İçindekiler - Sakareller

Transkript

İçindekiler - Sakareller
Kapital ve Politika
Derleme
Kasım 2014
Türkçesi: Işık Barış Fidaner
yersizseyler.wordpress.com
Kitabın LaTeX kodları yine CC AttributionNonCommercial 3.0 Unported Lisansı altındadır.
2
İçindekiler
Yaşayan Ölü Lenin. Ekim’in 90. yıldönümü
Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
5
Sol ve sağın sözde ’aşırılık’ları arasında bir bakışım bulunmuyor
9
Saadet Zinciri Kapitalizmi
David Harvey ile görüşme . . . . . . . . . . . . . . . . .
11
Kapital politikayı nasıl ele geçirdi
Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
22
Irkları olmayan bir ırkçılık
Étienne Balibar ile görüşme . . . . . . . . . . . . . . .
25
İşe Yaramaz Avrupa Seçimleri
Étienne Balibar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
30
Piketty’nin Kapital’i üstüne düşünceler
David Harvey . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
35
3
Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital’i üzerine
Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
40
Işık ile Gölge Arasında: Subcomandante Marcos’un Son Sözleri 42
Venezuela: Bir ülkenin devrimci bir devleti
ve kapitalist bir ekonomisi olabilir mi?
Steve Ellner ile görüşme . . . . . . . . . . . . . . . . .
47
Ernesto Laclau’nun Anısına
Mark Devenney . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
55
Karar vermenin basit cesareti: Thatcher’a solcu bir övgü
Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
61
4
Yaşayan Ölü Lenin. Ekim’in 90. yıldönümü
Slavoj Žižek — 7 Kasım 2008 — sok.bz
Leon Troçki, 25 Haziran 1935 gecesi, rahmetli Lenin’le ilgili gördüğü rüyayı
günlüğüne yazmıştı:
Etrafa bakılırsa, bir gemide, üçüncü sınıf bir güvertedeydik. Lenin bir ranzada uzanmış, ben de yanında ya ayaktayım ya oturuyorum, bilmem hangisi. Hastalığımla ilgili endişeli sorular soruyor bana. ’Sinirlerin iyice yıpranmış, dinlenmen lazım. . . ’ Cevaben, her zamanki doğal Schwungkraft’ım (momentum) sayesinde çabucak toparlanırım diyorum, ama bu sefer sıkıntının
kaynağı daha derin bazı süreçlermiş. . . ’o zaman sen cidden (bu
sözcüğü vurguladı) doktorlara danışmalısın (bir sürü isim). . . ’
Cevaben, çoktan bir sürü doktora danıştığımı söyleyip ona Berlin seyahatimi anlatmaya başlıyorum; ama Lenin’e bakarken ölmüş olduğunu hatırladım. Konuşmayı sürdürebilmek için hemen bu fikri uzaklaştırmaya çalıştım. 1926’da Berlin’e yaptığım
sağlık amaçlı seyahati ona anlattıktan sonra ’Bu sen öldükten
sonraydı’ demek istedim; ama bir an düşündüm ve ’Sen hasta
olduktan sonraydı. . . ’ dedim.
Lenin’in ölmüş olduğunu bilmemesi ne demektir? Troçki’nin rüyasını okumanın iki karşıt yolu var. İlk okumaya göre, yaşayan ölü Lenin figürünün
korkunç saçmalığı, tek başına gerçekleştirdiği muazzam toplumsal deneyinin Stalinist felaketle, terör ve duyulmamış kitlesel ıstırapla sonuçlandığının
farkında olmamasını işaret eder. Ölmüş olduğunu bilmeyen Lenin, görkemli
ütopyacı projelerimizden vazgeçerek içinde bulunduğumuz kısıtlamaları kabul etmeyi inatla reddediyoruz demektir: Lenin herkes gibi ölümlüydü ve
5
hatalar yapmıştı, yani artık onun ölmesine izin vermeli, siyasal imgelemimizi
saran müstehçen hayaletini rahat bırakmalıyız ve sorunlarımıza ideoloji dışı
pragmatik bir yolla yaklaşmalıyız.
Ne var ki Lenin’in hala canlı oluşunun başka bir yorumu da var: Lenin’in
canlılığı, Alain Badiou’nun, utanmaz Platoncu tavrıyla, evrensel aydınlanmanın “ebedi Fikri”ni, yani hiçbir yenilginin ve felaketin yok edemediği
ölümsüz adalet çabasını cisimlendirmesi demektir. Hegel’in Dünya Tarihinin
Felsefesi Üzerine Dersler’de Fransız Devrimi üzerine söylediği yüce sözleri
hatırlamak gerekir:
Fransız devriminin felsefenin bir sonucu olduğu söylenmiştir ve
felsefeye Weltweisheit /dünya bilgeliği/ denmesi nedensiz değildir; çünkü felsefe yalnızca eşyanın saf özü olarak kendinde
ve kendi için hakikat değil, aynı zamanda dünya işlerinde sunulan yaşayan biçimi içindeki hakikattir. Dolayısıyla devrimin ilk
itkisini felsefeden aldığı iddiasını yadsımamalıyız. /. . . / Güneş
gökyüzünde duralı ve gezegenler onun etrafında döneliberi hiçbir zaman insanın varoluşunun merkezinin kafası, yani gerçeklik
dünyasını inşa ettiği eşyadan ilham alan düşüncesi olduğu algılanmamıştı. /. . . / insan şimdiye kadar ruhsal gerçekliği düşüncenin yönetmesi gerektiği ilkesini tanıyacak kadar gelişmemişti.
Dolayısıyla bu muhteşem bir ussal şafaktır. Düşünen her varlık bu çığırın coşkusunu paylaşmıştır. Böylece yüce karakterli
duygular insanların zihinlerini karıştırmış, ruhsal bir heves dünyanın her yanını titretmiş, adeta tanrısal ile dünyevi arasındaki
barışıklık şimdi ilk defa başarılmıştır.
6
Bu durum tabi ki Hegel’in bu soyut özgürlük patlamasını karşıtına, yani
kendini yok eden devrimci teröre dönüştüren içsel gerekliliği sakince çözümlemesine engel değildi; yine de Hegel’in eleştirisinin içkin oluşunu, yani
Fransız Devriminin temel ilkesini kabul ettiğini asla unutmamak gerekir.
Ekim Devrimi hakkında yapılması gereken de tam olarak budur: bu devrim,
insanlığın bütün tarihi boyunca yoksulların ve sömürülenlerin ayaklanmalarını başarıya ulaştırdığı, bütün hiyerarşik düzenlere karşı eşitlikçi evrenselliğin
doğrudan iktidara geldiği ilk örnektir. Devrim yeni bir toplumsal düzen olarak kendini sağlamlaştırmış, yeni bir dünya yaratılmış ve akılalmaz ekonomik
ve askeri baskılar ve tecrit altında mucizevi olarak hayatta kalmıştır. Bunun
etkisi “muhteşem bir ussal şafaktır. Düşünen her varlık bu çığırın coşkusunu
paylaşmıştır.”
John Berger birkaç yıl önce, internet yatırım şirketi Selftrade’in Fransızca reklam
afişine dikkat çekti: saf altından yapılmış
elmaslarla bezeli bir orak çekiç resminin altında “Ya borsa herkese kar getirseydi?”
yazıyordu. Bu afişteki strateji belli: artık
borsa eşitlikçi Komünist kriterleri yerine getirmekte, herkes borsaya katılabilmektedir.
