PDQ Bach - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü

Transkript

PDQ Bach - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü
Sanat Dergisi
Sayı
4
Müzik Tarihinin
En Önemsiz Bestecisi
Şekeronya ya da
MASAL ÜLKESİ
SAMDOB’dan Yepyeni Bir
Aşk-ı Memnû Prodüksiyonu
P.D.Q. Bach
HURREM SULTAN
BALESİ
ve OYTUN TURFANDA
Kapak Fotoğrafı: Ankara DOB - Kanlı•
Nigar
1 Opera
Bale
İçindekiler
Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği
Adına İmtiyaz Sahibi
Fazıl Tütüner
Genel Sekreter
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
A. Vahap Kokulu
Yayın Yönetmeni
İhsan Toksöz
Sanat Dergisi
Başkan Yardımcısı
Dış İlişkiler ve Medya İlişkileri
Koordinatörü
Selami Gedik
Başkan Yardımcısı
Reklam Koordinatörü
Bengü Yılmazer Hadra
Etkinlik Koordinatörü
Demet Şaman Tarlakazan
Halkla İlişkiler ve Sponsorluk
Koordinatörü
Fatma Kozacıoğlu
Web Sitesi Koordinatörü
Ziya Aykın
Sayman
Eyüp Dinç
Yayın Kurulu
Demet Şaman Tarlakazan
Gülümden Alev Karaman
Yasemin Ural
Yapım
[email protected]
0324 238 0 532
Kültür Mh. Cengiz Topel Cd. No: 10
Kat: 1 D:1 Çamlıbel / MERSİN
Kapak ve Sayfa Tasarımı
Burçin Keseci
Baskı
Güven Ofset Ltd. Şti.
Uray Caddesi No:25/A Mersin
Tel: 0324 238 28 80 - 237 27 80
Basım Tarihi
27.11.2015
Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği
The Association of Mediterranean Opera and Ballet Club
Bahçe Mh. 4606 Sk. İstiklal İşhanı Kat:2 Mersin
Tel: 0324 238 86 80
[email protected] • www.akob.org
Bağışlarınız için: İŞ BANKASI
Uray Şubesi (6607) - Hesap No: 959250
IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50
Donations: İŞ BANK - Uray Branch
IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50
BIC: ISBKTRISXXX
06-09
ANKARA DOB
KANLI NİGAR
Haldun Özörten
10-11
KADININ FENDİ
Özlem Belkıs
12-15
ANTALYA DOB
ŞEKERONYA YA DA
MASAL DÜNYASI
Nazlı Zeynep Ergüven
16-17
SAMSUN DOB
SAMDOB'DAN YEPYENİ
BİR AŞK-I MEMNÛ
PRODÜKSİYONU
18-19
ÖYKÜ: AYŞE
Fazıl Tütüner
20-24
MÜZİK TARİHİNİN
EN ÖNEMSİZ
BESTECİSİ
P.D.Q. BACH
Aytuğ Ülgen
26-28
SAMSUN DOB
HURREM SULTAN
BALESİ VE
OYTUN TURFANDA
Deniz Olcay Yamanus
Bertan Rona
Dergimize gönderilen yazı ve görseller yayınlansın
ya da yayınlanmasın iade edilmez.
Yayınlanan yazıların içeriğinden yazarlar sorumludur.
3 Opera•Bale
OPERA
BALENİN
ÇEKİCİ
SICAKLIĞI
İhsan Toksöz
[email protected]
nasıl bir yol izleyebilecekleri konusunda bir çıkarsama
yapabilmelerinin önünü açıyor. Ah! Günümüzde de var
mıdır acep böyle tutkulu ve idealist izleyiciler? Var tabii,
hem de örgütlenmişler; AKOB diye bir dernek kurmuşlar
Mersin’de… :)☺
Nazlı Zeynep Ergüven halen Antalya’da sahnelenen
“Şekeronya ya da Masal Dünyası” çocuk oyununu yazarken
nasıl bir yol izlediğini, nasıl bir yöntem uyguladığını, bir
çocuk oyununun içeriğinin önemini vurguluyor yazısında.
OPERA BALE Sanat Dergisi’nin 4. sayısıyla karşınızdayız.
Dergi artık ete kemiğe bürünüyor. Dergimize
gönderilen yazılar salt haber niteliğinden arınıp
artık ilginç, bilgilendirici ve müzikseverlerin keyifle
okuyacağı bir niteliğe bürünmeye başladı. Bu ileriye
yönelik hedeflerimizle örtüşüyor. Tüm Opera Bale
Müdürlüklerimizdeki yöneticilerden, sanatçılardan ve
yazarlardan dergimizde yer alacak yazılar bekliyoruz.
Dergimiz Mersin’de yayınlandığından sizlerin yazılarınızla
zenginleşecek ve altı kentimizdeki opera bale etkinlik
haberleri ve değerlendirmeleri dergimizde yer alacaktır.
OPERA BALE sizler için, bu sanat dallarına ilgi duyan,
müzikseverler için var.
Bu sayımızda Ankara’da sahnelenen Kanlı Nigar müzikalini
kapak yaptık. Müzikalin yaratılmasında birlikte çalışan
Haldun Özörten ve Belkıs Özlem’in kalemlerinden
çıkan iki yazıda, anonim öyküden hareketle oyunun ana
karakteri Nigar’a yeni bir kişilik kazandırılarak oyunun
müzikal olarak nasıl tekrar yaratıldığını okuyacaksınız.
“Bizden” olan konuların sahnede başarısına güzel bir örnek
olan Kanlı Nigar müzikali Ankara sahnelerine renk katıyor.
Sevgili Fazıl Tütüner ise bir öyküsü ile dergimizde:
“Ayşe”… Tütüner öyküsünde klasik müzik ve opera
bale sanatlarına gönül verenlerin, gençlerin etkinliklere
çekilerek eğitilmesi ve yeni izleyiciler kazanılması yolunda
Opera•Bale 4
Bu sayımızın sürpriz ismi, Mersin’den tanıdığımız genç
maestro ve müzikolog Aytuğ Ülgen. Ülgen bize “Müzik
Tarihinin En Önemsiz Bestecisi P.D.Q. Bach”ı tanıttığı
yazısıyla yazar kadromuza katılmış bulunuyor. Eh! Ne
diyelim - sürpriz yazarımızdan sürprizlerle dolu bir yazı.
Keyifle, gülümseyerek okuyacaksınız.
Samsun’dan da iki yazarımız var: Deniz Olgay Yamanus
Türk bale sanatının ilk iki perdelik balesi olan, rahmetli
Nevit Kodallı’nın “Hurrem Sultan” balesini 1977 yılında
ilk defa sahneye koyan, Türk bale sanatına damga vurmuş,
2001 yılında yitirdiğimiz koreograf Oytun Turfanda ile
bizleri geçmişin derinliklerinde buluşturuyor. Birçok
defalar değişik kentlerimizde sahnelenen eser halen
Samsun seyircisi önünde başarı ile sergileniyor.
Bertan Rona, “Yepyeni bir Aşk-ı Memnu Prodüksiyonu”
olarak tanımladığı, Samsun’da sahnelenmekte olan,
rejisörlüğünü yaptığı Aşk-ı Memnu operasının altıncı
prodüksiyonu hakkında bilgilendiriyor bizleri..
Havalar soğuyor; operaevleri sıcak, sımsıcak…
Rengarenk… Müzik dolu…
Dergimizin sonundaki kentinizin opera bale
programlarına bakınız, eserlerinizi seçiniz.
Gidiniz; ruhunuz arınsın, içiniz şenlensin…
AKOB Abonelik
[email protected]
Tel : 324 238 86 80
Gsm: 532 466 49 16
KANLI NİGAR
Haldun Özörten
Opera•Bale 6
Kanlı Nigar oyununu müzikal olarak seyirci ile buluşturmaya karar
verdiğimiz zaman, 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik
Yazarlık Bölümü öğretim görevlisi Doçent Özlem Belkıs’la beraber uzun bir
araştırma ve çalışma sürecine girdik. Oyunu sahnelemeye karar verdiğimiz
dönem, kadına şiddetin ve baskının arttığı ya da zaten var olan bu sorunun su
yüzüne iyice çıkmaya başlayıp kendini gösterdiği bir zamana denk gelmişti.
Kanlı Nigar oyunu ilk olarak Hayali Küçük Ali
(Mehmet Muhittin Sevilen) tarafından bir Karagöz Hacivat oyunu olarak kaleme alınmıştır. Eseri daha
sonra Sadık Şendil tiyatro eseri olarak tekrar kaleme
almış ve bu versiyonu uzun yıllar film ve tiyatro
oyunu olarak sahnelenmiştir.
Kanlı Nigar oyununu müzikal olarak seyirci ile
buluşturmaya karar verdiğimiz zaman, 9 Eylül
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik
Yazarlık Bölümü öğretim görevlisi Doçent Özlem
Belkıs’la beraber uzun bir araştırma ve çalışma
sürecine girdik. Oyunu sahnelemeye karar verdiğimiz
dönem, kadına şiddetin ve baskının arttığı ya da zaten
var olan bu sorunun su yüzüne iyice çıkmaya başlayıp
kendini gösterdiği bir zamana denk gelmişti.
Toplumsal bilincin geliştirilmesi için sahnede bir
şeyler yapmak, bu soruna bizler de sanatçı olarak
parmak basmak istiyorduk. İşte bütün bu düşüncelerle
oturduk masa başına ve çalışmaya başladık. İlk olarak
Nigar’ın bütün baskılara karşı tek başına namusu ile
yaşayan ve hayatını devam ettiren bir karakter olması
konusunda hemfikir olduk.
Bizim yarattığımız Nigar; besleme olarak verildiği
evde baskı görmüş, cinsel tacize uğramış, daha sonra
çocuk gelin olarak evlendirilmiş, hayatı boyunca
mutlu olamamış, eşi öldükten sonra kızıyla birlikte
artık erkek egemenliği altında yaşamak istemediği
için - o dönem kadınların tek yapabildiği iş olan
bohçacılık yaparak, arada da fal bakarak, ayakları
üstünde durmaya çalışan, feminist bir karakter olarak
karşımıza çıktı.
7 Opera•Bale
Peki, böyle güçlü bir yapıya sahip olan bir kadın,
etrafında yardıma ihtiyacı olan insanlara, özellikle
de kadınlara sırt çevirebilir miydi? Elbetteki hayır.
Taşlar yerine oturmaya başlamıştı…
Hayali Küçük Ali’nin eserinde bulunan evde çalışan
sermayeler, bizim müzikalimizde şiddet gören,
tacize uğrayan kadınlar olarak ortaya çıkmaya
başladılar. Etrafında şiddet gören ve tacize uğrayan
kadınları görmezden gelemeyen kahramanımız
böylece ilk “Mor Çatı”yı oluşturmaya başladı.
Evi koca dayağından sağır olmuş, tacize uğramış
kadınların kurtuluş yeri oldu. Geçimlerini
sağlamak için namuslarıyla çalışan kadınlar, ama
yalnız yaşayan kadınlar…
Yalnız yaşayan kadına bakış açısı her dönem
bazı geri düşünceli insanlar tarafından hoş
karşılanmamıştır. Günümüzde de aynı sorunları
yaşamıyor mu kadın? Hala kadının en büyük
sorunlarından biri değil mi şiddet? Yapılan
araştırmalar gösteriyor ki - ilkokul mezunu veya
üniversite mezunu hiç fark etmiyor - her kesimden
kadın şiddet görüyor ve bu acıyı yaşıyor.
Opera•Bale 8
Kanlı Nigâr’da Özlem Yıldız ve ben, toplumda yaşanan
