İlgili dosyayı indirmek için tıklayın

Transkript

İlgili dosyayı indirmek için tıklayın
Türk Eğitim Bilimleri Dergisi
Bahar 2009, 7(2), 237-
TARDE’IN TOPLUM YAKLAŞIMI AÇISINDAN KAMUOYU
VE MADUNİYET
Ebru YETİŞKİN*
ÖZET
Bugün sermayenin yönetim zihniyeti üzerindeki iktidarı nedeniyle çeşitliliğin kültürel,
ekonomik ve siyasi üretim sürecine girememesinin tartışılması güçtür. Siyaset, hukuk ve
ekonomide olduğu gibi iletişimde de zihinlere ve gündelik pratiğe yerleşmiş olan egemen
toplum anlayışının iktidarı, bu tartışmanın yapılmasını güçleştiren unsurlardan biridir. Bu
çalışma, kamuoyu ve maduniyet arasındaki karşılıklı ilişkiye odaklanmaktadır. Bu konuyu
egemen toplum yaklaşımdan farklı bir bakış açısı ile incelemek amaçlanarak, Gabriel
Tarde’ın kamuoyu, toplum ve toplumsallaşma ile ilgili düşüncelerinden yararlanılmıştır.
Maduniyet ile ilgili olarak da, kamuoyu ve meşru rıza meselesine gönderme yapması
nedeniyle Antonio Gramsci ve Gayatri Chakravorty Spivak’ın düşüncelerine ağırlık
verilmiştir. Niteliksel araştırma yöntemiyle yapılandırılan çalışmada, iletişimin yenisömürgeciliğin özel mülkiyet metası olarak mevzilendirilebilmesinin yanı sıra emek ve
işgücüne dönüşebilmesinin toplumsallaşma ve temsil ile ilgili sorunların yarattığı açmazlara
dayandığı sonucuna erişilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Tarde, Madun, maduniyet, iletişim, kamuoyu, temsil.
PUBLIC OPINION AND SUBALTERNITY FROM TARDE’S SOCIETY APPROACH
ABSTRACT
Today it is difficult to discuss that the integration of multiplicity in the economic, political and
cultural production due to the power of capital on governmentality. The power of the
dominant conception of society which is installed in communication as well as in politics,
economy and law is one of the components of this difficulty. This paper focuses on the
reciprocal relation between public opinion and subalternity within this framework. In order
to develop another perspective about this topic, Gabriel Tarde’s notions on public opinion,
society and socialization are used. With regard to subalternity, it is concentrated on Antonio
Gramsci’s and Gayatri Chakravorty Spivak’s thoughts as they refer to legitimate consent and
public opinion. As a result of the paper, which is structured with the qualitative method, it is
reached to the conclusion that the deployment of communication as neo-colonialism’s private
property and its transformation into labor is related with the dilemmas generated by the
problems of socialization and representation.
Keywords: Tarde, subaltern, subalternity, communication, public opinion, representation.
*
Dr., İstanbul Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
İletişim 2003/18
2
E. Yetişkin
GİRİŞ
Sermayenin ulusaşırılaşmasına bağlı üretim (tüketim)1 koşullarıyla
yönetenler, yönetilenler ve onların birbirleriyle kurdukları ilişkiler karmaşıklaştıkça,
kamuoyu oluşumunda gerçekliğin anlamlandırılması da bir o kadar sofistike hale
gelmektedir. Sermayenin evrensel tarihinden bağımsız düşünülemez olan iktidarın
(bilginin)2 meşruluğu ve hâkimiyeti ise gerçekliğin yeniden sunulmasıyla
anlamlandırılarak inşa edilmekte ve korunmaktadır. Elbette bu, günümüzde pek çok
aracı sayesinde yapılabilmektedir. Enformasyon iletimi ve kurgulama niteliğiyle
iletişim, buna katkıda bulunan aracılardan biri olarak değerlendirilebilir.
Sömürülenin iktidarı (bilgisi) ve maddi varlıkları, sömürenin çıkarlarına hizmet
edecek biçimde medya, reklamcılık ve halkla ilişkilere odaklanan iletişim
çalışmaları tarafından meşru ve rızaya dayanan yollarla yeniden sunulabilmektedir.
Bu ise ekonomik ve siyasi emperyalizmin hem içselleştirilerek kabul edilmesini hem
de güncellenmesini sağlayarak sermaye dolaşımının hızlanmasını ve meta pazarının
genişlemesini sağlamaktadır. Buradaki temel sorun ise yoksunluk koşullarının
üretimi ve yönetiminde ortaya çıkmaktadır. Yurttaşların siyasi, ekonomik ve kültürel
haklardan ve olanaklardan daha eşit bir şekilde yararlanabilme olanaklarının
sınırlandırılmasından çok nasıl sınırlandırıldığının ifade edilememesinde iletişimin
bugün ne ölçüde etkin olabildiği yeniden sorgulanmalıdır. İktidarın (bilginin)
egemenin lehine üretilmesi sürecinde gerçekliğin yeniden sunularak
anlamlandırılmasında iletişimin gerek kamuoyu oluşturmada gerekse eşitlik, adalet,
demokrasi ve özgürlük kazanımları bakımından kritik bir konuma sahip olduğu
görüşü ön plana çıkmaktadır. Oysa günümüzde siyasi iletişim araçlarıyla da
fetişleştirilerek içi boşaltılan adalet, demokrasi, özgürlük, barış gibi kavramlar, emek
sömürüsü sonucu sağlanan artı-değer birikiminin egemen olana aktarılması için
baskıcı ve manipülatif bir işleve sahip hale getirilebilmektedir. Bir başka deyişle
adalet, demokrasi, özgürlük, barış gibi kavramlar, egemen olanın çıkarlarına hizmet
etmek için kamuoyu ve kanaat oluşturma sürecinde iletişimin farklı alanlarında
kullanılan birer susturucu olarak da kullanılabilmektedir. Bu kavramlar, pragmatik
1
2
Ne de olsa “üretim tüketimdir, tüketim de üretimdir” (Marx, 1993: 93).
Foucault’nun (2005) bahsettiği anlamda “iktidar” adlandırma, sınıflandırma, açıklama ve tanımlama,
yani bilgiyi oluşturma gücüne sahip olma anlamıyla kullanılır. Burada aynı zamanda bilgiyi
çevreleyen normların iktidarın ihtiyaçlarına göre değişmesi nedeniyle hem iktidarın bilgiyi belirlediği
hem de oluşturulan bilginin iktidarı belirlediği, yani iktidar ve bilginin karşılıklı olarak birbirini
içerdikleri bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Bu durumda birey, bu ilişki ağı içinde kurulan deneyimlerin
öznesi olabilecek konumda bulunabilir. Bir başka deyişle birey, iktidarı içselleştirmek suretiyle
iktidar normlarını kendi iradi eylemleri sayarak özneleşir. Bu yolla iktidar, birey/özne üzerinden
yeniden üretilir ve bu nedenle de modern iktidar ilişkileri hem pozitif hem de üreticidir.
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
3
ve popülist yaklaşımlar sonucu kullanım değerleri göz önünde bulundurularak
araçsallaştırılabilmektedir. Dolayısıyla aynı kavramın farklı kişi ve kurumlar
tarafından gerçekliğin yeniden sunularak anlamlandırılması için tekrar edilmesi ve
birbirinden ayırt edilmekte güçlük çekilmesiyle ortaya çıkan güncel bir
epistemolojik sorun ile karşı karşıya olunduğu görülmektedir.
Bu epistemolojik sorunla uğraşmak için bu çalışmada “madun” (subaltern)
ve “maduniyet” (subalternity) konusuna odaklanılarak kamuoyu, iletişim ve
toplumsallaşma arasındaki ilişkiler irdelenecektir. Maduniyet, alt ve aşağı konumda
olmaktan dolayı duyulan sıkıntıdan ve şikâyetten çok, tekilliğin ve çeşitliliğin siyasi,
ekonomik ve kültürel üretim hatlarına girememesi ile ilgilidir. Madun en geniş
anlamıyla, ekonomik, siyasi ve kültürel üretim ilişkilerinin içine dâhil olsa dahi
tekilliğini ifade edemeyen ve egemen olana tabi, alt ve aşağı konumdaki ‘başka’
olandır (Spivak 1988; Spivak 2003). Oysa günümüzde madun, siyasi, ekonomik ve
kültürel bakımdan alt ve aşağı konumdaki ezilen, mağdur, mağrur ve mazlum her
türlü kişi, grup ya da topluluğun sabit kimlik kalıplarına sıkıştırılarak ‘temsil’
edilmektedir. Böylelikle madun, önceden belirlenmiş siyasi, ekonomik ve kültürel
programlamaların içinde farklı birleşenlerin oluşturduğu ve kamuoyunu
oluşturabilen popülist bir unsur olarak değerlendirilebilmektedir. Ayrıca madun,
kapitalizmin ve küreselleşmenin eleştirisi için de çeşitlilikleri homojenleştirerek
merkezileştiren bir birleştirici olarak kullanılabilmektedir.3 Kavramın bu şekilde
kullanılması ise kavramın içerdiği anlam zenginliğinden koparılmasına, bir kimlik
tanımına ya da homojen olduğu varsayılan tek bir gerçekliğe indirgenerek
genelleştirilmesine ve araçsallaştırılmasına neden olabilmektedir. Burada dikkat
edilmesi gereken ise, madunun ‘öteki’ olarak yeniden sunulmasıyla indirgenerek
genelleştirilmesine ve normalleştirilerek araçsallaştırılmasına neden olan koşulların
sorgulanmasıdır. Bu koşulların değerlendirilerek, iletişimin gerçekliğin yeniden
sunularak anlamlandırılmasına gündelik hayatı oluşturma ve değiştirme sürecinde
nasıl bir egemenlik ve mücadele ilişkisi içinde katkıda bulunduğu yeniden
düşünülmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda geliştirilecek olan makale, birbirine gönderme yapan dört
bölüm ile yapılandırılmıştır. Öncelikle siyaset, hukuk ve ekonomide olduğu gibi
siyasi iletişimde de zihinlere ve gündelik pratiğe yerleşmiş olan egemen toplum
anlayışı genel hatlarıyla ele alınacaktır. İkinci bölümde ise egemen toplum
3
Madun kavramının, postkolonyal çalışmalarda kullanılması ve bu konuyla ilgili görüşler ve örnekler
için bkz. Dirlik, Arif (1998) The Postcolonial Aura: Third World Criticism in The Age of Global
Capitalism, Boulder, Colorado: Westview Pres.
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
4
E. Yetişkin
anlayışından başka yaklaşımların irdelenmesi ihtiyacına yönelik olarak Gabriel
Tarde’ın kamuoyu ve toplum ile ilgili düşünceleri vurgulanacak; kamuoyu
oluşturulma süreci içinde maduniyet sorununun irdelenmesine başka bir perspektifle
katkıda bulunulmaya çalışılacaktır. İletişime atfedilen aydınlatma ve bilgilendirme
misyonunundan yola çıkarak kamuoyu oluşturulma süreci içinde benzer işlevi
üstlenen entelektüelin, uzman profesyonelin ve temsil ile ilgili sorunların yarattığı
açmazların ortaya çıkma koşulları, üçüncü bölümde eleştirel bir şekilde tartışılarak
kamuoyu oluşturulma süreci içinde maduniyet sorunu ile ilişkilendirilecektir. Son
bölümde ise, maduniyet meselesine ağırlık verilerek önceki bölümlerdeki tartışmalar
ile iletişim arasındaki bağlar kurulmaya çalışılacaktır.
