PDF Oku - sence dergisi

Transkript

PDF Oku - sence dergisi
Selam ile…
Sence 1 yaşında.
Sen istedin diye, Sen destek verdin diye, Sen varsın diye Sence yayın hayatına 1 yıldır
devam edebiliyor. Seninle ve senin için varlığını sürdürebilmeyi ümit ediyoruz.
Mübarek bir coğrafyada, zorlu imtihanlardan geçmiş mübarek bir milletin bugünkü evlatları olarak kolay günlerde değiliz. Türk milletini yok sayan resmi rical, Türk’ü bir aşiret adı
sanan bir çuval dolusu diplomalı cahil, olanlara aldırmayan bir yığın gafil… Karabulutlar
olup milletimizin istikbaline, istiklaline gölge etme kabiliyeti kazanmış durumdadır.
Sence, Türk’ün Çinli prensesten İranlı çikolata kutusuna kadar varan gaflet ve dalalet tarihinden aldığı dersle, senin sesin olmak için bu sayıda, Türk’ü anlattı. Onun için Fahrettin
Yokuş’un kalemiyle “Can ve Ten: Türk ve İslam” dedik. Kamil Hayati Aydın’ın “İslam’a göre
milliyetçilik ve ırkçılık” yazısıyla eski tartışmaya bir din alimi gözünden katkı vermek istedik.
Mehmet Akif Terzi, “Türk İslam Sentezi”ni analiz etti. Türk’ün en taze acılarından birisini
“Hocalı katliamı ve soykırım suçu kapsamında değerlendirilmesi” yazımızda gündeme getirdik.
Yasemin GÜNGÖR ⎟ Editör
Türk’e dair birçok şeyin arasından “Anadolu kültüründe düğün ve merasimler” ve bir spor
dalı olarak “Cirit” sayfalarımızı süsledi.
Sence bu sayısında bir din alimini sayfalarında konuk etti. Ankara Milletvekili Prof. Dr.
Mustafa Erdem’den kutlu doğum haftası vesilesiyle Peygamberimizi dinledik. Ayrıca Türk
Hukuk Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ali Akyıldız ile de hukukun kıymetini gündemimize getiren bir röportaj yaptık.
Bu sayıda siyaset, düşünce, sanat ve iş dünyasından yitirdiğimiz değerleri; Başbuğ Alparslan Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu’yu hasretle ve rahmetler yad ettik. Üstat Necip Fazıl
ve Aşık Veysel’i Türk tefekkür ve şiirindeki güzide yerleri, Sakıp Sabancı’yı başarı öyküsü
dolayısıyla öne çıkardık.
Bahar aylarında dikkatli olalım diye; “Mevsimsel alerjik rinit”i tanıttık. “İletişim ve vücut
dili” ile kendimize ayna tuttuk. “Kötü yönetimi tedavi etmek” için etik değerlerin önemini
dillendirdik.
Bunların yanında çağımızın önemli bir sorununu “Güvenli internet ve kullanımı” yazımızda inceledik. İçimiz yanarak “Sapanca yok olmasın” diye feryat ettik. İçimizden birini
“Durak Duran Düz”ü seninle tanıştırmak istedik. Yemek sayfamızda “Türküler eşliğinde
elbasan tava” yaptık. Afiyetle yiyin diye…
Sence sen’le geçen bir yılın ardından birinci doğum günün kutluyor. Kafanı kaldırınca gökyüzünü kaplayan havai fişekler gösteremesek de, sayfalarımıza coşkumuzu yansıtmak istedik.
İyi ki Sence’yi sensiz bırakmadın!
Keyifli okumalar….
İÇİNDEKİLER
Türk Büro-Sen Adına Sahibi
Fahrettin YOKUŞ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Cafer SEÇER
4
Can ve Ten Türk ve İslam
8
İSLAM’a Göre Milliyetçilik ve Irkçılık
Editör
Yasemin GÜNGÖR
Yayın Kurulu
Nejla ÖKSÜZ
Dr. Süleyman GÜNGÖR
Ebubekir KORKMAZ
Yunus Şevki KİBAR
Mustafa YİĞİT
Yönetim Yeri
Dr. Mediha Eldem Sk. No.
Kocatepe / ANKARA
Tel: 0.312 424 22 11
Kapak Yazı
(Devlet ve Devlet Terbiyesi s. 382)
Reklam Rezervasyon
Tuğçe DEMİR
Tel: 0.312 434 04 12
Faks: 0.312 434 04 13
Yapım
Alban Tanıtım Ltd. Şti
Meşrutiyet Cad. No: 41/10
Kızılay/ANKARA
Tel: 0.312 430 13 15
www.albantanitim.com.tr
Baskı
Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti.
Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA
Basım Tarihi
Nisan 2014
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
(Dört ayda bir yayımlanır.)
Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir.
ISSN: 2147-7329
Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından
ücretsiz dağıtılmaktadır.
13
Her kim ki muradına ermek isterse, Türklüğe bağlı
kalsın. Çünkü Türklük; temiz yüreklilik, mertlik,
merhamet, ada- let, hak tanrılığın hamuruyla
yoğurulmuştur.
“Eğer Rabbin dileseydi insanları el- bette tek bir
ümmet yapardı.” (Hûd 118)
Ankara Milletvekili
Prof. Dr. Mustafa ERDEM’le
Türklerde, Peygamber Sevgisi ve Kutlu Doğum
Haftası...
18
Kimler Geldi Kimler Geçti...
20
Türk İslam Sentezi
24
4
13
Alparslan TÜRKEŞ, MuhsinYAZICIOĞLU, Necip Fazıl
KISAKÜREK, Aşık Veysel ŞATIROĞLU, Sakıp SABANCI
...”Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’
mıs- raıyla başlayan manzumesinde, bana
millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı
bulmuştum...”
24
Mevsimsel Alerjik Rinit
Kış mevsiminin ardından baharın gelmesiyle
birlikte hava ısın- maya, doğa canlanmaya başlıyor.
Ağaçlar çiçekleniyor, çimenler yemyeşil oluyor,
çiçekler açıyor, kuşlar ötüyor özellikle de çocuklar
için dışarıda bulunmak içerde bulunmaktan çok
daha eğlen- celi oluyor.
18
28
38
İletişim ve Vücut Dili
İletişim, kısaca kişinin davranış, konuşma,
susma, duruş, oturma biçimi, kendini
ifade etme biçimi, kısaca çevresine mesaj
iletmesidir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi
iletişim süresince kişiler çevrelerine ses, söz
ve davranışları (vücut dili) ile belli oranlarda
mesajlar verirler.
Birşey Saklıyor
28
İletişim Açık Değil
Türk Hukuk Enstitüsü Başkanı
Prof. Dr. Ali Akyıldız’la
Tehditkar
Bırakmak için sabırsız
Kapalı bir zihin
38
46
Güvenli İnternet, İnternetin
Güvenli Kullanımı
44
Hocalı Katliamı ve Soykırım Suçu
Kapsamında Değerlendirilmesi
Hocalı vahşeti Ruslar’ın 366. alayın
desteğiyle 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gece (1992) gerçekleştirilmiştir.
Bu vahşetin emrini Ermenistan’ın eski
devlet başkanı Robert KOÇARYAN vermiş
ve o zaman ordu komutanı olan ve hali
hazırdaki devlet başkanı Serj SARKİSYAN’ın
talimatları ve gözetimi altında
gerçekleştirilmiştir.
58
Anlamsızca sana bakıyorum
Savunma
Mümkün olduğunca SPAM mailler
açılmamalı, bu maillerin içeriğinde olan
dosyalar ise kesinlilikle açılmamalı,
46
İlgili
Güvensiz
Agresif
Vatan haini arıyorsanız, yargı bağımsızlığını
sarsacak davranışları yapanlara bakınız.
Onlardan daha fazla bu vatana zarar veren
kimseler olmaz.
44
Düşmanca Tutum
Yalan
58
Anadolu Türk Kültüründe
Düğün ve Merasimler
“Ziyafetler türlü türlü olur. Bunlardan
biri düğün ziyafetidir, biri de bir oğlun
doğumu, sünneti dolayısıyla verilen
ziyafettir.”
64
Bir Türk Sporu Cirit
Oğul at üstünde yiğit olur, yiğit at üstünde
düşman kırar, yurt tutar, devlet olur.
64
SENCE
Can ve Ten
Türk ve İslam
Fahrettin YOKUŞ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkanı
“Her kim ki muradına ermek isterse, Türklüğe
bağlı kalsın”
“Gördük ki, Tanrı devlet güneşini Türk burçlarından doğurdu. Onlara ülkelerin yönetimini ihsan etti. Türkleri
devirler içinde Han-Hakan kıldı. Bütün insanlığın idare
dizginleri Türk’ün elinde oldu.
Her kim ki muradına ermek isterse, Türklüğe bağlı kalsın.
Çünkü Türklük; temiz yüreklilik, mertlik, merhamet, adalet, hak tanrılığın hamuruyla yoğurulmuştur.
Bu hasletler Türk’e Tanrının ikramıdır. Türklüğe saygının
temeli de Türkçeyi öğrenmek, Türkçe konuşmaktır.
Türklüğün destanlarını dinleyin, öğrenin, övünün...
4
SENCE 2014 Sayı 4
Dünyanın öyle devirleri olacaktır ki, öyle günler gelecektir
ki; Oğuz Türkleri, dünyanın yönetimini ellerine alacaklardır. Yeter ki, Türklüklerini unutmasınlar, Türklüğe layık olsunlar.” *Divan-ı Lügati’t – Türk
Türk olup da Türklüğünden utananlar ve bölücülük yapanlar belki ibret alır, gaflet içindeki insanlarımız da, bu gaflet
uykusundan uyanır umuduyla bazı bilgileri, tarihi vesikaları
sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Dünyada son Türk kalsa o ben olurdum”
Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kâmil ve dört
büyük mezhebin fıkıh biliminde otorite olmuş, İmam-ı Ali
Rıza Bin Musa Kazım soyundan olduğu Irak’taki şer’i mahkeme kayıtlarıyla tespit edilmiş aynı zamanda ruh bilgile-
Bu sözlere çok sinirlenen Seyyid Abdullakim Arvasi ise;
“Ben bir Seyyid’im (Peygamber soyundanım). Yani bu
demektir ki Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler
silinse, üç Türk kalsa biri ben olurdum. İki Türk kalsa gene
biri ben olurdum. Son Türk kalsa o da gene ben olurdum.
Çünkü Türkler olmasa bugünkü manada İslamiyet olmazdı” demiştir.
“Eğer Türk Milleti olmasaydı, İslam Arap
yarımadasına hapsolurdu”
Pakistan’ın büyük düşünürü Muhammet İkbal, Pakistan’ın
yetiştirdiği en büyük mütefekkirdir. Pakistan’ın bağımsızlık
mücadelesinin sembolü olmuştur. Onun en büyük özelliklerinden biri de, Türk Milleti ile Türk Milleti’nin yetiştirdiği
devlet adamı ve din âlimlerine olan büyük sevgisidir.
Muhammet İkbal, ülkemizin yedi düvelle boğuştuğu, kurtuluş mücadelesinde hem madden, hem de manen Türk
Milleti’nin yanında olmuştur.
Ülkesinde yardım kampanyaları düzenleyerek, o günün
şartlarında çok önemli miktarlarda para toplayarak ülkemize göndermiş, kurtuluş mücadelemize çok büyük katkı
sağlamıştır.
Kurtuluşumuz için tüm Pakistan halkıyla birlikte dualar etmiş şiirler ve makaleler yazmıştır.
Muhammet İkbal ilk Türkiye seyahatine çıktığında, seyahat
ettiği uçağın kaptan pilotuna “Türk hava sahasına girildiğinde kendisine haber vermelerini” söyler.
Pilotun, uçağın Türk hava sahasına girmek üzere olduğu
haberini vermesi üzerine de; hemen ayağa kalkar ve öylece
durur..!
Güncel
ri mütehassısı olan büyük alim Seyit Abdullakim Arvasi’ye
Osmanlı’nın dağılma döneminde, müritleriyle birlikte gittiği
Arabistan’da, oranın ileri gelenleri, kendisine medrese yapacaklarını ve her türlü imkanı sağlayacaklarını taahhüt ederek, orada kalmasını teklif ederler. Gerekçe olarak da, “Osmanlı zaten öldü, Türk diye bir şey de kalmamıştır” derler.
Yanındakiler neden ayağa kalktığını sorduğunda da; “Bu
topraklar mübarek topraklardır. Bu mukaddes mekânda
yaşayan millette öyle bir millettir ki, yıllarca İslam’ın muhafızlığını yapmıştır. Eğer Türk Milleti olmasaydı, İslam
Arap yarım adasına hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde hazreti Mevlana’ya ve onun necip milletine karşı
sonsuz bir saygım vardır. İşte bundan dolayı, yani onlara
hürmeten ayağa kalktım” der.
Muhammet İkbal’in Kurtuluş mücadelemizin Başkomutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e de
büyük sevgi ve hayranlığı vardı.
Atatürk için, “Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken;
O’nun (Atatürk’ün) bakışıyla cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik” demiştir. Atatürk’le aynı yıl
Hak’a kavuşan Muhammet İkbal’i Türk Milleti hiç unutmayacaktır.
“Onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever”
Yine hayatı boyunca, bölücülüğe karşı çıkan, bu tür çabaların ancak yabancı mihrakların işine yarıyacağını ve İslâm
Ümmetini; bölüp parçalamaktan başka bir anlam taşımadığını savunan Bediüzzaman mütarekenin o sancılı günlerinde Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyit Abdülkadir’in Kürdistan
devleti kurma teklifini,
“Allahü Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de, Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları
sever’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm ki bu kavmin bin yıldan beri Âlem-i İslâm’ın
bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu
kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi
kimsenin peşinden gitmem” diyerek reddetmiştir.
SENCE 2014 Sayı 4
5
SENCE
Alt kimliklerin öne çıkartıldığı ve üniter yapının kaldırıldığı
tüm toplumlar zaman içerisinde ayrışmayla yüz yüze kalmış ve bölünmeleri mukadder olmuştur. Maalesef tarihimiz bunun örnekleri ile doludur.
Başbakan tarafından 36 etnik gruba ayrılan bir millet yapısını düşününce, geleceğimizin nelere gebe olduğunu görebiliyoruz.
Kurucu unsuru oldukları Osmanlı Devletinde Türkler savaş
zamanlarında cephede en ön saflarda ölüme meydan okuyarak düşmana savaş meydanlarını dar etmişler maalesef
barış zamanında Anadolu’nun kah bozkırlarında kah kuş
uçmaz kervan geçmez dağ köylerinde kahır çile ve cefa çekerek kaderlerine terk edilmişlerdir.
Padişan II. Abdül Hamit Han zamanında saray bahçesinde
cereyan eden şu olay Türk Milletinin içine düşürüldüğü durumun tespiti açısından son derece ibret vericidir.
“Ben de Türk’üm”
Bir gün sarayda üst düzey görev yapan bir Arnavut, bahçıvanlık yapan bir Türk’e “Pis Türk” diye haykırır bu hakaret
olayına sarayın penceresinden şahit olan Padişah II. Abdül
Hamit haykırarak şöyle der, “Unutma ki ben de Türk’üm”
Yine Ahmet Vefik Paşa, 1880 yılında Bursa Valisi iken halkın
dertlerini dinlemek için gittiği Bursa’nın İnegöl ilçesinde
halkla sohbet etmek için geniş katılımlı bir toplantı yapar.
Paşa, toplanan halkı tek tek süzer. Kıyafetlerini ve konuşmalarını dikkatle izler. Bazılarının pervasızca konuşmaları
Paşanın gözünden kaçmaz.
“Bu memlekette Türküm demek suç mudur?”
Paşa; karşısında oturan iri kıyım, altın köstekli ve ayak ayaküstüne atıp keyfince oturan şahsa hitaben:
- Beyefendi siz kimsiniz? Hangi millettensiniz? diye sorar.
6
SENCE 2014 Sayı 4
- Ben, şehir eşrafından Kiremitçiyan Oğullarından zeytin
tüccarı Bogos’um, Paşa Hazretleri.
Sağında oturan şahsa hitap ederek,
- Ya siz beyefendi?
- Ben, İnegöl eşrafından Pastırmacıyan Oğullarından zeytinyağı tüccarı Artin’im, Paşa Hazretleri.
Solunda oturan şahsa dönerek:
- Siz beyefendi?
- Ben Paşa Hazretleri, şehir eşrafından Kasapyan Oğullarından koyun ve sığır tüccarı Popopalas’ım... diye cevap
verirler.
Bu sırada Paşanın gözü, arkalarda kırık bir iskemlenin üstünde oturan üstü başı dökülen, saçı sakalı birbirine karışmış bir ihtiyara ilişir. Parmağını uzatarak,
- Ya siz babacığım, siz hangi millettensiniz? diye sorar.
İhtiyar, bir Vali tarafından kendisine sual sorulacağını hiç
ümit etmediğinden, sualin kendisine değil, etrafında bulunanlardan birine sorulduğunu sanarak etrafına bakınır.
Paşa,
-Babacığım size soruyorum? diye tekrar eder.
İhtiyar tereddütle kendi kendini işaret eder:
- Bana mı soruyorsunuz Paşa Hazretleri?
- Evet, Babacığım sana soruyorum. Sen hangi millettensin?
İhtiyar yavaş, yavaş ayağa kalkar. Elini avucunu ovalar, kekeleyerek:
- Ben Paşa Hazretleri, ben hâşâ huzurdan Türk’üm, der.
Bu sözler üzerine Paşa sesini yükselterek:
- Be babacığım, bu memlekette Türk olmak, Türk’üm demek suç mudur ki, böyle konuşuyorsun. Ben de Türküm.
Türk milliyetçiliği ırkçılığı kesinlikle reddeder. Türk demek
islam demektir. Çünkü Türk Milleti;
- Sahi mi Paşa Hazretleri sen de Türk müsün? Türk’ten
Paşa olur mu, Paşa Hazretleri?” der.
Elif okuduk ötürü
Pazar eğledik götürü
Yaratılanı hoş gördük
Yaradan’dan ötürü
- Babacığım, Paşa olmak ne ki. Yedi cihana baş eğdiren
Padişahlar da Türk’tür, anladın mı? ”der.
Bu durum karşısında Paşanın gözleri yaşarır. Rahatça ağlayabilmek için sırtını kalabalığa dönerek yürür gider…
İhtiyarın ruh hali bugün için de bulunduğumuz duruma ne
kadar benziyor değil mi?
Allah, Peygamber ve şeyhi Abdülhâkim Arvasi dışında kimseyi beğenmeyen İslam imanı ile birlikte engin bir Türklük
şuuruna sahip, Türkçenin süvarisi ve Türk şiirinin sultan
ismi Üstat Necip Fazıl Kısakürek ömrünün son yıllarında
kendisini ziyarete gelen Prof Dr. Ayhan SONGAR ve Ahmet
KABAKLI’ya;
“Muhterem dostlarım, mensubu bulunduğunuz Türk Milleti’ni tıpkı ailenizi, babanızı, annenizi, eşinizi ve çocuklarınızı sever gibi sevip Türklüğünüz ile övünüp, iftihar edebilirsiniz. Zira Türk oluşumla ben de daima övünüp iftihar
etmişimdir. Çünkü bizler ciğerlerine kadar Müslüman ve
dibine kadar Türk olan insanlarız.” demiştir.
Büyük önder Atatürk’ün beden babam Alirıza Bey, fikir babam Ziya Gökalp diye taktir ettiği ünlü düşünürümüz Ziya
Gökalp ise Türk Milliyetçiliğinin en temel esaslarından birisinin de İslam dini olduğunu belirterek. “İslamiyet’i kabul
eden Türk boyları Türk olarak kalmışlar; diğerleri benliklerini tamamıyla kaybetmişlerdir.” tespitinde bulunmuştur.
Türk olmayan ancak Türklerle aynı coğrafyalarda yaşayan
Müslümanlara TÜRK denilmesi. Köken olarak Türk Irkından
olan bazı toplulukların ise bugün Türk olarak anılmaması
Ziya Gökalp’in bu tespitinin ne kadar isabetli olduğunun bir
göstergesidir.
Güncel
İhtiyar koşarak Paşanın yanına gelir, yerden bir temenna ile
eteklerine ve ellerine sarılarak öpmek ister;
diyen Yunusun, “Ne olursan ol yine gel” diyen Mevlana’nın, Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş-Î Veli’nin köklü kültürünü taşımaktadır.
Büyük önder Atatürk;
“Yurdumuz ve milletimiz bölünmez bir bütündür. Bütünlüğün devamı, Türklük şuuru ve onun besleyicisi, milli gelenek, görenek ve milli kültürümüzle sağlanmalıdır.”
“Müslümanlık da Türk’ün milli dinidir. Müslümanlığı Türkler
yaymışlardır ve Türkler kendileri de en geniş manasıyla anlamışlar ve benimsemişlerdir”
“Türk Milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği
ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime; Bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum”
“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için
akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim
dinimiz bunlara tamamen uyar” diyerek bize Türklük ve
İslamın bir birinden ayrı değerlendirilemeyeceğini; Türk
ve İslamın Can ve Ten olduğunu çok net bir şekilde ifade
etmiştir.
Yeni Türkiye oluşturma iddiası ile Türklüğümüzü, Atatürk’ümüzü ve hatta “Türk Milleti” kavramını ortadan kaldırmak
için olağanüstü bir çaba sarf ediyorlar. Bölücülüğe çanak
tutup, adı olmayan yeni bir millet yaratılmaya çalışılıyor.
Böyle bir süreçte gaflet ve delalet içinde olanlara lütfen
bunları anlatalım.
SENCE 2014 Sayı 4
7
SENCE
İSLAM’a Göre
Milliyetçilik ve Irkçılık
Kâmil Hayati AYDIN ⎟ Emekli Müftü
Milliyetçilik Tarifi
Milliyetçiliğin çok çeşitli tarifleri (tanımları) vardır. Ancak biz genel kabul gören birisi ile yetineceğiz.
Milliyetçilik, bir milletin meşru haklarını sağlamayı hedef alan, o milletin sevgisinden ve mensubiyetinden doğan şuur (bilinç) ve aksiyonun (milletinin devamını ve yücelmesini sağlamaya yönelik çalışma)
ifadesidir.
8
SENCE 2014 Sayı 4
Emperyalist Milliyetçilik: İngiliz ve Fransızların kendilerini üstün görerek diğer
milletleri boyunduruk altına almaları ve
bütün kaynaklarını sömürmeleri. Üstelik
bunu yaparken de sömürdükleri milletlere “insaniyetçilik” propagandası yapmaları. Asrımızda bu işi ABD (Amerika
Birleşik Devletleri) en acımasız biçimde
yapmakta, işgal ettiği ülkelere de güya
demokrasi(!) götürmektedir. En yakın ve
sıcak örneği Irak’taki mükemmel demokrasidir.(!)
İngiliz ve Fransızların başarılarını kıskanan ve pay isteyen Alman ve İtalyanların
daha sert tonda ve üstün ırk iddiasıyla
ortaya çıkan milliyetçilikleri ki, işte ırkçılık budur. İkinci Dünya Savaşında bu iddia
ve zihniyetle yola çıkanların dünyaya ve
insanlığa verdiği zarar hafsalaya sığmayacak kadar büyüktür.
Rusların durumu da aynıdır. Güya milliyetçilik fikrini yok etmek ve “dünyavatandaşlığı” fikrini yaymak ister ama komünist parti üyelerini hizmet ve lidere
bağlılıklarına göre birinci sınıf vatandaş
sıfatıyla iş başında tutar, böylece ayrıcalıklı bir sınıf ortaya çıkarır.
Tecritçi Milliyetçilik: Âdeta dünya ile
alâkasını keserek, sınırları içerisinde kalkınmasını sağlamaya çalışmak. (Elbette
bu mümkün değildir. Dünyadan soyutlanarak bir yere varılamaz. Çünkü dünyada
en zengininden en fakirine bütün milletler mutlaka bazı konularda birbirlerine
ihtiyaç duyarlar.) Bu şekil sonunda ya
emperyalist veya demokratik milliyetçiliğe dönüşür. Enver Hoca döneminde Arnavutluk böyleydi.
Demokratik Milliyetçilik: Millet ve milliyetini dünya milletleri içerisinde insanlığın eşit bir parçası olarak görüp, insan-
ların köle, efendi değil, milletler halinde,
barış ve kardeşlik ilkeleri doğrultusunda
özgürce yaşamalarını sağlamayı amaç
edinen milliyetçilik. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
bu kategoride, yani demokratik milliyetçilik içinde yer alır.
Güncel
Milliyetçilik Çeşitleri
Milliyetçiliğe Karşı Olanlar Ve Sebepleri
İmparatorluklar milliyetçiliğe karşıdır;
İmparatorluk mantığı bunu gerektirir.
Aksi halde yönettiği çok çeşitli milletleri o
çatı altında tutamaz. Hâkimiyeti altındaki
milletleri uyandırmamak için milliyetçiliğe karşı görünür ama kilit noktalarda hep
kendi aslî unsuruna yer verir. Bunun tek
istisnası Osmanlı’dır. Devleti kuran aslî
unsuru, Türk’leri dışlamış, hep dönmelere, devşirmelere makam mevki vermiş
ama gücünü kaybettikten sonra da gayr-i
Müslim ve gayr-i Türk unsurların ihânetleriyle yıkılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuranlar, yine asırlarca dışlandığı, fakir
ve cahil bırakıldığı halde Türk Milleti olmuştur.. Bu gün iyice açığa çıkan Türk ve
Atatürk düşmanlığının altında yatan esas
sebep budur. Bazılarının Osmanlı’yı sevmesinde de kendilerini Türk saymama,
Türk kimliğini kabullenememe mantığı
ve psikolojisi vardır.
Sömürgecilik milliyetçiliğe karşıdır; ABD
ve Batı Avrupa sömürdüğü ülkelerde milliyetçi fikirlere asla izin vermez, ânında
ezer ama rakip emperyalistlerin sömürdüğü milletlere de milliyetçiliği telkin
eder. Meselâ S.S.C. Birliği zamanında,
ABD özellikle Türk bölgelerinde hep milliyetçilik propagandası yaptırmıştır.
Bizdeki milliyetçilik karşıtları;
Osmanlıcılar; Soy, dil, din, kültür farkı
gözetmeden bütün unsurları tek bir millet OSMANLI sayılmasını savunanlar. Bu
fikre samimi olarak inanan, siyasi yönden faydalı gören, fikirde hatalı olanlar.
SENCE 2014 Sayı 4
9
SENCE
der. Bir öğrenci söz ister ve “müellim
(Azerbaycan’da “Muallim” i böyle telaffuz ediyorlar) olmayan bir şeyin
adı da olabilemez, madem ki böyle
bir ad var, öyleyse Allah vardır.” diye
cevap verir. Komünist rejimin hâkimiyeti altındayken dinden Allah’tan,
Kur’an’dan söz etmek yasaktı. Öğretmen aslında, güyâ inkâr eder gibi öğrencilerinin kafasına en azından Allah
ve Kur’an kelimelerini sokmaya, onları
düşünmeye sevkediyor. Bu, mes’elenin başka bir boyutu.
Nitekim neticesi görülmüştür. Buna
rağmen hâlâ günümüzde bile bunu savunanlara ne demeli?
Azınlıklara mensup olanlar; Türklük,
İslamiyet ve devlete düşman zihniyet
taşıyanların kendi amaçlarına uygunluğu ve Türkleri uyandırmamak için
milliyetçiliğe düşman gözükmeleri.
Günümüzde de bunun çok açık örnekleri ortadadır. Türklüğe, Atatürk’e,
Cumhuriyet’e düşman olanları araştırınız, Türk olduğu halde kandırılmış
cahil zümrenin dışındakilerin büyük
çoğunluğunun dönme ve devşirme
kökenli olduğunu anlarsınız. Kendileri
milliyetlerine sahip, hatta ırkçdır ama
Türk’ün Türk olduğunu söylemesini
“ırkçılıkla” nitelerler.
İslamcılar: Gayr-i Müslim unsurların
isyan edip Osmanlı’dan ayrılması üzerine, Müslüman olmayanlarla Müslümanların bir millet olamayacağını “El
küfrü milletün vâhidetün (küfür ehli,
hangi inanç, din, mezhepten olursa olsun, Müslümanlara karşı tek bir
millet gibi hareket ederler) hakikatince, ancak Müslümanların soy, dil ve
kültür farkı gözetilme-den bir millet
olabileceğini iddia ederler. Bu görüşte
10
SENCE 2014 Sayı 4
olanların en azından bir kısmı milletimize, tarihimize dost insanlar olup, hiç
olmazsa Müslüman Tebaanın ayrılmasını önlemeye çalışmış fakat özellikle
Arap’ların ihanetini yaşayınca tam
anlamıyla Türk Milliyetçisi olmuşlardır.
Bunların en başında da Millî Şâirimiz
Mehmet Âkif gelir. Nur içinde yatsın.
(Âmin)
Millet, Ümmet, Aşiret, Kavim, Kabile,
Soy-Sop Kelimeleri ve Anlayışının
İslam’da Kabul Görüp Görmediği ve
Ne Anlama Geldiği
Öncelikle şunu belirtelim ve bilelim
ki, bu kelime ve mefhumların hepsi
Kur’anî’dir, yani Kur’an’da mevcuttur
ve O’ndan alınmıştır. Eğer bu mefhumlar gerçek olmasa Cenab-ı Allah (c.c.)
Kelam’ında yer verir miydi? Olmayan
şeylerden bahsetse hâşâ abesle iştigal
etmiş olmaz mıydı? Yüce Allah abesle
iştigal eder mi?
Yeri gelmişken Azarbaycan’da bir lisede ateizm dersine giren öğretmenle
öğrencisi arasında geçen bir tartışmayı çok kısa anlatayım.
Öğretmen dersinde “çocuklar Kur’an
üzerine yemin edirem ki Allah yoktur.”
Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’de yer alan
her şey vardır ve gerçektir. Allah korusun bunu inkâr eden kâfir olur. Şimdi
bunlardan örnekler verelim:
“Sen onların öz MİLLETLERİNE uymadıkça ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar
senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara 120) Âyette geçen kelime “milletehum” dur. Yani buradaki “Millet” kelimesi tercüme değil aynen Kur’anda
geçen şeklidir.
“O öyle bir Allah!dır ki, sudan (meniden) bir beşer yarattı ve onu soy-sop
yaptı. Rabbin her şeye kadirdir.“ (Furkan 54)
“Eğer Rabbin dileseydi insanları elbette tek bir ümmet yapardı.” (Hûd
118)
Burada geçen “ümmet” ifadesi MİLLET anlamındadır. Esasen Arapların
millet ve ümmet kelimelerine yükledikleri anlamla bizim, yani Türklerin
yüklediği anlamlar farklıdır. Bizde ümmet, bir peygambere tabi olanlar için,
Araplarda ise daha çok ayrı milletler
için kullanılır. Meselâ “Ümem el-müttahide” Birleşmiş Milletler demektir.
Kezâ Kur’an’da da ümmet kelimesi
“Ve likülli ümmetin rasûl” Her millet
için bir rasûl (elçi) vardır. (Yûnus, 47)
Burada da ümmet kelimesinin millet
anlamında olduğu gayet açıktır. Çünkü
bizim anladığımız “ümmet” bir peygamber gelip, dinini tebliğ ettikten
sonra O’na inananlar demektir. Buradaki anlam, her millete bir elçi gönderildiğidir, ümmet olma daha sonra
gelir.