çok ciddi bir soruna dikkat çekmek istedik. Kadına
yalnız olmadığını hatırlatmak istedik, onun yanında
olduğumuzu hissettirmek istedik. Bu arada da erkeğe
bir ‘dur bakalım’ dedik. “Kadın aciz değildir, kafasına
koyduğu şeyleri yapar, çalışır, evini geçindirebilir, aşık
olabilir ve bütün bunları dilediği şekilde yapar” dedik.
“Egemenliğin yalnız sende olduğunu zannetme! Fiziksel
olarak güçlü olman kadına istediğin gibi davranma
hakkını vermez sana. Kendine çeki düzen vermeli ve
karşındakinin de bir insan oluğunu unutmamalısın, yoksa
çok kötü durumlara düşebilirsin” dedik…
Bütün bunların ışığında Özlem Belkıs çok güzel bir eser
ortaya çıkardı. Şarkı sözleri ve hikâye tamamdı; sıra
besteye gelmişti. Ülkemizde tiyatro müzikleri ve müzikaller
konusunda çok yetkin bir isim olan Cem İdiz’ in kapısını
çaldım. Uzun bir çalışma dönemi de onunla beraber
geçirdik. Cem İdiz baştan sona.Türk motiflerinin olduğu,
batı müziği armoni yapısıyla çok hoş besteler yaptı.
Kanlı Nigâr 2 yıllık zorlu bir çalışmanın ürünüdür. İlk
olarak İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sahneledik eseri.
Seyircinin yoğun ilgisi geçen süre içerisinde arttı. Halen 3.
sezonumuza girdik ve sürekli kapalı gişe oynuyoruz. Geçen
sene Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde de sahnelenmeye
başlayan Kanlı Nigâr burada da seyircinin yoğun ilgisi ile
karşılaştı.
Sahnelerimizde Türk eserlerinin sayısının arttırılması
gerektiğine inanıyorum ve bu konuda çaba sarf
ediyorum. Özellikle bizden olan bu tür müzikallerin
opera seyircisi sayısının artışı konusunda bize yardımcı
olacağı inancındayım. Daha pek çok seyirciye ulaşıp
onlarla birlikte güzel anlar yaşayabileceğimiz umudunu
taşıyorum..
Kanlı Nigâr sahnelendiği her iki kentimizde de tam bir
ekip çalışması ile meydana geldi. Seyircinin hoşuna gittiyse
bu hepimizin uyumundan dolayıdır. Gerek İzmir, gerekse
Ankara’da beraber çalışma şansı yakaladığım herkese çok
teşekkür ederim.
9 Opera•Bale
K A DININ FENDİ
Özlem Belkıs
Anonim hikâyeler, meddah, ortaoyunu ve gölge oyunu hikâyeleri
içinde kadının fendi teması dikkat çekici bir yer tutar. Erkekleri
kandıran, hile ile kazançlı çıkan, erkeği oyuna getiren kadınların
hikâyeleridir bunlar. Çoğu zaman hafifmeşrep, şuh, erkeğe ceza
türünden kadınlar...
Kadının fendi, yani kadının hilesi, düzeni, erkeği yener bu
anlatılarda. Bunlara göre kadının aklı fikri dolap, dümen, hile
peşindedir. Gerçekten kadının aklı böyle mi işler, yoksa haklı veya
kazançlı çıkmasının başka yolu olmadığı için mi böyle davranmak
zorunda kalır? Bana kalırsa düşünmemiz gereken konu bu...
Kadın, hakkını arayacağı, düşüncesini ortaya koyacağı, dahası
özgürce yaşayacağı koşulları bulamadığı için böyle dolambaçlı
yollara, hilelere başvurmuştur. Bir anlamda zorunluluk olan
bu durum, bir süre sonra kadının karakteri olarak görülmüş,
anonim öykülerde, geleneksel anlatılarda kadının genel imajını
belirlemiştir.
Şimdi bu imajı değiştirme, bu yargılardan kurtulma zamanı...
Elbette önce değiştirmek istediğimiz formu anlamak, kaynağını,
çerçevesini görmek, bilmek gerek. Bunun için önce anonim öyküye
ve kaynaklarına bakmalı.
GELENEKSEL TİYATROMUZDA
KANLI NIGÂR ÖYKÜSÜ ÜZERİNE
Bilindiği gibi Kanlı Nigâr, Gölge Oyunu ve Orta Oyunu gibi
geleneksel gösteri sanatlarında sıklıkla işlenen anonim bir halk
hikâyesidir.
Opera•Bale 10
Geleneksel gölge oyunumuz Karagöz’de Kanlı Nigâr, Kar-ı Kadim
(eski zaman işi, klasik oyunlar) ile Nev-icad (yeni uydurulmuş
oyunlar) olmak üzere ikiye ayrılan Karagöz oyunlarından, Kar-ı
Kadim grubu içinde sayılır. Cevdet Kudret’in ilk kez 1968’de
yayınlanan Karagöz adlı üç ciltlik önemli incelemesinde
belirttiğine göre, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’de ‘taklid’ diye
andığı on oyundan biri de Civan Nigâr, yani Kanlı Nigâr’dır.
Ayrıca Sabri Esat Siyavuşgil’in 1941 tarihli Karagöz başlıklı
incelemesinde Kanlı Nigâr, üç gruba ayrılan Karagöz oyunlarından
ikinci grup olan ‘Vesile, entrikalı cemiyet satirleri’ başlığının
altındaki ‘mandıra tipi oyunlar’ başlığında incelenmiştir.
Siyavuşgil, bu başlıktaki oyunların tiplerden çok konularıyla önem
kazandığını, taklitlerin ve toplum hayatından alınan sahnelerin
yanında toplumsal yergiye de önem verildiğini belirtmiştir.
Yine Cevdet Kudret, Kanlı Nigâr’ın Karagöz metninin 1924’ten
itibaren yazılı olarak aktarıldığı kaynakları da bibliyografya olarak
kitabında tanıtmaktadır.
Ortaoyunu’nda da Karagöz’de olduğu gibi Kanlı Nigâr hikâyesi
Kar-ı Kadim oyunlar içinde sayılır. Geleneksel gölge oyunumuz
Karagöz ile büyük benzerlikler gösteren Ortaoyunu’nda da Kanlı
Nigâr öyküsü, çokça kullanılan, sevilen bir oyun olmuştur.
Cevdet Kudret, Kanlı Nigâr’ın ortaoyunu metninin ilk kez 1939’da
Selim Nuzhet Gerçek tarafından yayımlandığını belirtiyor.
Gerek Gölge Oyunu formunda, gerekse de Orta Oyunu’nda
anlatılan ve oynanan Kanlı Nigâr hikâyesi temel olarak, aynı erkek
(Çelebi) tarafından aldatılan iki kadının (Kanlı Nigâr ve Salkım
oyuncular mı etkindir? Yüzümüzü batıya çevirip metne
dayalı bir dramatik tiyatroyu mu geliştirmek için çalışmalıyız,
yoksa geleneksel tiyatromuzun ortaoyunu, karagöz, meddah
gibi türlerini mi devam ettirmeliyiz? Geleneksel türler,
öğeler yeni üretilecek metinlerde kullanılamaz mı? Kısaca
çeşitli platformlarda, çeşitli şekillerde ve fikirlerde Ulusal
Türk Tiyatrosu’nun kimliği ve özellikleri, kökleri ve geleceği
tartışılmıştır. Bu bağlamda geleneksel seyir türlerimiz olan
gölge oyunu, ortaoyunu ve meddahın yeniden üretilerek,
farklı form ve biçimlerde kullanılması konuşulmuş,
tartışılmıştır.
Burada, yapısal ve biçimsel öğelerden ziyade içerikle
şekillenmiş bir Kanlı Nigâr var. Daha çok dönemi ve
öykünün olay dizisini kullanan bir yapıdan söz edebiliriz.
Burada Nigâr ve beraberindeki kadınlar, anonim anlatıda
ve sonraki metinlerdeki gibi hafifmeşrep ya da yaşamlarını
bedenleriyle kazanan kadınlar olarak değil, bohçacılık
yaparak geçimlerini sağlayan, iyi bir mahallede oturmak
istedikleri için de bu durumu gizlemek zorunda kalan
kadınlar olarak ele alınıyor.
Nigâr, anonim öyküdeki gibi randevuevi işleten bir femme
fatale değil... Daha çok kendi derdinde ve neşesinde
yaşayan, hayatın sillesini(!) yemek zorunda kalmış,
yaşamda güçlenince de başkasına yardım elini uzatmış,
acısını neşesiyle örtmüş bir kadın. Kadının yalnız başına
var olamamasına, başında bir erkek olmadan yaşamasına
kuşkuyla bakan düzene itiraz eden bir kadın.
Yaşadıklarından ders çıkaran, öğüde dönüştüren bir kadındır
Nigâr. Bu yüzden, “Feleğin sillesini yediysen akıllanmayı da
bileceksin” der ve şöyle devam eder:
İnci) intikam almalarını, bu vesile ile eve girmeye kalkan erkekleri
teker teker dövüp, giysilerini soyup sokağa atmalarını, ya da evde
aynı anda içirip sarhoş edip mahalleye rezil etmelerini konu alır.
Öykü, ak-kara çatışmasını içeren Hacivat-Karagöz / KavukluPişekâr yanında Sarhoş, Arap, Beberuhi, Zeybek, Rumelili Hüsmen
Pehlivan, Bekçi, Laz gibi tiplemeler üzerine kuruludur.
Hemen tahmin edileceği gibi aktarılan anonim durum, çeşitli
dramatik formlarda defalarca merkez ya da çıkış noktası olarak
kullanılmıştır. Anonim öyküyü çıkış noktası edinen eserlerin
çoğunlukla Kanlı Nigâr adını taşımalarının nedeni, anonim
öyküdeki başkahramanın baskın rolüdür. Bu öykü, kadın ve
erkek figürleri karşı karşıya getiren eğlenceli yapısı gereği,
tiyatroda olduğu gibi sinemada da beğenilerek farklı yazarlarca
kullanılmıştır.
BUGÜNÜN NİGÂR’I...
Yeni, özgün eserler üretmekte geleneksel form ve öykülerden
yararlanmak yeni bir yaklaşım değildir. Tiyatro tarihindeki pek çok
büyük yazar gibi özellikle 1960’lı yıllarda geleneksel tiyatromuzu
kendi özgün metni ile yeniden üreten Haldun Taner, Vasıf
Öngören, Turgut Özakman, Mehmet Akan, Oktay Arayıcı gibi
yazarlarımız hatırlanmalıdır.
Özdemir Nutku, Sevda Şener, Metin And gibi birinci kuşak
tiyatro kuramcılarımız, 1960’lı yılları, Türk tiyatrosunun “altın
çağı” olarak nitelemişlerdir. Bu yıllardaki tiyatro tartışmalarının
en belli başlısı ise ‘ulusal tiyatro’ üzerine olandır. Bizim tiyatromuz
göstermeci mi, benzetmeci türde mi bir tiyatrodur? Dramatik
metinler, yazılı oyunlar mı, anonim öyküler ve doğaçlayan
“Felek, dünya demektir. İyinin kötünün, yanlışın doğrunun
bir arada olduğu âlem demektir. Her şeyi içine alan sema
demektir, gökkubbe demektir. Dünya âlem iyiyi kötüyü,
yanlışı doğruyu bir arada kabul eder, ama insan hep kendisi
için uğraşır durur… İnsanoğlu, toprak gibi olmayı beceremez.