1. Yöntem ve Kavramsal Çerçeve
Niteliksel araştırma yöntemiyle gerçekleştirilen bu çalışmada konuyla ilgili
kaynakların analiz edilmesiyle nitel veriler toplanmış; iç içe geçmiş, karmaşık
değişkenler arasındaki ilişkiler analiz edilmiş ve gerçekçi bir değerlendirmeye
ulaşılmaya çalışılmıştır. Kuramsal ve kavramsal yapı bakımından çalışmada
öncelikle iletişim çalışmalarında hâkim olan toplum anlayışının günümüz siyasi,
ekonomik ve kültürel yaşamındaki kurucu rolü vurgulanmıştır çünkü bu toplum ve
toplumsallaşma anlayışının egemenliği, onunla birlikte işleyen pozitivist-rasyonalist
iktidarın (bilginin) egemenliğinin de korunarak sürdürülebilmesine neden
olmaktadır. Bunun için Emile Durkheim ve Gabriel Tarde’ın yaklaşımlarından yola
çıkarak, iletişim çalışmalarının hangi toplum düşüncesi ile birlikte hareket ettiği
irdelenmiştir. Liberal-kapitalist devlette toplumun rızasını alarak demokratik, meşru
ve yasal bir şekilde düşünülmesi ve eylemde bulunulması hususu, kamuoyu ve
kanaat oluşturma süreci ile ilgili tartışmanın geliştirilmesi için gerekli olan
bağlantıyı sağlamıştır. Üretim hatlarına dâhil olamayanların uzlaşma ve uyum
mekanizmalarına katılarak temsil edilmeye dair sorunları ise madun kavramı
etrafında tartışılmıştır. Madun ve maduniyet kavramları için Antonio Gramsci,
Ranajit Guha ve Gayatri Chakravorty Spivak’ın birbiriyle ilişkili ancak farklı
anlamlar içeren kavramsal ayrım göz önünde bulundurulmuştur.4 Kamuoyu ve
meşru rıza meselesine doğrudan gönderme yapması nedeniyle bu çalışmada Gramsci
ve Spivak’ın madun kavramlarına ağırlık verilmiştir. Maduniyetin kamuoyu
oluşturabilmek amacıyla ve ekonomik, siyasi ve kültürel hâkimiyeti ele geçirme
4
Bu ayrım, Gayatri Chakravorty Spivak (2010) ile gerçekleştirilen mülakatta kendisi tarafından
yapılmıştır.
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
5
sürecinde oluşması nedeniyle Tarde’ın konuyla ilgili düşüncelerini normatif bir
demokrasi anlayışının içine yerleştiren Chicago Ekolü, bu bağlamda eleştirel bir
yaklaşımla tartışılmıştır. Örüntülerin ortaya çıkarılmasıyla verinin zenginliği içinde
anlaşılabilmesi ve betimlenebilmesi için, niteliksel araştırma yöntemiyle
yapılandırılan bu çalışmada başka bir perspektif inşa etmek amaçlanmıştır.
2. Egemen Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet İlişkisi
Kapitalist programda egemen olan toplum yaklaşımı, zihinlerdeki ve
gündelik pratiklerdeki yaygınlığı nedeniyle etkin bir üretim aracı olarak
çalışmaktadır. Egemen toplum anlayışı olarak değerlendirilen, 19. yüzyılın sonunda
geliştirilmeye başlanan Emile Durkheim’ın toplum yaklaşımıdır. Bu toplum
anlayışının, egemen olarak nitelendirilmesinin nedeni ise politika, ekonomi, hukuk
ve sosyal bilimlerin üretim sürecinde yaygın ve eşgüdümlü olarak hala geçerli
olması ve bu nedenle de gündelik hayatın dönüşümüne doğrudan güçlü bir etkide
bulunmasıdır. Sanayi kapitalizminin erken dönemlerinde gelişen bu toplum
yaklaşımının pozitivist-rasyonalist paradigmaya bağlı olduğu vurgulanmalıdır.
Durkheim’ın toplum yaklaşımında da görülen ve rasyonalist bir şekilde indirgemeyi
önceleyen pozitivist-rasyonalist paradigmanın temel özelliklerini Schwarts ve
Ogilvy (1979) şöyle özetlemiştir: a) Gerçeklik basittir. Bir şey parçalarının
toplamıdır. b) Hiyerarşi düzenin ilkesidir. c) Evren saat gibi çalışan mekanik bir
obje ya da bir makinadır. d) Gelecek ve yön belirlidir, dolayısıyla öngörülebilir. e)
Parçalar arasındaki nedensellik ilişkisi biliniyorsa bu ilişkinin sonuçları da
açıklanabilir. f) Değişim niceliksel ve birikim şeklindedir. Sistemler birikim yoluyla
gelişirler, yani değişim sisteme bir yeni parça ya da boyut ekler ve niteliksel veya
sıçramalı değişim çok seyrektir. g) Nesnellik zorunluluktur. Kartezyen evrende
bilme, akıl yoluyla anlama ile olasıdır.
Pozitivist-rasyonalist paradigmanın temel özelliklerini esas alan ve egemen
toplum anlayışının hâkim olduğu ekonomik, politik ve toplumsal ilişkilerde
işbölümü başat belirleyicidir. Durkheim’a (2006: 303) göre “…toplumlar ilerledikçe
oylumları da artmakta, dolayısıyla işbölümü de ilerlemektedir”. İş bölümü üzerine
temellendirilen toplum, bütünsel, birleşmiş ve organik bir sistem olarak ele
alınmaktadır. Bu tıpkı bedenin bir takım organlardan meydana geldiği ve her
organın bedenin sağlığını muhafaza etmek ya da bedenin sürekliliğini sağlamak için
kendine özgü ve vazgeçilmez bir işlevi olduğu anlamına gelmektedir. Toplumun da
bireylerden, yapılardan ve kurumlardan meydana geldiği ve her unsurun politik,
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
6
E. Yetişkin
hukuki, kültürel, ekonomik, bilimsel ve toplumsal sistemin uyumunu ve
devamlılığını sağladığı homojenleştirici ve merkezileştirici bakış açısı burada
hâkimdir. Bu suretle, bileşenlerinin karmaşık karşılıklı ilişkileri ve bağımlılıkları
sonucu ortaya çıkan toplum, uyumlu ve işe yarayan ya da işbölümünde yer alan
parçalardan, yani bireylerden oluşan bir bütün olarak değerlendirilmektedir.
Sanayi kapitalizminde sermaye dolaşımının sağlanabilmesi ve meta pazarının
genişletilebilmesi için birbirinden bağımsız parçaların (bireylerin, kurumların,
sözcüklerin, belgelerin vs.) uyumunu sağlayan ve paylaşılan bir ortaklık gereklidir.
Bu da dışsal bir gerçeklik olarak kabul edilen, soyut ve genel niteliklere sahip
“toplumsal olgu” ile mümkün olabilmektedir çünkü Durkheim’a (1982: 59) göre
toplumsal olgu kaynağını bireysel bilinçten ayrı tutulan ortak bilinçten (örneğin
toplumdan) almaktadır. Bu ortak bilinç ise birbirinden bağımsız parçalar olarak
değerlendirilen siyaset, ekonomi, hukuk, sanat gibi alanların birbiriyle iletişimini ve
dolayısıyla uyumunu sağlayan pozitivist, rasyonel ve kartezyen dinamikler ile
işlemektedir. Toplumsal olgular, bu dinamikler sayesinde bireyi denetleyebilmekte,
eylemlerini sınırlayabilmekte ve bireyler üzerinde yaptırım gücüne
kavuşabilmektedir. Durkheim (1982: 56–57) bu hususu gerekçelendirerek,
geliştirdiği toplum yaklaşımında doğallaştırmakta ve normalleştirmektedir:
“Toplumsal olgu, güç kullanan ya da güç kullanma yetisini bireyler üzerinde
kullanan dışsal zorlayıcılığın iktidarı yoluyla tanımlanabilir. Bunun karşılığında, bu
iktidarın mevcudiyeti ise, daha önceden belirlenmiş bazı yaptırımlar ya da olgunun
her bireysel eylemi tehdit ederek karşı çıktığı direniş aracılığıyla tanınabilir”.
Bireyler üzerindeki zorlayıcılık ve buna gösterilen direniş, hem siyaset, ekonomi ve
kültür gibi birbirinden bağımsız olarak değerlendirilen parçaların uyumlu bir bütün
olarak varsayılmasını sağlamakta, hem de meta pazarının genişlemesini amaçlayan
ve sermaye dolaşımını yönetenler lehine araçsallaştırılmaktadır. Bu yaklaşım mikromakro, parça-bütün, birey-toplum, ‘ya o, ya da bu’ gibi ikili karşıtlıklar ve
ayrımlarla politika, hukuk ve ekonomide tekrar edilerek güncellenmeye devam
etmektedir.
Buna göre kamuoyu, bireylerin toplumu oluşturduğu görüşüne dayanan bir
kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Bireylerin oluşturduğu çoğunluğun
merkezileşmeyi belirlediği görüşüne dayanan kamuoyu, bireylerin ikna olmasına ve
rıza göstermesine yönelik dışsal bir zorlayıcılık ve baskının iktidarına sahip
olabilmektedir.
“kamuoyu, bazen siyasetçilerin temelsiz söylemlerine dayanak olarak
kullanılırken, bazen de piyasa ekonomisinin tüketici araştırmalarının kuramsal
Güz 2010, Sayı:31
7
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
nedensellik kurgusundan hareket edilerek yapılan kamuoyu araştırmalarıyla
desteklenmektedir. Kamuoyu savıyla bilinçlere ekilen düşünce, bireylerin her
konu hakkında fikir sahibi olduğu ve bunu demokratik koşullarda ifade
edebileceği; herkesin görüşünün demokratik toplum içinde aynı düzeyde etki
ve değere sahip olduğu; tek tek bireylerin görüşlerinin toplamının
dağılımındaki yeterli çoğunluğun veya merkezi yönelimin “kamuoyunu”
belirlediği ve bunun doğruluğu ve geçerliliğidir”. (Erdoğan, 2000: 23 – 24)
Bu noktada eleştirelliğin nasıl gerçekleştirilebileceği daha çok önem
kazanmaktadır çünkü karşı çıkma, başkaldırma ve direniş pratikleri egemen toplum
anlayışının iktidarı (bilgisi) nedeniyle araçsallaştırılabilmektedir. Tekillikler, ikili
karşıtlıkların birine dâhil edilerek yadsınmakta ve yadırganmaktadır. Bütünü
oluşturan uyumlu ve homojen ortaklığa uymayan, “anomi” olarak algılanmaktadır
çünkü “anomi, toplumsal organlar arasındaki ilişkilerin düzensizliği” (Durkheim,
2006: 421) olarak tanımlanmakta ve yaygın bir şekilde kabul edilmektedir. Bütünü
oluşturan parçaların birbiriyle uyumlu bir şekilde çalışmasına uymayan herhangi bir
parça, olumsuz bir şekilde değerlendirilerek sorun varsayılmaktadır. Sorunun
nedenleri tespit edilerek işbölümü anlayışına göre ‘işe yaraması’ için çözüm yolları
aranmaktadır. Egemenin iktidarını (bilgisini) (dolaylı yoldan da olsa) güncelleyen
çözüm yolları ise demokratik, adil, eşitlikçi ve özgürlükçü gerekçelendirmelere
dayandırılarak geliştirilmekte ve pragmatik niteliklerinden dolayı işbölümüne dâhil
edilebilmektedir. Böylelikle demokrasi, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar da
bir kullanım değeri olarak değerlendirilebilmektedir. Anomi göstergeleri olarak
ekonomik krizlere, uluslararası bunalımlara, ailelerin düzenli olmayan yapılarına
dikkat çeken Durkheim (1964), anomiyi tıpkı anatomik bir hastalık gibi toplumlara
musallat olabilen, dahası olumsuz toplumsallık halinde bireyleri intihar gibi bir
toplumsal olguya dek götürebilen verileri bünyesinde taşıyan bir kavram olarak
değerlendirmektedir. Durkheim’a göre sanatlar, bilimler ve sanayiler ilerledikçe suç
ve intihar oranları gibi sapmalar da artmaktadır. İşbölümünün toplumlarda
yaygınlaşmasıyla birlikte anominin şu üç durumda ortaya çıktığı ileri sürülmektedir:
“1) Ekonomi dünyasında iflasların çoğalması halinde, 2) Ekonomik faaliyetler
içerisindeki işveren-ücretli ilişkilerinde, 3) Bilimlerin aşırı parçalanması ve
uzmanlaşması sonucunda bilgi alanında” (Durkheim, 1964: 386). Ekonomik kriz ve
iflas dönemlerinin, işveren ve çalışanlar arasındaki ilişkilerdeki hak ihlallerinin ve
bilim insanlarının genel hükümler verme hususunda yaşadığı yargılama yetisindeki
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
8
E. Yetişkin
tutarsızlık ve belirsizliğin yaşanmasıyla “tekinsizlik”5 ve güven arayışının
günümüzde giderek arttığı ve siyaset, ekonomi ve kültür gibi alanlarda birbirinin
içine nüfuz eden değişik paydaşlık alanları yarattığı gözlemlenmektedir. Sermaye
dolaşımının hızlanması ve meta pazarının genişleyebilmesi için kriz, risk, tehlike ve
güvensizlik durumları vurgulanarak direnişin denetlenmesi ve zorlayıcılığın kendini
rıza yoluyla içselleştirmeye bırakması sağlanabilmektedir. Hatta günümüzde bizzat
direniş, karşı çıkma ve başkaldırma pratiklerinin harekete geçirilen tekinsizlik ve
güvensizliğe ilişkin duygular yoluyla rıza göstermeye dönüştürülmesi söz
konusudur.
