Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi - İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü

Transkript

Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi - İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Uzak’tan
EDEBİYAT, KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Yıl: 7 | Sayı: 10 | Bahar 2016
İmtiyaz Sahibi
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı
Adına,
Bahattin TAYANÇ
Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı
İşleri Sorumlusu
Yasemin ÖZCAN GÖNÜLAL
Grafik Tasarım ve Uygulama
Evrim YAKUT EVECEN
Yayın Kurulu
Müge ALGAN
Polatkan ÖZCAN
Zeynep SAYLIK
Anıl İNCEL
Canan ÜÇÜNCÜ
Gizem GEÇGİL
Uygar UYSAL
Redaksiyon
Polatkan ÖZCAN
Uygar UYSAL
Baskı
Bilim Ofset Basım Yayın ve Tic. Ltd. Şti.
Tel&Fax: 0 232 441 71 15
Baskı Tarihi: Nisan 2016
İletişim
Yasemin ÖZCAN GÖNÜLAL
[email protected]
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı
35430 Gülbahçe - Urla / İZMİR
“Bu dergi İYTE Edebiyat Topluluğu
öğrencileri tarafından hiçbir kâr
amacı güdülmeden çıkarılmaktadır.
Yayımlanan yazıların fikrî ve yasal
sorumluluğu yazarına aittir. Uzak’ta
yer alan yazılar kaynak belirtilmeden
alıntılanamaz.”
Sevgili Uzak Okurları,
Uzun bir aradan sonra 10. sayımızla tekrar Merhaba!
UZAK’ı yayımlamaya başladığımızda hedefimiz yılda iki
sayı çıkarmaktı ancak yayın kurulumuzun mezuniyetler
dolayısıyla sürekli değişmesi, planlanan yazıların
zamanında gelmemesi, tasarımın gecikmesi, bütçeyle
ilgili problemler gibi sebeplerden ötürü bu hedefimizi
gerçekleştiremediğimizi üzülerek belirtmeliyiz. Çünkü
“nitelikli” bir süreli yayıncılıkta sürekliliğin ne kadar önemli
olduğunun bilincindeyiz. Tüm bunlara rağmen dergimizi
ayakta tutma azmimizin bir gram dahi eksilmemiş olması
en büyük tesellimiz. Elinizdeki sayının tasarım işini
üstlenen, bizi kırmayıp mesaisini bir de bu işe ayırmayı seve
seve kabul eden Evrim Yakut Evecen’e teşekkür borçluyuz,
aramıza hoş geldi.
Yeni sayımızda, dosya konusu olarak Bilim-Kurgu
ve Fantastik temasını özellikle edebiyat ve sinema
alanlarındaki örnekleriyle ele almaya çalıştık. Fantastik
edebiyat türünün ustası J.R.R.Tolkien’in mitolojisi ve edebî
dünyası üzerine M. Bahadırhan Dinçaslan ile yapılan ilgi
çekici bir söyleşi de sayfalarımız arasında bulunuyor. Türk
resim sanatında rengârenk dünyaların hüzünlü anlatıcısı
olarak anılan Fikret Muallâ, bir içe dönüş yöntemi yahut
içsel bir yolculuk olarak meditasyon, öyküler, şiirler, kitap ve
öğrenci toplulukları tanıtımı, bu sayıda yer verdiğimiz diğer
konular arasında yer alıyor.
Bundan tam yedi yıl önce bir hayalle yola çıkmıştık.
Burası bir teknoloji enstitüsü olsa da edebiyat, kültür
ve sanat dergisi olan UZAK’ı var edebilmek… Çünkü
Tolkien’den aldığımız ilhamla tek bir hayal, binlerce
gerçeklikten çok daha güçlüdür, biliyoruz.
Yasemin Özcan G.
İYTE Edebiyat Topluluğu
İçindekiler
16
52
7
3
Gerçeklikten
Kaçışın
Edebiyatı
Uğurcan Kılıç
7 Bilim Kurguda Bir Kült Eser: Vakıf Dizisi
Polatkan Özcan
11 M. Bahadırhan Dinçaslan* ile Söyleşi
Ahmet Afşin Küçük
16 Bilim Kurgu Sinemasında Geleceğe Dönüş
Müge Algan
21 Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi
Polatkan Özcan
Öyküler
23
Mr. Crowley’in Doğumu
Orkan Dal
26
Zamir Bey’in Sizsizliği
Kubilay Ergül
28 Maalesef Canım Tek Başınasın
Sanem Ezgi Kınal
33Kırılma
Yavuz Selim Öztürk
42[isimsiz]
Haki Arteş Özışıklar
Şiirler
25
Peşinden Gelmeyeceğim
Serdar Hakan Argüz
27 “…”
Ayçanur Ergökten
41 Her Şey’in Başı Şu
Melih Karaduman
45 “Büyük’’ ile Sohbet Baha Gencay
46 Bir Kralın Anıları Derviş Hikmet
50
Oluksuz Kaldırım
Ayçanur Ergökten
50 Korkak
Mükremin Karabulut
51 Haikular
Derviş Hikmet
Portre
52
Resim, şarap
ve biraz da
özgürlük:
Fikret Muallâ
İbrahim Küçükkaya
Tanıtım
57
Bir Ordan,
Bir Burdan
Zeynep Saylık
60 Meditasyon Üzerine
Dane Rusçuklu
63 Topluluk
Tanıtımı
Ceren Eylem Melemşe
Bahar 2016
Gerçeklikten Kaçışın Edebiyatı
Uğurcan Kılıç
S
anayi
devriminin
ardından
başlayan makineleşmenin karanlık
ve soğuk çağının içinde insanın
içini ısıtabilen heyecanın kaynağı neydi?
Peki, çoğu filozofa göre bütün toplumsal
yanlışlıkların sorumlusu olan “sahip olma
içgüdüsü”nü kullanan ilk bireyin yarattığı
süreçte, insanoğlunu bu melankolik
halinden kurtaran arayış nasıl başladı ve
nasıl ifade edildi? Bana göre bu soruların
cevapları sırası ile bilim-kurgu ve fantezi
edebiyatıdır. Bedenin büyük travmalar ve
acılar içinde kalması durumunda beyin
kontrolü ele geçirir ve bireyin bütün
algılarını kapar, algılar yerini hayallere
bırakır. Benim için insanların ilk bilimkurgu ve fantezi edebiyatına olan ihtiyaçları
da bu şekilde oluşmuştur. Evrenin ve
doğanın bütün yasalarının göz ardı edildiği
insanlar tarafından kurulan yeni düzende,
insanın uyumsuzluğunu görüp bundan
acı duyan sanatçıların gerçekliğe gözlerini
kapaması ile doğmuştur bu edebi türler. Bir
çeşit inkârdır, daha güzel bir yerde olmayı
isteyen insanların kaçış noktasıdır.
Bu türün günümüzde bu kadar popüler
olmasının en büyük nedeni şüphesiz ki
J.R.R. Tolkien’in yarattığı etkidir. Tolkien
ilk defa tamamen yeni bir alternatif
evren kurma fikrini ortaya atmıştır.
Günümüzdeki fantastik romanlar çok
büyük oranda kendisinin bıraktığı miras
üzerinden yazılmaktadır. Yeni ırklar,
yeni türler ve çağlar boyu süren koskoca
bir tarih bırakmıştır bize Tolkien. Ancak
İngiltere’nin kırsal bölgesinde gerçek bir
“hobbit” gibi yaşayan küçük bir çocuğun
hayallerinden çok daha fazlasıdır orta
dünya. Binlerce romana, video oyunlarına,
filmlere, hayran kurgularına, tiyatrolara
ilham vermiş, insanların hayatlarını
adamış olduğu bu evren, aynı zamanda
insanoğlunun kendine karşı yaptığı en
büyük öz eleştirilerden de biridir.
Tolkien bize bencilliğimizi (insan
ırkı ile), sonsuz kibrimizi (elf ırkı ile),
maddiyata
olan
düşkünlüğümüzü
(cüce ırkı ile), şiddete olan akıl almaz
yatkınlığımızı (mordor ile), doğaya olan
3
İYTE Edebiyat Topluluğu
düşmanlığımızı (isengard ile), evrene
olan nankörlüğümüzü (değerlerin yok
edilmesi ile), güce olan zaafımızı (tek yüzük
ile), en çok da inançsızlığımızı (ırkların
her fırsatta Eru’ya sırtlarını dönmeleri
ile) anlatmıştır. Elindeki tahta kılıçla
hayalî troller ile savaşan genç Tolkien’i
okyanuslar ötesindeki bir savaşa götüren
İngiliz ordusunun başlattığı bir süreçtir
bu. Hâlâ kafasının içindeki hayalî evrende
yaşamakta olan genç Tolkien’in savaş
sırasında gerçek ile hayali ayırt edememesi
ile başlar her şey. Başta sadece Shire’da
barış içinde yaşayan hobbitler varken
savaştan sonra orta dünya büyük nüfus
kırılmalarına uğramıştır. Tolkien, savaşın
içinde kayboldukça Sauron’un orduları
daha çok güçlenmiş, orta dünya daha
çok şiddetle dolmuştur. Büyük travmalar
içindeki Tolkien, her şeyi katbekat daha
çok orta dünyada yaşamıştır ve sonunda
eve döndüğünde bütün felsefi ve siyasi
çözümlemelerini destanlarında anlatmaya
artık hazırdır. Çocukken yarattığı masum
dünyanın kirlenişi, büyümenin en güzel
tanımıdır.
4
J.R.R. Tolkien
İnsanların
beynine
giden
yolun
kalplerinden geçtiği, fantezi edebiyatı
sayesinde bu şekilde anlaşılmıştır.
Durdurulması artık mümkün değildir.
Her ne kadar yaşadığı sıralarda
yazıları hiç değer görmese ve bir sandığın
içinde terk edilmeye bırakılsa da bir
süre sonra Tolkien’in yarattığı şeyin
bir çocuk masalından çok daha fazlası
olduğu görülmeye başlanmıştır. Oğlu
tarafından yazıları sandıktan çıkarılıp
kitaplaştırıldığında ise artık bu akımın
geri dönüşü yoktur. Kısa bir süre içinde
sokaklar gandalf kostümlü anarşistler
tarafından doldurulmuştur. İnsanlar bu
hikâyelerin arkasındaki fikri görebilmiştir.
Tolkien’in etkisinin en güçlü hissedildiği
yıllarda onun çizdiği yoldan bu sefer çok
daha sert bir şekilde geçecek bir başka
yazar vardır: George Orwell. Yaptığı
toplumsal eleştirileri dünyaya olabilecek
en iyi şekilde sunmuştur George Orwell.
“1984” ve “Hayvan Çiftliği” gibi kitaplarını
bütün dünyaya okutmasının yanında
çok ilginç bir de literatür oluşturmuştur.
Yazardan sonra artık politikacılar “domuz”,
polisler “köpek” ve halk “koyun” olarak
akıllara kazınacaktır. Çeşitli alt kültürde
yapılan çalışmalar artık onun ifadeleri ile
sürdürülmektedir. İdeolojiler yeni ve güçlü
semboller kazanmıştır. Özellikle “1984”
romanında yakaladığı üslûp, birçok insanın
içinde bazı duyguları harekete geçirmiş ve
algılarını değiştirmiş, fantezi edebiyatının
önemi bir kez daha anlaşılmıştır.
Tolkien’in belki de tahmin edemediği
ayrıntı ise insanları bu kadar etkileyen şeyin
bütün bu acıları çekip bu çözümlemeleri
yapanların, aslında onların çok sevdiği
ve bağlandığı karakterler olmasıdır.
90’ların sonuna gelindiğinde ise bu sefer
fantastik edebiyat, gerçekten de çocukları
hedef almış ancak derinliğinden ödün
vermemişti. Kirasını ödeyemeyen bir
annenin yazdığı Harry Potter serisi tüm
George Orwell
dünyadaki çocukların bir anda bütün
hayatı oluvermişti. Yaşıtları bir çocuğun
tıpkı kendileri gibi normal bir dünyada
yaşarken aniden sihir ve sihirli yaratıklar
ile dolu bir dünyaya geçiş yapması kalplerin
Harry ile atmasına yol açtı. Özellikle
İngiltere’de en yoğun şekilde yaşanan bu
çılgınlık, elbette arkasında yine önemli
fikirler barındırıyordu. Ülkedeki her
çocuğun en sevdiği arkadaşlarından biri
olan Hermione’nin uğradığı ırkçı saldırılar,
infial yaratmıştı. Artık o çocukların
büyüyüp
toplum
tarafından
kirletildiklerinde bile herhangi bir ırkçı
tavır sergilemeleri mümkün değildi.
Ailesinin mali durumu yüzünden çok
zor durumlarda kalan ve aşağılanan
Ron ise okuyucu kitlenin bilinçaltında
yer edinmişti. Harry Potter okuyarak
büyüyen
hiçbir
çocuk,
insanları
gelirlerine
göre
değerlendiremezdi.
Dolores Umbridge, her çocuğun içindeki
potansiyel faşist kişiliği öldürmüştü.
J.K. Rowling, bir kuşağa hiçbir lekeden
etkilenmeyecek güzel ahlâkı aşılamıştı bile.
J.K, Rowling
Bahar 2016
Bilim-kurgu ise insanın içindeki çocuk
ile yetişkinin ilk defa uzlaşması ile oluşmuş
bir edebi türdür. En büyük örneklerini
şüphesiz ki Jules Verne vermiştir.
Korsanlara büyük hayranlık duyan ve daha
14 yaşında evden kaçıp bir gemiye sızmaya
çalışan bir çocuktu Jules Verne. Büyüdükçe
iki tutkusundan hiç vazgeçemedi: edebiyat
ve bilim. Sürekli hikâyeler yazıyor, aynı
zamanda dönemin önemli bilim adamları
ile tartışmalara katılıyordu. Bir yazar
olmasına rağmen bilim dünyasında çok
fazla saygı görüyordu; çünkü sınırsız hayal
gücü ile her bilim adamının hayallerini
süsleyen başarıları getirebilecek makineler
yaratabiliyordu. Nitekim gerçekten de
bazı bilim adamlarına bu başarıları
kazanmalarında yardımcı oldu. Bilimkurgu türünün yaratıcısı olarak bilinen
Jules Verne, birçok icadın temellerini
hikâyelerinde atmıştı. Denizaltılarını,
dolaylı
yoldan
televizyonu,
roket
modellemelerini,
video
konferansı,
uçaklar ile gökyüzüne yazılan yazıları, şok
tabancalarını, paraşütü ve daha birçok şeyi
icat edilmeden çok önce hikâyelerinde
tanımlamıştı. Tıpkı Leanardo da Vinci gibi
beyninin iki tarafını da kullanabilen ender
insanlardan biriydi Jules Verne.
5
İYTE Edebiyat Topluluğu
Denizler Altında 20.000 Fersah
Yine bilim-kurgu denince akla ilk gelecek
isimlerden biri de Arthur C. Clarke’dır.
Aynı zaman bir mucit olan Arthur, “Bir
Uzay Macerası” (A Space Odyssey) serisinin
ilk kitabında daha aya gitmek bile sadece
bir hayalken uzaya çıkabilmeyi düşlemiş
ve müthiş bir iç uyumla en ünlü bilimkurgu serilerinden biri yazmıştır. Başta
Isaac Asimov, Robert A. Heinlein olmak
üzere birçok yazar bilim-kurgu ile bilim
dünyasına yıllarca yön vermiştir.
6
Ancak bilim-kurgu türü belki de en
güzel halini 70’lerin ortasında Douglas
Adams ile alacaktı. Sarhoş bir şekilde
ülkesinden çok uzakta, bir tarlanın
ortasında yatıp gökyüzüne bakmakta olan
bir gencin hayali bilim-kurgu ile komedi
türlerini birleştirecek ve milyonlarca insanı
etkileyecekti. Yabancılar tarafından pek
de anlaşılmayan İngiliz mizahını, uzayın
bilinmeyenlerini aydınlatmakta kullanmak
belki de ilk başta parlak bir fikir değildi.
Fakat bir radyo programı olarak başlayan
“O t o s t op ç u nu n
Galaksi Rehberi”
(The Hitchhiker’s
Guide
to
the
Galaxy)
serisi
ne
kadar
zenginleşirse
zenginleşsin
takipçi
kitlesini
doyuramıyordu.
Douglas Adams’ın yarattığı bu evren, radyo
programından birkaç yıl sonra başlayarak
en kapsamlı şekli ile bir kitap serisi haline
getirildi. Okuyucular için birinin hayal
gücünü bu şekilde takip edebilmek çok
etkileyici idi; çünkü Douglas Adams tıpkı
2000’lerde sinema dünyasına girebilmeyi
başarmış Kevin Smith gibi tam olarak
ulaştığı -büyük ihtimal ile tam olarak
ulaşmak istediği- kitlenin mizacına sahipti.
Bu şekilde bilim-kurgu ve fantezi
edebiyatı, mükemmel bir uyum içinde
günümüze kadar insanları etkilemeye
devam etti. Bu türdeki yapıtların ilk ortaya
çıktıklarında değerleri hiç anlaşılamadı;
günümüzde ise popüler kültürde içleri
boşaltılıyor. Ancak iyi yazarlar her zaman
kitlelerine ulaşmayı başardı ve umarım
ulaşmaya devam edecekler. Çünkü
dünyanın buna tahmin edemeyeceğimiz
kadar çok ihtiyacı var. Bu insanlar her
zaman bulundukları toplumlara kendileri
hakkında ne kadar yanıldıklarını ispat
ettiler. Eserlerini oluşturup en sonunda
saygı görene kadar gündelik hayatları
onlar için bir kâbustu belki. Toplumların
farklılıklara karşı olan tutumları onları bu
hale getirmişti ve bu kâbus gibi hayatlar,
onları gerçeklikten kaçmaya itmişti. Fakat
önünde sonunda insanlara farklılıkların ne
kadar büyüleyici ve özel şeyler olabileceğini
kanıtladılar.
Bu
değerli
yazarlar,
yönetmenler, komedyenler, ressamlar
kısaca tüm sanatçılar, yaratıcılığın dünyayı
döndürdüğünü her gün, her saat, her
dakika, her saniye kanıtlamaya devam
ediyor.
Bahar 2016
Bilim Kurguda Bir Kült Eser:
Vakıf Dizisi
Polatkan Özcan
İyi bilim kurgu iyi edebiyattır. Bilimkurgu, lazer tabancalı delikanlıların metal sütyenli
kızları kurtardıkları “ucuz” uzay filmlerinden ibaret değildir.
Theodor Sturgeon
The Mule (Katır) Karakteri/Michael Whelan
7
İYTE Edebiyat Topluluğu
A
Babasının şekerci dükkânında satılan
magazin dergilerindeki bilim kurgu
hikâyelerini daha çok küçük yaştayken
okumaya başlamıştır. Babası bu dergilerin
çöp olduğunu düşündüğü için onları
okumasını yasaklamasına rağmen içinde
bilim kelimesi geçtiği için bu hikâyelerin
eğitici olduğuna babasını bir şekilde
ikna etmeyi başarmıştır. Yaklaşık 11
yaşındayken de kısa bilim kurgu hikâyeleri
yazmaya ve 19 yaşına geldiğinde ise
dergilere yazdığı bilim kurgu hikâyelerini
satmaya başlamıştır.
Her konuda ve türden yayımladığı
500’ü aşkın kitabın içerisinde belki de
en çok Vakıf dizisiyle bilinen Prof. Dr.
Isaac Asimov, aynı zamanda 1984 yılında
American Humanist Association’da da
başkanlık yapmıştır.
Galaktik Ansiklopedi
8
Asimov, Ateş’in Kara Keşiş’i isimli
kısa öyküsünü 1941 yılında uzun hikâye
olarak tekrar kaleme aldığında Astounding
Science Fiction dergisinin kapısını çalarak
dergi sahibi John W. Campbell’a hikâyeyi
satar. Ancak Campbell, kitapta kesinlikle
insandan üstün zeki canlı olmamasını ister.
Bu yüzden Asimov hikâyeyi buna göre
tekrar düzenler.
Isaac Asimov Portresi/ Rowena Morrill
Vakıf Kurulurken
simov, Isaac, 4 Ekim 1919 ile 2
Ocak 1920 tarihleri arasında
bilinmeyen bir günde Rusya’nın
Smolensk Yahudi özerk bölgesinde
Anna Rachel ve Judah Asimov adındaki
iki değirmencinin ilk çocukları olarak
dünyaya gelmiş, 1923 yılında ailesiyle
birlikte New York, Brooklyn’e taşınmıştır.
Yidiş ve İngilizce konuşan ailesi ona
iki dili de öğretmiş ancak hiç Rusça
konuşmamıştır.
Campbell’ın serideki önemi ve etkisi
büyüktür. Galaktik İmparatorluğun çöküş
aşamaları başta olmak üzere birçok yeri
Asimov’la birlikte kurgular. Serinin büyük
kitlelere ulaşması da yine en çok Campbell
sayesinde olur.
Vakıf
Hari Seldon isimli genç matematikçinin
geleceği
matematiksel
olarak
öngörebileceğini iddia etmesiyle başlar her
şey. 25 milyondan fazla gezegene Roma
İmparatorluğu misali yayılmış Galaktik
İmparatorluğun, pek kısıtlı kaynaklara
sahip Helicon gezegeninde yaşayan Hari,
elbette bunun pratik olarak mümkün
olmayacağını öngörür. Çünkü bir
durumun 5 dakika sonrasını hesaplamak
için yapacağı hesapların 5 dakikadan
fazla süreceği çelişkisi onun için yeterince
gözler önündedir. Bu yüzden yayımladığı
çalışmasının teoride kalacağını düşünür.
Bir şekilde yıllar geçer ve 1942’de basılan
ilk hikâyenin başında, Psikotarih isimli
bilim dalının kurulduğunu ve Galaktik
Bahar 2016
İmparatorluğun 300 yıldan daha az
ömrü kaldığını öğreniriz. Galaksinin her
köşesinde yaşayan trilyonlarca insan 30 bin
yıllık barbarlık dönemine girmek üzeredir;
dahası nükleer savaşlar ve bilimsel bilginin
çoğunun yok olması da gündemdedir.
zekâsı ve hayatta kalma içgüdüsüyle
şiddeti reddedeceği ve uzayın, galaksinin,
derinliklerine açılacağını umut ediyor.
Nükleer silahların tiksinilecek çareler
olduğuna inanıyor ve hümanizmayı en üst
noktaya taşıyor.
Seldon Planı, ustalıkla devreye
sokulur ve en sonunda bilimi ve insanlığı
kurtarmak için hayatlarını dahi feda
etmeye hazır yüzlerce insan, başkent
Trantor’u terk ederek Terminus isimli
galaksinin öbür ucundaki küçük ve
kurak gezegene Galaktik Ansiklopedi’yi
yazmaya gider. Orada, Hari Seldon’ın
temelini attığı Psikotarih biliminin yol
göstermesiyle kurdukları Vakıf’ı koruyacak
ve yücelteceklerdir, tabii eğer her şey
yolunda giderse…
Vakıf ’ın Sınırı
Elbette,
25
milyon
gezegene
yayılmış insanlığın tek bir imparator
tarafından yönetilmesi ve bunun 300
yıl içerisinde önlenemez bir biçimde
Roma İmparatorluğu’nun dağılışı gibi
gerçekleşmesi oldukça tutarsız bir fikir gibi
gelmiş olabilir ya da başka bir akıllı canlı
türünün var olmaması da belki sizler için
tamamen mantıksız olabilir. Ancak Vakıf,
bu küçük bilimkurguya dair ayrıntılardan
ibaret değil. Tıpkı tarih bilimi içinde şöyle
olmasaydı böyle olurdu demek ne kadar
anlamsızsa, bilimin her alanına değinen
bir paralel evren kurgusunu bu şekilde
yargılamak kısmen anlamsızdır.
1950’ye kadar yazılan üçleme boyunca
Galaksi ve Vakıf ’a izlerini fark ettirmeden
bırakan insanları görüyoruz. Bunlar
arasında dengeleri bozan anti-kahramanlar
ile ne olursa olsun Seldon’ın izinden
giden insanlar da bulunuyor. Asimov, bu
insanların aslında tek başlarına bir anlam
ifade etmediklerini adeta gözümüze
sokuyor. Bir bütün olarak insanlığın
önemini ve insanı insan yapanın bilim ve
bilmek olduğunu beynimize işliyor.
Arkady,1985/Michael Whelan
1981’de Asimov, üçlemeye devam
olarak 4 kitap daha ekler. Bu 4 kitabın ikisi
üçlemenin nasıl başladığını anlatırken,
diğer ikisi de üçlemeyi hatta Asimov’un
diğer önemli iki serisi olan İmparatorluk ve
Robotlar serilerini birleştirip bitirir. Bunu
yaparken R. Daneel Olivaw gibi önemli
karakterlere de yer verir.
