Kemal Reis`in Hayatı ve Türk Denizciliğine Hizmetleri

Transkript

Kemal Reis`in Hayatı ve Türk Denizciliğine Hizmetleri
Kemal Reis’in Hayatı ve Türk Denizciliğine Hizmetleri
Kemal Reis Gökesi
Bir denizci ve tarih yazarı olan Ali Rıza Seyfi, Donanma Derneği’ nin haftalık yayın
organı olan Donanma Dergisi’nde (8 Temmuz 1334 tarihli 174–130 sayılı ve ayni
derginin 25 Temmuz 1334 tarih ve 175–126 sayılı dergiler) Kemal Reis ve hayatı
hakkında bir yazı inceleme yayınlamıştı. Ali Rıza Seyfi bu incelemesinde Kemal Reis’
ten çok yerinde bir deyimle “İlk Barbarosumuz” olarak söz etmişti. Ancak bazı tarih
yazarları, hiçbir kanıta ve belgeye dayanmadan Kemal Reis’in güveyi Sinan Paşa’nın
kölesi olduğunu ileri sürmüşlerdi. Batının Türklere yakınlık duymayan ve Türklerin iyi bir
şey yapacaklarını benimsemeyen bazı araştırmacı ve tarih yazarları, ileri sürülen köleliği
de devşirme veya Müslümanlığı sonradan kabul etmiş Hıristiyan (mühtedi) olarak
göstermek istemişlerdir. Konu zaman zaman, özellikle yabancı ansiklopedilerde, yer
almaya devam etmektedir. Bu nedenle seminer konusu seçilirken, yalnız Kemal Reis’in
Türk denizciliğine olan büyük hizmetlerinin tanıtılması amaç edinilmemiştir. Aynı
zamanda onun köle hatta Yunan asıllı olduğu yolundaki haksız, yersiz ve kanıtsız
savların çürütülmesi de göz önünde tutulmuştur. Bu nedenle, Kemal Reis’in hayatı
anlatılırken yeri geldikçe, onu uyduruk veya kanıtsız savlarla, devşirme gibi gösteren
görüşlere de cevap verilecektir.
1
Kemal Reis’in Hayatı’na ( D.1440?-Ö.1511) İlişkin İlk Bilgiler
Asıl adı Ahmed Kemaleddin olup, babasının adı Karamanlı Ali’dir (29). İsmet
Parmaksızoğlu, Türk Ansiklopedisinde,( S.474 ) “Kemal Reis’in Karamanlı bir Türk
ailesinden neşet ettiği (geldiği) babasının Ali isminde birisi, kendisinin asıl adının da
Ahmet olduğu kaydedilir.” dedikten sonra, onun “Kemal” adı ile anılmasına ilişkin bilgiler
vererek, açıklamasını şöyle sürdürmektedir: ”Bu itibarla (ona verilen) Kamal al-din
unvanının, Barbaros Hayreddin Paşa’da da görüldüğü biçimde, yaptığı hizmetlere
karşılık olarak verildiğini ve bu unvanın kısaltılmış şekli olan Kemal Reis yahut da eski
metinlerde olduğu şekilde Ra’is Kamal olarak şöhret bulduğunu söyleyebiliriz.” (30)İslam Ansiklopedisi, S.566 diyerek, Kemal adının kullanılmasına, ayrıca, açıklık
getirmektedir.
Bütün dünyada Kemal Reis olarak tanınan bu büyük Türk denizcisinin hayatı da
yeğeni Piri Reis’in hayatı gibi, yeterince aydınlatılamamıştır. Bunun bir nedeni Kemal
Reis hakkındaki kaynak bilgilerine yeterince ulaşılamaması, bir nedeni de eldeki
kaynakların yeterince incelenmemiş olmasıdır.
Kemal Reisi en iyi tanıtacak kitapların başında, onu hayatta iken tanımış olan
tarih yazarlarından Sinoplu Safai’nin, Kemal Reis’in hayatı ve deniz savaşlarını anlatan
10.000 beyitlik, Mesnevi biçiminde yazılmış “Gazavat-ı Bahriye” adlı yazması
gelmektedir. Ancak, üzülerek belirtilmelidir ki, bu yazma bugüne kadar bulunamamıştır.
Kemal Reis’in hayatının bütün ayrıntılarıyla öğrenebileceği bu eserin bulunamaması
yalnız Kemal Reis için değil, Piri Reis’in hayatının aydınlatılması yönünden de büyük bir
kayıptır. Çünkü, Sehi Çelebi, çağdaşı olan şairlerin hayat hikayelerini (biyografilerini)
anlattığı “Het Bihişt” adlı tezkeresinde Safai’nin “gemicilik biliminde olgun bir usta ve
haritacılık biliminde üstün ve eşi benzeri bulunmayan bir alim olduğunu” yazmakta ve
Kemal Reis’in hayatını anlatan Gazavat-ı Bahriye‘nin içeriği hakkında bilgi vermektedir
(31). Safai’nin, ayni zamanda haritacı bir bilim adamı olması nedeniyle, Kemal Reis’i
anlatırken, kendisi gibi denizci ve haritacı olan Kemal Reis’in yeğeni Piri Reis’ten de söz
etmemiş olması olanaksızdır. Safai’nin bugüne kadar bulunamayan bu eserinin
aranmasının sürdürülmesi hem Türk denizcilik tarihi, hem Kemal ve Piri Reislerin
hayatlarının aydınlatılması bakımından gereklidir.
Kemal Reis’in hayatını aydınlatacak, varlığı bilinen ancak yeterince incelenmemiş
kaynaklara, “Cenabi’nin, Ragıp Paşa Kütüphanesindeki 986 numaraya kayıtlı yazması
ile Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’ndeki E.6082 numarasına kayıtlı 892 (M. 27 Aralık 1486
– 15 Aralık 1487) yılında Bosna Valisi İskender Paşa’nın saraya gönderdiği rapor”
başlığıyla kayıtlı belge örnek olarak gösterilebilir. Topkapı Sarayı Arşiv kayıtlarına göre
rapor; “Kemal Reis’in tutup getirdiği ve hepsi Sicilya ve İtalyan asilzadesi olan korsan
esirlerin isimleri ve ne kadar gemi ile ne surette korsanlık yaptıkları” hakkında Padişah’a
bilgi vermek üzere yazılmıştır. Raporun aslının mikrofilm kopyası ile bugünkü Türkiye
Türkçe’sine çevrimi aşağıdadır :
“Yüksek Makamlarına ve Yüce zatlarına benim arz edeceğim şudur ki: Hali
hazırda Kemal Reis’ten alınan (Kemal Reis’in getirdiği) diller (esirler) ne
durumda kimselerdir? Ortada söylenenler nelerdir? diye ayrıntılı yazıp
sarayıma (Yüce katıma) bildiresiniz diye emir olunduğu nedenle haliyle
şerefli emre uyulmuştur. Adı geçen dillerin biri Dandlz adlı kafirdir. Kastil
Adası’ndandır. Kastil Adası’nın (miktar) nüfusu ve gemilerinin sayısı ne
kadardır, neye gücü yeter diye sorulduğunda, kendisinin ancak yirmi
barçaya gücü yeter, ama memleketinden toplarsa irili ufaklı sekiz yüz parça
2
gemi ancak toplanır. Kendisinin de kabul ettiği gibi fazla sayıda değildir. Ve
biri de adı geçen Cicilya (Sicilya) Adası’ndan, Palnnih adlı kaledendir. Ninü
adıyla tanınan bir kâfirdir. Bir barça ile haramilik (soygunculuk) eden reistir.
Haramilik ederken tutulup (yakalanıp) bu da o vilayetin durumunu
anlatabilir. “Cicilya denilen ada beyliğimiz olan yere yakın mıdır?”
denildiğinde, Cicilya’dan İstanbul’a ne kadar yol ise, beyimizin oturduğu
yerin uzaklığı o kadardır, diye söyler. Ve adı geçen adadan ve Msinh adlı
kaleden de Lizükübani bir beyin oğludur. Haramilik ederken ele geçirildi. Ve
Vigngü adlı kafir de (bu) adı geçenle birlikte ele geçti. Adı geçenler de
barçalarla haramilik ederlerdi. Ve değinilen Msinh adlı kaleden Gavani adlı
kayık reisi de kayığıyla haramilik ederken ele geçti. Bütün (bu) vilayetlerin
hepsini bilir. Aslında Filümar oğlu ile on sekiz yıl deniz üzerinde dolaşıp,
şimdi haramiliğe başlamışken ele geçirilmiştir. Ve Majurka adlı ülkeden Kilm
Palumi ise haramilik ederken ele geçirilmiştir. Bu adı geçenler, bulundukları
adalarda tutsak tutulmakta olan Müslüman askerlerin on iki binden çok
olduğunu söylerler. Değinilen bu esirler için katında saklansın diye emir
buyurulmuş idi. Bunlar sonunda ne zamana kadar (böyle) dururlar
(saklanırlar), bunların mülk olunması mı emrolunur, yoksa satılırlar mı? Adı
geçenler hakkında her ne yolda emir buyurulursa, ümit edilir ki, alınan emre
göre adı geçenlerin kaydı ( işleri) görüle. Emir ve buyrultu Yüksek
Makamlarınındır. Fakir Seyid İskender.”
İskender Paşanın raporu
H.J.Kisling, yukarıdaki raporun Topkapı Sarayı Arşivindeki kayıtlarına bakmamış
ve yalnız Parmaksızoğlu’nun görüşlerini incelemiş olmalı ki, raporun, tarihsiz ve
değersiz olduğunu ileri sürmekle kalmamış, raporu yazanın İskender adlı bir gemi reisi
olduğunu da yazmıştır. (Zur Tatigkeit der Kemal… S. 166–167)
3
Kemal Reis hakkında bilgi edinilebilen, öteki güvenilir kaynakların başında, Kemal
Reis’le aynı dönemde yaşamış ve büyük olasılıkla onunla tanışmış olan, ünlü tarihçi
Şemseddin Ahmet bin Sultan bin Kemal Paşa’nın (Tokat 1469-İstanbul 1534.)
Çoğunlukla Kemal Paşazade olarak tanınır) “Tarih-i İbni Kemal” adlı yazma eseri
gelmektedir. Kemal Paşazade eserinde Kemal Reis hakkında şunları yazmıştı (İ.H.
Konyalı, Topkapı Sarayında Deri. S.7, 8, 9):
“Bayezid zamanında gemi reislerinden Kemal adında bir gemiciden söz
edilmektedir. Dünyaca bilinen cesareti ve yaptıkları bütün çevrelerde duyulmuş, her
yerde tanınmıştı. Batı kıyılarındaki kafir kadınlar oğulları ağladığı zaman onunla
korkutur, sustururlardı. Kafir denizciler yüzünü görseler korkudan ölürler, sözünü işitseler
mum gibi hareketsiz kalırlardı. Adı anılsa kendilerinden geçerlerdi. O, aslan yapılı, dövüş
alanında Zaloğlu Rüstem gibi bir kuvvet abidesi ve örneği idi. Çarpışmalarda attığı
gülleler bir ateş topu idi.
Eğer güğe bir gülle atsa
Her burç bir ateş küpü olur.
Doğum yeri Gelibolu idi ki orada doğan erkek çocuklar timsah gibi su içinde
büyürlerdi, beşikleri yaşadıkları teknelerdi. Sabah akşam gemicilerin silistre sesleri ile
uyurlar.
(Kemal Reis ve gemicileri) Şan olsun diye batı denizlerinde pervasızca gezerlerdi.
Deniz üzerinde yabancı gemi yüzdürmezlerdi. Bulduklarının işini bitirirlerdi. Kafiri kırar,
içlerindeki önemli şeyleri alıp, gemiyi batırırlardı. Her zaman kalkanı kolunda, kılıcı
belinde idi. Birçok kez, birkaç yüz gazi ile denizleri zaptetmişti. Akdeniz’in Boğaz’ı
elindeydi. Denizde ayağını basmadığı ada kalmamıştı. Kıyılarda onun vurup esir
almamış olduğu yöre yoktu. Yabancı beyler ona karşı aciz kalmışlardı. Ne yapacaklarını
bilemezlerdi. Kemal,10–15 yıl süreyle, Sultan Cem’in ansızın ortadan kaldırılmasına
kadar, denizlerde hükümran oldu. Rüzgâr gibi, iman yolunda sel gibi akınlar yaptı.
Cem’in kaderi ihanet şarabı ile doldu
Sonsuzluk rüzgârı her şeyi yıktı.
Bu seçkin kişi (Cem Sultan) özellikle Venedik Bey’ine, yıllardan beri fitne çıkaran
Akdeniz’deki fena niyetlilere el vererek özellikle şerefinin ayaklar altına alınmasına
olanak verdi. Ve ocağını söndürmelerine fırsat verdi. Sultan Mehmet ölünce Cem Sultan
Rumeli’nden gelerek, arkasındakilerle birlikte serkeşlikle (kafa tutarak) yürüdü, yol ve
yönteme uymamayı sürdürdü. Padişahımız Halife Hazretleri için bunu (bu durumu),
olanaklar vadeden konuşmalar yöntemi ile böylece sağlanamazsa, fesatçılara ayak
basıp, işi bitirmek yoluna gitmek (çözmek) farz ve zorunluluk olmuştu.
Böylece Sultan Cem hakkında fermanlar yazılmaya mecbur olundu. Deniz
koşullarını ve gemi kullanmayı bilenlere öncelik verildi. Denizde, karada ve her yerde o
sanatı iyi bilen reis varsa titizlikle çağrıldı. Denizler üzerinde cesaret ve bilgelikle gezen
kahramanlara haber gönderildi. Daha önce adı geçen ün salmış Reis de (Kemal Reis
de) bu rüzgârı aldı. Bu yolun ehilleri gece gündüz beraber idiler. Kemal uygun zamanın
geldiğini bildi ve gezdiği yerlerin önemini, hediyelerle birlikte, dünyalar padişahına arz
etti. Hazırladığı zamanın az bulunur hediyelerini, zamanın Süleyman’ının (Padişahın)
büyük makamına getirerek sundu. Yabancı beylerin oğullarından, kimsenin ne gördüğü
4
ve ne de işittiği, ay parçası gibi iki delikanlı getirdi.
Her birinin boyu bir taze servi
Ol servinin yüzü cevher benzeri
Musa ruhu yabancı olmamış
Musa’ya bile göremezsin der idi
Ol seçkinlerin her biri günlük deniz avlanmalarında birer emsalsiz inci (gibi) idi.
Yüzleri gökyüzünün güzelliği ile şeref burcunun kopyası idi. Verdiği bu şahane hediyeler
memnunlukla kabul edildi. Kendisinin umduğu, Sultan’ın seçkin çevresine girmekti.
Sonuçta gökte aradığı yerde eline geçti. Belki de yerde yatıyordu, uyandı, kendini gökte
buldu. Devlet hazinesinden göreve atanarak, o göğe benzeyen gökelerden birinin reisi
oldu. Hizmet olanakları eline geçti. Cihan sultanının dikkatini çekmeyi başardı. Terbiyeli
hareketleri ile usul ve geleneklere göre yükselerek huzur buldu.
Yaklaşık 901 (20 Eylül 1495 – 7 Eylül 1496) seneleri içinde birçok kez donanma
ile denize çıkarak dolaştı, çeşitli nedenlerle denizlere açıldı. Zafer rüzgârının önünde
yolunu açtı. Denizde gezen kâfirlerin gemilerini karaya attırarak kendilerini sahralara
(içerilere) kaçırttı. Karşısında onun alametlerini görenler yakınlarına geldiğinde
kaçamazlardı. Gemisinin yelkenini görenler korkudan cihan boyandı sanırlardı.
Gerekince gülle atarak dünyayı yakar sanırlardı.
Böylece (Kemal Reis’in danışmanlığında) yapılan görüşmelerde Akdeniz’de
kurulacak egemenliğin yararları ve zararları incelenerek, geleceğin burada gelişeceği
kabul edildi. Süleyman (Sultan Bayezid) zamanı fermanları ve vezirlerin görüşleri ile
büyük gemiler yaptırılarak başarılar sağlandı. Denizlere sefer yapılacağına karar
verildiğini bilen yabancı beyler, başlarına gelecekleri anladılar, oturdukları adaların her
an düşebileceği korkusuna kapıldılar. Bunların bağlı oldukları devletler de acz içine
düşüp karar veremez oldular.”
Öteki tarih yazarlarının verdikleri bilgilere değinmeden önce, Kemal Paşazade’nin,
yukarıdaki sözlerini ayrı bir önemle incelemek gerekir. Bu sözler, Türk deniz politikasının
ilk yazılı belgesi olarak görülmektedir. Ayrıca saptanan politika, günümüzün gerçeklerine
de uygundur. Çünkü Anadolu, üzerine düşman ayak basmadan, uzaktan savunulmalıdır.
Üç tarafı denizlerle çevrili bu toprakların, düşman ayağı basmadan savunulmasını
sağlayacak kuvvet, o günlerde yalnız Deniz Kuvvetleri, günümüzde de Deniz ve Hava
Kuvvetleridir. Bu bakımdan Kemal Reis’in ileri görüşlü ve gerçekçi değerlendirmesine
hayranlık duymamak olanaksızdır.
O günlerin tarih yazarlarından olup Kemal Reis’ten söz edenlerden bir başka tarih
yazarı da Gelibolulu Ali’dir. (Gelibolulu Mustafa bin Ahmet veya Gelibolulu Ali.
D:Gelibolu: 1541-Cidde 1599) Ali de 1593–1599 yıllarında yazmış olduğu genel dünya
tarihine ilişkin, Künh Ül-Ahbar (Haberlerin Kökeni ) adlı eserinde H.901 yılı (M.20 Eylül
1495–7 Eylül 1496 arası) olaylarını yazarken, on beşinci olayda Kemal Reise ilişkin şu
bilgileri vermektedir (İ.H.Konyalı, Topkapı Sarayında Deri… S.7,8,9) :
“Birçok başarılar kazanmış ve büyük ganimetler almış Kemal Reis adlı korsan,
aslında Karaburun’dan koparak Eğriboz’da Azaplar Reisi iken, bir kalite donatarak
Frengistan içerilerine indi. Kıyı kalelerini ve buralarda yaşayanları balık gibi tuttu,
5
burunlarını tuzlu suya koydu. Zaman içinde gemileri çoğaldı ve levent eratına başbuğ
oldu. Yabancıların hükümranlığı altındaki yerler böyle korku ve kararsızlık içinde iken bir
gün Malta Adası’na vardı ve bir yoldan Beyin oğlunu ele geçirdi.
Aldığı birçok mal ile evvela Arnavut Sinan Bey’e geldi ve onun aracılığıyla devlete
ve hazineye birçok bağışta bulundu. Bu hizmetleri takdir edilerek Kemal Reis’e günlük
elli akçe ulufe verilmiş ve görevlere atanmıştır. Bu genç adamım yakışıklılığı üzerinde
örneğin Mevlana Neşri, ‘aklı başında kimseler bu güzellik aynasına bakamazlardı’ gibi
abartmalı sözler söylemişlerdir.
Her zaman gaza yolunda olan ve denizde kâfirlerden ganimet almakla
yetinmeyen Kemal Reis birçok başarılar ve zaferler kazandı. Yani denizde her fırsatta
kafir donanması ile karşılaştı. Uygun ve çeşitli yollarla (manevralarla) gemilerini ele
geçirip, denizdeki leventlerini ganimete boğdu. Nihayet birçok gemi ve mal ile devlete
gelerek emrine girdi.”
H.J. Kisling, Ali’in yukarıdaki, Mevlana Neşri’ye dayanarak yapmış olduğu Kemal
Reis’e ilişkin betimlemelerin, Ona ilişkin olmayıp, esir alınan Bey oğluna ait olduğunu,
hatanın Mevlana Neşri’yi yanlış yorumlamasından ortaya çıktığını yazmakta ve bu
yanlışlığın, Mordtmann tarafından düzeltildiğini belirtmektedir ki, doğru bir değerlendirme
olarak tarafımızdan da benimsenmektedir. (Zur Tatigkeit der..S.156)
Mordtmann ise, Kemal Paşazade ve Alinin, Kemal Reis’in Bayezid’e hediye
olarak getirdiği Bey oğlunun esir alınması olayının 1502 yılında olabileceğini ve bu Bey
oğlunun Giovan Antonio Menavino olduğunu, adı geçenin “Trattato de costumi et vita de
Turchi (ilk baskısı Floransa, 1548)” adlı kitabını yorumlamak yoluyla öne sürmektedir.
