Asi Şehirler - Türk Sinema Okulu

Transkript

Asi Şehirler - Türk Sinema Okulu
KENTSEL DEVRİME DOGRi
wavic.0
11V#-
metis
David Harvey
Asi Şehirler
Şehir Hakkından Kentsel
Devrime Doğru
1935 İngiltere doğumlu. 1961'de Cambridge Üniversitesi'
nde coğrafya alanında doktorasını tamamladı. Bristol Üniversitesi'ndeki çalışmalarının ardından 1969'da ABD, Baltimore'
daki Johns Hopkins Üniversitesi'ne geçti. Çeşitli üniversiteler­
de dersler ve konferanslar verdiği akademik çalışmaları için­
de sayısız makaleye ve çok ses getiren, birçok dile çevrilen ki­
taplara imza attı. 2001 'de City University of New York'ta ça­
lışmaya başladı. Harvey'in çalışmalarının en önemli özelliği,
Marksist kurama uzamsallık fikrini dahil etmesi, eklemlemesi
olmuştur. Harvey'in Türkçeye çevrilen ilk kitabı Postmodernliğin Durumu (Metis, 1997). Diğer yapıtlarından başlıcaları
şunlar: Sosyal Adalet ve Şehir (Metis, 2003), Sermayenin
Sınırları (Tan, 2012), The Urban Experience (Kentsel Dene­
yim, 1989), Yeni Emperyalizm (Everest, 2004), A Brief His­
tory of Neoliberalism (Neoliberalizmin Kısa Tarihi, 2005),
Umut Mekânları (Metis, 2008), Marx'tn KapitaTi için Kıla­
vuz (Metis, 2012), Sermayenin Mekânları (Sel, 2012) ve Ser­
maye Muamması (Sel, 2012).
Metis Yayınları
İpek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, İstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: [email protected]
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 10726
Asi Şehirler
Şehir Hakkından Kentsel
Devrime Doğru
David Harvey
İngilizce Basımı: Rebel Cities
From the Right to the City
to the Urban Revolution
Verso, 2012
© David Harvey
Verso, Londra ile yapılan lisans sözleşmesi
temelinde yayımlanmıştır.
Türkçe Yayım Hakları © Metis Yayınları, 2012
Çeviri Eser © Ayşe Deniz Temiz, 2012
İlk Basım: Mart 2013
Yayıma Hazırlayan: Özge Çelik
Kapak Fotoğrafı:
Berlin Duvarı, Almanya. Yüzlerce kişinin duvarın
yıkımına karşı çıktığı 1 Mart 2013 günü duvarın
Doğu Yakası'nda görüntülenmiştir.
(Fotoğraf: Markus Schreiber, Associated Press)
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.
Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197-203
Topkapı, İstanbul Tel: 212 5678003
Matbaa Sertifika No: 11931
ISBN-13: 978-975-342-908-5
David Harvey
Asi Şehirler
ŞEHİR HAKKINDAN KENTSEL
DEVRİME DOĞRU
Çeviren ve Sunuş:
Ayşe Deniz Temiz
metis
Delfina'ya,
ve diğer bütün öğrencilere
içindekiler
Sunuş, Ayşe Deniz Temiz 9
Önsöz: Henri Lefebvre'in Vizyonu 29
B İR İN C İ K ISIM
Şehir Hakkı
1 Şehir Hakkı 43
2 Kapitalist Sistemin Krizlerinin Kentsel Kökenleri 70
3 Kentsel Müşterek Alanların Yaratılması 117
4 Rant Sanatı 143
İK İN C İ K ISIM
A si Şehirler
5 Antikapitalist Mücadele için Şehri
Yeniden Sahiplenmek 171
6 Londra 2011: Vahşi Kapitalizm Sokağa Dökülüyor 217
7 # OWS: Wall Street Partisi Gazap Biçiyor 220
Teşekkür 227
Dizin 229
Sunuş
B ö y le c e , ö z n e m e n ş e li siy a se t, şe h ri k u ra n d ışs a llığ a el k o n m a s ın d a k e n d in i g ö ste rir.
JEAN-LUC NANCY, T he Sense o f the W orld
(D ünyanın D uyusu)
I
ABD'de 2001 yılından bu yana spekülatif biçim de şişirilmekte olan
gayrimenkul ve ona bağlı finans sektöründe 2008 kışında patlak ve­
ren ve kısa süre içinde tüm Avrupa'yı girdabına alan iktisadi krizin
nedenlerini çözmeye çalıştığım ız sırada, finans uzmanlarının basın
ve medyadaki resmi geçidine tanık olduk. Olan biteni açıklarken
"hedge fonu", "türev araçlar", "toksik varlıklar" gibi Türkçe karşılı­
ğı dahi bulunm ayan terimleri art arda sıralıyorlar, bunları gündelik
dile veya hatta daha aşina olduğum uz iktisat kavram larına tercüme
etmeye dahi tenezzül etmiyorlardı. Ne kadar kulak kabartırsak ka­
bartalım, m eselenin sıradan ölüm lülere izah edilem eyecek kadar
karmaşık olduğu konusunda kendilerine hak vermekten öteye geçemiyorduk. Krizin müsebbibi olan spekülatif sermayenin sözcüleri
kendi içine kapalı bu jargonu tedavüle sokarak kendilerini m addiya­
tın çarpmasıyla yüzleşmekten koruyan dilsel bir kalkanın ardına sı­
ğınmış oluyorlardı. Finans sektöründe "ters giden" şeyin ne olduğu
sair yurttaş için açıklığa kavuşm amıştı belki am a m addiyatın çarp­
masını doğrudan yaşam larında hisseden kitleler nedenlerin bilgisi­
ne dolaysız yoldan ulaşmışlardı. Güney Avrupa’nın kırılgan ekono­
m ilerinden başlayarak İrlanda ve kolay sarsılmayacağı farz edilen
İngiltere gibi merkez ülke ekonom ilerine doğru ilerleyen kriz karşı­
sında, oturduğu eve haciz konan, işinden çıkarılan, kem er sıkma po­
10
ASİ ŞEHİRLER
litikaları ve özelleştirm eler sonucunda kamu hizm etlerinden m ah­
rum edilen kitlelerin sokağa inmesi uzun sürmedi. M adrid'den Dub­
lin'e, A tina'dan Londra'ya kadar uzanan Avrupalı asi şehirler şebe­
kesi, Atlantik'in öte yakasından, rötarlı da olsa gelen katılım larla ge­
nişliyordu. Krizin merkez üssü ABD'de durumun kitleler tarafından
idrakinde yaşanan iki yıllık gecikme, finans uzmanlarının "sorunun
hallini uzm anlarına bırakma" yönündeki telkini ve "batmasına göz
yumulam ayacak kadar büyük" bankalara devlet bütçesinden kefaret
ödenmesiyle durumun aşılacağı yönündeki teskini ile açıklanabilirdi olsa olsa.
A si Şehirler neoliberal iktisat tarafından kurgulanan kriz anlatısı
ile krizin kendi üzerlerinden telafi edildiği kitlelerin konumu ara­
sındaki makasın giderek açıldığı bu zaman kesidini tahlil ediyor.
Sokaktaki antikapitalist eylemliliğe yaslandığını peşinen ilan eden
metin, üslubuyla da akademi dışından okuru başköşeye buyur edi­
yor. Bununla birlikte, kitabın bir ayağının dışarıda oluşu, doğrudan
eylem lehine uzun vadeli kavramsal analizin bir kenara bırakıldığı
anlam ına gelmiyor. Bilakis yazar 1980'lerin ikinci yarısından bu ya­
na olgunlaştırm akta olduğu kentsel iktisat anlayışını burada özlü bir
biçimde ortaya koyarken, bir yandan da kavramsal soru ve çözüm ­
lemelerin kentsel toplumsal hareketler açısından ne gibi yeni doğ­
rultulara işaret edebileceğini irdeliyor. Kavramları somut durumlar
için kullanışlı kılmak teorinin en zorlu sınavı ise, A si Şehirler â t ye­
di boğum teorik birikim i sarih bir dile — ve aynı anda sokağa— dö­
ken Harvey'in tam olarak bunu am açladığını söyleyebiliriz.
II
Kitap eşit ağırlığa sahip üç sorunsal tanımlıyor. Bunların ilki, Harvey için uzun erimli bir proje oluşturan kentsel iktisat ile kapitalist
sistemin bütünü arasındaki ilişki. Bu çözümlemenin ışığında ele alı­
nan ikinci tartışm a kentsel toplum sal hareketler ve antikapitalist m ü­
cadele arasındaki ayrım ve çakışm a noktalarına, ve bütün bu anali­
zin bağlandığı son tartışm a ise kentte temellenen toplumsal hareket­
lerin örgütlenme biçim lerine odaklanıyor.
M erkezine kentsel iktisadı yerleştiren ilk tartışm a iki hat üzerin­
SUNUŞ
11
den yürütülüyor. Yazar bir yandan gayrimenkul ve finans sektörle­
rindeki spekülatif faaliyeti kendi iç m antığıyla açıklanabilecek bir
alan olarak gören neoliberal iktisadı eleştirirken, diğer taraftan Marksizmin kentsel iktisada olan kayıtsızlığının da bu sahanın içine ka­
palı bir uzmanlığa dönüşmesini pekiştirdiğini ileri sürüyor. Tartış­
ma bu çerçeveyle sınırlandırıldığında, 2008 krizinin nedenleri, ABD'
li teknokratların 1990'larda kredi kuruluşları üzerindeki denetimi
gevşetmesi gibi manevraları sorgulayan kurumsal bir yaklaşımdan
öteye geçemeyecektir. Kentsel altyapı ve konut yatırımları ve rant,
K apitalden bu yana, M arksist kuram içerisinde üretimin değil yeni­
den üretimin alanına ait sorunlar olarak görülm üş, antikapitalist bir
siyasetle olsa olsa tali bir bağı olduğu varsayılmıştır. Kente yönelik
bu kayıtsızlığın uzun geçmişi, Harvey'e göre, M arksist kuramı 2008
krizine yol açan nedensellik zincirini çözümleyecek araçlardan yok­
sun bırakmıştı. Böylece M arksist iktisatçılar krizi yaratan sektör ve
aktörler arasındaki özgül ilişki biçimlerini dikkate almak yerine alet
çantalarında hazır bulunan kapitalizmin döngüsel krizleri kuramını,
biraz tozunu aldıktan sonra kullanım a soktular.
İşte kitabın ilk iki bölüm ünde Harvey, finans krizi olarak etiket­
lenen olguyu M arksist iktisadın ihmal ettiği kent perspektifi üzerin­
den çözüm lem eye girişiyor. Kentsel konut ve altyapı üretiminin,
kapitalizmin genel döngülerine tabi olmaktan öte, sermaye biriki­
minde belirleyici bir rol oynadığını ortaya koyuyor. Burada, bir üre­
tim kolu olarak inşaat sektöründen kentsel iktisat kavramına geçiş­
te bir dizi kentsel siyasi dolayım devreye girer. İnşaat faaliyetinin
nesnesi, belli boyutlardaki bir arsa iken, kentsel mekân tabir edilen
şey çok katmanlı siyasi dolayanların bir tezahürüdür. Öyleyse kent­
sel iktisat, toplumsal gruplar arasındaki çatışm aların sahası olan şe­
hir tarihinden bağımsız düşünülemez. Harvey'in "kapitalizmin coğ­
rafi tarihi" kavram sallaştırm ası işte bu noktayı ifade eder. Şehircilik
ve mimarlık literatüründe şehir tarihi anlatısı, mekânının geçirdiği
bir dizi evrim tem elinde kurgulanır. 19. yüzyıl Paris bulvarlarından
Viyana R ingstrasséye dek mekânı şekillendiren temel etken, bu an­
latıda, iktidarın bir yandan kendi simgesel mekânını üretme bir yan­
dan da kitleleri denetlem e istencidir. Harvey ise kentsel iktisadı
M arksist kavram lar çerçevesinde ele alm ayı önerirken aynı zam an­
da kapitalizm in tarihini de yeni bir gözle değerlendirir. Kitabın 2.
12
ASİ ŞEHİRLER
Bölümü, kapitalizm in coğrafi tarihine odaklanarak 19. yüzyıl Parisi'nden yüzyıl başı New Yorku'na, kentsel gelişim de dönüm noktası
niteliği taşıyan hummalı imar faaliyetlerinin bu şehirlerin parçası
oldukları iktisadi sistemin bütünü içerisinde ne gibi bir işleve sahip
olduğunu sorguluyor. Çıplak göze şehrin yenilenmesi olarak görü­
nen şey, sermaye fazlasının em ilm esinde tarihsel olarak ne gibi bir
rol üstlenmektedir? Sermaye fazlasının bu şekilde gayrimenkul üze­
rinden soğrulması ile gelişen, büyüyen şehir, istikrarlı bir ekonom i­
ye mi delalet eder, yoksa 1920 sonrası New York'unda olduğu gibi,
yaklaşm akta olan bir krize mi? Bu sorular Harvey’in kentsel iktisat
alanında uzun döneme yayılan yapıtının diğer ciltlerine giriş niteli­
ğindedir.1
Ilb
Kentsel iktisadı ihmal etmekle M arksist teorinin gözden kaçırdığı
bir başka önemli nokta, finans sermayesinin artan önemidir. Kredi
ve faiz, K apital'in 2. Cildinde geçerken değinilen ve tıpkı rant gibi
yeniden üretimin alanına terk edilen meselelerdir. Oysa konut ve
altyapı yatırımları, fabrika üretiminde geçerli olan sermaye döngü­
sünden çok daha uzun vadeli bir zam ansallığa sahip olduğundan,
ürünün alıcı bulmasına kadar geçecek olan süre ancak yüklü m iktar­
da kredi sağlayan bir finans sermayesinin varlığıyla tolere edilir.
Gayrimenkul ve finans sektörlerinin günümüz kapitalizminde kriz
tetikleyecek ölçekte bir paya sahip olduğu düşünüldüğünde spekü­
latif ve üretken sermaye döngüleri arasındaki ilişkinin daha dikkat­
li bir analize muhtaç olduğu açıktır. Marksist analiz açısından orta­
ya konan bu ihtiyacı Harvey daha kapsamlı biçim de A B rie f H istory
o f Neoliberalism (Neoliberalizmin Kısa Tarihi) ve Sermaye M uam ­
ması çalışm alarında ve elinizdeki kitapta atıfta bulunulan çok sayı­
da m akalede ele alıyor. Ayrıca son dönemde İtalyan M arksizmi içe­
risinden gelişen otonomi ve maddi olmayan iş tartışmaları da Har1.
S erm a yen in S ın ırla rı, çev. U tku B alaban, İstanbul: T an, 2012; P aris, M od ern iten in B a şken ti, çev. B e m a K ılınçer, İstanbul: S el, 2012; Serm ayenin M e kâ n ­
ları: E le ştirel B ir C o ğ ra fya ya D o ğ ru , çev. B aşak K ıcır, D eniz K oç, K ıvanç Tanrıyar, S ed a Y üksel, İstanbul: Sel, 2012.
SUNUŞ
13
vey'in işaret ettiği doğrultuda açılım lar sunuyor.2
Finans sermayesinin devreye girmesi imar faaliyetini mümkün
kılmanın yanı sıra, Harvey'in dikkat çektiği önemli bir yan etkiyi de
beraberinde getirir: konut arzının talepten gitgide bağımsızlaşması.
Başlangıçta konut yatırımlarının önünü açan bu durum, üretim dön­
güsünün son etabında, üretilen konut birimlerinin piyasada değere
dönüşmesi noktasında bir belirsizliğe, hatta açmaza neden olabil­
mektedir. Harvey bu durumu Goetzman ve Newman'dan aktardığı
şu formülle özetler: Finans piyasalarındaki olumlu hava, gökdelen­
leri yükseltmek için yeterli olabilir, ama sıra kira tahsilatına gelince
çelik ve betonla muhatap olamazsınız. Bu tıkanıklığı aşmak için fi­
nans sermayesi konut üretiminin bu kez talep yönünü de manipüle
etmeye girişir; nihayet hem arz hem de talepten azade, kendi devi­
niminden çoğalan, aşkın bir sermaye döngüsü, Flarvey’in tabiriyle
sermaye muamması ortaya çıkar. Kendi kendini doğurur ve doğru­
larmış gibi görünen bu kehanetin gelip dayanacağı sınır pek uzak
olmasa gerektir — ABD'deki konut ipoteği krizi buna kanıttır; fakat
aynı zamanda, küresel piyasaları krizden çıkarm ak için kefareti üst­
lenen ülkenin durumu da bizzat tartışmalıdır. Çin'de bugüne dek
hiçbir ulusal ekonom ide eşi görülm em iş bir ölçek ve hızda gerçek­
leşmekte olan kentsel dönüşüm serüveni, talepten bağımsız konut
üretiminin çarpması muhtemel sert kayaları düşündürmektedir in­
sana ister istemez, zira sıradan bir evin "şehir sakinlerinin ortalama
yıllık gelirinin 25 katı fiyata sahip" olduğu bir inşaat furyasının "sür­
dürülebilir olm adığı aşikârdır."
İle
Finans serm ayesiyle sarmalanan, talepten bağımsız, spekülatif ko­
nut arzı her ne kadar kendi kendine çoğalan sermaye gibi bir serap
2.
Bkz. ö rn eğ in C h ristian M arazzi, T he V iolence o f F in a n cia l C apitalism , Ing.
çcv. K ristina L eb ed ev a ve Jason F rancis M c G im sey, L os A ngeles: S em iotext(e),
2010. K itabın ek in d ek i sö zlü kçede, finans se ktörünün "sihirli sözcükieri"nin a n ­
lam ları d a açıklanıyor. A yrıca bkz. C hristian M arazzi, Serm aye ve D il, çev. A hm et
Hrgenç, İstanbul: A yrıntı, 2010 ve B rett N ielson, "T he M agic o f D ebt, o r A m ortize
T'his!", M u te (6) 2007. w w w .eu ro zine.com /articles/2007-09-20-neilson-en.htm l
(erişim tarihi: 5 Ş u b at 2013).
14
ASİ ŞEHİRLER
yaratıyorsa da, bu zafer — veya 2008 yılında ABD'de yaşandığı şek­
liyle: felaket— Harvey'in ısrarla vurguladığı gibi, tek başına serbest
piyasanın marifeti değildir. Yazar, ABD'de 1990 sonrası ileri tekno­
loji sektörlerinde yaşanan hüsranın ardından, yıllar önce devlet
eliyle kurulmuş olan finans kum ullarının nasıl bizzat devlet bütçe­
sinden desteklenm eye başladığını, evsahipliğini teşvik etmenin
devlet siyaseti olarak aktif biçim de uygulandığını hatırlatır. Hemen
ardından, krizde nihayete eren bu senaryonun yeniden sahneye kon­
m akta olduğu Çin'e döner. Liberalleşmenin güçlü devlet otoritesini
bertaraf etm eksizin sürdüğü Çin'de devasa bir ölçekte gerçekleştiri­
len altyapı ve konut üretimi farklı aktörleri karşımıza çıkarır. Talep­
ten tümüyle bağımsız olarak üretilen, tam am landıktan yıllar sonra
hâlâ sakinlerini bekleyen yüzbinlerce nüfus kapasiteli düzinelerce
hayalet-uydu şehrin finansm anı, Harvey'in özellikle dikkat çektiği
gibi, yerel yönetim ler desteğiyle kurulan, gelgelelim kamu kurulu­
şu statüsüne de sahip olm ayan, kayıt dışı finans kuruluşlarına yüklü
m iktarlarda borçlanm a ile elde edilir. Wall Street'teki krizi hazırla­
yan etken, finans piyasaları üzerindeki denetim ve düzenlemenin
gevşetilm esi idiyse, Wall Street'in kefaretini ödeyen Çin'de GSYH'
nin %70'ini oluşturan gayrimenkul ve altyapı sektörü denetime bir o
kadar kapalı ve şeffaflıktan ve hesap vermekten bir o kadar uzak bir
finansal yapıya yaslanmaktadır.
Ild
İnşaat ve finans sektörleriyle devlet desteğinin çok katmanlı ilişki­
sine dair Harvey'in ABD ve Çin örnekleri üzerinden gerçekleştirdi­
ği analiz, son on küsür yıldır Türkiye'nin geçirmekte olduğu kentsel
çevre üretimi süreçlerini değerlendirirken bizlere de önemli ipuçla­
rı sunuyor. Devletin gayrimenkul üretim sürecine dahil oluşu, bizde
de alt gelir grubunun barınm a hakkını güvenceye almak ve bunu ya­
parken düzensiz gecekondu yap-satçılığınm yerine planlı konut
çevreleri üretmek gibi bir saikle 1990'larda kurulan Toplu Konut
İdaresi ile başlamıştı. Ancak kurum son on yıl içerisinde 11 ayrı ya­
sal düzenlem eyle yepyeni yetkilerle donatılarak kâr amaçlı bir te­
şebbüse dönüştürüldü. Aynı dönemde im ar mevzuatını ilgilendiren
200'ün üzerinde yasanın iktidar partisinin oy çokluğuna sahip oldu­
SUNUŞ
15
ğu meclisten geçirilmiş olm ası,3 kentsel iktisadın ulusal ekonomi
içerisindeki yeri hakkında net bir fikir verdiği gibi, kenti biçim len­
diren erkin nerede konumlandığını da ortaya koymaktadır. Devletin
plancı ve m im ar kadroları tarafından yapılan planların kanun hük­
münde olduğu bir düzenden, şehirlerin hatta m ünferit mahalle ve
ortak alanların geleceğinin yasama organı tarafından tayin edildiği
bir düzene geçiş hemen hemen hiçbir dirençle karşılaşmadan ger­
çekleşti. Piyasa aktörlerine karşı kamu yararını korumanın temel
yasal dayanağı olan üst ölçekli planlam anın yerini, devlet yetkile­
riyle hareket eden kâr amaçlı bir kuruluşun denetim den m uaf "proje"leri aldı. K eza 2012'nin sonunda meclisten geçen Büyükşehir Ya­
sası yerel yönetim kademelerini, bu yönetimlere ait ortak alanlara
merkezi hüküm et adına el koym ak suretiyle lağvederken şehirler ve
mücavir alanlarda gerçekleşecek kentsel yatırım lar üzerinde m er­
kezden tayin edilecek bir "Yatırım İzleme ve Koordinasyon Birimi"ni yetkili kılıyor.4 Hukuksal açıdan "kamu yararı"nı — m erkezi­
yetçi biçimde de olsa— temsil eden teknik kadroların denetiminden
m uaf olduğu gibi, piyasa açısından da talebin dengeleyici unsurun­
dan bağımsız biçim de süregiden gayrim enkul yatırımlarının Türki­
ye'de son 3 yıl zarfında ürettiği atıl konut birimi sayısı, sırasıyla 560
bin, 230 bin ve 300 bindir.5 Yüklü miktarda iç (Çin örneği) ve dış
(Türkiye örneği) borca dayalı bu tür bir spekülatif sermaye gelişi­
minin piyasanın iç dinamikleri tarafından er ya da geç dizginlenece­
ği varsayılabilir. Öte yandan otoriter bir idarenin böyle devasa bir
imar harekâtının tamam layıcısı olarak kitlesel nüfus iskân politika­
larını devreye sokması da ihtimal dahilindedir. Büyükşehir Yasası
ile statüsü ortadan kaldırılan 16 binden fazla köy ve 1500'ün üzerin­
de ilçe belediyesinde halihazırda ikamet eden nüfusun bir bölümü
3. M ehm et P en p ecio ğ lu , "K apitalist K entleşm e D inam iklerinin T ürkiye'deki
Son O n Y ılı: Yapılı Ç ev re Ü retim i, D evlet ve B üyük Ö lçekli K entsel P rojeler", Bırikim (2011): 62-73.
4. O n Ü ç İlde B ü y ü k şeh ir B elediyesi ve Yirm i A ltı İlçe K urulm ası ile Bazı
K anun ve K anun H ü k m ü n d e K ararnam elerde D eğişiklik Y apılm asına D air K a­
nun: w w w .resm ig azete.g o v .tr/eskiler/2012/12/20121206-l.htm (erişim tarihi: 10
A ralık 2012).
5. A dile K aya, "P atlam ay a H azır B ir B alon M u?", Sol, 13 K asım 2012; M u s­
tafa S ö n m ez, "İnşaat B alonu N e Z am an P atlar?", C u m huriyet, 14 K asım 2012.
M akaleye yazarın b log sa y fasın dan erişilebilir: m ustafasonm ez.net/?p= 2524.
16
ASİ ŞEHİRLER
şehirlere göç etm eye m ecbur kalabilir; O rtadoğu'daki savaşın neden
olduğu mülteci akını, yabancılara gayrimenkul satışı6 gibi nüfus öl­
çeğindeki hareketler de emlak piyasası üzerinde etkili olacaktır. Gel­
g eld im bu gidişat kendi seyrine terk edilecek olursa toplum ve çev­
re açısından faturanın, 2008 "finans krizi"nin açıkça gösterdiği gibi,
toplum un yoksul tabakalarına kesilm esine şaşırmamalıyız.
Harvey'in ABD ve Çin arasında yaptığı karşılaştırmalı tahlilin­
den çıkan bir başka sonuç ise, sermayenin tekelleşmesi (ABD'de ör­
neği) ile devlet erkinin m erkezileşm esinin (Çin'de olduğu gibi) fark­
lı sonuçlara yol açtığı. Çin gibi otoriter bir yönetimin hâkim olduğu
bir ülkede uygulanan neoliberal politika, Slavoj Zizek'in bir süre ön­
ce dolaysızca öne sürdüğü gibi, hiç de Batı kapitalizm inin henüz ta­
mamlanm am ış bir evresi ve provası olmayabilir. Hatta, neoliberalizmin otoriter rejim ler altında yakaladığı bu yeni "terkip", Batı da da­
hil dünyanın her yerine ihraç edilecek bir gelecek m odeline dönüşe­
bilir.7
III
İşte kitabın odaklandığı ikinci temel problem atik olan kentsel top­
lumsal hareketler, Harvey'ye göre, ancak bu tür bir M arksist kentsel
iktisat çerçevesinde anlam yüklenir. 1999'da Seattle'da örneğini gör­
düğümüz ve bugün Şanghay ve Guangdong'dan Atina'ya, Kahire'
den Cochabamba'ya merkez-çeper ayırt etmeksizin benzer gündem­
ler üzerinden harekete geçen, kimi zaman şehir şebekeleri biçim in­
de örgütlenen hareketleri "kentsel" diye nitelerken tam olarak neyi
kastediyoruz? Kitabın 3. ve 5. bölüm leri bu sorunun peşinden gidi­
yor. Bu toplumsal hareketler açısından kent, üretim ilişkilerinden
doğan çelişkilerin dile getirilm esine imkân veren bir mekândan mı
ibarettir? Yoksa bu çelişkiler bizzat kentsel mekânın üretim sürecin­
den doğan çelişkiler midir? Başka bir deyişle şehir, m ücadelenin
6. K o rk u t B o ratav 2012 y ılın d a y ab an cılara g ayrim enkul satışın d an 2,6 m il­
y a r d o lar eld e ed ild iğ in i, bun un tü m yabancı yatırım içerisin d e % 20,9'luk bir pay
tu ttu ğ u n u belirtiyor. "2012'de S erm aye H areketleri ve C ari D enge", Sol, 19 Ş ubat
2013.
7. S lavoj Z izek , "C hina's V alley o f T ears. Is A uthoritarian C apitalism the Futu re?", In T h ese Tim es, 3 A ralık 2007; w w w .inthesetim es.com /article/3425 (eri­
şim tarih i; 20 O cak 2013).
SUNUŞ
17
sahnesini mi oluşturur, yoksa kaynağını mı? Veya Harvey'in 5. Bölüm'deki formülasyonuyla, "hem şehir içinde cereyan eden, hem de
şehri ve şehir yaşam ının niteliğini ve geleceğini konu alan m ücade­
lelerin, antikapitalist siyasete temel teşkil ettiği söylenebilir mi?"
Harvey bu soruların izinde, şehir menşeli m ücadelelerin barın­
ma, kamu hizm etlerinden faydalanma, ortak alanlara erişim, kentsel
gelişim üzerinde söz sahibi olm a gibi hak talepleri ile sınıf m ücade­
lesinin talepleri arasına ortodoks M arksizm in çektiği katı sınırı
aşındırmayı hedefliyor. "Hemşeri (veya yurttaş) ile yoldaşın kolkola yürümesi"nin günüm üz kapitalizmi koşullarında her zam ankin­
den daha fazla mümkün ve gerekli olduğunu savunuyor. Dahası ka­
pitalizmin erken dönem ine ait, Marksist tarihin proleter sınıf hare­
keti olarak kaydettiği pek çok kesitte (Paris Komünü bunun en çar­
pıcı timsali olarak sunuluyor) yurttaş ve yoldaşın zaten — eğer aynı
kişide buluşm uyorsa bile— yan yana m ücadele ettiğini hatırlatıyor.
Illb
Kentsel toplumsal hareketlere temel oluşturan "ortak alanlar" bu
noktada önem kazanmaktadır. İtalyan, İngiliz ve ABD'li post-M arksist tarihçi, siyaset felsefecisi ve eylemcilerin "ortak alan" üzerine
son dönemde yürüttüğü tartışmalarla diyaloğa girerken, önce tanı­
mı netleştirmemizi öneriyor Harvey.8 Ortak alanları "belli bir nesne,
bir mal varlığı veya hatta toplumsal bir süreç olarak değil, kalıcı ol­
mayan, her türlü dış etkiye açık bir toplumsal ilişki biçiminde" ta­
nımlıyor. Ortak alanlar statik birer varlık veya değer değil, dinamik
birer ilişki biçim inde tarif edildiğinde, sermayenin süregiden tem el­
lük edimleri ile giderek daralan bir alandan bahsetmek yerine, "tıp­
kı kentsel ortak alanlar gibi, sürekli üretilmekte olan bir şey "den söz
etmeye başlıyoruz. Tartışmayı Türkiye'ye taşırken önemli bir dilsel8. O rtak alan k o n u su n a farklı perspektiflerden y ak laşm ak la birlikte ortak ilg i­
leri paylaşan tem el m etin ler için bkz. örneğin C e sa rC a s a rin o ve A ntonio N e g ri,/«
P raise o f the C o m m o n : A C o n versa tion on P hilosophy a n d P olitics, M inneapolis:
U niversity o f M in n e sso ta P ress, 2008; P eter L in eb au g h , T he M agna C arta M a n i­
fe s to : L ib erties a n d C o m m o n s f o r A ll, B erkeley: U niversity o f C alifornia P ress,
2008; L aw ren ce L essig , F ree C ulture: T he N a tu re a n d F uture o f C reativity, NY:
P enguin, 2005; v e in tern et derg isi The C om m oner, w w w .com m oner.org.uk.
18
ASİ ŞEHİRLER
kavramsal araç da burada elimizden tutuyor: ortak alanın "iştirak"i,
yani "etkin katılımı" hem bünyevi olarak içerdiği hem de gerektirdi­
ğine işaret eden müşterek kavramı.
Böyle görüldüğünde, sermayenin el koyduğu bu alanları geri ta­
lep etmenin yolu bunları basitçe işgal etm ek gibi bir stratejiden iba­
ret olamaz. Ortak alanın kendisi kolektif bir ilişki ise, ortak alan
üzerinde "toplumsal bir ilişki" tesis edilm edikçe, bu alana kolektif
olarak sahip çıkmak olanaksızlaşır. "Bu ise", Harvey'e göre, "ortak
alanlar üzerine halihazırda tedavülde olan hâkim radikal teorilerin
sunduğundan çok daha fazla hayal gücü ve derinlik ister, özellikle
de kapitalist kentleşm enin bu ortak alanları sürekli olarak üretmek­
te ve onlara el koymakta olduğu düşünülürse."
"Kentsel dönüşüm" hüsnü tabiri altında son beş yıldır Türkiye
şehir ve bölgelerinde çok farklı türden ortak alanlar (tarihi ve kentsel
sit alanları, ormanlar, gecekondu bölgeleri vb.) iktidar tarafından,
kapitalizm in ilksel birikim evresindeki sömürge işgallerini andıran
bir iştahla rant amaçlı yapılaşm aya açılıyor. Bunun karşısındaki m u­
halefetin ise hâlâ sayılı yerel direnişler boyutunda sürdüğüne tanık
oluyoruz. Harvey'in kentsel ortak alanlara dair tespitleri bu sürece
katkıda bulunabilir. İlkin, ortak alanları salt birer mal varlığı veya
değerli kaynak olarak tanım ladığımızda, bu varlıklara hukuka aykı­
rı biçimde el konması karşısında, kamuoyunun haberdar olduğu du­
rumlarda dahi, siyasi bir irade ve süreç inşa etmek bir hayli güç görü­
nüyor. Kamuya ait olan ile ortak olan arasında H arvey’in yaptığı bir
başka ayrım da gözönünde bulundurulmalı. Kam uya ait bir arazi,
yapı veya doğal kaynak, Türkiye yurttaşının zihin dünyasında — bu­
rada Batı dem okrasisi yurttaşları ile farklılaşan noktalara ayrıca dik­
kat etm ek gerek— ortak m ülkiyete tabi olan bir şeyden ziyade, kim ­
seye ait olmayan, dolayısıyla kimsenin sorumluluğunu gerektirm e­
yen bir hukuki boşluğu ima eder. Bir hukuki boşluğun başına gelen­
ler içinse insanları harekete geçirmek haliyle pek kolay olmayacak­
tır — tıpkı son birkaç yıl içinde büyük şehirlerdeki kaldırım lara ara­
ba park edilmesi veya kaldırım üzerinde m otosiklet sürülmesi karşı­
sında hiçbir sivil tepki veya cezai yaptırımın geliştirilmemesi gibi.
İşte Harvey'in atıl bir varlık olarak kamusal alan ile, bu tür bir ortak
varlıkla kurulan kolektif, dinamik ve katılım a dayalı bir ortaklaştır­
ma edimi arasında yaptığı ayrım bu noktada somutlaşıyor. Türkiye
SUNUŞ
19
büyükşehirlerinin m erkezlerinde bulunan ve hemşerilerin, hatta tüm
yurttaşların kente dair hafızasında benzersiz birer yer tutan İstan­
bul'da Haydarpaşa Garı, Taksim M eydanı, Atatürk Kültür Merkezi,
Emek Sineması; A nkara’da Atatürk Orman Çiftliği, Şinasi ve Akün
Tiyatro Sahneleri gibi mekânların ticari amaçlı yık-yap (hatta yakyap!) faaliyetine açılması karşısında, ne geleneksel sol ne de sivil
toplum hareketleri eliyle etkin bir iradenin örgütlenememiş oluşu,
kent kültürü, hemşerilik bilinci, şehir hakkı gibi kavramların kendi
başına ancak sınırlı bir siyasal güce sahip olduğunu göstermektedir.
Harvey'in ilk bölüm de Lefebvre'e getirdiği itiraz bu açıdan haklıdır.
Bu ortak alanlar kamuya (yani hiç kimseye) ait olanın hukuki boşlu­
ğuna, adeta bir gaip-m ekâna düşmektedir. Taksim Gezi Parkı'nı öyle
veya böyle ortadan kaldırmaya karar veren merkezi iktidarın, parkın
yerine bir askeri kışlayı diriltm e önerisi ve bunun kam uoyunda m a­
kul bir mimari fikirmişçesine tartışılması "kamusal" denen gaip-mekânın ne derece tanımsız olduğunun göstergesidir.
K olektif mülkiyete tabi alanların hukuk ve siyasetle ilişkisinde
Türkiye'ye özgüymüş gibi görünen diğer bir güçlük ise, hem şeri/
yurttaş muhalefetinin boşluğunda konuyu adeta doğal bir işbölümüyle hukukçulara havale etme alışkanlığı. En iyi ihtimalle mimar,
plancı, mühendis gibi m esleklerden uzmanlar hukuk m üdahalesine
destek verir; sonuçta ortaya çıkan resimde, kimseye ait olmayan bu
alanlarla ilgili sorunun muhatabı her defasında yine — finans krizin­
de tanık olduğum uzdan çok da farklı olm ayan bir biçim de— işin
"uzmanları" olacaktır. Uzm anlar açısından bakıldığında ise, şahsi
menfaatlerinin dışında bir kamu davası için fazladan emek harcayan
bu kişilerden bir de halk katılımını örgütlemelerini beklemenin in­
safsızlık olacağı, sessizce kabul edilir. Son bir yıl içerisinde meclis­
ten geçen ve hepsi de ortak alanları ilgilendiren Orman Arazileri Ya­
sası, Afet Yasası, Yeraltı Suları Yasası gibi onlarca yeni yasaya ilişkin
meslek odalarınca düzenlenen toplantılardan, bu toplantılarda alı­
nan kararlardan kaçım ızın haberi oldu? Kaçımız bu uzm anlarla di­
yalog kurma, karşılıklı görüş alışverişinde bulunm a olanağı buldu?
Siyasetin alanına ait olması gereken bir tartışm a ve ancak böyle
bir tartışma sonucunda doğabilecek bir m ücadele böylelikle hukuka
havale edilerek konu kapatılır. Basın ve m edyanın, gerek iktidar
destekçisi gerek liberal kanadının, tümüyle kayıtsız kaldığı bu de­
20
ASİ ŞEHİRLER
vasa ve tanımsız ortak alanı "yurttaş ve yoldaşların" toplanacağı bir
platform a dönüştürmek için, bu alanın gerek yasam a gerekse yürüt­
me erki tarafından maruz kaldığı saldırıyı kapitalizmin coğrafi tari­
hi çerçevesine yerleştirecek mesleki uzman, hukukçu ve eylem cile­
rin tercüm anlığına ihtiyaç duyuyoruz. Akademide ve münevverler
arasında çok revaçta olan "organik entelektüel" tartışmasını hatırla­
mak yerinde olabilir. Bu tartışm anın entelektüelin hal ve tavrı, giyim-kuşamı ve şivesiyle halka ne kadar yakın durduğuyla sınırlı ol­
m adığını düşünüyorsak, bilgi sahibi bireyler ile kitlesel eylem ara­
sındaki uçurumun bunca açıldığı bir dönemde organik entelektüel­
lerin inisiyatif almasını bekleyebiliriz. Bunun yanı sıra hukuki m ü­
cadelenin kendisinin nasıl katılımcı — salt m ahkeme kapısında top­
lanan kalabalıklardan öte— bir sürece dönüştürülebileceği üzerine
kafa yorm ak da yararlı olabilir.9
İktidarın şehre yaptığı m üdahaleler mekânı kullananlar açısın­
dan her zaman açık ve malum değildir. Münferit bir mekâna yapılan
müdahalenin, şehrin bütünü açısından ne anlama geleceği ise kent­
lilerin ilk bakışta görem eyeceği kadar karmaşık olabilir. Mesleki
uzmanlar ve hukukçuların rehberliğindeki bir ortak alan mücadele­
sinin geniş kentli katılımı ile siyasi bir sürece dönüştüğü başarılı bir
örnek olarak İzm ir şehir m erkezinde 1990'ların başında Alsancak
Limanı ve Konak Meydanı arasındaki kıyı şeridi için merkezi ikti­
dar eliyle tasarlanan "altı şeritli otoyol" projesini hatırlayabiliriz.10
Sekiz yıl boyunca süren hukuk m ücadelesinde plancı ve mimarların
hukuk karşısındaki dirayeti hem şeri desteğini arkasına alarak, mer­
kezi iktidar ve onunla dönemsel ittifaklar yapan belediye yönetim i­
9. A n ay asa tartışm alarının sü rm ek te olduğu şu günlerde kam u davalarının
B atı'da, özellik le ABD 'de izlediği süreci incelem ek yararlı olabilir. A BD 'de m u h a­
lif sivil toplum ve em ek hareketleri son dönem de kitle katılım ı içeren kam u d av a­
ların d a (cla ss a ctio n law su it) önem li başarılar elde ettiler. T ürk iy e'd e kam u d a v a ­
ların d a m üdah illik hak k ın ın o lm ayışı hakkında bkz. K ürşat B um in, "M üdahillik
H akkı S ınırın ın G en işlem esi'', Yeni Ş a fa k, 21 O cak 2013; yen isafak .co m .tr/y azarlar/ K u rsatB u m in /m u d ah illik-hakki-sinirinin-genislem esi/35945.
10. H aşan T opal, "K o rdonyolu, Yargı Süreci ve K orum a K urulu K ararları
K ro n o lo jisi", E ge M im a rlık 1992, 2: 5-7; M ehm et H am uroğlu, "K ordonyolu'nıın
B ek len en S onu", E g e M im a rlık, 1992, 2: 10-11; L event G ed izlio ğ lu , "İzm ir K or­
don Y o lu n a N eden Karşı Ç ık ılıy o r?", E g e M im arlık, 1992. 2: 14-5; M. L event G e ­
d izlio ğ lu , "İzm ir K ordon Yolu", E g e M im arlık, 2001. 301: 39-40.
SUNUŞ
21
nin hukuku hiçe sayan em rivakilerine sonuna kadar direnmişti. İkti­
darın dayatması tasarı boyutundan öteye geçip müteahhit firma kıyı
boyunca denizin dolgusunu gerçekleştirdiğinde dahi hukuki ve si­
yasi mücadele devam etti. Sonuç: Ticari sermayeyi desteklemeye yö­
nelik bir altyapı olarak tasarlanan alan, bugün şehirliler tarafından
ticaret dışı her tür toplanm a ve dinlence etkinliği için kullanılan en
gözde mekânlardan biri.
İlle
Kentsel m ücadeleler tartışm asında Harvey'in (ve tabii Türkiye'deki
muhaliflerin de) muhatabı olan ortodoks M arksizm in itirazlarını
haklı çıkarır gibi görünen bir m anzarayla karşı karşıya kalıyoruz:
Şehre erişim hakkı, en iyi ihtimalle burjuva hukuk devletinin konu­
sudur; kapitalizmi sorgulamaz, dolayısıyla antikapitalist m ücadele­
nin ilgi alanına girmez. Bu sava karşılık Harvey, ortak alanı praksis
yoluyla var eden "katılım ve kolektif kullanıma" içerik kazandırma­
ya girişiyor. Şehir m erkezinde bulunan ortak alanlar, salt dinlence,
eğlence ve kitlenin yeniden üretimine hizm et eden birer mekân ola­
rak siyasi bir anlam taşır mı? Üstelik Türkiye'de son dönemde ikti­
darın el koymayı talep ettiği ortak alanların çoğu şehirdeki konum ­
ları itibariyle üst-orta sınıfın tüketim m ekânlarıyla bütünleşmişken
— hangi mekânın siyaseti? Harvey'in buna yanıtı iki aşamalı: İlk
olarak, emeğin yeniden üretiminde şehrin rolünü üretken faaliyet­
ten keskin bir çizgiyle ayırmak olanaksızdır. Emeğin yeniden üreti­
minin maliyetinden kaçınm a eğilimindeki sermaye, bir önceki dö­
nemde kamu kurum larına yüklediği bu maliyeti, neoliberal dönem ­
de yeniden çalışanlara devretm e gayretindedir. D olayısıyla şehir
üzerindeki paylaşım mücadelesi üretim ilişkilerinden bağımsız gö­
rülemez. İkinci olarak ve daha dolaysızca, şehrin ortak alanları ve
aslında bütünü, em eğin kolektif üretiminin sonucudur. Ortak alan­
ları talep etmek bu açıdan em eğin kendi ürünü üzerinde hak iddia
etmesinden başka bir şey değildir. Burada Harvey'in katılım ve or­
taklaştırm a edimi ile kastettiği şey daha açık hale geliyor."
11.
K avram ın üretim ilişkileriyle bağım kuran canalıcı bir m üdahale, son d ö ­
nem de kentsel k ültürel m ü şterek ler için yürütülen d iren işin A nkara Ş inasi S ahne-
22
ASİ ŞEHİRLER
Kapitalizmin halen içinde bulunduğum uz geç evresinde, toplumsal
üretim ilişkilerinin üretim mekânıyla sınırlı (M arx'taki "biçimsel ta­
hakküm") olmaktan çıkıp yaşamın bütün alanlarına nüfuz ettiği
("gerçek tahakküm") yeni bir durumu deneyimliyoruz. Bu yeni di­
nam ikler karşısında etkin bir örgütlenme biçimini tarif ederken Harvey, şehrin kolektif üretimi ile em ek mücadelesi cephelerinin üst üs­
te çakıştığı vakaları öne çıkarıyor. Türkiye'deki kentsel hareketleri
gözden geçirdiğim izde de, en istikrarlı direnişlerin özellikle son 10
yıllık dönemde şehrin gerek m erkezinde gerek çeperinde kurulmuş
ve zaman içinde rant değeri kazanm ış gecekondu bölgelerini mutenalaştırm a ve toplu konuta açma süreçlerine karşı örgütlenen m a­
halle direnişleri olduğunu görüyoruz. İstanbul'da Fikirtepe, Başıbüyük, Gazi ve 1 Mayıs M ahalleleri, Armutlu, Sulukule, Fener-Balat,
Ankara'da Mamak ve Dikmen Vadisi direnişleri ilk akla gelen ör­
nekler. Gecekondu bölgesinin merkez veya çeperde oluşuna bağlı
olarak direniş olanakları da farklılaşıyor. Fener-Balat gibi tarihi kent
merkezinde yer alan bir mahalle, her semtten kullanıcılara açık bir
müşterek alan potansiyeli taşıyan tarihi kamu yapılarını barındırm a­
sı dolayısıyla m utenalaştırm aya karşı şehir genelinden kozmopolit
bir muhalefeti örgütlemek ve mahalle sakinlerinin barınak hakkı ey­
lemiyle bütünleştirm ek mümkün olmaktadır. Buna karşılık kent çe­
perindeki gecekondu bölgelerinde direniş, çoğu durum da mahalle
sakinleriyle sınırlı kalır. G elgeldim mahalle temelli bir direnişin,
Ankara Dikm en Vadisi örneğinde olduğu gibi, şehir genelindeki
m uhalif hareketlerle ittifak kurduğu durum lara da tanık oluyoruz.
si ay ağ ın d a gü n d em e geldi. T iyatronun bulunduğu E m ek İşham 'm n özel b ir şirke­
te satışın ı d u rd u rm ak için ey lem e geçen B aşkent D a y an ışm asın d an b ir sözcü, ya­
p ın ın 1950'lerde dev let çalışan ların ın ücretlerinden kesintilerle oluşturulan E m ek­
li S andığı fonu k u llanılarak inşa edilm iş olduğunu hatırlattı; böy lelik le kentsel
m ek ân ın tarihini em ek tarih iyle ilişkilendiren yeni bir p ersp ek tif açılm ış oldu.
T oplum cu M ü h en d isler ve M im arlar M eclisi adına T uğçe K artalkanat'ın k o nuş­
m ası, "A n k aralılar A kün S ahnesi Ö nündeydi", Sol, 5 Ş u b at 2013: haber.sol.org.tr/
k en t-g u n d em leri/an k aralilar-akun-sahnesi-onundeydi-haberi-67612 (erişim : 10
Ş u b a t 2013). Bu hattan d ev am ed erek E m ek İnşaat AŞ'nin internet sayfasını ince­
led iğ im izd e, şirketin aynı zam an d a SGK, AOÇ, THY gibi kam u kuruluşlarının "iş­
tira k i” old u ğ u n u öğreniyoruz.
SUNUŞ
23
Gerek Fener-Balat gerekse Dikmen örneğinde direnişin genişlem e­
si, yalnızca bir alanın sınırları dışına çıktığı anlamına gelmiyor, ay­
nı zamanda kişisel haklar temelindeki bir siyasal hareketten m üşte­
rek alanlara vurgu yapan kolektif bir örgütlenmeye geçişi de ifade
ediyor. Dikmen'de mahalle halkının yıkım girişimlerine karşı koy­
ması üzerine Ankara Büyükşehir Belediyesi elektrik, su gibi temel
hizmetleri kestiğinde, mahalleli kendi arasındaki dayanışm a ve şe­
hir genelinden STK'ların desteğiyle bu hizmetleri temin etm işti.12
Bir sonraki adımda ise Dikm enliler "sağlık ocağının kapatılmasına
veya şebeke suyuna fahiş zam yapılm asına karşı" eyleme geçtiler;
ayrıca "katlı kavşak inşaatı gerekçesiyle Kuğulu Park'ın ağaçlarının
kesilmesi", "ODTÜ'nün ortasından otoban geçirilmesi" gibi serm a­
yenin şehir bütününü hedef alan saldırılarına karşı protestolar içinde
yer aldılar.13 Yaşam alanı ile sınıfsal ilişkilerin kesişim noktasında
ortaya çıkan böyle istikrarlı bir direnişin kentsel m üşterekler m üca­
delesine doğru genişleme potansiyeli taşıdığını görüyoruz. Son dö­
nemde bir em ir sözü yerine geçen kentsel dönüşüme karşı kendi ya­
şam alanları üzerine söz söyleme hakim savunan gecekondu sakin­
leri, merkezi yönetim ve onun yerel aktörlerince siyasi suçlu olarak
damgalanıyor. Bu itham, yapılı çevrenin biçimlenmesi üzerindeki
mücadelelerin kurucu ve katılımcı bir siyasi alanın inşasında ne de­
rece kilit bir yere sahip olduğuna işaret eder, tıpkı kentsel mekân
üretiminin ulusal ölçekte sermaye birikimi üzerinde belirleyici bir
role sahip olması gibi. Biyoiktidarın elinde daha şimdiden "nüfusu
ehlileştirme" işlevi kazanm akta olan, gelecekte ne gibi sekter ve dış­
layıcı yaptırımlara, nasıl bir rezidans baskısına dönüşeceğini kestir­
menin güç olduğu tektipleştirici toplu konut uygulamalarına karşı
gecekondu direnişlerinde dile getirilen, fiziksel dokuyu ortadan kal­
dırmak yerine "yerinde ıslah" seçeneği, mimari çevrede insan ölçe­
ğini korumanın yanı sıra biyoiktidarın cenderesi dışındaki bir yaşa­
mı savunmanın da yollarından önemli bir tanesidir.
12. M ehm et Ö zer (haz.). O ra d a H a ya t Var: D ikm en Vadisi D iren işi, A nkara:
M im arlar O d ası, 2012.
13.
24
ASİ ŞEHİRLER
IV
Asi Şehirler'm bir ayağı kütüphaneye, diğeri sokağa basan bir metin
olduğunu söyledik. Metnin temel sorunsal alanlarından üçüncüsü,
kentsel m üşterekler etrafında cereyan eden mücadelenin örgüt yapı­
sına odaklanıyor. Birbirinden farklı üretim ilişkilerinin hâkim oldu­
ğu coğrafyalardan örneklerin karşılaştırmalı olarak incelendiği bu
kısım da yazar, küresel bir ağ biçiminde, belli periyotlarla örgütle­
nen Savaş, Küresel İsınma ve Nükleer Enerji aleyhtarı eylemlerin
ne derece kalıcı ve etkin olacağı sorusuna bir miktar tem kinle yak­
laşıyor. 3. Bölüm'de değinilen ve 5. Bölüm'de organizasyon yapısı
açısından ayrıntılı olarak incelenen vakalar ise bilhassa şehrin ko­
lektif üretimi ile emek mücadelesi cephelerinin üst üste çakıştığı ör­
nekler. Kentsel mücadelede etkin bir siyasi örgütlenme için hangi
şartları elzem olarak gördüğünü netleştirmek amacıyla yazar 1951
yılında New -M exico çinko madeni işçilerinin grevi, 2001-2002 dö­
nemi Buenos Aires'te işçi ve yoksul kesimlerin ayaklanması ve öz­
yönetim deneyimi ve (2008'den bu yana Karadeniz bölgesi halkının
başı çektiği Hidro Elektrik Santrali yapımına karşı verilen mücade­
leyle yakın benzerlikler taşıyan) Bolivya'daki su kaynaklarının özel­
leştirilm esine karşı 2003-2005 arası dönem de gerçekleşen ve tam
bir başarı elde eden El Alto ayaklanması gibi hadiseleri ayrıntılarıy­
la ele alıyor. Bu örneklerde ortak olan önemli bir özellik, mücadele
ister üretim m ekânındaki ilişkilerden kaynaklansın ister yaşam ala­
nına ait kolektif bir haktan, her bir alana ait mevcut toplumsal daya­
nışma ağlarının diğer alanda sürdürülen mücadele için seferber
edilmekte olmasıdır. Hareketin etkin ve uzun ömürlü olmasını sağ­
layan şey, çalışm a ve yaşam alanları arasındaki bu geçişliliktir.
Örgütlenme biçimleri tartışm asında bir diğer önemli nokta, yeni
toplumsal hareketlerin, Doğu Bloğu’nun dağılm asından sonra yapı­
lan özeleştiri ışığında, yatay örgütlenme modelini alternatifsiz ka­
bul ederek idealleştirmesi konusudur. Harvey'in buna getirdiği iti­
raz kitabın en tartışmalı argümanlarından birini oluşturuyor. Bir
toplumsal hareket, yerel düzlem de deneyimlenen çelişkilerden yola
çıktığında, ve proleter sınıfı gibi evrensel bir siyasi öznenin yoklu-
SUNUŞ
25
ğunda, kapitalizmin küresel ölçekteki işleyişine nasıl karşı koyabi­
lir? Son dönemde m ünferit, küçük ölçekli direnişler üzerinden türe­
tilen ve ideal bir m odele dönüştürülen "yataylık" kavramı, Harvey'e
göre, ölçek sorununu yok saymanın yanı sıra, her biri bu ideal mo­
del temelinde örgütlenen yerel 1iklerin gerçekleştiği bir durum da da­
hi bunların birbiriyle ilişkisini kavramsallaştırmakta yetersiz kal­
maktadır. Hiyerarşi ve yataylık, Harvey'e göre, birbirini dışlayan ter­
cihler olmak zorunda değildir, çünkü tek bir örgüt biçimi farklı öl­
çeklerin ihtiyaçlarını karşılayamaz.
Türkiye'de m üşterek alanlar m ücadelesinin en aktif hattını oluş­
turan, akarsuların özelleştirilerek Hidro Elektrik Santrali şirketleri­
ne satılmasına karşı Karadeniz'deki şehir ve köyler arasında giderek
güçlenen mücadele ağı,14 benzer biçim de 2012 Büyükşehir Yasası
ile tüzel kişiliğini yitirecek 16 bin köyün sakinlerini ortak direnişe
davet eden İzm ir-Seferihisar'a bağlı köylülerin öncülük ettiği G ele­
ceğin Köyleri H areketi15 ve büyük kentlerde gecekondu alanlarını
ortadan kaldıran dönüşüm projelerine karşı mahalle direnişlerinin16
hem her birinin kendi arasında, hem de birbirleriyle kurabilecekleri
şebeke örgütlenmesini düşünürken A si Şehirler'in sunduğu ipuçları
son derece önemli görünüyor.
Yakın dönemde, iletişim teknolojisi sayesinde, kimi siyasi gün­
dem ler söz konusu olduğunda dünya çapında ortak bir takvimle, ko­
ordinasyon halinde harekete geçen şehirler ağının parçası oluyoruz.
Öte yandan benzer bir koordinasyonu ulusal ölçekte yaşama geçir­
mekte zorlanıyor, kendimizi tarihin tuhaf bir kinayesiyle karşı kar­
şıya buluyoruz. Kentsel m üşterekler mücadelesi karşısında basın ve
medyanın son derece kayıtsız bir tutum sergilediği, hareketin top­
lumsal hafızasını kaydeden bir yüzeyin henüz oluşmadığı bir dö­
nemde, su kaynaklarının, ormanların, köy ortak alanları ve merala­
rın, doğal sit alanlarının, mahallelerin, kentsel ve kültürel müşterek­
lerin, internet ve dahası kolektif biyolojik ve genetik materyalin ik­
tidar ve sermaye tarafından topyekûn ve sistem atik bir saldırı altın­
14. w w w .d erelerin k ard esligi.org/w eb
15. w w w .g eleceg in k o y leri.net
16. M ahalle d iren işleri arasında bir örgütsel ağ oluşturm a girişim i için bkz.
Toplumun Ş ehircilik H areketi internet sitesi: w w w .toplum unsehircilikhareketi.
org/
da olduğu bir dönem de yerel direnişleri güçlendirmek, ve bunların
arasında bir üst müşterek alan yaratmak için Asi Şehirler'e doğru ha­
reket saati gelmiştir.
Ayşe Deniz Temiz
Şubat 2013, Ankara
ASİ ŞEHİRLER
ÖNSÖZ
Henri Lefebvre'in Vizyonu
1970'LERİN ORTALARINDA Paris'te, çevreye daha duyarlı bir şehir
yaşantısını örgütlemek için uğraş veren Ekolojistler adındaki radi­
kal bir mahalle hareketinin dolaşıma soktuğu bir afişe rast gelm iş­
tim. Bu harikulade afiş, çiçek süslü balkonları, insanlar ve çocuklar­
la dolup taşan meydanları, dünyaya açılan küçük dükkân ve atölye­
leri, sayısız kafeleri, fıskiyeli havuzları, nehir kıyısının tadını çıka­
ran insanları, aralara serpiştirilmiş m ahalle bahçeleri (gerçi bu deta­
yı kafamdan ekliyor da olabilirim) ve sohbet etmek yahut birer pu­
ro tüttürmek için (Ekolojistlerin iyice dumanaltı bir odada yapılan
mahalle toplantısına gittiğimde ceremesini çekerek öğrendiğim
üzere, o sıralar bu alışkanlık henüz lanetlenm em işti) bol vakti olan
insanları ile eski Paris’in mahalle yaşantısını yeniden canlandırıyor­
du. O zamanlar çok sevdiğim bu poster yıllar içinde öyle yırtık pır­
tık hale geldi ki m aalesef atmak zorunda kaldım. Geri almak keşke
mümkün olsaydı! Birileri onu tekrar basmalı.
Ortaya çıkm akta olan ve eskiyi boğm akla tehdit eden yeni Paris
ise bu m anzarayla çarpıcı bir tezat arz ediyordu. Place d'Italie çev­
resindeki dev gibi yapılar eski şehri istila etm ekle ve o korkunç
M ontpamasse Kulesi'ni dahi sollam akla tehdit ediyordu. Nehrin sol
yakasında inşası önerilen ekspres yol, 13. Bölge'de ve banliyölerde
inşa edilen ruhsuz çok katlı habitation â loyer modere'ier (HLM),
yani düşük kiralı sosyal konutlar, tekellerin buyruğuna girip ticari­
leşen sokaklar, bir zam anlar M arais'deki küçük atölyelerde zanaat­
kârlık etrafında gelişmiş olan canlı m ahalle yaşantısının düpedüz
lulırip edilişi, Belville'de harabeye dönüşm üş binalar, Place des
Vosges'un harikulade mimarisinin bir harabeye dönüşmesi. Buldu­
ğum bir başka karikatür ise (çizeri Batellier) Paris'in bütün eski m a­
hallelerini öğüterek yutan bir biçerdöverin arkasında yalnızca çok
30
ASİ ŞEHİRLER
katlı HLM’lerden oluşan düm düz bir hat bırakarak ilerleyişini res­
mediyordu. Bu karikatürü PostmodernUğin D urum u kitabımda bu­
labilirsiniz.*
1960'ların başından itibaren Paris kendini düpedüz varoluşsal
bir krizin ortasında bulmuştu. Eski olan daha fazla ayakta kalam az­
dı, fakat yeni olan da göze fazlasıyla berbat, ruhsuz ve bomboş gö­
rünüyordu. Jean-Luc Godard'ın 1967 yapımı film i 2 ou 3 choses que
je sais d'elle/ Onun H akkında Bildiğim İki-Ü ç Şey, bu ânın hissiya­
tını çok iyi yakalar. Parasal ihtiyaçlardan olduğu kadar sıkıntıdan
fahişeliği gündelik iş edinm iş çocuklu ve evli kadınları tasvir eden
filmin arka planında, Am erikan şirket sermayesi tarafından işgal
edilmiş bir Paris şehri, Vietnam savaşı (ki başlangıçta Fransızların
meselesi iken o sıralarda A m erikalılar tarafından devralınmıştır),
karayolu ve çok katlı konut inşaatındaki patlama, ve şuursuz bir tüketiciliğin baskınına uğramış şehir sokakları ve dükkânları karşım ı­
za çıkar. G elgelelim Godard'ın felsefi yaklaşımı — bilmeceyi andı­
ran, nostaljik, postm odem izm in W ittgensteinci bir öncülü— bana
pek hitap etmemişti.
İşte Henri Lefebvre de "Şehir Hakkı" üzerine denemesini aynı
yıl, yani 1967'de yazmıştı. Lefebvre bu hakkın hem bir haykırış, hem
de bir talep olduğunu ileri sürüyordu. Haykırış, şehirde gündelik ha­
yatın girdiği derin krizin yarattığı acıya verilen bir tepkiydi. Talep
ise, bu krizle korkusuzca yüzleşip bu derece yabancılaşmış olm a­
yan, daha anlamlı ve keyifli bir şehir yaşamı seçeneği yaratm a yetkisiydi aslında. Lefebvre için böyle bir seçenek aynı zamanda da­
ima çatışm a barındırır; oluş ve rastlantıların (ister korkutucu olsun
isterse mem nuniyet verici) diyalektiğine ve önceden tahmin edile­
mez yeniliklerin sürekli peşinden gitmeye açık olmalıdır.'
Biz akadem isyenler fikirlerin şeceresini çıkarm ak konusunda
bir hayli uzman sayılırız. Lefebvre'in bu dönemdeki yazılarını biraz
* B kz. H arvey, P o stm o d ern liğ in D u ru m u , çev. S ungur S avran, İstanbul: M e­
tis, 1997, s. 3 2,- y .n .
1.
H enri L efeb v re. L a P roclam ation de la C om m une, Paris: G allim ard , 1965;
L e D ro it à la Ville, Paris: A n th ro p o s, 1968; L 'Irruption, de N anterre au Som m et,
P aris: A n th ro p o s, 1968; L a R évo lu tio n U rbaine, Paris: G allim ard , 1970; E sp a ce et
P o litiq u e (Le D ro it à la Ville, II), P aris: A n th ro p o s, 1973; L a P roduction de l'E s­
p a c e , Paris: A n th ro p o s, 1974.
HENRI LEFEBVRE'İN VİZYONU
31
kazıyacak olursak şurada Heidegger'den, ötede Nietzsche'den, beri­
de Fourier'den bir parça, A lthusser ve Foucault'ya isim vermeden
yapılan eleştiriler, ve tabii kaçınılmaz olarak Marx'tan ödünç alman
çerçeveyi ortaya çıkarabiliriz. Bu m akalenin Kapital'm ilk cildinin
yayımlanışının yüzüncü yılı kutlamaları için yazıldığını da belirt­
mek gerek, zira ileride göreceğim iz gibi siyasi bir önem taşıyor bu.
Gelgelelim biz akadem isyenlerin çoğu kez unuttuğum uz nokta, bi­
zi çevreleyen sokaklardan yükselen hissiyatın oynadığı roldür: yı­
kımların kaçınılm az olarak yol açtığı yitirme duygusu, Paris'in Les
Halleş kesimi gibi koca bir semtin baştan başa yeniden inşası yahut
birdenbire peyda olan büyük bina kompleksleri karşısında duyulan
şaşkınlık, diğer yandan şu veya bu am açla düzenlenen mitinglerin
yarattığı coşku veya öfke, göçmen grupların bir mahalleye yeniden
yaşam getirm esiyle yeşeren um utlar (13. Bölge'de, HLM'lerin orta­
sında boy gösteren o şahane Vietnam lokantaları), marjinalleşmenin
neden olduğu umutsuzluk, polis baskısı, ve gençlerin artan işsizlik
ve ihmalden doğan bitim siz bir sıkıntı içerisinde kaybolduğu ruhsuz
banliyölerin gitgide ayaklanm alarla çalkalanan yerlere dönüşmesi.
Lefebvre bütün bunlara karşı em inim son derece duyarlıydı, üs­
telik bu duyarlılığının ardındaki tek sebep daha önceleri Sitüasyonistlere beslediği açık hayranlık, onların şehrin psiko-coğrafyası
fikrine olan teorik bağlılığı, şehri boydan boya katetme, temaşayı
soluma deneyimi vb. değildi. Rambuteau Sokağı'ndaki evinin kapı­
sından dışarı şöyle bir adım atmak kuşkusuz bütün duyularında bir
kıpırtı yaratmaya yetmiş olmalı. Bu nedenle The Right to the City
nin (Şehir Hakkı), '68 M ayısı'nın "infilak"ından (Lefebvre'in daha
sonraki bir kitabına verdiği ad, Tirruption) önce yazılmasını hayli
manidar buluyorum. Bir şeylerin infilak etmesinin yalnızca m uhte­
mel değil, neredeyse kaçınılmaz olduğu bir durumu tasvir eder (ki
Lefebvre de bunun gerçekleşmesi için üzerine düşen mütevazı rolü
Nanterre'de yerine getirmiştir). Ancak '68 hareketinin şehirdeki kök­
leri, hadiseye dair daha sonraki anlatım larda fazlasıyla ihmal edilen
bir tema olarak kalmıştır. Kanaatimce, dönem in mevcut kentsel top­
lumsal hareketleri — sözgelimi Ekolojistler— o ayaklanmayla hem ­
hal olmuş, ve onun siyasi ve kültürel taleplerini şekillendirmede ale­
nen değilse de kritik roller oynamış olsa gerek. Bunun yanı sıra,
elimde hiçbir kanıt olm am akla birlikte, olayların akabinde şehir ya­
32
ASİ ŞEHİRLER
şantısında m eydana gelen, çıplak sermayenin kendisini m eta fetişiz­
mi içinde gizlemesi, piyasada niş alanları yaratılması ve kentin kül­
türel olarak tüketilm esi gibi kültürel dönüşüm lerin, '68 sonrası edilginleştirm e operasyonları içerisinde hiç de masum olmayan bir rol
oynadığı kanaatindeyim (örneğin Jean-Paul Sartre ve diğerleri tara­
fından kurulan Libération gazetesi '70'lerin ortasından itibaren ya­
vaş yavaş kültürel açıdan radikal ve bireyci bir hal aldı; siyasi açıdan
ise, ciddi sol ve kolektivist siyasete yönelik düşm anca bir tutum içi­
ne girmediys de, ılımlı bir m ecraya kaydı.
Bunlara değinmekteki kastım, eğer şehir hakkı fikri geçen on yıl
zarfında yeniden bir canlanm a sürecine girdiyse bunun açıklamasını
Lefebvre'in entelektüel m irasında aramam ak gerektiğidir (bu miras
her ne kadar önemli de olsa). Sokakta kentsel toplumsal hareketler
içinde cereyan etmekte olan şeyin önemi çok daha büyüktür. Büyük
bir diyalektikçi ve gündelik şehir yaşantısının içkin bir eleştirmeni
olan Lefebvre de bize bu noktada kuşkusuz hak verecektir.
Ö rneğin 1990'lar Brezilyası'nda neoliberalleşm e ve dem okratik­
leşmenin tuhaf çakışm asının 2001 Brezilya anayasasında şehir hak­
kını güvence altına alan maddelerle sonuçlanması, kentsel toplum ­
sal hareketlerin, özellikle de konut hakkı etrafındakilerin, dem okra­
tikleşmeyi destekleyici gücü ve önemiyle açıklanabilir. Bu anayasal
ânın (James Holten'ın deyimiyle) aktif bir "başkaldıran yurttaşlık"ın
somutlaşm asına ve desteklenm esine yaptığı katkı, Lefebvre'in m ira­
sıyla değil, gündelik şehir yaşantısının niteliğini kim in belirlediği ile
yakından ilişkilidir.2 Sıradan şehir sakinlerinin belediye bütçesinin
demokratik bir karar verme süreci ile dağıtılmasında rol almasına
olanak veren "katılımcı bütçe düzenlemesi" gibi bir uygulamanın
bunca heves uyandırm ası, 1990'ların başından beri hoyrat bir neoli­
beralleşm e süreci içerisinde gündelik yaşamın niteliği üzerindeki
saldırısını gitgide yoğunlaştıran uluslararası kapitalizm karşısında
pek çok kim senin bir tepki arayışı içinde olm asıyla yakından ilişkili­
dir. Bu modelin Dünya Sosyal Forum u'nun merkezi olan Brezilya
şehri Porto Al legre'de ortaya çıkmış olması da şaşırtıcı olm asa gerek.
2007'nin H aziran ayında ABD Sosyal Forum u'nda bir araya ge­
len her tür toplumsal hareket, kısm en Brezilya'daki kentsel hareket2. Jam es H olsto n , In su rg en t C itizenship, P rinceton: P rinceton Univ. P., 2008.
HENRI LEFEBVRE'İN VİZYONU
33
lerin elde ettiği başarılardan esinlenerek (New York ve Los Angeles
gibi şehirlerde aktif birimlere sahip olacak) ulusal bir Şehir Hakkı
İttifakı oluşturm aya karar verdiklerinde Lefebvre diye birinden bü­
yük ölçüde bihaberdiler. Tek tek hepsi kendi davası için (evsizlik,
m ahallelerin "mutenalaştırılması" ve yerinden edilme, yoksulların
ve farklı olanların suçlu gibi dam galanm ası gibi) yıllarca bir başına
m ücadele verdikten sonra, bir bütün olarak şehir konusunda verilen
m ücadelenin kendi m ücadelesine çerçeve oluşturduğu sonucuna
varmıştı. Birlikte bir şeyleri değiştirm enin daha kolay olabileceğini
düşündüler.
Ve eğer benzer türden hareketler başka yerlerde de ortaya çıkı­
yorsa, bu durum Lefebvre'in fikirlerine bağlılıktan değil, kendi fi­
kirleri gibi Lefebvre'in fikirleri de esasen hastalıklı şehirlerin so­
kaklarından ve mahallelerinden doğduğu içindir. Nitekim son dö­
nemde yayımlanan bir derlem e şehir hakkı hareketlerinin (farklı yö­
nelimlere sahip olm akla birlikte) dünya çapında onlarca şehirde fa­
al olduğunu bildiriyor.3
Öyleyse bir noktada anlaşalım: Şehir hakkı fikri birtakım ente­
lektüel heves ve modalardan değil (her ne kadar etrafta bunlardan
bol miktarda bulunsa da), aslolarak sokaklardan, m ahallelerden ezi­
len insanların naçar zam anlarda yükselen yardım ve destek çığlığın­
dan doğmaktadır. Peki akademisyen ve entelektüeller (Gramsci'nin
tabiriyle ister geleneksel olsun isterse organik) bu çığlığa ve talebe
nasıl yanıt veriyorlar? İşte burada Lefebvre'in verdiği karşılığa bak­
m akta fayda var. Bu yanıt bize doğrudan ipuçları sağlayamayacak
olsa da (zira içinde bulunduğum uz durum 1960'lardakinden çok
farklı, tıpkı Mumbai, Los Angeles, Sao Paolo ve Johannesburg so­
kaklarının Paris'inkilerden çok farklı olduğu gibi), Lefebvre'in içkin
eleştiriye dayalı diyalektik yöntemi bu çığlık ve talebe karşılık ve­
rirken feyzalacağım ız bir model önerebilir.
Lefebvre, özellikle 1965'te yayım lanan (kısmen Sitüasyonistlerin bu konudaki tezinden mülhem) The Paris Commune (Paris Ko­
3.
A n a S u g ran y es v e C h arlo tte M atlıivet (haz.), C ities f o r A ll: P roposals a n d
E xperien ces Towards th e R ig h t to the C ity, S antiago, Şili: U luslararası H abitat
K oalisy o n u , 2010; N eil B ren n er, P eter M arcuse ve M argit M ayer (haz.). C ities f o r
P eople, a n d N o t f o r P rofit: C ritica l U rban T h eo ry a n d the R ig h t to the C ity, N ew
York: R o u tled g e, 2011.
34
ASİ ŞEHİRLER
münü) çalışmasının ardından, devrimci hareketlerin çoğunlukla,
hatta daim a bir kentsel boyutu olduğunu pekâlâ anlamıştı. Bu ko­
num onun, fabrika m erkezli proletaryanın devrim ci dönüşümün lo­
kom otif gücü olduğuna inanan Fransız K om ünist Partisi'yle ters
düşmesine yol açtı. M arx'm K apital'm m yüzüncü yılım şehir hakkı
üzerine bir risaleyle kutlayan Lefebvre, Paris Kom ünü'ne kendi ta­
rihi içerisinde merkezi bir statü atfederek onu efsaneleştirm ekle bir­
likte, devrim ci strateji içerisinde şehre hiçbir zaman pek önem ver­
memiş olan alışılageldik M arksist düşünceye meydan okum a niye­
tindeydi kuşkusuz.
M etin boyunca "İşçi sımfı"m devrimci değişim in faili addeden
Lefebvre, alttan alta devrimci işçi sınıfının salt fabrika işçilerinden
değil kentsel işçilerden müteşekkil olduğunu ima ediyordu. Daha
sonraları tespit ettiği üzere, bu çok farklı bir sınıfsal oluşum dur —
parçalı ve bölünmüş, amaç ve ihtiyaçları bakım ından çoklu, genel­
de seyyar, iyice kök salmış değil de düzensiz ve akışkan. Benim da­
ima hem fikir olduğum (Lefebvre'i henüz okumadan önce bile) bu
tezi, Lefebvre'in ardından gelen şehir sosyolojisi çalışmaları (en
başta Lefebvre'in bir zam anlar öğrencisi olan fakat hiçbir zaman ta­
kipçisi olmayan M anuel Castells olmak üzere) daha yüksek sesle
dile getirdi. Öte yandan geleneksel solun şehir menşeli toplumsal
hareketlerin devrimci potansiyelini kavram akta hâlâ güçlük çektiği
de bir gerçek. Bu hareketler çoğu defa, bazı kısmi (sistemik olmak­
tan uzak) meselelere yoğunlaşan reform ist hareketlerden ibaret ol­
dukları, dolayısıyla ne devrimci ne de sahici anlam da sınıf hareketi
sıfatını hak etmedikleri gerekçesiyle gözardı ediliyorlar.
Öyleyse Lefebvre'in durumsal polemiği ile bugün şehir hakkını
reformist değil devrim ci bir perspektiften ele almak isteyenler ara­
sında belli bir süreklilikten bahsedebiliriz. Lefebvre'in konumunun
altında yatan mantık, içinde yaşadığım ız dönem de olsa olsa pekiş­
miştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin pek çoğunda fabrikalar ya büs­
bütün kaybolm uştur ya da o denli azalmıştır ki klasik sanayi işçi sı­
nıfının ortadan kalktığına hükmedilebilir. Şehir yaşam ının üretim
ve idamesi gibi önemli ve kapsamı genişledikçe genişleyen bir iş gi­
derek güvencesiz, çoğu yarı-zamanlı ve örgütsüz ucuz emeğin sırtı­
na yüklenmektedir. Yarın ne halde olacağını bilmeden yaşayan, gü­
vencesiz, geleceksiz çalışan "prekarya" geleneksel proletaryanın
HENRI LEFEBVRE'İN VİZYONU
35
yerini almıştır. Eğer içinde yaşadığım ız devirde herhangi bir dev­
rimci hareketin (örneğin sanayileşen Çin'de değilse de) en azından
dünyanın bizim yaşadığım ız kısm ında doğmasını bekliyorsak, so­
runlu ve örgütsüz prekaryanın hesaba katılm ası gerekecektir. Bu tür
dağınık grupların kendi kendisini örgütleyerek devrim ci bir güce
nasıl dönüşebileceği önemli bir siyasi sorun olarak karşım ızda dur­
maktadır. Burada üzerimize düşen görevlerden biri, onların haykırış
ve taleplerinin çıkış noktasını anlamaktır.
Ekolojistlerin afişinde tasvir edilen vizyon karşısında Lefebvre
ne tepki verirdi, merak ediyorum. Herhalde benim gibi o da bu nos­
taljik bakışa gülümseyecekti; fakat The Right to the City den La R é­
volution Urhaine'e (Şehir Devrimi, 1970) uzanan tezleri, hiçbir za­
man gerçekleşm emiş bir kentleşmeye duyulan bu nostaljiyi m uhte­
melen eleştirirdi diye düşündürüyor. Zira eskiden bildiğimiz, hayal
ettiğimiz şehrin yeniden inşası m üm kün olm am acasına, hızla yok
olmakta oluşu, Lefebvre'in vardığı temel sonuçlardan biriydi. Bu
noktada ona katılıyor, hatta bunu daha açıklıkla ortaya koymak ge­
rektiğini düşünüyorum , çünkü Lefebvre sevdiği geçmişin şehirle­
rinden bazılarında (örneğin Toskana bölgesindeki Rönesans döne­
mi İtalyan şehirleri) yaşam koşullarının kitleler için ne denli bunal­
tıcı olduğunun tasvirine pek fazla girmiyor. K eza 1945'te çoğu Pa­
rislinin yıkıntıya dönmüş m ahallelerde kanalizasyonu olmayan, kı­
şın soğuktan donup yazın sıcaktan kavrulduğu viran haldeki evler­
de yaşadığından ve bu durumu telafi etm ek için bir şeyler yapılm a­
sı gerektiğinden bahsetm iyor — ki 1960'larda bir şeyler yapılm aya
başlanmıştı, ancak sorun, Fransız m erkeziyetçi devlet anlayışı tara­
fından bürokratik olarak düzenlenip uygulamaya konan bu süreçte
demokratik katılım dan, hayal gücünden eser olmayışı, sınıf im tiya­
zı ve tahakküm üne dayalı ilişkilerin şehir peyzajına taşınmasıydı.
Aynı zam anda kentsel ile kırsal, veya İngilizlerin sevdiği tabirle,
kır ve kent arasındaki ilişkinin de kökten dönüşüm geçirmekte oldu­
ğunun farkındaydı Lefebvre. Geleneksel çiftçilik ortadan kalkıyor
ve kır kentleşmeye başlıyordu, ki bu da doğayla olan ilişkiye, tüke­
time dönük yeni bir yaklaşım getirmekteydi (hafta sonları ve tatil­
lerde gidilen kırsal kesimden, şehrin çeperinde giderek yayılan ye­
şili bol banliyölere). Şehir pazarlarına tarım ürünleri tedarik etmeye
odaklanan kapitalist üretkenlik yaklaşımı, kendi kendine yeten kü­
36
ASİ ŞEHİRLER
çük çiftçiliğin yerini alıyordu. Dahası, bu sürecin küresel bir boyut
kazandığını ve bu koşullar altında şehir hakkı m eselesinin yerini şe­
hir yaşantısı hakkına ilişkin daha muğlak bir soruya bırakması ge­
rektiğini ferasetle fark etmişti. Kendi düşüncesinde (1974 basımı
aynı adlı kitapta ifadesini bulan) "mekânın üretimi"ne dair daha ge­
nel bir mesele biçimini alacaktı bu.
Şehir-kır ayrımının silikleşmesi dünya çapında farklı hızlarda
ilerlemiş olsa da, sürecin Lefebvre'in tahmin ettiği doğrultuda sey­
rettiği şüphe götürmez. Son dönem de Çin'in geçirm ekte olduğu ale­
lacele şehirleşm e süreci buna örnektir. Kırsal bölgelerde yaşayan
nüfus 1990'da yüzde 74 iken, 2010'da yüzde 50'lere düşm üş, Chong­
qing bölgesinin nüfusu ise geçen yarım yüzyıl içinde 30 milyon art­
mıştır. Küresel ekonom i içerisinde bu sürecin tamamlanmaktan
uzak olduğu pek çok mekân kalm ışsa da insanlığın büyük kısmı şe­
hir yaşamının çalkantısına ve çapraz akıntılarına kapılmış durum ­
dadır.
Burada bir sorun çıkıyor karşımıza: Şehir üzerinde hak talep et­
mek, aslında artık varolmayan bir şey üzerinde hak iddia etmek an­
lamına gelir (ki daha önce varolduğu da şüphelidir). Kaldı ki şehir
hakkı boş bir gösterendir. Ona kimin nasıl anlam yükleyeceğine
bağlıdır her şey. Finansörler ve m üteahhit firm alar şehri talep edebi­
lirler, ki buna hakları vardır. Fakat evsizlerin ve orada yaşamasına
izin verilm eyen kaçak statüsündeki m ültecilerin de bir o kadar hak­
kı vardır şehir üzerinde. M arx'in Kapital'ds dile getirdiği, "eşit hak­
lar arasında son kararı belirleyen güçtür"* şiarını akılda tutarak, bu­
rada tanım lanan hakkın kime ait olduğu sorusuyla kaçınılmaz ola­
rak yüzleşm em iz gerekir. Bu hakkın nasıl tanım lanacağı başlı başı­
na bir m ücadele konusudur ve söz konusu hakkı yaşam a geçirme
mücadelesi ile el ele ilerlemelidir.
Geleneksel şehri dizginsiz kapitalist gelişme öldürdü, serm aye­
nin aşırı birikim ini yatırım a dönüştürm ek için duyduğu bitmek tü­
kenmek bilmeyen ihtiyaç, toplum, çevre ve siyaset açısından doğa­
cak sonuçları gözetm eksizin, şehri bitimsizce yayılan bir kentsel
büyümeye kurban etti. Üzerim ize düşen siyasi ödev, Lefebvre'e gö­
re, çığrından çıkmış bir halde küreselleşen, kentleşen sermayenin
* Bkz. K a p ita l, 8. B ölüm , 1. K ısım : "lagününün S ın ırla n ”, —y.n.
HENRI LEFEBVRE'İN VİZYONU
37
tiksinti verici karm aşası içinden bam başka bir şehri tahayyül ve in­
şa etmektir. Bunun gerçekleşmesi ise gündelik şehir yaşamına odak­
lanan güçlü bir antikapitalist hareketin yaratılm asına bağlıdır.
Lefebvre'in Paris Komünü'nün tarihinden gayet iyi bildiği gibi,
sosyalizm, komünizm ve hatta anarşizmin tek bir şehirde gerçekleş­
mesi imkânsız bir önermedir. Burjuvazinin gerici güçleri açısından
şehri kuşatmak, tedarik hatlarını keserek açlığa mahkûm etm ek ga­
yet kolaydır, hatta şehri istila edip karşı koyan herkesi katletm ek da­
hi (Paris'te 1871'de olduğu gibi). Fakat devrim ci fikir, ideal ve hare­
ketlerin kuluçka mekânı olarak şehre sırtımızı dönm em iz gerektiği
anlam ına gelmez bu. Ancak siyaset, şehir yaşamının üretimi ve ye­
niden üretimini, devrimci dürtülere meydan veren kilit bir emek sü­
reci olarak ele aldığı zaman, gündelik yaşamı derinden değiştirm e­
ye muktedir antikapitalist mücadeleleri harekete geçirm ek mümkün
olacaktır. Ancak şehir yaşamını kuran ve idame ettirenlerin kendi
ürettikleri şey üzerinde temel bir hakka sahip olduğu ve taleplerin­
den birinin şehri gönüllerince şekillendirme hakkı olduğu anlaşıldı­
ğı zaman şehir üzerine makul bir siyaset anlayışına ulaşacağız. "Şe­
hir ölmüş olabilir," der gibidir Lefebvre, ama "yaşasın şehir!"
Öyleyse şehir hakkının peşine düşm ek bir serabın ardından git­
mek midir? Salt fiziksel mekân anlam ında düşünürsek elbette öyle­
dir. Fakat siyasi bir m ücadele enerjisini som ut hedefler kadar viz­
yonlardan da alır. Şehir Hakkı Koalisyonu'na üye gruplar arasında,
kendi arzu ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir kentsel gelişimin kavga­
sını veren, beyaz olm ayan mahallelerdeki düşük gelirli kiracılar; ba­
rınma hakkı ve temel kamu hizmetleri için örgütlenen evsiz kim se­
ler; ve güvenli kamusal m ekânlara erişim hakkı için uğraş veren be­
yaz olmayan LGBTQ gençliği sayılabilir. New York için tasarlanan
kolektif platform da koalisyon, bu kam unun daha açık ve daha geniş
bir tanımını yaparak hem kamusal alan denen m ekâna hakikaten
ulaşabilecek hale hem de sosyalleşme ve siyasi eylem için yeni or­
tak alanlar yaratm a konusunda yetkin hale gelmesini hedefledi. "Şe­
hir" tabiri, siyasi anlam arayışlarında derin rol oynam ış simgesel ve
ikonik bir tarihçeye sahiptir. Tanrının şehri, tepedeki şehir,* şehir ve
yurttaşlık (city-citizenship) arasındaki ilişki; ütopik bir arzu nesnesi
* Incil'd e bahsi g eçen şehir, bkz. M a tta 5:14. -ç .n .
38
ASİ ŞEHİRLER
olarak şehir, hiç durm adan değişen bir m ekân-zam an düzeni içinde
belirgin bir aidiyetin mekânı — bütün bunlar şehre çok önemli bir
siyasi tahayyülü harekete geçiren bir siyasi anlam yükler. Lefebvre'
in geldiği nokta — Sitüasyonistlerden ödünç alm adıysa bile kesin­
likle katıldığı fikir— şehrin içinde zaten mevcut olan çoklu pratikle­
rin alternatif olanaklarla dolup taştığıdır.
Lefebvre'in heterotopya kavram ı (ki Foucault'nunki ile derin
farklılıklar içerir) ile tarif ettiği liminal toplumsal mekânlar, "farklı
bir şey"i olanaklı kılm anın ötesinde, devrimci bir güzergâhın tanım ­
lanmasında bu farklılığa temel önem atfeder. Bu "farklı şey"in bi­
linçli bir plandan doğm uş olm ası şart değildir; insanların salt yapıp
ettikleri, hissettikleri, duyum sadıkları ve gündelik yaşamlarındaki
anlam arayışının parçası olarak ifade ettikleri şeylerden doğar. Bu
tür pratikler her yanda heterotopik m ekânlar üretir. Bu tür mekânla­
rın ortaya çıkması için büyük devrime bel bağlam am ız gerekmez.