Berger basit bir düşünce deneyi ile bize soruyor: düşünün ki bugün bir reklamda altından yapılmış elmasla bezeli bir gamalı haç resmi kullanılmış olsun
— tabi ki olmaz, çünkü Berger’in belirttiği gibi, “Gamalı haç muzaffer olabilecek olanları muhatap almıştı, yenilenleri değil. Adalet değil hükmetmek
demekti.” Buna karşıt olarak, Orak Çekiç tarihin akışının özgürlük ve adalet
mücadelesi verenlerin yanında olacağı umudu demekti. Yani ironi o ki, tam
da “ideolojilerin sonu”nun hakim ideolojisi bu umudun öldüğünü resmen
ilan ediyorken, “endüstri sonrası” paradigmaya ait bir işletmenin (internetten borsa işlemi yapmaktan daha “endüstri sonrası” bir şey var mıdır?)
iletmek istediği mesaj, uyku halindeki bu umudu harekete geçirmek zorundaydı. Lenin’i tekrar etme, bizi ısrarla saran bu umuda yeni bir yaşam verme
görevi halen mevcuttur.
Ekim 1917’deki devrimci ele geçirmeyi mümkün kılan eşsiz toplaşma, daha
sonraki Stalinist hamleden ayrı tutulamaz: tam da devrimi mümkün kılan
toplaşma (köylülerin memnunsuzluğu, iyice örgütlenmiş devrimci seçkinler,
vb.) sonrasındaki Stalinist hamleye neden olmuştur — Leninist trajedi işte
buradadır. Roza Lüksemburg’un ünlü alternatifi “ya sosyalizm ya barbarlık”
sonuçta iki karşıt terimin ironik eşliği olmuştu: “gerçekte varolan” sosyalizm,
barbarlıktı.
7
Sonuç olarak Lenin’i TEKRAR etmek Lenin’e DÖNMEK anlamına gelmez — Lenin’i tekrar etmek, “Lenin’in ölmüş” olduğunu, uyguladığı çözümün başarısız olduğunu, hatta canavarca bir başarısızlık olduğunu kabul
etmek, ama içinde korunmayı hak eden ütopyacı bir kıvılcım olduğunu da
görmektir. Lenin’i tekrar etmek, Lenin’in gerçekte yaptıkları ile açtığı olanaklar alanı arasında; gerçekte yaptıkları ile “Lenin’de Lenin’den fazla olan”
başka bir boyut arasındaki gerilimi ayırt etmek demektir. Lenin’i tekrar etmek Lenin’in YAPTIĞINI tekrarlamak değil, YAPAMADIĞINI, KAÇIRDIĞI
fırsatları tekrarlamaktır. Bugün Lenin farklı bir zamandan gelmiş bir figür
gibi gözükür: merkeziyetçi Parti gibi düşünceleriyle “totaliter bir tehdit” yarattığı için değil — daha ziyade artık ilişkilenemediğimiz farklı bir çağa ait
göründüğü için. Fakat bu olguyu Lenin’in vaktinin geçtiğinin kanıtı olarak
okumak yerine belki de karşıt bir varsayım yapabilmeliyiz: ya Lenin’in bu
çözülmezliği BİZİM çağımızda bir yanlışlık olduğunun işaretiyse? Ya Lenin’i
alakasız olarak, postmodern zamanımıza göre “senkronu bozuk” olarak algılıyor olmamız, çok daha tedirgin edici olarak, bizim zamanımızın “senkronu
bozuk” olduğunu açığa vuruyorsa, belirli bir tarihsel boyutu kaybettiğimizi
gösteriyorsa?
8
Sol ve sağın sözde ’aşırılık’ları
arasında bir bakışım bulunmuyor
Kolektif — 3 Haziran 2014 — theguardian.com
Yunanistan’da Syriza’nın seçilmesi Avrupa’da toplumsal ve ekonomik demokrasinin geleceği için canlı bir umut ışığı sunmakta. Fakat aynı zamanda
ırkçı ve antisemitik hassasiyetlerin ateşlenmesiyle sağ kanat ulusalcılığın yükselişi çoğulcu ve demokratik Avrupa ideallerini tehdit ediyor. Syriza’nın büyüyen seçim desteğinin önemini çarpıtarak sol kanat ’aşırılığın’ yükselişi diye
temsil eden medya öykülemelerine en güçlü şekilde karşı çıkılmalıdır. Çağımızda sol ve sağın sözde ’aşırılık’ları arasında bir bakışım bulunmuyor.
Syriza lideri Alexis Tsipras’ın partisinin Avrupa seçimindeki başarısının ardından yaptığı konuşma. Fotoğraf: Petros Giannakouris/AP
9
Hem Yunanistan hem de İspanya’da (Podemos %8 oy aldı) ısrarlı ekonomik adalet çağrılarını ’popülist’, ’Avrupa karşıtı’ ya da ’kuşkucu’ diyerek
savuşturma çabaları, bu çağrıların politik menzil ve önemini yanlış okumaktadır. Bu radikal sol galibiyetler, Fransa’da Ulusal Cephe, İngiltere’de
Ukip’in yükselişiyle, Yunanistan ve Macaristan’da antisemitik partilerin güçlenmesiyle, Belçika ve Danimarka’da göçmen karşıtı popülizmin yükselişiyle
kıyaslanabilir değillerdir.
’Avrokuşkucu’ sağ kanatın yükselişi, açıkça ırkçı zeminiyle, kemer sıkma
politikalarının dolaysız bir sonucudur. Solun yükselişi ise kemer sıkma politikalarının doğurduğu toplumsal ve ekonomik eşitsizliklere bir eleştiri ve
alternatif sunmaktadır. Avrupa Birliği, şiddet ve çaresizliğin daha fazla yayılmasını önlemek için ulusal sınırları aşan yeni müttefiklere, demokrasi ve
ekonomik eşitliğe ulaşabilmek için kurumlarının radikal olarak yeniden düzenlenmesine ihtiyaç duymakta. AB’nin geleceği üzerine, dayanışma ve toplumsal adaletin rolü üzerine, ve ’Avrupa fikri’nin çağdaş anlamı üzerine
büyük bir kamusal tartışma başlatılmalıdır.
Demokratik bir kamusal tartışmanın başarısı, ne var ki, politik hareketler
ve taşıdıkları iddialara dair medya temsillerinin hakiki ve şeffaf oluşuna bağlıdır. Kemer sıkma karşısında daha çok eşitsizlik arayan politik karşı çıkışlar
ile daha çok eşitlik arayan karşı çıkışlar arasındaki farka olanca dikkatinizi
vermenizi talep ediyoruz. Ancak o zaman demokrasinin geleceğinin sözkonusu olduğunu açıkça görebiliriz.
Judith Butler, Étienne Balibar, Costas Douzinas, Wendy Brown,
Slavoj Žižek, Chantal Mouffe, Toni Negri, Joanna Bourke, Sandro
Mezzadra, Drucilla Cornell, Engin Isin, Bruce Robbins, Simon Critchley, Jacqueline Rose, Eleni Varika, Micael Lowy, Jean-Luc Nancy,
Jodi Dean.
10
Saadet Zinciri Kapitalizmi
Steffen Böhm1 — 11 Ağustos 2014 — review31.co.uk
David Harvey’nin politik ekonomi, şehirsellik, Karl Marx’ın mirası ve bu mirasın kuramsal yorumlanışı üzerine çalışmaları,
1970’lerden beri beşeriyet ve toplumsal bilimlerini saran eleştirel tartışmada ön planda yer aldı. Mümtaz ekonomist düşünürümüz, Profil Kitapları’nın yakın zamanda yayınladığı Onyedi
Çelişki ve Kapitalizmin Sonu kitabında, etrafımızdaki dünyaya
dair keskin bir rehber ve değişim için bir manifesto sunuyor.
