1 - Devrimci Gençlik

Transkript

1 - Devrimci Gençlik
Dev-Genç’ten
M
uhtevası politik olan öznelerin sık sık
vurguladığı bir olgudur; ülkemiz gençliği küçük kıpırdanışlar olsa da bugün tam bir
ideolojik bulanıklık, yüksek düzeyde örgütsel
bir dağınıklık, muhalefette edilgen ve gündelik bir eylemlilik içerisindedir. Bilindiği gibi
her tarihsel kesitte egemenlerin tüm saldırgan
yöntemlerine karşı ezilenler direnmenin, zaferin yolunu bulmuştur. Topraklarımızda verilen
özgürlük ve kurtuluş mücadelelerinin sayısı bunun göstergesidir. Baba İshaklardan Bedrettin’e,
Mahirlerden günümüze dek yaratılan her değer
başarılamaz denilenin anti tezi olmuştur.
Bugün ülkemizde yaşanan durum ideolojik
politik netliğe kavuşmuş, militan tarzda örgütlenmiş bir gençlik mücadelesi perspektifini ve
hareketinin eksikliğini sancılı bir biçimde hissettirmektedir.
Bu durum en genel anlamıyla ne kadar 12
Eylül Faşist Cuntası’nın yarattığı depolitizasyonun etkisi, reel sosyalizmin iflası vb. ile açıklanmaya çalışılsa da en somut haliyle mücadeleyi örgütleyen öznelerin sürece müdahalede
takındığı tutumla da ilintilidir.
Nietsche’nin “Öldürmeyen düşman güçlendirir” vurgusu bir aforizmadan çok anlama taşır.
Zira toplumlara tarihinde ezilenler her yenilgiden başarıyla çıkmayı, yenilgilerden de öğrenilebileceğini ispatlamıştır. THKP-C’nin yaşadığı
örgütsel yenilgiyi doğru analiz eden Dev-Genç
çizgisi yüklenmiş olduğu sorumluluğun hakkını vererek bu yüzden Devrimci Yol’a evrilmiş
ve Türkiye tarihinde adeta destan yaratacak bir
süreci yaratmayı başarabilmiştir.
Savrulmaların ve çaptan düşmenin nedenlerini ne kadar sistemin saldırganlığıyla ifade
etsek de asıl sorun devrimci öznelerin işlevini
yerine getirmemesindedir.
Her türden gerici ve faşist baskıya karşı mücadele metotları aynı zamanda mücadelenin kılcal damarlarında gizlidir. Bu yöntemleri ortaya
çıkarmanın tek yolu kavgada ısrar, öznellikten
arınma, ideolojik netlik ve yoldaşlaşmanın yakalanabilmesiyle mümkündür. Bu yüzden DevGenç’in tarihi adeta bir rehber işlevi görmektedir. ODTÜ ÖTK’dan faşizme karşı mücadelede
ezber bozan (Gazi Teknik Eğitim Direnişi) pratikler, Fatsa’dan Direniş Komiteleri’ne uzanan
her pratik başarılamaz denilenin anlamsızlığı
ve ezberin, statükonun geri bir duruşa neden
olduğunun ispatı olmuştur.
İdeolojik netlik ise her durumda sınıfsal özden kopmamanın teminatıdır. Kimileri reel
sosyalizmin çözülüşünü ideolojik yenilgi olarak
adlandırmış olsalar da Devrimci Hareket’imiz
bu çözülüşü revizyonizmin iflası olarak açıklamış ve sınıfsal/ideolojik duruşundan geri adım
atmamıştır. Bugün Dev-Genç’in yaşanan her
gelişmede doru bir duruşta ısrar etmesinin mayasında da işte bu ısrar ve kararlılık vardır.
STATÜKOYU AŞACAĞIZ!
Statükoyu, varolanla yetinmeyi, sistem içi
muhalefeti uygun gören egemen anlayışın dışına çıkılmadan varolan edilgenlikten çıkılamayacağı da bilinmelidir.
Bizler devrimciyiz. Dev-Genç’liyiz. Hedefimiz anti emperyalist, anti oligarşik bir halk
devrimiyle özgürlüğün/kurtuluşun yolunu açmaktır. Bizler bu hedefi gerçekleştirmek için
yola çıktık.
Gözü iktidarda olan salt muhalefetle yetinmeyen bir niteliğe sahibiz. Dönüştürürken gelişen , geliştikçe yön veren devrimci bir ruha
sahibiz.
Yeni bir sayı ile yoldaşlarımıza merhaba derken karşı karşıya kalınan tüm sorunların birikimlerimizin özverimizin yoldaşlığımızın yarattığı değerlerle aşılabileceğini ifade ediyoruz.
Önder yoldaşımızı katlederek kavgamıza ve
mücadelemize engel olmak isteyenlere verdiğimiz yanıt bu ısrarımızın göstergesidir.
Sevgiyle kalın
1
Politika / Gündem
DEV-GENÇ’Lİ OLMAK YAŞAMDA
USTALAŞMAYI GEREKTİRİR
Devrimciliğin bir hobi ya da aile, iş, aşk, eğlence vb. uğraşlardan
arta kalan zamanlarda yürütülen bir faaliyet olmadığı tersine diğer
bütün işlerin ya da uğraşların salt devrimciliğe hizmet edecek biçimde
düzenlenmesi gerektiği hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Devrimcileşmeyen
hiçbir ilişki tarzı bencillikten ve bireycilikten kurtulamaz. İster aile
olsun isterse aşk ilişkisi bizim ölçeklerimize göre değil de sistemin
alışkanlıklarına göre düzenleniyorsa orada karşılıksız sevginin ancak
kırıntıları görülebilir.
Devrimci Gençlik
F
izikte bileşke vektör hesaplanırken ona etki
eden tüm vektörlerin yönü, ağırlığı hesaba katılmak zorundadır. Hesaba katılmayan,
dikkate alınmayan her birimin sonuç üzerinde
olumsuz etkisi olacaktır. Doğa yasaları ile toplum yasalarının kendine has özgünlükleri olsa
da son tahlilde doğanın bir ürünü/parçası olan
insanın ve kendi aralarındaki ilişkilerinin de
bu işleyişin dışında tutulamayacağı aşikârdır.
Toplumsal ilişkileri belirleyen faktörler çok
köklü ve derindir. Tarihsel gelişim içinde oluşan sosyal psikolojiyi anlamak sanıldığı kadar
kolay değildir. Bu konuda yürütülen akademik
Politika / Gündem
çalışmalar küçümsenmemeli ancak bizim de
içinde olduğumuz ilişkiler ağı sonsuz derecede
çok ve çeşitlidir. Toplumsal ilişkiler söz konusu
olduğunda bazen çok basit bir mimik hareketi,
jest, söz, davranış bile büyük önem taşır. İkili
ilişkilerde bile o an sorulmaması gereken bir
soru, yersiz yapılan bir şaka veya güvensizlik
sayılabilecek bir davranış sıkıntıya yol açabilir.
Yapılacak işin zorluk derecesi arttıkça/karmaşıklaştıkça hesaba katılması gereken yönler de
çoğalır.
Milyonlarca insanı kapsayan siyasal mücadele zemininde ise başarının kolay bir yolu
olmadığı açıktır.
Siyasal
mücadelenin alanı sınıf
savaşıdır. Siyasal
mücadele çıkarları
birbiriyle uzlaşmaz
bir biçimde çelişen
sınıfların (burjuvazi-prolet ar ya)
savaşı olduğu kadar yine çıkarları
birbiriyle çelişen
ancak zaman içinde uzlaşabilir olan
sınıf ve tabakaların
da (küçük ve orta
burjuvazi) duru-
2
munu dikkate almak zorundadır. Sınıflar mücadelesinin son derece çeşitli ve keskin olduğu
bizim gibi ülkelerin devrimcilerinin omuzlarındaki yük çok daha ağırdır. İhtiyaçları ve talepleri
birbirinden farklı sınıf ve tabakaların bir araya
getirilip ortak bir hedefe yönlendirilmesi gerek
kadrolar gerekse de siyasal özne açısından büyük
bir birikim/donanım ister. İşçisinden köylüsüne;
Kürt’ünden alevisine; kadınından gencine kadar
küçük bir azınlık dışında toplumun hemen her
kesiminin sorunlarının had safhaya vardığı, sistemle çelişkilerin hiç olmadığı denli büyüdüğü
koşullarda halkı ortak bir payda da birleştirmek
ve aynı hedefe yürümelerini sağlamak son derece yüksek bir gelişmişlik düzeyi ister.
gun olanlarla daha nitelikli işler yapmayı hedefler. Kitle adına değil, kitleyle birlikte iş yapmaya
çalışmak gerekir. Kitleyi kucaklamayan, harekete geçiremeyen olsa olsa ya bir gevezedir ya da
yalnız kendine aşık sekter bir küçük burjuvadır. Kitleyi arkada bırakarak gözden kaybolmak
kadar kitlenin arkasına saklanmak da yanlıştır.
Birincisi sekterlikken, ikincisi kuyrukçuluktur.
Eğitim çift taraflıdır. Kitlelere giden devrimciler
bir yandan öğrendiklerini kitleye aktarırken diğer yandan kitleden öğrenmeye çalışmalıdır.
Dev-Genç’li kendisini salt bir yönde değil her
yönde geliştirmelidir. Nasıl ki, sürekli aynı tür
gıdayla beslenen birisi çeşitli hastalıklara yakalanırsa; devrimciler de teoriyi aşırı abartıp kitap kurdu ya da entel olmaya çalışmak veya salt
görev verildiğinde iş yapan, aksi durumda stop
eden bir robota dönüşmekten de kendini sakınmalıdır.
Devrimciliğin bir hobi ya da aile, iş, aşk, eğlence vb. uğraşlardan arta kalan zamanlarda yürütülen bir faaliyet olmadığı tersine diğer bütün
işlerin ya da uğraşların salt devrimciliğe hizmet
edecek biçimde düzenlenmesi gerektiği hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Devrimcileşmeyen hiçbir
ilişki tarzı bencillikten ve bireycilikten kurtulamaz. İster aile olsun isterse aşk ilişkisi bizim
ölçeklerimize göre değil de sistemin alışkanlıklarına göre düzenleniyorsa orada karşılıksız sevginin ancak kırıntıları görülebilir.
Devrimci Gençlik tarihi incelendiğinde karşılıksız sevgiyi gördüğümüz kadar değerleri uğruna hiçbir çabadan ve fedakârlıktan kaçınmayan bir duruşla karşılaşırız. Devrimci Gençlik’in
kesintisiz bir şekilde bu güne kadar yaşamasının
temel sebebi tüm pratiklerini halk için halkla birlikte yapmasıdır. Devrimci Gençlik 15-16
Haziran gibi işçi direnişlerinde, fındık, tütün vb.
mitinglerinde, anti-emperyalist eylemlerdedir.
Devrimci Gençlik bir yaşam tarzının adıdır.
Dev-Genç’li olunmaz, o kimliğin gereklerine
göre yaşanır. O yüzden art niyetli olmadığı sürece herhangi bir kimsenin ya da çevrenin kendini
Dev-Genç’li olarak ifade etmesi bizler açısından
bir kızgınlık sebebi değil aksine bir sevinç kaynağı olmalıdır. Devrimci Gençlik kimliği onu
hak etmeyenler için bir yük haline gelirken o
kimliğin gereklerini yerine getirenler için özgürlük mücadelelerinin meşalesi olacaktır.
DEVRİMCİ GENÇLİK
ANCAK O KİMLİĞİN GEREKLERİNİ
YERİNE GETİREBİLENLER İÇİN
BİR MİRASTIR
Günümüzde hemen her kişi ve siyaset bir şekilde kendisini Devrimci Gençlik ile ilişkilendirmeye, sahiplenmeye çalışıyorsa bunun başlıca sebebi onun içinde barındırdığı cevherdir.
İster aynı kökenden gelsin isterse farklı bir kökene sahip olsun bu ismi taşımayı istemek güzeldir ancak bu durum o kimliğin gereklerini
de yerine getirmeyi zorunlu kılacaktır. Bu ismi
taşıyamayanlar altında da ezilirler/yok olurlar.
Taşıyabilenler ise devrim denizine karışır. DevGenç’li olmak ne dağıtılabilecek bir payedir ne
de madalya gibi taşınabilecek bir rozettir. DevGenç’lilik yaşam boyu süren bir disiplin gerektirir. Dev-Genç’li yaşamın her anını dolu geçirmeye gayret gösterdiği gibi bulunduğu her ortamı
siyasallaştırabilen bir maya olduğunu asla aklından çıkarmamalıdır.
Dev-Genç’li teoriyle pratiğin birliğini yadsımaz. Teoriyi bir dogmalar bütünü olarak değil;
bir eylem kılavuzu olarak görür. Yüzeysel biri
ancak sığ sularda yüzer. Engin denizlere asla
ulaşamaz. Sadece küçük başarılarla sarhoş olur.
Teorik çalışmaları laf cambazlığı için değil, yaşamı derinlemesine kavramak için öğrenir. Donanımlı bir devrimci düşmanlarını korkuturken,
kendisini yetiştirmemiş, acemi bir devrimci ise
ancak düşmanlarını sevindirir.
Dev-Genç’li çalışma yaptığı alanda mümkün
olan en geniş kitleye ulaşmayı ve içlerinden uy-
3
Politika / Gündem
YENİ YÖK YASA TASLAĞI
DEĞERLENDİRMESİ
Devrimci öğrencilerin yıllardır dillendirdikleri, haklı mücadelesini
verdikleri parasız eğitim hakkı ise yeni yasa tasarısında dillendirilmiyor
bile. Patronların talepleri doğrultusunda yapılan çalışmalar
sonucunda oluşan yeni taslak, üniversiteleri “kurumsallaşmış” ve
“kurumsallaşmakta” olarak ikiye ayırıyor.
Devrimci Gençlik
E
gemenlerin içinde bulundukları sürecin ihtiyaçları çerçevesinde, özellikle son yıllarda
AKP iktidarı eliyle, toplumun bütün alanlarını
yeniden düzenlediği bir süreçten geçiyoruz. Son
10 yıllık AKP iktidarında halka yönelik çeşitli
saldırı yasaları yürürlüğe konuldu. AKP iktidarı; emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde torba
yasalarla emekçilerin kazanımlarına, demokratik
açılım yalanlarıyla Kürt halkına, emperyalizmin
jandarması rolüyle kardeş Ortadoğu halklarına
saldırdı. Tüm bu saldırı dalgasından ülke gençliğini pas geçmesi düşünülemezdi. Gerici neo liberal eğitim politikaları çerçevesinde 4+4+4 yasası, kıyafet zorunluluğunun kaldırılması, daha
çok üniversitenin Bologna Süreci’ne katılması
gibi değişiklerle eğitim daha fazla gericileştirilip,
piyasalaştırıldı. Şimdi ise genel olarak halka ve
özelde eğitim sistemine yapılan saldırıların bir
halkası olarak Yeni YÖK Yasa Tasarısı karşımızda.
12 Eylül açık faşist rejiminin ürünü olarak
ortaya çıkan YÖK’ün başlıca kuruluş amacı üniversiteleri faşizmin ihtiyaçları doğrultusunda
şekillendirmek, eğitimde neo liberal gerici dönüşümleri sağlamak ve eğitimi bir hak olmaktan
çıkarıp, alınıp satılan pazar malına dönüştürmektir. Bugünkü yapısı ile YÖK egemenlerin bütün ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Bologna
süreci gibi neo liberal dönüşümlere uyumlu, bürokratik engellere takılmadan hızlı hareket edebilen bir yapıya ihtiyaç duyulmaktadır. Tam da
bu ihtiyaca yönelik; zaten anti -demokratik yapısı
defalarca teşhir olmuş, “yıpranmış” YÖK yerine;
AKP’nin halkın demokrasi özlemini kullanarak
duyurduğu, demokratik, özerk, otoriter olmayan
Politika / Gündem
üniversite yalanları ile üniversiteleri tamamen
sermeyanin kontrolünde ve piyasaya yönelik çalışma yapan kurumlar haline getirmenin adıdır
Yeni YÖK Yasa Tasarısı.
Aslında yeni YÖK yasa tasarısı sürecini özetleyecek gündemlerden biri de kuşkusuz ki geçtiğimiz günlerde cemaatin ön ayak olduğu Ortak
Akıl Toplantısı olmuştur. Yeni YÖK yasa tasarısı
sürecinde üniversitenin ana öznelerinden olan
öğrencilere, üniversite emekçilerine herhangi bir
söz hakkı verilmeyip, dostlar alışverişte görsün
edasıyla akademisyenler sözde tartışmalara figuran edilmişlerdir. Bu süreçte herkesin söz söylemesini önemseyen demokrasi havarisi çevreler
sözümona Ortak Akıl Toplantısı, özünde bir tiyatro, tertip etmişlerdir. Yeni YÖK Tasarısı niyeti
de ayan beyan Enver Yücel’in; “ABD marketlerinde satılık çok üniversite var. Eğer biz finansman
konusunu çözemezsek bütün tartışmalar kâğıt
üzerinde kalır. Üniversitelerimizi memuriyetten
çıkaralım. Çıkaralım akademisyenlerin bütününü sözleşmeli yapalım. Bu model anlayışını
egemen kılarsak özel, vakıf, devlet üniversitelerinin bir ayrımı olmaz. Birisinin parasını devlet,
ötekini veli, diğerini vakıflar verir. Üniversiteler
batar, batsın bırak. Amerikan marketlerinde çok
satılık üniversite var. Ama bazı üniversiteler de
çıkıp çok iyi noktalara gider diye düşünüyorum.
Üniversitelere rekabeti nasıl getireceğiz? Bir,
üniversite kendi öğrencisini seçemiyor. Kendi
finansmanını oluşturamıyor. Finansman yaratacak kaynaklara gidemiyor. Ayrıca mütevelli
heyeti devlet üniversitelerine de konulsa kötü
mü olur?” sözleriyle ortaya konmuştur. Oligarşi
kendini oldukça açık ve net ifade etmiştir. Enver
4
Yücel ve diğer patronların sözleri açıktan açığa
yeni YÖK Yasasından ne beklediklerini göstermiştir. Onlar eğitim, daha kolay alınıp satılması
gerektiğini, öğrencinin müşteri olması gerektiğini ve kendi bekaları için bilim emekçilerinin köleleştirilmesini savunmuşlardır. Bu anlayış bilim
üretmez, bilim üretmeyi de hedeflemez. Yıllardır
her alanda yaptıkları talanı eğitimde de artırarak
sürdürmek isterler.
Yeni YÖK Yasa tasarısının getirdikleri...
Taslağa göre YÖK’ün ismi değiştirilip adı
TYK olacak. Daha önce harçların kaldırılmasında gördüğümüz tertibin bir benzeri bu taslakla
karşımızda. Birinci ve örgün eğitimlerde harçlar
kaldırılıp ikinci öğretimdeki arkadaşlarımızın
harçları kaldırılmazken, siyasi iktidar ve onun
yandaşları harçların tamamen kaldırıldığı imajını yaratıp eğitimin kanayan yarasına çözüm bulduklarını ve parasız eğitim sağladıklarını söylüyorlardı. Oysa mevzu bundan çok uzaktı ve hala
ikinci öğretimdeki arkadaşlarımız harç ödemekte ve eğitim alanı bütünüyle ticarileşmektedir.
Bugün benzeri şekilde YÖK kalkıyor, üniversite
demokratikleşiyor, özerkleşiyor aldatmacasına
geçit vermemek ve teşhir etmek gibi görevlerimiz
vardır. Bu söylemi; üniversiteye yaklaşım, bakış
açısı Enver Yücel’in ifade ettiği gibi iken YÖK’ün
isminin değişmesi bir anlam ifade etmez.
TYK’nin en üst yetkili yapısı Genel Kurul’un
21 üyesinin 5’ini TBMM, 5’ini Bakanlar Kurulu,
5’ini cumhurbaşkanı, 6’sını ise Rektörler Kurulu
seçecek. Yeni haliylede mevcut durumda olduğu
gibi öğrencilerin üniversitenin gerçek bileşenlerinin yönetimde herhangi bir söz hakkı bulunmayacak.