Toprak gibi her şeyi kabul edip, karşılığında tohumu yeşertmeyi
bilmez, hep birlikte yaşayamaz… Felek, talih demektir. Ama
biz kadınlar için okkalı bir tokat demektir! O tokadı atan
da ne hikmetse hep erkeklerdir. Sonra o tokadın izi ömrünce
silinmez!”
Bir yandan öğüt verir Nigâr, diğer yandan peşini bırakmayan,
beklentisini sürdüren erkeklere de cezalarını verir... Kadının
fendi, bu kez bir ceza mekanizması olarak işler. “Keyfim
kâhya istemez, özgürdür” diyen Nigâr, evini gözetleyen
erkeklere, en ufak bir sesi kötüye(!) yoran namuslu(!)
kadınlara, tanımadığına kötü gözle ve kuşkuyla gözlerle
bakan mahalleliye “namusumu benden sor, saatlerden değil,
önce kendini bil, beni değil!” der.
KAYNAKLAR
And, Metin (1985). Geleneksel Türk Tiyatrosu, İstanbul: İnkılâp Yayınevi.
Belkıs, Özlem (2003). Kalemden Sahneye, 2. Cilt, İstanbul: YGS Yayınları.
Kudret, Cevdet (2004). Karagöz, 3 cilt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Kudret, Cevdet (2007). Ortaoyunu, 2 cilt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Nutku, Özdemir (1988). Dünya Tiyatrosu Tarihi, 2. Cilt, İstanbul: Remzi
Yayınevi.
Siyavuşgil, Sabri Esat (1961). Karagöz, Ankara: Milli Eğitim Basımevi.
Şener, Sevda (1998). Cumhuriyetin 75. Yılında Türk Tiyatrosu, İstanbul: T.
İş Bankası Yayınları.
11 Opera•Bale
“Sanatın işlenmesi,
duyarlılığımızın
eğitilmesidir ve bizler
sanatsal bir hava içinde
yetiştirilmediğimiz
takdirde, bomboş
bir ruhsal yaşamın,
karmakarışık bir
sezgiselliğin ve giderek
anlamsız ve tatsız bir
dünyanın şiddetine ve
suçuna itiliriz. Yaratma
istemi olmadığı yerde
ölüm içgüdüsü oluşur
ve bu da sonsuz bir
yıkıcılığa götürür bizi.”
Herbert Read
Şekeronya ya da
Masal Ülkesi
Nazlı Zeynep Ergüven
Opera•Bale 12
Sylvia Balesi
Wolfgang Schneider “Çocuklar İçin Tiyatro”
kitabının önsözünde çocuklarla ilgili şöyle diyor:
“Onlar yalnızca yarının izleyicileri olmamalı, onlar
bugünün de izleyicileri. Onlar geleceğin izleyicisinin
oluşmasına hizmet etmemeliler, onların ciddiye
alınması gerekir – şimdi ve burada. Onlar herhangi
bir izleyici kitlesi değiller, onların birer birey olma
hakkı bulunmalı ve tiyatro onların her biri için bir
yaşantı olmalı.” (1)
Schneider’in düşüncesine katılmamak mümkün
değil. Çocuk tiyatrosu, müzikli çocuk oyunu
dendiğinde hemen hemen herkes bu konudaki
hassasiyetini belirtiyor fakat uygulama konusuna
gelince teoride savunulan savlar pratikte geçersiz
notlar alıyor. Çocuk tiyatrosuna, müzikaline sözde
gösterilen itina uygulama noktasına gelince zayıf
kalıyor. Yarının seyircisi olarak ifade edilen çocuklar
için yazılan ve sahnelenen çocuk oyunları sanıyorum
‘şimdi ve burada’yı atlama konusunda bir sakınca
görmüyorlar. Başarılı örneklerin de aralarında
bulunduğu çocuk oyunlarının sayıca az olması
bizleri umutsuzluğa düşürmemeli. Çocuklar için
müzikli çocuk oyunu yazmaya karar verdiğimde çıkış
noktam onların hayal dünyasına ve yaratıcılığına
duyduğum hayranlıktı. Pedagojik ayrıntılarla
boğulmuş, didaktik öğütlerin verildiği, çocukların
hayal dünyasının hafife alındığı, estetik ve sanatsal
kaygılardan yoksun oyunların çocukların dünyasında
bir yerlere dokunmadığı gibi onları tiyatro, opera ve
bale sanatından da uzaklaştıracağı kanısındayım.
Çocuk oyunlarında dramatik çatışmanın ‘iyi ve
kötü’, ‘doğru ve yanlış’ kavramları üzerine kurulması
yaygın bir kullanım. Ancak bu kavramların siyah ve
beyaz çizilmesi çocuk oyunlarının gerçek yaşamla
olan bağının kopmasında önemli bir gösterge. Bir
çocuk tiyatrosunda/müzikalinde gerçek yaşamdan
tamamen soyutlanmış, tek boyutlu, idealize edilmiş
bir gerçeklik anlayışıyla sunulan karakterlerin ve
onların neden olduğu olaylar dizisi, çocuğun gerçek
yaşamla olan bağlarını koparmasının ötesinde söz
konusu oyunun estetik olarak da zayıf kalmasına
neden olur.
Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun belirttiği gibi ”Sanatın
sınırsız toprakları üzerinde tiyatro, çocuklara yarının
yaşamı için estetik dünyayı hazırlamak zorundadır.”
(2) İki boyutlu karton karakterler neden ve nasıl
sorusunun üzerini kalın bir toprakla örterken, çok
boyutlu bir karakter çocukta kavrayışı ve düşünmeyi
körükler. Çocukların algı kapasitesini, fikirlerini,
düşünme yeteneğini zihinsel olarak zenginleştirmeyi
hedefleyen oyunlar kuşkusuz çocukların çok daha
heyecan duyarak izleyeceği oyunlar olacaktır.
13 Opera•Bale
“Şekeronya” çocuk müzikalini kaleme alırken,
bu düşünceler daima aklımın bir köşesindeydi.
Elbette çocukların dünyasına dokunmanın büyülü
yanı beni cezbederken, bu konudaki hassasiyetim,
yazarken hep bana eşlik etti. Çocukluğumla ilgili
anılar arasında masal kitaplarının rengârenk
yaratıcı dünyası bende ayrıcalıklı bir yere sahipti.
Artık bir yetişkin olarak bu oyunu yazıyor
olsam da içimde muhafaza ettiğim bu dünya,
masallar arasında gezmeye devam ediyordu.
Oyuna adını veren Şekeronya bir diğer adıyla
Masallar Ülkesi, benim büyümek istemediğim
bir dünyaya referansta bulunuyor. Metafor olarak
da görülebilecek bu ülkenin kapıları masal seven,
okuyan herkese açık. ‘Kitapları sevin, kitap
okuyun’ gibi sloganlaşmış didaktik ifadelerden
özenle kaçındığımı itiraf etmeliyim. Göstermek
istediğim burada böyle bir büyülü dünya var ve
siz bu dünyaya masalları okuyarak, dinleyerek
onları severek dâhil olabilirsiniz. Bu son tahlilde
çocukların seçimine kalan bir tercih, bir dayatma
söz konusu değil. Okuldan kaçan, kitaplarına
sahip çıkmayan “Fırıldak” karakterinin, sonunda
okuma yazma öğrenme hevesinin ne noktaya kadar
başarılı olacağı sorusunun da cevabı net değil belki
ama, kitaplarla dostluk kurarsa onu ne denli güzel
bir dünyanın beklediği açık olarak gösteriliyor.
Opera•Bale 14
Karakterleri çizerken de, yukarda değindiğim sorunsallar
üzerinden, karakteri tek bir bakış açısıyla değerlendirme
anlayışının altını oymaya çalıştım. Fırıldak hem yaramaz
hem uslu, hem söz dinleyen hem dinlemeyen, hem akıllı
hem saf, onunla kurduğumuz bağ kendi yanlışlarımızı
sorgulama hakkını veriyor bize. Biraz daha iddialı
söyleyecek olursam, yanlışlarımızı sevme hakkı veriyor
bize. Hayatta yaptığımız yanlışlarla dost olmak onları sert
yargılamaktan, onları görmezden gelmekten çok daha
olumlayıcı sonuçlara yol açıyor. Çocuklara sezgisel olarak
hissettirmek istediğim noktalardan biri de bu oldu.
Çocukların en çok aşina olduğu “Kırmızı Başlıklı Kız”
hikâyesi farklı bir bakış açısıyla sahnede yer alıyor.
“Kötü Kurt” kavramının ters yüz edilmesi, “Tombiş”
karakterinin Kırmızı Başlıklı Kız’ın büyükannesine
götüreceği kekleri yemesi üzerine Kırmızı Başlıklı
Kız’ın ne yapacağını şaşırıp masalın yeniden yazılması
için Grimm Kardeşler’e danışılması, eserde masalın bir kurgu
olduğunun, bir yazar tarafından kaleme alındığının altını çizerek
esere çok boyutlu bir anlatım olanağı sağlıyor.
Çocuk ruhunu müziğinde sonuna kadar muhafaza eden eserin
bestecisi Murat Cem Orhan ile bu eserde bizi buluşturan –
sanıyorum- ikimizin de çocukların dünyasına duyduğumuz saygı
ve sonsuz sevgi. ”Şekeronya”nın dünya prömiyeri 2014 Aralık
ayında Antalya Devlet Opera ve Balesi’nde gerçekleşti. Sahnelediği
birbirinden nitelikli müzikli çocuk oyunlarıyla Antalyalı
seyircilerin yakından tanıdığı eserin rejisörü Fatih Şanal’ın
“Şekeronya”nın ayağa kalkıp canlanmasında emeği oldukça büyük.
Müzikal çalışmalarını ilk günden itibaren büyük bir titizlik ve
özveriyle yürüten Sait Karabulut aynı zamanda eserin orkestra
şefliğini üstlenerek “Şekeronya”nın temelini oluşturan müzikal
alt yapısının başarılı bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. Renkli
ve yaratıcı kostümleriyle çocukları ilk andan itibaren etkisi altına
almayı başaran kostüm tasarımcısı Zekiye Şimşek ile, iki ayrı
dünyayı - gerçek ve masal dünyasını çocuklara yaşatan dekoruyla
Ömer Gündüz, esere can veren isimler arasında yer alıyor.
Karakterleri tüm boyutlarıyla canlandıran sanatçı arkadaşlarımızın
“Şekeronya”yı çocuklara sevdirme konusundaki başarılı
performanslarına en güzel yanıt sanıyorum minik izleyicilerimizin
o küçük ellerinden geldi. Antalya Devlet Opera ve Balesi’nde
benim de başından sonuna kadar provalarında bulunma şansına
sahip olduğum “Şekeronya” eseri, çocuk kalmış dünyamıza bir
kez daha bakma fırsatı bulup bunun tadını çıkardığımız bir ekip
ruhuyla yapıldı.
Kaynakça
Schneider, Wolfgang, “Çocuklar İçin Tiyatro” Çev. Ayşe
Selen, Mitos Boyut Yayınları,
2005, İstanbul, s.7
Prof. Dr. Nutku, Özdemir,
“Oyun, Çocuk, Tiyatro”
Özgür Yayınları, 2006,
