Sayı 12 Ekim 2009 - ATAUM

Transkript

Sayı 12 Ekim 2009 - ATAUM
ATAUM
e-bülten
Avrupa Gündemi...
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Yıl 1 - Sayı 12
EYLÜL 2009
2009 ALMANYA GENEL SEÇİMLERİ SONUÇLANDI
MERKEL'LE DEVAM,
SOSYAL DEMOKRATLAR'A SELAM
Skandallar, Facebook ve Twitter üzerinden yürütülen renkli propagandalar,
birbirinden ilginç vaatler, medyada yer alan seçim öncesi yorumlar ve seçim sonrasına
ilişkin tahminlerin ardından nihayet 2009 Almanya Genel Seçimleri 27 Eylül'de gerçekleşti.
Kamuoyu yoklamalarından çıkarılabilecek sonuçla Angela Merkel'in başkanı olduğu Hıristiyan Demokrat Parti'nin seçim
yarışını birincilikle kazanacağını az çok herkes tahmin edebiliyordu. Esas mesele, koalisyon ortağının kim olacağıydı.
SEÇİMLERDE ASIL ZAFER KÜÇÜK PARTİLERİN
Nazlı Seza ONAT
Önceki dönemde Sosyal Demokrat Parti ile Büyük Koalisyon'a ortak olan Hıristiyan Demokratlar, bu
koalisyondan kurtulmak istediklerini sık sık dile getirdiler ve gönüllerinden geçenin liberal Hür Demokrat
Parti ile Siyah-Sarı (parti renklerine göre) bir ortaklık kurmak olduğunu her fırsatta tekrar ettiler. Bu
beklentinin gerçekleşmesi için de artık bir engel kalmadı. Asıl ilginç olan nokta, partilerin aldığı oyların
oransal olarak dağılımı. Buna göre yüzde 33.8'lik oy oranıyla bir önceki seçimlere kıyasla 2 puan kaybeden
Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), kardeş partisi Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) ile birlikte seçimin en
fazla oy olan partisi oldu. İkinci sırada ise, önceki seçimlere kıyasla tam 12 puan kaybederek yüzde 23 oy
alan ve böylece 60 yıllık Federal Cumhuriyet tarihi boyunca elde ettiği sonuçlar göz önüne alındığında en
büyük hezimetini yaşayan Sosyal Demokrat Parti yer aldı. (devamı 3.sayfada)
Avrupa`da Sigara
Yasağı
Avrupa Konseyi`nden
Komşuya Uyarı...
Barroso Başkanlık
Koltuğunu Yine Kaptı
Fransa Göçmen
Kampını Dağıttı
Aydan DOĞAN
sayfa 7
Eylül Başak TUNCEL
sayfa 10-11
Gökşen ÇALIŞKAN
sayfa 13
Ilgın Su ÇATALKAYA
sayfa 15
Norveç`ten Kıyamet
Sonrasına Hazırlık
Portre:
Yorgo PAPANDREU
Küresel Ekonomi`de G-20
Dönemi ve AB
Benim Avrupam
Erbil ERTÜRK
sayfa 16-17
Yeşim ÖZTÜRK
sayfa 22-23
Esra AKGEMCİ
sayfa 18-19
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
Fikret BAŞKAYA
sayfa 28-29-30-31
2
Kızıl Ordu Fraksiyonu Tekrar Gündemde
Zafer ÖRNEK
EYLÜL 2009
ATAUM
e-bülten
Kızıl Ordu Fraksiyonu
Tekrar Gündemde
Zafer ÖRNEK
Almanya 2009 Parlamento seçimlerinin hemen öncesinde eski bir davaya ilişkin yeni bulgularla karşı
karşıya. Söz konusu gelişme, 1977'nin 7 Nisanında
şoförü ve korumasıyla birlikte arabasında ölü
bulunan Federal Başsavcı Siegfried Buback'ın
katilinin kim olduğunun tekrar hükme
bağlanmasını gerektiriyor.
RAF ve Becker
1960'ların sonlarında kurulan ve 1970 ve 80'lerde gerçekleştirdiği eylemler ve cinayetlerle adını duyuran
Rote Armee Fraktion (RAF),
1998'de kendisini lağvettiğini açıklayana kadar 30'dan
fazla siyasi cinayeti üstlendi.
60'ların anti emperyalist konjonktürünün Almanya'daki
temsilcisi olduğunu iddia
eden ve bunun yanında II.
Dünya Savaşı yıllarının yarattığını ileri sürdüğü kurumsal faşizm tehdidine karşı kurulduğunu vurgulayan RAF,
aralarında Deutsche Bank'ın
başkanının da olduğu bankacılar, hükümet yetkilileri
ve eski Doğu Almanya devlet
şirketlerinin özelleştirilmesi
süreci görevlileri gibi kilit rollerdeki kişilere düzenlediği
saldırılarla Soğuk Savaş Almanyasının siyasal tarihinde
derin izler bıraktı.
Bu saldırılardan biri de Federal Başsavcı Siegfried Buback'ın hayatını kaybettiği
1977 saldırısıydı. Bunun bugün gündeme gelmesinin nedeni, RAF'ın saldırıyı üstlendiğini bildirdiği mektubun yeni teknolojilerin yardımıyla
DNA testlerinden geçirilerek
failin eski RAF üyesi Verena
Backer'in olabileceğini destekleyen delillere ulaşılması.
Hukuk-Siyaset İlişkisi
Becker'in 1981-83 arasındaki ifadelerinin zabıtlarının
bazılarının hala gizli tutulması, bazılarının da savcıların kullanımına kısmen sınırlı
olarak sunulması ve Anayasayı Koruma Dairesi yetkilisi
Winfried Ridder'in konu ile
alakalı “Herkesin bildiği gibi,
istihbarat teşkilatıyla işbirliğinin ödüllendirilmesi temel
ilkelerdendir” demeci Almanya'da -bir dönem- siyasi
amaçlar için hukukun göz
ardı edilebildiğinin örneği
gibi duruyor. Olayın üzerinden geçen 30 yıldan fazla
sürede bu müphem ilişkinin
de gerçeklere ve hukukun
üstünlüğüne gölge düşürdüğü aşikâr. Veriler, Becker'in
işbirliği yapması sonucu Buback cinayetindeki rolünün
üstünün örtüldüğü yönünde.
Bu nedenledir ki kamuoyu,
İçişleri Bakanı Wolfgang
Schaeuble'ye “gizli dosyalar”
ın yetkililerin kullanımına
açılması yönündeki baskıyı
artırıyor. Bakan her ne kadar
seçimlere gidilirken gizleyecek bir şeyinin olmadığının
altını çizse de, Becker'in ifadelerinin tutanakları henüz
tam olarak açıklanmış değil.
Zira konu sadece Schaeuble'
nin değil, eski hükümetlerin
de uygulamalarını su yüzüne
çıkarabilir…
Bu gelişmeye kadar Becker'in Buback cinayetiyle herhangi bir bağı ortaya çıkarılmamıştı. DNA testleri sonuçlarının doğruluğunu onaylayan İçişleri Bakanlığı yetkilileri, yargılamanın 2010'da
bitmesiyle Becker'in cezasının kesinleşebileceğini ifade
etti.
İşin bundan sonrası biraz karmaşık görünüyor. Birincisi,
Becker örgüt dâhilinde işlediği diğer suçlardan dolayı
hüküm giymiş ve ömür boyu
hapis cezasına çarptırılmıştı.
1989 yılında da şartlı tahliyesi gerçekleşti. İkincisi ve
belki de daha karmaşık olan
tarafı ise, Becker'in cezasının
indirilerek tahliye edilme gerekçesi. Yani, 1981-83 yılları
arasında Alman istihbarat
yetkilileriyle işbirliği yapmış
olması ve örgütün birçok üst
düzey elemanının yakalanması sürecindeki katkıları.
Üçüncüsü ise komplo teorilerine varan bir iddia ki o da
Becker'in Buback cinayetinin
öncesinden başlayarak muhbirlik yapmış olabileceği olasılığı. Bild Gazetesinin ortaya
attığı son iddia ise, bu işbirliği karşılığında Becker'in 100
bin Mark aldığı yönünde.
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
Almanya Seçimleri
Nazlı Seza ONAT
Almanya Seçimleri
Nazlı Seza ONAT
Seçimlerde asıl zafer kazana
nınsa küçük partiler olduğu
ortada. Zira Hür Demokrat
Parti yüzde 14.6'lık bir oranla
önceki seçime kıyasla 5 puan
Neler Olacak?
Çıkan tabloyu anlamlandır
mak aslında çok da zor değil.
Alman basınında yer alan
yorumlara bakıldığında hem
Sosyal Demokratlar hem de
Hıristiyan Demokratlar seçim kampanyaları boyunca
ortaya değişimi öngören herhangi bir proje koyamadık
ları için sık sık eleştirilmişti.
İki parti de önceki dönemin
ik ti dar or tak la rı o la rak
özeleştiri konusunda görece
zayıf bir tutum sergiledi. Bunun da etkisiyle diğer küçük
partiler son derece iddialı bir
sonuç elde etti. Bu arada, seçimlere çok kısa bir zaman
kala neo-Nazilerin partisi
NPD'nin Türk politikacılara
adaylıktan çekilmeleri için
yolladığı ırkçı tehdit mektup larının ortaya çıkmasının
Yeşiller ve Sol Parti'ye oy
kazandırdığı da söylenebilir.
Hür Demokrat Parti'nin yükselişindeyse Büyük Koalisyon'u ekonomi alanında sık
sık eleştirmesi ve ekonomik
sorunlar konusunda farklı
çözüm önerileri sunması
neticesinde özellikle iş dünyasından oy toplamasının
payı yadsınmamalı. Yine Hür
Demokrat Parti lideri Guido
Westerwelle'nin cinsel tercihini gizlememesinin bazı
kesimlerin partiye sempati
duymasına neden olduğu da
yapılan yorumlar arasında.
Tabii hemen eklemek gerekir
ki, büyük bir kesim de Dışişleri Bakanlığı makamına
oturacak Westerwelle'nin Almanya'yı temsil edip edeme-
yükseldi. Sol Parti (Die Linke)
oy oranını 4 puan arttırarak
yüzde 11.9, Yeşiller ise 2
puan yükselerek yüzde 11 oy
kazandı.
yeceğini tartışıyor.
Muhafazakar-liberal koalisyonun seçimden galip çıkmasında 2008 mali krizinin
çok büyük etkisi olduğu
düşünülüyor. Alman ekonomisi Avrupa ülkeleri içinde
krizden en çok yara alan
ekonomilerden biri. Seçmenler muhafazakar-liberal
partileri destekleyerek belki
de mali konulara öncelikle
yer verilmesi gerektiği yönündeki fikirlerini de ortaya
koymuş oldu. Bununla birlikte koalisyon ortakları Hıristiyan Demokratlar ve Hür Demokratlar arasında seçim
kampanyaları sırasında da
tam net biçimde ortaya
konamayan mali düzenlemeler konusundaki uzlaşının
seçimlerden sonra epey zor
sağlanacağı şimdiden apaçık görülmekte. Westerwelle,
vergi indirimi ve kamu
harcamalarının azaltılması
konularında özel sektöre pek
çok vaatte bulunmuştu. Ancak ekonomistler bu türden
kesintilerin şu an için uygun
olmayacağına dikkati çekiyor. Kaldı ki, sosyal güvenlik
ve sosyal adalet alanında yapılacak reformların önemine
değinen Merkel, verdiği demeçte “Ben bütün Almanya'nın başbakanıyım” diyerek sermaye sınıfına yapılacak vergi indirimini aslında
çok da fazla benimsemediğini hissettirdi. Hür Demokratların öne sürdüğü
“önceki dönemde yapılan çalışmaların yeniden denetime
Türkiye-AB İlişkileri?
Seçimler Türkiye medyası tarafından da büyük bir dikkatle takip edildi. Seçim sonuçları belli olur olmaz kamuoyunda farklı fikirler ortaya
atıldı. Bir kısım Türkiye'nin
AB üyeliğinin bu iktidar süresince sekteye uğrayacağını,
bir kısımsa Türkiye'nin AB
üyelik sürecinin seçim sonucundan doğrudan etkilenmeyeceğini savundu.
Hür Demokrat Parti lideri
Westerwelle'nin Türkiye'nin
AB üyeliğine karşı özel bir
ilgisi olduğu söylenemez.
Ancak Westerwelle, verdiği
demeçlerde “ Türkiye'ye
AB'ye aday olamazsın” tarzı
sert bir üslupla yaklaşmanın
doğru olmadığını, reform
çabalarının desteklenmesi
gerektiğini, kısa dönemde
olmasa da uzun dönem
içinde Türkiye'nin AB'ye
katılabilmesinin söz konusu
olabileceğini belirtmişti. Hür
Demokrat Parti'nin manevi
lideri Hans-Dietrich Genscher ise, Türkiye'nin AB'ye tam
üye olması gerektiğini her
fırsatta savuna gelmiştir.
Tüm bunlardan, Hıristiyan
Demokrat Parti'nin Türkiye'
nin tam üyelik statüsüne
olan itirazını Hür Demokratların bir derece yumuşatacağı sonucu çıkarılabilir.
tutulması gerektiği” yönündeki fikre de Hıristiyan Demokratların sıcak baktığı söylenemez. Zira onlara göre
kurumlar oturmuş durumda
ve geçen döneme kalındığı
yerden devam edilmesi belki
de en doğrusu olacak.
Koalisyonun öngördüğü icraatlardan en çok tartışılacak o la nı i se, nük le er
enerjiye dönüş fikri. Almanya ve Alman Yeşiller Partisi,
Avrupa çapında yürütülen
nükleer karşıtı hareketin
öncüleriyken bu projenin söz
konusu olması muhalefetin
sesini belli ki önümüzdeki dönemde epey yükseltecek.
Afganistan'dan çekilme konusu da sol muhalefet tarafından sık sık tartışılacağa
benziyor.
Basında seçim sonuçlarına
ilişkin yapılan değerlendirmelere bakılacak olursa
Merkel'in yeni koalisyon
içinde nasıl bir başbakan
olacağı üzerine epey beyin
fırtınası yapıldığı söylenebi-
lir. Merkel güçlü bir başbakan olarak sözünü geçirecek
ve sağ koalisyon içinde fikir
birliği daha kolay elde edilecek mi? Sosyal Demokratlar
muhalefet partisi olarak
gerçek kimliğine kavuşacak
ve muhafazakar-liberal koalisyonun karşısında solun
güçlü bir savunucusu olabilecek mi? Yoksa seçim
sonrası parti içinde yaşanan
çalkantılar, hayal kırıklığı ve
parti başkanlığı için farklı
adayların mücadeleye girişmesi partiye kan kaybettirecek ve Sosyal Demokratlar
etkin bir muhalefet partisi
olmaktan uzaklaşacak mı?
Mali alanda kamu harcamalarını dizginleme, vergi indirimleri gibi liberal kesime
yarayacak çözümlere mi
gidilecek, yoksa sosyal güvenlik alanındaki reform çabalarına mı ağırlık verilecek?
Tüm bu soruların cevabını
önümüzdeki 4 yıl içinde
göreceğiz.
Merkel'in yeniden iktidara
gelmesi ile Türkiye için
imtiyazlı ortaklığı uygun
gören Fransız lider Sarkozy
yalnız kalmamış olacak.
Sonuçta Merkel her şeye
rağmen bu seçimden büyük
paydaş olarak çıktı ve Hür
Demokratların sesinin bu
ortaklık içinde ne kadar
çıkacağını zaman gösterecek. The Times gazetesinde
yer alan seçim değerlendirmesinde, sonuçlara göre en
çok kaybedenin Türkiye
olduğu çünkü Türkiye'nin AB
üyeliğinin savunucusu
Sosyal Demokratların artık
iktidarda olmadığı belirtil-
miş. Öte yandan, özellikle
ekonomik kriz sonucunda
Avrupa'nın epey zarar
gördüğü ve yeni açılımlara
yöneldiği de söylenebilir.
Türkiye gerek G-20 ülkesi,
gerekse bölgesel bir güç
olarak Avrupa siyasetinde
hatırı sayılır bir rol oynuyor.
Nabucco Projesi Alman
basınında “Avrupa Gazının
Bağımsızlık Belgesi” diye
tanımlanmışken Türkiye'yi
dışlamanın pek de mümkün
olmadığı sonucuna varılabilir.
3
4
Korsan Parti`nin Avrupa Parlamentosu Zaferi
Hatice YAZGAN
EYLÜL 2009
ATAUM
e-bülten
Korsan Parti'nin Avrupa Parlamentosu Zaferi
Hatice YAZGAN
Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri Haziran ayında tamamlansa da tartışmalar sona ermedi. Her seçim öncesi
katılım oranının düşüklüğü
nedeniyle AB'de demokrasi
açığı (democratic deficit)
tartışmalarının odak noktası
olan AP seçimlerine katılım
yine beklenen düzeyde olmadı.
Durum böyle iken, Parlamen to'da oluşan siyasi
gruplar kurumun demokratik niteliğini bir anlamda
kanıtlar nitelikte. Parlamento içinde AB karşıtları ya da
bir başka deyişle Kötümser
Avrupalılar iki ayrı grup
(Avrupa Muhafazakâr ve
Reformcular Grubu -European Conservatives and
Reformists Group / ECR- ve
Avrupa Özgürlük ve Demokrasi Grubu- Europe of Freedom and Democracy Group
/ EFD- gibi) oluştururken,
birbirinden çok farklı görüşlere sahip adaylar da Parlamento'da sandalye kazandılar.
İsveç Korsan Partisi (Pirat Partiet) de AP içindeki çeşitliliğe
katkıda bulunan partilerden
biri. Seçimlerde yüzde 7.1 oy
toplayan ve Parlamento'da
bir sandalye elde eden
Korsan Parti'nin bu başarısı
hayli yankı uyandırdı. Parti'nin en önemli özelliği,
devlet yönetiminde şeffaflı-
ğın yanı sıra telif haklarıyla
korunan internet içeriklerine
serbest erişimin sağlanmasını istemeleri. Bir başka
deyişle, internetten film ve
müzik indirmeyi yasaklayan
telif hakları ve patent gibi
kısıtlayıcı düzenlemelerin
kaldırılmasını savunuyorlar.
Kısıtlamalarının kaldırılması
ile internetin en büyük kamu
kütüphanesi haline geleceğini belirten Korsan Parti
yetkilileri, ilaç patentlerinin
de başta üçüncü dünya
ülkeleri olmak üzere pek çok
insanın ölümüne neden
olduğunu düşünüyorlar. İlaç
gelirlerinin çoğunlukla hükümetler tarafından sağlandığını, ilaç şirketlerinin ise
kazandıklarının çok daha
azını araştırmaya ayırdığını,
bu durumda patent haklarını
kaldırılması ile hükümetlerin
ilaç araştırmalarının finanse
edilmesi için şirketlere çok
daha fazla kaynak verebileceği önerisi ile ortaya çıkıyorlar.
İnternet kullanıcılarının çoğunlukla gençler olduğu bilgisinden hareketle, Parti'nin
destekleyicilerinin çoğunlukla 30 yaş altı internet kuşağından oluşması şaşırtıcı
değil. Korsan Parti'nin
görünürde telif hakları ve
patentin kaldırılmasına
ilişkin görüşlerinin, temelde
yaratılmak istenen denetimli
topluma muhalefet olarak
adlandırılabileceğine yönelik görüşler var.
Korsan Parti, ilk kez 2006 yılında İsveç'te kuruldu ancak
şu an neredeyse tüm dünyaya yayılmış durumda. Hatta
Eylül sonunda gerçekleşen
Almanya seçimlerinde de
Alman Korsan Partisi'nin
(Piratenpartie Deutschland)
ilgi odağı olduğu biliniyor.
İsveç dışında Polonya, Almanya, Fransa, Avusturya,
Danimarka, Finlandiya,
İspanya gibi ülkelerde de
kurulan Korsan Parti'nin
ABD, Şili, Arjantin gibi
ülkelerde de kuruluş
çalışmaları sürüyor. Hatta
Türkiye'de de Korsan Parti
kurulmasına ilişkin bazı
çalışmalar var.
İsveç'teki seçimlerde Korsan
Parti seçim barajını aşamadığından Parlamentoya giremedi ancak azımsanmayacak bir taraftar topluluğuna
kavuştu. 2006 seçimlerinde
aldığı oyla Parlamento
dışındaki en büyük üçüncü
parti konumundaki Korsan
Parti'nin genel Başkanı ise
Rickard Falkvinge.
Parti'nin başarısında, ülkedeki gelişmelerinde etkisi
var. İsveç'te kısıtlama olmaksızın internetten film ve müzik indirmek için uygun bir
platform sağlayan “The Pirate Bay” sitesinin dört yöneti-
cisi hakkında Nisan 2009'da
hukuki işlem yapılması ve
gelişen süreç Korsan Parti'
nin taraftar kazanmasına katkıda bulundu. Faaliyetleri
İsveç yasalarına aykırı olmayan Pirate Bay'in ABD baskısıyla çeşitli kısıtlamalara uğraması ise, İsveç hükümetinin bu dönemde AB'nin fikri
ve mülkiyet haklarına ilişkin
kısıtlayıcı bir direktifi yürürlüğe sokmak istemesiyle gündeme geldi. Bu durum Parti'
nin taraftar kazanmasına katkıda bulunduğu gibi, ülkedeki diğer sol partilerin telif
haklarına ilişkin düzenlemelerini esneklik sağlayıcı biçimde yeniden gözden geçirmelerine de neden oldu.
Ancak Korsan Parti'nin telif
hakları savunucularının tepkisini çektiği de bir gerçek.
Neticede Korsan Parti'nin
çeşitli ülkelerde gösterdiği
başarıyı Avrupa Parlamentosu'na da taşıdığı görülüyor.
Korsan Parti, Avrupa Parlamentosu'ndaki yeşiller, bölgeselciler ve ulusalcıları içinde barındıran
“Yeşiller/
Avrupa Serbest İttifakı Grubu” (Group of the Greens
/European Free Alliance
/EFA) içinde yer alıyor. Ne
kadar etkin olabileceklerini
ise önümüzdeki süreç
gösterecek.
ATAUM
e-bülten
EYLÜL 2009
'Lockerbie Kahramanı' Megrahi Salıverildi
Özlem HANGÜL
5
'Lockerbie kahramanı'
Megrahi Salıverildi
Özlem HANGÜL
Lockerbie saldırısı hükümlüsü Abdelbaset Ali al-Megrahi, İskoç Hükümeti'nin
almış olduğu bir kararla 20 Ağustos'ta serbest bırakıldı.
21 Aralık 1988'de, İngiltereAmerika seferini yapmakta
olan PanAm 103 uçağının, İskoçya'nın Lockerbie kasabasının üstünde infilak etmesiyle uçakta bulunan 259 yolcu ve mürettebatla Lockerbie
kasabasından 11 kişi hayatını kaybetmişti. 3 yıl süren
araştırmanın ardından iki Lib-
ya vatandaşı uçağa bomba
koymaktan sorumlu tutulmuştu.Bunlardan biri, daha
sonra beraat edecek olan
Lamin Khalifah Fhimah, diğeri ise dava sonucunda
ömür boyu hapse mahkûm
olan Libya gizli servisi çalışanı Abdelbaset Ali al-Megrahi
idi.Olaydan sorumlu tutulan
iki vatandaşını teslim etmemekte direnen Libya, BM yaptırımları üzerine Fhimah ile
Megrahi'yi 1999'da teslim
etmiş ve böylece üzerindeki
BM ambargosu da askıya
alınmıştı.
