriazam Rüstem Paşa ile bağlantılı olarak hazırlaması böyle bir fasıla
vermiş olmasına yol açmış bulunabilir. Nahçivan seferi sırasında Şehzade Mustafa’nın katli olayı (1553)
hemen arkasından Rüstem Paşa’nın
azli ve kısa süre sonra yeniden iktidarı elde etmesi (1555), Şehzade
Bayezid-Şehzade Selim arasındaki
taht kavgası (1559) gibi iç politikada
son derece nazik durum ve belirsizlikler sebebiyle eline kalemi almakta
imtina ettiği, sonra da Rüstem Paşa
adına hazırladığı anlaşılan kısaltılmış
tarihini hiç olmazsa bütün olaylar yatıştıktan sonra 1561’e kadar uzattığı
ileri sürülebilir.
Kısaca Matrakçı Nasuh parça parça
görünen ve belki de bütünüyle bir
araya getiremediği, buna da fırsat
bulamadığı anlaşılan eseri vasıtasıyla Sultan Süleyman döneminin
siyasi manzarasını imparatorluğun
ihtişamıyla paralel bir anlatım içinde
ileride oluşacak “Altın Çağ” söylemlerine de zemin hazırlayacak şekilde
okuyucularına sunmaktadır. Onun
Sultan Süleyman dönemiyle varlığı
iyice billurlaşan emperyal zihniyet
dünyası içinde yer alan ve bu dünyayı gelecek nesillere bir ölçüde tanıtma görevi de üstlenen “Süleyman
Çağı Tarihçileri” arasında mümtaz bir
yere sahip olduğuna şüphe yoktur.
Matrakçı Nasuh’un son eseri olan Nüzhetü Esrâri’lAhbar Der-sefer-i Sigetvar’dan alınmış bir minyatür.
Kanuni Sultan Süleyman’ı otağ-ı hümayun’da Erdel
vilayeti kralının ziyaretini resmetmektedir.
46
İhtişam Çağının Tanığı ve Tarihçisi: Matrakçı Nasuh / Prof. Dr. Feridun M. Emecen
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
47
İstanbul (8b) ve Galata (9a), Beyân-ı Menâzil
MATRAKÇI NASUH’UN
ŞAHANE ESERİ
BEYÂN-I MENÂZİL
MİNYATÜRLERİNE DAİR
Prof. Dr. Zeynep Tarım
İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
“
Sultan Süleyman’ın 1533 yılındaki Bağdat
seferine katılan Matrakçı Nasuh İstanbul
ile Bağdat arasındaki konak yerlerini
yazarak ve tasvir ederek bir Menzil-name
hazırlamıştır. 1537 yılında tamamlanan
Beyan-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn isimli
eserde yer alan şehir tasvirleri öncelikle
Osmanlı dönemi şehir ve mimarlık tarihi
incelemelerine yeni bir ışık getirecek
kaynaklardandır. Bu tasvirler aynı
tarihlerde şehirlerdeki önemli anıtları ve
şehrin genel görüntüsünü vermektedir.
İstanbul’dan Bağdat’a kadar olan
pek çok konak yerinin yarı-kuş bakışı
tasvirleri vardır. Osmanlı tarihi içinde
yazılan menzil-nâmeler sefer sırasında
veya sonrasında tutulan kayıtlar olup,
ordunun konak yerlerini anlatmaktadır.
Coğrafya tarihi için önemli kaynaklar olan
bu eserlerde geçen yer isimleri bugün
artık kaybolmuş veya yer değiştirmiş
yerleşim yerlerinin isimlerini belirlemek
açısından da araştırmaların temel başvuru
kaynaklarındandır.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Matrakçı Nasuh’un Şahane Eseri Beyân-ı Menâzil Minyatürlerine Dair / Prof. Dr. Zeynep Tarım
Osmanlı tarihinin en dikkat çekici
aydınlarından birisi olan Matrakçı
Nasuh, eserleri bugüne kadar gelmiş
şanslı yazarlardan birisidir. Kanuni
Sultan Süleyman döneminin bu hünerli yazar ve sanatkârı hezarfen insan özellikleri ile dikkati çekmektedir.
Nasuh bilindiği kadarıyla hattat, nakkaş, matematikçi, silahşor ve matrakçıdır. Hangi hüneri ele alınsa ayrı bir
çalışma konusu, ayrı bir kitap olacak
zenginlikte özelliklere sahiptir, fakat
Nasuh’un yaşadığı zamandan bugüne intikal eden kaynakların sınırlı
olması onun yalnızca eserleri üzerine
yoğunlaşabilmeye izin vermekte, bu
yetenekli aydının hünerleri ile neler
yaptığını uzun uzun anlatmaya imkân vermemektedir.
de yer alan şehir tasvirleri öncelikle
Osmanlı dönemi şehir ve mimarlık
tarihi incelemelerine yeni bir ışık getirecek kaynaklardandır. Bu tasvirler
aynı tarihlerde şehirlerdeki önemli
anıtları ve şehrin genel görüntüsünü
vermektedir. İstanbul’dan Bağdat’a
kadar olan pek çok konak yerinin yarı-kuş bakışı tasvirleri vardır. Osmanlı
tarihi içinde yazılan menzil-nâmeler
sefer sırasında veya sonrasında tutulan kayıtlar olup, ordunun konak
yerlerini anlatmaktadır. Coğrafya
tarihi için önemli kaynaklar olan bu
eserlerde geçen yer isimleri bugün
artık kaybolmuş veya yer değiştirmiş
yerleşim yerlerinin isimlerini belirlemek açısından da araştırmaların temel başvuru kaynaklarındandır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 1533 yılındaki Bağdat seferine katılan Nasuh İstanbul ile Bağdat arasındaki
konak yerlerini yazarak ve tasvir
ederek bir Menzil-name hazırlamıştır. 1537 yılında tamamlanan Beyan-ı
Menâzil-i Sefer-i Irakeyn isimli eser-
Osmanlı dönemi minyatürlü eserleri
içinde Şükri’nin yazdığı minyatürlü Selim-name’den hemen sonra,
Arifi’nin minyatürlü Süleyman-name’sinden önce yapılmış olan bu
minyatürler Osmanlı minyatür sanatının on altıncı yüzyıldaki macerası-
nın temel taşlarından olup, farklı bir
tarzda ele alınmışlardır. İçinde insan
figürü olmayan bu minyatürler bütünüyle şehir ve tabiat tasvirleridir.
Beyân-ı Menâzil’de İstanbul’dan Bağdat’a ve Tebriz’e kadar olan şehirler,
köyler ve kalelerin şematik resimleri
harita-minyatür tarzında yapılmıştır.
Beyân-ı Menâzil’de yer alan şehir ve
tabiat tasvirlerinin Matrakçı Nasuh
tarafından yapılmış olduğu, Nasuh’un kendi ifadesiyle belirtilmiştir.
Eserde on altıncı yüzyılın birinci yarısında Osmanlı ülkesindeki şehirler
beklenmedik şekilde çeşitli ayrıntılarıyla gösterilmiştir. İstanbul, Gebze,
Hereke, İzmit, İznik, Kütahya, Konya,
Erzurum, Erzincan, Tebriz, Bağdat,
Eskişehir gibi bugün hala önemli
olan merkezler Menâzil tasvirleri arasında yerini almıştır.
Ortaçağın devamı olan kale-şehirlerin biçimsel özellikleri Beyân-ı
Menâzil’de genellikle kare veya dikdörtgen sur duvarlarıyla çevrili olan
İmam-ı Azam Türbesi (44a) ve civarı (43b), Beyân-ı Menâzil
50
Matrakçı Nasuh’un Şahane Eseri Beyân-ı Menâzil Minyatürlerine Dair / Prof. Dr. Zeynep Tarım
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
şehirlerin kale kapıları ile varsa sur
dışındaki yerleşim yerleri olarak gösterilmiştir. Şehirlerin ulu camileri ve
diğer anıtsal yapıların çoğu bu şehir
tasvirleri içinde yer almaktadır. Ayrıca şehirlerin bir kısmının yerleştikleri
alanın topoğrafik özellikleri de anlaşılmaktadır.
Eserin ilk tasviri İstanbul olup çift
sayfaya yerleştirilmiştir. Sağdaki
sayfanın tamamını sur içi İstanbul
kaplarken, sol tarafta Galata ve Haliç görülmektedir. İstanbul’un Bizans
dönemi surları ve kapıları ile Sarayı
çevreleyen Osmanlı surları, Topkapı
Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Meydanı, Kapalıçarşı gösterilmiştir. İstanbul tasvirindeki Bâyezid ve Fatih
Külliyeleri ile arasındaki Eski Saray
şehir kompozisyonunun en dikkat
çekici yapıları olarak öne çıkmaktadır. İstanbul tasviri kendi çağı içinde
bile en çok tarihi yapı içeren bir şehir
olarak pek çok kilise, dikili taş, cami,
medrese, han ve bazıları henüz ne
oldukları anlaşılamayan binalardan
oluşmaktadır. Mahalleler kamu binalarının yoğunluğundan dolayı İstanbul’da üçlü beşli birkaç öbek halinde fevkâni/üst kata sahip yapılardan
oluşmuş olarak yansıtılmıştır. Diğer
şehirlerde ise mahalleler üçlü beşli ev grupları şeklinde ifade edilmiş,
bazen bu gruplar tek bir duvar hattı
arkasında çizilmişlerdir.
Şehirler tasvir edilirken Matrakçı aynı
tarihlerde var olduğunu bildiğimiz
bazı yapıları atlamış olabilmektedir.
Olmayan bir yapı sadece süslemek
amacıyla yerleştirilmemiş, fakat eksik bırakılan bir yapı şehrin kendi
içindeki nispetlerini bozabilmektedir.
Mesela İstanbul tasvirinde yer almayan bazı yapıların bıraktığı boşluklar
geometrik ahengi bozmaktadır. Ayrıca sokakların değilse bile Divan yolu
olan ana caddenin bile ifade edilmeyişi şehrin daha çok binalarının anlatılmak istenmesiyle ilgili olmalıdır.
Bir diğer problem şehirde varlığını
bildiğimiz bostanlar gibi geniş alanların çizilmeyişidir. Nasuh şehri adeta
Konya (17a), Beyân-ı Menâzil
bir yapılar topluluğu olarak algılamış
ve öyle yansıtmıştır. İnsanın, caddelerin, sokakların ve geniş yeşil alanların olmadığı tasvir, binaları tarihi
yarımada sınırları içine sıkıştırmaktadır. Matrakçı bir sayfaya yerleştirdiği
sur içi İstanbul’u sayfanın tamamına
yayarak daha dar olması gereken
saray burnunu genişletmiş, yine de
göstermek istediği yapıları sıkıştırarak ifade etmiştir. Mesela, küçük kaymalarla aynı aks üzerindeki üç ana
kapı arkasındaki avlularla şekillenen
Topkapı Sarayı’nın üçüncü kapısı ve
arkasındaki avlunun birbirinin devamı olması gerekirken burun kısmını,
bozulan ölçülerinden dolayı sayfanın
sağına doğru kaydırılmıştır. Topkapı
Sarayı’nın bugün mevcut olan aynı
kapı ve avlularının yerleşim düzeni
bilinmeseydi farklı bir planı olduğu
düşünülebilirdi. Aynı sorun Eski Saray için de geçerlidir. Saray’ı oluşturan köşkler dikdörtgen bir bahçe
duvarı içine yerleşen bir iç bahçeye
yerleşmiş olarak doğru bir şekilde çizilmiştir, fakat bugün de mevcut olan
Bayezid cephesindeki bahçe ile Süleymaniye cephesindeki bahçe aynı
büyüklükte tasvir edilmiştir. Hâlbuki
Matrakçı’nın bu tasviri yapığı senelerde Süleymaniye tarafında Vefa’ya
kadar genişleyen ve daha sonra Süleymaniye Külliyesi’ni içine alacak
genişlikte bir koruluğun gösterilmiş
olması lazım gelirdi. İstanbul’un en
51
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Matrakçı Nasuh’un Şahane Eseri Beyân-ı Menâzil Minyatürlerine Dair / Prof. Dr. Zeynep Tarım
belirgin tasvir edilen yapılarından birisi olan Bayezid Külliyesi abidevi bir
şekilde şehrin ortasında yükselirken
cami ile medrese arasında muhafaza
edilmiş olan Bayezid Meydanı yine
binaların sıkışmasıyla yok olmuş görünmektedir.
Beyân-ı Menâzil’deki şehir tasvirleri
içindeki ev betimlemeleri her şeye
rağmen İstanbul’dan Bağdat’a kadar olan coğrafyadaki farklılığı ifade edebilmektedir. İstanbul, İznik
İzmit’teki kırmızı kiremit çatılı evler
Anadolu’daki şehirlerde düz damlı
yapılara dönüşürken, Nasuh aradaki
farklılığı bilhassa belirtmiş olmalıdır.
Her şehirdeki anıtsal yapılar geometrik ölçüleri her zaman doğru olmasa
da gösterilmiştir. Köyler ise genellikle beş altı düz damlı basit evlerle
ifade edilmiştir. Nasuh’un sefere çıkan ordu için önemli olan köprülerin
durumunu da özellikle belirtmiş olduğu dikkati çeker. Köprüler mimari
olarak aynı özellikleri göstermesine
rağmen ordunun geçişi için önemli
olmasından dolayı Nasuh neredeyse
gördüğü bütün köprüleri ve suyollarını tasvir etmiştir.
Sefer güzergâhlarında ordu gitmeden önce çadır mehterleri tarafından
çadırlar kurulmakta, ordu kalktıktan sonra arkada bekleyen diğer bir
mehter takımı kalan çadırları toplamaktaydı. Şehirlerden geçse de
ordu daima kendisi için kurulan çadır-kentlerde konaklamaktaydı. Bu
durum Nasuh’un Menzilname’sinde de açıkça görülmekte, şehirlerin
surları dışındaki ikamet alanlarına
çizilmiş olan çoğunluğu tek kapılı,
kazıklara bağlanarak kurulmuş olan
asker çadırları dikkati çekmektedir.
Bazı konak yerlerinde ise bahçe duvarı yerine geçen perde/zukak ile
çevrilmiş daha büyük otağlar asker
çadırlarının arasına yerleştirilmiştir.
Böylece konak yerleri kurulmuş olan
çadırlarla birlikte gösterilmiştir.
Evler arasındaki ve şehirlerin etrafındaki boşluklara yerleştirilen ot ve çiçekler bezemeci bir anlayışla boşlukları doldurmaktadır. Doğa tasvirleri
içinde nehirler ve köprüler, özellikle
etkileyici güzellikteki sarp yamaçlar
ve geçitler gösterilmiştir. Konya Kalesi’nin bir tarafındaki iki sarp tepe
üzerine yerleşen kaleler gibi tabiat
tasvirleri ile meskun mahallerin arasındaki mesafeler yaklaşık tahminlerle gösterilmiştir. Kayseri civarında
Develi ile İncekara Köprüsü arasındaki oldukça dik bir tepe ve üzerindeki kale gibi yolcular için önemli
olan ayrıntılar bazen şehir içindeki
binalardan daha fazla dikkate alınmıştır. Yol almakta olan ordunun
karşısına çıkan her türlü kolaylık ve
zorluk böylece belirtilmiştir.
Anadolu coğrafyasındaki şehirlerin
on altıncı yüzyıl başında hangi coğrafi özellikte olduğunu her bir şehir
ve konak yerinin civarındaki dağ,
tepe, göl, nehir, küçük kaleler ve geçitlerin tasviriyle anlatılmış olması
Beyan-ı Menâzil isimli eserin tarih,
coğrafya ve mimarlık tarihçilerinin
kuşkusuz temel kaynaklarından birisi
olduğunu gösterir.
Maltepe Civarı (9b-10a), Beyân-ı Menâzil
52
Matrakçı Nasuh’un Şahane Eseri Beyân-ı Menâzil Minyatürlerine Dair / Prof. Dr. Zeynep Tarım
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
53
Yaşayan insan
hazinesi
fuat başar
Söyleşenler:
Esra ERKAL, Betül EREN
Fotoğraf:
Gültekin KARAKAŞ
“
UNESCO tarafından 2010 yılında
Yaşayan İnsan Hazinesi Ödülü’ne
lâyık görülen hat ve ebrû sanatçısı
Fuat Başar’la Küçükayasofya’daki
atölyesinde; Ebrû sanatının
Türkiye’deki gelişimi, meşk usulü ve
hocaları üzerine keyifli bir söyleşi
gerçekleştirdik. Erzurum’da tıp tahsili
gördüğü yıllarda ebruyla tanışan
Fuat Başar, öyle bir aşkla bu sanata
bağlanmış ki teknesinin coşkusu onu
İstanbul’a getirmiş. Tıp tahsilini sanata
feda eden, Hüsn-i hat sanatında
Hamid Aytaç, ebru sanatında Mustafa
Esad Düzgünman’dan icazet alan
Fuat Hoca, rahle-i tedrisinden geçtiği
hocalarını saygı ve hürmetle anıyor.
“İlla meşk, illa meşk” diyen üstadın
aynı zamanda bir şair olduğunu
sohbet esnasında öğreniyoruz. Dünya
çapında birçok hattat ve ebrû ustası
yetiştiren hocanın, ‘aşk’ı anlattığı bir
dörtlüğünü sizlerle paylaşıyoruz:
…
Fâni ile etme ülfet,
Naçiz câna verme zahmet.
Dediler ehli marifet,
Hay’dan gelen, Hû’ya gider
…
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
Bulunan ilk ebru örneklerinin Uygurlara ait olduğunu söylediniz.
Bildiğimiz kadarıyla ebru sanatına
Batıda da sahip çıkılmış?
Geçmişte kitap süsleme sanatı
olan fakat bugün başlı başına bir
sanat olarak kabul edilen ebrunun
tarihinden kısaca bahsedebilir misiniz?
Maalesef sanatlarımız içerisinde tarihçesi en az bilinen sanat ebrudur.
Nereden zuhur ettiği konusunda çalışmalar var. En son öğrendiğimiz bilgiler, Çin Türkistan’ında, Uygurların
şu anda yaşadığı bölgelerde yapılan
kazılarda ki bu kazıları bir Fransız arkeolog ekip yürütüyor, birtakım bulgulara ulaşıldı. Bulgular da şunlar;
ilk çok ince tahtadan cilt kalıpları, ilk
kâğıt örnekleri, ilk minyatür örnekleri ve ilk ebru örnekleri. Kâğıdın bulunuşu, şimdi tarihen ileri sürdükleri
gibi M.S. 2. asrın başlarıydı. 105 tarihlerinde Çinli birisi tarafından bulunmuş. Fakat bulunuşu asıl Uygur
Türklerine ait. Onlar ilk tahta hurufat
kalıplarını hazırlamışlar, ilk matbaayı
kurmuşlar, onunla kitap basmışlar.
Kitap basılması için kâğıdı da bulmuş
olmaları lâzım Çinlilerden önce. İşin
enteresanı, ilk minyatür ve tezhip örnekleri yine Uygurlara ait. hep böyle
iddia ettikleri gibi Moğol tipi, Çin tiplemeleri minyatürün aslını teşkil ediyor. Asıl onlar Uygur Türklerinin tip-
56
leri. Bunlara ait örnekler bulundu. İlk
ebru örnekleri de çıktı, yalnız isminde bir ihtilaf var. Biz ‘ebru’ diyoruz
ama kelimenin aslı ‘ebri’. Yani ‘bulut
görünümlü’, ‘buluta benzeyen’, ‘buluta ait olan’ manalarında Farsça bir
kelime. Çağatayca ‘ebre’ diye bir kelime var. O da ‘kumaş yüzü’, ‘hareli
kumaş’ veya ‘elbiselerin, kaftanların
koyulduğu bir kap’, anlamlarına gelir.
Çağatayca’dan günümüze böyle aksederek geldiği gibi birtakım iddialar
var. Ancak buna ait çok eski yazma
kaynaklar bulunmadığı sürece bunlar hep bir iddia olarak kalır. Ben
birçok eski kaynakta kelimenin ‘ebri’
olarak yazıldığını gördüm. Ebru;
Uygurlardan, Çin, Hindistan, İran
üzerinden gelmiş bize İpekyolu’yla.
Kimisi bir ihtimal İran’dan geçerken
‘ebri’ ismini aldığını söylüyor. Tabii
bir yandan bu Çin’de filan biraz uğraşılmış, yapılmış. Onlar Liu cha chien
(liuşaşien) diyorlar, Çince bir kelime.
İran’da bizim gibi ‘ebru’ veya ‘ebri’
değil, ‘Ebrubak’ diyorlar; yani bulut
ve hava sanatı. Batı dillerindeki karşılığı ‘mermerleştirilmiş kâğıt’. Somaki mermerlerin görüntüsüne birçok
ebru benzediği için herhalde bu ismi
almış. 1630’lu yıllardan beri bu isim
var Batı’da.
Aslında Batılılar her nasılsa, hiçbir sanatı Türklere mal etmezler ama ebrunun Türklere ait olduğunu kabullenmişler. 2010 yılında UNECSO’nun
bize ebru dalında yaşayan kültür
mirası kapsamında ödül vermesinin
ardından da ebrunun bir Türk sanatı
olduğu vurgulanmış gibi oldu. Önceden bu sanata İtalyanlar sahip çıkıyordu. Ebruya ‘carta marmorizzata’
diyorlar, yani kâğıdın mermerleştirilmiş bir görünüme büründürülmesi.
Almancada ‘bunt papir’ filan diyorlar.
Osmanlı devrinde gelen bazı seyyahlar, ebrunun yapılışını görüyor, onunla ilgili kaynak olarak ne var ne yok
alıp götürüyorlar. 18. asırda büyük
atölyelerde makinelerle ebru yapmaya başlıyorlar. Gravürlerinde o atölyelerin resmi var. Bir anda bir sürü
tekne bir sürü işçi çalışıyor. Bizim kullandığımız toprak boyalardan farklı, yağlımsı boyalar kullanarak ebru
yapmışlar. 1850’lerden sonra yavaş
yavaş Osmanlı piyasasına giriyorlar,
ucuz veriyorlar. Bizim yerli üreticiler
rekabet edememiş, dükkân sahibi
olarak en son Veznecilerde Ebrucu
Bekir Efendi kalmış. O da artık elindeki ebruları satamaz olmuş. Şimdi
oralarda maalesef belki bir zanaat
gözüyle bile bakılmıyor. Doğu dünyasında da bunu yapan çok az insan
kaldı. İslam ülkelerinde maalesef bilinmiyor. İran hep bizim sanatımızdır
der, oralarda ise sadece yağlıboyalarla birkaç numune yapıyor, baskı
zemini olarak kuşe kâğıtlara yazı zemini olarak kullanıyorlar. Aktif olarak
ebru yapan çok fazla kimse yok.
Bu durumda, ebrunun Türkiye’deki ustalarla canlandığını söyleyebilir miyiz?
Evet, Türkiye’de filizlendiğini söyleyebilirim. Bekir Efendi’den sonrasını alayım. Bekir Efendi tahminen
1915-20’lerde belki rahmetli oldu.
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
Necmeddin Okyay hayattaydı. Necmeddin Okyay işi seven, âşık, hezârfen bir adamdı. Türk-İslam sanatlarının tamamına vâkıf, ama özellikle yazıda, ebruda, ciltçilikte ön
plana çıkmış bir zat ve çok büyük bir okçu. Bu meyanda
şunu da söyleyeyim, Okçuluk Federasyonu’nun
kullandığı amblem, Necmeddin Hoca’nın
bahçede ok atarken ki görüntüsünün siluetidir. Necmettin Hoca’yı bugün Üsküdar’da çok
kimse tanımaz ama oranın medar-ı iftiharlarından birisidir. Necmettin Hoca, I. Dünya Savaşı ve
Cumhuriyet’in ilanı sırasında ebruyu devam ettiren
tek kişidir. O arada, Aziz Nesin’e de öğretmiş, bakın bunlar çok bilinen bilgiler değil, Aziz Nesin
ebruyla uğraşmış. Süheyl Ünver’e öğretmiş. Hat
tarihimizin büyük isimlerinden Aziz Efendi’ye
öğretmiş. Fakat bunlar devam ettirmemişler işi.
Hakikaten biraz çileli; boyalarla, ödlerle filan uğraşacaksınız, bir sürü iş... 1940’larda, yeğeni Mustafa Düzgünman 20 yaşlarında ve II. Dünya Savaşı’nın da eli kulağında. Üsküdar gibi mistik bir ortamda
yetişmiş, tasavvuf müziği, tasavvuf insanları, tasavvuf
şiiri içerisinde yoğurulmuş, aktarlıkla meşgul bir zat. Ebruyu çok sevmiş. 1949 yılında ebru yapmaya başlıyor.
Necmettin Hoca da bu arada ebru yapmaya ve akademide ders vermeye devam ediyor. Fakat sanat akademide nedense can-ı gönülden yürümüyor. Düzgünman’ı da akademiye asli öğrenci olarak kaydettiriyor. Bu
bilgiyi ben bizzat Düzgünman’ın kendisinden duymuşumdur. Hatta rahmetli diyordu ki “Biz II. Dünya
Savaşı’na katılmadık ama dolaylı olarak bizi çok etkiledi. Maddi yönden. Her şey karneyle. İnönü’nün
iktidarda olduğu dönemler. Sanatın yüzüne kim
bakar o zaman. Yaptığım binlerce ebruyu merdiven
altlarına koyuyorum. Gelenler, ziyaret edip onları görenler ebru nedir anlamıyor, ‘Boyalı kağıt’
diyor. ‘Mustafa Bey bunlar para ediyor mu, bununla uğraşıyorsun?’ diyorlar. Ambalaj kâğıtlarını zar zor bulup ebru alıyorum” diyor. Rağbet
yok kısacası.1960’lara gelinceye kadar sadece
Necmeddin Hoca ve Mustafa Düzgünman ebru
yapıyor. 1963’te rahmetli Necmettin Okyay’ın artık
yaşlılıktan eli titriyor. Düzgünman’ın hanımı derdi;
“Eli titrerken ebru yaptığını ben görürdüm. Çiçekli
yapacakken bir ağaç dalı alır sapan şeklinde, sap uzun,
elini alttan tutar, teknenin üstünde şekil vereceği zaman eli titremesin diye onunla kontrol ederek yapardı.”
1963’te bırakıyor Necmettin Hoca ebru yapmayı. 76’da
93 yaşında Necmettin Hoca rahmetli oluyor. O asırlık
çınar Osmanlı’dan gelen son kişi, yerine Düzgünman
devam ediyor.
I. ve II. Dünya Savaşı, Osmanlı’nın çöküşünden sonra
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
diğer sanatlarımıza da çok yansımış. Her şey birden batılılaşma havası içinde bize ait değerler ne var ne yok bir kenara atılmış varsa yoksa Batı; heykel, resim, müzik, tiyatro,
opera, bale vesaire filan. Bunlar ön planda ve özellikle yaşatılmaya çalışılıyor. Sebep? Batılılar öyle istemiş. Onlara
şirin görünelim diye biz Müslümanlar da önlerinde takla atar duruma gelmişiz. Ebruya kim bakar. Süleymaniye
Kütüphanesi zaman zaman tabii malzeme kullanıp ebru
yaptığı için ciltlerde kullanılmak üzere Düzgünman’dan
ebru alıyor. Onun dışında konuyu bilen 3-5 kişi arada
bir gelip alıyor. O dönemde para etmiyor hakikaten.
Ama sevgi yaşatmış sanatı. 70’li yıllara geliniyor. Uğur
Derman’dan, ki bugün günümüzde ebrunun başı
çekmesinde en önemli rolü o oynamıştır, 1974 yılında bir yerde konferans için ebru konusunda bir
konuşma yapmasını istemişler. Sonra birisi notlarını
toplayıp fotoğrafla bir kitap çıkartmasını tavsiye etmiş. Düzgünman’ın çalışırkenki fotoğrafları, aktardığı
bilgileri Uğur Bey toplamış ve 1977’de bir banka yayınlarından çıktı kitap: Türk Sanatında Ebru. Hâlâ sahasında tek
kitap odur. 1976’da ben yazıya başlamışım, ebru tarihim
ise 77’lerde başlıyor. Elimde hiç kaynak yok. Kelime olarak
biliyorum, örnekleri görüyorum kitaplarda ama o bilgiyle
o kadar güzellik çıkmaz, daha detaylı bilgi lazım diye kaynak arıyorum. Başladım ama hocasız mümkün değil. Fırça
bağlamayı bilmem halıyı boyarım, boyalar akar, ayar nedir
bilmem. Tabii ebru gibi bir sanatın bence en zevkli tarafı
başlangıcında. İnsan öğrendikçe işin sonsuzluğuna dalıyor, heyecanı kalmıyor. Yani insan bir sanatı seviyorsa
çok profesyonel olmamalı benim şahsi kanaatim. Amatör kalınca işin heyecanı kesintisiz devam ediyor. Bu
tarihlerde Düzgünman yeni ebru yapıyor fakat öğrenci
almıyor. 78’de kendisiyle mektuplaşmaya başladık. Birtakım bilgiler veriyor onlara rağmen yaptığımda yine
olmuyor, yine tutmuyor. İlla bir hoca görmek lazım. Eskilerin bir sözü vardır “Sanatta üveysilik olmaz” yani tek başına, derin ilimler, büyük sanatlar
tek başına olmuyor, illa bir yol gösterici biri lazım.
O yol gösterici de belki sizin 20 yılda kavrayamadığınızı 20 dakikada anlattığı için kutsallık makamında. Öğreticinin inancı, milliyeti ne olur olsun makamı
kutsaldır.
Meşk usulü dediğimiz şey değil mi?
İlla meşk, illa meşk. Yani sanatlar usta-çırak usulüne, gönül birliğine dayanmıyorsa ondan bir hayır çıkmaz. Bir
yerde tabiri caizse akademilerin, üniversitelerin sanatta
çok başarılı olmamalarının sebebi budur. Onların çalışma
sistemi ayrı. Sanatın öğrenilmesi sistemi tamamen farklı
ve o sistem konusunda da Osmanlı en iyilerden: Usta-çırak ilişkisi. Onun kurumlaşmış hali de Ahilik teşkilatıdır.
Zapt u rapt altına almışlar.
57
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
Düzgünman Hoca öğrenci almıyor
dediniz, bilinçli olarak almıyor değil mi, kabul etmiyor yani?
Şimdi şöyle, gelenler kenarından
bakıyor “aa ben gider akşam evde
yaparım” diyor. Hoca da kızıyor. Kendinin ve sanatının hafife alınmasına
kızıyor. Ben olsam ben de kızarım.
Konunun önemini kavramıyorlar. Büyük bir sevgiyle değil, basit bir merakla “ben de gider yaparım” diyorlar. Böyle düşünen hiç kimse başarılı
olmadı. Ebru kendiyle dalga geçeni
ağlatan bir sanattır. Sinirden ağlatır
hakikaten.
Sizin serüveniniz nasıl devam etti?
O dönemde yazı da çalışıyordum.
1978’den itibaren Hamid (Aytaç)
Bey’le mektuplaşmaya başlamıştım.
Erzurum’dayım o zaman, Erzurum’da
yazı sanatı nedir bilen yok. Ebruyu
kelime olarak bilen yok. Sorduğum
zaman “kırçıllı makara ipliği, şuralarda bir yerde satılıyor” diyorlar. Kitre
soruyorum piyasadan, kitreyi bilen
yok. Geven zamkı diyorum, bu sefer
üstüme yürüyorlar kırtasiyeden doğru dürüst zamk alsana diye. İş başa
düştü, gidip dağdan kendim topluyordum ellerime bata bata.
Öd ararız, mezbahaya gideriz öd
büyücülükte kullanılıyormuş kimse
vermez, buyurun şimdi. Hiç öyle bir
şey de yok aslında. Bir gün birisi “abi
ilaç için mi lazım” dedi. Düşündüm,
ebrunun ilacı da bu. “İlaç için” dedim.
Getirdi 3-5 litre filan verdi.
Fakat oradaki çabalar çok bir netice
vermedi, tek başınaydım. 1980 yılında baktım olacak gibi değil hakikaten, fakülteyi filan bıraktım bir yana.
(Fuat Başar, ebru ve hat sanatlarını
öğrenmek için tıp tahsilini yarıda bırakıp Erzurum’dan İstanbul’a gelmiştir.) İstanbul’a geldim, Düzgünman
rahmetli oluncaya kadar çöktük dizinin dibine. Sonra bu işin öğretimine
başladık. Gelen herkese kapımızı açtık, teknemizi açtık ama iyi mi ettik?
O arada tahmin ediyorum bu işin
58
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
edebini, irfanını, ahlakını yeterince
veremedik. Çünkü az bir şey öğrenen
hemen allame-i cihan kesilip içtihada
kalkıyor. Sanatın asaleti bozuldu bozuluyor. Osmanlı o yönden de işi sıkı
tutmuş, o Ahilikle işi çok sıkıya bağlamış. İlla edep. Edepsiz birini gördü
mü hemen ihraç ediyor ve hiçbir yerde ona iş vermiyor. Bugün böyle bir
şey olmuyor tabii.
Hocam genellikle Türk İslam sanatlarıyla uğraşanlar gelecek için
çok da ümitvar değiller. Altın çağını yaşıyor diyemiyorlar, eski
yükselişi yakalayamadıklarını ve
bundan sonrası için çok da ümitli
olduklarını söyleyemiyorlar.
Günümüzde diğer sanatlarda bir
yaygınlaşma, tanınma var beklenen
seviyede olmamasına rağmen. 80’ler
ve 80 öncesine rağmen onlar da altın
çağını yaşıyor. Yazıyla uğraştığımız
zamanlar irticai faaliyet kapsamına
alınıp takibatlarımızı bilirim.
Belki geleneğe bakarak öyle diyor
olabilirler, gelenekli sanatların İstanbul’dan yeniden yükselmesi
beklentisine ne dersiniz?
O açıdan haklılar o da şöyle; şimdi
bir Hafız Osman ayarında kimimiz
var? Lâkin şu soruyu da sormak lazım: Hafız Osman’ın hocası olduğu
padişah. O padişah gibi kim var. Hani
şunu arada bir belki latife cinsinden
söylüyorum: Kanuni devrinde Karahisari olmak kolaydı, peki bugün?
Takibatlar altında şu yazıyı yazmış
olanlara helal olsun. Saray himayesinde o günün şartları çok rahattı.
Bir kişi sokağa çıktığında bir çeşme
üstünde bir tuğra görüyor, el yazma
bir kitabı görüyordu. Göz alışkanlığı
vardı. Evinde herkesin bir tane levhası asılıydı. Bir de o zaman nüfus
daha azdı. Herkes birbirini tanıyor,
işin edebi yaşanıyor, sanat rağbet
görüyordu. Şimdi yok. Dediğim gibi
1980’lere göre bugün epey ilerideyiz. O takibat gördüğüm günlerde
atölyeyi polis basmıştır muska yazılıyormuş diye. Şimdi o günlere göre
düşünüyorum da aklımdan geçmez-
di bugün cumhurbaşkanımızın hilye
isteyeceği, İslam devlet başkanlarının tuğralarını çekeceğimiz. Osmanlı
ayarında ihtimam ve sanat kalitesi
var mı onu söylemek biraz zor. Bu
devirde bugün bu sanatlara sahip
çıkan herkesin istisnasız bileğini öpmek lâzım.
Burada şunu sorabilir miyiz hocam; pek çok İslam ülkesinde bu
sanatlar icra edildiği halde eser
tercihinde İstanbul usulü (Türk)
ebru ve yazı tercih ediliyor. İstanbul tarzının farklı bir yeri mi var?
Şimdi farklı yeri şöyle ki Osmanlı devrinde Türk İslam sanatlarının
başkenti bütün dünya için İstanbul.
Günümüzde gene İstanbul. Sanat sadece sanat değil. Bir kültürü de var.
O kültürü yaşatırsak çok daha güzel
günler bizi bekliyor.
Farklılıktaki temel unsur, sanatın
neşet ettiği kültür müdür?
Yaşayan kültürdür. Osman Gazi’yi
düşünün, Şeyh Edebali’nin misafiriyken yatacağı odada Kuran-ı Kerim
var diye onun huzurunda sabaha
kadar ayakta duruyor. Ruh budur. O
ruh olduğu için İstanbul’da yaşadı
bu iş. İkinci sırada Bursa var. O ruh,
o kültür, o saygı belli yerlere veriliyor. Bir de Anadolu coğrafyasında,
hatta Osmanlı coğrafyasında, en
çok sahabe kabrinin bulunduğu yer
İstanbul. 36 diyenler oluyor ama yapılan çok ciddi araştırmalar 300’ün
üstünde sahabenin İstanbul’da yattığını söylüyor. Manevi sahipleri büyük buranın. İstanbul’da yaşayanlar
da onlara en azından saygı duyuyor.
Ama Suud’da bunu göremiyoruz.
Bütün sahabelerin mezarları dümdüz
edildi. O İngiliz casusu Lawrens’in
müzesinin açıldığı güne denk getirildi, peygamberimizin oturduğu ev
yıkıldı, şimdi feyz, maneviyat hangi
tarafa akar? Saygının edebin olduğu
yere akar. Eskisi kadar değilse bile
bugün yazıya karşı çok büyük bir
edep var, şükür. Düşündüğümüz seviyede değil, öyle ki yazının yazıldığı
kâğıt, yerde kâğıt görülse mutlaka
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
kaldırılırdı. Bişr-i Hafi, büyük velilerimizden. Gece gündüz sarhoş gezen
birisiyken yağmurlu bir günde yerde bir kâğıt görüp alıyor. Üstünde
besmele. Yüzüne sürerek temizliyor
çamurlardan. “Benim Allah’ımın ismi
çamurlarda gezmez” diyor ve bir
duvarın kovuğuna koyuyor. O gece
rüyasında Bişr-i Hafi’yi irşad ediyorlar ve ondan sonra tasavvufun büyüklerinden birisi oluyor, o saygıdan
dolayı. Bizim kültürümüzde de yerde
kâğıt bulunmaz. Kâğıda ayak uzatılmaz. Hatta ehlisünnet ulemasından
İmam Birgivi hazretleri, ayaklarını
hiçbir zaman Yalova’ya doğru uzatıp
yatmamış. Sebep? Saygısızlık olmasın diye. Yalova’da kâğıt fabrikası var.
Birgi nere Yalova nere… Ben bunu televizyonda bir programda anlatırken
Yalova belediye başkanımız duymuş,
orada bir kâğıt müzesinin ve el yapımı kâğıt üretimi merkezinin kurulmasına karar verilmiş. Konu bizlere
de açıldı, orada neler yapabiliriz diye
konuştuk. Epeyce bir yardım hizmetten sonra müze açıldı. Başkanımız
konuşmasında beni göstererek “bu
müzenin oluşması fikri hocamın televizyonda söylediği bu cümleleri
oldu” dedi. “Yalova’da kâğıt fabrikası varmış, şimdi niye yok. Bunun bir
müzesi niye yok. Bu düşünceyle bu
müze açıldı” dedi. Müzede şimdi yavaş yavaş el yapımı kâğıt üretmeye
59
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
Bakın bunlar bizim yongalarımız, bunlar asla çöpe gitmez, biriktirilir. Yazı kalemle yazılıyor. Ayet yazıyorsunuz.
Ucunu açtıkça o yongalarını biriktiriyorsunuz. Ispartalı
Tevfik Efendi “öldüğümde gasil suyumu o yongalarla
ısıtın” demiş. 126 Kuran yazmış eliyle. Biriktirdiği yongalar gasil suyunu ısıtmışlar geriye daha nice yonga
var. Dahasını söyleyeyim, İtalya’dan galeri sahibi yaşlı
bir adam geldi, ona da yongaları gösterdik. Uçaklarının
kalkmasına da az vakit vardı, kalktılar. Bir yıl sonra öğ-
başladılar, kitap sanatlarında kullanılsın diye. Artık onlar kullanılacak.
Biz de size hediye olarak Ahmet
Nezih Galitekin’in İbrahim Müteferrika Eserlerinden Yalova Kâğıthane’si kitabını getirmiştik. (gülüşmeler)
Yani bakın, hayır konuşun, sonu hayır
gelsin. (gülüşmeler)
Hat sanatında, İstanbul’dan icazet
almış olmanın bir ayrıcalığı var
mıdır?