İstanbul, s. 145
15 Opera•Bale
Aşk-ı Memnû, bir imparatorluk başkenti olan İstanbul’da,
19. asrın sonunda geçmektedir. Tanzimat’ın getirdiği
sosyal-siyasal dönüşümün ve büyük çalkantıların bir
arka plan oluşturduğu eserde, Adnan Bey ile ailesinin
hikâyesi resmediliyor. İstanbul’un Anadolu yakasındaki
zarif bir yalıda cereyan eden bu hadiseler toplamı, her ne
kadar yalıdaki bütün karakterleri etkiliyor olsa da, Aşk-ı
Memnû’da aslolan, Bihter’in trajedisidir. Bu noktadan
bakıldığı vakit, “Bihter” ismi, (bambaşka hayatlar
yaşamalarına ve aralarındaki büyük farklılıklara rağmen)
Anna Karenina ve Madame Bovary’nin yanına yazılabilir.
Opera•Bale 16
TARIK GÜNERSEL
Büyük yazar Halid Ziya Uşaklıgil’in, 1899’da Servet-i
Fünûn dergisinde tefrika edildikten sonra, 1900 yılında
kitap olarak basılan ve “ilk gerçek Türk romanı” olarak
değerlendirilen ölümsüz eseri Aşk-ı Memnû’dan hareketle
librettist Tarık Günersel’in yazmış olduğu libretto, romanın
yayımlanışının yüzüncü yılında, yani 2000’de, kompozitör
Selman Ada tarafından opera olarak bestelendi. Ada,
bundan yaklaşık on yıl önce de yine Günersel ile işbirliği
yaparak, komik operası Ali Baba & 40’ı yazmıştı. Ne var
ki iki opera arasında her açıdan büyük farklılıklar göze
çarpmaktadır. Bunlar arasında belki de en önemlisi,
Ali Baba & 40’da gözlenen, zaman ve mekân üstü
diyebileceğimiz oryantal (ama cihanşümûl) unsurların,
Aşk-ı Memnû’da, yerini son derece açık bir tarihî ve içtimai
çerçeveye bırakmış olması.
HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
Bertan Rona
Ne var ki Bihter ve onun özel hayatıyla ilgili olarak, librettoda,
romanda bulunmayan çok önemli bir detay yer alır: Uşaklıgil’in
romanının aksine, Günersel’in librettosunda, Bihter’in hamile
kaldığını görüyoruz. Bu durum, opera diliyle işlenmek zorunda
olan Bihter karakterinin içinde bulunduğu psikolojinin
anlaşılabilmesi için vazgeçilmez önemdedir. Çünkü başka türlü,
Bihter’i intihara sürükleyen (ve romanda sayfalar boyunca
anlatma imkânına sahip olunan) ruh hâlini verebilmek mümkün
değildir.
Olay örgüsüne yapılmış bu ince ve çok anlamlı müdahalenin
dışında, Günersel’in; Bihter’in intihar ettiği tabancayı, Adnan
Bey’in maske yapma hobisini ve kitaplıktaki bir kitabın içinde yer
alan şiiri ustaca birbirine bağlayarak etkileyici bir dramaturjik
bütünlük oluşturduğunu söyleyebiliriz. Adnan Bey’in düğün
esnasında tutuklanması ise hem oyuna tempo kazandırmakta,
hem de Aşk-ı Memnû librettosuna, romanda hiç bulunmayan
siyasal bir boyut eklemiş olmaktadır.
Aşk-ı Memnû, şehir kültürü ve bilhassa İstanbul ile yoğrulmuş
bir opera. İçerdiği müzik dili, oldukça rafine bir mimariyi,
son derece incelmiş zevkleri ve en kibar bir muhiti anlatıyor.
Eserin temelinde yer alan zarafet ve ışıltı, partisyonun her
sayfasında kendini göstermektedir. Müzik, bizatihi o çevrenin
bir ferdiymişçesine hayat bulmakta, Segâh Evlenme Âyini ve
Yine Bir Gülnihâl gibi parçalarda büyük bir incelikle dönemin
ruhunu tasvir etmektedir. Ne var ki bu durum, opera sanatının
konvansiyonel dilinden taviz verildiği anlamına gelmez. Aşk-ı
Memnû; reçitativoları, aryaları, ansambl ve korolarıyla opera
formunun bütün gereklerini yerine getirir. Öyle ki, karşımızda,
İtalyan operası stilinde, ama bize her yönüyle çok tanıdık gelen
bir eser bulunmaktadır. Aşk-ı Memnû’yu olağanüstü kılan
yönlerin başında, işte bu mükemmel sentez vardır.
İnce armonileri, (yer yer kullanılan) çok başarılı kontrpuan dili,
etkili orkestrasyonu ve kusursuz prozodisinin ötesinde, Aşk-ı
Memnû, mükemmel şan partileri ile dikkat çeker. Eserde yer alan
on dört arya; koloratürden şantan basa, lirik soprano ve tenordan
subrete kadar insan sesinin bütün imkânlarını değerlendirir.
Şarkıcılar tarafından tiyatro sahnesi dışında konser salonlarında
da sıklıkla seslendirilen bu aryalar, operayı opera yapan şeyin
arya olduğunun birer kanıtı gibidirler. Bunun yanısıra, eserde
ansambller ve koro parçaları da ihmal edilmemiştir. Yazılmış
ilk 12/8’lik kanto ve sadece kadın seslerini içeren ilk kentet,
Aşk-ı Memnû’yu ayrıcalıklı kılan müzikal buluşlar arasında
gösterilebilir.
Aşk-ı Memnû, bir imparatorluk
başkenti olan İstanbul’da, 19.
asrın sonunda geçmektedir.
Tanzimat’ın getirdiği sosyalsiyasal dönüşümün ve büyük
çalkantıların bir arka plan
oluşturduğu eserde, Adnan Bey
ile ailesinin hikâyesi resmediliyor.
İstanbul’un Anadolu yakasındaki
zarif bir yalıda cereyan eden bu
hadiseler toplamı, her ne kadar
yalıdaki bütün karakterleri
etkiliyor olsa da, Aşk-ı
Memnû’da aslolan, Bihter’in
trajedisidir. Bu noktadan
bakıldığı vakit, “Bihter”
ismi, (bambaşka hayatlar
yaşamalarına ve aralarındaki
büyük farklılıklara rağmen)
Anna Karenina ve Madame
Bovary’nin yanına yazılabilir.
Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin, 2015-2016 sanat sezonunun
ilk opera prömiyeri olarak 7 Kasım 2015 tarihinde ve gala olarak
9 Kasım’da sahneldiği Aşk-ı Memnû, daha önce Mersin (2003),
İstanbul (2003), Ankara (2007), İzmir (2009) ve Antalya’da (2011)
seyircisiyle buluşmuştu. Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin yeni
yapımı, eserin altıncı prodüksiyonu olarak karşımıza çıkıyor.
Samsun’un yanısıra İstanbul, Ankara, İzmir ve Mersin’den
son derece önemli şarkıcı ve sanatçıları bir araya getiren bu
prodüksiyonda rejisör olarak Bertan Rona, orkestra şefi olarak
ise Lorenzo Castriota Skanderbeg isimlerini görüyoruz. Eserin
sezon içindeki diğer sahnelenmelerinde Samsun Devlet Opera
ve Balesi’nin salonunu dolduracak olan bütün sanatseverlere iyi
seyirler dileriz.
17 Opera•Bale
Öykü:
Fazıl Tütüner
[email protected]
K
Kaldığım huzurevinde yaşamım rahat ve kolay geçiyordu. İyi
bakılıyordum. Fakat saatler ve günler birbirinin aynı gibi gelmeye
başlamıştı. Diğer günlerden değişik olabilecek bir günü iple çeker
gibi beklemek istiyor, bunun için yaşamımda ne gibi bir değişiklik
yapabileceğimi bulamıyordum.
Odamın geniş, çift camlı penceresinden, içinde kauçuk,
akasya, çam ağaçları ve gül fidanları olan bahçeye ve karşı
tepelerdeki portakal bahçelerine bakarak, içine iyice göçmüş
turuncu koltuğuma oturuyor, tüm gün müzik yayını yapan
yabancı kanaldan müzik dinliyor, yemek saatlerinde alt kata
yemekhaneye iniyor, yemek sonraları ortak dinlenme salonunda
kahve içerken günlük gazeteleri okuyor, ileri yaştakilerle birkaç
sohbet ediyor, onlarla zorunlu olarak ağrılarını ve hekimlerle
yaptıkları konuşmaları, hangi hapları aldıklarını dinliyor;
akşamları ortak salonda değil de, odamda, ülkede gittikçe artan
şiddetle ilgili haberleri televizyonda seyrediyor, arada bir Fransız
filmi yakaladığım zaman seviniyor, güneş batarken bastonumla
bahçede konsolos çiçekleri, hanım elleri, begonviller arasında kısa
yürüyüşler yapıyor, geride kalan uzun hayatımı gözümün önünden
geçiriyordum.
Yaptıklarımdan bir yakınmam yoktu, yaptıklarımdan keyif alıyor,
haplarımı aksatmıyor, ölümcül bir hastalığa yakalanmamış
olmaktan hayata müteşekkir kalıyordum. Tek sorun, zamanın
günlük akışında gerçekleştirebildiğim küçük değişiklikler veya
sakinlerden birinin hastaneye kaldırılması veya ölümü dışında,
söylediğim gibi, her günün aynı olması idi.
Sıkışık kaldırımlarında rahat yürüyemeyeceğim, gürültüsüne
dayanamayacağım şehrin kargaşası beni çekmiyordu.
Kaldırımlarda ve caddelerde sık rastladığım çukurlara düşmekten,
düşersem yanımda beni kaldıracak kimsenin olmayacağından, (sağ
Opera•Bale 18
kolum pek tutmuyordu çünkü), bir arabanın bana çarpmasından
ürküyor, şehre uzun zamandır inmiyordum.
Bir gün, birkaç yıldır her sabah odamı temizlemeye gelen, şehirden
gelirken küçük siparişlerimi getiren yurt görevlisi hanıma, küçük
bir sohbete fırsat yaratmak için, aykırı ve tuhaf kaçacağını da
bilerek, neşeli - istemesem de biraz kibirli; ”sen hiç operaya gittin
mi” dedim.
Alınabilirdi, kızabilirdi, üzülebilirdi. Yanıt verme yerine neşeli
bir kahkaha attı. O binanın içine bir kez olsun adımını atmamış
olduğundan emindim. Çevresinde de büyük olasılıkla kimse
gitmemişti. Bir davet bile almış olsa yaşamında, “uygun giysim
yok, insanlar bana bakıp gülerler, uygun düşmem, sıkılırım, ben
anlamam” diyerek olumsuz yanıt vermiştir kesinlikle.
Üç çocuğundan ikisini yetiştirmiş, evlendirmişti. Küçük kızıyla
birlikte, kendilerini yıllarca önce terk ettiği eşinden ayrı yaşıyordu.
“Seni bir gün operaya götüreyim” dedim.
“Be ne anlarım operadan, götüreceksen kızımı götür” dedi.
“Seni götüreyim, düşecek gibi olursam, beni tutarsın” dedim.
“Ayşe’yi götür, artık büyüdü, tutar seni, ben götüremedim onu bir
