Tam Metin - Tasavvuf Dergisi

Transkript

Tam Metin - Tasavvuf Dergisi
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), [2009], sayı: 23, ss. 601-639.
SALÂHADDÎN-İ UŞŞÂKÎ’NİN VAHDET-İ VÜCÛD’LA ALÂKALI İKİ
RİSÂLESİNİN ARAPKİRLİ HAZMÎ TARAFINDAN YAPILAN TERCÜMESİ
Osman TÜRER *
Cengiz GÜNDOĞDU **
Özet
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî
Tarafından Yapılan Tercümesi
Bu çalışmada, XVII. asır Osmanlı meşâyıhında Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin, İbn Arabî’nin “Eşyayı
îcad eden o zatı tesbîh ederim ki, O eşyanın ‘aynıdır.” sözünü, Vahdet-i Vücûd anlayışı çerçevesinde izah etmek üzere yazmış olduğu Miftâhu'l-Vücûdi'l-Eşher fî Tevcîhi Kelâmi'şŞeyhi'l-Ekber adlı risâlesi ile, onu tamamlayıcı nitelikteki Zeylü'l-Kitâb bi Ahseni'l-Hitâb
adlı risâlesinin, Arapkirli Muhammed Hazmî tarafından yapılan Osmanlıca tercümelerinin,
Erzurum İl Halk Kütüphanesi’nde yer alan yazma nüshası tanıtılmış ve tercüme metinleri
Türkçe harflere aktarılarak günümüz okuyucusunun istifadesine sunulmuştur.
Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî (ö.1197/1782)’nin, burada Arapkirli Muhammed Hazmî (Tura) (ö.1960) tarafından yapılan tercümelerini takdim edeceğimiz Arapça risâlelerinin birincisi, Miftâhu'l-Vücûdi'l-Eşher fî Tevcîhi
Kelâmi'ş-Şeyhi'l-Ekber, diğeri ise, bu risâleyi tamamlayıcı mahiyette kaleme aldığı Zeylü'l-Kitâb bi Ahseni'l-Hitâb’dır.
Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî, XVIII. Asır Osmanlı meşâyıhının önde
gelenlerinden olup, manzûm ve mensûr pek çok eser yazmış, âlim, şâir, fâzıl
ve kâmil bir zattır. Nakşbendiyye, Mevleviyye, Celvetiyye, Bektaşiyye ve
Gülşeniyye tarîkatlarına mensup şeyhlerden feyz ve icazet almış “câmiu’tturuk” bir şahsiyet olan Salâhaddîn-i Uşşâkî, daha ziyade Halvetiyye’nin
Uşşâkıyye kolu şeyhlerinden Cemâleddîn-i Uşşâkî (ö.1164/1750)’nin terbiyesiyle yetişmiş, aynı zamanda onun damadı olmuştur. Şeyhinin vefatından
*
**
Prof. Dr., Kilis 7 Aralık Ü. Rektör Yardımcısı
Doç. Dr., Atatürk Ü. İlahiyat Fakültesi
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
602 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
sonra onun İstanbul Eğrikapı’daki tekkesinde makamına potnişîn olmuş,
burada ondört yıl irşâdla meşgul olduktan sonra, 1178/1764’te Fatih semtindeki Tâhir Ağa Tekkesi’ne tayin edilmiş ve 1196/1781’e kadar burada şeyhlik
yapmıştır. Bu tekkenin yanması üzerine eski tekkesinde ikamet eden Salâhî
çok geçmeden vefat etmiş, şeyhlik yaptığı Tahir Ağa Tekkesi’nin hazîresine
defnedilmiştir.
Türk Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahip olan Salâhaddîn-i Uşşâkî,
Halvetiyye’nin bir alt şubesi olan Salâhiyye’nin de kurucusu kabul edilmektedir. Dönemindeki pek çok tasavvuf erbabı gibi Vahdet-i Vücûd ekolüne
mensup olan Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin yetmişin üzerinde eser yazdığı kaynaklarda ifade edilmektedir. Aynı zamanda güçlü bir şair olan Uşşâkî,
Salâhî mahlasıyla, Türkçe, Arapça ve Farsça pek çok ârifane ve âşıkâne şiir
yazmıştır. Müstakil Dîvân’ı bulunan Salâhî’nin ayrıca bir de Mevlid’i vardır.
Kendisinden sonra gelen şairler üzerinde önemli tesirler icra etmiştir.1
Salâhî’nin tercümesini sunacağımız risâlelerinden birincisi (Miftâhu'lVücûd), mensubu bulunduğu tasavvufî düşünce ekolünün zirve şahsiyeti
kabul edilen Muhyiddîn İbn Arabî (ö.638/1240)’nin, anlaşılması hayli zor
olan, bu yüzden üzerinde çokça spekülasyonlar yapılan ve hatta İbn Teymiyye’nin kendisini küfürle itham etmesinin gerekçelerinden birini teşkil
eden ‫ سبحان من اوجد االشياء وهو عينها‬yani, “Eşyayı îcad eden o zatı tesbîh ederim ki, O
eşyanın aynıdır.” sözünün, Vahdet-i Vücûd anlayışı çerçevesinde genişçe bir
şerhinden ibarettir. Salâhî, çevresinden gelen talep üzerine 1182/1768’de
yazdığı bu şerhte, mezkûr sözün izahına geçmeden önce, insanların varlık
(vücûd) meselesinde ve Allah-insan-varlık ilişkisinde farklı düşüncelere
sahip olduklarından, bunların bir kısmının bu konuda “panteizm”e kayarak
ilhâd ve zındıklığa düştüklerinden, muhakkik ve muvahhid sûfîlerin ise bu
hususta hakikî “tevhîd”e ulaştıklarından vs. bahsederek, konunun daha iyi
anlaşılmasının alt yapısını hazırlar. Onun şerhi yaparken en çok vurgu yaptığı ve izah etmeye çalıştığı husus, İbn Arabî’nin bu sözündeki ‫ عني‬tabirine
Vahdet-i Vücûd düşüncesinde yüklenen anlamdır. Okunduğunda görüleceği gibi, Salâhî bu şerhiyle, hem kendisinin bu meselelere vukufiyetini ortaya
koymuş, hem de Vahdet-i Vücûd düşüncesinde Allah-âlem ilişkisinin nasıl
anlaşılması gerektiği hususunda oldukça detaylı ve doyurucu izahlar yap1
Salâhaddîn-i Uşşâkî üzerine Mehmet Akkuş tarafından doktora çalışması yapılmıştır bk.,
Mehmet Akkuş, Abdullâh Salâhaddîn-i Uşşâkî (Salâhî)’nin Hayatı ve Eserleri, MEB Yayınları,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1998. Ayrıca bk., Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Hazırlayanlar: Mehmet Akkuş – Ali Yılmaz, Kitabevi Yayınları, c.4, s.429-443, İstanbul, 2006.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 603
mıştır. Şerh esnasında, çeşitli âyet ve hadîslerle, İmâm-ı Gazâlî, Molla Abdurrahmân-ı Câmî, Sa‘deddîn-i Taftazânî, İbn Arabî ve Sadreddîn-i Konevî
gibi bazı tasavvuf büyüklerinin sözlerine de yer vererek, izahlarını onlarla
desteklemiştir.
Bu risâlenin sonunda, Salâhî’nin risâleyi temize geçirdiği zamanı bildiren tarih kaydının ihtiva ettiği rumûz ve işaretlerle alâkalı yaptığı bir izahât
vardır. Hallu Rumûzi’t-Târîh başlığı altında yapılan bu iki sayfalık îzah, eski
edebiyatımızda önemli bir yeri olan “ta‘miyeli ve tevriyeli tarih sanatı”nın
da güzel bir örneğini teşkil etmektedir.
İkinci risâleyi oluşturan Zeylü'l-Kitâb bi Ahseni'l-Hitâb ise, Miftâhu'lVücûd’u tamamlayıcı nitelikte bir eserdir. Kendi anlatmasına göre, Salâhî,
Miftâh'ı yazdıktan kısa bir müddet sonra Muhyiddin İbn Arabî'yi üç kez
rüyasında görür ve bu rüyalarda aralarında geçen mülâkât risâlenin yazılmasına sebep olur. İbn Arabî, Salâhî’ye ilk rüyasında “Kitapta bir noktada kusûr
ettin.” der. Uyandığında bu sözün ne anlama geldiğini düşünürken tekrar
uykuya dalar ve rüyada yine Üstâd’ı görür. Bu defa, “Kusûr edilen nokta
‘muhît’tedir.” der. Ancak Salâhî gerek rüya esnasında, gerekse uyandıktan
sonra Şeyh’in bu sözünün sırrını bir türlü çözemez. Nihayet yine uykuya
dalar ve bu defa rüyasında İbn Arabî “Kusûr edilen nokta ‘muhît’in
takrîrindedir.” der. Bunun üzerine Salâhî, bu sözlerle İbn Arabî’nin kendisinden, “Muhakkak ki O her şeyi kuşatıcıdır.”2 âyetini genişçe yorumlamasını
istediği anlamını çıkarır ve bu isteği yerine getirmek üzere Zeylü’l-Kitâb
adlı risâleyi kaleme alır. Bu risâlenin ana temasını, varlık (vücûd) dairesinin
merkezindeki noktayı teşkil eden “hakîkat-i Muhammediyye” ve bu noktadan dairenin çemberine doğru yayılan “varlık mertebeleri” oluşturmaktadır
ve bu haliyle yukarıdaki âyetin geniş bir yorumu mahiyetindedir. Bu risâle
yazılmakla, Miftâhu'l-Vücûd'da eksik kalmış veya ihmal edilmiş olan, “vücûd” dairesinin merkez noktasını oluşturan “hakîkat-i Muhammediyye” ile,
varlık mertebeleri ve bu mertebelerin sonuncusunu oluşturan, ancak onların
hepsini kendinde toplayan “insan-i kâmil” arasındaki ilişki yeterince izah
edilmiş ve önceki risâle böylece ikmal edilmiş olmaktadır. Salâhî bu risâlenin
son kısmına, İbn Arabî’nin el-Vesâil fi’l-Ecvibeti ‘an ‘Uyûni’s-Sâil adlı eserinin
“âlemin şekil ve keyfiyet-i tertîbi”nden bahseden bir “hutbe”sini de, konuyu
tamamlayıcı mahiyette gördüğü için ilave etmiştir (s.39-47).3
2
3
Fussilet, 41/54.
Tercümesini verdiğimiz her iki Arapça risâlenin tanıtımı ve nüshaları hakkında bk., Akkuş, age, s. 108-112. Ayrıca bu risâlelerin tanıtımları ve Arapça asıllarının metinleri hakkında bk., Semih Ceyhan, Adullah Salâhî Uşşâkî’nin Vücûd Risâleleri (Basılmamış Yüksek LiTasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
604 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
Bizim burada yaptığımız ise, daha önceden varlığı bilinen Salâhî’nin bu
Arapça risâlelerinin, Arapkirli Muhammad Hazmî Efendi tarafından yapılmış olan ve varlığından pek çok kimsenin haberdar olunmadığı Osmanlıca
tercümesini tanıtmak ve metinlerini orijinal üslûbuyla yeni harflere aktararak takdim etmekten ibarettir.
Tercümelerini sunduğumuz risâlelerin mütercimi olup, Salâhî’nin mensubu olduğu Uşşâkiyye’nin son temsilcilerinden olan ve son dönem Uşşâkî
şeyhlerinden M. Nusret Tura’nın da şeyhliğini yapan Arapkirli Hazmî
Efendi, 1298/1882’de Malatya’ının Arapkir ilçesinde dünyaya gelmiştir. Babası ulemâdan Abdullah Hamdî Efendi’dir. İlk tahsilini Arapkir Rüşdiyesi’nde yaptıktan sonra Cami-i Kebîr Medresesi’nde, akabinde Erzurum’da
dînî ilimleri tahsil etmeye devam etmiştir. Daha sonra İstanbul’a giderek,
Bayezîd Camii dersiâmlarından Arapkirli Hüseyin Efendi’den tahsilini tamamlayıp icazet almıştır. Bilahere 1330/1914’te Bâyezîd Medresesi’ne dersiâm olarak tayin edilmiş ve çeşitli kademelerde dersler okutmuştur.
1338/1922’de Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne’de Ulûm-i Dîniyye müderrisliğine,
1339/1923’te de Sahn Medresesi İlm-i Kelâm müderrisliğine tayin edilmiştir.
1340/1924’ten itibaren sekiz yıl Heybeliada Deniz Harp Okulu’nda Din Dersi
hocalığı yapmıştır. İstanbul’da bulunduğu yıllarda Tasavvuf’la da ilgilenen
Hazmî, Uşşâkî şeyhlerinden Mustafa Safî Efendi’nin irşad halkasında manevî ilim ve terbiyeden de nasibini almış, şeyhinin vefatı üzerine Uşşâkî
tekkesi şeyhliği kendisine tevdî edilmiştir. 1925’te tekkeler kapatıldığı için
bu görevi resmen sona ermiştir. Bu arada yirmi yıl kadar Murad Molla Kütüphanesi’nde de görev yapan Hazmî Efendi, 1937’den itibaren on yıl Süleymaniye Kütüphanesi müdürlüğü yaptıktan sonra, 1947’de emekli olmuştur.4 Kütüphane müdürlüğü esnasında Bayezîd Camii’nde bir müddet Mesnevî de okutan Hazmî Efendi, emekli olduktan sonra gayri resmî de olsa
ilim ve irşâd faliyetlerine devam etmiş, bu arada İbn Sînâ’nın Risâletü
Tedbîri’l-Müsâfirîn, Risâle fî Def‘i Ğammi’l-Mevt ve Risâletü’s-Salât adlı risâlelerinin tercümelerini de yapmıştır. 1960’ta dâr-ı bakâya irtihâl etmiştir.
Hazmî Efendi, Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin yukarıda kısaca tanıttığımız
risâlelerini 1336/1920’de, yani İstanbul’da bulunduğu yıllarda tercüme etmiştir. Metinlerini sunduğumuz tercümeler, ikisi bir arada, Erzurum İl Halk
Kütüphanesi’nin yazmaları arasında, Demirbaş No: 37969’da yer almakta-
4
sans Tezi ), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1998.
Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, İstanbul BŞB Kültür İşleri Daire Başkanlığı
Yayınları, c.3, s.183-184, İstanbul, 1996.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 605
dır. Tercümelerin başka bir nüshasına rastlayamadık. Muhtemelen mütercimin kendi hattıdır. Ancak adı geçen Kütphane’ye hangi yolla ulaştığına
dair bir bilgiye sahip değiliz.
Bu tercümeler, karton kapaklı çizgili bir deftere Rik’a-Ta‘lîk karışımı,
okunaklı bir hatla, 19 satır üzerine yazılmış olup, her sayfa müteselsilen
numaralandırılmıştır. Tamamı 48 sayfadır. Burada verdiğimiz metinde, sayfa numaraları her sayfanın başlangıcında gösterilmiştir. Yazma nüshada,
sayfa altlarına yer yer dipnotlar kaydedilmiş, bazı dipnotlar da küçük ilave
kâğıtlara yazılarak yaprak aralarına yerleştirilmiştir. Metin içinde bazı başlık, isim ve kavramlar kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Defterin yaprakları
yıpranmaya yüz tutmuş ve kısmen kirlenmiş haldedir. Tercümelerin sonunda, Kudüs müftüsü Muhammed et-Taflânî’nin, Salâhî’nin Miftâhu'l-Vücûd
adlı risâlesine yazdiği Arapça manzum bir “takrîz” de yer almaktadır.
Tercümelerin metnini sunarken, çok az değişiklik dışında, orijinal
üslûbu muhafaza edilmiştir. Metin içerisinde yer alan ayetlerin Kur’ân-ı
Kerîm’deki yerleri dipnotta gösterilmiş, mütercimin vermiş olduğu ayet
mealleri metin içinde olduğu gibi; sadece metni zikredilen ayetlerin mealleri
ise dipnotta verilmiştir. Metinde geçen hadîslerin kaynaklardaki yerleri de
mümkün olduğu kadar dipnotta gösterilmeye çalışılmıştır. Metinde yer yer
geçen mensûr ve manzûm Arapça metinlerin ve bu arada tercümelerin sonunda yer alan Arapça “takrîz” şiirinin tercümesi de dipnotlarda verilmiştir.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
606 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
MİFTÂHU’L-VÜCÛDİ’L-EŞHER FÎ TEVCÎHİ KELÂMİ’Ş-ŞEYHİ’L-EKBER
TERCÜMESİ5
(s.1)
‫بسم هللا الرمحن الرحيم‬
‫ و متوجت امواج حبار صفاته و تعينت منها اعيان‬. ‫ سبحان من جتلى لذاته بذاته‬. ‫بسم هللا الذى ال يعزب عنه شيئ ىف ارضه و مسواته‬
‫ و على اله الذين هم اهلداة‬. ‫ و افضل صلواته على مرات ذاته و واسطة فيضه بني خملوقاته‬. ‫ و صريها مظاهر كماالته‬. ‫موجوداته‬
6
. ‫بدالئل اياته‬
Emmâ ba‘d, ma‘lûm ola ki, Cenâb-ı Şeyh Muhyiddîn -kaddesenâ’llâhu bi
sırrihi’l-mu‘în- hazretlerinin akvâl-i ‘aliyyelerinden ba‘zılarının nüket ve
mezâyâsının idrâki, kendisinden beyân-ı sahîh ile ifâde-i ma‘nâ mümkin
olamayacak derecede her bir akl-ı müstebîn ve vakkādı dûçâr-ı ‘acz ü hayret
eylediği gibi; ‘ale’l-husûs 7 ‫ سبحان من اوجد االشياء وهو عينها‬kavli de, ekser-i ‘ârifîni ilkā-i
vâdî-i ‘acz ü hayret eylemiş ve eylemekte bulunmuş olmakla, kendi kendime
dedim ki; “Şu kelâm, mücmel ve ğāyetü’l-ğāye mûcizdir. Bu kelâmın zāhirinde ekser-i ‘ulemâ-i Hicâz ve ‘ukalâ-yı Rûm ve Şîrâz’a göre bir nevi‘ şatah
ve ‘adem-i mübâlât mevcûd ise de, fakat bâtını ifrâz ve ıskāt-ı izâfât ile
hakîkat-ı tevhîdi müş‘irdir. Binâen‘aleyh, hakîkat mecâzdan ayrılmak ve hak
zāhir ve mümtâz olmak için, bu kelâmın bir tevcîh-i zāhire ihtiyâcı derkârdır. Zîrâ Şeyh’in şu kelâmı, vahdet-i vücûd üzerine mebnî ve müessesdir.
Vücûdiyye iki tāifedir: Birisi, zenâdıka-i vücûdiye-i mülhidûn, diğeri
sâdât-ı sûfiyye-i muvahhidûndur. Cehele-i ğâfilûn ve zenâdıka-i mülhidûndan vahdet-i vücûda kāil olanlar zu‘m ederler ki, “Allah, ‘âlem-i ervâh
ve ‘âlem-i ecsâmdan ayrı, mümtâz ve müstakil bir mevcûd-ı mu‘ayyen de5
6
7
Tercümelerin yer aldığı yazmanın baş kısmında şu bilgiler yer almaktadır: “Müellifi:
Abdullâh Salâhaddîn el-Uşşâkî. Târîh-i te’lîfi: Şehr-i Şevvâl, 7, Sene: 1182. Mütercimi:
Bâyezîd dersiâmlarından Arabkirli Muhammed Hazmî b. Abdullâh Hamdî. Târîh-i tercüme: Şehr-i Şevvâl, 1, Sene: 1336.”
“O Allâh’ın adıyla başlarım ki, O’nun (yaratmış olduğu) yeryüzü ve göklerinde hiçbir şey
kendisine gizli değildir. Zâtıyla zâtı için tecellî eden, sıfatları denizinin dalgaları dalgalanan ve onlardan mevcûdâtının hakîkat(‘ayn)ları taayyün eden ve o mevcûdâtı kemâlâtının zuhûr yerleri kılan o Allah’ı tesbîh ederim. O’nun salâtlarının en fazîletlisi de, zâtının
aynası ve mahlûkâtı arasında feyzinin vasıtası olan (Hz. Peygamber)’in ve her biri âyetlerinin delaletleriyle hidâyet vesilesi olan aile efrâdının üzerine olsun.”
“Tenzîh ederim ol Allâh’ı ki, eşyâyı îcâd eyledi; hâlbuki, kendisi o eşyânın ‘aynıdır.”