Sermayenin ulusaşırı bir nitelik kazanmasıyla ve meta pazarına hâkim olan
güçlerin çeşitlenmesiyle sermayenin evrensel tarihine dayalı epistemolojik tek bir
merkeze dayanan zihniyete karşı direniş, karşı çıkma ve başkaldırma alanları ve
yolları da son yıllarda çoğalarak çeşitlenmiştir. Ancak bugün ulusaşırı sermayenin
akışını sağlayan, çok-merkezli ya da merkezsiz ilişkileri eş zamanlı olarak kullanan
ve sömürü anlayışını sürekli güncellemekte olan ‘aynı’ siyasi ve ekonomik zihniyet
ve ona bağlı işleyiş de hala egemendir. İkili karşıtlık anlayışını temel alan egemen
düşünce ve pratikler, egemen olanın tabi olan madun ‘ile’ birlikte olmak ‘koşuluyla’
var olduğu bir iktidar-bilgi üretimi gerçekleştirmektedir. Burada dikkat edilmesi
gereken unsur ise, tümleyen bir bütün olarak algılanan toplumun egemen üretim
hatlarına dâhil edilmemekten, yani dışlanmaktan duyulan sıkıntıdan ibaret değildir.
Bu meselenin bu şekilde algılanması ve çalışılması için bir başka çalışmayı
gerektirecek kadar çeşitli koşul hazırlanmıştır. Zira kapsayıcı, dönüştürücü ve
dolayısıyla özgürleştirici olarak temsil edilen sermaye ve sermaye ağı ile güçlü bağ
kurarak yönetilenler ve yönetenler, dışlanmaya dayalı bu güven eksikliğini ikame
etmek üzere çalışmaktadır. Egemenin eksiklik yaratan bir sorun olarak madun ‘ile’
birlikte ancak madunu kullanmak ‘koşuluyla’ fetişleştirilmiş demokrasi, ilerleme ve
kalkınma programlarının altında nasıl hâkimiyetini sürdürdüğünü incelemek için
egemen toplum anlayışının dışında bir yaklaşımla hareket etmek, başka bakış açıları
kazanabilmek bakımından kaçınılmaz durmaktadır.
5
Freud’un (2003) 1919 yılında geliştirdiği “tekinsizlik” (unheimlich) kavramı, bireylere dayatılan
kimlikler ve bu kodlaştırmalara yüklenen anlamlar ve yükümlülüklerin baskısı nedeniyle ortaya
çıkar. Bireylere normlar, eğitim, gelenekler, ritüeller, kurallar, din ve kültür aracılığı ile dayatılan
kimlikler ve kodlar sabit olmayı gerektirir; ne var ki birey karşılaştığı ve ilişki kurduğu objeler,
kişiler, kavramlar, semboller ve kurallar vasıtasıyla sürekli bir etkileşim ve değişim halindedir.
Kendinin - en tanıdık ve yakın olanın - bile tanınmazlığı ise, bir sıkıntıyı, güvende olmama halini ve
yalnızlık duygusuyla kendini küçücük hissetmeyi beraberinde getirir. Tekinsizliğin aksine bir yere,
bir şeye, bir kimseye, bir görüşe ait olma ya da bağlı bulunma ise güvenli bir histir.
Güz 2010, Sayı:31
9
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
“Egemen iletişim biliminde, çatışma yönetimi dâhil ana ilgi, etki üzerine, yani
‘daha etkin olarak nasıl sömürülebilir, yönetilebilir ve yönlendirilebilir’
üzerine eğilir. Bu ilgi de, davranış psikolojisinden, faşist kalıtım psikolojisinin
‘iletişimin becerisi, motor becerisi, içsel yeterlilik, rol yeterliliği, mesaj
yeterliliği, yorum yeterliliği’ gibi inceleme ve sunumlarına kadar çeşitlenen,
bireyi egemen topluma hazırlama, bu hazırlananı inceleyerek ölçme ve
gerekirse hazırlama ve yönetmeyi ona göre ayarlama girişimlerini egemen
kılmıştır” (Erdoğan, 2000: 7).
Günümüzde egemenin sömürebileceği, yönetebileceği ve yönlendirebileceği
iktidar alanını etkileyerek genişletmesi ve üretimini yayması, karşı çıkma,
başkaldırma ve direniş üzerinden tasarlanan eklektik biraradalıklar ile teşvik
edilmektedir. Birbirinden bağımsız ve farklı niteliklere sahip unsurları ayrıştırarak
yeniden düzenlemek, sermayenin ve meta pazarının genişlemesi lehine çalışan
kurum ya da kişilerin egemenliği ile iktidarını ve iktidarının sürekliliğini sağlayan
bir unsur olarak işlemektedir. Bu eklektikliği, yani birbirinden bağımsız ve farklı
parçaların, bireylerin, unsurların bir araya gelerek ve iç içe geçerek ortak bir bütün
oluşturabilmesine iletişim çalışmaları ise yeniden düzenleme ve temsil etme
işlevleriyle katkıda bulunmaktadır. Gerçekliğin yeniden sunulması yoluyla
anlamlandırılması ve işlevselleştirilmesi açısından aracı bir konuma sahip olduğu
için iletişim çalışmalarının simge ve söylemleri nasıl düzenlediği ve kullandığı
giderek daha büyük önem kazanmaktadır çünkü iletişim çalışmaları toplumsal
olguların temsil edilmesiyle kamuoyu oluşturma ve kamuoyunu etkileme gücüne
sahiptir. Dolayısıyla iletişim çalışmalarında egemen olan toplum anlayışını bir sorun
olarak tespit ederek başka yaklaşımlara açılmak, madunun siyasi, ekonomik ve
kültürel üretime katılmasını sağlamak bakımından zorunlu bir koşuldur.
3. Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Entelektüel
İşlevinin Ortaya Çıkış Koşulları
Durkheim ile aynı dönemde çalışan Tarde, toplum kavramı ile kamuoyu ve
kanaat oluşturulması sorununu irdeleyen düşünürlerden biridir. Tarde, egemen
toplum anlayışına göre başka bir toplum yaklaşımı geliştirmiştir. Durkheim’ın
bireylerden oluşan toplum anlayışının aksine Tarde, bireyin içindeki toplumları ve
toplumların içindeki bireylikleri keşfetmeye çalışmıştır. Tarde’ın toplum anlayışı
bireyin mikro, toplumun da makro olarak algıladığı hiyerarşiden ziyade heterarşiyi,
yani önceden kestirilemez karşılıklı sınırlılık, etkileşim ve hareketlerle belirlenimi
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
10
E. Yetişkin
esas almaktadır. Latour (2001), Tarde’ın toplum anlayışı ile ilgili bu hususu şöyle
açıklamaktadır: Büyük olan ya da bütün olan, küçük ya da az olandan, parçadan
(Tarde’ın deyişiyle monaddan) üstün değil; yalnızca kendi görüşünün bir kısmını
diğerlerine benimsetme amacını başarmış olan parçalardan birinin daha basit ve
standartlaştırılmış biçimidir. Tarde’ın toplum anlayışı, görüldüğü üzere, kamuoyu ve
kanaat oluşturulma süreci ile doğrudan ilgilidir. Kamuoyu olarak kabul edilen,
Tarde’ın yaklaşımına göre, tek bir kanaatin basitleştirilerek ve standartlaştırılarak
yaygın olarak sahiplenilmesidir.
Düşünce üretenlerin, üretimlerinin siyasal ve ekonomik olarak nasıl
kullanılabileceğine izin verme ve denetleme hakkına ya da olanağına her zaman
sahip olamayabileceği göz önünde bulundurulduğunda, Tarde’ın kamuoyu ve kanaat
oluşumu ile ilgili düşüncelerinin iletişim çalışmalarında pozitivist-liberal-eleştirel
Chicago Ekolü tarafından egemen olanın üretimi için temellük edildiği tartışılabilir.
Bugüne kadar Tarde’ın kamuoyu düşüncesini nasıl ve diğer hangi unsurlarla birlikte
geliştirdiğinin üzerinde yeterince durulmamıştır. Oysa Tarde, iletişim aracılığıyla
oluşturulan kamuoyunun egemenin lehine nasıl işleyebildiğini ve toplumsallaşmalar
yarattığını irdeleyen ilk düşünürlerden biridir. Tarde’ın toplum ve kamuoyu anlayışı,
egemenin (kapitalistin) lehine işleyen işbölümüne değil, bölünmüş güçlerin
merkezileşerek yeniden bölünmek üzere tekrar dağılmasıyla yenileşmeye eğilim
gösteren başkalaşma (alterity) esasına dayalı işbirliğine dayanmaktadır.
Lazzarato’ya (2008: 21 – 22) göre “Tarde aslında yeninin üretim koşullarını sorgular
ve bunu ‘beyinlerin işbirliği’nde görür: arzular, inançlar ve duygulanımlar yoluyla
beyinler birbirleri üzerinde etki eder… ‘sosyal uyum’, bu ekonomik, toplumsal ve
politik biçimler altında, ‘bir araya gelmiş beyinler’in duygulanım, farklılaşma ve
taklit güçleriyle açıklanabilir”. Tarde için temel toplumsal eylemler, bilinç
durumlarında değişime sebebiyet veren ilişkilerdir (Barry ve Thrift, 2008: 52). Yani
Tarde’a göre (1903: 28) bir insanın varlığından emin olabilmesi ve “şüpheciliği
ortadan kaldırabilmek için en az iki zihin, iki ruh ya da iki beyin gerekir”. İletişim
duygulanım, farklılaşma ve taklit güçleriyle ilişkiselliği sağlaması ve
yaygınlaştırması nedeniyle Tarde’ın dikkatini çekmiştir çünkü Tarde’ın
sosyolojisinde “değişime uğrayan özne ya da birey değil, iletişim ve değişim
(örneğin etki, itaat, sempati veya eğitim) ilişkisidir” (Tarde, 1895: 63 – 66; Barry ve
Thrift, 2008: 52; Williams, 1982: 402).
Bu görüşleri toplumsal bir olay etrafında daha ayrıntılı olarak ele almak,
Tarde’ın toplum, iletişim ve kamuoyuna ilişkin görüşlerini maduniyetle
ilişkilendirerek tartışmak için yol açabilir. Tarde’ın yaşadığı dönemin ekonomik,
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
11
siyasal ve hukuki koşulları irdelendiğinde onun toplum, iletişim ve kamuoyuna
ilişkin yaklaşımlarını geliştirmesine neden olan koşullardan birinin Dreyfus Davası
olduğu tartışılmaktadır (Salmon, 2005). Fransa’da 1894 yılında başlayan, hukuksal
bir hatanın ideolojik bir meseleye ve siyasi bir krize dönüştüğü Dreyfus Davasının,
bu çalışma bakımından üç önemli yönü bulunmaktadır: Bunlardan ilki, bu dava
sürecinin Tarde’ın bahsettiği iletişim ve değişim ilişkisinin değişimini imlemesidir.
