Sayı 12 Ekim 2009 - ATAUM
Transkript
Sayı 12 Ekim 2009 - ATAUM
ATAUM e-bülten Avrupa Gündemi... Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yıl 1 - Sayı 12 EYLÜL 2009 2009 ALMANYA GENEL SEÇİMLERİ SONUÇLANDI MERKEL'LE DEVAM, SOSYAL DEMOKRATLAR'A SELAM Skandallar, Facebook ve Twitter üzerinden yürütülen renkli propagandalar, birbirinden ilginç vaatler, medyada yer alan seçim öncesi yorumlar ve seçim sonrasına ilişkin tahminlerin ardından nihayet 2009 Almanya Genel Seçimleri 27 Eylül'de gerçekleşti. Kamuoyu yoklamalarından çıkarılabilecek sonuçla Angela Merkel'in başkanı olduğu Hıristiyan Demokrat Parti'nin seçim yarışını birincilikle kazanacağını az çok herkes tahmin edebiliyordu. Esas mesele, koalisyon ortağının kim olacağıydı. SEÇİMLERDE ASIL ZAFER KÜÇÜK PARTİLERİN Nazlı Seza ONAT Önceki dönemde Sosyal Demokrat Parti ile Büyük Koalisyon'a ortak olan Hıristiyan Demokratlar, bu koalisyondan kurtulmak istediklerini sık sık dile getirdiler ve gönüllerinden geçenin liberal Hür Demokrat Parti ile Siyah-Sarı (parti renklerine göre) bir ortaklık kurmak olduğunu her fırsatta tekrar ettiler. Bu beklentinin gerçekleşmesi için de artık bir engel kalmadı. Asıl ilginç olan nokta, partilerin aldığı oyların oransal olarak dağılımı. Buna göre yüzde 33.8'lik oy oranıyla bir önceki seçimlere kıyasla 2 puan kaybeden Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), kardeş partisi Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) ile birlikte seçimin en fazla oy olan partisi oldu. İkinci sırada ise, önceki seçimlere kıyasla tam 12 puan kaybederek yüzde 23 oy alan ve böylece 60 yıllık Federal Cumhuriyet tarihi boyunca elde ettiği sonuçlar göz önüne alındığında en büyük hezimetini yaşayan Sosyal Demokrat Parti yer aldı. (devamı 3.sayfada) Avrupa`da Sigara Yasağı Avrupa Konseyi`nden Komşuya Uyarı... Barroso Başkanlık Koltuğunu Yine Kaptı Fransa Göçmen Kampını Dağıttı Aydan DOĞAN sayfa 7 Eylül Başak TUNCEL sayfa 10-11 Gökşen ÇALIŞKAN sayfa 13 Ilgın Su ÇATALKAYA sayfa 15 Norveç`ten Kıyamet Sonrasına Hazırlık Portre: Yorgo PAPANDREU Küresel Ekonomi`de G-20 Dönemi ve AB Benim Avrupam Erbil ERTÜRK sayfa 16-17 Yeşim ÖZTÜRK sayfa 22-23 Esra AKGEMCİ sayfa 18-19 üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected] Fikret BAŞKAYA sayfa 28-29-30-31 2 Kızıl Ordu Fraksiyonu Tekrar Gündemde Zafer ÖRNEK EYLÜL 2009 ATAUM e-bülten Kızıl Ordu Fraksiyonu Tekrar Gündemde Zafer ÖRNEK Almanya 2009 Parlamento seçimlerinin hemen öncesinde eski bir davaya ilişkin yeni bulgularla karşı karşıya. Söz konusu gelişme, 1977'nin 7 Nisanında şoförü ve korumasıyla birlikte arabasında ölü bulunan Federal Başsavcı Siegfried Buback'ın katilinin kim olduğunun tekrar hükme bağlanmasını gerektiriyor. RAF ve Becker 1960'ların sonlarında kurulan ve 1970 ve 80'lerde gerçekleştirdiği eylemler ve cinayetlerle adını duyuran Rote Armee Fraktion (RAF), 1998'de kendisini lağvettiğini açıklayana kadar 30'dan fazla siyasi cinayeti üstlendi. 60'ların anti emperyalist konjonktürünün Almanya'daki temsilcisi olduğunu iddia eden ve bunun yanında II. Dünya Savaşı yıllarının yarattığını ileri sürdüğü kurumsal faşizm tehdidine karşı kurulduğunu vurgulayan RAF, aralarında Deutsche Bank'ın başkanının da olduğu bankacılar, hükümet yetkilileri ve eski Doğu Almanya devlet şirketlerinin özelleştirilmesi süreci görevlileri gibi kilit rollerdeki kişilere düzenlediği saldırılarla Soğuk Savaş Almanyasının siyasal tarihinde derin izler bıraktı. Bu saldırılardan biri de Federal Başsavcı Siegfried Buback'ın hayatını kaybettiği 1977 saldırısıydı. Bunun bugün gündeme gelmesinin nedeni, RAF'ın saldırıyı üstlendiğini bildirdiği mektubun yeni teknolojilerin yardımıyla DNA testlerinden geçirilerek failin eski RAF üyesi Verena Backer'in olabileceğini destekleyen delillere ulaşılması. Hukuk-Siyaset İlişkisi Becker'in 1981-83 arasındaki ifadelerinin zabıtlarının bazılarının hala gizli tutulması, bazılarının da savcıların kullanımına kısmen sınırlı olarak sunulması ve Anayasayı Koruma Dairesi yetkilisi Winfried Ridder'in konu ile alakalı “Herkesin bildiği gibi, istihbarat teşkilatıyla işbirliğinin ödüllendirilmesi temel ilkelerdendir” demeci Almanya'da -bir dönem- siyasi amaçlar için hukukun göz ardı edilebildiğinin örneği gibi duruyor. Olayın üzerinden geçen 30 yıldan fazla sürede bu müphem ilişkinin de gerçeklere ve hukukun üstünlüğüne gölge düşürdüğü aşikâr. Veriler, Becker'in işbirliği yapması sonucu Buback cinayetindeki rolünün üstünün örtüldüğü yönünde. Bu nedenledir ki kamuoyu, İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble'ye “gizli dosyalar” ın yetkililerin kullanımına açılması yönündeki baskıyı artırıyor. Bakan her ne kadar seçimlere gidilirken gizleyecek bir şeyinin olmadığının altını çizse de, Becker'in ifadelerinin tutanakları henüz tam olarak açıklanmış değil. Zira konu sadece Schaeuble' nin değil, eski hükümetlerin de uygulamalarını su yüzüne çıkarabilir… Bu gelişmeye kadar Becker'in Buback cinayetiyle herhangi bir bağı ortaya çıkarılmamıştı. DNA testleri sonuçlarının doğruluğunu onaylayan İçişleri Bakanlığı yetkilileri, yargılamanın 2010'da bitmesiyle Becker'in cezasının kesinleşebileceğini ifade etti. İşin bundan sonrası biraz karmaşık görünüyor. Birincisi, Becker örgüt dâhilinde işlediği diğer suçlardan dolayı hüküm giymiş ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı. 1989 yılında da şartlı tahliyesi gerçekleşti. İkincisi ve belki de daha karmaşık olan tarafı ise, Becker'in cezasının indirilerek tahliye edilme gerekçesi. Yani, 1981-83 yılları arasında Alman istihbarat yetkilileriyle işbirliği yapmış olması ve örgütün birçok üst düzey elemanının yakalanması sürecindeki katkıları. Üçüncüsü ise komplo teorilerine varan bir iddia ki o da Becker'in Buback cinayetinin öncesinden başlayarak muhbirlik yapmış olabileceği olasılığı. Bild Gazetesinin ortaya attığı son iddia ise, bu işbirliği karşılığında Becker'in 100 bin Mark aldığı yönünde. ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten Almanya Seçimleri Nazlı Seza ONAT Almanya Seçimleri Nazlı Seza ONAT Seçimlerde asıl zafer kazana nınsa küçük partiler olduğu ortada. Zira Hür Demokrat Parti yüzde 14.6'lık bir oranla önceki seçime kıyasla 5 puan Neler Olacak? Çıkan tabloyu anlamlandır mak aslında çok da zor değil. Alman basınında yer alan yorumlara bakıldığında hem Sosyal Demokratlar hem de Hıristiyan Demokratlar seçim kampanyaları boyunca ortaya değişimi öngören herhangi bir proje koyamadık ları için sık sık eleştirilmişti. İki parti de önceki dönemin ik ti dar or tak la rı o la rak özeleştiri konusunda görece zayıf bir tutum sergiledi. Bunun da etkisiyle diğer küçük partiler son derece iddialı bir sonuç elde etti. Bu arada, seçimlere çok kısa bir zaman kala neo-Nazilerin partisi NPD'nin Türk politikacılara adaylıktan çekilmeleri için yolladığı ırkçı tehdit mektup larının ortaya çıkmasının Yeşiller ve Sol Parti'ye oy kazandırdığı da söylenebilir. Hür Demokrat Parti'nin yükselişindeyse Büyük Koalisyon'u ekonomi alanında sık sık eleştirmesi ve ekonomik sorunlar konusunda farklı çözüm önerileri sunması neticesinde özellikle iş dünyasından oy toplamasının payı yadsınmamalı. Yine Hür Demokrat Parti lideri Guido Westerwelle'nin cinsel tercihini gizlememesinin bazı kesimlerin partiye sempati duymasına neden olduğu da yapılan yorumlar arasında. Tabii hemen eklemek gerekir ki, büyük bir kesim de Dışişleri Bakanlığı makamına oturacak Westerwelle'nin Almanya'yı temsil edip edeme- yükseldi. Sol Parti (Die Linke) oy oranını 4 puan arttırarak yüzde 11.9, Yeşiller ise 2 puan yükselerek yüzde 11 oy kazandı. yeceğini tartışıyor. Muhafazakar-liberal koalisyonun seçimden galip çıkmasında 2008 mali krizinin çok büyük etkisi olduğu düşünülüyor. Alman ekonomisi Avrupa ülkeleri içinde krizden en çok yara alan ekonomilerden biri. Seçmenler muhafazakar-liberal partileri destekleyerek belki de mali konulara öncelikle yer verilmesi gerektiği yönündeki fikirlerini de ortaya koymuş oldu. Bununla birlikte koalisyon ortakları Hıristiyan Demokratlar ve Hür Demokratlar arasında seçim kampanyaları sırasında da tam net biçimde ortaya konamayan mali düzenlemeler konusundaki uzlaşının seçimlerden sonra epey zor sağlanacağı şimdiden apaçık görülmekte. Westerwelle, vergi indirimi ve kamu harcamalarının azaltılması konularında özel sektöre pek çok vaatte bulunmuştu. Ancak ekonomistler bu türden kesintilerin şu an için uygun olmayacağına dikkati çekiyor. Kaldı ki, sosyal güvenlik ve sosyal adalet alanında yapılacak reformların önemine değinen Merkel, verdiği demeçte “Ben bütün Almanya'nın başbakanıyım” diyerek sermaye sınıfına yapılacak vergi indirimini aslında çok da fazla benimsemediğini hissettirdi. Hür Demokratların öne sürdüğü “önceki dönemde yapılan çalışmaların yeniden denetime Türkiye-AB İlişkileri? Seçimler Türkiye medyası tarafından da büyük bir dikkatle takip edildi. Seçim sonuçları belli olur olmaz kamuoyunda farklı fikirler ortaya atıldı. Bir kısım Türkiye'nin AB üyeliğinin bu iktidar süresince sekteye uğrayacağını, bir kısımsa Türkiye'nin AB üyelik sürecinin seçim sonucundan doğrudan etkilenmeyeceğini savundu. Hür Demokrat Parti lideri Westerwelle'nin Türkiye'nin AB üyeliğine karşı özel bir ilgisi olduğu söylenemez. Ancak Westerwelle, verdiği demeçlerde “ Türkiye'ye AB'ye aday olamazsın” tarzı sert bir üslupla yaklaşmanın doğru olmadığını, reform çabalarının desteklenmesi gerektiğini, kısa dönemde olmasa da uzun dönem içinde Türkiye'nin AB'ye katılabilmesinin söz konusu olabileceğini belirtmişti. Hür Demokrat Parti'nin manevi lideri Hans-Dietrich Genscher ise, Türkiye'nin AB'ye tam üye olması gerektiğini her fırsatta savuna gelmiştir. Tüm bunlardan, Hıristiyan Demokrat Parti'nin Türkiye' nin tam üyelik statüsüne olan itirazını Hür Demokratların bir derece yumuşatacağı sonucu çıkarılabilir. tutulması gerektiği” yönündeki fikre de Hıristiyan Demokratların sıcak baktığı söylenemez. Zira onlara göre kurumlar oturmuş durumda ve geçen döneme kalındığı yerden devam edilmesi belki de en doğrusu olacak. Koalisyonun öngördüğü icraatlardan en çok tartışılacak o la nı i se, nük le er enerjiye dönüş fikri. Almanya ve Alman Yeşiller Partisi, Avrupa çapında yürütülen nükleer karşıtı hareketin öncüleriyken bu projenin söz konusu olması muhalefetin sesini belli ki önümüzdeki dönemde epey yükseltecek. Afganistan'dan çekilme konusu da sol muhalefet tarafından sık sık tartışılacağa benziyor. Basında seçim sonuçlarına ilişkin yapılan değerlendirmelere bakılacak olursa Merkel'in yeni koalisyon içinde nasıl bir başbakan olacağı üzerine epey beyin fırtınası yapıldığı söylenebi- lir. Merkel güçlü bir başbakan olarak sözünü geçirecek ve sağ koalisyon içinde fikir birliği daha kolay elde edilecek mi? Sosyal Demokratlar muhalefet partisi olarak gerçek kimliğine kavuşacak ve muhafazakar-liberal koalisyonun karşısında solun güçlü bir savunucusu olabilecek mi? Yoksa seçim sonrası parti içinde yaşanan çalkantılar, hayal kırıklığı ve parti başkanlığı için farklı adayların mücadeleye girişmesi partiye kan kaybettirecek ve Sosyal Demokratlar etkin bir muhalefet partisi olmaktan uzaklaşacak mı? Mali alanda kamu harcamalarını dizginleme, vergi indirimleri gibi liberal kesime yarayacak çözümlere mi gidilecek, yoksa sosyal güvenlik alanındaki reform çabalarına mı ağırlık verilecek? Tüm bu soruların cevabını önümüzdeki 4 yıl içinde göreceğiz. Merkel'in yeniden iktidara gelmesi ile Türkiye için imtiyazlı ortaklığı uygun gören Fransız lider Sarkozy yalnız kalmamış olacak. Sonuçta Merkel her şeye rağmen bu seçimden büyük paydaş olarak çıktı ve Hür Demokratların sesinin bu ortaklık içinde ne kadar çıkacağını zaman gösterecek. The Times gazetesinde yer alan seçim değerlendirmesinde, sonuçlara göre en çok kaybedenin Türkiye olduğu çünkü Türkiye'nin AB üyeliğinin savunucusu Sosyal Demokratların artık iktidarda olmadığı belirtil- miş. Öte yandan, özellikle ekonomik kriz sonucunda Avrupa'nın epey zarar gördüğü ve yeni açılımlara yöneldiği de söylenebilir. Türkiye gerek G-20 ülkesi, gerekse bölgesel bir güç olarak Avrupa siyasetinde hatırı sayılır bir rol oynuyor. Nabucco Projesi Alman basınında “Avrupa Gazının Bağımsızlık Belgesi” diye tanımlanmışken Türkiye'yi dışlamanın pek de mümkün olmadığı sonucuna varılabilir. 3 4 Korsan Parti`nin Avrupa Parlamentosu Zaferi Hatice YAZGAN EYLÜL 2009 ATAUM e-bülten Korsan Parti'nin Avrupa Parlamentosu Zaferi Hatice YAZGAN Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri Haziran ayında tamamlansa da tartışmalar sona ermedi. Her seçim öncesi katılım oranının düşüklüğü nedeniyle AB'de demokrasi açığı (democratic deficit) tartışmalarının odak noktası olan AP seçimlerine katılım yine beklenen düzeyde olmadı. Durum böyle iken, Parlamen to'da oluşan siyasi gruplar kurumun demokratik niteliğini bir anlamda kanıtlar nitelikte. Parlamento içinde AB karşıtları ya da bir başka deyişle Kötümser Avrupalılar iki ayrı grup (Avrupa Muhafazakâr ve Reformcular Grubu -European Conservatives and Reformists Group / ECR- ve Avrupa Özgürlük ve Demokrasi Grubu- Europe of Freedom and Democracy Group / EFD- gibi) oluştururken, birbirinden çok farklı görüşlere sahip adaylar da Parlamento'da sandalye kazandılar. İsveç Korsan Partisi (Pirat Partiet) de AP içindeki çeşitliliğe katkıda bulunan partilerden biri. Seçimlerde yüzde 7.1 oy toplayan ve Parlamento'da bir sandalye elde eden Korsan Parti'nin bu başarısı hayli yankı uyandırdı. Parti'nin en önemli özelliği, devlet yönetiminde şeffaflı- ğın yanı sıra telif haklarıyla korunan internet içeriklerine serbest erişimin sağlanmasını istemeleri. Bir başka deyişle, internetten film ve müzik indirmeyi yasaklayan telif hakları ve patent gibi kısıtlayıcı düzenlemelerin kaldırılmasını savunuyorlar. Kısıtlamalarının kaldırılması ile internetin en büyük kamu kütüphanesi haline geleceğini belirten Korsan Parti yetkilileri, ilaç patentlerinin de başta üçüncü dünya ülkeleri olmak üzere pek çok insanın ölümüne neden olduğunu düşünüyorlar. İlaç gelirlerinin çoğunlukla hükümetler tarafından sağlandığını, ilaç şirketlerinin ise kazandıklarının çok daha azını araştırmaya ayırdığını, bu durumda patent haklarını kaldırılması ile hükümetlerin ilaç araştırmalarının finanse edilmesi için şirketlere çok daha fazla kaynak verebileceği önerisi ile ortaya çıkıyorlar. İnternet kullanıcılarının çoğunlukla gençler olduğu bilgisinden hareketle, Parti'nin destekleyicilerinin çoğunlukla 30 yaş altı internet kuşağından oluşması şaşırtıcı değil. Korsan Parti'nin görünürde telif hakları ve patentin kaldırılmasına ilişkin görüşlerinin, temelde yaratılmak istenen denetimli topluma muhalefet olarak adlandırılabileceğine yönelik görüşler var. Korsan Parti, ilk kez 2006 yılında İsveç'te kuruldu ancak şu an neredeyse tüm dünyaya yayılmış durumda. Hatta Eylül sonunda gerçekleşen Almanya seçimlerinde de Alman Korsan Partisi'nin (Piratenpartie Deutschland) ilgi odağı olduğu biliniyor. İsveç dışında Polonya, Almanya, Fransa, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, İspanya gibi ülkelerde de kurulan Korsan Parti'nin ABD, Şili, Arjantin gibi ülkelerde de kuruluş çalışmaları sürüyor. Hatta Türkiye'de de Korsan Parti kurulmasına ilişkin bazı çalışmalar var. İsveç'teki seçimlerde Korsan Parti seçim barajını aşamadığından Parlamentoya giremedi ancak azımsanmayacak bir taraftar topluluğuna kavuştu. 2006 seçimlerinde aldığı oyla Parlamento dışındaki en büyük üçüncü parti konumundaki Korsan Parti'nin genel Başkanı ise Rickard Falkvinge. Parti'nin başarısında, ülkedeki gelişmelerinde etkisi var. İsveç'te kısıtlama olmaksızın internetten film ve müzik indirmek için uygun bir platform sağlayan “The Pirate Bay” sitesinin dört yöneti- cisi hakkında Nisan 2009'da hukuki işlem yapılması ve gelişen süreç Korsan Parti' nin taraftar kazanmasına katkıda bulundu. Faaliyetleri İsveç yasalarına aykırı olmayan Pirate Bay'in ABD baskısıyla çeşitli kısıtlamalara uğraması ise, İsveç hükümetinin bu dönemde AB'nin fikri ve mülkiyet haklarına ilişkin kısıtlayıcı bir direktifi yürürlüğe sokmak istemesiyle gündeme geldi. Bu durum Parti' nin taraftar kazanmasına katkıda bulunduğu gibi, ülkedeki diğer sol partilerin telif haklarına ilişkin düzenlemelerini esneklik sağlayıcı biçimde yeniden gözden geçirmelerine de neden oldu. Ancak Korsan Parti'nin telif hakları savunucularının tepkisini çektiği de bir gerçek. Neticede Korsan Parti'nin çeşitli ülkelerde gösterdiği başarıyı Avrupa Parlamentosu'na da taşıdığı görülüyor. Korsan Parti, Avrupa Parlamentosu'ndaki yeşiller, bölgeselciler ve ulusalcıları içinde barındıran “Yeşiller/ Avrupa Serbest İttifakı Grubu” (Group of the Greens /European Free Alliance /EFA) içinde yer alıyor. Ne kadar etkin olabileceklerini ise önümüzdeki süreç gösterecek. ATAUM e-bülten EYLÜL 2009 'Lockerbie Kahramanı' Megrahi Salıverildi Özlem HANGÜL 5 'Lockerbie kahramanı' Megrahi Salıverildi Özlem HANGÜL Lockerbie saldırısı hükümlüsü Abdelbaset Ali al-Megrahi, İskoç Hükümeti'nin almış olduğu bir kararla 20 Ağustos'ta serbest bırakıldı. 21 Aralık 1988'de, İngiltereAmerika seferini yapmakta olan PanAm 103 uçağının, İskoçya'nın Lockerbie kasabasının üstünde infilak etmesiyle uçakta bulunan 259 yolcu ve mürettebatla Lockerbie kasabasından 11 kişi hayatını kaybetmişti. 