ikinci yeni şiir akımında karşıtlıklar
Transkript
ikinci yeni şiir akımında karşıtlıklar
T.C. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ İKİNCİ YENİ ŞİİR AKIMINDA KARŞITLIKLAR YÜKSEK LİSANS TEZİ Gültekin LÜLECİ Enstitü Anabilim Dalı Enstitü Bilim Dalı : : Türk Dili Ve Edebiyatı Yeni Türk Edebiyatı Tez Danışmanı : Doç. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU Eylül 2009 T.C. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ İKİNCİ YENİ ŞİİR AKIMINDA KARŞITLIKLAR YÜKSEK LİSANS TEZİ Gültekin LÜLECİ Enstitü Anabilim Dalı Enstitü Bilim Dalı : : Türk Dili ve Edebiyatı Yeni Türk Edebiyatı Bu tez 17/ 09 /2009 tarihinde aşağıdaki jüri tarafından Oybirliği ile kabul edilmiştir. Prof. Dr. Hasan AKAY Jüri Başkanı Doç. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU Jüri Üyesi Yard. Doç. Dr. Mehmet ÖZDEMİR Jüri Üyesi Kabul Red Kabul Red Kabul Red Düzeltme Düzeltme Düzeltme İÇİNDEKİLER TABLO LİSTESİ……………………………………………………………. ii ÖZET................................................................................................................ iii SUMMARY...................................................................................................... iv GİRİŞ................................................................................................................ 1 BÖLÜM 1:TÜRK ŞİİRİNİN GELİŞİMİ VE İNCELENMESİ………….. 2 1.1 Türk Şiirinde Yenileşme Hareketlerine Genel Bir Bakış………………... 2 1.2. İkili Karşıtlık Düşüncesi ve Edebiyat İncelemesine Uygulanması………. 10 BÖLÜM 2: İKİNCİ YENİ ŞİİRİNİN OLUŞUMU VE BELLİ BAŞLI EDEBÎ ÖZELLİKLERİ…………………………………………………….. 22 2.1.İkinci Yeni Akımının Ortaya Çıkışı ve Belli Başlı Temsilcileri………….. 22 2.2. Şiirde Anlam Sorunu................................................................................... 36 2.3. Dil Kullanımı.............................................................................................. 48 BÖLÜM 3: İKİNCİ YENİ ŞİİRİNDE KARŞITLIKLAR………………. 54 3.1. İlhan Berk’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar……………………………….. 54 3.2. Turgut Uyar’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar……………………………... 96 3.3. Edip Cansever’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar………………………....... 113 3.4. Cemal Süreya’nın Şiirlerinde İkilil Karşıtlıklar……………………........ 126 3.5. Ece Ayhan’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar……………………………….. 142 SONUÇLAR VE ÖNERİLER……………………………………………… 159 KAYNAKLAR………………………………………………………………. 161 EKLER………………………………………………………………………. 164 ÖZGEÇMİŞ……………………………………………….…………………. 318 i TABLO LİSTESİ Tablo 1: İlhan Berk’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar………………………………………92 Tablo 2: Turgut Uyar’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar…………………………………...110 Tablo 3: Edip Cansever’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar…………………………………124 Tablo 4: Cemal Süreya’nın Şiirlerindeki Karşılıklar……………………...………….139 Tablo 5: Ece Ayhan’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar…………………….……………….155 ii SAÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tez Özeti Tez Başlığı: İkinci Yeni Şiir Akımında Karşıtlıklar Tezin Yazarı: Gültekin Lüleci Danışman: Doç. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU Kabul Tarihi: 17 Eylül 2009 Sayfa Sayısı: IV (ön kısım) + 163 (tez)+ 155 (ekler) Anabilim dalı: Türk Dili ve Edebiyatı Bilim dalı: Yeni Türk Edebiyatı İkinci Yeni akımı modern Türk edebiyatının çıkış noktası olarak önemli bir yere sahiptir. Geleneksel şiir anlayışının sarsıldığı hatta yıkıldığı bu döneme ait şiirler ilk anda anlaşılamamış ve bu nedenle de yadsınmıştır. Şiir dilinde alışılmamış bağdaştırmaların ve kullanımların yer alması, şiirlerin anlam yapısına da etki etmiş ve okurlar ve eleştirmenlerce anlamsız olarak görülmesine neden olmuştur. İkinci Yeni akımı çerçevesinde yayımlanan şiirlerin anlamsız olup olmadığı, eğer anlam var ise bunun hangi kavram alanına dâhil olan karşıtlıklardan kurulduğu çalışmanın temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda 1954 – 1964 yılları arasında İkinci Yeni akının önde gelen şairleri olarak gösterilen İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın şiirleri incelenmiştir. A. Julien Greimas’ın ikili karşıtlık düşüncesinden yola çıkılarak ölüm/yaşam, doğa/kültür, ben/öteki karşıtlıkları kapsamında irdelenen şiirlerin derin yapıda anlamları bulunduğu saptanmıştır. Bu yönüyle bakıldığında İkinci Yeni akımına dâhil olan şiirlerin anlamsız olmadığı, imge ve metafor gibi söz sanatlarıyla gizlenen anlamın belirli karşıtlıklarla dayandığı da söylenebilir. Anahtar Kelimeler: İkinci Yeni şiiri, İkili Karşıtlık Düşüncesi, Şiirde Anlam Yapısı iii Sakarya Universtiy Insitute of Social Sciences Abstract of Master’s Title of the Thesis: The poetry of “İkinci Yeni” Thought of Binary Contrariety Author: Gültekin Lüleci Date: 17 Eylül 2009 Supervisor: Assoc. Prof. Dr. Yılmaz DAŞÇIOĞLU Nu. Of Pages: IV (pre text) + 163 (main body)+ 155(appendices) Department: Turkish Language and Literatur Subfield: Modern Turkish Literatur Echolé of “ İkinci Yeni” has great importance as commencing point of contemporary Turkish literature.The poems belong to this period within the understanding of tridational poetry that was shaken and even broken down, couldn’t have been understood at the first glance,so they re denied. Comprising unusual context and usages affected the meaning form of poetry and were perceived as meaningless by readers and critics The possibility of meaningless or meaningfulness of the poems that were pressed in the context of echolé of “İkinci Yeni” and the question that if they re meaningful,they belong to which field of concept including binary contrariety, are the base of this study.Therefore,between the years of 1954 and 1964, prominent poets of echolé of “İkinci Yeni”, who re İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya and Ece Ayhan, and their poems re examined. By using A.Julien Greimas’ thought of binary contrariety, in the light of the concepts of death/life, nature/culture, me/the other contrarierties, the poems re investigated and understood that all poems which re examined have deep meaning. According to this, it can be said that the poems belong to echolé of “İkinci Yeni” re not meaningless, contraversely, the meaning,which is hidden by the art of literature such as symbol and metaphor , depend on well-known contrarieties. Key Words: The poetry of “İkinci Yeni”, The thought of binary contrariety, Meaning construction in the poetry iv GİRİŞ Türk şiiri, İkinci Yeni Akımı ile birlikte geleneksel şiir anlayışından tamamıyla uzaklaşmıştır. 1950’li yılların ortalarına doğru İlhan BERK (1918-2008), Turgut UYAR (1927-1985), Edip CANSEVER (1928-1986), Cemal SÜREYA (1931-1990), Ece AYHAN (1931-2002) gibi İkinci Yeni şiirinin önde gelen şairleri tarafından çeşitli dergilerde alışılagelmiş anlam ve dil yapısından tamamıyla farklı şiirler yayımlamışlardır. İkinci Yeni Akımı’nın hemen öncesinde Orhan VELİ (1914-1950) ve arkadaşlarının günlük konuşma diliyle yazdıkları ve kolay anlaşılabilen şiirlerine alışık olan okuyucu ve eleştirmenler için bu şiirler kapalı ve anlaşılamaz bulunmuş, bu nedenle de saçmalıkla suçlanmıştır. Oysaki modern şiirin en önemli atılımı olarak gösterilen İkinci Yeni Akım’ında, şiirde anlamdan yola çıkmak ya da şiirin bir şey anlatmasını beklemek asıl saçmalık olarak görülüyordu. Çünkü modern şiirin dilden ve kendin başka bir amacı bulunmamaktadır. Anlamsız bir şiirin olamayacağı görüşünü de dile getiren İkinci Yeni şairlerine göre şiirde anlam vardır ancak bu anlam şiirin yüzey yapısından ziyade derin yapısında yer almaktadır. Nitekim şiir artık anlatmaktan ziyade duyurmak görevini üstlenmiştir. Böylelikle şiirde anlam, gösteren düzeyinden derin yapıya taşınarak örtük olarak verilmiştir diyebiliriz. Tezin konusu: İkinci Yeni Akımı’nın öncüleri olarak gösterilen İlhan BERK, Turgut UYAR, Edip CANSEVER, Cemal SÜREYA ve Ece AYHAN’ın 1954–1959 yılları arasında yayımlanan şiirlerinin incelenmesi. Tezin Önemi: Türk şiirinin modernleşme sürecindeki en büyük adımı olan İkinci Yeni Akımı’nın önde gelen şairlerinin ilk dönemde yayımladıkları şiirlerinin incelenmesi modern Türk şiirini anlama yolunda önemli olduğu düşünülmüştür. Tezin Yöntemi: A. Julien Greimas’ın ikili karşıtlık düşüncesi. Tezin Amacı: Genellikle anlamsız ve saçma olarak görülen İkinci Yeni şairlerin ilk dönemde yayımlanan şiirlerinin farklı yaklaşım ve yöntemlerle çözümlenebileceğini göstererek, şiirlerindeki anlam yapılarını A. Julien Greimas’ın ikili karşıtlık düşüncesine göre incelemek ve modern şiir incelemelerine bir örnek olmak. 1 BÖLÜM 1: TÜRK ŞİİRİNİN GELİŞİMİ VE İNCELENMESİ 1.1. Türk Şiirinde Yenileşme Hareketlerine Genel Bir Bakış Bir göstergeler düzeni olan anlam, şairin nazım formu içinde şiirin konusu, kelimeleri, imgeleri, mısra düzeni, imlâ anlayışı, ses yapısı gibi gerekli unsurları kanalıyla okuyucuya iletmek, duyurmak istediği iletidir. Şairin şiirinde ifade ettiği olay, olgu, varlık, zaman, hayat, mekân, insan, toplum ile ilgili kanaatlerine, düşünce, duygu, hayal ve heyecanlarına genel olarak şiirin içeriği ya da anlamı diyoruz (Çetin, 2001:247). Türk şiirinde anlam ve buna bağlı olarak dil ve biçim konusu her dönemde çeşitli tarifler ve poetikalar ekseninde ele alınmış, bazen şiirin olmazsa olmaz unsuru olarak görülmüş, bazen de şiirden tamamıyla uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bugünden baktığımızda elde mevcut İslâm öncesi bazı Türk şiiri metinlerinin anlaşılmama gibi bir sorunu yoktur. Bu damardan beslenerek günümüze kadar gelen genellikle köylü kasabalı halk şairlerinin yalın Türkçe ile kaleme aldıkları halk şiiri verimlerinin de anlaşılmazlık sorunu bulunmamaktadır (Çetin, 2001:251). Yalın bir dille yazılan, içinde halk söylemlerinin yer aldığı şiirin, o dönem için doğaldır ki açık ve anlaşılır nitelikte olması en önemli özelliğidir. Şiirin, halk için diğer bir deyişle okur için yazılması da bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken bir niteliktir. Mercimek Ahmed’in Farsçadan dilimize çevirdiği Kâbusname’deki şu sözler şiirimizin o dönemki anlam-dil özelliğini yansıtmaktadır: ‘‘ Ey oğul, eğer şair olup da şiir söylemeğe niyetlenirsen, şiirde sözün Rûşen olmasına yani açık olmasına çalış, sakın gâmız söylemeyesin, yani örtülü söylemeyesin. Meselâ bir şiirde bir sözün anlamını yalnız sen biliyorsan başkası bilmiyorsa böyle sözü söyleme, çünkü şiiri halk için söylerler, kendi kendileri için söylemezler. Öyleyse şiirin anlamı açık gerektir ki açıklığından ötürü herkes beğensin.’’ (İlyasoğlu: 73) Divan şiirimizde ise şair, duygu ve hayallerini doğrudan değil, bilakis dolaylı olarak belirli bir kalıp çerçevesinde beytin içinde gizleyerek aktarmaktaydı. Böyle bir şiir anlayışında kalıbın (veznin) şiiri üzerindeki hâkimiyeti tartışmasızdır. Neticede şair şiirinde kullanacağı kelimeleri ya da terkipleri vezne uygun olarak titizlikle seçmekteydi. Veznin, şairin duygu ve hayallerini aktarmada getirdiği bu titizlik diğer bir ifadeyle kısıtlayıcılık ayrı bir tartışma konusudur. Duygu ve hayallerini aktarmada 2 mükemmeliyeti yakalamaya çalışan şairin, anlatmak istediklerini doğrudan değil de belirli kelime ve kelime gruplarıyla dolaylı olarak anlatma girişimi divan şiirimizdeki mazmunlar sistemini ortaya çıkarmıştır. İnce bir zekânın ürünü olan mazmunlar, şaire şiirdeki anlamı gizleme olanağı vermiş, ancak divan şiirinin de kapalı ve zor anlaşılır bir şiir olarak görülmesine neden olmuştur. Bu bağlamda divan şiirimizin ilk etapta kapalı ve zor anlaşılır oluşunun temelini mazmunlar oluşturmaktadır diyebiliriz. Zamanla mazmunların fazla değişkenlik göstermeden kullanılması, diğer bir ifadeyle kalıplaşması, buna bağlı olarak da mazmunların şifrelerinin çözülmeye başlanması, divan şiirimizdeki anlam perdesinin aralamıştır. Klasik Türk şiirinin anlaşılmasıyla ilgili başka bir unsur da sebk-i Hindî denilen üslûptur. Bu dönemde yazılan şiirlerde biçimsel niteliklerden ziyade anlamsal düzen dikkati çekmektedir. Şairlerin hayal güçlerini derinleştirerek, girift bir temsil sistemine dayalı olarak, uzun karmaşık tamlamalarla daha önce kimsenin kullanmadığı yepyeni, ince, derin anlam ve mazmunlar bularak, ya da var olan mazmunları bambaşka açılardan ele alarak şiirler yazması, şiirin zaman içerisinde anlaşılması zor, kompleks bir muamma olması sonucunu doğurmuştur (Çetin, 2001:253). Türk edebiyatının modernleşme sürecinin başladığı Tanzimat döneminde şairler bir yandan Divan şiirinin anlayışını devam ettirirken diğer yandan da Batı’nın etkisi altında modern edebiyat anlayışına uygun şiirler ortaya koymuşlardır. Tanzimat şairleri, Divan şiirinin toplumsal yaşamdan uzak, söz sanatları ve oyunları nedeniyle de anlaşılmaz oluşunu sürekli eleştirmişleridir. Nitekim bu dönemde yenilik genellikle içerikte görülmüş; biçimsel olarak – az çok değiştirilmiş olmakla beraber – Divan şiirinin kalıpları kullanılmaya devam edilmiştir. Kendilerini halkın sözcüsü olarak gören şairler şiirlerinde sosyal ve politik düşüncelere yer vermişler, bu düşünceleri aktarmada da herkesin anlayacağı, söz sanatlarından ve oyunlarından uzak, dolaysız, sade bir dil kullanmışlardır. Yeni Türk şiirinin fikir babası Şinasi, divan şiirinin aksine şiirde konuşma dilinin doğallığını yakalama adına yalın bir dille eserler vermiştir. Namık Kemal, o dönem için yeni sayılabilecek demokrasi, hürriyet, eşitlik, vatan gibi toplumsal kavramları şiirlerinde konu ederken ‘‘ Edebiyatın manaya müteallik ne kadar sanatı isim 3 bulabildiyse onların haricinde olup da ismi muayyen olmayan fikirlere itikadımca sade denilmek lâzım gelir’’(Yetiş, 1996: 328) diyerek şiirde mananın ve açık anlamın önemini vurgular. 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise Recaizade Mahmut Ekrem, şiirin toplumsal ve fikrî muhtevasına ‘his’ ve ‘hayal’ dünyasını da ekleyerek ‘güzel olan her şeyin’ şiire konu olabileceğini savunmuş, buna bağlı olarak da şiir lisansının günlük konuşma dilinden ayrı ve şaire özgü olması gerektiğine inanmıştır. Bu dönemde Abdülhak Hâmid divan şiirinden gelen biçim (kalıp) anlayışını yıkmaya çalışmış, şiiri de tamamıyla ferdî duyguların dışa vurumu olarak görmüştür. Makber mukaddemsinde şiiri tarif eden şair, onun anlamının belirgin olmadığına, tanımlanıp, açıklanamayacağına işaret ederek, kapalılığın sinyallerini de vermektedir: ‘‘ En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-ı müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir. İnsan, bazı kere hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninde uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinden doğan hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryat koparır yahut pek karanlık bir şey söyler, yahut hiçbir şey söyleyemez de kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.’’ (Tarhan, 1982: 38) Servet-i Fünûn şiiri, hem biçim hem de anlam bakımından değişimi bünyesinden barından bir dönemin ürünü olarak karşımıza çıkar. İlk dönemlerinde eski nazım biçimlerini kullanan şairler, bir edebi ekol olarak ortak hareket etmeye başladıkları andan itibaren Türk şiirine sone, terzarima, serbest müstezat gibi biçimler de kazandırmışlardır. Ayrıca vezin ve konu arasındaki uyumu dikkate alan Cenab Şahabettin ve Tevfik Fikret’in veznin müzikal değerinden de yararlanarak şiirler yazması, bu dönemin en önemli yeniliklerinden biri olarak görülebilir. Bu dönemde Türk şiiri ve şairleri modernleşme sürecindeki acemilik dönemini geride bırakmışlar, ‘sanat için edebiyat’ ilkesinden yola çıkan şairler ferdi his, aşk, yalnızlık ve tabiat gibi konuları ihtiva eden şiirler ortaya koymuşlardır. Şiirde bireyselliğin öne çıkması, şiiri günlük konuşma dilinin dışına çıkarmış, buna yeni terkip ve imaj denemeleri de eklenince şiir, kapalı ve zor anlaşılabilen bir nitelik kazandırmıştır. Servet-i Fünûn şairlerinin şiiri tablolaştırmaya çalışarak doğayı/tabiatı olduğu gibi şiire aktarmaya çalışmalarına karşın Ahmet Haşim ‘Sanat, şahsî ve muhteremdir’’ fikriyle şiire şiirdeki gerçekliği yeni boyutlar kazandırmıştır. Şairin algısını doğadaki nesnelerin ve eşyanın sert gerçekliğinden kurtararak özgürleştiren ve bu gerçekliği çeşitli semboller yoluyla yumuşatarak şiire aktarılmasını öngören sembolizmin etkisiyle şiir, 4 nesnelerin/doğanın ve eşyanın olduğu gibi dizelere döküldüğü bir sanat olmaktan çıkmış; şairin muhayyilesinde o nesnelerin uyandırdığı ‘çağrışımların’ ve ‘izlenimlerin’ aktarıldığı semboller dünyası olmuştur. Böyle bir düşünce ekseninde ortaya çıkan Ahmet Haşim’in şiirleri müphem, anlaşılmaz ve manasız olarak görülmüş ve çok eleştirilmiştir. Ahmet Haşim’in ilk önce Dergâh dergisinde ‘‘ Şiirde Mana ve Vuzuh’’ başlığıyla daha sonra da Piyale kitabının önsözü olarak ‘‘ Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’’ başlığıyla yayımlanan yazısı hem bir cevap niteliği taşımaktadır hem de yeni şiirin özelliklerini yansıtmaktadır. Ahmet Haşim yazıda özetle şu görüşlere yer verir: Şair, bir hakikat habercisi, belagatli bir insan ve kanun koyucu değildir. Şairin dili nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere oluşturulmuş musiki ile söz arasında sözden ziyade musikiye yakın ara yerde orta bir dildir. Nesirde üslubun oluşması için gerekli olan unsurların hiçbiri şiir için söz konusu değildir. Bu bakımdan şiir ile nesir ayrıdır. Dolayısıyla da nesre ait olan akıl ve mantığın şiirde yeri yoktur. Bu bağlamda mana araştırmak için şiir deşmeyi, bir kuşu eti için öldürmekten farksız olarak gören şair, şiirde kelimenin manasının değil, onun cümledeki söyleniş değerinin önemli olduğunu savunmaktadır. Neticede de mana, ahengin telkini olarak değer kazanır. Büyük şairlerin kapıları tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır diyen Ahmet Haşim, herkesin anlayabileceği şiiri de, aşağı seviyede şairlerin işi olarak görmektedir. Nitekim şiirde anlam ikinci plana itilmiş, ilk anda anlaşılması zor ve kapalı bir özelliğe sahip olmuştur. Yahya Kemal de aynı doğrultuda, şiirde mananın değil ‘söz(cük)’ün önemli olduğunu ve şiirin de bu sözcüklerin ahenkli bir şekilde terkibinden ibaret olduğunu savunmuştur. Böylelikle şiirde parça güzelliğinden ziyade bütün(birleşim) güzelliğiyle birlikte ‘deruni ahenk’ ön plana çıkmıştır. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şiiriyle paralellik gösteren bu anlayışın en büyük farkı Türk şiirinin herkesin konuştuğu dille yazılması gerektiğiydi. ‘Ok’ şiiri dışında bütün şiirlerini Aruz vezniyle yazan şair şiirde veznin –ister Hece olsun ister Aruz- çok da önemli olmadığını, neticede veznin şiiri kurmada sadece bir vasıta olduğunu, asıl önemli olanın şiiri oluşturan sözcüklerin kendi aralarında ahenk oluşturarak ‘bir musiki intibaı uyandırması’ olduğunu savunmuştur. Şiirde hece – aruz, kapalılık - açıklık, mana – ses gibi tartışmalar devam ederken belki de dönemin en sert çıkışı İstiklal Marşı şairimiz M. Akif Ersoy’dan gelmiştir. ‘Sözüm 5 odun gibi olsun hakikat olsun tek’ biliciyle şiirler yazan şair, şiirde estetikten ziyade düşünceye önem vermiştir. Şiir Akif’in elinde ‘sanat, sanat içindir’ fikrinden uzaklaşarak ‘sanat, hayat içindir’ düşüncesine sahip olmuştur. Bu dönemde paralel olarak hece ile yazan şairlerin şiirlerinde hem vezinden hem de milliyetçililik akınından kaynaklanan bir duyuş tarzı ortaya çıkmıştır. Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp gibi şairlerin ardından Cumhuriyet’in ilanından sonra ortaya çıkan Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek, Halit Fahri Ozansoy, Orhan Seyfi Orhon gibi şairler milli edebiyat akımının etkisiyle şiirlerinde folkloru temel kaynak olarak benimsemişler, şiirlerinde memleket manzaralarına ve tasvirlerine yer vermeye başlamışlardır. Asıl kaynak folklor olunca halk edebiyatı şiir şekilleri, hece vezni ve buna bağlı olarak sade dil, şiiri oluşturan temel faktörler olmuştur. Bu anlayış çerçevesindeki şairlerin anlaşılmamazlık ya da anlamı ikinci plana itme gibi bir girişimleri yoktur. Şairler anlatmak istediklerini açık ve net bir şekilde dile getirmiş, şiirlerinde kapalı ve müphem bir üslubu benimsememişlerdir. Veznin her geçen gün tekrara düşmesi ve ilk çıktığı andaki zevki ve heyecanı okuyanda uyandırmaması, hece şiirinin etkisinin yavaş yavaş toplumda azalmasına neden olmuştur. İlkelerini, içtenlik, canlılık ve devamlı yenilik olarak belirleyen ‘ Yedi Meşaleciler’ de hececilerin devamı niteliğinde bir yol izlemişler ve Türk şiir tarihinde istedikleri etkiyi bırakamamışlardır. 1930’lu yıllara gelindiğinde özellikle hece vezninin kısırlığı ve şiirde aranan ahengi sağlayamamış olması, bu şiirin monoton ve basmakalıp bir hale gelmesine neden olmuştur. Biçim elbette ki sadece şiirin vezni değildir. Şiiri bir yapı olarak ele aldığımızda bu yapıyı oluşturan harf, kelime, sözce, mısra ve bunların şiirde kullanımları biçimi oluşturan öğelerdir. 1930’lu yıllarda hece ölçüsü kullanılsa da asıl ölçü sözcüklerin ‘üstün’ nizamında aranmıştır. Şiirinde iç-ben’in med cezirlerini ‘üstün nizam’ ile dile getiren Necip Fazıl’ın şiirin yapısı için öngördüğü şu sözler aslına bize o dönemin poetikasını vermektedir: ‘‘ Şiirde dış şekle bağlı bir de iç şekil mevcut.(…) Serbest şiirin gayesi, dış şekli yıkıp bu iç şekli billurlaştırmaksa da, mekânsız zaman gibi dış perde gergefini kurmadan iç manaya nakışlandırmak muhal.’’ ( Kabaklı, 2004:608) Böylelikle şiirde en önemli unsur ‘iç şekil’i yakalayabilmektir. Tabiî ki bu da 6 iç şekli kuracak ‘dış şekil’in yani kalıbın/veznin kullanımını mecbur kılıyor. Necip Fazıl hece vezninin basmakalıplılıkla suçlanmasına da şiddetle karşı çıkarak ‘‘ Üstün sanatkâr, sabit kalıp ve şekil bağlılığı içinde her an, her mısra ve kelimede eski şekli ve kalıbı yenileyebilir.’’ (Kabaklı, 2004:608) düşüncesiyle şiirde kalıbın mutlak olduğunu ancak ‘üstün’ sanatkârı diğerlerinden ayıran en büyük özelliğin ‘iç ahengi ‘ yakalamasında olduğunu savunur. Aruz vezninin ahengini hecede yakalamaya çalışan Tanpınar da; Y.Kemal ve Valery’nin etkisi ile bütün duygu ve düşüncelerini ‘ses’e dönüştürmeyi amaçlamıştır. Sembolizm ve empresyonizmin tesiri altında kalan şairler dış dünyanın, nesnelerin tasvirini yapmak yerine ‘iç-ben’in kapılarını dış dünyaya açarlar. Şiirde vezin kadar önemli olan iç ahengi yakalanmaya çalışılması ve hecenin tekdüzeliğine böylelikle bir renk katma fikri şairler arasında rağbet görmeye başlamıştır. Bu anlayışla şiirlerinde varlıkları masallaştıran A. Muhip Dıranas; ‘Neredesin’ şiirinde de dile getirdiği gibi artık uykularını bölen ve yıllarca aradığı ‘ses’in peşinden koşan A. Kutsi Tecer gibi şairler şiirin anlamsal düzeyde seyrini değiştirmişler ve Hece şiirini zirveye taşıyan şairler olarak edebiyat tarihindeki yerlerini almışlardır. 1930’lu yılların sonlarına doğru Fazıl Hüsnü Dağlarca gerçeküstücülüğe bağlı olarak serbest çağrışım metodunu şiirlerinde uygulamaya çalışmıştır. Bilhassa şuuraltının müdahalesiyle şiir dili yer yer kapalılığa düşmüş, zaman geçtikçe de biçim kuralları kırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu kırılma ‘dış şekil’ dediğimiz hece vezninde görülmüş, iç ahenk şiirin en önemli unsuru olarak yerini korumuştur. Asaf Halet Çelebi de şiirlerinde soyutluğa yönelmiştir diyebiliriz. Semboller ve anlamı bilinmeyen kelimeler kullanarak esrarlı bir şiir kurma çabasına giren şair, kapalılığa önem vererek şiirde ahengi/sesi öncelemesiyle A. Haşim’in paralelinde bir yol takip etmiştir. Yılmaz Taşçıoğlu konuyu özetle şöyle yorumlamıştır: ‘‘…Çelebi, Türk edebiyatının en orijinal mistik şairi olarak tanınmıştır. Uzak yakın birçok kültürden, İslam tasavvufundan, dinler tarihinden, doğu medeniyet ve masallarından ilham alan ve bilinçaltına bağlı, soyut şiirler yazan şair hem kitapları ilk yayımlandığı dönemde dikkatleri çekmiş, hem de daha sonraki kuşaklara etki etmiştir.’’ ( Taşçıoğlu, 2006a: 23) 7 Şiirde vezne karşı çıkış ilk olarak 1921 yılında karşımıza çıkmaktadır. Bu yılda Nazım Hikmet ilk vezinsiz şiirini yayımlamıştır. 835 Satır’daki bu şiirler hem teknik hem de öz açısından egemen şiir anlayışından çok farklı özelliktedir. Kitaptaki bu şiirler A. Hamit’ten sonra şiirde kalıbın ya da veznin bertaraf edilmesi adına en önemli atılım olmuştur. Bu girişim ile şiirde vezinsizlik dönemi yeni bir merhale almış ve Nazım Hikmet’in şiirleri kendinden sonra gelen İlhami Bekir Tez, İsmail Suphi, Suphi Taşan, Hasan İzzettin Dinamo gibi şairleri etkisi altına almıştır. Nazım Hikmet biçimsel yeniliğin yanında içerik kapsamında şiirlerinde soyut düşünceyi ve duygusallığı bir kenara bırakmış yerine aklın, maddenin ve somutun hâkimiyetini kurmaya çalışmıştır. Y. Kemal ve A. Haşim’in şiirde öncelediği iç-ses, Nazım Hikmet ile birlikte dışsallaşmış ve ‘makinenin ses’ine dönüşmüştür. Buna bağlı olarak da şiir ideolojinin aracı olmuş, toplumsal konular ve sorunlar şiirde kendine yer bulmuştur. 1941’de yayımlanan Garip önsözü Türk şiirindeki en önemli değişimlerden birinin habercisidir. Üç arkadaş; Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat Horozcu şiir geleneğini köklü bir şekilde değiştirmek için geleneği ve eskiye dair her şeyi reddederek işe başladırlar. Alaattin Karaca’nın saptamasıyla: ‘‘Bu poetika, esas itibariyle dile, biçime ve söyleme ilişkin içerdiği görüşlerle geleneksek şiir anlayışına ve Cumhuriyet’ten önceki kültüre kökten bir tepkidir.’’ (Karaca, 2005: 75) Şiirde aruzhece tartışmaları süregelirken Orhan Veli şiirde ne hece ne de aruzu kabul ediyor, şiirde vezni geleneğe ait olarak gösterdikten sonra, veznin şiiri sınırladığı gerekçesiyle vezni topyekûn ortadan kaldırma girişiminde bulunuyor. Orhan Veli’nin şiirde vezin ve kafiyenin vasıtasıyla ‘ahenk’i amaçlayan A. Haşim ve Y.Kemal’in bu fikrine de itirazı vardır. Vezinle kafiyenin ‘ahenk’i sağladığına karşı çıkarak, şiirde bir ahenk aranacaksa bunun zaten şiirin ‘eda’sında var olduğunu belirtir. Bu bağlamda Servet-i Fünuncuların şiiri tablolaştırma çabalarına, Haşim’in şiiri musiki ile söz arasında hatta musikiye daha yakın olarak tarif etmesine ve Yahya Kemal’in şiirde musikiyi yakalama arzusuna itiraz ederek sanatta iç içeliği kabul etmez. Çünkü Orhan Veli için şiir şiirdir, müzik müziktir, resim de resimdir. Garip şairleri için söz sanatları artık bir yenilik taşımamaktadır, bir de buna vezin ve kafiye eklenince şiir dilinin kısıtlandığı görüşündedirler. Bu yüzden ‘şairanelik’ en çok 8 hücum ettikleri konu olur. Artık şiirin belli bir zümre zevkinden çıkarılarak, alelade ve günlük olayların şiire konu edilmesi ve bunun da konuşma dili ile okuyucuya sunulması gerekmektedir. Şiiri geleneksel yapının, diğer bir deyişe çemberin içinden çıkarılmasında gerçeküstücülüğün etkisi inkâr edilemez. Bu noktada Garip şiiri birçok yönüyle Gerçeküstücülüğe bağlanmaktadır. Ruhi otomatizmin gerçekleştirilebilmesi için ilk önce aklın/bilicin devreden çıkarılması gerekmektedir. Vezin, kafiye ve söz sanatları; bunların her biri birer akıl ve bilinç işidir. Şairaneliğin göstergesi olan bu unsurların şiirden kaldırılması için ilk önce bilinç çemberinin yok edilmesi gerekiyordu. Orhan Veli şuurlu olarak şuuraltını harekete geçirmeye çalışmış ve sonucunda da sürrealizmin bir nevi taklidini uygulamıştır diyebiliriz. 1940 şiir kuşağının diğer kanadında ise Nazım Hikmet’in poetik arkında ‘Toplumcu Gerçekçi Şiir’ anlayışı belirir. Şiirin güzellikten çok düşünceyi iletilmesine ve toplumsal sorunların konu edinmesini benimsemişlerdir. Hasan İzzettin Dinamo, Rifat Ilgaz, Cahit Saffet Irgat, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar, Enver Gökçe, Şükran Kurdakul, Atilla İlhan gibi şairlerden oluşan ‘Toplumsal Gerçekçi Kuşak’ın şiirlerinde hâkim olan ideoloji ise sosyalizmdir. Şiirde güzelliğin ve estetiğin yavaş yavaş ortadan kalkmasına ve şiirin bir hitabet sanatı olarak sadece ideolojik mesaj taşımasına karşı çıkan Attila İlhan, Toplumsal Gerçekçi Şairleri ‘Aktif Realist’ şairler olarak eleştirmiş ve kendi fikir anlayışında bir grup gençle Mavi Hareketini başlatmıştır. Şiirlerinde toplumsal sorunlara, ideolojik anlayışına - Marksizm- yer veren A. İlhan’ı dönemin şairlerinden ayıran özelliği ise fikirlerini ‘estetik’ bir ifade ile örerek okuyucularına sunmasıdır. Geleneği yadsımayan ve fikirlerinin kaynağını ‘tarih’e dayandıran şair, dönemi içinde bu özgün yapısıyla kendine yer edinmiştir. 1940 dönemi – ve sonrası- şairleri arasında Türk şiirine getirdiği yenilikler bakımından en ayrıcalıklı yere sahip olan şairlerden biri de B. Necatigil’dir. Şiirlerinin ilk evrelerinde halk edebiyatı geleneği çerçevesinde olması, divan edebiyatının da çeşitli özelliklerinden yararlanarak bunları dönemin modern şiir yapısının ve tekniğinin potasında eritmesi, Necatigil’in isminin günümüze kadar gelmesinde büyük rol 9 oynamıştır. Klasik söz dizimi ile oynaması, şiir dilinde sapmalara yönelmesi ve böylelikle şiirlerini bol çağrışıma dayalı soyut bir ifade ile kaleme alması şair kimliğini oluşturan asıl öğelerdir. Şiirlerinde dış dünyanın gerçekliğini, kendi benliğine ve iç dünyasına yansıyan şekliyle ele almıştır. Şiiri içselleştirmesi ve dış dünyayı iç-beninden yansıtması şairi şiirlerinde kapalılığa da götürmüştür. Denilebilir ki; O’nun şiirlerinde manayı bulmak isteyen okuyucunun ilk önce şiirlerin içindeki ipuçlarını yakalaması ve çözümlemesi gerekir. Necatigil şiire getirdiği bu yeniliklerle hem modern şiirin hem de 1950’li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni şiirinin öncüsü konumundadır. Necatigil’in Türk şiirinin modernizme ulaşma aşamasındaki yerini Yılmaz Taşçıoğlu şöyle belirlemektedir: ‘‘ Yeni şiir tarihimiz çerçevesinde baktığımızda ise 1930’ların ortalarından itibaren yaygınlaşmaya başlayan serbest şiir anlayışının, soyut ve kapalı şiir yapısına yöneldiği ve 1950’lerin ortalarından itibaren edebiyat ortamına egemen olduğu göz önünde tutulursa onun bu geçiş süreci içerisinde bir öncü rolü de oynadığı söylenebilir. Kısacası Garip şiir anlayışından İkinci Yeni’ye geçişte Behçet Necatigil şiirinin doğrudan ve dolaylı olarak bir geçiş görevi gördüğü söylenebilir. O kapalı, soyut şiire İkince Yeni şairlerinden daha önce verdiği örneklerle yönelmiş bulunmaktaydı. Bu bakımdan Behçet Necatigil’i yeni Türk şiirinin öncü şairlerinden birisi saymamak için hiçbir sebep yoktur.’’ (Taşçıoğlu, 2006: 378) Bu dönemde Garip şiirinin bütün şairanelik anlayışlarına karşı çıkarak, şiirde alelade konuşma diline yer vermesiyle somut ve herkes tarafından anlaşılabilen bir şiir ortaya koymalarına karşılık Behçet Necatigil’in soyut şiire yönelerek, dil ve anlam bağlamında Türk şiirine getirdiği yenilikler 1950’liyıllarda ortaya çıkacak olan İkinci Yeni şiirinin ipuçlarını taşımaktadır diyebiliriz. 1.2. İkili Karşıtlık Düşüncesi ve Edebiyat İncelemesine Uygulanması Her sözcüğün ya da ‘şey’in bir zıddıyla anıldığı dünyamızda ilk önceleri, özellikle klasik edebiyatta ‘karşıtlık (tezad)’ fikri bir söz/anlam sanatı olarak kullanılırken, günümüzde modern edebiyat incelemelerinde ve çözümlemelerinde bir yöntem olarak kullanılmaya başlanmıştır. A. Julien Greimas (1917–1992) bir metnin anlambilimsel yapısından söz edebilmemiz için aralarında karşıtlık ilişkisi bulunan anlam birimsel öğelerden hareket etmemiz gerektiğini söyler. Yapısalcılık ve sonrası metin çözümleme yöntemleri de özellikle örtük metinlere ikili karşıtlıklar yoluyla yaklaşmayı ön plana çıkarmışlardır (Taşçıoğlu, 2008: 123). Böylelikle şiirin yapı alanına dâhil olan kelime 10 ve imgelerin aralarındaki karşıtlık ilişkileri, bize anlamsız gibi görünen metinlerin derin yapısındaki anlamı aydınlığa çıkarmada yardımcı olacaktır. Tabiî ki böyle bir incelemede karşıtlık fikrinin felsefi kökeninden, söz sanatı olarak edebî metinlerde yer alışını ve daha sonra da şiir çözümlemelerindeki yöntemini burada göstermenin faydalı olacağı düşüncesindeyiz. İkili karşıtlık fikrinin kökeni Herakleitos’a kadar uzanmaktadır: ‘‘Herakleitos felsefesi dış-nesnel-gerçeklik’e baktığında, bu dış-nesnel- gerçeklik’i çözümlerken, onun yapısındaki karşıt olguları ve bu nedenle çelişkileri genel anlatım biçimiyle ve hiçbir çözümlemeye gitmeksizin ortaya koymaktadır. Böylece, bu anlatım biçimi sonucu, dış – nesnel- gerçeklik’in, yani içinde bulunduğumuz bu dünyanın, doğanın, evrenin ya da birey ve toplumun gerçek yapısını ve onların oluşturmuş oldukları gerçekliğin özelliklerini çözümlemeksizin, oldukça basit bir biçimde dile getirmektedir. Bu özellikler ve nitelikler birer karşıt olgular olarak kendilerini ele vermektedir. Örneğin, sıcak-soğuk, savaş-barış, kurunemli vb. gibi. Bununla birlikte, bu karşıt olguların, birbirlerinden kesinlikle salt bir ayrımla ayrılmadıklarını saptayabiliyoruz. Bu yeni durumun sonucunda da ‘Birlik’ içinde karşıt olguların var olmalarını ve bunların birbirlerinden ayrı, ayrımlı ve karşıt olarak bulunmalarına karşın, yine de birbirleriyle doğal ilişkilerde bulunduklarını ve bu ilişkiler sonucu birbirlerine dönüşerek, karşıt olgulardan birbirlerine geçişleri görüyoruz. Örneğin, bir insan varlığındaki açlık ve tokluk durumuyla, bir toplumun savaş ve barışı aynı yapıda ve aynı koşulda barındırması gibi….Bu olguların birbirlerine dönüşümü sonucu, varlıkta da evrensel nitelikte ve güçte bir değişim ve devinim ortaya çıkmaktadır. (http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_posts.asp?TID039436&PN=1 10/08/2008) Burada karşıtlıkların iki özelliği vurgulanmıştır. Birincisi karşıt durumların ve sözcüklerin temelinde ‘birlik’ anlayışının yatmakta olduğu, diğeri ise bu ‘birlik’e ulaşma adına zıt kavramların birbirlerine dönüşümü sırasında bir değişim ve devinim içinde bulunarak dinamizm taşıdıkları olgusudur. İçinde bulunduğumuz evrende var olan her nesnenin, kullanılan her sözcüğün bir zıddıyla zihnimizde yer aldığını, her kullanımda aslında karşıtını da içinde barındırdığı yadsınamaz bir gerçektir. Güzel denildiği zaman çirkinin, iyi denildiği zaman kötünün, yaşam denildiği zaman ölümün anlağımızda belirmektedir. Karşılıkların zihinde yarattığı bu anlam dinamizmi şairlerin de zamanla dikkatini çekmiş ve ‘tezad, karşıtlama, zıtlık’’ gibi isimlerle söz sanatını olarak şiirdeki yerini almıştır. Cem Dilçin söz ve anlam sanatı olarak ‘tezad’ı şöyle tarif etmiştir: 11 ‘‘ İki düşünce, duygu ve hayal arasında birbirine karşıt olan nitelikleri ve benzerlikleri bir arada söylemektir. Bir şeyin birbirine karşıt görünen özelliklerini bulup çıkarmak da tezad sanatına girer. Yoksa soğuk-sıcak, kuru-yaş, uzun-kısa, büyük-küçük, gece-gündüz gibi dilbilgisi bakımından karşıt olan sözcükleri arka arkaya sıralamak tezad değildir. Örneğin aşağıdaki beyitte ‘âb’ ve ‘ateş’ karşıt sözcüklerdir. Fakat bu iki şeyin âşıkın gözünde birleşmiş gibi gösterilmesi tezaddır. Çeşm-i âşkta imtizâc etmiş Âb u âteş olup beraber dost Tezad sanatı, divan edebiyatında tıbak, mutâbakat, tatbik, tekâfu adlarıyla da anılır.’’ (Dilçin, 2006: 449) Ali Püsküllüoğlu ise aynı bağlamda ‘karşıtlama’ sanatını şöyle açıklar: ‘‘ Birbirine karşıt olan iki düşünce ya da iki imgeyi, aralarında bir ilgi kurarak, aynı dize ya da cümle içinde kullanmaya dayanan bir anlam sanatı.’’ (Püsküllüoğlu, 1996: 80) Doğan Aksan ise Türkçedeki tersanlamlılık ilişkilerini 5 başlık altında toplayarak onları sınıflandırma yoluna gitmiştir. Bu sınıflandırmaları şöyle özetleyebiliriz: 1. İkili Karşıtlıklar (Kutupsal Tersanlamlılık) : erkek/dişi, somut/soyut, gündüz/gece, canlı/ölü, alçalmak/ yükselmek, gitmek/ gelmek… 2. Biçimsel İlişkili Karşıtlıklar: Türkçede aynı ya da aynı kökten türemiş sözcüklerin değişik ekler alarak oluşturdukları tersanlamlılardır. Sorumlu/sorumsuz, gerekli/gereksiz, eşitlik/eşitsizlik… 3. İlişkisel Karşıtlıklar: Bu öbekte yer alan örnekler birbirleriyle ilgili kavramlar arasındaki karşıtlığı göstermekte, aynı konuyla ilgili, ancak ters anlamlı olan sözcüklerden oluşmaktadır. Satılık/kiralık, oyuncu/seyirci, almak/satmak… 4. Dereceli Karşıtlıklar: Bu türe daha çok ikili ters anlamlıların arasına giren kimi ögelerle oluşturulan tersanlamlılar girmektedir. Sıcak/soğuk ilişkisinin derecelenmesi sıcak/ılık/soğuk ya da kapalı/aralık/açık örneği verilebilir. 5. Yön Gösteren Karşıtlıklar: sağ/sol, ön/arka, ileri/geri, yukarı/aşağı… (Aksan,1999:129-131) Bir sözcüğün tek başına karşıt anlamı bulunabileceği gibi cümle içindeki görevine bağlı olarak yeni karşıt anlamlar kazanması da mümkündür. Örneğin ‘bozuk’ sözcüğünün tek başına kullanımında karşıtı ‘sağlam’ iken; ‘bozuk para’ söyleminde ‘bozuk’ sözcüğünün karşıtı ‘bütün ya da kâğıt’ olarak yeni zıt anlamları karşılamaktadır. 12 Şiir dilinde de durum bundan farklı değildir. Şiirin malzemesi dil olduğuna göre; dil de bulunan sözcükler yan yana getirilerek dizeleri, dizeler de şiiri oluşturmaktadır. Modern şiir incelemelerinde örtük gibi görünen ‘anlam’ı belirgin kılan en önemli öğe ise ‘bağlam’dır. Tek başına sözcükler ya da nesneler bize anlamı vermez ve buna bağlı olarak da şiirde ‘anlam’ dediğimiz mefhum mutlaka bir bağıntıyı gerekli kılar. Bu noktadan yola çıkarak sözcüklerin anlamlarından ziyade kullanımlarının önem kazandığı, bu kullanımlar neticesinde sözcüklerin bir bağıntı içersinde değer taşıdığı ve bu değerin de günümüzde kuram kadar etkili olan kavramlar aracılığıyla ortaya çıkarılabileceğini söyleyebiliriz. Doğan Aksan’ın şu açıklamaları bu bağlamda dikkate değerdir: ‘‘Dilbilimdeki kavram alanı ya da dil alanı (Alm. Sprachfeld) kuramına göre, kavramlar insan zihninde tek tek değil, ilişkili, bağıntılı oldukları öteki kavramlarla bir arada bulunmaktadır. Göstergelerin gerçek değerleri de ancak böyle belirlenir. Örneğin darılmak, küsmek, kırılmak, incinmek, alınmak, bozulmak gibi Türkçede aynı kavram alanındaki öğelerin gerçek değerleri de bunlar bir araya getirildikleri, bir arada düşünüldükleri zaman kendilerini belli eder..’’ (Aksan, 1999: 114) Karşıtlık ya da tezad sanatının kullanılmasının Türk şiirindeki/dilindeki önemini ve etkisini yine Doğan Aksan şu şekilde açıklamaktadır: ‘‘ Gerek günlük dilde, gerekse şiir dilinde karşıt kavramların ve anlamca birbirine karşıt olan önermelerin bir arada kullanılmasının ve okuyan/dinleyenin zihninde bir metin çözümlenirken bu kavram ve önermelerin ortaya çıkan karşıtlıkla, daha belirgin bir biçimde canlanmalarına olanak sağladığı görülmekte, böylece, zihinde bir hareketlilik doğurduğuna tanık olunmaktadır. Bir başka deyişle, bir önermenin yanına, ona zıt olan, beklenmeyen bir başkasının getirilmesi, metin çözücü için şaşırtıcı olmakta, metnin etkisi artmaktadır.’’ (Aksan, 1999: 114) Aksan burada ‘karşıtlık’ların şiiri okurken ya da çözümlerken okuyucunun zihninde yaptığı ektiye değinmiş ve buna bağlı olarak şiir dilinin çözümlenmesinde zıtlıkların yardımı ve etkisi üzerinde durmuştur. Zıtlıkların okuyucu ve çözümleyici üzerindeki etkisini ve şiirin anlam düzeyindeki rolünü Doğan Aksan’ın açıklamalarına paralel olarak Ünsal Özünlü şöyle değinir: ‘‘İkilem ya da zıtlık (paradoks) zıt iki düşünce ya da olayın birbiriyle çelişkili olarak kullanılmasıyla yapılır. Herhangi bir öge öncelenmiş gibi görünürken, ortaya tam anlamıyla zıt ikinci bir öge çıkar ve dinleyici ya da okuyucuyu şoka uğratır, ilk ögeyi geride bırakarak kendisi öncelenir. Sonuçta ilk öge ile getirilen anlam, zıt ikinci öge tarafından silinir gider.’’ (Özünlü, 2001: 53) 13 Bu bağlamda Şiirde ‘anlamsızlık’ı savunan ve bunu şiirlerinde uygulamaya çalışan İkinci Yeni şairleri için zıt kavramların bir arada kullanılması, bu zıtlıkların yardımıyla bir önceki anlamın silinmesi, şiirde anlamın örtülmesi adına yapılan bir hamle olarak görülebilir. Özünlü ve Aksan bu işlemi özellikle karşıtlıkların şok edici özelliğini vurgulayarak paradoksa dayandırırlar. .İkinci Yeni şiirindeki ikili karşıtlıkları incelerken ve buna bağlı olarak şiirleri çözümlerken başvuracağımız kuramlar ise Yapısalcılık ve Yapısalcılıktan kaynağını alan Göstergebilim olacaktır. Genel Dilbilim Dersleri’nin yazarı İsviçreli Ferdinand de Saussure’un ( 1857–1913 ) temelini oluşturduğu Yapısalcılık’ın bir eseri oluşturan öğeleri/sözcükleri kendi arasındaki bağıntılarından oluşan bir dizge içinde görerek tutarlı bir çözümleme yöntemi olması bizim incelememiz için de temel kaynak oluşturmaktadır. Öncelikle şiirin ve şiir dilinin kavranabilmesi için biçimi oluşturan öğeler arasındaki özdeşliklerin ya da karşıtlıkların bulunarak dökümlenmesi gerekmektedir. Tabiî ki bu karşıtlıkların tespiti yeterli değildir. Bu karşıtlıkların dökümlenmesinden sonra özellikle Göstergebilim’in ‘anlama’ ve ‘anlamlama’ ilkesine bağlı olarak çözümlenmesi gerekmektedir. Böylelikle ‘anlamsız’ olarak nitelendirilen metinlerin derin yüzeyindeki anlamın gün yüzüne çıkarılması da mümkün olacaktır. Anlama ya da anlamlandırma örtük ya da kapalı olarak görülen metinlerde sözcükler ya da nesneler arasındaki ilişkilerle gerçekleştirilebilir. Edebi dil, çoğu zaman günlük konuşma dilinde olduğu gibi kendini açık seçik ve anlaşılabilir şekilde ele vermez. İletişim dili olarak da adlandırılan konuşma dilinde, dil bir ‘araç’ iken edebi metinlerde dil ‘amaç’ olarak görülür. Hal böyleyken ‘anlamsız’ olarak eleştirilen edebi metinlerde ‘anlamsızlık’ sadece anlatım düzeyindedir diyebiliriz. Bu tür metinlerin incelenmesinde esas alınan yöntem anlatım düzeyinden yola çıkarak içerik düzeyine yani ‘anlamsızlığın’, ‘kapalılığın’ ardındaki anlama ve açıklığa ulaşmaktır. Yapısalcılığın şiiri ya da dizgeyi oluşturan öğeler arasındaki ilişkilere ve bağıntılara bağlı olarak ele alan bir çözümleme yöntemi olduğunu söylemiştik. Bu bağıntılar özdeşlik ya da karşıtlık ilkesi içinde kendini açığa çıkarmaktadır. Bu yönüyle yapısalcılık ikili karşıtlığa ayrı bir önem verir. Şiir, temelde bir biçim/içerik karşıtlığından başlayarak özne/nesne düalizmine (ikiliğine) kadar birçok bağıntıyı 14 içermektedir. Çünkü ister anlatım düzeyinde olsun ister içerik düzeyinde olsun ikili karşıtlık ilkesi her zaman ‘öteki’ni gerekli kılar. Yapısalcılık, klasik anlamda yansıtmacı ve temsilci edebi metin/dil anlayışını bir kenara bırakarak hatta bunu reddederek bunun yerine ‘dizgesel’ diğer bir deyişle ‘biçimsel’ dil anlayışını benimsemiştir. Çünkü şair için şiir, dünyayı yansıtan bir metin olmak yerine dünyanın ve nesnelerin tekrar yapılandırıldığı/adlandırıldığı sonsuz bir metin ya da yapıdır. Bu anlayışta bir yapının çözümlenmesi için Tahsin Yücel’in Greimas’tan alıntı yaptığı ve yorumladığı şu açıklamaları dikkate değerdir: ‘‘ Greimas’a göre, evrenin bize göre bir biçim, bir anlam kazanabilmesi için onda birtakım farklılıklar algılamamız gerekir. Farklılıkları algılamaksa, 1) en azından iki nesne-terimi bir arada ve var olan nesneler olarak kavramak, 2) terimler (ya da nesneler) arasındaki bağıntıyı kavramaksa, bunları şu yada bu biçimde birbirine bağlamak demektir. Yapı kavramının ilk tanımı böylece çıkar ortaya: iki terimin ve bu iki terim arasında bir bağıntının varlığı. Bunun dolaysız sonucu olarak, 1) bir nesne-terimin tek başına bir anlam taşımadığını, 2) anlamın her zaman bir bağıntıyı varsaydığını, dolayısıyla anlamın zorunlu koşulunun terimler arasında bir bağıntı bulunması olduğunu kesinleyebiliriz. Bu saptamalar bizi şu gözlemlere getirir: 1) iki nesne-terimin birlikte kavranabilmesi için bir ortak yanları, yani bir benzerlikleri ya da özdeşlikleri bulunması, 2) iki nesne-terimin birbirinden ayrılabilmesi için de şu ya da bu biçimde, şu ya da bu yönden birbirinden farklı olmaları gerekir. Kısacası, ayırıp seçebilmenin temel koşulu nesneler arasında bir karşıtlık ya da özdeşlik bağıntısı bulunmasıdır. Bu bağıntılar iki düzlemde eklemlenir: gösteren ve gösterilen düzlemlerinde. Göstereni, anlamın algılama düzeyinde belirmesini sağlayan öğeler ya da öğe toplulukları oluşturur; gösterileniyse, gösterenin kapsadığı ve ortaya çıkmalarını sağladığı anlam ya da anlamlar.’’ (Yücel, 2005: 130-131)’’ 15 Gösteren ve gösterilen düzeyini ikiye ayırdığımızda bu alanlardaki karşıtlık modeli de iki farklı biçimde karşımıza çıkar. Bu düşünceyi Pierre Guiraud şöyle açıklar: ‘‘Gerçekten, bir gösterilen bütünü, karşıtlaştırılabilir bir (ayırıcı) yanlar dizgesi oluşturan kavramsal öğelere ayrışabilir. Örneğin at erillik / dişilik yanıyla kısrakla karşıtlaşır. Buradaki karşıtlık, gösterenlere yansımış değildir. Ama şu örneklerde yansıyabilir: chien/chienne (erkek/dişi köpek), lioen/lionne (erkek/dişi aslan), caht/chatte (erkek/dişi kedi), vb.’’ ( Guiraud, 1994: 50) Gösteren düzeyinde ikili karşıtlıkların ortaya çıkarılması bir metnin sadece anlatım düzemlinin saptanmasına yardımcı olmaktadır. Bu nedenle gösteren düzeyinde ikili karşıtlıkların belirlenmesi ‘yapı’ olarak düşünülen bir metnin tam anlamıyla çözümlenmesine yeterli olmaz. Bu sebepten dolayı gösterilenlerin de incelenerek ‘gösterge’lerin kavram ve anlam alanlarında bulunan ikili karşıtlıkların tespit edilerek yorumlanması gerekmektedir. Yukarıda anlamı oluşturan öğe olarak sözcük yerine ‘nesne’ kelimesi kullanılmış ve anlamın nesnelerin bağıntısıyla bulunacağı öne sürülmüştür. Nesneyi biz burada gösterge sözcüğüyle karşılayabiliriz. Nesneler sözcükler aracılığıyla dil alanına girer, herhangi bir ‘şey’in göstergeleridir ve diğer bir deyişle sözcük nesneden ziyade nesnenin imgesini bizim zihnimize ulaştırır. Şiirde alışılmamış bağlamda bulunan nesnelerin yan yana dizilmesi o metnin anlam dışı olduğunu göstermez. Burada sadece okuyucunun ya da araştırıcının anlam araştırmasına zorlanması görülür. Nesneler/sözcükler arasındaki bağıntıyı kurmanın en temel yöntemi ise sınıflandırma işlemidir. En basit düzeyde biz çevremizde var olan hemen her şeyi benzerlikleri ya da farklılıklarına göre sınıflandırmaya çalışırız. Bunun kökeninde ise dünyayı ve nesneleri anlamlandırmaya çalışma eylemi yer almaktadır. Göstergebilimde sözcüklerin anlamlandırılmasında 3 farklı düzlemde eklemlenmesi gerekir: ‘‘ Derin düzey: sesbirimcikler Anlatım düzlemi Yüzeysel düzey: sesbirimler 16 Belirim düzlemi sözlükbirimler Yüzeysel düzey: göstergebirimler İçerik düzlemi Derin düzey: göstergebirimcikler Göstergebirimcik en küçük anlam öğesi olarak tanımlanır ve işlevini başka öğelerden farklı olmasıyla gerçekleştirir; bir başka deyişle, özerk bir öğe değildir, varlığını ancak başka öğelerle kurduğu bağıntılardan alır. Bu nedenle, başka öğelere göre, en azından bir ortak, bir de ayrı özelliği bulunması gerekir. Örneğin, ‘kız’ ve ‘oğlan’ Sözlükbirimlerini karşılaştıracak olursak, ‘insanlık’ ve ‘küçüklük’ gibi iki ortak gösterge birimcikle ‘dişilik ve ‘erkeklik’ gibi birbirine karşıt iki göstergebirimcik içerdiklerini görürüz.’’ (Yücel, 2005: 131–132) Doğaldır ki şair, şiiri bir iletişim aracı olarak kullanmaz. Şairin tek amacı şiirdir, şiirini de bir ‘şey’i iletmekten ziyade okuyucu etkilemek, estetik bir haz oluşturmak ve deyim yerindeyse okuyucuyu beklenmedik şaşırtma ve şoklarla şaşkına çevirmektir. Okuyucu üzerine etki ya da tepki uyandırmanın en büyük silahı okuyucuyu anlamı aramayabulamaya- zorlayacak şiir dili inşa etmektir. Bu noktandan hareketle anlatım düzleminde ‘anlam’ın kendisini ortaya çıkarması ya da ortaya çıkaran şiir metinlerinin estetik değer taşıyarak kalıcılığını koruması biraz zor gözükmektedir. Şair, şiirine son noktayı koyduğu andan itibaren şiir artık okuyucusunun ekseninde değer(ler) kazanır ve her okuyanın/yorumlayanın kültürel ve düşünsel genişliği boyutunda yeni yeni anlamlara bürünür. Şiirsel metinlerin anlatım düzlemi ve belirim düzlemi bize tek başlarına örtük metinleri anlamlandırma ya da yorumlama imkânı vermez. Hiçbir modern şiir anlayışı sözcükleri oluşturan seslerin ya da sözcüklerin sözlük anlamlarının şiiri tek başına inceleme ve onu değerlendirme olanağı sunduğunu kabul etmez. Böyle bir inceleme yapılacaksa da bu anlambilimsel değil dilbilimsel bir araştırma olarak kabul edilebilir. Bu doğrultuda R. Barthes’in ‘‘ Çağrışımsal bir alan ya da dizideki öğelerin iç düzeni genellikle – hiç değilse dilbilimde, özellikle de sesbilimde – bir karşıtlık olarak adlandırılır.’’ (Barthes, 17 2005:73) tanımı iki karşıtlık ilkesinin dilbilim ya da sesbilim düzlemini işaret eder. Bu düzlem yukarıda gösterdiğimiz anlatım düzlemine karşılık gelmektedir ve bizim araştırmamızın dışında kalır. Bu noktada Mehmet Rifat’ın aşağıdaki açıklaması son derece önemlidir: ‘‘ herhangi bir metni, bir söylemi, bir dizgeyi göstergeler bütünü olarak kabul edecek olursak, bir yapısal çözümleme (buna bağlı olarak da yazınsal çözümleme) önce anlatım düzlemi ( sözcükler, tümceler, dilbilgisel ya da biçimsel özellikler) ile içerik düzlemi (metindeki anlamlar) arasındaki ilişkiyle (göstergenin oluşumu: semiosis) ilgilenir ve içerik düzlemini kavramanın yolunun anlatım düzleminden geçtiğini söyler. Ama bizim burada sözünü ettiğimiz ve edeceğimiz anlamlama göstergebilimi öncelikle gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiyle, bağıntıyla ilgilenmez. Anlamlama göstergebilimi, anlatım düzlemi (gösterenler) ile içerik düzleminden (gösterilenler) her birinin kendine özgü eklemlenmiş biçimi olduğunu ileri sürer: Bu nedenle, göstergebilim, anlatımın tözü ile anlatımın biçimi ve içeriğin tözü ile içeriğin biçimi ayrımını yapar; kendine ilgi alanı, inceleme konusu olarak da içeriğin biçimi’ni alır. Bu nedenle, burada ele aldığımız göstergebilim sözgelimi bir yazınsal metinde anlamın düzenlenişiyle, eklemlenişiyle ilgilenir, bu anlamın, salt anlatım düzlemindeki dilbilgisel ve biçemsel düzeniyle değil.’’ (Rifat, 1996: 21) Anlamlama içerik düzleminin yüzeysel yapısından başlar ve çeşitli yorumlarla ile derin yapıda sonsuzluğa yol alır. Bir edebi metin ya da şiir sonludur ancak onu oluşturan öğeler/dizgilerin birbirleriyle olan ilişkileri ve bunların tekrar tekrar yorumlanması, sonlu bir metnin sonsuz yorumlar/ilişkiler toplamı olduğunu gösterir. İkili karşıtlık ilkesi doğrultusunda bir metni incelerken, metinde yer alan sözcüklerin belirim düzlemindeki sözlükbirimlerini yani sözlükteki anlamlarını belirleyerek onları sınıflandırmak yapılacak ilk iştir. Bu işlemden sonra içerik düzleminde bu sözcüklerden yeni anlamlar üretilerek göstergebirimlerde ve hatta göstergebirimciklerde - metnin içindeki bağıntıları ve bağlamı da hesaba katılarak - neye, nelere, hangi anlamlara tekabül ettiğini tespit ederek yorumlamak, böyle bir inceleme neticesinde o metne yeni anlamlar yüklemek gerekmektedir. Böyle bir incelemede, sözcüklerin mecazi anlam taşıyıp taşımadıkları ya da eğretileme olarak kullanılıp kullanılmadıkları da göz ardı edilmemelidir. A. J. Greimas özellikle ikili karşıtlıkların incelenmesinde ve çözümlenmesinde oluşturulacak bir göstergebilimsel dörtgenden bahseder. Tahsin Yücel’den alıntılayacağımız bu çözümleme modeli bizim tezimizin de kaynak noktasıdır. 18 ‘‘ Anlamlamanın temel yapısı olarak da niteleyebileceğimiz temel örgenlenim mantıksal-anlambilimsel kökenli üç tür bağıntıyla temellendirilen bir örnekçe oluşturur: göstergebilimsel dörtgen. Göstergebilimcilerin sık sık tartışma konusu ettikleri bu örnekçenin eklemlenimini Greimas’a dayanarak şöyle açıklayabiliriz: herhangi bir göstergebilimsel dizge olarak niteleyeceğimiz A anlamı bir anlambilimsel eksen (yani iki terim arasında kurulan, ama mantıksal özelliği belirsiz kalan bir bağıntı) olarak ele alınırsa, bu terim kesin bir biçimde anlam yokluğu olarak nitelenen A teriminin karşıtı olarak belirir; öte yandan, içeriğin tözü de diyebileceğimiz bu A anlam ekseninin içeriğin biçimi düzeyinde, a1 <…………………………………> a2 biçiminde iki karşıt göstergebirimcik olarak eklemlendiği benimsenirse, bu iki göstergebirimcik de kendileriyle çelişkin durumda olan iki terimin varlığını belirler: __ __ a1 <………………………………….> a2 Bu durumda A teriminin ayrışım ve bağdaşım bağıntıları olarak niteleyebileceğimiz çiftil bir bağıntıya a1 ve a2 terimlerini bir araya getiren karmaşık bir göstergebirimcik olduğu göz önüne alınırsa, Anlamlamanın temel yapısı şöyle bir çizgeyle gösterilebilir: A a1 < ---------------------------------------- > a2 a2 < ---------------------------------------- > a1 A Burada, < --------------------- > : karşıtlık <_______________> : çelişkinlik 19 < - - - - - - - - - - - - > : içerim ya da bütünleyim bağıntısını göstermektedir. Bu bağıntılar konusunda kısaca bilgi vermek gerekirse, karşıtlık bağıntısı yaşam/ölüm, erkek/dişi, bulmak/yitirmek, vb. gibi aynı anlambilimsel eksen üzerinde yer alan ve zorunlu olarak birbirini varsayan iki karşıt terim arasında; çelişkinlik bağıntısı yaşama/yaşamama, yitirme/yitirmeme, vb. gibi uzlaşmaz terimler arasında; içerim ya da bütünleyicilik bağıntısı da olasılık/belirsizlik, av/savaş, vb. gibi aynı düzlem üzerinde yer alan terimler arasında kurulur. Böylece, örneğin yaşam ölüm a1 ---------------------------------- a2 a2 ---------------------------------- a1 gençlik yaşlılık biçiminde bir göstergebilimsel dörtgen oluşturulacak olursak, burada a1 – a2 karşıtlıklar ekseni a2 – a1 altkarşıtlıklar ekseni a1 – a1 ile a2 – a2 ile çelişkinler ekseni a1 – a2 ile a2 – a1 ile bütünleyiciler ekseni olarak tanımlanabilir.’’ (Yücel, 2005: 136–138) Yukarıdaki tanımlama karşıtlıklarının ve belirlenmesi sınıflamalardan da sadece çıkarılmasına şablon anlaşılacağı gibi yarar. sözcüklerin Karşıtlıkların, altkarşıtlıklarının da belirlenmesi ve hata göstergebilimsel dörtgenin önerdiği gibi çelişenlerin ve bütünleyici olarak adlandırılan ‘bağdaşanların’ da bulunup çıkarılması gerekir. Bu düşünceye ek olarak Tahsin Yücel’in şu fikirlerini de alabilirz: ‘‘…bir anlam evreni tek bir göstergebilimsel dörtgenle değil, birbirinden türeyen ve birbirini bütünleyen bir dizi göstergebilimsel dörtgenle çözümlenir genellikle, 20 bu da karmaşık anlam evrenlerinin hiçbir şey anlatmayacak ölçüde genel ve soyut birkaç terime indirgendiği savını kesinlikle çürütür. Gerçekten de, göstergebilimsel dörtgenin dört teriminin herhangi birinden yola çıkarak (terimin karşıtı ve çelişiği belirlenerek) öbür iç terim kolaylıkla elde edilebileceği gibi, her terim bir anlamsal eksen biçiminde ele alınarak başka anlamsal yapılara varılabilir. Bunun sonucu olarak, göstergebilimsel anlam çözümlemesi, özelden genele, genelden özele, bütünden parçaya, parçadan bütüne doğru, sürekli bir açılım biçiminde eklemlenir.’’ (Yücel, 2005: 139) Yapılan inceleme bir döneme ait şiir incelemesi ya da bir şairin bütün şiirleri üzerinde olacaksa, sadece bir metnin böyle bir incelemeye tutulmasının yeterli olmayacağı kanısındayız. Yapılması gereken metinlerdeki karşıtlıkların, şair(lerin) diğer şiirlerinde nasıl kullanıldığı, yerdeşlerinin neler olduğu ve bunların temelinin nelere dayandığını da araştırmak gerekir. Biz de işlediğimiz şairlerin şiirlerinde yüzeysel yapıda tekrarlanan öğelerden başlayarak kavram alanlarındaki temel karşıtlıklara ulaşmaya çalıştık. Böyle bir çalışmada şair ya da şairlerin, şiirlerini oluşturan temel karşıtlıklarının neler olduğunu ve bunların şairin dünyayı, olayları algılama ve yansıtma düşüncesinde ne denli önemli olduğunu gösterebiliriz. Bu çıkarım işleminden sonra sınıflandırarak yorumlamak ve anlamlandırmak aslına bakılırsa öznel bir değerlendirmeye girmektedir. Okuyucunun/araştırıcının şahsi belirlemeleri ve izlenimleri ön plana çıkarak ve bu izlenimleri kendi kültür/bilgi birikimiyle çözümlemeye çalışması gerçekleştirilebilecektir. 21 neticesinde ‘anlamlandırma’ BÖLÜM 2: İKİNCİ YENİ ŞİİRİNİN OLUŞUMU VE BELLİ BAŞLI EDEBÎ ÖZELLİKLERİ 2.1. İkinci Yeni Akımının Ortaya Çıkışı ve Belli Başlı Temsilcileri 1950’li yılların ortalarına doğru Türk şiiri, çeşitli tartışmalara sahne olacak yeni bir poetik arkın etkisinde büyük bir değişime uğramıştır. Hece şiirinin beklentileri karşılayamaması, Toplumcu/Gerçekçi şiirin belirli bir ideolojiye hizmet etmesi ve ortaya çıkışında büyük yankılar uyandıran Garip (1. Yeni) şiirinin etkisini yitirmeye başlamasıyla; şiirde yeni bir soluk arayan, birbirlerinden habersiz olarak münferit dergilerde, o dönem için dil-anlam bağlamında alışılmışın dışında şiirlerle boy göstermeye başlayan belli başlı şairler, İkinci Yeni şiirinin temelini oluşturmaktaydılar. İkinci Yeni şiir ve şairlerinin ortaya çıkışı ile ilgili Alâattin Karaca şu tespitlerde bulunmuştur: ‘‘ İkinci Yeni, Fecr-i Âti, Yedi Meşaleciler, Garipçiler ya da Hisarcılar gibi, ortak bır bildirgesi olan veya belli bir dergide toplanan şairlerce, önceden anlaşarak kurulmuş bir topluluk ya da hareket değildir. İlhan Berk, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan gibi öncüler, birbirlerinden habersizce, 1950’li yılların ilk yarısından itibaren, Yenilik, Yeditepe, Şiir Sanatı, İstanbul, A ve Pazar Postası gibi dergilerde, dil, biçim, içerik ve söylem bakımından var olan şiirden tümüyle ‘başka’ şiirler yayımlamaya başlarlar.’’