İkincisi ise Dreyfus Davasının basının yargılama yetisini etkilediği, kamuoyu
oluşturma gücünü pekiştirdiği ve de ‘entelektüel’ adının da ilk kez ortaya atıldığı bir
toplumsal olay olmasıdır. Son olarak dava etrafında yaşananlar, uzlaşma ve
uyumsuzluk mekanizmalarının sermaye dolaşımının el değiştirmesi ve meta
pazarının genişlemesi sürecinde nasıl ve hangi amaçlarla kullanıldığını da
imlemektedir. Davaya neden olan olay, Yüzbaşı Dreyfus’un Savaş Bakanlığı'nda
çalışırken, Paris'teki Alman askeri ataşesine Fransız ordusunun sırlarını satarak
vatana ihanet ile suçlanmasıdır. Dreyfus’un ömür boyu sürülmesine ve rütbesinin
geri alınmasına neden olan şey ise, yetersiz delile dayanarak tutuklanması yönünde
hüküm verilmesi ve meşru olmayan koşullar altında yargılanılmasıdır. Basının
kamuoyu oluşturma gücü ve yargılama yetisine yaptığı etkiyle bu davanın hüküm
verilme sürecinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Davaya yol açan ve davanın
yol açtığı olayları irdeleyebilmek için o dönemdeki siyasi ve ekonomik ilişkiler ile
mücadelenin de değerlendirilmesi gerekmiştir. Dreyfus, Yahudi asıllıdır ve nüfuzu
artan Yahudi asıllı orta sınıfı temsil eden bir figür haline getirilmiştir. Brown’a
(1995) göre “ticaret ile uğraşan Yahudi asıllı orta sınıfın nüfuzunun artırması
karşısında duyulan ve artı-değer paylaşımından kaynaklanan rahatsızlık
büyümüştür”. Bu durum, o güne kadar mevcut ortaklığın ve paylaşımın normlarına,
yani o güne kadar hâkim olan belirli grupların çıkarlarına aykırı düşmekte olduğu
için güvensizlik, risk ve tekinsizliğe yol açmıştır. Ekonomik ve siyasi istikrarsızlık
döneminde sermayenin el değiştirmesi, birbirinden farklı grupların yeni bir zeminde
birleşmesi ve bu zemin üzerinde mücadele etmesiyle sonuçlanmıştır. Örneğin 1880
seçimlerinde parlamentoya elli sosyalistin girmesiyle laiklik yanlısı görünen ılımlı
politikacıların ruhban sınıfıyla uzlaşması ve bazı parlamenterlerin dolandırıcılık
yapmaları ve rüşvet almaları nedeniyle patlak veren Panama skandalı, dönemin
siyasi ve ekonomik olaylarından yalnızca birkaçıdır. Dinci-kralcı sermayenin
kurduğu Union Generale adlı bankanın 1882 yılında batması üzerine iflasın
ardından bunun bir Yahudi komplosu olduğu söylentisi de Dreyfus olayını
hazırlayan öncüllerden bazıları olarak sayılabilir (Burns, 1999: iv).
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
12
E. Yetişkin
Sermayenin farklı kesimleri arasında artı-değerin paylaşımı mücadelesi
içinde nasıl olaylar çıktığı, kamuoyunun ve entelektüelin nasıl oluştuğu ve
maduniyetle ilişkisi bağlamında entelektüel işlevi atfedilen iletişimin bu süreç içinde
nasıl değiştiği burada odaklanılan esas meseledir.
“Maddi üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıf aynı zamanda düşünsel
üretim araçları üzerinde de denetime sahiptir. Bu açıdan, genel olarak
düşünsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri egemen
düşüncelere tabidir” (Erdoğan ve Alemdar, 1990: 178).
Benzer ekonomik ve siyasi çıkarları paylaşanların ortak amaçlar
doğrultusunda birleşerek birbirine karşıt grupları oluşturmalarını tetikleyen bir olay
ya da olaylar dizisi, iletişimin kamuoyu oluştururken aynı zamanda taraf olma ve
oluşturma yönünü de ön plana çıkarmaktadır. Soylular ile Katolik ve kralcı büyük
burjuvazi arasında yayılan Yahudi düşmanlığı, zenginliğin ve iktidarın yeniden
dağılımı ve paylaşımı sürecinde ortaya çıktığı için Dreyfus’un dava süreci, birbirine
karşıt iki kamplaşmanın ya da iki zıt tarafın oluşmasına aracı olmuştur. Bu
kamplaşmanın bir tarafında eski düzeni muhafaza ederek siyasi ve ekonomik
çıkarlarına sahip olmayı arzu eden bir kesim ve de onların egemenliğinin sürmesine
katkıda bulunacak değerler ve düşünceler vardır. Diğer tarafta ise düzenin
değişmesiyle oluşan yeni burjuvazi ve onunla birlikte gelişen yeni değerler ile
düşünceler bulunmaktadır.
“Egemen düşünceler egemen maddi ilişkilerin açıklanmasından başka bir şey
değildir. Önceki egemen sınıfın yerini alan her sınıf kendi amaçlarına ulaşmak
için, kendi çıkarlarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarları olarak sunmak
zorunda kalır. Bu nedenle, bu sınıf kendi düşüncelerine evrensellik biçimi
verir ve tek akılcı, evrenselci geçerli düşünceler olarak sunar. Toplumda
kurulu ilişki biçimlerinin gelişen üretim güçleriyle çelişkileri arttıkça, egemen
sınıf içindeki ve bu sınıfla bağımlı sınıf arasındaki çatışma büyür.” (Erdoğan
ve Alemdar, 1990: 178)
Dreyfus Davası öncesi La Libre Parole adlı gazetesiyle yapılmaya başlanan
Yahudi düşmanlığı propagandası, o güne kadar süren ekonomik ve siyasal ortamda
iktidar sahibi olan soylular ile Katolik ve kralcı büyük burjuvazi tarafından
desteklenmiştir. “28 Ekim'de, Yahudi düşmanı Édouard Drumont'un Libre Parole
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
13
gazetesi, Yahudi ordu mensubu Dreyfus’un Fransa'nın sırlarını Almanlara sattığı
yolundaki ‘kesin’ kanıtlardan söz eden yayınına başlamıştır. Ardından sağ eğilimli
Le Soir koroya katılmıştır. Savaş Bakanı General Mercier, 28 Kasım'da Le Figaro'ya
Dreyfus’un suçluluğunun ‘neredeyse kesin olduğunu’ açıklamıştır” (Hür, 2006). La
Croix da, Katolik Yahudi düşmanlığının uç noktasında şiddetle Dreyfus karşıtlığına
soyundu… François Mauriac bu gazetenin, içinde yaşadığı Bordeaux burjuvazisinin
duyarlılığı üzerindeki etkisini sık sık dile getirmiştir (Jeanneney, 1998: 109 – 110)
Ancak suçsuz olduğunu tekrarlayan Dreyfus’la ilgili tek bir kanıt bulunamamasına
rağmen basın, gerçekliğin yeniden sunularak anlamlandırılması, kanaat oluşumu ve
yargılama yetisindeki etkisini arttırmıştır. Bunun üzerine Dreyfus’un ailesi, onun
suçsuzluğunu kanıtlayabilmek için Le Voltaire'de yazan Bernard Lazare'la görüşerek
karşı kamuoyu oluşturmaya çabalamıştır. Örneğin, Dreyfus’un suçsuzluğu hakkında
Lazare'ın yazdığı bir mektup, etkin gazetecilere ve parlamenterlere gönderilmiştir.
Öte yandan Emile Zola, 1897 ve 1898 yıllarında Le Soir ve Le Figaro gazetelerinde
Dreyfus’u savunan yazılar yazarak karşıt görüşü desteklemiştir. Zola’nın bu
gazetelerde yayınlanan dört makalesi, ‘kendi’ sesini duyuramayan ve egemene tabi
olanı (yani Dreyfus’u) ‘onun için’ ve ‘onun adına’ konuşarak destekleyen bir
“politik melodram” niteliğine sahiptir.6 Davaya dair bu görüşü destekleyen
Sennett’a (2002: 324) göre “politik melodramda bir tek sonuç vardır ki, o da kişinin
kendi dış görünüşünü istikrara kavuşturmasının biricik yolunun düşmanlarını yok
etmek olduğunu öne sürmektir. Kolektif bir kişiliğin mantığı, tasfiyedir”. Bu hususla
ilgili olarak Sennett (2002: 330) 19. yy.da ortak norm ve değerlerin paylaşıldığı
kentli burjuva yaşam kültürünü ve kamusal insanın çöküşünü irdelemektedir: kentli
burjuva yaşam kültürü, bireyleri kamu içinde ifade ettikleri kanaatlerinin
kendilerinin psikolojik olarak açığa vurulması olduğunu düşünmeye alıştırmıştır. Bir
başka deyişle, egemen toplum anlayışına bağlı olarak kamuoyu, birey için zorlama
ve baskı oluşturmaktadır. Örneğin “Zola’nın “J’accuse” başlıklı mektubunu 13
Ocak 1898’de yayınlayarak yalnızca Paris’te 200.000 satış yapan L’Aurore
gazetesinin editörü Clemencau, mektuba karşı fikirlerini beyan edenlere bunun bir
‘kanaat hareketi’ olduğunu belirtmiştir. Paylaşılan bu kanaat etrafında birleşenlerin
6
Natüralizm akımının öncüsü kabul edilen Zola’nın örneğin Meyhane (1877), Nana (1880) gibi
romanlarında dikkat çeken roman kahramanlarının geldiği toplumsal sınıfın dilini kullanarak
yazmasıdır. Zola, fikir manipülasyonlarının spekülasyon ve iletişim şebekelerinin yön değiştirme
aşamalarını nasıl içerdiğini de 1891’de yazdığı L’argent’ta dile getirmiştir. Bu romanda Zola, “bakan
tarafından finansçı Saccard’a verilen tercihi enformasyonu, tamamıyla Paris Borsası’na ayırdığı
romanının merkezindeki spekülasyon olarak sunar” (Barbier ve Lavenir, 2001: 143).
Yani
ezilenlerin sömürüye karşı verdiği mücadele, kültürel üretim hattına girebilen ve ezilenler için ya da
ezilenler adına yazan biri tarafından estetik alanda yeniden sunulmaktadır.
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
14
E. Yetişkin
ise ‘entelektüel’ bir direniş gerçekleştirdiklerini ifade ederek kamuoyu baskısının
gücünü vurgulamıştır” (Judaken, 2006: 4). Entelektüele atfedilen vicdani sorumluluk
ve cesaret gibi psikolojik nitelikler ile haksızlığa karşı başkaldırı, demokrasi, insan
hakları, hukukun üstünlüğü gibi sermayenin evrensel tarihi içinde gelişen değerler,
kamuoyu oluşturma süreci içinde yüceltilerek ve öncelenerek siyaset ve estetik
alanını birleştirmiştir.
4. Temsil Sorunu Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
Siyaset ve estetik alanındaki temsil anlayışlarının birbirinin yerine geçecek
şekilde kullanılması ise günümüze kadar süren bir sorundur. Temsil meselesi, gerek
iletişimin yeniden sunma niteliğiyle gerekse iletişimin kamuoyu ve kanaat
oluşturulma sürecinde egemenin lehine çalışabilmesi eleştirisiyle yakından ilgilidir.