Bu görüşmede Harvey 2008 sonrası manzaranın anlaşılmasında
politik ekonomi kuramının belirginliğini ve merkezi yerini tartışıyor; ayrıca emeğin anlamındaki, dijital teknolojilerdeki, rantçı
kapitalizmdeki, umut ve vaat mekanlarının ortaya çıkışındaki
dönüşümleri ele alıyor.
Steffen Böhm: Onyedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu kitabını büyük krizden beş yıl sonra yazmanız bu belirli tarihsel kavşağa bir karşılık verme
ihtiyacından mıydı?
David Harvey: Bu kitap sanırım dediğinizi de içeriyor, ama aynı zamanda
son on yıldır dahil olduğum projenin bir devamıdır. Daha iyi bir ifade bulamadığımdan buna ’Marx projesi’ diyeceğim, yani Marx’ın özellikle de Kapital kitabını daha erişilebilir kılma projesi. 2000 krizinin ve resmi olarak
2009’da bitmiş olan 2008 krizinin nüfusun geniş kesimleri üzerindeki tesirini sürdürme olgusuyla bu bir araya geliyor. Bu geniş kesimler açısından
kriz bitmiş değildir, krizden çok iyi durumda çıkmış olan kapitalist sınıf ve
1 Essex Sürdürülebilirlik Enstitüsü’nün Direktörü ve Essex Üniversitesi’nde Yönetim ve
Sürdürülebilirlik Profesörüdür.
11
özellikle zirvedeki %1 için bitmiş olsa bile. Kapitalin altta yatan sorunları
üzerine düşünmek, ayrıca Sol’a şu soruyu sormak için iyi bir zaman gibi
geldi bana: Anti-kapitalist olmak istiyorsanız, bunun anlamı ne olacaktır?
Toplumsal adalet savunuculuğundan ayrı olarak, ya da küresel zenginlik ve
STK projelerine dokunmadan yoksulluğun yok edilmesinin savunulmasından ayrı olarak, anti-kapitalist olmak nasıl bir şeydir? Bu meseleleri biraz
netleştirmeye çalışmanın zamanı geldi diye hissettim.
SB: Anti-kapitalist olmanın ne anlama geldiği sorusuna verdiğiniz yanıt,
kısaca, ekonomik motorun nasıl işlediğinin anlaşılması.
DH: Evet. Ekonomik motora ilişkin sorunların ne olduğu konusunda biraz
netleşmemiz gerekiyor, ama bana öyle geliyor ki, baktığımız diğer birçok
meselenin ne ölçüde ekonomik motordaki işlev bozukluklarından türediğini
de görmemiz lazım.
SB: Kapital ve kapitalizm arasında böyle bir ayrım yapıyorsunuz ve ben
de bunun kitabın anlaşılmasında anahtar olduğunu düşünüyorum. Acaba bu
ayrımı neden önemli bulduğunuzu bize tekrar anlatabilir misiniz? Kapitalizmde süregiden bütün bu mücadelelerden bahsettiniz, ki bunlara çok saygı
duyuyorsunuz, ve başka kitaplarda kapsamlı olarak bunlar üzerine yazdınız,
fakat niye kapitale ve ekonomik motora geri dönmeye ihtiyaç var sizce?
DH: Marx projesinden türeyen bir şey bu, ama şunun net olmasını istiyorum:
Marx’ın yazdıkları, varolan her şey hakkında yazılmış değildir. Kapital’in üç
cildi ekonomik motor hakkındadır. Bir soru soruyorum: politik ekonomiyi bu
şekilde tecrit etmek ne kadar değerlidir? Ben böyle yapmanın epeyce değerli
olduğunu düşünüyorum çünkü bize anlattığı şeyler 2000 ve 2008’de ne olduğunu gerçekten anlamak için gereklidir. Ekonomik motorun ne olduğunu
ve bu motorda nelerin yanlış olabileceğini anlamadan bu krizlerin kesinlikle
birçok insan üzerinde müessir olan ardıl etkilerini anlayamazsınız. Bir sorun eğer ekonomikse o zaman ekonomiksel terimlerle muhatap alınmalıdır
ve hiçbir şekilde yok sayılamaz. Diyelim ki Birleşik Devletler’de uzun vadeli
işsizlik ortaya çıkmışsa, bunun köklerinin ne olduğunu anlamamız lazım.
Bir teknolojik değişimin patentine sahipsek ve anlamlı emeği buraya doğru
kaydırmak suretiyle giderek daha anlamsız etkinliklere dönüştürüyorsak, o
halde bunun köklerinin ne olduğunu anlamamız lazım. Toplumda, hem üretimle ilişki bakımından, hem de ’telafi edici tüketimcilik’ ya da akılsızca
aşırı tüketimcilik diyebileceğimiz şey bakımından yaygın bir yabancılaşma
bulunuyorsa, o halde bunun nereden geldiğini anlamamız lazım, tabi bu
meseleleri muhatap almaya biraz olsun ihtiyaç duyuyorsak. Şu anki bütün
bu teknolojiye nasıl sahip olduğumuzu, sözümona emekten tasarruf eden,
12
ama nasıl oluyorsa yaşantımızda anlamlı şeyler yapmaya daha az zamanımız
kalmasına neden olmuş bu teknolojiye nasıl sahip olduğumuzu da anlamak
istiyoruz. Bunun nereden geldiğini anlamamız lazım.
Öte yandan, varolan her şeyin bundan ibaret olduğunu ve önem taşıyanın
sadece bu belirli sorunlarla uğraşmak olduğunu öne sürmek istemiyorum.
Kimlik politikası ve diğer bakımlardan geniş anlamda muhatap alınan birçok başka meseleyi de anlamaya çalışıyorum. Bunlar çok önemli meseleler,
kadınların ezilmesinin birçok kaynağı bulunuyor ve elbette yoğun ırkçılıklar
ve bu meseleler üzerinden tümüyle desteklediğim mücadeleler varlıklarını
sürdürmektedir.
SB: Biraz daha bunun üzerine devam edelim. Doğru Marksist anlamıyla
diyalektiği izlersek, motor odasında olup bitenlerin güvertede olan şeylere
de bağlı olduğu savunulamaz mı? Kapital, Marx’ın açıkça tekrar tekrar vurguladığı bir toplumsal ilişkidir. Motor odası olan gemi benzetmesi iyi oldu.
Bu teknoloji orada duruyor ve biz de onu durdurmaktan aciz görünüyoruz.
Peki güverteden motor odasına inilmesi ve güverteye geri çıkılması daha
diyalektik bir ilişki olmaz mı? Bu katmanlar arasında çok daha dinamik bir
ilişki yok mudur?
DH: Tabi ki. Diyalektik ilişkileri gerçekten görebildiğimiz organik türde bir
toplum kavrayışımız olması gerekir, bunu kabul ederim. Nihayetinde kapitali
çözümlemekle yetinmeyip kapitalizmi çözümlemek isterim, ama bence kapitalizmi çözümlemenin bir parçası da motorun nasıl çalıştığını anlamaktır.