Devrimci öğrencilerin yıllardır dillendirdikleri, haklı mücadelesini verdikleri parasız eğitim
hakkı ise yeni yasa tasarısında dillendirilmiyor
bile. Patronların talepleri doğrultusunda yapılan
çalışmalar sonucunda oluşan yeni taslak, üniversiteleri “kurumsallaşmış” ve “kurumsallaşmakta” olarak ikiye ayırıyor. Kurumsallaşmakta
olarak nitelendirdikleri üniversiteleri doğrudan
TYK’nin yönetmesi planlanıyor. Kurumsallaşmış
olanların ise; “mütevelli heyeti”nin diğer adıyla
üniversite konseylerinin oluşturulup yönetmesi tasarlanıyor. 11 üyeden oluşacak bu konseyde
Bakanlar Kurulu ve Yükseköğretim Kurulu’nun
ilgili üniversite profesörlerinden seçtiği ikişer
üye, mezunlar arasından seçilecek 1 üye ve bulunduğu ilde en çok vergi veren veya en çok bağış
yapan 1 üye yer alacak. Böylece sermaye doğrudan üniversite yönetimine katılmış olacak.
Yabancı üniversiteler, Türkiye’de yüksekokul ve
fakülte açabilecek. Bu yükseköğretim kurumlarının kontenjanlarını YÖK belirleyecek. Özel sektör üniversite açabilecek. Vakıf aracılığı gerekmeyecek. Mevcut yasada sadece vakıflar üniversite
kurabiliyordu. Böylelikle patronlar vakıf kurmak
gibi bürokratik engellere takılmadan hızlıca ve
doğrudan özel üniversite açabilecekler. Yabancı
üniversitelere izin verilmesiyle beraber emperyalist tekeller ülkemizde daha rahat ve doğrudan
üniversite açabilecekler. Emperyalizmin ve oli-
5
Politika / Gündem
garşinin eğitim alanındaki talanını sekteye uğratan, yavaşlatan bütün engeller böylelikle kaldırılmış olacak.
Yeni taslakta dikkat çeken diğer kavramlar ise,
mali özerklik ve yönetsel özerklik kavramlarıdır.
Mali özerklik kavramı ile beraber üniversitenin
kendi kaynaklarını yaratması öngörülüyor. Bu da
üniversitenin daha fazla piyasalaştırılması, sermaye için ar-ge çalışması yapan şirketlere dönüşmesinin önünü açıyor. Bilim tam olarak alınıp
satılması gereken bir meta halini alıyor ve üniversite kar etmeyeceği alanlarda bilimsel çalışma yapamaz duruma geliyor. Bu haliyle de bir kez daha
bilim, özerklik, demokratiklik için değil sermaye
için çalışmalar
yürütüldüğü açığa çıkıyor.
Yeni disiplin
yönetmeliği ise
tam da bu demokrasi
tiyatrosunun perdelerinden biridir.
Tıpkı
harçlar
mevzusunda ve
‘YÖK kalkıyor
‘yalanında olduğu gibi yine öğrencilere yönelik
baskılar üniversitede siyaset yasağı kalkıyor manipülasyonu ile
meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Akademisyenler için yeni YÖK yasası kölelik koşullarında çalışma anlamına geliyor. Üniversiteyi kar kapısı, bilimi meta olarak görenler,
akademisyenler için de bu tabloda esnek, güvencesiz ve sözleşmeli çalışma dışında herhangi bir
şey vaad etmemektedir. Bu konuda “ortak akıl”
bakın ne diyor; Fatih Üniversitesi Rektörü Prof.
Dr. Şerif Ali Tekalan: “Akademisyenlerin özlük
koşulları iyileştirilmeli. Maalesef Türkiye’de devlet üniversiteleri başta olmak üzere vakıf üniversitelerinde mecburen piyasa koşulları oluşuyor.
Akademisyenlerin özlük hakları iyileştirilse ve
‘gelin siz bize lazımsınız’ diyerek belli anlaşmalar sunulsa, en azından devlet üniversitelerindeki
akademisyenlerin maddi sıkıntıları olmaz.” Akademisyenlerin özlük koşulları iyileştirilmeli derken aslında ‘gelin siz bize lazımsınız’ anlayışıyla
Politika / Gündem
akademisyenler, bilim üretecek kimseler olarak
değil kar için lazım olan araçlar olarak görülüyorlar. Ayrıca akademisyenlere performans ölçümüne dayalı bir puanlama sistemi getiriliyor.
Bu puanlama sistemiyle akademisyenler bilimsel
çalışmalar yerine sermaye için yapılan çalışmalara yönlendiriliyor. Sermayenin yararına çalışma
yürütmeyen akademisyenlerin itibarsızlaştırılması öngörülüyor. Akademisyenlerin özlük haklarının sözleşmelerle -siz onu güvencesizlik diye
okuyun- çözülmesi mümkün değildir.
Özetle yeni YÖK Yasa Taslağı üniversiteleri emperyalizm ve oligarşi için bir kar kapısına
çeviricek, piyasa için ar-ge çalışmalarının yapıldığı
şirketlere
d ö nü ş t ü re c e k ,
akademisyenleri
sermayenin kölesi olmaya zorlayacak ve başta
öğrenciler olmak
üzere bütün üniversite bileşenlerini disiplin yönetmeliklerinin
dişlileri arasında
ezen; söz, yetki,
karar aşamalarından uzak tutan bir saldırı
yasasıdır. 4+4+4’ün, birinci öğretim harçlarının kaldırılması tiyatrosunun, dersanelerin özel
okullara dönüştürülmesinin, kılık kıyafet yönetmeliğinin değiştirilmesinin tamamlayıcısıdır.
Biz Devrimci Gençlik olarak emperyalizmin
ve oligarşinin üniversitelerimize saldırılarına
karşı göğüs germek gerektiğini biliyoruz. Bunun
için üniversitelerimizi şirketlere, ticarethanelere
dönüştürmelerine karşı; eşit, parasız, bilimsel,
demokratik ve anadilde bir eğitimin mücadelesini okullarımızda, amfilerde, sokaklarda, büyüteceğiz. Ülkemizin karanlığa teslim olmasına izin
vermeyeceğiz. YÖK ya da her ne adla anılırsa bu
gerici kurumu tarihin çöplüğüne yollayacağız.
Biz DEV-GENÇ’liler tarihi sorumluluklarımızın farkında olarak YÖK’e karşı mücadelenin faşizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası
olduğu bilinciyle hareket ettik ve edeceğiz.
6
İZZETTİN ÖNDER’LE
YENİ YÖK YASASI ÜZERİNE
SOHBET ETTİK
Y
olculuk Dergisi: Hocam Merhaba. Sizinle yaklaşan yeni YÖK sureciyle ilgili
konuşmak ve fikirlerinizi almak istedik. Aynı
zamanda sürekli yerleşik bir YÖK sıkıntısı
zaten öğrencilerde var. O yüzden isterseniz
ilk sorumuzla sohbete başlayalım. Sizce yeni
YÖK taslağı bugün neyin ihtiyacı olarak doğdu. YÖK’ün üniversitelerde yapamadığı ya
da tamamlayamadığı ne vardı da artık yeni
bir sürece ihtiyaç duyuldu. Yeni uygulamayla
daha hızlı hareket edebilecekleri bir süreç mi
yaratılmaya çalışılıyor ya da tam olarak bu yeni
hamle neye karşılık düşüyor.
İzzettin Önder: Bilindiği gibi küreselleşme ve finansallaşma neoliberal dönemin iki
temel ayağı, dolayısıyla önce şuna bakmak
lazım; eğitim ideoloji üretme mekanizmasıdır. Althusservari bir tanımlamayla bakacak
olursak bu tanımlamayı yaparız. Örneğin bizler üniversiteyi tanımlarken onun toplumun
en üst kademesinde ve adeta toplumun beyni,
topluma ışık saçan, bilgi üreten, bilim üreten,
teknoloji üreten bir alan olduğunu ifade ederiz. Dikkat edilirse burada toplum vurgusu ön
plana çıkmaktadır. Ama kapitalizmde toplum
bir karar mekanizması değildir. Kapitalizm
oluştuğundan beri karar mekanizması sermayedir. Bu 1648’de ulus devletin kurulmasından
sonra şekillenen bir süreçtir. Bu durum 196070’ler ve dahası 2008 kriziyle birlikte daha da
boyutlanmış durumda. Bugün gelinen süreçte bunun yansımalarını görmemek neredeyse
imkansız. Yaşananlar esas itibariyle neoliberal
yani uluslararası ve emperyal sermayenin müdahalelerinin bir sonucudur. Bu yüzden konu
bağlamında bir değerlendirme yaparken ve
bugün yapılan müdahaleyi değerlendirirken,
ona karşı çıkarken esas karşı çıkış noktasının
ne olduğunu doğru algılamamız lazım. Böyle bakıldığında yaşanan süreç aynı zamanda
klasik liberalizmden neo libaeralizme doğru
izlenen sürecin nasıl geliştiğini de ortaya koymaktadır. Klasik liberalizmden farklı olarak
neoliberalizm ileriye yönelik toplumun çıkarını (kendisi açısından toplumu şekillendirmek)
bütün kurumlarını ona göre ayarlayan, ona
göre tetikleyen bir dokudan uzaktır. Örneğin
sosyal devlet anlayışında toplumun gelişmesi
vardır, bölgesel dengesizliğin giderilmesi vardır. Hatta gelir dağılımının düzeltilmesi vardır.
Dolayısıyla bu dönemde az ya da çok toplum
için alınan kararlar salt piyasanın oluşturduğu
kararlara bırakılmıyordu. Onun aksaklıklarının giderilmesi yoluna gidilmeye çalışılıyordu.
Bu başarılıdır ya da başarısızdır ayrı bir konu.
Kaldı ki bu da ayrı bir aldatmaca ve uyutma
mekanizmasıydı. Dolayısıyla doğrudan piyasaya müdahale etmeden arızaları gidermek
hakikaten bir pansuman tedavisi olarak algılanmalıdır. Ve kalıcı çözümler olarak değerlendirilmemelidir.
Bugün neo liberal döneme geldik. Buna
monokratik dönem de deniyor. Bu diğerinden daha farklı bir durum. Farkı, piyasa dışında belirlenmiş olan, hiçbir toplumsal hedefin
gözetilmemesidir. Piyasa ne emrediyorsa o
oluyor. Burada herkes kendisinden sorumlu.
Böyle olunca da hiçbir toplumsal hedef gözetilmiyor. Dolayısıyla üniversitelerin de artık
bir toplumsal hedefe yönelik olarak, gençlerin
okutulması belli amaca yönlendirilmesi -hatta
sermayeye emek olarak hazırlanması- amacı
da yok burada. Çünkü, orada da “herkes kendinden sorumludur artık” hedefi gündeme
7
Politika / Gündem
hizaya diziliyor. Bunu da
topluma kan değişimi
diye anlatıyorlar. Mesela Einstein kuramlarını
bulurken kan değişimi
mi yapmıştı veya Marks
kan değişimi mi yapmıştı? Hayır. Bir şeye
bakmışlar onun üzerinde yıllarca çalışmış
ve ortaya yeni bir şeyler koymuşlardı. İnsan
tembelliğini kan değişimiyle de sürdürür, aynı
yerde kalarak da. Dolayısıyla bu yer aranırken
insanlar kendi kendilerini kontrol etmeye
başladılar. Üniversiteler tek hizada olduğu için
Amerika’da farklı bir üniversite sokakta farklı bir ses yoktu. Avrupa, kültürel olarak biraz
daha farklı ama onlar da hizaya geliyor. Biz hizaya geliyoruz. Dolayısıyla bir ekol yaratılıyor,
özellikle sosyal alanda. Hatta tıp alanında da
bir ilaç bulunduysa, bir laboratuar üretiyorsa
ondan para kazanıyorsa bir üniversite ondan
bağımsız araştırma yaparak o ilacın yan etkilerini, hatalarını ve zararını ilan etmemelidir.
Çünkü ondan para kazanıyor. Dolayısıyla bilim üretimi, bilimin yaygınlaştırılması hatta
“bilim” yok artık. Üniversite, sermayenin istediği, çıkarını zedelemeyecek, doğrultuda bilgi
üretiminde kullanılıyor. Şimdi ikinci olarak bizim gibi üniversitelere geldiğimizde yani -geri
ülke- üniversitelerinin teknoloji üretmeyecek,
ileri ülke üniversitelerinin arkasından gidecek
bir teknik meslek yüksek okulu olarak tasarlandığını görüyoruz. Şimdi bizim gibi devletlerden, ekonomilerden korkulur. Biz farkındayız işin. Amerika o kadar farkında değil, çünkü
çok zenginler. Bizim derdimiz var; maaş derdi
var, toplumsal fakirliği görüyoruz. O zaman
akademi okuyor, yazıyor. Durmadan yedi mızraklı ilmihalde okusa başka şey düşünmeye de
başlayabilir bir yerden sonra cin gibidir. O zaman bu insanlar eğer bir şey olursa düşünmeye
başlar; “Bu fakirlik nedir? Bölgesel dengesizlik
nedir? Biz niye geri kaldık?” diye sormaya başlar böyle olursa da zararlı olur. O zaman bizim
geliyor; başarısından ve başarısızlığından. Ve
sermayenin sıkışıklığından zaten bunlar çıktığından hiçbir maliyet paylaşımına katlanmak
istemiyor. Şu anda eli de çok rahat, “komünizm
tehlikesi” de yeryüzünde yok. Artık istediği
gibi rahatça oynayabiliyor. Böyle baktığımızda
bugün üniversitelere getirilenler üniversitenin
ihtiyaçlarından, topluma daha iyi hizmet etsin
mantığından gelmiyor. Bu monokrasiye ulusal sermayeye, emperyalizme daha iyi hizmet
etsin mantığıyla geliyor. Şimdi o mantık nedir
diye baktığımızda, yani ne yapılmaya çalışılıyor diye baktığımızda; bir, üniversiteler serbest
bırakılmıyor. 1981’deki YÖK’te denetimleri
merkez eline almıştı. Bu; seçim ve atama şeklindeydi. Bu bir oyun tabi. Ama onunla yetinilmedi şimdi daha yakından bir mekanizma
kurulmaya çalışılıyor. Yani, iş çevrelerinin,
vergi verenlerin üniversitenin yönetimine katılması; akademisyenlerin tam gün olmadan,
geçici olarak istihdam edilmesi, asistanların
sadece araştırmacı olarak çalıştırılması gibi.
Bunların hepsi birer “terbiye” mekanizmasıdır.
Nedir o terbiye? Bu terbiye iki yönlüdür. Bir
yönü (ileri yönlü ülkelerde olan) üniversiteler
sistemin dışında bir görüş üretmesinler. Bugün
Amerika’ya baktığımızda doktorasını yapan
bir insan başka bir üniversiteye gitmek mecburiyetinde, zaten bize de oralardan geliyor.
Şimdi bu durum ne yapıyor? Öğrenci doktorasını yapacağı zaman bütün üniversiteler aynı
Politika / Gündem
8
gibi üniversitelerin onların arkasına takılması
lazım. Çok sıkı denetlenmesi lazım, siyasi denetim oluşturulması lazım. Onun için bu paralı olması falan hep bu terbiye olsun diyedir.
Para bir terbiye etme mekanizmasıdır, piyasa
insanları terbiye eder. İnsanlar, -dikkat edinpiyasaya itiraz etmezler, ekmek alamaz, çöpten
alır, fakirim der. Ama ben alamıyorum ne biçim piyasa, bu nasıl devlet demez insanlar. Dolayısıyla bizim gibi ülkelerden korkulur. Haklılar da korkmakta, onun için bu tehlikenin terbiye edilmesi lazım. Terbiye edilmesinin yolu
da piyasaya açılması. Şimdi YÖK bunu yaptı,
ama kısmen yaptı. O yüzden hala 6 Kasım’da
talebeler ayakta. Çünkü bir organ reddi yaşanıyor. Yani şimdi piyasaya atıldıktan sonra hiç
bir şey fark edilmeyecek artık. Amerika’da nasıl
fark etmiyorlar. “Benim üniversite mukavele
sürem bitti yeni üniversite arayacağım.” Sanki
bir arkadaşımın nikahı oldu nikahta şahitlik
yapacağım gibi bir şey bu. Algılamıyor niye
bunun neden olduğunu, sistem içinde bir mekanizma. Hani mesela “Benim niye saçlarım
beyazlıyor?” demem gibi bir şey. Buna bir sürecin doğal unsuru gibi bakılıyor. Ama biz algılamaya başlıyoruz, bizden korkulur. Dolayısıyla
daha sıkı bir denetim, daha yakın bir markaj
ve ihmal edilemeyecek bir sürece sokulmaya
çalışılıyor üniversiteler.
Yolculuk Dergisi: Kapitalizmin içinde bulunduğu krizin sürece etkileri nelerdir? Özelde
2008’den bu yana yaşanan bunalımın etkilerinin giderek daha açık yaşandığı bir süreçte,
üniversitenin bu duruma tepki gösterebilecek
alanda olması bu yeni süreci hızlandırmış mıdır?
İzzettin Önder: Olabilir. Buna başka tahlillerde yapılabilir. Ama şöyle diyelim, şu an
Türkiye’ de sürecin bu kadar hızlandırılması
1980 YÖK sürecinin devamıdır. Yani dikkat
edin bütün iktidarlar gelince -ki buna Ecevit de
dahil- YÖK’ü kaldıracağız diye gelirler. hiçbiri kaldırmadı, kaldırmıyor. Çünkü bu bir mekanizmadır. Siyaset, kapitalizmde sermayenin
politik kararlardaki uzantısıdır. Halkın falan
değil. Seçim göstermelik bir olaydır. Dolayısıyla böyle baktığımızda krizle beraber şu ortaya çıktı ya da belirgin oldu; kriz insanları savurunca başlarına gelebilecek belayı nispeten
kabul edebilir oldular. Bugün devletin parası
yok deniyor, her şey özelleşiyor. Bugün mesela
yolları özelleştiriyorlar, satıyorlar. Devlet öyle
bir dağıttı ki - savurdu ki- insanları, kimsenin
de fazla sesi çıkmıyor. Bu neoliberal politikalar krizle daha da yerleşiyor aslında. Mesela
Yunanistan’a bakınca emekliliğe ciddi bir darbe vuruldu, emekliliğe bizde de darbe vuracaklar. İnsanlar maaşlarının kısılmasına, haklarının alınmasına razı oluyorlar. Bu neoliberal
politika iyice yerleştiriliyor aslında. Bu sırada
üniversiteyi de halletmek istiyorlar. Yani batı
üniversitelerinde bunu parayla hallediyorlar.
Mesela artık kültürel bir ekonomi eğitimi, sosyoloji eğitimi çok fazla yok. İşletme okullarına
dönüşüyor. Orada Business School dedikleri,
Avrupa’da çok büyük okullar. Mesela bu iktisat
teorisini geliştirme biçimlerine baktığımızda
İngiltere’de kraliçenin Londra İktisat Okulu’na
gidip adeta hesap sorması çok manidardır. “Bu
krizi siz niye öngöremediniz?” diye sormuştur.
Bir iktisat okulu var ama böyle bir fonksiyonu
da yok. Yani ne kriz öngörüyor ne tedavi geliştiriyor ne de yoksullukla uğraşıyor. Biraz süslü
teoriler yapıyorlar. Artık kapitalizmin sorunlarına çare olabilecek, çözümsel çare bulabilecek
bir alet falan geliştiremiyorlar. Çok abuk sabuk
meselerle uğraşıyorlar. Çok çarpıcı gelecek.
Benim oğlum da iktisat okuyor. Doktorasına
baktım, Harvard’tı sanırım. Bakıyorum ne tezi
diye, abuk sabuk siteler var; “Doğum kontrolünde doğum kontrol hapı mı daha etkilidir
yoksa kontraseptif müdahaleler mi?”. Bu tıbbi
bir meseledir. Pratikte ortaya çıkan bir meseledir. Deneylerle ortaya konabilir. Şimdi bu iktisadın konusu mudur? Ne yapacak; “Şu kadar
kişiye sorduk yüzde onu şu çıktı, yüzde onu bu
çıktı.” mı diyecek? Zaten bunları da bilgisayara
geçiren programlar var. Sayıları koyuyorlar bilgisayar otomatik geçiriyor sonra tablolar çıkıyor ortaya. Yok standart sapmalar, şunlar bunlar. İnsanlarda bunu bilim zannediyor. Bunca
toplumsal soruna çare bulunmuyor. Bir başka
örnek, “İnsanlar neden göçüyor, kimler hangi
eyaletten hangi eyalete göçtü?”. Bu “Benim kolum kırıldı.” demek gibidir. Görüyorsun kırıldı
işte. Kol niye kırıldı ona kafa yor. Şimdi bunun
trigonometrisini, matematiğini çıkarmanın ne
anlamı var. Ama esasa girmek istemiyorlar, bü-
9
Politika / Gündem
Siyaset, kapitalizmde sermayenin politik kararlardaki
uzantısıdır. Halkın falan değil. Seçim göstermelik bir olaydır.