Lockerbie davası, “tarafsız”
üçüncü bir ülkede, Hollanda'daki eski Amerikan üssü
Camp Zeist'da, İskoçya kanunları uygulanarak görülmüş, ilk kez bağımsız bir ülkede tahsis edilen bir toprak
parçasında bir başka ülkenin
kanunları ve yargı yetkisi
uygulanarak görülen dava
s onucu Fhimah serbest
kalmış, Megrahi ise ömür boyu hapse mahkûm edilmişti.
Megrahi'nin salıverilmesine tepkiler
İskoçya Hükümeti, 20 Ağustos 2009'da aldığı bir kararla
Lockerbie hükümlüsü Megrahi'nin sağlık sebepleriyle ülkesi Libya'ya geri gönderilmesine onay verdi ve bunun
üzerine hem ülke içinde hem
de uluslararası arenada çeşitli eleştiriler, spekülasyonlar başladı. Megrahi ülkesinde kahraman gibi karşılanır-
ken, ABD Başkanı Barack
Obama, kararı hata olarak
nitelendirdi ve Libyalı yetkililere Megrahi'yi ev hapsine
almalarının doğru olacağını
söyledi.
Megrahi'yi salıverme kararının 10 Temmuz 2009'da
İtalya'da gerçekleştirilen G8
Zirvesi'nde Britanya Başbakanı Brown ile Kaddafi ara-
sın da yapılan görüşme
sonrasına denk gelmesi ve
Brown'un da tüm tepkilere
karşı uzun süre sessiz kalarak İskoç Hükümeti'nin kararına saygı duyduğunu açıklamakla yetinmesi, gündeme
Libya ile yapılmış gizli bir anlaşma olup olmadığı sorusunu getirdi. Özellikle muhafazakâr kesim, Megrahi'nin
Uluslararası İlişkiler- Bir Karar- İnsan?
270 kişinin ölümünden sorumlu tutulan, ömür boyu
hapse mahkûm edilmiş, kanser hastası bir insan Megrahi
Tüm spekülasyonlardan
bağımsız düşünürsek İskoç
Hükümeti'nin, Megrahi'yi
serbest bırakma gerekçesi,
Megrahi'nin geçirmekte olduğu ciddi hayati rahatsızlık
ve ancak 3 ay yaşayabilme ihtimali. Ne kadar fazla insani,
bir o kadar da inanıl(a)maz
bir gerekçe... Megrahi'nin
gerçekte hangi gerekçeyle
salıverildiğini bilmekten öte
aslında daha önemli bir soru
geliyor akıllara: Uluslararası
ilişkilerde devletlerin, bu
yönde bir karar alması, bir
insanın bu kadar “insani” bir
gerekçe ile serbest bırakılması, imkânsız mı?
salıverilmesinin Trablusgarp'
ta, Rusya ve Batı arasında
süregiden petrol mücadelesi
ile aynı zamana düştüğünü
hatırlatarak, salıvermenin
İskoç Hükümeti tarafından
söylendiği gibi sağlık koşulları nedeniyle değil Libya ile
yapılmış gizli bir pazarlık
/anlaşma neticesinde yapılmış olduğunu iddia etti.
6
Belçika`da 'Paran Yoksa Okuma' Devri mi Geliyor?
Nagehan ŞEN
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
Belçika'da 'paran yoksa okuma'
devri mi geliyor!
Belçika'da yüksek okullar, yasal
bir dayanağı olmamasına
rağmen bazı öğrencilerin kaydını
almayı reddetmeye başladı.
Nedeni, yeterince maddi
imkânlarının bulunmaması.
Belçika'da yüksek öğrenim, üniversite
ve yüksek okullar şeklinde ikiye
bölünmüş durumda ve bu ikisinin
görev alanları da farklı. Üniversite,
daha teorik ve akademik bir eğitim
verirken, yüksekokullar daha ziyade
teknik ve pratik konulara yoğunlaşıyor.
Örneğin, Türkiye'nin aksine Belçika'da
teknik bir konu olarak değerlendirilen
Tercümanlık, üniversite bünyesinde
değil yüksekokullarda yer alıyor.
Tercümanlık bölümünün daha teorik
karşılığı olan edebiyat fakülteleri ise
üniversiteler bünyesinde yer alıyor.
İki yüksek öğrenim kurumuna da giriş
sınavsız ve kayıt için cüzi bir miktar
ödeniyor. Lise mezunu her öğrenci istediği kuruma kayıt yaptırabiliyor.
Üniversite mezunlarının işsiz gezme
olasılığı daha yüksek olduğu için, yüksekokullara eğilim daha fazla. Hal böyleyken, yüksek okullar öğrenci kabullerini kendi maddi imkânları çerçevesinde sınırlandırmaya başladı. Zira
Nagehan ŞEN
Frankofon Öğrenciler Federasyonu'nun yaptığı bir araştırmaya göre,
yüksekokullar, maddi yetersizlikleri
nedeniyle bazı öğrencilerin kaydını
yapmayı reddediyor. Ve bu tavrın
herhangi bir yasal dayanağı da bulunmuyor.
1995 tarihli yüksek öğrenim kararnamesi, açıkça, eğitimde fırsat eşitliğini
vurguluyor ve hiçbir öğrencinin maddi
gerekçelerle geri çevrilemeyeceğini,
her öğrencinin istediği yükseköğrenim
kurumunda eğitim görme hakkına sahip olduğunu ve kurumların kendilerini bu talebe göre ayarlamaları gerektiğini belirtiyor. Yüksekokullar ise, öğrenci kayıtlarını reddederken mekânsal yetersizlikleri, güvenlik sorunlarını
ve altyapı eksikliklerini öne sürüyor.
Yükseköğrenim Bakanı Jean-Claude
Marcourt ise, artan öğrenci sayısını
olumlu bulduğunu ve sınıf sayısı, malzeme sayısı gibi maddi imkânların geliştirilmesi gerektiğini söylüyor. Bu çer-
çevede dikkat çekilen bir diğer konu
da, öğretim görevlilerinin sayısının
artırılması ve eğitmenlerin de kendilerini geliştirmesi gibi konulara daha
fazla özen ve ilgi gösterilmesi.
Peki, yüksekokullar nereden kaynak
buluyor, bulabilir? Öğrencilerin ödedikleri kayıt paraları aslında küçük bir
rakam. Yüksekokulların asıl finansman kaynakları devletten gelen yardımlar. Bu yüzden de asıl sorun devletten kaynaklanıyor. Zira yüksekokulların finansmanı kapalı zarf usulü gerçekleşiyor ve ancak sağlık endeksinin
gelişmesine göre artıyor. Kısacası devlet, ne artan öğrenci sayısını dikkate
alıyor ne de bu konuda müzakere
yapmaya açık.
Şimdilik, yüksekokullar bekleme listeleri oluşturmakla meşgul. Finanse
edemeyecekleri öğrencilere kapıyı tamamen de kapatmıyorlar. Bu sorunun
en erken çözümü ise 2010-2011
öğretim yılı olarak görülüyor.
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Volkan KAYA
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları
Araştırma ve Uygulama Merkezi`ne aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
A.Ü. Basımevi Tarafından 5.10.2009 tarihinde basılmıştır.
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
Avrupa`da Sigara Yasağı
Aydan DOĞAN
7
Avrupa'da Sigara Yasağı
Aydan DOĞAN
Sigaranın hastalık ve ölümlerdeki büyük payının fark
edilmesiyle birlikte konu tüm
dünyada kişisel bir tercih olmaktan çıktı. Sigara, dumana maruz kalan herkes için
bir sağlık tehlikesi oluşturuyor. Koyulan yasakların, aktif
içiciliği düzenlemenin yanı sıra pasif içiciliğin azalmasında da etkili olduğu artık
genel kabul görüyor.
Avrupa Birliği açısından baktığımızda, İrlanda bir örnek
model oluşturdu. 2004'te
barları ve restoranları da kapsayacak şekilde tüm işyerlerinde sigara içmeyi yasaklayan ayrıntılı düzenlemeyle
İrlanda Avrupa'da bir ilke
imza atmış oldu. O zamandan beri pek çok Avrupa
ülkesinde sigara içmeyi
engelleyici düzenlemeler ya-
pılıyor. Norveç, İtalya ve Malta getirdikleri çeşitli düzenlemelerle İrlanda'yı izleyen Avrupa ülkeleri oldular. Dünyada, ülke çapında yasak getiren dördüncü ülke olan
İtalya'da ise yasak, halk tarafından büyük destek gördü.
Ocak 2005'ten beri ülkede
restoranlar, diskolar ve barları da kapsayacak şekilde
tüm kapalı alanlarda sigara
içilmesi yasaklandı; ancak
özel sigara içme odalarına
izin veriliyor. Özel kısıtlamalar altında bu odalara yiyecek, içecek servisi bile yapılabiliyor.
1 Ocak 2006 tarihinde ofislerde, dükkânlarda, okullarda, hastanelerde, kültür merkezlerinde ve toplu taşımada
sigara içilmesine ülke çapında yasak getiren İspanya'da
ise durum biraz farklı.
İspanya'daki yasa diğer
Avrupa ülkelerine kıyasla
“liberal” bir düzenleme.
Hatta İspanya'daki düzenlemenin daha zayıf ve
kafa karıştırıcı olduğu da
söylenebilir.
Zira yasaya
göre 100 metrekareden
büyük restoranlar ve barlar
sigara içilen ayrı bir bölüm
yapma hakkına sahip. 100
metrekareden küçük işletmeler için ise sigara içmeye
izin verip vermemek işletme
sahibine bırakılmış durumda; birçoğu da kararını
sigarayı yasaklamamaktan
yana kullanıyor. Sigaranın
yasaklanmadığı kafelere 18
yaşından küçüklerin girmesi
ise yasak.
İngiltere de 2007'de yaptığı
düzenlemeyle kapalı alan-
larda sigara yasağı furyasına
eklendi. Tüm kapalı alanlarda ve çalışma alanlarında
sigara içme yasağı getirildi.
Şu sı ra lar İngiltere'de
yasağın açık alanlara da geniş le til me si gün dem de.
Belçika, Letonya, Litvanya,
Güney Kıbrıs, Slovenya,
Fransa, Hollanda, İsveç ve
Malta da sigara yasağını
uygulayan, ancak kapalı
alanlarda ayrı havalandırmalı bir sigara içme bölümüne izin veren ülkelerden.
Bulgaristan da tüm kapalı
alanlarda sigara içmeyi
yasaklayan düzenlemeleriyle yasağı en sıkı hükümlere bağlamış Avrupa ülkeleri
olan İrlanda ve İngiltere'yi
takip eden düzenlemeleri
2010'da yapacağını açıklamış durumda.
yapan kafeler açısından
büyük tartışmalara konu
oluyor. Zira tütün mamullerinin kullanılmasını yasaklayan bu düzenlemeler, esrar
satışı ve içilmesi konusunda
herhangi bir değişiklikler
getirilmiyor. Bu ise, uyuşturu cu maddenin etkisini
azaltmak için tütünle harmanlanmadığı sürece kafelerde esrar içmeye devam
edebileceği anlamına geli-
yor. Kısacası, artık esrarlı sigaraların içine tütün karıştırmak yasak! Müşteriler sadece “saf esrar” içmek durumunda. Gelen eleştirilere
rağmen Hollanda Sağlık
Bakanı bu düzenlemenin
insanları daha çok esrar içmeye yönlendireceği fikrine
katılmıyor.
min yasanın “kamusal alanlarda sigara içilmez” demek
yerine 'tüm çalışanları insanların sigara içmesinden koruyoruz' söyleminden kaynaklandığına, bu belirsizlik
nedeniyle de istisnaların oluştuğuna dikkat çekti. Alınan kritik yargı kararları,
mevcut düzenlemelerdeki yasal boşluğu gidermek amacıyla düzeltmeler yapılacağı
açıklamasını da beraberinde
ge tir miş ti. Hollanda'nın
“çalışanların başkasının içtiği sigaranın dumanını solumasını engellemek” amacıyla getirdiği yasağın tartışmalı
bir yapı yaratmasından
dolayı Hollanda Sağlık
Bakanı kabineye bir teklif
sundu. Hizmet endüstrisinde
havalandırma sistemlerinin
nasıl kullanılabileceğini
araştıran incelemeye ilişkin
kabine toplantısı, yasal
düzenleme açısından kritik.
Eğer havalandırma sistemleri, pasif içiciliği giderecek
şeklide, sigara dumanını bir
kafe veya bardan çıkarıyorsa
düzenlemede bu yönde
değişikliklere gidilebilir. Eğer
koşullar yerine getirilirse sigara içilmesine izin verilecek, ayrı sigara odalarının
yaratılmasına ihtiyaç kalmayacak. Kısacası, eğer bakan
kabinenin desteğini alırsa,
küçük kafelerle ilgili çıkmaz
çözülmüş olacak ve düzgün
bir havalandırma sistemi
olan kapalı mekanlarda
sigara içilmesine izin
verilecek.
nusu. Avrupa Komisyonu,
ü ye ül ke le ri 2012’de
“dumansız bir AB” olma yolunda sigara içmeyi engelleyici düzenlemelerini artırmaya davet etti. Konsey, ülkeleri
3 ana yönde hareket etmeye
çağırdı: Üye ülkelerin, vatandaşlarını kapalı kamu
alanlarında, çalışma alanlarında ve toplu taşımada sigara dumanına maruz kalmaktan koruyacak şekilde ya-
saları uygulama ya da yasalar oluşturma; çocukları sigaradan koruyacak, insanları sigarayı bırakmaya teşvik edecek düzenlemelerle sigara içilmesini engelleyici yasalar geliştirme; ve AB düzeyinde tütün kontrolüne ilişkin işbirliğini güçlendirici ağlar yaratılması yönünde
adımlar atma.
Sigara olmaz, esrar verelim
Kapalı alanlarda sigara içme
yasağını 2008'de düzenleyen Hollanda'da ise son
günlerde sıcak gelişmeler
yaşanıyor. 2008'de getirilen
düzenleme diğer pek çok
Avrupa Birliği üye ülkesine
kıyasla esnek. Kafelerde,
barlarda, restoranlarda ve
uyuşturucu madde satan
kafelerde
(coffee shop)
kişilerin sigara içebileceği
ayrı bir bölüm yapılmasına
izin veriliyor. Ancak bu alanlara yiyecek ve içecek servisi
yapılması yasaklanmış.
Düzenlemenin amacı, bu yerlerde çalışanların dumana
maruz kalmasını engellemek. Diğer çalışma alanlarında, kamu binalarında ve
toplu taşıma araçlarında
sigara yasağı 2004'te
getirilmiş. Ancak 2008'de
yapılan düzenleme özellikle
uyuşturucu madde satışı
Sahibinden sigaralı kafe!
Bu yeni tartışmalarla Hollanda'da tekrar gündeme oturan sigara yasağı, en çok da
ayrı bir sigara içme bölümü
yaratamayacak kadar küçük
olan kafelerin itirazına uğruyor. Bu yasağın -ya da yasağın bu halinin- kendilerine
karşı adaletsiz bir durum ortaya çıkardığına dikkat çeken küçük kafelerin cirolarının bir önceki yıldan beri
yüzde 62'ye varan oranlarda
düştüğü de bizzat Sağlık
Bakanlığı tarafından yapılan
çalışmalarda ortaya çıkmış
durumda. Belçika sınırına
yakın Breda'da “The Victoria
Cafe” adlı küçük kafeye açılan davada alınan karar yasak açısından bir dönüm noktası oluşturuyor. Zira mahkeme, yasanın çalışanı olmayan küçük kafelerde uygu-
lanmasını gerektirecek yasal
tabanı içermediğine hükmetti. Bu kararla hiç çalışanı
bulunmayan, sahipleri tarafından işletilen küçük kafe ve
barlarda sigara içimine
yeniden izin verilecek.
2008'de yapılan düzenlemenin arkasındaki yasal neden
çalışanların pasif içiciliğe
maruz kalmamasıydı. Söz
konusu kafe lehine verilen
karar teknik olarak tüm
ülkedeki küçük kafelerde
sigara içimine izin vermiş
oluyor. Hollanda'nın kuzeyinde yer alan Leeuwarden'
de de mahkeme yasanın
sahipleri tarafından işletilen
kafeleri kapsamayacağına
hükmetti.
Hollanda Sağlık Bakanı Ab Klink, yaptığı açıklamada Hollanda yasasındaki proble-
Peki, Avrupa Birliği?
Tüm bu süreçte birlik düzeyinde bir düzenleme getirmemesine karşın Avrupa Birliği de pek çok önemli adım
attı. Örneğin, AB tarafından
dü zen le nen pek çok
kampanya Avrupa genelinde ses getirdi. 2003-2004’te
düzenlenen “feel free to say
no” adlı kampanya üye ülkelerde düzenlenen 40’ı aşkın
etkinlikle büyük yankı topladı. Kampanyanın amacı,
genç le ri si ga ra ya ha yır
diyebilme konusunda cesaretlendirmekti. Bu doğrultuda gençlerle doğrudan bağlantılı olacak pek çok çalışma
yapıldı. Ayrıca yine 2003’te
başlatılan tütün reklamı yapılmasını yasaklamaya yönelik uygulama bazı ülkelerin muhalefetine rağmen
Avrupa’da ilgi odağı oldu.
AB’nin şu anda da devam
eden kampanyaları söz ko-
Radar Üssü Projesini Geri Çekti
8 ABD
Zahide Tuğba ŞENTERZİ
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
ABD Radar Üssü
Projesini Geri Çekti
Zahide Tuğba ŞENTERZİ
Yaklaşık bir sene önce yine bu
bültenin Kasım 2008 sayısında kaleme alınan ABD'nin
Çek Cumhuriyeti'nde radar
üssü kurma çabaları, nihai
sonuca ulaşmış durumda. Çek
hü kü met le ri nin talebi
üzerine Çek Cumhuriyeti'nde
kurulması planlanan radar
üssü projesi, halkın tepkisi
dâhil birkaç etkenin de
devreye gir me siy le ABD
tarafından geri çekildi.
Böylelikle Bush'un “Çek Cumhuriyeti ve Polonya'yı müttefiklerimizi koruyacak olan
sistemin olabildiğince etkili olması için seçtik” sözüyle başla yan süreç, Obama'nın
“Avrupa' daki güdümlü füzeye karşı korunma mekanizma sı nın yeni mi ma ri si
Amerikan güçlerinin ve müttefiklerinin daha güçlü, akıllı
ve hızlı korunmasını sağlayacak,” sözleriyle yeni bir ivme
kazandı.
Yeni Savunma Sistemi ve Uluslararası Tepkiler
ABD'den gelen resmi açıklamaya göre, İran'ın nükleer
programı ve elinde bulundurduğu uzun menzilli füzeler düşünüldüğü kadar büyük bir tehlike arz etmiyor.
Ancak kararın geri planında
gerilen ABD-Rusya ilişkileri
ve Aralık'ta bitecek olan
START anlaşması olduğu da
düşünülebilir. ABD'nin kararı
hem İran hem de Rusya tarafından olumlu bir gelişme
olarak nitelendirildi. Bu adımın ABD'yi nükleer başlıkların azaltılması için Rusya ile
yeni bir anlaşmaya götürüp
gö tür me ye ce ği ni zaman göre, Avrupa'daki füze sagösterecek ancak anlaşma- vun ma sistemi gemileri
nın yapılması halinde diğer Aegis'ler güçlendirilecek ve
nükleer güçlere baskının daha güvenilir bulunan moartacağı da kesin gibi bil füze savunma cihazları
gözüküyor. Nitekim nükleer kullanılacak. Rusya, Aegis
silahlar konusundaki son sistemini stratejik bir tehlike
gelişmeler de bu tahmini olarak görmüyor ve CNN'e
destekler nitelikte.
göre bu sistem Rusya'daki
Obama'nın önerdiği yeni radarlar kullanılarak işbirliği
sistemde, uzun menzilli ba- ortamı dâhi yaratabilir.
listik füzelere karşı savunma NATO ve AB'nin de bu karara
sistemi inşası yerine kısa ve olumlu tepki verdiği söyleneorta menzilli füzelere karşı sa- bilir. NATO Genel Sekreteri
vunma sistemini güçlendir- Rasmussen'in yaptığı açıklame ön plana çıkıyor. Penta- maya göre, müttefiklerin
gon'un yaptığı açıklamaya korunması amaçlı kurulacak
füze kalkanı inşasında NATO
da ha merkezi bir rol
kazanacak. AB'nin Fransa ve
Almanya gibi eşitler arasında birinci konumundaki
büyük üyeleri de, ABD'nin bu
kararının öncülük yaptıkları
AB ortak savunma sistemine
yeni üyelerin yaklaşımlarını
değiştireceğini düşünüyor.
Böylelikle Çek Cumhuriyeti,
Polonya ve Balkanların AB
dâhilinde güvenlik ve savunma ilişkilerine öncelik vereceklerine inanılıyor.
Çek Cumhuriyeti ve Polonya'nın Hayal Kırıklığı
Ama kesin olan bir şey var:
Çek Cumhuriyeti ve Polonya'nın “Rusya send rom u” n d a n k a y n a k l a n a n
ABD'ye yakınlaşma isteği büyük bir darbe almış durumda. 1989'dan bu yana ABD
ile yakın ilişkilerinden gurur
duyan Polonyalı siyasiler,
karar açıklandıktan sonra
“kim, nerede hata yaptı”
tartışmasına girdi. Cumhurbaşkanı Lechem Kaczyńský
liderliğindeki muhafazakârlar, bunu ABD ile olan özel
ilişkinin sonu olarak görüyor.
Muhafazakâr hükümet döneminden eski müzakereci
Wytold Waszczykowski ise
durumu şu sözlerle açıklıyor:
“Kalkanla birlikte Washington ile stratejik birliğimizi de
kaybetmiş bulunuyoruz.”
Çekler içinse karar belki çok
da şaşırtıcı olmadı ama sonucun ciddi bir hayal kırıklığı
yarattığı da açık. Çek dış politikası, temel sütununu kaybetmiş durumda. Kadife devrim sonrası artan anti-Rus
yaklaşımlar, ABD yanlısı politikalar ve Rusya'nın etkisi
altından kurtulma çabaları,
radar üssü anlaşmasını
anahtar olarak görmelerine
neden olmuştu. Şimdi ise
büyük müttefikleri onlara sırt
çevirdi ve sadece Çek Cumhuriyeti değil belki de tüm
Orta Avrupa ABD için stratejik önemini yitirdi. Rusya'nın
Orta Avrupa politikası postSovyet ülkelerinin “Rusya
sendromu” ile birleşince,
siyasiler arasında yaşanan
“ne yapacağını bilememe
hâli” tekrar zuhur etmiş
durumda. Eski Cumhurbaş-
kanı Václav Havel'in sözleri
d e a de ta b u korkunun
göstergesi gibi: “Rusya
nerede başlayıp nerede bittiğini bilmiyor. Tarihi sınırlarını
hatırlıyor – Çarlık döneminden olsun, Sovyet döneminden olsun- ve fotoğraf:Katie
oraları Tegtmeyer
kendisinin sayıyor.”
Halkın çoğunun karşı çıkmasına rağmen siyasilerin
ABD'ye hizmetlerini sunmayı
teklif edecek kadar ısrarlı
tavırları aslında radar üssünün istenilmesinden değil,
Çek Cumhuriyeti gibi küçük
ATAUM
e-bülten
ve kimilerinin gözünde
“önemsiz” bir ülkenin ABD
ile güçlü bir ittifak sağlama
isteğinden kaynaklanıyordu.
Buna bağlı olarak ve yeni
ABD yönetiminin yaklaşımı
ile Çek siyasi sahnesinde zaman içerisinde değişim yaşandığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı Václav Klaus,
Obama'nın kararını iletmesinden sonra durumun ÇekABD ilişkilerini etkileyeceğini
inanmadığını söylerken yeni
bürokratik hükümetin başkanı Jan Fischer, “Cumhurbaşkanının kararını dikkate
alıyoruz,” demekle yetindi.