Spivak’ın (2003: 256 – 257) işaret ettiği ayrım izlenecek olursa, estetikte ‘yeniden
sunma’ olarak kullanılan temsil (re-presentation / darstellen) anlayışı ile siyasetteki
‘biri için ve biri adına konuşma’ olarak kullanılan temsil (representation / vertreten)
anlayışının bir sayılmasıyla oluşan egemen bilgi-iktidar, madunun üretim
olanaklarından yoksunluğunu sabitleyen bir anlayışa yol açmaktadır. Bir başka
deyişle, bu iki anlayışın temsil sözcüğü içinde birlikte kullanılması, gerçekliğin
anlamlandırılması sürecinde bir kayma yaratmaktadır. İki anlayış, birbirinin içine
geçebilmektedir. Bir gerçekliğin yeniden sunulması yoluyla anlamlandırılması siyasi
vekâlet ilişkilerini yönlendirebilmekte, bunun tersi de geçerli olabilmektedir. Bu
kaymanın kamuoyu ve kanaat oluşturulma süreci içindeki maduniyet ve iletişim
açısından yarattığı en büyük iki sorun ise biri adına ve biri için konuşulurken 1)
madunun siyasi, ekonomik ve kültürel üretim hatlarına dâhil edilmemesinden dolayı
sesini duyuramaması ve dolayısıyla kendisi için ya da kendisi adına konuşan kişinin
(örneğin bir liderin) düşünce ve eylemlerine tabi olması, maruz kalması ve rıza
göstermek durumunda kalması; 2) madunun düşünce ve eylemlerinin sürekli olarak
(örneğin entelektüel tarafından) açıklanma, sınıflandırılma, tanımlanma yoluyla
yeniden sunulması ve bu şekilde anlamlandırılan gerçeklik yoluyla egemenin lehine
işlevsel hale getirilebilmesidir. Bir diğer sorun ise, maduniyetin egemen toplum
anlayışını ve egemenin lehine çalışan bu toplum anlayışına bağlı işleyen iktidarın
(bilginin) sürdürülebilmesine yardımcı hale getirilmesidir.
Temsilin iki farklı anlamının birbirinden ayrıştırılmadan kullanılması ile
gerçekliğin anlamlandırılması sürecinde ortaya çıkan kaymadan kaynaklanan sorunu
Spivak (2003: 318 – 319) “epistemik ihlal” olarak imlemektedir. Epistemik ihlal,
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
15
emperyalizm ve yeni-sömürgecilikten bağımsız düşünülemez bir sorundur çünkü
emperyalizm ve yeni-sömürgeciliğin özel mülkiyet metası olarak mevzilendirdiği
emek ve işgücü, iletişimsel süreçlerde çelişki, karşıtlık ve dönüştürme kipleri
kullanılarak üretilmektedir. Örneğin entelektüel ve de aydınlatma misyonunu ikame
eden ve mevzilendirilmiş emek ya da işgücü olarak iletişim profesyonelleri,
özellikle anomi olarak tespit edilen ve varsayılan durumlarda tanınmayan ya da
anlaşılmayanın mevcut kodların (örneğin özcü kimlik tanımlarının) altına sokarak
açıklanmasına, sınıflandırılmasına ve tanımlanmasına çalışmaktadır. Bu, epistemik
ihlalin işlemeye başladığı durumlardan yalnızca birisidir çünkü temsili parlamenter
demokrasilerde madun, bizzat onu temsil ettiğini ileri süren kişi, kurum, meta ve
belgelerde kapılmaktadır.
Epistemik ihlalin hızını yavaşlatabilmek ise, buna neden olan koşulların ve
unsurların saptanarak sorgulanabilmesi ve değiştirilmesiyle mümkün olabilir. Bu
noktada
örneğin
iletişim
profesyonellerinin
bugün
madun
olarak
değerlendirilebileceğine dair görüşleri, mesafe ile irdelemek gerekir. Curran’a
(2005: 210) göre, İngiltere’de bugün “profesyonel iletişimciler, madun rolünü
zorlanmadan kabul etmişlerdir… Medya profesyonelleri, toplumun iktidar yapısını
temelden değiştirmeyi aramaksızın siyasi sistemi nispeten pasif bir şekilde
yorumlamaktadır”. Burada öncelikle iletişim ya da değişim ilişkisinin değişiminden
çok bireyin değişimine odaklanan egemen toplum yaklaşımını tespit etmek gerekir.
İletişim profesyonelleri olarak adlandırılan uzmanlara atfedilen entelektüele özgü
direnişçi ve aydınlanmacı niteliklerin ikame edilmekte güçlük çekildiği
vurgulanarak bunun nedenleri bireye ya da özneye bağlanmaktadır. Yani iletişim
profesyonellerinin artık toplumun iktidar yapısını değiştirmeyi aramadığı bir sorun
olarak belirtilmiştir. Madun ise pasiflik ile özdeşleştirilmekte ve dolaylı yoldan
egemenin iletişim üzerindeki iktidarı pekiştirilmektedir. Egemenin iktidarı (bilgisi),
madunun pasif-aktif, güçlü-güçsüz, yoksul-zengin, mikro-makro, parça-bütün,
birey-toplum gibi kartezyen ikiliklerin altına sokulmasıyla dolaylı yoldan
tanınabilmiş, içselleştirilebilmiş ve güncellenebilmiştir. Görüldüğü üzere sorunlar
çelişki, karşıtlık ve dönüştürme ilişkileri ortaya konarak ifade edilmektedir ancak
bizzat çelişki, karşıtlık ve dönüştürme kiplerinin sahiplenilmesiyle entelektüelin ve
iletişimin emeği ve işgücü, egemenin konumunu dolaylı olarak pekiştirecek şekilde
mevzilendirilebilmektedir. Bunu tartışmak son derece güçtür çünkü ne de olsa
entelektüel figürü adalet, özgürlük, eşitlik, barış gibi üstün ve dokunulmaz kabul
edilen değerler için mücadele etmektedir. Dolayısıyla entelektüel figürünün
eleştirisi, bu değerlerin olumlu niteliklerinin benimsenmemesi yanılgısı
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
16
E. Yetişkin
yaratabilmekte ve entelektüel figürünün yanı sıra entelektüelin aydınlatma ve
bilgilendirme misyonunu sahiplenmiş iletişimin (ve profesyonellerin ya da
uzmanların) varlık nedeninin (raison d'être) de sorgulanmasına neden
olabilmektedir.
Bu konuyla ilgili olarak, Tarde’ın da entelektüel figürü ile ilgili eleştirisini
mesafeli ve sağduyulu bir şekilde geliştirdiği ileri sürülebilir çünkü Tarde (1969:
289 – 290), estetik kalabalıkların dini kalabalıklar gibi inanç temeline dayandığını
ve 1800’lerin son yıllarında da artık gözden düştüğüne işaret etmektedir. Tarde’ın
estetik kalabalıklar olarak imlediği grubun, Zola’nın eylemi sonrası ‘entelektüel’
olarak adlandırılanlar ile ilişkisi ortadadır. Salmon’un (2005) da görüşü bu kanıyı
güçlendirmektedir.7 Böylelikle Tarde’ın temsil sözcüğü ile gerçekliğin
anlamlandırılmasında oluşan kaymanın koşullarını irdelediği daha da
belirginleşmektedir. Toplumsal, ekonomik ve siyasi bakımdan iktidarını sürdürme
olanakları zarar gören ya da tehdit edilenler, üstün değerler olarak kabul edilen
eşitlik, demokrasi, özgürlük ve adaleti kendi çıkarlarına kullanabilmektedir. Bu ise
toplumsallaşma süreci içinde irdelenmesi gereken bir meseledir.
Bununla ilgili olarak Tarde’ı ilginç kılan bir diğer unsur ise onun demokrasi,
insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerler ile egemenliğin inşa edilmesine katkı
sağlayan, tabiyet (bireyin topluma, yasaya tabi olanın yasaya vs.) ilişkileri yaratan
ve pozitivist-rasyonalist paradigmaya dayanan Kartezyen ikiliklere (karşıt
kamplaşmalara) bağlı egemen toplum anlayışından kopmasıdır. Tarde, taklit ve
tekrar ilişkilerinin toplumu inşa ettiği üzerinde yoğunlaşarak siyasi, ekonomik ve
kültürel açıdan yeni bir sınıflandırma ve derecelendirme kuran bir karşıtlık
ilişkisiyle karşılaşıldığı zaman, mevzilenme ve ele geçirme harekâtının iletişimin
etkin bir şekilde devreye sokulmasıyla nasıl işlediğini irdelemiştir. Kamuoyunu
etkileme ve aydınlatma misyonuyla tanımlanan ve yüceltilenler için burası bir ayrım
noktasını oluşturmaktadır. ‘Entelektüel’ olarak kodlanan kalabalıkların beğeni
yargılarındaki gelişigüzellik ve öznellik yüzünden en hoşgörüsüz olanlar olduğunu
vurgulayarak Tarde, gelişigüzel ve taraflı kanaat oluşumunun yayılarak güç
kazanmasıyla yargılama yetisinin egemenin lehine kullanılabilecek hale
getirilebileceğine dikkat çekmiştir. Gerçekliğin anlamlandırılması sürecinde
7
Çünkü Salmon’a göre (2005) Gabriel Tarde bu makaleyi yayınlanması için Revue de Paris’nin
direktörüne Zola’nın 13 Ocak 1898 tarihinde davaya karşı yayınlanan “J’accuse” başlıklı makalesi
yayınlandıktan sonra, yani 3 Mayıs 1898’de göndermiştir. Dahası Tarde’ın “The Public and The
Crowd” adlı makalesinde iki apaçık gönderme Dreyfus Olayı’na ve iki tanesi daha da Édouard
Drumont ve onun antisemitizmine yapılmaktadır.
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
17
demokrasi ve ilerleme gibi değerlerin yüceltilmesi, yargı yetisinin temsil sözcüğüyle
manipüle edilmesine ve bu değerlerin egemenin lehine kullanılabilmesine olanak
tanımaktadır. Foucault’nun (2002: 44) da vurguladığı üzere, ne de olsa “Hukuksal
iktidar, sanayi devriminden itibaren mutlak monarşilerin karşısında parlamenter
demokrasi modelini kurmaya soyunmuştur”.
Bu mücadele ilişkileri içinde madunun tekinsizliğinden yola çıkarak,
fetişleştirilen değerler üzerinden egemen olan ile işbirliği yapması ise dikkat çekici
olan bir diğer unsudur. Madunun bu niteliği, Tarde’ın heterarşik toplum anlayışıyla
da örtüşmektedir. Yani madunun geçici ilişkiler kurmasından dolayı egemen ile
karşılıklı olarak yaptığı işbirliği önceden kestirilemez bir sınırlılık, etkileşim ve
hareketlerle belirlenmeyi içermektedir. Buna rağmen Gramsci’ye (1971: 207) göre,
“Madun gruplar iktidardaki grupların etkinliklerine her zaman bağlıdır; isyan
ettiklerinde ve başkaldırdıklarında bile. Yalnızca ‘geçici’ bir zafer, onların
tabiyetlerini kırar ki o da birdenbire olmaz. Gerçekte, zafer kazanmış gibi görünseler
bile madun gruplar, yalnızca kendilerini savunmaya can atarlar”. Tarde’ın
toplumsallaşmaya dair görüşleri izlenecek olursa, günümüzde yoksun ve yoksul
olmanın yanı sıra tekinsizlik ve eksiklik hislerinin, başka bir şeyle ilişki kurarak
kendi varlığını savunma esasına dayandığı ileri sürülebilmektedir. Üretim ve
yönetimleriyle kamuoyunu yönlendirme ve örgütleme mücadelesi veren
milliyetçilik, faşizm, hemşerilik, ataerkillik gibi egemen söylem ve cemaat ağlarıyla
kurulan ilişkiler ile tekinsizlik ve eksiklikler ikame edilebilmektedir. Kendi zihninde
neyi istediğine ya da istemediğine ve neyin kendi çıkarlarına hizmet edip
etmeyeceğine ilişkin bir görüş geliştiren kişi, kendisinin gerçekliğe uygunluğundan
çok gerçekliğin içinde kendisi için ne bulduğuna bakacaktır (Sennett, 2002: 287).