Tabii, mesela en son icazeti Cezayirli
bir kardeşimize verdik. Çocuk göklere uçuyor. İstanbul’dan bir yerden
icazet almazlarsa oralarda birinci sınıf sayılmıyor, itibar edilmiyor.
Yazının yasak olduğu bir dönemde
yazının serbest olduğu ülkelere icazet vermişiz. Bu bir şeref değil mi?
Aynı cümleleri Hamid Bey söylemiş,
Allah mekânını cennet eylesin, “ya60
rendiğimize göre, tercüman olan arkadaşımıza “o adam
biraz daha sanatı anlatsaydı vallahi içimden niyet ettiydim Müslüman olacaktım ama uçak kaçıyor diye fazla
dinleyemedim” demiş. Kalemin yongası bakın nelere yol
açıyor. Bizim sanatlarımızda böyle şeyler var. Kaç kişinin
bizim atölyeye gayrimüslim girip Müslüman çıktığını
biliyorum. Bizdeki kerametten değil o, sanatlarımız böyle
kerametli. Ne mutlu bize hâlâ dünyada bu sanatların
başkenti İstanbul.
zının men edildiği bir ülkede yazının
men edilmediği ülkelere yazı gönderiyoruz, icazet veriyoruz” diyor. Az bir
şeref değil hakikaten. Bunun altında
çok büyük bir maneviyat olmalı.
İcranın edebinden de bahsedebilir
misiniz biraz?
Mesela mürekkep elde yapılıyor.
Arap zamkından havanda döverken,
her tokmakta ya Allah, ya Samed
deniliyor. Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden birini zikrederek dövüyor onu.
Ve o kadar ki, bizzat rahmetli Safer
Efendi’den, Allah mekânını cennet
eylesin, duymuştum bunu: Padişahın özel kütüphanesinde en nadide
yazmalar orada olur. Yangın çıkmış.
Diğer kitapları bırakın demiş, bir
Kur’an-ı Kerim var onu kurtarın. Tesadüf, o Kuran-ı Kerim’i yazıp padişaha sunan hattat da orada. Sultanım
demiş hiç endişe etmeyin o Kur’an-ı
Kerim yanmayacak. Nasıl olur yan-
maz? Beşer aklına pek yatmayan bir
cümle bu. Ahşap eski binalar, yanmış
kül olmuş. Külleri didiklediklerinde,
o Kur’an-ı Kerim’i sapasağlam buluyorlar. Zerre kadar bir ısınma etkisi
bile yok. Ki buna benzer bir şeyi biz
burada da yaşadık. Burada şu masada. Sahip çıkılıyor demek ki. Padişah
şaşırmış, “nasıl oluyor da bu Kuran
yanmıyor o yangının içinde?” Sultanım demiş, “ben o Kur’an-ı Kerim’i
yazarken her ayeti yazmadan önce
bir boy abdesti aldım, öyle yazdım. Biliyordum ki yanmayacaktı o
Kur’an.” Bakın şimdi ihlas böyle bir
şey. Üniversitede sanat eğitimi gösterenlere, görenlere duyurulur bu
cümleler özellikle. Gel de laf atma
şimdi. (gülüşmeler)
İslam sanatlarında bu ruh var. Öğrenciye hocası manevi evladı gibi bakar
en azından. Bir can dostu gibi bakar.
Yeri gelir lokmasını bölüşür. İhtiyacı
eksiği gediği var giderir. Öğrencisi
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
ölünceye kadar, hatta öldükten sonra
da hocasını bırakmaz. Arkasından en
azından her vesileyle Fatiha gönderir. Bugünkü eğitimde asla olmayan
bir şeydir. Bakın neler çıkıyor meydana. Biraz fazla dokunuyorum, kızıyor
üniversite, akademi camiası. Ama
işin aslı budur yani.
Az önce mürekkepten bahsettiniz, ebruda kullanılan malzemeler
kitre vs. günümüz teknolojisiyle
değişikliğe uğradı mı? Uğradıysa
sanatı icra ederken herhangi farklılıkları var mı, siz hangilerini tercih ediyorsunuz?
Farklılık var ve o farklılık sanatın lehinde olan farklılık. Orada temel düşünce kullanılan malzemenin özelliklerindedir, kendisinde değil. Ebruda
kullandığımız boyalar toprak özelliği
göstermeli. Hâlâ çok kişi illa toprak
boya kullanılır diyor. Şimdi kalkıp şu
bayrak kırmızısını veren bir pigmenti bulup alıp izole edip yapayım vs...
Bunun imkânı yok. Hazır pigmentli
boyalar var; onun kırmızısı da sarısı
da, yeşili de var. Tam işimize yarayan
özelliklerde bunlar. Üstelik eskiden
kullanılan topraktan elde edilen boyaların bazıları uçuyor bazıları zehirli
ve zararlı. Bunları terk edip daha dayanıklı ve asla zararlı olmayan boyaları kullansak bu işin mantığına ters
davranmış olmayız. Geliştirmek böyle bir şeydir. Ama uçucu boyalarla
ucuza mal ettik, aman alan müşteri
zehirlenirse zehirlensin diye düşün-
mek işin ahlakında da mantığında da
yok.
Kitre ise düne kadar kullanılıyordu,
halen de kullanılıyor. Günümüzde
suni sahlepten tutun denizkadayıfına
kadar çok şey denendi. Ebruda tekne
materyalinin çok ince erimesi esastır.
Düne kadar en yaygını kitreydi. Ekonomik yönden de çok pahalıya mâl
olmuyordu. Kitre toplamakla ilgili bir
de şöyle bir durum var. Dağda kitre
toplamaya gideni jandarma terörist zannedip durdurabiliyor. Adam
derdini anlatamıyor. Böyle şeylere
maruz kalmamak için de kimse çıkıp kitre toplamıyor. Önemli bir ihraç
ürünümüz bu halbuki. Birçok ülkeye
bunu satarız, gıda tekstil, eczacılık
sektörlerinde kullanılıyor.
Peki, kitre yerine ne kullanıyorsunuz?
Dışarıdan denizkadayıfı alıyoruz.
Bu kitreye göre neredeyse iki misli
daha ince eriyen bir materyal. Ebrular daha net çıkıyor. Kitrenin havasını
vermese de onu çok da aratmıyor.
Temelde fırçaların yapımı için yeni bir
şey uyduramadık. İlla at kuyruğundan olacak. O işin havasına uygun
olanı o. İğneleriniz filan gene aynı.
Tekne ebatlarımız Osmanlı’dan farklı.
Ben Şeyh Ethem Efendi’nin ahşaptan
yapılı teknesini gördüm. O devrin kâğıtlarına uygun oranlarda yapılıyor.
Biz günümüzde kâğıtları 35x50 cm
kestiriyoruz, ona uygun teknede ça-
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
lışıyoruz. 70x100 cm de yapılır, sıkıntı
değil. Lakin kâğıt yönünden Osmanlı’dan biraz gerideyiz. Bu kâğıtlar Osmanlı devri el yapımı kâğıtlar kadar
dayanıklı değil. Biz de asit derecesi
düşük, sıfır dereceli kâğıt bulabilirsek ve tekne hazır coşmuşken, çok
iyi netice alınırken bu ebruları onlara
almayı tercih ederiz. Çünkü onlar biraz pahalı.
Tekne coşması dediniz, tekne nasıl
coşar?
Teknenin coşması şu demek: Keyfe gelmesi. Rahmetli Necmeddin
Hoca’nın tabiriyle “teknenin keyfe
gelmesi”. Bütün ayarlarınız tamam,
renk armoniniz tamam, tekne çok iyi
erimiş bir döneminde, işin havasına
kendinizi kaptırmışsınız, belki o bir
gün sürecek belki üç saat... O döneminde elde ettiğiniz ebruları belki
ömür boyu bir daha yapamayacaksınız. Zaten tekrarı yok ama en güzelleri o gün çıkıyor. O gün uyku filan
olmamalı size. Tekne coşmuş, siz de
coşmuşsunuz. Şurada gördüğünüz
ebru gibi: Necmeddin Hoca’nın lafza-i celali gibi. Nasıl bir havada yaptıysa, sonra bunun benzerini yapmak
için çalıştığı denemelerin çoğunu
gördüm. Ucundan kulağından geçmiyor. Hiç ilgisi yok. Şimdi bunun tek
oluşundan dolayı aslında çok iyi bir
ebrunun en az bir resim tablosu fiyatına satılması lâzım. Ama ebrucular
hakikaten kalender insanlar, kalkıp
bir ebruya 40-50 milyon dolar ister-
61
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
lerse onları orada döverler. Bir ebru
o kadar eder mi? 1 liraya ebru satıldığını duyuyoruz, 1 lira. O kadar da
düşmemeli. O boyalı kâğıttır artık,
ebru filan değildir.
Günümüzde ebruya modern yorumlar getiren çalışmalar var. Siz
ebru sanatının klasik olan dışında
yeniden yorumlanabileceğini düşünüyor musunuz?
Bir insanın akıl bağli oluncaya kadar bilgisi, akıl bağli olduktan sonra
inancı taklitle başlar. Ben sanata yenilik getireceğim diyen ebruculara
tavsiyem şu: Önce akıl bağli olsunlar,
ondan sonra yaş ilerler, okurlar, ilerlerler, çalışırlar, bir kısmı müezzin olur
bir kısmı imam. Bunların içinden çok
nadir biri çıkar diyanet işleri başkanı
olur. Ona rağmen eskilerin getirdiği
prensipler üzerine devam eder, ne
zaman ki onların ayarına gelir ve onların üstüne çıkarsa, içtihat kapısı o
zaman başlamalı. Cin olmadan adam
çarpayım demenin hiç âlemi yok.
İşin ruhunu bir öğrensinler, yenilik
mi? Yenilik getirsinler, “ben yaptım
oldu bu bir yenilik”, asla demesinler. “Ben yaptım, oldu mu?” desinler.
62
“Ben böyle bir eser yarattım” gibi çok
şımarık cümleler de kullanıyorlar. İnsan çalışır didinir ömrü, ruhu, gecesi,
gündüzü aşkı sevdası tekne olur, ilerletir en yüksek seviyeye getirir, içtihat sonra başlar. Yarım yamalak bu işi
öğrenip ben modern bir tarz yarattım demenin de bir âlemi yok. “Ben
bunları yapıyorum, tavrım, tarzım
bu, sevdiğim de bir tarz. Beğenirsiniz
beğenmezsiniz” diyebilirsiniz. Kalkıp
iddiayla ortaya çıkılması sanat adına
bir fecaattir. Klasik ebruyla uğraşanların böyle bir kişiye dil uzatma şansı,
hakkı ve yetkisi de yoktur. Teknede
onu seyreden şunu düşünür; “ilahi
tecelli bu kardeşimizle de böyle oynuyor”. Yanlışını gördüğünde belki
ikaz eder. Üstümüzde çok baskı var.
Hatta mesela kelebek yapın vs. diyenlerimiz oldu. Yok. Hayvani figürler
zaten dinimizde rağbet görmeyen
şeylerdir. Kalkıp ben şimdi karabatak
kuşunu teknede niye resmedeyim,
bırak ressam yapsın tuvalinde. Benim
yapacağım o ressamın yaptığının karikatürü olur. Ebrunun da büyük bir
lekesi olur, gerekmez. Bu tip ebrulara
ne oturursa onları yaparım. Çeşitlendirme açısından yeni bir şeyler dene-
rim, yaparım değil ama bakın. Denerim insanlar beğenir, bu güzel gitti,
daha yap derse olur. Ortak bir akılla
karar verirsek ülkemizin sanat kimliğinin bir maddesi o zaman çıkar ortaya, bir kişinin söylemesiyle olmaz.
Sanatta ben yaptım oldu denemez.
Zaten İslam sanatçısı ne yaparsa yapsın, ciltti minyatürdü tezhipti neyse,
ben yaptım demez. O söz, sanatın
kaidelerince küfre götürür insanı.
Tasavvufta da öyledir. İşin edebi budur yani. Halim (Özyazıcı) Hoca’nın,
öğrencilerinden Saim Özel’den, Allah
mekanını cennet etsin, dinlemiştim:
“Halim Hoca’ya derse gidiyoruz, bir
elimizden tutup yazdırmadığı kalırdı,
o kadar teferruatlı anlatırdı. Gittiğimizde önceki günlerde yazdığı her
birisi harika büyük yazılara hayran
hayran bakardık, ‘hocam ne güzel
yazmışsınız’ derdik. ‘Evladım, evvelsi
günü bir yazdırdılar demeyin gitsin’
derdi” Edep bu. Şimdi yazıya biraz
grafik gözüyle bakıyorlar. Aman Allah muhafaza. Hafız Osman’ı filan
beğenmiyorlar. “Ağbi ben bir vav
çekerim, Hafız Osman hayatta yapamaz.” filan diyorlar. Bilmiyorum ki
sonradan Hafız Osman onun rüyası-
Yaşayan insan hazinesi fuat başar
Hoca öğrencisiyle ekmeğini de
paylaşmalı dediniz, başka bir hoca
tablosu çizdiniz. Mustafa Düzgünman hem sizden hem Alparslan
Babaoğlu’ndan hayatında verdiği
iki eser olarak bahsediyor. Böyle
anektodlar var mı?
Var çok var. Rahmetli hoca tesbihten
çok iyi anlardı eski ustaların işlerini
gördüğünde isim isim tanırdı. Ebru
yapıp göstermeye götürdüğümüzde
de en önce “hanıma gösterin benim
uzmanım o, o beğendikten sonra
ben sıkıysa beğenmeyeyim” derdi
hanımını onurlandırmak için. Bir gün
rahmetli Süheyla teyze çalışmalarımızı aldı, baktı ve “Ayol Mustafa bu
çocuklar seni geçmiş” dedi. Benim
başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Düzgünman görünüşte çok sert
bir adam, lakin baş başa kaldığımızda tam bir Osmanlı gırgır adamıydı
tabir-i caizse. O gırgır günümüzde
belki yanlış anlaşılır, latifeden nükteden çok hoşlanan ve anlayan bir
zattı. Hoca, elinde o tesbihlerden
biri, şöyle bir gerildi. “Hanım bana
bak” dedi, “ben 30 yıllık ebrucuyum”,
eyvah dedim sözün sonrası bizi haş-
lamak, “ben 50 senede iki eser vermişim, o iki eser de bu çocuklardır.
Gözüm arkada kalmayacak” dedi.
Ömrümün en büyük gaza gelme
cümlesi o cümledir. Hoca, gelip kendisinden ebruyu öğrenenler gider
bozar diye endişe içerisindeymiş
hep, bunu dile de getirirdi. Bozarlar,
yor diye. Çok kişiden duymuşumdur
Hamid Bey kimsenin yanında pek
yazı yazmazmış. Önceki mektuplaşmalardan ötürü, bana evladı gibi
manevi ikazları da olmuştur, zaman
zaman rüyama da girer. Hatta oğluma onun adını soyadını verdim, oğlum yazıyla uğraşıyor, ismi de Hamid
Aytaç. Bu resmi (Hamid Aytaç’ın fotoğrafı) devamlı burada tutarım. Oğlum gelir gider bir tebessümle bakar,
“baba ya ben bu resme baktığımda
hep dedemi görüyorum gibi” der.
Peki, siz öğrenci kabul ediyor musunuz?
Hattat Hamid Aytaç
işin efendiliğine ters düşecek şeyler
yaparlarsa diye. Huzurunda da “söz
hocam ölünceye kadar asla taviz yok,
biz bu yolun yolcusuyuz, uydurdum
kaydırdım yok” dedik.
Kısaca hem Hattat Hamid Bey’le
hem Mustafa Bey’le olan ilişkinizden de bahsedebilir misiniz? Nasıl
bir münasebetiniz vardı?
En başta şunu söyleyeyim, hocalık
kutsal bir şeydir. Onları bir yerde öz
babam gibi bildim. Yaptıkları hakikaten sanat babalığı. Evlat yetiştirmişler. Bekledikleri nedir, “işi devam ettir
ama bizi de unutma”. Öyle ya, Hamid Bey’le ben mektuplaştım 78’den
80’e kadar. 80’de buraya geldiğimde
bulduğum her fırsatta yanına gittim.
Hoca kalabalıkta, hışırtılı gürültülü
olan ortamlarda asla yazı yazmayan
birisiydi. Kâğıdı şöyle buruşturup
kalemi bırakırdı. Dikkati dağılıyordu.
Gider otururdum, ellerimi dizime koyar kaleminin ucuna bakardım, harfi
çekerken kalemi nereden nasıl çeviri-
Şu anda yok. 3-4 senedir ders vermeyi bıraktım zamansızlıktan boğulduğum için, yoksa öğrenci yetiştirmek güzel şey. Öğrenci öğrenci
olursa tabii. Ben yarım saatlik öğrenci bilirim. Malzemeyi vermişim hadi
haftaya getir demişim, tamam bitti
haftaya yok. Bunlar da yıldırıyor bizi.
Onlara zaman ayırıyorum, karşılığı
yok. Yetişse karşılığı olacak.
Son olarak bize söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Kıyamet kadar, hangi birini söyleyeyim. (gülüşmeler) Dergiyi devam
ettirin, dergi çok önemli. Özellikle
sanatla uğraşanların eline daha çok
ulaşsın.
Fuat Başar’ın kaleme aldığı şiirlerden biri
na girip onun kafasına kalemle darbeyi salladı mı. Yazı hiç şakayı kaldırmaz. Beğendiğimiz bir tek harf için
“galiba bu harfi öğrendik” diye içimizden geçtiği anda cezamı bulduğumu biliyorum ben. Böbürlenmek
ağızdan çıkmaz. Allah sana ne kadar
müsaade ediyor, o kadarını kudretin
yettiğince yaparsın. Bütün sanatçılar
için benim temennim şudur; ömürleri uzun olsun, her saniyeleri daha da
yücelerek son nefeslerine kadar herkes yapacağı işi yapsın. Bu devirde
böyle duaya böyle çalışmaya ihtiyacımız var. Geçiş dönemindeyiz çünkü. Bütün İslam aleminin gözü, başka konularda da olduğu gibi, sanatta
da Türkiye’de, özellikle İstanbul’da o
açıdan sorumluluğu iyi bilmek lazım.
İşi edebiyle beraber zirvelere taşımak lazım. Onun için kol kola olmak
gerekli, kafa kafaya olmak değil. Kol
kola gönül gönüle olursa o iş olur.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
63
Hat Sanatının
Başkenti İstanbul
Ömer Faruk Şerifoğlu
Sanat Tarihçisi
“
“Son beş yüzyıl içinde yazı alanında
öyle ustalar yetiştirmişiz ki, benim
terazimde Rembrandt ne çekerse
bir Yesari o kadar ağır basar. Ama
bir Rafael adını dünyanın öbür
ucundaki ortaokul öğrencisi bilir.
Aynı öğrenciye bir Yunus Emre’yi,
bir Sinan’ı, bir de eski yazıların en
büyük ustalarından İzzet’i sorarsanız
yüzünüze boş gözlerle bakar, alay
ettiğinize inanır. Bizim yazı ustalarımız
Arap yazısını öylesine ressamca
ele almışlar, öylesine heykelci gibi
yontmuşlar, dökmüşler, kazımışlar,
örmüşler ki, Arap da Acem de gün
gelmiş bizim sanatçılara başvurmuş…
Bugünkü konumuzun özü eski yeni
tartışması değil, eski yazılarda biriken
göz nuruna sahip çıkmak, onlardaki
sanat değerini bizden sonra gelenlere
aşılamak, bir kelime ile onları
bağrımıza basmak, sonuna kadar
korumak...”
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Milliyet
Sanat’ın 114. sayısındaki “Yazı Sanatı”
başlıklı yazısından alınmıştır.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Hat Sanatının Başkenti İstanbul / Ömer Faruk Şerifoğlu
daha fazla genişlikte açılmış kalemle
yazılmış olanına Celi Sülüs adı verilir.
Nesih yazının gövdesi, Sülüs ve celi
tiplerine göre çok yalındır. Muhakkak, Sülüs yazıdaki harflerin yatay
kısımlarının daha genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Rikaa’ için
Nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir çeşidi diyebiliriz. Tevki, Sülüs
yazının daha değişik ve ufaltılmış bir
türü; Talik ise bütün harflerin uzayarak kıvrıldığı yazı çeşididir. Reyhani
yazı da Muhakkak’ın kurallarına bağlı
olup onun küçük yazılan şeklidir.
Hattat
Kamil Nazik
çalışırken
Çağdaş sanatımızın öncü isimlerinden Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ölümünden kısa bir süre önce, Milliyet
Sanat’ın 114. sayısında (10 Ocak
1975) yayımladığı “Yazı Sanatı” başlıklı bir yazısı vardır: “Son beş yüzyıl içinde yazı alanında öyle ustalar
yetiştirmişiz ki, benim terazimde
Rembrandt ne çekerse bir Yesari
o kadar ağır basar. Ama bir Rafael
adını dünyanın öbür ucundaki ortaokul öğrencisi bilir. Aynı öğrenciye
bir Yunus Emre’yi, bir Sinan’ı, bir de
eski yazıların en büyük ustalarından İzzet’i sorarsanız yüzünüze boş
gözlerle bakar, alay ettiğinize inanır.
Bizim yazı ustalarımız Arap yazısını
öylesine ressamca ele almışlar, öylesine heykelci gibi yontmuşlar, dökmüşler, kazımışlar, örmüşler ki, Arap
da Acem de gün gelmiş bizim sanatçılara başvurmuş… Bugünkü konumuzun özü eski yeni tartışması değil,
eski yazılarda biriken göz nuruna sahip çıkmak, onlardaki sanat değerini
bizden sonra gelenlere aşılamak, bir
kelime ile onları bağrımıza basmak,
sonuna kadar korumak...”
nımlanabilir. “Cismani aletlerle meydana getirilen ruhani bir hendese”
şeklinde tarif edilen hat sanatında,
temel yazı olarak kabul edilen kufi
yazı ile başlar, Aklâm-ı sitte (altı kalem) adıyla bilinen 6 ana yazı sınıflandırmasıyla devam eder. Bunlar;
Sülüs, Muhakkak, Tevki, Reyhâni, Rikaa’ ve Nesih’tir.
Kufi yazı, İslâm yazısının en eski örneğidir, düz çizgiler ve köşelerden
oluşan bir yazı çeşididir. Kufi yazıdaki
düzen ve köşeli şekiller Sülüs’te yerini yuvarlaklığa ve eğri çizgilere bırakır. Sülüs yazının, bir santim veya
Hat sanatının tarihinde de Osmanlı
döneminin çok önemli bir yeri vardır.
Türk hattatları, İslam yazısına yeni
bir ufuk açmış ve güzel sanatların
önemli bir şubesi haline getirmiştir.
Yüzyıllar boyunca yazıya büyük emek
veren, ekoller üretip, büyük üstatlar
yetiştirerek sanat şaheserleri meydana getiren, onu sanatların zirvesine
yükselten Osmanlı hattatları olmuştur.
Kur’an İstanbul’da Yazıldı
Zaman içinde atasözüne dönüşmüş
bir kelam-ı kibar (güzel söz) vardır:
“Kur’an Hicaz’da nazil oldu, Kahire’de
okundu, İstanbul’da yazıldı”, yani
Hazreti Peygamber’e Mekke-Medine’de vahiyle gelen Kur’an-ı Kerim’i
en güzel okuyanlar tarih boyunca
Kahireli hafızlar, en güzel yazanlar ise
İstanbullu hattatlar olmuştur.
İstanbul’un hat sanatı ve Kur’an yazıcılığı konusundaki başkentliğini
vurgulayan bu kelam-ı kibardan da
anlaşılacağı üzere, hat sanatının en
önemli ustaları, her yüzyılda İstanbul’da yaşamıştır. Cumhuriyet döneminde Harf İnkılabı ile kısmi bir
kırılma ve fetret devri yaşanmış olsa
da zincirin halkaları tamamlanmış ve
İstanbul hat sanatındaki yerini yeniden kazanmıştır.
İslâm Sanatı’nın temelinde hat (yazı)
sanatı vardır. Diğer sanatların hemen
hepsi hat sanatının çevresinde doğmuş ve beslenmiştir. Arapça’da çizgi anlamına gelen hat, terim olarak
Arap alfabesini estetik kurallara bağlı
kalarak güzel yazma sanatı olarak taHutut-ı Mütenevvia
66
Hat sanatının ana malzemesi, aher
denilen özel bir karışımla kaplanmış
kâğıt, kamış kalem ve is mürekkebidir.
Hat Sanatının Başkenti İstanbul / Ömer Faruk Şerifoğlu
İslâm yazısına İstanbul/Türk tarzının
yerleşmesinde en kayda değer isim
olarak Hattat Şeyh Hamdullah (ö.
1520) zikredilir. Sultan II. Bâyezid’in
hat hocası da olan Şeyh Hamdullah,
kendisinden önceki büyük hattatların ellerinde süzüle süzüle gelen
“aklâm-ı sitte” (altı çeşit yazı)’ye Sultan II. Bâyezid’in isteğiyle yeni bir
şive katarak Osmanlı hat ekolünün
kurulmasına öncülük etmiştir. Kıbletülküttab (hattatların kıblesi) diye bilinen Şeyh Hamdullah’ın Türk hattatları arasındaki yeri o kadar ulvîdir ki;
hat çalışacakların kamış kalemlerini
Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabir
toprağında bir müddet beklettikten
sonra meşke başlamaları ve böylelikle onun feyzinden yaralanacakları
inancı, bir gelenek olarak günümüze
kadar devam etmiştir.
daha yetişmez” diyen II. Mustafa’ya
“hocasının hokkasını tutan sultanlar
geldikçe daha nice Hâfız Osman’lar
yetişir hünkârım” cevabını verir. Yazdığı 25 Mushaf-ı Şerîf, sayısız murakka’, En’âm ve Delâil-i Hayrat’tan
başka, hilye-i saâdet kompozisyonunu da ilk kez Hâfız Osman’ın tertip
ettiği bilinir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
vasıflarını anlatan ve bütün İslâm
dünyasında benimsenerek asırlardır
yazılagelen hilye-i şerîfe levhasının,
Kanûnî Sultan Süleyman döneminde
en önemli eserlerini vermiş olan Ahmed Şemsüddin Karahisarî (ö. 1556),
Şeyh Hamdullah’ın açtığı çığırı takip
etmeyip Yâkût ekolüne dönmeyi tercih etmiş, ancak sıradan bir takipçinin çok ötesinde, hakiki bir sanatkâr
edasıyla, daimâ yeni terkipler ve tasarımlar arayışında olmuştur. Gerek
Kanûnî için yazmış olduğu -halen
Topkapı Sarayı Müzesi’nde- gerçek
bir şaheser olan Kur’an-ı Kerim, gerekse münferiden yaptığı birtakım
kompozisyonlar onun dâhiyâne sanatçı ruhunu ortaya koymuş ve Karahisarî “Şemsü’l-Hatt” (Hat Güneşi)
nâmıyla şöhret bulmuştur.
Hat sanatı tarihinde halk nezdinde
adından en çok söz edilen Hattat
Hâfız Osman’dır (1642-1698). Onun
bu haklı şöhreti, elbette fevkalâde
akıcı hatla yazmış olduğu Mushaf-ı
Şerif’lerin basılarak yayılmış olmasından kaynaklanır. Ayrıca, hattatlarla ilgili en çok bilinen kıssalardan
olan kayıkçı ve vav hikâyesi de Hâfız
Osman’a izâfe edilir. Sultan II. Mustafa ve Şehzâde III. Ahmed’e hüsn-i
hat muallimi de olan Hâfız Osman,
hokkasını tutarak hocasına hürmet
eden ve “artık sizin gibi hattat bir
ilk kez İstanbul’da tertip edildiği anlaşılmaktadır.
Hat sanatının altın çağı diyebileceğimiz XIX. yüzyıla girerken, celî sülüse ve tuğraya yepyeni bir soluk
kazandıran Mustafa Râkım Efendi
(1758-1825) de olgunluk dönemini
yaşamaktaydı. Hüsn-i hat eğitimine
ilâveten resim sanatını da öğrenen
Râkım, celî yazıların harf mesafesini
hesaba katarak menâzır (perspektif)
kaidelerini yazıya tatbik etmiştir.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Türk Ta’likı’nın Kurucusu
Mahmud Celâlüddin Efendi (18001861) ise sülüs ve nesih yazılarında
Şeyh Hamdullah ve Hâfız Osman
yolunu takib etmekle birlikte celî
sülüste kendine has bir üslûp geliştirmiştir. Bilinen kurallara tam riâyet
etmeyerek, istiflerinde boşluklar bırakmış ve harekelerden çok, harfleri
öne çıkarmıştır. Sultan Abdülmecid
de Mahmud Celâlüddin ekolünde
yazılar yazmış ve “hattat padişah”
olarak tanınmıştır. Mahmud Celâlüddin Efendi’nin önce öğrencisi, sonra
zevcesi olan Esma Hanım (1780-?)
hat sanatı tarihinde, hanım hattat
olarak “İbret” lâkabını alacak kadar
mühim bir yer edinmiştir.
Ta’lîk yazıya yeni bir şive kazandırdığı için Türk ta’lîkının kurucularından sayılan Mehmed Es’ad Efendi (ö.
1798) sağ tarafı felçli olduğu ve sol
eliyle yazdığı için “solak” manâsına
“Yesarî” adıyla anılagelmiştir. Devrinin tanınmış ta’lîk üstadı Veliyyüddin
Efendi (ö. 1768), kendisine getirilen
Mehmed Es’ad’ın felçli olduğunu
görünce, bu çocukta istidat olmadığına kanaat getirerek ders vermeyi
reddeder. Ümitvâr olmadığı halde
kendisini kırmamak için kabul eden
Seyyid Mehmed Dedezâde (ö. 1759)
de getirdiği meşkleri görünce onun
yazdığına inanamaz. Ancak üstün
bir kabiliyete sahip olan Es’ad Efendi kısa sürede icâzet alacak seviyeye
ulaşır. İcâzet merasimine devrin büyük üstadlarından olarak davet edilen Veliyyüddin Efendi, yazılarını görünce iç geçirerek “bu şerefe biz nail
olacakken, hayfa ki elimizle kaçırdık”
diyerek hayıflanmıştır.
Ta’lîk yazıyı babası Mehmed Es’ad
Efendi’den öğrenen ve ondan icazet
alan Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi
(ö. 1849), İran’da doğup gelişen ta’lîk
hattının İstanbul’da yeni bir tarzla
yazılmasında ve ta’lîkte bir Türk ekolünün ortaya çıkmasında babasıyla
birlikte önemli rol oynamıştır. Günümüz İstanbul âbideleri üzerinde im-
67
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Hat Sanatının Başkenti İstanbul / Ömer Faruk Şerifoğlu
zalı en çok kitabe bırakan hattatımız
da Yesarîzâde’dir. Sultan III. Selim, (sl.
1789-1807), Sultan II. Mahmud (sl.
1808-1839) ve Sultan Abdülmecid
(sl. 1839-1861) dönemlerinde imar
ya da tamir edilen âbidelerin çoğunun kitabesi onun hattıyladır.
Kadıasker diye meşhur olmuş olan
diğer Mustafa İzzet Efendi (18011876) ise Selânik, Mekke, İstanbul
Kadılığı, Anadolu Kadıaskerliği pâyeleri almış; baş imam ve Rumeli Kadıaskeri olmuştur. Şehzâdelere yazı
hocalığı da yapan, mûsikîde de müstesnâ bir yeri olan Kadıasker Mustafa
İzzet Efendi’nin, bilhassa celî sülüs
yazılarındaki tokluk ve akıcılığı fark
etmemek imkânsızdır. Ayasofya’da
yer alan ve dünyanın en büyük hat
levhaları diyebileceğimiz, yaklaşık
7,5 metre çapındaki çeharyâr levhaları bile onun hat tarihindeki şöhreti için delil olmaya kâfîdir. İstanbul
denilince ilk akla gelen âbidelerden
olan Ayasofya Camii (Müzesi), bu
devasa sekiz levhayla farklı bir boyut kazanmış; bu yazılar yapının ve
kimliğinin ayrılmaz birer parçası olmuştur. Nitekim, cami müzeye çevrilince çıkarılmak istenen bu levhalar,
büyüklüklerinden dolayı kapıdan
çıkarılamayınca 1949 yılında tekrar
yerlerine asılmıştır. Washington’daki
Âbide-i Hürriyet (Özgürlük Anıtı) için
Padişah’ın hediye olarak gönderdiği
kitabenin yazıları da ona aittir.
geçirip, uzun müddet tashih eden
Sami Efendi’nin “ne kadar zamanda
yazmış diye sormazlar; kim yazmış
diye sorarlar” sözü, onun sanat anlayışındaki hassasiyetini ortaya koymaktadır. İstanbul Eminönü’deki Yeni
Cami Sebili’nin Sami Efendi’ye ait celî
sülüs kitabe, erbabınca en kıymetli celî sülüs örnekleri olarak kabul
edilmektedir. Sami Efendi’nin Türk
hat sanatı tarihindeki yerini kıymetlendiren sebeplerden biri de; yazıyı
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e taşıyan
büyük hattatların çoğunun hocası
olmasıdır. Tuğrakeş Hakkı Bey, Ferid
Bey, Hulûsi Efendi, Hasan Rıza Efendi, Kâmil Akdik, Ömer Vasfi Efendi,
Efdalüddin Kılıç’ın hatları
68
Mehmed Hulûsi Efendi (1869-1940),
hem hâfız hem hattat olup medrese tahsili görmüştür ve Farsça’ya
vâkıf bir Mevlâna muhibbi olduğu
için aynı zamanda Mesnevîhanlık yapmıştır. Harf İnkılâbı’na kadar
Medresetü’l-Hattatîn’de de ta’lîk ve
celî ta’lîk hocalığı da yapan Hulûsî
Efendi, mütevazı kişiliğiyle ve Halim
Özyazıcı, Macid Ayral, Ressam Şeref
Akdik, Kemâl Batanay, Hâmid Aytaç
gibi kendisinden ta’lik meşkeden
kıymetli öğrencileriyle iz bırakmıştır.
Hocalarının kıymetli yazılarını mütalâa ederek ilerleten Hacı Ahmed
Kâmil Akdik (1861-1941), Muhsinzâde’nin (ö. 1894) vefatıyla boş kalan
“Reisü’l-Hattatîn” unvanını almıştır
(1914). “Hattatların Reisi” mertebesine ulaştığı halde, vefatına yakın
“öleceğime gam yemiyorum, lâkin
şu yazıyı öğrenemeden gidiyorum”
diyerek, hat sanatının derinliği karşısındaki aczini ve idrakini dile getirmiştir.
Son Halka
Kadıasker’in en sevdiği öğrencilerinden olan Şefik Bey (1820?-1880), hocasını yolunu geliştirerek celi sülüste
kendisine has tavrı ortaya koymuştur. İsmi zikredilince ilk akla gelecek
yazılarından ikisi, İstanbul Üniversitesi taçkapısının üzerindeki “Dâire-i
Umûr-ı Askeriye” yazısı ve Kudüs’teki
Kubbetü’s-Sahra’nın 8 cephesindeki çini kuşaklar üzerinde yer alan
Yâsîn-i Şerîf’tir.
Asıl adı İsmail Hakkı olan Sami Efendi (1838-1912) ise celî yazıyı, hassas
göz terazisi ve titiz tabiatı sayesinde
bütün tafsilatını önemseyerek yazmıştır. Yazılarını tekrar tekrar gözden
Necmeddin Okyay, Elmalılı Hamdi
Yazır, Aziz Efendi, Nazif Bey ve Neyzen Emin Efendi gibi isimler bunlardan bazılarıdır.
Hattat Ali Toy’un ‘Allah‘ yazısı
Türk hat sanatının müstesnâ sanatkârlarından biri olan Mustafa
Halim Özyazıcı (1898-1964) Medresetü’l-Hattatîn’de dört yıl eğitim
görerek Hasan Rıza (1849-1920) ve
Hacı Kâmil Efendi’lerden sülüs-nesih,
Hulûsi Efendi’den ta’lîk, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’den celî sülüs ve tuğra,
Ferid Bey (1858-1925?)’den divanî ve
celî divanî, Said Bey (1860-1938)’den
rık’a meşkederek 1918’de mezun
olmuştur. Ders aldığı bu isimler, adı
geçen yazı çeşitlerinde, zamanın en
büyük üstadları olduğu için, Halim
Efendi’nin sanat temeli çok sağlamdır. 1948’de Devlet Güzel Sanatlar
Akademisi’ne hüsn-i hat muallimi
olarak tayin edilmiş ve emekliye ayrıldığı 1963 yılına kadar burada hem
hat öğretmiş hem de pek çok kıymetli eser vücuda getirmiştir.
Hat Sanatının Başkenti İstanbul / Ömer Faruk Şerifoğlu
Son dönemin en büyük hattatlarından ve Osmanlı hattatlarının son halkası kabul edilen Hâmid Aytaç (1891-1982)
bir hocanın rahle-i tedrîsine girip uzun yıllar meşkederek
icâzetnâme alma usûlü ile hattat olmamış, kendi kendini yetiştirmiş ve yazının inceliklerini muhtelif üstadlardan
öğrenmeye çalışmıştır. Hayatının son dönemini Cağaloğlu’nda bulunan Reşit Efendi hanındaki “Yazıevi”nde
sürekli yazıyla meşgul olarak geçiren Hâmid Hoca, zor
şartlar altında kendisini yıpratırcasına çalışarak ihya ettiği
hat sanatının ikbal devrini göremeden 18 Mayıs 1982’de
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
vefat etmiş ve Şeyh Hamdullah’ın Karacaahmet’teki kabri
yanına defnedilmiştir. İstanbul’da bugün yaşayan ve eser
veren hat ustalarının bazıları Necmeddin Okyay, bazıları
Hâmid Aytaç, bir kısmı da Halim Özyazıcı’nın öğrencileri
olarak bu sanatı gelecek nesillere doğru bir şekilde aktarmaya devam etmektedirler.
Hat sanatının İslâm dünyasında yeniden yayılmasına katkıda bulunan bugünün hattatları, hat sanatı tarihinde
Türk tarzının haklı yerini alması ve dünya çapında benimsenmesini başarmışlardır. Hat sanatına dair
üç önemli yarışma organizasyonu; IRCICA,
Al-Baraka ve Al-Burda’nın ilk ikisi İstanbul’da
3 yılda bir gerçekleştirilmektedir. Birleşik Arap
Emirlikleri Kültür Bakanlığı’nın her yıl düzenlediği Al-Burda Hat ve Tezhib Yarışması’nın dört
juri üyesinden üçü İstanbul’da yaşamaktadır.
Hat sanatıyla ilgilenenler, Gülzâr-ı Savab, Menâkıb-ı Hünerverân ve Tuhfe-i
Hattâtîn gibi eski kaynakların yanı sıra
Prof. M. Uğur Derman’ın bütün eserlerinden yararlanabilir. Günümüz hattatlarına
www.istanbulunustalari.com adresinden ulaşılabilir.
BUGÜNÜN HATTATLARI
Abdurrahman Depeler,
Adem Sakal, Ali Rıza Özcan,
Ali Toy, Ayten Tiryaki, Betül Kırkan,
Davut Bektaş, Efdalüddin Kılıç,
Erol Dönmez, Fatih Özkafa,
Ferhat Kurlu, Fuat Başar,
Hasan Çelebi, Hüseyin Gündüz,
Hüseyin Kutlu, Hüseyin Öksüz,
Muhammed Yaman,
Mehmet Memiş, Mehmet Özçay, Mustafa
Parıldar,
Mümtaz Seçkin Durdu,
Nurullah Özdem, Osman Özçay,
Ömer Faruk Özoğul, Savaş Çevik,
Seyit Ahmet Depeler, Tahsin Kurt, Tevfik
Kalp, Yılmaz Turhan gibi isimler günümüz
hattatları olarak akla geleceklerdendir.
