Full Text - International Journal of Languages Education and

Transkript

Full Text - International Journal of Languages Education and
International Journal of Languages’ Education and Teaching
ISSN: 2198 – 4999, Mannheim – GERMANY
UDES 2015 p. 1013-1027
MELİH CEVDET ANDAY'S STINKING CITY, TURGUT UYAR'S FREEZING
CITY, AHMET OKTAY’S KILLING CITY: THE REFLECTION OF
URBANIZATION ON LANGUAGE OF POETRY
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET
OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ: KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE
YANSIMASI1
Gizem Ece GÖNÜL2
ABSTRACT
While urban life gained popularity in Turkey in the 1950s slow by slow, urban areas experienced large waves of migrations from rural areas,
and this increased the rate of urbanization. With its factories and its technology, city, as a new and modern living space, started to impact more
on the individual's life. Thus, individuals, leaving the rural way of life, met a much more different and modern life in the city. This meeting, like
every new adjustment process, may drag any individual on dilemma and even depression. Affecting the artists witnessing those days, this drift
mentioned can be the subject matter of many of the works of art. Literature can not remain indifferent to this situation either, and this meeting
of individual with urbanization and modernism, finds a significant place in literary works from novels to poetry. In this context, paying close
attention to the literary works written in these early years of urbanization, is important to understand both the period and the individual's
crisis respectively. City, urbanization, factories, workers and their problems, which were widely covered in the Turkish novels and short
stories in those years, were also reflected in Turkish poetry in an impressive style. Even though the poets and their verbal preferences to
narrate this change were different from one another, their viewpoints, feelings, associations united in the same spot. Although they represent
different periods and different literay movements, city is defined in a very close association with each other as rotten, bathed in the smell of oil
and as a modern fatal in the poems, which were written almost in the same years, and which were the product of the same perspective, such as
Melih Cevdet Anday’s “Çürük” (1950), Turgut Uyar’s “Çok Üşümek” (1962), Ahmet Oktay’s “Av Saatini Bulmak” (1964) respectively.This study
aims to revise, with particular attention to three texts mentioned, how the poets expressed urbanization in their sui generis way of language
use; to identify the words used and their associations in the context; and to examine the very first samples of urbanization and its crisis in the
poetry.
Key Words: Urbanization, individual, Turkish poetry, Melih Cevdet Anday, Turgut Uyar, Ahmet Oktay.
ÖZET
1950’li yıllarla birlikte Türkiye’de kent hayatı yavaş yavaş popülerlik kazanırken kırsal kesimden kentlere büyük göçler yaşanır ve bu durum
kentleşme hızını arttırır. Fabrikasıyla, teknolojisiyle yeni ve modern bir yaşam alanı olan kent, bireyin hayatına daha çok etki etmeye başlar.
Böylece birey, kırsal yaşam biçimini terk ederek kentte daha farklı ve modern bir hayat ile tanışır. Bu tanışma, her yeni alışma süreci gibi
bireyi ikileme hattâ bunalımlara sürükleyebilir. Bahsi geçen sürükleniş, o günlerin tanığı olan sanatçıları da etkileyerek pek çok sanat eserinin
konusu hâline gelir. Edebiyat da bu duruma kayıtsız kalamaz ve romandan şiire kadar bireyin kentleşmeyle, modernizmle karşılaşması edebî
ürünlerde yer bulur. Bu bağlamda kentleşme sürecinin ilk zamanlarında yazılmış ürünlere yakından bakmak, gerek dönemi gerek bireyin
bunalımını anlama hususunda önem taşımaktadır. Aynı yılları takiben Türk roman ve öyküsünde geniş yer bulan kent, kentleşme, fabrikalar,
işçiler ve sorunları Türk şiirine de etkileyici bir üslûpla yansımıştır. Bu değişimi anlatışta şairler ve kelimeleri birbirinden farklı olsa da bakış
açıları, hisleri, çağrışımları aynı noktada birleşmektedir. Birbirlerinden farklı dönemleri, akımları temsil etmelerine rağmen hemen hemen
aynı yıllarda yazılmış ve aynı bakış açısının ürünleri olan Melih Cevdet Anday’ın “Çürük” (1950), Turgut Uyar’ın “Çok Üşümek” (1962), Ahmet
Oktay’ın “Av Saatini Bulmak” (1964) isimli şiirlerinde kent; çürük, yağ kokuları içinde kalmış, çağdaş bir ölümcül olarak birbirlerine çok yakın
çağrışımlarla tanımlanmaktadır. Bu çalışmada bahsi geçen üç metinden hareketle şairlerin kentleşmeyi kendilerine has bir dille nasıl
işledikleri, bu bağlamda kullanılan kelimeler ve çağrışımları tespit edilerek hâlâ devam etmekte olan kentleşme ve bunalımlarının şiirdeki ilk
örneklerine yakında bakılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kentleşme, birey, Türk şiiri, Melih Cevdet Anday, Turgut Uyar, Ahmet Oktay.
Bu çalışma Nevşehir Hacı Bektaşi Veli Üniversitesi tarafından düzenlenen “1. Uluslararası Dil Eğitimi
ve Öğretimi Sempozyumu’nda” sözlü bildiri olarak sunulmuştur.
2
Arş. Gör., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı, e-posta: [email protected]
1
1014
Gizem Ece GÖNÜL
1. GİRİŞ
Türkiye’de yeni bir akademik çalışma alanı yaratan büyük toplumsal değişmelerden biri
1950’li yıllarda hız kazanan iç göç (bkz. Tüfekci, 2002: 7) olmuştur. 1923-1950 yılları
arasında yok denecek kadar az olan nüfus hareketliliği, 1950’lerden itibaren köy kent
yaşamında köklü değişmeleri meydana getirmiştir. Bu yıllarda Türkiye’nin kapitalist sisteme
eklemlenmesiyle görülmeye başlanan tarımda makineleşme ve modernleşme, küçük ya da
büyük toprak sahipliliğindeki değişimler ile ulaşımın kolaylaşması köyden kente göçü
hızlandırmıştır (İçduygu ve Sirkeci, 1999: 250-251). Böylece toplumsal bir değişme yaşanmış,
kentler giderek büyüyerek birey, yeni bir yaşama adım atmıştır; ancak bu yeni yaşama biçimi
beraberinde pek çok sorun getirmiştir: “Kent yaşamına ve değişen ekonomik koşullara ayak
uyduramama, geleneksel değerlerle modern değerler arasındaki çatışma vb. Bu sorunlar,
yalnızca toplumsal nitelikte değildir. Kentteki çarpık ve yapay ilişkiler, tekdüze yaşam biçimi,
doğadan kopuk kirli çevre ve iş koşulları insanların ruhunda yalnızlık, şaşkınlık, kuşatılmışlık,
bunaltı ve doğaya özlem gibi duyguların doğmasına yol açmıştır” (Karaca, 2013: 82-83). Bahsi
geçen değişim ve sorunlar, 1950 sonrası çağdaş Türk şiirinin de başat teması hâline gelmiştir.