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 607
ğildir; belki ‘indlerinde Allah, mecmû‘-ı (s.2) âlemdir. Binâen‘aleyh, âlem
Allah’tır ve Allah da ancak nefs-i âlemdir, başka bir şey değildir.” derler.
Te‘âlallâh ‘an zâlike ‘uluvven kebîrâ! Allah Te‘âlâ ve takeddes hazretleri bu
gibi tefevvühâttan mukaddes ve münezzehdir. Hâlbuki Hakk’ı sâir efrâd-ı
âleme nisbet etmek, küllî-i tabî‘îyi kendi efrâdına nisbet etmek gibidir ki, işte
bu bir küfr-i sarîhdir. Amma ârifîn-i billâh olan sâdât-ı sûfiyyeden vahdet-i
vücûda kāil olanların maksatları böyle bir ma‘nâ-yı fâsid değildir. Belki,
sûfiyyûn-ı müşârün ileyhin vahdet-i vücûddan murâd ve maksûdları, iskāt-ı
izâfâttan ibâret olan tevhîd-i zâtîdir. Nitekim tevhîdin ta‘rifinde de 8 ‫التوحيد اسقاط‬
‫ االضافات‬buyrulmuştur. Ve Kadîm’i hâdisâttan ifrâd etmekdir. Çünki tulû‘-ı
şems zamanında âfâkta kevâkibin ufûlü nasıl ki mer’î ve müşâhed ise, vâcibi hakîkî olan şems-i vücûd da hâdisât-ı mümkine üzerine tulu‘ ettiği zaman,
nûr-ı şems-i hakîkînin envâr-ı nücûm-ı mecâziyye-i ‘âriziyye üzerine galebesinden nâşî, vücûd-ı mümkin-i ‘ârizî nücûmu ufûl ve ğurûb etmiş olur.
Binâen‘aleyh, “İdrâk ve havsalamıza sığacak kadar kelâm-ı mezbûrdan bir
nebze i‘lâm ve ifhâm mümkün müdür?” diye bana îrâd edilen suâle
cevâben; isti‘âne-i Melik-i ‘Allâm ve i‘âne-i himmet-i sâhibü’l-kelâm ile
“Evet mümkündür.” dedim ve tevcîhine de şu vecihle şurû‘ ettim ki, kelâm-ı
mezbûrun tevcîhi işte şudur:
Tevcîh
Tenzîh ve takdîs ederim ol Zât-ı ecell ü a‘lâyı ki, emvâc-ı eşyâyı îcâd, ya‘nî
cûd-ı vücûdu bahrinin feyzinden eşyâya vücûd i‘tā eyledi. Hâlbuki bahr-i
vücûddan feyezân eden o feyz, emvâc-ı eşyânın aynıdır. Zîra külliyyet ve
cüz’iyyetten kat‘-ı nazar, şüphesiz bahr, emvâcdan ta‘ayyün ve emvâcdan
zuhûru i‘tibâriyle emvâcın aynıdır. Çünki bahr ile emvâc-ı bahr arasında
külliyet ve cüz’iyyet tasavvur olunamaz. Zîra bahr, kendi emvâcı ile kendi
emvâcının gayrısından mürekkeb değildir. Emvâc dahî, (s.3) ta‘ayyün ve
ِِ
ta‘addüdü hâlinde bahrin aynı değildir ve gayrı da değildir. Hâlbuki 9 ‫ين‬
َ ‫َخالد‬
ِ
‫ ف َيها أَبَدا‬nazm-ı celîli delâletiyle ta‘addüd-i ervâh ezelî ve ebedîdir. Şu tevcîh ve
beyâna nazaran, Hazret-i Şeyh’in ‫ وهو عينها‬kavlinden artık mahzûr-ı mevhûm
lâzım gelmez. Zîrâ buradaki ‫ عني‬ın ma‘nâsı zihne tebâdür ettiği gibi, Hakk’ın,
min haysü hüve hüve, ‘ayn-ı eşyâ olması ma‘nâsına değildir. Belki buradaki
‫ عني‬dan murâd, ‫ غري‬kelimesine mukābil olan ma‘nâdır. İşte bu takdîre göre
8
9
“Tevhîd, Hakk’tan gayrıya olan bütün nisbet ve izâfâtı nefy ve izâle etmekten ibârettir.”
“Orada ebediyen kalacaklardır.” (Mâide, 5/119).
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
608 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
Hazret-i Şeyh’in ‫ وهو عينها‬kavlinin mefhûmu, ‫ ليس غريها‬demek olur ki, “Hak,
eşyânın gayrı değildir” demektir. Zîra vücûd-ı Vâcib vücûd-ı mümkine müfeyyiz ve vücûd-ı mümkinde müessirdir. Kezâlik Vâcib’in sıfât-ı kadîmesi
de, bilâ ittisâl velâ infisâl mümkinin sıfât-ı hâdisesine müfeyyiz ve o sıfât-ı
hâdisede müessirdir. ‫“ سبحان من مل يتصل اليه شئ ومل ينفصل عنه شئ‬Tenzîh ve takdîs ederim ol Zât-ı ecell ve a‘lâyı ki, ne kendisine bir şey ittisâl ve ne de kendisinden
bir şey infisâl etmiştir.” Vücûd-ı Vâcib, vücûd-ı mümkine nasıl müfeyyiz ve
onda nasıl müessir olmaz ki?! Âlem her an bir müfeyyiz-i müessire müftekır
ve muhtâçtır. Îcâd-ı âlemde Hakk’ın gayrı bir müessir mülâhazası ise şirk-i
celîdir. 10 ‫ ُسْب َحانَهُ َوتَ َع َاَل َع َّما يُ ْش ِرُكو َن‬: “Müşrikînin işrâkinden Cenâb-ı Hak ‘âlî ve münezzehtir.” Bilâ ittisâl ve lâ infisâl vücûd-ı Vâcib’in bizim vücûdumuza ve sıfât-ı
Vâcib’in kezâlik bizim sıfâtımıza müfeyyiz olması ise, vücûd-ı Vâcib’e bir
nakîsa îrâs etmez. Zîrâ Vâcib Te‘âlâ ve tekaddes hazretlerinin vücûd-ı
kadîm-i mutlakı ne cevherdir, ne cisimdir ve ne de ‘arazdır. Bu şâibelerin
küllîsinden münezzeh, bilâ mâzin ezelî, bilâ istikbâlin ebedîdir. Bizim vücûd-ı hâdis-i mukayyedimiz ise ma‘raz-ı fenâdadır ki, zıll-ı hayâl gibi
serî‘u’z-zevâldir. Nitekim Abdurrahmân el-Câmî -kuddise sırruhu’s-sâmî hazretleri buyururlar:
Nazm:
‫او عكوس يف مرايا او ظالل‬
‫کل ما فی الکون وهم او خيال‬
‫ال تكن حريان يف تيه الضالل‬
‫الح يف ظل السوي مشس اهلدي‬
‫چيست عامل موج حبر ال يزال‬
(s.4)‫کيست آدم عکس نور مل يزل‬
‫موج را چون باشد از حبر انفصال‬
‫عکس را کی باشد از نور انقطاع‬
‫چون دويی اينجا حمالست وحمال‬
‫عني نور و حبردان اين عکس و موج‬
‫حال می بايد چه سود از قيل و قال‬
‫کفت و کو تا چند جامی لب ببند‬
Nazmen Tercümesi:
Kevn içinde her ne var, vehm u hayâl
Yâ ‘akis mir’ât içinde yâ zılâl
Mâsivâda parladı şems-i Hüdâ
Olma hayret-efken-i tîh-i dalâl
Kimdir âdem? ‘Aks-i nûr-ı Lem Yezel
Neymiş âlem? Mevc-i bahr-i Lâ Yezâl
10
Yûnus, 10/18.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 609
‘Akse nûrdan inkıtâ‘ mümkün mü hiç?
Bahrden mevc nice ider infisâl?!
‘Akis ‘ayn-ı nûrdur, mevc ‘ayn-ı bahr
İkilik zîrâ burada bil muhâl
Goft u gû yetmez mi Câmî et sükût
Hâl lâzım süt vermez kıyl u kāl.
Ve bizim sıfâtımıza nisbetle Vâcib Te‘âlâ hazretlerinin sıfât-ı ‘aliyyeleri,
Zât-ı akdesleri gibi, ne bir şeye benzer ve ne de eşyâdan bir şey ona benzer.
ِ ِ ِ ‫ لَي‬Ya‘nî, “Cenâb-ı Hakk’ın aslâ bir şibhi ya‘nî benzeri veya
11‫صري‬
ِ ‫الس ِميع‬
َ ُ َّ ‫س َكمثْله َش ْيء َوُه َو‬
ُ ‫الب‬
َ ْ
misli yoktur. O, her akvâli işitici ve her ahvâli bilici ve görücüdür.”
Evet, eğer Hazret-i Şeyh (ra) ‫ وهو عينها‬yerine ‫ وهو عينه‬ya‘nî, “Emvâc ‘ayn-ı
bahrdır.” demiş olaydı, mahzûr-ı mevhûm ancak o zaman lâzım gelirdi.
Çünki bu takdîrce kavl-i mezkûr, ta‘addüd, tekessür, tebeddül ve tağayyürü
muktezî bir ma‘nâ ifade ederdi. Cenâb-ı Allah (cc) hazretleri ise bu evsâf ve
bu gibi mülâhazadan âlî ve münezzehdir. Binâen ‘aleyh evvelki i‘tibâra göre,
ya‘nî ‫ وهو عينها‬kavline nazaran ‫ كل ما خطر ببالك وهو عني ذلك‬Ya‘nî “Kalbine her ne ki
hutûr ederse, O’nun aynıdır.” denilmiştir. Çünki, (s.5) Hak her şey ile
berâberdir. Nitekim buyurur:
ِ
‫إ‬
‫إ‬
ِ
12‫ادسهم وال أَدَن ِمن ذلِك وال أَكث ر لَِّال هو معهم أَين ما كانوا‬
ُ َ َ َ ْ ْ ُ َ َ َ ُ ََ ْ ََ َ َ
َ ْ ََ ْ ُ ُ ‫َما يَ ُكو ُن من َّّْن َوى لََاللَة لَِّال ُه َو َرابِعُ ُه ْم َوَال ْمَْ َسة لَِّال ُه َو َس‬
Ya‘nî “Üç veya beş veya üçten az ve beşten çok kimselerin gizlice konuştuklarını Cenâb-ı Hak bilir. Onlar nerde olsalar, Cenâb-ı Hak onlarla
beraberdir.” demektir. İşte Hakk’ın şu ma‘iyyeti ile kayyûmiyyeti de tahakkuk eder.
İkinci i‘tibâra göre, ya‘nî ‫ و هو عينه‬kavline nazaran da ‫كل ما خطر ببالك و هو منزه‬
‫ عن ذلك‬Ya‘nî, “Kalbine her ne ki hutûr ederse, Hak ondan münezzehtir.” denilmiştir. Nitekim haberde 13 ‫ كان هللا ومل يكن معه شئ‬vârid olmuştur. Ya‘nî, “Allah
mevcuttu, hâlbuki kendisiyle beraber hiçbir şeyin vücûdu yoktu.” demektir.
Sûfiyye tâife-i ‘aliyyesinin seyidi Cüneyd-i Bağdâdî -kaddesenallâhu bi sırrıhi’l-hâdî- hazretleri de, ‫ و اآلن علي ما عليه كان‬buyurdular ki, “El-ân yine öyledir.
Ya‘nî Allah mevcûddur, kendisi ile beraber hiçbir şeyin vücûdu yoktur.”
demektir. Zîra “‫ ”كان‬kelimesi devâm ve istimrâra mevzû‘dur. Ey sâlik, eğer
sen “ Hak her şey ile beraberdir, hâlbuki Hak ile beraber hiçbir şey mevcûd
değildir.” ma‘anâsında olan ‫ وهو مع كل شئ وليس معه شئ‬kavlinin nüket ve
11
12
13
Şûrâ, 42/11.
Mücâdele, 58/7.
Benzer bir metin için bk. Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, Tash. ve Ta’lik: Ahmed Kalâş, Müesssesetü’r-risâle, Beyrut 1983, c. 2, 189.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
610 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
mezâyâsını tenâkuzsuz teyakkun ettinse te‘âruzsuz ma‘rifete zaferyâb oldun
demektir.
Şimdi imkânına binâen kelâm-ı mezbûru bir de ehl-i şer‘ indinde müsellem olan mîzân-ı mütekellimîn ile de tevcîh edelim.
Mütekellimîn “vücûd”u ta‘rîfde diyorlar ki: “Vücûd” için bir mefhûm-ı
vâhid vardır ki, o mefhûm vücûdât-ı kesîre beyninde müşterektir. Ve o
“mefhûm-ı vâhid”, bazen tekessür eder de, eşyâya izâfetle hisse hisse olur.
İşte o mefhûm, zevât-ı eşyâdan hâriç; ve fakat eşyâ üzerine -kümmelîn-i
mütekellimîne göre- yalnız zihnen zâiddir14. Bazı mütekellimîne göre, hem
zihnen ve hem hâricen zâiddir15. Cenâb-ı Sadreddîn -kaddesenallâhu bi sırrıhi’l-mu‘în- hazretleri “tenbîh-i tâsi‘”de buyururlar ki:
(s.6) “Şüphe yok ki “vücûd” birdir. Ve o vücûd için zuhûr ve butûn
vardır. Zuhûru âlem, butûnu esmâdır. Bir de o vücûd için bir berzah-ı câmi‘
vardır ki, zuhûr ve butûnun beynini fâsıl olup, zuhûru butûndan, butûnu
zuhûrdan temyîz eder. İşte o berzah-ı câmi‘ insân-ı kâmil (sav) hazretleridir.
Binâen‘aleyh zuhûr butûna mir’ât, butûn da zuhûra mi’âttır. Zuhûr ve
butûnun beynindeki berzah ise, cem‘an ve tafsîlen her ikisine mir’âttır.”
İntehâ. Beyânât-ı ânifeye nazaran “Vücûd-ı Vâcib’in feyzi, vucûd-ı mümkinin aynıdır.” diye işâret ettiğimiz ma‘nâ, ancak vücûd-ı Vâcib, vücûd-ı
mümkine müfeyyizz ve mümidd olması i‘tibâriyledir. Çünki mümkinin
haddizâtında vücûd-ı müstakilli yoktur. Zîrâ eğer mümkinin haddizâtında
vücûd-ı müstakilli olaydı, mümkinin bizâtihi vâcib olması lâzım gelirdi.
Hâlbuki zâhir olan vücûd-ı mümkin, Allah ile vâcibdir; yoksa bizâtihi vâcib
değildir. İşte mümkinin vücûd-ı müstakilli olmadığındandır ki, Tebâreke ve
Te‘âlâ hazretleri 16 ُ‫ ُك ُّل َش ْي إء َهالِك لَِّال َو ْج َهه‬buyurmuştur. Ya‘nî “Zât-ı Bârî’den
mâ‘adâ her bir şey hâlik ve fânîdir.” Fakat şu helâk ve fenâ el-ân mütehak14
15
16
“Nefsü’l-emr” ile “hâriç” beyninde umûm ve husûs-ı mutlak vardır. “Hâriç”te mevcûd
olan her şey, “nefsü’l-emr”de de mevcûddur. Fakat her “nefsü’l-emr”de mevcûd olan
“hâriç”te mevcûd değildir. Kezâlik “nefsü’l-emr” ile “mâ fi’z-zât” arasında -mülahaza-i
kevâzibin imkânına binâen- umûm ve husûs min vechin vardır (beş adedinin zevciyetini
mülâhaza gibi) ki, zihinde mevcûddur fakat “nefsü’l-emr”de mevcûd değildir ki, bunun
emsâline “zihnî farazî” tesmiye kılınır. Ve (dört adedinin zevciyyeti gibi) hem zihinde
hem de “nefsü’l-emr”de mevcûddur. Buna da “zihnî hakîkî” derler.
Denildi ki, “vücûd-ı mutlak”, mütekellimînin ittifâkına göre zât üzerine zâiddir. Ammâ
“vücûd-ı hâss”, Eş‘arî’den mâ‘adâ, mütekellimîn indinde vücûd-ı mutlak gibi yine zât
üzerine zâiddir. Fakat Eş‘arî diyor ki, “vücûd-ı hâss”, mutlaka mâhiyetin aynıdır. İster
“vücûd-ı vâcib”de olsun, isterse “vücûd-ı mümkin”de olsun. Ammâ hükemâ, “vücûd-ı
hâss”ın “vâcib”de mâhiyetin aynı, “mümkin”de ise mâhiyet üzerine zâid olduğuna kāildirler.
Kasas, 28/88.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 611
kıktır. Ya‘nî, “Haddizâtında her şey el-yevm ve el-ân fânî ve hâliktir.” demektir. Nitekim ‘allâme Taftâzânî -rahimehullâh- Şerh-i ‘Akāid’de, “Şüphesiz
her bir mümkin haddizâtında hâliktir. Ol bir ma‘nâya mülâbis olarak ki,
‘ala’t-tahkîk vücûd-ı imkânî, Vücûd-ı Vâcibî’ye nazaran eşyâ-i ma‘dûmdur.
Eşyânın vücûdu ise, ancak mûcidini velî ve ta‘kîb ve mûcidine nisbeti
i‘tibâriyledir. Binâen‘aleyh, her bir şey kendi zâtına nazaran hâlik ve
Hakk’ın îcâd etmesine nazaran mevcûddur.” buyururlar.
Mümkinin vücûd-ı müstakilli olmadığı şundandır ki, vücûdât-ı mümkinât ‘ârızadır. Ve o mümkinâtın vücûdu, rafî‘üd-derecât olan vücûd-ı
Hak’tan ibârettir. Vücûd-ı ‘ârızî ise, münkinü’l-vücûdun haddizâtında müstakil değildir. (s.7) Zîrâ mümkin, kendisine vücûd ‘ârız olmazdan akdem
vakTâ ki bir şey mevcûd olamadı ise, ma‘dûm olması iktizâ eder. Vücûd
‘ârız olduktan sonra ise, vücûd-u ‘ârızî ile mevcûd olur. Binâen‘aleyh mümkin için haddizâtında müstakil bir vücûd yoktur. Öyle ise sâbit oldu ki,
mümkin, vücûd ile ittisâfından evvel nasıl ma‘dûm idiyse, vücûd-ı ‘ârızî ile
ıttısâfı zamanında da yine öylece haddizâtında ma‘dûm ve hâliktir. Bu
müdde‘âyı, “Sen bir şey’-i mevcûd değil iken, evvelce seni halk ettim.”
meâlinde olan 17 ‫ك َشْيئا‬
ُ َ‫ك ِمن قَْب ُل َوَملْ ت‬
َ ُ‫ َوقَ ْد َخلَ ْقت‬nazm-ı celîli te’yîd buyuruyor. Zîrâ
mümkinâtın vücûdâtı, ancak feyz-i vücûd sâhibi olan Vâcibu’l-Vücûd’a istinâd iledir. Bir hâlde ki, vücûdât-ı mümkinâtın Vâcibu’l-Vücûd’dan bir an
için infikâki i‘tibâr ve mülâhaza olunsa, o vücûdât-ı mümkinât haddizâtında
derhal ma‘dûm ve helâk olurdu. İşte bundan dolayıdır ki, Hz. Şeyh-i Ekber
(ra) ‫ االعيان ما مشت رائحة الوجود‬buyurdu. Ya‘nî “A‘yân vücûd değil, belki vücûdun
kokusunu bile duymamıştır.”
Belki a‘yân ancak vücûd-ı Hakk’ı telebbüs edip, âlem-i emrden âlem-i
ِ ُّ ‫اْلَْلق واألَمر تَبارَك اّلل ر‬
halk-ı îcâdîye intikāl etmiştir. 18 ‫ني‬
َ ‫ب ال َْعالَم‬
َ ُ‫أَالَ لَهُ ْ ُ َ ْ ُ َ َ ه‬
Rasadü’l-Ma‘ârif’de diyor ki, “Vücûdât-ı imkâniyyenin lâzımı ‘adem-i
hakîkîdir. Zîrâ mümkin, mümkin olduğu haysiyetten ‘adem-i aslîdir. Vücûd
ise o mümkin için ‘ârızîdir. Binâen‘aleyh, ‘adem, zât-ı mümkinin muktezâ ve
lâzımıdır. Ammâ ‘ulemâ-i mütekellimînin “Mümkin ol şeydir ki, zâtı kendisinin ne vücûd ve ne de ‘ademini muktezî olmaya.” diye ta‘rîflerinden maksatları, mümkin, vücûd ve ‘ademden hiç birini min haysü’l-‘ılliyyet muktezî
olmayan şey demektir. Ya‘nî mütekellimînin kānûnlarına göre, “Bir isti‘dâdı fıtrî iktizâsıyla mümkin, ne kendi vücûduna ve ne de ‘ademine ‘ıllet ve
17
18
Meryem, 19/9.