yere, sinemaya bile, arkadaşlarıyla gitti birkaç kez, bir yere gitmiş
olur böylece” yanıtını aldım.
Haftalar geçti. Bir zamanlar denizi ve ufku balkonunda birlikte
seyrettiğimiz, ay yükselirken denizde, müziği konuştuğumuz,
benden bir opera derneği kurmamı isteyen, yıllar önce denizi ve
kıyıdaki evini bırakıp şu karşıdaki mor dağların ardına göçen
dostum besteci Selman Ada’nın “Ali Baba ve Kırk Haramiler”
operasının şehirde sahneye konacağını okudum. Yurdun
yönetimine iki bilet aldırttım.
tanıştırdım, ilk kez geldiğini söyledim. Aslı Hanım “artık bundan
sonra bekleriz sık sık seni, yeni seyircimiz” dedi.
Huzur evine arada bir hizmet veren taksi şoförü Mustafa, o
gün önce Ayşe’yi evinden aldı, sonra gelip beni aldılar. Zoraki
gülümseyen, ürkek, bakışlarını kaçıran, çok az konuşan bir kızdı
Ayşe. Annesi kendi rengârenk giyimine göstermediği özeni,
kızının giyimine göstermişti. Belki de yeni bir şeyler satın almıştı
kızına o gün için. Bastonumu arabaya yerleştirmeme yardım etti.
Ayşe’yi bırakmadan evine, çorba içtik akşam serinliğinde.
Onu bırakırken annesi balkondan el salladı. Ayşe teşekkür etti
ayrılırken, bu akşam daha önce yaşamadıklarını yaşadığını
söyledi, elimi sıktı, tekrar operaya gitmeyi özleyeceğini söyledi.
Yeni arkadaşımla yeni bir temsili, bir konseri iple çekeceğimi
düşünerek, haramibaşının aryasını mırıldanarak uyudum o
akşam.
Uzun zamandır tadını özlediğim kara orman vişnesi pastasını,
bol sütlü kahve eşliğinde yiyebileceğimiz pastanenin bahçesinde,
büyük yapraklı kocaman kauçuk ağacının altında, rahat yumuşak
koltuklarda oturduk. Ahşap sandalyelerde belim ağrıyordu çünkü.
“Bak Ayşe, bunun adı neden kara orman vişne pastası biliyor
musun, çünkü Almanya’da kara orman var, oranın vişnesi çok
lezzetli, bu pastanın özgün adı “Schwarzwalderkirschtorte.”
Kara ormanları bildiğini, hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın
askerlerinin o ormanın içlerine kadar ilerleyebildiğini okuduğunu
söyledi.
“ Kitap okuyorsun demek ki, kitapçıya da gidelim o zaman. Bir
Türk bestecinin operasını izleyeceğiz bugün, teşekkür ederim
geldiğin için, bakarsın hoşuna gider. Türk bestecileri ile ilgili bir
kitap alalım mı sana, ne dersin?”
Ben oturdum kitapçıda rahatsız bir iskemleye. Kitapçı uzun
süredir gelmediğimi söyledi.
“Küçük hanım arkadaşlığımı kabul ederse, arada bir gelirim
belki.”
Ayşe’nin dolaşmasını, kitapları karıştırmasını istedim. Aradığımız
kitabı buldu.
0 Ayşe seyircileri, oyuncuları, orkestrayı izliyor, iyice açılmış
gözleriyle şaşırıyordu. Hem sahneyi hem Ayşe’yi izliyordum yan
gözle onu rahatsız etmemeye çalışarak. Ayşe sıkılmadı, bazı anlar
gülümsediğini, bazı anlar iç çektiğini, bazı anlar bir temsilde
olduğunu unuttuğunu ve bol bol alkışladığını gözlemledim. En
çok haramibaşının “Asla! Asla! Asla! Unutmam” aryasından
etkilendiğini hissettim.
Son yıllarda pek gelemesem de yeni sanatçılar dışında tanıdığım
sanatçılar vardı sahnede. Yeni şef Lorenzo İtalyan’mış. Bestecisi
dostum Selman Ada’yı ve senelerce öncesini andım sık sık
eseri dinlerken. Çıkışta opera müdürü Aslı Hanım, artık pek
gelmediğim için sitemde bulundu. Çok yaşlandığımı, yeni
arkadaşım eşlik ederse arada bir geleceğimi söyledim. Ayşe’yi
Cumartesi akşamlarını iple çekiyordum artık. Ayşe ile programım
vardı çünkü. Hafta içinde huzurevinde geçirdiğim zaman sanki
daha huzurlu ve daha mutlu idi. Okuduğum yazılar, yaptığım
telefon konuşmaları arttı. Aynı binayı paylaştığım insanlara
anlattıklarım fazlalaştı. Onlar Cumartesi izlenimlerimi anlatmamı
bekliyorlardı Pazar günü kahvaltılarında. Bir hafta boyunca
Cumartesini anlatıyordum onlara, ağrılarını unutuyorlardı bu
arada.
Aylar sonra Cumartesi programını üzülerek iptal etmeye
başladım, temsillerde uzun süre koltukta oturunca belim ve
sırtım çok ağrıyor ve dayanamıyordum. Bir kez, ikinci perdeyi
izleyemeden ayrıldık arada. Ayşe’nin annesinden istedim aynı
programı uygulamasını. Harcadıkları parayı pazartesi annesine
veriyordum. Her hafta Ayşe’ye istediği bir kitabı almak da
programın parçasıydı.
Zaman ilerledi. Hemen hemen yurtta herkeste olduğu gibi
beni de hastaneye kaldırdılar. Ayşe beni ziyaret ediyor, gelirken
bir dilim kara orman vişne pastası getiriyor, okuduğu kitabı
anlatıyordu.
Getirdiği pastayı artık yiyemiyor, Ayşe’ye “sonra yiyeceğim”
diyor, o gittikten sonra hemşirelere veriyordum. Yaşayacak
fazla zamanım kalmadığını hissediyordum. Hastaneye noterin
gelmesini istedim. Şehirdeki evimi Ayşe’ye bıraktığımı kayıt
altına aldırdım. Ayşe geldiğinde aldığı Mozart kitabını gösterdi.
Cumartesi izledikleri Sihirli Flüt operasını anlatmaya başladı.
Sahneler gözümün önünden geçmeye başladı, gençliğim,
çocukluğum, aryalar, tınılar…
Sağ elimin işaret parmağını dudaklarıma götürdüm. Ayşe
sustu, çekmeceyi işaret ettim. “Zarf ” dedim. “O zarf senin, sana
teşekkür ediyorum.”
Ayşe’nin gözlerinden yaşlar gelmeye başladı.
Kısık sesle: “Ağlamak yok, sihirli bir hayat seni bekliyor, bak ben
ağlıyor muyum” dedim.
19 Opera•Bale
“Nero’dan bu yana en tehlikeli müzisyen.”
Prof. P.Schickele
Müzik Tarihinin
En Önemsiz Bestecisi
P.D.Q. Bach
Aytuğ Ülgen
Orkestra Şefi, Müzikolog
Opera•Bale 20
P.D.Q. Bach
J.S.Bach’ın en son
çocuğundan sonra doğan
çocuğu P.D.Q. Bach’ı bu
kadar geç tanıdığım için
kendimi biraz talihsiz
hissediyorum. Hiç kimse
yıllar sonra benim gibi
yakınmasın diye sizlerle
paylaşmaya karar verdim.
İşte size eşsiz bir özgeçmiş
5 Mayıs 1807 tarihinde Leipzig’de, Anna Magdalena Bach ve
Johann Sebastian Bach’ın sayısız çocuklarından gerçekten sayısız
olanı olarak dünyaya gelmiş ve Bach aile ağacının en ince dalı
olarak kalmıştır. Bach ailesinin diğer üyelerinin tersine hiçbir
zaman kraliyet veya soylular arasında rağbet görmeyen P.D.Q.
Bach için, ailesi tarafından yapılan “müzik sanatının güzel
yüzündeki sivilce” tanımı kuşkusuz bu genç besteciyi sanat
hayatının ilk yıllarında derinden etkilemiştir. Hatta aile daha da
ileri giderek bu son çocuğun gayri meşru doğmuş bir sahtekâr
olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir.
P.D.Q. Bach uzmanı olarak dünya çapında bir şöhrete sahip
olan müzikolog Prof. Peter Schickele’ye göre Johann Sebastian,
oğluna gerçek bir isim bile vermek istememiş ve sırf bu nedenle
hiçbir anlamı olmayan P.D.Q. kısaltmasını uygun bulmuştur.
Prof. Schickele’nin daha sonraki inceleme ve etimolojik
çalışmaları bu kısaltmanın, ailenin diğer üyelerinden geri
kalmasın diye baba Bach tarafından gelişigüzel seçilen bir isim
değil “pretty damn quick” yani Türkçe’ye “lanet olası hızda”
şeklinde çevrilebilecek bir tanımın ilk harflerinden meydana gelen
bir kısaltma olduğunu ortaya çıkartmıştır.
Ünlü babası Johann Sebastian Bach’ın ne müzik alanında ne de
bir başka konuda kendisine hiçbir şey öğretmediğini söyleyen
P.D.Q.Bach’ın sözlerinin doğruluğuna inanmak için fazla kanıta
gerek yok. Bütün bunlara bir başkaldırı olarak 1770 yılına kadar
hiç beste yapmayan tarihin bu en önemsiz bestecisi 30’lu yaşlarına
gelip de herhangi bir baltaya sap olamadığını gördüğünde
yapabileceği en kolay şeyin ismini kullanarak kendisini bu
karanlıktan kurtaracak müzikler bestelemek olduğunu fark etti.
Böylece bir besteci olarak yaratıcı hayatının ilk kısmı başlamış
oldu.
Fırlama Dönemi
Bu dönem Prof. Peter Schickele’nin Theodore Presser Company
adlı yayın ajansına elinin altında bir dosyayla gitmesiyle başlar.
Prof. Schickele odada bir yandan ileri geri hızla yürüyerek
yayıncının kafasını karıştırırken diğer yandan elinde tuttuğu ve
üzeri kahve lekeleriyle dolu notaları havada sallıyor, heyecan
içerisinde bağırıyor ve büyük besteci Johann Sebastian Bach ile
bir şekilde bağlantısı olduğunu sandığı bir adamın notalarını
gün yüzüne çıkarttığını söylüyordu. Bu eser gibi onlarcası
sadece birkaç yıl içerisinde tamamen keşfedilerek basıldığında
P.D.Q.Bach’ın “Fırlama Dönemi” yapıtları tamamen bulunmuş
olacaktı. Missa Hilarius adlı eserinin seslendirilmesi ardından
kilise tarafından aforoz edilmiş ve hemen Wein-am-Rhein
şatosunda yaşayan Prens Fred’in himayesi altına girmiştir. Bu
dönemde edindiği arkadaşlar arasında Jonathan "Boozey" Hawkes
ve Tom Collins gibi şahsiyetler vardır.
21 Opera•Bale
Pişmanlık Dönemi
Elindeki eski bir ilacın patentini aldıktan sonra oturduğu yerde
kazandığı büyük paralarla son derece varlıklı bir adam olarak
adım attığı bu son dönemi yine çalıntı eserlerle dolu olmasına
karşın müzik tarihinde kalıcı izler bırakan dostluklar kurmuştur.