1950’den 1960’a değin Türk şiiri, esas itibariyle Hisar Topluluğu, Mavi Grubu ve İkinci Yeni
Hareketi adlarıyla edebiyat tarihine geçmiş üç farklı oluşum çevresinde gelişmesini sürdürür
(Karaca, 2013: 86). 16 Mart 1950’den itibaren Ankara’da yayımlanmaya başlayan Hisar
dergisinde toplanan şair ve yazarlarca oluşturulmuş Hisar Topluluğu şiirde millî duygulara,
manevi değerlere yer verir; geleneği ve yaşayan dili esas alırlar. Diğer şiir hareketi, Attilâ
İlhan’ın öncülüğünde ortaya çıkan Mavi Hareketi’dir. DP döneminde yeni bir poetika
oluşturmaya çalışan bu grup, ilk sayısı 1 Kasım 1952’de Ankara’da çıkmaya başlayan Mavi
dergisinde bir araya gelmiştir (Karaca, 2013: 86). Mavi Grubu, özde Nazım Hikmet’in açtığı
Toplumcu Gerçekçi poetikayı sürdürür (Karaca, 2013: 88). Şairane bir sanat anlayışının
temsilcisi olan mavi Grubu, Garip Hareketi’nin savunduğu birçok görüşe karşı çıkar. Şiirde
anlam kapalılığını önemseyen akım, bu hâliyle İkinci Yeni’ye yaklaşır. İkinci Yeni, Hisarcılar
ve Mavi Grubu adlı bu iki şiirsel oluşum ile aynı dönemde doğmuştur (Karaca, 2013: 88). Bu
edebî hareket, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği toplumsal yoksulluk ve tek partili yönetimin
dayatmacı politikaları sonucunda bunalan aydının kendisini ifade ediş tarzına uygundur
(Korkmaz, 2007: 269).
İlk olarak Garip Hareketi’nin içinde yer alarak yazın dünyasına giren Melih Cevdet Anday,
zamanla bireyselden toplumsala giden bir yol izlediği gibi son dönem şiirlerine mitolojiyi,
felsefeyi de dâhil ederek farklı bir sanat anlayışı çizer.
İkinci Yeni grubuna dâhil olan “Turgut Uyar başlangıçta kendinden önceki egemen şiir
arklarını izlemiş; ancak Dünyanın En Güzel Arabistanı’yla başka bir poetik arkta filizlenen, öz,
biçim, dil ve söylemce yeni şiirler yazmaya koyulmuştur. Bu noktada taşradan Ankara’ya
atanması (1954), Ankara’da karşılaştığı yeni yaşama biçimi ve kültürel çevrenin genişlemesi,
Uyar’ın şiirindeki bu değişimi bir yönüyle açıklayabilir” (Karaca, 2013: 26). Turgut Uyar’ın
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ:
1015
KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE YANSIMASI
şiiri kente gelişiyle birlikte değişir. Melih Cevdet Anday ve Ahmet Oktay ise yaşamlarını
baştan beri büyük şehirlerde geçirmişlerdir. Ancak bu durum, onları kentin insanları
dönüştürdüğü noktasında kayıtsız bırakmamıştır. Böylece üç şair de yaşadıkları dönemle
ilgili olarak, modernizm ve kent ile bir sorun olarak karşı karşıya kalır. Kent, her ne kadar
Eski Türkçe içinde Moğolca bir kelime olarak varsa da, Batıda ve Türkiye’de Modernist bir
olgunun adı olarak kullanılmaktadır. (Narlı, 2014: 19). Kent, 1940’ların yenilikçi
edebiyatçılarında küçük adamın gündelik sıkıntılarının alanı olarak biçimlenirken (Oktay,
2002: 75)1950’li yıllarla birlikte toplumsal sorun teşkil eden bir alan olarak karşımıza çıkar.
1950’den itibaren toplumsal yaşam hem gelişir hem de karmaşıklaşır. Gelişme ve karmaşa
kavramları aslında kentleşme ve sanayileşme sorunlarıyla bağlantılıdır (Oktay, 2002: 68).
Bütün modern şairlerde olduğu gibi, Cumhuriyet dönemi şairleri de kendilerini şehirlerde
yalnız hissederler. Modern şehir kuşkusuz “birey”i oluşturmuş; birey ise görece bir
özgürlükle, herkesin arasında ve her mekânın içinde olabilme hakkını kazanmıştır. Modern
şehir, yalıtılmış bireylerin toplamıdır bir bakıma (Narlı, 2014: 174).
Ahmet Oktay, “sanatsal/şiirsel imgelemin ve söylemin çok biçimlenmesinin nedenini
ekonomik/politik olabileceği gibi 1950’lerden itibaren kültürel/düşünsel yaşamdaki değişim
de etkili olmuştur. Türk sanatçısı, yazarı birdenbire kapalı biçimler dünyasının dışındaki bir
dünya ile karşılaşmıştır. Atonal müzik, kübizm, soyut ve geometrik resimle tanışmıştır.
Modernist şiiri daha yakından öğrenmeye başlamış, Baudelaire, Rimbaud gibi şairlerden
dolayımlanarak Mallarme, Eliot, Pound gibi şairlere uzanmıştır. Kentleşme sorunları
imgelemsel düzlemde kışkırtıcı olmaya başlamıştır” (Oktay, 2002: 70). Böylece Ahmet
Oktay’a göre imgelem, 1950’lerden başlayarak plastiğe, selüloza, metale kısaca
metropolleşme süreçleriyle belirginleşen teknolojik yabancılaşmanın yol açtığı olgulara
yönelir (Oktay, 2002: 95).
2. YÖNTEM
Bu çalışmada, 1950’li yıllarla birlikte Türkiye’de değişen sosyal hayatın, modernizm ve
ardından gelen kentleşme temaları üzerinden çağdaş Türk şiirinde farklı edebî hareketler
içinde yer alan sanatçıların eserlerine nasıl yansıdığına bakılacaktır. Çalışmanın örneklemini
oluşturan şiirler, aynı devrin tanığı olan; ancak şiire başlangıçta sanat anlayışları ile
birbirinden ayrılan Melih Cevdet Anday, Turgut Uyar ve Ahmet Oktay ‘dan seçilmiştir. Şiire
Garip Hareketi ile başlayan Melih Cevdet Anday’ın yine aynı hareketin izlerinin görüldüğü
yıllarda yayımladığı Telgrafhane (1952) isimli kitabından “Çürük”, Turgut Uyar’ın yaşamının
ve aynı zamanda şiirinin de değiştiği yıllarda yayımladığı Tütünler Islak (1962) isimli
kitabından “Çok Üşümek”, Ahmet Oktay’ın kente ve kentli insanın acılarına yöneldiği Her Yüz
Bir Öykü Yazar isimli kitabındaki “Av Saatini Bulmak” isimli şiirler; farklı sanat anlayışlarına
mensup şairlerin hem birbirlerinden ayrı kaygılarla hem de ayrı bakış açılarıyla ortak
imgelerde, ortak söylemde buluştuklarını gösterir niteliktedir. Çalışmaya esas olan bu üç
şiirde bahsi geçen ayrılıklar ve aynılıklara metin-şair düzleminde bakılacaktır.
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
1016
Gizem Ece GÖNÜL
3. BULGU VE YORUMLAR
Melih Cevdet Anday’ın şairliğinin ilk dönemi Rahatı Kaçan Ağaç (1946), Telgrafhane (1952)
ve Yanyana (1956) kitaplarını kapsar. Bu üç kitabın tek bir dönem olarak
değerlendirilmesinin nedeni şiirde kullanılan dildir. Anday’ın Telgrafhane kitabında yer alan
“Tohum” isimli şiiriyle Garip akımından uzaklaştığı söylense de birçok araştırmacı, Garip
akımının günlük dilinin bu eserde de devam ettiğini kaydeder (Armağan, 2003). Garip
akımından sonra toplumcu bir çizgiye yönelen Melih Cevdet Anday’ın çalışmamıza esas olan
“Çürük” isimli şiiri tam da bu aradaki evreye tekabül etmektedir.
Şiirde kokmak fiili, şimdiki zaman ekiyle eksiksiz olarak her satırında sonunda tekrarlanır.