Sabit bir kimliği, tanımı, cemaati ya da ideolojiyi özcü bir şekilde sahiplenerek
‘önceden belirlenmiş’ bir kanaate sahip olmak, eksiklik ve tekinsizliği ikame etmesi
nedeniyle işlevsel bulunabilmektedir. Bir kanaat etrafında bir taraf olmak, aynı
zamanda önceden belirlenmiş bir güce, bir ötekiye, bir düşmana karşı birlikte
mücadele vermeyi de yanında getirmektedir. Dayanışma ve destek mekanizmaları,
tekinsizlik ve güvensizlik eksikliklerini sahiplenen bireye tamamlanmışlık (yani
bütünlük) hissi vererek parça-bütün ikili karşıtlık ilişkisine dayanan egemen toplum
anlayışını dayatan iktidara (bilgiye) uyum sağlanması için bu anlamda bir güç
sağlamaktadır. Zaten Tarde’a (2004: 78) göre, toplum “son derece değişik
biçimlerde herkesin tek tek ve karşılıklı olarak birbirine sahip olması”dır.
Dolayısıyla bu sorun, toplumsallaşmaya dair yaklaşımların ayrımı ile irdelenebilir.
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
18
E. Yetişkin
Siyasi iletişim açısından değerlendirildiğinde ise birbirine karşıt taraflar
etrafında gelişecek kamuoyunun egemenin lehine örgütlenebilmesi, denetimi ve
yönetimi ise böylelikle daha kolay hale gelmektedir. Kanaat oluşumunu
etkileyebilecek ve birbirinden bağımsız pek çok değişken, ‘ya o, ya da bu’ ikili
karşıtlığına indirgenerek bireyler üzerindeki meşru ve rızaya dayalı zorlayıcılığın
etkinleştirilmesini sağlamaktadır. Bu şekilde oluşturulan kamuoyu, yok oluş ve
kurban kaderinin yayılmasıyla madunun egemen olanla işbirliği yaparak var olma
sorunuyla uğraşabilmesi için de bir araç olmaktadır. Öte yandan yok oluş ve kurban
kaderinin yayılması söylemini kullanan kişi ve kurumların da düşünce ve
eylemlerini sürdürerek varlık nedenleri pekiştirilebilmektedir. Burada artık sabit bir
madun anlayışından bahsedilemez çünkü madun, egemenle işbirliği yapmak
koşuluyla üretim hatlarının içine girerek geçici de olsa hegemonik bir konuma
geçebilmektedir. Madunun bu niteliğinden ötürü, onu homojen bir kimliğin, sınıfın,
etnik grubun ya da tanımın altında örneklendirmek de güçleşmektedir. Savunulan
tarafı ve çıkarlarını haklı çıkartarak iktidar sahibi olmak ve egemen ile birlikte
çalışmak ise sermayenin evrensel tarihine bağlı olarak gelişen düşüncelerin,
pratiklerin ve değerlerin üstünlüğü tekelinde dolaylı yoldan da olsa zorunlu
kılınmaktadır. Bu bir üretim ve yönetim zihniyeti sorunudur.
5. Tarde’ın Yaklaşımı Açısından Kamuoyu Oluşumu Süreci İçinde
Maduniyet
Madun kavramı da nitekim Gramsci tarafından üretim ve yönetim zihniyeti
sorununun İtalya’da en çok yaşandığı faşizm döneminde önerilmiştir. Gramsci,
pozitivist bilim ile faşizmin uzlaşmasına karşı çıkarak hegemonyanın nasıl
kurulduğunu ve sürdürülebildiğini tartışmış; yönetici sınıfın çıkarlarının evrensel
çıkarlar olarak kabul edilme sürecini irdeleyerek madun kavramını önermiştir.
“Hegemonik olmayan gruplar ya da sınıflar olarak adlandırılan ve ‘tabi’ ile ‘araçsal’
anlamlarını içeren madun” (Gramsci, 1971: 20) da bu sorunsallaştırma içinde ortaya
çıkmıştır.
“faşizm, yeni yaratılmış proleter kitlelerin yok etmek için mücadele ettiği
mülkiyet yapısına zarar vermeden bu kitleleri örgütlemeye çalışmaktadır.
Faşizm kurtuluşunu bu kitlelere haklarını vermek yerine onlara kendilerini
ifade etme şansı vermekte görmektedir… Faşizmin mantıksal sonucu,
estetiğin siyasete sokulmasıdır” (Benjamin, 2004: 408).
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
19
Görüldüğü üzere estetiğin siyaset ile iç içe girmesiyle ilgili Spivak’ın işaret
ettiği temsil sorunu, bu üretim ve yönetim sorunu ile yakından ilgilidir. Siyasi temsil
sorununa değinerek Gramsci (1971: 52 – 53) bir toplumda sesi olmayan, toplumun
işleyiş mekanizmaları içinde kendini ifade edemeyen işçiler, köylü kadınlar gibilerin
klasik Marksist anlamdaki proleteryadan ‘başka’ bir durumda olduğunu belirtmek
amacıyla altta ve aşağıda konumlananları ‘madun’ olarak ifade etmiştir. Gramsci’ye
göre, madun toplumsal gruplar, ekonomik üretim alanından doğan gelişmeler ve
dönüşümler tarafından nesnel olarak biçimlendirilmelerine rağmen egemen politik
oluşumlara aktif veya pasif manevralar yaparak katılsalar da onların rızasını
korumaya ve onlar üzerindeki kontrolü sürdürmeyi arzu eden yeni siyasal partiler
madunlardan değil, egemen gruplardan çıkmaktadır. Ezilenler için ya da ezilenler
adına konuşanlar, bugün de azınlıklar, göçmenler, yoksullar, mazlumlar ve
mağdurlarla özdeşleşerek kendilerini yeniden sunmaktadır. Bu kişi ve kurumlar,
iletişim çalışmalarının da katkıda bulunduğu popüler kimlik politikalarına dâhil
edilerek uyuşmazlık inşa etme aracı olarak kullanılmaktadır.
Uyuşmazlık sürecinde ise kimlerin ve nelerin, ulusaşırı sermayenin
egemenliği lehine ekonomik ve siyasi alanda nasıl uzlaştığı ve böylelikle kamuoyu
oluşturulduğu ise epistemik ihlal nedeniyle okunamamaktadır. Bir başka deyişle
geçici de olsa hegemonik konuma geçen madunun egemen olan ile işbirliği yaparak
onun iktidarını güçlendirmesinin ifade edilmesi, geçici ve dinamik ilişkilerin
genelleştirilerek tek bir homojen parçaya ya da bütüne indirgenmesinden dolayı
güçtür. Yeni-sömürgeciliğin epistemik ihlal ile tahakküm ettiği alan da burasıdır.
“Hakikaten de her zaman sarf edilen çaba, kamuoyu organları denilen ve bazı
durumlarda yapay olarak çoğaltılan gazeteler ve dernekler tarafından ifade edilen
çoğunluğun rızası üzerinde zorlamanın ortaya çıkması için verilmektedir. Rıza ile
zorlama arasında ise yozlaşma, çürüme ve dolandırıcılık durmaktadır” (Gramsci,
1971: 80). Madunun yargılama yetisine dayanarak yozlaşma, çürüme ve
dolandırılmaya karşı nasıl mücadele ettiği ise iletişim çalışmalarının da katkı
yapacağı araştırmaları gerektirmektedir. Nitekim “Tabi grup, ahlaki entelektüel
öncülüğü politik ve kültürel olarak kazandığı zaman madun, hegemonik hale
gelmektedir” (Fontana, 2005: 116); bu da kamuoyunun organizasyonu ve
yönlendirilmesi mücadelesini içermektedir.
Bu hususla ilgili olarak Tarde, kamuoyunu kullanarak egemenliğin nasıl inşa
edilebileceğinden ziyade, egemenliğin inşa edilme sürecinde nesnel olarak kabul
edilen yargılama yetisinin kamuoyu oluşturularak nasıl etkilenebildiği ile
ilgilenmiştir. Chicago Ekolü’nden olan iletişim sosyoloğu Park’a (1972) göre
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
20
E. Yetişkin
yurttaşlar arasında kurulacak bir kanaat ortaklığı olarak kamuoyu, ‘halk’ tartışmasını
gerektirmektedir.8 Yani kamuoyu, halk arasında hem uyuşmazlığı gerektiren hem de
uyuşmazlıktan çıkmayı zorunlu bırakan bir niteliğe sahiptir. Burada, uyumun ve
uzlaşmanın mümkün olabilmesi için uzlaşmazlığın bir zorunluluk olarak ortaya
çıktığı vurgulanmalıdır. Dolayısıyla uzlaşmazlık, rıza gösterilmesini yani uyum
sağlamayı zorunlu bırakan bir araç olarak işbirliğini sağlamaktadır. Park’ın
yaklaşımında uzlaşma ve uyuşmazlık temelinde normatif bir demokrasi tartışması
yapılmaya çalışıldığını okumak zor değildir. Zor olan, uyuşmazlıktan uzlaşmaya
giden yolun inşa sürecinin iletişimsel olarak sorgulanabilmesidir ve bu noktada
başka bir mesele ortaya çıkmaktadır. Park’ın egemen toplum anlayışına dayanan
iletişim yaklaşımına göre kanaat ortaklığı olarak tanımlanan ve kamuoyunun
zorunlu koşulu olan halk tartışması, egemenin lehine inşa edilen anlam ve işlev
kaymalarını içeriyorsa bu bir sorun değil midir? Bir terör örgütü lideri, bir politikacı,
bir yargıç ve bir işçinin nesnel olarak kabul edilen yargı yetisiyle ifade ettiği insan
hakları, özgürlük ve demokrasi ile ilgili yapılan halk tartışmasında, bu kavramların
kullanılmasıyla hangi farklı taleplerin ve koşulların oluştuğu gerçekliğinin yeniden
sunularak anlamlandırılması bir uzlaşmazlık yaratmaktadır. Bir kez daha
vurgulamak gerekirse, burası aynı zamanda epistemik ihlali de imlemekte ve yeni
sömürgeciliğin tahakküm alanı ile zamanını oluşturmaktadır.
İletişim araçları, uzlaşmazlıkları gerek inşa ederek gerekse gündeme
taşıyarak, egemen olan sermayenin ve ona bağlı yönetenler ile onların öncelediği
değerlerin lehine kurulacak ortaklıklara, paylaşımlara ve uzlaşmaya katkıda bulunan
bir fail işlevi görebilmektedir. Yani, uzlaşmazlığın kendisi polemik, spekülasyon ve
komplo teorisi olarak adlandırılan güncel mitler aracılığıyla egemenin lehine bir
uyum aracı olarak kullanılabilmektedir. Egemen olanla işbirliği, yani uyum, bu
uzlaşmazlık sürecinin içinde gerçekleşmektedir. Buna neden olan ise egemen toplum
anlayışının zihinlerdeki ve gündelik pratiklerdeki yaygınlığıdır. Uzlaşma ve uyum,
birbirinden farklı parçaların ortaklığını, paydaşlığını ve bütünü oluşturan bir unsur
olarak belirmektedir. İstikrarsızlık ve kriz durumları, gerçekliğin anlamlandırılması
sürecinde birer anomi olarak görülmektedir. Sorunlar tespit edilerek toplumsal uyum
için bir an önce çözülmelidir ve bu baskı, iktidarın güçlenmesi için iletişim araçları
tarafından da yapılmaktadır. Dreyfus Olayı’nda da görüldüğü üzere, iletişim araçları
kamuoyunda uzlaşmazlığı hem gerçeklik olarak yeniden sunma yoluyla
8
Kamuoyu (public opinion) ve halk (public) arasındaki ilişki, bu kavramların çevirisinde kaybolduğu
için iki kavram arasındaki kamu ve halk sözcükleri ile kurulan ortaklık ve karşılıklı ilişki
vurgulanmalıdır.
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
21
anlamlandırarak inşa etmekte hem de bu uzlaşmazlık sürecinde sermaye dolaşımının
hızlanması ve meta pazarının gelişmesi için çalışanların ürettiği koşullara uyum ve
rıza gösterilmesini dolaylı da olsa sağlayabilmektedir. Sermayeyi yöneten, egemen
iktidarın (bilginin) yayılmasına ve güçlenmesine aracı olabilmektedir.