Vakıf, silahların ölüm kustuğu ve
şiddetin, içinde bulunduğu paralel evreni
kavurduğu bilimsel kurgulara tepki
olarak doğmuştur. Asimov, insanlığın
9
15 İYTE Edebiyat Topluluğu
Psikotarih
biliminin
olabilirliği
ise çok daha çetrefilli bir konu. Soft
Determinizmin dişli bir savunucusu gibi
gözükse de Psikotarih, içeriğinde daha
çok insanın yönelimlerini ve içgüdülerini
barındırmaktadır. Zaten bu yüzden küçük
insan topluluklarına değil de gezegen
hatta gezegenlerden oluşan galaksi
büyüklüğünde
insan
topluluklarına
uygulanabilmektedir. İnsan için bir şeyler
başarmanın o kadar da kolay olmadığının
da bir göstergesidir bu aynı zamanda.
yatırım
yaptıktan
sonra
projeden
vazgeçmiştir. İlginçtir ki, bunun en
büyük sebeplerinden biri olarak şirketin
Yüzüklerin Efendisi üçlemesi için anlaşma
yapmış olması sayılabilir.
Vakıf ve Dünya
Asimov’un kurduğu Vakıf evreni
(Robotlar, İmparatorluk ve Vakıf’ı
topluca Vakıf şeklinde adlandırabiliriz),
teknoloji,
edebiyat
ve
bilimkurgu
dünyasında büyük etkiye sahiptir: Douglas
Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi
serisinde Galaktik Ansiklopedi’ye sıkça
göndermelerde bulunulması, teknolojide
önemli yere sahip olan Robotik’in ismini
seriden alması gibi.
Ancak yeni gelen haberlere göre
Christopher Nolan, Vakıf’ın dizi versiyonu
için çalışmalara başladığını geçen sene
bir röportajında bahsetmiştir. Birkaç yıl
içerisinde izleyeceğimizi ümit ediyorum.
Vakıf’ın ne kadar önemli olduğunu
bir kez verilen en iyi seri ödülünü (Hugo
Award, Best All-Time Series, 1966) kazanıp
birçok iyi seriyi geride bırakmasından da
anlayabiliriz aslında. Bu seriler arasında
J.R.R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi
serisi de vardır. Ayrıca J.R.R. Tolkien’in
Asimov’un serilerini okumaktan zevk
aldığını söylediğini de belirtmek gerek.
Fakat yine de Vakıf, tüm diğer bilim
kurgular içerisinde hep konuşulan,
okumuş olmayı dilediğiniz ancak bir türlü
başlayamadığınız kitaplar arasında belki de
en az hak ettiği değeri görmüş, ne yeterince
anlaşılabilmiş ne de popüler kültür aracı ile
daha çok insana ulaşması sağlanabilmiştir.
10
New Line Cinema, 1998’de Vakıf’ın
film adaptasyonu için 1.5 milyon dolarlık
Ayrıca Star Wars’un da Vakıf serisinden
etkilenerek çekildiğini belirtmek lazım.
Benzer öğeleri iki seri içinde de rahatlıkla
görebilirsiniz. Temel fark, ana Vakıf
evreninde robotların ve insan olmayan
uzaylıların olmamasıdır.
Vakıf Nasıl Okunur?
Böyle bir başlık açmanın saçma olduğunu
düşünebilirsiniz belki, ancak Vakıf’ın
uygun bir sırayla okunması gerçekten
büyük öneme sahip. Tıpkı Star Wars’un
kronolojik olarak izlenmemesi gerektiği
gibi Vakıf da o şekilde okunmamalıdır. Her
ne kadar Asimov hikâyedeki kronolojik
sıranın takip edilmesini uygun görüyor
olsa da, kitapların basım sırasını takip
etmek seriyi daha çekici hale getirecektir.
Türkiye’de Asimov’un kitapları gerçekten
çok sancılı zamanlar geçirmiştir. Kötü
çeviri ve baskılarla basılan kitaplardan
tutun, yayın hakları alınıp basılmayanlara
kadar Asimov kitapları hak ettiği değeri
bulamamıştır. İthaki, Vakıf’ı basarak ciddi
anlamda ilk adımı atmış oldu. Sıralamaya
sadık kalsalardı ve çeviriye biraz daha
dikkat etselerdi, gerçekten güzel bir iş
yapmış olacaklardı. Bu yüzden İthaki’nin
basım sırasıyla değil, kitapların orijinal
basım sırasıyla okunmasını önerdiğimi
hatırlatmam gerekir.
Bahar 2016
J.R.R. Tolkien’in Yarattığı
Edebi Dünya Üzerine
M. Bahadırhan Dinçaslan* ile
Söyleşi
Ahmet Afşin Küçük
“Tolkien, edebiyatın ufkunu
kendisinden önce çok az
kalemin yapabildiği ölçüde
genişletmiş; onlarca, belki
yüzlerce ozanın ve bilgenin
zihninden beslenen destanlar
ayarında bir çalışma ortaya
koyarak ‘onlarca adamın
yüzlerce yılda yaptığını bir ömre
sığdıran adam’ olarak sanat
tarihine geçmiştir.”
Tolkien’in kişiliği nasıl tasvir edilebilir?
Edebi yönünün yanında, karakteri,
yaşam tarzı, görüşleriyle bir bütün olarak
nasıl bir portre çiziyor?
Tolkien her şeyden evvel bir dil bilgini.
Eski İngilizce şiir yazabilecek, destan
kalıntılarını nazma çekebilecek kadar
Anglo-Sakson dil ve kültürüne bütün
yönleriyle hâkim. Bu yönüyle Tolkien
müthiş bir profesör, ancak aynı zamanda
çok kudretli bir edebiyatçı. İyi bir şair,
muhteşem bir nesir yazarı. Bu açıdan
diyebiliriz ki, ülkemizden örnek verecek
olursak Tolkien, Fuat Köprülü ile Yahya
Kemal’in, biraz da Atsız’ın bir karışımı.
Tolkien, kesinlikle romantik bir adam.
Bütün
“Legendarium”unun,
yani
Yüzüklerin Efendisi en çok öne çıkan metni
olmakla birlikte “Tolkien Mitolojisi”nin
ana öyküsünü Beren ve Luthien’in
öyküsü oluşturuyor ve bugün Tolkien’in
mezarında Beren, karısınınkinde Luthien
yazıyor. Karşı cinse yönelik duyguların
romantizminin yanında, Tolkien’de inkâr
edilemez bir “geçmiş özlemi” var, dünyanın
daha basit ancak daha yüzeysel olmadığı
geçmiş yıllara dair bir özlem. Ortaçağ
romantizmi popüler kültürde oldukça
yaygın, belki buna benzetebiliriz.
11
İYTE Edebiyat Topluluğu
J.R.R. Tolkien
“Tolkien’in mitolojisini,
diyebiliriz ki, “öykü” olarak
Yüzüklerin Efendisi, “masal”
olarak Hobbit, “Kutsal Kitap”
olarak Silmarillion, destan
olarak Lay of Leithian oluşturur.
Yüzüklerin Efendisi, tür olarak
bir romandır ama yarı manzum,
yarı mensur Dede Korkut ya
da daha büyük bir isabet
payıyla Battal Gazi anlatılarına
benzer. Hobbit, Ural Batır ya
da Keloğlan masallarını andırır.
Silmarillion, bir nevi İncil’dir.”
Tolkien, arkasında birçok eserin katkıda
bulunduğu bir evrim süreci yatsa da,
kulvarı tamamen değiştirip özgün ve
farklı bir “yapı” yaratarak öyle müthiş
bir eser ortaya koymuştur ki, biz Türk
Tolkienseverlerin aşina olduğu “İnsanlar
ikiye ayrılır; Yüzüklerin Efendisi’ni
okumuş olanlar ve okuyacak olanlar”
sözünü zerre Acem mübalağası olmadan
hak etmiştir. Bana kalırsa Tolkien,
edebiyatın ufkunu kendisinden önce çok
az kalemin yapabildiği ölçüde genişletmiş;
onlarca, belki yüzlerce ozanın ve bilgenin
zihninden beslenen destanlar ayarında bir
çalışma ortaya koyarak “onlarca adamın
yüzlerce yılda yaptığını bir ömre sığdıran
adam” olarak sanat tarihine geçmiştir.
Bunu nasıl başardı? Fantastik
edebiyatın öncüsü olmak, neden bu
kadar önemli olsun ki?
12
Fantastik edebiyatın köklerini Tolkien’den
öncesine götürebiliriz. Ancak Tolkien’in
yaptığı iş öyle basit bir “fantazya”dan
ibaret değil: Tolkien, dil ve mitoloji
yarattı. Yoğunluktan fırsat bulduğumda
yayımlayacağım bir kitap var; “Tolkien Ne
Yaptı?” başlıklı. Orada bunu delilleriyle
ispatlamaya
çalışacağım:
Tolkien’in
“Legendarium”u, yani Yüzüklerin Efendisi, Hobbit, Silmarillion gibi kitapların,
notların,
şiirlerin
bileşimi,
bütün
karakteristik özellikleriyle bir mitoloji
arz eder. Bunun yanında, kudretli bir dil
bilimci olarak, hem dilbilimsel hem de
estetik açıdan şahane iki dil yaratmıştır
Tolkien. Bütün bunlar göz önüne alınınca,
kulvarında hâlâ aşılamamış bir öncü.
Tolkien’in mitolojisini, diyebiliriz ki,
“öykü” olarak Yüzüklerin Efendisi, “masal”
olarak Hobbit, “Kutsal Kitap” olarak
Silmarillion, destan olarak Lay of Leithian
oluşturur. Yüzüklerin Efendisi, tür olarak
bir romandır ama yarı manzum, yarı
mensur Dede Korkut ya da daha büyük
bir isabet payıyla Battal Gazi anlatılarına
Bahar 2016
benzer. Hobbit, Ural Batır ya da Keloğlan
masallarını andırır. Silmarillion, bir nevi
İncil’dir.
Tolkien, gerçek dünyayı mı anlatıyor?
Orklar Türk mü? Ya da 2. Dünya
Savaşı’ndan esinlenmiş olabilir mi?
Tolkien, gerçek dünyanın etkili olduğunu
söyler, ancak kaçınılmaz olarak kendini
gösteren bu etkinin kasıtlı “alegoriler”e
dönüşmediğini ve alegoriden tiksindiğini
belirtir. Yani, “mitoloji yaratmak isteyen”
bir adam Tolkien. Hatta daha doğru tarif
edersek, Tolkien bir dil yaratmak istiyor,
kendi beyanlarına göre ve her dile belli
özellikleri veren “şey”in, o dilin öyküsü,
yani mitolojisi olduğunu keşfediyor. Bu
amaçla, yıllar süren bir evrim seyriyle
Legendarium’un parçalarını kaleme alıyor.
Bunu yaparken, elbette kendi yaşamının
kaçınılmaz etkisini görüyoruz: Tolkien,
II. Dünya Savaşı’nda arkadaşlarını
kaybetmiştir, Beren de yoldaşlarını
kaybeder. Tolkien, karısını ilk defa
ormanda görmüştür, Beren de Luthien’i ilk
defa ormanda görür. Ya da, Tolkien’in dâhil
olduğu kültürün kolektif bilinçaltında,
“doğulu, çekik gözlü, monoton ve sert diller
konuşan barbarlar” kötülüğü simgeler,
bu yüzden Orklar doğuda, çekik gözlü ve
monoton, sert bir dil konuşurlar. Ama bunu
kasten yapmıyor. Kasıtlı olarak yaptığı
durumlar da var tabii ki, örneğin Cüce
Dili’ni oluştururken İbraniceden ilham
aldığını söyler. Fakat bu durumlar eblehçe
“Orklar aslında Türk” ya da “Yüzüklerin
Efendisi aslında bilmem ne savaşını
anlatıyor” yorumlarıyla özetlenemez.
Tolkien’in eseri bir mitoloji olduğundan,
Propp’un “Masalın Biçimbilimi” ilkelerine,
Jung’un arketiplerine ve karşılaştırmalı
mitoloji disiplinine uygunluk gösteren
motifler içerir.
Orta Dünya Haritası
Tolkien’in
okunmalı?
kitapları
hangi
sırayla
İlk olarak edebi lezzete ulaşmak ve
Tolkien’i bütün ihtişamıyla tanımak için
Yüzüklerin Efendisi okunmalı. Türkçe
çevirisi muhteşem, gerçekten Çiğdem
Erkal İpek güzel bir iş çıkarmış. Fakat şiir
çevirileri çok kötü diyebilirim. Yüzüklerin
Efendisi’nden sonra, Hobbit okunmalı,
peşinden Silmarillion. Diğer kitaplar
daha fazlasını isteyen trivia meraklıları
tarafından okunabilir. Geçen yıllarda
Sigurd ve Gudrun Efsanesi isimli Tolkien
çalışması Türkçeye çevrilerek yayımlandı,
Tolkien’in beslendiği arka planı içeriyor.
Daha ötesini de öğrenmek isteyen okur o
eseri de okumalıdır.
Sinema
uyarlamasını
nasıl
değerlendiriyorsunuz? Tolkien mitolojisinde
en
sevdiğiniz
karakter
hangisidir?
Peter Jackson’dan nefret ediyorum.
Tabii film açısından Yüzüklerin Efendisi
üçlemesi şahane bir film serisiydi. Ancak
Tolkien açısından oldukça kötü olduğu
söylenebilir. Daha geniş bir kitleye hitap
etmek için sulandırıldığını düşünüyorum
ki Hobbit filmlerinde cüce-elf aşkı gibi
saçmasapan, çıtkırıldım ve yapmacık
popüler kültür “ırkçılık karşıtları”na hoş
13
İYTE Edebiyat Topluluğu
görünmek ve vıcık vıcık bir aşk öğesi
eklemek için getirdiği yenilikler bir
Tolkien severi çıldırtacak şeyler. Tolkien
mitolojisinde sevdiğim çok fazla karakter
var. Boromir, Turin, Finrod… Ama
herhalde en sevdiğim Feanor’dur.
Tolkien genellikle eserlerinde iyileri salt
ve mutlak iyi, kötüleri salt ve mutlak kötü
tasvir etmesiyle eleştirilmiştir. Kanımca
(tezimi destekleyen bir tespit sunmak
gerekirse, Tolkien öyle bir İngilizce
kullanır ki, tam manasıyla Norman istilası
öncesi İngiltere, biraz Cermenik, biraz
Keltik İngiltere havasını solursunuz. Latin
kökenli kelimeler yok denecek kadar azdır.)
Tolkien bunu kasten, erken ortaçağ-ortaçağ
öncesi druid mitolojisi/menkıbeler yumağı
havasını yakalayabilmek için yapmıştır.
Karakterlerin biraz buğulu ve mistik
kalmasını da bu sebebe bağlayabiliriz.
Feanor ise, bizim dünyamızdan kaçıp
Tolkien evrenine sızmış bir adam gibidir. Ne
iyidir, ne kötüdür; yaptığı işin amacı sadece
kendini bağlayan sebeplerle alakalıdır;
1. çağdan başlayarak 4. çağa kadar süren
olaylarda herkesin bir tarafta olduğu, bir
şekilde kozmik düzenin iki yakasının bir
elemanı olduğu evrende, sadece kendine ait
olan ve kendi için işler yapan tek adamdır.
Feanor, her ne kadar elf olarak tasvir edilse
de, tek gerçek insandır Tolkien evreninde.
Feanor, en has ve kâmil haliyle, şairdir.
Şairler ümmeti az peygamberlerdir ve
şairin sadakati yalnızca şiirine, sanatınadır.
Şair Necip Fazıl gibi, sırf “ne şehrayin
amma!” diyebilmek için baskı makinesi
bileşenlerini odada yanan mangala atıp
çıkan rengârenk alevi izleyip mest olur
ve yarın umrunda değildir. Koskoca bir
yalandır şairin tutunduğu, amma ne yalan.
“Şaire laf-ı riyayı satamazsın zahid/ ki yalanı
bilir elbette ki yalan ehli” diyen Necati
Bey gibi, kendi yalanına o kadar vakıftır
ki şair, başka yalanlara ihtiyaç duymaz. O
yüzden Feanor, “manası yok” der, zahide;
Valar’a, ona buna pabuç bırakmaz. Onun
kendi yarattığınadır yegâne sadakati, zira
Godhlausslardır Feanor’u yaratan Tolkien’e
ilham veren, ancak iki elinin yaptığı ile
alakadardır Feanor. Sadakati kendinedir,
kendisi de o yalandadır, sizin kanunlarınız
işlemez ona, en kallavisinden bir rest
çekmiştir nesnel gerçekliğe.
Son olarak, diğer fantastik eserlerle
Tolkien’i karşılaştırırsak nasıl bir
manzara çıkıyor karşımıza?
Fantazya tek bir tarzda ilerlemiyor, Ursula
K. Le Guin, C. S. Lewis, George R. R.
Martin, hepsi farklı karakteristik özellikler
gösteren tarzlarıyla farklı kalemler. Ancak
şunu söylemek isterim, Tolkien’in “dört
başı mamur, dili, pantheonu, yan öyküleri
14
Tolkien’in Orijinal El Yazması, Yüzüklerin Efendisi Kitabından/Bodleian Kütüphanesi
Bahar 2016
ile tam bir mitoloji”
arz
eden
bir
eser
yaratması, türü etkiledi.
Aynı kalitede değil diğer
eserler, çünkü hiçbir yazar
maalesef Tolkien gibi
“edebi yetenek” ile “bilimsel
birikim”i şahsında tevhid
etmiş değil. Ancak Ejderha
Mızrağı serisi ya da World
of Warcraft, çeşitli masa
oyunları vs. Tolkien’in bu
tavrının daha yüzeysel
örneklerini gösteriyorlar.
Tolkien kadar derin, tutarlı
ve işlenmiş değil, ancak
bunlar da birer “suni
mitoloji”ye
yakınsayan
öykü içeriyorlar. Elder
Scrolls oyun serisi de buna
örnek verilebilir.
En çok, George R. R.
Martin’i
Tolkien’le
karşılaştırmak
isterim.
Tolkien’in
Yüzüklerin
Efendisi yapıtı, Martin’in
de A Song of Ice and Fire
(Game of Thrones) yapıtı
film endüstrisi tarafından
işlendi ve daha geniş
kitlelere yayılıp popüler
kültüre girdi. Tolkien
bir “mitoloji” yaratırken,
Martin bir “roman” yazıyor,
farkları budur. Tolkien’in
dünyasında, mitoloji ve
masallarda olduğu üzere,
karakterler siyah beyaz
olmaya meyillidir, daha
epik,
insansılıktan
ve
“gerçek hayat”tan uzak
bir anlatım vardır, realist
değildir. Ancak Martin, bir
“tarih fantazyası” yazıyor,
tam bir romancı, düşük
dozlu fantastik motifler
içerse de yapıtı, aslında
onlar küçük bir önemi haiz
araçlar. Martin ekonomisi,
griliği, “insani kötülüğü”
ile gerçek benzeri bir
dünya kurarken; Tolkien,
mitolojilerdeki
gibi
“göksel” bir dünya kuruyor,
farkları buradadır. İkisinin
birbirine
üstünlüğünü
konuşmak abes, verdikleri
tat çok farklı.
* M. Bahadırhan Dinçaslan
kimdir?
M. Bahadırhan Dinçaslan,
2.8.1990’da Kayseri’de doğdu.
Kayseri Sarız ilçesine meskûn
Avşar Türkmenlerindendir.
Liseyi Nevşehir Fen Lisesi’nde
yatılı okudu. Yıldız Teknik
Üniversitesi’nde Biyomühendislik
eğitimini yarıda bırakarak derece
bursuyla Kültür Üniversitesi
İletişim Sanatları bölümüne geçti.
Bir süre e-learning sektöründe
metin yazarı olarak çalıştı.
Halen İstanbul’da gazetecilik
ve çevirmenlik yapmaktadır.
Tarih, mitoloji, etimoloji,
linguistik ve antropoloji ile
ilgilenen Dinçaslan, Siyah
Beyaz KSP Derneğinin kurucu
başkanlığını, dernek yayını
derginin editörlüğünü ve
Vaktiyle Bir Atsız Varmış isimli
kitabın yayıncılığını üstlendi.
Boğaziçi Sohbetleri başlığı
altında tarih, edebiyat, mitoloji
ve siyaset konulu sohbetleri
organize etmekte, çeşitli
mecralarda “başına buyruk
gazeteci” formatıyla köşe yazıları
yazmaktadır.
15
İYTE Edebiyat Topluluğu
Bilim Kurgu Sinemasında
Geleceğe Dönüş
Müge Algan
“Science fiction is really sociological studies of the future, things that the writer believes are
going to happen by putting two and two together.” - Ray Bradbury (bilim kurgu yazarı)
G
eleceğe dair öngörüleriniz var
ise, mutlaka endişeleriniz de
vardır. Dikkat edecek olursanız,
neredeyse bütün bilim kurgu romanları ya
da senaryolarında kaos ortamı ve mücadele
öyküleri vardır. İnsanoğlu astronomi,
fizik, matematik gibi alanlarda bilgi sahibi
olmaya başladığından beri düşünmeye
başladı; şimdi bu ise, ya sonra? Jules
Verne’leri, H.G.Wells’leri, Lovecraft’ları
anlamaya aklım, anlatmaya nefesim
yetmeyeceği için bilim kurgu hakkında
konuşmaya gelin 20. yüzyıldan başlayalım.
16
Sinema ile edebiyatı birbirinden
ayırmakta zorlanıyorum, özellikle bilim
kurgu türü söz konusu olduğunda. O
yüzden salt sinema üzerine konuşmak
niyetinde değilim. Adlarını anmışken,
tarihin ilk bilim kurgu filmi (kısa metrajlı
da olsa) Jules Verne’in Ay’a Seyahat ve
Wells’in Ay’daki İlk İnsanlar romanlarından
esinlenerek 1902 yılında Georges Méliès
tarafından çekilen Le Voyage Dans La Lune
(Ay’a Seyahat)’dür. Film birkaç yıl sonra her
karesi tek tek elle boyanarak renklendirilmiş
ki bu kopyası neredeyse 90 yıl sonra
bulunmuştur. Méliès’nin çektiği yüzlerce
filmin büyük çoğunluğu savaş döneminde
kaybolmuş hatta film makaralarını kendi
elleriyle yaktığı da söylenir. Çekildiği
inzivadan, savaş bittikten yıllar sonra izini
süren gazeteciler tarafından çıkarılmış.
Aşina gelir belki size de, Martin Scorsese’in
Hugo (2011) filminde Georges Méliès’nin
gizemli hayatına ışık tutulmuştu.
Aya Seyahat
Bahar 2016
tutun da, Maschinen-Mensch’in yaratılışını
pentagram ile süsleyen sahnelere kadar pek
çok ifadeyle isyancı olmak şeytanlık olarak
gösteriliyor ve nitekim isyan felaketlerle
sonuçlanıyor. Sonuç olarak baş ve eller
olan otorite ile işçileri arabulucu Freder
birleştiriyor. İşçiler makinelere, patronlar
masalarına dönüyor, hayat devam ediyor.
Hitler’in Metropolis’i çok beğendiği ve
takdir ettiği bilinmektedir, bunu da not
etmek isterim.
Metropolis-El, Kalp, Beyin
Sanayi devrimi
sonrası değişen
dünya
düzeni,
toplumsal sınıflar
ve ardından savaş
yılları
geleceğe
dair
korkuları
da
beraberinde
getirmiştir. Bunun
sinemaya yansıyan
ilk örneği 1927
Alman yapımı Metropolis’tir. 1.Dünya
Savaşı’ndan yenik ayrılmış ve yoksul
düşmüş, otorite özlemi ile otoriteye isyan
etme ikilemindeki, Nazi Partisi döneminin
ilk yıllarını yaşayan Almanya’nın izlerini
görüyoruz bu siyah-beyaz, sessiz filmde.
Onca yoksulluk içinde, binlerce oyuncu ve
koca bir stüdyoyla, günümüz parasıyla 200
milyon dolarlık bütçeyle nasıl çekmişler
filmi, anlamak kolay değil. Yönetmen
Fritz Lang, New York Şehri’nin silüetini
ilk gördüğünde kafasında Metropolis gibi
bir şehrin canlandığını söylüyor, Babil
Efsanesi’nden de esinlenerek senaryosunu
yazıyor (hatırlarsınız belki siz de, Queen’in
Radio Ga Ga şarkısının klibindeki
siyah beyaz görüntüler Metropolis’ten
alıntılanmıştı).