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara ve
kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız.(Kim olduğunuz sorulunca,
bağlı bulunduğunuz soy veya milletin
adını söyleyebilesiniz) Biliniz ki Allah
katında en makbul olanınız, takvası
en ziyade olanınızdır. Şüphe yok kiAllah her şeyi bilendir ve her şeyden
haberdardır.” (Hucurat 13)
Kur’an’da “kavim” kelimesi 383 defa
geçer. Çünkü Kur’an’da ismi geçen
peygamberlerle ilgili bölümlerde o
peygamberlerin tebliğ görevlerini yaparlarken çoğu kere “ey kavmim-soydaşlarım” diye hitap ettiklerini görüyoruz.
Bu âyet-i kerimede de insan topluluklarının Cenab-ı Allah tarafından soylara ve kabilelere ayrılmış olduğu, yani
ana-babamızı, soyumuzu, aşiretimizi,
kabilemizi, kavmimizi bizim seçmediğimizi, böyle bir tercih hakkımızın bulunmadığını, bu takdir ve tercihin Yüce
Rabbimize ait bulunduğunu açıkça
görmekteyiz. Âyetin son kısmında yer
alan “Allah katında en makbul olanınız, takvası en ziyade olanınızdır.” ifadesini bilahare açıklayacağız.
Kur’an ve Hz. Peygamber akrabalığa,
soydaşlığa çok büyük önem vermiştir. Evet “bütün mü’minler kardeştir.”
(Yûnus 32) Buradaki “kardeş” ifadesi bile gerçek kardeşliğin ne kadar
önemli olduğunu kabul ederek, bunu
örnek göstererek bütün mü’minlerin
de gerçekte birbirlerini sanki ayni anadan doğmuş olanlar gibi sevmelerini
istemiştir. Nitekim, mirasta, yardımda,
ana-baba, evlat ve kardeşler elbette
farklıdır. Bütün yardımlarda (zekât,
fitre, sadaka vs.) yakın akrabalara
öncelik verildiği herkesce bilinen bir
gerçektir. Genellikle hutbelerinin en
sonunda okunan Nahl sûresi 90. Âyetindeki emir ve tavsiyeler bile bunu
anlamaya yeterlidir. “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsanı ve yakın akrabaya
vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor (yasaklıyor) Size
böylece öğüt veriyor ki, benimseyip
tutasınız.”
Bakınız şu hadis-i şerif ne kadar anlamlı, dikkat çekici ve önemlidir.
“Akrabaya yapılan yardımın sevâbı
ikidir: Biri akrabalık bağını gözetmenin sevâbı, ikincisi de sadaka sevâbıdır.” (Müslim ve Tirmizî. Tac Tercümesi
c.2, s. 38)
Kur’an, Peygamberimizden şirk ve küfür bataklığından da öncelikle yakın
akraba ve aşiretini kurtarmasını emrediyor. “Sen önce en yakın aşiretini
inzar et. (Şirkten sakındır, İslam’a çağır.”) (Şuarâ 214)
“Allah’tan korkun ve akrabalık (soydaşlık) bağlarını kırmaktan sakının,
zira Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.”( Nisâ 1)
Güncel
çoğu kere “millet” anlamında, millet
kelimesi de ekseriya “din” anlamında kullanılmaktadır. Meselâ “Millet-i
İbrahim” ifadesi Hz. İbrahim’in soyu,
milleti değil, Hz. İbrahim’in dini anlamındadır.
“Henüz îman edip de hicret ve sizinle
beraber cihad edenlere gelince, onlar
da sizdendir. (Fakat) hısımlar (akraba
ve soydaşlar) Allah’ın Kitabı’nca birbirlerine daha yakındırlar. Allah her
şeyi hakkıyla bilendir.” (Enfal 75)
“Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi
eş koşmayın, anaya, babaya, akrabaya (yakın soydaşa), yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa,
sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere (Kölelere) iyilik (ve yardım) edin.
Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” (Nisâ 36)
Dikkat edilirse, bu âyet-i Kerime’de
yapılacak yardımların aile fertlerinden
yani çekirdekten dışarıya doğru öncelik sıralaması yapılmıştır. Çünkü insanın fıtratında (doğasında) bu vardır.
İslam Dini de fıtrat dini olduğuna göre
zaten başka türlüsü düşünülemezdi.
Bu çerçevede isterseniz bir misal verelim ve aksini düşünenlere de bir soru
soralım: Kardeşinizle, çocuğunuzla veya amcanız, dayınızla kavga ettiğiniz de olur. Fakat
kavgalı olduğunuz o yakınınızı çok
sevdiğiniz, hattâ takvasına da gıpta ettiğiniz birisi dövmeye kalksa razı olur
musunuz? Samimi cevap verir takiyye
yapmazsanız cevabınız %99 “hayır”
olur. Hani esas olan din kardeşliğiydi,
gerisi önemli değildi, ne dersiniz? Eğer
her şeye rağmen ideolojiniz için aksine cevap verirseniz, yukarıda sadece
bir kısmını zikrettiğimiz Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş olursunuz. Gerçekten Müslümansanız bunu nasıl göze
alabilirsiniz?
SENCE 2014 Sayı 4
11
SENCE
Ankara Milletvekili
Prof. Dr. Mustafa ERDEM’le
Türklerde, Peygamber Sevgisi ve Kutlu Doğum Haftası...
Türk Milletinin Resulullah
sevgisini ve O’na
olan bağlılığını nasıl
değerlendirmeliyiz?
Türk milleti, Müslüman olduğu tarihten itibaren Allah ve peygamber sevgisini en üst
düzeyde içine sindirmiş, bu uğurda emek
harcamış bedel ödemiş ve ölümü göze almış bir milletin adıdır.
Bilindiği gibi Türk milletinde Muahmmed
adı Mehmet olarak kullanılmaktadır. Bunun sebebi, onların Muhammed kelimesini kullanamamaları değil, Muhammed
kelimesinin doğrudan ifadesinin onu temsile hazır olmayanlarda Muhammed’e bir
eksiklik olacağı düşüncesindir. Bundan
dolayı da Mehmet diyerek eksiklikleri,
yanlışlıkları veya beşeri zaafları O’na yönlendirmemeye, O’nun adını anarak da Hz.
Muhammed’le bütünleşmeyi ve O’nu içselleştirmeyi hedeflemişlerdir. İnsanımız
Muhammed’i deyim yerindeyse bir anne
babanın çocuğunu sevdiği gibi bağrına basmayı ve onunla hemhal olmayı arzu etmektedir.
12
SENCE 2014 Sayı 4
Yine Hz. Muhammed’i hiç görmeden O’na iman
etmiş bir millet olarak, Türk milleti şiirlerle naatlarla veya O’nun adına yazılan mevlidlerle hep
O’nun üstün vasıflarını anlatmaya ve O’nu yeni nesillere tanıtılmaya özen göstermiştir. Zaman zaman
O’nun adı anılarak, salavat-ı şerif getirilerek, O’nun şefaati
arzu edilip, hem dünyevi huzur hem de ahirette şefaatinin
gerçekleşmesi beklentisi içine girilmiştir.
Dolayısıyla Türk milleti Müslüman olduğu tarihten itibaren
deyim yerindeyse Hz. Muhammed’le yatmış, Hz. Muhammed’le kalkmış, gecesinde ve gündüzünde tüm işlerinde
O’nunla bütünleşmiştir. Hz. Muhammed’e olan ilgisi, onun
Allah’a ulaşmasında önemli bir mesafe, bir kilometre taşı
olarak da kendini göstermiştir.
Kuran’ın; “Allah’a itaat eden Hz. Muhammed’e itaat etsin” veya “Hz. Muhammed’e itaat etmek, Allah’a itaat
etmekle eşdeğerdir” kabilindeki ayetlere bakıldığında, Hz.
Muhammed’e olan sevginin ve itaatin, Allah’a itaat ve O’na
sevgi noktasında birleştiği görülür.
Bu Türklerin peygamber sevgisinde kendisini ifade etmeye
yetmiştir. Aynı şekilde; “Eğer Siz Allah’ı seviyorsanız, Hz.
Muhammed’e tabii olun ki, Allah’ta sizi sevsin” ayeti Hz.
Muhammed’e sevgiyi doğal olarak, bir ilahi emir olarak algılamaya ve bunu onunla bütünleştirmeye sebebiyet vermiştir.
Buradan hareket ettiğimizde Türk milletinin peygamber
sevgisi, sadece ve sadece bir beşerin sevgisi değil, bir beşerin Allah’a ulaşma konusundaki sevgisi olarak değerlendirilmektedir.
Röportaj
Yine bilindiği gibi Hz. Muhammed’in
sevilmesi, sayılması bir gülle
sembolize edilmiştir. İşin
zirai tarafı düşünülecek
olursa, bu anlamda çiçekte
Muhammed’in nurunu ya
da kokusunu hissetmek
pratik olarak mümkün
değil, fakat Türk insanı
Hz. Muhammed’i o kadar
güzel algılamaya ve güzel bir
şeyle sembolize etmeye çalışmıştır
ki “O en güzeldir veya en güzel O’na layıktır”
kabilinden değerlendirmiştir. Ve bu bağlamda
gülle O’nun arasında bir ilgi kurmuştur.
Onu koklarken Hz. Muhammed’i hissetmeye
çalışmıştır.
Bizim geleneksel kültürümüzde, Hz. Peygamberin doğum
gününü çeşitli etkinliklerle mevlid kandili olarak kutlanmaktadır.
Hz. Muhammed’in doğum günü mevlid kandili olarak ifade
edilirken, asırlar sonra Osmanlı’nın ilk döneminde Süleyman Çelebi tarafından yazılan bir naatla kendisini özdeşleştirmiştir. Bu mevlüd yani Süleyman Çelebi tarafından yazılan
mevlüd, gerek şiir özellikleri, gerekse muhteva açısından
Türk Milletiyle o kadar bütünleşmiş ki o okunduğu zaman
Hz. Peygamber akla gelmiş, ve onunla bütünleşmiştir.
“Kutlu Doğum Haftası” geleneği İslam
Ülkelerinde var mıdır?
Peygamberimizin doğum günü “mevlüd kandili” 12 Rebi-ül
evvel olarak, Kameri ay geleneği içerisinde her yıl 10 gün
geriye giderek kutlanırken, 1989 yılında Türkiye Diyanet
Vakfının, Diyanet İşleri Başkanlığı ile organize olarak yapmış olduğu bir değerlendirme sonucunda, bunun bir hafta
içerisinde kutlanılmasının çok yararlı olacağı kanaati hasıl
olmuş ve sabit bir tarih belirleme adına da, Nisan ayının
20’sinden sonraki günü içine alan dönem Kutlu Doğum
Haftası olarak Peygamberimiz adına tahsis edilmiştir. (Bu
yıl da 14-20 Nisan) O günden bugüne gerek Diyanet İşleri Başkanlığı, gerekse onunla koordineli çalışan ilahiyat
fakülteleri, her yıl Hz. Peygamberin bir özelliğini gündeme
taşıyarak; O’nu yakından tanımayı ve yeni nesillere tanıtabilmeyi hedeflemişlerdir.
Türk Milleti olarak, dünden bugüne kutlaya geldiğimiz bu
kutlu doğum haftalarının diğer toplumlarda benzerini bulmak mümkün değildir. İslam dünyasında da mutlaka bireysel olarak bugünü anan, bugünle ilgili program yapanlar
olmuştur. Lakin devlet olarak, kurumsal olarak böylesine
geniş bir uygulama, geniş katılımlı anma faaliyeti sadece ve
sadece Türkiye’ye ve Türk Milletine mahsustur. Bu da bizi
mutlu etmektedir.
Netice olarak, kutlu doğum adı özgün bir isim olarak,
mevlüd geleneği de özgün bir kavram olarak Türk mille-
SENCE 2014 Sayı 4
13
SENCE
tine mahsus bir değerlendirmedir, dersek herhalde yanlış
olmaz.
Bu kutlamalarda Hz. Muhammed’in, peygamberlik yönü
gündeme getirilirken, aynı zamanda O’nun insan olma ve
Müslüman olma boyutları da gündeme taşınmakta, O’nun
örnek kişiliğinden hareketle iyi Müslüman nasıl olunabileceği konusu üzerinde de durulmaya çalışılmaktadır.
Peygamberimizin “Ben güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim” ifadesini
yorumlar mısınız?
Kur’an-ı Kerim; “Sen muhakkak çok yüce bir ahlak üzeresin” ifadesini buyururken, Hz. Muhammed’in ahlaki özellikleri, temsil boyutu ve ahlaki güzellikleri tamamlamak
sorumluluğuyla görevlendirildiğine dikkat çeker.
Hadisi kutsilerde ifade edilen şekline bakılır ise, Hz. Muhammed’in insanlığa örnek olma konumundan kaynaklanan bütün özelliklerinin bir ahlak misyonu çerçevesinde
şekillendiğini görmüş oluyoruz. Onun oturuşundan, yaşam
tarzına, söylemlerinden, beşeri ilişkilerine, aile içi ilişkilerden, toplumsal sorumluluklarına kadar her alanda bir model oluşturduğu dikkat çekmektedir. Onu bir model konumuna getiren davranış teorinin pratiğe dönmesidir. İslami
kavramla ifade edecek olursak, ayetlerin bir Müslüman
üzerindeki tecellisi Hz. Muhammed olarak kendisini ifade
etmiş ve bu bağlamda da insanlar bir model Müslümanı
O’nun şahsında görerek kendilerine O’nu örnek almaya çalışmışlardır.
Her toplum içerisinde toplumu belli noktalarda birleştiren
değerler olabilir. Örneğin kız çocuklarının diri diri gömülmesi... O toplum o gün bunları içselleştirmiş ve toplum içerisinde bunlar yadırganmadan uygulana gelen davranışlar
olmuştur. Fakat bu değerler bir din olarak, hem de ilahi bir
din olarak gelen İslam ile ne kadar bağdaşır? O’nun ruhuna
ne kadar uygun olur bu bilinmiyor. Hz. Muhammed, “Ben
ahlaki güzellikleri tamamlamak için geldim” dediğinde, o
toplumda güzel gibi görünenlerin normalde güzel olmadığını oysa bunların daha güzellerinin var olduğunu ve o sorumlulukla görevlendirildiğini ifade etmektedir. Bu açıdan
bakıldığında Hz. Muhammed bir model, bir ideal Müslüman tipi olarak karşımızdadır.
14
SENCE 2014 Sayı 4
Ancak herkes sadece şekilsel alanda Muhammed’i örnek
almaya başlayınca işin ruhu, verilmek istenen asıl mesaj
unutuluyor. (Örneğin sarık sarmak, takke kullanmak gibi...)
Burada ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim beyanının arkasında sadece işin şekle dayalı ve her
beşer tarafından pratize edilebilecek alanlarına değil, aynı
zamanda bir dinin ruhu kabilinden olabilecek ve insanı
yönlendirebilecek alanlarına da bakmak gerekir. Toplumu
bir bütün olarak kardeşlik dayanışma ve paylaşma noktasında kuşatabilecek bu alanlara da yönelmek lazım.
Ben, ahlâki güzelliklerin tamamlanması noktasında, Hz.
Muhammed’in kendi şahsiyetinde bir model oluşturduğunu düşünüyorum.
Hz. Ayşe’ye “Hz. Muhammed’in ahlakı neydi?” diye
sorulduğunda verdiği cevap; “Siz Kur’an okuyor
musunuz? O Kur’an’dı.” Bunun için pek çok yerde
denilir ki Hz. Muhammed yaşayan Kur’an’dı. Eğer Hz.
Muhammed yaşayan Kur’an ise, Müslümanların O’nu
model olarak almaları aynı zamanda Kur’an’ı hayata
indirgemeleri anlamına gelir. Eğer bir Müslüman Kur’an’la
bütünleşememiş onu anlayamamış O’nu yansıtamamış ise
şekilsel olarak Hz. Muhammed’i temsil ettiği algısının bu
bağlamda pek de bir anlam ifade etmeyeceğini söylemem
herhalde yanlış olmaz.
Peygamberimizin veda hutbesinde
vermek istediği mesajlar nelerdir?
Hz. Peygamberimiz hayatında bir defa hac ediyor. O hac’ca
da biz Veda Haccı diyoruz. Veda Haccı Hz. Peygamber’in
100 binin üzerinde ki insana hitap ettiği meşhur hutbesidir.
Burada “Ey insanlar!” diyerek hutbeye başlamasını dikkatinize sunmak istiyorum. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de 2 tabir
kullanılır. Biri “ey iman edenler”, diğeri de “ey insanlar”.
“Ey iman edenler” ifadesi daha lokal bir alanı oluşturur. Birisi, “ben inandım” diyorsa o zaman nasıl inandığı ve inandıktan sonra neler yapması gerektiği hususu ön plana çıkar.
Ama ‘Ey insanlar’ diye hitap ediyorsa bu bütün insanlığı kuşatır ve onların akıllarına, vicdanlarına ve gönüllerine hitap
etmek suretiyle onların da inananlar sınıfına katılması arzu
edilir. Zira her insanın, inansın inanmasın yaratılışta eşit
olduğu, yarın ilahi adaletin uygulanacağı ahirette de insan
Röportaj
olgusu olarak harş edileceğini göz ardı
etmememiz lazım.
Dolayısıyla Allah; insana, hidayete ermesi arzusuyla birtakım yönlendirmelerde bulunuyor ise Hz. Muhammed
de Peygamberlik vasfıyla, herkesin
hidayetten nasibini alarak, insan olma
cehaletinden kaynaklanan mağduriyetlerinin giderilmesi gerektiğine dikkat
çeker. Bundan dolayı ‘Ey insanlar’ hitabı sadece orada olup O’nu dinleyenleri değil, herkesi kuşatır. Bu bağlamda
düşünüldüğünde veda hutbesi insan
hakları evrensel beyannamesinden
çok daha önce bütün insanlığı kuşatan
bir değer olması bakımından anlam
ifade etmektedir.
Veda hutbesi; dünden bugüne Hz.
Adem’den Hz. Muhammed’e kadar,
peygamberler geleneğinin üzerinde
durduğu temel evrensel değerlerin deyim yerindeyse yeniden hatırlatılmasıdır. Özellikle Allah-kul ilişkileri ve insanlar
arasındaki ilişkiler açısından önem arz etmektedir.
Hz. Peygamber’in burada vurguladığı hususların başında:
Kulun bir beşer olduğu, kendisini yaratan, yaşatan, öldüren
ve tekrar dirilten bir Allah’ın olduğu,
Eğer bir beşerseniz, bu alemde sizin dışınızda başkalarınında olduğunu, onlarla bir alanda birlikte yaşamaya mahkum
olduğunuzu,
Kadın erkek, inanan inanmayan herkesin dünyada yaşama
durumu söz konusu ise yapılacak işin herkesin hakkını kendisine vererek yaşatmak olduğu,
Akrabalık ilişkilerinin, dini duygusallık veya beşeri zaafların
ön plana çıkarılarak birilerini dışlama veya ötekileştirmenin
doğru olmadığı bu manada herkesin kendi bireysel sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiği,
Ayrıca veda hutbesinde adam öldürmeden, faize, karı koca
ilişkilerinden, diğer insan ilişkilerine kadar her şey deyim
yerindeyse en kalıcı şekilde vurgulanır.
Bu bir toplumsal değerlendirme ise “efradını cami ayarını
mani” dediğimiz mahiyette hepsini kuşatan ama içinde olmaması gerekenleri de ayıklayan bir nitelik taşıması gerekir. Hz. Peygamberimizin burada vurguladığı bir husus çok
önem arz ediyor. “Burada bulunmayanlara sözümü duyurunuz. Belki o bulunmayanlar içinde sözlerimi burada bulunanlardan daha çok ve uygulayacaklar vardır. Allah’ın
size bildirmemi istedi­ği şeyleri size böylece bildirmiş oluyorum.” Burada amaç verilen mesajların insanlığın ortak
paydası haline getirilebilmesi ve bunun bir şekilde toplumda yaygınlaştırılması arzusudur.
Bir Müslümanın dini öğrenirken bunu bilmesi yetmiyor. Bildiği kadarını pratiğe çevirebilmesi ve uygulayabilmesi öne
çıkıyor. İşte Hz. Peygamber bu mesajı burada bulunanlar
bir başkasına aktarsın derken, onların bunu uygulayabileceği, verdiği evrensel mesajların başkaları tarafından öğrenilmesi ve uygulanması hassasiyetidir.
Hz. Muhammed ortaya koyduğu ilkelerle, insanlığın bundan sonra duyabileceği her türlü sıkıntıları temelinden çözmeye çalışmıştır. O’nun ortaya koyduğu evrensel kuralların
aynı zamanda bir ilahi mesaj olduğu hususu da göz ardı
edilmemelidir.
SENCE 2014 Sayı 4
15
SENCE
Bugün batılı toplumlarda karı-koca ilişkilerinde birtakım
standartlar oluşturmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde de sözüm ona Avrupa birliğine uyum çalışmaları kapsamında,
kadına şiddetin önlenmesi, aile içi huzurun sağlanması,
çocuk haklarının korunması gibi bir takım çalışmalar yapılmaktadır. Eğer siz geçmişte Hz. Peygamber’in uyarılarını
dikkate alsaydınız o zaman ne bugün kadınlar şiddete uğrardı, ne de kadın sığınma evlerine ihtiyaç olurdu. Demek ki
Hz. Muhammed bunu asırlar öncesinden bir gündem maddesi olarak ifade etmiş, gelecek toplumların ihtiyaçlarına
bu manada çözüm üretmiştir.
Bunlardan bir tanesi de Hz. Muhammed’in asırlar öncesinden söylediği, “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi
bir başkasına yapma!” uyarısıdır.
Hz. Muhammed Kur’an’ı insanlara tebliğ eden ve tebyin
eden peygamberdir. Yani Allah’tan aldığı mesajı insanlığa
aktarıyor ve aynı zamanda o mesajı bizatihi kendi uyguluyor. Eğer Kur’an’ın zaman şümul ve cihan şümul bir kutsal
metin olduğuna inanıyorsak yani kıyamete kadar başka bir
kutsal metin, başka bir vahiy gelmeyeceğine yeryüzünün
bütün insanlarının bu kitaptan yararlanabilme ihtimali üzerinde duruyor isek, Hz. Peygamber’in konumunu da bu saadette değerlendirmemiz lazım.
O zaman Hz. Peygamber’in nasıl peygamberlerin sonuncusu olduğunu nasıl âlemlere rahmet olarak gönderildiğini;
diğer peygamberlerin sorumluluk ve görev alanlarının lokal
olmasına rağmen, Hz. Peygamber’in evrensel ve kıyamete
kadar bir Peygamber olduğunu öğrenmiş oluruz.
Veda hutbesi bu sadette bir evrensel belge olarak kıyamete kadar insanlığın bütün sorunlarına çözüm üretebilecek,
bunların uygulanması halinde beşeri doktrinlere veya yeni
yeni hukuk icatlarına da ihtiyaç kalmayacaktır.
Biliyorsunuz biz bir emek örgütüyüz
Peygamberimizin emeğe ve alın terine
verdiği önem nedir? Veda Hutbesinde
“Her kimin hakkı varsa, benden gelsin
hakkını alsın” ifadesi bize hangi mesajı
vermektedir? Biz bu mesajları doğru
okuyabildik mi?
16
SENCE 2014 Sayı 4
Hz. Peygamber hakka ve hak ihlallerine çok önem vermekteydi. Bu noktada toplumun adalet ilkelerine uymasını,
Kur’an ayetlerinin pratikte uygulanmasını önemsiyordu.
Vefatından önce hutbesinde kendisinin bir beşer olduğunu, o toplumda bir takım insanlarla hukuk çerçevesinde
ilişkilerde bulunduğunu ve bazılarının mağdur olabileceğini
ifade ederek şöyle diyor; “Eğer siz herhangi biriniz benden
bir şekilde hak konusunda mağdur olduysanız birinizin
hakkını gasp etmiş ya da ihlal etmiş isem, kimin hakkını
gasp etmiş kimin hakkını ihlal etmişsem, o gelsin benden
o haklarını iade alsın. Zira yarın Rabbimin huzuruna içimizden birisinin hakkıyla çıkmak istemiyorum.” Şimdi bu
sosyal olgu içerisinde düşündüğümüzde Hz Muhammed’in
örnek kişiliği ve toplumsal huzurumuz açısından hadislerin
ne kadar önem arz ettiği dikkat çekmektedir.
İşveren ve çalışanların, Allah’ın birini işveren diğerini de
işe katkıda bulunan konumunda imtihan ettiğini göz ardı
etmemeleri lazım. Siz onların sebebi ile para kazanıyor, ailenizi doyuruyor hatta deyim yerindeyse servetinize servet
kapatabiliyorsunuz. Ama unutmayın ki sizin verdiğiniz kazanımlarla da o insan aynı şekilde hem kendini hem ailesini
doyurabiliyor. Eğer siz sizi zengin eden, size hizmet eden
insanların hak gaspına sebep olursanız; unutmayın ki size
bu rızkı bir imtihan olarak veren Allah yarın bir şekilde onu
da sizin elinizden alarak mağduriyet sebebiniz olabilir.
Bu nedenle, işçi ve işveren arasındaki diyaloğun hukuka,
genel ahlaka ve adalet prensiplerine uyması lazım. Mağdur olanların mağduriyet sebeplerinin telafisi bu dünyada
mümkün olmazsa, ölüm ötesi dediğimiz ve mutlak olgu olduğuna inandığımız ahirette Allah’ın adaletinin şaşmayacağını da unutmamamız gerekir.
Öncelikle şöyle düşünelim, Hz. Peygamberimiz bir melek
değil, bir insan. Çocukluğundan peygamberlik dönemine
kadar hiçbir zaman kendisini bir kral konumunda görmemiş, başkaları kazansın ben yiyeyim noktasına ulaşmamış,
başkalarını kendisine hizmet ettirme konusunda kişisel bir
baskı tesis etmemiştir. Kendisi hayatın bütün sektörlerinde
çalıştı desek abartmış olmayız herhalde.
Bu konuda en önemli örneklerinden bir tanesi henüz Mekke’de iken Hilful-Füdul Cemiyetinde başkalarının haklarının
korunması konusunda hakemlik sorumluluğunu üstlenmesidir. Bu çok önemli bir hadisedir. Çünkü o çevreden Mek-
Peygamberimiz, insanlar kendilerinin korunması için bir
bedel ödeyecekse o bedeli istismar eden değil, bizatihi o
bedeli kendisi de ödeyen bir örnek insan konumundadır.
Mescid-i Nebevi’nin inşaasında nasıl çalıştığını ve nasıl katkılarda bulunduğunu yine aynı şekilde Hendekte de nasıl
olduğunu görüyoruz. Bunun örneklerini birçok şekilde çoğaltabiliriz.
Hakkın teslimi adaletin gereği olarak karşımıza çıkar. Eğer
toplumda bir devlet başkanı, bir Peygamber veya bir önder olarak adaletin tesisine katkı sağlamadıysanız o zaman
hukuk ihlallerinin olması birilerinin kazanırken birilerinin
mağdur olması söz konusudur.
Röportaj
ke’ye ticaret ve seyahat için gelenlerin Mekkelilerin yanlış
uygulamalarından kaynaklanan hak gasplarını iade etmek
konusunda ön ayak olmuş bir mecliste ciddi bir konum üstlenmiştir. Bu bana göre hak gaspının ne olduğunu bilmeyen
bir toplumda insanları böyle bir alanda duyarlı hale getirilme konusunda fevkalade önemli bir olgudur. Henüz bunu
Peygamberlik görevini üstlenmeden yaptığını düşünecek
olursak, Hz. Peygamber’in bu konuda ne kadar duyarlı ve
ne kadar donanımlı olduğunu görebiliriz.
Bu noktada Hz. Muhammed’in sözlü beyanları bulunmaktadır. “İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz.”
“Hiç kimse kendi el emeğiyle kazandığından daha hayırlı
bir lokma yememiştir.” gibi. Ama bir hadisi şerifi vardır ki;
“Allah yarın kendisiyle hasım olarak geleceği günde yani
ahiret gününde şu kişilere haklarını teslim etmedikçe
azap edecektir” ... “Bunlardan bir tanesi kendi çalıştırdığı
insanların haklarına gasp etmiş olan işverendir.” diyor.
Hz. Peygamber’in hem devlet başkanı, hem önder hem de
aynı zamanda bir peygamber olarak bu beyanı çok önem
arz ediyor.
O bir toplumda yaşıyordu ve hem alan hem veren konumu
söz konusuydu. Onun dinamizmi, o toplumun toplumsal
huzuru, mutluluğu ve adalet ilkeleri bir bütün olarak işlerse
anlam ifade eder.
Fahr-i Âlem
Seyyidi kainât Hazret-i
Salevât
Muhammed Mustafâ râ
velâ
Allah âdın zikredelim ev
her kulâ
Vâcib oldur cümle işde
vel anâ
Allah âdın her kim ol ev
anâ
Her işi âsân ider Allah
önü
Allah âdı olsa her işin
ın sonu
Hergiz ebter olmaya ân
di müdâm
Her nefesde Allah âdın
tamâm
Allah âdıyle olur her iş
ile lisân
Bir kez Allah dese aşk
sl-i hazân
Dökülür cümle günah mi
r eyleyen
İsm-i pâkin pâk olur zik
diyen
Her murâda erişür Allah
elim
Aşk ile gel imdi Allah diy
îdelim
Dert ile göz yaş ile âh
pâdişah
Ola kim rahmet kıla ol
ol ilâh
Ol kerîm-ü ol rahîm-ü
kdürür
Birdir ol birliğine şek yo
r çokdürür
Gerçi yanlış söyleyenle
var idi
Cümle-âlem yoğ iken ol
bbâr idi
Yaradılmışdan ganî ce
melek
Vâr iken ol yok idi ins-ü
hem nüh felek
Arş-ü ferş-ü ay-ü gün
eyledi
Sun’ ile bunlârı ol vâr
ledi
Birliğine cümle ikrar ey
m ol celîl
Kudretin izhâr edüp he
lîl
Birliğine bunları kıldı de
r oldu cihân
“Ol !” dedi bir kerre vâ
r ol dem hemân
“Olma !” derse mahv olu
varliğa sebeb
Pes Muhammeddir bur
taleb
Sıdk ile ânın rızasın kıl
söze
Ey azizler işte başlarız
size
Bir vasıyyet kılarız illâ
r kim tuta
Ol vasıyyet ki direm he
rdâ tüte
Misk gibi kokûsu canla
e anâ
Hak-Teâlâ rahmet eyley
anâ
Kim beni ol bir dua ile
a buluna
Her kim ki diler bu duad
luna
Fâtiha ihsân ede ben kû
El-Fâtiha *
SENCE 2014 Sayı 4
17
Kimler
Geldi
ALPARSLAN TÜRKEŞ
(25 Kasım 1917- 4 Nisan 1997)
“Millî kalkınmamızı
Kimler
Geçti...
MUHSİN YAZICIOĞLU
(31 Aralık 1954 - 25 Mart 2009)
gerçekleştirmek, her Türk
“Ben Türk’üm, Türk esir oImaz.
ferdini hür yapabilmek için
Ben Türk’üm, Türk DevIetsiz oI-
Türk Milletini yeniden kurmak
maz. Ben Türk’üm, Türk Bayraksız
zorundayız. Vatandaşlarımız
oImaz. Ben Türk’üm, Türk Ezansız
arasında parti, mezhep, ırk
oImaz. Ben Türk’üm, Türk Hürri-
ve bölge farkı gözetmeksizin
yetsiz oImaz.”
karşılıklı sevgi ve saygıya
dayanan bağlar dokuyacağız.”
“Hayat böyledir dostum! Geçer
Beklemekle..
“Başarı için muntazam plânlı
çalışma yapmak lâzımdır. Son
nefesimizi verinceye kadar
çalışacağız”
Ümitlerin bittiği yerde, Abdest al
“Davalarımızın çözümü
kendimize dönmek, sarsılmaz
bir birlik halinde el ele
vermek ve geceli gündüzlü
çalışmaya girişmekle
mümkündür”
kadar fırıIdak oImanın anIamı
ve sabahı bekle..”