Ölümünden 14 yıl önce, 1756 yılında kendisine büyük sevinçle bir
oğlu olduğunu bildiren Leopold Mozart’ı ilk kutlayanlardan biri
olmuş ve küçük Wolfgang Amadeus’a bilardo oynamayı öğretmesini
tavsiye etmiştir. Çok uzaktan kuzeni olan L. S. D. Bach yani
Leonhard Sigismund Dietrich Bach’ı ziyaret etmek için gittiği St.
Petersburg’da oldukça neşeli vakit geçirmiş burada tanıştığı L.S.D.
Bach’ın kızı Betty Sue ile evlenerek ülkesine geri dönmüştür. Popüler
bir halk sanatçısı olmaktan hep uzak durmaya gayret ettiği halde
müziği kendisinden daha ünlü olan P.D.Q. Bach birçok kaynakta
Beethoven’in sağırlığına neden olmakla suçlanır. Beethoven’in kayıp
not defterlerine yazdığı sanılan notlara göre artık iyice yaşlanan
Beethoven, P.D.Q. Bach’ı her gördüğünde ne onu ne de müziğini
duymamak için kulağına kahve çekirdekleri soktuğu için işitme
yetisini yavaş yavaş kaybetmiştir. Pişmanlık dönemi boyunca 17
tane albüm yapmış, New York’ta kendi müziğine ayrılan yıllık
konser dizilerine başlamıştır.
Barok, klasik, romantizm ve empresyonizm gibi hemen her tür
stilde dikiş tutturmaya çalışan besteci boogie, country, hip-hop ve
rap gibi stilleri de denemiştir. Eserleri çoğunlukla yiyecek dolabı,
kahve makinesi, kurşun geçirmez yelek ve mayın tarlası gibi yerlerde
keşfedilen P.D.Q. Bach, akla gelen bütün çalgılar için yazdığı
eserlerin yanı sıra, akla gelmeyen, örneğin bisiklet ve balon gibi
çalgılar için de yazdığı birçok eseri bulunan son derece üretken ve
çağının oldukça ilerisinde bir besteci olarak 1 Nisan 1742 tarihinde
Baden-Baden-Baden’de ölmüştür.
Salamura Dönemi
Yaratıcı hayatının en uzun süreci olan “Salamura
Dönemi” boyunca kontrpuan hatlarının aşırılığı ve çift
görme rahatsızlığı nedeniyle yanlışlıkla oluşan muazzam
armonik zenginliği dikkat çekicidir. Özellikle Haydn ve
Mozart’ın müziklerini özümsediği bu dönemde J.S.Bach’tan
Çaykovski’ye kadar hemen her besteciden aşırdığı tema,
motif, bölüm ya da bir bütün halindeki yapıtlar P.D.Q. Bach
için birçok söylentinin çıkmasına neden olur. “Eserlerindeki
orijinal kısımların yalnızca neyi nerden çaldığını unuttuğu
kısımlar” olduğu söylentisi de bu dönemde ortaya çıkan
söylentilerden biridir. Kendisiyle aynı dönemde yaşayan
sanatçı ve özellikle de bestecilerin özgeçmişlerinde sık sık
görmeye alışkın olduğumuz şarap, kadınlar ve eğlence
üçlemesi P.D.Q. Bach’ın hayatını neredeyse tamamen özetler.
Salamura Dönemi’ne damga vuran en belirgin özelliklerden
sayılan eşsiz taşkınlıklar bu dönemin sonuna doğru giderek
azalır ve giderek yaşlanan besteci için daha münzevi ve rahat
bir hayatın kapıları aralanır. S.999999 Eko Sonatı ve S.-2
Gross Konçerto bu dönemin önemli eserleri arasındadır*.
Opera•Bale 22
Prof. Schickele P.D.Q. Bach’ı tanımlarken “Johann Christian’ın
orijinalitesi, Carl Philipp Emanuel’in gururu, Johann Christoph
Friedrich’in anlaşılmazlığına sahip” diyor ve ekliyor: “Ama en
belirgin özelliği manic-plagiarism’dir.”
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama P.D.Q. Bach 1807’de doğmuş,
bütün hayatını gerisingeri yaşayarak 1742’de ölmüştür. Tarihlerde
hiçbir yanlışlık yok. Aslında Prof. Schickele’nin Theodore Presser
Company’nin kapısını çalıp içeride bir fırtına estirdiği gün elinde
tuttuğu notalar az önce kendisinin yazıp bitirdiği ve besteci P.D.Q.
Bach olarak imzaladığı Gross Concerto’dan başka bir şey değildir.
Yıllar sonra Theodore Presser Company o günü hatırlarken “aslında
bütün bu karmaşa içerisinde net olarak duyduğumuz tek şey Johann
Sebastian Bach’ın ismiydi ve bu nadide eser gibi onlarcasının
‘keşfedilmek’ üzere yolda olduğunun farkında değildik” diyecekti.
* Handel’in HWV, J.S.Bach’ın BWV, Mozart’ın K. veya Kv. gibi harflerle sıraya
dizilen eserlerindeki bu harfler katalogları hazırlayan müzikologların isimlerinin
ilk harfidir. P.D.Q. Bach’ın eserlerini kataloglayan müzikolog Prof. Schickele de bu
eserleri sıralarken “S.” kısaltmasını kullanmıştır.
a te d
eğer
liste
bazı
si şö
eserl
yle:
erini
n
Dikk
-2
0
1/5
1
1a-1b
1+1
1 1/2 tsp.
3
3.1415926 gibi
4F
5-telli
7
8'
8va
13
13’le 14 arası
14
32'
36EE
39
50% indirim
Gross Concerto
Schleptet
Royal Firewater Musick (Orijinal ve Dudeldorf
edisyonu )
Variations on an Unusually Simple-Minded Theme
Suite No. 1-2 for Cello All By Its Lonesome
Şimdiye Kadar Keman ve Tuba İçin Yazılmış Tek
Müzik
"The Seasonings" Orotoryosu
Ring Sonata da Circo (Circus Sonata) Kilise orgu ya da
herhangi birşey için.
The Short-Tempered Clavier, Gerçekten Zor Olanlar
Hariç Bütün Majör ve Minör Tonlarda Prelüd ve Fügler
The Civilian Barber (Sivil Berberi)
Blaues Gras (Bluegrass Cantatı)
The Magic Bassoon (Tragicommodity in One Act)
Sihirli Fagot (Bir Bölümlü Trajikürün)
Concerto for Bassoon vs. Orchestra
(Orkestraya Karşı Fagot Konçertosu)
Piccola Sonatı
A Little Nightmare Music (Opera in One Irrevocable
Act)
Bir Küçük Kabus Müziği (Geri Dönülemez Bir
Bölümlü)
Notebook for Betty-Sue Bach
Goldbrick Variations
Lip my Reeds (Prelude and Fugue for Four Bassoons)
Erotica Variations
Six Contrary Dances
The Musical Sacrifice Fuga Meshuga, Choral Prelude
"Da kommit ja der Schurke” The Grossest Fugue
* Bold italik yazılan rakamlar Schickele numaralarıdır. Türkçe’ye çevrildiğinde anlamını
yitiren dil oyunları ya da atıfları olan başlıklar olduğu gibi bırakılmıştır.
88
96th St.
150
384, 492
440
888
1001
1227
1712
999999
2n-1
e = mt2
N2O
Concerto for Piano vs. Orchestra
(Orkestraya Karşı Piyano Konçertosu)
Classical Rap
Oedipus Tex (Dramatik Orotoryo)
The Abduction of Figaro
(Figaro’nun Kaçırılması)
Sonata for Viola Four Hands
(Dört El için Viyola Sonatı)
Sonata Abassoonata
Fantasieshtick for Piano and Orchestra
Overture to "La Clemenza di Genghis Khan"
1712 Sahiden Büyük Orkestra için Uvertür
Echo Sonata for Two Unfriendly Groups of
Instruments
Hansel ve Gretel ve Ted ve Alice
Einstein on the Fritz, Opera Yalnızca Prelüd’ü
keşfedilmiştir
Missa Hilarious
HE N Ü Z
KE ŞF E DİL MEMİŞ
A MA
KE ŞF E DİL MEK
Ü ZE RE O L A N
E SE RL E RİND EN
BA ZIL A RI
- Eine Kleine Nichtmusik
- Academic Frustration Overture
- Deformation Symphony
- Symphony in B# Major ("Pathetic")
- "Moonshine" Sonata
- The Ring of Sprites (şüpheli)
23 Opera•Bale
Profesör
Peter Schickele
Buraya kadar sizlere tanıtmaya çalıştığım sıra dışı besteci P.D.Q. Bach aslında
bir besteci, müzikolog, müzisyen, eğitmen, yazar ve büyük bir hiciv ustası
olan Prof. Peter Schickele’nin yarattığı, öldürdüğü ve ölümünden sonra da
keşfetmeye devam ettiği hayali bir kişilikten başka birşey değil. Geçmişten
günümüze kadar birçok besteciyi hicveden Prof. Schickele bu amaçla yarattığı
P.D.Q. Bach karakteri ile özdeşleşmiş ve çok yönlü uğraşıları ile günümüzün
Rönesans adamlarından biri. Yaptığı şey kolay görünüyor olsa da, gerçekten
büyük bir titizlik ve üzerinde uzun zaman harcanarak hazırlandığı hemen
fark edilen gerek alıntılı eserler, gerekse P.D.Q. Bach adı ile yarattığı özgün
eserler Prof. Schickele’nin bu şakayı ne kadar ciddiye aldığını gösteriyor ve
bizleri sadece basit bir şakayla baş başa bırakmayıp görünenin ardındaki
gerçeği keşfetmeye de çağırıyor. Dinlediği, sevdiği bestecilerin hassas
noktalarını keşfetmek isteyen, tarihin önemli bestecilerini aslında neyin
“önemli” yaptığının farkına varmak isteyen, çok abartılmış ya da yeterince
dikkat edilmemiş bestecilerin eserlerinde aslında var olduğu halde sıradan
bir dinleyicinin dikkatinden kolaylıkla kaçabilecek ilginç saptamaları gerçek
bir hiciv ustasının gözünden görmek isteyen ve 300 yıllık Batı müziğine
bu açılardan hiç bakmamış olanlar için Prof. Peter Schickele’nin yaptığı
şey göründüğünden daha büyük bir ciddiyet ve samimiyetle ele alınmayı
gerektiriyor.
Opera•Bale 24
Çok ince müzikal şakalarla örülü olan eserleri,
amatör müzikseverler için olduğu kadar profesyonel
müzisyenler için de keşfedilmeye değer sürprizlerle
dolu bir besteci Schickele. Örneğin son eserlerinden
biri olan Prelude to Einstein on the Fritz, Philip
Glass’ın Einstein on the Beach adlı operasına
yapılan bir göndermedir. Eserin iskeletini oluşturan
müzik J.S.Bach’ın Well-Tempered Clavier’inin
ilk prelüdüdür, ancak her cümle Glass ile dalga
geçen minimalist bir yaklaşımla bitmek tükenmek
bilmeksizin tekrarlanır durur. P.D.Q.Bach’ın
müziğindeki mizah, çoğunlukla dinleyicinin
beklentilerine uyulmamasından kaynaklanır.
Bunlar çoğu zaman bir tema ya da motifin alışılmış
olandan daha çok tekrar edilmesi, normalden daha
geç çözülmeler, beklenmedik ya da sıra dışı ton