Gelişmişliğin
son
noktasında, düzeni korumak için yer
altında otomaton gibi çalışan işçileriyle
ve onları yöneten, yer üstünde varlık
içinde sefa süren elit sınıfıyla, devasa bir
şehirdir Metropolis. Bu iki dünyayı, yani
baş ve elleri birleştiren arabulucu ise kalp
olacaktır. Bu noktada, Maria ve Freder’in
aşkı öyküye yön verecektir. Filmdeki
çılgın bilim adamının eseri robot-insan
(Maschinen-Mensch, ki bu arkadaşın robot
hâli bizim C-3PO’nun anneannesi sayılır)
Rosa Luxemburg’a atıfta bulunarak ama
esasen Babil Fahişesi gibi resmedilir. İşçileri
isyana teşvik edecek, otoriteye inançlarını
yok edecektir. Filmde, Hristiyanlık’taki
Yedi Ölümcül Günah’ın sembollerinden
Epey spoiler vermiş olduğumun
farkındayım, affedin. Fakat 20. yüzyılın
ortalarına kadarki pek çok bilim
kurguda toplumsal sınıfların keskin
çizgilerle ayrıldığı, bireyselliğin ve benlik
kavramının toplum içinde eritildiği
distopyalar kurgulandığını anlatmak
istedim. Yevgeniy Zamyatin’in Biz (1920)
kurgusunu takiben Aldous Huxley’nin
Cesur Yeni Dünya (1932), Ayn Rand’ın
Anthem/Ben (1938), George Orwell’ın
BinDokuzYüzSeksenDört (1949),
Ray
Bradbur y’nin
Fahrenheit
451
(1953), Ursula K. Le
Guin’in Mülksüzler
(1974) romanları,
totaliter rejimlerin
kollarının uzanabileceği uç noktaları
resmetmiştir. Bazıları beyaz perdeye
de uyarlanmıştır.
17
İYTE Edebiyat Topluluğu
A space odyssey 2001 - Apeman
18
Yeni dünya düzenini ve kapitalizmin
mutlak hükmünü insanlığın bilinçaltı
kabullenmeye başladığında, teknolojinin
patlarcasına gelişmesi de yeni arayışlar
getirdiğinde, bu endişeli bilim kurguların
yerlerini yavaş yavaş heyecan verici uzay
maceralarına
bıraktığını
görüyoruz.
O yıllarda iki siyasî kutup arasındaki
çekişme kendini kanıtlama yolunda
uzaycılık oyununa dönüşmüş, Laika
ve Yuri Gagarin’in uzaya çıkması, Neil
Armstrong’un Ay’a ayak bastığının tüm
dünyaya yedirilmesi vs. de bilim kurgu
dünyasına yön vermiştir. Benim de hastası
olduğum pek çok film, film serisi ve dizinin
yanı sıra bir film var ki, ismi “Bir Uzay
Destanı” olmasına rağmen, sıradan bir uzay
hikâyesi olmanın çok ötesinde. Tabiî ki
2001: A Space Odyssey’den bahsediyorum.
Senaryosunu Arthur C. Clarke 1948
yılında öncelikle kısa öykü olarak yazıyor.
Tekrar 1968 yılında, Stanley Kubrick ve
Arthur C. Clarke senaryoya birlikte el
atıyorlar. Roman hâline geldiğinde Clarke
son noktayı koyup yayımlıyor, Kubrick
ise bilim kurgu sinemasının kurallarını
koyan bir filme imzasını atıyor. Apollo 11
yalanından bile 1 yıl önce çekilen filmde,
bugün kullandığımız bütün teknolojik
aletleri görüp şoka girmek mümkün.
Görüntülü konuşma, tablet, ince ekranlı
akıllı televizyon ve tadı kaçmasın diye
saymadığım niceleri… 2015’te uzay filmi
çekmek kolay, yıl 1968! Bin dokuz yüz
altmış sekiz… Kısmen bizim Death Star’a
benzeyen uzay gemisi ve diğer bütün uzay
görüntüleri, siyah fon önünde asılı duran
minyatürlerle çekilmiş. Tabii, bunlar filmin
janjanlı tarafı. 140 küsur dakikalık filmin
en fazla yarım saatinde diyalog var ve fakat
Kubrick’in dehası bize sahneleri fotoğraf
gibi inceleterek ayrıntıları keşfettiriyor. Bu
sırada bazen Johann Strauss’un Mavi Tuna
Valsi bize eşlik ediyor. Güneşin doğuşu
sahnesiyle akla kazınan müziği ise Richard
Strauss’un Also sprach Zarathustra (Böyle
Buyurdu Zerdüşt) Op. 30’un giriş bölümü.
Bazen üç dakika boyunca bir astronotun
nefes alıp verişini dinliyoruz sadece, sıkılıp
sahneyi ilerletesimiz geliyor, ama elimiz de
varmıyor hani. Ve anlıyoruz ki insanoğlu
uzayda karadaki balık gibidir; teknolojik
aletler olmadan yaşayamaz. Aletlerin ise
nefes almaya ihtiyacı yoktur. İzlediğimiz
sahneler bize insanoğlunun, kendi icat ettiği
“alet”lerin kontrolünü uzayda yaşarken
kaybettiği mesajını veriyor. İnsanların ise
uzayda yürümeyi, yemeyi, tuvalet yapmayı
yeniden öğrenmesi gerekiyor. Dünyadaki
ortama adaptasyonu milyonlarca yıl süren
insan ırkı için uzayda her şey sıfırdan
başlıyor. Film de zaten teknolojinin insan
evrimini nasıl etkilediğini anlatıyor bize.
A space odyssey 2001 - Monolith
Bahar 2016
Hikâye, maymun-insanların ilk alet
yani bir kemik parçasını kullanarak güç
elde etmesiyle başlıyor ve yapay zekânın
kullanıldığı günlere kadar geliyor. Burada
gizemli bir devasa yekpare taş (monolit)
metaforu kullanılmış, maymun-insanlar
bu taş parçasını gördüğünde korku ve
merak içerisine giriyorlar. Daha sonra
aynı monolite 1999 yılında, alınan bir
sinyal üzerine Ay’a yapılan bir ziyaret
sırasında rastlanıyor. Homo-sapiens’e
evrimleşmiş insan ise korkudan uzak,
rasyonel bir tavırla yaklaşıyor. Monolitin
Jüpiter’e sinyal gönderdiğini keşfeden
bilim adamları böylelikle 18 ay sonra
Jüpiter Görevi’ne başlıyor ve filmin adı bu
sebepten 2001 oluyor (evet 2001 yılında
uzayda gezemesek de, otuzüçon’da yılan
oynandığını deneyimledik hepimiz).
Bilim adamlarına bu görev sırasında
teknolojinin son kusursuz eseri HAL9000,
yani insan gibi düşünüp konuşabilen
bir bilgisayar eşlik ediyor (izlemeyenler
için söylemeliyim; izlediğim en korkunç
karakter, insanı gerim gerim geriyor, zaten
Sauron’a benziyor). Geminin kontrolü ve
misyonunun bütün iradesi HAL’in elinde.
Yolculuk boyunca, homo-sapiens’lerin
kendi yarattığı yapay zekâyla girdiği savaşı
ve bu en teknolojik alet ile başa çıkmak
için en basit alete dönüşünü izliyoruz.
Filmin son bölümünde ise; insanın
kendiyle yüzleşmesi sahnelenmiş. İnsanın
varlığı kadeh içerisinde şarap metaforuyla
anlatılmış. Kadeh kırılır, şarap hâlâ şaraptır.
Ağzı açık izleme garantili 2001’i listenin
başına koyduktan sonra Star Wars serileri
hakkında konuşmayı çok isterdim, ancak
ağzımı hiç açmayacağım, dergimizin
sayfa sayısı sınırlı çünkü. Saygı duruşunda
bulunmadan yanından geçmenin çok
ayıp olacağı, Tarkovsky’nin Solaris’i,
Spielberg’ün Close Encounters of the Third
Kind’ı, James Cameron’ın Terminator’leri
(özellikle ikinci film), Wachowski
kardeşlerin Matrix üçlemesi (özellikle
ilk film) gibi filmler derken Cuarón’un
Gravity’si ve Nolan’ın Interstellar’ına
kadar geldik günümüz itibariyle bilim
kurgu sinemasında. Hatta bu sırada
bizim de klişeler silsilesi ile güldüren bir
G.O.R.A’mız bile oldu, komedi momedi
idare edeceğiz artık! Wall-e de animasyon
türünde (Japon animelerini es geçersek)
en etkileyici yapım oldu, verdiği mesaj
ile de beklentimin üstündeydi. Fakat ben
kapanışı pek görsel efekt içermeyen bir
bilim kurguyla yapmak istiyorum.
Milenyum itibariyle nüfus patlaması,
doğal kaynakların tükenmeye yüz
tutması, ekosistemin göz göre göre çöküşe
sürüklenişi geleceğe dair umutsuzluk
algısını oluşturdu kafalarda. Bahsedeceğim
film, 2027 yılının Londrası’nda geçiyor.
Filmin 2006 yapımı olduğunu ve
senaryosunun dayandığı romanın kadın
yazar P.D. James tarafından 1992 yılında
yazıldığını da düşünürsek, teknolojik
anlamda günümüz dünyasından bile çok
bir farkı yok diyebiliriz, velhasıl ciuv ciuv
diye ses çıkaran aletler pek görmüyoruz.
Esasen roman 2021 yılında geçiyor, ama
filmde tarihi 6 yıl daha ötelemeyi uygun
görmüşler. Tükenmiş bir dünyada başlıyor
Children of Men’in öyküsü; İngiltere hariç
hiçbir ülkenin devleti ve ordusu kalmamış,
İngiltere sokakları ise savaş alanına
dönmüş. Yolda yürürken kurşunların
altından kafanızı eğerek geçiyorsunuz,
az önce çıktığınız bina patlıyor ve siz
tepkisizce yolunuza devam ediyorsunuz.
Dünyanın dört bir yanından kaçıp
İngiltere’ye sığınan insanlar, buna karşın
mültecilere karşı savaşan faşist bir rejim,
aşırı dinci bir kesim, bunların sonucunda
ulu orta mülteci kafesleri ve arka sokaklarda
Auschwitz’i çağrıştıran mülteci kampları…
Az biraz canlanmıştır sanırım kafanızda.
19
İYTE Edebiyat Topluluğu
Children of Man
20
Tüm bunlara ek olarak insanlık büyük bir
tehdit altında; senaryoda açıklanmayan bir
sebepten ötürü insan ırkı üreme yetisini
kaybetmiş durumda. Yıllardır dünyaya
bebek gelmiyor, üstüne üstlük savaş her
yerde. Genç bir kadın ise insanoğlunun
son umudu, bir grup insan da onun
güvenliğini sonuna kadar sağlamak
zorunda. Bu filmi, içeriği hakkında hiçbir
fikrim olmadan “Neee Clive Owen mı?
Ooo Julianne Moore? Vaay Michael Caine
de varmış!” diyerek izlemiştim. Ne iyi
etmişim! Oyunculuklar kusursuz, tam
olması gerektiği gibi; gözlerinde ışıltı
kalmamış ve umut yüzlerini terk edeli çok
olmuş (Éomer’e de selam olsun burdan
“Hope has forsaken these lands”). Fakat
sinematografi beni bitirdi. Kameralar
mükemmel kullanılmış, uzun sekanslar
halinde çekilmesi gözünüzü kırpmanıza
fırsat vermiyor. Bir çatışma sahnesinde
kameraya sıçrayan kan dakikalarca
görüntüde kalıyor ve el kamerasıyla
çekildiği için de, sanki kan gözlüğünüzün
camına sıçramış da orada siz de canınızı
kurtarmaya
çalışıyormuşsunuz
gibi
hissettiriyor. Ayrıntılar da çok etkileyici
ve tamamlayıcı. Kahramanlarımız yolda
yürürken duvarlarda gördüğümüz Banksy
karikatürleri, konuşurlarken arkada beliren
Battersea Power Station silüeti ve pembe
domuz uçan balonuyla Pink Floyd’un
Animals albüm kapağı canlandırması…
Beklemediğiniz bir anda fonda King
Crimson’dan In The Court of Crimson King
çalmaya başlayınca yaşadığınız mutlu
dumur… Şunu da eklemek istiyorum; bir
sahnede Michelangelo’nun Davut heykelini
görüyoruz. Bunca kaosun içinde bu ne
lahana turşusu şimdi diyoruz içimizden.
Sonra Picasso’nun Guernica’sını da
görüyoruz yemek salonunun duvarında ve
konuşmaların da atmosferinden anlıyoruz
ki anlatılmak istenen de lahana turşusunun
ta kendisiymiş zaten. O sırada da sahneye
Händel’in Alexander’s Feast eserinden War,
He Sung, is Toil and Trouble aryası eşlik
ediyor, ki librettosunu dikkatli dinleyince
ortamla ne kadar uyumlu olduğunu
anlıyoruz. Toparlayacak olursak; kurgunun
temel unsuru kısırlık niçin baş göstermiş,
tıp neden bir çare bulamamış bilmiyoruz.
Sadece ‘Yarın’ların umut olması ihtimali ile
başbaşa bırakılıyoruz.
Konuyu elimden geldiğince az dağıtarak,
geçen zaman içerisinde günün toplum
koşullarıyla gelecek öngörülerinin bilim
kurguya yansıyışı üzerine konuşmaya
çalıştım. 40’ar yıllık aralıklarla çekilmiş
üç filmi incelemeyi denedim. Bu üç filmin
anahtar kelimelerine dikkat ettiniz mi?
Sırasıyla; endişe, heyecan, umutsuzluk…
Sizce de dünyayı bu kadar tüketmişken,
geleceğe dair umutsuzluğun tam ortasında
değil miyiz?
Bahar 2016
Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi:
12 Monkeys, Hardware, Source
Code
Polatkan Özcan
12 Monkeys
Y
önetmenliğini Terry Gilliam’ın
yaptığı ‘95 yapımı film, 1996
yılında 5 milyar insanın ölümüne
yol açacak olan bir virüsün, 12 Maymun
isimli aktivist bir örgüt tarafından
dünya üzerine yayılması ve gelecekten
gelen James Cole (Bruce Willis) isimli
“zorunlu gönüllü” tarafından önlenmeye
çalışılmasını anlatıyor. 2035 yılında
insanlık, sahip olduğu bilgiden ödün
vermeden yer altına sığınmış ve umutsuzca
yeniden gökyüzünü görebilmeyi hayal
ediyor.
Bunun
gerçekleşmesi
için
uğraşırken de kendi seçtikleri “gönüllüleri”
geçmişe gönderip 12 Maymun örgütünü
durdurmaya çalışıyor. Fransız kısa film La
Jeteé’den (Chris Marker, 1962) esinlenerek
uyarlanmış olan filmde, Jeffrey Goines
(Brad Pitt), Kathryn Railly (Madeleine
Stowe) gibi ustalıkla oynanmış karakterler
de mevcut. 2 Oscar’a aday gösterilen filmin
2015 Ocak ayında yayınlanmaya başlamış
bir televizyon dizisi de vardır.
21
İYTE Edebiyat Topluluğu
Hardware
Richard Stanley’in 1990 yılında çektiği,
yönetmenlik hatalarıyla dolu olmasına
rağmen coşturucu bir biçimde ilham
verici bulduğum, düşük bütçeli olmasına
rağmen Transformers’tan daha güzel
olduğunu düşündüğüm, içeriğiyle öne
çıkmış ancak hatalarıyla çoğu kişinin
beğenisini kazanamamış bir distopyadır.
Biraz iç karartıcı, biraz beyin yakıcı
fikirleriyle gelecekte yaşam şartlarının
ve doğa koşullarının çığırından çıktığı,
anti-ütopik bir dünyada geçiyor. Yaşamın
neredeyse olmadığı, sınırlandırılmış,
yasak bölgelerde gezip topladıklarını
şehirde satan bir göçebenin (Carl Mccoy)
şans eseri parçalanmış bir robotun
arta kalanlarını toplayıp Moses Baxter
(Dylan Mcdermott) isimli uzay askerine,
sevgilisi Jill (Stacey Travis) için satmasıyla
başlıyor hikâye. İnsanlığın yok olmamaya
çalışırken bile sahip olduğu bencilliği
ve tüketim tutkunluğunu olağanüstü bir
biçimde anlatan Hardware, Angry Bob
(Iggy Pop), Alvy (Mark Northover) gibi
enteresan karakterlere de yer veriyor.
22
Source Code
Duncan Jones’un yönettiği 2011 yapımı
film. Bir askerin deneysel bir program
dâhilinde beklenen bir terör saldırısını
önlemek amacıyla başka bir insanın
vücuduna girip araştırma yapmasını
anlatıyor. Günümüz dünyasına benzer
bir ortamda, Sean Fentress isimli bir
öğretmenin geçmişinde, DNA kodlarının
kendisine Source Code isimli yeni bir
teknoloji ile uygulanması sayesinde
gelecekteki saldırı için ipuçları arayan
Colter Stevens (Jake Gyllenhaal), durumun
gördüğünden biraz daha farklı olduğunu
zamanla kavrıyor. Film eleştirmenlerinden
yüksek not almış olsa da Source Code,
herhangi bir ödüle sahip değildir.
Bahar 2016
Mr. Crowley’in
Doğumu
Orkan Dal
Tanrıça kadar soğuk bir aralık akşamı.
Canım sıkılıyor ve dışarı çıkıyorum.
Yağan kar, ufak bir sis oluşturmuş şehirde.
Kafamın içinde bir müzik var, sözlerini
duyuyorum. Bir kısmını hatırlıyorum
ama. Sanırım, iki dizesi şöyle olmalı: “Mr.
Crowley, what went down in your head, Mr.
Crowley, did you talk to the dead?” Ellerim
üşüyor. Üzerime giydiğim kahverengi,
biraz da eski montun ceplerine sokuyorum.
Ellerim daha da üşüyor. Soğuğun
etkisini azaltmak için salgısını artırmış
burnum akıyor. Ucu da kırmızıdır diye
düşünüyorum. Hızlı adımlarla yürüyorum.
Gittikçe hızlanıyor adımlarım. Titreyen ve
yatacak sıcak bir yer bulmak için çabalayan
köpekleri görüyorum. Kafamı çeviriyorum
mecburen, benim de kalacak yerim yok
çünkü. Hızlanan adımlarım ısıtıyor biraz
da olsa. Geniş bir yoldan yürüyorum ve
bu yolda gözümü alan farlar, kulağımı
tırmalayan kornalar ve insanların o
iğrenç, yüksek sesleri yok. Zemin, hızla
giden bir arabanın ani freniyle ısınamıyor
diye üzülüyorum. Yürümekten başka
çarem yok. Yürümezsem donabilirim.
Ne kadar süre yürüdüğümü bilmiyorum.
Yerde kırık bir şişenin cam parçalarını
görüyorum, almak için eğiliyorum.
Aldığımda yüzümü görüyorum. Sonra
saçlarımdan çıkan ve ancak kaynayan bir
suda görülebilecek buharı fark ediyorum.
Uzun süredir yürüdüğümü anlıyorum.
Doğrulmadan kırık cam parçasını aldığım
yere koyuyorum.
Doğrulduğumda basıncın etkisiyle
daha fazla üretilen ter damlacıklarının
alnımdan süzüldüğünü hissediyorum. Kirli
montumun sağ koluyla siliyorum yüzümü
ve alnımı. Yüzüm kirlenmiş olmalı; fakat
aldırış etmiyorum. Üzerimi düzeltip devam
ediyorum yürümeye. Kulağımdaki müzik,
kendini ayyaşların türkülerine* bırakıyor.
Isınmak için yaktıkları ateşi de görüyorum
üstelik. Yürüdükçe ses daha iyi geliyor.
Düşünüyorum hangisi daha iyi diye. Ah,
kararsızlık! Yanlarından geçerken bir şey
söylüyorlar. Çok yuvarlak konuştukları
için anlamıyorum. Selam verdiklerini
sanıyorum. Soğuktan morarmaya yüz
tutmuş sağ elimi çıkartıyorum ve onlara
doğru kaldırarak fakat onlara bakmayarak
yürümeye devam ediyorum. İçtikleri
şarabın içinde bulunan alkolün ilk
olarak kılcal damarları daraltarak onları
ısıtacağını ve daha sonra alkol miktarı
arttıkça alkolün bir takım hormonları
uyararak kılcal damar geçirgenliğini
arttıracağını ve sabaha kalmadan sızıp
donarak öleceklerini düşündüğümde
aniden duruyorum ve yanlarına gitmek
için dönüyorum. Yanlarına giderken,
şarap içtiklerini nereden bildiğimi
sorguluyorum.
Yanlarına gittiğimde içtiklerinin şarap
değil konyak olduğunu görüyorum.
Üç kişi var. İkisi yerde yarı yatar
pozisyonda oturuyorlar ve altlarında
kalın ve bazı yerleri ezilmiş, kirli uzun
bir mukavva olduğunu görüyorum. Biri
ayakta karanlığa doğru işiyor ve sidiği
buharlaştıkça kokusu burnuma kadar
geliyor. Kar tabakasında ince bir delik de
oluşturduğunu tahmin ediyorum. Yerde
duran avare kılıklı adamlar şaşkınlıkla
23
İYTE Edebiyat Topluluğu
bana bakıyorlar. Şaşkınlıklarını gizlemek
için ellerindeki kanyak şişelerini ikisi
birden aynı anda bana doğru uzatıyorlar.
Ateşe doğru yaklaşıyorum, topuklarımın
üzerine oturarak, sol elimi kanyak şişesine,
sağ elimi ateşe doğru uzatıyorum. Kanyağı
alıyorum ve irice bir yudum alıyorum.
Dilimdeki papillalar ölene kadar ağzımda
tutuyorum, yutmuyorum. Nefes alıp
vermemi
zorlaştırınca
boğazımdan
yavaşça süzerek yutuyorum. Kanyak yemek
borumdan mideme giderken ayrı, mideme
indiğinde ayrı hissettiriyor kendini. Bir
yudum daha aldıktan sonra şişeyi geri
veriyorum. Biraz ısınıyorum, sadece biraz.
İşeyen adam otururken haşır huşur sesler
çıkarıyor. Biraz utanarak bana “Kâğıt
parçaları, soğuktan koruyorlar adamım”
diyor. Montunun sol cebinden zulaladığı
gümüş renkli fakat tenekeden yapılma kabı
çıkartıyor. Dişleriyle açıyor ve kapağını bir
kenarı atıyor. Su gibi içiyor kanyağı âdeta.
Ellerimi ısıttıktan sonra pek de ısınmış
sayılmazlar, soğukken vücudunuz sıcak bir
şey elinize değdiğinde yaşadığınız uyuşma
hissine benzer bir hisle kalkıyorum.
24
Dolunayın önünden çekilince bulutlar,
bulunduğumuz yerin bir mezarlık
olduğunu anlıyorum. İrkiliyorum aniden.
Bunu gören avare arkadaşlarım gülüyorlar.
Mezarların üzerinde isimler beliriyor.
Fosforlu yeşil bu isimler. İsimleri tek
tek okumaya çalışıyorum; Mrs.Layne,
Mr.Rob… Ve uzaktan fosforlu sarı gibi
gözüken bir mezar dikkatimi çekiyor. Bu
mesafeden ne yazdığını okuyamıyorum;
korkarak yanına gidiyorum. Gördüğüm
isim karşısında bir kez daha irkiliyorum.
Mr. Crowley yazıyor. Aniden mezar
parlıyor ve retinam rahatsız olmaya
başlıyor. Kolumla gözlerimi kapatmaya
çalışıyorum.
Soluma bakıyorum bir
süre. Vücudum fazla epinefrin salgılamış
olacak ki kalbim göğüs kafesimi zorluyor
ve damarlarımdan geçen hayat sıvısının,
damar çeperlerinde meydana getirdiği
sürtünmeyi hissediyorum. Işık yok olunca
kolumu indirip mezara doğru dönüyorum;
bir sırrın bakış açısından esinlenerek.
Gördüğüm manzara karşısında donup
kalıyorum. Karşımda bembeyaz bir atın
üzerinde kuzguni renkte giyinmiş, uzun
kızıl saçları olan bir kadın görüyorum. Mr.
Crowley’in mezarından bir kadın çıktığına
inanamıyorum. Biraz da trajik geliyor.
Çok kısa bir süre sonra; koşuyor atlı kızıl
kadın. Hâlâ Mr. Crowley diyemiyorum
ona. Merak ederek biraz da içgüdüsel
olarak peşinden koşuyorum. Yer parlıyor
ve yanıyor âdeta. Ay’ın ışığı altında büyük
bir sarsıntı meydana geliyor. Toprak, güzel
bir kelebeğin sahip olduğu zarafetle ve
görkemli bir şekilde kabarıyor. Ufak bir tepe
meydana geliyor. Atlı kızıl kadını o tepede
görüyorum. Koşacak gücüm kalmıyor.
Kadın bana bakarak “Neyi bekliyorsun
şeytanın çağrısını mı?” diyor. Cevap
veremiyorum. Zaman olması gerekenden
daha akıcıymış gibi geliyor. Sesimi tepeye
kadar ulaştırabilmek için tüm gücümle
avazım çıktığı kadar bağırıyorum: “Neyi
kastediyorsun?” Yüzü beyazlaştığında
gülümsemesini görebiliyorum. Aniden
yok oluyor.
Tepe hâlâ duruyor. Birkaç kez daha
güçlü bir şekilde bağırıyorum. “Neyi
kastettiğini bilmek istiyorum.” diye.