“Bir saniyesine biIe hakim
oImadığınız bir dünya için;bu
yoktur”
“Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana
ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum..”
18
SENCE 2014 Sayı 4
NECİP FAZIL KISAKÜREK
(26 Mayıs 1904-25 Mayıs 1983)
“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.”
“Arap atı, İngiliz kumaşı nasıl ki birer marka olmuşsa aynı şekilde “nefasette Türk tütünü, kıymette Türk parası, nizamda Türk
ordusu, güzellikte Türk kadını, sağlamlıkta
Türk erkeği, sistemde Türk idaresi incelikte
Türk politikası, usulde Türk mektebi, gerçeklikte Türk ilmi, derinlikte Türk tefekkürü, safiyette Türk sanatı, imanda Türk ruhu ve her
şeyde ve her şubede Türk varlığı olmalıdır.
Gaye budur.” (Başyücelik Devleti”nin temel
prensipleri)
“Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?”
“Son günüm olmasın çelengim top arabam
Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam”
Değer
AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU
(25 Ekim 1894-21 Mart 1973)
Yıl 1901 Sivas. Çiçek salgını var. Veysel 7 yaşında. O
günleri şöyle anlatır: “Çiçeğe yatmadan evvel anam
güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeğe gitmiştim. Beni
sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe
yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek
beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak,
perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan.”
“Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa”
“Dünyaya Geldiğim Anda
Yürüdüm Aynı Zamanda
İki Kapılı Bir Handa
Gidiyorum Gündüz Gece
Uykuda Dahi Yürüyom
Kalmaya Sebep Arıyom
Gidenleri Hep Görüyom
Gidiyorum Gündüz Gece”
“Veysel günler geçti yaş altmış oldu
Döküldü yaprağım güllerim soldu
Gemi yükün aldı gam ilen doldu
Harekete kimse mani olamaz”
SAKIP SABANCI
(7 NİSAN 1933-10 NİSAN 2004)
“Hiçbir işi “KIYISINDAN KÖŞESİNDEN TUTMAYIN”. Yapacağınız iş ne ise küçümsemeden ona sahip çıkın.”
“İyiyi yüreklendirin, alkış verin. Kötüyü ayıplayın, ceza
verin.Kim akıllı üretir ise onun yanında olun. Kim akılsız
tüketir ise ondan uzak durun.”
“……Gençliğimde bisikletten motosiklete geçmek benim
için çok büyük bir olaydır. Motosikletim yoktu. O yıllarda
Adana’da saati 5 liradan motosiklet kiralanırdı. Benim kiralık motosiklet düşkünlüğümü babam duymuş. Kazadan
korktuğu için motosiklete binmememi söyledi. Ama ben,
bir yanda babamdan korkarken, öte yanda motosiklet
sevgimi yenemeyip, gizli gizli kiralık motosiklet ile dolaşmayı sürdürdüm. …. Bir gün gene kiraladığım motosikletin
üzerinde zevkten uçarak giderken Bağlar Yolunda, pamuk
almaktan dönen babama rastladım. Babam “sana harçlığını bu fuzuli alete yatırma diye kaç kere söyledim” diyerek
beni azarladı. Esas üzüldüğü harçlığımı bu işe yatırmam
değil de bir kazaya uğramamdı. Bunu biliyordum. Aradan
40 yıl geçti. 1984 yılında İngiltere’de bir mağazada, oyuncak gibi bir motosiklet gördüm. …. Dayanamadım aldım.
Elli yaşından sonra, Emirgan’da Atlı Köşk’ün bahçesinde
kimse görmeden o küçük motosiklet ile dolaşıyordum.
Yıllar önce içimde kalmış çocukluk heyecanım, hala küllenmemiş.”
SENCE 2014 Sayı 4
19
SENCE
Türk İslam
Sentezi
Mehmet Akif TERZİ ⎟ Türk Büro-Sen İstanbul 1 No’lu Şb. Bşk. Yrd.
Muhafazakâr Milliyetçilik ve
Cumhuriyet Dönemi Milliyetçiliği
20
müş, algılanmış ve kabul edilmiştir.
Osmanlı döneminden farklı olarak
Milli Mücadele sonrasında kurulan
Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet
olma amacındaydı.
İlişkinin boyutu ya da niteliği ne olursa
olsun üstünde mutabık kalınan nokta Türk Milliyetçiliği ile İslâm dininin
Cumhuriyet döneminde bir arada vurgulandığıdır.
Balkan savaşları sonunda imzalanan
barış antlaşmalarıyla çizilen ve Misak-ı
Milli ile teyit edilen sınırlar, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez sınırları
oldu. İlk amaç bu sınırlar içerisinde
milli bir devlet kurmaktı. Milliyetçilik
de bu devletin temel ilkelerinden biri
olarak belirlendi.
Muhafazakâr milliyetçilik konusunda
ilk izleri Şemseddin Günaltay ve Nurettin Topçu’da görmekteyiz. Meşrutiyetten Cumhuriyet’e geçen nesilden
M. Şemsettin Günaltay, İslâmcı bir
dergi olan Sebilür-reşat’ın ateşli yazarlarından ve medresede profesör
olmasına rağmen ileri bir Türkçüydü.
Muhafazakâr milliyetçilik ile anlatmaya
çalışacağımız olgu cumhuriyet döneminde ortaya çıkan İslâm motifli Türk
Milliyetçiliğidir. Yani İslâm ile milliyetçiliğin bir arada formüle edilmesidir.
Günaltay, milleti ve milliyetçiliği doğru idrak edildiği takdirde yani ona
göre din ile buluşturulduğu takdirde
çöküntüyü engelleyecek çare olarak
görüyordu.
Bu, kimilerine göre bir Türk-İslâm sentezi, kimilerine göre ise sentezden
daha çok İslâm ve Türk Milliyetçiliği
arasında bir eklektik ilişki olarak görül-
Milli asabiyeti uyandırmayı ve Anadolu’daki ırk zayıflığını gidermeyi kötü
gidişi durduracak ve ilerlemeyi sağlayacak çözüm olarak ortaya koyuyordu.
SENCE 2014 Sayı 4
Yani milli ruhu canlandırmak ve milli
bilinci uyandırmakla Anadolu’da bulunan Türkler kendine gelecek ve ilerleme sağlanacaktı.
Onun milliyetçilik üzerindeki din vurgusu da burada devreye girmekteydi.
Çünkü bunları gerçekleştirmek için
ciddi bir İslâm eğitimi ile Milli Eğitimi
kuvvetlendirmek gerekmekteydi.
Ancak Günaltay, Anadolu vurgusunu
yaparken Anadolu öncesindeki Türk
tarihini ihmal etmez. Ona göre Türkler,
tarihin tanıdığı en eski kavimlerden
biri olarak daima bağımsız ve hâkim
yaşamışlardı.
Steplerin bu kahraman kavmi İslâm’a
çözülmez bir bağ ile bağlanmışlar ve
onun için büyük fedakârlıklar yapmışlardı. Türkler, eski asırlardan itibaren
milli töreye ve yasalara bağlı kalmışlardı. Bu sayede İslâm dünyasında sürekli ayakta kalmışlar ve başka İslâm
milletlerini de korumuşlardı.
Bu noktada kurtuluş, üç fikirde birleşmeyi gerektiriyordu: İslâmlaşmak,
çağdaş olmak, Türkleşmek. Her üç
akım da ihtiyaçtan doğmuştu. Günaltay üç akımı birleştirmede Gökalp’in
fikrine katılıyor ancak temel olarak
İslâmlığı ele alıyor ve çağdaşlaşma ile
Türkleşmeyi ona bağlıyordu.
Muhafazakâr milliyetçiliğin doğuşunda etkili olan diğer önemli isim olan
Nurettin Topçu, 1925’te kapatılan Şebilür-reşat’tan sonra yayın hayatına
giren İslâmi duyarlılığa sahip ilk dergi
olan “Hareket dergisini” çıkaran isimdir. Topçu, kısa zamanda mistizm ve
tasavvuf izleri taşıyan düşünceleri,
fikirleri, ahlak anlayışı ve eserleriyle
milliyetçi, muhafazakâr aydınlar için
çekim merkezi haline gelmiştir.
Nurettin Topçu, millet ve milliyetçilik
kavramlarını birbirinden ayrı olarak
ele almaktadır. Ona göre millet bir realite iken milliyetçilik bir idealdir. Milliyetçilik, bir insanlar topluluğu olan
milli varlığın imanın gerekleri doğrultusunda tarihin her döneminde kendisini yenilemesini sağlayan güçtür.
Milliyetçilik, millet gerçeğinin sonsuz
hayat enerjisini ifade eder. Millet insanın tanrıya ulaşmasında kat ettiği yolun ruhsal yükselişin aile kurumundan
sonraki ikinci basamağıdır.
Türk Milleti ise Orta Asya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuz
yüz yıl sonra Anadolu’da kurulmuştur.
Göçebe olan Türkmen, Anadolu toprağına yerleşmiş, savaşçıyken çiftçi
olmuş, Şamanlıktan kurtulup İslâm’a
sığınmıştır. Dokuz yüz yıldan beri yaşayan Türk milleti, İslâm’ın sinesinde
yaşayan bu çiftçi millettir.
Türk milli tarihinin ortaya koyduğu en
büyük ve evrensel inkılâp İslâm dininin Türk’ün ruh ve ahlakında yaptığı
inkılâptır.
Ancak geçen bu süreye rağmen Topçu, Anadolu’nun kurtuluş savaşının
ruh cephesinde henüz yapılmadığını
ve henüz yerlerde sürünen Tük-İslâm
ruhunun ayağa kaldırılmadığı sürece
Anadolu’da yaşayan insanın eşyadan
farksız bir varlık olduğunu belirtmektedir. Bu ruhun ayağa kalkması için ise
çözüm Topçu’nun ortaya koyduğu milliyetçilik anlayışıdır.
Topçunun milliyetçiliğinin dayandığı esasları belirtirken altı maddelik
listenin en başına “millet dini, onun
ahlakını, örflerini ve kalbini yoğurmuş, Türk-İslâm medeniyetine yön ve
kaynak olmuş İslâm dinidir” ifadesini
yerleştirir. Yani Topçu’ya göre İslâm,
Türk Milliyetçiliğinin dayandığı temel
öğedir. İslâm, Anadolu vatanı ile birlikte Türk milletini oluşturan soy, iktisat,
dil ve tarih gibi bütün diğer unsurları
etrafında toplayan biri maddi diğeri
ruhi iki ana prensipten birini oluşturur.
Milliyetçilik, insanlık tarihini, milletler
ailesi veya milletler mücadelesi olarak kabul eder. Cemiyet birimi olarak
bugünkü sosyolojik anlamda “millet”
varlığını temel alır. Özel olarak Türk
Milliyetçisi de “Türk milleti” varlığını temel alır. Bütün dünya görüşünü
veya fikir sistemini Türk milletine göre
düzenler. “Her şey Türk için ve Türk’e
göre” cümlesi bunu anlatır.
Güncel
O gün için ise geçmişten geleceğe
doğru giderken bir inkılâp devresinden geçiliyordu. Bu geçiş sırasında
geçmişin enkazı arasında ne gibi şeylerin milli ruhtan doğduğunu ve ona
uygun olduğunu, ne gibi şeylerin milli
hayata sonradan sokulmuş olduğunu
ve onu yıprattığını belirtmeye çalışmak inkılâbın başarısı için zaruri şarttı.
Türk-İslâm Sentezi Düşüncesinin
Politik Sahada Varlığı
Muhafazakâr milliyetçilik ya da
Türk-İslâm Sentezi Düşüncesi konusunda ilk adımları atan Şemseddin Günaltay ve Nuri Topçu olmasına rağmen
ne Günaltay ne de Topçu muhafazakâr
milliyetçiliğin kitleleri etkilemesini
sağlayamamışlardır. Türk-İslâm sentezli muhafazakâr milliyetçiliğin politik olarak ortaya çıkması İkinci Dünya
Savaşı yıllarıdır. Bu çıkışta en önemli
faktör 1940’lardan başlayarak devletin dine bakışının değişmesi ile birlikte
kimi zaman örtük kimi zamansa açık
bir şekilde toplumda dini tadilat yaşanmaya başlanmasındandır. Bu tadilat milliyetçilik konusunda da kendini
göstermiş ve İslâmi vurgusu konusunda çıkışlar görülmüştür.
Hatta bu türden bir çıkışı Hamdullah
Suphi Tanrıöver gerçekleştirmiştir.
Tanrıöver’in bu tutumu, milliyetçilik
için bir restorasyon döneminin başladığını habercisidir. Bunun ötesinde
artık Türk-İslâm sentezi temelli muhafazakâr milliyetçilik kitlelere ulaşma
fırsatı bulmuş ve siyasi bir görüş olarak
ortaya çıkma hazırlıklarına başlamıştır.
“Hakka Tapar Halkı Tutar”
Bunun gerçekleşmesinde ise iki önemli yayın organı ve şahsiyetin payı vardır. Bunlardan biri şüphesiz Necip Fazıl
ve onun Büyük Doğu dergisi, diğeri ise
Osman Yüksel ve onun çıkarttığı “Serdengeçti” dergileridir. Necip Fazıl’ın,
1943’te çıkarmaya başladığı Büyük
Doğu bir cazibe merkezi haline gelmiş
ve 40’ların ortalarından itibaren muhafazakâr milliyetçi hareketlenmede
önemli bir rol oynamıştır. Muhafa-
SENCE 2014 Sayı 4
21
SENCE
kimseden korkmuyoruz. Bizler münkir değiliz. Tanrı Dağı kadar Türk,
Hira Dağı kadar Müslümanız. Bütün
gayemiz Küçük Asya insanının o bilinmez, o görünmez, bir avuç toprak
kadar mütevazı, fakat o kadar manalı ruhunu anlamak, bu topraklar için
toprağa düşenlerin çocuklarını bu
topraklar üzerinde mesut ve bahtiyar
görmektir.”
Serdengeçti’nin bu görüşü bundan
sonra muhafazakâr milliyetçiliğin sloganı haline gelecek ve Türk-İslâm sentezi bu cümle ile formüle edilecektir:
“Tanrı Dağı kadar Türk Hira Dağı kadar Müslüman!”
zakâr milliyetçiliğin ne anlama geldiği
ve nasıl algılandığının en açık ifadesi
1947’de Osman Yüksel tarafından,
“Hakka Tapar Halkı Tutar” ifadesiyle
çıkarılan Serdengeçti Dergisinde görülmektedir.
Serdengeçti Türkçü dergiler ile muhafazakâr milliyetçiliğin lokomotifi olan
Büyük Doğu dergisinin bir bileşkesi
niteliğindeydi.
Derginin belki de en önemli fonksiyonu milliyetçileri bir araya getirmek için
gösterdiği çabadır. Nitekim Nihal Atsız,
Cevat Rıfat Atilhan gibi isimlerle Necip
Fazıl bu dergide birlikte yazmaktaydı.
Örneğin aynı sayı içerisinde Nihal Atsız, Said-i Nursi, Ali Fuat Başgil’in yazıları bulunabilmekteydi.
“Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı
kadar Müslümanız”
Dergi milliyetçilik anlayışını şu şekilde dile getiriyordu: “Allah’tan başka
22
SENCE 2014 Sayı 4
Nitekim savaş yıllarından sonra milliyetçilik: “Türk dilinden, Türk karakteri
ve ahlakından, İslâm dininden, tarih
birliği şuurundan ve bütün bunların
fiili hayattaki bilumum belirtilerinden kurulu olan Türk milli kültürünün
yaşattığı Türk milletini sevmek ve
saymak.” Türk milliyetçisi ise “Türk
düşüncesinin ilmi, fikri, edebi, felsefi ve teknik sahalarda imkânlarını
zenginleştiren, İslâmiyet’i muhterem
tutan, Dünya Türklüğünün istiklal,
hürriyet, refah ve saadeti için çalışan
insan” olarak tanımlanmıştır.
Atatürk ve Milliyetçilik
Türk Milliyetçiliğinin adı Atatürkçülük
değildir, ancak Atatürk, kesinlikle bir
Türk milliyetçisidir Atatürk’te milliyetçilik fikirlerinin oluşmasındaki en
büyük etken Ziya Gökalp’tir. Bununla
birlikte dönemin şair ve yazarları Atatürk’ün milliyetçilikle ilgili fikir yapılanmasında oldukça etkilidir. Atatürk,
bir sohbet sırasında anlattığı aşağıdaki
hatırasıyla kendisinde milliyetçilik fikrinin gelişmesini şöyle ortaya koymak-
tadır: “Bizim neslin gençlik yıllarına
Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi.
Osmanlı toplumunu meydana getiren Türk’ten başka milletlere, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara,
sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri
arasında bulunan ırktaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken ‘kavmi
necip’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu
duygunun belirtilmesine çalışılıyor,
memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler ikinci plânda gelen, önemsiz halk yığınları sayılıyordu. Şair Mehmet Emin Yurdakul’un,
ilk defa Manastır Askerî İdadisinde
öğrenci iken okuduğum ‘Ben bir
Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mısraıyla başlayan manzumesinde, bana
millî benliğimin gururunu tattıran ilk
anlatımı bulmuştum…”
Atatürk, milleti, dil, kültür ve ülkü
birliği ile birbirine bağlı vatandaşların
oluşturduğu siyasal ve sosyal bir bütün olarak tarif etmiştir. Bu tarife göre
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, din ve
ırk birliğine dayanmamaktadır.
Kurtuluş Savaşında yapılan topyekûn
mücadelede millet olarak tek yumruk
olan ülke insanı kendini diğer fertlerden farklı görmeksizin canları ve
malları ile bu kutlu mücadelede yerlerini almışlardı. Vatan mücadelesinde omuz omuza kader birliği yaparak
canlarını feda eden bu insanlar Türk
milletinin temel felsefesini oluştururlar. Bundan dolayıdır ki Atatürk Türk
Milletini “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir”
diye tarif etmiştir. Atatürk’ün Türk
Milliyetçiliği ile ilgili görüşlerini kendi
sözlerinden aktaralım:
“Bir yurdun en değerli varlığı, yurt-
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep
aynı cevherin damarlarıdır.”
“Asıl olan, Türk milletinin haysiyetli
ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam istiklâle sahip
olunarak sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde yaşarsa yaşasın,
istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık içinde uşak olmaktan
başka bir değer ifade etmez. Uşak
muamelesine tabi tutulur.”
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar
Türk kültürü ile dolu olursa o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar
kuvvetli olur.”
Millî Mücadele döneminde, batılı
emperyalist devletlerce paylaşılmaya
çalışılan Türkiye’de milliyetçilik, emperyalizme karşı direnmenin bayraktarlığını yapmıştır.
Ümmet bilincinden millet bilincine
geçiş Türk toplumuna emperyalizme
karşı direnme gücü aşılamıştır. Millî
Mücadele’nin başarıya ulaşmasında
en önemli etken olmuştur.
Millî Mücadele ile kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin milletler topluluğu görünümünden sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir millî devlet hüviyetine kavuşmuştur.
Büyük Millet Meclisinin açılışı ise egemenliğin millete geçmesi yönünde
atılmış en önemli adımdır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, düsturu
doğrultusunda atılan bu adım ile Türk
milleti kendi kararlarını kendi vermenin hazzını yaşamaya başlamıştır.
Türk Milliyetçiliği ile en sağlam birliktelik olan siyasal, kültürel ve ülkü birliğine dayanan önemli bir birlikteliğin
temeli atılmıştır.
Türk Milliyetçiliği, barışçı bir hedefi
öngördüğünden saldırgan ve yayılmacı amaçları reddetmiştir.
Milleti millet yapan, Milli Devlettir.
Milli Devlet, Türk Milliyetçiliğinin de
bir sembolüdür Türk Milliyetçilerinin
çabalarıyla kurulan yeni Cumhuriyetin adı Türk tarihinde Göktürklerden
sonra ikinci kez Türk adının kullanıldığı
Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
Yeni nesillerin yetişmesi aşamasında,
eğitim ve öğretimin bütün kademelerinde dil ve tarih derslerinin okutulması yine milliyetçilik ilkesinin bir
uygulamasıdır.
“Ne mutlu Türk’üm diyene”
Şu anda yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın ikinci maddesinde Cumhuriyet’in nitelikleri arasında ‘Atatürk
Milliyetçiliği’ kavramının kullanılması
benimsenmiştir. Bu madde uyarınca,
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlan-
gıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devletidir.” İbaresi yer almıştır.
Maddenin gerekçesinde belirtildiği
gibi, Türkiye Cumhuriyeti her şeyden
önce Atatürk Milliyetçiliğine bağlı;
yani bütün fertlerinin kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir
bütün halinde, diğer bir deyişle, milli
dayanışma ve adalet anlayışı içerisinde yaşayan bir toplumdur.
Güncel
taşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Millet varlığını
ve yurt erginliğini korumak için bütün
yurttaşların canını ve her şeyini derhâl ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir milletin en yenilmez silâhı ve
koruma vasıtasıdır. Bu sebeple, Türk
milletinin idaresinde ve korunmasında millî birlik, millî duygu, millî kültür
en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”
Dikkat edilecek olursa anayasanın bu
maddesinde, Atatürk Milliyetçiliği ile
Türk Milliyetçiliği eş anlamda kullanılmıştır. Bu görüş de Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu Milliyetçilik doktrini ile
örtüşmektedir.
Türk milliyetçisi, Türk dilini koruyan,
Türk seciye ve ahlâkını yükselten, Türk
düşüncesinin ilmî, fikrî, edebî, felsefî
ve teknik sahalarda imkânlarını geliştiren, İslâmiyet’i muhterem tutan,
insandır.
Türk milletinin kutlu güç kaynaklarının
başında İslâmiyet, milliyetçilik ve Türkçülük vardır. Türk milleti için kurtuluş,
yükseliş ve yüceliş çaresi, İslâm inançlarıyla milliyetçilik ülküsüne sarılmaktır. “Türklüğü benimseyen ve Türk
Milletine, Türk devletine hizmet aşkı
taşıyan herkes Türk’tür.” Türk milletinden olmak demek, Türk milletini
sevmek ve Türk devletine sadakatle
hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık
duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen
her fedakârlığı yapmak ve çalışmak
duygusu ve şuurudur.
“Her şey Türk milleti için, Türk’e doğru ve Türk’e göre”
“Bu memleket, tarihte Türktü, halde
Türktür ve ebediyen Türk kalacaktır.”
SENCE 2014 Sayı 4
23
SENCE
Mevsimsel Alerjik Rinit
(Bahar Alerjisi, Nezlesi – Saman Nezlesi)
Doç. Dr. Jale ERTEN ⎟ Bilkent Üniversitesi
Bahar mevsimi ile birlikte hapşırıklar artıyor !!!
Kış mevsiminin ardından baharın gelmesiyle birlikte hava ısınmaya, doğa canlanmaya başlıyor. Ağaçlar çiçekleniyor, çimenler
yemyeşil oluyor, çiçekler açıyor, kuşlar ötüyor özellikle de çocuklar için dışarıda bulunmak içerde bulunmaktan çok daha eğlenceli oluyor. Bazı insanlar mevsim değişikliğinin farkına varmazken, bazılarında baharla birlikte hapşırık, burun-göz akıntıları v.s.
yani bahar alerjisi şikâyetleri başlıyor.
24
SENCE 2014 Sayı 4
Baharla birlikte polenler artar. Bu aylarda çimen, ot, çiçek ve ağaçların
çiçek açmaları ile birlikte polenler atmosfere yayılırlar sonunda ağız, burun, göz ve ciğerlerimize kadar ulaşırlar. Özellikle rüzgârlı havalardan sonra
polenler havaya daha çok dağıldığı için
şikâyetler artar. Bazı süs bitkilerinin
çiçeklerinin polenleri ise ağır olduğu
için hava yolu ile dağılamazlar. Bunlar
da arı ve böceklerle çevreye yayılırlar.
En tipik bahar alerjisi alerjik rinit şeklinde görülür.
Vücudumuzda alerjik reaksiyonların
oluşmasına neden olan maddelere
“alerjen” denir. (polen, küf, toz, hayvan
tüyü, akarlar v.b.) Alerjenler hedef organlarda (burun ve gözlerde) bir takım
biyokimyasal reaksiyonlara, salgılara
neden olurlar bunlardan biri de histamindir. Histamin vücut sıvılarının damarlardan dokulara sızmasına neden
olur. Bu da vücutta genel kaşıntı, gözlerde yaşarma, kızarıklık, burunda tıkanıklık ve akıntı, akciğerde ise sekresyon
artışı, öksürük, hırıltı vb. neden olur.
Sağlık
Bahar Alerjisi Nedir?
alerjik rinit adı verilir. 19. Yüzyılda hastalık ilk olarak tanımlandığında yanlış
bir isimlendirme ile “saman nezlesi”
denmiştir. Bunun nedeni polenlerin
samanların üzerine yapışması ve rüzgârla dağılmasıdır. Daha sonra hastalığın polenlerle ilgili olduğu belirlenmiştir. Polenler dışında ev tozu, hayvan
tüyleri, küf mantarları (“mold” lar),
kimyasal maddeler, klor, deterjanlar
ve hava kirliliği alerji yapabilir. Alerjik
rinitin tüm bir yıl boyunca süren tipi
vardır ve perenial rinit olarak adlandırılır.
Alerjik rinit ağır bir hastalık olmamasına rağmen kişiyi son derece rahatsız
edebilir; uykuyu, yemek yeme ve yaşam şeklini olumsuz etkiler; okul ve
işgücü kaybına yol açar. Kent yaşamı
alerjik hastalıkların görülme oranını
arttırmıştır. Bunda çevre kirliliğinin rol
oynadığı düşünülmektedir.
Alerjik rinit ağır bir hastalık olmamasına rağmen kişiyi son derece rahatsız
edebilir; uykuyu, yemek yeme ve yaşam şeklini olumsuz etkiler; okul ve
işgücü kaybına yol açar. Kent yaşamı
alerjik hastalıkların görülme oranını
arttırmıştır. Bunda çevre kirliliğinin rol
oynadığı düşünülmektedir.
Bahar Nezlesi Nasıl Anlaşılır?
Özellikle histamin salgılanması ile birlikte alerjik rinit belirtileri başlar.
Belirtiler;
• Hapşırma nöbetleri
• Burun tıkanıklığı
• Burunda sürekli akıntı
• Gözlerde kaşıntı, sulanma
(konjonktivit)
• Burunda, dudakta, damakta ve
boğazda kaşıntı
• Öksürük
• Baş ağrısı
• Göz altlarında morluk
Alerjik Rinit
Alerjik rinit (saman nezlesi); alerjenlerin hava yolu ile burnun iç kısmını
döşeyen ve mukoza adı verilen dokuya yapışarak iltihapsız yangıya (inflamasyon) neden olur. Alerjik rinit
çoğunlukla ömür boyu devam eden,
fakat ileri yaşlarda şiddeti azalabilen
bir hastalıktır. Belirli mevsimlerde (en
çok polenlerin uçuştuğu bahar aylarında) ortaya çıkan tipine mevsimsel
SENCE 2014 Sayı 4
25
SENCE
tutun. Rüzgârlı havalarda evde
kalmaya çalışın.
• Burnun dış kısmına ve göz çevresine çok ince bir tabaka şeklinde
vazelin sürün, polenler vazeline yapışmakta ve böylece girişleri engellenmektedir.
• Özellikle kaloriferli evlerde kuru ev
havası alerjik rinitin kötüleşmesine
neden olabileceğinden, evde hava
nemlendiricisi kullanın.
Alerji Mi, Soğuk Algınlığı Mı?
Burun akıntısı, hapşırma ve öksürük
gibi bulgularla seyreden soğuk algınlığı ve alerji çok karıştırılır. Bu iki hastalığı ayırt etmenin tek yolu bekleyip
görmektir. Soğuk algınlığı genellikle
kısa sürede geçer, alerjik bulgular ise
aylarca devam eder.
Alerjik Rinitin Tanı ve Tedavisi
Alerji düşünülen durumlarda yukarıda
saymış olduğumuz klinik bulguların
yanında tanıyı kesinleştirmek için bazı
testlerin yapılması gerekmektedir.
Bu testler 4 gruba ayrılır:
1. Alerjen uyaranlarla temasın
kesilmesi,
2. İlaç tedavisi
3. Hiposensibilizasyon (aşı tedavisi)
Alerjik Riniti Olan Hastaların
Dikkat Etmesi Gerekenler
Nelerdir?
• Sigara içmeyin ve yanınızda içirmeyin.
4. Burun içine allerjen maddelerle
yapılan uyarı testi
• Tozlu ve polenli ortamlarda bulunmayın, eğer bulunmak zorundaysanız mutlaka maske kullanın.
Polen yoğunluğu en çok sabah erken saatlerde ve akşam saatlerinde
olmaktadır. Bu saatlerde dışarı çıkmamaya çalışın
Alerjik rinit tedavisinde temel yöntem
tüm alerjik hastalıklarda olduğu gibi
• Polenlerin uçuştuğu mevsimlerde
kapı ve pencerelerinizi kapalı
1. Serolojik (kan) tetkik
2. Deri testleri
3. Burun sekresyonunun kimyasal
analizi
26
alerjenden korunmaktır. Alerji tanısı
doğrulandıktan sonra uygun tedavi
başlatılmalıdır. Tedavi 3 ayrı başlık altında toplanabilir:
SENCE 2014 Sayı 4
• Klimalarda kullanılan filtreleri her
ay değiştirin, alerjenleri tutan özel
filtreler alın. Hava değişimini içeride bulunan havayı kullanarak temizleyen, dışarıdaki havayı kullanmayan özel klimaları tercih edin.
• Evinizde tüylü hayvan ve bitki beslemekten kaçının.
• Beden temizliğinize dikkat edin,
düzenli olarak el ve yüzünüzü yıkarsanız vücudunuza girmek üzere
olan polenleri engellersiniz.
• Yatmadan önce duş almak, saçları
yıkamak yararlı olur.
• Polen mevsiminde giysilerinizi açık
havada kurutmayın. Şapka ve ceketlerinizi daha sık yıkayın.
• Tüylü ve yünlü battaniyeler yerine
pamuklu ve sentetik olanları tercih
edin
• Toz barındırabilecek tarzda kilim,
halı gibi ev eşyalarını kullanmamaya özen gösterin.
• Polen mevsiminde arabada giderken pencereleri kapalı tutun.
SENCE 2014 Sayı 4
27
SENCE
İletişim ve
Vücut Dili
Prof. Dr. M. Hamil NAZİK ⎟ Gazi Üniversitesi
İletişim, kısaca kişinin davranış, konuşma, susma, duruş, oturma biçimi, kendini ifade etme
biçimi, kısaca çevresine mesaj iletmesidir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi iletişim süresince
kişiler çevrelerine ses, söz ve davranışları (vücut dili) ile belli oranlarda mesajlar verirler.
Birşey Saklıyor
Düşmanca Tutum
Yalan
İlgili
Güvensiz
Anlamsızca sana bakıyorum
Agresif
Savunma
İletişim Açık Değil
Tehditkar
28
SENCE 2014 Sayı 4
Bırakmak için sabırsız
Kapalı bir zihin
İletişim
sorun “insanların ilk neresine bakarDoğal olarak, kişinin iletişim ve
değerini;
sınız?” diye, göz iletişiminin ön plana
• Giyimi,
• Hareket tarzı (Vücut dili)
• Ortamı kullanış biçimi
• Çalışma isteği
• Motivasyonu
• Konuşması, sözcükleri –
kullandığı dil
• Ses tonu vb.