“…Dikkât edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin rabbi olan Allâh’ın
şânı yücedir.” (A‘râf, 7/54).
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
612 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
sebep olamaz.” demektir. Bununla berâber ki, ‘adem-i aslî hiçbir ‘illeti muktezî olamaz. Öyle ise, başka şey için muktezâ da olamaz; belki ‘ademde,
‘adem-i ‘illetü’l-vücûd kâfidir. O hâlde ‘adem, ‘ademe nasıl ‘illet olabilir?!
(s.8) Hazret-i Şeyh, Hakîm-i Tirmizî’nin, “Zât-ı Kerîm-i ilâhîden mâ‘adâ
her şey hâliktir.” ma‘nâsında olan 19 ُ‫ ُك ُّل َش ْي إء َهالِك لَِّال َو ْج َهه‬kavl-i kerîm-i
sübhânîsinden mü’minlerin nasîbi nedir?” diye îrâd eylediği doksan yedinci
suâle cevâben, Fütûhât’ta şöyle buyururlar: Her ne ki ona “şey” ıtlâkı sahîh
ola, işte o hâliktir. Velev o şey mazhar olsun, o mazhardaki zâhir o mazharın
şey’iyyetinde ‘ayn-ı mazhar olduğu hâlde bile, o şey’iyyet yine hâliktir. Ve o
mazhar ise vücûd ile ittisâfı hâlinde belki yine hâliktir. Nasıl ki, o mazhar
‘ademden ‘ibâret olan helâk ile ittisâfı hâlinde hâlik olduğu gibi. Çünki
‘adem, mümkin için zâittir. Ya‘nî ma‘dûm olmak mümkinin hakîkat-i zâtındandandır. İmdi eşyâ, kendi zevâtı için bir takım umûr iktizâ eyledikte, o
umûrun zevâli muhâl olduğu gibi, şu ‘ayn-ı mümkinden hükm-i ‘ademin
zevâli de muhâldir. ‘Ayn-ı mümkine ister vücûd ile ittisâf etsin ister etmesin.
Binâen‘aleyh vaktâ ki Cenâb-ı Hak lizâtihi vücûda müstahak olmakla, nasıl
ki kendisine ‘adem müstahîl oldu ise, mümkin de lizâtihi ‘ademe müstahak
olmakla, mümkin için de vücûd müstahîl oldu. İşte bundan nâşîdir ki, biz
mümkini yalnız bir mazhar i‘tibâr etmişizdir. Ey sâlik-i Hak, bu beyâna gûşi cânını iyice küşâde bulundurup da, idrâk-i hakāyık ve ma‘ânî için güzelce
tedebbür ve tefekkür edersen, edersen değil, hattâ etmelisin, rüşd ü sedâda
nâil ve vâsıl olasın. Ve illâ,
Beyt:
‫فاطلب وليا مرشدا‬
‫کن منصفا مسرتشدا‬
Tercüme:
Râh-ı Hak’da munsıf ve müsterşid ol
Bir velî mürşidi tâ ara bul!
Vücûd-ı Vâhid-i Mutlak, haddizâtında tekessür ve te‘addüd etmez. Nitekim güneşin ziyâsı mütekayyid ve müte‘addid hânelere girmekle, haddizâtında mutlak dav’-ı şems ta‘addüd ve takayyüd etmediği gibi. Ve ol bir
ziyâ ki, zevâya-yı buyûtta ta‘addüd ve in‘ikâs ediyor, o ziyâ şemsin ne aynıdır ve ne de gayrıdır. Zîrâ mutlak şemsin (s.9) ziyâsı ne buyûta dâhil ve ne
de buyûttan hâriçtir. Lakin mutlak şemsin ziyâsı, müte‘addid ve mün‘akis
olan ziyânın aynıdır. Bu ayniyyet ise bilâ ittisâl ve lâ infisâl şems-i mutlakın
19
Kasas, 28/88.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 613
mün‘akis ve müte‘addid olan ziyâya mufîz olması i‘tibâriyledir. Zîrâ ittisâl
ve infisâl, yekdiğerine mütebâyin ve müteğâyir olan iki şey beyninde tasavvur olunabilir. Binâen‘aleyh, bir şey ki, kendisine mütebâyin olmayan bir
şeyden ayrılmadıkça, o şey o şeyin gayrı olamaz. O şey o şeyden infisâl ve
iftirâk etmediği için. İşte bundan dolayıdır ki, ziyâ-yı şemsin kāzûrâta
in‘ikâsı sebebiyle zât-ı şemse noksân lâzım gelmez; belki şu in‘ikâs kāzûrâtı
tathîr eder. Ve işte bu dakîkaya tenbîh için, Hz. Şeyh (ra) mahall-i tenzîhde
lafz-ı tesbîh ile bed’ edip, ‫ سبحان من اوجد‬buyurdular. Zîrâ “tesbîh” ( ‫) تسبيح‬,
Hakk’ı nakāyıs-ı kevniyyeden tenzîhtir. Ya‘nî, feyz-i vücûdun vücûdât-ı
kevniyyeye ta‘alluku, vücûdu ta‘dîd, takyîd ve tenkîs etmez. Çünkü Cenâb-ı
Hak nakāyıs-ı imkândan münezzeh ve ekvâna lâzım olan kemâlâttan da
mukaddestir. Ve bu tenzîhi, “Âgâh ol ki, Allâh her şeyi muhîttir.”
ma‘nâsında olan 20 ‫ أََال لِنَّهُ بِ ُك ِهل َش ْي إء ُِّحميط‬kavl-i kerîm-i sübhânîsi te’yîd buyuruyor.
Zîrâ vücûd-ı Hakk’ın cemî‘-i eşyâyı ihâtası21, hakāyık-ı eşyâya sârî olan sereyân-ı hüviyet iledir; yoksa zarfiyyet ve mazrûfiyyet i‘tibâriyle değildir ki,
muhât mazrûf ve muhît da zarf olmuş ola. Te‘âlâ’llâhu ‘an zâlike ‘uluvven
kebîrâ! Allâh Te‘âlâ hazretleri zarfiyyet ve mazrûfiyyet şâibelerinden ‘âlî ve
münezzehtir.
Ey muhâtab, şâyet sen ibârenin zâhirinden bilâ zarûretin ‘udûl edip de,
âyet-i celîle-i mezkûreyi te’vîle kalkışır ve “Burada murâd, muhît olan
Hakk’ın ilmidir, zâtı değildir.” der isen, biz de deriz ki, Hakk’ın ilmi zâtının
gayrı değildir ve zâtından munfasıl da değildir. Binâen‘aleyh, bu te’vîlin ne
fâidesi vardır?! Fakat ey muhâtab, sen vehm-i kāsırına teba‘iyyetle, “Zât
ilmin gayrı (s.10) olup, ilim zâttan intişâr ve zâtsız her bir şeyi ihâta eder.”
diye tasavvura başlarsan, bu tasavvurun daha çirkin ve evvelkinden daha
fenâdır. Zîrâ bu tasavvura göre, zât sıfâtın gayrı olmak lâzım geleceği gibi,
zâtın bir mekân ve bir hayyiz-i müte‘ayyende mütehayyiz ve mütemekkin
olması iktizâ eder. Çünkü cemî‘-i ‘avâlimi zât-ı Hak muhît olmadığı
takdîrde, zât-ı Hak için bir cihet-i mu‘ayyenenin vücûd ve sübûtu lâzım gelir. Hakk’ın şân-ı azîmi ise cihât ve hudûddan münezzehtir. Zât-ı Hakk’ın
cemî‘-i ‘avâlimi muhît olmasını, 22 ‫استَ َوى‬
َّ nazm-ı celîli ile, 23 ‫لو دليتم حببل‬
ْ ‫الر ْمحَ ُن َعلَى ال َْع ْر ِش‬
20
21
22
23
“…İyi bilin ki, O her şeyi kuşatandır!” (Fussilet, 41/54)
Bu tefsîre göre, tâife-i Mu‘tezile’nin sıfâtullâh’ı nefy ettiklerini tasdîk lâzım gelmez. Zîrâ
vücûd-ı Hakk’ın her bir şeyi ihâta etmesi, ilminin de ihâta etmesini müstelzimdir. Çünkü
Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, zâtının gayrı değildir ve zâtından munfasıl da değildir. Fe-tedebber!
“Rahmân Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ, 20/5)
“Şayet siz bir ip sarkıtırsanız o ip Allah’a iner.” Ahmed b. Hanbel, Müsned, Müessesetu
Kurtuba, Mısır, tsz. II/370; Tirmizî, Muhammed b. Îsâ, Sünen, Thk. Ahmed Muhammed
Şakir ve ark., Dâru İhyâi’t-Turâs, Beyrut, Tsz., Tefsîru’l-Kur’an ( Sûretü’l-Hadîd (57).
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
614 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
‫ هلبط على هللا‬hadîs-i şerîfi de te’yîd ediyor. Zîrâ gerek âyet ve gerek hadîsin işaretlerinden hâsıl olan budur ki, Cenâb-ı Hak, ‘ulviyyât olsun süfliyyât olsun,
cemî‘-i kâinâtı hem zâten ve hem de ilmen muhîttir. Arz ve semâvâtta
miskāl-i zerre hiçbir şey Hak’tan hâlî ve ilminden hâriç değildir.
Ve hazret-i Şeyhu’l-Ekber -kaddesenâ’llâhu bi sırrihi’l-ezher ِ ‫السماو‬
ِ
ِ ‫ات َوَما ِيف ْاأل َْر‬
Fütûhât’ta “İsm-i ‘Alî” bahsinde, 24 ‫ت الث ََّرى‬
َّ
َ ‫ض َوَما بَْي نَ ُه َما َوَما ََْت‬
َ َ َّ ‫الر ْمحَ ُن لَهُ َما يف‬
ِ
‫استَ َوى‬
‫ش‬
‫ر‬
‫ْع‬
‫ل‬
‫ا‬
‫ى‬
‫ل‬
‫ع‬
nazm-ı
celîlini
beyânda
buyurur
ki,
“Şeyhimiz
Ebû’l-‘Abbâs
elَ
َ
ْ َْ
‘Ureynî bu âyet-i celîledeki ‫ َعلَى ال َْع ْر ِش‬kelimesi üzerinde vakf edip, sonra ُ‫استَ َوى لَه‬
ْ
ِ ‫السماو‬
ِ
ِ
ِ
‫ت الث ََّرى‬
‫َت‬
‫ا‬
‫م‬
‫و‬
‫ا‬
‫م‬
‫ه‬
‫ن‬
‫ي‬
‫ب‬
‫ا‬
‫م‬
‫و‬
‫ض‬
‫َر‬
‫األ‬
‫يف‬
‫ا‬
‫م‬
‫و‬
‫ات‬
‫يف‬
‫ا‬
‫م‬
diye
kırâata
başlarlardı
ki,
bu
i‘tibâr
ile
َ
ْ
َّ
ْ
َ
َ َ َ َ ُ َْ َ َ ْ
ََ َ َ
َ
‫استَ َوى لَهُ َما‬
ْ nazmı ‫ لبت له‬ile müfesserdir. Ve cemî‘-i mâ sivâ’llâh “arş”tır. Hakk’ı
ârif olan âriflerin kalblerinde Hak Te‘âlâ için ‘uluvv-i kadr u mekânet vardır.
İşte bu takdîre göre, Hak Te‘âlâ Hazretleri’nin “‘uluvv”ü mutlaktır. Bir de
Hak için, haber-i sıdka olan îmânın isbât eylediği ve ulemâ-i billâh indinde
‘alâ tarîkı’ş-şuhûd suver-i tecellînin delâlet ettiği bir ‘uluvv-i mekân vardır
ki, bu ‘uluvv-i mekâna göre istivâsından nâşî Cenâb-ı Hak her şeyi muhîttir.
Vaktâ ki Hak kendi nefsini nüzûl25 ile vasf eyledi ise, (s.11) şu nüzûl, nisbet-i
‘uluvv üzerine dâll olan delîlin aynı oldu. Zîrâ eğer Cenâb-ı Hak ‫على العرش استوى‬
kavli ile iktifâ edip de, kendisini semâ-i dünyâya nüzûl ile vasf etmeyeydi, o
zaman Hak için ‘uluvv tahakkuk etmezdi. Binâen‘aleyh şu istivâ iledir ki,
semâda da ilâh ve ma‘bûd olan O’dur, arzda da ilâh ve ma‘bûd olan yine O’dur.26
Ve “Nerede olursanız olunuz, O sizinle beraberdir.”27 “Nüzûl” ile yalnız hadd ve
miktar zâhir oldu. Ve “nüzûl” sebebiyledir ki, biz Hakk’ın hangi sûrette
mütecellî ve kimin için nâzil ve mütedellî olduğunu bildik. Ve yine bildik ki,
Hakk’ın ‘uluvvü ‘âmm, kurb ve dünüvvü mütehakkıktır. Öyle ise, dâ‘în,
sâilîn ve müstağfirîne müjdeler olsun!” İntehâ. 28
24
25
26
27
28
“Rahmân Arş’a kurulmuştur. Göklerdeki, yerdeki, bu ikisi arasındaki ve toprağın altındaki her şey
yalnızca O’nundur.” (Tâhâ, 20/5-6)
Hz. Şeyh’in “nüzûl” ta‘bîrinden murâd-ı ‘âlîleri, Buhârî’de zikrolunan şu hadîs-i şerîfin
mefhûmudur: ‫رسول هللا صلى حدلنا عبد هللا بن مسلمة عن مالك عن ابن شهاب عن أيب سلمة وأيب عبد هللا األغر عن أيب هريرة رضي هللا عنه أن‬
‫ينزل ربنا تبارك وتعاَل كل ليلة لَل السماء الدنيا حني يبقى للث الليل اآلخر يقول من يدعوين فأستجيب له من يسألين فأعطيه من يستغفرين هللا عليه وسلم قال‬
‫( فأغفر له‬el-Buhârî, Muhammed b. İsmâîl, Sahîh, Thk. Mustafa Dîbu’l-Buğâ, Dâru İbni Kesîr,
Beyrut 1987, Teheccüd 14), Ma‘nâ-yı hadîs: “Rabbimiz Tebâreke ve Te‘âlâ hazretleri her
gece, gecenin son sülüsü (üçte biri) kaldığı zaman dünya göğüne tenezzül eder de, ‘Bana
duâ eden kim vardır ki, duâsına icâbet edeyim, benden isteyen kimdir ki, mes’ûlünü i‘tâ
edeyim, mağfiret talep eden kimdir ki, ben onu mağfiret edeyim!’ buyururlar.” Mütercimi fakîr.
ِ ‫الس َماء لِلَه َوِيف ْاأل َْر‬
‫ض لِلَه‬
َّ ‫( َوُه َو الَّ ِذي ِيف‬Zuhruf, 43/84) nazm-ı celîline işarettir.
‫( َوُه َو َم َع ُك ْم أَيْ َن َما ُكنتُ ْم‬Hadîd, 57/4) nazm-ı celîline işarettir.
Hz. Müellif’in Fütûhât’tan bi’l-iktibâs nakil buyurdukları şu ifade, Fütûhât’tan mülahhasan alınmıştır. Fütûhât’ta bu bâbda azîm ve hayret-fezâ tafsîlâtı-ı mühimme bulunduğundan, arzû buyuranlar 558. “Ma‘rifetü’l-Esmâi’l-Husnâ” bâbının “Hazretü’l-‘Uluvv” bahsiTasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 615
Ve ammâ beyânât-ı sâbıkaya nazaran, eşyâ Hakk’ın ba‘z ve cüz’ü olmak
lâzım gelir diye vehm-âlûd olan akl-ı müşevvebden fehme bir ma‘nâ
tebâdür ederse, bu tebâdür-i fâsid, akl-ı selîm-i müstakîmden neş’et etmiş
bir kıyâs olmayıp, belki bu tebâdür vehm-i sakîm-i ‘akîmin bir kıyâs-ı bîesâsıdır. Zîrâ külliyyet ve cüz’iyyetten kat‘-ı nazar, eşyâ nasıl Hakk’ın ba‘z
ve cüz’ü olabilir ki, külliyyet ve cüz’iyyet ‘avârız-ı havâdisdendir. Vücûd-ı
Vâcib ise vücûd-ı havâdise muhâliftir. Çünkü “küll”, lügatta lafzı vâhid,
ma‘nâsı cem‘ olan bir isimdir. “Cüz’” ise, bir şey kendisinden ve kendisinden gayrisinden terekküb eden şeye ıtlâk olunur. Allâh Te‘âlâ Hazretleri ise
bu ma‘nâların küllîsinden münezzeh ve mukaddestir. Istılâh-ı sûfiyyede
“küll” lafzı, esmânın küllîsini câmi‘ olan hazret-i Vâhide-i ilâhiyye i‘tibâriyle
Hakk’ın ismidir. Bunun için zâtı ile Ehad, esmâsı ile “küll” ma‘nâsına olarak,
“Ehadün bi’z-zât, küllün bi’l-esmâ” denilir. Ve bu ma‘nâ ile Hakk’a “küll”
ıtlâk olunabilirse de, lâkin eşyânın ‘ayn-ı Hak olması kasdıyla Hakk’a “küll”
ıtlâk olunamaz. Çünkü Cenâb-ı Hak hudûd-ı ‘aşereden, ya‘nî cihât-ı sitte ile,
kabl, ba‘d, küll ve ba‘z kayıtlarından mukaddes ve münezzehtir.
(s.12) Ey muhâtab, eğer dersen ki, bu takdîre göre, ya‘nî Hz. Şeyh’in
‫ سبحان من اوجد االشياء وهو عينها‬kavlinin sarâhatini kabûl ettğimize göre, müessirin
‘ayn-ı eser olması lâzim gelir. Halbuki mantıkın delâletine nazaran müessir
eserin aynı değil gayrıdır. Çünkü kendisinden “‘illet-i fâ‘iliyye” ta‘bîr edilen
‘illet-i müessire kendi ma‘lûlünden hâriçtir. Binâen‘aleyh nasıl olur da müessir ‘ayn-ı eser olabilir?! Cevâben deriz ki, sizin bu takrîriniz, ancak müessirle eserin, ya‘nî “‘illet-i fâ‘iliyye” ile ma‘lûlünün her ikisi birden hâdis oldukları zaman müsellemdir. Ma‘amâfîh, bu takrîrinizde nazar bile vardır.
Zîrâ, “‘İllet-i müessire ma‘lûlünden hâriçtir.” dediğiniz halde, görüyoruz ki,
çekirdek ağaçta müessirdir, fakat aynı zamanda ağaçtan hâriç değildir.
Evet, demiştik ki, bu takrîriniz, müessirle eserin, ya‘nî, ‘illet-i fâ‘iliyye
ile ma‘lûlünün her ikisi birden hâdis oldukları zaman müsellemdir. Ammâ o
‘illet-i müessire kadîm ve ma‘lûl hâdis olursa, artık bu kısım, kā‘ide-i mukarrare-i mezkûre tahtına dâhil olamaz. Çünkü, eğer Müessir-i Kadîm, ya‘nî
feyz-i Vücûd-ı Vâcib eserden hariç olursa, bundan birkaç vecihle fesâd zâhir
olur. Zîrâ Müessir-i Kadîm eserden hariç olduğu takdîrde, o Müessir-i
Kadîm için ta‘tîl, tahdîd ve her şeyi muhît olmasının ibtâli lâzım geldiği giِ ‫ وََنن أَقْ رب لِلَي ِه ِمن حب ِل الْوِر‬kavl-i kerîm-i sübhânîsinin de intikāzı ve ‘adem-i
bi,29 ‫يد‬
َ َْ ْ ْ ُ َ ُ ْ َ
29
ne mürâcaat buyursunlar. (İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Dâru Sadır, Beyrut, ts, c.
IV, s. 243) Mütercim-i fakîr.