Gerçekte yaptığım da tamamen budur, tabi varolan tek şey bu değil, mahallenin tek kıymetli mücadelesi bu değil, bu yüzden söylediğinizi kabul etmeye
fazlasıyla hazırım. Ama aynı zamanda, Marx’ın yapmaya çalıştığı şeyin yanlış anlaşılması olduğunu düşündüğüm durumu da aşmak istedim. Bir şekilde
o sanki varolan her şeyi anlamaya çalışıyormuş ve bunu başarmış gibi bir
mit bulunuyor. Onun yaptığının bu olduğunu hiç de düşünmüyorum. Dar bir
şekilde klasik politik ekonominin eleştirisine odaklandığını, belli belirsiz bir
alternatif versiyonun ve benzeri şeylerin de buradan çıktığını düşünüyorum.
Yaptığı şeyin gücünün hakkını vermek istedim, ama aynı zamanda projesindeki sınırlamaların da hakkını vermek istedim. Benim bu projem, onun
yolundan giderek şunu söylemektir: ekonomik motorla uğraşalım ve artık
belirginliğini tanıyalım.
SB: Ara sıra Marx’ın 150 yıl önce kendi çözümlemesini yaptığı zamanları
düşünür müsünüz? İngiliz Kütüphanesi’nde oturmuş binlerce sayfa kitap,
rapor ve makaleyi taradığı zamanları? Bu imge bugün Marx’ın projesini
sürdürmekte size enerji verir mi?
13
DH: Onun yaptığı tür işleri bugün çok daha hızlı ve çok daha az çabayla
yapacak teknolojik kapasitelere sahip olduğumuzdan eminim. Sanırım şu an
halen kayda değer bir zorluk şu anda bir enformasyon aşırılığı bulunmasıdır,
ki Marx aslında bu durumla bizim kadar yüzleşmemişti. Ortalıkta bulunan
malzemenin miktarı muazzamdır. Marx genelde yalnızca klasik politik ekonomistlere bakmakla sınırladı kendisini, ve onların yazdıklarının neredeyse
hepsine baktı, ama 200’den az atıf yapmış sanırım. Ben şu anda dünyada
kapital üzerine olup bitenler üzerine sadece 200 kişiye bakarak yazmaya
çalışsam, Çin, Hindistan, Latin Amerika üzerine insanların neler yazdığına
bakmak lazım dersiniz, başka bir deyişle devasa miktarda enformasyona sahibiz.
SB: Ne yazık ki kitabınızda saptayıp tartıştığınız 17 çelişkinin hepsi üzerine konuşacak zamanımız yok. Bu yüzden özellikle gözüme çarpan birkaç
tanesini seçtim. Dördüncü Çelişki ile başlamak istiyorum, başka bir kitabınızda buna ’mülksüzleştirerek birikim’ demiş olabilirsiniz. Burada ise ’özel
el koyma ve ortak zenginlik’ diyorsunuz; bu aynı şey midir? Çalışmanızın
’mülksüzleştirerek birikim’e ilişkin —ve elbette çok nüfuzlu olmuş— bütününe gönderme yapıyor.
DH: Mülksüzleştirerek birikimin bunun bir kısmı olduğunu düşünüyorum,
toplumsal zenginliğe el konulmasını tartışırken aynı zamanda pazar sürecini
de hesaba katmak istedim. Bu bir anlamda eşitlikçi bir yaklaşımdır ve kendi
içinde benim her zaman önemli bulduğum güçlü bir ilkeyi barındırır: eşitsizlere eşit davranılmasından daha eşitsiz bir şey yoktur. Pazar, yasal olarak
eşit olduğumuz bir yer olarak, bunun çok iyi bir örneğidir. Yani pazarın
adil olduğuna ikna ediliriz ama pazara girdiğimizde eğer siz benden daha
zenginseniz, bekleyebilirsiniz. Ben bekleyemem ve muhtemelen malımdan
hemen vazgeçerim çünkü açımdır. Sizde varlıklar vardır, benden daha fazla
bekleyebilirsiniz, ve gerçekten daha yüksek bir fiyatı zorlayabilirsiniz, bu da
bir süre sonra sizin daha da zenginleşmeniz ve daha da çok bekleyebilmeniz
anlamına gelir, bense malımı satmaya daha da muhtaç olmuşumdur. Yani
eşitlikçi pazar mübadelesi ilke olarak mevcuttur ve yasal olarak eşit insanlar
arasındadır, ama bu insanlar zenginlik olarak farklılaşırlar. Sonuç olarak yasal bir süreç tarafından bazı zengin insanlar çok daha zenginleşirler, yoksullar
ise daha da yoksullaşırlar, ki bu yasadışı bir şey değildir, mülksüzleştirerek
soygunculuk etmek ve bunun gibi şeyler değildir. Toplumsal zenginliğin özel
birikiminin, mülksüzleştirme taktiklerinin izlenmesine gerek kalmadan, pazar süreci üzerinden gerçekleştiğini öne sürmek istiyorum. Buna ek olarak
bir mülksüzleştirme süreci olarak ilksel birikim tarafından kurulan başlangıç
zenginlikleri, ya da kitlesel mülksüzleştirme, köylü nüfusların toprağa erişimi
14
vesaire vardır derim. Evet, mülksüzleştirme tarafı burada mevcuttur, ama
varolan eşitsizliğin adil pazar sürecinden çıktığını da söylemek istedim, bu
da elbette Marx’ın Artakalan Değer Kuramı’nın anlaşılmasında kurucu bir
özelliktir.
SB: Yani pazar tanımı gereği yasal olarak eşittir ama otomatik olarak eşitsizlik üretir?
DH: Evet. Eşitsizlik üreten eşit bir sistemdir. Bu onun karakteridir, kapitalistler de bu yüzden özgür pazarları her zaman severler, ilke olarak.
SB: Dünyanın geneline bakarsanız, ’normal pazar kuvvetleri’ denebilecek
şeyler yoluyla bu özel el koyma sürecinin, aynı zamanda mülksüzleştirmenin
şu anki sıcak noktaları nerededir?
DH: Normal pazar güçleri vardır, bir de ilksel birikim yanı vardır. Tabi ki
toplumsal zenginliğe dönük gerçekten büyük el koymalara tanık olduk. Eski
Sovyetler Birliği’nin topraklarında ortaya çıkan oligarşiye, Rusya’da zenginliğin muazzam yığılımlarına bakın. Çin’de devam eden ve benzeri süreçlere,
özellikle köylü nüfusların toprak bakımından mülksüzleştirilmelerine ve ele
geçirilen varlık ve servetlere bakın. Küresel olarak ’toprak kapma’ dediğimiz şey Afrika’nın ve Latin Amerika’nın her yerinde devam etmektedir. Son
20-30 yıldır bir dizi mülksüzleştirme gerçekleşmekteydi. Benim görüşüme
göre bununla çok ilgili bir olgu da, kazançlı yatırım fırsatı bulamayan bir
sürü artakalan kapital bulunmasıdır. Bu artakalan kapital, servet temin etmeye yönelme eğilimindedir ve bu da servetlerin değerini kritikleştirmekte.
Mesela, sırf toprak ve mülkü düşünelim, toprak ve mülk fiyatları üzerinde
muazzam bir basınç oldu, hem şehir alanlarında hem de Afrika ve Latin
Amerika’nın geniş alanlarında. Bu durum bence kapitalin üretici etkinlikten
rantçılaşmaya doğru kaydığını işaret etmektedir. Servetler üzerinde denetimin belirginlik kazandığı, servetlerin çeşitli türlerde olabildiği rantçı bir
ekonomi ortaya çıkmıştır. Klasik olarak toprak ve mülk var, ama şimdi entelektüel mülk hakları da var, neredeyse her gün kavga konusu olan kritik
bir şey bu. Bunların da ötesinde başka tür servetler var, sanat pazarı var
örneğin.