O halde, sermayenin lehine işleyen ortaklıkların egemenliğini
sağlamlaştırmasında ortaya çıkan ve uzlaşmazlığın gürültüsüne esir olan nasıl ifade
edilecektir? Fetişleştirilerek içi boşaltılan kavramların, tek bir kanaatin
basitleştirilerek standartlaştırılması yoluyla gerçekliğin anlamlandırılmasında
kullanılması ve kamuoyu yaratmak için araçsallaştırılması, bugün hukuk, siyaset,
ekonomi ve iletişim gibi alanlarda sıklıkla ortaya çıkan ortak bir meseledir. Bu
alanların gündelik pratiklerden oluştuğu düşünüldüğünde, gündelik pratikler ile
kamuoyunun oluşması arasındaki ilişkinin sorgulanma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.
Katz (1992) Tarde’ın kamuoyu ile ilgili tartışmasını şöyle özetlemektedir: (a)
Gazete, sohbeti besler (b) sohbet, kanaati şekillendirir ve (c) kanaat, eyleme yol
açar. Tarde’a (2000: 75) göre, “Her zaman olduğu gibi sohbet ve şu anda sohbetin
ana kaynağı olan basın, kanaatteki başlıca unsurlardır”. Dolayısıyla buradan yola
çıkarak siyasi, kültürel ve ekonomik üretim (eylem) için gereken kanaatin ve
kamuoyunun, Bhabba’nın (1995: 4) da tartıştığı üzere “tam da laf aramızda
konuştuğumuz zaman” ve gündelik, sıradan pratiklerimizle şekillendiği ve yerleştiği
ileri sürülebilir.
Özellikle 1990’lardan sonra bilginin ticarete yönelik bir üretim aracına
dönüşmesi ve enformasyon ile bilgi arasındaki ayrımın giderek silinmesi ya da
Lyotard’ın (1994: 151) deyişiyle bilginin “TV oyunlarının konusu” haline
dönüşmesi nedeniyle kanaatin şekillenmesinde ve kamuoyunun oluşturulmasında
iletişimin sohbet gibi gündelik pratikleri eskisinden daha güçlü bir şekilde etkilediği
tartışılabilir. Gündelik iletişimde tam olarak hangi unsurların taklit ve tekrar edilerek
yayıldığını tespit edebilmek güç olmasına rağmen, kanaatlerin oluşturduğu söylem
ve eylem birliği ağlarının bugün egemenle uzlaşmak ve işbirliği yapmak koşuluyla
egemenin lehine kullanıldığı tartışılabilir çünkü gerçekliği yeniden sunarak
‘entelektüel’ işlevini taşıyan aracılar tarafından tanımlanmış, sınıflandırılmış ve
ölçülmüş olanın siyasi, ekonomik, kültürel, hukuksal ve akademik alanda taklit
edilerek tekrar edilmesi, yargılama yetisi için bir anlaşılma kolaylığı ve
konformizmi sunmaktadır. Bir başka deyişle, egemen toplum anlayışına bağlı,
Kartezyen dinamiklerle yapılan açıklama, tanımlama ve sınıflandırma çabaları
gerçekliği ‘biri için’ yeniden sunarak anlamlandırmaktadır. Bu da “birileri nasıl olsa
benim yerime, ya da benim için düşünüyordur, yapıyordur” algısını yaratabilmekte,
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
22
E. Yetişkin
kişisel kanaat oluşumu çeşitli cemaat ağlarıyla kurulan ilişkiler ve onların
sahiplendiği grup kanaati ile ikame edilmekte ve sorumluluk ile vicdan duygusu
temsil aracılığıyla bir başkasına devredilmektedir. Ancak bazı nitelikleri, düşünce ve
eylemleriyle söz konusu tanım, sınıflandırma ve ölçülerin sınırlandırmalarının dışına
taşan alt ve aşağı konumdaki ‘başka’ olanlar, yani madunlar, bu süreç içinde
kendilerini alt ve aşağı konumdaki bir başkalık (alterity) olarak ifade edememektedir
çünkü madunlar bu üretim sürecine dâhil olmayanlardır. Madun ya kendisi için
uygun görülen tanım, sınıf ve ölçüte rıza göstermektedir ya da direnişinin
uyuşmazlık unsuru olarak kabul edilmesiyle uzlaşma ve uyum için
araçsallaştırılmaktadır.
İletişimsel süreçte tekrarların arasındaki küçücük düşünce, eylem ve
pratiklerin dikkatle kavranabilmesi ve ifade edilebilmesi zahmetlidir. Burası, anlam
ve işlev kaymalarının yanı sıra sapmaların oluştuğu ve araçsallaştırıldığı yer olarak
da imlenebilir. Örneğin otorite sembollerinin ters yüz edilmesi, tanınmaması,
yıkılması, başka bir şeyle ikame edilmesi ya da hafife alınması gerçekliği, medyada
otoriteye karşıt bir söylemi sahiplenen popülist bir siyasal partiyle ilişkilendirilerek
yeniden sunulabilir. Ne de olsa düşman olarak bir öteki tayin edilmesi, popülist
rejimlerin önemli bir karakteristiği olarak gösterilmektedir (Laclau 1977). Bu
gerçekliği yaratan koşulların ve sorunların nedenlerinin ve çeşitliliğinin kitlelere
hitap eden iletişimsel yeniden sunma sürecinde homojen tek bir bütüne
indirgenmesiyle alt ve aşağı konumdakilerin üretimleri basitleştirilerek
standartlaştırılabilmektedir. Kamuoyu ve kanat oluşumu süreci içinde maduniyet
popülist, özcü, ahlakçı, kimlikçi ve bütüncü yaklaşımlar gibi egemenin lehine
işleyen iktidar-bilginin sahiplenilmesi nedeniyle üretim hatlarına dahil
edilmemektedir. Bu da toplumsallaşmaya dair bir konu olduğu için pozitivistrasyonalist paradigmaya bağlı egemen toplum yaklaşımından farklı bakış açılarıyla
çalışmak kaçınılmaz bulunmaktadır.
SONUÇ
Madunun kültürel, ekonomik ve siyasi olarak üretim süreci içine dâhil
edilmemesinin yanı sıra meşru, rızaya dayanan ve dolaylı yollarla sömürülmesi
olarak tanımlanan yeni-sömürgeciliğin günümüzde nasıl gerçekleştiğini
irdeleyebilmekte güçlük çekilmektedir. Meşru ve rızaya dayanan demokratik karar
alma aşamalarından biri olan kamuoyu oluşturma sürecinde uzlaşma ve uyumsuzluk
mekanizmalarının egemenin, yani sermaye ve meta dolaşımıyla artışı için iktidara
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
23
(bilgiye) hâkim olanların lehine işlemesini sağlayan bir aracı olarak iletişim
çalışmalarının bu bağlamda kritik bir yere sahip olduğu görülmektedir. Çelişki,
karşıtlık ve dönüştürme kipleriyle gerçeklik, iletişim çalışmaları tarafından yeniden
sunularak anlamlandırılabilmekte ve tahakküm edenin iktidarını (bilgisini)
güçlendirmeye devam edebilmektedir. Buna neden olan unsur ise günümüzde
siyaset, hukuk ve ekonomi gibi alanlarda hala geçerli olan pozitivist-rasyonalist
paradigmaya bağlı toplum ve toplumsallaşma anlayışının egemenliğidir. Egemen
toplum anlayışına dayanan iletişim çalışmalarının bu noktada neyi tekrar ederek
yeniden sunduğunun ve güçlendirdiğinin farkında olarak yapacağı eleştirel
sorgulamalar ise gerçekliğin yeniden sunulması yoluyla nasıl anlamlandırıldığına
ilişkin bilinci de pekiştirecektir. Böylelikle kamuoyu oluşturulması sürecinde
madunun üretime dâhil edilmesi için de çalışılabilecektir. Bu çalışmada söz konusu
eleştirel perspektife katkı sağlamak için egemen toplum yaklaşımından farklı
görüşleri olan Gabriel Tarde’ın kamuoyu ve toplum ile ilgili düşüncelerine
odaklanılmıştır.
Tarde’ın görüşleri, maduniyet ile ilişkili olarak irdelendiğinde kamuoyu
oluşturulması sürecinin üç şekilde gelişmekte olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunlardan
ilki iletişim profesyonellerinin yeni-sömürgeciliğin özel mülkiyet metası olarak
mevzilendirdiği emek ve işgücüne dönüşebilmesidir. Egemen toplum anlayışının
bağlı olduğu pozitivist-rasyonalist paradigma politika, ekonomi, hukuk ve sosyal
bilimlerin üretim sürecinde olduğu gibi iletişim profesyonellerinin de zihinlerinde ve
gündelik pratiklerinde yaygın ve eşgüdümlü olarak geçerli olabilmektedir. Bu
yüzden basitlik, hiyerarşik düzen, lineer bir zaman algısı, öngörülebilirlik,
açıklamaya dayalı neden-sonuç ilişkisi ve nesnellik gerçekliğin yeniden
sunulmasıyla anlamlandırılması, iletişimsel üretim ve yönetim sürecinde bir
zorunluluk olarak hala aranmaktadır. Madunun düşüncelerinin ve eylemlerinin bu
standartlara göre irdelenmesi sonucunda ise alt ve aşağı konumdaki başkalık, yani
maduniyet popülist, özcü ve kimlikçi ekonomik-siyasete göre araçsal bir veriye ya
da metaya dönüştürülerek silinebilmektedir. İletişimin ve iletişim profesyonellerinin
yeni-sömürgeciliğin özel mülkiyet metası olarak mevzilendirdiği emek ve işgücüne
dönüşebilmesi meselesi, bu çalışmada ulaşılan ikinci sonuçla ilişkisi bağlamında
somutlaştırılabilmektedir.
İkinci olarak, iletişimin gündelik hayatın dönüşümündeki taklit gücü ile
madunun kamuoyu oluşturulma sürecinde bir uzlaşmazlık ve uyum aracı olarak
kullanılması tartışılmıştır. İletişimin sohbeti etkilemesi, sohbet sırasında gelişen ya
da değişen kanaatin ise gündelik pratiklere taklit yoluyla yön vermesi söz
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
24
E. Yetişkin
konusudur. Bu, iletişim profesyonellerinin zihinleriyle gündelik deneyim ve
pratiklerini de etkilediği için bireylerden oluşan toplum yerine bireyin içindeki
toplumlardan bahseden Tarde izlendiğinde, gösteren ve izleyen, yani iletişimci ve
halk arasındaki ayrımın silinerek, bu rollerin geçici ve dinamik olarak değiştiği
döngüsel bir işleyişten bahsetmek mümkün hale gelmektedir. Kanaatin ve kamuoyu
oluşturulma sürecinin egemen toplum anlayışına bağlı üretim ve yönetim zihniyetine
dayanması yüzünden ise madunun madun olarak kalması ve madunun kendisini
egemenin iktidarına (bilgisine) tabi kılacak koşullara rıza göstermesi
güçlenmektedir. Zira kanaat ve kamuoyu oluşturmada çelişki, karşıtlık ve
dönüştürme kiplerine dayanan uzlaşmazlık ve uyuşmazlık süreci içinde birbirinden
ayrışan düşünceler ve eylemler basitleştirilerek, standartlaştırılarak, genelleştirilerek
ve indirgenerek yeniden sunulmakta ve gerçeklik anlamlandırmaktadır. Karşıt
taraflar arasındaki gündelik pratiklere de yansıyan bu uzlaşmazlık ve uyumsuzluk
ise bir tekinsizlik ve istikrarsızlık sorunu olarak algılanmaktadır ve çözüm yolları
geliştirmek amacıyla bu soruna neden olan koşulların, kişilerin, olayların somut
olarak tespit edilmesi öncelenmektedir. Sorunları teşhis edilerek reçete önerilerinin
oluşturulması ise ‘uzman’ kişi, kurum ve etkinliklerin varlık nedenini
oluşturmaktadır. Demokrasi, ilerleme, kalkınma, adalet gibi kavramlar, bu süreç
içinde kullanım değerleri göz önünde bulundurularak araçsallaştırılabilmektedir
ancak ‘iyi niyete’ dayanan bu kişi, kurum ve etkinliklerin sorgulanması kuşkuyla
karşılanmakta ve egemen toplum anlayışına göre basitleştirilerek bir tarafa, kimliğe,
tanıma, sınıflandırmaya indirgenebilmektedir. Uzlaşmazlık ve uyuşmazlık süreci
içinde taraflardan biri lehine bir kanaatin gelişmesine bağlı olarak, bu kanaatin taklit
yoluyla yayılarak çoğalmasıyla kamuoyunun oluşturulması söz konusudur.