Yine Mordtman’nın yorumuna göre bu olay Korsika yakınında olmuştur. (Gerek esir
alınan Bey oğlunun kimliği, gerek milliyeti ve gerekse olayın yaşandığı tarihler
konusunda, Mortdtmann, Kissling gibi tarihçilerin değişik görüş ve savları bulunmaktadır.
Ancak, bunlara ana konuya katkısı olmayacağı ve konuyu dağıtacağı görüşüyle yer
verilmemiştir. Arzu edenlerin kaynaklarda gösterilen yayınlara başvurmaları önerilir. y.n).
Kemal Reis çeşitli görev ve nedenlerle, Mısır’a pek çok kez gidip gelmiştir. Bu
bunlardan biri olan 19 Cemaziyelevvel 913 (26 Eylül 1507) tarihli ziyaretinde Kahire’ye
gitmiştir. İbn-i İlyas Tarihi’nde Kemal Reis’in ne amaçla geldiği açıklandıktan sonra onun
hakkında şunlar yazılmıştır: “Bunun (Kemal Reis’in) gece ve gündüz Frenklerle cihattan
usanmaz ve yılmaz biri olduğu, Frenklerin bunun elinden aciz kaldıkları ve bu adamın
mücahit bir Reis olduğu söylendi. O gelince sultan (Memluk Sultanı) buna gösterişli
ikramlarda bulundu ve bu da az bir süre Mısırda kalarak ülkesine döndü (İ.H.
Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi Cilt 2,S.204–205)”
Sözü edilen eserlerden başka, deniz olaylarına ilişkin bilgi veren tarih kitaplarında
da Kemal Reis’in hayatına ilişkin bilgilere rastlanmaktadır. Bu gibi bilgilere burada yer
verilmeyecek, olayların akışı içinde, yeri geldiğinde, değinilecektir. Ancak önce Ali’nin
yukarıdaki “Aslında Karaburun’dan kopup Eğriboz’da Azaplar Reisi iken…” açıklaması
üzerinde de biraz durulması gerekir. Çünkü yıllar sonra yazılmış kitaplarda, bu
açıklamayı yanlış yorumlayan bazı yabancı araştırmacılar, Kemal Reis’in Karaburunlu
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Değinilen konu daha önce de çok tartışılmış olduğundan,
dinleyicilerin tam olarak bilgilendirilmesi bakımından, burada da ele alınmasından
kaçınılamamıştır.
Kemal Reis’in Karaburunlu olduğu yolundaki bu sav incelenirken, öncelikle Ali’nin
6
yazdıkları ile Kemal Paşazade’nin yazdıkları arasında, Kemal Reis’in memleketi
üzerinde, bir çelişki bulunmadığının belirtilmesi gerekir. Böyle bir çelişkinin olup olmadığı
önce Ali’nin hangi Karaburun’dan söz ettiğinin, sonra da “Karaburun’dan kopup gelen…”
açıklamasıyla ne anlatılmak istendiğinin araştırılması ile belirlenebilecektir.
Bugün de olduğu gibi, “Karaburun“ o günlerde birkaç yerleşim yerine veya coğrafi
özelliğe verilen bir addır. Ali’nin Karaburun’dan söz ettiği yıllarda Adalar Denizi’nde
“Karaburun” adında iki yerleşim yeri bulunmaktadır. Birincisi, bugünkü İzmir’e bağlı
Karaburun ilçesi, ikincisi de Selanik’teki Karaburun’dur. Her ne kadar J.H.Mordtmann bir
kanıt göstermeden Kemal Reis’in İzmir Karaburun’dan geldiğini ileri sürmekte ise de
Ali’nin Gelibolulu olduğu hatırlanırsa, bu iki Karaburun’dan, Selânik Körfezi’ndekini
anlatmış olması kadar doğal bir şey olamaz. Zaten aksi olsaydı Ali’nin bunu “İzmir
Karaburun’dan” biçiminde açıklaması gerekirdi. Hatta Gelibolulu Ali Selanik Karaburun
dışında, aynı adı taşıyan ikinci bir yerleşim yerinin varlığından bile haberdar değildi.
Ayrıca, azaplar eyaletlerce sağlanan paralı deniz askerleridir. Gelibolulu olan Kemal
Reis’in de, o günlerde Kütahya eyaletine bağlı olan İzmir Karaburun’da değil,
Gelibolu’nun bağlı olduğu Selânik eyaletindeki Karaburun’da, azap eri olarak denizciliğe
başlamış olması daha büyük olasılıktır. Kaldı ki, Ali’nin “..aslında Karaburun’dan
koparak, Eğriboz’da azaplar reisi iken...” biçimindeki açıklamasıyla anlatılmak istenen
onun Karaburunlu olması da değildir. Öyle olsaydı Ali’nin
“Karaburunlu...”,
“Karaburun’dan yetişip kopup gelmiş “ gibi deyimler kullanması gerekirdi. Buradaki
yazılış biçiminden, Kemal Reis’in Karaburun’da bulunurken (Karaburun’da eğleşirken
iken veya Karaburun'u bir üs olarak kullanırken) daha sonra (belki de savaşın
başlamasıyla birlikte) Eğriboz'a geldiği ve orada görev yaparken azaplar ağalığına
yükseldiği anlatılmak istenmiştir. Ali’nin kullandığı, Arapça bir zarf olan “aslında”
kelimesi, Türkçe’de daha çok “doğrusunu isterseniz, zaten” anlamlarında kullanılmakta
olup; bir varlığın soyu sopu veya kökeni söz konusu olduğunda “aslen” zarfı
kullanılmaktadır. Bu nedenlerle, Gelibolulu Ali’nin değinilen açıklamalarının yanlış
yorumlandığını ve yanlış yorumlamadan kaynaklanan aykırı yorumlara katılmanın
mümkün olmadığını belirtmek gerekir.
Aslında, her ikisi de Gelibolulu olan Kemal Paşazade ve Ali’nin yazdıkları
arasında bir çelişkinin var olduğu kabul edilse bile, Kemal Reis’in ölümünden yıllar sonra
yazılmış olan Künhül Ahbar yerine, Kemal Reis ile aynı yıllarda yaşamış ve onunla da
tanışmış olan Kemal Paşazade’nin yazdıklarının doğru olduğunun kabul edilmesi
gerekir.
Konu üzerinde inceleme yapmış olan Ali Rıza Seyfi de şöyle demektedir:
“ Kemal Reis’in nereli olduğuna gelince; eski tarihlerimizde “… Venedik Harbinin
çıkması nedeniyle Gelibolu korsanlarından Kemal Reis ve biraderi Burak Reis davet
edilip yedi gemi ve emrindekilerle devlet kapısına geldiler…” biçiminde bir yazıya
rastladım. “Kitab-ı Bahriye”nin de Gelibolu’a yazılmış olmasından Kemal Reis’in ailesinin
Gelibolulu olduğu büyük bir olasılık olarak kabul edilebilir. (Donanma Dergisi Sayı 175136)
İsmet Parmaksızoğlu da İslam Ansiklopedisi’nde konuya ilişkin görüşünü şöyle
açıklamaktadır:
“Kemal Reis’in doğum yerinin Gelibolu (Kemal Paşa-zade,Tarih-i al-i Osman,Ali
Emiri Kütüp.No.32, s.64a) veya Karaburun (Ali,ayni esr.s.160b) olduğu hakkında
kaynaklar arasında ihtilaf (anlaşmazlık,uyuşmazlık) var ise de onun hayat safhaları
7
(evreleri) göz önünde tutulursa, Gelibolu’da doğmuş olması ihtimalini (olasılığını) kabul
etmek gerekir…”(35).
Özetle, Kemal Reis de yeğeni Piri Reis gibi Geliboluludur ve genel kanaat onun
Gelibolulu olduğu yönündedir.
Kemal Reis’in Doğum Tarihi
Kemal Reis’in doğum tarihi de, Piri Reis’in doğum tarihi gibi bilinmemektedir. Türk
Ansiklopedisinde doğum ve ölüm tarihleri (1451?- 1511) olarak yazılmıştır. İslam
Ansiklopedisi’nde ise (? — 1511) biçiminde yazılarak, yalnız ölüm tarihi gösterilmiştir.
Türk Ansiklopedisi’ndeki (1451?- 1511) tarihi metin içindeki “…Kemal Reis öldüğü
zaman 60 yaşlarında olduğuna göre aşağı yukarı 1450–1451 yıllarında doğmuş
demektir.” biçimindeki bir açıklanmayla desteklenmiş fakat bu tarihin hangi kaynak ve
kanıta dayandırıldığı hakkında bir açıklama yapılmamıştır. Zaten bu tarihin doğruluk
olasılığı çok azdır.
Aslında Ali’nin verdiği bilgilerden yola çıkılarak, Kemal Reis’in doğum tarihi
hakkında da bir tahminde bulunma olanağı vardır: Eğriboz Adası Fatih Sultan Mehmet
zamanında fethedilmiştir. O günlerde Venediklilerin elinde bulunan ada, Çanakkale
Boğaz’ının kontrol edilmesine olanak veriyor ve Çanakkale Boğaz’ını tehdit eden bir üs
oluşturuyordu. Fatih Sultan Mehmet, bu önemli adanın alınması için Kaptan-ı Derya
(Deniz Kuvvetleri Komutanı) ve Gelibolu Sancakbeyi Mahmut Paşa komutasında bir
sefer düzenlemiştir. Hemen harekete geçen Mahmut Paşa, Gökçeada ve Limni'yi
aldıktan sonra, Eğriboz'u denizden kuşatmış, Fatih Sultan Mehmet de, karadan gelerek,
adanın karşısındaki kıyılara ordugâh kurmuştur. Bu durum karşısında, Eğriboz’a
denizden yardıma gelen Venedik donanması, savaşmaya cesaret edemeyerek geri
dönmüştür. Fatih Sultan Mehmet de karayla Eğriboz Adası arasına, gemilerden bir köprü
kurdurarak, kuvvetlerini adaya geçirmişti. Yapılan altıncı hücumda, 12 Temmuz 1470
günü, Halkis (Khalis) Kalesi’nin ele geçirilmesinden birkaç gün sonra, tüm ada Türklerin
egemenliği altına girmişti.
Eğriboz Adası( Piri Reis, Bahriye,Köprülü- 171)
8
Yalnız Gelibolulu Ali değil, başka yazarlar da, örneğin Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi’nin Kemal Reis maddesini hazırlayan Prof.Dr. İdris Bostan, Kemal Reis’in
Veziriazam Mahmut Paşa ile birlikte azap eri olarak Eğriboz Savaşı’na katıldığını,
adanın fethinden sonra buraya yerleştiğini ve azaplar reisliğine getirildiğini yazmaktadır.
Bu görüş hemen hemen bütün araştırmacılarca, benzer biçimde, paylaşılmaktadır. Bu
bilgilere dayanılarak Kemal Reis’in, Eğriboz savaşındaki hizmet ve kahramanlıklarının
sonucu Azaplar Ağası görevine yükseltildiği söylenebilir. Ancak hizmeti ve
kahramanlıkları ne derece üstün olursa olsun bir denizcinin Azap Ağası olabilmesi için,
öteki azap ağaları gibi, köklü bir denizcilik ve savaşçılık geçmişinin bulunması gerekir.
Bu nedenle Kemal Reis’in Azap Reisliğine yükseltildiği, Eğriboz’un alındığı o günlerde,
en azından 30 yaşlarında olması gerekir. Buradan hareketle, Kemal Reis’in doğum
tarihinin 1440 olduğu kanısına varılmaktadır.
Ali’nin verdiği bilgilerden Kemal Reis’in azap ağası olmasından sonra, bir kalite
donatıp, bağımsız gemi komutanı olarak Akdeniz’de korsanlık yapmaya başladığı
öğrenilmektedir. O devirde 30- 35 yaşlarına gelinmeden gemi kaptanı olmanın olanaksız
olduğu da bilinmektedir. Bu bilgi ile Kemal Reis’in 1470lerde bağımsız gemi komutanı
olduğunu gösteren bilgi birlikte ele alındığında, Kemal Reis’in 1470 yılında 30 yaşlarında
olduğunu bir başka kanıtla da ortaya konmuş olmaktadır.
Korsanlık ve Haydutluk
Kemal Reis’in hayatının ayrıntılarına geçilmeden önce, bir kere daha ana konuya
kısa bir ara verilerek, tarih yazarlarının çok kullandığı “korsan ve korsanlık” kelimeleriyle
neyin anlatılmak istendiğinin açıklanması gerekir. Çünkü o günlerdeki korsan ve
korsanlık ile günümüzdeki korsan ve korsanlık anlayışları arasında büyük fark
bulunmakta, bu durum bilerek veya bilmeyerek, Türk denizcilerini kötülemek için bir araç
olarak kullanılmaktadır. Günümüz sözlüklerinde “düşman veya kendi ulusunun
gemilerine saldıran deniz haydudu” biçiminde tanımlanan korsan deyimi, Kemal Reis
zamanında ve uzun yıllar boyunca, değişik, ikinci bir anlamda da kullanılmıştır. Türkler
için bu ikinci anlamdaki korsanlık, “adları sanları belli, örgütlenmiş, çoğunlukla filoları ve
üsleri bulunan, korsanlık denilen etkinliği yalnız ülkesinin düşmanlarına karşı uygulayan
denizciler” demekti. Bu gemicilerin, değinilen biçimde leventlik yaptıklarının bir kanıtı da
bunların denizlerdeki etkinliklerinin “levent gezmek” deyimiyle dile getirilmiş olmasıdır.
Zaten bu anlayış yüzünden, Türk leventleri batı Akdeniz’e sık sık gittikleri halde, Frenk
korsan gemileri Anadolu kıyılarına pek gelemezlerdi. Bunlar bazen bir hükümdara bağlı
veya onunla işbirliği halinde de çalışmışlardır (36). Bu gibi durumlarda bağlı olduğu
yahut işbirliği yaptığı hükümdara ganimetten pay verilirdi. Bir hükümdara bağlı olup,
işbirliği yaptığı hükümdara ganimetten pay veren, bu tür korsanlar, yalnız Müslüman
dünyasında değil, Hıristiyan dünyasında da bulunmaktaydı. Örneğin İngiliz kraliçesi I.
Elizabeth zamanındaki ünlü kaptanlardan Francis Drake ve Martin Frobisher’in önceleri
birer korsan oldukları ve ganimetlerden kraliçeye pay verdikleri bilinmektedir. 1580
yılında, İspanya “Büyük Armada” adını verdiği donanmayı kurup, İngiltere’yi işgal etmek
istediğinde, bu kaptanlar, İngiltere’nin çağrısı üzerine devlet hizmetine girmiş,
İspanya’nın yenilgiye uğratılmasında büyük hizmetler yapmış ve savaş sonrasında her
iki kaptana da ”Sir” unvanı verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da, yukarıda belirtildiği
gibi, bazı farklarla, bu anlamda korsanlık yapan denizciler bulunmaktaydı. Ancak
bunların en büyük özellikleri yalnız Müslümanlara ait olmayan savaş ve ticaret gemilerini
kovalamaları ve yalnız düşman kıyılarındaki kentlere baskın yapmalarıdır. Bunlar, kendi
malı olan gemilerle veya imparatorluk deniz gücünden sağladıkları teknelerle, bazen da
imparatorluktan aldıkları emirlerle, gaza yapan, imparatorluğun denizdeki akıncı
gücüydü. Zaten, aralarındaki bu fark nedeniyle, öteki deniz korsanları, Türk halkı
9
arasında harami olarak adlandırılmıştır.
Yukarıdaki nedenlerle bunlara “Korsan” yerine “Akıncı Deniz Leventleri” denmesi
daha yerinde olacaktır. Akıncı deniz leventleri kendilerine özgü gayri nizami savaş
tekniği ile kurallarını uygularlar ve kendilerini, aralarındaki gelenekleri uyarınca
belirlenmiş sorumluluk alanlarındaki, deniz ve kıyı bölgesinde yaşayan bütün Müslüman
halkın ve mallarının koruyucusu sayarlardı. Bu görüşün dayanağı, karada olduğu gibi
denizdeki Akıncı Leventlerin de, halk tarafından Müslümanlığın yayılışında görev alan,
İslâm davasının savaşçı gazileri olarak sayılıp, görülmeleriydi. İçlerinde başarılı olanlar
devlet hizmetine girer ve rütbe alırlardı. Rütbe alanlardan daha sonraki donanma
görevlerinde de başarılı olup kahramanlıklarını sürdürenler “Paşa” unvanıyla
ödüllendirilip daha büyük görevlere atanırlardı:
Barbaros Hayrettin Paşa gibi.
Barbaros Hayrettin Paşa
Ancak, değinilen gerçeklere karşın, batılı araştırmacıların küçümsenmeyecek bir
bölümü, ayni durumdaki kendi gemicilerini hoşgörü ile karşılayıp, onların Türk ve
Araplara yaptıklarını göz ardı ederken, Türk ve Arap denizcileri hakkında yalnız “korsan”
kelimesini kullanmakla kalmayıp, deniz haydudu anlamındaki “pirate” sözcüğünü
kullanmaktan bile geri kalmamaktadır. Batılı bilim adamlarının pek çoğunun bu
bağnazlıktan kurtulamadıkları kolaylıkla ileri sürülebilmektedir. Ancak, konuyu yansız ve
gerçekçi biçimde ele alanlar da bulunmaktadır. Batılıların, olaya bilimsel ve tarafsız
olarak yaklaşan bilim adamlarının arasında bulunan, İtalya’nın Perugia Üniversitesi’ndeki
Sihmed (Société Internationale de Historiens de la Mediterranée – Akdeniz Tarihçileri
Uluslararası Cemiyeti ) Başkanı Prof. Salvatore Bono “Mediterranoe Lepanto a
Barcellona (Lepanto’dan Barselona’ya Akdeniz)” adlı araştırmasında, konuları Akdeniz
toplumlarının etkileşimi üzerine kuran bir yaklaşımla ele almıştır. Onun bilim adamına
yakışan yansız görüşleri, Kemal Reis zamanındaki korsan ve haydut konularına en
10
gerçekçi yaklaşımlardan biri olarak değerlendirilmektedir. Profesör Bono’nun görüşlerini
Orhan Koloğlu şöyle özetlemiştir:
“Korsan ve Pirat Farkı:
Yazarın üzerinde uzun uzun durduğu iki kavram ise Korsanlıkla Pirateria’dır.
Korsanı bir hükümetin izni ve kontrolü altında eylem yapanlar olarak tanımlıyor.
Dolayısıyla meşru bir faaliyet olarak sayıyor. Pirateria ise, korsanların ayni eylemleri
izinsiz ve hiçbir sınır tanımadan yapmaları. Buna, haydutluk sayılıyor denilebilir. Her iki
eylem de gemilere saldırma, sahil şehirlerini vurma, insan kaçırıp satma gibi davranışları
kapsamakla birlikte izni veren makamın ele geçirilen parsa üzerindeki hakkı sebebiyle
önemli yapısal bir farklılık daha var. Bono bu ayırımı yaparken çok önemli bir nokta
üzerinde duruyor (özetle aktarıyorum): Avrupa’nın toplumsal belleğinde, tarihçiliğinde ve
halkın bilgisinde, Akdeniz tarihinde korsanlar ve piratların sadece Müslümanlardan
çıktığı ve Avrupalılarla Hıristiyanların onların kurbanları oldukları anlayışı hakimdir. Oysa
Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Sale ve Teluan gibi merkezlerden yönetilen bu faaliyetlerin
karşısında Malta, Santa Stefano Şövalyeleri gibi Toskana, Cenova, Napoli devletleri ve
bunlara bağlı olarak çalışan bireysel korsanlar da vardı. Bunlar ekonomik kazanç
sağladıkları için açık destek buluyorlardı. Malta’ya bağlı olanlar kazancın yüzde onunu
şövalyelere, yüzde beşini de diğer kurumlara vermek zorundaydılar.