3 yıl süren araştırmanın ardından iki Lib- ya vatandaşı uçağa bomba koymaktan sorumlu tutulmuştu.Bunlardan biri, daha sonra beraat edecek olan Lamin Khalifah Fhimah, diğeri ise dava sonucunda ömür boyu hapse mahkûm olan Libya gizli servisi çalışanı Abdelbaset Ali al-Megrahi idi.Olaydan sorumlu tutulan iki vatandaşını teslim etmemekte direnen Libya, BM yaptırımları üzerine Fhimah ile Megrahi'yi 1999'da teslim etmiş ve böylece üzerindeki BM ambargosu da askıya alınmıştı. Lockerbie davası, “tarafsız” üçüncü bir ülkede, Hollanda'daki eski Amerikan üssü Camp Zeist'da, İskoçya kanunları uygulanarak görülmüş, ilk kez bağımsız bir ülkede tahsis edilen bir toprak parçasında bir başka ülkenin kanunları ve yargı yetkisi uygulanarak görülen dava s onucu Fhimah serbest kalmış, Megrahi ise ömür boyu hapse mahkûm edilmişti. Megrahi'nin salıverilmesine tepkiler İskoçya Hükümeti, 20 Ağustos 2009'da aldığı bir kararla Lockerbie hükümlüsü Megrahi'nin sağlık sebepleriyle ülkesi Libya'ya geri gönderilmesine onay verdi ve bunun üzerine hem ülke içinde hem de uluslararası arenada çeşitli eleştiriler, spekülasyonlar başladı. Megrahi ülkesinde kahraman gibi karşılanır- ken, ABD Başkanı Barack Obama, kararı hata olarak nitelendirdi ve Libyalı yetkililere Megrahi'yi ev hapsine almalarının doğru olacağını söyledi. Megrahi'yi salıverme kararının 10 Temmuz 2009'da İtalya'da gerçekleştirilen G8 Zirvesi'nde Britanya Başbakanı Brown ile Kaddafi ara- sın da yapılan görüşme sonrasına denk gelmesi ve Brown'un da tüm tepkilere karşı uzun süre sessiz kalarak İskoç Hükümeti'nin kararına saygı duyduğunu açıklamakla yetinmesi, gündeme Libya ile yapılmış gizli bir anlaşma olup olmadığı sorusunu getirdi. Özellikle muhafazakâr kesim, Megrahi'nin Uluslararası İlişkiler- Bir Karar- İnsan? 270 kişinin ölümünden sorumlu tutulan, ömür boyu hapse mahkûm edilmiş, kanser hastası bir insan Megrahi Tüm spekülasyonlardan bağımsız düşünürsek İskoç Hükümeti'nin, Megrahi'yi serbest bırakma gerekçesi, Megrahi'nin geçirmekte olduğu ciddi hayati rahatsızlık ve ancak 3 ay yaşayabilme ihtimali. Ne kadar fazla insani, bir o kadar da inanıl(a)maz bir gerekçe... Megrahi'nin gerçekte hangi gerekçeyle salıverildiğini bilmekten öte aslında daha önemli bir soru geliyor akıllara: Uluslararası ilişkilerde devletlerin, bu yönde bir karar alması, bir insanın bu kadar “insani” bir gerekçe ile serbest bırakılması, imkânsız mı? salıverilmesinin Trablusgarp' ta, Rusya ve Batı arasında süregiden petrol mücadelesi ile aynı zamana düştüğünü hatırlatarak, salıvermenin İskoç Hükümeti tarafından söylendiği gibi sağlık koşulları nedeniyle değil Libya ile yapılmış gizli bir pazarlık /anlaşma neticesinde yapılmış olduğunu iddia etti. 6 Belçika`da 'Paran Yoksa Okuma' Devri mi Geliyor? Nagehan ŞEN ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten Belçika'da 'paran yoksa okuma' devri mi geliyor! Belçika'da yüksek okullar, yasal bir dayanağı olmamasına rağmen bazı öğrencilerin kaydını almayı reddetmeye başladı. Nedeni, yeterince maddi imkânlarının bulunmaması. Belçika'da yüksek öğrenim, üniversite ve yüksek okullar şeklinde ikiye bölünmüş durumda ve bu ikisinin görev alanları da farklı. Üniversite, daha teorik ve akademik bir eğitim verirken, yüksekokullar daha ziyade teknik ve pratik konulara yoğunlaşıyor. Örneğin, Türkiye'nin aksine Belçika'da teknik bir konu olarak değerlendirilen Tercümanlık, üniversite bünyesinde değil yüksekokullarda yer alıyor. Tercümanlık bölümünün daha teorik karşılığı olan edebiyat fakülteleri ise üniversiteler bünyesinde yer alıyor. İki yüksek öğrenim kurumuna da giriş sınavsız ve kayıt için cüzi bir miktar ödeniyor. Lise mezunu her öğrenci istediği kuruma kayıt yaptırabiliyor. Üniversite mezunlarının işsiz gezme olasılığı daha yüksek olduğu için, yüksekokullara eğilim daha fazla. Hal böyleyken, yüksek okullar öğrenci kabullerini kendi maddi imkânları çerçevesinde sınırlandırmaya başladı. Zira Nagehan ŞEN Frankofon Öğrenciler Federasyonu'nun yaptığı bir araştırmaya göre, yüksekokullar, maddi yetersizlikleri nedeniyle bazı öğrencilerin kaydını yapmayı reddediyor. Ve bu tavrın herhangi bir yasal dayanağı da bulunmuyor. 1995 tarihli yüksek öğrenim kararnamesi, açıkça, eğitimde fırsat eşitliğini vurguluyor ve hiçbir öğrencinin maddi gerekçelerle geri çevrilemeyeceğini, her öğrencinin istediği yükseköğrenim kurumunda eğitim görme hakkına sahip olduğunu ve kurumların kendilerini bu talebe göre ayarlamaları gerektiğini belirtiyor. Yüksekokullar ise, öğrenci kayıtlarını reddederken mekânsal yetersizlikleri, güvenlik sorunlarını ve altyapı eksikliklerini öne sürüyor. Yükseköğrenim Bakanı Jean-Claude Marcourt ise, artan öğrenci sayısını olumlu bulduğunu ve sınıf sayısı, malzeme sayısı gibi maddi imkânların geliştirilmesi gerektiğini söylüyor. Bu çer- çevede dikkat çekilen bir diğer konu da, öğretim görevlilerinin sayısının artırılması ve eğitmenlerin de kendilerini geliştirmesi gibi konulara daha fazla özen ve ilgi gösterilmesi. Peki, yüksekokullar nereden kaynak buluyor, bulabilir? Öğrencilerin ödedikleri kayıt paraları aslında küçük bir rakam. Yüksekokulların asıl finansman kaynakları devletten gelen yardımlar. Bu yüzden de asıl sorun devletten kaynaklanıyor. Zira yüksekokulların finansmanı kapalı zarf usulü gerçekleşiyor ve ancak sağlık endeksinin gelişmesine göre artıyor. Kısacası devlet, ne artan öğrenci sayısını dikkate alıyor ne de bu konuda müzakere yapmaya açık. Şimdilik, yüksekokullar bekleme listeleri oluşturmakla meşgul. Finanse edemeyecekleri öğrencilere kapıyı tamamen de kapatmıyorlar. Bu sorunun en erken çözümü ise 2010-2011 öğretim yılı olarak görülüyor. ATAUM e-bülten İletişim Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara Telefon: 0 (312) 362 07 62 Faks: 0 (312) 320 50 61 Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten E-posta: [email protected] Editör: Erdem DENK Tasarım: Volkan KAYA * Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz. * ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir. * Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi`ne aittir. * Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir. A.Ü. Basımevi Tarafından 5.10.2009 tarihinde basılmıştır. ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten Avrupa`da Sigara Yasağı Aydan DOĞAN 7 Avrupa'da Sigara Yasağı Aydan DOĞAN Sigaranın hastalık ve ölümlerdeki büyük payının fark edilmesiyle birlikte konu tüm dünyada kişisel bir tercih olmaktan çıktı. Sigara, dumana maruz kalan herkes için bir sağlık tehlikesi oluşturuyor. Koyulan yasakların, aktif içiciliği düzenlemenin yanı sıra pasif içiciliğin azalmasında da etkili olduğu artık genel kabul görüyor. Avrupa Birliği açısından baktığımızda, İrlanda bir örnek model oluşturdu. 2004'te barları ve restoranları da kapsayacak şekilde tüm işyerlerinde sigara içmeyi yasaklayan ayrıntılı düzenlemeyle İrlanda Avrupa'da bir ilke imza atmış oldu. O zamandan beri pek çok Avrupa ülkesinde sigara içmeyi engelleyici düzenlemeler ya- pılıyor. Norveç, İtalya ve Malta getirdikleri çeşitli düzenlemelerle İrlanda'yı izleyen Avrupa ülkeleri oldular. Dünyada, ülke çapında yasak getiren dördüncü ülke olan İtalya'da ise yasak, halk tarafından büyük destek gördü. Ocak 2005'ten beri ülkede restoranlar, diskolar ve barları da kapsayacak şekilde tüm kapalı alanlarda sigara içilmesi yasaklandı; ancak özel sigara içme odalarına izin veriliyor. Özel kısıtlamalar altında bu odalara yiyecek, içecek servisi bile yapılabiliyor. 1 Ocak 2006 tarihinde ofislerde, dükkânlarda, okullarda, hastanelerde, kültür merkezlerinde ve toplu taşımada sigara içilmesine ülke çapında yasak getiren İspanya'da ise durum biraz farklı. İspanya'daki yasa diğer Avrupa ülkelerine kıyasla “liberal” bir düzenleme. Hatta İspanya'daki düzenlemenin daha zayıf ve kafa karıştırıcı olduğu da söylenebilir. Zira yasaya göre 100 metrekareden büyük restoranlar ve barlar sigara içilen ayrı bir bölüm yapma hakkına sahip. 100 metrekareden küçük işletmeler için ise sigara içmeye izin verip vermemek işletme sahibine bırakılmış durumda; birçoğu da kararını sigarayı yasaklamamaktan yana kullanıyor. Sigaranın yasaklanmadığı kafelere 18 yaşından küçüklerin girmesi ise yasak. İngiltere de 2007'de yaptığı düzenlemeyle kapalı alan- larda sigara yasağı furyasına eklendi. Tüm kapalı alanlarda ve çalışma alanlarında sigara içme yasağı getirildi. Şu sı ra lar İngiltere'de yasağın açık alanlara da geniş le til me si gün dem de. Belçika, Letonya, Litvanya, Güney Kıbrıs, Slovenya, Fransa, Hollanda, İsveç ve Malta da sigara yasağını uygulayan, ancak kapalı alanlarda ayrı havalandırmalı bir sigara içme bölümüne izin veren ülkelerden. Bulgaristan da tüm kapalı alanlarda sigara içmeyi yasaklayan düzenlemeleriyle yasağı en sıkı hükümlere bağlamış Avrupa ülkeleri olan İrlanda ve İngiltere'yi takip eden düzenlemeleri 2010'da yapacağını açıklamış durumda. yapan kafeler açısından büyük tartışmalara konu oluyor. Zira tütün mamullerinin kullanılmasını yasaklayan bu düzenlemeler, esrar satışı ve içilmesi konusunda herhangi bir değişiklikler getirilmiyor. Bu ise, uyuşturu cu maddenin etkisini azaltmak için tütünle harmanlanmadığı sürece kafelerde esrar içmeye devam edebileceği anlamına geli- yor. Kısacası, artık esrarlı sigaraların içine tütün karıştırmak yasak! Müşteriler sadece “saf esrar” içmek durumunda. Gelen eleştirilere rağmen Hollanda Sağlık Bakanı bu düzenlemenin insanları daha çok esrar içmeye yönlendireceği fikrine katılmıyor. min yasanın “kamusal alanlarda sigara içilmez” demek yerine 'tüm çalışanları insanların sigara içmesinden koruyoruz' söyleminden kaynaklandığına, bu belirsizlik nedeniyle de istisnaların oluştuğuna dikkat çekti. Alınan kritik yargı kararları, mevcut düzenlemelerdeki yasal boşluğu gidermek amacıyla düzeltmeler yapılacağı açıklamasını da beraberinde ge tir miş ti. Hollanda'nın “çalışanların başkasının içtiği sigaranın dumanını solumasını engellemek” amacıyla getirdiği yasağın tartışmalı bir yapı yaratmasından dolayı Hollanda Sağlık Bakanı kabineye bir teklif sundu. Hizmet endüstrisinde havalandırma sistemlerinin nasıl kullanılabileceğini araştıran incelemeye ilişkin kabine toplantısı, yasal düzenleme açısından kritik. Eğer havalandırma sistemleri, pasif içiciliği giderecek şeklide, sigara dumanını bir kafe veya bardan çıkarıyorsa düzenlemede bu yönde değişikliklere gidilebilir. Eğer koşullar yerine getirilirse sigara içilmesine izin verilecek, ayrı sigara odalarının yaratılmasına ihtiyaç kalmayacak. Kısacası, eğer bakan kabinenin desteğini alırsa, küçük kafelerle ilgili çıkmaz çözülmüş olacak ve düzgün bir havalandırma sistemi olan kapalı mekanlarda sigara içilmesine izin verilecek. nusu. Avrupa Komisyonu, ü ye ül ke le ri 2012’de “dumansız bir AB” olma yolunda sigara içmeyi engelleyici düzenlemelerini artırmaya davet etti. Konsey, ülkeleri 3 ana yönde hareket etmeye çağırdı: Üye ülkelerin, vatandaşlarını kapalı kamu alanlarında, çalışma alanlarında ve toplu taşımada sigara dumanına maruz kalmaktan koruyacak şekilde ya- saları uygulama ya da yasalar oluşturma; çocukları sigaradan koruyacak, insanları sigarayı bırakmaya teşvik edecek düzenlemelerle sigara içilmesini engelleyici yasalar geliştirme; ve AB düzeyinde tütün kontrolüne ilişkin işbirliğini güçlendirici ağlar yaratılması yönünde adımlar atma. Sigara olmaz, esrar verelim Kapalı alanlarda sigara içme yasağını 2008'de düzenleyen Hollanda'da ise son günlerde sıcak gelişmeler yaşanıyor. 2008'de getirilen düzenleme diğer pek çok Avrupa Birliği üye ülkesine kıyasla esnek. Kafelerde, barlarda, restoranlarda ve uyuşturucu madde satan kafelerde (coffee shop) kişilerin sigara içebileceği ayrı bir bölüm yapılmasına izin veriliyor. Ancak bu alanlara yiyecek ve içecek servisi yapılması yasaklanmış. Düzenlemenin amacı, bu yerlerde çalışanların dumana maruz kalmasını engellemek. Diğer çalışma alanlarında, kamu binalarında ve toplu taşıma araçlarında sigara yasağı 2004'te getirilmiş. Ancak 2008'de yapılan düzenleme özellikle uyuşturucu madde satışı Sahibinden sigaralı kafe! Bu yeni tartışmalarla Hollanda'da tekrar gündeme oturan sigara yasağı, en çok da ayrı bir sigara içme bölümü yaratamayacak kadar küçük olan kafelerin itirazına uğruyor. Bu yasağın -ya da yasağın bu halinin- kendilerine karşı adaletsiz bir durum ortaya çıkardığına dikkat çeken küçük kafelerin cirolarının bir önceki yıldan beri yüzde 62'ye varan oranlarda düştüğü de bizzat Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan çalışmalarda ortaya çıkmış durumda. Belçika sınırına yakın Breda'da “The Victoria Cafe” adlı küçük kafeye açılan davada alınan karar yasak açısından bir dönüm noktası oluşturuyor. Zira mahkeme, yasanın çalışanı olmayan küçük kafelerde uygu- lanmasını gerektirecek yasal tabanı içermediğine hükmetti. Bu kararla hiç çalışanı bulunmayan, sahipleri tarafından işletilen küçük kafe ve barlarda sigara içimine yeniden izin verilecek. 2008'de yapılan düzenlemenin arkasındaki yasal neden çalışanların pasif içiciliğe maruz kalmamasıydı. Söz konusu kafe lehine verilen karar teknik olarak tüm ülkedeki küçük kafelerde sigara içimine izin vermiş oluyor. Hollanda'nın kuzeyinde yer alan Leeuwarden' de de mahkeme yasanın sahipleri tarafından işletilen kafeleri kapsamayacağına hükmetti. Hollanda Sağlık Bakanı Ab Klink, yaptığı açıklamada Hollanda yasasındaki proble- Peki, Avrupa Birliği? Tüm bu süreçte birlik düzeyinde bir düzenleme getirmemesine karşın Avrupa Birliği de pek çok önemli adım attı. Örneğin, AB tarafından dü zen le nen pek çok kampanya Avrupa genelinde ses getirdi. 2003-2004’te düzenlenen “feel free to say no” adlı kampanya üye ülkelerde düzenlenen 40’ı aşkın etkinlikle büyük yankı topladı. Kampanyanın amacı, genç le ri si ga ra ya ha yır diyebilme konusunda cesaretlendirmekti. Bu doğrultuda gençlerle doğrudan bağlantılı olacak pek çok çalışma yapıldı. Ayrıca yine 2003’te başlatılan tütün reklamı yapılmasını yasaklamaya yönelik uygulama bazı ülkelerin muhalefetine rağmen Avrupa’da ilgi odağı oldu. AB’nin şu anda da devam eden kampanyaları söz ko- Radar Üssü Projesini Geri Çekti 8 ABD Zahide Tuğba ŞENTERZİ ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten ABD Radar Üssü Projesini Geri Çekti Zahide Tuğba ŞENTERZİ Yaklaşık bir sene önce yine bu bültenin Kasım 2008 sayısında kaleme alınan ABD'nin Çek Cumhuriyeti'nde radar üssü kurma çabaları, nihai sonuca ulaşmış durumda. Çek hü kü met le ri nin talebi üzerine Çek Cumhuriyeti'nde kurulması planlanan radar üssü projesi, halkın tepkisi dâhil birkaç etkenin de devreye gir me siy le ABD tarafından geri çekildi. Böylelikle Bush'un “Çek Cumhuriyeti ve Polonya'yı müttefiklerimizi koruyacak olan sistemin olabildiğince etkili olması için seçtik” sözüyle başla yan süreç, Obama'nın “Avrupa' daki güdümlü füzeye karşı korunma mekanizma sı nın yeni mi ma ri si Amerikan güçlerinin ve müttefiklerinin daha güçlü, akıllı ve hızlı korunmasını sağlayacak,” sözleriyle yeni bir ivme kazandı. Yeni Savunma Sistemi ve Uluslararası Tepkiler ABD'den gelen resmi açıklamaya göre, İran'ın nükleer programı ve elinde bulundurduğu uzun menzilli füzeler düşünüldüğü kadar büyük bir tehlike arz etmiyor. Ancak kararın geri planında gerilen ABD-Rusya ilişkileri ve Aralık'ta bitecek olan START anlaşması olduğu da düşünülebilir. ABD'nin kararı hem İran hem de Rusya tarafından olumlu bir gelişme olarak nitelendirildi. Bu adımın ABD'yi nükleer başlıkların azaltılması için Rusya ile yeni bir anlaşmaya götürüp gö tür me ye ce ği ni zaman göre, Avrupa'daki füze sagösterecek ancak anlaşma- vun ma sistemi gemileri nın yapılması halinde diğer Aegis'ler güçlendirilecek ve nükleer güçlere baskının daha güvenilir bulunan moartacağı da kesin gibi bil füze savunma cihazları gözüküyor. Nitekim nükleer kullanılacak. Rusya, Aegis silahlar konusundaki son sistemini stratejik bir tehlike gelişmeler de bu tahmini olarak görmüyor ve CNN'e destekler nitelikte. göre bu sistem Rusya'daki Obama'nın önerdiği yeni radarlar kullanılarak işbirliği sistemde, uzun menzilli ba- ortamı dâhi yaratabilir. listik füzelere karşı savunma NATO ve AB'nin de bu karara sistemi inşası yerine kısa ve olumlu tepki verdiği söyleneorta menzilli füzelere karşı sa- bilir. NATO Genel Sekreteri vunma sistemini güçlendir- Rasmussen'in yaptığı açıklame ön plana çıkıyor. Penta- maya göre, müttefiklerin gon'un yaptığı açıklamaya korunması amaçlı kurulacak füze kalkanı inşasında NATO da ha merkezi bir rol kazanacak. AB'nin Fransa ve Almanya gibi eşitler arasında birinci konumundaki büyük üyeleri de, ABD'nin bu kararının öncülük yaptıkları AB ortak savunma sistemine yeni üyelerin yaklaşımlarını değiştireceğini düşünüyor. Böylelikle Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Balkanların AB dâhilinde güvenlik ve savunma ilişkilerine öncelik vereceklerine inanılıyor. Çek Cumhuriyeti ve Polonya'nın Hayal Kırıklığı Ama kesin olan bir şey var: Çek Cumhuriyeti ve Polonya'nın “Rusya send rom u” n d a n k a y n a k l a n a n ABD'ye yakınlaşma isteği büyük bir darbe almış durumda. 1989'dan bu yana ABD ile yakın ilişkilerinden gurur duyan Polonyalı siyasiler, karar açıklandıktan sonra “kim, nerede hata yaptı” tartışmasına girdi. Cumhurbaşkanı Lechem Kaczyńský liderliğindeki muhafazakârlar, bunu ABD ile olan özel ilişkinin sonu olarak görüyor. Muhafazakâr hükümet döneminden eski müzakereci Wytold Waszczykowski ise durumu şu sözlerle açıklıyor: “Kalkanla birlikte Washington ile stratejik birliğimizi de kaybetmiş bulunuyoruz.” Çekler içinse karar belki çok da şaşırtıcı olmadı ama sonucun ciddi bir hayal kırıklığı yarattığı da açık. Çek dış politikası, temel sütununu kaybetmiş durumda. Kadife devrim sonrası artan anti-Rus yaklaşımlar, ABD yanlısı politikalar ve Rusya'nın etkisi altından kurtulma çabaları, radar üssü anlaşmasını anahtar olarak görmelerine neden olmuştu. Şimdi ise büyük müttefikleri onlara sırt çevirdi ve sadece Çek Cumhuriyeti değil belki de tüm Orta Avrupa ABD için stratejik önemini yitirdi. Rusya'nın Orta Avrupa politikası postSovyet ülkelerinin “Rusya sendromu” ile birleşince, siyasiler arasında yaşanan “ne yapacağını bilememe hâli” tekrar zuhur etmiş durumda. Eski Cumhurbaş- kanı Václav Havel'in sözleri d e a de ta b u korkunun göstergesi gibi: “Rusya nerede başlayıp nerede bittiğini bilmiyor. Tarihi sınırlarını hatırlıyor – Çarlık döneminden olsun, Sovyet döneminden olsun- ve fotoğraf:Katie oraları Tegtmeyer kendisinin sayıyor.” Halkın çoğunun karşı çıkmasına rağmen siyasilerin ABD'ye hizmetlerini sunmayı teklif edecek kadar ısrarlı tavırları aslında radar üssünün istenilmesinden değil, Çek Cumhuriyeti gibi küçük ATAUM e-bülten ve kimilerinin gözünde “önemsiz” bir ülkenin ABD ile güçlü bir ittifak sağlama isteğinden kaynaklanıyordu. Buna bağlı olarak ve yeni ABD yönetiminin yaklaşımı ile Çek siyasi sahnesinde zaman içerisinde değişim yaşandığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı Václav Klaus, Obama'nın kararını iletmesinden sonra durumun ÇekABD ilişkilerini etkileyeceğini inanmadığını söylerken yeni bürokratik hükümetin başkanı Jan Fischer, “Cumhurbaşkanının kararını dikkate alıyoruz,” demekle yetindi. Muhalefet partilerinden bazılarının eski açıklamalarına rağmen “karar yerinde” açıklaması ise şaşkınlık yarattı. En büyük hayal kırıklığını kabine üyeleri yaşadı diyebiliriz. Eski başbakan Mirek Topolánek, “Bu Çek Cumhuriyeti'nin kaybıdır, benim değil” açıklamasını yaparken, müzakereler sırasında önemli rol oynayan eski başbakan yardımcısı Vondra, “Duruma soğukkanlılıkla yaklaşıp, bu adımın sonuçlarını duygusal değil, rasyonel olarak değerlendirmeliyiz” dedi. ODS (Demokratik Yurttaş Partisi) genel başkanı, eski başbakan Mirek Topolánek'in ekonomi gazetesine gönderdiği demeç, karardan sonra yayılan “çaresizlik hali”nin simgesi olarak görülebilir. Zira bu demeçte, sorunun sadece radar olmadığı, herkesin güvenliği, özgürlüğü ve bağımsızlığının yanı sıra orta Avrupa'nın geleceğinin de tehlikede olduğu savunuluyor. “ABD'nin Bize Sırt Çevirmesini İstemiyoruz” başlığı altında yayınlanan yazıda, İkinci Dünya Savaşı'nın 70. yıldönümü ve totaliter rejimden kurtulmanın 20. yıldönümü kutlanırken ABD' nin iç siyaset ve Rusya'yla ilişkileri tercih etmesinin sembolik olduğu vurgulanıyor. Münih Anlaşması, Molotov-Ribbentrop Paktı, Tahran ve Yalta Konferansla- EYLÜL 2009 rını hatırlatan Topolánek, bunların hepsinin ortak noktasının ABD etkisinin Orta Avrupa'dan çekilmesi ve bunun sonucunda da bölge halkının köleleştirilmesi olduğuna dikkat çekiyor. 