Cevap kendi sesim oluyor. Dolunayın
önünü kaplıyor bulutlar yine. Gece daha
da grileşiyor. Parlayan mezarlar yok
oluyorlar. Sıradan bir mezarlığa dönüşüyor
burası. Avarelerin seslerini duyuyorum
yeniden. Arkamı dönüp hızlı bir şekilde
koşuyorum. Mezarın başına geldiğimde
açık olduğunu görüyorum. Korkmadan
mezarın içine giriyorum. İçine yatıyorum.
Avarelerin seslerini duyuyorum. Önceki
seslerine göre daha ince ve pürüzsüz.
Bahar 2016
Görüyorum onları, görünüşleri değişmiş
halde mezarın başına geliyorlar. Kırmızı
tenleri ve tamamı beyaz olan gözleri var.
Üzerlerinden sıcak bir şey akıyor. Tam
filmlerdeki sahneler gibi. “Behemoth!” bu
kelimeyi duyuyorum sadece, bir manifesto
ya da kutsal bir şey gibi geliyor. Sonra
ağızlarının olmadığını fark ediyorum.
Ağzı olmayan bir nesnenin sesini nasıl
duyduğumu sorguluyorum. Bilinç o kadar
savunmasız ki beyindeki ufak kimyasal
değişikliklerden bile etkileniyor. Ellerini
görüyorum. Büyük. Ellerin değiştiğini
fark ediyorum, adeta birer kürek oluyorlar.
Bilinçaltı yine oyun oynuyor. Mezardayken
düşünebileceğim şeyler sınırlı. Toprak
atıyorlar. Üşümem kesiliyor, toprak
sıcak. Nefes almakta güçlük çektiğimi
hissediyorum; doğum sonrası sancı gibi.
Ağırlık, yıllardır olmadığı kadar çöküyor
üzerime. Tamamen toprakla kaplandıktan
sonra bir cümle duyuyorum, gece dostça
yaşanmış bir ilişkiden sonra: “Yüce Lucifer
sizi korusun Bay Crowley.”
*Balat
Peşinden Gelmeyeceğim
Bu gece, gölgesini yitirecek ayak bilekleri
Nice karanlık sokaklar var yürünecek
Seyrek bir yağmur gibi gideceğiz bir yere
Gitmek, sokak lambalarınca bilinecek
Ve son kez öpecek beni dudakların
Son kez değecek birbirine tenlerimiz
Alelade birkaç laf edip çekeceksin ellerini
Her zamanki gibi ürkek olacak bedenin
Fırtınalar kopacak içimde
Peşinden gelmeyeceğim
Ne zaman günlerden yarın olsa
Kalkıp haytalığa meyledeceğim
Her nereye dönük değilse yüzün
Oraya mülteci gideceğim.
Ne zaman dönecek olsam yetim
Muhakkak bir adam öldüreceğim.
Gözlerim, kurumayacaklar
Peşinden gelmeyeceğim
Altında o sokak lambasının
Çağıracak beni tüm gece ve kaldırımlar
Girip koca bir karanlığa
Olduğu gibi son param şarap
Bir vakit işsizlik çekeceğim
Hangi dost yeltenirse teselliye
Ağız dolusu küfredeceğim.
Ciğerim yanacak
Fakat
Peşinden gelmeyeceğim
Serdar Hakan Argüz
25
İYTE Edebiyat Topluluğu
Zamir Bey’in
Sizsizliği
Kubilay Ergül
Hiç kar yok. Çok soğuk, rüzgâr fırtınaya
dönmek üzere... Kafamda kafama çok
büyük gelen bir kar maskesi. Üstelik
görebilmem, konuşabilmem ve burnumdan
da rahatça nefes alabilmem için ayrı ayrı
olmaları gereken delikler dünyanın parça
pinçikliğine inat bir biçimde birleşmişler ya
da kimliği belirsiz kişilerce birleştirilmişler.
Lüzumsuz bir birleşme olmuş. Böylesine
de razıyım ve fakat kar maskesi kafama
çok büyük geldiğinden birleşik delikler
burundan boyuna dekolte. Dünyayı,
minikten az büyükçe nüfus sayımlarını
yapmadığımdan sayıları belirsiz ve
birleşik deliklerden bağımsız diğer delikler
sayesinde görüyorum.
Kalabalık sokaklardan bu kılıkta geçmek
istemiyorum. Elimde olmayan nedenlerle
istemediğim şeyi yapıyorum. Beni buna
zorlayan somut ya da soyut nedenleri
merak etmiyorum. Çünkü bugünümü
merak etmeme günüm olarak belirledim.
Caddede beni görenler uzun uzun
süzmek zorunda kalıyorlar. Çok dikkat
çekiyorum. Milletin zamanının hırsızı
oluyorum. Hep o kafamdaki kar maskesi
yüzünden oluyor bu.
26
—Ulan adi kar maskesi! Beni kötü
biri yaptın, diyorum ve kafamı kar
maskesizleştiriyorum. Artık kimseye
köstek değilim. Tabii ki kar maskemsi de
bana köstek değil. Sanki özgürlüğümü
kısıtlayan tek şey bu kar maskesiymiş
gibi ondan kurtuluşuma sevinecek pek
bir şeyim olmadığından haddinden fazla
seviniyorum. Aslında beni soğuktan
koruma görevini yerine getiriyordu kar
maskem. Ancak bu koruma işini yaparken
başka işlerimi engelliyordu. Kar maskem
gibi çok şey var hayatımda. Hepsinden
kurtulsam bir türlü, kurtulmasam bir
türlü...
—“Savulun
lan
kar
maskemin
işbirlikçileri!” diyesim var ama…
Az sonra beni her gördüğünde
formaliteden hâl hatır sormayı kendisine iş
edinmiş Semih’le karşılaşıyorum.
— Ooo merhaba. Sen Bey nasılsınız?
—Teşekkür ederim, ya siz Semih Bey?
—Allah’a şükür, teşekkür ederim.
İkimiz de müteşekkir olduktan sonra
yollarımıza devam ediyoruz. Semih’le
aramızda geçen bu diyaloğumsu şey
hakkında o ne düşünüyor bilmiyorum ama
ben çok saçma sapan buluyor ve kızıyorum.
Tamam, her diyalog kendi içinde
diyalektiktir, fakat bizimkisi fasulyeden
diyalog. Fasulyeden diyaloğun diyalektiği
de fasulyeden oluyor. Fasulyelerin gereksiz
çocuksu heyecan içinde israf edildiğini
düşünüyorum.
Fasulyelere
yazık.
Hayatımda fasulyesel şeylerden de çok
var. Zaten fasulye ülkemizde çok tüketilen
bir baklagil, varın siz düşünün durumun
gazsal hâlini.
Bir gün başaracağım arkadaş! Bir gün
fasulyenin patlayan yeri fidan olacak ve
ziyan olan fasulyelerin telafisini hasat
zamanı gidereceğim ya da Semih’le ben bir
daha fasulye sucuklandırmayacağız mesela
Bahar 2016
şöyle:
— Ooo merhaba Sen Bey nasılsınız?
—Çok mu merak ediyorsun lan,
formalite Semih!
Kabak gibi kalacak tabii. Aslında
kimseyi kırmak istemem ama Marks
Amca’ya da ayıp oluyor. Ne demiş eskiler
‘Küçüklerini sev, büyüklerini say.’ Marks
Amca Semih’ten büyük ve Semih küçüğüm
de değil, yaşıtım. Yaşıtlarıma nasıl
davranabileceğimi bana bırakmış eskiler.
Kalabalıktan sıkılıyorum. Biraz da
kimsesiz sokaklarda dolaşayım, diyorum.
Hızla ve hışımla dalıyorum kimsesiz
olduğunu tahmin ettiğim bir sokağa. Bu
sokakta bir cami var. Camiye yaklaştıkça
kedi çığlıklarının sesi yükseliyor. “Acaba bu
caminin cemaati satanist mi?” “Yok canım
daha neler!” Hemen ardından bu günümü
‘merak etmeme günüm’ seçtiğimi hatırlıyor
ve herhangi bir şeyi umursamayarak yola
devam etme kararı alıyorum. Amaçsızca
ilerlemek istiyorum. Ancak kendimi
meraktan alıkoyamıyorum. Kendi koyduğu
kuralı delmenin hukuksuzluğuyla camiye
hızla varıyorum. Camide kimse yok.
Sadece iki kedi avluda mart çığlığı atıyor
mart olmadığı hâlde. Kedileri kimseden
saymıyor kimse. Böylesi daha iyi...
—İlâhi
kediler!
Millet
sokakta
sevgilisinin elini tutamıyor. Siz gel keyfim
git keyfim, diyorum kendi kendime.
Kedileri daha fazla röntgenlememek
gerek beni merak ederlerse iş yarım
kalabilir. Hem kimsenin özel hayatı beni
ilgilendirmez. Hemen uzuyorum oradan
kısadan az uzun boyumla.
“…”
Kelimeler kifayetsiz olur o an
Saniyelerin ucuna bir dizi olan, uzayan
saatlere sığmayan…
Bekleten, bekletilen; bir yığın sözcük
onlar, umarsız, yardımsız.
Hissizleştiren, onların anlamsızlığında
biraz da ben anlamsızlaşan, biz…
Biz; süregelen, zaman zamanda biz
bekleyen
Biraz harften yoğrulan, yorulan,
yolsuzlaşan.
Yani biz; benden sen, senden ben
olamayan.
Kifayetsiz kelimeler kuyruğunda
Biz ne demek olan?
Bir senedir,
Tavanın beyazında sarıyı gören biz, gün
ışıyor ya.
Hep susan biz.
Çarşılara uğrayan az buz, bekleyen
bekletilen
Kaldırım taşlarında filizlenen bu
kifayetsizleri fark eden, başımız eğik
Bir yığın harf kalabalığında susan biz.
Bulutların beyazlığında laciyi gören,
martılar bu kentten geçmiyor ya
… ve biraz da biz, iyi akşamlar.
Harflerin anlamının yer ettiği biraz
merhabalar, biraz sizler bizler
Hani ben olan “biz”.
Ya da en kısası “siz” olan ben…
Ayçanur Ergökten
27
İYTE Edebiyat Topluluğu
Maalesef Canım
Tek Başınasın
Sanem Ezgi Kınal
Gece vızır vızır akıyordu. Avukat
A. taksiden indi, kravatını gevşetti,
gömleğinin kollarını sıvadı. Davayı
kazanmıştı. Üç yıl iğneyle kuyu kazmış
ama o doktorun suçlu olduğunu
kanıtlamıştı. Savaş Gemisi’nin “roof ”una
çıktı. O davayı kazanmasa bu kadar
keyiflenmeyecek, parayı ezmek zorunda
kalmayacak ve Orhan’ı görmeyecekti.
Orhan… Kuşadası’nda, yazlıkta, arka
komşunun oğlu. On yıl var görmeyeli.
KK’nın kadim âşıklarından… Kim değildi
ki? “Şahtın şahbaz olmuşsun” diyecekti,
demedi. En son nikâhında görmüştü. Siyah
takım elbisesinin yakalarına iliştirilmiş
çeyrek altınlar, mor-kahverengi Atatürk
başları arasında sırıtıp duruyordu. Kara
kuru bir oğlanken evli erkeklerin makûs
talihini o da kıramamıştı. Şişmanlamış,
memeleri geçen ay yattığı hatununki kadar
olmuştu. İçi bulandı. Niyeti “merhaba” ve
“iyi akşamlar” deyip neşesine bakmaktı.
Bu garip, savaş gemisine benzetmek için
dünyanın demir-çeliği yığılmış ‘avm’de ne
konuşacaklardı ki? “Hadi denize gidelim,
Ferahlar da orada” dedikleri zamanlarda
da değillerdi… Hem ne yapsındı raşitik
Ferah’ı? KK sahilde olmadıktan sonra
koskoca deniz bile fazlalıktı. Hey gidi hey…
28
“Ya otursana”lara,
“Ne zamandır
görmedik”lere daha fazla dayanamadı.
Keyfi de yerindeydi. Bir bira, hadi bir tane
daha… Yak bir sigara. Satılan arabalar,
alınan arabalar… Çekiştirilen eşler,
sevgililer… En güzeli fıkralardı. Orhan’ın
en sevdiği tarafı buydu. Öyle bir anlatırdı
ki herkes masal dinleyen çocuklar gibi
onun ağzına bakardı. KK bile… Ulan
ne diye aklına gelip duruyordu şimdi?
Hayırlısı bakalım… Bir de Orhan’ın her
kahkahadan sonra barın penceresinden
görünen hastaneye kaçamak bir bakış atıp
sonra A.’yı sorguya çeken, yoklayan çipil
gözleri olmasaydı… Fazla dayanamamış;
baklayı çıkarmıştı ağzından.
“KK hastanedeymiş abi, fare zehri
içmiş.”
“Hangi hastane!?”
“Şu karşıdaki.”
Üst geçidin arkasında kalan hastaneyi
gösteriyordu. Avukat A. zaten kolay
parlardı. Sesinin ayarı pek yoktu, bu sefer
elinin ayarı da kaçmıştı. Orhan’ın suratında
patlayan tokada bira bardakları bile
şaşırmıştı. Orhan diklenmedi, anlıyordu.
Avukat A. tükürür gibi “ Yuh olsun sana”
dedikten sonra soluğu caddenin karşı
tarafındaki hastanede aldı.
Âşıktım kızım ben sana! Bilmiyordun
değil mi? Al işte öğrendin. Yani herhalde
öğrenmişsindir. Suratın hala dümdüz
de ondan içime bir kuşku düştü. Ne
bekliyorsam sanki… Ana haber bültenine
çıkacak değiliz, hoş… Gölgendim kızım
ben senin. Nerede ne yapıyorsun annen
bilmez ben bilirdim. O fırıldakla yaptığın
tatilleri kimse bilmiyor sanıyordun değil
mi? Kalbimi bir sana açıyorum derdin
hatırlıyor musun? Suratın hâlâ dümdüz.
Bu kadın, yani kalemi elinde tutan; beni
buldu çıkardı bir yerlerden. Çok ayak
sürüdüm ama vaktim gelmiş, öyle dedi.
Seni böyle göreceğimi bilseydim… Tövbe
yarabbi… Ne diyordum… Ha, kalbini
Bahar 2016
açma meselesi… Ayak kızım bunların hepsi
bilmiyor muyum sanıyorsun? Sen koca bir
yalancıydın. Bir gönülde bin tane kalbin
vardı senin. Herkese ayrı birini açardın.
Her şeyin farkındaydım sen hiç merak
etme. Ama şu canına yandığım dünyada
tek gerçeğim sendin, sensin. Nerden
çıktı şu di’li geçmiş… Allah korusun.
Biliyordun kızım sana âşık olduğumu. Ta
Kuşadası’ndan, sesimin çatlak horoz gibi
çıkmaya başladığından beri biliyordun.
Ama kıyamadın bana, diğerlerine yaptığın
gibi çırılçıplak ortalıkta bırakmadın. Razı
oldum ben de. Nasıl almışlar bu kadar
çiçeği buraya? Benim bildiğim yasak
hâlbuki. Burnun falan kaşınır gözün sulanır
senin bu can çekişen çiçek kokusundan.
Ama bakıyorum umurunda değil. O
fırıldaktan alışmışsındır belki de. Yediği
haltları, yaptığı öküzlükleri ölü çiçeklerle
sıvayan bir orospu çocuğunu sevdin ya
ne diyeyim ben sana. Senin de harcın bu
kadarmış. Yalancısın da en çok kendine
yalancısın biliyor musun? Evlenme bu
herifle; gözü göz değil” dedim diye sildin
attın beni. Bir de üstüne kıskanıyorsun
dedin ya… Tıynetsizmişsin. O an anladım
ama yediremedim kendime. Eline o
fırıldağın bir vesikalığını al; Maltepe’de,
cadde üstündeki otellere sırayla sor;
bakalım ne oluyor? Hepsi biliyor kızım,
hepsi. Memleketinden gelen burs paraları
kimlere, nelere meze oldu bilmiyorsun
tabii. İnansaydın bana keşke. İnanmak bir
kenara ufacık bir karaltı bile düşüremedim
içine. Helal olsun o fırıldağa ama. Heey!
Kalemi tutan! Daldın gittin bakıyorum. O
telefona baktın şaftın kaydı. Çıkmam lazım
daraldım ben.
Avukat A. kazandığı davaya lanet ederek
attı kendini dışarıya. Başım ağrıyor, yok
ağrımıyor; resmen acıyor. Alnımda ucu
iğneli bir tırmık tarla sürüyor sanki. Bip
bip o ses yaptı beni böyle. Ruhsuz gri
dijital kutu uçurumun kenarındaki canın
uçmasın diye hava pompalayıp duruyor
farkında mısın? Neyse dışarısı ılık; iyi
geldi. “Her şeyi yaptık senin için” dedi sabo
terlikli, yeşil önlüklü kel. Uyanmaman için
bir neden yokmuş. Savaşmıyormuşsun.
Adam bilmiyor tabii bunun tam senlik
bir tepki olduğunu. Hayatı hep birilerinin
sırtına yükleyip durduğunu nereden bilsin
garibim? Çok yalnız kalmışsın çocukken,
hep mezar resimleri çizermişsin o yüzden,
hiç yalnız kalamazmışsın. O yüzden bu
kadar kolay yüzüstü bırakabiliyorsun değil
mi? Yalnız kalanlar yanı başındakileri
yalnız bırakıveriyor değil mi? Güya çok
parasızlık çekmişsin. O yüzden sokaktaki
dilencilere bir kuruş bile verilmesine
karşısın değil mi? Maalesef canım, bu sefer
hayatla baş başasın; tek başınasın. Eve
gitmem lazım. Eve gidip uyumam lazım;
yoksa başımı şu durağın demirlerine çarpa
çarpa parçalamam an meselesi.
Kalemi Elinde Tutanın Notu-Mavi
renkli gövdesi kırmızı beyaz şeritli ODTÜ
amblemli otobüs durağa yanaşmaktadır.
Avukat A.’nın başı gerçekten çok ağrımakta.
Öyle olmasa otobüsün geldiğini çoktan fark
etmişti.
Allah belanı versin! O nasıl korna
birader! Gecenin on ikisinde personel
servisinin ne işi var? Gitmiyor da... Selektör
yapıp duruyor. Tam da dibimde durdu.
Ne oluyor anlamıyorum. Hah, kapı da
açıldı. Hayırlısı bakalım. Bana bak elinde
kalemi tutan... Hakkını helal et. Şoför bana
içeri gir diyor. Geride kalanların şaşkın
bakışları altında mavi otobüs kırmızı ışık
seline kapıldı. Avukat A. sarsıntıdan uyuya
kalmıştı.
Sert fren sesiyle uyandı. Kendinden
başka yolcu yoktu. Kapı açıldı. Şoföre
hoşça kal demek istedi ama mumya
29
İYTE Edebiyat Topluluğu
selamdan anlamazdı ki. Hazırlık binasının
önünden yürümeye başladı. Özlemişti.
Yıllar var gelmemişti. Sırf sana daha yakın
olabilmek için rahatımı bozup Uluslararası
İlişkiler’de mastır yaptım biliyor muydun?
Bence o zaman dank etti kafana zaten, o
zaman anladın sana âşık olduğumu. Ben
mastır yaparken sen o fırıldağı buldun, ben
de bu diploma sayesinde parayı.
Atkestaneleri iki yanda kuzguni
kahverengi göz kırpıyorlardı. Akşam olmak
üzereydi kampüste. Yürüdükçe başının
ağrısı hafifliyordu. Ortalık ders çıkışı gibi
kalabalıktı. Acelesi yoktu kalabalığın.
Sarmaş dolaş çiftler, Türkilizce konuşup
gülüşen gruplar yanından akıp gidiyordu
aheste. Üzerinde yürüdüğü yaşam yolunun
iki yanına bahar şenliği flamaları asılmıştı.
Kalabalığın üzerine sinmiş esrikliğin sebebi
anlaşılıyordu. Yemekhaneye gelmişti.
Kapıda afişlere bakanı tanıyordu. Aynı sırt
çantası, aynı ayakkabılar, atkuyruğu yağlı
saçlar… Bir beyaz mantosu eksikti. Oğuz
Atay görse atıverirdi omzuna bir tane.
Acıdı gençlik haline. Yaklaştı gençliğine,
yan yana durdular. Hatırlıyordu o günü
(Yani bugünü… Amaaan…) Yeni Türkü
konseri vardı bugün stadyumda bahar
şenliği için.
Yazlıkta gazinonun duvarında oturur;
gece yarısı “Ya içindesindir çemberin
ya da dışında” diye böğürüp, baş ve
işaret parmaklarıyla çember yapıp, yere
yapışıncaya kadar gülerlerdi. Şimdi
Derya’nın gülen mavi gözlerine bakarken
utandı. Ama ne gülerlerdi… Pürüzsüz
umutlu mutluluk oydu işte. Gençliği döndü
baktı Avukat A.’ya
“Siz de seviyorsunuz ?”
“Çok severim, hele de Çember”
30
Gençliği de güldü. Oğuz Atay görse
başarısız gülümseme derdi galiba. Bir de
Amerikan beziyle sarıp afişin önüne assa
bütün Ankara yığılırdı konsere. Bir kere
daha utandı Derya’dan. Sümüklü gençliğini
takip etti. Bir şey demedi, gene üzüldü bir
saat sonra olacaklara. Elinde kalemi tutan
olaylara müdahaleden pek hoşlanmıyor.
Avukat A. da bunu bildiğinden gençliği
önde, kendisi arkada stadyuma gittiler.
İkisine gençliğinden daha yakın bir yere
oturdu.
“Telli Telli, Vira Vira, Yeşilmişik,
Mamak’a Sonbahar Geldi” geçti. O
fırıldak da senin içine düşecekti. Yamuk
yumuk Türkçesi, bet sesiyle yüz karasıydı
stadyumun. Cebinden bir yüzük çıkarıp
parmağına takışını gördüm şimdi.
Gençliğim görmemişti, atkuyruğunu
düzeltiyordu o sırada. Kalabalıklar
içindeydi ve başarısızdı. Üstat görse
ne kadar ebedi bir cümle kurduğunu
anlardı. Demek yere göğe sığdıramadığın
o kıtıpiyos yüzük buydu. Kaybettim sanıp
anneni tüm gün arattırmışsın yerlerde
emeklettirerek. Çekmecenin dibinde
bulunca dönüp kadının yanağından
bile öpmemişsin. Hatırladın mı? Evden
denize gidiyorum deyip çıkıp gittiğin için
annenin tansiyonunun 22’ye vurduğunu da
bilmiyordun tabii. Annem dilaltı vermişti
de öyle kendine gelmişti Şefika Teyze.
İçi kaldırmadı daha fazla. Dizlere
sürtüne sürtüne, bira şişelerinin, köpek
öldüren kokularının arasından sıyrılıp
Bilgisayar Mühendisliği’nin önünden
yukarı doğru yürümeye başladı. Derya’nın
yumuşacık sesi, Fuat’ın kadife flütü iğde
çiçeklerine takılıp kokulanıyordu. Görsen
sen de acırdın halime. İkinizin yanında
kıymık gibi duran beni görebilseydin
sen de üzülürdün. O fırıldaktan gözünü
alabilseydin tabii. Tövbe yarabbi…
Hızını alamamış Jeoloji Mühendisliği’ne
gelmişti. Üç yılı geçmişti bu kampüste
Bahar 2016
ama hiç gelmemişti buraya kadar. Ağaçlar
sıktı burada. Binanın arka tarafındaki
patikayı takip etti. Dalgaların hışırtısını
duyuyordu sanki. Hep hayal etmişti, “Ulan
şu kampüste bir deniz olsa” demişti hep.
Aferin kalemi tutan… Hem de benim
denizimi getirmişsin, nur ol! Tamam,
çatma kaşlarını. Benim denizim bu.
Nerede olsa tanırım bu hışırtıları. Hücreye
koyup sadece bu sesi dinletseler gündüz
mü yoksa gece mi oldu bilirim. Sabah bir
aceleyle kumsala vurur, çakıl taşlarından
bir makas alıp açıktaki martılara yetiştirir
köpüklerini. Akşamki yorgunluğunu ise
dalgalarının makyaj artığı gibi kalmış güneş
kremi tabakasının altında ağırlaşmasından
anlarım ben. Hava çoktan kararmıştı. Ay
görünmüyordu. Yıldızlar her zamanki
gibi zarif ışıltılarını eksik etmiyorlardı.
Samanyolu da sağ olsun arzıendam etmişti
Avukat A.’nın şerefine.
Ayakkabılarını
çıkardı
kumsalda.
Denize doğru ilerlemeye başladı. Kumların
üstü soğuk, parmaklarının arasına
dolan kısımları sıcaktı. Eski bir tanıdıkla
tokalaşmak gibiydi. Önce seni tanımaz da
sonra hatırlar, sıkıca sarar, ısıtır elini hani,
işte öyle. Fahir Amca’nın sandalı denize
paralel ters çevrilmiş duruyordu. Gece
vakti ne zula yerdi. Sitenin gençlerinin
“okul” uydu bu eski emektar. İki tane
birbirine değmiş baş seçiyordu. Bir tanesi
kıpır kıpır hareket halindeydi. Biraz daha
yanaştı. Boğuk hıçkırıklar duyduğuna
emin oldu. Bir el kıpır kıpır olan başı
okşuyordu devamlı.