Araştırmacı özellikle, Hıristiyan esirlerin Müslümanlar arasında nasıl yaşadıkları
konusunda çok bilgi bulunmasına karşılık Müslümanların Hıristiyanlar arasında ne gibi
koşullarda yaşadıklarının bilinmediğini, daha doğrusu yeterince araştırılmadığını
vurguluyor. ‘Korsanlık tarihi ile ilgili belgeler darmadağınık ve tetkik edilmeyi bekliyorlar’
diyor. Sadece Müslümanların baskın yapıp, insan kaçırdıkları görüşünün aksine, her iki
tarafın da ayni davranışta olduğunu kanıtlamak için rakamlar veriyor.
Malta Şövalyeleri 1587’ de Güney Anadolu sahillerinden 200 esir getirmişlerdi.
Aralarında kadınlar hatta çocuklar da vardı. 1602’ de Tunus’ta Hamamet’ten 396, 1605’
te Preveze’den 2000, 1607’ de Doğu Cezayir’den çoğu kadın ve çocuk 1500 kişi esir
alındı. 17 inci yüzyılın başlarında Cezayir’de 20–25 bin, Tunus’ta 7–10 bin,
Trablusgarp’da 1.000–1.500 esir vardı. Ayni sırada Malta’da 1.000–2.000, Napoli’de 10–
20 bin, Livorno’da 1.000 Müslüman esir bulunuyordu.
Oriyantalistleri eleştirmeyi sevenlerin Bono’nun objektifliği karşısında daha ihtiyatlı
yargılara yönelmeleri beklenir”(Orhan Koloğlu, Mağrip-Maşrık Farkı, Tarih ve Toplum,
Şubat, 2001,sayı 206,S.60–61).
Prof. Bono’nun görüşlerini pekiştirmek bakımından, yukarıda sunulan İskender
Paşa’nın 1486 tarihli raporunda belirtilen, üç adada 12.000 Müslüman esir
bulunduğunun hatırlatılmasında yarar bulunmaktadır. Ayrıca, Bahriye’de de, batılı
devletlerin tuzlalarında da çoğu Türk, pek çok Müslüman esirin çalıştırıldığı yazılmıştır.
Prof. Bono’dan başka, konuyu doğrudan doğruya Kemal Reis bakımından ele
alarak inceleyen Bursky ve Kissling de, Kemal Reis’i korsan veya yağmacı olarak
görmenin doğru olamayacağını, olsa olsa İslamın inanç savaşı yapan korsanları olarak
görülebileceğini belirtmektedirler. (Zur Tatigkeit der… S.167) Prof S. Soucek de bu
konuda şöyle demektedir”…Ama onlar korsan olarak çağrılmayı kabul etmezlerdi.
Kendilerini, çoğu zaman kendi inisiyatifleri ile davranan ama Osmanlı Sultanı’na, karşı
koyulmaz bir sadakatle bağlı olan, İslam davasının dindar savaşçıları, yani “gaziler“
olarak tanıtır, yalnızca kafir gemileri ve kıyılarını hedef aldıklarını belirtirlerdi ”(Piri Reis
11
and Turkish Mapmaking… S.36-37)
Bütün bunlara dayanarak, Kemal Reis ve onun gibi levent gezen öteki Türk denizcilerinin
batı dillerinde kullanılan anlamda birer korsan olarak görülmelerinin yanlış bir
değerlendirme olduğu söylenebilir. Ana konudan daha fazla ayrılmamak için, korsan ve
korsanlıkla ilgili açıklamalarda bu kadarla yetinilecek ve yeniden Kemal Reis’in hayatına
dönülecektir.
Kemal Reis Firkateyni
Kemal Reis’in Hayatı (1473 – 1481)
Kemal Reis, Azap Reis’i olmasından bir süre sonra, yaklaşık 1473 yılı
dolaylarında, kendi malı olan gemisi ile (kalitesiyle) denizlere açılıp akıncı leventlik
yapmaya başladı. Başlangıçta Adalar Denizi ve Orta Akdeniz yörelerinde dolaşıp,
deneyimini arttırdı. Zamanı geldiğinde de Batı Akdeniz’de boy gösterip başta Venedik
gemileri ve toprakları olmak üzere Kuzey Akdeniz ülkelerine, Akdeniz’deki adalara
akınlar düzenledi. Nitekim 879 (17 Mayıs 1474–5 Mayıs 1475) tarihli Gelibolu Tahrir
Defteri’ndeki Osmanlı İmparatorluğu Donanmasının mevcuduna ilişkin listede (Atatürk
Kitaplığı, Muallim Cevdet N. O 75, S.47) Kemal Reis adında, 8 akçe yevmiyeli bir
kadırga reisi de bulunmaktadır. Bu Reis büyük olasılıkla, Piri Reis’in amcası Kemal
Reis’tir. Kemal Reis, 1481 yılında yeğeni Piri Reis’i yanına alıp, yeni seferlere başlamak
üzere denizlere açıldığında, artık adı Akdeniz’in en tanınmış Reisleri arasında anılmaya
başlanmıştı. Kemal Reis yıllar geçtikçe kahramanlıkları, cesareti ve denizcilik bilgisiyle
daha büyük başarılara erişecek ve Barbaros Hayrettin Paşa’dan önceki akıncı deniz
leventlerin en ünlüsü olacaktır.
(Türk Ulusu, Kemal Reis’in ülkesine yapmış olduğu hizmetleri unutmamıştır.
Bugün Türk Donanmasının en güçlü ve çağdaş firkateynlerinden birisi “Kemal Reis”
adını taşımaktadır.)
12
Kemal Reis’in 1481 yılından sonraki hayatı hakkında bilgi edinilebilen kaynakların
başında “Piri Reis’in Bahriyesi” gelmektedir. Çünkü, amcasına büyük saygı ve hayranlık
duyan Piri Reis’in, onunla birlikte denizlere açılmasından sonra, daha yakından tanımak
olasılığı bulduğu amcasına olan sevgi ve saygısı giderek artmıştır. Bu nedenle Piri Reis,
Bahriye’sinde yeri geldikçe, davranışlarını örnek göstermek veya övmek amacıyla,
Kemal Reis’ten söz etmiştir:
“*Duaların her biri bir vesile olsun ve böylece kişiler birbirlerini ve pirlerini ansınlar.
*Ey vefalı kişiler! Sizlerden dileğim her duanızda bizi anmanızdır.
*Öncümüz (pirimiz) Kemal’i de anımsayıp anasınız ve böylece onun ruhunu da şad
edesiniz.
*O deniz bilimi ile uğraşan ve denizlerde yetkin olan bir kişi idi.
*Denizler konusunda sınırsız bir bilgisi olduğu için, onun yoluna kimse engel olamamıştı.
*Gerçi o dönemlerde denizci çoktu, ancak Allah denizleri açma anağını ona
bağışlamıştı.”
Yukarıdaki dizelere dikkat edilirse Piri Reis amcasını anlatılırken “o deniz bilimi ile
uğraşan…”, ve ” …Allah denizleri açma olanağını ona bağışlamıştı.” gibi, Reislik dışında
başka nitelikler kullanarak da onu övmektedir.
Buraya kadar incelenen eserlerde, Kemal Reis’ten söz eden eserlerde daha çok
onun cesaret ve kahramanlıklarının ön planda tutulduğu görülmektedir. Amcasını
herkesten iyi tanıyan Piri Reis, yukarıdaki dizelerinde onun başka yönlerini de ortaya
koymaktadır. Bunlar Kemal Reis’in deniz bilimi ile uğraşmış olması ile deniz ve denizcilik
konularındaki bilgisine ilişkin bilgilerdir. Belki de Piri Reis’in öğrenme ve araştırma
merakı amcasının etkisinde oluşmuş ve gelişmiştir.
Kemal Reis’in deniz bilimiyle de uğraşmış olduğu yolundaki bu özelliğinden,
başka tarih yazarları da söz etmektedir. Nitekim Mustafa Cenabi (? - 30 Ekim 1590) de,
kısa adıyla “Tarih-i Cenabi veya El-Bahr” olarak bilinen yazma eserinde Kemal Reis’ten
“kaşif vach al bahr” diye söz etmektedir. (İslam Ansiklopedisi, S.567)
Her ne kadar bu deyimin anlamı İsmet Parmaksızoğlu tarafından “Derya Beyi?”
biçiminde verilmişse de asıl anlamı başkadır. Şöyle ki: “Vach veya Vech”in anlamının
“yüz, çehre, tarz, neden” dir. “Vech Ül-Arz” ın anlamının “yer yüzü”, “kaşif”in anlamının
da ,”bulan, ortaya çıkaran” olduğu göz önünde tutulursa, kaşif vech (vach) al bahr’ın,
“deniz(ler)le, deniz alanı ile ilgili keşif” yahut “ilgi ya da çalışma alanı denizler olan kaşif”
anlamında kullanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Zaten Parmaksızoğlu da anlamın
karşılığından kuşku duymuş ve bu nedenle “Kaşif Vach Al Bahr”ı derya beyi olarak
açıkladıktan sonra yanına bir soru işareti eklemiştir.
Piri Reis’in verdiği bilgilerin yıllar sonra Cenabı tarafından da yinelenmesi, Kemal
Reis’in bu niteliklerinin yaygın biçimde bilindiğini göstermektedir. Ayrıca, Cenabı, 30
Ekim 1590 yılında öldüğüne göre, bilginin kaynaklarının tazeliği, yazdıklarının
güvenilirliğini artırmaktadır.
Piri Reis Bahriye’de bu ve buna benzer açıklamalar, yer yer kendi hayatının yanı
13
sıra, amcasının hayatına da ışık tutmuştur. Ancak, burada kısaca, onun İspanya
kıyılarına sürekli akınlar yaptığı, bu akınlar sırasında Afrika’nın kuzeyindeki Cerbe,
Becaye ve Bune’yi üs edindiği, 1486 de İspanya kıyılarına yaptığı bir seferde İspanyol
donanmasının yenilgiye uğratarak Malaka’yı vurduğunu, 1491-1492 yılında Fransa
kıyılarını, Balear Adalarına akın ettiği, Malta Adası’na baskın düzenlediği, adadan aldığı
esirler ve ganimeti Sinan Paşa aracılığıyla Padişah!a sunarak, 50 akçe yevmiye ile
maaşa bağlandığı, daha sonra da akınlarını sürdürdüğü hemen söylenebilir.
Kemal Reis’in değinilen akınları, tarih yazarlarının eserlerine konu olmuştur. Bu
tarih yazarlarından Gelibolulu Ali’nin Kemal Reis’in aldığı esirleri ve köleleri Güveyi
Sinan Paşa’ya sunuşu hakkında yazmış olduğu satırları, yıllar sonra yanlış
yorumlanacak ve Kemal Reis’in Sinan Paşa’nın kölesi iken Sinan Paşa tarafından
Padişaha sunulduğu savına dönüştürülecektir.
Konuyu aydınlatabilmek ve bu görüşlerin dayanaktan yoksun olduğunu
gösterebilmek için, önce bu savın nereden çıkıp nasıl yayıldığının incelenmesi gerekir.
Aşağıda, Kemal Reis’in hayatı anlatılırken sunulan bilgilerde görüldüğü üzere, yaşadığı
yıllarda onun hakkında yazılmış hiçbir kitapta Kemal Reis’in devşirme veya köle
olduğuna ilişkin bir açıklama bulunmamaktadır. Aksine, bütün yazılanlar onun Gelibolulu
bir Türk olduğu yolundadır.
Bunun, gibi,1900’lü yılların sonuna kadar yazılmış olan kitaplarda da Kemal
Reis’in köle olduğundan hiçbir yerde söz edilmemektedir. İlk olarak, 1900'lü yıllara
gelindiğinde, o günlerde yazılmış bir kaç kitapta, Kemal Reis’in Kaptan-ı Derya Güveyi
(veya Arnavut) Sinan Paşa’nın kölesi olduğu, Bayezid II’ de hediye edildiği ve sarayda
yetiştirildiği biçiminde açıklamalar yer almaya başlamıştır.
Bunların başında Şemsettin Sami(1850–1904)’nin 1888–1899 yıllarında
yayınlamış olduğu tarih, coğrafya ve ünlü kişiler ansiklopedisi olan altı ciltlik ünlü sözlüğü
Kamus Ül-Alam’ı gelmektedir. Kamus’un ilgili maddesinde Kemal Reis’e ilişkin aşağıdaki
bilgiler verilmektedir : (1341 İstanbul baskısı, V. cilt):
”Kemal Reis: Ünlü Osmanlı denizcilerinden olup, aslen köle olduğu halde Kaptanı Derya Damat Sinan Paşa tarafından Saray-ı Hümayun’a sunulmuş ve Harem-i
Hümayun’da eğitilmesinin ardından, kaptanlığı sebebiyle denizcilikte olağanüstü ustalık
ve güç kazanarak, yeri cennet olan Sultan Bayezid II tarafından, 892 (27 Aralık 1486-15
Aralık 1487) tarihinde Gırnata Ben-i Ahmer Melikliği’nin son hükümdarı olan Mevlay-ı
Hasan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’ndan yardım etmesini istemesi üzerine, Donanma-i
Hümayunla İspanya sahillerine gönderilerek gösteri yapmıştır: Sonra Mora sahilinde
Moton, Koron ve İnebahtı’ nın Venediklilerden alınması sırasında üstün cesaret ve
yararlık göstermiştir. 10. Hicri yüzyılın başında ölmüştür.”
Kemal Reis’in devşirme olduğunu yazan Şemsettin Sami’nin ne kadar büyük bir
yanılgıya düştüğünü gösterebilmek için, Kamus Ül-Alam’da adı geçen Sinan Paşa’dan
da kısaca söz edilmesi gerekir. Bayezid II.’in kızı Ayşe Sultan ile evli olduğu için Güveyi
Sinan Paşa olarak da bilinmektedir. Anadolu Beylerbeyi iken 1491 yılında Kaptan-ı
Deryalığa getirilmiştir.1492’de bu görevinden azledildikten sonra yeniden Anadolu
Beylerbeyi olmuştur. Kaptan- Deryalığı zamanında, 300 parçalık bir donanma ile
Adriyatik Denizi’ne sefer yapmış, Anadolu Beylerbeyi iken Midilli kuşatmasına ve 1501
yılındaki Venediklerle yapılan savaşlara katılmıştır. Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak
bilinmemektedir.” (Büyük Larousse, C.20,S.10551)
14
Şemsettin Sami, Kemal Reis’in Sinan Paşa’nın kölesi olduğunu yazmasına
karşın, ortaya attığı bu önemli savına ilişkin hiçbir bir kaynak ve kanıt göstermemiştir.
Ayrıca, onun Kemal Reis’in de Güveyi Sinan Paşa’nın da hayatlarını yeterince bilmediği
anlaşılmaktadır. Çünkü bütün kaynaklar, Kemal Reis’in 1470 yılındaki Eğriboz savaşına
katıldığında görüş birliği içindedir. Kemal Reis bu tarihte yaklaşık 30 yaşlarındadır ve asıl
ününü bu tarihten sonra, kendi malı olan gemisiyle, Akdeniz’de levent gezdiği yıllarda
yapmıştır. 1481’de yeğeni Piri Reis’i yanına alarak seferlerini sürdürdüğünde, artık
Akdeniz’deki Türk denizcilerinin önde gelen ismidir. Şemsettin Sami’nin yazdıklarına
göre, Kemal Reis’in 1480’li yıllarda, Kaptan-ı Derya tarafından İstanbul’a yollanmış
olması gerekir. Oysa Sinan Paşa bu sıralarda, Kaptan-ı Derya değildir. 1480’li yılların
sonuna doğru Anadolu Beylerbeyliği görevine atanmış, bu görevinden de 1491 yılında
Kaptan-ı Deryalığa görevine getirilmiştir. Bu durumda ne Kemal Reis’in köleliğinden ne
de Sinan Paşa’nın Kemal Reis’i Padişah’a hediye edip, onun sarayda eğitim görmüş
olmasından söz edilebilir. Hele hele, bu duruma göre Kemal Reis’in 892 (1487) yılında,
İspanya kıyılarına sefere gönderilmiş olması da olanaksızdır. Kaldı ki Sinan paşa’nın
Kaptan-ı Derya olduğu 1491 yılında Kemal Reis de, Sinan Paşa da yaklaşık kırk, elli
yaşlarındadır ve yaş durumlarına göre de aralarında köle efendilik ilişkilerinin bulunması
olanaksızdır. Kemal Reis’in 1491 yılından çok önce, 1475–1480 yıllarında, saraya köle
olarak verildiği de ileri sürülemez. Çünkü bu yıllarda Kemal Reis’in kendi gemisiyle
Akdeniz’de levent gezdiği kesin olarak bilinmekte ve böyle bir olasılık Kemal Reis’in
bilinen yaşam öyküsüne ters düşmektedir. Ayrıca Sinan Paşa da, 1475- 1480 yıllarında,
köle edinecek ve bunu Padişaha sunacak yaşta ve görevde değildir. Dolayısıyla
değinilen bu birkaç nokta bile, Şemsettin Sami’nin yazdıklarını, iyi bir incelemeye
dayanmadan kaleme alındığını göstermektedir.
Daha önce de açıklandığı üzere, Kamus ül- alam’deki kölelik konusunun,
Gelibolulu Ali’nin, Kemal Reis hakkında yazdıklarının, Şemsettin Sami tarafından yanlış
anlaşılmasından ileri geldiği sanılmaktadır. Nitekim Ali’nin yazdıklarını yanlış yorumlayan
H. Burski ve Burski’ye dayanarak F. Babinger de aynı hataya düşerek, Kemal Reis’in
Sinan Paşa’nın kölesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onların savlarının Gelibolulu Ali’nin
yanlış yorumlanmasından ileri geldiği, Hans Joachim Kissling, “Zur Tatigkeit des Kemal
Reis im Westmittelmeer” (Kemal Reis’in Batı Akdeniz’deki Faaliyetleri) başlıklı
araştırmasında açık biçimde ortaya konmakta ve savları çürütülmektedir. Aynı biçimde
Mordtmann da, Gelibolulu Ali’nin yanlış anlaşıldığı görüşünü benimsemekte ve bunu
“Zur Leben Geschischte des Kemal Reis” adlı bildirisinin 48 inci sayfasına koyduğu 3
numaralı dip notta; “Die Angabe im Qamusi a’lam, dass er ein Sklave des Sinan Pasa
Gewesen sei, beruht auf der missverstandenen Stelle des Ali Efendi” (Kamus-ül alam’da
Sinan paşa’nın kölesi diye geçer ki, bu Ali’nin yanlış anlaşılmasından
kaynaklanmaktadır.) diyerek açıkça ifade etmektedir.
Zaten, Kemal Reis’in yaşadığı ve ölümünü izleyen yakın yıllarda, onun hakkında
bilgi veren tarih yazarlarından biri olan, Gelibolulu Ali’nin yazdıkları içinde Kemal Reis’in
Sinan Paşa’nın kölesi olduğu yolunda uzaktan yakından bir bilgi bulunmamaktadır.
Dolayısıyla Gelibolulu Ali’nin yazdıklarının bir kısmının, yabancı araştırmacılar tarafından
dil sorunu nedeniyle yanlış anlaşılması doğal karşılanırken, Şemsettin Sami’nin “Kemal
Reis Sinan Paşa’nın kölesidir” biçimindeki açıklamasını hayretle karşılamamak mümkün
değildir.
Aynı yıllarda yazılmış ve Kemal Reis’in köle olduğunu ileri süren iki yayın daha
bulunmaktadır. Bunlardan biri Mehmet Şükrü(? - 1910)’nün 1899 yılında yayınlamış
olduğu Esfarı Bahriye-i Osmaniye (Osmanlı Bahriyesi’nin Seferleri), diğeri de Süleyman
Nutki ((1854-1924)’nin, Muharebat-ı Bahriye-i Osmaniye (Osmanlı Bahriyesinin
15
Savaşları)dır. Anlaşılan Şemsettin Sami’nin yazdıkları, adı geçenlerin eserlerine de
dayanak olmuş ve onlar da yeterince araştırma yapmadan, kitaplarında, Kamus ülalam’dakine benzer biçimdeki bilgilere yer vermişlerdir. Bu eserlerdeki Kemal Reis’e
ilişkin bilgiler aşağıdadır.