2002 yılında ortaya atılan fikir, sayısız görüşme ve protokoller sonucunda Oba- ABD Radar Üssü Projesini Geri Çekti Zahide Tuğba ŞENTERZİ ma'nın 17 Eylül 2009'un ilk saatlerine Çek başbakanı Jan Fischer'e radar üssünün kurulmayacağını telefonda söylemesi ve hemen akabinde ABD'den Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne jet hızıyla heyet gönderilip durumun açıklanması, belki de Orta Avrupa'da büyük bir dönemi kapatmış oldu. Toplamda 9 senelik proje ve resmi olarak 2 seneyi aşan çalışmalar, birkaç saat içinde sona erdi. Sonla gelen yeni bir merak konusu, Çek Cumhuriyeti ve Polonya'nın izleyeceği yeni strateji... Süreç... Haziran 2006: Amerikalı uzmanlar Çek Cumhuriyetinde alan araştırması yaptı ve üssün Brdy şehrinde kurulmasını Ocak 2007'de talep etti. Mart 2007: Çek Cumhuriyeti resmi olarak radar üssü görüşmelerini başlattı; hemen akabinde Rus temsilciler ABD üssünün Avrupa'ya yerleşmesine karşı çıktı. Mayıs 2008: Çek Cumhuri- sonra radar anlaşmasını yeti hükümeti, radar üssü- meclis görüşmelerinden geri nün Brdy'de kurulması ile çekti. ilgili temel Çek-ABD anlaşmasını onayladı. Nisan 2009: Çek CumhuriMart 2009: Dönemin baş- yeti'ni ziyaret eden Obama, bakanı Mirek Topolánek 15 İran'ın nükleer programınMartta radar üssünün kuru- dan vazgeçmesi halinde lacağına inandığını ancak füze kalkanları inşasına projenin gecikebileceğini be- gerek kalmayacağını söylelirtti. Onay için yeterli oy sağ- di. layamayan hükümet iki gün 17 Eylül 2009: Obama başkanlığındaki ABD, Çek Cumhuriyeti ve Polonya'da inşa edilecek füze kalkanı projesinden geri çekildi. 9 10 Avrupa Konseyi`nden Komşuya Uyarı... Eylül Başak TUNCEL EYLÜL 2009 ATAUM e-bülten Avrupa Konseyi'nden Komşuya Uyarı… Eylül Başak TUNCEL Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu (ECRI), 2 Nisan 2009'da kabul edilen "Yunanistan 4. Gözlem Raporu'nu 15 Eylül 2009'de yayımladı. Ülkede var olan aksaklıklara ve alınması tavsiye edilen önlemlere yer verilen raporda, ülkedeki azınlık gruplarına yönelik ayrımcı tutumlar nedeniyle Yunan yetkililer de uyarıldı. "Yasal Düzenlemelerin Varlığı ve Uygulama", "Çeşitli Alanlarda (İstihdam, Eğitim, Sağlık, Adalet vb.) Ayrımcılık", "Irkçı Şiddet", “Halk Söyleminde Irkçılık", "Hassas /Hedef Gruplar” (Romanlar, dinsel azınlık grupları, Makedonlar, Batı Trakya'daki Müslüman azınlık, mülteciler, sığınmacılar, göçmenler), " "Yahudi karşıtlığı" gibi başlıklardan oluşan raporda ECRI, öncelikle Yunanis- tan'da kaydedilen olumlu gelişmeleri sıralayarak memnuniyetini dile getiriyor, sonra da var olan sorunlara, insan hakları ihlallerine değinerek çeşitli tavsiyelerde bulunuyor. me kaydetmesi. Batı Trakya'daki Müslüman azınlığın eğitim durumunu güçlendirmek için önlemler alınması, Yahudi ya da Roman karşıtı yayınlar yapan birkaç gazetecinin gözaltına alınması, 2004'ten itibaren 27 Ocak gününün “Holokost'u Anma Günü” ilan edilmesi ve Holokost'un ders kitaplarına girmesi, diğer olumlu gelişmeler olarak sayılmakta. Ancak ECRI, tüm bu ilerlemelere rağmen, bazı sorunların varlığını sürdürdüğüne işaret etmekte. lü man azınlığın yüzde 80'inin tarım sektöründe istihdam edildiğine, Afrikalı, Bangladeşli, Pakistanlı, Filipinli göçmenlerin iş sektörlerinde ayrımcılığa uğradığına, söz konusu “hassas gruplar”ın çoğunluğunun düşük maaşla, kötü koşullarda çalıştığına dikkat çekiliyor. Çoğu Roman çöp toplayarak geçimini sağlarken önyargılardan dolayı kalıcı bir iş bulamıyor. Kendilerini istihdam alanlarına yönlendirecek bir plan oluşturulamadığından, Batı Trakya'daki Müslüman azınlığın kamu ve özel sektördeki sayıları yok denecek kadar az. ECRI, Yunan yetkililerinin bu konuda uzun vadeli bir çözüm planı uygulamalarını ve hassas grupların iş pazarına acil olarak entegre edilmesini talep ediyor. Rapora başlarken… Öncelikle, olumlu gelişmelerin sıralandığı ilk bölümde gözümüze şu bilgiler çarpıyor: ECRI'nin Yunanistan üzerine 8 Haziran 2004'te yayınlanan 3. Raporundan bu yana 3304/2005 sayılı kanun kabul edildi. Bu, ırksal ya da etnik kimliklerine, dinsel inanışına, yaşına ve cinsiyetine bakılmaksızın herkese eşit muamele ilkesinin uygulanması anlamına geliyor. Bir başka olumlu veri, Yunan hükümetinin “Romanlar için Bütünleştirilmiş Eylem Planı”nı yürütmeye devam etmesi ve bu gruba yönelik eğitim, sağlık ve istihdam alanlarında ilerle- Tespit ve tavsiyeler Başlangıç olarak, eski Yunan Vatandaşlık Kanunu'nun 19. maddesi nedeniyle Yunan vatandaşlığını kaybedenlerin sıkıntılarının bir an önce giderilmesi talep ediliyor. Yunanistan'da oturan veya oturmayan, vatansız veya artık başka bir devletin vatandaşı olmuş, ama bir zamanlar Yunan vatandaşlığına sahip herkesin mağduriyetinin giderilmesi, bu kişilerin işlemlerinde zorluk çıkartılmaması salık veriliyor. Bu konuda adil olmayan gecikmelerin varlığı (örneğin Batı Trakya Müslümanlarının başvurularında yaşanan aşırı gecikmeler), Yunan Ombudsmanı tarafından bildirildiği için, ECRI durumun düzeltilmesi isteğini raporda belirtmekte. Önemli eksikliklerin görüldüğü istihdam alanındaki mevcut durum anlatıldıktan sonra, Batı Trakya'daki Müs- ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten Avrupa Konseyi`nden Komşuya Uyarı... Eylül Başak TUNCEL Eğitim ve kimlik Azınlık gruplarına yönelik ayrımcılığın görüldüğü bir başka alan, eğitim. Bazı okullarda, Roman çocukların ayrı sınıflarda ders gördüğü belirtiliyor. Bu çocukların okula alışabilmeleri için ayrı bir uyum programının uygulanması haklı bulunurken, bunun çocukları etkilemeyecek, diğer öğrencilerden soyutlamayacak şekilde ve belli bir süreliğine yapılması gerektiği vurgulanıyor. Batı Trakya' daki Müslüman azınlığa, Pomaklara ve Romanlara özel önem gösterilmesi teşvik ediliyor, eğitim konusunda alınan önlemlerin takdir edildiği, çabaların artarak devam etmesi gerektiği vurgulanıyor. Yunan yetkililerin, iki dilli anaokulları ve daha kaliteli öğretmen ihtiyacı gibi birtakım sorunlarla ilgili olarak Batı Trakya'daki Müslüman toplumun temsilcileriyle görüşmeleri ve ortak bir çözüm bulmaları tavsiye ediliyor. Azınlık gruplarına eğitim için destek verilmesi, Yunanca dersleri, anadilde e ği tim, destek kursları yapılması, Batı Trakya'da eğitimin iyileştirilmesi de diğer tavsiyeler arasında. Sağlık, adalet, sosyal konularda da birtakım eksikliklere değinen rapor, Romanların karşılaştığı sağlık sorunlarına yönelik önlemlere devam edilmesini, yargıç ve savcılar için ayrımcılık ve ırkçılıkla ilgili eğitimlerin güçlendirilerek sürdürülmesini, ırkçı suçlara karşı daha sert önlemler alınmasını, medyanın etnik ve dinsel azınlıklara kar- şı düşmanca tutum sergilemesinin önlenmesini ve medya çalışanlarına insan hakları ve ırkçılık üzerine eğitim verilmesini, yetkililerin kamuoyunun dikkatini çekmek ve farkındalık yaratmak adına ulusal kampanya yürütmesini de içeren birtakım önerilere yer veriyor. Raporda yer alan bir başka sorun, azınlık gruplarının kendilerini ifade etmesiyle ilgili. ECRI, azınlıkların adetle- rine saygı gösterilmesini umuyor; Müslüman mezarlıklar, Atina'da cami yapımı ve ölüyü yakma yasağı gibi birtakım konulara yönelik tabularda da değişim arzu ediyor. Kişileri kendi dinine ge çir me ye çalışmanın (proselytism) suç olmaktan çıkarılması öneriliyor. Çeşitli dinlere yönelik olumsuz yorumların ders kitaplarından kaldırılmasının devamı teşvik ediliyor. tek sorun, Müslüman azınlığın uğradığı ayrımcılık değil. Yunan yetkililer, bölgedeki Türklerin, Pomak ve Romanların kimliğini tanımadığını ve bu grupların Türkler tarafından ayrımcılığa uğradıklarını belirtirken, Müslüman temsilciler bunu reddediyor. ECRI, bu konuya istinaden, Batı Trakya'daki her etnik ve dinsel gruba saygı gösterilmesini vurgulayıp, baskı uygulanmadan ortak diyalog yürütülmesi çağrısı yapmakta. Görüldüğü gibi, rapor somut veriler ve bol bol tavsiye içermekte. Yanlış tutumlardan, önyargılardan, sistemin geçirmesi gereken değişimlerden bahsediliyor. Tercih edilen elbette, tüm bu öğütlere gerek kalmadan, devletlerin halkları için en iyisini adaletli bir şekilde yapmaları. Değişimlerin, ilerlemelerin, isteyerek ve şevkle, toplumsal barışı ve refahı sağlamak adına bir an önce gerçekleşmesi. Ülkeyi oluşturan farklı gruplar arasında iletişimin ve eşitliğin, içten gelen bir dinamikle kalıcı olarak sağlanması. Ve bunu bütün halkın istemesi, desteklemesi… Yunanistan'daki değişim sürecini, kaydedilen gelişmeleri, birkaç yıl arayla yayınlanan bu raporlar sayesinde takip edebileceğiz. Diğer seçenek ise bir umut olarak kalacak… Batı Trakya'daki durum ECRI'nin, Batı Trakya'daki Türk ve Makedon toplumları konusunda da birtakım tavsiyeleri var. Bu toplumların dernek kurma ve ifade özgürlüklerinin tanınması için daha ciddi adımlar atılma sı gerekliliği ve bu çerçevede AİHS'nin 11. maddesinin ihlali vurgulanmakta. Ayrıca, Batı Trakya'da müftülerin atanması sorunu devam etmekte -ki bu da AİHS'nin 9. maddesinin (düşünce, vicdan, ifade özgürlüğü) ihlal edildiğini gösteriyor. Batı Trakya'da yaşayanların kendini tanımlama hakkının garanti altına alınması, Müslüman azınlık ile konuşulup, müftü ve imam atamaları konusunda çözüm üretilmesi, Makedon ve Türk temsilcilerle diyalog geliştirilmesi ve ortak paydada buluşulması raporda yer almakta. Öte yandan, Batı Trakya'daki Avrupa Konseyi tarafından oluşturulan bağımsız bir insan hakları izleme organı olan ECRI, özellikle ırkçılık ve hoşgörüsüzlükle ilgili konulara odaklanıyor. Komisyon, her üye devletin durumunu benimsediği amaç ve ilkeler ışığında inceliyor ve çeşitli öneriler sunuyor. Bunu yaparken de söz konusu ülkelere ziya ret ler düzenleyip hem yetkililerle görüşüyor hem de mevzuat taraması yapıyor 11 12 Fransa, Sera Gazı Vergisini Tüketicilere mi Yükleyecek? Nagehan ŞEN EYLÜL 2009 ATAUM e-bülten Fransa, Sera Gazı Vergisini Tüketicilere mi Yükleyecek? Erdem GÜNEŞ Nagehan ŞEN Fransa'da “karbon vergisi” adı altında düzenlenen yeni bir vergi, Fransızların üçte ikisinin muhalefetine uğradı. “Kişi başı karbon tüketimi”nin belirlenip üzerinden yeni bir vergi hesap lan ma sı fik ri, sera gazı salınımlarının asıl sorumluları olan büyük çok uluslu şirketleri değil, sıradan hane halklarını mağdur ediyor. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, ekonomik krizin etkileriyle baş edebilmek amacıyla yeni bir vergi fikrini ortaya attı. Söz konusu vergi, karbon tüketicilerine yönelik. Böylelikle hem devlete yeni gelirler sağlayarak krizin etkilerini azaltmak hem de çevre kirliliğine olan duyarlılığı artırmak hedefleniyor. Daha da ileri giden Sarkozy, bu verginin Fransa'yla sınırlı kalmayıp tüm dünyada uygulandığı takdirde gerçekten işe yarayacağını belirtti ve Fransa'nın bu büyük adımı atmasından gurur duyduğunu söyledi (her ne kadar Kanada ve İsveç'te bu tür “önlemler” zaten alınmış olsa da). Ancak her şey o kadar basit gözükmüyor. Zira vergi, bireysel tüketicilere yüklenecek ve sera gazı salınımlarının asıl sorumlusu büyük işletmeler böylelikle herhangi bir bedel ödemeyecek. Yani kısaca, vergi sera gazı salınımından değil, karbon enerji tüketimi üzerinden hesaplanacak. Bu da “kirleten öder” prensibiyle pek örtüşmüyor. Zaten ekonomik kriz nedeniyle beli bükülen tüketiciyse, büyük fabrikaların ödemesi gereken bedeli ödeyecek ve maddi olarak büyük şirketlere nazaran daha fazla etkilenecek. Uzmanlar aslında farklı çözüm yolları öneriyorlar. Hane tüketimi veya işyeri tüketimi ayırmaksızın, herkesin kirlettiği kadar ödemesi fikri adil gözüküyor. Ancak, özellikle büyük fabrikalar daha fazla ödeme yapacağı için, çevreyi kirletmeyen farklı enerji kaynaklarına yönelim önemli miktarda para aktarkaçınılmaz olacak ve bu, ha- tılması anlamına geliyor. Buva kirliliğinden kar sağlayan nun anlamı açık: Yeni vergi devletin hiç ama hiç de işine yürürlüğe girince, tüketicinin gelmeyecek. Ne var ki, hane cebinden çıkan benzin fiyathalklarının tüketimi üzerin- ları da kuşkusuz artacak. den vergi hesaplamak dev- Karbon vergisi, ton başına letin daha çok kar etmesini 17 Euro ödenmesini öngörüsağlayacağı için olsa gerek yor. Ancak karbon vergisi yübu öneriler pek rağbet gör- rürlüğe girince, bazı vergiler müyor. Üstelik dünyanın en de düşürülecek veya tamabüyük sera gazı salınımını ya- men silinecek. Petrol, benzin pan ABD, konuyla ilgili her- ve gaz gibi enerjileri kullanhangi bir tedbir almıyor ve il- mayanlara yönelik de “yeşil gili uluslararası yükümlülük- çek” adı verilen bir vergi inleri yerine getirmiyor. Kısa- dirimi ve gelir vergisindeki cası, büyük şirketler havayı azaltmalar da alınan tedbirve çevreyi kirletmeye devam ler arasında. Amaç, karbon ederken olan yine tüketiciye tüketimini azaltıp daha temiz oluyor. enerjilerin kullanılmasını Peki, tüketiciler bu süreçte na- sağlamak. Sarkozy, bu tedsıl mağ dur o la cak lar? birler sayesinde karbon verÖzellikle toplu taşıma araç- gisinin hane halklarına fazlarındaki yetersizlikler insan- ladan bir yük olmayacağını ları kendi arabalarını kullan- belirtirken, şirketler arası remaya itiyor, bu ise akaryakıta kabetin de etkilenmeyeceği- nin altını çiziyor. Karbon vergisi başka vergilerin yerine geçeceğinden, aslında, devlet bu işten kar etmeyecek; deyim yerindeyse, bir eliyle aldığını diğer eliyle verecek. Yeşillerin ve Sosyalistlerin eleştirdiği noktaysa, bu verginin sadece fosil enerji kaynak la rıy la sınırlı kalıp (petrol, benzin ve gaz), elektrik üzerinden herhangi yeni bir verginin alınmayacak olması. Ancak, büyük şirketlerle hane halklarını bir tutup aynı kıstas üzerinden bir hesaplama yapmak, kuşkusuz büyük şirketlerin lehine olan bir durum. Her ne kadar hükümet gerekli telafileri yapmak için uğraşsa da, 1 Ocak 2010'da yürürlüğe girecek olan verginin sıradan insanları daha çok etkileyeceği de aşikar. ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten Barroso Başkanlık Koltuğunu Yine Kaptı... Gökşen ÇALIŞKAN 13 Barroso Başkanlık koltuğunu yine kaptı... Gökşen ÇALIŞKAN Avrupa Birliği Komisyonu, Avrupa Birliği karar alma mekanizmaları içerisindeki en önemli organ. Öyle ki, Lizbon Antlaşması'nın tüm üye ülkelerce onanması durumunda yetkileri ciddi anlamda artacak olan Avrupa Parlamentosu dahi, Komisyon'la kıyaslanabilecek bir halde değil. Bu sebeple, Birlik yasalarının uygulanma- sından sorumlu olan bu kurumun başına kimin geleceği her daim önemli bir tartışma konusu oldu. Tıpkı geçtiğimiz 5 sene boyunca Başkanlık koltuğunda olan Portekiz eski Başbakanı Jose Manuel Barroso'nun ikinci dönem için yeniden adaylığını koymasının ardından yaşandığı gibi. Adaylık gerekçeleri Barroso, ikinci kez başkanlığa talip olmasını koltuk sevdasından ziyade bir önceki dönemde istediği verimi alamamış ve sözünü verdiği “rekabetçi ve yenilikçi Avrupa”yı yaratamamış olmasına bağlıyor. Ancak ne derece inandırıcı bulunduğu bir muamma. Özellikle ekonomik kriz sırasında Avrupa'nın sesini duyurmakta yetersiz kalan, Avrupa yürütme erkini neredeyse güçlü üye devletlerin sekretaryası haline getiren Barroso, görev süresi içinde oluşturma sözünü verdiği "daha iddialı" Avrupa Birliği'nin çerçevesini çizmekte zorlandı. Barroso, düzenleme konusunda ikna edici olabilmek adına, uzun süre “daha liberal” ve "daha az yasamacı" bir Birlik'in savunucusu oldu. Dahası, Avrupa milletvekillerini etkilemek için olsa gerek hep daha fazlası için söz verdi ve belki de bu nedenle muhalifleri tarafından "Caméléon" (Kertenkele) olarak adlandırılmaktan kurtulamadı. Yine de kesin olan bir şey var: Yaz döneminde tüm Brüksel tatildeyken hazırladığı ev ödevleriyle gerek AB liderlerini gerek Avrupalı parlamenterleri büyük ölçüde etkilemeyi başardı. Haziran ayında gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen ardından 17 Haziran'da AB liderlerine gönderdiği mektupta, mali kriz, işyerlerini korumak ve işsizlik oranını indirmek gibi ciddi sorunların çözüme ulaşması için elinden geleni yapacağını söyleyen Barro- so, bu çabasına liderlerden de destek istedi. Önce AB liderlerinden destek alan 53 yaşındaki Barroso, ardından da kariyeri hakkında nihai kararı verecek olan Avrupa Parlamentosu'na yöneldi. 