Muhalefet partilerinden bazılarının eski açıklamalarına
rağmen “karar yerinde”
açıklaması ise şaşkınlık
yarattı. En büyük hayal
kırıklığını kabine üyeleri yaşadı diyebiliriz. Eski başbakan Mirek Topolánek, “Bu
Çek Cumhuriyeti'nin kaybıdır, benim değil” açıklamasını yaparken, müzakereler
sırasında önemli rol oynayan
eski başbakan yardımcısı
Vondra, “Duruma soğukkanlılıkla yaklaşıp, bu adımın sonuçlarını duygusal değil, rasyonel olarak değerlendirmeliyiz” dedi.
ODS (Demokratik Yurttaş Partisi) genel başkanı, eski başbakan Mirek Topolánek'in
ekonomi gazetesine gönderdiği demeç, karardan sonra
yayılan “çaresizlik hali”nin
simgesi olarak görülebilir.
Zira bu demeçte, sorunun
sadece radar olmadığı, herkesin güvenliği, özgürlüğü
ve bağımsızlığının yanı sıra
orta Avrupa'nın geleceğinin
de tehlikede olduğu savunuluyor. “ABD'nin Bize Sırt
Çevirmesini İstemiyoruz”
başlığı altında yayınlanan yazıda, İkinci Dünya Savaşı'nın
70. yıldönümü ve totaliter
rejimden kurtulmanın 20.
yıldönümü kutlanırken ABD'
nin iç siyaset ve Rusya'yla
ilişkileri tercih etmesinin
sembolik olduğu vurgulanıyor. Münih Anlaşması,
Molotov-Ribbentrop Paktı,
Tahran ve Yalta Konferansla-
EYLÜL 2009
rını hatırlatan Topolánek,
bunların hepsinin ortak noktasının ABD etkisinin Orta
Avrupa'dan çekilmesi ve
bunun sonucunda da bölge
halkının köleleştirilmesi
olduğuna dikkat çekiyor.
2002 yılında ortaya atılan fikir, sayısız görüşme ve protokoller sonucunda Oba-
ABD Radar Üssü Projesini Geri Çekti
Zahide Tuğba ŞENTERZİ
ma'nın 17 Eylül 2009'un ilk
saatlerine Çek başbakanı
Jan Fischer'e radar üssünün
kurulmayacağını telefonda
söylemesi ve hemen akabinde ABD'den Polonya ve Çek
Cumhuriyeti'ne jet hızıyla
heyet gönderilip durumun
açıklanması, belki de Orta
Avrupa'da büyük bir dönemi
kapatmış oldu. Toplamda 9
senelik proje ve resmi olarak
2 seneyi aşan çalışmalar,
birkaç saat içinde sona erdi.
Sonla gelen yeni bir merak
konusu, Çek Cumhuriyeti ve
Polonya'nın izleyeceği yeni
strateji...
Süreç...
Haziran 2006: Amerikalı
uzmanlar Çek Cumhuriyetinde alan araştırması yaptı
ve üssün Brdy şehrinde kurulmasını Ocak 2007'de
talep etti.
Mart 2007: Çek Cumhuriyeti resmi olarak radar üssü
görüşmelerini başlattı; hemen akabinde Rus temsilciler ABD üssünün Avrupa'ya
yerleşmesine karşı çıktı.
Mayıs 2008: Çek Cumhuri- sonra radar anlaşmasını
yeti hükümeti, radar üssü- meclis görüşmelerinden geri
nün Brdy'de kurulması ile çekti.
ilgili temel Çek-ABD anlaşmasını onayladı.
Nisan 2009: Çek CumhuriMart 2009: Dönemin baş- yeti'ni ziyaret eden Obama,
bakanı Mirek Topolánek 15 İran'ın nükleer programınMartta radar üssünün kuru- dan vazgeçmesi halinde
lacağına inandığını ancak füze kalkanları inşasına
projenin gecikebileceğini be- gerek kalmayacağını söylelirtti. Onay için yeterli oy sağ- di.
layamayan hükümet iki gün
17 Eylül 2009: Obama başkanlığındaki ABD, Çek Cumhuriyeti ve Polonya'da inşa
edilecek füze kalkanı projesinden geri çekildi.
9
10
Avrupa Konseyi`nden Komşuya Uyarı...
Eylül Başak TUNCEL
EYLÜL 2009
ATAUM
e-bülten
Avrupa Konseyi'nden
Komşuya Uyarı…
Eylül Başak TUNCEL
Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe
Karşı Avrupa Komisyonu
(ECRI), 2 Nisan 2009'da
kabul edilen "Yunanistan 4.
Gözlem Raporu'nu 15 Eylül
2009'de yayımladı. Ülkede
var olan aksaklıklara ve
alınması tavsiye edilen önlemlere yer verilen raporda,
ülkedeki azınlık gruplarına
yönelik ayrımcı tutumlar
nedeniyle Yunan yetkililer de
uyarıldı.
"Yasal Düzenlemelerin Varlığı ve Uygulama", "Çeşitli
Alanlarda (İstihdam, Eğitim,
Sağlık, Adalet vb.) Ayrımcılık", "Irkçı Şiddet", “Halk
Söyleminde Irkçılık", "Hassas
/Hedef Gruplar” (Romanlar,
dinsel azınlık grupları,
Makedonlar, Batı Trakya'daki
Müslüman azınlık, mülteciler, sığınmacılar, göçmenler), " "Yahudi karşıtlığı" gibi
başlıklardan oluşan raporda
ECRI, öncelikle Yunanis-
tan'da kaydedilen olumlu
gelişmeleri sıralayarak
memnuniyetini dile getiriyor,
sonra da var olan sorunlara,
insan hakları ihlallerine
değinerek çeşitli tavsiyelerde
bulunuyor.
me kaydetmesi. Batı Trakya'daki Müslüman azınlığın
eğitim durumunu güçlendirmek için önlemler alınması,
Yahudi ya da Roman karşıtı
yayınlar yapan birkaç gazetecinin gözaltına alınması,
2004'ten itibaren 27 Ocak
gününün “Holokost'u Anma
Günü” ilan edilmesi ve
Holokost'un ders kitaplarına
girmesi, diğer olumlu gelişmeler olarak sayılmakta. Ancak ECRI, tüm bu ilerlemelere rağmen, bazı sorunların
varlığını sürdürdüğüne işaret etmekte.
lü man azınlığın yüzde
80'inin tarım sektöründe
istihdam edildiğine, Afrikalı,
Bangladeşli, Pakistanlı,
Filipinli göçmenlerin iş sektörlerinde ayrımcılığa uğradığına, söz konusu “hassas
gruplar”ın çoğunluğunun düşük maaşla, kötü koşullarda
çalıştığına dikkat çekiliyor.
Çoğu Roman çöp toplayarak
geçimini sağlarken önyargılardan dolayı kalıcı bir iş bulamıyor. Kendilerini istihdam
alanlarına yönlendirecek bir
plan oluşturulamadığından,
Batı Trakya'daki Müslüman
azınlığın kamu ve özel sektördeki sayıları yok denecek
kadar az. ECRI, Yunan
yetkililerinin bu konuda uzun
vadeli bir çözüm planı uygulamalarını ve hassas grupların iş pazarına acil olarak
entegre edilmesini talep
ediyor.
Rapora başlarken…
Öncelikle, olumlu gelişmelerin sıralandığı ilk bölümde
gözümüze şu bilgiler çarpıyor: ECRI'nin Yunanistan
üzerine 8 Haziran 2004'te
yayınlanan 3. Raporundan
bu yana 3304/2005 sayılı
kanun kabul edildi. Bu, ırksal
ya da etnik kimliklerine,
dinsel inanışına, yaşına ve
cinsiyetine bakılmaksızın herkese eşit muamele ilkesinin
uygulanması anlamına geliyor. Bir başka olumlu veri,
Yunan hükümetinin “Romanlar için Bütünleştirilmiş
Eylem Planı”nı yürütmeye
devam etmesi ve bu gruba
yönelik eğitim, sağlık ve
istihdam alanlarında ilerle-
Tespit ve tavsiyeler
Başlangıç olarak, eski Yunan
Vatandaşlık Kanunu'nun 19.
maddesi nedeniyle Yunan
vatandaşlığını kaybedenlerin sıkıntılarının bir an önce
giderilmesi talep ediliyor.
Yunanistan'da oturan veya
oturmayan, vatansız veya
artık başka bir devletin
vatandaşı olmuş, ama bir
zamanlar Yunan vatandaşlığına sahip herkesin mağduriyetinin giderilmesi, bu
kişilerin işlemlerinde zorluk
çıkartılmaması salık veriliyor.
Bu konuda adil olmayan
gecikmelerin varlığı (örneğin
Batı Trakya Müslümanlarının
başvurularında yaşanan
aşırı gecikmeler), Yunan
Ombudsmanı tarafından bildirildiği için, ECRI durumun
düzeltilmesi isteğini raporda
belirtmekte.
Önemli eksikliklerin görüldüğü istihdam alanındaki
mevcut durum anlatıldıktan
sonra, Batı Trakya'daki Müs-
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
Avrupa Konseyi`nden Komşuya Uyarı...
Eylül Başak TUNCEL
Eğitim ve kimlik
Azınlık gruplarına yönelik ayrımcılığın görüldüğü bir başka alan, eğitim. Bazı okullarda, Roman çocukların ayrı sınıflarda ders gördüğü belirtiliyor. Bu çocukların okula alışabilmeleri için ayrı bir uyum
programının uygulanması
haklı bulunurken, bunun
çocukları etkilemeyecek, diğer öğrencilerden soyutlamayacak şekilde ve belli bir
süreliğine yapılması gerektiği vurgulanıyor. Batı Trakya'
daki Müslüman azınlığa,
Pomaklara ve Romanlara
özel önem gösterilmesi teşvik ediliyor, eğitim konusunda alınan önlemlerin takdir
edildiği, çabaların artarak
devam etmesi gerektiği vurgulanıyor. Yunan yetkililerin,
iki dilli anaokulları ve daha
kaliteli öğretmen ihtiyacı gibi
birtakım sorunlarla ilgili olarak Batı Trakya'daki Müslüman toplumun temsilcileriyle görüşmeleri ve ortak bir
çözüm bulmaları tavsiye
ediliyor. Azınlık gruplarına
eğitim için destek verilmesi,
Yunanca dersleri, anadilde
e ği tim, destek kursları
yapılması, Batı Trakya'da
eğitimin iyileştirilmesi de
diğer tavsiyeler arasında.
Sağlık, adalet, sosyal konularda da birtakım eksikliklere değinen rapor, Romanların karşılaştığı sağlık sorunlarına yönelik önlemlere devam edilmesini, yargıç ve savcılar için ayrımcılık ve ırkçılıkla ilgili eğitimlerin güçlendirilerek sürdürülmesini, ırkçı
suçlara karşı daha sert önlemler alınmasını, medyanın
etnik ve dinsel azınlıklara kar-
şı düşmanca tutum sergilemesinin önlenmesini ve medya çalışanlarına insan hakları ve ırkçılık üzerine eğitim verilmesini, yetkililerin kamuoyunun dikkatini çekmek ve
farkındalık yaratmak adına
ulusal kampanya yürütmesini de içeren birtakım önerilere yer veriyor.
Raporda yer alan bir başka
sorun, azınlık gruplarının
kendilerini ifade etmesiyle ilgili. ECRI, azınlıkların adetle-
rine saygı gösterilmesini
umuyor; Müslüman mezarlıklar, Atina'da cami yapımı
ve ölüyü yakma yasağı gibi
birtakım konulara yönelik
tabularda da değişim arzu
ediyor. Kişileri kendi dinine
ge çir me ye çalışmanın
(proselytism) suç olmaktan
çıkarılması öneriliyor. Çeşitli
dinlere yönelik olumsuz yorumların ders kitaplarından
kaldırılmasının devamı teşvik ediliyor.
tek sorun, Müslüman azınlığın uğradığı ayrımcılık değil.
Yunan yetkililer, bölgedeki
Türklerin, Pomak ve Romanların kimliğini tanımadığını
ve bu grupların Türkler tarafından ayrımcılığa uğradıklarını belirtirken, Müslüman
temsilciler bunu reddediyor.
ECRI, bu konuya istinaden,
Batı Trakya'daki her etnik ve
dinsel gruba saygı gösterilmesini vurgulayıp, baskı uygulanmadan ortak diyalog
yürütülmesi çağrısı yapmakta.
Görüldüğü gibi, rapor somut
veriler ve bol bol tavsiye içermekte. Yanlış tutumlardan,
önyargılardan, sistemin geçirmesi gereken değişimlerden bahsediliyor. Tercih edilen elbette, tüm bu öğütlere
gerek kalmadan, devletlerin
halkları için en iyisini adaletli
bir şekilde yapmaları. Değişimlerin, ilerlemelerin, isteyerek ve şevkle, toplumsal
barışı ve refahı sağlamak
adına bir an önce gerçekleşmesi. Ülkeyi oluşturan farklı
gruplar arasında iletişimin
ve eşitliğin, içten gelen bir dinamikle kalıcı olarak sağlanması. Ve bunu bütün halkın
istemesi, desteklemesi…
Yunanistan'daki değişim
sürecini, kaydedilen gelişmeleri, birkaç yıl arayla yayınlanan bu raporlar sayesinde takip edebileceğiz.
Diğer seçenek ise bir umut
olarak kalacak…
Batı Trakya'daki durum
ECRI'nin, Batı Trakya'daki
Türk ve Makedon toplumları
konusunda da birtakım tavsiyeleri var. Bu toplumların
dernek kurma ve ifade
özgürlüklerinin tanınması
için daha ciddi adımlar atılma sı gerekliliği ve bu
çerçevede AİHS'nin 11. maddesinin ihlali vurgulanmakta. Ayrıca, Batı Trakya'da
müftülerin atanması sorunu
devam etmekte -ki bu da
AİHS'nin 9. maddesinin
(düşünce, vicdan, ifade özgürlüğü) ihlal edildiğini
gösteriyor. Batı Trakya'da yaşayanların kendini tanımlama hakkının garanti altına
alınması, Müslüman azınlık
ile konuşulup, müftü ve
imam atamaları konusunda
çözüm üretilmesi, Makedon
ve Türk temsilcilerle diyalog
geliştirilmesi ve ortak paydada buluşulması raporda yer
almakta.
Öte yandan, Batı Trakya'daki
Avrupa Konseyi tarafından
oluşturulan bağımsız bir insan hakları izleme organı
olan ECRI, özellikle ırkçılık ve
hoşgörüsüzlükle ilgili konulara odaklanıyor. Komisyon,
her üye devletin durumunu
benimsediği amaç ve ilkeler
ışığında inceliyor ve çeşitli
öneriler sunuyor. Bunu yaparken de söz konusu ülkelere ziya ret ler düzenleyip hem
yetkililerle görüşüyor hem de
mevzuat taraması yapıyor
11
12
Fransa, Sera Gazı Vergisini Tüketicilere mi Yükleyecek?
Nagehan ŞEN
EYLÜL 2009
ATAUM
e-bülten
Fransa, Sera Gazı Vergisini
Tüketicilere mi Yükleyecek?
Erdem GÜNEŞ
Nagehan ŞEN
Fransa'da “karbon
vergisi” adı altında
düzenlenen yeni bir
vergi, Fransızların üçte ikisinin muhalefetine uğradı. “Kişi başı
karbon tüketimi”nin
belirlenip
üzerinden yeni bir vergi hesap lan ma sı fik ri,
sera gazı salınımlarının asıl sorumluları olan büyük çok
uluslu şirketleri değil, sıradan hane
halklarını mağdur
ediyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, ekonomik krizin etkileriyle baş edebilmek
amacıyla yeni bir vergi fikrini
ortaya attı. Söz konusu vergi,
karbon tüketicilerine yönelik. Böylelikle hem devlete yeni gelirler sağlayarak krizin
etkilerini azaltmak hem de
çevre kirliliğine olan duyarlılığı artırmak hedefleniyor.
Daha da ileri giden Sarkozy,
bu verginin Fransa'yla sınırlı
kalmayıp tüm dünyada
uygulandığı takdirde gerçekten işe yarayacağını belirtti ve Fransa'nın bu büyük
adımı atmasından gurur
duyduğunu söyledi (her ne
kadar Kanada ve İsveç'te bu
tür “önlemler” zaten alınmış
olsa da).
Ancak her şey o kadar basit
gözükmüyor. Zira vergi, bireysel tüketicilere yüklenecek ve sera gazı salınımlarının asıl sorumlusu büyük işletmeler böylelikle herhangi
bir bedel ödemeyecek. Yani
kısaca, vergi sera gazı
salınımından değil, karbon
enerji tüketimi üzerinden hesaplanacak. Bu da “kirleten
öder” prensibiyle pek örtüşmüyor. Zaten ekonomik kriz
nedeniyle beli bükülen tüketiciyse, büyük fabrikaların
ödemesi gereken bedeli
ödeyecek ve maddi olarak
büyük şirketlere nazaran
daha fazla etkilenecek.
Uzmanlar aslında farklı çözüm yolları öneriyorlar. Hane tüketimi veya işyeri tüketimi ayırmaksızın, herkesin
kirlettiği kadar ödemesi fikri
adil gözüküyor. Ancak, özellikle büyük fabrikalar daha
fazla ödeme yapacağı için,
çevreyi kirletmeyen farklı
enerji kaynaklarına yönelim önemli miktarda para aktarkaçınılmaz olacak ve bu, ha- tılması anlamına geliyor. Buva kirliliğinden kar sağlayan nun anlamı açık: Yeni vergi
devletin hiç ama hiç de işine yürürlüğe girince, tüketicinin
gelmeyecek. Ne var ki, hane cebinden çıkan benzin fiyathalklarının tüketimi üzerin- ları da kuşkusuz artacak.
den vergi hesaplamak dev- Karbon vergisi, ton başına
letin daha çok kar etmesini 17 Euro ödenmesini öngörüsağlayacağı için olsa gerek yor. Ancak karbon vergisi yübu öneriler pek rağbet gör- rürlüğe girince, bazı vergiler
müyor. Üstelik dünyanın en de düşürülecek veya tamabüyük sera gazı salınımını ya- men silinecek. Petrol, benzin
pan ABD, konuyla ilgili her- ve gaz gibi enerjileri kullanhangi bir tedbir almıyor ve il- mayanlara yönelik de “yeşil
gili uluslararası yükümlülük- çek” adı verilen bir vergi inleri yerine getirmiyor. Kısa- dirimi ve gelir vergisindeki
cası, büyük şirketler havayı azaltmalar da alınan tedbirve çevreyi kirletmeye devam ler arasında. Amaç, karbon
ederken olan yine tüketiciye tüketimini azaltıp daha temiz
oluyor.
enerjilerin kullanılmasını
Peki, tüketiciler bu süreçte na- sağlamak. Sarkozy, bu tedsıl mağ dur o la cak lar? birler sayesinde karbon verÖzellikle toplu taşıma araç- gisinin hane halklarına fazlarındaki yetersizlikler insan- ladan bir yük olmayacağını
ları kendi arabalarını kullan- belirtirken, şirketler arası remaya itiyor, bu ise akaryakıta kabetin de etkilenmeyeceği-
nin altını çiziyor. Karbon vergisi başka vergilerin yerine
geçeceğinden, aslında, devlet bu işten kar etmeyecek;
deyim yerindeyse, bir eliyle
aldığını diğer eliyle verecek.
Yeşillerin ve Sosyalistlerin
eleştirdiği noktaysa, bu verginin sadece fosil enerji kaynak la rıy la sınırlı kalıp
(petrol, benzin ve gaz),
elektrik üzerinden herhangi
yeni bir verginin alınmayacak olması.
Ancak, büyük şirketlerle hane halklarını bir tutup aynı
kıstas üzerinden bir hesaplama yapmak, kuşkusuz büyük
şirketlerin lehine olan bir durum. Her ne kadar hükümet
gerekli telafileri yapmak için
uğraşsa da, 1 Ocak 2010'da
yürürlüğe girecek olan
verginin sıradan insanları
daha çok etkileyeceği de
aşikar.
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
Barroso Başkanlık Koltuğunu Yine Kaptı...
Gökşen ÇALIŞKAN
13
Barroso Başkanlık
koltuğunu yine kaptı...
Gökşen ÇALIŞKAN
Avrupa Birliği Komisyonu, Avrupa Birliği karar alma mekanizmaları içerisindeki en
önemli organ. Öyle ki, Lizbon Antlaşması'nın tüm üye
ülkelerce onanması durumunda yetkileri ciddi anlamda artacak olan Avrupa
Parlamentosu dahi, Komisyon'la kıyaslanabilecek bir
halde değil. Bu sebeple, Birlik yasalarının uygulanma-
sından sorumlu olan bu
kurumun başına kimin
geleceği her daim önemli bir
tartışma konusu oldu. Tıpkı
geçtiğimiz 5 sene boyunca
Başkanlık koltuğunda olan
Portekiz eski Başbakanı Jose
Manuel Barroso'nun ikinci
dönem için yeniden adaylığını koymasının ardından yaşandığı gibi.
Adaylık gerekçeleri
Barroso, ikinci kez başkanlığa talip olmasını koltuk sevdasından ziyade bir önceki
dönemde istediği verimi alamamış ve sözünü verdiği
“rekabetçi ve yenilikçi Avrupa”yı yaratamamış olmasına
bağlıyor. Ancak ne derece
inandırıcı bulunduğu bir
muamma.
Özellikle ekonomik kriz sırasında Avrupa'nın sesini duyurmakta yetersiz kalan, Avrupa yürütme erkini neredeyse güçlü üye devletlerin
sekretaryası haline getiren
Barroso, görev süresi içinde
oluşturma sözünü verdiği
"daha iddialı" Avrupa Birliği'nin çerçevesini çizmekte
zorlandı.
Barroso, düzenleme konusunda ikna edici olabilmek adına, uzun süre “daha liberal” ve "daha az yasamacı"
bir Birlik'in savunucusu oldu.
Dahası, Avrupa milletvekillerini etkilemek için olsa
gerek hep daha fazlası için
söz verdi ve belki de bu nedenle muhalifleri tarafından
"Caméléon" (Kertenkele)
olarak adlandırılmaktan
kurtulamadı. Yine de kesin
olan bir şey var: Yaz döneminde tüm Brüksel tatildeyken hazırladığı ev ödevleriyle gerek AB liderlerini gerek
Avrupalı parlamenterleri
büyük ölçüde etkilemeyi
başardı.
Haziran ayında gerçekleşen
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen ardından 17
Haziran'da AB liderlerine
gönderdiği mektupta, mali
kriz, işyerlerini korumak ve
işsizlik oranını indirmek gibi
ciddi sorunların çözüme
ulaşması için elinden geleni
yapacağını söyleyen Barro-
so, bu çabasına liderlerden
de destek istedi.
Önce AB liderlerinden destek alan 53 yaşındaki Barroso, ardından da kariyeri hakkında nihai kararı verecek
olan Avrupa Parlamentosu'na yöneldi. 16 Eylül'de gerçekleşen Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu öncesinde
ev ödevinin ikinci ayağını
açıklayan Barroso, tüm parlamento üyelerine ithafen
bir “yeni dönem hedef ve
stratejiler belgesi“ yayımladı.
Nabza göre şerbet?
Barroso'nun hazırladığı dökümanda, Avrupa Birliği'ni
başta işsizlikle mücadele
olmak üzere ekonomik
krizden kurtaracak çözüm
önerileri ve 2010'da Avrupa'yı dünyanın yeni teknolojilerle en uyumlu rekabetçi
toplumu olmak adına başlatılan Lizbon stratejisine iliş-
kin eylem planı yer alıyor. Avrupa'da Merkel ve Sarkozy
gibi merkez sağ liderlerin
desteğini almış olan Barroso,
5 yıllık planda AB'nin
taahhütlerine bağlı kalmasını vurgularken, genişlemenin getirdiği ve getireceği
sorunlara karşı da Birliği
uyardı. Raporda, ülkelerarası ekonomik işbirliğinin arttırılması ve ortak kuralların
daha kapsamlı bir şekilde
genişletilmesi istendi.