Şimdiki zaman çekimlemesi okura, şiirin kaleme alınış yıllarını düşündürterek şiir, çağına
gönderme yapar. Satır aralarında da “kok-“tan türeyen “koku” ismi, “koklayan adam”
tamlaması tekrar edilir. Böylece, bir kakafoni oluşur. Öyle ki tekrarlanan sesler, okuyucunun
yalnızca kulağına hitap etmez, burnuna da yansır ve yazar, okuru gerçekten bir şeylerin
koktuğuna daha ilk satırlarda inandırır:
“Akasya ağaçları akasya kokuyor
Bahçelerde güller gübreler kokuyor
Geçen otomobil benzin kokuyor
Otomobilin içindeki lavanta kokuyor
Kadının lavantası dehşet kokuyor
Bu lavanta kokusunu koklayan adam ne kokuyor
Rakı kokuyor
Kızlar oğlanlar ter kokuyor”
Şiirdeki ilk uzam tabiattır. Anday, tabiata bakıp öncelikle güzel kokan unsurları sıralar.
Akasya ağaçlarının kokusu, bahçedeki güllerin kokusu doğanın yansıması olarak güzel bir his
uyandırır; ancak bu his “gübre”nin şiire dâhil edilmesiyle bozulmaya başlar. Hemen ardından
gelen “otomobil” ve “benzin kokusu” ise modernleşmenin, fabrikalaşmanın, petrolün,
“naylonlaşan dünya”nın kokusudur. Lavanta, doğaya ait hoş bir koku iken yerini “kadının
dehşet kokan lavantası”na bırakır ve kötü kokular art arda sıralanır: rakı-ter. Kadın, adam,
kız, oğlanlardan sonra şiir geniş toplulukları içine alarak devam eder. Tek tek kokan bireyler,
artık kitlesel olarak bir çemberin içinde yer alır:
“Hastaların kapanmamış yaraları kokuyor
Sağlamların açılacak yaraları kokuyor
İnsanların elleri, gözleri, kalpleri kokuyor
Açlıktan nefesleri kokuyor
Çürüyen dişleri, derileri, beyinleri kokuyor
Duyguları, düşünceleri, sesleri, sözleri kokuyor
Yazdıkları, okudukları kokuyor
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ:
1017
KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE YANSIMASI
Çürüdükçe kokuyor
Kitaplar, dergiler, afişler, mektuplar kokuyor
Dostluklar, aşklar, arkadaşlıklar kokuyor”
Kokmanın temelinde ise çürümenin olduğu görülür. Sıralanan tüm bu ögeler “çürüdükçe
kokuyor”. Öyleyse çürümenin zamanla oluşan bir hâl olduğu düşünülerek denilebilir ki
geçmişten gelen, bozulan birtakım unsurlar mevcut ve zaman geçtikçe çürüyor, onları zaman
çürütüyor, çürüdükçe de kokuyor. Kokan yalnızca eller, dişler, yaralar değil; insanî
duygularda yaşanan değer kaybıyla birlikte insanların kalpleri, sözleri, yazdıkları, okudukları
da kokar. Bu bağlı olarak insan ilişkileri de sekteye uğrar ve dostluklar, aşklar bozulmaya
başlar. Yaşamdan şiire yansıyan olumsuz hava, insanlardan sonra nesnelere de yansır:
“Havalandırılmamış odalar kokuyor
Havalandırılmış odalar kokuyor
Sofalar, evler, apartımanlar kokuyor
Mahalleler, şehirler, memleketler, kıtalar kokuyor
Çürüdükçe kokuyor
Duymuyor musunuz kokuyor
Kokuyor kokuyor kokuyor kokuyor.”
Havalandırılmamış odalar kokar; ama Anday hemen ardından şunu ekler: “Havalandırılmış
odalar kokuyor.” Bu dizelerde havanın, doğanın kirliliğine de gönderme vardır. Modernizmin
getirdiği apartmanlaşma ve konutlaşma sürecinin, eski evlerin özgünlüğünü ortadan
kaldırdığı yolundaki görüş oldukça yaygındır (Narlı, 2014: 28). Bu anlamda “sofalar, evler,
apartımanlar kokuyor” dizesi dikkat çekicidir. Handan İnci, apartmanların mahremiyet
esasına dayalı Osmanlı ev kültüründen gelen toplum yapısına uzun süre yabancı kaldığını
söyler ve yasalarda apartmanın “umuma açık yer” olarak tanımlanmasını Türk toplumunun
apartmanı uzun süre ev olarak kabul etmemesiyle ilişkilendirir (Narlı, 2014: 29-30). Topluma
böylesine yabancı bir kavram, kentleşmeyle birlikte bireyin hayatına yerleşir. Apartman,
modern hayatın getirisi olarak şiirde olumsuzlanır; ancak sofaların kokması geleneği
düşündürür. Geleneksel Türk evinin otağdan odaya geçiş, odaların açıldığı sofa, avlu ve bahçe,
kullanılan malzemenin ahşap olması, evlerin bir meydana açılması gibi özellikleri vardır
(Narlı, 2014: 26). Sofa, evlerde oda kapılarının açıldığı genişçe yer, hol tanımlamasıyla
modernizmden payını almış bir gelenek olarak karşımıza çıkar ve nihayetinde o da kokar.
Sofa-ev-apartman gelenekten kentleşmeye doğru bir sıralama şeklinde şiirde kendine yer
bulur. Özelden genele bir sıralama olarak mahalle-şehir-memleket-kıta ise bahsi geçen
kokunun yavaş yavaş geniş bir alana yayılmaya başladığını belirtir. Bu sıralamada gelenekle
bir bağ olarak mahalle kavramı düşünülebilir; ancak “apartmanlaşma süreci, mahalleyi
ortadan kaldırmıştır” (Narlı, 2014: 26) ve hepsi de çürüdükçe kokmaya başlar. Son dizelerde
okuyucuya “duymuyor musunuz” sorusuyla seslenen şair, farkındalığı sorgulamalarla
yaratmaya çalışır. Fabrikalar ve apartmanlar ile kuşatılan doğa, koktuğu için insanî duygular,
eylemler ve her öge tek tek kokar. Melih Cevdet, kentte yaşamış bir aydındır ve Ahmet
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
1018
Gizem Ece GÖNÜL
Oktay’ın ifadesiyle folklor-şiir arasındaki ikirciği görüp köylülüğü benimsemez (Oktay, 2002:
122). O, kentin durumunu yukarıdaki dizelerle özetler; ancak böylesine “kokan” bir
yaşamdan kurtuluş yolunu, kaçışı göstermez.
Turgut Uyar, 1962 yılında yayımladığı Tütünler Islak isimli kitabında mekân olarak kenti
seçtiği gibi konu olarak da bireyin kent yaşamındaki durumunu ele alır. Şair, kırsaldan kente
göç dalgalarının yaşandığı bir tarihte, 1958’de, taşradan büyük kente yerleşir ve iç
hesaplaşmaya girişir (Oktay, 1999: 128). Giriştiği bu iç hesaplaşmanın sonunda ise vardığı
noktada şiirinin beslendiği kaynakları görmek mümkündür. Bu kaynakları, “Beni şiir yazmaya
iten neden, çevremin değiştiğini görmemdi. Birdenbire kentleşen dünya, birdenbire
karşılaştığım neon lambaları, büyük oteller, birtakım yeni gelişmeleri haber veren durumlar
beni artık Orhan Veli şiiri yazmakla kurtarmıyordu” (Karaca, 2014: 512) sözleriyle ifade
eden Turgut Uyar, karşı karşıya kaldığı bu yeni durumu eski şiirin olanaklarıyla anlatamaz.