“Biz azîmü’ş-şân insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
616 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
sıdkı lâzım gelir. Halbuki şek yoktur ki, “habl-i verîd” cesed cümlesindendir. Vaktâ ki Hak, hakîkat-i insâniyyeye “habl-i verîd”den daha yakın oldu
ise, sonra nasıl olur da “habl-i verîd”den hâriç olabilir?! ‫ َنن‬kelimesi ise,
“ilim” ma‘nâsına mevzû‘ değildir. Ey muhâtab, haydi sen “nahnu” kelimesini “ilim” ile te’vîl et! Fakat ilim, Hakk’ın gayrı olmadıkça, vahdetten infisâl
de etmedikçe bu te’vîlin meziyeti nerede kalır ve bu te’vîlden ne hâsıl olur?
ِ ‫ فَأَي نَما تُولُّواْ فَث َّم وجه‬ya‘nî “Her
Halbuki, diğer taraftan Cenâb-ı Hak, 30‫اّللَ َو ِاسع َعلِيم‬
‫اّلل لِ َّن ه‬
‫ْ َ َ َ َ ُْ ه‬
ne tarafa dönerseniz vechullâh oradadır. Allah vâsi‘ ve alîmdir.” buyurdu.
‫ َو ِاسع‬lafzı, Lafza-i Celâle’ye râci‘ zamâiri (s.13) hâmil olduğundan, te’vîl ihtimâli bir kat daha uzaklaşır. Muhakkıklar ise, “Bir şeyin vechi, o şeyin zâtıdır.” dediler. Ta‘rîfât’ta diyor ki, “Vech-i Hak, ol bir şeydir ki, onunla şeyin
hakîkati sâbit olur. Çünkü her bir şeyin hakîkati Allâh iledir. Allah’sız hiçbir
ِ ‫ فَأَي نَما تُولُّواْ فَث َّم وجه‬kavl-i kerîmi ile işaret olunan ma‘nâ
şeyin hakâkati yoktur. ‫اّلل‬
‫ْ َ َ َ َُْ ه‬
da budur. Ya‘nî “vechullâh”, cemî‘-i eşyâyı ikāme eden, durduran ‘ayn-ı
Hak’tır. Binâenaleyh her kim ki, Hakk’ın eşyâdaki kayyûmiyyetini görmekte
dâimdir, o kimse her şeyde vech-i Hakk’ı ru’yet ve temâşâda sâbit ve râsihtir.” İntehâ.
ِ ‫ وََْنن أَقْ رب لِلَي ِه ِمن ُكم ولَ ِكن َّال تُب‬buyurur. Ya‘nî,
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, 31‫صُرو َن‬
ْ
ْ َُ ُ َ
َ ْ
“Biz hâl-i ihtizârda muhtazıra sizden daha yakınız; ve lâkin siz bizi görmezsiniz.” Burada ‫ َنن‬kelimesini “ilim” manasına nasıl alabiliriz ki?! “İlim”, gözle görülür bir şey kabîlinden olmadığını, ey muhâtab sen pek a‘lâ bilirsin!
Fakat eğer sen dersen ki, “Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ‘aliyyesi de gözle görülür
bir şey kabîlinden değildir. Nitekim, “Hiçbir göz Hakk’ı idrâk edemez.”
ma‘nâsına olan 32 ‫ ال تدركه االبصار‬nazm-ı celîli bu müdde‘âya delâlet etmektedir.”
Cevaben deriz ki, bu âyet-i celîlede ru’yetullâh’ın cevâzı için hiçbir mâni‘
yoktur. Zîrâ ‫ االبصار‬lafzındaki “lâm”, istiğrâka mahmûl olduğu takdîrde, âyetteki “nefy” ya “selb-i umûm” içindir, ya da “umûm-i selb” içindir. Eğer
“lâm” “selb-i umûm” için ise, o sûrette bazı ebsârın Hakk’ı idrâk etmesinin
cevâzına bir mâni‘ yoktur. Ve eğer “lâm” “umûm-i selb” için ise, o zaman
“idrâk” ihâta manasınadır. Çünkü “idrâk”, “ru’yet” ve “ihâta” manalarının
her ikisinde müsta‘meldir. Bu takdîrde selb olan “ihâta”dır. İhâtanın
meslûbiyyeti, bilâ ihâta (s.14) ru’yetin cevâzına mâni‘ olamaz. Husûsâ ki,
‘akab-ı âyette Cenâb-ı Hak
ِ ِ ِ ‫ قَ ْد جاء ُكم بصآئِر ِمن َّربِ ُكم فَمن أَب‬buyurur. Ve bu cevâz-ı ru’yeti,
33‫مي ف علي ها‬
ِ
َ ََْ َ َ ‫صَر فَلنَ ْفسه َوَم ْن َع‬
َْ َْ ْ ‫ه‬
َ
ُ ََ
30
31
32
33
Bakara, 2/115.
“Biz ise ona sizden daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz.” (Vâkıa, 56/85)
“Gözler O’nu idrak edemez…”(En‘âm, 6/103)
“Size Rabbiniz’den hucec-i beyyine geldi ki, onunla hüdâyı dalâletten ve Hakk’ı bâtıldan temyîz
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 617
“Leyle-i bedrde kameri gördüğünüz gibi Rabbiniz’i göreceksiniz.” manasında olan, 34 ‫ سرتون ربكم كما ترون القمر ليلة البدر‬ve “Vechinde ridâ-i kibriyâ olduğu halde
Allâh Te‘âlâ Cennet-i ‘Adn’de tecellî eder.” manasında olan 35 ‫انه تعاَل يتجلى ىف‬
‫ جنة عدن ورداء الكربياء على وجهه‬hadîs-i şerîfleri de te’yîd ediyor. Binâenaleyh, her
kim ki, âyet ve hadîsten zâhirde hakîkat-i ru’yeti tahkîk edip de hakîkat-i
ru’yete vâsıl oldu ise, o kimse Hakk’ı mezâhirde şuhûd ile fâiz olmuş oldu.
Ey muhâtab, Allâh bizi ve seni tarîk-ı ünsüne irşâd; basar ve basîretlerimizi
nûr-ı kudsî ile tenvîr ve küşâd buyursun. Tâ ki kendi nûru ile yine kendisini
görelim ve kendi zuhûrunu şuhûd ile nâil-i fevz ü sa‘âdet olalım!
Hâsıl-ı kelâm, bahr-i vücûddan fâiz olan o feyzin ‘ayn-ı eser olması, o
eserin kendi isti‘dâdı mikdârınca o feyze mazhar olması ma‘nâsınadır. Mazhar ise zâhirin gayrıdır. Zîrâ mazhar için iki cihet vardır. Biri, o mazharın
ta‘ayyün-i şahsîsidir ki, ta‘ayyün ve takayyüdünden nâşî kendisinde “gayriyyet” mu‘teberdir. Diğeri, mevcûdâtın kıyâmı kendisiyle tahakkuk eden
Vücûd-ı Mutlak cihetidir. İşte bu cihetten dolayı mazharda “gayriyyet”
i‘tibâr olunmaz. Bu takdîrde zâhir, mazhardan ta‘ayyünü itibariyle mazharın aynıdır, gayrı değildir. Binâenaleyh, nüvâtın yani çekirdeğin ağaçta müessir olması gibi, o feyz-i vücûd da mazharda müessirdir. Ve bu feyz-i vücûdun ‘ayn-ı eser olmasından, eşyânın ‘ayn-ı Hak olması lâzım gelmez. Zîrâ
Vücûd-ı Mutlak’ın feyzi, min haysü huve huve Vücûd-ı Mutlak’ın ‘aynı değildir ve gayrı da değildir. Bunun gibi, o feyzin mazharı da, min haysü huve
huve o feyzin ‘aynı değildir, fakat gayrı da değildir. Binâenaleyh, bir mazhar
ki, kendisinden zâhir olan feyzin ‘aynı olamıyorsa, o mazhar nasıl olur da
min haysü huve huve Vücûd-ı Mutlak’ın ‘aynı olabilir?! Ey muhâtab, sen bu
dakîkayı iyice bir tedkîk ve tahkîk etmek için birazcık müvessikâne i‘mâl-i
fikirde bulunmaklığın lâzımdır.
(s.15) Beyit:
‫ان كنت ذا فهم زكى فاعترب‬
!‫يكفيك هذا للمعىن يا معترب‬
Tercüme:
34
35
edersiniz. Hakk’ı görüp îmân getiren kendi nefsi için amel eder; Hakk’ı görmeyip dalâleti ihtiyâr
eden ise kendi zararına amel etmiş olur.” (En‘âm, 6/104)
“Rabbinizi ayın ondördüncü gecesinde dolunayı gördüğünüz gibi göreceksiniz.” Buhârî,
Sahîh, Mevâkit 26, Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’aş, Sünen, Thk. Muhyiddin Abdulhumeyd, Dâru’l-Fikr, Beyrut, Tsz., Sünnet 19; Tirmizî, Cennet 16.
Bk. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 285. Hadîsin benzer bir metni Buhârî’de şu şekilde yer almaktadır: ‫جنتان من فضة آنيتهما وما فيهما وج نتان من ذهب آنيتهما وما فيهما وما بني القوم وبني أن ينظروا لَل رهبم لال رداء الكربياء على وجهه يف جنة عدن‬
(Buhârî, Sahîh, Tevhîd 24).
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
618 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
Ey mu‘tebir, kâfî sana maksûd içün bunca beyân.
Fehm-i zekî ashâbına ‘ibret gerektir her zamân.
İmdi ey muhâtab, bu matlûbdan mîzân-ı ‘akl-ı müşevveb ile sen bahse kalkışma! Çünkü bu matlûb, tavr-ı ‘ukûlün fevkinde olan bir ‘Allâmu’l-Ğuyûb
ve Vâcibü’l-Vücûd’un hikem-i ‘ayn u zâtından bâhistir ki, bu bahsin tahakkuku ancak şuhûd ve ilhâm iledir. Yoksa, mîzân-ı Hikmet ve mîzân-ı
Kelâm’ın tasdîki ile mutasavver değildir. Zîrâ evhâm terâzûsunun kefesi bu
matlûbu ihâta edemez; nerde kaldı ki, vezn edebilsin! Ve “mutâbıkî”, “tazammunâ” ve “iltizâmî” denilen delâlât-ı selâse burada bir gûnâ cây-ı tatbîk
bulamaz. Nerde kaldı ki, delâlât-ı mezkûreden istimdâd edilsin!
Beyit:
‫بل فيه ال جيدى غساق السفسفة‬
‫هل فيه جيرى من زعاق الفلسفة‬
Tercüme:
Bunda cârî olamaz âb-ı habîs-i Felsefe.
Sadra hiç vermez şifâ kokmuş devâ-yı sefsefe.
Terâzû-yi felsefînin kefe-i tengâ-tengi, bu dürr-i girân-bahâ-yı hakîkatı
vezn ve istî‘âbdan ‘âciz olduğunu, meşhûr olduğu üzere, İmâm-ı A‘zam
(r.a.) hazretlerinin, dehrî ile vukû‘ bulan münâzaralarında îrâd eylemiş olduğu akvâl-i ‘aliyyeleri de te’yîd eder. Şöyle ki:
Dehrînin Hz. İmâm’a, “Allâh mevcûd mu?” suâline, cenâb-ı İmâm,
“Evet mevcûddur.” cevâbını verir. Dehrî, “Öyle ise, her mevcûd için bir
mekân-ı mu‘ayyen lâzımdır; binâenaleyh Cenâb-ı Hakk’ın (s.16) mekânı
neresidir?” diye su’âli tekrâr edince, Hz. İmâm cevâben buyururlar ki; “Senin bedeninde rûhun mevcûd mudur?” Dehrî, “Evet mevcûddur.” der. Hz.
İmâm, “Öyle ise, mevcûd olan rûhunun cesedinde mekân-ı mu‘ayyeni neresidir?” deyince, dehrî mülzem ve mebhût olur. Sonra cenâb-ı İmâm, içi sütle
dolu bir kap getirterek, dehrîye, “Bu sütte yağ mevcûd mudur?” su’âlini
îrâd eder. Dehrî de, “Evet mevcûddur.” cevâbını verir. Cenâb-ı İmâm, “Öyle
ise bu sütte mevcûd olan yağın mekân-ı mu‘ayyeni neresidir?” diye su’âlini
tekrâr edince, dehrî mebhût olup kalır. Hz. İmâm ol vakit, “İşte Cenâb-ı
Hakk’ın misâli böyledir. Yanî, Allâh Te‘âlâ hazretleri tahayyüz ve temekkünsüz, makām ve mekânsız olduğu halde ‘âlemde mevcûddur; fakat zât-ı
‘aliyyesi için ‘âlemde hiçbir mekân-ı mu‘ayyen yoktur.” diyerek, hem tarîk-ı
ma‘kûl ve hem de tarîk-ı mahsûs ile dehrîyi ilzâm ve iskât buyurmuşlardır.
İşte bu îzâh ve beyândan tahakkuk ve ta‘ayyün etti ki, Cenâb-ı Hakk’ın vü-
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 619
cûdu, hâll ve mahal olmaksızın, yanî ne kendisi bir şeye hulûl ve ne de kendisi bir şeye mahal olmaksızın, cemî‘-i eşyâyı muhîttir. İşte bunun içindir ki,
Hak için bir mekân-ı mu‘ayyen yoktur. İmdi, sâbıkan beyân olunduğu vechile, Cenâb-ı Hakk’ın ihâtası, hakāyık-ı eşyâya sârî olan hüviyetinin sereyânı ile oldu ise, bundan eşyânın min vechin Hakk’ın ne gayrı ve ne de
‘aynı olması lâzım gelir. Zîrâ Vâcib Te‘âlâ hazretleri eşyâyı ancak feyz-i cûdı vücûdundan îcâd eyledi. Bu feyz-i vücûd ise, ne eşyâya dâhil ve ne de eşyâdan hâriçtir. Çünkü şu sereyân, hiçbir vecihle duhûl ve hurûc iktizâ etmez. Zîrâ duhûl ve hurûc, su ile desti gibi ancak iki cevherde mutasavverdir. Hulûl-i sereyânî ise, gül ile gülün râyihası gibi, bir cevherle bir ‘arazda
bulunabilir. Halbuki o feyz-i vücûd ne cevherdir, ne de ‘arazdır. Binâenaleyh, o feyz-i vücûdda hâlliyyet ve mahalliyet nasıl tasavvur olunabilir?!
Yanî aslâ tasavvur olunamaz.
Eğer denilirse ki, şu ifâde-i sâbıkadan “irtfâ‘-ı nakîzayn” lâzım gelir;
cevâben derim ki, (s.17) sen hâlâ mı kıyâsât-ı vehmiyye ile uğraşıyorsun?!
“Ehven-i büyût beyt-i ‘ankebût” olduğunu bildiğin halde, ‘ankā-i lâhûtun
lu‘âb-ı ‘ankebût ile sayd olunamayacağını yakînen sana söylememiş mi
idim?! Şüphe yok ki söylemiştim. Binâenaleyh, bu sâha-i hakîkatte
mevcûdiyyeti lu‘âb-ı ‘ankebûta benzeyen kıyâs-ı mantıkîye mürâcaatla, şöyle bir kıyâs yapsak da desek ki: “Allâh haydır. Her bir hay, ya müteharriktir
ya da sâkindir. Lâkin Cenâb-ı Allâh ne müteharriktir, ne de sâkindir. Zîrâ
hareket iki zaman ve iki mekânda vücûd bulur. Sükûn ise mekân-ı vâhidde
ve fakat iki zamanda sâbit olur. Halbuki Vâcib Te‘âlâ hazretleri zaman ve
mekânın her ikisinden de münezzehtir.” İşte bak, burada, yanî bu kıyâsta
“irtifâ‘-ı nakîzayn” dediğin şey nasıl hâsıl oluyor ve nasıl cereyân edip duruyor? “İctimâ‘-ı nakîzayn” dediğin kıyâs da böyledir. Nitekim bir ‘ârif-i
billâh, “Allâh’ı hangi delîl ile bilebildin?” dediklerinde, “Câmi‘u’z-zıddeyn
ِ
ِ
ِ ‫اهر والْب‬
olması ile bildim.” Cevâbını vermiş de, 36 ‫اط ُن َوُه َو بِ ُك ِهل َش ْي إء َعلِيم‬
َ َ ُ َّ‫ُه َو ْاأل ََّو ُل َو ْاآلخُر َوالظ‬
âyet-i celîlesini okumuş. Bu âyet-i celîle muktezâsınca Cenâb-ı Hak
“câmi‘u’z-zıddeyn” oluyor. Zîrâ, vaktâ ki Cenâb-ı Hak üzerine zamân
murûr edemeyip de, şân-ı ‘âlîsi ezminenin küllîsinden münezzeh oldu ise,
Hakk’ın evveliyyeti ‘ayn-ı âhiriyyet ve âhiriyyeti ‘ayn-ı evveliyyet oldu; ve
bâtında zâhir ve zâhirde bâtın oldu. İşte görüyorsun ki, ân-ı vâhide ve cihet-i
vâhidede “ictimâ‘-ı zıddeyn” vâki‘ olup duruyor. Binâenaleyh, mîzân-ı
Hikmet ve mîzân-ı Kelâm ile Hakk’ın zât-ı ‘aliyyelerinde kıyâs-ı evhâm cârî
36
“Cenâb-ı Hak, zamansız ve bidâyetsiz evvel, zamansız ve nihâyetsiz âhir, nisbetsiz ve izâfâtsız
zâhir, idrâk-i havâsdan bâtındır.” (Hadîd, 57/3).
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
620 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
olamaz ve burada kazıyye-i mantıkıyye hiçbir vecihle cây-ı mutâbakat bulamaz. Fefhem!37
(s18) Beyit:
‫حفظت شيئا و غابت عنك اشياء‬
‫فقل للذى يدعى ىف العلم فلسفة‬
Tercümesi:
İlimde felsefe da‘vâ eden hod-bîne gel söyle
Ki “Bir şey bildin, ammâ gâib ettin birçok eşyâyı!
Beyit:
‫صورت ختييل هر يب دين برهان داشنت‬
‫بكذر از عقل طبيعى تا نتابد جانت را‬
Tercümesi:
Geç tabî‘î akıldan kim cânını döndürmesin
Sûret-i tahyîl-i her bî-dîni bürhân tutmağın.
Ey tâlib-i mes‘ûd, bil ki, ne zaman ki nücûm-ı şuhûddan ğuyûm-ı
hudûd ref‘ olunursa, o zaman metâli‘-i kuyûddan şems-i vücûd işrâk eder.
ِ
Nitekim Allâh Tebâreke ve Te‘âlâ hazretleri buyururlar: 38 ‫ض بِنُوِر َرِههبَا‬
ُ ‫ َوأَ ْشَرقَت ْاأل َْر‬.
İmdi biz Allâh-ı reşîdden taleb ve ricâ ederiz ki, basîretlerimizden ğıtâ’-ı
şedîdi feth u küşâde, ref‘ u izâle buyursun da, bizi 39 ‫صُرَك الْيَ ْوَم َح ِديد‬
َ ‫ فََب‬hitâbı ile
ِ ‫فَأَي َنما تُولُّواْ فَث َّم وجه‬
muhâtab olan zevât-ı ‘aliyye cümlesine ilhâk eylesin. Tâ ki, 40 ‫اّلل‬
‫ْ َ َ َ َُْ ه‬
mantûk-ı celîlince, merâyâ-yı kesret-i ‘adîdde vech-i vahdet-i ferîdi ru’yet ve
müşâhede edelim. Ve yine talep eder ve dileriz ol ulu Allâh’tan ki, bizi, haklarında
ِ
41 ‫اآلخرِة أَعمى وأَضل سبِيال‬
‫ َوَمن َكا َن ِيف َه ِذه‬buyurulan zümreye dâhil olَ ُّ َ َ َ ْ َ ‫أ َْع َمى فَ ُه َو ِيف‬
ٌ
ٌِ
37
38
39
40
41
Bu bahisle ilgili, ilave bir kâğıtta şu not yer almaktadır: “Bu tevcîh, “kıyâsu’l-gâib ‘alâ’şâhid” kabîlinden değildir. Belki, teshîl-i fehm için ednâ mülâbeset ile, “teşbîhü’l-ma‘kûl
bi’l-mahsûs” kabîlindendir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kendisi hiçbir şeye benzemediği gibi, hiçbir
şey de Cenâb-ı Hakk’a benzemez. Nitekim, “teşbîhü’l-ma‘kûl bi’l-mahsûs”un misâli
Kur’ân-ı Kerîm’de vârid olmuştur ki, Cenâb-ı Hakk buyururlar:
ِ
ِ
‫ضنَاهُ لِلَْي نَا قَ ْبضا يَ ِسريا‬
ْ َ‫س َعلَْي ِه َدلِيال ُُثَّ قَب‬
َ ‫“ أَ َملْ تَ َر لِ ََل َربِه‬Rabbinin gölgeyi nasıl uzattıَ ‫ك َكْي‬
ْ ‫ف َم َّد الظه َّل َولَ ْو َشاء ََلَ َعلَهُ َساكنا ُُثَّ َج َعلْنَا الش‬
َ ‫َّم‬
ğını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra biz güneşi, ona delil kıldık.