Dolayısıyla böyle baktığımızda krizle beraber şu ortaya çıktı ya
da belirgin oldu; kriz insanları savurunca başlarına gelebilecek
belayı nispeten kabul edebilir oldular. Bugün devletin
parası yok deniyor, her şey özelleşiyor. Bugün mesela yolları
özelleştiriyorlar, satıyorlar. Devlet öyle bir dağıttı ki - savurdu
ki- insanları, kimseninde fazla sesi çıkmıyor. Bu neoliberal
politikalar krizle daha da yerleşiyor aslında.
tün mesele bu. Onun için etrafta geziniyorlar.
Yolculuk Dergisi: Geçtiğimiz günlerde bir
“Ortak Akıl” toplantısı tertiplendi. Yoğunlukla patronların bir araya geldiği bir toplantıydı.
Üniversiteyi tartıştılar ve orada öğretim görevlilerinin, daha özgür olabilmesi için sözleşmeli
olmaları gerektiği, bütün üniversite emekçilerinin sözleşmeli çalışmasının emekçiler için
daha iyi olacağını, daha rahat hareket edebileceklerini söylediler bu önermeye nasıl bakıyorsunuz? Ayrıca üniversiteye yönelik bu saldırıyı,
muhattablarda bu kadar ayyuka çıkmışken,
toplumun geneline yönelik bir saldırı olarak
ele almak sizce doğru bir bakış açısı mıdır?
İzzettin Önder: Bu proje aslında TÜSİAD
çalışmlarında da yer alan bir proje. Bir kısmı
Avrupa çalışmalarından çeviri de olabilir. İki
tür devlet sistemi vardır. İtalyan ekolünden
beri, bunlardan birisi organik devlet görüşüdür. Burda devlet vatandaşlarından aritmetik
toplamının dışında, onun üzerinde bir şeydir.
Burada devlet vatandaş için çalışır, doğrudur.
Ama bu biraz yanlış tercüme ediliyor. Vatandaş devlet için çalışıyor deniyor ve sonuçta
devlet bir şeyler emredebilir şeklinde bir mantık oluşuyor. Bu tıpkı Keynes politikalarındaki
gibi. Keynes enflasyon olsun dememiştir ama
siyasiler bunu çok uç bir noktada kullanınca
enflasyon yapmıştır. Bu da böyle bir şey. Bahsettiğim organik devlet görüşü telekrotik yani
ileriye yönelik hedefleri olan devlettir. Dolayısıyla burada kamusalcılık yani toplumsalcılık
vardır. Benden siz de sorumlusunuz, sizden
Politika / Gündem
ben de sorumluyum. Zaten yeniden gelir dağılımı politikaları bölgesel dengesizlikler piyasanın üzerinde ve dışında bu mantıkla işletilir.
Yeni devlet, buna bireyci ya da bireyselci devlet
de deniyor, şimdi ampul aydınları bu görüşleri özgürlük diye satıyorlar. Görünüşte güzel
gerçekten ben bireyim demek ama bu koskoca
adada yalnızsınız anlamına geliyor. Kimsede
sizden sorumlu değil, ne gelirinizden ne eğitim
düzeyinizden ne başarınızdan ne de başarısızlığınızdan. Sizsiniz hepsinin sorumlusu. Bu bireyci devlet modeli artık çözülen devlet modelidir. Bu monokratik devlet modelidir. Piyasa
sana ne veriyorsa sen bireysel işletme olarak
piyasada ne kadar risk alabiliyorsan, ne kadar
yırtıcıysan o kadar yer kapatabilirsin ama yarın mahvoladabilirsin. Bunların tamamının
sorumlusu sensin, kimsenin sorumluluğu yok.
Devlet sadece fiziksel müdahaleleri, tramvaları
önleyecek, kanunlar yeni uygulama nizamnameleri yapar. Kimse kimseye fiziksel müdahale etmeyecek ama piyasa ediyor zaten. Devlet
piyasanın işleyişi için oluşan herhangi bir şeyde haksız diye bir kavram yok zaten piyasanın
oluşturduğu bir şey bu. Sonuç olarak haksızlık
diye bir şey yok. Dolayısıyla devlet müdahale
etmiyor. Bu tabi ki özgürlük algılamasının kasıtlı bir şekilde çarpıtılmasıdır. Özgürlük olur
bir anlamda, belki kapitalizmin ilk döneminde, klasik liberalizmin ortaya çıkışında ama o
zaman sermaye bu boyutta değildi. Hakikaten
herkes bir miktar birbirine eşitti, kaldı ki ortada kentsel insanlar vardı kırsal insanlar vardı
10
ama daha çok kentsel alanlar için yapılmış bir
teoridir. Kamu hukukunun emredici ama özel
hukukun mukavele serbestisi taşıması da burdan geliyor. Bunun mantığı ise, herkes birbirine denk güç olarak ele alınıyor. Gelişmemiş
toplumlarda bu konuda farklılıklar ortaya çıkınca güçler değişmeye başlıyor. Dolayısıyla
bizim gibi toplumlarda özel hukukta mukavele
serbestisi sözü tamamıyla güçsüzü güçlüye ezdirme mekanızmasıdır aslında. Yani batı kadar
samimi değildir. Batıda bu biraz daha farklı ortaya konmuştur. Batıda iki yüz, üç yüz sene bir
gelişme söz konusu ama Türkiye gibi ya da bir
geri ülke modelinde olduğu gibi böyle bir şey
yapamayız biz. Üniversite hocalarının da mukavele serbestisi ile özgür olması gibi bir şey yok.
Üniversite bir kurumdur. Ama birey çaresizdir
orada. Dolayısıyla iş güvencesi çok önemlidir.
Bu aslında üniversiteyi tek tipleştirme modelidir. Kovulma tehlikesine karşı bilim emekçilerinin “Ben fazla suya sabuna dokunmayayım”
demesi istenir. Ya da “Bu hoca marksisttir, bu
hoca solcudur, bu hoca tıpta öyle araştırmalar
yapıyor ki ilaç endüstrisini tehlikeye sokuyor”
denmemesi gerekmektedir çünkü iş güvencesi
yok ortada. Nitekim Amerika’da bunu görüyorsunuz. Mesela krizden sonra bir sürü insanın kitabını okuduğunuzda -ki bunların bir
kısmı Nobel almış insanlardır- hiçkimsenin
alışılmış konuşma çizgisinin dışına çıktığını
görmüyorsunuz. Bir tanesi bile Marks’ın lafını
etmiyor şu krizle ilgili. Kaldı ki yeni akımda
kriz teorisi yoktur, Marks’ta vardır. Bir bölüm
olarak yoktur da dağınık olarak vardır. Bu insanlar çizginin dışına çıkmaya korkuyorlar
çünkü çıktıklarında “hocam kusura bakmayın”
der kovarlar ya da zorluklar çıkarırlar. İnsanlar
da bunu yaşamak istemiyorlar. Sistemin mantığı böyle işliyor. Dolayısıyla insanların mukavele serbestisiyle özgür olacağı tamamen bir
aldatmacadır. Bu durumun özgürlükle, bireysellikle alakası yok. İmkanlar yönünden önüm
açık olsa, seçiş özgürlüğüne sahip olsam, yani
ekonomik gücüm olsa, pekala özgür olayım
ama sistem bunu kapattıktan sonra ben özgür
falan değilim. Nitekim bu görüşün en büyük
temsilcisi Friedman bunu en açık şekilde ortaya koymuştur. İngilizcesi “free to die”, ölme özgürlüğüne sahipsiniz; ölebilirsiniz. İş bulamadıysanız gidip ölün yapacak bir şey yok. Hatta
Friedman bunu çok daha katı bir şekilde ifade
etmiştir; eğer bir insanın hayatının kurtarılması başka bir insandan vergi alınmasına yani
varlığından bir şey alınmasına bağlıysa bunu
da yapamazsınız demiştir. Böyle bir devlet erki
olamaz diyor Friedman. İnsan ölecekse ölecektir. Bunu açıkça söylemiştir ve yazmıştır da.
Şimdi bu tabi ki sermayenin gücüdür. İnsanlar
sermayenin ağzıyla konuşuyorlar. Bunu özgürlük olarak görüyorlar. Yoksulluk ve zenginlikte
göreceli kavramlardır. Herkesin yoksul olduğu
bir yerde hissetmeyiz, patetes ekeriz onunla da
yaşarız. Ama kapitalizm şekillenmeye başladı.
Kapitalizm ilerlerken gelir dağılımı bozulur.
Yolculuk Dergisi: Kimi yazarlar üniversitenin paralı olması gerektiğini alenen savunu-
Hitler nasıl bir nesil yetiştirmeye çalıştı? Sarışın, mavi gözlü bir
Alman ırkı yetiştirecekti. Bu esir kapmların da bu konuyla ilgili
esirleri doktorların denetiminde cinsel ilişkiye soktular. Hatta
bu çok soğuk havada olabilir mi çok sıcak havada olabilir mi
diye bunun testlerini yaptılar. Şimdi bizde de belki doğrudan
bunun gibi değil ama yine de kafasal bir ırk yetiştirilmeye
çalışılıyor. Zaten 4+4+4 bunun tabanını oluşturdu. Üniversite
zaten arada kalıyordu. Yukardan memur atamaları
vesaire oluşturuldu. Zaten üniversitede böyle bir değişim
planlanıyordu. Şimdi legonun o parçasıda tamamlanıyor.
11
Politika / Gündem
yorlar ve üniversitenin paralı olmasının, hatta
bu paraların geçmiş dönemde ödenen -yalnızca birinci/örgün eğitimlerden kaldırılan- harçlardan daha yüksek miktarlarda olması gerektiğini, bunun üniversitenin teknik imkânlarını
ve gücünü arttıracağını savunuyorlar, bunları
tartışıp tartıştırıyorlar. Sizin bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
İzzettin Önder: Öncelikle, kapitalist devlet
bir vergi devletidir. Malı mülkü olmadığı için
iki şeyden yoksundur; bir tanesi kullanabileceği paradan yoksundur, ne kadar para alırsa
vergi o kadar kullanılabilir, almazsa da enflasyon olur. İkincisi; kendi parası olmadığı için
öyle kamusal kararlar da yoktur. Sermaye vergi verdiği zaman komut da verir. İşte devletin
küçültülmesi denmesi budur. Eğer devlet vergi
devleti ise, aldığı vergilerle bu işi yapıyor ise o
zaman şu sorulur; neden sadece üniversiteye
giden gençlerin, mali durumuna bağlı olarak,
yani ailesinin maddi durumuna bağlı olarak,
para gelecekte gençler bundan yararlanacak
diyeceğiz. Düşünsenize, yani hiç çocuğu olmayan aileler buna katkı yapamayacaklar. Bunun
yerine devlet, adam gibi vergi alsın, gelen gençlerden bağımsız olarak üniversite imkanı sağlasın, ondan bütün toplum yararlanır. Üstelik
bu bir haksızlıktır da. Gelen gencin ailesi katkı
yapıyor, eğer genç topluma bir katkı yapacaksa
eğitimle, o zaman bu vergiyi vermeyen de yararlanır. O zaman böyle bir haksızlık çıkıyor ortaya. İkincisi; gelen genci belirliyorsun, burada
katkı yapabiliyor mu, yapamıyor mu? Üniversiteye girme koşulunu öyle belirliyorsun, zaten
bununla üniversitenin sınıfsal tabanını, sınıfsal niteliğini belirlemiş oluyorsun. Dolayısıyla
bu aldatmacaya meydan vermemek lazım.
Yolculuk Dergisi: Bu arada yükseköğrenim
öncesinde de hükümetin 4+4+4 yasası gibi yasalarla eğitime bir saldırısı söz konusu. Emekçi
çocuklarına üniversite kapılarının tamamen
kapatıldığı ve onları kalifiye eleman olarak kullandıkları bir hal mi yaratılmak isteniyor. Siz
bu konuda ne düşünüyorsunuz.
İzzettin Önder: Tabi bu durumdan endişe ediyorum. Hitler gibi, Hitler nasıl bir nesil
yetiştirmeye çalıştı? Sarışın, mavi gözlü bir
Alman ırkı yetiştirecekti. Bu esir kamplarında bu konuyla ilgili esirleri doktorların dene-
Politika / Gündem
timinde cinsel ilişkiye soktular. Hatta bu çok
soğuk havada olabilir mi çok sıcak havada olabilir mi diye bunun testlerini yaptılar. Şimdi
bizde de belki doğrudan bunun gibi değil ama
yine de bir kafasal bir ırk yetiştirilmeye çalışılıyor. Zaten 4+4+4 bunun tabanını oluşturdu.
Üniversite zaten arada kalıyordu. Yukardan
memur atamaları vesaire oluşturuldu. Zaten
üniversitede böyle bir değişim planlanıyordu.
Şimdi legonun o parçası da tamamlanıyor. Artık üniversiteye girişlerde din sorusu da sorulacakmış. Bu laik devlete yakışmayan bir şey.
Bu devleti ilgilendirmez. Kaldı ki bu arada
müslüman olmayanlar ne yapacak. Museviler,
Hıristiyanlar, Aleviler var. Devletin bununla ilgilenmemesi gerekiyor. Bundan bir şey ortaya
çıkıyor, ben ondan çok korkuyorum. Böyle bir
iktidar ele geçirdiler ve biz şu anda imam-hatip
terbiyesinin o kapalı kalmışlığının şu an neler
yetiştirdiğini görüyoruz. Bu biraz ironik ama
büyük bir şanstır Türkiye için. Yani ben bunların yaptığını çok fazla bildikleri kanaatinde
değilim. Biraz araplardan falan sermaye gelsin
diye yapıyorlar. Fakat bu insan yetiştirmede
imam- hatip etkisidir. Emperyalizm bu durumdan çok iyi yararlanıyor. Birincisi; bu işin
ekonomi uygulamalarına baktığımızda iktidar,
çok iyi bir şekilde hizmet ediyor, çünkü zor bir
durumda. Parasal sorunlar var, döviz gelmesi
lazım, cari açık var. Emperyalizm buradan çok
şiddetli yararlanıyor. Öbür taraftan baktığımızda kapitalizm krize girdikçe, etrafı köleleştirmek mecburiyetinde yoksa ayaklanma olur.
Yani ABD’de işsizlik %10’a çıkmış durumda
Avrupa’da da keza öyle. Türkiye’de fakirliğe
alışığız biz daha kırsal bir topluluğuz, kimsenin sesi soluğu çıkmıyor. Mesela bizim çaycı
abimizin oğlu askerden geldi, iş yok. O zaman
bunları bir yerde terbiye etmeniz lazım, bir
yerde tutmanız lazım. Dini de böyle bir terbiye
unsuru olarak kullanıyorlar. İşte; “kriz Allah’ın
emri” diyerek. Kriz Allah’ın emri falan değil.
Yolculuk Dergisi: Bu yeni süreçte bizim ifademizle “üniversiteye saldırı” sürecinde öğrenci, akademisyen ve üniversite emekçileri neler
yapabilir? Birlikte hareket etmeleri sizce ne derece önemlidir?
İzzettin Önder: Bu çok önemli gerçekten. Yani ne yapılması lazım tartışmıyorum
12
ama yapılana bakıldığında hayal kırıklığına
da uğramıyorum. Gidiş o kadar kötüleşti ki,
toplum çözüldü. Kısmen korku, kısmen bezginlik... Sosyolojik olarak, yan yana gelmekte
çok zorlaştı. Tabi işin garibi, çare bilinç düzeyi
midir, çaresizlik midir sebebi; onu hakikaten
bilemiyorum. Ben YÖK başkanını üzüntüyle
anıyorum doğrusu. Şimdi bir adam, bir hoca,
bir profesör üniversitelere yapılanı görüyor ve
kalkıp diyor ki; “Efendim ben bu tasarıyı kucağımda buldum, zaten bu tasarı anayasaya
aykırı, onun için anayasanın değişmesi lazım.”
Bunun iki anlamı var. Birincisi demek ki sizi
uygun görüp, bir göreve getirmişler. Bunu siz
yapmadınız, peki neden geldiniz bu göreve?
Fakat ikinci bir mesele anayasaya aykırıysa
“samimi” bir iktidarın bu acelesi niye? Yani değiştirin anayasayı önce onu bir görelim. Çünkü
anayasa toplumsal bir konsensüstür. Ben onu
reddetsem de ona uymak zorundayım. Benim
ona itirazım yok. Ancak bu durum şunu gösteriyor; anayasa kafalarda yapılmış, hatta belki
gizli bir metinde vardır. Mesela bakın, çalışma
hayatımıza baktığımızda, yapılan değişikliklerle sosyal devletten eser kalmadığını görmek
mümkün. Anayasa dediğimiz bir kanundur
ama bir takım ayaklar üzerinde oturur. Onlar
ilkelerdir, sosyal devlet ilkesidir, laiklik ilkesidir vs. Bakın işçilerle ilgili yasalarda zedelendi. Laiklik 4+4+4’le zedelendi. Hukuk devleti
ilkesi zedelendi. Eğitimde birlik ilkesi zaten
zedelendi ve daha da zedelenecek. Dolayısıyla bir anayasa metni yazılmadan önce böyle
fiili durumlar oluşturuldu zaten. Bu duruma
bir hocanın ön ayak olmaması lazım aksine bu
duruma tepki geliştirmesi lazım. Mesela ben
geçtiğimiz pazartesi günü Ankara SBF’de müthiş bir organizasyona katıldım. Bir sürü üniversite temsilcisiyle beraber. Hoca sayısı orda
çok azdı, daha çok talebeler ilgi gösteriyor. Bu
da şunu gösteriyor; talebeler burjuvalaşmamış,
daha sisteme entegre olmamışlar. Daha samimi düşünebiliyorlar. Fakat hocalar öyle değil,
onlar yarı burjuvazidir. Korkut Boratav hocanın orada yaptığı yorumu kısmen aktarayım.
Zaten hocalar iyice burjuvalaştıktan sonra,
ya hükümetin ya sermayenin kölesi olurlar.
Kalanlar proleterleşir, sonrada atılır giderler.
Hoca korkuyor. Bu da demokratik devlet ol-
madığımızı gösteriyor. Mesela Edward Said
İsrail’e taş attı. Bu, Columbia Üniversitesi’nde
tartışma konusu oldu. Ama hoca atılmadı üniversiteden. Burada böyle bir şey olamaz. Ben
bile bir gün yemekhane boykotu yapılırken, ne
var ne yok diye bakıyordum, o sırada benim de
orada olduğumu düşünüp fotoğrafımı çektiler.
Böyle bir faşizan ortam içindeyiz. İnsanları takip ediyorlar ve insanlar çok korkuyor. “Benim
emekliliğime on sene var, yedi sene var ben ne
karışayım.” diyorlar. Bu birinci aşama. İkinci
aşama ise; ne yapmak lazım? Mesele, salt olarak bir üniversite/asistan meselesi değildir. Bu
büyük bir projenin buraya yansıması meselesidir. Dolayısıyla hedef büyük proje olmalıdır.
Dünya emperyalizminin Türkiye’de yargıyı etki
altına alarak, üniversiteyi parçalayarak gelme
çabasıdır bu. Yani emperyalizm Türkiye’yi sömürürken üniversite sesini çıkartmasın, yargı
sesini çıkartmasın medya bunları halka yansıtmasın istiyor. “Ben nasılsa siyasilerle ilişki
kurarım.” diyor. Bunu bizim algılamamız lazım. Bunu halkın görmesi lazım. Bir ikincisi,
bu uzun vadeli mücadele idi. Bu kapitalist sistemdir; bu sistem buna götürür. Trene binmiş
Haydar, Erzurum’a gidiyor. Ankara’ya gidince
üşür, üzerine battaniye alır. Hayır, Erzurum’a
gideceksen, 1950 metre yükseklik Erzurum’da
donacaksın. Ya bu treni durduracaksın, ya da
trene binmeye razı olacaksın. Kısa vadede tek
tek çürüterek, bunlara karşı çıkmak lazım.
Mukavele sistemi özgürlük değildir, iş güvencesi özgürlüktür. Üniversiteye gelen çocuğun
parasıyla beslenmesi hak değildir, devletin bu
imkanı sağlaması lazım, üniversitenin kamusal
fonlarla desteklenmesi lazım. Bunlar detaylandırılabilir ama uzun vadede sisteme, burjuvaziye ve emperyalizme bakılması gerekir. Biz
nasıl bir üniversite istiyoruz? Biz toplumu aydınlatan, tabiatıyla ürettikleri toplumu kalkındırması, tabi sermayeninde kullanacağı ama
birebir ilişki kurmayacağı bir model istiyoruz.