Uyuşmazlık, kamuoyu oluşturma sürecinde egemenin iktidarına (bilgisine) uyum
sağlama mekanizması olarak işlemektedir.
İlk ikisiyle bağlantılı olan üçüncü husus ise, kentli bireyin bir başka zihinle
ya da ruhla (spirit) ilişki kurarak var olma sorunuyla uğraştığı toplumsallaşma
sürecinde ortaya çıkmaktadır. Bu, ilk ikisinden daha karmaşıktır. Siyaset ve estetik
alanındaki temsil anlayışlarının, yani hem yeniden sunma hem de biri için ya da biri
adına konuşma, iletişim çalışmalarında iç içe girmiştir. Temsil anlayışlarının
birbirinden ayırt edilememesi ise kamuoyu oluşturma sürecinde madunun egemen
ile işbirliği yaparak üretim süreçlerine dâhil olmasına katkı sağlamaktadır. İletişimin
entelektüel figürü ile paylaştığı aydınlatma ve bilgilendirme misyonu yüzünden
kamuoyu oluşturulması sürecinde siyaset ve ekonomi tarafından önceden
belirlenerek tanımlanmış, sınıflandırılmış ve ölçülmüş olanın taklit edilmesi,
Güz 2010, Sayı:31
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
25
yargılama yetisi için bir anlaşılma kolaylığı ve konformizmi sunmaktadır. Bu
durumun tersi de aynı oranda geçerlidir, yani iletişim tarafından önceden
belirlenerek tanımlanmış, sınıflandırılmış ve ölçülmüş olan siyaset ve ekonomi
üretimi açısından yargılama yetisi için bir anlaşılma kolaylığı ve konformizmi
sunmakta, bu da taklidi egemenin lehine güçlendirmektedir. Bir başka deyişle,
egemen toplum anlayışına bağlı, Kartezyen dinamiklerle yapılan açıklama,
tanımlama ve sınıflandırma çabaları gerçekliği ‘biri için’ ‘yeniden sunarak’
anlamlandırmaktadır. Temsil edenin, gerçekliği anlamlandırmasında kaybolan ise
maduniyettir. Madun, toplumsallaşma süreci içinde sabit bir kimliği, tanımı, cemaati
ya da ideolojiyi sahiplenerek önceden belirlenmiş bir kanaate sahip olabilmekte ve
yeniden sunulabilmektedir. Ancak, bu durum siyasi, kültürel ve de ekonomik üretim
hatlarına giremeyen madun tarafından işlevsel de bulunabilmektedir. Yeni
sömürgeciliğin nasıl gerçekleştiğini kavrayabilmede güçlük çekilmesinin başlıca
nedenlerinden biri, madunun kendisini tabi kılacak koşullara meşru olarak rıza
göstermesidir. Madun, kendisini madunlaştıracak koşullara, egemen olan ile işbirliği
yaparak ikna olmakta ve rıza göstermektedir. Ancak meşru rızaya giden yol, dolaylı
bir zorlamadan, maruz kalmadan ve mecbur bırakılmadan geçmektedir. Bir kanaat
etrafında bir taraf olmak, aynı zamanda önceden belirlenmiş bir güce, bir ötekiye, bir
düşmana karşı birlikte mücadele vermeyi de yanında getirmektedir. İşbölümünden
ziyade işbirliği esasına dayanan bu toplumsallaşma sürecinde ise birbirine karşıt
taraflar etrafında gelişecek kanaatlerin ve kamuoyunun örgütlenebilmesi, denetimi
ve yönetimi basitleştirilmekte ve standartlaştırılmaktadır. Böylelikle ulusaşırı
sermaye dolaşımının hızlanması ve meta pazarının genişlemesi için taraflara
bölünmüş mevzilerin konumlandırılması ve manipüle edilebilmesi siyasi iletişim
açısından da kolaylaşmaktadır. Madunun kendisini tabi konuma sokan egemen
toplum anlayışının zorlayıcılığına rıza göstermesi, özellikle siyasi ve ekonomik
istikrarsızlık, yoksulluk ve kültürel haklardan yoksunluk gibi eksiklik hallerinin
iletişimin de katkıda bulunduğu tekinsizliğin yaratılma süreçlerinde aranabilir.
Özellikle burjuva yaşam kültürünün şekillendirdiği kentlerde madun, bu eksikliği
başka bir şeyle ilişki kurarak ikame etmekte ve kendi varlığını savunmaktadır.
Bununla birlikte madunun egemen ile işbirliği yapma nedenleri ile koşullarının
madunun değişmesinden çok, madunun değişen iletişim ilişkilerinin içinde su
yüzüne çıktığı görülmektedir. Bugün madunun üretimi, ilişkiselliğin içinde ortaya
çıkmaktadır. Bu ilişkisellik ise dinamik ve geçici niteliğinden ötürü ayırt
edilememektedir çünkü homojen varsayılan kimlik, tanım ve sınıflandırmaların
kendi içindeki heterojenliği, kamuoyu oluşturma gücünden hala yoksundur.
Gerçekliğin anlamlandırılması sürecinde yeniden düzenlenerek bir yandan
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
26
E. Yetişkin
demokratikleşme ve kalkınma halelerinin altında ulusaşırı sermaye ağına dâhil
olunarak bir dönüşüm süreci deneyimlenirken, diğer yandan demokratikleşme ve
kalkınmaya dair yeni sorunlar gündeme gelmektedir. Bu bir üretim ve yönetim
zihniyeti sorunudur.
KAYNAKÇA
Barbier, F; Lavenir C B (2001) Diderot’dan İnternete Medya Tarihi, (Çev.) K Eksen,
İstanbul: Okuyanus.
Barry, A; Thrift, N (2008) “Gabriel Tarde: Taklit, İcat ve Ekonomi”, (Der.) E
Koyuncu, P B Yalım, C Gündüz, (Çev.) E Koyuncu, S Karlıtekin, P B
Yalım, Tesmeralsekdiz: Gabriel Tarde, No:3, Ankara: Mattek, s.50 - 67.
Benjamin, W (2004) ‘Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat
Yapıtı’, Pasajlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s.50-87.
Bhabba, H. (1995) “Cultural Diversity and Cultural Differences”, The Post-colonial
Studies Reader, (Der.) B Ashcroft, G Griffin, P Tiffin, London: Sage.
Brown, F (1995) Zola: A Life, New York: Farrar, Straus and Giroux.
Burns, M (1999) France and Dreyfus Affair, Boston: Bedford.
Curran, J (2005) “Communications, power and social order”, Culture, Society and
the Media, (Der.) M Gurevitch, J Curran, T Bennett, J Woollacott, London:
Routledge.
Durkheim, E (1964) The Division of Labor in Society, Glencoe: Free Press.
Durkheim, E (1982) The Rules of the Sociological Method, (Der.) S Lukes, New
York: Free Press.
Durkheim, E (2006) Toplumsal İşbölümü, (Çev.) Ö. Ozankaya, İstanbul: Cem.
Erdoğan, İ ve Alemdar, K (1990) İletişim ve Toplum: Kitle İletişim Kuramları,
Tutucu ve Değişimci Yaklaşımlar, Ankara: Bilgi.
Erdoğan, İ (2000) Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim, Ankara: Erk.
Freud, S (2003) The Uncanny, Penguin, London.
Fontana, B (2005) “The Democratic Philosopher: Rhetoric as Hegemony in
Gramsci”, Italian Culture, Volume 23, s. 97-123.
Foucault, M (2002) Toplumu Savunmak Gerekir, (Çev.) Ş Aktaş, İstanbul: Yapı
Kredi.
Güz 2010, Sayı:31
27
Tarde’ın Toplum Yaklaşımı Açısından Kamuoyu ve Maduniyet
Foucault, M (2005) Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar, (Çev.) F Keskin İstanbul:
Ayrıntı.
Gramsci, A (1971) History of the Subaltern Classes: Methodological Criteria,
Selections from the Prison Notebooks of Antonio Gramsci, (Der.) (Çev.) Q
Hoare, G Nowell Smith, New York: International Publishers.
Hür, A (2006) Dreyfus’ların, Zola’ların Aziz Hatırasına, Radikal [İnternet], 23
Temmuz, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6070,
(Erişim 14 Mart 2010).
Jeanneney, J N (1998) Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi, (Çev.) E Atuk,
İstanbul: Yapı Kredi.
Judaken, J (2006) Jean-Paul Sartre and The Jewish Question: Anti-antisemitism and
The Politics of the French Intellectual, Lincoln: University Of Nebraska.
Katz E (1992) On Parenting a Paradigm: Gabriel Tarde's Agenda for Opinion and
Communication Research, International Journal of Public Opinion
Research, 4: s. 80–86.
Laclau, E (1977) Politics and Ideology in Marxist Theory, Capitalism, Fascism,
Populism, London: Verso.
Latour, B (2001) “Gabriel Tarde and the End of Social”, The Social Question New
Bearing in History and the Social Sciences, (Der.) P Joyce, London:
Routledge: 117-132.
Lazzarato, M (2008) “Ekonomi Politiğe Karşı Ekonomik Psikoloji”,
Tesmeralsekdiz: Gabriel Tarde, (Der.) E Koyuncu, P B Yalım, C Gündüz,
No:3, Ankara: Mattek, s.21-28.
Lyotard, J F (1994) Postmodern Durum, (Çev.) A Çiğdem, Ankara: Vadi.
Marx, K (1993) Grundrisse: Foundations of The Critique of Political Economy,
London: Penguin.
Park, R (1972) The Crowd and the Public and other essays, Chicago: University of
Chicago Press.
Salmon, L (2005) “Gabriel Tarde and the Dreyfus Affair: Reflections on the
Engagement of An Intellectual”, Champ Penal / Penal Field, Nouvelle
Revue Internationale de Criminology, Vol: II, http://champpenal
.revues.org/7185 (Erişim 11 Mart 2010).
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
28
E. Yetişkin
Scwartz, P; Ogilvy J (1979) The Emergent Paradigm: Changing Patterns of Thought
and Belief, Menlo Park, CA: SRI International.
Sennett, R (2002) Kamusal İnsanın Çöküşü, (Çev.) S Durak, A Yılmaz, İstanbul:
Ayrıntı.
Spivak, G C (1988) Can the Subaltern Speak?, Marxism and The Interpretation of
Culture, (Der.) C Nelson ve L Grossberg, Chicago: University of Illinois
Press, s.271-313.
Spivak, G C (2003) A Critique of Postcolonial Reason, Cambridge, London:
Harvard University Press.
Spivak, G C (2010) “Madun: Gramsci, Guha, Spivak - Gayatri Chakravorty Spivak
ile Mülakat”, Post-kolonyal Düşünce Özel Sayısı, Toplumbilim, Sayı: 24,
(Der.) E B Yetişkin, Bağlam: İstanbul.
Tarde G (1895) “Les deux elements de la sociologie'', in Etudes de psychologie
sociale, Paris: Giard et Briecure.
Tarde, G (1903) The Laws of Imitation, New York: Henry, Holt and Co.
Tarde, G (1969) The Public and The Crowd, On Communication and Social
Influence, Selected Papers, (Der.) T Clark, Chicago: University of Chicago
Press, s. 227 – 294.
Tarde, G (2000) Social Laws: An Outline of A Sociology, Kitchener: Batoche.
Tarde, G (2004) Monadoloji ve Sosyoloji, (Çev.) Ö. Doğan, Ankara: Öteki.
Williams, R (1982) Dream Worlds: Mass Consumption in The Late Nineteenth
Century France, Berkeley, CA: University Of California Press.
Güz 2010, Sayı:31