Sonra onu (uzayan gölgeyi) yavaş yavaş kendimize çektik.” (Furkân, 25/45-46). Diğer bi âyette
buyururlar:
ِ ِ‫ِ إ‬
ِ َّ ‫اّلل نُور‬
ِ
‫اح‬
ْ ‫صبَاح الْم‬
ْ ‫الس َم َاوات َمثَ ُل نُوِرهِ َكم ْش َكاة ف َيها م‬
ُ َ‫صب‬
ُ َُّ “Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili,
içinde lamba bulunan kandillik gibidir…” (Nûr, 24/35). İşte bu iki âyet-i celîle, sarîhan
“teşbîhü’l-ma‘kûl bi’l-mahsûs”a ve zımnen de şu risâlenin mazmûnuna birer şâhid-i âdildirler. Tedebber!”
“Yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanır…” (Zümer, 39/69)
“…Artık bugün gözün keskindir.” (Kâf, 50/22.)
“Nereye yönelirseniz, Allah’ın vechi (zâtı) işte oradadır.” (Bakara, 2/115)
“Dünyâda kalbi a‘mâ olup, rüşd ü sedâdı görmeyen, ahirette dahî a‘mâ olup, tarîk-ı necâtı görmez
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 621
ِ َّ ‫اْلَ َّق وُهو يَ ْه ِدي‬
maktan hıfz u himâye buyursun. Âmîn. 42‫يل‬
ُ ‫اّللُ يَ ُق‬
َّ ‫َو‬
َ َ ْ ‫ول‬
َ ‫السب‬
(s.19) Şu makālin, yanî şu risâlenin tesvîdi, nâkısu’l-kemâl, kâmilü’lvebâl, makāl-i mezkûrün müevvili, ahkaru’r-ricâl Abdullâh es-Salâhî yediyle, Hicret-i Nebeviyye’nin bin yüz seksen ikinci senesi, şehr-i Şevvâl’inin
beşinci günü hadd-i kemâle bâliğ olmuştur.
‫ووقع تبييض توجيه العني عن يد موجهه بال نقص وال شني واستغىن الواحد من االلنني ىف االلنني ىف العشر االول اال االلنني من‬
‫اول االلنني للثمانني و االلنني من االلنني بعض االلنني من هجرة سيد الكونني و الثقلني عليه افضل الصالة والسالم املتالزمني‬
. 43 ‫املتعاقبني ما تنور العامل بالربين و تقابال بني اْلافقني‬
(s.20 boş.)
(s.21)
Hallu Rumûzi’t-Târîh
“Tevcîhü’l-‘ayn” terkîbinde, envâ‘-ı bedî‘iyyeden “tevriye” tarîkı üzerine bir
nevi‘ tevcîh ve îhâm vardır. Yanî, şu Risâle, Hz. Şeyh’in ‫ وهو عينها‬kavlindeki “
‘ayn” lafzını tevcîhten ibâret olmakla, “Tevcîhü’l-‘ayn” lafzı, mefhûm-ı
Risâle’yi îhâm eylediği gibi, ‘ibâre-i târîh de, envâ‘-ı “tevriye”den bir nevi‘
üzerine îhâm ve tevcîh kabîlinden olduğunu îhâm ediyor. Zîrâ ‘ibâre-i
târîhin kendisi ile tevriye edilen ma‘nâ-yı karîbi, târîh-i kitâbı iş‘âr ve kendisinden tevriye edilen ma‘nâ-yı ba‘îdi de hülâsa-i mazmûn-ı kitâbı îhâm etmektedir.
‘İbâre-i târîhin ma‘nâ-yı mûrâ bih i‘tibâriyle halline gelince; 44( ‫استغىن الواحد‬
‫ ) من االلنني‬fıkrasındaki “vâhid” den “elif; ve teşbîh tarîkı üzerine “elif” ile de
“kalem” murâd olunur. Ve ‫ االلنني‬den murâd da, ‫ الصبعني‬yanî “iki parmak”tır.
Zîrâ kitap tamâm oldukta, kalem iki parmaktan müstağnî ve halâs olur. Ve
(‫ )ىف االلنني‬den murâd, “yevmü’l-İsneyn” olup, (‫ )ىف العشر االول اال االلنني‬den murâd, aşr-
42
43
44
ve tarîk-ı necâttan uzak olur.” (İsrâ, 17/72)
“Hak sözü söyleyen ancak Allah’tır ve doğru yola ancak O hidayet eder.” (Ahzâb, 33/4)
Mütercim-i Fakîr der ki; Müellif -kuddise sırruhû - hazretleri gâyet mütevâzi‘ bir lisân ile,
Risâle’nin târîh-i tesvîdini beyân buyurduktan sonra, tebyîzi târîhine de, bâlâda görüldüğü vechile ayrıca hâme-rân olmuşlardır. Fakat târîh-i mezkûr sınâ‘at-ı bedî‘iyye ve
kavâ‘id-i ta‘miye ve tevriye i‘tibâriyle ‘âdetâ bir mu‘ammâ hâline gelmekle, Hz. Müellif
bizzât kendileri târîh-i mezkûrün rumûz, ta‘miye ve tevriyelerini hall için, risâlelerinin nihâyetinde “Hallu Rumûzi’t-Târîh” nâmıyla, târîh-i mezkûra bir şerh yazmışlardır. Şerh-i
mezkûrün ma‘nâ-yı mûrâ bih kısmında birçok hakāyık münderic bulunmakla, tetmîmen
li’l-fevâid, şerh-i mezkûrun da tercümesi münâsib görüldü. Târîh-i mezkûrün sınâ‘at-ı
ta‘miye ve tevriyesini enzâr-ı mutâli‘îne ‘arz ile, bedâ‘at-ı bî-nazîrinin bir derece daha iyi
anlaşılabilmesi imkânını hazırlamak için de, târîh-i mezkûr evvelâ aynen bâlâya derc
edildi. Ve mine’llâhi’t-tevfîk.
“Bir ikiden istiğnâ etti.”
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
622 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
ı evvelin yevm-i sâminidir. Ve 45(‫ )من اول االلنني‬den murâd, evvel-i ‘ıydeyn olan
Şevvâl; ve 46(‫ )للثمانني و االلنني‬den murâd, seksen ikinci senenin Şevvâl’idir. Ve ( ‫من‬
‫ )االلنني‬terkîbi ile, “mine’l-mieteyn” demek maksûd olup, bu sûrette, “yüz seksen ikinci senenin Şevvâl’i” demek murâd olunur. Ve (‫ )بعض االلنني‬terkîbi ile, ‫بعض‬
‫ االلفني‬yanî “ikinci binin bazısı” ma‘nâsı maksûddur.
Hâsıl-ı kelâm ve hulâsa-i merâm budur ki, işbu kitâbın tebyîzine, Hicret-i Nebeviyye -‘aleyhi ekmelü’t-tahıyye - nin bin yüz seksen ikinci senesi
Şevvâl’inin yedinci Pazar-ertesi günü başlanılarak, sene-i mezkûre
Şevvâl’inin sekizinci Salı günü resîde-i hüsn-i hitâm olmuştur.
(s.22) Evvelâ sıfât-ı sübûtiyye-i semâniyyede, sâniyen sıfât-i sübûtiyye-i
semâniyyenin âsâr-ı mezâhiri olan ‘ukûl-i ‘aşere, nüfûs-i ‘aşere, hudûd-i
‘aşerede ve mertebe-i isneyniyyetin ba‘zı itibariyle bunların her birerlerinde
“evvel-i isneyn”den, yanî “hakîkat-ı Muhammediyye”den îcâd eylemiş olduğu eşyâda feyz-i cûd-i vücûdu mütecellî olduğu halde, rütbe-i isneyniyyetden münezzeh ve müstağnîdir. Şu mezkûrâtın, evvel-i isneyn olan
“hakîkat-ı Muhammediyye”den îcâdı, 47 ‫ انا من هللا و املؤمنون مىن‬hadîs-i şerîfi ile
sâbittir. Zîrâ Peygamber-i Zî-şân -‘aleyhi salavâtü’l-Meliki’l-Mennân- efendimiz hazretleri, enbiyâ-yı zî-şân -‘aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm- hazerâtının
imâmıdırlar. Nitekim haber-i zâhirde,
48 ‫ خلقت االشياء الجلك و خلقتك َل‬vârid olmuştur. Ve 49 ‫ لو الك ملا خلقت االفالك‬hadîs-i
kudsîsi de haber-i mezkûrün medlûlünü müeyyiddir.
İmdi, mahsûl-i işârâtın hülâsası şudur ki; vücûd-ı Vâhid-i Mutlak
ta‘ayyünâtın tekessürü ile tekessür etmez -ki, biz buna şu risâlede şevâhid-i
âyât ile kâfî derecede işaret etmişizdir- . Binâenaleyh, sıfâtın ta‘addüdü ile
Zât-ı Mutlak tekessür etmeyince, o sıfâtın mezâhir-i mümkinesinin tekessürü ile Zât-ı Mutlaka’nın ta‘addüdü nasıl mümkün olabilir?! Yanî aslâ mümkün olamaz. Ey tâlib-i Hak, gözünü bir iyi aç da, aradan perde-i hicâbı kaldır. Tâ ki şek ve şüpheden âzâde olarak, bilâ kayd Hakk’ı müşâhedeye nâil
olabilesin!
‫اْلمد هلل الودود منه بدأ االمر و اليه يعود‬
‫والصالة و السالم على سيدنا حممد احملمود‬
‫صاحب الشفاعة و اْلوض املورود‬
45
46
47
48
49
“İkinin evveli”
“Seksen iki”
“Ben Allah’tanım, mü’minler de bendendirler.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 236)
“Habîbim, mecmû‘-ı eşyâyı senin için, fakat seni ancak benim için yarattım.”
“Habîbim, sen olmasaydın eflâk mevcûd olmazdı.” ( Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 232)
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 623
.50 ‫و آله الذين هم اهلداة اَل الطريق املسعود‬
(s.23 ve 24 boş.)
(s.25)
“ZEYLÜ’L-KİTÂB Bİ AHSENİ’L-HİTÂB” TERCÜMESİ
Vaktâ ki, te’lîfine ikdâm olunan Miftâhu’l-Vücûd nâm eserimiz nihâyete
bâliğ oldu; aradan bir müddet geçtikten sonra, bir gün cenâb-ı Şeyh Muhyiddîn -kaddesenâ’llâhu bi sırrihi’l-mu‘în- hazretlerini âlem-i menâmda
gördüm. Hz. Şeyh bana bir kelâm-ı mu‘ciz-i müstetâb ile hitâb edip, “Kassarte nuktaten.” Ya‘nî, “Kitapta bir noktada kusûr ettin.” buyurdular. Ben
Hz. Seyh’in “nokta”dan murâd-ı ‘âlîleri ne olduğunu anlayamadığımdan,
bir cevap tedarik edemedim. Uyandıktan sonra, kelâm-ı mezbûrun hakîkatinden bir netîce istihsâl edebilmek için, bir takım mukaddemât-ı mantıkıyye
temhîdine başladımsa da, o mukaddemât beni tarîk-ı maksûda îsâl edemedi.
Bunun üzerine uyku galebe etmekle yine uyumuşum. Hz. Şeyh (r.a.)’ı tekrar
menâmda gördüm. Buyurdular ki; “Kusûru’n-nuktati fî’l-muhîti.” Ya‘nî,
“Kusûr edilen nokta “muhît”tedir.” Ben Hz. Şeyh’in bu sözündeki nükteyi
de yine idrâk edemeden uyandım ve şu kavl-i sarîhin ma‘nâsında her ne
kadar icâle-i efkâr ettimse de, bir mefhûm-ı sahîhe zaferyâb olamadım. Tekrar uyku galebe etti, üçüncü def‘a olarak yine Hz. Şeyh (r.a.)’ı ma‘nâda
müşâhede ettiğimde, buyurdular ki; “Kusûru’n-nuktati fî takrîri’l-muhîti.”
Ya‘nî, “Kusûr edilen nokta “muhît”in takrîrindedir.” Bunun üzerine Hz.
Şeyh’in feyzlerinden derhal kalbime bir lâyiha-i ‘ilmiyye lâyih ve sânih olarak vücûdumu istî‘âb eyledi ve ben o anda bildim ki, Hz. Şeyh (r.a.)’ın
murâd-ı ‘âlîleri, benim risâle-i mezkûrede takrîr eylemiş olduğum, 51 ‫أََال لِنَّهُ بِ ُك ِهل‬
‫ َش ْي إء ُِّحميط‬âyet-i celîlesinin tefsîridir. Ya‘nî, Hz. Şeyh (r.a.) (s.26) bana demek
istiyorlardı ki; “Ey Salâhî Efendi, sen her ne kadar âyet-i celîle-i mezkûreyi
50
51
“İşin kendisinden başladığı ve yine kendisine döneceği, Vedûd olan Allâh’a hamdolsun.
Havz-ı mevrûd ve şefâat sahibi olan efendimiz Muhammed-i Mahmûd’a ve mes‘ûd yola
hidayet ediciler olan aile efrâdına da salât ü selâm olsun.” “Vedûd olan Allah’a hamdolsun. Emr (iş) O’ndan başlar ve yine O’na döner. Salât ü selâm, şefâat ve Havz-ı
Mevrûd’un sâhibi Efendimiz Muhammed-i Mahmûd’un ve onun mutluluk yoluna ileten
âlinin üzerine olsun.”
“Âgâh ol ki, Cenâb-ı Hak her şeyi muhîttir.” (Fussilet, 41/54)
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
624 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
ihâta-i dâire-i vücûd ile, lâyık olduğu vechile tefsîr ettin ise de, lâkin
“muhît” için bir “merkez” lâzımdır. Dâire-i vücûdun merkezi ise, o dâirenin
vasatındaki “nokta”dır. Halbuki sen ey Salâhî Efendi, nokta-i dâire-i vücûdu, ya‘nî merkez-i muhîti takrîrde kusûr ettin. Eğer o noktayı da takrîr
etmiş olaydın, o vakit kelâmın tam ve kâmil olurdu.”
İşte bu işaretten ben yakînen bildim ki, gerek ‘ibâre-i mezbûrenin
tefsîrinde ve gerekse nekta-i mezkûre için el’ân şurû‘ edeceğim takrîrde, Hz.
Şeyh’in feyz-i kudsîleri bana meded-res olacaktır. Bunun üzerine, hemân
‘âlem-i misâl ve hayâlden ‘âlem-i his ve şehâdete rücû‘ ettim ve ma‘nâ-yı
“merkez”i icmâlen mir’ât-ı bâlimde mütecellî buldum. Ve bunun için her bir
halde vasıta-i mazhar-ı kemâl ile bana ihsân buyurduğu ni‘am-ı feyzi üzerine Allah Te‘âlâ hazretlerine hamd ü senâlar eyledim. Hemân Cenâb-ı Allah
bizi tevfîk-ı ilâhîsi kuvvetiyle te’yîd ve tarîk-ı tahkîka irşâd buyursun.
İmdi, ben Cenâb-ı Hakk’ın “feyz-i mukaddes”inden istimdâd ve “feyz-i akdes”inin i‘ânesine ittikâ ve istinâd eder de derim ki:
“Vücûd” için birtakım merâtib-i külliye vardır. Muhakkıkîne göre
“vücûd”un merâtib-i külliyesi dörttür. Onlar da, “âlem-i lâhût”, “âlem-i ceberût”, “âlem-i melekût”, “âlem-i nâsût”tur. Bazılarına göre merâtib-i
mezkûre beş olup, mecmû‘una birden “hazerât-ı hams” ıtlâk olunur ki, beşincisi, mezkûr dört hazerâtı câmi‘ olan “mertebe-i insân-ı kâmil”dir. Bazılarına göre merâtib-i külliye-i vücûd altıdır. Birinci mertebe “Zât-ı Ehadiyyet”
mertebesidir. İkincisi “mertebe-i ilâhiyye”dir ki, “hazret-i vâhidiyyet” ıtlâk
olunur. Üçüncüsü “ervâh-ı mücerrede”dir. Dördüncüsü “âlem-i misâl”dir
ki, buna “âlem-i melekût” ve “nüfûs-ı ‘âmile” dahî derler. (s.27) Beşincisi
“âlem-i mülk ve şehâdet”tir. Altıncısı, merâtib-i mezkûre-i hamseyi câmi‘
olan “kevn-i câmi‘”dir ki, o da ancak “insân-ı kâmil”dir.
Ve bazı muhakkıkîne göre ise, merâtib-i vücûd yedidir. Birinci mertebe;
“Zât-ı Ehadiyyet” mertebesidir ki, buna “‘âlem-i lâ ta‘ayyün” ve “‘âlem-i
‘amâ” denilir. Zîrâ Peygamber-i Zî-şân -‘aleyhi salavâtü’r-Rahmân- efendimiz hazretlerine, “Yâ Rasûlellâh, semâ halk olunmazdan evvel Rabbimiz
nerede idi?” diye suâl olundukta, Hâce-i Kâinât -‘aleyhi ekmelü’t-tahiyyâtefendimiz hazretleri de cevâben, 52 ‫ ما فوقها هواء وال َتتها هواء‬53‫ ىف عماء‬buyurdular.
52
53
İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, 13; İbn Hanbel, Müsned, IV, 11, 12.
“‘Amâ”, “Hazret-i Ehadiyyet”tir. Zîrâ onu Hak’tan başka kimse bilmez. Ki, o makāmda
Hak hicâb-ı celâldedir. Denildi ki, “‘amâ” “hazret-i vâhidiyyet”tir ki, esmâ ve sıfâtın menşe’idir. Zîrâ “‘amâ”, lügatta ince buluta ıtlâk olunur. Bulut nasıl ki semâ ile arz arasında
hâil ise, bu “hazret”, yanî “hazret-i vâhidiyyet” de öylece semâ-i “ehadiyet” ile arz-ı kesret-i halkıyye arasında hâildir. Bu bâbda vârid olan hadîs-i nebevî de bu ma‘nâya
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 625
Yanî, “Semâ halk olunmazdan evvel Rabbimiz “‘amâ”da idiler. O ‘amâ ki,
onun üstünde ve altında hava da mevcûd değildi.” İkinci mertebe, “mertebe-i esmâ ve sıfât”tır ki, buna “ta‘ayyün-i evvel-i ‘ilmî” de ta‘bîr olunur.
Üçüncü mertebe, ilmullâh’daki “a‘yân-ı sâbite”dir ki, mütekellimîn buna
“hakāyık”; hükemâ “mâhiyyât” ta‘bîr ederler. Bu mertebeye “ta‘ayyün-i
sânî-i ‘ilmî” de ıtlâk olunur. Ve şu üç mertebenin mecmû‘una “âlem-i lâhût”
ve “âlem-i lâ ta‘ayyün” dahî derler. Zîrâ bu mertebede hiçbir ta‘ayyün-i
kevnî mevcut değildir. (s.28) Dördüncü mertebe, “âlem-i ervâh-ı mücerrede”dir ki, buna 54 ‫ اول ما خلق هللا روحى‬hadîs-i şerîfi delâletiyle, “âlem-i ta‘ayyün-i
evvel-i kevnî” denildiği gibi, “âlem-i ceberût” da denilir. Ebû Tâlib-i Mekkî
(ks) hazretlerine göre “ceberût”, âlem-i azamettir, yanî âlem-i esmâ ve sıfât-ı
ilâhiyedir. Ekser-i muhakkıkîne göre “ceberût”, âlem-i evsattır ki, cemî‘-i
emriyyâtı, yanî âlem-i ervâhı muhît olan berzahtır. Beşinci mertebe, “âlem-i
nüfûs-ı mücerrede”dir ki, buna “âlem-i melekût” dahî derler. Ebû Tâlib-i
Mekkî (ks) hazretlerinin kavline göre, “melekût”, nüfûs ve ervâha muhtass
olan “âlem-i gayb”dır. Bu cihetle, “âlem-i nüfûs” ve “âlem-i misâl-i mutlak”
denildi. Altıncı mertebe, “âlem-i şehâdet-i mutlaka”dır ki, arşdan ferşe varıncaya kadar ve her ikisi arasındaki suver-i ecnâs, suver-i envâ‘ ve suver-i
eşhâsın mecmû‘undan ibârettir. Ve buna “âlem-i his” ve “âlem-i mülk” dahî
denilir. Yedinci mertebe, merâtib-i mezkûrenin küllîsini câmi‘ olan “mertebe-i insân-ı kâmil”dir.