( Karaca, 2005:90) İkinci Yeni şiirinin plan ve program yapılmadan, aslında bir tür rastlantı sonucu ortaya çıkmış olduğu Cemal Süreya’nın ‘‘ ІІ.Yeni bir akım olarak doğmadı. Bir programı, ortak bir bildirisi olmadı. Şairlerin çoğu birbirlerini tanımıyordu bile. Yazışmıyorlardı da.’’ (Süreya, 2002:99) sözlerinden anlaşılmaktadır. Ece Ayhan ise İkinci Yeni şiir akımının ortaya çıkışını şöyle tarif etmektedir: ‘‘…’İkinci Yeni’ (ben, ‘Sıkı Şiir’ diyorum şimdi buna; o başka, ya da ‘ Sivil Şiir’) 1950’lerden sonra, Türkçede, taşradan gelmiş ve çok genç parasız yatılıların oluşturdukları hiç beklenmedik, garip bir biçimde özgün, çağdaş, çağcıl ve önemli bir şiir ve bir düşünce ‘sıçrama’sıdır; yani 13/15 bir akım. Çok özgül bir anlamda belki de bir Mülkiye hareketi, hiç değilse ilginç bir şiir olayı.’’ (Ayhan, 2007:14) İkinci Yeni şiir akımı 1954 yılında kendini, özellikle Pazar Postası’nda göstermeye başlamış ve o döneme kadar gelen hâkim şiir anlayışından tümüyle ‘başka’ şiirler yayımlanmaya başlanmıştır. Muzaffer Erdost şiirdeki bu başkalaşıma, 1956 yaz 22 aylarının başında ‘İkinci Yeni’ adını yine Pazar Postası’nda koymuştu ( Ayhan, 2007:16). Şiirde bu başkalaşma diğer bir deyişle o döneme kadar gelen şiir anlayışından kopma çabası, bu şiir akımının İkinci Yeni olarak adlandırılmasında da etken rol oynamıştır diyebiliriz. Türk şiir tarihinde birçok değişim ve yenileşme hareketi görülmesine rağmen bu şiir akımına neden İkinci Yeni olarak adlandırılıyor sorusunu, Asım Bezirci ‘‘…İkinci Yeni bir yönüyle Garip akımına (Birinci Yeni’ye) tepki olarak doğduğu ve sık sık tekrarlandığı için bu ad yerleşir.’’ (Bezirci, 2005:15) sözleriyle cevaplamaya çalışmıştır. İkinci Yeni şiiri, ortak bir görüşle Türk şiirinde modernizm adına atılmış en önemli adımdır. Nitekim Hasan Bülent Kahraman’ın da belirttiği gibi, modernizm daha çok yerleşik iki temel olgunun, tarihselcilik ve gelenekselciliğin kırılması ve aşılmasıyla ilgilenmiş, bu doğrultuda üç büyük alanda, görsel, sessel ve sözel alanlarda iç atılımlarını başlatarak bu süreçte kendinden önceki poetik arklara karşı çıkışı gerekli kılmıştır (Kahraman, 2004:155). İkinci Yeni şiirinin ortaya çıkışının temelinde her ne kadar Birinci Yeni’ye karşı bir tepki bulunsa da; Orhan Veli ve arkadaşlarının Türk şiirine getirdiği halis şiiri yakalama çabasını tamamlama hatta daha da ileriye götürme gayesi de bulunduğunu İlhan Berk’in ‘‘ Orhan Veli bu konuda ilk kaba ayıklamayı yaptı. Katıksız şiiri vermeden de göçtü. İkinci Yeni’nin ilk sorunu burada işte: Halis şiir.’’(Berk, 2005:7) sözlerinden anlayabiliriz. Cemal Süreya’nın da İlhan Berk ile aynı fikirde olduğunu şu sözleri ortaya koymaktadır: ‘‘ Orhan Veli kuşağı Türkçenin en görünür olanaklarını denemişti, yeni şiir dilin daha derin, daha gizli olanaklarını bulup ortaya çıkarma yolunda… Yazılanlar ise daha çok yeni şiirin şimdiye kadar ortaya çıkmış niteliklerini tespit etmekten ileri geçmiyor. Geçmiyor ama geçecek. Yapılmadı ama yapılacak elbet.’’(Süreya, 2006:225) O halde Türk şiirinde, her edebî akımın, bir öncekine tepki olarak doğduğu; bununla birlikte her yeni şiir akımının, içinde, bir önceki şiir akımına ait unsurları da taşıdığı savını burada da dile getirebiliriz. 23 Ayrıntılarını ileriki bölümlerde aktaracağımız İkinci Yeni şiirinin genel özelliklerini Asım Bezirci ‘ Birinci Yeni’ye Karşı ve Birinci Yeni’ye Yakın’ olmak üzere şu şekilde tasnif etmektedir: ‘‘BİRİNCİ YENİ’YE KARŞI - İmgeye kapıları yeninden ve sonuna kadar açmak. - Edebi sanatlara özgürlük tanımak. - ‘‘ Basitlik, alelâdelik ve sadelik’’ten ayrılmak. - Konuşma diline, ortak dile sırt çevirmek. - Halkın yaşamından ve kültüründen uzaklaşmak, ‘‘ folkloru şiire düşman’’ bellemek. - Şehirli ‘‘ küçük adam’’a, tip çizmeye boş vermek. - Nükte, şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak. - Şiiri ustan ve anlamdan kaydırmak. - Duyguya ve çağrışıma yaslanmak. - Konuyu, hikâyeyi, olayı atmak. - ‘‘Yoksul çoğunluğa’’ değil, ‘‘aydın azınlığa’’ seslenmek vb… BİRİNCİ YENİ’YE YAKIN - Garip akımı gibi İkinci Yeni de Türk şiir geleneğiyle bağını koparır. Biliyoruz: Garipçiler ‘‘vezniyle, kafiyesiyle, kitaplardan öğrenilmiş çeşitli sanatlarıyla bütün bir geleneğe’’ savaş açmışlardır. Gerçi, İkinci Yeniciler böyle bir savaşa kalkışmazlar, ama gelenekle bir ilişki de kurmazlar. - Garip akımı gibi İkinci Yeni de Gerçeküstücülükten azbuçuk etkilenir (ayrıca, İkinci Yeni Dadacılıktan da ufak bazı etkiler alır). - Garip akımı gibi İkinci Yeni de ‘‘ dizeci (mısracı) şiir’’e karşı çıkar. - Garip akımı gibi İkinci Yeni de gözlerini çokluk Batı’ya çevirir; modern şairlere (özellikle de Gerçeküstücülere) ilgi gösterir. - Garip akımı gibi İkinci Yeni de ideolojik ‘‘bağlanma’’ ya yanaşmaz. Ulus sorunları ve yurt gerçekleriyle ilgilenmez. ‘‘Salt şiire, arı şiire’’ varmaya çalışır. Bu yüzden de Nâzım Hikmet’in başlattığı ve öbür ülkücülerin sürdürdüğü Toplumsal/Toplumcu Gerçekçi akıma uzak durur. 24 - Garip akımı gibi İkinci Yeni de biçime öncelik tanır, içeriği gereğince önemsemez. Bundan dolayı, çoğun biçimciliğe kayar. - Garip akımı gibi İkinci Yeni de toplumsallık, sınıfsallık ve tarihsellik bilincini taşımaz. - Garip akımı gibi İkinci Yeni de ‘‘Siyaset dışı’’ kalır.’’ (Bezirci, 2005:16-18) İkinci Yeni şiiri, bir öncekine tepki olarak doğan kolektif bir şiir hareketi gibi görünmesine rağmen; burada göz ardı edilmemesi gereken en önemli noktalardan biri de, herhangi bir hazırlık devresi olmadan ya da ortak bir poetika bildiri yayımlamadan, şairlerin şiirlerindeki benzerlikler – ki bu benzerlik o döneme hâkim olan şiirden başka tarzda şiirler olmasıdır – nedeniyle edebî akım olarak nitelendirilmiştir. Bu şiire İkinci Yeni adı verildikten ve bir edebî akım olarak nitelendirilmeye başlandıktan sonra bile; şairlerin ortak bir bildirisi niteliğinde peotik metin yayımlanmamıştır. Şairler çeşitli dergilerde önce şiirlerini ve hemen ardından da şiir ve edebiyat üzerine görüşlerini, birer poetik metin niteliğinde, birbirlerinden bağımsız olarak yayımlamışlardır diyebiliriz. Bu noktadan ele aldığımızda İlhan Berk’in ‘‘Aslında ‘kuram’ bir ozanın yazdığı, şiirlerinin koyduğu kurumda aranmalıdır. Ondan çıkarılmalıdır… ‘Ne kadar kuram varsa, o kadar ozan vardır’ sözü de bu yüzden doğrudur.’’(Berk, 2005a:40) cümleleri de İkinci Yeni şairlerinin birçok noktada birbirlerinden bağımsız olarak hareket ettiği düşüncesini doğrular biçimdedir. Attilâ İlhan’ın ‘Anlamsızlıklar Sirki ya da Şiirimizi Götürenler’’ (İlhan, 2004:46) başlıklı yazsında, İkinci Yeni şiirini kimliksiz, sınırları belirlenememiş ve de rasgele olarak nitelemesi üzerine Cemal Süreya’nın Attilâ İlhan’ın yazısına cevap olarak yayımladığı ‘Sirk’ başlıklı makalesinden aşağıya alıntıladığımız şu cümleleri ayrıca İkinci Yeni şiirinin ortaya çıkışını da özetler niteliktedir: ‘‘ Yeni şiir davranışı öyle üç kişinin kafa kafaya verip saptadığı, sınırlandırdığı bir davranış değil. Örneğine bol bol rastladığımız gibi masa başında aceleler, edebiyat dışı sebeplerle ya da kulis uğraşlarıyla kurulmamıştır. O davranışın içindeki şairlerin çoğu birbirleriyle tanışmamışlardır bile. Yeni şiir davranışı şiirimizin dildeki geçici, frictionnel bir kısım tıkanıklıkları, bunalımları arasında kendine bulduğu bir yoldur, çıkış kapısıdır, penceredir. Hız kazanmış bir evrim. Genç kuşağın getirdiği. Masa başı ya da pastane akımlarının büyük savlarına olduğu kadar, yapmacıklarına da uzaktır.(…) Yazılanların ayrı ayrı olması biraz her şairin kendi şiirini açıklamış bulunmasından, biraz da yeni şiirin çok yönlü bir şiir durumu göstermesindendir. Sözü edilen ayrılıklar karşısında yine de bileşik nitelikli bir şiir var mı, bu bileşik nitelik o ayrılıklara göre daha baskın mı, mesele bu işte.’’ (Süreya, 2006:224–225) 25 İkinci Yeni şiirini birbirinden habersiz ve bağımsız şairlerin, ortak bir hazırlığı ve sistemli bir bildirisi olmadan, ortaya çıkan şiir akımı olması yönüyle, bu akım içinde gösterilen şairleri de, yaşam ve yayın hayatlarının ayrı ayrı ele alınarak incelenmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Ancak burada belirtmemiz gereken bir nokta var. Bilindiği gibi İkinci Yeni şiir akımı, 1954’te boy göstermeye başlayan ve etkileri günümüze kadar gelen, Türk şiirinin modernleşme sürecindeki en etkili atılımıdır. Fakat İkinci Yeni şiirinin bir akım niteliğinde en etkili ve önemli dönemi olarak 1954 -1965 yılları arasında yayımlanan şiirler gösterilmektedir. Tabii ki İkinci Yeni şiiri ve şairleri 1965 yılından sonra da Türk şiir tarihinde etkili bir şekilde boy göstermeye devam etmiştir. Ancak şairlerin zamanla ortak şiir algısı ve anlayışında belli başlı değişmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu nedenle biz tezimizde bir tür kısıtlamaya giderek İkinci Yeni şiir akımına mensup öncü şairlerin özellikle ortak algı süreci içinde, diğer bir deyişle 1954 – 1964 arasında yayımlanan şiirlerini inceleyeceğiz. İkinci Yeni şairleri içinde en yaşlısı ve buna bağlı olarak da şiirleri en eskiye dayanan şair İlhan Berk’tir (1918–2008). İlhan Berk henüz 17 yaşındayken ilk kitabı olan Güneşi Yakanların Selamı (1935) adlı şiir kitabını yayımlar. İlhan Berk’in daha sonra sırasıyla İstanbul (1947), Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953) ve Köroğlu (1955) adlı şiir kitapları yayımlanır. Şairin bu beş kitabı daha çok söze dayalı, anlamın ön plana alındığı ve toplumsal meseleler üzerine belirli iletiler taşıyan, ayrıca Aragon, Eluard ve Nazım Hikmet gibi şairlerin izlerini de barındıran Toplumcu Gerçekçi poetikanın çizgisindedir. Şairin, şimdi tabii laf bir yana o üç kitap da Marksist kitaptır, doğrusunu söylemek lazım (Berk 2005a:95) sözleri de bu fikri doğrular niteliktedir. Bu dönemdeki şiirlerini şair şöyle açıklamaktadır: ‘‘ Ve bu dönem, işte bildiğiniz gibi günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarkısı, ve Köroğlu dönemi.(…) Bunlar 55’e kadar sürüyor. Bu kitapların yazılması sırasında, doğrusu, Marksist ideolojinin bendeki etkisi arttığı için o tip şairleri merak ettim ve ilk ağızda Eluard’ı çok sevdim. Daha sonra Aragon.(…)Ayrıca Nâzım’ın sözsel (söze, anlatıya dayanan) etkisi de vardır bu üç kitapta.(…) Bu 55’e kadar gelen evrede Nâzım’ın Türkiye’deki etkisi gerçekten önemliydi ve her şair az çok onun etkisinde yazıyordu.(…) Diyeceğim bu üç kitapta da Nâzım, Eluard ve Aragon’la başlayan bir borç olarak da düşünülebilir.’’ (Berk, 2005a:89–90) İlhan Berk’in İkinci Yeni şiir çerçevesinde anılan şiirlerine geçmeden önce belirtmekte fayda vardır ki; Ahmet Haşim’in de İlhan Berk şiiri üzerinde önemli etkileri vardır. 26 Ortaokul sıralarında tanıdığı Ahmet Haşim’in şiirlerinin kapalılığı ve anlaşılmaz oluşu İlhan Berk’te ayrı bir merak ve heyecan uyandırmıştır. Ayrıcı İlhan Berk’in de, Ahmet Haşim gibi içine kapanık, hassas ve her konuda çok duyarlı bir çocukluk dönemi yaşamış olması, şairi Ahmet Haşim’e yaklaştıran diğer bir öğe olmuştur. İlhan Berk’in şu sözleri bize bunu açıkça dile getirmektedir: ‘‘ Ortaokulda, kendime en yakın şair olarak Ahmet Haşim’i bulmuştum. Ahmet Haşim’in dilinin anlaşılmasındaki güçlüğe karşın bana yakın gelmiştir o şiir. Bu yakınlığı, yaşamını öğrenince daha da fark ettim. Ahmet Haşim son derece içine kapanık, en küçük şeyden nem kapan, korkunç duyarlı bir şair olarak var o zamanki kafamda. Şiirlerinde bunu fark ettim ve bu özellik beni ilk anda Ahmet Haşim’e yaklaştıran öğe oldu. Bu bakımdan işte, ilk borcumun Ahmet Haşim’e olduğunu anlıyorum.’’ (Berk, 2005a:88) İlhan Berk, özelikle söze/anlatmaya dayalı şiirden duyurmaya dayalı şiire geçtiği İkinci Yeni evresindeki şiirleri için ve hatta diğer İkinci Yeni şairlerinin şiirlerini de buna katarak, bu şiirin köksüz, geleneksiz olmadığını ileri sürer ve İkinci Yeni şiirinin Ağababası olarak da Ahmet Haşim’i işaret eder (Berk, 2005b:92). İlhan Berk’in İkinci Yeni evresine ilk adımı ‘‘ Saint Antoine’ın Güvercinleri’’ adlı şiiri ile olmuştur. 1954 yılının Şubat ayında Yenilik dergisinde yayımlanan bu şiir ile şair, o döneme kadar içinde bulunduğu poetik arkı geride bırakmıştır. İlhan Berk bu yeni şiir anlayışına geçişini şöyle ifade eder: ‘‘ Benim İkinci Yeni şiirim St. Antoine’ın Güvercinleridir. 1953’te yazıldı. Yenilik dergisinde çıktı. Bu şiirler söze dayalı şiiri (Günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarksı, Köroğlu ki 1954’te noktalanır bunlar) sürdürürken, gerimdeki köprüleri birden yıkıp, yeni bir dille ilişki kurmuş oldum.(…) yazılagelen şiire bir kaşı çıkıştı benimkisi.(…) Benim için şiirin yapısında böyle bir cephe değiştirmenin gerekçesi, Birinci Yeni’nin artık işlevini bitirdiği, Nâzım’la gelen şiirin de (ki ikisi de söze dayalı şiirdir) ömrünü tamamladığı düşüncesidir, diyebilirim.(…) Boğazıma kadar söze dayanan şiirle gidip geldiğim bu evrede, Saint Antoine’ın Güvercinleri benim kurtuluşum oldu.(…) Hemen arkasından yine uzun bir şiir olan Sait Faik’i yayımladım. Pablo Picasso, İvi Stangili, Arma Viriumque Cano da onları izledi. Bütün bu şiirler sonradan Galile Denizi’nde toplandı’’ (Ayhan, 1996:130) Başka bir yazısında ise şair aynı konuyu şöyle anlatır: ‘‘55’te ise birdenbire Galile Denizi, Çivi Yazısı, Otağ ve Mısırkalyoniğne’ye gelişim var. Ben bu evreye kadar şiirde sözsel bir yolculuk yaptığım kanısındayımdır. Sözsel yolculukla anlatmak istediğim şu: Şiiri birdenbire sözden çok imge olarak tanımlamaya başladığım evre söz konusu. Bu 55’e kadar gelen evrede Nâzım’ın Türkiye’deki etkisi gerçekten çok önemliydi ve her şair az çok 27 onun etkisinde yazıyordu. Ben bu evrede şiirin tıkandığı kanısına vardım. O zamana kadar söylediklerim hep sözsel, söze dayanan şiirlermiş duygusuna kapıldım. Bu duygunun kanıtı olarak da 1954’te yazdığım ‘‘Saint Antoine’ın Güvercinleri’’ şiirimi düşündüm; orda elden geldiğince silmeye çalıştım sözü.’’ (Berk, 2005a:90) Böylelikle İlhan Berk şiiri çeşitli düşüncelerin ve kavramların aracı olmaktan çıkarmış ve buna bağlı olarak da şiirde sözün/anlamın, onu oluşturan temel faktörler olduğu fikrini de geride bırakmıştır. İlhan Berk’in ‘‘Eskiden şiiri, erdemlerin, kısaca düşüncelerin yaptığını sanırdım, nitekim 1940 kuşağı da böyle anladı.(…) birtakım düşünceleri, kavramları, her şeyden önce de özgürlük, toplumsallık gibi kavramları şiire koymakla ya da bu kavramların ozanı olmakla (toplumcu ozan) olunacağına inanıyordum. Bu bütün Cumhuriyet çağının bir düşüncesiydi, ben de bunun dışına çıkamadım’’(Berk, 2001:126) sözleri neden şiir anlayışını değiştirdiğini içermekle birlikte, o dönemde var olan şiir algısının da bir tür eleştirisi niteliğindedir Bu noktadan sonra diyebiliriz ki; şair artık bir şey söyleyen, anlamı açıkça belli olan, akla ve düşünceye uygun gelen ve sade bir dille yazılan şiiri geride bırakmak istemiştir. İlhan Berk için şiirin ne söylediği ne anlattığı artık önemli değildir. Şiirin tek amacı yine şiirdir ve buna bağlı olarak dil de şiiri oluşturan bir araç değil şiirin içinde oluştuğu bir ortamdır. Şairin bu şiir anlayışı doğrultusunda ya da diğer bir ifadeyle İkinci Yeni şiiri evresindeki şiir kitapları ise sırasıyla; Galile Denizi (1958), Çivi Yazısı (1960), Otağ (1961), Mısırkalyoniğne (1962)’dır. İlhan Berk bu şiir kitaplarındaki şiir algısını şu sözlerle dile getirir: ‘‘Benim savaş alanlarımdan biri de anlamdır. Anlamın Kullanılışıdır. Galile Denizi, Çivi Yazısı, Otağ, Mısırkalyoniğne dille, anlamla ölüm kalım savaşımdır. Bu evreye gelene değin sanki ben anlamın şiirde her şey olmadığını bilmiyormuşum; şiirin tarihinin, dilin tarihi olduğundan da haberim yokmuş gibidir. Dahası, şiirde dil kendi biçiminin dışına çıktığında, yaratıcı eylemin yerine bir taşıyıcı görevi yüklendiğinden de habersizmişim gibidir. O kitaplarla dil şiirde her şeydir. Asıl da, ne söyleyeceğimden çok nasıl söyleyeceğim, artık başköşeye geçmiştir. Söz’ün üstü çizilmiştir. Şiir, yalnız o iktidardır.’’(Berk, 2005a:82) Kendisinin de ifade ettiği gibi şair artık şiirde yeni bir noktaya gelmiştir. Bu noktayı da açımlarsak; şiirde anlatan ya da söyleyen yönünü bir kenara bırakarak ve bununla birlikte şiirde hâkim olan aklın egemenliğine de karşı çıkarak, anlam ve söylem bakımından alışılmışın dışında, hatta usa aykırı denecek şekilde şiirler yayımlamaya 28 başlamıştır. İlhan Berk şiirlerindeki bu başkalığı ‘‘ Şiiri arayışımda bir başkalık var. Çokboyutlu, çokanlamlı, çağrışımlı, bu yüzden de (değil mi ki sözü geri plana atıyorum) kapalı bir şiir peşindeyim artık.’’ (Berk, 2005a:105) sözleriyle özetlemektedir Böylece kendinden önceki bütün şiir anlayışlarına –ki bunlar Toplumcu Gerçekçiler ile Garip şiirleridir – karşı çıkmıştır. Tabii ki şiirde aklın ve düşüncenin bir kenara bırakılmasında, anlamın şiirden dışlanmasında Gerçeküstücü şairlerin de etkisi vardır. Bunu şairin ‘‘…benim açıldığım ve yakından etkilenmeye başladığım şairler gerçeküstücüler oldu. Ve böylece kurtuldum.’’ (Berk, 2005a:90) sözlerinden de anlıyoruz. İkinci Yeni şiirinde anlam ve dil kısmında daha detaylı bir şekilde bu konuya yer vereceğimiz için burada sadece ana hatlarıyla ele aldık. İlhan Berk’in çalışmamız dışında kalacak olan şiir kitapları ise sırasıyla, Âşıkane (1968), Şenlikname (1972), Taşbaskısı (1975), Atlas (1976), Kül (1978), İstanbul Kitabı 1947-80 (1980), Deniz Eskisi (Şiirin Gizli Tarihi’ni de içererek, 1982), Delta ve Çocuk (1984), Galata (1985), Güzel Irmak (Şairin Kanı’nı da içererek, 1988), Pera (1990), Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum (1993), Avluya Düşen Gölge (1996), Ev (1997), Çok Yaşasın Sayılar (1998), Şeyler Kitabı (2002), Kuşların Doğum Gününde Olacağım (2005)’dır. İkinci Yeni’nin öncü şairlerinden biri de Turgut Uyar (1927 – 1985)’dır. Şairin ilk iki kitabı olan Arz-ı Hal (1949) ve Türkiyem (1952)’deki şiirleri kendinden önceki poetik arkın izlerini taşımaktadır. Ortak bir kanı olarak denilebilir ki şairin bu iki kitabındaki şiirler, İkinci Yeni öncesinde ulusçu/halkçı şiir anlayışında kaleme alınmıştır. Ahmet Oktay, Turgut Uyar’ın bu dönemdeki şiirleri için şu tespitte bulunur: ‘‘Turgut Uyar’ın ilk kitabı Arz-ı Hal, 1949 tarihini taşıyor. Çok partili yaşama geçiş yıllarının ürünüdür; ama ne yazık ki bu geçiş sürecine özgü bir duyarlığı yansıtmadığı gibi imgesel düzeyde de değişik bir yan taşımaz. Egemen şiir ideolojisinin içinde üretilmiş şiirlerdir bunlar ve yeni sorunları anlamaya çalışmaktan çok, oyunu kurallarına göre oynamayı, yani güzel olmayı isterler. 1952 tarihli Türkiyem için de aynı şey söylenebilir.’’ (Oktay, 2001:213–214 ) Turgut Uyar’ın bu iki kitabı içindeki şiirlerin, dönemin hâkim şiir anlayışı çerçevesinde yazıldığını ve o dönem için bir başkalık taşımadığını Alâattin Karaca şöyle değerlendirmektedir: ‘‘Uyar, bu ilk iki kitabındaki çoğu şiirinde, ulusçu/halkçı düşünceye koşut biçimde, ağırlıklı olarak memleket sevgisini, Anadolu’yu, Anadolu’nun yoksul, yalnız, terk edilmiş insanlarını işler. Bu şiirlerde her ne denli Anadolu’nun terk edilmişliği, 29 Anadolu insanının yoksulluğu, yalnızlığı ve çaresizliği dile getirilse de, bunlar sistemi sorgulama ve egemen politikayı eleştirme amacı taşımaz; ancak kentsoylu küçük bir memurun Anadolu’ya ilişkin duygusal izlenimlerini yansıtır. Çünkü her iki kitaptaki şiirler, şairin Kars’ın Posof ve Samsun’un Terme ilçelerinde subay olarak görev yaptığı yılların ürünüdür. Dolayısıyla Turgut Uyar’ın ilk şiirlerinin çoğunda tematik açıdan Ulusçu/hececi şiirin etkisi ağırlıktadır.’’ (Karaca, 2005:101) Buradan da anlaşılacağı gibi Turgut Uyar’ın da İkinci Yeni öncesindeki şiirleri İlhan Berk’te olduğu gibi döneme egemen olan şiir anlayışı etkisinde kaleme alınmıştır. Nitekim iki şair arasındaki en önemli fark ise İlhan Berk Toplumcu şiir etkisinde daha çok ideoloji örgüsü içinde ve eleştirel nitelikte şiirler yayımlarken, Turgut Uyar herhangi bir eleştiri amacı gütmeksizin, Anadolu halkının içinde bulunduğu durumu, kendi duygularını da katarak şiirlerine konu eder. Şairin kendisi de bu durumu şu cümlelerle açıklar: ‘‘…yeni şiirimiz her şeyden evvel, memleketin ve Anadolu’nun şiiri olmak kaygısındadır. Benim gibi düşünen her şair, sanatkâr, bu memleketin kalkınmasında kendi omuzlarında da ufak bir yük taşımanın sorumluluğunu duymakta ve bundan zevk almaktadır. Köyümüz ve köylümüz böyle hiç azımsanmayacak sefalet ve cehalet içindeyken, hâlâ, Boğaz’ın gümüş suları üzerinde ve sedef mehtap altında hırsızlama zamparalığa çıkmış, bahtiyar fanîlerin mısralarını, mecralarını okumak, yazmak ve bunların sanat, şiir namına ve iyi niyetle de olsa müdafaasını yapmak ya çok iyimserliğe veya (affedersiniz bence) geniş bir lakaydî ve vurdumduymazlığa delâlet eder.’’(Uyar, 1950: 361) Hal böyle olunca Turgut Uyar’ın ilk iki kitabındaki şiirleri sadece içerik bakımından değil, biçim bakımında da hececi şiir poetikası ekseninde daha çok söze dayalı, diğer bir ifadeyle kolay anlaşılan, buna bağlı olarak da sade bir dille yazılan ve kendinden önceki şiir arkında yazılmış şiirleridir diyebiliriz. Fethi Naci de ‘‘Türkiyem’de Turgut Uyar hazır bir dili, hazır bir biçimi sürdürüyordu.’’ (Naci, 1985:17) cümlesiyle bu fikri doğrulamaktadır. Turgut Uyar’ın İkinci Yeni şiirine geçişi Dünyanı En Güzel Arabistanı (1959) adlı şiir kitabıyla olmuştur. Şairin bu yapıtındaki şiirler hem içerik hem de biçim bakımından önceki kitaplarından ayrılmaktadır. Alâattin Karaca Turgut Uyar’ın İkinci Yeni şiirine geçişi şöyle değerlendirmektedir: ‘‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndaki şiirler, her şeyden önce tematik bakımdan farklıdır. Bu yapıttaki şiirlerde, ilk iki yapıttakilerin tersine taşranın yerini büyük kentler, doğanın yerini teknolojiyle bozulan ruhsuz ve biçimsiz soğuk evler, 30 ‘kankentler’, kirli sokaklar, dingin, sade, yoksul, ama kanaatkâr taşra insanının yerini ise, her yönden kuşatılmış, bunalmış kentli bireyler ve kalabalıklar almıştır. Bu şiirlere, büyük kentin karmaşası, yapay, kirli ilişkileri ve bunaltıcı havası içinde şoka uğramış, şaşırmış, sıkılmış, bunalmış bir bireyin ‘yaralı bilinci’ egemendir. Gurbet yalnızlığı yerini ‘kent yalnızlığı’na, ruhsal dinginlik ise yerini bunaltıya bırakmıştır.(…) Turgut Uyar artık, Ulusçu/hececi poetikanın ve Garip şiirinin alışılagelmiş klişe temalarını işlemeyi bırakmış, büyük kentlerde bedeni ve ruhu ablukaya alınmış bireyin trajedisini yazmaya koyulmuştur.(…) Şairin şiiri bu dönemden itibaren öz bakımından olduğu gibi dil ve biçim bakımından da değişir. Artık Uyar, halk şiirinin biçim ve diline öykünmemektedir, kendi doğal dilini bulmuştur; üstelik ilk şiirlerinde açık, yalın, bir şey söylemeyi amaçlayan, ulusçu/halkçı şiire veya Garip poetikasına uygun dil, yerini kısmen kapalı ve zor anlaşılan, öykülemeye ağırlık veren, düzyazıya yakın, kutsal kitaplardan esinlenen bir dile bırakmıştır. Kısacası Turgut Uyar da, diğer İkinci Yeni şairleri gibi, başlangıçta kendinden önceki egemen şiir arklarını izlemiş; ancak Dünyanın En Güzel Arabistanı’yla ‘başka bir poetik ark’ta filizlenen, öz, biçim, dil ve söylemce yeni şiirler yazmaya koyulmuştur.’’ (Karaca: 2005:103-104) Bu doğrultuda diyebiliriz ki; Turgut Uyar’ın şiirindeki değişikliğin en önemli nedenlerinden biri de yaşadığı toplumsal çevrenin değişmesidir. Anadolu’dan, taşradan kalıp büyük şehre gelmesi, şairin hem ruhunda ve yaşamında hem de şiirinde büyük değişikliklere yol açmıştır. Şairin kendisi, yaşamındaki ve şiirlerindeki bu değişimi ‘‘ Beni yazdığım şiiri yazmaya iten neden, çevremin değiştiğini görmemdi. Birdenbire kentleşen dünya, birdenbire karşılaştığım neon lâmbaları, büyük oteller, birtakım yeni gelişmeleri haber veren durumlar beni artık Orhan Veli şiiri yazmakla kurtarmıyordu.’’ (Naci,1985: 107) sözleriyle açıklamaktadır. Nitekim bu değişim ve gelişim neticesinde Turgut Uyar da İkinci Yeni şiiri içinde anılmaya başlanmış ve İlhan Berk kadar olmasa da şiirde, Hece şiirinin biçimsel kalıplarını da geride bırakarak, anlatmadan duyurmaya ve bu doğrultuda anlamı ikinci plana iterek kapalılığı, zor anlaşılırlığı şiirinin önemli özellikleri haline getirmiştir. Böylelikle dilde ve duyarlılıkta yeni olanakları deneyen şiir arkına yönelmiştir. Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) şiir kitabının ardından, Tütünler Islak (1962), Her Pazartesi (1968), Divan (1970), Toplandılar (1974), Kayayı Delen İncir (1982), Dün Yok Mu (Büyük Saat içinde,1984) adlı şiir kitapları yayımlanmıştır. Divan (1968) adlı şiir kitabında daha çok geleneksel şiir kalıplarına yer verdiği, Toplandılar (1974), Kayayı Delen İncir (1982) adlı şiir kitaplarında ise genellikle içinde bulunulan dönemin sınıfsal mücadelelerini yansıttığı gerekçesiyle biz tezimizde şairin Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959), adlı şiir kitabındaki şiirleri inceleyeceğiz. 31 İkinci Yeni şiirinin bir başka öncü şairi ise Edip Cansever (1928–1986)’dir. Edip Cansever de İlhan Berk ve Turgut Uyar gibi, şiire kendinden önceki poetikayı izleyerek başlar. İlk iki şiir kitabı, İkindi Üstü (1947) ve Dirlik Düzenlik (1954) şairin acemilik döneminde ve İkinci Yeni öncesinde kaleme aldığı şiirlerden oluşmaktadır. Alâattin Karaca’nın saptamasına göre, bunlardan İkindi Üstü’nde, varlıklı, avare bir delikanlının, bir kentin caddeleri, meyhaneleri, parklarına ilişkin gözlemleri ve küçük özlemleri geniş yer tutar. (Karaca, 2005:105) İkinci şiir kitabı olan Dirlik Düzenlik ise daha çok Garip şiirini andıran nitelikteki şiirlerden meydana gelmiştir diyebiliriz. Nitekim şiirlerde sıradan ve halktan kişilerin hayatlarının yer alması, toplumsal aksaklıklara karşı alaycı ve yergici bir söyleyişin seçilmesi ve şiirlerin konuşma edasıyla yazılması, bu şiirleri Garip şiirine yaklaştıran özellikler arasındadır. Şairin kendisi Dirlik Düzenlik’teki bu şiirleri için, ‘‘ …acemilik yıllarının ilk ürünlerini kapsıyor. O dönemin şiir ortamını aşamadığı gibi, mizacımı belirlemekten de uzak şiirler.’’ (Cansever, 2000: 96) ifadelerini kullanır. Dirlik Düzenlik şiir kitabı içindeki ‘‘Masa Da Masaymış Ha’’ ve ‘‘Şekerli Gerçek’’ gibi şiirleri her ne kadar İkinci Yeni şiirinin ipuçlarını verse de genel olarak şairin bu ilk iki kitaptaki şiirleri o dönem içinde hâkim olan şiir anlayışından pek de ayrılmaz. Alâattin Karaca bu noktada şunları söylemektedir: ‘‘Sonuç olarak Cansever, bir kent delikanlısının yalnızlıklarını, özlemlerini, günlük yaşamdaki sıkıntılarını anlattığı İkindi Üstü ile sıradan insanların, yoksul kişilerin sıkıntılarını kimi kez alaycı bir söyleyişle dile getiren, toplumcu yönü daha ağır basan Dirlik Düzenlik’te, çoğunlukla Garip şiirine öykünür, yer yer halk şiirinin biçimlerinden yararlanmak ister. Alışılmış dilden ve özden kopamayan, dönemin egemen şiir anlayışlarına – daha çok da Garip’e- bağlı şiirlerdir bunlar.’’ (Karaca: 2005: 106 – 107) Edip Cansever’in ‘‘Masa Da Masaymış Ha’’ ve ‘‘ Şekerli Gerçek’’ gibi şiirinde ipuçlarını verdiği yeni şiir anlayışını ve oluşturmaya çabaladığı şairlik mizacını Yerçekimli Karanfil (1957) ile yakalamıştır diyebiliriz. Bu şiir kitabında yer alan şiirlerle, şair artık İkinci Yeni’ye de adım atmaktadır. İlk şiirlerindeki konuşma edası, açık ve anlaşılır dil yerini deformasyona uğramış, söz dizimi bozulmuş ve anlamca karmaşık bir şiir yapısına bırakmıştır. Buna bağlı olarak, şiirlerindeki somut ve açık gerçeklik ortadan kaldırılarak yerine soyut, değiştirilmiş ve hatta çarpıtılmış bir gerçeklik yer almıştır. Neticede anlamsal bütünlük bozularak, okuyucu bir tür şaşırtmacaya uğratılmış, tek anlamlı ya da tek boyutlu şiirden vazgeçilerek, şiirde çağrışımsal/çoklu anlama öncelik verilmiştir. 32 Ayrıca Yerçekimli Karanfil (1957), bireyin yaşadığı umutsuzluğun ve yalnızlık duygusunun meydana getirdiği sonsuzu arzulama ve arama çabasında olan Edip Cansever’in de şiirinin ana temasını oluşturur. Şairin Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol (1959), Nerde Antigone (1961) ve Tragedyalar (1964) adlı kitapları hemen hemen aynı algı süreci içinde ve İkinci Yeni şiiri poetik arkında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Şairin özellikle Çağrılmayan Yakup (1969), Kirli Ağustos, (1970) ve Sonrası Kalır (1974) adlı şiir kitapları daha çok dışa -sosyal konulara- açıldığı, dönemin ‘sol’ görüş ağırlıklı siyasi eylemleri duygusal ve düşünsel anlamda ele aldığı şiirlerden oluşmaktadır diyebiliriz. Daha sonra Ben Ruhi Bey Nasılım (1976), Sevda ile Sevgi (1977), Şairin Seyir Defteri (1980), Bezik Oynayan Kadınlar (1982), İlkyaz Şikayetçileri (1984) ve Oteller Kenti (1985) adlı kitapları, Edip Cansever’in yeniden bireysel konuları ele alarak bir nevi şairin içi kapanışını ve bu nedenle de evrende yaşadığı yalnızlık duygusunu işlediği şiirleri içermektedir. Son olarak Gül Dönüyor Avucumda (1987) adlı şiir kitabında ise şairin yayımlanmamış şiirleri toplanmıştır. İkinci Yeni şiirinin bir başka öncü şairi ise Cemal Süreya (1931-1990)’dır. İlhan Berk, Turgut Uyar ve Edip Cansever’in şiire kendinden önceki hazır poetika içinde başlamalarına ve daha sonra İkinci Yeni’ye dâhil olmalarına karşın Cemal Süreya ilk şiirlerinden itibaren döneme hâkim olan şiire uzak durmuştur diyebiliriz İlk şiirleri ve acemilik dönemi şiirleri de dâhil, şairin şiirlerinde Garip şiirine ya da Toplumcu Gerçekçi şiire açıkça bir öykünme görülmemektedir. Bu bağlamda Cemal Süreya, ilk şiirinden itibaren İkinci Yeni şiiri çerçevesinde anılmaya başlanmıştır. Bu durumu şairin kendisi ‘‘ Şiirde bir acemilik dönemim olmadı benim. Geç yayımladım şiirlerimi.’’ (Perinçek ve Duruel, 2005:146) sözleriyle değerlendirir. Cemal Süreya ilk şiiri olan ‘‘Şarkısı-beyaz’’ı 1953 yılının Ocak ayında Mülkiye dergisinde yayımlar. Buradan da anlaşılacağı üzere şair, şiirlerini İkinci Yeni şiirinin ilk filizlenmeye başladığı dönemde yayımlamaya başlamıştır. Cemal Süreya’nın daha çok Pazar Postası ve Yeditepe gibi İkinci Yeni şiirinin bir tür yayın organı olan bu dergilerde yayımlanan ‘‘Gül’’(1954), ‘‘Şiir’’(1954), ‘‘Aşk’’(1954), ‘‘Cigarayı Attım Denize’’(1954), ‘‘Kanto’’(1956), ‘‘Üvercinka’’(1956), ‘‘San’’(1956) ve ‘‘Aslan Heykelleri’’(1957) başlıklı şiirleri şairin bu akıma özgü belli başlı şiirleridir diyebiliriz. Daha sonra Cemal Süreya’nın bu şiirlerinin de içinde yer aldığı ilk kitabı Üvercinka 33 1958’de yayımlanır. İlk şiirlerinden itibaren diğer İkinci Yeni şairleri kadar olmasa da dil ve anlam bakımından yeniliği dikkat çekmektedir diyebiliriz. Bilhassa ironi ile lirizmi aynı şiir potasında eritmesi, alışılmış söz dizimlerinin dışına çıkışı, dil ve anlatım bakımından kapalı ve okuyucuyu şaşırtan bir yol tutuşu, Cemal Süreya’nın ikinci Yeni şiirinin öncüleri arasında anılmasında etkin rol oynamaktadır. Cemal Süreya, şiirde, bu tarzda bir açılımı ve yeniliği tercih etmesini, İkinci Yeni akımının diğer şairlerini de bu bağlama dâhil ederek şöyle açıklamaktadır: ‘‘Şiirde de azalan verimler kanunu var. Dil bir açıdan işlendikçe o olanda elde edilen verimler bir noktandan sonra azalmaya başlıyor. Bu, bir bunalıma yol açıyor. Bunalımlar da yeni şiir alanları, yeni açılar bulunmasıyla sona erer hep. Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha derin imkânlarıyla baş başayız. Genç şairler yalnız folklor gibi kesin klişelere değil, daha hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. İlhan Berk’te, Turgut Uyar’da, Edip Cansever’de bunun ilk güzel örneklerini gördük. Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde yerlerinden yarı yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor. Genç şairler hep bunu istiyoruz. Folklor ve klişelerin karşısında öbür kutbu meydana getiren bu durum şiirimizde bir evrimdir. Her evrim gibi haklı ve zorunlu.’’(Süreya, 2006:194) Cemal Süreya’nın bu düşüncede yazdığı ve yayımladığı şiir kitapları ise sırasıyla şunlardır: Göçebe (1965), Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973), Sevda Sözleri (Uçurumda Açan ile birlikte toplu şiirleri:1984), Sıcak Nal ve Güz Bittiği (1988), daha sonra Sevda Sözleri (1990) başlığı altında bütün şiirleri yayımlanmıştır. Cemal Süreya bahsinde son olarak diyebiliriz ki; şair, İlhan Berk’ten sonra, İkinci Yeni şiir akımı içinde, şiir üzerine en çok düşünen ve düşüncelerini dile getiren, bu özellikleriyle de İkinci Yeni şiirinin kuramcılarından biri olarak gösterilir. Onun, özellikle Pazar Postası’nda yayımlanan yazıları ve makaleleri, İkinci Yeni şiirinin poetikasının oluşumuna büyük katkı sağlamıştır. İkinci Yeni şiirinin, tıpkı Cemal Süreya gibi, kendinden önceki poetik ark ile ilgilenmeyen, ilk şiirinden itibaren İkinci Yeni şiiri içinde adı zikredilen diğer bir öncü şairi ise Ece Ayhan (1931-2002)’dır. Ece Ayhan’ın ilk şiiri ‘‘Damlalar! Damlalar!’’ Şubat 1954’te Türk Dili dergisinde yayımlanmıştır. Şairin birçok şiirini çeşitli dergilere yollamasına rağmen şiirleri bir türlü yayımlanmıyordur. Daha sonra 1956 yılının Temmuz ayında, tatil için gittiği Ankara’da ‘‘İbraniceden Çizmek’’ adlı şiirini Pazar 34 Postası’na yollar ve şiiri burada hemen yayımlanır. Şiirleri daha sonra ardı ardına Pazar Postası’nda yayımlanmaya devam eder: “Akdeniz Pencereleri”(2.9.1956), “Çocukların Ölüm Sarkıları” (9.9.1956), “Kambiyo” (14.10.1956),“Okarina” (11.11.1956), “Bir Elisi Tanrısı _çin Agıt” (18.11.1956), “Babilden Bir Piçin Propagandası” (25.11.1956), “Deniz Kızı Eftalya” (16.12.1956), “Kanto Agacı” (24.2.1957), “Ecegiller” (31.3.1957), “Ölü Bütün” (14.4.1957), “Gül Gibi Kanto” (22.9.1957), “Çapalı Karsı” (29.12.1957). Daha sonra bu şiirlerinin de yer aldığı ilk şiir kitabı olan Kınar Hanımın Denizleri (1959) ile şair İkinci Yeni şiirine içinde anılmaya başlar. Hasan Bülent Kahraman’ında belirttiği gibi, Ece Ayhan’da bir ‘acemilik’, bir ‘çıraklık’ döneminin hemen hemen hiç olmadığı görülür. Genç sayılabilecek bir yaşın veriminde bile, Ayhan, çok yetkin bir şiirsel bilinci ve edimi kuşanmıştır (Kahraman, 2004:315). Ece Ayhan’ın herhangi bir öncül poetika içinde yer almandan, kendine İkinci Yeni şiiri içinde yer bulmasını ve şiire getirdiği yenilikleri Alâattin Karaca şöyle değerlendirir: ‘‘Şair, daha ilk yapıtındaki şiirleriyle, diğer İkinci Yeni şairlerinde olduğu gibi, alışılmış dil ve söylemin dışına çıkar. Kınar Hanımın Denizleri’ndeki şiirler, hem tarihe, coğrafyaya, ekonomiye ve yakın tarihimizdeki olaylara ve kişilere göndermeleriyle, asıl önemlisi ‘verili dil’e ve ‘verili düşünce’ye karşı çıkmasıyla İkinci Yeni Hareketini oluşturan ‘başka’lık arkında buluşurlar.’’(Karaca, 2005:114) Aslına bakılırsa Ece Ayhan şiiri için anahtar kelime ‘başkaldırı’dır. Şair, şiirleriyle bir şekilde, verili dile, şiirde ‘anlam’a ve ‘us’a, otoriteye, geleneğe karşı çıkararak başkaldırır. Yeni şiirdeki tutumunu Ece Ayhan’ın kendisi şu cümlelerle anlatır: ‘‘Tutumuma, ne yapmak istediğime gelince: İkinci Cephe’yi açmak, us dışında da bir anlam olduğunu savunmak, şiir kuralları konusunda anarşist davranmak, anlamsızlığın anlamına doğru gitmek, bu gerçeklikleri dil kurallarıyla sınırlayamadığım için dili aşmak, tilcikleri özdeğinden kurtararak, yeni özün zorunlu sonu olan yeni biçim, yeni biçimin de sonucu olan yeni özü getirmek diye özetleyebilirim.’’ (Ayhan, 2007:11–12) Böylece diyebiliriz ki; Ece Ayhan ilk şiirlerinden itibaren, hem şiirleriyle hem de şiir anlayışıyla İkinci Yeni şiiri içinde kendine yer bulmuş ve hatta bu şiirin öncüleri arasında gösterilmiştir. Ece Ayhan’ın 1965’te yayımladığı Bakışsız Bir Kedi Kara ve yine 1968’de yayımladığı Ortodoksluklar başlıklı şiir kitaplarında bulunan şiirleri İkinci Yeni şiirinin ve bu çerçevedeki şiir dilinin en dikkat çekici örneklerini içermektedir. Şairin, daha sonra Devlet ve Tabiat (1973), Yort Savul (1977), Zambaklı Padişah (1981), Çok Eski Adıyladır (1982), son olarak da 1982’den sonraki şiirlerinin, kimi 35 yazılarının ve konuşmalarının yer aldığı Çanakkaleli Melâhat’a İki El Mektup (1991) adlı kitabı yayımlanmıştır. 2.2.Şiirde Anlam Sorunu Şiirde anlam sorunu buna bağlı olarak şiirde açıklık-kapalılık gibi konular her dönemde en çok tartışılan konulardan birisidir. 2. Yeni şairlerinin de şiirlerinde yeni ve alışılmamış bağdaştırmalara başvurması, kalıplaşmış bağdaştırmaların dışına çıkması, özgün ve şaşırtıcı bağdaştırmalara, çağrışımlara yönelerek Türk şiirinin alışılagelmiş semantik yapısını yıkarak onu genişletmeye çalışması; bu şiirin ortaya çıkışından sonra, şiirde anlam, açıklık-kapalılık gibi konuları en çok üzerinde durulan ve konuşulan konular haline getirmiştir. Ulusçu/Toplumcu Gerçekçilerin ve Garipçilerin bir şey anlatmayı, söylemeyi amaçlayan ve bu nedenle de kolay anlaşılan şiir görüşüne karşı çıkan İkinci Yeni şairleri, şiirde kalıplaşmış ifadelere, anlama – en azından ilk anda ortaya çıkan anlamaşiddetle karşı çıkarak, şiirlerinde anlamı geri plana itmeye hatta ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Bu sebeple kelimeler, kavramlar alışılmış kullanımlarından çıkarılmış, anlamlarından saptırılmış, bu sayede yeni ifadelere ulaşılmaya çalışılmıştır. Şiirde anlatmaktan çok duyurmaya, sezdirmeye yönelmesi ve bu amaçla da dönemi içinde yeni sayılabilecek ifade yollarına başvurması, İkinci Yeni şiirinin anlamsızlık, belirsizlik, saçmalık ve hatta hiçbir şey anlatmayan şiir gibi nitelendirmelerle eleştirilmesine neden olmuştur. Okurun ve eleştirmenlerin şiiri ve şiirde yer alan sözcükleri alışılagelmiş kullanımlarında ve bağlamlarında algılamaya çalışması, İkinci Yeni şiirinin anlamsızlıkla suçlanmasındaki en büyük etkendir. İkinci Yeni şairleri içinde anlam konusunu en çok ele alan şair İlhan Berk’tir diyebiliriz. İlhan Berk’e göre şiir, anlatıya gelmeyen yani anlatılmaz olandır. Bu nedenle de anlam şiirin işi değildir (Berk, 2005a:142). Şiirde anlam konusu İlhan Berk’in poetikasının temelini oluşturur. İkinci Yeni şairleri içinde anlama karşı en büyük savaşı İlhan Berk açmıştır diyebiliriz. Şairin ‘‘Anlama gelince: Doğrusu asıl savaşım onun üzerine toplanmıştır benim. Nedendir bilmiyorum, ben anlamı şiire pek yatkın bulamam. Kimi kitaplarımda onu düşman bile bilmişimdir. Anlam, sanki benim üvey evladımdır.’’ 36 (Berk, 2005a: 73) sözleri bu durumu açıkça göstermektedir. İlhan Berk, anlamın nesirde aranması gereken bir özellik olduğunu vurgulayarak, onu şiirden ayırır: ‘‘İyi bir şiir anlamla yola çıkmaya her zaman engeldir. Her şeyden önce şiirden düzyazıdan anladığımız anlamda bir anlam beklemek, ona öyle yaklaşmak şiirin doğasına aykırıdır. İyi bir şiir bir şey anlatmak şöyle dursun, ona uzaktan yakından yanaşmaz, arkasını döner. Anlatılmaz olandır onun çabası, savaşımı.’’ (Berk, 2005b: 59) İlhan Berk şiiri diğer sanatlardan da ayırarak onun anlatılan bir sanat olmadığını, bilakis, sezilen, duyulan bir sanat olduğunu vurgular. Şiiri bir söz sanatı olmasına karşın, sözün en çok üstünün çizildiği, anlatının sıfıra indirildiği ve daha çok anlatılmazlığın ele alındığı bir sanat olarak niteler (Berk, 2005a:25). Tabiî ki bu tarif ve açıklamalar Ahmet Haşim’in şiir ile nesir arasındaki ayrımına ve hatta Ahmet Haşim’in şiir anlayışına eşdeğer özellikler taşımaktadır. Ahmet Haşim de şiir ile nesri birbirinden ayırdıktan sonra şiirin bir anlatma, bildirme değil, duyurma ve sezdirme sanatı olduğunu savunmuştur. İlhan Berk’e göre tek anlamlı sözcüklerin esini ve sezdirme olanağı yoktur. Açıklamak göstermek isterler. Bu yüzden anlamı da etkisiz hale getirirler ve yalnızca görüneni görürler (Berk, 2005b:109). Tüm bu sebeplerden dolayı şair, şiirde tek-anlamlı ve tek boyutlu sözcükler yerine onların çokanlamlılık özelliğini ön plana alır. Hal böyle olunca da şiir, tek okumada anlaşılabilecek bir anlatı olma vasfını geri iterek, çeşitli okumalar sonucunda sezilebilecek ya da duyumsanabilecek bir nitelik kazanır. İlhan Berk bu durumu şöyle açıklar: ‘‘İyi bir şiir, direticiliğe, buyrukçuluğa, tek anlama her zaman kapalıdır. İyi bir yalvaç sözü gibi çok boyutlu ve bütün yorumlara açıktır. Bu yüzden çokanlamlılık her iyi şiirin kodudur. Kendini oradan gösterir. Çok sesli, çok renkli bir yerden geliyordur. Tüketime, harcanmaya gelmez, kapar kendini. Anlam yalnız sezilir, duyulur ancak. Bir kez değil birçok kez okumaya açıktır. Görülmesini de istemeyiz.’’(Berk, 2005b:60–61) İlhan Berk’in, şiirlerinde çokanlamlı sözcüklere yer vermesi ve sözcüklerin sözlük anlamlarının üçüncü, dördüncü hatta sonuncu anlamlarını ele alarak şiirlerinde kullanması onun şiirinin kapalı, belirsiz ve karanlık olarak eleştirilmesine sebep olmuştur. Çünkü bir şiirde anlam ne kadar derinleşir ve genişlerse, şiir o derecede belirsizleşir ve kapanır. Garipçilerin ve Ulusçu/Toplumcu Gerçekçi şairlerin tek 37 okumada kolaylıkla anlaşılan, daha çok açıklığı ve anlatımı ön plana alan şiirlerine alışık olan okur ve eleştirmen, bunun tam karşısında yer alan İkinci Yeni şiirini doğal olarak anlamsızlıkla suçlamıştır. Böyle bir suçlama karşısında İlhan Berk kendisini şöyle savunmuştur: ‘‘Şiirde anlam diretici, tekelci, bağlayıcı olmadığı ölçüde anlamdır. Kapalılık, karanlılık ve özellikle de belirsizlik( ki bütün büyük şiirlerde derinlemesine görünen de budur; dahası adeta bir yazgıdır bu) nasıl anlamsızlık değilse, bir şiirin birçok anlama gelmesi de belirsizlik, karanlılık, anlamsızlık değildir.’’(Berk, 2005b:60) Burada önemli bir ayrıntıyı ele almakta yarar var. İkinci Yeni şairleri içinde anlama en büyük savaşı açan İlhan Berk olmasına rağmen, şairin asıl savunduğu şey şiirde anlamsızlık değildir. İlhan Berk’in karşı olduğu, ilk ve tek okumada kolayca anlaşılan, tek anlamlılığı nedeniyle ikinci defa okumaya teşvik etmeyen ve böylelikle de kolayca tükenen bir şiir anlayışıdır. Şairin beklentisi bir şiirin birçok kere okunmasıdır; oysa tek anlama yaslanan bir şiire tekrar dönmek anlamsızdır. Çünkü o şiir bellidir, açıktır ve açıklıkta birçok şey yitebilir (Berk, 2005a:102). O halde diyebiliriz ki İlhan Berk şiirde anlama değil anlamla yola çıkmaya karşıdır. Şiirde anlam olacaktır ama bu anlam tek boyutlu değil, çok boyutlu olarak şiirde yer alacak ve böylelikle her okumada/okuyanda yeni yeni değeler kazanacaktır. Nitekim böyle bir durumda okuyucu, şiiri anlama ve anlamlandırma sürecinde aktif bir hale getirilir. Şair bu durumu şu sözlerle açıklar: ‘‘Şiire yaklaşımımızda anlam her şey değildir. Şiirin nice ilkesi gibi – ne eksik ne fazla – onlardan biridir. Bir şiire: Ne anlatıyor? diye bir soruyla yaklaşamayız. Esinleme, aşılama(telkin), sezgi, duygu yoluyla da eğilebiliriz. Anlamı bir ayraç içine alıp yeniden bakabiliriz. Hem bu anlamın yeni boyutları üzerinde durma olanağı yatar; okuyanı da şiiri tüketmemeye, harcatmamaya iter; onu yaratının içine sokar, şiirin okuyandan da bir beklediği olduğunu anlatır. Kısaca, anlamı her anlamda bir çağrı yapmak. Şiirin anlamını ( değimli ki bir anlam aranıyor) açık havaya çıkartmaya çağırmak, her okunuşunda da yorumun düşünsel, imgesel katlarını üslenmesini sağlamak… Kafka’nın, Joyce’un yapıtları ''tükenmez'' diye yorumlanagelmiştir. Bunun nedeni de açık bir anlamları olmamasıdır elbet. Aslında anlam doğası gereği söyleyeceğini söyleyip hemen kapanmak ister. Belirsizlikten korkar. Yitip gideceğini sanır. Belirsizlik, anlam yoksunluğu değildir. Tam tersine ''çokanlamlılıktır'', sınırsızlıktır. Şiir orada boy göstermek ister. Orda kendine gelir. Bu yüzden yerlerinden oynarlar sözcükler. Şimdiye değinki sınır bekçiliğini unuturlar. Yaratı alanındadırlar. Bir başlarınadırlar. Bunun için de bütün alanları altüst etmek, orada tebdil gezmek, özgür olmak isterler. Tek anlamdan sıkılırlar. Onun ötesine çıkmak isterler. Bilinmezliğe düşerler. Onu merak ederler. Artık 38 düğümü atmanın sırasıdır: Şiir bir şey anlatmaz demek, anlamı yoktur, anlamsızdır demek değildir. Anlamla yola çıkılmaz demektir.’’ (Berk, 2005b:65) Buna bağlı olarak İlhan Berk şiiri her türlü yoruma elveren bir ''açık yapıt'' olarak görür ve sözcüklerin çağrışım, sezdirme gücü güçleri sayesinde de çokanlamlılığı savunur. Şiirin etkisi anlattığı değil sezdirdiği ve duyurduğu ölçüde etkilidir. Açık bir anlamı olmadığı, her türlü yoruma ve anıştırmaya açık olduğu için İlhan Berk şiiri ''açık bir yapıt'' olarak görür. Bunun temelinde de şiirde ''tükenmezliği'' ve dolayısıyla da ''sonsuzluk''u yakalama çabasıdır vardır diyebiliriz. İlhan Berk şiirdeki tükenmezlik ve sonsuzluk isteğini şu sözlerle ifade eder: ‘‘Horatius’u hatırlıyorum, dizeleri bittiği halde, sonuçlanmadığı ve dolayısıyla bağlantısız olduğundan, benim için şairlerin en gizemlisi olmayı sürdüren Horatius’u.(Borges) Kimi dizeler, şiirler vardır, karanlık imgeler, uzak çağrışımlarla yürür. Bir yerlere oturtamaz, sonuçlandıramazsınız, ama etkisinden de kurtulamazsınız. Ne zaman böyle dizeler, şiirlerle karşılaşsam, Borges’in yukarıdaki sözünü anımsar, soluk alırım.’’(Berk, 2005b:86) Sözcüklerin çokanlamlılığı ve çağrışımsal gücü, şaire şiirde sınırsız hareket etme olanağı sağlar. Böyle bir olanağı elinde bulunduran şair, tek anlamlılığın sınırlayıcılığını aşarak şiirde aklın ve mantığın üstüne çıkmak, okuyucunun sezgilerine, muhayyilesine oradan seslenmek ister. Böyle bir tutum karşısında şiire akıl-mantık ekseninde yaklaşan ve bu doğrultuda şiir anlamaya çalışan okur, o şiirden bir şey anlayamayacak ve şiiri anlamsızlıkla nitelendirecektir. Bu konuyu İlhan Berk bir yazısında şöyle açıklar: ‘‘Usla yaklaşmak şiiri bütün bütün çıkmaza sokar. Ne denli üstüne gidilirse gidilsin boş bir duvara çarpacaktır. Us çünkü bir şiiri anlamaya yetmez. Kendi dışında hiçbir şey görmez us. Burnunun dikine gider. Her yerde kendi ayak izlerini arar. Bütün dizgilerini elinde tutmak ister şiirin. Bunun için rotasını baştan çizecek, gideceği yeri de gene ta baştan görecek, bilecektir.(…) İlle de bilmek, anlamak ister.’’(Berk, 2005b:59) Oysaki şiir, şairin de belirttiği gibi bir tür bilinmeze ve sonsuza bir yolculuktur. Bu nedenle de bir şey bildirmez, anlatmaz. Çünkü şiir nerede duracağını ya da nereye varacağını kendi bilmez. Akıl ve mantığın düşünceyi sabitleyerek sınırlandırması, her şeyi bilmeye ve anlamaya çabalaması, onun şiirinde dışında tutulmasında en önemli sebeplerdir. Çünkü bu özellikler şiire değil nesre ait özelliklerdir. Nitekim İkinci Yeni şairlerine göre şiir, aklın denetiminde yazılan ya da anlaşılan bir sanat değildir. Bu 39 nedenle şiirde ''us''a ve mantığa karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkışı İlhan Berk şöyle ifade eder: ‘‘İkinci Yeni dediğimiz şiiri yeni yapan ilkelerin başında anlamın şiirden çok nesre vergi olduğudur. Anlama gelince, şimdiye değin anlamın yalnız bir yönü biliniyordu bizde: Usa bağlı anlam. Oysa şiirin en yüce öğesi usu allak bullak etmesi, onu yıkmasıdır. Bugün şiir bunu deniyor.’’ Berk, 2005a:8) Bu sözler neticesinde diyebiliriz ki İlhan Berk’in şiirde anlama, diğer bir ifadeyle aklın ve mantığın denetimindeki anlama karşı çıkmasının kaynağında Gerçeküstücülük bulunmaktadır. Gerçeküstücüler de şiirde aklın ve bilincin sınırlarından kurtulmak istemişlerdir. Buna bağlı olarak da şiirin, akıl ve aklın çalışma düzeni yani anlatma ve açıklama ile aynı düzlemde bulunamayacağını savunmuşlardır. Şiirde anlam-us bağıntısının ya da bağıntısızlığının temelinde şairlerin gerçek karşısındaki tavrı oldukça önemlidir. Sanat ve özellikle şiir İkinci Yeni bağlamında dış gerçekliği taklit eden ya da yansıtan bir faaliyet değildir artık. Bu nedenle de şairin işi dış gerçekliği şiirde yansıtmak olmamalıdır. İkinci Yeni için şiirdeki asıl gerçek kendi gerçeğidir. Nitekim bu gerçeklik algısının anlamla bağıntısını İlhan Berk şöyle açıklar: ‘‘Öte yandan, anlam sorunu bizi bir şiire, bir metne nasıl bakacağımızdan önce, asıl da yaratının doğrudan doğasına, oluş serüvenine, o bilinmeze götürecektir. Buraya girmeyeceğiz. Yalnız bir şiirin kendi gerçeğinden başka bir gerçeği olmadığını, çoğunda bunun gerçekten daha gerçek olduğunu söylemekle yetinelim.’’(Berk, 2005b:60) Şiirde yer alan gerçekliğin, şiirin asıl ve tek gerçeği olduğuna göre; şiirdeki gerçek ile doğadaki gerçeğin karşılaştırılarak ve bu karşılaştırma neticesinde onun doğadaki gerçeğe uymadığını fark eden okurun ya da ozanın onu değersiz ve anlamsız olarak nitelemesi de yanlış olacaktır. İlhan Berk şiirin böyle bir düşünce ile değer verilmesine şiddetle karşı çıkarak şöyle der:‘‘ Ozan, bir şiirin iyi ya da kötü bir şiir olduğunu doğayla karşılaştırarak, onunla benzerlik ölçüleri kurarak, yaşadığına, yaşanana bakarak ölçüler kuramaz.’’(Berk, 1992: s.13) Şiirin görevi doğanın ya da dış gerçekliğin yansıtılması değildir. Doğa ve dış gerçeklik elbette ki şairin ve şiirin en önemli esin kaynağıdır; ancak şair gerçeği değiştirerek ve bozarak şiire taşımaktadır. Yıldız Ecevit bu algı değişiminin, modern şiirin bir atılımı ve özelliği olduğunu ‘‘Gerçeği birebir yansıtmadan 'yabancılaştırarak', bölerek, grotesk 40 düzeleme taşıyarak anlatma, yüzyılın ilk yarısındaki avangardist estetiğin, yani modernizmin en önemli özelliğidir.’’(Ecevit, 2001:36) cümlesiyle belirtir. Nitekim şair de dış gerçekliği yansıtma yerine, onu kendi algılayış biçimine göre değiştirecek hatta biraz daha ileri gidersek dış gerçekliği yani dünyayı yeninden üretecektir. Bu bağlamda İlhan Berk sanat yapıtının nasıl olması gerektiğini şöyle tarif eder: ‘‘ Doğanın yararı dolaylıdır. Sanat yapıtının koyduğu gerçekle bir olmaz. Sanatçı elbette doğadan yararlanacaktır, onu bir yana atmayacaktır, ama işin o olmadığını, ona karşı kendi doğasını koymak olduğunu, onu yıkmak, onu değiştirmek olduğunu bilecektir. Elindeki araçlar, yani sözcükler, boyalar, notalar bunun içindir.’’( Berk, 1992:14) Şairin gerçeklik karşısındaki en önemli aracı sözcükler ve sözcüklerin de ‘dil’in bir ürünü olduğu düşünülürse, ayrıntılarını sonraki bölümde vereceğimiz ‘dil’ bahsi ile ilgili burada da birkaç söz söylemek yerinde olacaktır. Şiirde yansıtmanın kırılmasından sonra gerçeği oluşturmada şairin elindeki en büyük silah ‘dil’ olmuştur. Dil aracılığıyla şair kendi gerçeğini şiirde yaratmış bu vesileyle de ‘dil’i mutlak otorite olarak görmüştür. Böyle bir iktidarı elinde bulunduran şair için şiirin konusu dilin konusu haline gelmiştir diyebiliriz. İkini Yeni şairleri ‘dil’in sağladığı bu güç ile kendi gerçeğini yansıtma noktasında şiirde tek anlamlı sözcüklerden kaçınmış, alışılagelmiş sözcük bağdaştırmalarını bir kenara bırakmış, sözcüklerin çokanlamlılık ve çağrışımsal yönünden yararlanarak onlara yeni anlamlar yüklemek istemişlerdir. Bu bilineni ve görüneni değiştirme isteğidir ve İlhan Berk bu durumu ‘‘Şairler dünyayı, değiştirmeyi, hiç değilse görüneni, bilineni değiştirmeyi sözcüklerle, sözcüklere verdikleri yeni anlamlarla yaparlar.’’ (Berk, 2005b:81) cümlesiyle açıklar. Şiirin, anlam-dil bağlamında böyle bir düzleme geçişini Hasan Bülent Kahraman modern şiirin gerekleri arasında gösterir. ‘‘ Böylelikle şiirin bir ‘bilgi nesnesi’ olması, şiirin dışsal gerçeklikle ve onunla tümleşik bir dille kurulması süreci sona erdirilmektedir. Bu bağlam, Modernist şiirin, Rimbeaud-Mallermé çizgisinde başlayan ikinci büyük atılımına da temel oluşturmaktadır.’’(Kahraman, 2004:131–132) Yansıtmanın ortadan kalktığı Modernist şiirde, imge, metafor (eğretileme), düzdeğişmece anlam oluşturma yönleriyle şairlerin en çok başvurduğu söz oyunları 41 olmuştur. Sözcüğün yerleşik kullanım ve bağdaştırmalarından saptırılmasıyla oluşturulan metaforun, anlam oluşturucu yönü çok fazladır. Nitekim metaforda sözcüklerin alışılmış kullanımları ya da ‘verili dil’ mantığı bir kenara bırakılır. Böylelikle metafor aracılığıyla şair kendi gerçeğini şiire yansıtır ve bunun neticesinde ondaki gerçek dış dünyadaki gerçekle de örtüşmemiş olur. Diyebiliriz ki yaratıcılık bakımından çağdaş şiirin en önemli olanaklarından biri de metafordur. İlhan Berk de sözden yani anlamdan kaçmanın yegâne yolu olarak söz sanatlarını gösterir. ‘‘ Bu şiir, imgelere, eğretilemelere ve başka söz sanatlarına bağlı bir şiirdir, sözden kaçan bir şiirdir. Anlamı dolaylı olarak, çağrışımlar, kokular, renklerle vermeyi amaç eder kendine.’’(Berk, 2005a:103) İlhan Berk bir başka yazsısında ise söz sanatlarının şaire kattığı güce değinerek, şairin bu söz sanatları ile neler yapabileceğini şöyle anlatır: ‘‘İmge, benzetme, benzetişim(simulation), eğretileme, simge vb terimleri Latin antikitesinin bir düşünü diye görür Abraham Moles. Daha çok benzetme üstünde durur. Varolanı yeninden üretme, canlandırma diyebiliriz benzetmeye. Gerçeği bir çeşit yenileme, gizleme. ‘‘Daha az’’ bir gerçek. Benzetme, şairlerin elinde her seferinde böyle yeni bir boyut, yeni bir anlam kazanır. Giderek gerçeği de aşarak, gerçeğin kendisinden daha gerçek olur. Pessoa, daha da ileri giderek şöyle diyecektir: ‘Şair o kadar yetkin bir benzetişimcidir ki, gerçekte duyduğu acıyı bile yeninden canlandırabilir.’ Şairler kuşkusuz, bütün söz sanatlarını gerçeğe yeni bir gözle bakmak, yeni biçimlere sokmak, üretmek; yeniden yapmak için kullanırlar.’’ (Berk, 2005b:90) İlhan Berk ve diğer İkinci Yeni şairleri şiirde en çok imgeye yönelmiş ve şiiri bir imge işi olarak değerlendirmişleridir. Modern şiirsel söylemde imge, anlamın kendisi olarak şiirde yer almıştır. Doğan Aksan imgeyi sanatçının çeşitli duyularıyla algıladığı özel, özgün görüntünün dile aktarılışı olarak tarif ettikten sonra, imgenin bir betimleme değil yorum işi olduğunu belirtir (Aksan, 1999:32). Nurullah Çetin’e göre ise ‘‘İmaj, dış dünyadan alınan malzemelerden yola çıkarak, onların çağrıştırdığı izlenimler ve algılarla iç dünyada, zihinde yani süjede oluşturulan görüntünün adıdır.’’ (Çetin, 1992:1) O halde diyebiliriz ki imge, insan bilincinden bağımsız olarak var olan nesnelerin, nesnel gerçeklerin bir şekilde zihnimize yansımasıdır. Bu nedenle imgenin şiirde nesnel bir karşılığı yer almaz. Bu yansıma ancak çağrışımlar ağı yoluyla algılanabilir. İlhan Berk, dilin olağan dilden farklı olarak kullanılması, anlamı gizleyerek ya da belirsizleştirerek, onu çağrışımsal bir güce kavuşturması nedeniyle imgeyi şiirin başköşesine yerleştirmiştir. İmge vasıtasıyla sözcük, sözlükteki kullanımından uzaklaşır, sözcüğün anlamı çoğalır, derinleşir ve belirsizleşir. İlhan Berk’ 42 göre ‘‘ İmgenin (‘‘varlığın gölgesi’’) gücü belirsizliğindedir. Belirsizliği kışkırtarak, çoğaltarak bir başka belirsiz belirlik önermesindendir. Bu her seferinde de yinelenir. Bitimsiz bir gidip gelme, koşuşma, devim. Kendi söylemini sürekli silmek. Farklılıkları yaşamak. İmgenin yaşamıdır bu.’’ (Berk, 2005b:78) Modern şiir sözcüğün imge kurucu olanaklarını genişleterek, şairlere, sözcüklere sözlükteki karşılığından bağımsız şiirde yeni anlamlar yükleme imkânı vermiştir. Bu imkân doğrultusunda şairler de güçlü bir imge oluşturmak için sözcükler arasındaki mesafeyi olabildiğince uzak tutmuştur. Böylelikle ilk anda anlaşılabilecek ya da kavranabilecek ‘anlam’ın şiirde üstü çizilmiştir. İlhan Berk de şiirde asıl etkiyi böyle bir belirsizliğin sağladığını savunur. ‘‘ Kimi dizeler, şiirler vardır, karanlık imgeler, uzak çağrışımlarla yürür. Bir yerlere oturtamaz, sonuçlandıramaz, ama etkisinden de kurtulamazsınız.’’(Berk, 2005b:86) İkinci Yeni şiirinin öncü şairlerinden Turgut Uyar ise İlhan Berk gibi şiirde anlamı şiddetle ve ona karşı çıkacak biçimde yadsımamıştır. Hatta ‘‘…şiirlerim de şiir üzerine yazdıklarım da, anlamsızlıktan yana olmadığımı göstermektedir. Kendi şiirimi de iyi bellediğim şiiri de her zaman anlama bağladım.’’ (Uyar, 1958a:103) sözleriyle anlama karşı olmadığını da belirtir. Ancak Turgut uyar bir şiirin kapalı ya da belirsiz olması ile anlamsız olması arasındaki ayrımı da yapar. Bu bağlam da Turgut Uyar da İlhan Berk gibi şiirde ‘anlam’ın açık olarak verilmesini tasvip etmez. Turgut Uyar’ın ‘‘ Haşim, şiirde anlamın; sanıyorum kelime ilişkilerinden, görüntü tazeliği ve kişiliğinden, böylece sağlam kurulmuş bir biçimden ortada kalan 'hava' olduğunu biliyordu.’’ Uyar,1958b) sözlerinden yola çıkarak diyebiliriz ki; anlamın, sözcüklerin birbirleriyle ilişkilerinden, görüntülerden ve biçimden doğan hava olduğunu, bu anlamın da açıkça değil sezgi yoluyla iletilmesi gerektiğini savunmaktadır. Özellikle yazıda geçen ‘görüntü tazeliği’ düşüncesinin de modern şiirin anlam oluşturmada gerekleri arasında yer alan imge ile alakası vardır. Turgut Uyar’ın da böylelikle şiirde imgelerle anlam oluşturmayı önemli saydığını ve asıl önemlisi ise imgenin yeni ve ‘taze’ bağdaştırmalarla kurulması gerektiğini ön görmektedir. Turgut Uyar yine aynı yazısında bu düşünceye bağlı olarak şiirde anlamın, düzyazıdaki akla ve mantığa dayanan ve bir şeyler anlatmayı, iletmeyi amaç bilen anlam ile aynı olamayacağını düşünür. Bu 43 düşünce yapısı Turgut Uyar’ın anlam konusunda Ahmet Haşim ve İlhan Berk ile düzlemde olduğunu göstermektedir. Şiirde kapalılık ve anlam konusunda, başka bir yazısında Turgut Uyar şöyle der: ‘‘ Çok karanlık, çok anlamsız gibi görünen her öykünün, her şiirin anlaşılmaya elverişli bir ‘işaret’, bir ‘ipucu’ vardır.