Barroso, belgede dengeli bir
üslup kullanarak kimseyi gücendirmek istemediğini de
ortaya koymuş oldu. Özellikle genişleme konusunda
bir yandan aday ülkelere yönelik taahhütlere sadık kalınmasının gerekliliğinden
bahsederken, öte yandan da
Fransa'nın aday ülkeler
konusundaki yaklaşımıyla
birebir örtüşen bir söylem
kullanarak ikinci dönem
Başkanlığı süresince nabza
göre şerbet vermek istediğini
gözler önüne serdi.
Tek adaylı seçim
16 Eylül'de gerçekleşen ve
117 milletvekilinin katılmadığı Avrupa Parlamentosu
Genel Kurul oylamasına tek
aday olarak giren Barroso,
219 hayır oyuna karşılık 382
evet oyla uzun uğraşlarının
sonucunu almış oldu.
Barroso'ya destek özellikle
Hristiyan Demokrat, Liberal
ve Muhafazakar gruplardan
gelirken, Sosyalist Grup
''küresel mali krizde etkisiz
kaldığı'', Yeşil Grup ise
''küresel ısınma karşısında
etkili politikalar geliştiremediği'' gerekçesiyle Barroso'ya
destek vermedi.
Sosyalistler çekimser
Oylama sonuçlarında dikkat
çeken nokta, Yeşiller gibi
Barroso'ya destek vermeyeceklerini seçim öncesinde
açıklayan Sosyalist grubun
doğrudan “hayır” yerine
“çekimser” oy kullanması
oldu. Görülen o ki, Sosyalist-
ler Barroso'nun önereceği
Komisyon üyelerini de gördükten sonra yeni dönem
için verdiği sözleri yerine
getirip getiremeyeceği konusunu masaya yatıracak ve
ona göre karar verecek.
Peki şimdi ne olacak?
Jose Manuel Barroso'nun
yeni görev dönemi 1 Kasım'da başlıyor. Barroso'nun
önümüzdeki iki aylık süre
içinde Avrupa Parlamentosu'nun onayına sunmak için
yeni Komisyon üyelerini
belirlemesi gerekiyor. Bu nedenle de şimdi Brüksel'deki
kritik görevlere hangi
isimlerin geleceği AB ülkeleri
arasında tartışma konusu
olacak. Yakında pazarlıkların başlaması bekleniyor.
Nitekim AP Başkanı Jerzy
Buzek, yeni isimler konusunda gecikme yaşanmaması ve
yeni komisyonun hızla oluşturulup göreve başlaması
için üye ülkeleri uyardı.
14
Avrupa Birliği Müzakere Sürecinde Vergi Faslı
Özlem GENÇ
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
Avrupa Birliği Müzakere
Sürecinde Vergi Faslı
Özlem GENÇ
30 Haziran 2009'da Brüksel'de gerçekleştirilen 7. Hükümetler Arası Konferans`ta
Türkiye ile vergilendirme faslında müzakerelerin açılması
kararlaştırıldı. Vergilendirme
faslı, 3 Ekim 2005'ten bu
yana müzakereye açılan 11.
fasıl. Daha önce, 10 fasılda
müzakereler başlatılmıştı;
bu süreçte yalnızca Bilim ve
Araştırma faslı geçici olarak
kapatılmış durumda.
Avrupa Birliği'nin vergilendirmeye ilişkin müktesebatı,
dolaylı vergilendirme (KDV,
ÖTV), doğrudan vergilendirme, sermaye hareketleri ve
hisse transferleri ile idari işbirliği alanlarında incelenebilir. Avrupa Birliği'nin vergilendirme politikasının iki
önemli unsuru, doğrudan ve
dolaylı vergilerdir. Doğrudan
vergilendirme, üye devletlerin sorumluluğunda olmakla
birlikte, üye devletleri bu
alanda yakınlaştırmayı sağlamak amacıyla aldıkları, vergiden kaçınmayı ve çifte vergilendirmeyi engelleyecek,
bunun yanında AB üye devletleri arasında kar ve para
transferi söz konusu olduğunda vergi rekabetinin
olumsuz etkilerini ortadan
kaldıracak önlemleri içermekte. Malların ve hizmetlerin serbest dolaşımını doğrudan etkileyen dolaylı vergiler
konusunda ise, vergi oranları ve sistemleri arasındaki
farklılıktan dolayı rekabetin
engellenmesini önlemek
amacıyla uyumlaştırmaya
gidilmiş durumda. Dolaylı
vergiler alanındaki düzenlemeler ve bu alanda gerçekleştirilecek uyum, iç pazarın
sağlıklı işleyebilmesi açısından önemli görülüyor. Bu
anlamda vergi müktesebatı,
KDV uygulamasında tanımları ortaya koymuş, ÖTV
uygulamasında da verginin
yapısı, özellikle uygulanacak
minimum oranlar belirlenmiştir. Vergiye konu malların
alımı ve dolaşımı da Topluluk
direktifleriyle düzenlenmiş
durumda.
Türkiye'nin vergi uygulamasına bakıldığında, 1985
yılında 8 ayrı dolaylı vergi
yerine KDV'nin yürürlüğe
kon du ğu görülmekte.
Türkiye'de uygulanmakta
olan sistem, temelde Topluluk KDV sisteminin temel
prensipleri üzerine kurulu
olmakla birlikte, özellikle
verginin yapısı, muafiyetler
ve oranlar konusunda farklılaşıyor. 2002 yılında uygulanmaya başlanan ÖTV siste min de de farklılıklar
mevcut. Bu farklılıklar da
yine yapı ve muafiyetler
konusunda ortaya çıkmakta.
Vergilendirme faslında müzakerelerin açılma kararının
alındığı 7. Hükümetler Arası
Konferans'ta, Türkiye'nin
hazırlık durumu, müktesebata uyum ve uygulama konusunda göstereceği ilerlemeyle birlikte Avrupa Birliği'nin 11 Aralık 2006'da aldığı (Ek Protokol'ün uygulanmadığı gerekçesiyle 8 fasılda
müzakerelerin askıya alınması ve Ek Protokol'den
doğan yükümlülükler uygulanmadığı sürece diğer fasıllarda da müzakerelerin kapatılmaması yönündeki) karar göz önünde bulundurularak vergilendirme faslına ilişkin kapanış kriterleri belirlenmiş durumda. Vergilendirme faslında müzakerelerin geçici olarak kapatılması;
Türkiye'nin Ek Protokolün
tam ve ayrım gözetmeksizin
uygulanmasına ilişkin yükümlülüğünü yerine getirmesi; KDV ve ÖTV'de Avrupa
Birliği'ne uyum için önemli
i ler le me kaydetmesi ve
kalan alanlarda detaylı bir
zaman çizelgesi oluşturması;
Türkiye'nin yükümlülükleri
doğrultusunda 18 Mayıs
2009'da belirlediği Eylem
Planı'nı uygulayarak, alkollü
içkiler, ithal tütün, ithal sigarada ayrımcı vergileri kaldırması ya da ayrımcı vergileri
tamamen söz konusu planda
belirlenen takvimden daha
önce kaldırması; vergi mevzuatını uygulamak etkin bir
biçimde vergi toplamak ve
mükellefleri denetlemek için
merkez ve taşra teşkilatlarında yeterli idari kapasitesi
olduğunu göstermesi; vergi
alanında kapsamlı ve tutarlı
bir bilişim sistemi oluşturmaya ilişkin olarak Komisyon'a
bir strateji sunması ve bilişim
sisteminin gelişmesinde ilerleme sağlaması koşullarına
bağlandı.
Belirlenen kapanış kriterleri
açısından bir değerlendirme
yapmak gerekirse, öncelikle
Avrupa Birliği'nin 11 Aralık
2006'da aldığı karar doğrultusunda, Ek Protokol'den
doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesi gerekiyor. Zira
bu husus, müzakere sürecinde bir kapanış kriteri haline
dönüşmüş durumda. Tüm
vergi mevzuatının gözden
geçirilmesi, AB'nin vergi
müktesebatının bir parçası
olan idari işbirliği açısından
vergi toplama ve denetimde
etkinliği sağlamak üzere
yeterli idari kapasitenin
sağlanması, bu konuda
bilişim sisteminin geliştirilme si gerekiyor. Dolaylı
vergiler alanında, KDV ve
ÖTV'de uyumlaştırma konusunda önemli ölçüde ilerleme kaydedilmesi gerektiği
belirtiliyor ve AB ülkelerine
karşı ayrımcı vergi uygulama la rı nın düzeltilmesi,
alkollü içkiler, ithal tütün,
ithal sigarada uygulanmakta
olan ayrımcı vergilerin kaldırılması gerekliliği vurgulanıyor. Bilindiği gibi, AB uygulamasında dolaylı vergiler
rekabetin engellenmemesi
amacıyla uyumlaştırılmış durumda. Ayrımcı vergilendirmenin ortadan kaldırılması,
AB çıkışlı malların da aynı
vergi oranlarına tabi tutulm a sı anlamına ge li yor.
Örneğin, yerli içki rakı ile
yabancı içki viskinin vergilerinin eşitlenmesi gerekiyor.
Hatırlanacağı üzere, rakı
üreticileri bu durumu büyük
tepkiyle karşılamış ve rakı
için milli içki sıfatıyla daha
önce Yunanistan'ın uzo için
elde ettiğine benzer bir
istisna talep ederek yerli
üreticinin korunması gerekliliğini savunmuşlardı. İthal
tütünden ton başına alınan
verginin sıfırlanması, KDV
oranlarının yeniden belirlenmesi de uyumlaştırma çerçevesinde yapılması gerekenler arasında. Bu çerçevede,
AB vergi müktesebatının
önemli bir unsurunu oluşturan dolaylı vergiler konusunun, vergi faslında sürdürülen müzakerelere damgasını
vurduğunu söylemek yanlış
olmasa gerek.
ATAUM
e-bülten
EYLÜL 2009
Fransa Göçmen Kampını Dağıttı!
Ilgın Su ÇATALKAYA
15
Fransa Göçmen Kampını Dağıttı!
Ilgın Su ÇATALKAYA
Hepimizin malumu, yaşadığımız çağ insan haklarından
belki de en çok dem vurulan
zaman. “İnsan hakları”,
“insanca yaşama” vs. gibi
kavramların ortaya atılıp
üzerinde düşünüldüğü ve
çok büyük laflar edildiği çağımız, kağıt üzerinden kafamızı kaldırdığımızda kolay-
lıkla fark edebileceğimiz gibi
bu kavramların içeriği ve
idealize ettikleri yaşam biçimiyle son derece çelişkili bir
“pratik alanı” içeriyor. Yasadışı göç ve insan kaçakçılığı
olgusu ise bu çelişkili durumun sadece bir yüzü. Yasadışı göçlerin odak noktası konumundaki Avrupa ülkeleri
de (özellikle Batı Avrupa) bu
sorunun en önemli parçalarından biri.
Geçtiğimiz günlerde, Fransız
polisi ülkenin kuzeybatısındaki Calais şehri yakınlarında kurulmuş, sakinleri arasında “cangıl” olarak anılan
mülteci kampını olaylı bir şekilde dağıttı. Fransa Göçmen
Bakanı Eric Besson’un ifadesiyle, “İnsan kaçakçılığının
merkezi haline geldiği” gerekçesiyle dağıtılan kamp,
Fransa’dan İngiltere’ye geçiş
için köprü vazifesi görüyordu.
Fransa’nın, 2002 yılında
İngiltere’nin baskısyla aynı
bölgedeki Kızılhaç’a ait San-
yor. Zira bu tür sorunlar iyileşmedikçe hiçbir çözüm insan kaçakçılığı derdine derman olamayacak.
Örneğin Calais kampında yaşamaya çalışan Afgan mültecilerin ülkesinde korkunç
bir savaş sürüyor. Savaş ve
getirdiği felaketler sürdükçe,
bu insanlar kaçmak için her
türlü riski göze almaya devam edecek. Birileri de bu insanların sırtından yüklü miktarda paralar kazanmayı sürdürecek. Örneğin, 24 yaşındaki Afgan İngilizce öğretmeni Beşir, Pakistan-Türkiye
hattı üzerinden Avrupa’ya gelebilmek için 10 bin euro
ödemiş. Diğerlerinin de ölümü göze alarak çıktıkları bu
umut yolculuğu için aşağı yukarı bu fiyatları ödediklerini
göz önüne alırsak, insan kaçakçılığı sektörünün hangi
boyutlara ulaşmış olduğunu
görebiliriz.
Daha iyi bir gelecekte “insanca yaşama” ve kendilerine gerçek bir yer yapma
umuduyla kâh bir tır kasasında kâh derme çatma bir tekne içinde Türkiye ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya kaçak yollardan girmeye çalışan mültecilerin sayısında
her dönem artış gözleniyor.
Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Avrupa Birliği ül-
keleri kampların boşaltılması konusunda oldukça sert politikalar izliyor. Kamplarda
çok zor ve sağlıksız şartlar
içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan mültecilere resmen suçlu muamelesi yapılıyor. Ayrıca tıpkı Beşir’in ifade
ettiği gibi, bundan sonraki süreçte kendilerini nelerin beklediği konusunda bilgilendirilmemeleri de “insan haklarının bekçisi” Avrupa’da işlerin pek de “ideal” biçimde yürümediğini gösteriyor.
Her ne kadar Fransız yetkililer, önemli bir durak olan Calais kampının kapatılmasıyla
Fransa-İngiltere hattının ortadan kaldırıldığı yönünde insan kaçakçılarına bir mesaj
verildiği görüşünde olsalar
da, BM raporlarına göre
uyuşturucu kaçakçılığından
sonra Avrupa’nın en önemli
sorunu olan insan kaçakçılığının başka yönler ve yollar
üzerinden bu trafiği sürdürmesi kaçınılmaz görünüyor.
Bir diğer şekilde ifade edecek olursak, sorunların kökenine inilmedikçe ve dahası
bu sorunları yaratan koşullar
her geçen gün elbirliğiyle daha da kötüleştirildikçe, sadece bir kamp değil bütün dünya çok geniş bir “cangıl”dan
başka bir şey olmayacak gibi
görünüyor.
“Polis bize ne yapacak bilmiyoruz. Tutuklayacaklar mı, serbest mi bırakacaklar haberimiz yok. Ama biz burada
kendimize bir yer yapmıştık. Evlerimiz,
duşlarımız ve camimiz vardı.”
Fransa’da boşaltılan kamptaki göçmenlerden Beşir
gatte mülteci merkezini kapatması sonrasında ortaya çıkan kampta yaşayan bin 500
kişinin çoğunluğunu Afgan
erkekler oluşturuyordu. Yüzlerce polis memurunun katıldığı operasyon sırasında bunların çoğu gizlice kamptan
ayrıldı. Kalan 300 kadar mülteci ve onları desteklemek
için kampa gelen göçmen
hakkı eylemcileri, kolkola girerek insan zinciri oluşturdular. Zaman zaman polisle çatışan göçmenler ve eylemciler, “Lütfen cangılımıza dokunmayın, burası bizim
evimiz” yazan pankartlar açtılar. Operasyonun bitiminde
ise polis, cangıla dokundu.
Kamp, buldozerler ile yerle
bir edildi. 278 mülteci gözaltına alındı. Fransız yetkililer,
gözaltına aldıkları mültecilere iltica başvurusu yapma
hakkı vereceklerini, isteyenlere de ülkelerine dönmeleri
için yardımda bulunacaklarını söyledi. Buna karşın insan
hakları örgütleri ve göçmen
hakları savunucuları mültecilerin sınırdışı edilmesinden
endişe ettiklerini ifade ettiler
ve göçmenlere yasal iltica
prosedürünün uygulanması
talebinde bulundular. BM
Mülteci Örgütü başkanı Antonio Guiterres ise, kampın
dağıtılmasına oldukça mem-
nun olan İngiltere hükümetine, bu ülkede aile bağları
olan göçmenlere giriş izni
verme çağrısında bulundu.
İngiltere İçişleri Bakanı Alan
Johnson, mültecilerin AB’ye
giriş yaptıkları ülkede iltica
başvurusu yapmaları gerektiğini söyledi. Mültecilerin ilk
giriş yaptıkları ülkede iltica
başvurusu yapmaları AB’nin
resmi politikası ancak, coğrafi konumlarından dolayı
göçmenlerin ilk durağı olan
ülkeler bu politikadan memnun değiller. İnsan kaçakçılığı ile mücadele etmek için Avrupa Birliği’nin bir bütün olarak hareket etmesi gerektiği
de ortak görüşlerden biri olmasına karşın, Avrupa Birliği
ülkeleri henüz bu konuda
herkesi memnun edecek bir
çözüm bulmuş değil.
Aslına bakılırsa sorunun kaynağını, mültecilerin kendi ülkelerindeki yaşam koşulları
oluşturuyor. Bu ise, özellikle
Avrupalı ülkelerin “yakın
ilişkiler” içinde olduğu ülkelerdeki yaşam koşullarına dolaylı ya da doğrudan etkilerini de hesaba katmayı bir anlamda zorunlu kılıyor. Kısacası, atılacak her adımın halihazırda Avrupa kıtasında
o la nın ak si ne kri mi nal
önlemlerin ötesinde boyutlar
de içermesi zorunlu görülü-
16
Norveç`ten Kıyamet Sonrasına Hazırlık
Erbil ERTÜRK
EYLÜL 2009
ATAUM
e-bülten
Norveç'ten Kıyamet
Sonrasına Hazırlık
Erdem GÜNEŞ
Erbil ERTÜRK
19 Ha zi ran 2006'da
Norveç, İsveç, Finlandiya,
Danimarka ve İzlanda
başbakanlarının katılımıy la temeli atılan
Svalbard Küresel Tohum
Deposu, resmi açılışını 28
Şubat 2008'de yaptı.
Norveç hükümeti, Küresel
Ürün Çeşitliliği Tröstü
(GCDT) ve Kuzeyli Ülkeler
Genetik Kaynak Merkezi
(Nordic Genetic Resource
Center - NORDGEN)
arasında imzalanan üçlü
bir anlaşmayla kurulan
dev depo, dünyanın dört
bir yanından topladığı
pek çok tohum örneğini
eksi 18 derecede bin yıl
boyunca saklayabilecek
bir kapasiteye sahip.
Norveç'in kuzeyinde yerin
120 metre altında inşa
edilen bu depoda, uzmanlara göre, dünya
üzerindeki tohum çeşitlerinin üçte biri koruma
altına alınmış durumda.
Depremden nükleer savaşa kadar geniş bir yelpazedeki tehlikelerin her
birine karşı dayanıklı
olduğu söylenen depo,
pek çok kesim tarafından
dünyanın geleceğine
yönelik yapılmış büyük
bir yatırım olarak kabul
ediliyor. Yaklaşık 9 milyon
dolara mal olduğu söylenen tohum deposunun
inşaat masraflarının tamamını Norveç karşılarken, bu dev deponun 4,5
milyon tohum örneğine
ev sahipliği yapabilecek
kapasitede olduğu söyleniyor.
Neden Böyle Bir Depo?
Olası bir küresel ya da yerel
felakete karşı tohum çeşitliliğini koruyup devamlılığı sağlamak ve bazı bitki türlerinin
yok olmasını engellemek,
Svalbard Küresel Tohum
Deposu'nun resmi amaçları
olarak görünüyor. Deponun
inşa sürecinde nükleer bomba, küresel ısınma ya da konvansiyonel silahların olası etkilerinin göz önünde bulundurulması ise bu projenin aslında bir yandan da “kıyamet
günü sonrası” planı olduğunu gösteriyor. (Malum, kıyamete hazırlık fikri, Batı'da
son yıllarda oldukça revaçta
ve bu manik durum özellikle
de 11 Eylül saldırılarıyla paranoya düzeyine ulaşmış du-
rumda.) Ayrıca dünyanın herhangi bir yerinde kaybolma
tehlikesiyle karşı karşıya gelen bir türün depodan alınacak tohumlarla yeniden diriltilmesi de öngörülen amaçlar arasında.
`Bekçileri Kim Bekleyecek?`
Dünyadaki tohum çeşitliliğini garanti altına almayı hedefleyen bu kuruluşla beraber pek çok soru da gündeme geliyor. Her türlü bitkisel
türün merkezi olma iddiası
taşıyan bu kurumdaki tohumların nasıl ve kimlerle
paylaşılacağı ise, en temel sorunlardan biri olarak görülüyor. Her ne kadar uluslararası örgütler ve komşu Baltık ül-
keleriyle işbirliği içinde de
olunsa, söz konusu olan ulusal bir proje. Bu bağlamda
Svalbard üzerindeki egemenlik ve kullanım hakkıyla
ilgili belirli düzenlemeler
mevcut. Birleşik Krallık,
Avusturya, İsveç ve İsviçre'
nin yanı sıra Hindistan, Brezilya, Etiyopya ve Kolombiya
depoya tohum vererek hali
hazırda katkıda bulunan
ülkeler olurken, deponun
kullanımı ve depoya erişim,
118 ülkenin taraf olduğu
Gıda ve Tarım için Genetik
Bitki Kaynaklarına Dair Uluslararası Anlaşma'daki hükümlere göre belirlenecek.
Hukuksal prosedür, Svalbard
Küresel Tohum Deposu'nu
kullanmak isteyen her bir
bağışçının NORDGEN'le bir
anlaşma imzalamasını ön-
görüyor. Bu anlaşma, Norveç'in sadece deponun mülkiyetini elinde bulundurduğunu ancak türlerin mülkiyetinin bağışçıya ait olduğunu
teyit ediyor. Dolayısıyla gen
bankacılığında “kara kutu”
diye adlandırılan ve her
ülkenin bağışladığı tohum
türü üzerindeki tasarruf
hakkını saklı tutan bir sistem
benimseniyor.
şekilde yeniden kurgulanabilecek. Bu durumun ortaya
çıkarabileceği sonuçları günümüz dünyasında çıkarsamak oldukça zor. Ancak
tamamen insan kurgusu bir
bitkisel ekosistemin doğayla
ilişkisinin sorunsuz olacağını
söylemenin fazla iyimserce
olacağı da açık. Ayrıca günü-
müzde bile yaptırımsızlıktan
-ya da yaptırımların tutarsızlığından- muzdarip olan
”uluslararası toplum”un hele
bir de büyük bir felaket
sonrası bugün koyduğu
kuralları nasıl işletebileceği
çok önemli bir sorun olarak
duruyor.
Madalyonun Öbür Yüzü
Modern “Nuh Gemisi” benzetmesiyle anılan Svalbard
Küresel Tohum Deposu'yla
ilgili her şey güllük gülistanlık olmaktan uzak. Öncelikle
dünya üzerindeki bütün
bitkisel türlerin örneklerinin
tek bir depoda saklanabilmesi, mevcut toplumsal algının ötesinde bir örgütlenme-
nin kapılarını açıyor. Deponun kurulma sürecinde öngörülen tehlikelerden her
hangi birinin gerçekleşmesi
anında Svalbard, dünyadaki
tohum çeşitliliğinin tek
merkezi olarak kalacak. Hep
tanrısal ya da metafizik olana atfedilen türlerin farklılaşması, tamamen insani bir
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
Norveç`ten Kıyamet Sonrasına Hazırlık
Erbil ERTÜRK
Tohum tekelleşmesi?