16 Eylül'de gerçekleşen Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu öncesinde ev ödevinin ikinci ayağını açıklayan Barroso, tüm parlamento üyelerine ithafen bir “yeni dönem hedef ve stratejiler belgesi“ yayımladı. Nabza göre şerbet? Barroso'nun hazırladığı dökümanda, Avrupa Birliği'ni başta işsizlikle mücadele olmak üzere ekonomik krizden kurtaracak çözüm önerileri ve 2010'da Avrupa'yı dünyanın yeni teknolojilerle en uyumlu rekabetçi toplumu olmak adına başlatılan Lizbon stratejisine iliş- kin eylem planı yer alıyor. Avrupa'da Merkel ve Sarkozy gibi merkez sağ liderlerin desteğini almış olan Barroso, 5 yıllık planda AB'nin taahhütlerine bağlı kalmasını vurgularken, genişlemenin getirdiği ve getireceği sorunlara karşı da Birliği uyardı. Raporda, ülkelerarası ekonomik işbirliğinin arttırılması ve ortak kuralların daha kapsamlı bir şekilde genişletilmesi istendi. Barroso, belgede dengeli bir üslup kullanarak kimseyi gücendirmek istemediğini de ortaya koymuş oldu. Özellikle genişleme konusunda bir yandan aday ülkelere yönelik taahhütlere sadık kalınmasının gerekliliğinden bahsederken, öte yandan da Fransa'nın aday ülkeler konusundaki yaklaşımıyla birebir örtüşen bir söylem kullanarak ikinci dönem Başkanlığı süresince nabza göre şerbet vermek istediğini gözler önüne serdi. Tek adaylı seçim 16 Eylül'de gerçekleşen ve 117 milletvekilinin katılmadığı Avrupa Parlamentosu Genel Kurul oylamasına tek aday olarak giren Barroso, 219 hayır oyuna karşılık 382 evet oyla uzun uğraşlarının sonucunu almış oldu. Barroso'ya destek özellikle Hristiyan Demokrat, Liberal ve Muhafazakar gruplardan gelirken, Sosyalist Grup ''küresel mali krizde etkisiz kaldığı'', Yeşil Grup ise ''küresel ısınma karşısında etkili politikalar geliştiremediği'' gerekçesiyle Barroso'ya destek vermedi. Sosyalistler çekimser Oylama sonuçlarında dikkat çeken nokta, Yeşiller gibi Barroso'ya destek vermeyeceklerini seçim öncesinde açıklayan Sosyalist grubun doğrudan “hayır” yerine “çekimser” oy kullanması oldu. Görülen o ki, Sosyalist- ler Barroso'nun önereceği Komisyon üyelerini de gördükten sonra yeni dönem için verdiği sözleri yerine getirip getiremeyeceği konusunu masaya yatıracak ve ona göre karar verecek. Peki şimdi ne olacak? Jose Manuel Barroso'nun yeni görev dönemi 1 Kasım'da başlıyor. Barroso'nun önümüzdeki iki aylık süre içinde Avrupa Parlamentosu'nun onayına sunmak için yeni Komisyon üyelerini belirlemesi gerekiyor. Bu nedenle de şimdi Brüksel'deki kritik görevlere hangi isimlerin geleceği AB ülkeleri arasında tartışma konusu olacak. Yakında pazarlıkların başlaması bekleniyor. Nitekim AP Başkanı Jerzy Buzek, yeni isimler konusunda gecikme yaşanmaması ve yeni komisyonun hızla oluşturulup göreve başlaması için üye ülkeleri uyardı. 14 Avrupa Birliği Müzakere Sürecinde Vergi Faslı Özlem GENÇ ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten Avrupa Birliği Müzakere Sürecinde Vergi Faslı Özlem GENÇ 30 Haziran 2009'da Brüksel'de gerçekleştirilen 7. Hükümetler Arası Konferans`ta Türkiye ile vergilendirme faslında müzakerelerin açılması kararlaştırıldı. Vergilendirme faslı, 3 Ekim 2005'ten bu yana müzakereye açılan 11. fasıl. Daha önce, 10 fasılda müzakereler başlatılmıştı; bu süreçte yalnızca Bilim ve Araştırma faslı geçici olarak kapatılmış durumda. Avrupa Birliği'nin vergilendirmeye ilişkin müktesebatı, dolaylı vergilendirme (KDV, ÖTV), doğrudan vergilendirme, sermaye hareketleri ve hisse transferleri ile idari işbirliği alanlarında incelenebilir. Avrupa Birliği'nin vergilendirme politikasının iki önemli unsuru, doğrudan ve dolaylı vergilerdir. Doğrudan vergilendirme, üye devletlerin sorumluluğunda olmakla birlikte, üye devletleri bu alanda yakınlaştırmayı sağlamak amacıyla aldıkları, vergiden kaçınmayı ve çifte vergilendirmeyi engelleyecek, bunun yanında AB üye devletleri arasında kar ve para transferi söz konusu olduğunda vergi rekabetinin olumsuz etkilerini ortadan kaldıracak önlemleri içermekte. Malların ve hizmetlerin serbest dolaşımını doğrudan etkileyen dolaylı vergiler konusunda ise, vergi oranları ve sistemleri arasındaki farklılıktan dolayı rekabetin engellenmesini önlemek amacıyla uyumlaştırmaya gidilmiş durumda. Dolaylı vergiler alanındaki düzenlemeler ve bu alanda gerçekleştirilecek uyum, iç pazarın sağlıklı işleyebilmesi açısından önemli görülüyor. Bu anlamda vergi müktesebatı, KDV uygulamasında tanımları ortaya koymuş, ÖTV uygulamasında da verginin yapısı, özellikle uygulanacak minimum oranlar belirlenmiştir. Vergiye konu malların alımı ve dolaşımı da Topluluk direktifleriyle düzenlenmiş durumda. Türkiye'nin vergi uygulamasına bakıldığında, 1985 yılında 8 ayrı dolaylı vergi yerine KDV'nin yürürlüğe kon du ğu görülmekte. Türkiye'de uygulanmakta olan sistem, temelde Topluluk KDV sisteminin temel prensipleri üzerine kurulu olmakla birlikte, özellikle verginin yapısı, muafiyetler ve oranlar konusunda farklılaşıyor. 2002 yılında uygulanmaya başlanan ÖTV siste min de de farklılıklar mevcut. Bu farklılıklar da yine yapı ve muafiyetler konusunda ortaya çıkmakta. Vergilendirme faslında müzakerelerin açılma kararının alındığı 7. Hükümetler Arası Konferans'ta, Türkiye'nin hazırlık durumu, müktesebata uyum ve uygulama konusunda göstereceği ilerlemeyle birlikte Avrupa Birliği'nin 11 Aralık 2006'da aldığı (Ek Protokol'ün uygulanmadığı gerekçesiyle 8 fasılda müzakerelerin askıya alınması ve Ek Protokol'den doğan yükümlülükler uygulanmadığı sürece diğer fasıllarda da müzakerelerin kapatılmaması yönündeki) karar göz önünde bulundurularak vergilendirme faslına ilişkin kapanış kriterleri belirlenmiş durumda. Vergilendirme faslında müzakerelerin geçici olarak kapatılması; Türkiye'nin Ek Protokolün tam ve ayrım gözetmeksizin uygulanmasına ilişkin yükümlülüğünü yerine getirmesi; KDV ve ÖTV'de Avrupa Birliği'ne uyum için önemli i ler le me kaydetmesi ve kalan alanlarda detaylı bir zaman çizelgesi oluşturması; Türkiye'nin yükümlülükleri doğrultusunda 18 Mayıs 2009'da belirlediği Eylem Planı'nı uygulayarak, alkollü içkiler, ithal tütün, ithal sigarada ayrımcı vergileri kaldırması ya da ayrımcı vergileri tamamen söz konusu planda belirlenen takvimden daha önce kaldırması; vergi mevzuatını uygulamak etkin bir biçimde vergi toplamak ve mükellefleri denetlemek için merkez ve taşra teşkilatlarında yeterli idari kapasitesi olduğunu göstermesi; vergi alanında kapsamlı ve tutarlı bir bilişim sistemi oluşturmaya ilişkin olarak Komisyon'a bir strateji sunması ve bilişim sisteminin gelişmesinde ilerleme sağlaması koşullarına bağlandı. Belirlenen kapanış kriterleri açısından bir değerlendirme yapmak gerekirse, öncelikle Avrupa Birliği'nin 11 Aralık 2006'da aldığı karar doğrultusunda, Ek Protokol'den doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesi gerekiyor. Zira bu husus, müzakere sürecinde bir kapanış kriteri haline dönüşmüş durumda. Tüm vergi mevzuatının gözden geçirilmesi, AB'nin vergi müktesebatının bir parçası olan idari işbirliği açısından vergi toplama ve denetimde etkinliği sağlamak üzere yeterli idari kapasitenin sağlanması, bu konuda bilişim sisteminin geliştirilme si gerekiyor. Dolaylı vergiler alanında, KDV ve ÖTV'de uyumlaştırma konusunda önemli ölçüde ilerleme kaydedilmesi gerektiği belirtiliyor ve AB ülkelerine karşı ayrımcı vergi uygulama la rı nın düzeltilmesi, alkollü içkiler, ithal tütün, ithal sigarada uygulanmakta olan ayrımcı vergilerin kaldırılması gerekliliği vurgulanıyor. Bilindiği gibi, AB uygulamasında dolaylı vergiler rekabetin engellenmemesi amacıyla uyumlaştırılmış durumda. Ayrımcı vergilendirmenin ortadan kaldırılması, AB çıkışlı malların da aynı vergi oranlarına tabi tutulm a sı anlamına ge li yor. Örneğin, yerli içki rakı ile yabancı içki viskinin vergilerinin eşitlenmesi gerekiyor. Hatırlanacağı üzere, rakı üreticileri bu durumu büyük tepkiyle karşılamış ve rakı için milli içki sıfatıyla daha önce Yunanistan'ın uzo için elde ettiğine benzer bir istisna talep ederek yerli üreticinin korunması gerekliliğini savunmuşlardı. İthal tütünden ton başına alınan verginin sıfırlanması, KDV oranlarının yeniden belirlenmesi de uyumlaştırma çerçevesinde yapılması gerekenler arasında. Bu çerçevede, AB vergi müktesebatının önemli bir unsurunu oluşturan dolaylı vergiler konusunun, vergi faslında sürdürülen müzakerelere damgasını vurduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. ATAUM e-bülten EYLÜL 2009 Fransa Göçmen Kampını Dağıttı! Ilgın Su ÇATALKAYA 15 Fransa Göçmen Kampını Dağıttı! Ilgın Su ÇATALKAYA Hepimizin malumu, yaşadığımız çağ insan haklarından belki de en çok dem vurulan zaman. “İnsan hakları”, “insanca yaşama” vs. gibi kavramların ortaya atılıp üzerinde düşünüldüğü ve çok büyük laflar edildiği çağımız, kağıt üzerinden kafamızı kaldırdığımızda kolay- lıkla fark edebileceğimiz gibi bu kavramların içeriği ve idealize ettikleri yaşam biçimiyle son derece çelişkili bir “pratik alanı” içeriyor. Yasadışı göç ve insan kaçakçılığı olgusu ise bu çelişkili durumun sadece bir yüzü. Yasadışı göçlerin odak noktası konumundaki Avrupa ülkeleri de (özellikle Batı Avrupa) bu sorunun en önemli parçalarından biri. Geçtiğimiz günlerde, Fransız polisi ülkenin kuzeybatısındaki Calais şehri yakınlarında kurulmuş, sakinleri arasında “cangıl” olarak anılan mülteci kampını olaylı bir şekilde dağıttı. Fransa Göçmen Bakanı Eric Besson’un ifadesiyle, “İnsan kaçakçılığının merkezi haline geldiği” gerekçesiyle dağıtılan kamp, Fransa’dan İngiltere’ye geçiş için köprü vazifesi görüyordu. Fransa’nın, 2002 yılında İngiltere’nin baskısyla aynı bölgedeki Kızılhaç’a ait San- yor. Zira bu tür sorunlar iyileşmedikçe hiçbir çözüm insan kaçakçılığı derdine derman olamayacak. Örneğin Calais kampında yaşamaya çalışan Afgan mültecilerin ülkesinde korkunç bir savaş sürüyor. Savaş ve getirdiği felaketler sürdükçe, bu insanlar kaçmak için her türlü riski göze almaya devam edecek. Birileri de bu insanların sırtından yüklü miktarda paralar kazanmayı sürdürecek. Örneğin, 24 yaşındaki Afgan İngilizce öğretmeni Beşir, Pakistan-Türkiye hattı üzerinden Avrupa’ya gelebilmek için 10 bin euro ödemiş. Diğerlerinin de ölümü göze alarak çıktıkları bu umut yolculuğu için aşağı yukarı bu fiyatları ödediklerini göz önüne alırsak, insan kaçakçılığı sektörünün hangi boyutlara ulaşmış olduğunu görebiliriz. Daha iyi bir gelecekte “insanca yaşama” ve kendilerine gerçek bir yer yapma umuduyla kâh bir tır kasasında kâh derme çatma bir tekne içinde Türkiye ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya kaçak yollardan girmeye çalışan mültecilerin sayısında her dönem artış gözleniyor. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Avrupa Birliği ül- keleri kampların boşaltılması konusunda oldukça sert politikalar izliyor. Kamplarda çok zor ve sağlıksız şartlar içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan mültecilere resmen suçlu muamelesi yapılıyor. Ayrıca tıpkı Beşir’in ifade ettiği gibi, bundan sonraki süreçte kendilerini nelerin beklediği konusunda bilgilendirilmemeleri de “insan haklarının bekçisi” Avrupa’da işlerin pek de “ideal” biçimde yürümediğini gösteriyor. Her ne kadar Fransız yetkililer, önemli bir durak olan Calais kampının kapatılmasıyla Fransa-İngiltere hattının ortadan kaldırıldığı yönünde insan kaçakçılarına bir mesaj verildiği görüşünde olsalar da, BM raporlarına göre uyuşturucu kaçakçılığından sonra Avrupa’nın en önemli sorunu olan insan kaçakçılığının başka yönler ve yollar üzerinden bu trafiği sürdürmesi kaçınılmaz görünüyor. Bir diğer şekilde ifade edecek olursak, sorunların kökenine inilmedikçe ve dahası bu sorunları yaratan koşullar her geçen gün elbirliğiyle daha da kötüleştirildikçe, sadece bir kamp değil bütün dünya çok geniş bir “cangıl”dan başka bir şey olmayacak gibi görünüyor. “Polis bize ne yapacak bilmiyoruz. Tutuklayacaklar mı, serbest mi bırakacaklar haberimiz yok. Ama biz burada kendimize bir yer yapmıştık. Evlerimiz, duşlarımız ve camimiz vardı.” Fransa’da boşaltılan kamptaki göçmenlerden Beşir gatte mülteci merkezini kapatması sonrasında ortaya çıkan kampta yaşayan bin 500 kişinin çoğunluğunu Afgan erkekler oluşturuyordu. Yüzlerce polis memurunun katıldığı operasyon sırasında bunların çoğu gizlice kamptan ayrıldı. Kalan 300 kadar mülteci ve onları desteklemek için kampa gelen göçmen hakkı eylemcileri, kolkola girerek insan zinciri oluşturdular. Zaman zaman polisle çatışan göçmenler ve eylemciler, “Lütfen cangılımıza dokunmayın, burası bizim evimiz” yazan pankartlar açtılar. Operasyonun bitiminde ise polis, cangıla dokundu. Kamp, buldozerler ile yerle bir edildi. 278 mülteci gözaltına alındı. Fransız yetkililer, gözaltına aldıkları mültecilere iltica başvurusu yapma hakkı vereceklerini, isteyenlere de ülkelerine dönmeleri için yardımda bulunacaklarını söyledi. Buna karşın insan hakları örgütleri ve göçmen hakları savunucuları mültecilerin sınırdışı edilmesinden endişe ettiklerini ifade ettiler ve göçmenlere yasal iltica prosedürünün uygulanması talebinde bulundular. BM Mülteci Örgütü başkanı Antonio Guiterres ise, kampın dağıtılmasına oldukça mem- nun olan İngiltere hükümetine, bu ülkede aile bağları olan göçmenlere giriş izni verme çağrısında bulundu. İngiltere İçişleri Bakanı Alan Johnson, mültecilerin AB’ye giriş yaptıkları ülkede iltica başvurusu yapmaları gerektiğini söyledi. Mültecilerin ilk giriş yaptıkları ülkede iltica başvurusu yapmaları AB’nin resmi politikası ancak, coğrafi konumlarından dolayı göçmenlerin ilk durağı olan ülkeler bu politikadan memnun değiller. İnsan kaçakçılığı ile mücadele etmek için Avrupa Birliği’nin bir bütün olarak hareket etmesi gerektiği de ortak görüşlerden biri olmasına karşın, Avrupa Birliği ülkeleri henüz bu konuda herkesi memnun edecek bir çözüm bulmuş değil. Aslına bakılırsa sorunun kaynağını, mültecilerin kendi ülkelerindeki yaşam koşulları oluşturuyor. Bu ise, özellikle Avrupalı ülkelerin “yakın ilişkiler” içinde olduğu ülkelerdeki yaşam koşullarına dolaylı ya da doğrudan etkilerini de hesaba katmayı bir anlamda zorunlu kılıyor. Kısacası, atılacak her adımın halihazırda Avrupa kıtasında o la nın ak si ne kri mi nal önlemlerin ötesinde boyutlar de içermesi zorunlu görülü- 16 Norveç`ten Kıyamet Sonrasına Hazırlık Erbil ERTÜRK EYLÜL 2009 ATAUM e-bülten Norveç'ten Kıyamet Sonrasına Hazırlık Erdem GÜNEŞ Erbil ERTÜRK 19 Ha zi ran 2006'da Norveç, İsveç, Finlandiya, Danimarka ve İzlanda başbakanlarının katılımıy la temeli atılan Svalbard Küresel Tohum Deposu, resmi açılışını 28 Şubat 2008'de yaptı. Norveç hükümeti, Küresel Ürün Çeşitliliği Tröstü (GCDT) ve Kuzeyli Ülkeler Genetik Kaynak Merkezi (Nordic Genetic Resource Center - NORDGEN) arasında imzalanan üçlü bir anlaşmayla kurulan dev depo, dünyanın dört bir yanından topladığı pek çok tohum örneğini eksi 18 derecede bin yıl boyunca saklayabilecek bir kapasiteye sahip. Norveç'in kuzeyinde yerin 120 metre altında inşa edilen bu depoda, uzmanlara göre, dünya üzerindeki tohum çeşitlerinin üçte biri koruma altına alınmış durumda. Depremden nükleer savaşa kadar geniş bir yelpazedeki tehlikelerin her birine karşı dayanıklı olduğu söylenen depo, pek çok kesim tarafından dünyanın geleceğine yönelik yapılmış büyük bir yatırım olarak kabul ediliyor. Yaklaşık 9 milyon dolara mal olduğu söylenen tohum deposunun inşaat masraflarının tamamını Norveç karşılarken, bu dev deponun 4,5 milyon tohum örneğine ev sahipliği yapabilecek kapasitede olduğu söyleniyor. Neden Böyle Bir Depo? Olası bir küresel ya da yerel felakete karşı tohum çeşitliliğini koruyup devamlılığı sağlamak ve bazı bitki türlerinin yok olmasını engellemek, Svalbard Küresel Tohum Deposu'nun resmi amaçları olarak görünüyor. Deponun inşa sürecinde nükleer bomba, küresel ısınma ya da konvansiyonel silahların olası etkilerinin göz önünde bulundurulması ise bu projenin aslında bir yandan da “kıyamet günü sonrası” planı olduğunu gösteriyor. (Malum, kıyamete hazırlık fikri, Batı'da son yıllarda oldukça revaçta ve bu manik durum özellikle de 11 Eylül saldırılarıyla paranoya düzeyine ulaşmış du- rumda.) Ayrıca dünyanın herhangi bir yerinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya gelen bir türün depodan alınacak tohumlarla yeniden diriltilmesi de öngörülen amaçlar arasında. `Bekçileri Kim Bekleyecek?` Dünyadaki tohum çeşitliliğini garanti altına almayı hedefleyen bu kuruluşla beraber pek çok soru da gündeme geliyor. Her türlü bitkisel türün merkezi olma iddiası taşıyan bu kurumdaki tohumların nasıl ve kimlerle paylaşılacağı ise, en temel sorunlardan biri olarak görülüyor. Her ne kadar uluslararası örgütler ve komşu Baltık ül- keleriyle işbirliği içinde de olunsa, söz konusu olan ulusal bir proje. Bu bağlamda Svalbard üzerindeki egemenlik ve kullanım hakkıyla ilgili belirli düzenlemeler mevcut. Birleşik Krallık, Avusturya, İsveç ve İsviçre' nin yanı sıra Hindistan, Brezilya, Etiyopya ve Kolombiya depoya tohum vererek hali hazırda katkıda bulunan ülkeler olurken, deponun kullanımı ve depoya erişim, 118 ülkenin taraf olduğu Gıda ve Tarım için Genetik Bitki Kaynaklarına Dair Uluslararası Anlaşma'daki hükümlere göre belirlenecek. Hukuksal prosedür, Svalbard Küresel Tohum Deposu'nu kullanmak isteyen her bir bağışçının NORDGEN'le bir anlaşma imzalamasını ön- görüyor. Bu anlaşma, Norveç'in sadece deponun mülkiyetini elinde bulundurduğunu ancak türlerin mülkiyetinin bağışçıya ait olduğunu teyit ediyor. Dolayısıyla gen bankacılığında “kara kutu” diye adlandırılan ve her ülkenin bağışladığı tohum türü üzerindeki tasarruf hakkını saklı tutan bir sistem benimseniyor. şekilde yeniden kurgulanabilecek. Bu durumun ortaya çıkarabileceği sonuçları günümüz dünyasında çıkarsamak oldukça zor. Ancak tamamen insan kurgusu bir bitkisel ekosistemin doğayla ilişkisinin sorunsuz olacağını söylemenin fazla iyimserce olacağı da açık. Ayrıca günü- müzde bile yaptırımsızlıktan -ya da yaptırımların tutarsızlığından- muzdarip olan ”uluslararası toplum”un hele bir de büyük bir felaket sonrası bugün koyduğu kuralları nasıl işletebileceği çok önemli bir sorun olarak duruyor. Madalyonun Öbür Yüzü Modern “Nuh Gemisi” benzetmesiyle anılan Svalbard Küresel Tohum Deposu'yla ilgili her şey güllük gülistanlık olmaktan uzak. Öncelikle dünya üzerindeki bütün bitkisel türlerin örneklerinin tek bir depoda saklanabilmesi, mevcut toplumsal algının ötesinde bir örgütlenme- nin kapılarını açıyor. Deponun kurulma sürecinde öngörülen tehlikelerden her hangi birinin gerçekleşmesi anında Svalbard, dünyadaki tohum çeşitliliğinin tek merkezi olarak kalacak. Hep tanrısal ya da metafizik olana atfedilen türlerin farklılaşması, tamamen insani bir ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten Norveç`ten Kıyamet Sonrasına Hazırlık Erbil ERTÜRK Tohum tekelleşmesi? Öte yandan bazı çevrelere göre, tohum alanındaki tekelleşmenin meydana gelmesi için böyle bir felakete gerek yok; az sayıdaki büyük tohum şirketi şimdiden piyasanın büyük bir bölümünü kontrol ediyor ve Svalbard Küresel Tohum Deposu'yla da yakından ilgililer. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı (GDO) tohum pazarlayan Syngenta, Monsanto, Dupont Pyoneer Hi-Breed gibi firmaların yanı sıra Bill & Melinda Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı'nın Svalbard sürecine çok da net olmayan şekillerde dâhil olması, bu projenin ticari kaygılar içerip içermediği ya da bu şirketlerin ticari kaygılarına nasıl cevap vereceği gibi soruları akıllara getiriyor. “Yeşil Devrim” yaratma iddiasıyla tohum sektörüne büyük yatırımlar yapan Rockefeller Vakfı'nın GCDT'ye 30 milyon dolarlık bir bağış yaptığı biliniyor. Özellikle GDO'lu tohumları dünyanın dört bir yanına yayıp bu hibrid tohumlar la orijinal tohumları “kovan” büyük firmalar, Svalbard Küresel Tohum Deposu'na yaptıkları özellikle finansal katkılarla, bu projenin salt bir “insanlık projesi” olup olmadığı konusunda kafaları karıştırıyor. Depo mu, banka mı? Konuyla ilgili dikkat çeken bir diğer ve belki de en temel noktaysa, tohumlar konusundaki hâkim genel bakış açısı. Zira her ne kadar Svalbard için tohum deposu terimi tercih edilse de, tohum saklanan tesislerle ilgili yaygın olarak kullanılan kelime “banka”. İnsanın hayatına doğrudan müdahale imkânı tanıyan tohum gibi hassas bir konuda yaygın jargonda kar amaçlı bir kuruluşu işaret eden “banka” ifadesinin telaffuz edilmesi, insan hayatına dair her şeyin metalaşması açısından işin boyutunu gözler önüne seriyor. Bu bağlamda var olan bütün tohumları stoklamak amacın- daki bir kuruluşa piyasa-dışı bir algıyla yaklaşılabilmesi (ni umut etmek) büyük bir önem arz ediyor. 17 Küresel Ekonomide G-20 Dönemi ve AB 18 Esra AKGEMCİ EYLÜL 2009 ATAUM e-bülten Küresel ekonomide G-20 dönemi ve AB Esra AKGEMCİ Küresel ekonomik krizle mücadelede yol almak için ilk kez Ka sım 2008’de Washington’da, ardından da Nisan 2009’da Londra’da bir araya gelen G-20 liderleri, bu kez ABD’nin Pittsburgh kentinde toplandı. AB liderleri, diğer G-20 zirvelerinden önce olduğu gibi, bu kez de zirvede ortak bir politika etrafında birleşmek için hazırlıklara erken başladı. Grubun 20. üyesi olarak zirvede Avrupa Merkez Bankası Başkanı tarafından temsil edilen AB, üye ülke liderleri arasındaki görüş ayrılıklarına rağmen, G-20 içinde olabildiğince “Birlik” görüntüsü vermeye çalışıyor. Bunun en somut örneğiyse, banka ikramiyeleri konusunda Fransa ve İngiltere arasında yaşanan derin görüş ayrılıklarına rağmen AB’nin ortak bir tavır almayı başarabilmesi. 24-25 Eylül’de G-20 liderlerini bir araya getiren zirvenin ev sahipliğini yapan ABD Başkanı Barack Obama’ya göre, Pittsburgh, zirve için “mükemmel bir yer”. Çünkü Pennsylvania eyaletinin ikinci büyük şehri olan Pittsburgh, çelik santrallerinin olduğu bir bölgeyken hızla kalkınarak ileri teknoloji ve seçkin sağlık ve eğitim merkezleriyle dinamik bir ekonomiye kavuştu. Obama, böylece “refahın sadece New York ve Washington’da olmadığını” hatırlatmak isti- yor. Bu da küresel ekonominin sorunlarının çözümünün gerçek alanının G-8’den ziyade gelişen ekonomileri de kapsayan G-20 olması gerekliliğine yapılan vurgulara uygun bir adım. Zirveden çıkan mesaja göre, G-20 bundan böyle küresel ekonominin dümeninde olacak. AB'nin tartışmalı 'ikramiye politikası' G-20’nin öneminin giderek arttığının bilincinde olan AB maliye bakanları da, zirve gündeminde yer alan konuları görüşmek ve ortak bir pozisyon belirlemek için zirve öncesi Brüksel’de bir araya geldi. Bankacılara ödenen yüksek ikramiyeler konusunda nasıl bir politika izleneceği en tartışmalı konulardan biriydi. AB Maliye Bakanları Konseyi Dönem Başkanı İsveç Maliye Bakanı Anders Borg, “Finans sektöründeki ‘ikramiye kültürü’ en g e ç P i t t s b u r g h’ d a s o n bulmalıdır” diyerek tepkisini dile getirirken, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, ikramiyelerle ilgili kesin kurallar belirlenmemesi ha lin de G-20 Zirvesi’ni terk etme tehdidinde bile bulundu. Fran sa Maliye Ba ka nı Christine Lagarde, “Bütün finans sisteminin sembolü haline gelen tazminat ve ikramiye alışkanlığına son vermek için oldukça sıkı ve ciddi öneriler hazırladıklarını” belirtti. Öneriler arasında, bankalara ikramiye üst sınırı getirilmesi de vardı ki İngiltere hükümeti bu uygulamaya kesinlikle karşıydı. Londra’nın dünyanın en önemli finans merkezleri arasında yer aldığı düşünülünce İngiltere Başbakanı Brown’un endişeleri anlaşılabilir. İngiltere’de finans sektörü, gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 15’ini oluşturuyor. Bu diğer AB ülkelerine göre oldukça yüksek bir oran ve İngiltere’nin finans kurumlarını denetlemekten neden bu kadar kaçındığını gayet iyi açıklıyor. Fransa başta ol- mak üzere birçok hükümet ise, kriz ortamında banka müdürlerinin milyonlarca dolar almaya devam etmesine tepki gösteriyor. Almanya ve Fransa, bankalar üzerinde daha fazla kısıtlamalar ve primlerde kesintiler yapılması çağrısında bulunurken, İngiltere bu çağrılara kulak vermiyor. G-20 zirvesinden önce İngiltere’yi sıkı finans kurallarını engellemekle suçlayan Almanya Maliye Bakanı Peer Steinbrueck, Londra merkezli finans kuruluşlarını lobicilik yapmakla bile itham etti. Fakat tüm bu görüş ayrıklarına rağmen AB liderleri, bankacıların ikramiyelerine küresel düzeyde yaptırımlar getirilmesi konusunda tek ses olmayı başardı. Her iki taraf da karşılıklı tavizler verince sonunda uzlaşmaya varılabildi. Fransa, ikramiyeler konusunda üst sınır ısrarından vazgeçti, İngiltere de bu konuda daha sıkı düzen le me ler ge ti ril me si önerisini kabul etti. Bu ortak tutuma göre, finans sektörüne bağlayıcı kurallar getirilmesi ve banka yöneticilerine ödenecek ikramiyelerin bankaların performansına oranlı olması kararlaştırıldı. Bu anlayışı benimseyen G-20 zirvesinden çıkan karar da banka yöneticilerine aldıkları yüksek risk doğrultusunda değil şirketlerine yarattıkları u zun va de li değere göre maaş verilmesi gerektiği yönünde oldu. ATAUM e-bülten EYLÜL 2009 Küresel Ekonomide G-20 Dönemi ve AB Esra AKGEMCİ G-20 zirvesi öncesi IMF anlaşmazlığı Zirve öncesinde yaşanan bir diğer anlaşmazlık da, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) yönetim şeklinin yeniden yapılandırılması konusundaydı. Financial Times’ın haberine göre, Washington yö ne ti mi, Fon’un icra kurulundaki 24 üye sayısını 20’ye düşürmeyi planlıyor- du. Bu da Avrupa’nın daha az üyeyle temsil edilmesi anlamına geliyordu. ABD’nin amacı, Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelere Fon yönetiminde daha fazla söz hakkı vermekti. Örneğin Çin’in IMF karar mekanizmalarındaki oy hakkı yüzde 3,7 iken ekonomisi Çin’in yarısı büyüklükte olan Fransa’nın oy hakkı yüzde 4,9. Dolayısıyla İngiltere ve Fransa, bu durumun değişmesine tepkiliydi. Fakat G-20 Zirvesi’nde IMF’deki oy dengesi konusunda da uzlaşmaya varıldı. Yeni düzenleme Çin gibi “kalkınmakta olan” ülkelerin fon yönetimindeki et- kinliğini arttıracak. Zira 2011’den itibaren gelişmekte olan ülkelere en az yüzde 5 daha fazla oy hakkı verilecek. Ayrıca G-20 ve IMF bundan sonra birlikte çalışacak ve uluslararası makro ekonomik politikalarda G-20 ülkelerinin ağırlığı birçok açıdan artmış olacak. G-20'nin küresel ekonomideki rolü güçlendirilmek isteniyor 1999 yılında oluşturulan G-20, dünyanın gelişmiş sanayi ülkeleriyle gelişmekte olan ülkelerini bir araya getirdi. ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada, Rusya, Türkiye, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Hindistan, Meksika, Güney Kore, Güney Afrika, Suudi Arabistan ve AB’den oluşan G-20 üyeleri dünya nüfusunun yüzde 65’ini, dünya ekonomisinin ise yüzde 85’inden fazlasını oluşturuyor. G-20 bu potansiyeli ile küresel ekonominin yönetiminde etkili olabilecek karar mekanizmalarına ve ihtiyacı olan meşruiyete sahip durumda. G-20 yeni bir küresel ekonomik düzen kurma konusundaki beklentileri karşılayabilecek mi bunu zaman gösterecek fakat bugün G-20 zirvesi, finans piyasa- larında mevcut olan oyunun kuralarını değiştiremiyor. Aslında, zirvede alınan kararlar G-20 ülkeleri için ciddi bir politika değişikliğine işaret ediyor. Ancak bu değişikliklerin nasıl yapılacağı konusunda somut bir öneri sunulmuyor. Bu durumda G-20’nin küresel ekonominin işleyişini etkileyecek kararları yürürlüğe koyması ve radikal önlemler üzerinde konsensüs sağlanması çok zor görünüyor. Fakat AB yine de küresel ekonomiyle il gi li ka rar mekanizmalarında gelişmekte olan ülkelere “yer açarken”, kendi konumunu kaybetmemekte kararlı ve bunun için yeri geldiğinde kendi içindeki çalkantıları dindirmeyi de başarabiliyor. Protesto geleneği bozulmadı Diğer küresel toplantılarda olduğu gibi G-20 zirvelerinde de görmeye alışık olduğumuz bir manzara da, protestolardı. ABD Başkanı Obama, protestoların sağlıklı bir demokrasinin işareti olduğunu fakat küresel kapitalizm gibi soyut kavramlara karşı yapılan protestoların genellikle fark yaratmaktan uzak olduğunu söyledi. Obama’ya göre protestocular insanların hayatlarında direkt etkisi olan yerel, somut konulara odaklanmalıydı. Oysa dünya liderleri kapalı kapılar ardında, yoğun güvenlik önlemleri arasında bir dizi karar alırken yükse- len protestoları duymasalar da, bu zirveler muhaliflerin seslerini duyurmaları için kaçırılmaz bir fırsat sunuyor. “Biz de buradayız demek” için, taleplerini dile getirmek için birleşen öğrenciler, işçiler ve dünyanın dört bir yanından gelen eylemcilere göre protestoların daha derin bir anlamı var. Pittsburgh Organizing Group (POG) ve Pittsburgh G-20 Resistance Project gibi gruplar, G-20 liderlerinin sorun çözmek yerine sorun yarattığını düşünüyor; onlar için “G-20’ye direnmek” demek, çözüm için “umut etmek” anlamına geliyor. 19 20 `Akil Adamlar`dan Tavsiyeler Erdem GÜNEŞ ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten 'Akil Adamlar'dan Tavsiyeler “Bağımsız Türkiye Komisyonu” ya da diğer adıyla “Akil Adamlar”, Türkiye-AB ilişkileri konusundaki ikinci raporunu Eylül ayının başında kamuoyuna açıkladı. 55 sayfalık rapor, 2004 yılından bu yana Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkileri analiz ediyor ve taraflara kimi tavsiyelerde bulunuyor. Ancak raporun özünde “Türkiye için adalet” çağrısı var. “Akil Adamlar”, Kıbrıs sorununu ile Ermeni ve Kürt açılımlarını da ele aldıkları raporda, yeterli olmadıklarını düşündükleri gerekçesiyle Ergenekon davasına değinmemeyi tercih ediyorlar. Kim bu 'Akil Adamlar' ? Açık Toplum Vakfı ve British Council tarafından desteklenen Bağımsız Türkiye Komisyonu, 2004 yılı Mart ayında Avrupa’nın önde gelen siyasetçileri, bürokratları ve akade mis yen le ri ta ra fın dan oluşturuldu. İkinci raporunu hazırlayan komisyonun başkanı 2008 yılında Nobel Ba- rış Ödülü’ne layık görülen Finlandiya Eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari. Hollanda, İspanya, Polonya, Avusturya ve Fransa’nın eski dı şiş le ri ba kan la rı i le LSE’ den sosyolog Sir Anthony Giddens, grupta yer alan diğer isimler. Komisyon Eylül 2004’te “Avrupa’da Erdem GÜNEŞ Türkiye: Bir Sözden Fazlası mı?” başlıklı ilk raporunu yayımlamış ve bir an önce Türkiye’ye verilen sözün tutulmasını ve müzakerelere baş lanma sını öğütlemişti. İkinci raporda ise müzakerelere başlamış Türkiye’nin önünün kesilmesi eleştiriliyor. “Avrupa’da Türkiye: Kısır Döngüyü Kırmak” başlıklı bu yeni raporda Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ermeni açılımı, laiklik ve İslam çatışması, ekonomik istikrar gibi konular ele alınıyor. Raporun giriş kısmı AB'nin ayrılmış. Bu bölümde, başını “imtiyazlı ortaklık” ve ne Türkiye'ye verdiği sözü Fransa Cumhurbaşkanı olduğu belirsiz “özel ilişki” tutmasının gerekliliğine Nicolas Sarkozy'nin çektiği isteyen Avrupalı siyasetçilere pacta sunt servanda ilkesi hatırlatılıyor. Sarkozy'nin “bütünleşme değil ortaklık” teklifi ve beş ana alanda müzakerelerin devamına izin vermemesi sert bir dille eleştiriliyor. Müzakereler başlarken gösterilen ortak hedefin “üyelik” olduğu, cümlenin devamındaki “müzakerelerin ucu açıktır” ifadesinin arkasına sığınıp hedef şaşırtmanın AB'nin inandırıcılığını ve güvenilirliğini zedelediği söyleniyor. Eurobarometer'in istatistiklerine göre 2004 yılında Türkiye halkının AB'ye desteğinin yüzde 70'ten 2008 sonbaharında yüzde 42'ye kadar düşmüş olma- sında hem Avrupalı siyasetçilerin Türkiye'ye karşı takındığı adil olmayan tavrın hem de Türkiye'nin iç sorunlarından kaynaklanan olumsuz havanın etkisi olduğu belirtiliyor. Raporun eleştiri okları yalnızca Şansölye Merkel ve Mös yö Sarkozy'yi değil Türkiye'den de pek çok kişi ve kurumu hedef alıyor. Türkiye'de reformların son dönemde ciddi ölçüde yavaşladığı serzenişini buna neden olarak gösterilen siyasi gelişmelerin sıralanması izliyor. Ahde Vefa ilkesine atıf 'Ada'da zaman daralıyor, tehlike büyüyor' Raporda en çok yeri tutan başlıklardan biri de Kıbrıs Sorunu. “Adada umut var ancak zaman daralıyor” denilirken sorunun çözümü halinde sadece Türkiye, Yunanistan ve AB’nin değil asıl Kıbrıslıların karlı çıkacağı savunuluyor. “Kıbrıs’ta bu kar- maşayı 2004 yılında adayı birliğe üye alarak AB’nin kendisi yarattı” deniliyor ve çözüm adresi yine AB olarak gösteriliyor. Ayrıca “AB, 2004 yılında verdiği doğrudan ticaret sözünü tutup Kıbrıslı Türklerin izolasyonunu ortadan kaldırmalıdır” tavsiyesi ATAUM e-bülten yapılıyor. Çözüm halinde Türkiye’nin müzakerelerdeki tıkanıklığı aşacağı, Türkçe’nin resmi AB dili olacağı, Kıbrıs’ın da hem limanlara hem de Türkiye pazarına ka- EYLÜL 2009 `Akil Adamlar`dan Tavsiyeler Erdem GÜNEŞ vuşacağı vurgulanıyor. Aksi halde 1987 ve 1996 yıllarındaki gibi savaş gemilerinin ortaya çıktığı çatışmaların yeniden görüleceği iddia ediliyor ve AB’nin o zaman da so- runu çözemediği ve durumu araya giren ABD’nin kurtardığı hatırlatılarak “bu defa ABD olmadan sorunları kendimiz çözelim” arzusu vurgulanıyor. Öte yandan, Kıbrıs sorunu 2009 yılının sonuna kadar bir çözüme kavuşturulamazsa Türkiye-AB ilişkilerinin bitme noktasına gelebileceği uyarısı yapılıyor. Ekonomik alanda ise Türkiye’nin son on yılda kayda değer bir ilerleme gösterdiği ve küresel ekonomik krizi görece az hasarla atlatıyor görünmesinin bunun kanıtı olduğu belirtiliyor. 20022007 yılları arasında Türkiye ekonomisinin euro bölgesi or ta la ma sı o lan yüz de 1.96’yı 3 kat aşarak yüzde 7 o ra nın da bü yü me si de Türkiye’nin Maastricht Kriterlerine uygun olduğunun kanıtı olarak gösteriliyor. İç politika, ekonomi Türkiye’nin iki aydır gündemin de yer tu tan “Kürt açılımı” raporda yer almıyor ancak bu değişmez gündem maddesi ile ilgili kısımda çarpıcı ifadeler bulunmakta: “Bazı Avrupalı devletler PKK’ya müsamaha göstermiş ve maddi kaynak bulmalarına göz yummuştur” ifadesini sorunun giderek çözüme yaklaştığı görüşü takip ediyor. Son dönemlerdeki olumlu gelişmeler övülüyor ve Kürt sorununda çözüme yaklaşıldığı görüşünü Kürtler yö ne lik o la rak ya pı lan “kültürel hakların hakkıyla kullanılması” öğüdü takip ediyor. Hükümetin Ermeni açılımı da raporda değinilen konular arasında. Türkiye’nin özel stratejik konumunun da etkisiyle bölgede istikrarı yayabilecek bir gücü olduğu söyleniyor ve AB’nin Kafkaslarda güvenli bir alana ulaşabilmesi için Türkiye’nin bu öneminin göz ardı edilmemesi gerektiği belirtiliyor. Bir kaç aydın tarafından başlatılan ve binlerce imzaya ulaşan “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyası da, “halkların barışma isteği”nin bir göstergesi olduğu düşüncesiyle raporda “olumlu” bulunulan konular arasında yer alıyor. Ancak yine de gayrimüslimlerin huzursuz olduğu söyleniyor ve son dönemde yaşanan kimi olayların gayri-müslimlerde yarattığı etki endişe verici bulunuyor. “Avrupa’da yaşayan 4,5 milyon Türk’ün binlerce camisi olduğu gibi Türkiye’de yaşayan 150 bin gayrimüslim de ibadethanelerini kullanabilmelidir” deniliyor. “Avrupa perspektifi korunmalıdır” Raporun giriş kısmında “Şu anda 27 hükümetin pek azı açıkça Türkiye’nin üyeliğine karşıdır, AB’deki hükümetlerin çoğunluğu -bazıları çok güçlü bir şekilde olmak üzere- Türkiye’nin üyeliğini desteklemektedir” denilse de, Fransa’nın AB İşlerinden Sorumlu Bakanı Michel Lellouche raporla hemen hemen aynı günlere denk gelen bir açıklamasında bu iddianın tam tersini ortaya koyuyor. Lellouche, AB’deki 25 hükümetin kendileri gibi Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ancak bunu açıklama dık la rı nı söy le miş ti. Türkiye’nin AB üyeliğini İsveç ve Britanya’nın açıkça desteklediğini düşünürsek bu iddia çok da mesnetsiz değil gibi duruyor. Yaklaşan parlamento seçimleri öncesinde Yunanistan’dan gelen “şartlı destek” açıklamaları ise değişen bir şey olmadığını gösteriyor. Bir televizyon kanalında karşılıklı tartışma yapan adaylar Papandreu ve Karamanlis, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda fikir birliğinde olduklarını şu ifadeyle gösterdi: “AB kurallarına uyan bir Türkiye, Yunanistan’ın çıkarınadır.” Akil Adamlar raporu, Türkiye’nin son on yılda demokrasi, insan hakları ve istikrarlı ekonomik büyüme alanlarında çok fazla ilerleme kaydettiğini ve gerek Kopenhag gerekse Maastricht kriterlerini yerine getirdiğini ancak AB’nin kendi gelecek sorunlarının ve iç politikada Türkiye karşıtlığını kullanma eğilimlerinin süreci olumsuz etkilediğini belirtiyor. Bu görüş Türkiye’nin de defaten yinelediği bir tespit ancak ne A kil Adamlar ’ın ne de Türkiye’nin AB tarafından çok fazla dikkate alındığı söylenemez. Rapor, bu durumda dahi Türkiye’nin umutsuzluğa kapılmaması gerektiği çünkü Avrupa’da Türkiye’yi destekleyen bir kitlenin olduğu görüşüyle sonlanıyor. 21 Portre Yeşim ÖZTÜRK Yorgo Papandreu Yunanistan'da 4 Ekim'de yapılacak seçimlerin favorisi olan Panhelenik Sosyalist Hareket (PASOK) lideri Yorgo Papandreu -eğer seçilirse- büyükbabası Yorgo Papandreu ve babası Andreas Papandreu'nun ardından ailesinin başbakanlık yapan üçüncü ferdi olma fırsatını yakalayabilecek. Gerçi PA- ya en yakın isim de PapanSOK'un tek başına iktidar ol- dreu. ması zor görünüyor ancak muhtemel bir koalisyon hükümetinin başbakanı olma- ABD vatandaşı bir anneyle Yunanistan vatandaşı bir babanın oğlu olan Papandreu kendisini bazen Yunanlı bazen Amerikalı hissetmiş olduğunu, farklı birçok kültürün bir sentezi olmanın kendisini zenginleştirdiğini dillendiriyor ve ekliyor: “Ayrıca ben Yunanlı olmayı da seçtim. Yunanistan'a dönüp toplumun bir parçası olarak yaşamayı tercih ettim.”, Yunanlıdan çok Amerikalı (mı?) ABD vatandaşı bir anneyle Yunanistan vatandaşı bir babanın oğlu olarak 16 Haziran 1952'de ABD'nin Minnesota eyaletinde doğan Papandreu, ilk ve ortaokulu ABD ve Kanada'da okuduktan sonra, Massachusetts Amherst College`da sosyoloji eğitimi aldı ve London School of Economics`de sosyoloji ve kalkınma alanında yüksek lisans yaptı. Sosyoloji alanında uzmanlaşan Papandreu, 1972-73 yıllarında Stockholm Üniversitesi'nde göçmen sorunu üzerine araştırmalar yaptı. 