“Ağlama güzel kızım, sabah ola hayrola”
Şefika Teyze’nin sigara dumanlı sesi
hiç değişmemişti. Gene öksürme isteği
gelmişti. Saçlarını topuz yapmışsın. O
iğrenç, kelebek dedikleri Serpil Çakmaklı
tokalarıyla tutturmuşsun.
“Göstermez çocukları artık, para da
gitti”
Hıçkırıklar, sümkürmeler… Titreyen,
şişmanlıktan genişlemiş omuzların…
En fenası da onlardı. İnce pes sesin de
olmasa… Gene tanıyamazdım, yani
inkâr ederdim seni. Şefika Teyze’nin sesi
yüzünden onu da yapamadım.
Çocuklar? O fırıldakla evlendiğini
biliyordum.
Gölgen
olmaktan
o
gün vazgeçmiştim. Benim için hep
karanlıktaydın artık. Of Allah’ım… Demek
bir de o fırıldağın kaypak gözlerinin altına
yatıp çocuklar yaptın. Offf… Yaptın da o
hâle nasıl geldin? A. sandalın yanına daha
fazla yanaşmak istediyse de devriye gezen
jandarmanın kendisine dik dik baktığını
fark edince izinin üstüne geri döndü.
Ben buraya nasıl geldim? Bu nasıl
bir kâbus? Jeoloji Mühendisliği binasını
görünce rahatladı. Gömleğinden bir
düğme daha açtı. Bomboş hissediyordu
kendini. Duvarların içinden geçecek
kadar boş. Uzaktan bir motor homurtusu
duydu. Mavi otobüs tam önünde durdu.
Avukat A. o kadar bitkindi ki şoföre
sormayı düşündüğü soruların hiçbirini
soramadı. Gene fren sarsıntısıyla uyandı.
Odaları savaş gemisi kılıklı ucubeye bakan
hastanenin önünde durmuştu otobüs.
Ne demekti şimdi bu? Trafik yok olmuş,
şehir nefes almaya başlamıştı. Saate baktı,
üç buçuktu. Gelip bir daha görsem mi
seni? Neye yarar bilmiyorum. Bir şeye
yarayacağından değil de… Bin bir rica
minnetle yukarı çıktı Avukat A. Odaya
girdiğinde Şefika Teyze’yi KK’nın saçını
okşarken bulunca kalakaldı. Bu sefer hem
boş hem de saydam hissediyordu kendini.
Şefika Hanım başını çevirip önce boş
gözlerle baktı A. ‘ya. Sonra ısındı bakışları.
Gülümsedi.
31
İYTE Edebiyat Topluluğu
“Hoş geldin, önce tanıyamadım seni.”
Avukat A. kadının elini öptü, sarıldı:
“Çok üzüldüm Şefika Teyze, yeni
haberim oldu.”
İçini çekerek, sesi boğularak anlattı
Şefika Hanım. O anlattıkça Avukat A.’nın
gençliği öldü.
Aldı götürdü kızımı çöllere. Saygılı
çocuk, müslüman çocuk deyip verdik
kızı. İlk başlarda çalışıyordu orada badem
gözlüm. İlk torun doğunca sen bakacaksın
demiş. Allah’ı var saygıda hiç kusur etmezdi
bize. Peşine ikinci torun olunca eve tıkılıp
kaldı kınalı kuzum. Geçen yaz geldiğinde
“Boşanıyorum” dedi. Bütün ev kafama
geçti sanki. Bizde boşanmak yoktur oğlum.
Bilirsin sen de… Kimseler duymasın diye
Fahir’in sandalın orada denize baka baka
kustu her şeyi.
Yok, ben delirmemişim. Bir yıl öncesine
gidip gelmişim. Normal bir şeymiş gibi
mantık yürüttüm bir de. Hey yarabbi…
Çocuklar
kendilerini
kurtaracak
yaşa gelince bu sefer de bakıcı parasına
karışmam deyip kenara çekiliyormuş.
Oralarda kreş, bakıcı dünyanın parasıymış.
Kazandığım buna gidecekse evimde
otururum anne demişti bana. Çok severdi
kocasını Bize de öyle saygılı, efendiydi
Allah için. Bir dediğimizi iki etmezdi.
Avukat A. KK’nın elini tuttu. Kemirilmiş,
kenarları kıpkırmızı şiş tırnaklar Şefika
Teyzenin sözlerinden utanıyorlardı. En
çok da yüzük parmağının tırnağı. Tırnak
eti neredeyse ortasına kadar açıktaydı.
Şefika Teyze iyice boşalmıştı artık.
Gözyaşları sicim gibi olmuştu.
32
Hâlbuki en baştan beri “Sana ben
bakıyorum” der dururmuş. Bu da
kocasından gizli yüz bin lira biriktirmiş.
“Çocukları da parayı da alıp geleceğim”
demişti geçen yaz. Evlat işte… Tamam
dedik… Ama damat çocukları almış. Parayı
da avukatlar bulmuş çıkarmış. Bir de onun
için dava açmış damat, benim param diye.
İşte şimdi bu hâldeyiz oğlum… Sahi… Sen
avukattın. Bu kadar kolay mı bu işler?
Yaşlı kadın cılız bir umutla baktı komşu
oğlunun esmer, yorgun gözlerine...
“Bakarım Şefika Teyze. Kalkayım artık,
siz de uyuyun biraz.”
Elini öptü, sarıldı çaresiz kadına ve çıktı.
Asansöre doğru yürürken kafasını
içi allak bullaktı. Evlilik bir akittir.
Sözleşme kimler arasında olur? Birbirine
pek güvenmeyen insanlar arasında.
Bir arkadaşı niye evlenmediğini böyle
açıklamıştı. Buna içilir deyip bir büyükte
sarhoş etmişlerdi bu lafı. Az önce çıktığı
yer bir tavan arası değildi, bej renk steril
bir hastane odasıydı. KK bir hayal değildi
ama unutulmuştu. O orospu çocuğu bir
tane ot bile göndermemişti. Asap bozucu
bir makine nefes al nefes ver diyordu ona.
Hamam böcekleri çıkar mıydı mesela göz
pınarlarından? Ne dersin Atay’cım? Alayım
ben bu davayı. Bizim kız, Şefika Teyze’yi
aradığında söyler fiyatımı. Sözleşme de
imzalarız.
Tam asansöre binip asansörün kapıları
kapanırken incecik kalan şeritte kadını
koridorda umarsızca koşarken gördü.
“Doktor çağırın, kızım parmaklarını
oynattı.”
Bahar 2016
Kırılma
Yavuz Selim Öztürk
Hava giderek soğuyordu.
Üstelik bahar gelmişti. Güneşi çok sık
görür olmuştuk. Üzerine bina dikilmemiş,
yol yapılmamış her toprak parçası yemyeşil
bir elbiseye bürünmeye başlamıştı.
Köpekler eskisi gibi acı acı ulumuyor,
miskin miskin yatıyorlardı gün içinde.
Bütün bir kış bitmeyen rüzgârın uğultusu
yerini tatlı okşamalara bırakmıştı. Güneş
gözlüklü ve tişörtlü insanlar sokağa
çıkmaya başlamışlardı. Dışarı çıktığınızda
paltonuzun
yakasını
çekiştirerek
boynunuzu kapatmaya uğraşmıyordunuz.
Artık ince bir hırka dışında üzerinize bir
şey almanıza bile gerek kalmıyordu. Onu
da güneş batana dek elinizde taşımak
zorunda kalıyordunuz. Güneş ışıdıkça, buz
tutmuş renkler de açığa çıkıyor gibiydiler.
Ağaçların
dallarındaki
yaprakların
parıltısı gözünüzü alabiliyordu, deniz
hemen oracıkta soyunup suya girme
isteği uyandıracak kadar iştah açıcı
görünüyordu ve avuçlarınızın içinin artık
buz kesmediğini fark ediyordunuz. Hatta
belediye otobüslerinin camları artık illa ki
açık bırakılıyordu. Eğer klima varsa klima
çalıştırılıyordu. İnsanlar her akşam ve her
hafta sonu bir yerlere gitmek için yollara
dökülüyorlardı. Trafik, içinde çocuklu
aileler ve çiftlerin olduğu araçlarla doluydu.
İnsanlar el ele tutuşarak yürümeye
başlamışlardı ve gülüyorlardı. Asfaltın
sıcaklığını hissedebiliyordunuz, kuşların
ötüşlerinde bir ağaç altı sığınağının
yalnızlığı yoktu, salyangozlar kapılara
kadar tırmanıyor, çiçekler çeşit çeşit
renklerde açmaya başlıyor, güneş daha
erken doğuyor ve daha geç batıyor, balıkçı
teknelerinin ağlarına yakalanmış balıklar
bile evet onlar bile ölüm korkusu bütün
benliklerini doldurmuş olmasına rağmen
ölümü neşeyle karşılıyor, sanki dans ederek
ölüyorlardı ve gökyüzü kışın üzerinden
çıkarmadığı bütün kıyafetlerini çıkarmış
ve yalnız bembeyaz bulutlarla mahrem
yerlerini kapatarak, bütün güzelliğiyle ve
bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önünde
soyunuyordu. Bahar gelmişti.
Ama hava giderek soğuyordu.
Yaşlı bir adam gecenin bir yarısı yoldan
oldukça uzak bir yerde elinde kürek, köpük
gibi kabarmış toprağı kazıyordu. Adamın
başında bir kasket ve ağzında, uzaktan bir
ateşböceğini andıran, arada bir ışıldayan
bir sigara vardı. Hava zifir gibi karanlıktı.
Adam arada durup dinlenerek, zaman
zaman sigarasından derin nefesler çekerek
toprağı kazıyordu. Ancak çukur bir türlü
derinleşmek nedir bilmiyor gibiydi.
Yanında giderek yükselen toprak kümesine
rağmen, küreği her seferinde aynı derinliğe
saplıyor ve her seferinde aldığı kadarı ve
belki daha da fazlası çukura doluyordu.
Yine de adamın buna aldırdığı yoktu. Sıcak
bir bahar gecesiydi. Ama rüzgâr soğuk
bir bıçak gibi esiyordu. Yaşlı adam hiç
yüksünmeden, aynı yeri kazmaya devam
ediyordu.
Bu esnada şehrin bir başka noktasında
bir kadın lüks bir restoranda oturmuş,
sipariş vermek üzere elindeki menüyü
gözden geçiriyordu. Yorucu bir günün
adından eşiyle geldikleri bu hoş mekânda
halinden memnun ve mutluydu. Karşısında
33
İYTE Edebiyat Topluluğu
3 yıldır evli olduğu adam oturuyordu. O da
kendi elindeki menüden yiyecek bir şeyler
seçmek için bakınıyor, arada eşine fikrini
soruyordu. Karşılıklı neler yiyeceklerine
karar verdikten sonra adam garsonu
çağırdı ve siparişleri vererek eşine döndü.
“Biraz para bırakırım sana da yurt dışına
çıkmadan. Ne olur ne olmaz.”
Kadının bakışları ürkekti ama ciddi
kıyafeti ve kendinden emin hareketleriyle
bir tezat oluşturuyordu bu. Başının
arkasında topuz şeklinde toplanmış sarıya
çalan saçları, koyu kırmızı ruju ve incecik
bedeniyle hem etkileyici, hem de dokunsan
kırılıverecek kadar nazik bir görünüşü
vardı. Adama ne gerek var der gibi bakıp
telefonuna gelen mesaja odaklandı.
“Öyle deme. Lazım olur belki. Dursun.”
34
Başını salladı kadın. Gözü hâlâ
telefonundaydı. Adam bu esnada çevre
masalardaki insanlara göz gezdirdi. Tam
yanlarındaki masada üç çocuklu bir aile
vardı. Baba oldukça göbekli ve kıyafetine
bakılırsa varlıklıydı. Duruşuyla masanın ve
etrafına yağdırdığı emirlerle neredeyse tüm
restoranın sahibi olduğu düşünülebilirdi.
Hâlbuki karşısında oturan, kendinden
hayli zayıfça ve yine aynı eşi gibi iyi giyimli
olan kadın bunların hiçbirine aldırmıyor
gibiydi. Arada yanındaki ufak çocuğun
yemeğinden lokmalar kesip ona yediriyor,
sonra ciddiyetle kendi yemeğini yemeye
devam ediyordu. Kadının üzerindeki bu
ciddiyet öylesine ağırdı ki, idamından önce
son yemeğini yiyen biri sanabilirdiniz.
Bununla beraber onların arkasında genç
bir çift oturmuş gülerek ve heyecanlı bir
şekilde konuşuyorlardı. Bakışları sık sık
karşılaşır ve elleri bir araya gelmek için
bahane ararcasına masanın üzerine döner
dururken, kendi dünyalarında kaybolmuş
gibiydiler. Ancak bu hallerine rağmen,
garsonlara ve etraflarına karşı çekingen
davranışları, bu tip lüks restoranlara
çok fazla gelemedikleri izlenimini de
uyandırıyordu. Kadın telefonunu elinden
bırakıp merakla eşini süzdü. Sahi kimdi
bu adam? Kollarını genişçe açarak masaya
koyduğu elleri sabit ve masanın ucunda
bir mücevher gibi parlayan lüks arabasının
anahtarıyla gurur duyan bir yabancı
duruyordu sanki karşısında. Aslında, nasıl
ki o telefon kadın için yalnızca elektronik bir
cihaz değilse, o anahtar da göründüğünden
daha çok şey ifade ediyordu. Anahtar
paranın sağladığı güveni temsil ederken
telefonun ifade ettiği şeyler daha çok
heyecan olarak düşünülebilirdi belki.
İnsan bu sahne karşısında neden kadınlar
sadakate erkeklerse güce daha çok önem
verir gibi bir soru sorabilir. Bunun aslında
tam tersi olduğunu düşünerek, kadınların
güce ve erkeklerin sadakate önem
verdiğini ve her birimizin bunun farkında
olarak karşımızdaki kişiyi etkileyebilmek
ve kendimize çekebilmek için gücü temsil
eden parayı ve güveni temsil eden sadakati
kullandığımızı düşünebiliriz. Belki de
bu yüzden adam arabasının anahtarını
ortaya bırakıyor, kadınsa yemek boyunca
sevgilisiyle
mesajlaşırken,
arabanın
anahtarına hiçbir şey belli etmemeye
gayret ediyordu.
“Kiminle
mesajlaşıyorsun?”
diye
soracaktı adam. Ama daha önceden
bunun tartışmasını yaşamışlardı. Güvensiz
olduğu, çok kıskanç olduğu için özür
dilemek zorunda kalmıştı en sonunda.
Neyse ki güzel bir çiçek demeti bütün
sorunlarını çözmeye yetiyordu. Ne ilk ne
de son olan bu tip tartışmalarında en çok
sözü edilen şey yani güven, nedense hep
böyle zamanlarda ortaya atılırdı. Zaten
sıradan bir günde kimsenin güveni ciddiye
aldığını sanmıyorum. Zira adam çalıştığı
Bahar 2016
yerdeki çekici bir kadınla “biraz fazla”
samimi olurken ya da kadın kendisine
içeceğini getiren garsonla flört ederken,
hiçbirinin güven konusunu açmaya istekli
olduğunu görmezdiniz. Bunu biraz daha
genelleyebiliriz. Bildiğimiz anlamlarıyla
erdemlerin, günlük alışkanlıklarımızdan
ayrı ve izole bir biçimde ve yalnız birer araç
olarak kullanılıyor olduğunu görüp, buna
rağmen ısrarla erdemli olmaya çalışan
bir avuç idealist ve romantiğin değil de,
bu erdemleri ederleri kadarını ödeyerek
satın alan ve üzerlerinde hak sahibi olan
insanların erdemli olarak kabul ediliyor
olması, hayatımızın her alanında yalnız
bizim kazanmamıza izin verdiği sürece var
olmasını istediğimiz adaletle bağdaşmıyor
diye üzülmeli miyiz? Yoksa toplum ve hatta
tümden insan ırkı olarak, doğamız gereği
ikiyüzlü olduğumuzu kabul edebilecek
kadar dahi erdemli değil miyiz?
Yemekleri gelince, sakince yemeye
başladılar. Çatalı ete sapla, bıçakla kes,
lokmayı sosa batır, ağzına at. Üzerine bir
parça ekmek yemeden önce biraz tadını
çıkar, yavaşça çiğne. Ardından bir yudum
şarap al. Çiğnemeye devam et. Yut. Sıcak
etin boğazından geçişini, kaliteli şarabın
damağında bıraktığı tadı hisset. Et öyle
yumuşak ki dişlerin kamaşıyor. Allahım
bu ne lezzet. İşte parayla mutluluğun
satın alınamayacağını söyleyenlere en
güzel cevap. Bir araba parasına, erkek
için gömlek, pantolon, ceket, kravat ve
kadın için güzel bir elbise parasına, iki
çift ayakkabı parasına, biraz benzin,
biraz makyaj malzemesi, güzel bir kol
saati, saç kremi, parfüm, bir çift küpe,
pırlanta bir yüzük, zümrüt taşlı bir kolye
ve iki porsiyon yemek parasına mutluluk.
Yalnız lokmalarla sınırlı olmasına belki
üzülebilirsiniz.
Ne önemi var? Bir
porsiyon daha istersiniz. Sonra? Sonra eve
gider ve sevişirsiniz. Biraz daha mutluluk.
Gece temiz çarşaflar üzerinde uyursunuz,
mutluluk. Güneşin perdelerin arasından
sızarak yüzünüze vurduğu bir sabaha
uyanırsınız, mutluluk. Dünyanın en mutlu
insanları sizlersiniz.
Çoktan bitip sönmüş olmasına rağmen
ağzından atmadığı sigarasıyla yaşlı
adam, toprağı kazmaya devam ediyordu.
Yanında biriken toprak yığını ufak bir
tepe halini almıştı artık. Birkaç dakika
daha böyle devam ettikten sonra küreğin
sert bir şeye çarpma sesi duyuldu. Adam
küreği toprağa saplayıp, saatlerdir kazıyor
olmasına rağmen bir kaç karıştan fazla
derinleşememiş olan çukura eğilip içinden
bir nesne aldı. Oldukça eski ve kirli, tahta
bir kutuydu bu. İşin aslı, bu kutunun
nasıl başından beri orada olup ortaya
çıkmadığına şaşırmamak elde değildi.
Bununla beraber, çıkan bunca toprağın
yalnız bir karış derinliği doldurabiliyor
olması da bir o kadar şaşırtıcıydı. Bu kutuyu
buraya gömen her kimse, belli ki onu
saklamak için oldukça uğraşmış ve üzerine
bunca toprağı atmıştı. Ancak yine belliydi
ki, bu kişi için bir karıştan daha derin bir
çukur açmak mümkün olmamıştı. Yaşlı
adam yanındaki toprak yığınına yaslanarak
elindeki kutunun üzerindeki, sağındaki,
solundaki toprağı temizlemeye girişti.
Ancak bunu öyle ağır ve ayrıntılı yapıyordu
ki sanki kutuyu elinde bu şekilde açılmamış
tutmaktan zevk alıyor bile diyebilirdiniz.
Kalın parmaklarıyla kutunun üzerine
şekiller
işliyormuş
gibi
dikkatli
çalışışından, bütün o kiri çıplak elleriyle
temizleyebileceği yanılgısına düşmüş bir
bunak olduğunu düşünebilirdiniz. 10-15
dakika kadar kutuyla uğraşıp, etraflıca
toprağından temizledikten sonra ufak bir
mıknatısla tutturulmuş kapağını kaldırdı.
Kutunun içinde, gecenin karanlığına
rağmen yeşil ve mavi tonlarda parlayan,
camdan yapılma bir yüzük vardı. Toprak
35
İYTE Edebiyat Topluluğu
altında kaldığı süre boyunca tertemiz
kalmış ve pürüzsüzlüğünden hiçbir şey
kaybetmemişti. Boyutuna bakılırsa bir
kadının eli için yapılmıştı bu yüzük.
Adam titreyen elleriyle yüzüğü eline
aldı. Yüzük öylesine hafifti ki, gözleriyle
görmese elinde hiçbir şey olmadığını
düşünecekti. Daha yakından bakmak için
yüzüne yaklaştırırken tam, yüzük çıt etti,
kırılıverdi ve dağılıp yere düştü. Yüzük
öylece kırılınca afallayan yaşlı adam
elindeki kutuyu kenara koyup, ağır ağır
hareket ediyor gibi görünse de telaşla,
yüzüğü aramaya girişti. Biraz önce ışıl ışıl
parlayan o yeşil renk, yüzüğün kırılmasıyla
beraber karanlığa karışmış gibiydi.
Işıltısını veren yapıldığı malzeme değil,
bütünlüğüydü diyebilirdiniz. Uzunca bir
süre toprağı eşeleyip aradıysa da, bulamadı.
Sonunda kaderine razı olup omuzlarını
silkerek toprağa sapladığı küreğini aldı ve
karanlığın içinde gözleri yerde bir şeyler
arar gibi dolaşarak kayboldu.
36
Sonraki günlerden birinde, gün
ortasında, şehrin bir başka noktasında bir
adam kaldırımın kenarında bir duvara
yaslanmış, hemen yanındaki büfeden
aldığı karışık tostu yemekle meşguldü.
Belki bir de ayran içebilirdi yanında.
Ama ayran uyku getirir. Gereği yok. Ne
olurdu sanki? Bir de kahve içerdi ardından
bir yere oturup. Bir de sigara yakardı ki
değmeyin keyfine. Ama acelesi vardı. Bir
yerlere yetişecekti. Böyle sokakta, ayaküstü
karnını doyurmasından belliydi bu. Akan
insan trafiğine karışmak için sabırsızlanır
gibiydi duruşuyla. Bu halinde çocuksu bir
telaş vardı. Hâlbuki ayaküstü karışık tost
yiyen birinden beklenmeyecek bir sıkıntı
gözlerinden okunabiliyordu. Sıkıntı değil
pervasızlıktı oysa ondan beklenen. Eğer
bir dernek olsaydı bu insanlar için, örneğin
Ayaküstü Karışık Tost Yiyenler Derneği
diye, derneğin kısaltmasının yeniden
düzenlenmesine gerek olup olmadığından
sonra en hararetli tartışmaların, dernek
üyeleri olarak ayaküstü karışık tost yerken
takınmaları zorunlu olan tavır üzerine
olacağı su götürmez bir gerçekti. Böyle bir
durumda çoğu umursamazlıkta hemfikir
olacakken, birkaç kişi çıkacak ve telaşlı
olmayı isteyecekti. Telaş belki birkaç
oyla desteklenecek ama umursamazlık
kadar destek göremeyeceği için çabucak
geçilecekti.
Hâlbuki
umursamazlığı
savunanlardaki kazanma telaşı ve telaşı
savunanlardaki umursamazlık bu duruma
bir tezat oluşturuyor bile denebilir. Devlet
teşvikiyle, dernek üyelerinin denetlenmesi
için gereken altyapının sağlanması ve
akabinde sokaklarda asayişi sağlamakla
yükümlü olan Ayaküstü Karışık Tost
Yiyenleri Denetleme Timi’nin ne renk
üniforma giyip kural ihlalleri karşısında
nasıl bir tutum takınacağı meseleleri
de gözden geçirilmeliydi. Günler boyu
sürecek hararetli tartışmalar sonunda
kuvvetle ihtimal, umursamazlık dışında bir
tavır görüldüğünde dik dik bakılmasına ve
asayişin bu şekilde sağlanması gerektiğine
karar verilecekti. Üniforma hususu çok
çetrefilli olduğundan bir sonraki oturuma
ertelenecek, o zamana dek bütün üye ve
görevlilerin sivil kıyafetlerle görev yapması
kararına varılacaktı. İşin aslı şuydu ki,
kahramanımız tostunu yemekle meşgulken
ne zaman huzursuzca kıpırdansa, illa
birileri gözlerini ona dikerek bakıyordu.
Kimi zaman kısık, kimi zaman kocaman
açılmış bu gözler, içinde alaycı, kindar, öfkeli
ya da umursamaz mermiler bulunan birer
silah gibi adamın üzerine ateşleniyordu
sanki. Haliyle böyle bir derneğin akla
uygunluğu ya da mevcut olup olmadığına
dair kesin bir şey söylemek oldukça zordu.
Nihayetinde insanlar sanki böyle bir dernek
gerçekten varmış gibi davranıyorlardı
ve çok iyi bilinir ki, yine insanlar, tek
başlarına değil, gruplar ve kalabalıklar
Bahar 2016
olarak var olma arayışı içindedirler.