Hattat Ali Toy’un yazısı: ‘Olduğun gibi görün,
göründüğün gibi ol‘
69
Topkapı Sarayı Bâb-ı Humâyûn üzerindeki celî
sülüs müsennâ kitabe
Ali bin Yahya Sofî hattı
Fatih Sultan
MehmeD’in
Osmanlı-İslam
Sanatına
Katkıları
Aydın ÇAKIRTAŞ
Araştırmacı, yazar
“
Kendisi de bir sanatçı ve entelektüel
olan Fâtih’in öncülük ettiği ilim ve
sanat hareketleri dönemin heyecanını
hissiyatımıza taşımak bakımından
önemlidir. Fâtih Sultan Mehmed’in
İstanbul’un fethinden sonraki imar
faaliyetlerini “büyük cihad” olarak
adlandırması, ortaya koymak istediği
cihân-şümûl devletin başkenti olacak
İstanbul’u farklı din ve milletten
insanların da birlikteliğiyle bir kültür
şehri, merkezi yapmak düşüncesini
desteklemektedir.
Fâtih döneminde sadece İstanbul’daki
câmi ve mescid sayısı 192’dir. Buna
medrese, mektep, han, çarşılar,
bedestenler, hamam ve su tesisleri,
hisarlar, saraylar, türbeler de
eklendiğinde 500’ün üzerinde eser
ortaya çıkmaktadır.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Fatih Sultan MehmeD’in Osmanlı-İslam Sanatına Katkıları / Aydın ÇAKIRTAŞ
Binlerce yıllık cazibe merkezi olan
Konstantinapol’ü fethederek Bizans
şehrini Müslüman İstanbul’una dönüştürmek suretiyle onu Türk Cihan
Devleti’nin merkezi haline getiren Fatih Sultan Mehmed’in askerî başarılarının yanında dikkati çeken en önemli
özelliklerinden birisi de İslam sanatına yaptığı mühim katkılardır.
İstanbul’un fethi şüphesiz Batı dünyası ile olduğu kadar Doğu-Arap
İslâm coğrafyası ile olan ilişkiler için
de bir dönüm noktası olmuştur. Dönemin tarihçileri Fatih’in Doğu İslâm
beldelerinin yöneticileriyle yaptığı
yazışmaları kaydederek bu sıcak ilişkileri belgelemişlerdir.1
rad, Emîr Sultan, Hacı Bayram Velî
gibi gönül sultanlarının ikliminde yetişmiştir.3 Saltanatı döneminde şehzâdelerin donanımlı bir şekilde yetişmesi yolunda disiplinli ve sistemli
yapıyı da Sultan II. Murad kurmuştur4. Fâtih Sultan Mehmed, işte böyle
disiplinli bir ortamda şehzâdelik yıllarında Molla Gûrânî, Molla Husrev,
Hocazâde ve Molla Alaüddin-i Tûsî5
gibi âlimlerin rahle-i tedrisinden geçmiş, hükümdarlığı döneminde de
tasavvufî bir yaşamı benimseyerek
Akşemseddin’den istifade etmiştir. Bu
dönemde isimleri zikredilen âlimlerin
arasında Hızır Bey Çelebi, Ali Kuşçu,
Sinan Paşa, Molla Lütfî gibi isimler de
vardır.
Fatih, tasavvufî terbiyesini Avnî mahlasıyla kaleme aldığı şiirlerine yansıtarak mecâzî düşünceyi, estetik
birikimi, kültürü en ihtişamlı haliyle
ortaya koymuştur.6
Fetihle birlikte Türk Cihan Devleti
olma yolunda Osmanlı coğrafyasında bir Rönesans gerçekleşmiş, her
alanda olduğu gibi ilim, kültür ve sanatta da fevkalâde gelişmelere imzâ
atılmıştır. Kendisi de bir sanatçı, entelektüel olan Fâtih’in öncülük ettiği
ilim ve sanat hareketleri dönemin heyecanını hissiyatımıza taşımak bakımından önemlidir. Bu yüzden evvelâ
Fâtih Sultan Mehmed’in kişiliğini,
mefkûresini ve şehzadeliği sırasında
aldığı alt yapıyı iyi okumak gerekir.
Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’un
fethinden sonraki imar faaliyetlerini
“büyük cihad” olarak adlandırması,
ortaya koymak istediği cihân-şümûl
devletin başkenti olacak İstanbul’u
farklı din ve milletten insanların da
birlikteliğiyle bir kültür şehri, merkezi
yapmak düşüncesini desteklemektedir.7 Fetih sonrası kurulan ilk kültür
müesseselerine baktığımızda ismini
müderrisinden alan Zeyrek Medresesi’ni görürüz. Sonrasında Semaniye
Medreseleri kurulana kadar tedrise,
camiye tebdil edilen Ayasofya’da devam edilmiştir.8 Fethi takip eden yıllarda ilk yapılan binalardan birisi Beyazıt’daki Eski Saray’dır. II. Mehmed’in
Manisa’dan Edirne Sarayı’na taşıdığı
kitaplar, Eski Saray’ın tamamlanmasından sonra buraya nakledilmiş,
daha sonra da Yeni Saray (Topkapı
Sarayı)’a taşınmıştır. Fâtih’in topladığı
kitaplar arasında Euclidis hendesesi,
Yunanlı müelliflere ait bir mecmua,
taşlar ve havyalar hakkında bir yazma, Aristo’nun ‘Kevn ü fesad’ eseriyle
‘Hayvanat’ kitabı vardır.9
Fâtih’in manevî ve edebî şahsiyetinin
şekillenmesinde babası II. Murad’ın
etkisi olmuştur.2 İyi bir şair, mutasavvıf ve ilim dostu olan babası II. Mu-
Fâtih’in inşâ ettirdiği
vakfiyelerinde dinî ve
okutulması şartı vardır.
lerde eğitim görenler
Şakayik-i Numaniyye’de Ali Kuşcu ve Fatih tasviri
72
medreselerin
aklî ilimlerin
Bu medresebürokraside,
yargıda vb. kurumlarda önemli vazifelere atanıyorlardı.10 Ayrıca bu dönem içinde tıp bilimine de önem verilmiştir. Nitekim fetihten sonra Fâtih
Sultan Mehmed, İstanbul’da kurduğu
medresenin yanına 1470 yılında bir
hastane (darüşşifâ) yaptırmıştır.11 Fatih Darüşşifâsı, Süleymaniye Külliyesi’nin yapımına kadar önceliğini muhafaza etmiştir. Bu Dârüşşifâ ile ilgili
en eski bilgilere Fâtih Vakfiyesi’nden
ulaşmak mümkündür.12
29 Mayıs 1453 tarihi, Osmanlı Tarihi’nin ilim ve sanat dahil tüm şubelerinde klâsik dönemin başlangıcına
ortam hazırlamıştır. Bu dönemde
mimaride, mûsikide, şiir ve edebiyatta, hat ve tezhip sanatlarında ciddi
adımlar atılmıştır13. 15. yüzyıla kadar
Anadolu’daki kültür ve yerel toplum
yapısının kökleri Doğu İslâm kültürünün bir devamıydı. Ancak Konstantiniye’nin fethinden sonra Osmanlı
Devleti yeni bir coğrafyayla irtibat
kurmuş ve Batı dünyasına bir adım
daha yaklaşmıştır. Bu da işin doğası
gereği ilmî ve sanatsal yakınlaşmayı
beraberinde getirmiş, batı dillerinden
eserler tercüme edilmeye başlanmıştır.14 Fâtih, Akdeniz toplumlarını mercek altına alarak sanatçılarını devletin
himayesine almış, batılı sanatçılara
kendi portrelerini yaptırmaya başlamıştır. Bu gelenek sonraki padişahlar
için de bir gelenek haline gelmiştir.15
Hatta Avrupa ressamlarından sadece J. Bellini’nin değil, onunla birlikte
birkaç ressamın varlığından da söz
edilmektedir. Jorji adındaki ressam
da onlardan bir tanesidir.16 İran etkisi
görülen bazı sanatlarda bu yüzyılın
sonunda tekâmül sürecine girilmiştir.
Örneğin doğu unsurlarından arındırılmaya çalışılmış bir çini sanatı İznik’te ortaya çıkar.17
Fetih sonrası Osmanlı askerî, sivil ve
dinî mimarisi de hızlı bir gelişme gösterir. Nitekim Fâtih, Boğaz denetimini
sağlamak için dedesi Bayezid’in yaptırdığı Anadolu Hisarı’nın karşısına,
Avrupa yakası kıyılarında bir askerî
mimari örneği olan Rumeli Hisarı’nı
yaptırmıştır.18 Şehrin imarı için tüm
hayır sahipleri seferber edilip, vakıflar
kurularak ilmî kuruluşlar çalıştırılmış,
Fatih Sultan MehmeD’in Osmanlı-İslam Sanatına Katkıları / Aydın ÇAKIRTAŞ
İstanbul, Doğu ve Batı kültürlerinin
kaynaştığı bir ilim merkezine dönüştürülmüştür.19 Fâtih Külliyesi ile birlikte Edirne’deki Bayezid Külliyesi gibi
büyük yapılar daha evvel var olan mimarî anlayışa yepyeni bir ivme kazandırmıştır.20 Pek çok mimarî meselenin
hallolduğu ve sonrasındaki klâsik
dönem camilerine örnek teşkil eden
ancak ideal olan mimarî plânın henüz
gerçekleşmediği Edirne Üç Şerefeli
Cami’den sonraki örneklerde revaklı,
şadırvan avlulu camiler Osmanlı Sa-
gelişmelerin olduğunu görmekteyiz.
Özellikle mimarî ile birlikte tüm ihtişamını seyrettiğimiz hat sanatı bilhassa dinî mimarîde ön plândadır.
Hat sanatı kitâbelerle birlikte, camilerin kubbe, mihrap ve minberlerinde,
Lafza-i Celâl, İsm-i Nebî ve Çiharyâr-ı
güzîn isimleriyle22 tezyînatın önemli
unsurları haline gelmiştir. Böylelikle
Osmanlı mimarî satıhlarında estetik bir ritim yakalanmış; eserlerin iç
ve dış mekânlarında tezyînî unsurlar
da dâhil olmakla birlikte yekpâre bir
uyum sağlanmıştır.
beraber İkinci Bayezid ile Şehzâde
Korkut da aynı dönemin hattatları
arasındadır. Fâtih Camii şadırvan dışında ve pencere üstündeki meşhur
Fâtiha sûresi Yahyâ Sôfî’nin hattıdır.
Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümâyun kapı
kemeri aynasındaki müsennâ besmele ve “inne’l-müttekine…” âyeti,
inşâ kitâbeleri ile “nasrun minallah…”
âyet-i kerîmesi ve Fâtih Camii inşâ
kitâbeleri de Ali b. Yahya Sôfî’nin hattıyladır.27
Arkeoloji Müzeleri Çinili Köşk
Davud Paşa Camii
Mahmud Paşa Camii
natı’nın kendine has üslûbunun ortaya çıktığını göstermektedir. Artık
bundan sonraki asırlarda camilerdeki
kubbe-mekân ilişkisinin geliştiği, Mimar Sinan’la birlikte kademe kademe
yükselişle mekânda vahdet bilincinin
zirveye çıktığı görülür.
Fâtih döneminde sadece İstanbul’daki cami ve mescid sayısı 192’dir. Buna
medrese, mektep, han, çarşılar, bedestenler, hamam ve su tesisleri,
hisarlar, saraylar, türbeler de eklendiğinde 500’ün üzerinde eser ortaya çıkmaktadır. Bu yapılar içerisinde
isimleri ön plâna çıkanlar; Rumeli
Hisarı, Hisar Camii, Fâtih Camii ve
Külliyesi, Saray-ı Atik, Saray-ı Cedid
(Topkapı Sarayı), Çinili Köşk, Kapalı
Çarşı, Mahmud Paşa Camii, Murad
Paşa Camii, Dâvûd Paşa Camii, Rum
Mehmed Paşa Camii’leridir.23 Bu dönem Osmanlı hat sanatında da yeni
Bayezid’in Amasya valiliği zamanında
hat sanatında başlayan yenileşme ve
üslûb belirleme heyecanı İstanbul’un
fethiyle birlikte hızlanmış, güzel sanatlara yönelik pek çok hamleler
yapılmıştır.23 Fâtih, âlimlere, şâirlere,
ressamlara imkânlar bahşettiği gibi
dönemin hattatlarına da kol kanat
germiştir. Özellikle celî yazı önemli
bir gelişme kat etmiş, Aklâm-ı Sitte
denilen sülüs ve çeşitleriyle birlikte
divânî yazı dönemin yâdigârı olmuştur.24 Aklâm-ı Sitte’den bağımsız olarak doğan nesta´lik hattının da Fâtih
Sultan Mehmed döneminde neşv ü
nemâ bulmaya başladığı görülür.25
Dönemin en meşhur hattatları Edirneli Yahyâ es-Sûfî (Yahya Sôfî),26 oğlu
Ali Sôfî, Abdullah Amâsi, Muhiddin
Amâsi, Cemâl Amâsî, Şeyh Hamdullah Amâsî, Muhiddin Amâsî ve Tac
Bey’dir. Aynı şöhrette olmamakla
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Rum Mehmed Ağa Camii
Fâtih Sultan Mehmed kitap sanatlarına da oldukça meraklıydı. Sarayda
şöhretli ressamlarla nakkaşlardan
oluşan bir Nakkaşhâne (Nakışhâne)
73
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Fatih Sultan MehmeD’in Osmanlı-İslam Sanatına Katkıları / Aydın ÇAKIRTAŞ
kurdurup, Edirne ve Anadolu’nun en
hatırı sayılır hattat, müzehhip ve nakkaşlarını getirterek bunların başına
dönemin ünlü nakkaşı Baba Nakkaş’ı
koyduğu malûmdur.28 Özbek asıllı
olan Baba Nakkaş, Evliyâ Çelebi’ye
göre Sultan Bayezid’in yakınları arasındadır. Sarayın kapısı ile divanın
kapısının süslemesi, Bayezid Meydanı’ndaki Eski Saray’ın sundurmaları,
bu ressamın eseridir.29 Fâtih’in sarayında bir diğer ressam Sinan Bey’dir.
Resmi Venedik’te öğrenen bu sanatçının Topkapı Sarayı’nda, kendisi tarafından yapılmış bir Fâtih portresi
bulunmuştur.30 Bu portre bazı sanat
tarihçileri tarafından Rönesans resminin iç boyutlu karakterinin stilize
edilmiş bir denemesi olarak görülür.31
Kaynaklarda Fâtih’in zamanından
kaldığı bilinen minyatür bulunmadığı, tarihi bilinen en eski minyatürlü
elyazmalarının II. Bayezid dönemine
ait olduğu zikredilmektedir. Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilen, yazımı 1498’de biten Farsça bir
Hamsenin farklı sanatçılar tarafından
II. Bayezid döneminde resimlenmiş
olduğu da ileri sürülen görüşler arasındadır.32 Saray Nakışhânesi’nde yapılan bir diğer kitap sanatı da cild sanatıdır. Her ne kadar Osmanlı cildinin
klâsik dönemi II. Bayezid ile başlatılsa
da Fatih dönemi Saray Nakışhânesi’nden çıkmış, daha çok siyah deriden yapılmış, sağlamlık ve zarafeti
ile dikkati çeken cild örnekleri verilmiştir.33 Bütün bu sanatlarla bağlantılı
olarak Fâtih’in yaptığı önemli bir başka çalışma da “Ehl-i Hiref” denilen sa74
natkâr teşkilatını kurumsallaştırmasıdır. Bu teşkilâtın zamanımıza ulaşan
en eski defteri 1526 tarihlidir.34 Ehl-i
Hiref teşkilâtının kurumsallaşmasıyla
birlikte sanatçıların hakları muhafaza
edilmiş ve kaliteli eserlerin çıkmasına
ortam hazırlanmıştır.
Fâtih sarayı, edebiyat ve mûsikîde de
geniş bir himaye alanı oluşturmuştur.
Uluğ Bey, Hüseyin Baykara, Bâbür saraylarının yetiştirdiği sayısız ilim ve
sanat adamlarına karşı II. Murad ve
Fâtih saraylarının yetiştirdiği binlerce
Rumeli Hisarı
âlim ve sanat erbabı şâirleri yoğun
bir medeniyet alışverişinde yarışıyorlardı. Şüphesiz bu dönemi besleyen en önemli kaynak 14. yüzyıldı.35
Dönemin edebiyat ahengi içerisinde;
Dede Korkut Hikâyeleri, Gülşehrî’nin
Mantıku’t-Tayr tercümesi, Âşık Paşa’nın Garipnâme’si, Ahmedî’nin Divân-ı İskendernâme’si, Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsi, Şeyhzâde Ahmed’in
Kırk Vezir hikâyesi, Nesîmî’nin yanık
şiirleri, Yunus Emre ilâhileri ve Bektâşî nefesleri zikredilebilir. Şeyhî ise
bu dönemin büyük şâirlerinin başında gelmektedir.36 XV. yüzyılda II.
Murad ve Fâtih ile oğlu II. Bayezid’in
özellikle mûsikî sahasındaki teşvikleri önemlidir. II. Murad’ın Enderun’da
verilen eğitim sırasında okutulacak
olan derslere şiir, inşâ ve mûsikîyi de
ilâve etmesi önemli bir gelişme olarak görülür. Hatibzâde, Behram Ağa,
Ali Balı, Durak, Obeydî, Derûnî, Hasan Can Çelebî’ler, Şeyh Abdülali ve
Emîr-i Hac, Fâtih Sultan Mehmed’den
III. Murad’a kadar gelen altı padişah
devrinin başlıca büyük mûsıkîşinaslarıdır.37 Sonuç olarak İstanbul’un,
fethi Osmanlı Devleti’nin hemen her
alanını büyük bir dönüşüm sürecine
sokmuştur. Büyük komutan, devlet adamı, şair, sanatkâr Fâtih Sultan
Mehmed Han’ın ilme ve sanata yaptığı katkı ise üzerinde derinlemesine
bir tahkîk gerektirir. Konuyla ilgili yayınların çoğalması dileğiyle…
Muhiddin Amâsi hattı
Fatih Sultan MehmeD’in Osmanlı-İslam Sanatına Katkıları / Aydın ÇAKIRTAŞ
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Dipnotlar:
1 Ayiz İbn Harâm er-Rûkî, “İstanbul Şehrinin
Osmanlılar Tarafından Fethinin Doğu
Arap-İslâm Dünyası Üzerindeki Etkisi”, II.
Uluslar arası İstanbul’un Fethi Konferansı,
(30-31 Mayıs, 1 Haziran 1997) s.269.
2 Sâmiha Ayverdi, Edebî ve Mânevî Dünyâsı
İçinde Fâtih, Kubbealtı, İstanbul, 2005.
s.21.
3 Ayverdi, a.g.e., s.24.
4 Ayverdi, a.g.e., s.29.
5 A. Süheyl Ünver, Fatih Devri Hamlelerine
Umumî Nazar, Fetih Derneği, İstanbul,
1953. s.6.
6 Muhammed Nur Doğan, Fatih Divanı ve
Şerhi, Erguvan, 2004. s.11.
7 İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi
II: Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Osmanlı
Vakıf Kütüphaneleri, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara, 1988. s.15.
8 Erünsal, a.g.e., s.16.
9 A. Süheyl Ünver, İlim ve Sanat Tarihimizde
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 1953..
10 Fatih dönemi medreselerinin eğitim sistemleriyle ilgili bkz. Ekmeleddin İhsanoğlu, Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna,
İletişim, İstanbul, 1996. s.23.
11 Sebahattin Aydın, “Modern Tıp Penceresinden Osmanlı Tıp Anlayışına Bakış”,
Osmanlılarda Sağlık I, Biofarma, İstanbul,
2006. s.33.
12
Dr. Necdet Yılmaz, Dr. Coşkun Yılmaz,
“Osmanlı Hastahâne Yönetmelikleri: Vakfiyelerde Osmanlı Dârüşşifâları”, Osmanlılarda Sağlık I, Biofarma, İstanbul, 2006.
s.43
13 “Edward Gibbon, Plutarque’ın meşhur
adamların hayatı isimli eseri, Fâtih’in emriyle Yunanca’dan Türkçeye çevrilmiştir.
Fatih’in sarayında biri Lâtince diğeri Yunanca bilen iki kâtip bulunuyor ve bunlar
Padişaha eski çağlar tarihini öğretiyorlardı. Pâdişahın emriyle tercüme edildiği
rivayet olunan İtalyalı Giovanni Mario
Angiolello’nun Uzun Hasan’ın hayat ve
mukadderatına dair eseri varmış, fakat
görülmemiştir. Yine Fâtih’in emriyle Batlemyus’un coğrafyası da tercüme edilmiş
olup aslı Ayasofya Kütüphanesi’ndedir.
Uzunçarşılı, a.g.e., s.149.
14 Doğan Kuban, Çağlar Boyunca Türkiye
Sanatının Ana Hatları, Yky, 2.bs. İstanbul,
2005. s.139.
15 A. Süheyl Ünver, İlim ve Sanat Bakımından
Fatih Devri Notları, İstanbul Belediyesi,
1947. s.28.
16 Kuban, a.g.e., s.139.
17 İnalcık, a.g.e., s.29.
18 Muhiddin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur
Hattatlar, Kubbealtı 2.bs., İstanbul, 2003.
s.88.
neli’dir. Yahyâ Rûmî diye de bilinir. Fâtih
Sultan Mehmet devrinin meşhur hattatıdır. 882’de (1477-78) vefat etmiştir. (Ayverdi, Fâtih Devri Hattatları ve Hat Sanatı,
s.49 ; Müstakimzâde, Tuhfe, s. 583-584;
Nefeszâde, Gülzâr-ı Savâb, s.47; Suyolcuzâde, Devhatü’l-Küttâb, s.143; Habîb,
Hat ve Hattâtan, s. 159.)” Serin, a.g.e., s.
87.
27 Serin, a.g.e., s.90.
28 A.Süheyl Ünver, Fatih Devri Hamlelerine
Umumî Nazar, Fetih Derneği, İstanbul,
1953. s.13-14.; Çiçek Derman, “Osmanlılar’da Tezhip Sanatı”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi II,, Zaman, İstanbul, 1999. s.487.
19 Hadikatü’l-Cevami′ Ayvansarâyî Hüseyin
Efendi’nin 1768 yılına dek İstanbul’da yapılmış bulunan 821 cami ve mescidi teker
teker dolaşıp, her birinde bir veya daha
ziyâde vakit namaz kılarak yaptığı inceleme ve araştırma sonucunda bunların
banilerini, bani-i sanilerini, minber vaz’
edenlerini, buralarda başkaca vakıflar
tesis edenleri, bu cami ve mescidlerin civarında bulunan mekteb, medrese, tekke,
çeşme, sebil, konak, sahilsaray vs. dinî ve
sivil mimarî eserler ile bunların yakınlarındaki mezarlıklarda yatan meşhurların
hayatlarını, tekkelerin meşayihini, konuyla ilgili önemli insanların tercüme-i hallerini hazırlamış olduğu önemli bir eserdir.
29 Celâl Esad Arseven, Türk Sanatı, Cem, İstanbul, 1973.s.225.
20 Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimârîsinde Fâtih Devri (1451-1481), Fetih Cemiyeti, 2.bs. İstanbul, 1989. s.538-544. ; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, Remzi Kitabevi,
6.bs. İstanbul, 2003. s.239.
37 Cinuçen Tanrıkorur, “Osmanlı Mûsikîsi”,
Osmanlı Medeniyeti Tarihi II, Zaman,
İstanbul, 1999 s.505-506. ; Nuri Özcan,
Türk Mûsikîsi Tarihi, Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi, 2001. s.17.
30 Arseven, a.g.e, s.225.
31 Kuban, a.g.e., s.180.
32 Kuban, a.g.e., s.181.
33 Mine Esiner Özen, Türk Cilt Sanatı, Türkiye İş Bankası, Ankara, 1998. s.17. ; Ahmet
Saim Arıtan, “Ciltçilik” mad., DİA, a.552.
34 Derman, a.g.e., 488.
35 Sâmiha Ayverdi, a.g.e.,s.194
36 Ayverdi, a.g.e., s.195.
21 Aziz Doğanay, Türk Yapı Detaylarının Klasik Dili, Klasik, İstanbul, 2006.s.51.
22 Serin, a.g.e., s.87.
23 Ekrem Hakkı Ayverdi, Fâtih Devri Hattatları ve Hat Sanatı, Fetih Derneği, İstanbul,
1953. s.3.
24 Serin, a.g.e., s. 88.
25 Ekrem Hakkı Ayverdi, a.g.e., s.6. ; Sâmiha
Ayverdi, a.g.e.,s.113. Ayrıca adı geçen
hattatların hayatları için bkz. Tuhfe-i Hattâtîn, Gülzâr-ı Savâb, Devhatü’l-Küttâb
vb.
26 Ayrıntılı bilgi için bkz. “Yahyâ es-Sûfî Edir-
75
TOPKAPI
SARAYI’NDAKİ
OSMANLI
PADİŞAH KILIÇLARI
Hilmi Aydın
İstanbul II No’lu Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Müdürü
“
Osmanlı Devleti’nde kılıç ustaları ehl-i
hiref arasında kabul edilmektedir.
Saray atölyelerinde çalışan ve Osmanlı
merkez ordusunun ihtiyacına cevap
veren tüm (ehl-i hiref) ustaların
sayısı iki bini bulmakta idi. Türkler
silahlarındaki maddî güce paralel
olarak süslemenin de gelişmesini
arzu etmişler ve bunda da başarılı
olmuşlardır. Hazine defterlerinden
birinde “Şeyh hattı ile ayeti kerime
yazılı kılıç” kaydına rastlanıyor. Bu
kayıt bize, bu kılıçların yapılmasında
devrin meşhur hattat, nakkaş,
kuyumcu ve kılıç ustaları işbirliği
içerisinde çalıştığını göstermektedir.
”
Topkapı Sarayı’ndaki Osmanlı Padişah Kılıçları / Hilmi Aydın
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
K
ılıç, Türkçe bir ad olup aslı «kılınç»tır. Kaynaklarda şöyle tarif edilmiştir: “Harpte kullanılan, bir tarafı keskin
ve saplı, uzunca yassı demir ki daima bir kın içinde olarak
bir kayışla bele takılır”, “Tarihte uzun bir dönem kullanılmış el silahı. Uzunluğu, genişliği, biçimi ülkelere ve dönemlere göre değişebilen, bir kesici ağız ile, genellikle
siperlikli bir kabzadan oluşur”, “Bele asılarak taşınan, siperlikli bir sapa geçirilmiş, uzun, sivri, çelikten meydana
gelen silah”, “Silahın icadından evvel kullanılan
en mühim harp aletinin adıdır.”
Taban, kabza, balçak, ve kın’dan oluşan kılıçların üzerlerindeki süslemelerde Kur’an-ı Kerim’den ayetler, beyitler, rumiler, palmetler, şemseler,
salbekler, bitkisel ve figüratif bezemeler ile çeşitli armalar görülür. Osmanlı yatağanları üzerinde genellikle Fetih Suresi’nden
ayetler, Kelime-i Tevhid, “Cennet kılıçların gölgesindedir” “,
“Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç
yoktur” ibareleri ile Ashab-ı
Kehfin isimleri bir yüzde yer
alırken diğer yüzde usta, sahip adı ve tarih gibi ibareler
yer alır.
Türk Medeniyetinde
Kılıcın Yeri ve Önemi
Tarihin en eski çağlarından
beri Türklerin yaptıkları büyük
fetih hareketlerinde at yetiştirme ve madencilik önemli
etkili olan iki sanat dalıdır.
Türk, Çin ve Arap kaynaklarında Türklerin atalarının
demirci olduğundan bahsedilmektedir. Türklerle İranlıların
arasında eski devirlerde geçmiş
olan savaşları tasvir eden Firdevsi’nin Şehname’sinde Türk ordularının demirden, çelikten kurulmuş
bir ordu olduğu anlaşılmaktadır.
Türkler silahlar arasında en fazla kılıca itibar etmişler ve bunu kullanmaktaki maharetleriyle şöhret kazanmışlardır. Babür
Şah der ki: “Dilli topuz, topuz, küçük
topuz, ay balta ve baltadan biri isabet
ederse, ancak bir yere tesir eder. Halbuki kılıç isabet ederse baştan ayağa kadar keser. Bundan dolayı kılıç
bütün silahların başıdır.”
Kılıç Türk kavimlerinin toplumsal ve dinî yaşamlarında herhangi bir harp silahı olmaktan çok
daha önemli bir yere sahiptir. Kırgızların Manas
Destanı’nda demirci ustasına ‘Darkan’ diye seslenilmektedir. Manas demirci ustasına “Kılıcı yaptın
mı Darkan?”, “Kılıcı döktün mü Darkan?” diye sorar. Demirci, Manas’a kılıcı ve zırhı nasıl yaptığını,
yaparken neler çektiğini anlatır. Eğelenmesine elli
eğe dayanmamış, kırılmış; dövmesine balyozlar dayanmamış, dağılmış, keskin yüzünü zehirle tavlamış...
Manas’ın rakibi Alp Colay’ın kılıcı da destanda şöyle
tasvir edilir: “Yapmasına dayanamadan kırk usta helak oldu, eğelenmesinde kalın eğe dümdüz oldu, kömürü için sık sık orman kesildi, tavlanmasında temiz
pınarın suyu yetişmedi, kurudu...” Bunlar elbette ki
abartılı tasvirler olsa da, kılıca verilen değeri, gösterilen özeni ortaya koyması bakımından önemlidir.
Yemin Törenlerinde Kılıç
Osmanlılarda padişahın tahta çıkmasından sonra bir
hakimiyet göstergesi olarak yapılan kılıç alayı, padişahlığın ilanındaki başlıca törenlerdendir. Padişahların
Saltanat makamına oturmaları üzerine Hükümdarlık
alameti olarak kılıç kuşanmaları bir kısım İslam Devletleri’nde olduğu gibi Osmanlılarda da kanun olduğundan bu adet ve anane saltanatlarının sonuna kadar
devam etmiştir.
Osmanlılardaki kılıç kuşanma usulü, protokol ve hiyerarşik düzen içerisinde, çok önemli bir biçimde yapılması açısından kralların taç giyme merasimine denktir.
Tahta çıkan padişah, biat (bir hükümdarın hükümetini
kabul ve tasdik etme) merasimini takip eden iki ile yedi
gün içinde, bir sabah namazından sonra atına binerek,
saraydan çıkar; çoğu zaman saltanat kayığı ile, deniz
yolundan, Eyüp’e, Ebu Eyyub el-Ensari’nin türbesine gider, orada kılıç kuşanır, sonra atalarının türbelerini ziyaret eder, saraya dönerdi.
Padişah, Eyüb’e deniz yolu ile gitmiş ise saraya karadan; kara yolu ile gitmiş ise (karaların ve denizlerin
hakimiyetinin sembolü olarak) denizden dönerdi. Bu
törenlerde padişah adına basılan yeni paraların saçılması, kurbanlar kesilip, yoksullara dağıtılması adetti.
Bu tören iki aşamalı olup birinci aşaması, törenin yapıldığı yere kadar gidiş ve gelişi içerir ve ‘kılıç alayı’
denilirdi. Diğeri ise mukaddes olarak kabul edilen Hz.
Peygamber’e, dört halife ve sahabelere ait kılıçlardan
birinin veya ikisinin kuşanılmasıdır ki buna da ‘kılıç kuşanma’ (Taklid-i Seyf) denilirdi.
Osmanlı Devleti’nde ilk defa kılıç kuşanan, daha doğru
bir deyimle kılıç alayını hükümdarlık şiarları arasına alan
Yıldırım Beyazid’dir (1389-1402). Kaynaklarda açıklanan
Kanuni’ye ait bir yatagan
78
III. Mustafa’ya ait zırh takımı
Topkapı Sarayı’ndaki Osmanlı Padişah Kılıçları / Hilmi Aydın
ilk kılıç alayı 1421’de II. Murad’ın
(1421-1444/1445-1451)
cülusunu
takip eden günlerde Edirne’de Eski
Cami’de yapılmıştır. Geleneklerde
kılıç alayının gerçek yapıcısı Fatih
Sultan Mehmed (1444-1445/14511481) olarak görülür. Son kılıç alayı
ise 1918 Ağustosunda VI. Mehmed
(Vahdeddin)’in (1918/1922) ilk tahta
çıkışı münasebeti ile yapılmıştır. Bir
kılıç alayına dair D’ohsson’un (Tableau general de I’Empire Ottoman, Paris 1791) intibaları şöyledir; “Sabahleyin askerler sarayın birinci avlusunda
toplanırlar, mevkib (bir büyüğün yanında yavaş yürüyerek giden atlı ve
yayaların hepsi, alay) teşkil edilir,
devlet ricali önden gider; bunların
arkasında Sadr-ı azam ile Şeyhü’l-İslam yürür, daha sonra saray mensupları yürürler; evvela otuz iki yedek
at mükemmel takımlarıyla geçerler;
bunların on ikisinin üzerinde altın ve
mücevheratla müzeyyen kalkanlar
vardır. Bu alayda iki ağa dikkati çeker; ikisinin elinde padişahın kıymetli sorguçlarla müzeyyen birer sarığı
(kavuğu) vardır. Bunları münavebe ile
halka doğru eğdirirler; ahali de bu verilen selamlara karşı mukabelede bulunmaya dikkat eder. Üçüncü bir ağa
gümüşle İşlenmiş ve gümüş levhalarla kaplı padişaha mahsus bir iskemle
taşır; padişah ata binerken ve inerken
bu iskemleye basar, kozbekçisi denilen diğer bir ağa bir asanın ucuna
takılmış mücevherli bir ibrik taşır ve
bu, padişah istimaline (kullanımına)
mahsus suyu havidir. Bu alay, resmi
üniformalı yeniçerilerden müteşekkil
iki sıranın arasından derin bir sükut
içinde geçer, padişah yalnız saf teşkil etmiş olan askerlere selam verir.
Sağ elini göğsünde tutar ve başını,
daha doğrusu gözlerini hafifçe sağa
sola çevirir; yeniçerilerin mukabelesi
başlarını omuzlarına doğru eğmekle
olur. Yeniçerilerin başlarında beyaz
börk, ayaklarında geniş mavi şalvar
ve kırmızı pabuç vardır. II. Mehmed’in
camiine gelince padişah attan iner ve
büyük ceddinin türbesine girer dua
eder, sonra hareket ile Eyyub’a gider-
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
hale gelen kılıçların kabzası, kını ve
diğer aksamları değiştirilerek bu kılıçlar kullanılmaya uzun süre devam
edilmiştir. Hediye eşya olarak da kıymetli olan kılıç yatağan ve hançerlerin kabzaları ve kınları genellikle altın, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi
paftalarla süslü olurdu. Çok süslü
olanları merasim ve kabul günlerinde kullanılırdı.”
Genç Osman’ı tasvir eden bir minyatür
di. Türbede duadan sonra padişaha,
nakibü’l-eşraf, sadr-ı azam, yeniçeri
ağası ve silahtar tarafından muavenet görmek suretiyle Şeyhü’l-İslam
kılıç kuşatır, aynı zamanda caminin
dış duvarları haricinde elli adet kurban kesilir.”
Tarih boyunca hükümdarlar birbirlerine ve muzaffer komutanlarına şeref
sembolü olarak kılıç hediye etmişlerdir. Serdar-ı Ekrem tayin olunan şahıs,
büyük bir alay ile Otağ-ı Hümayun’a
gider. Burada padişah Serdar’ın beline murassa veya kıymettar kılıç bağlardı. Savaşta mağlup olan düşmanın
kılıcı boynuna asılırdı. Tarihçi Naima
1601 senesinde Karayazın İsyanı’nı
bastırmakla görevli Hasan Paşa’nın
asiler tarafından öldürüldükten sonra; paşanın parasının kalkan ile, çuha,
ipekli ve diğer kumaşların kılıç ile
ölçülüp paylaşıldığını yazmaktadır.
Bütün bu örneklerden de anlaşılacağı gibi kılıç Türklerin hayatında
ve inançlarında daima yer almıştır.
Dualarla kılıçlar hep yan yana içiçe
olmuşlardır. Kılıç hiçbir zaman bir
defa kullanılıp daha sonra atılan bir
obje olmamıştır. Kullanılmayacak
Fatih Sultan Mehmed’in 19 yaşında tahta ikinci defa geçtiği ‘cülûs’
merasiminde: “Ben ki emir-i a’zam
Sultan Murad Bey’in oğlu, padişah-ı
muazzam Sultan Mehmed Bey’im...
Yeri ve göğü yaradan namına, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) namına, kuşandığım kılıç aşkına yemin
ederim ki...” ve Galata Hıristiyanlarına verdiği ahitnamede kılıca yemin
ettiği görülmektedir: “Ben ki emir-i
azam Sultan Murat Beğin oğlu padişah-ı muazzam ve emir-i azam Sultan Mehmet Beğim, Halik-ı arz ve
âsuman namına, büyük peygamberimiz Muhammed (s.a.v) namına biz
Müslümanların mu’tekid (inanan, bir
şeye inanmış olan, inanç sahibi, dinine bağlı) olduğumuz seb-al mesani
namına, büyük babamın ve babamın
ruhuna, oğullarımın namına, kuşandığım kılıç aşkına yemin ederim ki...”
ifadeleri de Osmanlı’da kılıca verilen
önemi göstermektedir.
Aşık Paşazade de tarihinde şöyle bir
vaka anlatılır: Şeyh Edebali, Osman
Gazi’nin rüyasını tabir ederek padişahlığı kendisine ve nesline müjdeledi. Yanında şeyhin Kumral Dede
denilen bir müridi vardı. O derviş,
“Ey Osman, sana padişahlık verildi.
Bize dahi şükrane” dedi. Osman Gazi:
“Her ne vakit padişah olayım sana bir
şehir vereyim” dedi. Derviş bunu ispat edecek bir belge isteyince Osman
Gazi: “Atamdan bir kılıç hatıra olarak
kalmıştır. Sende nişan olarak dursun.
Allah Teala bana padişahlığı nasip
ederse benim neslimden olanlar o
kılıcı görsünler ve köyünü almasınlar” diyerek kılıcı senet (belge) yerine
vermiştir.
79
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Topkapı Sarayı’ndaki Osmanlı Padişah Kılıçları / Hilmi Aydın
Türk Kılıcının Bazı Teknik
Özellikleri
Türk kılıcı diğer dünya kılıçlarında
görülmeyen bir mekaniğe sahiptir.
Ayrıca bu kılıcı kullanmak çok yüksek bir maharet ve bilgi ister. Türk
kılıcının esas formu hafif eğri olmasıdır. Özellikleri itibariyle
düz bir forma ve fazlaca
ağırlığa sahip olan
nakkaş, kuyumcu ve kılıç ustaları işbirliği içerisinde çalışmışlardır. Hacı
Sungur, Mehmed Seyyid Bayram,
Zülfikâr Zeki Mehmed, Hayreddin
vb.’leri eşsiz Türk kılıçlarını imal eden
ustalardan birkaçıdır. Bunların kılıca verdikleri form, demire verdikleri su, Türk kılıcını şaheser yapmıştır.
Osmanlı Türk kılıçlarındaki süslemelerde sarayın geleneksel uygulaması hakimdir.
Topkapı Hançeri
Orta Çağ
kılıçlarında kol kuvveti ve darbe etkisi gibi fiziksel özellikler önem kazanırken, eğri ve hafif
olan Türk kılıçlarında bileğin rahatça
hareketi önem kazanmıştır. Bu sebeple Türk kılıçlarında kütle, boy ve
eğrilik arasındaki oranlar daima göz
önüne alınmıştır. XVIII. yüzyılda Türk
askeri kıyafetleri hakkında eser yazmış olan bir İngiliz diyor ki: “Düz bir
alet-i cariha yalnızca dürtmek ve tazyik neticesi ile tesirli olur. Bunun tesiri isabet ettiği yerle sınırlıdır. Halbuki
eğri olan bir alet-i cariha ise ağzını
geri çekerken de tesirini gösterir, kolun kuvvet ve gayreti ile kayar, hareket tesiri daha uzun olur.”