(…) Ozanı, yazarı güç anlaşılır eden bu ipucunun yeniliği, güçlüğüdür daha çok.’’ (Uyar, 1958d) Şair öncelikle yeni şiirin farklılıkları dolayısıyla anlamsız gelebileceğini savunduktan sonra, okuru şiirdeki ‘işaret’ ve ‘ipuçları’nı bulma adına şiiri anlamlandırma ve yorumlama sürecinde dâhil etmek niyetindedir düşüncesindeyiz. Böylelikle okur da şiirin oluşum serüvenine dâhil olarak şiirdeki işaretlere kendi yorumlarını da katacak ve her defasında farklı farklı yorumlayacak böylelikle de şiire yeni anlamlar katacaktır. Bu düşüncemizi Turgut Uyar’ın şu sözleri ile bağlayabiliriz: ‘‘İlkin anlamsız görünen şiirlerin sonunda bir takım kalıplara, bir [takım] değerlere ulaşmak yolu ile anlaşılabileceğini, hatta sevilebileceğini. Bu yüzden bir yeni şiiri ‘anlamadık’ diye horlamanın, geri çevirmenin, doğru olmayacağını, her iyi ozanın kişileri bazı yeni ‘anlamlara’ götürdüğünü söylemiştim. (Uyar,1958a:103) Turgut Uyar şiirde anlamın şairin kişiliği ile doğrudan bağıntısı olduğunu ve iyi bir şairin şiirdeki anlamı gizlemesi, bir tür muamma olarak şiirde vermesiyle sanatkar kişiliğini ortaya koyduğunu söyler. Buna dayanarak ‘‘… her şiirde ozanın kişiliğinden, kişisel yaşamasından gelen bir ‘muamma’ daha doğrusu, bir anlam güçlüğü…’(Uyar, 1958c:103) olduğunu savunur. Bu görüşün temelinde şairin algısı ve gerçeklik anlayışı da önem kazanmaktadır. Ozanın kişiliğinin ve kişisel yaşamının, onun izlenim ve duygularıyla dikkate değer bağlantısı vardır. Şair, dış gerçekliği diğer bir deyişle doğayı şahsi duygu ve izlenimlerine göre yorumlar ve şiirinde bu izlenimlere yer verir. Bunun neticesinde şairin gerçekliği ile nesnel gerçeklik arasında önemli bir fark oluşmaktadır. Böylelikle şiir, nesnel gerçekliği onda arayan okur için, anlaşılmaz ve kapalı bir hale gelir. Özetle Turgut Uyar, şiirdeki anlam ile düzyazıdaki anlamın aynı olamayacağını savunduktan sonra şiirde yer alan gerçekliğin, şairin şahsi izlenim ve algısından geçtikten sonra imge, eğretileme gibi söz sanatlarının da yardımıyla değiştirildiğini, 44 bunun da anlaşılabilir değil ancak duyumsanabilir ya da sezilebilir olduğunu dile getirmektedir. İkinci Yeni şairlerinden Edip Cansever ise İkinci Yeni şiirinin anlamsızlıkla suçlanmasını kabul etmemektedir. Şair, bu şiirin anlama değil bilakis bir şey anlatmaya ya da söylemeye karşı olan bir şiir olduğunu şu sözlerle vurgular: ‘‘Ne var ki onları anlamsız şiirin çemberi içinde düşünmek yanlış bir yol.(…) Ama gene de bir şeyler söylemek gerekiyorsa beni inandıran şiirin, anlamı olan, kişinin şiir gereksinimini karşılayabilen bir şiir olduğunu biliyorum. S. Birsel’in dediği gibi anlaşılmayana özel bir saygı beslemiyorum ben. Kelimeciliği, ‘şiirin amacı bir şey söylemek değildir’ fikrine karşıt olarak ele alıyorum.’’(Cansever,1957:5) Edip Cansever temelde anlamsız şiirin olabileceğini kabul etmez. Şiirin düzeninin dış düzenin gerçekliğinden farklı olduğunu, kendine has bir varlık olduğunu önemle vurguladıktan sonra şiirin bir dilsel olgular düzeni olduğu görüşünü savunur. Nitekim tüm bu olgular dışarıda bırakılarak, şiirin anlaşılması ya da açıklanması, şiirin varlığının dış dünyada aranmaya çalışılması sonucunda şiirin okura anlamsız geldiğini dile getirmektedir: ‘‘…şiirin düzeni önce dildir; dil’in şiirsel bir yapıya uygulanması, geliştirilmesidir.(…) Demek oluyor ki biz, düzenli, ama anlamsız bir şiiri anlayabiliyoruz.(…) Burada düzen dediğimiz şiirin gerçek varlığı (reel varlık)dır. Anlamak için bu gerçek varlık önemlidir. Biz anacak şiirin bu gerçek varlığın yardımıyla, anlamsızın şiirin gerçek dışı, gerçek ötesi ya da ne bileyim kelimelersiz güzelliğine atlar, onu kavrayıp anlamak edimini gerçekleştirebiliriz.’’(Cansever, 1959a:17) Bu sözler bize ayrıca şairin gerçeklik karşısındaki tutumunu da göstermektedir. Edip Cansever dış gerçeklik ile şiirin gerçekliğinin farklı olduğu ve şiirde var olan gerçekliğin, dış gerçeklikte aranmaması gerektiği görüşündedir. Dış gerçekliğin algılanması ve şiirde yeninden kurgulanarak adeta şiirin ve şairin gerçekliğine dönüşmesinde şüphesiz şairin kişiliği öne çıkmaktadır. Bu bağlamda Edip Cansever, tıpkı Turgut Uyar gibi ‘‘…şiirin anlamı, şairin kişiliğine sıkı sıkıya bağlıdır.’’(Cansever, 1959b:4) görüşünü savunmaktadır. İkinci Yeni şiirinin ortaklaşa duygu ve düşüncenin ötesinden bir şiir olduğunu ve bu nedenle anlamsız olarak gösterildiğini belirten Edip Cansever bu konu şu sözleri dile getirir: 45 ‘‘… toplumsal bilinci aşmış, ortaklaşa duygu ve düşüncelerin ötesine geçmiş şiirlerin, belli bir zaman için ‘kapalı şiir’ olarak nitelendirilmesi olağandır. Nice şiirlerin zaman geçtikçe daha iyi anlaşılması, daha doğrusu kapalılıktan kurtulması da başka türlü açıklanamaz zaten.’’(Cansever, 1975:262) Cemal Süreya ise şiirde anlam konusuna yazılarında pek yer vermemiştir ancak anlam konusunda İlhan Berk’le az çok aynı görüşleri savunmaktadır diyebiliriz. Anlamın düzyazıya ait olduğunu ‘‘ Anlam, biçim, yapı bakımından düzyazının hemen sınırında yürür, bol bol da düzyazıya girer.’’(Süreya, 2006:237) sözleriyle dile getirir. Şaire göre en büyük hata ise düzyazıdan beklenen anlamın şiirden beklenmesidir. Türk şiirinde anlamın düzyazıya ait olduğu fikrini ilk olarak Ahmet Haşim dile getirmiş ve bu görüş doğrultusunda İlhan Berk de kendi poetikasını oluşturmuştur. Edip Cansever de bu bağlamda ‘‘ Hem nedir şiirdeki anlam? Şiirden, düzyazıdan beklenen gibi bir anlam mı bekleniyor?’’(Süreya, 2006:73) sözleriyle aynı şiir anlayışında olduğunu göstermektedir. Alışılagelmiş kelime oyunları ve anlam kurguları neticesinde şiirin kısır bir yolda olduğunu vurgulayan Cemal Süreya, İkinci Yeni şiirinin şiire getirdiğini yeniliği ve bu yeniliğin nasıl sağlandığını şu sözlerle açıklar: ‘‘Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yarı yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor.’’(Süreya, 2006:194) Cemal Süreya da İlhan Berk gibi sözcükleri alışılmış bağdaştırmalarının dışında kullanarak, onların çok anlamlılığı yardımıyla da şiirde yeniliğe varma düşüncesindedir. Tabi ki böyle bir yenilik düşüncesinde en önemli unsur imge olmaktadır. Modern şiirin anlamı oluşturmada en önemli aracı olan imge, Cemal Süreya için de vazgeçilemez bir konumdadır: ‘‘İmge ne acaba? İmge bir şeyin daha iyisi, daha kötüsü, daha gerçeği, daha gerçek dışı durumu, daha temizi, daha kirlisi, daha hafifi, daha ağırı, daha… nasıl söyleyeyim, daha kendisi… Yani daha kendisini bulmaktır imge.’’ (Süreya, 2002:192) 46 Cemal Süreya için, şiirde önemli olanın anlatmak değil duyurmak olduğunu ‘‘Şairin, şiirinde geliştirdiği özün, okurda bir ruh hali yaratabilmesi için, bu özün duyulabilir bir nitelikte olması şarttır.’’(Süreya,2006:311) cümlesinden anlıyoruz. Şiirin anlamının gizlenmesinde ve çeşitli çağrışımlarla duyumsanabilir olmasında sözcüklerin çokanlamlılığı ve imgenin yardımı yadsınamaz bir gerçektir diyebiliriz. Ece Ayhan, yazılarında anlam konusundan pek söz etmese de, hatta anlamsızlığı diğer şairler kadar benimsemese de İkinci Yeni şairleri içinde en zor anlaşılan ve çözülebilen şairdir diyebiliriz. Şiirlerinin zor anlaşılması ya da anlaşılmaması sebebiyle toplumcu şairler ve eleştirmenler tarafından ‘faydasız şiir’ olarak görülmesine karşı çıkmaktadır: ‘‘Bir şiirin 'doğrudan' halka hitap etmemesi, 'doğrudan' halkı gıdıklamaması, kullandığı kendine özgü yöntemler yüzünden kolay kolay anlaşılmaması, kendini kolay kolay vermemesi, işe toplumsal açıdan bakanların bile 'faydasız şiir' yargısına varabilmesi için bir ölçü olamaz.’’ (Ayhan, 2007a:10) Ece Ayhan’ın bu cümlelerinden şiirde anlam ile ilgili önemli yargılar çıkarabiliriz. Şair özellikle şiiri kendine özgü yöntemleri bakımından diğer sanatlarından ayırmaktadır. Şiirin kendine özgü yöntemlerini dil-imge-anlam bağlamında ele alırsak, Ece Ayhan’ın şiirde doğrudan verilecek anlama karşı olduğunu, imge ve diğer söz sanatlarının da yardımıyla şiirde anlamın gizlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Ece Ayhan’ın şiirini ‘sıkı şiir’ olarak adlandırmasının nedenini, onun anlaşılmasının ve çözülmesinin zorluğuna bağlayabiliriz. Ece Ayhan ise kendi şiirini şöyle tarif eder: ‘‘ İlk elde kendini ele vermeyen şiir! Hem bakın artık o ahmak eleştiriciler gibi ‘anlaşılmayan’ şiir de demiyorum. Zaten hiç dememişimdir de. ‘Sıkı’ sözcüğü, vallahi tallahi, çok daha iyidir!’’(Ayhan, 1993:235) Alâattin Karaca ise Ece Ayhan şiirinin zor anlaşılmasını, şairin dil karşısındaki tutumuna bağlamaktadır:‘‘ Gerçekten de Ayhan’ın şiiri okurca zor çözülebilen, kendini oldukça zor ele veren bir şiirdir. Bunda kuşkusuz alışılmış şiir dilinden uzaklaşması ve dil kurallarını alt-üst etmesi önemli rol oynar…’’(Karaca, 2005:345) Ece Ayhan’ın şiirinde yer alan anlamın alışılmışın dışında özellikler taşıması ayrıca şiir diline karşı başkaldırması ve onu deformasyona uğratması nedeniyle şiirlerinde anlam da ‘anlamsız’ olarak görülmektedir. 47 Bu noktadan sonra diyebiliriz ki; şiirde anlam konusunun temelini şiirin ‘dil’i oluşturmaktadır. İkinci Yeni şairleri de şiirde anlamı gizleme ya da şiirden silme adına en büyük savaşı ‘dil’ ile ve ‘dil’e karşı vermiştir diyebiliriz. Gündelik sözel dilin anlam çerçevesinin kırılması, dilin basit bir semantikten kurtarılması, dilin buyrultusal yapısının geriletilmesi, sözcüğün ‘anlam’dan çok ‘yan anlam’a dayanması hemen her özgül sanatsal üretim alanındaki gizli dil sorununu gündeme getirmiştir.(Kahraman, s.155) Şiirde anlam sorununun ‘dil’ ile ilişkisi göz önüne alındığında, bu sorunu şairin dil karşısındaki tavrına ve dili nasıl ele aldığına bağlayabiliriz. 2.3. Dil Sorunu Sonsuz anlatım olanaklarını içinde barındıran şiirin en önemli malzemesi dildir. Şairin duygu ve düşüncelerini dışa vurum aracı olan dil bu yönüyle algılama biçimini yansıtan bir ayna gibidir. Algılama biçiminin her dönemde farklılık göstermesi, ilk önce dilde kendini göstermiştir. Duyusal organlara bağlı olarak çalışan algılama, nesnel gerçeklik tanımına uygun bir dil doğurur. Bu dil, doğaya ve nesneye doğrudan bağlı, oları yansıtma işlevi gören akıl ve mantığın dilidir. 20. yüzyılın başlarından itibaren ise görecelik (relatiivite) kavramıyla beraber gerçeklik anlayış sarsılır, neticede de aklın ve onun doğurduğu dilin egemenliği de yıkılır.( Karaca: 2005:200) İkinci Yeni akımın şiire getirdiği en önemli yenilik de geleneksel algılama biçimini yıkarak şiiri yansıtma işlevinden çıkarmasıdır. Hasan Bülent Kahraman da ‘‘ 2. Yeni’nin dil bağlamında getirdiği en önemli çıkışlardan biri, mimesisin kırılmasıdır. Dilin doğanın içinden görülmesinden uzaklaşılarak doğanın dilin içinden görülmesi bu gelişmede en önemli etkendir.’’(Kahraman, 2004:121) sözleriyle bunu vurgular. Yansıtmanın kırılması ile dilin yalnızca dış gerçekliği yansıtan bir araç olmaktan çıkıp doğayı yeninden yaratan bir araç konumuna geldiğini söyleyebiliriz. Böylelikle şiir dili gerçekliği yeninden üreten özne durumuna gelmiştir. Bu durumda şiirde nesnel gerçeklik bozularak, dilsel bir gerçekliğe dönüşmüştür. Kullanılan bu yeni şiir dili, doğanın gerçekleriyle eşleşmemekte, neticede de okur tarafından kavranamayıp anlaşılamamaktadır.(Karaca: 2005: 298) İlhan Berk’in ‘‘ Şiir dilin alışılmadık bir biçim kullanılışında baş verir. Bu dil bulunmadıkça yoktur. Şiir bu dilin kullanılışıdır da diyebiliriz.’’ (Berk, 2005b:89) 48 sözlerinden İkinci Yeni’nin öncelikle alışılagelmiş dil anlayışına karşı olduğunu söyleyebiliriz. İlhan Berk pek çok yazısında şiirde en önemli unsurun dil olduğunu vurgular. ‘‘Benim için neredeyse şiirin kendisidir dil’’(Berk, 2004:111) diyerek dil poetikasını başköşesine oturtur. İkinci Yeni öncelikle Garip akımın Akımı’nın şiirdeki alelade diline karşı çıkmaktadır. İlhan Berk bir konuşmasında bunu‘‘ İkinci Yeni bu şiire karşıdır dediğim zaman, konuşma diline karşı bir şiir olduğunu söylemek istiyorum’’ (Berk, 1960:33) sözleriyle açıklığa kavuşturur. Garip şiiri, herkesin anlayabileceği, akıl ve mantığın idaresi altındaki verili dille yazılmış, somut bir şiirdir. Böyle bir şiirde anlam kolaylıkla ortaya çıkmaktadır. İlhan Berk’in ise şu sözlerinden nasıl bir şiir dili istediğini anlayabiliriz:‘‘Soyut bir şiir dili bulmak istiyorum. Düzyazıya çevrilemeyen bir dil bu, ya da düzyazıda anlamı olmayan.(…) Konusuz, öyküsüz olması gereken bu şiirin; konu, öykü bu soyut dili kurmaya büyük engel.’’ (Berk, 2001: 31) İlhan Berk’in hiçbir şey anlatmayan, düzyazıda dahi bir anlamı olmayan soyut dil üzerine aşağıda alıntılayacağımız yazısı, bize şairin dil algısını göstermektedir. ‘‘Dil, anlatma aracı olduğu değin tersini de içerir. Kendi dışında hiçbir şey anlatmayabilir. Şöyle de söyleyebiliriz bunu: Anlamın olmadığı yerde de işlevini sürdürür. Şiirde bu daha belirgindir. Özneyi dışlar, başına buyruk sürdürür edimini. Susabilir, susmayı yeğleyebilir. Sessizlikle ilerleyebilir. Sözsüz sese de bürünebilir. Konuşmaz. Sözün üstünü çize çize yürüyebilir. Seçebilir bunu. Dahası, kimi durumlarda salt ses olarak da var olabilir. Yetinir onunla. Yetinir çünkü kimi yerde ses öznenin yerini alır, onu yüklenebilir. Bu kendi olma erkini, uzamda, zamanda da gerçekleştirebilir. Değil mi ki başına buyruktur, uzanabilir oraya da. (…) Doğası gereği bütün bunlara açıktır dil.(…) Daha nice nice kılıklara girer. Özellikle de dağolıp parçalanarak görsel yapılar, biçimler edinir. Bu zaman dil kendi yapısının da dışına çıkarak, başı dönmüş gibi kendini ordan oraya vurur, ereksiz, amaçsız dolaşır.(…) düşün, usdışının, cinnetin sınırlarına gelip dayanır.(…) Şimdiye değin sürdürdüğü sınır bekçiliğini (dil dünyamızı sınırlar) bırakılmıştır. Kendi bile değildir.(…) Bu dilin her şeyi bir yana bırakıp kendi olduğu, öznenin yerine geçtiği, oradan seslendiği(susma da bir seslenmedir) bir durumdur.’’ (Berk 2005b:13–14) İlhan Berk bu denli soyut dile ulaşmak için dilde değiştirimlere gitmiş, bunun için de konuşma diline, ortak dile sırt çevirmiştir. Neticede İlhan Berk’e göre şiir dili alışılmış dilden farklıdır; ortak dilden bir sapmadır. Aslına bakılırsa İlhan Berk alışılmış dile savaş açmıştır da diyebiliriz. (Karaca:2005:304) Çünkü şair günlük konuşma dilini ya da nesir dilini tüketim aracı olarak görmekte ve böyle bir dil anlayışının, şiirde yerinin 49 olmadığını şu sözlerle dile getirmektedir: ‘‘ …dilin tüketim aracı olmaktan çıktığı, kendine geldiği an belki de yalnız şiirdir. Varlığını neredeyse yalnız onda doğrular. Yalnız şiirde kendi dilini arar, tüketici, verili dili yadsır.’’ (Berk, 2005b: 75) Ayrıca şiir dili bir araç olmaktan da çıkmıştır. Şiir dilinin bu türde algılanması, şairin bireysel bir dil yaratma çabası olarak da değerlendirilebilir. Şiirde ortak dili yadsıma ve anlamı yok etme girişimi neticesinde, şiir dilinde alışılmış bağdaştırmalardan sapma ve kopmalar görülmüş buna bağlı olarak da İlhan Berk’in şiirleri anlaşılamayan ya da zor anlaşılan bir dil özelliği taşımaya başlamıştır. İkinci Yeni şiirinin diğer bir önce şairi Turgut Uyar için de dil şiirin en önemli öğelerinden biridir. Ancak Turgut Uyar gündelik konuşma diline İlhan Berk gibi sırtını çevirmez. ‘‘ … konuşma dilinden, özel adlardan hiç vazgeçmem.’’(Uyar, 1985:111) diyen şaire göre ortak dilden uzaklaşılmaması gerekmektedir. Hatta Turgut Uyar gündelik dili şiirin kaynağı olarak görmekte ve gündelik konuşma dilinin şiirin hayatla bağlantısını pekiştirdiğine inanır (Uyar, 1985:103) bu bağlamda Turgut uyar yaşamdan kopuk, ortak dille bağıntısı olmayan bir şiir dilini kabul etmez. Bu bakımdan İlhan Berk ile Turgut Uyar’ın dil anlayışında farklılıkların olduğunu söyleyebiliriz. Turgut Uyar için şiir dili bir araç olma özelliğini taşırken, İlhan Berk için şiir dili bir amaç niteliğindedir. İkinci Yeni’nin dil bağlamında getirdiği diğer bir yenilik ise, şiirde sözcüğe alışılagelenden aşırı bir şekilde önem vermesidir. Roland Barthes şiirin bu özelliğini şöyle açıklamaktadır. ‘‘Klasik dilde, sözcükleri bağıntılar yönlendirir, bağıntılar her zaman tasarlanmış bir anlama doğru götürür hemen; çağdaş şiirde bağıntılar yalnızca sözcüğün bir yayılmasıdır; konut olan Sözcük’tür.’’ (Barthes, 2006: 44) Bu bağlamda İlhan Berk için de sözcük her şeydir. Şairler dünyayı değiştirmeyi, hiç değilse görüneni, bilineni değiştirmeyi sözcüklerle, sözcüklere verdikleri yeni anlamlarla yaparlar. (Berk, 2005b:81) Cemal Süreya’nın ‘‘Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı’’ (Süreya, 2006:192) ifadesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. İkinci Yeni şiiri ile birlikte sözcüklerin bağlamlarından koparılması, sözcüğün şiirde başlı başına bir değer olarak görülmesine yol açmıştır. Sözcüklere yüklenen yeni anlamlar, ya da yeni görüntülerle (imgeler) şiirde alışıla gelmiş sözcük kullanımının önüne geçilmiş, böylelikle de anlam kapalılığı sağlanmıştır. Turgut Uyar ise şiirde sözcüğe bu denli önem ve yük verilmesine karşı 50 çıkmaktadır. Bu düşüncesini bir yazısında şöyle dile getirir: ‘‘ Kelimeler, sadece kelimeler, şiirin yükünü taşıyamazlar yahut şiirin bütün değeri kelimelere, kelimelerin uyuşmasına yüklenmemelidir.’’ (Uyar, 1956: 8) Turgut Uyar şiir dilini yaşamdan ve insandan koparmamakta, şiirlerinde konuşma dilinden yararlanmaya çalışmaktadır. Bu noktadan ele aldığımızda Turgut Uyar, İlhan Berk ile şiir dili konusunda ayır görüşlere sahiptir ve bu iki şairin şiir dillerinde de ayrılıklar görülmektedir. Edip Cansever de şiir dili bahsinde az çok Turgut Uyar ile aynı görüşlere sahiptir diyebiliriz. Şair, ortak dilden bağımsız, şairden başka kimsenin anlayamayacağı şiir diline karşıdır: ‘‘Ozanlar, halkın konuştuğu dille, onun gelecekte konuşacağı dil arasında yapıcı bir iletken durumundadırlar; yani halka; gene halkın kullandığı dilin tadını, gizlerini, inceliklerini ulaştırmakla görevlidirler. Ben ‘şiir dili’ deyiminden bunu anlıyorum sadece. Öyle ki şiirden şiire değil de, şiirden topluma akan, toplumla bağdaşan akıcı, yayılgan bir varlıktır diyorum ‘şiir dili’. Ozansa dilin vardığı en son durağın temsilcisidir. Yoksa şiir dili yalnızca ozanların anlayacağı, toplumdan bağımsız bir dil yoktur.’’ (Cansever, 2000: 81-82) Bu yazıda da görüldüğü gibi Edip Cansever, ortak dilden kopma düşüncesini onaylamamaktadır. Şair elbette ki şiirinde yeni anlamlar yakalamak için şiir dilinde değişikliklere gidecektir. Ancak bu tür bir değişiklik ortak dilden kopma olarak görülmemelidir. Şairin buradaki göre ortak dili işleyerek, zenginleştirerek, seçkin bir şiir dili ortaya çıkarmaktır. Özetle İlhan Berk ortak dile karşı çıkarken Edip Cansever kaynağını ortak dilden alan bir şiir dilini savunmaktadır diyebiliriz. Cemal Süreya ise İkinci Yeni şairleri arasında İlhan Berk’ten sonra dil üzerinde en çok duran şairlerden biridir. Cemal Süreya şiir dili için şu sözleri dile getirmektedir. ‘‘ Şiirde dil, düzyazıda olduğundan biraz daha başkadır. Düzyazı için, sözgelimi bir romancı için, dil bir araçtır. Bir düşünceyi, bir durumu anlatmak için bir araçtır. Şiirde dil, hem araçtır, hem ortamdır. Şiirin, bir yerde gövdesi gibidir. Kuşun kanatlarıyla uçması gibidir. Bir motor gibi değildir. Bunun için, şiirde dilin ayrı bir işlevi ortaya çıkıyor. Şiir dilin kendisi oluyor bir yerde. Dilde çıkan bir yangın oluyor sözgelimi.’’ (Süreya, 2006: 352) 51 Şair şiiri bir dil işi olarak görmekte ve buna bağlı olarak şiir dilinin ortak dilden farklı bir dil olduğunu savununmuş ancak ‘‘Şiir konuşma dilinden uzaklaşmamalı’’ (Süreya, 2002:46), ‘‘ Konuşma dilinin çevresinde dönmeli, alacağı şeyleri oradan almalıdır.’’ (Süreya, 2006:353) gibi ifadelerle de şiirin kaynağının konuşma dili olduğunu belirtmiştir. O halde şairin kaynağı ortak dil olacak, ancak bu dil işlenerek, en güzel ve en etkili biçimde şiirdeki yerini alacak dersek yanılmamış oluruz. Yine başka bir yazısında aynı düşünceye paralel olarak Cemal Süreya şunları söylemektedir: ‘‘Şair yaşadığı kelimelerle kurar şiirini. Yaşadığı yani günlük konuşmasına, oturmasına, kalkmasına, şuradan şuraya gitmesine iyice bağladığı kelimelerdir ki, şairle dış evren arasında sağlam ilgi kurulabilir.’’(Süreya, 2006:268) İlhan Berk şiir dilinin ortak dil ve konuşma dilinden ayrı olması gerektiğini savunarak ‘kişisel dil’ anlayışını benimsemiştir. Bu düşünce ekseninde de şiir dilinde sapmalara, aşırı sayılabilecek sözcük bağdaştırmalarına gitmiştir. Cemal Süreya ise böyle bir anlayışı eleştirerek, bu tür bir şiir dilini ‘kuşdili’ne benzetmiştir: ‘‘Gerçekten çok kez ortak dilin dışında birtakım kişisel diller yaratmaya çalışmıştı bazı arkadaşlar. Bu arada, hiçbir nesnel karşılık hazırlamadan, şiiri o kişisel dillerle anadilinden koparmaya çalışanlar da oldu. Yanlıştı bu.(…) Çünkü şiir dil içinde ikinci bir dildir, ama kuşdili de değildir.’’(Süreya, 2006: 316) Cemal Süreya’nın şiir dilinde yaptığı yeniliği Alâattin Karaca şöyle değerlendirmektedir: ‘‘… Süreya, şiirin bir üst dil olduğunu, ancak bu dilin konuşma dilinden çıkması ve şiirin konuşma dilinden kopmaması gerektiğini düşünür. Ona göre şiirde dilin bütün olanakları zorlanmalı, sözcükler dahi yerinden oynatılmalıdır. Çağdaş şiir, sözcükleri yerinden sarsmaktır. Şiir dili zorlanmalıdır; ancak bu dili tanımakla olur. Süreya, şiirin kendine özgü bir dil olduğunu savunmakla beraber, yapay anlaşılmaz bir dilin yaratılmasına da şiddetle karşı çıkar. Şiirlerine bakıldığında da, şairin dil konusunda kimi İkinci Yeni şairleri denli uçta olmadığı; yeniliği ortak dilden çıkardığı, dil devrimi uğruna şiirini feda etmediği, semantik yapıyı alt-üst etmediği ve en önemlisi yapay, zorlamış hissi veren bir dil kullanmadığı görülür. Aslında o, şiirinde dili bozar; ancak bozarken yapar. Zaten amacı bozmak değil ‘bozarak yapmak’tır; yaptığı ise, konuşma dilinden kopuk değildir. Bu bakımdan İlhan Berk’in epeyce uzağında kalmayı tercih etmiş, Ece Ayhan denli dil anarşisti olmaya cesaret edememiştir.’’ (Karaca, 2005: 313–314) Sözcüklerin olağan kullanımlarından saptırılmasında, şiir dilinin değiştirilerek deformasyona uğratılmasında İkinci Yeni’nin en önde gelen şairi ise Ece Ayhan’dır. 52 Şairin verili dile başkaldırarak onu yıkmaya çalışmasının temelinde gerçeklik algısı yatmaktadır. Ece Ayhan dış gerçekliği olduğu gibi kabul etmemekte ve dilin olanakları sayesinde bu gerçekliği yıkmaya çalışarak kendi gerçekliğini kurmak istemiştir. Ece Ayhan’ın ‘‘dil konusundaki bu ‘yıkıcı’ tavrının temelinde otoriteye, alışılmış algılama ve düşünme biçimine başkaldırı yatar.’’( Karaca: 2005:314) Ece Ayhan bir yazısında şiir dilinin özelliklerini şöyle tarif etmektedir: ‘‘Benim kurmaya çalıştığım dile, gerçekliği kurcalamak isteyen Gerçekötesi bir dil denebilir belki, tabi denebilirse.’’ (Ayhan, 2001:33) Şiirlerinde gerçekliği kurcalayan ve ona yeni boyutlar kazandırmaya çalışan şairin dille bu denli uğraşmasının sebebi, kullanılagelen dilin yetersizliğindendir. Şair bu durumu ‘‘ Gündelik konuşma dili çok dar bir sözlüğe dayanıyor. Bolluklu sınıflar bile sınırlı sayıda sözcük kullanır.(…) Ben bu genel geçer olgunun sıkıntısını yaşıyorum.’’ (Ayhan, 1996:49) sözleriyle anlatır. Ece Ayhan şiir dilinin yetersizliği karşısında onu bozguna uğratarak yeni bir dil yaratmak istemiştir diyebiliriz. Sonuç olarak klasik şiir ile modern şiir arasındaki en önemli ayrım şairlerin dil karşısındaki tutumda ortaya çıkmaktadır diyebiliriz. Klasik şairler sözü güzelleştirmek amacıyla, dili anlamı iletmenin bir aracı olarak görürken, modern şairlerde dil, tıpkı müzisyenin sesi, ressamın boyayı kullandığı gibi bir malzeme özelliğine sahip olur. Böylelikle şiir bir yansıtma değil, doğanın ve nesnel gerçekliğin yeniden kurulduğu bir ortam olmaktadır. Hasan Bülent Kahraman’ın belirttiği gibi dil artık doğanın içinden görülmemekte, bilakis doğa dilin içinden görülerek, dilin bu gücü sayesinde yeni anlamlar ve görünümler kazanmaktadır. 53 BÖLÜM 3: II. YENİ ŞİİRİNDEKİ KARŞITLIKLAR 3.1. İlhan Berk’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar1 İlhan Berk’in İkinci Yeni şiir akımı çerçevesinde yayımladığı ilk şiir ‘‘ Saint-Antoine’ın Güvercinleri’’dir. Biz de bu bölümde şairin 1954–1959 yılları arasında çeşitli dergilerde yayımlanan ve daha sonra Galile Deniz’i şiir kitabında toplanan şiirlerindeki anlam yapılarını ikili karşıtlık yaklaşımıyla çıkarak yorumlamaya çalışacağız. İlhan Berk’in İkinci Yeni akımı çerçevesinde yazdığı ilk şiirleri kapsayan Galile Denizi 1958 yılında Varlık Yayınları tarafından yayımlanmıştır. ‘‘ Saint-Antoine’in Güvercinleri’’, ‘‘ Arma Viriumque Cano’’, ‘‘ Bel Conto’’ ve ‘‘Galata Kulesi’’ olmak üzere dört ayrı başlıktan oluşan Galile Denizi’nde toplam 41 şiir bulunmaktadır. Kitabın ilk şiiri olan ‘‘Eleni’nin Elleri’’ (Berk, 2007:197) aşk teması çerçevesinde kurulmuş olmakla birlikte aşkın ve sevgilinin bireyin dünyasını ve dünyayı algılayışını ne denli değiştirdiğini de yansıtmaktadır. Metnin ilk bendinde bulunan ve her şeyi değiştirme gücüne sahip olan ‘‘Eleni’nin elleri’’ ifadesi sihirli el, peri eli gibi çağrışımlar uyandırmaktadır. ‘‘Bir gün Eleni’nin elleri geliyor Her şey değişiyor İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor Bir çocuk ilk gülüyor Bir ağaç çiçek açıyor.’’ Sevgilinin göstereni olan ‘Eleni’nin gelişi ile İstanbul’un kültürden çıkarak yani yapaylıktan çıkarak doğal özelliğine kavuşması, çocuğun ilk gülmesi ve ağacın çiçek açması; aşk ≈ doğal + mutluluk + yaşam eşdeğerliklerini de ortaya çıkarmaktadır. 1 Tezimizin bu kısmında kimi işaretlere başvuracağız: / karşıtlığı, → gelişmeyi, ilerlemeyi, dönüşümü, ≈ eşdeğerliği ifade ediyor. 54 Metnin ikinci bendinde ise geçmiş/şimdi karşıtlığında aşkın özellikle olumsuz yönleri yer almaktadır ‘‘Eleni’den önce Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım Sabahları, akşamları bilmiyordum daha Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde Bir gün sabah her yanım.’’ Dizelerinde aşk, olgunluk gibi olumlu bir değer kazanmakta ancak tütün, kahve gibi zararlı alışkanlıkları da beraberinde getirmektedir. Bu olumsuz özelliklere karşın şikâyet ya da ondan uzaklaşma isteğini gösteren herhangi bir işaret metinde bulunmamaktadır. Şiirin son bendinde bulunan ‘‘Eleni geliyor Dünyaya bakıyorum Dünya sanıldığı kadar küçük değil Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada’’ dizeleri geçmiş/şimdiki zaman karşıtlığında aşkın şimdiki zamana getirdiği mutluluğu göstermektedir. Ayrıca sevgili ile birlikte gökyüzünün gelmesi ve sokaktan ilk defa denizin görülmesi ifadelerinde yer alan gökyüzü ve deniz göstergeleri İlhan Berk’in şiirlerinde sıkça görülmektedir. Daha sonraki şiirlerinde kullanımları da göz önüne alındığında gökyüzü ve deniz imgeleri mutlu bir doğal yaşamı simgelemektedir. Eleni’den yani sevgiliden önceki zaman ile onun gelişinden sonraki zaman arasında görülen yaşamsal ve çevresel farklılıklar metinde öncelikle geçmiş zaman/ şimdiki zaman karşıtlığını ortaya çıkarmaktadır. Buna bağlı olarak da doğaya ait göstergelerin aşk ve sevgili çerçevesinde olumlu değerler taşıması geçmiş/şimdi karşıtlığının temelinde kültür/doğa karşıtlığı bulunduğunu göstermektedir. Neticede geçmiş ≈ 55 mutsuz + üzgün + doğal yaşamdan uzak + çocukluk gibi olumsuz özellikler taşırken, aşkın ve sevgilinin etkisiyle şimdiki zaman ≈ mutluluk + umut dolu doğal yaşam + olgunluk gibi olumlu değerler taşımaktadır. Aşk temini işleyen ‘‘Eleni’nin Elleri’’ şiirinin yüzey yapısında şimdi/geçmiş zaman karşıtlığı ve derin yapısında ise kültür/doğa karşıtlığının bulunduğunu söyleyebiliriz. ‘‘Gençlik’’ (Berk, 2007:198 -199) başlıklı şiir metninde değişim ‘‘Eleni’nin Elleri’’ şiirinin aksine dış dünyada değil bireyin iç dünyasında gerçekleşmektedir. ‘‘Ruhum, İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun? Bir serçe yavaş yavaş uçuyor Bir balık başını suyun yüzüne çıkarmış bakıyor Düştü düşecek dalından bir yaprak.’’ Dizelerindeki köprü imgesi değişim sürecini göstererek gençlikten yaşlılığa geçişi çağrıştırmaktadır. Bendin son dizesindeki yaprak imgesi ise şiirin daha sonraki bendinde ‘gençliği bir yaprak düştü düşecek’ ifadesine de bağlı olarak gençliği sembolize etmektedir diyebiliriz. Nitekim yaprağın düşmesi ibaresi ile de mutlu geçmişin ve gençliğin geride bırakıldığı anlaşılmaktadır.‘‘ Sonra oturup gençliğini düşündü’’ dizesi ile biten ikinci bentten sonra üçüncü ve dördüncü bent mutlu geçmiş ve birtakım hatıralar üzerine kurulmuştur. Ancak geçmiş zaman ne kadar güzel ve mutluluk verici olsa da sadece geçici bir sığınma konumundan öteye gidemez. Şiirin beşinci bendi bu gerçekliği açıkça ifade etmekte ve şimdiki zamanın birey üzerinde yarattığı sıkıntının özellikle dışa dönerek aşılmaya çalışıldığını göstermektedir. ‘‘Evet, Lambodis’in gençliği bir yaprak düştü düşecek Pencereye oturmuş gelip geçenlere bakıyor 56 Sen de bak diyor bana Bak insanlar geçiyor Ben sıkıldım mı insanlara bakarım Hiçbir şeyim kalmaz Hiçbir şeyimiz kalmıyor.’’ Şiirin son bendi ise içinde bulunulan zamanın ve çevrenin sıkıntılı olarak algılanmasına rağmen geleceğe dair umudun yitirilmediğini göstermektedir. Ayrıca metinde yer alan ‘‘ Ben sıkıldım mı insanlara bakarım/ Hiçbir şeyim kalmaz’’ ifadesi ben/öteki karşıtlığı bağlamında yorumlanabilir. Ötekinin (ben dışında kalan diğer insanlar) bireyin sıkıntısını aşma aşamasında ona yardımcı olması nedeniyle de olumlu bir değer taşıdığını söyleyebiliriz. Şiirin bu bendinde ben ≈ sıkıntı / öteki (diğer insanlar) ≈ umut karşıtlıkları bulunmaktadır. ‘‘Bunlar hep olacak ruhum Bir gün bakacağız İstanbul güzel Ondan sonra her gün İstanbul güzel Eskiden çok eskiden bu dünya daha bir güzelmiş mesela Bu bulutlar bu gökyüzü uzanınca dokunacağımız bir yerdeymiş Şimdi şiirdeymiş bunlar Her şey bu hesap ruhum.’’ Bu noktadan sonra öznenin zaman algısı; geçmiş ≈ mutluluk, şimdi ≈ sıkıntılı ve gelecek ≈ umut eşdeğerlikleri kazanmaktadır. Doğal ve mutlu yaşamın imgeleri olarak kullanılan bulut ve gökyüzü imgelerinin, içinde bulunulan zamanda, gerçeklikten uzaklaşarak şiirde yani yapay bir ortamda yer alması geçmiş/şimdi karşıtlığının 57 temelinde doğa/kültür karşıtlığı olduğunu göstermektedir. Diğer bir yandan ise bütün bu olumlu kavramların, yaşama sevinci veren anlamların ‘‘ şimdi şiirde’’ olması kültürün içine doğanın, şimdinin içine geçmişin girmiş olduğunu gösterir. Bir yerde kaybedilenin şiirde bulunması şiirin ve dolayısıyla kültürün olumlu değerler yüklenmesi anlamına gelir. Bu da şiirdeki geçmiş/şimdi ve doğa/kültür karşıtlıklarının paradoksal bir yapıda bulunduğuna işaret etmektedir. ‘‘Saint Antoine’in Sevişme Vakti’’ (Berk, 2007:200–201) başlıklı şiirde ise kültürel yaşamın baskısı altında mutsuz olan öznenin aşk ve cinsellik yoluyla mutluluğu yakalama çabası ön plana çıkmaktadır. Şiirin ilk kısmında doğa ait imgeler önemli bir yoğunluğa sahiptir. Şiirin ilk kısmında doğa ≈ cinsellik ≈ özgürlük eşdeğerliğinin verdiği mutluluğun göstergeleri yer alırken kültürel yaşamın baskısı ve yarattığı korku metindeki gerilimin odak noktası olmaktadır. ‘‘Hiç korkmamalı artık Lambodis Eleni hiç korkmamalı Bütün güvercinler havalandı kimse korku nedir bilmeyecek Her şeyin uyandığı bir saatte Aşk başlayacak Her şey duracak’’ Dizelerinde toplum yaşamının cinsellik üzerindeki baskıcı ve korkutucu yaklaşımı karşısında güvercin imgesi özgürlüğü ve doğallığı çağrıştırmakta ve özneyi rahatlatmaktadır. Şiirde ayrıca din ve kültür kavram alanına dahil olan ‘sanduka, evliya resimleri, İsa’’ gibi göstergeler özne üzerindeki diğer bir baskı faktörü olarak değer kazanmaktadır. Ancak bu dini öğelerden sonra gelen ‘‘ Her şey yerini aşka bırakacak dizesi’’ mutluluğa ulaşma çabasında olan öznenin kültür kavram alanına dahil olan her şeyi dışta bırakma isteğini göstermektedir. Böylelikle şiirin derin yapısını oluşturan doğa/kültür karşıtlığında doğa ≈ aşk(cinsellik) + özgürlük + mutluluk eşdeğerlikleri ile 58 olumlanırken kültür ≈ mutsuzluk + korku (baskı) + din gösterenleri ile olumsuzlanmaktadır. ‘‘Fenerdeki Çocukluk’’ (Berk, 2007:202) başlıklı şiirde ise dini öğeler metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. Daha yeni kiliseye gidiyor İlk gördüğü resim İsa’nın limon gibi yüzü İncecik bacakları. Bir bulut pencereye takılmış Kendisinden biraz büyük bir çocuk dua ediyor Birden bütün evliyalar gözünün önüne geliyor Mum elinden düşüyor.’’ Dizelerinde din kavram alanına ait olan göstergelerin ağırlık kazandığı görülmektedir. Ancak dizelerde yer alan İsa tasviri olumsuz bir hava yansıtırken, şiirin son dizesi bu olumsuz hava ile birlikte korku hissini de ortaya çıkarmaktadır. ‘‘Bir gün aya Dikolas’ın sandukası önüne gidip duruyor Kim bilir ne kadar özlemiştir denizi diye düşünüyor Pencereyi açıyor Denize bakıyorlar’’ Dizelerindeki doğanın göstereni olarak kullanılan deniz imgesi, kilisesin kasvetli ve boğucu baskısından kurtularak doğaya kavuşma isteği ve özlemine işaret etmektedir. Netice olarak doğa /kültür karşıtlığı şiirde özgürlük/din karşıtlığı biçiminde görülmektedir. 59 ‘‘Sabah’’ (Berk, 2007:203) başlıklı şiirde ise dini baskılardan kurtulmuş ve doğanın sağladığı özgürlüğe kavuşmuş olan şiir öznesinin bu özgürlük bağlamında dünyayı farklı algılamaya ve tanımlamaya başladığı görülmektedir. ‘‘Bir sabah ilk tutup caddeye çıkmış Vitrinlere, gökyüzüne, sinema afişlerine bakıyor Yeni bir sabahlayım diyor dünyada ilk kendi kendine Karşı karşıyayım suyla ilk Şiirle ilk.’’ Metindeki sabah imgesi ışık/karanlık karşıtlığında ışığı simgelemekle birlikte, yeni bir başlangıcın da göstergesi niteliğindedir. Ayrıca dizelerde sıkça tekrarlanan ‘ilk’ sözcüğü de algılama ve tanımlama sürecindeki bu başlangıcı pekiştirir nitelikte kullanılmıştır. Daha sonraki dizelerde yer alan ‘‘çocukları içeri alıp olmayacak şeyler anlatıyor Allah yok diyor mesela Sonra hep beraber tutup köprüye iniyorlar Merhaba diyor ilk denize’’ İfadeleri kültür kavramı içinde yer alan dinin yok sayılarak onun yerine denizi yani doğanın seçildiğini göstermektedir. Buna bağlı olarak metinde bulunan Evliyaların günlük işler yapması, yüzlerini yıkaması, onların dini özelliklerinden arındırılarak normal bireylermiş gibi ele alınması, dini olgular karşısındaki tutumu da yansıtmaktadır. Dini baskıdan kurtularak ve Allah’ı yok sayarak doğal yaşama ulaşan şiir öznesinin algısı son bentte şu şekilde verilmiş: ‘‘ O gün hiç akşam olmuyor 60 Sabah hiç bitmiyor’’ Bu son bentte sabah/akşam karşıtlığı ışık/karanlık karşıtlığının alt birimi olarak kullanılmıştır. Sabahın yeniden başlangıç olarak değer kazandığı şiirde şöyle bir anlam dörtgeni karşımıza çıkmaktadır. Sabah (ışık) Akşam (karanlık) Doğa Kültür (din) Bu karşıtlık dörtgeninden sonra diyebiliriz ki; doğa ≈ aydınlık anlam değeri taşırken, kültür ≈ karanlık eşdeğerliği kazanmaktadır. Diğer yandan ise Kültür(din)/Doğa + Aydınlık karşıtlığı şiirin anlam yapısını oluşturmaktadır diyebiliriz. ‘‘Eleni Işığı’’ (Berk, 2007:204) başlıklı şiirde ise doğa/ kültür karşıtlığı bağlamında cinsellik/din çatışması metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. Şiirde efendi ve evliya sıfatları ile dini bir kimlik taşıyan bireyin Zürafa Sokağı’nda yani İstanbul’un genelevlerinin yer aldığı bir yerde bulunması din/yasak aşk çatışmasına sebep olmaktadır. ‘‘Fotini Evliya Saint-Antoine efendimiz geldi diyor Bütün Zürafa Sokağı’nın pencerelerine kahve ısmarlıyor Bir telaş kızlarda elleriyle memelerini kapıyorlar’’ Dinin birey üzerindeki etkisinin azalması, cinselliğin ve yasak aşkın zamanla meşrulaşmasını mümkün kılmaktadır. Dinin bireyi çeşitli konularda kısıtlamasına karşın doğanın sağladığı özgürlük dünyaya bakışı da olumlu olarak etkilemektedir. ‘‘Saint-Antoine dünyaya bakıyor, ‘‘dünya hiç kötü değil, Fotini Nermeroğlu hiç kötü değil,’’ diyor kendi kendine’’ 61 Dizelerinde hayat kadının göstergesi olan ‘‘Fotini’’ de iyi olarak görülmektedir. Din/yasak aşk karşıtlığında yasak aşkın meşrulaşarak olumlanmasının ardından şiirde dinin kavram alanına ait olan ‘kutsal kitap’ İncil imgesi şiirin son bendindeki anlam düzeyine hakim olan gösterge niteliğindedir. ‘‘Bir İncil istiyor, Bir İncil veriyorlar. Alıyor birçok yerlerini çiziyor, yeniden yazıyor. Bir buluttan Teo Fano, Maneli, Avi antimus, Kalina geliyor Diz çöküyor Salomi Yok diyor Antoine ilk, böyle şey yok artık, diyor Salomi’yi tutup kaldırıyor Yeni İncil’i uzatıyor Kalina’ya Bundan sonra İncil bu diyor.’’ İncil’in tekrar yazılma düşüncesi tarihi bir eleştiri niteliğini de taşımaktadır. İncil’in ilk halinin zamanla değiştirildiği fikrine bir gönderme yapıldığını, buna bağlı olarak da ‘Kutsal Kitap’ kavramının yıpratılmak istendiğini söyleyebiliriz. Dini buyruk ve emirlerin yer aldığı kutsal kitabın birçok yerinin çizilerek onu yeniden yazma isteği, dinin getirdiği kısıtlamaların değiştirilerek ya da ortadan kaldırılarak özgürlüğe ulaşma arzusunu yansıtmaktadır diyebiliriz. Ayrıca İncil’in yeninden yazılma imgesi bireyin din karşısındaki güvensizliğini de sezdirmektedir. Metnin son bendi ise din baskısını üzerinden atan bireyin dünyayı nasıl algıladığını göstermektedir. ‘‘Eleni’nin o yerleri ışıyor birden Birden pırıl pırıl evren.’’ 62 Cinselliği çağrıştıran imge yapısına da sahip olan bu son iki dizede, evrenin pırıl prıl görülmesi ışık/ karanlık karşıtlığını da ortaya çıkarmaktadır. Neticede yasak aşk (cinsellik) + özgürlük ≈ ışık / din + baskı ≈ karanlık karşıtlığı şiirin derin yapısındaki anlam düzenini oluşturmaktadır. ‘‘Gökyüzü’’ (Berk, 2007:205) şiirinde doğa ve din kavramları yukarıda ele aldığımız ‘‘Sabah’’ şiirindeki kullanılışlarıyla paradoks oluşturacak biçimde yer almaktadır. Şiirin ilk iki dizesinde ‘bulut’ imgesi bir haberci niteliğinde kullanılmaktır. Özellikle ‘bulut’ imgesini niteleyen sıfatların sırasıyla ‘beyaz,sarı ve siyah’ olarak verilmesi içinde bulunulan durum ya da mekanın yavaş yavaş olumsuz bir hal aldığını hissettirmektedir. ‘‘Bir bulut İstanbul’un üstünde Beyaz bulut sarı bulut siyah bulut’’ Şiirin daha sonraki mısralarında bu durumun sebebi gökyüzünün çalınması olarak görülmektedir. İlhan Berk’in birçok şiirinde gökyüzü imgesi mutlu ve doğal bir yaşamı çağrıştırmaktadır. Ancak ‘‘Sabah’’ şiirinde din ve doğa unsurları birbirlerine karşıt olarak kullanılmasına karşın bu şiirde iki unsur birbirlerine neden-sonuç ilişkisiyle bağlanmış gibi görünmektedir. ‘‘Ne diyor bu kalabalık Üç gündür dua edemiyoruz Gökyüzü yok.’’ Bu dizelerden sonra gökyüzü ≈ din eşdeğerliği ortaya çıkmaktadır. Gökyüzünün daha sonra tekrar yerini alması mutluluğa yol açmaktadır. Ayrıca şiirin ‘‘Sabah’’ şiirine paralel olarak şu dizelerle bittiği görülmektedir: ‘‘O gün akşam hiç olmuyor Sabah hiç bitmiyor.’’ 63 Akşamın olmaması ve sabahın hiç bitmemesi, mutluluk hissi ile beraber aydınlık (ışık) düşüncesini de yansıtmaktadır. O halde şiirdeki anlam yapısını şöyle formüle edebiliriz: Gökyüzü + Din ≈ mutluluk + ışık Gökyüzünün olmaması ≈ dua edememek + mutsuzluk + karanlık Doğa/kültür karşıtlığının anlam yapısını oluşturduğu diğer bir şiir ise ‘‘Sait Faik’’ (Berk, 2007:206 -208) başlıklı metindir. Sait Faik’in anlatıldığı bu şiir, İlhan berk’in Sait Faik’e bakış açısını göstermektedir. Ayrıca şiir, Sait Faik’in eserlerinin anlam yapısına bir paralel bir yapıda kurulmuştur diyebiliriz. Üç ayrı metinden oluşan şiirin ilk bölümü ‘‘Yitik Ufuk’’(s.206) başlığını taşımakta ve özellikle şehir hayatının birey üzerinde yarattığı sıkıntıyı yansıtmaktadır. Ufuk ve gökyüzü imgelerinin İlhan Berk’in şiirlerinde mutlu ve doğal yaşamın göstergeleri olarak değer kazandığını söylemiştik. Şiirin başlığının ‘yitik ufuk’ olarak seçilmesi de kent yaşamı karşısında bunalan öznenin içinde bulunduğu ruhsal yapıyı az çok belli ettiğini söyleyebiliriz. Daha sonra şiiri ilk dizesinde sıkıntı sözcüğünün binlerce top kumaş ibaresi ile nitelendirilmesi özne üzerindeki şehir baskısının derecesini yansıtmaktadır. ‘‘Binlerce top kumaşa yazdım sıkıntımı Şimdi bir dünyada giden gemide ellerim Pis bir denizde Bir demiryolu bir çayır bir gökyüzü hava almaya çıkmış görüyorum’’ Kent yaşamı karşısında alternatif bir kaçış yolu olarak görülen deniz imgesinin ‘pis’ sıfatı ile nitelendirilmesi ve çayır, gökyüzü gibi doğanın kavram alanına giren nesnelerin dahi hava almaya çıkması diğer bir deyişle olumsuzlanması, kent sıkıntısının yanı sıra varoluş sorunsalını aşamayan öznenin çaresizliğini de göstermektedir. Bu nedenle özne kendini sürekli bir bunaltı ve sıkıntının içinde görmekte, böyle bir ruhsal durumda olduğu için dünyayı da problemli bir şekilde algılamaktadır. Ayrıca şiirdeki ‘‘İşte yeniden dünyadayız, dünyada bayağılıklarla pisliklerle yan yana dünyadayız’’ dizesi dış dünyaya eleştirel bir gözle bakıldığını da yansıtmaktadır. 64 ‘‘Cezayir mahalleleri Sicilyalı gökyüzleri yok anlıyorum Gemiler geçiyor uzaklardan kimse inip bineyim demiyor, Kimse görünmüyor, kimse görmüyorum Yitik bir ufukta Bağırıyorum bağırıyorum’’ Dizelerinden oluşan şiirin son bendinde gökyüzlerinin olmaması öznenin duyduğu mutsuzluğa işaret etmektedir. Ayrıca kimsenin görünmemesi, sesine kulak vermemesi yalnızlık hissine sebep olmakta ve bireyin sıkıntısını daha da arttırmaktadır. Nitekim şehir yaşamının bireyde yarattığı huzursuzluk sonucunda kaçış ve sığınma yeri olan doğa burada bilhassa öznenin içinde bulunduğu ruhsal durumdan kaynaklanan umutsuzluk ile negatif çağrışımlar taşımaktadır. Aynı şiirin ikinci kısmı olan ‘‘ Kalem’’ (s.207) başlıklı şiirde ise doğa ait unsurlar pozitif bir şekilde yer almaktadır. ‘‘Hikayelerimde ne diyorum ben Şunu şunu şunu değil mi Bir bulut geçiyor Diyorum yaşasın böcekler çiçekler balıklar insanoğulları Barba Antimus Bir sabah geliyor Matisse yeşili Alıyorum uykularınıza kitaplarınıza evlerinizin önüne koyuyorum Ne zaman bir yeşil görseniz artık her işinizi bırakıp bakacaksınız Mesela bilmiyorum ama bir şiirde bir kadının ayakları suya değdi değecek’’ 65 ‘‘Yitik Ufuk’’ şiirinin aksine bu şiirde mutluluk ve yaşam sevinci dizelere yansımıştır. Bu mutluluğun birincil derecedeki sebebi ise çiçek, böcek, balık ve yeşil imgelerinin çağrıştırdığı doğaya kavuşmuş olmanın verdiği huzurdur. Bendin son dizesindeki ‘‘bir kadının ayakları suya değdi değecek’’ ifadesindeki imge yapısı su sözcüğü ile karşılanan deniz ve doğaya ulaşma isteği olarak değerlendirilebilir. Ayrıca şiirin ‘‘ Sait Faik’’ başlığını taşımasının yanı sıra metinde Sait Faik Abasıyanık’ın hikâyesindeki dülgerbalığına gönderme yapıldığı görülmektedir. Bilindiği gibi Sait Faik’in hikâyelerinde doğal yaşam ve deniz hayatı kent yaşamı karşısında mühim bir yere sahiptir. Hatta yaşam kadar yazmanın da kaynağını doğa olduğunu söyleyebiliriz. ‘‘Hep böyle diyorum ben Bir dülgerbalığını alıyorum gözleri güzeldir diyorum Bir bulut çıkıyor bir bulut çıktı diyorum Sarılıyorum kaleme.’’ Şiirin üçüncü ve son parçası olan ‘‘Ağıt’’(s.208) başlıklı metin ise yitirilen doğa karşısında duyulan mutsuzluğu anlatmaktadır. ‘‘Baktık bir evin bahçesi ilk defa bir evin bahçesi başını almış gidiyor Bir çocuk Grenoble’da İtalyan Mahallesi’nde bir çocuk görüyor ilk Deniz kıyısındaki o her akşamki kahve birdenbire tutup batıyor Ne varsa umutlu umutsuz sıkıntılı sıkıntısız o cumartesi akşamları frengili ağaçlar çekip gidiyor Yeşil zeytin, limon gibi bir İstanbul sarısı kalıyor geriye Bir evin bahçesi ilk defa gülmüyor ilk defa büyümek istemiyor’’ Doğa/kültür karşıtlığının kavram alanında yer alan deniz(doğa)/kent karşıtlığı ilk bende hâkim olan anlam yapısını oluşturmaktadır. Bahçenin başını alıp gitmesi, deniz 66 kıyısındaki kahvenin batması ve ağaçların frengili olarak görülmesi doğal yaşamın yitirildiğini ve bunun özne üzerinde huzursuzluk yarattığını çağrıştırmaktadır. Kent hayatının içinde bir parçada olsa özneye doğal yaşamı çağrıştıran bu değerlerin yitirilmesinin ardından şehir yeşil zeytin ve limon gibi sarı nitelemeleriyle olumsuz değerlerle tanımlanmaktadır. Şiirin son bendinde bu durum alt düzeyde ışık/karanlık karşıtlığını da yaratmaktadır. ‘‘Gece her taraf gece Katina’nın elleri gece en sevdiğimiz yerleri gece, gece hiç bitmiyor Bağırmak sabahlara, akşamüstlerine bir pencereden bir denizden bağırmak bağırmak Uyandık Eftalikus uyandık İstiklal Caddesi yok Beyoğlu’ndaki Güneş yok Gökyüzü yok’’ Doğal yaşamın yitirilmesi ve kent yaşamının olumsuz değerlerle tanımlanması ışık/karanlık karşıtlığında karanlık kavramını ortaya çıkarmıştır. Gece sözcüğünün tekrarlanması ve gecenin hiç bitmemesi öznenin karamsarlığını göstermektedir. Ayrıca güneş yok, gökyüzü yok ifadeleri umutsuzluk ile ölüm duygusunu da çağrıştırmaktadır. Netice olarak İlhan Berk’in gözünde Sait Faik’in sanatının formülasyonu şu şekilde ortaya çıkmaktadır. Doğa ≈ mutluluk + ışık + yaşam / kent ≈ huzursuzluk + karanlık + ölüm Kent sıkıntısının bireyde yarattığı baskı neticesinde doğaya duyulan özlemin ifadesi olan diğer bir şiir ise ‘‘Pablo Picasso’’ (Berk, 2007:209)dur. Doğaya ait unsurların kent yaşamı içinde yavaş yavaş yok olmaya yüz tutması ve gitmesi şiirin ilk bendindeki anlam alanını oluşturmaktadır. ‘‘Dünyada yapayalnız bir bulut yapayalnız bir dal bir aydınlık Bir gök bir çiçek, suyun sonrasızlık, suyun aşk, özlem 67 Mutluluk duygusu Biraz umut biraz ışık biraz ilerideki sabah Hepsi ayrı ayrı, ayrı ayrı güzel, ayrı ayrı yalnız, ayrı ayrı kardeş Gidiyordu faydasız’’ Yalnızlık hissinin özne üzerinde yarattığı olumsuz hava ve doğaya ait unsurların da şehir yaşamı içinde teker teker gitmesi özneyi umutsuz bırakmaktadır. Özellikle son dizede yer alan gidiyordu faydasız ibaresi bu durum karşısında yapılabilecek bir şeyin de olmadığını gösterir niteliktedir. Ancak iki bent arasında geçişi sağlayan ‘‘Picasso fırçaya sarıldı’’ dizesi resim sanatını doğal hayatı canlandırma ve tekrar yakalama adına kurtarıcı bir hamle olarak tanımlanmasına olanak verir. ‘’Ne maviler ne karalar bilin ki bir daha böyle durmayız diyorlar Binde bir bu dünyada beklediğimiz o binde bir söylediği şairlerin bu işte Böyle duracağız diyor eller Bizi hiç kimse bir daha yerimizden oynatayım demeyecek Saçlar böyle kalacağız diyorlar İlk bu mutluluk her şeyi ilk görüyoruz diyorlar’’ İlk bentte sonrasızlık düşüncesini aşmaya ve doğal hayatı yakalamaya çalışan bireyin bunu özellikle resim sanatı ile başarmaya çalıştığını ikinci bendin bu dizelerinden sonra söyleyebiliriz. Resmin ya da şiirin, daha geniş bir ifadeyle sanatın sonrasızlığa ulaşma, hatta ölümü aşma adına bireye verdiği kudret bilinen bir gerçektir. Sanatçı ölümlü olanı, ya da gelip geçici olanı eserlerinde ölümsüzlüğe taşımaktadır. Böylelikle de ölüm duygusu sanat vasıtasıyla aşılmaktadır. İkinci bentte ressamın tuvaline yansıyan nesneler de ‘Bizi hiç kimse bir daha yerimizden oynatayım demeyecek’ dizesi ile bu sonsuzluğu yakalamanın verdiği mutluluk içinde gösterilmiştir. Fakat şiirin son bendindeki ‘‘Nature-morte’’ (ölü doğa) dizesi bir çelişki ve çatışmayı da ortaya 68 çıkarmaktadır. Sanat eserindeki doğanın ölü olarak nitelendirilmesi bir tür olumsuzlama olarak anlamlandırılabilir. Doğa/kültür karşıtlığında kültürün kavram alanına giren sanat bir yandan ölümsüzlüğü çağrıştırmakta bir yandan da doğayı ölü olarak yansıtmaktadır. Şiirin anlam alanını oluşturan bu karşıtlığı ve çelişkiyi şöyle formüle edebiliriz: Doğa ≈ Canlı + sonlu (ölümlü) / Kültür(sanat) ≈ Cansız + Sonsuz (ölümsüz) Kültürün(sanatın) içinde doğanın yer alması ya da diğer bir deyişle ölümsüzün içinde ölümlü olanın bulunması şiirin anlam yapısındaki paradoksu da yansıtmaktadır. ‘‘İvi Stangili’’ (Berk, 2007:211) başlık şiir de ‘‘Pablo Picasso’’ başlıklı şiirdeki anlam yapısına paralel bir anlam örgüsüne sahiptir. Şiirin ilk bendindeki ‘‘ havrada sabahlama’’ imgesi öznenin huzursuz ve mutsuz olduğu dış dünyadan kültür kavramı içinde bulunan dine yönelişini göstermektedir. Şiirin ikinci bendindeki şu dizeler aslında dine yönelişin açıkça sebebini yansıtmaktadır: ‘‘Her şeyimiz alınmış bir dünyadaydık Umutsuzduk, yitiktik.’’ Diğer şiirlerde umutsuz ve mutsuz olan özne için doğa sığınma alanı görülürken bu şiirde din öznenin tek umudu olarak değer kazanmaktadır. Ancak üçüncü bentte bu umudun da boşa çıktığı anlaşılmaktadır. ‘‘İsa’nın o on iki balıkçısı bir daha denize dönmeyeceklerdi yazık Bir daha dünyadan haber almayacaktık. Baksak nereden Ufuk yıkık, ütüktü.’’ Böylelikle yaşam konusundaki açmaz din olgusu ile de çözümlenememektedir. Metnin beşinci ve altıncı bendinde çözüme yine sanat vasıtasıyla ulaşılabileceği görülmektedir. ‘‘Birden İvi Stangali’nin resimleri çıktı geldi 69 Yalnız değildik artık Gittik ağaçlarla sularla namuslu bir yerde durduk İlk kez mutlu.’’ Resim ve sanat neticede yalnızlık duygusunun aşıldığı bir ortam olarak değer kazanmaktadır. Yaşam karşısında bir tür yapay olan sanatın mutluluğu getirmesi sonucunda şiirde din ≈ mutsuzluk + yitiklik + yalnızlık eşdeğerliklerini alırken sanat ≈ mutluluk + huzur değerlerini taşımaktadır. Aslına bakılırsa bireyi yaşamda neden bu kadar mutsuz olduğu son bette hissedilmektedir. ‘‘Bir hovarda çağda Paris’te aya yaklaşıyoruz’’ Gelip geçiciliğin göstergesi olan ‘hovarda’ sözcüğü her değerin çok çabuk eskidiğini de yansıtmaktadır. Bilim ve teknoloji adına 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra büyük gelişmelerin yaşanması, alışılmış değerlerin yıkılması, bireyin kendisini değersiz hissetmesine ve zamanla mutsuzluğa düşmesine de yol açmıştır. Sarsılan dini değeri de yansıtan bu şiir metninde sanat, mutluluğun odak noktası konumundadır diyebiliriz. Şiirde geçmiş/şimdi karşıtlığı ilk an anda ön plana çıkmaktadır. Ancak geçmiş ve şimdi arasında karşıtlığın kaynağı, kültür kavramı içinde yer alan din/sanat karşıtlığına dayanmaktadır diyebiliriz. ‘‘Paul Klee’de Uyanmak’’ (Berk, 2007:212) başlıklı şiir metninde ben/öteki karşıtlığı harf simgesi ile belirsizleştirilmektedir. ‘‘Uyandım çiçek gibi dayanılmaz güzel kızlar Ad Marginem’den asma köprüler kurmuşlar İstanbul’a Nehirler, aylar çevirmişler o Ayla’lar, Münibe’ler Tümü bir uzak denizde A’lar, V’ler ve U’larla 70 Gece sarı bir evde bir iki yaprak evlerinin önünde Açtı açacaklar dünyamızı açtı açacaklar.’’ Şiirin ilk bendinde İstanbul bireyi mutlu eden doğal özelliklerine kavuşmuş bir şekilde tasvir edilirken, A, V, U harfleriyle simgelenen ve belirsiz bir hal kazandırılan nesne ya da kişiler mutluluğu getiren asıl kişiler ya da nesnelerdir. Harf simgelerinin bir soyutlama, soyutlamanın da doğadan uzaklaşarak kültürleşme olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Paul Klee’nin bu harf simgeleri ile aynı bağlamda yer almasının, onun gerçeküstücülüğüne bir gönderme olarak yorumlanabilir. Diğer yanda ise İlhan Berk Türk kadın isimlerini zikrederek şiire kendisini de yansıtmaktadır. Böylelikle metnin ilk bölümünde gerçek(somut) isimlerin ve kişilerin yer aldığı benin kavram alanı ile harf simgelerinin diğer bir deyişle soyutun yer aldığı ötekinin kavram alanı arasında ben/öteki karşıtlığı ortaya çıkmaktadır. ‘‘Bu denizi Ayla ayaklarını soksun diye getirdim Bu dünyaları onun için açtım bu balıkları tuttum Bir sabah çıkmak güneşler, aylar bir sabah çıkmak Bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum Edibe bu evleri Edibe bu göğü bu güneşleri Edibe A’lar V’ler U’larla olmak Paul Klee’de uyanmak’’ Son bentte deniz, balık, güneş gibi olumlu değerler taşıyan imgelerden sonra, dış dünyanın, ağacın, evlerin ters ve kötü görülmesi şiirde bir çelişki yaratmaktadır. Mutluluğun göstergesi olan göğün ve güneşin istenmemesi, A, V ve U harfiyle simgeleştirilen nesnelerin bunlardan daha değerli olduğunu hissettirmektedir. Böylelikle benin karşısında yer alan öteki kavramı metinde ikiye bölünmektedir. İlk bentte olumlanarak verilen Ayla ve Edibe zamanla değersizleşmekte, onun yerine A,V U harf 71 simgeleri benin ilgi alanına girmektedir. Buna bağlı olarak da doğal nesneler ya da kişiler yerine temsili değer taşıyan harf simgeleri soyut bir özellik taşıyarak, benin huzurunu ve mutluluğunu sağlamaktadır. Neticede soyut/somut karşıtlığı şiirde anlam alanını oluştururken, gerçekler ve dış dünyanın verdiği mutsuzluk nedeniyle özne somuttan uzaklaşarak soyut olana ulaşmak istemektedir. Böyle bir anlam sisteminde soyut ≈ yaşam + mutluluk eşdeğerliği kazanırken, somut ≈ mutsuzluk +ölüm değerlerini taşımaktadır diyebiliriz. Nitekim şiirde soyut/somut karşıtlığının bulunduğunu bunun temelinde ise ölüm/yaşam karşıtlığının yer aldığını ifade edebiliriz. ‘‘Cumartesi Karanlığı’’ (Berk, 2007:213) şiirinde din/yasak aşk karşıtlığı bir alt karşıtlık düzeyi olan ışık/karanlık karşıtlığını da ortaya çıkarmaktadır. ‘‘Bin yıl yürüyeceğiz Bir sokağa çıkacağız ilk Bir Cenevizli seni bana haber verecek Seni soyunuk bekleyeceğim’’ Hareket imgesi ile başlayan şiirin ilk kısmında cinsellik ön plana çıkmaktadır. Şiirin ikinci kısmında Ayasofya Camii ile birlikte kilise ibaresinin kullanılması din kavram alanına bir gönderme olmakla birlikte cinsellik/din çatışmasını da doğurmaktadır. ‘‘Bizi Ayasofya’dan görüyorlar Bizi görmeyen yok Cumartesi karanlığı Lehliler Kilisesi’ne bakıyor’’ Dizeleri birey üzerindeki baskıyı da hissettirmektedir. Ayrıca aynin günü olarak bilinen cumartesinin karanlık ibaresi ile nitelendirilmesi olumsuz çağrışım yaratmaktadır. Müslümanlık/Hıristiyanlık ya da Doğu/Batı karşıtlığı bu iki dizede görülse de metnin genel çerçevesinde sadece alt düzeyde bir değer oluşturmaktadır. Ancak ortak olan dinin 72 yasak aşkı kabul etmemesi ve ona karşı çıkmasıdır. ‘‘Bin yıl durduk/ Bir şiirde ilk beraberiz’’ ifadesi dilediği cinselliği gerçek hayatta yaşamayan bireyin sanatta(şiirde) bu özgürlüğü elde etmesini yansıtmaktadır. Şiirin son kısmında ise din ile birlikte kanun ve devletin göstergesi olan sultan imgesine bağlı olarak yasak aşk üzerindeki devlet baskısı dikkat çekicidir. ‘‘Geceye bırakıp esvaplarını Bizi koşup Sultan Mehmet’e haber verecekler Seni göreyim diyemem bir daha Bir daha göremeyiz birbirimizi’’ Din + devlet ≈ yasak + kanun + karanlık / sanat(şiir) ≈ cinsellik + özgürlük + aydınlık eşdeğerlikleri şiirin anlam yapısını oluşturmaktadır diyebiliriz. ‘‘Sur’’ (Berk, 2007:214) başlıklı şiirde ben ve öteki arasındaki ayrım, sosyal bir konu ve de eleştiri bağlamında ortaya çıkmaktadır. Metnin ilk bendinde sosyal tabaka farkından kaynaklanan ben/öteki (sen) karşıtlığı ilk an da göz çarpmaktadır. ‘‘Sen krallar kuşağından geliyorsun Ben hiç bilmem imparatorlukları. Bir gün bakacağız çarşılardayız Çarşılarda Konstantin VI, Evliya Leo’nun eli, İsa’nın ayakkabıları o şey yüzü çarşılarda Evlerin önünde Got’ların dikili taşı, Balıklı Manastırı’nın güneşleri evlerin önünde Daha İstanbul düşmemişti be güzel bir balık kızartıyorlardı İstanbul bir türlü düşmüyor.’’ 73 Ben/öteki karşıtlığında ötekine ait değeler ‘‘Konstantin VI., Evliya Leon, İsa, Balıklı Manastırı,’’ olarak tanımlanırken, bu değerlerin Batı’ya(Hıristiyanlık) ait değeler oluşu nedeniyle ben/öteki karşıtlığı Doğu/Batı karşıtlığı olarak da yorumlanabilir. Bu karşıtlığın yanı sıra İstanbul imgesi ortak bir yaşamın göstergesi olarak da yorumlanabilir fakat ötekinin ‘‘İstanbul düşüren’’ yani ele geçirmeye çalışan bir obje olarak gösterilmesi öteki ≈ düşman eşdeğerliğini de imlemektedir. Şiirin son bendinde bu durum daha da netlik kazanmakta, ben ve öteki arasındaki karşıtlık kesinleşmektedir. ‘‘Bize sur lazım değil hiç kimseye lazım böyle bir şey lazım değil Bakın bu doğru sahiden kimseye böyle bir şey lazım değil Senin soyun az surlar yaptırmadı Az kalmadık mutsuz.’’ Şiirin son bendindeki göstergeleri de düşündüğümüzde derin yapıda şu karşıtlık formülüne ulaşabiliriz: Ben Doğu Özgürlük Demokrasi Barış Sen (öteki) Batı Hıristiyanlık Krallık Savaş (mutsuzluk) Aynı karşıtlık örgüsü ile kurulmuş ‘‘Az’’ (Berk, 2007:214) başlıklı şiirin ikinci bendinde ‘‘Sur’’ şiirinden farklı olarak Ben/öteki karşıtlığında yorumlanabilecek kral/halk ve zenginlik/fakirlik karşıtlıkları da görülmektedir. ‘‘Hiç sevmem kralları Tut ki dediğin oldu tut ki çıktın sokaklarımızdan ilk Ne mangal, ne balık kızartıyorlar 74 Bir sokaktasın Yeşil marullar ayvalar o fukara sıcaklığı yok, yok dediğim şeyler Bir yığın şey gitmeyen insana gitmeyecek bir günde Böyle bir yerdesin hadi’’ Zenginliğin ve kraliyetin olumsuz değerler kazandığı dizelerde, saray/sokak karşıtlığında öznenin saray yerine toplum içinde yaşamı tercih etmektedir. Şiirin son iki dizesinde değiştirilmek istenen yaşamın savaş ya da mutlak iktidarı ele geçirmek ile olamayacağı, asıl değişimin demokratik düzenin yakalanmasıyla gerçekleşebileceği dile getirilmektedir. ‘‘Bütün surları sana vermiş Konstantin VI. Değiştirmek değil bu evreni Bu o değil’’ Netice olarak şiirde ben/öteki karşıtlığı ile birlikte alt düzeyde Doğu/Batı, Krallık/Demokrasi ve Saray/Sokak(Halk) gibi karşıtlıklar anlam yapısını oluşturmaktadır. Kısa bir metinden oluşan ‘‘Gökyüzü Haritası’’ (Berk, 2007:215) şiirinde aşk teması çerçevesinde ışık/karanlık karşıtlığı yer almaktadır. Genellikle mutlu bir yaşamın simgesi olarak kullanılan gökyüzünün kara olarak nitelendirilmesi ve gece imgesi şiirde yalnızlıktan kaynaklanan bir mutsuzluk duygusunu çağrıştırmaktadır. ‘‘Bir gece gökyüzü karasındayız Gece tüm gökyüzüne bakıyoruz Saint-Poul don gömlek dolaşıyor Konstantin’in aklı fikri dünyada 75 Burada daha bir yalnız Leon II.’’ Yalnızlık duygusunun aşılmasında yardımcı olan sevgili imajı şiirin son bendinde biraz da çelişki oluşturacak biçimde yer almaktadır. ‘‘Bir Kadırga yavaş yavaş geçiyor Sular takım takım sular duruk Gökyüzünde hiçbir şey yok Yazık bir yığın insan sıkılıyor. Bir gün bunları görüyoruz seninle Bir gün yoksun sen o gün hiçbir şey yok.’’ Durağan bir yapıya sahip olan bu son bentte, bireyin yaşadığı sıkıntının sebebi son dizede kafa karıştırıcı şekilde verilmektedir. Genellikle yalnızlık karşısında bir sığınak olarak görülen sevgilinin, bu mutsuzluğu yaşatması ve sevgilinin gidişiyle bütün olumsuz havanın ortadan kalkarak eski düzene dönecek olması bir tezat oluşturmaktadır. Netice olarak şiirin derin yapısında mutsuzluğun da kaynağı olan öteki kavramı ortaya çıkmakta ve ben/öteki karşıtlığı şiirin anlam yapısında görülmektedir. ‘‘I. Ahmet Kapısı’’ (Berk, 2007:216) isimli şiir, toplumsal eleştiri olarak da yorumlanabilecek, doğa/kültür karşıtlığı kavram alanına dâhil olan aşk(sevgi)/savaş karşıtlığını yansıtmaktadır. ‘‘Hepsi ulam ulam yangınlar, kırımlar, ölümler, kıyınçlar hepsi Sesleniyorsun böyle bir gecenin içinden bana Yetsin diyorsun bu yakıp yıkma bu düşmanlıklar I. Ahmet Kapısı’nda dursun, sıçramasın artık hiç Hiç bilmeyelim öldürmeyi 76 Bir adım atsan meydanlık önümüz, önümüz bir daha biteyim küçüleyim demeyecek Hiçbir şey çözmüyor yangınlar, kıyımlar hiçbir şeyi düzeltmiyor’’ Dizeleri savaşın eleştirisi olmakla birlikte, ona karşı duruşun da ifadesidir. Savaş ≈ kıyım + yangın + ölüm + insanların birbirinden uzaklaşması + çözümsüzlük gibi anlamlar kazanmaktadır. Metinde yer alan ‘‘ Bir adım atmak’’ imgesi barışın ve karşındakine sevgi ile yaklaşmanın göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bireyi mutsuzluluğa da sürükleyen içinde bulunduğu dünya savaş ve kırımlar nedeniyle çözümsüzlüğü de içinde bulundurmaktadır. Çözümün tek yolu olarak ise ‘sevgi’ gösterilmektedir. Sevgi ≈ birlik + çözüm eşdeğerliğinden sonra şiirin genelinde savaş/sevgi karşıtlığı karşımıza çıkmaktadır. ‘‘Çağrı’’ (Berk, 2007:216) başlıklı iki dizelik şiirde ise özne yaşanan savaşları, yangınları gönüllü olarak çözme çabası içindedir. ‘‘Bağırma bana seni görüyorum Yangınları söndürüp geleceğim’’ İçinde bulunulan mekândan huzursuzluklar nedeniyle ayrılmayı da gösteren bu dizeler, ayrıca bireyin bu durum karşısındaki sorumluluk duygusunu da hissettirmektedir. ‘‘Bel Canto’’ başlıklı şiiri birbirinden bağımsız beş ayrı metinden oluşmaktadır. Şiirin ilk bölümü olan ‘‘Öndeyiş’’ başlıklı metinde herhangi bir karşıtlık görülmemektedir. ‘‘Fakir Kolyozlar Korosu’’(Berk, 2007:218) şiirinde birey için ölüm anlaşılamayan bir olgu durumundadır. Böylelikle ölüm bir bilinmezlik içermektedir. ‘‘Bu dünyayı bırakıp nereye gidiyor bu gökyüzleri, yağcı Boris Nihas, Bileyci Niko Margarit Bir evin sokağa bakan penceresi, eski bir balkon, yeni dikilmiş bir sabahlık Ayia Efemiya, alabalıklar, Boao İmparatoru, Lehliler Havrası, Katini?’’ 77 Şiirin ilk bendini oluşturan dizeler, eski ve yeni sıfatları ile nitelenen nesnelerin yanı sıra bütün herkesin bir gün bu dünyayı bırakıp gittiğini yansıtmaktadır. Ayrıca şiirin ilk dizesindeki ‘‘ Bu dünyayı bırakıp nereye gidiyor’’ ifadesi bir yandan soru değeri gibi görünse de yaşamın ve dünyanın bırakılmak istenmediğini de hissettirmektedir. ‘‘Güneşi ve gökyüzünü yüklenip gitsin’’ ibaresi ile yanan ‘‘mum’’ imgesini de bu bağlamda düşündüğümüzde yaşam aydınlık değeri kazanmaktadır. ‘‘Ayios İanios mumları söndürsün, bizim gibi giyinsin, iki kızla göğe çıkıp kaybolsunlar? Hiçbir şey anlaşılmıyor kim ne derse desin.’’ Son bentte geçen ‘‘göğe’’ çıkma ifadesi ölüm olarak yorumlanabilir. Ancak bireyin bütün bu olanlar karşısında özelikle de ölüm karşısında kafası karışık v tedirgin olduğunu söyleyebiliriz. Şiirin genel anlam yapısında şöyle bir karşıtlık düzeyi ortaya çıkmaktadır: Yaşam ≈ güneş + mum (aydınlık) / Ölüm ≈ anlaşılamayan + karanlık ‘‘Horozbinalar Sinaritler Korosu’’ (Berk, 2007:218-219) başlıklı şiirde karşıtlık düşüncesi sadece şiirin ilk bendinde karşımıza çıkmaktadır. ‘‘Hişt, Saint-Michel, Dame de Sion, Robert College Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok. Biz sinaritler, horozbinalar, fakir kolyozlar Sıkılıp çıkmışız bir pazar denizden’’ Ben/öteki karşıtlığında yorumlanabilecek bu ilk bentte benin denizden yani doğadan gelme özelliği ortaya çıkmaktadır. Şiirin ikinci bendinde yer alan Galatasaray, Küçük Duvarcı Sokak ve İstiklal Caddesi ifadeleri ile Saint-Michel, Dame de Sion, Robert College ibareleri ben/öteki karşıtlığına işaret etmektedir. Şiirde ben ≈ doğa + İstanbul + 78 fakirlik eşdeğerliği oluşurken öteki ≈ Batı + zenginlik anlambirimleri bulunmaktadır diyebiliriz. ‘‘Bileyci Niko Margarit’’ (Berk, 2007:219) şiirinde ‘‘bileyci’ olarak tanımlanan öznenin yaşamın olumsuzlukları karşısındaki tutumu öne çıkmaktadır. Özellikle ‘‘ bıçak bilemektedir benim işim’’ dizesi keskin ve zor olarak algılanan yaşama karşı mücadeleyi yansıtmaktadır. ‘‘Her canım bulutsuz cumartesi akşamı Yağcı Boris Nihas, karidesçi İsmail Bir fena çocuk bir aşağı bir yukarı Beyoğlunda Bir cam kıracak olsa bulutlar Ben görürüm, herkeslerden önce’’ Bulut imgesi İlhan Berk’in şiirlerinde genellikle mutlu yaşamın bazen de yaşamdaki sorunların ve sıkıntının göstergesi olarak kullanılmaktadır. Ancak burada cumartesi akşamının bulutsuz olarak yansıtılması, yaz akşamını çağrıştırmakla birlikte temiz bir gökyüzü ve mutluluk olarak yorumlanabilir. Şiirin son dizesi mutsuzluğa karşı verilen mücadeleyi daha açık bir şekilde hissettirmektedir. ‘‘Bıçak bilemektir benim işim Her Allah’ın günü gökyüzüne karşı’’ Daha önce de dile getirdiğimiz gibi gökyüzü imgesi İlhan Berk’in şiirlerinin odak noktası konumundadır. Çoğunlukla mutluluğun ve mutlu yaşamın göstergesi olarak değer kazanan gökyüzü imgesi bu şiirde de yine aynı kullanımda karşımıza çıkmaktadır. Gökyüzüne karşı bıçak bileme imge yapısı ise mutluluğu yakalama adına verilen savaşı da göstermektedir. Aşk teması çerçevesinde yer alan ‘‘Aldı Çiçekçi Kadın’’(Berk, 2007:220) başlıklı şiirde aşk ve yalnızlık hissi ön plana çıkmaktadır. 79 ‘‘Ne oldu bu İstanbul’a Ne Sevim ne Yanula biri yok. Anlamıyorum doğrusu Karidesçi bu dünyayı koyup gitsin.’’ Metnin ilk dizelerinde yalnızlık düşüncesi ve ‘bu dünyayı koyup gitme’ ifadeleri ölüm fikrini çağrıştırmakla birlikte, Sevim ve Yanula isimleri Türk ve yabancı isimleri bakımından ele alındığında ben/öteki karşıtlığı olarak yorumlanabilir. Şiirin ikinci bendi bu karşıtlığı biraz daha belirginleştirmektedir ‘‘Sevim’in penceresi pencerelerin şahı Gel dayan bu haline. Denize bakmak bence Para etmez nafile Sevim’siz’’ Bu dizelerden sonra diyebiliriz ki Sevim ben/öteki karşıtlığı içinde benin ilgi alanında yer almakta ve ötekinden (Yanula) üstün özellikler taşımaktadır. Ayrıca aşk düşüncesi metinde mutluluk verici bir durum niteliğindedir. Şiirde böylelikle ben/öteki karşıtlığının yanı sıra (aşk)mutluluk/hüzün (yalnızlık) karşıtlığı da yer almaktadır. Şiirin son dizesinde yalnızlık hissi ağır basmakta ve karamsarlığa yol açmaktadır. ‘‘Diyorum yetiyordu bana çünkü Deniz, bir sokağın gülüşü. Ben kime satayım bu çiçekleri şimdi Güneşi, ayı alıp gitmişler.’’ Güneşin ve ayın gitmesi, karanlığı da beraberinde getirmektedir. Böyle bir durumda aşk ≈ ışık / yalnızlık ≈ karanlık eşdeğerliği meydana çıkmaktadır. Şiirin geneli 80 düşünüldüğünde ise aşk ≈ mutluluk + yaşam sevinci / yalnızlık ≈ hüzün + ölüm eşdeğerlikleri anlam yapısında yer almaktadır diyebiliriz. ‘‘İlya Avgiri’nin Karısının Acı Türküsü’’ (Berk, 2007:221) şiirinde mutlu geçmiş ve şimdiki zaman anlam birimleri karşıtlık oluşturacak şekilde kullanılmıştır. Şimdiki zamanın yarattığı mutsuzluk, öznede mutlu geçmişe dönme isteği uyandırmaktadır. ‘‘Benim günlerim Soğanağa’da geçti Bir pencere, avuç kadar gök Sevim Matilda Hayrünnise Eleni Her Allah’ın günü daha bir sevmek Daha bir cumhuriyeti, İlya Avgiri’yi’’ Şiirin ilk parçasında geçmiş zaman ‘sevgi’ bağlamında anılmaktadır. Daha sonraki dizelerde gençliğin güzel, deniz, rüzgâr gibi imgelerle anılması geçmişin şimdi karşısında daha doğal oluşu ile birlikte daha huzurlu olduğunu imlemektedir. ‘‘Benim gençliğimde kimse ama kimse Ayla, güneşle, cumhuriyetle uğraşamazdı Gökyüzü, deniz dünyayı koyup gitmedi İlk çıkıyor balıklar denizden Bunların biri olmazdı benim zamanımda’’ Doğaya ait göstergelerin yanında siyasi hayatın imgesi olarak kullanılan Cumhuriyet ifadesi şiirde doğal yaşama / siyası yaşam çatışmasını doğurmaktadır. Cumhuriyet’in ilanında sonra değişen siyası yaşam, sosyal yaşamı da etkilemiş ve yaşanan kargaşa ortamı bireyi de mutsuz kılmıştır. Neticede mutsuz olan özne için mutlu geçmiş 81 sığınılan yer durumundadır. Tabi ki bunda doğal yaşamın zamanla kaybolmaya başlaması da etken rol oynamaktadır. Şiirde şöyle bir anlam yapısı ortaya çıkmaktadır. Geçmiş ≈ mutlu + doğal / şimdi ≈ mutsuz + kültürel (siyasi) ‘‘İvi Sabahı’’ (Berk, 2007:222) başlıklı kısa şiirde karşıtlık düşüncesi yer almamaktadır. ‘‘İlhan Berk Galata Kulesi’nin Düşlerini Anlatıyor’’ (Berk, 2007:223) şiirinde aşk ve cinsellik fikri ön plana çıkmaktadır. Özellikle ağız imgesi, dünyevi birçok şeyin yerini alabilen, mutluluğun ve yaşama sevincinin temelini oluşturan cinselliği ve aşkı çağrıştırmaktadır. ‘‘Gördüm dünyalara değişilmezdi ağzı. Ağzı nehirleri, dükkânları, güneşleri, trenleri, yolları, çarşıları hatırlattı durdu bana. Kolları sıcak nehirleri tutuşturdu bütün gece, bütün gece dünyada değilmişiz gibiydik.’’ Yukarıdaki dizelerden yola çıkarak diyebiliriz ki; cinsellik ≈ dünyadan kurtuluş + yaşam sevinci eşdeğerliğinde görülmektedir. Ancak bu düşünce geçmiş/şimdi karşıtlığında bir anı olarak geçmişin içinde değer kazanmakta, şimdiki zamanda ise mutluluğun ve yaşam sevincinin nasıl yakalanacağı konusu daha sonraki dizelerde bir paradoks oluşturacak şekilde yer almaktadır. ‘‘Belki de İvi’nin daha eli değmediği sabahlardaydık Ben böyle diyordum.’’ Bu noktadan sonra bir çelişki ortaya çıkmaktadır. ‘‘İvi Stangali’’ şiirindeki anlam yapısı düşünüldüğünde, ona paralel olarak geçmişte cinsellik yoluyla yakalanan yaşam sevincine şimdiki zamanda sanat vasıtasıyla ulaşılmaya çalışılmakta, bu da birbirine karşıt durumda bulunan doğa (cinsellik) ile kültür (sanat) arasında bir tür paradoks yaratmaktadır. Tabi ki bu çatışma geçmiş ve şimdiki zaman arasında görülmekte, geçmiş ≈ doğa (cinsellik) / şimdi ≈ kültür (sanat) karşıtlıkları şiirde görülmektedir. Şiirdeki diğer karşıtlık ise yine geçmiş/şimdi zaman arasında görülmekte ve geçmişte yaşam sevinci, cinsellikte diğer bir deyişle somut olanda aranırken, şimdiki zaman da 82 bu sanatta (resimde) yani soyut düzeyde yakalanmaya çalışılmaktadır. Neticede de geçmiş ≈ somut (cinsellik) / şimdi ≈ soyut (resim) eşdeğerliği şiirdeki diğer bir karşıtlığı oluşturmaktadır. ‘‘Şair Leylâ Hanım’ın Göğü’’ ve ‘‘Sevdalar Hep Sevdalar’’ (Berk, 2007:224) şiirlerinde aşk teması çerçevesinde tarihi kimliklere göndermeler yapılarak, divan şiirindeki âşıksevgili-rakip anlayışındaki ben/öteki karşıtlığını yapısında bulundurmaktadır. Ancak bu şiirlerde rakibin öldürülerek ortadan kaldırılması, klasik âşık-sevgili-rakip geleneğinden uzaklaşıldığını göstermektedir. İlk şiirde şair öznenin karşısında rakip ‘‘ III. Selim’’dir. III. Selim’in ‘‘Şair Leylâ Hanım’ın göğünü’’ anlaması, ‘‘kadına dokunması’’ ve ‘‘ Yazdığı şiirlerde bir Leylâ Hanım’ı’’ düşünmesi kıskançlık duygusuna kapılan şair öznenin rakibini ‘‘ boğarak’’ öldürmesi ile şiir son bulmaktadır. İkinci şiirde ise aldatılmışlık duygusu ben/öteki karşıtlığında bulunan ötekinin ≈ düşman eşdeğerliğinde görülmesine ve düşmanın öldürülmesine sebep olmaktadır. Metinlerde ben bırakılan, aldatılan, sevilmeyen, kaybeden olarak görülürken öteki (rakip) sevilen, tercih edilen ve kazanan olarak görülmektedir. ‘‘İlk Gökyüzü Çekip Gitti’’ (Berk, 2007:225) başlıklı şiirde genel anlamda karşıtlık oluşturacak anlambirimler bulunmamaktadır. Ancak şiirin son kısmında birçok şiirde karşımıza çıkan gökyüzü imgensin hem ‘ak’ hem de ‘katil’ nitelemeleriyle kullanılması bir çatışmayı yaratmakta ve yaşam / yaşam karşıtlığını çağrıştırmaktadır. ‘‘Hani ak Hani katil olan İşte o gökyüzü Galata Kulesi’nin üstünden kalktı Denizle gitti’’ Yaşamın çeşitli yönleri ile göstergesi olan gökyüzünün gitmesi, özne için kaybedilen bir değer olarak yorumlanabilir. Özellikle şehir hayatının insanı çevrelemesi ve dar bir alana hapsetmesine karşılık gökyüzü ve deniz imgeleri rahat nefes alınan bir ortamın 83 temsilcisidir diyebiliriz. Neticede yaşam/ölüm karşıtlığına paralel olarak doğa/kültür karşıtlığı belirmektedir. ‘‘Gökyüzünün Ardı’’ (Berk, 2007:226) başlıklı şiirde herhangi bir karşıtlık düşüncesi bulunamamıştır. ‘‘Kalan Kovanın Eski Zaman Yalnızlık Baladı’’ (Berk, 2007:227) şiirinde başlıktan da anlaşılacağı üzere yalnızlık hissi ve bu yalnızlığın birey üzerinde yarattığı sıkıntı görülmektedir. Şiir öznesinin kova olarak verilmesi, hem dar bir alana sıkışılmış düşüncesini çağrıştırmakta hem de içte yaşanan boşluk hissini imlemektedir diyebiliriz. ‘‘Şimdi cumaları Allah Baba sıkılmadan nasıl yapar bilmem Ben patlıyorum cumaları bir buçuklara doğru.’’ Dizelerinde de görüldüğü gibi bu yalnızlık ve sıkıntı halinin giderilmesinde dine sığınma gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi dinin bu sıkıntıya aşmak yerinde bireyi patlayacak seviyeye getirmesi, bireyin din algısını da yansıtmaktadır. ‘‘Ben I. Ahmet’in oğulları, şair Leylâ Hanım’ın göğü, Serefnaz Hanım’ın memeleri beni bırakmayın. Ben çıplak Ahmet’in ölümünü gördüm ama inanmadım Gökyüzünü boğduklarını gördüm ama inanmadım Allah Baba’nın sıkıldığını, kimi evlere kimi sokaklara indiğini yalnız ben mi biliyorum? Recai Bey bu akşam evleniyor beni bırakıp gitmeyin.’’ Yalnızlık duygusunun ve sıkıntısının aşılmasında din yetersiz kalırken, öteki kavram alanında yer alan diğer insanlar ve hatta cinsellik bir tür çözüm olarak görülmektedir. ‘Beni bırakmayın’ istek cümlesini de göz önüne aldığımızda, diğer insanlar ile iletişim de içinde kalınarak yalnızlık ve ölüm duygusunun da aşılmak istendiği anlaşılmaktadır. Nitekim şiirde ölüm/yaşam karşıtlığı çerçevesinde ölüm ≈ yalnızlık + inanılmayan bir durum anlam değerini taşırken, yaşam ≈ iletişim + öteki eşdeğerliğinde görülmektedir. 84 Yalnızlık teması çerçevesinde ölüm/yaşam karşıtlığının yer aldığı diğer bir şiir ise ‘‘İvi Işığı’’dır(Berk, 2007:228) Şiirde Galata Kulesi ile insan arasında benzerlikler kurulmuş ve bu benzerliğin temelini yalnızlık duygusu oluşturmuştur. ‘‘Baktı kule kanlı kule ağrılı kule küsüktü Kule bütün ömründe kule bütün ömründe bin kez Allahsız Gökyüzüsüz, penceresiz Kule beş bin kez küçük sokaklarsız, dükkanlarsız, evlersiz, sarı eriklersiz, yaşamsız’’ Dizelerinde özellikle ‘sız/siz’ olumsuzluk ekleri ile kulenin içinde bulunduğu yalnızlık vurgulanmak istenmiştir. Böylelikle yalnızlık ≈ yaşamsızlık ≈ ölüm eşdeğerliği ortaya çıkmaktadır diyebiliriz. ‘‘Gördü yalnızlık/nereye konursa neresinden tutulursa nereye götürülürse Bir sokağa çıkarılsın bir pencereye konsun denize çıkarılsın ister Gidecek şey değildi insana’’ ifadeleri yalnızlığın insan ve yaşam ile bağdaşmadığını işaret etmektedir. Metnin son dizelerinde bulunan ‘‘ Kule denize bir baktı/ İki baktı/ Üç baktı/ Kendini içine attı’’ dizeleri yalnızlığın yarattığı olumsuz hisler neticesinde intiharın seçildiğini sezdirmektedir. Bu olguyu şöyle formüle edebiliriz: Çevre + insan ≈ Yaşam Yalnızlık ≈ (intihar) Ölüm ‘‘Kötü Evlere İnen Balad’’ (Berk, 2007:229) şiirinde yalnızlık duygusu aşk ve cinsellik yoluyla aşılmaktadır. Aşkın sağladığı yaşam sevinci ile de ölüm duygu geri plana itilerek sonsuzluk yakalanmaya çalışılmaktadır. 85 ‘‘Aldım otuz beş yaşımı, o canım ağzını, sana geldim Bir pencerede bir kadın yavaş yavaş soyunuyordu, bakamadım Dünyalar değişti gerimde, grimde güneşler, çocuk gözleri Bir pazar alıp kırlara çıkardım yalnızlığım.’’ Cinsellik öğelerinin ağırlık kazandığı şiirde, cinsellik her ne kadar ‘Kirli bir ses’’ olarak tanımlansa da, yalnızlığı ve ölüm duygusunu bastıran tek yol olarak görülmektedir. Özellikle şiirin son iki dizesi bu durumu daha da açıklığa kavuşturmaktadır. ‘‘Böyle hep yangınlar, açlıklardı alan göğümüzü Anladık aşkımızdı daha bin yıl yaşayacak başka değil.’’ Netice olarak şiirde cinsellik hem sonsuzluğu çağrıştırmakta hem de yaşamın en önemli göstergesi olmaktadır. Buna karşılık ise yalnızlık ise ölümle eşdeğer görülmektedir. Şiirdeki anlam yapısını şöyle formüle edebiliriz: Cinsellik +aşk ≈ yaşam + sonsuzluk / yalnızlık ≈ ölüm + umutsuzluk Kitabın en kısa şiirleri arasında yer alan ‘‘Aşk’’ (Berk, 2007:229) şiiri isminden de anlaşılacağı üzere ‘aşk’ temasını işlemektedir. Aşk ≈ iyilik + mutluluk + ışık +umut + esenlik denkliği metinde yüzey yapıda yer almaktadır. Aşk /aşksızlık(yalnızlık) karşıtlığının çıkarılabileceği şiirde mutsuzluk, kara(n)lık, kötülük, hastalık gibi ifadeler yalnızlığın ve aşksız yaşamın belirtenleri olarak değerlendirilebilir. ‘‘Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler’’ imgesi yalnızlık ≈ hastalık ≈ ölüm eşdeğerliğinin, buna bağlı olarak da aşk ≈ yaşam / yalnızlık ≈ ölüm karşıtlığının göstereni olarak yorumlanmaya imkân vermektedir. ‘‘Te Deum’’ (Berk, 2007:230) şiirinde ise günden güne kötüleşen ve kirlenen dünya karşısında çaresiz kalan şair öznenin intihara teşebbüsü ve bu arada yaşadığı ölüm ve yaşam arasındaki ikilemi konu edilmektedir. Şiirin ilk kısmında yer alan eski/şimdiki zaman karşıtlığı özellikle eskiden var olan güzelliklerin şimdi bulunmadığını belirten 86 ‘yok’ sözcüğünün beş kere tekrarlanmasıyla vurgulanmak istenmiştir. Ayrıca metnin ilk kısmında yer alan ‘bakacak, arayacak, bulamayacak, üzülecek’ gibi ifadeler yitirilen eski güzellikler karşısındaki şair öznenin duyduğu çaresizliğin ve umutsuzluğun göstergeleri olarak değer kazanır. Şiirin ikinci kısmında ise şair umudunu çocuklara bağlamaktadır. ‘‘Sizinle gelirdi bakın çocuklar, taze marullar sizinle gelirdi Gelmeyen güzel bir şey yoktu sizinle Sizi bekliyorlarmış gibi mısralar, yoncalar bir anda büyürdü Bir şey sizinle mi geliyor sizinle mi dünya kötü tutar düzeltirdik’’ Dizeleri yitirilen güzelliklerin yeniden yakalanmasında en büyük umudun çocuklar olduğunu işaret etmektedir. Bu doğrultuda ‘çocuk’ göstereni umut ve geleceğin sembolü olarak anlam kazanmaktadır. ‘‘Yanıt’’ başlığı altında yer alan şiirin son kısmında ise şairin, yeryüzündeki bütün kötülükleri, düşmanlıkları bertaraf etmek ve çocuklara iyi bir dünya bırakmak için kendini feda etmeye hazırlanması ve intihara kalkışması anlatılmaktadır. Şiirde yaşam ≈ üzüntü + sıkıntı + düşmanlık gibi olumsuz değerlerden oluşurken, ölüm(intihar) ≈ protesto + fedakârlık + özgürlük gibi olumlu değerler taşımaktadır. Toplumsal bir meseleyi açık bir şekilde ele alan ‘‘Guernica’’ (Berk, 2007:232) şiiri ben/öteki, doğa/ kültür ve ölüm yaşam gibi birden fazla karşıtlığı yapısında barındırmaktadır. Şiirde bulunan ‘yeşil, mavi, gökyüzü, deniz, kuş, ağaç’ gibi ifadeler yaşamın, doğanın ve huzurun göstergeleri olarak değer kazanırken, ‘fırtına, yangın’ bir savaşın ve dolayısıyla da ölümün göstergeleri konumundadır. Ayrıca şiirde bulunan ‘uskumru, domates, biber, rakı, su’’ sözcükleri eğlenceleri, mutluluğu ve keyifli anları işaretlemektedir. Buna karşılık ise savaş ‘kırmızı (kan) ve karanlık’’ sıfatları ile ölümün kavram alanına dâhil olmaktadır. Bu kavram alanlarını şöyle formüle edebiliriz: 87 Ölüm Savaş Kırmızı, Karanlık Yangın, Fırtına Yaşam Barış Yeşil, Mavi Gökyüzü, Deniz Konumuzla bağlantılı olarak belirtmekte fayda vardır ki; İlhan Berk’in şiirlerinde ‘gökyüzü’ ve ‘deniz’ imgesi huzuru, mutluluğu içinde taşıyan günlük yaşamı imlemekte ve birçok şiirinde bu imgelerin sık sık tekrarlandığı görülmektedir. Ayrıca şiirde yer yer eleştiri oklarına hedef olan Amerika öteki kavramı içinde görülmektedir. ‘‘Akşam Amerika/ Baktım bir siyah’’, ‘‘Savaş oldukça/ İşin iş kırmızı/ İşin iş pencere/ Amerika işin iş’’, dizelerinden sonra yaşamın göstergesi olan Guernica’nın ‘‘Amerika’da karanlık/ Dünyada değil’’ imgelerinden yola çıkarak Amerika ≈ savaş + ölüm + karanlık eşdeğerliğinde görülmektedir. Buna bağlı olarak da ben/öteki karşıtlığı şiirin anlam yapısında bulunan diğer bir karşıtlık olarak değer kazanmaktadır. Ben ≈ mutlu bir dünya /öteki ≈ karanlık Amerika ‘‘Sakarya Sokağı Baladı’’ (Berk, 2007:235) şiirinde gece ve karanlık imgeleri şiirde karamsar bir hava oluşturmaktadır. Şiirin ilk parçasında bu durumun sebebi açık bir şekilde sezilmese de, şiirin ‘Sunu’ başlıklı kısmında açıklığa kavuşmaktadır. ‘‘Nereye diyor burçlar, İkizler Burcu, Koç, Oğlak burçları nereye diyor Hiç diyorum hiç on beş yıl öteye, on beş yıl ötede bir çocuk beni bekliyor Gidiyoruz dünya güzeli bir ormanda bir kocaman bir sarı ay düşüyor Gözleri gözleri çıkıp çıkıp geliyor, gözlerinin içini bilmezler nasıl bilirim Gözlerinin içini bir bilseler kimse savaşın adını ağzına almaz’’ Metnin bu son kısmında şimdiki andan, geçmiş ana dönüş isteği görülmektedir. Geçmiş zamanda bulunan çocuk imgesi umudu çağrıştırmakla birlikte geçmişin dünya güzeli bir orman olarak tabir edilmesi, ondaki huzuru ve doğallığı da imlemektedir. Şiirin anlam yapısında görülen şimdi/geçmiş karşıtlığının temelinde şimdinin savaş ve huzursuzluk 88 olarak algılanması yatmaktadır. Netice olarak şiirde şimdi ≈ savaş + mutsuzluk / geçmiş ≈ barış + umut karşılıkları şiirde görülmektedir. ‘‘Uzun Karanlık’’ (Berk, 2007:238) şiiri aşk temasını konu alan ve yalnızlılığın karanlık olarak tanımlandığı bir metindir. Şiirin ilk parçasında sevgili, mutluluğun ve ışığın kaynağı olarak gösterilmektedir. Buna bağlı olarak aşk acunsuzluk ve sonsuz mutluluk değeri kazanmaktadır. Ancak daha sonraki dizelerde yer alan ‘‘Sonra birden bire sen yoksun işte birdenbire yoksun Bakıyorum Amerikan bir gök sıkılıyorum kalkıyorum Sen yoksun ya seninle binlerce yerim yok’’ İfadeleri yalnızlığın ve sevgilinden ayrı oluşun hissettirdiği mutsuzluğu yansıtmaktadır. Şiirlerde genel olarak mutluluğun etkenleri arasında gösterilen göğün ‘amerikan’ olarak nitelendirilmesi, göğün dahi yalnızlık hissiyle bir yabancı olarak görüldüğünü çağrıştırmaktadır. Ayrıca birçok şiirde göğün doğanın kavrama alanında kullanıldığı düşünülürse, bu şiirde ‘amerikan’ sıfatıyla yer alması, onun doğal özelliklerinden yoksunlaşarak, kültürel diğer bir deyişle negatif bir değer olarak algılandığını söyleyebiliriz. Böylelikle yalanız fikri ilk anda doğa/kültür karşıtlığını ortaya çıkarmaktadır diyebiliriz. Ayrıca sevgilinin olmayışı, benin kendi varlığını tanımlayamamasına da neden olmaktadır. Buna bağlı olarak ben/öteki karşıtlık düşüncesinde sevgili öteki kavramında görülmekte ve benin kendi varlığını tanımlama sürecinde vazgeçilemez bir öğe konumunda bulunmaktadır. Şiirin ikinci parçasında ise yalnızlık ve mutsuzluk öğeleri ağırlık kazanmakta ve ayrılık uzun karanlık olarak ifade edilmektedir. Şiirin ilk bendinde sevgili ile birlikte oluşun güneş imgesi ile ifade edilmesinden sonra şiirde diğer bir karşıtlık olarak ışık/karanlık karşıtlığı ortaya çıkmaktadır. ‘‘Sokak’’ (Berk, 2007:239) şiirinde ise yalnızlık duygusu ilk önce cinsellik ile aşılmaya çalışılmakta, ancak yetersiz ve sıkıcı olmaktadır. Daha sonra her ne kadar karanlık 89 sıfatıyla verilse de yazma eylemi, bu sıkıntının aşılmasında diğer bir alternatif olarak görülmektedir. ‘‘Çok oldu, bir akşam beni sıkıverdi etin türküsü Ön kapıdan bir adım attım doğru o karanlık O kalemler, defterler, yalnızlıklar Edibe’nin koyduğu Bir karanlık iyi günler diyor iyi günler durup baktık’’ Son dizede de görüldüğü gibi şimdiki zamanın yalnızlık taşıması, mutlu geçmişe dönme isteğini uyandırmakta ve geçmişte yaşanan mutluluk, yazma eylemi sayesinde tekrar yakalanmaya çalışılmaktadır. Geçmiş/şimdi karşıtlığının görüldüğü şiirde şimdiki zamanda bu mutluluğu yakalamak ve yalnızlığı aşmak için sevgiliden aldığı ışık ile kalem sarılan şiir öznesinin bu isteği gerçekleştirmediği son dizede açıklığa çıkmaktadır. ‘‘Hani bir ışıkla başlar ya şiirler artık hep öyle başlıyorum A’dan Z’ye bir karanlığı büyütüyorum’’ Nitekim diğer şiirlerde olduğu gibi bu şiirde de yalnızlık ve ayrılık karanlık eşdeğeri kazanmaktadır. Metnin anlam yapısında bulunun geçmiş/şimdi karşıtlığı da ışık/karanlık karşıtlığı ile paralel olarak bulunmaktadır diyebiliriz. ‘‘Balad ’’ (Berk, 2007:240) şiirinde de kent yaşamının birey üzerinde oluşturduğu yalnızlık hissi dile getirilmektedir. Sevgilinin deniz imgesiyle ifade edildiği şiirde yalnızlık ve kent yaşamı, karanlık imgesi ile anlatılmaktadır. Kent yaşamının bireyi bir sur gibi çevrelemiş olması, ona olumsuz değerler yüklendiğini göstermekte ve şiirde kent/deniz karşıtlığını oluşturmaktadır. Deniz, güneş gibi doğa unsurlarının karşıt kavramı alanında yer alan kent ve sokaklar mutsuzluk yaratmakta, doğaya(denize) ulaşma isteğini uyandırmaktadır. Ayrıca şiirde İstanbul pis sıfatıyla verilmektedir. ‘‘Biriniz beni görmediniz ne kadar bağırdımsa 90 Denizler baktığın tüm o denizler gösterdi bana Bir yalnızlık yeryüzündeki kapılar bir o gördüm’’ ‘‘Uzun Karanlık’’ ve ‘‘Sokak’’ şiirlerinde olduğu gibi bu şiirde de yalnızlık duygusu ön plana çıkmakta ve ışık/karanlık karşıtlığı metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. Ancak ışık/karanlık karşıtlığı burada daha çok deniz ve kent imgelerinin göstergelerinin kavram alanlarında görülmektedir. Bu nedenle diyebiliriz ki ışık/karanlık karşıtlığı doğa/kültür karşıtlığının işaretleyeni görevindedir. ‘‘F’’ (Berk, 2007:241) ve ‘‘Virgül’’ (Berk, 2007:242) başlıklı şiirlerde ikili karşıtlık düşüncesi görülmemektedir. ‘‘Galile Denizi’’(Berk, 2007:243) şiirinde ben/öteki karşıtlığında ‘kadın, sevgili’ öteki kavram alanı içinde yer almaktadır. ‘‘O kadın Yunanlıydı’’ dizesiyle başlayan metinde ilk anda ben/öteki karşıtlığı var gibi görünse de aşk kavramı ekseninden ben ve ötekinin birliği yani ‘biz’ kavramını nasıl oluşturduğu derin yapıda karşımıza çıkmaktadır. İlk etapta sevgilinin Yunanlı oluşu, ‘‘Sanisiata Anuziata Kilisesi’’ imgesiyle farklı bir dinden oluşunu vurgulanması, hatta ‘‘Deri tüyü giyer çekirge yaban balı yerdi’’ ibaresiyle ben/öteki(sevgili) arasındaki farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Daha sonra ‘‘Gördüm o da benim gibi Elam’dan geliyordu’’ ifadesi karşıtlığı yavaş yavaş birliğe/birleşmeye dönüşeceğinin ipucunu vermektedir. Bu dizeye kadar ‘ben’ ve ‘o’ zamirleri farkı vurgularken, bu dizeden sonra ‘‘ baktık, sevdik, oturduk, güldük’’ gibi eylemlerin çekimlenmesi bize farkın ortadan kalkarak birleşime(biz) dönüştüğünü imlemektedir. Şiirde farklı dinlere ait imgelerin iç içe kullanılmış olması, bireyin din karşısındaki yaşadığı karmaşıklığı ve çelişkiyi ortaya koyması açısından da dikkat çekicidir. İsa’nın Müslümanlığı çağrıştıran Beytelhem’de, Medice’de bulunması, Petrus, Andreas gibi Batılı isimlerin Sevgi, Leyla gibi Doğu kavram alanına ait isimlerle bir arada kullanılması Doğu/Batı, Müslüman/Hıristiyan karşıtlıklarının göstergeleri olarak yorumlanabilir. 91 Tablo 1: İlhan Berk’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar ŞİİRLER KARŞITLIKLAR Eleni’nin Elleri Geçmiş/Şimdi Doğa/Kültür Gençlik Geçmiş/Şimdi Doğa/Kültür Saint-Antoine’ın Sevişme Vakti Doğa/Kültür Fenerdeki Çocukluk Doğa/Kültür Sabah Işık/Karanlık Doğa/Kültür Eleni Işığı Işık/Karanlık Doğa/Kültür Gökyüzü Işık/Karanlık Sait Faik Işık/Karanlık Pablo Picasso Doğa/Kültür Geçmiş/Şimdi Ölüm/Yaşam Doğa/Kültür Kültür/Kültür Ölüm/Yaşam İvi Stangali (Sanat/Din) Paul Klee’de Uyanmak Ben/Öteki Soyut/Somut 92 Ölüm/Yaşam Tablo 1: Devamı Cumartesi Karanlığı Işık/Karanlık Doğa/Kültür Sur Ben/Öteki Doğu/Batı Az Ben/Öteki Doğu/Batı Gökyüzü Haritası Ben/Öteki I. Ahmet Kapısı Ölüm/Yaşam Öndeyiş ⎯ Fakir Kolyozlar Korosu Yaşam/Ölüm Işık/Karanlık Horozbinalar Sinaritler Ben/Öteki Doğu/Batı Doğa/Kültür Yaşam/Ölüm Barış/Savaş Savaş/Barış Korosu Bileyci Niko Margarit Ölüm/Yaşam Aldı Çiçekçi Çingene Kadın Ben/Öteki Işık/Karanlık İlya Avgiri’nin Karısının Acı Geçmiş/Şimdi Doğa/Kültür Türküsü İvi Sabahı ⎯ 93 Tablo 1: Devamı İlhan Berk Galata Kulesi’nin Geçmiş/Şimdi Doğa/Kültür Somut/Soyut Düşlerini Anlatıyor Şair Leylâ Hanım’ın Göğü Ben/Öteki Sevdalar Hep Sevdalar Ben/Öteki İlk Gökyüzü Çekip Gitti Yaşam/Ölüm Gökyüzünün Ardı ⎯ Kalan Kovanın Eski Zaman Yaşam/Ölüm Doğa/Kültür Yalnızlık Baladı İvi Işığı Yaşam/Ölüm Kötü Evlere İnen Balad Yaşam/Ölüm Aşk Yaşam/Ölüm Te Deum Geçmiş/Şimdi Yaşam/Ölüm Guernica Ben/Öteki Doğa/Kültür Sakarya Sokağı Baladı Geçmiş/Şimdi 94 Yaşam/Ölüm Tablo 1: Devamı Uzun Karanlık Işık/Karanlık Ben/Öteki Sokak Geçmiş/Şimdi Işık/Karanlık Balad Işık/Karanlık Doğa/Kültür F ⎯ Vigül ⎯ Galile Denizi Ben/Öteki Doğa/Kültür Doğu/Batı Şimdiye kadar incelediğimiz şiirlerde İlhan Berk’in şiirlerindeki anlam yapısını oluşturan karşıtlıkları dökümlemeye ve yorumlaya çalıştık. Bu noktadan sonra şiirlerde birçok karşıtlığın doğa kültür karşıtlığından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kültürel hayatın çok hızlı bir şekilde değişerek ilerlemesi, birçok şeyin doğallığını yitirerek yapay bir hal alması, mutlu geçmiş/mutsuz şimdi karşıtlıklarının temelinin oluşturmaktadır. Şimdiki zamanın doğallığını yitirmiş olması yönüyle bireyin üzerinde olumsuz etkiler uyandırdığı görülürken, geçmiş bu mutsuzluktan kurtularak sığınılan bir obje olarak metinlerde değer kazanmaktadır. Ayrıca doğaya ait deniz, gökyüzü, dağ gibi unsurlar mutluluğun ve huzurun göstergesi konumundayken, bunların karşısında bulunan şehir imgesi bireyin mutsuzluğunun asıl nedeni gibi görünmektedir. Bu nedenle doğa şiirlerde genellikle ışık kavramı içinde yer alırken, kültür karanlık kavram alanına dâhil edilmektedir. Kent yaşamından kurtulmanın, doğaya ulaşmanın mümkün olmadığı durumlarda sanat, özellikle de resim sanatı geçici de olsa bir sığınma öğesi olarak görülmektedir. İnsanı mutsuz eden bütün dış unsurların, şiirlerde, özellikle soyutlama ve sanat vasıtasıyla değiştirilmek istendiğini söyleyebiliriz. Kültür kavramına dâhil ettiğimiz din, birçok şiir metninde ya deforme edilmekte ya da onun yerine cinsellik, 95 yasak aşk gibi ona karşıtlık oluşturacak gelip geçici değerler tercih edilmektedir. Yine buna bağlı olarak dinin yerine doğanın ve doğaya ait unsurların yer aldığı şiirler de bulunmaktadır. Bunun sebebi ise kültür kavramı içinde yer alan dinin, beraberinde getirdiği yasak ya da kısıtlamalar bireyin üzerinde baskı yarattığını söyleyebiliriz. Buna karşılık ise özgürlük ile eşdeğer bir anlam kazanan doğa bireye rahat hareket edebilme olanağı sağlamaktadır. Kültüre ait öğelerin bireyi kısıtlaması ve mutsuzluğa sevk etmesi bazı şiirlerde kültür≈karanlık+ölüm eşdeğerliklerini ortaya çıkarmaktadır. Doğanın, yaşamın göstergesi olarak yer alması doğa/kültür karşıtlığını yaşam/ölüm karşıtlığına paralel olarak yorumlamamıza imkân vermektedir. Ayrıca bazı şiirlerde ölüm duygusunun aşılması ve sonsuzluğun yakalanması sanat vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Ancak sanatın da kültürün bir öğesi olduğunu düşünürsek, genellik kültür yadsınır ve olumsuz değerlendirmelere maruz kalırken, resmin ya da şiirin bu denli önemli özellikler taşıması, kültür algısında bir tür paradoksa düşüldüğünü göstermektedir. Bu da kültürel öğelerin arasında bir karşıtlık düşüncesinin olduğunu yansıtmaktadır. İlhan Berk’in şiirlerinde ben/öteki karşıtlığında yer alan öteki kavramı genellikle yabancı isimlerden, devletlerden ya da unsurlardan oluşmaktadır. Buna karşılık ben çoğunlukla bizim kültürümüzün izlerini taşımaktadır. Bu doğrultuda ben, barış, mutluluk gibi değerleri yansıtırken, öteki mutsuzluk, savaş gibi olumsuz değerlerin temsilcisi konumundadır. 3.2. Turgut Uyar’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar Turgut Uyar’ın İkinci Yeni şiirine geçişi 1959 yılında yayımladığı Dünyanın En Güzel Arabistanı kitabıyla olmuştur. Biz de tezimizin bu bölümünde, şairin 1954–1959 yılları arasında yazılan ve ikili karşıtlıkları bünyesinde barındıran şiirleri inceleyeceğiz. Şairin hemen hemen aynı algı süreci içinde yazdığı şiirler daha sonra Dünyanın En Güzel Arabistanı adlı şiir kitabında toplanmıştır. 1959 yılında Açık Oturum yayınları tarafından yayımlanan Dünyanın En Güzel Arabistanı başlıklı şiir kitabında 31 şiir bulunmaktadır. 96 Kitabın ilk şiiri olan ‘‘Geyikli Gece’’ (Uyar, 2007:111–113) şiiri doğa/kültür karşıtlığının alt birimine dâhil edebileceğimiz tabiat/kent karşıtlıkları kavram alanını yapısında bulundurmaktadır. Şiirin ilk bendinde kent yaşamı ‘naylondan’ imgesi ile anlatılmaktadır. Kent yaşamının suniliği karşısında bireyin çocuk gibi korku taşıması şiire gerilim katmaktadır. ‘‘Geyikli gece’’ imgesi şiirin başından sonuna kadar kent yaşamından kaçılan bir yer değeri taşımakla birlikte, şiirin kavram alanını imleyen ana imge olarak değer kazanmaktadır. Geyikli gecenin yeşil, yabani ormanlarda, arkası ağaç, dağlarda ayağının suya deydiği yerde bir gökyüzü gibi imgelerle betimlenmesi, doğanın çağrışım alanlarına gönderme olarak yorumlanabilir. ‘‘Bir yandan kaybolduk Gladyatörlerden ve dişlilerden Ve büyük şehirlerden’’ Dizeleri geyikli gece imgesini biraz daha açıklamakta ve onun, büyük şehirlerin birey üzerindeki baskısını yok etmek için kaçtığı doğa olarak yorumlamamıza olanak sağlamaktadır. Metinde ‘‘Biliyorum gemiler götüremez / Neonlar, teoriler ışıtamaz yanını yöresini’’ mısraları Geyikli gecenin genişliğini(sonuszluğunu) ve ağırlığını yansıtmaktadır. Şiirde ‘‘Kesme avize, çıplak kadın omuzları, büyük oteller çaresizlik, hüzün’’ gibi olumsuz imgelerle tanımlanan kent ve kent yaşamından kaçışı ‘‘Gider geyikli gecede uyurduk’’ ibaresi net bir şekilde dile getirmektedir. Şiirin daha sonraki dizelerindeki imge yapıları da düşünülerek şöyle bir tablo çıkarılabilir. Kültür Kent Yapay, Naylon Doğa Dağ, Orman İlkel, Doğal 97 Hüzünlü, Yabancı Karanlık kalabalık Pırıl pırıl, Mavi Aşk, Umut Tabloda da görülüğü gibi şiir belirli karşıt imgeler etrafında örülmüştür. Kent, Yapaylık, hüzünlü karanlık, yabancı kalabalık gibi ibareler kültür kavram alanında yer almakta iken dağ, orman, doğallık, umut gibi ifadeler doğanın içinde görülmektedir. Nitekim metnin temel karşıtlığının da kültür/doğa karşıtlığı olduğunu söyleyebiliriz. ‘‘Öteyi Beriyi Omuzluyorum’’ (Uyar, 2007:117) şiirinde ise tabiata kavuşmanın ve şehir yaşamından kurtulmanın mutluluğu hemen her mısranın sonunda tekrarlanan ‘‘tralalla’’ nidası dile getirilmektedir. ‘‘Karanlık’’ ve ‘‘Çarpa çarpa büyüyen’’ şehir olumsuzlanırken, ‘‘Ağaçlar sol yanımda’’, ‘‘Deniz yüz mil ötede’’, ‘‘Bir beyaz iki beyaz elli iki beyaz/ Bir iyi bir güzeldi gökyüzünde’’ ifadeleri doğaya kavuşmanın sağladığı mutluluğu imlemektedir. Ayrıca beyaz sözcüklerinin ışık, parlaklık imgesi vermesi dikkate alındığında doğa≈ışık/şehir≈karanlık karşıtlıklarını doğurmaktadır. Bu iki şiirdeki karşıtlık yapısını şöyle gösterebiliriz: Kent (İstanbul) Doğa Karanlık Aydınlık ‘‘Tel Cambazının Kendi Başına Söylediği Şiirdir’’ (Uyar, 2007:118) başlıklı şiirde karşıtlık bulunmamaktadır. ‘‘Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir’’ (Uyar, 2007:119) başlıklı şiir metninde şair öznenin(ben) toplum(öteki) karşısındaki durumu görülmektedir. Her anlamda benin algısının, yaşantısının ötekinden ayrı olduğu düşüncesi metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. ‘‘Aşkım da değişebilir gerçeklerim de Ben tam dünyaya göre 98 Ben tam kendime göre’’ Dizeleri öznelliğin vurgusu olarak değer kazanmaktadır. Diğer dizeleri de ele aldığımızda metinde dünya≈kendim alternatifliği ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan benlik dünyaya eşit sayılmakta, dünyada her şeyin bu benliğin etrafında dönüştüğü ve gerçekleştiği düşüncesi ağırlık kazanmaktadır. Her bent sonunda tekrarlanan ‘‘Benim dengemi bozmayınız’’ çağrısı, ötekine bir uyarı niteliği taşımaktadır. Şiirin temel yapısında ben/ öteki arasındaki iletişimsizlik yer almaktadır. Ancak bu iletişimsizlik benin isteyerek kendini toplumdan soyutlama çabasına dönüşmektedir. Şiirin son bendinde bulunan ‘‘Siz ne derseniz deyiniz / Benim bir gizli bildiğim var’’ ifadesi benin ötekinden uzaklaşarak içe dönüşünün ve varlığını orada bulma isteğinin göstergesidir. ‘‘Kesiksiz Övgü’’ (Uyar, 2007:120) başlıklı kısa şiirde ise özne ölümle eşdeğer olarak tanımladığı şehir yaşamını ve yalnızlık hissini aşk duygusu ile aşma isteğindedir. ‘‘Karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak Ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi Bir anda kendi kendime bulduğum mutlu gerçek Bir kadın var beni onun iki eli iki gözü kurtarır yaşamamaktan’’ Diğer şiirlerinde şehrin olumsuz imgelerle nitelendirilmesine karşın bu şiirde aşkın verdiği umut ve mutluluk duygusu, dış dünyayı özellikle şehir yaşamını güzel olarak algılamasını sağlamaktadır diyebiliriz. Aşksız yaşamın yaşamamak olarak değer kazandığı şiirde, aşk ve sevgili mutlu gerçek ibaresi ile tanımlanmaktadır. ‘‘Kan Uyku’’(Uyar, 2007:121) şiirinde ise yalnız kalmaktan korkan benin sevgili ile bu yalnızlık duygusundan kurtulma isteği yer almaktadır. Metinde ben/öteki karşıtlığı, sevgili ve şiir öznesinin biz kavramı etrafında yer alarak başkalarını dışarıda bırakmasıyla biz/öteki karşıtlığı şeklinde bulunmaktadır. ‘‘Bir biz ikimiz varız güzel öbürleri hep çirkin’’ düşüncesi metne hâkim olmaktadır. Bu bağlamda Biz ≈ güzel / onlar ≈ çirkin karşıtlığına ulaşabiliriz. 99 Ayrıca şiirde, ben yalnızlık duygusunu ve bu duygunun yarattığı karamsarlığı aşk ile de aşamamaktadır. Bu noktadan sonra metinde bu duygunun aşılması olarak tek düşünce ağırlık kazanmaktadır: Cinsellik. ‘‘Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum’’ ibaresinden sonra yer alan ‘‘Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları/ Kısrakları birden yavrulamış/ Havaları birden güneşli’’ dizeleri yalnızlık duygusunun cinsellikle aşıldığını göstermektedir. ‘‘Yılgın ‘’ (Uyar, 2007:122) başlıklı şiir metninin ilk bendinde doğaya ait unsurlar ağırlıklı olarak yer almakta ve şehir hayatının tedirgin ve huzursuz ettiği birey doğa yaşamında mutluluğu yakalamaktadır. ‘‘Bir sargın umut yakaladım onu kuşandım Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım Denize doğru sokaklar gördüm onları da kuşandım Üstlerine üstlük seni kuşandım Tedirgindim namussuzdum deli deliydim Uslandım’’ Dizelerde doğanın yanı sıra sevgili göstergesi de mutluluğun kaynağı olarak görülmektedir. Ancak şiirin ikinci bendinde acun göstereni ile ifade edilen dünya olumsuz değerleri bünyesinde barındırmakta ve ilk bentteki anlam yapısına bağlı olarak yaşamdan duyulan mutsuzluk dile getirilmektedir. ‘‘Bir de acun var ben içindeyim Ben içindeyim tüm itlikler sahanda yumurtalar onun içinde 100 Orospular içinde Hurşit Bey içinde sen içindesin’’ Şiirin ilk bendinde mavi, gökyüzü, umut, deniz gibi değerler doğanın kavram alanına girerken, içinde türlü olumsuzluklar bulunan İstanbul kültür kavram alanına dâhil olarak şiirde doğa/kültür karşıtlığı anlam yapısı ortaya çıkmaktadır. Bu karşıtlığa paralel olarak doğa≈yaşam/kültür(kent)≈ölüm eşdeğerlikleri metnin temel karşıtlıkları olarak gösterilebilir. ‘‘Kaçak Yaşam Yergisi’’ (Uyar, 2007:123-124) başlıklı şiir ben/öteki karşıtlığı içinde yer alan toplum/birey karşıtlığında değerlendirilebilir. ‘‘Akşamları eve hep arka sokaklardan dönüyorum Pencerelere bakmıyorum dükkânların mostralarına bakmıyorum’’ ‘‘ Ben kaçmaya çabalıyorum hoşnut muyum Siz kaçtığınız yerde hoşnut musunuz’’ Dizeleri bireyin toplumdan ve varlıktan kaçışını ve kendini soyutlamaya çalışmasını yansıtmaktadır diyebiliriz. Toplumla barışık olmayan ya da olamayan birey için yalnızlık kaçınılmaz olmaktadır. Ancak toplumun yalancı, düzenbaz, alaycı olarak nitelenmesi bireyin toplumdan uzaklaşmasının sebebi olarak görülmektedir. ‘‘Yorgun kalabalık iyi kalabalık alaycı düzenbaz kalabalık Bir karışsam içlerine bir uysam biraz gülmesem Ertesi gün kimbilir nasıl yaşarım.’’ Metinde bireyin kendisi haricinde her şeyi dışlaması, öteki kavramı içinde görmesi, şiirin anlam yapısını da oluşturmakta ve netice olarak şiirde ben/ öteki, birey/toplum karşıtlıkları belirmektedir. ‘‘Meymenet Sokağına Vardım’’(Uyar, 2007:125) ve ‘‘Üçyüzbin’’ (Uyar, 2007:127) başlıklı şiirler ikili karşıtlık düşüncesi görülmemektedir. 101 ‘‘Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü’’ (Uyar, 2007:129) şiiri de ‘‘Kan Uyku’’ şiiriyle aynı anlam yapısına sahiptir. Şiirde yalnızlıkla vurgulanan ben ‘yitik, kara, karışık’ göstergeleriyle olumsuz değerler taşımaktadır. ‘‘Ben sebepliyim kavgalara umutsuzluğa’’ ifadesi bende saplantı haline gelen yalnızlık duygusuyla oluşan karamsarlığı imlemektedir. Metnin ikinci bendinde öteki (kadın) ve cinsellik imgeleri bu karamsarlığı dağıtmak için anahtar kavramlar olarak değer kazanır. Cinsellikle ‘kırgın karanlık’ ışımaktadır. Şiirde cinsellik umut ile eşdeğer bir anlamda kullanılmıştır. ‘‘Yeniden şehirler kuralım, baştan başlayalım’’ ibareleri cinselliğin var olanı (mutsuzluğu) yıkma ve mutlu bir dünya kurmadaki isteğini de göstermektedir. ‘‘Güneşi Kötü O Evler’’(Uyar, 2007:130) şiirinde umutsuzluk ve yalnızlık karşısında şair öznenin aldığı tavır yaşam/ölüm temaları ekseninde aktarılmaktadır. Genelde ışığın, mutluluğun simgesi olarak şiirlerde yer alan Güneş göstergesi, bu şiirde gücünü kaybetmiş hatta ‘Soğuk’ sıfatı ile olumsuz bir imge niteliği kazanmıştır. Toplum içinde bireyin kendini yalnız ve değersiz hissetmesi onu karanlığa sürüklemiş, böylelikle dünyayı algılayışı da negatif bir biçime dönüşmüştür. Böyle bir ortamda bulunan şair öznenin diğerlerinden ayrı olarak kendine güven duyması ‘‘adam ederim o soluk güneşleri’’ ibaresinde olduğu gibi yaşamı güzelleştirmeye çalışması dikkat çekicidir. Kendini yalnız ve değersiz hisseden bireyin aklına ilk gelen duygu doğaldır ki ölümdür. Şair öznenin adeta bir psikolog görevi üstlenerek çevresine yardım etme isteği ‘‘Alırım karşıma bir bir belletirim dalların yeşermesini kuzuları mutluluğu ölmemeyi Ölüme karşı durmayı en çok onu yenmeyi O karanlıklarda kalmış yaşamak yerlerini bulurum çıkartır gösteririm’’ dizelerinde açıkça görülmektedir. Bu, bir türlü var oluş sıkıntısının aşılabileceğini de imlemektedir. Bu durumda şiirde ölüm/yaşam karşıtlığından ziyade karanlık olarak tanımlanan hayatın, mutlu ve ak pak bir güneşe dönüşümü yüzey yapıda bulunmaktadır diyebiliriz. ‘‘Eski Kırık Bardaklar’’ (Uyar, 2007:132) başlıklı şiirde, şiir öznesinin yaşadığı sıkıntı ve huzursuzluk aşk vasıtasıyla da aşılamamaktadır. Yalnızlık duygusundan kaynaklanan 102 bu huzursuzluk hali, yaşam sevincinin de kaybolmasına da neden olmakta ancak ne olursa olsun ölüm bir kurtuluş olarak görülmemektedir. ‘‘Bir ahşap ev taşlıkta yaz günler bilmesem Bir testiden soğuk sular sızdığını bilmesem Güç dayanırım’’ Dizelerinde ahşap ev, yaz günleri ve testi ibarelerinin köy yaşamını çağrıştırdığını söyleyebiliriz. Bu durumda yalnızlığın ve huzursuzluğun sebebi kent yaşamı olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim şiirin ikinci parçasındaki ‘sokan yılan’ imgesi bu huzursuzluğun verdiği acıyı ve sıkıntıyı da göstermektedir. Ancak az önce de dediğimiz yaşam sevinci ve umudu her ne kadar kaybedilmiş de olsa ölüm bir kaçış olarak tercih edilmemektedir. ‘‘Göğe Bakma Durağı’’ (Uyar, 2007:133) şiiri de biz/öteki karşıtlığı kavram alanında değerlendirilebilir. Metinde ben ve sevgili göstergeleri bizi oluşturmakta ve diğer bütün insanlar öteki göstergesiyle karşılanmaktadır. ‘‘Herkes yokken biz biz oluruz’’ düşüncesi toplumun biz üzerindeki baskısına gönderme yapmaktadır. Bu durumda biz, dışa dünyaya açılmayı simgeleyen ‘pencereleri’ de kapamakta ve kendini toplumdan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Şiirde yer alan ‘gök’ imgesi pencere imgesine karşıt bir kullanımda toplum yaşamından uzakta bulunan yaşamın ve mutluluğun göstergesi olarak anlam kazanmaktadır. Yasak aşk temasının işlendiği uzun bir şiir metni olan ‘‘Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur’’(Uyar, 2007:134) şiirinde ikili karşıtlık düşüncesi bulunmamaktadır. Yine Aynı şekilde ‘‘İki Dalga Katı Arasında Yapacağını Şaşıran Akçaburgazlı Yekta’nın Söylediği Mezmurdur’’(Uyar, 2007:141) ve ‘‘(Bir Kantar Memuru İçin) İncil’’(Uyar, 2007:143) şiirlerinde ikili karşıtlık bulunmamaktadır. ‘‘Büyük Kavrulmuş’’(Uyar, 2007:152) şiirinde kent yaşamından dolayı bireyin tükenmekte olan umudu doğa olarak belirmektedir. ‘‘Büyük, kavrulmuş soy kırlar gelir 103 aklıma hep, hep tükenince insan dayanıklığım’’ dizesi büyük şehir yaşamından bıkan ve sıkılan bireyin doğaya duyduğu özlemin ifadesidir. Şiirde şehir yaşamı ‘‘dengesiz savaş’’, ‘‘bakır kalkanlar ve demir kargılarla dövüşülen yer’’, ‘‘körlük ve kötülüğün kaynağı’’, imgeleri ile gösterilirken, kentin karşıtında bulunan doğa ‘‘ Eskimeden, küçülmeden; mutluluktan kuşakları birbirine düğümleyen’’ yer olarak tarif edilmektedir. Nesir şeklinde kaleme alınmış ‘‘Toprak Çömlek Hikayesi’’(Uyar, 2007:153-166) başlıklı şiirde karşıtlık düşüncesi yer almamaktadır. ‘‘Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur’’ (Uyar, 2007:166–169) başlıklı uzun şiirde yer yer kent yaşamının şair özne üzerinde yarattığı sıkıntı ve geçmiş(köy) özlemi bulunmaktadır. ‘‘Akçaburgaz bir küçük kentti Küçük evleri olan bir kentti Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim Kalktım büyük kente geldim’’ dizeleri büyük kente gelmenin pişmanlığını göstermektedir. ‘‘Yalnızlığım sığmadı kente/ çünkü dağlara alışıktı’’ , ‘‘Birden evlere sokaklara çarptı/ Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı/ Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır’’ dizeleri şiirdeki büyük kent/küçük kent(köy) karşıtlığını göstermekle birlikte birey üzerinde oluşturduğu baskısı bakımından ‘‘Geyikli Gece’’ ve ‘‘Tel Cambazının Rüzgârsız Aşklara Vardığını Anlatır Şiirdir’’ adlı metinlerle aynı kavram alanı içinde yer almaktadır. Ancak bu şiirde anın mutsuzluğu ve geçmişe(doğaya) dönüşün imkânsızlığı bireyde başka bir umut kapısı olarak aşka sığınma isteğini ön plana çıkarmaktadır. ‘‘Adile’yi buldum sevdim Yalnızlığım onun şehrine ısındı Yapılar önüme durmuyordu artık 104 Sokaklar aldatamıyordu’’ dizelerinden sonra şöyle bir değer tablosuna ulaşabiliriz: Kent ≈ boğucu + aldatıcı + soluk güneşli / aşk ≈ huzur verici + güvenli + avutucu Aynı algı sürecini kapsayan ‘‘Akça Burgazlı Yekta’nın Yalnızlığına Kara Taştan Tapınak Kurduğunda Söylediği Mezmurdur’’ (Uyar, 2007:170–171) şiir metninde büyük kentte ‘‘Biz küçük adamlarız’’ imgesi ise şair öznenin ‘‘ Büyük kent’’ karşısındaki durumunu nitelendirmektedir.‘‘Bu gidişe ben, tek başıma ayak uyduramadım’’ ibaresi yalnızlığın vurgusu olarak değer kazanırken ‘‘ Pencerelerde bir elleri öbür kulaklarında kıvıl kıvıl böcek kurtları yavruları Karanlık bir yelkenden hızla boşalan kıllı tükenmez rüzgâr’’ olarak imgelenen şehir bireydeki mutsuzluk ve umutsuzluğu arttırmaktadır. Şehir hayatında ‘‘Tarihlerle, Bilimlerle, Kalabalıkla savaşan’’ ve bu savaşta yaralanan bireyin kaçış noktası başlıkta da görüldüğü gibi ‘‘ Kara taştan kendi yaptığı tapınak’’tır. Kara Tapınak imgesi şairin kendi içinde kurduğu bir sığınma yeri, bir içe dönüş olarak yorumlanabilir. Böylelikle kent kavramının karşıtı olarak bu şiirde bireyin iç dünyası yer almaktadır. ‘‘Atlıkarınca’’(Uyar, 2007:172-173) şiirinde şehir; sarı, utanmaz, geçkin, tozlu caddeler gibi imgelerle anlatılmaktadır. Kaygı ve sıkıntılarından arınmak için şiir öznesi aşka ve cinselliğe sığınmak istemektedir. ‘‘Etleri var beyaz gergin sıcaklığı var öp öp ısın Karanlık sokakları kötü lokantaları ısınmış rakıları Düşündüm göğsümden iki düğme çözdüm’’ Dizelerinde cinselliğin kent yaşamından bir kaçış olarak görüldüğü hissedilmektedir. Ayrıca cinselliğin orman, deniz gibi doğayı çağrıştıran imgelerle anlatılması, şiirde bir tür kent(kültür)/cinsellik(doğa) karşıtlıklarını doğurmaktadır diyebiliriz. 105 ‘‘Yeşil Badanada Kurtulmak’’(Uyar, 2007:174-176) şiirinin ilk parçasında köy yaşamına ve doğa ait unsurlar büyük bir özlemle aktraılmaktadır. Köy ve doğa yaşamından uzak olan şiir öznesi için şehir, namussuz, anasının gözü, karanlık resim, tutkusuz, isteksiz ve zifir olarak görülmektedir. Metinde şehir hayatı ışık/karanlık karşıtlığında karanlık bir izlenim uyandırmakta, doğa ise ışık eşdeğerliğinde yorumlanmaktadır.. Ancak doğaya ulaşmanın ya da şehirden ayrılmanın mümkün olmadığı anlaşılınca, tek çare içinde bulunulan mekânı değiştirmek olarak görülmektedir. ‘‘Durmuyoruz günaşırı duvarlarımızı yeşille maviyle badana ediyoruz. Durmuyoruz dünyayı yeniliyoruz’’ Dizelerde görüldüğü gibi yaşanılan mutsuzluk karşısında pes edilmemekte ve doğaya ulaşma adına mücadele verilmektedir. Boya ya da diğer bir ifadeyle resim sanatı yapaylığı içinde barındırsa da bireyin kendini avutmasında tek yol olarak gözükmektedir. Böylelikle şiirde kurtuluş olarak görülen doğa ile kültür(şehir) karşıtlığı karşımıza çıkmaktadır. ‘‘Telefonda İyi Loş Oda’’(Uyar, 2007:183) şiirinde ben/öteki karşıtlığı baştan sonra şiire hakim olan karşıtlıktır diyebiliriz. Diğer şiirlerin aksine bu metinde öteki kavramında yer alan siz, şiir öznesinin mutlu olmasında en büyük destekçi olarak görülmektedir. Sizi andım ışıdım, sizi andım sevindim gibi ifadeler siz kavramının değerini yansıtmaktadır. Metinde ben≈mutsuz ve yaşam sevincini kaybetmiş anlamlarını taşımaktadır. ‘‘Beni elimden tutun taş yollardan geçirin evinize götürün su verin bana’’ dizesinde görüldüğü gibi siz≈umut ve yaşam değerlerini çağrıştırmaktadır. Şiirin son parçasında yer alan ‘‘Sizi andım kurtuldum’’ ibaresinden sonra şiirdeki karşıtlığı şöyle formüle edebiliriz: ben ≈ mutsuzluk+ölüm /siz≈umut+kurtuluş+yaşam ‘‘Büyük Ev Ablukada’’ (Uyar, 2007:186) şiir metni başlığından anlaşılacağı üzere, şehir yaşamı içinde kendini sıkışmış ve dört bir yanı sarılmış olan bireyin yaşadığı mutsuzluk dile getirilmektedir.Şehir yaşamının doğal yaşamdan uzaklaşarak taş 106 yığınına, insanı mutsuz hale getiren yapıya dönüşmesinde bireylerin suçlu olduğu şiirde vurgulanarak, insanlar bu konuda eleştirilmektedir. ‘‘Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi Bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı Biz kurduk istersek umursamayız ya’’ Dizelerinde şehir yaşamının verdiği olumsuz etkilere her ne kadar umursamamak bireyin elindeymiş gibi gösterilse de bu gerçekleşememekte, hatta bu mutsuzluk karşısında sürekli olarak doğaya ulaşma isteği bireyde uyanmaktadır. Netice itibariyle Turgut Uyar’ın birçok şiirinde olduğu gibi bu şiirde de kent/doğa karşıtlığı diğer bir ifadeyle kültür/doğa karşıtlığı yer almaktadır. ‘‘Kanlı Oyun’’(Uyar, 2007:185) şiiri ölüm/yaşam teması çerçevesinde şehir hayatı içinde yaşanan zihin bulanıklığını ve intiharı konu edinmektedir. Metinde ‘kuzu, kuş, türkü, toprak, hayvan yemleri, otlar’ gibi sözcüklerle köy yaşamını nitelendiren şair için şehir hayatı sıkıntılı ve çekilmez olmaktadır. Şehirde kendini ‘iğreti’ olarak gören şair için, köy hayatına kaçışın da imkânı bulunmamaktadır. ‘‘ Sarsmayın iğretiyim daha iyi/ Sonunda belki bulamam/ belki istemem’’ dizeleri de iki yaşam tarzı arasında duyulan çelişkiyi göstermektedir. Köy yaşamına dönüşün mümkün olmadığı, şehir hayatına da alışılmadığı bir durumda şair özne, yaşam karşısında çaresi olmayan bir belirsizlik ve çelişki içindedir. ‘‘Sonunda o en diri anlamına varırım/ Sonunda ölümün yaşamanın gelip geçmenin’’ ibareleri ânın karamsarlığı ve geçmişe dönüş yolunun bulunmaması nedeniyle arada kalan şair içine düştüğü boşluk karşısında çaresizdir. Bu boşluk şairi ‘‘ sonunda kanlı oyun’’ dediği intihar yani ölüm ile son bulacaktır. ‘‘Yorgundum Yoktum…’’(Uyar, 2007:188) şiir metni de ‘‘Kanlı Oyun’’ şiiri ile aynı kavram alanında değerlendirilebilir. Şiir, hayat karşısında yenilginin dile getirildiği trajik bir örgüye sahiptir. ‘‘Güçsüzdüm isteksizdim kötülüklerle ölümle adamlarla savaşmaya’’ dizesi yaşam sevincinin yitirildiğini imlemektedir. ‘‘Güneşi Kötü O 107 Evler’’ şiirinde hayatın karanlıkları ve ölüm karşısında savaşmayı çevresindekilere öğretmeye çalışan şair özne bu şiirde o gücü kendisinde bulamamaktadır. ‘‘O kırallara benzerdim ki uyruğu dağılmış utancında acısında yenilmenin’’ dizesi ölüm karşısındaki savaşın kaybedildiğini haber vermektedir. Sanatı, özellikle de şiiri, bireyin ölümü aşma ve arkada bir iz bırakma isteği olarak tanımlarsak, şiirde, şairin ölüm karşısındaki yenilgisinin yanı sıra, şiir vasıtasıyla ölümü aşma isteği bulunmaktadır: ‘‘Bir gün bu güzel sizden bu benden ateş kalamayınca ayak sesi kalmayınca Size yazdığım şiirlerde duyacaklar gözlerinizi kapayıp gülümsediğinizi’’ Böyle bir tanımlama bizi şiir ≈ ölümsüzlük eşdeğerliğine götürecektir. ‘‘Kankentleri’’ (Uyar, 2007:189) şiirinde ise kent/deniz karşıtlığında kent kavramı ölümü çağrıştıran imgelerle aynı bağlamda gösterilmektedir. ‘‘Kan akıyor penceresi karanlık evlerden Ölü kadınları üstüne tuğlaların üstüne Denizse aydınlık ve incili ve mavi taşrada’’ Şiirde yer alan kavram alanlarını şöyle formüle edebiliriz: Kent ≈ kan + karanlık + sıkıntılı + yer ve gökyüzü karışık(üst üste)/ Deniz ≈ aydınlık + incili + mavi ‘‘O Zaman Av Bitti’’(Uyar, 2007:190) şiirinde ben/öteki karşıtlığı erkek/kadın karşıtlığı şeklinde yer almaktadır. Şiirde erkekler ‘‘ eksikli, penceresiz, su içinde, tükenik’’ imgeleriyle olumsuz değerler taşırken; kadınlar ise ‘‘ bütün güçlerin vardığı, bütün güneşleri getiren, besleyici, kendine yeten’’ nitelikleriyle övülmektedir. Kadın ve erkek imgeleri metinde karşıtlık oluşturmasına karşın bu karşıtlık duygusu cinsellik kavramında birliğe dönüşmektedir. Şiirde erkek (güçsüz) + kadın (güç) ≈ cinsellik eşdeğerliğini oluşturmakta ve hayatın olumsuz yanları bu mutlu birlikteliğin sağladığı güçle aşılmaktadır. 108 ‘‘Kanada Menekşeli İyi Uzun Balkon’’(Uyar, 2007:194-195) şiirinde karşıtlık düşüncesi görülmemektedir. ‘‘Sigma’’ (Uyar, 2007:196) şiirinde ise kent yaşamının olumsuz etkileri bu sefer da aşka sığınılarak geride bırakılmak istenmektedir. Kankentleri olarak tabir edilen şehir ölüm ve sıkıntı ile nitelendirilirken, bunun karşısında aşk yaşatan ve güç veren özellikleri ile anlatılmaktadır. ‘‘Bütün kurtuluş başlardı ondan Bütün kurtuluşu ondan yani aşkî karanlıktan’’ Dizelerinde aşkî karanlık olarak imgelenen şehirden kaçış yine bir aşka ancak bu sefer aydınlık ve ışık imgeleriyle verilen sevgilinin aşkına doğru gerçekleşmektedir. Neticede şiirde kent(kültür)≈karanlık+sıkıntı+ölüm eşdeğerlikleri ile sevgili(aşk)≈ışık+mutluluk+yaşam anlamlarını taşımaktadır diyebiliriz. 