İmdi, ey tâlib-i Hak, bu vechile merâtib-i küllî-i vücûdu bildin ise, şunu
da bilmekliğin lâzım gelir ki, şu merâtib-i mezkûrede “dâire-i Vücûd-ı Mutlak” için her halde bir merkez, yanî hakāyık-i ilmiyye ve hakâyık-ı kevniyyeyi müştemil ve câmi‘ bir “mazhar-ı tâm” lâzımdır. Bu cihetten nâşî, Hak
Sübhânehû ve Te‘âlâ hazretleri, vatkâ ki kendi zâtından zâtı ile yine kendi
zâtına tecellî edip de, cemî‘-i sıfât-ı ilâhiyyesini kendi zâtında müşâhede
buyurdu ise, zât-ı ‘aliyyesini de bir hakîkat, ya‘nî bir “mazhar-ı tâm”da
müşâhede etmek murâd eyledi de, “hazret-i ‘ilmiyye”de “hakîkat-ı Muhammediyye”yi îcâd buyurdu. Bunun üzerine “hakîkat-ı Muhammediyye”nin vücûdu ile hakāyık-ı âlemin küllîsi evvelâ vücûd-ı icmâlî ile mevcûd
oldu; sonra da Cenâb-ı Hak hakāyık-ı âlemi “hakîkat-ı Muhammediyye”
54
müsâ‘iddir. Zîrâ Peygamber-i Zî-şân -‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm - efendimiz hazretlerine,
“Yâ Rasûlellâh, halkı halk etmezden evvel Rabbimiz nerede idi?” diye vâki‘ olan su’âle
cevâben, “‫” ىف عماء‬, yanî “‘Amâ’da idi.” Buyurdular. Ve işte şu “hazret”tir ki, ta‘ayyün-i evvel-i ‘ilmî ile ta‘ayyün eder. Zîrâ şu “hazret”, mahall-i kesret ve mahall-i zuhûr-ı hakāyık
ve niseb-i esmâiyyedir.
“Allah’ın ilk yarattığı benim rûhumdur.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 309).
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
626 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
mazharında vücûd-ı tafsîlî ile îcâd buyurmakla, o hakāyık “a‘yân-ı sâbite”
oldu. Binâenaleyh, “hakîkat-ı Muhammediyye” mertebe-i ilâhiyyede “dâirei vücûd”un merkezi, yanî hakāyık-ı ilmiyyeyi müştemil ve câmi‘ bir “mazhar-ı tâm” oldu. (s.29) Nitekim Cenâb-ı Allâh (c.c) hazretleri, Hz. Dâvûd
(a.s.s.)’a hitâben buyururlar: “Yâ Dâvûd, ben cenâb-ı Muhammed’i (a.s.s.)
benim için; ve Âdem oğlunu da Muhammed için halk ettim; geri kalan
mahlûkātı da Âdem oğlu için halk ettim. Kim ki benim ile meşgûldür, kendisi için yarattığım şeyleri ona sevk ve i‘tâ ederim; ve kim ki kendisi için
yarattığım şeylerle meşgûldür, o kimseyi benden mahcûb bırakırım.”
Mefhûm-ı hadîsteki, “Muhammed’i benim için halk ettim.” kavliyle Cenâb-ı
Hak şunu murâd ediyorlar ki, tahkîkan cenâb-ı Muhammed (a.s.s.), cemî‘-i
esmâ ve sıfât ve ahkâm ve âsârı câmi‘ olan benim hakîkat-ı külliyemin mazharıdır. Âlem baştan başa cenâb-ı Muhammaed (a.s.s.) hazretlerinin hakîkatı
hakāyıkının mazharı ve vücûd-ı sa‘âdetlerinin tefâsîli sûretidir. Âlem-i
kebîrin cenâb-ı Risâlet-penâh’a olan nisbeti, cesedin rûha olan nisbeti gibidir. cenâb-ı Risâlet-penâh, rûh-i âlem olup, âlem ise o Hâce-i Kâinât’ın beden
ve cesed-i latîfleridir. Nasıl ki cesedden maksûd olan, cesede müdebbir ve
mutasarrıf olan rûh ise, âlemden maksûd olan da, cenâb-ı Risâlet-penâh’ın
hakîkat-ı câmi‘alarıdır. Tabsıratü’l-Mübtedî nâm eserde böyle mezkûrdür.
Cenâb-ı Sadreddîn (k.s.) Nefehât nâm eserlerinde buyururlar: “Ey tâlib
bil ki, vatkâ ki Hak Sübhânehû ve Te‘âlâ hazretleri cemî‘-i şuûn-ı zâtiyyesi
ahkâmını müstev‘ib olan ve gayb-ı hüviyetinde mahfî ve müstetir bulunan
sûret-i kemâli ile kendi zuhûruna muhabbet edip de, şuûn-ı zâtiyyeden her
bir şe’nde o şe’nin muktezâsına göre zâhir oldu ise, zannolunmasın ki, şu
zuhûr, Hakk’ın ‘ayn-ı şe’ni ızhâr yahut Hak kendi zâtını o şe’nde ve muktezâsına göre o şe’nin mislinde ızhâr etmesi için olmuş olsun. Hayır! Belki şu
zuhûr, şuûn-ı zâtiyyeden her bir şe’n, şuûn-ı sâirenin hükmünü kesbedip de,
efrâd-ı mecmû‘u’l-emrin (s.30) küllîsinden her bir ferdin sûret-i cem‘ ve
vasf-ı cem‘ ve hükm-i cem‘ ile zâhir olabilmesi için oldu ise, Zât-ı Mutlaka’sı
cemî‘-i şuûnu câmi‘ olduğundan, o Zât-ı Mutlaka’dan her bir şe’nin
husûsiyyetini iktizâ eden şeyi o şuûna bildirdi de, husûsiyyet-i muktezâ ve
zâtiyyet-i mutlakadan min haysü hiye o şuûnu haberdâr eyledi. Ve işte her
şuûnda Hakk’ın bi hasebi’ş-şuûn ta‘addüd eden şu zuhûruna “halk” tesmiye kılınmıştır.” (İntehâ.)
Zîrâ Hak Sübhânehû ve Te‘âlâ hazretlerinin ehadiyyet-i cem‘i ile
zuhûru, ancak hakîkat-ı insân-ı kâmil olan şu şe’n-i küllî-i cem‘îye nisbetle
tahakkuk eder. Binâenaleyh Hak kendi ehadiyyet-i cem‘i ve külliyyetini
câmi‘ olan şe’n-i küllî haysiyyetinden, mir’ât-ı insân-ı kâmilde zâhir olur. Ve
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 627
işte o şe’ndir ki, cemî‘-i şuûna her bir şe’nin hükmünü iktisâb ettirir. Çünkü
Hak Sübhânehû ve Te‘âlâ hazretleri mertebe-i Ehadiyyet’te her bir şe’ni cem‘
ettiği gibi, külliyet ve ehadiyyet-i cem‘ini câmi‘ olan o şe’n-i küllî de öylece
şuûn-ı mezkûreden her bir şe’ni câmi‘ ve her bir şe’n üzerine müştemil ve
şâmildir. Ve her bir şe’n hasebiyle Hak Sübhânehû ve Te‘âlâ’nın zuhûr-ı
vücûdundan gâyetü’l-gâyât ise, ancak iktisâb-ı mezkûr içindir. Yoksa yalnız
o şe’ni ızhâr etmek, yahut o şe’n hasebiyle Hak kendisi zâhir olmak, veyâ da
o şe’n hasebiyle o şe’nin mislini ızhâr etmek için değildir. Öyle ise, Hakk’ın
sûret-i kemâlinin zuhûru için, en evvel cenâb-ı Hz. Muhammed -aleyhi salavâtü’l-Ehad- efendimiz hazretlerinin rûh-ı şerîfleri halk olundu ki, 55 ‫اول ما‬
‫ خلق هللا روحى‬hadîs-i şerîfi bunu nâtıkdır. Tâ ki, (a.s.s.) Efendimiz hazretlerinin
rûh-ı şerîfleri mertebe-i rûhâniyyede dâire-i vücûdun merkezi oldu. Yanî
ervâh-ı kevniyye ve hakāyık-ı ilmiyyeyi müştemil bir mazhar-ı tâm oldu ki,
ِ
56
‫ص هفا‬
ُّ ‫وم‬
َ ُ‫وح َوال َْم َالئ َكة‬
ُ ‫ يَ ْوَم يَ ُق‬âyet-i kerîmesi bu müdde‘âyı te’yîd eder. Yanî, “Ol
ُ ‫الر‬
günde kazâ-i ahkâm için ‘inde’llâhi Te‘âlâ mesned-i hilâfete (s.31) rûh-ı Muhammedî(s) kāim olur. Melâike ise, huddâmın mülûk huzûrundaki kıyâmları
gibi huzûr-ı Rasûlullâh (s.a.v.)’de saf saf kāim olurlar.” Bunun için cenâb-ı
Hz. Risâlet-penâh’a ‘azamet-i şânından ve şuûn-ı ervâh ve emlâki ihâtasından nâşî “rûh-ı a‘zam” tesmiye kılındığı gibi, ‘ulûm-ı evvelîn ve âhirîn cevher-i zâtında müntakış olduğundan dolayı da, “akl-ı evvel” ve “kalem-i a‘lâ”
tesmiye kılınmıştır. Evvelâ, rûh-ı Muhammedî’nin şu vechile ibdâ‘ından
sonra, Allâh Te‘âlâ hazretleri ‘avâlim-i ‘ulviyye ve ‘avâlim-i süfliyyenin kâffe-i şuûnunu, cemî‘-i şuûnu câmi‘ ve miştemil olan Muhammed (a.s.s.) hazretlerinin şe’ninden ızhâr ve şe’n-i Risâlet-penâhîleri’nin sol yanından “levhi mahfûz” ve “nefs-i külliye”den ibaret olan nefs-i mücerredelerini îcâd; ve
cemî‘-i şuûnu “akl-ı evvel”den “nefs-i külliyye”ye, yanî “kalem-i a‘lâ”dan
“levh-i mahfûz”a inzâl buyurdular. Binâenaleyh sâir nüfûs-ı mücerrede
cenâb-ı Risâlet-penâh’ın nefs-i mücerredelerinde isbât-ı mevcûdiyet edebildiler de, cenâb-ı Risâlet-penâh’ın nefs-i mücerredeleri o Hazret’te dâire-i
vücûd için merkez, yanî nüfûs-ı kevniyye ve ervâh-ı halkıyye ve hakāyık-ı
‘ilmiyyeyi müştemil ve câmi‘ bir mazhar-ı tâm oldu. Daha sonra Cenâb-ı
Allâh, hakîkat-ı mezkûreden, besâit ve mürekkebâttan ibâret olan ecrâm-ı
‘ulviyyeyi, yanî “akl-ı evvel”den “akl-ı sânî”yi “akl-ı sânî”den “akl-ı sâlis”i
ve bu minvâl üzere “akl-ı ‘âşir”e varıncaya kadar ‘ukûl-i ‘aşereyi îcâd eyledi.
Ve “nefs-i külliyye”den de “nefs-i sâniye”yi, “nefs-i sâniye”den de “nefs-i
ٌ
55
56
“Allah’ın ilk yarattığı benim rûhumdur.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 309).
“Rûhun (Cebrâîl’in) ve meleklerin saf duracakları gün…” (Nebe’, 78/38)
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
628 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
sâlise”yi, kezâlik “nefs-i ‘âşire”ye varıncaya kadar nüfûs-ı ‘aşereyi îcâd eyledi. Ve şu mezkûrâtdan her biri Peygamber (s.a.v.)’den niyâbeten kendi feleğinin dâire-i vücûdlarının merkezi oldular. Ba‘dehû Cenâb-ı Hak, besâit,
mürekkebât, (s.32) ve müvelledâtdan ibaret olan ecrâm-ı süfliyyeyi îcâd ve
Âdem(s)’ı halk buyurdu. Vatkâ ki Cenâb-ı Hak vücûd-ı Âdem’i tesviye, yanî
müsta‘idd-i cennât idîcek, cenâb-ı Muhammed (s.a.v.)’in rûhundan cesed-i
Âdem’e nefh-i rûh eyledi. Zîrâ şecere-i vücûddan beklenilen şecere-i bâkûre,
ancak rûh-ı Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Binâenaleyh cesed-i Âdem’e nefh
olunan bu rûh-ı Muhammedî, esmâ-i ilâhiyyeyi câmi‘ olması i‘tibâriyle,
Hakk’ın sûret-i kemâlinin zuhûru olduğu içindir ki, Cenâb-ı Hak onu izâfâtِ ‫ فَِإذَا س َّوي تُه ونَ َفخت فِ ِيه ِمن ُّر‬buyurdu.
ı teşrîfiyye ile kendi nefsine muzâf kıldı da, 57‫وحي‬
ُ ْ َُْ َ
Yanî Cenâb-ı Hak Hz. Âdem’i şe’n-i Muhammedî’ye (s.a.v.) mazhar kıldı. Ve
bu şe’ne mazhar kılındığı içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm’inde 58‫َمسَاء ُكلَّ َها‬
ْ ‫آد َم األ‬
َ ‫ َو َعلَّ َم‬bu(s)
yurdu. Binâenaleyh cenâb-ı Âdem , Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimiz hazretlerine niyâbeten ve vekâletendir ki, ancak yer yüzünde halîfe ve mertebe-i
nâsûtiyyette merkez-i dâire-i vücûd olabildi. Ve sonra da bi’l-‘umûm kümmelîn-i enbiyâ ve evliyâ -aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm- hazerâtı birer birer
merkez-i dâire-i vücûd, yanî bi‘set-i Hz. Fahr-i Âlem’e kadar her biri
“hakîkat-ı Muhamediyye”ye mazhar oldular. Vaktâ ki cenâb-i Fahr-i Âlem
(s.a.v.) ‘âlem-i nâsûta ba‘s buyurulunca, bi’l-asâle kendileri merkez-i dâire-i
vücûd oldular. Âlem-i bakâya intikāallerinden sonra ise, kümelîn-i evliyâ
birer birer merkez-i dâire-i vücûd olmağa başladılar ki, işte bu minvâl üzere
intihâ-i zamân ve iıkırâz-ı devrâna kadar vâhiden ba‘de vâhidin kümmelîn-i
evliyâ hazerâtı merkez-i dâire-i vücûd olmakta sâbit ve ber-devâmdırlar.
Binâenaleyh, kümmelîn hazerâtının evveli ve âhiri ve meyânede güzerân
edenleri, hâsılı cemî‘-i kümmelîn -rıdvânu’llâhi ‘aleyhim ecma‘în- hazerâtı,
ancak ve ancak cenâb-ı Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) hazretlerinin birer nâib ve
vekîlidirler ki, işte bu hakîkati, İmâm Muhammed el-Bûsîrî - ‘aleyhi rahmetü’l-Bârî - Kasîde-i (s.33) meşhûrelerinde şöyle ifâde buyururlar:
‫فامنا اتصلت من نوره هبم‬
‫وكل آي ايت الرسل الكرام هبا‬
‫غرفا من البحر او رشفا من الدمي‬
‫وكلهم من رسول هللا ملتمس‬
Ya‘nî, “Rusül-i kirâm -‘aleyhimü’s-selâm-ın isbât ve ityân etmiş oldukları âyât ve mu‘cizât ve berâhîn-i kātı‘atü’d-delâlâtın hepsi nûr-ı hazret-i
57
58
“Cesed-i Âdem’i tesviye, yanî hayâtı kabûle müsta‘id kıldığım vakit, o cesed-i Âdem’e rûhumdan
rûh nefhettim.” (Hicr, 15/29; Sâd, 38/72)
“Esmânın küllîsini Cenâb-ı Hak Âdem’e ta‘lîm etti.” (Bakara, 2/31)
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 629
Fahr-i Âlem’den kendilerine îsâl ve ifâza olunan bir feyz-i merşûş ve lutf-ı
mahsûstan başka bir şey değildir. Çünki enbiyâ-i kirâm ve rusül-i fihâm aleyhis-salâtu ve’s-selâm- hazarâtının küllîsi deryâdan ğurfe veya bârân-ı
kesîrden katre kabîlinden olarak, ancak mişkât-ı cenâb-ı Hz. Risâletpenâhî’den iktibâs-ı envâr ve iltimâs-ı füyûzât-ı bî-şumâr etmektedirler.”
Cenâb-ı Sadreddîn - kaddesenallâhu bi-sırrıhi’l-mu‘în - hazretlerinin
Nefehât nâm eserlerinde; “Şu ‘nefha’, bir nefha-i ilâhiyye-i câmi‘a-i külliyedir ki, esrâr-ı asliyyeyi tazammun eder. Ta‘rîf-i merâtib-i esmâ; ahkâm-ı vücûb ve imkân, mertebe-i kemâl ve noksân, merkez-i dâire-i vücûd ve dâire-i
vücûdun cemi‘-i esmâ ve şuûnâtı câmi‘, muhît ve şâmil olan insân-ı kâmile
ihtisâsı da işte o esrâr-ı asliyye cümlesindendir.” diye tavsîf buyurdukları
“nefha”larındaki beyânât-ı ‘aliyye-i âtiyeleri de bizim takrîr etmiş olduğumuz hakāyık-ı mezkûreyi te’yîd eden edilledendir ki, buyururlar:
“Ey Tâlib! Bil ki, cemi‘-i ta‘ayyunâtı câmi‘ olan bir ta‘ayyun haysiyetinden, Hakk’ın mebde’iyyeti için, ya‘nî kendisinden kesret-i i‘tibâriyye-i nisbiyye ve kesret-i vücûdiyye-i ‘adediyye meslûb olan ıtlâk-ı Hakk’ı velî ve
ta‘kîb eden bir ta‘ayyun haysiyyetinden Hakk’ın mebde’iyyeti için bir takım
ahkâm (s.34) ve evsâf vardır ki, o ahkâm ve evsâf, vahdet-i Hak’da kâmin ve
müstehlek olup, onlar zikr ve işâret olunan ta‘ayyün-ı câmi‘den müteferri‘
olan ta‘ayyünât-ı i‘tibâriyye ve vücûdu a‘dâd ve kabûl eden mâhiyyât-ı
mümkineden, vücûd-ı Vâhid’e ‘ârız olan ta‘ayyünât-ı vücûdiyye haysiyyetinden ancak zâhir olabilirler ki, bizim indimizde bu ahkâm ve evsâfa “esmâ” da tesmiye kılınır. Zîrâ esmâ-i ilâhiyye birkaç kısma munkasimdir:
Birincisi, vücûddan hâlî olan mâhiyyâttır ki, bu, fi’t-tahkîk “şuûn”dan
ibârettir. İkincisi, mâhiyyât ile hâsıl olan ta‘ayyünât-ı vücûdiyyenin esmâsıdır. Üçüncüsü, -ki bu, rütbeten birinci ‘addedilebilir- vücûdun mâhiyyâta
iktirânını intâc eden ta‘ayyünâttır ki, işte bu üçüncü kısım, iki evvelki kısım
üzerine sâbıktır. Dördüncüsü, mutlak Hak beyni ile mutlak imkân ve mümkinât beyninde ve şu aksâm-ı mezkûreden her iki kısım beyninde neş’et
eden niseb ve izâfâttır ki, o da mümkinât gibi ğayr-ı mütenâhîdir. Ve bu
niseb ve izâfât, îcâdın değil, belki vücûbu’l-Vücûd’un ahkâmı ve kabz, bast,
imâte, ihyâ ve emsâli ef‘âl ve evsâfın kâffesi, zuhûr-ı âsâr ve suver-i
ta‘akkuliyyesinin ta‘ayyünü her ne kadar şart veya şurûta tevakkuf ederse
de, her hâlde ahkâm-ı vücûbun gayrı değildir. Kezâlik, mâhiyyât-ı mümkine
için, o mâhiyyâtın imkânı haysiyyetinden ve vesâit sebebiyle hâsıl olan
tezâ‘uf-i vücûh-i imkân ve mâhiyyât-ı mezbûrenin husûsât ve levâzımı haysiyetlerinden de bir takım ahkâm ve evsâf vardır ki, o ahkâm ve evsâf da
ancak mâhiyyât-ı mümkine ile ve mâhiyyât-ı mümkine de Hak ile zâhirdir.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
630 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
“İlm” ise min haysü’l-vücûd o mâhiyyetten infikâk etmez. Binâen‘aleyh
hangi bir mâhiyyet ki, etemm ve ekmel olarak, ya‘nî tam manâsıyla vücûdu
kabul edip de ahkâm-ı imkân o mâhiyyette zayıflaşarak azaldıysa, akl-ı evvel gibi o mâhiyyetin (s.35) ilmi daha vâzıh ve daha kesîr olmuş oldu. İmdi
ol bir kümmelîn hazerâtı ki, onların kesret-i imkâniyyeleri ahkâmı vahdet-i
Hak ve ahkâm-ı vücûb-ı Hak’da müstehlektir, işte o kümmelîn, kendileri
dâire-i vücûdiyye ve mertebiyyenin nokta-i vasatında kâindirler. O nokta
ise, ancak merâtib-i i‘tidâlâtın küllîsini, ya‘nî, i‘tidâlât-ı ma‘neviyye, i‘tidâlâtı rûhâniyye, i‘tidâlât-ı misâliyye-i mazhariyye ve i‘tidâlât-ı mizâciyye-i
tabî‘iyyenin küllîsini câmi‘ olan i‘tidâl-ı küllî-yi ilâhî mertebesidir. Noktanın
sâhibi ise, cemî‘-i ahkâm-ı vücûb ve ahkâm-ı imkânı câmi‘dir.