Lefebvre’in devrimci hareket teorisi bunun aksini söyler: bir an için
bile olsa, dağınık heterotopik grupların kolektif eylemin kökten fark­
lı bir şey yaratm a potansiyelini görüp bir "infilak" ânında kendili­
ğinden bir araya toplanması.
Lefebvre bu bir araya gelişi merkeziyet arayışı olarak sim geleş­
tirir. Şehrin geleneksel m erkeziyeti tahrip edilmiş durumdadır. Fa­
kat onu yeniden tesis etme yönünde bir itki ve arzu tekrar tekrar orta­
ya çıkar ve bunun siyasi sonuçları — yakın dönem de Kahire, M ad­
rid, Atina, Barselona ve hatta M adison, W isconsin'deki ana m eydan­
larda ve şimdi de New York şehrinde Zuccotti Park’ta gördüğümüz
gibi— pek çok alanda hissedilir. Ortak haykırış ve taleplerimizi ifa­
de edebilm ek için başka nasıl ve nerede bir araya gelebiliriz?
Fakat işte bu noktada, çoğu kimsenin Lefebvre'e atfettiği ve ona
duyulan hayranlığın nedeni olan kentsel devrimci rom antizm yine
bizzat Lefebvre'in kapitalist gerçeklere ve sermayenin gücüne dair
anlayışına çarpıyor. Kendiliğinden gelişen alternatif vizyoner hare­
ket gelip geçicidir; selin içindeyken yakalayamazsanız, hiç kuşku­
suz yanınızdan geçip gidecektir (Lefebvre'in 1968'de Paris sokakla­
rında ilk elden tanık olduğu gibi). Aynı durum devrimci hareketin fi­
lizleneceği toprağı oluşturan heterotopik fark m ekânları için de geçerlidir. The Urban Revolution (Kentsel Devrim) kitabında Lefebv­
re, heterotopya'yı (şehir pratiklerini) hem izotopya (kapitalizmin ve
HENRI LEFEBVRE'İN VİZYONU
39
devletin gerçekleşm iş, akılcı mekânsal düzeni), hem de dışavurum ­
cu bir arzu olan ütopya ile gerilim içerisinde ele alır (bunların alter­
natifleri olarak değil). "İzotopya ile heterotopyanın farkı"nın "an­
cak dinamik olarak anlaşılabileceğini" öne sürer. "Düzendışı grup­
lar heterotopik m ekânlar inşa eder, bunlar da nihayetinde hâkim
praksis tarafından ele geçirilir."
Lefebvre baskın pratiklerin kuvvetinin ve iktidarının farkınday­
dı, nihai am acın bu pratikleri çok daha geniş bir devrimci hareket ile
ortadan kaldırmak olması gerektiğini görüyordu. M ütemadi biriki­
me dayalı kapitalist sistem, onunla bağlantılı olan söm ürenler sınıfı
ve devlet iktidarı yapılarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Şehir hak­
kını talep etm ek bu am aca giden yolda bir uğraktır. H er ne kadar git­
gide tutulacak en elverişli yollardan biri gibi görünse de, asla başlı
başına bir amaç olamaz.
BİRİNCİ KISIM
Şehir Hakkı
BİRİNCİ BÖLÜM
Şehir Hakkı
İNSAN HAKLARI ideallerinin gerek siyasi gerekse etik açıdan ön pla­
na çıktığı bir dönem de yaşıyoruz. Bu siyasi hakları teşvik etmek,
korumak, daha iyi bir dünyanın inşası için bu hakların önemini ifa­
de etmek yönünde fazlasıyla çaba harcanıyor. Ortalıkta dolaşan
kavramların çoğu bireysellik ve m ülkiyet temelli, ve bu şekliyle ne
liberal ve neoliberal piyasanın hâkim m antığını, ne de neoliberal
meşruiyet ve devlet m üdahalesi biçim lerini sorgulamak için elve­
rişli değil. Ne de olsa m ülkiyet hakkı ve kâr oranının akla gelebile­
cek bütün diğer hak kavram larını çiğneyip geçtiği bir dünyada yaşı­
yoruz. Fakat insan hakları idealinin kolektif bir çıkış yaptığı durum ­
lar da var; işçi, kadın, gey ve azınlık haklarının gündem e geldiği dö­
nemler buna örnek verilebilir (uzun bir geçmişe sahip olan işçi ha­
reketi ve örneğin 1960'larda ABD'de kolektif bir hareket biçiminde
doğan ve küresel bir yankı bulan M edeni H aklar hareketi gibi). K o­
lektif haklar için verilen bu tür m ücadelelerin kimi zaman önemli
sonuçlar doğurduğu da görülüyor.
Burada farklı türden bir kolektif hakkı ele almak istiyorum —
Lefebvre'in görüşlerine olan ilginin yeniden canlandığı bir ortamda
gündeme gelen şehir hakkı ve bugün dünya çapında bu hakkı talep
eden çeşitli toplum sal hareketlerin ortaya çıkışı. Peki bu hak nasıl
tarif edilebilir?
Ünlü kent sosyoloğu Robert Park'ın bir keresinde belirttiği gibi:
şehir, insanın içinde yaşadığı dünyayı arzularına daha uygun hale
getirebilmek için verdiği çabaların en tutarlısı ve bütününe bakıldı­
ğında en başarılısıdır. Fakat insanın yarattığı bir dünya olan bu şehir,
44
ASİ ŞEHİRLER
aynı zamanda onun bundan böyle içinde yaşamaya mahkûm olduğu
dünyadır. Böylece dolaylı olarak ve kendisini bekleyen görev hak­
kında net bir fikri olmaksızın, şehri inşa ederken insan kendini de
yeniden inşa etm iştir."1 Eğer Park haklıysa, nasıl bir şehir istediği­
miz sorusu, nasıl kim seler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal iliş­
kiler arayışı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir ilişkiye değer ver­
diğimiz, ne tür bir yaşam tarzı arzuladığım ız, hangi estetik değerle­
re sahip olduğum uz sorularından ayrı düşünülemez. Öyleyse şehir
hakkı, şehrin barındırdığı kaynaklara bireysel veya kolektif erişim
hakkından çok daha öte bir şeydir: Şehri gönlüm üze göre değiştirme
ve yeniden icat etme hakkıdır bu. Dahası, bireysel değil kolektif bir
haktır, çünkü şehri yeniden icat etmek kaçınılmaz olarak kentleşme
süreçleri üzerinde kolektif bir gücün uygulanm asına bağlıdır. Ken­
dimizi ve şehirlerimizi şekillendirmek ve yeniden şekillendirmek,
insan hakları içinde en değerli, fakat bir o kadar da ihmal edilmiş
olanıdır. Öyleyse bu hakkı en iyi biçimde nasıl kullanabiliriz?
Park'ın dediği gibi, bugüne değin üzerimize düşen görevin nite­
liğine dair net bir fikirden yoksun olduğumuz düşünülürse, ilk önce,
tarih boyunca m uktedir toplumsal güçlerin harekete geçirdiği bir
kent sürecinin bizi nasıl şekillendirdiği ve tekrar şekillendirdiği
üzerine kafa yorm ak yararlı olur. Örneğin son yüzyıl boyunca kent­
leşmenin dehşet verici hızı ve ölçeği, neden ve nasıl olduğunun far­
kına varm aksızın bizlerin de üst üste birden çok kez dönüşüm geçir­
diğim iz anlam ına geliyor. Bu dram atik kentleşme insanın esenliği­
ne bir katkı yapm ış mıdır? Bizi daha iyi insanlar mı kılmıştır, yoksa
kuralsızlık ve yabancılaşm anın hüküm sürdüğü bir dünyada başıboş
mu bırakmıştır? Bir şehir denizinin içinde çalkalanan monadlardan
ibaret hale mi getirmiştir? Friedrich Engels ve Georg Simmel gibi
19. yüzyıl yorumcuları bu türden sorularla meşgul olmuşlar, hızlı
1. R o b ert P ark , O n S o cia l C o n tro l a n d C o llective B eh a vio r, C hicago: C hica­
go U n iv ersity P ress, 1967: 3.
2. F ried rich E n g els, The C o n d itio n o f the W orking-C lass in E n g la n d in 1844,
L ondra: P en g u in C lassics, 2009; T ürkçesi: İngiltere'de E m ekçi Sın ıfla rın D u ru ­
m u, İstanbul: S o sy alist, 1994. G eo rg S im m el, "T he M etropolis and M ental L ife",
O n In d ivid u a lism a n d S o cia l F o rm s içinde, D avid L evine (haz.), C hicago: C h ica­
go U n iv ersity P ress, 1971; T ü rkçesi: "M etropol ve Z ihinsel H ayat", B ireysellik ve
K ü ltü r için d e, çev. T uncay B irkan, İstanbul: M etis, 2009.
ŞEHİR HAKKI
45
kentleşmeye tepki olarak ortaya çıkan şehir personalarına dair derin
bir kavrayış içeren perspektifler sunmuşlardır.2 Bugünlerde daha
süratli kentsel dönüşümlerin ortasında bile, şehre dair her türden
hoşnutsuzluk ve endişeyi, ve yanı sıra heyecanları sıralamak hiç de
/.or değil. Ancak sistematik bir eleştiri için gereken dirayetten yok­
sun gibi görünüyoruz. Apaçık sorular ufukta belirirken değişimin
fırtınası gücümüzü aşıyor. Örneğin dünyanın hemen bütün şehirle­
rinde Birleşmiş Milletler'in bile infilak eden bir "gecekondu geze­
geni" tabir ettiği bir durumun ortasında, varlık, imtiyaz ve tüketim
kültürünün yoğunlaşması hakkında nasıl bir hüküm vereceğiz?1
Burada kastettiğim anlam da şehir hakkını talep etmek, kentleş­
me süreçleri üzerinde, şehirlerimizin nasıl şekillendirildiği ve yeni­
den şekillendirildiği üzerinde bir tür belirleyici güç talep etm ek ve
bunu kökten ve radikal bir biçimde yapmaktır. Şehirler bir artı ürü­
nün toplumsal ve coğrafi olarak yoğunlaşm asından doğmuştur. Do­
layısıyla kentleşme daim a sınıfsal bir olgu olagelmiştir, zira artı
ürün bir yerden ve birileri üzerinden elde edilm iş, artı ürünün nasıl
kullanılacağının denetimi de daima küçük bir grubun elinde olm uş­
tur (dinsel bir oligarşi veya imparatorluk azmi taşıyan savaşçı şair­
ler gibi). Bu genel durum kapitalist dönem de de elbette devam eder,
fakat bu kez oldukça farklı bir dinamik iş başındadır. Kapitalizm,
Marx'ın bize anlattığı gibi, mütemadi bir artı değer (kâr) arayışı üze­
rinde temellenir. Fakat artı değer üretmek için sermaye sahipleri ar­
tı ürün üretmek zorundadır. Bu ise kapitalizm in hiç durmadan, şe­
hirleşmenin ihtiyaç duyduğu artı ürünü ürettiği anlamına gelir. İliş­
ki aksi yönde de geçerlidir. Kapitalizm mütemadi olarak ürettiği ar­
tı ürünün soğrulması için şehirleşmeye ihtiyaç duyar. Böylelikle ka­
pitalizmin gelişimi ve kentleşme arasında içsel bir bağlantı ortaya
çıkar. Öyleyse kapitalist üretimin zamanla artış grafiği ile dünya nü­
fusunun kentleşmesinin çizdiği grafik arasında büyük oranda para­
lellik olması şaşırtıcı sayılmamalı.
Sermaye sahiplerinin ne yaptığına gelin daha yakından bakalım.
(Jüne belli bir m iktar parayla başlar ve günü daha fazla parayla (kâr)
kapatırlar. Ertesi gün, bu artı para ile ne yapacaklarına karar verme3.
M ike D avis, P la n e t o fS lu m s , L ondra: V erso, 2006; T ürkçesi: G ecekondu
G ezeg en i, çev. G ürol K o ca, İstanbul: M etis, 2007.
46
ASİ ŞEHİRLER
leri gerekir. Karşılarında Faustvari bir ikilem durmaktadır: daha da
fazla para kazanmak için yeniden yatırım yapmak veya bu artıyı haz
amaçlı harcayıp tüketmek. Rekabetin zorlayıcı yasaları onları yeni­
den yatırım yapmaya mecbur kılar, çünkü birisi yatırım a yönelmez­
se bir diğeri mutlaka yönelecektir. Sermayedar eğer sermayedar ola­
rak kalmak istiyorsa, artı değerin bir kısmı daha fazla artı değer el­
de etm ek için yatırım a harcanmalıdır. Başarılı serm ayedarlar hem
genişleme için yeniden yatırım yapmaya, hem de haz isteğini do­
yurm aya yetecek de artacak kadar çok kazanırlar. Fakat mütem adi­
yen yatırım yapmanın sonucu artı ürün üretiminin genişlemesidir.
Daha da önemlisi, bu genişleme artan bir oranda devam eder — ser­
maye birikimi tarihinin lojistik büyüme eğrileri (para, sermaye,
ürün ve nüfus) işte buradan doğar.
Kapitalizmin siyaseti, artı sermayenin üretilmesi ve soğrulması
için sürekli kârlı sahalar bulm a ihtiyacı tarafından belirlenir. Serma­
ye sahibi burada kesintisiz ve pürüzsüz bir büyümenin önünde çok
sayıda engelle karşılaşır. Eğer bir emek darboğazı varsa ve ücretler
fazla yüksekse, bu durumda ya mevcut emeğin hizaya getirilmesi
gerekir (teknoloji marifetiyle yaratılan işsizlik v ey a— örneğin 1980'
lerde Thatcher ve Reagan'ın uyguladığı türden— örgütlü işçi sınıfı
gücüne saldırı, başlıca iki yöntemi oluşturur) veya yepyeni emek sü­
reçlerinin keşfedilmesi (göç, sermaye ihracı, yahut nüfus içerisinde
o ana değin bağımsız bulunan unsurların proleterleşmesi). Genel
olarak yeni üretim yöntem lerinin ve daha özel olarak da yeni doğal
kaynakların bulunması gerekir. Bu ise, gerekli hammaddeyi sağla­
mak ve kaçınılmaz atıkları soğurmak yönünde doğal çevre üzerinde
artan bir baskı yaratır. Rekabetin zorlayıcı yasası da yeni teknoloji­
lerin ve örgüt biçimlerinin sürekli gündeme gelmesine yol açar, zira
üretkenliği daha fazla olan sermaye sahipleri daha ilkel yöntemler
kullanan rakiplerini geride bırakır. Keşifler yeni istek ve ihtiyaçları
belirler, sermaye devir hızını düşürürken uzaklığın neden olduğu
sürtünmeyi azaltır. Bu durum sermaye sahibinin daha bol bir emek
arzı, hammadde vb. arayabileceği coğrafi menzili genişletir. Eğer
mevcut bir pazar yeterli alım gücüne sahip değilse, dış ticareti geniş­
letmek, yeni ürünleri ve yaşam tarzlarını desteklemek, yeni kredi
araçları yaratmak ve devlet harcam alarını borçla finanse etmek yo­
luyla yeni pazarlar bulunmalıdır. Son olarak, eğer kâr oranı çok dü­
ŞEHİR HAKKI
47
şükse, "tahripkâr rekabet"i, yani tekelleşmeyi (şirket evliliği ve bir
şirketin diğerini satın alması) ve sermayenin sanayi geçmişi olm a­
yan kırsal bölgelere kaçışını denetlem ek üzere devletin aldığı ted­
birler birer çıkış yolu sunabilir.
Sermayenin kesintisiz olarak devridaim etmesi ve genişlem esi­
nin önündeki bu engellerden herhangi birini bertaraf etmek imkân­
sız hale gelirse, sermaye birikimi engellenm iş olur ve sermaye sa­
hipleri bir krizle karşılaşır. Sermaye açısından kârlı yatırım olanak­
sız hale gelir, birikim duraklam aya girer veya tamamen durur, ser­
maye değer kaybeder (yitirilir) ve bazı durum larda düpedüz fiziksel
olarak imha edilir. Değer kaybı çeşitli biçimlerde gerçekleşebilir.
Artı ürünlerin değeri düşürülebilir veya bunlar imha edilebilir, üretim kapasitesi veya varlıklar değerleri düşürülerek atıl bırakılabilir,
veya enflasyon aracılığıyla bizzat para değer kaybedebilir. Bir kriz
durumunda elbette em ek de kitlesel işsizlik nedeniyle değer kaybı­
na uğrayacaktır. Peki, bu engelleri aşma ve kârlı kapitalist faaliyetin
sahasını genişletm e ihtiyacı kapitalist şehirleşmeyi hangi biçim ler­
de yönlendirm iştir? Burada sermayenin artı değer arayışı peşinde
hiç durmadan ürettiği artı ürünü soğurm akta, şehirleşmenin (askeri
harcamalar ve benzer bir dizi diğer olguyla birlikte) bilhassa etkin
bir rol oynadığını öne sürüyorum.4
İlk olarak, İkinci İmparatorluk dönemi Parisi'ni ele alalım. 1848
bunalımı atıl artı sermaye ve atıl işgücü fazlasının açıkça yan yana
görüldüğü ilk krizdi ve tüm Avrupa'yı etkisi altına almıştı. Paris'i bil­
hassa şiddetli etkileyen kriz, işsiz em ekçiler ile sosyal bir cum huri­
yeti kapitalist hırs ve eşitsizliğe çare olarak gören ütopyacı burjuva
kesimin birlikte kalkıştığı, ancak yarım kalan devrime yol açtı.
Cumhuriyetçi burjuvazi, devrimcileri şiddet kullanarak bastırdı, an­
cak bunalıma çözüm bulmayı başaramadı. Nihayetinde Louis Bonaparte 1851 'de darbeyle iktidarı ele geçirip 1852'de de im paratorluğu­
nu ilan etti. O toriter imparator, siyasi olarak ayakta kalabilmek için
muhalif siyasal hareketleri geniş çaplı olarak bastırm aya yöneldi, fa­
kat aynı zam anda artı sermayenin nasıl soğrulacağı sorununa da ça­
4.
Bu noktan ın d ah a geniş izahı için bkz. D avid H arvey, The E n i [¡ma o f C a p i­
ta l . a n d T he C risis o f C a p ita lism , L ondra: P rofile B o o k s, 2010; T ürkçesi: S erm a ­
y e M u a m m a sı, çev. S u n g u r S avran, İstanbul: Sel, 2012.
48
ASİ ŞEHİRLER
re bulmak zorunda olduğunun farkındaydı; bununla baş edebilmek
için gerek ülke içinde gerekse dışında çok geniş çaplı altyapı yatı­
rımları başlattı. Bunun ülke dışındaki tezahürü, Avrupa'nın dört bir
yanma yayılan ve Doğu'ya uzanan demiryolu inşaatları, yanı sıra Sü­
veyş Kanalı gibi büyük ölçekli işlerin desteklenm esiydi. Ülke için­
deyse dem iryolu ağının bütünleştirilm esi, liman inşaatları, bataklık­
ların kurutulması ve benzer işleri kapsıyordu. Fakat hepsinden öte,
Paris'in kentsel altyapısının yeniden düzenlenmesiydi. Bonaparte
1853'te Haussmann'ı bayındırlık işlerinin başına geçmek üzere Pa­
ris'e getirtti.
Haussm ann kentleşme yoluyla artı sermaye ve işsizlik sorununa
çözüm bulm ak için bu göreve getirildiğinin gayet farkındaydı. Pa­
ris'in yeniden inşası, zamanın ölçütleriyle çok büyük oranda artı
sermaye ve işsizliği emmiş, üstelik Parisli işçilerin heveslerinin oto­
riter biçim de bastırılmasıyla birleşince toplumsal istikrarın sağlan­
m asında temel bir araç haline gelmişti. Haussmann Paris'in yeniden
inşası için 1840'larda tartışılm ış olan ütopyacı (Fourrier ve Saint-Simon'un takipçileri tarafından yapılm ış) planları model aldı ancak
büyük bir değişikliğe tabi tutarak: Kentsel süreçten anlaşılan şeyin
ölçeğini yeniden tanımlıyordu. M imar H ittorf yeni bir bulvar için
yaptığı planı kendisine gösterdiğinde Haussmann planı mimarın
yüzüne fırlatarak ona şöyle demişti: "Bu genişlik yetmez... genişli­
ği 40 m etre almışsın, bense 120 metre istiyorum." Şehri devasa bir
ölçekte tasavvur ediyor, banliyöleri ona ekliyor ve şehrin ufak tefek
parçalarıyla yetinm eyerek (Les Halles'de olduğu gibi) koskoca m a­
halleleri yeni baştan tasarlıyordu. Şehri peyderpey değil toptan de­
ğiştiriyordu. Bunu yapabilm ek içinse Saint-Simoncu m antıkla ku­
rulmuş finans kurumlarına ve borçlanm a araçlarına ihtiyacı vardı
(Crédit M obilier ve Immobilière gibi). Aslında yapmakta olduğu şey,
artı serm ayenin nereye harcanacağı sorusuna, borçlanmayla finanse
edilen Keynezyen bir kentsel altyapı yenilem e sistemi kurarak yanıt
vermekten ibaretti.
Sistem bir on beş yıl kadar gayet iyi işledi; kentsel altyapıdaki
dönüşüm lerden başka yepyeni bir şehirli yaşantısını ve yeni bir tür
şehirli personasının inşasını da beraberinde getirdi. Paris "ışıktan
menkul bir şehir," büyük bir tüketim , turizm ve keyif merkezi haline
geldi. Kafeler, büyük mağazalar, m oda sanayisi, büyük fuarlar, hep
ŞEHİR HAKKI
49
bir elden şehir yaşamını değiştirerek dizginsiz bir tüketim kültürü sa­
yesinde çok büyük bir artı sermayesini soğurm ayı başardı (gelenek
taraftarlarını rahatsız ettiği gibi işçileri de dışlayan bir gelişmeydi
hu). Fakat 1868'e gelindiğinde, bütün bunların dayandığı, aşırı ge­
nişlemiş ve giderek spekülatif niteliğe bürünm üş olan finans sistemi
ve kredi yapıları çöktü. Haussmann'ın yetkileri elinden alındı. III.
Napolyon umutsuzluk içerisinde Bismarck Alm anyası'na savaş açtı
ve kaybetti. Bunu takip eden boşluğun içinden kapitalist şehir tarihi­
nin en önemli devrimci anlarından biri olan Paris Komünü doğdu.
Komün, kısmen Haussm ann'ın yerle bir ettiği şehir hayatına duyu­
lan özlemden (1848 devrim inin gölgeleri) ve Haussmann'ın faaliyet­
leri nedeniyle m ülksüzleşen grupların şehri geri alma arzusundan
yoğrulmuştu. Fakat Komün aynı zamanda da farklı sosyalist m oder­
nlik seçeneklerinin (tekelci kapitalist modernliğin aksine) ileriye
dönük vizyonlarını dile getiriyordu. Merkezi, hiyerarşik kontrol ide­
aline (Jakoben akım) karşı merkezsiz, anarşist bir halk denetimi viz­
yonunu savunan Proudhoncuların liderliğindeki gruplar gibi. 1872'
de, Komün'ün kaybedilm esinden kimin sorumlu olduğu üzerine
karşılıklı suçlamaların ortasında, M arksistler ve anarşistler arasında
derin bir siyasi kopuş yaşandı. Bu kopuş m aalesef bugün hâlâ kapilalizm karşıtı sol m uhalefet içerisinde bölünm eye yol açmaktadır.5
Şimdi biraz daha ileri bir tarihe atlayarak 1942 yılında ABD'nin
durumuna bakalım. 1930'larda o denli çıkışsız görünen artı sermaye
sorunu (ve onunla el ele giden işsizlik) topyekûn savaş seferberliği
sayesinde geçici olarak aşılmıştı. Fakat herkes savaştan sonra ne
olacağı konusunda korku duyuyordu. Siyasi açıdan durum tehlike­
liydi. Ulusallaşmış olan ekonomiyi aslında federal hükümet idare
ediyordu (hem de çok etkin biçimde) ve ABD faşizme karşı savaşta
Sovyetler Birliği ile ittifak içerisindeydi. 1930'ların bunalım ına ya­
nıt olarak sosyalist eğilim ler de taşıyan güçlü toplumsal hareketler
ortaya çıkmıştı ve bunların sempatizanları savaş seferberliğine ka­
tılmışlardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan M cCarthyci siyasetin ve
Soğuk Savaş'ın tarihini hepimiz biliyoruz (ki bunun birçok işareti
1942'lerde ortadaydı). Zam anın yönetici sınıfları güçlerini ortaya
5.
Bu k ısım P aris, C a p ita l o f M o d ern ity (N ew York: R o u tled g e, 2003) k ita­
bım daki tartışm ay a d ay an ıy o r; T ürkçesi: P aris, M odernitenin B aşkenti, çev. B er­
na K ılınçer, İstan b u l: S el, 2012.
50
ASİ ŞEHİRLER
koymak için, Louis Bonaparte döneminde olduğu gibi, siyasi baskı­
yı göreve çağırm aya hiç çekinm emişti. Fakat artı sermayenin nere­
ye harcanacağı sorunuyla nasıl başa çıkılacaktı?
1942'de bir mim ari dergisinde Haussmann'ın girişimlerini uzun
uzadıya değerlendiren bir yazı yayımlandı. Yazıda Haussmann'ın
faaliyetleri arasında birer dönüm noktası niteliğinde olanların ay­
rıntılı bir dökümü veriliyor, yanı sıra hatalarının analizine girişili­
yordu. M akalenin yazarı, Haussmann'ın Paris'e yaptıklarını II. D ün­
ya Savaşı’nın ertesinde bütün bir New York metropoliten alanında
yapacak olan Robert M oses’tan başkası değildi.6 Moses, kentsel sü­
reçleri tahayyül ederken temel alman ölçeği değiştirdi ve (borçla fi­
nanse edilen) karayolları ve altyapı dönüşümleri aracılığıyla, banli­
yöleşme yoluyla, salt şehrin değil bütün bir m etropoliten alanın topyekûn yeniden inşası yoluyla artı ürünün ve dolayısıyla artı serma­
yenin nasıl massedileceği sorununa bir çözüm getirdi. Bu süreç ulus
çapına, yani ABD'deki bütün m etropoliten merkezlere yayıldığı va­
kit (ki bir başka ölçek dönüşümüydü bu), küresel kapitalizmin II.
Dünya Savaşı sonrasında istikrara kavuşm asında hayati bir rol oy­
nayacaktı (ABD bu dönem de kom ünist olmayan küresel ekonom i­
nin tamamına, sürekli ticaret açığına dayalı olarak istim sağlayacak
güce sahipti).
ABD'nin banliyöleşm esi, altyapının yenilenmesi meselesinden
ibaret değildi; tıpkı İkinci İm paratorluk dönemi Parisi'nde olduğu
gibi, yaşam tarzlarında köklü bir değişimi beraberinde getirdi. O rta­
ya çıkan yepyeni yeni yaşam biçimi içerisinde, banliyödeki m üsta­
kil evden buzdolabı ve klim aya, evin girişine park edilen ikişer ara­
badan petrol tüketimindeki m uazzam artışa kadar bütün ürünler ar­
tı sermayenin soğrulması için üzerine düşeni yapıyordu. Banliyö­
leşme (m ilitarizasyonla birlikte) böylelikle savaş sonrası dönemde
artı sermayenin soğrulmasında kilit bir rol oynadı. Fakat bu süreç,
şehir merkezlerinin içinin oyulması ve sürdürülebilir bir iktisadi te­
melden mahrum bırakılm ası pahasına gerçekleşti. Böylelikle I960'
larda şehrin merkez kesim inde yaşayan, dönüşüm den olum suz etki­
lenen ve yeni müreffeh toplum a erişimi engellenen (başta siyahi nü6. R o b ert M oses, "W hat H ap p en ed to H aussm ann", A rch itectu ra l F o ru m 11
(T em m uz 1942): 57-66; R o b e rt C a ro , T he P o w e r B roker: R o b ert M o ses a n d the
F a ll o f N e w York, N ew York: K n o p f, 1974.
ŞEHİR HAKKI
51
fus olmak üzere) azınlık grupların ayaklanması ile şekillenen "kent­
sel kriz" ortaya çıktı.
Ayaklanan yalnızca şehrin merkezi kesim leri değildi. Jane Jacobs'ın etrafında bir araya gelen gelenekselci kesim ler Moses'ın bü­
yük ölçekli projelerinin astığım astık, kestiğim kestik modernizmine karşı çıkarak, m ahalle ölçeğinde gelişm eye, şehrin eski kısımla­
rında tarihsel korum a ve m utenalaştırm aya odaklanan farklı bir tür
şehir estetiği ortaya attılar. Fakat bu arada banliyölerin inşası ta­
mamlanmış ve bunun yaşam tarzında yarattığı derin dönüşümler
pek çok toplumsal sonuca yol açmıştı. Sözgelimi feministler, banli­
yöyü ve onun doğurduğu yaşam tarzını hoşnutsuzluklarının başlıca
kaynağı ilan ediyorlardı. Haussmann'ın başına gelene benzer biçim ­
de ilerleyen bir kriz, M oses'ın da itibar kaybetm esine yol açtı; I960'
ların sonuna doğru M oses'ın çözümleri kabul görmez oldu. Paris'in
Haussmannlaştırılması, Paris Komünü'nün gerisindeki dinamikleri
izah etmede nasıl bir role sahipse, 1968'lerde ABD'de baş gösteren
dramatik hareketlerde de ruhsuz banliyö yaşantısının kritik bir rol
oynadığından bahsedebiliriz. Gidişattan m emnun olmayan orta sı­
nıf beyaz öğrenciler, m arjinalleştirilen diğer gruplarla ittifak arayışı
içerisinde, bir başkaldırı dönemini başlattılar; ABD em peryalizmine
karşı harekete geçerek başka bir dünya ve bunun parçası olarak
farklı bir şehir deneyim i inşa etmek için uğraş verdiler (gelgelelim
burada da anarşist ve liberter akım lar ile hiyerarşik ve merkeziyetçi
seçenekler karşı karşıya gelmiştir).7
’68 ayaklanm asının yanı sıra bir mali kriz baş gösterdi. Kriz kıs­
men (Bretton Woods anlaşmalarının çöküşüyle bağlantılı olarak)
küresel bir niteliğe sahip olm akla birlikte önceki onyıllar boyunca
gayrimenkul sektöründeki patlamayı finanse eden kredi kurumlarından da kaynaklanıyordu. 1960'ların sonunda ivme kazanan kriz
iyice şişirilen küresel em lak piyasasının 1973'te balon gibi patlam a­
sı ve ardından New York City'nin 1975'te m ali açıdan iflas etm esiy­
le kapitalist sistem in topyekûn küresel bunalım ına dönüştü. 1970'
lerin karanlık günleri gelip çatmıştı. Bu dönem de zihinleri meşgul
eden soru, kapitalizm in kendi iç çelişkilerinden nasıl kurtarılabile7.
H enri L efeb v re, T he U rban R evolution, M inneapolis: U niversity o f M inne­
sota P re ss, 2003.
52
ASİ ŞEHİRLER
ceği idi. Tarihin rehberliğini kabul etmek gerekirse, burada kentsel
süreçler mühim bir rol oynam ak zorundaydı. W illiam Tabb'in gös­
terdiği gibi, 1975 New York kriziyle baş etmek üzere devlet güçleri
ve finans kurum lan arasında kurulan eğreti ittifak bu soruya neoli­
beral bir yanıt sunuyordu: Serm ayenin sınıfsal iktidarı, işçi sınıfının
yaşam standartları pahasına korunacak ve denetim ler gevşetilerek
piyasa kendi seyrine bırakılacaktı. Fakat bu kez de, kapitalizmin
ayakta kalabilm ek için üretm ek zorunda olduğu artı ürünü soğurma
kapasitesinin nasıl tekrar canlandırılacağı sorusu ortaya çıkıyordu.8
Şimdi de günüm üze atlayıp bugün içinde bulunduğumuz bağla­
m a bakalım. Uluslararası kapitalizm bölgesel krizler ve çöken eko­
nom iler arasında inişli çıkışlı bir seyir izlemekteydi (1997-98 Doğu
ve Güneydoğu A sya, 1998 R usya, 2001 Arjantin bunalımı ve ben­
zerleri), ta ki 2008'deki küresel çöküşe kadar. Bu tarihçe içinde kent­
leşme nasıl bir rol oynadı? 2008'e gelinene kadar ABD'deki yaygın
kanı, gayrim enkul piyasasının önemli bir iktisadi denge unsuru ol­
duğu yönündeydi; 1990'ların sonunda yüksek teknoloji sektöründe
yaşanan çöküş de bu kanıyı pekiştirm işti. Emlak piyasası, artı ser­
m ayenin büyük bir kısmını yeni inşaatlar (gerek şehir merkezi ve
banliyölerdeki konut yapılaşm ası gerekse yeni işyerleri) aracılığıyla
doğrudan emiyordu. Öte yandan konut fiyatlarındaki hızlı artış, ta­
rihte o güne değin görülm edik derecede düşük faiz oranlarına daya­
nan fütursuz bir ipotek dalgası ile desteklenerek ABD iç pazarında
tüketim mal ve hizmetlerine ivme kazandırıyordu. Bir yandan küre­
sel piyasa kısmen ABD'deki kentsel büyüm e ve emlak piyasasındaki
spekülasyon sayesinde istikrar kazanırken, diğer yandan ABD'nin
dünyanın geri kalanı ile ticari ilişkilerinin durumundan kaynaklanan
devasa ticaret açığı büyüyor, doym ak bilmez bir tüketim kültürünün
yanı sıra Afganistan ve Irak'ta borçla finanse edilen savaşlara yakıt
sağlam ak için 21. yüzyılın ilk on yılı boyunca günde ortalam a 2 m il­
yar dolar borçlanıyordu.
Bu arada kentleşm e süreci de yeni bir ölçek dönüşümü geçirdi,
yani küresel bir boyut kazandı. Dolayısıyla burada yalnızca ABD'ye
odaklanm ak yanlış olur. İngiltere, İrlanda, İspanya ve daha pek çok
8. W illiam Tabb, T he L o n g D efault: N e w York C ity a n d the U rban F iscal C ri­
s is , N ew York: M on th ly R eview P ress, 1982; D avid H arvey, A B r ie f H isto ry o f
N eo lib era lism , O xford: OUP, 2005.
ŞEHİR HAKKI
53
ülkede em lak piyasasındaki patlam a ABD'dekine büyük oranda pa­
ralel biçimlerde kapitalist dinamiğin m otor gücünü oluşturdu. Çin'
in kentleşmesi ise, 2. Bölüm'de göreceğim iz gibi, son derece farklı
bir seyir izledi. Altyapı yatırım larının en büyük payı aldığı süreç,
1997'de kısa süren bir gerilem enin ardından derhal inanılmaz bir hız
yakaladı. Son yirmi yılda yüzden fazla şehrin nüfusu bir milyon sı­
nırını aştı; Shenzhen gibi kimi küçük şehirler ise nüfusu 6 ile 10 m il­
yon arasında değişen dev m etropollere dönüştü. Başlangıçta yalnız­
ca özel ekonom ik bölgelerde yoğunlaşmış olan sanayileşme, sonra­
ları ülke dışından artı sermayeyi m assetm eye istekli ve elde edilen
kazancı tekrar hızlı büyüm e için kullanm aya hazır ne kadar belediye
varsa tümüne yayıldı. Barajlar ve karayolları gibi devasa altyapı pro­
jeleri — ki hepsi borçla finanse edilm ekteydi— ülke peyzajını deği­
şime uğratmaya devam ediyor.9 Dev alışveriş merkezleri, bilim park­
ları, havaalanları, konteynır limanları, türlü türlü zevk ve sefa m ekâ­
nı, yeni icat edilen envai çeşit kültürel kurum, yanı sıra golf sahası­
nın bile eksik olmadığı güvenlik kontrollü konut alanları, vb. — büliin bunlar Çin'in kentsel peyzajında, günün sonunda daha merkezi
konumlarda bulunan işyerlerinden çıkan em ekçilerin geri döndüğü
muazzam bir işgücü kaynağı olan fakir kırsal kesimlerde bulunan
aşırı kalabalık "yatakhane şehirlerin" ortasında, öbek öbek seçiliyor.
İleride göreceğimiz gibi, bu kentleşme sürecinin küresel ekonomi
ve artı sermayenin soğrulması açısından çok önemli sonuçları ol­
muştur.
Bununla birlikte Çin, bugün artık hakikaten küresel ölçekte sür­
mekte olan kentleşme sürecinin merkez üslerinden yalnızca bir ta­
nesidir. Bu küresel eşzamanlılığı sağlayan şey kısmen, finans piya­
salarının hayret verici düzeydeki küresel entegrasyonudur. Söz ko­
nusu piyasa, sahip olduğu esnekliği Dubai'den Sao Paolo'ya, M ad­
rid'den M umbai'ye, Hong Kong ve Londra'ya uzanan kentsel proje­
leri borçla finanse etm ek için kullanmaktadır. Örneğin Çin M erkez
Bankası ABD'deki ikinci el ipotek piyasasında faaliyet göstermiş,
( loldman Sachs M umbai'de yükselişe geçen em lak piyasasında rol
oynamış, Hong Kong sermayesi Baltimore'a yatırım yapmıştır. Dün9. T h o m as C am p an ella, T he C oncrete D ra g o n : C h in a 's U rban R evolution
ıiıul W hat it M ea n s fo r the W orld, P rinceton, NJ: P rinceton A rchitectural P ress,
.’ 1108.
54
ASİ ŞEHİRLER
yanın neredeyse bütün şehirleri, tarım ın endüstriyel ve ticari bir ni­
telik kazanması sonucunda topraklarım yitirip şehirlerde toplanan
bir yoksul göçm enler selinin ortasında zenginlere yönelik — ve ço­
ğu kez endişe verici düzeyde birbirine benzeyen— bir yapılaşma
furyasına tanık olmuştur.
Bu yapılaşma furyası M éxico, Santiago (Şili), M umbai, Johan­
nesburg, Seul, Taipei, M oskova ve (en çarpıcı biçimi Ispanya'da ol­
m ak üzere) bütün Avrupa'da olduğu gibi kapitalizm in çekirdek ül­
kelerinin şehirlerinde, örneğin Londra, Los Angeles, San Diego ve
New York'ta da görülm ektedir (m ultim ilyarder Bloomberg'in 2007'
deki belediye başkanlığı dönem inde şehrin tarihinde o güne değin
görülenden daha fazla sayıda büyük ölçekli kentsel proje sürmek­
teydi). Şaşkınlık verici, sansasyonel ve bazı açılardan birer kıyım
addedilebilecek denli saçma kentsel projeler (kavurucu çöl iklimin­
de, kapalı bir m ekânda tasarlanan kayak merkezi gibi), Ortado­
ğu'nun Dubai, Abu Dhabi gibi kentlerinde de petrol zenginliğinden
elde edilen artı sermayeyi emmek üzere, en göze batan, toplumsal
olarak en adaletsiz ve çevre açısından en zararlı biçimlerde ortaya
çıktı. Burada kentsel süreçlerde yine bir ölçek değişimi karşımıza
çıkıyor, ki bu durum küresel çapta devam eden süreç ile İkinci İm­
paratorluk dönemi Parisi'nde Haussmann'm belli bir süre son dere­
ce ustalıkla idare ettiği süreçler arasındaki temel benzerliği gözden
kaçırmam ıza neden olabilir.
Fakat bu kentleşme furyası da, kendinden öncekiler gibi, deva­
mı için gerekli olan krediyi düzenleyecek yeni mali kurumların
oluşturulm ası ve düzenlem elerin yapılması sayesinde mümkün ol­
muştur. 1980'lerde geliştirilen yeni mali araçlar, özellikle yerel ipo­
tek araçlarının sigortalanarak dünya çapında yatırımcılara satışa su­
nulması, bunun yanı sıra ikinci el ipotek piyasasına önayak olmak
ve borç yükümlülüğünü güvence altına almak için tesis edilen yeni
mali kurum lar önemli birer rol oynadı. Bunun sayısız yararı vardı:
riski dağıtarak artı tasarruf havuzunun konut talebine erişimini ko­
laylaştırmak; aynı zam anda toplam faiz oranlarını aşağı çekmek
(bir yandan da, bu m ucizeleri gerçekleştiren finansal aracılara mu­
azzam servetler kazandırdı). Gelgelelim riskin dağıtılm ası riski or­
tadan kaldırmaz. Üstelik riskin bu kadar geniş bir alana dağıtılabilmesi, riskin başka yerlere aktarılabildiğini gören yerel aktörleri es-
ŞEHİR HAKKI
55
kişinden daha riskli davranışlara cesaretlendirebilir. Risk değerlen­
dirme kontrolleri yeterli olmadığından, ipotek piyasası kontrolden
çıktı ve 1867-68 aralığında Pereire Brothers'ın, 1970'lerin ilk yarı­
sında bütçesi har vurup harman savrulan New York şehrinin başına
gelen şey, 2008'de risk oranı yüksek olan ipotekli konut kredileri,
yani "çürük" ipoteklerdeki ve konutların aktif değerindeki kriz biçi­
minde tekrar etti. Kriz başlangıçta ABD şehirlerinde ve civar bölge­
lerde yoğunlaşm ıştı (gerçi İngiltere de benzer işaretler veriyordu),
özellikle şehir merkezlerinde yaşayan düşük gelirli siyahiler ve ai­
lesine tek başına bakan kadınlar açısından özellikle ciddi sonuçlar
doğurdu. Kriz şehir merkezlerinde, bilhassa da ABD'nin güneybatı­
sındaki m erkezlerde yaşayanları da etkiledi. Bu insanlar astrono­
mik boyutlara ulaşan kiraları karşılayam adıkları için, metropoliten
alanların çeperlerine taşınıp buralardaki henüz tamamı bitmemiş si­
telere girdiler. Başlangıçta ödeme oranları makul görünüyordu, ama
zamanla benzin fiyatlarının yükselm esiyle yol m asrafları, piyasa fa­
iz oranının yükselm esiyle de kredi ödemeleri arttıkça arttı. Şehir ya­
şantısı ve kentsel altyapı üzerinde vahim yerel sonuçlar doğuran bu
kriz (Cleveland, Baltimore ve Detroit gibi şehirlerde ipotekle alın­
mış olan evlere mali kurumların el koyması sonucu topyekûn m a­
halleler tarum ar oldu), küresel finans sisteminin bütün iskeletini
tehdit etti, dahası piyasalarda büyük çaplı bir düşüşü tetikledi. Bu
durumun 1970'lerde yaşananlarla tekinsiz bir benzerlik taşıdığını
söylemek hiç de abartılı kaçmaz (ABD Merkez Bankası'nın, tıpkı
1970'lerin sonlarında olduğu gibi, daha ilk anda piyasaya düşük fa­
izli para sürme tepkisinin yakın gelecekte güçlü bir enflasyon tehdi­
di yaratması kuvvetle muhtemeldir.)
Fakat şu anki durum çok daha karmaşık, ABD'deki ciddi bir kri­
zin, dünyanın başka bir yerinden (örneğin Çin tarafından) telafi edilip edilemeyeceği sorusunun yanıtı belirsiz. Eşitsiz coğrafi gelişim,
sistemi 1990'larda olduğu gibi, bir kez daha topyekûn bir küresel
çöküşten kurtarabilir, her ne kadar bu kez sorunun m erkezinde du­
ran bizzat ABD olsa da. Öte yandan finans sistemi, zamansal açıdan
önceden olduğundan çok daha sıkı bir eşgüdüm içerisinde.10 B ilgi­
li). R ich a rd B ookstaber, A D em on o f O u r O w n D esign: M arkets, H ed g e
Funds, a n d the P erils o f F in a n c ia l In n o v a tio n , N ew York: W iley, 2007; F rank P art-
56
ASİ ŞEHİRLER
sayar aracılığıyla gerçekleştirilen saniyelik alım-satım işlemleri bir
kez raydan çıktığında piyasada büyük bir sapm a yaratm a tehdidini
daim a taşıyor (borsada inanılmaz bir hareketlilik m eydana getirdi­
ğini biliyoruz), ki bu da finans sermayesi ve para piyasalarının işle­
yişini (kentleşme ile ilişkisi de dahil olmak üzere) yeni baştan dü­
şünmeyi gerektirecek denli kitlesel bir krize yol açabilir.
Önceki evrelerin hepsinde olduğu gibi, kentsel süreçte bu son
dönemde görülen radikal yayılm a da yaşam tarzlarında akıl almaz
dönüşümleri beraberinde getirdi. Kaliteli şehir yaşamı parası olan­
lar için bir meta halini aldı. Tüketim kültürü, turizm, kültürel ve bil­
giye dayalı endüstrilerin yanı sıra, m ütemadiyen başvurulan temaşa
ekonomisi, Hindistan ve Çin'de dahi kentsel siyasal iktisadın başlı­
ca veçheleri haline geldi. Gerek kentsel yaşam tarzı seçimleri ve tü­
ketici alışkanlıklarında, gerekse kültürel formlarda piyasa nişlerinin
oluşumunu desteklem ek yönündeki postmodern eğilim, günüm üz­
de şehir deneyimini piyasada seçim özgürlüğü halesi ile donatm ak­
tadır — yeter ki paranız olsun ve yasadışı faaliyetlerle ve hile hur­
dayla (ki her yerde artışa geçmiş vaziyettedir) servetin yeniden da­
ğıtımının özelleşm esine karşı kendinizi koruyabilir durum da olun.
Alışveriş merkezleri, çok katlı sinemalar ve hiperm arketler mantar
gibi bitiyor (her birinin inşası büyük şirketlerin elinde), keza fastfood ve butik ürünler de; Sharon Zukin'in kapuçino ile uyuşturmak"
dediği şey her yerde karşım ıza çıkıyor. Pek çok bölgeyi hükmü altı­
na alm aya devam eden banliyölerin tutarsız, yavan ve m onoton
müstakil yapılaşm asının dahi panzehiri bulundu: "Yeni şehirleşme"
adı verilen hareket, artık şehre dair düşleri gerçekleştirecek bir m ü­
teahhitlik ürünü olarak m ahalle ölçeğinde butik yaşam tarzının tel­
lallığını yapmaktadır. M ülkiyet hırsından beslenen aşırı bireyciliğe
dayalı neoliberal ahlakın, benliğin toplumsallaşması için model teş­
kil ettiği bir dünyadır bu. Sonuçları ise, gönlüm üze göre bir dünya­
yı gerçekleştirm ek adına insanlık tarihi boyunca inşa edilen en bü­
yük toplumsal başarılardan biri (en azından devasa ölçeğine ve her
yeri kuşatan karakterine bakılarak bu hükme varılabilir) olan şehrin
tam ortasında, artan bireysel yalıtılma, endişe ve nevroz.
noy, In fectio u s G reed: H o w D e c e it a n d R isk C o rru p ted F in a n c ia l M arkets, N ew
York: H en ry H olt, 2003.
ŞEHİR HAKKI
57
G elgeldim sistemin çatlakları da bariz olarak ortada. Kendimi­
zi giderek bölünmüş, parçalanmış, çatışm a temayülü taşıyan şehir­
ler içinde buluyoruz. Dünyaya nasıl baktığımız, onda ne tür olanak­
lar gördüğümüz, çizginin hangi tarafında durduğum uza ve ne tür bir
lüketim kültürüne erişim im iz olduğuna bağlı. G eçtiğimiz onyıllar
içerisinde, neoliberal dönemeç zengin elitlere sınıf iktidarını iade
elti.11 Bir yıl içerisinde New Yorklu hedge fonu yöneticilerinden ba­
zılarının kazancı 3 m ilyar doları buldu; Wall Street'te ise üst düzey
bir oyuncuya ödenen ikram iyeler son birkaç yıl içerisinde 5 milyon
dolardan 50 milyon dolara fırladı (M anhattan'daki emlak fiyatları
gözle görülebilir ufkun ötesine geçti). 1980'lerin sonundaki neoli­
beral dönüşten bu yana Meksika'da on dört milyarder ortaya çıktı;
bugün ise M eksika, dünyanın en zengin adamı Carlos Slim gibi bir
Meksikalı çıkarmış olm akla övünüyor; bu arada, ülkedeki yoksulla­
rın gelirleri ise olduğu yerde saydı veya geriledi. 2009 sonu itibariy­
le (krizin en dip noktası atlatıldıktan sonra) Çin'deki milyarderlerin
sayısı 115'ti; R usya’da bu sayı 101, H indistan'da 55, A lm anya'da 52,
İngiltere'de 32 ve Brezilya'da 30, ABD’de ise 413'tü.12 Servet ve ik­
tidarın dağılımındaki artan kutuplaşmanın sonuçları şehirlerimizin
mekânsal formu üzerinde geri dönüşsüz izler bırakmakta, onları gi­
derek etrafı çevrilmiş kent parçaları, güvenlik kontrollü konut alan­
ları ve sürekli olarak gözetim altında tutulan özelleştirilmiş kamusal
mekânlardan oluşan kentler haline getirmektedir. M ülkiyet üzerin­
deki hakların ve mülk değerlerinin neoliberal çerçevede korunması,
alt orta sınıf için bile egemen siyaset biçimi halini almıştır. Ö zellik­
le gelişm ekte olan ülkelerde şehir,
b irb irin d e n a y rı k ıs ım la r a b ö lü n m ü ş tü r , v e b u n la r ın h e r b iri k ü ç ü k b ire r
d e v le t g ö r ü n ü m ü a rz e d e r. İ m tiy a z lı o k u lla r, g o lf sa h a la rı, te n is k o r tla rı, 24
sa at d e v r iy e g e z e n ö z e l g ü v e n lik g ö r e v lile ri g ib i h e r tü r h iz m e tte n istifa d e
e d e n v a r lık lı s e m tle r ile , s u y u n y a ln ız c a m a h a lle ç e ş m e s in d e n te m in e d ile ­
b ild iğ i, k a n a liz a s y o n s is te m in d e n m a h r u m , e le k tr iğ i y a ln ız c a im tiy a z lı b ir ­
k aç e v in , o d a k a ç a k o la r a k k u lla n d ığ ı, y a ğ m u r y a ğ d ığ ın d a y o lla r ı ç a m u r
d e r y a s ın a d ö n e n , ç o ğ u n lu k la b ir e v d e b ir d e n ç o k a ile n in y a ş a d ığ ı k a ç a k y e r ­
11. H arvey, A B r ie f H isto ry o f N e o lib era lism ; T hom as E dsall, The N e w P o li­
ties o f In eq u a lity, N ew York: N orton, 1985.
12. Jim Y ardley ve V ikas B ajaj, "B illionaires' A scent H elps India, and Vice
Versa", N e w York Tim es, 27 T em m uz 2011.
58
ASİ ŞEHİRLER
le ş m e le r iç iç e g e ç m iş d u r u m d a d ır. H e r b ir k e n t p a rç a s ı ö z e r k b ir y a ş a m s ü ­
rer, h a y a tta k a lm a k için v e r d iğ i g ü n d e lik m ü c a d e le d e e ld e e d e b ild iğ i n e v a r ­
s a o n a sık ı s ık ıy a tu tu n u r.13
Bu koşullar altında, neoliberalizm in salgın bir hastalık gibi yayılan
bireyci ahlakı tarafından zaten tehdit altında olan şehir kimliği, yurttaşlık/hem şerilik, aidiyet, ve tutarlı bir kentsel politika gibi idealler
konusunda ısrarcı olmak giderek daha güçleşmektedir. Şehrin bir
siyasal topluluk gibi, ilerici toplumsal hareketlerin içinden doğaca­
ğı bir saha görevi görebileceği düşüncesi dahi, en azından ilk bakış­
ta, ikna edicilikten giderek uzaklaşmaktadır. Oysa halihazırdaki yalıtılmışlığm üstesinden gelm ek, ve şehri finans kurum lan, şirket
sermayesi ve giderek birer girişim ci gibi düşünen yerel yönetim le­
rin desteklediği m üteahhitler tarafından sunulandan farklı bir top­
lumsal imge temelinde şekillendirm ek için uğraş veren çok çeşitli
kentsel toplumsal hareketler mevcuttur. Görece m uhafazakâr kent
yönetimleri dahi şehri şekillendirm enin ve şehir yönetim ini dem ok­
ratikleştirm enin yeni yollarını arıyorlar. Şehir için bir alternatif var
mı, ve eğer varsa, bu nereden gelecek?
Kentsel dönüşüm aracılığıyla artı sermayenin emilmesi ise daha
da karanlık bir m anzara arz ediyor. "Yaratıcı yıkım" yöntemiyle bir­
biri ardına gelen kentsel dönüşüm evreleri hemen her zaman sınıf­
sal bir boyut arz eder, zira süreçten ilk ve en fazla etkilenen çoğu kez
yoksullar, yoksunlar ve siyasi iktidarın m arjinalleştirdiği kesimler
olmaktadır. Eskinin yıkıntıları üzerinde yeni bir kentsel dünya kur­
mak için şiddet gereklidir. Haussmann, Paris'in eski yoksul semtle­
rini yıkıp geçerken istimlak yetkisini güya kamu yararına kullanı­
yor, ve bunu m edenileşme, çevrenin ıslahı ve kentsel yenileme adı­
na gerçekleştiriyordu. Gayrisıhhi sanayilerin yanı sıra işçi sınıfının
büyük bölümünün ve diğer isyankârların Paris şehir merkezinden
kaldırılmasını, böylece bunların kamu düzeni, kamu sağlığı ve tabii
siyasi iktidar açısından yarattığı tehdidin önüne geçilm esini bilinçli
olarak tasarladı. Devrimci hareketlerin askeri güç tarafından kolay­
ca denetlenm esini sağlamak için yeterli miktarda gözetleme ve as­
keri denetim e olanak vereceği düşünülen (1871'de bunun doğru ol13.
M arcello B albo, "U rban P lanning and the F ragm ented C ity o f D eveloping
C o u n tries”, T/ı/Vd WrwWP la n n in g R eview 15: I (1993): 23-5.
ŞEHİR HAKKI
59
madiği ortaya çıkacaktı) bir kentsel form yarattı. Fakat Engels'in
1872'de belirttiği gibi,
G e r ç e k te b u r ju v a z in in k o n u t s o r u n u n u ç ö z m e k iç in b ild iğ i te k b ir y o l v a r ­
d ır; ö y le b ir ç ö z ü m d ü r ki b u , s o ru n u te k r a r te k r a r ü re tir. B u y ö n te m in adı
H a u s s m a n n 'd ır, y a n i b ü y ü k ş e h irle r im iz d e b u lu n a n işçi s e m tle r in d e , ö z e l­
lik le m e rk e z i k o n u m d a k i s e m tle r d e g e d ik le r a ç m a k . B u n u n k a m u s a ğ lığ ı
v e y a şe h ri g ü z e lle ş tir m e k a d ın a m ı, y o k s a b ü y ü k ş irk e tle rin ş e h ir m e r k e z i
ü z e rin d e k i ta le p le r in i k a r ş ıla m a k için m i, v e y a h u t tr a fiğ in g e re k li k ıld ığ ı b ir
b a n liy ö h a ttı, y e n i b ir c a d d e (ki b a z ı d u r u m la r d a b a r ik a t s a v a ş la rın ı z o r la ş ­
tırm a k a m a c ıy la in ş a e d ilir) v b. için m i y a p ıld ığ ı h iç fa rk e tm e z ... N e d e n i
h e r n e o lu r s a o ls u n s o n u ç d a im a a y n ıd ır: R e z il s o k a k la r o r ta d a n k a y b o lu r ­
k e n , b u r ju v a z i b u b ü y ü k b a ş a rı k a r ş ıs ın d a k e n d i k e n d in e ö v g ü le r d ü z e r, fa ­
k a t o s o k a k la r ç o k g e ç m e d e n bu k e z b a ş k a b ir y e r d e y e n id e n o r ta y a ç ık ar...
H a s ta lık v e b a ta k y u v a la r ı ile k a p ita lis t ü re tim b iç im in in iş ç ile rim iz i h e r g e ­
c e iç in e h a p s e ttiğ i iz b e b o d ru m k a tı o d a la r ı o r ta d a n k a ld ır ılm ış o lm a z , s a d e ­
c e b a ş k a b i r y e r e ta ş u ıır l B u m e k â n la r ın o r ta y a ç ık m a s ın a n e d e n o lm u ş o la n
ik tisa d i z o r u n lu lu k , ş im d i d e o n la rı y e n i b ir y e r d e v a r e tm e k te d ir .14
Paris merkezinin burjuvazi tarafından tümüyle ele geçirilmesi ger­
çekte yüzyılı aşkın bir zaman aldı; sonuçlarına gelince, marjinalleş­
tirilen göçmenlerin, işsiz em ekçiler ve gençlerin giderek içine hapsolduğu o yalıtılmış banliyölerde son birkaç yıl içinde baş gösteren
ayaklanma ve kargaşalara hep birlikte tanık olduk. Burada üzücü
olan nokta, elbette, Engels'in tarif ettiği süreçlerin kapitalist şehir
tarihi boyunca tekrar tekrar nüksetmesidir. Robert Moses —kendi­
sinin meşum tabiriyle— "Bronx’a elinde bir satırla" girdiğinde, ma­
halle bazlı grup ve hareketlerden uzun ve şiddetli bir feryat kopm uş­
tu. Yalnızca paha biçilmez şehir dokusunu değil, baştan başa m ahal­
le topluluklarını, uzun yıllar içinde oluşmuş toplumsal bütünleşme
ağlarını da akıl almaz bir biçimde parçalayan yıkım karşısında bu
gruplar nihayet Jane Jacobs’un çağrısı etrafında bir araya geliyor­
du.15 Gelgelelim Paris ve New York örneğinde devletin zor kullana­
rak gerçekleştirdiği istimlaklere '68 hareketinin başarıyla karşı koy­
ması ve bunların önünü almasının ardından çok daha sinsi ve kanser
14. F ried rich E ngels, T he H ousing Q uestion, N ew York: International P u b lish ­
ers (1935), 74-77; T ürkçesi: K onut Sorunu, ç e v .G ü n eşÖ zd u ral, İstanbul: Sol, 1992.
15. M arshall B erm an, A ll That Is S o lid M elts In to A ir, L ondra: P enguin, 1988;
T ürkçesi: K a tı O lan H erşey B uharlaşıyor, çev. B ülent Peker, Ü m it A ltuğ, İleti­
şim : İstan b u l, 1994.
60
ASİ ŞEHİRLER
gibi ilerleyen bir dönüşüm süreci ortaya çıktı. Bu yeni süreç dem ok­
ratik kent yönetimlerinin, arsa piyasası ve gayrimenkul spekülasyo­
nunun mali disiplin altına alınm asına, ve arsaların "en yüksek dü­
zeyde ve en iyi şekilde istifade edilerek" azami oranda kazanç sağ­
layacak kullanımlara tahsis edilm esine dayanıyordu. Engels bu sü­
recin de ne anlam a geldiğini gayet iyi anlamıştı:
B ü y ü k m o d e m ş e h irle r d e g ö r ü le n b ü y ü m e ş e h rin b a z ı k ıs ım la r ın a , ö z e l­
lik le m e r k e z i b ir k o n u m d a b u lu n a n a r s a la r a su n i v e a k ıl a lm a z b ir d e ğ e r a r tı­
şı g e tiriy o r. Ü z e r le r in d e b u lu n a n b in a la r ise , d e ğ iş e n ş a rtla r la u y u m lu o lm a ­
d ığ ın d a n , b u a r s a la r ın d e ğ e rin i a r tırm a k y e r in e a şa ğ ı ç e k iy o r. B u b in a la r y ı­
k ıla ra k y e r le rin e y e n ile r i y a p ılm a k ta . Ö z e llik le m e r k e z d e b u lu n a n v e k ir a s ı­
nı a rtırm a n ın m ü m k ü n o lm a d ığ ı — a z a m i s a y ıd a in s a n la d o ld u r u ls a b ile k i­
ra y ı b e lli b ir a s g a ri d ü z e y in ü z e r in e ç ık a r m a n ın ç o k z o r o ld u ğ u — işç i e v le ri
iç in g e ç e r li b u d u r u m . Y ık ıla n b in a la r ın y e r in e d ü k k â n la r , m a ğ a z a la r v e k a ­
m u y a p ıla r ı in ş a e d ilm e k te .16
Bütün bunların 1872'de yazılm ış olduğunu düşünmek iç karartıcı,
zira Engels'in tarif ettiği durum , bugün Asya’nın büyük bölümünde
(Delhi, Seul, Mumbai) görülen kentsel süreçler için olduğu kadar,
sözgelimi New York'un Harlem ve Brooklyn sem tlerinde son dö­
nemde yürütülen m utenalaştırm a girişimleri için de birebir geçerlidir. Kısacası, m ülksüzleştirm e ve yerinden etme süreci, kapitalist
kentsel süreçlerin çekirdeğini oluşturur. Sermayenin kentsel yenile­
me aracılığıyla soğrulm asının aksetm esidir bu. Mumbai'yi ele ala­
lım; resmi kayıtlarda gecekondu sakini olarak görünen 6 milyon kişi
toprak üzerinde büyük oranda tapusuz olarak yerleşmiş durumdadır
(ikamet ettikleri yerler bütün şehir haritalarında boş görünür). M um ­
bai'yi Şanghay'a rakip bir finans merkezi haline getirm e girişimiyle
birlikte gayrimenkul furyası hız kazanmış ve gecekonduların işgal
ettiği arazinin değeri giderek artmıştır. Mumbai'nin en göz önündeki
gecekondu alanlarından Dharavi'deki arsalara 2 m ilyar dolar fiyat
biçilmeye başlanmıştır, gecekonduların temizlenmesi yönündeki
baskı ise (arsa talanını m askelem ek için çevresel ve toplumsal ge­
rekçeler ileri sürülerek) her geçen gün artmaktadır. Devletten destek
alan finans güçleri, gecekondu bölgelerini zor kullanarak tem izle­
mek için baskı yapmakta, bazı durum larda gecekondu sakinlerinin
16. E n g els, T he H o u sin g Q u estio n , s. 23.
ŞEHİR HAKKİ
61
bir nesildir üzerinde yaşadıkları bir arsanın mülkiyeti zorla geri alın­
maktadır. Toprak neredeyse bedelsiz olarak alındığı için inşaat faali­
yeti aracılığıyla toprak üzerinden elde edilen sermaye astronomik
düzeylere varır. Peki yerinden edilen insanlara tazminat ödenmekte
midir? İçlerinden şanslı olanlar cüzi bir tazminat alırlar. Gelgelelim
Hindistan anayasasına göre devlet, sınıf ve kastı ne olursa olsun bü­
tün ülke nüfusunun yaşamını ve refahını korumakla, ve herkese ya­
şamını idame ettirebileceği bir ev ve barınak sağlam akla yükümlü
kılındığı halde, Hindistan Anayasa Mahkemesi gerek verdiği hüküm­
süzlük kararları gerekse hüküm ler aracılığıyla bu anayasal zorunlu­
luğu fiilen değiştirmiştir. Gecekondu sakinleri yasadışı işgalci konu­
munda olduklarından ve belli bir arsa üzerinde uzun süredir ikamet
ettiklerini çoğu kez kanıtlayam adıklarından tazminat haklan yoktur.
( )nlara bu hakkı vermek, Anayasa M ahkem esinin ifadesiyle, yanke­
sicileri ödüllendirm ekle eşdeğerdir. Sonuçta gecekondu sakinleri ya
direnerek mücadeleye devam eder veya kendilerine ait iki-üç parça
eşyayı yanlarına alarak otoyol kenarlarında veya bulabildikleri her­
hangi bir yerde kamp kurarlar.17 Benzer mülksüzleştirm e örnekleri­
ne (daha insaflı ve hukuki de olsa) devletin istimlak yetkisini suistiıııal ederek ucuz konut bölgelerinde yerleşik kiracıları evlerini terk
etmeye zorladığı, böylece bu alanları getirisi daha yüksek arazi kul­
lanımlarına (rezidanslar, hiperm arketler gibi) tahsis ettiği ABD'de de
rastlanabilir. Yüksek Mahkeme'nin reddiyle karşılaşan liberal yar­
gıçlar, bölge m ahkemelerinin bu şekilde davranm asının son derece
yasal olduğunu, bu sayede mahalli emlak vergisi havuzunu genişlet­
tiklerini, vb. savunarak m uhafazakârları bile geride bıraktılar.
1990'larda Seul'deki inşaat şirketleri, suma güreşçisi gibi iriyarı
tiplerden oluşan çeteler kurarak bunları m ahalleleri boydan boya iş­
gal etmekle görevlendirm işlerdi. Bu çeteler 1950'lerde şehrin ya­
maçlarında, yani o sırada değer kazanmış olan arsalar üzerinde ken­
di imkânlarıyla ev kurmuş olan mahalle sakinlerinin konutlarını yık­
makla kalmayıp, sahip oldukları bütün eşyayı da parçalıyorlardı.
Bugün bu yamaçların çoğunu kaplamış olan yüksek kulelerin inşası
için başvurulan zorbaca arazi temizliğinden tek bir iz yok. Çin'de
17. U sha R am an ath an "Illeg ality and the U rban P o o r”, E co n o m ic a n d P o liti­
cal W eekly, 22 T em m uz 2006; R akesh S hukla, "R ights o f the Poor: A n O verview
of S uprem e C ourt", E co n o m ic a n d P o litica l W eekly, 2 E ylül 2006.
62
ASİ ŞEHİRLER
m ilyonlarca kişi, uzun süredir ikamet ettikleri mekânların ellerinden
alınm asıyla karşı karşıya. M ülkiyet hakkına sahip olmadıklarından,
yönetim in basit bir emri onları topraklarından sökm eye yetiyor, son­
ra da (boşalan arsa yüksek kâr oranlarıyla m üteahhit firmalara dev­
redilmeden önce) yola devam edebilmeleri için ellerine cüzi bir na­
kit yardımı veriliyor. Bazı durum larda bu kişiler kendi rızalarıyla ta­
şınsalar da, kitlesel direnişler söz konusu; Komünist Parti ise bu di­
renişlere çoğu kez şiddetle karşılık veriyor. Çin örneğinde yerinden
edilenler çoğu kez kırsal bölgenin kıyısında kalmış olan nüfus, ki bu
da Lefebvre'in 1960'larda büyük bir ileri görüşlülükle ortaya attığı
savın önemine işaret ediyor; Kent ve kır arasında bir zam anlar varo­
lan belirgin ayrım, sermaye ve devletin egemen idaresi altında gitgi­
de silikleşir ve eşitsiz coğrafi gelişim sergileyen, geçirgen bir iliş­
kiyle birbirine bağlı bir dizi mekân biçimini alır. Çin'de kent çeperle­
rindeki kırsal nüfus, lahana üreticiliği gibi meşakkatli ve nankör bir
işten — deyim yerindeyse— rezidans üreticiliğine, yani kentli ranti­
ye gibi keyfe keder bir konum a bir gecede terfi etti (en azından parti
liderleri için öyle oldu). Aynı durum, son dönemde gerek merkezi
gerekse yerel hükümetin destek verdiği özel ekonom ik bölgeler uy­
gulamasının, tarım üreticilerine karşı şiddete yol açtığı Hindistan'da
da geçerli. Bu şiddet vakalarının en korkuncu, Batı Bengal eyaleti­
nin Nandigram şehrinde, endüstriyel gelişim kadar kentsel gayrimenkule de ilgi duyan büyük ölçekli Endonezya serm ayesine yer aç­
mak için iktidardaki M arksist parti eliyle düzenlenen katliamdı. Bu
örnekte özel m ülkiyet hakları dahil hiçbir şey mekânın kullanıcıları­
nın korunm asını sağlayamadı.
Gecekondulu nüfusa tapu dağıtm a ve böylelikle yoksulluktan
kurtulmalarını sağlayacak bir m ülk sunma fikri de, ilk bakışta ileri­
ci gibi görünm ekle birlikte, bir yanılsamadır. Rio de Janeiro'nun favelaları için de şu an üzerinde durulan bir öneridir bu. Fakat sorun
şu ki, güvenli bir gelire sahip olmayan ve sık sık mali güçlüklerle
yüz yüze kalan yoksulları, görece düşük bir değer karşılığı ellerin­
deki mülkü nakit paraya çevirm eye ikna etmek işten bile değildir
(zengin mal sahipleri ise değerli taşınmazlarını herhangi bir ücret
karşılığında elden çıkarmayı genellikle reddederler, bu yüzdendir ki
Moses alt gelirli tabakanın yaşadığı Bronx'a "elinde satırla" girebil­
miş fakat Park Avenue'ya dokunam am ıştır). Tahminim o ki, mevcut
ŞEHİR HAKKI
63
eğilimler devam ederse, şu an favelalarla kaplı olan bütün o yam aç­
lar on beş yıl içerisinde Rio körfezinin nefis manzarasına hâkim,
yüksek rezidanslarla dolacak, eski favela sakinleri ise ayıklanarak
şehrin ücra bir bölgesine taşınacaklar.18 M argaret Thatcher döne­
minde Londra'nın merkezinde bulunan sosyal konut alanlarının özel­
leştirilmesi sonucunda metropoliten alan çapında kira ve gayrim en­
kul fiyatları uzun vadede öylesine yükselmişti ki alt gelirli, hatta gi­
derek orta gelirli kimseleri şehir m erkezine yakın herhangi bir yer­
de ikamet etmekten alıkoyacak hale gelmişti. Böylece yoksulluk ve
hizmetlere erişilebilirlik sorunu gibi, gelir düzeyine uygun konut
sorunu da şehir içinde yer değiştirm iş oluyordu.
Bütün bu örnekler, sorunun salt yerini değiştirmekle kalmayıp,
mağdur ve m arjinalleşm iş bir nüfusu sermaye dolaşımının ve biriki­
minin yörüngesine hapseden zinciri sağlam laştıran ve uzatan, sözde
"ilerici" bir dizi çözüm e karşı bizi uyarıyor. Hernando de Soto, gü­
ney ülkelerinde yoksulların, yasalarla açık seçik düzenlenmiş m ül­
kiyet haklarının olmaması nedeniyle sefalete hapsolduğunu ikna
edici bir biçimde ortaya koyar (mülkiyet haklarının açıkça ortaya
konduğu toplum larda da yoksulluğun bolca gözlendiği gerçeğini
gözardı ederek). Elbette Rio'nun favelalarında veya Lima'nın gece­
kondularında bu tür hakların dağıtılması bazı durum larda bireysel
enerjileri ve girişim leri özgürleştirerek kişisel gelişimin önünü aça­
caktır. Fakat bu tür girişim ler çoğunlukla, kolektif, kâr amacı güt­
meyen toplumsal dayanışm a ve destek biçimlerinin çözünmesine
yol açmakta; yeterli ücret ödeyen, güvenceli istihdamın olmaması
nedeniyle, elde edilen kazanım lar da neredeyse her zaman sıfıra in­
mektedir. Örneğin Elyachar, ilerici gibi görünen bu politikaların
Kahire'de nasıl bir m ülksüzleştirm e piyasası yarattığını, ve bu saye­
de, karşılıklı saygıya ve karşılıklı bir ilişkiye dayanan eski ahlaki
ekonominin değerlerini vantuzlayarak oyunu nasıl kapitalist ku­
rumlar lehine çevirdiğini ortaya koyuyor.19
18.
B urada büy ü k ö lçü d e H em an d o de S oto'nun yapıtının izinden gidiyorum .
The M ystery o f C a p ita l: W hy C apitalism Trium phs in the W est a n d F a ils E v e ry w ­
here E ls e , N ew York: B asic B ooks, 2000. K itap h akkında eleştirel bir yorum için
bkz. T im othy M itch ell, "T he W ork o f E conom ics: H ow a D iscipline M akes its
W orld", A rch ives E u ro p éen n es de So cio lo g ie 46: 2 (2005): 297-320.
64
ASİ ŞEHİRLER
Söylediklerim izin büyük bölümü, küresel yoksulluğa karşı bir
çözüm olarak W ashington finans kurum lan tarafından son günlerde
ikna edici bir dille ve sıkça gündeme getirilen mikrokredi ve nıikrofinans çözümleri için de geçerlidir. Toplumsal bir kılığa bürünmüş
haliyle mikrokredi (Nobel ödüllü iktisatçı Yunus'un aslen tasarladığı
biçimiyle) hakikaten yeni olanaklar açtı; kadın-erkek ilişkileri üze­
rinde önemli etkileri oldu, özellikle Hindistan ve Bangladeş gibi ül­
kelerde kadınlar açısından olumlu sonuçlar getirdi. Fakat borcun ge­
ri ödenmesi için şart koştuğu kolektif sorumluluk sistemi, kişileri
özgürleştirm ek yerine tutsak da edebilir. Washington menşeli ku­
rumlarca tasarlanan mikrofinans âleminde ise sonuç, (Yunus'un öner­
diği daha toplumsal, yardım severlik yönelimli mikrokredinin aksi­
ne) küresel finans kurum lan için yüksek kazançlı (en az %18, çoğu
kez de daha yüksek faiz oranlarıyla) birer gelir kaynağı yaratmak;
ayrıca yeni beliren bu pazarlam a organizasyonu içinde günde 2 do­
ların altında ücretle geçinen 2 m ilyar kişiden oluşan koca bir piyasa­
nın kavramını çokuluslu şirketlerin erişim ine açmak oldu. İş çevre­
lerinde kullanılan tabirle, "piramidin en aşağısındaki bu dev pazar"
(çoğu kadın) satış elem anlarından oluşan kılcal şebekeler ve bunla­
rın bağlandığı, çokuluslu devasa mağazalardan seyyar satıcılara
uzanan pazarlam a zinciri aracılığıyla büyük şirketlerin emrine am a­
de hale getirilir.20 Satış elemanları toplumsal ilişkilere dayalı bir top­
luluk oluşturur, her biri diğerinden sorumludur, bu sayede borcun fa­
iziyle birlikte ödenmesi güvence altına alınır, ki bu da daha sonra o
kişinin perakende olarak pazarlayacağı malları almasını sağlar. Özel
mülkiyet haklarının dağıtım ında olduğu gibi, burada da bazı kim se­
lerin (bu örnekte çoğu kadın) durum unun iyileşeceği kuvvetle m uh­
temeldir, ancak diğer taraftan yoksulların tüketim m allarına makul
fiyatlarla erişimi gibi bildik zorluklar daha da derinleşecektir. Sonuç
olarak, şehirden kaynaklanan yoksulluğa çözüm getirilm iş olmaz.
M ikrofinans sistemi katılım cılarının çoğu borcu ödem ek için köle
19. Ju lia E lyachar, M a rkets o f D ispossession: NG O s, E co n o m ic D eve lo p ­
m en t, a n d the S ta te in C airo, C hapel H ill, NC: D uke U niversity P ress, 2005.
20. A n an y a Roy, P o verty C apital: M icrofinance a n d the M a kin g o f D eve lo p ­
m ent, N ew York: R o u tled g e, 2010; C. K. P rahalad, T he F o rtu n e a t th e B ottom o f
the P yra m id : E ra d ica tin g P o verty T hrough P rofits, New York: P earson Prentice
H all, 2009.
ŞEHİR HAKKI
65
gibi çalışmak zorunda kalacak, çokuluslu şirketler ile yoksul gece­
kondulu nüfus arasında bir köprü konum una sıkışacaktır; onların
düşük bir ücret karşılığında yerine getirdikleri bu görevden kazançlı
çıkan daima çokuluslu şirketler olacaktır. Böyle bir yapı, daha üret­
ken seçeneklerin araştırılm asının önünü keser. Hele de şehir hakkını
koruduğu kesinlikle söylenemez.
Artı sermayenin emilmesi sürecinde kentleşmenin önemli bir
rol oynadığı ve bunu da giderek büyüyen bir coğrafi ölçekte gerçek­
leştirdiği, ancak bu sürecin kentli kitleleri şehir üzerinde her tür hak­
tan mahrum bırakan ve giderek yaygınlaşm akta olan yaratıcı yıkım
süreçleri pahasına gerçekleştiği sonucuna varabiliriz. Bu durum dö­
nem dönem başkaldırıya yol açar, tıpkı mülksüzleştirilen kitlelerin
yitirdikleri şehri geri almak için ayaklandığı 1871 Parisi'nde olduğu
gibi. 1968'lerde Paris'ten Bangkok'a, M éxico'dan Chicago'ya uza­
nan kentsel hareketler de kapitalist inşaat şirketleri ve devlet tara­
lından dayatılandan farklı bir şehir yaşantısı tarif etmeyi am açlıyor­
du. İçinde bulunduğumuz bağlam da mali güçlükler artacak olursa,
kapitalist üretim fazlasının kentleşme aracılığıyla soğrulması süre­
cinde bugüne dek geçerli olan neoliberal, postm odem , tüketime da­
yalı evrenin sonu geldiyse, ve eğer daha geniş çaplı bir kriz patlak
verecek olursa, karşım ıza çıkacak olan soru şudur: Bizim '68'imiz
nerede, hatta daha ileri giderek, nerede bizim Komünümüz?
Mali sistemdeki dönüşümlerle analoji kuracak olursak, günü­
müzde verilm esi gereken siyasi yanıt da çok daha karmaşıktır, çün­
kü kentsel süreçler bugün küresel bir boyut taşıyor ve pek çok çat­
lakla, güvensizlikle ve gelişmişlik düzeyleri arasında coğrafi eşit­
sizlikle malul. Fakat sistemin çatlaklarından, Leonard Cohen'in bir
şarkısında dediği gibi, "ışık süzülüyor". Her tarafta başkaldırının işa­
retleri mevcut (Hindistan ve Çin'deki kronik huzursuzluk, Afrika'da
süregiden iç savaşlar, çalkantı içinde bir Latin Amerika, dört bir
yanda ortaya çıkan otonomi hareketleri ve ABD'de bile nüfusun ço­
ğunluğunun eşitsizlik vebası karşısında "artık yeter" dediğini göste­
ren siyasi işaretler). Bu başkaldırılardan herhangi biri birdenbire bu­
laşıcı hale gelebilir. Gelgelelim finans sisteminin aksine, kentsel ve
kent civarından m uhalif hareketler, ki dünya çapında çok sayıdalar,
birbirine hiç de sıkıca kenetlenmiş değil. Hatta çoğunun birbiriyle
hiçbir bağlantısı yok. Dolayısıyla, W eather Underground'un bir za-
66
ASİ ŞEHİRLER
m anlar düşlediği gibi, tek bir kıvılcımın bütün bir kır yangınına dö­
nüşmesi ihtimal dışı. Bunun için çok daha sistematik bir şey gereki­
yor. Fakat bu çeşitli m uhalif hareketler bir araya gelecek — örneğin
şehir hakkı sloganı etrafında birleşecek— olursa ne tür bir taleple
ortaya çıkmalıdırlar?
Bunun yanıtı oldukça basit: artı ürünün üretim i ve kullanımı
üzerinde daha fazla dem okratik denetim. Kentsel süreç bunun baş­
lıca kanallarından biri olduğundan, şehir hakkı artı değerin kentleş­
me yoluyla kullanımı üzerinde demokratik kontrolü sağlayarak te­
sis edilir. Artı ürüne sahip olm ak ille de kötü bir şey değildir: İşin as­
lına bakarsanız, böyle bir artı pek çok durum da beka için elzemdir.
Kapitalizmin tarihi boyunca, devlet yaratılan artı değerin bir kısm ı­
nı vergi olarak almış, sosyal dem okrasinin hükmünün geçtiği evre­
lerde bu vergi oranı bir hayli artmış, dolayısıyla artı değerin büyük
bir kısmı devletin kontrolüne girmiştir. Son otuz yıldır, neoliberal
projenin başlıca yönelimi artı değer üzerindeki kontrolü özelleştir­
mektir. Ancak ekonomik işbirliği ve kalkınma örgütü OECD'ye üye
bütün ülkelerin verileri, devletin gayri safi üretimden aldığı payın
1970'lerden beri pek düzenli olm adığını gösteriyor. Öyleyse liberal
saldırının başlıca başarısı, devletin aldığı payı 1960'lardaki gibi ar­
tırmasını önlemek olmuştur. Bir diğeri ise devlet ve şirketlerin çı­
karlarını bütünleyen yeni yönetim sistemleri yaratmak, ve paranın
gücünü kullanarak, artı değerin devlet aygıtı yoluyla harcanması
üzerindeki kontrolün, kentsel süreç şekillendirilirken şirket serma­
yesinin ve üst sınıfların çıkarlarını ön planda tutmasını sağlama al­
mak olmuştur.
Şehir hakkının giderek özel veya yarı-özel çıkar gruplarının eli­
ne geçtiğine tanık oluyoruz. Örneğin New York şehrinde bir milyo­
ner, Michael Bloomberg, şehri m üteahhit firmaların, Wall Street'in
ve ulusaşırı sermayenin istekleri doğrultusunda yeniden şekillendi­
rirken, bir yandan da yüksek kazançlı yatırım lar için ideal bir konum
ve turistler için harikulade bir uğrak olarak pazarlıyor. Böylelikle
Manhattan'm tamamı zenginler için dev bir güvenlik kontrollü ya­
şam alanı haline geliyor (Bloomberg'in imar faaliyetleri için seçtiği
slogan, ironik biçimde, "Jane Jacobs'ı hatırda tutarak Moses gibi inşa etmek" idi21). Seattle'da Paul Ailen gibi bir m ilyarder kozları elinde tutuyor, M éxico'da ise dünyanın en zengin adamı, Carlos Slim,
i
!
ı
ŞEHİR HAKKI
67
şehir m erkezindeki sokakları turistlerin gözüne hoş görünsün diye
arnavut kaldırımı döşetiyor. Bu şekilde gücünü doğrudan sergile­
yenler yalnızca varlıklı bireylerle sınırlı değil. Kentsel yatırım için
gereken kaynaklardan yoksun olan New Haven şehrinde, dünyanın
en varlıklı üniversitelerinden biri olan Yale Üniversitesi, şehir doku­
sunun büyük bir kısmını kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ta­
sarlıyor. Johns Hopkins Üniversitesi aynısını Baltim ore'da yapıyor,
Columbia Üniversitesi ise New York'ta yapmayı planlıyor (her iki
durumda da m ahalle çapında direniş hareketleri baş gösterdi, tıpkı
Dharavi'deki arazi istimlakinde olduğu gibi). Şehir hakkı, halihazır­
da uygulandığı biçim iyle, son derece dar bir alana kısıtlanmış du­
rumda, çoğu kez de şehri gittikçe kendi ihtiyaçları ve arzuları doğ­
rultusunda şekillendirm e gücüne sahip, küçük bir siyasi ve iktisadi
elitin elinde.
Gelin bu durum a daha yapısal bir çerçeveden bakalım. Her yılın
ocak ayında Wall Street'te finans çalışanlarının bir yıl önceki fedakârane çalışmaları sonucunda kazandıkları toplam ikramiyeye dair
bir tahmin yayımlanır. 2007'de, ki finans piyasasında her bakımdan
felaketlerle dolu bir yıldı (her ne kadar bir sonraki yıl bu bir önceki­
ni arattıysa da) ikram iyelerin toplamı 33,2 m ilyar dolara ulaşıyordu,
yani bir önceki yıla göre yalnızca %2 oranında düşüş göstermişti
(dünya finans sistemini altüst etmenin karşılığında fena bir mükâfat
sayılmaz). 2007 yazının ortasında ABD ve Avrupa merkez bankala­
rı finans sisteminde istikrarı sağlamak için m ilyarlarca dolar kısa
vadeli kredi pompaladı ve ABD M erkez Bankası, yıl içerisinde Wall
Street borsasında ciddi bir düşüş tehdidinin baş gösterdiği her defa­
sında faiz oranlarını düşürdü. Bu esnada 2 veya 3 milyon kişi — ço­
ğu hane halkına kadının tek başına baktığı aileler, şehir m erkezle­
rindeki siyahiler, şehir çeperindeki m arjinalleşm iş beyaz Am erika­
lılar olmak üzere— bankaların ipotek borçlarını iptal etmesi nede­
niyle evlerini kaybettiler veya kaybetmek üzereler. Finans kurumlarının talancı kredi verme politikaları yüzünden ABD'de şehir m erke­
zindeki, hatta kent çeperine yakın pek çok semtte evler boşaltıldı ve
tahrip oldu. Evlerini kaybedenler hiçbir tazm inat alamadılar. Hatta,
21. S cott L arson, "B u ilding L ike M oses w ith Jan e Jacobs in M ind", d oktora
tezi. E arth and E nv iro n m en tal S ciences P rogram , C ity U niversity o f N ew York,
2010.
68
A St ŞEHİRLER
ipoteğin iptal edilmesi borçların affı anlam ına geldiği ve bu da gelir
hanesine yazıldığı için, evlerini kaybedenlerin pek çoğu, hiçbir za­
man sahip olmadıkları bir paranın vergisi olarak, gelir vergisi pusu­
lalarında yüklü m eblağlarla karşılaştı. Bu vahim asim etri şu soruyu
gündeme getiriyor: İpotek piyasası yeniden yapılandırılarak makul
oranlara gerileyene ve böylelikle sorun büyük oranda çözülene ka­
dar ABD M erkez Bankası ve hâzinesi ipoteğin iptali tehdidiyle kar­
şı karşıya olan ailelere yardım etm ek için niçin orta vadeli nakit re­
zervini devreye sokmadı? Kredi krizinin harareti böylelikle kontrol
altına alınabilir, yoksul insanlar ve onların bulunduğu mahalleler de
bu şekilde korunabilirdi. Dahası, küresel finans sisteminin, bir yıl
sonra olduğu gibi, toptan bir iflasın eşiğine gelmesine mani olunur­
du. Elbette bu Merkez Bankası'nın her zamanki yetki sınırlarının
ötesine geçmesi anlam ına gelirdi ve neoliberal ideolojinin temel bir
kuralını, yani bir finans kurumu ile halkın yararı çeliştiği vakit in­
sanların bir kenara bırakılm asını salık veren kuralı çiğnemek olur­
du. Aynı zamanda, gelir dağılım ına ilişkin kapitalist sınıf tercihleri­
ni ve kişisel mesuliyet hakkındaki neoliberal görüşü hiçe saymak
anlam ına gelirdi. Oysa bu tür kurallara ve onlardan kaynaklanan na­
file bir yaratıcı yıkım şiarına riayet etm ek için ödenen bedele bakın.