SB: Rantçı devlet üzerine vurgulara son zamanlarda otonom Marksistler
de dikkat çekmişlerdi. Onların çözümlemesini nereye kadar kabul edersiniz?
İtalya’da 1970’lerde başlamış belirli bir gelenek bu, kitabınızda Hardt ve
Negri’den, ’maddi olmayan emek’ üzerine yapılan vurgudan bahsediyorsunuz. Demin söylediğinizle onların iddiası arasında bir bağlantı var mı? Tabi
siz bu iddiayı eleştiriyorsunuz.
15
DH: Evet, ama ben bu duruma öbür yandan bakma eğilimindeyim. Kapitalin Sınırları kitabını yazdığımdan beri rant sorunu, mülk pazarları ve rantçı
ekonominin rolü üzerine konuşuyorum. Bunun ekonominin başat özelliklerinden birisi olarak kapital birikimi ile ilişki içinde özellikle şehirleşmenin rolü
etrafında ortaya çıkışını otonomcuların doğru saptadıklarını düşünüyorum.
Yani bu konuda onların yanında olurum, aslında bence bu konuda onlar
benim yanımdadırlar. Ama bence maddi olmayan emekten bahsetmeye başladıkları yerde yanlışa düşerler. Burada gerçekte neyi anlattıklarından pek
emin değilim, çünkü bahsettikleri maddi olmayan emeğin sonuçta çok maddi
olduğu ortaya çıkıyor. O halde nedir bu? Doğrudan insanların bilincinin değiştirilmesiyle mi ilgilidir? Doğrusu kapital her zaman böyle şeyler yapmaya
çalışmıştır. Tüketim zamanı üzerinden geri dönüşlerin ivmelenmesine mi
geliyoruz, ki bence bu korkunç önemli bir iddia olur. Tüketim zamanı üzerinden geri dönüşün ivmelenmesi, giderek daha fazla üretim gösterisine mi
yöneldiğimiz anlamına geliyor?
Olimpiyat Oyunlarının açılışı bir gösteri olabilir ve maddi olmayan bir olay
olarak görülebilir, ama üretimine dahil olan maddiliğe bakarsanız, bu gösterinin üretiminde maddiliğin muazzam bir soğurulması var. Öyle ki, anında
tüketilebilen tüketim biçimleri yaratmaya dönük bir arzu bulunuyor, hatta
üretim ve tüketim arasındaki ayrımın yok olduğu noktaya ulaşılıyor. ’Üreticitüketici’lerin [prosumer] etkin olduğu Facebook gibi şeyler görmeye başlıyoruz. Biz Facebook kullanıcıları olarak değerin çoğunu üretiyoruz, ama
bakın çok pis zengin olan kim oluyor. Zuckerberg esasen Facebook’taki
katılımımızla yarattığımız şeylerden rant çıkararak milyarder oldu. Rantçı
konfigürasyonu salt toprak mülküne değil, her tür yere bakarak ayarlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan birisi sanat pazarı. Bence Google
ve Facebook gibi medya yapılarının çoğu aynı şekilde rantçı yapılardır ve
bunlar esasen klasik Marksist anlamda değer üretmiyor olmaları anlamında
parazitsel etkinlikler diyeceğim şeylerdir. Ne var ki burada kolektif emekçi
üzerine, genel entelekt üzerine, Marx’ın Emek Değer Kuramı’nı terk ettiği
söylenen ünlü Grundrisse kısımları üzerine yapılan tartışmalara varıyoruz.
Ben aslında bunun Marx’ın biraz yanlış okunması olduğunu düşünüyorum,
ama bu ayrı bir konu.
SB: Emek değer kuramını sorgulamaya ihtiyaç duyulan bir döneme girdiğimizi söylüyor gibisiniz. Bunu biraz açabilir misiniz? Burada Marx’ın zamanından farklı olan nedir? İsterseniz Facebook’tan devam edelim çünkü
iyi bir örnek. Burada farklı olan nedir? Facebook’un çözümlemesine Emek
Değer Kuramı ne bakımdan uygulanamaz?
16
DH: Emek değer kuramı Facebook’un çözümlemesine belki uygulanabilir,
Emek Değer Kuramı’nın neye dair olduğunu yeniden tanımlamanız şartıyla.
İki seçenekle karşı karşıyasınız. Ya Emek Değer Kuramı’nı terk ederek alternatif bir değer kuramının bulunduğunu söyleyeceksiniz, ki alandaki bazı
insanlar böyle olması gerektiğini söylerler. Michel Bauwens mesela şöyle
der: alternatif bir değer kuramı bulmamız gerekiyor. Ben buna ikna olmuş
değilim. Ama aynı zamanda yerimizde oturup değer üretimini yalnızca kol
emeği cinsinden, mesela bir şeyin çekiçle yapılması cinsinden de düşünemeyiz. Üzerine düşünmemiz gereken şey, değerin kolektif emekçi tarafından
nasıl üretildiğidir. Aslında Kapital’in birinci cildinde bu konuya giriliyor, yani
artakalan değerin bireylerden değil kolektif emekçiden çıkarıldığı konusuna
giriliyor. Kolektif emek nerede başlar, nerede biter? Bir şey fabrika dışındaki
bir taşerona verildiğinde ne olur; bu da kolektif emeğin bir parçası mıdır?
Marx’ın çok iyi yanıtlamadığı bu türden bir dizi soru bulunmaktadır ve bence
bu kolektiflik meselesini ele almamız gerekiyor.
Bir de şu mesele var: makinenin üretimine dahil olan ne türde bir emektir?
Marx’ın Grundrisse’de muhatap aldığı da budur, yani makinede içselleşen
bilginin bu makinenin üretkenliğinde mutlak kurucu nitelik kazanmasıdır.
Makinenin üretkenliği daha sonra makinenin yanında duran emekçinin üretkenliğine bağlanır, ama zeka artık makinede bedenlenmiştir. Bu yapay bir
zeka olduğunda bahsettiğimiz şey artık insanların bilişsel faaliyetinden kaynaklanan başka bir değer üretim akışıdır. Bazıları ’bilişsel kapitalizm’ aşamasında olduğumuzu söylerler. Ben bunu sevmiyorum. Bilginin üretim sürecinde her zaman için hayati olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda şunu
da tanımam gerekiyor: teknoloji büyük ölçüde kendi başına bir meşgaledir ve teknolojinin dinamizmi artık yalnızca endüstriyel sektörde olanların
diktasında değildir. Yani değerin üretildiği çok daha karmaşık bir alanımız
bulunuyor. Daha sonra makinede bedenlenecek olan bilgiyi üreten bilimsel
işçi böylece kolektif emeğin bir parçası olur. Dolayısıyla makinenin yanında
durup düğmelerine basan emekçi değer üretiminin ne kadar parçasıysa, bilim
işçileri de aynı ölçüde değer üretiminin parçasıdırlar.
SB: Daha karışık olduğunu, belki üretim hattının küreselleştiğini ya da karmaşıklaştığını söylemek bir şeydir, ama bu yüzden emek değer kuramının
artık geçerli olmadığını söylemek; daha başka bir sıçrayıştır, öyle değil mi?
DH: Evet, ve şu anda bunu yapmaya hazır değilim. Dürüst olmak gerekirse bu meseleyi bir şekilde beni tatmin edecek bir yola sokabilmiş değilim.