Eğer Beşiktaşlılık, Müslümanlık ya da
Türkiyelilik gibi seçeneklerimiz olmasaydı,
Ayaküstü Karışık Tost Yiyenlerden
olmanın mühim bir durum olduğu
bir
gerçeklikte
yaşayamayacağımızı
söyleyemezdiniz. Doğrusu bu ya,
ayaküstü karışık tost yemenin, bugün
kendimizi tanımlayabilmemizi sağlayan
diğer seçeneklerden çok daha fazla irade
gerektirdiği görülebilir. Nihayetinde, eğer
aklı başında bir yetişkinseniz, anneniz
dışında hiç kimse size neyi nasıl yiyeceğini
söyleyemez ve bunun kararı da yalnız size
kalmıştır. Acıktınız mı? Canınız ne yemek
istiyor? Nerede ve nasıl yemeyi tercih
edersiniz? Tamamen keyif meselesi.
Adam
tostunu
bitirip
kâğıdını
buruşturdu ve büfenin yanındaki plastik
çöp kutusunun içine attı. Sıcak bir bahar
günü olmasına rağmen göğü kaplamaya
başlayan gri bulutlara endişeli bir bakış attı.
Büfeciye yarım ağız bir selam verdikten
sonra iki yönlü bir nehir gibi akıp duran
kalabalığa karıştı. Sürekli hareket halinde
olan bir trene atlamış gibiydi. Makasları
kaçırmadan, gerektiği yerde gerektiği
şekilde yön değiştirerek, ana yoldan sonra
giderek tenhalaşan ara sokaklara girmeye
başladı. Yürüdükçe daralan bu sokaklarda,
sonunda arasından geçemeyeceğiniz kadar
darlaşacak izlenimi veren tehditkâr bir hava
vardı. Birkaç dönemeçten sonra bir açıklığa
çıktı. Dar sokağın açıldığı bu meydanda
işportacılar, sokak satıcıları ve envai
çeşit takı aksesuar tezgâhları sıralanmış,
çoğunluğu bayanlar ve genç kadınlardan
oluşan bir kalabalık meydanı doldurmuştu.
Tek tük sokak kitapçıları da görülüyordu.
Adam hızını kesmemeye gayret ederek
kalabalığın içine daldı. Dışarıdan bir pazar
yerini andıran bu yer, içine girdiğinizde
bir panayıra dönüşüyordu. Yaşlı, genç,
çeşit çeşit insan ya bir tezgâhın önünde
satılanlara göz gezdiriyor, ya eline almış
inceliyor, ya yanındakilerle ya da satıcılarla
bir şeyler konuşarak bir karar vermeye
çalışıyordu. En çekingen ve ağırkanlı
olanların bile, istediğini bulabilmek ve onu
ucuza alabilmek için nasıl kırk yıllık tüccar
kesildiklerini görmek şaşırtıcı olabiliyor.
Bununla beraber satılan ürünlerin insanı
cezbeden çeşitliliği ve renkliliği, bu
kalabalığın içinden hiçbir yere dikkat
etmeden geçmeyi de zorlaştırıyordu.
Haliyle kahramanımız da, bir yandan
kalabalığı hızlıca yarmaya çalışırken, bir
yandan göz ucuyla tezgâhlara bakmayı
ihmal etmiyordu. İnsanlara çarpmamaya
özen göstererek ve pardonlar eşliğinde
yürürken, uzak uçtaki bir tezgâhın
üzerindeki bir parlaklık nasılsa dikkatini
çekti. Yosun gibi açık yeşil bir şey, ne
olduğu pek seçilemiyordu, etrafındaki tüm
renkleri soldururcasına renklerini saçarak
tezgâhın üzerinde duruyordu. Merak ve
bu her halleriyle bir şeyle meşgul oldukları
izlenimi uyandıran bunca insan arasında
hissettiği yersizlik duygusunun da etkisiyle
o dikkatini çeken tezgâha doğru seğirtti
adam. Tam bu sırada önünü iyi giyimli
ve kelimeleri tane tane seçerek, oldukça
anlaşılır bir şekilde konuşan yaşlı bir adam
kesti.
“İyi günler delikanlı.”
Yaşlı adamın tıraşlı yüzüne, dikkatle
seçilmiş ve gündelik sayılamayacak ölçüde
iyi giyimine bakarak, biraz da şaşkınlıkla,
sorar gibi cevap verdi adam.
“İyi günler?”
“Ben buranın yerlisi sayılırım. Bu pazar
ilk kurulduğu günden beri burada satış
yaparım. Daha önce de pek çok başka
yerlerde bulunmuşumdur. İşin doğrusu
baba ve dede tarafından mesleğim budur.
37
İYTE Edebiyat Topluluğu
Tüccarlık. Benim büyük büyük dedem
buralara Kırım tarafından ilk geldiğinden
beri alım satım bizim işimiz olmuştur.
Bizimkiler oradayken ne yaparlardı onu
pek bilmem ama kulağıma hep orada kalan
akrabalarımızın da bu tür işler yaptığına
dair laflar gelir. Heyhat! Fırsatımız
olamadı, onlarla da bağlantıya geçemedik.
Doğru mudur yanlış mıdır öğrenmeye bir
türlü fırsatımız olmadı. Türkiye’deki bütün
şehirlere gidip gelmişimdir. Biraz eski usul
gelecek ama benim mesleğim işim budur.
Öyle sipariş verip de bana ne gönderirlerse
onu alıp satmak geleneğimizde yok. Haliyle
neredeyse her hafta başka bir şehirde
başka bir yerde müşterisini bulabileceğim
şeyler arar, bulur onları burada ya da
başka pazarlarda, sergilerde satarım. Şu
gördüğün tezgâhların bir çoğu benimdir.
Arkadaşlar bizim için çalışıyor. Diğerleri
de burada kendi müşterilerini arıyor.
Onlarla beraber güzel güzel geçiniyoruz.
Diyeceksin ki neden bir dükkân açmadın
da yaz kış sokaklarda çile çekiyorsun?”
38
Yaşlı adam telaşsız, sakin bir sesle
ve karşısındaki kişinin gözlerinin içine
bakarak konuşuyordu. Kendinden oldukça
emin ve ne dediğini bilir bir hali vardı.
Hareketsiz gibi duran kolları, konuşma
boyunca neredeyse hiç sezdirmeden
hareket ediyor, seyreden kişinin zaman
zaman şaşırmasına yol açıyordu. Bununla
beraber anlattıklarının hiçbiri bir anlam
ifade ediyor ya da bir yere bağlanacak
gibi değildi. İlk birkaç dakika yaşlı
adamı sabırla dinleyen adam, yavaştan
sabırsızlanmaya ve ne desem de başımdan
atsam diye düşünmeye başladı. Ancak ne
zaman lafa girecek gibi olsa, yaşlı adam ya
ona bir soru soruyor, ya da kolunu omzuna
atacak gibi yaparak, elini sıkacak gibi
eğilerek dikkatini dağıtıyor, lafa girmesine
mani oluyordu. Bu durum sinirlerini de
bozmaya başlamamış değildi. Dilenci
mi yoksa deli mi diye düşünmeden de
edemiyordu. Bütün bunlara rağmen lafın
nereye varacağını da içten içe merak
ediyordu. Adamın konuşmasında ve
hareketlerinde çok önemli bir sırrı paylaşır
gibi bir hal mevcuttu. Yine de bu yaşlı
adamın durup dururken karşısına çıkıp,
insanların ortasında böyle bir muhabbetin
içine zorla dâhil etmiş olması garibine
gidiyordu. Yaşlı adam hiç aralık vermeden
anlatmaya devam ederken, bizimki adamın
gelip kendisine takılmasının sebebini
kendi halinden, duruşundan çıkarmaya
çalışıyordu. Çok mu temiz yüzlüydü,
çok mu safça duruyordu, dışarıdan
bakıldığında zengin, hemen her şeye para
harcayabilecek biri gibi mi görünüyordu?
Yoksa tek başına buraya girmiş ve bir an
önce çıkmaya çalışışındaki güvensizlik, o
telaşlı ve kendinden emin olmayan hava
çabucak kandırılabileceği izlenimi mi
uyandırıyordu? Bu şekilde bir muamelenin
düşüncesi bile sinirlerini zıplatmaya yetti.
Zaten sabrı da taştığından yaşlı adama
patladı.
“Amca söyle ne söyleyeceksen. İşim
gücüm var hadi.”
Yaşlı adam konuşmasını aniden keserek
adamın yüzüne birkaç saniye baktı. Sonra
biraz önceki anlamsız konuşmalardan
tamamen apayrı bir hal içinde, sanki çok
önemli bir cevap bekler gibi dikkatlice
sordu.
“Adın ne delikanlı?”
Yaşlı adamdaki bu ani değişiklik
şaşırtıcıydı. Biraz önceki öfkesinin üzerine
toprak atılmış gibiydi ama bir yandan da
bu zorlama samimiyetten rahatsız olmuştu.
“Ne yapacaksın adımı? Sen söylesene ne
diyeceksen amca. İşim gücüm var.”
Bahar 2016
Bu iş güç lafını oldu olası sevmezdi.
Söylerken de ağzına eğreti durduğunu
düşünürdü ama bazı insanlar da yalnız
bundan anlıyordu.
Bu ters cevaba içerlemiş gibi
görünmemesine rağmen, yaşlı adamın
konuşması
artık
dikkat
çekmeye
çalışmaktan ziyade babacan bir uyarı
şeklindeydi.
“Bugün senlik bir şey yok burada. Senin
yüzük kırıldı.”
Böyle bir cevabı hiç beklemeyen adam
yarı öfkeli yarı meraklı sordu.
“Ne yüzüğü?”
“Görünce bileceksin. Yalnız onu almaya
niyetlenme. Satmayacaklar sana. O sana ait
değil.”
Yaşlı adam son sözüyle birlikte ani bir
şekilde dönüp kalabalığın içine daldı ve
gözden kayboldu.
Başına gelen olayın etkisiyle bir yandan
sesli sesli söylenip bir yandan da böyle
divaneler neden hep beni bulur diye
düşünüyordu adam. Şimdi işin yoksa buna
kafayı tak. Ne dedi, ne demeye getirdi,
neden durup dururken beni çevirdi. Bu
esnada elleriyle ceplerini kontrol ediyordu.
Olur ya, yaşlı adam lafa tutarken başkaları
pekâlâ cüzdanını ya da telefonunu çalmış
olabilirlerdi. Görünürde bir kayıp yoktu.
Kaşlarını çatarak sağına soluna baktı.
Hemen herkes, hiçbir şey olmamış gibi
kendi işiyle meşguldü yine. Ötede, elinde
eski bir oyuncak bebeği sımsıkı tutan hafif
kilolu bir kadının çığlık gibi yükselen
kahkahası ve ardından ufak hıçkırıklarla
gelen gözyaşları bu anlamsız durumunu
kamufle etmişti belli ki. Belki kimse onları
görmemişti bile. Birkaç saniye daha o
şekilde dikildikten sonra, düşünceli bir
şekilde yürümeye devam etti. Kalabalığın
içinde yarı dalgın bir süre gittikten sonra
yaşlı adamla karşılaşmadan önce dikkatini
çeken tezgâhın hemen önünde olduğu fark
etti. Tente gibi bir yerdi burası. Kumaş
bir güneşlik tezgâhın üzerini kapamıştı.
Arkadaki duvarda güzel bir çerçeve içinde,
usta bir hattatın elinden çıktığı belli olan
bir yazı vardı.
“Sizin olanı size getiririz.”
İlginç bir slogan diye düşündü adam.
Göbekli ve kirli sakallı satıcı tezgâhın
önünde dikilen adama yaklaştı ve
bastırılmış bir şiveyle sordu.
“Buyrun, ne bakmıştınız?”
“Hiç, bakıyorum öyle.” diye geçiştirdi
satıcıyı adam. Bu sırada o az evvel gözüne
takılmış olan nesneye bakıyordu. Üzerinde
beyaz gölgeler olan yeşil, cam bir yüzüktü
bu.
Bu yüzük, adamın oldukça ilgisini
çekmişe benziyordu. Zira önünde oldukça
dalgın bir beş dakika kadar durdu.
Biraz önceki ürkek ve aceleci hali yerini
düşünceli ve etrafına karşı kayıtsız bir
tavra bırakmıştı. Hatta satıcının birkaç kez
sorduğu soruları duymamış, yalnız eliyle
bir işaret yaparak geçiştirmişti. Bir süre
daha böyle kaldıktan sonra elini yüzüğe
doğru uzatacak oldu. Bu ufak nesneyi eline
alıp daha yakından bakmak istiyor gibiydi.
Tam elini uzatıp yüzüğe dokunacakken
bir el sıkıca bileğini kavradı. Kendisiyle
ilgilenmiyor gibi görünen satıcıydı bu.
“Gardaşım o satlık değil.”
Satıcının
sesindeki
ve
konuşma
39
İYTE Edebiyat Topluluğu
tarzındaki değişiklik de bileğini yakalayıp
ona engel olması kadar şaşırtıcı geldi
adama. Şaşkınlıkla, bir yandan bileğine
yapışmış ele bakarak sordu.
“Nasıl? Anlamadım?”
Elini bir hamlede kurtardı ve kaşlarını
çatarak satıcıya baktı.
“Onun sahibi var, gelecek alacak. Sen şu
ötekilere bak!”
Satıcının sesindeki buyurgan ton
ağrına gitmiş olacak ki, işi biraz da inada
bindirerek konuşmaya başladı.
“Madem sahibi var ne diye buraya
ortaya koyuyorsunuz kardeşim? Kaldırın
kenara dursun!”
“Hadi uzatma bas git!”
“Sabahtan beri abuk abuk tipler karşıma
çıkıp duruyorsunuz. Ne cins adamlarsınız
lan siz?”
40
Son cümleyi oldukça yüksek sesle
ve bağırarak söylemişti adam. Onun
bağırışıyla birden etraflarındaki bakışların
kendisine döndüğünü fark etti. Dikkati
dağılmış, ne için bağırdığını bile
unutmuştu bir anda. Yalnız kaşları çatılı
ve bakışları karşısındaki satıcıya saplı
bir şekilde duruyordu. İçinden temiz bir
dayak yiyeceği düşüncesi geçti bir an.
Korkmalı mıydı? Bütün bu satıcıların
ahbap olduğunu söylemişti o yaşlı adam.
Şimdi üzerine gelseler belki kaçacak şansı
bile olmazdı. Olmayıversin. Kaçacak
değilim zaten. Kaçacak fırsatı olduğunda
da kaçan biri değildi. Kaybettiğini bile
bile, inatla yerinde durur ve direnirdi hep.
Hep direnmişti. Her şeye, her değişime,
hayatına edilen her müdahaleye karşı
direnmişti. Kimi zaman sessizce, kimi
zaman küfürler ederek... İnatçı mıydı?
Evet. Bu aptalca mıydı? Biliyordu öyle
olduğunu. Herkes zarar görmekten
kaçınırken o üzerine üzerine gidiyorsa da
bir bildiği vardı elbet. Hem bu yüzükte bir
şey vardı. Hatırlıyordu bunu. Tam olarak
bu da değildi ya aslında hatırladığı. Yaşlı
adam haklı mıydı ne? Böyle bir yüzük
almıştı bir zamanlar bir kadına. Camdan,
yeşil, üzeri beyaz alacalı. Ne olduysa
kırılmıştı sonra. Cam ya kırılır. Yeşil rengi
de solmuştu kırılınca. Renk bu solar. Kadın
da gitmişti hem onu bırakıp. Kadın bu
gider. Sonra o kadını aramıştı çok defa.
Özlem bu aratır. Kadın cevap vermemişti
hiç. İnsan bu unutur. Kafasındaki
sorular yüzünden uyuyamamıştı birçok
geceler. Bazı sorular durup dururken bile
uyandırır. Sonra başka kadınlarda teselli
aramıştı. Kadın bu teselli de eder. Ona hep
unutmak en iyi intikam demişlerdi. El bu
konuşur. Ama ne unutabilmişti adam, ne
de intikam almak istemişti, aslında içten
içe onun hep mutsuz, kendisinden ayrı,
hep zavallı ve ona muhtaç, onu özler, onsuz
yapamaz olmasını diler olmasına rağmen.
İntikam almanın, insanı intikama götüren
nefretin, o pervasız ve cüretkâr yakıp
yıkma arzusunun, kendini yakacağını dahi
bilerek, kendini ayaklar altına alacağını
bilerek her şeyi, yaşanmış ve yaşanacak
olan her şeyi bir kalemde silip atmanın, her
şeyden vazgeçmenin, bütün canlılığıyla
oynanmış bir oyunun sonunda bütün
gerçekliğiyle önümüzde duran sahneyi bir
anda bizden alıp koparan o kalın perde
olduğunu, filmin sonunda aklımızda ne
kalırsa kalsın her şeyin bittiğini söyleyen
o kararan ekran olduğunu, bir hikâyenin
sonuna konmuş, ucu açık bir üç nokta
bile değil, cevap bekleyen bir soru işareti
bile değil, öfkeyle haykıran bir ünlem
bile değil, yapayalnız bir nokta, bir bitiş
olduğunu, son demek olduğunu bildiği
için yapamamıştı bunu. Çünkü sevmişti
adam. Adam bu, sever.
Bahar 2016
O esnada yaşlı adam çıktı kalabalığın
içinden tekrar. Sakince kolundan tutarak
uzaklaştırdı adamı oradan. Kalabalığı
hızlıca yarıp bir açıklığa çıktılar.
“Bakıyorum.” der gibisinden bir bakış
attıktan sonra yüzüğü eline aldı. Evirdi
çevirdi. Olacak iş mi? Birebir aynısı. Bu
kadar olur.
“Senin yüzüğü de bulduk aslında. Ama
kırıldı, getiremedik.” dedi yaşlı adam
şefkatli bir ses tonuyla.
“Kaç para bu?” diye sordu. Bir cüzdan
açma pahasına satın aldı yüzüğü. Yemyeşil
parlıyordu elinde yüzük. Üzerindeki beyaz
gölgelerde, bir falcı gibi, kendi geçmişinden
imgeler görüyordu. Teşekkür ederek ayrıldı
tezgâhın yanından.
“Canını sıkma delikanlı. Yaşın genç.
Buraya daha çok gelir gidersin.”
Yaşadıklarının da etkisiyle kafası
karmakarışık halde olan adamın artık
olayları doğru düzgün idrak edecek hali
kalmamıştı. Zaten hava kapanıyordu. Sıcak
bir bahar günüydü ama rüzgâr keskin bir
bıçak gibi soğuk, esiyordu. Yaşlı adama
yarı şaşkın ve yarı öfkeli bir bakış atıp, tek
kelime bile etmeden yürüyüp gitti.
Bu esnada kadın, park edecek yer
bulabilmek için aşağı yukarı 20 dakikadır
dolandığı sokaklardan birinde bir boşluğa
arabasını park etmeye uğraşıyordu. Bir
süre uğraştıktan ve kenara yeterince
yanaştığına emin olduktan sonra, beyaz
rengi inci gibi parlayan lüks aracından
indi. Araçtan iner inmez ilk işi camdaki
yansımasından üstüne başına bakıp
kıyafetini düzeltmek oldu. Kendinden
emin olduktan sonra ilerideki kalabalığın
toplandığı yere doğru yürümeye başladı.
Bir seminere mi gelmişti? Sempozyum
mu vardı? Yoksa görüşeceği birileri mi?
Kim bilir. Bir sebepten, bugün, buraya
gelmesi gerekmişti onun da. Kalabalığa
yaklaştıkça, kendini biraz daha güvende
hissederek yürümeye devam etti. Bir
sürü tezgâhlar, daha uzaktan gözünü alan
çeşit çeşit takı, aksesuar... Şöyle hoşuna
gidecek, beğeneceği bir şeyler alıp mutlu
olmak onun da hakkıydı ya. Daha ilk
baktığı tezgâhta gördü o yüzüğü. Önce çok
benzettiğini düşündü. Göbekli satıcıya,
“İyi günler.”
Sıcak bir bahar akşamüzeriydi. Ama
hava giderek soğuyordu. İnce ince bir
yağmur başlamıştı.
Her Şey’in Başı Şu
İşte bunlar hep sanat müziği
Bunlar yani biz
Çıldırasıya bir aşkın
Hüzün rençperleri
Biz yani şu
Maskeleriyle sınırlarda dolaşanlar
İşte şunlar hep arabesk
Şunlar yani siz
Güngörmemiş bir kederin
Müzmin hamalları
Siz yani şu
Jilet kesiğinden hayata haykıranlar
İşte onlar hep caz
Onlar yani O
Gönlü içkin bir melodinin
İpsiz takipçisi
O yani şu
Dinleyene anlatacak çok şeyi olan şarkı
sözleri
Melih Karaduman
41
İYTE Edebiyat Topluluğu
[isimsiz]
Haki Arteş Özışıklar
Annesi, babası tarafından üç kurşunla
öldürülmüştü. Babası, karısını öldürürken
hissettiği nefret ve şiddetini içerken
buluyor; oğluna, meyhanedeki öteki
ayyaşlara harcıyordu. Nefretin sebebini
ayyaşlar anlayamazdı. Ayıklar sebebini
bildiği için içmezdi meyhanelerde.
Asıl olaydan bir gün önce, her zamanki
kavga başlayıp bittikten sonra, en büyük
yara kaşındaydı. Küçük bir lamba ile
masasını aydınlattığı odada parasını
sayıyordu. Okuldan sonra altı saat işte
çalışıyor, kazandığı paranın aslan payını
babasına veriyordu. Babası her zamanki
gibi parayı az bulup dövüyordu oğlanı.
Kendi işinden kazandığı para ile evi
geçindiriyordu. Fakat mutluluğu oğlunun
başında, kollarında bulmak yerine
parasında ve içkide buluyordu. Oğlan
ise kalan parasını karnını doyurmak
yerine biriktiriyordu. Karnını doyurması
sorun olmuyordu. Çalıştığı yerlerdeki
abileri, ablaları ona acıyor, her biri,
onu doyuruyordu. Garsonluk yaptığı
zamanlarda patron yüzünde herhangi bir
yara gördüğünde onu çalıştırmıyordu.
Babası çocuğun elinde para görmedikçe
daha çok vuruyordu.
42
Çok hikâye geçmişti başından. Çok
yerden kovulmuş ve yeniden işe alınmıştı.
İş yerlerindeki duygusuz patronlar çocuğa
yumuşak davranan insanları kovuyor,
zarara uğradığını görünce çocuğu da
kovuyordu. Kimse bilmiyordu başından
geçenleri.
Çocuk yaşlarında bir kızı olan iş
arkadaşı bir anne, biraz şefkat görsün diye
onu evine götürmüş, iş yerindeki patron ise
“İş yerinde sevgili-eleman istemiyorum.”
diyerek çocuk ile anneyi kovmuştu işten.
“Ucuz işçi seven patronlar böyledir işte.”
diye avutmuştu anne, çocuğu. Çocuk bunu
zaten biliyordu. Babası onu döverken ara
sıra unutuyordu olanları. Karşı koymadığı
dayaklardan unutuyordu.
Asıl olaydan bir gün önce her para
sayarken hatırlardı bunları. İş yerlerinde
ona yardım eden abilerini, ablalarını
hatırlardı. Ona yardım eden herkesi çok
iyi tanırdı. Kalabalık bir caddede her
gördüğünde somurturdu. Onlar çocuğa
sarılınca içerisindeki köz yine yanar, bir
gözyaşı üzerine damlayana kadar mutlu
olurdu. O alev her sarılışta, her gülüşte
yanar, her yumrukta her gözyaşında
sönerdi.
Parasını saymayı bitirdiğinde hepsini
yastığın
altına
koydu.
Babasının
bakmaya üşendiği çantasından bir kutu
çıkardı. İçerisine başka şehirlere gitmiş
arkadaşlarının resimlerine baktı. En
dipte onun yüzünden kovulan Anne ve
kızının resmi vardı. Herkes aynı sıcaklığı
göstermişti çocuğa fakat bu kız farklıydı.
Hiçbir sebep yoktu. Anne’nin kızı olduğu
için değil. Diğer kızlardan güzel olduğu
için de değil. Onda farklı bir şey vardı.
Öğrenmek istiyordu. Ardından tokat
sesleri ve uğultular kafasında tekrar tekrar
duyuluyordu. Fotoğrafları ve kutuyu
çantasına koyduktan sonra uyumaya
çalıştı.
Bahar 2016
Okulda arkadaşı yoktu. Herkes ondan
ölümüne korkuyordu. İlk gününde ona
dayılanmaya çalışan belki de kırk kilo daha
fazla ve cüsseli üç çocuğun kollarını kırmış
ve boyunlarından birer parça koparmıştı.
İki hafta nezarette kaldı. Okul müdürü
bile o üç kabadayıya karışamazken çocuk
yüzünden okuldan attı. Başka kötü hareketi
görülmediği için okulda kalmasına
öğretmenlerce karar verildi. Kimi derslerde
uyuyordu, kimi derslere girmiyordu. Fakat
ödevleri tam, sınavları güzeldi. Sebebi ise
Anne’nin kızıydı.
Annenin
kızı
başka
sınıftaydı.
Öğretmenler ile görüşür, ders notlarını
fotokopi eder, ödevleri ile birlikte oğlanın
sırasına bırakırdı. Çocuk bunun farkında
bile olmazdı. İşindeki mesai bittikten
sonra başka bir yerde ödevlerini bitirir
ders notlarını çalışırdı. Öğretmenlerin
susmasını sağlayan tek şey buydu.