Bu siyasi tercihleri tersine çevirm ek için elden gelen ve yapılması
gereken bir şeyler olmalı, değil mi?
Fakat 21. yüzyılda, bütün bunlar karşısında tutarlı bir m uhalif
hareketin ortaya çıktığını görm edik henüz. Elbette, çok çeşitli kent­
sel m ücadeleler ve toplum sal hareketler (kelimenin geniş anlam ıy­
la, kırsal art bölgedeki hareketleri de kapsayacak biçimde) haliha­
zırda mevcut. Sürdürülebilir çevre, göçm enlerin kültürel entegras­
yonu ve sosyal konut alanlarının kentsel tasarım ı gibi konularda
dünyanın pek çok yerinde gerçekleşm ekte olan deneyleri gözlemek
mümkün. Fakat bütün bunların artı değerin kullanım ı üzerinde daha
fazla kontrol elde etm ek gibi belirli bir amaç etrafında birleşm eleri­
ne daha vakit var gibi görünüyor (artı değer üretim inin koşulları
üzerinde kontrolden bahsetm iyoruz bile). Bu mücadeleleri birleştir­
m e yolunda atılabilecek adım lardan biri — nihai adım değilse de—
servet birikim ine dayalı ekonom inin, m ülksüzleştirme ekonomisi­
nin sırtına bindiği ve mülksüzleştirilenlerin şehir üzerindeki hakkı­
nı — dünyayı değiştirm e, yaşamı değiştirme ve şehri gönüllerince
ŞEHİR HAKKI
69
yeniden icat etme hakkım— onlar adına talep ettiği şu sözümona
yaratıcı yıkım anlarına odaklanmak olmalı. Hem bir slogan hem de
siyasi bir ideal olarak, bu kolektif hak, kentleşme ile artı değer üre­
timi ve kullanım ı arasındaki içsel bağ üzerinde kimin söz sahibi ol­
duğu sorusuna getiriyor bizi. Belki de Lefebvre, bundan kırk küsur
yıl önce, çağım ızda kentten doğmayan bir devrimin beyhude bir ça­
ba olacağını söylerken haksız değildi.
İKİNCİ BÖLÜM
Kapitalist Sistemin Krizlerinin
Kentsel Kökenleri
ABD'nin büyük konut uzmanı addedilen, CaseShiller konut fiyatı endeksinin müelliflerinden, iktisatçı Robert Shiller, 5 Şubat 2011 tarihinde N ew York Times'da yayım lanan "Konut
İnşaatı Furyası Nadir Bir Olgudur" başlıklı makalesinde, son dönem­
de konut piyasasında yaşanan şişmenin, "önümüzdeki onyıllar bo­
yunca tekrarı görülm eyecek nadir bir vaka" olduğu konusunda tem i­
nat veriyordu. 2000'lerin başında görülen "devasa konut balonu", "ta­
rih boyunca ne ulusal ne de uluslararası hiçbir konut döngüsüyle kı­
yas kabul etmez. Önceki balonlar daha küçük ve bölgesel ölçekliy­
di". Bir paralellik aranacaksa, bu ancak ABD'de 1830'ların sonu ve
1850'lerde yaşanan arazi furyasında bulunabilir.1
Burada, birazdan açıklayacağım üzere, kapitalizmin tarihinin
şaşırtıcı derecede hatalı ve tehlikeli bir yorum uyla karşı karşıyayız.
Böyle bir iddianın hiçbir yankı uyandırmamış olması, çağdaş iktisa­
di düşüncedeki ciddi bir kör noktaya delalet eder, ve maalesef,
M arksist siyasal iktisat da aynı kör nokta ile malüldür. ABD'de
2007-10 aralığında konut sektöründe yaşanan kriz, önceki pek çok
krizden kuşkusuz daha derin ve daha uzun süreli oldu; hatta ABD ik­
tisat tarihinde bir devrin kapanışına işaret ettiği söylenebilir. Ancak
dünya piyasalarında neden olduğu makro-iktisadi çalkantılar bakı­
mından tarihte bir ilk sayılamaz; kaldı ki tekrar edeceğine dair de
birçok işaret mevcuttur.
P E K Ç O K L A R IN C A
1. R ob ert S hiller, "H ousing B ubbles are Few and F ar B etw een", N ew York Ti­
m es, 5 Ş u b at 2011.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
71
Anaakım iktisat, mimari çevreye yapılan yatırımların genelini
ve bilhassa da konut ve kentleşm e alanındaki yatırımları daima,
"ulusal ekonomi" diye adlandırılan farazi bir düzlemde süregiden
daha önemli faaliyetlerin kıyısında kalm ış bir alan olarak ele alır.
"Kent ekonomisi" alanı daha düşük nitelikli iktisatçıların ilgilendi­
ği bir arenadır; alanın duayenleri ise makro-iktisat hünerlerini baş­
ka yerde konuşturur. Bu grup iktisatçılar kentsel süreçleri dikkate
aldıklarında bile, mekânsal düzenlemeler, bölgesel kalkınma ve şe­
hirlerin inşasını, daha büyük ölçekli süreçlerden kaynaklanan ve bu
süreçler üzerinde etkisi olmayan pratik birer sonuç gibi gösterirler.2
İktisadi coğrafya ve kent gelişimini ilk kez ciddiyetle ele alan
2009 Dünya Bankası K alkınm a Raporu'nun yazarları, konut sektö­
ründeki bir kıvılcımın ekonominin bütününde bir krize yol açması
gibi bir felaketi akıllarına dahi getirm iyorlardı. İktisatçılar tarafın­
dan (ne coğrafyacılara, ne tarihçilere, ne de kent sosyologlarına da­
nışarak) kalem e alınan raporun amacı "coğrafyanın iktisadi olanak­
lar üzerindeki etkisi"ni araştırmak ve "belirlenecek politikalarda me­
kân ve mahalli ikincil kaygılar olmaktan çıkarıp temel birer odak
haline getirmek" biçiminde ifade edilmişti.
Raporun yazarları aslında neoliberal iktisadın alışılageldik çare­
lerini kentsel meselelere uygulamanın (devletin arazi ve gayrim en­
kul piyasasında herhangi bir ciddi düzenlem eyle iştigal etmesine
son vermek; toplumsal adalet ve bölgesel eşitlik adına girişilecek
kentsel, bölgesel ve mekânsal planlam a m üdahalelerini asgariye in­
dirmek vb.), iktisadi büyümeyi (yani sermaye birikimini) hızlandır­
manın en iyi yolu olduğunu göstermek için kolları sıvamışlardı.
Sundukları önerinin toplum ve çevre açısından sonuçlarını ayrıntılı
olarak araştıracak zaman ve yerleri olmadığı için " e s e f duydukları­
nı dile getirme nezaketini her ne kadar gösterseler de şuna düpedüz
inanıyorlardı:
e s n e k b ir a ra z i v e g a y r im e n k u l p iy a s a s ın a v e d iğ e r d e s te k le y ic i k u r u m la ra
— m ü lk iy e t h a k la r ın ın k o r u n m a s ı, a k itle r d e b e lir tile n m ü e y y id e le r in y e r i­
n e g e tir ilm e s i v e k o n u t f in a n s m a n ın ın s a ğ la n m a s ı g ib i— sa h ip o la n ş e h ir ­
2.
"M acro eco n o m ics and H ousing: A R eview o f the L iteratu re” adlı m ak ale­
sinde C h arles L eung, "m akro-iktisat ile k onut sektörü literatürü arasında bu denli
az çak ışm a ve etk ileşim olm ası h akikaten hayret verici," diye yazar. J o u rn a l o f
H ou sin g E co n o m ics 13 (2004): 249-67.
72
ASİ ŞEHİRLER
le r z a m a n iç e r is in d e , p iy a s a n ın ih tiy a ç la r ın d a k i d e ğ iş im e p a ra le l o la r a k g e ­
liş m e y e d a h a y a tk ın d ır. D a h a y ü k s e k g e tirili k u lla n ım la rın k ıy m e tli a r s a la ­
ra ta lip o lm a s ın a o la n a k ta n ıy a n g e v ş e k a ra z i k u lla n ım ı y a s a la rın a s a h ip v e
z a m a n iç e r is in d e d e ğ iş e n r o lle rin e u y u m g ö s te rm e le r in i s a ğ la y a n a ra z i k u l­
la n ım ı d ü z e n le m e le r in i b e n im s e m iş ş e h irle r b a ş a rılı ş e h irle r d ir.3
Gelgelelim toprak sıradan bir m eta değildir. Gelecekte oluşacak
rantın beklentisinden doğan, farazi bir sermayedir. Araziden azami
getiriyi elde etm e saiki son birkaç yıl içerisinde düşük, hatta orta ge­
lirli haneleri M anhattan'ı ve Londra'nın merkezini terk etmeye zor­
lamış, sınıflar arası eşitlik ve m ağdur nüfusun refahı açısından fela­
ket sonuçlara yol açmıştır. M umbai'nin Dharavi semtindeki (gece­
kondu mahallesi denilen bu yer raporda doğru biçim de verimli bir
beşeri ekosistem olarak tanımlanmış) kıymetli araziler üzerinde böylesine yoğun baskı yaratan da budur. Kısacası, daha yüksek getiriye
sahip arazi kullanım larına yer açmak için m utenalaştırma, mahalle
ölçeğinde yıkım, istimlak gibi (veya daha zorbaca) yöntem ler aracı­
lığıyla mahalle sakinlerinin tahliye edilmesine karşı kentsel toplu­
msal hareketlerin yükselişte olduğu bir dönemde kaleme alınan ra­
por, henüz içinden geçmekte olduğum uz m akro-iktisadi depremin
(ki artçı sarsıntıları devam etmektedir) müsebbibi olan serbest piya­
sa tutuculuğunun avukatlığını yapmaktadır.
1980'lerin ortalarından bu yana neoliberal kent politikaları (ör­
neğin Avrupa Birliği çapında uygulananlar), geri kalmış mahalle,
şehir ve bölgelere servet aktarımının nafile bir çaba olduğuna, bu­
nun yerine, kaynakların dinam ik, "girişimci" büyüme odaklarına
kanalize edilm esi gerektiğine hükmetti. Yukarıdan aşağı "süzülme
etkisi" denen şeyin mekânsal bir biçimi böylelikle o hep gelmesi
beklenen (ve bir türlü gelm eyen) "uzun vadede" bütün o huzur kaçı­
rıcı bölgesel, mekânsal ve kentsel eşitsizliklerin çaresine bakacaktı.
Şehri m üteahhitlere ve spekülatör finansçılara devretmek herkesin
yararınadır! Çinliler şehirlerinde arazi kullanımını serbest piyasa
güçlerine bırakmış olsalardı, Dünya Bankası raporuna göre, ekono­
mileri şimdi olduğundan da hızlı büyürdü!
3.
W orld D evelo p m en t R ep o rt 2009: R esh a p in g E co n o m ic G eo g ra p h y, W as­
hin g to n , DC: W orld B ank, 2009; D av id H arvey, "A ssessm ent: R eshaping E co n o ­
m ic G eo g rap h y : T he W orld D evelopm ent R eport", D eve lo p m en t a n d C hange F o ­
rum 2009, 40: 6 (2009): 1, 269-78.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
73
Dünya Bankası apaçık biçimde spekülatif sermayeye insanlar
karşısında öncelik tanıyor. Şehrin, içinde yaşayanlar ve doğal çev­
reyi m ağdur etm ek pahasına (sermaye birikim i açısından) refaha
ulaşabileceği fikri asla sorgulanmıyor. Daha da kötüsü, rapor 20072009 krizinin kökeninde yatan politikalarla derinden bir uzlaşma
içinde. Raporun Lehman şirketinin iflasından altı ay, ABD konut pi­
yasasında işlerin bozulmasından iki yıl sonra ve ipotek tsunamisinin ufukta açıkça belirdiği bir tarihte yayımlanmış olması durumu
daha da tuhaf kılıyor. Örneğin, eleştirel bir yorumun kırıntısını dahi
içermeyen şu satırlardan öğreniyoruz ki,
1 9 8 0 'lerin ik in c i y a r ıs ın d a fiııa n s sis te m i ü z e r in d e k i d e n e tim le r in g e v ­
ş e tilm e s in d e n b u y a n a , p iy a s a te m e lli k o n u t fin a n s m a n ı h ız la g e liş m iş tir.
B u g ü n g e liş m iş ü lk e le r d e k o n u t ip o te k p iy a s a s ı g a y r is a f i y u rtiç i h a s ıla n ın
(G S Y H ) % 4 0 'ın ı o lu ş tu r u r ; g e liş m e k te o la n ü lk e le r d e ise ç o k d a h a d ü ş ü k
o la n h u o ra n , G S Y H 'n ın o r ta la m a % 1 0 'u n a te k a b ü l e d er. K a m u s e k tö rü n e
d ü ş e n g ö re v , iy i d e n e tle n e n ö z e l g ir iş im le ri d e s te k le m e k o lm a lıd ır... B a sit,
y a p tırım g ü c ü o la n v e m a k u l ip o te k a k itle ri iç in g e r e k e n y a s a l z e m in in h a 7 ,ırlanm ası iy i b ir b a ş la n g ıç o la c a k tır. H e r h a n g i b ir ü lk e d a h a g e liş k in v e o l­
g u n b ir s is te m e sa h ip o ld u ğ u v a k it, k a m u s e k tö rü ik in c il ip o te k p a z a rım
d e s te k le y e b ilir, y e n ilik ç i f in a n s d ü z e n le m e le r i g e liş tir e b ilir v e ip o te ğ in s i­
g o r ta la n m a s ın ı y a y g ın la ş tır a b ilir. İ ç in d e o tu r a n la rın m a l s a h ib i o ld u ğ u b ir
k o n u t m o d e li — k o n u tu n ç o ğ u k e z b ir h a n e n in e n b ü y ü k m al v a rlığ ı o ld u ğ u
d a d ü ş ü n ü lü r s e — g e r e k s e rv e t o lu ş u m u , g e r e k s e to p lu m g ü v e n liğ i v e s iy a ­
se t a ç ıs ın d a n ö n e m lid ir. O tu r d u k la rı e v in s a h ib i o la n v e y a is tik ra rlı b ir k ira
ak d i o la n k iş ile r, iç in d e y a ş a d ık la rı to p lu lu ğ a d a h a m ü d a h il o lu rla r; b u s a ­
y e d e , s u ç u n a z a ltılm a s ı, d a h a g ü ç lü b ir y ö n e tim v e d a h a iyi ç e v r e k o ş u lla rı
için k u lis f a a liy e ti y ü r ü tm e y e d e d a h a y a tk ın o lu rla r.4
4.
W orld D eve lo p m en t R eport: 206. R aporun m ü elliflerinden üçü, d ah a sonra
coğ rafy acılard an g elen eleştirilere yanıt verdiler, ancak benim dile getirdiğim
kökten eleştirilere (to p rağ ın b ir m eta olm adığı, m akro-iktisadi krizler ile konut ve
ken tleşm e politik aları arasın d aki ilişkinin irdelenm em iş oluşu gibi) değinm ekten
kaçındılar. B una gerek çe olarak da benim aslında "A B D 'deki 'çürük' ipotek k rizi­
nin, gelişm ek te olan ü lk elerd e yoksulların barınm a ihtiyaçlarına çözüm üretm ek­
te k onut fin an sm an ın ın h içb ir işe yaram ayacağım kanıtladığını" iddia ettiğim i
söylediler; onların g ö rü şü n e göre bu, raporun k apsam ı dışında" kalıyordu. B öyle­
likle eleştirim in tem el d ay an ağ ını tam am en gözardı ettiler. Bkz. U w e D eichm ann,
Inderm it Gill and C h o r-C h in g G oh, "Texture and T ractability: T he F ram ew ork for
Spatial Policy A n aly sis in the W orld D eve lo p m en t R e p o rt 2009", C am bridge J o ­
urnal o f R eg io n s, E co n o m y a n d Society 4: 2 (2011 ): 163-74. "E m lak değerleri ve
inşaat sektörünün, b ü y ü k ek o nom ik b u hranların hem en öncesinde nasıl zirveye
74
ASİ ŞEHİRLER
Yakın dönemdeki olaylar ışığında bu ifadeleri okurken hayrete
kapılmam ak elde değil. Herkesin ev sahibi olmasının faydaları üze­
rine efsanelerle pom palanan, ve durumdan bihaber yatırımcılara sa­
tılacak olan, risk derecesi bir hayli yüksek teminatlandırılm ış borç
yükümlülüklerindeki zehirli ipotekleri boş verin. Dünyanın insan
yerleşimleri tarafından sürdürülebilir şekilde kullanılm ası için m a­
kul olan düzeylerin fersah fersah ötesinde toprak ve enerji israfına
yol açan hudutsuz banliyöleşmeyi boş verin! Raporun yazarları
kentleşme hakkındaki görüşleri ile küresel ısınma arasında bağlantı
kurm ak gibi bir görevleri olm adığını ikna edici biçimde savunabi­
lirler. Alan G reenspan'le birlikte, 2007-2009 aralığındaki olayların
kendilerini gafil avladığını, çizdikleri pembe tabloyu bozacak her­
hangi bir öngörüde bulunmalarının beklenem eyeceğini öne sürebi­
lirler. "M akul", "iyi denetlenmiş" gibi sözcükleri aralara serpiştir­
mek suretiyle iddialarını muhtemel eleştirilere karşı "sigortalamış"*
sayılabilirler.
Fakat yazarlar madem neoliberal reçetelerini perçinlemek için
"makul biçimde seçilmiş" tarihsel örneklere başvuruyorlar, 1973 kri­
zinin küresel emlak piyasasında yaşanan ve birçok bankayı batıran
çöküşten kaynaklandığını nasıl olup da ıskaladılar? 1980'lerin so­
nunda ABD'de ticari mülk sektöründen kaynaklanan Mevduat ve
Kredi (Savings and Loan) krizi sırasında tepetaklak olan yüzlerce finans kurumunun cerem esinin Amerikan vergi m üelliflerine 200 m il­
yar dolar olarak ödetildiğini nasıl olup da fark etm ediler (dönemin
Tasarruf M evduatı Sigorta F onunun [TMSF] yöneticisi olan William
Isaacs bu durum karşısında öylesine hiddetlenmişti ki, 1987 yılında
Amerikan Bankalar Birliği'ni kendilerine çeki düzen vermedikleri
takdirde kam ulaştırmakla tehdit etmişti)? Yahut 1990'ların sonunda
Japonya'daki yükselişin sona erm esinin arsa fiyatlarındaki (halen
ulaşm ış o ld u ğ u n u ", g erek p atlam ayı gerekse takip eden çöküşü y aratm ak ta o y n a­
dığı ön em li rolü, b ir g ru p iktisatçı uzun b ir sü red ir kavram ış durum da. A ncak
H enry G eo rg e'u n takipçisi olan bu grup da m aa le se f gen elg eçer iktisatçılar tara­
fından tü m ü y le y ok sayılıyor. B kz. F red Foldvary, "R eal E state and B usiness
C ycles: H en ry G eo rg e's T h eo ry o f the T rade C ycle", L afayette C o lleg e'd a d ü zen ­
lenen H en ry G eorge K o n feransı'nda sunulan bildiri, 13 H aziran 1991.
* "S ig o rtalam a"n ın karşılığı olarak yazar burada ipotek p iy asasın d a fonlar
için k u llan ılan ve İngilizcede tel örgü, çit veya hendekle etrafını çevirm ek an lam ı­
na g elen h ed g e sö zcü ğ ü n ü kullanıyor, - ç .n .
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
75
sürmekte olan) çöküşe tekabül ettiğini? Yahut emlak piyasasındaki
aşırılıklar nedeniyle İsveç'in 1992 yılında tüm banka sistemini ka­
mulaştırmak zorunda kaldığını? 1997-98 aralığında Doğu ve G ü­
neydoğu Asya'daki çöküşün nedenlerinden birinin Tayland'daki aşı­
rı kentsel gelişim olduğunu?5
Bütün bunlar olup biterken Dünya Bankası iktisatçıları neredey­
di? 1973'ten bu yana yüzlerce finans krizi m eydana geldi (bu tarih­
ten önce ise yalnızca pek az) ve bunların büyük bölümü emlak sek­
törü veya kentsel gelişim den kaynaklandı. Kaldı ki konu üzerine
kafa yoran hemen herkes — anlaşılan Robert Shiller de bu herkese
dahil— ABD konut piyasalarında 2001 sonrasında bir şeylerin fena
halde ters gitmekte olduğunu gayet açıklıkla görüyordu (tabii Shiller'e göre bu sistematik değil, arızi bir durum du).6
Elbette Shiller yukarıdaki örneklerin hepsinin salt bölgesel ha­
diseler olduğunu pekâlâ iddia edebilirdi. Fakat o zaman, Brezilyalı­
ların ve Çinlilerin bakış açısından, 2007-2009 krizi de böyle görüle­
bilir. Krizin merkez üssü ABD'nin güneybatısı, Florida (Georgia'da
da etkisi bir m iktar hissedildi) ve birkaç hareketli bölgeyle daha sı­
nırlıydı (1990'ların ikinci yarısında, Baltimore ve Cleveland gibi es­
ki şehirlerin yoksul semtlerinde baş gösteren ipotek krizleri ise faz­
lasıyla yerel ve "ehemmiyetsizdi", zira krizden etkilenenler siyahi­
ler ve azınlıklardı). Uluslararası düzlemde İspanya ve İrlanda krize
fena yakalandı, İngiltere o derece değilse de etkilendi. Fakat Fransa,
Almanya, Hollanda veya Polonya'nın, hatta Asya ülkelerinin emlak
piyasalarında ciddi bir sorun yoktu.
1990'ların başında Japonya veya İsveç'te yaşanan krizlerin aksi­
ne, ABD m erkezli bölgesel krizin küresel çapta yayıldığı şüphe gö­
türmez bir gerçek. Ancak 1987 yılında görülen M evduat ve Kredi
krizinin de benzer biçimde küresel yankıları olmuştu (ciddi bir bor5. G rah am T urner, T he C rédit C runch: Hous'ıng B ubbles, G lobalisation a n d
ıhe W orldw ide E co n o m ie C risis, L ondra: P luto, 2008; D avid H arvey, T he C o n d i­
tion o fP o stm o d e rn ity , O x ford: Basil B lackw ell, 1989: 145-6,169; T ürkçesi: Postm odern liğ in D u ru m u , çev. S u n g u r S avran, İstanbul: M etis, 1997
6. A yrıca bkz. D av id H arvey, The N e w Im perialism , O xford: OUP, 2003: 113.
K itabın bu b ö lü m ü n d e ip o teğin yeniden finansm anının ABD G ayrisafı Yurtiçi
H asılasının y ak laşık % 20’lik bir kısm ını o lu ştu rd u ğ u n a ve "em lak balonundaki
m uhtem el b ir patlam an ın " d ah a o dönem de "son derece ciddi endişelere yol açtı­
ğ ı n a işaret ediyordum .
76
ASİ ŞEHİRLER
sa krizinin yaşandığı o yıl hep yapıldığı gibi, ve hatalı biçimde, tü­
müyle münferit bir vaka olarak görülmüştü). Aynısı 1973'ün başın­
da yaşanan ve üzerinde pek durulm ayan küresel emlak piyasasında­
ki çöküş için de geçerlidir. G enelgeçer yargıya göre kayda değer
olan yalnızca 1973 sonbaharında petrol fiyatlarındaki ani artıştır.
Oysa emlak krizi, petrol fiyatındaki artıştan altı ay, hatta daha da
uzun bir süre önce baş gösterm iş, sonbahara gelindiğinde ekonom i­
deki gerilem e çoktan almış başını yürümüştü (bkz. Şekil 1). Takip
eden 1975 yılındaki New York mali krizi son derece önemliydi, zira
o sırada New York dünya çapında en geniş kamu bütçesine sahip
m erkezlerden biriydi (öyle ki Fransa cumhurbaşkanı ve Batı Al­
manya başbakanı, finans piyasalarında küresel bir felaketi önlemek
için New York'un borçlarının silinmesi ricasında bulunuyorlardı).
New York bu sırada yatırım bankalarına akıllarına estiği gibi risk al­
m a imkânı bahşetmek ve bunun bedelini de belediye taahhüt ve hiz­
m etlerini yeniden yapılandırarak halka ödetmek gibi neoliberal uy­
gulamaların icat edildiği bir merkez haline geldi. Son dönemde em­
lak piyasasındaki krizin etkileri California gibi eyaletlerin hemen
hemen iflasına kadar uzandı, ABD'nin dört bir yanında eyalet ve be­
lediye yönetimlerinin mâliyesi ve kamu sektöründeki istihdam üze­
rinde büyük gerilimlere yol açtı. New York şehrinin 1970’lerde ge­
çirdiği mali krizin hikâyesi, bugün dünyanın sekizinci büyük kamu
bütçesine sahip olan C alifornia eyaletinin durumu ile tekinsiz bir
benzerlik arz eder.7
Ulusal Ekonomik A raştırm a Bürosu yakın dönemde, emlak ba­
lonlarının kapitalizm in derin krizlerinin kıvılcımını oluşturmada
oynadığı rolün bir başka örneğini ortaya çıkardı. 1920'lerdeki gayri­
menkul verilerini inceleyen G oetzm ann ve Newman, "kamunun pi­
yasaya sunduğu gayrimenkul sigortalarının 1920'lerdeki yapı faali­
yetini etkilediği, ve gayrimenkul değerlerindeki krizin, ipotek dön­
güsü mekanizması aracılığıyla, takip eden 1929-30 borsa krizine yol
açmış olabileceği sonucuna vardı". Konut sektörü açısından Flori7. W illiam Tabb, T he L o n g D efa u lt: N e w York C ity a n d the U rban F isca l C ri­
sis, N ew York: M onthly R eview P ress, 1982; D avid H arvey, A B r ie f H isto ry o f
N eo lib era lism , O xford: OUP, 2005; A shok B ardhan ve R ichard W alker, "C alifor­
nia, P iv o t o f the G reat R ecession", UC B erkeley, CA: Institute for R esearch on L a­
b o r an d E m p lo y m en t, 2010.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
İpotekli k o n u t k red isi b o rçların ın y ıllara g ö re d e ğ işim o ra m , ABD, 1955-76
G a y rim e n k u l y a tırım şirk etlerin in h isse sen ed i fiy atları, ABD, 1966-75
G ay rim e n k u l sig o rtası fiy at e n d ek si, BK, 1961 -75
Yıllar
Kaynak: ABD Ticaret Bakanlığı
Ş ekil 1 1973 G ay rim en k u l P iy asası K rizi
77
78
ASİ ŞEHİRLER
Yıllar
K aynak: W illiam G oetzm ann ve Frank N ewm an,
"Securitization in the 1920s", NBER W orking Paper 15650.
Ş e k il 2 N ew York şeh rin d e inşa edilen yüksek yap ılar (1890-2010)
da, bugün olduğu gibi o dönemde de yoğun spekülatif yapılaşmanın
görüldüğü bir merkezdi; inşaat izninin nominal değeri 1919 ile 1925
arasında yüzde 8000 artmıştı. Ulusal ölçekte aynı dönemlerde ko­
nut değerlerindeki artış tahminen yüzde 400 civarındaydı. Fakat ne­
redeyse tümüyle New York ve Chicago'da yoğunlaşan ticaret gelişi­
miyle kıyaslandığında bu yalnızca tali bir gelişmeydi. Bu iki şehir­
de o dönem de gerçekleşen, "ancak 2000’lerin ortalarıyla kıyaslana­
bilecek" büyümeyi besleyebilm ek için her tür finans desteği ve si­
gortalam a yöntemi seferber edilmişti. Goetzmann ve New m an’in
yüksek bina inşaatlarına dair grafiği daha da çarpıcı (bkz. Şekil 2).
1929, 1973, 1987 ve 2000 krizlerini önceleyen gayrim enkul patla­
maları birer mızrak gibi öne çıkıyor. New York şehrinde etrafa ba­
kınca gördüğüm üz binalar "mimari bir faaliyetten öte, yaygın bir fi­
nançai olguya delalet eder". G oetzm ann ve Newm an, 1920'lerdeki
gayrimenkul sigortalarının tıpkı bugünküler kadar zehirli olduğunu
belirttikten sonra ekliyor:
N e w Y o rk s ilu e ti, s ig o r ta y ö n te m le r in in s p e k ü la tif b ir s e rm a y e d a r g r u ­
b u n d a n e ld e e ttik le ri s e rm a y e ile in ş a a t se k tö rü g ir iş im c ile ri a r a s ın d a b a ğ ­
la n tı k u r m a y e te n e ğ in in ç a r p ıc ı b ir te z a h ü rü d ü r. E rk e n d ö n e m s ig o r ta p iy a ­
sa s ın ı d a h a iy i a n la m a k , g e le c e ğ e d a ir e n k ö tü ih tim a l s e n a ry o la r ı o lu ş tu r ­
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
79
m ak iç in k ıy m e tli b ir g ird i s u n a b ilir. F in a n s p iy a s a la rın d a k i o lu m lu h a v a ,
ç e liğ i y ü k s e ltm e y e k a d ird ir, f a k a t b ir b in a d a n ü c r e t ta h s il e d e m e z s in iz .8
Gayrimenkul piyasasındaki çıkış ve inişlerin spekülatif finans akış­
larıyla ayrılmaz biçimde bağlı olduğu su götürmez; bu iniş-çıkışlar
makro-iktisadın bütününde ciddi sonuçlara yol açmanın yanı sıra,
kaynakların tüketilmesi ve çevrede yaratılan tahribat gibi çok çeşit­
li dışsal etkileri de beraberinde getirir. Dahası, gayrimenkul piyasa­
larının GSYH içindeki payı ne kadar yüksekse, finans ile inşaat seklörüne yapılan yatırım lar arasındaki bağlantının makro bir kriz ya­
ratma etkisi de o oranda kuvvetli olacaktır. Tayland gibi gelişmekte
olan ülkelerin durumunda — ki Dünya Bankası raporu doğruysa,
konut ipoteği GSYH içinde yalnızca %10'luk bir paya sahiptir—
gayrimenkul piyasasındaki bir çöküş, toptan makro-iktisadi bir çö­
küşte elbette rol oynayabilir ancak tek başına buna sebep olamaz.
İpotek borcunun GSYH'nın %40'ına tekabül ettiği ABD'de ise, 20072009 krizinin açıkça kanıtladığı gibi, gayrimenkul piyasası böyle
bir krizi tetikleme gücüne sahiptir.
Marksist Perspektif
Kentsel gelişmelerin m akro-iktisat alanındaki çalkantılarla ilişkisi
söz konusu olduğunda, burjuva teorinin tüm üyle kör değilse bile bu
ilişkiyi kuracak kavrayıştan yoksun olduğunu bildiğimize göre, Mark­
sist eleştirmenler, o pek övündükleri tarihsel materyalist yöntemleri
kuşanarak bir alan araştırmasına çıkmaları; astronomik düzeylere
8.
W illiam G o etzm an n ve F rank N ew m an, "S ecuritization in the 1920s", W or­
king P apers, N atio n al B ureau o f E conom ic R esearch, 2010; E ugene W hite, "L es­
sons from the G reat A m erican Real E state B oom and B ust o f the 1920s", W orking
P apers, N atio n al B ureau o f E conom ic R esearch, 2010; K enneth S now den, "The
A natom y o f a R esidential M ortgage C risis: A L ook B ack to the 1930s", W orking
P apers, N atio n al B ureau o f E conom ic R esearch, 2010. Bu y azarların hepsi ö n e m ­
li bir n okta üzerin d e b irleşiyorlar: O devrin olayları eğ er d ah a iyi kavranm ış o l­
saydı, siy aset b elirley icilerin son dönem de yaşanan kronik hataları b ertara f etm e
şansı olurdu. D ü n y a B ankası iktisatçıları bu tespitten kendilerine pay çıkarsalar
leııa olm az. 1940'ta y ay ım lan an bir m akalede K arl P ribam , I. D ünya Savaşı ö n ce­
sinde "A lm an y a ve İn g iltere'de yapı sektörünün, iş hacm indeki genişlem e ve daıalıııalara b ir ila üç yıl ö n cesinden işaret ettiğini" gösterir. "R esidual, D ifferential
and A bsolute U rban G ro u n d R ents and T h eir C yclical F luctuations", E conom etriu i 8 (1940): 62-78.
80
ASİ ŞEHİRLER
varan kiraları, ticaret sermayesi ve toprak sahipleri tarafından işçi sı­
nıfının yaşam alanlarında girişilen — Marx ve Engels'in tabiriyle sö­
mürünün tali biçimini oluşturan— vahşi m ülksüzleştirmeyi kıyasıya
eleştirmeleri beklenebilirdi. Yine bu Marksist kuram cılardan, mutenalaştırma, üst gelir grubuna hitap eden rezidans inşaatları ve "Disneyleştirme" faaliyetleri ile, nüfusun büyük çoğunluğunun yüz yüze
olduğu acımasız evsizlik sorunu, bütçeye uygun konut arzının yok­
luğu ve kentsel çevrenin (gerek hava kalitesi gibi fiziksel kıstaslar,
gerekse okulların bakım sızlıktan dökülüyor oluşu, eğitimin ihmal
edilm esi gibi toplumsal kıstaslar açısından) giderek niteliksizleşmesi arasında bir tezat kurm aları beklenebilirdi. M arksist şehirciler ve
eleştirel teorisyenlerden oluşan (kendimi de dahil ettiğim) kısıtlı bir
çevre içinde böyle çalışm alar yapılmadı değil.9 Fakat aslında Marksizmin geneline hâkim olan düşünüş yapısı, burjuva iktisadı ile endi­
şe verici bir benzerlik arz ediyor. Şehirciler özel bir alanın uzmanları
olarak görülürken, M arksist teorinin odaklanması gereken asıl önem­
li makro-iktisadi çekirdeğin başka yerde olduğu varsayılıyor. Bir ke­
re daha, ulusal iktisada dair farazi düşünce öncelik kazanıyor, zira
verilere ulaşmanın en kolay olduğu alan burası, ve doğrusunu söyle­
mek gerekirse, politikalarla ilgili bazı önemli kararlar da burada be­
lirleniyor. G ayrim enkul piyasasının 2007-2009 aralığındaki krizin
ve onu takip eden işsizlik ve kem er sıkma politikalarının ortaya çık­
masında oynadığı rol tam olarak kavranamıyor, çünkü kentleşme ve
yapılı çevrenin oluşum süreçlerini sermaye hareketinin genel yasa­
larıyla ilişkilendirme yönünde ciddi bir çaba mevcut değil. Sonuç
olarak, kriz tutkunu M arksist kuram cıların çoğu, son dönemde yaşa­
nan çöküşü, pek sevdikleri M arksist kriz teorisinin apaçık bir som ut­
laşması olarak ele alıyorlar (kâr oranlarında düşüş, tüketimin gerile­
mesi, vb.).
Bu durum un oluşm asında Marx'in kendisinin de bir dereceye ka­
dar suçu var, her ne kadar o farkında olmasa da. Grundrisse nin "Gi­
riş" kısmında, K apital'i yazm a amacının sermayenin hareketinin ge9.
B rett C h risto p h ers'ın itidalli d eğerlendirm eleri ve k atk d arı örnek verilebi­
lir: "O n V oodoo E conom ics: T h eo risin g R elations o f Property, Value and C o n tem ­
p o rary C ap italism ", T ra nsactions, In stitu te o f B ritish G eo g ra p h ers, N ew Series,
35 (2010): 94-108; "R ev isiting the U rb an izatio n o f C a p ital", A n n a ls o f the A sso ­
cia tio n o f A m erica n G eo g ra p h ers 101 (2011): 1-18.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
81
ııel yasalarını izah etmek olduğunu ifade ediyor Marx. Bunun anla­
mı, salt artı değerin üretimi ve gerçekleşm esine odaklanmak ve —
Marx'in kendi ifadesiyle— dağıtımın "tikel koşulları"nı (faiz, rant,
vergiler ve hatta reel ücret ve kâr oranları) soyutlamak ve tartışm a­
nın dışında bırakmaktır; zira berikiler, arızi, bağlamsal ve zaman ve
mekâna bağımlıdır. Benzer biçimde, mübadele ilişkisinin özgül ko­
şulları, yani arz, talep ve rekabet durumu da soyutlanacaktır. Talep
ve arz eğer dengedeyse, M arx'a göre, zaten açıklayıcı bir niteliği
yoktur; rekabetin zorlayıcı yasaları ise sermayenin hareketine iliş­
kin genel yasaların belirlenm esinde değil, ancak yürürlüğe konm a­
sında rol oynar. Burada ilk akla gelen soru, bu yaptırım m ekanizm a­
sının yokluğunda, örneğin tekelleşmenin söz konusu olduğu bir du­
rumda neyle karşılaşacağım ızda. Veya mekânsal rekabeti, ki daima
(şehirler arasındaki rekabette olduğu gibi) tekelci bir rekabet biçimi
olduğu çoktandır bilinmektedir, düşüncemize dahil edersek ne olur?
Son olarak Marx, tüketim i bir "tekillik" olarak tarif etm ektedir— bir
araya geldiğinde ortak bir yaşam biçimi oluşturan biricik hadise­
ler— ki kaotik, önceden kestirilemez ve denetlenem ez olduğundan
Marx'a göre siyasal iktisat alanının genel olarak dışındadır (Kapilal'in ilk sayfasında Marx, kullanım değerinin incelenmesi siyasal
iktisadın değil tarihin işidir, der) ve dolayısıyla sermaye için potan­
siyel bir tehlike taşır. Bu yüzdendir ki Hardt ve Negri son dönemde
hu kavramı canlandırmak için ellerinden geleni yaptılar, çünkü onla­
ra göre, m üşterek olanın çoğalmasından doğan ve daim a müşterek
olana işaret eden tekillikler, direnişin kilit bir unsurunu oluşturur.
Marx aynı zam anda başka bir düzey tanımlıyordu — doğayla
olan metabolik ilişki. Bu ilişki, tüm insan toplumlarının evrensel
koşulu olduğundan, özgül bir toplumsal ve tarihsel kurgu olan ser­
mayenin hareketinin genel yasaları açısından bir şey ifade etm iyor­
du. Bu nedenle K apital boyunca çevreyle ilgili m eseleler gölge gi­
bi, varla yok arası bir yerde durur (M arx'in bu konulara önem ver­
mediği anlam ına gelm ez bu, nasıl ki tüketimi daha büyük bir çark
içerisinde ehem m iyetsiz olduğu gerekçesiyle bir kenara bıraktığı
söylenemezse).10
10.
K arl M a rx ,G r u n d riss e ,L ondra: P enguin, 1973: 8 8 -1 0 0 ;T ürkçesi: G rundı ı.v.ır, çev. S ev an N işan y an , İstanbul: B irikim , 2008.
82
ASİ ŞEHİRLER
Kapital boyunca M arx, G rundrisse'de çizdiği çerçeveye büyük
oranda bağlı kalır. Artı değer üretiminin genel koşullarına belirgin
biçim de odaklanır ve diğer her şeyi dışarıda tutar. Bu yöntemin so­
runlar barındırdığını zaman zaman teslim eder. Arazi, emek, para ve
metalar, üretim in olm azsa olm az unsurlarıdır; faiz, rant, ücret ve kâr
ise bölüşüm ün tikel koşulları addedilerek dışarıda tutulur.
M arx'in yaklaşım ının başarısı, sermayenin dolaşım ına ilişkin ge­
nel yasaları, dönemin özgül ve tikel koşullarından (1847-48 ve 185758 buhranları gibi) soyutlayarak çok açık biçimde ortaya koymayı
müm kün kılmasıdır. Bu sayede onu bugün hâlâ okuyor, kendi döne­
m imiz için açıklayıcı buluyoruz. Fakat bu yaklaşım ın bedelleri de
yok değil. Öncelikle, M arx'in açıkça belirttiği üzere, reel bir kapita­
list toplum veya durum un analizi, toplum un evrensel, genel, tikel ve
tekil veçhelerinin diyalektik olarak birbiriyle bütünleştirilerek, işle­
yen, organik bir bütün olarak kurgulanm asını gerektirir. D olayısıyla
halihazırdaki olayları (2007-2009 krizi gibi) salt serm ayenin dolaşı­
mının genel yasalarına başvurarak açıklamayı ümit edem eyiz (bu
benim, m evcut krize ilişkin verileri, kâr oranının düşm esine dair bir
teoriye yam am aya çalışanlara getirdiğim itirazlardan bir tanesi). Öte
yandan, böyle bir açıklam a yaparken sermayenin dolaşımının genel
yasalarına başvurm adan da edem eyiz (gerçi M arx'in kendisi Kapi­
tal'de 1847-48'deki finans ve ticaret serm ayesinin "bağımsız ve oto­
nom" krizine dair açıklam asında tam da böyle yapar; veya 18 B ru­
maire ve Fransa'da S ın ıf M ücadeleleri gibi, sermaye dolaşımının
genel yasalarına hiç değinilmeyen tarihsel incelemelerinde bu daha
da çarpıcı bir biçim de görülür).11
İkinci olarak, Kapital'deki tartışm a ilerledikçe, M arx'in seçtiği
genelleme düzeyine ait soyutlam alarda çatlaklar belirm eye başlar.
Buna pek çok örnek verilebilir, içlerinden en bariz ve bizim savımız
açısından en doğurgan olanı, M arx'in kredi sistemini ele alış biçim i­
dir. M arx 1. Cilt'te birkaç kez ve 2. Cilt'te defalarca kredi sistem in­
den söz açar, fakat her seferinde bunun bölüşüme ilişkin bir mesele
olduğunu ve henüz sırasının gelmediğini söyleyerek bir kenara bı­
rakır. 2. Cilt'te tartıştığı genel hareket yasaları, bilhassa sabit serma11. D ah a ay rıntılı b ir tartışm a için bkz. D avid H arvey, "H istory versııs T heory: A C o m m en tary on M arx's M ethod in C a p ita l", H isto rica l M a teria lism , no.
20, O c a k 2012.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
83
yenin dolaşımı (yapılı çevreye yapılan yatırım lar buna dahildir) ve
çalışma dönemi, üretim dönemi, dolaşım süresi ve devir süresine
ilişkin yasalar, kredi sistemine delalet etmekle kalmayıp bunu bilfi­
il gerekli kılar. Marx bu konuda nettir. Ortaya konan para cinsinden
sermayenin artı değer üretiminde kullanılandan daim a fazla olması
gerektiği, böylelikle devir sürelerindeki farklılıkların tolere edilebi­
leceği üzerine yorum da bulunurken Marx, devir sürelerindeki deği­
şiklikler nedeniyle ilk başta ortaya konan paranın bir kısmının "ser­
best kalabileceği"ni belirtir. "Devir m ekanizm ası tarafından açığa
çıkarılan bu para sermayesi, kredi sisteminin oluştuğu andan itiba­
ren önemli bir rol oynayacaktır, ancak aynı zamanda bu sistemi
oluşturacak temellerden de birini teşkil eder."12 Bu ve benzer yo­
rumlarda, kredi sisteminin sermayenin dolaşımı için mutlak surette
gerekli hale geldiğini, kredi sistemine dair bir izahatın sermayenin
hareketine ilişkin genel yasaların parçası olarak ele alınması gerek­
liğini açıkça belirtir. Oysa 3. Cilt'te kredi sisteminin analizine ulaş­
tığımızda (bir tikellik olan) faiz oranının arz-talep ve rekabet düze­
yi tarafından birlikte belirlendiğini görürüz, ki bunlar daha önce
Marx'in analiz için seçtiği teorik genellem e düzeyinin tamamen dı­
şında tutulmuş olan iki özgül koşuldur.
Bunun üzerinde duruyorum , çünkü M arx'in K apital'deki soruş­
turmaya esas aldığı kurallar büyük oranda gözardı edilmektedir. Bu
kurallar, kredi ve faiz tartışm alarında olduğu gibi, zorunluluktan
eğilip büküldüğü ve hatta ihlal edildiğinde, Marx'in ortaya koyduğu
kavrayışın ötesine geçen yeni teorik perspektifler açılır. Aslında
Marx böyle bir açılımın ihtimal dahilinde olduğunu girişiminin ta
Isısında teslim eder. Örneğin Grundrisse'de, içerdiği tekillikler ne­
deniyle analize konu olan kategoriler içerisinde en inatçısı olan tü­
ketimden bahsederken, kullanım değeri gibi bunun da "aslında ikti­
s a t dışında tutulm ası gerektiği" halde, tüketim in "başlangıç noktası
(metim) üzerinde bir etki yaratarak bütün süreci en baştan harekete
geçirmesi" ihtimalinin bulunduğunu söyler.13 Bu durum bilhassa
ıiıeiken tüketim, yani emek süreci için geçerlidir. Dolayısıyla, Maı m Toronti ve onun izinden giden Toni Negri gibi teorisyenler emek
12. K arl M arx , K a p ita l, 2. C ilt, L ondra: P enguin, 1978: 357. Vurgu b ana ait.
13. M arx, G ru n d risse : 89.
84
ASİ ŞEHİRLER
sürecinin kendisini, serm aye hareketinin genel yasaları dahilinde
teşekkül etmiş bir tekillik olarak görmekte son derece haklıdırlar.14
Sermayedarların artı değer yaratm a sürecinde işçilerin "hayvani
ruhlarım " harekete geçirebilm ek için katlandıkları o dillere destan
güçlükler, bu tekilliğin üretim sürecinin ortasında durduğuna işaret
eder (bunun en bariz olduğu yer, az ileride göreceğim iz gibi, inşaat
sanayisidir). Eğer M arx'in teorik aygıtını güncel olaylarla daha ya­
kından ilişkilendirm ek istiyorsak, kredi sistemini ve faiz oranları ile
kâr oranları arasındaki ilişkiyi de, sermayenin üretimi, dolaşımı ve
gerçekleşm esine ilişkin genel yasaların parçası haline getirmek için
gelenek üzerinde benzer tahrifatlar gereklidir.
Gelgelelim kredinin genel teoriyle eklem lenm esinde dikkatli
olunmalı, halihazırda kazanılm ış olan teorik kavrayış, dönüşüme
uğratılm akla birlikte muhafaza edilmelidir. Örneğin kredi sistemini
salt kendi içinde bir kalem gibi, Wall Street'te veya Londra'da pey­
da olmuş ve A na Cadde'nin* ayakları yere basan faaliyetleri üzerin­
de serbestçe salman uçucu bir madde gibi ele alamayız. Krediyle
ilişkili faaliyetlerin pek çoğu hakikaten spekülatif bir köpükten iba­
rettir, altın ve saf paranın gücüne duyulan beşeri arzunun tiksinti ve­
rici bir ifratıdır. Fakat yine büyük bir kısmı da sermayenin işleyişi
için temel teşkil eder ve zaruridir. Zaruri olanla, a) zorunlu bir fara­
ziye (devlet ve ipotek borcu gibi) ve b) büsbütün fuzuli olan arasın­
daki sınırları tanımlam ak kolay değildir.
Son dönemdeki kriz ve sonrasında olanları kredi sistemine (ABD1
de GSYH'nm %40'ını oluşturan ipotekler dahil), tüketim kültürüne
(ki ABD ekonom isinde büyüm e güçlerinin %70'ine tekabül eder,
Çin'deki %35'lik orana karşı) ve rekabet düzeyine (finans, gayri­
menkul, perakende ve diğer piyasalarda tekellerin gücü) referans ol­
m aksızın analiz etm eye kalkışmanın gülünç bir girişim olacağı aşi­
kârdır. ABD'de çoğu zehirli olm ak üzere 1,4 trilyon dolarlık ipotek* İn g ilizced ek i M a in S treet tab iri, ö zellik le 2007-2009 fin an s krizi b ağ lam ın ­
d a Wall S treet'in tem sil ettiğ i sp e k ü latif iktisadi faaliyetlerin karşıtı olan "reel sek tö r"ü ifad e ediyor, -ç .n .
14.
M ario T ronti, "The S trategy o f R efusal", Torino: E inaudi, 1966, İngilizce
tercü m esi L ib co m .o rg ad resin d e bulunabilir; A ntonio N egri, M a rx B e y o n d M arx
L esso n s on the G ru n d risse, L ondra; A utonom edia, 1989; T ürkçesi: M a rx Ötesi
M a rx: G ru n d risse Ü zerine D ersler, çev. M ünevver Ç elik, İstanbul: O tonom , 2006.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
85
li konut kredisi senedi Fannie Mae ve Freddie Mac'in* ikincil piya­
salarında beklemekte ve muhtemel bir banka kurtarm a operasyonu
için hükümeti 400 milyar dolarlık bir bütçe ayırmaya m ecbur kıl­
maktadır (halihazırda 142 m ilyar dolar harcanm ış durumdadır). Bu­
nu anlamak için Marx'in "farazi sermaye" kategorisi ve onun arazi
ve emlak piyasalarıyla olan bağından söz ederken neyi kastetmiş
olabileceğini irdelememiz gerekiyor. Goetzmann ve Newman'in ifa­
de ettikleri gibi, sigortalama aracılığıyla "sermayenin spekülatif bir
lopluluktan inşaat girişimcilerine" aktarım ının nasıl m ümkün oldu­
ğunu anlamamız gerekiyor. Krizin oluşum unda temel rolü oynayan
şey, arsa ve konut fiyatları ve rant değerleri üzerindeki spekülasyon
değil miydi?
Marx'a göre farazi sermaye, Wall Street'teki kafası kokainden
bir dünya olmuş bir simsarın uydurduğu bir şey değildir. Bir fetiş ol­
duğu doğrudur, yani M arx'in Kapital'in ilk cildindeki fetişizm tarifi­
ni düşünecek olursak, gerçek olmasına gerçektir, ancak altta yatan
loplumsal ilişkilere dair önemli bir şeyi gizleyen, yüzeysel bir olgu­
dur. Bir banka devlete borç verdiğinde ve karşılığında faiz aldığın­
da, devlet içerisinde doğrudan üretken bir faaliyet gerçekleşiyor ve
ı leğer üretiliyormuş gibi görünür, oysa devletin içinde olup biten şeviıı büyük kısm ının (tümü olmadığını az sonra göstereceğim) değer
üretimiyle hiçbir ilgisi yoktur (savaşlar gibi). Bir banka bir müşteri­
ye ev satın alması için kredi verdiğinde ve karşılığında belli bir dö­
n e m boyunca faiz aldığında, evin içinde doğrudan değer üreten bir
laaliyet varmış gibi gösterir, oysa gerçek bu değildir. Bankalar hası.me, üniversite, okul ve benzeri bir şey inşa etmek için piyasaya fa­
iz karşılığı bono sürdüğünde, bu kurum lar içinde değer üretiliyor­
muş gibi görünür, oysa üretilmemektedir. B ankalar rant elde etme
.mıncıyla arsa ve emlak satın almak isteyenlere kredi verdiğinde, bir
\ m iden dağıtım kategorisi olan rant, farazi serm ayenin dolaşımına
•l.ılul edilmiş olur.15 Bankalar diğer bankalara veya M erkez Bankaı ncari bankalara kredi verdiğinde ve onlar da bu krediyi rant elde
AKD'nin ikincil ip otekli k onut kredisi piyasanın en önem li oyuncularından
t • •İt i:ıl N ational M o rtg ag e A ssociation, yani F ederal U lusal İpotekli K onut K re•iı .ı llırliği ile Federal Flom e L oan M ortgage C orporation, F ederal İpotekli K onut
ı u disi K urum u'nun kısaltm ası. A yrıca bkz. bu kitap ta s. 98-99. -y.n .
l s. Karl M arx , C a p ita l, 3. C ilt, L ondra: P enguin, 24 ve 25. B ölüm .
86
ASİ ŞEHİRLER
etmeyi amaçlayan arsa spekülatörlerine ödünç verdiğinde ise farazi
sermaye giderek kurgunun üzerine binen kurgulardan oluşan son­
suz bir regresyon biçimini alm aya başlar. Giderek artan oranlarda
risk almak (kasada mevcut paranın üç değil de otuz katı kadar borç
vermeye başladığında) dolaşım halinde olan farazi para sermayesi
m iktarını kat be kat artırır. Bütün bunlar farazi sermayenin oluşum
ve dolaşımına örnektir. İşte gerçek değerleri hayali değerlere tahvil
eden de bu mekanizmalardır.
Marx ödenen faizin başka bir yerdeki üretimden geldiğini söy­
ler. Bu ise vergi yoluyla yahut doğrudan artı değer üretiminden ve­
ya ciro (ücret ve kâr) üzerinden kesilen harç aracılığıyla olabilir. Ta­
bii Marx için değerin ve artı değerin üretildiği tek yer, üretim için­
deki emek sürecidir. Farazi sermayenin dolaşım ında karşımıza çı­
kan şey kapitalizm in idamesi için toplumsal olarak zaruri olabilir.
Üretim ve yeniden üretimin zorunlu m aliyetinin parçası olabilir. Pe­
rakende sektöründe, bankalar veya hegde fonlarında istihdam edi­
len işçilerin sömürülmesi yoluyla kapitalist teşebbüsler artı değerin
ikincil biçimlerini yaratabilir. Fakat M arx'a göre üretimin genelinde
değer ve artı değer üretilm iyorsa, bu sektörler kendi başlarına ayak­
ta kalamaz. Göm lek ve ayakkabı üretilmezse, perakendeci ne sata­
cak?
Gelgelelim burada son derece önemli bir şerh koymak gereki­
yor. Farazi sermaye gibi görünen şeyin bir kısmının akışı hakikaten
değer üretiminde rol oynayabilir. İpoteklenmiş evimi bir atölyeye
çevirerek yasadışı göçm enleri istihdam edersem, ev üretim halinde­
ki bir sabit sermayeye dönüşür. D evlet sermaye için üretimin kolek­
tif araçları olarak işlev gören yol ve altyapı inşaatı gerçekleştirdi­
ğinde, bunların "üretken devlet harcamaları" olarak sınıflandırılma­
sı gerekir. Hastane veya üniversite, yeni ilaçların, araç-gerecin vb.
icat edildiği ve tasarlandığı bir yer haline geldiğinde bir üretim sa­
hasına dönüşmüş olur. Bu çekinceler Marx'i hiç de şaşırtmayacaktır.
Sabit sermaye için söylediği gibi, bir şeyin sabit serm aye gibi işlev
görüp görmemesi onun fiziksel niteliğine değil, kullanım şekline
bağlıdır.16 Çatı katlarındaki tekstil atölyeleri üst sınıfa ait konutlara
dönüştüğünde sabit sermayede bir azalma meydana gelir, mikro-fı16. D av id H arvey, T he L im its to C a p ita l, O xford: B lackw ell, 1982, 8. B ölüm .
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
87
nans ise köylü kulübelerini (çok daha ucuza) üretime katarak sabit
sermayeye çevirir!
Üretimde elde edilen değer ve artı değerin çoğu em ilir ve bir sü­
rü karmaşık yol izleyerek farazi kanallara sevk edilir. Bankalar di­
ğer bankalara kredi verdiği, hatta birbiri üzerinden spekülasyon yap­
tığı zaman, oynak menkul değerlerin durm adan kayan zemini üze­
rine inşa edilen gerek toplumsal açıdan fuzuli yan ödemeler, gerek­
se spekülatif hareketlerin her türlüsü m üm kün hale gelir. Söz konu­
su menkul değerler, M arx’in farazi sermaye oluşumunun bir biçimi
olarak ele aldığı kritik bir "kapitalizasyon" (anaparaya çevirme) sü­
recine tabidir:
D ü z e n li a r a lık la rla k a z a n ıla n h e rh a n g i b ir g e lir, o r ta la m a fa iz o ra n ı ü z e ­
rin d e n , b u f a iz o r a n ıy la ö d ü n ç v e r ile n s e rm a y e n in g e tir e c e ğ i to p la m m ik ta r
b iç im in d e h e s a p la n a r a k a n a p a r a y a ç e v r ile b ilir... B u m ü lk iy e t h a k k ın ı a la n
k işin in y ıllık o la r a k e lin e g e ç e n p a ra , y a tır d ığ ı s e rm a y e n in f a iz e ç e v r ilm e ­
sin i te m s il e d e r. B ö y le lik le s e rm a y e n in d e ğ e r le n m e s in i sa ğ la y a n fiili s ü r e ç ­
le o la n b ü tü n b a ğ la n tı, te k b ir iz b ile k a lm a m a c a s ın a , k o p a r v e s e r m a y e n in
k e n d i g ü c ü y le o to m a tik o la r a k d e ğ e r k a z a n d ığ ı g ö r ü ş ü te y it e d ilm iş o l u r .11
Arsa, emlak, borsa hissesi ve benzeri menkul ve gayrimenkulden
düzenli olarak elde edilen kazanç, para piyasasındaki arz ve talep
koşullan tarafından belirlenen faiz ve indirim oranlarına bağlı ola­
rak, bu m ülkün ne kadara satılacağını belirleyen bir anapara değeri­
ne çevrilir. Bu tür mülk için bir piyasa olm adığında değerlerinin na­
sıl hesaplanacağı ise 2008'de büyük bir sorun olarak karşımıza çık­
tı, ve hâlâ da çözülm üş değil. Fannie M ae’nin elindeki "zehirli" var­
lığın ne kadar zehirli olduğu meselesi hemen herkesin başını ağrıt­
maya devam ediyor. (İpoteği iptal edilmiş ve piyasası olmayan bir
evin değeri nedir?) Burada 1970'lerin ilk yarısında baş gösteren —
ve işimize gelm eyen bütün hakikatler gibi, genelgeçer iktisat teori­
si içerisinde derhal örtbas edilen— serm ayenin değeri tartışması ile
önemli paralellikler bulabiliriz.
Kredi sisteminin barındırdığı pürüz, bir yandan sermaye akışla­
rının üretim, dolaşım ve realizasyonu için yaşamsal önem taşıması,
17.
M arx, C a p ita l, 3. C ilt: 597; T ürkçesi: K apital, 3. C ilt, çev. A laattin B ilgi,
Ankara: S o l, 1978; G eo ffrey H arcourt, So m e C a m b rid g e C ontroversies in the
ih e o r y o f C a p ita l, C am b rid g e: CUP, 1972. Vurgu yazara ait.
88
ASİ ŞEHİRLER
fakat diğer yandan, akla gelebilecek her tür spekülatif biçimin ve di­
ğer "akd alm az biçimler"in doruğunu oluşturmasıdır. İşte, kardeşi
Emile ile birlikte Hausmann idaresinde Paris'in spekülatif yöntem ­
lerle yeniden inşasının üstatlarından Isaac Pereire'i, M arx'in "dolan­
dırıcı ile peygam berin hoş bir karışım ından menkul bir karakter" di­
ye nitelem esinin sebebi budur.18
Kentleşme Üzerinden Sermaye Birikimi
Kentleşm e, benim uzunca bir süredir savunm akta olduğum üzere,
kapitalizm in tarihi boyunca sermaye ve emek fazlasının soğrulmasını sağlayan kilit yöntem lerden biri olagelm iştir.19 M imari çevreye
yapılan yatırımların çoğu, çalışm a ve sermaye devri sürelerinin uzun
oluşu ve nihai ürünün uzun öm ürlü oluşu nedeniyle, sermaye biriki­
mi dinam iklerinde çok kendine has bir işleve sahiptir. Aynı zam an­
da, coğrafi bir özgüllüğe de sahiptir, çünkü mekânın ve mekânsal
tekellerin üretimi, birikim dinam iklerinin parçası haline gelir. Salt
m eta hareketlerinin m ekânda izlediği güzergâhın değişimi değil,
aynı zam anda bu hareketler sırasında katedilen mekân ve yerlerin
niteliği de bu durumda etkilidir. Ancak tam da uzun vadeli olm asın­
dan ötürü, bütün bu faaliyetin — ki değer ve artı değer yaratılm asın­
da son derece önemli bir saha teşkil eder— yaşama geçebilmesi için
belli oranlarda finans sermayesi ve devlet müdahalesinin katılımı
zaruridir. Uzun vadede apaçık spekülatif bir niteliğe sahip olan bu
faaliyet, başlangıçta bertaraf edilm esini sağladığı aşırı birikim ko­
şullarını, çok daha ileri bir tarihte ve ölçeği büyüm üş olarak, yeni­
den üretme tehlikesini daim a barındırır. Kentsel ve diğer fiziksel
altyapıya ilişkin yatırımların (kıtalararası demiryolları, karayolları,
barajlar, vb.) krize meyyal oluşu bu yüzdendir.
Bu tür yatırımların döngüsel karakteri, Brinley Thom as'ın 19.
yüzyıla odaklanan titiz çalışm asında gayet iyi belgelenm iştir (bkz.
18. M arx , C a p ita l, 3. C ilt: 573. N e tesad ü ftü r ki her iki k ard eş de 1848 ö n c e ­
sinin üto py acı S ain t Sim on h arek etin e m ensuptu.
19. D av id H arvey, The U rbanisation o f C apital, O xford: B lack w ell, 1985; ve
T he E n ig m a o f C a pital, A n d the C rises o f C a p ita lism , L ondra: P rofile B ooks,
2010; B rett C h risto p h ers, "R evisiting th e U rb an izatio n o f C apital", A n n a ls o f the
A sso cia tio n o f A m erica n G eo g ra p h ers 101: 6 (2011): 1-11.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
89
şekil 3).20 Fakat inşaat sektöründeki döngülere ilişkin teori 1945
sonrasında ihmal edildi; bunun bir nedeni, devlet eliyle gerçekleşen
Keynezyen m üdahalelerin bu döngüleri etkin biçimde ortadan kal­
dırdığı görüşü idi.
Robert Gottlieb, pek çok yerel inşaat döngüsünü ayrıntılı olarak
incelediği çalışm asında (yayın yılı 1976), konut inşaatı döngülerin­
de uzun vadeli dalgalanm alar tespit etti; bunların ortalam a 19, 7 yıl­
lık sürelerle gerçekleştiğini ve 5 yıl gibi bir standart sapmaya sahip
olduğunu ortaya koydu. Fakat elindeki veriler aynı zam anda bu salınımların II. Dünya Savaşı sonrasında tüm üyle ortadan kalkm adıysa
bile yum uşadığını gösteriyordu.21 Gelgelelim döngüsel salınımları
önlemeyi am açlayan sistematik Keynezyen müdahalelerin 1970'lerin ortalarından itibaren dünyanın pek çok yerinde terk edilmesi,
benzer bir döngüsel davranışın geri gelm esinin hiç de düşük bir ihti­
mal olmadığı anlam ına gelir. Karşılaştığımız tablo bu varsayımı
doğrulamaktadır; gerçi yakın dönemdeki salınımların oynak gayri­
menkul balonlarıyla geçmişte olduğundan çok daha fazla ilişkili ol­
duğu iddia edilebilir (fakat burada da Ulusal Ekonomik Araştırma
Bürosu NBER'in 1920'lere ilişkin verileri bunun aksini kanıtlar). Bu
döngüsel hareketler aynı zamanda daha karm aşık bir coğrafi dağı­
lım göstermeye başlamıştır, ki bir o kadar önem lidir bu da. Bir yerde
yükseliş görülürken (1980'lerde ABD'nin batı ve güney kesiminde
olduğu gibi) başka bir yerde iniş yaşanabilm ektedir (aynı dönemde
orta batının sanayisini kaybetm ekte olan eski şehirleri gibi).
Bu tür bir genel perspektif olm aksızın, 2008'de ABD'nin bazı
bölge ve şehirlerinin yanı sıra İspanya, İrlanda ve İngilter'de konut
piyasası ve şehirleşm e alanında yaşanan felakete yol açan dinam ik­
leri anlamamız m üm kün değildir. Aynı şekilde, aslen başka bir yerde
yaratılmış olan bir kargaşadan çıkmak için bugün özellikle Çin'de
izlenmekte olan bazı yolları da anlam ak m üm kün olmaz. Brinley
Thom as'ın belgelediği gibi, 19. yüzyılda İngiltere ve ABD'deki dön­
güler nasıl birbirine zıt bir seyir izlemişse, Atlantik'in bir yakasında
konut inşaatının yükselişe geçtiği esnada karşı yakada nasıl gerile20. B rin ley T h o m as, M ig ra tio n a n d E co n o m ic G row th: A Study o f G reat B r i­
tain a n d the A tla n tic E co n o m y, C am bridge: CUP, 1973.
21. L eo G rebler, D av id B lan k ve L o u is W innick, C a p ita l F orm ation in R esiilential R ea l E sta te, P rin ceto n , NJ: P rinceton U n iv ersity P ress, 1956.
90
ASİ ŞEHİRLER
1810-1950 a ra sı d ö n e m d e A B D 'de k işi b aşm a d ü şen in şaat faaliyeti
1800-1930 a ra sı d ö n e m d e A BD'de k am u y a a it a razilerin satışı
(1000 k m 2 c in sin d en )
1860-1970 İm a r Y atırım ların ın ABD ve İn g iltere'd e İz le d iğ i F arklı R itim le r
— GSMH (ABD) ve GSYH (İn g ilte re ) için d ek i payı c in sin d en
Y ıllar
K aynak: Brinley Thom as, M igration and Econom ic Growth: A Study o f G reat Britain
and the Atlantic Econom y, Cam bridge, Cam bridge U niversity Press.
Ş e k il 3 İn g iltere ve ABD'de U zun V adede İş D öngüleri
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
91
me yaşanmışsa, aynı biçimde bugün de ABD'de ve Avrupa'nın büyük
kısmında inşaat sektöründe görülen durgunluğun, Çin'i merkez alan
(başta BRIC* ülkeleri olmak üzere diğer yerlere de sıçramış olan) de­
vasa bir kentleşme ve altyapı yatırım ı patlam ası ile dengelendiğini
görüyoruz. M akro resim le olan bağlantıyı doğru kurm ak açısından,
ABD ve Avrupa'nın düşük büyüm e oranlarına saplanıp kaldığı bu dö­
nemde, Çin'in %10'luk bir büyüm e hızı kaydettiğini (ve diğer BRIC
ülkelerinin onu yakından takip ettiğini) de hem en belirtelim.
ABD'de sermayenin aşırı birikim inin konut piyasası ve kentsel
gelişim sektörlerindeki spekülatif faaliyetler aracılığıyla absorbe
edilmesi yönündeki baskı 1990'larm ortasında artm aya başladığı sı­
ralarda, Başkan Clinton, evsahibi olm akla özdeşleştirilen nimetleri
düşük gelirli ve azınlık nüfusa bahşetm ek için Evsahipliği Ulusal
Ortaklığı girişimini ortaya attı. Bu girişim i m üm kün kılm ak için,
ipotekli konut kredisi senedi pazarlayan devlet destekli işletmeler
olan Fannie Mae ve Freddie Mac gibi m uteber finans kuruluşlarına
kredi verme ölçütlerini aşağı çekmeleri yönünde siyasi baskı uygu­
landı. İpotek kurum lan bu talebi büyük bir m em nuniyetle karşıladı,
keyfi krediler dağıtıldı, denetim ler devredışı bırakıldı. Bu arada ku­
rum yöneticilerinin kişisel servetlerinin haddi hesabı yoktu, üstelik
bütün bunları m ağdur kimselerin evsahipliğinin sözde nim etlerin­
den nasiplenm elerini sağlam ak gibi hayırlı bir işe vesile oluyor eda­
sıyla yapıyorlardı. Bu süreç, yüksek teknoloji balonunun son buldu­
ğu ve borsanın çöktüğü 2001 yılı sonrasında inanılmaz bir hız ka­
zandı. Bu dönem de Fannie M ae'nin başı çektiği konut lobisi, gide­
rek büyüyen, özerk bir refah, nüfuz ve güç merkezi halini almış,
Meclis'ten denetlem e kurullarına, hatta faaliyetlerinin çok düşük
risk taşıdığım ispatlam ak için sayfalar dolusu araştırma yayımlayan
muteber akadem isyen iktisatçılara (Joseph Stiglitz dahil) varana
dek herkesi m anipüle etm eye kadir hale gelmişti. Bu kuram ların
nüfuzu, o sırada M erkez Bankası'nın başında bulunan Greenspan'in
idaresindeki düşük faiz oranlarıyla birlikte, konut üretimi ve satı­
şındaki patlamayı hiç kuşkusuz körükledi.22 G oetzm ann ve New-
* Ekonom ik gelişm e düzeyleri birbirine yakın sayılan Brezilya, Rusya, Hindistan
ve Çin için kullanılan, ülkelerin İngilizce isimlerinin baş harflerinden oluşan kısaltma.
-y.n.
92
ASİ ŞEHİRLER
man'ın ifade ettiği gibi, fınans kurum lan (devlet desteğiyle) şehirler
ve banliyöler inşa edebilir, fakat onlardan para tahsil edemez. Peki
öyleyse talebi körükleyen şey neydi?
Farazi Sermaye ve Faraziyelerin Gelip Dayandığı Yer
Bu dinamikleri anlayabilm ek için, gayrimenkul piyasası bağlam ın­
da üretken ve farazi sermaye dolaşım ının kredi sistemi içerisinde
nasıl bir araya geldiğini anlam amız gerekir. Finans kurum lan m üte­
ahhit firmalara, arazi sahiplerine ve inşaat şirketlerine San Diego'da
müstakil evlerden oluşan banliyö siteleri yahut Florida'da veya Is­
panya'nın güneyinde apartman daireleri inşa etmeleri için kredi ve­
rir. Bu sektörün ayakta kalması, değerin yaratılabileceği görüşünün
yanı sıra piyasada paraya da çevrilebileceği varsayım ına dayanır.
Farazi sermaye işte burada devreye girer. Paranın ödünç verildiği
müşterilerin, aldıkları borcu kazançları ile (ücret veya kâr) geri öde­
yebilecekleri varsayılır. Kazanç, ödünç verilen sermayenin faizi ola­
rak hesaplanır. Gerek konut gerekse ticari taşınmaz değerlerinin üre­
tim ve satış sürecini tamam lamak için farazi sermaye akışına ihtiyaç
vardır.
Bu fark, Marx'in Kapital'de tartıştığı, üretimde kullanılan "ödünç
sermaye" ile, varlıkların piyasa değerine tahvil edilm esini kolaylaş­
tırmak amacıyla senetlerin kırılması arasındaki farka benzer. Sözge­
limi Güney California veya Florida'da konut ve apartman dairesi in­
şaatı söz konusu olduğunda, aynı finans kurumu hem inşaat için ge­
reken finansm anı, hem de bitmiş inşaatların satın alınabilmesi için
gereken finansmanı sağlayabilir. Bazı durum larda finans kurumu
henüz inşa edilm em iş apartm anlarda dairelerin önceden satışını or­
ganize eder. D olayısıyla sermaye bir yere kadar yeni konut ve ticari
gayrimenkullerin hem talep hem de arzını manipüle eder ve denetler
(Dünya Bankası Raporunun varsaydığı serbestçe hareket eden piya­
sa fikriyle taban tabana zıt bir durum dur bu).23
22.
B ü tü n bu o lay ların tah rip k âr ve yakışık alm az ayrıntılarını dile getiren bir
çalışm a için bkz. G retch en M orgenson ve Jo sh u a R osner, R eckless E ndangerm en t: H o w O u tsized A m b itio n , G reed a n d C orruption L e d to E co n o m ic A rm a g e d ­
do n , N ew York: T im es B o o k s, 2011.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
93
Fakat arz-talep ilişkisi tepetaklak durumdadır, zira konut ve ti­
cari amaçlı gayrim enkulun üretim ve dolaşım süresi diğer pek çok
m etaya kıyasla çok daha uzundur. Marx'm K apital'in ikinci cildinde
büyük bir öngörüyle analiz ettiği, üretim, dolaşım ve devir süreleri
arasındaki farklar işte bu noktada önem kazanır. İnşaatın finansm a­
nını sağlayan sözleşm eler satışın başlam asından çok önce im zala­
nır. Arada çoğu kez kayda değer bir zaman farkı bulunur. Bu özel­
likle ticari gayrim enkullerin durumu için geçerlidir. New York'taki
Empire State binası 1931 yılının 1 M ayısı'nda açıldığında borsa kri­
zinin üzerinden neredeyse iki yıl, emlak krizinin üzerinden ise üç
yıldan fazla zaman geçmişti. İkiz kulelerin planlam ası 1973 krizin­
den önce yapılmış ancak binalar krizden sonra açılmıştı (ve yıllarca
kiracı bulamadı). 11 Eylül sahası üzerindeki yeni yapılaşm anın his­
seleri, ticari em lak değerlerinin dip yaptığı bir dönemde satışa su­
nulmak üzere!
Halihazırdaki satılabilir emlak stoğu (ki bazılarının yapım yılı
antika denebilecek kadar eskidir) yeni üretilebilecek olana kıyasla
büyüktür. D olayısıyla toplam konut arzı, talepteki geçici oynam ala­
ra kıyasla katıdır. Gelişm iş ülkelerde herhangi bir yıl içinde konut
stoğundaki büyüm eyi taş çatlasa %2 veya 3 un üzerine çıkarmanın
son derece güç olduğunu tarihsel veriler ortaya koym aktadır (gerçi
Çin'in, her alanda olduğu gibi, bu sabit eşiği de aşması beklenebilir).
Vergi indirimleri, kamusal politikalarda yapılacak manevralar
ve diğer bazı teşviklerle (çürük ipotek hacm ini artırmak gibi) talebi
artırma çabasının, arzdaki bir artışı beraberinde getireceğinin ga­
rantisi yoktur: Yalnızca fiyatları artırır ve spekülasyonu teşvik eder.
Mu durum da mevcut konut stoğunun finansal alım-satımından elde
edilecek kazanç, yeni inşaatlardan elde edilebilecek olana denk,
hatta belki ondan fazladır. Piyasaya şaibeli ipotek süren, C ountry­
wide benzeri kurum lara finansman sunmak, fiili konut inşaatından
daha kârlı hale gelir. Daha da cazip olanı ise, şaibeli derecede yük­
sek değer biçilm iş bir yatırım aracında toplanmış ipotek dem etlerin­
23.
M arx d a b en zer şekilde artı em eğ in hem arz hem de talep cephesinin ser­
maye tarafın d an nasıl m an ip ü le edildiğine, yatırım ve teknolojinin yol açtığı işsiz­
liğin nasıl bu m an ip ü lasy o n u n araçları olarak ku llan ıld ığ ın a değiniyor. C apital, 1.
Cilt, L ondra: P en g u in , 1973: 793; T ürkçesi: K apital, 1. C ilt,ç e v . M ehm et S elik ve
Nail S atlıgan, İstanbul: Y ordam , 2011.
94
ASİ ŞEHİRLER
den oluşan ipotekli borç yüküm lülüklerine (sözde "ev almak kadar
güvenli "dir) yatırım yapmaktır. Burada ev sahiplerinden gelen faiz,
yatırım cıya düzenli bir gelir temin eder (ev sahipleri kredibiliteye
sahip olsun veya olmasın). Çürük ipotek furyası istimini aldığında
ABD'de olup biten işte buydu. Konut finansmanına akan astronomik
meblağlarda farazi sermaye, talebi körükledi, fakat bunun sadece
bir kısmı yeni konut inşaatı için kullanıldı. 1990’ların ortalarında 30
milyar dolar civarında olan çürük ipotek piyasası hacmi, 2000'lere
gelindiğinde 130 m ilyar doları buldu ve 2005'te 625 m ilyar dolarla
o güne kadarki en yüksek seviyesine ulaştı.24 M üteahhitler ellerin­
den geleni yapsa dahi bu derece hızlı bir talep artışına arzdaki büyü­
menin yetişmesi olanaksızdı. D olayısıyla fiyatlar yükseldi ve sanki
sonsuza dek böyle yükselebilirmiş gibi bir hava oluştu.
Fakat bütün bunlar farazi sermaye akışının sürekli olarak artışı­
na ve sermayenin "kendi gücüyle otom atik olarak değer kazandı­
ğı"25 yönündeki fetiş inancın diri tutulm asına bağlıydı. Tabii Marx'
m iddiası, üretim aracılığıyla yaratılan değer yeterli düzeyde olm a­
dığı takdirde, bu fantezinin kaçınılmaz olarak yapış yapış bir biçim ­
de son bulacağıydı. Nitekim öyle de oldu.
Öte taraftan, üretim cephesinde işin içine giren sınıf çıkarları da
altüst olmuş durum dadır ve bu da "yapış yapış olan ucun" kimin
elinde kalacağını etkiler. Bankacılar, m üteahhitler ve inşaat şirket­
leri birleşerek kolaylıkla bir sınıf ittifakı oluşturur ("kentsel büyü­
menin lokomotifi" tabir edilen şeye gerek iktisadi gerekse siyasi
açıdan hâkim olan bir ittifaktır bu).26 Tüketiciye yönelik konut ipo­
tekleri ise m ünferit ve dağınıktır; borçlanan kişiler çoğu kez farklı
sınıflara, veya ABD özelinde, farklı ırksal ve etnik kökenlere men­
suptur. İpoteğin sigortalanması sayesinde bir finans şirketi, her tür
riski kolaylıkla bir başkasına devredebilir (örneğin Fannie Mae şir­
keti büyüme stratejisinin parçası olarak bu tür riskleri temin etmek
konusunda hevesliydi), nitekim başlangıç ücreti ve yasal harçların
kaymağını aldıktan sonra tam da öyle yaptılar. Bir finansör, verdiği
24. M ichael L ew is, T he B ig Short: In sid e the D o o m sd a y M a ch in e, N ew Y ork:
N o rto n , 2010: 34.
25. M arx, C a pital, 3. C ilt: 597.
26. Jo h n L ogan v e H arv ey M olotch. U rban F ortunes: T he P o litica l E conom y
o f P lace, B erkeley, CA: U n iv ersity o f C alifo rn ia P ress, 1987.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
95
sözü yerine getirm eyen müteahhidin iflası ile, ev satın alan birinin
iflası ve ipoteğinin iptali arasında tercih yapmak zorunda kaldığın­
da, finans sisteminin hangi yöne m eyledeceği oldukça aşikârdır
(bilhassa evi satın alan kişi alt sınıftan biriyse veya etnik bir azınlı­
ğa mensupsa ve ipotek zaten bir başkasına devredilmişse). Sınıf ve
ırk temelli önyargılar istisnasız her durum da karşımıza çıkar.
Spekülasyon açısından, konut ve arsadan oluşan gayrimenkul
değer piyasalarının Ponzi numarasından tek eksiği, başında bir Bernie M adoff figürü olmayışıdır. Bir mülk satın alırım, em lak fiyatla­
rı yükselir ve yükselen piyasa başkalarını da m ülk satın almaya teş­
vik eder. Kredibilitesi yüksek alıcılar tükenince, daha alt gelir taba­
kalarına inmek ve daha yüksek risk barındıran müşterilere seslen­
mek için bir engel yoktur. Bunun sonu, fiyatlar yükseldiğinde gayıımenkulü ellerinden çıkararak kâr elde etm e beklentisinde olan,
hiçbir gelire ve hiçbir varlığa sahip olmayan alıcılara kadar uzanır.
Itıı şişme, balon patlayana dek böylece devam eder. Finans kurum ­
lan balonu ellerinden geldiğince uzun süre devam ettirmek yönün­
de çok büyük m otivasyona sahiptir, çünkü bu sayede mümkün olan
en yüksek ücretleri toplarlar. Sorun şudur ki tren devrilmeden önce
kaçmayı çoğu kez başaramazlar, çünkü tren çok hızlı ivme kazan­
makladır. Sermayenin "kendi gücüyle değer kazandığı" aldanmacaa, en azından bir süreliğine, kendi kendini besler ve haklı çıkarır.
Mıchael Lewis'in The Big Short (Büyük Açık) kitabında uzağı göıen ve çöküşü çok önceden fark eden bir finansal analistten aktardır ı sözlerle: "Allah kahretsin, bu basit bir kredi değil. Bu uydurmaca
hıı l’oıızi dalaveresi."27
Hikâyenin başka bir katmanı daha var. Yükselen konut fiyatları
\ıın ’de ekonominin genelinde etkin talebi artırdı. Yalnız 2003 yıluıdn piyasaya toplam değeri 3,7 trilyon tutarında 13,6 milyon adet
>1 •
<>u-k sürüldü (on yıl önceki rakam bunun yarısından daha azdı).
Ilım ım 2,8 trilyon dolarlık kısmı yeniden finansman am açlıydı (muı ö rse için, aynı dönemde ABD'nin toplam GSYH'sınm 15 trilyon
i 'l.ınlaıı az olduğunu belirtelim). H aneler sahip oldukları mülkün
e- mt lıığii değer artışını kendilerine tahvil ediyorlardı. Ücretlerin'duı ıl l ulığı bu dönem de böyle bir değer artışı pek çokları için gerek
I o w is,T h e B ig S h o r f. 141.
96
ASİ ŞEHİRLER
zaruri ihtiyaçlar (sağlık sigortası gibi) gerekse tüketim mallarına
(yeni bir araba veya tatil gibi) harcayabilecekleri ek bir gelir getiren
bir yol haline geldi. Ev, adeta sağılacak bir inek, şahsa özel bir ban­
kamatik makinesi halini aldı ve böylece toplam talep körüklenmiş
oldu, ki buna daha fazla konut talebi de dahildi elbette. The Big
Short'un yazarı Michael Lewis bunun nasıl gerçekleştiğini açıklı­
yor. Ana karakterlerinden birinin bebek bakıcısı, kız kardeşiyle bir­
likte, New York'un Queens semtinde 6 tane ev sahibi olur. "İlk evi
aldıktan ve evin değeri yükseldikten sonra kredi kurum lan gelip bu
parayı yeni bir ev satın almak için kullanmalarını ve 250 bin dolar
daha borçlanmalarını salık verdi." Bu ikinci evin de değeri yükseldi
ve aynı deneyi tekrar ettiler. "İşleri bittiğinde beş ev sahibi olm uş­
lardı, fakat bu arada piyasa düşüşe geçtiğinden borçlarının hiçbirini
ödeyemediler."28 Emlak fiyatları sonsuza dek yükselecek değildir,
nitekim yükselmez de.
Değerin Üretimi ve Kentsel Krizler
Gelgelelim burada, üretim cephesinde hesaba katılması gereken da­
ha uzun vadeli ve derin meseleler söz konusu. Gayrim enkul piyasa­
sını şekillendiren şey büyük oranda salt spekülasyon idiyse de, üre­
tim faaliyeti de ekonom inin genelinde önemli bir paya sahipti: İnşa­
at sektörü GSYH'nm %7'sini oluşturuyordu, yeni üretime eşlik eden
bir dizi yan üretim kolu da (mobilyadan otomotive) bunun iki katın­
dan daha fazla bir paya sahipti. NBER belgeleri doğruysa, 1928'den
sonra inşaat sektöründeki çöküş, konut inşaatında 2 milyar dolarlık
bir düşüş olarak ortaya çıkıyordu (o dönem için çok büyük bir ra­
kamdı bu). Büyük şehirlerdeki yeni konut inşaatlarının daha önceki
hacminin %10'una gerilem esi, 1929 krizinde — bugün bile henüz
tam olarak anlaşılam am ış olan— önemli bir rol oynadı. Bir Wiki­
pedia maddesi şöyle diyor: "İnşaat işkolunda yüksek ücret ödeyen 2
milyon adet işin ortadan kaybolması, bunun yanı sıra pek çok ev sa­
hibi ve emlak yatırımcısının süngüsünü düşüren kâr ve kira gelirle­
rindeki kayıplar sektörü tarum ar etm işti."29 Bu durum kuşkusuz
borsa genelinde güven sarsıcı bir etki yaratmış olmalı.
28. L ew is, T he B ig Short-. 93.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
97
Bunu müteakip 1930'larda Roosevelt yönetiminin umutsuzca gi­
riştiği konut sektörünü canlandırm a çabaları şaşırtıcı olmasa gerek.
Bu am açla ipotek yöntem iyle konut finansm anında bir dizi reform
uygulamaya kondu; bunun vardığı nokta, ikincil bir ipotek pazarı
oluşturmak am acıyla 1938'de Fannie M ae'nin kurulmasıydı. Fannie
Mae'nin amacı ipotekleri sigortalamak ve bankaların ve diğer ipotek
kuramlarının ipoteği piyasaya sürmesini sağlamaktı, yani konut pi­
yasasının fazlaca ihtiyaç duyduğu likiditeyi sağlamaktı. Bu kurum ­
sal reform lar daha ileride, ABD'de II. Dünya Savaşı sonrasındaki
banliyö gelişimine finansman sağlam akta hayati bir rol oynayacaklı. Fakat her ne kadar gerekli olsa da bu reformlar, konut inşaatını
ABD ekonom ik kalkınması içinde farklı bir düzleme taşımak için yelerli değildi. Çeşitli vergi m uafiyetleri (ipotek faizi vergi muafiyeti
gibi), yanı sıra savaş gazileri için çıkarılan yasa ve bütün A m erikalı­
ların nezih bir evde ve nezih bir yaşam çevresinde" yaşam a hakkını
beyan eden, 1947 tarihli son derece olum lu konut yönetmeliği, ev sa­
hipliğini gerek siyasi gerekse ekonom ik saiklerle teşvik etmek için
tasarlanmıştı. Ev sahipliği, Amerikan Rüyasının çekirdeğini oluş­
turduğu gerekçesiyle yaygın biçimde teşvik ediliyordu. 1940'larda
mi t usun %40'ından biraz fazla bir bölüm üne tekabül eden konut sa­
hipliği, 1960'larda %60'ın üzerine çıkm ıştı; 2004'te ise %70'e yakla­
şarak en üst seviyesine ulaşmıştı (2010 itibariyle bu oran tekrar
'. bb'ya düşmüştür). Ev sahipliği ABD'de derin köklere sahip bir kül­
türel değer olabilir, ancak kültürel değerlerin kökleşmesini sağlayan
.ey, bunları teşvik ve sübvanse eden devlet politikalarıdır. Bu tür poIit ikaların ifade edilen gerekçeleri, Dünya Bankası raporunda sırala­
nan gerekçelerdir. Asıl siyasi nedenler ise bugün artık pek sık dile
getirilmiyor. 1930'larda açıkça dile getirildiği gibi, ev sahibi olmak
n, m borca göm ülen bir hane halkı greve kalkışam az.3UII. Dünya Sa\ . ı ş ı ndan dönen askeri personel kendisini işsizliğin ve buhranın orı.ısında bulmuş olsaydı, toplumsal ve siyasi açıdan tehdit oluştura> a k t ı . Bir taşla iki kuş vurmak için bundan iyi fırsat olabilir miydi?
t. il lesel konut üretimi ve banliyöleşm e yoluyla ekonomiyi canlandıı ıd.eıı, bir yandan da iyi kazanan işçileri borç yükünün altına sokaBkz. VVikipedia'daki "C ities in the G reat D ep ressio n ” (B üyük B uhranda
İmler) m addesi, w ikipedia.org.
m. M artin B oddy, The B uilding S o c ie tie s, L ondra: M acm illan, 1980.