Esfar-ı Bahriye-i Osmaniye, ( c.I,s.321):
“Kemal Reis Osmanlı amiralleri arasında ün yapan ender kişilerdendir. İkinci
Sultan Bayezid’in amirallerindendir. Güveyi Sinan Paşa’nın kölesi olup, daha küçük
yaşlarda iken adı geçen Paşa tarafından saraya sunulmuş ve Bayezid hükümdar
olduğunda eşsiz bir yeni yetişmiş fidan olması, Padişahın yakınlık duygularının
uyanmasına neden olmuş, olağanüstü bir lütuf olmak üzere Padişah tarafından Kemal
olarak adlandırılmıştır. Bahriyemizin hakkıyla övünç nedeni olan bu büyük kişinin
mezarına ölüm tarihine ve yaşam süresine ilişkin olarak hiçbir yerde açıklık bulamadık.”
Burada hemen belirtilmelidir ki Mehmet Şükrü ikinci bir yanılgıya daha düşmüş ve
bazı tarih yazarlarının yaptığı gibi, Kemal Reis ile onun esir aldığı, Hıristiyan beyinin
oğlunu birbirine karıştırmıştır.
Muharebat-ı Bahriye-i Osmaniye, (Eski yazılı ilk basım 1303 (1891); Genkur Bşk. Yani
Türk alfabesiyle basım s.19–20):
“Kemal Reis Padişahın bir kölesi idi. Sultan Bayazıd’a daha şehzadeliği sırasında
güveyi Sinan paşa tarafından sunulmuştu. Yeteneği sayesinde büyük olgunluk
gösterdiğinden kendisine Kemal lakabı verilmişti. Gençlik yılları padişahın emrinde
geçer. 1484 senesinde kaptanlığa yükseltilmiş ve 1486 da Endülüs’ün Osmanlılardan
yardım istemeleri üzerine, gönderilen donanmaya komutanlık yapmıştı. Böylece bütün
Akdeniz kıyılarını, en çok da İspanya’nın elindeki kent ve kaleleri perişan ederek çeşitli
Avrupa uluslarının kalplerini, yok edilmez dehşet korkusu ile doldurmuştu.”
İleride, Kemal Reis’in yaşamının ayrıntıları sürdürülürken görüleceği gibi, her iki
yazar da denizci olmalarına karşın büyük yanlışlıklar ve çelişkiler içine düşmüştür.
Örneğin, Mehmet Şükrü’nün “Kemal Reis’in mezarına ilişkin bir bilgi bulamadık” demesi
onun, Kemal Reis’in bir deniz kazasında boğulduğundan, hatta Bahriye’de bundan söz
edildiğinden bile haberi olmadığını göstermektedir. Yani Mehmet Şükrü yazdıklarını
derinliğine yapılmış bir incelemeye dayandırmamıştır.
Kemal Reis’in Hayatı (1481- 1495)
Olayları tarihsel akışı, Piri Reis’in yazdıklar, yerli ve yabancı kaynaklardaki bilgiler
Kemal Reis’in 1470’ yılından sonraki denizcilik yaşamında kendi gemisi ve emrindeki
öteki levent gemileri ile birlikte Adalar Denizi’nde (Türkler, 1930’lu yıllara kadar Ege
Denizi’ne Akdeniz, bazen Akdeniz’in yanı sıra Adalar Denizi veya Adalar Arası adını
vermiştir. Bugünkü Akdeniz’i de Bahr-i Sefid olarak adlandırmıştır. Bu nedenle, bu
çalışmada Ege Denizi adı kullanılmamış, onun yerine “Adalar Denizi” adı kullanılmıştır.
Ancak bir karışıklığa yol açmamak için, Adalar Denizi adının yanına, gerekirse, ayıraç
içinde Ege Denizi adı da yazılmıştır. Çalışmada geçen “Akdeniz” adı ile Adalar Denizi
dışında, bugün “Akdeniz” olarak bilinen coğrafi alan anlatılmak istenmiştir.) Doğu ve Batı
Akdeniz’de dolaşıp, akıncı leventlik yaptıklarını göstermektedir. Doğru bir değerlendirme
ile onların Batı Akdeniz’de boy gösterip, kuzey ve kuzey batı Akdeniz kıyılarını
vurmalarının, büyük cesaret, kahramanlık isteyen, taktik ve stratejik bilgi gerektiren zor
bir etkinlik olduğu söylenebilir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Adalar Denizi’ni
16
kontrol altına alması ancak 1500 yıllarına doğru sağlanabilmiş ve Türk denizcileri ancak
bu tarihten sonra yoğun biçimde Akdeniz’e çıkmaya başlamıştır. Kemal ve Piri Reislerin
Batı Akdeniz’de çıktıkları o yıllarda Akdeniz, başta Venedik ve Ceneviz’in kuvvetli
donanmaları olmak üzere öteki Kuzey-batı Akdeniz devletlerinin kontrolü altında
bulunmaktaydı. Dolayısıyla Kemal Reis’in ikmal, bakım, barınma ve sığınma güçlükleri
ile dolu olan, üslerinden çok uzak ve kontrollerin olmadığı böylesine geniş bir deniz
alanında, başarılı biçimde akıncı leventlik yapabilmeleri, sıradan bir denizcinin
başaramayacağı iştir. Nitekim Parmaksızoğlu da, Cenabi’ye dayanarak Kemal Reis’in
(dolayısıyla Piri Reis’in) 1490 yılı dolayında “Batı Akdeniz alanına göçtüğünü, Endülüs
sularında bir İspanyol filosunu yendikten sonra Malaka şehrini basarak şehri tamamen
yağma ettiğini, kendisine yeni görevinde hareket üssü olarak Cerbe Adası’nı seçtikten
sonra hareket alanını İtalya, Fransa sahillerine ve Orta ve Batı Akdeniz Adaları’na doğru
genişlettiğini, Hıristiyan Avrupa için çok tehlikeli bir düşman durumunu aldığını, H 896
(M. 14 Kasım 1490–2 Kasım 1491) yılında ise Bicaye’ye yapmış olduğu akının ona
bütün Akdeniz havzasında unutulmayacak bir ün sağladığını. Aynı yılın sonunda üssünü
Böna’ya taşıyan Kemal Reis’in, Fransa sahilleri ve Balear Adalarını vurduktan sonra,
seferden dönerken Malta Adası’na da hücum ederek, Ada Beyinin oğlunu esir aldığını”
yazmaktadır (41). (Daha önce, Kemal Paşazade Tarihinde sözü edilen, Kemal Reis
tarafından esir edilmiş Bey Oğlu, buradaki anlatılan olaydaki Malta beyi’nin oğludur.
Parmaksızoğlu’nun değindiği İspanya donanmasının bozguna uğratılması ve Malaka’nın
basılması olayının, Türk Diyanet Vakfı (TDV) İslam Ansiklopedisi’nde, 892 h.(1487)
yılında olageldiği yazılmıştır. Aslında yalnız burada değil, başka olaylarda da hem Türk
araştırmacılarının yazdıklarında, hem Kissling, Mordtmann, Burski gibi yabancı
araştırmacıların yazdıklarında olayların akışı, tarihleri ve değerlendirmeleri
bakımlarından uyuşmayan veya çelişkili pek çok husus bulunmaktadır. Bunların bir bir
ele alınmasına çalışmanın içeriği elvermediğinden, ayrı ayrı değinilememiş, ancak
önemli olanlarına yer verilmiştir. y.n.)
Söz konusu akınlarda, Kemal Reis ve arkadaşları, elbette Kuzey Afrika’nın
Müslüman beylik ve devletlerinden yardım görmüş, kışlamak da dahil onların
olanaklarından yararlanmıştır. Ancak, başarılarının asıl nedeni, Müslüman ülkelerce
kendilerine sağlanan olanaklar değildir. Bunlar, olsa olsa, onların harekatını bir ölçüde
kolaylaştıran ve güçlüklerini hafifleten desteklerdir.
Piri Reis, amcası Kemal Reis ile birlikte, Batı Akdeniz’deki harekât ve etkinliklerini,
Bahriye’de şöyle özetlemektedir (S.2 b ve 4 a):
*“Ey gönül okşayan, bu gönül bunca günler boyunca ne ile dirlik bulurdu?
*Akdeniz kıyılarını, Arabistan, Frenk, Rum ve Mağrip (Kuzeybatı Afrika, İspanya,
Portekiz) ülkelerini gezerdik”
*Onunla birlikte (Kemal Reis ile) Akdeniz’i baştan başa gezdim ve illerini dolaşıp
gördüm.
*Tüm Frenk (Avrupa) illerini gezmiş ve pek çok inançsızın bağrını ezmiştik.”
Kemal ve Piri Reislerin 1481–1499 yılları arasındaki denizcilik yaşamlarındaki
önemli etkinlikleri içinde Mısır Limanlarına gidip gelen Türk hacı adayları ile hacılarını,
Hıristiyan korsanlardan ve Rodos Şövalyeleri’nin hücum ve tacizlerinden korumuş
olmaları da bulunmaktadır. Bunun ayrıntılarına yeri geldikçe değinilecektir.
17
İspanya’dan Kovulan Müslümanlar ve Yahudilere Uzanan Yardım Eli
Kemal, akıncı leventlik yaparken, başından pek çok olay geçmiştir. Bu olaylar
onun yaşamının ayrıntılarıdır. Bu ayrıntılar ortaya konularak onun yaşamı
aydınlatılabilmektedir. Bu amaçla, daha iyi bir değerlendirme yapabilmek için Kemal
Reis’in yaşamına ilişkin ayrıntıların bir tarih sırasına göre sunulması düşünülmüştür.
Ancak, önemli bir gerçeğin öncelikle vurgulanabilmesi amacıyla olayların sıralanması bir
kenara bırakılarak, önce Kemal Reis’in (doğal olarak, Kemal Reis’in kişiliğinde Türk
milleti ve Türk Denizcilerinin), örnek, insancıl bazı davranışlarına yer vermekten
kaçınılamamıştır. Bu örnek davranış, 1486 yılından başlayarak, vatanlarını terk etmek
zorunda bırakılan Gırnata Müslümanlarının Afrika’ya ve 1492 yılında, Gırnata
Müslümanları gibi, İspanya’dan kovulan Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu topraklarıyla
başka ülkelere götürülmelerindeki katkı ve hizmetleridir. O yılların, hoş görüşü yok
denecek kadar az olan Hıristiyan Avrupa’sında ve teknoloji, iletişim, seyrüsefer başta
olmak üzere o günlerin güç koşulları altında gerekleştirilen bu yardım ve göç olayı,
onların olduğu kadar, Türklerin de hoşgörülü yaradılışlarını, insancıl duygu ve
düşüncelerini gözler önüne sermektedir.
Kemal ve Piri Reislerin her iki olaydaki rollerinin daha iyi açıklanabilmesi için,
önce biraz gerilere gitmek ve Sultan II. Bayezid'ın tahta çıktığı günlerdeki siyasi durumu
özetlemek gerekir:
II. Bayezid, 20 Mayıs 1481’de, tahta çıktığı ilk günlerden başlayarak, kardeşi Cem
Sultan’ın çıkardığı sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Tahta kendisinin çıkması
gerektiğini ileri sürerek, ağabeyine baş kaldıran Cem Sultan 20 Haziran 1481’de
Bursa’nın Yenişehir ovasında II. Bayezid’e yenildikten sonra Mısır’a kaçmış, sonra tekrar
Anadolu’ya geçerek şansını bir kere daha denemek istemişti. Ancak yeniden
başarısızlığa uğrayınca Rodos Şövalyeleri ile anlaşarak, onlara sığınmıştı. Artık Cem
Sultan, Hıristiyan dünyasının elinde Osmanlı Devleti’ne karşı kullanılan kozdan başka bir
şey değildir. Cem Sultan Rodos Adası’nda bir süre tutulduktan sonra Nice kentine
gönderildi. Nice’de veba salgınının başlaması üzerine, Chambery, Rumilly gibi birkaç
küçük kent ve şatoda dolaştırıldıktan sonra, kendisi için özel olarak yaptırılan Tour de
Zizimi’ye (Cem Sultan Kulesi) hapsedildi. Ardından 1489 yılında Roma’ya, Papa VII.
Innocenti’e, teslim edildi. II. Bayezid, Cem Sultan’ın salıverilmemesi için yılda 40.000
Duka altından üç yıllık toplam 120.000 altını peşin olarak Papa’ya vermek zorunda kaldı.
Yıllar böyle geçerken Fransa Kralı VIII. Charles Roma’yı ele geçirdikten sonra Cem
Sultanı da yanına alarak Napoli’ye hareket etti. Ancak Napoli yolunda hastalanan
(bazılarına göre zehirlenen) Cem Sultan 25 Şubat 1495 tarihinde Napoli’de öldü.
Cem Sultan’ın salıverilip devletin başına yeni sorunlar çıkartmasından çekinen II.
Bayezid, denizlerde kuvvetli olmanın önemini bilmekle beraber, Cem Sultan’ın ölümüne
kadar eli kolu bağlı kalmış ve Hıristiyan Devletlerle bir anlaşmazlığa düşmekten
olabildiğince kaçınmıştı.
İşte İspanya Müslümanları ve Yahudilerinin yardım istekleri, Cem Sultan’ın
ölümünden önceki, II. Bayezid’ın içinde bulunduğu zor günlerinde gelmişti. II. Bayezid, o
günlerin güç siyasi koşullarına karşın yardım isteklerini olumlu karşılamış; ancak, Batılı
ülkelerin siyasi tehdit ve şantajını önlemek için doğrudan doğruya yardım yapmayarak
18
Akdeniz’deki akıncı deniz leventlerinden yararlanarak, konuyu dolaylı biçimde çözmüştü.
Gırnata Müslüman Araplarının ve İspanya Yahudilerinin kurtarılma harekatı böylece
düzenlenmiş ve başarıyla sonuçlanmıştı. Kurtarma harekatına katılanların başında
Kemal ve Piri Reisler gelmekteydi. Bu harekatta yaşananlar, onların hayatlarının yanı
sıra, Türk Denizcilik tarihi bakımından da önem taşımaktadır. Bu nedenle, önce yardım
isteğine neden olan olaylar ile II. Bayezid’e yapılan yardım başvurularına, daha sonra da
yapılan yardımlara özetle değinilecektir:
İlk yardım isteği, 1486 yılında, Katolik zulmüne uğrayan Gırnata Müslüman Arap
halkından gelmişti. Tarihçi Hammer bu ilk yardım isteğini şöyle anlatmaktadır (J.von
Hammer, Osmanlı Tarihi, Cilt I,S.31 ):
“ Endülüs Müslümanları ve Yardım Dilekleri
Davud Paşa, Karaman âsi aşiretlerini itaate aldığı sırada Sultan II. Bayezid
İstanbul’da elçileri kabul ediyordu. Bunlar içinde gerek itimatnamesinin şekli, gerek
beraberindeki kişiler bakımından en çok dikkat çekeni, İspanya’nın son İslâm
hükümdarının elçisi idi. Beni-Ahmer’den Gırnata Prensi olan bu zat, Aragon ve Kastil
Kralı Ferdinand tarafından hızlı bir baskı altında bulunuyordu. Müslüman olmayanların
istilaları karşısında “Sultanü’l-berreyn ve Hakanü’l-bahreyn”den (Padişahların İstanbul’un
fethi ile birlikte kullanmaya başladıkları iki denizin ve iki karanın Sultanı anlamındaki bu
deyimdeki iki denizle Akdeniz ile Karadeniz ve iki karayla da Asya ve Avrupa
kastedilmektedir.) yardım dilenmekte idi. Elçinin itimatnamesi Elhamra padişahlarının
romantik ve şövalye ruhuna uygun yazılmıştı. Bu Müslümanların uğradıkları ıstırapları
belirten ve İslâmın İspanya’da içinde çırpındığı düşüşü dile getiren ve nihayet yedi yüz
yıldır bu kıtada hüküm sürdükten sonra yakında buradan çıkarılacaklarını dile getiren
Arapça bir kaside, bir mersiye idi. En etkili ve dokunaklı tarzda İslâm milletlerinin ve
hükümdarlarının merhametlerini diliyordu. Bayezid, dini bütün bir padişah ve ayrıca
kendisi de şair olduğu için, İspanya sahillerini tahrip etmek üzere bir donanma
göndermekle buna cevap vermiş oldu. Donanma Komutanlığını Kemal Reis adı ile
Hıristiyan donanmalarına korku salan Amirale tevdi etti.”
Daha önce açıklanan, o günlerin nazik siyasi koşulları bir yana bırakılırsa,
Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde, denizden yapılacak böyle bir kurtarma harekatı için
yeterli nitelik ve nicelikte deniz gücü bulunmamaktaydı. Harekat İspanya’dan
başlayacak, Akdeniz, neredeyse boydan boya aşılacak, Afrika kıyıları ve İstanbul’da son
bulacaktı. Bu nedenle harekatta görev alacak gemilerin uzun deniz yolculuğuna, her
türlü hava ve deniz koşullarına dayanacak büyüklük ve yapıda olmaları da gerekiyordu.
Ayrıca gemilerin niceliği de önemliydi. Çünkü limanlarda bekleşen Müslüman ve
Musevilerin tümü kurtarılamayacak olursa, aşağıda açıklanacağı üzere, kalanlar için
durum hiç de iç açıcı olmayacaktı. Hepsinden de önemlisi, nicelik ve nitelik yönünden
yeterli gemiler sağlansa bile, bunları kullanacak kadar deneyimli Reis (Kaptan) ve
gemiciye sahip olunması da zorunluydu. Osmanlı İmparatorluğu, o günlerde, bunların
hemen hemen hepsinden yoksun durumdaydı. Aslında deniz ve donanmanın önemini
çok iyi bilen II. Bayezid o sıralarda yeni bir donanma oluşturmak için hazırlıklara
başlamıştı. Ancak Cem Sultan sorunu nedeniyle, başta Venedik olmak üzere denizci
Akdeniz ülkelerini ürkütmemek için işi ağırdan almaktaydı. Dolayısıyla, II. Bayezid bu
sorunu Hammer’in belirttiği gibi devlet deniz gücü görevlendirilmesiyle değil, Akdeniz’de
Akıncı Leventlik yapan Türk denizcilerinin, resmi olmayan biçimde, kullanılmalarıyla
çözmeyi düşünmüştü. Görev verilecek leventlerin başında, o günlerin en ünlü Türk
denizcisi olan Kemal Reis gelmekteydi. Kurtarma harekatını o düzenleyecek, gemileri ve
denizcileri o sağlayacak, Sultan Bayezid da parasal, siyasal, askeri, ikmal gibi konularda
19
Kemal Reis’e destek verecekti.
Yukarıda değinildiği üzere Müslüman ve Musevilerin, İspanya’dan çıkarılıp
kurtarılmaları, Türklerin hoşgörülerini, insancıl duygu ve davranışlarını göstermesi
bakımından da önemli bir harekattır. Burada, hemen belirtilmelidir ki; Müslümanların
kurtarılmaları, Türklerin de Müslüman olmaları nedeniyle, doğal karşılanabilir; aslında
doğal karşılanması da gerekir. Hele Sultan Bayezid’in, dini inançlarına özenli bağlılığı
nedeniyle “Dindar Bayezid” olarak da adlandırıldığı göz önünde tutulursa, böyle bir
yardımın yapılmış olmasından söz edilmesi bile gereksizdir. Ancak Bayezid’in Museviler
için de aynı insancıl duygular ve davranışlar içinde bulunması, özellikle o günlerin
hoşgörüsüz Hıristiyan Avrupa’sında inanılmaz bir olaydır. Bu nedenle Müslümanların,
İspanya’dan kurtarılmalarına kısaca, Musevilerin kurtarılmalarına ise daha geniş biçimde
yer verilecektir.