Yani bir ilaç formulü üretecek, hangi fabrika istiyorsa alacak. Ama bir firmayla anlaşıp onun
laboratuarında çalışmayacak. Bunları üretmiyorsa, üniversitenin kredisi düşürülmeli, ne
kadar proje üretiyor bunlara bakılması lazım
ama bu işbirliği şeklinde olmaz.
13
Politika / Gündem
FAŞİZME KARŞI GÖREV BAŞINA
Açıkça görülmektedir ki medyayı da etkili bir silah olarak kullanan
egemenler yine bu araçları bir sindirme ve korkutma aracı olarak
da kullanmaktadırlar. ODTÜ’de devrimci öğrencilerin karşılaştıkları
saldırıyı dahi kendi lehine çevirmeye çalışmaları ve mağduru
oynamaları da bunun en net ifadesidir.
Devrimci Gençlik
S
aldırganlıkta, savaş kışkırtıcılığında ve pervasızlıkta sınır tanımayan Erdoğan, kendine ve sisteme
yönelik her muhalefet hareketini
baskı altına almaktan çekinmiyor.
Muhalif anlamda sadece Libya ve Suriyeli muhaliflere olumluluk atfeden
Erdoğan’ın sisteme dönük en ufak
bir eleştiriye dahi tahammül edememesi kendine biçilen faşist misyon
gereğidir. Emperyalizmin en sağlam
taşeronu olma yönünde attığı emin
adımlar, işbirlikçilikte sınır tanımayan bir pozisyon takınmasına neden
olmaktadır. ODTÜ’lü devrimcilerin
karşısında takındığı tutum ve saldırganlık da bunun en açık örneği olarak okunmalıdır.
Şaşırtıcı değildir. Daha dün 19 Aralık katliamının mimarlarına ‘Devlet üstün Hizmet
Madalyası’ vermiş ve yine daha dün Roboski’de
uygulanan katliamı, kan parası vererek geçiştirmeye çalışmıştır. Dün olduğu gibi, bugün de
aynı yöntemlerle emekçileri zapt u rapt altına
almaya çalışmakta ve bu konuda asla geriye
adım atmayacağının sinyallerini vermektedir.
En son ODTÜ’de yaşanan saldırı da göstermiştir ki, Türkiye toprakları Faşizmin en koyu
biçimlerinden biri ile karşı karşıyadır. Öğrencilere gaz bombaları, zırhlı araçlar ve plastik
mermilerle canlarına kastedercesine saldıran
ve bu da yetmezmiş gibi onları gözaltına alarak
sindirmeye çalışan egemenler terör ve anarşi
Politika / Gündem
demogojileri ile medyada manipülasyon yaratarak kendi durumlarını meşru kılmaya çalışmaktadırlar. Kendi kalemşörleri tarafından
münahazara düzenlercesine yapılan tartışmalar ise, bırakalım haber niteliği taşımayı, bir
talk show’u andırmaktan öteye gitmemektedir.
Açıkça görülmektedir ki medyayı da etkili bir
silah olarak kullanan egemenler yine bu araçları bir sindirme ve korkutma aracı olarak da
kullanmaktadırlar. ODTÜ’de devrimci öğrencilerin karşılaştıkları saldırıyı dahi kendi lehine çevirmeye çalışmaları ve mağduru oynamaları da bunun en net ifadesidir.
ODTÜ’deki direniş, devrimci gençliğin Antiemperyalist, antifaşist duruşunun ifadesidir.
Ve bu tepkiden korkan egemenler ellerinde
14
bulundurdukları her olanakla buna karşı mücadele etmeyi kendilerine görev saymaktadırlar. Yaşanan saldırıda birçok öğrenci arkadaşımız yaralanmış, Barış Barışık isimli öğrencinin
kafasına hedef gözeterek atış yapılmış ve eylem
sonrasında yine öğrenci arkadaşlarımız baskınlarla gözaltına alınmıştır. Bu durum Önder
Babat yoldaşımızın, Serkan Ali Eroğlu’nun Şerzan Kurt ve Vedat Taylan gibi birçok devrimci
öğrenciye karşı uygulanan saldırıların yeni bir
versiyonudur.
Erdoğan ise böylesi bir durumda dahi egemenlerin hanesine yazılacak kazanımlar elde
etmeye çalışmaktadır. Tasarladığı düzmece
tartışma programı ile ekran karşısına geçerek
‘Ellerinde Molotoflarla, taşlarla bir Başbakanı
protesto ediyorlar. Halbuki biz uydu gönderiyoruz. Sevinecekleri yerde bu işi baltalamaya
çalışıyorlar. Bunları okutan ve bunları okulda
barındıran hocalar ve üniversiteler bu işten sorumludur’ diyerek hem kendi haklılığını ispata
çalışmış hem de okul yönetimini de hedef tahtasına oturmuştur. Erdoğan bu açıklamasıyla
birlikte önümüzdeki dönemde üniversitelere
dönük planlarının sinyallerini de vermiştir.
Zaten uzun süredir bu anlamda attıkları adımlar neredeyse tüm eğitim kurumlarını gericiliğin kalesi haline dönüştürmüştür. Okullarda
yaşanılan soruşturmalar, uzaklaştırmalar ve
okuldan atmalarla birlikte rektörler aracılığıyla uygulanan gerici politikalar incelendiğinde
durumun vehameti kendini açıkça hissettirmektedir.
Dahası bu saldırı furyası salt öğrenci gençliği kapsamamaktadır. En son İstanbul Teknik
Üniversitesi Rektörü Mehmet Karaca ve YÖK
işbirliğiyle asistanların işten atılması gibi birçok olay bu saldırılardan tüm kesimlerin etkilendiğinin/etkileneceğinin de ifadesidir.
GENÇLiK GÖREV BAŞINA
İşte böylesi bir durumda gençliğe düşen en
önemli görev, yılmadan, bu gerici ve faşist politikalara karşı bir direnç noktası oluşturmaktır.
Öğrencisinden, öğretim üyesine, aydınından
emekçi halka kadar uzanan geniş bir yelpazede
bu direnişi örgütlemek devrimci gençliğin olmazsa olmaz görevlerinden biridir. Yaşanacak
dizginsiz ve pervasız saldırılara karşı koymanın da, kendi taleplerimiz doğrultusunda yeni
bir süreci örebilmenin de ilk adımı budur.
15
YAŞASIN GENÇLİĞİN DEVRİMCİ
EYLEMİNİN BİRLİĞİ!
YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA!
KAHROLSUN FAŞİZM!
Politika / Gündem
DEVRİMCİLİK
GEÇMİŞİ ANDA YOĞURUP
GELECEĞİ YARATANLARIN İŞİDİR
Devrimci küçükten büyüğe herkesten bir şey öğrenebilen ve hayatı
boyunca öğrenme süreci hiç bitmeyecek olandır. O yüzden yoldaşlık
fiili; içinde ast üst kavramlarını asla barındırmaz. İnsanlar arasındaki
mertebeyi belirleyen bu işe verilen emek yoğunluğu ve bilgi birikim
çokluğudur.
D
Melek Şahin
evrimcilik dünden gelen mirası bugünde
yoğurup yarına taşıyabilenlerin işidir. O
yüzden devrimcilik ancak büyük emekler verilerek örülebilecek, kişinin her gün aynaya
baktığında kendini bir kez daha yeniden doğurma sürecidir. Dünün bilgi birikimini bugüne yansıtabilen yarına taşıyabilendir devrimci.
Her gün bir yeni kavgaya uyanabilen bir yeni
mücadeleye başlayabilendir. Öyle bir öğrenme sürecidir ki devrimcilik, akan nehirler gibi
suyun akması durdurulduğu an bekleyen su
kirlenmeye başlar. Bu yüzden öğrenme sürecinin devamlılığı ve sürekliliği elzem önemdedir. Devrimcilik hiçbir zaman bir meyvenin
olgunlaşma sürecine benzetilmemelidir çünkü
öğrenme süreçlerinde öyle bir zaman olmamıştır ki bir öğretmen her şeyi bilebilsin ve
bir öğrenci her şeyi öğrenebilsin. Günümüzde farklı kültürlerden öğrendiğimiz bir sürü
yeni şey var. Buda daha bilmediğimiz, bilemediğimiz birçok şey olduğunun örneğidir.
Devrimci küçükten büyüğe herkesten bir şey
öğrenebilen ve hayatı boyunca öğrenme süreci hiç bitmeyecek olandır. O yüzden yoldaşlık
fiili; içinde ast üst kavramlarını asla barındırmaz. İnsanlar arasındaki mertebeyi belirleyen
bu işe verilen emek yoğunluğu ve bilgi birikim
çokluğudur. Ki bu da anladığımız anlamda bir
mertebe ölçüsü değildir. Sadece birbirimizin
avuçlarına dayadığımızda bilgiye aç dudakla-
Politika / Gündem
rımızı, bir yudum daha fazla akmasıdır suyun.
Bir çocuğun doğumundan itibaren dayatılan
ve öğretilen sistem; sömürü, bilgi kirliliği,
yabancılaşma, bencillik, düşünmeme, sorgulamama, verilen ile yetinmeyi dayatır. Teknolojinin bile sadece insan hayatına olan zararlı tarafının öğretilmesinden kaynaklı bugün
daha çok iş düşüyor değiştirici olana. Gitgide
sanattan, bilimden, edebiyattan el çektirilen
hayatını sadece sanallık üzerinden kuran bir
toplum var çünkü karşımızda. Sanal ortamlarda hayvan yetiştirip çiftçilik yapan, sonrasında
yine aynı sanallıkta yemeğini de yapan bir ev
hanımının neyi düşünecek zamanı olabilir ki?
Onun hayatının içine işlemiş (egemen güçlerce bilinçli olarak işletilmiş) bu yabancılaşma,
düşüncenin bile sanallaşmasına vardırılmıştır.
Bu yüzden, her gün bir adım daha ileriye
atabilmek ciridi, değişimin vazgeçilmez ilerlemesini gösterir. İlerleme devrimci zeminde
kişinin alternatif kültürünü gitgide sağlamlaştırdığını gösterir. İnsanların doğumlarından
sonra aldıkları eğitimden edindikleri bir şey
değildir bu alternatif kültür. Gidilen her alanda gagasında çiçek tohumu taşıyan kuş misali bırakılmalıdır karşımızdakinin yüreğine.
Ve her gün yeni bir fide oluşturulabilmelidir
toprağımızda. Sırf bu yüzden nice doğurganlıklardan, nice doğumlardan daha kutsaldır bu
“sonradan olma” fiili.
16
CİLVEGÖZÜ’NÜN SORUMLUSU
EMPERYALİZM VE İŞBİRLİKÇİ TÜRKİYE
EGEMENLERİDİR
İ
Devrimci Gençlik
ktidara geldiği günden bu yana dış politikada izlenecek yolun ‘komşularla sıfır sorun’
olduğunu ifade eden AKP’nin esas hedefinin
ve politikasının, emperyalizmin hizmetinde ve
işbirlikçilikte sıfır sorun olduğu artık çok net
bir biçimde ortaya çıkmış durumda.
Geçtiğimiz günlerde Hatay Cilvegözü sınır
kapısında bomba yüklü bir aracın patlamasıyla
birlikte 14 kişi yaşamını yitirmiş birçok insan
da yaralanmıştı. Egemenler patlamanın nedenini her zamanki gibi Esad rejiminin saldırgan
politikalarına bağladılar. Hatta boyalı basın
bir adım daha ileriye giderek attığı başlıklarla
akıllara durgunluk verecek görüntüler sergiledi. ‘Esad’dan tahrik Bombası’, ‘Suriye Terörü
Sınırı Aştı’ vb. başlıklar ise egemenlerin birbiriyle çelişen açıklamalarını dahi geri bırakacak
bir düzeyde, manipülasyonun en nadide örneklerinden birini sergilemiş oldu.
Bomba yüklü aracın Türkiye’den mi yoksa
Suriye’den mi geldiği ise acar analizciler için
yine bulunmaz bir nimet olarak görüldü ve
televizyon ekranları yine kendinden menkul
terör uzmanlarıyla renklenmiş oldu. Her yorumcunun ortak noktası yine Esad, İran, Rusya ve hatta Çin’in terörü engellemeyen ve aksine destek veren politikaları oldu.
Bilindiği gibi emperyalist saldırganlıkta en
büyük zararı maşalar görür. 2003’te İstanbul’da
yaşanan HSBC, İngiliz Konsolosluğu ve sinagoglara dönük patlamalar, 2008 yılında
ABD konsolosluğuna ve geçtiğimiz günlerde
Antep’te yaşanan saldırılarda olduğu gibi bugün Cilvegözü’nde yaşanan patlama da emperyalist politikaların bir sonucu olarak ele alınmalıdır.
Bugün Türkiye’nin işbirlikçi muhalifleri
desteklediği, silah, barınma, eğitim vb için her
anlamda bütün olanakları devreye soktuğu görülüyor. Hatta yetmiyor; Türkiye uluslararası
arenada masrafların çok fazla olduğundan yakınarak diğer ülkelerin ellerini cebine atması
gerektiği konusunda dayanışmanın gerekliliğinden bahsediyor.
Uzun süredir Emperyalist denklemlerde
Türkiye’ye biçilen misyonun bölgede aktif bir
taşeronluk olduğu
ifade ediliyor. Hatta hatırlanacağı gibi
2008 yılının Kasım
ayında ABD başkanıyla yapılan görüşmeler
sonrasında
yapılan ‘ABD ile Türkiye arasında hiçbir
sorun yok’ gibi açıklamalar sonrasında
Türkiye’nin taşeronlukta kendi çıtasını
17
Politika / Gündem
11 Eylül sonrasında Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali ve
sonrasında izlenen sürecin ve Arap Baharı adı altında
gerçekleşen uygulamaların yine bu senaryoların bir
devamı olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Bugün
işbirlikçilikteki en son noktanın bölgede emperyalizmin ileri bir
karakolu olma, emperyalistlerin silahlarını ve askerlerini ülkeye
konuşlandırma hatta ajan ve işbirlikçilere kucak açmaya kadar
vardığı açıkça gözlemlenebilir noktalardır.
aştığını ifade eden değerlendirmelerde bulunmuş ve önümüzdeki sürecin bu bağlamda çok
çetin bir hesaplaşma dönemi olduğunu ifade
etmiştik. Hatta Tayyip Erdoğan o dönemde
kendisinin BOP eşbaşkanı olduğunu büyük bir
‘onur’la kamuoyuyla paylaşmıştı.
11 Eylül sonrasında Afganistan’ın işgali,
Irak’ın işgali ve sonrasında izlenen sürecin ve
Arap Baharı adı altında gerçekleşen uygulamaların yine bu senaryoların bir devamı olduğunu
görmemek için kör olmak gerekir. Bugün işbirlikçilikteki en son noktanın bölgede emperyalizmin ileri bir karakolu olma, emperyalistlerin
silahlarını ve askerlerini ülkeye konuşlandırma
hatta ajan ve işbirlikçilere kucak açmaya kadar
vardığı açıkça gözlemlenebilir noktalardır. İktidar Türkiye’ye konuşlandırılan söz konusu
silahların herhangi bir saldırı değil savunma
amaçlı olduğunu ifade ederken kendini neden
koruması gerektiğini ise açıklayamayacak bir
noktadadır.
Arap baharı adı altında gerçekleşen sürecin
ise hemen her ülkede AKP benzeri bir parti yaratma ve ılımlı İslam senaryosuyla bölgeyi emperyalist pazara açma gayreti olduğu çok açıktır. Bu nedenle iktidara geldiği günlerde komşularla sıfır sorun gibi politik bir argümanla
tribünlere oynayan AKP, kendi misyonuyla
birlikte emperyalizmin bölgeye dönük politikasının sinyallerini de o gün vermiş oldu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Bilindiği gibi
ABD, Türkiye’de AKP’yi bütün Ortadoğu’daki
İslam ülkelerine örnek olabilecek bir ılımlı İslam modeli için pilot olarak belirlemişti. Ancak
bu politika sanıldığının aksine ne Türkiye’de ne
Politika / Gündem
de Arap ülkelerinde istenen sonuca ulaşmadı.
Arap ülkeleri ile Türkiye arasında tarihsel kökenden (Osmanlı İmparatorluğu döneminden)
kaynaklanan bir karşıtlık vardır. Dolayısıyla
Türkiye’nin Arap ülkeleri için ne İslami ne de
başka anlamda görünür vadede örnek bir model ülke olma olasılığı yoktur. Ve Türkiye’deki
egemen sınıflarla Arap egemenleri arasında
daima bir güvensizlik oluşmuş ve bu güvensizlik bugüne dek varlığını korumuştur.
Ilımlı İslam’ın, Türkiye’de başarılı olsa dahi,
BOP kapsamında diğer ülkelere örnek gösterilebilecek bir model haline gelebilmesi mümkün değildir. Gerçi ABD’nin AKP’den öte ılımlı
İslam’a ve de Fethullah Gülen’e yüklediği işlev
yeni değildir. Dünya’da ideolojilerin yok edilmesi ve yerine dini ideolojinin konulması gibi
bir süreçte, İslam âlemini ortak bir iradenin
etrafında toplayabilmek, yani bir tür papalık
gibi ortak bir irade oluşturup bu iradenin ortasına bir tarikat liderini (Fethullah Gülen’i)
koymak ve onu papayla eşdeğer bir statüde
İslam âlemine kabul ettirip çok daha genel bir
ideolojik hegemonya sağlamanın aracı olarak
bundan yararlanmak, ABD’nin en az 20 yıldır
süregelen hesaplarından biridir. Hatta bugün
derinleşen krizin, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere, egemenliklerini ve sömürülerini sürdürmede çok daha değişik araç ve
yöntemleri kullanmayı dayattığı görülüyor. Geleneksel ekonomik, siyasal ve askeri ‘zor’ yöntemlerinin yanında, din de giderek daha büyük
oranda, emperyalist sömürünün sürdürülmesinde, uluslar arası ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesinde, sınıf çelişmelerinin gizlenme-
18
sinde araç olarak kullanılır hale
geldi. Özellikle önemli petrol ve
doğalgaz kaynaklarına ve temel
iletişim hatlarına sahip Ortadoğu ve Hazar Havzası’na yönelik
politikalarda siyasal İslam, kısa,
orta ve uzun vadeli planlarda,
yoğunlukla kullanılıyor. Ortadoğu ve Kafkaslar’da, İslam’ı
siyasal bir araç olarak kullanan
pek çok siyasal odaktan söz edilebilir. İran’daki Mollalar’dan,
Afganistan’daki Taliban’a, Suudi
Vahabi tarikatından El-Kaide,
Hizbullah ve Hamas’a kadar pek
çok ülke ve siyasal yapıda din,
temel siyasal bir araç olarak kullanılıyor.
İşte bu bölgesel toplam içinde ABD’nin
Ortadoğu’ya BOP kapsamında, ılımlı İslam
modelini de içeren, pek çok araç ve yöntemi
kullanarak yaptığı “yeniden şekillendirme”
müdahalesinin, bölgenin siyasal aktörlerince
tepkisiz karşılanması mümkün değildir. Özellikle, bölgede hiç sevilmeyen Fethullah Gülen ve Türkiye’yi de kullanarak, ellerindeki en
önemli silahı - dini - ellerinden almayı hedefleyen bir müdahale, her an her biçimde yanıt
görebilir.
Irak işgali ile birlikte, ABD karşıtlığının en
üst noktaya çıktığı Ortadoğu’da, tepkinin cisimleştiği yer Irak oldu. Çok farklı siyasal eğilimlerin sürdürdüğü direniş, Irak’ı ABD için
içinden çıkılamaz bir bataklığa dönüştürdü.
ABD’nin Irak bataklığından nasıl kurtulacağını
tartıştığı bir dönemde T. Erdoğan’ın, ABD’nin
Irak’taki taşeronluğuna soyunması ve 18 yıl
sonra gündeme gelen ziyaret, ABD ve Türkiye
karşıtlığını zirveye çıkardı.