98
ASİ ŞEHİRLER
rak muhafazakâr bir siyasi duruşa ikna etmek! Dahası kamu politi­
kaları aracılığıyla talebin körüklenmesi, ev sahibi olanların m ülkle­
rinde istikrarlı bir değer artışı sağladı, ki onlar açısından bu durum
memnuniyet verici olm akla birlikte, arazi ve mekân kullanımı açı­
sından bir felaketti.
1950'ler ve 1960'lar boyunca bu siyaset işe yaradı; hem siyasi
hem de makro-iktisadi açıdan, ABD'de yirmi yıl boyunca çok güçlü
bir büyümenin temelini oluşturdu ve bunun etkileri dünya ölçeğin­
de hissedildi. Konut üretiminin ekonomik büyüm eyle ilişkisi bakı­
mından bam başka bir düzleme taşınmış oldu (bkz. Şekil 4). Binyamin Applebaum 'a göre "bu uzun süredir tekrar eden bir modeldir,
Amerikalılar krizlerden çıkmak için daha çok ev inşa eder, sonra da
bu evlerin içini eşyalarla doldururlar."31 1960'lardaki sorun şuydu ki
yayılan kentleşme dinamik bir süreçti, ancak hem çevre açısından
sürdürülebilir değildi hem de coğrafi açıdan dengesiz bir dağılım
gösteriyordu. Dengesiz dağılım işçi sınıfının faklı kesimlerinin ge­
lir dağılımından farklı pay alıyor oluşundan kaynaklanıyordu. Ban­
liyöler gelişirken, şehir merkezi duraklama ve çöküş yaşadı. İşçi sı­
nıfının beyaz kesimi refaha kavuştu, ancak şehir içindeki mağdur
azınlıklar — özellikle siyahiler— bundan payını almadı. Sonuçta şe­
hir merkezlerinde ardı ardına bir dizi ayaklanma baş gösterdi; Det­
roit ve Watts'taki ayaklanmalarla başlayan bu çalkantı, 1968'de Mar­
tin Luther King'in öldürülmesinin ardından ülke çapında kırk kadar
şehirde, önceden planlanmış olmayan, kendiliğinden patlak veren
ayaklanmalara dönüştü. "Kentsel kriz" diye anılm aya başlayan bu
süreç herkesin malumuydu (gerçi söz konusu olan, bugün bahsetti­
ğimiz anlamda makro-iktisadi bir kentleşme krizi değildi). Bu so­
runla baş etmek için 1968 sonrasında muazzam federal kaynaklar
ortaya döküldü, ta ki Başkan Nixon 1973 resesyonu sırasında, kri­
zin (mali nedenlerden ötürü) sona erdiğini ilan edene kadar.32
Bütün bunlar olup biterken, Fannie Mae 1968'de devletin mali
desteğini alan özel bir teşebbüs haline gelmişti. 1970'te karşısında
rakibi Freddie M ac'in belirmesinden sonra her iki kuruluş birlikte,
31. B in y am in A ppelb aum , "A Recovery that R epeats Its P ainful Precedents",
N ew York T im es, B u sin ess S ection, 28 T em m uz 2011.
32. T he K erner C o m m ission, R ep o rt o f the N a tio n a l A d v iso ry C om m ission on
C ivil D iso rd ers, W ashington, DC: G overnm ent P rinting O ffice, 1968.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
99
Yıllar
Şekil 4 ABD'de yen i b aşlay an k onut inşaatları 1890-2008
neredeyse elli yılı aşkın bir dönem boyunca evsahipliğinin teşvik
edilmesi ve konut yapımının sürdürülmesi yönünde son derece
önemli ve son kertede tahripkâr bir rol oynadı. Bugün konut ipoteği
borcu ABD ekonom isi içerisinde özel borçların %40'ına tekabül
ediyor, ki bunun büyük kısmı — görmüş olduğum uz gibi— zehirli.
İleni Fannie Mae hem de Freddie M ac'e devlet tarafından el kon­
muş durumda. Akıbetlerinin ne olacağı, ABD'de borç meselesinin
»■eneline referansla hararetle tartışılan siyasi bir sorun olarak duru­
yor (tıpkı evsahipliği talebinin devletçe desteklenip desteklenmeyeı eği meselesi gibi). Atılacak adım her ne olursa olsun, bilhassa ko­
nul sektörü ve daha genelde kentleşme ve her ikisinin ABD'de ser­
maye birikimiyle ilişkisi açısından önemli sonuçlara yol açacak.
ABD'de yakın dönemdeki göstergeler cesaret kırıcı. Konut sek­
im iiııde canlanm a gözlenmiyor, yeni konut üretimi gerilemenin ar­
dından duraksam aya girdi. Federal bütçe suyunu çekmişken ve iş•ı/lık hâlâ yüksek değerlerde seyrederken, en çok korkulan çift dipb ıcsesyona doğru gidildiği yönünde işaretler var. Yeni konut inşaailuıı ilk defa 1940'lardaki seviyesinden aşağı düştü (bkz. Şekil 4).
■•ili Mart ayı itibariyle inşaat sektöründeki işsizlik %20'nin üzerin­
di1 seyrediyor, ki imalat sektöründe ulusal ortalam aya çok yakın
M-yıeden %9,7'lik oranla kıyaslandığında hayli yüksek bir oran.
Ilımca ev boş dururken yeni ev yapıp içini eşyalarla doldurmanın
y< ıegı yok. San Francisco M erkez Bankası'na göre, "inşaat faaliyet­
100
ASİ ŞEHİRLER
lerinin şişmeden önceki ortalam a seviyeye ulaşması 2016'dan önce
ihtimal dahilinde değil", ki bu da krizden çıkm a çabasında "böylesine temel bir sektörün devredışı kalması" dem ek.33 Büyük Buhran
sırasında inşaat işçilerinin dörtte birinden fazlası 1939 yılına kadaı
işsiz kalmıştı. Onların işbaşı yapmasını sağlamak, kamu müdahale­
lerinin önemli hedeflerinden biriydi (WPA gibi).* Bugün ise Obama
yönetiminin altyapı yatırım larına odaklanan bir canlandırma paketi
girişimi Cumhuriyetçi m uhalefet tarafından engelleniyor. Daha da
kötüsü, ABD’de bugün eyalet yönetimlerinin ve yerel yönetimlerin
mali durumu, işten çıkarm alar veya zorunlu izne ayrılmalara, kent­
sel hizmetlerde acımasız kesintilere yol açacak denli kötü. Konut
piyasasının çöküşü ve konut fiyatlarındaki %20'lik gerileme, ağır­
lıkla emlak vergisinden beslenen yerel bütçelerde büyük bir gedik
açtı. Eyalet ve belediye yönetimlerinin kamu hizmetlerinde kesinti­
ye gittiği ve inşaat sektörünün durakladığı bu süreçte kentsel bir ma­
li kriz pusuda bekliyor. Bütün bunları birleştirdiğimizde, II. Dünya
Savaşı sonrasının banliyöleşme, konut ve gayrimenkul gelişimine
dayalı birikim ve makro-iktisadi istikrar döneminin sonuna gelindi­
ği izlenimi belirginleşiyor.
Bütün bunların üzerine, ekonom ik olm aktan ziyade siyasi saiklerle ve sınıf siyasetinin parçası olarak devreye sokulan kemer sıkma
politikaları geliyor. Radikal sağcı Cumhuriyetçi yönetimler sözümona borç krizini bahane ederek eyalet ve belediye düzeyinde hükü­
m et program larını ortadan kaldırmaya, eyalet ve belediyelerde ka­
mu istihdamını azaltmaya girişiyorlar. Tabii bu daha genelde serma­
yeden feyzalarak hükümet programlarına düzenlenen saldırının
uzun zamandan beri uygulanmakta olan bir taktiği. Reagan varlıklı
kesimden alınan vergileri %72'den %30'lara indirm iş ve silahlanma
alanında Sovyetler Birliği ile borca dayalı bir yarışa girmişti. Sonuç­
ta borçlar Reagan dönem inde ayyuka çıktı. Bütçe danışmanı David
* W orks P rogress A d m in istra tio n , R oosevelt hüküm etinin buhranın yol açtığı
istih d am so ru n u y la baş etm ek için "Yeni D üzen" çerçevesinde kurduğu kam u girişim lerindendir. Ö nem li kam u projeleri başlatarak istihdam y aratm ada başarılı
olan kuruluş, aynı zam an d a düzenli bir işi olm ayan yazar ve sanatçıları da destek ­
lem iş, araların d a R alph E llison. Z ora N eale H urston, R ichard W right gibi yazar­
ların d a b u lu n d u ğ u siyahi ed eb iy at ve sanat cam iasından isim lerin çıraklık d ö n e­
m in d e ö nem li rol oynam ıştır, - ç .n .
33. A ppelb au m , "A R ecovery that R epeats Its P ainful P recedents".
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
Siockman'ın daha sonraları belirttiği gibi, borç biriktirmek, devlet
denetimi (örneğin çevreye ilişkin denetim) ve toplumsal programlaı m gevşetilmesinin bahanesi haline geldi, ki bu aslında çevresel m a­
liyetlerin ve toplumsal yeniden üretim maliyetlerini dışarıda bırak­
maktan başka bir şey değildi. Başkan Bush Jr. ise aynı yolun sadık
bir takipçisiydi. Yardımcısı Dick Cheney, "Reagan bize bütçe açık­
larının bir önemi olmadığım öğretti," beyanında bulunuyordu.-’4
/.enginlere getirilen vergi muafiyetleri, Afganistan ve Irak'ta neyle
ödeneceği belli olmayan iki savaş, büyük ilaç şirketlerine büyük bir
hediye olarak sunulan devlet tarafından ödenen reçeteli ilaç progra­
mı, Clinton dönemindeki bütçe fazlasını tam bir borç deryasına çe­
virdi; Cumhuriyetçi parti ve m uhafazakâr demokratlar, büyük ser­
mayedarların ekmeğine yağ sürerek sermayenin asla yüklenmek is­
lemediği çevresel kirlilik ve toplumsal yeniden üretim maliyetlerini
toplumun sırtına yüklemek konusunda olabildiğince ileri gitti. Çev­
reyi ve halkın refahını hedef alan saldırı hissedilir boyutlara varmış
durumdadır; üstelik ABD'de ve Avrupa'nın büyük kısm ında iktisadi
değil siyasi gerekçelere dayanmaktadır. David Stockman'ın yakın
dönemde belirttiği gibi bu apaçık bir sınıf savaşı durumunu tetikliyor. Warren Buffet ise bu durumu şöyle tarif ediyor: "Tabii ki sınıf
savaşı var, savaşı açan benim sınıfım, yani zenginler, ve kazanan da
biziz."35 Tek soru: Halk karşı taarruzu ne zaman başlatacak? Şehir
yaşamının hızla bozulan niteliği, bankalar tarafından iptal edilen
ipotekler, konut piyasalarındaki akbaba taktikleri, hizmetlerde ke­
sintiler, ve hepsinden önemlisi, neredeyse bütün şehirlerin kentsel
emek piyasaları için yaşamsal olan istihdam olanaklarının yokluğu,
hatta bazı şehirlerin bir istihdam beklentisinden tümüyle yoksun
oluşu (Detroit buradaen hazin örnektir) gibi meselelere odaklanmak
bir başlangıç noktası olabilir. Şimdiye kadar olduğu gibi bugün de
kriz, kentsel bir krizdir.
34. Jo n a th an W eism an, "R eagan P olicies G ave G reen L ight to Red In k ”, W as­
hington P ost, 9 H aziran 2004: A l l ; W illiam G reider. "The E ducation o f D avid
Stockm an", A tla n tic M o n th ly, A ra h k 1981.
35. W arren B uffett, Ben Stein ile röportaj, "In C lass W arfare, G uess W hich
C’lass Is W inning", N ew York Tim es, 26 K asim 2006; D avid S tockm an, "T he B i­
partisan M arch to Fiscal M adness", N e w York Tim es, 23 N isan 2011.
102
ASİ ŞEHİRLER
Kentsel Uygulamalarda Akbaba Taktikleri
Marx ve Engels'in Kom ünist Manifesto'da. değindikleri gibi "işçi,
ücretini nakit para olarak alır almaz burjuvazinin diğer kesimleri,
yani ev sahibi, esnaf ve tefeci onun üzerine çullanır".36 M arksistler
geleneksel olarak söm ürünün bu biçimini ve bunlar etrafında kaçı­
nılmaz olarak doğan sınıf m ücadelelerini (çünkü bunlar birer sınıf
mücadelesidir) teorinin karanlık köşelerine ve siyasetin kıyısına at­
mışlardır. Ben ise burada, bu sömürü biçim lerinin, en azından geliş­
miş kapitalist ekonom ilerde, m ülksüzleştirm e yoluyla birikim için
büyük bir saha teşkil ettiğini ve paranın farazi serm ayenin dolaşımı
içine çekilm esini sağlayarak finans sistemi içinde muazzam bir ser­
vetin yaratılmasını m üm kün kıldığını iddia edeceğim.
Konut piyasası genelinde ve çürük ipotek piyasası özelindeki çö­
küşün öncesinde, sürek avı misali uygulam alar her tarafta ayyuka
çıkmıştı. Büyük krizin patlak verm esinden önce, düşük gelirli siyahi
nüfusun üstüne akbaba gibi çullanan çürük ipotek uygulamaları ne­
deniyle 71 ile 93 m ilyar dolar arası zararda olduğu tahmin ediliyor­
du.37 M ülksüzleştirm e iki dalga halinde baş gösterdi: ilk küçük dal­
ga, Clinton'ın 1995'te ilan ettiği girişimden Uzun Vadeli Sermaye
Yönetim i'nin 1998'deki çöküşüne kadar geçen sürede yaşandı, ¡kin­
cisiyse 2001'den sonra. İkinci dalgayla eş zam anlı olarak, Wall Street'teki ikram iyeler ve ipotekli kredi sektöründeki kazançlar astro­
nom ik düzeylere varıyordu. Salt fınansal manipülasyonlardan, bil­
hassa yüksek m aliyetli ancak aynı zam anda yüksek risk taşıyan ipo­
teklerin sigortalanm asıyla ilişkili girişimlerden elde edilen kârlar
duyulm adık oranlara ulaşıyordu. Buradan anlaşılan, Countrywide
gibi ipotek kuruluşlarının krizden bu yana düpedüz şaibeli ve çoğu
kez de yasadışı olduğu belgelenen uygulam alarının ötesinde, çeşitli
gizli kanallardan, finansal m anipülasyonlar aracılığıyla yoksullar36. K arl M arx ve F ried rich E ngels, T he C o m m u n ist M a n ifesto , L ondra: Pluto
P re ss, 2008: 4; T ürkçesi: K o m ü n ist M a n ifesto , çev. L ev en t K avas, İstanbul: İthak i, 2003.
37. B arb ara E h ren reich v e D edrich M uham m ad, "T he R ecessio n 's R acial D i­
v ide", N ew York Tim es, i 2 E y lü l 2009.
38. M orgenson v e R osner, R eckless E ndangerm ent.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
103
dan zenginlere devasa bir varlık aktarımının gerçekleşm ekte oldu­
ğuydu.38
Krizden sonra yaşananlar daha da şaşkınlık verici. İptal edilen
ipoteklerin çoğunun (sayısı 2010 yılında bir milyonun üzerindeydi)
yasadışı ve hatta düpedüz sahtekârlık olduğu ortaya çıkıyor. Floridalı bir m illetvekili, Florida Yüksek M ahkem esine hitaben bir di­
lekçede "eğer bana ulaşan raporlar doğruysa, gerçekleşmekte olan
yasadışı ipotek iptalleri bankalar ve devlet m ercilerinin bugüne dek
leşebbüs ettiği en büyük özel m ülk gaspı hareketidir," diye yazıyor­
du.39 Elli eyaletin hepsinde başsavcılar şu anda sorunu araştırıyor,
takat (tahmin edileceği üzere) çoğu, davayı olabildiğince kestirme
yoldan, birkaç ufak mali tazm inatla (hukuka aykırı biçimde el kon­
muş olan m ülkün iadesini gerçekleştirm eden) kapatm ak konusunda
telaşlı. Flele de bunun için kimsenin hapse girmeyeceği kesin, her
ne kadar sistem atik olarak naylon evrak düzenlendiğine dair açık
kanıtlar bulunsa da).
Bu tür akbaba taktikleri uzun süredir mevcut. Baltim ore'dan bir­
kaç örnek verelim. 1969'da bu şehre vardıktan kısa bir süre sonra şe­
hir içi konutların tem ininde çeşitli aktörlerin rolünü konu alan bir
çalışmaya katılmıştım — Martin Luther King cinayetinin ardından
ayaklanmalarla sarsılan bu şehir içi semtlerde, fare istilası altında
dehşet verici yaşam koşullarının üretilmesinde rol alan mal sahiple1 1 , kiracılar, oturduğu evin sahibi olanlar, simsarlar ve tefeciler, Fe­
deral Konut İdaresi, belediye yetkilileri (bilhassa İm ar İşleri birimi)
vb. Düşük gelirli siyahi nüfusun oturduğu ve bankalar tarafından giı ilmez bölge ilan edilen alanlar şehir haritasında bariz olarak seçili­
yordu; fakat o dönem de dışlayıcı pratikler ırk temelli ayrımcılıkla
değil, sözde yüksek kredi riskine karşı tedbir alma zorunluluğu gibi
meşru bir gerekçeyle temellendirilmekteydi. Şehrin birkaç bölgeıiKİe azınlıkların sayısının arttığı söylentisi yayılarak beyaz nüfu•aııı rayicin altında fiyatlara evlerini satarak mahalleyi terk etmesi
.ağlanıyor, böylelikle acımasız emlak şirketleri için yüksek kâr ola­
nakları doğuyordu. Fakat bu sistemin işleyebilmesi için, toplu halde
\ ııksek kredi riski taşıyan bir grup olarak sınıflandırılan siyah nüfuIV. K evin C h iu , "illeg al F oreclosures C harged in Investigation", H ousirıg
l'nuHı lor, 24 N isa n 2011.
104
ASİ ŞEHİRLER
sun, şu veya bu şekilde ipotek finansm anına erişimi sağlanmalıydı.
Bu ise Arazi Taksitlendirme Sözleşmesi adı verilen bir yöntemle ya­
pılabilirdi. Mal sahipleri siyahi A m erikalılara "yardım etmek" için,
onlarla kredi piyasası arasında bir aracı görevi üstleniyor ve ipoteği
kendi üstlerine alıyorlardı. Birkaç yıl sonra, ana para ile faizin bir
kısmı ödenip ailenin kredibilitesi kanıtlandığında, dostane mal sa­
hibinin ve yerel ipotek kuruluşunun yardımıyla, tapu kiracıya dev­
rediliyordu. Bazı kiracılar bunda başarılı da oldu (her ne kadar de­
ğeri düşen semtlerde olsa da). Ancak sahtekârlığa meyilli ellerde (ki
Baltimore'da bunlardan çokça mevcuttu, aynı sistemin yaygın oldu­
ğu Chicago'da ise durum daha iyiydi) bu yöntem, m ülksüzleştirme
yoluyla sermaye birikimi için kullanılan bir akbaba taktiğine dönü­
şebilmekteydi.40 Mal sahibi emlak vergisi, idari ve yasal harçlar vb.
için ücret tahsil etme yetkisine sahipti. Bu ücretler (ki bazı durum ­
larda astronomik boyutlara varıyordu) ipoteğin ana parasına eklenebilmekteydi. Borçlarını yıllarca düzenli olarak ödedikten sonra
pek çok aile, kendisini başlangıçtakinden daha yüklü bir borç altın­
da buluyordu. Faiz oranları yükseldikten sonra, yalnızca bir kez
ödemeyi aksattıklarında sözleşme iptal ediliyor ve aileler evlerin­
den tahliye ediliyordu. Bu tür uygulam alar fiyaskoyla sonuçlandı.
En kötü mal sahipleri hakkında bir Medeni H aklar davası açıldı.
Ancak dava başarısız oldu çünkü arazi taksitlendirm e sözleşmesine
imza koymuş olan taraflar küçük puntolarla yazılan maddeleri oku­
mamışlardı veya avukatları (ki yoksullar nadiren avukata başvurur)
onlara okumamıştı. (Her halükârda küçük puntolarla yazılmış m ad­
deler sıradan bir ölüm lünün anlayabileceği şeyler değildir— siz hiç
kredi kartı sözleşmenizdeki maddeleri okudunuz mu?).
Bu tür akbaba taktikleri hiçbir dönemde ortadan kalkmadı. A ra­
zi taksitlendirm e sözleşm esinin yerini 1980'lerde "al-satçılık" yön­
temi aldı. Burada, bir emlak simsarı yıkık dökük bir evi ucuza ala­
rak, göstermelik birkaç tam irat yaptırıyor— fazlasıyla pahalı göste­
rerek— ve "avantajlı" bir ipotek finansmanı düzenleyerek durum ­
dan habersiz m üşterilere sunuyordu. Evi satın alan kişi de çatı başı­
40.
Lynne S agalyn, "M ortgage L ending in O ld er N eighborhoods", A n n a ls o f
the A m erica n A ca d em y o f P o litica l a n d S o cia l S cien ce 465 (O c a k 1983): 98-108;
M anuel A alb ers (haz.), S u b p rim e C ities: The P o litica l E co n o m y o f M ortgage
M a rkets, N ew York: Jo h n W iley, 2011.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
105
na yıkılm adıkça ve kazan dairesi patlamadıkça evde oturmaya de­
vam ediyordu. 1990'Iarda Clinton'ın girişimine yanıt olarak çürük
ipotek piyasası oluşmaya başladığında, Baltimore, Cleveland, Detroit, Buffalo ve benzeri şehirler gitgide büyüyen bir m ülksüzleştirme yoluyla sermaye birikimi dalgasının (ülke çapında 70 milyar do­
lar veya daha fazla) başlıca m erkezleri haline geldi. Nihayeti Balti­
more şehri, 2008 krizinden sonra Wells Fargo şirketine, çürük kre­
dilerde izlediği ayrımcı politikalar nedeniyle bir Medeni H aklar da­
vası açtı (burada siyahi A m erikalılar ve ailesine tek başına bakan
kadınlar sıradan bir kredi yerine çürük krediye kanalize edilerek sis­
tematik olarak sömürüye m aruz kalmıştı). Davanın kaybedileceği­
ne hemen hemen kesin gözüyle bakılıyor, çünkü eylemlerin gerisin­
deki niyetin kredi riskine değil ırk kökenine dayandığını ispat et­
mek neredeyse imkânsız. Her zaman olduğu gibi, ne dediği anlaşıl­
mayan küçük puntolar pek çok şeye cevaz veriyor (tüketiciler dik­
kat!). Cleveland ise daha incelikli bir yol izleyerek finans şirketleri­
ni kamuya verdikleri rahatsızlık için dava etti, zira ipotek nedeniyle
boşaltılan evler bütün bir mahalle peyzajı için tehlike yaratıyordu
ve belediyenin müdahalesi ile m ühürlenmeleri gerekmişti!
Yoksul, hayatı pamuk ipliğine bağlı ve zaten mağdur kesimleri
vuran akbaba taktiklerinin haddi hesabı yok. Ödemesi aksamış en
ufak fatura (bir trafik cezası veya su faturası olabilir bu) hacze ne­
den olabilir, oysa mülk sahibi, ta ki bir avukat haczi üstlenip sözge­
limi 100 dolarlık bir faturayı 2500 dolara katlayıncaya kadar her ne
hikmetse (ve hukuka aykırı bir biçimde) bundan haberdar edilm e­
miş olabilir. Çoğu yoksul kimse için mülkün elden çıkması anlam ı­
na gelir bu. Baltimore'daki haciz satışlarının son turunda bir grup
avukat, 6 milyon dolar değerindeki hacizli emlağı belediye yöneti­
minden satın aldı. %250 oranında değer biçildiğini farz etsek, haczin
ödenmesi durum unda kayda değer bir servet elde edecekler demeklir; eğer haciz ödenmezse ileride değeri yükselecek bir mülke sahip
olmuş olacaklar.
Bütün bunların yanı sıra, 1960'lardan bu yana Amerikan şehirle­
rinde yoksulların daha düşük kaliteli temel mallara, örneğin gıda
ürünlerine daha fazla ücret ödediği, düşük gelirli semtlere kamu
hizmetlerinin yeterli düzeyde götürülm eyişinin bu nüfusa mali ve
pratik açıdan ek külfet yüklediği sistematik olarak kanıtlanmıştır.
106
ASİ ŞEHİRLER
Mağdur nüfusun mülksüzleştirilmesine dayalı ekonomi etkin oldu­
ğu kadar süreklidir de. Daha da şaşırtıcı olanı, New York, Chicago
ve Los Angeles gibi büyük şehirlerin düşük ücretli iş kollarında ça­
lışan pek çok geçici ve güvencesiz işçinin belli derecelerde gayri
hukuki bir ücret kaybına maruz kalmasıdır. Asgari ücretin altında
ücretler, fazla mesainin ücretlendirilmemesi veya ücretin bazı du­
rumlarda aylarca geciktirilmesi buna örnektir.41
Sömürü ve mülksüzleştirmenin bütün bu farklı biçimlerini söz
konusu etmekteki amacım, pek çok metropoliten alanda mağdur
nüfusun sistematik olarak bu tür kitlesel uygulam alara maruz kaldı­
ğını ortaya koymak. İşçilere reel ücret cinsinden verilen tavizlerin,
tüketim alanındaki akbaba taktikleri ve sömürüye dayalı faaliyetler
aracılığıyla sermayedar sınıfının bütünü lehine nasıl tek bir pençe
darbesiyle kolaylıkla geri alındığının farkına varmak önemlidir.
Düşük gelirli kentli nüfusun büyük kesimi açısından, hem emeğin
aşırı düzeyde sömürüsü, hem de kıyıda köşede kalan mal varlıkları­
nın ellerinden alınması, bu grupların toplumsal yeniden üretimin
asgari koşullarını sağlama yetisini sürekli olarak azaltmaktadır.
Bunlar şehir çapında örgütlenmeyi ve yine şehir çapında siyasi tep­
ki ortaya koymayı gerektiren koşullardır (bkz. bir sonraki bölüm).
Çin Hikâyesi
Kapitalizmin küresel krizinden bu defa bir kaçış varsa, Çin'deki ko­
nut ve gayrimenkul patlamasının, dev bir borca dayalı altyapı yatı­
rımları dalgasıyla birlikte, bu kaçışta öncü rolünü oynaması dikkat
çekicidir. Bu dinamik yalnızca ülke içi pazarı canlandırm akla (ve
ihracata yönelik sektörlerdeki işsizliği emmekle) kalmayıp, Çin'le
sıkı bir ticaret ilişkisi bulunan, sözgelimi Avustralya ve Şili gibi
Çin'e hammadde satan veya Almanya gibi mekanik gereçler ve oto­
motiv ihraç eden ekonomileri de olumlu etkiledi. Öte yandan ABD'
de ise inşaat sektöründeki canlanm a ağır ilerliyor, ve daha önce be­
41.
Annette Bernhardt, Ruth M ilkm an, Nik T heodore, D ouglas H eckathom ,
M ichael Auer, James DeFillippis, A na G onzalez, V ictor N arro, Jason P erelshteyn,
D iana Poison ve Michael Spiller, B roken L aw s, U nprotected W orkers: V iolations
o f E m ploym ent and Labor Law s in A m erica 's C ities, N ew York: N ational E m p­
lo ym ent L.aw Project, 2009.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
107
lirttiğimiz gibi bu sektördeki işsizlik oranı ülke ortalam asının iki
katından daha yüksek.
Kentsel yatırım ların sonuçlanması doğası gereği uzun süre alır,
olgunlaşması içinse daha da uzun bir süreye ihtiyaç vardır. Bu ne­
denle de sermayenin aşırı birikiminin, mimari çevreye yapılan yatı­
rımlardaki bir aşırı birikimine dönüştüğü ânı tespit etmek her zaman
güçtür. 19. yüzyıl demiryolu inşaatlarında ve yapı sektöründeki dön­
gü ve krizlerin (2007-2009 felaketi dahil) uzun tarihçesinde görül­
düğü gibi, fazla yüksekten uçma riski çok yüksektir.
Çin ulusal coğrafyasını baştan başa yeniden şekillendirmekte
olan alelacele ve gözü kara kentleşme ve altyapı yatırımları furyası­
nın dayanak noktalarından bir tanesi, bir şeylerin yolunda gitm edi­
ği her defasında merkezi hükümetin bankacılık sistemine keyfi m ü­
dahalede bulunm a yetkisine sahip oluşudur. 1990'ların ikinci yarı­
sında Şanghay gibi önde gelen şehirlerdeki emlak piyasasında yaşa­
nan nispeten ılımlı gerileme, bankaların kasasında çok büyük m ik­
tarda, ve çoğu kentsel ve emlak gelişim ine ait olan (ve bizim "zehir­
li" tabir ettiğim iz) "gelir getirm eyen varlıklar"ın birikmesine neden
oldu. Gayriresm i tahm inler banka kredilerinin %40'a varan kısmını
"gelir getirmeyen" varlıklar biçiminde sınıflandırıyordu.42 Merkezi
hükümet buna karşılık olarak zengin döviz rezervlerini bankaların
sermaye yapısının güçlendirilmesi için kullandı (ABD'de daha ileri­
de Sorunlu Varlıkları Kurtarm a Programı — TARP— olarak anıla­
cak şaibeli girişim in Çin versiyonuydu bu). 1990'ların sonlarında
Çin hükümetinin döviz rezervinin yaklaşık 45 m ilyar dolarlık bir
kısmını bu am açla harcadığı biliniyor, ki dolaylı yollardan yapılan
harcamalar dahil edildiğinde rakam çok daha yüksek olabilir. G el­
geldim Çin'in kurum lan küresel finans piyasalarına uyum yönünde
evrimleşirken, merkezi hüküm etin finans sektöründe olup bitenleri
kontrol etmesi de gittikçe güçleşiyor.
Bugün Çin'den gelen haberler Am erika'nın güneybatısı ve Florida'da 2000'lerde yaşananlarla veya yine Florida'da 1920'lerde yaşa­
nanlarla ürkütücü bir benzerlik sergiliyor. Çin'de 1998 yılında konut
sektörü genelindeki özelleşmenin ardından konut spekülasyonu ve
42.
K eith B radsher, "C hina A nnounces N ew B ailout o f Big B anks", N e w York
lim es, 7 O cak 2004.
108
ASİ ŞEHİRLER
inşası göze çarpan bir yükselişe geçti. Konut fiyatlarının 2007'den
bu yana ülke çapında %140 oranında, Pekin ve Şanghay gibi önde
gelen şehirlerde ise son beş yıl içerisinde %80() oranında arttığı bil­
diriliyor. Şanghay'da emlak fiyatlarının daha geçen yıldan bu yana
ikiye katlandığı herkesçe malum. Bu şehirde ortalama bir dairenin
fiyatı bugün 500 bin dolar (kişi başına GSYH'nın 2010 itibariyle
7518 dolar olduğu bir ülkede) ve ikinci kademede bulunan şehirler­
de bile sıradan bir ev "şehir sakinlerinin ortalam a yıllık gelirinin 25
katı fiyata" sahip, ki bu durumun sürdürülebilir olmadığı aşikâr. Bü­
tün bunlar konut ve ticari gayrimenkul inşasının, her ne kadar hızlı
ve devasa olsa da, efektif talebin ne fiili düzeyi ne de beklenen dü­
zeyi ile eşgüdüm içerisinde gitm ediğine işaret ediyor.43 Bunun etki­
lerinden biri, yüksek enflasyonun baskısı sonucu, merkezi hüküm e­
tin kontrolden çıkan yerel yönetim harcamalarını kısıtlamak üzere
bir dizi yöntemi devreye sokması oldu.
Merkezi hüküm et kaygılarını açıkça şöyle beyan ediyor:
Ü lk e n in b ü y ü m e s i b u g ü n h â lâ b ü y ü k o r a n d a g a y r im e n k u l y a tır ım la r ı ve
h ü k ü m e tin y o l, d e m ir y o lu v e m ily a r d o la r d ü z e y in d e k i d iğ e r a lty a p ı p r o je ­
le rin e y a p tığ ı y a tır ım la r g ib i e n f la s y o n y a r a ta n h a r c a m a la r a d a y a lıd ır. 2 0 1 1'
in ilk ç e y r e ğ in d e , s a b it v a r lık la r a — in ş a a t fa a liy e tin in g e n e l b ir ö lç ü tü —
y a p ıla n y a tır ım g e ç e n y ıl a y n ı d ö n e m e o r a n la % 25 s ıç ra m a g ö s te rd i v e e m ­
la k y a tır ım la r ı % 3 7 y ü k s e ld i.44
Bu yatırım "bugün ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılasının neredey­
se %70'ine denktir", Başka hiçbir devlet modern zam anlarda böyle
bir orana yaklaşmış değildir. "Japonya bile 1980'lerdeki inşaat fur­
yası sırasında sadece %35 gibi bir orana ulaşmıştı, ABD'de ise bu ra
kam yıllardır %20'ler düzeyinde seyrediyor."
"Şehrin çabaları, hükümetin altyapı ve gayrimenkul alanındaki
harcam alarının, Çin'in büyümesinde en yüksek paya sahip sektöı
43. G enel b ir d eğ erlen d irm e için bkz. T hom as C am panella, T he Concrete
D ra g o n : C h in a 's U rban R evolution a n d W hat it M ea n s f o r the W orld, Princeton,
NJ: P rin ceto n A rch itectu ral P ress, 2008. Ben de A B r ie f H isto ry o f N eoliberalism '
in 5. B ö lü m 'ü n d e Ç in 'in k en tleşm esine d air genel b ir resim o luşturm aya çalıştım
44. D avid B arboza, "Inflation in C hina P oses B ig T h reat to G lobal T rade”
N ew York Tim es, 17 N isa n 2011; Ja m il A nderlini, "Fate o f Real E state Is G lobal
C o n cern ". F in a n c ia l Tim es, I H aziran 2011; R obert C o o kson, "C hina B ulls Re
ined in by Fears on E co n o m y", F in a n c ia l Tim es, 1 H aziran 2011.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
109
olan dış ticareti bile geçmesini sağladı.”45 Yaygın arazi istimlakleri
ve büyük şehirlerde görülmedik düzeyde tahliyeler (son on yıl zar­
fında Pekin'de 3 m ilyona varan kişi tahliye edildi) aktif olarak miilksüzleştirmeye dayalı ekonominin, Çin genelindeki dev kentleşme
furyasına paralel olarak gelişm ekte olduğunu gösteriyor. Zoraki tah­
liyeler ve mülksüzleştirmeler, yükselmekte olan kitlesel ve kimi za­
man şiddet içeren protesto dalgasının en önemli nedenlerinden biri.
Müteahhit şirketlere arazi satışı, sağılacak bir inek gibi yerel yö­
netimlerin kasalarını doldurm aya yaradı. Fakat 2011'in başlarında
merkezi hükümet, emlak piyasasının denetim den çıkmasını, ve ço­
ğunlukla şiddete başvurularak gerçekleştirilen ve bir hayli direnişe
yol açan istimlakleri önlem ek am acıyla bu satışların kısıtlanması
emrini verdi. Bu durum pek çok belediye açısından mali güçlükler
yarattı. "Yerel yönetim borçlarındaki keskin yükseliş ve yatırımcı
Iıımaların (ki pek çoğu yerel yönetimlerce desteklenm ektedir) veri­
len kredileri denetlemekteki yetersizliği" bugün Çin ekonomisi için
biiyük bir tehdit olarak görülüyor, ve bu da salt Çin'de değil, dünya
şıpında gelecekteki büyüme ihtimallerine koyu bir gölge düşüıüvor. 2011 itibariyle Çin hükümeti belediyelerin borçlarının 2,2 tril­
yon dolar civarında olduğunu tahmin ediyordu, yani "ülke gayrisafi
yurtiçi hasılasının neredeyse 3'te l'i". Bu borcun m uhtem elen %80'
lık kısmı, belediyelerce desteklenen ama teknik olarak yerel yöneti­
min parçası olmayan kayıt dışı yatırım firmalarının elindedir. Bu
kuruluşlar inanılmaz bir hızla gerek yeni altyapı yatırımlarını ge11■
ksc Çin şehirlerini seyirlik bir karaktere büründüren karakteristik
binaları inşa etmektedir. G elgelelim belediyelerin küm ülatif borç
\ ııkiimlülükleri çok fazladır. Bir iflas dalgasının baş göstermesi ha­
linde, "halihazırda kendisi de 2 trilyon dolar civarında bir borcun
u/erinde oturm akta olan merkezi hükümet devasa bir yükümlülüi'iııı altına girebilir".46 Bir çöküş ve ardından "Japonya benzeri" uzun
bu duraklam a dönemi ihtimali son derece gerçektir. Ç inekonom isibüyüme çarkının 2011 'deki yavaşlaması daha şimdiden ithalat­
ım. Keith B radsher, "C h in a's E conom y is S tarting to Slow, but T h reat o f Infi'ti h h i I .oom s", N e w York T im es, B u sin ess S ection, 31 M ayıs 2011.
in. W ang X iao tian , "Local G overnm ents at R isk o f D efaulting on D ebt", C hi" i /i.u/v, 28 H a z ira n 2011; D avid B arboza, "C hina's C ities Piling U p D ebt to Fu• I liiioiu". N e w York Tim es, 7 T em m u z 2011.
110
ASİ ŞEHİRLER
ta azalm aya yol açıyor ki bunun yankıları, özellikle hammadde açı­
sından Çin pazarının sırtından gelişmiş olan dünyanın bütün bölge­
lerinde hissedilecek.
Öte yandan Çin'in iç kısımlarında henüz ne bir ahaliye ne de her­
hangi bir faaliyete evsahipliği etm eye başlamamış yepyeni şehirler
kurulmakta. ABD'de iş hayatına odaklanan basın, yatırımcı ve şir­
ketleri küresel kapitalizm in bu yeni sınır bölgesine çekm eye yöne­
lik bir reklam kampanyası yürütm ekte.47 19. yüzyılın ortalarından,
hatta belki daha evvelinden beri, kentsel gelişim hep spekülatif bir
faaliyet olagelmiştir, ancak Çin'deki spekülatif gelişm e insanlık ta­
rihinde gelmiş geçmiş bütün benzerlerinden farklı bir düzey sergili­
yor. Bununla beraber, küresel ekonomi içerisinde geometrik artış
gösteren ve soğrulması gereken nakit fazlası da daha önce hiç bu­
günkü düzeylere ulaşmamıştı.
ABD'de II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan banliyöleşme furya­
sında olduğu gibi, elektrikli ev aletleri benzeri bütün yardımcı sana­
yi kolları da eklendiğinde, Çin'deki kentsel patlam anın otomobil
hariç tüketim mallarını içeren geniş bir yelpazede küresel ekonomik
büyümeyi canlandırm akta kilit bir rol oynadığı açıkça görülür (oto­
motiv sektöründe ise Çin bugün dünyanın en büyük pazarına sahip
olmakla övünmektedir). "Bazı tahminlere göre Çin, çimento, çelik
ve köm ür gibi küresel ölçekte kilit öneme sahip bazı mal ve m alze­
m elerin %50'ye varan kısmını tüketmektedir; Çin em lak sektörü bu
talebin büyük bölümünü oluşturur."48 Çelik tüketim inin en az yarısı
m imari çevrede kullanıldığına göre, dünya çapında çelik üretiminin
döıtte birinin Çin'deki em lak faaliyetine harcandığı ortaya çıkar.
Em lak patlam asının gözlendiği tek ülke Çin değildir. BRIC ülkeleri­
nin tümü Çin'in peşi sıra gidiyor gibi görünmektedir. Geçen yıl hem
Sao Paulo hem de Rio'da em lak fiyatları ikiye katlandı, Hindistan
ve Rusya'da da benzer koşullar hâkim. Fakat bütün bu ülkelerin
güçlü enflasyon dalgasının yanı sıra yüksek büyüm e hızlarına sahip
olduğunu belirtm ek gerekir. 2007-2009 krizinin etkilerini bu denli
47. D av id B arb o za, "A C ity B orn o f C hina's B oom , Still U npeopled", New
York Tim es, 20 E k im 2010.
48. Ja m il A n d erlin i, "F ate o f R eal E state is G lobal C oncern", F in a n c ia l Ti
m es, 1 H aziran 2011.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
ıu
hızlı atlatabilmiş olmalarında güçlü bir kentleşme akımının payı in­
kâr edilemez.
Buradaki soru, krizin atlatılm asında başvurulan ve büyük ölçüde
spekülatif kentsel gelişime dayanan bu yöntemlerin ne derece sür­
dürülebilir olduğudur? Çin merkezi hüküm etinin bu patlamayı de­
netleme ve bankalarda aranan rezerv şartlarını yükseltm ek suretiyle
enflasyon baskısını durdurma girişimlerinde pek başarılı olduğu söy­
lenemez. Arsa ve gayrimenkul yatırım larıyla yakından ilişkili ola­
rak ortaya çıkan, izlemenin ve denetlem enin güç olduğu bir "gölge
bankacılık sistemi" yeni yatırım araçlarını elinde tutuyor (1990'larda ABD ve İngiltere'de ortaya çıkanların muadilleri bunlar). İvme
kazanan arsa istimlakleri ve enflasyon toplumsal huzursuzluğun ço­
ğalmasına yol açmakta. Şu sıralarda taksi şoförleri ve kam yoncula­
rın Şanghay'da düzenledikleri eylemlerin haberleri geliyor, yanı sıra
Guangdong'un sanayi bölgelerinde düşük ücret, kötü çalışm a koşul­
ları ve artan fiyatlara tepki olarak gerçek anlamda fabrika grevleri
gerçekleşiyor. Ayaklanmalara ilişkin resmi haberlerde belirgin bir
artış var. Ücret düzenlem elerinin yanı sıra, büyüyen huzursuzluğu
yatıştırmak ve daha riskli ve durağan dış pazarları ikame etmek üze­
re iç pazarı canlandırmayı amaçlayan hükümet politikaları tasarla­
nıyor (Çin'de tüketim GSYH'nın %35'ine tekabül ediyor, ABD'de ise
bu oran %70).
Ancak bütün bunları Çin hüküm etinin 2007-2009 kriziyle baş
edebilmek için aldığı somut tedbirler ışığında değerlendirmek gere­
kiyor. Krizin Çin'de yarattığı başlıca etki, dış pazarların (özellikle
ABD pazarının) aniden çöküşü ve 2009 başlarında ihracatta görülen
%20'lik düşüştü. Bazı güvenilir tahm inlere göre ihracat sektöründe
istihdam kaybı, 2008-2009 arası kısacık dönem de 30 milyona yak­
laşıyordu. IMF ise 2009 sonbaharı itibariye Çin'deki net istihdam
kaybını yalnızca 3 milyon olarak ilan ediyordu.49 Brüt ve net istih­
dam kaybı değerleri arasındaki farkın bir kısmı, kırsal kesimden
kente göçen işçilerin işlerini kaybettikten sonra kırsal bölgelere ge1 1 dönüşü ile açıklanabilir. Diğer bir kısmı ise, kuşkusuz, ihracatın
49. Intern atio n al M onetary F u n d /In tern atio n al L abour O rganization, The
t Inıllenges o f G row th, E m p lo ym en t a n d S o cia l C o h e sio n , C enevre: International
I .ihour O rg an izatio n , 2010.
112
ASİ ŞEHİRLER
hızlı biçimde yeniden canlanması sonucunda işten çıkarılanların
yeniden işe alınm asıyla açıklanabilir. Fakat emek arzı fazlasının ge­
ri kalan kısmının hüküm etin uyguladığı kentsel yatırımlar ve altya­
pı yatırımlarından oluşan kitlesel ölçekte Keynezyen canlandırma
program ı sayesinde soğrulduğu kesin gibidir. M erkezi hüküm et 600
milyar dolarlık bir ek bütçeyi, halihazırda büyük bir ölçekte sür­
mekte olan altyapı yatırımları programlarını desteklemek üzere or­
taya sürmüştü (toplam da 750 milyar dolarlık bir meblağ, 13 bin km
uzunluğunda bir hızlı tren hattı ile 18 bin km uzunluğunda gelenek­
sel demiryolu hattının inşasına ayrıldı, fakat hızlı tren hattında yaşa­
nan bir kazanın ifşa ettiği tasarım hataları, hatta yolsuzluk gibi so­
runlar yüzünden bu yatırım lar şu an zora girm iş durumda).50 Aynı
sıralarda merkezi hüküm et artı emeğin soğrulması amacıyla, banka­
lara her tür yerel gelişim projesine (emlak ve altyapı sektörleri da­
hil) bolca kredi vermeleri yönünde talimat verdi. Bu büyük ölçekli
program ekonom ik canlanm aya öncülük etm ek üzere tasarlanmıştı.
Çin hüküm eti bugün 2008 ile 2010 arası dönem de yaklaşık 34 m il­
yon yeni kentsel iş yarattığını iddia etmektedir. Eğer net istihdam
kaybına dair IMF rakam ları doğruysa, hükümetin kitlesel emek faz­
lasının büyük bölümünü absorbe etme konusunda kuşkusuz olduk­
ça başarılı olduğu söylenebilir.
Tabii buradaki büyük soru, bu devlet harcam alarının "üretken"
kategorisine girip girmediğidir; ve girdiği kabul edilebilirse, hangi
alanda ve kimin için üretken olduğudur? Dongguan yakınındaki
dev alışveriş m erkezi benzeri pek çok yatırım, keza dört bir yanda
kentsel peyzajın üzerine lekeler gibi dağılan yüksek apartmanlar
neredeyse bomboş duruyor. Bunlardan başka, yeni boş şehirler sa­
nayinin ve nüfusun gelip yerleşmesini beklemektedir. Öte yandan
Çin ulusal coğrafyasının daha sıkı ve etkin bir entegrasyondan fay­
da göreceği şüphe götürmez, ki az gelişm iş iç bölgeleri daha m üref­
feh kıyı bölgelerine ve su fakiri kuzey kesimleri suyun bol olduğu
güneye bağlayan dev altyapı yatırımları dalgası ve kentsel projeler,
en azından ilk bakışta, tam da bunu gerçekleştirir gibi görünüyor.
Metropoliten alan düzeyinde, kentsel büyüm e ve kentsel yenileme
50.
K eith B radsher, "H igh-S peed Rail P oised to A lter C hina, but C osts and
F ares D raw C riticism ", N e w York Tim es, 23 H a z ira n 2011.
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
113
süreçleri bir yandan da kentleşm eye m odernist teknikler kazandır­
makta ve faaliyet çeşitliliğini artırmaktaymış gibi görünüyor (ABD
ve Avrupa'da neoliberal kentleşm eye karakterini vermiş olan, ve
Şanghay'ın göz alıcı Expo Fuarının timsali olduğu bütün o olmazsa
olmaz kültür ve bilgi endüstrisi kurum lan buna dahildir).
Çin'in gelişimi bir anlamda, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD'
nin geçirdiği deneyimin abartılı bir taklidi olarak düşünülebilir. O
dönemde eyaletler arasında inşa edilen karayolu sistemi ABD'nin
güney ve batı bölgelerini entegre etmiş, ve banliyöleşme ile birleşen
bu süreç gerek istihdamı gerekse sermaye birikimini güvenceye al­
makta yaşamsal bir rol oynamıştı. Am erika ile olan bu paralelliği
başka alanlarda da gözlemek mümkündür. ABD'de 1945 sonrası ge­
lişim enerji ve arazi kullanımı açısından m üsrif olm akla kalmayıp,
marjinalleştirilmiş, dışlanmış ve asi kent nüfusları için belirgin bir
krize yol açmış, ve buna karşı koymak için 1960'ların sonlarında bir
dizi kamu politikası ortaya atılmıştı. Bütün bunlar 1973 krizi sıra­
sında Başkan Nixon'in Ulusa Sesleniş konuşm asında kentsel krizin
sona erdiğini ve bununla mücadeleye ayrılan federal bütçenin geri
alınacağını beyan etmesiyle birlikte geri plana itildi. Bunun beledi­
yeler düzlem inde yarattığı etki, ABD'de 1970'lerin sonundan itiba­
ren kentsel hizmetlerde yeni bir krizin patlak vermesi ve beraberin­
de devlet okulları, devlete bağlı sağlık sistemi ve ucuz konut sistemindei yozlaşm a oldu.
Çin'de uygulanan, kente ve altyapıya yönelik hızlandırılmış ya­
tırımlar stratejisi bu iki eğilimi birkaç yıla sığdırıyor. Şanghay ve
l’ekin arasında yapılacak bir hızlı tren hattı işadamları ve üst orta sı­
nıf için hoş olabilir, ama Çin Yeni Yılı geldiğinde işçileri doğup bü­
yüdükleri kırsal bölgelere taşımayı amaçlayan ucuz bir toplu taşıma
seçeneği sunmuyor. Benzer şekilde, ne yüksek apartman blokları,
giriş-çıkışın kontrol edildiği siteler, ne de zenginlere hitap eden golf
sahaları veya pahalı markaların boy gösterdiği alışveriş merkezleri,
baskı altında yaşan yoksullaştırılmış kitleler için gündelik yaşamın
onarılarak tatm inkâr hale getirilmesine hizmet etmiyor. Kentsel ge­
lişmenin sınıf ekseni boyunca yarattığı asimetri, aslında küresel bir
mesele. Son dönemde Hindistan'da da aynı sorunun baş gösterdiği­
ne tanık oluyoruz. Dünyanın sayısız başka şehrinde de olduğu gibi,
marjinalleştirilmiş bir nüfusun yoğunlaştığı alanlar, refah düzeyi
114
ASİ ŞEHİRLER
gittikçe artan bir azınlığa hitap eden ultra modem bir kentleşme ve
tüketim kültürünün yanı başında beliriyor. Bugün pek çok kentte
çoğunluğa sahip ve hâkim kabul edilebilecek iktidar bloğunu teşkil
eden yoksullaştırılmış, güvenceden yoksun ve dışlanmış işçilerle
nasıl başa çıkılacağı önemli bir siyasi sorun haline geliyor. Bunun
sonucunda askeri planlam anın bugün yoğun biçim de odaklandığı
sorun, sabırsız ve devrimci potansiyele sahip kent m enşeli hareket­
lerle nasıl baş edileceği.
Fakat Çin örneğinde bu hikâyenin ayrı bir katm anı daha var.
1979'da liberalleşm enin başlam asından beri gelişm enin izlediği çiz­
gi, ademimerkeziyetçiliğin, m erkezi denetim uygulamanın en iyi
yollarından biri olduğu görüşüne dayanıyordu. Buradaki temel fi­
kir, merkezi bir kontrol ve piyasayla eşgüdüm çerçevesinde, bölge
ve belediye yönetimlerini kendi yararlarına olan siyasetler izlemek
konusunda serbest bırakmaktı. Yerel girişim ler yoluyla elde edilen
başarılı çözüm ler daha sonra m erkezi yönetimin siyasetini yeniden
tanım lam asına temel oluşturacaktı.
Çin'den gelen haberler 2012'de gerçekleşmesi beklenen iktidar
değişiminin ikircikli bir tercihle karşı karşıya olduğuna işaret edi­
yor. Dikkatler Chongqing şehrine yoğunlaşm ış durumda, piyasa te­
m elli siyasetten tekrar devlet öncülüğünde bir sosyalist dağılım a —
ki ilginç biçimde, büyük oranda M aoizmden feyzalan bir retorikle
desteklenm ekte— dönüş gibi radikal bir değişim bir süredir yürür­
lükte. Bu m odelde "her şey yoksulluk v e eşitsizlik sorununa bağla­
nıyor". Hükümet "devlete ait işletm elerin piyasa kârlarım gelenek­
sel sosyalist projelere aktarıyor, buradan elde edilen ciroyu ucuz ko­
nut inşası ve ulaşım altyapısının finansm anında kullanıyor". Konut
girişimi "devasa bir inşaat program ı" ile "şehrin m ücavir alanında
yerleşik 30 milyon nüfusun üçte birine ucuz ev sağlanm ası"nı içeri­
yor. "Belediye, her biri 300 bin nüfusa sahip 20 uydu kent inşa et­
meyi tasarlıyor. Bunların her birinde 50 bin kişi devlet sübvansiyon­
lu evlerde oturacak." Bu inanılmaz derecede azimli projenin ama­
cı (Dünya Bankası'nın tavsiyeleri hilafında) son yirmi yıldır ulus
çapında ortaya çıkan ve giderek derinleşen toplum sal eşitsizlikleri
azaltmak. Özel inşaat şirketlerinin zenginler için inşa ettiği güven
likli konut bölgesi projelerine bir panzehir. Fakat bunun dezavanta
jı arazinin kırsal kullanım ların elinden alınmasını hızlandırarak
KRİZLERİN KENTSEL KÖKENLERİ
115
köylü nüfusu zoraki bir kentleşm enin içine itmesi. Bu durum karşı­
sında duyulan hoşnutsuzluk ve yükselen itiraza ise hükümetten bas­
kıcı, hatta otoriter bir tepki geliyor.
Bu tür bir sosyalist yeniden bölüşüm gündem inin geri dönüşü ve
özel sektörün kamusal amaçlarla kullanılm ası, şimdi merkezi hükü­
metin de izleyebileceği bir model sunuyor. M erkezi yönetim 2010'
dan başlayarak beş yıl zarfında 36 milyon ucuz konut birimi üret­
meyi planlıyor. Bu yolla Çin'in artı serm ayesinin emilimi sorununu
çözmeyi öneriyor, aynı zam anda kırsal nüfusun kentleşme oranını
artırarak emek fazlasını absorbe etmeyi ve durumu iyi olmayanlara
makul fiyatlarla konut güvencesi sunarak halk arasında yaygınlaşan
hoşnutsuzluğunu gidermeyi amaçlıyor.51 Burada 1945 sonrası Ame­
rikan kentsel politikalarının yankılarını bulabiliriz: bir yandan eko­
nomik büyümeyi sürdürürken, bir yandan da isyana meyilli nüfusu
konut güvencesi vererek pasifize etmek. Buradaki tek dezavantaj,
zorunlu arazi istim laklerine karşı yükselen ve bazen de şiddete baş­
vuran itirazlardır (her ne kadar Çinliler M ao'nun "yumurtaları kır­
madan omlet yapılmaz" şiarına sadık kalsalar da).
Piyasa temelli rakip kalkınma modelleri ise Çin'in diğer kısım la­
rında, özellikle Shenzen gibi kıyı ve güney şehirlerinde ortaya çıkı­
yor. Burada önerilen çözüm çok farklıdır. Siyasi liberalleşmeye ve
Inırjuva kentsel dem okrasisine, ve buna paralel serbest piyasa giri­
şimlerinin sağlam laşm asına vurgu yapılır. Bu durumda artan top­
lumsal eşitsizlik, istikrarlı ekonomik büyüm e ve rekabet gücünün
kaçınılmaz maliyeti olarak kabul edilir. Merkezi hüküm etin hangi
larafa m eyledeceğini şimdiden kestirmek imkânsız. Buradaki kilit
nokta, kent temelli girişim lerin bu tür farklı gelecek tercihlerine gi­
den yolun öncülüğünü yapıyor olması; fakat bu geleceğe ulaşmanın
yolu, devlet ve piyasa arasında kutuplaşmış bir tercihe kati surette
bağlı olacağa benzer.
Çin'in son yirm i-otuz yıllık kentleşm e serüveni kelimenin tam
.mlamıyla bir hadisedir, hem de sonuçları dünyayı sarsan türden bir
hadise. Likidite fazlası ve sermayenin aşırı birikim inin kentleşme
•Hacılığıyla em ilm esi, kârlı seçeneklerin nadir olduğu bir dönemde
51. P eter M artin ve D av id C ohen, "S ocialism 3.0 in C hina", the-dipiom at.
m m : A nderlini, "F ate o f R eal E state is G lobal C oncem ".
116
ASİ ŞEHİRLER
kuşkusuz yalnız Çin'de değil, dünyanın geri kalanında da son kriz
yıllarında sermaye birikimini m üm kün kılan şeydi. Böyle bir çözü­
m ün ne derece istikrarlı olduğu ise tartışm aya açık. Artan toplumsal
eşitsizlik (Çin bugün ülke içindeki m ilyarder sayısında dünya 3.'sü),
çevrenin tahribatı (ki bizzat Çin hükümeti bunu açıkça kabul etm ek­
tedir), varlıklarının aşırı genişlem esi ve aşırı değerlenm esiyle bir­
leştiğinde , Çin m odelinin hiç de sorunsuz olm adığını ve bir gecede
kapitalist gelişimin garantörlüğünden kapitalizm in sorunlu çocuğu­
na kolaylıkla dönüşebileceğine işaret ediyor. Eğer bu model de ba­
şarısızlığa uğrarsa, kapitalizmin geleceği hakikaten zora girmiş de­
mektir. Bu ise tek çıkar yolun antikapitalist seçenekleri araştırmaya
daha yaratıcı biçimde yaklaşm ak olduğu anlam ına gelir. Eğer kapi­
talist tarzda kentleşme, serm ayenin yeniden üretim inde böylesine
zaruri bir rol oynuyorsa, alternatif kentleşme biçimleri de antikapi­
talist bir seçeneğin aranm asında merkezi bir konum a sahip olsa ge­
rektir.
Sermayenin Kent(li)leşmesi
Yeniden üretimi sırasında sermaye, çeşitli şekillerde kentleşme sü­
recinden geçer. Sermayenin kentlileşmesi, kapitalist sınıf güçlerinin
kentleşmeye hâkim olma kapasitesini varsayar. Bu ise sermayedar
sınıfın yalnızca devlet aygıtları (özellikle devlet gücünün mekânsal
yapılar içinde toplumsal ve altyapıya ilişkin koşulları yöneten cep­
hesi) üzerinde değil, topyekûn nüfus (yaşam tarzının yanı sıra emek
gücü, kültürel ve siyasi değerlerin yanı sıra dünya görüşleri) üzerin­
de hâkimiyet kurması anlam ına gelir. Bu düzeyde bir denetim ise ko­
lay kolay elde edilmez, hatta hiç mümkün olmayabilir. Şehir ve onu
m eydana getiren kentsel süreçler bu nedenle toplum sal ve sınıfsal
m ücadelelerin başlıca sahasını oluşturur. Buraya kadar bu mücade­
lenin dinamiklerini serm ayenin konumundan bakarak irdeledik.
Öyleyse sıra şimdi de kentsel süreçleri — disipliner aygıtların yanı
sıra özgürleştirici, antikapitalist pratikleri— bu süreçlerin tam orta­
sında geçimlerini sağlamaya ve gündelik yaşantılarını idame ettir­
meye uğraşan tüm kesimlerin bakış açısından irdelemeye geliyor.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kentsel Müşterek Alanların
Yaratılması
ve sınıftan insanın — her ne kadar gönülsüzce ve
agonistik bir biçimde de olsa— yan yana gelerek durm adan değişen,
gelip geçici, ama yine de müşterek bir yaşantıyı ürettiği bir m ekân­
dır. Bu ortak yaşantı, kent üzerine çalışan uzmanları evvelden beri­
dir meşgul etm iş, bu yaşantının (veya belli bir dönem de belli bir şeh­
re has bir yaşam tarzının) karakterini ve daha derindeki anlamlarını
yakalamaya çalışan geniş bir yelpazeden yazı ve temsillerin (rom an­
lar, filmler, resimler, videolar vb.) vazgeçilm ez konusunu oluştur­
muştur. Şehir ütopyalarının uzun tarihçesi ise şehre farklı bir görü­
nüm vermek, Park'ın deyimiyle şehri "gönlümüze göre şekillendir­
mek" uğrunda sarf edilen insan çabasının bir arşivini içerir. Yitiril­
miş olduğu düşünülen kentsel müştereklerin son dönemde yeniden
vurgulanır olm ası, yakın zam anda deneyimlenen özelleştirme, ortak
alanların kam uya kapatılışı, mekânsal denetim ve polis gözetiminin
derin etkilerine delalet eder. Son dönem de belirginleşen bir gözetim
dalgası, genel olarak kentsel yaşamı, özelde de kapitalist sınıf çıkar­
larının etkisi (hatta hâkimiyeti) altındaki kentsel süreçlerin içinden
yeni toplumsal ilişki biçimleri (yeni bir tür ortak alan) meydana ge­
lirine potansiyelini hedef almıştır. Örneğin Hardt ve Negri şehri
müşterek olanın üretildiği bir fabrika gibi görm emiz gerektiğini id­
dia ederken, bunu antikapitalist eleştiri ve siyasi eylem için bir baş­
langıç noktası olarak ortaya atar. Tıpkı şehir hakkı gibi, bu görüş de
cczbedici ve merak uyandırıcı görünüyor. Fakat gerçekte tam olarak
ne ifade eder? Ortak mal addedilen kaynakların yaratılması ve kullaŞ E H İR H E R T Ü R D E N
118
A St ŞEHİRLER
nımı üzerine süregiden uzun tartışm a ve m ünakaşaların geçmişiyle
nasıl eklem lenebilir?
G arret Hardin'in "Ortak Alanların Trajedisi" isimli klasik çalış­
masının, arazi ve kaynakların kullanım ında özel m ülkiyetin daha
verim li koşullar doğurduğu fikrini destekleyen sağlam bir kanıt, do­
layısıyla özelleştirmenin tartışm a götürmez bir dayanağı olarak kul­
lanıldığına kim bilir kaç kez rast gelm işim dir.1 Bu yanlış yorumun
nedenlerinden biri, Hardin'in kullandığı büyükbaş hayvan metaforudur: Her biri kendi bireysel yararını artırmak isteyen kişilerin şah­
si malı olan bu hayvanlar, ortak bir mera üzerinde otlatılmaktadır.
Her bir hayvan besicisi daha çok sayıda hayvanı meraya çıkarm ak­
la şahsi kazancını artırmış olurken, toprağın maruz kaldığı verim li­
lik kaybından bütün kullanıcılar payını alır. Sonuç olarak bütün be­
siciler hayvan sayısını artırm aya devam ederler, ta ki meranın ve­
rimliliği tam am en tükenene dek. Hayvanların mülkiyeti de ortak ol­
saydı, bu m etafor kuşkusuz geçerliliğini yitirecekti. Öyleyse soru­
nun kaynağı, meranın ortak mal oluşunda değil, hayvanların şahsa
ait oluşu ve şahsi kazancı artırm aya dönük davranış biçiminde aran­
malıdır. Fakat bunların hiçbiri Hardin'in ilgilendiği temel konu de­
ğildi. Onu ilgilendiren şey, nüfus artışıydı. Çocuk sahibi olmak yö­
nündeki kişisel tercihin, nihayetinde dünya üzerindeki müşterek
kullanım alanlarının tahribatına ve ne kadar kaynak varsa hepsinin
tüketilm esine (M althus'un da iddia ettiği gibi) yol açacağından en­
dişe ediyordu. Ona göre tek çözüm , nüfusun otoriter biçimde denetlenm esiydi.2
Bu örneği vermekteki am acım , bizzat ortak alanlar üzerine ge­
liştirilen düşüncenin ne denli dar bir alana hapsolduğunu, ve fazla­
sıyla dar bir dizi varsayım çerçevesinde, büyük oranda İngiltere'de
Ortaçağ sonlarından itibaren görülen çitleme hareketini model aldı­
1.
G arre tt H ardin, "The T ragedy o f the C om m ons", S cien ce 162 (1968):
2438; B. M cC ay v e J. A cheson (haz.), T he Q uestion o f the C om m ons: The Culture
a n d E co lo g y o f C o m m u n a l R eso u rces, T ucson, AZ: U niversity o f A rizo n a Press,
1987.
2.
Sol cen ah tan bu kadar ço k sayıda analistin H ardin'i bu noktada tam am e
y anlış an lam ası h ayret verici. Ö rneğin M assim o de A ngelis, T h e B eginning ol
H isto ry: Value S tru g g les a n d G lo b a l C a p ita l, L ondra: P luto P ress, 2007: 134'le
H ard in 'in "sözde doğal bir zo ru n lu lu ğ a d ay andırarak ortak m ekânların özelleşti
rilm esi için b ir gerekçe o luşturduğunu" söylüyor.
K ENTSEL M Ü ŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
119
ğını göstermek. Bunun sonucunda siyasi düşünce çoğu kez, özel
mülkiyete dayalı çözüm ler ile otoriter devlet müdahalesi arasında
yapılacak bir tercih biçim inde kutuplaşmıştır. Siyasi bir perspektif­
ten baktığımızda, tam amen reflekse dayalı bir tepkinin bütün tartış­
mayı gölgelediğini görürüz. Tartışmanın tarafları (bir zamanlar or­
tak eylemin sahip olduğu varsayılan ahlaki ekonomiye duyulan yük­
sek dozda nostaljiye batmış olarak) çitlem enin ya lehinde konum la­
nır ya da (solda daha yaygın olduğu üzere) aleyhinde.
Governing the Commons (Ortak Alanların Yönetimi) kitabında
lilinor Ostrom bu varsayımlardan bazılarını çürütmeye girişiyor.3
Uzun bir geçmişe sahip olan antropolojik, sosyolojik ve tarihsel ka­
nıtları sistematize eden Ostrom, hayvan besicilerinin, eğer birbirleriyle konuşmuş (veya paylaşım a dönük kültürel norm lara sahip) ol­
salardı, herhangi bir ortak sorunu kolaylıkla çözebilecek oldukları­
nı gösteriyor. Çok sayıda örnekten yola çıkan yazar, bireylerin ortak
mülkiyet altındaki kaynakları, hem bireysel hem de kolektif fayda
getirecek biçimde hep birlikte yönetm enin zekice ve makul yolları­
nı bulabileceklerini ve çoğu kez de bulduklarını gösteriyor. Ostrom'
ıın üzerinde durduğu temel soru, bunun nasıl olup da bazı durum lar­
da başarıldığı ve hangi koşulların buna engel oluşturduğu. Yazarın
incelediği örnekler, "ortak kaynaklara ilişkin sorunların tek çözüm
yolunu dışsal bir yetke tarafından özel m ülkiyet yapısının dayatılıı msında veya m erkezi denetimde gören pek çok siyasal analistin
varsayımlarını altüst ediyor". Çünkü bu örnekler "özel ve kamuya
iiil araçların zengin bir karışım ı"na işaret ediyor. Çalışmadan çıkan
bu sonuç, siyaset alanını devlet ve piyasa arasında iki seçenekli bir
icrcih olarak gören iktisadi tutuculukla m ücadelede yazarın elini
güçlendiriyor.
G elgelelim Ostrom'un seçtiği örneklerin çoğu, sadece yüz kadar
kullanıcıyı içeriyor. Bunun çok üzerinde rakam lar (örneklerden en
geniş olanı 15 bin kişiyi içeriyordu) söz konusu olduğunda ise ya­
zar, "kademeli" bir karar m ekanizm asının zorunlu hale geldiği, çün­
kü bütün bireylerin birbiriyle yüz yüze m üzakere etm esinin olanak­
sız olduğu sonucuna varıyor. Bunun anlamı, sözgelimi küresel ısın­
3.
E lin o r O stro m , G o vern in g the C om m ons: T he E volution o f In stitu tio n s f o r
ı 'olleetive A ctio n , C am b rid ge: CUP, 1990.
120
ASİ ŞEHİRLER
ma gibi büyük ölçekli sorunları ele alırken kadem eli, yani bir an­
lamda "hiyerarşik" örgütlenm e biçimlerine ihtiyaç olduğudur. An­
cak m aalesef "hiyerarşi" yaygın düşüncede bir günah keçisi konu­
mundadır (Ostrom da bu kavramı kullanm aktan kaçınıyor) ve son
dönemde solun büyük kesiminde hararetle mahkûm edilmektedir.
Pek çok radikal çevrede siyasi açıdan kabul edilebilir görülen yegâ­
ne örgütlenme biçimi, devlet dışı, hiyerarşik olm ayan, yatay bir ya­
pıdır. Bir tür kademeli hiyerarşik düzenlem enin gerekli olabileceği
sonucundan kaçınmak için, küçük ve yerel ölçek haricindeki ortak
alanların (örneğin Hardin'in ele aldığı küresel nüfus sorunu gibi)
nasıl idare edileceği sorusundan uzak durm ak âdet halini almıştır.
Burada açıkça analitik bir güçlük ifade eden ve dikkatle değer­
lendirilmeyi bekleyen (ama bir türlü değerlendirilm eyen) bir "ölçek
sorunu" ile karşı karşıyayız. Belli bir ölçekteki ortak kaynakların
makul biçimde yönetilm esinde geçerli olan im kânlar (küçük bir ne­
hir havzasındaki yüz çiftçinin suyun kullanımı üzerindeki ortak
hakkı gibi), küresel ısınma veya güç santrallerinin yaydığı asidin
bölgesel yayılımı gibi bir sorunun çözüm üne tatbik edilemez. Coğ­
rafyacıların sevdiği tabirle, "ölçek atladığım ızda", ortak alanlar so­
rununun karakteri ve çözüm olasılığı büsbütün değişir.4 Bir ölçeğin
sorunlarını çözmek için iyi bir yol gibi görünen şey, başka bir ölçek­
te geçerliliğini yitirir. Daha da kötüsü, belli bir ölçek (diyelim "ma­
halli" ölçek) için kati surette iyi olan çözüm leri üst üste koymakla
bir üst ölçek (diyelim ki küresel) için iyi sonuçlar üretilmiş olmaz.
Hardin'in kullandığı metaforun bu denli yanıltıcı olması bu yüzden
dir: ortak bir m era üzerinde iş gören özel sermayeye ilişkin küçük
ölçekli bir örneği, küresel bir sorunu açıklam akta kullanmaktadır,
sanki ölçekler arasında sorunsuzca geçiş yapılabilirm iş gibi.
Yine aynı nedenden dolayıdır ki, ortak m ülkiyet esasına dayalı
küçük ölçekli dayanışm a ekonom ilerinin kolektif örgütlenmesin
den edinilen kıymetli bilgiler, "kademeli," dolayısıyla hiyerarşik ör­
gütlenm e tarzlarına başvurm aksızın küresel çözüm lere tercüme
edilemez. M aalesef, yukarıda da belirttiğim gibi, hiyerarşi fikri bu
günlerde m uhalif solun pek çok kesim inde yasaklı muamelesi gör
4.
E ric S h ep p ard ve R obert M cM aster (haz.), S ca le a n d G eo g ra p h ic Inquii v,
O x fo rd : B lack w ell, 2004.
KENTSEL M ÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
121
inektedir. Örgütsel tercihin bu şekilde fetişleştirilm esi (salt yatay
ilişkiler, gibi) uygun ve etkin çözüm arayışına çoğu kez engel ol­
maktadır.5 Daha net olmak gerekirse, yataylığın kötü bir şey oldu­
ğunu söylem iyorum , bilakis harika bir amaç olduğu düşüncesinde­
yim, fakat demek istediğim, hâkim bir örgütlenme ilkesi olarak ele
alındığında yataylığın barındırdığı kısıtların farkına varmamız ve
gerektiğinde bunun ötesine geçm eye hazır olmamız gerektiği.
Ortak alanlar ile peşinen fena bir şey olduğuna hükmedilen sı­
nırlandırma ve kapatm a eylemi arasındaki ilişkiye dair de bir hayli
kafa karışıklığı mevcut. Makro resme bakıldığında sınırlandırm a ve
kapatmanın belli biçimleri, (özellikle küresel düzeyde) bazı kıym et­
li ortak alanları korumanın çoğu kez en iyi yoludur. Bu, kulağa çe­
lişkili gibi geliyorsa, hakikaten çelişkili bir durumu yansıttığı için­
dir. Sözgelimi Amazonlarda hem biyolojik çeşitliliği hem de yerli
loplulukların kültürlerini dünya çapındaki doğal ve kültürel ortak
alanımızın parçası sıfatıyla korumak, çok sıkı bir sınırlandırma ey­
lemini gerekli kılar. Bu ortak alanları ticari grupların kısa vadeli çı­
karlarından, soya fasulyesi ve büyükbaş hayvan çiftliklerinin topra­
ğı lalan etm esinden ve sığ görüşlü demokrasi anlayışından korumak
için devlet otoritesi şart gibi görünüyor. O halde sınır koyma biçim ­
lerini topyekûn kötü olarak niteleyip bir kenara atmak yanlış olur.
I ler geçen gün fütursuzca ticari bir çehreye bürünen bir dünyada ti­
caret dışı m ekânların üretim ve kullanımının sınırlandırılması kuş­
kusuz iyi bir şeydir. Fakat burada başka bir problem söz konusu ola­
bilir: Biyolojik çeşitliliği korumak için yerli toplulukları orman
alanlarından tahliye etmek (World Wide Fund fo r Nature m [Doğa
ıçiıı Dünya Çapında Fon] sıklıkla savunduğu gibi) gerekli görülebi5.
Bu sorunu cid d iy etle ele alan anarşist teorisy en lerd en biri M urray Bookı hin dir: R em a kin g So ciety: P a th w a ys to a G reen F u tu re, B oston, MA: S outh End
I’icss, 1990; v e U rban iza tio n w ith o u t C ities: T he R ise a n d D ecline o f C itizenship,
M ontreal: B lack R o se B ooks, 1992; T ürkçesi: K entsiz K e n tleşm e, çev. B urak Ö zvnlçın, Istanbul: A yrıntı, 1999. M arin a S itrin , H orizontalism : Voices o f P opular
Power in A rg en tin a adlı kitab ın da (O akland, CA: AK P ress, 2006), hiyerarşi k a rşı­
lı d üşünüşün h araretli b ir sav unusunu ortaya koyuyor. A yrıca bkz. S ara M otta ve
A lt G un v ald N ilso n , S o cia l M o vem ents in the G lo b a l South: D ispossession, D e v e ­
lopm ent a n d R esista n ce, B asin gstoke, H ants: P algrave M acm illan, 2011. S ola h a ­
tm i olan bu h iy erarşi aley h tarı görüşün önde gelen teorisyenlerinden biri John
I lollow ay'dir: C h a n g e the W orld w ithout Taking P ow er, L ondra: P luto P ress, 2002.
122
ASİ ŞEHİRLER
lir. Bir ortak alanı, diğeri pahasına korumak gerekebilir. Doğal bir
sit alanına sınır çekildiğinde, orası kamunun erişimine kapatılmış
olur. Ancak bir tür ortak alanın korunması için diğerini yok sayma­
nın şart olduğunu varsaym ak tehlikelidir. Ö rneğin, orman ortak ida­
resi düzenlemelerinin bize sunduğu çok sayıda kanıtın gösterdiği
gibi, bir yandan habitatın ve ormanın gelişimi için çaba harcarken,
diğer yandan geleneksel kullanıcıların orman kaynaklarına erişim i­
ni tem inat altına almak çoğu kez her iki tarafın da yararına sonuç­
lanmaktadır. Ortak alanları sınırlandırm a yoluyla koruma fikrinin,
kapitalizm karşıtı bir strateji olarak aktif biçimde araştırılması ge­
rektiği halde, bunu dile getirm ek her zaman kolay olmayabilir. Oy­
sa solda yaygın olan "yerel özerklik" talebi de gerçekte bir tür sınır­
landırmayı içerir.
Ortak alanlara dair soruların çelişkili ve bu yüzden de daima
m ücadele gerektiren sorular olduğuna hükmedebiliriz. Bu soruların
ardında birbiriyle çelişen toplumsal ve siyasi çıkarlar yatar. Nitekim
siyaset, Jacques Rancière'in tarifiyle, "ancak ihtilaflı olabilen bir or­
tak alanın faaliyet alanıdır".6 Son kertede analist çoğu zaman basit
bir tercihle karşı karşıya kalır: Kimin tarafındasın; kimin ortak çıka­
rını korumayı ve bunu hangi araçlarla gerçekleştirm eyi amaçlıyor­
sun?
Sözgelimi günüm üzde zengin kesim, dışlayıcı bir ortak alanı ifa­
de eden, giriş-çıkışın denetlendiği konut bölgelerinde kendisini ya­
lıtmaktadır. Temelde bu, elli çiftçinin ortak bir su kaynağını kendi
aralarında pay edip, kendileri dışında kimseyi kaynağa yaklaştırm a­
dıkları durumdan farksızdır. Üstelik, zenginler kendilerine ait dışla­
yıcı kentsel mekânların reklamını yaparken, bunları bir köyün gele­
neksel ortak alanına benzetecek kadar da cüretkârdırlar. Örneğin
Arizona eyaletinin Phoenix şehrinde bulunan Kierland Com m ons’ın
"perakende ticaret, lokantalar, ofisler vb.'den oluşan kentsel bir köy"
olarak tanımlanışı gibi.7 Radikal gruplar da (bazen özel mülkiyete
6. Jacq u es R ancière, ak taran M ichael H ardı ve A ntonio N egri, C om m onw e­
alth , C am b rid g e, MA: H arvard U n iv ersity P ress, 2009: 350; T ürkçesi: O rta k Z e n ­
g in lik, çev. B arış ve E fla Y ıldırım , İstanbul: A yrıntı, 2011.
7. E lizab eth B lackm ar. "A ppropriating 'the C om m on': T h e T ragedy o f P ro­
perty R ig h ts D isco u rse", T he P olitics o f P u b lic S p a ce içinde, S etha L ow ve Neil
S m ith (haz.). N ew York: R o u tled g e, 2006.
KEN TSEL MÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
123
dayanarak, örneğin ilerici bir am aca hizmet etmek üzere bir binayı
toplu olarak satın alarak) mekânları, ortak bir eylem siyasetine daya­
nak olarak kullanm ak üzere ele geçirebilirler. Veya korunaklı bir m e­
kânın içerisinde bir komün veya sovyet kurabilirler. M argaret Kohn'
un 20. yüzyıl başı İtalyası'nda siyasi eylem in merkezi olarak tarif et­
tiği "halk evleri" buna iyi bir örnektir.8
Ortak alanın her türü kısıtsız erişime açık değildir. Bazı ortak
alanlar (soluduğum uz hava gibi) kısıtsızken, diğerleri (şehirlerim i­
zin sokakları gibi) ilkesel olarak herkesin kullanım ına açıktır ancak
denetlenebilir, polis gözetimine alınabilir ve hatta ticaret geliştirme
bölgeleri biçiminde özel bir idareye devredilebilir. Bunların da dı­
şında, daha başından belli bir zümreye ait olan ortak alanlar vardır
(elli çiftçinin kontrol ettiği ortak bir su kaynağı gibi). Ostrom'un ilk
kitabındaki örneklerin çoğu bu son gruba dahildir. Ayrıca yazar baş­
langıçta araştırm asını, güya "doğal" kaynaklar olan (güya diyorum
çünkü bütün kaynaklar teknolojik, iktisadi ve kültürel birer değerdir
ve o ölçüde de toplumsal olarak tarif edilir) toprak, orman, su, balık
avı bölgeleri vb. ile sınırlı tutmuştu.
Birçok meslektaşı ve çalışma arkadaşı gibi Ostrom da daha son­
raları genetik malzeme, bilgi, kültürel sermaye ve benzer türden or­
tak alanlar üzerine araştırm alar yürüttü. Bu ortak alanlar da günü­
müzde m etalaşma ve sınırlandırm a yönünden yoğun saldırı altında­
dır. Sözgelimi kültürel müşterekler, bütün mekânları Disney World'e
benzetmeye odaklanmış bir kültürel miras endüstrisinin marifetiyle
bir metaya dönüştürülmekte ve makaslanmaktadır. Genetik m alze­
me ve daha genel olarak bilimsel bilgi üzerindeki fikri m ülkiyet ve
patent hakları günüm üzün en hararetli tartışm a konularından birini
oluşturur. Yayıncılık şirketlerinin bilimsel ve teknik dergilerde ya­
yımlanan m akalelere erişim için ücret talep etmesi, herkese açık ol­
ması gereken ortak bilgiye erişimin nasıl problem haline geldiğine
apaçık bir örnektir. Yaklaşık son yirmi yıldır, erişime tümüyle açık
bir ortak bilgi havuzu oluşturm a yönündeki çalışm alar ve uygula­
maya dönük önerilerin yanı sıra, kıran kırana hukuki m ücadelelerde
de bir patlam a yaşandı.9
X. M argaret K ohn, R a d ic a l Space: B uilding the Hoıı.se o f t h e P eop le, Ithaca,
NY: C o m ell U n iv ersity P ress, 2003.
124
ASİ ŞEHİRLER
Bu türden kültürel ve fikri ortak alanlar çoğunlukla doğal kay­
nakların pek çoğu için geçerli olan kıtlık m antığına veya dışlayıcı
kullanım a tabi değildir. Hepimiz aynı radyo yayınını veya televiz­
yon program ım aynı anda dinleyebiliriz ve bu durum yayından hiç­
bir şey eksiltmez. Hardt ve Negri kültürel ortak alanları "dinamik"
olarak niteleyip ekliyorlar:
h e m e m e ğ in ü r e t t iğ i b i r ş e y d ir , h e m d e g e le c e k t e k i ü r e t im in a r a ç la r ın ı iç e ­
rir. B u o r t a k a la n p a y la ş t ığ ı m ı z y e r y ü z ü n d e n ib a re t d e ğ ild ir , a y n ı z a m a n d a
m e y d a n a g e t i r d i ğ i m i z d i l l e r i , t e s is e t t iğ im iz t o p lu m s a l p r a t ik le r i, i l i ş k i l e r i ­
m i z i t a n ım la y a n t o p lu m s a llık t a r z la r ın ı v e b e n z e r u n s u r la r ı d a iç e r ir .
Bu ortak alanlar zaman içerisinde oluşur ve ilkesel olarak herkese
açıktır.10
Bir şehrin insani niteliği, şehrin çeşitli mekânlarındaki pratikle­
rim izden doğar, bu m ekânlar her ne kadar kısıtlanm ış, toplumsal
kontrole tabi ve gerek özel gerekse kam u/devlet çıkarlarının emrine
sunulm uş olsa da. Burada kamusal mekânlar ve kamu yararı ile ortak
alanlar arasında önemli bir fark vardır. Şehrin kamusal mekânları ve
kamu yararı oldum olası devletin gücü ve kamu yönetimiyle ilgili bir
m eseledir; bu mekân ve yararların bir ortak alan m eydana getirmesi
şart değildir. Kentleşme tarihi boyunca kamusal m ekânların ve ka­
mu yararının (hıfzıssıhha, halk sağlığı, eğitim ve benzerleri gibi) te­
min edilm esi, ister devlet ister özel şirketler eliyle olsun, kapitalist
gelişm e için vazgeçilm ez olm uştur." Şehirler şiddetli sınıf çatışm a­
ları ve m ücadelelerine sahne olduğu ölçüde, kent yönetimleri de
kentlileşm iş bir işçi sınıfına kamusal mal ve hizmetleri (ucuz konut,
sağlık hizmetleri, eğitim, asfalt caddeler, hijyen ve su gibi) sunmaya
m ecbur kalmıştır. Bu kamusal m ekânlar ve mal ve hizmetler ortak
alanların niteliğine büyük ölçüde katkı yapmış olm akla birlikte, bun­
lardan faydalanm ak şehir sakinlerinin siyasal eylem ini gerektirir.
Devlet eğitim inin m üşterek bir alan haline gelm esi, toplumsal güç­
lerin onu sahiplenmesi, koruması ve ortak fayda için geliştirmesi ile
m üm kündür (Okul Aile Birliği için üç defa "sağ ol"!). Atina'daki
9.
C h arlo tte H ess and E lin o r O strom , U nderstanding K n o w led g e as a C o m
m o n s: F rom T h eo ry to P ra ctice, C am bridge, MA: MIT P re ss, 2006.
10. H ardt ve N eg ri, C o m m onw ealth: 137-9.
11. M artin M elosi, The S a n ita ry C ity: U rban Infrastructure in A m erica fro m
C o lo n ia l T im es to the P resent, B altim ore, MD: Jo h n s H opkins, 1999.
KENTSEL M ÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
125
Sintagma M eydanı, Kahire'de Tahrir M eydanı, Barselona'da Plaza
de Catalunya'yı birer müşterek alan haline getiren şey, insanların si­
yasi görüşlerini ifade etm ek ve taleplerde bulunmak üzere bu m e­
kânlarda toplanmasıdır. Sokak, tarihte pek çok kez toplumsal eylem
aracılığıyla devrimci bir hareketin ortak alanına dönüştürüldüğü gi­
bi, kanlı bastırma harekatlarına da sahne olmuş bir kamusal m ekân­
dır.12 Kamusal mekânın üretiminin, bu m ekâna ve kamusal hizm et­
lere erişimin ne yoldan, kim tarafından ve kimin çıkarları doğrultu­
sunda denetleneceğine dair bir m ücadele her zaman süregider. Şe­
hirdeki kamusal mekânları ve kamusal hizmetleri ortak bir amaç için
sahiplenmek için süregiden bir mücadele vardır. Fakat ortak alanı
korumak için ona niteliğini veren kamusal mal ve hizmet akışının
devamlılığını sağlamak gerekir. Neoliberal siyaset kamusal mal ve
hizmetlerin finansmanını kısm akla ortak alanı da daraltmış olur ve
toplumsal grupları bu ortak alanı desteklem ek için farklı çareler bul­
maya zorlar (eğitim örneğinde olduğu gibi).