109 yer alırken, Tablo 2: Turgut Uyar’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar ŞİİRLER KARŞITLIKLAR Geyikli Gece Kültür/Doğa Öteyi Beriyi Omuzluyorum Kültür/Doğa Tel Cambazının Kendi Başına Söylediği Şiirdir Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir Karanlık/Işık ⎯ Ben/Öteki Kesiksiz Övgü Yaşam/Ölüm Kan Uyku Biz/Öteki Yılgın Doğa/Kültür Kaçak Yaşama Yergisi Ben/Öteki Meymenet Sokağına Vardım ⎯ Üçyüzbin ⎯ 110 Yaşam/Ölüm Tablo2: Devamı Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü Ben/Öteki Güneşi Kötü O Evler Yaşam/Ölüm Işık/Karanlık Eski Kırık Bardaklar Yaşam/Ölüm Köy/Kent Göğe Bakma Durağı Biz/Öteki Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını…. İki Dalga Katı Arasında Yapacağını Şaşıran… ⎯ ⎯ (Bir Kantar Memuru İçin) İncil ⎯ Büyük Kavrulmuş Kültür/Doğa Toprak Çömlek Hikâyesi ⎯ Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur Akçaburgazlı Yekta’nın Yalnızlığına… Doğa/Kültür Toplum/Birey 111 Şimdi/Geçmiş Tablo 2: Devamı Atlıkarınca Doğa/Kültür Yeşil Badanada Kurtulmak Doğa/Kültür Telefonda İyi Loş Oda Ben/Öteki Kanlı Oyun Ölüm/Yaşam Büyük Ev Ablukada Doğa/Kültür Yorgundum Yoktum Ölüm/Yaşam Kankentleri Kent/Deniz O Zaman Av Bitti Ben/Öteki Kanada Menekşeli İyi Uzun Balkon Sigma Öüm/Yaşam Kültür/Doğa ⎯ Kent/Aşk Karanlık/Işık Ölüm/Yaşam Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi Turgut Uyar’ın şiirlerinin hemen hepsinde kültür kavramı içinde gösterdiğimiz şehir hayatı ve onun birey üzerindeki etkileri özellikle olumsuz yönde yer almaktadır. Kentte kendini yalnız ve açmazda hisseden birey için çoğunlukla doğa bir tür kaçış olarak görülmekte, bunun gerçekleşmediği anlarda ise aşk ve sevgili imgeleri kurtuluşun diğer yönünü tayin etmektedir diyebiliriz. Şiirlerin anlam yapısında görülen doğa/kültür karşıtlıkları da bu düşünce ve algı sisteminden 112 kaynaklanmaktadır. Kent yaşamının bireyi yalnızlığa itmesinin asıl sebebi ben ve öteki ayrımında diğer bir deyişle birey/toplum karşıtlığında görülmektedir. Modernleşme ve şehirleşmenin de beraberinde getirdiği iletişimsizlik kavramı ben ile ötekinin(başkalarının) bağlarını zayıflatmakta ve bireyi iç yalnızlığına sürüklemektedir diyebiliriz. Buna karşın bazı şiirlerde benin, öteki kavramında gösterilen sevgili ya da diğer insanlar sayesinde mutluluğu ve hayatı yakalamaya çalıştığını söyleyebiliriz. Şiirlerde tespit ettiğimiz kültür kavramına ait öğelerin bireyi mutsuz etmesinin yanında yer yer ölüme eşdeğer özellikler taşıması bu bağlamda dikkat çekicidir. Özellikle kent yaşamı ve bundan kaynaklanan yalnızlık hissi, karanlık imgesini de eklediğimizde ölüm duygusunu çağrıştırmaktadır. Bu ölüm duygusunun bertaraf edilmesine yardımcı olan iki unsur birçok şiirde ortaktır: Doğa ve Sevgili(aşk). Şiirlerde doğaya ait unsurlar ışık imgesi etrafında verilmekte ve yaşam sevincinin kaynağı olarak gösterilmektedir. Doğaya ulaşılmanın zor ya da imkânsız olduğu durumlarda ise aşk ve sevgili yaşama tutunacak bir dal olarak görülmektedir diyebiliriz. Netice olarak Turgut Uyar’ın şiirlerindeki karşıtlık anlambirimleri şu şekilde gruplandırılabilir: Ben ≈ Birey / Öteki ≈ Toplum Doğa ≈ Dağ + Deniz + Mutluluk + Aydınlık / Kültür ≈ Kent + Sıkıntı + Karanlık + Yalnızlık Ölüm ≈ Yalnızlık + Aydınlık + Şehir / Yaşam ≈ Doğa + Aşk(Sevgili) 3.3. Edip Cansever’in Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar İkinci Yeni şiirinin öncüleri arasında gösterilen Edip Cansever 1957 yılında yayımladığı Yerçekimli Karanfil şiir kitabı ile İkinci Yeni şiir akımında yer almıştır. Kitap 1954– 1957 yılları arasında yazılan şiirden oluşmaktadır. Biz bu bölümde ayrıca 1958 yılında yayımlanan ‘‘Umutsuzlar Parkı’’ında yer alan şiirleri de ele alarak toplam 22 şiir inceleyeceğiz. Kitabın ilk şiiri olan ‘‘Ey’’ (Cansever, 2007:93–94) başlıklı metin ben/öteki karşıtlığını yapısında bulundurmaktadır. Ben/öteki karşıtlığında ötekinin anlambirimi olan sevgili, 113 bireyin yalnızlık hissini hafifletmeye çalışan kişi konumundadır. Dış dünyaya ait nesnelerin siz zamiri ile tanımlanmasına ve dışta bırakılmak istenmesine karşın sen olarak hitap edilen sevgili, karanlık ve sessizlik olarak nitelendirilen yalnızlığın aşılmasındaki en önemli öğedir diyebiliriz. Dize sonlarında tekrarlanan ‘‘sen dur ey!’’, ‘‘sen kal ey’’ nidaları yardım isteğinin göstergesi olarak yorumlanabilir. ‘‘Şu sen de olmasan insan çıldıracak mı? Hiç yoktan bir yerlere mi gidecek belki? Olsun neresi olursa, git karanlık ama git Gecemizde duranı sen kal ey!’’ Gidilecek yerin de, içinde bulunulan yerin de karanlık ve gece imgeleriyle verilmesi, bir açmazı yansıtmaktadır. Gece göstergesiyle verilen yeri aydınlatabilecek tek kişi sen olarak görülmektedir. Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil kitabındaki birçok şiirde bireyin yalnızlığının ve şehir yaşamı karşısındaki yabancılık hissinin görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu şiirde yalnızlık duygusunun aşılmasındaki tek çare aşk ve sevgi olduğu ortaya çıkmaktadır. Netice olarak şiirde ben/öteki karşıtlık fikri değil ben ve ötekinin (sevgilinin) oluşturduğu bir birliktelik düşüncesi bulunmaktadır. Asıl karşıtlık ise ben/öteki dışında kalan ve siz zamiriyle karşılanan her şeyin ve herkesin arasındadır diyebiliriz. Bu durumda ben, bize dönüşürken, öteki ise size dönüşmektedir. ‘‘Kesin’’ (Cansever, 2007:95) başlıklı kısa şiirde karşıtlık bulunmamaktadır. ‘‘Aaaa’’ (Cansever, 2007:96) başlıklı şiir soyut/somut karşıtlığını ve bireyin soyut karşısındaki tavrını yansıtmaktadır. ‘‘ O nasıl şey, bu adam soyut mu ne? Baksan bir ilgisi var elleriyle Uzamış, uzamış, uzamış doğrusu elleri’’ 114 Beş duyu organıyla algılanan nesnelere ve eşyaya alışık olan birey için soyut, son derece şaşırtıcı gelmektedir. ‘‘El’’ somut nesneleri tanımlamanın ve algılamanın bir aracıdır. Ancak somut olan insanın metinde soyut olarak verilmesi bir tür karşıtlık da oluşturmaktadır. ‘‘ Konuştum konuşmuyor Dürttüm dürtülmüyor’’ Dizelerinden sonra somut olan insan soyut olarak tanımlanmaktadır diyebiliriz. Karşısındaki insan ile soyut olduğu için iletişim kuramayan özne böylelikle kendi varlığından da şüphe etmekte ve kendi varlığını doğrulayamamaktadır diyebiliriz. ‘‘ Şaşırdım, yokladım kendimi iyice’’ Nitekim şiirde ben/öteki karşıtlığı ortaya çıkmakta ve öteki, öznenin varlığını tanımlamasına yardımcı olan birey olarak değer kazanmaktadır. Şiirde soyut somut karşıtlığı ile birlikte ben/öteki karşıtlığı da anlam yapısında bulunmaktadır diyebiliriz. Aşk temasıyla örülmüş olan ‘‘Aşkın Radyoaktivitesi’’ (Cansever, 2007:97) başlıklı şiirde, aşkın birey üzerindeki etkileri dile getirilmekte ancak herhangi bir karşıtlık unsuru şiirde bulunmamaktadır. Yaşama sevinci ile ölüm korkusu arasındaki çelişkinin yüzey yapıda değer kazandığı ilk şiir ‘‘Yangın’’dır (Cansever, 2007:98) ‘‘dikkat!’’ ünlemleriyle okuyucunun dikkatini yaşamın çeşitli halleri üzerine çeken şair özne şiirin son bendinde ‘‘Bir gün ölümü beğenmiyecekseniz dikkat’’ uyarısı ile ölümün aslında beğenilen ve beklenen olma özelliğini vurgulamaktadır. Yaşamın olumsuz yönleri ve yaşam sevinci son bende kadar şiirde iç içe verilmiştir. Ancak ölüm konusundaki ‘‘ ölmeyin kolayla’’ uyarısı ile yaşamın ve yaşam sevincinin bütün olumsuzluklara rağmen bireyde bulunmasına gönderme yapılmıştır. ‘‘Var Var’’ (Cansever, 2007:101) başlıklı şiirde varlık/yokluk çelişkisi ilk anda dikkati çekmektedir. Var ve yok sözcüklerinin çelişkili kullanılmasının ardında metinde yer alan ‘el’ imgesi dokunma duyusuyla birlikte bireyin kendini ve kendi varlığını 115 tanımlamada bu duyuya ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Böylelikle ben/öteki karşıtlığında yer alan öteki kavramı, benin varlığını tanımlayana ve tamamlayan bir kavram durumundadır diyebiliriz. Bu bağlamda varlık/yokluk çelişkisinin çözümlenmesi için ben/öteki karşıtlığında bulunan ötekin var olması gerekmektedir. ‘‘Yerçekimli Karanfil’’ (Cansever, 2007:103) şiiri aşk teması etrafında ben/öteki karşıtlığını anlam yapısında bulundurmaktadır diyebiliriz. şiirde öteki kavramında görülen ‘sen’, bireyin mutluluğunun sebebi olan sevgili konumundadır. ‘‘Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce’’ Dizelerde ben ve öteki kavramlarının bir birliktelik oluşturduğu anlaşılmaktadır. Ben/öteki karşıtlığının bir birliğe dönüşmesini sağlayan unsur ise beyaz imgesiyle ifade edilen aşktır. Netice olarak şiirde ben/öteki karşıtlığa bize dönüşmektedir diyebiliriz. ‘‘Tüfekkk’’ (Cansever, 2007:105) şiirinde herhangi bir karşıtlık yer almamaktadır. ‘‘Güzel Atomların Yaptığı Ayak’’(Cansever, 2007:107) şiirinde ‘el’ imgesi çerçevesinde soyut/somut karşıtlığı oluşmaktadır. ‘‘Bir menekşe duyuyorum ellerimsiz’’ dizesi soyut algılama fikrini taşımakta ve zihinde düşünce yoluyla beliren her şeyin gerçekten daha mutluluk verici olduğu görülmektedir. ‘‘O kadar güzel ki, Amerika bile güzel Sen bile güzelsin bensizce Atomlar bile güzel Moleküller bile’’ 116 Dizelerinde soyut olan nesnelerin gerçeğinden daha güzel olduğu hissini uyandırmaktadır. Ancak dokunma duyusuyla algılanan nesnelerin bireyde korku yarattığı görülmektedir. Doğal olarak dokunma duyusu da ben dışında kalan nesnelerin tanımlanmasını ve iletişimi simgelediği için ben/öteki karşıtlığından da söz edebiliriz ‘‘Bir menekşe duyuyorum ellerimle Molekül duyuyorum Bir atom Korkunç’’ Şiirin bu iki bendi arasında soyut somut çatışması yer almaktadır. Nitekim şiirin anlam yapısını da soyut/somut ve gerçek / hayal karşıtlığına dayandırabiliriz. ‘‘Alüminyum Dükkân’’ (Cansever, 2007:111) başlık metinde öteki kavram alanına ait olan nesneler benin kendini tanımasına ve tanımlamasına kaynak olarak gösterilmektedir. Metinde öteki kavram alanında yer alan bütün olgular, olaylar ve nesneler ‘bu’ işaret sıfatıyla gösterilerek bireyin bunlara aşina olduğu vurgulanmak istenmiştir. Bütün bu imgeler insanın kendi varlığını tanımlamasında etkin rol oynamaktadır. Ancak benin kendini tanımasında asıl önemli olan kanun imgesiyle gösterilen akıl ve sezgidir. Nitekim kendini tanımlama adına birey doğa karşısında etken bir durumda yer bulunmaktadır. Bireyin de varlığını tanımlama adına yaptığı her türlü müdahale doğayı ve yaşamı değiştirmektedir. Buna bağlı olarak dönüşümlü bir etkileşim ortaya çıkmakta, birey kendini tanımlarken yavaş yavaş da değişmeye başlamaktadır. Şiirin son dizesinde yer alan ‘işte bu yeninin yenisi insan’ ibaresi bunun göstergesidir. Yeni insanın ‘Dizilmiş kutu, Bükülmüş teneke, Alüminyum dükkân’ imgeleriyle verilmesi onun doğallıktan yapaylığa yönelerek olumsuz bir konuma geçtiğini imlemektedir. Neticede metinde ben/öteki karşıtlığı ile birlikte doğa/kültür karşıtlığı da derin yapıda karşımıza çıkmaktadır. ‘‘Horozla Merdiven’’, ‘‘Buz gibi’’ ve ‘‘Kaybola’’ şiirlerinde ikili karşıtlık öğesi bulunamamıştır. 117 ‘‘Gözleri’’(Cansever, 2007:122) şiiri de ‘‘Yerçekimli Karanfil’’ şiiri ile aynı anlam yapısındadır diyebiliriz. Aşk unsuru etrafında ben ve öteki(sevgili) birlik oluşturma isteğindedir. Şiirde göz ve el imgeleri hem sevgili ile kurulan iletişimi çağrıştırmakta hem de sevgili karşısında benin kendi varlığını tanımlamasında yardımcı olmaktadır diyebiliriz. ‘‘Bakmalar Denizi’’, ‘‘Uyanınca Çocuk Olmak’’ve ‘‘Borozan’’ şiirinde karşıtlık düşüncesi bulunmamaktadır. ‘‘Amerikan Bilardosuyla Penguen I’’ (Cansever, 2007:137) isimli şiirde ölüm ‘‘Elleri el gibi kocaman/Beyaz bir noktada gibi kocaman’’, ‘‘ Biriyle kendini artırıyor durmadan’’, ‘‘ Günümüzden sesler alıyor’’, ‘‘Ölü bir korkunçluğu taşıyor’’ ifadeleri ile nitelendiriliyor. Bu benzetmeler ve tanımlamalar şair öznenin ölüm karşısındaki korkusunun ve sıkıntısının göstergeleridir. Ölmenin ve öldürülmenin ‘‘duvarlar gibi’’ yıkılamaz bir gerçek olduğu şiirin son kısmında çaresizlikle kabulleniliyor. Şiirde ölüm ≈ katil + korkunç + tam-tam anlambirimleri ile yüzey yapıda belirmektedir. Bunların yanı sıra ölüm, sonsuza geçen bir yolculuk ve ‘‘ kendisiyle bırakılması insanın’’ gibi özellikler de taşımaktadır. Bu durumda ölüm ≈ sonsuzluk + yalnızlık / yaşam ≈ sonlu karşıtlığı derin yapıda anlam kazanmaktadır. Şiirin son iki dizesindeki ‘‘Doğrusu elinizden ne gelir ki/Siz dolgun yaşamaya bakın günleri’’ ifadeleri ölüm karşısındaki çaresizliği ve yaşam sevincini anlatmaktadır. 10 ayrı metinden oluşan ‘‘Çember’’ (Cansever, 2007:145–155) şiirinin ilk iki parçasında dünya ve yaşam çember imgesi ile aktarılmaktadır. Göğün ve dünyanın buna bağlı olarak da yaşamın bir doğrunun ilk başladığı yere dönüş olarak tanımlanması bir kısır döngü içine sıkışmış bireyin hayatı algılama biçimini göstermektedir. ‘‘Evet, bakalım insan nereye gidecek Ben omuzlarımı alıp sıkıntıya giderim Bir asker kışlaya döner Sonra çok olağan bir şeymiş gibi 118 Yerine yer koyarak biraz Bir şehir kendine ilerler Böylece ama böylece Gittikçe daraltır bizi o siyah O büyük milyonerli çember.’’ Dizelerinde hissedilen dünyada sıkışıp kalmışlık duygusu, yaşamın bir siyah çember olarak tarif edilmesiyle sonuçlanır. Yaşamın ≈ sıkıntılı ve siyah bir çember olarak değer kazanmasına karşılık metinde ölümün bir kurtuluş, bir kaçış olarak görüldüğüne dair en ufak belirti yoktur. Ancak metnin ilk parçasında insanın dünyanın orta yerinde kaldığını ifade eden şair ‘‘ Ben/ Yani çok değişik bir sokağı yakalamış bulunan/ Kullanmak için yaşayıp ölmeye’’ dizesiyle kendini diğerlerinden ayırmakta, böylelikle de şairin ben/öteki karşıtlık algısı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca ‘değişik bir sokak’ olarak gördüğü kendi dünyasını ise sadece yaşanıp ölünen bir yer olarak basitleştirmektedir. ‘‘Umutsuzlar Parkı’’ (Cansever, 2007:159–185) şiiri 14 ayrı metinden oluşmakta ve birden fazla karşıtlığı yapısında bulundurmaktadır. Şiirin ilk parçasında (s.159) doğa/kültür karşıtlığı kent/park karşıtlığı olarak değerlendirilebilir. Metinde park imgesi belli bir zaman için bile olsa kent yaşamının yaratmış olduğu sıkıntıdan kurtuluşun göstergesi konumundadır. ‘‘ Dağınık Mavisiyle gözlerinin/ Sevgi vermez kadın uçlarıyla/ Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak/ Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin/ Yalvaran bakışlarıyla – Nasıl da sevimsiz!/ En kötüsü belki de en kötüsü/ Bir duygu açlığıyla soluyarak’’ dizeleriyle tanımlanan insan bu sıkıntıdan kurtulmak için ‘‘parklara yerleşiyorlar – parkın onları çağıran köşelerine’’. Metinde birkaç defa tekrarlanan ‘sıkıntı’ ibaresi toplum ve şehir hayatının şair özne üzerinde oluşturduğu baskıyı göstermektedir diyebiliriz. Ancak bu sıkıntının en büyük sebeplerinden biri toplum ve kent yaşamın yarattığı iletişimsizlik ve sonucunda ortaya çıkan yalnızlık duygusudur. İnsanın ‘duygu açlığı’ ile parka sığınmasının nedeni de aslında budur. Park imgesinin metinde doğa kavramına bir gönderme olarak yer almasının yanı sıra, dinlenme ve gezme amacıyla gelen insanları bir arada toplayan hatta bir tür iletişimin 119 sağlandığı yer olarak da yorumlanabilir. Metinde, kent ≈ yalnızlık + iletişimsizlik / park (doğa) ≈ aynı amaçla gelen insanların toplandığı yer, karşıtlığı bulunmaktadır diyebiliriz. ‘‘Umutsuzlar Parkı’’ şiirinin ikinci parçasında (Cansever, 2007:160–161) ben/öteki karşıtlığında değerlendirilebilecek birey/toplum karşıtlığı yer almaktadır. Metnin ilk bendinde yer alan ‘‘ İş edinmişim kimsesizliği/ kendimi saymazsam’’ ibaresi toplum karşısındaki bireyin yalnızlığını ifade etmektedir. Fakat bu yalnızlık bireyin kendi seçimidir. Şair özne ‘herkese bağlı’ olduğu gerekçesiyle ‘kendini’ dahi kabul etmemekte ve kendini toplumdan soyutlamaya çalışmaktadır. Şiirde bulunan ‘pencere ve cam’ imgesi dış dünyaya açılma özelliği bakımından topluma hayatına bir gönderme olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda yer alan ‘‘ Açınca camları – diyelim camları açtık ya sonra? / Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim / Biilrim ama çok bilirim kapadığımı / Öyle iş olsun diye mi, hayır! / Bilirim içeride kendimi bulacağımı’’ dizeleri şairin bilinçli olarak kendini toplumdan soyutlamaya çalıştığını göstermektedir. Tabii ki bunun asıl sebebi kendisini herkesten bağımsız olarak tanıma ve bulma çabasıdır. Böylelikle metnin temelinde ben/öteki karşıtlığında benin(birey) ötekinden(toplum) bağımsız olarak hatta ben/ben karşıtlığına dayanarak varlığını tanımlama girişimi görülmektedir diyebiliriz. ‘Umutsuzlar Parkı’ şiirinin üçüncü parçası da (Cansever, 2007:162) aynı anlam yapısına sahiptir. ‘‘Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan/ Ve geçilmiyor ki benim/ Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan’’ dizelerindeki imge yapısı benin kendini bir türlü aşamadığını ve dışarıdaki nesnelerden farksız olarak algıladığını göstermektedir. Bu nedenle de şair ‘onlar’ diye tabir ettiği toplumdan yapayalnız olan kendini ayırmaktadır. Şiirin daha sonraki parçalarının temelini ‘kuşku’ kavramı oluşturmaktadır. ‘‘Sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz/ Ya da çok kuşkuluyuz’’ dizeleri bireyin kendi varlığından bile duyduğu kuşkuyu göstermektedir. Metnin devamında hayatın iyi ve kötü yanları iç içe anlatılmakta ve hemen her bendin sonunda ‘‘bitmedi şaşkınlığımız’’ ibaresi bulunmaktadır. Bu durum şiirde, kendi kendiyle kalamadığı için kendini tanımayan ve hayatın getirdikleri karşısında şaşkın bir duruma düşen bireyin yaşadığı 120 sorun olarak görülmektedir. Bunun diğer bir sebebi ise ‘‘alıştık sadece bir türlü bakıyoruz’’ ifadesinde olduğu gibi var olanı kabul etmek ve ona farklı açılardan yaklaşamamaktır. ‘‘Çoğullama’’ (Cansever, 2007:186–188) başlıklarıyla kitapta yer alan üç ayrı şiirde ise boşluğa düşmüş bireyin yaşamı bir tür ıstırap olarak görmesi ve yavaş yavaş tükenmeye başlaması trajik bir şekilde aktarılmıştır. Metnin ilk bendinde dile getirilen, hayata tutunma adına yapılan her tülü hamlenin ‘‘ Ama biliyorsunuz ki gene de/ Hepimiz, işte hepimiz/ Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde’’ dizelerinde görüldüğü gibi hayatı harcama ve tüketme olarak görülmesi, hayatı algılama ve anlamlandırma konusundaki umutsuzluğun göstergeleridir. ‘‘ Gözler mi? Tavana dikili; hayır; pencereye Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları Mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o Orman, dağ, kısacası evrenle.’’ (s.186) Yaşam ≈ yangın + sürgün + yağma gibi olumsuz değerler kazandığı bu dizelerde, doğaya dair hiçbir öğenin de bu boşluluğu dolduramayışı; yaşamın ölümle eşdeğer görüldüğü bir algının dışa vurumudur diyebiliriz. Ölüme eşdeğer olarak görülen hayatın bu denli boş görülmesinin sebebi yine ‘‘Çoğullama’’ (Cansever, 2007:187) başlığını taşıyan ikinci şiirde az çok aydınlığa kavuşmaktadır. ‘‘ Biz bu lavanta kokularını bilmeden yaşıyoruz Biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor – acaba? 121 Evet, çok değil onları bilmeden hoşa gideriyoruz Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin Kim bilir, belki de biz Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.’’ Dizelerinde sürekli olarak tekrarlanan ‘bilmeden’ ibaresinden de anlaşılacağı üzere; yaşamın ölümden farksız bir hal almasının en büyük nedeni; onu farkında olmadan ya da diğer bir deyişle alışkanlıklara bağlı olarak yaşamamızdandır. İnsanı cansız varlıklardan ayıran en önemli özellik ise ‘‘ farkındalık’’ kavramına bağlı olarak çevreyi, hayatı neden ve niçinler ile sorgulayarak kendi varlığını tanımlamaya çalışmasıdır. Ayrıca bu durum varoluşcu absürd duygusuna yani hayatın, varlığın saçmalığı, kendiliğindenliği düşüncesine dâhil edilebilir. Böyle bir çaba içinde olmayan bireyin yaşadığını varsıllaştırması zor gözükmekle birlikte o birey için yaşamın ölümden farksız olduğu düşüncesi ‘‘ Cansız/ Ve gidip geliyoruz dikkatle’’ dizesinde istihzalı bir şekilde aktarılmıştır. Bunu şöyle formüle edebiliriz: Yaşam ≈ bilmek + farkında olmak + dikkat / ölüm ≈ bilmemek + alışkanlık + dikkatsizlik Diğer bir uzun şiiri olan ‘‘ Sığınak’’ın birinci parçasında (s.191) ben/öteki karşıtlığı belirgin bir şekilde yer almaktadır. ‘‘Hepiniz, ama hepiniz kendi karanlığını savunacak Bütün hep kendi karanlığını Duygular, duygularınız Gözyaşı, gözyaşlarınız Kendiniz için olacak’’ 122 Dizelerinde görüldüğü gibi her anlamda ben ötekinden kendini ayırmaktadır. Metinde ben karanlık içinde bulunmakta ve sığınakçı imgesiyle gösterilmektedir. Öteki kavramında yer alan diğer insanlar ise ‘gün ışığı’ ve ‘umut’ sözcükleriyle nitelendirilmektedir. Böylelikle ben ≈ umutsuz + karamsar + hayattan kaçan eşdeğerliklerini kazanırken öteki (insanlar) ≈ umutlu + hayatla mücadele eden anlambirimlerini taşımaktadır. Umutsuzluğun ve hayat karşısındaki hayal kırıklıklarının dile getirildiği ‘‘Sığınak’’ başlıklı uzun şiirin VI. parçasında (Cansever, 2007:196–197) ise ölüm anlayışı; Ben/öteki karşıtlığında ötekinin ölüm anlayışını eleştirel bir yaklaşımla ele alınmıştır. Yaşamda karşılaşılan hayal kırıklıkları ve bunların neticesinde duyulan korku, tedirginlik gibi duyguların bireyde ölüm fikri uyandırması, hatta ‘‘ akıldan geçen bir tramvay’’ın dahi insanlarda ölüm düşüncesini harekete geçirmesine şair özne karşı çıkmaktadır. Metinde asıl karşı çıkılan ölüm değil; ölümün yaşamın olumsuzlukları karşısında bir kaçış yolu olarak düşünülmesidir. Ölüm, sadece yaşama sevincinin yitirildiği, yalnızlıkların ve mutsuzlukların başladığı yerlerde değil ‘‘Güzelin en güzel olduğu yerde/ Hızlının en hızlı olduğu yerde’’ bile bulunmaktadır. Nitekim ölüm iyi ve kötünün olduğu, güzel ve çirkinin yaşandığı her yerde kaçınılmaz bir mutlak değer anlamı kazanmaktadır. Metnin son bendinde bulunan ‘‘Hücum öyleyse Yeniden başlayan şeylere Hücum! Daha doğmamış çocuklara Hücum dallardan önce köklere’’ dizeleri ölüm karşısında yaşam sevincinin ve yaşama tutunma çabalarının nidaları olarak yorumlanabilir. ‘‘Yeniden başlayan şey’’, ‘‘doğmamış çocuk’’, ‘‘ kök’’ göstergeleri yaşam ≈ umut eşdeğerliği olarak değer kazanırken umutsuzluğun → ölüme 123 dönüşmesi fikrine karşı çıkılmaktadır. Metinde ölüm ≈ mutlak ≈ mutlulukta ve (u)mutsuzlukta, güzel ve kötü anlarda eşdeğerliği vardır diyebiliriz. Tablo 3: Edip Cansever’in Şiirlerindeki Karşıtlıklar ŞİİRLER KARŞITLIKLAR Ey Ben/Öteki Kesin ⎯ Aaaa Ben/Öteki Aşkın Radyoaktivitesi ⎯ Yangın Yaşam/Ölüm Var Var Var/Yok Yerçekimli Karanfil Ben/Öteki Tüfekkk ⎯ Güzel Atomların Yaptığına Bak Soyut/Somut Hayal/Gerçek Alüminyum Dükkân Ben/Öteki Doğa/Kültür 124 Soyut/Somut Ben/Öteki Ben/Öteki Tablo 3: Devamı Horozla Merdiven ⎯ Buz Gibi ⎯ Kaybola ⎯ Gözleri Ben/öteki Bakmalar Denizi ⎯ Uyanınca Çocuk Olmak ⎯ Borozan ⎯ Amerikan Bilardosuyla Penguen Ölüm/Yaşam Çember Ben/Öteki Umutsuzlar Parkı Kent/Doğa Çoğullama Yaşam/Ölüm Sığınak Ben/Öteki 125 Birey/Toplum Yaşam/Ölüm İncelediğimiz şiirlerden yola çıkarak diyebiliriz ki Edip Cansever’in şiirlerinin anlam yapısında topluma yabancılaşması nedeniyle, bireyin duyduğu yalnızlık hissi ön plana çıkmaktadır. Ben/öteki karşıtlığının bir uzantısı olan birey/toplum karşıtlığında özne(birey) toplum içinde kendini yalnız hissetmekte ve bu duygu çoğu zaman ölüme eşdeğer görülmektedir. Ayrıca Ben/öteki karşıtlığının yer aldığı şiirlerde öteki genellikle benin kendi varlığını tanımlamasına yardımcı olan öğe konumundadır. Bu bağlamda yer alan ölüm/yaşam karşıtlığının temelini de yalnızlık duygusunun oluşturduğunu söyleyebiliriz. Toplum hayatı içinde kendini değersiz ve yalnız olarak gören özne çoğu zaman yaşam sevincini kaybetmekte, neticede de yaşam ölümle eşdeğer özellikler taşımaktadır. Özellikle şehir yaşamının birey üzerindeki olumsuz etkileri şiirlerde sıkça yer almaktadır. Şehir yaşamının çember göstergesi ile tanımlanması da bu sıkışmışlığın işaretidir. Bu duyguya bağlı olarak şiirlerde kent/doğa karşıtlık yapısı karşımıza çıkmaktadır. Doğa böylelikle bireyin boğucu şehir yaşamından kaçarak rahat bir nefes aldığı yer olarak görülmektedir. Netice olarak Edip Cansever’in şiirlerinde ben/öteki (toplum/birey) karşıtlığı temel karşıtlık olarak yorumlanabilir. 3.4. Cemal Süreya’nın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar Yayımladığı ilk şiirden itibaren İkinci Yeni şiir akımında gösterilen Cemal Süreya’nın bu bölümde 1954–1959 yılları arasında çeşitli dergilerde yayımlanan şiirlerini inceleyeceğiz. Cemal Süreya’nın ilk dönem şiirleri olarak gösterilen bu dönem şiirleri 1958 yılında yayımlanan Üvercinka isimli kitabında yer almaktadır. Hemen hemen aynı algı sürecinde yazılan şiirler genellikle aşk ve cinsellik teması çerçevesindedir. ‘‘San’’ (Süreya, 2007:11) başlıklı şiir metni aşk ve cinsellik temalarını işlemektedir. ‘‘At’’ ve ‘‘ kuş’’ göstergeleriyle nitelendirilen ‘‘soluk’’, ‘‘kırmızı’’ sıfatı ile bir arada kullanılmakta ve cinselliği çağrıştırmaktadır diyebiliriz. ‘‘Kırmızı bir at oluyor soluğum Yüzümün yanmasından anlıyorum Yoksuluz gecelerimiz çok kısa 126 Dörtnala sevişmek lazım.’’ Ayrıca kuş ve at imgeleri özgürlüğü ifade etmektedir. Buna bağlı olarak şiirde cinsellik ≈ özgürlük anlam yapısı ortaya çıkmaktadır. Nitekim yaşam sevincinin ve mutluluğun kaynağı olarak cinsellik görülmektedir. Yaşam/ölüm karşıtlığında ölüm kavram alanına giren göstergeler ise belirtilmemiştir. ‘‘Gül’’ (Süreya, 2007:12) başlıklı şiir metninde ben/öteki karşıtlığında sevgili öteki kavram alanında yer almakta ancak karşıtlık değil bir birlikteliği imlemektedir. ‘‘Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin’’ Dizeleri şairin yalnızlık karşısındaki korku ve sıkıntısını ifade etmektedir. Daha sonraki dizelerde sevgili ile değişen şairin algısı ‘‘Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum/ Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz’’ dizelerinde görülmektedir. Yalnızlık≈ karanlık/sevgilinin eller≈beyaz olarak yorumlanabilir. Ayrıca ‘sevgilinin elleri’ imgesi dış dünyanın baskısını hisseden birey için sığınılan bir yer anlamı kazanmaktadır. Böylelikle Ben ≈ mutsuz + yalnız / Öteki (sevgili) ≈ mutluluk + güven eşdeğerliklerine gidilebilir. ‘‘Önceleyin’’ (Süreya, 2007:13) şiirini de aynı kavram alanında yorumlayabiliriz. Ben ve benin yalnızlığını alan, ona korkusuzluk duygusunu kazandıran öteki (kadın) arasındaki erkek/kadın karşıtlığı burada cinsellik bağlamında birliğe dönüşmektedir. Bu noktada karşıtlıkların birliği ve birbirini tamamlaması fikri cinsellik kavramında ortaya çıkmaktadır. 127 ‘‘Şiir’’ (Süreya, 2007:14) başlıklı metinde doğa/kültür karşıtlığında kültür kavramına dâhil olan ahlak ve utanç algısı ile doğa kavramında yorumlanabilecek özgürlük karşıtlıklarında ortaya çıkmaktadır. ‘‘Boş şehir’’ imgesi birey üzerinde şehir yaşamının baskısını azaltmakta; ‘‘ Allahtan beni kimse görmüyor Canımın istediğini yapıyorum Çırılçıplak sularda yıkanıyorum’’ dizelerinde görüldüğü gibi onu rahatlığa ve özgürlüğe kavuşturmaktadır. Şiirdeki anlam yapısını şöyle gösterebiliriz: Doğa ≈ özgürlük + rahatlık / kültür ≈ahlak + utanç duygusu ‘‘Adam’’ (Süreya, 2007:15) başlık şiir şimdiki zamandan geçmişe dönüşü simgeleyen ‘‘hatırlama’’lardan oluşmaktadır. ‘‘Adam ne yapıp yapıp hatırladı Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar Bir kadın kim bilir kimin karısı Adam ne yapıp yapıp hatırladı.’’ Geçmiş zaman/şimdiki zaman karşıtlığında geçmiş ikinci bentte ışık ve yıldız kavramıyla belirmektedir. Şiirin ilk bendindeki beyaz sıfatını da eklediğimizde şimdiki zaman ≈ karanlık / geçmiş zaman ≈ yıldızlık + ışık karşıtlığı ortaya çıkmaktadır. Böylelikle şiirde geçmiş/şimdiki karşıtlığına paralel olarak ışık/karanlık karşıtlığı görülmektedir. Aşk ve cinsellik temasını konu edinen diğer şiir ise ‘‘ Güzelleme’’ (Süreya, 2007:16)dir. Metinin ilk parçasında sevgili ile birlikte geçirilen gece dile getirilirken, 128 sevgilinin ‘‘Çocuk’’ göstereni ile karşılanması ise ona duyulan bir sempati olarak yorumlanabilir. ‘‘Bak bu sensin çocuğum enine boyuna Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki Sabahlara kadar koynumda yatmışsın’’ ‘‘Bak çocuğum kolların işte çıplak işte’’ Netice olarak şiirde cinsellik, ‘‘San’’ şiirinde de görüldüğü gibi yaşam sevincine dönüşmektedir. Sevgilinin el, göz ve dudakları ise yaşam sevincinin asıl kaynakları olarak görülmekte, onların olmadığı bir dünya ise mutsuzlukla ifade edilmektedir. Sonuç olarak cinsellik bağlamında şiirin anlam yapısındaki karşıtlık ölüm/yaşam karşıtlığı olarak gösterilebilir. ‘‘Aşk’’ (Süreya, 2007:17) şiirinde aşk ve ayrılık temaları geçmiş/şimdi karşıtlığı altında işlenmektedir. Ayrılık ve kavuşma gibi iki zıt unsuru bir arada bulunduran aşk kavramı çerçevesinde şiirin ilk parçası ayrılık ve gidişi konu edinmektedir. ‘‘Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.’’ Şiirde ayrılığı içeren ilk dizelerden sonra özne geçmişe dönmekte ve mutlu anıları düşünerek üzüntüsünü aşmaya çalışmaktadır. ‘‘Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı. Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü’’ 129 Şiirde aşk kavramı içindeki ayrılık/kavuşma karşıtlığı ile birlikte metnin genel yapısına hâkim olan karşıtlık ise ayrılık neticesiyle mutsuz olarak değer kazanan şimdiki zaman ve mutlu olarak tanımlanan geçmiş zaman arasındadır ‘‘Dalga’’ (Süreya, 2007:18) başlıklı şiirin anlam yapısında karşıtlık oluşturabilecek kavram alanları bulunmamaktadır. ‘‘Kanto’’(Süreya, 2007:19) şiirinde ben/öteki karşıtlığında öteki kavramında sevgili göstereni yer almaktadır. ‘‘Ben nereye gittimse bütün zulumlardı Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu Namussuz bir çağ bu biliyorsun’’ ‘‘Sen belki de bir resimsin ne haber Kırmızı bir Beykoz’un yanında duruyorsun Yapan bir de ağaç yapmış yanına Dallarına konsun diye kelimelerin’’ Şiirde ben kavramında ‘‘zulum, açlık, kavga, kötülük’’ yer alırken sen ile başlayan dizede huzuru çağrıştıran öğeler hâkimdir. Ayrıca sen ≈ resim eşdeğerliği bizi ayrı bir kavram alanına götürmekte ve gerçek/sanat karşıtlığını ortaya çıkarmaktadır. Netice olarak şiirde ben ≈ gerçek + zulüm + açlık + kavga / sen ≈ resim(sanat) + doğa + mutluluk karşıtlığı şiirin anlam yapısında yer almaktadır. ‘‘İngiliz’’ (Süreya, 2007:20) başlıklı şiir metninde ilk bentte ‘‘İngiliz’’ göstergesi ben/öteki karşıtlığını çağrıştırmaktadır. ‘İngiliz’ olarak tanımlanan ötekinin zulmü karşısında ben bu durumu aşk sayesinde aşmaya çalışmakta, buna bağlı olarak da şiirde aşk/zulüm(savaş) karşıtlığı belirmektedir. 130 ‘‘ Karanlık bastırmış üstümüzü külliyetli miktarda Alçak sesle konuşuyoruz korkudan değil Çünkü ne zaman ağzından öpecek olsam Hele bu ağız onun kendi ağzıysa Kocaman bir gül yer alıyor arkamızda Zulma karşı’’ Şiirdeki karşıtlığı şöyle formüle edebiliriz: Ben + Sevgili (biz) ≈ mutluluk + aşk / Öteki ≈ İngiliz + zulüm ‘‘Cigarayı Attım Denize’’ (Süreya, 2007:21) şiirinde ise aşk teması her türlü sıkıntının aşılmasındaki en büyük etken olarak görülmektedir. ‘‘ kızgınlık’’, ‘‘huysuzluk’’ gibi insanı mutsuz edecek davranışlar aşk ile aşılmak istenmektedir. Şiirde aşk günışığı ve hürlük ve barış gibi değerler kazanmaktadır. Ayrıca şiirin ilk dizesindeki ‘‘ bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz’’ ifadesi de sevginin bir tür özgürlük ve paylaşım olarak algılandığını göstermektedir. Buna bağlı olarak aşk≈güvercin eşdeğerliği de ortaya çıkmaktadır. ‘‘Şiir ’’(Süreya, 2007:23) başlığı taşıyan şiir metninde ölüm/ yaşam karşıtlığı sevgi ve karanlık imge alanlarında ortaya çıkmaktadır. ‘‘Umutsuzlukla dolu soyunuk uzakta/ Düştürler karanlıkta aralık aralık/ Düşüp ölenler oldu düştü öldüler’’ dizeleri umutsuzluk, karanlık gibi sözcüklerin ölüme dönüşmesi ve ölümle sonuçlanmasını göstermektedir. ‘‘Bir mavi bir gökyüzü aldı çevrelerini/ Sevdiler sonsuz bir maviyle alıngan/ Sevip yaşayanlar oldu sevdi yaşadılar’’ dizeleri ise ‘‘mavi, gökyüzü’’ imgeleri eşliğinde sevginin yaşama, yaşamın sevgiyle devamlılığına bir gönderme olarak yorumlanabilir. Şiirin temelinde hayata bakış açısının ve yaşam algısının önemi de vurgulanmaktadır. Umutsuzluk + karanlık + mücadele etmeme ≈ ölüme davetiye çıkarırken; umut (mavi, gökyüzü) + sevgi ≈ yaşamın değerleri olarak anlam kazanır. 131 ‘‘Türkü’’ (Süreya, 2007:24) başlıklı şiirde aşk, cinsellik ve para imgeleri birbirleriyle iç içe kullanılarak aşk ve para diğer bir deyişle doğa/kültür karşıtlığını oluşturmaktadır. Şiirin ilk parçasındaki karşıtlık sen(sevgili)/öteki kadınlar arasında görülmektedir. ‘‘Bir sürü çiçek ama saydırmaya kalkma Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış’’ ‘‘Ben ne kadar öbür çiçekleri denesem Seninki gül oluyor aralarında’’ Sevgilinin, diğerlerinden gül imgesi ile ayrılmak istenmesi, onun diğer kadınlara karşı üstün olduğunun da göstergesidir diyebiliriz. Şiirin ikinci parçasında ise sevgili bu kez güvercin imgesi ile ifade edilmekte ve onun uçsuz bucaksız bakışı, aşk≈sonsuzluk eşdeğerliği şeklinde yorumlanmaya imkân vermektedir. Şiirin son parçasında ise para ve maddi hayatın ifadeleri yer alması, maddi/manevi karşıtlığına yol açmaktadır. Aşk, sevgi gibi manevi hayatın kavram alanında yer alan ifadelerden sonra maddi hayatın göstergesi olan para imgesi soyut/somut karşıtlığı olarak da görülebilir. Neticede şiirde maddi/manevi karşıtlıkları bizi bir üst karşıtlık olan somut/soyut karşıtlığına götürmektedir. ‘‘Elma’’ (Süreya, 2007:25) şiirinde de cinsellik içeren unsurlar şiirin anlam yapısını oluşturmaktadır. Şiirin ilk kısmında ‘kırmızı elma, kuş, gökyüzü’ imgeler cinselliği çağrıştıran bağlamlarda kullanılmaktadır. Bu şekilde kullanılmış olması cinselliğin, sonsuzluk, mutluluk ve özgürlük gibi anlamlar ifade ettiğini düşünebiliriz. Ancak daha sonra cinsellik, sevgilerin sebil edilmesi olarak tanımlanmaktadır. Böylelikle cinsellik ile sevgi arasında bir tür çatışma olduğu ortaya çıkmaktadır. Şiirin ikinci parçasında ise ‘‘Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum Bir kilisenin üstünde Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara 132 Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak’’ Din ve cinselliğin aynı bağlamda kullanılması karşıtlık oluşturmaktadır. Şiirde baştan sonra kadar hâkim olan ‘elma’ imgesi Hz. Âdem’in yasaklı olan meyveyi yemesi olayını da çağrıştırmaktadır. Din, cinsellik ve yasak meyve imgeleri böylelikle şiirde karşıtlık oluşturacak biçimde kullanılmıştır diyebiliriz. Aşk doğanın kavram alanında yer alırken, buna karşılık gelen din ise kültür kavramı içinde bulunmaktadır. Neticede şiirde doğa(aşk)/kültür(din) karşıtlığına ulaşabiliriz. ‘‘Sizin Hiç Babanız Ödlümü?’’ (Süreya, 2007:26) şiirinde ölüm ve karanlık imgeleri karşımıza çıkmaktadır. Ölüm duygusunun ağırlık kazandığı şiirde, bu duygu körlük ve karanlık gibi değerler kazanmaktadır. Ayrıca ‘‘hamam’’ ibaresi temizliği ve ölünü yıkanışını çağrıştırmakta, bu durum gökyüzü, pırıl pırıl ve mavi gibi sıfatlarla nitelendirilmektedir. Şiirde yaşam sevinci karşısında ölüm özellikle sarsılan dini inancın da neticesinde öznede korku, üzüntü ve tedirginlik yaratmaktadır. ‘‘Hamza’’ (Süreya, 2007:27) başlıklı şiirde ise ölümün unutulma olarak görüldüğü ön plana çıkmaktadır. ‘‘Şehir kan kıyametti ayaklarımızda Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk Yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü’’ Dizelerindeki ifadeler ölümü çağrıştırmakla birlikte ölüm/yaşam kavram alanının ipuçlarını vermektedir. Bu şiirde bulunan ve daha sonraki şiirlerde karşımıza çıkacak olan ‘‘ Gökyüzü, Yıldız’’ imgeleri yaşamın göstergeleri olarak yorumlanabilir. Metinde ölüm fikri üzerine fazla bir gösterge bulunmasa da ‘‘ Büyük bir ihtimalle ölmüştük/ Yaşayanlar unutmuştu bizi/ Biz öldüğümüzle kalmıştık’’ dizeleri ölümü açıkça dile getirmektedir. 133 ‘‘Hamza Süiti’’ (Süreya, 2007:28) şiirinde karşıtlık oluşturacak herhangi bir unsur yer almamaktadır. ‘‘Şu Da Var’’ (Süreya, 2007:29) şiir metninin ilk kısmında cinsellik ile birlikte ahlaki değerler de yer almaktadır. ‘‘Bir de sen var koynumda yatıyorsun Güzelsin güzelliğin mutlak amenna Kızlığın masanın üstünde Kocana saklıyorsun’’ Dizelerde görüldüğü gibi cinsellik, yasak aşk bağlamında bulunmakta, yasak aşkın ya da sevişmenin doğal karşılandığı ve ‘kızlık’ ibaresi ile de ahlaki değerin sadece buna bağlı olduğu düşüncesi ağırlık kazanmaktadır. Şiirin ikinci kısmında da yasak aşk düşüncesi ön plana çıkmakta ve cinsellik deniz imgesiyle ifade edilmektedir. Yasak aşkın ahlak ve kültür kavram alanına girdiğini söyleyebiliriz, keza cinsellik de doğa kavram alanına ait olan deniz imgesiyle yansıtılmaktadır. Neticede ise şiirdeki karşıtlığı şöyle formüle edebiliriz: Yasak aşk ≈ (ahlak) kültür/cinsellik (deniz) doğa ‘‘Süveyş’’ (Süreya, 2007:30) şiirinde ise cinsellik hayat kadını bağlamında konu edilmekte, ancak herhangi bir karşıtlık fikri metnin anlam yapısında görülmemektedir. ‘‘Aslan Heykelleri’’ (Süreya, 2007:31) başlıklı uzun şiirin ilk bendinde aşk, aslan heykeli imgesi ile ifade edilmektedir. Böyle bir düşünce aşk≈güç+sanat(sonsuzluk) eşdeğerlikleri ile yorumlanabilir. Ayrıca, aşk bir yandan hüzünlü olarak görülürken diğer yandan şahne sözcüğü ile dile getirilmektedir. Şiirin ikinci bendinde ise aşk, (şiir)yazma eyleminde, yazarken yeni ifadeler üretmekte en önemli kaynak olarak gösterilmektedir. Hatta aşk ve yazma eylemi ‘‘olduran, yıkan, yeniden yapan’’ özellikleriyle eşdeğer görülmektedir. Nitekim sanatın bir tür yeninden 134 üretme, yaratma olduğu fikri burada da aşk bağlamında karşımıza çıkmaktadır. Bu düşünceye daha sonraki dizelerde cinsellik fikri de eklenerek mutluluk ve yaşam sevinci yakalanmaya çalışılmaktadır. Şiirin son bendinde ise aşk≈aslan heykelleri eşdeğerliği ile yüceltilirken, yasak aşk(cinsellik)≈köpek eşdeğerliğini kazanmakta ve bozulmuş burjuva ahlakı olarak tabir edilmektedir. Böylelikle ahlak ve kültür kavramı içinde yer alan yasak aşk(cinsellik) imgesi ile doğanın için var olan aşk arasında bir karşıtlık oluşmaktadır. Neticede şiirdeki asıl karşıtlığın doğa/kültür karşıtlığı olduğunu söyleyebiliriz. ‘‘Hür Hamamlar Denizi’’ (Süreya, 2007:32) şiirinde cinsellik fikri şiirin son dizesine kadar hâkim olurken şiirin son dizesinde Enflasyon ve para ibareleri cinsellik düşüncesi ile çatışma yaratmaktadır. Duyusal ve duygusal bir haz olarak tanımlanabilecek cinsellik ile maddi hayatın göstergesi olan para, enflasyon imgeleri şiirde karşıtlık oluşturmaktadır diyebiliriz. Paranın, kültüre ait bir öğe olduğunu düşünürsek, şiirdeki karşıtlık doğa/kültür karşıtlığı olarak yorumlanabilir. ‘‘Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm’’ (Süreya, 2007:33) şiirinde ise ben/öteki karşıtlığı Kent kadını/ Anadolu kadını karşıtlığına dönüşmektedir. Şehirde yaşayan kadınlarla karşılaştırılan Anadolu’da yaşayan kadınlar, olumlu ve olumsuz yönleri ile şiirde bulunmaktadır. ‘‘Umutsuz sevdalar tutulan’’, ‘‘Ödevleri yenilmek olan hep/ Bıçakla kemik arasında/ Susmakla ağlamak arasında/ Yenilmek’’ imgeleri ile Anadolu kadınlarının olumsuz gibi algılanan özellikleri, şairin bu kadınlar üzerindeki acıma duygusunu da göstermektedir. Şehir kadınlarının yapmacık sevgilerine karşı onlar (Anadolu kadınları) ‘‘Verdi mi adama her şeylerini verirler/ ben gördüm ne gördümse’’ dizeleri ile yüceltilmektedir. Böylelikle Anadolu kadını ≈ çilekeş + sadık/ Kent Kadınları ≈ dertsiz(rahat) + sevdaları gelip geçici karşıtlıkları derin yapıda değer kazanmaktadır. Kısa bir şiir olan ‘‘Afrika’’ (Süreya, 2007:34) başlıklı metinde karşıtlık bulunmamaktadır. ‘‘Onların Yani Sizin’’ (Süreya, 2007:35) isimli şiirde ben/ öteki karşıtlığı ben/siz(onlar) şeklinde yer almaktadır. Şiirin ilk bendindeki siz(onlar) kavram alanının simgesi olarak 135 kullanılan ‘‘şarkı’’ imgesi dikkat çekicidir. Şarkı imgesi barış, gökyüzü, dost, sevgili, yaşamak olarak tanımlansa da bendin sonunda yanılgıya dönüşmektedir. Şarkı imgesini şiirin karşıtı olarak düşündüğümüzde onun şiire oranla yapay/gelip geçici özellikleri karşımıza çıkmaktadır. Böylelikle siz(onlar) şarkı ≈ gelip geçici + yapay yanılgı / ben ≈ şiir karşıtlıkları şiirin ilk bendindeki anlam yapısını oluşturur. Şiirin ikinci bendinde ise ‘‘Sizin, yani onların hayatlarına/ Allahlar girmiş, Allahlardan kurtulamıyorlar’’ dizesinde görüldüğü gibi Sizin(onların) din kavram alanında gösterilmesi, bir inanca sahip olmaları, ben ile aralarındaki karşıtlığı temellendirmektedir. Ben ≈ inançsız + dinsiz /Siz(onlar) inançlı + bir dine mensup karşıtlığı şiirin ikinci ve son bendindeki anlam yapısını oluşturmaktadır. Şiirin geneline bakıldığında Sizin(onların) din ve şarkı gibi birbiriyle çelişen bir kavram alanında gösterilmesi, metnin yapısındaki çatışmanın da gösterenleri olarak yorumlanabilir. ‘‘TK’’ (Süreya, 2007:36) şiirinin ilk parçasında genelde zamanın ve mekânın aşılmasının göstergesi olan ‘at’ imgesi aşkın ve sevginin evrenselliği ile birlikte sonsuza olan yolculuğunu çağrıştırmaktadır. ‘‘Atlarla. Uzun bacaklı evrensel atlar Bunlarla gelişiyor sevdamız anlatılamaz Çocuklarla, kuşlarla, ağaçlarla. Büyüyen, uçan, dal budak salan. Yalnız aşkta rastlanan o seçkin nokta. Aşk sonsuzluğu çağrıştırmakla birlikte kuş, ağaç gibi doğaya ait unsurları da simgelemektedir. Diğer bir yandan ise metinde doğa aşkı beslemekte ve onu geliştirmektedir. Hayatın olumsuzlukları karşısında aşk, öznenin kendini bulduğu ve mutlu olduğu tek nokta konumundadır diyebiliriz. Kadın/erkek karşıtlığının şiirin son dizesinde cinsellik bağlamında bir tür birliğe dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Sonsuzluk, güzellik ve yaşam sevinci aşk ile sağlanmakta, aşkın ve cinselliğin olmadığı noktada 136 hiçbir şeyin gerçekleşmediği görülmektedir. Neticede aşk teması çerçevesinde şiirdeki karşıtlık yaşam/ölüm karşıtlığı olarak yorumlanabilir. ‘‘Bun’’ (Süreya, 2007:37) şiirinde aşk ve mutluluk düşünceleri ilk iki bentte ağrılıklı olarak yer almakta ve huzurun sebebi olarak aşk ve sevgili gösterilmektedir. ‘‘Ablasını o saat meryemsiyorum Çünkü her kadını meryemsiyorum Gözleri göz değil gözistan O müthiş korku saatlerinde Başını omzuma koymasam olmazdı’’ Daha sonra şiirde aşk ve mutluluk düşüncesine karşıtlık oluşturacak siyasi ve sosyal bir mesele dile getirilmektedir. ‘‘Renklerinden dolayı okulsuz bırakılan Zenciler zenciler iki okka zencefil İntihar süsü verilerek Güneşin linç edildiği bir akşam’’ Sosyal ve siyasi meselelerin, kültür kavram alanında yer aldığını düşündüğümüzde, bunların aşk konusu ile aynı bağlamda kullanılması, bu kavramları doğa/kültür karşıtlığı olarak yorumlamamıza imkân vermektedir. ‘‘Üvercinka’’ (Süreya, 2007:38–39) başlıklı şiir metninin birçok karşıtlığı bünyesinde barındırdığını söyleyebiliriz. Şiirin ilk kısmında cinsellik mutluluğun temelini oluşturmaktadır. İkinci kısmında cinselliğin dini açıdan meşru görülmesi, din/cinsellik karşıtlığını doğurmaktadır. ‘‘Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma 137 Yatakta yatmayı bildiğin kadar Sayın Tanrıya kalırsa yatmak günah, daha neler’’ Daha önce de dile getirdiğimiz gibi cinsellik doğanın kavram alanında yer alırken, din kültür kavramının içinde yer almaktadır. Bu açıdan düşündüğümüzde şiirin ilk iki parçasında doğa(cinsellik)/kültür(din) karşıtlıkları bulunmaktadır diyebiliriz. Şiirin üçüncü parçasında ise aşk ve buna bağlı olarak cinsellik yaşam sevincinin kaynağını oluşturan iki öğe olarak belirmektedir. ‘‘Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan’’ Bu dizelerden sonra şiirde aşk≈(mutlu)yaşam eşdeğerliğinin görüldüğünü söyleyebiliriz. Şiirin dördüncü parçasında ise karşıtlık biz ile ötekiler arasında oluşmaktadır. ‘‘İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar’’ Kurşuna dizilmenin ya da öldürülmenin gerekçesinin verilmediği şiirde, sevgili ve şiir öznesi dışında kalanlar öteki kavramında yer almaktadır diyebiliriz. Böylelikle biz/öteki karşıtlığı şiirdeki diğer bir karşıtlık olarak belirmektedir diyebiliriz. 138 ‘‘Balazmin’’ (Süreya, 2007:40) ve ‘‘Yazmam Daha Aşk Şiiri’’(Süreya, 2007:43) şiirleri aşk teması çerçevesinde örülmekle birlikte, yapılarında bulundurmamaktadır. Tablo 4: Cemal Süreya’nın Şiirlerindeki Karşıtlıklar ŞİİRLER KARŞITLIKLAR San Yaşam/Ölüm Gül Ben/Öteki Önceleyin Ben/Öteki Şiir Doğa/Kültür Adam Geçmiş/Şimdi Güzelleme Yaşam/Ölüm Aşk Geçmiş/Şimdi Dalga ⎯ Kanto Ben/Öteki İngiliz Ben/Öteki 139 Işık/Karanlık ikili karşıtlık Tablo 4: Devamı Cigarayı Attım Denize Yaşam/Ölüm Üçgenler ⎯ Şiir Işık/Karanlık Türkü Soyut/Somut Elma Doğa/Kültür Sizin Hiç Babanız Öldü mü? Ölüm/Yaşam Hamza Ölüm/Yaşam Hamza Suiti ⎯ Şu da Var Doğa/Kültür Süveyş ⎯ Aslan Heykelleri Doğa/Kültür Hür Hamamlar Denizi Doğa/Kültür 140 Yaşam/Ölüm Karanlık/Işık Tablo 4: Devamı Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm Ben/öteki Afrika ⎯ Onların Yani Sizin Ben/Öteki TK Yaşam/Ölüm Bun Doğa/Kültür Üvercinka Doğa/Kültür Balzamin ⎯ Yazmam Daha Aşk Şiiri ⎯ Yaşam/Ölüm Ben/Öteki Cemal Süreya’nın şiirlerinde hâkim olan duygunun aşk ve cinsellik olduğu görülmektedir. Şiirlerde görülen aşk, çoğu zaman mutsuz hayattan bir kaçış noktası olarak belirmektedir. Şiirlerinde yer alan karşıtlıkların çoğu aşk ve cinsellik çerçevesinde görülmektedir diyebiliriz. Ben/öteki karşıtlığında öteki ya sevgili konumunda beni mutlu eden öğe olarak değer kazanmakta ya da ben ve sevgilinin(bizin) dışında kalan herkes olarak görülmektedir. Aşkın çoğunlukla doğaya ait göstergeleri de taşıması doğa/kültür karşıtlığında onun yer aldığı kavram alanını göstermektedir. Cemal Süreya’nın şiirlerinde ölüm duygusu ya da bu duyguyu çağrıştıracak karanlık imgelere pek rastlamak mümkün değildir. Ancak şiirlerinde 141 yalnızlık ve aşksızlık ölümle eşdeğer görülmekte, sevgili ve aşk ise yaşam sevincini sebebi olarak yer almaktadır. 3.5. Ece Ayhan’ın Şiirlerinde İkili Karşıtlıklar Ece Ayhan şiirlerini yayımlamaya başladığı 1954 yılından itibaren İkinci Yeni şiiri içinde anılmış ve öncüler arasında görülmüştür. Diğer İkinci Yeni şairlerine nazaran dil ve anlam konusunda en uçta bulunan şairdir diyebiliriz. Biz bu bölümde 1954-1959 yılları arasında hemen hemen aynı algı süreci içinde kaleme alınan şiirlerinden ikili karşıtlıkları anlam yapısında bulunduranları incelemeye çalışacağız. Bu şiirler daha sonra ‘‘İlk Şiirler’’ ve ‘‘Kınar Hanım’ın Denizleri’’ başlığıyla ‘‘Bütün Yort Savul’lar!’’ kitabında toplanmıştır. ‘‘Bel Kanto’’ (Ayhan, 2007b:11) şiirinde ilk karşıtlık çocuk ve kadınlar arasında görülmektedir. Çocuklar gül gibi olarak nitelendirilirken kadınlar külüstür sıfatı ile verilmektedir. Ece Ayhan’in şiirlerinde çocuk genellikle umudun ve geleceğin göstergesi konumundadır. Şiirdeki diğer karşıtlık ise din ve siyaset kavramlarının bir arada kullanılmasından doğmaktadır. Din kavram alanına giren Üç Aylar ibaresi meşrutiyet ile aynı bağlamda kullanılmakta ve din siyaset çatışması ortaya çıkmaktadır. Dinin ve siyasetin kültür kavramına dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan şiirdeki karşıtlık kültür/kültür karşıtlığı olarak yorumlanabilir. ‘‘Beyaz Rus Kadın’’ (Ayhan, 2007b:12) şiirinde din ve cinselliğin aynı bağlamda kullanılması, bir çatışma yaratmaktadır. Metinde dini öğeleri sarsılmış özne karşımıza çıkmaktadır. ‘‘ Üç masa ötede Bafra içen bir tanrı Bacak bacak üstüne atmış Penceresinde bir şehir şehirde bir sokak’’ Şiirin ilk bendinde Tanrı bafra içen, bacak bacak üstüne atan, daha sonraki bentlerde ise elişinden ve bozdurup bozdurup kullanılan sıfatlarıyla nitelendirilmektedir. Bu tür tanımlamalar öznenin sarsılmış olan dini inancının da göstergesi olarak yorumlanabilir. 142 Metinde Beyaz Rus kadın göstergesi hayat kadınını çağrıştırmaktadır. Tanrı’nın onun peşinde koşması din ile yasak aşk çatışmasını hissettirmektedir. Netice olarak dine karşı duyulan güvensizlik ve tereddüt, din yerine cinselliğin öne çıkması metinde din/ yasak aşk karşıtlığına neden olmaktadır. Din, kültür kavram alanında yer alırken, yasak aşk ve cinsellik ise doğa kavram alanına bulunmaktadır diyebiliriz. Neticede şiirdeki temel karşıtlık da kültür/doğa karşıtlığı olarak yorumlanabilir. ‘‘Vedha’lardan Birinde’’ (Ayhan, 2007b:13) şiiri de dini değerleri sarsılmış olan ve dini inançtan yoksun olan öznenin algısı şiirin anlam yapısında görülmektedir. ‘‘ Vedha’lardan birinde Musa kumar oynuyor Peygamberlik bir meslek oldu’’ Vedha’lardan birinde bir küçük tanrı Küçük işler için’’ Peygamberliğin meslek olması, Tanrı’nın küçük işlerle uğraşması gibi ifadeler dinin reddedildiğini de yansıtmaktadır. Şiirde dine karşı bir eleştiri bulunmakla birlikte siyaset ve rejim de eleştiri oklarının hedefindedir. ‘‘Hangi rejim için (O kadar çabuk değişiyorlar ki) Birinci katları dinamitlenmiş evlere benzer yıkılıveririz’’ Hem din hem de siyaset karşısında inançsız olan özne zor durumda ve hatta yıkılmak üzere olduğunu ifade eder. Böylelikle de öznenin bir tür boşlukta olduğunu söyleyebiliriz. Şiirdeki anlam yapısında şu eşdeğerlikler belirmektedir: Din + Siyaset ≈ Güvensizlik 143 Kültür çerçevesinde yer alan din ve siyaset kavramlarının istenilen güveni sağlayamaması sonucunda doğa, güvenli ve sığınılan yer olarak görülebilir. Ancak şiirde doğaya ait unsurların yer almaması, böyle bir yoruma pek imkân vermemektedir. ‘‘Sentez’’ (Ayhan, 2007b:19) şiirinde, başlığında bir birlik ve karışım düşüncesini çağrıştırsa da, şiirin temelinde biz/başkaları arasında karşıtlık olduğu görülmektedir. Başkasını istek ve düşüncelerini yansıtan, Taşbasması olarak nitelendirilen ‘‘İşkence Usülleri’’ kitabı, benin üzerinde baskı ve huzursuzluk yaratmaktadır. Şiirdeki işkence ve sözcüğü, başkasının ben üzerindeki olumsuz etkilerini de yansıtmaktadır. ‘‘Ama biz bu değiliz ki Daha ilk sayfalarda Karşımıza çıkıveriyor Başkasının gözleri Başkasının ağızları dudakları Babil’de basılmış Birer birer açılan Hayatımıza.’’ Dizelerinde görüldüğü gibi başkası bizin dünyasına ve hayatına yabancı olarak tanımlanmaktadır. Buna bağlı olarak da şiirdeki karşıtlığın biz/başkası arasında bulunduğunu söyleyebiliriz. bu yorum da bizi temel karşıtlık olan ben/öteki karşıtlığına götürmektedir. ‘‘Anahtarlar’’ (Ayhan, 2007b:20) başlıklı şiirde ise birey içinde bulunduğu durumdan kendini kurtaracak anahtarı aramaktadır. ‘‘Çünkü kapıları 144 Götürüyorlar (öyle yanlış ki) Cam kırıkları üzerinde’’ Dışa açılmanın simgesi olan kapının götürülmesi, özneyi içe hapsetmektedir diyebiliriz. Şiirin ikinci bölümünde içeridekiler ve dışarıdakiler kavramlarıyla birey ve toplum anlambirimleri karşıtlık oluşturacak biçimde kullanılmıştır. ‘‘ İçerdekiler içerde Dışarıdakiler dışarılarda kalmışlar’’ Böyle bir ayrım bizi ben/öteki temel karşıtlığına götürmekte ve içerde kalan birey topluma karışmamakta, dışa açılacak anahtarı da bulamamaktadır. ‘‘İskambil’’ (Ayhan, 2007b:21) şiirinde geçmiş/ şimdi karşıtlığı bağlamında hayat bir kumar olarak görülmektedir diyebiliriz. ‘‘Senin yıldızın Toprağın altında kalmış Yirmi yaşında basamakları alfabe gibi sayıyorsun’’ Dizeleri geride bırakılan mutlu geçmişi çağrıştırmaktadır. Yıldız imgesi şans ve bahtın göstergesi olarak değer kazanmakta ve bu durumun geçmişte kalması şimdiki zamanın olumsuz olarak yorumlanmasına da yol açmaktadır. Ancak şiirin ikinci kısmında bir tezat ortaya çıkmakta ve geçmiş zaman da ölü bir hayat olarak görülmektedir. ‘‘Senin geride bıraktığın Ölünmüş bir hayat’’ Şiirin son bendinde hayat bir iskambil oyununa benzetilmektedir. Yaşamın bir tür kumar değeri taşımasının yanı sıra din olgusu da özneye aradığı huzuru vermemekte ve yalnızlığını gidermemektedir. 145 Metinin anlam yapısında yaşam ≈ kumar oyunu eşdeğerliği ortaya çıkarken, ölünmüş hayat ibaresi yaşam/ölüm paradoksunu, hayatın içinde ölümün bulunduğu düşüncesini ifade eder. Neticede olarak da metinde bu konuda bir açmaz ortaya çıktığını söyleyebiliriz. ‘‘Kurtulamayan’’ (Ayhan, 2007b:22) şiirinde ise yaşam/ ölüm karşıtlığında ölüm bir kurtuluş olarak değer kazanmaktadır. ‘‘Sen kader ağacı değilsin – nedeni bu Tutkularına bırak kendini Bir soluk var yaşıyor uzak Bu daha ölmemişsin demektir.’’ Şiirin ilk parçasında yaşama dair tutkular önem kazanırken, kadere karşı bir savaş da verilmektedir. Bireyin tutkuları yaşamın bir tür amacı konumundadır. Ancak tutkularına ulaşamayan özne için intihar ve ölümden başka yol gösterilmemektedir. ‘‘ – hiçbiri açmıyor mu seniVe git bu gelmediğin yere Kurtulamayan – nedeni bu.’’ Metinin anlam yapısını şöyle formüle edebiliriz: Yaşam ≈ tutku + soluk almak / ölüm ≈ umutsuzluk neticesi seçilen yol ‘‘Üç Gencin Kalbi’’ (Ayhan, 2007b:23) başlıklı şiirde karşıtlık ben(şair)/öteki arasında görülmektedir. Metinde öteki kavramında yer alan iki kişi birini sevmeleri ya da birine âşık olmaları yönü ile şanslı sayılmaktayken, şair öznenin kalbini dilediğine verememesinden dolayı içler acısı olarak gösterilmektedir. Nitekim ben(şiir öznesi) ≈ mutsuz + acılı eşdeğerliğini kazanırken öteki≈şanslı + mutlu anlam değerini taşımaktadır. 146 Yalnızlık duygusunu konu edinen ‘‘Islak’’ (Ayhan, 2007b:24) başlıklı şiirde herhangi bir karşıtlık bulunmamaktadır. ‘‘Fayton’’ (Ayhan, 2007b:37) şiiri ölüm ve intihar temasını işlemektedir. Yalnızlığın yarattığı melankoli ve esriklik hali, yaşam sevincinin kaybedilmesinin ve intihar isteğinin asıl nedenidir. ‘‘Gramofon’’ ve ‘‘Fayton’’ imgeleri geçmişin kültürel yaşantısına bir gönderme olarak şiirde yer almaktadır. Ancak ‘‘intihar karası fayton’’un ölüm caddelerinde yol alması onu olumsuz bir çağrışım alanında göstermektedir. Şiirin ikinci bendinde ‘‘çiçek, bahçe, Cezayir menekşesi’’ gibi göstergeler yaşamı imlerken ‘‘ tabanca’’ imgesi intiharı ve ölümü çağrıştırmaktadır. Şiirin son bendinde bulunun ‘‘intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte’’ dizesindeki imge yapısı dikkat çekicidir. ‘At’ imgesi zaman ve mekânı aşmanın göstergesi olarak değer kazanırken, intihar karası faytonun göğe ağması yani yükselmesi, yaşamdan ölüme doğru giden bir yolculuk olarak değerlendirilebilir. ‘‘Kınar Hanım’ın Denizleri’’(Ayhan, 2007b:38) şiir metninin ilk bendinde gülümseyişin çakıl taşlarına benzetilmesi ve dipsiz kuyulara su olma imgesi, mutsuzluğun göstergesi olarak yorumlanabilir. Deniz imgesi ile su imgesi şiirde karşılaştırılmaktadır. Denizin insanı mutlu etmesine karşın, dipsiz kuyularda su olarak yer alan özne için yaşam da olumsuz değerler kazanmaktadır. Üzüncün sökün etmesi neticesinde yaşam bir kuyu olarak algılanmaktadır. Şiirde kuyu olarak görülen yaşam ile sonsuzluğun ifadesi olan deniz karşıtlık oluşturmaktadır diyebiliriz. Nitekim yaşamının ölüm gibi algılanması şiirde bir tür ölüm/yaşam paradoksuna da sebep olmaktadır. ‘‘Kudüs Fareleri’’ (Ayhan, 2007b:39) şiirinde ise vebalı gecelerden kurtuluşun çaresi olarak ölüm görülmektedir. Yaşamın ve yalnızlığın günahkâr olarak görülen insan üzerinde yarattığı olumsuz etki ‘‘uyluk kemiğiyle acı çekecek saraylarında’’ dizesi ile yansıtılmaktadır. ‘‘arsenik götüren bir uşak Vebalı gecelerden (makasla kesilmiş sarı bir ay) 147 Kurtulacaklarına İnanırlardı’’ Dizeleri intiharı çağrıştırmaktadır. Saray imgesi insanlardan kopukluğu ve uzak oluşu imgelemekle birlikte yalnızlığında göstergesi olarak da değer kazanır. Şiirde yaşam ≈ vebalı + mutsuz / ölüm (intihar) ≈ kurtuluş karşıtlıkları yer almaktadır. ‘‘Ecegiller’’ (Ayhan, 2007b:40) başlıklı kısa şiirde ise şimdiki zamandan mutsuz olan öznenin geçmişe duyduğu özlem dile getirilmektedir ‘‘Sam yeli de dalgınlıklarla bir çocukmuş Eğilip barışlıklar çizermiş evler üzerine Nasıl bir ağaçdıysak çocukken Tümleçleri özneleri nasıl unuttuysak denizde Turunç olmak istiyoruz yine turunçuz da.’’ Metinde çocukluk ağaç imgesiyle verilmektedir. Tümleç ve özne dilbilgisi kuralarını çağrıştırmakta, deniz ise kuralsızlığın ve özgürlüğün temsilcisi olarak yer almaktadır. Metinde özellikle turunç olma isteği görülmektedir ki, turuncun kışın dahi yaprağını dökmeyen bir ağaç olduğu düşünülürse, her zaman canlı ve mutlu kalma isteğini imlemektedir diyebiliriz. Ayrıca şiirin ilk dizesinde çocuk ≈ barış eşdeğerliği de bulunmaktadır. Bütün bu unsurlar düşünüldüğünde şiirde şimdi ile geçmiş zaman (çocukluk) arasında bir tür karşıtlık oluştuğunu söyleyebiliriz. ‘‘Kötü İlgilerin Gidişi’’ (Ayhan, 2007b:41) şiirinde şimdiki zamanda yaşanan olumsuzlukların ve kötülüklerin, geçmişte yaşanan mutlu anıları da gölgede bıraktığı hatta yok ettiği anlaşılmaktadır. ‘‘Buruk bir ezgi seziliyordu içlerinde Kinleri gibi renk renk 148 Ölmüş atlarını bırakıp Tahta pabuçlarıyla gittiler Gözlerinde frank krallarının eski hüznü’’ Metnin ilk bendinde hissedilen mutsuzluk buruk bir ezgi ve kin ibareleri ile verilmektedir. Tahta pabuç imgesi gidilen yolun zorluğunu göstermekle birlikte ‘at’ın yerini alması bir tür yapaylığı da çağrıştırmaktadır diyebiliriz. Nitekim geçmiş ile şimdi arasındaki karşıtlık da buradan doğmaktadır. Metinde şimdi kavramı doğal olandan uzaklaşmanın ve yapay(kültürel) bir hale dönüşmenin göstereni olarak değer kazanmaktadır. Şiirin son bendi şimdiki zamanın bu yönünün geçmişe ait izleri de sildiğini ifade etmektedir. ‘‘ anıların ayrıntısı Ve burada bir sürü şarkı kaldı Kumsalda kocaman izlerini siliyor deniz’’ Netice olarak geçmiş/şimdi karşıtlığı doğallık/yapaylık(kültürel) karşıtlığından kaynaklanmaktadır yorumunu getirebiliriz. ‘‘İbraniceden Çizmek’’ (Ayhan, 2007b:42) şiirinde doğa/kültür karşıtlığı kent/doğa karşıtlığı şeklinde belirmektedir. Şiirin ilk bendinde yer alan ‘‘Bacaklarım uzun/ nereye gitsem uzun/ nereye gitsem gelip beni buluyor’’ dizelerinde şair öznenin kendi vücuduna ait unsurlardan kurtulmak isteyişi, kendi varlığından duyduğu sıkıntıyı göstermektedir. ‘‘Bu kente bir güvercin çizmek/ Güvercinin gözlerini çizmek/ bir güvercin’’ dizelerinde ‘güvercin’ imgesinin, Ece Ayhan’ın diğer şiirlerindeki bağlamı da düşünüldüğünde, doğanın ve mutlu yaşamın göstergesi olarak yorumlanabilmektedir. Daha sonraki bentte yer alan ‘‘ Bir duvar boyunca ağaç serinlik/ bir ses çiziyorum’’ dizeleri de göz önüne alındığında birey, var oluş sıkıntısı ile birlikte kentin üzerinde yarattığı baskıyı aşmak için doğaya ulaşma çabasındadır. Ancak ‘çizmek’ eylemi bizde 149 resim sanatının çağrışımlarını da uyandırmaktadır. Resim, bir tür yansıtma olduğu için gerçekten bir adım uzak ve yapay olarak düşünülebilir. Böylelikle şiirin derin yapısında doğal/yapay karşıtlığı ile birlikte bu çizimin ötekinin kavram alanında bulunan ‘İbraniceden’ olması bent/öteki karşıtlığını da karşımıza çıkarmaktadır. ‘‘Cambazlar Çadırı’’ (Ayhan, 2007b:43) başlıklı şiirde karşıtlık düşüncesi yer almamaktadır. ‘‘Akdeniz Pencereleri’’(Ayhan, 2007b:44) şiirinin ilk dizesi ‘‘Açın pencereleri açın/ akdeniz’de sabah oluyor’’ dizeleri kent yaşamından doğaya, denize açılmanın ifadesi gibidir. ‘‘Kıvanç duyuyorum bu akçalı güneşten’’ ibaresi şair öznedeki mutluluğu gösterirken ‘‘çürümüş bankalar borsalar/ birazdan açılacak yeryüzüne’’ imgeleri kent yaşamının şair özne üzerindeki olumsuz intibasını yansıtmaktadır. Neticede şiirde doğa/kültür karşıtlığının temelini madde/mana kavramları oluşturmaktadır diyebiliriz. Banka, borsa gibi imgeler maddi hayatın gösterenleri olarak değer kazanırken, bunların doğada yer almayışı, maddi yaşamdan sıkılan bireyde doğaya kaçma arzusu uyandırmaktadır. ‘‘Çocukların Ölüm Şarkıları –I-’’ (Ayhan, 2007b:45) şiiri başlığından anlaşıldığı gibi ölüm ve karamsarlık temasını taşımaktadır. Dış dünyadaki unsurların ‘ölümcül, çivitsi, üzünç yüklenmiş’ gibi ibarelerle tanımlanması, bakış açısındaki karamsarlığın göstergeleridir diyebiliriz. Şiirin son parçasında evin ‘külrengi’ imgesiyle ifade edilmesi, ‘ölüm şarkılarının’ sona ermesi, içinde bulunulan durumu yansıtmakla birlikte yaşam sevincinin de yavaş yavaş kaybedildiğini sezdirmektedir. Nitekim şiirin anlam yapısı da ölüm/yaşam karşıtlığını barındırmaktadır diyebiliriz. Şairin ‘‘Kambiyo’’ (Ayhan, 2007b:46) başlıklı şiir de aynı kavram alanına sahiptir. İlk bentte bulunan ‘‘sterlin, dolar, lira’’ gibi imgeler maddi hayatın göstergeleridir. Bu maddi hayat karşısında şair ‘‘geceleri kapkara düşünceli’’dir. İkinci bentteki ‘‘öznel pencereler bir de kent dikkat ettinse/ neden böyle çırılçıplak olduğumuzu/ şimdi daha iyi anlıyorsun değil mi/ neden dövülmüş kadın’’ dizeleri kent yaşamının yarattığı etkiyi şiddet imgesi ile daha da arttırmaktadır. ‘‘gölgesiz, bomboş, yenilmiş, pabuçlarımı sürüyerek’’ gibi ibareler dışarısının (sokak/kent) şair özne üzerindeki izlerini yansıtmaktadır. Bu bağlamda metinde bulunan ‘ev’ imgesi de dışarıdan(sokak) içe (eve) 150 kaçışın göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak son dizedeki ‘ bin yıldır şapkasız eve pencerelere dönemiyorum/ istemiyorum biliyorsun’ ifadesi iç(ev) /dış(sokak, kent) karşısında ‘eşikte’ kalmış bireyin yaşadığı çelişkiyi de göstermektedir. ‘‘Okarina’’ (Ayhan, 2007b:47) şiirinde yaşamın birçok yönü çeşitli karşıtlıklarla ele alınmıştır. Şiirin ilk parçasında çoğunlukla geleceğin ve umudun simgesi olan ‘çocuk’ imgesinin katran ağaçlarının altında ve penceresiz olarak nitelendirilmesi, avuçlarında yosun balıklı bir göl olması, negatif çağrışımlar uyandırmaktadır. Şiirin daha sonraki dizelerinde yer alan ‘kalde geceleri gibi karanlık’, ‘diri diri toprağa gömüyorlar’, ‘sessizce bitiveriyor’, ‘icra-iflas duası’ gibi ibarelerin ölümü çağrıştırdığını söyleyebiliriz. İtalyan halk şarkısı olarak tanımlanan okarina, şiirde hayat kavramıyla eşdeğer bir anlam taşımaktadır. Şiirin sonunda okarinanın limonsu sıfatıyla nitelendirilmesi, ayrıca gülmeyi ve ağlamayı içinde barındırması, hayatın içinde güzellikler ile birlikte kötülüklerin, yaşam ile birlikte ölümün de var olduğuna bir gönderme olarak yorumlanabilir. Sonuçta şiirde ağırlıklı olarak ölüm ve yaşam duyguları ön plana çıkmakta, bu da metinin yapısında ölüm/yaşam karşıtlığının bulunduğunu bize göstermektedir. ‘‘Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt’’ (Ayhan, 2007b:48) şiirinde de geçmiş(çocukluk) /şimdiki zaman çatışması yaşanmaktadır. İçinde bulunan zamanın birey üzerinde yarattığı olumsuz hava, onu ‘‘ölüme düşkün’’ bir hale getirmektedir. Bu mutsuzluk ve huzursuzluk neticesinde geçmişe ve çocukluğa dönme arzusu ortaya çıkmaktadır. ‘‘Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok Şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak’’ Netice olarak metnin anlam yapısında şimdi ≈ mutsuzluk, üzüntü / geçmiş (çocukluk) ≈ özlem + mutluluk karşıtlıkları bulunmaktadır. ‘‘ Bâbil’den Bir Piçin Propagandası’’ (Ayhan, 2007b:49) şiirinde karşıtlık öğesi bulunmamaktadır. 151 ‘‘Denizkızı Eftalya’’ (Ayhan, 2007b:50) şiir metninde kültür kavram alanında yer alan dini ve siyasi göstergeler bir arada kullanılmaktadır. ‘‘Neden üç aylar girerken kurşun harflerle salılara hiç soyutlanmamış ırmaklarda boğuluyor İbrahim İsmail soda içen kalabalıklara doğru cumhuriyet olmuş’’ Dizelerinde dini değerlerin siyasi kavramlarla birlikte anılması, Hz.İsmail’in dini vasfından çıkarılarak, siyasi bir kavram olarak gösterilmesi, din karşısındaki tavrı yansıtmakla birlikte, dinin reddedilerek yerine siyasi kavramın getirilmek istendiğini çağrıştırmaktadır diyebiliriz. Şiirin ilk kısmında böylece kültür kavramına ait olan iki unsurun din ve siyasetin bir karşıtlık oluşturduğunu söyleyebiliriz. Şiirin daha sonraki kısmında ‘üç aylar’ ibaresi cinsellik ifade eden imgelerle bir arada kullanılmıştır. Buna bağlı olarak da din(kültür)/cinsellik(doğa) karşıtlıkları diğer bir karşıtlık olarak şiirde belirmektedir. ‘‘Kanlı Nigar’’ (Ayhan, 2007b:51) şiirinde güzelliği ve gençlere düşkünlüğü ile zamanında İstanbul’da ün yapmış olan bir bayan duyulan aşk dile getirilmektedir. Kanlı Nigar’ın en önemli özelliği ise seviştikten sonra sevgililerini öldürtmesiymiş. Bu bilgi ışığında cinselliğin göstergesi durumunda bulunan ‘Kanlı Nigar’ imgesi ile ölüm fikri arasında bir karşıtlık görülmektedir. Cinsellik, ayrıca yaşamın da kavram alanına girmektedir. Cinselliğin istendiği ve yaşama tekabül ettiği düşünüldüğünde, şiirdeki ölme isteği ile yaşam fikri arasında bir karşıtlık doğmaktadır diyebiliriz. ‘‘Ölü Bütün’’ (Ayhan, 2007b:52) başlıklı kısa şiir yaşam karşısında ölümün bir oyun gibi görünmesi bakımından dikkat çekicidir. ‘‘ölü bütünü çizerler ölümcülükler oynarlarmış ve çarşambaları gidip ırmaklarda boğulurlarmış’’ Dizelerindeki imge yapısında ölüm oynanan bir oyun olarak anlam kazanmaktadır. Böyle bir düşünce bize yaşam karşısında ölümün hafife alındığını da göstermektedir. 152 Ölüm ne kadar hafife de alınsa özne içinde bulunduğu yaşamdan kopmak istememektedir ve ölümü düşünmemektedir. ‘‘Kanto Ağacı’’ (Ayhan, 2007b:53) başlıklı şiir metininde ben/öteki karşıtlığında değerlendirilebilecek Doğu/Batı karşıtlığı kavram alanına ait imgeler bulunmaktadır. Şiirde ben (doğu) kavram alanında yer alan ‘Türkçe, Yusuf, İstanbul, halk matineleri’’ imgelerinin karşısında ‘‘ Maria Pilar, kanto, Léon Blum, alkazar sineması’’ gibi imgeler yer almaktadır. Şiirde ‘sen’ diye hitap edilen öteki ‘‘sen sahiden Türkçe değilsin, kantocusun’’ ifadesi iki kavram alanı arasındaki ayrımı imlemektedir. Ancak metinde bütün öğelerin iç içe bulunması karşıtlıktan ziyade bir karmaşayı ve çelişkiyi doğurmaktadır. ‘‘Gül Gibi Kanto’’ (Ayhan, 2007b:54) başlıklı kısa şiirde karşıtlık düşüncesi yer almamaktadır. ‘‘Ut’’ (Ayhan, 2007b:55) şiirinde yaşam ve ölüme ait öğeler iç içe kullanılmaktadır. Şiirin ilk parçasında ‘ölüm, zulüm, yalnızlık’ gibi olumsuz değerler, ‘rakı, çiçek, kahkahalar’ gibi yaşam sevincinin göstergeleri ile aynı bağlamda bulunmaktadır. Şiirde ölüm ve yaşama ait göstergelerin bir arada kullanılması anlam karmaşasına da yol açmaktadır. Ancak bu öğelerin iç içe kullanılması, hayatın içinde ölüm ve yaşamın, mutluluk ve mutsuzluğun aynı oranda bulunduğu fikrini de çağrıştırmaktadır diyebiliriz. Şiirde ‘cumhuriyet, enflasyon, vergi’ gibi sosyal meseleler de olumsuzlanarak yer almaktadır. ‘‘Apaş Paşa Şapa Oturdu’’ (Ayhan, 2007b:56) şiiri umut ve yaşam/ölüm temaları etrafında örülmüştür. Şiirin ilk parçasında ‘ölü teyze’ imgesi olumsuz çağrışımlar taşısa da ‘çocuk’ ibaresi şiirlerin eşiği ve umudun göstergesi durumundadır. Şiirin ikinci parçasında ‘mum tacirlerinin kızlarının’ temiz bir porselene benzetilmesi, yüz çiçek, yüz ay gibi imgelerle anlatılması, onların değerini yansıtmaktadır. Ayrıca ‘yüzük’ imgesi evliliğin bir işareti olarak yorumlanabilir. Şiirin son parçasında dile getirilen yalnızlık hissi de böylelikle sevgi ve evlilik yoluyla aşılmaya çalışılmaktadır diyebiliriz. Ölüm/yaşam karşıtlığında ölüm≈yalnızlık, yaşam≈umut + evlilik değerleri taşımaktadır. 153 ‘‘Çocukların Ölüm Şarkıları –II-’’, ‘‘Put, Zanzalak Ağacı, Saffet Nezihi Şener, Zincifre, Ölüm’’ ve ‘‘A.Petro’’(Ayhan, 2007b:57–59) başlıklı şiirlerde karşıtlık düşüncesi bulunmamaktadır. ‘‘Uzak Hala’’ (Ayhan, 2007b:60) şiirinin ilk parçasında kültür/doğa karşıtlığı iki yönde gelişmektedir. Doğanın göstergesi olan deniz, kent yaşamı karşısında, gidilmek istenen yer olarak değer kazansa da, arsenik şişesi ibaresi ölümü ve intiharı çağrıştırmaktadır. Tabiî ki bu düşüncenin temelinde kültür kavramında yer alan kent yaşamının olumsuz etkileri bulunmaktadır. Şiirin ikinci parçasında cumhuriyet kavramına da olumsuz eleştiriler yöneltilmektedir. Bu bağlamda kültür≈ kent + siyaset gibi anlamlar kazanmakta ve olumsuzlanmaktadır diyebiliriz. ‘‘Neyyire Hanım’’ (Ayhan, 2007b:61) başlıklı metinde karşıtlık bulunmamaktadır. ‘‘Çapalı Karşı’’ (Ayhan, 2007b:62) şiirinde varlık/yokluk(hiçlik) karşıtlığı öne çıkmaktadır. Metinde dünyaya ve yaşama ait öğeler sayıldıktan sonra her bendin sonunda ‘‘ne güzel bir hiç’’ ifadesi tekrarlanmaktadır. Şiirin başlığı ‘‘kapalı çarşı’’ ibaresinin deformasyona uğratılmış şekli olarak yazılmıştır. Yaşam ve dünyan bir kapalı çarşı olarak görülmektedir. Çarşı ibaresi kalabalığı çağrıştırmasına karşın hiçlik düşüncesinin temeli son bentte dile getirilen yalnızlık hissinden ortaya çıkmaktadır. ‘‘ Dağlar gibi yalnızlık ne güzel bir hiç’’ Şiirde varlık (yaşam)≈ toplum / hiçlik(ölüm) ≈ yalnızlık + birey karşıtlığı derin yapıda bulunmaktadır. 154 Tablo 5: Ece Ayhan’ın Şiirlerindeki Karşıtlıklar ŞİİRLER Bel Kanto KARŞITLIKLAR Kültür(din)/Kültür (siyaset) Beyaz Rus Kadın Din/Cinsellik Vedhalar’dan Birinde Doğa/Kültür Sentez Ben/Öteki Anahtarlar Ben/Öteki Birey/Toplum İskambil Geçmiş/Şimdi Yaşam/Ölüm Kurtulamayan Yaşam/Ölüm Üç Gencin Kalbi Ben/Öteki Islak ⎯ Fayton Yaşam/Ölüm Kınar Hanım’ın Denizleri Yaşam/Ölüm 155 Kültür/Doğa Tablo 5: Devamı Kudüs Fareleri Yaşam/Ölüm Ecegiller Geçmiş/Şimdi Kötü İlgilerin Gidişi Geçmiş/Şimdi Doğa/Kültür İbraniceden Çizmek Doğa/Kültür Ben/Öteki Cambazlar Çadırı ⎯ Akdeniz Pencereleri Doğa/Kültür Çocukların Ölüm Şarkıları - I - Ölüm/Yaşam Kambiyo Doğa/Kültür Okarina Ölüm/Yaşam Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt Şimdi/Geçmiş Bâbil’den Bir Piçin ⎯ Propagandası Denizkızı Eftalya Kültür/Kültür 156 Doğa/Kültür Tablo 5: Devamı Kanlı Nigar Yaşam/Ölüm Ölü Bütün Yaşam/Ölüm Kanto Ağacı Ben/Öteki Gül Gibi Kanto ⎯ Ut Yaşam/Ölüm Apaş Paşa Şapa Oturdu Yaşam/Ölüm Çocukların Ölüm Şarkısı - II - ⎯ Put, Zanzalak Ağacı, Saffet ⎯ Nezihi Şener, Zincifre, Ölüm A. Petro ⎯ Uzak Hala Doğa/Kültür Neyyire Hanım ⎯ Çapalı Karşı Yaşam/Ölüm 157 Toplum/Birey Şiir incelemelerinde ve tabloda görüldüğü gibi Ece Ayhan birçok şiirinin anlam yapısında ölüm/yaşam karşıtlığı karşımıza çıkmaktadır. İntihar imgelerinin de çok sık kullanıldığı bu şiirlerde, yaşam sevincinin kaybedilmesinin nedeni diğer bir karşıtlık olan geçmiş/şimdi karşıtlığına bağlanabilir. Şimdiki zamanın birey üzerindeki olumsuz etkisi, onu mutsuz etmekte ve sürekli mutlu geçmişe dönme isteğini uyandırmaktadır. Şimdiki zamanın vermiş olduğu mutsuzluk ve geçmişe dönme umudunun olmaması, bu durumdan çoğu zaman tek kurtuluş olarak ölümü işaret etmektedir. Buna rağmen şairin şiirlerinin temel imgesi konumunda olan ‘çocuk’ sözcüğü umudun göstergesi olmakla birlikte gelecek için ümidin hala yitirilmediğini de yansıtmaktadır. Şimdiki zamanın bireyi mutsuz etmesinin sebepleri hakkında doğa/kültür karşıtlığını anlam yapısında barındıran metinlerde bize az da olsa ipuçları vermektedir. Diğer şairlerde de görüldüğü gibi büyük kentlerin birey üzerindeki olumsuz etkileri, onları yalnızlığa sürüklemeleri, tabiata duyulan özlemi arttırmaktadır. Tabii ki kültür kavramı sadece kent değil, siyaset, din gibi sosyal meseleleri de kapsamaktadır. Özellikle Ece Aayhan’ın şiir anlayışının da temelini oluşturan, toplumdan ve anlaşılmaktan uzaklaşma isteği şiirlerde ben/öteki ya da toplum/birey karşıtlıkları bağlamında yer almaktadır. Bu bağlamda birey ya da ben, toplum ve ötekilerle iletişimi en aza indirgemekte ve kendi yalnızlığına çekilmektedir. Tabiî ki bu durum az önce sözünü ettiğimiz ölüm/yaşam karşıtlıklarını doğurmaktadır diyebiliriz. Yabancı terimlerin sık sık kullanılması, Batıya ait öğelerin yer alması ben/öteki karşıtlığının yanı sıra Doğu/Batı karşıtlığını da oluşturmaktadır. Ayrıca Şairin birçok şiirinde ise din karşısında duyulan güvensizlik ve inanç yoksunluğu görülmektedir. Dini değerlerin de deformasyona uğratıldığı şiirlerde cinsellik odak noktası haline gelmekte ve şiirlerin anlam yapısında Din/Cinsellik çatışması belirmektedir. Bu noktada din, kültür kavramı içinde görülmekte ve birçok açıdan dini değerler şiirlerde yadırganmakta ya da reddedilmekte, dinin yerine ise doğa kavramı içinde gösterdiğimiz cinsellik ön plana çıkmaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki Ece Ayhan’ın şiirlerinin anlam yapısını oluşturan birçok karşıtlığın temeli doğa/kültür karşıtlığına dayanmaktadır. 158 SONUÇ VE ÖNERİLER Yapılan araştırmada İkinci Yeni akımının ilk dönem ürünü olan şiirlerde yaşam/ölüm, doğa/kültür, ben/öteki gibi temel karşıtlıkların bazı şiirlerin anlam yapısını oluşturduğu, bazı şiirlerin de anlam yapısında çeşitli değerler kazandıkları tespit edilmiştir. Böylelikle İkinci Yeni akımının anlamsız olarak nitelendirilen şiirlerinde anlamın var olduğu, ancak bunun iletişim dilinde olduğu gibi yüzey yapıda değil, aksine derin yapıda bulunduğu görülmüştür. Metinlerin anlam yapısını oluşturan kavram alanlarında benzerlikler görülmekle birlikte bunların bütün şairlerde ve şiirlerde aynı olmadığı da ortaya çıkmıştır. Şairlerin şiirlerinde bulunan ölüm/ yaşam karşıtlığı birçok noktada eşdeğer özellikler taşımaktadır. İlhan Berk, Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın şiirlerinde ölüm soyut bir yorumlama olarak bulunurken, Turgut Uyar ve Edip Cansever’in şiirlerinde daha çok ruhsal bir algı olarak yer almaktadır. Bazı şiirlerde ortak olarak yaşam ve ölüm arasında geçişler de görülmekte ve ölüm kavramı bir son olma özelliğinden ziyade yaşamın bir tür devamı olarak değer kazanmaktadır. Fakat hayatı algılama ve anlamlandırma konusundaki mutsuzluk ve umutsuzluk, şairlerin yaşam sevincini tedirginliğe ve korkuya çevirmekte bazen de ölümün tercih edilmesine neden olmaktadır. Ben/öteki karşıtlığında bireyin öteki ile iletişimsizliğinden kaynaklanan yalnızlık hissi, birçok noktada ölüm duygusu ile kesişmekte ve bu his yaşam yerine ölümün tercih edilmesi ile yok edilmeye çalışılmaktadır. Birçok şiirde ölüm duygusunu aşma çabası olarak sevgi ve sevgili imgelerinin de yer aldığı görülmüştür. Bu, aşkın ölüm karşısında sonsuz bir özelliği taşıdığını göstermektedir. Böylelikle metinlerde aşk ve yaşam aynı kavram alanında yer alırken ayrılık da ölümle eşdeğer bir anlama sahip olmaktadır. Şiirlerde ölüm duygusu karşısında dini inanca ait hemen hiçbir belirtinin yer almaması dikkat çekici bir özelliktir. Zira dini imgelerin kullanıldığı şiirlerde de bireyin yaşadığı çelişki ve çatışma ön plana çıkmaktadır. Metinlerde anlam yapısını oluşturan en büyük ortak özellik doğa/kültür karşıtlığında görülmektedir. Turgut Uyar ve Edip Cansever’in şiirlerinde şehir yaşamının her yönden kuşattığı ve bunalttığı bireyin sıkıntısı şiirlerdeki anlam düzeyini oluşturmaktadır.. Diğer şairlerde de ortak olarak doğallıktan uzaklaşarak değişen şehir hayatının yarattığı 159 sıkışmışlık duygusu ve baskı bireyde doğaya sığınma isteğini uyandırmaktadır. Kültürel yaşam, bozulduğu ve sunileştiği gerekçesiyle sürekli olarak olumsuzlanmaktadır. Bu noktada bazı şiirlerde şimdiki zaman/ geçmiş zaman karşıtlığı çerçevesinde geçmişe ve geçmişteki doğal yaşama dönme arzusu metnin anlam yapısını oluşturmaktadır. Ancak geçmişe dönüş yolunun bulunamaması, öznede daha çok tedirginlik ve umutsuzluk yaratmaktadır. Şiirlerdeki ben/öteki karşıtlığın iki temel yapı üzerinde kurulduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi iletişimsizlikten kaynaklanan bir algı ile benin kendini ötekinden ayrı olarak görmesidir. Bunun neticesinde ben ve öteki arasında yabancılık kavramı ortaya çıkmaktadır. Tabiî ki bu modern çağın getirdiği en olumsuz özelliklerden biridir. Kısacası toplum bilincinin kaybolarak, bireysel yaşam biçiminin ağırlık kazanması insanı ötekinden ayırmakta ve yalnızlığa sevk etmektedir. İkinci yapı ise ben/öteki karşıtlığının, birinci nedene bağlı olarak ben/iç ben şekline dönmesidir. Özellikle varoluşçuluk akımından sonra birey kendini işe yaramaz olarak hissetmiş ve bir boşluğa düşmüştür. Bu nedenle birey varlığını tanımlama adına bir iç hesaplaşamaya girişmektedir. Buna bağlı olarak da ben/ben karşıtlığı bir çatışma durumuna dönüşmektedir. İncelediğimiz şiirlerdeki ben/iç ben karşıtlığının anlam yapısında da bu iki temel olgu karşımıza çıkmaktadır. Netice İkinci Yeni şiirinin anlamsız gibi görünen metinlerinde anlam, belirtme düzeyinde değil, imge ve metafor gibi çağdaş şiirin anlam oluşturma yöntemleri sayesinde derin yapıda karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda diyebiliriz ki şiir ve sanat anlatan değil, duyuran, çağrışımların izinden gitmeyi ön gören bir özellik kazanmıştır. Bu çalışmada da temel karşıtlıkların izinden gidilerek İkinci Yeni şiirindeki anlam yapısı az çok meydana çıkarılmaya çalışılmıştır. Bütün bunlar örtük bir yapıya sahip olan çağdaş şiir metinlerinin çeşitli inceleme yöntemleri ile şiirlerin derin yapısında yer alan anlamların gün yüzüne çıkarılabileceğini göstermektedir. 160 KAYNAKÇA AKSAN, Doğan, (1999a), Anlambilim, Engin Yay., Ankara. AKSAN, Doğan, (1999b), Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yay., Ankara. AYHAN, Ece, (1993), Başı Bozuk Günceler, Yapı Kredi Yay., İstanbul. AYHAN, Ece, (1996), Dipyazılar, Yapı Kredi Yay., İstanbul. AYHAN, Ece, (2007a), Bir Şiirin Bakır Çağı, Yapı Kredi Yay., İstanbul. AYHAN, Ece, (2007b), Bütün Yort Savul’lar 1954-1997 Toplu Şiirler, Yapı Kredi Yay., İstanbul. BARTHES, Roland, (2006), Yazının Sıfır Derecesi, Metis Yay., İstanbul. BERK, İlhan, (1960), ‘‘ İkinci Yeni ve Çivi Yazısı Üzerine İlhan Berk’le Bir Konuşma’’, Dost, Haziran 1960, s.33 BERK, İlhan, (1992), Şairin Toprağı, Simav Yay., İstanbul. BERK, İlhan, (2001), Kült Kitap, Yapı Kredi Yay., İstanbul. BERK, İlhan, (2004), Kendi Seçtikleriyle İlhan Berk Kitabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara. BERK, İlhan, (2005a), Kanatlı At, Yapı Kredi Yay., İstanbul. BERK, İlhan, (2005b), Poetika/Logos Şiirin Doğası Üzerine, Dünya Kitapları, İstanbul. BERK, İlhan, (2007), Eşik 1947-1975 Toplu Şiirleri I, Yapı Kredi Yay., İstanbul. BEZİRCİ, Asım, (2005), İkinci Yeni Olayı, Evrensel Basım Yay., İstanbul. CANSEVER, Edip, (1957), ‘‘ İkinci Yeni İçin Ozanlar Ne Diyor? Edip Cansever’in Cevabı’’, Pazar Postası, 27 Ocak 1957, s.5. CANSEVER, Edip, (1959a), ‘‘ Anlamsızı Anlamak’’, A Dergisi, s.17. CANSEVER, Edip, (1959b), ‘‘ Şiiri Açıklamak’’, Yeditepe, 16–31 Mayıs 1959, s. 4. 161 CANSEVER, Edip, (1975), ‘‘ Soyut, Anlamsız, Kapalı’’ Yeni Ufuklar, Temmuz 1975, s.262. CANSEVER, Edip, (2000), Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yay., İstanbul. CANSEVER, Edip, (2007), Sonrası Kalır I Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yay., İstanbul. ÇETİN, Nurullah, (2001), ‘‘ Türk Şiirinde Anlam Sorunu’’, Hece, Yıl 5, Sayı 53/54/55, s.247 – 262. DİLÇİN, Cem, (2000), ‘‘Tezad’’, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara. ECEVİT, Yıldız, (2001), “Yirminci Yüzyılın Tüm Avangard / Deneysel Metinlerini Heyecan Verici Buluyorum”, Varlık, Sayı: 1126, Temmuz: 36–39. FELSEFE EKİBİ, (2008), ‘‘ Herakleitos’’, GUIRAUD, Pierre, (1994), Göstergebilim, Çev. Mehmet Yalçın, İmge Kitabevi, Ankara http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_posts.asp?TID039436&PN=1, 10.08.2008 İLHAN, Attilâ, (2004), İkinci Yeni Savaşı, Kültür Yay., İstanbul. KABAKLI, Ahmet, (2004), ‘‘ Necip Fazıl Kısakürek’’, Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt 3, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul. KAHRAMAN, Hasan Bülent, (2004), Türk Şiiri Modernizm Şiir, Agora Kitaplığı, İstanbul. KARACA, Alâattin, (2005), İkinci Yeni Poetikası, Hece Yay., Ankara. NACİ, Fethi, (1985), ‘‘ O Korkak Geyik Yavrusu Bayram Arifesi’’, Sonsuz ve Öbürü, Broy Yay., İstanbul. OKTAY, Ahmet, (2001), Şairin Kanı, Yazınsal Eleştiriler I, Yapı Kredi Yay., İstanbul. ÖZÜNLÜ, Ünsal, (2001), Edebiyatta Dil Kullanımları, Multilingual Yay., İstanbul. PERİNÇEK, Feyza ve Nursel Duruel, (1995), Cemal Süreya, Kaynak Yay., İstanbul. 162 PÜSKÜLLÜOĞLU, Ali, (1996), Edebiyat Sözlüğü, Özgür Yay., İstanbul. RİFAT, Mehmet, (1996), Homo Semioticus, ,Yapı Kredi Yay., İstanbul. SÜREYA, Cemal, (2002), Güvercin Curnatası, Yapı Kredi Yay., İstanbul. SÜREYA, Cemal, (2006), Şapkam Dolu Çiçekle, Yapı Kredi Yay., İstanbul SÜREYA, Cemal, (2007), Sevda Sözleri, Yapı Kredi Yay., İstanbul. TARHAN, (1982), Abdülhak Hamit, Bütün Şiirleri 2, Dergah yay., İstanbul. TAŞÇIOĞLU, Yılmaz, (2006), Dar Vakitlerde Geniş Zamanlar Behçet Necatigil’in Şiiri, 3F Yay., İstanbul. TAŞÇIOĞLU, Yılmaz, (2008), Kader Hep Erken Zaman Hep Geç Cahit Zarifoğlu’nun Şiiri, 3F Yay., İstanbul. UYAR, Turgut, (1950), ‘‘ Şiir Üzerine Mektup’’, Varlık, Ağustos, s. 361. UYAR, Turgut, (1956), ‘‘ Turgut Uyar ile Konuştum’’, A Gazetesi, Aralık 1956, s.8. UYAR, Turgut, (1958a), ‘‘ Anlam mı?’’, Forum, Temmuz 1958, s.103 UYAR, Turgut, (1958b), ‘‘ Anlam Sancısı’’, Pazar Postası, 20 Temmuz 1958. UYAR, Turgut, (1958c), ‘‘ Muammaya Saygı’’, Pazar Postası, 7 Eylül 1958. UYAR, Turgut, (1958d), ‘‘ Ölü Mevsim Biterken’’, Pazar Postası, 14 Eylül 1958. UYAR, Turgut, (1985), Sonsuz ve Öbürü, Broy Yay., İstanbul. UYAR, Turgut, (2007), Büyük Saat Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yay., İstanbul. YÜCEL, Tahsin, (2005), Yapısalcılık, Can Yay., İstanbul. 163 EKLER EK 1: İHAN BERK’İN ŞİİRLERİ SAINT-ANTOINE'IN GÜVERCİNLERİ I. ELENİ'NİN ELLERİ Bir gün Eleni'nin elleri geliyor Her şey değişiyor. İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor Bir çocuk ilk gülüyor Bir ağaç çiçek açıyor. Eleni'den önce Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım Sabahları, akşamları bilmiyordum daha Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde Bir gün sabah her yanım. Eleni geliyor Dünyaya bakıyorum Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada O gün bütün şiirleri yakmalı yeniden yazmalı diyorum Brise Marine'i yeniden Yeniden Annabel Lee'yi. Eleni ile anlıyoruz Bu gökyüzü niçin kalkıp gelmiş Deniz niçin başını alıp gitmiş onunla anlıyoruz. Bir gün Eleni'nin elleri geliyor 164 Bir sokaktan ilk defa deniz görünüyor. II. GENÇLİK Ruhum, İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun? Bir serçe yavaş yavaş uçuyor Bir balık başını suyun yüzüne çıkarmış bakıyor Düştü düşecek dalından bir yaprak Lambodis raftan bir şişe aldı açtı Bir bulut durdu pencerede Lambodis işine devam etti Ellerini sildi, hıyar, domates doğradı Sonra oturup gençliğini düşündü. Bir evdeydi Eleni, on sekizinde, İlyadis yirmi üç Eleni'nin şarkıları vardı İnsan akıl erdiremezdi İstanbul'un her tarafı kahve Kapalı kahve açık kahve Şarkılar ne kadar güzel olursa olsun Eleni'yi anlamazdı. O günler Lambodis'in ağzında bir cigara bir aşağı bir yukarı İstanbul'da Eleni'nin en güzel yerleri elleri sarmısak kokan ağzı Daha Lambodis meyhaneci değil Daha Lambodis hiçbir şey değil O günler her pazar Saint-Antoine'a gidiyorlar Eleni'nin göğsü soyulmuş badem 165 Güvercin gibi elleri Daha o zamandan Lambodis'in düşmanı çok Bütün İstanbul Eleni'nin arkasında. Evet Lambodis'in gençliği bir yaprak düştü düşecek Pencereye oturmuş gelip geçenlere bakıyor Sen de bak diyor bana Bak insanlar geçiyor Ben sıkıldım mı insanlara bakarım Hiçbir şeyim kalmaz Hiçbir şeyimiz kalmıyor. Her iş bunun gibi ruhum Bir kadın bir adam aynı şeyi yapıyor Ben birazdan kalkıp Sirkeci'ye gideceğim Sevgilim trene binip gidecek Bir zaman bir güneş doğmayacak sabah olmayacak, bir zaman dünyada değilmişiz gibi korkacağız. Bunlar hep olacak ruhum Bir gün bakacağız İstanbul güzel Ondan sonra her gün İstanbul güzel. Eskiden çok eskiden bu dünya daha bir güzelmiş mesela Bu bulutlar bu gökyüzü uzanınca dokunacağımız bir yerdeymiş Şimdi şiirdeymiş bunlar Her şey bu hesap ruhum. Bu dünya güzel Gülhane ağaçlık. 166 III. SAINT-ANTOINE'IN SEVİŞME VAKTİ Bu gökyüzü Her gün böyle değildir Saint-Antoine'ın üstünde Belli sevişme vakti İşte pencereler ilk kollarını açtı Karıncalar yuvalarından çıktı Yosunlar uyandı Gerildikçe gerildi gökyüzü Dikiş diken kız penceresinde ilk kez mutlu Denize bakan evler kahveler ilk kez mutlu Hiç korkmamalı artık Lambodis Eleni hiç korkmamalı Bütün güvercinlar havalandı kimse korku nedir bilmeyecek Her şeyin uyandığı bir saatte Aşk başlayacak Her şey duracak Bir kızın elleri elbisesine uzanmışken duracak Saint-Antoine ilk sandukasından çıkıp deniz kıyısı bir yere gidecek Onunla tüm sandukalar, evliya resimleri, İsa'nın kendisi arkasından gelecek Her şey yerini aşka bırakacak Sandalye aşka Pencere aşka Saint-Antoine'ın tavanı bir başka tavana doğru yürüyecek Kapı bir başka kapıya doğru Hiçbir şey küçüleyim demeyecek Daha bir büyüdüğünü göreceğiz gökyüzünün Daha bir mavi denizi Gözlerden gözlere bir esmerlik halinde o aşk gidecek 167 En güzel şarkılarla şimdi İstanbul'a gelen o Şimdi herhangi bir yerde bir kızın elleri ağzı onun için büyüyor Bir çocuk annesinin memesini onun için bırakmıyor Saint-Antoine'ın güvercinleri Onun için havada Şiirde bu düzen kaygusu onun için Bu gökyüzünün başka anlamı olamaz. IV. FENERDEKİ ÇOCUKLUK Saint-Antoine'ın çocukluğu Fener'de geçti Daha yeni kiliseye gidiyor İlk gördüğü İsa'nın limon gibi yüzü İncecik bacakları. Bir bulut pencereye takılmış Kendisinden biraz büyük bir çocuk dua ediyor Birden bütün evliyalar gözünün önüne geliyor Mum elinden düşüyor. Antoine'ın babası o günler Karaköy'de kunduracı Çekici örsü gibi Allah'ını seviyor O günler her gün yağmur yağıyor İstanbul'a Bir gün Aya Dikolas'ın sandukası önüne gidip duruyor Kim bilir ne kadar özlemiştir denizi diye düşünüyor Pencereyi açıyor Denize bakıyorlar Sonra eve gidip Her şeyi anlatıyor. Fener'deki çocukluk 168 Denizle ilk temas. V. SABAH Bir sabah hatırlıyor Saint-Antoine İlyadis'in şarkılarıyla gelen sabahlara benziyor. Bir sabah ilk tutup caddeye çıkmış Vitrinlere, gökyüzüne, sinema afişlerine bakıyor Yeni bir sabahlayım diyor dünyada ilk kendi kendine Karşı karşıyayım suyla ilk Şiirle ilk. O gün bütün gün caddeyi seyrediyor. Çocukları içeri alıp olmayacak şeyler anlatıyor Allah yok diyor mesela Sonra hep beraber tutup köprüye iniyorlar Merhaba diyor ilk denize. Sonra tekrar yerine dönüyor Bakıyor bütün evliyalar uyanmış yüzlerini yıkıyor Belli bir iş var Evliyalar hepimiz gibi çalışıyor Cam siliyor kimi Kimi su çekiyor. O gün hiç akşam olmuyor Sabah hiç bitmiyor. VI. ELENİ IŞIĞI İaos Yokios'a gidiyor bir sabah Saint-Antoine Yolda gece oluyor. Birden Fotini Nermeroğlu aklına geliyor, Fotini Nermeroğlu'nun evine iniyor. 169 Fotini Evliya Saint-Antoine efendimiz geldi diyor Bütün Zürefa Sokağı'nın pencerelerine kahve ısmarlıyor Bir telaş kızlarda elleriyle memelerini kapıyorlar Elpiniki gökyüzüne bakıyor gökyüzünde her şey yerli yerinde. Fotini'nin evine sırayla Marvido Apiyos sırayla Eftelaya, Aya Feya sırayla Aya Dikolas Galata kulesi, koca Yüksekkaldırım, Eleni'nin o dünya kadar güzel ağzı Sırayla hepsi geliyor. Saint-Antoine dünyaya bakıyor,"Dünya hiç kötü değil, Fotini Nermeroğlu hiç kötü değil," diyor kendi kendine. Bir İncil istiyor, Bir İncil veriyolar. Alıyor birçok yerlerini çiziyor, yeniden yazıyor. Bir buluttan Teo Fano, Maneli, Avi Antimos, Kalina geliyor Diz çöküyor Salomi Yok diyor Antoine ilk, böyle şey yok artık, diyor Salomi'yi tutup kaldırıyor Yeni İncil'i uzatıyor Kalina'ya Bundan sonra İncil bu diyor. Eleni'nin o yerleri ışıyor birden Birden pırıl pırıl evren. VII. GÖKYÜZÜ Bir bulut İstanbul'un üstünde Beyaz bulut sarı bulut siyah bulut Sabah'ın 5'i Saint-Antoine'da tıs yok Biri ne yapmış bu adam diyor 170 Sonra gene kendi cevap veriyor Hepimizin uyuduğu saatte Gökyüzünü çalmış. Biz ne yapıyoruz Asıyoruz. Ha ha Ha ha Ne diyor bu kalabalık Üç gündür dua edemiyoruz Gökyüzü yok. Ruhum ipini kopardı Gökyüzü düştü düşecek. Ne tuhaf şey şu gökyüzü Bir mendil gibi Cebe sığacağını bilmezdik. Bir kımıldama kalabalıkta İpi kim çekecek? Şey diyor biri Ulan şey Şey yok. O gün hiç akşam olmuyor Sabah hiç bitmiyor. 171 SAİT FAİK Yitik Ufuk Binlerce top kumaşa yazdım sıkıntımı Şimdi bir dünyada giden gemide ellerim Pis bir denizde Bir demiryolu bir çayır bir gökyüzü hava almaya çıkmış görüyorum Ben geçerken bir evin penceresinde bir dal çiçekleniyor Bir kadın soyunuyor göğsünü tüylerini en olmadık yerlerini Görüyorum Görüyorum bir çocuğun gözlerinin içinde denizler inip kalkıyor İşte yeniden dünyadayız, dünyada bayağlıklarla pisliklerle yan yana dünyadayız Bir sudaki balıklara bakıyor balıklara gözlerimizi çıkarıp veriyoruz Bizim verilmeyecek hiçbir şeyimiz yok Aynı yerden bir kadını öpüyor aynı yerden bir denizi seyrediyoruz Bir daha seninleyim seninle yaşanmayacak sıkıntılar sevgiler Cezayir mahalleleri Sicilyalı gökyüzleri yok anlıyorum Gemiler geçiyor uzaklardan kimse inip bineyim demiyor, kimse görünmüyor, kimse görmüyorum Yitik bir ufukta Bağırıyorum bağırıyorum. Kalem Hikayelerimde ne diyorum ben 172 Şunu şunu şunu değil mi Bir bulut geçiyor Diyorum yaşasın çiçekler böcekler balıklar insanoğulları Barba Antimos Bir sabah geliyor Matisse yeşili Alıyorum uykularınıza kitaplarınıza evlerinizin önüne koyuyorum Ne zaman bir yeşil görseniz artık her işinizi bırakıp bakacaksınız Mesela bilmiyorum ama bir şiirde bir kadının ayakları suya değdi değecek şimdi Hem mutlaka hiç kimse geçmeyecek biraz sonra bu sokaktan İşte bir kuş uçuyor bir yere konacak sağlama ben yazacağım Bir gökyüzü peşinde gidiyor bu çocuk Bu adamı bu kadını bu masada tutan başka başka şeyler Hep böyle diyorum ben Bir dülgerbalığını alıyorum gözleri güzeldir diyorum Bir bulut çıkıyor bir bulut çıktı diyorum Sarılıyorum kaleme. Ağıt Baktık bir evin bahçesi ilk defa bir evin bahçesi başını almış gidiyor Bir çocuk Grenoble'da İtalyan Mahallesi'nde bir çocuk görüyor ilk Deniz kıyısındaki o her akşamki kahve birdenbire tutup batıyor Ne varsa umutlu umutsuz sıkıntılı sıkıntısız o cumartesi akşamları frengili ağaçlar çekip gidiyor Yeşil zeytin, limon gibi bir İstanbul sarısı kalıyor geriye 173 Bir evin bahçesi ilk defa gülmüyor ilk defa büyümek istemiyor Gece her taraf gece Katina'nın elleri gece en sevdiğimiz yerleri gece, gece hiç bitmiyor Bağırmak sabahlara, akşamüstlerine bir pencereden bir denizden bağırmak bağırmak Uyandık Eftalikus uyandık İstiklal Caddesi yok Beyoğlu'ndaki güneş yok Gökyüzü yok PABLO PICASSO L'Homme au mouton Dünyada yapaylnız bir bulut yapayalnız bir dal bir aydınlık Bir gök bir çiçek, suyun sonrasızlık, suyun aşk, özlem, mutluluk duyusu Biraz umut biraz ışık biraz ilerdeki sabah Hepsi ayrı ayrı, ayrı ayrı güzel, ayrı ayrı yalnız, ayrı ayrı kardeş Gidiyordu faydasız Picasso fırçaya sarıldı. Nu au fauteuil noir Bir ağaç gördüğü pencerenin Çiçeğe durdu duracak Koltuğunki eller saçlar gözler Eller saçlar gözler bir başına Kadın bir gökyüzüne bakıyor Kadın hiç kımıldamıyor hiç konuşmuyor bakıyor Bakıyor bakmakla bitecek gibi değil gökyüzü diyor 174 Pencere bir daha böyle durmam diyor Ne maviler ne karalar bilin ki bir daha böyle durmayız diyorlar Binde bir bu dünyada beklediğimiz o binde bir söylediği şairlerin bu işte Böyle duracağız diyor eller Bizi hiç kimse bir daha yerimizden oynatayım demeyecek Saçlar böyle kalacağız diyor İlk bu mutluluk her şeyi ilk görüyoruz diyorlar Odada ne varsa soba, ayna ve daha ne varsa bunun gibi bunun gibi bir kıyıda duran Bunu diyor. Hepsi bir şey söylüyor Hepsi bir şeye bakıyor Picasso Yalnız onlara. Nature-morte Uyandı Picasso Elleri esmer. İVİ STANGALİ Evrende bir cumartesi, İda'nın görmediğim yerlerine benziyor Daha bir çocuktu İda ağzıyla bir havrada sabahladık. Her şeyimiz alınmış bir dünyadaydık umutsuzduk, yitiktik. İsa'nın o oniki balıkçısı bir daha denize dönmeyeceklerdi yazık Bir daha dünyadan haber alamayacaktık. 175 Baksak nereden Ufuk yıkık, ütüktü. Birden İvi Stangili'nin resimleri çıktı geldi Yalnız değildik artık. Gittik ağaçlarla sularla namuslu bir yerde durduk İlk kez mutlu. Bir hovarda çağda Paris'te aya yaklaşıyoruz. PAUL KLEE'DE UYANMAK Uyandım çiçek gibi dayanılmaz güzel kızlar Ad Marginem 'dem asma köprüler kurmuşlar İstanbul'a Nehirler, aylar çevirmişler o ayla'lar, Münibe'ler Tümü bir uzak denizde A'lar, V'ler,U'larla Gece sarı bir evde bir iki yaprak evlerinin önünde Açtı açacaklar dünyamızı açtı açacaklar Bu denizi Ayla ayaklarını soksun diye getirdim Bu dünyaları onun için açtım bu balıkları tuttum Bir sabah çıkmak güneşler, aylar bir sabah çıkmak Bir ağacı bu evleri sarı ters bir kuşu düzeltmek Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum Edibe bu evleri Edibe bu göğü bu güneşleri Edibe A'lar V'ler U'larla olmak Paul Klee'de uyanmak 176 ARMA VIRIUMQUE (Vergilius) I. CUMARTESİ KARANLIĞI Bin yıl yürüyeceğiz Bir sokağa çıkacağız ilk Bir Cenevizli seni bana haber verecek Seni soyunuk bekleyeceğim Bizi Ayasofya'dan görüyorlar Bizi görmeyen yok Cumartesi karanlığı Lehliler Kilisesi'ne bakıyor Bin yıl durduk Bir şiirde ilk beraberiz Geceye bırakıp esvaplarını Bizi koşup Sultan Mehmet'e haber verecekler Seni göreyim diyemem bir daha Bir daha göremeyiz birbirimizi. II. SUR Sen krallar kuşağından geliyorsun Ben hiç bilmem imparatorlukları. Bir gün bakacağız çarşılardayız Çarşılarda Konstantin VI, Evliya Leon'un eli, İsa'nın 177 ayakkabıları o şey yüzü çarşılarda Evlerin önünde Got'ların dikili taşı, Balıklı Manastırı'nın güneşleri evlerin önünde Daha İstanbul düşmemişti ne güzel bir balık kızartıyorlardı İstanbul bir türli düşmüyor. Adımıza bastırdığımız bütün paraları kaldırıyoruz bir daha para bastırmıyoruz Ne Beato Majano ne Paolo Belini'nin madalyonlarını alıyoruz, tümünü geri çeviriyoruz Bize sur hiç lazım değil hiç kimseye böyle bir şey lazım değil Bakın bu doğru sahiden kimseye böyle bir şey lazım değil Senin soyun az surlar yaptırmadı Az kalmadık mutsuz. Beni bir daha İstanbul görmeyecek. III. AZ Bir sabah uyandık tüm kapıları kapalı bulduk tüm sokakları tutulmuş Kolay kolay kendime gelemem Sanırım bir daha o sokaklar böyle bir yere gidip durmazlar artık sensiz Sensiz bir pencere açılmaz bir deniz kolay kolay durayım demezevinizin önünde Durup dururken aklına gelmez yağmak yağmurun Gitsen nereye gidebilirsin hala bilmem Bizans'ta olmak belki iyi belki fena belki bunu da diyemem Ben küçük dükkanlarsız, kahvelersiz sokakları sevmem, odaları duvarları sevmem 178 Hiç sevmem kralları Tut ki dediğin oldu tut ki çıktın sokaklarımızdan ilk Ne mangal, ne balık kızartıyorlar Bir sokaktasın Yeşil marullar ayvalar o fukara sıcaklığı yok, yok dediğim şeyler Bir yığın şey gitmeyen insana gitmeyecek bir günde Böyle bir yerdesin hadi Bütün suları sana vermiş Konstantin VI. Değiştirmek değil bu evreni Bu o değil. IV.GÖKYÜZÜ HARİTASI Bir gece gökyüzü karasındayız Gece tüm gökyüzüne bakıyoruz Saint-Paul don gömlek dolaşıyor Konstantin'in aklı fikri dünyada Burada daha bir yalnız Leon II. Bir kadırga yavaş yavaş geçiyor Sular takım takım sular duruk Gökyüzünde hiçbir şey yok Yazık bir yığın insan sıkılıyor. Bir gün bunları görüyoruz seninle Bir gün yoksun sen o gün hiçbir şey yok. V. I.AHMET KAPISI Hepsi ulam ulam yangınlar, kırımlar, ölümler, kıyınçlar hepsi Sesleniyorsun böyle bir gecenin içinden bana Yetsin diyorsun bu yakıp yıkma bu düşmanlıklar I. Ahmet Kapısı'nda dursun, sıçramasın artık hiç 179 Hiç bilmeyelim öldürmeyi Bir adım atsan meydanlık önümüz, önümüz bir daha biteyim küçüleyim demeyecek Hiçbir şey çözmüyor yangınlar, kıyımlar hiçbir şeyi düzeltmiyor Bak ne kadar uzaktayım senden bir şey değişmiyor Bir sabah uyanmamız hiçbir şeyi bozmaz yoluna koymaz Bir sevgiler koparıp alır beni yerimden, beni bilmediğim yerlere onlar götürür bir Gittik gittik işte durduk. II. Ahmet Kapısı'nda Yeryüzü bir daha alındı. VI. ÇAĞRI Bağırma bana seni görüyorum Yangınları söndürüp geleceğim. BEL CANTO ÖNDEYİŞ Uyandı sokaklar, tuhaf deyip uyandılar. Uykudaydı midyeler, bir çocuğun ağzı uykudaydı. Uyanıktı çinekop, lapina, izmarit, horozbina. Pisi, mercan uykudaydı. Baktı İlya Avgiri'nin kedisi Hiristaki Pasajı'nı balık basmış, bir tabak, bir çatal uyuyor, Koço'nun İsa'ya benzeyen yüzü uyuyor. Ne yaptı İlya Avgiri'nin kedisi Pencereyi açtı 180 Bütün Beyoğlu uyandı. Bir kız elleriyle memelerini tutup kalktı Bir çocuk güldü. Avgiri bütün kepenkleri kaldırdı Baktı Avgiri balık önü ardı Karaköy'e dolaşmaya çıktı. İlya Avgiri'nin kedisi baktı sabah Baktı olmayacak İstiklal Caddesi'ne çıktı Esnedi esnedi esnedi. I. FAKİR KOLYOZLAR KOROSU Bu dünyayı bırakıp nereye gidiyor bu gökyüzleri, yağcı Boris Nihas, bileyci Niko Margarit Bir evin sokağa bakan penceresi, eski bir balkon, yeni dikilmiş bir sabahlık Ayia Efemiya, alabalıklar, Boao imparatoru, Lehliler Havrası, Katini? Ya Küçük Duvarcı Sokağı'na ne denir Güneşi gökyüzünü yüklenip gitsin Ayios İanios mumları söndürsün, bizim gibi giyinsin, iki kızla göğe çıkıp kaybolsunlar? Hiçbir şey anlaşılmıyor kim ne derse desin. 181 II. HOROZBİNALAR SİNARİTLER KOROSU Hişt, Saint-Michel, Dame de Sion, Robert College Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok. Biz sinaritler, horozbinalar, fakir kolyozlar Sıkılıp çıkmışız bir pazar denizden Bir su bir pencere önü bir bulut Bir çiçeğin bir kadının yanı sıra yürümek evler sokaklar caddeler ağaçlar Galatasaray, Küçük Duvarcı Sokak, İstiklal Caddesi Biz fakir sinaritler kolyozlar horozbinalar. Baktı Avgiri karagözler orkinozlar baktı bütün balıklar, sardalyalar, mercanlar Baktı basıyor, Beyoğlu'nu. Avgiri çıktı Kızkulesi'ne Bağırdı bağırdı bağırdı. (İlya Avgiri'nin bağırmasını bir bileyci Niko Margarit bir Terzi Toridis bir çiçekçi çingene kadın anladı.) III. BİLEYCİ NİKO MARGARİT Ben kimim mi diyorsunuz siz Tuhaf, bileyci Niko Margarit Bıçak bilemektir benim işim Her canım bulutsuz cumartesi akşamı Yağcı Boris Nihas, Karidesçi İsmail Bir fena çocuk bir aşağı bir yukarı Beyoğlu'nda. 182 Bir cam kıracak olsa bulutlar Ben görürüm, herkeslerden önce. Bir şiirde bir kadın soyunsa Önüne gider dururum. Bıçak bilemektir benim işim Her Allah'ın günü gökyüzüne karşı. IV. ALDI ÇİÇEKÇİ ÇİNGENE KADIN N'oldu bu İstanbul'a Ne Sevim Ne Yanula biri yok. Anlamıyorum doğrusu Karidesçi bu dünyayı koyup gitsin. Sevim'in penceresi pencerelerin şahı Gel dayan bu haline. Denize bakmak bence Para etmez nafile Sevim'siz. Diyorum yetiyordu bana çünkü Deniz, bir sokağın gülüşü. Ben kime satayım bu çiçekleri şimdi Güneşi, ayı alıp gitmişler. (Işıdı ortalık. Baktı kedi her şey yerli yerinde, yerinde gökyüzleri, sinaritler, karidesler, Taksim yerinde. (Tuttu Avgiri karısını uyandırdı, olup bitenleri anlattı, Avgiri'nin karısı kendisi yok diye üzüldü. Gidip pencereyi açtı:) 183 V. İLYA AVGİRİ'NİN KARISININ ACI TÜRKÜSÜ Benim günlerim Soğanağa'da geçti Bir pencere, avuç kadar bir gök Sevim Matilda Hayrünnisa Eleni Her Allah'ın günü daha bir sevmek Daha bir cumhuriyeti, İlya Avgiri'yi Benim gençliğim güzeldir bakın Her gün elele denizle rüzgarla Her şiirde seçme mısra güzelliğim Her evde yatakların andığı ben Mis gibi her gün hikayem ağızlarda Ne cumhuriyet ne İlya Avgiri umrumda Ben eskiden hayvan gibi yaşardım Bir karanfil iki memem arasında Gökyüzünü ayna yerine kordum da Geçer ayıp yerlerime bakardım Benim gençliğimde kimse ama kimse Ayla, güneşle, cumhuriyetle uğraşmazdı Gökyüzü, deniz dünyayı koyup gitmezdi İlk çıkıyor balıklar daha denizden Bunların biri olmazdı benim zamanımda 184 GALATA KULESİ I. İVİ SABAHI İvi uyandı Bıçak pencere onunla uyandı İlk gökyüzü geçti önünden İvi güldü. Çingene kızları denizi dört ucundan tutup getirdiler Dürüp bıraktılar. Sarı erikler geldi odayı sarıya boyadı İvi gökyüzünü alıp İstanbul'a indi Bir sevinç İvi'yi gören İstanbul'da Baktığı herşey beni çiz diyor İvi'ye Bir yüz para çiz diyor Bir rüzgar Galata Kulesi'ne çarpıp geçiyor İvi ışıyor. II. İLHAN BERK GALATA KULESİ'NİN DÜŞLERİNİ ANLATIYOR Bir kuleyim ben İstanbul'da. Bir sabah İstanbul'u yaktım. İlk oturduğu sokağı yaktım. Hala anımda bir çocuk, yarı soyunuk bir kadın, bir akşamüstü anımda. Kuşları, ağaçları yaktım. Kuşları, ağaçları yanmaz diye biliriz biz değil mi? Yaktım. Gördüm dünyalara değişilmezdi ağzı. Ağzı nehirleri, dükkanları, güneşleri, trenleri, yolları, çarşıları hatırlattı durdu bana. Kolları sıcak nehirleri tutuşturdu bütün gece, bütün gece dünyada değilmişiz gibiydik. Belki de İvi'nin daha eli değmediği sabahlardaydık Ben böyle diyordum. 185 Diksek çiçekleri dedim Yeter dürülü durduğu denizin Denizi açtım. ( II. Ahmet'in oğullarını aldım, şair Leyla Hanım'ın göğünü görmeye gittik.) III. ŞAİR LEYLA HANIM'IN GÖĞÜ III. Selim'in elleri eşittir şair Leyla Hanım'ın göğü. Şair Leyla Hanım'ın göğünü bir III. Selim anladı I. Ahmet'in oğullarını o gösterdi. III. Selim'in elleri göğe değdi kadına dokundu çiçek kopardı Yazdığı şiirlerde bir Leyla Hanımı düşündü III. Selimi boğdum. IV. SEVDALAR HEP SEVDALAR Bir gece ellerimi kollarımı İstiklal Caddesi'nde unuttum Bir gece ben yoktum, o gece Venedikli ay, o gece kimseler yoktu baktım Baktım sevgilim uyuyor, adam uyuyor, bir gece uyandığım çocuk, yarı açık ağzı, cumartesiler uyuyor Adamı öldürdüm. II. Ahmet'in yalnızlığını aldım Yerime durdum. 186 V. İLK GÖKYÜZÜ ÇEKİP GİTTİ İlk gökyüzü çekip gitti Gökyüzünün önünde Hiristaki Pasajı, Amerikan Haberler Bürosu Saint - Antoine'daki Lambodis'in meyhanesi gökyüzünün önünde Sonra hiç düşünmediğimiz saraylar, Çırağan, Yıldız, Teodora'nın kahve fincanları, güneşler, sokaklar Bir akşam önünde oturduğumuz bahçe, her sabah III. Selim'in bakıp bakıp ne güzel dediği kırlar gökyüzünün önünde Gökyüzü de hani İlhan Berk'in her şiirinde çarşılara, evlere indirdiği hani mahpuslara oya gibi işleyip ellerine verdiği Hani bir sabah doğan çocuğun önüne koyduğu, bu ne diye annesine sorduğu Hani yüz paraya hani hiç paraya baktığımız hani kadınların, çocukların gözlerinde daha bir sevdiğimiz Günaydın Yeryüzü'nde Berrin Taşan'ın sözünü ettiği vapurlardan, trenlerden inip baktığı Hani kimseler yokken evlerde uyuyup kalan, hani soyunan dökünen hani meme uçlarını kaldıran Hani yüz sayfa hani bin sayfa tutacak kadar çok hani sabahları hani akşamları alıp çıktığımız, döndüğümüz Hani öldürecek kadar güzel, haşhaş çiçeklerine, kızlara, çocuklara benzeyen Üzerlerini açan Hani çarşaf gibi Hani ak Hani katil olan İşte o gökyüzü Galata Kulesi'nin üstünde kalktı Denizlere gitti. 187 VI. GÖKYÜZÜNÜN ARDI Gökyüzünün ardından türlü şeyler yürüdü türlü evler türlü çarşılar türlü pencereler gitti. İlk önce de Sultan Mehmet'in 726 kişilik mutfağı, 63 kantar bal, 544 tavuk, 28 mut pirinç Sonra 61 kaz, 19 kıyye safran, 116 istiridye, 78 karides, 400 balık, 10 kıyye biber Eflak tuzu, 51 şişe boza, 61 baş, 649 yumurta yürüdü. Sonra II. Murat'ın 1.117 kişilik mutfağı, 30.000 tavuk, 255.000 kuzu, aşağı hint biberi, zencefil Sonra şeker, francala, fodla Sonra Valde Sultan'ın günlük tayınları, 3 kıyye şeker, 12 kilo sade yağ, 5 kilo pirinç Güzelim kırmızı, siyah üzüm, has un, nişasta Sonra düzgün, rastık, İtalyan allığı, Bağdat kınası Sonra Vezir mutfakları, mesela Damat İbrahim Paşa mutfağı, Sokullu, Yedi Sekiz Hasan Paşa mutfağı Sonra II. Ahmet'in dünya kadar yalnızlığı, II. Valde Sultan'ın erkeksizliği Sırayla hep yürüdü. Yani Kanlı Nigar Hanım'ın sabahları, Süreyya Bey'in gençliği, Çıplak Ahmet'in akşam üstleri, Yani hepsi yani Büyük Konstantin'in önünde durup denize baktığı pencere Yani, kan, yani frengi, kanser dünyada adı anılmayacak, Yani çağrışımsız, yaşantısız Yani namussuz Yani iyi ne varsa Yani kötü Gitti. 188 VII. KALAN KOVANIN ESKİ ZAMAN YALNIZLIK BALADI Simdi hepsini unuttum, bu kaçan göğü, bu denizi unuttum diyordu kova. Şair Vasıf'ın tarih düşürdüğü yangınları unuttum. Şimdi cumaları Allah Baba sıkılmadan nasıl yapar bilmem Ben patlıyorum cumaları bir buçuklara doğru. Ben I. Ahmet'in oğulları, şair Leyla Hanım'ın göğü, Serefnaz Hanım'ın memeleri beni bırakmayıp Ben çıplak Ahmet'in ölümünü gördüm ama inanmadım Gökyüzünü boğduklarını gördüm ama inanmadım Allah Baba'nın sıkıldığını, kimi evlere kimi sokaklara indiğini yalnız ben mi biliyorum Recai Bey bu akşam evleniyor beni bırakıp gitmeyin. VIII. İVİ IŞIĞI İvi tüm bu denenleri duydu Baktı kule kanlı kule ağrılı kule küsüktü Kule ömründe kule bütün ömründe bin kez Allahsız, gökyüzüsüz, penceresiz Kule beş bin kez küçük sokaklarsız, dükkanlarsız, evlersiz, sarı eriklersiz, yaşamsız Kule etmişti. Bunları biliyordu İvi İvi insanları biliyordu Denize inmişler balıklarla, yosunlarla, midyelerle konuşmuşlar, balıklara, midyelere, yosunlara neler dememişlerdi. İvi bütün yaptığı resimleri düşündü Karaları aklara çevirdiği resimleri düşündü Bir başına bir karayı bir akı nereye getirip koyduysa Para etmiyordu. Gördü yalnızlık Nereye konursa neresinden tutulursa nereye götürülürse Bir sokağa çıkarılsın bir pencereye konsun denize çıkarılsın ister Gidecek şey değildi insana. 189 Kuleyi anladı İvi Denizi tutup ayağına getirdi. Kule denize bir baktı İki baktı Üç baktı Kendini içine attı. İvi insanları anladı Yaşamaya çalışmaya yolladı. KÖTÜ EVLERE İNEN BALAD Aldım otuzbeş yaşımı, o canim ağzını, sana geldim, Bir pencerede bir kadın yavaş yavaş soyunuyordu,bakmadım Dünyalar değişti gerimde, gerimde güneşler, çocuk gözleri Bir pazar alıp kırlara çıkardığım yalnızlığım. Kalktık aşağı odalara indik, göğe yakın oturduk Bir yer evrende ille düşecekti duyacaktık O gün o gece o sabah öyle hep bekledik durduk. Ellerin aklıma geldi de kalktım sana geldim Bütün gece öptüğüm yerlerin bin yıllık yalnızlığımdı Bir doldu bir boşaldı yukarı odalar, yörede çocuklar uyandı Kirli bir ses bir su aktı durdu gecede duyduk Bir adam ne kadar sıkıldı ki uzun uzun kahve ısmarladı. Böyle hep yangınlar açlıklardı alan göğümüzü Anladık aşkımızdı daha bin yıl yaşayacak başka değil. 190 Sunu Aldım her gün biraz biraz umutsuzlukları sildim Karalara akları çıkardım bu şiiri yazdım. AŞK Sen varken kötü bir şey bilmiyordum Mutsuzluklar, bu karalar yaşamda yoktu Sensiz karanlığın çizgisine koymuşlar umudu Sensiz esenliğimizin üstünü çizmişler Nicedir bir pencereden deniz güzel değil Nicedir ışımayan insanlığımız sensizliğimizden. Sen gel bizi yeni vakitlere çıkar. TE DEUM Ne güzel uyuyordunuz hepiniz, bir kez daha ne güzel uyuyordu bir kadın bir çocuk Daha bu deniz gelip durmamış daha pencereler dünya yüzü nedir bilmiyorlardı Böyle binlerce şey bir bahçeye bir sokğa bakmak nedir bunu bilmiyordu Benim bildiğim bir de uyanıp bakacaktınız yok uyuyup uyandığınız sabahlar, öpüştüğünüz odalar yok Yok ağaçlar sular şiir yazdığınız masa, her gün size doğru gelen deniz yok Manav yani dükkanını arayacaktı bulamayacaktı Rum fırıncı karakola koşacak böyle böyle böyle diyecek kimse inanmayacak Bakacaksınız biri namussuzluklarının ardından ağlayacak herkesler soracak Siz gelecektiniz sonra en sonra siz gelecektiniz pencerelere bakacaktınız, bulamayacaktınız Asıl eskici Abdullah şaşacak, Abdullah çekicini örsünü arayacak, yok. Asıl o çekicine örsüne ağlayacak hepiniz üzüleceksiniz. 191 Sizinle gelirdi bakın çocuklar, taze marullar sizinle gelirdi Yani kapısının önüne oturdu mu hepimiz bilirdik artık iş gökyüzündedir (Gökyüzü bir kez daha şiirime giriyor demektir.) Bakarsınız birden anlayıveririz Abdullah'ın bir sabah mutluluk dediği şeyi Birden daha bir güzel gelmesi pazartesilerinin onunladır artık Onunla gelen bir sabah erkenden gelecektir bir daha hiç gitmeyecektir Gelmeyen güzel birşey yoktu sizinle, bir deniz sizinle yüz kere görünürdü Durup dururken bir yere bir yıldız düşse siz geçiyorsunuz derdik Sizi bekliyorlarmış gibi mısırlar, yoncalar bir anda büyürdü Siz dedikten sonra resimler başaklar sarıdır Bir şey sizinle mi geliyor sizinle mi dünya kötü tutar düzeltirdik Tüm iş sizinle gelen denizdeydi bir işi bitirmek başlamak bir işe o denizleydi Yanıt Benim bildiğim elimde bir ölüm özgürlüğüm vardı, alamazlardı (Bunca şeyi bunun için anlattım örneğin ne güzel uyuyordunuz dedim) Bir sabah salt daha iyiye böyle giderdi dünya Diyordum tüm düşmanlıklar böyle biter dünyada başka değil O şehri aç bırakan adamı göremezdiniz bir daha bir daha açlık nedir bilmezdiniz Bir düşünün bakacaktınız o düşmanlıklar açlıklar bir sabah bir sabah hiçbiri yok Ben onu bunu bilmem bakacaktınız bir sabah her şey güzel Bıraksalardı en başta bunlar olacaktı. Bu sefer olmadı. GUERNICA Önce eli gördüm Benimle beraber tabaktaki uskumru domatesle boyun boyuna biber rakı gördü 100 mumluk lmab bir yandı bir söndü 192 Öldü dirildi Guernica Dünyada mıyız değil miyiz diye Bir adam kendi kendine sordu Bir kere eli gördüm ya Arkasından yeşil bir göz gelip durdu önümde Yeşil göz herkese denizi hatırlatıyordu Bana hiçbir şey hatırlatmadı Yeşil göz Yeşil bir gökyüzüne bakıyordu El Bir ağaç gibi parmaklarını açtı Göz kırptılar gökyüzüyle Yeşil bir alemdi Picasso bir mavi çekti Gökyüzü kendine geldi Daha sabah Ağaç kararmamıştı Boğayı gördüm Boğayla beraber yüzlerce adamı gördüm ilk defa Guernica ana baba günüydü Su gerisin geriye akıyor Kuş gerisin geriye uçuyor Ağaç gerisin geriye Bir fırtına bir yangın Öyle bir şey Göz gözü görmüyor göz tabaktaki uskumruyu boyun boyuna biberi domatesi görmüyor Belli savaş Belli ölüm 193 Üç adam kim yaptı bunu diyor Ha diyor herifin biri Picasso siz diyor Ha Daha sabah Hep sabah Picasso Akşam Amerika Baktım bir siyah Guernica'dan çıktı Gökyüzünün bir kıyısına gidip durdu Bu gökyüzü daracıktı eskiden Picasso geldi İş değişti Yerde bir adam yatıyor, öldü ölecek Daha sabah Ananın uykusu var Elinde bir lamba dolaşıyor habire dolaşıyor Kırmızılar sarılar siyahlar konuşuyor savaş oldukça İşin iş kırmızı İşin iş pencere Amerika işin iş Bir kadın girdi odaya ana belki kız belki Rakı şişesi yere yuvarlandı Döşemedeki suyla buluştular 194 Su kollarını açtı Rakı her yanını Sarmaş dolaş oldular Bu dünyada ölüm Belli onlara göre değil Belli dünya Guernica'da iyi değil Belli Picasso üzülüyor Bir su üşüdü Guernica'da herkes gördü Guernica Amerika'da karanlık Dünyada değil. SAKARYA SOKAĞI BALADI Baktım yöremiz burçlar, yöremiz Kova Burcu, Yengeç, Başak, Boğa Burcu yöremiz Bir kız Oğlak Burcu'nun üstünde, Sevinç belki, soyunuk oralarıyla oynuyor Ben seni, öbür burçları alıyorum sokaklara, denizlere çevirip bakıyorum İlkin Sakarya Sokağı, Akdeniz'in kırık dökük bir kolu ilkin gelip çarpıyor Sonra dünyalar güzei yinin çizgileri, yorgun, mutlu alaz alaz hani Hani beni yerden yere vuran o Salamis'li Denizciler Korosu boynun O yanından ayırmadığın gök, acımsı koşuk olmayan nesir halinde hani Aşağılarda maystro aşağılarda bakıyoruz beybaba, frikik, sifos bakıyoruz O gök o alasız çizgileri yinin o dudağına tam arasal inen çizgin Birer birer gelip vuruyor. Tuttum hey dedim aldım sokakları, Bayındır, Devrim, Adakale Sokağı'nı hey dedim aldım Her birini nasıl hele birilerinin çizgilerini nasıl seviyorum, karıştırıyorum nasıl Baktım Sakarya Sokağı Karanfil Sokağı'na bakıyor, Karanfil sokağı yattı yatacak baktım 195 İlkin çiçek kokan üstlüğünü o korkunç yeşil üstlüğünü çıkarıp attı geceye Gecede bir kıpırdama oldu bir yeri ağırdı bir yeri korkunç koptu duyduk Sonra şöyle çırılçıplak şöyle kuştüyü o canım kollarını açtı şöyle mavi Yürüdü vakit deyip Sakarya Sokak elleri kolları her yanı vakit deyip yürüdü Bir yer belki bin belki daha da eski çağlar daha eski yıkılar, şatolar düşüverdi Bir dürüldü bir açıldı hiç açılmayacakmışleyinbir dürüldü bir açıldı gece Çiroz, Adakale sokak bir de fakir bitli bir sokak, Çırağan Sokağı çıngırağı çekti Bütün sokaklar bütün öbür sokaklar yerlerine döndüler, dönüp işlerine başladılar Belki bin belki daha eski taş tunç çağları geçtigeçti belki de, biter gibi değildi gece Önce bir çocuk bir okullu çocuk bağırdı hey dedi hey cumartesiler, salılar, pazarlar Hey 2'ler, 3'ler, kalemler, defterler, dili dılı geçmişler bütün geçmişler, üçgenler hey Çavuşağa hey, Balıkçı Necati, Florya, Bizim misuri, karikatürist Halim hey dediler Hey bu kadar yeter diye bağırdılar Sakarya Sokağı'na bu kadar yeter diye bağırdılar Birbiri ardına dizildi sabahlar, sabahlar öbür sokaklar öbür denizler Birden doğruldu Sakarya Sokak aklına balıkçı necati geldi birden, Necati dükkanını açmalı diye düşündü Baktı çırılçıplak uyuyordu Karanfil Sokak bir yeri bin yeri uyuyordu baktı Açsa üstünü Sabah Herkesin istediğiydi Üstünü açtı Sunu Nereye diyor burçlar, İkizler Burcu, Koç, Oğlak burçları nereye diyor Hiç diyorum hiç on beş yıl öteye, on beş yıl ötede bir çocuk beni bekliyor Gidiyoruz dünya güzeli bir ormanda bir kocaman bir sarı ay düşüyor Gözleri gözleri çıkıp çıkıp geliyor, gözlerinin içini bilmezler nasıl bilirim 196 Gözlerinin içini bir bilseler kimse savaşın adını ağzına almaz Bilseler bir sabah sonrasız, bin satır on bin satır bir sabah bilseler Böyle alıyorum Akrep, Boğa, Öküz Burcu'nu tüm kötücül burçları böyle alıyorum Ulan diyorum Çekip gidin artık Çekip gidiyorlar UZUN KARANLIK Neydi o güneş o sular güneşi çıkı çıkıveriyoruz Ben seni alıyorum seni cumartesi çocuğu soyuyorum Birden bir yerlere gidiyoruzbir yerlerden geliyoruz Bungun, karası, bak diyorum bak acunsuzluk önün diyorum Hiç yokken böyle diyorum böyle güzel diye diyorum Sonra birden bire sen yoksun işte birdenbire yoksun Bakıyorum Amerikan bir gök sıkılıyorum kalkıyorum Sen yoksun ya seninle binlerce yerim yok. Bir sabah uyandım bütün dörtleri beş yaptım. Çıktım bir bir camları, caddeleri indirdim ses yok. İnsan böyle n'aparbilmem seni hele bak hiç bilmem Gidip ağaçları tutuyorum, çocukları çocukları öpüyorum Durdum bir yerden göğü, sokakları hep sokakları dinledim Evlerini deniz yıkayan bir kıyıdan bağırıyorsun bana Bir soluksuzluk bir duvarlarbir duvarlar duyamıyorum Böyle bir uzun karanlıktan bağırıyorum bağırıyorum. 