“Turgut Uyar, kentlerin büyük bir değişim geçirdiği; her şeyden önce imparatorluk estetiğinin
ve yaşama tarzının, hemen her alanda silindiği, yerine yenilerinin şuursuzca ve savrukça
yerleştirildiği, tarihsel dokunun, doğal çevrenin talan eder gibi yok edilmeye başlandığı, kırsal
kesimde yaşayanların akın akın büyük kentlere göç ettiği bir dönemin şairi. Doğallıkla şiiri de
böyle bir ortamın ürünü” (Karaca, 2009: 7). “Meselemiz bir şiir meselesi değildir. Yaşama
meselesidir. Hayatımızda olmayan mesele şiirimizde de olamaz.” diyen Uyar, böylece yazdığı
şiiri genel olarak sosyal olaylarla, özel olarak da bahsi geçen olaylardan etkilenişiyle bireysel
düzlemde kurar. Onu şaşırtan ve şiirini kuran unsurlar olarak karşımıza çıkan “neon
lambaları”, “büyük oteller” aynı zamanda şairin huzursuzluğunun kaynağıdır. Türlü
çelişkileriyle kent yaşamı, değerler yitimi ve çatışması, bireyin kentte yaşadığı şok, bunalım,
yalnızlık ve sıkıntı, doğaya, insanî değerlere özlem, önemli bir yer kaplamaya başlar şairin
yapıtlarında (Karaca, 2009: 7).
Uyar, karşılaştığı yeni durumların yarattığı huzursuzluktan bir kaçışın içine girer. Bu kaçış,
tema olarak kentten uzaklaşma olmakla birlikte biçim olarak da deformasyon ile karşımıza
çıkar. Bu anlamda “Tütünler Islak kitabının başına “bütün mümkünlerin kıyısında” şeklinde
bir ifadenin konması dikkat çekicidir. Şair, sanki daha işin başında kendine geniş bir hareket
alanı tahsis etmek ister” (Fariz, 2007: 210). Tahsis etmeye çalıştığı bu geniş alanın bir parçası
olarak düşünülebilecek deformasyon; alışılmadık bağdaştırmalar, söz dizimindeki farklılılar
biçiminde şekilsel olarak kitaba yansır.
Tütünler Islak’ın ilk şiiri olan “Çok Üşümek”, taşıdığı özellikler bakımından eserdeki diğer
şiirlerin önsözü niteliğindedir. Şiire biçim olarak bakıldığında geleneğin deforme olmuş
hâline rastlanır –beyitler, mesnevi tipi kafiye, ziyade mısra- ki deformasyon İkinci Yeni
şiirinin başat bir özelliğidir; ancak burada üzerinde durulması gereken deformasyon dize
içindeki kelimelerin büyük harfle başlamasıdır: “Bir Kalır”, “Üşüyüp Üşüyüp”, “Yılgın
Adamların”, “Üşüdüğümüzün” gibi. Turgut Uyar, bu konuda seçici davranır ve şiirinin
başından sonuna kadar önemle üstünde durduğu, şiirin adetâ anahtar kelimeleri olan
kavramların ilk harfini büyük yazar. “Özel ismin ilk harfinin büyük yazılması geleneksel bir
imlâ özelliğidir. Kural koyucular, her özel ismin ilk harfi büyük olacak derken, onlara özel bir
önem atfetmişler, onların mutlak anlamda büyük, ayrıcalıklı, değerli, kahraman, üstün
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ:
1019
KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE YANSIMASI
nitelikli, özel olduğu ilkesinden ve düşüncesinden hareket etmişlerdir. Eğer bir şair, özel
isimlerde büyük harf kullanmıyorsa bu geleneksel anlayışa bir tepki duyuyor demektir. Özel
isme ‘özel’lik değil, ‘sıradanlık’, ‘herkes gibi’lik atfediyor, başkalarının büyük, önemli, değerli
ve özel kabul ettiği değerlerin kendisi için sıradan kabul edildiğini ima ediyor olabilir” (Çetin,
2008: 167). Ancak Uyar’ın şiirde yaptığı küçük harfle başlaması gereken kelimeleri büyük
harfle başlatmak yönlü bir sapmadır. Böylece ismin sıradanlığına, özellik atfetme niyetinde
olduğu söylenebilir.
Şiirde söz ve söz grubu tekrarları oldukça fazladır. Altı kez “Bir Kalır”, altı kez “üşümek”
eyleminden türemiş sözcük, beş kez “uzun” sıfatıyla birlikte çeşitli kelimeler kullanan şair,
şiirin büyük bir bölümünde “sakallarımız, kaldığımız, yaşadığımız, ellerimiz, aşkımız…” gibi
birinci çokluk kişi iyelik ekleriyle bu sıfatı birleştirerek tekrarlar yoluyla şiirde ahengi
sağladığı gibi okuyucunun duygu, düşünce ve hayallerini belli noktalarda toplamaya çalışır.
(Çetin, 2008) Tekrarlar, sadece ahenk sağlamaya hizmet etmez; aynı zamanda iletiyi taşıyan
kelimeleri tekrarlamak suretiyle anlama vurgu yapılır (Çetin, 2008: 249).
Noktalama işareti olarak yalnızca “Bir Kalır Yılgın Adamların hep “Evet” dedikleri” dizesinde
kullanılan tırnak işaretini görmekteyiz. Bahsi geçen adamların ağzından çıkan bir sözcük
olarak “evet” alıntılamanın sonucu, birden şiire giren “yılgın adamlar”ın sesi, çağdaş
edebiyatımızın getirisi olan bir dış ses olarak bu şekilde gösterilmiştir. Modern sanatın bu
döneme ve bu dönemin şiirine yansıması olarak “Çok Üşümek” şiiri konuşma havası içinde
yazılmıştır ve bu konuşma bilinç akışına yakın bir konuşmadır.
Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın
Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın
Şiire “Bir Kalır” yüklemiyle başlanması okuyucuyu şiirin dizelerde yer verilmeyen bir öncesi
olduğu fikrine götürür. “Bir Kalır” ifadesi bir durumun, olgunun yalnız başına, tek kalmasını
çağrıştırır. Bu tek kalış ise birden bire, aniden olamaz; çünkü bir şeyin tek kalması için, “bir
kalması” için öncesinde “çokluk” olması gerektiği gibi bu çokluğun bir şekilde bozulması
lâzımdır ki çok olan şey “bir kalsın”. Bu ifade, akla kazınma, unutlmama anlamında da
düşünülebilir. Sakal, durum olarak içinde zamanı barındıran bir kavramdır; çünkü çıkıp
uzaması için zamanın geçmesi gerekir. Geçen zaman bir bakıma saçtan ve sakaldan anlaşılır
düşüncesiyle sakalın altındaki anlam, anıdır ki bu ifade şiirde daha sonra da tekrarlanacaktır.