değiştirmeler veya “yüksek sanattan” “alçak sanata”
ani geçişler şeklinde gerçekleşir*.
kimse kimsenin emeğini gasp etmez. Böyle birinin doktor, doçent,
profesör, müdür gibi unvanlarla onurlandırıldığını bir düşünsenize. Bu
gerçekten çok ayıp olur. Bu tür ayıplar Türkiye’de asla olmaz. Olsa olsa
Prof. Schickele’nin ülkesinde olur.
* Özellikle besteci ve müzikologlar ile nota okumaya ilgisi olanların
incelediğinde ilginç ve eğlenceli bulacağını sandığım bir analizi bu
yazının sonuna ekliyorum.
1935 yılında Iowa’da doğan Schickele, Washington
D.C. ve Kuzey Dakota’da büyümüş Sigvald
Thompson ile müzik çalışmış. Swarthmore
Koleji’nden müzik diplomasıyla mezun olan ilk
ve tek öğrenci olarak Julliard Müzik Okulu’na
girerek bestecilik eğitimi almış, bir yandan da çeşitli
orkestralarda fagot çalmış.
Kariyerine son derece üretken bir yaratıcı olarak
devam eden Schickele bugüne kadar 100’e yakın
senfonik eser yazmış, eserleri aralarında New York
Filarmoni Orkestrası’nın da bulunduğu Amerika’nın
en önde gelen orkestra ve toplulukları tarafından
icra edilmiş. Bunların yanı sıra film müziği, halk ve
popüler müzik gibi türlerde de yaratıları olmuş. Bu
uğraşılarının sağladığı sayısız ödül arasında belki
de en dikkat çekici olanları kazandığı beş Grammy
Ödülü. Ayrıca P.D.Q. Bach eserlerinin kayıtlarından
oluşan şimdilik 17 tane CD ve elbette bu CD’ler için
verilen ödülleri de var.
Ülkemizde hiç tanınmadığından emin olduğum
bu bestecinin kısa süre içerisinde ve büyük bir
hızla özellikle akademik müzik camiamızın bazı
karanlık koridorlarında ilgi göreceğinden kuşkum
yok. Akademik ve sanatsal çalıntı, aşırma, kaynak
göstermeksizin kullanma gibi davranışlar, davranışın
sahibine dünyanın her yerinde ve hemen her
kurumunda çok şiddetli cezalar verilmesine neden
olur. Ülkemizde böyle bir şey asla olmaz çünkü hiç
kimse böyle ahlaksızca şeyler yapmaz. Mesela bir
eğitmen öğrencisine makaleler yazdırıp altına kendi
adını koyduktan sonra yayınlamaz, başkalarının
fikirlerini, projelerini kendisine aitmiş gibi sunmaz,
Prof. Schickele ve P.D.Q.Bach’a ilişkin bilgiler için aşağıdaki
kaynaklardan yararlanılmıştır:
SCHICKELE, Peter. “Definitive Biography of P.D.Q.Bach”, New York,
Random House, 1977.
http://www.schickele.com
Bu yazı Haziran 2008 tarihli Sevda Cenap And vakfı Müzik Dosyası'nda yayınlanmış
olup yazarın izniyle dergimizde yayınlanmaktadır.
25 Opera•Bale
HUR REM SULTAN
BA LES İ
ve O YT UN TUR FAN DA
(1947 - 2001)
1948 yılında İstanbul Yeşilköy’de ilk Türk Bale okulunu
açan, ulusal balemizin gelişmesi adına ilgisini ve
katkısını kesintisiz sürdüren, Türk Ulusal Balesi’nin
kurucusu Dame Ninette de Valois, yıllar boyunca
koreografi alanında yetenekli ve istekli dansçıları
destekledi. Bu çalışmalar bir perdelik eserler ile
başlamıştı. Sait Sökmen’in Maurice Ravel’in Yaylı
Çalgılar Dörtlüsü üzerine kurguladığı koreografisi
ile “ÇARK” (1968), bir Türk koreograf tarafından
sahnelenen ilk Türk Bale eseri olurken, Duygu
Aykal’ın “ÇOĞUL” (1973 - Beste: Cengiz Tanç) adlı
eseri ve Oytun Turfanda’nın koreografisi ile “PEMBE
KADIN” (1974 - Beste: Necil Kazım Akses) baleleri ilk
örneklerdi.
Opera•Bale 26
Hürrem Sultan- Rengin Taş - Oytun Turfanda
Rengin Taş-Oytun Turfanda-Deniz Olgay
OYTUN TURFANDA
Deniz Olgay Yamanus
Gülbahar - Deniz Olgay Yamanus
İLK İKİ PERDELİK ÖZGÜN TÜRK
BALESİ
Bale sanat tarihimizde İLK iki perdelik “Hurrem Sultan” balesi
(Beste: Nevit Kodallı), 1977 yılında, Ankara Devlet Opera ve
Balesi’nde, Türk balesine damga vurmuş dansçı, koreograf
Oytun Turfanda tarafından yaratıldı. Koreografı, dramaturgu,
kompozitörü, dekor ve kostüm kreatörü Türk olan bu eser,
folklorik dans adımlarının klasik bale formlarıyla ustalıkla
bütünleştirilmesi ile de önem taşımaktadır. Bu özelliği, Osmanlı
İmparatorluğu’nun, Kanuni Sultan Süleyman’ın yönetiminde huzur
ve refah dolu günler geçirdiğini anlatan, birinci perdenin son
tablosunda görülür.
Osmanlı sarayının en zeki, en entrikacı kadını olan Hurrem
Sultan, 46 yıl iktidar olmuş, sınırları her yıl biraz daha genişleyen
imparatorluğa hükmetmiş Kanuni Sultan Süleyman’ın nikâhlı
eşiydi. Kanuni’nin ilk eşi Gülbahar’dan olan oğlu Şehzade
Mustafa’yı öldürtmesine neden olacak entrikalar çeviren Hurrem
Sultan’ın yaşamı, yazarlara, ressamlara ilham vermişti. Bu aşkölüm-entrika dolu yaşam öyküsünden etkilenen sanatçı, Hurrem
Sultan’ı bale eseri olarak sahnelemeye karar vermişti. Koreograf
Oytun Turfanda’nın yansıtmak istediği duygusal atmosferi göz
önünde bulunduran, dönemin büyük Türk bestecilerinden Nevit
Kodallı, bir İLK olan, son derece ender bir yaklaşımı da ortaya
koyarak, Koreograf - Kompozitör dayanışmasının en değerli
örneklerinden birine imza atmıştı. Çalışmaları 3 yılı aşkın bir
zamanda gerçekleştirilen müzik, dramaturgiye uygun olarak
bizden olan ezgileri ve ruhu taşımaktadır.
“Hurrem Sultan gerek amaç, gerek form olarak belirli bir Türk
konusu üzerine tasarlandı ve yazıldı, bu nedenle bale tarihimizde
ayrı bir yeri, özelliği ve önemi vardır” diyen Nevit Kodallı, Türk
bestecilerinin bale için özel olarak besteleyecekleri yapıtlarla,
ulusal Türk balesinin gelişeceğine inandığını söylemişti.
Hurrem Sultan balesinde Kanuni’nin yaşamının önemli bölümleri
tablolar halinde anlatılır. Eser, tablo değişimlerinin aralıksız olması
nedeniyle de ayrı bir özellik taşımaktadır. Konu, oldukça güçlü bir
dramatik çatıyı içerir.
27 Opera•Bale
Birinci Perde
1. TABLO: Valide Sultan, küçük Şehzade Mustafa ve annesi
Gülbahar, tahta geçen Sultan Süleyman’ı kutlarlar.
2. TABLO: Valide Sultan’ın, oğlu için seçtiği cariye, Güleryüz
anlamına gelen Hurrem’dir. Haseki Sultan olma ümitlerinin
tehlikeye gireceğini sezen Gülbahar üzüntülüdür.
3.TABLO: Kanuni, ilk kez gözlerine bakmaya cesaret eden yeni
odalığından etkilenmiştir. Büyük adam, aşkıyla büyüyen Hurrem’i
yaratır.
4. TABLO: Kenara itilmiş olan Gülbahar, oğlu Mustafa ile
avunmaktadır.
5. TABLO: Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman.
6. TABLO: Halk dirlik ve düzenin mutluluğunu yaşamaktadır.
İkinci Perde
1.TABLO: Şehzade Mustafa Manisa valiliğine atanır.
2.TABLO: Hurrem, oğullarının ve kendisinin geleceğinden
duyduğu endişe ile çeşitli entrikalara girişir. Rüstem Paşa’yı
kullanmaktadır.
3.TABLO: Düzmece bir belgeye inanan Kanuni Sultan Süleyman,
oğlunu cellâtlara teslim eder.
4.TABLO: Oğlunu yitiren Gülbahar, sonsuz acılar içindedir.
5. TABLO: Dünya ülkeleri tarafından saygıyla karşılanan Kanuni
de her insan gibi sevgileri, tutkularıyla yaşamaktadır.
Ulusaldan evrensele taşınmış olan Hurrem Sultan balesi tam
da Madam’ın istediği gibi her yönüyle Türk eseriydi. 38 yıl önce
Opera•Bale 28
Dünya Prömiyeri gerçekleştirilen balenin koreografı Oytun
Turfanda, olayı beyninde tasarlar, şekillendirir, dramaturgiye
uygun dansçılarla çalışmaya başlayıp bütüne ulaşırdı. Eseri için
şunları söylemişti:
“Kanuni, beyin arşivimde taht üzerinde oturur. Çabam o devri yad
etmektir. Kimi dile getirir tutkuyu taşa yontar, beze çizer. Hareket
konuşur benim uğraşımda olanaklar el verdiğince. Ağdalı bir dilden
kaçındım, yalın anlatıma yöneldim. Konuyu tarihin tozundan,
pasından arıtmak nedeniyle duygusallığa, yürek sıcaklığına ağırlık
tanıdım. Sözün kısası böylesine bir yapıtta pürüzlere rastlanırsa
kulunuz af ola…”
İşte bu değerli eser, hala güncelliğini korumaktadır. 1979 yılında,
baş koreograf olarak İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne atanan
Oytun Turfanda 1990 yılında Hurrem Sultan balesini İstanbul
seyircisiyle buluşturmuştu. Eserin diğer sahnelendiği yerler
yıllara göre şöyledir: 1990 İzmir, 1999 İzmir, 2001 Aspendos
Festivali, 2002 Mersin, 2010 Mersin (Nevit Kodallı’nın 1. Ölüm
Yılında Anma Programı), 2012 İstanbul (Oytun Turfanda’nın 10.
Ölüm Yılında Anma Programı ) 2013 Uluslararası Bodrum Dans
Festivali, 2014 Bodenzee Festivali-Almanya.
Nevit Kodallı’nın oğlu, orkestra şefi Murat Kodallı “HURREM
SULTAN” balesinin müziğinin, ben ise uzun yıllar Oytun
Turfanda’nın asistanlığını yaptığım eserin koreografisinin,
bozulmadan gelecekteki nesillere aktarılması için çaba
harcamaktayız.
Diğer kentlerimizdeki Devlet Opera ve Balesi Müdürlüklerinde
sahnelenmesinden sonra Samsun Devlet Opera ve Balesi 17-Ekim
2015 ve 12 Kasım 2015 tarihlerinde “Hurrem Sultan” balesini
Samsunlu sanatseverlerle buluşturdu. Samsun’un genç ve yetenekli
dansçılarıyla “Hurrem Sultan” balesini tekrar sahnelemek, Oytun
Turfanda’yı bir kez daha anmak mutluluk verici.
www.akob.org