Öte yandan bazı çevrelere
göre, tohum alanındaki tekelleşmenin meydana gelmesi için böyle bir felakete
gerek yok; az sayıdaki büyük
tohum şirketi şimdiden piyasanın büyük bir bölümünü
kontrol ediyor ve Svalbard
Küresel Tohum Deposu'yla
da yakından ilgililer. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı
(GDO) tohum pazarlayan
Syngenta, Monsanto, Dupont Pyoneer Hi-Breed gibi
firmaların yanı sıra Bill & Melinda Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı'nın Svalbard
sürecine çok da net olmayan
şekillerde dâhil olması, bu
projenin ticari kaygılar içerip
içermediği ya da bu şirketlerin ticari kaygılarına nasıl
cevap vereceği gibi soruları
akıllara getiriyor. “Yeşil
Devrim” yaratma iddiasıyla
tohum sektörüne büyük yatırımlar yapan Rockefeller Vakfı'nın GCDT'ye 30 milyon dolarlık bir bağış yaptığı biliniyor. Özellikle GDO'lu tohumları dünyanın dört bir yanına yayıp bu hibrid tohumlar la orijinal tohumları
“kovan” büyük firmalar,
Svalbard Küresel Tohum Deposu'na yaptıkları özellikle
finansal katkılarla, bu
projenin salt bir “insanlık
projesi” olup olmadığı konusunda kafaları karıştırıyor.
Depo mu, banka mı?
Konuyla ilgili dikkat çeken
bir diğer ve belki de en temel
noktaysa, tohumlar konusundaki hâkim genel bakış açısı. Zira her ne kadar Svalbard için tohum deposu terimi tercih edilse de, tohum
saklanan tesislerle ilgili yaygın olarak kullanılan kelime
“banka”. İnsanın hayatına
doğrudan müdahale imkânı
tanıyan tohum gibi hassas
bir konuda yaygın jargonda
kar amaçlı bir kuruluşu işaret
eden “banka” ifadesinin telaffuz edilmesi, insan hayatına dair her şeyin metalaşması açısından işin boyutunu
gözler önüne seriyor. Bu bağlamda var olan bütün tohumları stoklamak amacın-
daki bir kuruluşa piyasa-dışı
bir algıyla yaklaşılabilmesi
(ni umut etmek) büyük bir
önem arz ediyor.
17
Küresel Ekonomide G-20 Dönemi ve AB
18 Esra AKGEMCİ
EYLÜL 2009
ATAUM
e-bülten
Küresel ekonomide
G-20 dönemi ve AB
Esra AKGEMCİ
Küresel ekonomik krizle
mücadelede yol almak için
ilk kez Ka sım 2008’de
Washington’da, ardından da
Nisan 2009’da Londra’da
bir araya gelen G-20 liderleri, bu kez ABD’nin Pittsburgh kentinde toplandı. AB
liderleri, diğer G-20 zirvelerinden önce olduğu gibi, bu
kez de zirvede ortak bir politika etrafında birleşmek için
hazırlıklara erken başladı.
Grubun 20. üyesi olarak zirvede Avrupa Merkez Bankası
Başkanı tarafından temsil
edilen AB, üye ülke liderleri
arasındaki görüş ayrılıklarına rağmen, G-20 içinde
olabildiğince “Birlik” görüntüsü vermeye çalışıyor. Bunun en somut örneğiyse, banka ikramiyeleri konusunda
Fransa ve İngiltere arasında
yaşanan derin görüş ayrılıklarına rağmen AB’nin ortak
bir tavır almayı başarabilmesi.
24-25 Eylül’de G-20 liderlerini bir araya getiren zirvenin
ev sahipliğini yapan ABD Başkanı Barack Obama’ya göre,
Pittsburgh, zirve için “mükemmel bir yer”. Çünkü
Pennsylvania eyaletinin ikinci büyük şehri olan Pittsburgh, çelik santrallerinin olduğu bir bölgeyken hızla
kalkınarak ileri teknoloji ve
seçkin sağlık ve eğitim
merkezleriyle dinamik bir
ekonomiye kavuştu. Obama, böylece “refahın sadece
New York ve Washington’da
olmadığını” hatırlatmak isti-
yor. Bu da küresel ekonominin sorunlarının çözümünün
gerçek alanının G-8’den ziyade gelişen ekonomileri de
kapsayan G-20 olması gerekliliğine yapılan vurgulara
uygun bir adım. Zirveden çıkan mesaja göre, G-20 bundan böyle küresel ekonominin dümeninde olacak.
AB'nin tartışmalı 'ikramiye politikası'
G-20’nin öneminin giderek
arttığının bilincinde olan AB
maliye bakanları da, zirve
gündeminde yer alan konuları görüşmek ve ortak bir
pozisyon belirlemek için
zirve öncesi Brüksel’de bir
araya geldi. Bankacılara
ödenen yüksek ikramiyeler
konusunda nasıl bir politika
izleneceği en tartışmalı konulardan biriydi. AB Maliye
Bakanları Konseyi Dönem
Başkanı İsveç Maliye Bakanı
Anders Borg, “Finans sektöründeki ‘ikramiye kültürü’ en
g e ç P i t t s b u r g h’ d a s o n
bulmalıdır” diyerek tepkisini
dile getirirken, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, ikramiyelerle ilgili kesin kurallar
belirlenmemesi ha lin de
G-20 Zirvesi’ni terk etme
tehdidinde bile bulundu.
Fran sa Maliye Ba ka nı
Christine Lagarde, “Bütün finans sisteminin sembolü haline gelen tazminat ve
ikramiye alışkanlığına son
vermek için oldukça sıkı ve
ciddi öneriler hazırladıklarını” belirtti. Öneriler arasında, bankalara ikramiye üst
sınırı getirilmesi de vardı ki
İngiltere hükümeti bu uygulamaya kesinlikle karşıydı.
Londra’nın dünyanın en
önemli finans merkezleri
arasında yer aldığı düşünülünce İngiltere Başbakanı
Brown’un endişeleri anlaşılabilir. İngiltere’de finans sektörü, gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 15’ini oluşturuyor.
Bu diğer AB ülkelerine göre
oldukça yüksek bir oran ve
İngiltere’nin finans kurumlarını denetlemekten neden
bu kadar kaçındığını gayet
iyi açıklıyor. Fransa başta ol-
mak üzere birçok hükümet
ise, kriz ortamında banka
müdürlerinin milyonlarca dolar almaya devam etmesine
tepki gösteriyor. Almanya ve
Fransa, bankalar üzerinde
daha fazla kısıtlamalar ve
primlerde kesintiler yapılması çağrısında bulunurken,
İngiltere bu çağrılara kulak
vermiyor. G-20 zirvesinden
önce İngiltere’yi sıkı finans
kurallarını engellemekle suçlayan Almanya Maliye Bakanı Peer Steinbrueck, Londra
merkezli finans kuruluşlarını
lobicilik yapmakla bile itham
etti.
Fakat tüm bu görüş ayrıklarına rağmen AB liderleri,
bankacıların ikramiyelerine
küresel düzeyde yaptırımlar
getirilmesi konusunda tek
ses olmayı başardı. Her iki
taraf da karşılıklı tavizler
verince sonunda uzlaşmaya
varılabildi. Fransa, ikramiyeler konusunda üst sınır
ısrarından vazgeçti, İngiltere
de bu konuda daha sıkı düzen le me ler ge ti ril me si
önerisini kabul etti. Bu ortak
tutuma göre, finans sektörüne bağlayıcı kurallar getirilmesi ve banka yöneticilerine
ödenecek ikramiyelerin
bankaların performansına
oranlı olması kararlaştırıldı.
Bu anlayışı benimseyen
G-20 zirvesinden çıkan karar da banka yöneticilerine
aldıkları yüksek risk doğrultusunda değil şirketlerine
yarattıkları u zun va de li
değere göre maaş verilmesi
gerektiği yönünde oldu.
ATAUM
e-bülten
EYLÜL 2009
Küresel Ekonomide G-20 Dönemi ve AB
Esra AKGEMCİ
G-20 zirvesi öncesi IMF anlaşmazlığı
Zirve öncesinde yaşanan bir
diğer anlaşmazlık da, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF)
yönetim şeklinin yeniden yapılandırılması konusundaydı. Financial Times’ın
haberine göre, Washington
yö ne ti mi, Fon’un icra
kurulundaki 24 üye sayısını
20’ye düşürmeyi planlıyor-
du. Bu da Avrupa’nın daha
az üyeyle temsil edilmesi anlamına geliyordu. ABD’nin
amacı, Çin ve Hindistan gibi
gelişmekte olan ülkelere Fon
yönetiminde daha fazla söz
hakkı vermekti. Örneğin
Çin’in IMF karar mekanizmalarındaki oy hakkı yüzde
3,7 iken ekonomisi Çin’in
yarısı büyüklükte olan Fransa’nın oy hakkı yüzde 4,9.
Dolayısıyla İngiltere ve Fransa, bu durumun değişmesine
tepkiliydi. Fakat G-20 Zirvesi’nde IMF’deki oy dengesi
konusunda da uzlaşmaya varıldı. Yeni düzenleme Çin gibi “kalkınmakta olan” ülkelerin fon yönetimindeki et-
kinliğini arttıracak. Zira
2011’den itibaren gelişmekte olan ülkelere en az yüzde
5 daha fazla oy hakkı verilecek. Ayrıca G-20 ve IMF bundan sonra birlikte çalışacak
ve uluslararası makro ekonomik politikalarda G-20 ülkelerinin ağırlığı birçok açıdan artmış olacak.
G-20'nin küresel ekonomideki rolü güçlendirilmek isteniyor
1999 yılında oluşturulan
G-20, dünyanın gelişmiş sanayi ülkeleriyle gelişmekte
olan ülkelerini bir araya getirdi. ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya,
Kanada, Rusya, Türkiye, Arjantin, Avustralya, Brezilya,
Çin, Endonezya, Hindistan,
Meksika, Güney Kore, Güney Afrika, Suudi Arabistan
ve AB’den oluşan G-20 üyeleri dünya nüfusunun yüzde
65’ini, dünya ekonomisinin
ise yüzde 85’inden fazlasını
oluşturuyor. G-20 bu potansiyeli ile küresel ekonominin
yönetiminde etkili olabilecek
karar mekanizmalarına ve ihtiyacı olan meşruiyete sahip
durumda. G-20 yeni bir küresel ekonomik düzen kurma konusundaki beklentileri
karşılayabilecek mi bunu zaman gösterecek fakat bugün
G-20 zirvesi, finans piyasa-
larında mevcut olan oyunun
kuralarını değiştiremiyor. Aslında, zirvede alınan kararlar
G-20 ülkeleri için ciddi bir politika değişikliğine işaret ediyor. Ancak bu değişikliklerin
nasıl yapılacağı konusunda
somut bir öneri sunulmuyor.
Bu durumda G-20’nin küresel ekonominin işleyişini
etkileyecek kararları yürürlüğe koyması ve radikal önlemler üzerinde konsensüs
sağlanması çok zor görünüyor. Fakat AB yine de küresel
ekonomiyle il gi li ka rar
mekanizmalarında gelişmekte olan ülkelere “yer
açarken”, kendi konumunu
kaybetmemekte kararlı ve
bunun için yeri geldiğinde
kendi içindeki çalkantıları
dindirmeyi de başarabiliyor.
Protesto geleneği bozulmadı
Diğer küresel toplantılarda
olduğu gibi G-20 zirvelerinde de görmeye alışık olduğumuz bir manzara da,
protestolardı. ABD Başkanı
Obama, protestoların sağlıklı bir demokrasinin işareti
olduğunu fakat küresel kapitalizm gibi soyut kavramlara
karşı yapılan protestoların
genellikle fark yaratmaktan
uzak olduğunu söyledi.
Obama’ya göre protestocular insanların hayatlarında
direkt etkisi olan yerel, somut konulara odaklanmalıydı. Oysa dünya liderleri kapalı kapılar ardında, yoğun
güvenlik önlemleri arasında
bir dizi karar alırken yükse-
len protestoları duymasalar
da, bu zirveler muhaliflerin
seslerini duyurmaları için
kaçırılmaz bir fırsat sunuyor.
“Biz de buradayız demek”
için, taleplerini dile getirmek
için birleşen öğrenciler, işçiler ve dünyanın dört bir yanından gelen eylemcilere göre protestoların daha derin
bir anlamı var. Pittsburgh
Organizing Group (POG) ve
Pittsburgh G-20 Resistance
Project gibi gruplar, G-20
liderlerinin sorun çözmek yerine sorun yarattığını düşünüyor; onlar için “G-20’ye
direnmek” demek, çözüm
için “umut etmek” anlamına
geliyor.
19
20
`Akil Adamlar`dan Tavsiyeler
Erdem GÜNEŞ
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
'Akil Adamlar'dan
Tavsiyeler
“Bağımsız Türkiye Komisyonu” ya da diğer
adıyla “Akil Adamlar”, Türkiye-AB ilişkileri konusundaki ikinci raporunu Eylül ayının başında
kamuoyuna açıkladı. 55 sayfalık rapor, 2004 yılından bu yana Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkileri analiz ediyor ve taraflara kimi tavsiyelerde bulunuyor. Ancak raporun özünde
“Türkiye için adalet” çağrısı var. “Akil
Adamlar”, Kıbrıs sorununu ile Ermeni ve Kürt
açılımlarını da ele aldıkları raporda, yeterli olmadıklarını düşündükleri gerekçesiyle Ergenekon davasına değinmemeyi tercih ediyorlar.
Kim bu 'Akil Adamlar' ?
Açık Toplum Vakfı ve British
Council tarafından desteklenen Bağımsız Türkiye Komisyonu, 2004 yılı Mart ayında
Avrupa’nın önde gelen siyasetçileri, bürokratları ve akade mis yen le ri ta ra fın dan
oluşturuldu. İkinci raporunu
hazırlayan komisyonun başkanı 2008 yılında Nobel Ba-
rış Ödülü’ne layık görülen
Finlandiya Eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari. Hollanda, İspanya, Polonya,
Avusturya ve Fransa’nın eski
dı şiş le ri ba kan la rı i le
LSE’ den sosyolog Sir Anthony Giddens, grupta yer
alan diğer isimler. Komisyon
Eylül 2004’te “Avrupa’da
Erdem GÜNEŞ
Türkiye: Bir Sözden Fazlası
mı?” başlıklı ilk raporunu yayımlamış ve bir an önce
Türkiye’ye verilen sözün tutulmasını ve müzakerelere
baş lanma sını öğütlemişti.
İkinci raporda ise müzakerelere başlamış Türkiye’nin
önünün kesilmesi eleştiriliyor. “Avrupa’da Türkiye: Kısır
Döngüyü Kırmak” başlıklı bu
yeni raporda Kürt sorunu,
Kıbrıs sorunu, Ermeni açılımı, laiklik ve İslam çatışması,
ekonomik istikrar gibi konular ele alınıyor.
Raporun giriş kısmı AB'nin ayrılmış. Bu bölümde, başını “imtiyazlı ortaklık” ve ne
Türkiye'ye verdiği sözü Fransa Cumhurbaşkanı olduğu belirsiz “özel ilişki”
tutmasının gerekliliğine Nicolas Sarkozy'nin çektiği isteyen Avrupalı siyasetçilere
pacta sunt servanda ilkesi
hatırlatılıyor. Sarkozy'nin
“bütünleşme değil ortaklık”
teklifi ve beş ana alanda
müzakerelerin devamına
izin vermemesi sert bir dille
eleştiriliyor. Müzakereler
başlarken gösterilen ortak
hedefin “üyelik” olduğu,
cümlenin devamındaki
“müzakerelerin ucu açıktır”
ifadesinin arkasına sığınıp
hedef şaşırtmanın AB'nin
inandırıcılığını ve güvenilirliğini zedelediği söyleniyor.
Eurobarometer'in istatistiklerine göre 2004 yılında
Türkiye halkının AB'ye
desteğinin yüzde 70'ten
2008 sonbaharında yüzde
42'ye kadar düşmüş olma-
sında hem Avrupalı siyasetçilerin Türkiye'ye karşı takındığı adil olmayan tavrın hem
de Türkiye'nin iç sorunlarından kaynaklanan olumsuz
havanın etkisi olduğu belirtiliyor.
Raporun eleştiri okları yalnızca Şansölye Merkel ve
Mös yö Sarkozy'yi değil
Türkiye'den de pek çok kişi
ve kurumu hedef alıyor.
Türkiye'de reformların son
dönemde ciddi ölçüde
yavaşladığı serzenişini buna
neden olarak gösterilen
siyasi gelişmelerin sıralanması izliyor.
Ahde Vefa ilkesine atıf
'Ada'da zaman daralıyor,
tehlike büyüyor'
Raporda en çok yeri tutan
başlıklardan biri de Kıbrıs Sorunu. “Adada umut var ancak zaman daralıyor” denilirken sorunun çözümü halinde sadece Türkiye, Yunanistan ve AB’nin değil asıl
Kıbrıslıların karlı çıkacağı savunuluyor. “Kıbrıs’ta bu kar-
maşayı 2004 yılında adayı
birliğe üye alarak AB’nin kendisi yarattı” deniliyor ve çözüm adresi yine AB olarak
gösteriliyor. Ayrıca “AB, 2004
yılında verdiği doğrudan ticaret sözünü tutup Kıbrıslı
Türklerin izolasyonunu ortadan kaldırmalıdır” tavsiyesi
ATAUM
e-bülten
yapılıyor. Çözüm halinde
Türkiye’nin müzakerelerdeki
tıkanıklığı aşacağı, Türkçe’nin resmi AB dili olacağı,
Kıbrıs’ın da hem limanlara
hem de Türkiye pazarına ka-
EYLÜL 2009
`Akil Adamlar`dan Tavsiyeler
Erdem GÜNEŞ
vuşacağı vurgulanıyor. Aksi
halde 1987 ve 1996 yıllarındaki gibi savaş gemilerinin
ortaya çıktığı çatışmaların yeniden görüleceği iddia ediliyor ve AB’nin o zaman da so-
runu çözemediği ve durumu
araya giren ABD’nin kurtardığı hatırlatılarak “bu defa
ABD olmadan sorunları kendimiz çözelim” arzusu vurgulanıyor. Öte yandan, Kıbrıs
sorunu 2009 yılının sonuna
kadar bir çözüme kavuşturulamazsa Türkiye-AB ilişkilerinin bitme noktasına gelebileceği uyarısı yapılıyor.
Ekonomik alanda ise Türkiye’nin son on yılda kayda değer bir ilerleme gösterdiği ve
küresel ekonomik krizi görece az hasarla atlatıyor
görünmesinin bunun kanıtı
olduğu belirtiliyor. 20022007 yılları arasında Türkiye
ekonomisinin euro bölgesi
or ta la ma sı o lan yüz de
1.96’yı 3 kat aşarak yüzde 7
o ra nın da bü yü me si de
Türkiye’nin Maastricht
Kriterlerine uygun olduğunun kanıtı olarak gösteriliyor.
İç politika, ekonomi
Türkiye’nin iki aydır gündemin de yer tu tan “Kürt
açılımı” raporda yer almıyor
ancak bu değişmez gündem
maddesi ile ilgili kısımda çarpıcı ifadeler bulunmakta:
“Bazı Avrupalı devletler
PKK’ya müsamaha göstermiş ve maddi kaynak bulmalarına göz yummuştur” ifadesini sorunun giderek çözüme yaklaştığı görüşü takip
ediyor. Son dönemlerdeki
olumlu gelişmeler övülüyor
ve Kürt sorununda çözüme
yaklaşıldığı görüşünü Kürtler
yö ne lik o la rak ya pı lan
“kültürel hakların hakkıyla
kullanılması” öğüdü takip
ediyor.
Hükümetin Ermeni açılımı da
raporda değinilen konular
arasında. Türkiye’nin özel
stratejik konumunun da etkisiyle bölgede istikrarı yayabilecek bir gücü olduğu söyleniyor ve AB’nin Kafkaslarda güvenli bir alana ulaşabilmesi için Türkiye’nin bu
öneminin göz ardı edilmemesi gerektiği belirtiliyor. Bir
kaç aydın tarafından başlatılan ve binlerce imzaya ulaşan “Ermenilerden özür
diliyorum” kampanyası da,
“halkların barışma isteği”nin
bir göstergesi olduğu düşüncesiyle raporda “olumlu” bulunulan konular arasında yer
alıyor. Ancak yine de gayrimüslimlerin huzursuz olduğu söyleniyor ve son dönemde yaşanan kimi olayların
gayri-müslimlerde yarattığı
etki endişe verici bulunuyor.
“Avrupa’da yaşayan 4,5 milyon Türk’ün binlerce camisi
olduğu gibi Türkiye’de yaşayan 150 bin gayrimüslim de
ibadethanelerini kullanabilmelidir” deniliyor.
“Avrupa perspektifi korunmalıdır”
Raporun giriş kısmında “Şu
anda 27 hükümetin pek azı
açıkça Türkiye’nin üyeliğine
karşıdır, AB’deki hükümetlerin çoğunluğu -bazıları çok
güçlü bir şekilde olmak
üzere- Türkiye’nin üyeliğini
desteklemektedir” denilse
de, Fransa’nın AB İşlerinden
Sorumlu Bakanı Michel Lellouche raporla hemen hemen aynı günlere denk gelen bir açıklamasında bu iddianın tam tersini ortaya koyuyor. Lellouche, AB’deki 25
hükümetin kendileri gibi
Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğunu ancak bunu açıklama dık la rı nı söy le miş ti.
Türkiye’nin AB üyeliğini İsveç
ve Britanya’nın açıkça desteklediğini düşünürsek bu iddia çok da mesnetsiz değil gibi duruyor. Yaklaşan parlamento seçimleri öncesinde
Yunanistan’dan gelen “şartlı
destek” açıklamaları ise değişen bir şey olmadığını gösteriyor. Bir televizyon kanalında karşılıklı tartışma yapan adaylar Papandreu ve
Karamanlis, Türkiye’nin AB
üyeliği konusunda fikir birliğinde olduklarını şu ifadeyle
gösterdi: “AB kurallarına
uyan bir Türkiye, Yunanistan’ın çıkarınadır.”
Akil Adamlar raporu, Türkiye’nin son on yılda demokrasi, insan hakları ve istikrarlı ekonomik büyüme alanlarında çok fazla ilerleme
kaydettiğini ve gerek Kopenhag gerekse Maastricht kriterlerini yerine getirdiğini ancak AB’nin kendi gelecek sorunlarının ve iç politikada
Türkiye karşıtlığını kullanma
eğilimlerinin süreci olumsuz
etkilediğini belirtiyor. Bu görüş Türkiye’nin de defaten yinelediği bir tespit ancak ne
A kil Adamlar ’ın ne de
Türkiye’nin AB tarafından
çok fazla dikkate alındığı söylenemez. Rapor, bu durumda
dahi Türkiye’nin umutsuzluğa kapılmaması gerektiği
çünkü Avrupa’da Türkiye’yi
destekleyen bir kitlenin olduğu görüşüyle sonlanıyor.
21
Portre
Yeşim ÖZTÜRK
Yorgo Papandreu
Yunanistan'da 4 Ekim'de
yapılacak seçimlerin favorisi
olan Panhelenik Sosyalist Hareket (PASOK) lideri Yorgo
Papandreu -eğer seçilirse-
büyükbabası Yorgo Papandreu ve babası Andreas Papandreu'nun ardından ailesinin başbakanlık yapan
üçüncü ferdi olma fırsatını
yakalayabilecek. Gerçi PA- ya en yakın isim de PapanSOK'un tek başına iktidar ol- dreu.
ması zor görünüyor ancak
muhtemel bir koalisyon hükümetinin başbakanı olma-
ABD vatandaşı bir anneyle Yunanistan vatandaşı bir babanın oğlu olan Papandreu kendisini bazen Yunanlı bazen
Amerikalı hissetmiş olduğunu,
farklı birçok kültürün bir sentezi olmanın kendisini zenginleştirdiğini dillendiriyor ve
ekliyor: “Ayrıca ben Yunanlı olmayı da seçtim. Yunanistan'a
dönüp toplumun bir parçası
olarak yaşamayı tercih ettim.”,
Yunanlıdan çok Amerikalı (mı?)