Aynı zamanda sakal, düzensizliğe de bir işarettir. Urban yani “şehir, modern yaşamın ortaya
çıktığı mekândır. Endüstri devrimiyle beraber ortaya çıkan modern şehir ve insan hayatını
dönüştüren teknoloji insanı topraktan kopararak onun huzursuzluğunun kaynağı olmuştur”
(Altınyaprak, 2008: 6). Bu huzursuzluk ilk dizelerde “üşümek” ifadesiyle karşılanır. Güncel
Türkçe Sözlük’te üşümek ısı yokluğundan, azlığından veya ısı kaybından etkilenmek, soğuğun
etkisini duymak anlamına gelmektedir. Türkiye Türkçesi ağızlarında ise soğumak, sevgisi
sönmek anlamıyla da kullanılır. Şair, şiirin girişinde adını geçirdiği ve gerek sevemediği gerek
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
1020
Gizem Ece GÖNÜL
üşüdüğü “urban”ın özelliklerine ikinci ve üçüncü beyitte yer vererek adeta bahsettiği
“urban”ın küçük bir tasvirini yapar:
Bir Kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde
Uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça
Bir Kalır yabancı yataklarda o oteller
Meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer
Şaire göre şehir, yanık yağ kokularının bulunduğu yerdir. “Yağ kokusu” ifadesi olumsuz bir
çağrıştırıcı olmakla birlikte “yanık yağ kokusu” daha fazla rahatsızlık verici bir unsur olarak
karşımıza çıkar. Şiirin yazıldığı dönemde hızlanan sanayileşme göz önünde
bulundurulduğunda sanayileşmeye bir eleştiri olduğu düşünülebilir. Modern kentin atıkları,
fabrikalaşmanın olumsuz getirileri “yanık yağ kokusu” ile tanımlanır. Şehirlerde yanık yağ
kokularının kalmasını da böylece şehirlerin kötü kokması, pisliği, kent hayatının kirliliğiyle
açıklanır. Böylesi bir yerden şair için kaçış, doğaya olacaktır. Tıpkı “Geyikli Gece”de
ormanlarda, sularda, yeşillikte araması gibi bu şiirde de çıkış yolunu “uzun nehirlere binip
kaçmak”ta bulur. Turgut Uyar, “yaşamın gürültüye, ısmarlanmışa getirmek istemeyen, bunu
bir iç zorlaması, bir ölüm kalım sorunu hâlinde duyan, o nedenle böyle bir yaşama direnen,
başkaldıran bir şair olarak, yüzünü doğaya; geyikli gecelere, göklere, denizlere, balıklara
çevirir” (Karaca, 2009: 8). İnsan, yaratılışı gereği doğaya yatkındır ve kendini kente değil
doğaya ait hisseder; orada huzur bulur. Böylece şairin kentteki yaşam biçimine dayanma
gücü tükendiğinde, aklına ilk gelen yer modernizmin bozamadığı doğadır (Karaca, 2009: 22).
Bu düşünceyle “uzun nehirlere binmek” bağdaştırmasını oluşturur. Bahsi geçen bağdaştırma,
alışılmamış bir bağdaştırmadır ve Turgut Uyar’a özeldir. Uzun kayıklara, uzun teknelere, uzun
gemilere binilip gidilir; ama “uzun nehirlere binmek” onun yarattığı bir imgedir. Modern
hayatın maddeyi ön plana çıkarmasına karşı olan Uyar, suyun arıtıcı gücüne inanır, suda
arınma ihtiyacı içindedir. Şehrin buhranlı yaşantısından kaçmak ister ve bu kaçış esnasında
herhangi bir vasıta kullanmak istemez, o “nehirlere binip” gitmek ister. Nehrin, ırmağın,
suyun bir kalıbı yoktur; sınırsızdır, engindir, hürdür. Bu sınırsızlık içinde şair nehrin doğal
akıntısıyla, dünyanın ve doğanın yapay olmayan dengesiyle şehirden kaçmak, arınmak ister.
Böylece kent, doğa karşısında olumsuzlanır. Bu dizelerde kent, kaçılması gereken bir mekân
olarak sunulur (Caner, 2006: 273). Kentin karşısına doğanın çıkarılmasını “metropolde
uydurulan mit” (bkz. Eagleton, 1981) olarak özetleyen Terry Eagleton’ın bu tespitine uygun
olarak Uyar, kentin karşısında pastorale yönelir.
“Modern kentler, modern hayatın kendisini bütün boyutlarıyla ortaya koyduğu en geniş
kapsamlı yaşama birimleridir. Bu bağlamda “modern kent” olgusu, “geleneksel şehir” kavramı
ve varlığı ile bir karşıtlık ve yıkıcılık ilişkisi içinde, geleneksel şehirlerin ruhunu ve bu ruhu
teşkil eden inanç ve yaşama biçimlerini zedeleye zedeleye, kazıya kazıya varlığını ikame
etmiştir” (Andı, 2013: 81). Öyle ki bu ikame ettirişte oteller, meydanlar, heykeller kent
yaşamına ait unsurlar bireyin hayatına dahil olmuştur. Fransız mimar, yazar Le Corbusier’in
“Kentin görevi kendini kalıcı kılmaktır” sözüyle birlikte düşünüldüğünde oteller, meydanlar,
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ:
1021
KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE YANSIMASI
bulvarlar, kentin kalıcılık görevini yerine getirmeye çalışan unsurlardır. Kent, aynı uzamın
farklı insanlarla paylaşıldığı bir alandır; kalabalıklar hâlinde yaşanır bu alanda. Ancak bu
kalabalıkta insanların birbirlerini tanımaları mümkün değildir (Karaca, 2009: 17). Bu
mekânlara, kentten başka bir yerde rastlanılmaz ve büyüklükleriyle, günlük hayata kimi
zaman çalışma alanı, kimi zaman da buluşma mekânları olarak sızmalarıyla bireyin yaşamını
etkileyen, kenti adetâ ona dikte eden ögelerdir.
“Şehir modernleşmesinin en tipik görüntülerinden biri olan oteller, yerlinin değil yabancının
mekânıdır. (…) Otel, sadece şehre geçici olarak gelen insanların mekânı değildir. Şehrin içinde
yaşayan, modernizmin “ev”lendiremediği ya da “evsiz” bıraktığı “şehirli yabancı”nın da
mekânıdır. Hiçbir yerleşik değere sahip olmayan (olmayı tercih etmeyen) ya da modernizmin
yerleşen her şeyi hızla değiştirmesine ayak uydurumayanların “seçtiği” mekân da olabilir. Bu
yanıyla “yurtsuz”ların yurdudur; ama bu şekilde otelde kalanların bir “yurt” edinebildikleri
bilinir bir şey değildir” (Narlı, 2014: 305). Aynı zamanda otel odalarındaki yataklar da
yabancıdır; çünkü oteller ücret karşılığı geçici olarak kalınan, bireye ait olmayan yerlerdir.
Geçici mekânların karşılığı olan mekân ise evdir. Evin ilkel korunma ve barınma işlevinden;
hafızayı oluşturan ve koruyan bir varlık oluşuna kadar birçok anlam vardır (Narlı, 2014: 71).
“Evin güvenlik, koruma, mesafe koyma gibi somut işlevleri; hafıza oluşturma, düş kurdurma,
kültürel kimlik ve kişilik oluşturma gibi soyut işlevleri, insanla ev arasında kopmaz bir sevgi
ve bağlılık oluştururlar. İnsan evini sever, çünkü o, duyguların, düşüncelerin en çıplak haliyle
yaşandığı bir iç dünyadır. İnsan eve bağlanır; çünkü bu bağlılık, Bachelard’ın dediği gibi
insanın bütün kazanımlarının korunmasını sağlayan evler, insanların içinde sonsuza kadar
yaşarlar” (Narlı, 2014: 74). Evin sıcaklığı, özelliği, tanıdık bildik kokusu otellerde yoktur. Bu
çok odalı yapının bireye yabancı olması gibi orada kalanlar da birbirine yabancıdır; hâlbuki
aynı evin çatısı altında kalan bireyler birbirine yakındır, aynı çatı altında yakınlıktan dolayı
kalınır. Oteller ise bu anlayışı bozar.
Geniş alanlarıyla meydanlar hemen hemen her kentte heykellere ev sahipliği yapar. Öyle ki
kentleşmeyle birlikte her meydana heykel, havuz vs. yapılması kaçınılmaz olmuştur. Tüm bu
unsurlar için “sizin olmadığınız o her yer” diyen şair büyük heykelleriyle meydanları, yabancı
yataklarıyla otelleri “size ait değil”ler diyerek okuyucuya seslenir. Böylece birbirini
tanımayan kalabalıkların bir aradalığına karşı çıkarak kenti ve insan topluluklarını
yabancılar. “Siz” şehirdeki kalabalıklar olabileceği gibi daha önce “biz” diye bahsettiği de
olabilir. Bu dizelere kadar “kaldığımız, sakallarımız” diyerek kendisinin de içinde bulunduğu
bir topluluktan bahsediyor gibi görünen Uyar, bu dizede artık kendini yalıtıyor; çünkü o
“nehirlere binip” kaçma hayalindedir, kente uyum sağlama halinde değil.
Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri
Bir Kalır Yılgın Adamların hep “Evet” dedikleri
Uzun duvarlar, kente özgü yapıları çağrıştırır ki kent yaşamıyla birlikte hayatımıza giren
büyük binaların temelinde uzun duvarlar vardır. Modern hayata uygun bir evi, apartmanı
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
1022
Gizem Ece GÖNÜL
düşündüğümüzde içinde birçok oda barındırır ve bu odalar duvarlarla, uzun duvarlarla
bölünmüştür. Kent insana güven vermeyen hâliyle insanları korunma ihtiyacına itmiştir.
Kentte yaşayan bireyler böylece uzun duvarlara ve bu duvarların diplerine sığınmış
insanlardır. Bu dibe ve duvara sığınış, aynı zamanda sinmiş insanlara işaret eder. İşte bu
insanları şair, “yılgın adamlar” olarak tanımlar. Yılgın adamlarda başkaldırı yoktur, hayır
diyemezler, “hep evet derler”. Yılmış, korkmuş, bıkmış, usanmış, çökmüş olan bu adamlar
kentin insanlarıdır ve kent onları bu hâle getirmiştir. Onlarda başkaldırı yoktur, yardımdan
uzak kalırlar, yabancıdırlar ve yabancılaşırlar, uzaklaşırlar. Bu yüzden “hep evet derler.” Bu
dizelerde “Yılgın Adamlar”ın baş harflerinin büyük yazılması onların belli bir kesimin
insanlarını simgelemesindendir. Bu tanımı bir özel isim olarak da düşünebiliriz. İsmi Yılgın,
soyismi Adamlar olan tek bir kişi gibi düşünüp altına tüm kentli bireyler yerleştirilebilir.
Kentin trajik bir uzam olarak varlığı,
Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız
dizelerinde görülür. Üşümek soğuğun etkisini duymak ise çok üşümek bu etkiyi daha
derinden, daha şiddetli şekilde duymaktır. Böylece eylem nicelik yönünden pekiştirilerek
şiddetlilik kazanmıştır. Denilebilir ki şairin dizelerinde anlatacakları için “üşümek” tek başına
yetersiz kalacaktır. Bahsedeceği durum veya olgular öyle kuvvetlidir ki ancak “çok üşümek”
ifadesi onları karşılayacaktır. Şiirin sonuna doğru “üşüme hali”nin daha da arttığını,
şiddetlendiğini görüyoruz. Yinelemeler ile daha ezgili ve çarpıcı hale gelen bu bölümde
“üşümek” sıkça tekrarlanır. Şiirin ismi olan “çok üşümek” bile artık hafif kalmış ve şair “hep
üşürdük” deme ihtiyacı duymuştur. Üşüyen yalnızca bedeni değil aynı zamanda aşkı, “sonsuz
uzun sakalları” yani anılarıdır. Üşüme eylemi böylece geçmişe doğru da işlemeye başlamıştır
ve şairin sakallarıyla birlikte anıları da üşür. Kent yaşamı bireyin bugününü öğütmekle
kalmaz geçmişe dönük her türlü durum ve olguları da etkilemeye başlayarak bireyi içinden
çıkılmaz hale sürüklemiştir. Bir insanın ellerinin üşümesi anlaşılabilir bir görüntüdür; fakat
aşkın üşümesi insaniyet namına bireylerde bir şeyin kalmadığının, sevginin bittiğinin
göstergesidir.
Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün
Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün
Kaşıntının sebebini bir önceki dizelerle ilişkili olarak düşündüğümüzde şiirin tamamına
hakim olan “kent” kavramını görmekteyiz. Kent bu haliyle, yukarıdaki dizelerde geçen
halleriyle, insana kaşıntı verir ve bu kaşıntı huzursuzluktur. Şehrin dağınık görüntüsü,
yaşantısı var olduğu için bir “dirilik”tir ancak bu, dağınık bir canlılıktır. Şair, “tükenir dağınık
diriliği kaşıntımızın bir gün” diyerek kent yaşamının tüm olumsuzluklarına rağmen bir ufak
umut besler. Dağınık olan kentte ve kent yaşamında vuk’u bulan kaşıntı bir gün sonlanabilir.
İşte o gün, bugünde yaşanılan üşümeler artık kitaplarda anı olarak kalacaktır. Çok
üşüdüğümüzün anısı daha önce sadece resimlerde kalmış iken şimdi bir de aynı anı,
kitaplarda kalacaktır. Biri görsel diğeri yazınsal olan iki sanatla böylece insanların o dönem
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ:
1023
KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE YANSIMASI
içinde bulunduğu durum anlatılmış olacaktır. Anlatılmak istenen “çok üşüme”nin uzun bir hâl
olduğu, asla unutulmayacağıdır; çünkü bu anı zihinde öyle “bir kalmış”tır ki… Şiirin son
dizelerinde görüldüğü gibi Uyar’ın mutlu bir dünya isteği de mutlu bir gelecek umudu da
vardır; ama bu umudun gerçekleşip gerçekleşmyeceği konusunda kesin bir bilgisi yoktur
(Oktay, 1999: 134).
Şiirin başlığından sonuna kadar “üşüme” eyleminden bahseden şair kent yaşamını, bu
yaşamın öğüttüklerini, kente dair unsurları sözcük, söz grubu ve ek tekrarlarıyla ahenkli bir
şekilde işler. Şiirde kalıp bir ifade olarak karşımıza çıkan “Bir Kalır” söz grubu şiire biçilmiş
ikinci bir isim niteliğindedir. Bir kalmadan önce var olan durum, çokluk göz önünde
bulundurulduğunda bu çokluk ve varlık yaşamın doğallığına, kentleşmeden önceki zamana
işarettir. Kentleşme sürecinin başlamasıyla var olan dünya adeta yıkılmış, yalnızca kent ve
ona ait unsurlar “bir kalmıştır.” Üstelik bu öyle bir “bir kalıştır” ki zihinlerden, resimlerden,
kitaplardan asla çıkmayacaktır. Şiirde kullanılan birinci çokluk iyelik eklerinden
(“sakallarımız, aşkımız, ellerimiz”) ve çokluk kişi zamirlerinden (“yaşadığımız, kaldığımız,
üşüdüğümüz”) anlıyoruz ki bahsedilen çokluk, şairin de içinde bulunduğu bir çokluk, bir
topluluktur. Tek tek herkes üşümüş, o yüzden “biz” ifadesi kullanılır. Bireyin kent
karşısındaki mevcut, acımasız düzenin oluşturduğu bu çatışmada birçok kişi vardır. Şiirde
üşümekle ilgili olan cümlelerde kullanılan zamana baktığımızda geçmiş zaman ekleri görülür.
Anlatılanlar yaşanmış ve şair, şimdi bunun, üşümenin, etkilerini kaleme alıyor. Özetle,
üşümek yaşanmıştır, geriye kalanlar ondan “bir kalanlar”dır. Kent yaşamından “nehirlere
binip kaçmayı” isteyen şair, modern dünyaya karşı soğumuş, onu sevmemiştir. Turgut Uyar
ve şiiri bu yaşamdan “çok üşümüştür”.
Ahmet Oktay, 1950'li yıllarda Mavi Hareketi içinde yer alır ve aynı adlı dergide yazıları ve
şiirleriyle etkin bir rol oynar. Başlangıçta yazdığı şiirlerle Ahmed Arif şiirinden etkilendiği
izlenimini verirken, 1960’lardan sonra toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni’ye doğru
yönelir. Toplumcu gerçekçilik ve varoluşçuluk onun şiirinin kaynağı olan temel düşünce
sistemleridir. “İlk dönem şiirlerinde taşra insanını anlatmaya çalışan Ahmet Oktay,
1960’lardan sonra kırsal kesime çok uzak olduğunu ve taşra insanını tanımadığını fark eder.