Dürtü olarak Emek Değer Kuramı’nı terk etmeyip bu değer kuramının neye
dair olduğunu yeniden formüle etme eğilimindeyim. Geçen gece bir tartışma
17
yaşadım, birisi dedi ki: Marx’a göre değer emek zamanıdır. Ben de dedim
ki: hayır, emek zamanı değildir, toplumsal olarak gerekli emek zamanıdır, ve
kapital denen şey de nelerin toplumsal olarak gerekli olduğunun alanını tanımlamakla ilgilidir, ve bence halen bu düşünceyi korumamız lazım. Elbette
bu anlamdaki toplumsal gereklilik, bu emeğe yönelik bir talep bulunduğu
anlamına da gelir. Bir şeye zayıf bir talep bulunduğunda ne olacağı sorusu
ve hem talep tarafında hem de üretim tarafında değer kuramına ne olacağı sorusu Marksist gelenekte bile pek iyi anlaşılmış değildir. Bunun uzun
zaman önce ele alınması gerekiyordu.
SB: Bana göre, sayfa 69’da Kapital ve Emek bölümünün tam bitişinde
önemli bir cümle yazmışsınız. Bu ilişkinin ve bu ikisi arasındaki çelişkilerin
aşırı vurgulanması ve ’sanki kapitalin diğer çelişkilerinden özerk ve bağımsız
olarak işliyormuş gibi davranılması . . . kapitale ve dolayısıyla kapitalizme
alternatif bulmaya yönelik güçlü devrimci arayışlara zarar vermiştir’ demişsiniz. Bu cidden büyük bir iddia. Kapital ve emek arasındaki ilişki ve çelişki
üzerine neden bu derece kuvvetli bir beyanda bulunduğunuzu açıklayabilir
misiniz? Demek istediğim, sizi böyle bir beyanda bulunmaya iten nedir?
DH: Uzun zamandır savunurum, diyelim ki yaşantı mekanından değer çıkarılması, kapital bakımından en az üretim mekanından değer çıkarılması
kadar önemlidir. Bu konumumdan dolayı Marksist çevrelerde sık sık eleştirilere maruz kaldım. Şehirleşme ve şehirsel yaşamda olan bitenle ilgilendiğim
için, Kapital’in ikinci cildindeki kuramsal yapıya daha yakından baktıkça
şunu gördüm: kapitalin dolaşımında değerin üretildiği yerden farklı olarak
değerin gerçekleştiği bir yer de vardır, kapital burada da üretilebilir. Tüccar kapitalist tarafından, bankacı tarafından ya da mülk sahibi tarafından
değer gerçekleştirilebilir. Hatta öyle ki, emek doğrudan üretimden ödünler
kazansa bile, yüksek maaşlar alsa bile, bütün bu maaşları yükselen kiralarla
ve başka şeyler dolayısıyla kaybedebilir.
Şehir yaşamında meydana gelen sömürünün ulaştığı düzey bence çok belirgindir, bu yüzden telefon şirketi karşısındaki mücadeleler, mülk sahibi karşısındaki, Wal-Mart’ın gücü karşısındaki ve diğer her şey karşısındaki mücadeleler, en az üretim noktasındaki mücadele kadar önemlidir. Bu noktayı
belirtmek istedim. Marksizmin tarihinin her zaman üretimdeki ana mücadeleleri konu aldığını ve bu bahsettiğim diğer ikincil mücadele biçimlerini pek
fazla önemsememiş olduğunu düşünüyorum. Fakat üretim alemindeki bu
mücadele, burjuvazinin yaşantı mekanından çeşitli yollarla kopardıklarıyla
tazmin edilmekteyse eğer, emekçiyi hiçbir yere ulaştırmayabilir de.
SB: Dünyanın geneline bakarsanız, üretim aleminin böyle aşırı vurgulanma18
sının bugün halen doğru olduğunu görüyor musunuz gerçekten?
DH: Önceden olduğu kadar doğru değil bugün, ama Sol’un bu vurguya yapışan bölütleri halen bulunmakta, yaptıkları işin merkezinde işçici ve üretkenci türde bir nosyon var ve sahip oldukları proletarya imgesini oluşturan
şey halen endüstriyel işçilerdir. Çin’deki dolaysız artakalan değer üreticilerinin kazanç paylarının çok düşük olduğunu zannediyorum. Artakalan değerin
çok büyük bir kısmı Birleşik Devletler’de Wal-Mart ya da Apple tarafından
gerçekleştirilir ve şu anki en zengin şirketlere bakarsanız kimlerdir? WalMart’tır, Apple’dır, artık General Motors ve onun gibiler değildir.
SB: Dünyaya Umut Mekanları açısından bakarsanız, ve tabi bu başka bir kitabınızın adı, en vaat edici umut mekanlarını nerede görüyorsunuz? Elbette
tek bir yerellikte alternatif umut mekanları yaratmakla yetinemeyiz. Mekan
ve yerellik tabi ki önemlidir, ama mücadelelerin bahsettiğiniz 17 çelişkinin
küresel bir anlayışıyla da bağlanmaya ihtiyacı var. Şu an bulunduğunuz yerden bakarsanız, en vaat edici mekanların nerede olduğunu düşünüyorsunuz?
DH: Şöyle deme eğilimindeyim: bu mekanlar, insanların bütün bu çelişkilerin oldukça farkında oldukları ve buna dair bir şeyler yapmaya en azından
bir anlamda yatkın oldukları yerlerdir, yapmaya çalıştıkları şey pek başarılı
olmasa bile. Şu anda diyebilirim ki en azından bu çelişkilere bakma isteğinin
bulunduğu bazı mekanlar bulunmakta, Ekvador ve Bolivya gibi yerler bunlar. Bunu diyorum çünkü şu anda çalıştığım yer Ekvador ve onlar da şehirsel
teritoryal gelişim yapmanın ne demek olduğuna dair konuşacak benim gibi
insanlarla oldukça ilgililer. Bu onlar açısından iyi bir fikir miydi bilmiyorum
ama en azından açıklar. Bilgi ekonomisine dair bu fikirlere kesinlikle açıklar
ve yaptıkları şeye akran bilişimini [peer computing] yerleştirmeye çalışıyorlar. En azından çelişkilerin farkındalar, ama Correa’nın Amazon’da sondaj
yapılmaması üzerine Yasuni girişiminin terk edilmesi kararında gördüğümüz
gibi, gerçekte bu çelişkilerin ortasında bulunuyorlar ve her zaman doğru yana
düşmeyebiliyorlar. Ama en azından bu sorular üzerine bir görüşme sürüyor.
SB: Artık bitirmek üzere, sonu gelmeyen birleşik büyüme argümanından biraz bahsedebilir miyiz? Çünkü, kitabınızda bunu kabul ettiğinizi sanıyorum,
belki o kadar iyi anlaşılamamış tehlikeli bir çelişki bu; kapitalin işleyişlerine yerleşik en köklü çelişkilerden birisi. Bu birleşik büyüme argümanındaki
mantığı esin verici buldum, çünkü sırf kapitalin para yatırmak için bulması
gereken yeni fırsatların miktarına dayanarak, 21. yüzyılın nelere yol açabileceğini ve bununla ilişkilendirilebilecek bütün dehşetleri neredeyse kestirmemize izin veriyor, tam isabetle olmasa da. Neredeyse bir korku öyküsü gibi
bu, ve sizin de diyeceğiniz gibi kapitali durdurmadan bu korku öyküsünün
19
durdurulması gerçekten mümkün değil.