1992-93 yıllarındaysa Harvard Üniversitesi'nin Dış İlişkiler Merkezi'nde akademik çalışmalar yaptı. Öğrenim hayatı çeşitli ülkelerde geçen Papandreu'nun Yunan siyasetine adım atması ancak 1974'te Cunta Yönetiminin çökmesiyle gerçekleşebildi. Babasının partisi PASOK'ta etkin hale geldi ve 1984 yılında partinin merkez komitesine katıldı. Babasının Başbakan olduğu 1981 yılında ise ilk kez Yunan parlamentosuna seçildi ve ABD vatandaşlığından vazgeçti. Yunanistan'a ilk kez 7 yaşında gelen politikacı, sık sık bir “Yunanlı”dan çok “Amerika- lı” olduğu yorumlarına cevap vermek zorunda kalıyor. Kendisini bazen Yunanlı bazen Amerikalı hissetmiş olduğunu, farklı birçok kültürün bir sentezi olmanın kendisini zenginleştirdiğini dillendiriyor, dillendirmek durumunda kalıyor: “Ayrıca ben Yunanlı olmayı da seçtim. Yunanistan'a dönüp toplumun bir parçası olarak yaşamayı tercih ettim.” ATAUM EYLÜL 2009 e-bülten 2004 yılında Kostas Simitis'in görevi bırakmasının ardından PASOK lideri olan Yorgo Papandreu, 2006 yılında partisinin de parçası olduğu Sosyalist Enternasyonel'in Başkanı seçildi. Şimdiye kadar iki genel seçim kaybeden politikacının gelecek seçimlerde güçlü görülmesinin en önemli nedenlerinden biri, Karamanlis hükümetinin tüm dünyayı sarsan ekonomik krize karşı tatmin edici politikalar izleyememiş olması. Erken seçimlerin yapılma nedeni de aslında Başbakan Karamanlis'in bu zor dönemde atılacak her adımın halkın desteğine sahip olması gerektiğine olan inancı. Karamanlis'in erken seçime gitmesi bir çeşit kumar olarak görülüyor çünkü anketler Pa pand re u' nun partisi PASOK'u bir adım önde gösteriyor. Siyasete atılması yönündeki Papandreu, sahip olduğu çağrılara Yunanistan'a ilk gelavantajları sonuna kadar kul- diği yıllarda verdiği “Hayır silanacak gibi görünüyor. yasete girmek istemiyorum, Örneğin çevreci seçmeni et- çünkü hem babam hem de kilemek için PASOK'un cad- dedem siyasette” cevabına delere propaganda afişi ters olarak tam da babası ve asmayacağını, miting alan- dedesinin izinden giden larının temizlenmesi için ya- Papandreu, aslında siyasete pılacak masrafları da partisi- atılmanın kendi kararı olmanin üstleneceğini açıkladı. dığını, yaşam tecrübesinin Sosyalist tavrını koruyan po- buna neden olduğunu belirlitikacı aynı zamanda şeffaf- tiyor. Büyükbabası 6 kez, lığı da sağlamak adına işa- babası 2 kez hapse atılan, damlarından maddi yardım çocukluk yılları oldukça sokabul etmeyeceğini vurgula- runlu geçen politikacı, hayatı dı ve milletvekili adaylarına boyunca hep bir şekilde siyada servetleri hakkında “ne- setin içinde olduğunu söylerreden buldun” beyanna- ken haksız da sayılmaz. mesi yayımlama zorunlulu- Yunanistan'da demokrasinin ğu getirdi. Aynı zamanda tekrar kurulmasına katkıda Türkiye ile ilişkilerin azalan iv- bulunmak istediği için siyamesine dikkat çekerek, ilişki- sete atılan Papandreu yıllarleri geliştirme sözünü de Ka- ca babasının gölgesinde ramanlis'e karşı koz olarak kalmış, “Küçük Yorgo” anlakullandı. mına gelen “Yorgaki” adıyla Portre: Yorgo Papandreu Yeşim ÖZTÜRK 23 anılmıştı. Babası gibi etkili bir siyasetçi olamayacağı söyleniyordu çünkü kimilerine göre gerekli olan “sert” üsluptan yoksundu. Ancak Dışişleri Bakanlığı döneminde sakin ve nazik tavrının meyvelerini toplayan Yorgo Papandreu şimdiki seçim propagandasında da aynı üslubu koruyor. Evli ve iki çocuk babası politikacının gittiği her yere eşini de götürmesi ve propaganda yöntemleri, ABD Başkanı Obama'ya benzetiliyor. İngilizce'nin yanı sıra akıcı bir biçimde İsveçce de ko nu şa bi len Papandreu, çocukluğundan beri aldığı siyasi birikimin de desteğiyle Yunanistan'ın yeni başbakanı olma iddiasını sürdürüyor. Ege'de zeybetiko 1988 ve 1994 yıllarında iki kere Milli Eğitim ve Diyanet İşleri Bakanlığı yapan Papandreu, 1999-2004 yılları arasında yürüttüğü Dışişleri Bakanlığı döneminde sorunlu konularda izlediği “yapıcı” politika ile uluslararası alanda adından sıkça söz ettirmişti. Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile uyum içinde yürüttükleri “dostluk politikası” Türk-Yunan ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmış, iki ülke arasında iyi komşuluk ve kardeşlik ilişkilerinden bahsedilir olmuştu. Zira iki bakanın ortak girişimi ve dostluğu, iki halkın da gözle görülür bir biçimde yakınlaşmasını sağlamıştı. Sorunların çözümü için artık bir şeyler yapmanın şart olduğunu düşünen İsmail Cem ve Yorgo Papandreu, geçmişin getirdiği dayatmaları bir kenara bırakarak iki ülkenin gelecekteki ilişkilerini tesis etmeye odaklanmıştı. Bu yaklaşımın sonuç vermesi ve yaratılan dostluk havası, Yunanis tan hal kı ta ra fın dan Papandreu'nun başarısı olarak görülmüş ve takdirle karşılanmıştı. Ayrıca Papandreu birçok Yunan politikacının cesaret edemeyeceği şeyi yapmış, Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediğini belirtmiş ve doğal olarak Türkiye'nin de güvenini kazanmıştı. İsmail Cem ve Yorgo Papandreu'nun girişimleri sadece Türk ve Yunan halkları tarafından değil dünya kamuoyu tarafından da ilgiyle izlenmişti. İki bakan 2000 yılında, merkezi New York'ta bulunan Doğu-Batı Enstitüsü'nce "Yılın Devlet Adamı Ödülü"ne layık görülmüş, European Voice 2003'te “Yılın Avrupalıları” arasında Papandreu'yu “Yılın Diplomatı” olarak göstermiş, Le Monde gazetesi ise onu “Türk-Yunan İlişkilerinin Mimarı” olarak nitelendirmişti. Papandreu aynı zamanda barış, demokrasi, insan hakları alanlarında etkinlik gösteren sivil toplum kuruluşu Helsinki Yurttaşlar Meclisi'nin (Helsinki Citizens Assembly) kurucu üyesi. Eylül'de Avrupa Büyük Londra Yangını (2 Eylül 1666) 17. Yüzyıl'ın ikinci yarısı… Tam da bu vakit, evvela bir geziye çıkmalı Londra'nın dar sokaklarında. Ve işte karşımızda Britanya'nın kalbi; çatıları çamurla, samanla karılmış ahşap evleriyle bir Yeniçağ şehri, Londra. Evlerde yanan mumları, şömineli tahta yapılarıyla ateşe, yangınlara alışmış bu kenti, çehresini değiştirecek bir felaket bekliyordu. Vebayla kıvranan bu kentte fareler ölecekti; felaket felaketi getirecek ve yine ateş, tıpkı insanlığın kaderini belirlediği gibi bu şehrin kaderini de çizmekten geri durmayacaktı. 1666 yılının 2 Eylül gecesi Thomas Farriner adında bir kişinin işlettiği ekmek fırınında başlayan yangın, dört gün sürecek ve Londra'nın yaklaşık beşte dördünün kül olmasına, bir enkaza dönüşmesine sebep olacaktı. 2 Eylül gecesi saat ikide başlayan yangının gerçek yüzü, yangının başlangıcından altı saat sonra, sabah sekizde ortaya çıkmıştı. Yangın eski Londra Köprüsü'nün yarısına kadar ilerlemişti. Gün boyunca ve bir sonraki gün de rüzgarın şiddetini arttırmasıyla büyüyen alevler, Fleet Caddesi, Old Bailey, Ludgage Hill, Newgate gibi mahalleleri tamamen küle çevirdi. St. Paul Katedrali'nin taş blokları ısıdan patladı; çatıdaki kurşun malzemeler ise eriyerek sokak boyunca lav gibi aktı. İlk gün, Kral II. Charles, yangının önlenmesi için bazı evlerin yıkılarak set şekline getirilmesini emretmişse de dönemin belediye başkanı olan Thomas Blood worth bu emri yerine getir- Pınar Dilan SÖNMEZ memişti. İnsanların çaresizlik ve korku içinde kaçışları zaten kısıtlı olan itfaiye araçlarının ve itfaiye ekiplerinin hareketini engelledi. Dahası, yangının kendiliğinden çıkmadığına, çıkartıldığına dair söylentiler de bu kargaşayı sokaklarda beliren ve genellikle yabancıların, Katoliklerin ya da dikkat çekici kişilerin maruz kaldığı bir şiddet dalgasına dönüştürdü. Yangının ikinci günü II. Charles'ın olaya el koyup belediye başkanını görevden alarak yangınla ilgili yürütü- lecek çalışmaların başına kardeşi York dükü II. James'i getirmesiyle bir dönemeç yaşandı. II. James, yangın takımları kurdurdu, bazı evlerin yıkılarak set haline getirilmesini sağladı ve sokaklarda saldırıya uğrama riski olanları kalabalıkların hışmından korudu. Üçüncü gün hem en büyük yıkımın yaşandığı hem de rüzgarın şiddetinin durulmaya başladığı gün olmuştu. Dördüncü gününde kontrol altına alınan yangında 13 bin 200 ev, 84 kilise ve 44 şirket binası yok olmuştu. 65 bin kişi evsiz kalmış, resmi kayıtlara göre 4 kişi de ölmüştü. Bununla beraber, İngiliz Yenilenme Dönemi'nin en önemli günlük yazarlarından John Evelyn, ölü sayısının verilen resmi rakamın çok daha üzerinde olduğunu kaydetmiştir. Olayların ardından başlayan araştırmalar Fransız bir saat tamircisi olan Robert Hubert'un yangını kendisinin başlattığına dair itirafına kadar devam etmiş, sonrasında ise sular durulmuştu. Bu zavallı, akli dengesi bozuk adamın yangının sorumlusu olduğuna kimse inanmamış olsa da, Hubert idam edildi. An- cak yangının sorumlusu Katolikler olarak görülmekteydi. Katolikler olayı takip eden 150 yıl boyunca bu sebeple suçlandılar. Londra halkı için ise yoksulluk ve kaos ortamı sıkıntılı günler getirdi. Evsiz kalan insanlarda suça yönelim arttı ve Anglia Campusors hapishanesi mahkumlarla doldu taştı. Hangi mülkün kime ait olduğuna dair olan belirsizlikler, şehrin yeniden imarı gibi konular çeşitli sorunlara sebep olacak olsa da bu yangın 1666 yılından sonra tekrar kurulacak olan Londra şehrinin alt yapısını oluş- turdu. Bir de şimdi keşfe çıkarsak Londra sokaklarında, artık geniş caddeler geçerek varırız Thames Nehri kıyısına. Ve bizi yapılar değil, rıhtımlar karşılar bu kez. Yangınlara karşı alınmış önlemlerle inşa edilir bu harap şehir. Artık ahşap evleriyle, yangınlarıyla ünlü Londra yoktur; bize taş ve tuğla yapılar göz kırpar. Ticaret merkezi bu kentte sigortacılık da baş gösterir bu felaketle. Nihayetinde ahşabın sıcaklığını, güleryüzünü kaybederek bugünün dünyasına hazırlar kendini bu şehir. daha ileri götürerek, deneysel roman alanında dünya edebiyatında oldukça önemli bir yere sahip oldu. Ancak Zola'nın ünü, yalnız edebiyat alanında gerçekleştirdikleriyle bağlantılı değil. Zola'nın adını çok daha geniş çevrelere duyuran, Fransa'yı ikiye bölen ünlü Dreyfus Davası'nda sergilediği kararlı ve cesur duruş oldu. 1894 güzünde patlak veren bu olay, Paris'teki Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda, Fransız ordusuna ait bilgiler içeren bir not bulunmasıyla başlıyordu. Bulunan nottaki yazının Yüzbaşı Dreyfus'a ait olmadığını gösteren saptamalara ve suçluluk için yeterli delil olmamasına rağ- Emile Zola (29 Eylül 1902) 2 Nisan 1840 Tarihinde İtalyan bir babanın ve Fransız bir annenin çocuğu olarak Paris'te doğan, özellikle babasının ölümünün ardından yokluk ve sıkıntılar içinde büyüyen; fakat 1864'te Ninon'a Masallar (Les Contes a Ninon), 1867'de Therese Raquin ve çeşitli gazetelerdeki edebiyat eleş- tirileriyle tanınmaya başlayan Emile Zola, kalemiyle yaşamış ve var olmuş bir yazardı. Doğa bilimlerinin, özellikle de Darwinci doğa anlayışının ilke ve yöntemlerinin edebiyata uyarlanmasıy la geliştirilmiş olan Natüralizm ya da Doğacılık yaklaşımının öncüsü olan Zola, gerçekçilik düşüncesini ATAUM e-bülten men, Yahudi yüzbaşının Alman casusu olduğuna dair iddialar kısa sürede yayılmış ve bu, basına da sızdırılmıştı. Düzenlenen sahte belgeler ve önyargılarla oluşturulan raporlar sonucu görevinden alın Dreyfus, ömür boyu hapse mahkûm edilerek, Şeytan Adası'na gönderilmişti. Olay gündeme geldiğinde İtalya'da olan Zola, davadan ancak Paris'e döndüğünde haberdar olabilmişti. 1897 yılında Le Figaro'da yayınlanan "Gerçek Yürüyor, Onu Kimse Durduramaz” adlı yazısıyla davaya yönelik ilk eleştirisini yapan yazar, bundan sonraki dönemde farklı taraflardan gelen tüm ırkçı ve bağnazca suçlamaların karşısında durabilme cesaretini göstermişti: Yeri gelince Dreyfusçuları Yahudi örgütü kurmakla suçlayan ve “Yahudiliği” ön plana çıkaran şoven basına karşı kalemiyle savaşan Zola, yeri gelince de Dreyfus kar şı tı gösteriler yapan “Devrimci” Fransız halkının gençlerini “biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz” diyerek uyarabilmiştir. Hatta Cumhurbaşkanı`na açık mektup yazarak suçlamıştır EYLÜL 2009 onu, “Suçluyorum” adlı yazısında. Dreyfus hapis hayatı yaşarken, davanın gerçek suçlusu biliniyor ve buna rağmen gerçek suçlu temize çıkarılıyordu; gerçeğin saklanmasını, ordunun şerefinin korunması sanarak yanılan Fransız yönetimi ve şoven basın, bizzat cumhuriyet karşıtı tavır takınıyor ve beraberinde Almanya'ya karşı intikam duygusunu ve Yahudi aleyhtarlığını körükleyerek Fransız halkını nefrete ve şiddete sürüklüyordu. Tüm bunları açıkça dile getiren Zola'nın özellikle “Suçluyorum” adlı eleştirisi bir dönüm noktası olmuş, hem Dreyfus taraftarlarının artmasına hem de karşıtların daha da öfkelenmesine sebep olmuştu. Nihayetinde Zola'ya çıkan fatura 1 yıllık mahkûmiyet ve 3 bin Franklık para cezasıydı. Baskılar üzerine yazar, İngiltere'ye sığınmış, Dreyfus'un tekrar yargılanması kararı çıkana kadar İngiltere'de kalmıştı. Tekrar yargılanma sürecinin başlamasıyla ülkeye geri dönen yazarın, hiç tanımadığı ama hakkını savunduğu Dreyfus için umutlu bekleyişi hüsranla sonuçlanmıştı. Bek- lenen sonuç, yani Dreyfus'un aklanması ancak 1906'da yeniden yargılanmasıyla mümkün olacaktı fakat yazık ki Zola, 1902 yılının Eylül ayında duman zehirlenmesinden ölecekti. Natüralizmin öncüsü ve kurucusu… Bağnazlığa ve hak- Gökkuşağı Savaşçısı (22 Eylül 1985) Soğuk Savaş yıllarını niteleyen en önemli şey, belki de nükleer silahlar ve bu alandaki yarıştı. Silahlanma yarışı dünyayı yalnız siyasi ve ekonomik boyutlarda değil ekolojik anlamda da etkiliyor ve tehdit ediyordu. Dünyanın pek çok yerinde, hatta uzayda yapılan nükleer denemeler, ekolojik dengenin sarsılmasına sebep olmaktaydı. İşte Greenpeace ya da diğer adıyla “Yeşil Barış” nükleerden arındırılmış, barışın hâkim olduğu ve ekolojik dengenin korunduğu bir dünyanın özlemiyle, nükleer denemeleri protesto etmek amacıyla 15 Eylül 1971'de Kanada'da kurulmuştu. 1980'li yıllarda Atom Enerjisi Komisyonu tarafından geliştirilen M4 SLBM nükleer silah başlıkları Maruroa'da toprak altında denenmeye başlanmış; 1985 yılında harekete geçen Greenpeace eylemcileri ise Fransa'nın Güney Pasifik'teki nükleer denemelerini protesto etmek amacıyla Yeni Zelanda'nın Auckland limanında hazırlıklara girişmişlerdi. 1955 yılında bir balıkçı teknesi olarak yapılmış olan ve 1978 yılında Greenpeace gönüllüleri tarafından onarılarak tekrar suya indirilen Rainbow Warrior (Gökkuşağı Savaşçısı) ise Fransa'ya karşı yapılacak bu eylemde, ya da kendi deyimleriyle "tanık olma"da baş rolü oynayacaktı. Peki neden Gökkuşağı Savaşçısı demişlerdi bu gemiye? Gemi bu ismi Kuzey Amerika yerlilerine ait bir efsaneden alıyordu. Efsaneye göre, insanların açgözlülü ğü nün sonucu olarak dünyada yaşamın sona ermeye yakın olduğu, bitki ve hayvanların büyük boyutlarda ölmeye başladığı bir zaman gelecekti. Böyle bir zamanda Kızılderililer, tüm uluslardan, her renkten ve her inançtan insanları dünyayı kurtarmak için birleştirecek olan savaşçıları çağıracaklardı. Ve işte Kızılderililerin dünyayı yok olmaktan kurtaracak bu savaşçılara verdiği isim de: 'Gökkuşağı Savaşçıları'ydı. Fakat yazık ki Greenpeace'in ilk Gökkuşağı Savaşçısı 10 Temmuz 1985 tarihinde Moruroa'da Fransız gizli servisi tarafından bombalandı. Tamamen devlet eliyle gerçekleşen ve mürettebattan bir kişinin (Fernando Pereira) hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan bu bombalama olayı, ilk elde Fransız resmi makamlarınca reddedilmiş olsa da Alain Mafart ve Dominique Prieur adlı iki gizli servis ajanının Yeni Zelanda polisleri tarafından tutuklanması üzerine gerçek daha fazla saklanamamış ve Fransa devleti, bombalamanın sorumlusu olduğunu 22 Eylül 1985'te kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu olay, aynı zamanda Fransa ile Eylül`de Avrupa Pınar Dilan SÖNMEZ 25 sızlıklara karşı savaşan bir aydın… Gerçeğin ve adaletin peşinde bir yurttaş… Kalemi eline her alışında gerçek olan hayaller yaratmış, gerçek ama hayali kahramanlarıyla yaşayan bir yazar: Emile Zola. Yeni Zelanda arasında bir ihtilafın doğmasına da sebep oldu. Fransa'ya göre, Greenpeace düşmanca emellerle yasadışı olarak Fransa'nın kontrolü altındaki bir bölgeye girmiş ve Yeni Zelanda da ona destek olmuş, olanak sağlamıştı. Her iki ülke arasında gerçekleşen diplomatik görüşmelerden bir netice çıkmayınca BM'ye gidilmesine karar verilmişti. Neticede Fransa'nın gemiyi bombalaması uluslararası barış ve güvenliği öngören BM misakına da aykırı bir hareket olduğu için her ne kadar ileride yine bir dizi deneme gerçekleşecekse de Fransa'nın bu yıllarda, Pasifik'te gerçekleştirdiği nükleer denemeler durduruldu ve 1987 yılında Fransız hükümeti uluslararası alandaki baskıyla da Greenpeace'e 8.16 milyon dolar tazminat ödedi. 1985 yılında yaşanan bu olaydan sonra Greenpeace'in yeni sloganı "Gökkuşağını batıramazsınız" oldu ve ilk gökkuşağı savaşçısının yerini, onun dümeninin ve çanının kullanıldığı, 1989'da suya indirilen ikinci b i r R a i n b o w Wa r r i o r (Gökkuşağı Savaşçısı) aldı. Rainbow Warrior'un en çok ses getiren eylemleri ise nükleer denemelere karşı yaptığı eylemler olmuştu. BASINDA TÜRKİYE - AB İLİŞKİLERİNİN 50 YILI 2 Eylül 1971'de Milliyet gazetesinin ilk sayfasında yayınlanan bu haber, ATAUM tarafından düzenlenen “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ başlıklı sergiden alınmıştır. Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için... Türkiye Cumhuriyeti Hükümet Programlarında Avrupa Birliği Satı KILIÇ KAYMAK 30. Hükümet (I. Süleyman Demirel Hükümeti / 27.10.1965-03.11.1969) “Türkiye'nin bugün katılmış olduğu GAAT “Milletlerarası Ticaret ve Tarifeler Andlaşması” Milletlerarası Para Fonu, Avrupa İktisâdi Kalkınma Teşkilâtı “OECD” Ortak Pazar gibi kuruluş ve müesseselerin ana hedefleri, milletimizin iktisâdi alanda diğer memleketlerle en geniş hacımda iktisâdi işbirliğinde bulunmasını öngörmektedir. İktisâdi gelişme hızlandıkça yabancı sermaye hareketlerinde, hudutlararasında daha geniş şekilde cereyan etmektedir. Binâenaleyh memleketimizde bazı çevrelerin tahrik etmeye çalıştıkları, yabancı sermaye aleyhtarlığı, ne kısa vadeli kalkınma hamlelerimiz, ne de uzun vadeli olarak katılmaya hazırlandığımız Ortak Pazar gibi milletlerarası iktisâdi birliklerin kuruluş hedefleriyle bağdaşabilir. Bugün dünyada kalkınma hızı ve refah seviyesi itibariyle en dinamik bölge haline gelen Ortak Pazar camiasına, tam olarak katılabilmemiz için istihsâl organizasyonu ve sanayiimizin süratli bir bünye değişikliği geçirmesi gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz intikal devresinde sanayiimizin standartlar ve maliyet seviyesi bakımından, ortaklık camiası içinde rekabete başarı ile dayanabilecek hale getirmek için gerekli tedbirler alınacaktır. Ucuz hammadde ve iş gücü gibi, nispi avantajlara sahip olduğumuz endüstri alanlarını süratle geliştirip, Ortak Pazar memleketleriyle olan ihracatımızın geliştirilmesine çalışılacaktır. Tarım ürünleri ve diğer hammadde ihracatımızın Ortak Pazar'daki evsaf ve standartlara uygun bir şekilde üretimi ve pazarlanması imkânları bulunacaktır. Türkiye, başka alanlarda da birçok bölgesel vasıfta teşekkülü üyesi bulunmaktadır. Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Teşkilâtının ve Avrupa Konseyinin üyesi bulunuyoruz. Avrupa Ekonomik Topluluğunun ortak üyesiyiz. İran ve Pakistan ile “Kalkın ma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilâtı”nı kurmuş bulunuyoruz. Bütün bu teşekküllerin fâaliyetlerine ya pı cı bir şekilde katılmaya ve bunlar içindeki işbirliğini karşılıklı bir tesanüd zihniyeti içinde geliştirmeye mecburuz. Birleşik Amerika, Kanada ve Batı Avrupa memleketleri ile münâsebetlerimiz yakın bir dostluk ve işbirliğine dayanmaktadır. Bu Devletlerin büyük bir kısmı ile ekonomik kalkınmamız için Türkiye'ye yardım konsorsiyomu içinde verimli bir işbirliği yapmaktayız. Bir kısmı ise, ortak-üye olduğumuz Avrupa Ekonomik Topluluğunu vücuda getirmektedir. Bütün bu devletler ile çeşitli bağlarımız dolayısıyla onlarla ilişkilerimizi en ileri seviyede tutmaya çalışacağımız tabiidir.” 31. Hükümet (II. Süleyman Demirel Hükümeti / 03.11.1969–06.03.1970) “Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki ortaklığı; milli menfaatlerimize ve plan hedeflerimize uygun bir yol olarak kabul ediyoruz. Geleneksel dış siyasetimizin gereklerine de cevap veren bu ortaklığın yurdumuzun iktisadi ve sosyal alanlarda aynı zamanda da hürriyet içinde süratle kalkınması için elverişli bir ortam tesis edece- ğine inanmaktayız. tedbirleri bize sağlayacak Halen bu ortaklığın Geçiş Dö- olan bir sonuca süratle nemine giriş müzakerelerini; varmaya çalışmaktayız.” bu inançla ve olumlu bir şekilde yürütmekte ve menfaatlerimize en uygun vasıta ve 32. Hükümet (III. Süleyman Demirel Hükümeti / 06.03.1970–26.03.1971) “Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklığımız yeni bir dönemin eşiğine varmış bulunmaktadır. Ekonomik, sosyal ve politik önemi gün geçtikçe kıymet kazanan bu ortaklığın, menfaatlerimize en uygun şekilde geliştirilmesinin gayreti içindeyiz. Bu anlayışla yürütmekte olduğumuz Geçiş Dönemine giriş müzakerelerini müspet sonuçlara bağlamayı ümit ediyoruz ve ulaşacağımız bu ileri merhalenin olumlu şartlar içinde ekonomimizin kazanacağı yeni dinamizmin kal kın ma gayretlerimize önemli katkılarda bulunacağına inanıyoruz. Ülkemizin geleceğini büyük ölçüde ilgilendiren ortaklığımızı tam bir başarıya ulaştırmak üzere İktidar olarak gösteregeldiğimiz her türlü gayrete devamla, Kalkınma Planımız çerçevesinde, sa- nayiimizin ve tarımımızın geçiş döneminin şartlarına süratle ve kolaylıkla intibakını sağlamak için, ekonomik, mali ve idari alanlarda gerekli olan tedbirleri almaya kararlıyız.” 33. Hükümet (I. Nihat Erim Hükümeti / 26.03.1971-11.12.1971) “Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık ilişkilerimiz 1963 yılında kurulmuştur. Geçiş dönemi kapsamını tes- pit eden belgeler 23 Kasım 1970 de imzalanmıştır. Bu belgeler ve yürürlüğe girmeleri ile ilgili işlem bazı eleşti- rilere uğradı. Bunlardan hak- öngörülen imkânlar çerçelı olanların incelenmesine ve vesinde süratle iyileştirilmekapsadıkları konuların uygu- sine çalışılacaktır.” lama sırasında anlaşmada 34. Hükümet (II. Nihat Erim Hükümeti / 11.12.1971–22.05.1972) “Avrupa ekonomik topluluğu ile ortaklığımızın geçiş döneminde uygulanacak belgelerin onaylanmasına ilişkin kanun tasarısı 22 Temmuz 1971 tarihinde Yüce Meclislerce kabul edilmiş ve katma protokolün ticari hükümleri de 1 Eylül 1971 tarihinde geçici anlaşma ile yürürlüğe konulmuştur. Bu bel- gelere yurdumuz bakımından elverişli imkânlar eklenmesi yolunda girişimler yapılmış ve ilk olumlu sonuçlar alınmıştır. Anlaşmalarda öngörülen imkânlar çerçevesinde aynı yönde çalışmalar sürdürülmektedir. Toplulukların genişlemesi ve genel preferanslar çerçevesinde bu çalışmalarımızın somut- laştırılmasına gayret gösterilecektir. Avrupa toplulukları ile ilişkilerimizi 1963 Ankara Anlaşmasında yer alan amaçlara ulaşacak şekilde geliştirmek azmindeyiz. Bu çerçevede iç planda da gerekli tedbirleri süratle ele almak ve kalkınma gayretlerimize buna göre yön vermek durumundayız. Ortak Pazara tam üye olmadan önce, katma protokolde ve diğer anlaşmalarda milli sanayimizin gelişmesine engel olacak mahiyette uygulamalarla karşılaşılmaması için gerektiğinde karşılıklı müzakerelerle ayarlamalar yoluna gidilecektir.” 35. Hükümet (Ferit Melen Hükümeti / 22.05.1972–15.04.1973) “Sanayileşmemizde benimseyeceğimiz prensip içe değil dışa dönük olmaktır. Uluslararası şartlara uygun rekabet gücüne sahip sıhhatli bir sanayileşmeyi gerçekleştirmek zorundayız. Bu bakımdan mevcut veya yeniden kurulacak sanayiimizin uluslararası ve özellikle Avrupa Ekonomik Topluluğu şartlarına intibakını kolaylaştıracak tedbirleri alacağız. Türkiye Avrupalılararası örgütlere daha kuruluşundan beri iyi niyetle, yapıcı ve gerçekçi bir tutumla katılmıştır. Bu arada Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklığımıza büyük önem vermekteyiz. Ortaklığımıza ilişkin şartların Altı'ların On'lar haline dö- nüşmemesi nedeniyle meydana gelen yeni duruma en iyi bir şekilde intibak ettirilmesi hususunda özel bir dikkat ve itina göstereceğiz. Ortak Pazar'a tam üye olmadan önce Katma Protokolde ve diğer anlaşmalarda milli sanayimizin gelişmesine engel olacak mahiyette uygulamalarla karşılaşılmaması için girişilmiş olan müzakerelere devam olunacaktır. Ayrıca genişletilmiş topluluğun siyasi alanda da bütünleşmeye gitmek yolundaki eğilim ve girişimlerini, dikkatle değerlendirerek memleketimizin yüksek menfaatlerinin ge rek ti re ce ği tedbir ve kararlar üzerinde önemle duracağız.” BENİM AVRUPAM EYLÜL 2009 Avrupa Birliği'ni Nasıl Bilirsiniz? Fikret Başkaya Şimdilerde toplumun farklı kesimleri farklı saiklarla Avrupa Birliği'ne katılmak istiyor. Her zaman olduğu gibi kimse halka sormayı, bir referandumla durumu netleştirmeyi istemiyor. Elbette “kamuoyu” denilen de kolaylıkla manipüle edilen bir şey ve ediliyor. Ekseri gözden kaçan bir şey de ideoloji deme mek i çin “kamuoyu” dendiğidir... Referandum demokratik bir araç gibi görünse de demokratik olmayan bir ortamda beklenen sonucu vereceğine dair bir kesinlik yoktur. Kaldı ki bu ülkede öyle bir anlayış ve gelenek y o k . Ya p ı l a n h e r ş e y “halkımızın ve devletimizin iyiliği için” yapıldığına göre... İşsizler iş bulma umuduyla, köylüler ürettiklerini daha iyi değerlendireceklerini sanarak, seksen yıldır bürokratik oligarşiden ve vesayetten muzdarip Müslüman kesim baskıdan kurtulma umuduyla, Kürtler “demokratik” Avrupa standartlarının koruması altında nefes alabilecekleri beklentisiyle, halktan ve kendilerinden umudunu kesen bir kısım aydın da Türkiye’nin demokratikleşmesinin başkaca bir yolu olmadığını düşündüğü için, tuhaf ama solun bir kesimi veya kendilerinin ve başkalarının “sol” saydığı-sandığı kesim de AB’ye girildiğinde Türkiye’nin sosyalizme biraz daha yaklaşacağı sanısıyla... Kimse nereye girildiğini sorun etmiyor. "Girilmek istenen yer nasıl bir yerdir?" sorusu hiçbir zaman sorulmuyor. AB’nin a priori muasır medeniyet seviyesinin cisimleşmişi, muasır medeniyetin timsali ve kendisi sayıl- dığı koşullarda, AB’ye karşı kuları kendileriyle ilgili. Bu çıkmak büyük cüret gerekti- yüzden bir şeye aynı anda ren bir şeydir... Bir başka tu- karşı olmak aynı safta olmak haflık da kapitalizm, emper- demek değildir. İnsanlar yalizm, kolonyalizm hakkın- farklı gerekçelerle aynı şeye da bilinç açıklığına sahip ve- karşı çıktıklarında aralarında ya öyle olması gereken, bir “ortaklık” veya “hedef AB’nin aslında kimin birliği birliği” olması gerekmez. olduğunu bilen/bilmesi ge- Asıl önemli olan da karşı olareken Marksist sol ile ülkenin nın neden karşı olduğudur. kaderini elinde tutan, benim Zira neden karşı olunduğuyasıl devlet partisi dediğim, la neden yana olunduğu şimdilerde ulusalcılar deni- arasında bir bütünlük vardır. len ayrıcalıklı bürokratik elit Bir şeyden yana olmaktaki or[militer ve “sivil” bürokrasi- taklık, bir şeye karşı olmaknin yüksekleri] ve çevresinin taki benzerlikten çok daha AB’ye karşıtlıkta aynı safta önemlidir... Ulusalcı denilen yer almaları... Bu durumun kesim kapitalizmi sorun etkafa karışıklığı yaratması ka- miyor, o tarakta bezi yok. Kaçınılmaz. Nasıl oluyor da ken- pitalizmle sorunu olmayanın dilerini memleketin sahibi sa- emperyalizm diye bir sorunu yan, varlıkları demokrasinin olması mümkün değildir... ve özgürlüğün yokluğuna en- Aslında egemenler bloğundeksli [ulusalcı denilen] ege- da ne istediğini, yapılmak ismen bürokratik klik ve çevre- tenenin ne anlama geldiğini siyle Marksist sol aynı saftay- bilen bir tek kesim var: Büyük mış gibi görünüyor? Esasen sermaye. Fakat sermayenin bu iki kesim arasında şöyle te- küçüğü de büyüğe dâhil. Ekmel bir fark var: Marksist sol seri sanıldığı gibi sermayekapitalizmin ne olduğunu, nin farklı kesimleri arasında AB’nin baştan itibaren başta Çin Seddi yoktur ve bu serişçi sınıfı olmak üzere emekçi mayenin karakterinin sonusınıflara düşman, sosyaliz- cu dur. Ser ma ye çok tan min önünü kesmek üzere ta- AB’nin içinde ve orada olsarlanmış bir Amerikan makta çıkarı var, zira birincisi [Atlantik] projesi, dolayısıyla zaten küresel büyük sermaemperyalist bir birlik olduğu- yenin bir parçası; ikincisi, sernu bildiği için AB’ye karşıy- maye demek pazar demekken [karşı olması gerekir- tir. Hiçbir sermaye grubu ken], şimdilerde “ulusalcı” 500 milyonluk “zenginler” denilen asıl devlet partisi ve pazarının dışında kalmak isçevresi ise AB’nin bazı burju- temez. O halde dört kesimva standartlarının kendi ikti- den söz etmek mümkün. Ne darlarını, ayrıcalıklarını, sal- istediğini bilmeyen, oynanan tanatlarını, velhasıl statüleri- oyundan habersiz olanlar ni sarsma istidadı taşıdığı, he- [bir bütün olarak emekçi sısap verebilir duruma gelme- nıflar cephesi] ki bunlara kenleri muhtemel olduğu için dinden ve halktan umudunu AB’ye karşılar. Bunlar, sek- kesmiş aralarında kendilerisen yıllık çiftliklerine başka- ni solcu-sosyalist sayan larının burnunu sokmasın- “rafine” aydınları da dâhil etdan, ayak takımının sınırlı da mek mümkündür; statülerinolsa sürece dâhil olmasın- den, ayrıcalıklarından olma dan korkuyorlar... korkusuna ve telaşına kapılNetice itibariyle memleketin mış “ulusalcılar” da denilen Mehmet HASGÜLER sahiplerinin kaygıları ve kor- memleketin sahipleri cephe- ATAUM e-bülten si, memleketin sahiplerinin sultasından kurtulmak isteyen geniş Müslüman kitleyi manipüle eden “yeni yetme kapitalistler” veya “Anadolu sermayesi”, nihayet AB’nin büyük sermayenin imparatorluğu olduğundan haberdar dar bir Marksist sol. Öyleyse sorun nedir? Nasıl ele alınmalı, tartışılmalı ve anlaşılmalıdır? Zira çoktandır AB’ye dair bir dizi tevatür üretilmiş durumda... İşte AB’nin bir bolluk ve refah cenneti olduğu, demokrasinin ve özgürlüklerin timsali olduğu, bir barış adası, dünya barışının güvencesi olduğu, velhasıl ulaşılması gereken yegane “üstün” uygarlık modeli veya muasır medeniyetin timsali olduğu, vb.... Bilimsel-entelektüel faaliyetin gerçekten bilimsellik ve entelektüellik iddiasında bulunabilmesinin koşulu, onun retorikle realite, söylemle gerçek, görüntüyle öz arasındaki uyumsuzluğu teşhir edebilme yeteneğine bağlıdır. Aksi halde bizzat bilim denilenin bir dokunulmazlık zırhının arkasına gizlenerek, varlık nedenine yabancılaşması kaçınılmazdır. Ne yazık ki şimdilerde bilim denilip yüceltilen bilimsel etkinliğin manzarası parlak değil. Nasıl sorusu, neden sorusunun önüne geçmiş durumda ki bu durum realitenin anlaşılması bakımından sorun yaratma istidadı taşıyor. Bilimsellik alanı kapitalist metalaşma saldırısından muaf veya aynı anlama gelmek üzere şerbetli değil... AB’ye dair tevatür edilenle gerçek durum arasındaki uyumsuzluğu teşhir edip, bilince çıkarmak için bir dizi sorunun cevaplandırılması gerekiyor: AB projesinin arkasında kim [kimler] vardı? Projenin asıl amacı ve misyonu ne idi? AB daha şimdiden olmuş-bitmiş bir şey sayılabilir mi? AB’nin bir geleceği var mı? Böyle bir birliğin başta birlik üyesi ülkelerin emekçi sınıfları olmak üzere dünyanın ezilen halklarına, sömürülen sınıflarına, yeryüzünün lânetlilerine teklif edebileceği bir şey var mıdır? Birliğe dahil olmak [tam üyelik] nihai kurtuluş anlamına gelir mi? “Sosyal Avrupa” ve ya “işçilerin Avrupa'sı” söyleminin bir kıymet-i harbiyesi, gerçek dünyada bir karşılığı var mıdır?.. AB bir Amerikan projesidir [Atlantik projesi] veya Avrupa ve ABD büyük sermayesinin projesidir Her ne kadar AB’nin temelinin 1957'de Roma Anlaşması'yla atıldığı bilinse de asıl temel atma tarihi NATO’nun kurulduğu 1949'dur. Bugü- EYLÜL 2009 nün AB’sinin temeli Roma’da değil, Washington’da atıldı. İkinci emperyalistler arası savaşın sonunda Avrupa’nın doğusu Sovyetler Birliği'nin etkisi altına girmiş, batısı da savaşta büyük kan kaybına uğramıştı. Emperyalist savaştan prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği, Batı Avrupa’nın yoksulluk ve sefaletle boğuşan işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Üstelik bazı ülkelerde [Fransa, İtalya] güçlü komünist partileri vardı. İşte AB projesi böyle bir “kritik tarihsel anda” gündeme gelmiş, küreselleşme yolundaki Amerikan ve Batı Avrupa sermayesinin imdadına yetişmişti. Bu yüzden AB projesi baştan itibaren büyük sermayenin projesiydi. 1947'de CIA Avrupa’daki durumla ilgili politik ve ekonomik mahiyette olmak üzere iki “tehlikeyi” haber veriyordu. Ekonomik mahiyetteki sorun, Batı Avrupa’da ekonomik bir çöküşün ABD’nin “güvenliği” açısından arz ettiği tehlikeydi. Kaygılandıran da komünist unsurların iktidarı ele geçirmesi ihtimaliydi... Söz konusu ikili tehlikeyi bertaraf etmek üzere Marshall Planı devreye sokuldu. Ekseri sanıldığı gibi “ Marshall Yardımı” olarak bilinen asla “insanî kaygılarla” gündeme gelmiş değildi. Gelmesi de zaten mümkün değildir. Hegemonik-emperyalist ABD’nin insanî kaygılarla hareket ettiğini düşünmek abesle iştigal etmektir. Planın amacı çökme riski altındaki Batı Avrupa rejimlerini “ayağa kaldırmaktı”, ama yardımın şartları vardı: 4 Mayıs 1947'de Fransa’da, 13 Mayıs 1947'de İtalya’da ve aynı ayın sonlarına doğru Belçika’da komünist bakanlar hükümetten kovuldu... Bu operasyonun hemen sonrasında da [5 Haziran 1947] Marshall Planı ilân edildi... Planın amacı Amerikan dolarının egemenliği altında Avrupa ekonomilerini bütünleştirmekti. Elbette planın başka amaçları da vardı: ABD ekonomisini 1948-49 krizinden kurtarmak, savaşta zayıf düşen Avrupa kapitalizmini düzlüğe çıkarmak, Batı Avrupa’daki sol hareketi etkisizleştirmek, Amerikan sermayesinin Batı Avrupa'ya nüfuz etmesinin koşullarını yaratmak... Bunun anlamı Batı Avrupa ekonomilerinin yönünü Atlantik'in öteki yakasına çevirmekti. Marshall Planı etkisini göstermekte gecikmedi: 1948-1951 döneminde dış yatırımlar ikiye, ABD’ye transfer edilen kâr da yaklaşık üçe katlandı. Ekseri tevatür edildiği gibi AB iki kutup arasında [ABD ve Sovyetler Birliği] bağımsız bir güç odağı oluşturmak üzere gündeme gelmedi, ABD’nin bir vasali olarak tasarlandı ve öylece yoluna devam etti. Esasen AB projesi temel bir tespite dayanıyordu: Doğası gereği küreselleşmek zorunda olan kapitalizm [sermaye] her bir kapitalist ülkenin dar sınırlarına hapsedilemezdi. Dolayısıyla AB projesi büyük sermayenin her seferinde genişleyen pazar ihtiyacının bir gereği olarak gündeme gelmişti. Dönemin medyası 160 milyonluk “büyük Pazar”dan söz ediyordu. Fransız Pathé Journal’in 3 Temmuz 1957 nüshasında “Neden bir Avrupa Ortak Pazarı?” sorusunun cevabı şöyle veriliyordu: “Çünkü modern ekonomi, hayati önemde geniş alanlar gerektirir [...] İç gümrükler tasfiye edilerek, Avrupa dünya ekonomisi ölçeğinde 160 milyon tüketiciden oluşan bir pazara dönüşüyor. Bu verimliliğe, tam istihdama ve ancak geniş pazarların mümkün kıldığı işletmelerin modernizasyonuna açılan yoldur." Roma Antlaşması 25 Mart 1957'de imzalandı. O tarihten sonra Batı Avrupa ekonomilerinin bütünleşmesi hızlandı. Anlaşmaya göre 1 Temmuz 1968’den itibaren sanayi ürünlerine konan gümrük vergileri tümden kaldırılacaktı. İzleyen yıllarda başka alanlarda da [tarım ve ticaret politikaları] ortak politika gündeme gelecekti. Mallar, insanlar, sermaye ve hizmetlerin serbest dolaşımı sağlanacak, sermayenin önü sonuna kadar açılacak, pazar genişleyecekti. Bunları politik-bürokratik kurumsal yapıların oluşturulması izleyecekti: Avrupa Komisyonu, Bakanlar Konseyi ve Avrupa Par la men to su üçlüsü... ABD’nin belirleyici olduğu ve büyük sermayenin önünü açmak üzere oluşturulan ve Avrupa’yı Amerika’nın vasali statüsüne indirgeyen bu projeye kayda değer yegâne itiraz General De Gaulle’den gelmişti. Fransa'nın o dönemde devlet başkanı olan De Gaulle, her ne kadar Roma Antlaşması'nın liberal karakterine itiraz etmese de ABD vasali bir Avrupa yerine, Avrupalılar için Avrupa’dan yanaydı. Avrupa’nın hem ekonomik hem de politik planda etkin bir güç odağı, dünya siyasetinin belirleyici bir aktörü olmasından yanaydı. Bu yüzden ABD’nin