Müslümanlar ve İspanyollar
M.711 yılında Afrika’dan, İspanyaya geçen İslâm mücahitleri, İberik
Yarımadası’nda, 715 yılında Endülüs Emevi Devletini kurmuş Kurtoba (Kardo), İşbiliye
(Sevil), Mürsiye, Belensiye (Valensiya), Tuleytula (Toledo) ve Granada başta olmak
üzere birçok kentte kültürel, sosyal ve bilimsel kuruluşlar oluşturmuş; bunlarla Avrupa
uygarlığını etkilemiştir. 1031 yılında Endülüs Emevi Devleti’nin çöküşünden sonra ortaya
çıkan küçük İslâm Devletlerinin birbirlerine düşmeleri, Hıristiyanların yavaş yavaş
genişlemelerini sağlamış ve başkenti Gırnata olan son İslâm Devleti ‘Ben-i Ahmer de
1492’de yıkılmıştır. Hammer’in yazdığı gibi, Ben-i Ahmer Devleti, Katolik Ferdinand ile
eşi Kraliçe İzabella’nın baskılarının dayanılmaz duruma geldiği 1486 yılında, bir elçi
yollayarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan yardım istemiştir. Elçi beraberinde ünlü şair Ebül Beka Salih bin Şerif’in, Müslüman halkın içinde bulunduğu zor ve acıklı durumlarını
anlatan bir şiirini de Sultan Bayezid'a sunmuştur. Sultan Bayezid 1487 yılında Kemal
Reis’in emrindeki bir filoyla İspanya sahillerini vurdurmuş ve bir kısım Müslümanı
gemileriyle Afrika ve Anadolu’ya getirmiştir.
Ben-i Ahmer Devleti, İspanyollara teslim olduğunda, Ocak 1492’de yapılan
sözleşme ve teslim olma koşulları gereğince, Müslümanların topluluk (cemaat) hakları
tanınmış, onlara kötü davranışlarda bulunulmayacağı yolunda güvence verilmişti. Ancak
İspanyollar bu koşullara üç hafta uymuşlar, ondan sonra Müslümanlara yapılmakta olan
eziyet, işkence ve zulüm yeniden başlamıştı: Müslümanlar bir yandan İspanya’yı terk
etmeye, bir yandan da bilim, teknik ve sanat sahibi olanlarla, tarımla uğraşanların
İspanya’dan ayrılmaları engellenerek, din değiştirmeye zorlanıyordu. 1492 yılında
bunların bir kısmı Kemal Reis, bir kısmı da Kuzey Afrika emirliklerince kurtarıldılar.
Ancak kalanların sorunu hiç bitmedi. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun bunlara
yardımı yıllarca sürdü. İspanya’dan kurtarılan Müslümanların bir kısmı Kuzey Afrika’ya
götürülmüş, bir kısmı da Anadolu’ya getirilerek Kars, Tarsus, Kozan yörelerine
yerleştirilmiştir. Ayrıca kendilerine toprak verilmiş ve beş yıl süreyle her türlü vergiden
bağışık tutulmuşlardır. Böylelikle çektikleri acıların unutulmasına kısmen de olsa yardım
edilmiştir.
Museviler ve İspanyollar
O günlerde, İspanya’da yaşamakta olan Musevilerin durumları da aynı biçimde
kötüydü. Çünkü onlar da yedi yüz yıldır yaşadıkları topraklarından varı-yoğu ellerinden
alınıp kovuluyor, İspanya’dan gidemeyen veya İspanya’da yaşamak isteyenler,
inançlarını bırakarak Hıristiyanlığı kabul etmeye zorlanıyorlardı. Bu durum engizisyon
20
zulmünün yeni bir görünümüydü. Kral Aragonlu Ferdinand ile Kraliçe Kastilyalı İzabel’in
aşağıya alınan ve Musevileri 3 aylık bir süre içinde İspanya’yı bırakıp gitmeye veya
Hıristiyanlığı kabul etmeye zorlayan 31 Mart 1492 tarihli sürgün ve vahşet fermanı,
tarihin ders alınması gereken en ağır engizisyon uygulamalarından birisidir. (Özeti
burada verilen bu ferman ve diğer bütün belgeler, kadirşinas Türk Musevilerinin yaptığı
yayınlardan alınmıştır. Yayınlar kaynak yapıtlarda 500. Yıl Vakfı Yayınları adı altında
sıralanmıştır.)
Yahudilerin İspanya’dan Atılmalarına İlişkin Emir:
“Allah’ın inayetiyle bizler Don Ferdinando ve Dona İzabella, İspanya, Kastil, Leon,
Aragon, Sicilya, Granada vs. Kralı ve Kraliçesi olarak, sevgili oğlumuz Don Juan’a, diğer
evlatlarımıza, din adamlarına, asillere, tüm idarecilere...
Katolik inancımızı Yahudi fikirler yerleştirerek bozmak isteyen kötü Hıristiyanların
mevcudiyetinden haberdar olunuz. Bilindiği gibi bütün yurdumuzda tesis edilmiş olan
engizisyon mahkemelerinin araştırmalarına göre bu Hıristiyanlar, Yahudi dinini
yaymaktadır. On iki seneden beri bunlarla mücadele eden engizisyon mahkemelerine
rağmen Musa dininin üstünlüğünü telkin ile Musevi paskalyasının tatbiki ile sünnet ve
oruçları uygulayan, Yahudi din kitaplarının okunması gibi kötü faaliyetlere kanan
Hıristiyanların mevcudiyeti tespit edilmiştir.
Uzun düşünce ve mütalaadan sonra ve kilisenin tavsiyesi neticesinde bütün
Musevilerin bir daha geri dönmemek üzere krallıklarımızdan atılmaları, Temmuz ayına
kadar bu emrin tatbiki, durum, yaş ve cinslerine bakılmaksızın, o tarihten sonra dönüş
yapanların derhal idamları ve mallarının müsaderesi emredilmiştir.
Musevileri müdafaaya kimsenin kalkışmaması için emrimiz kati olup, bize karşı
gelenlerin mallarına, gemilerine, şato ve evlerine el konacaktır.
Himayemiz altında tüm Museviler Temmuz ayına kadar mallarını, evlerini
satacaklar ve bu satış neticesinde elde edilen değeri altın, gümüş, kıymetli taşlar, geçerli
para, ihracatı yasaklanmış yiyecekler hariç, hicret ederken beraberinde
götürebileceklerdir. Bütün meclisler, mahkemeler ve iyi insanlar bu emrimizin harfiyen
tatbikine dikkat gösterip, kontrol edeceklerdir. Bu emrimiz ilan edilerek herkesin bilgisine
sunulacaktır.
Miladi 1492 Mart ayının 31’inci günü Granada şehrimizde yazılmış ve tasdik
edilmiştir.
Ben
Kral Ferdinand
Ben
Kraliçe İzabella “
Yukarıdaki atılma emrinden sonra Musevilerin ne büyük çaresizlik içine
düştüklerini, araştırmacı yazar Harry Ojalvo’nun kaleminden okuyalım (The
Quincentennial Foundation. A Retrospection. S.6) :
“2 Ağustos 1492. Yer, İspanya’nın Kadiz Limanı. Vakit, gecenin geç saatleri.
Kadın, erkek, genç ihtiyar bir insan kütlesi sessiz, ağır ve yaslı, rıhtıma yanaşmış
gemilere biniyor. Yüzler hüzünlü, gözler yaşlı.
21
Bunlar yedi yüz yıldır bu topraklarda oturan İspanyol Musevileri. Yedi yüz yıldır
oturdukları topraklardan gidecekler, ya da kendi inançlarından vazgeçip, Hıristiyan
olacaklar. Bunlar, canları pahasına da olsa, dinlerini değiştirmeyenler, gitmeyi
yeğleyenler...
Gidecekler ama nereye? Ta eskilerden kulaklara gelmiş bir öykü var: Osmanlı’nın
toprakları huzur ve barış cenneti. Gerçekten öyle mi? Öyle olsa, bile Akdeniz’in
dalgalarıyla boğuşarak o uzak diyarlara nasıl varacaklar? Bilmiyorlar. Ancak her şey
Aragonlu Ferdinand ve Kastilyalı İzabel’in zulmüne katlanmaktan daha iyi.
Aragonlu Ferdinand ve Kastilyalı İzabel bu işi yıllar önce tasarlamışlar. 1478’de, o
insanlığın yüz karası engizisyonu ülkelerine getirmişler, Papa’dan da baş hakim atamak
için yetki almışlar. Ölüm makinesi artık yüzyıllar boyu işlemeye hazır sayılırdı. Öyle de
oldu. Engizisyonu İspanya’dan yasal olarak kaldırmak, on dokuzuncu yüzyılın başında,
Napolyon’a düştü.
Rıhtımdaki gemiler Türk kadırgalarıydı, Kemal Reis’in kadırgaları. Ve insanlar
yeisin verdiği sessiz bir katlanma ile kadırgalara biniyorlardı. Vakit daralmıştı.
Türk Gemileriyle İstanbul’a Getirilip İspanyol Zulmünden Kurtarılan Musevilerin İstanbul’da
Sultan II. Bayezıt Tarafından Karşılanışını Gösteren Temsili Resim
Türk Gemileriyle İstanbul’a getirilip, İspanyol zulmünden kurtarılan Musevilerin,
İstanbul’da, Sultan II. Bayezid tarafından karşılanışını gösteren temsili resim. (The
Quincentennial Foundation. A Retrospection. S.15)
Aragonlu Ferdinand ve Kastilyalı İzabel’in 31 Mart 1492’ de imzaladıkları, tarihin
sayfalarını lekeleyen “Kovulma Fermanı”nın Musevilere her şeylerini bırakıp gitmeleri
için tanıdığı süre o gece yarısı bitiyordu. Tarih 2 Ağustos 1492.
Ya kalanlar? Ya başka yönlere gidenler? Kalanlar en bahtsız olanlarıydı.
Hıristiyanlığı kabul ettiler ama Hıristiyanları inandıramadılar. İşte o zaman engizisyon
devreye girdi. Din adına, Tanrı adına, en feci cinayetleri işlemeye başladı. Engizisyon,
Hıristiyanlığını gerçek saymadığı masum insanların ruhunu kan ve ateşle kurtarıyordu.
Bazen de bu masum insanlar varlıkları ellerinden alınmak için yok ediliyordu. Ne çıkar ?
22
Amacı kutsal kilise onayladıktan sonra...
Gidenler önce yakını seçtiler. Portekiz’e gittiler... Ancak ulaşabildikleri rahat birkaç
yıl sürdü. Tarih içinde Batı Hint Adalarına kadar uzanacak olan engizisyon, Portekiz'i mi
sarmayacaktı? Yeniden zulüm, yeniden kaçış.
Uzağa gittiğini sananların, kurtuluşu Hollanda’da, İtalya’da arayanların da akıbeti
değişik olmadı. İnsanın insana reva gördüğü insanlık dışı davranışlar oralara da
varmakta gecikmedi. Sonuç gene aynı: Yeniden zulüm, yeniden kaçış...
Korkuyla, kuşkuyla Akdeniz’e açılanlar, gerçekte asıl kurtuluşa ulaştılar. Osmanlı
toprağının huzur ve barış cenneti olduğunu söyleyenler abartmamışlardı. Türkiye’ye
gelen Museviler huzur ve barıştan başka, engin bir özgürlüğe kavuştular. Hem de beş
yüz yıl aralıksız sürecek bir huzur, barış ve özgürlüğe. Ve bunu hiç unutmadılar.
Kemal ve Piri Reisler Devlet Hizmetinde
Kemal Reis’in hayatının en önemli olaylarından biri de yeğeni Piri Reis ile birlikte
devlet hizmetine girmeleridir. Kısmen Piri Reis’in Bahriye’sinde de değinilen olayın
gelişmesi şöyledir:
Daha önce de değinildiği üzere, Cem Sultan’ın ölümüyle birlikte II. Bayezid,
Avrupa’nın, Cem Sultan’ın salıverilmesine dayanan tehdit ve şantajından kurtulmuş
oluyordu. Cem Sultan’ın ölümünden önce, onun serbest bırakılması durumunda yeni
ayaklanmalara girişeceğinin bilincinde olan II. Bayezid batılı devletlerle uzlaşmacı bir
politika gütmüş, böylelikle onların taarruzlarından kurtulmuş ve Osmanlı Devleti’nin
gücünü korumayı başarmıştı. Cem Sultan’ın ölümünden sonra değinilen uzlaşma
politikasının değiştirilmesi gerekiyordu. Yeni bir devlet politikası oluşturulacaktı. Yeni
politikanın amacı; Osmanlı Devleti’nin tehdit edilen devlet konumundan çıkarıp, tehdit
oluşturan devlet konumuna getirilmesiydi. Bu amaca erişmek için kara ordusu yeniden
teşkilatlandırılıp kuvvetlendirilirken, deniz kuvveti de etkili ve güçlü bir yapıya
kavuşturulacaktı. Görünen oydu ki donanmanın öncelikli hedefleri Rodos Şövalyeleri ve
Venedik olacaktı. Çünkü Bayezid’in elini kolunu bağlayan siyasi durum nedeniyle
olabildiğince şımarmış olan Rodos şövalyeleri, bir yandan Türk sahillerindeki yerleşim
yerlerine baskın yapıp, buraları yağmalarken, bir yandan da Türk ticaret gemilerini
vurmaktan geri kalmıyorlardı. Daha da önemlisi, deniz yoluyla Hac ibadetini yapmaya
giden Müslümanları sürekli taciz edip, zarar verdikleri yetmiyormuş gibi yine deniz
yoluyla, İskenderiye üzerinden Hicaz’a gönderilen, Mekke ve Medine Vakıf gelirlerini de
yağmalıyorlardı. Yapılanlar, dindar oluşu nedeniyle “Veli veya “Dindar Bayezid” olarak
da anılan Padişah için yüz karası sayılabilecek bir durumdu.
Venedik’e gelince; geçmiş yıllarda, çıkarlarına uygun olduğu için barış yolunu
seçmiş gibi görünen Venedik, o yıllarda bile, el altından düşmanlığını sürdürmekten geri
kalmamıştı. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet döneminde Türk egemenliğine sokulmuş,
sonradan tekrar Venedikliler tarafından ele geçirilmiş olan Mora’daki, Moton, Koron ve
İnebahtı gibi kaleler hâlâ Venedik’in elinde bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin batıya
doğru genişlemesini engelleyen bu kalelere yönelmenin zamanı gelmişti. Kaleler ele
geçirilmeli ve Venedik cezalandırılmalıydı. Bu sıralarda Macarlarla imzalanmış olan 3
yıllık barış anlaşması da II. Bayezid’in Mora ve Akdeniz’de daha serbest davranmasına
olanak vermekteydi. Ancak girişilecek harekatta başarılı olabilmek için Venedik’in sahip
olduğu gibi güçlü gemiler yapılmasına ve bunları kullanacak deneyimli, yiğit gemicilere
gereksinim vardı. Bayezid zaman kaybetmeyip hazırlıklara başladı. Hazırlıkların içinde
23
gemicilikten iyi anlayan Akdeniz’deki tüm Akıncı Leventlerin, devlet hizmetine alınmaları
da bulunuyordu. Hemen bunlara çağrılar yapıldı. Çağrıya uyan birçok akıncı levent gibi
Kemal Reis de yanında yeğeni Piri Reis ve öteki silah arkadaşlarıyla birlikte, Gelibolu’ya
gelip, Kaptan-ı Derya Davut Paşa aracılığıyla, Bayezid'e sunuşta bulunarak, devlet
hizmetine girdiler. Piri Reis bu olayı Bahriye’ sinde şöyle anlatmaktadır : (S. 4 a):
“*Bir gün Bayezid Han’ın lütufta bulunarak bize gönderdiği yüce bir buyrultu (yazılı emir)
geldi.
*‘Kemal kapıma gelsin ve orunumu (yüce katıma) denizle ilgili hizmetlerde bulunsun’
diye buyurmuştu.
*Ey can! Bu buyruğun tarihi olan dokuz yüz yılında gelerek vatan tuttuk..”
Piri Reis’in yukarıdaki dizelerinden, devlet hizmetine giriş tarihine, yalnız yıl olarak
değil, ay olarak da yorum getirmek olanağı da bulunmaktadır. Şöyle ki; Hicri 900 yılı 1
Ekim 1494 günü başlayıp 19 Eylül 1495 günü son bulmaktadır. Cem Sultan ise 31 Aralık
1494’te ölmüştür. Tarihlerin değerlendirilmesinden, Kemal ve Piri Reislerin 1495 yılının
ilk aylarında devlet hizmetine girmiş oldukları anlaşılmaktadır.
Kemal Reis’in Devlet Hizmetindeki İlk Yılları ( 1495–1511 )
Artık Kemal ve Piri Reisler devlet hizmetindedir. Acaba Kemal Reis, devlet
hizmetine girdikten sonra hangi görevlere getirilmiş ve ne gibi hizmetlerde bulunmuştu?
Bazı araştırmacılara göre Kemal Reis devlet hizmetindeki ilk bir buçuk yılını
Gelibolu ve İstanbul tersanelerinde gemi hazırlamak ve adam yetiştirmekle geçirmiştir.
Bu görevi yerine getirirken, gerektiğinde Akdeniz’e de açılan Kemal Reis, Mekke ve
Medine vakıflarının İstanbul’dan İskenderiye’ye götürülmesi ve Hac yolunun güvenliğinin
sağlanmasıyla da yükümlü kılınmıştır. Tarih yazarlarının verdiği bilgiler de ayni
doğrultudadır. Onlar da Kemal Reis’in, Mısır’a giden konvoylara öncülük ettiğini, bununla
kalmayıp Adalar Denizi ve doğu Akdeniz’de devriye görevi yaparak Türk ticaret
gemilerini Hıristiyan korsanlardan ve Rodos Şövalyelerinden koruduğunu yazmışlardır.
Örneğin; Aşık Paşazade’ye göre, Padişah, 903 yılında (29 Ağustos 1497 – 18 Ağustos
1498 arası) Mekke ve Medine vakıf gelirlerini Kemal Reis komutasındaki bir donanma ile
İskenderiye’ye göndermiştir. Kemal Reis gidiş yolunda, Girit sularında, Rodos
şövalyelerinin tacizine uğramış, bu tacizi savuşturmuş ancak dönüş yolunda yeniden
karşılaştığı şövalyeleri bu kez bağışlamamıştır. Yapılan savaşta Şövalyelerin amiral
gemisini batırmış, Türk tarihçilerinin Sunturluoğlu diye adlandırdığı Rodos
şövalyelerinden Nicolas Centurione’yi ele geçirip, beş Rodos gemisi ve yüzlerce esirle
birlikte İstanbul’a getirip Padişah’a takdim etmiştir (TDV. İslam Ansiklopedisi. C.25,
s.227)
Konyalı da, Tarih-i Maarif’te Kemal Reis’in, Mısır’a gidişine yer verildiğini ve
bunun 902 (8 Eylül 1496 – 28 Ağustos 1497) yılındaki olaylar arasında,
Aşıkpaşazade’ye benzer biçimde anlatıldığını belirtmektedir (İ. Hakkı Konyalı, Topkapı
Sarayındaki Deri üzerine… ).
Venedikli tarihçi Marino Sanuto (D. Venedik 1466-Ö. Venedik 1530) da, ünlü
günlüğünde “İskenderiye’deki Venedik casusu Chaplain’den aldıkları 4 Haziran 1498
tarihli mektuptan, Kemal Reis’in 5 kadırga, 2 barça ve 6 fustaden oluşan bir filoyla Nil
Nehri’nin ağzındaki Reşit kentine geldiğini öğrendiklerini ve casusun verdiği bilgiye göre
24
Kemal Reis, II. Bayezid’den Memluk Sultanına armağan getirdiğini” ayrıntılarıyla
açıklamıştır. ( Marino Sanuto, Diarii , I,S.1033; S.Soucek, Piri Reis and.. S.41)
Bayezid, Hac yolunun güvenliğine öncelik vermekle hacıların korunmasının yanı
sıra, Batı Akdeniz’e güvenli biçimde açılmanın ön koşulu olan Doğu Akdeniz’in kontrol
altına alınmasını da sağlamış oluyordu. Zaten donanmanın hazırlıklarının
tamamlanmasına kadar geçecek süre içinde bundan başka bir şey yapılamazdı.