Bugün patriotların ülkeye konuşlandırılmasıyla birlikte birçok ülkeden ‘herhangi bir saldırı karşısında ilk hedefimiz Türkiye olur’ gibi
açıklamaların gelmesi Türkiye’nin işbirlikçiliğine dönük verilen tepkinin önemli boyutunu yansıtmaktadır. Evet; evdeki hesap çarşıya
uymuyor. Tunus’ta AKP benzeri bir modelle
iktira gelen Nahda’ya karşı tepkiler çığ gibi
büyüyor. Nahda yükselen halk hareketiyle birlikte yeniden bir seçim kararı almak zorunda
kaldı. Mısır’da ise sular durulmuyor. Suriye’de
ise emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin tüm
saldırganlıklarına karşı istenen sonuç elde edilebilmiş değil. Hatta bu yönde işbirlikçi organizasyonların isimlerinin değiştirilmesinden
tutalım da Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK)
‘Esad’lı bir çözüme hazırız’ gibi söylemlere
başvurması bu durumun en net ifadesi anlamına geliyor.
Gelinen aşamada Türkiye izlediği işbirlikçi
politikayla adeta kendini ateşe atmaktadır. Cilvegözü patlaması ise bunun en son örneğidir.
Saldırı Türkiye egemenlerinin izlediği politikalarının sonucudur. Kaldı ki patlamanın Suriye
işbirlikçilerinin Türkiye’de eğitildiği bölgeden
hareket eden bir araçta meydana gelmiştir.
Bunu kanıtlayan birçok veri basına yansıdığı
gibi egemenlerin birbiriyle çelişen açıklamalarda bulunması da bunun ifadesi anlamına
gelmektedir.
Son tahlilde; eylemi kimin veya kimlerin
yaptığı, çatışmada ölen eylemcinin nerede
ikamet ettiği, kim olduğu, arabanın nereden
hareket ettiği vb. gibi sorular ve yanıtları Türkiye egemenlerinin ihtiyacıdır. Emekçilerin
son sözü ise emperyalist saldırganlığa ortak
olanların alacakları cevabın dün olduğu gibi
bugün de çok net olduğudur. Emperyalizme
işbirlikçilik ise bir bumerang oyunudur. Ve bu
bumerangın dönüp sahibini bulacağı akıllardan çıkarılmamalıdır.
19
KAHROLSUN EMPERYALİZM
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ
Politika / Gündem
Mersin’de Çiftçiler Yol Kesti
Sırrı Mısırlı
T
arım politikalarını protesto eden çiftçiler
yolu kapattı, polis biber gazı sıktı.
Mersin’de devletin tarım politikalarını protesto etmek için bir araya gelen çiftçiler polis
müdahalesi ile karşılaştı. Türkiye’ de birçok
alanda olduğu gibi tarım üretiminde de kapitalizm ve uluslar arası sermaye ile işbirliği
içerisinde olan devlet, uygulamış olduğu tarım politikaları ile çiftçiye nefes aldırmıyor.
Tarımda yapılan üretime kota koymalara, çay
üreticisinin yaşamış olduğu sorunlara, fındık
üretiminin ülkemizden ihraç edilip tekrar yurt
dışından daha pahalıya satın alınmasına, yapılan özelleştirmelere çok da yabancı değiliz.
Devlet artık tarım üreticisine yapmış olduğu
desteği ortadan kaldırmış ve çiftçiyi sermayenin talanı ile baş başa bırakmıştır. Bu duruma
paralel olarak 1990’lardan itibaren insanların
kredi kartlarına mahkum edilmesi ve bu yolla
sömürünün katlanması da tanık olduğumuz
durumlardandır. Kapitalist düzen artık insanların ceplerinde var olan paradan da öte gelecekte kazanacağı paraya da el koymaktadır.
Bu durum 2000’lerden sonra daha da artmış
ve ülke genelinde insanların geleceğini ve gelecekte kazanacakları paraları faiz, haciz vs.
yollar ile sömürmeyi beraberinde getirmiştir.
Politika / Gündem
Reklamlar ve medya bunun önemli araçlarından birisi olmuştur. Ve özellikle son dönemlerde tarım üreticisine yönelik özel krediler
ön plana çıkarılmış, bilinçli olarak çiftçiler
bu kredileri kullanmaya mahkum edilmiştir.
Mersin’de ziraat bankasından aldıkları tarım
kredilerini ödeyemeyen çiftçilerin topraklarına banka tarafından haciz konulması ve üreticinin emeğinin karşılığını alamamasından
kaynaklı geçtiğimiz günlerde Akdeniz Örtü
Altı Sebze Üreticileri Birliği organizasyonuyla
bir basın açıklaması gerçekleşti. Mersin Ziraat
Odası Başkanı Cengiz Gökçel burada yaptığı
açıklamada: Tarım sektöründeki sıkıntıların
giderilememesi halinde sektörün biteceğini,
dolayısıyla Türkiye’nin tarımda ithalata dayalı bir yapıya geleceğini ifade etti. Her türlü
olumsuz hava koşullarına rağmen alın terlerini bahçelere ve seralara taşımaya çalıştıklarını
anlatan Gökçel, ‘’Bizler her yıl büyük umutlarla tarlalara ürünlerimizi ekiyoruz. Ama her yıl
girdi maliyetlerini bile karşılamakta sıkıntı yaşıyoruz. Buna bağlı olarak da kredi çektiğimiz
bankalar, artık tarlalarımıza haciz göndermeye
başladı. ‘’ diye konuştu. Konuşmaların ardından kol kola girerek karayolunu trafiğe kapatmak isteyen çiftçiler, polis tarafından biber gazı
20
ve tazyikli su kullanarak dağıtıldı. Ülkemizde
hak arama karşısında verilen klasik yanıt mersin çiftçilerine de verilmiş oldu. Tarımdan
eğitime, işçi ücretlerinden sağlık sektörüne konut hakkının rant alanına dönüşümüne kadar
insanı ikincil kılan sistem, bu tarz saldırı ve
sömürü araçlarını kullanmaya devam edecek,
baskıyı daha da arttıracaktır. Emperyalizmin
dişlerini tamamen geçirmiş olduğu ülkemizde bağımsız tarım politikalarının uygulanması
ve oluşturulması, halkın menfaatini savunan
bir yönetimin beklenmesi mümkün değildir.
Çiftçilerin örgütlü mücadelesinin katlanarak
artması ve politikasından insana yaklaşımına
kadar kapitalist sistemin sorgulanması ve alternatifin oluşturulması bir zorunluluktur.
İKTİDARIN SANATA BAKIŞI
FAZIL SAY ÖRNEĞİ
D
ünyaca ünlü piyano virtüözü Fazıl Say, sosyal medya üzerinden yaptığı din eleştirisi
sebebiyle devlet erkânı tarafından hedef gösteriliyor. Sanat, toplumsal düzenin farkında olunmayan çarpıklıkların gerçek nedenleriyle birlikte
estetize edilerek, topluma eleştirel bir gözle gösterilmesi, toplumda farkındalık sağlama çabasıdır. Bugün Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın
Fazıl Say’a yapmış olduğu eleştiri ve genel olarak
yapılan baskıya, aslında bizler hiç de yabancı değiliz. Zira tanımını yapmış olduğumuz sanat anlayışının çarpıklıkların asıl nedeni olan sistemle
uzlaşıyor olması bir çelişki olurdu.. Başbakanın
heykele ‘ucube’ demesi, devletin kasasından
maaş alıp devleti eleştirtmem demesi ve tiyatroların özelleştirilmesine soyunması bizim yabancı
olmadığımız taze örneklerdir. Dolayısıyla devletin ve sistemin sanata ve sanatçıya bakış açısı
gayet net ortadadır. Bunu bakanın; din eleştirisi
yapması sebebiyle Fazıl Say’ı
işaret ederek, gençliğe kötü
örnek olduğunu iddia etmesinden ve hayalindeki gençliği
tarif ederken, “Dinine, devletine, vatanına, milletine, bayrağına bağlı nesillerin inşası
için çabalıyoruz” demesinden
de anlayabiliyoruz. Yapılmak
istenen toplumun her alanında olduğu gibi sanat alanında
da alternatif soluktan yoksun
bırakılarak, ehlileştirilmesi-
Gizem Altın
dir. İktidar, eleştirmeyen, sorgulamayan; halkın
değil, devletin “sanatçı”larını yaratmaya çalışmaktadır.
Egemenler sanatı, gerçekliği yansıtmak için
değil aksine var olanı gizlemek için kullanırlar.
Sanat toplumcu olmak durumundadır. Ancak
egemenler toplumcu sanata değil bireyci sanata
önem vermekte, muhalif olan ve gerçekliği gösteren değil, gerçekliği gizleyen sanata destek
olmaktadır. Bu yüzden Fazıl Say gibi sanata toplumcu bakan isimlerin eleştiri ve hedef tahtasına
konması doğaldır. Çünkü egemenler doğru bakan, analiz yeteneği olan, dilini ve sanatını eleştirel kullanan sanatçıya değil, Osmanlı döneminde
olduğu gibi kendisine dalkavukluk ve soytarılık
edenin yanında olacak ve sanatçı olarak onu örnek gösterecektir.
Bu nedenle Fazıl Say’a sahip çıkmanın bir gereklilik olduğunu düşünüyoruz.
21
Politika / Gündem
AVUKATLIK SINAVI
Eğitimin niteliksizleşmesinde en büyük etken sermayedarların büyük
kolaylıklar sağlaması yoluyla açılan özel üniversiteler. Eğitimin
özelleştirilmesi adına yapılan bu hamlelerin ise şimdi bir elemeyi
gerektirdiği düşünülüyor.
Ü
Aslı Taştepe
niversitelerdeki lisans eğitiminin kalitesizliği ve mezunların mesleki açıdan
yetersizliği gerekçe gösterilerek bugün yeniden “avukatlık sınavı” tartışmaları başlatıldı.
İlk olarak 1969 Avukatlık Yasası’nda yer alan
1979’da yapılan değişiklikle sınav iptal edilmişti. Sonrasında 02.05.2001 tarihinde tekrar
gündeme geldi. Öğrenci ve stajyer avukatların
muhalefeti sayesinde 5 yıl boyunca yapılamayan sınav ilk kez 2006 yılında yapılacaktı.
ÖSYM tarafından belgeler hazırlanmış olmasına rağmen 28.11.2006 tarihinde kanun yürürlükten kaldırıldı. Daha sonrasında kaldırılmasının anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla
kanun anayasa mahkemesine taşındı ve mahkeme başvuruyu haklı bularak 15.10.2009 kararı iptal etti. Kararın iptal edilmesine rağmen
pratikte devam etmemesi uygulamada bir boşluk meydana getirdi.
Bugünkü süreç ise 01.12.2012 tarihinde
başladı. Türkiye Barolar Birliği 26. Baro Başkanları toplantısında görüş birliğine varılan
avukatlık sınavı tasarısı, tam anlamıyla avukat
adaylarına yapılan bir hak gaspıdır. İki dereceli
bir sınavı hayata geçirmeyi amaçlayan meslek
örgütleri, ÖSYM tarafından yapılacak ilk sınavın staja kabul aşamasında, hangi kurumca
yapılacağı belli olmayan ikincisinin ise stajdan
sonra yapılmasını öngörmektedir. Bununla da
kalmayıp sınava girme hakkını dörtle sınırlandırıp ve hukuk fakültesi mezunlarını vasıfsızlaştırıp avukat olarak çalışma haklarını ellerinden alıyor. Getirilmesi planlanan sınav, ücretli
avukatların sömürülmesini olabilecek en iyi
şekilde sağlarken sınavı gerçekleştirecek kurum ise son yıllarda yaptığı sınavlarda şifreler-
Politika / Gündem
le ve emek hırsızlıklarıyla medyaya yansıyan
ÖSYM yani AKP’nin kurumsallaşmasındaki
en önemli basamaklardan biri.
80li yılların başında 3 olan hukuk fakültesi
sayısı bugün 68’e ulaşmış durumda ve yıllık mezun sayısının 5.000’e, toplam mezun sayısının
ise 80.000’e ulaştığı tahmin ediliyor. Eğitimin
niteliksizleşmesinde en büyük etken sermayedarların büyük kolaylıklar sağlaması yoluyla
açılan özel üniversiteler. Eğitimin özelleştirilmesi adına yapılan bu hamlelerin ise şimdi bir
elemeyi gerektirdiği düşünülüyor. Bu eleme ilk
olarak işçi avukat sayısını sınavı geçemeyenler
yoluyla artırıp işgücü çok daha ucuza mal olan
yedek avukatlar yaratacak. Zaten büyümekte
olan hukuk şirketlerinde patron ve işçi avukat
ayrımını genişletecek. Hali hazırda primleri
ve sigortaları yatmayan, kendileri avukatlık
bürosu açamayan “avukatlar” ın yanına bir de
avukatlık sıfatı dahi bulunmayan iki kat emek
sömürüsüne maruz kalan çalışanlar eklenecek.
Bir diğer değişiklik ise staj süresinde yapıldı.
Eskiden 1 yıl süren stajın şimdi 18 aya uzatılması planlanıyor. Emek sömürüsünün en katmerlenmiş hali olan staj süresinin bu derece
arttırılması hem emekçi ailelerin dayanma gücünü zorlayacak hem de bu süre içinde ucuz
emeğinden yararlanılan stajyerlerin tam bir
köle olarak çalışması sağlanacaktır. Lisans eğitiminin görüldüğü en az 4 yıllık süreye 1 yıl da
staj boyunca aile desteği gerekmektedir. Diğer
her sınavın eğitim piyasasını mali açıdan büyütmesi gibi bu sınav içinde açılacak kurslara
gitme ve kitaplarının alınması zorunluluğu da
cabası.
22
MART ACILARIMIZIN BEŞİNCİ MEVSİMİDİR
Mart ayını oldum olası sevemedim.
Havalar düzelir gibi olur, bozar.
Bahar mıdır kış mıdır anlayamazsınız.
Karanlıktan yorulmuşsunuzdur artık,
Güneş aydınlanır, günler aydınlanır.
Oysa Mart ayına aldanmak bahara haksızlıktır.
Çünkü Mart acıların beşinci mevsimidir.
Ne bahardır, ne de kış.
3 Mart’ta acılarımız düştü toprağa.
2004 senesiydi, Önder’in son selamı alındı.
Önderlere yollandı.
3 Mart’ta acılarımız düştü toprağa.
Zonguldak’ta Grizu patlaması. Sene 92. 370 insan.
7 Mart’da Muş’da bir deprem. Sene 66. 2394 insan.
8 Mart’da, 1857’de
Amerika’da 129 işçiyi yaktılar diri diri.
8 Mart emekçi kadınlar günümüz kutlu olamadı. Var oldu.
11 Mart 2012’sinde acılarımızın,
11 işçinin daha ellerindeydi dünya.
12 Mart 1995’inde acılarımızın,
Gazi’yi namlunun ucuna sürdüler.
16 Mart 1988, geçmişte katliam, gelecekte katliam.
Halepçe!
16 Mart 1978, geçmişte katliam, gelecekte katliam.
İstanbul Üniversitesinde 7 fidan!
Newroz, Cizre, Şırnak, Doğu, Kürt!
92, 21 Mart, Devlet, 57 İnsan!
95, 26 Mart, Özel şirket, 37 İnsan! Grizu patlaması!
72 senesiydi. Mart’ın 30’u. Kızıldere.
Mahir, Cihan, Ömer, Nihat, Sinan, Saffet, Hüdai, Ahmet, Ertan ve Sabahattin.
Onlar Deniz’i, Yusuf ’u, Hüseyin’i yaşatmak istiyorlardı.
Onlar Denizleri, Yusufları, Hüseyinleri yaşatmak istiyorlardı.
Onlarla yaşamak istiyorlardı bu hayatı ya da hiç!
Teslim olmayacaklardı!
İsteniyorsa, gelecekler ve teslim alınacaklardı ama
Onlar yaşatmak uğruna yaşamlarını teslim etmeyeceklerdi!
Onlar yaşatmak uğruna yaşıyorlar zira!
İnsandı hepsi de.
İsimler değişti, kimlikler, yerler değişti ama onlar insandı.
Bahar değişti, mevsimler değişti, günler değişti ama onlar
Hep İNSANDI!
Mart değişmedi yalnız!
Hala acılarımızın beşinci mevsimidir Mart,
Acılarımızın mevsimi... Acılarımızdır Mart!
Cansu KARCI
23
KİMLİKSİZ ÇOCUKLAR VE ÖZGÜRLÜK ADINA
Gözlerim buğulanıyor
gözlerim yanıyor
hissediyor musun
gözlerim yüreğine akıyor
Sen ben oluyorsun
Ben sen doluyorum
Koynunda sevda oluyorum
Geceler yanıyor
Ve ben diyorum ki:
Yakalım geceleri, hep beraber aydınlık sabahlara
çıkalım
‘şiirleri sabahlara gerelim’
diyor şair.
Şiirleri sabahlara gerelim
ve sevdaları da…
Bizi anlamıyorlar
Bizi hor görüyorlar sevgilim
Bizi kurşuna diziyorlar
Biz ki: sen, ben ve bir avuç insan kalıyoruz
karanlıklarda
Bir avuç aydınlık için avaz avaz haykırıyoruz
Umudumuzu uçurtma yapıp göklere uçuruyoruz
Bir yerlerde köpekler uluyor
Bir yerlerde ölüm bedenimizi sarıyor
Umudumuz can çekişiyor
Diyorum ki, yakalım geceleri
Birileri türkümüzü susturuyor, sazımızı yakıyor
Türküleri sabahlara gerelim
Alevler sarıyor gökyüzünü
ölümü öldürelim
Bağıramıyoruz: sesimizi çalıyorlar
Kimliksiz kalıyoruz
Biz ki, kim bilir belki yakarız bu katran geceleri
Gündüzler elimizden tutar
Birileri bu manzaraya alkış tutuyor
Sen o ışık dolu sesinle türkü söylemezsen eğer
ve o birileri artık çok oluyor
Gündüzleri kan tutar
Gözlerim buğulanıyor
Kalırız hiçliğimizde
Ölüm kendinden utanıyor
Kürt çocukları kimliksiz kalır isimsiz bir ülkede
Ölüm şarkılarını kanla yıkar
Kâbuslar boğar ümitlerini
oysa ben
“Ez jî te xezdikim”
desem, bundan ne çıkar
Anlamıyorlar dillerin masumiyetini
Kim bilir belki yıllar, çok yıllar sonra
Kızıl bayraklarla süsleriz caddeleri;
İşte o zamana kadar yılmayalım sevgilim
Sen bana yine
“Ez jî te xezdikim” de
ümitlerini yak çok üşürse geceler
ve çocuklar o isimsiz ülkelere
Korkma, şiirler sarar bizi
A
Kültür / Sanat
ÇİÇEKLENMİŞ BİR SEVDA
Sana açılır
sevdanın kapıları
ve yumruklamak
sana özgüdür
hayatın duvarını
Ama
güne çıkar
bu yollar
bu nehirler
sevdaya akar
Güneşim,
benim sevdalı yoldaşım
Gecemin özü
sendedir
benim özüm
sende
ve kavganın en güzeli
en ateşlisi
senin yürüdüğün yoldadır
bizim yürüdüğümüz yolda
Biz düşeriz
Gök yerinden kopar
Kopar dizginlerini
Ey yar!
Soyunuruz
gök kaplar içimizi
karanfiller biter
tenimizde
Bedel ödemek
bizlere mahsustur
ve yalnız biz biliriz
yarınların kıymetini
sevdayı
biz biliriz
onurlu ölmeyi
biz
Yiğidim,
uçurum yüreklim
çığlık değil
slogan yakışır ağızlarımza
ve en çok
gün yaraşır
sevişmelerimizin sıcağına
Bırak
utansın güneş
ışığımızdan
Yoksa
şu karanlık
yırtılmayacaksa
biz ölmüşüz
yürümüşüz
ne çıkar
Sevda hep ateşe yürür
ateşle büyür
bu kapılar
bu silahlar
panzerler
bilmem neler
çiçeklenmiş bir sevdada
sadece güzdür
Ama sevda
tohumlarını atar
Bu mevsim bahara çıkar
Her mevsim
bir çiçek büyütür
bağrında
o çiçekler
kavgamızda açar
Senin göğsünde de
kocaman bir
gök var
Kavuştur göğünü
göğsümde
avuçlarımdan
tenine akan
denizde yürü
A
Örgütleyelim sevdayı
bulut olsun
Ey yar!