• Çatışma çözme becerisi
• İmajı
• Stres yönetimi ve öfke
kontrolü Ortaya koymaktadır.
tır. Özellikle kadın erkek iletişiminde
çıktığını görmemiz mümkün olacakgözler üzerine yazılmış çok sayıdaki şiir ve güzel söz rastlantı değildir.
Nitekim yapılan araştırmalarda her
iki cinsiyette de kaçamak bakışların
karşıdaki kişiye karşı gizli hayranlık ve
hoşlanmadan kaynaklandığını göstermektedir.
da da iletişimin doğru ve etkili olması
ması kurmak bu nedenle çok önem-
mümkün değildir.
lidir. Konuşurken karşıdaki kişinin
etkili iletişimi sağlar. Konuşan kişiye
itekim yapılan bilimsel araş-
bakmama, başı başka yöne çevirme
tırmalarda farklılıklar olsa da
bir çok anlam taşımaktadır.
Kişilerle iletişimde Vücut dili-
olarak yorumlanabilir. Her iki durum-
Karşıdaki kişi ile konuşurken göz te-
gözlerine bakmak ve onu dinlemek
N
bir şeyle ilgilenmesi yalan söylemesi
Yine bu durum kendine güvensizliğin
ifadesi olarak da algılanabilir.
Somurtma
Etkili iletişimde yüz ifadeleri de büyük
Örneğin anne babanın ya da iş haya-
önem arzeder. Kişilerle iletişimde sü-
tında daha çok amirlerin çocuklar ya
rekli asık suratlı olma onların sizle ile-
da çalışanlar birşeyler anlatırken baş-
tişim kurma isteğini ortadan kaldırır.
ka şeylerle uğraşması onlara olan say-
Ancak maalesef geleneksel olarak her
Bu oranlar özellikle ilk izlenimde daha
gısızlığını ifade ederken; çocukların
iki cinsiyetle ilgili bu konuda olumsuz
da belirginleşmekte giyim kuşamı da
ve astların başka yere bakması, ya da
anlayışlar mevcuttur.
nin etkisi % 65-70, ses tonunun %20
-25, konuşma biçiminin ise % 10-15
oranında olduğu bulunmuştur.
içine alana vücut dili özelliklerinin
oranının daha da arttığı görülmektedir. Genel yaygın kanının aksine ses
tonunun da konuşulan içeriğe göre
ön plana çıkması ise ilginçtir.
Vücut dili, sözel olmayan iletişim,
daha yüksek sesle konuşmak olarak
da tanımlanabilir.
Etkili vücut dili için kaçınılması
gereken vücut dili hareketleri
Göz temasından kaçınma
Vücut dilinin en önemli organı göz
iletişimidir. Bugün kime sorarsanız
SENCE 2014 Sayı 4
29
SENCE
Bayanların ortalık yerde gülmesi hoş
karşılanmayıp bir çok olumsuz görüş
belirtilirken, erkek adamın gülmemesi
gerektiği de sık sık vurgulanmaktadır.
Oysa somurtma sadece kendine güvensizlik ve o konuda isteksizliği belirtir, o kişi ile olan iletişimin kesilmesine
neden olur. Bu yüz ifadesi ayrıca yüze
yerleşir ve içinizden mutlu da olsanız
öyle görünmezsiniz (zaten yüzünüz
somurturken içinizden mutlu da olamazsınız).
El Sıkışmayı Bilmeme
Kötü El Sıkışma
El sıkışma ilk iletişimde çok önemlidir.
Gevşek, parmak uçları ile el sıkışmak
kendine güzensizlik, değersizlik işareti iken, karşıdaki kişinin elini kırarcasına sıkmak gücünü göstermek de çok
doğru değildir.
Kolları kavuşturma
Eskiden annelerimiz bizi sık sık kollarını kavuşturma ‘kısmetin kesilir’diye
uyarırdı. Bu doğru bir davranıştı, gerçekten de kolları kavuşturmak savunma, kendini koruma ve iletişime kapalı, konuşulan konu ya da olaylarla
ilgilenmeme ve mesaj almama davra-
me olduğundan kişiyi rahatsız eder.
Çok uzak olmak da rahatsız, güvensiz
ve konuyla ilgisizliği ortaya koymaktadır.
Kıpır kıpır olma, el yüz saç vb.
oynama, kaşınma, sallanma
Buna kısaca sineklenme de denebilir.
Hiper aktivite, fazla enerji, gerilim, rahatsızlık ortaya koymaktadır.
Bir kişi ile konuşurken saate bakmak
nışlarıdır.
Haydi kal k git seninle ilgilenmiyorum
Konuşurken uzak mesafede durma
patavatsızlık olarak algılanır.
Karşıdaki kişi ile konuşurken belli bir
Dahası...
mesafede durma önemlidir. Bu mesa-
demektir. İlgisizlik, kabalık, kibir ve
fe yaklaşık 40-60 cm’ dir. Daha yakın
• Fazla ya da az el hareketi,
olma muhatabın mahrem alanına gir-
• Beceriksizlik, sakarlık,
• Eli yüzde vücutta dolaştırmak,
• Kısa bebek adımları ile çekinik
yürümek,
• Uzaklara bakmak,
• Ağza gözlük sapı kalem almak,
• Gereksiz yere kafayı sallamak,
• Lüzumsuz her şeyin arkasına
gülmek...
30
Çalışma Hayatı
Kötü Yönetimi
Tedavi Etmek
Prof. Dr. Musa EKEN - Yrd. Doç. Dr. Ferruh TUZCUOĞLU ⎟ Sakarya Üniversitesi
T
arihin hemen her döneminde,
kamu yönetimlerini eleştirenlerin temel hareket noktasında
ya da eleştirilerin odağında, kötü yönetim olgusu bulunmaktadır. Bireyler,
sivil toplum örgütleri, özel sektör ve
diğer toplumsal aktörler, çeşitli nedenlerle kamu yönetiminden yakınmakta
ve onun hakkında genellikle olumsuz
düşünceler taşımaktadır. Kamu yönetimindeki en üst düzey yöneticiden, hiyerarşinin en altında yer alan memura
kadar tüm çalışanlar, yapılan bu eleştirilerden nasiplerini almaktadırlar.
Kötü yönetim, bazı yazarlarca kamu
yönetimi sistemlerinde egemen olan
Weberyen bürokratik örgütlenmenin
olumsuz sonuçlarından biri olarak
kabul edilmekte, bazılarınca çerçevesi belirsiz kamu gücüne ve kamu
yararına dayalı yönetim anlayışının
uygulaması olarak görülmekte, bir kısım yazarlar da bunların yanında sivil
toplumun yetersizliğini eklemektedir.
Kötü yönetimin tedavi edilmesinde ortaya konulan reçetelerin
gösterdiği rolü üstlenecek iki aktör bulunmaktadır. Bunlar,
toplum ve kamu yönetimidir.
Kaynağı ne olursa olsun, 20. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren, kötü yönetim uygulamalarının giderilmesi, yönetsel sisteme çeki düzen verilmesi ve
onun işlevsel kılınması temel hedefler arasındadır. “Yeni kamu yönetimi
anlayışı”, “yönetişim”, “kamuda toplam kalite yönetimi”, “ombudsman
kurumu”, “stratejik yönetim”, “performansa dayalı yönetim” gibi kamu
yönetiminde uygulanması istenen
yeni yönetim teknikleri bu çabaların
ürünüdür. Geliştirilen yöntemlere ve
çeşitli düzeylerde gerçekleştirilen çabalara rağmen, kötü yönetim olgusunun üstesinden gelinebilmiş değildir.
Burada üzerinde durulmak istenen
nokta, kötü yönetimi ortaya çıkaran
nedenlerin yok edilmesinde, kamu
yönetimi ve toplumsal aktörlerde anlayış değişiminin rolünü tartışmaktır.
Özellikle anlayış değişiminin, kötü
yönetimin tedavisinde temel rol oynayacağı da varsayılmaktadır.
Kötü Yönetim Olgusu
Kötü yönetim kavramı, yönetimde
keyfi ve taraflı tutumların, mal-hizmet üretiminde toplumdan gelen
talepleri dikkate almayan, eylem ve
işlemlerini gerekçelendirmeyen, işlemlerde gecikmelerin yaşandığı,
hizmetlerde yetersizlik, verimsizlik,
düzensizlik, gizlilik, gereksiz formalitelerin egemen olduğu bir yönetim
biçimini ifade etmek için kullanıl-
SENCE 2014 Sayı 4
31
SENCE
maktadır. Ayrıca burada önemle üzerinde durulması gereken noktalardan
biri sadece yasaya aykırı hareketlerin
değil, yasal sınırlar içerinde kalan bir
takım eylem ve işlemlerin de kötü yönetime neden olabileceğidir.
Kamu yönetimi uygulamalarında görülen, adaletsizlik, mevzuatı uygulamada başarısızlık, yasa ve yönetmelikleri
ihlal, gecikme, hata, yetkinin ve takdir
yetkisinin kötüye kullanımı, nezaket
eksikliği, baskı, görmezden gelme, ihmal, yetersiz araştırma ve soruşturma,
taraf tutma, iletişim kopukluğu, kabalık, haksızlık, keyfilik, kibir, verimsizlik,
ayrımcılık, dikkatsizlik gibi durumlar
kötü yönetim olgusunu tanımlamada
kullanılmaktadır.
Kötü yönetim, yasaları çiğnemeyi, etik
ilkeleri bir kenara atmayı, sonucu suç
teşkil etmesine rağmen bazı davranışları meşru göstermeyi, sahtekârlığı,
kayırmayı, ehil olmayan kişilere iş gördürmeyi, rüşvet ve komisyon karşılığı
iş yapmayı da kapsamaktadır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığında kötü
yönetimi, ihmal ya da icra etmek suretiyle kamu yönetiminin muhataplarında tatminsizlik veya hoşnutsuzluk
ortaya çıkaran yönetsel süreçler, davranışlar ve mekanizmalar olarak tanımlamak mümkündür.
Kötü Yönetimin Kaynakları
Kötü yönetim uygulamalarını sınıflandırmak gerekirse karşımıza üç temel
kaynak çıkmaktadır. Birincisi, bürokratik örgütlenme modeli, ikincisi kamu
yararını koruma anlayışına dayalı ve
kamu gücüyle şekillenmiş “kamu görevliliği” sistemidir. Bunlara eklenebilecek üçüncü kaynak ise, toplumsal
ahlakın ve sivil toplumun yetersizliğidir.
32
SENCE 2014 Sayı 4
Bürokratik örgütlenme modelinin getirdiği “kurallara bağlılık”, “şekilcilik”
ve “yazılılık esası” gibi ilkeler uygulamada ortaya çıkardığı olumsuzluklardan dolayı her zaman eleştirilmektedir. Bu olumsuzluklar aynı zamanda
kötü yönetim uygulamaları olarak
görülmektedir. Zaman zaman kamu
görevlileri, bir sorunu çözmek istemediklerinde, “kanunlar böyle emrediyor, benim yapabileceğim bir şey yok”
diyerek muhatabı karşısında kendisini
temize çıkarma ve suçu kurallara atma
gayretine girmektedirler.
Öte yandan, kamu yönetimi her zaman rasyonel işleyen bir mekanizma
değildir. Yönetimde keyfi ve taraflı olarak konulmuş kurallar bulunmaktadır.
Söz konusu kurallar ve bunlara dayalı
tutumlar, yönetimin kendi içindeki
ast-üst ilişkisinde olduğu kadar, yönetim-toplum ilişkisinde de karşımıza
çıkmaktadır. Keyfiliğin bahsedilen her
iki türü de, kötü yönetimin kaynağı
olarak değerlendirilmektedir.
Heindenheimer, kötü yönetimin kaynağını “gücün baştan çıkarması” olarak yorumlamaktadır. Ona göre, kamu
gücüne dayanarak yönetme yetkisini,
kamu yararını ve kamu mallarını koruma görevini tekelinde bulunduran
kamu görevlileri, ellerindeki bu gücü
ve yetkiyi keyfi olarak kullanabilmektedir. Sonuçta, rüşvet karşılığı iş görme, ayrımcılık yapma, yapılması gerekeni kasti olarak yerine getirmeme
veya verilen görevi ihmal etme eğilimleri sıklıkla görülmektedir. Aslında
bu durum Fransız Devrimi sonrası batı
dünyasında oluşan kamu yönetimi
anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu
anlayış, yönetimin bürokratikleşmesi, siyaset ve yönetimin farklılaşması,
kamu hizmetlerinde profesyonelleş-
me, kamu görevlilerinin kendilerini
kamu malının emanetçileri olarak
görmeleri ve kamu görevlilerinin toplumun geri kalanına oranla eğitim düzeyinin yüksekliği (20. yüzyılın ikinci
yarısına kadar) gibi faktörlerden beslenmektedir.
Kötü yönetim karşısında toplumsal aktörlerin takındığı tavır çeşitli biçimlerde görülür. Birincisi, kötü yönetim karşısında kayıtsız kalmadır. Kötü yönetim
normal bir durum olarak algılanır ve
seyirci kalınır. Bireyler kendilerinin
bunu düzeltmeye gücünün yetmeyeceğini düşünür ve hatta “böyle gelmiş
böyle gider” diyerek bu durumu “kader” olarak görür. Benzer şekilde, “bu
ülkede zaten her şey bozuk” anlayışı
ile hareket edilerek kötü yönetim uygulamalarına tepkisiz kalmak da sıklıkla karşılaşılan davranış biçimidir. Bazı
durumlarda da, “ne kadar düzeltirsen
düzelt memurlar yine bir yolunu bulur” şeklinde kamu görevlilerinin kötü
yönetim uygulamalarına bir şekilde
sapacakları inancı egemendir.
Kötü yönetim karşısında toplumsal aktörlerin takındıkları ikinci tür tavır ise,
kendi çıkarlarına hizmet ettiği zaman
kötü yönetim uygulamalarının teşvik
edilmesidir. İşlemleri hızlandırmak için
rüşvet vermek, haksız ya da yasal olmayan bir kazanım elde etmek, kamu
hizmetlerinden yararlanmada ayrıcalık kazanmak için kamu görevlilerini
yönlendirmek gibi davranışlar bu kapsamda değerlendirilebilir. Toplumsal
aktörlerin tavırlarının üçüncü grubu
ise, vatandaşlık görevini yeterince yerine getirmemeleridir. Örneğin, vergi
vermemek, kamusal yükümlülüklerini
yerine getirmemek kötü yönetimi teşvik edebilecek nitelikte görülmektedir.
Kötü Yönetimin İlacı:
Anlayış Değişimi
Küreselleşmenin hızla ilerlediği ve
ekonomik anlamda sınırların kalktığı
bir dünyada bilişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler; devletin, gelişmiş
teknolojiyi ve çağdaş yönetim tekniklerini birlikte kullanarak bireyleri ve
vatandaşa hizmeti ön plana çıkaran,
kötü yönetimi ortadan kaldıran veya
hiç değilse azaltan, yeni bir yapılanmaya gitmesini zorunlu hale getirmiştir.
Bu zorunluluğu ortaya çıkaran ekonomik, yönetsel ve politik olmak üzere
bir dizi faktör bulunmaktadır. Ekonomik faktörler, dünya ekonomisinin giderek üretim merkezli olmaktan çıkıp
bilgi merkezli hale gelmesidir.
Yönetsel faktörler, vatandaşlardan
gelen ve özel sektördeki sanal bilgi
ve hizmet sunumunun yarattığı beğeni ile beslenen kolaylık, hız, ucuzluk,
şeffaflık ve hesap sorabilme talepleri-
dir. Bireyler, gelişen teknolojilerin de
sayesinde devlete karşı daha talepkar
olmaktadırlar. Çağdaş bireyler, kendilerine hizmet veren kurumların daha
aktif, daha hızlı, daha açık, daha doğru ve daha az maliyetle çalışmalarını
istemekte ve beklemektedir.
lamındadır. Dolayısıyla, yüzyıllardır tamamlanamayan “kralın veya
hükümdarın hizmetkârlığı”ndan
“kamu görevliliğine” geçiş sürecinin “bürokratik hizmetkârlık” aşamasını atlayarak tamamlanması
gerekmektedir.
Bireylerden gelen taleplerin kamu
yönetimi tarafından da kabul görmesi, kötü yönetimin iyileştirilmesinde
önemli bir başlangıç olacaktır. Kamu
yönetimi de dâhil toplumsal aktörlerin
tümünün benimsemesi gereken bir
dizi değer ve anlayış bulunmaktadır.
• Memurlar çalışkan, dürüst, tarafsız, irfan sahibi, içten, adil ve kusursuz olmalıdır. Bu ilke, memurların etik kuralları benimsemeleri
ve bunu kendi iç dünyalarında da
yaşamalarını gerektirmektedir.
Kamu Hizmeti Anlayışı
Batının bir ölçüde başarılı olduğu anlayış, bir “ideal tip” değil, arzu edilen durumu simgelemektedir. Bu anlayıştan
sapma kötü yönetimi oluşturan faktörlerden sayılmaktadır. Kamu hizmeti
anlayışı, bazı ilkeleri ya da başka bir
ifadeyle bazı kabulleri kapsamaktadır.
Bunlar;
• Kamu yönetimi, siyasal otoritelerin
aldığı kararları uygulayan bir araçtır.
• Kamu yönetimi genel çıkarların
temsilcisi, özel çıkarların koruyucusudur. Bilindiği gibi, kamu yönetimi
birçok eylem, işlem ve kararında
“kamu yararı” veya “genel çıkar”
gerekçesiyle özel çıkarları yok saymaktadır. Tanımı belirsiz “kamu yararı” adına bireylerin hakları veya
menfaatleri ihlal edilebilmektedir.
• Kamu görevlileri halkın görevlileridir. Kamu yönetimi çalışanlarının
temel görevi devlet mekanizmasını toplum karşısında korumak değil, topluma (kamuya) hizmet sunmaktır. Nitekim “kamu görevlisi”
sıfatı da topluma hizmet eden an-
Çalışma Hayatı
Hemen hemen tüm yönetim sistemlerinde karşılaşılan kötü yönetim uygulamalarının kaynağı farklılık gösterebilmektedir. Kaynağı ne olursa
olsun, kötü yönetimle mücadele temel hedefler arasında yer almaktadır.
Kötü yönetimin önlenmesinde çeşitli
yöntemler, araçlar, yasal ve kurumsal düzenlemeler kullanılmaktadır.
Fakat çoğu zaman bu yöntemlerin
başarıyı sağladığı, kötü yönetim görüntüsünün ortadan kalktığını söylemek zordur. Bu durum bizleri, söz
konusu araçları, yöntemleri, yasal ve
kurumsal düzenlemeleri uygulamanın yanında kamu çalışanlarında ve
toplumsal aktörlerde “anlayış değişimi”nin de gerektiği gerçeğine götürmektedir.
• Memurlar kişisel çıkarlarını arka
planda bırakmalılar.
• Memurlar görevlerini etkin ve verimli bir şekilde yerine getirmeliler.
• Kamu işyerlerine atamalar ayrıcalığa ve iltimasa göre değil, kişinin
başarısına göre yapılmalıdır. Bilindiği gibi, kayırmacılık kötü yönetimin temel nedenleri arasında
yer almaktadır. Patrimonyal bir
yönetim sisteminin ürünü ve aracı
olan kayırmacılık, çağdaş yönetim
sistemleri tarafından kabul görmemektedir.
• Memurlar yasalar karşısında diğer
insanlarla eşit olmalıdırlar.
Bu ilkelere ulaşmak oldukça zor görünmektedir. Ancak, kamu yönetimi
literatürü bu ilkelerin benimsenmesinin önemi üzerinde durmaktadır.
Özellikle, yozlaşma, etik gibi konularda çalışanlar söz konusu ilkeleri sıklıkla vurgulamaktadır. Kamu hizmeti
anlayışının benimsenmemesinin ne
gibi sonuçlar doğurduğu, hakkında
en çok yazılan konulardandır. Burada
bazı sonuçları tekrar hatırlatmak gerekirse şunlar söylenebilir;
SENCE 2014 Sayı 4
33
SENCE
• Kamu görevi kişisel çıkarlar için
kullanılan diğer başka fırsatlardan
biri gibi görülmektedir. Kamuda çalışanlar, kamu kaynaklarını yağmalarlar, arkadaşlarını ve akrabalarını işe
yerleştirirler, rüşvet alırlar. Kamudaki
konumlarını sürdürmek için insanlar
ne duymak istiyorlarsa onu söylerler.
Hatayı kabul etmezler, çünkü yaptıklarının hata olduğuna inanmazlar.
Gizlilik: Kamu yönetiminde birçok
iş gizlilik içinde sürdürülmektedir.
Ayrıcalıklı olmayanların bilgi ve belgelere ulaşması mümkün olmamaktadır. Kamu kurum ve kuruluşlarının
ellerindeki kayıtlar ve karar süreçleri
çoğu zaman gizlidir. Gizlilik ilkesi, katılımı engellediği için doğal olarak toplumun dışarıda tutulmasına neden
olmaktadır.
• Bir kamu hizmeti etiği olmadığından çarklar doğru işlemez. Artık halk
ortak refaha temel teşkil eden eylemlere, simgelere ve kurumlara güven
duymaz; onlara ilgi göstermez. İnsanlar kamu kurumlarından (yasama,
yürütme, yargı, eğitim, din, askeriye)
desteğini çeker ve bu kurumlara olan
güven kaybolur.
Seçkincilik: Güçlü merkeziyetçi bürokrasilerin olduğu ülkelerde ve bürokrasinin egemenlik alanı bulduğu
bütün ortamlarda, toplumun yönetime katılması ve toplumun bütün kesimlerinden gelen bireylerin yönetim
kademelerinde yer alması istenilen
bir durum değildir. Yönetim kademelerinde yer alabilmek için belli bir
eğitim sisteminden geçmiş olmak,
belli bir öğrenim kurumundan mezun
olmak, belli derneklere üye olmak,
belli bir aileden gelmek gibi özellikler
aranmaktadır.
Kötü yönetimin etkisinin azaltılması
veya tamamen ortadan kaldırılması
çabaları arasında “kamu hizmeti anlayışı”nın benimsenmesi önemli bir yer
tutmaktadır. Rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık gibi yozlaşmaların ve diğer
etik dışı davranışlar ile uygulamaların
önüne geçilmesinde kamu görevlilerinden beklenen “adım” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplum-Kamu Yönetimi
Bütünleşmesi
Kötü yönetimin ortaya çıkması ve
gelişmesi nedenlerinden biri de toplumun kamu otoriteleriyle özdeşleşememesi veya kamu görevlilerinin
kendilerini toplumdan uzak tutmalarıdır. Bu tür durumlarda toplum dışlanmış olmakta ve toplum ile kamu
yönetimi ilişkilerinde “yabancılaşma”
ortaya çıkmaktadır. Yabancılaşmaya
yol açan bir takım nedenler bulunmaktadır:
34
SENCE 2014 Sayı 4
Ayrıcalık: Kamu görevlileri, her zaman
kendilerini toplumun üstünde olarak
gördüklerinden veya yaptıkları işlerin kutsal olduğuna inandıklarından
kendilerinin toplumun geri kalanıyla
aynı olmadıklarını düşünmektedirler.
Bu düşüncelerini, kendilerine tanıdıkları bazı özel ayrıcalıklarla uygulamaya dökmektedirler. Toplumdan farklı
bir yaşam biçimini, farklı ortamlarda
ikamet etmeyi ve alış-veriş yapmayı
tercih etmektedirler. Onlarla ilgili suç
ve ceza sistemi de farklılık göstermektedir.
Kamu yönetimi ile toplumun yabancılaşmasına neden olan faktörleri,
toplumların yapısına ve kamu yönetimi geleneklerine göre çeşitlendirmek
mümkündür. Söz konusu faktörlerin
hemen hemen tümü kötü yönetimin
oluşmasında ve gelişmesinde ol oynamaktadır. Kamu yönetimi ile toplumun yabancılaşmasına yol açan
etkenlerin azaltılması ve giderek yok
edilmesi, yakınlaşmayı sağlayacaktır.
Dolayısıyla kötü yönetim uygulamalarını da azaltacaktır. Yabancılaşmanın
azaltılması ve buna karşılık yakınlaşmanın sağlanması için bazı faktörler
etkili olabilecektir. Bunlar, saydamlık,
liyakat, güven unsurunun tesisi ve
eşitlik olarak belirtilebilir.
Saydamlık: Kamu kurum ve kuruluşlarının eylemlerinde, işlemlerinde ve
karar süreçlerinde egemen olan gizliliğin ortadan kaldırılarak bütün bunların toplum tarafından görülebilir kılınması, saydamlığı ifade etmektedir.
Saydamlık kuralıyla birlikte gelecek
kamuoyu denetimi, kamu çalışanlarının işlemlerinde, eylemlerinde ve
kararlarında daha dikkatli davranmalarını sağlayacaktır. Böylece, kötü yönetim uygulamalarının da önüne set
çekilebilecektir.
Liyakat: Kamu görevlilerinin istihdamında liyakat ilkesine uyulması, kayırmacılık ve nitelik yetersizliğinden
kaynaklanan kötü yönetim uygulamalarını azaltacaktır. Ayrıca, kamu yönetimi içerisinde kamu çalışanlarının
oluşturduğu “seçkin” yapıyı yıkarken
toplumla bütünleşmesinin sağlanmasında rol oynayacaktır.
Güven Unsurunun Tesisi: Kamu yönetiminin toplumla bütünleşmesini
sağlayacak en önemli faktörlerden
birisi de güven tesisidir. Toplumun
önemli bir kısmı kamu yönetimine
ve onun çalışanlarına güvenmemektedir. Güvensizliğin temelinde, kayırmacılık, rüşvet, yolsuzluk gibi kötü yö-
Eşitlik: Kamu çalışanlarının toplumun
geri kalanına oranla ayrıcalıklı bir
konumda olması, toplumla bütünleşmesinin önünde engeldir. Gerek
kamu hizmetlerinden yararlanma,
gerek yargı karşısındaki konumları,
gerekse kurumlarının onlara sunduğu
lojman, servis, yemek gibi avantajlar
toplumun kamu çalışanlarına bakışını
farklılaştırmaktadır. Kamu çalışanlarının da toplumdaki diğer bireylerle
eşit konumda bulunmaları, onlarla
aynı mekânları paylaşmaları, aynı
alış veriş merkezlerini kullanmaları,
kamu hizmetlerinden yararlanmada
aynı kuyruğu beklemeleri, konusu
suç teşkil eden benzer davranışlarda
aynı koşullarda soruşturmaya tabi tutulmaları toplumla bütünleşmeyi sağlayacak faktörler arasındadır.
Kamu yönetiminin toplumla bütünleşmesi, ortak değerleri paylaşması
anlamına gelmektedir. Eğer toplum
içinde kötü yönetim uygulamalarını hoş karşılamayan ahlaki temeller
varsa kamu görevlileri de bu ilke ve
değerler içerisinde hareket edeceklerdir.
malarının neler getireceğini çok iyi
bildiklerinden bu batağa düşmemek
için direnirler. Bireyler daha dürüst
davranış sergiler ve bazı değerler çerçevesinde ilişki kurarlar. Bu değerler
arasında hukuk kurallarına ve etik
ilkelere uygun davranma, vergilerini
ödeme, kendilerinden daha zor durumda olanlara yardım etme, kısa dönemli çıkarlar için başkalarının haklarını ihlal etmeme gibi temel davranış
biçimleri belirtilebilir. Bu tür değerleri
kabul eden ve uygulayan bireylerin
kamu yönetiminde çalışması, kötü
yönetimin en büyük engelidir.
Toplumsal değer sisteminin oluşması
ve bunun kamu yönetimine yansımasında iki önemli gösterge karşımıza
çıkmaktadır. Birincisi, rüşvet ve hediye, ikincisi ise kamu malına karşı davranış biçimidir.
Rüşvet ve hediye alıp verme uygulaması genellikle doğu toplumlarına
özgü bir davranış biçimidir ve kaynağı ne olursa olsun, günümüzde kötü
yönetimin önemli göstergesi arasında
yer almaktadır. Bazı memurlar, herhangi bir hizmeti vermek için rüşvet
veya hediye beklemekte, buna karşılık toplumsal aktörler de herhangi bir
hizmeti almak için rüşvet veya hediye
vermeye hazır durumda bulunmaktadır. Böylece, bazı memurlar gelirlerini
resmi olmayan ücretlerle artırırken,
toplumsal aktörler ikinci bir vergi
ödemektedirler. Rüşvet veya hediye
vermeyi reddeden veya yeterli miktarda ödemeyen veya ödeyecek gücü
olmayan kişi hizmetten yeterince yararlanamaz. Ödemeye gücü yetenler
ise daha iyi muamele görürler.
Çalışma Hayatı
netim uygulamaları bulunmaktadır.
Söz konusu kötü yönetim uygulamalarının azalması ve toplumun güvenin artması, gelecekte kötü yönetim
uygulamalarının tekrarlanma riskini
azaltacaktır.
Kamu mallarına karşı tutum: İki boyutta ele alınmaktadır. Birincisi, memurların gösterdikleri davranıştır.
Memurların kamu mallarını kendi
özel amaçlarına kullanmaları ya da
kendi özel mallarından daha titiz bir
şekilde korumamaları kötü yönetimi
geliştiren davranışlardandır. Kamu
kaynaklarının israfı, bütçe açıkları,
vergi adaletsizliği, kayıt dışı ekonomi
gibi olgular memurların kamu malına
karşı erdemli olmadıklarının göstergesidir.
Kamu mallarına karşı davranışın ikinci boyutu ise toplumsal aktörlerden
kaynaklanmaktadır. Bireyler, özel sektör ve diğer aktörlerin kamu mallarını
ve kaynaklarını kendi çıkarlarına tahsisini sağlamaları veya bunları haksız
Toplumsal Değer Sisteminin
Oluşması
Kötü yönetim uygulamalarının ve sonuçlarının yanlış olduğunu bilen ve
bunları ahlak dışı gören toplumlarda,
kötü yönetimin oluşması ve gelişmesi kolaylıkla gerçekleşmez. Çünkü bu
tür toplumlar kötü yönetim uygula-
SENCE 2014 Sayı 4
35
SENCE
edinmeleri, vergi vermemeleri, kamu
hizmetlerinden ücretsiz yararlanma
yollarını bulmaları gibi davranışlar
toplumsal değerlerin eksikliğini vurgulamaktadır.
Toplumun rüşvet ve hediye taleplerine karşı direnmesi ve bu direncin toplumsal anlayış olarak benimsenmesi
kötü yönetim karşısında önemli bir
mevzi kazanmak anlamındadır. Aynı
şekilde, kamu kaynaklarının ve hizmetlerin kullanımında ayrıcalık beklememek, vergi vermek, kamu mallarını özel mal gibi korumak, katkıda
bulunmadan hizmet beklememek
gibi değer ve ilkeler de kötü yönetimle mücadelede toplumsal aktörler
tarafından benimsenmeyi beklemektedir.
Kötü Yönetimi Tedavi Etmede
Güçlükler
Alışkanlıkların ve güçlü geleneklerin
değiştirilmesi zordur. Kötü yönetim
uygulamalarından herkes rahatsızlığını dile getirmesine rağmen, yönetimin iyileştirilmesi yönündeki çabalar
36
SENCE 2014 Sayı 4
çoğu zaman başarısız olabilmektedir.
Yasal düzenlemelerin birçok sorunun
üstesinden gelebileceği düşünülmekte, yeni kurumlar oluşturulmakta
fakat alınan bu tedbirler de çözümü
getirmekten uzak kalabilmektedir. Siyasal otoriteler yeni vaatlerle iktidara
gelmekte ve yeni yasal düzenlemeler
ile yeni kurumlar oluşturmakta ama
sonuç değişmeyebilmektedir.