Kılıçlar Üzerinde Görülen
Süslemeler
Osmanlı Devleti’nde kılıç ustaları
ehl-i hiref arasında kabul edilmektedir. Saray atölyelerinde çalışan ve
Osmanlı merkez ordusunun ihtiyacına cevap veren tüm (ehl-i hiref) ustaların sayısı iki bini bulmakta idi. Türkler silahlarındaki maddî güce paralel
olarak süslemenin de gelişmesini
arzu etmişler ve bunda da başarılı
olmuşlardır. Hazine defterlerinden
birinde «Şeyh hattı ile ayeti kerime
yazılı kılıç» kaydına rastlanıyor. Bu
kayıt bize gösteriyor ki, bu kılıçların
yapılmasında devrin meşhur hattat,
80
di, ruhi ve sosyal olmak üzere değişik
gereksinimleri olduğu bir gerçektir.
Müslüman Türkler bu ihtiyaçlarının
hepsine daima güzellik fikri ve duygusu ile yaklaşmışlardır. Giydikleri
çoraptan kullandıkları silaha kadar
her şeyde bu güzelliği aramışlardır.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki,
tarih boyunca aslında bir savaş aleti
olan kılıcın Türk sanatındaki yeri ve
önemi diğer sanat eserlerinden farklı
olmamıştır.
Süslemelerde ana hattı kuyumculuk oluşturur.
Süslemeler altın, gümüş, demir vs.
madenler ve fildişi üzerinde oymacılık ve kakmacılık şeklinde kendini
gösterir. Bu şekilde yapılmış bir kılıcın esas dekorasyonu yazıdır. Değişik kılıçlarda çeşitli yazı örnekleri
görülürse de bu yazıların içerisinde
en çok nesih yazı görülür. Kılıçların özellikle taban kısımlarında kılıcı imal eden ustanın adı, padişahın
tuğrası, Kur’an-ı Kerim’den ayetler,
hadisler, dualar, şecereler, manzum
parçalar yer alır. Bütün bu süslemeler ve yazı örneklerinin çelik üzerinde
yer alması için; oyma, kakma, telkari,
savat teknikleri kullanılmıştır.
15-16 ve 17. yüzyıllara ait eserlerde
dönemin süslemesine uygun olarak
rumi motifler bolca kullanılmıştır.
Lale, yaprak, kıvrık dallar kabza ve
balçak üzerindeki diğer motiflerdir.
Kınların üzerlerinde de bolca süsleme ve değerli taşlar görülür. Kılıçlar,
üzerlerindeki yazılarıyla sahiplerinin
ruh halini de bizlere anlatmaktadır.
Topkapı Sarayı Silah Seksiyonundaki 1/11037 envanter numaralı kılıcın
üzerine nakşedilmiş olan şu beyit bu
durumu açıklamaktadır: “Ey gönül bir
can içün her cana minnet eyleme /
İzzet-i dünya içün Sultana minnet eyleme.” İnsanların yaşamlarında mad-
Yavuz Sultan Selim’in hançeri
Bir geleneği
yaşatan iki usta:
Semih İrteş,
Mamure Öz
Söyleşenler:
Betül EREN, Esra ERKAL
Fotoğraflar:
Gültekin KARAKAŞ, Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi Arşivi
“
Tezhip sanatını, cami tezyinatlarını ve
restorasyon faaliyetlerini konuşmak üzere
Osmanlı Nakkaşhane geleneğini yaşatan
iki ustayla; Semih İrteş Bey ve Mamure Öz
Hanımefendiyle, Nakkaş Tezyini Sanatları
Merkezi’nde buluştuk. Mimar Sinan’ın son
eseri Valide-i Atik Külliyesi Tekke binasına
girdiğimizde bambaşka bir âlemin
kapıları bize açılmıştı sanki. Şakayıkların
ve lalelerin üzerine düşen çiçek açmış
ağaç gölgeleri, birbirine karışan, insanı
mest eden kokular, duvarlardaki levhalar
söyleşiden önce mekânla ilgili merakımızı
iyice artırdı. Bu bambaşka atmosferiyle
nakkaşhane, samimiyetle Sinan’ın
duvarına komşu bir odada ağırladı bizi.
Semih Bey ve Mamure Hanım’ın aynı
samimiyetteki paylaşımları, sohbet bitip
ayrılma vakti geldiğinde ikimize de
çöken bir hüznü beraberinde getirdi.
Mekândan mı, hatıralardan mı, mazideki
nezih ruhu bulma çabasından mı bilinmez
bir daha buraya gelmek için bahaneler
bulmamız gerektiği konusunda hem
fikirdik. Gelenekli sanatlarımızın bugüne
aktarılmasında emeği geçen güzel
insanları hayırla ve saygıyla anarak…
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
Tezhip sanatına başladığınız yıllardan günümüze bu sanatın ülkemizdeki gelişiminden bahsedebilir
misiniz?
Semih İrteş: O yıllarda toplumumuzda bu konulara ilgi yoktu. Toplum
kendi medeniyetini, kendi sanatını
tam olarak bilmiyordu. Bu sanatla
ilgili bilgiler ancak belirli zümreler
tarafından biliniyordu. Birinci hedef
şuydu; topluma bu sanatı tanıtmak.
Dolayısıyla bu işin arz-talep meselesini oluşturmak gerekiyordu. Bununla ilgili meşaleyi ilk yakanlardan
biri hocamız merhum Süheyl Ünver
Bey’dir. Tezyini sanatlarla ilgili Topkapı Sarayı faaliyetleri başlamıştı.
Mimar Sinan’da geleneksel sanatlar
bölümü vardı. Cerrahpaşa’daki Tıp
Tarihi Deontoloji kürsüsünde hocanın atölyesi devam ediyordu.
Topkapı Sarayı’ndaki faaliyetler, özellikle tezhip sanatı için çok faydalı
olmuştur. Tezyini sanatlara gönül
vermiş hocaların bu konularla ilgili
çalışmaları, Uğur Derman Bey ve Çiçek Hanım gibi hocaların katıldıkları
sempozyumlar, verdikleri eğitimler,
Marmara akademideki başlangıçlar
derken yavaş yavaş bu sanatın tanınmasına yönelik bir ışık oluşmaya
başladı. Tabii bu ışığı halk da görmeliydi.
Tezhip sanatı, bir kitap süsleme sanatı fakat halkın kütüphanelerdeki
84
yazmaları, Kur’an-ı Kerim yazmalarını, içlerinde yer alan tezhipleri görmesi zordu. Dolayısıyla günümüz
hattatlarının yapmış olacakları levhalar ve bunların üzerine yapılacak
olan tezhip sanatı da kendisini 20.
yüzyılda levha süsleme sanatı olarak
göstermeye başladı. Bu levhalardan
en önemlileri; Esmaü’l-Hüsnalar, Hilye-i şerifler, Bismillahirrahmanirrahim, nazar ayetleri, kelime-i tevhid
ve bunlar gibi birtakım yazıların, tabiri caizse, piyasaya çıkmasıyla müzehhipler bunlar üzerine süslemelere
başladı.
1970’li yıllarda, o büyük gönül coşkusuyla Süheyl Bey’e gittiğimiz zamanlar, böyle büyük hat siparişleri alıp
levhalar falan yapmıyorduk. Yoktu ki
zaten. Bir-iki kişi vardı. Ya da belli bir
noktaya geleceksin de ondan sonra
seni bulacaklardı.
O konuda virtüözler vardı, kimler
vardı? Rikkat Hanım, Muhsin Bey
vardı. Bunlar 20. yy tezhip sanatının
levha süsleme sanatıyla ilgili ilk kişileri denebilir. Şunun da altını çizelim;
levha süslemesi 20. yy da mı başladı?
Hayır tabii ki değil, 17. yüzyılda da
vardı. Esas 20. yy tezhip sanatı, levha
süslemesiyle kendisini gösterdi.
Topkapı Sarayı faaliyetlerinden sonra bazı atölyeler kurulmaya başlandı.
İstanbul’da, 1940’lardan sonra, 20.
yy’da kurulmuş ilk resmi özel atölye
Mamure Hanım’la kurmuş olduğumuz Sema Nakışhanesi’dir.
1970’lerde Sema Nakışhanesi’nin
yerinde ufacık bir atölyem vardı. Süheyl Hocamız, o zaman orayı ziyaret
ettiklerinde “Bugün İstanbul’da bu
atölyeden başka süsleme sanatıyla
uğraşan atölye yok” demişlerdi.
Sema Nakışhanesi, profesyonelce
levhalar yapıyordu. 1990’lı yıllara
kadar tezhip ve hatla ilgili sergiler
üç-beş senede bir yapılırdı. 1991’de
Sema Nakışhanesi’ni açtık ve faaliyetlerimiz sergilerle başladı. Her
sene 7-8 tane sergi yaptık. Bunlardan üç tanesi çok profesyonelceydi
ve bu konularla ilgili kişiler ilgi gösteriyordu. Derken işte arz-talep böyle başladı. Halk kendi sanatını, kendi
özgün tezyinatını görünce talepler
gelmeye başladı. Biz taleplere yetişmeye çalıştık. Bu arada bizim eğitim
faaliyetlerimiz de devam ediyordu.
Eğitim faaliyetleri, talepler derken
çok yoğun bir on sene geçti.
Sizin tezyinata ilginiz nasıl başladı?
Semih İrteş: Ben nakkaş bir babanın
oğlu olarak dünyaya geldim. Bizim
genlerde nakkaşlık olabilir. Kalemkâr
olarak çalışmalar, babamın peşinden
gitmeler, belirli noktalarda iskeleye
çıkmalar küçük yaşlarda başladı. Esas
tezyinatı tanımam, onun derinliklerine inebilmem, çok farklı teknikleri,
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
üslupları ve tezhip sanatını öğrenmem Süheyl Ünver Bey ile başladı.
Mamure Öz: Semih Bey benden iki
yıl önce Süheyl Hoca’yla çalışmaya
başladı. Kendisinin de dediği gibi
onun aileden de gelen bir aşinalığı
vardı. Ben hiç bilmiyordum, tesadüfen başladım. Yakın çevremde bu
sanata ilgisi olan hiç kimse yoktu. O
yıllarda yakın çevreme tezhibi anlatmakta çok zorlandım. Bu işin geniş
kitlelere duyurulmasında Süheyl Hoca’nın o atölyesinin çok büyük önemi
var. Çok çaba sarf ettik bu işi tanıtmak
için, bu konuda yapılan sergileri biz
açtık. Hattatların yazdığı yazıyı Cumhuriyet sonrası süsleyen ya iki ya da
üç müzehhip vardı. Bir hattatın yazdığı yazıya göre yeni tasarımlar yapmak, bugünün koşullarında geçmiş
yüzyıllardan feyz alarak, yapılan kompozisyonlarla eser üretmek zordu.
91 yılında Sema Nakışhanesi’ni açınca gerçekten de Türkiye’de ilk defa
eski nakışhane sisteminde bir nakışhane meydana geldi. Tabii biz bu
konularla ilgili alt yapıyı, bugünkü birikimimizin tamamını Süheyl Hoca’ya
borçluyuz. O bize kapısını açmasaydı, bize yol göstermeseydi bunlar
mümkün olmayabilirdi. Süheyl Hoca’yla birlikte ders veren diğer hocalarımız Melek Antel, Azade Akar,
Cahide Keskiner hocalarımızdan çok
feyiz aldık. Bugünkü geldiğimiz yerde onların çok büyük katkıları var. Allah onlardan razı olsun.
Semih İrteş: Hocanın Cerrahpaşa
Enstitüsü Nakkaşhanesi bambaşkaydı. Orada sadece tezhip öğrenilmez,
tezyinatın aleminden tabanındaki
döşemesine kadar her türlü çalışmanın örneklerini görebilirdiniz. Hoca
ömrü boyunca bu konularla ilgili bize
şunu söylemiştir: “Şifahi olmayın, konuşulanları mutlaka not edin, yazın.
Bunları tasnif edin, belgeleyin, sonuç
itibariyle sizde bir arşiv oluşur.”
Süheyl Hoca 1898 doğumlu, 17 yaşında Medresetü’l-Hattatin’e (tezyini
sanatlarla, hat sanatıyla ilgili bir aka-
demi) gitmiş. “60000 tane yazmayı
karıştırdım” derdi. Yani bir güne falan
vursanız insan ömrünün büyük bir
kısmı geçer. Tabii o yazmaları karıştırırken onlardan notlar almış. Hocanın bugün en azından 1500-2000
tane defteri var. Bütün tezyini sanatlar, folklor, mimari gibi medeniyetin
her türlü konusuyla ilgili defterler
yapmış. Böyle birtakım deftercikler yahut eline geçirdiği deftercikler
üzerine hep not almış, bu defterle-
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
hırpalamadan hayatını geçiriyordu.
Bu açıdan çok önemli bir örnekti
bize. Bedenine eziyet edecek şeyler
yapmıyordu, yemesi düzenli, uykusu
düzenli, her şeyi düzenliydi. Böyle
davranmamız gerektiği şeklinde bize
telkinlerde bulunuyordu. Trafikte nasıl olacağız, günlük hayatımızda nasıl
olacağız, insanoğlunun hangi süreçlerden geçtiğini biz Süheyl Hoca’dan
öğrendik. Doğru düzgün, adam gibi
adam olmayı da gerçekten Süheyl
Hoca’dan öğrendik.
Belki günlük karmaşa içinde fark etmeyeceğimiz şeyleri gösterdi. Kendi
özelliklerimizi ortaya çıkarmayı öğretti. Bilmediğimiz yönlerimizi keşfetmeyi öğretti. Sadece bana değil,
bütün öğrencilerine, öğrenmek isteyen herkese böyle bir faydası oldu.
Benliğimizi tanımamıza yardımcı
oldu. Ben eğer hocamızı tanımasaydım hayatım bambaşka olabilirdi.
Hocanın her hafta bize anlattıklarıyla, genelde herkese anlattıklarıyla,
ben hayatımı başka şekilde tezyin
ettim. Bu konuda hocaya ne kadar
şükran duysam azdır. Hocadan Allah
razı olsun. Müthiş bir insandı.
re zaman içerisinde ilaveler koymuş.
Hacimleri büyüdükçe daha büyük
dosyalara koymuş, büyük klasörlere
dönüşmüş, ömrü boyunca hep not
etmiş, yazmış, resimlemiş. İnsan hayatı belli bir süre fakat o kadar dolu
dolu bir hayat yaşamış ki 2000’in
üzerinde makale ve kitabı var 20000
sayfa yazı yazmış hoca.
Mamure Öz: Bütün bu yaptıkları çok
çok önemli ama benim için önemli
olan başka bir şey daha var. Süheyl
Hoca mükemmel bir insan örneğiydi. Bir kere bir insan olarak çok güzel
yaşıyor, kendine emanet olan bedeni
Semih İrteş: Geçmiş, günümüz ve
gelecek arasında çok önemli köprüler kurmuş bir insandı. Bize geçmişteki sanatlarla, zanaatlarla ilgili
bildiklerini anlatan sadece Süheyl
Bey değildi, onunla birlikte başka
insanlar da vardı. Ama Süheyl Hoca
yaşadığı dönemin en üst düzeyinde
bir insandı. Bakın, sanatkâr yetişebilir, usta çırak ilişkilerinde bir noktaya
gelinebilir ama bugün hala terminolojik sıkıntılarımız var. Yani mesela;
Rumi motifin nereden geldiği, çiçek mi hayvan mı olduğu, hatayinin
ne olduğu gibi konularda oturmuş
şeyler yok, isimlerde yanlışlıklar var.
Hoca bunları derleyip toplayarak o
boşlukları da dolduruyordu.
Mamure Öz: Günümüzde kullandığımız birçok motifin isim babasıdır
Süheyl Hoca. Yaşadığı dönemin hezarfeniydi.
85
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
O atmosferin içinde yetişmiş olmak, muhterem hocalarla tâlim
yapmış olmak da çok kıymetli bir
şey herhalde değil mi? Buraya
nakkaşhaneye girdiğimizde bile
insan başka bir dünyada buluyor
kendini. Başka bir âleme geçiyor
gibi…
Yeni Camii Hünkar Kasrı Başoda Kubbesi
Semih İrteş: Çok güzel söylediniz.
Mazideki işleri yaparken mazinin
malzemesi, mazinin görsellikleri içerisinde bunu yapıyor olmamız bizim
farklılığımız herhalde. Bir de tabii
buranın başka bir ruhaniyeti var.
Burası bir tekke binasıymış. Eskiden
tekke binalarında sadece dini eğitim
verilmiyor, bunun haricinde birçok
sanatsal faaliyetler yapılıyordu. Özellikle hat, tezhip, ahşap oymacılık gibi
birçok sanatla uğraşılıyordu, tabii o
anlamda bir maneviyatı var buranın.
Sema Nakışhanesi’nden sonra
burada (Nakkaş Tezyini Sanatlar
Merkezi’nde) çalışmalarınızı sürdürmeye başladınız değil mi?
Semih İrteş: Topkapı Sarayı faaliyetlerinden sonra, Sema Nakışhanesi
kalfalığımızın en iyi noktaya geldiği
bir yer. Bizim toplumla bu işleri paylaştığımız devre, 90’la 2000’li yıllar
ve sonrası. Bu kadar harmanlamadan sonra burasını (Nakkaş Tezyini
Sanatlar Merkezi) Allahu Teâla bize
nasip etti. Her şey nasiple mutlaka
ama böyle bir yer bizim için bir lütuf.
Böyle bir yeri, nakkaşhane görgüsü
içerisinde devam ettirebilelim diye
Allah bize burayı lütfetti diye düşünüyorum. İşte böyle bir mekân içerisinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Nakkaşhane dediğimiz zaman tabii
ki içinde nakış yapılan tezhip yapılan
yer ama nakkaşhanenin bir çalışma
üslubu var, geçmişteki üslup neyse,
çalışma yöntemi neyse biz de aynı
yöntemi kullanarak çalışıyoruz.
Nakkaşhaneye ve nakkaşhane üslubuna geçmeden önce nakkaş
deyince ne anlamalıyız? Bir nakkaş
neler yapar?
86
Semih İrteş: Günümüzde geleneksel sanatlarla ilgili unvanlarda yanlış
kullanımlar var. Bugün kalemkârlara,
kalem işiyle uğraşanlara, yani mimari
süslemenin sıva üstü nakışlarını yapan kişilere de nakkaş deniyor. Evet,
16. yüzyılda da bu işi yapan kişiler
için nakkaş kelimesi kullanılıyor. Fakat daha sonraki yıllarda bunlara kalemkâr deniyor. Peki, aslında nakkaş
kimdir? Nakkaş, bir mekânda yapılacak olan tezyinatın öncesinde projesini yapan hazırlayan ve bu projeyi
tatbik eden kişidir.
Tasarımcı diyebilir miyiz?
Semih İrteş: Tabii, kelimenin tam
anlamıyla tasarımcıdır. Tezyini nakışların kompozisyonlarını hazırlayan
ve bunu çok farklı yönlerde hazırlayan kişidir. Sadece cami, saray benzeri mimarinin içindeki sıva üstüne
yapılacak olan nakışları değil; orada
çininin üzerine yapılacak olan tezyinatın, madene ya da ahşaba yapılacak tezyinatın yapılmadan önce nakkaşlar tarafından kompozisyonları ve
projeleri hazırlanır. Osmanlı’da zaten
nakkaşhane vardır. Nakkaşhanede
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Semih İrteş: Belki o büyük destekler çok da büyük destekler değil. O
günün koşullarına göre insanların
talepleri çok fazla değil. Şimdi öyle
mi? Kapıdan çıkıyorsun, biraz yol
gidiyorsun; para harcıyorsun. O zamanlar günlük ihtiyaçlar daha sınırlı.
Mesela 16. yüzyılın büyük nakkaşlarından Kara Memi, günde 25,5 akçe
alıyor. 25,5 akçeyi bugünün parasına
çevirirsen en fazla 150 lira falan yapar. Çok büyük bir para değil. Bunu
şöyle değerlendirmek lazım: Bugün
sen 150 liraya neler alabilirsin? O zaman 150 liraya neler alabiliyordun?
Bu şekilde kıyaslayıp bir oran kurmak
lâzım.
Mamure Öz: Bu mekânda işimizi icra etmemiz çok çok önemli bir
şey. Ama benim için bu mekânda bu
işlerin icra edilmesi de mekân için
çok önemli bir şey. Burası başka bir
amaçla da kullanılabilirdi. Ben buraya ilk geldiğimde korktum burası
nasıl adam olacak diye. Mümkün değil diye düşündüm. Ama Semih Bey
mimar olduğu için nasıl yapabileceğini ilk anda kestirdi. Bir buçuk sene
sonra burası yola girmişti. Gerçekten
binanın da şansı diyelim. Bizim daha
büyük şansımız tabii.
bir baş nakkaş vardır veyahut kompozitörler vardır. Bunun yanı sıra da
müzehhipler vardır, müzehhipler de
kendi tasarımlarını kendileri yapabilirler.
Nakkaşhane üslubu nedir?
Semih İrteş: O üslup birinci derecede bir siparişin verilmesi. Daha
önceden siparişi veren sultan. Yahut
sultana birtakım şeyler sunuluyor.
Kur’an-ı Kerim, dini kitaplar, dua kitaplarının yanı sıra sanat kitapları da
devrin ilim âlimleri tarafından hazırlanıyor ve hattatlar bunu yazıyor.
Müzehhipler de onun baş sayfasını
tezhipliyorlar veya içine süslemeler
yapıyorlar.
Mamure Öz: Devlet sanatı olduğu
için tamamıyla padişahın denetiminde, gözetiminde ve onun himayesinde oluyor. O günün sanatçıları
bugünkü sanatçılarla kesinlikle mukayese edilmez. Biz kendi çabamızla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. O
zaman devlet sanatı olarak kabul
edildiği için çok daha farklı değerlendiriliyor. Yani onların geçim kaygıları falan olmuyor. Çünkü padişah
tarafından destekleniyorlar.
Semih İrteş: Bu mekânlar, içindeki yaşamla varlığını devam ettiriyor.
Mesela biz burayı almadan önce burası bir ara depo olarak kullanılmış,
ondan önce yurtmuş, tinerciler odalara girmişler çıkmışlar, odalar simsiyah perişandı. Mimar Sinan’ın duvarı
üstünde sıvalar vardı. O kadar perişanlığına rağmen burası gözümüze
çok güzel göründü. Bir kere burası
Mimar Sinan eseri ve biz burayı atölye olarak kullanıyoruz. Sinan buralarda dolaşmış, belki Nurbanu Sultan
da gelmiş olabilir. Nurbanu Sultan’ın
kurmuş olduğu vakıf biliyorsunuz.
Çok mütevazı da olmamak lazım, karınca kararınca değil bugün gerçekten bir Osmanlı nakkaşhanesindeki
çalışma üslubunu biz burada sergiliyoruz. Çok yoğun eğitimler vermiyo87
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
cildiyle uğraşanlarla büyük bir işmiş.
Biz burada sadece tezhip sanatı yani
süsleme sanatıyla uğraşıyoruz. Bugün levha süslemeciliği olarak bunu
devam ettiriyoruz. Bir de mimari süslememiz var. Eski eserlerin restorasyonu ve yeni yapılan camilerin nakışlarıyla uğraşıyoruz.
Buranın sizin için yürüttüğü en
önemli vazife nedir? Öğrenci yetiştirmek mi, bir sanat icra ediyor
olmak mı, bir tasarım merkezi olması mı?
Mamure Öz: Nakışhane kelimesi
bize en uygun kelime.
ruz. Her tarafta ebru teknelerinin kurulduğu, tezhiplerin yapıldığı bir sürü
yer var. Biz burada daha ağır, 20-25
kişilik bir talebe grubuyla çalışıyoruz.
Burada insanların iyi bir şekilde yetişmesini sağlayacak bir düzen var. Tezhip sanatıyla ilgili projelerin, tasarımların, yüzlerce levhanın hazırlanması
buradaki baş nakkaşa ait. Tezhip konusuyla Mamure Hanım ilgileniyor,
ben mimari konularla ilgileniyorum.
Mamure Hanım tezhiple ilgili ta88
sarımları yapıp renklerini ayarlıyor.
Sonra 15-20 senedir veya 3-5 senedir yetiştirdiğimiz kişilerle usta-çırak
ilişkisi devam ediyor. Kimisi yaldızını, altınını boyuyor, kimisi kontur
çekiyor, kimisi rengini koyuyor. Bir
nakkaşhane çalışma üslubu budur.
Usta-çırak olarak bir işe başlayıp çalışmayı tamamlama olayıdır. Tabii eskiden uğraşılan şey kitap olduğu için
kâğıdıyla, boyasıyla onun yazısını yazan hattatlarıyla, konuyu yazanlarla,
Semih İrteş: Biz burada iki tezyini
malzemeyi bir arada götürüyoruz.
Biri mimari, diğeri kitap süsleme
sanatı. Her ikisini de profesyonelce icra ediyoruz. Bu konularla ilgili
mimaride de adamlar yetiştiriyoruz
ama masa başında değil. Bizzat gidip inşaatın içinde, mimarinin içinde
yetişiyorlar yani meşk usulü. Usta-çırak ilişkisiyle bir noktaya geliyorlar,
öyle eğitim alıyorlar. Tezhip sanatı
için de aynı şey geçerli. Medeniyetimizdeki izleri aynı zamanda çok iyi
takip ediyoruz. Mesela benim, tarihi
tezyinatla ilgili 30 senedir birikimim
var eski eserlerle ilgili farklı yerlerde rölöveler yapmışım, bu rölöveleri
tasnif etmişim, dosyalar haline getirmişim, belirli noktalara getirmişim.
Bunlar inşallah yayına girecek, ne
zaman kısmet olacak bilemiyorum.
Tezhip sanatıyla alakalı da yine aynı.
Mamure Hanım tezhip sanatıyla ilgili
yepyeni tasarımlar yapıyor. Elimizde
binlerce tezhip örneği var. Ama biz
demiyoruz ki bunlardan birini seçip
onu yapalım. Tekrar yeni kompozisyonlar yapıyoruz.
Mamure Öz: O binlerce örnek, kopya falan değil. Hepsi yeni tasarım.
Aynı şeyi başka şeyde kullanmam. Bir
örneği çok sevsem de ona başka ilaveler ya da eksiltmeler yaparım. Çok
üretince zaten ister istemez farklı olmak durumundasınız. İnsanın kendini tekrarlaması tatsız bir durum. Hem
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
eğitimdeki hem uygulamadaki sistemleri biz geliştirdik.
Hiç kimse bize “Bunun böyle olması gerekiyor, böyle yapın” demedi.
Semih İrteş: Buranın benim için önem arz eden başka bir
yanı daha var. Babamızdan gelen tezyini sanatlarla ilgili
çalışmalarımızı iki erkek kardeşimle beraber götürüyoruz.
Biz babadan bu işi devralmış ikinci kuşağız. Bizim çocuklarımızın da bu işi üçüncü kuşak olarak devam ettirmesi işin
keyifli tarafı. Mesela benim kızım tezhip sanatıyla uğraşıyor. Onun hocası Mamure Hanım’dır. Oğlum mimari tezyinatla uğraşıyor. Kardeşlerimin çocukları da bu konuyla
yakından ilişkililer. Yani biz burada bir taraftan aile sanatını geleceğe taşımaya da çalışıyoruz.
Nakkaşhanedeki öğrenci profiliniz nasıl? Öğrenciler
haftada kaç gün geliyorlar?
Mamure Öz: Hafta arası olduğu için ev hanımları geliyor
çoğunlukla. Öğrencilerimizin tamamı hanım. Erkek öğrenci de alıyoruz ama gelmiyorlar ki. (gülüşmeler)
Aslında buraya ilk başladığımız zaman cumartesi günleri
Topkapı Sarayı eğitimleri devam ediyordu. Biz ikimiz de
öğretim görevlisiydik. Onun için burada cumartesi günleri hiç başlamadık. Eğer hafta sonu da olsaydı belki erkek
öğrenciler gelirdi. Hafta içi çalıştıkları için belki gelemiyorlar. Öğrencilerimiz arasında bu sanatı profesyonelce icra
edenler de var, hobi amaçlı gelenler de. Haftada 4 ayrı
kur var. Bir kur; haftada 1 gün, üç saat. Bize 20 senedir
gelen öğrenciler var. Artık gelmesine gerek yok ama buraya gelmeyi itici bir güç olarak görüyor. Motive oluyor
belki. 2008 yılında buraya yani Nakkaş Tezyini Sanatlar
Merkezi’ne taşındık. Topkapı Sarayı’ndaki öğrencilerimizden buraya devam edenler de var. Fatih’teki atölyemizde
başlayıp burada devam edenler de var. Sergilerimiz oluyor. Buraya taşındıktan sonra sergilerimizi burada açmaya
başladık. Öğrencilerin çalışmalarını da sergiliyoruz.
Ahmet Hamdi Akseki Camii, Ankara
Şakirin Camii, Karacaahmet
Yakınlarda bir sergi olacak mı?
Havaların güzelleşmesiyle birlikte revakların altında daimi
sergilerimiz oluyor.
Dini yapıların iç mekân tezyinatlarından bahsedebilir
misiniz? Sizin tezyinatını yaptığınızı bildiğimiz Mimar
Sinan ve Şakirin Camileri var? Başka hangi örnekleri
sayabiliriz?
Semih İrteş: En zoru eski eseri yaşatabilmektir. Eskiyi restore etmek zordur. Bugün zaten ülkemizde üsluplu, gelenekli mimariye uyan düzeyde binaların veyahut bugünün
mimarisine uygun binaların pek fazla olduğunu söyleyemeyiz. Ne geleneği tam olarak takip edebiliyoruz ne de
modern binalar yapabiliyoruz.
Mimar Sinan Camii, Ataşehir
89
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
90
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
Saymaya kalkarsak 5-10 tane ancak
modern bina çıkar. Şakirin Camii
bunlardan biri. Tabii o da yine klasikten, gelenekten hız almış, geçenlerde vefat eden ünlü bir ustanın,
Hüsrev Tayla’nın eseri. Geleneksel
mimariyi iyi bilen iyi bir ustanın yorumudur orası. İçerisiyle tezyinatıyla
da bir hanımefendi ilgilendi organizatör olarak. Mimarisinin getirdiği
çizgiler doğrultusunda biz de orada
farklı ama geleneğin yolunda bir yorum yaptık. Mimar Sinan Camii, klasik yapıların devamında günümüz
malzemesiyle yapılmış gelenekli bir
mimaridir. Günümüz malzemesi diyorum çünkü geçmişteki malzememiz bizim masif taş olarak yapılırdı.
Günümüzde ise betonarmeden yapılıyor. Betonarmenin taşıyıcı sistemleriyle, onların boyutlarıyla geçmişteki
şey aynı değil. En basit olarak şunu
söyleyeyim: Bu boyuttaki bir caminin içine girildiği zaman betonarmenin boyutları bellidir ama masif
bir mimaride 4-5 misli kalınlığında
bir mekândır. Dolayısıyla bu, gelenekle bugünkü malzeme arasında
çok önemli bir biçimsellik yaratıyor.
Eğer bu biçimi bilen usta mimarsa
ona göre onu organize ediyor. Dolayısıyla bizde 20. yüzyılda, 1960’dan
günümüze kadar yapılan mimaride
çok hata var.
Sizin üslubunuz için ne diyebiliriz?
Semih İrteş: Sıra dışı olarak adlandırılsa da, her camide farklı süsleme
yapıyor olsam da, gelenekten devam
eden çalışmalar diyebiliriz. Bu arada
bazı yeniler var tabii. Örneğin evvelsi sene açılan Ankara’daki Ahmet
Hamdi Akseki Camii gibi. Onun için
bir yorum diyebiliriz. Bu cami içindeki tezyinatı hem teknik olarak hem
de biçim olarak çok farklı bir şekilde yaptık. Klasik bir kubbe anlayışı
değil, çok farklı bir kubbe, tamamen
hüsnühatlarla yapılmış bir tezyinat
oldu.
2007’den beri Çeçenistan’da birçok
cami yapıldı. Onlar savaştan çıktıktan
sonra “medeniyetin merkezi camidir”
düsturuyla, o medeniyeti kurmak için
cami yapımıyla işe başladılar. Orada
da çok önemli çalışmalarımız var.
Bunlar tipik Osmanlı mimarisi üslubunda yapılan çalışmalardır. Son olarak yapılan bir cami var o da gene
bir yorum camisidir. Tezyinatı yine bizim tarafımızdan yapılmıştır. İçindeki
tezyinat bugüne kadar hiç uygulanmamış, hiçbir yerde yapılmamıştır.
Bütün iç projesini, sadece kalem işi
değil ya da ahşap işlemesi değil, onların haricinde mihrabı, minberi, halısı, kubbesinin tepesindeki alemine
kadar biz şekillendirdik. Çok güzel
bir eser oldu. Bunları yenilik olarak
sayabiliyorum.
Son 5-6 yıl içerisinde yaptığımız sıva
üstü nakışlar, ahşap üstüne yapılan
nakışlar var. Çok kıymetli çalışmalardır. Çok yoğun olmamakla beraber
yine de geçmişten günümüze kalmış
güzel örneklerini görüyoruz. İstanbul’da ya da Türkiye’de kalem işi ahşap üstü tekniğinin öncülüğünü ben
yapmışımdır hem isim olarak hem
de teknik olarak. Ama maalesef yurt
içinde çok fazla örneğim yok, yurtdışında daha çok. Çeçenistan’da çok
yoğun çalışmalarım var. Yeniler, yenilikler yapılacaktır mutlaka ama yeniliklerin yapılabilmesi için yeniliklere
cevap verebilecek, uyabilecek yeni
projelerin olması lazım. Bu konuyla
ilgili yetişmiş nakkaş olması lazım
ki projeye uygun tasarımlar yapsın,
yeni birtakım sistemler ortaya koysun. Maalesef o da zaten çok fazla
yok. Evet bu konuda çok şey söyleyebiliriz ama her şeyden önemlisi;
geçmişteki sanatımızı, geleneğimizi
bugün sağlıklı bir şekilde koruyup
gelecek kuşaklara restorasyon adı altında taşıyabilmemizdir.
Devlet, elindeki büyük müesseseleri
ihale yoluyla restorasyona çıkarıyor.
Dört yüz, beş yüz yıllık bir eseri korumak için, bugüne kadar gelmiş bu
eseri iyileştirmek için seçilen firmanın konuyla ilgili bir geçmişinin olması lazım.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Bu konuda yetişen insanlara gelirsek,
iki yıllık okullar var restorasyonla ilgili. Liseden sonra bu okulu bitiriyor,
restoratör unvanı alıyorlar. Bir restorasyon bu kadar kolay olabilir mi?
Tabanından tavanına kadar tamamen
her şeyi nakışlı bir bina düşünün, sadece sıva üstündeki kalem işi diye
adlandırdığımız şeyler değil bahsettiğim. Tabandaki halı, döşeme, mermer ya da tuğla, bütün kolonlarında
köşelerinde mukarnas diye adlandırdığımız noktalar, üzerine sıvanan
alçı kullanılan taş… Her şey tamamen
tezyinat ve bunların hepsi belirli bir
akort şeklinde yapılmış çalışmalar.
Şimdi buranın başına geçip: “Elimizde küfeki taşından yok, buraya
betonarme sıva yapalım” demek ne
kadar doğru olur? Eskiden kubbede
tuğlada, hafif, enterasan bir sıva olan
horasan kullanılırdı. “O yok, o zaman
biz bunu sıvayalım” demek ne kadar
doğru olur? Ya da “Kalem işinin altına
çimento sıvasını yaptıktan sonra kireç badanası çekip nakışları yapalım”
demek ne kadar doğru olur? Eskiden
badananın üstüne nakış yapmamışlar, ince perdahi diye adlandırdığımız
alçı taklidi bir sıva var, onun üzerine
nakış yapmışlar. Yani malzeme farklı, iş farklı, ruh farklı. Bütün süreçler
hepsi farklı.
Bugün ülkemizde bir sürü yerde
restorasyon var. Sadece Türkiye’nin
değil, Avrupa’nın da en önemli eserlerinden biri diyebileceğimiz Süleymaniye’nin kubbesinde bile Avrupa
kalemi olan nakışlar var. 19. yy’da
hasbelkader yabancı bir mimarın
İstanbul’da yaptığı tamiratlar içerisinde yer almış Süleymaniye Camii.
Bu mimar, bizim nakışların hepsini
kapatmış veya sıvalarını dökmüş, Avrupa işi bir süsleme tezyinatı yapmış.
Biz bugün “Efendim bunu koruyacağız, aman bu dökülmesin!” diye
feryat figan ediyoruz. Yani bizim sanat tarihçilerimizin, mimarlarımızın
olduğu bir heyet “Biz baroğu koruyalım, rokokoyu koruyalım” diyorlar.
91
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
Neyi koruyacaksın? Şunu söyleyeyim
bunların kötü niyetlerle yapılmadığını düşünüyorum. Artık bir sistemin
getirisi bu galiba. Ben kişileri, kurumları ya da insanları suçlamıyorum. Bu
Cumhuriyet devrinden bugüne kadar gelmiş sistemlerin neticesi. Bu
konularla ilgili bir sürü üstat konuşuyor feryat ediyor, ah vah ediyorlar
ama o ahlar vahlar bitmiyor.
Şimdi düşünün, şu duvarda veya
tavanda çok güzel bir nakış var 16.
yy’dan kalma ve zaman içerisinde
sıva yapılmış. Siz de o sıvayı sonradan kaldırıyor alttan hoop güzelliği
buluyorsunuz. Yani 400 senelik maziyi orda pırıl pırıl hale getiriyorsunuz.
Bunu sağlamlaştırmak lâzım. Hakikaten bu yıpranmış yorgun mekânları
canlı bir hale getirmek, daha doğrusu kuvvetlendirmek kolay değil. Her
bir detay için konunun uzmanı lâzım.
Geçmişe göre bugün daha çok imkânımız var, fen daha ilerde. Bu da
günümüzde daha iyi eserler verilemez mi sorusunu akla getiriyor.
Siz ne dersiniz?
Semih İrteş: Tam tersi, bunun teknoloji ve fenle hiç alakası yok. Biz
16. yüzyılda yaşamadığımız için, o
edeple, o terbiyeyle, o ruhla yaşamadığımız için o ruhu eserlere yansıtamıyoruz. Bütün olay bu aslında.
Yoksa geçmiştekiler o kıvrak fırçalarını kullanmak için fezadan inmediler.
Bugün teknoloji var, çeşit çeşit fırça
92
yapılıyor değil mi? Biz bu işe yeni
başladığımız zaman sıfır numara
fırça en ince fırçaydı. Şimdi 10 sıfırlı
fırçalar var, belki daha da ileri. Bir düşünün yani o zamanda insanlar neyle
yapıyordu? Hep söylenir, yazılır, çizilir. Altı aylık kedinin ense kökündeki
bilmem ne kılını alıyorsun, bir tahtaya sarıyorsun, zor işlerdi yani. Şimdi
eline fırçayı alıyorsun gayet güzel.
Ayrıca müthiş ışık sistemleri var, eskiden sadece gün ışığından istifade
ediliyormuş. İşlerini yapabilmek için
kandilde mum ışığında çalışıyorlarmış. Dediğim gibi teknolojinin
fevkalade nimetleri var ama hangi
kâğıtları kullanıyoruz, paspartu diye
adlandırdığımız kâğıtları kullanıyoruz. Asitli kâğıt, yarın öbür gün bunlar yok olup gidecek.
Tezhip sanatını öğrenmek isteyenlere neler söylemek istersiniz?
Mamure Öz: İyi öğrencilerin yetişmesi gerekiyor. Her öğrenmek isteyen öğrenemez. Yeteneği olan, seven, saygı duyan iyi bir şekilde yetişir.
Bugün bakıyorsunuz “Falanca bunu
yapıyor, demek ki iyi para getiriyor”
diye bu işe kalkışanlar oluyor ya da
“Kendime bir statü edineyim, bu işi
yapayım” diyenler. Bu tür amaçlarla bu işe giren insanlar var. Bunların
sanata olumlu hiçbir katkısı yok. Gerekli eğitimi tamamlayıp Allah vergisi
yeteneği de varsa zaten getirisi olacaktır. Sevmek ve bir yaşam biçimi
haline getirmek gerekiyor.