197 SOKAK Çok oldu, bir akşam beni sıkıverdi etin türküsü Ön kapıdan bir adım attım doğru o karanlık O kalemler, defterler, yalnızlıklar Edibe'nin koyduğu Bir karanlık iyi günler diyor iyi günler durup baktık Bütün o şehirler biraz önce yangından çıkmıştı sanki O uyumalarını uyanmalarını ben güzel yaptım Şimdi kimse dünyada senleyin güzel uyumaz uyanmaz senleyin Aman o baktığın denizler anlatılır gibi değil Sen bir şeye bakıyor musun o anlatılmaz artık Böyle bir yaprağı bir suyu bir yolu yanın sıra geçiyorum Bir sokaktan bin sokaktan rüzgarlar koyveriyorum Bütün gün seni düşünüyorum da bir başkasıyla yatıyorum Bir şiirde bunları diyorum demediklerime geçiyorum Ne güzel giyimlerini balıkları yolları alıp boyuyorsun Yalnızlıkları, bir yapraksız ağacı, yukarki karanlığı çiziyorsun O ala sevin senin şimdi hızlanan çoğalan o şehirlerde Nice soğuk, kımıltısız gecelerimizden trenler geçiyor Bu karanlığı ben indirdim bilmem biliyor musun Sanki bir yaşamlar görmüştik, fukara soluğumuzu yitirmiştik En çok insan bir yerimiz kopup gitmişti duyuyor musun Yeniden o sokağa o ulu sıkıntımızın sokağına indik Hani bir ışıkla başlar ya şiirler artık hep öyle başlıyorum A'dan Z'ye bir karanlığı büyütüyorum Şu kadınlar var ya şu kadınlar şu kadınlar yok 198 BALAD Ben böyle deniz görmedim ne kadar seni düşündüm Gittim ne kadar bilemezsiniz ne türlü karanlık Baktım biri yok o kentlerin hiç olmamışlar gördüm S bir kadın balkonunda baksam ne zaman olurdu E sesinde yüzlerce trenler yürürdü Galile'de Sizi bilmem ben galiba olmadım o dünyalarda Salt bir it karanlık akşamüstü denizlere doğru Durmuş nasıl bu gökle bu yalnızlıklar yaşamada Ne yaşanmışsa görmemişiz yaşanmış o kentlerde Gittik gittik bizi bu surlar tuttu böyle kaldık Böyle güneşlere bayılıyorum çok güneşlere Hafif otlar yürüyor evlere pis İstanbullara Şey ile şeysiz geçiyorum o kapanık güneşlerde Siz bir durma benim Karanlığımı yadsıyorsunuz Sokağa çıkmayın diyorum çıkmayın duymuyorsunuz Benimle gelen o büyük sıkıntıdan gelenlerdi Ta Galile içlerinden yürüyerek gelmişlerdi Biriniz beni görmediniz ne kadar bağırdımsa Denizler baktığın tüm o denizler gösterdi bana Bir yalnızlık yeryüzündeki kapılar bir o gördüm Sunu Ben bütün çizgilerde oldum bütün o çizgilerde Her sefer böyle geldi vurdu yaşamama bir deniz Aldı bir yaşamadan bir yaşamaya kodu nasıl Al bir çocuk vardı o korkularda o gecelerde Büyük ulu sular yudu beni çokum artık nasıl Bir deniz size de gelir vurur elbet anlarsınız 199 F Siz o gökleri görmediniz Asur'da Kral yazıtı sularla Herodotos vakti, milat soğuna durur nasıl, nasıl Met Kralı Urikos'a ırmak ötesi valiler getirir gösterirler, kim bilir ne güzel gösterirler, durur sonra nasıl güzel Asur'larda özel evlerde Akadca, kim bilir. İngiliz nesrinde kim bilir ne güzelsinizdir, oyma put dökme put gibilerde o küçük harf haliniz Het Dağları'na dedi. nasıl korkun ben burda kalıp çay dağıtacağım yazıcı Ezra'ya siz ne yapacaksınız ey falan Siz o gökleri görmediniz, milat göklerini Nasıl İstanbul defterde nerden bileceksiniz. Bu karanlık böyle yalnız kalmalıyım. Ur alfabesine vuran yüzünüz Mısır'da en çok Mısır'da bizim en çok olduğumuz sabah şeydiniz öyle güzeldiniz. Duyduk Got Denizi'nden geliyormuşsunuz, Mısır'da parasız yediğimiz balığı, hıyarları, karpuzları kralın önünde, tarihler kitabına yazdık çünkü Met, Fars kralları çünkü başkaları güzeldi Siz benim konsüllüğümde geldiniz sabahtan şimdiye değin kaldınız, birtakım küçük denizleri taşladık birtakım denizlere aktık Bu sokaklar ne güzel böyle bu sokaklara çıktık. GALİLE DENİZİ O kadın yunanlıydı ama Fenike soyundandı o gece ilk geliyordu ilk görüyorduk daha Geçmiş ne korkunç yollardan bir onalrı anlattı durdu bütün gece bütün sabahlara "Beato Angellico'yu siz hiç görmediniz, Sanisiata Anuziata Kilisesi'ni hele hiç Beato'nun bir yedi ekmeği birkaç küçük balığı hep bir on yirmi balıkları vardı. Benimleyken bu gördüğünüz resimleri bütün bu resimleri ışıtacağını bilirdi er geç Deri tüyü giyer çekirge yaban balı yerdi bir bu ikisini yerdi işte hep nedense 200 Gördüm o da benim gibi Elam'dan geliyordu İzmir'e benim gibi onunla saat altıydı Onu ben kapıda bıraktım bakın onaltılar yirmiler ne zamandır bakın kapıda artık Bakın denizin üstüne bu 16'ları 26'ları bu göğü o getirdi kodu düz rakı şimdi hepsi Siz onun Allah'ın sağına oturduğunu duydunuz bütün bildiğiniz duyduğunuzda bu işte" Böyle bütün gece konuştu bütün gece f bütün gece bindi on bindi yüz bindi baktık Sanki çok suların sanki Yunanlı değil sanki Asur Truva İzmir'di sanki sesi Bunları dedi çıkıp gitti neden gelmişti neden çıkıp gitmişti sonra belli değildi Birçok soğuklara koyverdi ama bizi o birçok soğukları bilmem niye sevdik Pencereleri açıp otururduk biz pencereleri tutup kapattı tutup her şeyi bir şey etti. Yeniden Beato'nun resimlerini açtı o en çok çiçekleri gösterdi en çok güldü Beytelhem ya da Erden Irmağı'ydı ya da hiçbiri değildi biz bile değildik akıyordu Petrus denilen Simon, herhalde Petrus denilen Simon denize ağ atıyordu çünkü balıkçıydı İsa türlü hastalığı iyi ederek Beytelhem'de yahut Medice'de galiba türlü dolaşıyordu Sonra büyük bir T çizdi ne güzel çizdi büyük bir T büyük kuşlar geçiyordu Malta'nın vergi topladığı kentlerde belli dolaşmış belli bizi sevmemişti Abtcde hgklmop nbşjklmnb csw neryZ Bir sıkıntı mıydı bunlar onun yazdığı o geceye kadar hani hiçbirimizin bilmediği Daha çok o Kudüs'lerden geç vakit getirdiği bir sıkıntı aşağı yukarı sonu Z O gece birdenbire bir güneş bir güneş tam sabaha kıl kalalarda tam oralarda Bir çocuğun bir çocuğun Efsos'tan o gece Sebt gününe Yeruşalim'e yakın sesi Tabriye gölü o gece ta uzakta kaldı Lübnan'dan da Keferhum'dan da ta o kadar uzakta Bin yıl gelecek diye beklediğimiz biraz sonra gelecek saat altılar 366'lar gelmedi Bin yıl öteden üçüncü S'den buralara bu sabahları Kudüslü hanımlar 300 getirmişler Hep Beytsa'da da İzmir'de hep o en güzel incirleri denize hep üçüncü saatlere satarlar Hep bu saatte Petrus'ta Andreas'ta İsa çağırsa da çağırmasa da sağlama balığa gidecekler Ne yapsak bütün gemileri çocuklar İsatnbul' çekecekler doğruysa sonra bırakacaklar Ne yapsak üçüncü saat üçüncü gün çabuk geliyor işte hep yere yakın sevgi'lere O gece bütün saatler beşi vurdu, bütün saatler bir iki üç dört beş Leyla'larda O gece hep işte bütün bunlar bitiyorkötü nesir zeytinlik kötü T. bap 3 işte O gece birdenbire bir güneş bir güneş tam sabaha kıl kalalarda tam oralarda 201 Sunu Ne zaman dinlediğinizde bir ses duyarsanız elam gecelerinden benşimdi oyum Hiç duymayacağınız bir sesle yanınızdan kim bilir yavaş yavaş geçiyorumdur Bilmediğiniz Sümer'de ya da Gudea'da bir beş bin yıldır bir o kadardır kalıyorum Şimdi Truva gecelerinizde ondan söz açıldıkça sizin gibi en aşağı susuyoruMdur 202 EK 2: TURGUT UYAR’IN ŞİİRLERİ GEYİKLİ GECE Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta Her şey naylondandı o kadar Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı. Ama geyikli geceyi bulmadan önce Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk. Geyikli geceyi hep bilmelisiniz Yeşil ve yabani uzak ormanlarda Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan Hepimizi vakitten kurtaracak Bir yandan toprağı sürdük Bir yandan kaybolduk Gladyatörlerden ve dişlilerden Ve büyük şehirlerden Gizleyerek yahut döğüşerek Geyikli geceyi kurtardık Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz Bilir bilmez geyikli gece yüzünden “Geyikli gecenin arkası ağaç Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü 203 Çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı” İster istemez aşkları hatırlatır Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş Şimdi de var biliyorum Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli Hiçbir şey umurumda değil diyorum Aşktan ve umuttan başka Bir andan üç kadeh ve üç yeni şarkı Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor. Biliyorum gemiler götüremez Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini Örneğin Manastır’da oturur içerdik iki kişi Ya da yatakta sevişirdik bi kadın bir erkek Öpüşlerimiz git gide ısınırdı Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi Geyikli gecenin karanlığında Aldatıldığımız önemli değildi yoksa Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak Gümüş semaverleri ve eski şeyleri Salt yadsımak için sevmiyorduk Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz Ne iyiydik ne kötüydük Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı Ama ne varsa geyikli gecede idi Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan Bir bakıyorduk akşam oluyordu karalarda 204 Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında Büyük otellerin önünde garipsiyorduk Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk Yahut bir adam bıçaklasak Yahut sokaklara tükürsek Ama en iyisi çeker giderdik Gider geyikli gecede uyurduk “Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı Sultan hançerleri gibi ayışığında Bir yanımda üstüste üstüste kayalar Öbür yanımda ben” Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım Eskimiş şeylerle avunamıyoruz Domino taşları ve soğuk ikindiler Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık Gölgemiz tortop ayakucumuzda Sevinsek de sonunu biliyoruz Borçları kefilleri ve bonoları unutuyoruz İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum İyice kurulamıyorum saçlarını Bir bardak şarabı kendim için içiyorum “Halbuki geyikli gece ormanda Keskin mavi ve hışırtılı Geyikli geceye geçiyorum” Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum. 205 ÖTEYİ BERİYİ OMUZLUYORUM Ağaçlar sol yanımdaydı, tralalla Deniz yüz mil ötede, tralalla Şehirler çarpa çarpa büyüyordu. Eskiden hiç bişe bilmezdim, tralalla Bir kadın iki kadın elli iki kadın Bir iyi bir güzeldi gökyüzünde Gökyüzünde tralalla Duramaz oldum durduğum yerde Bir kaşıntı bir kaşıntı tralalla Karanlığımı yitirdim. TEL CAMBAZININ TEL ÜSTÜNDEKİ DURUMUNU ANLATIR ŞİİRDİR Sizin alınız al inandım Morunuz mor inandım Tanrınız büyük amenna Şiiriniz adamakıllı şiir Dumanıda caba Ama sizin adınız ne Benim dengemi bozmayınız Bütün ağaçlarla uyumuşum Kalabalık ha olmuş ha olmamış Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum Ama ağaçlar şöyleymiş Ama sokaklar böleymiş Ama sizin adınız ne Benim dengemi bozmayınız Aşkım da değişebilir gerçeklerimde 206 Pırılpırıl dalgalı bir denize karşı Yangelmişim dizboyu sulara Hepinize iyi niyetli gülümsüyorum Hiçbirinizle döğüşemem Siz ne derseniz deyin Benim bir gizli bildiğim var Sizin alınız al inandım Sizin morunuz mor inandım Ben tam dünyaya göre Ben tam kendime göre Ama sizin adınız ne Benim dengemi bozmayınız KESİKSİZ ÖVGÜ -Bu Yezdan için* Esmer güzeli Necla’nın baktıkça “bayıldım” dediği gökyüzü İşte ben bunu mutlak yazmalıyım dedim Karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak Ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi Bir anda kendi kendime bulduğum mutlu gerçek Bir kadın var beni onun iki eli iki gözü kurtarır yaşamamaktan Öyle hoşlanırım ki onunla yatmaktan utanırım artık Sabahları acıkmayı ondan öğrendim 207 KAN UYKU Bir biz ikimiz varız güzel öbürleri hep çirkin Bir de bu terli karanlık Sonra bir şey daha var mutlak ama adını bilmiyorum Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum Oturmuşlar iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su Sarı topraktan testileri güneşte pişiriyorlar Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları Kısrakları birden yavrulamış Havaları birden güneşli Kadınlarla yattığım yetse ya Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor Hoşlanmıyorum YILGIN Bir sargın umut yakaladım onu kuşandım Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım Denize doğru sokaklar gördüm onları da kuşandım Üstlerine üstlük seni kuşandım Tedirgindim namussuzdum deli deliydim Uslandım 208 Üç dilim kavun kestim birini ben yedim Kavundan üç dilim kestim birini ben yedim Birini sana ayırdım kadın al birini sen ye Sabah olsun sabah olsun ilk işim bu Öbürünü götürüp civcivlere vereceğim Senin bir yönün var orada durur yaşarım Birde acun var ben içindeyim Ben içindeyim tüm itlikler sahanda yumurtalar onun içinde Orospular içinde Hurşit Bey içinde sen içindesin Üç dilim kavun kestim birini sen ye Kabuğunu at Hurşit Bey’i at itlikleri at Durup durup sana sesleniyorum KAÇAK YAŞAMA YERGİSİ Günlerden o gün alıp başımı evin yolunu şaşıracağım Taze ekmeğim eski kanlarım benim ellerim şaşıracak Ya da tek başına acıkacaksın sen tek başına gözlerin Hiç umurumda değil ya şundan şundan şundan korkuyorum Kim uydurdu bu haziranı bu temmuzları bu yaşamaları gizli kapaklı Bu yufkaları oğlakları bardakları bu bütün puştlukları bu Şarkıları Hiç umurumda değil yoksa yalnızlıklar, bozuk paralar, uzun boylu ayışıkları, gelip giden sarhoşluklar, sabahleyin yalnız yatakta az az üşümek, hani insanın kendi kendini bulamadığı, hatırlayamadığı saatler olur ya, işte onlar.Bir keresinde böle saatlerin birisinde bir şarkı duymuştum da 209 işimi gücümü koyup sokak sokak bir kadın aramaya çıkmıştım.sonra bulamamıştım.bir iğrenmiştim nedense, gidip bir köşede kusmuştum. Akşamları eve hep arka sokaklardan dönüyorum Pencerelere bakmıyorum dükkanların mostralarına bakmıyorum Kadınların eteklerine bakmıyorum hiç Sağıma soluma bir baksam biliyorum sapıtmak içten değil Bir baksam ertesi gün nerelerde olurum Uzak şarkıları dinliyorum sıkı sıkı aşık oluyorum İyi niyetle merhaba ağaçlar evler bildik bulutlar Öğrenciler memur kişiler bana benzeyenler Ben kaçmaya çabalıyorum hoşnut muyum Siz kaçtığınız yerde hoşnut musunuz Konuşup gülüşüyoruz umumhaneye nasıl gittiklerimizi anlatıyoruz Hiç yanıma yöreme bakmıyorum İlle şeytan minarelerini düşünüyorum büyük pullu deniz gibi balıklarını Kadınlar adamlar şehri uğultularla dolduran namussuz Kalabalık Yorgun kalabalık iyi kalabalık alaycı düzenbaz kalabalık Bir karışsam içlerine bir uyusam biraz gülmesem Ertesi gün kim bilir nasıl yaşarım. Bir çalıştığım oda var üç pencereli, bir arka yol, bir gök yüzü, göre göre önceleri sevdiğim sonra alıştığım, sonra ezberlediğim, artık kurtulduğum ağır aksak gözkyüzü, her gün her sabah bir şu kadar kuşun, adamın, uçağın, yağmurun yunup arındığı gök yüzü, bir de geceye karışmaya başlayan tek tük ışıklı,ama nasıl sıcak ışıklı tanıdık yerler, Zekeriya Bey in evi, süheyla Doğrusöz’ün evi,Ali Özaçar’ın bakkal 210 Dükkanı, Temiziş kolacısı kocası Süleyman, sonra kendi evim, yaTağım, yorganım,çorbalar Gidiyorum geliyorum dünyayı bu kadarcık belliyorum Halbuki ben ne hinoğlu hinim aslında,iyice biliyorum açlıklar, İnadına kanlar, çıngıraklar, döğüşken horozlar var, ormanlarda zaman zaman unuttuğumuz haydutlar, enginar tarlaları, pamuk tarlaları,ırgatlar, sekiz yüz kadem derinliğinde kömür arayanlar, zorlu aşklar, buğdaylar buğdaylar, ilaçlar ilaçlar halbuki biliyorum biliyorum ama ne ben yokum ne onlar eksik Akşamları hep arak aksaklardan dönüyorum Biraz bıkkın bir parça kırık korkunç umutsuz ve sakin Eve geliyorum seni buluyorum bir seviniyorum bir kızıyorum Sonra biliyorsun DENİZE GİDİP DÖNEN MAVİLERİN BİRE İNDİRGENEN ÜÇLÜĞÜ Yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir Bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün Bütün yitiklerim karalarım üst üste üst üste bütün karışıklığım Gelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllık Şu kadar biner yıllık karaların karışıklığım üst üste Usul usul insan insan ölüm ölüm üst üste Şu kadar güneş şu kadar su yılanı şu kadar düzen Ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara umutsuzluğa Bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum Bir balığın ağzını anıyorum durup dururken Seviniyorum Ben üç yer tasarlamıştım üçüde sana bana uygun Biri güne bakanlardan biri otuz yaşta birini sorma 211 Birini sorma gün gelir ben söylerim Daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim Bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin Yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen Baştan başlayalım susamlı ekmeklere denizaşırılarına sevmelere Gidip dönelim Belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki Belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller Ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim Bakarsın göneniriz gidip dönelim Ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben Seninle gürül gürül saçların var nasıl olsa GÜNEŞİ KÖTÜ O EVLER O benim bildiğim sevdiğim bellediğim güneş diye beklediğim güneş değildi odadaki Mor tozlu halılarda iplik döküntülerinde oymalı cıgara masalarında o değildi Perdenin arkalarındaki oydu bir çıksam karşılaşacaktım oydu vurulurdum çıksam O benim bildiğim sevdiğim güneş diye bellediğim güneş değildi odanın içindeki Bu güneşi değiştiren evlerde terzilik yapılır giyimler prova edilir Acılı gülümser kızlar ağır ayak gebeler kumaş iğneler teyel atar Hiç içilmeyen likörler saklanır büyük canlı dolaplarda Aldım kendimi oralara götürdüm ben bu evlerde döner kebap yiyemem Çocukları sevmek gelmez içimden gül suyu koklayamam durur saçlarımı tatarım belki Eski zaman adamlarını eski zaman kadınlarını eski zamanları 212 düşünürüm Ağır kumaşlardan sultani elbiseler içinde kim bilir nasıl bu soğuk güneşler gibi soğuk sevişirlerdi Nasıl kalkıp kalkıp çiçek sularlardı geceler karanlıklarında Kim bilir serinlemek için Elbet serinlerlerdi Ben bu evlerde döner kebap yiyemem ölürüm Tıraş olurum en güzel giyimlerimi giyerim oturur beklerim Yıkarım temizlerim adam ederim ya da İplikleri toplarım kızları öper öper uyandırırım Sabahlara akşamüstlerine kıvırcık marullara hazırlarım onları beslerim Alırım karşıma bir bir belletirim dalların yeşermesini kuzuları mutluluğu ölmemeyi Ölüme karşı durmayı en çok onu yenmeyi O karanlıklarda kalmış yaşamak yerlerini bulurum çıkartır gösteririm Elbet bellerlerdi Ben o evlerde döner kebap yiyemem yiyemem Ben prova yapamam iplik dökemem acılı acılı gülemem gülersem Durur kuruntularımı beslerim mutsuzluğumu süsler büyütürüm Bir o güne beslerim o ak pak güneşe O her şeyin birden serpilip ortaya döküldüğü gelişeceği gizlide kalmış uçların bir bir belireceği günlere Sular gibi dururum. ESKİ KIRIK BARDAKLAR İşte bu ellerimle yalnızım bu inanmazsan bak Bu saçlarımla bu iyi giyimlerimle paralarımla 213 Sen varsın ya sen çoğu kez yetmiyorsun Uzakta mısın sen misin söyleyemiyorsun Bakışın mı eksik dudakların mı anlamıyorum O adamlar geliyor aklıma karanlık iri yarı O gemiler ipleri yelkenleri dümenleri dökük Unuttuğum kırlangıç kuşları kırık bardaklar Bir ahşap evde taşlık beyaz günleri bilmezsem Bir testiden soğuk soğuk sular sızdığını bilmesem güç dayanırım bu durum tek başıma beni suçlandırıyor işte gör sabah akşam baş ucumdayım bakın bu ikide birde bozulan güneş bu durup dururken sokan yılan bu kırık bardaklar çöplüklerde aşkın şiirin ölümün en kolayına gitmek caddeleri sevmediğim kadınlarda yitiremedim biliyorum sebebini bir bir biliyorum öle kolay kendisi kurtulması söylemesi öle kolay kolaylığından sıkılıyorum kurtulmak elimden gelmiyor GÖĞE BAKMA DURAĞI İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlardan Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlardan Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu arınıp duran korkan ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım 214 Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durar ineriz Bu karanlık böyle iyi aferin tanrıya Herkes uyusun iyi olur hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zan gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Suların ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız pencere vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü geç Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım BÜYÜK KAVRULUŞ Büyük, kavruluş soy kırlar gelir aklıma hep,kep Tükenince insan dayanıklığım Ağır bakır kalkanlarımızla, demir kargılarımızla döğüşüp düğüşüp geri çekilince Yorgun kollarımın en genç bir yerlerinde bir kan şeritleri 215 akmaya ince ince Başlar yeni sulara kadar, hızla zamana, körlüğe, kötülüğe kutsal tutsaklığım Nedir senden başka kurtardığımız bu dengesiz savaştan, bu Yağmadan nedir Senden gayrı, ey, bir içimi genç ormanları yüzyıllığa büyüten Diri su, senden Eskimeden küçülmeden;mutluluktan, özgürlükten, kuşakları Birbirine düğümleyen Bir kadını, bir seni, bir sesi, bir suçu,bir şeyi en çok o şey yapan güç Yalnız sendedir Seni arayan sular, seni kışlar, seni adamlar, seni sonunda bozulmuş ordularım Sanki ay dökülür diri balıklara, sanki gümüş şeyleri güneşler güneşler ışıtır Yorgun kuşamlarımla, kanlarımla,gelirim, uzanır senin sabahlı gecene yatarım Bu donattığım savaş gemileri sana, dokuttuğum bu vurucu ipekliler seni anlatır Bu senin içindir, sabah ormanlarına, dağlara, balıklı göllere açılan balkonlarım Sen olmasan, yeryüzünde bu ağaçları, suları, bu büyük kayaları bekletecek ne vardır Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur Benim bir suyum vardı akıyordu Bir toprağı yeşertip akıyordu Bir yerlerde birikmeden akıyordu 216 Öyle sakin öyle ince öyle güvende ama akıyordu Ben çevirmedim gene akıp duruyordu -O anlatılmaz çömleği bir dere çamurundan karıp yapmışlar kıyılarındaki evliya keçesi otlarının kokusu sinmiş sanki uzağa götürüyor insanı götürüyor bir çorak sarılığın düzüne yazısına bırakıyor değinmeleri insanları hele daha çok sevişmeleri özletecek bir yazıya, büyü sanki Sevdiğimden değil sevindiğimden Uzun geceleri durup bölüyorum Uyanık sesleri geliyor utanıyorum Herkeslerin kaçıştıgı bu yağmur Beni arı duru yıkıyor ıslanmıyorum Hep bir hikayeye girmek insan yönümüz mü Islanıyorum Bu yanım ıslanıyor daha çok Akçaburgaz bir küçük kentti küçük evleri olan bir kentti yalnızdım inceydim kendi kendimeydim kalktım bu büyük kente geldim -şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni hangileri haklı hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her zaman gerekli mi, ya benim yaşamam kalktım bu büyük kente geldim tozlarla böceklerle katlım geldim Yalınız sedef kabuklarla geldim Bu kenttir toprak çanaklardan ayrıldım Büyük yapraklardan sular beni sevindirsin Gemilerin limandan çıkışları beni sevindirsin Yalnızlığım sığmadı kente Çünkü dağları alışıktı bana alışıktı Birden evlere sokaklara çarptı Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı 217 Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır Akçaburgaz’da mutluydum onunla Hoşnuttum ondan Sığlarda balık yavruları gibi kuşkusuz Bir oraya bir buraya bir ormana Bunaldıkça bozgunsuz avuntularım vardı Eski haydutları bilirim Bir zamanlar akça burgazdan dolaylarını denize doğru Kasıp kavururlardı Yalnızlıklarını orman ateşlerinde yakarlardı Korkularla yakarlardı Kara sargılı atları dağlara göreydi Şehir uzaktan sevdikleriydi Bıyıklarından sevinirlerdi Ne efsanelere girip çıkmışlardı kan içinde Kayalara gizlenip düzene karşı koyarlardı Bir korkunç sevmeleri vardı en çok onu bilirdim Sonu mutlak bir ölüme varırdı Bir dağ ölümüne sanki Sonra o bencil aşk o ölüm yıllarca tüter dururdu çatılarda Sularda bulanırdı düğünlere karışırdı Ona özenen aşklar türerdi küçük odalarda Ama bunları neye anıyorum ben Yaylabölüklü müyüm Sonra ben kalktım bu büyük kente geldim Çünkü kişi büyük kentlerde de gelmeli Kendi güzel yalnızlığı için gelmeli Kalktım bu büyük kente geldim Akçaburgaz yalnızlığımı da getirdim Dövündü kısırlaştı garipledi Anladım yalnız avutamazdım onu -o deniz mavisinden neden kaçıyorlar sanki oysa onun avutması büyütmesi ince yaşamaya durgun isteklere karış 218 ması Adile’yi buldum sevindim Yalnızlığım onun şehrine ısındı Yapılar önüme durmuyor artık Sokaklar aldatamıyordu Belki ısınmadım ama katlanıyordum En çok geceleri sevmeden anlıyordum bunu Sonra adile uzaklaşmadı Ama ikiye bölündü Benden aldığı güveni onda harcıyordu belki, ondan aldığı serin Huzurla bana dönüyordu gene, benden ona ondan bana İlettikleri yahut ilettiğini sandıkları onu mutlu ediyordu Denizin gereği yoktu sevişmesinde ben vardım çünkü, İlençsiz, yakınmasız, hatta kinsiz, genç Erhan’ı kıvandıran Çeken eti vardı, onun kendisinde mutlu olduğunu görmek Bilmek bir çeşit aşk gibi sarıyordu onu-oysa banada geRekliydi- o bilgi böylece sardıkça onu, kendi etinin tadı geçmeye yüz tutmuşluğu yalım yalım gecelerine gidiyordu Onu arıyor hep böylece Benim bir suyum vardı akıyordu Bir toprağı yeşertip akıyordu Bir yerde birikmeden akıyordu Öyle sakin öyle ince öyle güvende akıyordu Yine akıyor ama yanıldım Yine akıyor ama otlar cılız Güneşler soluk günlerde aksak gibi Bir avuntu buldum avunuyorum Katlandıkça arınıyorum Katlanmanın tadında acısında arıyorum Bir yerlerim temize çıkıyor sanki öyle güzel Kara kara geceler abandıkça üstüme Arapkanlı duygular abandıkça 219 Öksüzoğlan balıkları gibi kuytulara kaçıyorum Akçaburgaz yalnızlığıma sarınıyorum AKÇA BURGAZLI YEKTA’NIN YANLIZLIĞINA KARA TAŞTAN TAPINAK KURDUGUNDA SÖYLEDİĞİ MEZMURDUR Karşımızsa binler mumluk bir lamba yanıyor N’apalım akşamdır.Uydurulmuştur yıldızların çöreklendiği Elini elime alıp Davut’la mızıka dinlediğimiz Benim kenarından bir ucunu kaldırıp baktığımSonra ürküp birden indirdiğim Biz küçük adamlarız.Davut’la ben.Şiirler okuruz. Aşık olmuşluğumuz vardır.Sapıtmışlara Peygamber olduğumuza Yoklukların sonuna vardığımız kapkara masmavi gözlerle Bilmişliğimiz yoktur.bağışlayıp inandılar.Hamd ederiz Gelip dikilen bu uçsuz akşamla yeni bir hüzne başlıyoruz. Ama Davut yok.Yalan söyledim.Davut ölmüş. Kaldırıp gömmüşler mi?Bilemiyorum. Yakıp savurmuşlar mı?Bilemiyorum. O kalabalıkların tıptan günahkar olduğu yahut bağışlandığı Akımsı kalın kumaşların kanlanıp kumlara belendiği O kıvırcık sakallar ve kargılar döneminde O bakırlar döneminde O hep birlikte sayılmanın erinci döneminde Parçalayıp dağıtmışlar mı?Bilemiyorum. Davut yok.Yalan söyledim.Onun sürekli ölmesi var yanımda. Yeni bir hüzne başlıyorum. 220 Bu gidişe ben, tek başıma ayak uyduramadım Pencerelerde bir elleri öbür kulaklarında kıvıl kıvıl böcek kurtları yavruları Karanlık bir yelkenden hızla boşalan kıllı tükenmez rüzğar Şehirler.Yolları boyunca dükkanlar açtık, mostralar düzdük Bilimleri sürdük getirdik çılgın ateş yalnızlığımızdan O bizi dövüp sövemiyen acemi, haydi yufka yürekli Tanrılar katına Kaldım.Durmadan Davut’u büyütüp öldürdüm. Başka üç kişi daha öldürdüm Sonunda durdum sana başladım. Sana bağladığım.Akşam mıydı? Gelip gelip gidiyordu havuzların balıklı boşluğu Heykellerin ayıpsız çıplaklığı Davutsuzduk.Umutsuzduk.Umutsuz kalmak iyiydi. İyiydi, Dinleniyordu.Dönendiriyordu. Kara kara kuyulara kapandık.Korktuk.Çıkmadık. Bu benim gerçeğim.Durmayıp şarkı söylemek. Durmayıp yalnız kalıyorum.Ufacık,yeşilli adalarda Yalnız kalmaya savaşıyorum.Kadınlarla.Erkeklerle. Çocuklarla. Tarihlerle, bilimlerle, kalabalıkla savaşıyorum. Büyük tapınaklar kuruyorum.kara taştan.Kalın arabalar koşuyorum kendim girip tek başıma tapınıyorum.Yaralarımı sarıyorum. Birden bir yerden o ışık.Bir yerden o ses. Artık sana attığım temeller tutmuyor. Çünkü sen hiç yoksun.Hiç olmadın. ATLI KARINCA 221 Tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi olsun.Bile bile aldanmaya vardırıyordu işi.Ama olmuyordu kendisi vardı. Önceleri terliydi avuçlarımdan kayıyordu Sonra sonra hem alıştım hem sevdim Dedim ki ne iyi bu kadındır gecenin yarısında Etleri var beyaz gergin sıcaklığı var öp öp ısın Karanlık sokakları kötü lokantaları ısınmış rakıları Düşündüm göğsümden iki düğme çözdüm Gittim bir ormanı dört ucundan tutuşturdum geldim Burada bana göre bir şeyler vardı Oturdum Bu ellerimi nereye koysam yakışmıyor Dedim ki en iyisi kucağında dursun Şu kravatımı çiviye as gel Sigaramı yak birlikte at arabalarını düşünelim Sarı pirinçten pırıltılı koşumlarını düşünelim Bir zamanlar bilerek unuttuğu ‘Küçük Deniz Sokağı’nı Denizi odun depolarını demli çaylarını Ben iyiyim bunlarda iyi şeyler sen nasılsın Kolların çıplak değildi ama hiç te zararı yoktu Bir gülünce tanıyordum sen değildin ne yapsam elimden gelmiyordu Tanıyordum elimden gelmiyordu Yoksa ne güzel aldanacaktım Yabancılığın daha alımlıydı belki Ama seni bir ormanda yakalasaydım İlk günlerin ilk çiçeklerin tadında Kandırdılar 23 lira 10 kuruşumu aldılar iki kadehe 222 90 kuruşu da ben tutup garsona verdim Sonunda şehre vardım gökyüzüne fişekler atıyorlardı Bir kalabalık vardı sarıydı utanmazdı geçkindi Bölesi daha yakışıyor bildiklerime Gün doğsun bir arınayım istiyorum Güneş tozlu caddeler kaygılarım beni bir arıtsın istiyorum İşte tam böyle istiyorum YEŞİL BADANADA KURTULMAK Bozgun Sanki döşenmiş odalarda akşam güneşleri Öyle soğuk öyle kış günü Yalancı inciden gerdanlıkları öyle kırık Öyle sulardan çayırlardan uzak öyle darmadağın Öyle namussuz öyle anasının gözü, Öyle bellediğim öyle kovduğum kırıp dökemediğim Vaktimin ortasına giren bu karanlık resim Dağda bozulup kalmış köhne otobüslere benzeyen Öyle tutkusuz öyle isteksiz öyle zifir şaşılır. Duramıyorum hemen sokağa çıkıyorum Ağaçlara kuşlara kağıt helvacılara çıkıyorum, Çakıl taşları renkli cam kırıkları kilit parçaları, Kuzuların sevip sevip yediği otlardan topluyorum Kuzulara vereceğimden değil, yok değil, Böyle çocukların sevdiği işler yapmak pek hoşuma gidiyor Yada evde kalıp kocaman kalçalı kadın resimleri yapıyorum O da hoşuma gidiyor 223 Terliksiz Kadınlar Korosu Bizim çıplak topuklarımız mozayıkların üstünde ya Durmuyoruz günaşırı duvarlarımızı yeşille maviyle badana ediyoruz. Durmuyoruz dünyayı yeniliyoruz, Bir koltuğu oradan alıp öteye yerleştiriyoruz. Pencerenin yerini değiştiriyoruz Halıları temizliyoruz, yemekler pişiriyoruz Soğuk sularla yıkıyoruz ayaklarımızı kollarlımız boynumuzu İşimiz bitiyor, oturup sevilmeyi bekliyoruz Onlarda o zaman geliyor. TELEFONDA İYİ LOŞ ODA Sizin loş evlerinize bayılıyorum akşam gibi loş şeyler bekler gibi öyle loş Sarımsak demetlerinden artakalmış güneşler gelip durur kapınıza eşinir kişner döner öyle Ağlar mısınız şarkı mı söylersiniz şimdilerde hay sizin andım ışıdım Telefon çalar bir gelin alayını haber verirler Carmen'den bir aryaya durusunuz Hay siz andım sevindim Oysa ne resim sergisi umrumdaydı ne bizleri kapıdan üfüren şu şehir Herkesin gözü benim sevdiğimde oysa benim sevdiğim ayrılığı yok oysa ben hem sevmeyi hem susmayı biliyorum Siz olmasaydınız ben ne yapardım oysa bu loş günde bu yardımsız avuntusuz bungun Ya sizi anmalıydım ya bir yangına hortum tutmalıydım 224 alevlerle eteşlere küllere Siz kimsiniz bu orman bozgunu yeşil perdeleri nasıl uydurdunuz Allah aşkına Baktıkça bir yeşil oluyor ne elden ne koldan ne mermerden Beni elimden tutun taş yollardan geçirin evinize götürün su verin bana Bu ne yeşil piyano çalarsanız sesiniz güzeldir loştur aralıktır ben duyarım bir bir Bütün duygularımın başı darda perdeleri daha sıkı örterseniz kurtulurlar Hay sizi andım kuruldum Yoksa hiç yeri yokken şimdi karlı dağları düşünmeye koyulacağım Sizin o loş odalarınız var ya yatak odanız yemek odanız haspa balkonlarınız Akarap kadınların çamaşır serip ütülediği loş avluları andırır Sizin o loş odalarınız var ya kurtuldum Artık uçakları hoş gördüm. KANLI OYUN Sonunda o en en diri anlamında varırım Sonunda ölümün yaşamanın gelip geçmenin Sonunda yaban denizlerin sürek avlarının Sonunda Kuzuların o doğar doğmaz arayıp yediği En güzel kuşların tüylendirilip uçuran Bir yere geliyorum boş tenekeler Kirli sular bulanık sular temiz sular Bir yere geliyorum karşı geçe bozdum Üç çağın kocaman kocaman yatan gölgesini Akşamüstleri ellerim boş değil 225 Topraklar taşlar altın tozları benden uzaklar Bir türkü beriden bana benden ötelere Üçe kadar sayıyorum bu gecedeyim Korkmuyorum kaçak değilim iğretiyim ............. Bu türküye kimseyi katmıyorum Sonunda böylesi daha iyi Kısrak sağrılarını düşünmek daha iyi Hayvan yemlerini otları düşünmek daha iyi Sonunda belki bulamam Belki isterim ............. Sonunda kanlı oyun BÜYÜK EV ABLUKA (Ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu bir şey daha yoktu ama kayıramıyordum) İşte böyle olmak en iyisidir olmakların Bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim (İndirmiştim Yok olan önemli bir şeydi Allah kahretsin) Tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş Üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim Çıkıp okudular durup dinledim kötü mötü Saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi (ha kavgada ha aşkta bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta) Göğe baktım yerli yerinde 226 Haydutlar dalaverecilere yerli yerinde Vurguncular hayinler vurdumduymazlar öyle İyi dedim içim rahatladı Düzen bozulmamış dedim sevindim Tenhaca bir bölgelerinden şehre girdim (ben herkese varım Başka türlü olmuyor inanmayın) Bakın bu şehri be kurdum ben büyüttüm ama sevemedim (Ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim bu önemlidir Utanılacak bir şey yoktu kime anlatmalıyım Ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez Bizi tutkulara çağırdı otobüse sosise buzdolabına Telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara Yalan dolana itliklere keten elbiselere (Sonra karısı o çocuğun Yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi Kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı Anladık onu ölenden başkası kurtaramaz Ölen de kurtarmamıştı) Bak ben seni nereden kurtaracağım şaşacaksın Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi Bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı Biz kurduk istersek umursamayız ya (Abluka burda başlıyordu çünkü) Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim Sen beraber yatacağımız yatakları hazırla Sen bir onu yap yeter bak göreceksin. 227 YORGUNDUM YOKTUM... Yorgundum yoktum inip çıkardım denizlerde sabahlara göre değil siz geleneğin Güçsüzdüm isteksizdim kötülüklerle ölümle adamlarla güçsüzdüm savaşmaya O kırıllara benzerdim ki uyruğu dağılmış utancında acısında yenilmenin Ülkesi basılmış atları öldürülmüş kadınları büyük özlemli çocuk yapmaya Siz osunuz ki siz ancak cayılmaz en yerinde sözler biçimler anlatır İlk çağların bakır kuşakları gibi sağlam savaşlar gibi önünde durulmaz delici Ozanların kadınlarına bulup söyledikleri o katıksız özdenlik yüzyıllardır Tükenmiş tahtlara denizleri üfleyen ipekten aşk ölümünden kandan inci Yıldızım benim,kaybolmuş gecelerimi sizin usta elleriniz buluyor Kırlardan büyüyen çimenlerden çocuklardan bir gülden ayrı düşünemiyorum sizi Dünyada bir sizin baktığınız taylar büyüyor bir sizin uyuduğunuzda sabah oluyor Kızışmış kayalarda ısırganlarda eskitiyor çağları güneş ışıtıp ışıtıp eski denizi Bir gün bu güzel sizden bu benden ateş kalmayınca ayak sesi kalmayınca Size yazdığım şiirlerde duyacaklar gözlerinizi kapayıp gülümsediğiniz 228 KANKENTLERİ Kan akıyor penceresi karanlık evlerden Ölü kadınların üstüne tuğlaların üstüne Denizse aydınlık ve incili ve mavi taşrada Kana doğru ürkek en güzel yaban balıklar Bu kandır akıttığımız sıkıntılı pazarlarda Üstü üste yergökyüzüne içki şişelerine Kan içinde elleri ve o obur parmakları Boşnak değil çocuklarda dondurmacılarda Mezarlı Eyüplerde ve deniz kenarlarında Sarışın kafaları ama analı babalı Kan akıyor ahşap yapılardan sokaklara sokaklara Mavi ülkeleri tasız kısa pantolonlar da Kan akıyor oluklardan öyle kan Boyanır batmış gemiler perşembesi Bir tesbih bir zımba bir yazı makinesi Çektikçe böyle katil kuralları Sargıları tuzlu kara koşumlu atlar Uyandıkça kan uyandıkça ölü kadınlar sevmesi Ağaçlarda, gemiler sularında, lokantalarda Kentlerin kan üstüne kan yaması Ölü kadınların öpölü çocuklar doğurması Kuşsuz ve balıksız konsollu odalarda Çöl olmasa, en dişi kavunlar olmasa O güneş o eski çocuklar güneşi Malta danlarında ötede, oralarda. 229 O ZAMAN AV BİTTİ Öyle çalıştılar ki bir kadını hak ettiler şuralarda buralarda Sıcağıyla bir kadını, elleri ayakları doğurganlığıyla tenha Kadınlar bütün güçlerin vardığı, yediden bir baktığımız dünyaya Bütün arabaları iten bütün güneşleri getiren ahşap konaklara Durduğu yerde besleyici, kendine yeten, Hayri dedirten hep adamlara Merdivenler güzel oldu, masalar pek uygun, sevgiyle baktılar, parlayan ışıklara Nasıl köprüden sabunlarımıza nasıl yerli yerinde aynalara Eksikli penceresiz su içinde adamlar Tükenik adamlar gecede kente başladılar Güç güç dayanırdı erkekler, kadınların kendisi olmasa Yürekler, dayanmalar, küçük küçük yumurtalar dökülürse sokakların Ama ona akşam mı demeli öyle, karasız dağsız hele eşkıyalar inmemişse yollara Hani dağdan inmiş herifler biri bıyıklı öbürü daha daha Korkudan bir türlü doğal anlama katan tıkalı yaşamlar Göğüslere kulak memelerine lavanta çiçeği kokutmakta Akşam mı denir ara sokaklarda pis lokantalara Bir otçuk olmayınca çayırdan bir göz seyretmeyince balıktan Akşam mı denir yükselen küflü kentli buğuya kalabalıktan 230 Ama bardaklar yıkanır daha Gazeteler birden eski yorgun sebzeler sulanır tablolarda Adamın biri dalar lokantaya şarap der öbürü girer o daha Akşam derler kadınlar erkekler doluşurlar yataklara Yorgunlar tükenmezkalemleri tüketirler kaygılarında Susarlar yazmazlar kırk odalı evlerde artık akşama saygılarından Bunlar kimi kovaladığı sürüler böyle kaçmasız dünyalardan Dalyanlar dolup dolup boşaldıkça dip sularıyla Ormanları boşaltan önüne durulmaz telaşla En güzel şeye en yakın, birden o kadar uzak dağınık sayfalarda Kolalı yakalarda dimdik, yağlarda kaygan bütün gün kuytularda Alıp gittikleri sabun bulup döndükleri köpük ne fayda Düzen içinde ölü, huysuz alıngan düzen dışında Onlar yalın onlar birörnek onlar yalnız satır başlarında Kadınlar olmasa güç dayanırlar tuğlalara kağıtlara deniz-gök uymuna Kadınları düşünmeyin, durmadan alışverişte onlar dayanıklı tanrılarla Karasız dağsız hiç kimsenin aklına Filistin milistin düşmeden daha Akşam derler kadınlar erkekler doluşurlar yataklara Su tükenir güneş bilinir el sevinir Kaçılır yüzyıllık avcılardan evlere girilir Akşam dediler gökyüzü diyenleri doğruladı Büyük kapılı evlere koşuştuk O yorgun o tükenmez merdivenler saatinde 231 Neyimiz varsa balıktan değil neyimiz varsa tütünden Kalabalığı silkeledik üstümüzden geceye buyurduk O zaman sis bastı, suları durdurduk, kurtulduk. susamlı bitkileri, pencereleri düşündük umutlandık.İyi ki gece vardı.Alıp başını gelmiş yılkıları kuytulara sürdük. bütün balıklar ürktüler. Bir yabanlık vardı tüfeklerimizde.kadınlar atlarının üstünde şapkalarının alımlı tüylerini ellediler. Dizlerimiz sulardan akıyordu.Ama ne atlardı.Doru donlarına cam kesmesi yeleler aynı at üstünde hem kaçıyor hem kovalıyorduk kendimizi.Vurulan bir karacanın hayvansı sesi duyurdu kendini herkese irkilmez miydik? O zaman kadınlar gizliden göğüslerini ellediler.Güçlerinden Gönendiler.Bu yetti onlara.Ağ sallandı, balık vurdu.Tavşanların ot kesen ön dişleri durdu.Kuşlar açıldı.Torbalar kana belendi.Ormanı bozduk. Sağır kadınlar denize karşı konuştular. Köşebaşların da bakışlar kaldı.Adamlar kaçıştı her yerlerden. Av bitti.Ormanı boşalttılar.Gelip dinlendiler. Uzun parklarda tükenmemiş geyik yoktu bugünlük. Adamların bakmasıyla birden dirildi, güzelleşti, güçlendi kadınların saçları.Kadın kadın ısındılar, güvendiler,yörelerine bakıp gülümsediler hatta.Kimi “ha evet” dediler.gerektiklerini bilmektendi onların güçleri. Sonradan en güzel unuttukları olacak anları dolduruyorlardı. Sözlerin sözlerin dayanılmaz kösnüsü idi artık bizi buraya 232 Çekip getiren, konuşmak konuşmak… Avdan ve ateşten… Ve her şeyden… SİGMA Yaşatan gücünü seven ellerini ayırd etmiş durmadan Parklarda boşalan fabrikalardan ve lokantalardan Her şeye uygun ve habersiz kesin bando mızıka kalabalığından Ev adamları Latince sulara başladığı zaman Aydınlıkta üç kişi yan yana geçince beyaz sokaklardan Karpuz marpuz gibi yemişleri düşünüp rahatlayan Dışarlıklı sularla Ceneviz korkusundan Mutluluğuma surlar çekmiş en sahi byzantion O kan kentlerinde her orman sonu Korkup kapandıkça kana koşan adamlardan Sıkıntılı bira şişelerine bıkkın dadanan Elleri boşalınca kalemden tornadan kağıt ve demir paradan Duyguları aşk tan dı çok aşktan Bozayık göklerinde yabancı akşam kuşları falan filan Bakır kapıları örtünce su başıları son avcının ardından İznikli teslisçilerden ve Adalarlı hekimlerden daha avutkan Bütün kurtuluşu başlardı ondan Bütün kurtuluşu ondan yani aşkı karanlıktan 233 EK 3: EDİP CANSEVER’İN ŞİİRLERİ AMERİKAN BİLARDOSUYLA PENGUEN Elleri el gibi kocaman Beyazda bir nokta gibi kocaman Kocaman boşluğun küçü1ttüğü her şey gibi Biriyle kendini artırıyor durmadan Biriyle koyunlar gibi güdüyor ötekini Ayaklarını gizliyor bir köpekle Evine dönerken sonsuza geçen Göğü kullanıyorken maviye En kesin fırınlar gibi kızararak Günümüzden sesler alıyor - sesleri Devamlı, gülünç, acısız Acımaktan kurtulmuş yerlerine Sonra duvardan duvara çizilerek Ölü bir korkunçluğu taşıyor Sen, hey, duvarlar dibi öldürülmek! En yeni tam-tamları dünyamızın Ya da kendiyle bırakılması insanın Sizi Sizleri selamlıyor işte Doğrusu elinizden ne gelir ki Siz dolgun yaşamaya bakın günleri II Çıkacaksanız çıkın daha karar vermediniz mi? Baktıkça bakıyorsunuz kendinize Yetişir! Bu da hiç konuşmayan adam yapıyor sizi Körükler, dev kapılar, balık solungaçları gibi Emiyor sizi yalnızlık 234 Kurtarıp rahata geçirin ellerinizi İşte bir kadın kadına geçiyor yürürken Sizi alıyor, sizi ölçüyor, sizi yapıyor kendinize Açığa koyuyor sizi Bilip de söyleyemediklerinizi Eve dönmeyi, yemek yemeyi, uykuya dalmaları Bana sorarsanız ters çevirin uykuları Alın şu adını "ben" koyduğunuz geceyi Bakınca göreceksiniz, daha bakınca bir ötekini Geceler, işte geceler Gündüzler, işte gündüzler Beyaza siyah penguen sürüleri gibi Ama elinizden ne gelir ki Siz dolgun yaşamaya bakın günleri III Bu gözler onunla az mı yaşadınız gözleri Bu dudaklar onunla az mı seviştiniz Bana kalırsa gözleri saklamalı Eliniz yok mu, bastonla iş görmeli Ya da boşluğa takılmış bir eldiven Asılın, kurtarın hemen Az şey mi kurtarıp rahat etmek Ellerle gözleri. Bir penguen Nişanla pengueni, Siz kırmızı yerler, kırmızı saçlar severdiniz O penguen Bir anahtar, bir pencere, bir horoz tüyü O penguen Çay masaları, öğle yemekleri, gezintiler O penguen Ölmek mi diyoruz, susturun ölümleri 235 O penguen Penguen penguen Hiçlikle kesilen tahin helvaları gibi Güneşi eriten çocuk başları gibi Bir tramvay gibi; günümüzde köşe başları yapan Serüvenler, hafta tatilleri Portakal suları gibi içmeyle erkekleşen Penguen Vur düşür pengueni Ama elinizden ne gelir ki Siz dolgun yaşamaya bakın günleri. IV Her evde bir çekirdek gibi insan ağaçları İnsan elleri O penguen Penguen penguen Soğuk su tadında kadın yüzleri Bir eski havada belirsizliğe giden Dörtnala atlar gibi bitmezlik içinde Örülmeden kazağınız Dokunmadan çorabınız işte Hayata yerleşen peşin iplikler gibi Sevinme iplikleri Kıskançlık iplikleri Beni biliyorsunuz ya, öyle sakin İplikleri Penguen penguen Vur düşür pengueni Ama nasıl, daha karar vermediniz ki 236 Doğrusu elinizden ne gelir ki Siz dolgun yaşamaya bakın g,ünleri. V Siz değil, o kadar ayrı gidiyor ki sizden O ne mi, yaşadıklarınız belki Bir umut oluyorlar sizden önce Bir aşk, kahveye vurmuş asker ağızları gibi Siz sabahları şehirlere bakarsınız Siz sabahları dünyaya bakarsınız şehirlerden Bir deniz, bir itfaiye eri Bir pencere sokağa girdi girecek Damları çiziyor istemenin elleri Bir çocuk kiremitlerle karışıyor Cam kırıklarıyla bir kedi Bir vapur girintiler yapıyor anılarda Yaşamanın hızları gibi Eski bir gündüzü açıyor bacaklarınız Ve elleriniz Sevişenleri avlıyor bir bitmeyende Ölüler gülüyor ölüler Kırın şu sürahileri! Soğukta durdurulmuş boyunlar gibi Ve işte . Sizi gösteriyor sizi Bu yoksulluk odası Bu kupkuru tahta Tahtaya geçiyor düşünme sürüleri Bir yağmur bir yağmur 237 Ama elinizden ne gelir ki Siz dolgun yaşamaya bakın günleri. ÇEMBER I Vardır ya, hepimiz bir yerde olmak ' Ben işte onu .. Tutulmuş gözlerinden ağaç altlarıyla Bir kırmızı bahçeye yürüyorken ustaca Bir karınca küçümenliğe yerleşiyorken Siyah olarak Bir şemsiye göğe öykünüyorken arada bir Dönüyorken ve Bir doğru ilk başladığı yere İşte pek fazla kurcalamazsak dünyanın orta yerindeyiz Ben Yani çok değişik bir sokağı yakalamış bulunan Kullanmak için yaşayıp ölmeye. II Bir kadın evine girer ellerimden Bir adam tıraşı uzar ellerimden Şöyle bir dururum, bunu hepiniz yaparsınız Daha çok görünmek için yaparsınız bunu Ve biliyorsunuz ki bu yüzden Bir köpek bulanıklığa uğradı Karanlığa yazıldı bir dülger Biriyse "hişt" diyerek yanındakine Kolunu dürter Evet, bakalım insan nereye gidecek Ben omuzlarımı alıp sıkıntıya giderim 238 Bir asker kışlaya döner Sonra çok olağan bir şeymiş gibi Yerine yer koyarak biraz Bir şehir kendine ilerler Böylece Ama böylece Gittikçe daraltır bizi o siyah O büyük milyonerli çember. III Penguen ağızları vardı Geceleri penguen elbiseleri Bir aşk boyunca - nedir ki demiyorum aşkları Çünkü her sevgide biraz da cinayet bulunur Sevmeleri. Her soyunmada bulutlar böyle nereye gidiyor Her lokanta bir buz dağı olarak titreşir Bir buz dağı olarak bekler Kimiyse kimi Masalar buz Aynalar buz Bir usta virtüoz kemanıyla Her kasılışta Buz Işıklar erimez buzlar olarak sallandırılır Çiçek kokular alıp veriyorken burunlara Buz olarak Buz, buz On adet çarktan çıkma milyoner Yanlarında kadından gezintilerle Omuzlarında sadece rahata isyan Çiçeğin mor kalmasına değil Ve soralım niye elleri renginde 239 Kalbleri renginde niye Bu karanfil Garson garson ve garson Nedir ki bir milyonerde Taşınmış, kâğıtlanmış, boşaltılmış Serüven artıkları gibi Ya da en küçük harflerle Vesaire vesaire .. IV Şunu şuraya koymalı Bill —Ne kötü bir İngilizceYa da ben Gene mi yenildim Bill? Odada, adamın içindeki odada Radyoyu açıyor Bill Radyoda kalın harflerle Amerika Ne kötü bir hava Ne kötü bir yaşantı Kadehimi doldur Bill "Seni seviyorum" de uşak olarak Pencere korkunç kapa Bill Radyoyu kapa - Bill kalbini tutar elbette çünkü BillKapa, ama kapasana Bill Çünkü nasıl anlamalı dünya dönüyor Hep aynı yerde mi dönüyor Bill Hangi yıldız biraz mavi Hangisi biraz yeşil Hiç paran oldumu Bill Bozdurup harcamak kadar Bana bir sevme yarat Bill 240 Bana bir sevme yarat Ya da ben Gene mi yenildim Bill Ağlama Ama ağlama Bill Bill! Hey! Bill! V Ben, aslına bakarsanız gücenmeyin Bir melon şapkayı durdurdum diye Çok belli bir masa üzerinde . Düzeni kurtarmak için. Çünkü ben hiç mi hiç etkisi olmayan bir adamım Mesela hiç unutmam bir pazartesiye Yüzümün birazıyla benim Elimle, elimi parklardan sayarak Bir ayrılık öncesini getirdim Bunu ben yaptım o pazartesiyi hiç unutamam Çünkü ben sizin bütün alışkanlıklarınızda varım Bir duvar bakıra çalar akşama doğru Olanca kırmızılarımla koşarım Martısı olurum en kadınlı çığlıklarınızın Kumaşlara girerim bir çizgiler uyumunda Bitmeyen şekeri çocuklarınızın Sabahlarınızda çay içme önceleri Sizi alma, sizi götürme havası duraklarınızda Ne zaman bir sevgili bekliyorsunuz - çünkü bu olabilir En önce ben koşarım Bunalıp sıkıldınızdı bir toplulukta Açık havada, evde, baloda Benimdir bir sıcaklık; serin 241 Bekleyen yatağınızda Çünkü biliyor musunuz? Ben her şeyim. VI. Ben işte, neye yormalı beni Size kürdanla diş karıştırr gibi Size uykular arası yarış atları gibi Jandarmalı avlular gibi size Müzeler gibi; çıkış kapılarında bir adam Dünyayı ikiye bölmekle ödevli. Müzeler, size anlatamam müzeleri İşte en belirli noktası halkların Diyorum ki zümrüt Diyoruz ki altın Sonra el üzerinde, ne tuhaf, akıl üzerinde yükselttikleri Bir kıral Bir kıral daha Üretilmiş Napolyon altınları gibi Ve kadına eğilimli ağızlarıyla Çok bakılmaktan eskimiş yüzleri. İnsan günün her parçasında yaşamıyor Bu çok doğru Evet bu çok doğru. VII İsterim her şeyi "ben" koymalı dünyaya O kadar-güzel ki Üstelik kımıldatma Kımıldatmıyorum Belki de avuçlarımdan anlıyorum Kıvrılan dudaklarımdan Bir sevince gelmiş olmalıyım: istasyon 242 Çuvalları üzerinde gül yapılan Bir çocuktan giriyorum, sarışın mı ne Yoksa ben sarışın mıyım Ve Siirtli iki göz dünyaya alışmak için yoruluyor Bu yüzden horozlarım dövüyor Bu yüzden tırnaklarım yiyor - olabilir Bu yüzden çizmeleri akıl almayacak kadar boyalı Bu yüzden elinde her gün bir tüfek Bir kırbaç Üç buçuk kafası karanlık adamın İsa' dan beri getirdikleri Sokulmuş geleceğe bile Fikirleri yüzünden Siirtli iki göz ... Ve bir nehir o kadar nehir ki Durmadan akar Sonra en büyük denizler olur İşte o en büyük denizler sonra Denizin bittiği yerde başlar Bu yol insana çıkar. VIII Bugün de başlamayı unutuyoruz Herkes birbirine bakıyor Bulan bulana kendini Üç ayaklı bir kedi geçiyor hızlanarak Sanki yüzümün bir kenarı dünya Bir kenarı Duvarda akşam yemeği gibi hindiler olmalı Bir ibik, az kırmızı, giderek tamıyı kurmalı Belki de Bir avuç kanamak üzere 243 Yüz kiloluk bir çiçek büyüyor aramızda Belki de aynı zamanda iki kişi Aynı bir sözü kullanıyor. Ben seni bir avluya bakarak Ama ne tuhaf! Bir çocuk bulutu mendil sanıyor Yüzünü biçimliyor ona göre Her bakış bir serüven sayılıyor belki Belki de Salt başlamayı tekrarlıyoruz işte Bir güzellik eri de kuşanarak Kımılda diyor çarşıya Bize değerler ver Dengeyi sağla Çocuğa çocuğa Düdüğü öttürme olanakları Bir güneşlik eri de gölgeyle anlaşıyor Kirazla votka içiriyor Bir milyoner ağzına Güneş de bir parlıyor ki Adam da öyle bakıyor ki garsona Garson Güneşle kurutmak bakımından anlaşıyorlar. IX Kim ne derse desin en iyisi Gözleri durduramıyoruz İşte bu kadar! Üstelik ne de çok şey istiyor onlar Üç aşağı beş yukarı biri Bir uzaklığı istiyor 244 Oysa tam istediğimiz gibi uzaklar Bir şey sonsuz mu, elbette istediğimiz gibi Çünkü istediğimiz gibi aşk Çünkü biz sadece Maviler çalıyoruz doğadan Elimiz değdi mi bir nehir kıyısını Bir yüzük taşının parlamasını çalıyoruz Evlilik resimlerinden hüzünler çalıyoruz biraz Antepli bir ayaktan nakışlar Balolar, gökler, süvari boyunları Kadından ağız ıslağı, saçlar Kıllı göğüsleri erkeklerden Daha dün gibi bir martının süzülmesini Çalıyoruz. Ama hiçbiri istediğimiz gibi değil Eve dönünceye kadar bitiriyoruz Çaldığımız her şeyi. İşte bunun içindir ki bir yere gitme isteği içimizde O sonsuz Ve her zaman bir sokak yaratıyor karşısı Rahata büyütülmüş bir oda Yeni açmış akasyalanyla Bir bahçe bir bahçe Genişe gülmek gibi Avunuyoruz onlarla O kadar avunuyoruz ki avunmak bile değil Anlaşıyoruz çaresiz — Bizi karşıya geçirin bay polis! Onları gördüm, bir çocuk bağırıyordu onları Farkklı, beyaz yakalı, simsiyah yüzleriyle Milyoner yüzleri 245 Milyoner ağızları Çocuk penguen diyordu, vallahi penguen Baba haritalara çömelmiş Kutupları gösteriyordu Anası bulaşık yıkıyordu - nasılsınız? Sabunu bırakarak ellerinden Açarak ağzını Demek öyle! Çocuk koşuyordu, nereye? Adam gülüyordu, nereye? Kadın anlamıyordu, nereye? Milyoner milyoner Bize ne Gök bir mavilik gösteriyordu, bize ne Pespembe solucanlar kayıyordu, bize ne Taşlar, kumlar, denizler parlıyordu, bize ne Bir ağaç vuruyordu gündüze Ne bize Çocuk susuyor Adam yatıyor Kadınsa bulaşığa gene. Burası Bir gündüz ortası. UMUTSUZLAR PARKI I Biliyorsunuz parkların Sizi çağıran tarafları İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı Orada saklanıyor onlar Çünkü her türlü saklanıyorlar orada Bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla 246 Mantolarıyla, en belirgin kırmızıları taşıyan Dağınık mavisiyle gözlerinin Sevgi vermez kadın uçlarıyla Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin Yalvaran bakışlarıyla - nasıl da sevimsiz! En kötüsü, belki de en kötüsü Bir duygu açlığıyla soluyarak Parklara yerleşiyorlar - parkların Onları çağıran köşelerine Bir karıncayı selamlıyorlar; besili, siyah Bacak aralarından Çömelmiş, öyle sakin Selamlıyorlar "Günaydın" diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına Kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından Birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor Acılar alıp veriyor dünyadan Mora kaykılmış diz kapaklarına Dillerini gösteriyorlar Bir sıkıntı şiiri gibi Sıkıntı İşte Tam orada duruyorlar. II Bu kimin duruşu, bu sizin en gülmediğiniz saatlerde Her cümlede iki tek göz, bu kimin Ya da kim korkuttu bu kadar sizi Bu nasıl sevişmek, üstelik bu kadar hızlı Ya da tam tersine Boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere Sulardan ürpermek gibi dokununca 247 Ya da ben kimi sarmışım böyle kollarımla Kime söz vermişim, biraz da unutmak gibi Denir mi, ama hiç denir mi iş edinmişim ben İş edinmişim öyle kimsesizliği Kendimi saymazsam -hem niye sayacakmışım kendimi Çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi Konuşmak? konuşuyorum; alışmak? evet alışıyorum da Süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi. Ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla Unutmak, belki de unutmak olsun diye mi Onu da tatmak gibi Oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek, Ama gitmenin saati geldi Kirli bir gömleği çıkarıp asmak Yıkayıp kurutmak ister ellerimi Su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da Açınca camları - diyelim camları açtık ya sonra? Sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim Bilirim ama çok bilirim kapadığımı Öyle iş olsun diye mi, hayır! Bilirim içerde kendimi bulacağımı Dışarda görüldüysem inattan başka değil Evet, çünkü bu karanlık işime en geleni Kendimi saklıyorum ya, öyle bir yığın ölüden gelen kendimi Oramı buramı dürtüyorum, bunu sahiden yapıyorum Ve açıyorum bütün muslukları Diyorum sular mı böyle, sular mı olmalı Ne geldiği, ne de gittiği yer belli Olmuyor, gene kendimi düşünüyorum Alıştım istemiyorum. 248 III Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna Değişmek . Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan Ve geçilmiyor ki benim Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan. Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan Ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum O yapayalnız olmakta ki kendimi Böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi Sanki ben upuzun bir hikaye En okunmadık yerlerimle Yok artık sıkılıyorum. IV Biliyorsunuz, size geldim sadece Kapınızdan aldım, ballı çöreklerinizden Peki bu sevinmek niye? Girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz Ve işte giyiniyordunuz yıllarca Bir Mısır, bir Roma, belki de bir Yunan elleriyle Eski bir insandınız merdiven gıcırdıyordu 249 Her eski daha bir eskiyi uyarıyordu Otlar ve geyikler duruyordu tanımsız sadelikler içinde Sesler mi? acı sesler geliyordu erkeksiz, yanık Bir türlü bakıyor, gene bir türlü soluyordunuz işte Düşündüm, ama merdiven gıcırdıyordu Olmazdı sanki gıcırdamasın, ürpermesindi bir yerimiz Biliyorsunuz olmazdı Ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız Yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu Bir kumru bir kumruyu tamamlasın Bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu Sadece bu. Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden Yeniden yeniden yeniden Yeniden hazırlanıyoruz Sanki bir güzelliği ödüyoruz Belki bir güzelliği ödüyoruz. V .Biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz - böyle Nereden geldiniz, tam sizi soracaktım - böyle Biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe Yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size Çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur Güneşler girer çıkar ellerinize Biriyle konuşursunuz; olmayan biriyle, hadi sevinin! Kimbilir, belki de buluşursunuz Söz verip sizi bekletenlerle Sonra da çıkarız - niye olmasın - bahçeye çıkarız birlikte Otlara basarız, dallara değeriz, bunları hep yaparız 250 Biraz da susmalıyız, insan bir şeyler aramalı kendinde Dedim ya, annem de var, ama çay pişirmez size Durur da durur işte yıllanmış heykeller gibi Bilmem ki, bilmiyorum da; belki de benim annem yok Belki de öyle beyaz ki, alışmış görünmezliğe Nereye gidiyorsunuz ama nereye Sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz Ya da çok kuşkuluyuz - böyle. VI Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz? Elimi suya uzatıyorum, siz misiniz? Siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum Belki de kim diye sorsalar beni Güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi Belki de alıp başımı gideceğim Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin Nereye, ama nereye olursa gitmenin Hüzünle karışık bir ağrısı. İşte bir denizdeyim, dalgalar ortasında Kim olsa denizci der, denizden anlayan der bana Adımı bilmeden der, adımı bilmeden Şafaklar kadar güzel adımı O zaman bir kıvrılandır, bir kuruyandır dudaklarım Ve gittikçe sıkılmaktır ülkesi sıkıntının Sanki bir yokluğa, bir çaresizliğe bakar gibi Nice yüzler görürüm, nice değişik kıyılar İnsanı, o kayalar gibi sert insanı Bekledikleri kadar. Bi r ağız, bir tütün, bir mızıka gerçeği gibi 251 Varınca kıyıya birden Değilsin artık gemici. VIl Bana bir şeyler söylediniz, anlamadım Bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım Doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz? Ben ne demiştim, ve çekip gitmiştim sonra Öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarınız? BİTMEDİ DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLĞIMIZ. O gün bugündür işte - ben mesela Çok usta bir avcının gözleri karşısında Bir çocuk olarak taptaze oyuncakların Ve çok ölçülü saatlerinde ev kadınlarının Ki birdenbire açılan kucaklarında BİTMEDİ AMA BİTMEDİ ŞAŞKINLĞIMIZ. Bitmedi anlaşıp soyunduğumuz gün - o beyaz Bir taşı kaldırdığımda o akıl almayacak yaşayış Tanrıyı sorduğumda, olur ya, günün birinde tanrıyı Odama kapanıp saydığımda ayak parmaklarımı Kapımı çaldıklarında - bunu size söylüyorum anladınız Kaykılmış, büyümüş gözleriyle onların Kim der ki yalan, ve yalandır orda konuştuklarımız BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ. Üstelik bitecek gibi değil Biri kopmuş ayağından, biri kopmuş kimsesizliğinden Sımsıkı tuttuğu dönerken köşe yi Elinde bir pıçakla Ye öldürmek isterken - kimiyse kimi Gülünç, sebepsiz, bilinçaltı 252 Ama tutalım, koyvermiyelim Tutalım koyvermiyelim bırakın kibarlığı Yanılmak kolay, üstelik çok belli işte yanıldığımız BITMEDI, DIYORUM BITMEDI ŞAŞKINLIĞIMIZ Paralar bozduruyoruz, gereksiz eşyalar alıyoruz bu yüzden İçtikçe içiyoruz o çocukluk günlerinin yüzüyle Biri mi öldüydü ne; selviler, mezar taşları, kalabalık Ya da bir masal mı söyleniyordu, hiç mi hiç bitmeyecek bir masal Kim bilir n' olduydu gene İşte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine Apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra Saatin kaç olduğu - üstelik sorulmaz ki Sabaha kadar sabaha Uyuyup uyandığımız BİTMEDİ, DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIĞIMIZ. Evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücut1arımız Ve konuşmalarımız, öyle büyüdüler ki peşi sıra Hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız Kahveden, meydandan, sokak içlerinden Bulup, da çıkardığımız Konuşmalar: "- Biri geliyor sözü değiştirelim - Yürüsek açılırdık - Bu ne uzun bakmak kendinize - Ağzım mı kokuyor ne, yaa! .. çok kötü bir günümdeyim - Akşama bezik, evet siz ne içerdiniz? - Annem mi, çok sevinecek. - Belki de sinemaya gideriz. - BiJirsin erken kalkmalı, yarın ... (gülüşler) yok canım! - Siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek - Bana kalırsa ... - Evet size kalırsa? 