Belirtilen bu değişmezliğin temelinde kötü yönetim uygulamalarının
içselleştirilmiş olması veya bir başka
ifadeyle kamu yönetiminin normal
işleyişi olarak görülmesi olduğu söylenebilir. Hatalar ve kural dışı davranışlar ile işlemler sistem içinde tolere
edilmeye çalışılmaktadır. Kamusal ve
kişisel dürüstlükler yadırganmakta ve
etik değerler yok sayılmaktadır.
Jabbra, kötü yönetimin değişmezliğini toplumlardaki bozuk kültürel
tutumlara bağlamaktadır. Ona göre
kötü yönetim, sadece kamu yönetimi yapılarından değil, aynı zamanda
tüm sosyal dokuların özelliklerinden
de kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, kötü yönetim kusurlu kültürel
yapılarca biçimlenmiş ve kök salmış
davranış modelleri tarafından şekillendirilmektedir. Böylece, hem kamu
görevlilerinin hem de vatandaşların
kafalarında şartlandırılmış bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, kültürel bozukluğun olduğu toplumlarda
kamu çalışanlarının önemli bir kısmı,
kendilerini yasaların ve etik değerlerin üstünde tutmakta, vatandaşı
küçük görmekte, her şeyi yapabileceklerini ve suç teşkil eden davranışlarının karşılığında cezasız kurtulabileceklerini düşünmektedirler. Onları
eleştiren ve tehdit eden herkese karşı
olumsuz tavır takınmakta ve ceza vermeye çaba sarf etmektedirler.
Kötü yönetim uygulamalarının yok
edilmesinde karşımıza çıkan güçlüklerin toplumsal kültüre ve yönetim
kültürüne dayalı bazı özellikleri bulunmaktadır;
• Toplum, kendi sosyal yapısına uymayan yabancı menşeli etik kodları
tim virüsünü yok etmek çabası yerine, çekilmez durumdan katlanılabilir
durumu getirme çabası daha iyi sonuçlar vermektedir.
• Kamu yönetimi içinde oluşturulmuş
uygulamaların dışarıdan gelen yeni
kurallara direnmesi söz konusudur.
Yeni kurallara uygun davranmak grup
psikolojisinin de etkisiyle küçültücü
bir davranış olarak algılanır. Dolayısıyla kuralların ihlali desteklenmiş olur.
Hatta daha da aşırıya gidilerek ihlal
etmeyenler, ihlal edenler tarafından
dışlanır. Kuralları ihlal edenler ve kötü
yönetim uygulamaları, koruma görür.
Bunların açığa çıkması durumunda
ise, şaşkınlık belirtileriyle masum olduklarını vurgularlar. Komplo ile karşı
karşıya bulunduklarını belirtmeyi de
ihmal etmezler.
Toplumun belli bir ahlaki düzeyde
olması, özen, çalışkanlık ve sabır gibi
ilkeleri benimsemesi iyi yönetime
sahip olmalarında önemli bir araçtır.
Toplumların layık oldukları biçimde
yönetildikleri söylenir. Eğer insanlar
kendilerinin sindirilmelerine, horlanmalarına, aldatılmalarına ve boş
verilmelerine izin verirlerse, kötü bir
yönetime sahip olurlar.
• Kötü yönetim uygulamalarının önlenmesi güçlü irade ve desteğe ihtiyaç hissettirmektedir. Siyasal otoritelerin kararlılığına ve başka alanlarda
gösterdikleri başarılı uygulamaların
desteğine ihtiyaç olabilir. Bu alandaki
girişimlerin ciddi ve sürdürülebilir nitelikte olması gerekmektedir.
Toplumsal kültürün bozukluğunun
yanında kötü yönetim uygulamalarının bizatihi kendisi de dirençli bir virüs gibi görülmektedir. Tedavi edilse
bile yok olacağının garantisi yoktur.
Gün yüzüne çıkmak için sürekli fırsat
kollamaktadır. Bu açıdan, kötü yöne-
Sonuç
Kötü yönetimin tedavi edilmesinde
ortaya konulan reçetelerin gösterdiği
rolü üstlenecek iki aktör bulunmaktadır. Bunlar, toplum ve kamu yönetimidir.
Yukarıdaki sözü tersten de okuyabiliriz, yani “Her yönetimin layık olduğu
bir halkı vardır” da denilebilir. Kamu
yönetimleri eğer özenle ve sabırla
çalışırlarsa, ısrarlı, meraklı, dürüst
ve etkin olurlarsa, iyi, sadık ve işbirliği yapan vatandaşlara sahip olurlar.
Eğer küçük görürler, aldatırlar ve boş
verirlerse, karşılarında aynı şekilde
yönetimle işbirliği yapmayan ve güvenmeyen vatandaşlar bulacaklardır.
Eğer kamu yönetimi insanları aldatırsa, insanlar da onu aldatacaktır. Yönetim yalan söylerse, onlar da yalan
söyleyecektir. Kamu yönetimi onlarla
özdeşleşmezse, onlar da yönetimle
özdeşleşmeyeceklerdir. Böylece, askere alınmaya karşı çıkacaklar, vergileri ödemekten kaçınacaklar, yanlış
bilgi vereceklerdir.
Kamu yönetiminin bu tür olumsuz
yapılardan kurtarılarak, toplumun
ihtiyaçlarını karşılayabilen, hizmet
kalitesine dikkat eden, sempatik, hukuka saygılı ve düzenli işleyen bir yapıya kavuşturulması temel hedeftir.
Bu amaçla, yasal-kurumsal düzenlemelerin yanında kamu çalışanlarının
ve toplumsal aktörlerin kafalarında
mevcut olan anlayışların da değişmesi gerekmektedir. Anlayış değişimi
yaşanmadan yapılan düzenlemelerin
kötü yönetimi ortadan kaldırmaya
veya zararlarını en aza indirmeye yetmediği bilinmektedir.
Çalışma Hayatı
oluşturmuştur. Toplum bu etik kodları
kabul etmede çekimser davranırken,
geleneksel değerlerinden de uzaklaşmaktadır. Böylece “değersizlik”
egemen hale gelmektedir. Örneğin,
bir zamanlar kayırmacılık yapmanın
gizli tutulduğu ve toplumun geneli
tarafından kınandığı bir kültür yerine,
kayırmacılık yapmayanların “beceriksiz” olarak nitelendirildiği bir anlayışın egemen olması.
Kamu hizmeti bilinci geliştirilmesi,
yönetim-toplum bütünleşmesi, toplumsal değer sisteminin veya etik
kültürünün geliştirilmesi “anlayış değişimi”nin temelinde yer almaktadır.
Anlayış değişiminin başlaması ve sürdürülebilir olması açısından, siyasal
otoritelerin güçlenmesi; yerinden yönetim uygulamalarının geliştirilmesi;
kurumlarda etkinlik, verimlilik, saydamlık ve hesap verebilirlik mekanizmalarının kurulması; sivil toplumun
süreç içinde etkin rol alması; yönetime ilişkin etik ilkelerin oluşturulması
ile bunların izlenmesi ve değerlendirilmesi gibi önlemlere ihtiyaç bulunmaktadır.
Ayrıca, geleneksel yönetim sistemine
alternatif olarak gelişen yeni kamu
yönetimi anlayışının etik ilke ve standartlarla güçlendirilmesi durumunda,
kötü yönetimin tedavisinde önemli
bir rol oynayacağını belirtmek gerekir. Yeni kamu yönetimi anlayışı, esnek kurallar, yatay hiyerarşi, beyana
güven gibi ilkeleriyle, kötü yönetimin
kaynaklarından olan katı kuralcılık,
şekilcilik ve kırtasiyecilik gibi uygulamaları yok etme eğilimindedir.
SENCE 2014 Sayı 4
37
SENCE
Hukuk Devleti ve Kuvvetler Ayrılığı İlkesi Üzerine
Türk Hukuk Enstitüsü Başkanı
Prof. Dr. Ali Akyıldız’la
Vatan haini arıyorsanız,
yargı bağımsızlığını sarsacak
davranışları yapanlara bakınız.
Onlardan daha fazla bu vatana
zarar veren kimseler olmaz.
Ropörtaj: Deniz GÜRBÜZ
38
SENCE 2014 Sayı 4
Hukuk devleti, günümüzde devlet yapılarının meşru olmasının yegâne şartı olarak görülen bir kavramdır. Bir devletin, hukuk devleti sayılabilmesi için öncelikle, kurallar
koyması ve koyduğu kurallara kendisinin de bağlı olması
gerekir. Yoksa sadece kuralları koyup, kurallara o ülkede
yaşayanların uyması gerektiğini söyleyen bir devlet, hukuk
devleti olma vasfını kazanamaz. Herkesin o kurallara uyması ve özellikle de devletin kendi koyduğu kurallara uyması
hukuk devleti olmanın olmazsa olmaz bir şartıdır.
Devlet bir mekanizmadır, devletin hukukla bağlanması aslında devleti yönetenlerin hukukla bağlanmasıdır. Bir devlet hukuk devleti olma vasfını yitirirse, uluslararası arenada
ve camiada saygınlık görmez, meşru kabul edilmez. Bundan da o ülkenin çok zararına olan sonuçlar doğar.
Hukuk devletinin temeli kuvvetler ayrılığı
ilkesi midir?
Devlet bir mekanizmadır. Önemli olan bu mekanizmanın
Hukukla bağlı olacak şekilde kurulmasıdır. İnsanoğlunun
yaşadığı tecrübeler bunun nasıl oluşturulabileceğini ortaya koymuştur. Burada bütün amaç ülkede yaşayan sıradan
bir insanın güven içinde olmasıdır. Çünkü insanların güven
içinde olduğu bir düzenin adıdır “hukuk devleti”.
Peki bunu nasıl sağlayacağız? Bunu kamu gücünü kendi
içinde frenleyecek mekanizmalar kurarak sağlayacağız.
Bunun da bilinen yöntemi; devlet içinde var olan fonksiyonların, kuvvetlerin ayrılmasıdır. Bildiğimiz gibi bunlar
“yasama, yürütme ve yargı” fonksiyonlarıdır. Bu fonksiyonları birbirinden ayırdığımız zaman, birbirini denetlerler
ve dengelerler.
Yargı fonksiyonunun ayrı olması, diğer devlet fonksiyonlarının özellikle de yürütmenin etkisine kapalı ve bağımsız
olması son derece önemlidir. Eğer bir ülkede yargı bağımsızlığı sağlanamamışsa hukuk devletinden söz edilemez.
Kuvvetler birliği hukuk devleti ve
demokrasi kavramı ile bağdaşır mı?
Röportaj
Hocam isterseniz söyleşimize hukuk
devletinin tanımı ile başlayalım. Hukuk
devleti nedir?
Hukuk devletiyle demokrasinin bağdaştırılmasında bir takım denge mekanizmaları var. Eğer bunları sağlayamazsak
demokrasi tek başına hukuk devletini sağlayamaz. Demokrasi; devlet organlarının göreve gelişi, özellikle yönetimin
kim tarafından gerçekleştirileceği, yasama yetkisinin kim
tarafından kullanılacağının belirlenmesi bakımından önem
taşıyor. Ama demokrasiyi uygularken, kuvvetleri tek elde
toplarsak böyle bir mekanizmanın hukuk devleti olması
beklenemez. Ayrıca insanların böyle bir ülkede, güven içinde olmaları da mümkün değildir. Eğer, ‘Ben çok iyi bir insanım, bütün yetkileri bana verin, ben bu ülkeyi çok iyi yönetirim’ anlayışıyla karşılaşırsak buna asla itibar etmemeliyiz.
Çünkü devlet yönetimi; bir kişinin iyiliği veya kötülüğü üzerine kurulamaz. Bu bir sistemdir. Eğer biz sistemimizi doğru
kurmazsak, o sistem mutlaka yanlış işler ve sonuçta insanların temel hak ve özgürlüklerine zarar verir. Yani; “Yasamayı da ben yapacağım, benim dediklerim yasa olacak,
onu ben uygulayacağım, yargılamayı da ben yapacağım”
böyle bir şeyin siyaset literatüründeki adı diktatörlüktür.
Böyle bir ülke de ne demokratik bir yönetim ne de hukuk
devleti olarak isimlendirilmeyi hak eder.
Böyle bir ülkede yönetenleri hukukla bağlamak mümkün
olmaz. Çünkü böyle bir ülkede demokratik yöntemlerle iktidarın değiştirilmesi mümkün olmaz. Oradaki demokrasi
görünüşte bir demokrasi olur. Modern siyaset ve anayasa
hukuku literatüründe buna plebisit diyoruz. Sizin önünüze
bir şey koyarlar ve siz onu oylarsınız.
Bu, sistemin kuvvetler birliğine giden bir sürece yol açması; demokratik sisteminin de, hukuk devletinin de intiharı
anlamın gelir. Hem kuvvetleri tek elde toplayıp, hem demokrasiyi yaşatacağımızı iddia etmek, hele ki hukuk devleti olacağımızı iddia etmek sadece komik ifadeler olarak
nitelendirilebilir.
Türkiye hukuk devleti niteliği taşıyor mu?
Hukuk devleti olmak için asgari şartların neler olduğuna
bakmalıyız. Öncelikle hukuk devletinde amaç; kişilerin te-
SENCE 2014 Sayı 4
39
SENCE
mel hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır, bu da kişilerin
güven içinde olması, bir sürprizle karşılaşmaması ve geleceğini planlayabilmesidir. Bütün bunlar hukuki belirlilik
sayesinde olur. Bunu yapabilmek için de bir anayasa ve
sonrasında yasaların anayasaya uygun çıkarılması gerekir.
Bunu sağlamak için de Anayasa Mahkemesi var. Sonra o
çıkartılan yasaların hukuka, anayasa ve yasalara uygun şekilde uygulanmasını da yürütme organı sağlayacak. Peki
yürütme organının hukuka uygun faaliyette bulunup, bulunmadığını nasıl denetleyeceğiz? Onun için de idare mahkemeleri var. Suç işleyenleri cezalandırmak için adli mahkemelerde ceza davaları ve ceza mahkemeleri var.
Bütün bu sistemin özü, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruludur. HSYK’nu eğer bağımsız bir şekilde, siyasi etkilerden
uzak bir biçimde işleyecek şekilde oluşturabilirsek, yargı
sistemimizi bağımsız ve hakimlerin kanunlar ve kendi vicdani kanaatleriyle karar verebilecekleri bir ortamı sağlayabiliriz.
Ancak bu sistemin herhangi bir yerindeki aksama, sistemi
tamamen ters düz edebilir. Hukuk devleti bir sistemdir.
Şöyle bir şey olmaz; “bizde hukuk devletinin %50’sinden
fazla şartları var geriye kalanı olmasa da olur.” Bunu çok
hassas bir makine gibi düşünün. Bir yeri aksadığı zaman o
makine çalışamaz. Yasaların anayasaya uygun çıkarılması,
idarenin hukuka uygun davranması ve bunların yargısal denetiminin sağlanamadığına bakmak lazım. Eğer böyle bir
sistemimiz gerçekten varsa biz hukuk devletiyiz ama bu
sistemin aksadığı her nokta da hukuk devletinden uzaklaşıyoruz demektir.
Peki Türkiye’de hukuk devleti uygulanıyor mu? Yani Türkiye
bir hukuk devleti olmayı hak ediyor mu? diye sorarsanız;
üzülerek bu konuda çok ciddi tereddütlerimin olduğunu
söylemem gerekecek. Neden böyle gerekecek?
Son dönemlerde bir hukukçu olarak asla duymayı istemeyeceğim olaylarla karşılaştık. Mesela; Siyasi iktidar, iktidarı
paylaşan başka bir örgütsel yapıdan söz ediyor. Sonra paralel yapı olarak adlandırdığı o yapıyla kavga edince, bunlar
“Türk Silahlı Kuvvetlerine kumpas kurdu.” diyor. Kumpas
kurdu, nasıl kurdu kumpası? Yargı organı eliyle kurdu. Eğer
40
SENCE 2014 Sayı 4
bu iddia doğruysa, bu iddianın ortaya atıldığı bir çağdaş demokraside, siyasal iktidar bir gün bile iş başında kalmazdı.
Şerefiyle derdi ki; “Kardeşim ben bu işi beceremedim. Kusura bakmayın işi ehline teslim etmemiz lazım.” Böyle bir
yapının var olması ve ülkenin silahlı kuvvetlerine bir kumpasın kurulabildiği iddialarının var olup olmaması önemli
değil, burada önemli olan bu iddiaların ortaya atılabildiği
bir ülkenin hukuk devleti olma bakımından çok şüpheli bir
noktada olmasıdır.
Ama sadece bununla da sınırlı değil. Siyasal iktidar sahiplerinin hoşuna gitmeyen bir yargı kararı çıktığı zaman, çok
sert eleştiriler oluyor ve hatta neredeyse mahalle kabadayısı gibi “Hadi gelin uygulayın bakayım kararınızı, yiğitseniz
erkekseniz” gibi ifadelerle karşılaşabiliyoruz. Bir ülke, böyle
yönetilemez.
HSYK ile ilgili bir yasal düzenleme yapıldı. Adalet Bakanı;
kurul üyelerinin dairelere göre dağılımı, kurulla ilgili bütün
müfettişlerin, idari memurların, idari görevlilerin atamalarında tek yetkili haline getirildi. Böyle bir yapı yargının bağımsızlığıyla bağdaştırılamaz. Nitekim Anayasa Mahkemesi
bu düzenlemeyi iptal etti. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesine şiddetili taarruzlar başladı. Efendim, “Siyaset yapacaksanız çıkarın cübbelerinizi” söylenecek söz değildir bunlar. Anayasa Mahkemesinin kararı sürpriz değil ki. Efendim,
“Anayasa Mahkemesi çok acele etmiş kararı vermekte”.
Böyle bir yasanın bir ülkede var olması bir utanç meselesi
olmuyor da, Anayasa Mahkemesinin bu yasanın yürürlüğünü durdurması eleştiri konusu oluyor. Bunun kabulü mümkün değildir.
Yine ülkemizde mahkeme kararlarının uygulanmamasıyla
ilgili çok kötü gelişmeler görüyoruz. Mesela bir imar planına göre mevzuata, sit alanlarına vs. aykırı bir yapılanma
başladığı zaman onunla ilgili iptal davası açılıyor. İptal kararı veya yürütmenin durdurulması kararı verildiği andan
itibaren imar plan değişikliği yapılıyor. Ama o yapı yine yeni
değişikliğin içinde de yer alıyor. Amaç ne? Önceki kararı dayanaksız bırakmak ve uygulanamaz hale getirmek. Bunlar
hep kanuna karşı hile olarak isimlendirdiğimiz durumlar.
Bunların hepsini de yetkili makamlar belediyeler, bakanlar,
başbakanlık yapıyor.
Röportaj
Bunların hepsi hukuk devleti olmama yönündeki ısrarın bir ifadesi olarak görülebilir. Bir hukuk
devletinde asla bu tür uygulamalar kabul edilemez. Maalesef
son zamanlardaki uygulamalara
baktığımızda Türkiye’nin hukuk
devleti olarak nitelendirilmesi
ve özellikle hukuk devleti olarak
uluslararası alanda algılanabilmesine ilişkin yeterli dayanağımızın bulunmadığını söylemek
zorundayım.
Hukukun üstünlüğü
neyi ifade eder?
Üstünlerin hukuku
diye bir kavramdan söz
edebilir miyiz?
Hukukun üstünlüğü, hukuk
devletinin değişik bir versiyonu
değişik bir ifade tarzıdır. Kara Avrupası ülkelerinde hukuk
devleti diye isimlendirilir. Ama Anglo Amerikan ülkelerinde veya İngiltere’de hukukun üstünlüğünden söz edilir.
Hepsiyle kastedilen şey hukukun herkesi bağlamasıdır. Bazı
kişilerin kendilerini hukukun üstünde görememeleri, hukukun bütün devlet organlarını kamu görevlilerini bağlaması
anlamına gelir.
Hukuk devletinin tersi de; “Üstünlerin hukuku” olarak nitelendirilebilir. Üstünlerin hukukunun korunduğu bir sistemdir. Böyle bir nitelendirmenin yapılmasını hak eden bir hukuk düzeni de asla bir hukuk düzeni ve hukuk devleti olarak
isimlendirilmeyi hak etmez.
Hukuk devleti olabilmesi için bir ülkede, hukukun herkese ve eşit olarak uygulanması gerekir. Televizyon veya gazetelerde, iktidara yakın iktidar doğrultusunda faaliyette
bulunanlara aynı fiili işleseler bile herhangi bir yaptırım
uygulanmıyor, onların dışındakilere çok ağır yaptırımlar uy-
gulanıyorsa; uygulanan yaptırımlar hukuka uygun olsa bile
o yaptırımların herkese eşit uygulanmaması başlı başına
bir eşitsizlik, bir hukuksuzluk meydana getireceği için yine
hukuk devleti olmayı engelleyen davranışlar şeklindedir.
Aynı şekilde suç isnatı altında bulunan herkes masumdur.
Ceza hukukunda biz buna “Masumiyet karnesi” diyoruz.
Geçtiğimiz günlerde siyasal iktidara mensup olan kişilerle
ilgili suç isnatları oldu.
Normal bir hukuk devletinde yapılması gereken şudur. O
isnatların soruşturulabilmesi için; yargı mekanizmalarının
önünün açılması gerekir. Çünkü bu bir isnattır, iddiadır.
İddiaya muhatap olanlar açısından da masumiyet karinesi geçerlidir. Yani; bu iddialar ispat edilene kadar kişilerin
suçsuz oldukları, masum oldukları var sayılır. Ama sürekli
hakimlerin, savcıların ve o suçları soruşturması gereken
polislerin yerleri sürekli değiştirilirse o zaman masumiyet
karnesi ile ilgili ciddi soru işaretleri ortaya çıkar. O soruşturmaların önü bu şekilde kapatılırsa; o zaman o isnatlar,
isnata muhatap olanların alnına yapışır.
SENCE 2014 Sayı 4
41
SENCE
rum. Muhabir soruyor: “Bu kadar geminiz olduğu söyleniyor.” Bakan “Evet” diyor. “Ne zaman bu gemileri aldınız?”
“12 yıl oldu.” diyor. 12 yıllık süreçte almış. 12 yıldır ne iş
yapıyordunuz siz? Efendim, ‘Benim değil oğlumun gemisi,
ben bütün ticari ilişkilerimi oğluma devrettim.’ diyor. Yani
bu kabul edilebilir bir şey değil. Bunu da televizyona çıkıp
milletin karşısına, ekranda gözlerimizin içine baka baka
söylemekte hiçbir beis görmüyor. Üstelik de son yıllarda
öne çıkan siyasetçiler arasında şahsen en saygı duyduğum
kişiydi. Demek ki en saygı duyduğum böyleymiş. Bir vatandaş olarak kendi kendime hayıflandım.
Hukukun üstünlüğünden, üstünlerin
hukukuna geçiş yaptık diyebilir miyiz?
Bu durumda masumiyet karinesi ortadan
kalktı mı?
Psikolojik olarak masumiyet karinesinden yararlanma imkanı ortadan kalkar. Bir hukuk devletinde yapılması gereken; öyle isnatlarla muhatap olanların o soruşturmaların
önünü sonuna kadar açmalarıydı. Bunlar yapılmamıştır.
Halbuki okuyoruz, Alman Cumhurbaşkanı hakkında bir krediye aracılık ettiği iddiası, kredi aldığı falan da değil. Adam
hemen görevinden istifa ediyor, soruşturma yapılıyor aklanıyor. Şerefini kurtarıyor, haysiyetini kurtarıyor. Çünkü
modern demokratik bir ülkede devlet kapısı; şeref kapısıdır, ekmek kapısı değildir. Eğer biz devleti ekmek kapısı
olmaktan çıkartıp bir itibar kapısı, bir şeref kapısı haline
getirebilirsek ancak hukuk devletini inşa edebiliriz. Yoksa
devlet kapısı ekmek kapısı haline gelirse; siyasiler açısından
söylüyorum. Tabi ki memur açısından o emeğini satacak,
emeğinin karşılığında kazanacak. Ama üst derecede devleti
yönetenler açısından; devlet kapısı bir ekmek kapısı olamaz, bu kabul edilemez.
Devlet bir hizmet kapısı, bir şeref kapısıdır. Bunu böyle yapmadığımız müddetçe, bu tür yanlış uygulamaların önünü
alamayız. Mesela devletin bir bakanının, 30-40 tane gemisi
olduğundan söz ediliyor. Çok şaşırdım. Canlı yayında izliyo-
42
SENCE 2014 Sayı 4
Maalesef diyebiliriz. Çünkü hukuk, gücü elinde tutanlara
karşı işlemiyor, işletilemiyor. İşletilmesi mümkün de değil.
Bir defa adli kolluk yönetmeliğiyle ilgili tartışmaları hatırlayalım. Böyle bir kolluk düzeni içerisinde, kolluk görevlileri
yasaya göre kimin emrindedir? Adli kolluk görevi yapanlar,
soruşturmayı cumhuriyet savcısının emrindedir. Artık emniyet müdürünün valinin emrinde değildir. O kişilerin amiri; o görevleri yürüttüğü müddetçe cumhuriyet savcısıdır.
Şimdi kolluk görevlilerinden ne bekleniyor? Bir suç soruşturmasına başladıkları zaman; amirine haber verecekler,
amiri valiye haber verecek, vali bakana haber verecek,
bakan daha üstlerine haber verecek ve böylelikle suç soruşturmasından ben hariç yani vatandaşlar hariç herkesin
haberi olacak. Böyle bir suç soruşturması mümkün olabilir
mi? Böyle bir suç soruşturması siyasal gücü elinde tutanlara karşı yapılabilir mi? Siyasal gücü elinde tutanlar halkın
çoğunluğunun oyunu aldılar diye her türlü suçlamadan,
hatadan masum mudurlar? Bu kabul edilebilir mi? Böyle
bir devlet yapısı olur mu? O yüzden bugün siyasal üstünlüğü ele geçirenlerin hizmetindedir hukuk. Hukuk o hale
gelmiştir.
Dolayısıyla hukuk devleti midir, üstünlerin hukuku mudur
diye bir soru sorulursa; üzülerek söylemem gerekirse, evet
üstünlerin hukukundan söz etmek daha mantıklı, daha gerekçeli hale gelmiş oluyor.
Hukuk devleti olmanın yegane şartı devlet organlarının
hukuka uygun davranmasıdır. Bunu nasıl sağlayacağız?
Yargısal denetimle sağlayacağız. Yasama organının Anayasaya aykırı yasalar çıkarmamasını sağlayacak olan yargı
organının adı Anayasa Mahkemesi. İdarenin faaliyetlerinin
yasalara uygun yürütülmesini sağlayacak yargısal organ ise
idare mahkemeleridir. Aynı şekilde suç isnatı yapıldığı takdirde ki maalesef ceza yargılaması manipüle edilebiliyor.
‘Kumpas kurdular’ iddiası bunun en açık örneğidir. Türk
ordusuna kumpas kurdular iddiası ceza yargılamasının manipüle edilebildiğinin en açık ifadesidir.
Ceza yargılamasının güvenceli hale gelmesi, hakimlerin bağımsız olması, bütün bunlar hukuk devleti içinde olmazsa
olmaz şartlardır. Hukuk devletinin olmazsa olmazı olan bu
yargı sisteminin; merkezi, kalbi, beyni neresidir? HSYK’dır.
Öyleyse HSYK üzerinde herhangi bir değişiklik yapacak
olursak, hedefimizin ne olması gerekir? ‘Bağımsızlığının korunması’ olması gerekir. HSYK bağımsız karar veremiyorsa,
HSYK siyasal etki altında kararlar veriyorsa HSYK aracılığıyla
yargının siyasal etkiye açık hale getirilmesi söz konusudur.
İşte böyle bir durumda bir hukuk devletinden söz edilemez. Anayasa mahkemesi elbette HSYK’dan etkilenecek
durumda değildir. Ama Anayasa Mahkemesinin de aynı şekilde kullanacağı yetki nedir? Yasama faaliyetlerinin, yasama organının çıkaracağı yasaların anayasaya uygun olmasının denetlenmesidir. Böyle bir denetimi yapacak organın
da yine siyasal iktidarın etkilerinden uzak bir yapıda olması
gerekir. Çünkü denetleyeceğin şey sonuçta siyasal iktidarın
iradesidir. Meclisin iradesi, sonuçta meclis çoğunluğunun
iradesidir. Yürütme organı, yasama organı meclise geldiği
zaman yürütme organı oradaki siyasal çoğunlukla yine istediği yasaları çıkarır. Öyle olunca Anayasa Mahkemesinin
de siyasal etkilerden uzak bir yapıya kavuşturulması gerekir. Böyle yapılmayıp da Anayasa Mahkemesinin üyelerinin
belirlenmesinde siyasal etki kanallarına açık tutarsak veya
HSYK’nın yapısında siyasal etki kanallarını açık tutarsak, ge-
tirir Adalet Bakanını HSYK’nın başına oturtur bütün yetkileri de ona verirsek böyle bir sistem kabul edilemez, böyle
bir ülkede hukuki güvenlik sağlanamaz. Kişilerin temel hak
ve özgürlükleri böyle bir ülkede sağlanamaz. Bu yüzden
bu statülerin hukuk devleti ilkesi dikkate alınarak güzel
bir şekilde oluşturulması ve günlük siyasal rüzgarlara göre
buralarda değişiklikler yapılmaması gerekmektedir. Bu çok
önemlidir.
Röportaj
HSYK ve Anayasa Mahkemesi yapısının
sık sık siyasi yönetim tarafından
değiştirilmesini doğru buluyor musunuz?
Hukuk devletinde devleti yönetenler
mahkeme kararlarını tanımıyor diyebilir
miyiz? Bu durum nerede ne gibi sonuçlar
doğurur?
Mahkeme kararını uygulamamak bir defa adalete olan güveni ortadan kaldırır. Bir ülke için mahkemelerin bağımsız
şekilde davranamaması ne kadar zararlıysa adalete olan
duyguyu ne kadar sarsıyorsa; aynı şekilde mahkeme kararlarının uygulanmaması da aynı etkiyi doğurur.
Adalet duygusunu ortadan kaldırır. Adalet duygusunun ortadan kalktığı bir yapıda devlet varlığını sürdüremez. Bütün
mahkemelerimizin duvarında görürsünüz. ‘Adalet mülkün
temelidir.’ Hz. Ömer’e adledilen bir sözdür bu. Yani Adalet devletin temelidir. Buradaki mülk devlet anlamındadır.
Adalet duygularını sarsıcı davranışlar, ki bunlardan birisi de
mahkeme kararlarının uygulanmamasıdır. Aslında devletin
temelini sarsıcı davranışlardır.
Son günlerde çok moda deyim var vatan haini… Yetkiyi
elinde tutanlar “ona vatan haini, buna vatan haini” deyip
duruyor. Vatan haini arıyorsanız, yargı bağımsızlığını sarsacak davranışları yapanlara bakınız. Onlardan daha fazla bu
vatana zarar veren kimseler olmaz.
Ülkemizin daha güzel günlere, daha mutlu huzurlu günlere
erişmesini diliyorum. Bunun için de mutlaka; bozulan, ortadan kaldırılan hukuk devleti kurumlarının yeniden tesis
edilmesi gerekmektedir. Bunu da yine yapacak olan netice
itibariyle siyaset kurumudur. Bu yüzden siyaset kurumu bu
önemli tarihi görevini bilerek, bunun farkında olarak görevini yapmalıdır.