Bu fark edişin ardından şiirlerinde kent hayatını ve kentleşen Türkiye’nin sorunlarını bireyin
yaşantısı üzerinden göstermeye çalışır” (Yılmaz, 2015: 304). Modernizmin, kentleşmenin ve
ileri dönemde teknolojinin eleştirisi, Ahmet Oktay’ın Her Yüz Bir Öykü Yazar isimli kitabından
başlayarak günümüzdeki şiirine yansır. Onun şiirinde kent ve modernizme dair ilk eleştirilere
1960’lı yıllarda rastlanırken 80’li ve 2000’li yıllarda bu eleştiri teknolojinin, maddîleşmenin,
markalaşmanın artmasıyla yükselir.
Hızlı bir kentleşmenin içinde bulunan Türkiye’yi şiirine dâhil eden Oktay’ın amacı kent
insanının sorunlarını yakalamaktır: “Şiirimin altında yatan temel kaygıların arasında bu
biçim, biçem sorunu çok belirgin bir yer işgal eder. Belki benim folklora uzak durmamın bir
nedeni de budur. Çünkü toplumsal bağlamda düşündüğümde Türkiye’nin kırdan gitgide
koptuğunu ve kentleşen; kentleşecek, sanayileşecek bir ülke olduğunu düşündüm her zaman.
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
1024
Gizem Ece GÖNÜL
Onun için biz kentli duyarlılığını ve kentlinin sorunlarını yakalamak zorundayız.” (Yılmaz,
2015).
Ahmet Oktay, “Av Saatini Bulmak” (1964) isimli şiirinde kentleşmenin birey üzerindeki
olumsuz etkilerini gözler önüne serer. İçinde oldukça ağır bir sosyal eleştiri de barındıran
şiir, duyarsızlaşan kent bireyine yakılmış bir ağıt gibidir (Yılmaz, 2015: 306):
“Yer sarsıldı kaç kez. Deprem belki,
belki bir vazo düştü. Ama kaç kez?
Olağan geliyor cinayet haberleri
rakılar, borçlar, terkedilmek,
çıkarak göğün apansız bir yerinden
ılıman leylek sürüsüne ateş etmek.
Ağlayan mı var? aldırmıyoruz
o çok kullanılmış bir fotoğraf
bir baş soğan, bir tavla pulu
o kadar alıştık, aldırmıyoruz
çıkıyor durmadan sakallarımız gibi.”
Turgut Uyar’ın “Çok Üşümek” şiirinde de rastlanılan “sakal”, Ahmet Oktay’da da hemen
hemen aynı anlamla kendisine yer bulur. Sakalın sürekli çıkması ve insanın onun kaşıntısıyla
yaşamaya alışması gibi toplumda cereyan eden olaylara karşı kayıtsız kalması aynı düzlemde
ele alınır. Toplum kentte yaşanan felaketlere duyarsızlaşmış ve aldırmazlık içindedir (Yılmaz,
2015: 306). Aldırmazlık hâli cinayetlerin olağan gelmesi, ağlamaya karşı oluşan hissizlik ile
karşılığını bulur. Böylece sözkonusu dizelerde kent, korku uzamı şeklinde ele alınır. Değişen
düzenin bir yansıması olarak artık her şey aynılaşmıştır, bir bakıma fabrikasyonlaşmış, tek
tipleştirilmiştir. Bu aynılaşmayla birlikte yapaylaşan, tıpkı Turgut Uyar’daki gibi
“naylon”laşan dünya “çağdaş ölümcü” ye dönüşmüştür. “Yapaylığı ve sahteliği simgeleyen
naylon, tabiatın da zıddıdır. Kentte her yeri kaplayan naylon, sahteliğini ve yapaylığını sadece
eşyalara bulaştırmaz. İnsan davranışlarına da bir sahtelik, aldatmaca yerleşmiştir” (Yılmaz,
2015: 307). Kutsal bir nimet olan ekmek temel alınıp aşkla birlikte karşılaştırılmış ve
insanoğlu yapaylaşan dünyada ekmek ve aşk gibi kutsalları hafife almaya başlamıştır. Bu
yapaylaşmanın hem sebebi hem de sonucu olarak kent ve kentleşme kişiyi aldatıcı bir
ölümcüdür, ki bireyi yalnızlığa sürüklemiştir:
“Artık kimse almıyor aldığını
Sevmiyor kedileri, tefrika romanları
Romanlar. Ey ne kadar aldandık
Dağıldı ufuk çizgisine benzeyen dalga
Parçalandı avunulan göktaşı,
Ekmeği ve aşkı kolay sandık.
Anlamıyorum işte, anlamıyorum
Herşey ne kadar birbirinin aynı.
(…)
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ:
1025
KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE YANSIMASI
Tatsız bir naylon göğün altında
Umursamaz naylon, ey çağdaş ölümcü.
Kent uzamı izmaritlerle, bulaşıklarla tasvir edilerek olumsuz bir görüntü yansıtılmaya devam
edilir. Kent, durmadan aldanılan bir yer olarak bireyi sadece yalnız değil ıpıssız bırakmıştır.
Issız bırakılışta bireye yabancı yapıların (apartmanlar, uzun duvarlara sahip olan hemen
hemen her yapı) payı oldukça büyüktür:
Pencereyi açsam sayısız yapılar
Tığlarla, izmaritlerle, bulaşıklarla”
(…)
“Kent: durmadan aldandığımız harita
Neresiydi? ne yaptık? ne zamandı?
Gerçekten bilmiyoruz gerçekten
Kendimizi böyle ıpıssız bırakanı.” ( “Av Saatini Bulmak”, Her Yüz Bir Öykü Yazar, 1964, Kaç
Kişiyiz Kendimizde, s.100 )
Ahmet Oktay’ın şiirinde 1960’lı yılların genel umarsızlık, terk edilmişlik, yalıtılmışlık
duygusunu bu hâliyle görmek mümkündür ki benzer düşünceler yakın yıllardaki farklı
şiirlerinde dile getirilir:
“Sinemalar bitti, içkiler bitti, insanlar bitti.
Bulandırıcı leylak kokusu bulvarda,
Duygan kayalar, küskün toprak, üreyen bankalar” (“Yangın Kulesi”, 1963, Kaç Kişiyiz
Kendimizde, s.65 )
Melih Cevdet Anday’ın “dehşet lavanta kokusu”, Oktay’da “bulandırıcı leylak kokusu”na
dönüşmüştür ve bu koku, şehri kent yapan unsurlardan en büyüklerinden birine atfedilir:
bulvara. Büyüklüğü ve karmaşasıyla bulvar, Turgut Uyar’ın bahsi geçen şiirindeki meydanı
hatıra getirir. Uyar’ın meydanın herkese ait olması ve meydanı bireylerin sahiplenememesi
hissi Oktay’da bulandırıcı leylak kokuları ile ifade edilir. Bulvarda gelip geçen bireylerden,
yaşanılan olaylardan oluşan bir koku hâkimdir ve bu aitsizlikle koku, bulandırıcıdır.
Herkesten iz taşıyan bulvar, karmaşık bir yapı görünümü sergiler.