Mordtman da 1505 yılında Kemal Reis’e ayrıca Anadolu Kıyıları önündeki
korsanların yola getirilmesi Mısır’a giden gemilerin götürülmesi ve korunması
görevlerinin verildiğini yazmaktadır. (48)
Bütün bunlar Kemal Reis için ikinci derece görevlerdir. Aslında Kemal Reis’e
verilecek görev, doğal olarak, Kaptan-ı Deryalık olmalıydı. Ancak Kemal Reis’in yetişme
biçimi, yani devlet görevlerinde belli hizmetlerde bulunup, belli aşamalardan geçmemiş
olması, o günlerin devlet görenekleri, atamalarda uygulanan yöntemler onun böyle bir
göreve getirilmesine olanak vermemekteydi. Bu nedenle, Kemal Reis’e yukarıdaki
görevlerin verilmiş olmasında kuşku duyulmamakla birlikte, bunlar onun için ikinci derece
görevlerdir. Ona verilen asıl görev II. Bayezid’a özel danışmanlık yapmaktır. Dolayısıyla,
bu görevinin gereği olarak devletin deniz politikasının belirlenmesinde söz sahibi olacak
ve bu politikayı hayata geçirecek, iyi eğitilmiş personele sahip güçlü bir donanmanın
oluşturulmasına çalışacaktı. Nitekim hatırlanacağı üzere, Kemal Paşazade’nin Kemal
Reis’e ilişkin yazmış olduğu “…Böylece Kemal Reis’in danışmanlığında yapılan
görüşmelerde Akdeniz’de kurulacak egemenliğin yararları ve zararları incelenerek,
geleceğin buralarda gelişeceği kabul edildi.” biçimindeki satırlar, bu görüşü
doğrulamaktadır. Kemal Reis’in danışmanlığında oluşturulan bu Akdeniz politikasının
uygulanması, yalnız o yıllarla sınırlı kalmayacak, daha nice yıllar, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Akdeniz politikasının temelini oluşturacaktır
Kemal Reis’in II Bayezid’e danışmanlık yaptığının bir başka önemli kanıtı da
Bahriye’de yer almaktadır.
Korfu Adası ( Bahriye, Köprülü 171)
25
134 b) Esenlik O’nun üzerine olsun, Hazreti Muhammedin hicreti tarihine göre,
dokuz yüz otuz bir yılında (28 Ekim 1524 -17 Ekim 1525) Venediklilerin Körfuz (Korfu
Adası) Adası’ndaki egemenlik süresi yüz yirmi dokuz yıl olmuştu. Daha önce adayı
Kargire adındaki bir kadın ele geçirmiş ve yönetmiş. Venedikliler bir hile ile Kargire’nin
elinden almış ve egemenlikleri altındaki yerler arasına katmıştır. Ancak, rahmetli Kemal
Reis, bu adaya ilişkin olarak, hep “Venedik’in iki gözü vardır. Sol gözü Moton Kalesi, sağ
gözü Körfuz Adasıdır.” düşüncesini dile getirirdi. O, bu görüşünü, toprağı tertemiz olsun,
rahmetli Sultan Bayezid Han Hazretlerinin huzurlarına sunmuştu. Bunun üzerine,
merhum Padişah adanın alınması amacıyla Kara ve Deniz Kuvvetlerinden asker çekerek
bir sefer düzenledi. Fakat İstanbul’da çok oyalanıp deniz mevsimi de geçtiğinden ve
rüzgar öte yandan bu tarafa esmeye başladıktan sonra, denize çıkıldığından dolayı,
zorunlu olarak İnebahtı'ya gidildi...”
Piri Reis’in Korfu Adasına ilişkin yazdıklarından, II Bayezid’in İnebahtı’nın
fethinden sonra, Korfu Adasına düzenlenmiş olan sefere, Kemal Reis’in görüşleri
üzerine karar verdiği anlaşılmaktadır. Bu karar, ayrıca, Bayezid’ın Kemal Reis’in
görüşlerine ne denli önem verdiğini de göstermektedir.
Tarih-i Gülşen-i Maarif’te de Kemal Reis’ten “Yine Tersane-i Amire Reislerinden
Kemal Reis (İ.H. Konyalı, Topkapı Sarayındaki… s.)” biçiminde söz edilmiş olması,
Kemal Reis’in devlet hizmetindeki ilk yıllarında, donanmanın oluşturmasıyla da
görevlendirildiği yolundaki görüşleri haklı çıkarmaktadır.
Böylelikle, Kemal Reis’in gözetiminde hazırlanan gemiler ve yetiştirilmeye
başlanan denizciler Türk donanmasını kısa zamanda Akdeniz’de hatırı sayılır bir güç
durumuna getirecektir.
TDV İslam Ansiklopedisinde, Kemal Reis’in “1502’deki Osmanlı- Venedik
barışının sağlanmasındaki rolünden 1510’da ölümüne kadar geçen sürede Ege
Deniz’indeki ticaretin güvenliğini sağlamak ve fevkalade elçi olarak Memluk Devletine
gitmek gibi görevler” üstlendiğini yazmaktadır.
Kemal Reis, bu hizmetlerinin yanı sıra, donanmada bir takım yenilikler de
yapmıştır. İ. Parmkaksızoğlu’nun, Safai’nin “Fetihname-i Moton ve Koron” adlı eserine
dayanarak verdiği bilgiye göre, yapılan yeniliklerin başında Türk savaş gemilerinin, o
zamana kadar görülmemiş derecede uzun menzilli toplarla donatılmaları gelmektedir. Bu
yenilik sayesinde düşmanın çok uzaktan karşılanması mümkün olmuş ve Türk
donanmasına büyük üstünlük sağlamıştır (Türk Ansiklopedisi. C.XXI S. 475, İslam
Ansiklopedisi. S.567).Yılmaz Ertuna da uzun menzilli toplara ilişkin şu bilgileri
vermektedir :”Amiral Geronymo Contarini’nin 24 Temmuz 1500’ de Modon muhasarasını
(kuşatmasını) kaldırtmak maksadıyla Türklere denizden hücumu başarı kazanamadı.
Türk Donanması’na Kemal Reis tarafından koydurulan yeni toplar, Venedik deniz
toplarından çok üstün silahlardı. Hem çok uzun menzilli idiler, hem de çabuk ve sık ateş
yapabiliyorlardı.” (Yılmaz Öztuna. Büyük Türkiye… C 3. S.183-184)
Bütün bunlar Kemal Reis'in devlet hizmetindeki ilk yıllarında üstlendiği görevler
hakkında yeterince fikir vermektedir. Doğal olarak Kemal Reis anılan görevlerini
yaparken, Piri Reis, deniz harekâtı başta olmak üzere, her zaman amcasının yanında
olmuştur.
Bu ayrıntıların başında onun 1499–1502 yıllarındaki Osmanlı-Venedik deniz
savaşlarındaki hizmetleri gelmektedir. II. Bayezid, Batı Akdeniz’e açılmaya, bu amaçla
26
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yıllardır açık, kapalı düşmanlık gösteren ve Türk ticaret
gemilerine zarar veren Venedik’e karşı bir savaş başlatarak onu kesin yenilgiye
uğratmaya karar verdiğinde, savaşın daha çok denizlerde olacağını da bilmekteydi, İlk
hedefler arasında, Venedik’in elinde bulunan Mora Yarımadası’ndaki; Moton (bugünkü
Methini) Avarano (Navarin yahut bugünkü Pilos) ile İnebahtı Körfezi’ndeki; İnebahtı
(Lepanto yahut bugünkü Navpaktos) ve Koron (bugünkü Korintos) gibi stratejik önemi
büyük kalelerin ele geçirilmesi yer almaktaydı.
Böylelikle girişilen Mora seferi, Osmanlı İmparatorluğuyla Venedik arasındaki,
1499–1502 yıllarını kapsayan, dört yıllık yıpratıcı bir savaşın ilk harekatı idi. Mora
seferinde, Kemal ve Piri Reislerin yaşadıkları ve yaptıkları hizmetlerin açıklanmasını
kolaylaştırmak amacıyla, önce harekata ilişkin bir özet sunulacaktır:
Sultan Bayezid, Mora Seferine başlamak üzere 1 Haziran 1499’da İstanbul’dan
Edirne’ye doğru yola çıktı. Sefere hazırlıkları sırasında, Padişahın bir yıl içinde
yaptırmayı başardığı barça, kalyon, kadırga gibi 300 gemiden oluşan donanma da
Kaptan-ı Derya Küçük Davut Paşa komutasında 4 Temmuz 1499’da Gelibolu’dan
İnebahtı'ya doğru yelken açtı.
(Bahriye-Köprülü Kütüphanesi,171) İnebahtı Kıyıları
Davut Paşa’nın gemileri içinde yeni üretilmiş iki koca Göke de bulunuyordu. İki
gökeden biri Barak Reis’in, diğeri de Kemal Reis’in emrine verilmişti. Öteki filolara Kara
Hasan, Hersek Reis gibi ünlü denizciler komuta ediyorlardı. Kemal Reis donanmanın
“Temaşalık Mevkii”ne kadar olan yolculuğunda, öncülük görevini üstlenmiş ve görevi
esnasında Çuka adası yöresinde karşılaştığı dört gemilik bir Venedik filosunu kaçmak
zorunda bırakmıştı.
Davut Paşa gemilerinin hareketini kısıtlayan az rüzgarlı havalar nedeniyle yolda
oldukça geciktiği gibi, Moton'a varılmadan önce karşılaştığı, kötü hava koşulları
yüzünden, bir süre bu limanı koruyan Sapiyenza Adası’nın altında beklemek zorunda
kalmıştı. Bu nedenlerle donanma, İnebahtı'nın karadan kuşatılmasından üç ay sonra
göreve başlayabilmişti. Bu gecikme Venediklilerin
çok işine yaramıştı. Çünkü,
İnebahtı’yı savunmak üzere gönderilmiş olan, Amiral Antoniyo Grimani komutasındaki
yüz altmış parçalık donanma, bu gecikmeden yararlanarak, İnebahtı Limanı’nı denizden
27
kapatmaya olanak bulmuştu. Moton’da da, daha önceden, savaş hazırlıkları sırasında
gönderilmiş Amiral Andrea Lorendon komutasında on yedisi büyük gemi ve kalanı
kadırga olmak üzere altmış dört parçalık bir donanma bulunmaktaydı. Amiral Antonio
Grimani, İnebahtı Limanı’nı kapattığı sırada, Türk donanması Navarin ile Brodano Adası
arasındaki kanala girmiş ve girer girmez yolunun kesildiğini görmüştü. Amiral Grimani,
Türk donanmasının üstün gücü karşısında, savaşıp savaşmamakta duraksamaya
düşerken on beş savaş gemisinin daha kendisinin yardımına gelmesi üzerine
savaşmaya karar verdi.
Türk Gökelerinden biri (Kâtip Çelebi; Tuhfet-ül Kibar fi Esfar-ı Bihar)
Böylece, Türkler ile Venedikliler arasındaki savaşların en önemli deniz
muharebelerinden biri olan Barak Reis veya Zenşiyo (Zonchia) Deniz Şavaşı başladı.
(Barak Reis Adasının, bugünkü adı Prote Adası olup, Navarin ile Arkadakya arasında ve
kıyıya oldukça yakın bir yerdedir.)
Türk tarihçilerine ve ansiklopedik bilgilere göre 28 Temmuz 1499, Prof.S.
Soucek’e göre 12 Ağustos 1499 tarihinde yapılmış olan savaş başladığında, rüzgar
Venedik donanmasına uygun biçimde esmekteydi. Venedik donanmasının öncü
gemisine Amiral Armenio, Türk donanmasının öncü gemisi olan gökeye de Barak Reis
komuta etmekteydi. Barak Reis Adası’nın yakınında olagelen bu savaş dört saat sürdü.
Avrupalılar bu savaşı “Zonchia Savaşı”, Türkler ise “ Barak Reis Savaşı” olarak
adlandırmaktadır.
Savaş başlamadan önce Venedik, İstanbul’daki elçileri vasıtasıyla, can
düşmanları ve büyük korkuları olan Kemal Reis’in, Barak Reis’in gökesinde bulunduğu
yolunda bir bilgi almışlardı. Bu nedenle, yirmi kadar Venedik gemisi, Kemal Reis’i ele
28
geçirmek umuduyla doğrudan doğruya Barak Reis’in gökesine saldırıya geçti. Bunlardan
Amiral Andrea Loredon’un komutanı olduğu Pandora gemisi dahil, her birinde biner kişi
bulunan iki göke, ve her birinde beşer yüz kişi olan bir mavna ve bir barça, çengel borda
kancaları atarak Burak Reis’in heybetli gökesine rampa ettiler. Amaçları Kemal Reis’i ele
geçirerek, intikam almaktı.
Barak Reis, başlangıçta Venedik barçasını ve mavnasını, top atışıyla batırmayı
başardıysa da, iki Venedik gökesinin, hem sancak hem de iskele tarafından kendi
gökesine rampa edip, gemisini bloke etmelerine engel olamadı. Korkunç bir savaş
başlamıştı. Tarihçi Hammer, Barak Reis gökesindeki bu savaşı şöyle anlatmaktadır:
“Her iki taraf, geminin güvertesinde kıyasıya dövüştüler. Kılıçlar ve palalarla birbirlerine
korkunç hamlelerle hücum ettiler (54).”
Savaş sürerken Barak Reis kendi gökesini Venedik gökelerinden ayırmak için çok
uğraştı, ancak başaramadı. Bunun üzerine Venedik gökelerini, neft yağıyla ateşe
vererek, onlardan kopup kurtulmayı denedi. Ancak bu girişimi de sonuça ulaşamadı ve
sonunda üç gemi de (Barak Reis’in gökesi ile iki Venedik gökesi ) yanarak sulara
gömüldü.
Barak Reis’in gökesinde gerçekten Kemal adlı birisi bulunmaktaydı. Ancak bu kişi
Venediklilerin sandığı gibi denizci Kemal Reis değil, savaşçı askerleriyle birlikte sefere
katılan Yenişehir Beyi Kemal Bey idi. Kemal Reis ise kendi gökesi ve emrindeki Piri
Reis’in gemisi dahil filosunun öteki gemileriyle birlikte savaşı sürdürmekteydi. Barak
Reis’in gemisinin batmasının ardından Kemal Reis hemen taarruza geçmiş perişan
durumdaki Venedik donanmasını kuzeye doğru çekilmek zorunda bırakmıştı.
Amiral Andrea Girmani, rakibi olarak gördüğü Amiral Loredano’nun ölümüne pek
sevinmişti. Ancak, önemli bir kuvvetten de yoksun kaldığının da farkındaydı. Bu
durumda bir şey yapamayacağını anlayınca Korfu Adası’na kaçmaktan başka bir çare
bulamadı. İnebahtı yolu açılan Türk donanması da Holomiç Limanı’ndan aldığı savaşçı
erlerle, kuzeye doğru seyretti. Bu arada Amiral Grimani, Fransa ve Rodos
şövalyelerinden aldığı 22 gemilik yardıma güvenerek, Türk donanmasının önünü
kesmek üzere bir girişimde daha bulundu. Ancak, yine başarılı olamadı ve Türk
donanması 25 Ağustos 1499 günü İnebahtı Limanı’na girmeyi başardı.
Türk Donanması bu savaşta Venedik donanmasına karşı büyük üstünlük
sağlamıştı. Ama ne yazık ki, Kemal Bey, Barak Reis, Kara Hasan Reis ve bunlar gibi
pek çok değerli 500’e yakın komutan, tayfa ve savaşçı er şehit olmuştu.
Barak Reis Adası ve Koron Kalesi ( Köprülü,171)
29
Piri Reis bu ilk deniz savaşı hakkında şunları yazmıştır:
(S.124 b)“… Çonko Limanı’ndan Piratana Adası, karayel yönünde dokuz mildir.
Piratana, Barak Adasına verdikleri addır. İnebahtı Seferi’nde Barak Reis’in barçası bu
adanın şuluk tarafında, dört mil uzakta Venediklilerin iki barçasıyla birlikte yandığı için
ona Barak Adası denmiştir.”
Kemal Reis’in Barak Reis Savaşı’ndaki görevinin ayrıntılarında önce, “Barak Reis”
adının üstünde kısa bir açıklamaya gerek duyulmuştur. Çünkü bu ad günümüzde, yanlış
biçimde,“Burak Reis” olarak kullanılmaktadır. Burak “ Hazreti Muhammed’in Miraç
olayında bindiği semavi binek” anlamındaki Arapça bir özel addır. Barak’ın ise Batı
Türkçe sinde “tüylü çuha, kebe ve tüylü bir cins av köpeği, uzun tüylü bir soy at”
anlamlarında bir ad olup ayni zamanda kişi ve aşiret adı olarak da kullanıldığı
bilinmektedir. Nizip köylerinde yaşayan bir Türkmen aşireti Barak adını taşımaktadır.
Dolayısıyla bu kahraman denizcinin adı Burak Reis değil, Barak Reis’tir. Nitekim batılı
kaynaklarda da Barak Reis olarak söz edilmektedir. (daha fazla bilgi için Şerafettin
Turan’ın, “Barak Reis’in Şehzade Cem Meselesiyle İlgili Olarak Savoi’ya Gönderilmesi”
adlı incelemesine ve Türk Ansiklopedisindeki Barak Reis maddesine bakılması) Kemal
Reis, bu deniz savaşında donanmanın kıyı kanadında görev yaparak Venedik
gemilerinin Türk donanmasının gerilerine sarkmasına engel olmuş, ayrıca kıyıdan
yapılan saldırıları da püskürtmüştür. Yılmaz Öztuna, “Bu savaşta, Donanmay-ı
Hümayun’u, kendisinin denizci olmamasından ötürü, Küçük Davut Paşa tarafından değil,
Kemal Reis tarafından yönetildiğini” yazmaktadır (Yılmaz Öztuna. Büyük Türkiye. C.3,
S.182).
Kemal ve Piri Reisler savaştan sonra İnebahtı'ya giderek, kalenin denizden
yapılan kuşatmasını başlattılar. Zaten kale daha önce karadan Mustafa Paşa tarafından
kuşatılmış bulunuyordu. Sonunda kale teslim oldu ve donanma da alınan buyrultu
(ferman) üzerine Germe’ye yakın olan Umur Bey limanında kışlamaya gitti; Kara Ordusu
da Edirne’ye döndü.
Kemal Reis’in İnebahtı seferindeki bir başka yararlığı 21 Ağustos 1499 tarihinde
yapılan “Holomiç” savaşında görülmüştür. Savaş gününün akşamı düşman gemileri
savaş alanını bırakıp, kaçarken onları kovalayan gemilerin başında Kemal Reis’in gökesi
bulunuyordu.
23 Ağustos 1499 tarihinde yapılan Çamlıca Deniz Savaşı’nda ise Kemal Reis,
donanmanın engin yanını tutuyordu. Venedikli Amiral Pesaro, Kemal Reis’e karşı bir
taarruza geçmiş, ancak başarısızlığa uğramıştı. 25 Ağustos’ta İnebahtı Boğaz’ını
kapatmak isteyen Venedik gemilerine karşı yapılacak yarma harekatının planını,
Başkomutan Hersekzade Ahmet Paşa ile Kemal Reis birlikte hazırlamışlardı. Kemal
Reis plan uyarınca o gece başlayan ve ertesi günü de süren Papaz Burnu
muharebesinde yalnız düşman hatlarını yarmakla kalmamış, aynı zamanda, gemilerde
bulunan kara askerlerinin baskısı altında kaldıklarından, savaş alanından çekilmek
isteyen bazı donanma gemilerini, yeniden düşman üzerine sürmüştür.