ABD vatandaşı bir anneyle
Yunanistan vatandaşı bir babanın oğlu olarak 16 Haziran 1952'de ABD'nin
Minnesota eyaletinde doğan
Papandreu, ilk ve ortaokulu
ABD ve Kanada'da okuduktan sonra, Massachusetts
Amherst College`da sosyoloji eğitimi aldı ve London
School of Economics`de
sosyoloji ve kalkınma alanında yüksek lisans yaptı.
Sosyoloji alanında uzmanlaşan Papandreu, 1972-73
yıllarında Stockholm Üniversitesi'nde göçmen sorunu
üzerine araştırmalar yaptı.
1992-93 yıllarındaysa Harvard Üniversitesi'nin Dış
İlişkiler Merkezi'nde akademik çalışmalar yaptı.
Öğrenim hayatı çeşitli ülkelerde geçen Papandreu'nun
Yunan siyasetine adım
atması ancak 1974'te Cunta
Yönetiminin çökmesiyle
gerçekleşebildi. Babasının
partisi PASOK'ta etkin hale
geldi ve 1984 yılında partinin merkez komitesine katıldı. Babasının Başbakan olduğu 1981 yılında ise ilk kez
Yunan parlamentosuna seçildi ve ABD vatandaşlığından vazgeçti.
Yunanistan'a ilk kez 7 yaşında gelen politikacı, sık sık bir
“Yunanlı”dan çok “Amerika-
lı” olduğu yorumlarına cevap
vermek zorunda kalıyor.
Kendisini bazen Yunanlı
bazen Amerikalı hissetmiş
olduğunu, farklı birçok
kültürün bir sentezi olmanın
kendisini zenginleştirdiğini
dillendiriyor, dillendirmek
durumunda kalıyor: “Ayrıca
ben Yunanlı olmayı da
seçtim. Yunanistan'a dönüp
toplumun bir parçası olarak
yaşamayı tercih ettim.”
ATAUM
EYLÜL 2009
e-bülten
2004 yılında Kostas Simitis'in
görevi bırakmasının ardından PASOK lideri olan Yorgo
Papandreu, 2006 yılında
partisinin de parçası olduğu
Sosyalist Enternasyonel'in
Başkanı seçildi. Şimdiye kadar iki genel seçim kaybeden
politikacının gelecek seçimlerde güçlü görülmesinin en
önemli nedenlerinden biri,
Karamanlis hükümetinin
tüm dünyayı sarsan ekonomik krize karşı tatmin edici
politikalar izleyememiş olması. Erken seçimlerin yapılma nedeni de aslında Başbakan Karamanlis'in bu zor dönemde atılacak her adımın
halkın desteğine sahip olması gerektiğine olan inancı.
Karamanlis'in erken seçime
gitmesi bir çeşit kumar olarak görülüyor çünkü anketler
Pa pand re u' nun partisi
PASOK'u bir adım önde
gösteriyor.
Siyasete atılması yönündeki
Papandreu, sahip olduğu çağrılara Yunanistan'a ilk gelavantajları sonuna kadar kul- diği yıllarda verdiği “Hayır silanacak gibi görünüyor. yasete girmek istemiyorum,
Örneğin çevreci seçmeni et- çünkü hem babam hem de
kilemek için PASOK'un cad- dedem siyasette” cevabına
delere propaganda afişi ters olarak tam da babası ve
asmayacağını, miting alan- dedesinin izinden giden
larının temizlenmesi için ya- Papandreu, aslında siyasete
pılacak masrafları da partisi- atılmanın kendi kararı olmanin üstleneceğini açıkladı. dığını, yaşam tecrübesinin
Sosyalist tavrını koruyan po- buna neden olduğunu belirlitikacı aynı zamanda şeffaf- tiyor. Büyükbabası 6 kez,
lığı da sağlamak adına işa- babası 2 kez hapse atılan,
damlarından maddi yardım çocukluk yılları oldukça sokabul etmeyeceğini vurgula- runlu geçen politikacı, hayatı
dı ve milletvekili adaylarına boyunca hep bir şekilde siyada servetleri hakkında “ne- setin içinde olduğunu söylerreden buldun” beyanna- ken haksız da sayılmaz.
mesi yayımlama zorunlulu- Yunanistan'da demokrasinin
ğu getirdi. Aynı zamanda tekrar kurulmasına katkıda
Türkiye ile ilişkilerin azalan iv- bulunmak istediği için siyamesine dikkat çekerek, ilişki- sete atılan Papandreu yıllarleri geliştirme sözünü de Ka- ca babasının gölgesinde
ramanlis'e karşı koz olarak kalmış, “Küçük Yorgo” anlakullandı.
mına gelen “Yorgaki” adıyla
Portre: Yorgo Papandreu
Yeşim ÖZTÜRK
23
anılmıştı. Babası gibi etkili
bir siyasetçi olamayacağı söyleniyordu çünkü kimilerine
göre gerekli olan “sert” üsluptan yoksundu. Ancak Dışişleri Bakanlığı döneminde
sakin ve nazik tavrının meyvelerini toplayan Yorgo Papandreu şimdiki seçim propagandasında da aynı üslubu koruyor. Evli ve iki çocuk
babası politikacının gittiği
her yere eşini de götürmesi
ve propaganda yöntemleri,
ABD Başkanı Obama'ya
benzetiliyor. İngilizce'nin
yanı sıra akıcı bir biçimde
İsveçce de ko nu şa bi len
Papandreu, çocukluğundan
beri aldığı siyasi birikimin de
desteğiyle Yunanistan'ın yeni
başbakanı olma iddiasını
sürdürüyor.
Ege'de zeybetiko
1988 ve 1994 yıllarında iki
kere Milli Eğitim ve Diyanet
İşleri Bakanlığı yapan Papandreu, 1999-2004 yılları
arasında yürüttüğü Dışişleri
Bakanlığı döneminde sorunlu konularda izlediği “yapıcı”
politika ile uluslararası alanda adından sıkça söz ettirmişti. Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile uyum içinde yürüttükleri “dostluk
politikası” Türk-Yunan ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmış, iki ülke arasında iyi
komşuluk ve kardeşlik ilişkilerinden bahsedilir olmuştu.
Zira iki bakanın ortak girişimi ve dostluğu, iki halkın da
gözle görülür bir biçimde yakınlaşmasını sağlamıştı. Sorunların çözümü için artık bir
şeyler yapmanın şart olduğunu düşünen İsmail Cem ve
Yorgo Papandreu, geçmişin
getirdiği dayatmaları bir kenara bırakarak iki ülkenin gelecekteki ilişkilerini tesis etmeye odaklanmıştı. Bu yaklaşımın sonuç vermesi ve yaratılan dostluk havası, Yunanis tan hal kı ta ra fın dan
Papandreu'nun başarısı
olarak görülmüş ve takdirle
karşılanmıştı. Ayrıca Papandreu birçok Yunan politikacının cesaret edemeyeceği
şeyi yapmış, Türkiye'nin AB
üyeliğini desteklediğini belirtmiş ve doğal olarak Türkiye'nin de güvenini kazanmıştı.
İsmail Cem ve Yorgo Papandreu'nun girişimleri sadece Türk ve Yunan halkları
tarafından değil dünya kamuoyu tarafından da ilgiyle
izlenmişti. İki bakan 2000
yılında, merkezi New York'ta
bulunan Doğu-Batı Enstitüsü'nce "Yılın Devlet Adamı
Ödülü"ne layık görülmüş, European Voice 2003'te “Yılın
Avrupalıları” arasında Papandreu'yu “Yılın Diplomatı”
olarak göstermiş, Le Monde
gazetesi ise onu “Türk-Yunan
İlişkilerinin Mimarı” olarak nitelendirmişti. Papandreu aynı zamanda barış, demokrasi, insan hakları alanlarında
etkinlik gösteren sivil toplum
kuruluşu Helsinki Yurttaşlar
Meclisi'nin (Helsinki Citizens
Assembly) kurucu üyesi.
Eylül'de Avrupa
Büyük Londra Yangını (2 Eylül 1666)
17. Yüzyıl'ın ikinci yarısı…
Tam da bu vakit, evvela bir
geziye çıkmalı Londra'nın
dar sokaklarında. Ve işte
karşımızda Britanya'nın
kalbi; çatıları çamurla,
samanla karılmış ahşap
evleriyle bir Yeniçağ şehri,
Londra. Evlerde yanan
mumları, şömineli tahta
yapılarıyla ateşe, yangınlara
alışmış bu kenti, çehresini
değiştirecek bir felaket
bekliyordu. Vebayla kıvranan bu kentte fareler ölecekti; felaket felaketi getirecek
ve yine ateş, tıpkı insanlığın
kaderini belirlediği gibi bu
şehrin kaderini de çizmekten
geri durmayacaktı. 1666
yılının 2 Eylül gecesi Thomas
Farriner adında bir kişinin işlettiği ekmek fırınında başlayan yangın, dört gün sürecek
ve Londra'nın yaklaşık beşte
dördünün kül olmasına, bir
enkaza dönüşmesine sebep
olacaktı. 2 Eylül gecesi saat
ikide başlayan yangının gerçek yüzü, yangının başlangıcından altı saat sonra, sabah
sekizde ortaya çıkmıştı. Yangın eski Londra Köprüsü'nün
yarısına kadar ilerlemişti.
Gün boyunca ve bir sonraki
gün de rüzgarın şiddetini arttırmasıyla büyüyen alevler,
Fleet Caddesi, Old Bailey,
Ludgage Hill, Newgate gibi
mahalleleri tamamen küle
çevirdi. St. Paul Katedrali'nin
taş blokları ısıdan patladı;
çatıdaki kurşun malzemeler
ise eriyerek sokak boyunca
lav gibi aktı. İlk gün, Kral II.
Charles, yangının önlenmesi
için bazı evlerin yıkılarak set
şekline getirilmesini emretmişse de dönemin belediye
başkanı olan Thomas Blood
worth bu emri yerine getir-
Pınar Dilan SÖNMEZ
memişti. İnsanların çaresizlik ve korku içinde kaçışları
zaten kısıtlı olan itfaiye araçlarının ve itfaiye ekiplerinin
hareketini engelledi. Dahası, yangının kendiliğinden çıkmadığına, çıkartıldığına dair
söylentiler de bu kargaşayı
sokaklarda beliren ve genellikle yabancıların, Katoliklerin ya da dikkat çekici kişilerin maruz kaldığı bir şiddet
dalgasına dönüştürdü.
Yangının ikinci günü II.
Charles'ın olaya el koyup belediye başkanını görevden
alarak yangınla ilgili yürütü-
lecek çalışmaların başına
kardeşi York dükü II. James'i
getirmesiyle bir dönemeç
yaşandı. II. James, yangın
takımları kurdurdu, bazı
evlerin yıkılarak set haline
getirilmesini sağladı ve
sokaklarda saldırıya uğrama
riski olanları kalabalıkların
hışmından korudu. Üçüncü
gün hem en büyük yıkımın
yaşandığı hem de rüzgarın
şiddetinin durulmaya başladığı gün olmuştu. Dördüncü
gününde kontrol altına
alınan yangında 13 bin 200
ev, 84 kilise ve 44 şirket
binası yok olmuştu. 65 bin
kişi evsiz kalmış, resmi
kayıtlara göre 4 kişi de ölmüştü. Bununla beraber,
İngiliz Yenilenme Dönemi'nin en önemli günlük yazarlarından John Evelyn, ölü
sayısının verilen resmi rakamın çok daha üzerinde olduğunu kaydetmiştir. Olayların
ardından başlayan araştırmalar Fransız bir saat tamircisi olan Robert Hubert'un
yangını kendisinin başlattığına dair itirafına kadar
devam etmiş, sonrasında ise
sular durulmuştu. Bu zavallı,
akli dengesi bozuk adamın
yangının sorumlusu olduğuna kimse inanmamış olsa
da, Hubert idam edildi. An-
cak yangının sorumlusu
Katolikler olarak görülmekteydi. Katolikler olayı takip
eden 150 yıl boyunca bu
sebeple suçlandılar.
Londra halkı için ise yoksulluk ve kaos ortamı sıkıntılı
günler getirdi. Evsiz kalan insanlarda suça yönelim arttı
ve Anglia Campusors hapishanesi mahkumlarla doldu
taştı. Hangi mülkün kime ait
olduğuna dair olan belirsizlikler, şehrin yeniden imarı gibi konular çeşitli sorunlara
sebep olacak olsa da bu yangın 1666 yılından sonra
tekrar kurulacak olan Londra şehrinin alt yapısını oluş-
turdu.
Bir de şimdi keşfe çıkarsak
Londra sokaklarında, artık
geniş caddeler geçerek varırız Thames Nehri kıyısına. Ve
bizi yapılar değil, rıhtımlar
karşılar bu kez. Yangınlara
karşı alınmış önlemlerle inşa
edilir bu harap şehir. Artık ahşap evleriyle, yangınlarıyla
ünlü Londra yoktur; bize taş
ve tuğla yapılar göz kırpar. Ticaret merkezi bu kentte sigortacılık da baş gösterir bu
felaketle. Nihayetinde ahşabın sıcaklığını, güleryüzünü
kaybederek bugünün dünyasına hazırlar kendini bu
şehir.
daha ileri götürerek, deneysel roman alanında dünya
edebiyatında oldukça önemli bir yere sahip oldu. Ancak
Zola'nın ünü, yalnız edebiyat
alanında gerçekleştirdikleriyle bağlantılı değil. Zola'nın
adını çok daha geniş çevrelere duyuran, Fransa'yı ikiye
bölen ünlü Dreyfus Davası'nda sergilediği kararlı ve
cesur duruş oldu. 1894 güzünde patlak veren bu olay,
Paris'teki Alman Askeri
Ataşesi'nin çöp kutusunda,
Fransız ordusuna ait bilgiler
içeren bir not bulunmasıyla
başlıyordu. Bulunan nottaki
yazının Yüzbaşı Dreyfus'a ait
olmadığını gösteren saptamalara ve suçluluk için yeterli delil olmamasına rağ-
Emile Zola (29 Eylül 1902)
2 Nisan 1840 Tarihinde
İtalyan bir babanın ve Fransız bir annenin çocuğu olarak Paris'te doğan, özellikle
babasının ölümünün ardından yokluk ve sıkıntılar içinde büyüyen; fakat 1864'te
Ninon'a Masallar (Les
Contes a Ninon), 1867'de
Therese Raquin ve çeşitli
gazetelerdeki edebiyat eleş-
tirileriyle tanınmaya başlayan Emile Zola, kalemiyle
yaşamış ve var olmuş bir
yazardı. Doğa bilimlerinin,
özellikle de Darwinci doğa
anlayışının ilke ve yöntemlerinin edebiyata uyarlanmasıy la geliştirilmiş olan
Natüralizm ya da Doğacılık
yaklaşımının öncüsü olan
Zola, gerçekçilik düşüncesini
ATAUM
e-bülten
men, Yahudi yüzbaşının Alman casusu olduğuna dair
iddialar kısa sürede yayılmış
ve bu, basına da sızdırılmıştı.
Düzenlenen sahte belgeler
ve önyargılarla oluşturulan
raporlar sonucu görevinden
alın Dreyfus, ömür boyu
hapse mahkûm edilerek,
Şeytan Adası'na gönderilmişti. Olay gündeme geldiğinde İtalya'da olan Zola,
davadan ancak Paris'e
döndüğünde haberdar olabilmişti. 1897 yılında Le
Figaro'da yayınlanan "Gerçek Yürüyor, Onu Kimse
Durduramaz” adlı yazısıyla
davaya yönelik ilk eleştirisini
yapan yazar, bundan sonraki
dönemde farklı taraflardan
gelen tüm ırkçı ve bağnazca
suçlamaların karşısında durabilme cesaretini göstermişti: Yeri gelince Dreyfusçuları Yahudi örgütü kurmakla
suçlayan ve “Yahudiliği” ön
plana çıkaran şoven basına
karşı kalemiyle savaşan
Zola, yeri gelince de Dreyfus
kar şı tı gösteriler yapan
“Devrimci” Fransız halkının
gençlerini “biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz”
diyerek uyarabilmiştir. Hatta
Cumhurbaşkanı`na açık
mektup yazarak suçlamıştır
EYLÜL 2009
onu, “Suçluyorum” adlı
yazısında. Dreyfus hapis
hayatı yaşarken, davanın
gerçek suçlusu biliniyor ve
buna rağmen gerçek suçlu
temize çıkarılıyordu; gerçeğin saklanmasını, ordunun
şerefinin korunması sanarak
yanılan Fransız yönetimi ve
şoven basın, bizzat cumhuriyet karşıtı tavır takınıyor ve
beraberinde Almanya'ya
karşı intikam duygusunu ve
Yahudi aleyhtarlığını körükleyerek Fransız halkını nefrete ve şiddete sürüklüyordu.
Tüm bunları açıkça dile
getiren Zola'nın özellikle
“Suçluyorum” adlı eleştirisi
bir dönüm noktası olmuş,
hem Dreyfus taraftarlarının
artmasına hem de karşıtların
daha da öfkelenmesine
sebep olmuştu. Nihayetinde
Zola'ya çıkan fatura 1 yıllık
mahkûmiyet ve 3 bin Franklık para cezasıydı. Baskılar
üzerine yazar, İngiltere'ye
sığınmış, Dreyfus'un tekrar
yargılanması kararı çıkana
kadar İngiltere'de kalmıştı.
Tekrar yargılanma sürecinin
başlamasıyla ülkeye geri
dönen yazarın, hiç tanımadığı ama hakkını savunduğu
Dreyfus için umutlu bekleyişi
hüsranla sonuçlanmıştı. Bek-
lenen sonuç, yani Dreyfus'un
aklanması ancak 1906'da
yeniden yargılanmasıyla
mümkün olacaktı fakat yazık
ki Zola, 1902 yılının Eylül
ayında duman zehirlenmesinden ölecekti.
Natüralizmin öncüsü ve kurucusu… Bağnazlığa ve hak-
Gökkuşağı Savaşçısı (22 Eylül 1985)
Soğuk Savaş yıllarını niteleyen en önemli şey, belki de
nükleer silahlar ve bu alandaki yarıştı. Silahlanma yarışı dünyayı yalnız siyasi ve ekonomik boyutlarda değil ekolojik anlamda da etkiliyor ve
tehdit ediyordu. Dünyanın
pek çok yerinde, hatta uzayda yapılan nükleer denemeler, ekolojik dengenin sarsılmasına sebep olmaktaydı.
İşte Greenpeace ya da diğer
adıyla “Yeşil Barış” nükleerden arındırılmış, barışın hâkim olduğu ve ekolojik dengenin korunduğu bir dünyanın özlemiyle, nükleer denemeleri protesto etmek
amacıyla 15 Eylül 1971'de
Kanada'da kurulmuştu.
1980'li yıllarda Atom Enerjisi
Komisyonu tarafından
geliştirilen M4 SLBM nükleer
silah başlıkları Maruroa'da
toprak altında denenmeye
başlanmış; 1985 yılında
harekete geçen Greenpeace
eylemcileri ise Fransa'nın
Güney Pasifik'teki nükleer
denemelerini protesto etmek amacıyla Yeni Zelanda'nın Auckland limanında
hazırlıklara girişmişlerdi.
1955 yılında bir balıkçı
teknesi olarak yapılmış olan
ve 1978 yılında Greenpeace
gönüllüleri tarafından onarılarak tekrar suya indirilen
Rainbow Warrior (Gökkuşağı
Savaşçısı) ise Fransa'ya karşı
yapılacak bu eylemde, ya da
kendi deyimleriyle "tanık
olma"da baş rolü oynayacaktı. Peki neden Gökkuşağı
Savaşçısı demişlerdi bu
gemiye? Gemi bu ismi Kuzey
Amerika yerlilerine ait bir
efsaneden alıyordu. Efsaneye göre, insanların açgözlülü ğü nün sonucu olarak
dünyada yaşamın sona
ermeye yakın olduğu, bitki
ve hayvanların büyük boyutlarda ölmeye başladığı bir
zaman gelecekti. Böyle bir
zamanda Kızılderililer, tüm
uluslardan, her renkten ve
her inançtan insanları dünyayı kurtarmak için birleştirecek olan savaşçıları çağıracaklardı. Ve işte Kızılderililerin dünyayı yok olmaktan
kurtaracak bu savaşçılara
verdiği isim de: 'Gökkuşağı
Savaşçıları'ydı.
Fakat yazık ki Greenpeace'in
ilk Gökkuşağı Savaşçısı 10
Temmuz 1985 tarihinde
Moruroa'da Fransız gizli
servisi tarafından bombalandı. Tamamen devlet eliyle
gerçekleşen ve mürettebattan bir kişinin (Fernando
Pereira) hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan bu bombalama olayı, ilk elde Fransız
resmi makamlarınca reddedilmiş olsa da Alain Mafart
ve Dominique Prieur adlı iki
gizli servis ajanının Yeni
Zelanda polisleri tarafından
tutuklanması üzerine gerçek
daha fazla saklanamamış ve
Fransa devleti, bombalamanın sorumlusu olduğunu 22
Eylül 1985'te kabul etmek
zorunda kalmıştı. Bu olay,
aynı zamanda Fransa ile
Eylül`de Avrupa
Pınar Dilan SÖNMEZ
25
sızlıklara karşı savaşan bir aydın… Gerçeğin ve adaletin
peşinde bir yurttaş… Kalemi
eline her alışında gerçek olan hayaller yaratmış, gerçek
ama hayali kahramanlarıyla
yaşayan bir yazar: Emile
Zola.
Yeni Zelanda arasında bir
ihtilafın doğmasına da
sebep oldu. Fransa'ya göre,
Greenpeace düşmanca
emellerle yasadışı olarak
Fransa'nın kontrolü altındaki
bir bölgeye girmiş ve Yeni
Zelanda da ona destek
olmuş, olanak sağlamıştı.
Her iki ülke arasında gerçekleşen diplomatik görüşmelerden bir netice çıkmayınca
BM'ye
gidilmesine karar
verilmişti. Neticede Fransa'nın gemiyi bombalaması
uluslararası barış ve güvenliği öngören BM misakına da
aykırı bir hareket olduğu için
her ne kadar ileride yine bir
dizi deneme gerçekleşecekse de Fransa'nın bu yıllarda,
Pasifik'te gerçekleştirdiği nükleer denemeler durduruldu
ve 1987 yılında Fransız hükümeti uluslararası alandaki
baskıyla da Greenpeace'e
8.16 milyon dolar tazminat
ödedi. 1985 yılında yaşanan
bu olaydan sonra Greenpeace'in yeni sloganı "Gökkuşağını
batıramazsınız"
oldu ve ilk gökkuşağı savaşçısının yerini, onun dümeninin ve çanının kullanıldığı,
1989'da suya indirilen ikinci
b i r R a i n b o w Wa r r i o r
(Gökkuşağı Savaşçısı) aldı.
Rainbow Warrior'un en çok
ses getiren eylemleri ise
nükleer denemelere karşı
yaptığı eylemler olmuştu.
BASINDA TÜRKİYE - AB
İLİŞKİLERİNİN 50 YILI
2 Eylül 1971'de Milliyet gazetesinin ilk sayfasında yayınlanan bu haber,
ATAUM tarafından düzenlenen “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ başlıklı sergiden alınmıştır.
Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut
gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden
halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri
bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki
algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler
konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için...