Sanatta bu noktaya gelmenizde
önemli bir yeri olan hocanız Süheyl Ünver Bey’le ilgili olarak bize
anlatabileceğiniz ilginç bir anektod var mı?
Mamure Öz: Tezhibe başladığım zaman yaşım çok küçüktü. Yaptıklarım
dikkati çektiği için bütün hocalar benimle ilgileniyorlardı. Atölyede çevremle fazla ilgilenmiyordum. Sadece
Süheyl Hoca’yı biliyordum. Ötekileri
daha henüz tanımış değildim.
Bir gün hocaya bir şeyler danışmak
için birileri geldi. Karaköy’deki tünelin bilmem kaçıncı yıldönümüymüş,
onunla ilgili bir vitrin mi yapılacakmış
öyle bir şey. Süheyl Hoca’ya bu konuda danışmaya gelmişler. Sordular
“Bize ne anlatırsınız hocam?” diye.
Hoca, “Ben size onun ilk biletini vereyim” dedi. Karşısındakiler hayretler
içinde kaldılar. O kadar çok şey biriktirmiş ki. Hiçbir şeyi atmamış, onu bir
deftere koymuş, yapıştırmış. Onunla
ilgili notlar almış. Bugün benim diyen arşivci Süheyl Hoca kadar arşivci
değil.
İki sene önce Gülbün Hanım’ın (Süheyl Hoca’nın kızı) evine gittik. Süheyl Hoca’nın kullandığı bir oda var,
orada hep onun eşyaları duruyor. Bir
çekmeceyi açtık. Gülbün Hanım, Semih Bey, Recep Bey ve ben defterlerine bakıyoruz neler var diye. Gülbün
Hanım bana bir şey uzattı, “Buyurun
bu sizin” dedi. Hocanın yazısıyla, sadece Latin harfleriyle, Mamure Öz
yazıyor. Gerisi Osmanlıca, benimle
ilgili notlar almış. Düşünebiliyor musunuz? O gün o çekmeceden onun
çıkması çok muhteşemdi benim için,
hiç çıkmayabilirdi de. Müzeye giden
defterlerden de olabilirdi. Başka türlü bir şeydi Süheyl Hoca’nın kişiliği…
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Bir geleneği yaşatan iki usta: Semih İrteş, Mamure Öz
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
93
Van Mour’un çizimiyle saz çalan Türk Kadını
Osmanlı
Döneminde
Kadın Ve Sanat
Sennur Sezer
Yazar
“
Osmanlılarda kadın ve sanat
dendiğinde önce edebiyata eğilmek
gerekiyor. O dönemde kadınların evde
özel eğitim gördüğü biliniyor. Bu tür
edebiyatçıların adlarını duyurmaları
şairlerle görüşmeleri saray ya da
tekke çevresinde olabiliyor. Amasya,
Türkmen geleneğinin kadın-erkek
eşitliğine inanan yapısıyla ve şehzade
sarayının olanaklarıyla ilk şair kadınları
Zeynep ve Mihri’yi çıkarmıştır. İkisi
de saray görevlisi, devletlilerin söz
arkadaşı yani musahibedir.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Osmanlı Döneminde Kadın Ve Sanat / Sennur Sezer
Osmanlı döneminde de sanatta söz
sahibi olmak, günümüzdeki gibi belli
çevrelerin kabulüne bağlıydı. Hattatlar belirli bir kurul önünde icazet denilen bir tür diplomayı alacak, şairler
dönemin yazarlar sözlükleri olan tezkirelere geçecek, mecmua denilen
derlemelere not edilecekler ki varlıkları kabul olsun ya da var sayılsınlar.
Ancak bu “kayda geçmek” şehir hayatında yer alan sanatçılar için söz
konusu. Yoksa bir türküyü yakan, bir
nefesi söyleyen, şehirden şehire dolaşan, âşık kahvelerinde boy gösterip
çekişen biri değilse adını kim bilecek.
Tekkelere bağlı kimi kadın müritlerin
adlarını kullanarak şiir yazanlar olmuş, ama nefesini dile getirmeyen
kadın sayısını bilmiyoruz.
Aslında sanat dalları arasında bestecilerimizin tarihini iyi bilmediğimizi
söyleyebilirim. Çünkü musikimiz usta-çırak ilişkisi içinde ve “meşk” (çalıştırma) yoluyla aktarıldığından kaç
bestecimiz var, bestelerin gerçek çalınış biçimleri nasıldır pek bilinmiyor.
Ya da varsayımla yetiniyoruz. Eğer
Osmanlı’ya esir düşenlerin arasında
müzikçiler olmasa (mesela Ali Ufki
Bey) bir dönemimizin kayıtları olmayacaktı.
Bu arada Divan Edebiyatı’yla ilgili
Batılı araştırmacılardan bir Hammer
ardılı Türkolog hanımın [Comtesse
Dora d’Istria,( 1828-1888)] 1800’lü
yıllarda yazdığı edebiyat tarihinin
(Osmanlılarda Şiir) kadın şairleri
önemseyen satırları olmasa ben 1516. yüzyılda kadınımızın şiir yazdığını düşünemeyecektim bile. Gerçi
bu araştırmacı bana epey yol gösterdiyse de onun andığı kimi adların
gerçekliğini/varlığını onaylatamadım
belgelere. Ama ne çok şairin divanının günümüze ulaşmadığını bilmek
de bir teselli.
Osmanlılarda kadın ve sanat dediğimizde önce edebiyata eğilmemiz
gerektiğini, kadınların evde özel
eğitim gördüğünü biliyoruz. Bu tür
edebiyatçıların adlarını duyurmala96
rı şairlerle görüşmeleri saray ya da
tekke çevresinde olabiliyor. Amasya,
Türkmen geleneğinin kadın-erkek
eşitliğine inanan yapısıyla ve şehzade sarayının olanaklarıyla ilk şair
kadınları Zeynep ve Mihri’yi çıkarmış.
İkisi de saray görevlisi, devletlilerin
söz arkadaşı yani musahibe. III. Murat’ın sarayında da Amasyalı musahibe bir şair kadın var: Ayşe Hubba (ya
da Hubbi). Eğer Hubba olmasa ne
Zeynep’i ne Mihri’yi açıklamak olası.
Zeyneb’in Şeyhi’ye, Mihri’nin Necati’ye nazireleri yüzünden Nihat Sami
Banarlı’nın düştüğü yanılgıya inanmak işten değil. Osmanlı Edebiyatı’nın ilk kadın şairlerinin XV. yüzyılda
ortaya çıkışını, Nihat Sami Banarlı, şu
şekilde yorumlar: “Bu hâdise, Divan
şiir lisanının ve Divan kültürünün, ev
ve aile harimine nüfuz ettiğini gösterir; bu kültürün, ev kadınları ve genç
kızlar arasında yayıldığını; şehir kadınlarının, şiir ihtiyacını, hatta okuma,
yazma ihtiyacını tatmin edecek bir
sevgi ve alâka kazandığını belirtir. (...)
Ayrıca bu asrın Şeyhi, Ahmed Paşa,
Necâtî gibi birinci sınıf şairlerinin ev
kadınları arasında okunduğu ve şiirlerine nazire söylemek yolunda genç
kız ve kadınlarda bir heves uyandığını, bu şairlere kadınlar tarafından
söylenmiş nazirelerden öğreniyoruz.”
Neyse ki Mihri uluslararası bir üne
sahip, Divanı Türkiye’den önce yurtdışında basıldı. Mihri’ye örnek tuttuğumuz Musahibe Ayşe Hubba ise
Kanunî’nin sütkardeşi Beşiktaşlı Şeyh
Yahya Efendi’nin büyük torunudur.
Yavuz Selim’in şehzadeliğindeki hocası Amasyalı Şemsi Çelebi’nin eşi
ve teyzesinin kızıdır. Hubbî Hatun,
Şemsi Çelebi ile evlenince saraya girdi. Eşi Şemsi Çelebi 1553 yılında hac
yolunda ölünce sarayda, sultanın hareminde kaldı. Ayşe Hatun’un bu konumu Sultan III. Murad döneminde
de devam etti. Hubbî 1589’da İstanbul’da öldü. Kabri Eyüp’te Feshâne
caddesiyle Kızıldeğirmen sokağının
birleştiği yerde, cadde üzerindedir.
Hubbi/Hubba’nın şehzadenin değil
de padişahın musahibesi oluşu tez-
kirelerdeki durumunu da olumlu etkiledi ama elimizde fazla şiiri yok.
Divan edebiyatının kadın şairlerini
bir telefon rehberi gibi arka arkaya sayıp haklarında bilgi vermemek
saygısızlık olur. Ancak bu kadın şairlerin seçkin ailelerden geldiklerini,
Mihri dışında kadın-erkek eşitliğinden hem de divanın başında (tazarru bölümünde) söz eden olmadığını
söylemek gerek. Yoksul bir aileden
gelen tek divan edebiyatı kadın şairi
Yaşar Nezihe’dir (Bükülmez) (18801971). Onun da yazmayı kendi kendine öğrendiğini, kendi kendini yetiştirdiğini ekleyelim.
Fatma Aliye Hanım
1862’de İstanbul’da doğan Fatma
Aliye Hanım, ilk kadın romancımız, ilk
kadın felsefecimiz, ilk kadın çevirmenimizdir. Tanzimat döneminin devlet
adamı Ahmed Cevdet Paşa’nın kızıdır. Başlangıçta imzasını ‘Bir Hanım’
diye attı. 1936’da İstanbul’da öldü.
Kadın haklarından, kadın-erkek eşitliğinden ilk kez söz eden yazar sayılır.
Kadınların çok fazla toplum hayatına
karışmadan öğrenecekleri sanat kuşkusuz hat sanatı olmalı.
İlk akla gelen kadın hattat bir şairdir:
Ani (Fatma) Hatun [ö. 1710]. Tebrizli
Hoca Sa’deddin Hüseyincan’ın kızıdır. “Hace-i Zenan (Kadınların Hocası)” lakabıyla anılır. Arapça öğrenmişti. Bir divanı olduğu söyleniyorsa
da bulunamamıştır. Usta bir hattat
Osmanlı Döneminde Kadın Ve Sanat / Sennur Sezer
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
olarak ün yapmıştır. Yenişehir-Fener’de (Yunanistan, Larissa) yaşamını yitirmiştir.
İkinci ünlü kadın hattat Esma İbret Hanım’dır
[ö. 1780?] Hattat Mahmud Celaleddin’in eşi
olan Esma Hanım, Serhasekiyan-ı Hassa Ahmed Efendi’nin kızıdır. Hat sanatını eşi Mahmud Celaleddin’den öğrenerek icazetname
aldı. Topkapı Sarayı Müzesi’nde yazdığı bir
Hilye-i Şerif (Peygamberimizin sıfatlarını anlatan yazı) vardır. Bu levhanın arkasındaki
açıklamada, Esma’nın bu çalışmayı 15 yaşında yapmış olduğuyla eserin ısmarlanışının
öyküsü bulunmaktadır: Eseri ısmarlayan Kaftancı Salim Ağa’dır. Ağa, Hilye-i Şerif’i Sultan
III. Selim ve annesi Mihrişah Valide Sultan’a
armağan etmiş; Sultan Selim, Esma’yı başarısı nedeniyle ödüllendirmiş ayrıca ona günlük gelir bağlamıştır. Kaftancı Salim Ağa da,
Esma’nın yeteneğinin diğer kadınları özendirmesi dileğiyle Esma’ya “İbret” lakabını
vermiştir. Esma İbret Hanım özel bezemeleri
ile dikkat çeken iki de Kuran yazmıştır.
Esma İbret Hanım’ın günümüze ulaşmış bir
hilyesi, Antik A.Ş.’nin 2002’de düzenlediği
bir müzayedede,16 yaşında iken yazdığı ilk
Kuran’ı 2008 yılında Christie’s de (Londra)
satışa çıkarılmıştır. 1827 yılında 47 yaşında
iken yazdığı ikinci Kuran ise Topkapı Sarayı
Müzesi’ndedir.
Osmanlıların özellikle konak ve saraylarında
müzik ve saz dersi alan görevli kadın kalabalıkları düşünüldüğünde dönemlerinde epey
kadın virtüöz olduğunu düşünmek zor değil.
Sözlü geleneğimizin kadın sayıp “kalfa” olarak andığı besteci Reftar’ın (IV. Mehmet Dönemi) kimliği ve gerçekten kadın olup olmadığı
bilinmiyor.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından önce yaşamış olup da eserleri bilinen ve çalınan tek kadın bestecimiz Dilhayat Kalfa’dır
(1710?-1780?). III. Selim’in cariyelerindenmiş. Tambur çaldığı ve sesinin güzelliği ile tanındığı söylenir. Dilhayat Kalfa’nın Evcârâ makamındaki peşrev ve saz semaisi, meşk
geleneği ile XX. yüzyıla ulaşmış ve Darü’l-Elhân Tasnif Heyeti’nce saptanmıştır. Ayrıca XVIII. yüzyıl güfte mecmualarından Hekimbaşı Mecmuası’nda “Dilhayat” adına kayıtlı
on beş eseri vardır.
Bir başka kadın besteci, şair İhsan Raif Hanım’dır (1877
Beyrut, 4 Nisan 1926 Paris). Köse Mehmet Paşa’nın
kızı olan İhsan Raif Hanım, özel hocalardan Türk ve
Batı musikisi eğitimi aldı. Şarkıları “E.R.” imzasıyla Rü-
Esmâ İbret tarafından yazılan Sülüs Nesih Hilye-i Şerîfe
bap Mecmuası’nda yayınlandı. “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime” (Sûzinâk) en ünlü eseridir.
Leyla Hanım (Saz) anılarında haremde bütün üyeleri kadın olan bir orkestradan da söz eder. Besteci ve şair olan
Leyla Saz (1850 İstanbul- 7 Aralık 1936 İstanbul), yedi yıl
Saray-ı Hümayun’da nedime olarak yaşadı. Hocaları Nikoğos Ağa, Medeni Aziz Efendi, Asdik Ağa’dır. Piyano da
çalan Leyla Hanım 200’ün üzerinde beste yapmıştır. Ölümünden üç yıl önce de “Saz” soyadını almıştır. En ünlü
bestesi “Mâni oluyor halimi takrire hicabım”dır. (Sûzidil)
Dürri Nigar Kalfa, Adile Sultan, Hatice Sultan, Esma Sultan,Fatma Sultan, Fatma Gevheri Sultan besteler yaptığı
kaydedilmiş kadın devletliler. Aralarında marşlar, polkalar
besteleyenler varmış: “Belki hâlâ o besteler çalınır gemiler
geçmeyen bir ummanda”.
97
Cumhuriyet Devrinin
İlk müzehhibelerinden
Rikkat Kunt Hoca Hanım
Kitabına Dâir...
Prof. Dr. F. Çiçek DERMAN
Marmara Üni. GSF. Emekli Öğretim Üyesi
“
20. yüzyılın sanat köprüsü hocalardan
biri olan Fatma Rikkat Kunt Hanım,
hayatının elli yılını tezhip sanatını
önce öğrenip sonra öğretmekle
geçirmiş, sayısız öğrenci yetiştirmiş ve
eser vermiştir.
Rikkat Kunt Hoca Hanım kitabı, Rikkat
Hanım’ın öğrencisi Prof. Dr. F. Çiçek
Derman ile 1976 tarihinde başlayan
ilk dersden itibaren anlatılan bilgiler
ve çeşitli suallere aldığım cevapların
derlenmesiyle hazırlanmıştır. Bu
notlara Rikkat Kunt Hoca Hanım’ın
sanat görüşleri ve Akademi’de hocalar
arasında yaşanan hadiseler de ilave
edilmiştir.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Cumhuriyet Devrinin İlk müzehhibelerinden Rikkat Kunt Hoca Hanım Kitabına Dâir... / Prof. Dr. F. Çiçek DERMAN
Hat: Necmeddin Okyay, Celî Muhakkak Besmele
Tezhip: Rikkat Kunt
100
Rikkat Kunt Hoca Hanım
Rikkat Kunt Hoca Hanım evde torunuyla birlikte
1903 yılının 27 Nisan günü, İstanbul
Beylerbeyi’nde dünyaya gelen Fatma Rikkat, Osmanlı devrinde devlete
vâli, nâzır ve âyân âzası olarak hizmet
eden fikir ve ilim adamı, Hüseyin Kâzım Kadri Bey (1870-1934) ile Güzîde
Hanım’ın (1886-1950) kızıdır. Hayatının tam elli yılını tezhip sanatını önce
öğrenip sonra öğretmekle geçirmiş,
sayısız öğrenci yetiştirmiş ve eser vermiştir. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde (DGSA) kadrolu olarak tezhip dersleri veren ilk hanım hocadır.
Rikkat Hanım, bu elli yıllık zaman
dilimi içinde değil mükâfatla taltif
edilmek, öğrenci bulmakta ve sipariş almakta dahi zorluklar yaşamıştır.
Karşılaştığı güçlükler onu hiçbir zaman yıldırmamış ve inandığı yolda
azimle yürümesi sâyesinde, bu sanat
asıl kaideleriyle korunarak günümüze ulaşmıştır. XX. yüzyılda sanat köprüsü olan hocalardan biridir.
Gelenekli sanatlarımızda usta-çırak
usulüyle sürdürülen derslerdeki ön-
celikli gâye, Allah’ın rızasını kazanmaktır, maddî alış-veriş söz konusu
olmaz. Vaktiyle hocasından karşılıksız olarak bu sanatı öğrenen hoca,
öğretme zamanı gelince, kendi de
öğrencilerinden ücret talep etmez.
Böylece, yeni nesil içinden tâlip olanlara aynı şekilde öğreterek hem hocasına olan borcunu ödemiş, hem
de öğrencisinin ilerde bu sanatı aynı
şekilde öğretmesini sağlamış olur.
Maddî menfaat söz konusu olmadığından manevî kazanç, muhabbet ve
sevgi, sanatın bozulmadan devamını
temin ederdi. Üzülerek, bu zincirin
son halkasının bizim neslimiz olduğunu ifade etmeliyim. Gelenekli sanatlarımızı, diğer sanat dallarından
ayıran en yüksek ve erişilmez özelliği
olan bu muhabbetli sanat eğitimi,
günümüzde -birkaç istisna dışındamaalesef devam etmemektedir. Kitabın hazırlanmasında en çok bu husus âmil olmuş ve on yıl süren örnek
bir üstâz-tilmîz münasebetinin yazılı
olarak gelecek nesillere kalması arzu
edilmiştir.
Karşılığı olmayan ve asla ödenemeyen bu husus, yâni sanatın sevgi ve
muhabbetle devamı, hocayı talebe-
Cumhuriyet Devrinin İlk müzehhibelerinden Rikkat Kunt Hoca Hanım Kitabına Dâir... / Prof. Dr. F. Çiçek DERMAN
nin hayatında erişilmez bir yere yerleştirir. “Ana-baba bir
insanı gökten yere indirir. Ama o kimseyi yerden alıp tekrar
yükselten hocasıdır - Hocaların gölgesi daima öğrencisinin
üstünde durur - Ustası olmayanın çırağı da olmaz-Usta,
ustasının yanında dâima çıraktır-Ustasız sanat, haramdır“
sözleriyle çok veciz biçimde belirtilen “hoca hakkı”, ödenmez, ödenemez.
“Sanat vakıf gibidir, verdikçe artar ve tâlibine karşılıksız öğretilir” düşüncesini kendisine rehber edinen, tarihimizdeki hakîkî sanatkârlar, eserini satmış, sanatını satmamıştır.
Hoca, hiçbir zaman ücreti ödenemeyen bir pınardır. Daima verir, ehlini bulunca seve seve yetiştirir. Çünkü bilir ki:
“İlmin ve sanatın zekâtı, onu vermektir”.
Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı tarafından 2013 yılında basılan Rikkat Kunt Hoca
Hanım kitabı, 1976 tarihinde başlayan ilk dersden itibaren anlatılan
bilgiler ve çeşitli suallere aldığım cevapların
derlenmesiyle hazırlanmıştır. Bu notlara Rikkat
Kunt hocamın sanat görüşlerini ve Akademi’de
hocalar arasında yaşanan hadiseleri de ilave
ettim. 1986 yılına kadar,
duyduğum, gördüğüm
ve dinlediğim bilgileri,
kalemimin gücü nisbetinde satırlara dökmeye
çalıştım.
Metnin
hazırlanması
tamamlanınca, asıl zaman alan ve bir araya
getirmekde zorlandığım
husus, hocamın elinden
çıkan bezenmiş eserlere ulaşmak oldu. Çeşitli koleksiyonlara dağılmış olan bu
eserler içinden, birbirine benzemeyen farklı desenlerle
işlediklerini ve özenle bezeyip imza koyduklarını seçmeye dikkat ettim. Bunlara ulaşmak tahminimden fazla vakit
aldı. Bir kısmının iğneli desen kalıblarını da kitaba yerleştirerek, Hocamın, tezhibleme safhasında çizdiği desen tasarımlarını, renk denemelerini ve değişik üslûp örneklerini
göstermek istedim. Çünkü bir sanatkârın sanat gücünü ve
seviyesini tamamlanmış eserinden ziyâde, arayış içindeki
denemeleri ortaya koyar.
1942 yılında DGSA’den mezun olan Rikkat Kunt, hocalık
evveli 1944-1948 arası dört senesini, Akademi kütüphanesinde çalışarak değerlendirmiştir. Sahip olduğu üç ya-
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
bancı lisânı, Şâir Mehmed Âkif’in (1873-1936) eğitimiyle kazanılmış zengin Türkçesi ve Osmanlıca bilgisiyle bu
kütüphaneye hizmet etmiştir. Zamanının en zengin sanat
kitaplarını barındıran bu kitaplık, ne yazık ki 1948 yılı Mart
ayında bir yangın neticesi kaybedilmiştir. Kunt Hocam kitap sevgisine rağmen, evinde geniş kütüphane meydana
getirmeyi düşünmemiş, çalışma odasındaki ufak kitaplığında, adedi fazla olmayan kitaplarla iktifa etmiştir. Mevcud kitapları içinde tam takım halinde yer alan Fransızca
Larousse dikkatimi çekerdi. Bir gün, ne vesileyle olduğunu
tam hatırlayamıyorum, bu ansiklopedinin “Kunt” maddesinde kendisine ayrılan satırları göstererek “Bana, bu şeref
bile yeter” dediğini belirtmeliyim.
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’in 2013 yılı armağanları arasında, Rikkat Kunt
Hoca Hanım kitabının Klâsik Türk Sanatları dalında
ödüle lâyık görülmesi bizleri memnun etti. Vefatından 27 yıl sonra, onu anlatan bu kitap ile asıl ödüle
değer görülen hocamdır.
Vesîle olmanın şükrü içindeyim. “Bir neslin ektiğini,
bir nesil biçer” derler; hocamın ektiği sanat tohumlarının semeresini bugün
bizler topluyoruz.
Hayatta iken kendisiyle yapılan bir mülâkatta Kunt
Hocam “Tezhib sanatının
istikbali hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna
şöyle cevap vermişti:
“İstikbali Allah bilir, mâlûmunuz. Ama benim düşüncem şu: Eski yükseliş devrine ulaşmak ve hele onu aşmak mümkün değildir artık…”
Hat: Hamid Aytaç, Celî sülüs levha
Tezhip: Rikkat Kunt
1981 yılında yapılan bu görüşmede hocamın gelecek hakkındaki bu düşünceleri şükürler olsun ki bugün çok farklı
bir noktaya ulaştı. Artık uluslararası yarışmalarda Türk sanatkârları birincilik kazanarak sanat seviyesini eserleriyle
ispât ediyorlar.
Tam on yıl evinin kapısını aşındırdığım, rahle-i tedrîsinde
bulunduğum, bitmez tükenmez sorularımla yorduğum
ve sonunda: “Elimi size bırakıyorum” sözünü kendisinden
duymak bahtiyarlığına eriştiğim hocamı 14 Ocak 1986’da
kaybettik ve Beylerbeyi’ndeki Küplüce kabristanına defnettik, mekânı cennet olsun.
101
İstanbul’un
Rengi Erguvan
Sürur Öztürk
Yazar
“
“Erguvan şenliği, baharın bütün
güzelliğiyle kendini gösterdiği
erguvanların rengârenk açtığı
günlerde Emir Sultan halife ve
müridlerinin, Osmanlı ülkesinin dört
bir yanından kalabalıklar hâlinde
Bursa’da Emir Sultan dergâhına
gelerek, bir hafta boyunca zikr ü
tevhid icra etmeleri, diğer tekke ve
dergâhları ziyaret ederek sohbete
katılmalarıdır. Bir hafta süren bu
fasıl, çeşitli toplantılar, davetler,
şehir gezileri ve benzeri cemiyetlerle
şenlenir; bu durum, şehirde bolluk,
bereket ve meserret olarak algılanırdı.”
Fotoğraf: Fatih DALGALI
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İstanbul’un Rengi Erguvan / Sürur Öztürk
İstanbul’un doğum günü ve
Erguvan
Ta Doğu Roma İmparatorluğu’ndan
beri bu şehirde başka bir renk, başka
bir koku var ki ne o İstanbul’dan vazgeçmiş, ne de İstanbul ondan. Onun
adı, erguvan…
Constantinus, İstanbul’un surlarının
inşasını tamamlayıp şehrin resmî açılışını yaptığında takvimler 11 Mayıs’ı
gösteriyordu. İstanbul’un doğum
günü olan bu tarihî günde, erguvan
ağaçları çiçek açmış hâldeydi. O gün,
erguvan, İstanbul’un rengi olmaya
lâyık bulundu... İmparatorluğun armasında ve imparator ailesinin kıyafetlerinde erguvan rengi kullanılırdı. Erguvan Boyası Loncası’na üye
ipekçilerin dokuyup özel bir deniz
salyangozuyla boyadıkları ipeklileri
sadece imparator ailesi kullanabilirdi. Sıradan insanların kıyafetlerinde
bu rengi kullanmaları yasaktı.
Tamara Talbot Rice’ın Bizansta Günlük Yaşam isimli eserinde anlatıldığı-
104
na göre imparatoriçe, duvarları porfir
rengi kumaşla kaplı Erguvan Renkli
Saray’da yaşardı. Geleceğin imparatorları bu sarayın Erguvan Rengi
Yatakodası’nda doğarlardı. Prens ve
prensesler “Erguvan içinde doğmuş”
anlamındaki “Porfirogenitos” unvanını taşırlardı. Hatta Bizans soyluları,
soyluluklarını vurgulamak için kanlarının erguvan renginde aktığını söylerlerdi…
Erguvan, Hristiyan kültüründe “Judas
Tree” yani “Yahuda’nın ağacı” olarak
bilinir.
Efsaneye göre Yahuda, Hz. İsa’yı 30
gümüş karşılığında ele verdikten
sonra pişman olup kendini erguvan
ağacına asar. Erguvan ağacının bundan duyduğu utanç sebebiyle dalları
çarpık çurpuk bir hale gelir, çiçekleri
de utancından kızararak, bildiğimiz
ve o kendine mahsus erguvan rengini alır. Efsaneye göre eflâtunla kırmızı
arasındaki tonlarda gezinen o harikulade renk, böyle oluşur.
Gerçekte ise, o devirlerde erguvan
rengini elde etmek hayli meşakkatli
bir işmiş. Erguvan rengi boya, “Dikenli Salyangoz”lardan elde edilirmiş. Bu salyangozların salgıladıkları
sarımtırak bir sıvı, havanın ve güneş
ışığının etkisiyle erguvan rengine dönüşürmüş. Bir salyangozun salgıladığı sıvı miktarı çok az olduğundan,
tahminen bir buçuk gram boya için
yaklaşık 12 bin salyangoz yakalamak
gerekirmiş…
İstanbul’da erguvan mevsimi
Eski metinlerde ergevân ya da ergavân şeklindeki söylenişleriyle
karşımıza çıkan erguvan, Farsçadan
dilimize geçmiş. Nisan ayının başlarından Mayıs ayının ortalarına kadar
devam eden zaman dilimi, İstanbul’da “erguvan mevsimi” olarak anılır. Özellikle de 23 Nisan’dan sonra
Mayıs ayının başına kadar olan süre
içerisinde Boğaziçi’nde tam bir erguvan şöleni yaşanır.
İstanbul’un Rengi Erguvan / Sürur Öztürk
Süheyl Ünver, “Neden İstanbul’da Mayısa erguvan demezler, neden Boğaziçi’ne ‘erguvan boğazı’ demezler?” diye
sorarak, bir isim değişikliği teklifinde bulunacak kadar, erguvanı Mayıs ayı ve Boğaziçi ile özdeşleştirir.
Orhan Okay, eski İstanbulluların, özellikle Boğaziçi sakinlerinin, cemrelere, nevruza dikkat etseler de asıl baharın
geldiğine erguvanların çiçek açmasıyla kani olduklarını
kaydeder.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “İklimimizde gülden sonra
bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır” deyişinin de tarihî bir dayanağı var; zira yüzyıl öncesine kadar
Bursa’da bir bahar geleneği olarak Erguvan Bayramı kutlandığı biliniyor. Şener Demirel’in, “Türk şiirinde erguvan
üzerine bir deneme” başlıklı makalesinde naklettiğine
göre, Evliya Çelebi’nin “Erguvan Cemiyeti Faslı” diye söz
ettiği bu gelenek, Emir Sultan tarafından başlatılmıştı. Her
yıl Nevruz başlarında Anadolu’nun dört bir yanından Bursa’ya gelip Emir Sultan türbe dergâhını ziyaret eden dervişler, sabahlara kadar zikrederlerdi. Tanpınar, söz konusu
Erguvan Şenliklerini Beş Şehir’in Bursa’ya dair bölümünde
şöyle anlatıyor:
“Erguvan şenliği, baharın bütün güzelliğiyle kendini
gösterdiği erguvanların rengârenk açtığı günlerde Emir
Sultan halife ve müridlerinin, Osmanlı ülkesinin dört bir
yanından kalabalıklar hâlinde Bursa’da Emir Sultan dergâhına gelerek, bir hafta boyunca zikr ü tevhid icra etmeleri,
diğer tekke ve dergâhları ziyaret ederek sohbete katılmalarıdır. Bir hafta süren bu fasıl, çeşitli toplantılar, davetler,
şehir gezileri ve benzeri cemiyetlerle şenlenir; bu durum,
şehirde bolluk, bereket ve meserret olarak algılanırdı.”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
düzenleyerek erguvan temaşasına çıkacak kadar erguvan
sevdalısı olan Halûk Dursun, erguvanın ‘hüda-yı nâbit’,
yani tabiî ortamında kendiliğinden bitiveren bir bitki olduğunu belirttikten sonra, onun bir bahçe ağacı değil
koru ağacı olduğunun altını çiziyor. Fethi Paşa Korusu,
Ali Saib Efendi Korusu, Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi
Korusu, İstinye Korusu, Hidiv Korusu, Mihrabad Korusu,
Cemile Sultan Korusu, Emirgân Korusu, erguvanları doya
doya seyredebileceğiniz korulardan bazıları… Yıldız Parkı,
Rumelihisarı civarı, Küçük Çamlıca gibi İstanbul’un daha
pek çok yerinde de baharın erguvan hediyeleriyle karşılaşmak mümkün.
Hereke’den başlamak üzere İzmit Körfezi’nin güney cephesindeki erguvanların güzelliğini fark eden Osmanlı, o
bölgeden erguvanlar getirterek İstanbul’un değişik semtlerine ve has mutfağına diktirmiş. Günümüzde de İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, İstanbul’un pek çok bölgesine erguvan ağaçları dikmiş, vatandaşlara da binlerce erguvan
fidanı dağıtmıştı. “Erguvan İstanbul Derneği” de, İstanbul
halkında erguvanlar konusunda farkındalık oluşturmak
için başlattığı çalışmalarını çeşitli etkinliklerle sürdürüyor.
Hikâyelerde, romanlarda, şiirlerde, şarkılarda kendisine
müstesna bir yer ayrılan erguvan, bu zamana kadar kendisini fark etmeyenlerin de fark etmelerini beklercesine, çok
uzaklardan bile seçilebilen o özel renkleriyle bu günlerde
yeniden İstanbul halkını selâmlıyor…
İstanbul’da gezinirken, ya da işe gidip gelirken, güzergâhınızın üzerinde, oralarda bir yerlerde bir erguvan ağacı
olup olmadığına dikkat edin. Görün, fark edin ve seyredin.
Onu çok seveceksiniz…
Bir dönem Marmara Üniversitesi’nden bir grup öğrenciyle
birlikte, yılda iki-üç defa özel tekneyle “erguvan seferleri”
105
Derviş Zaim
ile ‘Devir’ filmi
üzerine söyleşi
Söyleşen:
Cihat Arınç
Fotoğraflar:
Abdulkerim Tever
“
Devir filmi, sanayi-ötesi
toplumun doğayla olan ilişkisi
üzerine yerli bir eleştiridir.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Derviş Zaim ile ‘Devir’ filmi üzerine söyleşi
Devir adlı filminizde Burdur’un
Tefenni ilçesine bağlı Hasanpaşa
köyünde yüzyıllardır devam eden
ve “yünüm böğet” (koyun yıkama
ve boyama) denilen bir şenlik geleneğine odaklanıyorsunuz. Filmde insan ve doğa ilişkisini sanayileşme sorunu çerçevesinde, son
derece naif bir hikaye etrafında
ele alıyorsunuz. İnsan ve doğa ilişkisi teması etrafında filmler yapmaya niçin ve nasıl karar verdiniz?
Bugün birçoğumuz büyük şehirlerde 3+1 beton kutular içinde yaşıyoruz. Mekanla kurulan bu tür bir
ilişki, doğaya karşı bir yabancılaşma
hissi meydana getirdiği kadar toplumsal bir yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Uzun zamandır
bu mesele üzerine kafa yoruyorum.
Betonlar arasında yaşayan insanlar
doğanın ritmini dinleme yeteneğini
kaybettikçe, birbirlerini dinleme yeteneklerini de kaybettiler diye düşünüyorum. İnsanın doğayla ve diğer
varlıklarla olan ilişkisi, toplum içinde
hüküm süren ilişkilerin bir yansımasından başka bir şey değil ve bunun
tersi de geçerli. Küresel kapitalizm,
insan ilişkilerinde rekabetçiliği merkeze koyan, insanın hırslarını besleyen, tüketebilmeyi en büyük değer
olarak sunan bir düzen. Kapitalist
düzen içerisinde insanın doğayla ilişkisi de salt “almak” üzerine kurulu.
İkinci doğanın birinci doğayı tümüyle yuttuğu böyle bir düzen içinde insanlar birbirine yabancı, bencil, yalnız ve çaresiz. Umutsuz bir çaba olsa
da doğayı yeniden hatırlamak için
neler yapabiliriz sorusu bana yine de
önemli görünüyor. Kamerayı insanın
doğayla olan ilişkisine tutmanın, aynı
zamanda toplumsal ilişkilerimizdeki
çarpıklıklar üzerine daha derin düşünmemize yardımcı olabileceğine
de inanıyorum.
Filminiz sanayileşmenin etkileriyle
küçük bir köyde yaşayan çobanların gündelik hayatındaki değişimlere odaklanıyor. Fakat filmin
bir yerinde genetiğiyle oynanmış
108
hayvanlardan bahsediliyor. Daha
geniş bir çerçevede, filmin alt
metninde küresel ekolojik krize
dair bir eleştiri sunmayı hedeflediniz mi?
Ana karakterlerimden biri olan Ali’yi
İstanbul gibi bir metropole, bir ekümenopolis’e götürüyorum. Bunu
yapmaktaki asıl amacım, hayvanlarıyla ve doğal çevresiyle duygusal
bir bağı olan, doğayla olan bağını
halen kopartmamış bir çobanın büyük şehrin o keşmekeşi karşısında
yaşayacağı sarsıcı tecrübeyi görmek
ve filme aktarmaktı. Ali’nin filmin İstanbul’da geçen sahnelerindeki yüz
ifadeleri yaşadığı gerilimi, afallamayı,
tedirginliği çok iyi yansıtır. İnekleri,
koyunları, keçileri, tavukları birer metaya indirgeyen, onların canlı halini
neredeyse hiç görmeyen, tanımayan,
yalnızca pişmiş halde görüp yiyen
post-endüstriyel insanın yabancılaşmasını anlatabilmek için o sahneleri
koydum. Ali mezbaha ve otel sahnelerinde rol kesmiyordu, gerçekten de
mutsuz ve tedirgindi. Bu bakımdan
filmim elbette küresel ekolojik krize
dair etik bir tavır almayı, yani sanayi-ötesi toplumun doğayla olan ilişkisine dair yerli bir eleştiri sunmayı
hedefliyor.
2 Nisan 2014, Çarşamba günü
akşamı Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Sinema Günleri” adlı etkinlik
kapsamında Devir filmi gösterildi.
Film gösteriminin hemen ardından Atilla Dorsay ve Burak Göral’in yönettiği panelde sizinle bir
söyleşi gerçekleştirildi. O söyleşide, “Bugüne kadar çektiğim bütün filmlerin setlerinde çok büyük
bir zevkle çalıştım, ama şimdiye
kadarki işlerim arasında beni en
mutlu edeni Devir’di” dediniz. Bu
filmi çekerken sizi heyecanlandıran şey neydi?
Filmi küçük bir ekiple çektik. Cenneti Beklerken’i 13-14, Çamur’u 12-13,
Gölgeler ve Suretler’i 10-11 büyük
araç ve ayrıca binek otomobiller dolusu bir ekiple çekmiştim. Devir’de
ise bir minibüsün içine eşyalarımızla
birlikte hepimiz sığıştık. Çekimler çok
samimi bir ortamda geçti. Oyuncular
bizatihi köylüler olunca, daha esnek
bir çalışma programımız vardı. Mesela, rol verdiğim birisi, “Annemi sağlık ocağına götüreceğim,” dediğinde,
biz ona, “Tamam, anneni sağlık ocağına götür, senin olduğun sahneleri
yarın çekeriz,” diyorduk. Büyük yapım
koşulları yoktu; bütçeydi, planlamaydı, sarktı-sarkmadı telaşı yoktu. İnsanlar evlerinde tarhana çorbası yapıyorlar, getirip size ikram ediyorlar.
Böyle bir çalışma ortamı var. Ayrıca
kendime meydan okuduğum bir işti,
çünkü elimde senaryo yoktu, ciddi
bir bütçem yoktu, ekibim tam profesyonel değildi, yeni öğrenciler vardı içlerinde. Tabutta Rövaşata’dakine
benzer şekilde tekrar gerilla tarzı film
yapımına döndüğüm bir işti. Önceden belirlenmiş hedeflere odaklanmak yerine süreç içinde beliren
fırsatları keşfederek çekimlerini gerçekleştirdiğim gayet rizikolu bir işti.
Elbette kafamda yaklaşık bir resim
vardı, ama değişmeye açık bir resimdi bu. Bu yönüyle, bana yönetmenlik
anlamında çok şey kattı diyebilirim.
Yeni bir film çekerken kendime hep
şu soruyu sorarım: Acaba bu çekeceğim film beni değiştirebilecek mi?
Derviş Zaim ile ‘Devir’ filmi üzerine söyleşi
Film üzerinde çalışırken, daha önceki
fikirlerime ilişkin soru işaretlerine sahip olabilecek miyim? Eğer yaptığım
işin beni ucundan kıyısından birazcık
olsun değiştirme kapasitesi varsa, o
iş pekala başkalarını da değiştirebilir!
Bu anlamda şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Devir filmi beni
değiştirdi, filmografimde yepyeni
bir damar açtı. Daha önce yaptığım
filmlerin klasik Osmanlı sanatlarıyla bir ilgisi vardı. Devir’de görünürde
böyle bir etki yok, fakat biçiminden
içeriğine bambaşka bir güzergah takip
ediyor olsa da filmin yine kültürel gelenek meselesiyle dolaylı bir ilgisi var.