O halde m üşterek alan, belli bir nesne, varlık ve hatta toplumsal
bir süreç olarak değil, kalıcı olmayan, her türlü dış etkiye açık bir
toplumsal ilişki biçim inde tasavvur edilmelidir. Kendi kendine ta­
nımlanan bir toplumsal grup ile, onun yaşantısı ve kendini idame et­
tirmesi için elzem kabul edilen, ister mevcut isterse tasarı boyutun­
daki toplumsal ve/veya fiziksel çevresine dair özellikler arasındaki
ilişkidir bu. Aslında toplumsal bir edim olarak ortaklaştırmadan ya­
hut iştirakten söz etmeliyiz. Böyle bir edim ortak bir alanla toplum ­
sal bir ilişki tesis eder; bu alan ister belli bir toplumsal gruba tahsis
edilmiş olsun, isterse istisnasız herkese tümüyle açık. O rtaklaştır­
m a/iştirak pratiğinin özündeki ilke, toplumsal grup ile bir ortak
alan olarak kullanılan çevre unsuru arasındaki ilişkinin hem kolek­
tif hem de gayri ticari — piyasa mübadelesi ve piyasa değerlerinin
mantığının dışında— olmasını şart koşar. Bu son nokta önemlidir,
çünkü devletin üretken harcamaları olarak anlaşılan kamusal mal ve
hizmetler ile, tümüyle farklı biçimde ve bambaşka amaçlarla kuru­
lan veya kullanılan — onu talep eden toplumsal grubun servetine ve
gelirine son kertede dolaylı olarak katkı yapsa dahi— ortak alan
12.
A nthony V idler, "The S cenes o f the Street: T ransform ations in ideal and
Reality, 1750-1871", O n Streets: Streets a s E lé m en ts o f Urban Structure içinde,
S tanford A n d erso n (haz.), C am bridge, MA: MİT P ress, 1978.
126
ASİ ŞEHİRLER
arasındaki ayrımı görm em izi sağlar. M ahallelinin ortak kullanımına
tahsis edilmiş bir bahçe, içinde her ne yetiştirilirse yetiştirilsin, bir
ortak alandır. Bu durum , orada yetiştirilen sebzelerden bazılarının
satışına engel değildir.
A çıktır ki pek çok farklı toplumsal grup farklı nedenlerle ortak
kullanım pratiğine girişebilir. Bu da bizi, ortak kullanım mücadele­
lerinde hangi toplumsal grupların desteklenip hangilerinin destek­
lenmemesi gerektiği sorusuyla karşı karşıya getiriyor. Ne de olsa
aşırı zenginler de kendi iskan bölgelerindeki ortak alanların korun­
ması söz konusu olduğunda herkes kadar hararetli bir korumacı ta­
vır gösterirler; üstelik bu tür alanları m eydana getirm ek ve korumak
için çok daha fazla istim gücü ve nüfuza sahiptirler.
Ortak alan, sınırlandırılm ası m üm kün olm adığı durum da bile,
hatta bilhassa o durum da, kendisi her ne kadar bir m eta olmasa dahi
ticarete her zaman zemin sağlayabilir. Örneğin bir şehrin atmosferi
ve cazibesi, şehrin sakinlerinin ortak olarak ürettikleri bir şeydir, fa­
kat turistik ticaret bu ortak alandan kendisine paye çıkararak tekelci
rant elde eder (bkz. 4. Bölüm). Bireylerin ve toplumsal grupların
gündelik faaliyetleri ve mücadeleleri şehrin toplumsal hayatını ya­
ratır; böylelikle içinde herkesin yaşayabileceği m üşterek bir çerçe­
ve meydana gelir. Kültürel açıdan yaratıcı özelliğe sahip bu m üşte­
rek alan, kullanım sonucunda tahrip edilem ez belki, ancak aşırı is­
tism ar nedeniyle niteliğini yitirip bayağılaşabilir. Trafikten tıkanan
sokaklar bu kamusal mekânı sürücüler için neredeyse kullanılamaz
hale getirir (yayalar ve eylem cilerden bahsetm iyoruz bile). Belli bir
noktada bu durum, kullanımı kısıtlamak ve böylelikle daha verimli
işleyişi sağlamak am acıyla aşırı yoğunluğun ve kullanımın ücretlendirilmesine varır. Böyle bir sokak ortak bir alan sayılmaz. Oysa
arabanın henüz sahneye çıkmadığı dönem de sokaklar birer ortak
alandı — halkın kaynaştığı, çocukların oyun oynadığı bir yer (ço­
cukken hiç durm adan sokakta oynadığım ız günleri hatırlamak için
yaşım müsait). Fakat bu ortak alan yok edildi ve yerini otomobilin
egemenliğindeki bir kam usal alan aldı. Bu durum belediyeleri, "da­
ha uygar" bir ortak geçm işin bazı unsurlarını geri getirmek amacıy­
la yaya bölgeleri, kaldırım boyunca dizilen kafeler, bisiklet yollan,
çocukların oynaması için cep parkları vb. düzenlemeye itti. Fakat
yeni tür kentsel ortak alanlar yaratmaya dönük bu çaba da kolaylık-
KENTSEL M ÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
127
la sermayeye çevrilebilir. Hatta bu m ekânlar tam da bu düşünceyle
tasarlanmış olabilir. Kentsel parklar hemen her zaman civardaki
gayrimenkul fiyatlarını artırır (tabii parka ayak takımı ve uyuşturu­
cu satıcılarının girişini önlem ek için gereken denetim ve gözetimin
yapıldığını varsayarak). Örneğin, New York şehrinde yeni oluşturu­
lan High Line, civardaki em lak değerleri üzerinde inanılmaz bir et­
ki yarattı ve böylelikle şehir sakinlerinin pek çoğunun bu bölgede
ucuz konut bulabilme şansı ortadan kalktı. Bu tür bir kamusal alanın
oluşturulması çok zengin kesim dışında kalan herkesin ortak kulla­
nım potansiyelini artırmak şöyle dursun, ciddi ölçüde kısıtlar.
Hardin'in ahlaki m eselinde olduğu gibi burada da asıl sorun, or­
tak alanın kendisinden değil, bireysel m ülkiyet haklarının ortak çı­
karları korum akta yetersiz kalışından kaynaklanır. Öyleyse temel
sorunu meranın ortak oluşunda aramak yerine, büyükbaş hayvanla­
rın şahsa ait oluşunda ve bu şahısların bireysel faydalarını artırma
davranışında aram amız gerekm ez mi? Ne de olsa, liberal teoride
özel m ülkiyetin meşruiyeti, adil ve serbest pazar mübadelesi kurumlarıyla toplumsal olarak bütünleştirildiği takdirde kamu yararı­
nı en üst düzeye çıkaracağı varsayımına dayanır. Hobbes'a göre,
birbiriyle rekabet halindeki şahsi çıkarların güçlü bir devlet gücü
çerçevesinde özelleştirilm esi devleti oluşturan şeydir. John Locke
ve Adam Smith gibi liberal teorisyenler tarafından rafine edilen bu
görüş bugün halen vazedilmektedir. Günümüzde bu konumu sür­
dürmenin püf noktası, güçlü bir devletin varlığına olan ihtiyacı pek
fazla telaffuz etm eden devlete yaslanm aya — örneğin zora başvur­
mayı gerektiren durum larda— devam etmekten geçiyor. Küresel
yoksulluğun çaresi, Dünya Bankası'nm (büyük oranda de Soto'nun
teorilerine yaslanarak) bizi temin ettiği üzere, bütün gecekondu sa­
kinlerine tapu dağıtılması ve mikro-finans yolunun açılmasıdır. Oy­
sa dünya çapında finansörlere cöm ert kazançlar sağlayan bu uygu­
lama, öte yanda borç sarm alına hapsolan kredi kullanıcılarının
azımsanmayacak bir kısmını intihara sürüklem ektedir.13 Buna rağ­
men, efsane yaygın olarak kabul görür: Fukaranın müteşebbis gü­
düleri doğal bir güç olarak bir kez serbest bırakıldığında, her şey yo13. W orld D eve lo p m en t R ep o rt 2009: R esh a p in g E co n o m ic G eo g ra p h y,W as­
hington, DC: W orld B ank, 2009; A nanya Roy, P overty C apital: M icro finance a n d
the M a kin g o f D evelo p m en t, N ew York: R o u tled g e, 2010.
128
ASİ ŞEHİRLER
luna girecek, kronik yoksulluk sorunu aşılmış olacak ve ortak servet
artacaktır. Ortaçağ sonlarında Britanya'da ilk kez ortaya çıkan çitleme hareketini savunmak için ortaya atılan sav işte tam budur. Bütü­
nüyle yanlış da sayılmaz.
Lock'a göre şahsi mülk, kişilerin emeklerini toprakla birleştir­
mesinden doğan tabii bir haktır. Em eklerinin meyvesi yalnızca kişi­
lerin kendilerine aittir. Bu, Locke'un kendine özgü em ek-değer te­
orisinin özünü oluşturur.14 Piyasadaki mübadele, bu hakkı toplum­
sallaştırır; her bir birey kendi yarattığı değeri, bir başkasının üretti­
ği denk bir değerle takas etmek yoluyla, aslında, geri almış olur. Bi­
reyler, ürettikleri değer sayesinde, serbest ve adil olduğu varsayılan
piyasa mübadelesi aracılığıyla, sahip oldukları m ülkiyet haklarını
muhafaza eder, genişletir ve toplumsallaştırırlar. Adam Smith'e gö­
re bu, ulusların servetini yaratm anın en kolay yolu olduğu gibi ortak
yararı gözetm enin de en iyi şeklidir. Smith de bütünüyle haksız sa­
yılmaz.
Gelgelelim burada piyasaların adil ve serbest olabileceği varsa­
yılmaktadır; dahası, klasik siyasal iktisat piyasanın bu varsayıma
uyması için devletin m üdahalesini öngörür (en azından Adam Smith'
in siyasilere tavsiye ettiği şey budur). Fakat Locke'un kuramının na­
hoş bir sonucu da vardır. D eğer yaratm ayan bireyler mülk üzerinde
hakka sahip değildir. Kuzey Amerikalı yerlilerin toprağına "üret­
ken" söm ürgeciler tarafından el konması meşruydu, çünkü yerli top­
lulukları değer üretm iyorlardı.15
Peki Marx bütün bu sorunları nasıl ele alıyor? K apital'in ilk bö­
lümlerinde Marx, Lock'un kurgusunu kabul eder (gerçi kinaye yük­
lü bir argüman kullandığı hem en sezilir; örneğin Robinson Crusoe
efsanesinin siyasal-iktisadi düşüncede oynadığı tuhaf rolü ele aldı­
ğı bölümde, doğal durumun içine düşmüş birinin doğuştan müte­
şebbis bir İngiliz gibi davranm asını tasvir ettiği bölümü hatırlaya­
lım).16 Fakat Marx'in em ek gücünün adil ve serbest piyasalarda alı­
nıp satılan, bireyselleşmiş bir m etaya dönüşmesini ele aldığı nokta­
da, Lock'un kurgusunun altında yatan gerçeği görürüz: Değer mü­
14. R o n ald M eek, S tu d ies in the L a b o u r T heory o f Value, N ew York: M onthly
R eview P ress, 1989.
15. E llen M eiksins W ood, E m pire o f C apital, L ondra: V erso, 2005.
16. K arl M arx, C apital, 1. C ilt, N ew York: V intage, 1977: 169-70.
KENTSEL MÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
129
badelesinde eşitliğe dayalı bir sistem, üretim araçlarının sahibi olan
sermayedara canlı emeğin üretim sırasında sömürülmesi dolayısıy­
la artı ürün sağlar (sömürünün gerçekleştiği yer, burjuva hakları ve
anayasal düzeninin hâkim olduğu piyasa değildir).
M arx'in kolektif emeği ele aldığı noktada ise Locke'un formülasyonu daha da bariz biçimde altüst olur. Kendi üretim araçlarının
denetimini elinde tutan münferit zanaatkarların nispeten serbest pi­
yasalarda serbest mübadeleye girişebildikleri bir dünyada, Lock'un
kurgusunun belli bir kıymeti olabilir. Ancak 18. yüzyıl sonlarından
itibaren fabrika üretiminin ortaya çıkışı, Locke'un teorik formülasyonunu geçersiz kılm ıştır (başlangıçta geçerli olduğunu kabul etsek
bile). Fabrikada emek kolektif olarak örgütlenmiştir. Bu çalışm a bi­
çiminden türetilebilecek herhangi bir m ülkiyet hakkı varsa, bu bi­
reysel değil, kolektif veya toplu bir mülkiyet hakkı olm alıdır kuşku­
suz. Locke’un özel mülkiyet teorisine temel teşkil eden, değer üre­
ten emek tanımı, bundan böyle birey için geçerliliğini yitirmiş, ko­
lektif emekçiye aktarılmıştır. Öyleyse komünizm, "ortaklaşa sahip
olunan üretim araçlarıyla iş gören ve sahip oldukları çok çeşitli bi­
çimlerdeki em ek gücünü tek bir emek gücü olm a bilinciyle sarf
eden özgür kişilerden oluşmuş bir birliktir".17 Marx devlet mülkiye­
lini değil, ortak yarar için üretim yapan kolektif emekçide toplanan
bir mülkiyet türünü savunur.
Bu m ülkiyet biçiminin nasıl m eydana geleceğini, Locke'un de­
ğer üretimine ilişkin savını bizzat bu savın aleyhine çevirerek açık­
lar. Varsayalım, der Marx, bir serm ayedar 1000 dolarla üretime baş­
lamış olsun; ilk yıl, onun için çalışan işçilerin emeklerini toprakla
birleştirmeleri sonucunda 200 dolar artı değer elde etsin ve bu artı
değeri kişisel tüketim e harcasın. Böylelikle beş yıl sonra, başlangıçlaki 1000 dolar artık kolektif em ekçilere ait olmalıdır, çünkü em eği­
ni toprakla birleştiren onlardır. Serm ayedar başlangıçtaki serm aye­
sinin tümünü harcayıp bitirm iştir.18 Bu m antığa göre, tıpkı Kuzey
Amerika yerlileri gibi, serm ayedar da haklarının elinden alınmasını
hak etmiştir, çünkü bizzat ürettiği hiçbir değer yoktur.
Bu fikir çılgınlık gibi gelse de, 1960'larda İsveçli M eidner'in or­
taya attığı plan tam da bu fikre dayanıyordu.19 Sendikaların ücreti
17. A .g.y., 171.
18. A .g .y., 714.
130
ASİ ŞEHİRLER
sınırlandırm asına mukabil şirket kârlarına konan vergi, kontrolü iş­
çilerin elinde olan bir fona yatırılacak, bu fon şirketin hisselerine
yatırım yapacak ve nihayet şirketin tüm hisseleri satın alınacaktı.
Böylece şirket işçi birliğinin denetimine girecekti. Sermaye cephe­
si bu fikre var gücüyle karşı çıktı ve plan uygulanamadı. Fakat bu
fikrin yeniden düşünülm esinde fayda var. Buradan çıkan ana fikir
şu: Değeri üreten kolektif emek, bireysel değil kolektif m ülkiyet
hakkının temeli olmalı. Değer, yani toplum sal olarak gerekli olan
emek zamanı, kapitalist bir m üşterek alandır ve ortak servetin ölçü­
sü, evrensel denklik olan parayla temsil edilir. O halde müşterek
alan, bir zam anlar varolan ve sonra yitirilmiş bir şey değil, tıpkı
kentsel ortak alanlar gibi, sürekli üretilm ekte olan bir şeydir. Ancak
sorun, kolektif emeğin sürekli üretmekte olduğu bu ortak alanları,
m etalaşm ış ve parasallaşm ış biçimiyle serm ayenin bir yandan sü­
rekli sınırlandırması ve onlara el koymasıdır.
Şehir bağlam ında ortak alanlara el konm asının başlıca yolu gayrimenkulden elde edilen rantlardır.20 Herhangi bir m ahallenin etnik
çeşitliliğini muhafaza etm ek ve mutenalaştırm aya direnmek için
m ücadele eden yerel bir grup, mahallenin çokkültürlü, canlı bir so­
kak yaşantısına ve çeşitliliğe sahip "karakteri"ni zengin kesime pa­
zarlayan em lakçılar m arifetiyle, aniden em lak fiyatlarının (ve vergi­
lerinin) arttığına tanık olabilmektedir. Piyasa tahripkâr vazifesini ta­
mamladığında, yalnızca m ahallenin eski sakinleri kendi yarattıkları
ortak alandan mahrum edilmekle kalmaz (artan kiralar ve em lak ver­
gileri nedeniyle çoğu kez taşınm aya m ecbur kalırlar), ortak alanın
kendisi de tanınm ayacak denli yozlaşm aya m aruz kalır. Baltimo­
re'mi güneyinde m utenalaştırm a aracılığıyla m ahallelerin yenilen­
mesi, m ahalle sakinlerinin ılık yaz akşamlarında kapı önlerinde otu­
rup kom şularıyla sohbet ettiği canlı sokak yaşantısını tahliye ederek,
yerine klimalı, hırsıza karşı güvenlikli, önünde BMW'lerin park etli­
ği, çatısında gökyüzü penceresi olan fakat sokakta kimselerin gö­
rünmediği konutları getirdi. Sözüm ona canlandırm a, eski sakinleri •
nin nezdinde, m ahallenin yaşantısına son verm ek anlamına geldi.
19. R o b in B lack b u rn , "R udolph M eidner, 1914-2005: A V isionary Pragıııa
tist", C o u nterp u n ch , 22 A ra lık 2005.
20. H ard t ve N egri b u ön em li fikrin yeniden ilgi görm esini sağladı (C om m on
w ealth: 258).
KENTSEL M Ü ŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
131
Aynı kader Kopenhag'ın Christiana semtinden Hamburg'un St. Pauli’
sine, W illiam sburg'dan New York'un DUMBO bölgesine* kadar pek
çok yeri hâlâ tehdit etmektedir. New York'un SoHo bölgesini tahrip
eden de buydu.
Bu hikâye günümüzde kentsel ortak alanların asıl trajedisini kuş­
kusuz çok daha iyi açıklıyor. İlgi uyandırıcı ve dikkat çekici bir gün­
delik m ahalle hayatı m eydana getiren kimseler, şehre dair herhangi
bir toplumsal tasavvurdan yoksun, akbaba taktiği güden gayrim en­
kul müteşebbislerine, finansörler ve üst sınıf tüketicilere kaptırıyor­
lar bunu. Bir toplumsal grubun m eydana getirdiği ortak nitelikler ne
kadar iyiyse, kâr amacı güden özel çıkar gruplarının bu ortak alanı
işgal ederek ele geçirmesi ihtimali de o derece yüksek oluyor.
Fakat burada dikkat etm emiz gereken bir analitik nokta daha
var. Marx'in tasavvur ettiği kolektif emek, büyük oranda fabrikayla
sınırlıydı. Bu kavram sallaştınnayı genişleterek, Hardt ve Negri'nin
önerdiği gibi, metropolün kendisini, şehir m ekânında ve bu mekân
üzerine sarf edilen kolektif emeğin ürettiği dev bir m üşterek alan
olarak düşünmeye kalksak ne olur? Bu durumda bu ortak alanı kul­
lanma hakkı onun üretiminde payı olan herkese ait olmalıdır. Şehri
meydana getiren kolektif em ekçilerin şehir hakkı talebine temel
oluşturan da zaten budur. Şehir hakkı mücadelesi, başkalarının üret­
tiği ortak yaşamı dur durak bilm eksizin sömüren ve ondan rant dev­
şiren sermayenin iktidarını hedef alır. Bu da bize asıl sorunun m ül­
kiyet hakkının kişiye özel oluşunda yattığını, ve bu hakkın m aliki­
ne, başkalarının yalnız em eğine değil, ortaya çıkardıkları kolektif
iiı üne de el koyma hakkını verdiğini hatırlatır. Bir başka deyişle, soı un ortak alanda değil, onu çeşitli ölçeklerde üreten veya kullanan­
lar ile şahsi çıkarları için ona el koyanlar arasındaki ilişkidedir.
Kentsel siyasette karşılaşılan yolsuzlukların çoğu, kamu yatırımlaı ıııın, ortak alan gibi görünen ama aslında imtiyazlı mal sahipleri
için özel aktif değerlerinde artışı destekleyen alanlara tahsis edilm e­
siyle ilişkilidir. Kentsel kamusal mal ve hizm etlerle kentsel ortak
alanlar arasındaki ayrım hem kaypaktır, hem de tehlikeli biçimde
geçişkendir. Devletin kamu yararı adına desteklediği kalkınm a pro* M an h attan yarım ad asın ı H arlem N ehri üzerinden B rooklyn'e bağlayan iki
köprüden biri olan M anhattan K öprüsü'nün altın d a kalan bölgeyi tanım layan
Down U n d er M an h attan B ridge" tabirinin kısaltm asıdır, -ç .n .
132
ASİ ŞEHİRLER
jelerinden asıl istifade edenlerin bir avuç arazi sahibi, finansör ve
müteahhit olması pek sık rastladığım ız bir durum değil midir?
O halde kentsel ortak alanların bütün bir m etropoliten alan ça­
pında üretilmesi, örgütlenm esi, kullanımı ve tem ellük edilmesi nasıl
mümkün olmaktadır? Ortak kullanımın mahalle ölçeğinde nasıl iş­
lediği sorusunun yanıtı karm aşık değildir. Bireysel ve özel inisiya­
tiflerin karışımından oluşan bir irade, dışsallık etkilerini düzenleye­
rek bunlara el koyar ve belli bir çevresel unsuru piyasa işleyişinin dı­
şına taşır. Yerel yönetim getirdiği düzenlemeler, yönetmelikler, stan­
dartlar ve gerçekleştirdiği kamu yatırımları aracılığıyla buna dahil
olurken, resmi veya gayriresm i bir m ahalle örgütlenmesi (örneğin
koşullara bağlı olarak militan olan veya olmayan bir mahalle dem e­
ği) ona eşlik eder. Pek çok durum da bölgesel stratejiler ve kentsel
çevre içinde bazı bölgelerin sınırlandırılması siyasal solun davasını
yürütmesinin aracı haline gelir. Baltim ore'da düşük ücretle çalışan
güvencesiz emeği örgütleyenler İç Liman bölgesinin tamamını bir
"insan hakları bölgesi", yani bir tür ortak alan ilan etmiş ve bu bölge
içinde çalışan her işçinin yaşanabilir bir ücret almasını şart koşm uş­
lardı. El Alto'da m ekânla tanımlanmış olan M ahalle Birliği Federas­
yonu ise 2003 ve 2005'te hâkim siyasal güçlere karşı bütün bir şehrin
kolektif olarak harekete geçtiği ayaklanm aların kilit üslerinden biri
haline geldi.21 Belli bir alanı sınırlandırma, ortak bir siyasi amacı he­
def alan geçici bir siyasi araçtır.
Bununla birlikte, M arx'm tarif ettiği genel sonuç hâlâ geçerlidir:
rekabetin zorlayıcı koşulları tarafından kârını azamiye çıkarmaya
zorlanan sermaye — Hardin'in öyküsündeki büyükbaş hayvan sa­
hipleri gibi,
y a ln ız c a iş ç iy i d e ğ il to p r a ğ ı d a s o y m a s a n a tın ı ile rle tir; to p r a ğ ın v e r im lili­
ğ in i b e lli b ir s ü r e liğ in e a r tır m a y o lu n d a k a y d e d ile n h e r g e liş m e , v e r im lili­
ğ in d a y a n d ığ ı d a h a u z u n v a d e li k a y n a k la r ın m a h v e d ilm e s in e d o ğ r u b ir ile r ­
le y iş tir a s lın d a . B ir ü lk e n in k a lk ın m a s ı b ü y ü k s a n a y iy e n e ö lç ü d e y a s la n ı­
y o r s a — A B D ö r n e ğ in d e o ld u ğ u g ib i— b u y ık ım s ü r e c i d e o d e n li h ız lıd ır.
21. U n ited W orkers O rg anization and N ational E co n o m ic and S ocial Rights
In itiativ e, H id d en in P lain S ight: W orkers a t B altim ore's In n e r H a rb o r a n d the
S tru g g le f o r F a ir D eve lo p m en t, B altim ore ve N ew Y ork, 2011; Sian L azar, E lA I
to, R e b e l C ity: S e l f a n d C itizen sh ip in A ndean B olivia, D urham , NC: D uke Uni •
v ersity P ress, 2010.
K ENTSEL MÜŞ TEREK ALANLARIN YARATILMASI
133
Ö y le y s e k a p ita lis t ü re tim , to p lu m s a l ü r e tim s ü r e ç le r in in te k n ik le r in i v e
b u n la r ın b ile ş im o ra n la rın ı g e liş tir ir k e n , b ir y a n d a n d a b ü tü n s e rv e tin ilk
k a y n a ğ ı o la n e m e k v e to p r a ğ ı ta h r ip e d e r.22
Kapitalist kentleşm e toplumsal, siyasal, yaşamaya elverişli bir m üş­
terek alan olan şehri sürekli tahrip etm e eğilimindedir.
Bu trajedi, Hardin'in tarif ettiğine benzer olm akla birlikte bam ­
başka bir m antıktan kaynaklanır. Bireyselleşmiş sermaye birikim
süreci düzenlem eye tabi tutulmadığı taktirde bütün üretim biçim le­
rinin altında yatan en temel iki ortak mülkiyet kaynağım, emekçi ve
toprağı yok etm e tehdidini devamlı taşır. Fakat bugün üzerinde otur­
duğumuz toprak da kolektif insan em eğinin ürünüdür. Kentleşme,
kentsel bir ortak alanın (veya onun gölge biçimleri olan kamusal
alanlar ve kamu m allarının) hiç durm adan üretilmesi, ve özel çıkar­
ların buna hiç durmadan el koym ası ve bunu yok etmesi sürecidir.
Üstelik sermaye birikimi bileşik büyüm e oranında gerçekleştiğin­
den (yeterli kabul edilen asgari büyüm e düzeyi genellikle %3'tür)
çevreye (hem "doğal" hem de yapılı çevreye) ve emeğe yönelik bu
çifte tehdit, zaman içerisinde ölçeğini ve şiddetini artırır.23 Bu süre­
cin ne kadar tahripkâr olabileceğini görmek için Detroit'in nasıl bir
yıkıntıya döndüğüne bakmak yeterli.
Kentsel ortak alanların en ilgi çekici yanı, ortak alanlara dair bü­
tün çelişkileri hayli yoğunlaşmış olarak sergilemesidir. Örneğin ma­
halleler ve yerel siyasi örgütlerden m etropoliten bölge geneline doğ­
ru ilerlediğim iz ölçek sorununu ele alalım. Geleneksel olarak, m et­
ropoliten ölçekteki ortak alana dair sorunlar devletin şehir ve bölge
planlama m ekanizm aları tarafından ele alınır, çünkü kent nüfusunun
etkin bir işleyişe sahip olabilmesi için gerekli olan ortak kaynakla­
rın, örneğin su temini, ulaşım, kanalizasyon ve dinlenm e amaçlı açık
alanların m etropoliten bölge ölçeğinde sunulması gerektiği kabul
edilir. Fakat bu türden meseleleri birbirine bağlamak söz konusu ol­
duğunda sol analiz hep muğlaklaşır; yerel eylem ler arasında muci­
zevi bir eşgüdüm ün oluşmasından ve bunun bölgesel veya küresel
düzeyde etkin olmasından m edet um m aya başlar veya eşgüdüm sağ­
22. K arl M arx , C apita l, 1. C ilt: 638
23. D av id H arvey, The Enigrna o f C apital, A n d the C rises o f C apitalism ,
I .ondra: P ro file B o o k s, 2010.
134
ASİ ŞEHİRLER
lamanın önemli bir sorun olduğunu not ettikten sonra, en rahat his­
settiği ölçeğe — ki genelde mikro ve yerel ölçektir— geri dönmekle
yetinir.
Bu noktada siyasi açıdan daha ılımlı çevrelerde yakın dönemde
ortak alanlar üzerine geliştirilen düşünüşe bakmak öğretici olabilir.
Örneğin Nobel Ödülü törenindeki konuşm asında Ostrom, küçük öl­
çekli örnekler üzerinde uzun uzun durduktan sonra, "Karmaşık İkti­
sadi Sistemlerin Çok-M erkezli Yönetimi" başlığı altında ortak alan
sorununa çeşitli ölçeklerde geçerli olacak bir çözüm önerisi ortaya
koyar. Aslında bütün yaptığı, "ortak havuz yapısı arz eden bir kay­
nağın, daha büyük bir toplum sal-ekolojik sistemle sıkı sıkıya bağlı
olması durum unda, yönetim faaliyetlerinin çok sayıda iç içe geçmiş
katmandan oluşacağı" fikrine, umutla, işaret etmektir. Bunun tek
merkezli ve hiyerarşik herhangi bir yapıya başvurm aksızın gerçek­
leşeceğinde ısrar eder.24
Buradaki en önemli m esele, çok-m erkezli bir yönetim sistem i­
nin (yahut bunun analoğu olan, örneğin Murray Bookchin'in liberter belediyeler konfederasyonu gibi bir yapının) fiiliyatta nasıl işle­
yeceğini çözmek ve bunun arkasında bam başka bir şey gizlem edi­
ğinden emin olmaktır. Bu ise yalnızca Ostrom'un ileri sürdüğü sav­
lar için değil, ortak alan sorununu ele alan çok geniş yelpazeden ra­
dikal sol kom ünalist öneriler için de sıkıntı yaratan bir meseledir.
Bu nedenle eleştiriyi doğru anlam ak önemli.
Küresel İklim Değişikliği hakkındaki bir konferans için hazırla­
dığı bildiride Ostrom, iddiasının daha açık bir izahatına dayanak
olarak — buradaki tartışmamız açısından elverişli bir şekilde— be­
lediyelerin yetki alanı içerisinde kamusal mal ve hizmetlerin dağıtı­
mı üzerine uzun vadeli bir çalışm anın sonuçlarına başvurur.25 Bura­
da önceden beri geçerli olan varsayım, kam u hizm etlerinin teminini
büyük ölçekli metropoliten yönetim ler elinde toplam anın, çok sayı­
da kaotik görünümlü yerel yönetim biçiminde örgütlenmeye kıyas­
la verimliliği ve etkinliği artıracağı yönündedir. Ancak araştırmalar
24. E lin o r O stro m , "B eyond M arkets and States: P olycentric G overnance ol
C o m p lex E co n o m ic S y stem s", A m erican E co n o m ic R eview 100 (3): 200, 641-72.
25. E lin o r O strom , "P o lycentric A p proach fo r C oping w ith C lim ate C hange",
B ack g ro u n d P ap er to the 2010 W orld D evelopm ent R eport, W ashington, DC:
W orld B ank, P olicy R esearch W orking P ap er 5095, 2009.
KENTSEL M Ü ŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
135
bunun böyle olm adığını ikna edici biçimde gösteriyor. Bunun ne­
denleri, küçük bir idari birimde, işbirliğine dayalı kolektif bir eyle­
mi, o yerin sakinlerinin tam katılımına dayalı olarak örgütlemenin
ve yaşama geçirm enin çok daha kolay oluşu, ve tersine, idari biri­
min ölçeği büyüdükçe katılım kapasitesinin ona kıyasla hızlı düşüş
göstermesidir. Ostrom bildirisini Andrew Sancton'dan bir alıntıyla
bitirir:
B e le d iy e le r s a lt h iz m e t s u n a n k u r u lu ş la r d e ğ ild ir. B e lli b ir a la n d a y e r ­
le şik b ir in sa n to p lu lu ğ u n u n k e n d i k e n d is in i y e re l d ü z le m d e y ö n e tm e s in in
a ra c ı o la n d e m o k r a tik m e k a n iz m a la r d ır... B e le d iy e le ri b ir b ir le r iy le b ü tü n ­
le ş m e y e z o r la y a n la r d a im a a m a ç la r ın ın b e le d iy e le r i d a h a g ü ç lü k ılm a k o l­
d u ğ u n u id d ia e d e rle r. A n c a k b u tü r b ir y a k la ş ım , n e k a d a r iy i n iy e tli o lu r s a
o ls u n , lib e ra l d e m o k r a s im iz in te m e lle r in i e r o z y o n a u ğ ra tır, ç ü n k ü m e r k e z i
y ö n e tim k u r u m la rın ın d ış ın d a k e n d i k e n d in i y ö n e tm e b iç im le ri o la b ile c e ğ i
g ö r ü ş ü n e z a r a r v e rir.26
Piyasanın verimliliği ve etkinliğinin ötesinde, küçük ölçeği tercih
etmek için ticari olm ayan bir gerekçe de mevcut.
"Büyük ölçekli birim ler m etropoliten bölgelerin etkin yönetim i­
nin parçası olm akla birlikte," Ostrom, "küçük ve orta ölçekli birim­
lerin de zaruri bileşenler" olduğu sonucuna varır. Bu daha küçük bi­
rimlerin yapıcı rolü, ona göre, "ciddiyetle yeniden düşünülmelidir".
Bu noktada daha küçük birim ler arasındaki ilişkilerin nasıl şekillendirileceği sorusu doğar. Yanıt, Vincent Ostrom 'a göre, "pek çok un­
surun kendisini ayarlayarak birbirleriyle olan ilişkilerini genel bir
kurallar sistemi içinde düzenlediği ve her bir unsurun diğerlerinden
bağımsız hareket ettiği" "çok-merkezli bir düzen"dir.27
Peki bu tabloda sorunlu olan ne var? Bütün bu savların kökleri
"Tiebout hipotezi"ne uzanıyor. Tiebout, pek çok farklı idari birim ­
den oluşan parçalanm ış bir metropol öneriyordu. Bu birimlerin her
biri, müstakbel semt sakinlerine belli bir vergi rejimine mukabil
belli bir kamu hizmetleri paketi sunacak ve kent nüfusu da "ayaklı
26. A ndrew S an cto n , T he A ssa u lt on L o c a l G o vernm ent, M ontreal: M cG illQ ueen 's U n iv ersity P ress, 2000: 167 (aktaran O strom . "P olycentric A p proach for
C oping w ith C lim ate C h an g e").
27. V incent O stro m , "P o ly centricity-P art I", P o lycen tricity a n d L o c a l P ublic
L co n o m ies içinde, M ichael M cG innis (haz.), A nn A rbor, M l: U niversity o f M ic­
higan P ress, 1999 (cited in O strom , "P olycentric A pproach for C oping w ith C li­
m ate C hange").
136
ASİ ŞEHİRLER
oy pusulası" gibi hareket edip kendi ihtiyaç ve tercihlerine en uygun
vergi ve hizmet kom binasyonunu seçerek o bölgeye yerleşecekti.28
İlk bakışta çok cazip bir öneri gibi duruyor. Sorun şu ki ayaklı oy
pusulası gibi hareket edebilm ek ve yeni bir bölgeye taşınmak için
gereken emlak ve arazi bedelinin peşinatını ödeyebilm ek kişinin ne
kadar zengin olduğuna bakar. Yüksek emlak fiyatları ve vergileri
karşılığında devlet okulları daha iyi bir eğitim sunabilir, ancak yok­
sullar bu iyi eğitim den mahrum kalacak, fakir bir idari birim içinde
kötü bir eğitim alarak yaşam aya mahkûm olacaktır. Sonuçta sınıf
imtiyazı ve iktidarının çok merkezli yönetim aracılığıyla yeniden
üretilmesi, neoliberal toplumsal yeniden üretimin sınıf stratejisiyle
gayet uyumludur.
Daha radikal pek çok adem im erkeziyetçi özerklik önerisi gibi
Ostrom'un önerisi de bu tuzağa düşme tehlikesi taşır. Neoliberal si­
yaset aslında hem idari ademim erkeziyetçiliğin hem de yerel özerk­
liğin azami düzeye çıkarılmasını destekler. Bu bir yandan radikal
güçlerin daha devrimci bir gündemin tohumlarını ekebileceği bir yer
açarken, karşı-devrimci güçlerin 2007'de Cochabam ba'da olduğu
gibi özerklik adına ortak alanları ele geçirmesi (ta ki halk ayaklan­
masıyla püskürtüldükleri âna dek), solun büyük kısmında saf bir
strateji olarak yerellik ve özerkliğe kucak açmanın sorunlu olduğuna
işaret eder. ABD'de otonom komüııiteryanizmin fiiliyata geçmiş bir
örneği olarak anılan Cleveland girişiminin lider kadrosu valilik se­
çimlerinde aşırı sağcı, sendika aleyhtarı cum huriyetçi bir adayı des­
teklemiştir.
Adem im erkeziyetçilik ve özerklik, neoliberalleşm e dalgasının
daha derin eşitsizlikler yaratm akta kullandığı başlıca vasıtalarıdır.
Bu minvalde, New York eyaletinde mahkemeler, mali olanakları
birbirinden bir hayli farklılaşan idari birim ler arasında devlet okul­
larında verilen eğitim açısından ortaya çıkan eşitsizliğin anayasaya
aykırı olduğuna hükmettiler. Eyalet, eğitim hizmetini daha eşitlikçi
düzeylere getirmesi yönünde mahkemeden talimat aldı. Ancak bu
talimatı yerine getiremedi ve bu yönde adım atmakta gecikmesine
bahane olarak mali aciliyetleri ileri sürüyor. Fakat dikkat edin, daha
28. C h a rles T ieb o u t. "A P ure T heory o f L ocal E x penditures", J o u rn a l o f P o ­
litica l E co n o m y 64: 5 (1956): 416-24.
KENTSEL M ÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
137
eşit m uam ele görmenin anayasal bir hak olduğunu ortaya koymak­
ta kilit rol üstlenen kurum, üst düzey ve hiyerarşik olarak belirlen­
miş devlet m ahkemelerinin talimatıdır. Ostrom da bu tür bir üst dü­
zey kural koyucu mekanizmayı bütünüyle dışlamıyor. Bağımsız ve
özerk olarak işleyen topluluklar arasında ilişkiler kurulmalı ve bun­
lar şu veya bu şekilde denetlenm elidir (Vincent Ostrom'un "verili
kurallar"a atıfta bulunması da bundandır). Fakat bu tür üst düzey
kuralların nasıl ve kim tarafından oluşturulacağı ve demokratik de­
netime açık hale nasıl getirileceğine dair sorularımız karanlıkta ka­
lıyor. M etropoliten alanın geneli için bu türden kurallar (veya gele­
nekselleşmiş uygulamalar) hem gerekli hem de önemlidir. Üstelik
bu kuraların sadece yazılı olması yetmez; bir yaptırım gücüne sahip
olması ve (herhangi bir ortak alan gibi) etkin biçimde denetlenmesi
de gereklidir. İşlerin nasıl ters gidebileceği ve bir felakete dönüşebi­
leceğine bir örnek olarak yanı başımızdaki "çok m erkezli” Avrobölgesine bakmak yetecektir: Burada bütün üyeler bütçe açıklarını
kısıtlayan kurallara uyma sözü vermişlerdi; fakat üyelerin çoğu ku­
ralları ihlal ettiğinde, ne onları kurallara uymaya m ecbur edecek, ne
de devletler arasında beliren mali dengesizliklerle baş etmeyi sağla­
yacak bir yöntem bulunabildi. Üye devletleri karbon salımı kotala­
rına uymaya m ecbur kılmak da bir o kadar umutsuz bir girişim gibi
görünüyor. "Ortak Pazar'ın içine 'ortak' olan şeyi kim ekleyecek?"
sorusuna tarihsel olarak verilen yanıt, hiyerarşik yönetim biçimleri­
nin bütün yanlışlarını ortaya seriyor gibi görünse de, binlerce özerk
belediyeden her birinin kendi özerkliğini ve kendi sahasını var gü­
cüyle savunduğu, bir yandan da Avrupa çapındaki işbölümü içeri­
sinde kendi konumunu diğerleriyle m üzakere ettiği alternatif bir
tablo da pek iç açıcı sayılmaz.
Radikal bir ademim erkeziyetçiliğin — ki hiç şüphesiz uğraş ver­
meye değer bir amaçtır— üst düzey bir hiyerarşik otoriteye yol aç­
madan işlemesi nasıl mümkün olabilir? Güçlü hiyerarşik kısıtların
ve etkin yaptırım ların yokluğunda, çok merkezliliğin veya adem i­
merkeziyetçiliğin başka bir türünün işleyebileceğine inanmak saf­
dillik olur. Radikal solun, başta anarşist ve otonom ist cenah olmak
üzere, büyük bölümünün bu soruya verecek yanıtı yoktur. Devlet
müdahaleleri (devletin yaptırımları ve denetiminden bahsetmiyoruz
bile) kabul edilebilir değildir, burjuva anayasal düzeninin m eşruiye­
138
ASİ ŞEHİRLER
ti ise toptan reddedilir. Bunların yerine, yerel ortak alanlarıyla olan
ilişkilerini istenen biçimde düzenlemeyi başaran toplumsal grupla­
rın doğru olan ne ise yapacağına, m üzakere ve etkileşim aracılığıyla
gruplararası makul bir pratik üzerinde uzlaşılacağına dair muğlak ve
safdil bir umut beslenir. Bunun olabilmesi için, yerel gruplar kendi
eylem lerinden doğacak dışsallıkların kendilerinden başkasını nasıl
etkilediğini umursamamalı; yakınlarında bulunan başkaları gerek
yanlış kararlar gerekse şanssızlık nedeniyle açlık ve sefalete düştü­
ğünde onları yeniden refaha kavuşturmak veya desteklem ek adına,
kendi paylarına düşen ve toplumsal grup içerisinde demokratik ola­
rak dağıtılm ış olan avantajlardan vazgeçmelidirler. Tarih bize bu tür
yeniden dağıtım şem alarının istisnai durum lar dışında işleyebildiğine dair pek az kanıt sunuyor. Dolayısıyla topluluklar arasındaki top­
lumsal eşitsizliklerin derinleşm esini önlemek için elimizde hiçbir
araç kalmıyor. Bu ise sınıfsal güç yapılarının salt m uhafaza edilm ek­
le kalm ayıp daha da pekiştirilmesini öngören neoliberal projeyle
son derece uyum ludur (New York eyaletinde okulların finansm anı­
na ilişkin skandalda çok açıkça görüldüğü gibi).
M urray Bookchin bu tür tehlikelerin gayet farkındadır: "Liberter belediyeciliğin kolaylıkla içi boşaltılabilir, daha da kötüsü bu bi­
çim son derece tutucu am açlara alet edilebilir," diye yazar. Kendi
önerisi "konfederalizm"dir. Doğrudan demokrasiyle işleyen beledi­
ye meclisleri politikaları belirlemenin temelini oluştururken, devle­
tin yerini "belediye meclislerinden oluşan konfedere bir şebeke"
alır; ticari ekonomi hakiki bir siyasal iktisada indirgenir ve bunun
içinde belediyeler, birbirleriyle siyasi açıdan olduğu kadar iktisadi
açıdan da etkileşime girerek, açık meclislerde toplanan bir yurttaş
toplulukları olarak sorunları çözerler". Bu konfedere meclisler, be­
lediye m eclislerinde belirlenen siyasetin yönetiminden ve uygulan­
m asında sorumlu olacaktır ve herhangi bir zam anda belediye m ec­
lislerinden birinin isteği doğrultusunda bu delegelerin herhangi biri
çağrılarak kendisinden hesap sorulabilecektir. Konfedere meclisler:
k ö y , k a s a b a , m a h a lle v e ş e h irle r i k o n f e d e r e ş e b e k e y e b a ğ la m a n ın a ra c ı o la ­
c a k tır. B ö y le lik le g ü ç te p e d e n a ş a ğ ı d o ğ r u d e ğ il, ta b a n d a n y u k a r ıy a y a y ılır,
v e k o n f e d e r a s y o n la r d a ta b a n d a n y u k a r ı d o ğ r u g ü ç a k ış ı, fe d e ra l m e c lis in
m a h a lli b ir im le r v e b ö lg e le r d e n g id e r e k d a h a b ü y ü k s a h a la ra d e k u z a n a n
e rim i s a y e s in d e o r ta d a n k a lk a r.29
KENTSEL M ÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
139
Bookchin’in önerisi, çeşitli ölçeklerde ortak alanların oluşturulması
ve kolektif kullanımını ele alan radikal öneriler içinde en gelişkin
olanıdır ve kapitalizm karşıtı radikal bir gündem konusunun parça­
sı olarak irdelenmeyi fazlasıyla hak eder.
Son otuz yıldır, belki daha da uzun bir süredir devlet eliyle sunu­
lan amme hizm etlerinin maruz kaldığı şiddetli saldırı, konuya aciliyet kazandırıyor. Bu aynı zamanda, 1970'lerde örgütlü emeğin hak­
larına ve gücüne yönelik olarak (Şili'den İngiltere'ye kadar) başlatı­
lan topyekûn saldırıya tekabül eder; fakat beriki doğrudan emeğin
toplumsal yeniden üretim m aliyetine odaklanmıştır. Sermaye ol­
dum olası toplumsal yeniden üretimin maliyetini bir dışsallık gibi
görmeyi tercih etmiş ve bunun piyasa bedelini ödemekten kaçın­
mıştır. Ancak sosyal demokrat hareket ve kom ünist alternatifin et­
kin tehdidi, ileri kapitalist dünyada 1970'lere kadar sermayeyi bu
maliyetlerden bazılarını, çevreye verilen tahribatın dışsal m aliye­
tiyle birlikte, karşılam aya zorlamıştır. 1980'lerden itibaren neolibe­
ral politikaların amacı, bu maliyetleri toplumsal yeniden üretim ve
çevre gibi küresel m üştereklere devretmek ve böylelikle, tabir ye­
rindeyse, negatif bir müşterek yaratm ak olmuştur. Bugün büyük nü­
fus grupları bu negatif müşterek içerisinde yaşamaya m ecbur edil­
mektedir. D olayısıyla toplumsal yeniden üretim, toplumsal cinsiyet
ve ortak alanlara ilişkin sorular birbiriyle bağlantılıdır.30
Serm ayenin 2007 sonrasındaki küresel krize tepki olarak küre­
sel ölçekte uyguladığı kem er sıkma siyaseti, gerek toplumsal yeni­
den üretim; gerekse çevrenin ıslahını destekleyen kamu hizm etleri­
ni tırpanlamış, dolayısıyla her iki ortak alanın niteliğini geriletm iş­
tir. Sermaye ayrıca kriz bahanesiyle, iktisadi büyümeyi canlandır­
manın zaruri bir önkoşulu olarak ortak alanlara özel şahıslarca el
konmasını sağlayan akbaba taktiklerine hız kazandırmıştır. Örneğin
istimlak kanununun (bu yasaların asıl kastı olan "kamu yararı" adı­
na değil de) özel çıkarlar adına m ekânlara el koymakta kullanılm a­
sı, kamu yararı kavramının, devletin öncülüğünde ticari gelişmenin
29. M urray B oo k ch in , U rbanization W ithout C ities: T he R ise a n d D ecline o f
C itizen ship , M ontreal: B lack R ose B ooks, 1992: 8 ve 9. B ölüm .
30. S ilv ia F ed erici, "W om en, L and S truggles and the R econstruction o f the
C o m m o ns", W orking USA: The Jo u rn a l o f L a h o r a n d S o ciety 14 (2011): 41-56.
140
ASİ ŞEHİRLER
finanse edilmesi biçim inde yeniden tanım lanm asına klasik bir ör­
nektir.
Kriz, Califom ia'dan Yunanistan'a kentsel mülk değerlerinde ol­
duğu gibi, nüfusun büyük kısmı için haklar alanında da kayıplara
neden oldu. Akbaba taktiği izleyen kapitalizm in, düşük gelirli ve
zaten m arjinalleşmiş nüfus üzerinde nüfuzunu genişletmesi buna
eşlik etti. Kısacası toplumsal yeniden üretime ve çevreye dair ortak
alanlara yönelik topyekûn bir saldırı gerçekleşti. Günde 2 dolardan
daha az ücretle geçinen 2 m ilyarı aşkın küresel nüfus, şimdi de on­
lar üzerinden kazanacağı servetle (ABD konut piyasasına hâkim olan
güvencesiz akbaba krediler ve onları izleyen ipotek iptalleri ve tah­
liyelerde olduğu gibi) zenginlerin M acM alikânelerini altınla kapla­
mayı tasarlayan, "çürük kredi sistemlerinin en çürüğü" mikro-finansm tuzağına düşüyor. Doğal çevre müşterekleri de aynı derece­
de tehdit altında; bu açm azdan çıkmak için çare diye sunulan (örne­
ğin karbon takası ve yeni çevre teknolojileri), bu müşkülatın içine
düşmemizin müsebbibi olan sermaye birikimi ve spekülatif piyasa
mübadelesi araçlarının ta kendisidir. Dolayısıyla yoksulların hâlâ
yanım ızda yöremizde oluşuna şaşmamak gerek, üstelik sayıları za­
m anla eksilm ek şöyle dursun giderek artıyor. Örneğin son kriz süre­
cinde takdire şayan bir büyüm e oranı yakalayan H indistan'da m il­
yarderlerin sayısı son üç yıl içinde 26'dan 69'a fırlarken, gecekondu
sakinlerinin sayısı son on yılda iki katma çıktı. Bunun kentsel so­
nuçları da akla durgunluk verici: Lüks, klimalı rezidanslar kaderine
terk edilmiş kentsel yoksunluğun ortasında yükselirken, yoksul düş­
müş halk kitleleri bu çöküntünün içerisinden ehven bir hayat kur­
mak için var güçleriyle uğraşıyor.
Akbaba misali pusuya yatmış olan kapitalist birikim pratiklerine
duyulan iştahı — yetersiz düzeyde de olsa— kesm eye yönelik dü­
zenleyici m evzuat ve denetim lerin sökülüp atılması, dizginsiz biri­
kim ve finansal spekülasyonun "benden sonrası tufan" mantığını
ayyuka çıkardı. Düpedüz bir sele dönüşmüş olan bu yaratıcı yıkım
furyası kapitalist kentleşmeyi de önüne katıyor. Bu tahribatın önünü
almak ve süreci tersine çevirm ek, ancak artı ürün üretim ve dağıtı­
mının toplumsallaştırılması ve herkesin kullanım ına açık yeni bir
ortak servetin oluşturulm asıyla mümkün.
İşte bu bağlamda ortak alanlara dair teori ve retoriğin canlanm a­
KEN TSEL MÜŞTEREK ALANLARIN YARATILMASI
141
sı apayrı bir önem kazanıyor. Eğer devletin sunduğu kamusal hiz­
metlerde gerilem e görülür veya bunlar ticari birikime hizmet eden
birer araç haline gelirse (eğitim alanında olduğu gibi), ve devlet
bunların tem ininden geri adım atacak olursa, buna verilecek tek bir
karşılık olabilir: Halk grupları kendi kendine örgütlenerek kendi
m üştereklerini tedarik etm elidir (Bolivya'da bunun nasıl gerçekleş­
tiğini 5. Bölüm'de göreceğiz). M üşterek alanların toplum yararı için
üretilebileceğine, korunup kullanılabileceğine dair siyasi bir farkındalık, sermayenin gücüne karşı koymanın ve antikapitalist bir geçi­
şin çerçevesini sunar.
Fakat burada önemli olan, kurumsal düzenlemelere özel teşeb­
büs ve devlet kuruluşlarının tam olarak hangi oranlarda katılacağı
değil — kimi yerde sınırlandırılmış ortak alanlar, kimi yerdeyse çok
çeşitli kolektif ve m üşterek m ülkiyet düzenlem eleri— siyasi eyle­
min birleşik etkisinin, sermayenin elinde emeğin ve toprak kaynak­
larının ("ikinci doğa" tabir ettiğimiz mimari çevre kaynakları da bu­
na dahildir) m aruz kaldığı artan nitelik kaybı sorununa seslenm esi­
dir. Bu m invalde, Elinor Ostrom'un tanım lam aya başladığı "araçlar
çokluğu" — yalnızca kamu ve özel değil, kolektif yapılar ve dem ek­
ler, iç içe geçmiş, hiyerarşik ve yatay, dışlayıcı ve açık— üretim, da­
ğıtım, m übadele ve tüketimin insan istek ve ihtiyaçlarını antikapita­
list bir temelde karşılayacak biçimde örgütlenmesinde kilit bir rol
oynayacaktır. Bu zengin karışımın hazır bir formülü yoktur, inşa
edilmesi gerekir.
Yapılması gereken, sırf birikim için birikim güdüsüyle hareket
eden ve ortak serveti onu üreten sınıfın elinden alan sınıfın istekle­
rini karşılamak değildir. M üşterek alanların siyasi bir mesele geri
olarak dönüşü, kapitalizm le m ücadelenin bir parçası haline getiril­
melidir. M aalesef, mevcut iktidar (şehir hakkı fikri gibi) müşterek
alan fikrine de kolaylıkla ele koyabilmektedir, tıpkı fiilen mevcut
bir kentsel ortak alandan elde edilecek değere emlak acenteleri tara­
fından el konması gibi. Öyleyse bu durum u toptan değiştirmek, ko­
lektif emeğin gücünü ortak yarar için kullanm anın yaratıcı yollarını
bulmak ve üretilen değeri onu üreten em ekçilerin denetiminde tut­
mak gerekir.
Bu ise çift koldan siyasi taarruzu gerektirir. Bir yandan devlet
giderek daha fazla kamu hizmeti sunm aya zorlanmalıdır, diğer yan­
142
ASİ ŞEHİRLER
dan kentli nüfuslar kendi kendine örgütlenerek bu hizmetleri sahip­
lenmeli, onlardan faydalanmalı, ve toplumsal yeniden üretim ve çev­
reye ait metalaşmamış m üşterek alanları genişletm ek ve iyileştir­
mek yönünde bu hizmetlere katkı yapmalıdır. Kamu hizmetleri ve
kentsel ortak alanların üretimi, korunm ası ve kullanımı Mumbai,
Sao Paolo, Johannesburg, Los Angeles, Şanghay ve Tokyo gibi şe­
hirlerde demokratik toplumsal hareketlerin üzerinde durması gere­
ken merkezi bir meseledir. Bu ise ortak alanlar üzerine halihazırda
tedavülde olan hâkim radikal teorilerin sunduğundan çok daha faz­
la hayal gücü ve derinlik ister, özellikle de kapitalist kentleşmenin
bu ortak alanları sürekli olarak üretmekte ve onlara el koym akta ol­
duğu düşünülürse. Ortak alanların şehir oluşumu ve kentsel politi­
kalardaki rolünün yeni yeni farkına varılıyor ve gerek teorik olarak
gerekse radikal pratiklerde üzerinde çalışılıyor. Henüz yapılması ge­
reken çok iş var, fakat dünya çapında cereyan eden kentsel toplum ­
sal hareketler bunları başarm ak için çok sayıda insanın ve kritik po­
litik enerji eşiğinin varolduğuna dair pek çok ipucu veriyor.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Rant Sanatı
K Ü L TÜ R EL Ü R E T İM ve faaliyetlerde çalışanların sayısı son yirmiotuz yıl zarfında kayda değer bir artış gösterdi (New York m etropo­
liten alanında 1980'lerin başında 150 bin kayıtlı sanatçı bulunurken
bugün bu rakam muhtemelen bunun iki katından fazladır) ve bu ar­
tış devam ediyor. Daniel Bell'in "kültürel kitle" (kültürü üreten de­
ğil, ancak medya ve başka yollarla aktarımım sağlayan kişiler)1 adı­
nı verdiği şeyin yaratıcı çekirdeğini oluşturan bu grubun siyasi du­
ruşu yıllar içerisinde yön değiştirmiştir. 1960'larda sanat okulları ra­
dikal tartışmanın kızıştığı yerlerdi, ancak bunların giderek pasifleş­
mesi ve profesyonelleşm esiyle birlikte ajitasyona dayalı siyaset de
ciddi oranda geriledi. Bugün sosyalist strateji ve düşüncenin kendi­
sinin de belki yeniden şekillenmesi gerekiyor, fakat bu tür kurumları siyasi angajman m erkezleri olarak yeniden canlandırm ak ve kül­
tür üreticilerinin siyasi ve ajitasyonel gücünü harekete geçirmek sol
açısından kuşkusuz uğraşmaya değer bir amaçtır. Ticarileşme ve pi­
yasa teşvikleri, içinde yaşadığım ız dönem e tartışm asız biçimde hâ­
kim olsa da, kültür üreticileri arasındaki m uhalif alt akım lar ve hoş­
nutsuzluk düzeyi, bu ortamı yeni bir tür ortak alanın üretilmesine
dönük eleştirel ifade ve siyasi ajitasyon için verimli bir alan haline
getirmeye yeterlidir.
1.
D aniel B ell, T h e C u ltu ra l C o ntradictions o f C apitalism , N ew York: Basic
B ooks, 1978: 20; D av id H arvey, T he C ondition o f P ostm odernity, O xford: Basil
B lackw ell, 1989: 290-1, 347-9; T ürkçesi: P o stm o d ern liğ in D u ru m u , çev. S u n g u r
S avran, İstanbul: M etis, 1997; B randon Taylor, M o d ern ism , P ostm odernism , R e ­
alism : A C ritica l P ersp ective f o r A rt, W inchester: W inchester S chool o f A rt Press,
1187: 77.
144
ASİ ŞEHİRLER
Kültürün ortak alanın biçimlerinden biri olduğu ve bir tür meta
haline gelmiş olduğu inkâr edilemez. Ancak aynı zamanda, bazı kül­
türel ürünlerin ve olayların (ister sanat, tiyatro, m üzik, sinema, m i­
mari alanına ait olsun, isterse daha geniş anlamda yerel yaşam tarz­
ları, kültürel miras, kolektif hafıza ve duygusal cem aatlerle ilişkili
olsun) sıradan metalardan ayırt edilmelerini sağlayan çok özel bir
yanı olduğuna dair de yaygın bir kanı mevcuttur. Bu iki tür meta
arasındaki sınır (belki giderek artan biçimde) hayli geçişken olmak­
la birlikte, aradaki analitik aynını muhafaza etmek için yeterli ne­
den vardır. Kültürel yapıtlara ve olaylara ayrı bir önem atfetm em i­
zin nedeni belki de, onları fabrika m ekânında konumlanmış seri
üretim ve tüketimden daha ulvi bir insan yaratıcılığı ve anlam ifade
eden, sahiden farklı yapıtlar gibi görmekten vazgeçemeyişimizdir.
Fakat her tür hayal kırıntısından (ki çoğu kez güçlü ideolojilerle
perçinlenir) arındırdığım ızda dahi, "kültürel" olarak isimlendirilen
ürünlere has çok özel bir şey geriye kalır. Sanat stüdyoları ve galeri­
lerinin, müzisyenlerin bir araya gelip müzik icra ettiği kafe ve bar­
ların şehirde varolabilm esi, kirayı ödemeye yetecek kadar kâr geti­
rip getirm ediklerine bağlı olsa da, onları giysi mağazalarıyla aynı
kefeye koymayız. Öyleyse, bu gibi pek çok olgunun meta statüsü ile
özel niteliği birbiriyle nasıl bağdaştırılabilir?
Tekel Rantı ve Rekabet
Genellikle duygusal değerler, toplumsal yaşam ve hissiyatla, este­
tikle ilgili meselelere daha fazla ilgi duyan (hatta kimi zaman sanat,
sanat içindir idealine bağlanan) kültür üreticilerine, "tekel rantı" gi­
bi bir terim, finansörlerin, m üteahhitlerin, gayrimenkul spekülatör­
leri ve mal sahiplerinin hesaplarından öte bir anlam ifade etmeyen,
fazlasıyla teknik ve kuru bir söz gibi gelebilir. Fakat bu terimin çok
daha geniş bir alanda geçerli olduğunu, ve doğru biçimde kavrandı­
ğında kapitalist küreselleşme, yerel siyasi-iktisadi gelişmeler, kül­
türel anlam lar ve estetik değerlerin evrim leşm esi eksenlerinde yer
alan pek çok pratik ve kişisel ikileme dair zengin açılım lar sunaca­
ğını gösterm eyi ümit ediyorum .2
2.
B u rad a işaret ettiğim genel rant kuram ı için bkz. D avid H arvey, T he L im its
to C a p ita l, O xford: Basil B lackw ell, 1982; 11. B ölüm .
RANT SANATI
145
Rantın tüm biçim leri, özel mülk sahiplerinin bazı m allar üzerin­
deki tekelci gücüne dayanır. Tekel rantı, önemli bazı özellikler açı­
sından eşsiz veya kıyaslanm az olan bir malın denetimini tek başına
elinde tutan bir toplumsal aktörün, bu m alın doğrudan veya dolaylı
yoldan mübadelesi yoluyla uzun bir süre boyunca katmerli bir gelir
elde edebilm esinden kaynaklanır. Tekel rantı kategorisinin öne çık­
tığı iki durum vardır. Bunların ilkinde, toplumsal bir aktör, kendi
denetimi altında bulunan özel niteliğe sahip bir kaynağı, metayı ve­
ya mekânsal konumu belli bir faaliyet için kullanmak isteyenlerden
tekel rantı elde eder. Üretim alanında bunun en açık örneği, Marx'ın
belirttiği gibi, tekelci bir fiyattan satılabilecek denli olağanüstü ni­
telikte şaraplar üreten bir bağdır. Bu durumda, "rantı yaratan şey, te­
kel fiyatıdır".3 Mekânsal konuma bağlı olan rant ise m erkeziyetten
(örneğin ticaret sermayesi için), sözgelimi ulaşım ve iletişim şebe­
kelerine yakınlıktan veya (örneğin bir otel için) yoğun bir faaliyet
alanına yakınlıktan doğar. Tüccar ve otelci, ulaşımı kolay bir arsa
için şerefiye ücreti ödemeye razıdır.
Bunlar tekel rantının dolaylı biçimleridir. M übadele edilen şey
eşsiz niteliğe sahip toprak, kaynaklar veya konumun kendisi değil,
bunların kullanımı yoluyla üretilen mal veya hizmetlerdir. İkinci
durumda ise toprak, kaynaklar veya varlıklar doğrudan ticarete ko­
nu olur (bir bağın veya birinci sınıf bir gayrim enkulün spekülatif
amaçlarla çokuluslu serm ayedar ve finansörlere satışında olduğu
gibi). Kıtlık toprağın, kaynağın veya varlığın cari kullanımdan alıkonarak gelecekteki değeri üzerine spekülasyon yapılması yoluyla
yaratılabilir. Bu türden tekelci rant, Rodin veya Picasso gibi yatırım
amaçlı olarak alınıp satılabilecek (ve giderek de bu şekilde satılan)
sanat yapıtlarının mülkiyetini de kapsar. Burada tekel rantının ze­
mini Picasso'nun veya arsanın eşsiz olm a özelliğidir.
Tekel rantının iki biçimi çoğu kez iç içe geçer. Üzümleriyle m eş­
hur bir bağ (eşsiz bir şato ve hoş bir fiziksel peyzajla birlikte) doğru­
dan tekelci bir fiyata satılabileceği gibi, üzerinde yetişen eşsiz lez­
zetteki üzümlerin de aynı şekilde satılması mümkündür. Bir Picasso
sermaye olarak satın alınıp sonra da onu tekelci bir fiyata sergiye ko­
yacak birine satılabilir. B irfinans m erkezine olan yakınlık doğrudan
3. M arx, C apita l, 3. C ilt, N ew York: International P ublishers. 1967: 774-5.
146
ASİ ŞEHİRLER
satışa çıkarılabileceği gibi, bundan kendi amaçları doğrultusunda
faydalanacak birine, sözgelimi bir otel zincirine de satılabilir. Fakat
bu iki rant biçimi arasındaki fark önemlidir. Örneğin Westminster
Abbey ve Buckingham Sarayı'nm doğrudan satışa çıkarılması (im­
kânsız olm asa da) pek kuvvetli bir olasılık sayılmaz (özelleştirm e­
nin en hararetli savunucuları bile bundan imtina eder). Gelgelelim
turizm endüstrisinin (veya Buckingham örneğinde, Kraliçenin) ken­
dine has pazarlama pratikleri aracılığıyla bu konum lar üzerinden ti­
cari kâr elde etmek müm kündür ve edilm ektedir de.
Tekel rantı kategorisi iki çelişki barındırır. Bunların her ikisi de
aşağıda ileri süreceğim sav açısından önem arz ediyor. İlk olarak, eş­
sizlik ve m üstesnalık vasfı "özel nitelikler"in tanımı için kilit olm ak­
la birlikte, takas edilebilir olm a şartı hiçbir kalemin mali hesapların
tümüyle dışında tutulacak denli eşsiz veya özel olamayacağı anla­
m ına gelir. Picasso'nun parasal bir değeri olmak zorundadır, tıpkı
Manet, M onet veya Aborjin sanatı, arkeolojik bulgular, tarihi bina­
lar, antik heykeller ve Budist tapınaklarının veya Colorado Nehri'nde rafting yapmanın, İstanbul'da veya Everest Dağı'nın zirvesin­
de olmanın da parasal bir karşılığı olduğu gibi. Bu listeden açıkça
görüldüğü üzere, burada "piyasa oluşumu" bir parça güçlük arz eder.
Sanat yapıtları ve bir dereceye kadar arkeolojik bulgular için bir pi­
yasa mevcut olm akla birlikte, bu listedeki pek çok kalemi bir piyasa­
ya dahil etmesi zordur (W estminster Abbey örneği gibi). Yine pek
çok kalem in dolaylı olarak ticarete konu edilmesi dahi güçtür.
Buradaki çelişki, bu kalem lerin, ne kadar pazarlanabilir hale ge­
lirse, eşsiz ve özel olma vasıflarını da o ölçüde kaybetmesidir. Bazı
durum larda pazarlam anın kendisi eşsiz özellikleri tahrip eder (bil­
hassa bu eşsizlik, yabanlık, uzaklık, estetik bir deneyimin saflığı gi­
bi özelliklerden kaynaklanıyorsa). Daha genel olarak, bu tür nesne
veya hadiselerin pazarlanması (ve kalp, sahte, taklit veya kopyaları­
nın yapılması) ne kadar kolaysa, tekelci ranta zemin oluşturm a ola­
sılıkları o derece azalır. Burada Avrupa'da geçirdiği deneyimin Dis­
ney W orld'dekine kıyasla sönük kaldığından şikâyet eden bir öğren­
cinin sözleri aklım a geliyor:
D is n e y W o r ld 'd e b ü tü n ü lk e le r b ir b ir in e ç o k d a h a y a k ı n , s iz e h e r ü lk e ­
n in e n g ü z e l y a n la r ın ı g ö s t e r iy o r la r . A v r u p a is e s ı k ı c ı b i r y e r. İ n s a n la r tu h a f
d i lle r k o n u ş u y o r , e t r a f p is . A v r u p a 'd a g e z e r k e n b a z e n g ü n le r c e i l g i n ç h iç b ir
RANT SANATI
147
ş e y e r a s t la m ıy o r in s a n , o y s a D i s n e y W o r ld 'd e h e r d a k ik a f a r k lı b ir ş e y o lu ­
y o r , in s a n la r k e y i f a lıy o r . Ç o k d a h a e ğ le n c e li. İ y i t a s a r la n m ış .4
Bu gülüp geçilecek bir yargı gibi görünse de, Avrupa'nın kendisini
Disney ölçütlerine göre tasarlamak için ne kadar uğraştığı (üstelik
bunu salt Am erikalı turistler için de yapm ıyor) üzerine düşünmek
zihin açıcı olabilir. Avrupa Disney'e ne kadar benzerse — ki çelişki
de burada yatıyor— eşsizliğinden o ölçüde yitirmektedir. M etalaş­
maya eşlik eden ruh törpüsü yeknesaklık, tekel olmanın sağladığı
avantajları ortadan kaldırır; kültürel ürünlerin sıradan metalardan
farkı kalmaz. Wolfgang Haug, "tüketim m allarının estetik değer te­
keline sahip birer 'm arka ürün'e dönüşmesi" sonucunda "temel veya
jenerik ürünlerin büyük oranda ortadan kalktığı", böylelikle "meta
estetiği"nin, sınırlarını "giderek kültür endüstrisinin sahasına doğ­
ru" genişlettiği tespitinde bulunmaktadır.5 Diğer taraftan, her ser­
mayedar, kendi sattığı malın benzersiz ve taklit edilemez olduğuna
tüketicileri ikna etm eye çalışır (isim markalar, reklam vb. bunun
içindir). H er iki yönden gelen baskı, tekel rantını m eydana getiren
eşsiz özellikleri aşındırm a eğilimindedir. Bu özelliklerin korunması
ve piyasa değerine tahvil edilebilmesi için, bazı malların veya m e­
kânların yeterince eşsiz ve şahsına münhasır kalmasını sağlayacak
yollar bulunm alıdır ki çoğu kez kıran kırana bir rekabetin hüküm
sürdüğü m etalaşm ış bir ekonomide tekelci avantaj elde tutulabilsin.
Peki ama, güya rekabetçi piyasaların hâkim olduğu neoliberal
bir ekonomide, tekelin herhangi bir türüne niçin göz yumulsun, hat­
la tekel arzulanır bir şey addedilsin? İşte burada ikinci çelişkiyle
karşılaşıyoruz, ki kökeninde ilk çelişkinin bir aksi olduğu görülür.
Marx'in uzun süre önce tespit ettiği üzere rekabet, daim a monopol
(veya oligopol) yönünde bir eğilim gösterir, çünkü herkesin herke­
se karşı savaşında en uygun olanın hayatta kalması daha zayıf şir­
ketleri eler.6 Rekabet ne kadar vahşi ise oligopole, hatta tekele dö­
nüşme eğilimi de o kadar hızlıdır. Şu halde, son yıllarda piyasaların
4. A k taran D ou g las K elbaugh, C om m on P lace, S eattle: U niversity o f W as­
h ington P ress, 1997: 51.
5. W olfgang H aug, "C o m m odity A esthetics", W orking P apers S eries, D ep art­
m ent o f C o m p arativ e A m erican C ultures, W ashington S tate U niversity, 2000: 13.
6. M arx'in tekel rantı üzerine görüşlerinin bir özeti için bkz. H arvey, T he L i­
m its to Capital'. 5. B ölüm .
148
ASİ ŞEHİRLER
liberalleşmesi ve göklere çıkarılan piyasa rekabetinin inanılmaz bo­
yutlarda sermaye birikim ine yol açması şaşırtıcı değildir (M icro­
soft, Rupert M urdoch, Bertelsm ann, finans hizmetleri, yanı sıra ha­
vayolu şirketleri, perakende ticaret ve hatta otomotiv, petrol vb. es­
ki sanayilerde görülen şirket devirleri ve birleşmeler). Bu eğilimin
kapitalist dinam iklerin sorunlu bir veçhesi olduğu çok uzun zaman­
dan beri bilinm ektedir — ABD'deki tröst karşıtı m evzuat ve İngilte­
re'de Tekeller ve Şirket Birleşmeleri Kom isyonu'nun varlığı buna
kanıttır. Ancak bunlar kuşatıcı bir güç karşısında alınmış zayıf ted­
birlerdir.
Serm ayedarlar tekelci güç elde etmek için bu kadar gayret etm e­
seydi, bu yapısal dinamik bu derece önemli olmayabilirdi. Tekelci
güç serm ayedara üretim ve pazarlam a üzerinde geniş denetim im ­
kânı sağlar, böylelikle iş ortamını istikrarlı hale getirerek akılcı he­
saplamalara ve uzun vadeli planlamaya, risk ve belirsizliği azaltm a­
ya ve daha genel olarak kendisi için nispeten huzurlu, dertsiz tasasız
bir yaşam alanı açmaya olanak verir. Dolayısıyla Alfred Chandler'm
şirketin görünen eli adını verdiği şey, kapitalizm in tarihsel coğraf­
yası açısından, Adam Sm ith'in üzerinde bunca durduğu ve son yıl­
larda neoliberal ideolojinin küreselleşmenin rehber gücü diyerek
bıkmadan usanm adan önüm üze getirdiği piyasanın görünmez elin­
den daim a çok daha önemli olmuştur.7
Fakat yukarıda bahsettiğim iz ilk çelişki işte bu noktada en açık
biçim de akseder: Piyasa süreçleri, (her türden) sermayedarın üre­
tim araçları üzerindeki — ki buna finans ve arazi dahildir— mülki­
yetinden kaynaklanan bireysel tekeline dayanır. Hatırlayalım, ran­
tın bütün türleri, örneğin bir arazi veya patent gibi kilit bir varlığa
sahip olm aktan doğan tekelci gücün tahsil ettiği bir bedeldir. Dola­
yısıyla özel m ülkün sahip olduğu tekelci güç, her tür kapitalist faali­
yetin hem başlangıç hem de bitiş noktasıdır. Kapitalist mübadelenin
her biçim inin temelinde yatan şey, başkasına devredilmesi söz ko­
nusu olmayan hukuki bir haktır, ki bu da m übadele dışında kalma
seçeneğini (hiç harcam adan biriktirme, elde tutma, cimrilik) kapita­
list piyasalar açısından önemli bir sorun haline getirir. Saf piyasa re7.
A lfred C handler, The V isible H and: T he M a n a g eria l R evolution in A m e ri­
can B u sin ess, C am b rid g e, MA: H arvard U niversity P ress, 1977.
RA N T SANATI
149
kabeti, m alların serbest mübadelesi ve m ükem m el piyasa rasyonalitesi gibi, üretim ve tüketim kararlan arasında eşgüdüm sağlayacağı
varsayılan mekanizmalar, gerçekte son derece nadir rastlanan ve
kronik olarak istikrarsızlık sergileyen araçlardır. Mesele, iktisadi iliş­
kilerin yeterince rekabetçi kalm asını sağlarken, bir yandan da özel
mülkiyetten doğan ve siyasal-iktisadi bir sistem olarak kapitalizmin
temelini oluşturan kişisel ve sınıfsal tekel imtiyazlarını idame ettir­
mektir.
Bu son noktayı biraz daha açm ak bizi m eselenin özüne yaklaştı­
racak. Yaygın fakat hatalı bir varsayıma göre, heybetli ve doruğa
ulaşmış bir tekelci gücün en açık işareti, sermayenin m ega-şirketler
elinde toplanarak yoğunlaşmasıdır. Bunun aksine, küçük şirket öl­
çeğinin ise, yine yaygın ancak yanlış bir varsayım a göre, rekabetçi
bir piyasaya delalet ettiği sanılır. Bu hesaba göre bir zamanlar reka­
betçi olan kapitalizm zaman içerisinde giderek tekelleşmiştir. Bu
hata kısm en, Marx'in "sermayenin m erkezileşm e eğilimine dair yasa"ya ilişkin olarak ileri sürdüğü savlarının çok yüzeysel biçimde
uygulanm asından kaynaklanır. Burada M arx'in karşı argümanı, ya­
ni "sürekli bir m erkezkaç etkisine sahip olan karşıt eğilim ler olm a­
saydı [merkezileşmenin] pek yakında kapitalist üretimin sonunu
getireceği" gözardı edilir.8 M ekân ve konum bağlamını sıkça gözardı eden iktisadi şirket kuramı da — her ne kadar (konuyu ele almaya
lütfettiği nadir anlarda) konum dan gelen avantajın "tekelci rekabet"e yol açtığını kabul etse de— bu hatayı pekiştirir.
Sözgelimi 19. yüzyılda, bira imalatçısı, fırıncı ve şamdan im a­
latçısı, ulaşım maliyetinin yüksek olması nedeniyle yerel pazarlar­
daki rekabetten büyük ölçüde korunmuşlardı. Yerel tekel güçleri,
enerjiden gıda tem inine her alanda hâkimdi (şirket ölçeği küçük ol­
duğu halde). Bu ölçüte göre 19. yüzyıl kapitalizmi şu ankinden çok
daha az rekabetçiydi. İşte bu noktada, değişen ulaşım ve iletişim ko­
şulları belirleyici öneme sahip değişkenler olarak devreye giriyor.
Kapitalizmin "zaman aracılığıyla mesafenin ortadan kaldırılm a­
sı "na duyduğu açlık sayesinde m ekânsal engeller ortadan kalkınca
sanayi ve hizm et alanındaki pek çok yerel şirket, yerelliğin koruma8. M arx, C a p ita l, 3. C ilt: 246. A yrıca bkz. H arvey, The L im its to C a p ita l: 5.
Bölüm .
150
ASİ ŞEHİRLER
cı zırhından ve tekel im tiyazlarından mahrum kaldı.9 Bunlar başka
yerlerdeki üreticilerle, ilkin yakın civardakiler fakat daha sonra çok
daha uzaktakilerle de rekabete m ecbur kaldı.
Bu açıdan bira imalatının tarihsel coğrafyası çok öğreticidir. 19.
yüzyılda çoğu kişi yerel bira içiyordu çünkü başka seçenekleri yok­
tu. 19. yüzyılın sonuna doğru, İngiltere’de bira üretimi ve tüketimi
kayda değer oranda bölgeselleşm işti, ve 1960'lara kadar da öyle kal­
dı (ithal biraların, Guinness hariç, adı dahi duyulmamıştı). Fakat da­
ha sonra piyasa ulusal bir nitelik kazandı (Newcastle Brown ve
Scottish Youngers, Londra'da ve güney bölgelerde görünmeye baş­
ladı) ve nihayet ithal biralar birden rağbet kazandı. Bugün yerel bir
bira içmek tercih meselesidir, bir yöreye duyulan bağlılıkla o yerin
birasının onu diğerlerinden ayıran (tekniğe, kullanılan suya veya
başka bir şeye bağlı olarak) kendine has lezzetinin karışımı bir ter­
cihtir bu. Manhattan'daki bazı birahanelerde dünyanın dört bir ya­
nından yerel biralar içebilirsiniz!
Rekabetin iktisadi mekânının zaman içerisinde hem ölçek hem
de biçim değiştirdiği aşikârdır. Son küreselleşme dalgası, yüksek
ulaşım ve iletişim m aliyetlerinin tarihsel olarak sağladığı tekel ko­
rumasını ortadan kaldırdı. Öte yandan ticaretin önündeki kurumsal
engellerin (korumacılığın) kaldırılm ası, dış rekabeti dışarıda tuta­
rak elde edilen tekel rantlarını asgariye indirdi. Ancak kapitalizm
tekelci güçler olmadan yapam az ve onları bir araya getirm ek için
yollar arar. Dolayısıyla gündemdeki soru, "doğal tekeller" tabir edi­
len mekân ve konum dan ileri gelen korumaların, ulusal sınırlar ve
ticaret kotalarının sağladığı siyasi korumanın ciddi ölçüde azaldığı,
hatta ortadan kalktığı bir durum da tekel gücünün nasıl elde edilece­
ğidir.
Bunun basit yanıtı, sermayeyi m ega-şirketler elinde toplamak
veya daha gevşek ittifaklar kurarak pazara hâkim olm aktır (havayo­
lu ve otom otiv sektörlerinde olduğu gibi). Bunun pek çok örneğini
gördük. İkinci bir yol, bütün küresel ticareti denetleyen uluslararası
9. K arl M arx, G ru n d risse, H arm ondsw orth: P enguin, 1973: 524-39. B u argil
m anın d ah a g eniş b ir çerçev ede ele alınışı için bkz. H arvey, T he L im its to C a p ita l.
12. B ölüm ; ve D av id H arvey, P o stm o d ern liğ in D u ru m u , 3. K ısım ; kavram ın uy
g u lan ışın a özgül b ir ö m e k için bkz. W illiam C ronon, N ature's M etropolis, New
York: N o rto n , 1991.
RANT SANATI
151
ticaret yasaları aracılığıyla, özel m ülkiyetten gelen tekel haklarını
daha da sıkı güvenceye almaktır. Bunun sonucunda patentler ve
"fikri m ülkiyet hakkı" denen şey, tekel güçlerinin daha yaygın bi­
çimde ortaya konduğu kilit bir m ücadele alanı haline gelmiştir. Paradigmatik bir örnek vermek gerekirse, ilaç sanayisi olağanüstü bir
tekel gücü elde etmiştir, bunu kısm en devasa bir sermaye yoğunlaş­
ması ve kısmen de patentler ve lisans anlaşmalarının sağladığı koru­
ma sayesinde başarmıştır. Üstelik aç gözlü bir tavırla daha da fazla
tekel gücü peşinde, her çeşit genetik m alzem e üzerinde mülkiyet
hakkı tesis etmeye çalışm aktadır (buna tropik yağm ur ormanlarında
yerli halkın geleneksel olarak topladığı ender bitkiler de dahildir).
Bir kaynaktan sağlanan tekel imtiyazları eridikçe, bunları başka
yollardan korum a ve oluşturma yönünde bir dizi çabaya tanık olun­
maktadır.
Burada bütün bu eğilimleri özetlemem mümkün değil. Ancak bu
sürecin yerel gelişim ve kültürel faaliyetler üzerindeki doğrudan et­
kilerine daha yakından bakmak istiyorum. İlkin, konum ve yerelliğe atfedilebilecek tekel güçlerinin tanım ı üzerindeki mücadelelerin
halen sürmekte olduğunu ve kültürün bu türden tekel güçleri üzerin­
de hak iddia etme çabalarına gitgide daha fazla bulaştığım göster­
mek istiyorum, çünkü eşsiz ve otantik olma iddiasını ifade etmenin
en iyi yolu, tam da kültürel bir ayrıcalık ve taklit edilem ezlik iddiası
biçimini almaktadır. İlk olarak, tekel rantının en bariz örneği olan
"olağanüstü kalitede şarap üreten ve bunu tekel fiyatına satan bağ"
örneğiyle başlam ak istiyorum.
Şarap Üreticiliğinin Serüveni
Şarap üreticiliği de, bira imalatı gibi, son otuz yıl içerisinde gitgide
uluslararası bir çehre kazandı ve uluslararası rekabetin yarattığı ge­
rilim de beklenmedik sonuçları beraberinde getirdi. Örneğin Avru­
pa Birliği'nden gelen baskı sonucunda uluslararası şarap üreticileri
(uzun kavgalar ve yoğun m üzakerelerin ardından) şarap etiketlerin­
de geleneksel ifadelerin, yani "chateau", "domain" gibi terimlerin,
keza "şampanya", "bourgogne", "chablis" veya "sauterne" gibi jeneıık terimlerin kullanım ına son verme konusunda uzlaştılar. Bu yol­
la, Fransa liderliğindeki Avrupa şarap sanayisi, Fransızca "terroir"
152
ASİ ŞEHİRLER
sözcüğünde bir araya gelen toprak, iklim ve geleneğin eşsiz m ezi­
yetleri ve bir isimle sertifikalanm ış ürününün ayrıcalığında ısrar
ederek tekel rantlarını m uhafaza etm ek istiyor. "Köken kontrolü"
gibi kurumsal denetimlerden de güç alan Fransız şarap sektörü, ürü­
nünün otantik ve orijinal niteliğinde ısrar ediyor, ki bu da tekelci
ranta dayanak oluşturan eşsizliğin temelidir.
Avustralya bu kararı kabul eden ülkeler arasındaydı. Victoria
eyaletinde bulunan Chateau Tahlbik firması, "chateau” sözcüğünü
etiketinden çıkarmayı kabul ederek üstten bakan bir tonda "biz Avus­
tralyalI olm aktan gurur duyuyoruz, başka ülkelerden ve geçmişte
kalmış kültürlerden miras terimleri kullanmaya ihtiyacımız yok"
beyanında bulunuyordu. Bunu telafi etmek için iki etken belirledi­
ler; bunlar bir araya geldiğinde "şarap piyasasında benzersiz bir ko­
num kazan acak lard ı. Bulundukları konum, iç suların şarap yetişti­
rilen kesimdeki iklimi derinden etkilediği (çok sayıdaki göl ve la­
gün iklimi ılımanlaştırır ve soğutur) dünya çapındaki altı şarap böl­
gesinden biridir. Sahip oldukları toprak da kızıl/kum su, çok yüksek
dem ir oksit içeriğine sahip, "üzüm kalitesi üzerinde olumlu bir etki­
si olan ve şaraplara ayırt edici bir bölgesel karakter katan" özelliğiy­
le benzersiz türdendir (Victoria eyaletinde yalnız bir yerde daha bu­
lunur). Bu iki özellik birleşerek "Nagambie G öller B ölgesi'ni eşsiz
bir bağcılık bölgesi haline getirir (özgünlüğünü tescilletmek için
m uhtem elen Avustralya çapında bağcılık bölgelerini tanımlamak
üzere kurulmuş olan Avustralya Şarap ve Brendi Şirketleri Coğrafi
Köken Tescil K om itesine başvuracaktır). Böylelikle Thalbik bu­
lunduğu bölgedeki çevre koşullarının eşsiz bileşim inden hareketle
tekel rantı için bir karşı talepte bulunur. Bunu Fransız şarap üretici­
lerinin ileri sürdüğü "terroir" ve "domaine"e dayalı eşsizlik iddiala­
rına paralel ve rakip olarak yapar.10
Fakat burada ilk çelişki karşımıza çıkıyor. Her şarap alınıp satı­
labilir, öyleyse bir anlam da mukayeseye açıktır, her nerede üretil­
miş olursa olsun. Burada Robert Parker ve onun yayımladığı Wine
Advocate dergisi çıkar sahneye. Parker, "terroir" veya benzer her­
hangi bir kültürel-tarihsel iddiayı dikkate alm aksızın, şarapları tadı10 . T ahbilk W ine C lu b , W ine C lub C ircular 15 (H aziran 2000), T ahbilk W i­
nery and V ineyard, T ahbilk, V ictoria, A vustralya.