DH: Evet, bana göre anti-kapitalistin elindeki en güçlü buyruk, birleşik büyümenin sürdürülemeyeceğini ve bir alternatif bulmamız gerektiğini söylemektir. Kapitalin meselesinin %3’ün birleşik büyümesi olduğu zamanlardan,
İngiltere ve Birleşik Devletler’de olup bitenlerden bahsetmek bir şeydir. 1970
sonrasında kapitalist sistemin devasa bir genişlemesini görmekteyiz: Çin’in
kapitalist sistemin içine soğurulması ile, Sovyet Blokunun çöküşü ve Hindistan’ın, Endonezya’nın ve birçok başka ülkenin de soğurulması ile birlikte. Ve
şu anda karşılaştığımız şey bütün bunların üstüne konan bir birleşik büyümedir. 1970’te şehirlerin nasıl göründüğünü düşünüyorum, bir de şimdi nasıl
göründüklerini. Yakın zamanda Türkiye’deydim, Türkiye’de her şehirde büyük yeni bir inşa projesi bulunuyor. Bu cidden hayret verici, önümüzdeki 30
yıl bu birleşimin sürdüğünü tahayyül edin, 30 yıl sonra şehirlerin yoğunluk
açısından, yayılma açısından nasıl görüneceğini düşünün, dünyanın %70’inin
şehirleştiği zamanki hali düşünün.
SB: Kapitalin neredeyse gülünç bir fazını öngöremez miyiz — hiper-gelişimin
üstüne daha çok hiper-gelişim konmasını? Kurgusal kapitalden kurgusal kapital üretilmesini. Sanırım şimdi bile bazı pazarlarda bunu bolca görmekteyiz.
DH: Evet, Londra’yı ve bu yatak odası vergisiyle ilgili şeyleri örnek alalım.
Elde tutulan ve gerçekten kullanılmayan özel mülkler üzerine yatak odası
vergisi koymak gereklidir. Muazzam miktarda özel mülk bulunuyor ve bir
mülkün sahibi ne kadar varlıklı ise o mülk o kadar az kullanılıyor, müsrifçe
bir yanda duruyor. Şu Locke’cu ilke her zaman vardı: bir şeyi kullanmazsan
onu kaybedersin. Zenginlerin kullanmadıkları bir sürü şey var, ama sonra
düşük-gelirli nüfuslara yatak odası vergisi konuyor. Bu tamamen yanlış bir
yol. Zenginler üzerinde yatak odası vergisi olmalı ve bunların hepsi pazara
taşınmalıdır. Barınma sorunu bu şekilde çözülür, ama tabi bu durumda önce
emlak fiyatlarında bir kırılma olur, büyük bir kırılma.
SB: Şu soruyu soracağım: bu gülünçlüğün öngörülebilir gelecek boyunca
devam edeceğini, bir kurgu üzerine başka bir kurgunun inşa edileceğini, bir
kriz üzerine başkasının ekleneceğini öngörebiliyoruz değil mi?
DH: Evet. Kitapta bu şekilde dolaşım içinde birbirlerinden beslenerek varlığını sürdürebilen kurgusal kapital biçimleri olduğunu söylerken bu soruyu
biraz ortaya atıyorum, ki bunların hepsi saadet zincirleridir ve bazen çok
uzun zaman varlıklarını sürdürürler. Evet, böyle bir kurgusal kapital oluşumu ve dolaşımı çağına gidiyor olmamız bir ölçüde mümkün, ve bu kapital
20
daha sonra merkez bankaları tarafından yönetilir çünkü bu bankalar para arzının sonuna hemencecik sıfırlar ekleyebilirler ve eklemektedirler. İlk olarak,
bu durum bana giderek daha anlamsız geliyor ve zannediyorum ki insanlar
da bütün bunların anlamı nedir diye sormaya başlayacaktır. İkincisi, buradaki içsel çelişkiler çöküntüler olacağını bildirir, öte yandan son 20 yıldır her
yanda finansal çöküntüler patlak verse de kapital ayakta kalmıştır. Mesela
Endonezya’da bir tane oldu, Arjantin’de oldu, başka yerde yine oldu. Dubai
World iflas ediyor, başka birisi iflas ediyor, her yanda bütün bu varlık balonları ortaya çıkıyor, ve belki bunlar aynı doğrultuda bir süre devam edecek.
Ama bir noktada olanakların tükeneceğini düşünüyorum.
21
Kapital politikayı nasıl ele geçirdi
Slavoj Žižek — 13 Temmuz 2014 — theguardian.com
WikiLeaks artık batılı demokrasilerin bizzat özgürlük kavramını yozlaştıran
pazar kuvvetlerinin hükmünde olduğunu bize göstermiştir.
Mayıs ayında imzalanan uluslararası bir ticaret antlaşması, esas olarak,
dünya pazarlarının yeniden yapılandırılması için bir tür legal omurga hizmeti görmektedir. Hizmette Ticaret Antlaşması2 için yapılan müzakereler,
doğrudan doğruya sansürlenmemişse de medyamızda çok az konu edildi.
Bu marjinalleştirme ve gizlilik hali, müzakere edilen şeyin küresel tarihsel
önemiyle tam bir karşıtlık içindedir.
WikiLeaks Haziran ayında antlaşmanın gizli taslak metnini kamusallaştırdı. Bu taslak 50 ülkeyi ve dünyadaki hizmet ticaretinin çoğunu kapsıyor.
Antlaşma, regülatif bariyerlerin önüne geçerek, finansal çok-uluslu şirketlerin diğer uluslara doğru yayılmalarına yardımcı olacak kurallar koymaktadır. Finansal hizmetlerin daha fazla regüle edilmesini yasaklamaktadır
—2007-08 erimesinin sebebinin genelde regülasyon eksikliği olarak algılanmış olmasına rağmen. Dahası özellikle ABD, sınır ötesi veri akışını (kişisel
ve finansal veri trafiği dahil olmak üzere) teşvik etmeye heveslidir. Bütün
bunlara rağmen bu antlaşma hakkında pek bir şey duymadık.
Peki taşıdığı önem ve gizli tutulması arasındaki bu uyuşmazlık şaşırtıcı mıdır gerçekten? Daha ziyade biz batılı liberal demokratik ülkelerin demokrasi
bakımından durduğu yerin, üzücü de olsa, isabetli bir belirtisi değil midir?
Bir buçuk yüzyıl önce Das Kapital’de Karl Marx işçi ve kapitalist arasındaki
pazar mübadelesini “insanın kalıtsal hakları için tam bir Cennet” olarak karakterize etmişti, “Orada hüküm süren yalnızca Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet
2 Trade
in Services Agreement : Tisa
22
ve Bentham’dır.” Marx’ın ironik olarak eklediği Jeremy Bentham, egotistik
faydacılığın filozofu olmasıyla, özgürlüğün ve eşitliğin kapitalist sistem altında ne demek olduklarının anahtarını sağlar. Komünist Manifesto’yu alıntılarsak: “Özgürlükle kastedilen —mevcut burjuva üretim koşulları altında—
serbest ticaret, serbestçe satmak ve satın almaktır.” Eşitlikle kastedilense
alıcı ve satıcının legal formel eşitliğidir, bunlardan biri her koşulda emeğini
satmak zorunda bırakılıyorsa da (günümüzün güvencesiz işçileri gibi).
2008 finansal erimesinin esas suçluları bugün, finansal iyileşmenin sancılı
yolunda bizlere rehberlik eden uzmanlar olarak kendilerini dayatmaktalar.