Devir adlı filminiz belgesel ve kurmacanın sınırlarında geziniyor. Siz
filminizi hangi türe dahil ediyorsunuz?
Devir, kurmaca bir film. Niçin? Çünkü eğer belgesel olmuş olsaydı, çok
daha farklı yaklaşmak gerekecekti.
Elbette her belgeselin içerisinde bir
kurmaca taraf olur, ancak Devir filminde kurmacanın çok daha merkezi
bir önem taşıdığını söylemem gerekir. Devir bir seçme-yerleştirme-dağıtma işiydi, belgeselin kurmacaya
aşılandığı bir işti. Şöyle ki, oradaki
karakterler her ne kadar çoban olarak gözüküyor olsa da –ki gerçekten
de öyleler– ve onların katıldığı geleneksel bir yarışmayı ben gerçekten
filme çekiyor olsam da, bu belgesel
görünümüne rağmen filmi benim
dikkatli bir şekilde kurduğumu söylemeliyim. Daha iyi anlaşılması için
birkaç örnek vererek açıklamaya çalışayım. Mesela, Beydağları’ndaki bir
kayalıktan yöreye özgü bir taş alıyorlar, o taştan kırmızı renkli doğal bir
boya elde ediyorlar, bu boyayı suyla
karıştırıp bir tür aşı yapıyorlar, koyunlarına sürüyorlar ve kültürel gelenek köy halkını birleştiren bu sembolik faaliyet (ritüel) sayesinde yüzyıllar
boyu devam ediyor. Sonra bir şirket
mermer çıkarmak ve böylece bir rant
elde etmek için köyün içindeki o kırmızı taşların bulunduğu araziyi istimlak ediyor. Öyle bir şirket gerçekte
yok, kırmızı taşların bulunduğu o kayalığın istimlak edilmesi diye bir şey
de yok. Bunlar kurmaca. Dolayısıyla
filmin içinde çatışmayı mümkün kılan dramatik unsurların benim tarafımdan filme yedirildiğini söylemem
gerekir. Keza karakter oluşturma safhasında da bu tür şeyler söz konusu.
etkisiyle bir görüntü bombardımanı
halinde hepimizin her gün karşısına
çıkan, kanıksadığımız bir anlatı modeli sunar. Bizim ana akım sinemamız
da bu anlatı modelinden fazlasıyla
nasiplenmiştir. Bu modelin sorunlaştırılmasının sinemamızın gelişmesine
büyük faydaları olacağına şahsen
inanıyorum. Çünkü bu, yönetmenin
kendine mesafe alabilmesini beraberinde getirecektir; Türk sinemasında hazır kalıpların kullanılması yerine
farklı anlatı modellerinin denenmesine imkan tanıyacaktır; film yapımında daha başka estetik meselelerin
gündeme getirilebilmesini mümkün
kılacaktır. Bu sebeple, gidilebilecek
üç beş yoldan birisi olarak belgeseli
alıp kurmacaya aşılamanın iyi bir fikir olacağını düşündüm. Yani belge-
Mesela, filmin açılış sahnesinde ana
karakter rüyasında bembeyaz karlar içinde yürüyen tahta boynuzlu
bir geyik görür; bu rüya filmin devamında çeşitli sahnelerdeki başka
unsurlara bağlanır; bütün bunlar da
yine kurmacanın bir parçası. Ali, hayatında hiçbir zaman köyde çobanlık
yapmaktan sıkılıp İstanbul’a gelerek
bir mezbahada çalışmadı, bu da yine
kurmacanın bir başka parçası.
sel görünümünü korumaya devam
eden salt çekimleri alıp uzun metrajlı
bir kurmaca hikayeye aşılarsam, bu
yapısal deney ortaya ne tür zenginliklerin çıkmasına fırsat verir sorusu,
bu filmi çekmek için yola çıkarken
benim için önemliydi. Devir filminin
melez türünün arkasında yatan motivasyonu bu şekilde açıklayabilirim.
Peki belgeseli kurmacaya aşılamaktaki temel motivasyonunuz
neydi?
Klasik sinema ve onun günümüzdeki
post-klasik hali, Aristoteles’in Poetika’sında açıkladığı üç perde anlatısına dayanır. Bu estetik anlayış, Kuzey
Amerika ve Batı Avrupa sinemalarının
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Türk sinemasında Devir’den önce
doğrudan doğa ve insan ilişkisini
soruşturan bir film hatırlamıyorum. Filminizde Güneybatı Anadolu’nun ücra bir köyündeki “koyun
çobanlığı” mesleğini ele aldınız
ve bir koyun yıkama ve boyama
şenliğinin döngüsel zamanını kayda geçirdiniz. Devir filmindeki
döngüsel zaman fikri, endüstriyel
toplumun çizgisel zaman fikrini
109
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Derviş Zaim ile ‘Devir’ filmi üzerine söyleşi
tepetaklak ediyor. Bu yönüyle, filminizin yeni Türk sinemasındaki
diğer bazı filmlerle ilişkili okunabileceği kanaatindeyim. Mesela,
Semih Kaplanoğlu’nun Bal filmi
bu noktada kayda değer bir örnek; çünkü Devir’le mukayese
edilebilir şekilde, o da Kuzeydoğu Anadolu’daki “arıcılık” mesleğini ele alır ve Doğu Karadeniz
ormanlarında yavaş akan zamanı
kayda geçirir. Böylece Kaplanoğlu, büyük şehirlerde telaşlı hayatlar yaşayan seyircilerine farklı zamansallıkların mümkün olduğunu
hatırlatır. Keza, insan-hayvan arasındaki hiyerarşik ilişkiyi (insanın
hayvan üzerindeki tahakkümünü)
sorgulayan mezbaha sahneleriyle
Reha Erdem’in Kosmos adlı filminin de bu bağlamda dikkate değer
bir başka örnek olduğunu düşünüyorum. Zikrettiğim bu filmlerin, küresel kapitalizmin şekillendirdiği günümüzün endüstriyel
ve post-endüstriyel toplumlarının
tabiatla ve zamanla olan sakatlanmış ilişkisini soruşturan filmler
110
olduğu kanaatindeyim. Siz Devir’i
yeni Türk sineması içerisindeki bu
filmlerle bir arada düşündüğünüzde nasıl konumlandırırsınız?
Birkaç sene evvel yazdığım “Alüvyonik Türk Sineması” adlı makalede
çağdaş Türk sanat sineması yönet-
menlerinin filmografyaları arasındaki ilişkiyi soruşturmuştum. Bu soru
bana hala önemli görünüyor, zira
yönetmenlerin filmlerini kendi içine kapatarak okumanın, sinemamızın tarihsel serüvenini anlamakta ve
açıklamakta yetersiz olacağı kanaatindeyim. Teklif ettiğim “alüvyonik
sinema” kavramı, yönetmenlerin takip ettiği farklı güzergahları bir arada düşünebilme imkanı sunuyor. Zira
yönetmen sinemalarını kendi içine
kapalı bağımsız yapılar olarak düşünen “monadik” modeller, filmleri
çözümlerken bir nebze iş görse de
farklı yönetmenler tarafından çekilmiş filmler arasındaki ilişkiler konusunda bize pek az şey söyler. Halbuki
sinema tarihi yazımı (film historiyografisi) açısından, sinema eserlerinin
kültürel bağlamı açıklanırken farklı
yönetmenlerin çektiği filmlerin sinematografik, tematik, estetik, sosyo-politik unsurları arasındaki kesişim noktalarını da hesaba katmak
gerekir. Bu bağlamda, benim Devir
filmimle Reha Erdem’in Kosmos’u
veya Semih Kaplanoğlu’nun Bal’ı birbiriyle konuşan işler midir sorusunu
değerli bulurum ve şöyle cevaplayabilirim: Evet, bence de bu filmlerin
birbiriyle konuşma potansiyeli vardır.
Reha ve Semih de bahsi geçen filmlerinde metropol şehirlerin boğucu
ve ezici atmosferinden kaçıp doğaya döndüler; doğa üzerine tefekkür
etmek istediler; geç kapitalizmin etkisi neticesinde doğayla ve zamanla olan ilişkisi sakatlanan günümüz
bireylerine doğanın ritminin insan
için önemli olduğunu yeniden hatırlatmak istediler. Bu anlamda, bu
filmler arasındaki ortak noktalardan
bahsetmek elbette mümkün. Hatta
bu filmlerde baskın olan “doğadaki
zamanı gözlemleme” fikrinin yanı
sıra, mekân birliğinden de bahsedilebilir. Mesela, kameranın yakın plan
çekimlerle bir mezbaha içinde gezindiği sarsıcı sahneler vardır Reha’nın
filminde; işte Devir’de de Ali’nin entegre et üretim tesislerinin mezbahasında seri üretim mantığıyla kesilen
hayvanları görüp durgunlaştığı sahneler vardır. Ormanın derinliklerinde
uzun plan sekansların olduğu bölümler vardır Semih’in filminde; benim filmimin finalinde de bir orman
manzarası vardır. Bu tür mukayeseleri anlamlı bulurum, fakat yine de tüm
bunlardan hareketle yeni Türk sinemasında “ekolojik kriz ve çevre etiği”
temalı bir damarın ortaya çıkmakta
olduğunu söyleyemeyiz. Bu tür bir
yorum için henüz erken.
Film köylülerin cemaat halinde
namaz kıldıktan sonra ellerini açıp
sesli dua ettiği bir sahneyle açılıyor. Film neden böyle bir sahneyle
başlıyor?
O sahne de kurmacanın bir parçası. Gerçekte o yarışmanın açılışında
böyle bir dua yapılmıyor. Ama ben
Derviş Zaim ile ‘Devir’ filmi üzerine söyleşi
böyle bir sahne ilave etmek istedim,
çünkü dua bizim kültürümüzde bereketin ve umudun simgesidir. Her
işe duayla başlanır. Ben bunu kültürel kodlarımızın deşifre edilmesi anlamında önemsiyorum. Ayrıca dua,
içinde bulunduğumuz dünyanın çıkışsızlığına karşı ümidi korumanın
bir ifadesidir. O cemaatle namaz ve
dua sahnesini ilçe belediyesiyle işbirliği yapıp çektik, köylülere nohut-pilav dağıtıp davet ettik, sonra da ben
onlardan tıpkı kuraklık zamanlarında
gökten bereket yağsın diye yaptıkları gibi yağmur duası etmelerini rica
ettim. Onlar da namaz kılıp yağmur
duasına çıktılar. Ben de ekibimle beraber bunu filme çektim. Yani filmin
açılışı belgesel görünümlü de olsa
orada sahneleme var.
Filmin senaryosunun oluşturulma
safhalarından biraz bahsedebilir
misiniz? Filmin senaryo geliştirme
süreci ne zaman başladı? Senaryonun çekimlerle ve kurgu masasıyla
bir arada giden “yazılma” safhası
kaç hafta sürdü?
Film hakkında düşünmeye 2012 yılının Haziran ayında başladım. Eylül
ayının ilk haftası filmi çekmeye başladık. Çekimlere başladığımızda elimde sabit bir senaryo yoktu, yaklaşık
bir sinopsis vardı sadece. Bu yüzden
senaryo yazımı film bitene kadar devam etti diyebilirim. Üç defa sahaya
inip çekim yaptık, her çekimden sonra dönüp kurgu masasında çalıştık.
Böylece çekim süreci içinde ve kurgu
masasında gelişti filmin metni.
Filmin başrollerinde Hasanpaşa
köyünün çobanlarından Ali Özel,
Mustafa Salman ve Ramazan Bayar oynuyor. Böyle bir projede
niçin amatör oyuncularla çalışmayı tercih ettiniz? Niçin koyunların
yarıştırıldığı sahneleri profesyonel
oyuncularla canlandırmak yerine
Burdur’un Hasanpaşa köyündeki
gerçek bir çoban festivalini filme
çekmeyi ve böyle bir projede amatör oyuncu olarak Hasanpaşalı çobanlarla çalışmayı seçtiniz?
Stratejik olarak böyle yapmam gerekiyordu. Bu tip projelerde esas
mesele, karakteri nefes aldığı havuzun dışına çıkarmamaktır. Seçtiğiniz
oyuncuların kimyaları da birbirine
uygunsa projeyi yürütmek mümkün olur. Bu projede akademiden
oyuncularla çalışmak verimli olmazdı, zira çobanlığın ve köy hayatının
kendine özgü gerçekliğine çok yabancılar. Doğa üzerine çektiğim bir
filmde o ortama yabancı, o ortamı
bilmeyen oyuncularla çalışamazdım.
Bu çok iğreti dururdu filmde, sırıtırdı. Usta oyuncuları tenzih ederek
söylüyorum, profesyonel oyuncuların birçoğunda gördüğüm kötü bir
alışkanlık var. Metne olan bağlılıkları
o derece yüksek ki, anı kaçırıyorlar.
Yani muhataplarının, diğer oyuncunun mimiklerini, söylediklerini takip
etmiyor, çekim anının biricikliğini yaşamıyorlar. Zihinlerinde hep senaryo
metni var. Acaba kendi repliklerini
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
hata yapmadan söyleyebilecekler
mi? Zihinlerindeki tek soru bu. Oysa
amatör oyuncu, diyaloğu kendi götürmek zorunda. Bazı sahneler hariç
ellerine metin bile vermedim. Onlar
bu diyaloğu kendi doğallığı içinde
sürdürdüler. Öte yandan, profesyonel oyuncuları böylesi bir projede
“kısmen” kullanmak da yine ciddi bir
kriz doğurabilirdi, çünkü yarı profesyonel yarı amatör bir ekibin dokusu
asla uyuşmazdı ve ben oyuncu yönetiminde çok zorlanırdım. Halbuki
bu filmde oyuncularımı yönetirken
ben fazla belirleyici olmaktan ısrarla
kaçındım. Onların dünyasını kendi
doğallığında görmeyi ve ona göre
gerekli saydığım yerlerde kısıtlı bir
şekilde müdahale etmeyi tercih ettim, çünkü o ortamın doğallığını
ıskalamak istemedim. Ayrıca oyuncular arası ahenksizlik çıkmasını da
istemedim. Çoban oyuncularımla
gayet iyi çalıştık. Onlar işi benimsediler, ne yaptıklarının farkındaydılar. Bu
yüzden onları yönetirken çok zorlanmadım, zira karakterin neyi gerçekleştirmeye çalıştığı, nelerle mücadele
etmesi gerektiği gibi meseleler onlar
tarafından da biliniyordu. Hatta gündelik hayatlarında tekrar-be-tekrar
yerine getiriliyordu. Ben de bir yönetmen olarak onların oyunculuğa
alışmalarını bekledim ve sabırsız
davranmadım. Böylece aramızdaki
frekans uyumu sağlandı ve ortaya bu
film çıktı.
111
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Derviş Zaim ile ‘Devir’ filmi üzerine söyleşi
Hasanpaşa köyündeki ve İstanbul’daki çekimlerde çalışma şartlarını zorlaştıran şeyler oldu mu?
Evet, bizi çok zorlayan şeyler oldu.
En büyük krizlerimizden biri şuydu:
İlk gün akşamdan çalışmaya başladık. Gece sabaha doğru dağa çıktık,
gece sahnelerini çektik, ertesi gün de
yarışmayı çektik. Yani biz filmin gövdesini oluşturan sahneleri, çekimlerin ilk günü filme aldık. Bir kere ekip
işe ısınamadan en zor sahneleri çekmek durumunda kaldı. Bu bir dezavantajdı. Bunun da ötesinde, çoban
yarışmasında üç tane birinci çıktı! Bu
sahiden de benim hiç beklemediğim
bir gelişmeydi. Herkes yorucu bir buçuk günlük set çalışmasının ardından
odalarında istirahate çekilince, ben
de oturup kaydettiğimiz görüntüleri
seyretmeye başladım. Seyrederken
başımı avuçlarımın arasına alıp kara
kara düşündüğümü hatırlıyorum: Bu
film nereye gidiyor?! (Gülüşmeler)
Üç tane birinci çıkınca sahiden çok
112
canım sıkıldı. Yarışmanın sonuçları belli oluncaya kadar karakterlerin
durumunu da belirlemedim. Hikaye
başka bir yere gidebilirdi. Ramazan
çoban sekizinci defa birinci gelince
onun gelenek üzerine genç çobanlara ettiği sohbeti filme dahil oldu.
Eğer birinci gelmeseydi, muhtemelen o sahne olmazdı, filmdeki her
şey değişirdi. Bunun dışında geyiği
vurma sahnesi de bizi çok zorladı. O
geyiği filme çektiğimiz yerin etrafını
çitle çevirdik ki geyik kaçmasın. Bu o
kadar zor bir işlemdi ki! Yani çekimleri yaptığımız yer kocaman bir araziydi, o geniş arazinin etrafını sıkı sıkıya
çitlerle örmek zorunda kaldık, bütün
ekip canhıraş çalıştı. İşin gülünç tarafı, çekimler esnasında geyiği bir türlü
yakayalamadık. Sağ olsun, Ali Çoban
tecrübeli, hayvanı yakaladı hemen.
(Gülüşmeler) Sonra bir veteriner eşliğinde geyiği bayılttık. Hayvan yavaş
yavaş bayılırken, onun devrilme sahnesini de güya ölüyormuş gibi çektik. Üstüne de makyajla “yara” yaptık
ki, vurulmuş gibi görünsün.
Geyiğin boynuzlarını gerçekten
kestiniz mi?
Olur mu hiç öyle şey? Hayvana zarar vermek gibi bir düşüncemiz asla
olamaz. Tahta boynuzlar tamamen
postprodüksiyonda yerleştirildi – ki
gayet başarılı, fakültede ders olarak
okutulacak cinsten bir iştir.
Devir filminin basın toplantısında
filmin kendi kariyerinizde çok zevk
alarak yaptığınız, fakat aynı zamanda zorlandığınız bir film olduğunun altını çizdiniz. Film üzerine
yazılı basına verdiğiniz bir mülakatta da, “Daha önceden yaptığım
filmler açısından farklı ve daha zor
bir film yapmak kendime karşı bir
düello yapmak gibiydi,” dediğinizi
okudum. Film çekimleri esnasında teknik açıdan siz ve ekibiniz en
çok hangi noktalarda zorlandınız?
Bir yapımcı-yönetmen olarak Devir’in
Derviş Zaim ile ‘Devir’ filmi üzerine söyleşi
yapım aşamasında benim en çok zorlandığım şeyler, bütçe ve kurguydu.
Filmin bütçesini denkleştirebilmek
için Kültür Bakanlığı’na ve TRT’ye
başvurmuştum, ne yazık ki oralardan
beklediğim desteği bulamadım. Bu
da beni filmin finansmanı açısından
büyük sorunlarla karşı karşıya bıraktı.
Gelelim kurgu aşamasının zorluklarına. Çekimler tamamlandığında elimde onlarca saatlik çekilmiş görüntü
vardı. Kurgu nasıl yapılır? Eğer elinde
bir senaryo varsa ve aksiyon çizgisini
bilirsen kurguyu yaparsın. Ama bizim elimizde saatlerce süren görüntü
vardı ve senaryo yoktu. Bu çıldırtıcı
bir şey! Ben oturup bu görüntüleri
defalarca seyrettim ve eledim. İşte
senaryo o görüntülerin içinden doğdu. Bu çok zaman alan, zahmetli bir
işlemdi. Bu süreçte Aylin Hanım bana
çok yardımcı oldu, sağ olsun. İşini
iyi bilen bir kurgucuyla çalışmanın
avantajını yaşadım. Aramızda çok iyi
bir diyalog vardı, oturup elimizdeki
malzeme üstüne uzun uzun konuşuyorduk. Ben genelde bildiğini okuyan bir yönetmenimdir, her şeye eyvallah etmem, ama despot karakterli
biri de değilimdir. Eğer beraber çalıştığım insanın işini iyi bildiğine inanmışsam, o zaman onun söylediklerini
de dikkate alır ve öyle karar veririm,
bu benim genel çalışma ahlakımdır.
O sebeple, Aylin Hanım’ın önerilerini
de dikkate alarak kurguyu tamamladık. Ama sahiden de kurgu süreci
çok yorucuydu. Kendi kariyerimdeki
diğer filmlerin yapım süreçleriyle kıyaslayacak olursam, Devir filmi kurgu
süreci bakımından Tabutta Rövaşata’ya çok benzer, çünkü ilk filmimin
kurgu süreci de çok zor ve sancılı olmuştu. Tüm bunları söyledikten sonra şimdi de sorunuzun ikinci kısmına
cevap vereyim. Film setindeki ekibin
en zorlandığı şey, belgesel nitelikli
görüntü çekerken “olayları” takip etmekti. Kameramanların, sesçilerin ve
diğer teknik ekibin elinde belirgin bir
aksiyon çizgisi planı yoktu. Etraflarında onlardan bağımsız bir şekilde cereyan eden birtakım olaylar vardı, bu
keşmekeş içerisinde ekiptekiler neyi
takip edeceklerini kestirmekte çok
zorlandılar. Çünkü kurmaca film kamerası ile belgesel film kamerası çok
farklı şeylerdir. Belgesel kamerama-
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
nı, tanık olduğu olayın seyrine dair
burnu iyi koku alan biri olmak zorundadır. Böylece yüksek bir öngörüyle kamerasını kullanır ve görüntü
kaçırmadan olayı anında kayda geçirir. Benim kameramanlarımın böyle
bir belgesel tecrübesi yoktu. Bazen
neyi kaydedeceklerini kestiremediler,
bazen kaydedebilecekleri şeyler arasında kararsız kaldılar ve bocaladılar,
bazen de çerçeveledikleri görüntü
içerisinde neye odaklanacaklarını
bilemediler. Çok zorlandılar başlangıçta, ama zamanla set ekibi ortamın
“kaos”una uyum sağladı. Onlar bana
inanıp benimle yola çıktılar, ben de
onlara güvenip yürüdüm ve neticede
sahadan mağlup ayrılmadığımızı düşünüyorum. Yaptığımız iş içime sindi.
Filmin çekimlerinde yaşadığınız en
harika olay hangisiydi? Bir anekdot olarak unutamayacağınız bir
çekim hatıranız var mı?
Evet, unutamayacağım mucize gibi
bir hatıram var. Filmin karlı kış sahnelerinin çekimlerini yaparken, yazın
yaptığım çekimlerin eksik kaldığını
gördüm. Canım sıkkındı. Nasıl yapsam da o eksik sahneleri çeksem
diye düşünürken aniden o puslu hava dağıldı, bulutlar kayboldu,
güneş açtı, ortalık yazdan kalma
bir gün gibi ışıl ışıl oldu. Çobanlara
dönüp, “Eksik kalan yaz sahnelerini
şimdi çekmek istiyorum, ama bu çekimler için yazlık kıyafetlerinizi giyebilir misiniz?” diye sordum. Çobanlar
da dediler ki, “Biz zaten serin havaya
alışığız, giyeriz tabi.” İşte çobanlara yazlık kıyafet giydirip eksik kalan
sahneleri çektim, sahneler bitince de
hava tekrar kapattı. (Gülüşmeler) Bu
da bize doğanın bir jesti, Tanrı’nın bir
armağanıydı.
Benimle bu söyleşiyi gerçekleştirdiğiniz için size teşekkür ederim.
Benim için zevkti, ben de teşekkür
ederim.
113
Takiyüddin, Galata Rasathanesi
İSLÂM
MEDENİYETİ
Prof. Dr. Ziya KAZICI
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
İslâmî İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi
“
İslâm Medeniyeti, İslâm Dini’ni kabul
eden milletlerin el birliği ile meydana
getirdikleri ortak bir medeniyetin
adıdır. Bununla beraber bu
medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde
Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük
payları olduğu bir gerçektir. İslâm
Medeniyeti ve Arap Medeniyeti
adı Orta Zaman Şark medeniyetine
verilmektedir. Bu medeniyeti meydana
getiren Müslümanlar, sadece Araplar
olmadığı gibi, Yakın Asya ve kısmen
Afrika halklarının tamamı da devlet
dini olan İslâm Dini’nin, ilim ve
edebiyat dili olan Arap dili vasıtasıyla
birleşmişlerdir.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İSLÂM MEDENİYETİ / Prof. Dr. Ziya KAZICI
Kaynağını Kur’an ve Hz. Peygamber’in Sünneti’nden alan “İslâm
Medeniyeti”, Müslüman olan bütün
milletlerin müştereken meydana getirdikleri medeniyetin adıdır. Bu medeniyetin tarih sahnesine çıkışından
kısa bir müddet sonra Müslümanlar,
Cebel-i Tarık Boğazı’ndan Çin seddine kadar olan bir sahaya hâkim
oldular. Bu medeniyet anlayışının
gereği olarak Müslümanlar ellerine
geçirdikleri bölgelerde yaşayan yerli
halka şefkat ve merhametle muamelede bulundular. Onlar böyle davranmak zorundaydılar. Çünkü kitapları
olan Kur’an, bunun dışında bir muamelede bulunmayı kendilerine
yasaklamıştı. Bu bakımdan
başka türlü davranmaları
mümkün değildi.
İslâm kültür, medeniyet ve müesseselerinin en önemli ve
başta gelen kaynağı
Kur’an-ı
Kerim’dir.
Toplumun uyması
gereken kanun ve
nizamlar ile toplum
fertlerinin hem devlet, hem de kendi aralarındaki ilişkilerin düzgün bir şekil alması gibi
konular, ilahî vahye dayanan Kur’an’da mevcuttur. Binaenaleyh Kur’an’ın ve ona bağlı
olarak Hz. Peygamber’in emirleri
Müslüman toplumlarda dinî, siyasî,
iktisadî, sosyal ahlakî ve askerî müesseselerin kurulup gelişmesine imkân
sağladı.
Kelime anlamı olarak ‘medeniyet’,
şehirleşmek ve şehir hayatını benimsemek demektir. Arapça ‘şehir’
demek olan ‘medine’ kelimesinden
türetilen ‘medeniyet’, Batı dillerindeki ‘civilisation’a karşılık olmak üzere dilimizde XIX. yüzyıldan itibaren
kullanılmaktadır. Osmanlı yazarlarının, bundan önce, insanlığın maddî
ve manevî bakımdan yüksek refah
dönemlerini anlatmak için mede116
niyet anlamında ‘imar’, ‘umran’ ve
‘ma’mûr’ kelimelerini kullanmayı tercih ettikleri görülür.1
Tarihten günümüze kadar insanın
bulunduğu her yerde az veya çok
medenileşme hareketinin görüldüğü bilinmektedir. Zira toplu yaşayışın
doğurduğu medenî ilerlemeler, insanın yeryüzünde var olduğu günden
beri devam etmektedir. Bu bakımdan
günümüze gelinceye kadar birbirinden farklı kaç medeniyetin geldiği
el-Meʾmun’un Dünya Haritası
kesin olarak bilinememektedir. Kelime olarak şehirleşmek ve şehir hayatını benimsemek gibi mânâlara gelmesine rağmen, ıstılâh olarak tarifi
daha farklı bir özellik taşır. Buna göre
medeniyeti, “milletlerarası seviyeye
yükselmiş bir kültürün veya birbirine
yakın kültürlerin meydana getirdikleri anlayış, davranış, yaşayış, bilgi,
teknik, her türlü sosyal faaliyetler ile
maddî alet ve bu maksatlarla kurdukları müesseselerin bütünüdür”
şeklinde tarif etmek mümkündür.
Kısa sürede gelişip büyüyen İslâm
medeniyeti sayesinde Müslümanların Cebel-i Tarık Boğazı’ndan Çin
seddine kadar olan bir sahayı ellerine geçirdiklerine temas edildiği gibi
buralarda yaşayan halka şefkat ve
merhamet ile muamelede bulunduklarına da temas edilmişti. Müslümanlar, gerek medeniyet, gerek kültür ve
gerekse müesseselerinin en önemli
iki kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’in
yol göstericiliği ışığında kısa bir
müddet içinde ilim, fen, sanat, iktisat, tıp, edebiyat, tarih ve felsefe gibi
ilimlerde büyük ilerleme kaydettiler.
Bu sayede İslâm medeniyeti, Asya,
Afrika ve Avrupa’nın önemli bir
kısmını içine almakla kalmamış, aynı zamanda başka
ve özellikle günümüz
Avrupa’sının
medeniyeti olarak bilinen
Batı medeniyetinin
gelişmesinde
de
önemli rol oynamıştır. Batı, İslâm
medeniyeti ile karşı karşıya geldiği
zaman
kendisini
ilim, tefekkür, fen ve
teknik imkânlar bakımından Müslümanlardan çok daha zayıf
ve güçsüz hissetti. Bu eksikliğini gidermek için Müslümanlardan istifade yollarını
aradı. İşte bu istifade sebebiyledir
ki, Batı kendi medeniyetinin temelini
atarken İslâm medeniyetinin unsurlarını kullandı ve bu unsurları kullanırken farkına varmadan etkisinde
de kaldı.
İslâm Medeniyeti, İslâm Dini’ni kabul
eden milletlerin el birliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin
adıdır. Bununla beraber bu medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük payları olduğu bir gerçektir. Nitekim W.
Barthold’un da işaret ettiği gibi İslâm Medeniyeti ve Arap Medeniyeti
adı Orta Zaman Şark medeniyetine
verilmektedir. Bu medeniyeti mey-
İSLÂM MEDENİYETİ / Prof. Dr. Ziya KAZICI
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Ön Asya’nın en medenî ve ileri memleketlerinin İslâm ülkeleri olduğudur.
Bu devirde Bağdad ve Kurtuba dünya zenginliklerinin aktığı, ticaretin en
bereketli olduğu ve çeşitli sanatların
geliştiği en zengin şehirlerdir. Bu şehirler, aynı zamanda yoğun kültürel
bir hayatın merkezi ve medeniyetin
ışıklı kaynaklarına da sahiptirler. Eşine rastlanmayacak biçimde gelişen
ilim ve medeniyet, dünyanın her yanında yetişen âlimleri ve sanatkârları
buralara çekmekteydi. Her ne kadar
yukarıdaki ifadelerde VII. - XIII. asırlar deniliyorsa da biz buna XV. ve XVI.
Osmanlı asırlarını da ilave edebiliriz.
Zira bu iki yüzyılda Osmanlılar tarafından meydana getirilen medenî
gelişmeler (maddî ve manevî unsurları ile birlikte) sayesinde bu iki asra
“Osmanlı Asırları” denilmektedir. Günümüzde bile Osmanlı medeniyet ve
müesseseleri üzerine özellikle arşivlerimizde Batılı ilim adamları tarafından yapılan araştırmalar ve bu araştırmalar örnek alınarak yapılan bazı
uygulamalar, Osmanlı (dolayısıyla
İslâm) medeniyetinin Batı medeniyet
ve müesseseleri üzerinde hala tesirini devam ettirdiğini göstermektedir.
İbn Sina bir hasta yatağı yanında (Kat. IV, 32)
dana getiren Müslümanlar, sadece
Araplar olmadığı gibi, Yakın Asya ve
kısmen Afrika halklarının tamamı da
devlet dini olan İslâm Dini’nin, ilim
ve edebiyat dili olan Arap dili vasıtasıyla birleşmişlerdi.2 Bu birlik, öyle
bir medeniyet meydana getirdi ki,
günümüz Batı medeniyeti gelişmesini buna borçludur. Nitekim R. V. C.
Bodley (1546-1613)’in “Rönesansı
İslâmiyet’e borçluyuz” sözü, bu gerçeği dile getirmektedir. Bundan başka hala günümüzde bile batılı birçok
araştırıcı tarafından özellikle arşivlerimizde Osmanlı müesseseleri üzerinde yapılan çalışmalar örnek alınarak bazı gelişmelerin ortaya çıktığına
şahit olmaktayız.
Gerçekten, VII. asırdan başlayıp XIII.
asra kadar dünya medeniyeti tarihi,
İslâm medeniyetinden ibarettir. Bu
bakımdan, tarihin kabul ettiği reddedilmez gerçeklerden birisi de miladın
VII. yüzyılından XIII. yüzyılın ortalarına kadar hem Avrupa’nın, hem de
Eğer bir medeniyetin yaratıcı eserleri
ve manevî değerleri, düşünce alanında sağladığı zenginlikler ve gerçekleştirdiği maddî ilerlemeler ile belirtiliyorsa elbette ki, İslâm’ın ortaya
çıkışından itibaren beş yüz yıllık bir
devreyi, cihan tarihinin en büyük devirlerinden birisi olarak kabul etmek
gerekecektir.
Bilindiği gibi medeniyetler biri maddî, diğeri manevî olmak üzere iki ana
unsurdan meydana gelirler. İslâm
dünyasının, özellikle manevî alandaki olağanüstü gelişmesi, İslâm
inkılabının gücü ile ruhundaki aksiyon kabiliyeti ve bunların yanı sıra
bu medeniyetin öncülüğünü yapmış
olan Arap ve Arap olmayan milletlerin parlak düşünce ve sanat yetenekleri ile birlikte İslâm’ın ilme verdiği
değer ile açıklanabilir.3 Gerçekten
de gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse
117
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İSLÂM MEDENİYETİ / Prof. Dr. Ziya KAZICI
Hz. Peygamber’in hadisleri ışığında değerlendirildiği zaman İslâm’ın
ilme ne denli büyük bir değer verdiği
kendiliğinden anlaşılır. Bu bakımdan
biz, bu konudaki ayet ve hadislere
müracaat etme ihtiyacı duymuyoruz.
Bununla beraber İslâm maddî olduğu kadar manevî alanda, başka bir
ifade ile hayatın bütün safhalarında
tatbik edilen bir sistem olduğundan,
onun gayretini sadece ruhanî ve manevî saha ile sınırlandırmak mümkün
değildir. Bu gayret sayesindedir ki,
İslâm âleminde ilimlerin hemen her
şubesi ile uğraşılmıştır. Zira İslâmî anlayışa göre ilim ve ibadet birbirinden
ayrılmayan iki unsurdur. Bu sebeple
Müslümanlar, İslâm’ın ilk asırlarından
itibaren çeşitli ilimleri araştırmaya
başladılar. Başlangıçta kısmen tercüme şeklinde olan bu çalışmalar, daha
sonra gelişerek bizzat Müslümanların kendi eserleri olarak ortaya kondu. Bu çalışmalarda, Kur’an, Sünnet,
Fıkıh ve Kelâm gibi tercümeye ihtiyaç
duymayan dinî ilimlerin yanında tarih, coğrafya, astronomi, tıp, felsefe,
matematik, mimarî, iktisat, sosyoloji
vs. gibi ilimler de onların çalışma sahalarına giriyordu. Böylece, kısmen
unutulmuş, kısmen de terk edilmiş
bulunan birçok ilim dalının gelişmesi, Müslümanlar sayesinde olmuştur.
Binaenaleyh hiç çekinmeden günümüz medeniyetinin İslâm araştırmalarının temelleri üzerine bina edildiğini söyleyebiliriz. Bu konuda birkaç
isim, söylediklerimizin şahidi olarak
hatırlanacaktır: Ali b. Rabban et-Taberî, Râzi, İbn Cülcül, İbn Cezzar, İbn
Sina, el-Mes’udî, el-Birûnî, İbn Hazm,
İbn Rüşd, el-Gazzalî, Ebu’l-Fida, İbnu’n-Nefis, Abdülaziz es-Sivasî, Geredeli Murad, Hacı Paşa, Mukbilzâde
Mü’min, Sabuncuoğlu Şerafeddin
Ali, Ak Şemseddin, Ali Kuşçu, Mirim
Çelebi, İbn Kemal, Ebû Suûd Efendi
vs. gibi birçok âlim, çalışmaları ile
bütün dünyaya ışık tutmuşlardır.4
rağmen, artık yavaş yavaş günümüz
Batı dünyası tarafından da kabul
edilmektedir. Nitekim Montgomery
Watt, hem bu durumu, hem de batılı
dünyanın İslâm dünyasına karşı beslediği kin ve garezine temas ettiği ifadesinde şunları söylemektedir: “Müslümanlarla Hıristiyanların, Araplarla
Avrupalıların bir dünya içinde gittikçe
kaynaştığı şu zamanda, İslâm’ın Avrupa’ya yaptığı tesiri incelemek, son
derece isabetli bir çalışmadır. Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının zihinlerde
tablosunu çizdikleri İslâm’ın tamamen iftira mahsulü olduğu çoktandır
bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asır
boyunca araştırmacıların yaptıkları
tetkikler sayesinde batılıların gözleri
önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör
gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm’ın yaptığı tesirin
kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor,
bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha
iyi münasebetler kurabilmek için,
borçlarımızın tamamını itirafa mecburuz. Onu saklamak ve inkâr etmek
sahte bir gurur alametidir.”5
Avrupalıların, İslâm medeniyet ve
müesseselerinin kendi medeniyet ve
kültürleri üzerindeki etkilerini görmezlikten gelip inkâr yoluna sapma-
ları, başka bir batılı yazar tarafından
da şöyle dile getirilmektedir: “Dinî
taassub yüzünden, objektif ve adalete uygun bir şekilde, yargılamaktan
kaçındığımız ve üstün başarılarını
sistemli bir şekilde küçültmeye çalıştığımız, kültürümüzün temeli olan
eserlerini örttüğümüz ve adını bile
anmaktan çekindiğimiz bir milletin
hakkını vermenin zamanı artık gelmemiş midir? İslâmiyet’in çıkışından
günümüze kadar Batı ile Arap dünyası (İslâm dünyası) arasındaki ilişkiler,
duygu ve tutkuların, tarihi nasıl yalana boğduğunun en açık örneğidir.
Bu, başka din mensuplarından gelecek her etkinin tehlikeli görüldüğü
ve bu sebeple de elden geldiği kadar
önlemeye çalışıldığı zamanlar için tabiî idi. Ama bu Ortaçağ görüşü, hâlâ
ortadan kalkmış değildir. Günümüzde
de geleneklerin sınırladığı ufuk, çoğu
zaman bilinçsiz, ama kökleri çok derinde olan bir kaygı, eski propagandaların bize, katiller ve puta tapanlar
olarak tanıtmış olduğu bu insanlara
karşı görüşümüzü alabildiğine darlaştırmaktadır.”6
Görüldüğü gibi Batı Hıristiyan dünyası, dinî taassup yüzünden İslâm
dünyasındaki ilmî ve medenî gelişmeleri bazen görmezlikten gelir,
bazen bu gelişme ve icatları önemsemez bir tavır takınır, bazen de ken-
Müslüman âlimlerin her alandaki ilmî
araştırma ve buna bağlı olarak ortaya koydukları buluşları, daha önceleri görmemezlikten gelinmesine
Hafız Osman’ın hattından bir örnek
118
İSLÂM MEDENİYETİ / Prof. Dr. Ziya KAZICI
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Medine şehri
dine mâl ederek intihalde bulunur.
Biraz önce kendisinden alıntı yaptığımız Watt, bu konuda epey bilgi ve
örnek vermektedir.7
İslâm âleminde tercümeler devri diyebileceğimiz (el-Me’mûn dönemi,
IX. asır) dönemden sonra farklı bilim
dallarına karşı büyük bir iştiha uyanmıştı. Bu iştihanın bir sonucu olarak
müsbet ilimler alanında önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu sebeple
dönemi izleyen yıllarda bilim ve bilgi
üretmede Müslümanlar öncü olmuşlardı. Müslümanların bilimlere yaptıkları katkılar ile gerek Ortadoğu’da,
gerekse İspanya (Endülüs) ve Kuzey
Afrika’da kurdukları bilim akademileri şemsiyeler (rasathâneler) ve medreseler Avrupa’da Rönesans denilen
dönemi hazırlamışlardı. Söz konusu
müesseseler, daha sonraki yüzyıllarda Avrupa tarafından taklid edilip
geliştirilen prototipleri oluşturmuşlardır.