Türkiye Cumhuriyeti
Hükümet Programlarında
Avrupa Birliği
Satı KILIÇ KAYMAK
30. Hükümet (I. Süleyman Demirel Hükümeti / 27.10.1965-03.11.1969)
“Türkiye'nin bugün katılmış
olduğu GAAT “Milletlerarası
Ticaret ve Tarifeler Andlaşması” Milletlerarası Para
Fonu, Avrupa İktisâdi Kalkınma Teşkilâtı “OECD” Ortak
Pazar gibi kuruluş ve müesseselerin ana hedefleri, milletimizin iktisâdi alanda diğer memleketlerle en geniş
hacımda iktisâdi işbirliğinde
bulunmasını öngörmektedir.
İktisâdi gelişme hızlandıkça
yabancı sermaye hareketlerinde, hudutlararasında daha geniş şekilde cereyan
etmektedir. Binâenaleyh
memleketimizde bazı çevrelerin tahrik etmeye çalıştıkları, yabancı sermaye aleyhtarlığı, ne kısa vadeli kalkınma hamlelerimiz, ne de uzun
vadeli olarak katılmaya
hazırlandığımız Ortak Pazar
gibi milletlerarası iktisâdi
birliklerin kuruluş hedefleriyle bağdaşabilir.
Bugün dünyada kalkınma hızı ve refah seviyesi itibariyle
en dinamik bölge haline gelen Ortak Pazar camiasına,
tam olarak katılabilmemiz
için istihsâl organizasyonu
ve sanayiimizin süratli bir
bünye değişikliği geçirmesi
gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz intikal devresinde sanayiimizin standartlar ve maliyet seviyesi bakımından, ortaklık camiası
içinde rekabete başarı ile dayanabilecek hale getirmek
için gerekli tedbirler alınacaktır. Ucuz hammadde ve iş
gücü gibi, nispi avantajlara
sahip olduğumuz endüstri
alanlarını süratle geliştirip,
Ortak Pazar memleketleriyle
olan ihracatımızın geliştirilmesine çalışılacaktır. Tarım
ürünleri ve diğer hammadde
ihracatımızın Ortak Pazar'daki evsaf ve standartlara uygun bir şekilde üretimi
ve pazarlanması imkânları
bulunacaktır.
Türkiye, başka alanlarda da
birçok bölgesel vasıfta
teşekkülü üyesi bulunmaktadır. Ekonomik İşbirliği ve
Gelişme Teşkilâtının ve
Avrupa Konseyinin üyesi bulunuyoruz. Avrupa Ekonomik
Topluluğunun ortak üyesiyiz.
İran ve Pakistan ile “Kalkın
ma İçin Bölgesel İşbirliği
Teşkilâtı”nı kurmuş bulunuyoruz. Bütün bu teşekküllerin
fâaliyetlerine ya pı cı bir
şekilde katılmaya ve bunlar
içindeki işbirliğini karşılıklı
bir tesanüd zihniyeti
içinde geliştirmeye mecburuz.
Birleşik Amerika, Kanada ve
Batı Avrupa memleketleri ile
münâsebetlerimiz yakın bir
dostluk ve işbirliğine dayanmaktadır. Bu Devletlerin büyük bir kısmı ile ekonomik
kalkınmamız için Türkiye'ye
yardım konsorsiyomu içinde
verimli bir işbirliği yapmaktayız. Bir kısmı ise, ortak-üye
olduğumuz Avrupa Ekonomik Topluluğunu vücuda
getirmektedir. Bütün bu
devletler ile çeşitli bağlarımız
dolayısıyla onlarla ilişkilerimizi en ileri seviyede tutmaya çalışacağımız tabiidir.”
31. Hükümet (II. Süleyman Demirel Hükümeti / 03.11.1969–06.03.1970)
“Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki ortaklığı; milli menfaatlerimize
ve plan hedeflerimize uygun
bir yol olarak kabul ediyoruz.
Geleneksel dış siyasetimizin
gereklerine de cevap veren
bu ortaklığın yurdumuzun iktisadi ve sosyal alanlarda aynı zamanda da hürriyet içinde süratle kalkınması için elverişli bir ortam tesis edece-
ğine inanmaktayız.
tedbirleri bize sağlayacak
Halen bu ortaklığın Geçiş Dö- olan bir sonuca süratle
nemine giriş müzakerelerini; varmaya çalışmaktayız.”
bu inançla ve olumlu bir şekilde yürütmekte ve menfaatlerimize en uygun vasıta ve
32. Hükümet (III. Süleyman Demirel Hükümeti / 06.03.1970–26.03.1971)
“Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklığımız yeni bir dönemin eşiğine varmış bulunmaktadır. Ekonomik, sosyal
ve politik önemi gün geçtikçe
kıymet kazanan bu ortaklığın, menfaatlerimize en uygun şekilde geliştirilmesinin
gayreti içindeyiz.
Bu anlayışla yürütmekte olduğumuz Geçiş Dönemine
giriş müzakerelerini müspet
sonuçlara bağlamayı ümit
ediyoruz ve ulaşacağımız bu
ileri merhalenin olumlu şartlar içinde ekonomimizin kazanacağı yeni dinamizmin
kal kın ma gayretlerimize
önemli katkılarda bulunacağına inanıyoruz.
Ülkemizin geleceğini büyük
ölçüde ilgilendiren ortaklığımızı tam bir başarıya ulaştırmak üzere İktidar olarak
gösteregeldiğimiz her türlü
gayrete devamla, Kalkınma
Planımız çerçevesinde, sa-
nayiimizin ve tarımımızın geçiş döneminin şartlarına süratle ve kolaylıkla intibakını
sağlamak için, ekonomik,
mali ve idari alanlarda gerekli olan tedbirleri almaya
kararlıyız.”
33. Hükümet (I. Nihat Erim Hükümeti / 26.03.1971-11.12.1971)
“Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık ilişkilerimiz
1963 yılında kurulmuştur.
Geçiş dönemi kapsamını tes-
pit eden belgeler 23 Kasım
1970 de imzalanmıştır. Bu
belgeler ve yürürlüğe girmeleri ile ilgili işlem bazı eleşti-
rilere uğradı. Bunlardan hak- öngörülen imkânlar çerçelı olanların incelenmesine ve vesinde süratle iyileştirilmekapsadıkları konuların uygu- sine çalışılacaktır.”
lama sırasında anlaşmada
34. Hükümet (II. Nihat Erim Hükümeti / 11.12.1971–22.05.1972)
“Avrupa ekonomik topluluğu ile ortaklığımızın geçiş döneminde uygulanacak belgelerin onaylanmasına ilişkin kanun tasarısı 22 Temmuz 1971 tarihinde Yüce
Meclislerce kabul edilmiş ve
katma protokolün ticari hükümleri de 1 Eylül 1971 tarihinde geçici anlaşma ile yürürlüğe konulmuştur. Bu bel-
gelere yurdumuz bakımından elverişli imkânlar eklenmesi yolunda girişimler yapılmış ve ilk olumlu sonuçlar
alınmıştır. Anlaşmalarda öngörülen imkânlar çerçevesinde aynı yönde çalışmalar
sürdürülmektedir. Toplulukların genişlemesi ve genel
preferanslar çerçevesinde
bu çalışmalarımızın somut-
laştırılmasına gayret gösterilecektir.
Avrupa toplulukları ile ilişkilerimizi 1963 Ankara Anlaşmasında yer alan amaçlara
ulaşacak şekilde geliştirmek
azmindeyiz. Bu çerçevede iç
planda da gerekli tedbirleri
süratle ele almak ve kalkınma gayretlerimize buna göre
yön vermek durumundayız.
Ortak Pazara tam üye olmadan önce, katma protokolde
ve diğer anlaşmalarda milli
sanayimizin gelişmesine engel olacak mahiyette uygulamalarla karşılaşılmaması
için gerektiğinde karşılıklı
müzakerelerle ayarlamalar
yoluna gidilecektir.”
35. Hükümet (Ferit Melen Hükümeti / 22.05.1972–15.04.1973)
“Sanayileşmemizde benimseyeceğimiz prensip içe değil
dışa dönük olmaktır. Uluslararası şartlara uygun rekabet
gücüne sahip sıhhatli bir sanayileşmeyi gerçekleştirmek
zorundayız. Bu bakımdan
mevcut veya yeniden kurulacak sanayiimizin uluslararası
ve özellikle Avrupa Ekonomik Topluluğu şartlarına
intibakını kolaylaştıracak
tedbirleri alacağız.
Türkiye Avrupalılararası örgütlere daha kuruluşundan
beri iyi niyetle, yapıcı ve gerçekçi bir tutumla katılmıştır.
Bu arada Avrupa Ekonomik
Topluluğu ile ortaklığımıza
büyük önem vermekteyiz. Ortaklığımıza ilişkin şartların
Altı'ların On'lar haline dö-
nüşmemesi nedeniyle meydana gelen yeni duruma en
iyi bir şekilde intibak ettirilmesi hususunda özel bir dikkat ve itina göstereceğiz. Ortak Pazar'a tam üye olmadan
önce Katma Protokolde ve
diğer anlaşmalarda milli
sanayimizin gelişmesine engel olacak mahiyette uygulamalarla karşılaşılmaması
için girişilmiş olan müzakerelere devam olunacaktır. Ayrıca genişletilmiş topluluğun
siyasi alanda da bütünleşmeye gitmek yolundaki eğilim ve girişimlerini, dikkatle
değerlendirerek memleketimizin yüksek menfaatlerinin
ge rek ti re ce ği tedbir ve
kararlar üzerinde önemle
duracağız.”
BENİM
AVRUPAM
EYLÜL 2009
Avrupa Birliği'ni
Nasıl Bilirsiniz?
Fikret Başkaya
Şimdilerde toplumun farklı
kesimleri farklı saiklarla Avrupa Birliği'ne katılmak istiyor. Her zaman olduğu gibi
kimse halka sormayı, bir referandumla durumu netleştirmeyi istemiyor. Elbette
“kamuoyu” denilen de kolaylıkla manipüle edilen bir
şey ve ediliyor. Ekseri gözden
kaçan bir şey de ideoloji deme mek i çin “kamuoyu”
dendiğidir... Referandum demokratik bir araç gibi görünse de demokratik olmayan
bir ortamda beklenen sonucu vereceğine dair bir kesinlik yoktur. Kaldı ki bu ülkede
öyle bir anlayış ve gelenek
y o k . Ya p ı l a n h e r ş e y
“halkımızın ve devletimizin
iyiliği için” yapıldığına göre...
İşsizler iş bulma umuduyla,
köylüler ürettiklerini daha iyi
değerlendireceklerini sanarak, seksen yıldır bürokratik
oligarşiden ve vesayetten
muzdarip Müslüman kesim
baskıdan kurtulma umuduyla, Kürtler “demokratik” Avrupa standartlarının koruması altında nefes alabilecekleri beklentisiyle, halktan
ve kendilerinden umudunu
kesen bir kısım aydın da
Türkiye’nin demokratikleşmesinin başkaca bir yolu olmadığını düşündüğü için, tuhaf ama solun bir kesimi veya kendilerinin ve başkalarının “sol” saydığı-sandığı kesim de AB’ye girildiğinde
Türkiye’nin sosyalizme biraz
daha yaklaşacağı sanısıyla...
Kimse nereye girildiğini sorun etmiyor. "Girilmek istenen yer nasıl bir yerdir?" sorusu hiçbir zaman sorulmuyor. AB’nin a priori muasır medeniyet seviyesinin cisimleşmişi, muasır medeniyetin timsali ve kendisi sayıl-
dığı koşullarda, AB’ye karşı kuları kendileriyle ilgili. Bu
çıkmak büyük cüret gerekti- yüzden bir şeye aynı anda
ren bir şeydir... Bir başka tu- karşı olmak aynı safta olmak
haflık da kapitalizm, emper- demek değildir. İnsanlar
yalizm, kolonyalizm hakkın- farklı gerekçelerle aynı şeye
da bilinç açıklığına sahip ve- karşı çıktıklarında aralarında
ya öyle olması gereken, bir “ortaklık” veya “hedef
AB’nin aslında kimin birliği birliği” olması gerekmez.
olduğunu bilen/bilmesi ge- Asıl önemli olan da karşı olareken Marksist sol ile ülkenin nın neden karşı olduğudur.
kaderini elinde tutan, benim Zira neden karşı olunduğuyasıl devlet partisi dediğim, la neden yana olunduğu
şimdilerde ulusalcılar deni- arasında bir bütünlük vardır.
len ayrıcalıklı bürokratik elit Bir şeyden yana olmaktaki or[militer ve “sivil” bürokrasi- taklık, bir şeye karşı olmaknin yüksekleri] ve çevresinin taki benzerlikten çok daha
AB’ye karşıtlıkta aynı safta önemlidir... Ulusalcı denilen
yer almaları... Bu durumun kesim kapitalizmi sorun etkafa karışıklığı yaratması ka- miyor, o tarakta bezi yok. Kaçınılmaz. Nasıl oluyor da ken- pitalizmle sorunu olmayanın
dilerini memleketin sahibi sa- emperyalizm diye bir sorunu
yan, varlıkları demokrasinin olması mümkün değildir...
ve özgürlüğün yokluğuna en- Aslında egemenler bloğundeksli [ulusalcı denilen] ege- da ne istediğini, yapılmak ismen bürokratik klik ve çevre- tenenin ne anlama geldiğini
siyle Marksist sol aynı saftay- bilen bir tek kesim var: Büyük
mış gibi görünüyor? Esasen sermaye. Fakat sermayenin
bu iki kesim arasında şöyle te- küçüğü de büyüğe dâhil. Ekmel bir fark var: Marksist sol seri sanıldığı gibi sermayekapitalizmin ne olduğunu, nin farklı kesimleri arasında
AB’nin baştan itibaren başta Çin Seddi yoktur ve bu serişçi sınıfı olmak üzere emekçi mayenin karakterinin sonusınıflara düşman, sosyaliz- cu dur. Ser ma ye çok tan
min önünü kesmek üzere ta- AB’nin içinde ve orada olsarlanmış bir Amerikan makta çıkarı var, zira birincisi
[Atlantik] projesi, dolayısıyla zaten küresel büyük sermaemperyalist bir birlik olduğu- yenin bir parçası; ikincisi, sernu bildiği için AB’ye karşıy- maye demek pazar demekken [karşı olması gerekir- tir. Hiçbir sermaye grubu
ken], şimdilerde “ulusalcı” 500 milyonluk “zenginler”
denilen asıl devlet partisi ve pazarının dışında kalmak isçevresi ise AB’nin bazı burju- temez. O halde dört kesimva standartlarının kendi ikti- den söz etmek mümkün. Ne
darlarını, ayrıcalıklarını, sal- istediğini bilmeyen, oynanan
tanatlarını, velhasıl statüleri- oyundan habersiz olanlar
ni sarsma istidadı taşıdığı, he- [bir bütün olarak emekçi sısap verebilir duruma gelme- nıflar cephesi] ki bunlara kenleri muhtemel olduğu için dinden ve halktan umudunu
AB’ye karşılar. Bunlar, sek- kesmiş aralarında kendilerisen yıllık çiftliklerine başka- ni solcu-sosyalist sayan
larının burnunu sokmasın- “rafine” aydınları da dâhil etdan, ayak takımının sınırlı da mek mümkündür; statülerinolsa sürece dâhil olmasın- den, ayrıcalıklarından olma
dan korkuyorlar...
korkusuna ve telaşına kapılNetice
itibariyle
memleketin mış “ulusalcılar” da denilen
Mehmet
HASGÜLER
sahiplerinin kaygıları ve kor- memleketin sahipleri cephe-
ATAUM
e-bülten
si, memleketin sahiplerinin
sultasından kurtulmak isteyen geniş Müslüman kitleyi
manipüle eden “yeni yetme
kapitalistler” veya “Anadolu
sermayesi”, nihayet AB’nin
büyük sermayenin imparatorluğu olduğundan haberdar dar bir Marksist sol.
Öyleyse sorun nedir? Nasıl
ele alınmalı, tartışılmalı ve
anlaşılmalıdır? Zira çoktandır AB’ye dair bir dizi tevatür
üretilmiş durumda... İşte
AB’nin bir bolluk ve refah
cenneti olduğu, demokrasinin ve özgürlüklerin timsali
olduğu, bir barış adası, dünya barışının güvencesi olduğu, velhasıl ulaşılması gereken yegane “üstün” uygarlık
modeli veya muasır medeniyetin timsali olduğu, vb....
Bilimsel-entelektüel faaliyetin gerçekten bilimsellik ve
entelektüellik iddiasında bulunabilmesinin koşulu, onun
retorikle realite, söylemle
gerçek, görüntüyle öz arasındaki uyumsuzluğu teşhir
edebilme yeteneğine bağlıdır. Aksi halde bizzat bilim denilenin bir dokunulmazlık zırhının arkasına gizlenerek,
varlık nedenine yabancılaşması kaçınılmazdır.
Ne yazık ki şimdilerde bilim
denilip yüceltilen bilimsel etkinliğin manzarası parlak değil. Nasıl sorusu, neden sorusunun önüne geçmiş durumda ki bu durum realitenin anlaşılması bakımından
sorun yaratma istidadı taşıyor. Bilimsellik alanı kapitalist metalaşma saldırısından
muaf veya aynı anlama gelmek üzere şerbetli değil...
AB’ye dair tevatür edilenle
gerçek durum arasındaki
uyumsuzluğu teşhir edip, bilince çıkarmak için bir dizi sorunun cevaplandırılması gerekiyor: AB projesinin arkasında kim [kimler] vardı? Projenin asıl amacı ve misyonu
ne idi? AB daha şimdiden
olmuş-bitmiş bir şey sayılabilir mi? AB’nin bir geleceği
var mı? Böyle bir birliğin başta birlik üyesi ülkelerin
emekçi sınıfları olmak üzere
dünyanın ezilen halklarına,
sömürülen sınıflarına, yeryüzünün lânetlilerine teklif
edebileceği bir şey var mıdır? Birliğe dahil olmak [tam
üyelik] nihai kurtuluş anlamına gelir mi? “Sosyal
Avrupa” ve ya “işçilerin
Avrupa'sı” söyleminin bir
kıymet-i harbiyesi, gerçek
dünyada bir karşılığı var
mıdır?..
AB bir Amerikan projesidir [Atlantik projesi] veya Avrupa ve ABD büyük
sermayesinin projesidir
Her ne kadar AB’nin temelinin 1957'de Roma Anlaşması'yla atıldığı bilinse de asıl temel atma tarihi NATO’nun
kurulduğu 1949'dur. Bugü-
EYLÜL 2009
nün AB’sinin temeli Roma’da
değil, Washington’da atıldı.
İkinci emperyalistler arası savaşın sonunda Avrupa’nın
doğusu Sovyetler Birliği'nin
etkisi altına girmiş, batısı da
savaşta büyük kan kaybına
uğramıştı. Emperyalist savaştan prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği, Batı
Avrupa’nın yoksulluk ve sefaletle boğuşan işçi sınıfı ve
emekçi halk kitlelerinin gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Üstelik bazı ülkelerde [Fransa, İtalya] güçlü
komünist partileri vardı. İşte
AB projesi böyle bir “kritik tarihsel anda” gündeme gelmiş, küreselleşme yolundaki
Amerikan ve Batı Avrupa sermayesinin imdadına yetişmişti. Bu yüzden AB projesi
baştan itibaren büyük sermayenin projesiydi. 1947'de
CIA Avrupa’daki durumla ilgili politik ve ekonomik mahiyette olmak üzere iki
“tehlikeyi” haber veriyordu.
Ekonomik mahiyetteki sorun, Batı Avrupa’da ekonomik bir çöküşün ABD’nin
“güvenliği” açısından arz ettiği tehlikeydi. Kaygılandıran
da komünist unsurların iktidarı ele geçirmesi ihtimaliydi... Söz konusu ikili tehlikeyi
bertaraf etmek üzere Marshall Planı devreye sokuldu.
Ekseri sanıldığı gibi “ Marshall Yardımı” olarak bilinen
asla “insanî kaygılarla” gündeme gelmiş değildi. Gelmesi de zaten mümkün değildir. Hegemonik-emperyalist ABD’nin insanî kaygılarla hareket ettiğini düşünmek abesle iştigal etmektir.
Planın amacı çökme riski altındaki Batı Avrupa rejimlerini “ayağa kaldırmaktı”, ama
yardımın şartları vardı: 4 Mayıs 1947'de Fransa’da, 13
Mayıs 1947'de İtalya’da ve
aynı ayın sonlarına doğru
Belçika’da komünist bakanlar hükümetten kovuldu... Bu
operasyonun hemen sonrasında da [5 Haziran 1947]
Marshall Planı ilân edildi...
Planın amacı Amerikan dolarının egemenliği altında Avrupa ekonomilerini bütünleştirmekti. Elbette planın
başka amaçları da vardı:
ABD ekonomisini 1948-49
krizinden kurtarmak, savaşta zayıf düşen Avrupa kapitalizmini düzlüğe çıkarmak, Batı Avrupa’daki sol hareketi etkisizleştirmek, Amerikan sermayesinin Batı Avrupa'ya nüfuz etmesinin koşullarını
yaratmak... Bunun anlamı
Batı Avrupa ekonomilerinin
yönünü Atlantik'in öteki yakasına çevirmekti. Marshall
Planı etkisini göstermekte gecikmedi: 1948-1951 döneminde dış yatırımlar ikiye,
ABD’ye transfer edilen kâr
da yaklaşık üçe katlandı.
Ekseri tevatür edildiği gibi AB
iki kutup arasında [ABD ve
Sovyetler Birliği] bağımsız bir
güç odağı oluşturmak üzere
gündeme gelmedi, ABD’nin
bir vasali olarak tasarlandı
ve öylece yoluna devam etti.
Esasen AB projesi temel bir
tespite dayanıyordu: Doğası
gereği küreselleşmek zorunda olan kapitalizm [sermaye]
her bir kapitalist ülkenin dar
sınırlarına hapsedilemezdi.
Dolayısıyla AB projesi büyük
sermayenin her seferinde genişleyen pazar ihtiyacının bir
gereği olarak gündeme gelmişti. Dönemin medyası 160
milyonluk “büyük Pazar”dan
söz ediyordu. Fransız Pathé
Journal’in 3 Temmuz 1957
nüshasında “Neden bir Avrupa Ortak Pazarı?” sorusunun cevabı şöyle veriliyordu:
“Çünkü modern ekonomi,
hayati önemde geniş alanlar
gerektirir [...] İç gümrükler
tasfiye edilerek, Avrupa dünya ekonomisi ölçeğinde 160
milyon tüketiciden oluşan bir
pazara dönüşüyor. Bu verimliliğe, tam istihdama ve ancak geniş pazarların mümkün kıldığı işletmelerin modernizasyonuna açılan yoldur." Roma Antlaşması 25
Mart 1957'de imzalandı. O
tarihten sonra Batı Avrupa ekonomilerinin bütünleşmesi
hızlandı. Anlaşmaya göre 1
Temmuz 1968’den itibaren
sanayi ürünlerine konan
gümrük vergileri tümden kaldırılacaktı. İzleyen yıllarda
başka alanlarda da [tarım ve
ticaret politikaları] ortak politika gündeme gelecekti.
Mallar, insanlar, sermaye ve
hizmetlerin serbest dolaşımı
sağlanacak, sermayenin önü
sonuna kadar açılacak, pazar genişleyecekti. Bunları
politik-bürokratik kurumsal
yapıların oluşturulması izleyecekti: Avrupa Komisyonu,
Bakanlar Konseyi ve Avrupa
Par la men to su üçlüsü...