tam bir Truva atı dediği İngiltere’yi AB dışında tutmakta ısrarlıydı. Avrupa'nın ABD’nin bir tür “serbest bölgesi” haline geldiğinin bilincinde olan bir devlet ve siyaset adamıydı. De Gaulle’ ün Benim Avrupam Fikret BAŞKAYA 29 önerdiği proje destek görmedi. Batı Avrupa büyük sermayesi tercihini serbest ticaretten ve Atlantik'ten yana yaptı ve o tarihten sonra bağımsız bir Avrupa perspektifi hiçbir zaman gündeme gelmeyecek, AB’nin rotası bütünüyle ABD’nin etki alanına girip Soğuk Savaş'a endekslenecekti... Maastricht Anlaşması'yla AB projesinin sınırsız bir piyasa ekonomisi tercihinden başka bir şey olmadığı tartışmasız bir şekilde ortaya çıktı. Esasen AB’nin ilk bileşenlerinin tamamı eski kolonyalist güçlerdir. İlk kolonyalistler İspanya ve Portekiz; büyük kolonyalist imparatorluklar İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda; sofraya geç dâhil olanlar Almanya ve İtalya... Bu kolonyalist güçlerin “eski” kolonileriyle ilişkilerinin mahi ye ti de ko lo ni zas yo na [kolonyalizmin doğrudan veya “klasik” versiyonunun tasfiyesi anlamında] rağmen özü itibariyle değişmedi. Bu yüzden kolonyalizmin tasfiye e dil di ği söy le mi nin bir kıymet-i harbiyesi yok. Velhasıl emperyalizm cephesinde de yeni bir şey yok. Sadece Avrupa’nın kolonyalistemperyalist devletleri kendi aralarındaki çatışmaya son verip ABD’nin şemsiyesi altına girmeye razı olarak, kolektif emperyalizmin üç bileşeninden biri olmaya [diğer ikisi ABD ve Japonya], vasalleşmeye razı oldular. Bir dizi insanî söyleme rağmen, Avrupa'nın dünyanın geri kalanıyla ilişkileri yeni bir görüntü altında kaldığı yerden devam etti. Aslında AB’nin şimdilerde Güney denilen Üçüncü Dün ya ül ke le ri emekçi sınıflarına, bu arada Avrupa'daki işçi ve emekçilere karşı büyük sermayenin [küresel plütokrasinin] tam bir ortak cephesi olduğunu söylemek abartma değildir. Avrupa Birliği'nin genişlemesi, birliğe dâhil ülke sayısının önce İrlanda, İngiltere ve Danimarka’yla 6’dan 9’a, daha sonra 12’ye, şimdilerde 27’ye çıkması sermayenin pazar ihtiyacının bir gereğidir. AB’nin her genişlemesi “olumlu bir şey” olarak sunuluyor, oysa her genişlemenin işçilerin ve bir bütün olarak emekçi sınıfların aleyhine olduğunu görmek için “uzman” olmak gerekmiyor. Demokrasinin Timsali Baştan itibaren Avrupa Birliği düşüncesinin ve oluşumunun gerisinde şu tespit vardı: Ekonominin ulusal pazarların dar sınırları dâhilinde büyümesi mümkün değildir. Elbette asıl söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Dolayısıyla Avrupa Birliği, küreselleşen ve küreselleşmek zo- Benim Avrupam 30 Fikret BAŞKAYA runda olan kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere gündeme gelmişti. Oysa gerçek anlamda bir Avrupa Birliği’nin kapitalizm koşulla rın da, üs te lik ultraliberalizmin geçer akçe olduğu koşullarda gerçekleşmesi mümkün değildir. Netice itibariyle AB, bir kapitalistler kulübüdür ki orada belirleyici olan halkların iradesi değil, büyük bankalar ve AB üyesi devletlerin büyük çokuluslu şirketleridir. Retoriğin aksine AB’nin tarihindeki hiçbir kritik aşamada [Ortak Pazar, Tek Pazar, Maastricth Anlaşması, Tek Para –Euro-, Avrupa Birliği Anayasası, Lizbon Antlaşması, vb...] halk iradesinin gerçek anlamda bir dahli olmadı. Tam tersine birbirini izleyen söz konusu aşamalar, emekçi sınıflar lehine kazanılmış sosyal ve demokratik mevzilerin aşındırılması demeye geliyordu. Yegâne amacı ve varlık nedeni, kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek olan kapitalistemperyalist bir birliğin demokratiklik iddiasının hiçbir kıymet-i harbiyesi olamaz, nitekim yoktur. Fanatik piyasacılıkla malul ve liberal virüs tarafından zehirlenmiş bir oluşumun emekçi halk çoğunluğuna teklif edebileceği bir tek şey olabilir: Daha fazla sömürü. Bilindiği gibi bir insanın politik planda özerk olabilmesi, ekonomik planda özerk olduğu durumda mümkündür. Oysa, AB kamuya ait ne varsa, kamu hizmeti ve sosyal hizmet sayılan ne varsa hepsinin özelleştirilmesini piyasa ekonomisinin işleyişi için vazgeçilmez EYLÜL 2009 sayıyor ve bu amaçla, özel- bürokratik/teknokratik yapıleştirmeleri, deregülasyonu, lardır. Bu iktidar odaklarının varlıklı sınıflardan alınan ver- misyonu demokratik işleyişin gilerin azaltılmasını, işçiler önünü kesmektir, ama deve bir bütün olarak emekçi sı- mokrasi ilkesini işlemez hale nıflar ve toplumun mütevazı getirme kaygısı da başka kesimleri lehine kazanılmış amaçları gerçekleştirmek hakları aşındırmayı, sömü- içindir. Bir kere söz konusu rüyü daha da derinleştirmek bürokratik/teknokratik iktiüzere çalışma yaşamına dar araçları, sadece Avrupa’ “iğretiliği” hâkim kılmayı da değil dünya ölçeğinde seramaçlıyor. Şimdilerde AB maye egemenliğini, eşitsiz üyesi ülkelerde yaşayan işçi- ekonomik/ticari ilişkiler büler AB’nin kendileri için ne an- tününü ve aşırı kârları gülama geldiğini, vaatlerin vence altına almak, neolibe[daha fazla refah, istihdam, ral sistemi dünyanın her yebüyüme, demokrasi, barış...] rinde hâkim kılmak, işçilerin, nasıl içi boş bir söylem oldu- bir bütün olarak emekçi sığunu biliyor. Onlar için AB, iş- nıfların, Üçüncü Dünya halksizlik, giderek büyüyen gelir larının haklı taleplerini dağılımı dengesizliği, sosyal bastırmak... gibi işlevler üsthizmetlerin ve kamu hizmet- lenmiş durumdadır. İşçilerin lerinin aşındırılması vb. ulusal düzeyde sahip oldukdemek... ları ve daha iyi kullanılmaları Bir devletin [veya sosyo- muhtemel pozisyonlarını, politik formasyonun] niteli- pazarlık güçlerini zayıflatği ni be lir le yen, o nun mak üzere, karar mekaniz“biçimsel işleyişinden” çok sı- malarını ulusal düzeyden nıfsal niteliğidir. Eğer öyleyse “ulus-üstü” kertelere aktarasoru şu olabilir: AB’nin rota- rak etkisizleştiriyor. Bilindiği sını kim belirliyor? Elbette bü- gibi temsil edenle temsil ediyük sermaye grupları, Avru- len arasındaki mesafe büyüpa plütokrasisi belirliyor. As- dükçe, temsilin etkinliği lında AB’nin biçimsel işleyişi- azalır. ne kısa bir bakış, ne demek is- Birlik üyesi ülkelerin yurttaştediğimizi anlatmaya yeter. ları her beş yılda bir Avrupa Zira Maximilien de Robes- Parlamentosu için temsilci pierre’in de dediği gibi seçse de bu onların yönettiği “zaman zaman birkaç tem- anlamına gelmiyor, zira asıl silci seçmek” şeylerin gidişa- iktidar odağı Avrupa Konseyi tını etkilemenin garantisi de- ve Bakanlar Konseyi. Parlağildir. Kaldı ki, temsili de- menterlerin yasa teklifi yetkimokrasi gerçek demokrasi- si bile yok. Birlik politikasıyla nin önünü kesmek amacıyla ilgili temel kararlar [ortak tave bilinçli olarak peydahlan- rım politikası, gümrükler, iç mış bir yönetim aracıdır. AB pazar, avro, vb.] Avrupa Konsöz konusu olduğunda süre- seyi' nin yetki alanında. Birlici belirleyen de zaten seçil- ğin geleceğiyle ilgili temel kamiş temsilciler değil, üye dev- rarlar Avrupa Komisyonu ve l e t l e r d e n “ b a ğ ı m s ı z ” Bakanlar Konseyi tarafından ATAUM e-bülten alınıyor. Her ne kadar Bakanlar Konseyi üyeleri üye devletler düzeyinde yapılan seçimlerle belirlense de kendilerini seçenleri temsil ettikleri söylenemez. Zira bizzat temsilin kendisi sorunlu. Yılda dört kere toplanan Bakanlar Konseyi temel doğrultunun çerçevesini belirliyor. Bakanlar Konseyi'nde alınan kararlar, birliğin yürütme organı olan Avrupa Konseyi tarafından uygulanıyor. Komisyonun kararları, uygulama aşamasına parlamento ve bakanlar konseyinin onayıyla girse de asıl karar verici konsey, dolayısıyla alınan kararlar şeklen “demokratik” görünse de orada söz konusu olan bir biçim sorunu. Velhasıl gerçek iktidar odağı Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi. Avrupa Birliği Parlamentosu da şimdilik seyirciyi oyalama işlevi görüyor. Avrupa Komisyonu bürokratları büyük sermayenin birlik içindeki uzantıları gibi... Bir iki örnek durumu aydınlatmaya yeter: Mesela ABD’de eğitim görmüş, eski Maoist, şimdilerde ultraliberalizmin yılmaz savunucu Avrupa Komisyonu Başkanı José Manuel Barroso, bir ABD think tank’ı olan ve Amerikan hükümetine dış politika alanında danışmanlık yapan Council on Foreign Relations'ın [CFR] üyesi... Başkan yardımcısı olan İsveçli sosyal demokrat Margot Wallström büyük bir çokuluslu şirketin CEO’suydu. Aynı şekilde Hollandalı Neelie Kroes’in 43 şirketle bağlantısı olduğu ayrıca 12 Avrupa şirketinde de yönetim kadrosunda yer aldığı biliniyor... Avrupa Komisyonu eski başkanı Jacques Santer, komisyon başkanlığından ayrıldıktan bir yıl sonra bir finans şirketi olan Ge ne ral Me di ter ra ne an Holdings’in yönetim kurulu üyesiydi. Aslında AB yöneticileri ekseri sermayeden gelip sermayeye gidiyorlar. AB kurumları tam bir yatay geçiş odağı... AB, Dünya Ticaret Örgütü [WTO] nezdinde üye devletler adına görüşme yetkisine sahip yegâne odak; aynı şekilde IMF, Dünya Bankası [WB] ve diğerleriyle de. Avrupa Merkez Bankası’nın başkanı ve yöneticileri Avrupa Konseyi tarafından tayin ediliyor. Para ve döviz politikasını belirleyen söz konusu banka özerk... Kimseye hesap vermiyor, istediği kararı alıyor... 500 milyon insanı ilgilendiren kararlara imza atıyor, ama hiçbir denetime tâbi değil... Maastricht Antlaşması sonrasında temel politik kararların yüzde 70’i Avrupa Parlamentosu tarafından değil, Avrupa Komisyonu’nun kimseye hesap ver- ATAUM e-bülten mek durumunda olmayan teknokratları tarafından alındı. Söz konusu teknokratlar sadece altı ayda bir birkaç saatliğine toplanan başbakanlara hesap veriyorlar. Aslında hem Avrupa kurumlarının yöneticileri hem de Avrupa Parlamentosu üyeleriyle halk çoğunluğu arasında belirgin bir sınıf farkı söz konusu. Daha da ötede başta Avrupa Parlamentosu olmak üzere, Avrupa kurumları lobiciler aracılığıyla çokuluslu şirketler ve bir bütün olarak “iş dünyası” tarafından kuşatılmış durumda. Söz konusu kurumlarla doğrudan ilişkide olan lobilerde yaklaşık 15 bin lobici “uzman” görev yapıyor: Büyük sanayi lobileri, işveren sendikaları lobileri, STK’ler, uzmanlık şirketleri, halkla ilişkiler ve komünikasyon lobileri... Bu, her parlamentere yaklaşık 30 lobici düştüğü anlamına gelir... Brüksel’e derin kök salmış en büyük “halkla ilişkiler” ajansı olan Burson-Marsteller’in “Arjantin, Endonezya, Güney Kore gibi ülkelerde [aşırı sağcı] diktatörlerin imajını düzeltme”1 i şi yap tı ğı hatırlanmalıdır... Söz konusu lo bi ci le rin bir sa at lik “‘hizmet” karşılığında 700 avrodan düşük ücret talep etmedikleri de... AB, antidemokratikliğini gizlemek üzere “sivil toplum” ve “sosyal ortaklar”, “sosyal taraflar”... gibi söylemleri de ustalıkla kullanıyor. Bir avuç çokuluslu şirket patronunu temsil eden bir lobi, sivil toplumun iradesi sayılıyor ve sosyal taraf ilan ediliyor... Bir veya birkaç çokuluslu şirketi temsil eden bir avuç lobiciyle, birkaç milyon işçiyi “temsil eden” bir sendika konfederasyonu çıkar grubu sa yı lı yor ve eş de ğer de görülüyor... “Tarafların” varlığı bir vakıa olsa da tarafların “durumu” da başka bir vakıadır. Köle efendinin, serf senyörün, işçi patronun tarafıdır demenin bir kıymet-i harbiyesi var mıdır? AB’nin bir hukuk devleti olduğu söylemi de öyle... Hukuku olmayan bir devlet olamayacağına göre... Bir dizi nor mun var lı ğı, hu ku ki normlar hiyerarşisinin varlığı ve bunların anayasal denetime tâbi olması, kuşkusuz onun bir “hukuk devleti” olduğunu gösterir, ama bu kadarı demokratiklik iddiasında ol mak i çin ye ter li değildir... AB’nin demokratikliğinin bir başka “kanıtı” da basın özgürlüğü... Tüm büyük gazeteler, tüm büyük televizyon kanalları, radyolar... velhasıl tüm iletişim araçları birkaç büyük sermaye grubunun elindeyken, basın özgürlüğünün bir kıymet- EYLÜL 2009 i harbiyesi olabilir mi? Tabii, valiydi... Dönemin Fransız temel üretim araçları da kü- sosyalistleri “uygarlıklar çük bir azınlığın mülkiyetin- hiyerarşisine” ve “ uygarlaşde ve tasarrufundayken ora- tırıcı misyona” dayalı bir söyda basın özgürlüğü de dâhil, lem geliştirmişlerdi... “Ana genel olarak özgürlükten söz akım” Avrupa solu için edilebilir mi? “sosyal ilerleme” söylemi, Sosyal Avrupa Miti sosyal hakların aşındırılmaÖnce ekonomik birlik ger- sına giden yolu açmaktan çekleşecek, politik birliğin ko- başka bir işe yaramıyor. şullarını yaratacak [Avrupa Üye ülkelerde neoliberal poAnayasası'nın kabulü siyasal litikalar pupa yelken yol alırbirliğin tecellisi olacaktı...], ken, AB düzeyinde hangi muüçüncü aşamada da sıra cize, şeylerin seyrini değişti“sosyal Avrupa”ya gelecek- rebilir? Kendinden menkul ti... Aslında bu üçlüden ger- Avrupa Sendikalar Konfedeçekleşen sadece birincisi rasyonu [CES] mu sermayeolan kapitalist entegrasyon- nin saldırılarına karşı koyadur. Politik entegrasyon he- cak? Avrupa Sendikalar Konnüz gerçekleşmiş değil, ult- federasyonu 82 üyeye sahip, raliberalizm temelinde ger- ama varlığı bir biçimsel bir çekleşmesi mümkün de de- karakter arz ediyor. Tamağil. Sosyal Avrupa’ya gelin- mıyla bürokratik olarak ce, bu söylem ilerleme ideo- “merkezden”, “yukarıdan” lojisinin bir tezahürü ve Av- oluşturulmuş, mücadele alarupa solunun ideolojik bir nından kopuk bir konfedemanipülasyonu. Neoliberal rasyon. Aslında söz konusu küreselleşmeye teslim olmuş örgüt AB’nin egemen söyleAvrupa solunun [sosyal de- mi olan ve neoliberal saldırımokrat, sosyalist ve komü- yı meşrulaştıran sosyal ornist partiler] mistifikasyon ya- taklar söyleminin bir unsuru, ratmak ve kendini meşrulaş- daha fazlası değil. Ne zatırmak üzere dillendirdiği, mandan beri işçilerle patama gerçek dünyada karşılı- ronlar kendinden menkul bir ğı olmayan, olması da müm- ortaklığın tarafları? Aslında kün olmayan bir “hedef”... Zi- Avrupa solunun önerdiği şey ra Avrupa’nın ne olduğu yeni ve orijinal bir şey değil. ve/veya ne olması gerektiği- Oldum olası ABD’de geçerli ne dair bıktırıcı nakarata rağ- olanı yeni bir şeymiş gibi sunmen, Avrupa Birliği hiçbir za- maktan ibaret... Bürokratik man halkların Avrupa'sı ol- Avrupa Sendikalar Konfedemadığı gibi, öyle bir niyet söz rasyonu, şimdilerde moda konusu da değildi. Amaç olan sosyal diyalogun bir unAvrupalı büyük kapitalistle- su ru. Kon fe de ras yon da rin, büyük sermaye grupları- “çalışanların” işçilikle ilgisi nın ihtiyacına cevap verecek yok. Ya ömür boyu profesyobir “çerçeve” oluşturmaktı. nel sendikacılardan oluşuyor Ulus-üstü kurumsal çerçeve, ve birçoğu da Avrupa’nın küreselleşen sermayenin ih- önemli okullarından mezun tiyacı olan kararların alın- “uzmanlar”... Konfederasmasını ve düzenlemelerin ya- yonun finansörü de Avrupa pılmasını kolaylaştıran ama Komisyonu... Ücretleri Koa sıl, u lu sal dü zey ler de misyon [devlet ve sermaye] emekçi sınıflar tarafından ka- tarafından ödenen “sendizanılmış mevzileri “aşındır- kacıların” gerçek anlamda manın” araçlarını yaratmak- sendikacı sayılması mümkün la ilgiliydi. Elbette Avrupa so- müdür? Aslında Avrupa Senlunun varlık nedenine ve mis- di ka lar Kon fe de ras yo nu yonuna yabancılaşması, ko- [CES] da diğer AB kurumlarılektif emperyalizmin bir bile- nın işlevine koşulmuş duşeni olan AB’nin destekçisi ol- rumda: sermayenin sömürümakla başlamadı... Aslında sünü meşrulaştırıp kabullenadına yaraşır bir Avrupa solu dirmek... Konfederasyon işhiçbir zaman olmadı. Avrupa çilerin, emekçilerin, mütevasolu kapitalist barbarlığa bir zı toplum kesimlerinin çıkarıalternatif oluşturma, onu aş- nı savunmak, sermayenin salma perspektifine hiçbir za- dırısını püskürtmek yerine, man sahip olmadı. Oldum patronlarla kalıcı bir işbirliğiolası burjuva düzeninin bir iç nin peşinde... Kapitalizmin muhalefeti olarak var oldu. saldırısı derinleştikçe sınıflar, Her zaman kolonyalistti ve bölgeler ve ülkeler arasındaöylece de kaldı. Nitekim II. ki eşitsizliğin ve hiyerarşinin Enternasyonal'in 1907’deki derinleşmesi kaçınılmazdır. S tutt gart Kongresi'nde, Oysa bir ülkenin AB’ye “tam Hollandalı sosyalist Van Koll üye” olması bir başarı veya “‘sosyalist’ bir kolonyal kurtuluş olarak sunuluyor. politika” öneriyordu ve Koll Bu yüzden birliğin genişlebu görüşü savunan yegâne mesi demek, birliğe üye ül“sosyalist” değildi... Fransız kelerin sömürüsünün derinsosyalist milletvekili Ale- leşmesi demektir. AB’nin kaxandre Varenne 1925 -1928 pitalist patronları için birliğe aralığında, Fransız sömürge- yeni bir üyenin katılması desi Hindi Çini’nde genel mek, ucuz işgücü ve pazarın Benim Avrupam Fikret BAŞKAYA 31 ge niş le me si de mek tir. AB’nin taze üyelerinden Romanya’da asgari ücret 114 avro, Fransız çokuluslu o to mo bil de vi Re na ult Romanya’da Dacia modelini üretiyor ve çalıştırdığı işçilere ortalama 285 avro ücret ödüyor ki bunun anlamı Romanya’da geçerli ücretle üretip, Fransa’da geçerli fiyattan satmaktır... İşçilerin birbirine rakip hale getirildiği koşullarda hâlâ “sosyal Avrupa”dan söz edilebilir mi? Sosyal dumping’in kural haline getirildiği koşullarda sosyalin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bu vesileyle U lus la ra ra sı Çalışma Örgütü'nün [ILO] verdiği rakamları hatırlamak uygun olur: Dünya ölçeğinde işçilerin yüzde 70’i bir iş akdine tâbi olmadan çalışıyor ve yüzde 80’i hiçbir sosyal korumadan yararlanmıyor, başka türlü ifade edersek, sosyal güvenceden yoksun... Bir şey daha: Polonya, Macaristan, İspanya, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, Portekiz, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya ve Estonya, AB’ye üye olmadan önce NATO’ya dâhil edildiler ve Irak’a asker göndererek dünya barışı için nasıl yanıp tutuştuklarını kanıtladılar... AB demek kolektif emperyalizmin üç bileşeninden biri demek [diğer ikisi hegemonik ABD ve Japonya], AB demek NATO demek... Baştan itibaren AB iki şeye dayandı: Neoliberal küreselleşme ve bir askeri saldırı paktı olan NATO... Böyle bir birliğe katılarak hidayete ereceğini sanmaktan daha büyük aymazlık olabilir mi? Eğer düşünme yeteneğiniz dumura uğramışsa neden olmasın? Oysa ünlü Fransız düşünür Alain, “düşünmek hayır demeyi bilmektir” diyordu... Sizin yerinize kapitalist patronlar ve akıl hocaları, medyatik aydınlar, siyaset erbabı, her şeyi bilen köşe yazarları düşünmeye devam ettikçe, AB gibi emperyalist bir birliğin refah, özgürlük ve demokrasi cenneti sayılması neden şaşırtıcı olsun?.. Avrupa Gündemi... ATAUM ATAUM-BİM (08-2009) e-bülten bulmak isteyene not: sadece elektronik posta kutusunda bulunur...