Gerek günümüzde, gerekse daha
önceleri dünyanın her tarafında ciddi çalışmaları ile İslâm medeniyeti
ürünlerini gün ışığına çıkaran pek
çok araştırma yapılmış veya yapılmaya devam etmektedir. Yapılan bu ciddi çalışmalar sebebiyledir ki, bilim tarihçisi George Sarton’a göre milattan
sonraki 750-1100 yılları arasında her
50 yıl, o döneme bilimsel katkıları ile
hâkim olmuş veya damgasını basmış
olan veya birkaç büyük Müslüman
bilim adamının ismiyle anılmaya layıktır.8
Bilindiği gibi dinler, toplumların düşünce, anlayış, hareket ve davranışlarının şekillenmesinde büyük rol
oynarlar. İşte İslâm medeniyetinin
doğuşunu, gelişmesini ve şekillenmesini sağlayan en büyük etken, İslâm Dini’nin ilme verdiği değerden
başkası değildir. Sözü edilen medeniyetin gelişmesine tesir eden tali
derecedeki başka âmiller olmakla
beraber en büyük etkenin ilim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira
ilim olmadan ilerleme ve gelişmeler-
den söz etmek mümkün değildir.
Bilindiği gibi Kur’an, ilk âyeti ile eğitim ve öğretimi emreden bir dinin
Kitabı’dır. Bu Kitab’ın gönderildiği
Peygamber de ümmetine bu yolda talimat veriyordu.* Kur’an ile Hz.
Peygamber’in okuma ve öğrenme ile
ilgili emirlerini göz önünde bulunduran Müslümanlar, daha İslâm’ın
ilk yıllarından itibaren öğrenmek için
bütün imkânlarını seferber ediyorlardı. Başlangıçta bu imkânlar daha
ziyade dinî alanda kullanılıyordu.
Zira bu bilgilerin bir kısmı günlük,
bir kısmı haftalık, bir kısmı aylık, bir
kısmı da senelik ibadetleri için gerekli idi. Bu bilgiler olmadan doğru
dürüst ibâdet yapılamazdı. Bununla
beraber ibâdetler için gerekli olan
bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadığını da belirtmek gerekir. Zira namaz
kılmak veya oruç tutmak isteyen bir
Müslüman, başını yerden kaldırıp
gökleri araştırmak ve ay ile güneşin
hareketlerini takip etmek zorundadır. Böylece basit bir şekilde de olsa
119
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İSLÂM MEDENİYETİ / Prof. Dr. Ziya KAZICI
bir astronomi bilgisine; Zekât vermek isteyen bir
başkası, matematik bilgisine; Hacca gitmek veya
namaz için kıble yönünü tayin etmek isteyen bir
diğeri de en azından basit bir coğrafya bilgisine
sahip olma ihtiyacını duyar.9 Bütün bunlar zamanla Müslümanların değişik branşlardaki ilimlerle
uğraşmalarına sebep oldu. Nihayet bazı hadislerin
genel anlamda ilmi teşvik etmeleri, Müslümanların asırlar boyu her türlü ilmî faaliyette bulunmalarına vesile oldu.
diler. Fakat daha önce de belirtildiği gibi Batı, her
bakımdan çok yüksek değerlere sahip olan İslâm
medeniyeti karşısında kendisini çok güçsüz görmeye başladı. Bunun bir sonucu olarak da bu medeniyetten nasıl istifade edilebileceğinin yollarını
araştırmaya başladı. Bir makalenin dar olan çerçevesi sebebiyle biz, burada, İslâm medeniyetinin
Batıya geçiş yol ve şekillerinden bahsedemiyoruz.
Şayet bu yolları söz konusu etseydik mevzuumuz
bir hayli uzayacaktı.10
Emevîler’den sonra İslâm medeniyetinin sınırları,
devamlı olarak Batı dünyasının kapılarını zorlamaya başladı. Türklerin İslâm’ı kabullerinden sonra ise bu durum daha bir yaygınlık kazanmıştır.
Hele Anadolu’nun fethine muvaffak olunmasından sonra gerek Haçlı seferleri ile olsun, gerekse
Müslüman Türk akıncılarının akınları ile olsun İslâm Medeniyeti ile batı medeniyeti yüz yüze gel-
Kudüs
Dipnotlar
1. Kelime ve ıstılah manaları hakkında daha
geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul
2014, s. 17 – 18.
2. M. Fuad Köprülü – W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1973, s. 3.
3. Haydar Bammat, İslâm’ın Çehresi, trc. Osman Fehmi Giritli, İstanbul 1975, s. 93 –
94.
4. Bu konuda daha geniş bilgi için bak. Ziya
Kazıcı, İslâm Kültür ve Medeniyeti, İstanbul 2010, s. 169 – 170.
120
5. Montgomery Watt, İslâm’ın Avrupa’ya Tesiri, trc. Hulusi Yavuz, İstanbul 1986, s. 11.
mas etmeyi zait görüyoruz. Çünkü bunlar,
hemen herkes tarafından bilinmektedir.
6. Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın
Üzerinde, trc. Hayrullah Örs, İstanbul (tarihsiz), Altın Kitaplar Yayınevi, s. 8.
9. Bu konularda daha geniş bilgi için bk. Ziya
Kazıcı, Osmanlı’da Eğitim – Öğretim, İstanbul 2014, s. 15 – 17.
7. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Watt,
age. s. 39 – 40.
10. Bu konuda geniş bilgi için bk. Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, s.
43 – 48.
8. Bu isim ve yıllarla ilgili geniş bilgi için bak.
Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri
Tarihi, s. 30.
* . Burada konu ile ilgili âyet ve hadislere te-
İSLÂM MEDENİYETİ / Prof. Dr. Ziya KAZICI
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
121
Balkanlarda
Türk İslam
Eserleri
Ferudun AY
Yazar
“
Hep hatıralar doluydu, dönsek ne yana:
Sesler geliyordu her taraftan, duyana…
“Kardeşler, şimdi nerdeyiz?” derken ben
Minyatür: Şermin Ciddi
Tarihten bir ses, dedi: “Mevki” Viyana!... (A. N. Asya)
Osmanlı Devleti, beş yüz elli yıla yakın
bir süre Balkanlara hakim olmuş. XI.
yüzyılda temeli atılan bu beraberlik,
1913 yılında zorunlu geri çekilme ile
varlığı resmi olarak son bulmuştur. Ancak, Balkanlardan resmi olarak çekilme olsa dahi, yüzyıllarca inşa edilmiş
ortak kültür ve miras asla silinemeyecek bir yapıya kavuşmuştur. Osmanlı
Devleti gittiği her beldede kendine
has eserlerini inşa etmiş. Huzur, güven
ve hoşgörü temelinde oluşan bir miras bırakmıştır. Bölgede yaşayan her
milletin ortak kültür, değer ve mirası
olan Türk İslam eserleri, günümüzde de görevini devam ettirmektedir.
Türk İslam eserleri, Dünya durdukça
Balkanlardaki varlığımız olduğu kadar
Türkler ve diğer Müslüman milletlerin
her devirde Balkanlara kayıtsız kalmayacağının da teminatıdır.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Balkanlarda Türk İslam Eserleri / Ferudun AY
Avrupa kültür ve inancının hâkim
olduğu topraklarda Türk İslam kültürüyle yeniden doğan bir coğrafi
kimlik Balkanlar. Avrupa kıtasına kalıcı olarak İslam’ın yaşam ve mimarisini getiren Müslüman Türk milletidir. Bu buluşma, Türklerin göçü ile
XI. yüzyılda başlar. Kaynaklara göre,
bu yüzyılda meydana gelen göçlerde
kesin olarak bilinen kişi ve topluluklar; İzzettin Keykâvus, yardımcısı Sarı
Saltuk ve dervişleridir.
ona bağlı olarak tasavvuf düşüncesini anlatmaktır. Tekkelerin bölgedeki
yaygınlığı Balkanların hemen hemen
her bölgesinde etkili olur. Öğretilerinin ulaştığı her bölgeye tekkeler
ve türbeler inşa edilir. Sarı Saltuk’un
yerel halk tarafından sevilip benimsendiğinin günümüzdeki en önemli
kanıtlarından birisi de bu türbelerdir.
Sarı Saltuk ile başlayan İslam dinini
yayma ve beraberinde eserlerini inşa
etme mücadelesi, Osmanlı Devleti
ile devam eder. Osmanlı Devleti’nin
14. yüzyılın ilk çeyreğinde kalıcı bir
dini; han, bedesten, arasta ve çarşı
gibi ticari; imaret, hamam, köprü, su
kemeri, çeşme ve kulesi gibi sosyal;
mektep, medrese ve kütüphane gibi
eğitim; kale, kule-ocak, burç ve tabyalar gibi askeri yapılar inşa etmek
suretiyle, Osmanlı-Türk şehir dokusu anlayışı bölgeye hâkim kılınmıştır.
Bu suretle bölgeye yeni bir yaşama
tarzı, ticari hayat ve medeniyet getirilmiştir.”1 Osmanlı, Anadolu şehir
kültüründen ayırmadığı Balkanlarda,
o bölgeye has bir mimari inşa kurallarını da uygular.
Balkanlara göç edip Dobruca’nın
kuzeyine yerleşen Sarı Saltuk’a bağlı Müslüman Türkmenler
burada Müslüman Türk ‘Geldikti bir zamanlar Sarı Saltik’la Asyadan
kimliğini muhafaza edip
Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan’
kendi kültürel değerlerini
(Y. K. Beyatlı)
yaymayı ve yaşatmayı başarır. Böylelikle hem bu- Balkanlarda ilk Türk İslam eseri niteliği de taşıyan Sarı Sallundukları bölgede hem
tuk’un türbesi Bulgaristan’ın kuzeydoğusunda yer alan Bade Balkanlardaki Türk İslam
badağ Kasabasındaki Saltuk Baba Türbesi’dir. Osmanlı döeserlerinin temelini oluşturacak yaşam ve mimarinin neminde öğretileri ve (tekke, türbe) mahfili ile temsil ettiği
inşası için gereken ilk adım- değer ve önemi kaybetmeyen Saltuk Baba, günümüzde ha-
Balkanlar, Anadolu’daki birçok bölge ve ilden daha
fazla Türk İslam eserini
bünyesinde bulunduran bir
coğrafyadır. Bu eserlerin
neredeyse tamamının devlet, vakıf ve tarikatlar eliyle
yapılmış olması bölgeye
ayrı bir önem kazandırır.
Eserlerin çoğunlukla vakıf
ve devlet eliyle yapılmış
lar da Sarı Saltuk ile atılmış len Bölge halkı için manevi değeri olan gün ve aylarda ziya- olması her birinin gerekli
olur. Sarı Saltuk yaşadığı ret edilip ibadet yeri olarak kullanılmaktadır. Osmanlı Devleti özellik ve bilgileriyle kayıt
yerel bölgenin dışında Bal- döneminde sultanların seferlerde gidiş-dönüşlerinde uğrak altına alınmasını da sağkan coğrafyasında bulunan
lamıştır. Eserlerin geçmişyeri haline gelen türbe, ilk Türk İslam Eseri olarak Balkanlarten günümüze durumunu
Bosna, Arnavutluk, Sırbisda günümüze kadar gelen hoşgörü ve tasavvuf temelindeki
tan, Makedonya, Kosova ve
öğrenmek adına bu kayıt
İslam
dini
yaşam
ve
öğretilerini
hala
günümüzde
de
sürdürKaradağ sınırları içinde de
ve belgeler değeri ölçületkili olur. Alperenler olarak mektedir. Cümlelerimizi destekleyecek birçok örnekten birisi mez bir kıymet taşımaktabilinen dervişler Balkanla- de Bosna’da Buna Nehri’nin (Vrelo Bune) çıktığı dik kaya- dır. Günümüzde Osmanlı
rın dört bir yanına hicret lıktan oluşan dağın dibine kurulmuş Blagay Tekkesi. Halen Devleti’nin beş yüz elli yıla
eder. Alperenlerin hicreti, yapıldığı günden beri gelen ilk faaliyetine devam etmektedir. yakın süre hâkim olduğu
bulundukları
bölgelerde Hiç istisnasız her Perşembe günü yetiştirmiş oldukları med- Balkanlardaki mimari yapıların bulunması ve değerhoşgörü ile güven ortamı
rese talebesi dervişler ile dışarıdan katılımcılara açık ibadet,
lendirilmesi için baktığımız
sağlayarak Osmanlı’nın fetoplu zikir ve dua etkinliği gerçekleştirilir. Blagay Tekkesi
tihlerine ve iskan politika“Başbakanlık Osmanlı Arşilarına zemin hazırlar. Sarı Türk İslam Eseri mimarisini, alçak gönüllüğün ve sadeliğin vi, Vakıflar Genel MüdürlüSaltuk’un dervişleri böy- şekil bulmuş halidir. Günümüzde de turizm amaçlıda hizmet ğü ve Tapu Kadastro Genel
lelikle İslam dini, yaşamı veren tekkeye Avrupa, Balkanlar ve Türkiye’den ciddi sayıda Müdürlüğü Arşivlerinde”2
ve eserlerinin Balkanlarda turist ziyareti gerçekleşmektedir.
bulunan kayıtlar ışığında inşa ettiği mimarilerin
yayılmasını sağlamakla beraber Osmanlı Devleti’nin
tespiti yapılmıştır. Prof. Dr.
fetih mücadelesine büyük destek de
Mehmet Z. İbrahimgil’in, bu arşivlenetice ile sonuçlanacak iskân ve fetihlerle Türk İslam etkisinde Müslüri araştırması ve bölgede uzun yıllar
vermiş olur. Bahsetmiş olduğumuz
manlığın yayılması hızla gerçekleşir.
yapmış olduğu inceleme çalışmadesteklerin başında Osmanlı Devleti’nin Balkanları fethinden önceki
sı sonucunda Balkanlar’da Osmanlı
Bununla beraber Osmanlı, temsil
dönemde, bölgede dini ve kültürel
hâkimiyeti döneminde 15.846 vakıf
ettiği inanç ve kültürü de Balkanlarda işler. “Şehir merkezlerinde, caöğretilerin yapıldığı tekkeler inşası
ve kamu eserinin inşa edildiği tespit
mi-mescit, tekke-zaviye ve türbe gibi
gelir. Temel amacı İslam yaşamını ve
edilmiştir. Buna Türkiye dışında kalan
124
Balkanlarda Türk İslam Eserleri / Ferudun AY
Balkan Ülkeleri
İnşa Edilen
Ayakta Kalan
Oran
Arnavutluk
1.015
200
19%
Bosna-Hersek
3.560
657
18%
Bulgaristan
3.339
518
14%
Hırvatistan
241
52
22%
Karadağ
222
95
42%
Kosova
361
221
61%
Macaristan
724
41
6%
Makedonya
1.413
484
34%
Romanya
291
110
38%
Sırbistan
909
162
18%
Yunanistan
3.771
750
20%
Genel Toplam
15.846
6.670
42%
veya kaybolan arşiv kayıtlarını ilave
edecek olursak bu sayının daha da
artması mümkündür. On bir Balkan
ülkesinde, günümüze kadar ayakta
kalabilen eserlerin istatistikî olarak
genel durumu şu şekildedir:
Yukarıdaki tabloda vermiş olduğumuz belgeli veriler ışığında eserleri değerlendirdiğimizde Osmanlı
Devleti’nin fethettiği toprakların öz
kaynaklarını yine hâkimiyetindeki
topraklara yatırım ve kültürel değer
Elçi İbrahim Paşa Medresesi, Travnik
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Gazi Hüsrev Bey Camii, Saraybosna
olarak aktarmış olduğunu görmekteyiz. Aksi halde günümüze kadar
Balkan Müslümanları ile zamanın
yıkıcılığına rağmen ortak bir duygu ve payda da buluşmamız ayakta
durmamız imkânsız olurdu. Zamanın
aktörleri, yıpratıcılık ve asimile etme
gayretine rağmen “bölgenin sahip
olduğu askeri, ticari, ekonomik, kültürel ve sosyal önemden dolayı Osmanlılar Balkanlar’da yoğun bir imar
faaliyeti yürütmüşlerdir. Mevcut şe-
hirler yeni bir anlayışla imar ve ihya
edilirken, yeni şehirler ve yerleşim
yerleri de kurulmuştur.”3 Yönetimi
altındaki bölgelerin öz kaynaklarını
yine ait olduğu yere yatırım olarak
aktarmışlar.
Osmanlı Devleti döneminde Balkanlara yapılan imar türlerini araştırdığımızda yapılan eserlerin bölge
halkına hizmet edecek inşalardan
oluştuğunu görmekteyiz. Bu yapı-
Hacı Giray Han Türbesi, Zincirli Medrese
125
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Balkanlarda Türk İslam Eserleri / Ferudun AY
Mostar Köprüsü, Saraybosna
ları kendi içerisinde sınıflandıracak
olursak; dini yapılar (cami-mescit,
tekke, türbe, zaviye, namazgâh, hazire, hanikâh, külliye), eğitim yapıları
(medrese, mektep, darül-kura, darül
hadis, okul, kütüphane), sosyal yapılar (imaret, hamam, şifahane, matbaa, şadırvan, çeşme, su kemeri, sebil, sarnıç, köprü), ticari yapılar (han,
bedesten, arasta, kervansaray, debbahane, değirmen, çuha fabrikası),
askeri yapılar (kale, hisar, kule-ocak,
tabya, kışla, debboy, tophane, cephane, baruthane, zindan, kışla, redif ),
kamu yapıları (hükümet konağı, vali
konağı, şeriat mahkemesi, telgrafhane, saray, belediye binası, postahane,
hastane, ıslahhane, trafo, saat kulesi,
köprü, çeşme, hamam), sivil yapılar
(konak, kule-ev, köşk, saray) olarak
sayabiliriz.
tarikatları, dini-tasavvufi öğretilerin
yanında, bulundukları ülke, şehir ve
büyük kasabalarda medrese, tekke,
cami ile sosyal yaşamı kolaylaştırıcı
çeşme ve köprüler de inşa etmişlerdir. Tarikatların yapmış oldukları imar
ve eserlerin ortak noktası her açıdan Türk İslam eseri niteliği taşıyan
ve günümüzde etkisini yansıtan yapılar inşa etmeleridir. Bahsettiğimiz
tarikatların bir kısmı halen Kosova,
Makedonya, Arnavutluk, Karadağ,
Bulgaristan ve Bosna’da faaliyetlerine tekke ve zaviye gibi mekânlarda
devam etmekte veya kültür turizmi
amacıyla bu mekanları restore edip
halka hizmet etmektedir.
Balkanlardaki Türk İslam eserleri vakıf, devlet ve devlet büyüklerinin şahsi desteğiyle olduğu gibi
tarikatlar vesilesiyle imar edilmiştir.
Osmanlı döneminde iskân edilen
tarikatların Anadolu halkının değerlerini koruması ve bölge halkının İslam’ı tanıması bakımından çok etkili
olduklarını görmekteyiz. Halvetiyye,
Bektaşiyye, Sadiyye, Rifaiyye, Nakşibendiyye, Kadiriyye ve Şazeliyye
Riyaset Kütüphanesi, Osmanlı Dönemi Yazma Eserler, Saraybosna
126
Avrupa medeniyetinin Balkanları,
Doğu Avrupa ve Güney Doğu Avrupa olarak adlandırmaya başladığı
her devirde Türkler Balkanlarda Türk
İslam eserlerinin inşasına devam etmiştir. Osmanlı Devleti dönemindeki
devlet, vakıf ve tarikatların Balkanlardaki üstlendiği görevi son on iki
yıldır Başbakanlığımıza bağlı TİKA,
Yunus Emre Enstitüsü (Türkçe öğretimi, akademik destek, kaynak kitap
ve Türkoloji Bölümlerini açarak desteklemekte) ve Yurtdışı Türkler ve
Akraba Topluluklar Başkanlığı (proje
kapsamında yurtdışındaki Türklerin
kültürel çalışmalarını destekleme ve
geliştirmek) gibi kurumlarımız Türk
İslam eserlerine ve bölge halkına
sahip çıkmaktadır. Bu kurumlarımız,
Türk İslam hars ve medeniyetinin
inşasını sağlayan eserleri (medreseler, köprüler, yollar, tekkeler, türbeler,
çeşmeler, devlet binaları ve devrin
yöneticilerinin konaklar) restore edip
yeniden kullanımını sağlamakta ve
Osmanlı Dönemi, İsa Beg Camii,
Külliye ve Mezarlığı, Saraybosna
Balkanlarda Türk İslam Eserleri / Ferudun AY
kültür turizm mekânı olarak yerel
halkın hizmetine aslına uygun biçimde sunmaktadır. Ayrıca Türkiye’deki
sivil toplum kuruluşları ve belediyeler tarafından Balkanlardaki yerel
yöneticilerle ikili anlaşmalar neticesinde Türk İslam eserlerine sahip çıkılmaktadır.
Balkanlarda bir başka Türk İslam eseri olan mirasımız da cami, medrese
ve mezarlık kapılarının üzerinde bulunan yazılı tablet taşlar, mezarlar ve
mezar taşlarıdır. Balkan coğrafyasındaki Müslüman kardeşlerimizin ve
ecdadın mezarları ortak mirasımızın
bir tapusu olarak muhafaza edilmesi gereken eserlerdendir. Özellikle
günümüze kadar gelebilmiş mezar
taşlarının üzerlerindeki metinler veya
şekiller, yapıldıkları dönemi yansıtmaları bakımından tarihi belge niteliğindedir ve kültürümüzün birer
temsilcisidir.
Gazi Hüsrev Begova Medresesi, Saraybosna
Gazi Hüsrev Türbesi, Saraybosna
gelebilen Türk İslam eseri niteliğindeki bu kitaplar ne yazık ki muhafaza edilememiştir. Devletimizin ve
Balkanlardaki Müslümanların çeşitli
kayıt ve arşiv dökümlerinde bulunan
eser sayısı ile mevcut olanlar karşılaştırıldığında elde bulunanların üç
katı kadarının ne yazık ki yok olduğu
tespit edilmiştir. Balkanlardaki yerel
yöneticiler ve yeni yetişen nesil elde
olmayan siyasi ve ekonomik sebeplerle bu yazılı eserlere sahip çıkamamaktadır. Yugoslavya sonrası oluşan
devletlerin iç savaşlarında, ilk saldırının bahsettiğimiz eserlerin bulunduğu mekânlara veya kütüphanelere
yapıldığını, kundaklanarak yok edilmeye çalışıldığına şahitlik ettik. Bosna savaşında yazılı eserlerin bir kısmı
sistemli olarak eldeki imkânlarla korunaklı mekânlara taşınmış, bir kısmı
bombalanma riski her zaman müm-
kün olduğu için tekrar toplamak
şartıyla yerel halka dağıtılmış. Ancak
bu koruma yöntemi neticesinde çoğunluğu el yazması beş bine yakın
eser kaybolmuş. Daha bu yıl şubat
ayı içinde Saraybosna şehrinde istikrarsız yönetim ve ekonomik bunalıma tepki amaçlı yapılan eylemlerde
göstericiler eylemleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan Balkanların en
büyük resmi Osmanlı devlet arşivini
ateşe vererek yok etmeye çalıştı. Ne
yazık ki bilinçli yapılan bu saldırıda
arşivin büyük bir kısmı yandı ve incelenip, kayıt altına alınmadan yok
oldu.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Sonuç olarak, Endülüs Emevi Devleti’nden sonra Avrupa’da eserleriyle
kalıcı bir İslam’ın yerleşmesi kolay
olmamıştır. Avrupa’nın hala Balkan
sözcüğünü kullanmadığı coğrafyada bilinçli olarak Türk İslam eser-
Türk İslam eserleri olarak ele alınıp
her açıdan değerlendirilmesi gereken bir madde de yazılı kaynaklardır. Osmanlı Devleti’nin her kademesinde ve en tepe makamlarda
görev-yetki almış binlerce Balkan
kökenli şahsiyet bulunmaktadır. Bu
kişiler görevlerinin yanında yüz binlerce Osmanlı Türkçesi ve yerel ilim
dillerinde eserler yazmıştır. Yüz binlerce el yazması ve modern hayatın
ürünü olan matbu eserler günümüze
kadar devlet kütüphaneleri veya dini
vakıflarca muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Ancak günümüze kadar
Blagay Tekkesi, Neretva
127
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
Balkanlarda Türk İslam Eserleri / Ferudun AY
C
1463’te inşa edilen Saraybosna Mevlevihanesi
(Yıkılan eser 2012 yılında TİKA tarafından aslına uygun imar edildi)
lerinin ortadan kaldırılıp, silinmeye
çalışıldığına her devirde şahitlik etmekteyiz. Avrupa’nın tabiriyle Güney Doğu Avrupa’sında yaşamın her
alanında halen faaliyette olan sayısız
cami, köprü, çeşme, han, bedesten,
çarşı ve tekkeler Balkanların Müslümanlaşma veya Türkleşmesi olarak
görmektedir. Bu sebeple Müslüman
halkının yaşadığı kentlerde Osmanlı
Devleti sonrası yönetime gelenler,
Türk İslam eserleri ile asla kıyaslanamayacak kadar nitelikte zayıf ve
sayıca az eser dahi inşa etmemiştir.
Balkan Müslümanlarına ait eserlere
karşı olan kıyım planlarını da her fırsatta değerlendirdiler. Yüzyıllarca süren mücadele ve samimiyetin ürünü
olan Türk İslam eserleri bütün yıkım
ve yok etme politikalarına rağmen
birleştirici tarihi görev ve temsiliyetini devam ettirmektedir.
Kaynakça
Aydın Ayhan, Rumeli ve Akdeniz Adalarında
Türk Varlığı, UKID Desteği İle Yayınlanmış
Doğu Araştırmaları Merkezi Yapımı, 1. Baskı, İstanbul, 2013
Balkanlarda Türk Tasavvuf Edebiyatına Genel Bakış, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fa-
128
Aliya İzzet Begoviç’in bulunduğu şehitlik, Saraybosna
kültesi, Cilt.10, Sayı:2, 2001, ss.1-26
Caner Sancaktar, Balkanlarda Osmanlı Hâkimiyeti ve Siyasal Mirası, ESAM Dergisi,
Temmuz 2011
Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı
Mimari Eserleri, C.1- C.4, Kitap 1-6, İstanbul, 1981- 1982
Ferudun Ay, Osmanlı Devleti Sonrası Bosna’da Yaşanan Savaş ve Göçlerin Türk Edebiyatındaki Yeri, Uluslararası Balkan Sempozyumu, İstanbul, Eylül 2012
Ferudun Ay, Osmanlı Devletinin Mirası
Bosna Kültür ve Medeniyetinin Yugoslavya’nın Dağılması İle Yeniden İnşası, Balkanlarda Barış ve Türkiye: Kültürel ve Ticari
Diplomasi Konulu Uluslararası Sempozyum, 2014
Kemal H. Karpat, Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, Timaş Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, 2012
Mehmet Z. İbarahimgil, Balkanlarda Türk
Kültürü Mirası, Diyanet Aylık Dergi, sayı:26,
2008
Mehmet Z. İbrahimgil, Balkanlar’da Osmanlı Şehirleri Eseri. Balkan Ülkelerindeki
Osmanlı Kültür Mirası Üzerinde Genel Bir
Değerlendirme Ankara, Türkiye. T.C. Başbakanlık. 2013
Şenol Alparslan, Bosna’da Türk Kültünün
İzleri, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2.
Basım, 2008
Tuğçe Tuna, Balkanlardaki Miras Tekkeler,
H Yayınları,2013
Türkiye Cumhuriyeti başbakanlık TİKA
2005, 2006, 2007, 2008, 2009,2010, 2011,
2012 Yılları Faaliyet Raporları.
Tufan Gündüz, Allaha Emanet Bosna (Boşnakların Osmanlı Topraklarına Göçü), Yeditepe Yay.1. Basım, 2012, İstanbul.
Dipnotlar
1 Mehmet Z. İbrahimgil, Balkanlar’da Osmanlı Şehirleri Eseri. Balkan Ülkelerindeki
Osmanlı Kültür Mirası Üzerinde Genel Bir
Değerlendirme Ankara, Türkiye. T.C. Başbakanlık. 2013, s.6,7
2 Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı
Mimari Eserleri, C.1- C.4, Kitap 1-6, İstanbul,
1981- 1982
3 Mehmet Z. İbrahimgil, Balkanlar’da Osmanlı Şehirleri Eseri. Balkan Ülkelerindeki
Osmanlı Kültür Mirası Üzerinde Genel Bir
Değerlendirme Ankara, Türkiye. T.C. Başbakanlık. 2013
4 Mehmet Z. İbrahimgil, Balkanlar’da Osmanlı Şehirleri Eseri. Balkan Ülkelerindeki
Osmanlı Kültür Mirası Üzerinde Genel Bir
Değerlendirme Ankara, Türkiye. T.C. Başbakanlık. 2013, s.6
5. ASYA, Arif Nihat, Rubâiyyat-ı Arif II, İstanbul: Ötüken Yayınları, (2005), s.163
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
ENDERUN MEKTEBİ
Prof. Dr. Ali Arslan
İstanbul Üniversitesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
“
Osmanlı Devleti’nde idari bütünlüğün
sağlanmasında tartışmasız çok önemli
bir konuma sahip olan Enderun
Mektebi Osmanlılar arasında ortak
sanat, edebiyat, ruhî ve duygusal
bütünlüğün oluşmasında da büyük
katkısı olan bir müessesedir. Sanat ve
edebiyat alanında özelliklere sahip
olanların yetişmesi sadece saray
içerisinde yaşarken görerek öğrenilen,
çevresel etki ile elde bir alışkanlık
değil, eğitim yoluyla kabiliyeti olan
öğrencilerin yetişmesine imkân
hazırlayan ve eğitim yoluyla elde
edilen şuurlu eğitim stratejisi ve
tercihti.
Yedi kademe olan Enderun
Mektebi’nin ilk üç kademesinde
öğrencilere arzu edilen ilimi ve fiziki
özelliklerin kazandırılması yanında
İslami kültürle beraber sanat, edebiyat
ve müzik alanlarında da dersler
aldırılırdı. Enderun’un dördüncü
kademesi yani Seferli Koğuşu’nda
sanat ve edebiyat daha fazla önem
verilirdi.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
ENDERUN MEKTEBİ / Prof. Dr. Ali Arslan
İnsanların hayatlarında tekâmül için
eğitim çok önemli rol oynadığı gibi
devletlerin gelişme ve kudretli hale
gelmesinde de eğitim kurumlarının belirleyici fonksiyon ifa ettikleri
aşikârdır. Eğitim ve eğitim kurumları
bütün alan ve kademeleri içine alır ve
kuşatırsa o toplumda ortak bir hayat
ve ideal birliği meydana gelebilir.
Bu açıdan yaygın veya örgün olarak
bütün alanlarda eğitimin bir şekilde
devamlı ve gelişmelere açık olma
mecburiyeti vardır. Tarihte önemli
yer kaplayan devletlerin bu özellikleri ile dikkat çektikleri ve birbirleri ile
mukayeseyle üstünlük tesbiti yapılabileceğini belirtmek gerekir. Güçlü
kurumlarını sürekli çalıştıran ve yenileyen devletler hayatiyetini veya
muktedir olma vasıflarını devam ettirebilirler. Bu noktalardan hareketle
Osmanlı Devleti’ne has olan Enderun Mektebi’nin değerlendirilmesi
yapılmalı, kurumların kuruluşundan
şekil değiştirme hatta kaldırılmasına
kadar süreçler toplumun niteliği ile
kurumların özelliği aynı anda dikkate
alarak analiz edilmelidir.
Osmanlı Devleti’nin güçlü bir devlet
haline gelmesi dinamik toplumsal
yapı kadar bu dinamizmi destekleyen kurumlar sayesinde olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasındaki kurumlar iki özelliği ile dikkati çekmektedir. İlk grupta yer alan
kurumlar kendisinden önceki Türk
ve İslam devletlerinden intikal eden
ve Osmanlılarca benimsenen müesseslerdir. İkinci grupta yer alanlar ise
Osmanlı Devleti’nin kendi ihtiyaçlarına ve hedeflerine göre oluşturduğu
kurumlardır. İşte Enderun Mektebi,
Osmanlılar tarafından düşünülerek
kurulmuş ve devletin güçlü olarak
devam etmesine büyük katkı sağlamış bir müessesedir.
Osmanlı Devleti’nin örgün eğitim
kurumları mektep ve medreselerdi.
Bu kurumların kökenleri ve kuruluş
tarihleri Osmanlılardan çok öncelere
dayanmaktadır. Osmanlı Devleti bir
132
Selçuklu uç beyliği olarak kurulduğu
dikkate alındığında Selçukluların varisi olması gayet doğal karşılanmalıdır.
Kuruluş ve küçük bir devlet olduğu
dönemde mektep ve medreseden
ibaret olan eğitim sistemi yeterli olan
Osmanlı Devleti, Anadolu ve Balkanlarda genişlemeye uygun olarak yeni
stratejiler ortaya koyarken, eğitim ve
devlet idaresi alanında yeni uygulamalar ortaya koymaya başlamıştı.
Özellikle Timur Devleti karşısında
Osmanlı idari ve daha sonra askeri
sisteminin hızlı bir şekilde dağılması
ve tarihimizde bir felaket dönemini
hatırlatır şekilde Fetret Dönemi diye
adlandırılan sürecin yaşanması yeni
tedbirler alınmasını zaruri kılmıştı. Osmanlı Devleti’nin yeniden bir
fetret dönemi yaşamaması için aynı
sistem ve anlayışla devlet yönetimini
sağlayacak, merkez ile taşra yönetimleri arasında ahengi sağlayacak
kadrolara ihtiyaç ortaya çıkmıştı. Elbette bu kadroların devamlı yetişmesi için bir kurumsal yapının kurulması
elzem olmuştu. Bu kurumun adı Enderun’dur. Bunun için Enderun Mektebi’nin insan kaynağı olan devşirme
usulüne temas etmek gerekir.
Osmanlı Devleti kuruluş döneminde merkezi orduya fazla bir ihtiyaç
duyulmamıştı. I. Murad döneminde
(1362-1389), daha önce Türk boylarından toplanın askerlerle oluşturulan ordu yerine Tımarlı Sipahi
sistemi kurulmuş ve bunun yanında
merkezde savaşmaya hazır bir askeri
birliğin bulunması vaktinin geldiğine karar verilmiş, Yeniçeri Ocağı ve
Bostancı Ocağı’nın kurulması gerçekleştirilmişti. Yeniçeri Ocağı’nın
insan kaynağı ise devşirme usulü
idi. İslamiyet’ten önceki dönemlerden itibaren uygulanan devşirme
usulüne Osmanlılar yeni bir anlayış
getirerek tatbike koymuştu. Osmanlılar devşirme usulünü yabancı ülke
gençleri yerine kendi tebasından
gençleri askere alarak gerçekleştirmişlerdi. Bu sayede Osmanlı’nın esas
askeri birlikleri olan Tımarlı sipahiler
yanında merkezde küçük te olsa bir
askeri yapı kurulmuştu. Merkezileşen
Osmanlı’nın ortak zihniyeti taşıyan
şahısların eğitilmesi ve devletin tayin
ettiği temel idari ve siyasi hedeflerin
intizamlı bir şekilde yürütülmesi için
bürokrat kadroların yetiştirilmesi elzem hale gelmişti.
Bu arada Osmanlı Devleti Balkanlardaki toprakları nedeniyle hızlı bir
şekilde farklı ırk ve dinlerden oluşun
bir toplum yapısına kavuşmuştu. Bunun için kan bağı yerine ortak siyasi
kültür ve idari disiplinin esas alındığı ilkelerle hareket edecek kadrolar
yetiştirilmesine yönelmişti. Bu ihtiyacı karşılamak için harekete geçen
ve kurumsal bir şekilde çözmek için
kurumsallaşmayı başlatan II. Murad
(1421-1451) olmuştur. Edirne Sarayı’da Enderun Mektebi’ni kurmuş ve
Osmanlı devlet teşkilatında ortak bir
ruhla hareket edecek kadroları yetiştirmeye başlamıştır. Fatih Sultan
Mehmed (1451-1481) ise bu önemli
kurumun teşkilatlanmasını tamamlayan ve sistemleşmesini sağlayan hükümdar olmuştur.
Enderun Mektebi bazı değişikliklere
uğrasa da yedi ayrı sınıf olarak tanzim edilmiştir: Küçük Oda, Büyük
Oda, Doğancı Koğuşu, Seferli Koğuşu, Kiler Koğuşu, Hazine Koğuşu ve
Has Oda.
Enderun Mektebi’nin öğrenci kaynağı devşirmelerdi. Ancak her devşirme
Enderun’a giremezdi. Hristiyan tebadan belli şartlarda devşirilen gençler
öncelikli olarak Türk ailelerin yanında Türk-İslam kültürü çerçevesinde
hayata alıştırılır, Türkçe, İslamiyet ve
adabı öğretilirdi. Daha sonra Acemi
Oğlanı olarak Edirne, Galatasaray,
İbrahim Paşa saraylarında bedeni ve
ruhî gelişimlerini sağlayacak temel
eğitim alırlarken kabiliyetleri tespit
edilirdi. Bu talim ve terbiyeden sonra askeri kabiliyeti olanlar “çıkma”
tabiriyle adlandırılarak çeşitli askeri
birimlere dağıtılırdı. Zeki ve üstün
yetenekli olanlar ise daha sonra yö-
ENDERUN MEKTEBİ / Prof. Dr. Ali Arslan
netici olarak yetiştirilmek üzere Osmanlı Devleti’nin yönetildiği ve padişahın oturduğu Topkapı Sarayı’ndaki
Enderun Mektebi’ne dahil edilirdi.
Küçük ve Büyük Odaların öğrencilerin gördüğü dersleri İslami ilimler,
İslami Kültür, Türkçe, Arapça, Farsça,
olarak sıralamak mümkündür. Ayrıca
güreş, atlama, koşu, ok çekme gibi
spor talimleri vardı. Bu öğrencilere
yardımca olmak üzere lalalar da bulunurdu. Bu odaların öğrencilerinin
sayısı 100-300 arasında olduğuna
dair tespitler vardır. IV. Mehmed tarafından kaldırılan Seferli Koğuşu sınıfının kırk civarında öğrencisi mevcuttu.
Seferli Koğuşu sınıfındaki öğrenciler
çamaşır, musiki, hanende, kemankeş,
pehlivan, berber ve benzeri alanlarda
yetiştirilirdi. Osmanlı sarayının dilsiz
ve cüceleri de bu koğuşta eğitilmişti.
Bu sınıftan ayrılan öğrenciler sipahi
bölüklerine tayin edilirdi.
Kilerci Koğuşu sınıfı padişaha yemek
servislerini yapmakla görevli olup
sayıları otuz kadardı. Bu kademe öğrencileri ayrıldıklarında kapıkulu süvari bölüklerine gönderilirlerdi.
Hazine Koğuşu sınıfı savaş ve barışta padişahın yanından ayrılmazlardı.
Zaman zaman sayıları 150’ye varan
bu sınıftan ayrılanlar kapıkulu süvari
bölüklerine, müteferrikalığa ve çaşnigirliğe dahil olurlardı.
Has Oda Enderun’un son kademesi
olup padişahın en yakınında bulunurlardı. Bunlar hünkâr müezzini,
sır katibi, sarıkçıbaşı, kahvecibaşı,
çavuşbaşı gibi hizmetleri görürlerdi.
Mukaddes emanetleri korumak ta
bu sınıfın görevleri arasındaydı. Sayıları kırk civarında olan bu sınıf kıdem
durumlarına göre önemli görevlere
atanırlardı.
Osmanlı Devleti zayıflamaya başladığı dönemde Enderun sistemi bozulmaya başlamış, 17. yüzyılda iltimasla
öğrenci alınmasıyla kuruluş gayesinden sapmış, II. Mahmud döneminde
Yeniçeriliğin kaldırılması sürecinde
Enderun da büyük bir darbe almıştı.
Tanzimat döneminde Osmanlı idari
sistemi Avrupaî tarzda düzenlenirken Enderun’un tarihi ve kuruluş işlevi ortadan kaldırılmıştı. Bir nevi ölü
kurum halinde bulunan Enderun, 1
Temmuz 1909’da, II. Meşrutiyet döneminde kaldırılmıştır.
Enderun Mektebi’nde Sanat
Eğitimi
Osmanlı Devleti’nde idari bütünlüğün sağlanmasında tartışmasız çok
önemli bir konuma sahip olan Enderun Mektebi Osmanlılar arasında ortak sanat, edebiyat, ruhî ve duygusal
bütünlüğün oluşmasında da büyük
katkısı olan bir müessesedir.