RANT SANATI
153
na göre değerlendirir. Bağımsız bir yayıncı olarak isim yapmıştır
(diğer şarap rehberlerinin çoğu ise sektörün nüfuzlu kesimlerinden
destek görmektedir). Şarapları bizzat kendi beğenisine göre sıraya
koyar. ABD gibi önemli bir pazarda geniş bir takipçi kitlesine sahip­
tir. Bordeaux'da üretilmiş bir Chateau şarabına 65 puan verip bir
Avustralya şarabına 95 puan verecek olsa fiyatlar sarsılır. Bordeauxlu şarap üreticilerinin ondan ödü kopar. Hakkında davalar açıldı,
aşağılandı, hakarete uğradı ve hatta fiziksel saldırıya maruz kaldı.
Parker onların ellerinde tuttukları tekel rantına tem elden meydan
okuyor."
Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Tekel olma iddiası, ürünün ni­
teliğinin bir yansıması olmanın yanı sıra, söylemin ürettiği bir etki
ve mücadelenin de bir sonucudur aynı zamanda. Fakat eğer "terro­
ir" ve geleneğin dili terk edilecek olursa yerine nasıl bir söylem ge­
lebilir? Parker ve şarap işiyle uğraşan diğer pek çok kişi son yıllar­
da şarapları tarif etmek için yeni bir dil icat etti: "Şeftali ve erik aro­
ması yanında çok hafif kekiği ve bektaşi üzümünü andırıyor." Bu dil
kulağa tuhaf gelse de, şarap sektöründe artan uluslararası rekabet ve
küresel ticarete tekabül eden söylemsel kayma, şarap tüketiminin
standartlaşarak m eta haline gelm esinde önemli bir rol üstleniyor.
Fakat şarap tüketimi kârlı bir kullanım a dönüştürm eye elverişli
pek çok boyut barındırıyor. Çoğu kimse için şarap içmek estetik bir
deneyim. Doğru yemekle içilen iyi bir şarabın (kimilerine) verdiği
hazzın yanı sıra, Batı geleneği içinde mitolojiden (Dionysos ve
Bakkhos), dine (İsa'nın kanı ve aşai rabbani ritüelleri), festivaller, şi­
ir, şarkı ve edebiyatta göklere çıkarılan geleneklere uzanan çok çe­
şitli göndermeleri var. Şaraplar hakkında bilgi sahibi olmak ve şa­
raptan "anlamak" çoğu kez (B ourdieu’nün deyimiyle) "kültürel" ser­
mayenin bir türü olarak analiz edilebilecek sınıfsal bir nişan anlamı
taşıyor. Şarabı doğru seçmek kim bilir kaç büyük iş anlaşmasını bağ­
lamaya yardım cı olmuştur. (Şarap seçmesini bilmeyen birine güve­
nir miydiniz?) Şarap tarzı yöresel m utfakla ilişkilidir; bölgesel özel­
likleri, kendine has duygu yapılarının öne çıktığı bir yaşam tarzına
çeviren pratiklerin bir parçasıdır (Yunanlı Zorba'yı California Mon11.
W illiam L an g ew iesche, "T he M illion D ollar N o se”, A tla n tic M onthly
286: 6 (A ra lık 2000): 11-22.
154
ASİ ŞEHİRLER
davi şarabı içerken hayal etmek güçtür, her ne kadar bu şarap Atina
limanında satışta olsa da).
Şarap üretimi para ve kârla ilgili bir mesele olduğu kadar her
anlamda kültürü de içerir (ürünün kültüründen tüketimini çevrele­
yen kültürel pratiklere, gerek üreticiler gerekse tüketiciler arasında
gelişen kültürel sermayeye dek). Tekel rantı elde etme yönündeki
sürekli arayış, bütün bu alanlarda özellik, benzersizlik, özgünlük ve
otantiklik ölçütlerini aramayı gerektirir. Benzersizlik "terroir" ve ge­
lenek gibi kıstaslara başvurarak veya doğrudan şarabın tadının tari­
fiyle tespit edilem ediğinde, tekel olm a iddiasını ve bu iddianın doğ­
ruluğunu garantilem ek için geliştirilm iş olan söylemleri kanıtlamak
için diğer ayrım tarzlarına başvurulur (baştan çıkarmayı sağlayan
şarap veya şömine ateşinin yanında nostaljiye eşlik eden şarap şu an
ABD'de reklam amaçlı kullanılan söylemsel araçlardandır). Aslında
şarap üreticiliğinde karşımıza çıkan şey, ürünün eşsizliği hakkında
her biri farklı doğruluk iddialarıyla ortaya çıkan, birbiriyle rekabet
halindeki bir dizi söylemdir. Fakat, başlangıç noktama dönecek
olursam, bütün bu söylemsel kaym alar ve çalkantıların, yanı sıra
uluslararası şarap piyasasına hâkim olm a stratejisinin getirdiği pek
çok manevranın kökeninde yalnızca kâr arayışı değil, aynı zamanda
da tekel rantı arayışı yatar. Burada otantiklik, orijinallik, benzersiz­
lik ve taklit edilem eyecek özel nitelikler üzerine kurulu dil hâkim
olur. Küresel pazarın genel kapsayıcılığı, yukarıda tarif ettiğim ikin­
ci çelişkiyle tutarlı bir biçimde, salt özel mülkiyetten kaynaklanan
tekel imtiyazlarının devam ını değil, malları kıyas kabul etmez nite­
likte sunmaktan doğan tekel rantlarını da garantileme peşindeki bir
erki üretir.
Kentsel Girişimcilik ve Tekel Rantı Arayışı
Şarap sektöründe son dönemdeki mücadeleler, küreselleşmenin
güncel evresi dahilindeki bir dizi olguyu anlamak için yararlı olabi­
lecek bir model sunuyor. Tekel rantları elde etm e çabası sonucunda
yerel kültürel gelişm elerin ve geleneğin nasıl siyasal iktisadın he­
saplarına dahil edilebildiğini anlamak açısından bilhassa zihin açıcı.
Günümüzde yerel kültürel yeniliklere, yerel geleneklerin yeniden
canlandırılm asına ve icadına duyulan ilginin ne ölçüde bu türden
RANT SANATI
rantları yaratm a ve el koym a arzusundan kaynaklandığı sorusunu da
gündeme getiriyor. Sermayedarların her çeşidi tekel gücünden kay­
naklanan geniş olanaklara teşne olduğundan üçüncü bir çelişkiyi he­
men fark ediyoruz: En aç gözlü kürselleşme yanlıları, tekel rantı ya­
ratma potansiyeli olan yerel gelişmeleri destekler, bunun yarattığı
etki küreselleşm eye düşman bir yerel siyasi atm osfer m eydana geti­
recek bile olsa. Bali Adaları yerel kültürünün benzersizliğini ve saf­
lığım vurgulamak, otel, havayolu ve turizm sektörü için yaşamsal
olabilir, peki ama ya ticarileşmenin yarattığı "kirliliğe" şiddetle di­
renen bir Bali hareketi bundan cesaret alırsa? Bask Bölgesi benzer­
sizliğinden ötürü potansiyel değer taşıyan bir kültürel yelpazeye sa­
hip olabilir, fakat ETA'nın özerklik talebi ve zaman zaman şiddete
başvurmayı göze alması, ticarileşm eyle kolay bağdaşır şeyler değil­
dir. Ancak ticari çıkar gruplarının cüreti de azımsanacak cinsten de­
ğildir. Rio'nun favelalarındaki uyuşturucu savaşlarını en ince ayrın­
tısına kadar capcanlı resmeden Cidade de Deus / Tanrı Kent filminin
gösterime girmesinden sonra, gözüpek turizm endüstrisi tehlikeli
mahallelerden bazılarına (kendinize uygun risk düzeyine göre tur
güzergâhını seçmenize imkân tanıyan) turistik geziler pazarlamaya
başladı. Kentsel gelişim siyasetine yakından etkisi olan bu çelişkiye
daha yakından bakalım. Fakat bunu yapabilmek için bu siyasetin
küreselleşmeyle olan ilişkisine kısaca değinm em iz gerekiyor.
Kentsel girişim cilik son yıllarda gerek ulusal gerekse uluslarara­
sı düzlemde önem kazandı. Bundan kastım, devlet gücünü (yerel,
metropoliten, bölgesel, ulusal veya ulusaşırı) sivil toplum içerisin­
deki bir dizi örgütsel yapı (ticaret odaları, sendikalar, kiliseler, eği­
tim ve araştırm a kurum lan, m ahalle grupları, STK'lar, vb.) ve özel
çıkar grupları (şirket veya şahıs) ile karıştırarak, şu veya bu tür bir
kentsel veya bölgesel gelişimi teşvik etmek veya yönetm ek am acıy­
la koalisyon kurmayı sağlayan bir kentsel yönetim. Şimdilerde bu
konuda geniş bir literatür var. Bu yönetim sistemlerinin ("kentsel re­
jim ler", "büyüme makineleri" veya "bölgesel büyüme koalisyonla­
rı" gibi çeşitli isimlerle anılıyorlar) biçimi, faaliyetleri ve amaçları
yerel koşullara ve içlerinde etkin olan güçlerin karışımına bağlı ola­
rak büyük oranda farklılaşabiliyor.12 Kentsel girişimciliğin neolibe­
ral küreselleşm e içerisinde oynadığı rol de özellikle yerel ile kürese­
lin ilişkileri ve "mekân-konum diyalektiği" çerçevesinde uzun uza­
156
ASİ ŞEHİRLER
dıya irdelendi. Sorunu ele alan çoğu coğrafyacı, haklı olarak küre­
selleşmeyi yerel gelişme üzerinde etkili olan nedensel bir güç olarak
ele almanın hatalı olduğu sonucuna vardılar. Bu coğrafyacıların
doğru biçimde ortaya koydukları gibi, gerçekte ölçekler arasında
çok daha karm aşık bir ilişki söz konusudur, öyle ki yerel inisiyatifler
yukarıya, küresel ölçeğe doğru olgunlaşabilir veya tersi de müm kün­
dür; tanımlı bir ölçek içindeki süreçler — şehirlerarası ve bölgeler
arası rekabet bunun en bariz örneğidir— küreselleşm enin içeriğini
yerel ve bölgesel dağılım da yeniden şekillendirebilir.
Öyleyse küreselleşm e, yekpare bir bütünden ziyade, küresel ka­
pitalist faaliyet ve ilişkilerin coğrafi olarak birbirine eklem lenm e­
sinden doğan bir örüntü gibi görülm elidir.13 Peki "coğrafi olarak ek­
lemleme örüntüsü" tam olarak ne anlam a gelir? Eşitsiz coğrafi geli­
şime dair çeşitli ölçeklerde pek çok kanıt ve bunun ardındaki kapi­
talist mantığı anlamaya çalışan en azından birkaç makul teori mev­
cuttur. Bu durum kısm en, artı değerin üretimi ve sahiplenilmesinde
avantaj elde etm e arayışı içindeki mobil sermayenin (finans, ticaret
ve imalat sermayesi bu açıdan farklı kapasitelere sahiptir) yer değiş­
tirmesi olarak alışıldık biçim de yorumlanabilir. Hakikaten, sermaye
hareketi ve yatırım kararlarının, en ucuz ve sömürüye en açık işgü­
cüne hücum ettiği "dibe doğru yarış" modeline oturan temayüller
tespit etm ek mümkündür. Fakat tek başına bu açıklamayı eşitsiz
coğrafi gelişim dinamiklerinin yegâne nedeni olarak ele almanın
kaba bir indirgemecilik olduğuna işaret eden aksi yönde de çok sa­
yıda kanıt vardır. Genel olarak bakıldığında sermaye, ücretin düşük
olduğu bölgelere kayabildiği gibi, pekâlâ yüksek olduğu yöne doğ­
ru da hareket edebilmekte; coğrafi tercihlerinde çoğunlukla, gerek
burjuva gerekse Marksist siyasal iktisadın ortaya koyduğu, bildik
kıstaslardan çok farklı birtakım kıstasları rehber alıyor gibi görün­
mektedir.
12. B ob Jesso p , "An E n trepreneurial C ity in A ction: H ong K ong's E m erging
S trateg ies in P rep aratio n for (Inter-)U rban C om petition", U rban S tu d ies 37: 12
(2000): 2, 287-313; D avid H arvey, "From M anagerialism to E ntrepreneurialism :
T he T ran sfo rm atio n o f U rban G o vernance in L ate C ap italism ", G eografiska Ann a ler 7 1B (1989): 3-17; N eil B renner, Sp a ces o f N eo lib era lism : U rban R estucturin g in N o rth A m erica a n d W estern E urope, O xford: W iley -B lack w ell, 2003.
13. B kz. K evin C ox (h a z .), S p a ces o f G lobalization: R ea ssertin g the P o w er o f
th e L o ca l, N ew York: G u ilford P ress, 1997.
RANT SANATI
1S7
Sorun kısmen, bir kategori olarak toprak sermayesini ve tanımı
gereği coğrafi konum itibariyle sabit olan mimari çevreye yapılan
uzun vadeli yatırımların önemini gözardı etme alışkanlığından kay­
naklanır. Bu tür yatırımlar, özellikle de spekülatif nitelikte olanlar,
ilk seferinde kârlı olması durum unda yeni yatırım dalgalarını peşi
sıra getirir (kongre merkezini doldurmak için otellere ihtiyacımız
vardır ki bunlar da daha iyi bir ulaşım ve iletişim ağı gerektirir, bun­
lar da kongre merkezinin kapasitesini artırm a imkânı yaratır, vb...).
Öyleyse m etropoliten alana yapılan yatırımlarda, döngüsel ve kü­
mülatif bir nedensellik söz konusudur (örneğin Londra rıhtım böl­
gesindeki bütün o yeniden gelişimi, Canary W harf ın gerek kamu
gerekse özel sektör eliyle gerçekleştirilen yeni yatırım lar etrafında
dönen finansal canlılığını göz önüne getirin). "Kentsel büyüme m a­
kinesi" tabir edilen şey bundan ibarettir — yatırım sürecine hâkim
olan dinam ikler arasında uyum sağlamak, bunun yanı sıra şehirler
ve bölgeler arası rekabette başarıya destek olacak kilit kamu yatı­
rımlarını doğru yer ve zam anda gerçekleştirm ek.14
Fakat bunu bu kadar cazip kılan şey bir yandan da tekel rantı el­
de etmeye olanak vermesidir. Örneğin büyük m üteahhitlerin, bir
proje alanı içerisindeki en seçme ve rantabl arsayı proje bitimine ka­
dar elde tutmak ve sonrasında bu arsadan tekel rantı sağlamak gibi
bir stratejiye başvurdukları malumdur. Yeterli güce sahip kurnaz yö­
netimler de aynı uygulamaya girişebilir. Anlaşıldığı kadarıyla Hong
Kong yönetim i bütçesinin büyük kısmını, kamu arazilerinin çok
yüksek tekelci fiyatlara kontrollü satışı yoluyla sağlamaktadır. Bu
ise gayrimenkul üzerinden tekel rantına dönüşerek Hong Kong'u
gayrimenkul piyasalarında iş gören uluslararası finans yatırımı ser­
mayesi açısından çok cazip hale getirmektedir. Tabii, Hong Kong
konumu itibariyle başka yönlerden de benzersiz olma iddiasına sa­
hiptir ve bunun sunduğu tekelci avantajları piyasaya sürer. Singapur
ise tekel rantı elde etm eye kalkışm ış ve bunda kısmen benzer biçim ­
de ancak farklı siyasal-iktisadi araçlar kullanarak büyük ölçüde ba­
şarılı olmuştur.
Bu tür bir kentsel yönetim büyük oranda yalnızca ulaşım ve ile­
14.
Jo h n L ogan ve H arvey M olotch, U rban F ortunes: T he P o litica l E conom y
o f P lace, B erkeley: U n iv ersity o f C alifo rn ia P ress, 1988.
158
ASİ ŞEHİRLER
tişim, liman yapıları, kanalizasyon ve su gibi alanlarda fiziksel alt­
yapının yanı sıra, eğitim, bilim ve teknoloji, toplumsal kontrol, kül­
tür ve yaşam kalitesi gibi toplumsal altyapı alanlarında da yerel ya­
tırım modelleri inşa etm e yönelimindedir. Amaç, kentleşme süreci
içinde gerek özel teşebbüs gerekse devlet güçleri tarafından tekel
rantlarının yaratılm asına ve bunlara el konm asına olanak verecek
sinerjiyi üretmektir. Bu tür çabalar her zaman başarıya ulaşmaz ta­
bii, fakat başarısız örnekler bile tekel rantı elde etme konusundaki
başarısızlıkları üzerinden kısm en veya büyük ölçüde anlaşılabilir.
Ancak tekel rantı arayışı gayrimenkul inşaatı, ekonom ik inisiyatif­
ler ve hükümet finansm anına has pratiklerle sınırlı değildir. Çok da­
ha geniş bir uygulama alanına sahiptir.
Kolektif Simgesel Sermaye, Ayrıcalık İbareleri ve Tekel Rantları
Tekel rantı elde edebilmenin koşulu benzersiz, otantik, münferit ve
özel olm a iddiası ise, bu türden bir talep için tarihsel olarak oluşmuş
kültürel ürün ve edim ler ile çevrenin kendine has niteliklerinden
(mimari, toplumsal ve kültürel çevre de tabii ki dahil olmak üzere)
daha iyi bir alan olabilir mi? Şarapçılıkta da olduğu gibi, bu türden
iddialar daima, maddi gerçeklikten tem ellenmenin yanı sıra, söy­
lemsel yapıların ve m ücadelelerin de sonucudur. Çoğunlukla tarih­
sel anlatılar, kolektif hafızaya ilişkin yorum lar ve anlamlar, kültürel
pratiklere özgü göndergeler ve benzerlerine dayanır: Tekel rantı el­
de etmek için dayanılan gerekçelerin üretiminde daim a güçlü bir
toplumsal ve söylemsel unsur iş başındadır, zira eşsiz olduğu varsa­
yılan bir yere özgü olan o şey her neyse, ona ulaşmak için — çoğu in­
sana göre— Londra, Kahire, Barselona, Milan, İstanbul, San Fran­
cisco vb.ne gitm ekten başka yol yoktur.
En bariz örnek turizmdir, ama meseleyi bununla sınırlamanın
yanlış olacağı kanısındayım. Çünkü burada söz konusu olan kolek­
tif simgesel sermayenin gücü, belli bir yere atfedilen ayrıcalık iba­
releridir, ki bunlar genel olarak sermaye hareketleri üzerinde önem ­
li bir çekim gücüne sahiptir. Bu tabirin genel kullanımını borçlu ol­
duğumuz Bourdieu, bunları m aalesef bireylerle sınırlı tutar (adeta
yapılandırılm ış estetik yargılar denizinde yüzen atom lar gibi), oysa
bana öyle geliyor ki kolektif biçim ler (ve bireylerin bu biçimlerle
RANT SANATI
159
ilişkisi) daha fazla ilgiye mahzar olsa gerektir.15 Paris, Atina, New
York, Rio de Jeneiro, Berlin ve Rom a gibi yer isimlerine eşlik eden
simgesel sermaye son derece önem lidir ve bu şehirlere, sözgelimi
Baltimore, Liverpool, Essen, Lille ve Glasgow gibi yerler karşısın­
da büyük ekonom ik avantaj sağlar. Bu ikinci grup şehirler açısından
sorun, tekel rantı sağlayan benzersizlik iddiasını daha iyi tem ellen­
direbilmek için simgesel sermaye katsayılarını yükseltmek ve ayrı­
calık ibarelerini çoğaltmaktır. Şehirlerin birer "marka"ya dönüştü­
rülmesi büyük bir iş kolu haline gelm iştir.16 Ulaşım ve iletişimin ko­
laylaşması ve ticaretin önündeki diğer engellerin azaltılmasıyla bir­
likte tekel gücünde genel olarak görülen azalm a ile birlikte, kolektif
simgesel sermaye elde etm ek için verilen bu çaba tekel rantının ze­
mini olarak daha da önem kazanır. Bilbao'daki Guggenheim Müzesi'nde Gehry'nin karakteristik m im arisiyle yarattığı sansasyonu baş­
ka nasıl açıklayabiliriz? Uluslararası arenada kayda değer yatırım ­
lara sahip tanınmış fi nans kuruluşlarının sanatçının imzası gibi şah­
sına münhasır projelere destek sunma konusundaki heveskârlığını
başka nasıl açıklayabiliriz?
Bir başka örneği ele alacak olursak, Barselona’nın Avrupa şehir
sistemi içerisinde kazandığı ün, kısmen, düzenli olarak simgesel
sermaye ve ayrıcalık ibareleri biriktirmesi sayesinde olmuştur. Kataianlara özgü tarih ve gelenek içerisinde kazılar yapılması, bölge­
nin güçlü sanatsal başarıları ve m im ari mirasının (başta G audí ol­
mak üzere), yaşam tarzı ve edebi geleneklere ait belirgin ibarelerin
pazarlanması bunda büyük rol oynadı; bu nevi şahsına münhasırlığı
kutlamak için hazırlanan kitaplar, sergiler ve kültürel faaliyetler se­
li de buna destek oldu. Bütün bunlar yeni göz alıcı mimari dekorla
(Norman Foster'ın radyo verici istasyonu Torre de Collserola ve es­
ki şehrin biraz viran haldeki dokusunun ortasında yükselen M eier'in
bembeyaz ve göz alıcı Museu d'Art Contemporani de Barcelona'sı),
yanı sıra liman ve sahilin açılması, çorak arazilerin Olimpiyat Köyü
için geri kazanılması (İkarya ütopyasına sevimli bir gönderme) gibi
bir dizi yatırım aracılığıyla öne çıkarıldı. Bir zam anlar epeyce şa­
15. P ierre B o u rd ieu , D istinction: A S o cia l C ritiq u e o f the Ju d g em e n t o f Taste,
L ondra: R o u tled g e & K eg an Paul, 1984.
16. M iriam G reen b erg , B randing N ew York: H o w a C ity in C risis W as S o ld to
the W orld, N ew York: R o u tled g e, 2008.
160
ASİ ŞEHİRLER
ibeli, hatta tehlikeli olan şehrin gece hayatı, açık bir kentsel temaşa
panoram asına dönüştü. Tekel rantları elde etmek için dev olanaklar
açan Olim piyat Oyunları da bütün bu gelişm elere aracı oldu (tesa­
düf bu ya, Uluslararası Olim piyat Komitesi başkanı Samaranch da
Barselona'da büyük gayrim enkul yatırımlarına sahipti).17
Gelgelelim Barselona'nın başlangıçtaki bu başarısı ilk çelişkinin
derinliklerine doğru yol alıyor gibi görünmektedir. Bir şehir olarak
Barselona'nın sahip olduğu kolektif simgesel sermaye temelinde te­
kel rantını cebe indirmek için sınırsız fırsatlar kendini gösterdikçe
(İngiliz M imarlar Kraliyet Enstitüsü'nün bütün şehre mimari başarı
madalyasını takdim etmesinden bu yana emlak fiyatları astronomik
düzeylere ulaşmıştır), bu karşı konulmaz cazibe çokuluslu şirketler
eliyle m etalaşmanın neden olduğu yeknesaklığı da peşi sıra getir­
mektedir. Kıyı gelişim inin son evreleri batı dünyasındaki benzerle­
rinden farksızdır: insanı şaşkına çeviren trafik yoğunluğu eski şehir
dokusunun içinden bulvarlar açılmasını m ecbur kılar, çokuluslu
m ağazalar yerel dükkânların yerini alır, m utenalaştırma eski sakin­
leri yerinden eder ve eski kent dokusunu tahrip eder; sonuçta Barse­
lona ayrıcalık ibarelerini bir bir kaybetmeye başlar. Hatta Disneyleşme yönündeki işaretler de gözardı edilem eyecek denli belirgin­
leşmiştir.
Bu çelişki, sorular ve direnişle belirgin hale gelir. Burada onur­
landırılacak olan kimin kolektif hafızasıdır — Barselona'nın tari­
hinde öylesine önemli bir rol oynamış olan İkaryalılar gibi anarşist­
lerin mi, Franco'ya karşı var güçleriyle savaşan cumhuriyetçilerin
mi, Endülüs muhacirleri olan Katalan m illiyetçilerin mi, yoksa
uzun dönem Franco'nun müttefiki olan Sam aranch'ın mı? Kimin es­
tetiği söz sahibi olacak tır— Barselona’nın Bohigas gibi gücüyle ün
salmış mimarlarınınki mi? Disneyleşmenin herhangi bir biçimini
kabullenmek için ne neden var? Bu gibi tartışmaları susturmak pek
kolay değildir, çünkü Barselona'nın sahip olduğu kolektif simgesel
sermaye birikim inin otantiklik, eşsizlik ve taklit edilem ezlik gibi ti­
kel niteliklere dayandığı herkesçe malumdur. Yerel ayrıcalığa iliş­
kin bu tür ibarelerin biriktirilmesi ister istemez yerel aktörlerin güç17.
D onald M cN eill, U rban C h a n g e a n d the E uropean L eft: Tales fr o m the
N e w B arcelona, N ew York: R outledge, 1999.
RANT SANATI
161
lenınesini ve hatta m uhalif halk hareketleri mevzusunu gündeme
getirir. O noktada kolektif simgesel ve kültürel sermayenin bekçile­
ri — müzeler, üniversiteler, hami sınıfı ve devlet aygıtı— her za­
manki gibi kapıyı kapayarak ayak takımını dışarıda tutm akta ısrar
ederler (gerçi Barselona'daki Museu d'Art Contem porani, muadili
olan pek çok kurumun aksine, şaşırtıcı ve yapıcı bir biçim de halkın
beğenilerine hitap etmeyi sürdürmüştür). Eğer bu başarısız olacak
olursa, devlet devreye girerek New York şehri belediye başkanı Giuliani'nin şehirde kültürel beğenileri izlemek amacıyla kurduğu "makuliyet komitesi"nden, düpedüz polis baskısına varan seçenekler
arasında herhangi birini uygular. G elgelelim burada yüksek getiriler
ve götürüler söz konusudur. Gerek halihazırda gerekse geçmişte
oluşumuna herkesin kendi üslubunca katkıda bulunduğu kolektif
simgesel sermayeden nüfusun hangi kesiminin en fazla faydalana­
cağını belirlemek söz konusudur. Simgesel sermayeden doğan tekel
rantına salt çokuluslu şirketlerce veya yerel burjuvazinin güçlü,
azınlık bir kesimi tarafından el konm asına neden izin verilsin? Sin­
gapur gibi (temelde konumunun sağladığı avantajdan doğan) tekel
rantını yıllar içinde öylesine hoyratça ve başarılı biçimde yaratan ve
sahiplenen bir şehir bile, elde edilen kazancın konut, sağlık hizmet­
leri ve eğitim aracılığıyla geniş bir tabana dağıtılmasını güvence al­
tına almıştır.
Barselona'nın yakın tarihinde örneğini gördüğüm üz nedenler­
den dolayı, bilgi ve miras endüstrileri, kültürel üretimin yarattığı
canlılık ve hareket, kendine özgü bir mimarinin ve estetik beğenile­
rin geliştirilmesi pek çok yerde (özellikle Avrupa'da) kentsel giri­
şimcilik siyasetinin güçlü kurucu unsurları olarak öne çıkmaktadır.
Son derece rekabetçi bir dünyada ayrıcalığa dair ibareler ve kolek­
tif simgesel sermaye biriktirme çabası sürmektedir. G elgelelim bu
durum peşi sıra bir dizi yerel soruyu da getirmektedir: Kimin kolek­
tif hafızasına, kimin estetiğine ve kimin yararına öncelik tanınacak­
tır? Barselona'daki mahalle hareketleri, simgesel sermayelerini da­
yanak alarak tanınm a ve siyasi güç talebiyle ortaya çıkm akta ve so­
nuç olarak şehirde siyasi varlıklarını ortaya koyabilmektedirler. G e­
rek müteahhitler gerekse turizm endüstrisi tarafından el konmakta
olan, onların kentsel müşterekleridir. Fakat bu m üştereklere sadece
belli kesimlerin el koyması, yeni siyasi mücadele kanallarını hare­
162
ASİ ŞEHİRLER
kete geçirebilmektedir. Liverpool'daki Albert Rıhtımı'nın yeniden
inşası sırasında köle ticaretine dair her tür referansın silinmesi, dış­
lanan Karayip kökenli nüfusun protestolarına yol açtı ve bu m arji­
nalleştirilmiş topluluk içerisinde yeni siyasi dayanışm a tarzları ya­
rattı. Keza Berlin'deki Yahudi Soykırımı Müzesi uzun m ünakaşala­
ra yol açtı. Anlamı üzerinde uzlaşmaya varılmış olduğunu varsaya­
cağımız Atina Akropolü gibi antik çağ yapıtları bile anlaşm azlıkla­
ra konu olabiliyor.18 Bu türden tartışm alar dolaylı yollardan da olsa
geniş siyasi etkilere yol açabiliyor. Yeni kentsel ortak alanların halk
katılım ıyla üretilmesi, kolektif simgesel sermayenin biriktirilmesi,
kolektif bir hafıza ve efsanelerin harekete geçirilmesi, özgül kültü­
rel geleneklere başvurulması, gerek sağ gerekse sol siyasi eylem le­
rin her biçim inin önemli veçhelerini oluşturur.
Örneğin Almanya'nın birleşm esinden sonra Berlin'in yeniden
inşası etrafında dönen tartışmaları hatırlayın. Berlin'in simgesel ser­
mayesinin nasıl tanım lanacağına dair tartışm a ilerledikçe çok çeşit­
li güçler birbiriyle karşı karşıya geldi. Berlin, bariz biçimde, doğu
ve batı arasında arabuluculuk yapm a potansiyeli üzerinden bir ben­
zersizlik iddiası geliştirebilir. Günüm üz kapitalizm inin eşitsiz coğ­
rafi gelişim i içerisindeki stratejik konumu (eski Sovyetler Birliği'
nin çözülmesiyle birlikte) şehre bariz avantajlar bahşediyor. Fakat
kolektif hafıza, efsaneler, tarih, kültür, estetik ve gelenek üzerinden
sürmekte olan bir başka kimlik savaşımı daha var. Bu mücadelenin
yalnızca tek bir sorunlu boyutunu ele alacağım — pek de başat sa­
yılamayacak olan bu boyutun küresel rekabette tekel rantı iddiaları­
nı temellendirm eyi ne derece başaracağı da belirsiz. Yerel mimar ve
plancıların bir kısmı (yerel yönetim aygıtının bazı kısımlarının da
desteğiyle), 18. ve 19. yüzyıl Berlini'ne ait m im ari biçimleri yeni­
den tedavüle sokma, özellikle de — pek çok şeyi gözardı etmek pa­
hasına— Schinkel'e özgü mimari geleneği öne çıkarm a arayışına
girdi. Bu tavır, seçkinci estetik tercihlerden ibaret bir mesele olarak
görülebilir, ancak şehrin kolektif hafızası, anıtsallık, tarihin gücü ve
siyasi kim liğe ilişkin bir dizi anlamla yüklüdür. Ayrıca, kimin Berlinli olup kimin olm adığını ve kimin şehre hakkı olduğunu dar an18.
A rgyro L ou k ak i, "W hose G enius L oci: C ontrasting Interpretations o f the
S acred R o ck o f the A th en ian A cro p o lis”, A n n a ls o f the A sso c ia tio n o f A m erican
G eo g ra p h ers 87: 2 (1997): 306-29.
RANT SANATI
163
lamda soykütüğü veya belli bazı değer ve inançlara bağlılık tem e­
linde tarif eden (ve çeşitli söylemlerde ifadesini bulan) düşünce ik­
limiyle de bağlantılıdır. Böyle bir tavır, ulusalcı ve romantik çağrı­
şımlarla yüklü bir yerel tarihi ve mimari mirası kazıp çıkarmak an­
lamına gelir. G öçm enlere kötü m uam ele edildiği ve şiddetin yaygın
olduğu bir bağlam da bu tür eylemlere sessiz bir m eşruiyet dahi sağ­
layabilir. Bugün çoğu Berlin doğumlu olan Türk nüfusu pek çok
onur kırıcı tutum la karşı karşıya kalmış ve bu insanların büyük kıs­
mı şehir merkezinden tahliye edilmiştir. Onların Berlin şehrine yap­
tıkları katkı gözardı edilmektedir. Dahası, rom antik/m illiyetçi m i­
mari üslup geleneksel anıtsallık yaklaşım ıyla uyumludur, ki bu da
çağdaş planlarda (her ne kadar açık olarak atıfta bulunulm asa da,
hatta belki farkında olmaksızın) A lbert Speer'in 1930'larda Reichstag'a anıtsal bir ön zemin sunmak am acıyla Hitler için çizdiği plan­
ları tekrar etmektedir.
Neyse ki Berlin'in kolektif simgesel sermaye arayışı bundan iba­
ret değildir. Örneğin Norman Foster'm Reichstag'ı yeniden inşa­
sının veya çokuluslu şirketlerin Potsdam er Platz'a hâkim olmak için
(büyük oranda yerel m im arlara muhalif) uluslararası m odernist m i­
marlar koleksiyonunu şehre getirtm esinin yukarıda bahsedilen ta­
vırla tutarlı olduğunu söylemek zordur. Çokuluslu şirketlerin şehre
hâkim olm a yönündeki tehdidine verilen bu romantik yerel tepki­
nin, şehir için üretilen çok çeşitli ayrıcalık ibareleri arasında ilgi çe­
kici masum bir unsurdan ibaret olarak kalması da olasıdır (ne de ol­
sa Schinkel kayda değer bir mimari değere sahiptir, yeniden inşa
edilen bir 18. yüzyıl kalesi ise D isneyleşm e temayülleri açısından
elverişli olabilir).
Fakat hikâyenin olası arka yüzü de, tekel rantından doğan çeliş­
kilerin nasıl kolaylıkla ortaya çıkabileceğini vurgulaması açısından
ilgiye mazhardır. Bu dar görüşlü planlar, dışlayıcı estetik anlayış ve
söylemsel pratikler şehre hâkim olsaydı, yaratılacak kolektif sim ge­
sel sermayenin serbestçe pazarlanması güç olacaktı, çünkü tam da
özel nitelikleri onu küreselleşmenin dışında ve küreselleşmeyi bü­
yük oranda reddeden dışlayıcı bir siyasi kültürün içerisinde konumlandıracaktı; en iyi ihtimalle içe kapanarak tutucu bir m illiyetçiliğe
yönelecek, daha da kötüsü, belki yabancıların ve göçm enlerin hoy­
ratça reddi biçimini alacaktı. Kentsel yönetim elinde tuttuğu kolek­
164
ASİ ŞEHİRLER
tif tekel gücünü, çokuluslu küreselleşmenin bayağı kozmopolitizmine karşı bir m uhalefete yönlendirebilir, ancak bu kez de yerel
ulusalcılığın temelini oluşturm a riski vardır. Yunanlılara borç krizi­
ni atlatabilmeleri için yapılacak yardımın Alman kamuoyunun ge­
niş kesiminde reddedilm esiyle sonuçlanan kültürel çerçeve, bu tür
yerel ulusalcılıkların pekişmesinin ciddi küresel sonuçları olabile­
ceğine işaret ediyor. Bir şehrin başarıyla m arkaya dönüştürülmesi,
bu m arkaya uymayan herkesin ve her şeyin ihraç edilmesini veya
kökünün kazınmasını gerektirebilir.
Topyekûn bir ticarileşmeye fazlaca yaklaşıp tekel rantının kay­
nağı olan ayrıcalık ibarelerini kaybetmek ile, pazarlamanın güç ola­
cağı fazlasıyla özel ayrıcalık ibareleri yaratmak arasındaki açmaz
her daim mevcuttur. Fakat şarap üreticiliğinde de olduğu gibi, bir
ürün, yer, kültürel bir biçim, gelenek veya mimari bir m irasa dair
neyin bu denli özel olduğunu tanımlamak daima güçlü söylemsel
m anevraları gerektirir. Söylemsel savaşlar oyunun parçası haline
gelir ve taraftarlar (örneğin m edyada ve akadem ide) dinleyici kitle­
sini de, mali desteği de bu süreçler aracılığıyla devşirirler. Örneğin
m odaya atıfta bulunarak pek çok şey elde edilir (nedense, moda
merkezi olmak şehirlerin kayda değer m iktarda kolektif simgesel
sermaye biriktirm esinin yollarından biridir). Serm ayedarlar bunun
gayet farkındadır; bu yüzden de kültür savaşlarının ve çok-kültürlülük, moda ve estetiğin dikenli çalılarının arasına girmeleri icap ed­
er, çünkü tekel rantını bir süreliğine de olsa elde etmenin yolu tam
da bu araçlardan geçer. Ve eğer iddia ettiğim gibi, tekel rantı daima
kapitalist arzunun nesnesiyse, o zaman kültür, tarih, miras, estetik
ve anlam alanına yapılacak m üdahalelerle onu elde etmek her çeşit
serm ayedar için çok önemli olsa gerektir. Bu noktada ortaya çıkan
soru, bu kültürel müdahalelerin kendisinin sınıf m ücadelesinin güç­
lü bir silahı haline nasıl gelebileceğidir.
Tekel Rantı ve Umut Vadeden Mekânlar
Bu noktada eleştirm enler iddiamın ekonomik açıdan indirgemeci
göründüğünden şikâyet edebilir. Bizzat kapitalizm in yerel kültürle­
ri ürettiği, estetik anlamları şekillendirdiği ve yerel girişim ler üze­
rinde hâkim iyet kurarak sermayenin dolaşımı içerisinde sindirile-
RANT SANATI
165
meyen herhangi bir farklılığın gelişim ine peşinen engel olduğu gibi
bir izlenim uyandırdığımı söyleyeceklerdir. Bu yorumu önlemek
elimden gelmez, ancak böyle bir yorumun mesajımı çarpıtmak ola­
cağını söyleyebilirim. Zira tekel rantı kavramını sermaye birikimi
mantığı çerçevesinde gündem e getirmekteki amacım, sermayenin
yerel farklar, yerel kültürler arasındaki varyasyonlar ve kökeni her
ne olursa olsun estetik anlam lara el koymak ve bunlardan artı değer
devşirmek için yöntemlerinin eksik olm adığını göstermektir. Avru­
palI turistler bugün New York'un H arlem semtinde ticari turlara ka­
tılabilm ektedir (tura eşlik eden bir kilise korosu da cabası), tıpkı
"yoksulluk turizmi"nin Güney Afrika, M umbai'nin Dharavi semti
ve Rio'nun favelaları gibi yoğun yoksulluk bölgelerine gezi çığırt­
kanlığı yaptığı gibi. ABD'de müzik endüstrisi çok çeşitli üsluplar­
dan müzisyenlerin kökenden, yerelden gelen yaratıcılıklarına el koy­
makta parlak başarılar elde etm ektedir (neredeyse istisnasız olarak
müzisyenlerden ziyade müzik şirketlerinin yararınadır bu ilişki).
Ezilenlerin uzun tarihine seslenen, siyasi vurguya sahip müzik bile
(rap'in bazı biçim leri, Jam aika'nın reggae'si veya Kingston menşeli
dancehall m üziği) m etaya dönüşmektedir. Her şeyin metalaşması
ve ticarileşm esi, zam anım ıza dam gasını vuran bir yönelimdir.
Gelgelelim tekel rantı çelişkili bir yapıya sahiptir. Tekel rantı
arayışı küresel sermayeyi ayrıcalıklı yerel girişim lere değer atfet­
meye sevk eder. Hatta bazı açılardan, yerel girişim ne kadar ayrıca­
lıklı ve ne kadar ihlalci ise değeri o derece yükselir. Bunun yanı sı­
ra, benzersizlik, otantiklik, m ünferitlik, orijinallik ve toplumsal ya­
şamda meta üretiminin yol açtığı yeknesaklıkla bağdaşmayan ne
kadar özellik varsa hepsinin değerli kılınm asına yol açar. Sermaye
eğer tekel rantının temelini oluşturan benzersizliği toptan yok et­
mek istem iyorsa (ki serm ayenin bilfiil bunu gerçekleştirdiği, karşı­
lığında da herkesçe lanetlendiği pek çok vaka vardır), farklılığın bel­
li biçimlerini desteklemeli ve farklılaşan, hatta bir dereceye kadar
kontrol dışına çıkan yerel kültürel gelişmelere de kendi pürüzsüz iş­
leyişine düşm anca bir tavır alması muhtemel olsa dahi izin verm eli­
dir. Hatta ihlalci kültürel pratikleri dahi, temkinli bir biçimde ve en­
dişeyle de olsa, destekleyebilir; çünkü bu, özgün, yaratıcı, otantik
ve aynı zam anda da eşsiz olm anın yollarından biridir.
İşte böyle mekânlar, m uhalif hareketlerin şekillenmesi için elve­
166
ASİ ŞEHİRLER
rişlidir; hatta çoğu kez, m uhalif hareketlerin bu tür yerlerde çok ön­
ceden kök salmış olması da muhtemeldir. Sermaye açısından sorun,
kültürel farklılıkları ve kültürel m üşterekleri bunların üzerinden te­
kel rantı elde etmesine elverecek ölçüde edilgenleştirme, içerme, metalaştırm a ve ticarileştirm enin yollarını bulmaktır. Bu esnada ser­
maye, kültür üreticilerinin ortaya koyduğu yaratıcılığı ve başkaları­
nın ekonom ik yararını gözeten siyasi angajmanını sömürmesi nede­
niyle çoğu kez yabancılaşm a ve hınca yol açar. Bir halkın, kendi ta­
rih ve kültürünün metaya dönüştürülerek söm ürülm esinden topluca
esef duyması durum unda olduğu gibi. M uhalif hareketler açısından
sorun, kendi kültürel m üştereklerinin böylesine yaygın biçimde ele
geçirilm esine ses çıkarm ak, ve m ünferitlik, eşsizlik, sahicilik, kül­
tür ve estetik anlam lar üzerinden elde edilen meşruiyeti yeni olanak
ve alternatifler açacak şekilde kullanmaktır.
En asgarisinden bu, sahicilik, yaratıcılık ve özgünlüğün, işçi sı­
nıfı, köylü veya kapitalist olmayan herhangi bir başka tarihsel coğ­
rafyanın değil de salt burjuvazinin ürünü olduğu fikrine direnmek
anlam ına gelir. Aynı zam anda bu, günümüz kültür üreticilerini, öf­
kelerini yeniden metalaşm a, piyasa hâkimiyeti ve daha genel olarak
kapitalist sisteme yöneltm eleri için ikna etmeyi gerektirir. Cinsel­
lik, din, toplumsal ahlak ve sanatsal veya mimari alanındaki genelgeçer kurallar hakkında ihlalci olm ak bir şeydir, kapitalist tahakkü­
mün kurum ve pratikleri (ki bunlar aslında kültür kurum larının de­
rinliklerine nüfuz eder) konusunda ihlalci olmak başka bir şey. Ka­
pitalist tem ellük biçimleri ile geçmiş ve günüm üzdeki kültürel yara­
tıcılık arasında cereyan eden parçalı olm akla birlikte geniş çaplı
m ücadeleler, kültür işleriyle uğraşan topluluğun bir kesimini çoku­
luslu kapitalizm e karşı bir siyasetin yanında yer alm aya ve farklı
toplum sal ve ekolojik ilişkilere dayalı, daha ikna edici bir alternati­
fe yönlendirebilir.
Bu, sahiciliğe, orijinalliğe ve tikellik estetiğine dair "saf" değer­
lerin kendi başına ilerici bir m uhalif siyaset için yeterli temel oluş­
turacağı anlam ına gelmez. Bunun yerel, bölgesel veya ulusal kimlik
siyasetinin yeni faşist biçim lerine sapması işten bile değildir. Gerek
Avrupa'nın büyük kısm ında gerekse başka yerlerde bugün bunun
endişe verici işaretlerine bolca rastlıyoruz. Solun cebelleşm ek zo­
runda olduğu temel bir çelişkidir bu. Dönüştürücü siyasetin m ekân­
RA N T SANATI
167
ları kendini var eder çünkü onları feshetm eye sermayenin gücü yet­
mez. Bu m ekânlar sosyalist m uhalefet için olanak sağlar. Farklı ya­
şam tarzlarının hatta farklı toplumsal felsefelerin yeşerdiği m ekân­
lar olabilir bunlar (Brezilya'nın Curtiba bölgesinin kentsel ekolojik
sürdürülebilirlik konusundaki öncülüğü sayesinde edindiği ün gi­
bi). Bu yerler, 1871 Paris K om ünü veya 1968'de dünya çapında gö­
rülen şehir temelli çok sayıda hareket gibi, Lenin'in uzun zaman ön­
ce "halk şenliği" tabir ettiği devrim ci çalkantının merkezi bir unsu­
ru haline gelebilir. Seattle, Prag, M elbourne, Bangkok ve Nice'de ve
sonra daha yapıcı biçim de 2001'de Porto Allegre'de tezahürlerini
gördüğüm üz neoliberal küreselleşme karşıtı parça parça hareketler
böyle bir alternatif siyasete işaret etmektedir. Bu siyaset tümüyle
küreselleşme düşmanı değil, ancak çok farklı koşullarda gerçekle­
şecek başka bir küreselleşmeye taraftardır. Belli bir tür kültürel
özerklik, kültürel yaratıcılık ve farklılaşm a için sarf edilen çaba bu
siyasi hareketlerin oluşum unda güçlü bir unsur teşkil eder.
Bu tür m uhalif seçeneklere kendini açan şehrin Barcelona, Ber­
lin, San Francisco veya M ilan değil de Porto Allegre olması elbette
tesadüfi değil.19 Çünkü burada tarih ve kültürden gelen güçler siyasi
bir hareket tarafından (Brezilya İşçi Partisi'nin önderliğinde), Bilbao'daki G uggenheim M üzesi veya Londra Tate Galerisi'nin ek bi­
nasında caka satandan farklı bir kolektif simgesel sermaye arayışı
içinde, çok farklı bir biçim de devindirilmektedir. Porto Allegre'de
biriktirilm ekte olan ayrıcalık ibareleri özelde tekel rantlarını pazar­
lamaya ve daha genelde çokuluslu kapitalizm önünde diz çökmeye
karşı alternatif bir küreselleşm e m eydana getirme çabasından kay­
naklanır. Halk hareketine vurgu yapm ası sayesinde yeni kültürel
form lar ve sahicilik, orijinallik ve geleneğin yeni tanımlarını etkin
biçimde inşa eder. Önceki örneklerin, 1960'lar ve 1970'lerde Kızıl
Bologna’da gerçekleşen ve hafızalarda yer eden deneylerin göster­
diği gibi bu, izlenm esi zor bir yoldur. Tek bir şehirde sosyalizm ya­
şam şansı olan bir kavram değildir, fakat tekel rantlarının üretimi ve
temellük edilm esi için gerekli şartların en yoğun olarak bulunduğu
yerler, hem fiziksel yatırım lar hem de kültürel hareketler bakımın19.
R eb ecca A b ers, "P racticing R adical D em ocracy: L essons from B razil",
P lu rim n n d i 1:2 (1999): 67-82; Ig n acio R a m o n e t, "P orto A legre", L e M o n d e D iplo m a tiq u e 562: 1 (O c a k 2001).
168
ASİ ŞEHİRLER
dan, şehirlerdir. Küreselleşmenin çağdaş biçim inin alternatifi gök­
ten zembille inmeyeceğine göre, bunun birçok yerel mekân, özellik­
le de kentsel m ekânlar içerisinden oluşması, ve birleşerek daha ge­
niş bir hareket oluşturması gerekecek. Tekel rantı arayışı sırasında
kapitalistlerin karşılaştığı çelişkilerin yapısal bir önem kazandığı
nokta işte burasıdır. O tantiklik, yerellik, tarih, kültür, kolektif hafıza
ve gelenek gibi değerleri pazarlam a arayışındaki sermayedarlar, si­
yasi düşünce ve eylem için yer açm akta ve buralarda sosyalist alter­
natiflerin tasarlanıp uygulamaya konmasına imkân vermekteler. Böy­
le bir müşterek alan, kültür üreticilerini ve kültürel üretimi siyasi
stratejisinin kilit bir unsuru olarak gören m uhalif hareketler tarafın­
dan yoğun biçimde araştırılm ayı ve geliştirilm eyi bekliyor. Yüksek
kültüre ait güçlerin bu şekilde harekete geçirilm esinin pek çok tarih­
sel öncülü vardır (Rus D evrim i'nin yaratıcı yılları olan 1918-26 ara­
sı dönem de konstrüktivizmin oynadığı rol, çok sayıdaki tarihi ör­
nekten yalnızca biridir). Fakat gündelik hayatın sıradan ilişkileri içe­
risinde üretilen popüler kültür de bu açıdan yaşamsal önem taşır. İş­
te burada alternatif küreselleşm e biçimlerinin ve m etalaşm a aleyh­
tarı canlı bir siyasetin inşa edilmesi için umut vadeden kilit bir m e­
kân yatıyor: Kültürel üretim ve dönüşümün ilerici güçlerinin, ser­
mayenin güçlerine mağlup olmak bir yana, bu güçleri ele geçirerek
sekteye uğratmasına elverişli bir mekân.
İKİNCİ KISIM
Asi Şehirler
BEŞİNCİ BÖLÜM
Antikapitalist Mücadele İçin
Şehri Yeniden Sahiplenmek
M A D E M K İ K E N T L E Ş M E sermaye birikim i tarihi açısından bu derece
önemlidir ve mademki sermaye güçleri ve sayısız müttefiki şehir
yaşamını kökten değiştirm ek için düzenli aralıklarla gözünü kırp­
madan seferber olmaktadır, sınıf m ücadelesi de — şu veya bu biçim ­
de, açıkça bu sıfatla anılsın veya anılm asın— kaçınılmaz olarak bu
sürece dahil demektir. Buna sebep, sermaye güçlerinin kendi istem ­
lerini kentsel süreçler ve nüfusun tamamı üzerinde hâkim kılmak
için var güçleriyle çabalam ak zorunda oluşudur; zira en elverişli ko­
şullar altında bile sermaye, bütün nüfusu denetimi altına alm aya ka­
dir değildir. Burada önemli bir stratejik siyasi soru ortaya çıkıyor:
Antikapitalist m ücadelelerin şehrin tanımladığı geniş sahaya odak­
lanması ve bu temelde örgütlenm esi ne derece gereklidir? Eğer ge­
rekliyse, bu nasıl ve tam olarak hangi gerekçeyle başarılabilir?
Kent menşeli sınıf m ücadeleleri hayret verici bir tarihe sahiptir.
Paris'te 1789'dan, 1830 ve 1848'e, ve oradan da 1871 K om ünü'nedek
birbiri ardına sıralanan devrimci hareketler 19. yüzyıldaki en bariz
örneği oluşturur. Daha sonraki hadiseler arasında, Petrograd Sovyeti, 1927 ve 1967 Şanghay K om ünü, 1919 Seattle Genel Grevi, Bar­
selona'nın İspanyol İç Savaşı'nda oynadığı rol, 1969 Cördoba ayak­
lanması, ve 1960'larda ABD'de genelinde baş gösteren kentsel ayak­
lanmalar, 1968'in kent temelli hareketleri (Paris, Chicago, Mexico,
Bangkok, "Prag Baharı" tabir edilen hareket ve aynı sıralarda İspanya'da Franco karşıtı hareketin ön saflarında yer alan Madrid m ahal­
le dem eklerinin yükselişi) sayılabilir. Daha yakın dönem de ise,
172
ASİ ŞEHİRLER
1999'da Seattle'daki küreselleşm e karşıtı gösterilerde bu daha eski
mücadelelerin yankılarına tanık olduk. Bunu Quebec'te ve pek çok
başka şehirde gerçekleşen ve geniş çaplı bir alternatif küreselleşme
hareketinin parçası olan benzer protestolar izledi. Yine çok kısa bir
süre önce, Kahire'nin Tahrir M eydam'nda, ABD'nin W isconsin eya­
letine bağlı M adison şehrinde, M adrid'deki Puerta del Sol ve Bar­
selona'daki Plaza del Sol ile Plaza de Catalunya ve Atina'nın Sintagm a M eydam'nda kitlesel protesto hareketlerine tanık olduk; bunla­
rın yanı sıra M exico'nun O axaca eyaleti, Bolivya'nın Cochabamba
(2000, 2007) ve El Alto (2003, 2005) bölgeleri devrim ci hareketler
ve ayaklanmalara; Buenos Aires (2001-2002) ve Şili'nin Santiago
şehri de (2006, 2011) içeriği farklı olm akla birlikte diğerleri kadar
önemli siyasi patlam alara sahne oldu.
Burada rol oynayan etken, tarihin gösterdiği gibi, sadece tekil
kent merkezleri değildir. Birçok vakada başkaldırı ve ayaklanm a ru­
hunun kentsel şebekeler üzerinden adeta bulaşıcı bir virüs biçiminde
yayılması dikkat çekicidir. 1848'in devrim ci hareketi her ne kadar
Paris'te ortaya çıktıysa da, başkaldırı ruhu Viyana, Berlin, Milan,
Budapeşte, Frankfurt ve daha nice Avrupa kentine yayılmıştı. Rusya'
daki Bolşevik Devrimi'ne, Berlin, Viyana, Varşova, Riga, Münih ve
Torino'daki işçi konseyleri ve "sovyet"lerin oluşumu eşlik etmişti.
Tıpkı 1968'de Paris, Berlin, Londra, M exico, Bangkok, Chicago ve
sayısız diğer şehirde yaşanan — ve bazılarında şiddet kullanılarak
bastırılan— "öfke günleri" gibi. ABD'de 1960'larda ortaya çıkan kent­
sel kriz de pek çok şehri aynı anda etkilemişti. Yine dünya tarihinde
hayret verici bir an olm asına karşın fazlasıyla ihmal edilen 15 Şubat
2003 günü, m ilyonlarca kişi eşzam anlı olarak Roma, M adrid, Lon­
dra, Barselona, Berlin ve Atina'da ve daha az ancak dişe dokunur sa­
yıda kişi de New York ve M elbourne'de, yine binlerce kişi de Asya
(Çin hariç), Afrika ve Latin Am erika'nın 200 kadar şehrinde sokak­
lara çıkarak Irak'a karşı savaş tehdidine karşı gösteriler düzenledi. O
dönemde küresel kamuoyunun belki de ilk ifadelerinden biri olarak
tanımlanan hareket hızla hafızalardan silindiyse de, küresel kent
ağının, ilerici hareketler tarafından henüz değerlendirilm emiş siyasi
olanaklarla yüklü olduğu hissini ardında bıraktı. Şu an dünya çapın­
da gençlerin önderliğinde büyüyen ve Kahire'den Madrid'e, Santi­
ago'dan Londra'daki sokak ayaklanm alarına, New York'tan ABD'nin
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
173
ve giderek dünyanın sayısız şehrine yayılan Wall Street'i İşgal Et ha­
reketine uzanan eylem lilik dalgası, şehir havasında dile getirilmeyi
bekleyen siyasi bir şeyler olduğuna işaret ediyor.1
Kent menşeli siyasi hareketlere dair bu kısa tarihçe, karşımıza
iki soruyu çıkarıyor. İlkin, şehir (veya şehirlerden oluşan sistem)
daha derinden işleyen siyasi m ücadelelerin ifade bulduğu, edilgen
bir sahadan (veya önceden verili bir şebekeden) ibaret bir görünür­
lük mekânı mıdır? Yüzeysel bir bakışla durum böyle görünebilir.
Ancak bazı kentsel çevrelerin diğerlerine kıyasla isyan ve protesto
için daha elverişli olduğu da aşikârdır — örneğin Tahrir, Tiananmen
veya Sintagma M eydanlarının merkezi konumu, Londra veya Los
Angeles'a kıyasla Paris caddelerinin barikat kurm aya çok daha el­
verişli yapısı veya El Alto'nun La Paz'a mal akışını sağlayan ana gü­
zergâhlara hâkim bir konumda oluşu gibi.
Bu nedenle siyasi erk çoğu zaman kentsel altyapıyı ve şehir ya­
şantısını, isyankâr nüfus gruplarını denetlem esine olanak verecek
biçimde yeniden düzenleme peşindedir. Haussmann'ın Paris'te açtı­
ğı bulvarlar bunun en bilinen örneğidir. Bulvarlar daha o dönemde
asi yurttaşları askeri denetim altına almak için bir araç olarak görü­
lüyordu. Bu münferit bir vaka değildir. 1960'lardaki kentsel ayak­
lanmalar sonrasında ABD'de kent m erkezlerinin yeniden tasarlan­
ması, şehir m erkezindeki kıymetli em lak kaleleri ile yoksul semtler
arasında karayollarından müteşekkil fiziksel bir engel, adeta birer
hendek m eydana getirdi. Batı Şeria'nın Ramallah şehrinde (İsrail
Savunma Kuvvetleri eliyle) ve Irak'ın Felluce şehrinde (ABD ordu­
su eliyle) m uhalif hareketleri bastırm a çabasından doğan şiddetli
çatışmaların kentsel nüfusu pasifize etmek ve denetlem ek amacıyla
kullanılması, askeri stratejileri tekrar düşünme mecburiyeti doğur­
du. Buna karşılık Hizbullah ve Hamas gibi m uhalif gruplarsa, gide­
rek kent temelli başkaldırı stratejileri izlemeye başladılar. M ilitarizasyon elbette tek çözüm değil, hatta Felluce'de görüldüğü gibi, en
iyi çözüm olm aktan da uzak. Rio'nun favelalarında uygulanan plan­
I.
"Ş ehir havası insanı özgürleştirir" sözü O rtaçağdan gelir. S özleşm eye d a ­
yalı şeh irler birliğ i, "feodalite denizi içinde feo d allik ten arınm ış adalar" gibiydi.
H ikâyenin klasik biçim i H enri P irenne'nin O rtaçağ K entleri k itab ın d a anlatıl­
m aktadır. M ed ieva l C ities, P rin ceton, NJ: P rinceton U niversity P ress, 1925; T ürkçesi: O rtaçağ K en tleri, çev. Ş adan K aradeniz, İstanbul; İletişim , 2000.
174
ASİ ŞEHİRLER
lı pasifizasyon program larında, sorunlu m ahallelere uygulanan bir
dizi farklı kamu siyaseti, toplum sal ve sınıfsal savaşa kentsel bir bo­
yut getiriyor. Hizbullah ve H am as'a gelince, kentsel çevre içinde ör­
gütlü sıkı ağlara dayanan askeri operasyonlar ile alternatif kentsel
yönetim yapılarını birleştiriyorlar, ki çöp toplam adan toplumsal
destek ödeneklerine ve m ahalle idari birim lerine kadar pek çok ka­
lem buna dahil.
Öyleyse şehir, siyasi hareket ve başkaldırı için önemli bir saha
işlevi görmektedir. M ekânın somut özellikleri önemlidir, toplumsal
açıdan yeniden şekillendirilm esi ve farklı alanların organizasyonu
siyasi mücadelede bir silah işlevi görür. Nasıl ki askeri bir harekat
sırasında eylem sahasının seçimi ve şekillendirilmesi hangi tarafın
kazanacağını belirlemede önemli bir role sahipse, kentsel mekânda
cereyan eden kitlesel protestolar ve siyasi hareketler için de aynısı
geçerlidir.2
İkinci önemli nokta ise, siyasi bir protestonun kentsel ekonom i­
yi sekteye uğratmakta ne derece başarılı olursa kendisini o derece
etkin saymasıdır. Örneğin 2006 baharında ABD'de kaçak göçm enle­
ri yasa önünde suçlu ilan eden bir yasa tasarısının m eclise sunulm a­
sının ardından (bazıları onyıllardır ülkede ikamet etmekte olan)
göçmen kitleler arasında yaygın bir hareketlilik baş gösterdi. Göç­
men işçiler genelinde bir grev olarak nitelenebilecek bir eylemle so­
nuçlanan kitlesel protestolar, Los Angeles ve Chicago şehirlerinde
tüm iktisadi faaliyete ket vurdu ve diğer şehirleri de ciddi ölçüde et­
kiledi. Gerek yasal gerekse kaçak göçmenlerden oluşan örgütsüz iş­
çi kitlesinin belli başlı kent m erkezlerinde mal ve hizm et akışlarının
yanı sıra üretim akışlarını da kesintiye uğratarak çarpıcı biçimde or­
taya koyduğu siyasi ve iktisadi güç, yasa tasarısının durdurulm asın­
da önemli bir rol oynadı.
Göçmen hakları hareketi sıfırdan ortaya çıkan, büyük oranda
kendiliğinden gelişen bir hareketti. İvmesini kısa zam anda yitirdiyse de ardında, yasa taslağını durdurmanın yanı sıra, küçük ama kay­
da değer iki kazanım bıraktı: göçmen işçiler arasında sabit bir ittifak
ve ABD'de 1 M ayıs'm emekçi bayramı olarak kutlanması gibi yeni
2.
S tep h en G rah am , C ities U n d er Sieg e: T he N e w M ilita ry U rbanism , L o n ­
dra: V erso, 2010.
AN TİKAPtTALİST M ÜCADELE İÇİN
175
bir âdet. Bu ikinci kazanım salt simgesel gibi görünse de, ABD'deki
gerek örgütlü gerekse örgütsüz işçilere sahip oldukları kolektif gü­
cü hatırlatması açısından önemlidir. Bu potansiyelin gerçekleşm esi­
nin önündeki temel engellerden biri de hareketin hızlı gerileyişi sı­
rasında ortaya çıktı. Büyük oranda Güney Amerikalı (Hispanik) nü­
fusa dayanan hareket, siyahi işçi hareketinin liderleriyle etkin bir mü­
zakere başlatm ayı başaramadı. Bu ise sağcı m edya tarafından, G ü­
ney Amerikalı göçm enlerin siyah nüfusun işlerini elinden aldığı yö­
nündeki yoğun propaganda bom bardım anına zemin hazırladı.3
Son yirm i-otuz yılda kitlesel protesto hareketlerinde görülen
hızlı ve istikrarsız yükseliş ve gerilem eler yorum a muhtaçtır. 2003'
te küresel çapta gerçekleşen savaş karşıtı gösteriler ve 2006'da ABD'
de göçmen hakları hareketinin yükselişi ve gerileyişinden başka,
m uhalif hareketlerin inişli çıkışlı seyri ve eşitsiz coğrafi tezahürleri­
ne sayısız örnek verilebilir. Fransız banliyölerinde 2005'te baş gös­
teren ayaklanm aların, benzer şekilde 2001-2002 aralığında Arjan­
tin'de cereyan eden gösterilerden 2000-2005 aralığında Bolivya'dakilere dek Latin Am erika’nın büyük kısmındaki devrimci kıvılcım ­
ların denetlenm esi ve hâkim kapitalist pratiklere massedilmesini
hatırlayabiliriz. 2 0U ’de Avrupa'nın güneyinde indigncıdos un ger­
çekleştirdiği popülist protestolar ve daha yakın dönemdeki Wall
Street'i İşgal Et hareketi kalıcı bir güç elde edebilecek mi? Bu tür
hareketlerin güttüğü siyaseti ve taşıdığı devrim ci potansiyeli takdir
edebilmek ciddi bir güçlük arz ediyor. 1990'ların sonundan bu yana
küreselleşme aleyhtarı veya alternatif bir küreselleşmeyi savunan
hareketlerin iniş-çıkışlı tarihçesi ve geleceği antikapitaist m ücade­
lenin çok belirgin ve belki de kökten farklı bir evresinde olduğum u­
za işaret ediyor. Dünya Sosyal Forumu ve ondan filizlenen bölgesel
organizasyonlarda biçimine kavuşan ve Dünya Bankası, IMF ve G7
(yeni G20) benzeri uluslararası örgütlerin toplantılarında düzenli
aralıklarla tekrarlanan gösteriler biçim inde ritüelleşen (iklim deği­
şikliğinden ırkçılığa ve toplumsal cinsiyet eşitliğine kadar) bu hare­
keti tam olarak tarif etmek güçtür, çünkü tek bir amaç etrafında ör­
gütlenmiş olmaktan çok, "hareketlerin hareketi" diyebileceğimiz
3.
K evin Jo n so n ve H ill O ng H ing, "T he Im m igrants R ights M arches o f 2006
and the P ro sp ects fo r a N ew C ivil R ights M ovem ent", H a rva rd C ivil R ig h ts-C ivil
L ib erties L a w R eview 42: 99-138.
176
ASİ ŞEHİRLER
bir yapıya sahiptir.4 Ancak bu, solun geleneksel örgütlenme biçim­
lerinin (sol siyasi partiler, militan fraksiyonlar, sendikalar, Hindis­
tan'daki M aoistler veya Brezilya'daki topraksızlar hareketi benzeri
militan çevreci veya toplumsal hareketler) ortadan kalktığı anlamı­
na gelmez. Fakat bugün bütün bu örgütler, m uhalif hareketlerin da­
ha dağınık olarak bir arada bulunduğu, üst siyasi tutarlılıktan yok­
sun bir okyanus içinde yüzen hareketlere dönüşmüşlerdir.
Kapitalizm Karşıtı Mücadelede Değişen Sol Perspektifler
Burada daha büyük bir meseleyi ele almak istiyorum: Bütün bu
farklı hareketlerin kentsel tezahürleri, küresel, kozm opolit, hatta
evrensel beşeri arzulardan doğan ve şehir yaşamının somut veçhele­
riyle ilgisi olmayan birer yan etkiden mi ibarettir? Yoksa kapitaliz­
me tabi olan kentsel süreçlerin ve şehir deneyim inin kendisi kapita­
lizm karşıtı mücadeleye zemin mi hazırlam aktadır? Eğer durum
böyleyse, bu zemini hazırlayan şey nedir; bu potansiyeli serm aye­
nin hâkim siyasi ve iktisadi güçlerine, (ve bence asıl kritik olan) hegemonik ideolojik pratiklerine ve siyasi öznellikler üzerindeki kuv­
vetli etkisine meydan okum ak üzere harekete geçirmek nasıl müm­
kün olabilir? Başka bir deyişle, hem şehir içinde cereyan eden, hem
de şehri ve şehir yaşamının niteliğini ve geleceğini konu alan m üca­
delelerin, antikapitalist siyasete temel teşkil ettiği söylenebilir mi?
Bu sorunun "tabii ki evet" biçiminde yanıtlanması gerektiğini
iddia etmiyorum. Ancak sorulmaya değer bir soru olduğunu ileri sü­
rüyorum.
Geleneksel sola mensup pek çok kimse için (burada sosyalist ve
komünist partileri ve sendikaların çoğunu kastediyorum) kent m en­
şeli siyasi hareketlerin tarihsel coğrafyasının yorumu, siyasi ve tak­
tiksel varsayımlarla bulanıklaşm ış, bu da kent merkezli hareketlerin
salt radikal olmanın ötesinde devrimci bir değişimin kıvılcımını ya­
ratma potansiyelinin gözardı edilm esine ve yanlış anlaşılm asına yol
açmıştır. Kentsel toplumsal hareketler çoğu kez, canlı emeğin üre­
4.
T hoıııas M ertes (haz.), A M o vem en t o f M ovem ents, L ondra: V erso, 2004;
S ara M otta ve A lf G un v ald N ilson (haz.), S o cia l M ovem ents in th e G lo b a l South:
D isp o ssessio n , D evelo p m en t a n d R esistance, B asingstoke, H ants: P algrave M ac­
m illan , 2011.
AN TlK APİTALİST M ÜCADELE İÇİN
177
tim esnasındaki sömürüsü ve yabancılaşm asından temellenen sınıf
mücadelesi veya kapitalizm karşıtı m ücadelelerden tanım gereği
ayrı veya onlara göre tali görülmüştür. Kentsel toplumsal hareketler
dikkate alındığında bile, daha köklü m ücadelelerin salt yan ürünü
veya anlam kaymasına uğramış hali olarak ele alınır. Örneğin M ark­
sist gelenek içinde, kentsel m ücadeleler ya gözardı edilir ya da dev­
rimci potansiyelden yoksun, dolayısıyla önem siz olduğu gerekçe­
siyle tartışmanın dışında tutulur. Bu tür mücadelelerin üretimle de­
ğil yeniden üretimle ilişkili olduğu, sınıfa ilişkin sorunlara değil
haklara, özerklik ve yurttaşlığa dair m eseleler olduğu düşünülür. Bu
yaklaşıma göre göçm en işçilerin 2006'daki örgütsüz em ek hareketi
de bir hak talebinden ibaretti ve devrim le ilgisi yoktu.
1871 Paris Komünü'nde olduğu gibi, şehir çapında bir hareket
devrimin timsaline dönüştüğünde ise, içerdiği karmaşık devrimci
dinamizmi ortaya koymak yerine, bu hareket bir "proleter kalkış­
m ası"5 olarak sahiplenilir (önce M arx'in ve ardından Lenin'in yaptı­
ğı gibi). İşçileri sınıf tahakküm ünden özgürleştirme arzusu kadar
burjuva hâkimiyetindeki şehri yeniden sahiplenme yönünde bir ar­
zunun da hareketi devindirdiği gerçeği gözardı edilir. Paris Komünü'nün ilk iki eyleminden birinin fırınlarda gece vardiyasını kaldır­
mak (emeğe ilişkin bir sorun), İkincisinin ise kira affı (kentsel bir
sorun) oluşu, kanaatimce, simgesel bir anlam taşımaktadır.
Demek oluyor ki geleneksel sol gruplar bazı durumlarda kent
menşeli mücadeleleri devralabilmekte ve her ne kadar mücadeleyi
kendi geleneksel işçi sınıfı perspektiflerinden değerlendirselerde ba­
şarılı olabilmektedirler. Örneğin İngiliz Sosyalist İşçi Partisi 1980'
lerde Thatcher'ın kelle vergisine karşı (düşük refah seviyesindeki ke­
simi derinden etkileyen bir yerel yönetim bütçe reformu) başarılı bir
mücadele yürüttü. Seçim vergisi konusundaki yenilgisi Thatcher'ın
iktidarı kaybetmesinde kuşkusuz önemli bir rol oynadı.
Yerleşik Marksist anlamıyla kapitalizm karşıtı mücadele ile kas­
tedilen, aslolarak, üretim sürecinde sermayenin artı değer üretm esi­
ni ve ona el koymasını mümkün kılan, sermaye ve emek arasındaki
sınıfsal ilişkinin tasfiyesidir. Kapitalizm karşıtı mücadelenin nihai
5.
K arl M arx v e V lad im ir L enin, The C ivil W ar in F rance: T he P aris C o m ­
m une, N ew York: International P ublishers, 1989; T ürkçesi: F ransa'da İç Savaş,
çev. K enan Som er, A nkara: S ol, 1977.
178
ASİ ŞEHİRLER
amacı, bu sınıfsal ilişkinin ve ondan kaynaklanan her şeyin, her ne­
rede ortaya çıkarsa çıksın, tasfiye edilmesine yöneliktir. İlk bakışta
bu devrimci gayenin kentleşmeyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görü­
nebilir. Hatta sıklıkla olduğu gibi bu mücadelenin ırk, etnisite, cin­
siyet ve toplumsal cinsiyetin prizmasından görüldüğü ve şehrin ya­
şam alanlarında etnisiteler arası, ırksal ve toplumsal cinsiyetten
kaynaklanan kent temelli çatışm alarda tezahür ettiği durumda dahi,
antikapitalist mücadelenin kapitalist sistemin derinliklerine uzana­
rak üretim sürecinde etkin olan sınıf ilişkilerinin kanserli tümörünü
kesip çıkarmasını şart koşan yerleşik kavramsallaştırma hükmünü
sürdürür.
Genel olarak işçi sınıfı hareketlerinin, bu görevin öncü aktörleri
olarak dünya çapındaki sanayi işçilerine imtiyaz tanıdığını söyle­
mek — bir parça karikatürize etme pahasına da olsa— durumu doğ­
ru biçimde özetler. Devrimci Marksist versiyonda, bu öncü grubun
rehberliğindeki sınıf mücadelesi proletarya diktatörlüğüne ve ora­
dan da hem devletin hem de sınıfın çözündüğü bir dünya vaadine
ulaşır. İşlerin hiçbir zaman böyle ilerlemediğini söylersek, yine ger­
çeğe yakın bir karikatür sunmuş oluruz.
Marx, üretim sürecinde sınıf ilişkilerinden kaynaklanan tahak­
kümün yerini, parçası oldukları üretim sürecini ve bu sürecin kural­
larını denetleyen işçi birliklerinin alması gerektiğini ileri sürmüştü.
Bu görüş, işçinin öz denetimini veya autogestioriu (genellikle öz­
yönetim olarak tercüme edilir), işçi kooperatifleri ve benzer örgüt­
lenmeleri amaç edinen siyasi mücadelenin uzun tarihçesiyle para­
lellik gösterir.6 Bu m ücadeleler Marx'in teorik reçetesini izlemek
yönünde bilinçli bir çabadan kaynaklanmış değildir. Tam aksine, te­
orik formülasyonun pratik mücadeleleri yansıttığı kesin gibidir. Bu
fiili çabalar, toplumsal düzenin topyekûn, devrimci bir biçimde ye­
niden inşasına giden yol üzerindeki tali uğraklar da sayılamaz. Da­
ha ziyade bizzat işçilerin apayrı yer ve zamanlarda ulaştıkları basit
bir sezgiden doğmuştur; yabancılaşmış emek olarak sahip oldukları
kapasiteyi sonuna kadar harcamalarını talep eden, ekseriyetle despotik bir patronun ezici emirlerine boyun eğm ektense, parçası ol­
6.
M ario T ronti, "W orkers and C a p ital”. M akaleye libcom .org sitesinden eri­
şilebilir. İlk k ez 1971 'de İtaly anca olarak yayım landı.
ANTİKAPİTALİST MÜCADELE İÇİN
179
dukları toplumsal ilişkileri ve üretim faaliyetlerini kendi denetimle­
rine almanın çok daha hakkaniyetli, daha az mütahakkim ve kendi­
lerine olan saygıları ve gururlarıyla daha fazla bağdaşan bir seçim
olduğuna dair sezgiden doğmuştur. Fakat işçilerin özyönetimi ve
bunun muadili olan diğer yöntemlerle dünyayı değiştirme girişimi
— topluluk mülkiyetindeki projeler, "ahlaki" ekonomi veya "daya­
nışma" ekonomisi denen iktisadi biçimler, yerel ticaret sistemleri ve
takas, ve bugün en bilinen örneğini Zapatistaların oluşturduğu öz­
erk mekânların oluşturulması, bu tür girişimlerin düşmanca tavırlar
ve etkin baskılar karşısında sürdürülmesini sağlayan asil gayretlere
ve fedakârlıklara karşın, bugüne dek küresel ölçekte kapitalizm kar­
şıtı çözümler üretmede başarılı olmuş modeller gibi görünmemek­
tedir.7
Bu tür girişimlerin uzun vadede kapitalizme küresel bir alterna­
tif sunacak ölçeğe ulaşmakta başarısız olmasının temel nedeni ga­
yet basittir. Kapitalist bir ekonomi içinde iş gören bütün teşebbüs­
ler, kapitalist değer üretimi ve realizasyonuna ilişkin yasaların altın­
da yatan "rekabetin zorunlu yasaları"na tabidirler. Eğer birisi benim
ürettiğime benzer bir ürünü daha ucuza mal ederse, ben ya iflas ede­
rim, ya da üretim pratiklerimi uyarlayarak verimliliği artırma veya
emek, ara m allar ve hammadde maliyetimi azaltma çabasına gire­
rim. Küçük ve yerel teşebbüsler rekabet yasalarının radarına yaka­
lanmadan, örneğin yerel birer tekel konumu edinerek faaliyetlerini
sürdürebilirler, ancak çoğu işletme için bu imkânsızdır. Dolayısıyla
işçi denetimindeki veya kooperatif girişimler bir noktada kapitalist
rakiplerini taklit etmeye başlarlar ve taklit ettikleri ölçüde de kendi
pratiklerinin farkı ortadan kalkar. Öyle ki, bir süre sonra işçilerin, en
az sermaye tarafından dayatılan kadar ezici bir kolektif öz-sömürü
durumuna düşmeleri işten bile değildir.
Bundan da öte, Marx’in Kapital'in 2. cildinde gösterdiği gibi, ser­
mayenin dolaşımı üç ayrı dolaşım sürecinden oluşur: mali sermaye,
üretken sermaye ve ticari sermaye.8 Bu dolaşım süreçlerinden her7. Im m anuel N ess ve D ario A zzelini (haz.). O urs to M aster an d to Own: Wor­
kers' C o ntrol fr o m the C om m une to the P resent, L ondra: H aym arket Books, 2011.
8. K arl M arx, C a pital, 2. C ilt, L ondra: P enguin, 1978; Türkçesi: Kapital, 2.
C ilt, çev. M ehm et Selik, İstanbul: Y ordam , 2012; D avid Harvey, A Companion to
M arx's C apital, 2. C ilt, L ondra; Verso, yayım a hazırlanıyor.
180
ASİ ŞEHİRLER
hangi biri diğerleri olmadan ayakta kalamaz. Her üçü de iç içe ge­
çen bu süreçler karşılıklı olarak birbirini belirler. İşçi özyönetimi
veya topluluk kolektiflerinin görece yalıtılmış üretim birimleri,
aleyhlerinde işleyen finansal ortam, kredi sistemi ve ticari serm aye­
nin akbaba taktikleri karşısında pek nadir olarak hayatta kalabilir.
Finans ve ticaret sermayesinin gücü son yıllarda bilhassa artmıştır
(Wal-Mart olgusu), oysa çağdaş sol kuram lar bu konuyu ihmal et­
mektedir. Bu diğer dolaşım süreçleri ve onlar etrafında somutlaşan
sınıf güçlerinin nasıl ele alınacağı, sorunun önemli bir kısmını oluş­
turur. Ne de olsa bunlar, kapitalist değer tespitine dair değişmez ka­
nunların işleyişini sağlayan asli güçlerdir.
Buradan doğan teorik sonuçlar göze batacak denli barizdir. Ü re­
tim sürecinde etkin olan sınıfsal ilişkilerin tasfiyesi, kapitalist değer
yasasının üretim koşullarını serbest ticaret aracılığıyla dünya piya­
salarına dayatm a gücünün tasfiyesine bağlıdır. Kapitalizme karşı
mücadele, salt em ek sürecinin örgütlenmesi ve yeniden örgütlen­
m esinden ibaret olmamalıdır, bu ne kadar temel bir belirleyen olur­
sa olsun. Aynı zam anda kapitalist değer yasasının dünya çapındaki
piyasalarda işleyişine siyasi ve iktisadi bir alternatif bulmayı içer­
melidir. İşçi denetimi veya kom üniter hareketler üretim ve tüketim ­
de kolektif olarak rol alan insanların somut sezgilerinden doğabilir;
ancak kapitalist değer yasasının dünya sathındaki işleyişine karşı
çıkmak, m akro-iktisadi ilişkiler hakkında teorik bir kavrayışın yanı
sıra farklı bir tür teknik ve örgütsel gelişkinlik düzeyini gerektirir.
Bu ise uluslararası işbölümünün yanı sıra, dünya piyasalarındaki
m übadele pratik ve ilişkilerinin örgütlenmesine hem önayak olmak
hem de bu örgütlenmeyi denetlem ek için gereken siyasi ve örgütsel
beceriyi kazanmak gibi zor bir sorunu doğurur. Bugün kimilerinin
önerdiği gibi, bu ilişki ağından sıyrılmak, pek çok nedenden ötürü
hemen hemen imkânsızdır. İlkin böyle bir durumda, herhangi bir
yerel kıtlık veya toplumsal ve doğal afete maruz kalma riski artar.
İkinci olarak, etkin bir işletmeye sahip olmak ve ayakta kalabilmek
hemen her zaman gelişkin üretim araçlarının varlığına bağlıdır. Söz­
gelimi bir işçi kolektifinin bir mal zinciri içerisinde hammaddeden
sonuç ürüne varıncaya kadar olan akışları koordine edebilme yetisi,
enerji kaynakları ve teknolojilerine, yani cep telefonu, bilgisayar ve
internet gibi kapitalist değer üretimi ve dolaşımı yasalarının geçerli
ANTİKAPİTALtST M Ü CADELE İÇİN
181
olduğu dünyadan tem in edilecek girdilere bağlıdır.
Bu güçlükler karşısında, geleneksel sol içerisindeki güçlerin pek
çoğu, tarihsel olarak, devlet erkinin ele geçirilmesini temel amaç
edindi. Daha sonra bu erk, sermaye ve para akışlarını düzenlemek
ve kontrol etmek, akılcı planlama yoluyla piyasa dışı, gayri-ticari
mübadele sistemleri tesis etmek, ve uluslararası işbölümünü örgüt­
lü ve bilinçli bir biçimde yeniden inşa etm ek suretiyle kapitalist de­
ğer belirlenimi yasalarına alternatifler geliştirm ek için kullanıla­
caktı. Bu sistemi küresel ölçekte işletmeyi başaramayan komünist
ülkeler Rus Devrimi'nden itibaren kendilerini kapitalist dünya piya­
sasından mümkün olduğunca soyutlamayı tercih ettiler. Soğuk Savaş'ın sona ermesi, Sovyet İm paratorluğunun çöküşü ve Çin ekono­
misinin kapitalist değer yasalarını tümüyle ve muzafferane bir bi­
çimde benimsemesi, bu m ünferit antikapitalist stratejinin sosyaliz­
min kuruluşuna giden elverişli bir yol olarak görülmekten çıkm ası­
na yol açtı. Devletin korumacılık, ithal ikam ecilik (örneğin 1960'
larda Latin Amerika'da uygulandığı gibi), mali politikalar ve top­
lumsal refaha yönelik düzenlem eler aracılığıyla dünya piyasasında
hâkim olan güçler karşısında bile koruma sağlayabilecek bir aktör
olduğuna dair merkezi planlamacı ve sosyal dem okrat görüş, neoli­
beral karşı devrimci hareketlerin 1970'lerin ortalarından itibaren is­
tim kazanarak devlet aygıtına hâkim olm asıyla birlikte adım adım
terk edildi.9
Merkezi planlamaya dayalı Stalinizm ve komünizmin fiili uygu­
lamada ortaya çıkardığı hayli karam sar deneyim , ve sosyal dem ok­
rat reformizm ve korum acılığın sermayenin devleti denetimi altına
alma ve siyaseti belirlem e konusunda artan gücüne direnmekte son
kertede başarısız oluşu karşısında, günüm üz solunun büyük kısmı,
devrimci dönüşümün zaruri bir ön adımı olarak devletin ortadan
kaldırılması gerektiği, veya devrimci değişim için tek geçerli yolun
üretimin devlet içerisinde otonom biçimde örgütlenmesi olduğuna
hükmetmiştir. Böylelikle siyasetin ağırlık merkezi, işçilerin, toplu­
luğun veya yerel güçlerin denetim ine doğru kayıyordu. Buradaki
varsayım, farklı türden m uhalif hareketlerin — fabrika işgalleri, da­
yanışma ekonomileri, kolektif otonom hareketler, zirai kooperatif­
9. D avid H arvey, A B r ie f H isto ry o f N e o lib era lism , O xford: OUP, 2005.
182
ASİ ŞEHİRLER
ler ve benzeri— sivil toplum içerisinde güç kazanmasıyla birlikte
devletin tahakküm gücünün zaman içerisinde dağılarak ortadan kal­
kacağıydı. Bu, devrimci değişime dair "kemirgen teorisi" adını ve­
rebileceğim iz şeye denk düşüyordu: sermayenin kurumsal ve mad­
di dayanaklarını kemirmek, ta ki çökertene kadar. Bu bir vazgeçiş
teorisi değildi. K em irgenler korkunç bir hasara yol açabilir, hem de
genellikle fark ettirmeden. Burada etkinliğe dair bir sorun yoktur;
sorun daha ziyade, hasarın fazla bariz ve tehditkâr hale geldiği an­
dan itibaren sermayenin haşere m ücadelecilerini, yani devlet güçle­
rini derhal iş başına çağırm aya hevesli ve kadir oluşudur. Geriye tek
bir umut kalır: haşere m ücadelecilerinin, geçmişte zaman zaman ol­
duğu gibi, kendi efendilerine karşı gelmeleri veya silahlı bir müca­
dele sırasında yenilgiye uğramaları — ki çok özgül koşullar, örne­
ğin Afganistan'daki gibi bir durum hariç, böyle bir yenilgi ihtimali
çok düşüktür. Bunun yerine gelecek toplum biçim inin tasfiye edi­
lenden daha az barbarca olacağının ise ne yazık ki hiçbir garantisi
yoktur.