253 - Bana kalırsa şimdiden eğlenelim -Sus! - Biri geliyor - Biri geliyormuş sözü değiştirelim Yengemin başı ağrıyor, tek sebebi büyümek Masalar, tabaklar, hani şu kirazlar koyduğumuz Kalmadı adım atacak yer bu yüzden Oğuz' a söylemeli, bir daha çiçek getirmesin Lale de saçlarını kestirmeli Sonra gereksiz eşyalar var, bir gün oturup konuşalım Örneğin şu hasır koltuk neye yarıyor Bana kalırsa babamın mineli saati Tek başına bütün bir odayı dolduruyor Hele annemin güneş gözlükleri Yarından tezi yok; çakımı, kol saatimi, eldivenlerimi Aaaa! kitaplarınız BİTMEDİ, DAHA BİTMEDİ ŞAŞKINLIGIMIZ. Üstelik bitecek gibi değil Çok yaşlı bir kadın yün eğiriyor - düpedüz ilgisizlik Bisiklet yarışıarı, akşam gezintileri, insan ne güzel eğleniyor Sularda aynalar oluyor, otlarda yeşillik Bir hırsız giriyor ellerinize, polisler hırsızı kovalıyor Daha akşama çok var - olsun – biri sizi öpmeye hazırlanıyor Bense berbere uğrayacağım, şu saçlarıma bakın! Üstelik bilmiyorum bu şarapları nasıl içiyoruz Balıkları nereden geliyor soframızın hele Yıllardır, ama yıllardır neyi koysalar önümüze Alıştık, sadece bir türlü bakıyoruz. İşte biz böyle yapıyoruz. VIII insan doğduğu günleri iyi bilmeli 254 Sizee çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli Korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek Oooo! demek bütün insanlar çay içecek Bilmem! çok uzakta biri sevindi Sonra ben sevindim; acı mı, sevinç mi, ama bilmeden Belki de ilk olarak vardım ayakta durmanın tadına Sıktım ki sıktım bir ara dişlerimi Bir bakış, bir korku, ya da gereksiz bir eşya Yani ne varsa atılması gereken sırtımda Önce yavaş yavaş, sonra hızlı hızlı Ve bir ortodoks kabalığınca içten Soyundum, yıkandım, ki görülmemiştir böylesi Aklıma geldi derken; acı mı, sevinç mi, gene aklıma Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi Hir ölüyü ve ölünün bütül1 inceliklerini Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, biraz da bunun için Gözlerim görüyordu, öyle ki, benden ayrı görüyordu gözlerim Dişlerim ağrıyordu, denir ki ayrıca ağrıyordu benden Bilmem, çok uzaklarda biri sevindi Sonra ben sevindim, kadınlar sarışındı Ben biraz esmerdim, o kadar İşlerim kötü gitti Bileydim katılırdım savaşlar oldu ötemde Yaşayanlar güzeldi İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli. Geçen yıl korkulu bir çağda uyandım Sur dışlarına çıktım, sıcak havaları severdim Mezarlar gördüm, müzeler daha güzeldi Annem sevinmek için boncuklar alıyordu çarşıdan Ben boncuğu sevmem, hele kırmızıyı hiç sevmem Demek çok uzaklarda biri sevindi· Sonra ben sevindim, o ben ki işte bütün gün 255 Bir ölüyü bekledim ve ölünün bütün inceliklerini Biri bir cinayetten dönüyordu, şan getiren bir cinayetten Biriyse bir köleydi; kâğıtlar, kalemler içinde Akşamlara dek bir masa katılığınca gülen Ama o gün bugündür ayrılmadım ben Ayrılmadım işte o Beklediğim ölüden. Pek yakınım olacak; karım, ya da kızkardeşim Belki hiçbiri değil, sadece bir kız Öyle ki; biralar, yaz günleri onunla biraz güzeldir Ama çok iyi bir günde çıldırıverdi Yalnızlıktan İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli. Sonra temizce bir yemek yemiştim, hatırlıyorum Dövülmüş kısraklar gibi uyumuştum Bir şeyler ummuştum, umudu kesmek gibi Sonra da gürültüler yapmak için dışarı çıktım Kocaman bir adamdı dışardakiler Bilmem, böylece kaça çıktı beklediğim ölüler İşte her bakımdan kendini arıyordu biri Şaşırmış arıyordu - ben miydim neydi m? Yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde Kendini arıyordu; aynı renk, aynı biçimdeki kendini İnsan doğduğu günleri iyi bilmeli. Koşup duruyorken önce aşkların peşi sıra İyi günler, serin evler, baygın kokulardan gelen aşkların Bu sanki en azından tanrıyla işbirliği Ya da buluşmak gibi özüyle insanların Oysa bir sığıntıydım çok uzaktan bir gülmeye Yalvaran gözleriyle - açılmış açıldıkları kadar Ya da bir tilki avında kim bilir kimin inceliği. - Gözleri, ufukta bir yerdi işte gözleri...- 256 Belki de yer alıyordum korkuyla avuntu karşısında Belki de yitirilmiş, yok bakacak bir yeri Ya da bir ölüydük işte ve ölünün bütün incelikleri Size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli Korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye Bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek Oooo! demek bütün insanlar çay içecek Hayır! çok uzakta biri sevindi. IX Artık ne uyanmak için bu sabahlar Ne de bekliyoruz, beklemek için değil Üstelik ne de bir karanlıkla anlatıyoruz bu düşünceyi Ne açıp da ağzımızı tek kelime Yok, hayır, kaskatı durmuş uz sadece Durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için Evet bir de cins tuzaklar kurmuşuz gözlerimize Tuzaklar, ve sanırım herkesin işi bizi anlamak Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım Artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın İçkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler - Hıh sığınmak! Bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın Belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak Diyoruz, belki de En önce İsa alışmıştır kendi söylevlerine Sonra da biz; ya durmak, ya da bir zincirle oynamak bütün gün Ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe Korkmak, o kadar korkmak ki sonuca varmak için Sinmek, kalakalmak dört duvar arası bir yerde Bakınca duvarlara - üstelik böyle de bakmak kendimize Biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım 257 Diyoruz - ve gülünçtür bu - herkesin işi bizi anlamak Artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın Karımı soruyordunuz, her zamanki gibi çok geveze Bir gün onu yaşarken görmüştüm - görmüştünüz Çiçek mi koparıyordu ne, elini tutmuştum – tutmuştunuz Yani ben ne yaptıysam, o sizin de yaptığınızdı biraz Ben ki neyi yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı. Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte O kadar kolay ölmüştür ki, belki de anlatırım Ne süs, ne çiçek, ne de bir şölen Üstelik ne de bir şey eksiltti gülümsemesinden Konuşup duruyordu gene akşamlara dek Kumarsa kumar, içkiyse içki Yani bir kedi gelirdi arada bir Bir köpek siyaha koşardı ellerinden Bense o günlerde bir kürk tacirinin evinde Tırnakları kirli bir oğlanla Bir gemici durmadan sıkıntıyı anlatır Şişeleri devirirdi elinin tersiyle. Karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım Sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte O kadar kolay ölmüştür ki elbette anlatırım Bana gelince, günlerce kendimi yokladım ben Elimi kanattım, yüzümü kestim, kafamı vurdum bir yerlere Uyudum uyudum uyudum öylesine Ve şaşırdım böylece yemek saatlerini Ve sabahlara karşı yattım, aklıma çocukluğum geldi Sevdim ki sevdim o her zaman sevmediğim şeyleri Koynuma bir pıçak yerleştirdim, düşmeyecek gibi eğilirken Geceleri kapkalın adamlarla döğüştüm, ama döğüştüm 258 Birinde yaralandım, üç dikiş vurdular göğsüme Bir gün de peşi sıra gittim bir adamın Siyah elbiseli, siyah şapkalı, eldivenli Adamsa ummadığım şey, bir bankaya girdi İsteğim kirli işlere karışmaktı, olmadı Bir gün de bir lokantaya gittim, yanımda biri vardı İğrendim, ama susmayı seçtim sadece Böyleyken garsonun biri elini kesti Çıkardı mendilini, bir düğüm attı üstüne Masaya geldi derken, usullacık masaya Geldi: ne içersiniz? sahi biz ne içermişiz? Şarap mı, konyak mı, ve ne dermişiz viskiye Çıkalım dedim o yanımdaki kız gibi he rife Başını salladı, kim olsa böyle yapardı, çıktık Karanlık, uzakta surlar, ve kadınlar konuyordu üstümüze Bense şaşırmış gibi çıkalım diyordum durmadan Adamsa bakıyordu, şaşırmış bakıyordu kendimize Hep böyle diyordum işte; çıkalım çıkalım çıkalım Çıkalım diyordum, çıkalım diyorduk, hadi çıkalım! Nereye, ama nereye? Belki de biliyoruz, doğrusu bilmiyorum, biliyor musunuz? Ben askerdim, yağmur mu yağıyordu, bir yere geldim Üçüncü sınıf bir otele indim, tırnaklarım kirliydi biraz Bir o kadar da kirliydi ayaklarım Burnum mu kanadıydı ne; ispirto, pamuk, sırtüstü yatmak Yattım öğleye kadar, otelci karısını dövdü aşağıda Üç çocuğu vardı otelcinin, bir horozun başındaydılar Sabah bir karışık şeydi; sanırım peynirler, salamlar kesiyordu adamlar En ayıp yerlerini tıraş ediyordu biri Alıştım gitti. Sonra yıkandım, tıraş oldum ben de, görmeliydiniz Sonra da bir bara gittim - neee! bara mı gittiniz? Doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım - sonra da 259 Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla ... Öldüyse, hayır ölmemiştir, nereden çıkardınız? Neyse ben bara gittim, çıkarken anladım gittiğimi Başım da ağrıyordu, üstelik alnımın üstünde koca bir yara Ya duvara çarptımdı, diyorum, ya da kestimdi bir bardakla Ya da kim bilir, bana sorarsanız tanrısal bir şey Elbette, kim ne der, inanmışım ben Bir keder, bir susuş, ve bütün bunların yüze vurmuşluğuna Otele döndüm sonra, oteller gidiyordu biraz Girmeler, çıkmalar, uzanıp yatmalar büyüyordu odalarda Otelci duruyordu, karısı duruyordu, çocuklar durmuştular Birden aklıma geldi, dilimi çıkardım onlara Dilimi çıkardım; sipsivri, kıpkızıl, ucunu oynatarak Onlar ki biraz şaşkın, acıyorlar gibi biraz da Sonra pek tuhaf oldu, ne yapsam, yalıyor gibi yaptım elimi Öyle ya, elimi kestimdi ben - ne yani, deli değilim ya! Yukarı çıktım, bilseniz, çığlıklar içindeydi odam Yataklar bir şeyleri kaydırıyordu soluk soluğa Bardaklar büyümüş - o gün bugündür anlatamam büyümeyi Çoraplar, gömlekler, gravatlar taşıyordu sokağa Bir kedi esniyordu - ben gördüm - üstünde şehirlerin Bir böcek - yetişir be - evreni yokluyordu bacaklarıyla Yığılmış kalmışım öyle, sonradan anlattılar İyi ki anlattılar, otelci karısını dövdü gene aşağıda Biliriz, üç çocuğu vardı işte otelcinin, Ama bilmiyoruz, biz neydik ve ne olmaya? Kalktım bir bara gittim - neee! bara mı gittiniz? Doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım - sonra da Tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla Kadın mı dediniz, dedim ya, ne olacak? Hiiiç! 260 Alışmak, sadece alışmak. Ben o kadınla yattım mı, kör olayım bilmiyorum İnanın yattımsa Ama bilmiyorum. ''Ya ne yapmalı" diyor annem bu geçkin çizgileri "Yıllardır aynı evdeyiz" bunu ne yapmalı Baban: ve ne yapmalı diyor bu bir yığın geleneği İşte bir sahnedeyiz: ev, gelenek, duygulu kadın Bende ufacık taşlar üzerinde bir ufacık şey olmanın Bir pencere beyaz, bir karanlık mayhoş, ne iyi Sürüyle odalar, sürüyle gülüşler, sürüyle konuşmalar Ne yazık! vakit de yok kurtarmak için geleceği Düşünsek bile şimdiden - düşünemiyoruz ya Üstelik ne çıkar bundan, ve ne katardı yaşamamıza Hiçbir şey! çünkü ne varsa içimizde gelecek için Sanki bir öyküsü bu, hayatı süslemenin Soframız, yatak odamız, tavuk kümeslerimiz gibi Annemin tarih kitapları, babamın güneş gözlükleri Kuyular gibi işte; şişeler sarkıttığımız yaz akşamları Tavan arasındaki boşluk, gölgesi karşı duvarın Kırlangıç yuvaları, yüzümüzden cins kanatların geçtiği Kovunlar karpuzlar yardığımız, o yemekten ayrı düşündüklerimiz, o Bir şey mi kaybettik öyle, kim bilir bize neler eklediği Sonra bir pıçak gibi durduğu sarısı içe çökmüş lambaların Babamın kaşları çatık, annemse düşünceli Kim bilir n'olduydu gene, diyelim bir yoksulluk önceliği Belki de hiçbiri değil, canımız sıkılmak istemiş o kadar Annem: ve ne yapmalı diyor bu geçkin çizgileri Böylece bir sahne daha: güneşler, alışmak ve biz Sanki bir tramvaya bindik, az sonra ineceğiz 261 Aksilik bu ya, diyelim ansızın bozuldu tramvay İndik, ve yeniden beklemeye koyulduk hepimiz İşte bir sahne daha: bir sigara yaktıydı babam Annem saçlarını düzeltti, bir şeyler gösterdiydi eliyle Bizse kısa bir oyun tutturduk, sevince yetmek için Öyle bir sahne ki bu: anladık, sevdik, ve unuttuk her şeyi Sonra bir tramvay daha geldi XI Size baktığım yol uzamakta Kendime baktığım yol uzamakta Yoruldum, bunaldım, canım sıkılıyor Eve dönmeliyim, iyi bir yemek, uyumak istiyorum sonra Yok, eğer uzayıp gidecekse bu iş Derim ki vakit erken, hava da güzel nasıl olsa Çocuklar görürüm, uzağa bakarım, saçlarımı tararım hiç değil Belki de biri seslenir; güneşler güneşler tutan uyruğunda Bir resim görürüm ya da - ortalık inceydi biraz Ya da bir resim gördüm; köşede, antikacıda Ve düşündüm diyelim yanında bizim şamdanların Bir uyuşma olacak annemin saçlarıyla Ne zaman? elbette sabahları. Sabaha baktığım yol uzamakta Bilirim, her şey tamam, yemek de yendi kurtuldum Uykuya baktığım yol uzamakta Uyumak, nasıl uyumak, daha bilmiyorum İki perde arası soğuk bir limonata Belki de çıkınca evden taşıtlar beklediğimiz Ve taşıtlar beklediğimiz durakta Birini gördüğümüz ya da; geveze, kaypak, sıkıcı Bitmesi bir olayın - ölüm mü geliyor aklınıza? Kim bilir, belki de ölüm 262 Ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta Öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların Ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı Belki de yürüyorken, iki taşıt arasında Belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı Şişman bir adam kulaklarını tutuyordu dünyada Dünyaya baktığım yol uzamakta Ve biraz düşünsek mi, alıştık nasıl olsa Kim bilir neyi istiyorduk, neyi anmıştık az önce Dönsek mi dersiniz, gene dönsek mi oraya Oraya baktığım yol uzamakta Ya da bir bahçedeyiz - üstelik kadınlar vardı Ağzınız, çatallar, tarçınlı pasta Ya da bir toplulukta - iyi yaptınız! Bu çok hoştur! - size söylüyorum - yaramaz çocuk! Beni ne sandınız! - evde mi? - hayır! limonlukta Ve hemen kalktınız, bir yangın yeriydi orası Ya da aklınız olacak sizi bir yangın yerine bağladı Kızgın güneşte bir şişe ispirtoyu devirdiniz Kutsal bir iş yaptınız ve yerleşti sizde bu kanı Belki de bir din devirdiniz; anneniz, annenizin saçları Gümüş şamdanlar, sabah ışığı, ve saire Ve sanki her olay, her davranış ölümün bitişiğinde İşte evdesiniz, iyi bir yemek; uyumak istiyorsunuz sonra İstemek, neyi istemek, daha bilmiyorsunuz Açtınız radyoyu, ılıyan bir ses kanınızda: A I U, İ A O, AĞ UĞ, AĞ Ve kahkahalar arasında kahkahalar Orada, aşağıda Tek umut, tek varış, tek kurtuluş gibi Ve kaskatı kesilmiş, beyaz Sallanıyorsunuz boşlukta 263 XII Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi - tak Bir yüzü vardı kocaman düşüverdi avuçlarına Bilmem ki gelir miydi? - saat üç buçuk üstelik hava. Sonra şu yağmur bulutu, boşandı boşanacak Bir kedi ürperdi, ve adam yeniden esnedi - tak Acaba? Yazıldı saatin üç buçuk olduğu havaya Boşandı taptaze üçler halinde bir yağmur Kim bilir, bu saatte, onu anlıyorum' Belki de unutmuştur. İşte düğmeler, iğneler, ibrişimler satılan bir dükkanda Herkesin akşamı onu buluyordu Bir adam sakallarını yokluyordu kastlarak Sizi bekliyorum - beni bekliyormuş - niye olmasın? Bir bakış, bir gülüş, ve yüzünü yüzüne tutuyordu ustaca Adamsa şunu yapıyordu: hiçbir şey, ama hiçbir şey Ne tuhaf! - ben olsam! - ne çıkar ben olsam da Gelmedi, gelmeyecek ve otuz yıl önce yazlıkta Oturmuş bir köstebek yavrusunu bekliyor Çıkmadı, ama çıkacak - babası sesleniyor Bir sofra duruyor, gerilmiş çilek kokularıyla Tam çileğe geldi sıra, uzattı çatalı batıracak Hayır! bir tuhaftır bu, insan gecikmek ister biraz da Gecikmek: sanırız bizi bir şeyler bekliyor olağanüstü İşte ansızın biri çıkacaktır karşınıza Hiç yoktan biri çağıracaktır sizi Ya da bir kadın bayılacak, bir memur çıldıracaktır önünüzde Bir kurşun, bir kurşun daha Yere serecektir bir serseriyi Gecikmek: bana kalırsa eve dönmeli en iyisi Bir küfür, bir patırd ıve babası çıkışıyor Annesi, annesi biliyor başına geleceği Bahçede bir kız çocuğu erik 264 Diyelim her olayda böylece bir şeyler bulunur Kalsın, daha çok zaman kalsın diye hatırda Bir gün, bir benzin deposu havaya uçmuştu biliyorum. Bir alev, bir duman, usulca sokulmuştum Yanmış bir cep saatini aklımda tutmuştum yıllarca Gelmedi ama gelece, nedense alıştık zamansızlığa Bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi bak Demek siz! – koca ihtiyar- ıslandım işte! Saat üç buçuk, vallahi saat üç buçuktu gene Her Tanrım! Neye yaradı sanki unutulmak, Kadın saçlarını tarıyor, ve usulca sokuluyordu adama Adamsa ayağa kalkıyor, ve işte ayağa kalkıyordu ustaca Dışarı çıkıyor, içeri giriyor; üç aşağı beş yukarı Kadınsa domates doğruyor, yok mu ya bu yaz yağmurları Evet, sahiden, niye? Soruyor kadın: Bu yaz yağmurları… XIII Şimdi her yerden bakıyorlar - demek uykusuzum Kral birini çağırıyor, uykusu bitmiş olarak İşte salı, akşama doğruyuz, Bay Kemik Taciri kestiriyor Vahalam' da, bilmem ki neresidir Vahalam Babamın, ak saçlı babamın açtığı yara Bir tarla konusu Oy bre! dolduran doldurana boşluğu Babamın akıttığı kan Bilmem ki neresiydi, neresidir Vahalam Babamı tanıyorum; çorabı, tütünü, acılarıyla o adam Eksiği yok küfürden yana Onu buğdaylar öldürecek, sapsarı öldürecekler onu Belki de bir gelenek bu Ak kılçıklarıyla, ve hep birden - tamam! 265 Bilmem ki neresiydi, neresidir Yahalam. Kral birini çağırıyor, basarak parmağını kağıda Bay Kemik Taciri çamurdan yüzünü üstümde tutarak Hırçın ve kadınsal bir sesle çıkışıyor Anlamak, sadece anlamak istiyor korktuğumu Bir adam sokağın alt yanını doldurdu Kırmızı elleriyle Masa camında bir çınar yaprağı derinleşiyor Evet, sizi anlıyorum Yani kendimi Saat beş, bu üçüncü çay, kalkınan bir yerimi öldürüyorum Ve işte bilmiyorum kaatil kim Bir burgu, gene bir burguyu oyuyor Ye karım otuzunu dolduruyor bu akşam Saat beş, diyorum erken dönmeli eve Kral birini çağırdı, ve işte birini kovmak üzere Gene bir yanlışlık olacak, hadi kazandı Bay Kemik Taciri Beni bu kemikler öldürecek; yağlı, pis hayvan kemikleri Olanca aklığıyla, ve hep birden - tamam! Bilmem ki neresiydim, neresiydi Vahalam Kral tacını çıkarıyor, başı ağrımış olacak Onu selamlıyorum, ben kapıyorum kapıyı ardından Saat beş, bakınca camdan onu görüyorum Camlarda iri bir gölge derinleşiyor, o Kralsa tavana bakıyor, bir kristal avize haklıyabilir onu Bay Kemik Taciri karşıya geçiyor başarıyla Ben sadece paltomu giyiyorum. Akşam Kral birini çağırdı; biraz et, biraz da şarap Oturmuş masaya Bay Kemik Taciri Karısı ve dört çocuğuyla Duvarda bir tüfek asılı, durmadan ona bakıyor 266 Tavşanlar, keklikler, turnalar oluyor tüfeğin ucunda Başkaca bir şey olmuyor Ben kötü bir meyhaneye dalıyorum, ortalık küf kokuyor. Duvara alıştırıyorum gözlerimi - siz nesiniz duvarlar? Hiiiç! sadece duvarız biz Öyleyse bir yarım saat, karım da bekliyebilir Adamlar önce beyaz değil, sonra beyaz Bir şapka gene bir şapkaya asılı Bir palto gene bir paltoya Bir adam kendiyle döğüşüyor bir adamda Evet onu anlıyorum - Yani kendimi Bir kadın bir sürahide biriyle sevişiyor Bir burgu, gene bir burguyu oyuyor ayrıca Bir adam dikilmiş ve dikilmiş içiyor durmadan Hey tanrım! omuzlu, güçlü, kuvvetli Kocaman bir çocuk yüzü taşıyor yalnızlıktan. Gece; saat on, karım otuzunda olmalı diyorum Bir gidip bir geliyorum karanlıklarda Çiçekler alıyorum, bitmeyen çiçeklerini gecikmelerin Ye dalıyorum içeri ışıksız bir kapıdan Aranmak, yenilmek, ve hayır! utanmaktı Vahalam. Kral utandı, karım iç çekiyor durmadan Bir sabah ışığı kendini yerden yere vuruyor Kızım uyuyor, ve uyuyan biri gibi konuşuyor karım Bir duvar resmi gibi konuşuyor Kral? Kral uyandı. Saat dokuzu on beş geçiyor, üşüyorum Güneşler mi vuruyor sırtıma ne, üşüyorum Ölgün ve değişmez adımlar atıyorum, üşüyorum Karanlık, pis adamlar çıkıyorlar mağaralardan 267 Ne umut, ne hiçbir şey, sadece çıkıyorlar Bir gece, bir sabah, ve benim bakışlarımı taşıyorlar Karım ağlıyor, kızım uyuyor, karımsa gene ağlıyor Diyorum kim bilir belki de tamam! Orasıydı Vahalam. \IV İşte bu boşluk; durmadan bizi çağırıyor Kremler, pudralar, iç bulantıcı kokular gibi Bir lor bekçisi köpeğini sevdi Bir çocuk delinmiş bir kovayı sürüdü -nereye? Birr kadın bağırdı bağırdı bağırdı Tam on yıl öncesine yarayacak bir sesle. ÇOĞULLAMA Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri Seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle Bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba! Evet, çok değil, konuşurken düzeltiyoruz Orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz Ama biliyorsunuz ki gene de Hepimiz, işte hepimiz Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde. Gözler mi? tavana dikili; hayır; pencereye Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları Mağralar, denizler, gökyüzleri değil de Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o Orman, dağ, kısacası evrenle. 268 ÇOĞULLAMA Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz Biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba? Evet, çok değil onları bilmeden hoşa gideriyoruz Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin Kim bilir, belki de biz Tanrısıyız en olunmaz şeylerin. Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak Asılıp kalmışız sokak fenerlerine Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor Görenler bizi görüyor, ve gidip geliyoruz dikkatle Doğrusu, niye saklıyalım, hepimiz bunu yapıyoruz Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece Cansız Ve gidip geliyoruz dikkatle. SIĞINAK Bizi deniyorlar ilk olarak Tartışıllmaz bir üstünlüğü deniyorlar Birazını oyuyorlar toprağın - Neresi - İşte burası Sığınak . Hepiniz, ama hepiniz kendi karanlığını savunacak Bütün hep kendi karanlığını Duygular, duygularınız Gözyaşı, gözyaşlarınız Kendiniz için olacak. Size yalvarırım beni karıştırmayın Ben sadece bir sığınakçı 269 Alt yapan toprağın altını Herkes kendi çaresine bakacak Üstelik hadi durmayın Çünkü kurtulmak gibi Silkinip çıkmak gibi gün ışığına Çok belli umutlarınız olacak Ben sadece bir sığınakçı Beni sakalı kırmızı diye düşünün Bir meyhanede boynu bükük diye düşünün Bir canavar gibi düşünün isterseniz Herkes kendi düşündüğüyle kalacak. VI Biri bir gemici kasketi bulur Bu arada akıldan geçen bir tramvay Nedense ölümü düşündürür Bize ne Elbette bize ne Çünkü çok başka ölümler de var günümüzde Güzelin en güzel olduğu yerde Hızlının en hızlı olduğu yerde Diyelim bir acılar ülkesinde Ölüm. Yok mu ya şaka gibi gelir size Biraz da değişmek gibi gelir Sıkılmak çok sıkılmak gibi gelir işte Oysa akıldan geçen tramvay Belli bir titreşim bırakır hepinizde. Hücum öyleyse Yeniden başlayan şeylere Hücum! 270 Daha doğmamış çocuklara Hücum! Dallardan önce köklere Ve hücum! Yaşamaktaki ölmeye. 271 EK 4: CEMAL SÜREYA’NIN ŞİİRLERİ SAN Kırmızı bir kuştur soluğum Kumral göklerinde saçlarının Seni kucağıma alıyorum Tarifsiz uzuyor bacakların Kırmızı bir at oluyor soluğum Yüzümün yanmasından anlıyorum Yoksuluz gecelerimiz çok kısa Dörtnala sevişmek lazım. (1957) GÜL Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum İstasyonda tiren oluyor biraz Ben bazen istasyonu bulamayan bir adamım Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum 272 Her nasılsa sokağa düşmüş Kolumu kanadımı kırıyorum Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı Ve zurnanın önünde yepyeni bir çingene (1954) ÖNCELEYİN Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar Sonra yüzün onun ardından gözlerin dudakların Sonra herşey çıkıp geldi Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde Sen çıkardın utancını duvara astın Ben masanın üstüne kodum kuralları Herşey işte böyle oldu önce (1954) ADAM Adam şapkasına rastladı sokakta Kimbilir kimin şapkası Adam ne yapıp yapıp hatırladı Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar Bir kadın kimbilir kimin karısı Adam ne yapıp yapıp hatırladı. 273 Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı Adam bulut gibiydi, hatırladı Adamın ayaklarının altında Yıldızların yıldız olduğu vardı Adam yıldızlara basa basa yürüdü Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı. (1953) GÜZELLEME Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü Bak bu sensin çocuğum enine boyuna Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki Sabahlara kadar koynumda yatmışsın Bak bende yalan yok vallahi billahi Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur İşe bak sen gözlerin de burda Gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık İyi ki burda yoksa be ne yapardım Bak çocuğum kolların işte çıplak işte Bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün Gözlerin sabahın sekizinde bana açık Ne günah işlediysek yarı yarıya Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların Bunların konuşması olur öpülmesi olur Seni usulcu öpmüştüm ilk öptüğümde Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu 274 Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu Uzanmış seni usulca öpmüştüm Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu (1954) AŞK Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler. Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık Sevgiyeyd ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı. Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz Sanki hiç olmamıştı Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti Çünkü iki kişiydik Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra Sonrası iyilik güzellik. 275 DALGA Bulutu kestiler bulut üç parça Kanım yere aktı bulut üç parça İki gemiciynen Van Gogh' dan aşırılmış bir kadının yüzü ha ha ha. Bir kadının yüzü avucum kadar İki gözümle gördüm vallahi billahi Yıldızlar vardı kafayı çekmiştim Bu kimin meyhanesi ha ha ha. Bu Ali' nin meyhanesi bu da masa Bu ipi kimse için gezdirmiyorum Bir kere asılmıştım çocukluğumda Direkler gemideydi ha ha ha. İki gemiciynen Van Gogh' dan aşırılmış Bir kadının yüzü kaçıyordu yetişemedim Ben ömrümde aşk nedir bilmedim Süheyla' yı saymazsak ha ha ha. (1955) KANTO Ben nerde bir çift göz gördümse Tuttum onu güzelce sana tamamladım Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu Bir bunun için yaptım _____ Garson bira getir Garsonun adı Barba 276 Ben nereye gittimse bütün zulumlardı Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu Namussuz bir çağ bu biliyorsun ______ Garson rakı getir Garsonun adı Hakkı Sen belki de bir resimsizn ne haber Kırmızı bir Beykoz' un yanında duruyorsun Yapan bir de ağaç yapmış yanına Dallların konsun diye kelimelerin ______ Garson şarap getir Garsonun hali harap İNGİLİZ İngilizde bol gelirli bir bay şarkı söylüyor Elbet söyleyecek yok bir de söylemesin mi Gözleri yüzünün tenha bir köşesine çekilmiş Üstelik şarkının hakkını iyi veriyor Ben soluğu Meryem' in sokağında alıyorum Meryem' in diyorsam, Kolay Meryem' in, usullacık Meryem' in Karanlık bastırmış üstümüzü külliyetli miktarda Alçak sesle konuşuyoruz korkudan değil Çünkü ne zaman ağzından öpecek olsam Hele bu ağız onun kendi ağzıysa Kocaman bir gül yer alıyor arkamızda Zulma karşı 277 Ayakta duran kadınlar olur ya Meryem bunlardan Üç türlü ayakta duruşu var Birini yalnız bana kullanıyor _____ Güzel mi bari _____ Hem de nasıl (1956) CIGARAYI ATTIM DENİZE Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz Gökyüzünün o meşhur maviliğinde Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla Bir Akdeniz şehri çıkabilir içinden Alıp yaracak olsak yüreğini Şimdi bir güvercinin Şimdi sen tam çağındasın yanına varılacak Önünde durulacak tam elinden tutulacak Hangi bir elinden güzelim hangi bir Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz Öbür elinde yetişkin bir gün ışığı Daha öbür elinde de kilometrelerce hürlük Çalışan insanlar için akşamlara kadar Toz duman içinde Bir elinle de boyuna ekmek kesiyorsun Biz eskiden de en aşağı böyleydik senlen Bir bulut geçiyorsa onu görürdük Bir minarenin keyfine diyecek yoksa onu Bir adam boyuna yoksulluk ediyorsa onu Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına 278 Bir cıgara atmışsak denize Sabaha kadar yandı durdu (1954) ÜÇGENLER Ali' nin üçgenidir bu çizdiğim Nerde Öklid' in bu üçgenleri bu nerde Na şunlar üç açısı üçüde yoksul Biri sıfırın altında sekiz derece Birine atan atmış tekmeyi işi yaş Biri sizden bir sigara istiyor Sadece bir sigara ne sandınız Ne şu Ne bu Sadece bir sigara istiyor tüttürsün Nerde Öklid' in bu üçgenleri bu nerde Bu da süheyla' nınki işte aynı Her yerde görülen her hengi bir üçgen Bir kenarını yamuk çizmişler Üsküdar' a gidiyor Bir kenarına istesek her akşam rastlayabiliriz Bir kenarı da bir terzinin makasına komsu Allah versin Kendi lafına bakarsanız bunu üşümemek için yapıyor Sadece üşümemek için ne sandınız Ne şundan Ne bundan Sadece üşümemek için bu kışta kıyamette Kendi kendine yetmeyen zavallı bir üçgen İşte bu da kimbilir kiminki Bir de dik açısı var ama ne dik açı 279 En ufak tepeleri o yaratmış sanırsınız Çalgıcının biridir belki de macun satan O şarkı senin bu şarkı benim İsatanbul' da Elinde bir keman var sadece bir keman Ve alaturka Eski Üçgenler var üçgenlerde ortak noktalar Üçgeninizi çiziyorum var mı kendine güvenen Bayanlar baylar (1955) ŞİİR Kadın kendini gösterdi usulcana Çekingenlikle koşulu beyaz usulcana Gittiler gözleri aşka yaşamaya yangın Gidip gelenler oldu gitti geldiler. Kadın saçlarını getirmedi uzakta tuttu Umutsuzlukla dolu soyunuk uzakta Düştüler karanlıkta aralık aralık Düşüp ölenler oldu düştü öldüler. Kadın gözlerini koydu ortaya Bir mavi bir gökyüzü aldı çevrelerini Sevdiler sonsuz bir maviyle alıngan Sevip yaşayanlar oldu sevdi yaşadılar. (1953) 280 TÜRKÜ Bir sürü çiçek ama saydırmaya kalkma Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış Kadınlardan ya hem de bilsen nerelerinden Kahin-klin kahin-klin Ben ne kadar öbür çiçekleri denesem Seninki gül oluyor aralarında Bir sürü güvercin havalan. Saçların Bunlar tıpkı senin sevilmedeki saçların Kanatlarımdan bellidir yeni açılmış sokaklarda Gülüm-mera gülüm-mera Bir güvercin akıntısında kesin güvercinler Uçsuz bucaksız bana bakıyorsun Bir sürü Süleyman Vagon-Blö' de İçlerinden biri Vagon-Blö' de En fazla kibarı en fazla penceresi olan Çal-para çal-para Açlığa saygısından olacak Beni görünce şapkasını çıkarıyor. (1956) ELMA Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun Elma da elma ha allahlık Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı Kuşlar uçuşuyor üstünde Gökyüzü var üstünde Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştum 281 Bir duvarın üstünde Bir yandan elma yiyorsun kırmızı Bir yandan sevgilerini sebil ediyorsun sıcak İstanbul'da bir duvar Ben de çıplağım ama elma yemiyorum Benim öyle elmalara karnım tok Ben öyle elmaları çok gördüm ohooo Kuşlar uçuyor üstümde bunlar senin elmanın kuşları Gökyüzü var üstümde bu senin elmandaki gökyüzü Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum Bir kilisenin üstünde Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak Duvarda bir kilise İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise Sen çırılçıplak elma yiyorsun Denizin ortasına kadar elma yiyorsun Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz Bir yanda Sirkeci'nin tiren dolu kadınları Adettir sadece ağızlarını öptürürler Ayaküstü işlerini görmek yerine Adımın bir harfini atıyorum (1956) 282 SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ? Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum Siz hiç hamama gittiniz mi? Ben gittim lambanın biri söndü Gözümün biri söndü kör oldum Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak Şöylelemesine maviydi kör oldum Taşlara gelince hamam taşlarına Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi Taşlarda yüzümün yarısını gördüm Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü Yüzümden ummazdım bunu kör oldum Siz hiç sabunluyken ağladınız mı? (1953) HAMZA Büyük bir ihtimalle ölmüştük Şehir kan kıyametti ayaklarımızda Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk Yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü bütün Hamza bütün parmaklarını ortaya dökmüştü Yirmi yıldır cebinde biriktirdiği parmaklarını Hamza son şarkıyı kırka bölmüştü Doğrusu iyi idare etmiştik doğrusu iyi halletmiştik Yaşayanlar unutmuştu bizi Biz öldüğümüzle kalmıştık 283 HAMZA SÜİTİ Sürahinin en yamru yumru yerinde Hamza'nın karısı bir, Hamza iki. Sürahi, basbayağı sürahi, masanın üstünde Sıfırıncı katta Cihangir'deki Şehrin altında, şarkıların altında, ayranların. Yarım kafiyenin hatırı için Akşam akşam yarım somun sahibi Hamza'nın karısı bir, Hamza iki. Leyla'nın kaşları geldi oturdu karşıma Hamza'nın karısı Leyla, Hamza Leyla. Başladı Afrikası uzun bir gece -Afrika dediğin bir garip kıtaGeceler yukarda telcek-bulutcak Böyle gecelerde yatan yatana Sıfırıncı katta Cihangir'deki Hamza'nın karısı Leyla, Hamza Leyla... (1953) ŞU DA VAR Bir de var sen koynumda yatıyorsun Güzelsin güzelliğin mutlak amenna Kızlığın masanın üstünde Kocana saklıyorsun Oysa koca da ne benim kollarım var Soy bir portakal yedir bana dilim dilim Ben Uzunminareliyimdir doğma büyüme Ne yapıp yapıp denizi görmek isterim 284 SÜVEYŞ Dengesini uzun bıyıklarına borçlu yürürken Son derece ince bir kadın yüzünden sallantılı Sevişken bir orospu en mayhoş tenlisi Ortadoğu'nun Çeşmeden su içer gibi kolay rahat Avucunu çenesine dayayıp öptüğü Ama sadece öpmek mi O da ayrı mesele Saçındaki çiçeği yükleyip merhabasına Yoluna dikildiği ilk gündenberi onun Geceyi tutup getirmek birinci işi Sonra belirtmek geceyi en yavuz laflarla Meryem kadifeden bir çingenedir Ama çay içmenin kadifesi mi olur O da ayrı mesele Gibi bir Erzurumlu yanından geçen minarelerin Daracık ıslığına buyur etmiş bütün mavilikleri Meryem Meryem benimle bir daha öyle konuşma Meryem Ay sessiz sedasız bir çingenedir İna ol başımı alır giderim Ama nereye gidebilir O da ayrı mesele Biz seviştik Süveyş kanalı kapanmıştı Ellerimizin bütün balıkları kanllarda (1957) 285 ASLAN HEYKELLERİ Çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi Dokundukça dokundukça aslanlara Parklarda yakışıklı aslan heykelleri Birdenbire önümüze çıkıyorlar buysa çok güzel Bizim bu aşkımızın aslan heykelleri Şahane değişik hüzün heykelleri yani Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde Bir bir denemişim bütün kelimeleri Yeni sözler buldum bir nice seni görmeyeli Daha geniş bir gökyüzünde soluk aldıracak şiire Hadi bir de bunlarla çağır gelsin aslan heykelleri Oldurmanın yıkmanın yeniden yapmanın aslan heykelleri Olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi Bir senin gözlerin var zaten daha yok Ya bu başını alıp gidiş boynundaki Modigliani oğlu modigliani Az şey değil seninle olmak düşünüyorum da İçimde bir sevinç dallanıyor kaç kişi Bir geyik kendini çiziyor karanlığa sonra kayboluyor Karanlık maranlık ama iyi seçiliyor Yorgan toplanmış bacakların seçiliyor Bir uçtan bir uca bacaklarının aslan heykelleri Onları ne denli sevdiğimin aslan heykelleri Ayık gecemizi dolduruyorlar bir uçtan bir uca En olmayacak günde geldin tazeledin ortalığı Alıp kaldırdın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden Bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda 286 Olsa yüreğim yanmayacak aslan heykelleri Ama yok aslan heykelleri var köpek Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor Adalet Hanım iki kişilik karyolasında Bozulmuş burjuva ahlakına örnek (1957) HÜR HAMAMLAR DENİZİ Kadınlar hamamında Güzin Bacağının birini suya uzattı Erkekler hamamında Süleyman Uzandı bu bacağı bir güzel öptü Öpsün bakalım Kadın kısmı n'apar Güzin onu yapacak Bacağını azıcık yukarı çekti Süleyman yutar mı kaçın kurrası Bu sefer biraz aşağıdan öptü Hadi bakalım Az daha biraz daha derken sonunda O güzelim bacak sudan çıkacak Bacakla beraber bir mesele önemli Acep şimdi Süleyman nerden öpecek Dur bakalım Erkekler hamamında Süleyman Az namussuz adam değilmiş hani Kalkıp dosdoğru Eskişehir'e gitti Geçirdiği gibi başına şapkasını Enflasyon parasıyla otuz lira 287 NEHİRLER BOYUNCA KADINLAR GÖRDÜM Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar Hepsine yüzer kere rastladım en azdan Umutsuz sevdalara tutulmak onlarda Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda Verdi mi adama her şeylerini verirler Ben gördüm ne gördümse kadınlarda Porsuk nehrinin geçtiği Kızılırmak parça parça olasın Bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı Taş toprak arasında türküler arasında Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını Dicle kıyılarına tiren varınca Büyük bir gökyüzü git allahım git Genel olarak önce kaşları görünür Sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar Gül kurusu Bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete Siz de görürsdünüz bunları kadınlarda Ödevleri yenilmek olan hep Bıçakla kemik arasında Susmakla ağlamak arasında Yenilmek Kadınlar (1955) 288 AFRİKA Afrika dediğin bir garip kıta El bilir alem bilir Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz'in Hala eskisi gibi çizilir Haritalarda (1954) ONLARIN YANİ SİZİN Onların, yani sizin hayatınıza Şarkılar girmiş, şarkısız edemiyorsunuz Şarkılar, yani barış, yani gökyüzü Yani bazan burun buruna geldiğiniz köşebaşlarında Sonra usul usul, yavaş yavaş kaybettiğiniz Yani dost geldi gelecek, sevgili sevdi sevecek Yani yaşamak adına güzel düştüğü olan Şarkılar, yani yanıldığınız... Sizin, yani onların hayatlarına Allahlar girmiş, Allahlardan kurtulamıyorlar Allahlar, yani çarşıda, pazarda, yani evde Yani arabalarına taş koydukları caddelerde Bir dilim jandarma ekmeği kürekte, kürek denizde Yani sızlayageldiği şey öbür taraflarının Yani gölgesinden ölümü görmüş gibi korkulan Allahlar, yani yien yanıldıkları... 289 TK Atlarla. Uzun bacaklı evrensel atlar bunlarla gelişiyor sevdamız anlatılmaz Çocuklarla, kuşlarla, ağaçlarla. Büyüyen, uçan, dal budak salan. Yalnız aşkta rastlanan o seçkin nokta. sen kadınsın ya büsbütün soyunuyorsun Sana vergi, atılacak herşeyi kolayca çıkarıp atmak Öptüğün gibi dünyanın bütün adamlarını bu arada beni Uzanıp öpüyorsun ya atları çırılçıplak Ne oluyorsa işte o zaman oluyor. Sen ağzını ilave edince atlara Birdenbire oluyor bu, şaşırıyoruz Korkunç bir güzellik halkların havasında Birden ötesine geçiyoruz varmak istediğimizin Ayır ayırabilirsen, hangimiz kadın hangimiz erkek (1956) BUN Elim geçiyor aptaldan Kapital Elim mi çiçek mi bilmiyorum Bir elim bir çiçek mi açılan Çekingen mahzun açılan bunu bilmiyorum Ama üst üste yenildiğime göre İskambil oynuyorum garanti Max Jacob papazı ablasından 290 Ablasını o saat meryemsiyorum Çünkü her kadını meryemsiyorum Gözleri göz değil gözistan O müthiş korku saatlerinde Başını omzuma koymasa olmazdı Başını omzuma koyunca da Kurtarmasa olmazdı beni olmaktan İçtiği şaraba ait bir adam Gözleri göz değil gözistan Bir odadan bir odaya geçiyor Kapının birini açıp birini kapıyor Adı Meryem değil sadece Dorothy Lucy Renklerinden dolayı okulsuz bırakılan Zenciler zenciler iki okka zencefil İntihar süsü verilerek Güneşin linç edildiği bir akşam (1957) ÜVERCİNKA Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl olur sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma 291 Yatakta yatmayı bildiğin kadar Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor Bütün kara parçaları için Afrika dahil Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez Bir mısra daha söylesek sanki herşey düzelecek İki adım daha atmıyoruz bizi tutyorlar Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar Bütün kara parçalarında Afrika dahil Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok 292 Aklıma kadeh tutuşların geliyor Çiçek Pasajında akşam üstleri Asıl yksulluk ondan sonra başlıyor Bütün kara parçalarında Afrika hariç değil (1956) BALZAMİN Sen el kadar bir kadınsındır Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli Bazı ağaçlara kapı komşu Bazı çiçeklerin andırdığı İş bu kadarla bitse iyi Bir insan edinmişsindir kendine Bir şarkı edinmişsindir, bir umut Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da Saçlarınla beraber penceredeyken Besbelli arandığından haberli Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda Sevgili (1955) YAZMAM DAHA AŞK ŞİİRİ Oydu bir bakışta tanıdım onu Kuşlar bakımından uçarı Çocuk tutumuyla beklenmedik Uzatmış ay aydın karanlığıma Nerden uzatmışsa tenha boynunu 293 Dünyanın en güzel kadını bu oydu Saçlarını tarasa baştan başa rumeli Otursa ama hiç oturmazdı ki Kan kadını rüzgardı atların Hep andım ne yaşanır olduğunu En çok neresi mi ağzıydı elbet Bütün duyarlıklara ayarlı Öpüşlerin türlüsünden elhamra Sınırsız denizinde çarşafların Bir gider bir gelirdi işlek ağzı Ah şimdi benim gözlerim Bir ağlamaktır tutturmuş gidiyor Bir kadın gömleği üstümde Günün maviliği ondan Gecenin horozu ondan (1957) 294 EK 5: ECE AYHAN’IN ŞİİRLERİ BEL KANTO Gül gibi çocukları Gelmemiş sabahtan okula Bütün o külüstür karıları Çamaşır sermemiş bahçelere İlk tramvay işçileri grevi kalıpçıda Üç recep salılarda bir ikinci meşrutiyet Böğürtlen lekeli bir güvercin Uçururlarken görürseniz Galata’dan Leğen denizlere doğru. BEYAZ RUS KADIN Üç masa ötede bafra içen bir tanrı Bacak bacak üstüne atmış Penceresinde bir şehir şehirde bir sokak Sokakta bir beyaz rus kadın İskemleler arasında koşar Beyaz rus kadın kaçar Bir tiren şimdiler Bankadaki işini bitirmiş pantolonunu giymekte Sen bir devsin ne diye bu evde oturursun Ne diyeee Bozdurup bozdurup kullanırsın 295 Ne diye elişinden bir tanrıyı Sigara içen parmaklarıyla Seninki hâlâ penceresinde Beyaz rus kadın kaçar. VEDHA’LARDAN BİRİNDE I- Kumarcı Musa Vedha’lardan birinde Musa kumar oynuyor Peygamberlik bir meslek oldu Bozuk radyo ne demişti ağustosta (Ben karımın fotoğrafını isterim sizden) Dördüncü duvarda ben bulunuyordum Vedha'lardan birinde bir küçük tanrı Küçük işler için (Ben görmemiş olayım) Nasılsa tanımadığım bir toprakta öleceğim Burada sakal uzatıp Taranmış saçlarıyla (Siz kendinizin kaçıncı peygamber olduğunu sanıyorsunuz) Hangi rejim için (O kadar çabuk değişiyorlar ki) Birinci katları dinamitlenmiş evlere benzer yıkılıveririz Sokak başlarında görür ve fotoğraflarını çekeriz ( Vedha sana ne dedi) (Dedi ki) 296 SENTEZ Şu taşbasması İşkence Usülleri kitabı Nerede basma iş Babil’de Babil’de bir çocuk demek Bizi kullanıp duruyormuş Ama biz bu değiliz ki Daha ilk sayfalarda Karşımıza çıkıveriyor Başkasının gözleri Başkasının ağızları dudakları Babil’de basılmış Birer birer açılan Hayatımıza. ANAHTARLAR Çünkü kapıları Götürüyorlar (öyle yanlış ki) Cam kırıkları üzerinde Üzerinde mi üzerinde üzerinde Gülüyor ve Gülen artık çingene değildir Değil mi değil değil Bilmem şu uzakta odaların Pancurlarını açmışlar Açmışlar mı açmışlar açmışlar Denize karşı (deniz yoktur ya) İçerdekiler içerlerde 297 Dışardakiler dışarlarda kalmışlar Kalmışlar mı kalmışlar kalmışlar Anahtarları çalan bir çingenedir Bir çingene mi bir çingene bir çingene. İSKAMBİL Senin yıldızın toprağın altında kalmış yirmi yaşında basamakları alfabe gibi sayıyorsun Senin geride bıraktığın Ölünmüş bir hayat Kuzey ormanlarında Vebalı bir kadın gömdük ( Hiçbir şey bu kadar üşütemem ben!) Senin için dua ettiğini unuttuğun gibi sonradan bir peygamber de yalnız kalmaktan korkuyor üçlü bir iskambil oyununda mesele ama şimdi adam öldü. KURTULAMAYAN Sen kader ağacı değilsin - nedeni bu Tutkularına bırak kendini Bir soluk var yaşıyor uzak uzak 298 Bu daha ölmemişsin demektir Önce bitir bu şarkıyı Bir bardak doldur mavi - hiçbiri açmıyor mu seniVe git bu gelmediğin yere Kurtulamayan - nedeni bu. Üç GENCİN KALBİ Bir gemici tanırım Kalbini bir limanda bırakmış Ya kaybolursa? Ağlar çocukluğundaki gibi Kalbini almaya gidecek hala Bir oğlan tanırım Derin yeşil gözlü Gönlü güney denizlerinin dibi Kalbi ise yerinde Birine vermeye gidecek Bir gemi arar durur Bulutlardan. Bir şair tanırım Onunki içler acısı Kalbini asla vermemiş Çalmışlar Kalbi eski bir efsanede saklı. ISLAK Sokaklar ıslak ıslak 299 Ağır basar rüzgar Duvar boyunca ilanlardan Renkler şehre dağılmış Kapılar kapalı kapılar Pancurlar pencerelere Bulutlar düşer denize Gölgeler ıslak ıslak Boş meydanlarda soğuk Üşümek üşümek Bakmayınız genç adama Gözleri var Elleri var Avuç içleri ıslak ıslak. FAYTON Erol Gülercan'a O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey incecik melankolisiymiş yalnızlığının intihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam caddelerinden ölümler aşkı pera'nın Esrikmiş herhal bahçe bahçe çiçekleri olan ablam çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde durmuş tüllere sarılı mor bir karadağ tabancasıyla zakkum fotoğrafları varmış cezayir menekşeleri camekanda Ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç, bilemem intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilir mi ablamın. 300 KINAR HANIMIN DENİZLERİ Bir çakıl taşları gülümseyişi ağlarmış karafaki rakısıyla şimdi dipsiz kuyulara su olan kınar hanım'dan düz saçlarıyla ne yapsın şehzadebaşı tiyatrolarında şapkalarını tüketemezmiş hiç İşte kel hasan bu kel hasan karanlığı süpürürmüş ters yakılmış güldürmemek için serkldoryan sigaralarıyla işte masallara da girermiş bir polis o zamanlardan beri sürme kirpiklerini aralayarak insanları çocukların Ve içinde birikmiş ut çalan kadın elleri olurmuş hep gibi bir üzünç sökün edermiş akşamları ağlarken kuyulara kınar hanım'ın denizlerinden 1957 KUDÜS FARELERİ Dördüncü konuşmamızda (ben nerdeyim?) isa'dan önce bu kentte bir karınca taciri Günahkar bir hayalet için (biraz ölüm) uyluk kemiğiyle acı çekecek saraylarında Beşinci konuşmamızda 301 (anlatmak diye bir şey yoktur burada) arsenik götüren bir uşak efendisine Vebalı gecelerden (makasla kesilmiş sarı bir ay) kurtulacaklarına inanırlardı Biz vaktinde ölmüş olduğumuz için (satranç taşları gibi) kireçlerden korkmuyorduk bir de kudüs fareleri bir de kudüs fareleri Bir öyle fareler bir öyle fareler 1955 BİR ÖLÜ MACAR CAMBAZ Sonra korkunç gülümsemeler bitti sonra hiç kimseyi göremedim herkes beni arıyordu bir ölü macar cambaz buldu beni buldu beni sam yeli esiyordu denizden. 1956 302 ECEGİLLER Sam yeli de dalgınlıklarla bir çocukmuş eğilip barışlıklar çizermiş evler üzerine nasıl bir ağaçdıysak çocukken tümleçleri özneleri nasıl unuttuysak denizde turunç olmak istiyoruz yine turunçuz da. 1957 KÖTÜ İLGİLERİN GİDİŞİ Buruk bir ezgi seziliyordu içlerinde kinleri gibi renk renk ölmüş atlarını bırakıp tahta pabuçlarıyla gittiler gözlerinde frank krallarının eski hüznü Bir şarap gibi gönüllerimizi alıp çocuk dudaklarında götürdüler anılarının ayrıntısı ve burada bir sürü şarkıları kaldı kumsalda kocaman izlerini siliyor deniz 1956 İBRANİCEDEN ÇİZMEK Bacaklarım uzun nereye gitsem uzun nereye gitsem gelip beni buluyor 303 çıkmaz bir sokakta ablam Bu kente bir güvercin çizmek güvercinin gözlerini çizmek bir güvercin orta çağda bir güvercin tebeşirle Bir duvar boyunca ağaç serinlik bir ses çiziyorum herkeste olsun herkeste bir ses olsun istiyorum güvercinde bir ses ablamda orta çağda bir ses Nereye gitsem uzun bacaklarımdan buluyorlar hep çizerken başka bir sesi ve bayraklar dolusu bir bayramı kente ibraniceden 1956 CAMBAZLAR ÇADIRI Sazların arasında bir asya sukuşu iniltili aysız ilk sekiz yılın çin'de bir istiridyenin içinde geçirmiş Onu çirkin bir şekilde gelir gelmez avuçlarımla içtim kula atları gibi bacaklarından cambazlar çadırında bir gece 304 Yüzümde bir pazar gününden kalma koca hansı bir çarpı işareti zaman zaman dudaklarımı öğretiyordum kuzeye doğru titreyerek İlgisizdim artık denizle menizle kalelerin önünde eski bir çağdan ateş yakmışlardır moğollar yine devce bitiyor gece çadırda birdenbire Hesaba katmam gerekirdi papirüsleri ve barut yanığı daha bir kalın adamla sukuşunun birdenbire bitecegini usulca hesaba. 1956 AKDENİZ PENCERELERİ Açın pencereleri açın akdeniz'de sabah oluyor küçük harfli musa hep böyle gökyüzünde Kıvanç duyuyorum bu akçalı güneşten çürümüş bankalar borsalar birazdan açılacak yeryüzüne ayaklarımızın altında kezlerce deniz çayımızı içerken On beş kuruş uzattı seninki on beş kuruş bir gazete 305 aydınlık yüzlü bir kadın bize sesleniyor birdenbire Akdeniz akdeniz'de çay içerken yaratılıyor şu bizim dev dudaklı ve küçük harfli musa için açın pencereleri açın. 1956 ÇOCUKLARIN ÖLÜM ŞARKILARI - I Sokaklarda ölümcül portakallar ve çivitsi bulutlar saat kaç olursa olsun üzünç yüklenmiş bir gemi akdeniz'de ölümcül çivitsi portakallar bulutlar Keten entarisi tertemiz sabun kokar iyi durulanmamış aynı verimli kız tütün içiyor boğularak beş renk bir çıkartma devin kollarında 306 Saat kaç olursa olsun çocukların ölüm şarkıları saat kaç olursa olsun çocukların bitiyor açık pencereden bitiyor külrengi evde. 1956 KAMBİYO İstemiyorum biliyorsun geceleri kapkara düşünceli şapkasız birdenbire sokaklar arasında raslanmış bir kambiyo sterlinle dolarla lirayla biliyorsun istemiyorum Sabahlara değin dövülmüş bir kadın öznel pencereler bir de kent dikkat ettinse neden böyle çırılçıplak olduğumuzu şimdi daha iyi anlıyorsun değil mi neden dövülmüş bir kadın Belki bir gün belki eve dönmekten utanıyorum gölgesiz bomboş yenilmiş bir takım gibi belki bir gün belki küstahça şapkasız ters çevrilmiş eldivenlerle pabuçlarımı sürüyerek ıslık çalarak kapıda 307 Bu gece de sen döv beni kambiyo öylesine çoktan kapanmış ki neredeyse açılacak belediye saati koşu koşuyor cebimde Bu gece de sen döv beni gizemsel bir caddede oruçluyum dövülmeden olmaz limon gibi ay bin yıldır şapkasız eve pencerelere dönemiyorum istemiyorum biliyorsun. 1956 OKARİNA Bin yılları katran ağaçları altında akdeniz dudaklı penceresiz sancılı bir çocuk babasını bir göl olarak hatırlıyor avuçlarında kuzeyden yosun balıklı bir göl Estamp bir belediye alanında soğuk tirşe renkli salı günleri arkamızdan koşardı hoffmann horozlu belalı bir saat kulesi Çay çuvalları üzerine oturmuş dul bir çingene kadın pulsu yüzünü çevirerek görmezlikten gelirdi beni avuçlarında kalde geceleri gibi bir karanlık Gün doğuyorken ırmakta bir karınca tacirini diri diri gömüyorlar toprağa zavallı şapkası karısı ve kızkardeşiyle birlikte sessizce bitiveriyor ilk güneşte icra-iflas duası 308 Bin yılları katran ağaçları altında penceresiz salı günleri sancılı bir sürü akdeniz dudaklı çocuk açık açık el işaretleri yapıyor metrelerle halis ipek dolu o hiç batmayan kayığa doğru Ve limonsu okarina çalıyor kendi deniz lehçeleriyle gülerek ağlayarak bağırarak limonsu okarina okarina. 1956 BİR ELİŞİ TANRISI İÇİN AĞIT Peki nasıl oldu da hatırladı denizde boğulduğunu nasıl oldu da peki anlatamıyorum biliyorsun Öyle ölüme düşkündü ki biyoloji sıfır bir şarkı yiyor şimdi şapkalarını orospular eksiliyor Ama yok ne olur ağlama böyle ama yok şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak Kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron? 1956 BABİL'DEN BİR PİÇİN PROPAGANDASI Daha çizilmemiş bahçeleri içinde hiç yaşamamış bir ölümsüz bir kırmızısı kiremitleriyle akdeniz'in 309 akdeniz'e uzanmış bir kadını gibi iri puntolarla hep türkçe konuşan adamlar sokağında sabahlar olmuş hemencecik bir bando tınlıyor afişleriyle propagandalarıyla bir de ödünç alınmış bir kömür gibi art tatum'dan parmakları Toplumsal caz parçaları yarına yarın evlerde 36 sularının bir babil'den bir piçi miyop bir oğlanı bir en çok ablasız bulutları geliyor aklıma hep bir en çok türkçe sigaralar tüttüren bacalarla-larla ve bir en çok abi artık istesek de ölemeyiz diyen sonraları romalılara karşı yürüyerek yorulan bir piçi ödünç alınmış bir kömür gibi art tatum'un parmaklarıyla gün ağartısı dediklerinde leon blum'u yapıştırıyor leon blum'a . 1956 DENİZKIZI EFTALYA Neden üç aylar girerken kurşun harflerle salılara hiç soyutlanmamış ırmaklarda boğuluyor ibrahim ismail soda içen kalabalıklara doğru cumhuriyet olmuş anlamıyorum şey yani ishak bakır kapılarda bakır tokmak denizkızı eftalya cumhuriyette ağaçlara benzer öldü diye Yahu istanbul bu yahu neden birdenbire istanbul bu istanbullu ölümcülere takılıp kalıvermiş bir salaş tiyatrosu göğünde yalnız üç aylarda salı günleri otuz birle rumba da rumba bizim laternada dokuduğumuz deli çocuklar gibi bir gök budalası en eski ipek saçlarıyla uzamış topuklarına kesilmiş göz kapakları kuyularda yarısı harita deniz yarısı hatırlanmamış eftalya 310 Ve kuyulara eğilip ölümcülere selam verirken eftalya neden ibrahim'in ismail'in ishak'ın anaları gibi halklar olmak istemişti cumhuriyette üç aylar salılara. 1956 KANLI NİGAR Düşünmek istemek pera'da goygoycularla düşünmek istemek gücüme giden kanlı nigar'ı Uzamış masallardan güzleri bir halı sermek taşlığa ablamın biraz konuşmak istemek sonra çekip gitmek Hiç ölmüyor mu kanlı nigar Bir ay girerken yüreğine geceleri rastıkları kaşlı hiç. 1956 ÖLÜ BÜTÜN Harmonie'lere çekilmiş orospular gibi kantoları o kantoları soyutlanmış ırmaklarda kantocu peruz'un ölü bütünü çizerler ölümcülükler oynarlarmış ve çarşambaları gidip ırmaklarda boğulurlarmış Ben hiç ölü bütünü kucaklamış atonal kantolar düşünmediğim için harmonie'lerde çivit fabrikalarının durduğu yere kantocu peruz'u düşünüyorum. 311 KANTO AĞACI Bir pandomima olarak düşünüyorum korkunç bir pandomima türkçe cumartesilerle gelen türkçe cumartesileri halklar dediğimiz kendine benzer yusuf'larla kasketli bir yusuf Gelip bu kanto diye bağırıyorlar cihannümaların altında bu kantoları tutumbilimsel kıçları üzerine maria pilar'ların işte bu kör karıların En cumartesili bir istanbul düşünerek bu kantoları düşünüyorsun istanbul orospuları sendikasının böğründe meşrutiyetten saklı Yahu sen sahiden hiç türkçe değilsin galiba hatırlamıyorum hiç türkçe değilsin neden kantocusun bu kanto diye bağrıyorsun maria pilar'ların galiba barut yanığı kıçları üzerine halk matinelerinde O tüm bilip bilmediğimiz biraz leon blum'lu pandomimalarda alkazar sinemasının çocuklarına duhuliyenin borusu ötmez Sen karanlığa giderayak bir kanto ağacı çizmiştin yusuf'lardan önce gelip kanto ağacını kesmişler kantolarını delik deşik etmişler Hadi seni yine pandomima sahnelerinde düşünelim ağlamadan kanto ağacı hadi sen de düşün bizi bakalım çocukları alkazar'ı ağlamadan kanto ağacı. 1957 GÜL GİBİ KANTO Dipsiz kuyularda analarının kahrı azalmış galata'da iki deli çocuk 312 bacakları uzanmış rıhtımda Enlemlerle boylamların denizleri geçişi iki deli çocuğun uyuduğu saatlere rastladığı için onları hiç görmeyecekler işte. 1957 UT Üner Birkan'a Rakı içilir mi hiç çiçeksiz çiçeksiz ölürüm dükkanları hem kim olsa ölür ispatinin ebesi zulmü ilan edilmiş sokağa çıkar yalnızlığının ut sesi bir fonograf tanzimat fermanında unutulmuş hacivat gelip kahkahalar tarafından iğne ister Yalnız belki çocuklar için atlı gülen tramvayı ölümün cumhuriyete enflasyonu sekiz memeli bir zenne o çirkinim tasviri efkar bir zindan vakitlere açıktır kepengi aşkı memnu ölü teyzesine yazlığa giden kim çocuk pire kasketini deve kimler giyer acaba zehir dükkanları çiçek çiçekçi pera'da Benim ut teyzem de ölü galiba hacivat şimdi şu rakıdan ne diye vergi alırlar sanki. 313 APAŞ PAŞA ŞAPA OTURDU Merhaba diyoruz ölü teyzelerimize çocuklar merhaba diyorlar o şiirlerimizin eşikleri Mum tacirlerinin kızları ne temiz porselen yüz çiçeğe yüz ay çıkarırmış bu tabaklar Yüzüklerinde altın parmaklar takılıymış ve çarşılar grevsiz deli olurmuş yalnızlık işte. 1957 ÇOCUKLARIN ÖLÜM ŞARKILARI - II Lağım yollarından girdi metropollere uyandırdı türkçeledi barok bilincini alkazar nedir bilmemiş alışılmamış parmaklı kötü Uyandı türkçelendi fikret mualla bir deli ve cumhuriyetin her ilanında üç bitmek üzere siyah bira içen eski babam Metropoller ortası fikret mualla digan kovalar şiirsizler düşmanlarım ayağa kalksınlar. 1958 314 PUT ZANZALAK AĞACI SAFFET NEZİHİ ŞENER ZİNCİFRE ÖLÜM Benim hiç çin'de bir ablam olmamış korkunç hu gecelerin ilerlemiş saatlerinde tramvaya binen bir bach konsertosunun dudakları gibi çilek korkunç hu. 1958 A. PETRO Bir gülüşün var ayakta kötü elbet burcuvalıklarında bir dudak gül gibi Bütün ellerinin sokakları aşktır senin a. petro. 1958 UZAK HALA Kalkıp pencereyi açıyorsun operet denizlere çıkan uzak hala arsenik şişesine eylül doluyor 315 tramvay paraları atlı kırmızı Leblebici horhor'a alkış tutan dikran çuhacıyan'a çiçek atan sen uzak hala neyyire hanım yoksa cumhuriyette de uyuyamıyor musun? 1958 NEYYİRE HANIM Taşınmış şemsiyeleri belki de küsmüştür bir yazlığa gitmiştir ki neyyire hanım kül pancurları elgin, fareleri örtük ağaçları serin darülbedayi'nin en güzeli sağlama tuba Boş bir sokak fotoğrafçısı denli çirkin kaçar bir farenin bile yanında şimdi biz çocuk merdivenli bir üzünç. ÇAPALI KARŞI Kollarında eski balık dövmeleri teodor kasap perhiz ahali içmez ay türkçe rakı çıkmıştır kapalı ve geniş muhlis sabahattin'den ayşe opereti ne güzel bir hiç Üç yıllar var ki minyatürlere mahkum teodor'un o eski balık dövmeleri 316 ay osmanlılaşmış abi tüfekçi olmuş ve korkunç taş gülmekler muhlis'te gibi merdivenli bir sokaklar uzatmış çiçek bahçelerine kaçabilsin ayşe atlı tramvaylarla ne güzel bir hiç İşte o biçim gecelerde kucaklamış getirir enflasyon arkadaşlarını kova abdülhamit akşam gazeteleri dağlar gibi yalnızlık ne güzel bir hiç. 317 ÖZGEÇMİŞ Gültekin LÜLECİ, 06.10.1982 tarihinde Adapazarı’nda doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Sakarya’da tamamladı. 2002 yılında burslu olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bulunan Yakın Doğu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandı. Bu bölümü 2006 senesinde başarıyla tamamladı. Aynı yıl Sakarya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ana bilim dalı Yeni Türk Edebiyatı bilim dalında yüksek lisans yapmaya hak kazandı. 2006–2008 yılları arasında özel bir eğitim kurumda Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği yaptı. Şuan Almanya’nın Hessen Eyaleti’nde bulunan ‘‘İnstitüt Für Sprachen’’da Almanca öğrenimi görmektedir. 318