Yoksa
sevdamız yağmur olup
yağmayacaksa
insanlarımızın üstüne
biz bitmişiz
çürümüşüz
ne çıkar
Ama
insanlığa çıkar
bu yollar
bu yağmurlar
içimize akar
bu halaylar
bu pankartlar
bizi alıp
sevdaya koşar
Sen söyle
orman gözlü yoldaşım
bu leş kargaları
irin yuvaları
bu taşlar
kurşunlar
bilmem neler
bizi öldürebilir mi
Biz ki
türküyle yanıtladık
onların küfürlerini
Yaşam
en güzel emanetimiz
ümit
en güzel çocuğumuz oldu
Yüreğim,
Karanfil bakışlım
gül kanımızı dökmek de var
meydanlarda
Şimdi
sımsıkı sarıl bana
BAKAN ÇELİK, “TETİKÇİLİĞİ” AÇIKLADI
A
Sezin Aksu
KP Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik parti genel merkezinde Suriye sınırına kurulan füze sistemiyle ilgili açıklamalarda bulundu. Çelik: “Tetik bizim askerimizde olacak’’
dedi. Bugüne kadar NATO tarafından sınıra
kurulması düşünülen füze sistemini kabul etmeyen AKP böylelikle kabul etmiş oldu.
Aslına bakılırsa Çelik’in beyanı doğrudur;
ama eksiktir. Daha geniş yorumlarsak, emperyalizmin Ortadoğu’da ve özellikle Suriye’de
taşeronluğuna
soyunan
Türkiye’ye “tetikçilik”
düşeceğini
daha
önceden ifade
etmiştik. Ancak
şunu da söylemek gerekiyor, Türkiye’nin
nasıl ki daha
önce Kürecik’te
kurulan radar
sistemine
hayır deme ihtimali yok idiyse
bugün
kurulan olan füze sistemine hayır deme iradesi de
yoktur. Zaten Türkiye’ye füze sistemi için fikri
de sorulmamıştır. Hatay’da milletvekillerinin,
jandarmanın giremediği kampların bulunduğu düşünüldüğünde, füze sisteminin karar
mekanizmasında kimlerin olacağı bellidir.
“Tetik bizim elimizde olacak” jargonu işbirlikçiliğin aldığı boyutu gizlemeye yöneliktir. Ayrıca geçtiğimiz günlerde NATO Genel Sekreteri Rasmussen karar mekanizmasının NATO’da
olacağını açıklamıştır.
Bu gelişmeler göstermektedir ki önümüzdeki
dönem Suriye’ye dönük emperyalist tezgâhlar
Politika / Gündem
artacaktır. ABD seçimlerinde tekrar başkan
seçilen ve rahatlayan Obama’nın bölgeye ilişkin adımlarını hızlandırdığı füze sisteminden
de anlaşılmaktadır. Emperyalizmin bölge politikası Türkiye’yi bölgede bütünüyle iradesiz
kılmış ve tüm bölge ülkelerle sorunlu hale getirmiştir. Enerji yolları üzerinde bulunan ve
enerji yataklarının yanı başında olan Türkiye
bugün petrolü ve doğalgazı en pahalı kullanan ülke durumuna düşmüştür. Önümüzdeki
günlerde Suriye meselesi
üzerinden yaşanacak
gerginlikler bizleri
beklemektedir. Toplumun
%95’inin karşı
olduğu bir savaşa
Türkiye
adım adım zorlanmaktadır.
Bu süreç iç
politikada halka zam, düşük
ücret, işsizlik
olarak
dönecektir. Alevilere, Kürtlere, kadınlara ve işçi-emekçilere dönük saldırılar artacaktır. Bu
nedenle her gelişmeyi doğru okumak ve antiemperyalist teşhiri sürekli kılmak bir gerekliliktir. Emperyalizmin askeri olmayacağız. Tıpkı 68 devrimci gençliği gibi emperyalizmin “6.
Filosu”nu ülkemizden kovacağız.
YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ
DEMOKRATİK TÜRKİYE
KAHROLSUN EMPERYALİZM!
SURİYE’DE EMPERYALİST İŞGALE
HAYIR!
ABD’NİN TETİKÇİSİ OLMAYACAĞIZ!
26
ÇÖZÜMSÜZLÜK SÜRECİ
İ
Marmara Üni. Devrimci Gençlik
mralı’yla “müzakere” sürecinde yakın zamanda gerçekleşen can yakıcı durumlar aslında çözüm süreci diye makyajlananan sürecin yine AKP’nin samimiyetsiz tutumuyla bir
oyalama taktiğinden ibaret olduğunu göstermektedir. Medya manipülasyonunun etkisiyle toplumda yaşanan algı kayması geçtiğimiz
günlerde yaşanan Karadeniz turunun Sinop ve
Samsun ayaklarında yaşanan provokasyonlarla aslında çözüm diye lanse edilen sürecin çözümsüzlüğünü gözler önüne serdi. Bunun dışında hala devam eden operasyonlar devletin/
egemenlerin asıl amacını da göstermektedir.
Bir yandan müzakere söylemleriyle İmralı’ya
heyet göndermede sınır tanımayan AKP, diğer
yanda ‘terör’le uzlaşmayı aklından bile geçirmeyen ikinci bir AKP.
Yaşanıldığı iddia edilen “ılımlı havanın”
aslında tamamen AKP’nin ve medyanın manipülasyonları etkisiyle oluştuğunu yadsımak
neredeyse imkânsızdır. Zira bir yandan oyalama diye adlandırılabilecek olgular yaşanırken
bir yandan da ülkedeki demokrat, devrimci ve
yurtsever kesimlere yönelik adeta Hitlervari
yöntemler (Provokasyon, kara propaganda)
kullanılarak baskı yöntemleri uygulanıyor.
‘Artık Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında yaşayan halklar bu savaştan yoruldu’. ‘Artık kanın
akması istenmiyor’ gibi söylemler ise demagojiden başka bir anlama gelmiyor. Zira insanları
yoran ve korkutan özgürlük mücadelesi değil,
bizzat toplumda her gün alışılır hale gelen devlet terörünün kendisidir.
Yaşanan bu süreçte gerçekten de bir “müzakere” işleyişinden bahsedilemeyeceği açıktır. Karadeniz turunda ardı ardına yaşanan
provokasyonlar devletin gerçekten iyi niyetli
olduğuna inandırır mı? Ortada basit bir şey:
İleri demokrasi söylemlerini pohpohlayarak
durmadan öğrencilere, avukatlara, sendikacılara operasyonlar düzenleyen, tutukluluk
süreçlerini uzatarak içerde bulunan binlerce
insanın içerde tutulmasını sağlayan AKP bu
“müzakere” sürecinde ne kadar samimi? Egemenler tarihin bütün dönemlerinde kendilerine muhalif olan sesleri sindirmeye çalışmıştır.
Bu açık. Kaldı ki AKP 12 Eylül döneminde
bile geçirilemeyen yasaları toplumun algısını
çelmeyerek geçirmiş, halka kabul ettirmiş ve
asıl ilginç olan taraf halkın bu yasaları kabul
etmesi dışında halkın da bu yasaların istenmesi sağlanmıştır. Neresinden tutulursa tutulsun dökülecek olan bu demokrasi söylemlerinin altında halkın boynunda olan boyunduruğu görmemesi sağlanmıştır. İşte yaşanan
bu algı kayması bugün aslında salt müzakere
açısından değil her alanda toplum genelinde
muhalif kesimlerin üzerinde gün be gün artan baskılar AKP’nin ne kadar samimi olduğunu açıkça gösteriyor. Bu bağlam üzerinden
Sinop ve Samsun olayları sonrası iptal edilen
Karadeniz turunu düşünecek olursak, her iki
ilde de ardı ardına yaşanan saldırıların basit
bir “faşist saldırı” olmadığını görmek gerekir.
Samsunspor’un facebook sayfasında saldırı
için yapılan çağrı polisin olaylardan bihaber
olmadığını gösterir. Saldırı için direten faşist güruh ve çetelerin eylemlilik anında önü
açılmıştır ve iki ilde düzenlenen olaylı geziler
sonrası Karadeniz turu iptal olmuştur. Aslında
yaşananlara şaşırmamak gerekir. Çünkü daha
geçen senelere kadar “terörle tavizsiz mücadele” diyen AKP’nin bugün müzakere söylemini
dillendirmesi düşündürücüdür. Bugün coğrafyamızda yaşanan devlet terörünün yabancısı
değiliz. Yaşanan gelişmeler “savaşın bitmesi”
şöyle bir yana dursun daha çetin süreçlerin
Türkiye ve Kürdistan gençliğini görev başına çağırıyor. Medyanın manipülasyonlarıyla
gençliğin zihinlerinin törpülenmesine karşı
tüm arkadaşlarımızı bilinçlendirmeliyiz.
Yaşanan bu saldırılar ilk değildir son da olmayacaktır. Hatırlayalım, ileri demokrasi söylemlerinin tırmandığı dönem üniversitelerde
27
Politika / Gündem
tırmanan devlet terörü hala bugün aynı söylem
altında devam etmektedir. Kapalı cezaevine
dönen Türkiye’de şu an hangi barıştan, hangi
ılımlı havadan bahsediliyor? Biz Türkiye ve
Kürdistan gençliği olarak faşizmle her koşulda
ve her durumda mücadele etmeye devam edecek ve devletin sistemli saldırılarına ve mani-
pülasyonlarına karşı direnmeye, doğruları anlatmaya devam edecek ve bu faşist saldırılara
pabuç bırakmayacağımızı tekrar ilan ediyoruz.
Tarih bizi haklı çıkaracaktır.
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
BİJİ BRATİYA GELAN!
ORTADOĞU’DA ÇOCUK OLMAK
Halep ’in ücra bir köşesinde, Bir çocuktum,
Yaşama savaşıydı, Bizimkisi.
Çocuktum, Güzeldim, Saftım, Temizdim…
Yaşamın cenderesinde;
Kopan sol elimde domdom izleri !
Başımda sevgi bilmeyen bir kurşun yarası;
Gözpınarlarımda, Çağıl Çağıl,
Oluk Oluk yaşlar akan,
Her bir damla gözyaşı,
Yüreğimin çavlanında,
Sel olup avuçlarıma gelen,
Cılız bedenimden kanlar damlayan,
Yorgun bacaklarım titrek adımlarıyla,
Hoyrat ellerden sıyrılıp kurtulan;
Aydınlığa, Sevgiye, Barışa hasret…
Umut dolu yarınlara koşan bir çocuktum;
Ölüme inat, özgürlük adına,
Bırakmam tuttuğum kızıl güneşi.
Karanlık gecenin tutsaklığında,
Yaşam belirsiz, Zaman belirsiz…
Donduran hava buz gibi,
Her biri bir ölüm makinası,
Her biri bir canavar olan,
Zehir kusan tanklar…
Paramparçayım şu topraklarda,
Bir yol uzar gider özgürlüğe,
Bir yol yaşama,
Bir yol kardeşliğe,
Bir yolda barışa…
Ölüme inat;
Nemrut ‘un başında,
Munzur’un yamacında…
Gece bir mahşer,
Karanlıklara inat;
Yaşasın mücadelemiz.
Yaşasın halkların kardeşliği
Politika / Gündem
28
ÖNDER BABATI ANMAK
DEVRİMCİ YOLU ANLAMAKTIR
D
İzmir Devrimci Gençlik
evrimci mücadele içerisinde başarı öznelerin, dün-bugün-gelecek birlikteliğini,
güne izdüşürmedeki yeteneğiyle doğru orantılı olarak gelişir. Bugünün devrimci mücadelesini örgütlemek, bugünün dünyasını, dünya ezilenleri adına evrensel bir çözümlemeyi
yapmaktaki başarıya bağlıdır. Bu evrensel çözümleme içerisinde Türkiye ile olan nedensel
ilişkisi içerisinde Türkiye’de iktidar hedefli bir
pratik süreci örgütlemek de tarihsel bir gerekliliktir. Devrimci mücadelenin iktidar hedefi
ve ona yönelik istikrar, gelecek öngörüsüyle
alakalı olduğu kadar, günü örgütlemedeki kabiliyeti ile de ilintilidir. Günü izdüşüren her
pratik faaliyet ise devrim, geçmişin geliştirilmesi ve geleceğe taşınması ile örgütlenebilir.
Lenin devrimci mücadelede sürekliliğin
önemine işaret etmek adına su damlaları örneğini vermiştir. Sert ve güçlü bir kayada oyuk
oluşturan ve en sonunda kayayı parçalayanın
sürekli ve aynı yere damlayan su damlalarının
olduğunu söyler. Bu süreklilikte işçi sınıfının
evrensel ilkelerine ve yerel politika üretmedeki
geçmiş mirasa olan güven, yani devrimci bir
hareketin kendi ilke ve mücadele stratejisine
güven için başarının başka bir önkoşuludur.
Dünya üzerinde zafer kazanan tüm devrimci pratikler, geçmişin mirasını geleceğe taşımadaki ustalıklarıyla zafere ulaşmışlardır. Ekim
Devrim’i öncesindeki süreçlerde köylü hareketlerinden, halkçı anarşist hareketlere kadar
her deneyim işçi sınıfı ve ezilen halkların evrensel ilkelerine göre değerlendirilmiş, başarıya ulaşamamalarındaki nedenler saptanmış
ve doğru mücadele çizgisindeki faaliyetlerle
de bertaraf edilmiştir. Ekim Devrimi öncüleri
ideolojik ve politik önderliğin tüm esaslarını
yerine getirmiştir. Devrim stratejisi içerisinde
tüm karşı devrimci güçlere karşı uzlaşmaz bir
çizgi izlemiş, devrimden yana olan tüm grupları sürece doğru hamleler yaparak katmışlardır. Devrim sürecinde devrimci hareket içerisindeki tüm sağ ve sol sapmalarla ideolojik
önderlik esaslarınca mücadele edilmiş, doğru
stratejiyi geliştirmeleriyle birlikte süreci zafere
taşımışlardır.
Ayrıca dünya devrim tarihine köklü miraslar bırakan ve halk savaşını tüm dünya emekçilerine öğreten Latin Amerika devrimci hareketleri geçmiş mirası üzerine inşa ettikleri
mücadeleleri ile başarıya ulaşmışlardır. Latin
Amerika’da pek çok devrimci hareket adını,
29
Politika / Gündem
köylü devrimlerinden ya da halk isyanlarından
alır. Devrim karakterlerini yerel mücadeleler
belirlediği gibi, savaşım ve strateji tespitleri evrensel ölçütlerle belirlenir. Urugay’da Tupomaralar, Nikaragua’da Sandinistalar, Meksika’da
Zapatistalar evrensel devrim mücadelesinin
yerel karakterlerini temsil eder.
Tüm bu örnekler bizler için öğretici olduğu
kadar, karşı devrim güçleri için de öğreticidir.
Kapitalist/emperyalist sistem bugün ezilenlerin yüzlerce yıldır biriktirdiği gibi tüm birikimi
boşaltmak ve bu tarihsel devamlılığı koparmak
misyonuyla hareket etmektedir. Marksizm/
Leninizmin yol gösterici
doktirini burjuvazinin hizmetindeki sözde muhalif,
liberal, entellektüel kalemlerce tarhip edilmeye çalışılırken, halklar nezdinde ise
var olan toplumsal örgütlülüğü dağıtmak, halkların
beslediği pınarı kurutmak
için çaba sarfetmektedirler.
Bugün ülkemiz açısından pek çok devrimci değerin içi boşaltılmaya, geniş
halk kitlelerinin etkinliği
atomize edilerek liberal kanallarda boşa çıkartılmaya
çalışılıyor. Toplumsal muhalefet geçmişten beslenemediği oranda başarısızlığa uğruyor. Bu da
iktidar hedefinden uzaklaşmasına ve var olan
birikimini devrimcileştirememesiyle birlikte
tüketmesine neden oluyor.
Bugün ülkemiz için faşizm sadece katleden,
işkence eden, zorbalık eden bir sistem olarak
değil, toplumsal muhalefetin bilinç ve algılarını
yönlendiren, kendi yarattığı kısır alanların dışarısına çıkılmasına izin vermeyen, gerektiğinde suni muhalefetler örgütleyen bir konumda
kendisini güncellemiştir. Ezilenlere devrimci
alternatifi unutturma noktasında ciddi başarılar elde etmiştir.
Bugünün Türkiyesinde faşizmin hala devrimci kalmayı başarmış örgütlenmelere pervasızca saldırısı, devrimci alternatifin her daim
güncel ve sistemi alaşağı edecek tek gücün örgütlü güçler olduğunu bildiğindendir. İçinden
Politika / Gündem
geçtiğimiz son süreçte devrimcilere yönelik
gözaltı ve tutuklama furyası bunun en güncel
ve somut örneğidir. Devrimci mücadele kendi
meşruluğundan ve inancından beslenir, dolayısıyla bu saldırıları boşa çıkartacak da yine
halkların örgütlü gücü olacaktır.
İşte devrimci hareketimiz sahip olduğu tarihsel birikimi bugüne taşıma noktasındaki
yeteneğiyle faşizmin ve emperyalizmin her dönem hedefinde olmuştur. ‘80 öncesi mücadele pratiğini THKP-C çizgisi üzerine inşa eden
Devrimci Hareket günü yakalamadaki başarısıyla halklara umut, faşizme ise korku salmıştır. Faşizm; yoldaşlarımızı
işkence tezgâhlarında, darağaçlarında,
tuzaklarda
katletmiş ve mücadelemizin tükenmesini amaçlamıştır. Ancak mücadelemiz halkların kalbinde ve
ruhunda daha çok vücut
bulmuş, eksilerek değil çoğalarak ilerlemiştir. Tüm
örgütlü kesimlere dönük
gerçekleştirilen 12 Eylül
faşizmine karşı yoldaşlarımız; kırlarda, kentlerde ve
cezaevlerinde
direnmişler, faşist darbeden hesap
sormak adına mücadeleyi
sırtlamışlardır. Örgütlü duruşu yitirmeden mücadele eden yoldaşlarımız,
idam sehpalarında, sokak aralarında ve kırsal
alanlardaki çatışmalarda da bunun bedelini
canlarıyla ödemiş, devrimci mücadeleyi ileriye
taşımışlardır.
Devrimci hareketimizin sahip olduğu miras,
günü yakalamasına ve süreci geliştirmesinde
en temel dayanağını oluşturmuştur. 2000’li
yıllara gelindiğinde, emperyalizmin Ortadoğu
coğrafyasına dönük saldırılarını ve Türkiye’nin
bu bağlamda biçimlenişine dönük tespitleri ve
ördüğü mücadele hattı emperyalizm için oluşturduğu en büyük tehditti. 2000’li yıllarda Ortadoğu coğrafyasına en büyük saldırı olan Irak
işgali, başta muhalif kesimlerce alkışlanmış,
daha sonrasında ise liberal protestolarla süreç
örgütlenmeye yani örgütsüzleştirilmeye çalışılmıştır. Devrimci Hareketimiz Ortadoğu süreci
30
ve Türkiye’nin görevleri üzerinden yaptığı tespitlerle süreci karşılamış Irak’taki somut gerçekliğe dönük ‘’Yaşasın Halk Savaşı’’ tespitiyle
emperyalizme kafa tutmuştur. İşte bu tarihsel
kesitte 3 Mart 2004 tarihinde Önder Babat
yoldaşımız temsil ettiği değerler bakımından
tehdit olarak algılanmış ve dergi büromuzun
önünde katledilmiştir. Devrimci Hareketimizin geçmiş ve gelecek arasında kurduğu köprü, günü yakalamadaki başarı, tüm devrimci
kesimler gibi hareketimizi de hedef haline getirmiştir. Önder Babat’ın katledilmesi; devletin
profesyonel katillerine yaptırdığı bir operasyondur. Bu operasyon, işleniş ve ihtiyaç duyulduğu süreç ile birlikte değerlendirildiğinde pek
çok bakımdan ilktir.
Toplumsal örgütlenmelerin dağıtıldığı ve emperyalizmin
küresel ölçüde yaptığı
hesapların bir parçası olarak, Türkiye’li
devrimcilere dönük
saldırıların ve örgütlü kesimlerin dağıtılması projesinin başlangıcıdır. Faşizmin
güncellenmesi
ile
birlikte tüm toplumsal birikimin içini
boşaltırken, devrimci mücadeleyi de tüketme
hesapları yapmışlardır. Daha sonraki süreçlerdeki Hrant Dink cinayeti KCK tutuklamaları
ve içerisinden geçtiğimiz günlerde devrimci
kurum ve sendikalara dönük yapılan operasyonlarla bu süreç devam ettirilmektedir. Artık
faşizm ülkemizde neoliberal çağa uygun olarak kendisini güncelliyor. Oligarşi ittifağı, içerisindeki çelişmelerin derinleşmesi ile birlikte
işbirlikçi-tekelci burjuvazi daha da azgınlaşmıştır. Önümüzdeki süreçte faşist baskılar ve
zorbalıklar toplumun her kesiminde hissedilecektir. Emperyalist/kapitalist sistem toplumsal
muhalefeti bir yandan liberalleşme bataklığına
çekerken bir yandan da mücadele eden kesimleri etkisizleştirmeyi hedeflemektedir. Aslında
iki yöntem de devrimci mücadeleyi yok etme
adına tasarlanmıştır.