Büyük günün sabahı ders başlamadan
önce kız, oğlanın yanından geçerken
kaşındaki yarayı fark etti. Çocuk yarasını
saçı ile saklamaya çalışmıştı. Çocuk
hakkında en ufak fikri bile olmayan
dedikoducular, onun yasal olmayan dövüş
kulüplerinde bulunduğunu, kendilerinin
de yanında olduklarını söyleyerek kız
tavlamaya çalışırlardı.
Çocuk en arka sırada oturuyordu.
Sınıf küçük olmasına rağmen öğrenciler
yanında ya da önünde oturmaya korkuyor,
bazı arkadaşları ile üçlü oturuyorlardı. İlk
dersin ortasında kız sınıfa geldi ve dersi
dinlemek için izin istedi. Öğretmen izin
verince kız bir yere oturmak için etrafa
bakındı. Uyuyan çocuğun yanına oturdu.
Herkesin gözü kız ve oğlandaydı. Oğlan
yanına oturduğu kişiyi doğru tahmin
etmişti. Doğruldu. Gözler tahtaya döndü.
Çocuk uykusunu alamamıştı, dirseklerini
sıraya dayayarak kafasını avuçlarının içine
aldı. Kız çocuğa yaklaştı:
“Annem merak etti seni.” Çocuğun
ağzından bir kelime çıkmadı.
“İstersen bize gelebilirsin.” Çocuk
konuşmayınca kız da sustu. Dersteki
ödevini yazıp çocuğun yanına bıraktı. Ders
bittiğinde sınıftan ilk çıkan oydu. Kızla bu
konuda konuşmak isteyen herkes “Hayır.”
cevabı aldı.
Annesini
arayan
kız
çocuğun
gelemeyeceğini söyleyince:
“Tamam. Birkaç gün sonra tekrar
sorarsın.”
Annesinin huzursuz, üzgün sesine
dayanamamıştı. Bu kadar zamandır oğlu
gibi saydığı çocuğu göremeyen annesinin
duygularını hissetmeye çalıştı. Çocuğu
zorla götürecekti eve.
Çocuk akşam saati eve giderken kız fark
ettirmeden çocuğu takip etmişti. Çocuk
evinin önündeyken kız çocuğu kolundan
yakaladı. Yavaşça döndürdü:
“Gel benimle! Yeter artık!”
“Merak etme. Geleceğim. Biraz daha
bekle” dedi sakince.
“Annem bekleyemez artık! Çok üzgün.”
“Yalnızca iki saat daha.” Kolunu
kurtarmaya çalışıyordu.
“Hayır” kolunu iyice sıktı. Çocuk ondan
kurtulamazdı. “Eğer o eve girersen benimle
birlikte gireceksin”
“Bunu görmeni istemiyorum”
“Neyi!” diye bağırdı. “Dayak yemeni mi?
Yaraların, morlukların canımı acıtmıyor
sanki. Sesini duymak sorun olmaz. Her
gün vahşet izliyoruz televizyonlarda.
Canlısı hiç sorun olmaz.”
43
İYTE Edebiyat Topluluğu
“Pekâlâ. Sen istedin.” dedi oğlan.
İçeri girdiler. Salona girmeden çantasını
koridora bıraktı oğlan. Odaya girdiler:
“Burada bekle.” dedi oğlan. Odadan
çıktı.
“Aaa kim varmış burada? Yine geç
kaldın?” Oğlan cebinden biraz para çıkarttı
ve babasının ayaklarına attı.
Kız ise oğlanın masasında birkaç gazete
kupürü okuyordu, oğlanın annesinin
ölümü ile ilgili. Sonra da bir silah resmi
gördü. Babasının kullandığı silah olduğunu
anlamıştı. Silahın modeli sert köşeli büyük
harflerle duvara ve masanın üzerine
yazılmıştı.
Baba yerdeki paraları aç bir köpeğin
yemeğe saldırması gibi aldı. Ağzında salya
akarak saydı. Aynı parayı hâlâ sayması
çılgıncaydı ama sayıyordu işte. “Yeter artık
yine aynı şey!”
Oğlan belinden o silahı çıkarttı ve
bağırarak üç el ateş etti.
Silah sesi odada yankılandı. Kız
korkudan sandalyeden düştü. Köşeye
çekildi, dizlerini topladı, gözlerini kapattı.
On dakika sonra çocuk odaya girdi. Kız
hâlâ yerindeydi. Kapı sesinden korkan
kız bir çığlık attı. Çocuk işaret parmağını
kızın ağzına götürdü. Kızı susturdu. Çocuk
yerde titreyen kızı doğrulttu. Parmaklarını
şıklatarak kendisine getirmeye çalıştı. Kız
kendine geldiğinde salonun ışığını açık
bırakarak çıktılar.
44
Çocuk kız ile durağa doğru giderken
babasına saplanan mermileri ve yerdeki
kovanları aldığını, geldiği eşyalarla gittiğini
düşünürken kız, şoku atlatamamış, çocuğa
bakıyordu. Bu soğukkanlılığı hiçbir yerde
görmemişti.
“Burada oturalım.” dedi çocuk. Bankta
oturdular:
“İyi misin?”
“Evet, ya sen?”
“Hâlâ kötü hissediyorum.”
“Neden?”
“Rahatlamam lazımdı.”
“Fakat?”
“Sanırım bir şey eksik.”
“Biliyor musun?”
“Hayır”
“Ben biliyorum.”
“Ne o?”
“Şu.”
Kız çocuğa sarıldı.
İşte oğlanın içinde kirlenen şey bir girdap
ile temizlenmişti. Çocuk artık kömüre
dönüşen kalbi ile değil kan ile ısınıyordu.
Kalbi tekrar ısınırken, iyileşirken beyni
alışamadığı için söndürmek istiyordu.
Tokatlar ve yumruklar aklına geldi,
durmadı.
Gözyaşları
dindirmeye
çalıştı sıcaklığını, olmadı. Bardaktan
boşalırcasına,
çığlıklarla
ağlıyordu.
Söndüremedi tabii. Çünkü o sevgiydi,
aşktı, şefkatti. Kızı sonunda anlamıştı.
Kız ise çocuğu annesi için değil
kendisi için istiyordu. Sevgiyi, aşkı
şefkati annesinden daha güçlü bir şekilde
verebileceğini
hissediyordu.
Bunu
yapabilirdi.
Bahar 2016
“Büyük’’ ile Sohbet
Çocukluğumuz,
Ne kadar önemlidir hiç düşündünüz mü?
Aslında provasıdır hayatın,
Ya da gerçeğin ta kendisidir.
Farkına varamadığımız,
Yaşam denen rüyadan uyandığımız nadir
anlardandır.
Hatırlayın o neşe kokan çocukluğunuzu,
Dışarı çıkmak istemenizi,
Her şeye rağmen, her düşüşte yeniden
ayağa kalkışınızı,
Sahiden neydi o?
O zaman yeşil daha mı güzeldi?
Yoksa biz mi taktık siyah gözlükleri,
Neden şimdi her şey sıkıcılaştı,
Neden adım atamaz olduk dışarıya,
Neden?
Biz meraklıydık çocukken,
Soru sorardık,
En aptalcasını bile,
Peki, ne oldu da soru sormaktan korkar
olduk,
Neden birilerini takip etmek hakikatimiz
oldu,
Koşulsuz bir halde sürüklenmek istedik,
Robot misali,
Mide bulandırıcı değil de nedir?
Süper kahraman değil miydik biz,
Dünyayı kurtaran sen,
Kendini iyileştirmekten aciz,
Sen,
Zayıfsın her zamankinden,
Zayıf.
Ağlardık biz çocukken,
Sonrasında gülerdik de,
Peki, ne oldu da,
Günlerce ağlamalarımız,
Son bulmadı gülme ile
Korkmazdık hiçbir şeyden,
Kendi dünyamızın kitapsız tanrısıydık,
Hükmederdik askerlere de,
Susmazdık hakkımızı alana dek,
Gökyüzünde süzülür,
Hayallerimizde sevişirdik
Peki, ne oldu böyle bize?
Korkar olduk her şeyden!
Kaybetmekten,
Düşmekten,
Gülmekten,
Merak etmekten,
Ve belki de en acısı…
Sevmekten.
Güvenmeyi mi keşfettik sonra
Acaba.
Bilmem belki de öyledir
Ama suna eminim ki
Bizim duvarlarımız vardı çocukken
Ve biz birilerine çekiç verdik
Ve her darbe
O duvarı sarstı,
Sarstıkça biz ağladık
Ağladıkça sarsıldık
Ve yıkıldık
En sonunda.
Parçalarımızı ise
Karanlık bir gecede
Rüzgâr süpürdü
Gökyüzüne,
Ve ben çocuk değilim ki
Uçabileyim
O parçalardan sur yapabileyim
Tekrar tekrar.
Ama isterim bilirsin
Çocuk olmak istemekte bir çocukluktur
aslında
Yeniden düşmeye davetiyedir.
Düşmekten korkuyor musun?
Ben korkmuyorum
Asla
Çocukluğumda olmadığım kadar
Çocuk olmak
İstiyorum.
Peki, sorarım sana
Sen istiyor musun?
Baha Gencay
45
İYTE Edebiyat Topluluğu
Bir Kralın Anıları
1.
46
Bir kez başladın mı yazmaya cesur olacaksın
Kelimelerin ve tümcelerin karşısında saygıyla eğilip
Umursamazlığı çağıracaksın sofrana
Ve imlerle dokunup dünyaya
Ellerinle hayal kuracaksın
Saat 00.03
Şimdi kentin yalnız şarkılarının vardiya vaktidir.
Uzaktan gelen bir derenin sesiyle yanaşır dibimize.
Azgın dağlardan korka korka iner,
Gökyüzünün umursamaz beyazlığı altında
Küçük nefesler haykırır.
Şimdi kentin yalnız şaraplarının vardiya vaktidir.
Her yudumda enkaz altındaki anılar çıkartılır
Yaralı zihinlerden.
Her yudum bir kan damlası olur
Akar gözlerinden.
Hani küçüğüm
Hatırlar mısın o eski mutluluklarını?
Hiçliğe koşup
İlk dumanı içine çektiğin zamanları mesela
Ya da uzanıp da bir şeye dokunamadığın günleri
Her şey ne kadar da alımsız geliyor şimdi
Neydi seni değiştiren,
Ya da neydin sen?
Bir çiçek, bir bebek patiği, yan yatmış bir balıkçı teknesi
Kimsesiz bir kütüphane, Ganj nehri, soğuk bir çay...
Cevabını bulamadığım sorular için
Sessizliğe
Söyleyemediğim
Sözlerin
AYAK SESLERİNİ DUYUYOR MUSUN?
En ilkel karanlıklardan dövüşe dövüşe geliyor.
Korkuların sınırsızlığını parçalıyor.
Kısacası varlığını örüyor
Kadere mihnet etmeden
Ama birdenbire
Eros çıkıyor ortaya
İçi kurumuş defne tohumları ekiyor topraklarımıza
Sonra geçip karşıma gülüyor orospu çocuğu
“Artık zenginsin” diyor.
Ölümün seni bulduğu yerde
Çığlık atıyorum.
Bahar 2016
2.
Güzellik bir sudur.
Kendine güveni varsa
Bu,
Bambaşka akma
Özgürlüğüne sevdasındandır.
Bilir ve korkmaz
Eğilip bükülmez
Güzellik;
Öznenin her halini bozguna uğratandır
Vücudu parçalara bölünüp -ibret olsun diyeAklın dört bir köşesinde sallandırılandır.
Hatta güzellik
Anlamını düşmanına kendi elleriyle verebilendir.
Şimdi ışığının imtihan vaktidir güzelim.
Serpiştir gözlerini havaya ve hisset!
Çocuklar kullanılıyor alfabeyle, hurafelerle
Esrarengiz bir büyüme gösteriyorlar
Kan ve katliam şartlarının sağlandığı topraklarda
Prometheus -ki insanlığın son bayrağıdırOrgan mafyasına parasını kaptırmış ağlıyor.
Sokaktaki sakat kemancı
Karşı kaldırımda bıçaklanan travestiyi izliyor
Sanılıyor
Donarak ölmenin anlamını bilmeyenler tarafından.
Tarih şimdi yeniden yazılıyor:
Dansöz oynatan işadamlarının
Yağlı ve vıcık vıcık alınlarında!
Yuvalarından kaçırılıp tutsak edilmiş çiçekler
Satılıyor köle pazarlarında.
Şaraplarla dolduruluyor küvetler
Yani zorla ırzına geçiliyor üzüm gözlü kızların.
Burada ağlamak geçmiyor canım benim.
Peşin fiyatına bilmem kaç taksitle
Umut pazarlanıyor insanlara.
Sorarım sana:
Kelebek kan emicilerin kullandığı bir terim miydi?
Aklın ve gecenin uykuya daldığı
Köşedeki sahipsiz çalının altında
Bir nine çekirdek satıyor
Ve bir tespih tanesiyle tutunuyor bu dünyaya
Dualarıyla, içini beyaza boyarcasına
Sonsuzluğun ve boyutsuzluğun en güzel resmine
Kendini çiziyor.
Gidip elini öpesim, ona sarılasım geliyor.
47
İYTE Edebiyat Topluluğu
Büyük bir insanlık hayal ediyorum.
Onu koruyabileceğim
Başımı dizine koyup ağlayabileceğim
Büyük bir vicdan kuruyorum.
Ve her gün bunları umursamadan
Geçip giden insanlara karşı savaş açıyorum
Mızraklarımın uçlarında küfürlü yapraklar
Görkemli bir sonun susuzluğunu gidermek için
Yaşadığımı biliyordum
Şimdiyse
Bu ölümden gayet eminim.
Elime bıçağımı alır almaz
Tuz parça oluyor elim yazdıklarımla beraber.
Ve bunu yaptığım anda yeniden yazılıyor tarih!
Yani,
Bütün bunlara güzel dediğim yerde
Senin güzelliğinin esamisi okunmuyor güzelim.
Şu an
Kendinle
Dünyanla
Sevdiklerinle
Sevmediklerinle
İmtihan olduğun vakittir.
Hissediyor musun?
3.
48
Parıldayan her nesne yıldız değildir.
Ve ışığı saklayan yıldızlar da vardır.
Şimdi rüzgârların uyanıp
Kavramları kaosa sürüklediği vakittir.
Gözlerimde ateşi gördüğüm günden beridir
Kendimi handiyse yangının kardeşi olarak bilirim.
Gittiğim her şehirde ilenildi adıma.
Yetmedi denizler bile
Öfkemi söndürmeye.
Ta ilk günden beri olan
Hep yanan
Hep patlamaya hazır olandım ben.
Geçip gittiğim her yer kurudu
Hiçbir canlı barınamadı sınırlarımda
Bilinsin:
Böyle olmayı ben seçmedim
Bana sunulan buydu ve işimi iyi yaptım
Ben -yani şeytanKötülüğün aşık şairiydim.
Bahar 2016
Sözcükleri özenle seçip
Cümlelerimle büyülemeye çalıştım insanları.
Sesler yarattım bakışlarından.
Serip bunu önlerine
Seni seviyorum dediğimde
y
a
l
n
ı
z
k
a
l
d
ı
m
.
Şimdi rüzgârların külümü
Çöp tenekesine savuracağı vakittir.
Zamanı gelmişti...
4.
Başlangıçta sadece kelam vardı.
Sonunda olduğu gibi...
Benim savaş alanım şiirdir.
Sisli ve yağlı
Geçmişinde gördüm
İçindeki karanlığı.
Ama ben yangının kardeşiydim
Fethedilmeyen kaleler kurup
Geceyi aydınlatırdım
Gökyüzüne fırlattığım
Ateşten cümlelerle.
Ve başladığım gibi bitirdim
Seni sevmeyi.
Artık büyük harflerle yazılsın adım
Kırık ve tozlu boy aynalarına:
“Vi veri veniversum vivus vici*”
(*)”yaşadığım sürece hakikatin gücüyle evrene hükmettim” Faust’tan
Derviş Hikmet
49
İYTE Edebiyat Topluluğu
Oluksuz Kaldırım
Korkak
Sokaklarını sarı yaprakların ufalanışı
kirletir,
O dağılmışlık kentinin…
Öyle sözcükler dolaşıyor ki damarlarımda
Her biri nadide, ayrık ayrık
Tüketmeye çırpınıyorum bünyemde
Öyle cümleler ki kurmadığım
Sakladığım en ücra köşelerine evrenimin
Kelimeler uçuşuyor
Onlar da ürküyor benim kadar
Gözlerimde bir parıltı olur belirirlerse
diye
Yere bakıyorum
Gökyüzüne baktıkça daha çok
kıpraşıyorlar zapt edemiyorum
Bir, belki birkaç, belki birçok şiir var
Okumak istemiyorum yazmaya
korkuyorum
Okunmasından ödüm kopuyor
Tütünümü çekiyorum dumandan
dağılıyorlar.
Bir, belki birkaç, belki birçok şiir var
Hiç hem de hiç merak etmiyorum.
Meydanın ortasında bir yığılış,
Yaprakların ve bütün o odun yığınlarının
ortasında
Büyük bir mavilikle…
Çünkü o ağaca gökyüzü karışır;
Bazı gün dönümlerinde…
Meydanı terk eyleyişlerin ardından
Sahil yolu peyda olur.
Büyük bir martı karmaşasının
manidarlığıyla
Karşılanır insan,
Var olmanın belirginliği…
Sonra o oluksuz kaldırımlarda
Sıra sıra dizilmiş banklar,
Bir gidip bir gelenlerle dolup taşar
Yalnızlıkla…
… ve çok uzakları,
Belki bir geminin dumanını
Görebilme hevesinin farkında olmayan
Bir balıkçı uyuklar oltasının başında.
… ki biraz sisten yoğrulmuşlar,
Seyir eylerler kuşları,
Çünkü onlar,
Maviliğin ortasına nokta nokta yinelenir.
Ardından kanat çırpışlarının
süregelirliğinde
Ufuk dalgalanır bir geminin sanrısıyla.
O an,
İnsan kendini görür
O martının gökyüzüne karışmasında
O belirsiz akıntıda.
Ayçanur Ergökten
50
Mükremin Karabulut
Bahar 2016
Öğrenci ve Öğretim
Elemanlarımızdan Haikular
Atakan Gürsan
Hafif bir meltem
Yüzümü ısırıyor
Bir bahar günü
İsimsiz
Kararmıştı gün
Patladı kahkahası
Sivrisineğin
Bahar haberci
Eriyen buzlara
Yeni aşklara
İsimsiz
Bergüzar Özbahçeci
İsimsiz
Havada bulut
Yetişmez artık umut
Bu işi unut
İsimsiz
Emre Seyyar
Bahar haberci
Gelecek yazdan
Kıştan habersiz
Arzu Yücel
Bahar haberci
Güneşi kovalayacak
Güne bakanlar
Sezer Akdemir
Yağmur Yağsa da
Bir damla aksam sana
Dudaklarına
Zülküf Demiroğlu
Ömrüm ipe bağlı
Ruhum damlarken
Lacivert gecelerde
Furkan Çetin
Masmavi deniz
Umutlar yeşeriyor
Bir yaz akşamı
Uğur Altıntaş
Uyan annem
Gülümsüyor rüzgârlar
Öpüyor bizi
Kelebekler var
Her yerde, uyanmışlar
Git bul onları
***
Zamanla geldim
Bu güzel günlere
Yaz mevsimi gibi
Erdem Şimşek
Gemi giderken
Lodosun gözü yaşlıdır
Ayrılıklarla
Umut verici
Karların eriyişi
Nehirin çilesi
Bir yaz gecesi
Rüyasındaymış meğer
Kavak sesleri
Some people might say
Poem is a way of living
Which i might be drawn
Kokusudur kalan
Çiçeği burnunda
Güzel gülüşlünün
Sinem Bezircilioğlu
Mavi bir kitap
Gösterir sana yolu
Aç pencereni
Anlat hikâyemizi
Kal burada hep
Çal müziğimizi sen
İbrahim Çelik
Gökteki martı
Aşkına uçuyorken
Gözünde Umut
Gökçen Yakut
Çağırdı beni
Biraz bahar ve de yaz
Koştum onlara
Kolları açık, dalları yüce
Aksi vurmuştu cama
Dut ağacının
Gözleri güler
Duramazki yerinde
Yaz kelebeğim
Gözleri güler
Duramazki yerinde
Bahar gelince
Gözleri güler
Duramazki yerinde
Yarışır tayla
Berkhan Ağar
Bahar haberci
Uçan çekirgelerin
Kanat sesine
İrfan Oğur
Bir bahar günü
Ders ingilizceydi
Haiku öğrenirken
Hayat Gürdal
Bahar gelince
Açar güzel çiçekler
Bu bahçelerde
51
İYTE Edebiyat Topluluğu
Resim, şarap ve biraz da
özgürlük: Fikret Muallâ
İbrahim Küçükkaya
“Paris’te sefil bir sonbahar, mor kahve, dumanlı bistrolar, Seine nehri yanında yalnız bir
adam, bir paket gauloise, kırmızı şarap, eksilir yudum yudum bu dünyadan…”
52
Moulin Rouge’un Önündeki Zarif Kadın, Guajboya
Bahar 2016
Düyun-u Umumiye’nin ikinci müdürü
Ekrem Bey ile Emine Nevber Hanım’ın
çocuğu olarak 1903 yılında İstanbul’da
dünyaya gelir Fikret Muallâ. Ailesi kız
çocuk beklediği için bir adı da Muallâ
olur. Sanırım bir ressam olarak dünyaya
ününün yayılacağını hiç düşünmemiştir.
Zira Fikret Muallâ, dünyanın onu
futbolcu olarak tanıyacağının hayallerini
kuruyordur o zamanlar. Tabii, bu
hayallerde dayısının katkısının olduğu ayrı
bir gerçek. Çünkü Fikret Muallâ’nın dayısı
o zamanlar Fenerbahçe’nin sol açığında
oynayan, penaltı kralı, Fenerbahçe’nin hâlâ
kullanmakta olduğu ambleminin yaratıcısı
Topuz Hikmet’ten başkası değildir.
Fikret Muallâ, 12 yaşında geçirdiği
bir kaza sonucu topal kalır ve futbol
hayallerinin asla gerçekleşemeyeceği
gerçeği ile yüzleşir. Bu travmadan sonra
yaşayacağı ikinci büyük travma ise Fikret
Muallâ’nın hayatını tamamen alt üst
eder. Birinci Dünya Savaşı sırasında tüm
Avrupa’yı saran İspanyol gribini annesine
bulaştırır ve bu nedenle annesini kaybeder.
Annesini kaybetmesinin üzerinden henüz
öyle çok zaman geçmeden babasının
uygunsuz kadınlarla ilişki yaşadığını
öğrenen Fikret Muallâ’nın babasıyla
ilişkisi kopma noktasına gelir. Babasının
daha sonra yaptığı evliliği hiç de sıcak
karşılamayan Fikret Muallâ, babası ile
ciddi tartışmalar yaşar ve bu tartışmaların
neticesinde babası tarafından akıl
hastanesine yatırılır. Bu olay Fikret
Muallâ’nın ne yazık ki ilk akıl hastanesi
deneyimi olmayacaktır. Akıl hastanesinden
çıktıktan sonra mühendislik eğitimi alması
için İsviçre’ye gönderilir. İsviçre’de geçirdiği
kısa zamanın ardından mühendis olmak
istemediğini, boyaların, kâğıtların, çizim
yapmanın ilgisini daha çok çektiğini fark
ederek sanat eğitimi almak için Almanya’ya
gider. Münih ve Berlin’de eğitim alır.
Berlin Sanat Akademisi’nde Atatürk’ün
de portrelerini yapan Prof. Von Arthur
Kampf, Fikret Muallâ’nın hocası olur. Aynı
akademide ilk Türk kadın ressamlarından
olan Hale Asaf ile birlikte eğitim alır.
Hale Asaf, kimi kaynaklara göre Fikret
Muallâ’nın karşılıksız aşkı ve onun hayatı
da en az Fikret Muallâ kadar ilginç.
Almanya’da geçen yıllar Fikret Muallâ
için sanat ve alkolün harmanlandığı
yıllar. Çizim yapmadığı zamanlar içer
ama bunda bir zarar görmez çünkü ona
göre bir sanatçı mutlaka içmelidir. Fikret
Muallâ, Almanya’da yaşamaya başladığı
maddi sıkıntılar nedeniyle kısa bir Paris
macerasından sonra tekrar yurda döner.
Fikret Muallâ
Ö
yle bir adam düşünün ki Neyzen
Tevfik ile akıl hastanesinde
beraber yatsın, Picasso’dan
hediye tablo alsın, kelimenin tam
anlamıyla bohemin yaşandığı zamanlarda,
Paris’te sanat çevresi tarafından üstün bir
yetenek olarak kabul görmüş, ülkesinde ise
hiçbir şekilde tutunamamış biri olsun. Bu
tanımlara uyan kişiyi bulmak epey zor olsa
da öyle birisi var, Fikret Muallâ.