SENCE 2014 Sayı 4
43
SENCE
Güvenli İnternet,
İnternetin
Güvenli
Kullanımı
Ülkü DAVUTOĞLU
B
ir internet sansürü söylentisi aldı gitti 2011’de 22
Ağustosta internet kullanımı büyük sansüre maruz
kalacaktı bu söylentilere göre. Sivil toplum kuruluşları, halk meydanlara toplandı, protestolar, gösteriler vs.
aracılığı ile sansür ve fişleme konusundaki endişeler dile
getirildi. Nihayet 22 Ağustos 2011 geldi çattı ve güvenli
internet uygulamasına geçildi. Endişelerin dile getirilmesi
mi uygulamayı yumuşattı bilemeyiz tabi ama görüldü ki
güvenli internet filtrelenmiş bir internet paketinden daha
fazlası değil. Her kullanıcı da bunu seçmek zorunda değil.
Güvenli internet ile abonelerin tercih etmiş oldukları profil
(Aile Profili veya Çocuk Profili) doğrultusunda, filtrelenmesi gereken bir web sitesine erişilmek istendiğinde Güvenli
İnternet Servisi özelleştirilmiş bir engelleme sayfası ile kullanıcıları bilgilendirmektedir.
Filtrelenecek alan adı, alt alan adı, IP adresi ve portlar Bilgi
Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK) tarafından belirlenir.
44
SENCE 2014 Sayı 4
Aboneler, kendi isteklilerine göre profilleri şekillendiremezler. Seçtikleri profillerin filtre içeriğine müdahalede
bulunamazlar.
Aboneler, güvenli internet hizmeti taleplerini hizmet aldığı
işletmeciye abonelik sözleşmesinin imzalanması sırasında
veya çağrı merkezi ya da internet sitesi aracılığı ile bildirebilir. Dolayısıyla, yukarıda da bahsi geçtiği gibi güvenli
internet kullanımı kullanıcının isteğine bağlıdır ve kullanıcılara seçimlerini istedikleri her an değiştirebilme olanağı
sunulur.
Bu yazıda bahsedeceğimiz internetin güvenli kullanımı
konusu; güvenli internet profilinden ayrı bir konu olarak;
kişisel verilerin korunması, güvenli e-ticaret, zararlı yazılımlardan korunma gibi hususları içermektedir.
Sanal hayatta alınacak güvenlik önlemlerinin bir kısmı aslında günlük hayatta alınanlarla aynıdır. Güvenilir olmayan
Teknoloji
lanıcıya bağlıdır. Kendilerinin faydalı olduğunu zanneden
kullanıcılar tarafından çalıştırıldıklarında devreye girerler.
Solucanlar, kendi kendilerini aktif hale getirebilen, yayılmak için dosyaya ihtiyaç duymayan, ağdaki tüm bilgisayarlara bulaşabilen yazılımlardır. Virüsler gibi her zaman
zararlı değildirler.
Zararlı yazılımlar kullanılarak cihazların dosya ve sistemlerine zarar verilebilir, sistemde arka kapılar açılabilir. Arka
kapılar ile kullanıcıların cihazlarına ve sistemlerine 3. kişiler tarafından erişim sağlanır. Gizli bilgileri ya da şifreleri
alınabilir. Özellikle SPAM (istenmeyen elektronik iletiler)
mailler, internet üzerinde indirilen dosyalar zararlı yazılım
riski taşır.
İnternet kullanımında güvenlik açısından dikkat edilmesi
ve zararlı yazılımlardan korunmak için gereken hususlar
şunlardır:
• Güvenilir olmayan durumlarda e-ticaret
yapılmamalı,
• Tahmin edilmesi çok güç şifreler kullanılmalı,
firmalarla e-ticaret yapmamak, kimlik ya da kart bilgilerini
paylaşırken azami dikkati göstermek, şifreleri paylaşmamak gibi.
İnternet kullanımı, ağa bağlanılan cihazları türlü saldırı ve
tehlikelerle karşı karşıya getirir. Bu saldırılar zararlı yazılım
denilen araçlarla yapılır. Bunların en sık görülenleri virüsler, truva atları, solucanlar, arka kapılardır. Bunların çalışma prensipleri kısaca şu şekildedir:
En tehlikeli ve en eski zararlı yazılım olarak kabul virüsler,
cihazların belleklerine yerleşerek çalıştırılabilinen programlara kendilerini eklerler. Kendilerini çoğaltır ve kendilerini çalıştırabilirler. Bir dosya aracılığı ile internette bir
cihazdan diğerine bir dosya aracılığı ile taşınırlar. Dolayısıyla internet üzerinden indirilen dosyalar hatta gezinilen
bir internet sayfası bile virüs taşıyabilir.
Truva atları; yararlı görünen programlardır ancak içerdikleri gizli kodlarla bilgisayarların güvenliğine zarar vermektedir. Truva atları kendilerini çalıştıramaz, çalışması kul-
• İnternet üzerinden yapılan görüşmelerde
kişisel veriler paylaşılmamalı,
• Bilgisayarda keylogger (kullanıcının klavye
hareketlerinin uzaktan izlenmesine imkan
veren zararlı-casus yazılım) olması durumuna
karşı, bankacılık, e-ticaret gibi internet
işlemlerinde sanal klavye kullanılmalı,
• Dosyalar karşıdan yüklenirken çıkan uyarı
pencereleri dikkatlice okunmalı, riskli olduğu
düşünülen dosyalar açılmamalı,
• Mümkün olduğunca SPAM mailler açılmamalı,
bu maillerin içeriğinde olan dosyalar ise
kesinlilikle açılmamalı,
• Zararlı yazılımlara karşı anti virüs programları
güncellenmeli, sürekli aktif halde çalıştırılmalı,
• İnternetten bilgisayara ulaşabilecek
zararlı yazılımları engellemek için güvenlik
duvarlarının oluşturulmalı,
• İşletim sistemlerinin güncellenmeli,
• Önemli iletiler için güvenlik ya da kripto
anahtarları kullanılmalı.
SENCE 2014 Sayı 4
45
SENCE
Hocalı Katliamı ve
Soykırım Suçu Kapsamında
Değerlendirilmesi
Doç. Dr. İbrahim DÜLGER ⎟ KTO Karatay Üniversitesi
2
6 Şubat 1992 tarihi Türk dünyası ve Azerbaycan için en acılı günlerden biri olmakla
birlikte aynı zamanda insanlık tarihi, medeni dünya için de kelimenin tam anlamıyla kara
bir lekedir. Azerbaycan’ın Hocalı kentinde sivil
halka karşı Ermeniler tarafından gerçekleştirilen
katliamlar yakın tarihin en korkunç katliamı ve
soykırımıdır.
Soykırım tarih içerisinde çok yaygın olarak icra
edilmekle birlikte bu suç ve bu suçun unsurları
yakın zamana kadar tanımı yapılmamakta hatta
soykırım (genocide) kavramı bile henüz bilinmemektedir. Soykırım kavramının ortaya çıkışı
20. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Soykırım
kavramı ilk kez 1944 yılında Yahudi asıllı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından kullanılmış ve bu kavram Yunanca ırk, soy anlamına
gelen “génos” ile katletmek anlamına gelen
Latince kökenli “cidium” kavramlarının birleştirilmesiyle oluşturulmuş ve “Genocide” olarak
hukuk ve siyaset bilimi alanına girmiştir.
46
SENCE 2014 Sayı 4
Tarih
Birinci Dünya Savaşı sırasında da bu
tür eylemler icra edilmekle birlikte
henüz bu kavram ve suç belirlenmemiş olması nedeniyle bu yönde bir
yargılama ve cezalandırmaya rastlanılmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı
sonrası kurulan Nürmberg ve Tokyo
Askeri Ceza Mahkemelerinin statülerinde ve bu mahkemelerin kararlarında soykırım kavramı kullanılmamıştır.
Nürmberg mahkemelerinde savcı tarafından hazırlanan iddianamede bu
fiilleri nitelendirmede “soykırım suçu”
kavramı kullanılmış olmakla birlikte
mahkeme kararlarında, yargılanan fiiller, bu konuda henüz kabul edilmiş
bir uluslararası belgenin bulunmaması
nedeniyle, insanlığa karşı suç ve savaş
suçları olarak nitelendirilmiştir.
Soykırım suçuna ilişkin ilk uluslararası
belge Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilen 14 Aralık 1946 tarih
ve 96 (I) sayılı karardır. Bu kararla soykırım açık bir şekilde suç olarak kabul
edilmiş ve Birleşmiş Milletlerin konuyla ilgili Soykırım Suçunun Önlenmesi
ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme’nin hazırlanması kararlaştırılmıştır.
Alınan bu karar gereğince hazırlanan
“Soykırımın Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” Paris’te
toplanan Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’nun 9 Aralık 1948 tarih ve 260
A(III) sayılı kararıyla kabul edilerek
imza, onay ve katılıma açılmış; 13.
maddesi gereğince de 12 Ocak 1951
tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye
söz konusu sözleşmeyi 23 Mart 1950
tarihinde onaylamış; 5630 sayılı onay
kanunu, 29 Mart 1950 tarih ve 7469
sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak iç
hukuk kuralı halini almıştır.
Sözleşmenin giriş bölümünde; soykırımın, Birleşmiş Milletlerin ruhuna
ve amaçlarına aykırı olduğu ve uygar
dünya tarafından lanetlendiği; uluslararası hukuka göre suç olarak kabul
edildiği belirtilerek; tarihin her döneminde insanlık için büyük kayıplara
neden olması karşısında insanlığı kurtarmak maksadıyla uluslararası işbirliğinin gerekliliğine inanılarak sözleşmenin maddeleri üzerinde anlaşmaya
varıldığı bildirilmektedir.
Bu sözleşme üye devletlere soykırımın
iç hukuk kurallarınca da suç olarak kabul edilmesi; ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlenmiş olsun
bu fiillerin önlenmesi ve cezalandırılması yükümlülüğünü getirmektedir.
Türkiye 1950 tarihinde onaylamış olmakla birlikte soykırım suçunu ancak
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe
giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda düzenlemiştir. Bu tarihten önce
yükümlülüğü bulunmasına rağmen bir
düzenleme getirmemiştir.
Soykırım suçu söz konusu sözleşmenin 2. maddesinde:
“Bu Sözleşme bakımından, ulusal,
etnik, ırksal veya dinsel bir grubu,
kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu
oluşturur.
a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b) Grubun mensuplarına ciddi surette
bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c) Grubun bütünüyle veya kısmen,
fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı
hesaplanarak yaşam şartlarını kasten
değiştirmek;
d) Grup içinde doğumları engellemek
amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla bir
başka gruba nakletmek;
olarak tanımlanmaktadır ve 1. madde
gereğince de bu fillerin savaş zamanında ya da barış zamanında işlenmiş
olmasının suçun oluşumu açısından
bir önemi bulunmamaktadır.
Soykırım suçu 1 Temmuz 2002 tarihinde yürürlüğe giren Uluslararası Ceza
Mahkemesi Roma Statüsünün 6. maddesinde de Birleşmiş Milletlerin kabul
ettiği düzenlemeye paralel olarak tanımlanmıştır.
Soykırım suçu 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun, özel hükümlerin yer aldığı ikinci kitabın, Uluslararası Suçlar başlıklı
birinci kısmının, Soykırım ve İnsanlığa
Karşı Suçlar başlıklı birinci bölümünde
düzenlenmiştir. Düzenlemenin yer aldığı 76. maddeye göre soykırım suçu:
“(1) Bir planın icrası suretiyle, milli, etnik, ırki veya dini bir grubun tamamen
veya kısmen yok edilmesi maksadıyla,
bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki
fiillerden birinin işlenmesi, soykırım
suçunu oluşturur:
a) Kasten öldürme.
b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme.
c) Grubun, tamamen veya kısmen yok
edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması.
d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması.
e) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi.
(2) Soykırım suçu failine ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezası verilir. Ancak,
soykırım kapsamında işlenen kasten
SENCE 2014 Sayı 4
47
SENCE
öldürme ve kasten yaralama suçları
açısından, belirlenen mağdur sayısınca gerçek içtima hükümleri uygulanır.
(3) Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler
hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur.
(4) Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.” şeklinde düzenlenmiştir.
Ceza Kanunumuz ayrıca 78. maddesinde de soykırım suçunu işlemek
amacıyla örgüt kuran, yöneten ya da
bu örgüte üye olanların da fiillerinden
bağımsız olarak ayrıca cezalandırılacağına hükmetmiştir.
Soykırım suçuna ilişkin bu kısa hukuki
değerlendirmemizden sonra Hocalı’da
Ermenilerce gerçekleştirilen katliamın
neler olduğuna bakacak olursak:
Karabağ Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tarafından oluşturulmuş
özerk bir bölge olmasına karşın tarih
içerisinde bir Azeri yurdu olduğu tescilli bir bölgedir. Ermenilerin Karabağ’a ilişkin emelleri çok öncelerden
beri var olduğu bilinen bir gerçektir.
Bu emellerine ulaşmak için de sistematik olarak adım adım işgal planını
Ruslar’ın da desteğiyle hayata geçirmeye başlamışlardır. Öncelikle Ermeni
gönüllülerden oluşan silahlı gruplar
Karabağ’a yerleştirilmiştir. Ardından
Gorbaçov, 25 Temmuz 1990’da yayımladığı bir kanunla Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği kanunları dahilinde olmayan silahlı grupların kurulmasını yasaklamış ve kanunsuz olarak saklanan silahlara el konulmasını
sağlamıştır. Fakat bu kanun nedense
Ermeniler için göz ardı edilmiştir. Bu
kanunla birlikte Azerbaycan’ın bütün
bölgelerinde av silahları da dahil olmak üzere silahlar toplanmış, Dağlık
48
SENCE 2014 Sayı 4
Karabağ’da ise bu görev Rus askerleri
tarafından yerine getirilmiştir. 1990
yılının Ağustos ve Eylül aylarında Ermeniler saldırılarını doğrudan Azeri halka karşı yöneltmeye başlamış;
otobüs baskınları, yol kesme gibi terör eylemlerine kalkışmışlardır. 1990
yılı başlarında yaklaşık 186 bin Azeri,
Ermenistan’dan ve Karabağ’dan Azerbaycan’a gitmeye zorlanmıştır. Ekim
1991’de ilk Azeri köyü Ermenilerce ele
geçirilmiştir.
1991 yılında Azerbaycan Parlamentosu’nun Dağlık Karabağ’ın özerk bölge
statüsünü ilga etmesine karşılık Dağlık
Karabağ Parlamentosu bir referandum düzenlemiş; uzun zaman içerisinde Ruslar tarafından bilinçli olarak
Ermenilerin yerleştirilmesi ve Ermeni
saldırıları sonucu bir çok Azeri Türk’ünün Azerbaycan’a göç etmek zorunda
kalması nedeniyle çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu bölgede referandum sonucunda Dağlık Karabağ Parlamentosu bağımsızlığını ilan etmiştir.
Bu gelişmelerden sonra 1992’de Sovyet birlikleri de bölgeden çekilmiştir.
Hocalı vahşeti Ruslar’ın 366. alayın
desteğiyle 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gece (1992) gerçekleştirilmiştir.
Bu vahşetin emrini Ermenistan’ın eski
devlet başkanı Robert KOÇARYAN vermiş ve o zaman ordu komutanı olan
ve hali hazırdaki devlet başkanı Serj
SARKİSYAN’ın talimatları ve gözetimi
altında gerçekleştirilmiştir. Bu saldırının en büyük nedeni Ermeni yayılmacı
emellerini gerçekleştirme sürecinde
Hocalı kentinin coğrafi konumunun
bölge açısından stratejik açıdan büyük
öneme sahip olmasıdır.
Yedi bin nüfuslu Hocalı’da olaylar sırasında yaklaşık 3.000 Azeri Türkü bu-
lunmaktaydı. Hocalı’nın işgali sonucu
sivil, eli silahsız, Azerbaycan Türkleri
çocuk, kadın, ihtiyar ve genç ayrımı yapılmadan Ermeniler tarafından
katledilmiştir. Resmi verilere göre, o
gece 613 kişi hunharca öldürülmüş;
bunlardan 83 çocuk, 106 kadın acımasız yöntemlerle işkence yapılarak
öldürülmüştür. Ayrıca, 1275 kişi ise
rehin alınmış, 487 kişi ağır yaralanmış
olup, ve 1500’e yakın kişi kayıptır. Saldırıda ölenler hakkında verilen resmi
rakam 613 kişi olarak açıklanmasına
karşın; katledilen toplam Azeri Türkünün 1.300 kişi olduğu söylenmektedir.
Saldırılar sırasında Hocalı’da yaşayan
Ahıska Türkleri de evlerinde yakılarak
öldürülmüştür. Kadın, çocuk ve yaşlı
ayrımı yapılmaksızın sivil ve savunmasız insanlar Ermenilerce insanlık dışı
yöntemlerle, vahşice katledilmişlerdir.
Bu katliamın yöntem ve şekilleri Nazi
katliamların da bile görülmemiştir.
Çocukların, yaşlıların derileri diri diri
yüzülmüş, gözleri oyulmuş, kolları
bacakları kesilmiş, karınları deşilmiş,
kafaları kopartılmış, diri diri yakılmışlardır. Hatta hamile kadınların karınları
deşilerek ceninin kız mı erkek mi olduğuna dair bahis oynamışlar; katledilen
hamile kadınların rahimlerine kocasının kesilen kafasını yerleştirmişlerdir.
Kadınların göğüsleri kesilerek, biraz
sonra öldürecekleri çocukların ağızlarına tıkmışlardır.
Yaşanılan vahşeti, isterseniz öncelikle
Ermenilerin kendi yazmış oldukları kitapların sayfalarından bakalım:
Zori BALAYAN
Asıl mesleği doktorluk olan ve katliama katılan Balayan Karabağ’da birçok
Türk çocuğunu ve kadınını bizzat en
Tarih
akla gelmeyecek şekillerde öldürdüğü
“Ruhumuzun Canlanması” isimli, daha
sonra Ermeni Diasporası tarafından
toplatılmış olan, kitapta yaptığı itiraflardan anlaşılmaktadır. Ruhumuzun
Canlanması kitabı 260. Sayfasında:
“Biz arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13
yaşında bir Türk çocuğunu pencereye
çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye,
Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş
memesini çocuğun ağzına soktu. Daha
sonra bu 13 yaşındaki Türk’e onların
atalarının bizim çocuklara yaptıklarını
yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım,
Türk çocuğu yedi dakika sonra kan
kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik
olduğuna göre hümanist idim, bunun
için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız
hissetmedim. Ama ruhum halkımın
yüzde birinin bile intikamını aldığım
için sevinçten gururlanırdı.
Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve
bu Türk’le aynı kökten olan köpeklere
attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna
daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim.
Haçatur da çok terlemişti, ama ben
onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü
hümanizmin mücadelesini gördüm.
Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’te
ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik.
Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir
parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.” diyerek
arsızca yaptığı insanlık dışı vahşeti anlatmaktadır.
Daud KHEYRİYAN
Hocalı katliamına tanık olan ve daha
sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, ‘For the Sake
of Cross’ (Haçın Hatırı İçin) isimli kitabında (Sayfa: 62-63) vahşeti şöyle
anlatıyor: ”...Gaflan denen ve ölülerin
yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere
2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip
yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız
çocuğu gördüm. Başından ve elinden
yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa,
açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada
Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu
gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı.
Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana
sanki yanmakta olan ölü bedenler
arasından bir çığlık işittim gibi geldi.
Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için
savaşa devam ettiler.” şeklinde olayları anlatmaktadır.
Vahşeti, kan gölünü ilk kez gören Avrupa Ermenisi olan gazetecilerden biri
işlenen faciayı olduğu gibi aktarmaya
çalışmıştı: “Hocalıda katlettikleri 100
kişiyi yan yana dizerek köprü yaptılar.
Ben bu köprüdeki cesetlerin üzerinden geçerken, ayağımı körpe bir çocuğun göğsüne basınca öyle bir titredim ki, fotoğraf makinem, bloknotum,
kalemim yere düşerek kana boyandı.
Kendimi tamamen kaybettim. Bedenim tir tir titredi.” Belki de bu Avrupalı
Ermeni’nin soykırım olayını tasdiklemesi, kaleminin bu günahsız çocuğun
kanına bulanması yüzündendir.
Yabancı gazetecilerin gözlemlerinden
bazılarına bakacak olursak :
Kanlı olayları gözleri ile görüp kameraya alan Fransalı Janiv YUNET ,”Biz
Hocalı faciasına şahit olduk. Yüzlerce
SENCE 2014 Sayı 4
49
SENCE
ceset gördük. Bunların içinde kadınlar, yaşlılar, çocuklar ve kenti savunanlar vardı. Emrimize helikopter
verildi. Gökyüzünden gördüklerimizi
kameraya alıyorduk, Hocalı ve etrafını kaydediyorduk. O zaman Ermeniler
helikoptere ateş açtılar ve biz çekimi
yarım bırakarak geri çekilmek zorunda kaldık. Ben savaş hakkında çok şey
duymuştum. Alman Nazilerinin gaddarlığını okudum ancak Ermenilerin
masum halkı ve 5-6 yaşındaki çocukları öldürmekle vahşilikte onları bile
geride bırakmışlardı. Biz hastanede,
vagonlarda, hatta çocuk bahçelerinde
ve sınıflarda çok sayıda yaralı gördük.
Gördüğü manzarayı çalıştığı Izvestiya gazetesinde V. BELLAX şöyle kaleme alıyor: “Zaman zaman Ağdam’a
cesetler getiriliyordu. Tarih boyunca
böyle bir şey görülmemişti. Cesetlerin
gözleri çıkarılmış, kulakları ve başları
kesilmişti. Birçok ceset tanklarla sürüklenmişti, işkencelerin haddi hesabı
yoktu”.
Washington Post: “ Dağlık Karabağ
kurbanları Azerbaycan’da toprağa verildiler. Kaçkınlar, Ermeni saldırısında
yüzlerce kişinin öldürüldüğü söylüyorlar. Yedi kişinin ceseti bugün gösterildi, bunların ikisi çocuk, üçü kadındır.
120 göçgün Agdam hastanesindedir,
vücutlarında çok sayıda derin yaralar
bulunmaktadır.”
The Times: “ Ermenililer yüzlerce
göçgün ailesini katlettiler. Sağ kalabilenler Ermenilerin 450’den çok Türk’ü
katlettiğini, öldürülenlerin çoğunun
kadın ve çocuk olduğunu bildiriyorlar.
Yüzlerce, hatta binlerce insan kaybolmuştur.
“Katliam açığa çıktı. Dağlık Karabağ’ın
yamaçlarında aralarında kadın ve çocuklar olan 60’dan çok ceset ortaya
çıkmıştır, bu ise Ermenilerin Azerbaycanlı mültecileri katlettiği yolundaki
haberleri doğrulamaktadır. Hala bulunamayan yüzlerce kayıp vardır.”
lzvestiya: “Video kamera, kulakları kesilmiş çocukları gösterdi. Yaşlı kadın-
lardan birinin yüzünün yarısı kesilmişti. Erkeklerin kafa derisi yüzülmüştü.”
Sunday Times: “Thomas Tolts Ermenilerin yaptığı katliamlar hakkında bilgi
veren ilk raportördür. Hocalı yalnız
Azerbaycan şehri olmuştur. Barış zamanı tarımla meşgul olmuş binlerce
Azerbaycanlının evi olmuştur. Geçen
hafta yeryüzünden silinmiştir.”
Financial Times: “Ermeniler, Agdam’a
giden göçmen kafilesini kurşunladılar. Azerbaycanlılar 1200 ceset saydılar. Livan’dan gelen raportör, zengin
Ermenilerin Karabağ’a silah ve adam
gönderdiğini tasdik ediyor.”
Izvestiya: “Binbaşı Lenold Kravest:
Ben kendim yamaçta 100’e yakın ceset gördüm. Erkek çocuklardan birinin
başı yoktu. Her yerde özel gaddarlıkla
öldürülmüş yaşlı kadın ve çocuk cesetleri gördüm.”
Le Monde: “ Agdam’da bulunan yabancı gazeteciler Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocukların arasında 3
kafa derisi soyulmuş, tırnakları sökülmüş ceset görmüşler. Bu Azerbaycan
tebligatı değil, gerçektir.”
Valer Aktüel Dergisi : “ Bu otonom
bölgede Ermeni Askeri Birlikler Yakın
Doğu’da olanlarla birlikte en çağdaş
askeri teçhizata ve hava araçlarına sahiptiler. ASALA, Suriya ve Livan’da askeri malzeme ve silah ambarlarını yok
etmiş, 100’ün üzerinde Müslüman köyünü katletmişlerdir.
Krua I’Eveneman Dergisi : “Ermeniler
Hocalı’ya saldırdılar. Tüm dünya tanınmaz hale gelen cesetlerin şahidi olmuştur. Azerbaycanlılar 1,000 kişinin
öldüğünü söylüyor.”
50
SENCE 2014 Sayı 4
Tarih
Kolos Ukraini - V Stacko: “Savaşın
yüzü olmuyor. Yalnız çokça maske,
kanlı gözyaşları, ölüm, bedbahtlık, yıkımlar… Hocalı’ da bebekleri ne için
katlettiler? Ya anneleri? Allah insanı
cezalandırmak isteyince onun aklını
alıyor.”
Nie Gazetesi: Bulgaristan’da çıkan bu
basın organı Hocalı soykırımına hasredilmiş bir özel sayı yayınlanmıştır.
Violetta Parvanova: “Hocalı insanlığın
faciasıdır.”
Yabancı basın vahşeti ürpererek böyle
anlatmaya çalışıyordu. Fakat Ermeni yetkilileri Hocalı‘ya gelen Avrupalı
Ermeni gazetecilerin bazılarını faciayı
Azerbaycanlıların yaptıkları yolunda
yazılar yazmalarını temin ederek dünya kamuoyunu aldatmaya çalışıyorlardı. Ermeni askerlerinin, büyük askerî
birliklerinin soykırım yapmadıkları,
askerî operasyon sırasında 14 kişinin
öldürüldüğü hakkında uluslararası kamuoyuna verilen bilgiler yaşananlara,
gerçeğe dayalı olmadığı için bu çabalar boşa çıkmıştır.
İlginçtir ki Ermenilerin bizzat kendilerinin ve yabancı basın mensuplarının
tespit ederek kaleme aldıkları vahşet
ve akılları durduracak katliam manzaraları 1915’te Ermeni çetecilerinin
Anadolu’da sergilediği vahşete oluş
şekilleri itibariyle inanılmaz şekilde
bire bir benzemektedir. Türk’ün tarihinin hiçbir döneminde asla yeri olmayan masum katliamları, ırza geçme,
yaşlı ve hamilelere işkence şekilleri
korku filmlerinde bile göremeyeceğiniz bir yaratıcılıkta gerçekleştirilmiştir.
Soykırımın ilk günlerinde, 2 Mart’ta
Hocalı’nın adını ilk kez duyan, bu şeh-
rin masum halka uygulanan vahşeti
kaleme alıp, yayınlamak isteyen yabancı gazeteciler olay yerine gelmeye
başladılar. Onlara cesur gazeteci, Hocalı felaketini ilk kez dünyaya yayımlayan Cengiz Mustafayev eşlik ediyordu.
Cengiz ikinci kez Ketik ormanında,
Nahçıvanık yolundan üst üste yığılmış
cesetleri, başının yarısı soyulmuş bebekleri, gözleri çıkarılmış çocukların
resimlerini çekiyordu. Hocalıyı ölüm
sessizliği sarmıştı, kar üstünde yatan
cesetler vahim bir durum arz ediyordu. Her yerden kan kokusu geliyordu.
Vahşiliğe, gaddarlığa bakıldığında Nazileri bile geride bırakan Ermeni-Rus
askeri birliklerinin uyguladıkları katliam yabancı gazetecilerin dehşete ka-
ni keskin nişancıları tarafından şehit
edilmiştir. Yaşasaydı belki de anlatacak
çok daha fazla şeyleri vardı.
pılmasına yol açmıştı, bazıları elleriyle
gözlerini kapamış, helikoptere doğru
kaçmışlardı. Kendini kaybeden gözyaşlarını tutamayanlar vardı.
Bütün uluslararası belgelerdeki düzenlemeler ve Hocalı’da yapılan insanlık
dışı vahşetler ortadayken, gelişmelere
seyirci kalan BM ve Batılı medeni (!)
devletler, Ermenilerin yaptıkları katliamlara ve işgal hareketlerine ciddi bir
tepki göstermemişler, tıpkı Saray Bosna’da olduğu gibi sadece seyretmişler
ve belki de gizliden gizliye bu katliamı
alkışlayıp kutlamışlardır
Cengiz Mustafayev gibi yiğit ve korkusuz bir gazeteci ve onun çektiği
görüntüler olmasaydı dünya belki bu
vahşetten haberdar olamayacak, Ermeniler her zaman yaptıkları gibi inkar ve katlettiklerini suçlamaya devam
edeceklerdi. Cengiz 15 Haziran 1992
tarihinde Hocalı’nın Nahçıvanlı köyünde çatışmaları görüntülerken Erme-
Hocalı’daki vahşeti Azerbaycan, Meksika, Pakistan ve 51 ülkenin parlamenterlerinden oluşan “İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamentolar Birliği” soykırım
olarak tanımıştır. Fakat Ermenistan
ve Ermeni diasporası tarafından her
ortamda ve her ülkede Türkiye’yi soykırımcı olarak tanıtmaya çalışmaları,
birçok diplomatımızı ASALA terör örgütünce katledilmiş olması karşısında hala daha ülkemin, Türkiye’nin bu
vahşeti soykırım olarak kabul etmemiş
olmasını anlamıyorum.
Sonuç olarak buraya kadar belirtmiş
olduğumuz açıklamalarımızı okuyan
herkes bir hukukçu olmasına gerek
kalmaksızın bunun bir soykırım olduğunu kabul edecektir. Katledilen,
şehit edilen sivil ve savunmasız insanlar sadece ve sadece Türk oldukları
(milliyetleri dolayısıyla) ve Müslüman
oldukları için (dinleri dolayısıyla) katledildiler. Bu fiillerin her yönüyle uluslararası ve ulusal hukuklar açısından
soykırım olduğunda en ufak bir tereddüt bulunmamaktadır.
Hocalı’da şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad,
kabirleri nur, mekanları cennet olsun.
SENCE 2014 Sayı 4
51
SENCE
Sapanca
!
Yok Olmasın
Özellikle Karadeniz bölgesinde yapılan hidroelektrik santrallerinin bölgenin
doğal güzelliğine zarar verdiği ve dereleri kuruttuğu, ülkenin teneffüs
kaynakları olan ormanlık alanlar gibi doğal güzelliklerimizin katledildiği
haberlerinin ardından tatlı su kaynağı olan göllerimizi de kaybetmeye
başladığımızı öğreniyoruz. Bu bağlamda bugünlerde gündemde olan bir
gölümüz Sapanca gölü.
52
SENCE 2014 Sayı 4
Çevre
Yunus Şevki KİBAR
Ü
lkemizin geliştiğine ilişkin çok
şeyler söyleniyor. Ülkemizin
gelişip gelişmediği ayrı bir tartışma konusu elbette. Hangi açından
baktığınıza da bağlı. Bununla birlikte,
ekonomik gelişme doğayı, doğal zenginlikleri kaybetmemize neden oluyorsa, bu tür bir gelişme anlam ifade
eder mi sorusu zihinleri meşgul etmesi gereken bir soru. Eğer ki bugün
kaybettiklerimizi geri kazanmak için
bugün elde edilenin kat be kat fazlasını harcamamız gerekecekse, ekonomik gelişme için çevreyi feda etmenin
anlamı var mıdır?