Fakat devrimci mücadele ve devrimci ha-
reketimiz bu planları boşa çıkartacaktır. Biz
yokluklardan varlık doğuran bir tarihe sahibiz.
Önder Babat yoldaşımız da devrimci mücadelenin seyrinin düşük geçtiği süreçlerde tarihsel
görev ve sorumluluklarından kaçmayarak devrimciliği yaşam biçimine dönüştürmüştür.
Düşmanla her alanda karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Küçük burjuva alışkanlıklarımızı aşmak için sarfedeceğimiz emeğin,
düşmanla savaşın bir parçası olduğunu unutmamalıyız. Zapatistaların lideri Subcomandante Marcos’un dediği gibi düşmanla girilen
her temas eğer onu teslim almak için değilse,
ona teslim olmak içindir.
Önder Babat; katledilen ne ilk yoldaşımızdır ne de son olacaktır. Tüm şehitlerimiz gibi
Önder Babat da devrimci değerlerin ve hareketimizin ete kemiğe
bürünmüş halidir. Bedel ödeme sırası geldiğinde çekinmeden
her bedeli ödeyen yoldaşlarımız, hayatlarını
devrimci mücadeleye
adamışlardır.
Önder Babat’ı anmak omuzladığı mücadelesini sahiplenip,
omuzlayarak gerçek
anlamına kavuşturmaktır. Bu bir bayrak yarışıdır, nöbet teslimidir; Önder yoldaş da bu
bayrağı Selim’lerden Mineler’den Hıdır’lardan
Gökalp’lerden devralmıştır. Şimdi bu bayrak
biz DEV-GENÇ’lilerdedir. Mücadelenin tarihsel bir sorumluluk olduğunu kavrayarak, bu
sorumlulukları yerine getirmek için elimizden
gelenin fazlasını yapmalıyız. Genç ve tecrübesiz olabiliriz ama karşılaşacağımız her zorluğu
aşmak için bizlere gereken birikim, Devrimci Hareket’imizin şanlı tarihinde mevcuttur.
Kendimizi geliştirmeli ve mücadeleye daha da
azimle sarılmalıyız.
31
ÖNDER BABAT’I ANMAK DEVRİMCİ
YOLU ANLAMAKTIR.
KAHROLSUN FAŞİZM YAŞASIN
MÜCADELEMİZ!
Politika / Gündem
KADIN OLMADAN DEVRİM OLMAZ
DEVRİM OLMADAN KADIN KURTULMAZ
İstanbul Üni. Devrimci Gençlik
G
ünümüzden tam 156 yıl önce ABD’de zı çevirdiğimiz noktalar gettolar ve işçi sınıfı
daha iyi çalışma koşuları istemiyle gre- üzerinde yoğunlaşacaktır. Kadına şiddete karşı
ve başlayan işçilerin katledilmesiyle başlar 8 çıkılırken es geçilen esas nokta insana şiddete
Mart’ın dünya emekçi kadınlarına atfedilmesi. karşı çıkmaktır. Sadece kadın bağlamında bakDevletin işçilere saldırmasıyla ve 129 işçinin tığımızda hem diğer ezilen unsurları hem de
diri diri yakmasıyla sonuçlanan grev kapita- kadının ezilmesindeki temel noktayı ıskalamış
lizmin kanlı yüzünü en somut haliyle ortaya oluruz. Şiddeti sadece kaba kuvvet boyutunkoydu. Onlar kadın olduklada düşünmeyelim bir kadına
rı için değil sisteme muhalif
vurmak onu cinsel obje olave daha yaşanılır bir dünya
rak veya meta olarak görmekHer Mayıs sabahında
istedikleri için ödediler bu
ten daha ağır değildir. Bir kadirilmekte olan doğayı
bedeli.
dını 12 saat boyunca güvenGünümüzde en çok düşü- teninin tüm çıplaklığıyla karşıla cesiz ve fiziksel gücünü aşan
İçine
len yanlışlardan bir tanesi de
şartlar altında çalıştırmak
kadının sadece kadın olduzaten şiddetin en büyüğüdür.
baharın doğurganlığını akıt
ğu için ezildiği ve onu sadeKapitalizm her gün kadınlara
Bedenin
ce erkeğin ezdiğidir. Bu sınıf
ve emekçilere şiddeti en ağır
Mayıs
gülüşlü
çocuğa
dursun...
bilincinden tamamen uzak
biçimiyle zaten uygulamakBir erik ağacında
ve zararlı bir bakış açısıdır.
ta. Bu koşullarda asıl önemli
Bu gün burjuva sınıfındaki
nokta kadına düşmanın erdallar çiçeklenir gibi
kadınların ezildiğini sömükek olduğu aldatmacasıdır
tüm kadınlığınla hisset
rüldüğünü söylemek tam bir
ve bunun üzerinden sisteme
analık
titreşimlerini...
algı bozukluğudur. Her gün
olan muhalifliğin köreltilmesokaklarda giydiği elbiseden
sidir. Kadına düşman olarak
dahi baskıya maruz kalan
erkeği gösterdiğimiz zaman,
kendi vücudu hakkındaki kararların bile kendi aslında asıl düşmanı olan ve sorunun asıl kayinisiyatifine bırakılmadığı binlerce kadın var- nağı olan kapitalist sistemi ıskalamış oluyoruz.
ken magazin kanallarında popüler kültürün Burjuva medyada sürekli olarak ‘dikensiz gül
ihtiyacı çerçevesinde ‘moda’ya uyan sosyete bahçesi’ olarak gösterilen sistemin yanı sıra,
güzellerinden, kadının metalaştığı arka sayfa bu şiddetten ve kadına uygulanan her zorba‘güzelliklerinden’ ve hayatı boyunca çalışma lıktan erkeğin sorumlu tutulduğu bir gerçektir.
ihtiyacı duymadan başkalarının sırtından geBizler asıl düşmanın bu yoz sistem olduğuçinen kadınların es geçilmemesi gerekir. Kadı- nu biliyoruz. İnsana dair her şeyi törpüleyen
na şiddetin en yoğun olarak yaşandığı bölge- kadınları cinsel obje olarak, meta veya namus
lere ve kesimlere bakacak olursak bakışlarımı- simgesi olarak gösteren bu sistem de sistem içi
Politika / Gündem
32
hiçbir yol kurtuluşa götürmez. Hedefini dev- yerin tavanındaki mazgaldan kahkaha ve alkış
rim olarak koymayanlar sistem içinde muha- sesleri arasında kendisini izleyen ve kadınla
lif görünen ama özünde sistemin işini yarayan beraber olmasını isteyen “görevli”lere, “ben
toplamlar haline dönecektir. Algı bulanıklı- hayvan değilim” diye yanıt vererek, böyle bir
ğının burjuva medya ile dayatılması anlaşılır şeyi reddeder. Bunun üzerine kadın, “ben de
bir harekettir çünkü o doğrudan sermayeye hayvan değilim” yanıtını verip, giyinir. Aralahizmet eder ama asıl sorun algı bulanıklığı- rında, beraber olmanın değil, olmamanın yanın sol zemine dahi sıçrattığı bir yakınlaşma başlar.
ramış olmasıdır. 8 Mart
Bu, bir film sahnesidir; anSeni
sevdim
diye
Dünya Emekçi Kadınlar
cak, verilen mesaj önemlidir.
ne bayrakları
Günü’nün muhalif yanFilmi çokça aşan ve adeta
toplayıp
dürdüm
larını törpüleyerek onu
olağanlaşan günlük ilişkine de uzakta bir halkın
dünya kadınlar gününe
lerden bir kesit alındığında,
acılarına
sırt
çevirdim.
çeviren, alanlara sadeburadaki “hayvan” kavramıce kadınları çıkartan ve
nın veya “hayvanlaşma”nın
Sen
benim
kadının hedefine erkeği
ne anlama geldiği daha iyi
insan yanımı çoğalttın
koyan zihniyet aynıdır.
anlaşılır.’” (Kadın Sevgi ÖzDaha
dün
Bizler kadın erkek el ele
gürlük)
gözlerinde dolaşırken
şiarını alanlarda yükselti‘Büyüdüğü’ andan itibayoruz çünkü biliyoruz ki
ren evlilik yoluyla bir erkeAfrika hiç bu kadar
asıl düşman bu kokuşmuş
ğe bağlanılmaya çalışılan
ana kucağı
sistemdir.
kadın evde bir nesne haline
çocuk gözü
Kapitalist sistem de ne
sıradanlaşmaya ve sadece
özgürlük düşü
sevgiyi ne aşkı tam anlahizmet eden bir duruma geolmamıştı.
mıyla yaşamak olanaklı
lir. Bu reddedildiğinde evde
değildir. Popüler kültür
kalmak gibi aşağılayıcı teKirpiklerine Kenya
aracılığıyla biçim her şey
rimler içinde bulur kendini.
kirpiklerine Mozambik
haline gelmiştir. İnsanları
Bir erkekle beraber yaşamakirpiklerine Angola dolmuştu...
dış görünüş süzgecinden
ya başladığında ise topluDokundum...
geçirmek, kadınlara sümun bakış açısı tamamıyla
Avuçlarımda halkımın sıcağı
rekli süslü ve ‘güzel’ olmadeğişir ve çok daha çirkin bir
“Biz özgürleşmek için
sını dayatmak, kişilikten
hal alır. Kadının ‘namusunu’
birbirimize tutunduk”
çok görünüşe takılmak
vücuduna kenetleyen ve onu
dedin...
çağımızın en büyük hasher şeyi haline getiren baskı
talıklarındandır. Örneğin
tekrar onu köleleştirme yobir kadına makyaj yaplunda gider. Durum dışarımasını, her hafta kuaföre gitmesini, kurduğu- da yani sosyal yaşamda da çok faklı değildir.
muz kalıplar içindeki vücut şeklinde olmasını Her an tacize uğrama korkusu, birisi tarafındayatmak kadını aşağılamadan ve onu bir zevk dan iğrençleştirilmiş bakışlar, fiziksel güçsüzobjesi haline getirmekten öte bir şey değildir. lüğe gem vuran kelimeler bireyin yeteri kadar
Erkeğin birlikte olduğu kadınlarla övündüğü yıpranmasını ve ikinci sınıf insan konumuna
lakin kadının tamamen kısıtlanarak sadece düşürülmesini sağlar.
erkeğin istekleri doğrultusunda şekillenmesiKadın olmadan devrim olmaz, devrim olni dayatan da yine bu sistemdir. Cinselliğini, madan kadın kurtulmaz. Kadının içinde özne
sevgisini tam olarak yaşayamayan bireylerin olarak bulunmadığı bir devrim ve devrim oldışa vurumları çok daha insan dışı olmaktadır. madan kadının kurtulması düşünülemez. Asıl
“SPARTAKÜS filmini izleyenler hatırlayacak- düşman kapitalist sistemdir ve asıl kurtuluş
tır; Spartaküs’e, kapatıldığı yerde bir kadınla yolu bu kokuşmuş düzeni yıkıp insanın insanberaber olma “fırsat”ı verilir. O ise, bulunduğu ca yaşadığı bir sistem kurmaktır.
33
Politika / Gündem
CIA
YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN EN BÜYÜK
SİLAHIDIR
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması emperyalistleri
yeni arayışlara itti. Yeni sömürgecilik anlayışı oluşmaya başladı.
Yeni sömürgecilikte işgal açıktan değil gizli/kapalı yapıldı.
İşbirlikçiler yaratıldı desteklendi. İşbirlikçiler eliyle sömürü gizlendi
ve kolaylaştırıldı. Yeni sömürgecilikle birlikte, sömürü içsel bir olgu
halini aldı.
Y
Ahmet Cömert
eni sömürgecilik 1945 sonrası sömürü biçimlerindeki değişimdir. Emperyalizmin
yeni ihtiyaçlarına göre sömürü şeklinin güncellenmesidir.
Klasik sömürgecilikte; sömürgeci emperyalist güç sömüreceği ülkeye tankıyla, topuyla,
askeriyle, bayrağıyla gidip ülkeyi işgal eder,
yönetimi ele alırdı. Klasik sömürgecilik hammadde ve yarı hammadde talanı üzerine kuruluydu.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı Rusya’da
devrime neden oldu. 2. Emperyalist Paylaşım
Savaşı ise diğer geri bırakılmış mazlum halkların yüzünü Sosyalizme dönmesine neden oldu.
Pazar arayışı yüzünden paylaşım savaşına girişen emperyalistler
her savaştan sonra pazar kaybetti.
Dünyanın 3/1’i emperyalist/kapitalist
pazar dışına çıktı.
Bunun yanında klasik sömürgecilikte
açık işgal ulusal kurtuluş mücadelelerine neden oluyordu.
Vietnam’da, Fransız sömürgecilerine
karşı başlatılan halk
savaşı,
Cezayir’de
Fransız sömürgecilerine karşı kurtuluş
Politika / Gündem
savaşı, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı Ömer
Muhtar’ın öncülüğünü ettiği direniş vb.
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya
ulaşması emperyalistleri yeni arayışlara itti.
Yeni sömürgecilik anlayışı oluşmaya başladı.
Yeni sömürgecilikte işgal açıktan değil gizli/
kapalı yapıldı. İşbirlikçiler yaratıldı desteklendi. İşbirlikçiler eliyle sömürü gizlendi ve kolaylaştırıldı. Yeni sömürgecilikle birlikte, sömürü
içsel bir olgu halini aldı.
Yeni sömürgeciliğin en büyük ihtiyaçlarından biri ise sömürü ülkesini gizli yollarla idare
etme şekillendirme/biçimlendirmedir. Yüzünü sosyalizme dönmüş ülkelere müdahale etmek bu ülkelerdeki sol hareketi ezmek ve yok
etmek. İşte CİA’nın
kuruluşu da böylesi bir amaca dönük
olarak tasarlanmıştır.
CIA’nin Kuruluşu
2.
emperyalist
paylaşım savaşı sırasında CIA’nin öncülü olarak OSS(Office
of Strategic Services-Stratejik
Hizmetler
Bürosu)
oluşturuldu.
Bu
örgüt ABD içersindeki farklı sermaye
grupları ve odakları
34
arasındaki çelişmelerde bazı taraflar için çalışmaya başlaması, kapatılmasına neden oldu.
1946’da ABD’de güçlü bir tekel olan Ferdinand Eberstand’ın hazırladığı raporda, doğrudan ABD Başkanına bağlı, uluslararası alanda
güçlü, istediği anda istediği şekilde müdahale
edebilen gizli bir örgütün kurulmasının gerekli olduğunu söyleyip ayrıntılandırıldı. Rapor
ABD Başkanı Harry S. Truman’a gönderilkdi.
Truman raporu kabul edip çalışmalara başladı. 1946’da CIG(Central Intelligence Group
– Merkezi İstihbarat Grubu) kuruldu. CIG’ın
başına Amiral Sidney Souers getirildi. Ağustos
1946’da OSS’nin örtülü operasyonları yöneten
birimi SSU(Strategic Services Unit – Stratejik
Hizmetler Birimi) CIG’a bağlandı. OSS yönetiminde Asya ve Afrika’da bulunan 7 üs CIG’ın
yönetimine geçmiş oldu. Hemen ardından
OSO(Office of Special Operations – Özel Operasyonlar Dairesi) kuruldu. 1946 sonunda sadece OSO’nun, binin üzerinde kadrolu elemanı olduğu belirtildi.
1947’de emperyalizmin yeni ihtiyaçlarına
göre ABD’deki iç işleyişi düzenleyen Ulusal
Güvenlik Yasası (National Sercurity Act) kanunu çıkarıldı. CIA, Kara Kuvvetlerinin bünyesindeyken oradan alındı ve bağımsız bir komutanlık halini aldı.
Truman, CIA’nin yaptığı gizli operasyonların
yönetimini Savunma Bakanlığına (Pentagon)
verdi. Ancak çok geçmeden karar değiştirildi.
Ve yönetim tamamıyla CIA’ye verildi. 14 Aralık 1947’de NSC 4/A (Ulusal Güvenlik Konseyi
4/A numaralı direktifi) kararıyla CIA’ye gizli
operasyon ve psikolojik savaş yönetme yetkisi
verildi. Bu karadan sonra SPG(Special Procuders Group – Özel İşlemler Grubu) kuruldu.
SPG kurulur kurulmaz işe başladı. İlk görevi,
sosyalist ülkelerde karşı devrimcileri organize
edip, silahlandırmak oldu. Suikastlar ve bombalı eylemler organize etti. SPG’nin ilk başkanı
Allen Dulles oldu.
1948’de NSC 10/2 (Ulusal Güvenlik Konseyi 10/2 numaralı karar) bu kararda gizli operasyon tanımı şöyle yapılmış. “Düşman hükümetlere karşı propaganda, ekonomik savaş,
sabotaj, yıkım, kitlesel imha, kitlesel sürgün,
bu devletlere karşı ayaklanmaya yardım etme.
Düşman ülkelerdeki azınlıkları, mültecileri,
antikomünist unsurları kışkırtma, silahlandırma ve destekleme.” Bu kararda ayrıca CIA
müttefik ülkelerde, devlet organlarına haber
vermeden doğrudan operasyon yapabilme yetkisi de tanıyor.
50’lerin başında SPG(özel işlemler grubu)
yerine daha etkin olması planlanan OPC(The
Office of Policy Coordination – Politik Eşgüdüm Dairesi) kuruldu. Daha sonra SPG ve
OSO(Özel Operasyonlar Dairesi) birleştirildi
ve CIA’nin gizli operasyonları bu birim tarafından yürütüldü.
CIA, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası,
Nazilerin gizli polis teşkilatı olan Gestapo’nun
eski elemanlarını bünyesine kattı. Almanya’nın
Genel Kurmay İstihbarat Örgütü’nün SSCB
Birimi Başkanı Reinhard Gehlen’de CIA için
çalışmaya başladı. Gehlen SSCB’ye karşı gizli
savaşı yürüten kişiydi. Bilindiği gibi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Kızıl Ordu Almanları geri püskürtürken, çekilen alman askerleri bir dizi katliamlara girişti ve bu emri veren
Gehlen’di. SSCB topraklarından geri çekilen
Alman birlikleri kasaba ve köylerdeki sivil halkı katletmişlerdi. Böyle bir kişi CIA için çalışmaya başlamıştı. Gehlen ve ekibi Doğu Almanya başta olmak üzere Doğu Avrupa ülkelerinde
pek çok gizli operasyon yürüttü. Aynı zamanda
bazı alman subayları da CIA için çalışıyordu.
Bunlar arasında Klaus Barbie, Otto von Bolschwing, SS Albayı Otto Skorzeny gibi isimler de
vardı.
ABD gün geçtikçe gizli operasyonlara daha
çok ihtiyaç duymaya başladı. CIA’nin gizli operasyonlarını yürüten birimi OPC’nin bütçesi,
1949’da 4.7 milyon dolarken 1952’de 82 milyon
dolara çıktı. Personel sayısı 302 iken 2812’ye
istasyon sayısı 7’den 47’ye çıktı.
1952’de yapılan bir düzenlemeyle CIA iki
ana bölüme ayrıldı. Birincisi İstihbarat Birimi. İkincisi OPC ve OSO’nun birleştirilmesiyle
oluşturulan Operasyon Birimi. Bazı kaynaklara göre George Bush’da Operasyon Biriminde
başkanlık yapmıştı.
1961’de ABD Kara Kuvvetlerinin FM 31-15
Unconvential Warfare kanunnamesinde gizli
operasyonları yürüten personelin hiçbir yasaya
tabi olmadığı yazılıydı. 1964 yılında T.C. Kara
Kuvvetleri Komutanlığı’nda aynı karar çıkarıl-
35
Politika / Gündem
dı. ST 31-15 numaralı kararın 9-b maddesinde
bu konu şöyle ifade ediliyor. “Bir gayrinizamî
kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni
statüye sahip değillerdir.”