Kent yalnızca bir ölümcü değil; aynı zamanda dünyanın, yaşamın, bireyin anlamını da
silicidir:
“Çünkü kent
Bir sünger gibi emiyor anlamı” ( “Dr. Kaligari’nin Dönüşü”, 1966, Kaç Kişiyiz Kendimizde,
s.151)
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
1026
Gizem Ece GÖNÜL
4. SONUÇ
İçinde doğduğu toplumdan ve mekândan beslenen birey, bireye bağlı olarak toplum, çeşitli
siyasî ve sosyal olaylarla birlikte değişir. Türkiye’de de 1950’li ve 60’lı yıllarla birlikte
yaşanan değişmeler gerek günlük hayatı gerek yazın hayatını derinden etkiler. Çağdaş Türk
şiirinde bu dönüşümün temel izlek olarak kullanıldığını görmek mümkündür. İkinci Yeni şiir
hareketi içinde yer alan Turgut Uyar, kırsaldan kente yerleşerek bu dönüşümü birey olarak
doğrudan yaşar ve şiirlerinde bu duruma geniş ölçüde yer verir. “Çok Üşümek” başlıklı şiiri,
onun yaşadığı değişim ve dönüşümün yansımasıdır. Uyar’ın yaşamı göz önünde
bulundurulduğunda otobiyografik şiir özelliği taşıdığı açıkça görülür. Şair, kentte bulamadağı
huzuru, pek çok şiirinde olduğu gibi yine doğada, “uzun nehirler”de arayarak gerçek yaşamın
varlığını metropolde değil, orada kabullenir. Kentin, ona ait unsurların, kent yaşamının
olumsuzlandığı şiir, netice olarak metropolden uzaklaşmayı hedeflemesiyle bir kaçış şiiridir.
Yabancı kalma, uzaklaşma, gayri insanî ne varsa şiirde üşümek ile anlatılır. Melih Cevdet
Anday’da ise yabancılaşma durumu, gayri insanî unsurlar “kokmak” şeklinde ifade edilir.
Ancak şiirde, şairin “kokan durumun” neresinde olduğunu tespit etmek güç olduğu gibi
sözkonusu hâl için nasıl bir çözüm yolu aradığını, önerdiğini görmek de mümkün değildir;
ancak bu noktada Anday’da kaçışın doğaya olmadığı söylenebilir. Şair, kentin karşısına kırı
yerleştirmez; çünkü çürüme durumu öyle ilerlemiştir ki “mahalleler, şehirler, memleketler,
kıt’alar” da bozulmuştur. Benzer şekilde Ahmet Oktay’da da Turgut Uyar’da ifade edilen
biçimde doğaya, kıra, pastorale dair bir çözüm önerisine rastlanmaz. Kaldı ki Ahmet Oktay,
kente göç eden değil; kentli bireyin sıkıntılarını şiirine dâhil etmesiyle Uyar’dan ayrılır.
Kentte doğup yaşayan şairin yaşam öyküsünün bu durumda rol oynadığı düşünülebilir.
Dikkat çekici olan nokta ise farklı yaşamlara, farklı sanat anlayışlarına rağmen aynı
durumdan rahatsız olup benzer imgelerle bu huzursuzlukların dile getirilmesidir.
Kentin deneyimlenmesi ve deneyimle birlikte gelen bireyselleşme, modernizmin bir
ürünüdür. Şehre göç eden ya da şehirde doğup yaşamına devam eden bahsi geçen üç şairde
kent, korku ve trajik uzam biçiminde algılanır. Kente dair imgelerin biçimlendiği bu uzam,
geleneksel Türk şiirinin yakından tanımadığı bir fondur. “Üşümek”le, “kokmak”la ve
“ölümcül”le anlatılmak istenen kentin ve öğüttüklerinin sonucundaki yabancılaşma
durumudur. Birey, bu alanda yalnızca kente ve topluma değil kendine de yabancıdır. Melih
Cevdet Anday, Turgut Uyar ve Ahmet Oktay; huzursuzluklarını okuyucuya yakından temas
eden ve his olarak karşılığı olan sözcüklerle ifade etmişlerdir. Okur üşümeyi, kokuyu, ölmeyi
yalnızca satırlarda okumaz; içinde de hissederek ürperir.
KAYNAKÇA
Kitap Tek Yazarlı
Altıyaprak, Y. (2008). İkinci yeni ve türk şiirinde modernizm (1. bs.). Ankara: Ebabil Yayınları.
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015
MELİH CEVDET ANDAY’IN KOKAN, TURGUT UYAR’IN ÜŞÜYEN, AHMET OKTAY’IN ÖLDÜREN KENTLERİ:
1027
KENTLEŞMENİN ŞİİR DİLİNE YANSIMASI
Anday, M. C. (2008). Sözcükler “toplu şiirler” (3. bs.). İstanbul: Everest Yayınları.
Çetin, N. (2008). Şiir çözümleme yöntemleri (6. bs.). Ankara: Öncü Kitap.
Enginün, İ. (2013). Cumhuriyet dönemi türk edebiyatı (13. bs.). İstanbul: Dergâh Yayınları.
Karaca, A. (2013). İkinci yeni poetikası (3. bs.). Ankara: Hece Yayınları.
Karaca, A. (2014). Korkulu ustalık (3. bs.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Korkmaz, R. (2007). Yeni türk edebiyatı el kitabı (4. bs.). Ankara: Grafiker Yayıncılık.
Narlı, M. (2014). Şiir ve mekân (2. bs.). Ankara: Akçağ Yayınları.
Oktay, A. (1999). “Zamanla göz göze: ‘uzaklarda yapıldığı sanılan bir şiir’in arka fonu”, Şiirde
dün yok mu-Turgut Uyar üzerine, haz. Tomris Uyar, (1. bs.). İstanbul: Can Yayınları.
Oktay, A. (2007). Kaç kişiyiz kendimizde (1. bs.). İstanbul: İthaki Yayınları.
Oktay, A. (2002). Metropol ve imgelem (1. bs.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Oktay, A. (2004). İmkânsız poetika (1. bs.). İstanbul: Alkım Yayınevi.
Uyar, T. (2015). Büyük saat (15. bs.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Yılmaz, M. (2015). Toplumcu gerçekçilikten eleştirel toplum teorisine Ahmet Oktay şiiri (1. bs.).
Ankara: Hece Yayınları.
Makale Tek Yazarlı
Arslan, F. (2012). Yitik kentin kapalı huzursuz şairi: Turgut Uyar, Adıyaman Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 10, 2-8.
Karaca, A. (2009). Turgut Uyar’ın şiirlerinde modern kent imgesi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16, 5-27.
Karaca A. (2004). Şairliğinin ilk döneminde Turgut Uyar, Arayışlar –İnsan Bilimleri
Araştırmaları-, 12, 21-40.
Makale Çok Yazarlı
İçduygu A. ve Sirkeci İ. (1999). “Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’nde göç hareketleri”, 75 yılda
köylerden şehirlere, Tarih Vakfı Yayınları, 249-268.
Tez
Armağan, Y. (2003). Melih Cevdet Anday şiirinde zaman, Yayımlanmamış yüksek lisans tezi,
Bilkent Üniversitesi, Ankara.
Caner, F. (2006). Turgut Uyar’ın huzursuzluğu, Yayımlanmamış doktora tezi, Bilkent
Üniversitesi, Ankara.
Tüfekci, S. (2002). , Kırsal kesimlerden büyük şehirlere göç ve göçün aile yapısında meydana
getirdiği değişiklikler (İstanbul örneği), Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Süleyman Demirel
Üniversitesi, Isparta.
Yıldırım, F. (2007). Turgut Uyar’ın şiirlerinin yapı ve tema bakımından incelenmesi,
Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Fırat Üniversitesi, Elazığ.
1
Ahmet İçduygu ve İbrahim Sirkeci, “Cumhuriyet Dönemi Türkiyesi’nde Göç Hareketleri”, 75 Yılda
Köylerden Şehirlere, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s.250-251 (249-268).
İnternet Kaynağı
ANDI, M. F. (2013). Beton duvarlar arasında açan çiçek: modern kente ve kentleşmeye karşı
erdem
bayazıt’ın
şiiri”,
5
Ocak
2015
tarihinde
http://dergi.fsm.edu.tr/index.php/ia/article/view/12/17 adresinden erişildi.
International Journal of Languages’ Education and Teaching
UDES 2015

Benzer belgeler