Özellikle Karadeniz bölgesinde yapılan hidroelektrik santrallerinin bölgenin doğal güzelliğine zarar verdiği ve
dereleri kuruttuğu, ülkenin teneffüs
kaynakları olan ormanlık alanlar gibi
doğal güzelliklerimizin katledildiği haberlerinin ardından tatlı su kaynağı
olan göllerimizi de kaybetmeye başladığımızı öğreniyoruz. Bu bağlamda
bugünlerde gündemde olan bir gölümüz Sapanca gölü.
Anadolu’dan İstanbul’a isterseniz eski
yoldan, isterseniz TEM’den gidin, isterseniz trenle geçin, güneşli bir günde yeşillikler içinde masmavi parlayan
Sapanca gölüne hayranlıkla bakmamak mümkün değildi. Değildi diyorum
çünkü Sapanca Gölü için tehlike çanları çalıyor ve gölün kuruması ihtimali
çok da uzak görünmüyor.
42 km’dir ve bunun 37 km’si Sakarya,
yaklaşık 5 km’si Kocaeli ili sınırları içerisinde kalmaktadır.
Sapanca Gölü Sakarya ilinin tamamının ve Kocaeli’nin bir bölümünün içme
suyu ihtiyacını karşılamaktadır.
Sapanca Gölü, İstanbul’a yaklaşık 100
km. uzaklıkta olması nedeniyle özellikle haftasonlarında çok sayıda ziyaretçiye ev sahipliği yapan, etrafında
çok sayıda otel ve turistik tesis bulunduran ve Samanlı dağlarının yemyeşil
etekleri ile eşsiz bir manzaraya sahip
doğal bir cennettir. Kayak merkezi
Kartepe’ye çıkarken belirli bir rakıma
ulaştığınızda, hem Marmara Denizi
hem de Sapanca Gölü manzarasını bir
arada görmeniz mümkündür.
Şimdilerde bu doğal cennetin kurumaya başladığı ve yok olma tehlikesi
ile karşı karşıya olduğu konuşuluyor.
Hatta konu Meclis gündemine de taşındı. Sapanca Gölünün sorunlarının
araştırılması için TBMM’de Sakarya
Milletvekili Münir Kutluata’nın 20
milletvekili ile birlikte verdiği araştır-
ma önergesi maalesef reddedilmiştir.
İki şehrin doğal içme suyu kaynağına
ilişkin bir meselede bile siyasi bir tavır alınmış olması oldukça üzücüdür.
Oysaki bu doğal kaynaklar hepimizin
ortak vatanının ortak değerleri ve gelecek nesillerin bizdeki ortak emanetleridir.
Göl, yer yer 200 metre kadar çekilmiştir ve göl seviyesi 30.28 koduna gerileyerek kritik eşik olan 29.90 koduna
çok yaklaşmıştır. Bir başka ifade ile
kritik seviyeye sadece 40 cm civarında
bir su seviyesi kalmıştır.
Bunun yanında, gölün dibindeki su
kaynaklarının da kuruduğu, kirliliğin
çok arttığı, suyun altında görüş mesafesinin yarım metreye kadar düştüğü
ve gölün dibinde kabuklu canlılar dışında hiç balık kalmadığı belirtilmektedir.
Sapanca Gölü’nün kurumasında mevsimsel kuraklığın önemli etkisi olduğu
söylense de gölün geldiği durumu sadece kuraklıkla açıklamak pek mümkün görünmemektedir.
Sapanca gölü, tektonik bir göl, yani
depremler sonucu Marmara Denizinden ayrılarak oluşmuş bir tatlı su gölüdür. Gölün uzun dönem ortalama
yüzölçümü yaklaşık 47 km²’dir. Çevresi
SENCE 2014 Sayı 4
53
SENCE
Sapanca Gölünü besleyen önemli
büyüklükte 17 dere vardır ve bu derelerden 12’si kurumuştur. Bunun
dışında Sapanca Gölünü besleyen
derelerin kaynağında 20 civarında su
fabrikasının kurulmasına izin verildiği
bilinmektedir. Bu durumun da gölün
beslenmesinin önündeki en önemli
engellerden biri ve dolayısıyla gölün
kurumasına neden olan önemli etkenlerden biri olduğu ifade edilmektedir.
Bununla birlikte, Kocaeli’ndeki Yuvacık Barajına da Sapanca Gölü’nden su
çekilmektedir.
Sapanca Gölünün geldiği durumla ilgili ileri sürülen bir iddia da Marmaray
projesi kapsamında ortaya
çıkan 4 bin kam-
yon hafriyatın Sapanca Gölüne dökülmesidir.
Ancak, gölün suyunun tehlikeli seviyelere gelmesinde en çok işaret edilen
husus TÜPRAŞ’ın su çekmesidir. Bu
bağlamda göl suyunun alarm seviyesine düşmüş olmasında tepkilerin
merkezine oturtulsa da TÜPRAŞ yaptığı açıklamada; özelleştirmeden önce
gölden çekilen su miktarının 2005
yılında 12,7 Milyon metreküp iken,
2012 yılında 8,2 Milyon metreküp,
2013 yılında ise 7,4 Milyon metreküp
ile sınırlı kaldığını, gölden çekilen toplam su miktarının yalnızca yüzde 5’inin
TÜPRAŞ tarafından kullanıldığını, ham
petrolün akaryakıt ürünlerine dönüşümü için ısı ve basınç altında işlem görmesi sırasında su kullanımının zorunlu
olduğunu, Kocaeli’de bulunan İzmit
Rafinerisi’nin kurulu olduğu
alanın 1959 yılında Bakanlar Kurulu
Kararı ile “Sapanca Gölünün kullanımı
ve deniz ulaşımı dikkate alınarak” belirlendiğini, Özelleştirme Kanunu’nun
20-B maddesi gereği bu hakkının aynen devam ettiğini, su kullanımına ilişkin hiçbir bedel ödemediği iddiasının
gerçeği yansıtmadığını, Sapanca Gölü
havzasının korunması, suların kirlenmesinin önlenmesi, çevre koruma
yatırımları finansmanına destek olunması amacıyla, 2008 yılında TÜPRAŞ
ile Kocaeli Su ve Kanalizasyon İdaresi
arasında yapılan protokol çerçevesinde, bugüne değin yaklaşık 18 Milyon
TL ödeme yapıldığını belirtmiştir.
Gelinen durumda anlaşılan odur ki,
E-5, TEM ve tren hattı yapılırken de
Sapanca Gölü üzerindeki muhtemel
etkisi iyi analiz edilmemiş, derelerin
akış yönü, debisi vs. de çok iyi hesaplanmamıştır.
Gölün bu duruma gelmesindeki bir
diğer etmenin ise gölün
etrafındaki plansız yapılaşma olduğu ifade edilmektedir. Gölün etrafında bulunan
yemyeşil tepelerin giderek
beton yığını haline geldiğini
gözlemlemek hiç de zor değildir. Bu bakımdan son yıllarda
gölün etrafında çok sayıda arazi
ve konutun Araplara satıldığı da
kulaktan kulağa yayılmaktadır.
Birtakım sivil toplum örgütleri Sapanca Gölü’ne dikkat çekmeye yönelik eylemler yapmaya çalışsa ve yerel
medya konunun üzerine eğilse de,
halkın farkındalığının ve eylemlere,
kampanyalara desteğinin yüksek olduğunu söylemek oldukça zordur.
Uzmanlar, bir zamanlar dünyanın dör-
54
SENCE 2014 Sayı 4
Çevre
düncü büyük gölü olan Aral Gölü gibi
devasa bir gölün bile çöle dönüşebildiğine dikkat çekerek, gerekli tedbirlerin
alınmaması durumunda Sapanca Gölünün kaderinin benzer olmamasının
işten bile olmadığını belirtmektedir.
Bu bağlamda Sapanca Gölünün kurtarılabilmesi için uzmanların önerilerini
aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:
• Göl suyunun endüstriyel kullanımının sonlandırılması,
• Gölü besleyen derelerin kaynağına
kurulan su fabrikalarının azaltılması ve bu fabrikaların dere suyunu
daha az kullanması,
• Gölün etrafındaki yapılaşmanın ve
balık üretim çiftliklerinin kontrol altına alınması.
Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet Vakıf
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Fevzi Yılmaz; gölün yönetiminin Cenevre Gölü Çevre Ajansı gibi bir sivil
inisiyatife bırakılmasının ve gölün çevresindeki belediye ve yerel otoritelerin paydaş yapılmasının uygun olacağını belirterek söz konusu inisiyatifin
suyun kimyasal, fiziksel ve biyolojik
yapısını, göl ve çevre alan kullanımını,
koruyucu tedbirleri, çevre yaşam kalitesini arttırmayı temel gaye edinerek
balık tutma, yüzme, turizm geliştirme
ve bölgesel ekonomiye girdi sağlama
gibi konularda da çalışmalar yürütmesini önermektedir.
Gelinen durum üzerine Sakarya Su
ve Kanalizasyon İdaresi (SASKİ) Genel
Müdürlüğü, abonelerine şebeke suyu
ile bahçe sulanmamasını ve halı yıkanmaması çağrısı yapmıştır. SASKİ, TÜPRAŞ’a da bir yazı göndererek göldeki
su seviyesinin tehlikeli boyuta düştüğünü belirtmiş, endüstriyel kullanım
için başka bir kaynak bulunmasını talep etmiştir.
Dünyadaki suyun %97’sinin tuzlu su
olduğu, tatlı su oranının sadece %3
olduğu düşünüldüğünde, dünyanın
sayılı doğal içme suyu kaynaklarından
olan Sapanca Gölünün kıymetinin sadece içme suyu kaynağı olması açısından dahi paha biçilmez olduğunu
görmemek mümkün değildir.
Dalai Lama’nın “İnsan, para kazanmak
için sağlığını harcıyor. Sonra sağlığını
geri kazanmak için para harcıyor.” sözündeki gerçekliğe benzer bir biçimde,
insanoğlu önce rant için doğayı katlediyor ve sonra kaybettiği doğal kaynakları
kısmen kazanmak için daha yüksek maliyetlere katlanmak zorunda kalıyor.
Umarım, bir Kızılderili atasözünde denildiği gibi son ağaç kesildiğinde, son
nehir kirlendiğinde ve son balık öldüğünde, o zaman paranın yenmediğini
anlayacak kadar geç kalmayız.
Siz de çevre konusunda duyarlıysanız
ve Sapanca Gölünün yok olmasını istemiyorsanız www.suyumadokunma.
org internet adresindeki imza kampanyasına destek verebilirsiniz.
Doğal güzelliklerimizi ve kaynaklarımızı kaybetmeden kalkınmış bir ülke
olabilmek dileğiyle…
SENCE 2014 Sayı 4
55
SENCE
DURAK
TURAN
DÜZ
56
SENCE 2014 Sayı 4
Çekilmiyor kahr-ı sevda serkeşin
Deli gönlüm dara geldi bu akşam
Sonu da gelmiyor gamla güreşin
Saça sırtı nara geldi bu akşam
Bu akşam topladım bunca ezayı
Yine tazeledim eski yarayı
Ben beklerken huzur ile serayı
Döndü döndü yara, geldi bu akşam.
İçimizden Biri
M
illi ve manevi değerlere bağlı olarak çizgisinden taviz
vermeksizin, Türk basınında
şiirleri, araştırma yazıları ve makaleleri yayımlanan Türk Büro-Sen Ankara
Eski Şube Başkanı Durak Turan DÜZ,
Devlette 27 yıl çeşitli kademelerde
görevde bulunduktan sonra Yozgat Sarıkaya’da 5 yıl da belediye başkanlığı
yapmıştır.
Ankara’da Yozgatlılar Derneği Genel
Başkanlığı olmak üzere birçok dernek
ve vakfın kurucusu ve başkanlığını
yapmıştır.
Şair şiirlerinde sevgi, sevda, vatan,
millet, milliyetçilik ve turan gibi temaları ağırlıklı olarak işler.
KAYIPSIN
Gerçekleri sende, seni gerçekte
Yıllardır ardım bulunmuyorsun.
Bir arı gözüyle seni çiçekte
Sandım ki muradımı bulunmuyorsun.
Uzattım emelin kulaçlarını
Gizledim gönlümün amaçlarını
Derdimle derinden şu saçlarını
Ömrümde taradım bulunmuyorsun.
Seni senen alıp sende yitirdim
Seni ümit ettim bende bitirdim
Beni san verdim, sana diktirdim
Söküldün sır idin bulunmuyorsun.
Halen Ankara’da yaşamakta olan şairimiz evli, 2 erkek 1 kız çocuk babası ve
4 torun dedesidir.
Şair, “Aşk bireyseldir, ama vatan - ülke
- millet sevgisi toplumsaldır. Bu nedenle bu tür şiirlerin en sıradanı bile
bizi ilgilendirir. Aşka ve ölüme tek gidilir ama vatan yolunda ölüme birlikte
gidilir” diyor.
Şairimiz aynı zamanda Türkiye İlim ve
Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin Ankara Şubesi Başkanıdır.
İZİ VAR
Altay Dağları’nda, Ergenekon’da,
Her zirvede bozkurtların izi var.
İdil’de, Volga’da, zafer yolunda,
Türk evladı Kürşat’ların izi var.
Malazgirt, Plevne, Çaldıran’da o,
Tarihe zaferler dolduran da o,
Bizans’ı ortadan kaldıran da o,
Fatih gibi ataların izi var.
Börteçine adı, yurdu Ötüken,
Kıtalar fetheden, dağlar eriten,
Karalarda gemileri yürütren,
Daha nice evlatların izi var.
Delikanlım kıtaları gezde gör,
Türk’ü dünya tanır, dağa taşa sor,
Bu millet ki, her milletten uludur.
Her yücede bozkurtların izi var.
Şair Ata Yurduna olan özleminide şu
dizelerle dile getiriyor.
Ata yurdu can ÖTÜKEN.
Selam saldım aldın mı ola?
Şimdi orda kimdir gülen,
Yoksa sende saldın m’ola?
Orda mıdır Kürşat Beğim?
Sen gülersen güleceğim,
Ahtım olsun güleceğim.
Hasret ile doldun m’ola?
Özlemişim seni gayri,
Gönlüm sende vücut ayrı,
Yaslı duran Altayları,
Mutluluğa saldın m’ola?
Yas mı indi kucağına?
Kim oturdu ocağına?
Kahpe Rus, Çin alçağına,
Gerçek vatan oldun m’ola?
ACIMALI ÖYKÜ
Bana ilk kötülüğü gözlerim etti.
Sen değil.
İlk kanıma giren ayaklarımdı.
Sokağında.
İlk haram tattığım dudaklarındı.
Sakıncasız.
Öncesi yok ki, bu öykünün.
Sonrası da olsun.
Özlem yüklüyüm.
Seni getirecek yollara.
SENCE 2014 Sayı 4
57
SENCE
Anadolu Türk Kültüründe
Düğün ve Merasimler
Oktay BERBER ⎟ Osmangazi Üniversitesi
“Ziyafetler türlü türlü olur. Bunlardan biri düğün
ziyafetidir, biri de bir oğlun doğumu, sünneti dolayısıyla
verilen ziyafettir.”
İ
(Kutadgu Bilig: 4574-4575)
nsanoğlunun bütün hayatı boyunca önemli geçiş dönemleri söz
konusudur. Bu geçiş dönemleri bireylerin yaşadığı doğum, evlenme ve ölüm dönemlerinden oluşturmaktadır. İnsan hayatının doğal bir parçası olan bu süreçlere dikkat edilirse, o toplumun
sosyo-kültürel hayatı hakkında önemli bilgiler edinilmiş olur. Bu
bakımdan düğün ve merasimler, toplumların kültürel kimliğini, bir
başka ifadeyle gelenek-göreneklerini yansıtır. Dolayısıyla düğün ve
merasimler için geçmişten geleceğe bir köprü vazifesi görmektedir
diyebiliriz.
Bu yönüyle düğün, içerisindeki bütün unsurları ile kökleri en eski
dönemlere kadar uzanmakta, toplumun dini inanışlarını, zaman
içerisindeki dönüşümünü, dilini, edebiyatını ve hatta siyasal geçmişini içeren geleneklerden izler taşımaktadır.
Merasim ise, düğün kavramını da içine alan doğum, sünnet, evlilik,
ölüm ve hatta ölüm sonrasında geride kalanların gerçekleştirdikleri bütün aktiviteleri kapsayan daha geniş bir kavramdır.
“Ulu oğlına dahı görklü gelin getürdü. İki kardaş
birbirine sağdıç oldular. Gerdeklerine çapup düşdüler.
Murada, maksuda erişdiler.”
(Kitab-ı Dedem Korkut)
58
SENCE 2014 Sayı 4
Uzman Gözü
Konuyu Anadolu Türk kültürü içerisinde ele aldığımızda ilk belirtmemiz gereken husus, merasimlerin çok çeşitli
uygulamaları, farklı usulleri bünyesinde barındırdığı gerçeğidir. Bunun en
önemli nedeni, Türk kültürünün geçmişten bugüne farklı kültürleri etkilemesi ve etkilenmesi ile ilgilidir. Çünkü
geçmişten bugüne Türklerin yaşadığı
coğrafya çok geniş alanlara yayılmış,
dolayısıyla kültürümüz hem etkilemiş,
hem de etkilenmiştir. O nedenle Anadolu Türk kültüründe merasimler içerisinde var olan usul veya uygulamaları başka milletlerde görmemiz oldukça
doğal bir durumdur. Aynı şekilde tersini de düşünebiliriz.
Düğün Merasimleri
Türk toplumunun en önemli yapı taşını aile oluşturmaktadır. Türk sosyo-kültürel yaşantısında ailenin işlevleri arasında, soyun devam ettirilmesi
olmakla birlikte, kültürel kimliğin, sahip olunan değerlerin nesilden nesile
aktarılması gibi hayati bir görev söz
konusudur. Bu nedenle Türk sosyal hayatında aile kutsal bir kavram olarak
karşımıza çıkar ki, İslamiyetle birlikte
aileye atfedilen kutsiyetin temelinde
de aslında bu görev yatmaktadır, ayrıca bolluk ve bereketi müjdelemektedir.
Türk sosyal hayatının yapı taşı olan
ailenin kuruluşuna giden en önemli
süreçlerden birisi gerçekleştirilen evlilik merasimidir. Merasim yalnızca bu
kutlu günün mutluluğunu yaşamak
adına yapılmaz. Aynı zamanda evliliği gerçekleştiren iki tarafın ailelerinin
birbirlerini daha iyi tanıması için gerçekleştirilir. Çünkü Türk sosyal hayatının önemli bir unsuru olan akrabalık
ilişkilerinin geliştirilmesi en başta dü-
ğün merasimlerinde gerçekleşir. Bu
yönüyle Türk kültüründe düğün merasimi sosyolojik bir süreci de ifade
etmektedir.
Düğün öncesi, düğün ve düğün sonrası olmak üzere üç temel aşaması
olan düğünler, kız isteme, söz kesme,
nişan ve nihayetinde düğün töreninden oluşan bir sürecin ifadesidir.
Gelin adayının görülerek beğenilmesi
(görücü gelmesi), oğlan tarafının başlık parası vermesi, geline kına yakılması, gelinin çeyizinin getirilmesi gibi
ritüellerin tümü, Türk kültürünün eski
devirlerinden beri süregelen uygulamalarıdır. Bunlar yalnızca Anadolu’da
değil, Asya’da ve Türklerin yaşadığı bütün coğrafyalarda söz konusudur. Selçuklu döneminden beri Anadolu Türk
kültürünün izlerini bulabileceğimiz
Mesnevi, Ahmet Eflâkî, İbn Bibi gibi
kaynaklarda bu uygulamaları görmek
mümkündür. Ancak yakın zamana kadar kaynaklardaki bilgilerin hükümdar
veya devlet adamlarının gerçekleştirdiği düğünler hakkında olduğunu
söylemeliyiz. Bununla birlikte devlet
erkanından birinin gerçekleştirdiği
düğün törenlerine halk da katılmaktadır. Örneğin, Selçuklu döneminde I.
Keykavüs, Erzincan Meliki Fahreddin
Behramşah’ın kızıyla evlenmiş, düğün halka açık gerçekleştirilmişti. Bu
düğünde nikahtan sonra halka açık
yemek ziyafeti verilmiş, ayrıca şehir
süslenerek halkın dahil olduğu zevk ve
eğlence meclisi tertip edilmişti. Yine
II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in düğünü
için benzer uygulamaların varlığını biliyoruz.
Osmanlı Devleti’nin klasik dönemine
geldiğimizde ise, evlilik için yapılan
merasimler hakkında daha ayrıntılı
bilgiler bulmak mümkündür. Özellikle
merasimler için verilen yemekler konusunda Osmanlı Arşivi’nde pek çok
belge bulunmaktadır. XVII. yüzyıl ve
sonrasına ait belgelerde yemeklerin
isimleri ve yapılacak ikramlarda hangi malzemenin ne kadar kullanılacağı
gibi bilgileri ayrıntısıyla tespit edebiliyoruz.
Adına Sûrnâme dediğimiz ve bir bakı-
SENCE 2014 Sayı 4
59
SENCE
mış düğün süsü alayın önünde giderdi. Bu düğün
süslerinin boyu dokuz ile on iki metre arasında
değişmekteydi. Gelin olan sultanın alayı kendisinin bulunduğu Eski Saray veya Yeni Saray (Topkapı
Sarayı)’dan itibaren tertip edilirdi. Sultan, Osmanlı
Hanedanına mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde
araba ile nakledilirdi.
Osmanlı döneminde düğün zamanı gerçekleştirilen oyunlar hakkında da bilgi sahibiyiz. Bunların en
bilinenlerinden biri cirit oyunudur. Bilindiği üzere,
cirit Türk kültürünün en eski dönemlerinden beri
var olan bir spordur. Konumuz açısından ele aldığımızda cirit, Osmanlı’da köy ve kasabalarda düzenlenen düğün törenlerinde gençler arasında bir
eğlence unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır ve
halen Anadolu’da var olan bir düğün geleneğidir.
Halen varlığını sürdüren geleneklerimiz içerisinde
düğün zamanı genç erkekler arasında gerçekleşen
çetnevir denilen düğün eğlencelerinde yattı-kalktı
adlı bir oyun söz konusudur. Özellikle Konya-Aksaray yöresinde görülen bu oyunda, on kişilik bir
grup ve bir lider vardır. Yattı-kalktı oyununda dahil
olan her kişiye bir sebze veya meyve adı verilir.
Oyuncular oda ortasında karşılıklı diz çökerek oturur. Oyun lideri elindeki topuzla isim verdiği birinin sırtına vurarak oyunu başlatır. Örneğin, elma
yattı-kalktı der; elma adlı kişi secde eder gibi yere
kapanarak bir başkasını oyuna dahil eder. Elma
yattı-kabak kalktı dedikten sonra hemen kalkar,
eğer kalkmamışsa oyun lideri topuzla sırtına vurur. Aynı şekilde ismi söylenen diğer kişiler de oyunu devam ettirirler.
60
ma düzenlenen şenliklerin tarihçesi olan kaynaklar, Osmanlı dönemindeki düğün merasimlerinin en önemli kaynaklarıdır. Sûrnâmelerde düğün için yapılan şenlik ve eğlencelerin çok uzun sürdüğü, düğün
için gelen ve gönderilen hediyelerden söz edilmektedir. Örneğin
1675 yılı Sûrnâmesi’nde Sultan IV. Mehmed’in kızı Hatice Sultan’ın
Vezir Musâhib Mustafa Paşa ile evliliğinin on sekiz gün sürdüğü bilgisi
vardır.
Anadolu’nun her yöresinde farklılık göstermekle
birlikte düğünlerde düdük oyunu, deve oyunu,
köçek, seğmen oyunları, alay oyunları, güreş gibi
hem eğlence içerikli hem de seyirlik oyunlar oynanmaktadır. Damat ve kız tarafının bir arada gerçekleştirdiği bu oyunlar, Türk toplumunun eğlence
kültürünün değişmeyen unsurlarıdır.
Osmanlı’da Padişah kızlarının evliliklerinde gelin alayları düzenlenirdi. Gelin alayında Sadrazam, vezirler, devlet erkanı ile düğün için sultanlara özel yaptırılan, Nahil veya Nakil denilen balmumundan yapıl-
Yine Anadolu’daki düğün geleneklerinden biri olarak bilinen ve düğün hediyesi anlamındaki tohumkavut geleneği söz konusudur. Kırgız, Kazak, Özbek
SENCE 2014 Sayı 4
Düğünlerin hazırlık aşaması sosyo-kültürel bir süreçtir. Çünkü bu dönemde
eş, dost, akrabanın bir araya gelmesiyle hazırlık süreci birlikte yürütülmektedir. Özellikle köy ve kasabalarda
düğün yemeklerinin hazırlanması sırasında kadınların bir araya gelmeleri,
toplumda yardımlaşma kültürünün
bir yansımasıdır. Ancak şehirler için bu
durumun aynı oranda devam ettiğini
söyleyemeyiz. Bu duruma sebep olan
en önemli etken, yerleşik yaşam ve
ardından şehirleşmenin getirdiği yeni
koşullardır. Modern dönemin yansıması olan yeni uygulamalar söz konusudur. Bu bağlamda artık şehirlerde
düğün merasimleri açık alanlarda değil, genellikle salon denilen kapalı mekanlarda gerçekleşmektedir.
Günümüz düğünlerinde eskiden var
olup, artık devam ettirilmeyen başka
gelenekler de söz konusudur. Örneğin, düğün sahibi uzak mahalle veya
semtlerdeki tanıdık, dost ve akrabalarına okuyucular vasıtasıyla ulaşır, onları davet ederdi. Okuyucu vasıtasıyla
davetlilere şeker de gönderilirdi. Okuyucular ise gittikleri yerden hediye ve
bahşiş alırlardı. Günümüz Anadolu
kültüründe okuyucu geleneği de neredeyse tamamen kalkmış, bunun yerini
davetiye almıştır.
Sünnet Merasimi
Bazı araştırmacıların milattan öncesine kadar götürdüğü sünnet, Türk kültürü içerisinde kutsal ve geleneksel bir
görev olarak kabul edilmektedir. Sünnet düğünü geleneği ise Anadolu’da
oldukça yaygın bir uygulamadır. Evlilik
merasimlerinde olduğu gibi, sünnet
düğünleri de birlik ve beraberliğin
pekiştirildiği organizasyonlar olmakla
birlikte, özellikle çocukların ve gençlerin eğlence alanlarıdır. Ayrıca anne
babalar için sünnet düğünü hayatın en
önemli safhalarından biridir.
Osmanlı dönemi kaynaklarından sûrnâmelerde tıpkı düğünler gibi sünnet törenleri hakkında bilgi bulmak
mümkündür. Kanuni Sultan Süleyman,
1529 yılındaki Viyana kuşatmasından
sonra Şehzadeleri Mustafa, Mehmet
ve Selim için çok büyük bir sünnet töreni yaptırmış, İstanbul halkı günlerce
eğlenmiştir. Daha sonra III. Murat’ın,
şehzadeleri için 1583 yılında bir sünnet tertip edilmiş, bu düğün de elli
beş gün sürmüştür. Bu düğünde yer
alan herkesin eğlenebilmesi için sayısı
beş yüzü geçen maskara ve hokkabaz
gösteri yapmış, silah ve ateş oyunları
gerçekleşmiş, şekerden imal edilen
çeşitli hayvan figürleri sokaklarda dolaştırılarak halkın ilgisi çekilmişti. Şenliklerin en önemli mekanları olan At
Meydanı (bugün Sultanahmet Meydanı dediğimiz yerin o dönemdeki adı
At Meydanı idi), Haydarpaşa çayırı gibi
yerlerde halka açık sofralar kurularak,
gelen herkesin karnını doyurması sağlanıyordu.
Lale Devri’nin (1718-1730) en tanınmış minyatürcüsü olan Levni’nin (asıl
adı Abdülcelil Çelebi) minyatürlerinde
burada sözünü ettiğimiz törenlerdeki
eğlencenin nasıl gerçekleştirildiğine
dair fikir edinebilmekteyiz. Osmanlı
Sultanı III. Ahmet döneminin yansıtıldığı minyatürlerde de görüleceği
üzere, eğlence sırasında savaş anını
yansıtan geçit törenleri yapılmakta,
padişah ve erkanı oyun oynayan köçekleri izlemekte, Aynalıkavak kasrı
önünde ve denizde yapılan gösterilerde ip cambazları hünerlerini sergilemekteydi.
Uzman Gözü
gibi Türk topluluklarında da rastlanan
bu gelenek, Orta Anadolu ve Karaman-Mut bölgesinde varlığını devam
ettirmekle birlikte unutulmaya yüz
tutmuştur. Tohumgavut geleneği, neslin devamına niyet ve dua anlamına
gelmektedir. Burada örneklerini verdiğimiz geleneklerin hemen tamamı
artık köy ve kasabalarda görülmekle
birlikte unutulmaya yüz tutmuş düğün
gelenekleridir. Bütün bu oyun ve geleneklerin ortak noktası ise, toplumsal
birlik, dayanışma, dostluk ilişkilerinin
arttırılmasını sağlamaktır.
Anadolu’da halk arasında da sünnet
merasimlerine özen gösterilmektedir.
Özellikle sünnet dönemi gelen çocuklar tespit edildikten sonra hepsi için bir
tören tertip edilmekteydi. Evin kadını
sandıktan işlemeli yatak takımlarını
çıkarır, oda takımlarının yüzleri yenilenir, ev halkına yeni elbiseler yaptırılır,
müsait mevsimlerde daha fazla davetli misafir edebilmek için bahçeye çadırlar kurulur, o dönemin en meşhur
hayalcisi, hokkabazı, saz heyeti, çengicisi ile anlaşılırdı. Gündüzleri özellikle
kadınlar eğlenir, akşamları ise erkekler
için ziyafet ve saz alemi düzenlenirdi.
Kadın ve erkeğin bir arada izlediği Karagöz oyunu sünnet merasimlerinin
değişmez geleneklerindendi.
Günümüz Anadolu kültüründe benzer
uygulamalar gerçekleşmektedir. Sünnet düğününe gelenler için yemekler
hazırlanmakta, kına gecesi düzenlenmekte, genellikle öğlen vaktinde
mevlid okutulmakta, sünnet çocukları sokaklarda ve şehir merkezlerinde gezdirilmekte, çocuklar için gölge
oyunları oynatılmakta, hediyeler verilerek çocuklar sevindirilmektedir.
SENCE 2014 Sayı 4
61
SENCE
Bölgeler arasında farklılık olmakla birlikte Anadolu’daki sünnet merasimleri
genellikle bu çerçevede gerçekleştirilmektedir. Sünnet törenlerinde karşımıza çıkan figürlerin en önemlisi ise,
kirvedir. Kirve, sünnet sırasında çocuğun elini, kolunu tutan ve çocuk üzerinde baba hakkı taşıyan kişidir. Kirvelik, Anadolu’da bölgeler arasında farklı
anlamlara gelmekle birlikte, akrabalık,
komşuluk, insanlık borcu, yakınlık aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Cenaze Merasimleri
İnsan hayatının dünyadaki son geçiş
aşaması olan ölüm ve ölüm sonrasına
dair, farklı toplumlarda çeşitli inançlar
söz konusudur. Türk sosyo-kültürel
hayatında ise, İslamiyet öncesi ve sonrasında farklı uygulamalar söz konusu
olmuştur. İslamiyet öncesi dönemde
yug veya yog denilen cenaze töreninde, bozkır kültürünün bir yansıması
olarak, ölen kişi, hayattayken sahip
olduğu değerli eşyalarla birlikte gömülürken, Anadolu’da yaşam süren
Türkler arasında bu inanç birkaç istisna dışında devam ettirilmemiş, İslamiyet’in kurallarına göre defin işlemi
gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı döneminde padişahların cenaze merasimleri hakkında çeşitli bilgilere sahibiz. Bir padişah öldüğünde
yerine bir başkası tahta oturmadan
cenaze toprağa verilmezdi. Fatih Sultan Mehmed, öldükten 18 gün sonra
II. Bayezid’in Amasya’dan gelip tahta
çıkışı ile defnedilebilmişti. Fatih’in cenaze töreninde, Türk geleneklerinden
olan kuyrukları kesilmiş, eğerleri tersine çevrili atlar cenazenin önünde yürütülmüştü. Ayrıca Fatih’in mezarına
sarığı ile kılıcı konulmuştu. Bu uygulamalarda bozkır kültürünün Osmanlı
62
SENCE 2014 Sayı 4
Devleti’nin ilk dönemlerinde devam
ettirildiği görülmektedir.