ABD’nin belirleyici olduğu ve
büyük sermayenin önünü açmak üzere oluşturulan ve
Avrupa’yı Amerika’nın vasali
statüsüne indirgeyen bu projeye kayda değer yegâne itiraz General De Gaulle’den
gelmişti. Fransa'nın o dönemde devlet başkanı olan
De Gaulle, her ne kadar Roma Antlaşması'nın liberal karakterine itiraz etmese de
ABD vasali bir Avrupa yerine,
Avrupalılar için Avrupa’dan
yanaydı. Avrupa’nın hem
ekonomik hem de politik
planda etkin bir güç odağı,
dünya siyasetinin belirleyici
bir aktörü olmasından yanaydı. Bu yüzden ABD’nin
tam bir Truva atı dediği
İngiltere’yi AB dışında tutmakta ısrarlıydı. Avrupa'nın
ABD’nin bir tür “serbest bölgesi” haline geldiğinin bilincinde olan bir devlet ve siyaset adamıydı. De Gaulle’ ün
Benim Avrupam
Fikret BAŞKAYA
29
önerdiği proje destek görmedi. Batı Avrupa büyük sermayesi tercihini serbest ticaretten ve Atlantik'ten yana
yaptı ve o tarihten sonra bağımsız bir Avrupa perspektifi
hiçbir zaman gündeme gelmeyecek, AB’nin rotası bütünüyle ABD’nin etki alanına girip Soğuk Savaş'a endekslenecekti...
Maastricht Anlaşması'yla AB
projesinin sınırsız bir piyasa
ekonomisi tercihinden başka
bir şey olmadığı tartışmasız
bir şekilde ortaya çıktı. Esasen AB’nin ilk bileşenlerinin
tamamı eski kolonyalist güçlerdir. İlk kolonyalistler
İspanya ve Portekiz; büyük
kolonyalist imparatorluklar
İngiltere, Fransa, Belçika,
Hollanda; sofraya geç dâhil
olanlar Almanya ve İtalya...
Bu kolonyalist güçlerin “eski”
kolonileriyle ilişkilerinin mahi ye ti de ko lo ni zas yo na
[kolonyalizmin doğrudan veya “klasik” versiyonunun tasfiyesi anlamında] rağmen
özü itibariyle değişmedi. Bu
yüzden kolonyalizmin tasfiye
e dil di ği söy le mi nin bir
kıymet-i harbiyesi yok. Velhasıl emperyalizm cephesinde de yeni bir şey yok. Sadece Avrupa’nın kolonyalistemperyalist devletleri kendi
aralarındaki çatışmaya son
verip ABD’nin şemsiyesi altına girmeye razı olarak, kolektif emperyalizmin üç bileşeninden biri olmaya [diğer ikisi ABD ve Japonya], vasalleşmeye razı oldular. Bir dizi
insanî söyleme rağmen,
Avrupa'nın dünyanın geri kalanıyla ilişkileri yeni bir görüntü altında kaldığı yerden
devam etti. Aslında AB’nin
şimdilerde Güney denilen
Üçüncü Dün ya ül ke le ri
emekçi sınıflarına, bu arada
Avrupa'daki işçi ve emekçilere karşı büyük sermayenin [küresel plütokrasinin] tam bir
ortak cephesi olduğunu söylemek abartma değildir. Avrupa Birliği'nin genişlemesi,
birliğe dâhil ülke sayısının önce İrlanda, İngiltere ve
Danimarka’yla 6’dan 9’a, daha sonra 12’ye, şimdilerde
27’ye çıkması sermayenin
pazar ihtiyacının bir gereğidir. AB’nin her genişlemesi
“olumlu bir şey” olarak sunuluyor, oysa her genişlemenin işçilerin ve bir bütün olarak emekçi sınıfların aleyhine olduğunu görmek için
“uzman” olmak gerekmiyor.
Demokrasinin Timsali
Baştan itibaren Avrupa Birliği düşüncesinin ve oluşumunun gerisinde şu tespit vardı:
Ekonominin ulusal pazarların dar sınırları dâhilinde büyümesi mümkün değildir. Elbette asıl söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Dolayısıyla Avrupa Birliği, küreselleşen ve küreselleşmek zo-
Benim Avrupam
30 Fikret BAŞKAYA
runda olan kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere gündeme gelmişti. Oysa
gerçek anlamda bir Avrupa
Birliği’nin kapitalizm koşulla rın da, üs te lik ultraliberalizmin geçer akçe olduğu koşullarda gerçekleşmesi mümkün değildir. Netice itibariyle AB, bir kapitalistler kulübüdür ki orada belirleyici olan halkların iradesi
değil, büyük bankalar ve AB
üyesi devletlerin büyük çokuluslu şirketleridir. Retoriğin aksine AB’nin tarihindeki
hiçbir kritik aşamada [Ortak
Pazar, Tek Pazar, Maastricth
Anlaşması, Tek Para –Euro-,
Avrupa Birliği Anayasası, Lizbon Antlaşması, vb...] halk
iradesinin gerçek anlamda
bir dahli olmadı. Tam tersine
birbirini izleyen söz konusu
aşamalar, emekçi sınıflar lehine kazanılmış sosyal ve demokratik mevzilerin aşındırılması demeye geliyordu. Yegâne amacı ve varlık nedeni,
kârı, dolayısıyla sermayeyi
büyütmek olan kapitalistemperyalist bir birliğin demokratiklik iddiasının hiçbir
kıymet-i harbiyesi olamaz, nitekim yoktur. Fanatik piyasacılıkla malul ve liberal virüs
tarafından zehirlenmiş bir
oluşumun emekçi halk çoğunluğuna teklif edebileceği
bir tek şey olabilir: Daha fazla sömürü. Bilindiği gibi bir insanın politik planda özerk
olabilmesi, ekonomik planda özerk olduğu durumda
mümkündür. Oysa, AB kamuya ait ne varsa, kamu hizmeti ve sosyal hizmet sayılan
ne varsa hepsinin özelleştirilmesini piyasa ekonomisinin işleyişi için vazgeçilmez
EYLÜL 2009
sayıyor ve bu amaçla, özel- bürokratik/teknokratik yapıleştirmeleri, deregülasyonu, lardır. Bu iktidar odaklarının
varlıklı sınıflardan alınan ver- misyonu demokratik işleyişin
gilerin azaltılmasını, işçiler önünü kesmektir, ama deve bir bütün olarak emekçi sı- mokrasi ilkesini işlemez hale
nıflar ve toplumun mütevazı getirme kaygısı da başka
kesimleri lehine kazanılmış amaçları gerçekleştirmek
hakları aşındırmayı, sömü- içindir. Bir kere söz konusu
rüyü daha da derinleştirmek bürokratik/teknokratik iktiüzere çalışma yaşamına dar araçları, sadece Avrupa’
“iğretiliği” hâkim kılmayı da değil dünya ölçeğinde seramaçlıyor. Şimdilerde AB maye egemenliğini, eşitsiz
üyesi ülkelerde yaşayan işçi- ekonomik/ticari ilişkiler büler AB’nin kendileri için ne an- tününü ve aşırı kârları gülama geldiğini, vaatlerin vence altına almak, neolibe[daha fazla refah, istihdam, ral sistemi dünyanın her yebüyüme, demokrasi, barış...] rinde hâkim kılmak, işçilerin,
nasıl içi boş bir söylem oldu- bir bütün olarak emekçi sığunu biliyor. Onlar için AB, iş- nıfların, Üçüncü Dünya halksizlik, giderek büyüyen gelir larının haklı taleplerini
dağılımı dengesizliği, sosyal bastırmak... gibi işlevler üsthizmetlerin ve kamu hizmet- lenmiş durumdadır. İşçilerin
lerinin aşındırılması vb. ulusal düzeyde sahip oldukdemek...
ları ve daha iyi kullanılmaları
Bir devletin [veya sosyo- muhtemel pozisyonlarını,
politik formasyonun] niteli- pazarlık güçlerini zayıflatği ni be lir le yen, o nun mak üzere, karar mekaniz“biçimsel işleyişinden” çok sı- malarını ulusal düzeyden
nıfsal niteliğidir. Eğer öyleyse “ulus-üstü” kertelere aktarasoru şu olabilir: AB’nin rota- rak etkisizleştiriyor. Bilindiği
sını kim belirliyor? Elbette bü- gibi temsil edenle temsil ediyük sermaye grupları, Avru- len arasındaki mesafe büyüpa plütokrasisi belirliyor. As- dükçe, temsilin etkinliği
lında AB’nin biçimsel işleyişi- azalır.
ne kısa bir bakış, ne demek is- Birlik üyesi ülkelerin yurttaştediğimizi anlatmaya yeter. ları her beş yılda bir Avrupa
Zira Maximilien de Robes- Parlamentosu için temsilci
pierre’in de dediği gibi seçse de bu onların yönettiği
“zaman zaman birkaç tem- anlamına gelmiyor, zira asıl
silci seçmek” şeylerin gidişa- iktidar odağı Avrupa Konseyi
tını etkilemenin garantisi de- ve Bakanlar Konseyi. Parlağildir. Kaldı ki, temsili de- menterlerin yasa teklifi yetkimokrasi gerçek demokrasi- si bile yok. Birlik politikasıyla
nin önünü kesmek amacıyla ilgili temel kararlar [ortak tave bilinçli olarak peydahlan- rım politikası, gümrükler, iç
mış bir yönetim aracıdır. AB pazar, avro, vb.] Avrupa Konsöz konusu olduğunda süre- seyi' nin yetki alanında. Birlici belirleyen de zaten seçil- ğin geleceğiyle ilgili temel kamiş temsilciler değil, üye dev- rarlar Avrupa Komisyonu ve
l e t l e r d e n “ b a ğ ı m s ı z ” Bakanlar Konseyi tarafından
ATAUM
e-bülten
alınıyor. Her ne kadar Bakanlar Konseyi üyeleri üye
devletler düzeyinde yapılan
seçimlerle belirlense de kendilerini seçenleri temsil ettikleri söylenemez. Zira bizzat
temsilin kendisi sorunlu. Yılda dört kere toplanan Bakanlar Konseyi temel doğrultunun çerçevesini belirliyor.
Bakanlar Konseyi'nde alınan
kararlar, birliğin yürütme organı olan Avrupa Konseyi tarafından uygulanıyor. Komisyonun kararları, uygulama aşamasına parlamento
ve bakanlar konseyinin onayıyla girse de asıl karar verici
konsey, dolayısıyla alınan kararlar şeklen “demokratik”
görünse de orada söz konusu olan bir biçim sorunu. Velhasıl gerçek iktidar odağı Avrupa Komisyonu ve Avrupa
Konseyi. Avrupa Birliği Parlamentosu da şimdilik seyirciyi
oyalama işlevi görüyor. Avrupa Komisyonu bürokratları
büyük sermayenin birlik içindeki uzantıları gibi... Bir iki örnek durumu aydınlatmaya
yeter: Mesela ABD’de eğitim
görmüş, eski Maoist, şimdilerde ultraliberalizmin yılmaz savunucu Avrupa Komisyonu Başkanı José Manuel Barroso, bir ABD think
tank’ı olan ve Amerikan hükümetine dış politika alanında danışmanlık yapan Council on Foreign Relations'ın
[CFR] üyesi... Başkan yardımcısı olan İsveçli sosyal demokrat Margot Wallström büyük bir çokuluslu şirketin
CEO’suydu. Aynı şekilde
Hollandalı Neelie Kroes’in
43 şirketle bağlantısı olduğu
ayrıca 12 Avrupa şirketinde
de yönetim kadrosunda yer
aldığı biliniyor... Avrupa Komisyonu eski başkanı Jacques Santer, komisyon başkanlığından ayrıldıktan bir yıl
sonra bir finans şirketi olan
Ge ne ral Me di ter ra ne an
Holdings’in yönetim kurulu
üyesiydi. Aslında AB yöneticileri ekseri sermayeden gelip sermayeye gidiyorlar. AB
kurumları tam bir yatay geçiş
odağı... AB, Dünya Ticaret
Örgütü [WTO] nezdinde üye
devletler adına görüşme yetkisine sahip yegâne odak; aynı şekilde IMF, Dünya Bankası [WB] ve diğerleriyle de. Avrupa Merkez Bankası’nın başkanı ve yöneticileri Avrupa
Konseyi tarafından tayin ediliyor. Para ve döviz politikasını belirleyen söz konusu banka özerk... Kimseye hesap
vermiyor, istediği kararı
alıyor... 500 milyon insanı ilgilendiren kararlara imza
atıyor, ama hiçbir denetime
tâbi değil... Maastricht Antlaşması sonrasında temel politik kararların yüzde 70’i Avrupa Parlamentosu tarafından değil, Avrupa Komisyonu’nun kimseye hesap ver-
ATAUM
e-bülten
mek durumunda olmayan
teknokratları tarafından
alındı. Söz konusu teknokratlar sadece altı ayda bir birkaç saatliğine toplanan başbakanlara hesap veriyorlar.
Aslında hem Avrupa kurumlarının yöneticileri hem de Avrupa Parlamentosu üyeleriyle halk çoğunluğu arasında
belirgin bir sınıf farkı söz konusu. Daha da ötede başta
Avrupa Parlamentosu olmak
üzere, Avrupa kurumları lobiciler aracılığıyla çokuluslu
şirketler ve bir bütün olarak
“iş dünyası” tarafından kuşatılmış durumda. Söz konusu
kurumlarla doğrudan ilişkide olan lobilerde yaklaşık 15
bin lobici “uzman” görev yapıyor: Büyük sanayi lobileri,
işveren sendikaları lobileri,
STK’ler, uzmanlık şirketleri,
halkla ilişkiler ve komünikasyon lobileri... Bu, her parlamentere yaklaşık 30 lobici
düştüğü anlamına gelir...
Brüksel’e derin kök salmış en
büyük “halkla ilişkiler” ajansı olan Burson-Marsteller’in
“Arjantin, Endonezya, Güney
Kore gibi ülkelerde [aşırı sağcı] diktatörlerin imajını
düzeltme”1 i şi yap tı ğı
hatırlanmalıdır... Söz konusu
lo bi ci le rin bir sa at lik
“‘hizmet” karşılığında 700
avrodan düşük ücret talep etmedikleri de... AB, antidemokratikliğini gizlemek
üzere “sivil toplum” ve
“sosyal ortaklar”, “sosyal
taraflar”... gibi söylemleri de
ustalıkla kullanıyor. Bir avuç
çokuluslu şirket patronunu
temsil eden bir lobi, sivil toplumun iradesi sayılıyor ve sosyal taraf ilan ediliyor... Bir veya birkaç çokuluslu şirketi
temsil eden bir avuç lobiciyle, birkaç milyon işçiyi
“temsil eden” bir sendika
konfederasyonu çıkar grubu
sa yı lı yor ve eş de ğer de
görülüyor... “Tarafların” varlığı bir vakıa olsa da tarafların “durumu” da başka bir vakıadır. Köle efendinin, serf
senyörün, işçi patronun tarafıdır demenin bir kıymet-i
harbiyesi var mıdır?
AB’nin bir hukuk devleti olduğu söylemi de öyle... Hukuku olmayan bir devlet olamayacağına göre... Bir dizi
nor mun var lı ğı, hu ku ki
normlar hiyerarşisinin varlığı
ve bunların anayasal denetime tâbi olması, kuşkusuz
onun bir “hukuk devleti” olduğunu gösterir, ama bu kadarı demokratiklik iddiasında ol mak i çin ye ter li
değildir... AB’nin demokratikliğinin bir başka “kanıtı”
da basın özgürlüğü... Tüm
büyük gazeteler, tüm büyük
televizyon kanalları, radyolar... velhasıl tüm iletişim
araçları birkaç büyük sermaye grubunun elindeyken, basın özgürlüğünün bir kıymet-
EYLÜL 2009
i harbiyesi olabilir mi? Tabii, valiydi... Dönemin Fransız
temel üretim araçları da kü- sosyalistleri “uygarlıklar
çük bir azınlığın mülkiyetin- hiyerarşisine” ve “ uygarlaşde ve tasarrufundayken ora- tırıcı misyona” dayalı bir söyda basın özgürlüğü de dâhil, lem geliştirmişlerdi... “Ana
genel olarak özgürlükten söz akım” Avrupa solu için
edilebilir mi?
“sosyal ilerleme” söylemi,
Sosyal Avrupa Miti
sosyal hakların aşındırılmaÖnce ekonomik birlik ger- sına giden yolu açmaktan
çekleşecek, politik birliğin ko- başka bir işe yaramıyor.
şullarını yaratacak [Avrupa Üye ülkelerde neoliberal poAnayasası'nın kabulü siyasal litikalar pupa yelken yol alırbirliğin tecellisi olacaktı...], ken, AB düzeyinde hangi muüçüncü aşamada da sıra cize, şeylerin seyrini değişti“sosyal Avrupa”ya gelecek- rebilir? Kendinden menkul
ti... Aslında bu üçlüden ger- Avrupa Sendikalar Konfedeçekleşen sadece birincisi rasyonu [CES] mu sermayeolan kapitalist entegrasyon- nin saldırılarına karşı koyadur. Politik entegrasyon he- cak? Avrupa Sendikalar Konnüz gerçekleşmiş değil, ult- federasyonu 82 üyeye sahip,
raliberalizm temelinde ger- ama varlığı bir biçimsel bir
çekleşmesi mümkün de de- karakter arz ediyor. Tamağil. Sosyal Avrupa’ya gelin- mıyla bürokratik olarak
ce, bu söylem ilerleme ideo- “merkezden”, “yukarıdan”
lojisinin bir tezahürü ve Av- oluşturulmuş, mücadele alarupa solunun ideolojik bir nından kopuk bir konfedemanipülasyonu. Neoliberal rasyon. Aslında söz konusu
küreselleşmeye teslim olmuş örgüt AB’nin egemen söyleAvrupa solunun [sosyal de- mi olan ve neoliberal saldırımokrat, sosyalist ve komü- yı meşrulaştıran sosyal ornist partiler] mistifikasyon ya- taklar söyleminin bir unsuru,
ratmak ve kendini meşrulaş- daha fazlası değil. Ne zatırmak üzere dillendirdiği, mandan beri işçilerle patama gerçek dünyada karşılı- ronlar kendinden menkul bir
ğı olmayan, olması da müm- ortaklığın tarafları? Aslında
kün olmayan bir “hedef”... Zi- Avrupa solunun önerdiği şey
ra Avrupa’nın ne olduğu yeni ve orijinal bir şey değil.
ve/veya ne olması gerektiği- Oldum olası ABD’de geçerli
ne dair bıktırıcı nakarata rağ- olanı yeni bir şeymiş gibi sunmen, Avrupa Birliği hiçbir za- maktan ibaret... Bürokratik
man halkların Avrupa'sı ol- Avrupa Sendikalar Konfedemadığı gibi, öyle bir niyet söz rasyonu, şimdilerde moda
konusu da değildi. Amaç olan sosyal diyalogun bir unAvrupalı büyük kapitalistle- su ru. Kon fe de ras yon da
rin, büyük sermaye grupları- “çalışanların” işçilikle ilgisi
nın ihtiyacına cevap verecek yok. Ya ömür boyu profesyobir “çerçeve” oluşturmaktı. nel sendikacılardan oluşuyor
Ulus-üstü kurumsal çerçeve, ve birçoğu da Avrupa’nın
küreselleşen sermayenin ih- önemli okullarından mezun
tiyacı olan kararların alın- “uzmanlar”... Konfederasmasını ve düzenlemelerin ya- yonun finansörü de Avrupa
pılmasını kolaylaştıran ama Komisyonu... Ücretleri Koa sıl, u lu sal dü zey ler de misyon [devlet ve sermaye]
emekçi sınıflar tarafından ka- tarafından ödenen “sendizanılmış mevzileri “aşındır- kacıların” gerçek anlamda
manın” araçlarını yaratmak- sendikacı sayılması mümkün
la ilgiliydi. Elbette Avrupa so- müdür? Aslında Avrupa Senlunun varlık nedenine ve mis- di ka lar Kon fe de ras yo nu
yonuna yabancılaşması, ko- [CES] da diğer AB kurumlarılektif emperyalizmin bir bile- nın işlevine koşulmuş duşeni olan AB’nin destekçisi ol- rumda: sermayenin sömürümakla başlamadı... Aslında sünü meşrulaştırıp kabullenadına yaraşır bir Avrupa solu dirmek... Konfederasyon işhiçbir zaman olmadı. Avrupa çilerin, emekçilerin, mütevasolu kapitalist barbarlığa bir zı toplum kesimlerinin çıkarıalternatif oluşturma, onu aş- nı savunmak, sermayenin salma perspektifine hiçbir za- dırısını püskürtmek yerine,
man sahip olmadı. Oldum patronlarla kalıcı bir işbirliğiolası burjuva düzeninin bir iç nin peşinde... Kapitalizmin
muhalefeti olarak var oldu. saldırısı derinleştikçe sınıflar,
Her zaman kolonyalistti ve bölgeler ve ülkeler arasındaöylece de kaldı. Nitekim II. ki eşitsizliğin ve hiyerarşinin
Enternasyonal'in 1907’deki derinleşmesi kaçınılmazdır.
S tutt gart Kongresi'nde, Oysa bir ülkenin AB’ye “tam
Hollandalı sosyalist Van Koll üye” olması bir başarı veya
“‘sosyalist’ bir kolonyal kurtuluş olarak sunuluyor.
politika” öneriyordu ve Koll Bu yüzden birliğin genişlebu görüşü savunan yegâne mesi demek, birliğe üye ül“sosyalist” değildi... Fransız kelerin sömürüsünün derinsosyalist milletvekili Ale- leşmesi demektir. AB’nin kaxandre Varenne 1925 -1928 pitalist patronları için birliğe
aralığında, Fransız sömürge- yeni bir üyenin katılması desi Hindi Çini’nde genel mek, ucuz işgücü ve pazarın
Benim Avrupam
Fikret BAŞKAYA
31
ge niş le me si de mek tir.
AB’nin taze üyelerinden
Romanya’da asgari ücret
114 avro, Fransız çokuluslu
o to mo bil de vi Re na ult
Romanya’da Dacia modelini
üretiyor ve çalıştırdığı işçilere
ortalama 285 avro ücret
ödüyor ki bunun anlamı
Romanya’da geçerli ücretle
üretip, Fransa’da geçerli fiyattan satmaktır... İşçilerin
birbirine rakip hale getirildiği koşullarda hâlâ “sosyal
Avrupa”dan söz edilebilir
mi? Sosyal dumping’in kural
haline getirildiği koşullarda
sosyalin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bu vesileyle
U lus la ra ra sı Çalışma
Örgütü'nün [ILO] verdiği rakamları hatırlamak uygun
olur: Dünya ölçeğinde işçilerin yüzde 70’i bir iş akdine tâbi olmadan çalışıyor ve yüzde 80’i hiçbir sosyal korumadan yararlanmıyor, başka türlü ifade edersek, sosyal güvenceden yoksun...
Bir şey daha: Polonya, Macaristan, İspanya, Yunanistan,
Çek Cumhuriyeti, Portekiz,
Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya ve Estonya,
AB’ye üye olmadan önce
NATO’ya dâhil edildiler ve
Irak’a asker göndererek dünya barışı için nasıl yanıp tutuştuklarını kanıtladılar... AB
demek kolektif emperyalizmin üç bileşeninden biri demek [diğer ikisi hegemonik
ABD ve Japonya], AB demek
NATO demek... Baştan itibaren AB iki şeye dayandı: Neoliberal küreselleşme ve bir
askeri saldırı paktı olan
NATO... Böyle bir birliğe katılarak hidayete ereceğini
sanmaktan daha büyük aymazlık olabilir mi? Eğer düşünme yeteneğiniz dumura
uğramışsa neden olmasın?
Oysa ünlü Fransız düşünür
Alain, “düşünmek hayır demeyi bilmektir” diyordu... Sizin yerinize kapitalist patronlar ve akıl hocaları, medyatik
aydınlar, siyaset erbabı, her
şeyi bilen köşe yazarları düşünmeye devam ettikçe, AB
gibi emperyalist bir birliğin
refah, özgürlük ve demokrasi cenneti sayılması neden şaşırtıcı olsun?..
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
ATAUM-BİM (08-2009)
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...

Benzer belgeler