Sanat ve edebiyat alanında özelliklere sahip olanların yetişmesi sadece saray içerisinde yaşarken görerek
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
öğrenilen, çevresel etki ile elde bir
alışkanlık değil, eğitim yoluyla kabiliyeti olan öğrencilerin yetişmesine
imkân hazırlayan ve eğitim yoluyla
elde edilen şuurlu eğitim stratejisi ve
tercihti. Enderun Mektebi’nin eğitim
kademelerine bakıldığında bu sanat
ve edebiyat alanının ihmal edilmediği gözlenmektedir. Yedi kademe
olan Enderun Mektebi’nin ilk üç kademesinde öğrencilere arzu edilen
ilmi ve fiziki özelliklerin kazandırılması yanında İslami kültürle beraber
sanat, edebiyat ve müzik alanlarında
da dersler aldırılırdı. Enderun’un dördüncü kademesi yani Seferli Koğuşu’nda sanat ve edebiyata daha fazla
önem verilirdi.
Osmanlı padişahlarının pek çoğunun şair ve sanatkâr oldukları göz
öne alındığında Enderun’un son üç
kademesinde iken padişaha çok yakın olan öğrenciler için sanat ve edebiyatta hünerli olmak büyük önem
taşımaktaydı. Takdir edilmenin ve
temayüz etmenin önemli basamaklarından biri padişahlarla orta kültür ve
ruh dünyasına sahip olmanın önemini bilen Enderun öğrencileri bu alanda kendilerini yetiştirmek için büyük
bir yarış içerisinde olmaları gerekmekteydi.
Osmanlı Devleti’nde Enderun kökenli
pek çok şair, edebiyatçı, müzisyen yetişmiştir. Bunlardan bazıları yetiştikleri kurum itibariyle ‘Enderunî’ olarak
adlandırılmıştır. Mesela bir şair Enderunlu Fazıl (1759 - 1810)’ın Defter-i
Aşk, Hûban-nâme, Zenannâme ve
Çengi-nâme adları taşıyan eserleri
vardır. Enderunlu olarak adlandırılan
şairlerden bir diğeri Enderûnî Vâsıf
(ö. 1824) olup Dı̂ vân-ı gülşen-i efkâr-ı
Vâsıf-ı Enderûnî adını taşıyan bir divana sahiptir.
Enderun sadece bir siyaset okulu değil aynı zamanda Osmanlı ortak sanat ve edebiyatının oluşmasında büyük katkı sağlayan bir mektebtir.
Arz Odası ve Kütüphane’nin
Endurun-u Hümayun Cihetinden Görünüşü
133
İSTANBUL’DA BİR
İLİM SEVDALISI:
KÂTİP ÇELEBİ
H. Halit Atlı
Kırıkkale Üniversitesi Doktora Öğrencisi
“
Doğma büyüme İstanbullu olan ve
devletin kalemiye sınıfında katip
olarak görev yapan Kâtip Çelebi,
fırsat buldukça gittiği yerlerin
sahaflarını ziyaret ederek kitap
kültürünü geliştirmiş, kısa ömrüne
binlerce sayfalık eserler sığdırmıştır.
Türkçe, Farsça ve Arapça dillerinde
telif, şerh ve tercüme olmak üzere
toplam 21 kitap ve risale yazmıştır. En
bilinen eserleri, içinde yaklaşık 14.500
kitap ve 10.000 kadar yazar isminin
geçtiği ansiklopedik eseri KeşfüʹzZünûn, Osmanlı döneminde yazılmış
en meşhur coğrafya kitabı olan
Cihannümâ, dünya tarihini anlatan
Fezleke, dinî ve ictimaî konularda çok
güzel tespitlerin bulunduğu MizânüʹlHakk isimli kitaplarıdır.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İSTANBUL’DA BİR İLİM SEVDALISI: KÂTİP ÇELEBİ / H. Halit Atlı
Osmanlı döneminde yazılmış en
meşhur coğrafya kitabı olan Cihannümâ, dünya tarihini anlatan Fezleke,
dinî ve ictimaî konularda çok güzel
tespitlerin bulunduğu Mizânüʹl-Hakk
isimli kitaplarıdır. Bu yazımızda, Kâtip
Çelebiʹnin ilimle ilgili görüşlerini
özetlemeye çalıştık.
İlmin Tarifi, Yöntemi ve Çeşitleri
İlim genel bir tanım olarak bir şeyi
olduğu gibi tasdik etmektir. Bilenle
bilinen şey arasındaki ilişki, bir şeyin
şeklinin zihinde ortaya çıkmasıdır. Bir
başka deyişle ilim, anlamanın ta kendisidir.
Kâtip Çelebi (1609-1657), Osmanlı devri Türk ilim tarihinin en büyük
bibliyografyacısı ve coğrafyacısıdır.
Tarih, coğrafya, biyografi, bibliyografi, otobiyografi, tasavvuf, terbiye,
tıp, etnoloji, şeriat, ahlak gibi birçok
konularda telif ve ansiklopedik eserler vermiştir. Onu diğer meslektaşlarından ayıran en önemli özellikleri;
eserlerini çok titiz bir şekilde ve kaynaklara dayandırarak kaleme alması, günümüzdeki bilimsel araştırma
yöntemlerine uygun olarak eleştirel
ve tarafsız bakış açısına son derece
riayet etmesi, kitaplarında Batı dünyasına ait bilimsel eserlere başvuran
ilk Osmanlı münevveri olmasıdır. Doğumunun 400. yılı olması nedeniyle
2009 senesini UNESCOʹnun Kâtip
Çelebi yılı olarak kabul etmesi, kendisine duyulan ilginin bir göstergesidir.
Doğma büyüme İstanbullu olan ve
devletin kalemiye sınıfında katip olarak görev yapan Kâtip Çelebi, fırsat
buldukça gittiği yerlerin sahaflarını
ziyaret ederek kitap kültürünü geliştirmiş, kısa ömrüne binlerce sayfalık
eserler sığdırmıştır. Türkçe, Farsça ve
Arapça dillerinde telif, şerh ve tercüme olmak üzere toplam 21 kitap
ve risale yazmıştır. En bilinen eserleri, içinde yaklaşık 14.500 kitap ve
10.000 kadar yazar isminin geçtiği
ansiklopedik eseri Keşfüʹz-Zünûn,
136
İnsanın yaratılışından gelen merak,
onun bilenlere danışmasına sebep
olmuştur. Bundan sonra ise olayları
izlemeye başlar, buradan elde edilen
bilgi “deneye dayalı ilim” olur. Bazen
de akıl yürütme ile bilgiye ulaşır ki,
bunun ismi de “kıyasa dayalı ilimdir”.
İlim üç vesile ile öğrenilebilir: İşaret,
söz ve yazı. İşaret gözle görmeye
bağlıdır, söz hitap eden kişinin var
olmasına bağlıdır. Yazı ise bu ikisine
bağlı değildir ve yararı en çok olandır. Bundan dolayı ilim öğrenen kişinin yazısı güzel olmalıdır.
Bütün ilimler üstün olmakla birlikte
taşıdıkları şeref bakımından birbirinden farklıdır. Kimileri konusu bakımından önemlidir. Meselâ tıp ilminin
konusu insan vücudu, tefsir ilminin
konusu Allah-u Teâlâ’nın kelâmıdır.
Bazı ilimler amacı bakımından şereflidir, ahlak ilmi gibi. Bazı ilimler muamelelerde ihtiyaç duyulduğu için
önemlidir, fıkıh ilmi gibi. Bazı ilimler
delillerinin sağlamlığı bakımından
şereflidir, matematik ve hesap ilmi
gibi. Yine de ilimlerin bazıları bazılarından önce gelir. Maksat olan ilim
için onun yollarını öğrenmek gerekir.
Nitekim söz konuları mana konularından önce gelir. Çünkü sözler anlamlara götürür. Edep ilmi ise mantıktan öncedir. Bunların her ikisi de
fıkıh ilminden öncedir.
İlmin Faydaları
İlmin hem dini, hem de dünyevi faydaları vardır. Dini faydaları, Allah için
öğrenilen ilmin Allahʹa karşı duyulan
saygı olması, bilmeyene öğretilen ilmin de sadaka ve ibadet olmasıdır.
Dünyevi faydaları ise, vicdanı rahatlatması, kişiyi yalnızlıktan kurtarması,
ilim için yalnız kalan kişiyle dostuymuş gibi konuşmasıdır. Ayrıca ilim,
sahibine mutluluğun ve çarelerinin,
darlığın ve sebeplerinin neler olduğu
hakkında yol göstericidir. Zira hadiselerin kötü sonuçlarını bilmemek
ruha acı verir. İlim kişiyi bu üzüntülerden de uzaklaştırır.
İlim bâtılı sildiği, şüphe ve bilgisizliği
yok ettiği için düşmanlara karşı büyük bir silahtır. Doğru ve yanlış ancak
ilimle bilinir ve insanı kusurlardan
ancak ilim uzaklaştırır. İlim dostların
kalplerini çeken bir güzellik ve olgunluk olduğundan arkadaşlar katında bir süstür. Allah ilimle uğraşan
toplumları yükseltir, yani ancak ilimde yükselen insanlar toplumlara lider
olabilirler. Melekler ilimle meşgul
olanların dostluklarını isterler, zira bu
kişilerin kalplerinde güzellik vardır.
Yerde ve gökte olanlar ilim taliplerinin hataları için bağışlanma dilerler.
İlmin faziletleri o kadar çoktur ki,
amelden beş hususta üstün tutulmuştur:
1. Amelsiz ilim amel yerine geçer,
ilimsiz amel ise amel olarak kabul
edilmez.
2. Amelsiz ilim fayda verirken, ilimsiz
amel fayda vermez.
3. İlimle olan amel gerçek nura ulaştırır, aksi için böyle bir şey söz konusu olamaz.
4. Amel edenler evliya makamındadırlar, âlimlerin makamı ise peygamberlerin makamıdır.
5. İlim yüce Allahʹtandır, amel ise kulların işlerindendir.
İSTANBUL’DA BİR İLİM SEVDALISI: KÂTİP ÇELEBİ / H. Halit Atlı
İlmin Engelleri
Her hayırlı şeyin engeli olduğu gibi,
büyük bir hayır olan ilmin de engelleri vardır. Bu engeller şunlardır:
- Geleceğe güvenmektir. Bu akıllı kişinin işi değildir. Çünkü her gün kendisine ait meşguliyetler ile beraber
gelir. Dolayısıyla bir sonraki güne güvenerek bugünün çalışmasını yarına
bırakmamalıdır.
- Zekâya güvenmektir. Bu ise ahmaklıktır. Bundan ötürü zeki kişilerin birçoğu ilme ulaşamamıştır.
- İlki sağlamlaşmadan bir ilimden diğerine geçmek hepsinden mahrum
olmaya sebep olur, bu caiz değildir.
Bir kitaptan diğerine geçmek de
böyledir.
- Başka bir şeyin peşinden giderek
ilme çok nadir ulaşılır. Mal mevki
istemek ve hayvanî zevklere meyletmek ilimden başka istek duyulan
şeylerdendir. Bundan dolayı makam
isteğinin, insanların çoğunu önemsenecek miktarda yeterli ilme ulaşmaktan alıkoyduğunu görürsün.
- İlimler hakkında yazılmış kitapların
çokluğu ve terimlerin farklılığı da ilim
öğrenmeyi engelleyen şeylerdendir.
Çünkü talebe tek bir sanat hakkında yazılanları okumaya kalksa ömrü
buna yetmez.
- İlim öğrenmekte sadece ezber metoduyla ilerlemek mümkün değildir.
Yetenek elde etmek için çalışmaktan
daha çok, ezber yapmak için uğraşan kişi, ilmi kullanma yeteneğinden
doğan gücü elde edemez. Bundan
dolayı sadece ezber yapan kişinin ilmin hiçbir şeyini güzel yapamadığını
görürsün, tartışırsa ilimde yeteneğini
noksan bulursun.
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İlim Öğrenmenin Şartları
Hak yolunda olan biri ilim tahsili etse
dahi şeriatin hükümlerine ve tarikatin adabına uymadıkça öğrendiği
ilmin ve tahsilin nuru ve devamlılığı
olmaz. İlim öğrenmenin şartları çoktur, ancak özetle şu şekilde zikredilebilir:
- Kötü huylardan uzak olmalıdır. Zira
kötü huyların işgal ettiği kalp ilmin
nurunu alamaz.
- Herhangi bir çıkar peşinde olmamalı, sadece cehaleti kaldırmak ve
amel etmek için öğrenmelidir.
- İlim öğrenmekten kendisini alıkoyabilecek (eş, akraba gibi) engelleri
azaltmalıdır. Zira Allah insanın içinde
iki kalp yaratmamıştır. Fikir dağıldıkça insan ilmi kavramakta güçsüz düşer.
137
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
İSTANBUL’DA BİR İLİM SEVDALISI: KÂTİP ÇELEBİ / H. Halit Atlı
Cihannüma’dan bir çizim
- Geceleri uyanık kalmalı ve tembelliği bırakmalıdır. Tembelliğin nedenlerinden biri ölümden çok korkmaktır,
çünkü ölümü sürekli düşünmek hayat enerjisini söndürür ve çalışma isteğini bitirir. Peygamber Efendimizin
“lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayınız” sözü, ölümlü lezzetleri işaret
eder ki, ilim öğrenmek bu sınıfta yer
almaz.
- Bütün hayatı boyunca ilimle uğraşmayı ana gaye edinmelidir. Çünkü her bilginin üstünde daha bilgili
biri vardır. Eğer çok ilimle uğraşmak
sıkıntı verirse başka bir ilme yönelip
bu problem aşılabilir.
- İlim öğretecek hocayı iyi seçmeli,
gerekirse bütün dünyayı dolaşma-
lıdır. Zira bir insandan söz edilirken
önce hocası zikredilir.
- Okuduğu dersleri sonuna kadar
tetkik etmeli ve kavramalıdır. Hiçbir
zaman ilminin kafi derecede olduğuna kanaat getirmemelidir.
- Bir dersi tam anlamadan diğerine
geçmemelidir.
- İlmî meseleleri kendi akranı olan
sağduyulu kimselerle münazara etmelidir. Zira müşkil bir konuyu ilim
meclisinde tartışmak, kendi kendine
bir ay tekrar etmekten iyidir.
yoksa yazılı olana güvenmemelidir.
- Amaç ve araç olan ilimlere gerektiği kadar ilgi göstermelidir. Arapça ve
mantık gibi alet ilimleri şeriat ilmi için
bir vasıta olup kendi başlarına amaç
olmamalı, yani çok fazla vakit ayırmamalıdır. Ömür boyunca alet ilimleri ile uğraşıldığı takdirde ne zaman
asıl maksat olan ilimlere geçilebilir?
Ne safâdır ulemâ, tâlib-i irfân olsa
Mürşidi dahi ânın, kâmil-i insan olsa
Varınız nâkıs ve nâdân yanına tâlibler
Dervişi nâkıs eder, mürşidi nâdân olsa
- Yanında sürekli kalem taşımalıdır
ki, yararlı bir şey işitildiğinde onu not
alabilsin. Deftere yazmaktan amaç,
unutkanlık esnasında bakmak içindir,
Ne güzeldir, âlimler irfan bilgisine talip olsa
Onlara yol gösteren, kâmil bir insan olsa
Ey talipler, kusurlu ve cahillerin yanına gidin bakın
Öğrenci kusurlu olur, yol göstereni cahil olsa
…………………, Kâtip Çelebi, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986.
…………………, Keşfüʹz-Zunûn, C.I, Çeviren: Rüştü Balcı,Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,
2014.
Kaynakça
Banarlı, Nihad Sami, “Kâtip Çelebi”, Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi, C.I, İstanbul 1998, s.682688.
Gökyay, Orhan Şaik, Kâtip Çelebi, Yaşamı,
Kişiliği ve Yapıtlarından Seçmeler,Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1982.
138
Kâtip Çelebi, Cihannüma, Hazırlayanlar: Bekir Karlığa, Said Öztürk, C.I, Mahya Yayıncılık,
İstanbul 2013.
…………………, Dürer-i Müntesire mmve Gurer-i
Münteşire, Süleymaniye Ktp., Nuruosmaniye,
nr.4949.
…………………,
Tuhfetüʹl-Ahyâr
fiʹl-Hikem
veʹl-Emsâl veʹl-Eşʻâr,Süleymaniye Ktp., Esad
Efendi, nr. 2539.
“Allah zorluktan sonra kolaylık verecektir.”
(Talâk suresi/7)
MÜSLÜMAN
TÜRKLERDE HAT
SANATI
Ali Husrevoğlu
Hattat
“
Müslüman Türkler, Allah’ın kitabına
hizmet yanında bu kitaba hizmet
eden bütün kitaplara hizmeti de
vazife edinmişlerdir. Bu hizmet,
İslam’ın ana esası olan Kelime-i
Tevhid’le sembolize edebilir.
Önce Allah’ın kitabının rahat, kolay,
açık-seçik, zevkli, estetik, heybetli,
etkili, yormayan, bıktırmayan,
usandırmayan bir tarzda yazımı
için bin yıl çalışan, tarih boyunca
ve bütün dünyada en san’atlı ve
harika mushafları yazmışan, kitap
hattatlığının eşsiz örneklerini ortaya
koyan Müslüman Türkler olmuştur.
”
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
MÜSLÜMAN TÜRKLERDE HAT SANATI / Ali Husrevoğlu
Her şeyi yaratan ve “yarattığı her şeyi en güzel yapan”1 Cenâb-ı Hak, hesapsız, programsız, rastgele
hiçbir şey yapmamış, “yarattığı her şeyi muazzam bir
program”2 dâhilinde yapmıştır. Yaratıklarının en şereflisi olarak tanımladığı insanı3 da topraktan4 yaratmış,
farklı diller öğretmiş, farklı renkler vermiştir.5
Akıncı ve savaşçı bir millet olan Türkler, İslamiyet’le şereflendikten sonra, asırlarca yüce dininin yayılması
ve savunması görevini yüklenmiştir.
Bu bağlamda, Müslüman Türkler intisab ettikleri yeni dinin kitabı olan
Kur’an-ı Kerîm’e büyük bir saygı duymuşlar, onu çok önemsemişlerdir. Bu
güzel ve köklü duygunun uzantılarını
bugün bile Anadolu’nun her köşesinde görmek mümkündür.
Buna örnek olarak; “vav” harfinden
ya da “hû” zamirinden oluşan bir
esere kültürümüzde ne kadar kıymet verildiğini gösterebiliriz. Farklı
kültürlerin mensupları bunu tuhaf
karşılarlar. Fakat Türklerin bu harflere
ve kelimelere yükledikleri anlamlar
kitap çapındadır. Nitekim Kur’an’da
142
bir «nûn», bir «sâd» ve emsâli hurûf-i
mukattaadan her biri bir kitap değerindedir. Bu gibi konular üzerinde
hacimli ilmî eserler te’lif edilmiştir.
Müslüman Türkler, Allah’ın kitabına
hizmet yanında bu kitaba hizmet
eden bütün kitaplara hizmeti de vazife edinmişlerdir. Bu hizmeti İslam’ın
ana esası olan Kelime-i Tevhid’le
sembolize edebiliriz.
Bu sebeple önce Allah’ın kitabının rahat, kolay, açık-seçik, zevkli, estetik,
heybetli, etkili, yormayan, bıktırmayan, usandırmayan bir tarzda yazımı
için bin yıl çalışmışlar, tarih boyunca
ve bütün dünyada en san’atlı ve harika mushafları yazmışlar, kitap hattatlığının eşsiz örneklerini ortaya koymuşlardır. Bunu Kelime-i Tevhid’in
birinci yarısı kabul edelim.
Hz. Ali’nin bir sözü: “Ey dünya! Git benden
başkasını aldat, git benden başkasını aldat.”
İkinci yarısı; canlar canı ve nebîler
sultanı Efendimiz’in hadîs-i şeriflerini, O’nun ahlâk ve faziletlerine ve
davranış modellerine dair telif edilmiş kitapları en zevkli ve seyrine doyulmaz güzellikteki yazılarla istinsah
etmeleri, kütüphanelerimizi dolduran baha biçilmez servetler bırakmış
olmalarıdır.
Bu coğrafyada, yüksek ruhlu güzel
İslam sanatlarını kabullenip öğrenmeye hazır ve kabiliyetli nice insan
vardır. Nitekim yüzlerce vatan evladı çok zor şartlar içinde bu sanatları
bir lokma ekmeğe muhtaç oldukları
şartlarda her şeye katlanarak öğrenmeyi göze almışlar, kendilerinden
sonraki nesillere de seve seve öğretmişlerdir.
Sözün burasında bir hattat dostumun beklemediğim bir davetinde
yaşadığım ve dinlediğim birkaç hatırayı paylaşmak isterim. Bundan bir
yıl kadar önce Birleşik Arap Emirlikleri’nden bir devlet bakanı İstanbul’a
gelip, hattatlarla bir akşam yemeği
yemek istedi. İkram ettiği akşam yemeğinde her hattatımızın birer birer
ellerini sıkarak tanıştı, muhabbetleş-
Uhud ayeti: “Biz bu günleri insanlar arasında sıra
ile kullandırırız.” (Âl-i Imran Suresi/140)
MÜSLÜMAN TÜRKLERDE HAT SANATI / Ali Husrevoğlu
İSTANBUL
KÜLTÜR ve SANAT
DERGİSİ
ti. Aynı toplantıda bu güzel insanın
zengin bir hat koleksiyona sahip olduğunu öğrendik ve mutlu olduk.
Bu hattatların, sembolik birkaç isim
dışında bugüne kadar kendi devlet
adamlarından kayda değer bir ilgi
görmemiş olmaları bu vatanın muhteşem mâzisine ve kalıcı değerlerine
göre üzücüdür.
Bunların en acısı da herhalde emsali belki hiç gelmemiş bulunan hattat
Mustafa Halim Özyazıcı’nın harf inkılabından sonra yaşadıklarıdır. Böyle
konular hâlâ ağızdan ağıza dolaşırken yazılı metin haline getirilmemiş
olması da ayrıca bir kusurumuzdur.
Medine-i Münevvere’de olduğum
yıllarda Evkaf eski müdürü, özel kütüphanesinde çoğu Türkiye’den olmak üzere bin beş yüz yazma eser
toplamakla öğünüyor, bunu her fırsatta dile getiriyordu. Fakat Ârif Hikmet Kütüphanesi’ndeki yazma eserlerin beş bin civarında olması onun
neş’esini kaçırıyordu, “Ârif Hikmet
Efendi nasıl oldu da bu kadar yazma
eseri toplayabildi?” deyip duruyordu.
Halbuki İstanbul’da yıllarca şeyhülislamlık yapmış bir âlim zâtın bu kadar
yazma eserinin olması gayet olağan
bir durumdu.
Şimdi kitap hattatlığı yalnızca Mushaf yazımıyla sınırlı kalıp daha çok
levha hattatlığına dönüştü. Böyle
de olsa, ana gayesi Allah’ın kitabına
hizmet olan bu yüce sanat hiçbir zaman çok popüler olmasa da sabırlı,
kanaatkar ve özverili sanatkârlarımızın gayretleri neticesinde devam etmektedir.
Unutmayalım, yazı bizim ruhumuzdur. Bize aid her şeyi yazılarımızda
bulabilirsiniz.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
Secde suresi/7
Kamer suresi/49
İsrâ suresi/70
Hacc suresi/5
Rūm suresi/22
Yunus Emre’nin bir mısra-ı bercestesi: “Gel Dost’a gidelim gönül!” Celi divani.
143
İSTANBUL MEKÂN
Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi
İstanbul için çok önemli mekânlardan biri olan Mimar
Sinan’ın son eseri Valide-i Atik Külliyesi Tekke Binası ruhuna uygun bir merkez olarak hizmet veriyor. Kapısından girdiğinizde manevi havasıyla sizi mest eden yapı,
Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi olarak kullanılıyor.
M. Semih, Hayrettin ve Adnan İrteş’in restorasyon, cami
tezyinatları, dekorasyonla ilgili 1979 yılında kurdukları
‘Nakkaş’ ile Semih Bey ve Mamure Öz Hanımefendi’nin
1991 yılında kurdukları ‘Sema Nakışhanesi’; 2008 yılında
sanatsal faaliyetlerini Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi
adı altında birleştirmiş. Böylelikle mimâri ve kitap süsleme sanatları tek bir çatı altında buluşmuş.
Tezyini sanatlar arşivini, uzman kadrosu ve talebeleri
ile geliştiren merkez, bu arşivi kitaplaştırıp meraklısıyla
buluşturuyor. Ağaçları, çiçekleri ve mimarisiyle ayrı bir
âleme girdiğiniz hissi uyandıran avlusunda, revakların
altında belirli dönemlerde sergiler de düzenleniyor. Osmanlı nakkaşhane geleneğini, usta çırak ilişkisini devam
ettiren merkezin kapıları tezyini sanatlara emek vermek
isteyen herkese açık. Bu güzide mekânda, eğitim faaliyetlerine titizlikle hafta içi dört ayrı kurla devam ediliyor.
Adres:
Valide-i Atik Mah. Tekke Önü Sk. No:1 Üsküdar - İstanbul
Telefon: +90 216 495 09 00
İSTANBUL MEKÂN
145
Boğaziçi’nde, Göksu Deresi’yle Küçüksu Deresi arasında yer alan kasır, Sultan Abdülmecid tarafından 1857 yılında
dönemin meşhur Sarkis Balyan’a yaptırılmıştır. Dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan ‘biniş kasrı’ niteliğindeki
yapıda batılı mimari özellikler tercih edilmiştir. Bu dönem, özellikle saray ve kasır mimarlığında batılı biçimlerin
tercih edildiği yıllardır.
Sultan Abdülmecid’in eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü şekliyle yaptırdığı Küçüksu Kasrı, rokoko bezemeleri, kabartmalarla süslü cephesi, bulundurduğu kıymetli sanat eserleri, ihtişamlı avize ve mobilyaları, göz alıcı
halıları, alçı kabartma ve kalemişi süslemeli tavanları ile adeta bir sanat müzesidir.
Küçüksu Kasrı
AJANDA
İSTANBUL’UN
100 GELENKSEL
SANATÇISI
Ayşe Yivlik Neftçi
Kültür A.Ş. Yayınları
İstanbul, 2013
İstanbul’un seçkin sanatçılarına hasredilen İstanbul’un 100 Geleneksel Sanatçısı adlı kitapta; hat, tezhip, minyatür, katı’, ebru, cilt,
kalemişi, sedef-ahşap, çini ve tespih olmak üzere geleneksel sanat
dallarında eserler veren, ekol ve gelenek oluşturan ve bu sanat
dallarının günümüze intikalinde çabalar sarf eden sanatçılara yer
verilmiştir. Böylece kitapta yer alan sanatçıların hayatı, eğitimi,
hocaları, sanatsal yaklaşımları ve önemli eserleri hakkında derli
toplu bilgilere kolaylıkla erişme imkânı sunulmuştur
.
175 sayfa
Önceleri yazma kitapları süslemek için kullanılan minyatür, zaman
içinde büyük dönüşümler geçirmiş ve bağımsız bir sanat halini
almıştır. 19. yüzyılda batılı tarzda resmin yaygınlaşmasıyla Türk
minyatür sanatı yok olmanın eşiğine gelmiştir. Günümüzde de bu
sanat ile uğraşanların önemli bir bölümü, geçmişin başarılı çalışmalarının reprodüksiyonlarını yapmanın ötesine gitmemektedir.
Minyatür İstanbul, yaptığı özgün minyatürlerle, bu sanatı yeniden
canlandıran ve dünya çapında bir üne kavuşturan Nusret Çolpan’a ait İstanbul konulu 99 adet eserden oluşmaktadır.
MUSTAFA ESAD
DÜZGÜNMAN VE
EBRU
Muin N. Eriş
Kültür A.Ş. Yayınları
MİNYATÜR İSTANBUL
Nusret Çolpan
Kültür A.Ş. Yayınları
İstanbul, 2009
144 sayfa
Geçmişte kitap ciltlerinde ve hat levhalarında bir süsleme aracı
olarak kullanılan ebrû, günümüzde ustaların elinde başlı başına
bir sanat eseri haline gelmiştir. Mustafa Esat Düzgünman ve Ebrû
adlı kitap, kökleri Üsküdar Özbekler Tekkesi Şeyhi Sadık Efendi’ye
kadar uzanan ebrû tarzının son temsilcisi Mustafa Esad Düzgünman’ın eserlerinden örnekleri ve sanatçı hakkında kapsamlı bir
araştırmayı içermektedir.
İstanbul, 2007
214 sayfa
Hat sanatındaki İstanbul geleneği; farklı dönemleri temsil eden
hattatların, tıpkı klasik ilimlerde olduğu gibi, ustalarından icazet
almalarıyla günümüze dek varlığını sürdürmüştür. İstanbul’un 100
Hattatı, bu sanatın unutulmaz ustaları arasından farklı dönemleri ve akımları gözeterek seçilen hattatların hayat hikâyeleri ve
önemli bazı eserleri hakkında kayda değer bilgiler içermektedir.
İstanbul’un 100 Hattatı, meşkin sırlarından harflerin kulağımıza fısıldadığı derin maneviyata, yazı türlerinin dilinden, aşkın ve sabrın
inceliklerine kadar harfi yücelten bir medeniyetin usta sanatkârlarına bir saygı kitabı olarak görülebilir.
İSTANBUL’UN 100
HATTATI
Süleyman Berk
Kültür A.Ş. Yayınları
İstanbul, 2012
187 sayfa
AJANDA
İslam’ın Aynası
Camiler
Roger Garaudy
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları
264 sayfa
Bazı kitaplar vardır ki daha okumaya
başladığınız an, hayatınızda önemli bir
yer edineceğini anlarsınız. Bir kez okuyup geçemeyeceğinizi, kitabın size pek
de konforlu bir okuma serüveni sunmayacağını tahmin edersiniz. Dikkatle, altını çize çize, notlar ala ala, döne döne
okumanız gerektiğini bilirsiniz. Uzun
yıllar Fransız üniversitelerinde edebiyat
ve estetik dersleri veren Profesör Roger
Garaudy’nin yazdığı “İslam’ın Aynasında
Camiler” işte böyle bir kitap.
Kitabın çevirmeni Cemal Aydın, “Böyle
kapsamlı, dört başı mamur denebilecek bir eseri ancak Roger Garaudy yazabilirdi” diye başlıyor eser hakkındaki
sözlerine. Okumaya başlayınca hak veriyorsunuz ona. Estetik bilgisi, dinler hakkındaki bilgi birikimi, tarih ve felsefeyi
yorumlayabilme yetisi, tasavvuf ve şiire
yakınlığı ile Garaudy, ele aldığı konuyu
geniş bir ufuk ve derin bir kavrayışla
sunuyor. İslam felsefesini ve estetiğini, dünyanın dört bir tarafından seçtiği
camiler üzerinden somutlaştırarak anla-
Türk Evleri
A. Süheyl Ünver
Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi
240 sayfa
Bir şehrin meydanlarını, camilerini, anıtlarını, kulelerini anlatan yüzlerce kitap
bulabilirsiniz. Peki ya evlerini?
sürülebilir; bir devrin duyuş, düşünüş ve
yaşam tarzı tüm incelikleriyle evler üzerinden okunabilir.
Zamanın tahribine, yangınlara, depremlere ve değişen yaşam koşullarına karşı
en savunmasız binalardır evler. Bütün o
haşmetli tarihi yapılar arasında, şehrin
siluetine mütevazı bir katkı sunmakla
iftihar eden silik gölgelerdir.
Türk kültür ve sanatına dair sayısız çalışmalarıyla bilinen Ord. Prof. Dr. A. Süheyl
Ünver, bu düşünceyle henüz yirmi iki yaşında genç bir tıp doktoruyken bir defter tutmaya başlıyor. Hocası Üsküdarlı
Ali Rıza Bey’in de teşvikiyle o devrin İstanbul’undaki evleri tek tek not ediyor,
resimliyor. “Yalnız eski ev deyip geçmeyelim. Her şeye ehemmiyet verilmiştir.
Noksan bir şey yoktur” diye hayranlıkla
bahsettiği evleri; yer yer renkli, yer yer
Oysa pencereleri, odalarının sıralanışı,
içindeki eşyaların konumlandırılışı, hatta
minderlerinin şiltelerine kadar pek çok
detay üzerinden bir medeniyetin izleri
tıyor. İslam’ın en genel prensiplerini en
ince, en küçük detaylar üzerinden derinlemesine bir vukûfiyetle sunuyor.
“Allah güzeldir, güzelliği sever” hadisinin mimarideki muhteşem yansımalarını
cami cami müşahede ederken kendisi
de ‘güzel’e dair bir şeyler söylemenin
sorumluluğunu hakkıyla taşıyor. Naif bir
üslupla konuşuyor okurlarıyla. Şairane
bir duyuşla farklı pencereler açıyor. Pek
çoğumuzun farkına varmadan bakıp geçeceği detaylarda, gözü ve gönlü doyuran görsel şölenler keşfediyor. Tlemsen
Ulu Camii’nin kubbesinin mukarnaslarına düşen ışıktaki dalgalanmalarda, güvercin gerdanlığındaki renk nüanslarını
görüyor. Süleymaniye Camii’nin kubbesini hayranlıkla anlatıyor. Bu sırada
halılarındaki detayları da gözden kaçırmıyor.
Garaudy “Müslümanın içinde yaşadığı
âlem, büyülü bir âlemdir” diyor. Aslında İslam mimarisinin abidevi camilerini
anlatırken bir yandan da Müslümanca
bakmayı, Müslümanca hissetmeyi öğretiyor.
karakalem çizimlerle, kroki ve fotoğraflarla kaydediyor.
Bir yandan kasır ve saraylardan namazgâhlara, yalılardan mütevazı evlere kadar 1920’lerin sivil mimarisinin genel
bir fotoğrafını çekerken diğer yandan
da Boğaziçi yalılarının renkleri, eski evlerdeki sakal-ı şerif odaları, bu odalara
verilen ehemmiyet, alaturka bir iftar
nasıl olur gibi pek çok ilginç detaya yer
veriyor.
Evleri sedirlerine, yerdeki erkân minderlerine kadar ince ince tarif ediyor. Mesela zamanın meşhur bir tüccarının evini;
çeşm-i bülbül pencereleri, ocağı, levhaları, hücreleri, çubuk dolapları, minderleri ve kovukluları ile tane tane anlatıyor,
resmediyor.
Ünver’in “En sevdiğim ilk göz ağrım
defterimi 55 senedir hemen her sene
dokuz-on defa karıştırır ve her defa yeni
hazırlamış gibi faydalanırım” diye bahsettiği bu kıymetli defter, Nakkaş Tezyini
Sanatlar Merkezi tarafından “Türk Evleri” ismiyle tıpkıbasım olarak yayınlandı.
Kitap, mazideki o sanatlı evlere eş bir
tevazu ile, kıymet bilir okurunu bekliyor
kitapçı raflarında.
Ali En-Nakşibendi Er-Râkım
A Painter Unknown to the
History of Art
Azade Akar
Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi Yayınları
208 sayfa
Ali En-Nakşibendî Er-Râkım, adı duyulmamış seçkin bir nakkaş. Bir çiçek ressamı. Kitabın sanat eseri kıymeti taşıdığı
bir devirde, sarayın kitaba verdiği değerin bir neticesi olarak tezyinat hizmetlerini yerine getiren onlarca müzehhip,
nakkaş, mimar, hattat, cilt ve kâğıt ustasından biri. Çiçek dünyasını, rokoko,
ampir ve barok üsluplarının etkisinde,
kendine özgü bir tarzda resmeden bir
saray ressamı.
Belki hakkında yapılmış bir çalışma olmasaydı bugün adını dahi bilemeyeceğimiz bu büyük ressam, Kültür Tarihçisi
Süheyl Ünver’in öğrencisi Azade Akar’ın
hazırladığı bir kitapla meraklılarının ve
araştırmacıların dikkatine sunuldu. Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi’nin ilk kitabı olarak raflardaki yerini alan çalışma,
Türkçe ve İngilizce olarak yayınlandı.
Hocası Süheyl Ünver’in teşvikiyle Ressam Ali En-Nakşibendî hakkında araştırmalar yapmaya başlayan Akar, kitabında; 1807 (1222 H.) tarihinde saray için
süslediği bir Kur’an-ı Kerim’den hareketle ressamı tanımaya ve okurlarına anlatmaya çalışıyor.
Araştırmacı: “Bu tek kitabın dışında, kişiliği ve diğer eserleri hakkında hiçbir
belgeye veya imzaya tesadüf edilme-
Balkanlar’da
Osmanlı Mirası ve
Milliyetçilik
Prof. Dr. Kemal H. Karpat
Timaş Yayınları
368 sayfa
1912 Osmanlı Devleti’nin uğradığı en
büyük hezimetlerden olduğu gibi Balkanlardan çekilişinin ve dağılmasının da
son habercisidir. Balkan coğrafyası, Osmanlı devletinin tarihinde Anadolu’daki
hâkimiyetini perçinleyen olduğu gibi
devlet olma niteliğini de kazandıran en
temel etkidir. Avrupa’nın Balkan ismini
hala kullanmadığı güney doğusunda
yer alan bu coğrafya, İstanbul’un fethi
ve Viyana kapılarına dayanacak yolların
açılmasında hiç şüphesiz büyük önem
sahiptir. Günümüzde Avrupa’da birçok
politik ve siyasi olarak müdahale sebeplerimizin başında olan Balkan mirasımız
olan Osmanlı Devletinin bizlere bıraktığı
AJANDA
Sanat Tarihimizin
Bilinmeyen Bir Ressamı
miştir” diye üzüntüsünü dile getirse de
ressamın başka eserlerinin de bulunacağına dair umudunu kaybetmiyor. Süslemeleri, resimleri, tezhipleri yönüyle henüz tasnifleri yapılmamış yazma eserler
arasından yeni eserlerinin çıkabileceğini
düşünüyor.
Ali en-Nakşibendî er-Râkım tarafından
süslemesi yapılan Kur’an-ı Kerim’i tüm
yönleriyle inceleyen Akar, 135 adet vazolu ve vazosuz şükufe, 112 adet sure
başı ve 52 adet desen çalışması eşliğinde ressamın sanatını ve içine doğduğu
sanat ortamını tüm detaylarıyla anlatıyor. Ressama ait 254 bezemeyi tanıtıyor.
Eserin ketebesinin ve resimlerinin ressam hakkında çok şey anlattığını ifade
eden yazar, bu eserden yola çıkarak
önemli bilgiler veriyor. Ali En-Nakşibendi Er-Râkım’ın Kur’an-i Kerim’deki imzası
ışığında ressamın biyografisine dair çıkarsamalar yapıyor. Sanatkârın çağdaşları ve halefleri hakkında fikir yürütüyor,
tahminlerde bulunuyor.
Kitapta ayrıca Süheyl Ünver’in Ali
En-Nakşibendi tarzında resmettiği bir
vazolu buket çizimi de bulunuyor.
kalıcı eserlerini bünyesinde yaşatıyor olmasıdır.
Bu kitabın amacı Balkanların gerek Osmanlı gerek Modern Türkiye tarihindeki
önemini belirtmektir. Bunun içinde 1912
Balkan savaşını esas alarak balkanların
tarihindeki önemini belirtmekte. Çünkü
Balkanlar, 1912’de kaybedilmesine rağmen Türkiye’nin hayatını her bakımdan
etkilemeye devam etmiştir. Balkan savaşında yarım milyon kadar Müslüman;
Sırp, Bulgar ve Rum tarafından katledilmiş ve aynı sayıda kişi zorla yerlerinden çıkarılarak Trakya ve Anadolu’da
sığınmaya mecbur edilmiştir. Bütün bu
geçmişten günümüze kadar devam
eden Balkanlardaki hadiselerin günümüze yansımasının temeli olan olayları
görmek ve analizini yapmak adına, bu
çalışma Türk milliyetçiliğinin dönüşümü
içinde verilmeye çalışılır.

Benzer belgeler