Benzer belgeler

Bach`ı hiç böyle dinlemediniz! - Devlet Opera ve Balesi Genel

Bach`ı hiç böyle dinlemediniz! - Devlet Opera ve Balesi Genel maestro ve müzikolog Aytuğ Ülgen. Ülgen bize “Müzik Tarihinin En Önemsiz Bestecisi P.D.Q. Bach”ı tanıttığı yazısıyla yazar kadromuza katılmış bulunuyor. Eh! Ne diyelim - sürpriz yazarımızdan sürpri...

Detaylı

ANTALYA DEVLET OPERA VE BALESİ`NCE SAHNELENEN YERLİ

ANTALYA DEVLET OPERA VE BALESİ`NCE SAHNELENEN YERLİ Havalar soğuyor; operaevleri sıcak, sımsıcak… Rengarenk… Müzik dolu… Dergimizin sonundaki kentinizin opera bale programlarına bakınız, eserlerinizi seçiniz. Gidiniz; ruhunuz arınsın, içiniz şenlens...

Detaylı

Opera ve Performans - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü

Opera ve Performans - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Web Sitesi Koordinatörü Ziya Aykın Sayman Eyüp Dinç Yayın Kurulu Demet Şaman Tarlakazan Gülümden Alev Karaman Yasemin Ural Yapım

Detaylı

korsan - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü

korsan - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Web Sitesi Koordinatörü Ziya Aykın Sayman Eyüp Dinç Yayın Kurulu Demet Şaman Tarlakazan Gülümden Alev Karaman Yasemin Ural Yapım

Detaylı