Kemal Reis, İnebahtı Savaşı’nın ardından Umur Bey Limanı’nda, gemilerin bakım
ve onarımı ile uğraşmıştır. Mordtmann ise, Kemal Reis’in İnebahtı Seferinden sonra
İstanbul’a gitmeden önce Tunus’a gittiğini ve Sardunya yöresinde (1501) bir Venedik
30
gemisi ile çatıştığını, daha sonra Sardunya Adasını vurarak, toplarca kumaş ile 1050 esir
aldığını ileri sürmektedir.
Kemal Reis’in gemilerinin bakım ve onarımlarını yaptırdığı Umur Bey Limanı bu
adını, ilk Türk Deniz Kuvveti teşkilatını kuran ve bu nedenle ilk Türklerin ilk Deniz
Kuvvetleri Komutanı olan “Gazi Umur Reis” veya “Umur Paşa” adından almıştır.
Piri Reis de Bahriye’de, İnebahtı kıyılarını anlatırken ünü o yıllara değin gelmiş
Gazi Umur Reis hakkında, halk arasındaki söylentilere dayanarak şu bilgiyi vermektedir:
(127 a): “Aspire İspiti Limanı’nın Lodos- Günbatısı tarafında Seline denilen bir
kale var. Bu kalenin de İnebahtı tarafında Keşişlik dedikleri bir adacık var Bu adacığı
Gazi Umur Bey fethetmiştir; hatta o yerin, Müslüman olmayan yaşlılarından işittiğimize
göre, Gazi Umur Bey, Atina Körfezi’nden İnebahtı Körfezi’ne, gemilerini altı millik bir kara
kesiminden aşırarak geçirmiş ve İnebahtı yakınlarında kimi yerleri zapt etmiş; daha
sonra da, Gazi Umur Bey, o gemileri orada yakarak, aldığı esirleri karadan sürüp bu
taraflara getirmiş.”
İnebahtı’dan sonra, 11 Temmuz 1500 tarihinde Moton ve hemen ardından önce
Navarin, sonra da Koron denizden ve karadan kuşatılmış ve kuşatmalara dayanamayan
kaleler kısa bir süre sonra teslim olmuştur. Teslim için yapılan anlaşmaya uyularak,
kaledekilerin malları, çoluk çocuklarıyla Avrupa ülkelerine gitmelerine izin verildi. (Yılmaz
Öztuna, Rasoniyi’nin Türklük adlı eserine dayanarak, Navarin’in Avar Türkleri tarafından
kurulmuş bir kent olduğunu ve "Avar” kelimesinden geldiğini yazmaktadır (Yılmaz
Öztuna. Büyük Türkiye….c.3, S.182).
Piri Reis İnebahtı’nın alınışından sonra yapılan Koron seferine ilişkin Bahriye’de
şunları yazmıştır: ( S. 116 b ) “İnebahtı Seferi’nden önce bu adacığın (Anabolu Kalesi
önündeki küçük ada) üzerine Venedikliler bir kale yapmışlar, her yanına toplar
koymuşlardı. Kale yakınına yabancı gemi sokmazlardı. Moton Seferi’nden dönüp
gelirken, asker gemileriyle o kalenin üstüne gittiğimizde gemilerin yürüyememesi,
böylece de her hangi bir yabancı geminin burç yakınına ulaşamaması için, gemiler
getirip burcun çevresinde batırdılar. Şimdi, bu yerler, sözü edilen kaleye karşı, çok güzel
demir yerleridir.”
Savaşın ardından İmparatorluğun kara ve deniz güçleri üslerine döndüler. Bu
sırada Venedikliler, 3 Aralık 1500 tarihinde, Amiral Benedetto Pesaro Komutasında bir
filo ile Navarin önlerine geldiler. Kaledeki Hıristiyan bir Arnavut kale kapılarını onlara açtı
ve Venedikliler kaleyi ele geçirdiler. Bunun üzerine II. Bayezid, Kemal Reis’i, emrine
verdiği yirmi iki gemi ile Navarin’in geri alınmasıyla görevlendirdi. Kemal Reis önce
Navarin yönünde yatmakta olan Venedik gemilerine hücum ederek bunların bir kısmını
ele geçirdi. Ardından da leventleri ve savaşçılarıyla karaya çıkarak, Venediklilerin
Navarin’i almalarından 3 ay 18 gün sonra, yani 20 Mart 1501’ de, Navarin'i yeniden
fethetti. Kemal Reis’in İstanbul’a dönüşünde ele geçirdiği Venedik gemilerini getirmesi ve
bunların halka gösterilmesi, Kemal Reis’in halk üzerindeki itibarının adam akıllı
artmasına neden olmuştu. Mordtmann da Kemal Reis’in “Venedik savaşında gerçek
anlamda deneyimli bir deniz adamı olduğunu kanıtladığını” yazmıştır.
Piri Reis, kendisinin de bulunduğu Moton, Koron savaşlarının ardından Navarin’in
yeniden alınışını ve başarısından ötürü Kemal Reis’in ödüllendirilişini şöyle
anlatmaktadır :
31
( S.124 a ):“Avarine (Navarin) Kalesi’nin ikinci kez alındığı zaman, kutlu bir
zamanmış. Moton Kalesi alınınca, Averine Kalesi de Osmanlı egemenliğine girmiş,
Osmanlılar da kaleye yeniçerilerden hisar erleri bırakıp ayrılmışlar, fakat bir süre sonra
Venedikliler gelip bir hile ile kaleyi ele geçirip egemenlikleri altına almışlardı. Bunun
üzerine rahmetli Sultan Bayezid Han Hazretleri, rahmetli Kemal Reise beş kalyete ve
gerisi kayık, toplam yirmi iki gemi vererek onu kalenin fethine göndermişti. Kemal Reis
kaleyi fethedip Venediklilerin üç kadırga, bir kalyon ve bir ığrıbarını da alarak on dört gün
içinde bunca yüz ağartan başarılarla İstanbul’a dönmüş, Yüce Divanda yasalar uyarınca,
Tanrı’nın bağış ve rahmetine eren Sultan Bayezid Han’ın elini öpmüştü. Bu
başarılarından dolayı, Padişah da ona üç bin akçe para, kırmızı benekli bir kaftan
vermiş, maaşını da beş akçe artırmıştı. İşte bunlar Moton Kalesi’nin kutlu bir saatte
alındığının belirtisi olan durumlardır.”
Katip çelebi, her ne kadar bu harekata Kemal Reis’in 30 gemi ile katıldığını
yazmakta ise de Piri Reis’in verdiği 22 sayısın daha doğru olması gerekir. Ayrıca bazı
araştırmacıların Navarin’de ele geçirilen gemilerin Piri Reis tarafından İstanbul’a
götürüldüğü ve 3000 akçe ödülün de ona verildiği biçimindeki açıklamaları (58) da
Bahriye’de yazılanlar karşısında geçersiz kalmaktadır.
Daha sonra, Kemal ve Piri Reisler Venedik, Fransa ve Papalık gemilerinden
oluşan Haçlı donanmasının bir ara ele geçirdikleri Levkas (Aya Mavri) Adası’nı geri
almak üzere görevlendirildiler ve 30 Ağustos 1502 günü adayı kurtardılar. Levkas
Adası’nı korumakla görevli yeniçeriler, adayı vuruşmadan düşmana teslim ettikleri için
Bayezid tarafından idam ettirildiler.
Mordtmann,1499 yılında yaptırılmış olan gökelerden biri olan Kemal Reis
gökesinin, 1502 yılında denize çıkamayacak duruma gelmiş olması nedeniyle açık
artırma yoluyla satıldığını, açık artırmada en yüksek fiyatı veren Davut Paşa’nın gemiyi
satın aldığını ileri sürmektedir(s.46). Buna göre 1499 yılında yaptırılmış olan gökelerden
biri savaşta batmış, ötekisi 3–4 yıl daha kullanılmıştır.
Kemal ve Piri Reislerin katılmış oldukları deniz harekatı içinde sayılması gereken
bir savaş da Midilli Savaşı’dır. Gateluzi adlı bir Cenevizli ailenin elinde bulunmakta olan
Midilli Adası 1462 yılında, Fatih Sultan Mehmet zamanında Türk topraklarına katılmıştı.
İnebahtı, Moton ve Koron’un Türklerin eline geçmesinin ardından, buraların geri alınması
için, Papa’nın önderliğinde Venedik, Fransa ve Macaristan’ın da katıldığı bir ittifak
oluşturulmuştu. 1500 yılının sonbaharında, Venedik, Fransa, Aragon ve Sicilya
Krallıklarının, Amiral Ravestein komutasındaki,10.000 piyadenin de bindirilmiş olduğu,
200 gemiden oluşan güçlü Haçlı donanması Midilli Adası’nı kuşatmıştı. Kuşatma
sürerken, donanmanın bir kısmı Anadolu sahillerini yağmalamış, bir kısmı da, Rodos
Şövalyelerinin komutanı Kardinal Döbusson yönetiminde Adalar Denizi’ndeki Türk
adalarını vurmuştu. Bu durum üzerine önce Şehzade Korkut’un komutanlığındaki bir
birlikle adanın yardımına koşuldu. Ardından, Ekim 1501’de İstanbul’dan gönderilen asker
ve donanma imdada yetişti.
Yardım geldiğini öğrenen Haçlı kuvveti, yardım ulaşmadan önce, Midilli Kalesi’ni
ele geçirmek umuduyla yeni bir saldırı düzenledi. Değinilen saldırıda, Fransız kralının
kardeşinin oğlunun ölmesi ve Rodos Şövalyelerinin yollamış olduğu yirmi dokuz gemilik
yardımın karşısında, Haçlı ordusu kuşatmayı kaldırıp, çekilmek zorunda kaldı. Panik
durumunda çekilmekte olan Fransız donanması Çuha (Cerigo) Adası açıklarında
yakalandığı fırtınada batmış ve bu güçlü donanmadan ancak birkaç yüz kişi
kurtulabilmiştir. Fransız donanması Midilli’den kaçarken Rodos ve İspanya donanması
32
ile birleşip, Çanakkale Boğazı’na girerek, Kemal Reis’ten öç almak istemişlerdi Ancak
Fransız donanması ile birleşemediklerinden geri dönmek zorunda kalmışlardı (Yılmaz
Öztuna. Büyük Türkiye… C.3,S.186.)
Midilli adası ( Bahriye, Köprülü 171)
Kemal Reis’in - ve doğal olarak onunla birlikte olan Piri Reis’in - Şehzade
Korkut’un emrinde bu savaşa katıldıkları ve büyük kahramanlık gösterdikleri, Bursalı
Uzun Firdevsi’nin H.909 (M, 25 Haziran. 1503–13. Haziran 1504) yılında kaleme aldığı
Kutupname adlı manzum yazmasında belirtilmektedir. İ. H. Konyalı, Süleymaniye, Halet
Efendi Kütüphanesi’nin 642 numarasında kayıtlı bu eserde, donanmamıza marş olacak
nitelikte kuvvetli ve canlı parçalar olduğunu belirtmektedir (İ.H.Konyalı. Topkapı
Sarayında… S.31).
Bahriye’ den alınan ve Kemal Reis’in, Akdeniz’de yaşadığı birkaç olaya daha
değinilmesinde yarar görülmektedir. (232 b)“Bu kaleyi (Piyombi Beyinin yönetimindeki iki
adadan biri olan Pilanoze Adası’ndaki kale) bir tarihte, merhum Kemal Reis ile ele
geçirmiş; tüm ada halkını almış ve adayı yağmalamıştık. Şimdi bayındır durumdadır.”
(239/a )“Bir ara, merhum Kemal Reis ile birlikte burada (Üç Adalarda), aynı anda
üç barçayı birden avlayıp Tunus’a götürüp satmıştık.” (213 a) “Bu küçük ada
(Sardunya’daki At Adası) ile Cinare’nin (Sardunya Adası’nın en büyük kenti olan
Sazeri’nin karşısındaki ada) arasında birkaç tane yumru kaya vardır. O kayalarla At
Adası’nın arasından rahmetli Kemal Reisle birlikte üç kadırga ile geçmiştik.”
(215 b) “Sığdan içeri, denizkulağının sonunda Tare Nove (Sardunya Adası’nda bir
kent) yani ‘Yeni Kent’ adını verdikleri bir kale bulunmaktadır. Bu kaleyi merhum Kemal
Reisle bir kez ele geçirme girişiminde bulunduk; fakat isteğimiz gerçekleşmedi.”
(222 a) “Bu kale (Mayarko Adası’ndaki Santa Mariye Limanı’nın içindeki kale)
burçlu barulu ve hisarla çevrili bir kaledir. Burayı rahmetli Kemal Reisle bir kez ele
33
geçirmiştik.”
(246 a) “Geçmiş günlerin birinde, merhum Kemal Reisle birlikte, buradan
(Valencia Kentinden) yedi barçayı birden ele geçirmiştik.”
(279 a) “Trablus halkı, sonunda bu baskı zulme dayanamaz ve sultanlarına baş
kaldırır. Bu arada içlerinden Monkoraf adlı, gemi kaptanlığından emekli bir tüccarı
kendilerine şeyh edinirler. O şeyhten babasının öcünü almak için fırsat kollayan bir genç
de, bir gece aradığı fırsatı bularak Monkoraf’ın başını keser. Bunun üzerine Trablus
dışından, sahra Araplarından Abbas adlı birini getirip kendilerine şeyh yaparlar. Bu
sıralarda ben ve Kemal Reis, padişahın buyruğuyla İstanbul’dan, kendi malımız olan üç
kadırga ile denize açılmış, bir süre Trablus Limanı’nda kalmıştık. Trablus halkı Kemal
Reis ile devletli Hünkâra bir yazı göndererek, bir sancak beyi istemişlerdi. Ancak biz
İstanbul’a dönerken, İspanyollar Trablus üzerine altmış barça ile asker gönderip kaleyi
ele geçirmişti.”
İspanyolların Trablusgarb’ı 1510 yılında ele geçirdikleri hatırlanırsa, Kemal ve Piri
Reislerin Trablus’a gidişlerine ilişkin olarak anlatılanların 1510 yılında olageldiği
anlaşılmaktadır. Bu sefer, büyük olasılıkla Kemal Reis’in, Batı Akdeniz’e yapmış olduğu
son seferidir. II. Bayezid’ın Kemal Reis’i 3 kadırgayla Batı Akdeniz’e yollamasının da bir
nedeni olabilirdi? 1502 ve 1503 yıllarında Venedik ve Macarlarla yapılan barış
anlaşmalarından sonra, bu devletlerle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki rekabet
durulmuş ve aralarındaki anlaşmazlıklar geçici olarak askıya alınmıştı. Ancak barış
döneminin başlamasından bir süre sonra, II. Bayezid doğuda hudutlarındaki Şah İsmail
sorunu ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Bu siyasi durum göz önünde tutulursa Kemal ve
Piri Reislerin değinilen seferlerinin batıdan gelebilecek tehdit ve tehlikeyi önlemeye
yönelik bir gözdağı harekatı olduğu düşünülebilir.
“Fakir (ben) Becaye Kentine gittiğim zamanlarda, kent on sekiz bin konutla üç
katlı burçları ve surları olan büyük bir kaleden oluşmaktaydı. Bu kalenin hükümdarına
Abdurrahman diyorlardı. Bu kişi Tunus Sultanı’nın soyundandı. Onların tümü de Omar
bin Hattab (Hz. Ömer) soyundan gelmektedir. Bu kente rahmetli Kemal Reisle gittik.”
Kemal Reis’in Ölümü
Kemal Reis 1510 yılının sonunda veya 1511 yılının başında çıktığı bir seferde
yakalandığı fırtınada, gemisinin batması sonucu şehit olmuştur.
O yıllarda Portekiz denizcileri Arap Denizi ile Kızıldeniz ağzındaki Aden
Körfezi’nde faaliyetlerini artırmışlar, Hicaz kıyıları için tehdit oluşturmaya başlamışlardı.
Bunun üzerine Mekke emri, Memluk Sultanı’ndan, donanma göndererek, kendisine
yardım edilmesini istemişti. Memluk Sultanı yardım yapabilmek amacıyla yeni gemiler
yaptırmaya başlamıştı. Ancak, Gemi yapımı için gerekli malzeme Anadolu’dan
sağlanabildiğinden, Memluk sultanı da Osmanlı İmparatorluğu’na, malzeme yardımı
yapılması için başvurmuştu. Padişah, istenilen malzemenin verilmesini emrettiği gibi, bir
kısım malzemeyi de hediye olarak vermişti. Hediye olarak verilen malzemeler, Şehzade
Korkut tarafından Mısır’a götürülmüş, öteki malzemeler de ayrı bir konvoyla gönderilmek
üzere Alaiye (Alanya)’de gemilere yüklenmeye başlanmıştı. Tam bu sırada Alaiye’ye
baskın yapan Rodos şövalyeleri, gemilere ele geçirerek alıp götürmüşlerdi. Bu olay
duyulur duyulmaz, Zilkade 916 (30 Ocak–29 Ocak 1511) tarihinde, Rodos
şövalyelerinden intikam almak üzere bir bir sefer düzenlenmiş ve seferin komutanlığı,
her önemli görevde olduğu gibi, yine Kemal Reis’e verilmişti. İşte Kemal Reis bu sefer
34
için, Gelibolu’dan hareket ettikten sonra, yolda yakalandığı bir fırtınada, gemisiyle birlikte
sulara gömülerek şehit olmuştur.
Kemal Reis’in hangi görevle denize açıldığı yolunda görüş ayrılıkları
bulunmaktadır. Bazı görüşlere göre Memluk elçisini ve yardım malzemelerini Mısır’a
götürmek üzere görevlendirildiğinden bu sefere çıkmış, bazı görüşler göre Rodos
Şövalyelerini cezalandırmak üzere görevlendirildiğinden Adalar Denizi’ne açılmıştır.
Kemal Reis’in ölümünü açıklayan, aşağıdaki çeşitli görüşler içinde, onun
görevlendirilmesine ilişkin farklı görüşler de yer almaktadır. Bu nedenle bu görüşlerin
ayrı bir değerlendirmesine gerek duyulmamıştır. Ancak en doğru bilginin Gelibolulu Ali
tarafından verilmiş olabileceği kabul edilerek, onun açıklamaları, gerçek kabul edilmiştir.
Tarih yazarları eserlerinde, Kemal Reis’in böyle önemli bir sefere kaç gemi ile
çıktığı, yanında kimler bulunduğu, kaç gemisinin battığı gibi ayrıntılardan doğru dürüst
söz etmemektedir. Ancak, araştırmacılar, amcasının gemisi battığında, bilinmeyen bir
nedenle, Piri Reis’in onun filosunda görev almadığı ve Kemal Reis’in emrindeki öteki
gemilerle, yanında Piri Reis olmadan sefere çıkmış olduğunda görüş birliği içindedir.
Olayı önce en yakını olan ve en iyi bilmesi gereken Piri Reis’in Bahriye’de
yazdıklarından izleyelim:(S.6 b,7a)
“Birçok denizciler varıp döneyim diye gider. Geri gelmeyenlere ne olduğunu,
onların nereye gittiklerini ancak Tanrı bilir.
Kemal Reisi düşün, o da gelmek üzere gitmiş; ancak, bu isteğine eremeyip batmıştı.
Bir zamanlar nam salmış, adıyla sanıyla söylenir bir kişi iken, şimdi nerede? Bak, namı
da yitip gitti.
Bu cihanın hali hep yararsız, boş sözlerden ibarettir, o, bütün insanların belini büker.
O, Bayezid Han’ın hizmetinde iken Azrail onu, deniz üzerinde yakaladı.
O’nu dua ile anan herkese Yüce Tanrı Rahmet ihsan eylesin.
Kemal Reis’in yaşamı sona erince, o gitti, biz bu görünür dünyada kaldık.
O Padişaha on yedi yıl hizmet etti ve tâ dokuz yüz on yedide göçüp gitti.