Kümmelînin mâ‘adâsına gelince; onların merâtibi, kümmelîn hazerâtına
kurbiyyet ve bu‘diyyetlerindeki derece ve nisbetlerine göre mütefâvittir. İşte
merâtib-i mevcûdâtın ta‘ayyünü şu iki asıl arasında deverân eylediği gibi,
mevcûdâtın ulûmu da bu iki asıldan dolayı mütefâvit olmaktadır. Çünki her
bir mevcûd, ahkâm-ı vücûb ve ahkâm-ı imkân cümlesinden hâlî değildir. Bu
cihetle ahkâm-ı mezkûreden bir imtizâcât-ı ma‘neviyye hâsıl olmuş oluyor.
Binâen‘aleyh, herhangi bir tâlib ki, kendisinden bir şeye muhâzât-ı zâtiyye
veya bir şeyi ma‘rifete kasd ve tevccüh bulunup da, o teveccühle beraber
ahkâm-ı vücûb ahkâm-ı imkâna ğalebe ederse, o tâlib, o matlûb ve maksûdu
ârif olur. Fakat ne zamân ki ahkâm-ı imkân, ahkâm-ı vücûbu’l-Vücûd’a
ğalebe eder ve bu da ‘ale’l-husûs vücûdu vesâit-i kesîre üzerine tevakkuf ve
hakkında vücûh-ı imkân ve ahkâm-ı imkân tezâ‘uf eden kimse hakkında
vâki‘ olursa, işte o kimsenin ilmi, vücûduna ‘ârız olan tağayyürün kesretinden nâşî kalîl ve kābil-i ilm olan mâhiyetten kabûlü nâkıs olur ki, eşyâya
olan ilim ve cehlin sebebi işte budur. Bu bahsin tafsîli bu kitâbda mezkûrdur.” İntehâ.
İmdi, nokta-i dâireden maksad ne olduğuna gelince: “Nokta-i dâire”den
murâd, mahall-i i‘tidâldir. (s.36) Zîrâ noktadan hâriç olan hutût-ı mustakîmenin küllîsi muhîte müsâvîdir. Meselâ bir karıncayı kızgın bir halkanın
içine atsan, mezkûr karınca bu halkanın herhangi bir cânibine hareketten
içtinâb ederek halka-i mahmiyyenin tam ortasında istikrâr ettiğini görürsün.
Çünki harâret, halkanın her bir cânibinden zavallı hayvanı yakmakta
müsâvî olup, yalnız vüstâ, mahall-i i‘tidâldir. Binâen‘aleyh ey tâlib-i râh-ı
hakîkat, biz de eğer bir hatve nokta-i i‘tidâlden muhît-i dalâle çıkacak olursak, nâr-ı Celâl’in bizi ihrâk-ı bi’n-nâr edeceğini buna kıyâs edebilirsin. Öyle
ise bizi merkez-i sa‘âdetten dâire-i şekāvete ihrâc etmesinden, bizler Melik-i
Müte‘âl olan Allahu ‘azîmü’ş-şân hazretlerine ilticâ ve i‘tisâm ederiz ki, melTasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 631
ce’ ve müste‘âzımız ancak O’dur.
İşte - sallallâhu ‘aleyhi ve selem - Efendimiz hazretleri cemi‘-i merâtib-i
külliyede dâire-i vücûdiyye-i imkâniyyenin nokta-i asliyyesi olduğu içindir
ki, zât-ı ‘aliyyeleri “akl-ı evvel”, rûh-ı küllî”, “rûhu’l-ervâh”, “kalem-i a‘lâ”,
“‘arş”, “‘adl”, “semâvât ve arz kendisiyle kāim olan”, “hakk-ı mahlûk” ve
emsâli isimler ile tesmiye buyurulmuştur.
“‘Adl”, ifrât ile tefrît arasında mutavassıt bir emrden ‘ibârettir. Denildi
ki, “‘adl”, ‘adâlet ma‘nâsına mastardır ki, i‘tidâl ve istikāmet ve hakka meyletmek demektir. Ya‘nî her bir hakkın sâhib-i hakka i‘tâ ve tefvîzini muktezî
olan sırât-ı müstakîmden ‘ibârettir. İşte bu “‘adl” ismi ile müsemmâ, sallallâhu ‘aleyhi vesellem- Efendimiz hazretleridir ki, ancak menba‘-ı
şerâyi‘dir. Zîrâ şuûn-ı ilâhiyye, mütekābile ve mütezâdde olup, her biri kendi hüküm ve eserinin infâz ve gayrısının ya‘nî mukābili bulunan ahkâmın
ibtâlini iktizâ eder. Bundan dolayıdır ki, hikmet-i ilâhiyye, sâbikan beyân
olunduğu vechile, her sâhib-i fazla kendi fazlını tefvîz ve i‘tâ etmek için cemi‘-i şuûnu câmi‘ ve müştemil bir mazhar-ı kâmilin vücûdunu iktizâ eyledi
de, Cenâb-ı Allah, evvelâ Hakîkat-i Muhammediyye’yi (s.a.v.) îcâd buyurdu.
Ve o hakîkat-ı ‘âliyyeyi cemi‘-i mezâhirin (s.37) etemm ve ekmeli eyledi. Ve
sonra da, yine sâbikan beyân olunduğu vechile, Hakîkat-i Muhammediyye’nin mazharlarını îcâd eyledi.
Vaktâ ki nüfûs-ı mücerrede, ahkâm ve âsâr-ı şuûnu infâz için ‘âlem-i
hisde zâhir olup da kendilerinde meknûn olan isti‘dâdâtın kuvveden fi‘le
zuhûru için cisim hil‘atini giymek iktizâ etti ise, Cenâb-ı Allah, cânib-i nefs-i
külliyyeden tabâyı‘-ı külliye-i hebâiyye-i heyûlâniyyeyi halk buyurdu. Ve
hebâ ve heyûlâda59 Cenâb-ı Hakk’ın ilk ızhâr ettiği sûret ise ancak eb‘âd-ı
selâse sûretidir ki, tabâyi‘-i külliyeyi bu eb‘âd-ı selâsenin erkân-ı erba‘ası
kıldı.
Ve işte şu cism-i külliyedir ki, ‘Arş nâmı verildi. Ba‘dehû Cenâb-ı Hak
cevf-i ‘Arş’da Kürsî’yi, cevf-i Kürsî’de felek-i Zühal’i, cevf-i felek-i Zühal’de
felek-i Müşterî’yi, cevf-i felek-i Müşterî’de felek-i Merîh’i, cevf-i felek-i
Merîh’de felek-i Şems’i, cevf-i felek-i Şems’de felek-i Zühre’yi, cevf-i felek-i
Zühre’de felek-i ‘Utârid’i, cevf-i felek-i ‘Utârid’de felek-i Kamer’i idâre etti,
ya‘nî döndürttü. Kevâkib, burûcât ve emlâkden ibâret olan şu eflâkin
küllîsinde bir takım ecsâm-ı latîfe-i tabî‘iyye mevcûttur. Ve cevf-i felek-i
Kamer’de felek-i “esîr”i ya‘nî felek-i “nâr”ı ve cevf-i felek-i nârda felek-i
59
“Heyûlâ”, “hebâ’”nın ‘atf-ı tefsîridir. Çünki ehl-i nazarın heyûlâ dedikleri şeye erbâb-ı
keşf “hebâ’” ıtlak ediyorlar.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
632 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
“havâ”yı, cevf-i felek-i havâda felek-i “mâ”yı ve cevf-i felek-i mâda felek-i
“türâb”ı idâre etti de, me‘âdin, nebâtât, hayvânâttan ‘ibâret olan envâ‘-ı tekvînâtı ve kendisinde ecsâm-ı unsuriyye bulunan her bir şeyi turâba tevdi‘
buyurdu.
Ve “akl-ı evvel”den sûret-i nev‘iyyede en evvel zuhûr eden şahıs, Hz.
Âdem(s) ve cenâb-ı Âdem’in sol yanından halk olunduğundan nâşî, “nefs-i
külliye”den sûret-i nev‘iyyede en evvel zuhûr eden (s.38) Hazret-i Havvâ radiyallahu ‘anhâ - dır. Ve “tabâyi‘-i külliye”den sûret-i nev‘iyyede en evvel
zuhûr eden şahs, şeytândır. Zîrâ nâr, netâyic-i tabâyi‘in nihâyetidir. Şeytân
ise, “tabâyı‘-ı külliye”nin sol tarafından mahlûktur. Ve Hak Te‘âlâ hazretleri
Âdem’le Havvâ meyânesinden bir çok ricâl ve nisâ izhâr eyledi. Şeytân ise
onların içine dâhil olup, nokta-ı sa‘âdetten dâire-i şakāvete çıkarmak için
onlara ilkā-yı gurûr eylediğinden, Allah Te‘âlâ hazretleri nâsı zulümât-ı küfr
ve dalâlden nûr-ı hidâyet ve îmâna çıkarmak için kendilerine pey-der-pey
kümmelîn-i enbiyâ-i şâri‘în irsâl eyledi. Bir şerî‘atla ki, kavimlerinin
zamânları isti‘dâdı, o şerî‘at-ı mürseleye münâsib bulunuyordu. Ne zaman
ki, bir kavmin müddet-i hayâtı munkazî oluyordu, Cenâb-ı Allah derhâl
şerî‘at-ı mütekaddimeyi nâsih olan bir şerî‘at ile başka bir resûl ba‘s ve irsâl
buyuruyordu. Âhir zamân gelinceye kadar bu hâl devâm etti. Hattâ ki âhir
zamân geldi, Allah Te‘âlâ hazretleri hâtem-i enbiyâ ve mürselîn Muhammedü’l-Mustafâ el-Emîn (s.a.v) hazretlerini ba‘s ve irsâl buyurdular. Bir efdal
şerî‘at ile ba‘s buyurdular ki, o şerî‘at yevm-i kıyâmet ve inkırâz-ı devrâna
kadar bâkî olup, cemi‘-i edyân ve şerâyi‘i nâsihdir. O Nebî-yi Muhterem de,
ahkâm-ı şerî‘at, ef‘âl-i tarîkat ve ahvâl-i hakîkati ızhâr ve i‘lâm buyurdular.
Allah Te‘âlâ hazretleri bizi şerî‘at-ı seniyye ahkâmını ri‘âyete muvaffak ve
rusûm-ı tarîkat-ı ‘aliyyeyi hıfz u himâyeye bize imdâd ve ahvâl-i hakîkat-ı
‘aliyye ğâyesine bizi irşâd buyursun. Tâ ki, sa‘âdet-i ebediyye noktasında
mukîm ve sâbit olalım da, şakāvet-i sermediyye dâiresine yuvarlanmaktan
mahfûz kalalım.
İmdi biz, kitabın âhirinde âlemin şekil ve keyfiyet-i tertîbi hakkında
cenâb-ı Şeyhu’l-Ekber - nevverana’llâhu bi feyzihi’l-enver - efendimiz hazretlerinin bir eser-i ‘âlîleri hutbesinin60 teyemmünen ve teberrüken burada
dercini münâsip gördük. Cenâb-ı Şeyh (ra) hutbe-i mezkûrede buyururlar
ki:
(s.39) “Hamd u senâ ol Allah Te‘âlâ hazretlerine mahsûs ve sezâdır ki,
60
Kitâb-ı mezkûrun ismi el-Vesâil fi’l-Ecvibeti ‘an ‘Uyûni’s-Sâil olduğunu müellif hâtime-i
risâlede beyân buyuruyorlar.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 633
evveliyyeti için sâir evveliyât gibi bir mebde’ ve iftitâh olmadı. Öyle bir Allah ki, arz mebsûta, semâvât mahlûka değil iken besâit ve mürekkebâttan
münezzeh, ezelî sıfât-ı ‘Âliyy ile muttasıf ve esmâ-i hüsnâ kendisi için kâin
ve sâbitti. Öyle bir Allah ki, “‘amâ”da cemi‘-i ma‘lûmâtı ‘Âlim, câizâttan âciz
olmaz bir Kādir, şâibe-i ‘aczdan münezzeh ve müte‘âlî bir Mürîd ki, irâdesi
ğayr-ı kāsır, hurûf ve esvâta ğayr-ı muhtâc bir Mütekellim, hurûf ve nağamât ile mesmû‘ olmayarak kendi kelâmını işitici bir Semî‘, mer’iyyât-ı
matbû‘atu’z-zevât olamayarak kendi zâtını görücü bir Basîr, sıfât-ı devâm-ı
Ehad’ı ve makām-ı Samed’i kendisi için vâcib ve lâzım olan bir Hayy’dır ki,
şu sıfât-ı mezkûre ile muttasıf ve müte‘âlî oldu. Öyle bir Allah ki, insanı eşref-i mevcûdât ve etemm-i kemâlât kıldı. Ve salât-ı kâmile ol hayru’lberiyyât ve seyyid-i cismâniyyât ve rûhâniyyât ve cennât-ı firdevsiyyâtta
sâhib-i vesîle ve yevm-i ‘azîm-i beliyyât ve rûz-i elîm-i reziyyâtta sâhib-i
Makāmu’l-Mahmûd olan seyyidimiz ve senedimiz ol Peygamber-i Zî-şân ‘aleyhi salavâtullâhi’l-Meliki’l-Mennân - efendimiz hazretlerine fî külli ân,
erzân ve şâyân olsun!
Ammâ ba‘d, vaktâ ki Hak Subhânehû ve Te‘âlâ hazretleri bir mevcûd-ı
hâricîden olmayarak eşyâyı îcâd ve delâlet ve burhânı vâzıh olan sıfât-ı resmiyye ve zâtiyye ve vesâit-i ‘ibârât-ı şârihe ile hucub-ı iltibâsı râfi‘, şüphe ve
şukûkü dâfi‘ olan ecnâs, envâ‘-ı fusûl, havâss ve a‘râzın ğalebe-i zuhûrundan nâşî, “hudûd” ve “rusûm”un iktizâ ettiği şey ile a‘yânda eşyâyı ibrâz
etmek murâd etti ise, sûret-i ‘ilmde suver-i cevâhir-i mütemâsilât, a‘râz-ı
muhtelifât, mütemâsilât ve mütekābilâtı keşf ve ızhâr ve şu zevât ile zevât-ı
mezkûreden mütecezzât ve gayr-ı mütecezzât (s.40) olanlar beynini fasl ve
temyîz eyledi. Sonra zevât-ı a‘râz ve cevâhirde “keyfiyyât” ile suver-i hey’ât
ve hâlâtı, “kemmiyyât” ile suver-i makādîr ve evzân-ı muttasılât ve munfasılâtı ve suver-i edvâr ve harekât-ı zamâniyyâtı ve suver-i aktâr ve ekvâr-ı
mekâniyyâtı ve vaz‘iyyât-ı hikemiyyât ile mevzû‘-ı esbâb-ı salâh ve fesâdı ve
esbâb-ı medâyih ve mezâmm-ı şer‘iyyâtı ve esbâb-ı menâkıb ve mesâlib-i
ğaraziyyâtı hâsıl ve nizâm-ı ‘âlemi mâsik olan suver-i hâfizât-ı mâsikâtı ve
mâlik ile memlûk, âbâ ile ebnâ’ ve nebât arasındaki suver-i niseb ve izâfâtı
ve suver-i temlîk-i ‘abîd ve emâ’-ı hâriciyyâtı ve suver-i temlîk-i hüsn ü
cemâl-i dâhilâtı ve fi‘le mensûb olup fâ‘ilât ile kāim olan suver-i tevecühât
ve fi‘il ve fâ‘ilâta murtabıt olan suver-i munfa‘ilâtı tecliye ve ‘ıyân eyledi de,
hakāyık-ı mekûreyi şems-i hakîkat-i vücûdun tulû‘ ve işrâkiyle tecliye ve
ِ ‫َّم‬
‘iyân ettiği zamânda o şems-i hakîkat ve onun duhâsına kasem ederek, ‫س‬
ْ ‫َوالش‬
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
634 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
61
ِ ‫اها َو ْاأل َْر‬
‫َّها ِر لِذَا َج َّال َها‬
َّ ‫اها َو‬
ُ ‫اها َو‬
َ ‫ض َح‬
َ ‫ض َوَما طَ َح‬
َ َ‫الس َماء َوَما بَن‬
َ ‫ َواللَّْي ِل لِذَا يَ ْغ َش‬buyurdu.
َ ‫اها َوالْ َق َم ِر لِذَا تَ َال َها َوالن‬
Ya‘nî, “Şems ve onun işrâkı hakkı için ve tulû‘unda şemsi ta‘kîb eden kamer
hakkı için ve şemşi tecliye ve izhâr eden nehâr ve ziyâ-yı şemsi karanlığı ile
setr ve ihfâ eden leyl hakkı için, semâ ve semâyı binâ eden, arz ve onu bast
ve temhîd eden Allah hakkı için, tezkiye ve ıslâh-ı nefs edip tâ‘ata tahmîl-i
nefs eden felâh buldu, nefsini idlâl ve if‘ilâl edip ma‘siyyete tahmîl eden
hâib ve hâsir oldu.” İşte şu mezkûrât, âbâ-i ‘ulviyyât ve ümmehât-ı süfliyyâtın hakāyıkıdırlar ki, istihâlât ve tağayyurât ile hâsıl olan telvînât ve
tekvînâtın istimrârıyla berâber, Hakk’ın ibkā etmesiyle hakāyık-ı mezkûre
için bekā sâbit ve mevcûddur. Tâ ki, kendisine yine kendisinden “‘ızzet ve
sebât” sâbit olan hazret-i ilâhiyye ‘indinde hakāyık-ı mezkûreye ilim sâbit
ola. İşte Cenâb-ı Vâcib Te‘âlâ ve takaddes hazretlerinin “ma‘lûmât”tan ızhâr
ve ibrâz eylediği hakāyık ancak şu mezkûrât olup, hakāyık-ı mezkûreden
mâ‘adâsını ibrâz câiz değildir. (s.41) Çünki ibrâz olunan hakāyık-ı mezkûreden mâ‘adâ, geride ancak “vâcibât” ve “müstahîlât” kalmıştır ki, bunlar için
izhâr ve ibrâz mutasavver bile değildir.