53
İYTE Edebiyat Topluluğu
eserinin olmadığından bahsetmesi üzerine
lokantadaki müşteriler tarafından şikâyet
edilmiştir. Dönemin siyasi havasının da
sonucu olarak geceyi karakolda geçirir.
Ömrü boyunca geçmeyecek olan polis
korkusu da sorgu ve dayak ile geçen bir
gecenin ardından böylece başlamış olur.
Daha sonra kaldırıldığı Bakırköy Ruh ve
Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ünlü doktor
Mazhar Osman, Muallâ’nın ceza almaması
için cezai ehliyetinin olmadığını belirten
bir rapor hazırlar. Akıl hastanesindeki oda
arkadaşlarından birisi de Neyzen Tevfik
olur. “Biraz edebiyat bilgim ve zevkim
varsa onu Neyzen Tevfik’e borçluyum” der
Muallâ onun için. Hastanede geçen günler
Muallâ’nın iyice yalnızlaşmasına sebep
olur. Arkadaşlarının ziyarete gelmemesi,
ilerleyen zamanlarda mektuplarına da
karşılık alamaması Muallâ’yı hayatının
sonuna dek orada kalacağı düşüncesine
sevk eder. Bu düşünceyle arkadaşlarına
daha da sık mektuplar yazar en çok da
Fikret Adil’e ve Bedri Rahmi’ye. Bir yılı
aşan bir sürenin sonunda hastaneden çıkar.
1938 yılında babasını kaybetmesinin
ardından yüklü bir mirasın sahibi olan
Muallâ için en iyi yol, yurttan ayrılıp Paris’e
gitmektir. Paris’e gitmeden önce Abidin
Dino’nun isteği üzerine 1939 Uluslararası
New York Fuarı Türk Pavyonu için konusu
İstanbul olan 30 kadar tablo hazırlar.
Türkiye’deki son işi de bu olur.
Ayasofya, Suluboya
54
İstanbul’a gelişinin ardından bir
zamanlar eğitim gördüğü Galatasaray
Lisesi’nde ders vermeye başlar. Babası
ile zaten kötü olan ilişkisi bu yıllarda
da düzelmez. Yurtdışında yaşadığı
bohem hayatını İstanbul’da da sürdürür.
Galatasaray
Lisesi’nden
istifasının
ardından Ayvalık Ortaokulu’nda resim
öğretmenliği yapmak üzere İstanbul’dan
ayrılır. Fakat Muallâ’nın Ayvalık yaşantısı
da fazla uzun sürmez. Öfkesini kontrol
edememesi, polislik vakalar ve memuriyete
gereken uyumu gösterememesi nedeniyle
“Elektriği olmayan şehirde resim hocasına
da ihtiyaç yoktur” diyerek verdiği istifa
dilekçesi ile bu görevinden de ayrılır.
Elektrik belki sadece bir bahanedir zira
Fikret Muallâ, sanatının anlaşılamadığını
düşünmektedir. İstanbul’a geri dönüşünde
ise sanat çevresinden beklediği desteği
gerçek anlamda göremeyen Muallâ o
dönemde edebiyata yönelir. “Schiller
1759-1805, Hayatı ve Eserleri” adlı kitabı
yayımlanır, Ses dergisinde ise birkaç
öyküsüne yer verilir. Edebiyat, Muallâ için
geçici bir hevestir ve geçimini bununla
sağlaması imkânsızdır. O dönemde
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun oyunlarına
sahne kostümleri çizen Muallâ, Nazım
Hikmet’in de aralarında bulunduğu
yazarların kitaplarını resimler. Dönemin
İstanbul mebusu Salah Cimcoz’un desteği
ile çalışmalarına devam eder. Salah
Cimcoz’un çocuklarına resim dersi veren
Fikret Muallâ içkili bir gecenin sonunda
Salah Cimcoz ile tartışır, bu olayın ardından
sipariş üzerine yapmaya başladığı dönemin
büyüklerinin bir arada bulunduğu resim
panosunu parçalar ve hakaretler eder.
İlerleyen zamanlarda buna bir benzer
olayın sonucu olarak Atatürk’e hakaretten
yargılanır. Aslında Muallâ Atatürk’e
hakaret etmemiştir. Bir lokantada gördüğü
Atatürk portresinin çok kötü olduğunu
söylemesi, bu portrenin usta bir ressamın
Bahar 2016
Hayatının hiçbir döneminde işleri
rast gitmeyen Muallâ, babasından kalan
mirasın kısa sürede bitmesi, İkinci Dünya
Savaşı’nın da başlamasıyla birlikte daha
büyük sorunlarla karşılaşır. Paris’te yaptığı
tabloları satarak geçimini sağlar. Fakat
burada bahsettiğim “geçim” bir şişe şarap
veya bir akşam yemeğinden ibaret. Her
ne kadar tablolarını çok ucuza satmak
zorunda kalsa da sanatçı kimliğini Paris’teki
sanat çevrelerine kabul ettirdiği için bunu
görmezden gelmeye çalışır. O yıllarda
Paris’te elinizi nereye atsanız bir sanatçı
bulabileceğiniz için bu Muallâ adına büyük
bir başarıdır. Polis fobisi, geçimsizlik, alkol
bağımlılığı, savaşın da etkisiyle iyice artan
gerilimli ortam, günden güne büyüyen para
sıkıntısı Muallâ’yı iyiden iyiye bunalımlı
bir hayat sürmeye itmiştir öyle ki bunun
sonucu olarak tekrar hastaneye yatar.
Caz Orkestrasi, Guajboya
Hastanede tuttuğu anı defterindeki notlara,
çizimlere bakarak ne kadar bunalımlı bir
kişiliğe sahip olduğunu görmek hiç de zor
değildir. Hastanede kaldığı süre içerisinde
birçok eser üreten Muallâ, bunlarla birlikte
taburcu olduktan sonra ilk sergisini açar. İlk
sergisinde tüm tabloları hem de öyle ucuza
değil gayet yüksek fiyatlara satılan Fikret
Muallâ’nın eline bu sergiden gelir olarak
hiçbir şey geçmez çünkü sergiyi organize
edenler tarafından dolandırılmıştır. Fakat
bu sergi Muallâ’nın adını Paris’te iyiden
iyiye duyurmasını sağlar. Picasso ile
tanışıklığı da bu döneme de denk gelir.
Açtığı ikinci sergisinin ardından yine bir
akıl hastanesine yatırılan Muallâ, buradan
taburcu olduktan sonra sanayici Lhermin’le
bir anlaşma yapar ve dört tane daha sergi
açar. Bu sergilerde Muallâ’nın eserlerinin
daimi bir alıcısı vardır, Madame Angles.
55
İYTE Edebiyat Topluluğu
siyah beyaz bir hayat yaşamasıdır kim bilir.
Hayal ettiği hayatı yaşayamadı ama hayal
ettiği her şeyi tuvaline çizdi desem çok da
yanılacağımı düşünmüyorum. Sokakları,
caddeleri, bistroları, kafeleri, İstanbul’u,
Paris’i çizen adamın resimleri ve hayatının
ortak noktası şüphesiz her ikisinin de
temasının özgürlük olmasıdır.
Balonlar, Guajboya
Muallâ eğer Madame Angles ile
tanışmasa hayatını daha erken yaşta
kaybederdi diye tahmin ediyorum.
Madame Angles, Muallâ’yı -kelime anlamı
tam karşılar mı bilmiyorum fakat- himayesi
altına alır. Muallâ, Alp Dağları’nda
Reillanne’de bir çiftlik evine yerleşir ve
Paris’e veda etmiş olur böylece. Ölümüne
dek Madame Angles için 300’den fazla
eser üretir. Hayatının belki de en mutlu,
en rahat anlarını burada yaşayan Muallâ,
1967’nin 19 Temmuzu’nda gözlerini
sonsuza dek kapar. 1974 yılında vasiyetine
uygun bir şekilde kemikleri Türkiye’ye
getirilir. Bunda en büyük pay dönemin
cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi
Emel Hanım’ındır. Çünkü Emel Hanım,
Fikret Muallâ’nın öğretmenlik yaptığı
Salah Cimcoz’un üç çocuğundan biridir.
Dünya sanat tarihine adını altın harflerle
yazdıran, guaj boya dendiğinde akla gelen
ilk isimlerden olan, adına şiirler, şarkılar
yazılan, tiyatro oyunları sahnelenen
Fikret Muallâ, kendi tarzını oluşturmayı
başarmış, belli bir akımın etkisi altında
kalmamış gerçek bir sanatçıdır.
56
Fikret Muallâ’nın hayatını okuduğunuz
ya da dinlediğinizde pek de keyifli bir
yaşam sürmediğini görürsünüz. Rengârenk resimler yapmasının nedeni belki de
Tevfik Yalçın’ın da dediği gibi;
Bir mor üşümesidir Fikret Mualla’yı
sevmek,
Biraz yoksulluk, biraz gurbetlik...
Biraz da bir şey yapamamak;
İnsanlık adına...
Özür diliyorum Fikret Mualla’dan;
Kendi adıma...
Kaynakça:
Azamet, A. İ., Fikret Muallâ ve Eserlerine Kuramsal
Bakış, Cumhuriyet Üniversitesi, Eğitim Bilimleri
Enstitüsü, Güzel Sanatlar Eğitimi Anabilim Dalı,
Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2012.
Koloğlu, O., Fikret Muallâ Bir Garip Kişi, Boyut
Kitapları, İstanbul, 2003.
Topuz, H., Kentler ve Gölgeler, TRT Belgesel
Programı, 2010.
Toros, T., Fikret Muallâ 1903-1967, Akbank
Yayınları, İstanbul, 1986.
Vatanartıran, Ö., Notlar - TRT Belgesel Programı,
2011.
http://www.biyografi.info/kisi/fikret-mualla-saygi
(Alıntılama Tarihi 05.02.2015)
İYTE Edebiyat Topluluğu
22
Bir Ordan, Bir Burdan
Zeynep Saylık
Bu sayımızda,
kitap tanıtımının yanı sıra bir
de internet sitesi tanıtımını
bulacaksınız. Sitenin sahibi fotoğraf
sanatçısı Kerstin Stolzenhain. Aynı
zamanda seyyah, kıtalararası bir
insan.
57
İYTE Edebiyat Topluluğu
dieandere.de
“Do not dream your life,
live your dream.”
Upper Antelope Kanyonu/USA
Alman sitelerinin biz Türklerin sahip
olduğu siteler gibi “tr”den önce “com”
takıntısı yok sevgili okurlar. Aslında web
sitelerinin daha kolay ulaşılabilir olmasını
sağlıyor bu durum. Alman domainleri
demişken gmail.de’nin aslında google’a
ait olmadığından Almanya dolaylarında
internette dolaştığımıza bizlere türlü
taklalar
attırdığını
hatırlatmadan
geçemeyeceğim.
Tıkladığınızda hiç bilmediğiniz bir
diyara düşmüş gibi hissedeceksiniz
kendinizi. Aynen öyle hissetmeniz
gerekiyor zaten. Site Almanca olabilir, ama
fotoğrafın Almancası mı olur? Hem artık
internet göz atıcılarımız siteleri anında
Türkçeye çevirmiyor mu? Neden aslında
zor olmayan şeyleri zormuş gibi karşımıza
alıp duruyoruz?
58
Die andere, “diğeri” manasına gelebilecek
bir sözcük. Sanatkâr, bu sözcüğü sitesine
seçerken bayağı bir ince eleme yapmış,
inceleme işlemlerini gerçekleştirmiş. Kim
sitenin sahibi? Fotoğraf sanatçısı Kerstin
Stolzenhain. Aynı zamanda seyyah,
kıtalararası bir insan.
Web sitesini dolaştığınızda fark
edeceksiniz ki sanatçı eşsiz bir gözlem
kabiliyetine, ince bir görüntü algılıma
kabiliyetine, muhteşem bir görüntü
dondurma yeteneğine sahip. Sitede adres
olarak Hamburg’a yer vermiş ama site
güncellemesinden önce Augsburg’da
konaklamaya başlamış. Mottosu “Do not
dream your life, live your dream.” yani
“hayal kurma hayalini yaşa.” Hay sen çok
yaşa Kerstin. Sitene göz atıp kıtadan kıtaya
zıplarken hakikaten bir insanın bu kadar
çok yeri gezip görebileceğini, istediğini
yapabileceğini kavrıyoruz.
Ayrıca belirteyim ki Amerika Birleşik
Devletleri hudutlarında çekilmiş “Upper
Antelope Canyon” başlıklı fotoğrafın
kartpostalına sahip olmak yetmiyormuş
gibi çekiliş anının öyküsünü de sanatçıdan
dinledim. O ışık huzmesi, günün sadece
özel bir zaman diliminde, kısa bir süreliğine
görünür hal alıyormuş. Işığın görünebilir
hali alması için mağara içerisinde biraz toz
çıkarmak gerekiyormuş. Ne mutlu o tozu
dumana katana. Bize de bu mutluluktan
bir pay düşüyor tabii, dieandere.de adlı
siteyi artık biz de biliyoruz, öyle değil mi?
Angkor Thom’da bir Rahibe/Kamboçya
Bahar 2016
Mütevazı Bir İntikam
gelmişti, kurmuştum. Deli Defteri’nin
kâğıda basılı (sarı kâğıt) birkaç sayısını
birinci elden okudum. Gel zaman git
zaman defterler unutuldu... Derken bir
internet kitap sitesinden yazlık ucuz
alışverişimi yaparken bu sarı siyah kapaklı
kitap karşıma çıktı. İsme dikkat ettim,
evet, yolu İYTE’den geçmiş bir genç daha
ölümsüzlüğe adım atmıştı.
Kitabı bir çırpıda okudum, eminim bu
akışkanlıkta bir yapıtı herkes bir çırpıda
okuyabilecektir. Fakat şöyle bir hatırlatma
yapmakta fayda var: kitabın bölüm
başlarındaki ikonlara okumaya başlarken
dikkat etmek lazım. Kitabın ortalarında bu
ikonların anlamını keşfetmiş oluyorsunuz
ama bu durum biraz geç kalmış olduğunuz
anlamına geliyor.
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Mimarlık Fakültesi’nden (Şehir ve Bölge
Planlama Bölümü) mezun olmuş tanıdık
bir simanın, Bahadır Cüneyt Yalçın’ın
kitabı bu, April Yayıncılık tarafından 2014
yılında basıldı.
Öğrenci İşleri çalışanısın, öğrenciyi
tanıman kolay diyenleri duyar gibi
oluyorum. Fakat yazarımızı ben öğrenci
olduğu dönemde tanımadım. Mimarlık
Fakültesi’nin “karşılaştırmalı edebiyat”
doçenti (profesörlüğünü almaya ramak
kala aramızdan ayrılan - rahmetle, hasretle
andığımız) Deniz Şengel, yazarımızın
kişisel çabasıyla çıkardığı “Deli Defteri”
adlı derginin dijital bir nüshasını
elektronik posta yoluyla göndermişti de
oradan öğrenmiştim bu yazar-çizer kişiyi.
Hocanın vefatından sonra irtibat kurasım
Yazarın dünyaya bakış açısı karakterlerin
oluşumu ve gelişimini kolaylaştırmış.
Aslında hiç de ilk kitap gibi görünmüyor
bu eser. Hele karakterlerden “Aleksi
Pavloviç” bütün kitapların ta ortasından
konuşuyor sanki. Okumaya niyetlenenler
için şunu söyleyebilirim: macera dolu bir
film gibi bu kitap.
İçinde geçen öğüt gibi satırları burada
hatırlayarak yazmak için geç kalmış yazar
ruhlu insanları dürtelim biraz da, yazmak
mühim: “Artık bu yaşadıklarını yazarsın,
dedi Ali. Fazla oyalanma. Yetenekli yazar
olmak kırk yaşından sonra hiçbir şey ifade
etmez.”
Yetenekli demişken, şunu hatırlatmakta
fayda var: Bahadır Cüneyt Yalçın kitabının
sonunda Murat Menteş’e teşekkürlerini
iletiyor. Vesilesini bilemeyiz ama bu ünlü
yazara imrendiğini düşünebiliriz bu
tutumdan hareketle. Bence bu iki yazardan
imrenilecek olan, teşekkür edilmesi
gereken tevazuya sahip olan.
59
Meditasyon Üzerine
Dane Rusçuklu
Kendimi tanımak için
kendime doğru adım atmaya
başladığım andan itibaren hep
karşılaştığım ve sonrasında
deneyimlediğim bir şey var ki
o da her ne ararsam arayayım
onun kendimde olduğuydu.
60
Bahar 2016
Flower of Life (Yaşam Çiçeği)
Fakat sezen, yaratıcı fikirler
üreten, iç görüye sahip sağ
yarısını kullanmaya fırsat
bulamıyor olabilirsiniz veya
haksızlık etmeyelim görece
az kullanıyor olabilirsiniz.
İşte bu ikisini dengelemek
meditasyonla mümkün.
Öncelikle
müjdelemek
istiyorum;
hayatta aradığınız huzur da sevgi de Cem
Yılmaz’ın dediği gibi İÇİMİZDE. Tek
yapmamız gereken bunu fark etmek ve
ortaya çıkmasına izin vermek. Mademki
o mutlak sevgi ve huzur içimizde, o
zaman öncelikle içe dönmek gerekiyor.
Türlü türlü yollar var içe dönmek için.
Kimilerini farkında olmadan uyguluyoruz
zaten. Benim vurgulamak istediğim
farkında olarak hatta farkındalığımızı
artırarak uygulayabileceğimiz içe dönüşler.
Meditasyon adı altında toplayabileceğimiz
bu içsel yolculuk, tefekkür, zazen gibi
farklı isimlerle hemen her ruhsal öğretide
yer alır (1). Ayrım yapıp gruplamadan,
çünkü ayrımlar ayrımları doğurur,
özüne bakacak olursak da hepsinde
ortak olan zihni sakinleştirmek ve
hiçbir şey düşünmemektir. Hiçbir şey
düşünmemek… Yazarken bile beynimin
rasyonel düşünmeye programlı sol lobu
uyarı sinyali gönderiyor adeta ve de şöyle
diyor “saçmalama!”. Sezgisel sağ lobu
da anlıyor ne demek istediğimi. Günlük
hayatta eğer sanatla uğraşmıyorsanız
büyük oranda beyninizin sol yarısını
kullanıyorsunuz demektir. Sınıflıyor,
hesap yapıyor, anlamlandırmaya çalışıp
mantıksal bağlar kuruyorsunuz kısaca.
Hizmeti büyük sağ olsun.
Sonuç; iç huzur ve mutluluk hissinde
artış ve daha yüksek beyin kapasitesi (2).
Daha marifetleri var tabii. En başta stresi
azaltmasını sayabiliriz. Sinirbilimcilere
göre düzenli meditasyon yaparsanız
beyninizde fiziksel değişimler olur ki bu da
sinir sistemimizde bazı noktaları harekete
geçirerek stresle başa çıkmada yardımcı
rol oynar. Meditasyon yapmaya devam
ederseniz yaratıcılığınızın artacağı garanti!
Yine beyindeki fiziksel değişimlerle ilgili
olarak dikkatiniz artar ve otokontrolünüz
gelişir. İnsanları olduğu gibi kabul etmeye
başlayıp kendinizle de barışık olmanızın
doğal bir sonucu olarak sosyal ilişkileriniz
gelişir.
Şimdi burada nasıl meditasyon
yapılır
anlatmayacağım,
merak
eden ve deneyimlemek isteyen varsa
İYTE
Meditasyon
grubumuzun
meditasyonlarına gelebilir. Fakat sol lobu
rahatlatmak için başka bir deyişle “nasıl
oluyor şimdi yani?” sorusunu cevaplamak
için konuyu biraz daha açmak isterim
(bilimsel ve sayısal verilere ihtiyacı olan sol
loblara internet her zaman hizmete hazır).
Meditatif haldeki huzur ve mutluluk
fiziksel, duygusal ve mental algımızın biraz
ötesinde olan haldir. Bir başka deyişle
beden algımızdan, duygularımızdan ve de
61
İYTE Edebiyat Topluluğu
zihnimizden geçince açığa çıkacak bir hal.
Bu halin farkındalığı da daha yüksektir.
“Ben” algımız ve farkındalığımız daha
meditasyona yeni başladığımızda bile
değişmeye başlar. Bedenimiz bir süre
hareketsiz kalınca onu hissetmiyoruz.
İnanmazsanız şimdi deneyin yani
gözlerinizi kapatıp hiç kıpırdamadan bir
süre oturun. Bu deneyimden sonra ilk
farkındalığımızı yaşadık bile; yani sadece
bedenimizden ibaret olmadığımızı... Sıra
geldi duygularımıza. Wikipedia tanımıyla
duygu, bireyin ruh halinde biyokimyasal
(içsel) ve çevresel tesirlerle etkileşiminden
doğan kompleks psikofizyolojik bir
değişimdir (3). Tanımdan yola çıkacak
olursak duygularımız sürekli değişiyor ve
“ben” algımızın tam karşılığı olamıyor. Ben
kızgın, mutlu, endişeli, sakin olabiliyorum
ama bunların hiçbiri ben değilim.
İçimizdeki daimi huzur ve mutlulukla pek
ilgisi olmayan değişip duran duygularımızı
da bir kenara bırakırsak sıra zihnimize
geliyor. Düşünen, bazen “vıdı vıdı” eden,
yargılayan, sürekli konuşan zihnimizin
sesini biraz kısınca içimizdeki gözlemci
uyanıyor. Kendimiz sandığımız bedenimiz,
duygularımız ve zihnimizin ötesinde bir
kendimizle, ÖZümüzle karşılaşıyoruz ve
bunların hepsini hiçbir şey yapmadan
oturarak, nefes alarak yapıyoruz.
Anlatılmaz yaşanır bir hali anlatmaya
çalışmamı sabırla okudunuz. O zaman
şimdi dilerseniz rahatlayın ve derin
bir nefes alın veya gelin bunu birlikte
yapalım.
(1) http://indigodergisi.com/2013/03/
meditasyonun-temeli-meditasyon-nedir-ve-nasilyapilir/
(2) http://www.brainwave-research-institute.com/
meditation-synchronizes-the-brain.html
62
(3) https://tr.wikipedia.org/wiki/Duygu
Kendimiz sandığımız bedenimiz,
duygularımız ve zihnimizin
ötesinde bir kendimizle,
ÖZümüzle karşılaşıyoruz ve
bunların hepsini hiçbir şey
yapmadan oturarak, nefes
alarak yapıyoruz.
İYTE Edebiyat Topluluğu
24
İYTE
Gastronomi ve Mutfak Sanatları
Topluluğu
Ceren Eylem Melemşe
63
İYTE Edebiyat Topluluğu
Urla-Özbek Köyü Deniz ve Deniz Ürünleri Festivali
Yemek üzerine şu ana kadar hiç
düşündünüz mü? Yalnızca yaşamsal
fonksiyonlarımızı devam ettirmemizi
sağlayan bir araç mıdır yemek? İlk yabani
çileği koparıp yiyen atamızdan bugüne
neler değişti? İnsanlık tarihinin en büyük
dönüm noktalarından biri olan ateşin
keşfiyle birlikte yiyeceklerimizi pişirmeye
başlamamız ve tam o sıralarda beyin
evrimimizin müthiş bir ivme kazanması
tesadüfî mi? Yemek, insanlığın gelişimine
katkı sağlayan en önemli olgulardan biridir.
Gastronomi de, yemek ve kültür ilişkisini
inceleyen disiplin olarak bu konulara eğilir.
64
Temel Mutfak Eğitimi/İYTE Merkezi Kafeterya
İYTE Gastronomi ve Mutfak Sanatları
Topluluğu (İYTE GMST) olarak 4 Mart
2014’te resmî olarak kurulmamıza ve
dolayısıyla daha çok yeni bir topluluk
olmamıza rağmen bugüne kadar pek
çok etkinlik gerçekleştirdik. Daha önce
okulumuzda benzer alanda bir topluluk
olmayışı ve ve gastronomiye ilgi duyan pek
çok arkadaşımızın topluluğa emek vermesi
bunda elbette çok etkili oldu. Şu an 150
kadar üyemiz ile yeni döneme başlamış
bulunuyoruz. Şimdiye kadar yaptığımız
atölyeler, temel mutfak eğitimleri, yerel
festivallere katılım gibi etkinliklere,
ilerleyen günlerde tadım gezileri, restoran
değerlendirmeleri, şeflerle söyleşiler ve
daha birçok farklı atölyeleri de eklemeyi
umut ediyoruz. Farklı insanlara, kültürlere ve fikirlere sonuna kadar açık bir
topluluk olarak aramızda göreceğimiz
her yeni kişiye, her çabaya ve her desteğe
sonsuz önem veriyoruz. Eğer siz de
bizlere katılmak isterseniz facebook
grubumuz, etkinlik duyurularımız ya
da herhangi bir üyemiz aracılığıyla bize
ulaşabilirsiniz.
https://www.facebook.com/
groups/iytegmst/
Hep birlikte nice “UZAK”lara...

Benzer belgeler