Kuşkusuz, bizim de ecelimiz gelecek ve bu yazılı kağıtlar da el değişecek”
Görüldüğü gibi, Piri Reis amcasının ölümünü inanılmayacak kadar yalın ve
ayrıntıya girmeden açıklamaktadır. Piri Reis’in dışında Kemal Reis’in ölümüne ilişkin bilgi
edinilebilecek çok az kaynak bulunmaktadır. Ölümü sırasında ve ölümünü izleyen
yıllarda Kemal Reis’in ölümüne ayrıntılarıyla değinen, hemen hemen tek kaynak,
Gelibolulu Ali’nin Künh-ül ahbar adlı eserinde yazdıklarıdır (Nuruosmaniye Kütüphanesi,
3407 numaralı yazma, 203. üncü yaprak) :
“Yeryüzündeki bazı ilgi ile karşılanan haberler ve gemicileri fitnesinin açıklanması
olan sözlerden birine göre bazı Avrupalı kâfirlerin Kâbe’ye zarar ve ziyan vermek amacı
ile gemiler donatmaları üzerine Mekke Emiri, Mısır Sultanı’ndan yardım istemişti. Onların
(Mısır) gemilerine gerekli olan malzemenin büyük bir kısmı Anadolu’dan gelmekteydi.
Osmanlı Padişahı onlara (Mısır’a) yardım etmişti. Her ne isterlerse, bedeli karşılığında,
35
almalarına izin verilip, Sultan Korkut ile (Mısır’dan) gelen gemiler bol mühimmat ve
malzeme ile yükletilmiş olarak Rodos karşısındaki limanda yatarken, günahkar kafirler
bundan haberdar olup, donanmaları ile gelip o gemileri bastılar. Gemicileri kıyıya döküp,
gerekli malzemeler ile bütün gemileri alıp Avrupa’ya çekildiler. Padişah bu olaya çok
kızıp, derya reislerinin korsanı Kemal Reis’e intikam hazırlığını emir buyurdu:
“Gelibolu’ya varıp Kaptan-ı Derya olan paşadan istediği gemileri alıp, kafirlerden intikam
almaya gide ve vilayetlerini yakıp yıkıp harap ede” dedi. Meğer ki Kaptan-ı Derya olan
Macar asıllı soysuz kafir, eski bir işe yaramaz gemiyi parlak renkle süsledi. Yani hile ile
süsledi. “Size uygun, iyi yürüyen (yüğrük) gemidir” diye dert sahibi Kemal Reis’e çekti.
Kafirliğini gösterip Kemal’in yok olmasını istedi. Ne zaman ki, Yaradan, Büyük Reis’i
denizlere saldı ve bir güçlü rüzgar çıkıp seren çevirmesi gerekti. O meydana getirilmiş
gemi, hemen ortasından dupare ve tahtaları birbirinden dağılarak perişan olup, meşhur
Reis ve içindeki insanların hepsi boğulup helak oldu. Nice seneler Padişahın sarayından
nasiplenen soysuz Kaptan-ı Derya’nın dış yüzü iç yüzüne uymadı…”
Yukarıda yazılanların bir yana bırakılırsa, Kemal Reis’in ölümüne ilişkin görüşler
çoğunlukla günümüz araştırmacılarının verdikleri bilgiler olup başlıcaları şunlardır:
Prof. Dr. Afet İnan, Kemal Reis’in ölümüyle ilgili fazla ayrıntıya girmeden
aşağıdaki bilgileri vermektedir (61 ):
“1502’de Venedik ile imzalanan sulh antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun
üstün durum kazanması bu deniz kahramanları sayesinde mümkün olmuştur. Bu
tarihten sonra yine Akdeniz’de devletin emri altında hizmet gören Piri, amcasının bir
deniz felaketinde ölümünden (1511) sonra büyük koruyucusundan yoksun kalmıştır. O
bilinmeyen bir sebepten dolayı bu sefere katılmamıştı, fakat bu acıyı beyitleriyle şöyle
kaydeder...” diyerek sözü Bahriye’nin, yukarıdaki dizelerine getirmektedir.
İ.H. Konyalı, Gelibolulu Ali’ye dayanarak, bir Macar dönmesinin Kemal Reis’e
çürük bir tekneyi, kasten yüğrük gemi diye verdiğini ve bu geminin bir tatbikat sırasında,
916 yılında ikiye bölünerek battığını yazmaktadır (İ.H.Konyalı. Topkapı Sarayında…
S.31.)
Prof. S. Soucek ise “Kemal Reis’in 1510 sonlarında bir yolculuk esnasında Mısır’a
giderken bir fırtınada battığını yazmakta, ancak Bahriye’den başka kaynak
göstermemektedir (Prof.Svat Soucek. Piri Reis and… S.)
Mordtmann da şunları yazmıştır: ”1510 yılında Kemal’in İskenderiye’ye götürmek
istediği 30 -40 parçalık güçlü filo, aynı yılın kasım ayında Adalar Denizi’nde bir fırtınaya
tutularak battı. Bu konuda Naksos Adası’ndan da gelen haberlere göre gemi parçaları ve
kazaya uğrayanların cesetleri karaya vurmuş. Napoli ve Nauplia’dan gelen haberler de
aynı yöndeydi. Kemalin gemisi eski bir gemiydi ve enginde iki parçaya bölündü ve Kemal
Reis ile bütün tayfaları boğularak öldüler.
TDV İslam Ansiklopedisi’nde ise ( c.25,s 226–227) şöyle denilmektedir:
“916’da(1510) İstanbul’da bulunan Memluk elçisine refakat etmek ve aynı
zamanda Memlukler’e yardım götürmek üzere ikinci büyük filonun da kumandası Kemal
Reis’e verildi. İskenderiye’ye doğru yola çıkan yardım filosu sekizi kadırga olmak üzere
yirmi beş- otuz beş gemiden ibaretti. Kemal Reis, yol hazırlıkları yaparken 17
Cemaziyelahir 916’da (21 Eylül 1510) 10.000 akçe ve bir hilat ile taltif edilmişti
(Ruzname Defteri, s.400) ve bu sırada 100 akçe yevmiye almaktaydı. Fakat 916
36
Recebinde ( Ekim 1510) yardım filosu bir fırtınaya yakalandı, diğer bazı gemilerle birlikte
kendi gemisinin de batması sonucu hayatını kaybetti.”
İ. Parmaksızoğlu’nun, Türk Ansiklopedisi’ne yazdığı Kemal Reis maddesindeki
görüşü de aşağıdadır :”1507 yılında, Trablusgarp emirinin isteği üzerine, bu tarafları
İspanyol saldırganlarından korumak amacı ile, gerekli önlemleri almak üzere, bir filo ile
Trablusgarp’a gitti. Kemal Reis bu seferini İspanya sahillerine kadar uzanan bir akın ile
tamamlamıştır. Dönüşünde Mısır Hükümeti için Alaiye’de (Alanya) hazırlanmış olan
malzemeyi Rodos Şövalyelerinin yağma etmesi üzerine, bunları cezalandırmak amacı
ile, Adalar Denizi’ne gönderildi. Zilkade 916 (30 Ocak 1511–28 Şubat 1511) tarihinde
Gelibolu’dan hareket eden Kemal Reis, yolda yakalandığı bir fırtına esnasında binmiş
olduğu firkate ile birlikte sulara gömüldü. Onun bu şekilde beklenmedik ölümü o zaman
Kapudan-ı Derya olan Macar İskender Bey’in çekemezliği yüzünden yapmış olduğu bir
hileye atfedilmiş (bağlı kılınmış) ise de (Ali, aynı. esr.174b), Kemal Reis gibi bir deniz
kurdunun derya kapudanının sözüne aldanarak, çürük gemi ile sefere çıkacağını zan ve
kabul etmek bir az güçtür. Bu rivayet herhalde kemal Reis’in hayat destanının akla
gelmeyen bir biçimde sona ermesinden ileri gelen tepkinin bir sonucu olmalıdır.”.
Parmaksızoğlu, Ali’nin yaptığı ”meğer kaptan olan bed-nihad-ı” biçimindeki
açıklamasını onun Kemal Reis’e olan kıskançlığını anlatmak üzere kaleme aldığını
belirterek, bu görüşü pek benimsemediğini dile getirmektedir. Ancak Ali, Kaptan
Paşa’nın Hıristiyan ve Macar asıllı olmasından ötürü kasten Kemal Reis’e bu oyunu
oynadığını anlatmaktadır. Bu nedenle, Parmaksızoğlu’nun olayı bir ölçüde yanlış
yorumladığı sanılmaktadır. Ayrıca ne kadar deneyimli olursa olsun, bir denizcinin
devletin denizcilik yönünden en üst düzeyindeki makamında bulunan ve bir ölçüde
kendisinin amiri olan birisinden kuşku duyması beklenemez.
Daha önce de değinildiği gibi, Bahriye’de, Kemal Reis’in sefere çıkış nedenine,
kimlerle, kaç gemiyle ve ne amaçla sefere çıktığına, öteki gemilerine ne olduğuna ve sağ
olarak kurtulanların bulunup bulunmadığına ilişkin hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
İnceleme olanağı bulunabilen, o günlerin başka tarih kitaplarında da bu karanlık
noktaları aydınlatacak bilgiler bulunamamıştır. Bu nedenlerle, yalnız o yıllarda değil,
günümüzde de, Kemal Reis’in ölümündeki sırların çözüldüğü ileri sürülemez.
Önemli bir başka husus da yıllar boyu amcasının yanından ayrılmayan Piri Reis’in
sefere niçin katılmadığı ve kitabında amcasının ölümünün ayrıntılarına niçin yer
vermediği sorularının da cevapsız kalmasıdır. J.H.Mordtmann, Kemal Reis’in
İskenderiye’ye girmek üzere, 30–40 gemi ile yola çıktığını ve Naksos Adası yöresinde
yakalandığı fırtınada, gemisinin ikiye bölünerek battığını, 1929 yılında yapılan Doğu
Dilleri Seminerine verdiği bildirisinde belirtmiştir. Böyle büyük bir deniz gücü, hemen
hemen bütün gemileri, komutanları ünlü Kemal Reis’le birlikte bir fırtınada batar da tarih
yazarları böyle önemli bir olayın ayrıntıları hakkında nasıl olup da bilgi vermemişlerdir,
anlamak olasılığı yoktur. Yoksa Kemal Reis, tek başına kendi gemisi ile özel bir göreve
mi gönderilmişti? Böyle de olsa, o yılların en ünlü denizcisinin ölümüne tarih yazarları
nasıl bu kadar ilgisiz kalabilmiştir? Cevapsız kalan bunlar gibi pek çok soru
bulunmaktadır. Bu durumda her ne kadar, İ. Parmaksızoğlu, Kemal Reis’in ölümüne,
kendisine verilen çürük geminin fırtınada batmasının neden olduğu hususunun,
abartılmış bir görüş olduğunu ileri sürmekte ise de, olayın yorumlanabilmesine
yarayacak tek kaynak yine Gelibolulu Ali’nin eseri ve bu yöndeki iddialarıdır.
Ali’nin verdiği ayrıntılar iyice incelenirse, yazdıklarının gerçek olma olasılığı çok
fazladır. Öncelikle, Ali’nin yazdığı, Kemal Reis’in sefere çıkmasına neden olan olaylar,
37
tarihi gerçeklere ve o günlerin öteki tarih yazarlarının vermiş oldukları bilgilere tamamen
uymaktadır. Ayrıca, Gelibolulu Ali 28 Nisan 1541’ de Gelibolu’da doğmuş ve 24 Temmuz
1599’da Cidde’de ölmüştür. Künh-ül Ahbar adlı eserini de 1593-1599 yıllarında
yazmıştır. Eserin, özellikle Osmanlı Tarihi bölümünün, geniş ve doğru biçimde
hazırlandığı bilinmektedir (65) Bu nedenle, Gelibolulu Ali’nin Kemal Reis’in ölümüne
ilişkin edindiği bilgilerini, olayın olageldiği günlerde yaşamış ve olay hakkında yeterince
bilgisi olan birinci ağızlardan, hatta tanıklarından elde ettiği düşünülmektedir. Olayın
öteki tarih yazarlarınca dile getirilmemiş olması da, Ali’nin yazdığı gibi, çürük gemi
konusunda, Kaptan’ı Derya’nın kötü niyetle davranmış olabileceğini göstermektedir.
Gerçeği yazsalardı, başlarına ne gibi işler açılacağını biliyorlardı. Çünkü sözü edilen
Kaptan- Derya, o günlerin en kuvvetli devlet adamlarından biri olan Hersekzade Ahmet
Paşa’dır (D:?-Ö 1517). Ahmet Paşa, Hersek Dukası Stephan Vukchic’in oğlu olup aslen
Herseklidir. Babası Osmanlı İmparatorluğu’ndan Hersek’in bir kısmının yönetiminin
kendisine bırakılmasını istemesi ve bu isteğin Osmanlı İmparatorluğu’nca kabul görmesi
üzerine, rehin olarak İstanbul’a gönderilmiştir. Bir süre sonra Hersek’in İmparatorluk
topraklarına katılması üzerine, İstanbul’da kalarak Müslüman olmuştur. Endurun’da
yetişen Ahmet Paşa, Fatih’in 1479’ daki İşkodra seferine katılmış, Anadolu
Beylerbeyliği’ne atanmış ve tahta çıkmasına yardımcı olduğu Bayezid II’nin kızı Hundi
Hatun’la evlendirilmiştir. Başkomutan olarak atandığı 1488 Mısır seferinde yenilerek esir
düşmüş ve bir yıl Mısır’da kalmıştır. Anadolu Beylerbeyi, Donanma Komutanlığı yapmış
1500 yılındaki İnebahtı seferine katılmış, ikinci kez sadrazamlığa atandığı (1503)
görevinden 1506 yılında azledilerek Akdeniz’in güvenliğinden sorumlu olarak Kaptan-ı
Deryalığa getirilmiştir. 1511 yılında bu görevinden alınarak üçüncü kez sadrazamlığa
atanmıştır. Bayezid ile oğlu şehzade Yavuz arasındaki anlaşmazlıkta Bayezid’in yanında
yer aldığında, Padişahın ayrıca sevgini ve güvenini kazanmıştır.
Doğal olarak Bayezid da Kemal Reis’in ölümüne ilişkin söylentileri duymuş ve
olayın gerçek nedenini araştırıp öğrenmiştir. Ancak içte ve dışta yaratılacak olumsuz
hava ve moral bozukluğunu düşünerek, olayı fazla kurcalamamayı yeğlemiştir. Zaten o
yıllarda Bayezid, oğulları Ahmet, Korkut ve Selim (Yavuz Sultan Selim) arasındaki
rekabet ve taht kavgaları nedeniyle başı yeterince dertte olup, çocuklarının yarattığı
büyük sorunlarla boğuşmaktaydı. Şehzadeler arasındaki rekabet o derece ileri gitmişti ki,
Şehzade Korkut bir ara (21 Mayıs 1509) Mısır’a kaçmış, bir yıl kadar orada kaldıktan
sonra, babasının onu bağışlaması üzerine geri dönmüştü. En büyük oğlu Şehzade
Ahmet, aynı biçimde huzursuzluk yaratmaktadır. Kendisini, daha babasının sağlığında
hükümdar olarak görüyor, asker ve komutanlara padişahmış gibi ihsanlarda
bulunuyordu. Öyle bir duruma gelinmişti ki yeniçeriler “Padişahımız hayatta iken, kimseyi
hükümdar tanımayız” derken, Rumeli akıncıları Şehzade Ahmet’e “Biz sana bağlıyız, ne
durursun” diye, tahtı ele geçirmesi için, haber gönderiyorlardı. En küçük Şehzade Selim
ise bir yandan Fatih Kanunu uyarınca hükümdar olacak ağabeylerinin kendisini
öldürteceğini bildiğinden, onlardan birinin tahta çıkmasını önlemek isterken, bir yandan
da kendisinin hükümdar olması için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bayezid’ın ortalığı
yatıştırma ve uzlaşma sağlama gayretleri sürerken, Şehzade Selim bir ara 40.0.000
askeriyle babasının bulunduğu Çorlu’daki Karıştıran Ovası’na gelmiştir. Selim’in
babasının elini öperek barışmasının beklendiği bu buluşmada, bazı devlet ileri
gelenlerinin de kışkırtmalarıyla, baba oğul arasındaki anlaşmazlık büsbütün büyümüştür.
Böylece taraflar arasında 3 Ağustos 1511 günü yapılan savaşta yenilen Selim, İğne
Ada’dan bindiği bir gemiyle, Kefe’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Bir süre sonra daha da
gelişen olayların ardından, ordunun büyük bir kısmı ile bazı devlet ileri gelenlerinin Selim
yanlısı olmaları nedeniyle, Bayezid II, 25 Nisan 1512 günü saltanatı Selim’e bırakmak
zorunda kalmıştır. Kemal Reis işte değinilen bu sorunlu günlerde ölmüştü. Bayezid,
başında çok önemli bir yığın sorun bulunduğu için Kemal Reis’in öldürülmesi konusuna,
38
doğal olarak, eğilme olanağı bulamamıştır.
Ancak nedenleri ne olursa olsun, Kemal Reis’in ölümü olayında, üzerinde görüş
birliği bulunan tek husus, Rodos şövalyelerini cezalandırmak üzere veya Memluk elçisini
Mısır’a götürmek üzere çıktığı seferde, gemisinin aniden patlayan bir fırtınada ikiye
bölünerek batması ve Kemal Reis’in boğularak şehit olmasıdır.
Gelibolulu Ali Kemal Reis’in gemisinin 926 (1510), Piri Reis ise 917 (1511) yılında
battığını yazmışlardır. Gelibolulu Ali ile Kemal Reis’in yeğeni olarak Piri Reis’in olayın
zamanını bir yıl farkla yazmış olmaları, haklı olarak bazı araştırmacıları duraksamaya
düşürmüş ve farklı yorumlar yapılmasına neden olmuştur. Mısırlı tarihçi İbni İlyas gibi
önemli tarihçilerin yazdıklarını derinliğine inceleyen Konyalı, “Bu tetkiklerden anlıyoruz ki
Kemal Reis 916 yılının son çeyreğinde Akdeniz’de batmıştır. Resmi devlet hizmetinde
on yedi yılını doldurmaya daha üç ay vardı. Piri Reis, ‘vezin’ zaruretinden dolayı
ölümünü 917’de göstermiştir.” demektedir.
916 H. Yılı 10 Nisan 1510 günü başlayıp 29 Mart 1511 günü bitmektedir. 917 H.
Yılı ise 30 Mart 1511 günü başlayıp 18 Mart 1512 günü bitmektedir. Piri Reis’in verdiği
tarih ile Gelibolulu Ali’nin verdiği tarih göz önünde tutulursa Kemal Reis’in gemisi, 926
yılının son günlerinde yani 1511 yılı Mart ayında veya 927 yılının ilk günlerinde yani
1511 yılı Nisan ayının başında batmış olabilir. Parmaksızoğlu da Kemal Reis’in Zilkade
916 (30 Ocak- 28 Şubat 1511) tarihinde Gelibolu’dan hareket ettiğini yazmaktadır ki, bu
tarih de Kemal Reis’in gemisinin 1512 yılı Nisan ayı başında batmış olabileceğini
göstermektedir. Yukarıda, Kemal ve Piri Reis’lerin 1495 yılının ilk aylarında devlet
hizmetine girdikleri açıklanmıştı. Bu durumda 1495 yılı da hesaba katılırsa, Piri Reis’in
yazdığı gibi, Kemal Reis 17 yıl devlet hizmetinde bulunmuş olmaktadır. Bu durumda Piri
Reis’in vezin kaygısıyla tarihi 917 olarak göstermiş olması söz konusu olamaz. Kaldı ki
Piri Reis vezin kaygısıyla gerçekleri değiştirecek yaradılışta değildir. Burada olsa olsa, o
günlerin haber alma koşulları altında kendisinin ve Gelibolulu Ali’nin olayı birkaç gün
farkla öğrenmiş olmaları veya Piri Reis ile Gelibolulu Ali’nin haber edindiği kaynakların,
birinden birinin onları yanıltmış olmaları söz konusudur. Bu nedenle Kemal Reis’in
1
ölümüne ilişkin farklı tarihler ortaya çıkmıştır.
1
(E) Tümg. Cevat ÜLKEKUL tarafından hazırlanmıştır.
39

Benzer belgeler