Geniş bir sol yelpazede hangi stratejinin işe yarayacağı ve nasıl
uygulanması gerektiğine dair fikirler hararetle benim senmekte ve
aynı derecede hararetle, çoğu kez de katı ve dogmatik biçimde sa­
vunulmaktadır. Herhangi bir düşünce ve eylem biçimini eleştirmek
sıklıkla hakaretamiz tepkiler doğurur. Bütün bir sol, bütün bünyesi­
ni saran "örgütsel biçim fetişizm i"nden muzdariptir. Sosyalist ve
komünist yönelimli geleneksel sol, demokratik merkeziyetçiliğin
şu veya bu biçimini, siyasi partiler, sendikalar ve benzer örgütsel
yapılar aracılığıyla savunagelmiştir. Oysa bugün "yataylık" ve "hi­
yerarşik olmama" gibi ilkeler veya radikal dem okrasi ve ortak alan­
ların yönetimine dair görüşler ortaya atılmaktadır. Küçük gruplar
için geçerli olabilecek bu stratejilerin metropoliten bölge ölçeğinde
işlerlik kazanması, hele de yedi m ilyar kişinin yaşadığı gezegen öl­
çeği için tasavvur dahi edilmesi imkânsızdır. A lternatif küresel yö­
netim biçimlerinin gerekli veya elverişli olması ihtimal dahilinde
değilmişçesine, devletin tasfiyesi gibi programa dair özellikler dog­
matik biçimlerde ifade edilmektedir. Yılların devlet karşıtı sosyal
anarşisti Murray Bookchin bile, konfederalizme ilişkin teorisinde,
bir tür alansal yönetim biçim ine olan ihtiyacı hararetle savunm akta­
dır. Bu olmaksızın, yakın dönemden Zapatistalarınki gibi bir dene­
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
183
yim bile kuşkusuz yenilgi ve ölümle karşı karşıya kalırdı. Tümden
hiyerarşi karşıtı ve "yatay" ilişkilere dayalı bir örgütsel yapıya sa­
hipmiş gibi resmedilen Zapatistalar, demokratik olarak seçilmiş de­
lege ve görevliler aracılığıyla karar alırlar.10 Kimi gruplar da eski dö­
nemlere ve yerli halklara ait doğanın haklarının yeniden talep edil­
mesine odaklanm akta, veya toplumsal cinsiyet, ırkçılık ve söm ür­
gecilik veya yerliliğe dair meselelerin kapitalizm karşıtı bir siyaset
karşısında öncelikli olması, hatta onun yerini alması gerektiğinde
ısrar etmekteler. Ancak bütün bunlar, söz konusu toplumsal hareket­
lerin herhangi bir rehber veya üst örgütsel teorinin olmadığı, sadece
verili durumlarda "doğal olarak" ortaya çıkan sezgisel ve esnek bir
dizi pratiğin söz konusu olduğuna dair hâkim algısıyla çelişir. İleri­
de göreceğim iz gibi, bu inançlarında tümüyle haksız sayılmazlar.
Bütün bunların ötesinde, herkes için makul bir yaşam standardı­
nı sağlamak üzere dünya çapında işbölümünün ve paraya dayalı ikti­
sadi eylemlerin ne şekilde yeniden düzenleneceğine dair üzerinde
geniş bir uzlaşı bulunan somut önerilerin yokluğu bariz olarak hisse­
dilmektedir. Üstelik çoğu kez bu sorundan göz göre göre kaçınılmaktadır. Önde gelen anarşist düşünürlerden David G raeber’in Murray Bookchin'in yukarıda bahsettiğimiz çekincelerine paralel biçim ­
de ifade ettiği gibi:
G e ç i c i o t o n o m i a la n la r ı z a m a n iç e r is in d e k a l ıc ı , ö z g ü r t o p lu lu k la r a d ö ­
n ü ş m e lid ir . F a k a t b u t o p lu lu k la r ın t ü m ü y le y a l ı t ı l m ı ş , e t r a f la r ın d a k i h e r ­
k e s le y a l n ı z c a ç a t ış m a lı b ir i l i ş k i iç in d e b u lu n m a la r ı d u r u m u n d a b ö y le b ir
d ö n ü ş ü m m ü m k ü n o lm a y a c a k t ır . B u g r u p la r ın k e n d ile r in i ç e v r e le y e n d a h a
g e n iş ik t is a d i, t o p lu m s a l v e y a s i y a s i s is t e m le r le ö y le v e y a b ö y le i l i ş k i k u r ­
m a la r ı g e r e k ir . B u is e e n ç e t r e f il s o r u n d u r , ç ü n k ü r a d ik a l d e m o k r a s i ç i z g i ­
s in d e ö r g ü t le n e n g r u p la r b u ş e k ild e d a h a g e n iş y a p ıla r la a n la m lı b ir b i ç i m ­
d e b ü t ü n le ş m e k a d ın a te m e l ilk e le r in d e n s o n s u z ö d ü n v e r m e k z o r u n d a k a l ­
m ış la r v e s o n d e r e c e b ü y ü k z o r lu k la r y a ş a m ış la r d ır . 11
10. M urray B o o k ch in , U rbanization W ithout C ities: T he R ise a n d D eclin e o f
C itizenship, M ontreal: B lack R ose B ooks, 1992.
11. D av id G raeb er, D irect A ctio n : A n E thnography, O akland, C A : AK P ress,
2009: 239. A y n ca bkz. A na D inerstein, A ndre S picer ve S teffen B ohm , "T he (Im )
possib ilities o f A utonom y, S ocial M ovem ent in and B eyond C apital, the S tate and
D evelopm ent", N o n -G o vern m ental P u b lic A ctio n Program , W orking P apers, L o n ­
don School o f E co n o m ics and P olitical S cience, 2009.
184
ASİ ŞEHİRLER
İçinde bulunduğum uz tarihsel kesitte kapitalist yaratıcı yıkımın kaotik süreçleri kolektif solu enerjik ancak parçalanmış bir tutarsızlı­
ğa indirgemiş gibi görünmektedir. Öte yandan, düzenli aralıklarla
patlak veren kitlesel protesto hareketleri, ve "kemirgen siyaseti"nin
derinden ve usul usul işleyen tehdidi, kapitalist değer yasasından
köklü bir kopuşun nesnel koşullarının fazlasıyla olgunlaşmış oldu­
ğuna işaret etmektedir.
Gelgelelim bütün bunların çekirdeğinde basit bir yapısal ikilem
yatmaktadır: Sol, dünya piyasalarında geçerli olan kapitalist değer
belirlenimi yasalarıyla bir yandan ilişki kurarken, bir yandan da bu
yasalara alternatif yaratmak gereği ile işçi birliklerinin demokratik
yollarla kolektif olarak neyi nasıl üretecekleri üzerinde söz sahibi
olmaları için gösterdiği çabayı nasıl birbiriyle kaynaştırabilir? Bu
nokta bugüne kadar antikapitalist alternatif hareketlerin iddialı yak­
laşımlarında dikkatten kaçm ıştır.12
Alternatifler
Eğer kalıcı bir kapitalizm karşıtı hareket ortaya çıkacaksa, bu, geç­
mişteki ve halihazırdaki antikapitalist stratejilerin yeniden gözden
geçirilmesiyle mümkün olacaktır. Bir adım geri çekilerek neyin ya­
pılabileceği ve yapılm ak zorunda olduğu, bunu kimin yapacağı üze­
rine düşünm ek yaşamsal önem arz eder. Ancak bunun yanı sıra ter­
12.
M ondragon, zam ana dayanıklılığı ispatlanm ış bir işçi özyönetim i d en ey i­
mi olarak son d erece öğreticidir. F aşist rejim in hüküm sürdüğü 1956 y ılın d a Is­
panya'nın B ask B ölgesi'nde b ir işçi kooperatifi olarak kurulan şirket, bugün İspan­
y a ve A vrupa çap ın d a 200 kad ar teşeb b ü se sahiptir. H issedarları aarasın d a en y ü k ­
sek ve en düşük kazancın oranı 3 :l'd ir; çoğu A m erikan şirketinde aynı oranın 400:1
old u ğ u n u biliy o ru z (gerçi son y ıllard a M ondrago'da da oranın 9'a l'e yükseldiği
d u ru m lar oldu). Ü retim birim lerinin yanı sıra kredi kuruluşları ve perakende satış
m ağ azaları d a kuran şirk et, b ö ylelikle serm ayenin dolaşım da olduğu her üç alan ­
d a v arlık gösterm ektedir. A yakta kalm asını sağlayan n edenlerden biri de bu olsa
gerektir. Ş irk et, em ek m ü cad elesinin bütünüyle dayanışm a içinde o lm adığı, sö­
m ürüye day alı taşero n lu k uygulam aları ve rekabet gücünü elde tutm ak için şirket
b ü n y esin d e uygu lan an v erim lilik tedbirleri nedeniyle sol g örüş içerisinden eleşti­
rilere hed efi olm uştur. Y ine de unutm am ak gerek ir ki kapitalist işletm elerin hepsi
b u n a b en zer b ir yap ıd a olsaydı, şu an bam b aşk a bir dünyada y aşıy o r olurduk. G e­
orge C heney, V alues a t W ork: E m p lo yée P articipation M eets M a rket P ressure at
M o n d ra g o n , Ithaca, NY: ILR P ress, 1999.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
185
cih edilenler örgütsel ilke ve uygulam alar ile toplumsal, siyasi ve
teknik alanlarda verilmesi ve kazanılması gereken mücadelelerin ni­
teliğini eşleştirmek de bir o kadar önemlidir. Önerilen çözümler, for­
müller, örgütsel biçim ler ve siyasi gündem maddeleri her ne olursa
olsun, şu üç bağlayıcı soruya yanıt vermek zorundadır:
1) İlkin, dünya nüfusunun çoğunu etkisi altına almış olan ezici
maddi yoksulluk, ve bununla beraber, insan kapasitesinin ve yaratı­
cı güçlerinin gelişmesine ket vurulmuş oluşudur. Marx her şeyden
öte insan gelişimini öne koyan bir filozoftu, fakat bunun ancak "zo­
runluluklar alanı geride bırakıldığında başlayan özgürlükler alanı"
içerisinde müm kün olduğunun farkındaydı. Yoksulluğun küresel
birikimi sorunuyla yüzleşmek için önce küresel ölçekte müstehcen
boyutlara varmış olan servetin birikim iyle yüzleşm ek gerektiği aşi­
kârdır. Yoksullukla savaşan kuruluşların aynı zam anda servet karşı­
tı bir siyasete ve kapitalizm içerisinde hüküm süren toplumsal iliş­
kilerden farklı toplum sal ilişkilere angaje olmaları gerekmektedir.
2) İkinci sorun, dizginlenem eyen çevresel tahribat ve ekolojik
dönüşümlerin yol açtığı, yaklaşan apaçık tehlikeyle ilgilidir. Burada
da söz konusu olan salt maddi bir sorun değil, insanın doğaya dair
algısını ve doğayla kurduğu maddi ilişkiyi değiştirm eyi kapsayan
ruhsal ve ahlaki bir sorundur. Bu sorunun salt teknik bir çözümü
yoktur. Yaşam tarzında hissedilir değişikliklerin (son yetmiş yılın
banliyöleşm esinin yol açtığı siyasi, iktisadi ve çevresel sonuçları
tersine çevirm ek gibi) yanı sıra, tüketim kültürü, üretkenlik kültürü
ve kurumsal düzenlem elerde de köklü değişikliklere gidilmesi za­
ruridir.
3) İlk ikisini belirleyen üçüncü bir sorun kümesi, kapitalist bü­
yümenin kaçınılmaz olarak izlediği çizginin tarihsel ve teorik ola­
rak kavranışıyla ilgilidir. Birçok nedenden dolayı artan büyüme,
sermayenin sürekli birikimi ve yeniden üretimi için mutlak bir ko­
şul teşkil eder. Sermayenin ebedi birikim ine dair toplumsal olarak
inşa edilmiş ve tarihsel olarak özgüllüğe sahip bu yasanın sorgulan­
ması ve nihayetinde tasfiyesi gereklidir. Artan büyüme (diyelim,
sonsuza dek minimum yüzde 3 oranında) düpedüz imkânsızdır. Ser­
maye uzun tarihi içerisinde bugün bir dönüm noktasına ulaşmış (bir
çıkmazla aynı şey değildir bu) ve oldum olası mevcut olan bu im­
kânsızlık giderek gerçeklik kazanm aya başlamıştır. Kapitalizm kar-
186
ASİ ŞEHİRLER
şıtı herhangi bir seçeneğin, kapitalist değer yasasının dünya piyasa­
sını denetleme gücünü tasfiye etmesi şarttır. Bu ise, artı değerin üre­
timi ve paraya çevrilm esinin hiç durmadan genişlemesini mümkün
ve zorunlu kılan hâkim sınıf ilişkisinin tasfiyesini gerektirir. Gide­
rek daha eşitsiz hale gelen servet ve güç dağılımının yanı sıra, top­
lumsal ilişkiler ve ekosistem üzerinde küresel ölçekte bunca tahrip­
kâr baskı uygulayan sürekli büyüme sendromunu üreten de bu sınıf­
sal ilişkinin ta kendisidir.
Peki, ilerici güçler bu sorunları çözmek üzere nasıl organize ola­
bilir, işçilerin yerel denetimi ile küresel koordinasyon gibi çift uçlu
bir zorunluluğun elden kaçan diyalektiği nasıl ele alınabilir? İşte bu
bağlamda bu soruşturmanın temel sorusuna dönm ek istiyorum:
Kent temelli toplumsal hareketler kapitalizm karşıtı mücadelenin
bu üç boyutunun her üçünde yapıcı bir rol üstlenebilir ve kalıcı bir
etki bırakabilir mi? Bu sorunun yanıtı kısmen, sınıfın niteliğinin
köklü biçimde yeniden kavram sallaştırılm asına ve sınıf mücadele­
sinin yeniden tarif edilm esine bağlıdır.
A lternatif sol siyasi düşünceye bu âna kadar hâkim olan işçi de­
netimi anlayışı sorunludur. Üretimin gerçekleştiği başlıca saha ola­
rak atölye ve fabrika oldum olası mücadelenin odak noktası olarak
görülmüştür. Sanayide istihdam edilen işçi sınıfı geleneksel olarak
proletaryanın öncü kanadı, devrimin başlıca aktörü olarak öncelik
sahibi olmuştur. Ancak Paris Komünü'nü meydana getiren fabrika
işçileri değildi. Bu nedenle, Komün'ün hiçbir şekilde bir proleter
ayaklanması veya sınıf-temelli bir hareket değil, hemşerilik hakları
ve şehir üzerinde hak talep eden kentsel bir toplumsal hareket oldu­
ğunu söyleyen, etkili bir m uhalif görüş mevcuttur. Bu durum da ko­
mün, antikapitalist de değildir.13
Bunun aynı anda hem bir sınıf mücadelesi hem de işçilerin yaşa­
dıkları yere dair hem şerilik/yurttaşlık hakları m ücadelesi olarak dü­
şünülmesine hiçbir engel olm adığı kanaatindeyim. Bir kere sınıf sö­
m ürüsünün dinamikleri işyeriyle sınırlı değildir. 2. Bölüm'de konut
13.
M anuel C astells, The C ity a n d the G rassroots, B erkeley, CA: U niversity
o f C a lifo rn ia P ress, 1983; R o g e r G o u ld , Insurgent Identities: C lass, C om m unity,
a n d P ro test in P a ris fr o m 1848 to the C om m une, C hicago: U niversity o f C hicago
P ress, 1995. Bu tü r yak laşım ların sorunlu o ld uğunu ortay a koyduğum argüm anım
için bkz. D avid H arvey, P aris, C a p ita l o f M odernity, N ew York: R o u tled g e, 2003.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE (ÇİN
187
piyasasına ilişkin olarak tarif ettiğim iz akbaba taktikleri ve mülksüzleştirmeye dayalı ekonomi bunun kanıtıdır. Başta esnaf, ev sa­
hipleri ve mali sektör tarafından örgütlenen bu ikincil sömürü biçim ­
lerinin etkileri, fabrikadan ziyade yaşam mekânlarında hissedilir.
Bu sömürü biçimleri sermaye birikimi ve sınıfsal erkin sürdürülm e­
sini sağlayan dinam iklerde oldum olası yaşamsal bir rol oynamıştır.
Sözgelimi işçiye ücret konusunda verilen tavizler, ticaret sermayesi
ve ev sahipleri, ve günümüz koşullarında daha da acımasız biçimde
kredi simsarları, bankerler ve finansörler tarafından, sermayedar sı­
nıf adına geri alınmaktadır. M ülksüzleştirm e yoluyla sermaye biri­
kimi, ranta el konması, nüfusun büyük kısmının gündelik yaşam stan­
dartlarından duyduğu hoşnutsuzluğun kaynağını oluşturur. Kentsel
toplumsal hareketler oldum olası bu tür sorular etrafında gelişmiştir,
ve sınıf iktidarının devamını sağlayan örgütlenmenin çalışm a etra­
fında olduğu kadar yaşam etrafında da şekillendiği gerçeğinden ha­
reket eder. Bu nedenle, kentsel toplum sal hareketler, esas olarak
haklar, yurttaşlık/hem şerilik ve toplumsal yeniden üretim açısından
ifade edildiği durum larda bile daima siyasi bir içeriğe sahiptir.
Bu kentsel hoşnutsuzlukların serm ayenin üretim döngüsünden
değil de meta ve para döngüsünden kaynaklanıyor olması bir şey
değiştirmez: Sorunu bu şekilde yeniden kavramsallaştırmak büyük
bir teorik avantaj sağlar, çünkü üretim sürecinde işçi denetimini hâ­
kim kılma girişim lerinde rövanşı alan sermaye dolaşımı türlerine
dikkat çeker. Önemli olan salt üretim döngüsünde ne olup bittiğin­
den ziyade sermaye dolaşımının bütünündeki resim olduğuna göre,
sermayedar sınıf açısından değerin doğrudan üretim döngüsü içeri­
sinden değil de meta veya para döngüsünden elde edilmesinin ne
önemi olabilir? Artı değerin üretildiği yer ile nakde çevrildiği yer
arasındaki mesafe, pratik açıdan olduğu gibi teorik bakımdan da
önemlidir. Üretim sürecinde yaratılan değer, işçiden yüksek konut
kirası talep eden ev sahipleri aracılığıyla sermaye sınıfı adına geri
alınır.
İkinci olarak, kentleşm enin kendisi de bir üretim sürecidir. Bin­
lerce işçinin istihdam edildiği, hem değer hem de artı değer yaratan
bir süreçtir bu. Öyleyse artı değer üretim inin asıl sahası olarak ne­
den fabrika yerine şehre odaklanm ayalım ? Böyle bakınca, Paris
Komünü, bizzat şehri üretmiş olan proletaryanın kendi ürününe sa-
188
ASİ ŞEHİRLER
hip olm a ve onu denetleme hakkını talep etmesi olarak anlaşılabilir.
Burada (ve Paris Komünü'nde) söz konusu olan proletarya, solun
alışıldık biçimde öncü rolünü biçtiği sınıftan oldukça farklıdır. Gü­
vencesiz, dönemsel, geçici ve mekânsal olarak dağınık bir istihdam
yapısı gösterdiğinden işyeri temelinde örgütlenmesi çok güçtür. Fa­
kat dünyanın ileri kapitalizm aşamasındaki ülkelerinde bugün alı­
şıldık fabrika işçisi zaten büyük oranda ortadan kalkmıştır. Bu du­
rum da karşımızda iki seçenek duruyor: proletaryanın ortadan kay­
bolduğuna, dolayısıyla devrim olanağının yitirildiğine hükmederek
yas tutmak; veya proletarya kavramımızı, kentleşmeyi üreten örgüt­
süz kitleleri (örneğin göçm en hakları yürüyüşlerini düzenleyenleri)
içerecek biçimde değiştirm ek ve bu kitlelerin kendine has devrimci
olanaklarını ve güçlerini araştırmak.
Peki kenti üreten bu işçiler kimlerdir? İlk akla gelen aday, şehrin
bilfiil inşasında rol alan inşaat işçileridir. Ancak kentleşmede rol alan
yegâne aktörler oldukları veya en büyük işgücünü oluşturdukları
söylenemez. İnşaat işçileri siyasi bir güç olarak ABD'de (ve muhte­
melen başka yerlerde de) son dönem de kendilerine istihdam sağla­
yan büyük ölçekli ve sınıf imtiyazına dayalı gelişim in genellikle ya­
nında yer almışlardır. O ysa bu onlar açısından zorunlu bir konum
değildir. Haussmann'ın Paris'e getirttiği duvar ustaları ve işçiler Komün'de önemli bir rol oynamışlardı. 1970'lerin başında New South
Wales’de inşaat sektöründe örgütlenen "Yeşil Yasak" sendikal hare­
keti, çevre açısından sağlıksız bulduğu projelerde çalışm ayı yasak­
lamış ve bunda büyük oranda başarı elde etmişti. Nihayetinde hare­
ket, çevre sorunlarını çıtkırıldım burjuva duygusallığının bir teza­
hürü addeden, kendi Maoist ulusalcı lider kadrosunun devlet erki ile
yaptığı işbirliği sonucu ortadan kaldırıldı.14
Gelgelelim madencilerin kazdığı madenden çıkan demirden köp­
rülerin inşasında kullanılan çeliğe, bu köprülerden taşman malların
nihai varış noktası olan fabrikalara ve evlere dek kesintisiz bir bağ­
lantı uzanır. Tüm bu faaliyetler (mekânsal hareket de dahil) değer
ve artı değer üretir. Eğer kapitalizm "evler inşa edip içini eşyalarla
doldurarak" krizlerini aşıyorsa, bu kentleşme faaliyetine dahil olan
14.
John Tully, "G reen B ans and the BLF: T he L ab o u r M ovem ent and U rban
E co lo g y ”, In tern a tio n a l V iew point IV 357 (M art 2004).
ANTtKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
189
herkes sermaye birikiminin makro-iktisadi dinamiklerinde kuşku­
suz merkezi birer rol oynuyor demektir. Ve eğer bakım, onarım ve
parça değiştirm e edimlerinin her biri M arx'in ileri sürdüğü gibi de­
ğer üreten akışın bir parçasıysa, şehirlerimizde bu işlerle uğraşan
geniş işçi ordusu da değer ve artı değer üretimine katkıda bulunuyor
demektir. New York şehrinde inşaat iskelelerinin yapımında ve sökümünde çalışan binlerce işçi değer üretmektedir. Bundan da öte,
eğer yine M arx'in vurguladığı gibi, m alların üretim noktasından ni­
hai varış noktasına kadar olan akışı değer üreten bir süreç ise, kırsal
üreticilerle şehirdeki tüketicileri birbirine bağlayan besin zincirinde
istihdam edilen işçiler de değer üretiyor demektir. New York şehrin­
de her gün binlerce dağıtım kamyonu sokakları doldurmaktadır. Ör­
gütlenmeleri durum unda bu işçiler şehrin yaşam damarlarını tıkama
gücüne sahip olacaktır. U laştırma işçilerinin yaptıkları, örneğin son
yirmi yıl içinde Fransa ve Şanghay'da görülen grevler, ulaşımın son
derece etkili birer siyasal silah olduğunu gösterdi (Şili'de ise 1973
yılında darbeye bahane gösterilmiş, olumsuz bir sonuca yol açmış­
tı). Los Angeles'taki Otobüs İşçileri Sendikası, New York ve Los Angeles'taki taksi şoförleri örgütlenmesi ise örgütlenmeye dair bütün
bu veçheleri sergiler.15 El Alto şehrinde ayaklanan halk, La Paz'a gi­
den ana tedarik hatlarını kesip burjuvaziyi kırıntılara muhtaç bırak­
tığı vakit siyasi am açlarına derhal ulaşmıştı. Varlıklı sınıfların, tek
tek kişiler olarak değilse de idareleri altındaki kıym etler açısından
bakıldığında, en savunm asız oldukları yer şehirlerdir. Bu nedenle­
dir ki kapitalist devlet, gelecek yıllarda sınıf m ücadelesinin ön cep­
hesini oluşturacak olan askeri özellikte kent mücadeleleri için teçhizatlanmaktadır.
Yalnızca gıda ve diğer tüketim m allarının değil, enerji, su ve di­
ğer ihtiyaçlara ait şebekelerin de herhangi bir kesintiye karşı ne ka­
dar savunmasız olduklarını bir düşünün. Şehir yaşamının üretimi ve
yeniden üretiminin bir bölümü Marksist külliyatta "üretken olmadı­
ğı" gerekçesiyle kenara atılm ışsa da, toplumsal olarak gereklidir, ve
15.
M ichael W ines, "S hanghai T ruckers' P rotest E bbs w ith C oncessions W
on Fees", N e w York Tim es, 23 N isan 2011; Jacq u elin e L evilt ve G ary Blasi, "The
L os A n g eles Taxi W orkers A lliance", W orking f o r Ju stic e: T he LA M o d el o f Orga­
nizin g a n d A d vo ca cy içinde, Ruth M ilkm an, Jo sh u a B loom ve V ictor N arro (haz.),
Ithaca, NY: C o rn ell U n iv ersity P ress. 2010: 109-24.
190
ASİ ŞEHİRLER
sermaye ve emek arasındaki sınıf ilişkilerinin yeniden üretiminde
"faux fr a is "nin bir parçasıdır. Bu emeğin büyük kısmı oldum olası
geçici, güvencesiz ve seyyardır; üretim ve yeniden üretim arasında
varsayılan sınırı çoğu kez bulanıklaştırır (seyyar satıcıların duru­
munda olduğu gibi). Şehri üreten, ve bir o kadar önem lisi, yeniden
üreten bu em ek gücü yeni örgütlenme biçimlerine zaruri olarak ihti­
yaç duyar. İşte bu noktada, henüz kuluçka evresindeki organizas­
yonlar devreye giriyor. Örneğin ABD'de faaliyet gösteren geçici ve
güvencesiz istihdam koşullarına sahip, ve pek çoğu ev içi işçiliğin­
de olduğu gibi, metropoliten bir bölgede dağınık olarak bulunan iş­
çilerin kurduğu bir ittifak olan Dışlanmış İşçiler Kongresi gibi.16
Üçüncü olarak, alışılageldik biçimdeki em ek m ücadelelerinin
tarihinin de yeniden yazılm asına ihtiyaç vardır. Fabrika temelli işçi­
lerin yürüttüğü mücadelelerin pek çoğunun, daha yakından incelen­
diğinde, çok daha geniş bir tabana sahip olduğu ortaya çıkıyor. Söz­
gelimi Margaret Kohn, sol emek tarihçilerinin 20. yüzyıl başında
Torino'da düzenlenen Fabrika Konseyleri'ni överken, siyasetin bü­
yük ölçüde şekillendiği ve güçlü bir lojistik desteğe kaynaklık eden
mahalle ölçeğindeki "Halk Evleri"nin tümüyle gözardı edildiğin­
den yakınıyor.17 E. P. Thom pson İngiliz işçi sınıfının oluşumunun
işyerindeki olaylar kadar, m ahalleler ve kiliselerde yaşananlara da
bağlı olduğunu tasvir eder. Yerel ölçekli şehir lonca birliklerinin İn­
giliz siyasi örgütlenmesinde oynadığı rol, yeni doğm akta olan İşçi
Partisi'nin ve bilhassa kasaba ve şehirlerdeki diğer sol örgütlerin
militan tabanını nasıl bir arada tuttuğu fazlasıyla gözardı edilm iş­
tir.'8 ABD'de 1937'de gerçekleşen Flint oturma eylemi, kapıların dı­
şındaki işsiz kitlelerin ve mahalle örgütlerinin sağladığı kesintisiz
moral ve maddi destek olmasaydı ne derece başarılı olabilirdi?
Emek m ücadelelerinde m ahallelerin örgütlenmesi de işyeri ör­
gütlenmesi kadar önemli olmuştur. A rjantin'de 2001 yılındaki eko­
16. E x clud ed W orkers C o n g ress, U nity fo r D ignity: E xclu d ed W orkers R e ­
p o rt, N ew York, E x clu d ed W orkers C ongress, c/o Inter-A lliance D ialogue, A ralık
2010 .
17. M argaret K ohn, R a d ica l S p a ce: B uilding the H ouse o f the P eople, Ithaca,
NY: C o rn ell U n iv ersity P ress, 2003.
18. E d w ard T h o m p so n , The M a kin g o f the E nglish W orking C la ss, H arm ondsw orth. M id d lesex : Penguin B ooks, 1968.
ANTİKA PİTALİST M ÜCADELE İÇİN
191
nomik çöküşün ertesinde gerçekleşen fabrika işgallerinin kozların­
dan biri, kooperatif olarak yönetilen fabrikaların da birer yerel kül­
tür ve eğitim merkezi haline gelmesiydi. Böylelikle m ahalle ve iş­
yeri arasında köprü kurmayı başardılar. Fabrikanın eski sahipleri iş­
çileri tahliye etmeye veya ekipmanı geri alm aya çalıştıklarında bü­
tün bir semt halkı bu girişimi önlem ek üzere işçilerle dayanışma ha­
linde karşı koyuyordu.19 UNITE HERE (Burada Birleş) örgütü, Los
Angeles Havaalanı civarında çalışan otel işçileri tabanını örgütle­
meye giriştiğinde, işverenlerin baskıcı stratejilerine karşı koyabile­
cek "bir koalisyon oluşturmak am acıyla siyasal, dinsel ve mahalle
temelindeki diğer m üttefiklere yönelik geniş bir iletişim kam panya­
sı" yürüttü.20 Fakat burada temkine dair çıkarılması gereken dersler
de var: 1970 ve 80'li yıllarda İngiltere'de maden işçilerinin eylem le­
ri sırasında, Nottingham gibi dağınık kentsel alanlarda yaşayan işçi­
ler ilk havlu atan grup olmuştu; işyeri ve yaşam alanı siyasetinin örtüştüğü Northum bria gibi yerlerde ise işçiler son âna kadar dayanış­
mayı sürdürdüler.21 Bu gibi koşullardan doğan sorunlara ileride de­
ğineceğiz.
İleri kapitalist dünya addedilen ülkelerin büyük kısmında, alışılageldik işyerlerinin ortadan kaybolması ölçüsünde (Çin'de veya Bang­
ladeş'te durum farklı olsa da), salt iş değil yaşam m ekânındaki koşul­
lar etrafında bir örgütlenmeye gitmek ve bir yandan da bu ikisi ara­
sında köprüler kurm ak giderek daha zaruri bir hal alıyor. Kaldı ki,
durum önceden de pek farklı değildi. Seattle'da 1919'da gerçekleşen
genel grev sırasında işçi idaresi altındaki tüketici kooperatifleri kri­
tik bir destek sunmuştu; grevin başarısız olm asıyla birlikte militan
19. P eter R anis, "A rgentina's W orker-O ccupied F actories and E n te rp rises”,
Socia lism a n d D em o cra cy 19: 3 (K asim 2005): 1-23; C arlo s F o rm en t, "A rg en ti­
na's R ecuperated F actory M ovem ent and C itizenship: A n A rendtian P erspective",
B uenos A ires: C en tro de In v estigación de la V ida P ublica, 2009; M arcela L ópez
Levy, We A re M illio n s: N e o -lib eralism a n d N e w F o rm s o f P o litica l A ctio n in A r ­
gentina, L ondra: L atin A m erica B ureau, 2004.
20. F orrest S tu art, "From the S hop to the S treets: UNITE HERE O rganizing in
L os A n g eles H otels", W orking f o r Ju stic e: T he LA M o d e l o f O rganizing a n d A d v o ­
cacy içinde, R uth M ilkm an, Joshua B loom ve V ictor N arro (haz.), Ithaca, NY:
C orn ell U n iv ersity P ress, 2010.
21. H uw B ey n o n , D ig g in g D eeper: Issu es in the M in er's Strike, L ondra: Ver­
so, 1985.
192
ASİ ŞEHİRLER
faaliyet, tem elde işçi yönetim indeki tüketici kooperatiflerinden mü­
teşekkil, sıkı bağlarla bağlı, gelişkin bir sistemin oluşturulması yö­
nüne kaym ıştı.22
Mücadelenin sürdüğü toplumsal çevreye doğru görüş açımızı
genişlettiğim izde proletaryanın kim olduğu ve ne gibi arzulara ve
örgütlenme stratejilerine sahip olduğu sorusu farklı bir içerik kazan­
maya başlar. Alışılageldik fabrika mekânı dışında (gerek çalışm a ge­
rek yaşam mekânlarında) cereyan eden ilişkiler resme dahil edildiği
vakit, m uhalif siyasetin cinsiyet kompozisyonu da bir hayli farklı
görünür. İşyerine has toplumsal dinam ikler yaşam alanındakilerle
aynı değildir. Toplumsal cinsiyete, ırk, etnisite, din ve kültüre dayalı
farklar yaşam alanı içerisinde toplumsal dokuya çok daha derinden
nüfuz etmiş durumdadır; keza, toplumsal yeniden üretime dair m e­
seleler burada siyasi öznellikleri ve bilinci şekillendirm ede daha be­
lirgin, hatta baskın bir rol oynar. Diğer taraftan, sermayenin halklar
arasında etnisite, ırk ve toplumsal cinsiyet eksenlerinde farklılık ya­
ratması, yaşam alanında (parasal ve ticari sermaye döngüleri saye­
sinde) görülen mülksüzleştirm e dinam iklerinde bariz eşitsizlikler
üretmektedir. ABD'de 2005-2009 aralığında hane halkı başına aza­
lan servet ortalam a %28 iken, Güney Am erika kökenli nüfus için bu
oran%66, siyahi nüfus için %55 ve beyazlar için %16'ydı. M ülksüz­
leştirme yoluyla sermaye birikimi süreçlerinde etnik ayrımcılığın sı­
nıfsal bir karakter taşıdığı gün gibi aşikârdır. Varlık kaybının başlıca
nedeninin konut değerlerindeki düşüş olduğu düşünüldüğünde, bu
ayrımcılığın her bir etnik grubun m ahalle yaşantısına yansım aları­
nın birbirinden çok farklı biçim de olacağı açıkça görülür.23 Fakat ay­
nı mahalle m ekânında gelişen ortak etnisite, din, kültürel tarih ve ko­
lektif hafızadan temellenen köklü kültürel bağlar, ayrıştırıcı olduğu
kadar birleştirici bir rol de oynayabilir, işyerinden kaynaklanan alışılageldik dayanışm a biçim lerinden tümüyle farklı bir boyutta top­
lumsal ve siyasal dayanışm a olanakları yaratabilir.
Holywood'un kara listeye aldığı on yazar ve yönetmenden olu­
şan bir ekibin 1954 yılında çektiği Dünyanın Tuzu I Salt o f the Earth
22. D an a F rank, P urch a sin g P ow er: C o n su m er O rganizing, G ender, a n d the
S ea ttle L a h o r M o vem en ts, 1919-29, C am bridge: CUP, 1994.
23. P eter W horiskey, "W ealth G ap W idens betw een W hites, M inorities, R e­
port S ays", W ashington P ost, B u sin ess S ection, 26 T em m u z 2 0 11.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
193
adlı harikulade film de 1951 yılında geçen gerçek olaylar anlatılır.
Film, New M exico eyaletinde bulunan çinko m adenlerinde yoğun
sömürü koşullarında çalışan M eksikalı işçilerin ve ailelerinin m üca­
delesini anlatır. Meksikalı işçiler, beyaz işçilerle eşit koşullar, daha
güvenli çalışm a koşulları ve haysiyetli bir muamele görmeyi lalep
ederler (kapitalizm karşıtı pek çok m ücadelede tekrarlanan bir te­
ma). Kadınlar, içinde bulundukları güç yaşam koşullarında daha da
önem kazanan kanalizasyon, içme suyu gibi sorunları dile getirm e­
de erkek egem enliğindeki sendikanın kifayetsizliğinden şikâyetçi­
dirler. İşçiler talepleri için greve gider ancak Taft-Hartley Yasası ge­
reğince grev yasaklanır. O vakit kadınlar erkeklerin bıktırıcı itiraz­
larına karşın grevi devralır. Çocukların bakımını üstlenmek zorunda
kalan erkekler içme suyu ve kanalizasyonun evde günlük hayatın iş­
leyişi için ne kadar zaruri olduğunu zor bir deneyim sonucu öğreni­
rler. Cinsiyet eşitliği ve feminist bilinç, sınıf m ücadelesinin çok
önemli silahları haline gelir. Şerif, aileleri tahliye etmek için m ahal­
leye geldiğinde diğer ailelerden gelen (kültürel dayanışmadan te­
mellenen) destek grevdeki ailelere salt gıda tedarik etmekle kalmaz,
konutlarının iade edilm esini de sağlar. Sonunda şirket, talepleri ka­
bul etm eye m ecbur olur. Cinsiyet, etnisite, çalışm a ve yaşam alanla­
rı arasındaki birlikten doğan hayranlık verici güç, inşa etmesi kolay
bir kuvvet değildir. Filmde erkekler ve kadınlar, Anglo-Amerikan
ve Meksikalı işçiler, işyeri temelli ve gündelik yaşam temelli pers­
pektifler arasındaki gerilim, emek ve sermaye arasındaki gerilim ka­
dar önemlidir. Ancak emeğin bütün güçleri arasında birlik ve eşitlik
sağlandığında kazanm anız m üm kün olacak, dem ektedir film. Fil­
min ABD'de siyasi nedenlerden ötürü herhangi bir ticari sinemada
gösterimi yıllarca sistematik olarak yasaklanan yegâne film olması,
bu mesajın sermaye açısından ne denli tehlike arz ettiğinin delilidir.
Filmin çoğu am atör oyunculardan oluşan kadrosu maden sendikası
üyeleri arasından seçilmiştir. Ancak başrolde parlak bir performans
sergileyen kadın oyuncu Rosaura Revueltas ülkeden ihraç edilerek
M eksika'ya gönderilm iştir.24
24.
Jam es L o ren ce, T he Suppression o f S a lı o f the E arth: H o w H ollyw ood,
B ig L a h o r a n d P o liticia n s B la c klisted a M ovie in C o ld W ar A m erica, A lb u q u er­
que: U niv ersity o f N ew M exico P ress, 1999. F ilm i ücretsiz olarak internetten in ­
d irm ek m üm kün.
ASİ ŞEHİRLER
194
Fletcher ve Gapasin birlikte kalem e aldıkları ve kısa bir süre ön­
ce yayım lanan kitapta, emek hareketinin sektörel örgütlenme bi­
çimleri yerine coğrafi örgütlenme biçimleri üzerine eğilmesi gerek­
tiğini savunuyor, ABD'deki em ek hareketinin sektörel olarak örgüt­
lenmenin yanı sıra şehirlerdeki merkezi em ek konseylerini güçlen­
dirmesinin önemini vurguluyorlar.
M a d e m k i e m e k s ın ıf a d a ir m e s e le le r i g ü n d e m e g e t ir iy o r , k e n d is in i y e r e llik t e n a y ır t e t m e m e lid ir . E m e k t e r im i, k ö k e n i i ş ç i s ın ıf ın d a o la n v e iş ç i
s ın ıf ın ın s ın ıf s a l t a le p le r in i s a v u n a n ö r g ü t le n m e b i ç im le r in i if a d e e t m e lid ir .
B u a n la m d a , i ş ç i s ın ıf ın d a n t e m e lle n e n v e s ı n ıf a ö z g ü m e s e le le r i e le a la n
b ir m a h a lle ö r g ü t ü ( ö r n e ğ in iş ç ile r e a it b i r m e r k e z ) , e m e k ö r g ü t ü s ıf a t ın ı b ir
s e n d ik a k a d a r h a k ed e r. H a tta , i ş ç i s ı n ıf ı iç in d e s a d e c e te k b i r iş k o lu n u n ç ı ­
k a r la r ın ı s a v u n a n b i r s e n d ik a ( ö r n e ğ in b e y a z la r ın ü s t ü n lü ğ ü n ü s a v u n a n b ir
z a n a a t k â r b i r l i ğ i ) e m e k ö r g ü t ü s ıf a t ın ı i ş s i z v e y a e v s iz le r e y a r d ım e d e n b ir
m a h a lle ö r g ü t ü n d e n d a h a a z h a k e d e r .25
Bu nedenle emek örgütlenmesi için yeni bir yaklaşım öneriyorlar.
Bu yaklaşımın,
it t if a k la r k u r m a v e s iy a s i e y le m e g e ç m e t a r z ı, h a lih a z ır d a k i s e n d ik a l p r a ­
t ik le r e m e y d a n o k u r. T e m e l ç ı k ı ş n o k t a s ı ş u d u r: M a d e m k i s ı n ı f m ü c a d e le s i
iş y e r i ile s ı n ır l ı d e ğ il, s e n d ik a la r d a b u n u n la s ı n ır l ı k a lm a m a lı. B u r a d a n d o ­
ğ a n ö n e m li s o n u ç , s e n d ik a la r ın s a lt iş y e r le r in i v e y a b e lli b i r s e k tö r ü d e ğ il,
b ü tü n b ir ş e h r i ö r g ü t le m e k ü z e r in d e n d ü ş ü n m e k z o r u n d a o lu ş u d u r . Ş e h ir le ­
r in ö r g ü t le n m e s i is e a n c a k s e n d ik a n ın m e t r o p o ld e b u lu n a n t o p lu m s a l g r u p ­
la r iç in d e it t if a k y a p a b ile c e ğ i g r u p la r la b ir lik t e h a re k e t e t m e s iy le m ü m k ü n
o la b ilir .26
"Öyleyse," diye soruyor yazarlar, "şehri nasıl örgütlemeli?" Bu so­
runun kapitalizm karşıtı m ücadelenin gelecek yıllarda yeniden can­
lanabilmesi için yanıtlanması gereken kilit sorulardan biri olduğu
kanaatindeyim. Bu tür mücadeleler, yukarıda gördüğüm üz gibi, ay­
rıcalıklı bir tarihe sahiptir. 1970'lerin "Kızıl Bologna"sından alınan
ilham buna öm ek verilebilir. Aslında "sosyalist belediyecilik" uzun
ve ayrıcalıklı bir geçmişe sahip; hatta, "Kızıl Viyana"da veya 1920'
ler İngilteresi'ndeki radikal belediye konseyleri gibi radikal kentsel
25. Bill F letch er ve F ern an d o G ap asin , S o lid a rity D ivided: T he C risis in O r ­
g a n ize d L a h o r a n d a N e w P ath T ow ard So cia l Ju stic e, B erkeley, CA: U niversity
o f C a lifo rn ia P ress, 2008: 174.
26. A.g.y.
ANTİKA PİTALİST M ÜCADELE İÇİN
195
reformlara tanık olunan dönemler, hem sol reform izm in hem de da­
ha devrimci hareketlerin tarihi içerisinde m erkezi bir konum a yer­
leştirilmelidir.27 Tarihin hayret verici kinayelerinden bir başkası da,
Fransız Komünist Partisi'nin 1960'lardan günüm üze dek belediye
yönetimlerinde siyasetin diğer alanlarında olduğundan çok daha iti­
barlı bir konum elde etm esidir (bu durum kısm en yerel düzlemde
dogmatik bir teoriye sahip olmayışı ve M oskova'dan direktif alm a­
yışı ile açıklanabilir). İngiliz sendika konseyleri de benzer şekilde
kent siyasetinde belirleyici rol oynamış, yerel partilerin militan gü­
cünün teminatını oluşturmuştur. Bu gelenek 1980'lerin başında Thatcherizme karşı belediyelerin verdiği m ücadele ekseninde sürdürül­
müştür. Bunlar salt savunm a amaçlı eylem ler değildi. 1980'lerde
Ken Livingstone'un idaresindeki Londra Büyükşehir K onseyi’nin
gösterdiği gibi, yaratıcı potansiyel taşıyordu, ta ki M argaret That­
cher bu şehir temelli muhalefetin tehdit arz ettiğinin farkına vararak
bütün bu yönetim kademesini tasfiye edene kadar. ABD'nin M ilw a­
ukee şehri dahi uzun yıllar sosyalist bir yönetime sahipti. ABD sena­
tosuna seçilen gelm iş geçmiş yegâne sosyalistin kariyerine Ver­
mont eyaletinin Burlington şehri belediye başkam olarak başlamış
ve halkın güvenini burada kazanmış oluşu da dikkate şayandır.
Sınıf Temelli Siyasi Bir Talep Olarak Şehir Hakkı
Eğer Paris K om ününe katılanlar kolektif olarak üretiminde rol oy­
nadıkları şehir üzerinde haklarını talep ediyor idiyseler, "şehir hak­
kı" antikapitalist mücadelede kitleleri harekete geçirecek kilit bir
slogan olarak neden kullanılmasın? Şehir hakkı, en başta da belirtti­
ğimiz gibi, boş bir gösterendir, aşkın değil ancak içkin olasılıklarla
yüklüdür. Bu da onun siyasi açıdan önem siz olduğu anlamına gel­
mez; her şey bu ifadenin içini kimin dolduracağına, reform ist ve iç­
kin mi yoksa devrimci bir içerikle mi dolduracağına bağlıdır.
Kentsel sahnede reform ist ve devrimci girişimleri birbirinden
ayırt etmek her zaman kolay değildir. Porto Allegre'deki katılımcı
27.
M ax Jag g i, R e d B o logna, L ittleham pton: L ittleham pton B ook S ervices,
1977; H elm ut G ru b er, R e d Vienna: E xp erim en t in W orking-C lass C ulture, 191934, O x ford: OUP, 1991.
ASt ŞEHİRLER
196
bütçe çalışm aları, Curitiba’daki ekolojiye duyarlı program lar veya
pek çok ABD şehrinde görülen yaşamaya yeterli ücret kam panyala­
rı, reformist, üstelik de bir hayli marjinal gibi görünmektedir. 2. Böliim'de anlatılan Chongqing girişimi ise devrimci bir hareketten zi­
yade kuzeye özgü himayeci sosyalizmin otoriter bir tarzını çağrış­
tırmaktadır. Ancak bu tür girişim lerin etki alanı genişledikçe daha
derin katm anlarda daha radikal kavram sallaştırm a ve metropoliten
ölçekli eylem olanakları açığa çıkabilmektedir. Örneğin şehir hakkı
retoriğinin 1990'larda Brezilya'da tekrar canlandırılması ve daha son­
ra Zagreb, Hamburg, Los Angeles gibi şehirlere yayılması, daha dev­
rimci olanakların habercisi gibidir.28 Bu olanağın ne derece güçlü
olduğu, mevcut siyasi erkin (örneğin Rio Dünya Şehir Forumu'nda
bir araya gelen STK'lar ve Dünya Bankası'nın da dahil olduğu ulus­
lararası kuruluşların) bu dili kendi gayeleri doğrultusunda içerme
çabasına bakarak anlaşılabilir.29 Nasıl ki M arx, işgününün uzunlu­
ğuna getirilecek kısıtlamayı devrim e giden yoldaki ilk adım olarak
tarif ettiyse, herkes için insan onuruna yaraşır bir ev ve yaşam çev­
resinde yerleşme hakkı talebi de daha kapsamlı bir devrimci hareke­
tin ilk adımı olarak görülebilir.
Sermayenin kapsayıcılık çabasından yakınmak boşunadır. Sol,
sermayenin bu çabasını bir iltifat kabul etmeli ve kendi niyetinin
farklılığında ısrar etmek için mücadele etmelidir: Şehrin üretimi ve
yeniden üretimine emek sarf eden herkes, üretimine katkıda bulun­
duğu şey üzerinde kolektif bir hakka sahip olmanın dışında, ne tür
bir kentleşm enin nerede ve nasıl üretileceği üzerinde de söz sahibi­
dir. Hâkim sınıfsal ilişkilerin dışında bir kentsel yaşam ın yeniden
canlandırılması ve inşa edilmesi isteniyorsa, parasal güce dayalı
28. R e b ecca A bers, In ven tin g L o ca l D em ocracy: G rassroots P olitics in B ra ­
zil, B oulder, CO: L ynne R ein n er P ublisher, 2000. Y aşam aya yetecek ücret harek e­
ti için bkz. R o b ert Pollin, M ark B renner ve Jeanette W icks-L im , A M easure o f F a ­
irness: The E co n o m ics o f L ivin g W ages a n d M inim um W ages in the U n ited States,
Ithaca, NY: C ornell U n iv ersity P ress, 2008. Ö zel bir v ak a çalışm ası için bkz. D a­
vid H arvey, S p a ces o f H o p e, E dinburgh: E dinburgh U niversity P ress, 2000; A na
S ug ran y es ve C h arlo tte M ath iv et (haz.), C ities f o r A ll: P roposals a n d E xp erien ­
ces Tow ards the R ig h t to the C ity, S antiago, Şili: U luslararası H abitat K oalisyonu,
2010
29. P eter M arcuse, "Two W orld F orum s, Two W orlds A part", w w w .plannersnetw ork.org.
.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
197
mevcut dem okrasinin dışında farklı dem okratik araçlar (sözgelimi
halk konseyleri) geliştirilmelidir.
Şehir hakkı bireysel bir hak değil, belli bir odağı olan kolektif
bir haktır. Sadece inşaat işçilerini değil gündelik yaşamın yeniden
üretimini sağlayan herkesi kapsar: bakım hizmeti verenler ve öğret­
menler, kanalizasyon ve metro işçileri, su ve elektrik tesisatçıları, in­
şaat iskelesi kuranlar ve vinç operatörleri, hastane çalışanları, kam ­
yon, otobüs ve taksi şoförleri, lokantalarda ve eğlence sektöründe
çalışanlar, banka memurları ve belediye yetkilileri. Şehir hakkı kav­
ramı, sayısız kola ayrılan işbölümünden doğan parçalanmış top­
lumsal mekân ve konumların bu inanılmaz çeşitliliğinden bir birlik
türetmeye çalışır. İşçi merkezleri ve bölgesel işçi konseylerinden
(Toronto örneği gibi) ittifaklara uzanan (Şehir Hakkı İttifakı, Dış­
lanmış İşçiler K ongresi ve güvencesiz emeğin örgütlenm esinde gö­
rülen diğer biçimler) çok sayıda örgüt biçimi bu gayeyi siyasi pers­
pektifine dahi etmiştir.
Fakat, şehir hakkı, kısmen kapitalist kentleşm enin günüm üzde­
ki koşuları, kısmen de aktif olarak bu hakkın peşinden gitmesi m uh­
temel toplumsal grupların karakteri nedeniyle, açıkça görüleceği
üzere, karm aşık bir yapıya sahiptir. Örneğin Murray Bookchin'in de
benimsediği (Lewis M umford'ın yanı sıra toplumsal anarşist düşün­
ce geleneğinden etkilenm iş başka pek çok kişiye mal edilmiş olan)
ikna edici görüşe göre, kapitalist kentleşme süreçleri işleyen bir si­
yasi topluluk olarak şehri öylesine tahrip etm iştir ki sivil bir antikapitalist seçeneğin şehir üzerinde inşa edilmesi artık m üm kün değil­
dir.30 Lefebvre de bir anlam da bu görüşe katılır, ancak kent m ekânı­
nın sermaye birikimi ve hâkim sınıf ilişkilerinin yeniden üretilm esi­
ni sağlamak üzere devlet bürokratları ve teknokratları tarafından
rasyonalize edilmesi üzerinde çok daha fazla durur. Ne de olsa ban­
liyö hakkı gibi bir sloganı bugün antikapitalist bir şiar kabul etm e­
nin işe yarayacağı söylenemez.
Bu nedenledir ki şehir hakkı, halihazırda var olan bir şey üzerin­
de iddia edilen bir hak olmaktan çok, şehri sosyalist bir siyasal top­
luluk olarak, yoksulluğu ve toplumsal eşitsizliği ortadan kaldıracak,
30.
1986.
M urray B o o k ch in , T he L im its o f the C ity, M ontreal: B lack R ose B ooks,
198
ASİ ŞEHİRLER
çevre üzerinde yaratılan tahribatı onaracak tümüyle farklı bir model
üzerinden yeniden inşa etme hakkı olarak anlaşılmalıdır. Bunun ger­
çekleşebilmesi için mütemadi sermaye birikimini mümkün kılan
tahripkâr kentleşme hiçimleri durdurulmalıdır.
M urray Bookchin'in "özgürleşimci belediyecilik" tabir ettiği,
birbiriyle ve doğayla olan ilişkilerini akılcı bir yolla düzenleyen be­
lediye m eclislerinden oluşan biyolojik bölgesel bir birlik kavramını
hayata geçirme çabası da benzer bir savdan tem elleniyordu. İşte bu
noktada siyasetin fiili dünyası ile şehre dair ütopyacı düşünce ve ya­
zının büyük ölçüde anarşizm den ilham alan uzun tarihçesi arasında
üretken bir çakışm a görülür.31
Kentsel Devrime Doğru
Bu tarihçeden ortaya üç tez çıkıyor. İlkin, grevden fabrika işgalleri­
ne dek uzanan iş temelli m ücadelelerin başarı elde etm e olasılığı, iş­
yeri etrafındaki mahalle veya topluluklar düzlem inde bir araya ge­
len halk güçlerinin (nüfuz sahibi siyasi liderler ve onların bağlı ol­
duğu siyasi örgütler de buna dahildir) kuvvetli ve aktif desteği söz
konusu olduğu durum larda çok daha yüksektir. Tabii burada işçiler
ve yerel halk arasında güçlü bağların zaten varolduğu veya hızla ku­
rulabileceği varsayılmaktadır. İşçi ailelerinin aynı zam anda mahalle
sakinlerini oluşturduğu durum larda (Salt o fth e Earth filminde tas­
vir edilen türden madenci yerleşim lerinde olduğu gibi) bu türden
bağlar "doğal olarak" ortaya çıkabilir. Daha dağınık kentsel çevre­
lerde ise bu tür bağları kurmak, devamını sağlamak ve güçlendir­
mek ise bilinçli bir siyasi çabayı gerektirir. Bu tür bağların olmadığı,
sözgelimi İngiltere'de 1980'lerdeki grevler sırasında Nottinghamshire maden işçilerinin durum unda ise, bu bağları kurm ak için çaba
harcanmadığı takdirde hareketin başarısızlığa uğraması neredeyse
kaçınılmazdır.
31.
B u team ü lü n tarihçesi P atrick G eddes'in C ities in E vo lu tio n y ap ıtıy la b aş­
lar (O xford: O x fo rd U niv ersity P ress, ilk basım 1915); tem el u ğraklarından b iriy ­
se L ew is M u m fo rd 'ın The C ity in H istory: Its O rigins, 1rs T ransform ations, a n d Its
P rospects a dlı g en iş etki u y andıran k itab ıd ır (O rlando, F L ıH arcourt, 1968); T ürkçesi: Tarih B o yu n ca K ent, çev. G ürol K oca ve T am er T osun, İstanbul: Ayrıntı,
2007.
ANTİKA PİTALİST M ÜCADELE İÇİN
199
İkinci olarak, iş kavramı dar anlam ıyla sanayi işçiliğiyle özdeşleştirilmekten çıkarılarak gittikçe kentsel bir biçim alan gündelik
yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde rol alan emek biçimlerinin
geniş sahasını kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmalıdır. İş te­
melli ve mahalle temelli m ücadeleler arasındaki ayrım lar giderek
silikleşmektedir, keza sınıfın ve işin, toplumsal yeniden üretimin
mekânı olan hane halkından yalıtılmış biçim de üretim m ekânında
tanımlandığı düşüncesi de.32 Daha iyi bir yaşam için verilen m üca­
delede, evimize çeşme suyunu getirenler de, fabrikada boruları ve
lavaboları üretenler kadar önemlidir. Şehirde yiyecek dağıtımını ya­
panlar, ki buna seyyar satıcılar da dahildir, bu gıdayı yetiştirenler
kadar önemlidir. Yiyeceği pişirenler de (sokaktaki kızarmış mısır
veya sosisli sandviç satıcılarından tutun da evlerin m utfağında bü­
tün gününü ocak veya ateş başında ter dökerek geçirenlere kadar)
yiyeceği sindirime hazırlayarak ona değer eklemektedirler. Bu yüz­
den şehir yaşamının üretimi ve yeniden üretiminde rol oynayan ko­
lektif emek, sol düşünce ve örgütlenmeye daha sıkı bir biçimde da­
hil edilmelidir. Kent ve kır arasında bir zam anlar anlamlı olan ay­
rım lar son dönem de hükmünü yitirmiştir. Gerek şehre giren gerek­
se şehirden çıkan tedarik zincirleri kesintisiz bir hareketi gerektirir.
Hepsinden öte, iş ve sınıfa dair kavram lar temelden yeniden tanım ­
lanmalıdır. Hemşerilerin kolektif hakları için verilen mücadele
(göçmen işçilerin mücadelesi gibi) kapitalizm karşıtı sınıf m ücade­
lesinin ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir.
Yeniden canlandırılm ış biçimiyle bu proletarya kavramı bugün
kitlesel boyutlara ulaşmış olan, geçici, güvencesiz ve örgütsüz em e­
ğin hâkim olduğu kayıtdışı sektörleri de içerir ve kucaklar. Bu tür
gruplar, öyle görünüyor ki, kentsel ayaklanm alar ve başkaldırılarda
tarihsel olarak önemli bir rol oynamıştır. G erçekleştirdikleri eylem ­
ler her zaman sol bir karakter arz etmez, ancak bu zanaatkâr sendi­
kalarına da yöneltilebilecek bir itirazdır. Bu grupların çoğu defa is­
tikrarsız, yahut otoriter (ister dini ister laik) karizmatik liderler tara­
fından sırtlarının sıvazlanmasına karşı zaafı olduğu da doğrudur. Bu
nedenle de siyasi konumları anaakım sol tarafından çok defa sahiplenilebileceği gibi korkulması da gereken "şehir çapulcuları" (hatta
32. Ray Pahl, D iv is io n s o fL a h o u r , O xford: B asil B lackw eil, 1984.
200
ASİ ŞEHİRLER
M arksist lügatte daha da talihsiz biçimde "lüm penproletarya") ola­
rak yaftalanıp haksız yere kenara itilmiştir. Bugün bu kitleleri dışla­
maktan vazgeçmek, aksine kapitalizmle mücadelede önemli bir un­
sur olarak kucaklamak şarttır.
Son olarak, canlı emeğin (yukarıda tanım ladığım ız geniş anla­
mıyla) üretim esnasında sömürüsü kapitalizm karşıtı herhangi bir
mücadelede merkezi konumunu korum alı, diğer taraftan artı değe­
rin yaratılması ve işçilerin yaşam alanlarında onların elinden geri
alınm asına karşı verilen m ücadelelere de şehrin üretiminin çeşitli
noktalarındaki m ücadeleler kadar önem verilmelidir. Geçici ve gü­
vencesiz işçilerin durum unda olduğu gibi burada da sınıf eyleminin
alanının genişletilmesi örgütsel sorunlara yol açar. Fakat aşağıda
göreceğim iz gibi, aynı zam anda sayısız olanağı da içinde taşır.
"Öyleyse Şehri Nasıl Örgütlemeli?"
Fletcher ve Gapasin'in sorusunu dürüstçe yanıtlamak gerekirse, bu­
nun nasıl yapılacağını bilmiyoruz; hem bu soruya yeterince kafa yo­
rulmamış olduğu için, hem de siyasi pratiklerin geçirdiği evrime da­
ir genellem eler yapm am ıza olanak verecek sistematik bir tarihsel
kütükten yoksun olduğum uz için. Tabii ki "doğal gaz ve su" tem ini­
nin sosyalist idarelerce üstlenilmesi veya 1920'lerde Sovyetler Birliği'nde görülene benzer daha serüvenci kentsel ütopyacılık gibi kı­
sa dönemli deneysel yaklaşım lara rastlıyoruz.33 Fakat bunun büyük
kısmı yerini reformist sosyalist gerçekçiliğe yahut Doğu Avrupa'da
halen pek çok dokunaklı kalıntısına rast geldiğimiz ataerkil sosya­
list/kom ünist m odem izm e bırakıverdi. Bugün kentsel örgütlenme­
ye dair bildiğim iz şeylerin hemen hepsi, kent yönetimi ve idaresine
dair bürokratik kapitalist kamu yönetimi çerçevesinden türeyen genelgeçer teori ve çalışm alara uzanmaktadır, ki antikapitalist bir si­
yasetle uzaktan yakından ilgisi yoktur (Lefebvre'in haklı olarak hiç
durmadan meydan okuduğu şey tam da budur). Elimizdeki en iyi
seçenek, şehri bir şirket yapısı içinde tasvir eden teoridir ki, kaçınıl­
maz olarak şirket yapısına özgü karar alma m ekanizm alarının şehre
uyarlanması sonucuna yol açar. Bu karar verme süreçlerinin ilerici
33. A n atole K opp, Ville e t R évo lu tio n , Paris: E ditions A n th ro p o s, 1967.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
201
güçler tarafından devralındığı zam anlarda, kapitalist gelişmenin da­
ha fütursuz biçim lerine meydan okum ak, toplumsal eşitsizlik ve
çevre tahribatı gibi gözüm üzün önünde duran felç edici soruları
yüksek sesle dile getirm ek mümkün olmuştur. Porto Alegre'deki de­
neyim, Ken Livingstone'un GLC'sinde* denenm iş olan, bunun hiç
değilse yerel örneklerini sunar. Bunun yanı sıra rekabetçi kent yö­
netiminin faydaları ve yatırımcıları çekebilm ek için şehir yönetim ­
lerince başvurulan çok çeşitli teşvikler üzerine geniş (ve eleştirel ol­
maktan çok methiyeyi andıran) bir literatür bulunmaktadır.34
O halde Fletcher ve Gapasin'in ortaya attığı soruyu yanıtlamaya
nereden başlayabiliriz? İzlenebilecek yollardan biri, devrimci du­
rumlar içinde ortaya çıkan kentsel siyaset pratiklerinin tekil örnek­
lerini incelemek olabilir. Bu nedenle bitirirken, kentsel ayaklanm a­
ların antikapitalist hareketlerle nasıl ilişki kurabileceğine dair ipuç­
ları toplamak açısından Bolivya'da son dönem de yaşanan olaylara
hızlıca bakmayı öneriyorum.
2000 yılının m eşhur "Su Savaşları" sırasında C ochabam ba’nın
sokak ve m eydanlarında neoliberal özelleştirm elere karşı bir baş­
kaldırı örgütlendi. Hükümetin politikalarını reddeden halk, önde ge­
len iki uluslararası şirketi, Bechtel ve Suez'i ülkeden kovdu. La Paz'
m yukarısındaki platoda kurulmuş cıvıl cıvıl bir şehir olan El Alto'
dan doğan isyan hareketi neoliberal siyaset taraftarı başkan Sânchez
de Lozada'yı 2003 Ekimi'nde istifaya zorladı ve halefi Carlos Mesa
da 2005 yılında aynı kadere m aruz kaldı. Bütün bunlar A ralık 2005'
teki ulusal seçim lerde ilerici aday Evo M orales'in zaferini hazırladı.
2007'de m uhafazakâr elitlerin Evo M orales'in başkanlığını hedef
alan karşı-devrim girişimi de yine Cochabam ba'da bozguna uğratıl­
dı; şehri ele geçiren yerli halklarının öfkesi karşısında m uhafazakâr
* G rea ter L o n d o n C o u n c il v eya L ondra M ücavir A lan K onseyi, 1981-86 a ra ­
lığında İngiliz. İşçi P artisi üyesi L ivingstone'un b aşkanlığında proto-sosyalist bir
yerel yönetim birim i hüviyeti kazandı. T h atch er y önetim ince siyasi bir tehdit o la ­
rak g örülen k urum 1986 yılında fesh ed ilm esin d en ö nce ö zellik le m etro u laşım ı­
nın iy ileştirilm esi ve u cuzlatılm ası yönünde önem li kam u projelerini üstlendi,
-ç./t.
34. G erald F rug, C ity M aking: B uilding C o m m u n ities w ithout B u ild in g W alls,
P rinceton, NJ: P rin ceto n U niversity P ress, 1999; N eil B renner ve N ik T h eo d o re,
S p a ces o f N eo lib era lism : U rban R estru ctu rin g in N orth A m erica a n d W estern E u ­
rope, O xford: W iley B lack w ell, 2003.
202
ASİ ŞEHİRLER
yerel yönetim kadrosu şehri terk etti.
Her zaman olduğu gibi buradaki güçlük, yerel koşuların bu tekil
hadiselerde tam olarak nasıl bir rol oynadığını anlam ak ve bu olay­
ları irdelemenin sonucunda ne tür evrensel ilkeler çıkarılabileceğini
(eğer çıkarılabilirse) kestirm ekte yatar. 1871 Paris K om ünü'nden çı­
karılabilecek evrensel dersler söz konusu olduğunda birbiriyle çeli­
şen yorum lara musallat olan da işte bu sorundur. El Alto gibi güncel
bir vakaya odaklanmanın iyi yanı, burada halihazırda süregiden,
dolayısıyla süreğen bir siyasi sorgulama ve analize açık bir m ücade­
lenin varlığıdır. Yakın dönem de yayımlanan birkaç harikulade ça­
lışma, daha şimdiden ihtiyati birtakım sonuçlar için dayanak sun­
maktadır.
Örneğin Jeffrey W ebber Bolivya'da son on yıldan bu yana cere­
yan eden hadiselere dair ikna edici bir yorum sunuyor.35 Webber
2000-2005 arasını, elitler ve halk kesimleri arasında derin bir uçu­
rumun bulunduğu koşullarda hakikaten devrimci bir dönem olarak
görüyor. Geleneksel seçkin sınıfın (uluslararası sermaye güçlerinin
de desteğiyle) idaresindeki devletin çok kıymetli doğal kaynakların
kullanım ına ilişkin neoliberal politikalarının halk tarafından reddi,
büyük kısmı köylü olan yerli halkların ırkçı baskıya karşı verdiği,
uzun bir geçmişe sahip özgürlük mücadelesiyle birleşti. Neoliberal
rejim in şiddetinin kışkırttığı ayaklanm alar 2005'te M orales'in seçil­
mesiyle sonuçlandı. Köklü elitler (ki bilhassa Santa Cruz'da yoğun­
laşmışlardı) bölgesel ve yerel özerklik talebiyle Morales yönetimini
hedef alan karşı devrimci bir hareket başlattılar. Bu ilginç bir ham­
leydi, çünkü Latin Am erika solu "yerel özerklik" idealini çoğu kez
özgürleşm e m ücadelesinin merkezi kabul etmiştir. Bolivya'da böy­
le bir talebi dile getiren çoğu kez yerli halklar olmuştur, ve bu tür
hareketlerin sempatizanı olan Arturo Escobar gibi akademik teorisyenler bunu genelde, doğası itibariyle ilerici bir talep, hatta nere­
deyse kapitalizm karşıtı hareketin zorunlu bir ön koşulu olarak gör­
me eğilimdedirler.36 Fakat Bolivya örneği gösteriyor ki yerel veya
35.
Jeffrey W ebber, F rom R eb ellio n to R eform in B olivia: C la ss Struggle, In ­
d ig en o u s L ib era tio n , a n d the P olitics o fE v o M o ra les, C hicago: H aym arket B ooks,
2011. M ichael H ardt ve A n to nio N egri de C om m onw ealth yap ıtın d a birkaç İspan­
y o lca k ay n ağ a atıfta b u lu n u y o rlar (C am bridge, MA: H arvard U niversity Press,
2009).
ANTtKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
203
bölgesel özerklik talebi, siyasi ve idari karar m ercilerinin ölçeğini
değiştirmekten kazancı olan herhangi bir aktör tarafından dile geti­
rilebilmektedir. Örneğin M argaret Thatcher'ın Londra M ücavir Alan
Konseyi'ni feshetmesinin nedeni de buydu, yani konseyin kendi po­
litikalarına m uhalif oluşu. BolivyalI seçkinleri, kendi çıkarlarına
düşmanca bir tavra sahip olduğunu düşündükleri M orales hüküm e­
tine karşı Santa Cruz'un özerkliğini istemeye yönelten de aynı ne­
dendi. Ulusal mekânda kaybettiklerini kendi yerel m ekânlarında
özerklik ilan ederek telafi etmek istiyorlardı.
M orales’in seçim sonrası siyasi stratejisi her ne kadar yerli hare­
ketlerinin gücünü birleştirmeye yaramış olsa da, W ebber onun 20002005 aralığında ortaya çıkan sınıf temelli devrim ci perspektifi, top­
rak sahibi ve kapitalist seçkinlerle m üzakereler ve anayasal tavizler
(aynı zam anda em peryalist dış güçlere verilen tavizler) lehine terk
ettiği kanısındadır. Webber'e göre sonuç 2005 sonrasında kapita­
lizm karşıtı herhangi bir dönüşüm hareketi yerine, "neoliberalizmin
— And Dağları bölgesine has özellikleri haiz olarak— yeniden inşa­
sı" olmuştur. Böylelikle sosyalizme geçiş fikri uzun bir süreliğine
ertelenmiştir. Bununla birlikte M orales, çevre sorunları konusunda
küresel lider rolünü üstlenerek yerli halkın yaygın olarak benim se­
diği "tabiat ananın hakları" anlayışını 2010 Cochabam ba beyanna­
mesine dahil etmiş ve Bolivya anayasası kapsamına almıştır.
Webber’in görüşleri, tahmin edileceği üzere, M orales rejiminin
destekçilerinin hararetli tepkisiyle karşılaştı.37 Morales'in ulusal düz­
lemde gerçekleştirdiği kuşkusuz reform ist ve anayasal hamlelerin
siyasi bir tercih mi, fırsatçılık mı olduğu, veyahut Bolivya'ya ege­
men olan ve em peryalist dış baskılar tarafından desteklenen sınıfsal
güç dağılım ının bir dayatmasından mı ileri geldiği konusunda hü­
küm verebilecek bir konum a sahip değilim. Cochabam ba'da 2007'
de sağcı özerk yönetime karşı gerçekleşen köylü ayaklanması sıra­
sında M orales hükümetinin anayasal tutum una aykırı hareket ede­
36. A rtu ro E scobar, Territories o f D ifference: P lace, M ovem ent, L ife, R edes,
D urham , NC: D uke U n iv ersity P ress, 2008.
37. F ed erico F uentes, "G o v ernm ent, S ocial M ovem ents, and B oliv ia Today",
In tern a tio n a l S o cia list R eview 76 (M art- N isan 2011); derginin aynı sayısında
Jeffrey W ebber'in yanıtı, "F antasies A side, It's R econstituted N eoliberalism in
B olivia U n d er M orales".
204
ASİ ŞEHİRLER
rek seçilmiş m uhafazakâr hükümetin şehirden kaçan memurları ye­
rine halk meclisini model alan bir idare getirmenin felaketle sonuç­
lanabilecek bir m aceraperestlik olduğunu Webber'in kendisi de tes­
lim eder.38
Bu m ücadelelerde şehir temelli örgütlenme nasıl bir rol oynadı?
C ochabam ba ve El A lto'nun tekrar eden ayaklanm aların merkezi
olarak oynadığı kilit role ve Santa Cruz'un karşı-devrimci hareketin
m erkezi olm a rolüne bakıldığında bu soru kaçınılmaz olarak ortaya
çıkıyor. Webber'in anlatım ında El Alto, Cochabam ba ve Santa Cruz,
karşıt sınıfsal güçlerin ve popülist yerli hareketlerinin üzerinde ce­
reyan ettiği birer sahadan ibaret gibi görünüyor. Bununla birlikte
W ebber bir yerde, "nüfusunun %80'i yerli olan, kayıt dışı ekonom i­
nin proleter şehri El A lto — "yeniden iskan edilmiş" eski maden iş­
çilerinden gelen zengin devrim ci M arksist başkaldırı geleneği, ve
Aymara, Q uechua ve benzeri kırdan kente gelen göçm enlerden kay­
naklanan radikal yerli hareketleriyle— devletle girişilen yer yer
kanlı çatışm aların doruğunda çok önemli bir rol oynadı," diyor ve
ekliyor:
A y a k la n m a la r , e n iy i a n la r ın d a , T ro ç k is tle rin v e te n e k e m a d e n c ile r in in
a n a r k o - s e n d ik a lis t ö r g ü ts e l ş e m a la rın ı — ki 20. y ü z y ılın b ü y ü k k ıs m ın d a
B o liv y a s o lu n u n ö n c ü le r iy d ile r — v e y e r lile re h a s g e le n e k s e l k o m ü n ite r b ir
y a p ı o la n a y llu s u n y e n i k ırs a l v e k e n ts e l b a ğ la m la r a u y a r la n m ış b iç im in i
m o d e l a la n , ta b a n d a n g e le n , h a lk m e c lis i b e n z e r i, k itle d e n g ü ç a la n , d e ­
m o k r a tik h a r e k e tle r o la r a k ş e k ille n m iş ti.39
Fakat Webber'in izahatı bununla sınırlı kalıyor. Mücadelenin
farklı sahalarında geçerli olan özel koşulları büyük oranda gözardı
ediyor (2007'de Cochabam ba'da cereyan eden ayaklanmayı adım
adım anlatırken bile) ve Bolivya geneline hâkim olan sınıfsal ve po­
pülist güçler ve bunların arka planında yer alan em peryalist dış bas­
kılar üzerinde durmayı yeğliyor. Bu nedenle antropolog Leslie Gill
ve Sian Lazar'ın farklı tarihsel kesitlerde El A lto'ya egemen olan ko­
şullar, toplumsal ilişkiler ve ihtiyati örgütsel biçim lere dair derinlik­
li tasvirler sunan çalışm alarına bakmak ilginç olacaktır. G ill'in 2000
yılında yayım lanan Teetering on the Rim adlı yapıtı, 1990'larda hü­
küm süren koşulların ayrıntılarını veriyor; Lazar'ın 2010 tarihli El
38. W ebber, "F an tasies A side": 111.
39. A .g.y., 48.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
205
Alto, R ebel City (El Alto, Asi Şehir) adlı yapıtı ise El A lto’da 2003
ayaklanması öncesinde ve sonrasında gerçekleştirdiği saha çalış­
masına dayanıyor.4'1 Ne Gill ne de Lazar ayaklanm a ihtimalini ön­
görememişlerdi. Gill 1990'larda som ut düzlemde cereyan eden pek
çok siyasi olayı kaydettiyse de, bu hareketler tutarlı bir kitlesel ha­
reket ihtimaline mahal vermeyecek denli parçalanm ış ve net hedef­
lerden yoksun görünüyordu (bilhassa da toplumsal hizmet sunan te­
mel merci olan devletin yerini alan sivil toplum kuruluşlarının oy­
nadığı menfi rol düşünüldüğünde); bununla birlikte yazarın saha ça­
lışması yaptığı dönemin ortasına denk gelen öğretmenler grevi açık­
ça sınıf bilincine sahip terim lerle ve hararetli bir mücadeleye yol aç­
mıştı. Lazar da Ekim 2003 ayaklanm ası karşısında hayrete düşmüş
ve olayların sonrasında El Alto'ya dönerek onlara yol açan koşulla­
rı en baştan kurmaya uğraşmıştır.
El Alto özel bir yer olduğundan, kendine özgü yönlerini ortaya
koymak gerekiyor.41 La Paz'ın çok yukarısında, çetin koşullara sa­
hip Antiplano üzerinde kurulmuş, göçm enlerden oluşan görece ye­
ni (ülke sınırlarına henüz 1988'de dahil edilmiş) bir şehir olan El Alto'nun nüfusunun büyük çoğunluğunu, tarım üretiminin giderek ti­
carileşmesi sonucu topraktan kopmuş köylüler; yerinden edilen sa­
nayi işçileri (özellikle de 1980'lerden itibaren rasyonelleştirilen,
özelleştirilen ve bazı durum larda kapatılan teneke m adeninden çı­
karılan işçiler) ve La Paz'daki yüksek arsa ve konut fiyatları nede­
niyle yaşayabilecek yeni yerler aram aya m ecbur kalan dar gelirli
mültecilerden oluşturmaktadır. Bu nedenle de El Alto'da, La Paz ve
Santa Cruz'daki gibi kökleşmiş bir burjuvazi bulunmamaktadır. Şe­
hir, Gill'in ifade ettiği gibi, "Bolivya'nın halen sürmekte olan serbest
piyasa reform u deneyinin kurbanı olan pek çok kimsenin ölüm ka­
lım mücadelesi verdiği bir yerdi". Devletin 1980'lerin ortasından
itibaren neoliberal özelleştirm eler kapsam ında gerek yönetim ge­
rekse hizmet sunumu alanından her geçen gün geri çekilm esi, yerel
40. L esley G ill, T eetering on the R im : G lo b a l R estructuring, D a ily L ife, anil
the A rm e d R etrea t o f the B o livia n S tate, N ew York: C olum bia U niversity P ress,
2000; S ian L azar, E l A lto, R eb el C ity: S e l f a n d C itizenship in A n d ea n B olivia,
D urham . NC: D uke U n iv ersity P ress, 2010.
41. A şağıdaki bölüm G ill'in Teetering on the R im ve L azar'in E l A lto , R eb el
C ity çalışm asın ın b ir bileşim ini içeriyor.
206
ASİ ŞEHİRLER
yönetimin zayıflaması anlam ına geldi. Halk kesim leri hayatta kala­
bilmek için ya canla başla uğraşıp kendi içinde örgütlenmeye, ya da
seçim zamanı destek sözü verdikleri siyasi partilerden kopardıkları
yardım ve bağışlarla ayakta kalan STK'ların yaptığı şaibeli yardım ­
lardan m edet um m aya m ecburdu. Fakat La Paz'a hizm et götüren
dört ana tedarik hattının üçü El Alto'nun içinden geçiyordu; bu hat­
ların işleyişine ket vurma gücünü elinde tutması, yaklaşan m ücade­
lede şehir açısından önemli olacaktı. Kent ve kır arasındaki sürekli­
lik de (kırsal alanların büyük oranda yerli köylü nüfusun hâkim iye­
tinde oluşu, ve bu köylülerin kendine özgü kültürel gelenekleri, ve
W ebber'in sözünü ettiği ayllu benzeri toplumsal örgütlenme biçim ­
leri) şehrin metabolizması açısından önemli bir unsurdu. El Alto şeh­
ri, La Paz'ın kentselliği ile bölgenin kırsallığı arasında gerek coğra­
fi gerekse etnik-kültürel açıdan arabuluculuk görevini üstlenmişti.
Bölge çapında insan ve mal akışı El Alto içinden ve etrafından ge­
çerek devrini tamamlıyordu; öte yandan El Alto'dan La Paz'a günü­
birlik seyahatler beriki şehri düşük ücretli emek gücü açısından El
Alto'ya büyük ölçüde bağımlı kılıyordu.
Bolivya'da daha önceden varolan emeğin kolektif örgütlenme
biçimleri 1980'lerde teneke madeninin kapanm asıyla birlikte sekte­
ye uğradı, fakat öncesinde "Latin Am erika çapındaki en m ilitan işçi
sınıfını oluşturuyordu".42 M aden işçileri teneke m adeninin kam u­
laştırılm asıyla sonuçlanan 1952 devrim inde kilit bir rol oynamışlar,
1978'de ise baskıcı Hugo Banzer rejim inin alaşağı edilm esinde başı
çekmişlerdi. İşini kaybeden m adencilerin pek çoğu 1985'ten sonra
El Alto'ya taşındı, ve Gill'in aktardığı üzere, yeni koşullara uyum
sağlamakta büyük güçlükler yaşadı. Fakat daha sonraki olayların
açıkça göstereceği gibi, Troçkizm ve anarko-sendikalizmden güç
alan siyasi sınıf bilincini tüm üyle yitirmemişlerdi. Gill'in ayrıntılı
olarak incelediği öğretmenler grevi ile başlayan ileriki m ücadeleler
sırasında bu siyasi bilinç önem li bir kaynak teşkil edecekti. Siyasi
tavırları ise önemli ölçüde değişim e uğradı. "El Alto sakinlerinin
büyük çoğunluğunu istihdam eden düşük ücretli, güvencesiz işlerde
çalışmaktan başka çaresi olmayan" madenciler, sınıf düşmanının
kim liğine ve kendi aralarındaki dayanışmaya dair net bir fikre sahip
42. G ill, T eetering on the Rim : 69.
ANTİKA PİTALİST M Ü CADELE İÇİN
207
oldukları bir durumdan, çok daha zor başka bir soruyla karşı karşı­
ya kaldıkları bir durum a düştüler: "El Alto'da çok farklı etnik kö­
kenlerden gelen ve birbirinden çok farklı birer tarihçeye, iş ilişkile­
ri mozaiğine sahip ve yoğun bir iç rekabetin yaşandığı bir topluluk­
tan nasıl olup da bir dayanışma biçimi inşa edebilirlerdi."43
Neoliberalleşm enin maden işçilerine dayattığı bu dönüşüm, ne
Bolivya'ya ne de El Alto'ya özgüdür. Sheffield, Pittsburgh veya Baltimore'da tasfiye edilen çelik işçilerinin yüz yüze kaldığı ikilemin
aynısıdır burada karşım ıza çıkan. A slında oldukça evrensel olan bu
ikilem 1970’lerin ortasından itibaren sanayide büyük bir gerileme
ve özelleştirm e dalgasının baş gösterdiği her yerde görülür. Boliv­
ya'da bununla nasıl baş edildiği sorusu gelip geçici bir meraktan öte
bir ilgiyi hak ediyor.
Lazar, "Yeni tür sendikal yapıların ortaya çıkışı"ndan bahsedi­
yor; bunlar,
ö z e llik le k ö y lü le r v e ş e h ird e k a y ıtd ış ı s e k tö rd e is tih d a m e d ile n iş ç ile r ta r a ­
fın d a n k u r u la n y a p ıla rd ır... K ü ç ü k işy e ri s a h ip le ri, h a tta m ik r o k a p ita lis tle r
ta b ir e d e b ile c e ğ im iz , b e lli b ir y e r d e b ir p a tr o n h e s a b ın a ç a lış m a y a n , d o la ­
y ıs ıy la o r d u n u n k o la y c a h e d e f a la b ile c e ğ i b ir k o n u m u b u lu n m a y a n k iş il e ­
rin o lu ş tu r d u ğ u k o a lis y o n la r a d a y a n ır. H a n e h a lk ın ın is tih d a m e d ilm e s in e
d a y a n a n ü re tim m o d e li to p lu m s a l y a ş a m d a e s n e k liğ i m ü m k ü n k ıla r k e n b ir
y a n d a n d a m e k â n s a l k o n u m a b a ğ lı ittifa k la r v e o r g a n iz a s y o n la r k u r m a y a
o la n a k ta n ır: ü rü n le rin i s a ttık la rı s o k a k , y a ş a m la rın ı s ü r d ü r d ü k le ri v e ç i f t ­
ç ilik y a p tık la r ı b ö lg e v e k ö y , v e ş e h irle r d e k i v e c in o tip i ö r g ü ts e l y a p ın ın d a
e k le n m e s iy le , k e n d ile r in e a it o la n b ö lg e , h e r ü ç ü d e b u tü r ittif a k la r a z e m in
te ş k il e d e r.
Burada insanlar ve mekân arasındaki ilişki, ortak bağların kurulm a­
sına kaynaklık eden son derece önemli bir etken olarak ortaya çıkı­
yor. Bu bağlar uyuma dayalı olabileceği gibi çatışmalı da olabil­
mektedir, ancak yüz yüze ilişkiler sık ve dolayısıyla daha baştan
güçlüdür.
E l A lto 'n u n k a y ıt d ışı e k o n o m is i iç in d e b o y a ta n s e n d ik a la r d e v le te p a ­
ra le l o la r a k ş e h ird e ç o k k a tm a n lı b ir h e m ş e riliğ i ş e k ille n d ir e n siv il ö r g ü t­
le n m e n in ö n e m li b i r k ıs m ın ı te ş k il e d er. Ü s te lik b u d u r u m , b ir e y le r a r a s ın ­
d a k i ik tis a d i r e k a b e tin y a k ıc ı d ü z e y le r e v a r d ığ ı, d o la y ıs ıy la siy a s i iş b ir liğ i­
4 3 .A .g .y ., 74-82.
ASİ ŞEHİRLER
208
n in h e p te n im k â n s ız d e ğ ils e b ile z o r o lm a s ın ın b e k le n e b ile c e ğ i b ir b a ğ la m ­
d a g e rç e k le ş ir.
Toplumsal hareketler sıklıkla hizipçiliğin ve iç çekişm elerin tuzağı­
na düşmekle birlikte, "farklı sektörel talepler arasında yavaş yavaş
tutarlı bir ideoloji kurulmaya başlanm ıştır".44 Tasfiye edilen m aden­
cilerin artakalan kolektif sınıf bilinci ve örgütsel deneyim i bu nok­
tada belirleyici bir kaynak haline gelmiştir. Bu, yerli geleneklerin­
deki yerel ve katılımcı karar alm a meclislerine (ayllu'lara) dayanan
yerel demokrasi pratikleriyle birleştiğinde, farklı siyasal birlikler
meydana getirmek için gerekli öznel koşullar kısmen tamamlanmış
olur. Sonuç olarak "Bolivya'da işçi sınıfı kendisini siyasi bir özne
olarak kurmaktadır, her ne kadar geleneksel biçimde olm asa da."45
Hardt ve Negri de çokluğa ilişkin kendi geliştirdikleri teoriyi
desteklemek için Bolivya'daki mücadeleyi alıntılarken bu nokta
üzerinde duruyorlar.
B ö y le lik le işç i sın ıfı iç e r is in d e k i b ü tü n e g e m e n lik v e te m s iliy e t iliş k i­
le ri so rg u la n ır. G e le n e k s e l s e n d ik a la r s ın ıf ö z n e le r in in v e d e n e y im le r in in
k a r m a ş ık ç o ğ u llu ğ u n u y e te r in c e te m s il e tm e o la n a ğ ın a d a h i sa h ip d e ğ ild ir.
G e lg e le lim b u d e ğ iş im işç i s ın ıf ın a v e d a e tm e k a n la m ın a g e lm e d iğ i g ib i,
işç i m ü c a d e le s in d e h e rh a n g i b ir g e r ile m e y e d e d e la le t e tm e z , b ila k is p r o le ­
ta r y a n ın g id e r e k ç o ğ u l b ir n ite lik k a z a n d ığ ın a v e m ü c a d e le le r in y e n i b ir b e ­
d e n e b ü r ü n d ü ğ ü n e işa re t e d e r.46
Lazar, bu yeni teorik formülasyona kısmen katılmakla birlikte işçi
sınıfı hareketinin nasıl teşekkül ettiğine dair çok daha ince ayrıntılar
sunuyor. Örneğin "Dem eklerden meydana gelen koalisyon grupları
arasındaki iç içe geçm eler"in "Bolivya’daki toplumsal hareketin gü­
cünün kaynaklarından biri" olduğu tespitinde bulunuyor. Bu örgüt­
lenm eler çoğu kez hiyerarşik yapıdaydı ve kimi durum larda dem ok­
ratik değil otoriter olabiliyordu. Fakat "eğer dem okrasiyi halkın ira­
desi olarak göreceksek, Bolivya siyasetinin korporatist yönü, onun
en önemli demokratik (her ne kadar eşitlikçi olmasa da) gelenekle­
rinden biri olarak yerini alır." Ateno'\axm gündelik yaşam ının parça­
44. L azar, E l A lto , R eb el C ity : 252-4. T oplum sal h arek etler içerisindeki çatışm alı ilişk ilere d air teori C hantal M ouffe tarafından geliştirilm iştir; bkz. O n the
P olitica l, L ondra: R o u tled g e, 2005.