Yeni padişahın tahta çıkışı ardından
ölen padişahın naşı sabah erken saatte Hırka-i Saadet dairesine nakledilir,
burada yıkama vs. işlemleri ardından
kısa bir süre bekletilirdi. Padişah ve
hanedan üyelerinin vefat haberi, Ayasofya, Sultan Ahmed, Süleymaniye,
Fatih gibi camilerde salâ ile duyurulur; tellallar vasıtasıyla halk haberdar
edilirdi. Cenaze namazı Şeyhülislam
tarafından veya Ulema Reisi, Rumeli Kazaskeri, Hünkar İmamı’ndan biri
tarafından kıldırılırdı. Matem elbisesi
siyah renkli olurdu ve başa, adı şemle
olan siyah renkli bir sarık sarılırdı.
Günümüz Anadolu Türk kültüründe
var olan mevlid okutma, Osmanlı döneminden beri süregelen bir gelenektir. Kaynakların işaret ettiğine göre Osmanlı’da ilk mevlid okutma geleneği,
III. Murad döneminde 1586 yılında
gerçekleşmişti. Mevlid törenleri günümüze kadar uzanan süreç içerisinde
değişikliklere uğramış, çeşitli ilahi ve
kasidelerin belirli bir makamda okunmasıyla zenginleşmiştir.
Ayrıca ölü için yemek vermek, helva
dağıtmak da cenaze merasimlerinin
bir parçasıdır. Türk kültürü içerisinde
ölünün ardından üç gün ve hatta yedi
gün yemek vermek bir gelenek haline gelmiştir. Kırım Türkleri, Kazaklar,
Kırgızlar, Nogaylar’da benzer uygulamaları görmek mümkündür. Anadolu
kültüründe de ölünün ardından ilk
üç gün, yedinci gün, kırkıncı gün, elli
ikinci gün ve nihayetinde her ölüm
yıldönümünde Kuran okunması ve
beraberinde dua edilmesi bir gelenek
halini almıştır. Buna ek olarak cenaze
merasimlerinde ölenin arkasından
ağıt yakmak günümüz Anadolu kültüründe önemli bir gelenektir. Ağıt
geleneği, İslam öncesi dönemde de
Türkler arasında var olduğu bilinmekte, o dönem ağıt yakan kişiye sagucı
denilmekteydi. Cenaze merasiminde
ağıt yakılması, Türk kültünde matem,
yas tutma geleneğinin önemli bir unsurudur. Anadolu’da ölü arkasından
yas tutmanın kırk gün boyunca devam
ettirildiği pek çok bölge vardır.
Sevdiği birini kaybeden yas tutan insan, günlük hayatın bir takım davranışlarını yapmaz, gezmeye veya eğlenmeye gitmez, renkli ve süslü giysiler
giymez, hatta televizyon-radyo gibi
kitle iletişim araçlarını açmaz. Aslında
yas tutmayla ilgili bütün uygulamalar,
ölüm karşısında kişinin çaresizliğini ortaya koyduğu bir durumdur ve yas tutan kişi bu şekilde acısını dile getirerek
rahatlama evresi de geçirmiş olur.
Diğer Merasimler
1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılması ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte toplum
hayatından çıkan bir takım merasimler
söz konusudur. Padişah tahta çıkarken
gerçekleştirilen cülus merasimi, kılıç
kuşanma merasimi, doğum törenleri
ve beşik alayı gibi merasimler artık söz
konusu değildir.
Bunun yanı sıra hem Anadolu Türk
kültüründe hem de diğer coğrafyalarda varlığını devam ettiren Nevruz kutlamaları da merasimler başlığı altında
değerlendirilebilir. Çünkü bu kutlamalar örneklerini aktarmaya çalıştığımız
diğer etkinlikler gibi insanlar arasında
iletişimi, paylaşımı simgelemektedir.
Nevruz etkinliklerinde kış dönemi ardından doğanın canlanışı kutlanmak-
ta, bu anlamda nevruz Türk kültüründe yeni yılı müjdelemektedir. Selçuklu
ve Osmanlı dönemlerinde önemli bir
yere sahip olan Nevruz kutlamaları
halen var olup, Anadolu’da Türkmenler ve güneydoğu bölgesinde Sultan
Nevruz adıyla kutlanmaktadır. Nevruz
geleneği Anadolu Türk kültüründe o
kadar yerleşmiştir ki, kişi adlarında,
yerleşim alanlarının isimlerinde, topluluk isimlendirmelerinde; yazılı-sözlü
edebiyat ürünlerinde karşımıza çıkmaktadır.
Merasimlerin Toplumsal İşlevi
Yazımızın başında da ifade ettiğimiz
üzere Türkler, Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyaya
yayılmışlardır. Bu yayılma nedeniyle
siyasi, sosyo-kültürel, ekonomik hayat
içerisine birbirinden farklı uygulama-
lar işlenmiştir.
İslamiyet’in kabulü ve yerleşik yaşamın daha fazla kabul görmesiyle kültürel değerler içerisinde yeni uygulamalar söz konusu olmuştur. Ancak her
ne kadar zaman içerisinde ve farklı
gruplar arasında birbirinden değişik
uygulamalar olsa da aktarmaya çalıştığımız merasim geleneğinin değişmeyen toplumsal işlevleri bulunmaktadır.
Türk kültürü içerisinde tören veya
merasimlerin işlevlerini birkaç başlık altında toplayabiliriz. Bunlardan
ilki merasimlerin ekonomik işlevidir.
Ekonomik işlev başlığını devlet tarafından yapılan merasimlerle değerlendirmeliyiz. Çünkü devlet eliyle yapılan merasimler büyük bir kapsamda
yapılmakta, bu da ekonomik canlılığı
sağlamaktadır.
Uzman Gözü
Merasimlerin ikinci işlevini yenilenme
başlığı altında ele alabiliriz. Bunu da
yine devlet eliyle yapılan merasimler
kapsamında değerlendirebiliriz. Bu
kapsamda, devletin aldığı bir yenilgi
sonrası gerçekleştirilen merasimlerde moral olarak çöküntüye uğrayan
insanların yeniden canlanması amaçlanmaktaydı. Ayrıca yenilenme işlevini
günümüz toplumu için de düşünebiliriz. Eğlence mekanları olan merasimler, insanların yorgunluklarını atabilecekleri, psikolojik bir rahatlama süreci
yaşayacakları etkinlikler olup, bu bakımdan yenilenme işlevinin gerçekleştiği organizasyonlardır.
Devlet tarafından yapılan merasimlerin siyasi işlevinin olduğunu söylemeliyiz. Bu bağlamda Osmanlı döneminde
bazı merasim dönemlerinde hüküm
giyen suçlular bağışlanmış, böylelikle
devletin ve onun sembolü niteliğindeki padişahın üstünlüğü ispatlanmıştır.
Ayrıca merasimlere katılarak eğlenen
farklı ve karşıt fikirli kişilerin bu görüşlerinin yumuşatılması sağlanarak,
yönetime karşı muhalefet de ortadan
kaldırılmaya çalışılmıştı.
Merasimlerin dördüncü işlevi birleştirici ve bütünleştirici olmasıdır. Bu özelliği ile merasimler, toplumsal hayatta
önemli bir yeri olan insanlar arası iletişimin güçlenmesini sağlamakta, yardımlaşma kültürünü ortaya çıkarmaktadır. İnançların tazelenmesi, kültür
değerlerinin canlı tutulması açısında
tören veya merasimlerin birleştirici,
bütünleştirici işlevi en önemli olanıdır. Merasimler dini işlevi olan organizasyonlardır. Bu yönüyle dini inanç
sistemi içerisinde var olan kaidelerin
özellikle çocuk ve gençler arasında yayılması söz konusudur.
SENCE 2014 Sayı 4
63
SENCE
Cirit
Bir Türk Sporu
Unvanı verdirir at ada yiğit.
Baba da yiğitti, ata da yiğit.
Meydana at gerek, ata da yiğit.
Bir “Atlı yiğidin oyunu cirit”
Mustafa Kayalı
64
SENCE 2014 Sayı 4
Spor
Ömer Nusret KANBAK
T
ürkler, at üstünde doğup at üstünde ölen bir millet
olarak yiğitlik tarihinin baş kahramanlarıdırlar. Geçmiş yılların konar göçer yaşantısı vazgeçilmez bir binek olan atı ön plana çıkarmaktadır. Öyle ki Türkler, atlarını
kardeş gibi görür gözetir, harp meydanında düşmana aman
vermez bir maharette onlardan savaş makinası olarak faydalanırlardı.
Denir ki Hunlar atlarına adeta yapışmış gibi binerler, günlük
ihtiyaçlarını at üstünde karşılarlar, alışverişlerini, askeri ve
siyasi müzakerelerini dahi at üstünde yaparlar.
Türk kültüründe at silah arkadaşı olarak yiğitin yanı başına
gömülmekte, türkülere efsanelere en az kahraman bir türk
yiğiti kadar konu olmaktadır.
Oğul at üstünde yiğit olur, yiğit at üstünde
düşman kırar, yurt tutar, devlet olur.
Bozkır yaşantısının karakterlerine savaşçılık nakşettiği türkler at üstünde her daim hazır bulunmak ve atlarını zinde
tutmak için çokça savaş talimi yaparlardı. Bu talim hem
bedenen hem de zihnen yiğiti yetiştiren ona at üstünde
savaşma becerisi kazandıran bir sportif faaliyettir. 7’şerli
iki takımdan oluşan ve süratle rakibe yaklaşıp, mızrağını
savurarak ani bir kaçış ile yakalanmamaya dayalı bir oyun
geliştirdiler.
Eski türklerin “Çavgan” adını verdiği günümüzde modern
söylemi “Cirit” olan bu kahramanlık oyunu Anadolu’ya Sultan Alparslan ile girmiştir.
Selçuklular ve Osmanlılarda çok popüler olan bu spor halen Uşak, Erzurum, Erzincan, Bayburt, Sivas ve Tokat illerinde yaşatılmaktadır. Eskiden teamülen gelişen belirli kurallar dışında hiçbir kuralı olmayan bu oyun; “Kara Cirit”
hakikaten her babayiğitin harcı olamayacak kadar zorlu bir
iştir. Nereden geldiğini anlayamadığınız cirit(değnek) bazen sonuçları hiç de küçümsenmeyecek kazalara yol açabilmektedir. Oluşabilecek kazaların en aza indirilmesi ve ata
sporumuzun sistemli bir şekilde geleceğe intikali için bazı
kurallar belirlenmiştir.
Hakemler üzengileri kontrol ederek maçı başlatırlar. Kolbaşı, takımındaki bütün sporcuların olumlu olumsuz tüm
hareketlerinden sorumludur. Takımına oyun taktiklerini o
verir. Kolbaşı vakitli-vakitsiz çıkış yapan veya aynı anda çift
çıkan oyunculara engel olur, saftaki oyuncuların ileri veya
geriye doğru 5 m mesafede, alay durağında durmalarını
sağlar. Takımlar bölük düzeninde ise 2 ‘şer, alay düzeninde
iseler 3 ‘er yedek oyuncuları bulunur. Yedek oyuncular saha
SENCE 2014 Sayı 4
65
SENCE
hakeminin arkasında ve kendi sahasında açıkta beklerler.
Oyuncu değişiklikleri oyunun duraklama anında saha hakemi tarafından baş hakem bilgilendirilerek yapılır. Bir oyunda en fazla 3 oyuncu değişikliği yapılabilir. Oyundan çıkan
oyuncu bir daha oyuna alınmaz. Her oyuncunun arkasında
ve atlarının üzerine konulan kumaşın her iki tarafında yazılı numaralar bulunur. (sporcu ile atının numarası aynıdır..)
Takımların formaları aynı renkte ise: takım numaraları; A
takımında 1’den 10’a kadar, B takımında ise 11’den 20’ye
kadardır. Oyuna başlama ve ilk çıkış hakkı kur’a sonunda
sahayı kaybeden takıma verilir. Alay çıkışları alay durağından yapılır. Erken çıkış ihlâli, yasak saha olarak; çift çıkış ihlâli ise atış sahası dışından atış olarak değerlendirilir. Her
iki hatalı duruma düşen oyuncular alay durağına geldikten
sonra başka bir oyuncu ancak o zaman hamle yapabilir. Bir
ciritçi oyun sahasında rakip sporculardan birine yarım veya
tam çark yapmak suretiyle ciridini atar. İki defadan fazla
tam çark yapılamaz. Cirit genelde gösteri mahiyetinde oynanır. Cirit oyununda, sporcu rakibinin kendisine atacağı
ciritten sakınmak için çeşitli hareketler yapar, atın sağına
soluna, karnının altına veya boynuna yatar. Bazı sporcular
66
SENCE 2014 Sayı 4
Müsabakalar 70*100 m ebatında bir
sahada karşılıklı 7 at ve biniciden oluşan
iki takım ile oynanır. Spor sahası alay
durağı ve atış sahası olarak iki bölümden
oluşur. Cirit oyunu 40 dakikadan 2 devre
halinde oynanır. Bir takımdan bir sporcu
elinde bir cirit sopası ile karşı takıma cirit
atmaya gider. Buna aynı zamanda hamle
hakkı da denilir. Atış alanına girip ciritini
kullandıktan sonra oyun (Hamle) hakkı
rakip takıma geçer. Rakip takımdan oyuna
çıkan (Hamle Yapan) sporcu elindeki
değneği saha içinde rakip oyuncuya
5 m den yakın olmamak üzere cirit
kullanabilir veya rakip sporcuyu yakalayıp
bağışlayabilir.
Spor
rakiplerini kaçış çizgisine ulaşana kadar kovalar ve ardından cirit atarlar. İsabet ettirebildikleri için puan kazanırlar. Oyun esnasında baş ve yüz kısmına cirit isabet eden
oyuncuların yaralanmaları muhtemeldir. Bu tür isabetler
nedeniyle ölüm hadiseleri muhtemeldir. Bu durumda ölen
sporcu, sporun geleneğine göre, er meydanında ölmüş sayılır. Ölen sporcu yakınlarının şikâyetçi ve davacı olmadığı
sporun kendi geleneğindendir. Hatta bunu yiğitlik sayıp
övünürler. Cirit, puan üzerinden oynandığında; oyun öncesi takımlarca birlikte tespit edilen kurallar çerçevesinde,
puanı en fazla olan takım cirit oyunun galibi sayılır. Her iki
takım ve o esnada orada bulunanlarca; cirit oyununun kurallarını iyi bildiğine inanılan kişilerin hakemliği ile cirit oynanır. Bu kişinin (hakemin) verdiği kararlara ve puanlamaya
hiç kimse itirazda bulunmaz.
Savaşta düşmanı takım halinde alt etmeye, mağlup etmeye
yönelik davranışlar ve sonuçta güçlü olanın galibiyeti atlı
cirit müsabakalarının ana temasıdır. Hal böyle iken hiçbir
spor müsabakasında bulunmayan sadece atlı ciritte olan
rakibi affetme, bağışlama davranışı cirit oyununa ayrı bir
anlam yüklemektedir.
devlet kurumlarının bu spora ve sporcuya vermiş olduğu
destek çok mühimdir.
Devletimizin teşviki milletimizin rağbeti ile nice ata sporumuzu unutulmuşluğun karanlığından kurtarıp gelecek nesillere aktarmak milletimizin tarihi yürüyüşünde çok önemli bir adım olsa gerektir.
Vesselam…
Uşak ilinde nisan ayında başlayan lig karşılaşmalarına halkın çok büyük ilgisi bulunmaktadır. Davul ve zurnanın oyuna heyecan, ata ve biniciye şevk verdiği saha, tam bir şenlik
havasına bürünmekte, mertlik ve yiğitliğin sahnelendiği bir
er meydanına dönüşmektedir. Türk kültüründe çok önemli
bir yere sahip olan bu sporun günümüzde de rağbet görmesi elbette sevindiricidir. Özellikle Uşak Belediyesi gibi
SENCE 2014 Sayı 4
67
SENCE
Ali KARADENİZ
Yazar
Türkiye Kamu-Sen Giresun Eski İl Temsilcisi ve Türk Eğitim-Sen Şube Başkanı
Eğer dünyayı bedava gezmek
istiyorsan kitap okuyacaksın.
Önce geldiğin medeniyetin
eserlerine, sonra dünyaya
bakacaksın. Okumak gizemli
bir yolculuk olduğu kadar,
öğrendiğin her kelime kendini
ve evreni tanımada, anlatmada
sihirli bir seyir gibidir.
Y
azıya merakım öncelikle okumakla başladı.
Kendimi kitapların içinde bulduğum yıllar
1970`lerin başındaydı. Şebinkarahisar İlçesi Çocuk Kütüphanesini bir grup arkadaşla mekân
edindiğimiz yıllar, sonra gazete dağıtım işinde bir
müddet çalışmam, okuma ve kitap edinme huyumuzu depreştirdi. Kalıcı arkadaşlıklarımız da tam
bu yıllarda başladı.
68
SENCE 2014 Sayı 4
Kitap
Sanata duyduğumuz ilgi ve alakayı da bu kitap dostu olmamız etkilemiştir. Daha sonralarında amatörce bazı yerel
ve genel düzeydeki dergilerde, yerel gazetelerde yazılar
yazdım. Bir müddet Kurultay Gazetesi Giresun temsilciliği
yaptım ve bu gazeteye arasıra yazı yazdım. Peşinden Haber
Türk ve Yeni Çağ Gazetesinde de yazılar yazdım.
Bu arada TRT Ankara Radyosunda Can Eriklerinin Düşleri
adlı çocuk programı drama yazarlığını bir buçuk yıl boyunca
sürdürdüm.
Bazı düşlerimi yazıya dökmem, otuzlu yaşlarıma dayanıyor.
Elbette evveli var. İlk kez, 8 adet çocuk kitabım çıktı. Peşinden Ay Ağladı Yıldızlar Düşerken adlı şehitler için yazdığım
kitabım Berikan Yayınevinden Pontus Euxsinus-Kemençe
ve Horon adlı eserimle birlikte çıktı. Yakın zamanda; Çaşıt,
Köşkün Sırrı, Devrim ve Aşk, Truva`nın İki Atlısı, Tozlu Rafların Arasında, İtiraz, Tiyatrodaki Sır, Sonsuzluktaki Hatıralar
adlı eserlerim ve Isırgı adlı şiir kitabım değişik yayınevlerinden çıkacaklar.
İnşallah 2014 yılı içerisinde 12 adet yeni çocuk kitabım
daha çıkacak. Ayrıca yeni başladığım Söğüde Kızıllık Vurunca adlı romanımı da hazırlamak üzereyim.
Elbette ben bir müzisyenim ve 100`e yakın bestem var.
Bunların bir kısmını sevgili eşim Neşe Dilekçioğlu seslendirdi, diğer kısmına henüz kitaplar yüzünden fırsat gelmedi.
İçimdeki heveslerden biri de bu eserlerimi bir müzikal çalışmayla kayıt altına almak. Gelecekte kendi medeniyetimin izine böylelikle katkı vereceğimi düşünüyorum.
Kitaplarımın esin kaynağı bütünüyle doğa ve canlılardır.
Kendimi bir doğa savaşçısı olarak görüyorum. Akademisyenlik yıllarımda ZİDO (Zirveye Doğru Doğacıları) adlı grubumla dağları kendime yurt tuttum, bu birikimler bende
olumlu etkiler bırakmıştır.
Yeni neslin okumadan uzak ve hatta okumanın önemini
kavrayamadığını görüyorum, çocuk kitaplarına zaman ayırmam da bu yüzdendir. Onları zihinlerine, zevklerine inebilmek için su gibi gerekli yapıtlar üretmeye devam ettim. Çocuklarımızın dünyaya kafa tutması için okumalarla birlikte,
bütün duyuş ve hissiyatlarını geliştirmeye ihtiyacı var. Batı
devletlerinde gittiğim her ülkede, özellikle Almanya, Fransa, Hollanda, Çekoslovakya, İspanya, İtalya hatta Yunanistan gibi ülkelerde okumanın önemine inanan insanlar gördüm ve de kıskandım. “Bizim nesiller neden böyle değil?”
diye üzüldüm.
Özellikle çevrilmiş Batı eserlerinin içerikleriyle, çocuklarımızın ve gençlerimizin zihinleri üzerinde küçümsenmeyecek zihin bozucu oyunlar oynadıklarını gördüm. Edebiyat
alanımızın yetersizliğinden değil, bir çabanın eksikliğini
gördüğümden yazın dünyasının bu açıdan sorumlu olduğunu düşündüm. Hem ülkemize hem de dünyaya kendi
algılarımızın ve his dünyamızın barışçı duygularını yazarak
paylaşmanın mümkün olacağını düşündüm.
Eğer dünyayı bedava gezmek istiyorsan kitap okuyacaksın.
Önce geldiğin medeniyetin eserlerine, sonra dünyaya ba-
SENCE 2014 Sayı 4
69
SENCE
kacaksın. Okumak gizemli bir yolculuk olduğu kadar, öğrendiğin her kelime kendini ve evreni tanımada, anlatmada
sihirli bir seyir gibidir.
Ben diyorum ki okuyup anladığın kelimeler kadar yaşarsın.
Yoksa yoksun kalırsın. Şimdi sanal âlemde okumak diye bir
dil var, bu eksik ve de doğru değildir. Batı`da gördüğüm ailelerin her birinin en az birkaç yüz tane eserlik ev kütüphaneleri var. Kitaplar almışlar, okumuşlar ve kendi temel
eserlerini okumak bir Batı bilinci oluşturmuş. Bizim de
bunu yapmamız lazım.
Okumayı kıyamete kadar sürecek bir eylem olarak görüyorum. Tabi ki aynı zamanda yazmayı da böyle düşünüyorum.
Sanatın bütün alanlarından haberdar olmak, onlara dokunmak ve de onlara haşır neşir olmak olgunlaşmanın bir
adabıdır.
Ben kendime yazarım. Kendimin beğenmediği şeyleri bilirim ki başkaları da tutmaz. Tekrarlar halinde yazanlara
yazar demem. Her eser bir öncekini astığımız duvardan indirmez, kültürel evriliş yaratırken başka hazlar ve duyuşlar
içerirler.
Ayrıca fikri özgürlük ve insanlığın hamuruna katı verecek,
Türkçe`yi geliştirecek ve yaşatacak yeni nesillere köklerinden kopmadan bazı
şeyleri öğretecek bir
sorumluluk dahi-
linde yazmaya çalışıYazar’ın yeni çıkacak
yorum. Ülkücü ruhlar
olan eserleri
ve gönüller bu top• Buzulun Öfkesi
rağın en derinlerinde
• Koruluğun Gizemi
olan biteni ve de her
• Sazlığın Korosu
tür öykünmeleri en iyi
• Yarınsız Dünya
şekilde tasavvur eden
• Şahinler Uçarken
samimi yürekli insan• Yuvarlanan Rulolar
lardır. Eksikliğimiz bel• Küçük Kuş ve Fırtına
ki de bunların farkında
• Koç ve Yaban Koyunları
• Ardalı Ardıç
olmayışımızdır.
Zira
• Toprak ve Gençler
hem ülkemizin hem
• Set
de ülkücü hareketin
• Arılar ve Kötü Gen
geçmişinde öyküne• Karıncalar ve Kötü Gen
cek binlerce hikayemiz
• Tohum ve Kötü Gen
var ve bunların her bi• Balıklar ve Kötü Gen
rini açığa çıkartacak ve
• Güller ve Kötü Gen
milliyetçi düzene katkı
verecek bu yazın dilini
mutlaka hayata geçirmeliyiz. Yazmayı sürdüren amatörleri bulup çıkarmak da
yayınevlerinin ve fikri patronajın işi olmalıdır.
Uygarlığımız yazıyla ve okumalarla Batı`yla rekabet etme,
ayakta kalma gücüne erebilir.
Her birimiz koltuğunda, yatağının başucunda ve çalıştığı
her yerde bir kitapla buluştukça yarın bizimdir. Aksi halde
geri kalacağız. Dünya halklarını yönetecekler bilimden ve
fenden geri kalınca uygarlıkları çökecektir.
Sanatın her dalı aynı zamanda ideolojik yayılmanın da en
büyük alanıdır. Geri düştüğümüz her şeyin altında cehalet
yatıyorsa, bunun sebebi bilime, sanata, fenne olan uzaklığımızdır bunu ancak okumak ve yazmak değiştirecektir.
Bizler derin ve tarif edemediğimiz tahayyüllerimizi ancak
yazarak dile dökebiliriz. Onun için yazmaya ve okumaya
devam.
Yazın, uygarlıkları kuran, tiranları da yerle bir eden en büyük hedeftir. Bu asla unutulmamalıdır.
Ayrıca derginizde tutturduğunuz çizgiyi ve emeği geçenleri
tebrik ediyorum…
70
SENCE 2014 Sayı 4
Kitap
Kişisel Gelişim Hakkında Bildiğiniz Herşeyi
59 Saniyede Unutun
“59 Saniye: Azıcık Düşünün, Çok Şeyi Değiştirin”
arınızı
ıl
laşın.
Başar
la pay
ız
ın
r
aşla
a iyi
arkad
izi dah
in
d
n
ce ke
Böyle
iniz.
eceks
hissed
Yeni insa
nlarla ta
nışın,
bir hobi
edinin, b
ir
organiza
syona ka
tılın;
kısacası
kendiniz
i
geliştirm
ek için e
linizden
geleni ya
pın.
Psikoloji profesörü Wiseman kişisel gelişim kitaplarının genel
klişeleşmiş yapısından farklı bir şekilde insanların aylar değil,
dakikalar içinde amaç ve tutkularında başarılı olmalarına yardım edecek yeni bir yaklaşım sunuyor. Wiseman ruhsal durumdan belleğe, iknadan sürüncemede bırakmaya ve dirençli
olmaktan ilişkilere kadar pek çok konuda hızlı değişimin bu yeni
bilimini destekleyen araştırmaların ana hatlarını çiziyor ve bu
hızlı ve ilginç tekniklerin gündelik hayatla nasıl uyumlu hale getirilebileceğini tanımlıyor.
Kitabın tavsiyelerinden biri, cüzdanınızda bir bebek resmi taşımanız. Küçük, şirin arkadaşınız sayesinde cüzdanınız her kaybolduğunda, bulan kişi mutlaka onu geri getirecektir.
Bir dahak
i sefere b
ir
toplantıy
a katıldığ
ın
ızda,
gurubun
ortasında
o
turarak
hızlı ve e
tkili bir p
s
ik
olojik
avantaj y
akalayab
ilirsiniz.
k
arttırma
ğunuzu
lu
in
u
tl
k
u
M
olma iç
a mutlu
d
a
rla
y
o
,
z
,
in
iç
ınızda
p aradığ
e
20
b
i
e
y
s
e
ir
d
b
u ifa
yin ve b
e
s
.
m
n
lü
u
ü
y
g
koru
oyunca
saniye b
İlişkinizi
ayakta tu
tmak
için görd
üğünüz h
er
negatif ş
ey için, b
eş tane
pozitif şe
y hatırla
yın.
SENCE 2014 Sayı 4
71
SENCE
Başamel Soslu
Elbasan Tava
Mutfaktan yükselen türkü
kokusu
Dilek KAPDAĞ
MALZEMELER
• Yarım kg dana kuşbaşı
• Dört adet orta boy patates
• İki adet patlıcan
• Bir adet soğan
• 1 tatlı kaşığı salça
• Yarım çay bardağı sıvı yağ
• Bir kase kaşar rendesi
• Yarım çay kaşığı karabiber
• Bir miktar tuz
BAŞAMEL SOS İÇİN
MALZEMELER
•
•
•
•
İki çorba kaşığı margarin
İki çorba kaşığı un
Yarım litre süt
Yeteri kadar tuz
YAPILIŞI
Kuşbaşı doğranmış etleri bir tencereye koyun, suyunu çekene kadar kavurun.
Suyu bitince üzerine kıyılmış soğanı, salçayı ve sıvı yağı koyup biraz daha karıştırın. Üzerine 2 su bardağı kaynamış suyu ve tuzu ilave ederek tencerenin kapağını
kapatın ve kırk dakika kısık ateşte pişirmeye bırakın. Bu arada patlıcanları soyup
kuşbaşı keserek tuzlu suda yıkayın. Patatesleri küp küp doğrayın. Kırk dakika sonunda tencereye patates ve patlıcanları ilave ederek güzelce pişirin.
Başamel sosu yapmak için küçük bir tencerede margarini eritin. Eriyen margarinin
içine unu ilave ederek kısa bir süre kavurun. Sonra yavaş yavaş sütü ilave edin.
Tuzunu koyun. Koyu bir kıvam alınca ocağı söndürün.
Tencerede pişirdiğiniz etli yemeği ısıya dayanıklı fırın kabına dökün. Üzerine hazırladığınız başamel sosu eşit miktarda kaşıkla yayın. En üstede rendelenmiş kaşarları koyun. Kaşarlar kızarıncaya kadar fırında pişirin. Sıcak olarak servis yapın.
72
SENCE 2014 Sayı 4
Günlük yaşamda bizleri etkileyen olayları türkülere de yansıttık. Bazen pişirdiğimiz bir kap
yemeğin lezzetini türküler eşliğinde kokuttuk.
Tiridine bandık türkülerde. Bahçelerdeki börülceyi bahane ederek gelin ve görümceyi bir
arada tutmayı başardık.
Türkülerde tadı bir başka oldu bir dalda duran
iki kirazın. Çiçek açan ayvanın ve dilimlerini
sayıp “Gel sarıl boynuma almazsan alma” dediğimiz elmanın. Bazen de “Zeytinyağlı yiyemem, basma da fistan giyemem” diyerek etli
yemeklere olan sevgimizi anlattık türkülerde.
Silifke’nin yoğurdunu methederken “Kız seni
kimler doğurdu” diyerek sevdiğimizin kimlerden olduğunu öğrendik. Türküde “Süt içtim
dilim yandı” dedik ama aslında yanan dilimiz
değil yüreğimizdi.
Eee biraz da ağzımızın tadı gelsin diye sormuşuz sevgiliye, “Şekerli misin, kaymaklı mısın?
Yoksa sen de benim gibi sevdalı mısın?” diye.
Omuz omuza vererek halaylar çektik türküler
eşliğinde. Hep bir ağızdan “Ayvası var, narı
var, Atamızdan yadigar, bizde Atabarı var” diyerek Ulu Önderimiz Atatürk’e sevgimizi söyledik türkülerde.
Durum böyle olunca; bende tadımlıkta olsa
türkülerdeki yemeklerin lezzetini sizlerle paylaşmaktan kendimi alamadım.
Her daim ağzınızın türkü tadında kalması dileğiyle…

Benzer belgeler

PDF Oku - sence dergisi

PDF Oku - sence dergisi Sence, Türk’ün Çinli prensesten İranlı çikolata kutusuna kadar varan gaflet ve dalalet tarihinden aldığı dersle, senin sesin olmak için bu sayıda, Türk’ü anlattı. Onun için Fahrettin Yokuş’un kalem...

Detaylı