Binâen‘aleyh, Hak subhânehû ve ta‘âlâ hazretlerinin ihâta-i ma‘neviyye
ile idâre ettiği, ya‘nî döndürttüğü evvel-i mevcûd, “felek-i işârât”tır ki, eflâki muhdese-i ma‘kûlenin evvelidir. O felekdir ki, risâlâtta kalem-i kâtib-i
‘Allâm’dır. O felekdir ki, hikemiyyât ve inbââtta akl-ı evvel-i Feyyâz’dır. O
felekdir ki, Hakîkat-i Muhammediye’dir. O felekdir ki, Hak, nukat-ı lâbis-i
kisve-i halkîdir. O felekdir ki, ehl-i letâif ve işârât indinde “‘adl” ve ehl-i
mükâşefât ve telvîhât indinde “rûh-ı külli-i kudsî”dir. İşte Cenâb-ı Hak, evvel mevcûd olan şu “felek-i işârât”ı, ihâta-i ma‘neviyye ile idâre etmekle
berâber, onu “âlim”, “hâfız”, “tâmm”, “kâmil”, “feyyâz” ve sultân-ı irâdetten sâdır olan kudretin yed-i yemîni ile kendisini tahrîk edip devât-ı ilimden
nihâyâta kadar cârî olan ulûm-ı kâinâtı ketb ve imlâ edici bir kâtib kıldı. Ve
müstevâ-yı esmâ-i ilâhiyye de ancak o oldu.
Sonra, Sübhânehû ve Te‘âlâ hazretleri, bu felekin tahtında “felek-i
ma‘den-i nüfûs”u idâre buyurdu ki, bu feleğe nübüvvâtta “levh-i mahfûz”,
ashâb-ı idrâkât, ashâb-ı fikriyyât ve ashâb-ı işârât ve mükâşefât indlerinde
“nefs-i munfasıla” ıtlâk olunur. Şu kadar ki, bu felek, bulûğ-ı ğâyâttan kāsır
ve mahall-i ‘aczda olmakla, Cenâb-ı Hak bunu tâm ve fakat ğayr-ı kâmil,
fâiz ve fakat feyzi felek-i evvelin feyzinden nâkıs olarak halk buyurdu.
Ba‘dehu, ehl-i keşfe göre “hebâ’”, ehl-i nazara göre “heyûlâ” nâmı alan ve
a‘yânda değil de ezhânda “tabî‘at” denilen şeyi îcâd eyledi.
61
Şems, 91/1-6.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 635
(s.42) Binâen‘aleyh o “hebâ” ve “heyûlâ” denilen şeyde Sübhânehû ve
Te‘âlâ hazretlerinin ilk izhâr buyurduğu sûret, “eb‘âd-ı selâse”dir ki, bundan “mekân” husûle geldi. Ve bu mekân üzerine Cenâb-ı Hak, erkân-ı erba‘a saltanatını tevcîh buyurdu da “burûc-ı nâriyyât”, “burûc-ı turâbiyyât”,
“burûc-ı havâiyyât” ve “burûc-ı mâ’iyyât” zâhir oldu. Ve ekvân yekdiğerinden temeyyüz eyledi. Ve ecsâm-ı âlemi muhît olan şu cism-i şeffâf-ı
latîf-i müstedîre, “‘arş-ı azîm-i kerîm” tesmiye buyurup, hadd ve mikdârdan
münezzeh ve ğayr-ı mükeyyef, ind-i ulûhiyetçe ma‘lûm, fakat ‘ukûl ve
ezhânda ğayr-ı ma‘lûm bir istivâ ile ve ism-i Rahman ile ‘Arş üzerine istivâ
eyledi.
Sonra Hak Sübhânehû ve Te’âlâ hazretleri şu felek-i evvelin cevfinde
Kürsi tesmiye eylediği ikinci bir felek daha idâre etti. Ve bu feleğe doğru iki
kadem tedellî etti, sarktı. Ve bu felek ‘Âzîz-i ‘Alîm olan Cenâb-ı Hakk’ın
takdîri ile, her bir emr-i hakîm iftirâk edip imtiyâz buldu. Ve yine bu felektedir ki, hıyâm-ı cinânda maksûre olan “hayrât-ı hisân”ı îcâd eyledi. Sonra
bu felekte menâzil-i umûru tertîb ve rûhâniyyât-ı musahharada onu ahkâm
ve te’sîrât-ı seb‘iyye ile “elf”den “sâ‘at”a kadar leyl ve nehârın ihtilâfında
onu hakem kıldı. Ve şu menâzili, ferd-i insânîye nüzûlu mukadder olan
“nuhas-ı müstemirr” ve “sa‘d-i mustakirr”in her iki tarafı ile arasında vasat-ı
memzûc kıldı.
Ba‘dehû, şu feleğin cevfinde bir felek-i sâlis daha idâre buyurup, bu
felekte “hunnes-künnes”den ya‘nî seb‘a-i seyyâreden, musahhar, muhtâc bir
kevkeb-i sâbih halk edip, bi’l-‘umûm zulümâtı ve karanlık olan şeyleri bu
kevkebe tevdî‘ ve dıyk-ı mesâliki, şiddet ve ğılzatı, (s.43) hüzn ü kürbeti,
haserât-ı fevti ve sekerât-ı mevti ve esrâr-ı zulümâtı ve mufâzât-ı mühlikâtı
ve eşcâr-ı müsmirât ve ifā‘ı ve hayâtı ve hayvânât-ı muzırrât ve haşerât-ı
muvahhişâtı ve turuk-ı dârisât ve ‘anâ ve meşakkātı bu kevkebe mukârin
eyledi. ‘Abdi ve rasûlü ve halîli hazret-i İbrâhîm(s)’ın rûhâniyyetini de yine
bu felekte iskân eyledi.
Ba‘dehû, bu feleğin de cevfinde dördüncü bir felek daha idâre ve “hunnes-künnes”den, ya‘nî seb‘â-i seyyâreden, anda bir kevkeb-i sâbih halk eyledi. Nahl-i bâsikātı kazâya ve hükûmâtta ‘adâleti, esbâb-ı hayrât ve sa‘âdeti,
ba‘zı hısân-ı mün‘amâtı, i‘tidâlât ve temâmâtı, esrâr-ı ‘ibâdât ve kurbâtı, sadakāt ve burhâniyyâtı, icâbet-i de‘avâtı ve kezâlik vâkifîn-i ‘Arafât’a nazar
ve mevzi‘-i remy-i cemerâtta kabûl-i nüsükü bu feleğe tevdî‘ eyledi. Ve ‘abdi, necî ve nebîsi hazret-i Mûsâ (a.s) rûhâniyetini bu felekte iskân eyledi.
Ve ba‘dehu, bu felekin cevfinde beşinci bir felek daha idâre kılıp, bu
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
636 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
felekte de yine “hunnes-künnes”den, ya‘nî seb‘a-i seyyâreden bir kevkeb
halk buyurdu. Yarıp yırtıcı sert oklar, kesip biçici keskin kılınçlar yardımıyla
himâye-i mezâhibi, cesîm çömleklerin kaynamasını, havz-ı kebîr kadar vâsi‘
kabların imtilâsını, nâ-hak yere husûmet ve şiddet-i ‘adâveti, hidâyât ve
dalâlât beyninde hurûb ve fiten îkā‘ını, ehl-i ‘ukûl ve tahayyulât arasına
şüphe-i mudillât ve edille-i vâzıhât nikābını bu feleğe tevdî‘ eyledi. Ve kendi
tarîk-ı sedâdını îzâh eden rasûlleri Yahyâ ve Hârûn -‘alehime’s-selâm- ın
rûhâniyetlerini bu felekde iskân buyurdu.
Ba‘dehu şu feleğin cevfinde altıncı bir felek daha idâre buyurup, onda
sâbih bir kevkeb-i ‘azîm halk eyledi. Esrâr-ı rûhâniyyât ve envâr-ı müşrikātı,
zıyâât-ı lâmi‘ât (s.44) ve burûk-ı hâtıfâtı, şu‘âât-ı neyyirât ve ecsâd-ı müstenîrâtı, merâtib-i kâmilât ve üstüvâât-ı mu‘tedilâtı, ma‘ârif-i lü’lüât ve
yevâkît-ı ‘âliyâtı, cemî‘-i envâr beyni ile esrâr-ı sâriyât beynini cem‘ etmek
vazîfesi ile me‘âlim-i te’sîsâtı, enfâs-ı nûr-ı câriyât ve hal‘-i ervâh-ı müdebbirâtı, îzâh-ı umûr-ı mübhemât ve hall-i mesâil-i müşkilâtı, nağamâtta
semâ‘ın hüsn-i îkā‘ı ve tevâlî-i vâridâtı, terâdüf-i tenezzülât-i gaybiyyât ve
ma‘ânî-i rûhâniyâtın evc-i intihââta irtifâ‘ı, kâinât-ı müstahsenât-ı melâhî ve
meşrûbât-ı nâfi‘ât ile ref‘-i ‘ılel ve revâyih-i ‘ıtriyyâtı ve bu mezkûrâttan
mâ’adâ burada zikri uzayacak olan ve fakat bizim Tenezzülât-ı Mevsıliyyât
nâm kitâbımızın kırk altıncı bâbında mezkûr bulunan eşyânın küllîsini bu
feleke tevdî‘ ve mekân-ı ‘alî sâhibi, Hz. İdrîs nebînin(s) rûhâniyetini bu felekte iskân eyledi.
Ba‘dehu bu feleğin cevfinde yedinci bir felek daha idâre ve onda da bir
kevkeb-i sâbih halk buyurdu. Tasvîr-i tâmm ve hüsn-i nizâmı, semâ‘-ı şehî
ve manzar-ı râik-ı behîyi, hey’et ve cemâli bu feleğe tevdî‘ ve nebî-yi cemîl-i
tâm, Hz. Yûsuf(s)’ın rûhâniyetini bu felekte iskân eyledi.
Ba‘dehu bu feleğin cevfinde sekizinci bir felek daha idâre buyurup, bu
felekte de “hunnes-künnes”den bir kevkeb-i sâbih halk eyledi. Evhâm ve
ilhâmı, vahy ve ilmâmı; mehâlik-i ârâ’ ve kıyâsâtı; ahlâm-ı rediyye ve mübeşşerâtı; ihtirâ‘ât-ı sınâ‘iyyât ve istibâtât-ı ‘ameliyyâtı; ğıltât-ı efkâr ve
isâbâtı; kuvâ-yı fa‘‘âle-i vehmiyyât; recez ve kehânât ve firâsâtı; sihir ve
ğarâim ve tılsımâtı bu feleğe tevdî‘ ve câriye-zâdesi olan ‘abdi ve rasûlü, rûh
ve kelimesi Hz. ‘Îsâ(s)’ın rûhâniyetini bu felekte iskân eyledi.
(s.45) Ba‘dehu bu feleğin cevfinde dokuzuncu bir felek daha idâre ve
onda da bir kevkeb-i sâbih halk buyurdu. Ziyâdât ve noksânâtı; cezer ve
imdâdâtı; subûtât ve izmihlâlât ile hâsıl olan istihâlâtı bu feleğe tevdî‘ ve
‘abdi ve safîsi, rasûl ve nebîsi Âdem(s)ın rûhâniyetini bu felekte iskân eyledi.
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 637
Ve yine şu eflâk-i müstedîrâtta esnâf-ı melâikeden “sâffât-ı tâliyât”
iskân eyledi ki, onlardan ba‘zıları kāim, ba‘zıları kā‘id, ba‘zıları râki‘ ve
ba‘zıları da sâciddirler. Nitekim Te‘âlâ ve Tekaddes hazretleri 62 ‫َوَما لَهُ َم َقام َّم ْعلُوم‬
‫ ِمنَّا لَِّال‬nazm-ı celîli ile onlardan ihbâr buyurdular ki, onlar semâvâtın ‘imâdlarıdırlar. Kezâlik Cenâb-ı Hak onların ba‘zılarını rûhâniyyât-ı mutahharât ve
tekevvüniyyâttan murâd ettiği şey üzerine müvekkel melâike-i müsahhârât
kıldı da def‘ ve ref‘a “zâcirât”ı, ihbâr ve ibnâ’a “mürsilât”ı, nüzûl ve ilhâma
“mülakkıyât”ı, tafsîl, tasvîr ve tertîbe, “mukassimât”ı, terhîb ve terğîbe,
“nâşirât”ı, terhîbe “nâşitât”ı, tesniyyet ve tefrîka “nâzi‘ât”ı, sevka “sâbihât”ı,
i‘tibâra, “sâbikāt”ı ve ahkâma “müdebbirât”ı tevkîl eyledi.
Ba‘dehû, şu feleğin cevfinde onuncu olarak felek-i Esîr denilen bir felek
daha idâre buyurup, rucûm-ı müsterikāt-ı târikātı o feleğe tevdî‘ eyledi.
Ba‘dehû, şu feleğin cevfinde onbirinci bir felek daha idâre buyurup,
hâmil olduğu suları vech-i arza ifâza için yağmur yüklü bulutları sıkan, savuran, süren “zâriyât-ı ‘âsıfât-ı sâbikāt”ı o felekte icrâ ve kendisinden
sınâ‘at-ı taktîrât ta‘lîm olunan ve “dâire-i zemherîr” tesmiye kılınan buhârâtı müstehîlâttan (s.46) hâsıl olan “buhûr-ı zâcirât”ı bu felekte temvîc etti,
ya‘nî dalgalandırdı. Ve “ervâh-ı ecsâm-ı tâirât”ı bu felekte imsâk eyledi.
Ru‘ûd-ı kāsıfât ve burûk-ı hâtıfâtı savâ‘ık-ı mühlikât ve ahcâr-ı kātilâtı, ve
cibâl-i şâmihâtı ve sâ‘idât-ı nâzilât olan ervâh-ı nâriyât ve miyâh-ı câmidâtı
şu her iki felekte izhâr eyledi.
Ba‘dehu, şu feleğin cevfinde onikinci bir felek daha idâre buyurup,
âyât-ı beyyinâtta “ihyâ-i mevât”tan bize haber verdiği şeyleri bu feleğe
tevdî‘ ve “a‘lâm-ı câriyât”ı bu felekte icrâ ve hayvânât-ı sâmitâtı bu felekte
iskân eyledi.
Ba‘dehu, şu feleğin de cevfinde onüçüncü bir felek daha idâre buyurup
“me‘âdin, nebâtât ve hayvânât”dan envâ‘-ı tekevvüniyyâtı bu feleğe tevdî‘,
muhdesât ve mevcûdâttan bizim zikrettiğimiz şeylerin cemî‘sine müşâbih
olan “insân”ı tekvîn ve me‘âlim-i esmâ ve sıfâtı ona bahş ve hibe eyledi. İşte
şu mahlûkāt-ı müsahharât, ancak “insân” için bast ve temhîd olundu. Bundan nâşîdir ki, “insân” mevcûdâtın âhırı oldu. Binâen‘aleyh insân için
rûhâniyyeti cihetinden bidâyâtta “sırr-ı evveliyet” ve cismâniyyeti cihetinden de yine kendisi için ‘inâyâtta “sırr-ı âhiriyyet” sahîh ve sâbit oldu. Ve
‘inâyât-ı ezeliyyeyi izhâr için emr-i tekvîn “insân”da başlayıp yine
“insân”da hatm oldu. Ve “insân” mazhar-ı esrâr-ı semâvât olduğundandır
ki, cenâb-ı Hak onu arzda halîfe kıldı ve onu âyât-ı beyyinât ve delâlât ve
ٌ
62
“Bizim her birerlerimiz için bir makām-ı ma‘lûm-ı mu‘ayyen vardır.” (Sâffât, 37/164)
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
638 | Prof. Dr. Osman TÜRER, Doç. Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
mu‘cizât ile te’yîd ve esnâf-ı kerâmât ile muhtass ve mümtâz kıldı. Ve
kazâyâ-yı meşrû‘âtı onunla, ya‘nî “insân” ile nasb ve ikāme eyledi. Tâ ki,
onunla Cenâb-ı Hak, habîsâtı tayyibâttan temyîz edip, zât-ı Hakk’ın sıfatları
olan (s.47) “kabzateyn”de63 sebk ettiği gibi habîsâtı derekâtta şakāvete, tayyibâtı ise derecâtta saâdete ilhâk buyura.
Ammâ me‘adine gelince; me‘adin üç tabakadır ki, bazısı “turâbiyyât”,
ba‘zısı “haceriyyât” ve ba‘zısı “mâiyyât”tır.
Nebâtât da me‘âdin gibi üç tabakadır. Bazısı “mağrûsât”, bazısı
“mezrû‘ât” ve bazısı “nebâtât”tır.
Hayvânât da üç tabakadır. Bazısı “müvellidât-ı murdı‘ât”, bazısı
“hayvânât-ı muhdınât” (yumurtlayan) ve bazısı “tekevvüniyyât-ı
mu‘affiniyyât”tır.
Tesbîh ve tenzîh ederim şu âyâtın mübdi’i ve şu delâlâtın nâsıbı olan ol
Allah Te‘âlâ hazretlerini ki, birdir, şerîk ve nazîri yoktur, kahhâr-ı arz ve
semâvât ancak O’dur. Ve işte bu nizâm-ı menî‘ ve uslûb-ı mezkûr-ı bedî‘
üzerine mevcûdâtı tanzîm ve tertîb eylemiştir. ‘Ukûl-i ‘ukalâ, idrâk-i
hakāyıkında hayrân; ve efkâr-ı ezkiyâ, iz‘ân-ı sanâyi‘inde dem-beste ve sergerdândırlar. Sübhâne men tehayyara fî sun‘ihi’l-‘ukûl.”
Hazret-i Şeyh’in el-Vesâil fi’l-Ecvibe ‘an ‘Uyûni’s-Sâil nâm kitâblarından iktibâs olunan şu hutbe, bi hamdi’llâhi Te‘âlâ işte burada tamâm oldu.
Ve’l-hamdü lillâhi rabbi’l-‘âlemîn. Ve sallallâhu ‘alâ seyyidinâ Muhammedin
ve âlihî ve sahbihî ecma‘în.
Tercüme târihi: 10 Temmuz, sene: 334 ve 1 Şevvâl, sene: 336.
Ketebehû mütercimuhu’l-fakîr Muhammed Hazmî b. Abdullâh Hamdî
el-‘Arabkirî (s.48)
Hazret-i müellifin kendi nüshaları zahrında görülen “Takrîz” sûretidir.
‫عند البصري فدع مقال الالهى‬
‫صفة الوجود اْلادث املتباهى‬
ِ‫و السنة الغراء لالنباه‬
‫فاهنج سبيلهم فذلك زاهى‬
‫ال ضد ىف النهجني عند الباهى‬
‫فاغنم مبفتاح الوجود تباهى‬
‫ال زال يرشد طالبا هلل‬
63
‫ان الوجود حقيقة هلل‬
‫والكون ذو عدم وان قامت به‬
‫نطق الكتاب و كل كتب انزلت‬
‫والرسل و االمالك هذا هنجهم‬
‫هى وحدة ىف كثرة مبثولة‬
‫واذا اردت بيان ذاك حقيقة‬
‫ابداه موالنا الصالحى الرضا‬
“Kabzeteyn” ta‘bîri ile Hz. Şeyh, Allahu a‘lem Hakk’ın “sıfât-ı cemâl” ve “sıfât-ı celâl”ini
kasd ve irâde buyuruyorlar. (Mütercim-i fakîr)
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Vahdet-i Vücûd’la Alâkalı İki Risâlesinin Arapkirli Hazmî Tarafından Yapılan Tercümesi | 639
‫قرضه حممد التافالَن املفىت مبدينة‬
‫القدس الشريف‬
64
‫عفى عنه‬
64
“Basîretli kişiler nazarında, vücûd (varlık) hakîkatte Allah’a aittir. O halde boş lafı bırak.
Her ne kadar başkasına karşı böbürlenen hâdis vücûd (varlık) sıfatı onunla bulunsa da,
mükevvenât, ‘adem (yokluk) sâhibidir.
Kur’ân ve gökten indirilen bütün kitâblar ve Hz. Peygamber’in yüce sünneti, insanları (bu
konuda) uyarmak içindir.
Peygamberlerin ve meleklerin yolu budur. O halde sen de onların yolunu tut. Çünkü
güzel olan yol budur.
Bu yolda, vahdet (birlik) kesret (çokluk) içinde yayılmış olup, güzel insanlar katında, bu
her iki yolun (vahdetle kesretin) arasında bir çelişki yoktur.
Bu yolun hakikaten açıklanmasını istiyorsan, bu Miftâhu’l-Vücûd adlı risâleyi ganimet bil,
onunla iftihar edersin.
Bu risâleyi, Allah’a ulaşmak isteyenleri sürekli irşâd eden, efendimiz es-Salâhî er-Rızâ
yazmıştır.
Bu takrîzi, Kuds-i Şerîf şehrinin müftüsü Muhammed et-Taflânî yazmıştır. Allah onu
affetsin.”
Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23

Benzer belgeler