45. L azar, E t A lto , R eb el City: 178. Vurgu y azara ait.
46. H ardt ve N eg ri, C o m m onw ealth: 110.
AN TİKAPtTALİST M ÜCADELE İÇİN
209
sı olan sıradan kolektif demokrasi deneyim leri olm aksızın, Bechtel
ve Suez gibi belli başlı düşman sermaye gruplarının ülkeden kovul­
masıyla sonuçlanan antikapitalist zaferler müm kün olam azdı."47
Lazar'a göre El Alto'da demokrasi birbirinden farklı üç hat üze­
rinden örgütlenmektedir. M ahalle dernekleri yerel malları kolektif
olarak tedarik etm enin yanı sıra mahalle sakinleri arasında doğan
pek çok çatışm ada arabuluculuk görevini de üstlenen mekân tem el­
li örgütlerdir. Bir üst örgüt olan M ahalle Dernekleri Birliği büyük
ölçüde m ahalleler arasındaki anlaşm azlıkların çözülm esine çalışan
bir forum niteliği taşır. İçiçe geçmiş hiyerarşilerden oluşan klasik
bir yapıdır bu, ancak içerisinde liderlik konum unun sırayla el değiş­
tirmesi, yahut liderlerin tabanlarına sadık kalmasını sağlamak için
çok çeşitli m ekanizm alar barındırır (ABD siyasetinde böyle bir ilke­
nin dile getirilm esi dahi düşünülem ezdi, ta ki Çay Partisi ortaya çı­
kana dek).
Çarkın ikinci dişlisi nüfus içindeki çeşitli grupların oluşturduğu
sektörel birlikleri içerir: seyyar satıcılar, ulaşım işçileri vb. Bu bir­
liklerin faaliyetinin büyük bölümü de yine uzlaşmazlık durum ların­
da (örneğin seyyar satıcıların kendi aralarında) arabuluculuk etm e­
ye ayrılmıştır. Ancak kayıtdışı tabir edilen sektörde çalışan güven­
cesiz işçilerin örgütlenmesi de zaten bu biçimde olm aktadır (ABD1
deki "Dışlanmış İşçiler" hareketi bundan ders çıkarmalı). Bu örgüt­
lenme tarzı, sözgelimi civar bölgelerden gelen balık ve gıda m alze­
mesi söz konusu olduğunda, tedarik zincirinin ta başlangıcına uza­
nan duyargalara sahiptir. Bu bağlantılar sayesinde civardaki köylü
ve kırsal nüfusun başkaldırı potansiyelini kolaylıkla ve eş zamanlı
olarak harekete geçirme, veya aksi doğrultuda, kırsal bölgede bir
katliam veya bastırm a vuku bulduğunda şehirde derhal bir tepki ör­
gütleme kabiliyetine sahiptir. Bu tür coğrafi bağlar güçlüdür, ve pek
çok köylü ailenin bir yandan doğdukları köyle olan bağlarını korur­
ken bir yandan da dahil oldukları mahalle birliğiyle kurdukları bağ­
larla örtüşür.
Üçüncü olarak, daha alışılageldik türden sendikalar da m evcut­
tu, ki içlerinde en önemlisi 1995'teki grevden bu yana militan ey­
lemliliğin başını çeken öğretm enler sendikasıydı (tıpkı M eksika'nın
47. L azar, E l A lto , R eb el City: 181, 258.
ASİ ŞEHİRLER
210
Oaxaca şehrinde olduğu gibi). Neoliberalizmin düzenli istihdam ve
geleneksel sendikal örgütlenme biçimlerine son otuz yıldır yönelt­
mekte olduğu saldırı sonucunda bir hayli güçsüzleşm iş olmakla bir­
likte, sendikalar yerel, bölgesel ve ulusal örgüt yapısı içinde devlet­
le yapılan m üzakerelerde oynadığı rolü sürdürmekteydiler.
Fakat El Alto'da Lazar'ın analizine dahil etm ek istediği başka bir
şey daha vardır. Şehri bir arada tutan değer ve idealler bilhassa kuv­
vetlidir, ve çoğunlukla halkın katılım ıyla gerçekleşen kültürel olay
ve faaliyetlerin — şenlikler, dini bayramlar, dans etkinlikleri— yanı
sıra, mahallelerde veya resmi ve gayriresmi sendikalarda gerçekle­
şen halk meclisleri gibi katılımın daha doğrudan biçimleri aracılı­
ğıyla ifadesini bulur. Böyle bir kültürel dayanışm a ve kolektif hafıza
sayesinde sendikalar gerilimlerin üstesinden gelerek "kolektif bir
benlik hissini teşvik edebilm ekte, bu da onları etkin birer siyasi özne
kılmaktadır."48 Bu gerilimlerin en şiddetlisi lider kadrosu ve taban
arasındakidir. Gerek mekân temelli gerekse sektörel örgütlenme bi­
çimleri bu açıdan benzer özellikler sergiler, halk tabanı "liderlerin
bireyselliği olarak algıladığı şey karşısında ortak değerleri savun­
maktadır." Buradaki m ekanizm a karmaşık olm akla birlikte Lazar'ın
anlatımından, birliktelik ve bireysellik, dayanışm a ve hizipçilik gibi
m eselelerin çözülmesini sağlayan çok sayıda gayriresmi araç oldu­
ğu sonucu çıkıyor. Dahası, sendikal ve komüniteye dayalı örgütlen­
me biçimleri birbirinden ayrı gelenekler olmaktan ziyade, "sendikal
hareket, popülizm , ve yerlilere özgü demokratik değerlerden kayna­
ğını alan siyasi geleneklerin [kültürel olarak] harm anlanması" ile
oluşmuştur. "Bu farklı çizgilerin yaratıcı bir karışımı sayesinde El
Alto, ulusal düzlemde karşı karşıya olduğu siyasi marjinalleşmenin
üstesinden gelerek merkezi bir konuma yerleşebilmiştir."49 Bu tür
bağlar "belli bazı anlarda örülür; 2000 yılında Cochabam ba’da, yine
2000 yılının nisan ve eylül aylarında Antiplano geçidinin köylüler
tarafından kesilm esinde, Şubat ve Ekim 2003'te El Alto ve La Paz'da
ve 2005'in ocak ve mart ayları arası El Alto’da olduğu gibi."
El Alto'nun yeni siyasette bu denli önemli bir odak haline gel­
mesinin nedeni, Lazar'a göre, büyük oranda şehirde hem şerilik his­
sinin oluşm a biçimleridir. Bu önemli bir konudur, zira sınıfsal ve
48. A .g .y., 178.
49. A .g .y., 180.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
211
yerli halk kaynaklı isyanların, hem şerilikte temellenen dayanışma
biçimleri üzerinden örgütleme im kânına işaret eder. Tarihsel olarak
bu elbette Fransız devrim ci geleneğinin daim a ana bir unsuru ola­
gelmiştir. El Alto'da ise bu aidiyet ve dayanışm a hissi,
b ö lg e , ş e h ir v e u lu s d ü z le m le r in d e , d e v le t e p a r a le l iş le y e n k o le k t if b ir s i v i l
ö r g ü t le n m e y a p ıs ı ta r a f ın d a n ş e k ille n e n , y u r tta ş ile d e v le t a r a s ın d a d o la ­
y ı n d ı b ir i l i ş k i b iç im in d e k u r u lm u ş t u r . 1 9 9 9 'd a s i y a s i p a r t in in ... b u t ü r ö r ­
g ü t le n m e le r v e g e n e l o la r a k ş e h ir ü z e r in d e e t k is in i y it ir m e s iy le b ir lik t e d a ­
h a m u h a l i f b ir t a v r ın b e lir m e s i o la n a k lı h a le g e ld i. B u d u r u m , ik t is a d i g ü ç ­
lü k le r n e d e n iy le a lte iio 'la r ın r a d ik a lle ş m e s i ile ç a k ış m ış t ır . E y l ü l v e E k i m
2 0 0 3 'te v e t a k ip e d e n y ı ll a r d a g e r ç e k le ş e n p r o t e s t o la r ın g ü c ü , b u tü r ö z g ü l
s iy a s i k o ş u lla r ın h â k im iy e t in d e n , v e y a n ı s ır a , ç o k d a h a u z u n b ir g e ç m iş e
d a y a n a n k ı r ile ö z d e ş le ş im k u r m a s ü r e c i v e k o l e k t i f b ir b e n lik h is s iy a t ın ­
d a n ile r i g e lir .
Lazar buradan şu sonuca varır:
B i r y e r li ş e h r i o la n E l A lt o 'd a h e m ş e r ilik , k e n t s e l o la n ile k ır s a l o la n ın ,
k o le k t i v iz m v e b i r e y s e l c il i ğ i n , e ş i t l i k ç i l i k v e h iy e r a r ş in in b ir k a r ış ım ın ı
iç e r ir . D e m o k r a s iy e d a ir ü re t ilm e k t e o la n a lt e r n a t if g ö r ü ş le r , s ı n ı f t e m e lli
v e u lu s a lc ı k a y g ı l a r ı k i m l i k s iy a s e t iy le b ir le ş t ir m e k y o lu y la , t o p lu m s a l y e ­
n id e n ü r e tim a r a ç la r ın ın m ü lk iy e t i v e d e v le t in d o ğ a s ı h a k k m d a k i ç a t ış m a
ü z e r in d e n g e r e k u lu s a l h a r e k e t le r i g e r e k s e b ö lg e s e l y e r li h a r e k e t le r in i y e ­
n id e n c a n la n d ır m ış t ır .
Yazar açısından bütün bu oluşum un içinde öne çıkan iki topluluk,
"bölge ve şehir ölçeğinde ikamete dayalı olan topluluk ile şehir öl­
çeğinde işkoluna dayalı olandır."50 Hemşerilik fikri sayesinde, ge­
rek işyerinde gerekse yaşam mekânındaki çatışmalı ilişkiler güçlü
birer toplumsal dayanışm a biçim ine çevrilebilmektedir.
Bu çeşitli toplumsal süreçler — ki akademik solun aksine Lazar
bunları romantize etmekten mümkün olduğunca kaçınmaktadır—
şehrin kendisinin nasıl görüldüğü üzerinde çarpıcı bir etki yapm ış­
tır. Lazar'a göre "şunu sormak yerinde olur":
E l A lt o 'y u b ir g e c e k o n d u b ö lg e s i, b ir b a n liy ö , b i r p a z a r a la n ı v e y a u la ­
ş ım h a t la r ın ın d ü ğ ü m n o k t a s ı d e ğ il d e b i r ş e h ir y a p a n ş e y n e d ir ? B u n u n y a ­
n ıt ı, k a n a a t im c e , g e r e k d e v le t s is t e m i iç e r is in d e n g e r e k s e d e v le t d ış ı a la n ­
la rd a n f a r k l ı a k t ö r le r in E l A lt o 'y a m ü n h a s ır b i r k i m l i ğ i ü re tm e k te o lu ş u d u r .
50. A.g.y., 260.
ASİ ŞEHİRLER
212
E lb e tte b u te k il b ir k im lik d e ğ ild ir, a n c a k g id e r e k s iy a si r a d ik a liz m v e y e rlilik m e f h u m la r ıy la iliş k ili h a le g e lm e k te d ir.
İşte bu "kimlik ve ondan doğan siyasi bilincin siyasi eyleme dönüş­
mesi", 2003 ve 2005 yıllarında salt ulusal değil uluslararası düzlem ­
de de dikkatlerin "asi şehir" El Alto'ya çevrilm esine yol açan şey­
dir.51
Lazar'ın anlatımından çıkarılacak ders, neoliberal kentleşmenin
kötürümleştirici süreçlerinden siyasi bir şehir yaratmanın ve böyle­
likle şehri kapitalizm karşıtı m ücadele için yeniden sahiplenmenin
mümkün olduğudur. Ekim 2003'teki olayların "farklı işkollarının
çıkarlarının son derece olumsal bir biçim de çakışması, ve ardından
hükümetin orduya göstericileri öldürm e emri vermesi üzerine çok
daha şiddetli biçimde infilak etmesi" olarak anlaşılması gerekm ek­
le birlikte, söz konusu işkollarının her birinin çıkarlarının örgütleni­
şi, ve şehrin "radikalliğin ve yerliliğin merkezi" olduğuna dair bir
hissiyatın yaygınlaşması için geçen süre de gözardı edilem ez.52 Kayıtdışı sektörde istihdam edilen emeğin geleneksel sendikal çizgide
örgütlenmesi, mahalle dem eklerinin bir Federasyon altında birleşti­
rilmesi, kentsel ve kırsal mekân arasındaki ilişkinin siyasallaşması,
eşitlikçi meclislerin yanı sıra iç içe geçmiş hiyerarşilerin ve liderlik
biçimlerinin oluşturulması, kültür ve kolektif hafızadan kaynakla­
nan güçlerin harekete geçirilmesi gibi şeylerin tümü, şehri antikapitalist m ücadele için yeniden sahiplenmek adına bilinçli olarak nele­
rin yapılabileceğine dair birer model sunar. El Alto'da bir araya ge­
len örgütlenme biçimleri aslında Paris Komünü'nde bir araya gelen
bazı biçim lerle yakın benzerlik gösterir (arrondissement'lar, sendi­
kalar, siyasi hizipler, ve şehre hâkim olan güçlü hem şerilik hissi ve
şehre sadakat).
Geleceğe Dönük Hamleler
El Alto örneğinde bütün bunlar tesadüfi olarak bir araya gelen
olumsal koşulların bir sonucu olsa da, şehir çapında benzer çizgide
bir antikapitalist hareketi bilinçli olarak inşa edebileceğim izi neden
düşünmeyelim ? Örneğin New York şehrinde şu an büyük ölçüde
51. A .g .y., 63.
52. A .g .y., 34.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
213
uykuda olan m ahalle kurullarının yeniden canlandırılarak bütçe ta­
yini yetkisi ile donatılmış m ahalle m eclisleri haline getirildiğini,
bunun yanında Şehir Hakkı İttifakı'nm Dışlanm ış İşçiler Kongresi
ile birleşerek gelir, sağlık hizm etlerine erişim , ve konut alanında da­
ha fazla eşitlik için mücadele verdiğini; bütün bunlara, neoliberal
korporatist kentleşmenin yarattığı yıkımın içerisinden şehri ve hemşerilik/yurttaşlık, toplumsal ve çevresel adalet hissini yeniden inşa
etmeye uğraşan yeniden canlandırılmış mahalli Emek Konseyinin
eklendiğini tahayyül edin. El A lto'nun hikâyesi, böyle bir koalisyo­
nun başarılı olması için, "Jane Jacobs'ı akılda tutarak Robert Moses
gibi inşa etm ek"te kararlı müteahhit şirketler ve finansörlerin hâkim
olduğu kentleşm e süreçlerinden radikal biçimde farklılaşan bir
kentleşme projesi etrafında hemşeri-özneleri (kendi içinde ne kadar
bölünmüş olurlarsa olsunlar, ki New York'taki durum hep böyle ola­
gelmiştir) harekete geçirebilecek, kültür ve radikal bir siyasi gele­
neğe ait güçlerin (ki New York'ta olduğu gibi, Chicago, San Fran­
cisco ve Los Angeles'ta da böyle güçler kuşkusuz m evcuttur) sefer­
ber edilmesinin gereğine işaret ediyor.
Gelgelelim antikapitalist mücadelenin gelişim ine dair çizdiği­
miz bu pembe tabloyu bozan çok önemli bir ayrıntıyı atlamamalıyız. Bolivya örneğinin gösterdiği şeylerden biri de, W ebber'e biraz
olsun hak verecek olursak, birbiri ardına gelen şehir isyanları tara­
fından harekete geçirilen herhangi bir antikapitalist hareketin, belli
bir an geldiğinde çok daha üst ölçekte bir genellem e altında toplan­
ması zaruretidir; aksi takdirde hareket devlet düzeyinde parlam en­
ter ve anayasal reform izme ricat edecek, ve sürmekte olan em perya­
list egemenliğin çatlaklarında neoliberalizm i yeniden kurmaktan
öteye geçemeyecektir. Bu ise, salt devlete ve onun hukuk, polis de­
netimi ve yönetim alanındaki kurumsal düzenlemelerine dair değil,
aynı zam anda her devletin ait olduğu devletler sistemine ilişkin da­
ha genel sorulara yol açar. Günüm üz solunun büyük bölümü, bir
makro-örgütlenm e modeli üretmek için var gücüyle çaba harcadığı
zamanlarda dahi, m aalesef bu soruları sormaktan imtina etmektedir.
Murray Bookchin'in radikal "konfederalizm"i bu çabaya örnektir;
keza Elinor Ostrom'un bir parça reform ist olarak nitelenebilecek
"çok merkezli yönetim"i, ki göründüğü ve anlaşıldığı kadarıyla bir
devlet sistemini andırmaktadır, ve kuvvetle m uhtem eldir ki savunu­
214
ASİ ŞEHİRLER
cularının niyeti ne olursa olsun bir devlet sistemi gibi davranacak­
tır.53 Bu tutum un bir başka örneği de, O rtak Zenginlik kitabında
Hardt ve N egri'nin yaptığı gibi, sayfa 361'de yerden yere vurdukla­
rı devleti, 380'inci sayfada yeniden dirilterek herkes için asgari ya­
şam standardı, sağlık hizmeti ve eğitimin ham iliğine aday göster­
mek gibi bir tutarsızlığa düşmektir.54
Fakat işte bütün bir şehri nasıl olup da örgütleyebileceğimiz so­
rusu tam burada aciliyet kazanır. Bu bakış, ilerici güçleri, örgütsel
açıdan zor ayakta duran işçi kolektifleri ve dayanışm a ekonom ileri­
nin mikro düzeyine sıkışıp kalm aktan kurtarır (bunlar her ne kadar
önemli olsa da), ve bizleri antikapitalist bir siyaseti gerek teorize et­
menin gerekse uygulamaya koym anın bam başka bir biçimine m ec­
bur kılar. Eleştirel bir bakış açısından, Ostrom'un "çok merkezli yö­
netim" tercihinin olduğu kadar Bookchin'in liberter belediyeler
"konfederasyonu"nun da neden başarısızlığa yazgılı olduğu görüle­
bilir. iris Young'ın sorusu önemli bir noktaya işaret ediyor: "Bütün
toplumun özerk belediyeler biçiminde örgütlendiğini varsayacak
olduğumuzda, bu topluluklar arasında büyük çaplı eşitsizlik ve ada­
letsizliklerin (3. Bölüm'de tartıştığım ız türden) baş göstermesini,
imtiyazlı ve güçlü cemaatlere m ensup olmayan bireylerin ezilm esi­
ni önleyecek olan nedir?"55 Bu tür sonuçları önlemenin tek yolu, be­
lediyeler arasında en azından fırsatlar açısından ve belki sonuçlar
açısından da kabaca eşitliği sağlayacak aktarımları zorunlu tutacak
ve uygulayacak daha üst bir mercinin varlığıdır. M urray Bookchin'
in özerk belediyelerden oluşan konfederal sisteminin bunu başar­
ması hemen hemen olanaksızdır, çünkü bu konfederal merci, siya­
set belirlem ekten alıkonmuş, yetkileri nesnelerin idaresi ve yöneti­
mi ile sınırlandırılmış, insanların yönetim inden m en edilmiştir. G e­
nel kuralann, sözgelimi belediyeler arasında servetin yeniden bölü-
53. M u rray B o o k ch in , R em a kin g Society: P a th w a ys to a G reen F uture, B o s­
ton, MA: S o u th E nd P ress, 1990; "L ib ertarian M unicipalism : A n O v erview ", S o ­
ciety a n d N a tu re 1 (1992): 1-13; E lin o r O strom , "B eyond M arkets and Status: Polycentric G o v ern an ce o f C o m p lex E conom ic S ystem s", A m erica n E co n o m ic R e ­
view 100 (2010): 641-72.
54. H ardt v e N egri, C om m onw ealth.
55. Iris M ario n Y oung, Ju stic e a n d the P o litics o f D ifference, P rinceton, NJ:
P rin ceto n U n iv ersity P ress, 1990.
ANTİKAPİTALİST M ÜCADELE İÇİN
215
şümüne ilişkin kuralların konması ya dem okratik uzlaşm a yoluyla
olacaktır (ki tarihsel deneyim ler bize bunun gönüllü ve kendiliğin­
den başarılacak bir iş olmadığını kanıtlıyor), veya hiyerarşik bir yö­
netim yapısı içerisinde farklı seviyelerde karar gücüne sahip de­
mokratik özneler olan yurttaşlar tarafından. Böyle bir hiyerarşi için­
de erkin daim a yukarıdan aşağı etkili olacağını farz etmek için bir
neden yoktur; diktatörlük veya otoriterliği önlem ek için m ekaniz­
malar tasarlanabilir. Fakat işin aslı, ortak servet meselesi gibi bazı
sorunlar ancak belli bir ölçekte ortaya çıkar, dolayısıyla demokratik
kararların da elbette o ölçekte alınması gerekir.
Bu bakım dan Bolivya'daki hareket, ülkenin güneyindeki geliş­
melerden feyzalabilir — örneğin devletten ücretsiz eğitim ve eğitim
eşitliği talep eden bir öğrenci hareketi olarak doğan hareketin, dev­
letten anayasal reform, emekli m aaşlarında iyileştirme, yeni emek
yasaları ve Şili sivil toplumunda giderek artan toplumsal eşitsizlik
eğilimini tersine çevirecek ilerici şahıs ve şirket verilendirme siste­
mi talep eden neoliberalizm karşıtı bir ittifaka dönüştüğü Şili'nin
Santiago şehrinden. Günümüzde siyasi yelpazenin gerek sol gerek­
se sağında devlete duyulan yaygın şüphenin ortasında bile böyle bir
kurumsallığın ne derece işe yarar veya arzulanır olduğuna dair, dev­
let meselesi ve özellikle de ne tür bir devlet (veya kapitalist olm a­
yan m uadili) sorusu kaçınılmazdır.
Daha üst bir siyasal topluluk içerisinde tanımlanan bir yurttaşlık
hakları zemini, sınıf ve mücadele çerçevesiyle ihtilaf içinde olmak
zorunda değildir. Yurttaş ve yoldaş, her ne kadar çoğu kez birbirin­
den farklı ölçeklerde mücadele veriyor olsalar da, antikapitalist bir
mücadelede pekâlâ yan yana yürüyebilirler. Fakat bu ancak, Park'ın
uzun zaman önce ileri sürdüğü gibi, "üzerimize düşen görevi," yani,
kapitalizm in tahripkâr kentleşme uygulam alarının yıkıntıları üze­
rinde sosyalist şehri kolektif olarak inşa etme görevini "enine boyu­
na idrak etmemiz" halinde m üm kün olacaktır. İnsanları sahiden öz­
gürleştirecek şehir havası bu sayede teneffüs edilebilir. Bu ise, anti­
kapitalist düşünce ve pratikte bir devrimi gerektirir.
İlerici antikapitalist güçlerin küresel bir koordinasyon düzlem i­
ne sıçramaları şehirlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir şebeke
sayesinde daha kolay gerçekleşecektir. Bu tür bir şebeke, tek m er­
kezli olm am ak kaydıyla hiyerarşik olabilir; korporatist olm akla bir-
216
ASİ ŞEHİRLER
likte dem okratik, eşitlikçi, yatay ilişkilere dayanan, sistematik ola­
rak iç içe geçmiş ve federatif yapıda (Ortaçağın sonunda ticaret ser­
mayesinin can damarını oluşturan Hanseatik şehirler birliği benze­
ri, sosyalist şehirlerden oluşan bir birlik tasavvur edin); kendi için­
de fikir ayrılıkları ve çatışm alara izin veren, ancak serm ayenin sınıf
iktidarı karşısında dayanışm a sergileyen; ve hepsinden öte, gerek
çalışm a gerekse yaşam alanında tabi olduğum uz toplum sal ilişkile­
ri dünya piyasaları üzerinden dayatan kapitalist değer yasalarını
aşındırm a ve nihayet alaşağı etm e yolundaki mücadeleye sıkı sıkıya
bağlı olmalıdır. Böylesi bir hareket, sınıf tahakkümü ve metalaşmış
piyasa belirlenim lerinin ötesinde insan gelişim ini teşvik etmelidir.
M arx'ın ısrarla vurguladığı gibi, hakiki özgürlük alanı ancak bu tür
maddi kısıtların geride bırakıldığı yerde başlar. Antikapitalist m ü­
cadele adına şehirleri yeniden sahiplenm ek ve örgütlemek, bunun
için en âlâ başlangıç noktasıdır.
A LT IN C I B Ö L Ü M
Londra 2011: Vahşi Kapitalizm
Sokağa Dökülüyor
Daily M ail gazetesi onlara bu adı
taktı. Londra sokaklarında yarışırcasına koşuşturan, ümitsiz ve çoğu
kez de şuursuzca polislere tuğla, taş ve şişe fırlatan, köşebaşında
dükkânları yağm alayan, ortalığı ateşe veren, twitter m esajları yo­
luyla bir stratejik hedeften diğerine ilerlerken güvenlik görevlilerini
alay edercesine peşlerinden sürükleyen, her tabakadan çılgın genç.
Bu "vahşi" sözcüğü beni şöyle bir duraksattı. 1871 Parisi'nde komünarların özel mülkün, ahlak, din ve ailenin kutsallığı adına katli
vacip (ve ekseriyetle vaki) olan vahşi hayvanlar, sırtlanlar biçim in­
de yaftalandığm ı hatırladım. Fakat sözcüğün çağrışımları bundan
ibaret değildi: Yıllar boyu Rupert M urdoch'un sol cebinde rahatça
kurulan Tony Blair de, M urdoch'un elini sağ cebine atıp oradan D a­
vid Cameron'u çıkarm asıyla birlikte "vahşi medya" diye feryat et­
mişti.
Ayaklanmaları apaçık, düpedüz, affedilm ez bir suç olarak gören
kesim ile, polisin kötü muamelesi, süregiden ırkçılık, gençlerin ve
azınlıkların haksız yere takibe alınması, kitlesel boyutlara varan iş­
sizlik, artan toplum sal mahrumiyet, ve ekonom iyle uzaktan yakın­
dan ilgisi olm ayan, bilakis kişisel servet ve iktidarın devamı ve biri­
kimi saikiyle ortaya atılmış şuursuz bir kem er sıkma siyasetini ha­
diselerin arka planına yerleştirm e gayreti içine girenler arasında her
zamanki histerik münakaşaya hiç kuşkusuz bir kez daha tanık ola­
cağız. Hatta günümüzde pek çok m esleğin ve gündelik yaşam ın an­
lamsızlığını ve yabancılaştırıcı etkisini, insan gelişimi için varolan
"N İH İL İS T V E V A HŞİ G E N Ç L E R ."
218
ASİ ŞEHİRLER
devasa potansiyelin eşitsiz dağılımını da gündeme getirenler ola­
caktır.
Şansım ız varsa, kom isyonlar kurulacak, raporlar hazırlanacak ve
Thatcher yıllarında Brixton ve Toxteth için söylenenler aynen tekrar
edilecek. "Şansımız varsa" diyorum , çünkü İngiltere'nin halihazır­
daki başbakanının "vahşi" dürtüleri, bir yandan ahlaki pusulanın
şaştığından, adabım uaşeretin yerle bir olduğundan, başıboş gençler
arasında aile değerleri ve disiplinin m aalesef erozyona uğradığından
dem vururken, diğer yandan tazyikli su püskürten tankları, biber ga­
zı taburunu ve plastik mermileri devreye sokacak gibi görünüyor.
Asıl sorun ise, içinde yaşadığım ız toplumda bizzat kapitalizmin
iyiden iyiye vahşi bir hal almış oluşudur. Vahşi siyasetçiler harca­
m alarda usulsüzlük yapar, vahşi bankacılar hazine kasasında kalan
ne varsa soyup soğana çevirir; şirket yöneticileri, hedge fonu yöne­
ticileri, girişim sermayesi dehaları dünyanın servetini yağm a eder;
telefon ve kredi kartı şirketleri hepimize ne idüğü belirsiz birtakım
ücretler fatura eder; büyük şirketler ve zenginler vergi ödemediği
gibi, bir yandan da kamu finansm anının m erasında otlanır; esnaf
herkesi kazıklar; dolandırıcılar ve göz boyam a üstatları ise şirketler
ve siyasiler âleminin en üst kadem elerinde üçkağıt çevirmektedir.
Kitlesel m ülksüzleştirm e, göz göre göre soygunculuğa varan —
bilhassa da yoksulları ve m ağdurları, eğitimsiz ve hukuki korum a­
dan yoksun kesimleri hedef alan— akbaba taktikleri üzerine kurulu
bir siyasal iktisat, oyunun kuralı haline gelmiş durumdadır. Dürüst
bir sermayedar, bankacı, siyasetçi, esnaf veya dürüst bir polis amiri
bulunabileceğine hâlâ inanan kaldı mı? Evet, böyle kişiler var. Fa­
kat geri kalan herkesin aptal gözüyle baktığı bir azınlık durum unda­
lar. Kafanı kullan. Kolay yoldan para kazan. Dolandır, çal! Yakalan­
ma ihtimali düşük. Her halükârda şahsi serveti şirket yolsuzluğunun
bedellerinden uzak tutmanın bir sürü yolu var.
Söylediklerim şaşırtıcı gelebilir. Çoğumuz bunu görm üyor çün­
kü görmek istemiyor. Tabii ki hiçbir siyasetçi bunları söylemeye cü­
ret edemiyor, basın ise bunları sırf dile getiren kişiyi zora sokmak
için yayımlıyor. Tahminimce bir sokak ayaklanm asına katılan her­
kes dediklerim den tam anlam ıyla haberdardır. O nlar herkesin yap­
makta olduğundan farklı bir şey yapmıyorlar, sadece bunu daha ba­
riz ve göze batacak şekilde, sokakta yapıyorlar. Şirket sermayesinin
LON DRA 2011: VAHŞİ KAPİTALİZM SOKAĞA DÖKÜLÜYOR
219
gezegenimize yapıp ettiği şeyleri onlar Londra'nın sokaklarında tak­
lit ediyorlar. Kapitalizmin bünyevi olarak vahşi güdülerinin (savu­
nucuları buna mahcup bir ifadeyle girişim cinin "hayvanca ruhu"
adını vermişti) Thatcherism 'le birlikte zincirinden boşanmasından
bu yana, bunları dizginleyecek hiçbir şey olmadı. Fütursuz bir "ara­
zi için orman yakma" anlayışı bugün hem en her yerde yöneten sını­
fın apaçık şiarı haline gelmiş durumda.
İçinde yaşadığım ız yeni norm allik durumu budur. Bundan son­
raki büyük sorgulama görevinin ele alması gereken de budur. Yal­
nızca isyancılar değil, herkes hesap vermelidir. Vahşi kapitalizm in­
sanlığa karşı, doğaya karşı suçlarından ötürü yargılanmalıdır.
Ne yazık ki, bilinçsiz isyancılar bunu ne görebiliyorlar ne de
böyle bir talep ortaya koyabiliyorlar. Etraftaki her şey bizleri de bu­
nu görmekten ve talep etmekten alıkoym ak için sanki elbirliği etmiş
gibi. Siyasi erkin üstün ahlak ve aklıselim cübbesine bürünmesi de
bu yüzden, böylece güya kim se onun alenen ahlaksız ve budalalık
derecesinde m antık dışı olduğunu görmeyecek.
Fakat dünya çapında çeşitli umut parıltıları da mevcut. İspanya
ve Yunanistan'da indignados (öfkeliler) hareketi, Latin A m erika'da­
ki devrimci itkiler, Asya'da köylü hareketleri, hep birlikte, akbaba
gibi yırtıcı bir küresel kapitalizmin dünyaya salıverdiği devasa do­
landırıcılığı ayırt etm eye başlıyor. Geriye kalanlarım ızın bunu gör­
mesi ve harekete geçmesi için daha ne lazım? En baştan nasıl başla­
yabiliriz? Nasıl bir doğrultuda ilerlemeliyiz? Yanıtlaması kolay so­
rular değil bunlar. Fakat kesin olarak bildiğim iz bir şey var: Doğru
yanıtlara ancak doğru sorulan sorarak ulaşabiliriz.
Y E D İN C İ B Ö L Ü M
# OWS:
Wall Street Partisi Gazap Biçiyor
W A LL S T R E E T PA RTİSİ ABD'ye çok uzun zamandır rakipsiz olarak
hükmetmekteydi. En az kırk yıl boyunca ülke başkanlarımn siyasi
tercihlerini tahakküm altına aldı, başkanlık koltuğunda oturan kişi
gönüllü olarak onun maşası olsun veya olmasın. Her iki partiden si­
yasetçilerin âciz ve Wall Street'in mali gücü ve denetimi altında tut­
tuğu medyaya bağımlı olmaları sayesinde M eclis'i büyük ölçüde sa­
tın aldı. Ülke başkanları ve M eclis tarafından gerçekleştirilen ve
onanan atam alar sayesinde Wall Street Partisi devlet aygıtının bü­
yük kısmını olduğu gibi yargı sistemini de tahakküm ü altına aldı.
Bu durum özellikle Yüksek M ahkeme'de, seçim yasasından emekle
ilgili m evzuata, çevre m evzularına ve iş akdi yasasına varıncaya
dek birbirinden çok farklı alanlarda parasal çıkarları koruyan taraf­
gir hükümlerdeki artış biçim inde açıkça kendisini gösterir.
Wall Street Partisi'nin yaslandığı tek bir evrensel idari ilke var­
dır: paranın m utlak erkinin mutlak hâkim iyetine hiçbir ciddi itiraz
gelmemesi. Bu erk tek bir amaçla uygulanır: Parasal güce sahip olan­
lar sonsuza dek servetlerini biriktirm eye devam etm ekle kalmayıp
dünyanın da mirasçıları olmalı; toprağın, barındırdığı bütün kaynak­
ların ve üretim kapasitesinin doğrudan veya dolaylı hâkimi olmanın
yanı sıra, bütün emek ve yaratıcı potansiyel üzerinde de mutlak söz
sahibi olmalıdırlar. Geri kalan herkes gözden çıkarılabilir.
Bu ilke ve uygulamaların şahsi hırslardan, dar görüşlülükten, ve­
ya sırf kötü niyetten kaynaklandığı söylenemez (her ne bunların
hepsinden etrafta bolca bulunsa da). Bu ilkeler rekabetin cebri yasa­
# OW S: WALL STREET PARTİSİ G AZAP BİÇİYOR
221
larına göre hareket eden serm ayedar sınıfın kolektif istenci ile için­
de yaşadığım ız dünyanın siyasi topluluğuna nakşedilmiştir. Benim
lobi grubum eğer seninkinden daha az para harcarsa, bu benim daha
az imtiyaz elde edeceğim anlamına gelir. Eğer bir yerel yönetim hal­
kın ihtiyaçlarına yönelik harcam ada bulunuyorsa, rekabet gücünden
yoksun demektir.
Makul denebilecek pek çok kişi çekirdeğine kadar çürümüş olan
bu sisteme hapsolm uş durumdadır. Eğer asgari bir yaşantı için ge­
rekli parayı kazanmak istiyorlarsa, iş bulabilmek için şeytana payı­
nı vermek dışında şansları yoktur: Bütün yaptıkları em irlere uym ak­
tır; Eichm ann'ın aşina olduğumuz sözleriyle, veya şimdilerde kim i­
lerinin dediği gibi, "sistemin kendilerinden talep ettiği şeyi yapı­
y o rla rd ır yalnızca, ki Wall Street Partisi'nin barbarca ve ahlakdışı
ilke ve uygulam alarına ayak uydurabilsinler. Rekabetin cebri yasa­
ları hepimizi bu merham etsiz ve kayıtsız sistemin kurallarına, az ve­
ya çok, uymaya mecbur eder. Şahsi değil sisteme dair bir sorundur
karşımızda duran.
Partinin en sevdiği sloganlar olan özgürlük ve hürriyet özel m ül­
kiyet hakları, serbest piyasa ve serbest ticaret tarafından güvence
atına alınır, ve aslında başkalarının emeğini sömürme, sıradan in­
sanların mal varlığını keyfi biçimde ellerinden alm a ve çevreyi şah­
si veya sınıfsal çıkar için talan etme özgürlüğüne tercüme olur.
Bir kez devlet aygıtının denetimini eline geçirmeye görsün,
Wall Street Partisi derhal bütün iştah kabartan KIT'leri piyasa değe­
rinin altında fiyatlara özelleştirir, böylece sermaye birikimi için
kendisine yeni sahalar açar. D evlet hâzinesinin rahatça yağm alan­
masını sağlayacak birtakım taşeronlaştırm a (askeri-sanayi kom p­
leksi bunun baş örneğidir) ve vergi (büyük tarım şirketlerine süb­
vansiyonlar, sermayeden alınan verginin düşürülmesi) düzenlem e­
leri getirir. Denetlem e sistemlerini kasten öylesine karmaşık hale
getirir, devlet aygıtının geri kalan kısm ında da öylesine hayret veri­
ci bir idari beceriksizlik sergilerler ki (Reagan yönetim inde Çevre
Koruma Dairesi'nin (EPA), Bush yönetiminde Federal Acil Durum
İdare Heyeti (FEMA) ve başkanı "büyük işler başaran" Brown'u ha­
tırlayın)1 zaten şüpheci bir kamuoyunu, gündelik yaşamı veya yurt­
1. G . W Bush, FEM A'm n ilk başkanı olarak atadığı M ichael D. B row n'u 2005'
222
ASİ ŞEHİRLER
taşların gelecek beklentilerini iyileştirmekte devletin yapıcı bir rol
oynayam ayacağına ikna etm eyi başarır. Nihayet bütün devletlerin
talep ettiği şiddet tekelini, halkı kamusal alan addedilen yerin ola­
bildiğince dışında tutmak ve em irlerine uymayan kim varsa taciz et­
mek, gözaltına almak ve icabında suçlu ilan ederek hapse atmak
için kullanır. Baskıcı hoşgörü hususunda üzerine yoktur; ifade öz­
gürlüğü aldatmacasını devam ettirir, yeter ki söz konusu ifade, ken­
di yürütm ekte olduğu projenin ve ona zemin hazırlayan baskı aygı­
tının gerçek doğasını ifşa etme cüretini göstermesin.
Wall Street Partisi sınıf savaşını kesintisiz olarak sürdürüyor.
Warren Buffet'ın deyimiyle, "Tabii ki sınıf savaşı var, savaşı açan
benim sınıfım , yani zenginler ve kazanan da biziz". Bu savaşın bü­
yük kısmı Wall Street Partisi'nin amaç ve niyetlerini gizleyen bir di­
zi maske ve sis perdesinin ardında gizlice sürdürülmektedir.
Wall Street Partisi gayet iyi bilir ki derin siyasi ve iktisadi soru­
lar kültürel m eselelere tercüm e edildiğinde içinden çıkılm az bir hal
alır. Bu nedenle düzenli aralıklarla çok geniş bir yelpazeden emre
amade uzm anların görüşüne başvurulur. Bizzat finanse ettikleri dü­
şünce kuruluşları ve üniversitelerde istihdam edilmiş, yahut kendi
denetimleri altındaki m edyaya serpiştirilm iş bulunan bu uzmanlar,
hiçbir ehem m iyet taşımayan konulardan tartışm a yaratm ak ve orta­
da olmayan sorulara cevap bulm akla mükelleftir. Bir an bütçe açığı­
nı kapatmak için herkesin katılm ası gereken kemer sıkm a politika­
sından dem vururken, bir dakika geçmeden kendi ödedikleri vergi
m iktarını düşürmeyi önerirler, bunun bütçe açığı üzerindeki etkisi
ne olursa olsun. Bir türlü açıkça tartışılam ayan şey, bunca uzun za­
mandır kesintisiz olarak ve merham etsizce sürdürdükleri sınıf sava­
şının niteliğidir. Sınıf savaşı diye bir şey tarif etmek, şu anki siyasi
ortam da ve kendilerinin uzman kanaatince, onu ciddi olarak ele al­
maktan uzaklaşm ak, hatta bir aptal, belki de bir hain olarak dam ga­
lanmak anlam ına gelir.
Oysa şimdi, ilk kez, Wall Street Partisi ve onun katışıksız para­
sal gücüyle yüzleşm ek üzere yola çıktığını açıkça ortaya koyan bir
teki K atrin a sel felaketi sırasın d a "büyük iş başardın" d iyerek kutluyordu. A fette
ABD'de 1800'ün üzerin d e insan hayatını kaybetti. M ali h asar 81 m ily ar dolardı.
A fetin ard ın d an M ichael B row n FEMA başkanlığından istifa etti.
# OW S: WALL STREET PARTİSİ G AZAP BİÇİYOR
223
hareket var. Wall Street'in sokağı başkaları tarafından — aman Tan­
rım— işgal edilmekte! Wall Street'i İşgal Et hareketinin şehirden
şehre yayılan taktikleri, şehrin m erkezinde iktidarın ağırlığının yo­
ğun olarak hissedildiği bir kamusal mekânı, park, veya meydanı
alıp bu m ekâna insan bedenlerini yerleştirerek kamusal alanı siyasi
bir m üşterek alana çevirm ek — bu iktidarın ne yaptığı ve onun eri­
şimine karşı koymanın en iyi yolu hakkında açık bir tartışma m ekâ­
nına. Kahire'nin Tahrir M eydanı'nda sürm ekte olan asil m ücadelede
yeniden yaşam bulan bu taktik dünyaya yayılmış durum dadır (M ad­
rid'de Puerta del Sol, Atina'da Sintagm a M eydanı ve şimdi de Lon­
dra Aziz Paul Katedrali'nin dışındaki merdivenler, ve tabii Wall St­
reet'in kendisi). Bu da bize kamusal alanda toplanan bedenlerin ko­
lektif gücünün, diğer bütün erişim araçları tıkanmış olduğunda da­
hi, hâlâ en etkili m uhalefet aracı olduğunu gösteriyor. Tahrir Meydanı'nın dünyaya gösterdiği şey apaçık bir hakikatti: Asıl önemli
olan Twitter veya Facebook'taki duygusal gevezelik değil, sokağa
ve meydana çıkan bedenlerdir.
ABD'deki bu hareketin amacı basittir: "Halk olarak bizler ülke­
mizi, şu an onu yöneten parasal güçlerden geri alm aya kararlıyız.
Amacımız Warren Buffet'ı haksız çıkarmak. Onun sınıfı, yani zen­
ginler, bundan böyle rakipsiz yönetem eyecekler; dünya onlara m i­
ras kalmayacak. O nun sınıfının, yani zenginlerin kaderinin daima
kazanmak olduğu da doğru değil." Diyor ki: "Biz yüzde 99'u oluştu­
ranlarız. Çoğunluğa sahibiz, ve bu çoğunluk egemen olabilir, olm a­
lı ve olacak da. Parasal güç bize bütün diğer ifade kanallarım kapat­
tığına göre, görüşlerim iz işitilene ve ihtiyaçlarım ız karşılanana ka­
dar yaşadığım ız şehrin park, meydan ve sokaklarını işgal etmekten
başka seçeneğim iz yok."
Başarılı olabilm ek için hareketin yüzde 99'luk kesim e ulaşması
gerekiyor. Bunu yapabilir ve adım adım yapıyor da. Bir kere işsizlik
nedeniyle sefalete sürüklenen bütün o insanlar var, sonra Wall St­
reet tayfasının evlerini veya m allarını elinden aldığı kimseler. H are­
ket, öğrencileri, göçmenleri, yarı-işsizleri, ve Wall Street Partisi ya­
rarına ulusun ve dünyanın sırtına yüklenen tamam ıyla gereksiz ve
benzeri görülmem iş kem er sıkma siyasetinin tehdit ettiği diğer ke­
simleri birleştiriyor. Zenginlerin evlerinde acımasızca sömürdüğü
göçmen ev işçilerinden, m asasında kuş sütü eksik olm ayan zengin­
224
ASİ ŞEHİRLER
lerin yiyip içtiği kuruluşların m utfağında üç kuruş için kölelik eden
lokanta işçilerine uzanarak işyerlerindeki dehşet verici sömürü dü­
zeylerine odaklanması gerekli. Yaratıcı işlerde çalışanları ve yete­
neği çoğu zaman büyük parasal güçlerin denetim inde ticari ürünle­
re dönüştürülen sanatçıları da bir araya getirmeli.
Hareket öncelikle, sistemin yabancılaştırdığı, gidişattan huzur­
suz olan, bir şeylerin kökten yanlış olduğunu hisseden ve Wall St­
reet Partisi'nin tasarladığı sistemin barbarca, etiğe aykırı ve gayri
ahlaki olmanın yanı sıra artık vadesini de doldurm uş olduğunu gö­
ren kimselere ulaşmaya çalışmalıdır.
Bütün bunlar demokratik yollarla, tutarlı bir m uhalefet altında
toplanmalı; ve geleceğin şehrini, farklı bir siyasi sistemi ve nihayet
üretim, bölüşüm ve tüketimin insanlar yararına örgütlenm esinde iz­
lenecek farklı yolları anahatlarıyla özgürce m üşahede edebilm eli­
dir. Aksi takdirde, gitgide derinleşen kişisel borç sarmalının ve ke­
mer sıkma politikalarının ufukta göründüğü, tümüyle yüzde l ’lik
kesimin çıkarına işleyen bir gelecek, yeni nesiller için yaşanılır ol­
mayacaktır.
Wall Street'i İşgal Et hareketine mukabil, devlet, serm ayedar sı­
nıf erkini de arkasına alarak, hayret verici bir iddiada bulunm akta­
dır: kamusal mekânı düzenlem e ve kullanıma açma konusunda ye­
gâne yetkinin kendilerinde olduğu iddiası. Yani kamuoyu, kamusal
mekân üzerinde ortak bir hakka sahip değil! Belediye başkanları,
polis amirleri, askeri yetkililer ve devlet görevlileri ne hakla bize,
yani halka, "bizim" kamusal alanımızın ne derece kamusal olduğu­
nu, bu mekânı kimin ne zaman kullanabileceğini tayin etm e yetkisi­
nin kendilerinde olduğunu söyleyebiliyorlar? Bizi, yani halkı, ko­
lektif olarak ve barışçıl biçimde işgal etm eye karar verdiğimiz m e­
kândan tahliye etme yetkisini ne zamandan beri ellerinde tutuyor­
lar? Kamu yararına m üdahalede bulunduklarını iddia ediyorlar ve
bunu ispatlamak için yasalardan örnek gösteriyorlar, fakat kamuyu
oluşturan bizleriz! Bütün bu tabloda "bizim yararımız" nerede? Ve
bu arada, bankaların ve finans şirketlerinin ikramiyeleri "kendi"
ceplerine indirirken gözümüzün önünde çarçur ettikleri para "bi­
zim" paramız değil mi?
Wall Street Partisi'nin bölmek ve yönetmek konusunda sahip ol­
duğu organize güç karşısında, ortaya çıkm akta olan hareketin temel
# OWS: WALL STREET PARTİSİ G AZAP BİÇİYOR
225
bir ilke olarak benimsemesi gereken şey, Wall Street Partisi’ni ya
kamu yararının paragöz kişilerin küçük hesaplarından önce geldiği­
ni kabul edecek kadar aklıselime ya da dize getirinceye kadar, bö­
lünmeyi de, amaçtan sapmayı da reddetmektir. Kişilere şahsi haklar
bahşederken onları yurttaş sorum luluğundan m uaf tutan şirket imti­
yazlarının defteri dürülmelidir. Eğitim ve sağlık gibi kamusal hiz­
m etler ücretsiz olarak herkesin istifadesine sunulmalıdır. M edyaya
hâkim olan tekelci güçler kırılmalıdır. Seçimlerin parayla satın alın­
ması anayasaya aykırı ilan edilmelidir. Bilgi ve kültürün özelleşm e­
si yasaklanmalıdır. Başkalarını sömürme ve mallarını ellerinden al­
ma özgürlüğü budanmalı ve nihayet suç sayılmalıdır.
Amerikalılar eşitliğe inanırlar. Anket verilerine göre halk, nüfu­
sun ilk yüzde 20'lik kesiminin toplam servetin yüzde 30'una sahip
olmasını kabul edilebilir buluyor, ancak şu an olduğu gibi, servetin
yüzde 85'ini elinde tutmasının kabul edilem ez olduğu kanaatinde.
Bu servetin büyük kısmının en üstteki yüzde 1'in elinde oluşu ise
hepten kabul edilemez. Wall Street'i İşgal Et hareketinin önerisi şu:
Biz, ABD halkı, bu eşitsizlik düzeyini salt varlık ve gelir bakım ın­
dan değil, daha önemlisi, böyle bir dengesizliğin neden olduğu ve
yeniden ürettiği siyasi güç dağılım ı bakım ından da tersine çevirm e­
ye kararlıyız. ABD halkı dem okrasisinden haklı bir gurur duyuyor,
fakat sermayenin tahripkâr gücü bu dem okrasiyi daim a tehdit et­
miştir. Mademki bugün bu güç dem okrasiye hâkim olmuştur, Jefferson'ın öngördüğü gibi, yeni bir Am erikan devrimi yapmanın vak­
ti gelmiş demektir: Toplumsal adalet, eşitlik ve doğayla ilişkisinde
ihtimamlı ve düşünceli bir yaklaşım dan temellenen bir devrim.
Patlak veren savaşım, Wall Street Partisi'ne karşı Halk, ortak ge­
leceğimiz açısından hayati önem taşıyor. Küresel olduğu kadar da
yerel bir m ücadele bu. Şili'de herkese açık ücretsiz ve nitelikli bir
eğitim sistemi için siyasi erkle ölüm -kalım savaşı veren, böylelikle
Pinochet'nin zorla tesis ettiği neoliberal modelin alaşağı edilmesini
başlatan öğrencileri bir araya getiriyor. M übarek'in iktidardan inişi­
nin (tıpkı Pinochet diktatörlüğünün sonu gibi) paranın iktidarından
özgürleşmek için verilen m ücadelenin sadece ilk adımı olduğunun
farkında olan Tahrir M eydanı'ndaki eylemcileri kucaklıyor. İspanya'da indignados'u, Yunanistan'da greve giden işçileri, Londra'dan
Durban'a, Buenos Aires'e, Shenzen'e ve M umbai'ye dünya çapında
226
ASİ ŞEHİRLER
belirmeye başlayan militan m uhalefeti kapsıyor. Büyük sermaye ve
paranın çıplak gücünün amansız tahakküm ü her yerde defansa düş­
müş durumda.
Tek tek bireyler olarak hangi tarafta yer alacağız? Biz hangi so­
kağı işgal edeceğiz? Ancak zaman gösterecek. Fakat bildiğim iz bir
şey varsa, o zaman şimdidir. Sistem yalnızca sekteye uğramakla kal­
madı, baskıdan başka her tür savunm a aracını da kaybetti. Öyleyse
halkı oluşturan bizlerin, bu sistemin yeniden ne şekilde inşa edile­
ceği ve bunun için hangi modelin esas alınacağına ortaklaşa karar
verme hakkım ız için mücadele etm ekten başka seçeneğimiz yok.
Wall Street Partisi'nin devri sefil bir hezim etle kapanıyor. Onun yı­
kıntıları üzerinde yeni bir seçenek inşa etmek hem bir fırsat, hem de
kaçınmanın mümkün olmadığı, hiçbirimizin kaçınmak da istem e­
yeceği bir ödev.
Teşekkür
Aşağıdaki dergilerin yayın yönetmenlerine, daha önce dergilerinde
yayımlanan m ateryali kullanm am a izin verdikleri için teşekkür et­
mek isterim.
1. Bölüm N ew L eft Review dergisinin Eylül-Ekim 2008 tarihli
53. sayısında yayım lanan "The Right to the City" başlıklı yazının
biraz değiştirilm iş bir nüshasıdır.
2. Bölüm Socialist R egister 2011 'de yayım lanan, "The Urban
Roots o f Financial Crisis: Reclaim ing the City for Anti-Capitalist
Struggle" başlıklı makalenin ilk bölümünün biraz genişletilmiş bi­
çimidir.
3. Bölüm "The Future o f the Commons" başlığıyla Radical H is­
tory Review dergisinin 2011 tarihli 109. sayısında yayım lanan yazı­
ya dayanmaktadır. Makalenin ilk halinin Elinor Ostrom'un yapıtı
hakkında eksik bıraktığı bazı önemli noktalara işaret ettiği için,
Charlotte Hess'e teşekkür ederim. New York şehrinde 16 Beaver
grubunun öncülüğünde düzenlenen seminerin katılımcılarına, ortak
alanlar hakkmdaki tartışm ada fikirlerimi netleştirmeme fazlasıyla
yardımcı oldukları için ayrıca teşekkür borçluyum.
4. Bölüm "The Art o f Rent: Globalization, Monopoly and Cultu­
ral Production" başlığıyla Socialist R egister 2002'de yayımlanan
yazının biraz değiştirilm iş bir biçimidir.
5. Bölüm Socialist R egister 2011'de "The Urban Roots o f Finan­
cial Crisis: Reclaim ing the City for A nti-Capitalist Struggle" başlı­
ğıyla yayım lanm ış olan bir m akalenin son kısm ının genişletilmiş
biçimidir.
228
ASİ ŞEHİRLER
New York şehrinde toplanan "Şehir Hakkı" okum a grubunun ka­
tılımcılarına, özellikle de Peter M arcuse'ye, ayrıca New York Şehir
Üniversitesi, Mekân, Kültür ve Politika Merkezi'nde düzenlenen se­
minerin üyelerine, son birkaç yıl içerisinde gerçekleştirdiğimiz pek
çok şevkli tartışm a için teşekkür etmek isterim.
Dizin
ABD M erk ez B an k ası, 5 5 ,6 7 ,6 8
A bu D h ab i, 54
A fg an istan , 5 2 ,1 0 1 ,1 8 2
A ilen , P aul, 66
A lm a n y a , 5 7 ,7 5 ,7 9 ,1 0 6 ,1 6 2
A m erik an B an k alar B irliği, 74
A pp leb au m , B in y am in , 98
A rjan tin , 5 2 ,1 9 0
A tin a, 10, 16, 38, 124, 154, 159, 172, 223
A tin a A k ropolü, 162
A vrupa B irliği, 72
A vrupa m erk ez b an k aları, 67
A vu straly a, 106,152-53
A ziz P aul K ated rali, 223
B ali, 155
B a ltim o re, 5 3 ,5 5 ,6 7 ,7 5 ,1 0 3 - 5 ,1 2 4 , 132,
159
B an g k o k , 6 5 ,1 6 7 , 171-72
B ang lad eş, 64
B anzer, H ug o, 206
B arselo n a. 3 8 ,1 2 5 , 158-61,172
B ask B ölgesi, 155, 184
B atı Ş eria, 173
B ech tel, 201,2 0 9
B ell, D aniel, 143
B e rlin , 159, 162-63, 172
B ilb ao , 159
B irleşm iş M illetler (BM ), 45
Blair, Tony, 217
B loom berg, M ich ael, 5 4 ,6 6
B o liv y a ,2 4 ,1 4 1 , 172, 1 7 5 ,2 0 1 -8 ,2 1 3 ,
215
B o lo g n a, 1 6 7 ,1 9 4 ,1 9 5
B ookchin, M urray, 134, 138-39, 182-83,
197-98,213-14
B rezily a, 3 2 ,5 7 ,9 1 , 167, 176, 196
BR1C, 91, 110
B rixton, 218
B row n, M ichael, 221
B u ffalo , 105
B uffet, W arren, 101,222-23
B u rlin g to n , 195
B ush, G eorge W., 101,221
C a lifo rn ia , 7 6 ,9 2 ,1 4 0 ,1 5 3
C am ero n , D avid, 217
C anary W h arf, 157
C a stells, M anuel, 34,186
C handler, A lfred , 148
C heney, D ick , 101,184
C h ica g o , 65, 78, 104,106, 171-72, 174,
213
C h o n g q in g , 114, 196
C h ristian a, 131
C id ad e de D eus, 155
C le v e la n d , 5 5 ,7 5 ,1 0 5 ,1 3 6
C linton, B ill, 91, 101-2, 105
C o c h ab am b a, 16, 136, 1 7 2 ,2 0 1 ,2 0 3 -4 ,
21 0
C o lu m b ia Ü niversitesi, 67
C ó rd o b a, 171
C o u n try w id e, 9 3 ,1 0 2
C u ritib a, 196
Ç ay P artisi, 209
Ç evre K orum a D airesi (EPA), 221
Ç in , 13- 1 6 ,3 5 -3 6 ,5 3 ,5 5 - 57,61 -6 2 ,6 5 ,
230
ASİ ŞEHİRLER
8 4 ,8 9 , 9 1 ,9 3 , 106-16, 172, 181,
191
D eA n g elis, M assim o, 118
D e S oto, H ern an d o , 63,1 2 7
D etro it, 55, 101,133
D h arav i, 6 0 ,6 7 ,7 2 ,1 6 5
D ışlan m ış İşçiler K o ngresi, 190, 197,
2 0 9 ,2 1 3
D isney W orld, 123, 146-47, 160, 163
D oğa için D ü n y a Ç a p ın d a F on, 121
D oğu A vrupa, 200
D ong g u an , 112
D u b ai, 53-54
DUM BO, 131
D ü n y a B an k ası, 71 - 7 3 ,7 5 ,7 9 ,9 2 ,9 7 ,
114, 1 2 7 ,1 7 5 ,1 9 6
D ü n y a K alk ın m a R ap o ru , 71 - 7 4 ,7 9 ,
97, 134
D ü n y a S o s y a l F o ru m u , 32,175
D ü n y a Ş e h ir F o ru m u , 196
E kolojistler, 2 9 ,3 1 ,3 5
El A lto , 24, 132, 172-73, 189, 202,
2 0 4 -7 ,2 0 9 -1 3
E lyachar, Ju lia , 63-64
em ek h arek eti, 2 0 ,1 7 7 , 194
E ndo n ezy a, 62
E n g els, F rie d rich , 4 4 ,5 9 -6 0 ,8 0 ,1 0 2
K o m ü n ist M a n ifesto , 102
E scobar, A rtu ro , 202-3
E u sk ad iT aA sk atasu n a(E T A ), 155
E vsah ip liğ i U lusal O rtak lığ ı, 91
F annie M ae, 8 5 ,8 7 ,9 1 ,9 4 ,9 7 - 99
F ederal A cil D urum İdare H eyeti, 221
F elluce, 173
F ilistin , 173-74
F letcher, B ill, 194, 200-1
F lint, M ich ig an , 190
F lo rid a , 7 5 ,7 8 ,9 2 ,1 0 3 ,1 0 7
Foster, N o rm an , 159,163
F ra n sa, 7 6 ,8 2 ,1 5 1 , 189
F ransız K o m ü n ist Partisi (PC F), 34,
195
F redd ie M ac, 8 5 ,9 1 ,9 8 -9 9
G apasin, F ern an d o , 194, 200-1
G audí, A ntoni, 159
G ehry, F ran k , 159
G eorge, H enry, 74
G eorgia, 75
G ill, L eslie, 204-6
Teetering on the R im , 204-6
G iuliani, R udolph, 161
G odard, Jean -L u c, 30
2 o u 3 ch o ses q u e j e sa is d 'elle, 30
G oetzm an n , W illiam , 76, 7 8 -7 9 ,8 5 ,9 1
G o ld m an S achs, 53
G o ttlieb , R o b ert, 89
g öçm en hakları hareketi, 174-75,188
G raeber, D avid, 183
G reenspan, A lan, 74,91
G u an g d o n g , 16, 111
G u g g en h eim M üzesi, 159, 167
G üney A frik a, 165
H am as, 173-74
H am burg, 131, 196
H anseatik şeh irler birliği, 216
H ardin, G arrett, 118,1 2 0 ,1 2 7 , 132,
133
"T he T ragedy o f the C om m ons",
118
H ardt, M ichael, 81, 117, 122, 124,
1 3 0 -3 1 ,2 0 2 ,2 0 8 ,2 1 4
O rta k Z en g in lik, 214
H arlem , 60 ,1 3 1 , 165
H aug, W olfgang, 147
H aussm an, G eo rg es-E u g en e, 48-51,
5 4 ,5 8 -5 9 ,1 7 3 ,1 8 8
H igh L ine, 127
H in d istan , 5 6 -5 7 ,6 1 -6 2 ,6 4 -6 5 ,9 1 ,
110, 113, 140
H itler, A dolf, 163
H ittorf, Jacq u es Ignace, 48
H izb u llah , 173-74
H o llan d a, 75
H ong K ong, 5 3,156-57
IMF, 111-12, 175
Ira k , 5 2 ,1 0 1 ,1 7 2 -7 3
Isaacs, W illiam , 74
DİZİN
İn g iliz İşçi P artisi, 201
İngiliz M im arlar K raliy et E nstitüsü,
160
İngiliz S o sy alist İşçi Partisi, 177
inşaat işçileri, 1 0 0 ,1 8 8 ,1 9 7
İrlan d a, 9 ,5 2 ,7 5 ,8 9
İsp an y a, 5 2 ,5 4 ,7 5 ,8 9 ,2 1 9
İsp an y o l İç S av aşı, 171
İsrail, 173
İ s v e ç ,75
İtaly a, 123
Ja co b s, Ja n e , 5 9 ,6 6 -6 7 ,2 1 3
Ja p o n y a, 7 4 -7 5 ,1 0 8 -9
Joh an n esb u rg , 3 3 ,1 4 2
Jo h n s H op k in s Ü n iv ersitesi, 3 ,6 7
K ah ire, 1 6 ,3 8 ,6 3 ,1 2 5 , 158, 172, 223
k en tleşm e, 14, 1 8 ,3 5 ,4 4 -4 5 ,4 8 ,
5 2 -5 4 ,5 6 , 6 5 ,6 9 ,7 1 ,7 3 - 7 4 ,8 8 ,
9 1 ,9 8 -9 9 , 107, 109, 111, 113-16,
121, 124, 133, 140, 142, 158, 171,
178, 1 8 7 -8 8 ,1 9 6 -9 8 ,2 1 2 -1 3 ,2 1 5
K ierlan d C o m m o n s, 122
K ohn, M argaret, 123, 190
K o p en h ag , 131
L a Paz, 173, 1 8 9 ,2 0 5 -6 ,2 1 0
L azar, S ian
E l A lto , R e b e l C ity, 2 0 5 ,2 0 8 -9
L efeb v re, H en ri, 7 ,1 9 ,2 9 - 3 9 ,4 3 ,5 1 ,
6 2 ,6 9 , 1 9 7,200
"Ş eh ir H ak k ı", 30 ,2 2 8
The P a ris C o m m u n e, 33
T he P roduction o f S p a ce, 36
T he U rban R evo lu tio n , 38,51
L enin, V ladim ir, 167,177
L es H alles, 3 1 ,4 8
L ew is, M ichael
T h e B ig S h o rt, 94- 96
L ib ératio n , 32
L im a, 63
L iv erp o o l, 159, 162
L iv in g sto n e, K en, 195, 201
L ock e, Jo h n , 127-29
L o n d ra, 1 0 ,5 3 -5 4 ,6 3 ,7 2 , 8 4 ,1 50,
231
157-58, 172-73, 1 95,2 17,219,
225
L ondra M ü cav ir A lan K onseyi (GLC),
201
L o n d ra Tate G alerisi, 167
L os A n g eles, 3 3 ,5 4 ,1 0 6 ,1 4 2 , 174,
189, 191, 196,213
M a d iso n , 38,172
M adrid, 9 ,1 7 1 -7 2
"m akuliyet ko m itesi”, 161
M a n h a tta n , 5 7 ,6 6 ,7 2 ,1 3 1 , 150
M artin L u th e r K ing, 98,103
M arx, K arl, 3 ,2 2 ,3 1 ,3 4 ,3 6 ,4 5 ,
8 0 -8 8 ,9 2 -9 4 , 102, 128-29,
131-33, 1 4 5 ,1 4 7 ,1 4 9 -5 0 ,1 7 7 -7 9 ,
185, 189, 196,216
F ra n sa 'd a S ın ıf M ücadeleleri, 82
G rundrisse, 8 0 -8 4 ,1 5 0
K apital, 3,11 -12, 3 1 ,3 4 ,3 6 , 80-83,
8 5 ,8 7 ,9 2 -9 3 , 128, 179
L o u is B o n a p a rte'in 18 B rum aire'i,
82
M edeni H ak lar hareketi, 43
M e k sik a, 5 7 ,1 9 3 ,2 1 0
M e lbourne, 167, 172
m erkezi em ek konseyleri, 194
M esa, C a rlo s, 201
M éx ico , 5 4 ,6 5 ,6 6
M ilan , 158, 167, 172
M ilw au k ee, 195
m ilyarderler, 5 4 ,5 7 ,6 6 , 116
M o n d rag o n , 184
M o rales, E vo, 201-4
M oses, R o b e rt, 5 0 -5 1 ,5 9 ,6 2 ,6 6 -6 7 ,
213
M o sk o v a, 54, 195
M u m b a i, 3 3 ,5 3 -5 4 ,6 0 ,7 2 ,1 4 2 , 165,
225
M u m fo rd , L ew is, 197-98
M urdoch, R upert, 148, 217
M useu d'A rt C ontem porani de
B arcelona, 159,161
m u te n a la ştırm a , 2 2 ,3 3 ,5 1 ,6 0 ,7 2 ,
130, 160
232
ASİ ŞEHİRLER
N an d ig ram , 62
N egri, A n to n io , 17, 81, 83-8 4 ,117,
122, 124, 1 3 0 -3 1 ,2 0 2 ,2 0 8 ,2 1 4
N ew H av en , 67
N ew M ex ico , 193
N ew S o u th W ales, 188
N ew Y ork, 11-12,33, 37-38, 50-52,
54-55, 60, 66-67, 76, 78, 93, 96,
106, 127, 131, 136, 138, 143, 161,
165, 1 8 9 ,2 1 3 ,2 2 7 -2 8
N ew m an , F ran k , 13, 76, 78-79, 85
N ix o n , R ich a rd , 98,113
N o rth u m b ria, 191
N o ttin g h am , 191, 198
O ax aca, 172, 210
O lim p iy at O y u n ları (1992), 159-60
O strom , E linor, 119-20, 123-24,
134-37, 1 4 1 ,2 1 3 -1 4 ,2 2 7
G o vern in g the C om m o n s, 119
O to b ü s İşçileri S en d ik ası, 189
P aris, 1 1 -1 2 ,2 9 -3 1 ,3 3 ,3 8 ,4 7 -5 1 ,
5 8 - 5 9 .6 5 ,8 8 , 159, 171-73, 177,
186, 1 8 8 ,2 0 0
P aris K o m ü n ü , 17, 34, 3 7 ,4 9 , 51, 167,
171, 177, 186-88, 1 9 5 ,2 0 2 ,2 1 2
P ark , R o b e rt, 43-44,117, 215
P arker, R o b ert, 152-53
P e k i n ,108-9,113
P ereire, E m ile ve Isaac, 55,88
P h o en ix , 122
P in o ch et, A u g u sto , 225
P laza de C atalu n y a, 125,172
P o lo n y a, 75
P orto A lleg re, 32, 167, 195
P o tsd am er P latz, 163
P rag , 167, 171
P ribam , K arl, 79
P u erta del S ol, 172, 223
Q u eb ec, 172
R am allah , 173
R e ag an , R o n ald , 46,100-1,221
R eich stag , 163
R evueltas, R osaura, 193
R io de Jan eiro , 62-63,110, 155, 165,
173
R o m a, 159, 172
R u sy a, 5 2 ,5 7 ,9 1 , 110, 172
S alt o f the E arth, 192-93, 198
S am aranch, Juan A ntonio, 160
S an D ieg o , 5 4 ,9 2
S an F ran cisco , 99,167
S an ch ez de L o zada, G o n zalo , 201
S ancton, A ndrew , 135
S an ta C ruz, 202-5
S an tiag o , 3 3 ,5 4 ,1 7 2 , 196,215
S âo P au lo , 3 3 ,5 3 , 110, 142
S chinkel, K arl F riedrich, 162-63
S eattle, 16,66, 147, 167, 171-72,
191-92
S eu l, 54,60-61
S henzen, 115, 225
S h en zh en , 53
S hiller, R o b ert, 7 0 ,7 5
sim gesel serm aye, 158-63, 167
S ingapur, 157
S in tag m a M eydanı, 125, 172-73,223
S itüasyonistler, 3 3 ,3 8
S lim , C arlos, 5 7 ,67
S m ith ,A d am , 127-28, 148
S o ğuk S av aş, 49,181
S oH o, 131
S orunlu V arlıkları K u rtarm a Program ı
(TARP), 107
S o v y etler B irliğ i, 49, 100, 162, 181,
200
S peer, A lb ert, 163
S tiglitz, Joseph, 91
S to ck m an , D av id , 101
S u ez, 201, 209
S üveyş K analı, 48
Ş a n g h a y ,60, 107-8, 111, 113, 142, 171,
189
Ş anghay E xpo, 113
şarap en d ü strisi, 145, 151-54, 164
Ş eh ir H akkı İttifakı, 197,213
Ş ili, 5 4 ,1 0 6 , 139, 172, 196, 215, 225
DİZİN
Tabb, W illiam , 5 2 ,7 6
T aft-H artley Y asası, 193
T ah b ilk , 152
T ah rir M ey d an ı, 125, 172-73, 2 2 3 ,2 2 5
T aipei, 54
T ay lan d , 7 5 ,7 9
T hatcher, M arg aret, 4 6 ,6 3 ,1 7 7 , 201,
2 0 3 ,2 1 8
T h o m as, B rinley, 88-90
T h o m p so n , E. P., 190
T ian an m en M ey d an ı, 173
T ieb o u t, C h arles, 135
T okyo, 142
T orino, 172
T oronto, 197
T oxteth, 218
tu riz m , 48, 56, 146, 155, 158, 161, 165
tü k etim k ü ltü rü , 56-57, 114, 185
U lusal E k o n o m ik A raştırm a B ürosu
(N BER), 78, 89, 96
UNITE HERE, 191
233
V iyana, 172, 194
W all S treet, 14, 57, 66-67, 84-85, 173,
220-26
W all S treet'i İşgal E t(O W S ), 2 2 0 ,2 2 3 ,
225
W atts, 98
W ebber, Jeffrey, 2 0 2 -4 ,2 0 6 ,2 1 3
W illiam sburg, 131
W ine A d vocate, 152
W orks P rogress A dm inistration
(W PA), 100
Yale Ü niversitesi, 67
Young, Iris, 214
Y unanistan, 140, 219, 225
Y unus, M uham m ed, 64
Z ag reb , 196
Z apatistalar, 179, 182, 183
Z u cco tti P ark, 38
Z u k in , S haron, 56
M ETİS YAYINLARI
H azırlayanlar:
D e n i z G ö k t ü r k , L e v e n t S o y s a l, İ p e k T ü r e l i
İSTANBUL NEREYE?
K ü re se l K e n t, K ü ltü r, A v ru p a
İs ta n b u l N e re y e ? "sa n a y i so n ra s ı k a p ita liz m " d iy e a d la n d ı­
ra b ile c e ğ im iz b u d ö n e m d e İsta n b u l'u n d ü n y a sa h n e sin e y ü k ­
se liş in i k o n u alıy o r. B ir k ü ltü r, ta rih v e ç e ş itlilik le r k e n ti
o la ra k y a n s ıtıla n İsta n b u l im g e s in e y e n i y a k la ş ım la r v e ç ö ­
z ü m le m e le r g e tirm e y i a m a ç lıy o r.
D ü n y a n ın h e r y e rin d e k e n tle r k ü re s e l k e n t p ro je le rin i
b e n im s e y ip b irb irle riy le y a rış a ra k h a rita d a y e r e d in m e k p e ­
şin d e . A n c a k k ü re se lle ş m e tu tk u su siv il to p lu m , k e n t p la n ­
la m a s ı v e id a re si, m e d y a d a im g e ü re tim i a la n la rın d a h e r
k e n tte fa rk lı s o n u ç la r d o ğ u ru y o r.
İs ta n b u l 2 0 1 0 A v ru p a K ü ltü r B a şk e n ti p ro g ra m ı, T ü rk i­
y e 'n in A v ru p a ile b a ğ la n n ı g ü ç le n d irm e y i, A v ru p a y o lu y la
d a d ü n y a y a a ç ılım ı h e d e fle d i. İs ta n b u l N e re y e ? b u s ü re c in
k e n t id a re si, siv il to p lu m ö rg ü tle ri, s a n a tç ıla r, a k tiv is tle r ve
g e n e l k a m u a ra s ın d a k i e tk ile ş im le ri in c e le m e k iç in iy i b ir
f ırs a t o ld u ğ u d ü şü n c e siy le h a z ırla n d ı.
A k a d e m ik a ra ş tırm a la rın y a n ı s ıra k ü ltü r a la n ın d a ç a lı­
şa n u y g u la m a c ıla rın d a k a tk ıla rın ı iç e re n k ita p ta k i y a z ıla r
b e ş b ö lü m d e to p la n ıy o r: K ü re s e lle ş m e y e G id e n Y ollar; M i­
ra s v e Y e n ile m e T a rtış m a la rı; M e d y a tik K e n t; Ş e h ird e S a ­
n a t v e B ir A v ru p a B a şk e n ti m i? K e n ts e l d ö n ü şü m d e n , m i­
m a rlık v e k o ru m a y a , s a n a t se rg ile rin d e n s in e m a v e e d e b i­
y a ta k a d a r u z a n a n a ra ş tırm a la rla , A v ru p a ile b ü tü n le ş m e v e
k ü re s e lle ş m e y e d o ğ ru a tıla n a d ım la rın İsta n b u l so k a k la rın a
v e k e n tli y u rtta şla rın y a ş a m la rın a n a s ıl y a n s ıd ığ ı ö z g ü n b ir
ta b lo d a b ir a ra y a g e tiriliy o r.
M E T İS YAYINLARI
Ja n e Jaco b s
BÜYÜK AMERİKAN
ŞEHİRLERİNİN
ÖLÜMÜ VE YAŞAMI
Çeviren: B ülent Doğan
G ü z e l b ir so k a ğ ın y a d a p a rk ın ş e h ird e y a ş a y a n la ra n asıl b ir
y a ra rı v a rd ır? Ş e h rin s o k a ğ ın d a y ü rü y e b ilm e iste ğ i ile o to ­
m o b il sü rm e iste ğ i b a ğ d a ş a b ilir m i? Ş e h irle rd e ç e ş itliliğ in
sü rm e s in in k o ş u lla rı n e le rd ir? Ç ö k ü ş e y o l aç a n v e y a b e r a ­
b e rin d e y e n ile n m e y i g e tire n k u v v e tle r h a n g ile rid ir? S a ğ lık ­
lı b ir şe h ir h a y a tı için n e g ib i p la n la m a ta k tik le rin e b a ş v u ru ­
la b ilir?
Y ü z y ılın b elk i d e e n d e v rim c i d e ğ iş ik lik le rin in , d ü n y a y ı
ird e le m e k için k u lla n d ığ ım ız z ih in se l y ö n te m le rd e g e r ç e k ­
le ş tiğ in i s ö y le y e n Ja n e Ja c o b s , ş e h ir p la n la m a s ı a la n ın d a d a
b e n z e r b ir p a ra d ig m a d e ğ iş im in in g e re k liliğ in e d ik k a t ç e k i­
yor. Ş e h irle ri b a s it p r o b le m le rd e n z iy a d e ö rg ü tlü k a r m a ş ık ­
lık p ro b le m le ri o la ra k e le a la ra k , s ü re ç le r ü z e rin e d ü ş ü n e ­
rek , tik e ld e n g e n e le d o ğ ru ak ıl y ü rü te re k , o rta la m a n ic e lik ­
lerin n asıl işle d iğ in i a n la m a k için o rta la m a d ışı n ic e lik le re
b a k a ra k iç in d e y a ş a d ığ ım ız şe h irle rin g e rç e k te n n a sıl iş le ­
d iğ in i a n la y a b ile c e ğ im iz i v e b ö y le c e bu işley işi d a h a iyi h a ­
le g e tire b ile c e k s tra te jile ri s a p ta y a b ile c e ğ im iz i sö y lü y o r.
A m e rik a n ş e h irc iliğ in d e k i ta rih se l g e liş m e le rin k u s u r ­
s u z v e so ru n s u z o ld u ğ u n u v a rs a y a ra k , s o rg u s u z su a ls iz a y ­
n ı y o lu tu ta n la r için ç o k d e ğ e rli d e rs le rle d o lu o la n b u k ita p ,
a ç ık v e b e rra k so s y a l te rc ih le ri s a y e sin d e b u g ü n d e a n la m ı­
nı k o ru y a n b ir k lasik tir.
M ETİS YAYINLARI
M ik e D a v is
GECEKONDU GEZEGENİ
Ç eviren: G ürol K oca
G e c e k o n d u G e z e g e n i, Ü ç ü n c ü D ü n y a ü lk e le rin in k e n ts e l
b ö lg e le rin d e h a le n b ir m ily a r in sa n ın y a ş a m a k ta o ld u ğ u
g e c e k o n d u m a h a lle le rin in ta rih in i v e b u g ü n ü n ü a n a liz e d i­
yor. K o n u y la ilg ili m u a z z a m g e n iş lik te k i lite ra tü rd e n a ld ı­
ğ ı a m p irik v e rile ri u s ta lık la k u lla n a n M ik e D a v is , y o k s u l­
ların M u m b a i, K a h ire , İsta n b u l, S a o P a u lo , S eu l g ib i o n ­
la rc a m e g a k e n tte v e rd iğ i h a y a tta k a lm a m ü c a d e s in i b e tim ­
le rk e n ç o k ö n e m li b ir d izi te s p itte b u lu n u y o r.
D a v is 'e g ö re IM F ile D ü n y a B a n k a sı'n m k ıs k a c ın d a k i
d e v le tle rin b u d e v a s a so ru n u ç ö z m e k iç in g e liştird iğ i ö n ­
le m le r y o k s u lla rın d e ğ il o r ta sın ıfın işin e y a rıy o r. B a z ı li­
b e ra l ç e v re le rin y o k s u lla rın p ra tik b e c e rile rin e d ü z d ü k le ri
ik iy ü z lü m e th iy e le r v e asıl ç ö z ü m m e rc ii o la ra k g ö ste rile n
S T K 'la r k e n tle rd e k i to p lu m s a l h a re k e tle ri ra d ik a llik te n
u z a k la ş tırıy o r; h e r y ıl y ü z b in le rc e y o k su l y a ş a d ık la rı m a ­
h a lle le rd e n z o rla ta h liy e e d ilirk e n , b o şa lttık la rı y e rle re o r ­
ta s ın ıf y e rleşiy o r.
L a tin A m e rik a 'd a n O rta d o ğ u 'y a , A frik a 'd a n G ü n e y A s ­
y a 'y a u z a n a n g e n iş b ir k ü re se l c o ğ ra fy a ü z e rin d e k a r ş ıla ş ­
tırm a lı o la ra k k e n t y o k s u llu ğ u n u in c e le y e n D a v is şu s o r u ­
y a u la şıy o r: P e n ta g o n ’u n g e c e k o n d u m a h a lle le rin i 21.
y ü z y ılın sa v a ş a la n la rı ila n e tm e s i ile, d e p re m v e sel g ib i
d o ğ a l fe la k e tle rd e g e c e k o n d u m a h a lle le rin e s ü rg ü n e d il­
m iş y o k s u lla rın ç o k d a h a fa z la z a ra ra u ğ ra d ık la rı g e rç e ğ i
a r a s ın d a hiç m i b a ğ y o k ?
N e o lib e ra liz m in h e m ta rih te e ş i g ö rü lm e d ik b o y u tla ra
ç ık a rd ığ ı h e m d e b ü y ü k b ir p işk in lik le y o k sa y d ığ ı y o k s u l­
lu k so ru n u n u n d ü n y a ç a p ın d a k a p s a m lı b ir h a rita s ın ı ç ık a ­
ra n b u k ita b ı h e rk e s o k u m a lı.
M ETİS YAYINLARI
Henri Lefebvre
MODERN DÜNYADA
GÜNDELİK HAYAT
Çeviren: Işın Gürbüz
M odern D ünyada G ündelik H ayat, y a y ım la n d ığ ı ta rih te n b u ­
g ü n e , m e v c u t d ü z e n e k a rşı g ü n d e lik h a y a tın k e n d is in d e n y o ­
la ç ık a ra k m u h a le fe t o lu ş tu rm a k is te y e n le re y o l g ö ste rd i.
F ra n s a 'd a 1968'in h e m e n ö n c e s in d e y a y ım la n a n k ita p , y e n i
m u h a le fe t h a re k e tle rin in , d ü n y a y a d a ir y e n i b ir a lg ıla m a ve
k a v ra m a ç a b a s ın ın h a b e rc isi o ld u .
H e n ri L e fe b v re , fe lse fe c ile rin , so s y o lo g la rın , a n tr o p o lo g ­
la rın b ir d o la y ım o la ra k , k e n d is in d e n b a ş k a b ir şe y in işa reti
y a d a b a h a n e s i o la ra k e le a ld ık la rı g ü n d e lik h a y a tı e le ş tire l
te o rin in m e rk e z in e k o y u y o r b u y a p ıtın d a . M o d e m to p lu m u n
b ü tü n g e rilim le rin in y a n s ıd ığ ı a la n o la n g ü n d e lik h a y a t b ir
a ra ş tırm a n e s n e si h a lin e g e tirilirs e , h e m b a s k ıla m a te k n ik le ­
rin e h e m d e ö z g ü rle şm e o la n a k la rın a b a ş k a b ir g ö z le b a k ıla ­
b ilir. D ilin to p lu m sa l b a s k ıy ı ö rtm e k te k i işle v i, tü k e tim id e ­
o lo jis in in y a ra ttığ ı y a n ılsa m a la r, ik tid a r a y g ıtla rı ta ra fın d a n
u y g u la n a n te rö r a n c a k g ü n d e lik h a y a t iç in d e n a n la ş ıla b ilir;
ç ü n k ü ç e ş itli b iç im le rd e a d la n d ırm a y a ç a lış tığ ım ız , e k o n o ­
m ik te rim le rle , sta tü g ru p la rın ın h a re k e tlilik le riy le , k e n d i ç ı­
k a rın ı g ö z e te n b ire y a n la y ış ıy la in c e le d iğ im iz to p lu m , bu
k a v ra m s a l ara ç la rı y e te rs iz k ıla c a k d e n li k a rm a şık la ş m ış tır.
A n c a k g ü n d e lik h a y a tı v e b u h a y a tın a ld ığ ı ç e ş itli b iç im le ri
m e rk e z in e a la n b ir ta rih s e l e le ş tiri bu z o rlu ç a b a n ın a ltın d a n
k a lk a b ilir; v a rlığ ın ı sü rd ü re n a m a h a lih a z ırd a k i to p lu m iç in ­
d e g ö z e g ö rü n m e y e n m u h a le fe tle ri, d ire n işle ri v e b a ş k a ld ırı
o la n a k la rın ı a ç ığ a ç ık a ra b ilir.
H en ri L e fe b v re 'in k itab ı, b u g ü n e k a d a r g ü n c e lliğ in d e n h iç ­
b ir şe y k a y b e tm e d i. M odern D ünyada G ündelik H ayat'la g e ­
liştirile n te o ri, o n u h a y a ta g e ç ire c e k ö z n e le r b e k liy o r h â lâ .
David Harvey
Asi Şehirler
ABD'de 2001'den beri spekülatif bir biçimde şişirilmekte olan gayri­
menkul ve ona bağlı finans sektöründe 2008'de iktisadi bir kriz pat­
lak verdi ve kısa sürede tüm Avrupa'yı girdabına aldı. Krizin neden­
lerini çözmeye çalıştığımız sırada, spekülatif sermayenin sözcüleri
kendi içine kapalı bir jargonu tedavüle sokuyor, meselenin bizlere
izah edilemeyecek kadar karmaşık olduğunu göstermeye çalışıyorlar­
dı. Bu nedenle sorunun ne olduğu açıklığa kavuşmasa da, maddiya­
tın çarpmasını doğrudan yaşamlarında hisseden kitlelerin, oturduğu
eve haciz konan, işinden çıkarılan, kemer sıkma politikaları ve özel­
leştirmeler sonucunda kamu hizmetlerinden mahrum edilen kitlelerin
sokağa inmesi uzun sürmedi.
İşte Asi Şehirler, neoliberal iktisat tarafından kurgulanan kriz anlatısı
ile krizin kendi üzerlerinden telafi edildiği kitlelerin konumu arasın­
daki makasın giderek açıldığı bu zaman kesitini tahlil ediyor. Bir aya­
ğı sokakta olan kitap, doğrudan eylem lehine uzun vadeli bir kavram­
sal analiz de sunuyor. Harvey, 1980'lerin ikinci yarısından bu yana
olgunlaştırmakta olduğu kentsel iktisat anlayışını burada özlü bir bi­
çimde ortaya koyarken, bir yandan da kavramsal soru ve çözümleme­
lerin kentsel toplumsal hareketler açısından ne gibi yeni doğrultula­
ra işaret edebileceğini irdeliyor.
Sokaktaki antikapitalist eylemliliğe yaslanan Asi Şehirler, dil ve üslu­
buyla da akademi dışından okuru başköşeye buyur ediyor.
Metis Edebiyatdışı
ISBN-13: 978-975-342-908-5
Metis Yayınları
www.metiskitap.com

Benzer belgeler

Hardt ve Negri`nin maddi olmayan emek teorisinin eleştirisi

Hardt ve Negri`nin maddi olmayan emek teorisinin eleştirisi K anun ve K anun H ü k m ü n d e K ararnam elerde D eğişiklik Y apılm asına D air K a­ nun: w w w .resm ig azete.g o v .tr/eskiler/2012/12/20121206-l.htm (erişim tarihi: 10 A ralık 2012). 5. A dile...

Detaylı