CIA’nin Bazı İcraatları
Gladio: Aslında Gladio İtalya’daki örgütün
ismi. Buna benzer pek çok ülkede gizli örgütler
kuruldu. Bu örgütün amacı bulunduğu ülkede
işler emperyalizm açısından iyi gitmediği takdirde ya da emperyalizmin güncel ihtiyaçlarına
göre şekillendirmede kullanılmaktır. Gladio’ya
benzer başka ülkelerden örnek verecek olursak;
Yunanistan’da Sheep Skin, Belçika’da SDRA-8,
Hollanda’da NATO Command, Avusturya’da
Schwert, Fransa’da Rüzgar Gülü, İngiltere’de
Secret British Network isimleriyle ve pek çok ülkede daha kurulmuştu. Türkiye’de ise NATO’ya
girdikten sonra 27 Eylül 1952’de kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu adı altında kuruldu. Bu
yapı 1965’te Özel Harp Dairesi adını aldı daha
etkin bir şekilde görev aldı. Daha sonra 1991’de
genişletilen ÖHD tümen seviyesine getirildi ve
adı Özel Kuvvetler Komutanlığı oldu.
Domuzlar Körfezi Çıkarması: Küba’da
1959 yılında Fidel Castro ve E. Che Guevera önderliğinde sosyalist devrim gerçekleştirildi. ABD
işbirlikçisi ve sadık uşağı Batista diktatörlüğü
yıkıldı. Arka bahçesinde düşman bir ülke istemeyen ABD harekete geçti. Başkan Yardımcısı
Richard Nixon ve CIA Küba’ya doğrudan askeri
müdahale planlıyordu ama Başkan John Fitzgerald Kennedy Amerikan askerleriyle değil Kübalı
işbirlikçilerle işgali gerçekleştirmek istedi. İşbirlikçiler eğitildi silahlandırıldı ve Küba’ya gönderildi. Çıkarma Kübalı devrimciler tarafından
geri püskürtüldü/bozguna uğradı. Başarısızlıkla
sonuçlanan çıkarmadan sonra CIA elemanları
Küba’da sayısız sabotaj, suikast düzenledi. Fidel
Castro’ya yirminin üzerinde suikast düzenlendi
ancak hiçbirini başaramadı.
İran’da darbe: Darbeyi gerekli kılan süreç
şöyle başladı. Bilindiği gibi 1951’de başbakan
seçilen Dr. Muhammed Musaddık ilk iş olarak
BP(British Petroleum) millileştirmek oldu. Gelen bu haber üzerine petrol tekelleri CIA’yi harekete geçirdi. Önce uluslararası alanda İran’a
karşı büyük bir ekonomik ambargo yapıldı.
Musaddık’a karşı, Şah Rıza Pehlevi kullanıldı.
Politika / Gündem
Musaddık’ı ülkeden atmak için CIA sponsorluğunda paralı askerler tutulup tahran sokaklarında çatışmalar yaşandı Musaddık hükümeti
devrildi ve işbirlikçi şah yönetimi ele aldı.
Guatemala’da Darbe: 1951 yılında seçimle
Jacobo Arbenz Guatemala Devlet Başkanı seçildi. Arbenz hükümeti, Rockefellerin sahibi
olduğu United Fruid Company’nin (Birleşik
Meyve Şirketi) elinde bulunan büyük bir araziyi kamulaştırınca Rockefeller tekelinin hedefi haline geldi. CIA 300 civarında paralı asker
tuttu ve demiryolları, fabrikalar, petrol tesislerine sabotajlar düzenledi. CIA uçakları propaganda malzemelerini ülkenin dört bir tarafına
yayıp Arbenz hükümetinin devrildiğini ve General Castillo Armas’ın ve askerleriyle birlikte
darbe yapmak üzere olduğunu söylediler. Buna
inanan Arbenz kaçtı. Ülkenin başına işbirlikçi
General Castillo Armas geçti.
Kongo’da Darbe: 1960’da Belçika’dan bağımsızlığını kazanan Kongo’ yapılan seçimde
tam anlamıyla sosyalist olmasa da yakın duran
Patrice Lumumba devlet başkanı seçildi. Lumumba halkı tarafından sevilen bir liderdi. İktidar elinden alınsa bile ABD için tehdit oluştururdu. Bu yüzden ölmesi gerektiği görüşüne
varıldı ve CIA harekete geçti. Lumumba’nın
öldürülmesi emri doğrudan CIA Başkanı Allen Dulles tarafından verildi ve ABD Başkanı
Eisenhower tarafından onaylandı. CIA destekli
General Joseph Mobutu darbe yaptı. Lumumba
kaçmaya çalışırken Mobutu’nun askerleri tarafından yakalandı ve infaz edildi. Kongo geniş
maden yataklarına sahip. Bu yüzden ABD bu
ülkeye çok büyük önem veriyor. Bu madenler
şuan ABD kontrolünde ve ABD’nin Afrika’daki
en büyük askeri üssü bu ülkede.
Burada yazılanlar CIA’nin yaptıklarına dair
sadece birkaç örnektir. Bunun yanında Vietnam, Dominik Cumhuriyeti, Endonezya, Yunanistan, Şili, Laos, Kamboçya, Angola, Grenada, Libya, El Salvador, Afganistan, Panama,
Haiti, Irak, Yugoslavya, Türkiye gibi ülkelerde
darbe, suikast, sabotaj, katliam, ekonomik savaş gibi gizli operasyonlar gerçekleştirmiştir.
Kana susamış emperyalistleri yeryüzünden silip atmadıkça, vahşileşerek artacak.
36
İZMİR’DE
DÜNYA EMEKÇİ
KADINLAR GÜNÜ MİTİNGİ
İ
zmir’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliği 10 Mart pazar günü
Karşıyaka’da düzenlenen yürüyüş ve mitingle
gerçekleştirildi.
Karşıyaka İzban durağı önünden saat
15.00’te başlayan yürüyüş Karşıyaka çarşı
önünde düzenlenen mitingle son buldu. Mitingi Alınteri, BDSP, Devrimci Hareket, Demokratik Kadın Hareketi, Emek ve Özgürlük
Cephesi, Halk Cepheli Kadınlar örgütledi. Yürüyüş ve mitinge katılımın yoğunluğu dikkat
çekti.
Aktepe Dersimliler Derneği, Alevi Yol Kültür Derneği, Kaldıraç, Köz ve Pir Sultan Abdal
Kültür Derneği Ulukent şubesi de eyleme destek verdi.
Miting New York’lu kadın dokuma işçileri ve devrim ve sosyalizm mücadelesinde
ölümsüzleşen tüm kadınlar şahsında, devrim
şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başladı.
Ardından basın metni okundu ve Grup Gün
Işığı’nın müzik dinletisiyle miting son buldu.
Mitingde okunan basın metnini aktarıyoruz:
YAŞASIN 8 MART DÜNYA EMEKÇİ
KADINLAR GÜNÜ
KADIN ERKEK EL ELE ÖRGÜTLÜ
MÜCADELEYE
Bundan 156 yıl önce 8 Mart 1857’de
Amerika’nın New York şehrinde eşit işe eşit
ücret, çalışma koşullarının düzeltilmesi, sendikalaşma ve oy hakkı talebiyle alanlara çıkan
40 bin dokuma işçisi kadına saldıran polis, 129
kadın işçiyi katletti. Tam da bu mücadeleler
nedeniyle, 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar günü, 1910 yılında Kopenhag’da toplanan
2. Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist
Kadınlar 2. Konferansı’nda, Alman işçi hareketi önderlerinden Klara Zetkin’in önerisiyle
Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak kabul
edildi. O günden sonra 8 Martlar sosyalist kadınların öncülüğünde başta kadınlar olmak
üzere her türlü baskı ve sömürüye karşı kavganın bayrağının yükseltildiği günler
oldu.
Bugün adeta bir direniş
destanı olan, kadınlarla birlikte tüm insanlığın kurtuluşunu işaret eden 1857 8
Mart’ının 156. Yılını geride
bırakmış bulunuyoruz. Bir
asırdan fazla bir süre geçmesine rağmen New York’lu
kadın dokuma işçilerinin
mücadelesi halen yolumuzu
aydınlatmaya, bilincimizi diri
tutmaya devam ediyor.
Kapitalizmin azgınca saldırdığı, emperyalist saldır-
37
Politika / Gündem
ganlığın şiddetlendiği ve egemenlerin kendi
krizini emekçilerin sırtına yüklediği böylesi
bir dönemde, onların mücadelesini bayraklaştırmaya devam ediyoruz. Çünkü bizler biliyoruz ki işsizlikten yoksulluğa, halkların özgürlüğünü hedef alan tüm saldırganlıklardan, kadın
sorununa kadar tüm yaşananlar emperyalist/
kapitalist sistemin bir sonucudur.
Bugün egemenler eliyle cehenneme dönüştürülen ülkemiz adeta bir hapishaneye çevrilmiş, emekçi halkın tamamı bu hapishane içerisinde tutsak hale getirilmiştir. Emekçi halkın
yıllarca bedel ödeyerek kazandığı tüm haklar
ellerinden alınmaya çalışılmakta ve buna tepki veren muhalif her duruş zapt-u rapt altına
alınmaya çalışılmaktadır. Sendikalar yasasıyla
emekçilerin örgütlenmesine karşı bir set oluşturulmaktadır. Taşeronlaştırma ile birlikte işçi
ve emekçilerin tüm güvenceleri ortadan kaldırılarak onlara açlık ve yoksullukla malul bir yaşam egemenler tarafından reva görülmektedir.
Eğitimden sağlığa, ulaşımdan sosyal güvenliğe,
halkın parasıyla oluşturulmuş kamu kurumlarından (KİT) enerji üretimine, ormanlardan
akarsulara, madenlerden otoyollara, tarımdan
turizme kadar ülkemize gözünü diken emperyalizm, egemenler eliyle kendi krizinin yükünü bizim sırtımıza yıkmaya çalışmaktadır.
Emperyalizmin yaşadığı kriz ülkeleri özelinde işçi ve emekçilerin sırtına yıkılırken Dünya çapında ise kriz Ortadoğu ülkelerinin daha
derin sömürüsüyle atlatılmaya çalışılmaktadır.
Politika / Gündem
Bu kapsamda Türkiye emperyalizm için ucuz
iş-gücü cenneti haline getirilmeye çalışılmakta
ve kadın emekçiler bu saldırıdan en büyük payı
almaktadırlar.Recep Tayyip Erdoğan’ın 2 gün
önce katıldığı 8 Mart etkinliğinin isminin ‘’Kadın emeği, Türkiye Ekonomisinin Yeni Dinamiği’’ olması egemenlerin kadına kriz sürecinde yüklediği işlevi apaçık ortaya koymaktadır.
Kapitalist sistemde kadın emeğinin sömürüsü
gibi yine kapitalist sistem tarafından dayatılan
cinsel sömürü de bir o kadar yoğun yaşanmaktadır. Kadını cinsel bir obje olarak gören
kapitalizm yine kadını kendi çirkin yüzünü
makyajlamak için meta haline dönüştürmeye
çalışmaktadır. Bunun yanında kadına yönelik
şiddet adeta olağan bir durum halini almıştır.
Geçtiğimiz günlerde, Dünya Emekçi Kadınlar Gününden 1 gün önce Manisa’nın Turgutlu ilçesinde bir kadın, kocası tarafından
kendini aldattığını düşündüğü gerekçesiyle
bıçaklanarak öldürülmüştür. 8 Mart günü ise
Diyarbakır’da bir kadın aracında ayrıldığı sevgilisi tarafından kurşunlanarak hayatını kaybetmiştir. Töre, sevgi, aşk adı altında kadınlar
öldürülmekte ve bu cinayetlere hergün yenileri
eklenmektedir. Yine geçtiğimiz günlerde Kars
Kafkas Üniversitesi öğrencisi bir kadına tiyatro
gösterisinde Cumartesi Annesi rolünü oynadığı için soruşturma açılmış, götürüldüğü karakolda polis tarafından zorla çırılçıplak soyularak kameralı bir odada ifadesi alınmıştır. Bütün
bu taciz, tecavüz ve katliamı yaratan sistem, bir
38
yandan cezaevlerini devrimcilerle doldururken diğer yandan da katilleri ceza indirimleri,
hafifletici sebepler vb. nedenlerle korumaktadır. Sistem tarafından hedef haline getirilen
kadınlar geçmişte büyük bedeller ödeyerek
elde ettikleri kazanımları kaybetmektedirler.
Kreş hakkından doğum izni ve yardımına kadar birçok kazanım rafa kaldırılmıştır. Kadın
emeğini azgınca sömüren egemenler emekçi
kadınların taleplerini karşılamak şöyle dursun,
varolan haklarını dahi ellerinden almaya çalışmaktadırlar.
ABD’nin geçmişte Afganistan’dan, Irak’tan
tanıdığımız demokrasi söylemleri dün Libya’da
kendini göstermiş bugün ise Suriye’de yerini
almıştır. Onların demokrasi söylemi; halklar
için ancak daha fazla sömürü, kan, gözyaşı ve
katliamdır. Bütün bir Ortadoğu coğrafyasında
kadınlar emperyalist işgalciler ve işbirlikçileri
tarafından savaş ganimeti olarak görülmekte,
yağma edilircesine tecavüze uğramakta, katledilmektedir. Bunlar yetmezmiş gibi şeriat
rejimlerinde kadınlar tecavüze uğradıkları gerekçesiyle zina suçuyla hapis cezası almakta,
cezalandırılmaktadır. Bu koşullarda emekçi
niteliğiyle ağır bir sömürüye maruz kalan kadınlar haklarını arayamaz duruma getirilerek
edilgenleştiriliyor, metalaştırılıyorlar.
‘Kadının kurtuluşu, kapitalizme karşı mücadeleden geçer’ diyen Clara Zetkin, kadının
kader demirini tersine büküp tutsaklıktan özgürlük damıtmasının tek yolunun mevcut sömürü aygıtına karşı direnmekten ve ona karşı
örgütlü bir mücadele vermekten geçtiğini ifade
eder. Bugün hemen her alanda yaşanan saldırganlıkların kaynağı, kapitalist/emperyalist sistemi işaret etmektedir. Sistemi hedef tahtasına
oturtmayan her anlayışın ıskalamayla sonuçlanacağı bilinmelidir. Bu nedenle başta azgınca sömürünün nedeni olan sisteme karşı tavır
alınmalı, ona karşı adım adım her demokratik
hak için mücadele edilmelidir.
Kadının kurtuluşu bütün bir insanlığın kurtuluşundan geçmektedir. Bu nedenle; Türk’ü,
Kürd’ü, Laz’ı, Çerkez’i, alevisi-sunnisi, erkeğikadınıyla; işçisi-memuru, köylüsü-öğrencisiyle
tüm halkların kurtuluşu, sömürünün, açlığın,
işsizliğin olmadığı bir ülke için mücadele etmekten geçmektedir. Ve bu mücalede kadınlar
hep en ön safta yer almışlar ve yer almalıdırlar.
Eşit işe eşit ücret için, işyerlerinde ve emekçi
semtlerinde ücretsiz ve nitelikli kreş hakkı için,
emperyalist savaşlara dur demek için, kadınlar
üzerindeki cinsel, ulusa, sınıfsal baskıya son
vermek için, kadınların üzerindeki faşist baskıların son bulması için;
39
KADIN ERKEK OMUZ OMUZA
ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE...
Politika / Gündem
ASIL ÇARESİZLİK BİLGİSİZLİKTİR: DAVA
Okan Üniversitesi’nden Bir Yolculuk Okuru
Ne kadar kötü olurdu değil mi: Hiç sebep
yokken gözaltına alınmak ve öldürülmek.
Gerçi insanlık bunu yüzyıllar boyunca yaşadı. İktidar, güç, sermaye hırsına kimileri suçsuz oldukları halde, ‘suç üretilerek’ yargılandı
(veya yargılanmadan) ve idam edildi. Anlayacağınız çok da yabancı değiliz bu duruma. Lakin bu yazıda tanıtmak istediğim romandaki
adam, ilginç bir biçimde bir yıl kadar uğraşsa
da suçunu öğrenemiyor. Belki de onu öldüren
celladının elleri değil bu öğrenme isteğinin
doyurulmamasıdır. Orasını bilmiyoruz fakat
bildiğimiz Franz Kafka’nın on yıllar hatta yüz
yıllar boyunca konuşulacak bir eser kaleme aldığıdır. Gelin birlikte Dava’yı inceleyelim.
Kitabımız, sıradan bir banka çalışanı olan
Joseph K.’nın bir sabah kirada kaldığı evde yakalanmasıyla başlar. Joseph ne olduğunu anlamadan mahkemeye götürülür. Suçunun ne
olduğunu öğrenemez. Bu kaos ortamı sıradan
bir memur için , özellikle Kafka’nın kahramanlarından biri için, oldukça ağırdır. Böylece onu
delirten süreç başlar. Bir avukattan yardım almak ister fakat avukat kötürümdür ve Joseph
işlerine yardım etmediği sonucunu çıkarır.
Avukata bir süre sonra , onun yardımını istemediğini söyler fakat bu kez de avukat bu işten vazgeçmek istemez. Olaylar silsilesi içinde
okurun dikkat etmesi gereken yerlerden biri de
Joseph’in yaşamındaki aniliktir. O, bu tempoya
alışkın olmadığı için işini aksatır, farklı farklı
yerlere gider, yaşamı alt üst olur ve bunların
hepsinin temelinde tek bir sorun vardır: Suçunu öğrenip davadan beraat edebilmek. Aslında
beraat kararı ikinci plandadır, asıl olan suçunun ne olduğunu bilmektir. İşte bilinemezlik
duygusunun insanı ne kadar korkuttuğu ve çekindirdiğinin somutlaşmış hali. Gerçekten de
yazarın üstünde durmaya çalıştığı noktalardan
biri de insanoğlunun bilmediği, daha önce görmediği durumlardan çekinmesidir. Bu doğal
bir yasadır adeta. İnsan, soruna çözüm bulmak
için önce sorunu tam ve doğru olarak saptamalıdır. Ömrümüzün büyük kısmında aslında
sorunları saptamaya çalışırız. Çünkü problem
bir çözümden önce dikkatli bir biçimde araştırılmayı hak eder. Joseph, bu ikilime yaşamaktadır. Bir yandan hayatını eski düzene (eski
sıkıcılığı da diyebiliriz) döndürmek için çaba
harcar, diğer yandan bilmeme durumu onun
bu olaylardan daha fazla çekinmesine yol açar.
Kaçabilmek kurtulabilmek için her yolu dener.
Kaçış, insanın önündeki tek çözüm değildir,
evet belki sorunla yüzleşmek onu daha güçlü yapabilir. Ama bilmediğiniz bir şeyle nasıl
yüzleşebilirsiiniz ki? Yazarın bilinçaltını çok
iyi okuyan ve insan yaşamındaki derinlikleri
duygusal ve nesnel açıdan yansıttığı paragraflar özellikle rakip tanımaz.
Aynı zamanda bir iç hesaplaşması da diyebiliriz. Umudun ne kadar bir güç olduğu pek
çok satırda karşımıza çıkar. O düzeydedir ki,
son bölümde Joseph iki adam tarafından götürülürken bile yakın bir evde bir pencerenin
açıldığını görür. Bu bile kahramanımıza farklı
düşünceler ve umut katmaya yetmiştir. Tüm
roman boyunca kahramanın bu serüvenin
içinden çıkabilmek amacıyla kendisine göre
hiç kalkışmayacağı işlere kalkışması, kendi halinde bir orta sınıf üyesi kişiliğinden koparak
(başta da dediğim gibi) ani kararlar vermeye alışmasıdır. İşte bu kanıksama durumu da
onun geleceğini belirleyen etmenler olacaktır.
Peki biz buradan ne çıkartabiliriz? Bunu okura
bırakıyorum. Gerçekten de bir solukta okunabilecek ilginç bir roman diyebiliriz Dava için.
Kimine göre emprestyonist bir kitap, kimine
göre bilinçaltı kimine göre ise bir klasik. Her
ne olursa olsun Dava, bireyin öğrenme amacı
için yaşadığını, öncelikle ‘Neden’ sorusunun
yanıtını aradığını dramatik biçimde gözler
önüne serer.
40

Benzer belgeler

yolculk 8 - Devrimci Gençlik

yolculk 8 - Devrimci Gençlik dikkate alınmayan her birimin sonuç üzerinde olumsuz etkisi olacaktır. Doğa yasaları ile toplum yasalarının kendine has özgünlükleri olsa da son tahlilde doğanın bir ürünü/parçası olan insanın ve k...

Detaylı