Tavsiyeleriyle parlamenter politikaya baskın çıkmaları lazımdır. Ya da Mario Monti’nin deyişiyle: “Yönetenler, parlamenterlerin tam olarak bağlayıcı
olmalarına izin vermemelidirler.” Peki nedir o halde, demokratik olarak seçilmiş halk temsilcilerinin kararlarını otoritesiyle askıya alan bu yüksek kuvvet?
Ta 1998 yılında o zaman Deutsche Bundesbank’ın yöneticisi olan Hans Tietmeyer, ulusal hükümetlerin “sandığın plebisitine karşı küresel pazarların
sürekli/kalıcı plebisitini” tercih etmelerini överek bu soruyu yanıtlamıştı.
’Hizmette Ticaret Antlaşması finansal hizmetlerin daha fazla regüle edilmesini yasaklamaktadır —2007-08 erimesinin sebebinin genelde regülasyon eksikliği olarak algılanmış olmasına rağmen.’ Fotoğraf: Andy Mueller/Reuters
23
Bu müstehçen beyanın demokratik retoriğine dikkat ediniz: küresel pazarlar parlamenter seçimlerden daha demokratiktir, çünkü oylama süreci
onlarda sürekli/kalıcı olarak ve küresel bir seviyede devam eder, ulus devlet sınırları içinde kalmaz (ve sürekli/kalıcı olarak pazardaki dalgalanmalara
yansır).
İşte demokrasi bakımından durduğumuz yer budur ve Tisa antlaşması bunun mükemmel bir örneğidir. Ekonomimizi ilgilendiren kilit kararlar gizlice
müzakere edilip dayatılır ve böylece kurulan koordinatlar kapital’in engellenmemiş hükmü içindir. Bu şekilde, demokratik olarak seçilmiş politikacıların
karar verme alanları ciddi olarak sınırlanır, politik süreçte ele alınan başlıca
meseleler, kapitalin kayıtsız kaldığı meseleler olur (kültür savaşları gibi).
İşte bu yüzden Tisa taslağının açığa çıkarılması WikiLeaks stratejisinde
yeni bir aşamayı işaret ediyor: şimdiye kadarki etkinliklerin odak noktası,
yaşamlarımızın istihbarat ajansları tarafından nasıl gözetlenip regüle edildiğinin kamusallaştırılmasıydı —standart liberal konu: baskıcı devlet aygıtlarının tehdit ettiği bireyler. Şimdiyse özgürlüğümüzü çok daha çarpık bir yolla
—bizzat bu sözcükle ne kastedildiğine dair duyumuzun sapkınlaştırılması
yoluyla— tehdit eden, başka bir denetleyici kuvvet ortaya çıkıyor: kapital.
24
Irkları olmayan bir ırkçılık
Clement Petitjean — 15 Nisan 2014 — versobooks.com
Paris 10 Üniversitesi’nde emeritus profesör ve filozof Étienne
Balibar, ırkçılık ve yeni ifade biçimlerini politik felsefesinde, özellikle de kapitalizm ve liberal toplum eleştirisinde önemli bir tema
yapmıştır. ’Presses Universitaires de France’ tarafından yayınlanan ’Citoyen Sujet et autres essais d’anthropologie philosophique’ (2010) ve ’La proposition de l’égaliberté’deki (2011) yazarlardan biridir. Geçtiğimiz Kasım ayı Montreal’den geçerken
sorularımızı yanıtlamayı kabul etti.
Relations: Toplumlarımızda insan hakları sorusunun üstün konumu ve
ırkçılığın resmi olarak kınanması karşısında insan ırkçılığı geçmiş devirlerin
bir kalıntısı zannedebilir. Ama durum böyle değil. Irkçılık ne ölçüde merkeziliğini —hatta yapısallığını— korumakta, özellikle de kapitalist küreselleşme
çağında? Başka bir deyişle toplumlarımız hakkında ne söylemekte?
Étienne Balibar: Muhakkak ki toplumumuzun hasta olduğunu söylemekte —ama hangi toplum hasta değildir ki? Kendimizi her türlü idealist
imgeden kurtararak, patolojileri olmayan bir toplum hayal etmenin ütopik
olduğunu anlayarak başlamanın önemli olduğuna inanıyorum. Tabi ki ütopyaların bir rolü vardır: sömürü, tahakküm ve nefretin dayanılmaz biçimlere
müdahale etme yollarını ve alternatifleri hayal etmemizi sağlarlar.
Fakat şimdi ırkçılık sorununa dönelim, çünkü burada mümkün olduğunca
tam bir şekilde çözümlemek ve etkisiz hale getirmek istediğimiz şey budur.
’İnsan haklarının üstün konumu’ diye adlandırdığınız şey muhakkak semptomatik değerde ideolojik bir olgu, ama toplumsal yapıları değiştirmekte
25
yetersiz kalıyor. Bu olguyu kullanarak bugün gelişmekte olan ırkçılık çeşitlemelerini gizlemenin yolları bile var. Paradoksal ’insansever’ veya ’filantropik’
söylemler, eşit hak sahibi olması gereken nüfusları veya birey kategorilerini
yardım alıcısı koşullarında tutmaya hizmet edebiliyor. Farklar veya yetersizlikler, gerçekte tarihsel koşulların ve tahakküm ilişkilerinin sonucu olmalarına
rağmen, özsel özellikler olarak sunuluyor.
Irkçılığın resmi olarak kınanması çok önemli bir tarihsel olgu. Bu olgunun çıkışı, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Siyah Amerikalıların büyük Sivil
Haklar kampanyaları ve giderek daha karşı konulmaz sömürge karşıtı kurtuluş hareketlerine, ’kökenler’ veya ’kalıtım’ üzerine kurulu her türlü zulüm
ve ayrımcılığın ortak bir ’ideolojik biçim’ taşıdığına dair farkındalığın gelişimine denk gelir. O zamanlar bu ideolojik biçimi sahte-bilimsel mitlerle
ilişkili görme eğilimi vardı (bkz. UNESCO’nun kuruluş belgeleri ve 1950-51
Irk Üzerine Bildiriler). Irkçılığın bu şekilde temsil edilmesi belli ki Nazizm’in
biyolojik ırksal doktrinleri, öjenik ve toplumsal Darwinizm’i kullanması ile
kuvvetlenmişti, ki bu söylemler diğer kurumsal ırkçılıklarda da bulunmaktaydı. Ama bugün bu açıklamanın fazla entelektüel olduğunu görebiliyoruz.
İşte bu yüzden, UNESCO doktrini ve ona esin veren insan hakları felsefesi
ırkçılık karşıtı mücadele için eğitime önemli rol biçmekteki ısrarlarında haklı
bile olsalar, bilginin, hatta bilgi kapasitesinin tek başına bu sorunu çözmenin anahtarı olacağını varsaymakta fazla aceleci olmuşlardı. Ayrıca verili bir
tarihsel konjonktüre ve belirli bir uygarlık ruhuna fazlasıyla bağlıydılar. Ne
yazık ki hiçbir uygarlık ırkçılık üzerinde tekel sahibi değildir. Ve ayrıca, ’ırk’
sözcüğünün ve kast veya soy gibi ilişkili sözcüklerin kullanım tarihi gösteriyor ki, ırkçılık hem biyolojik ideolojilerin öncesinde gelmiş hem de onlardan
sonra varlığını sürdürmüştür. Ben faydalandığım antropolojik kırmızı iplik
gereği ’kalıtımsal şema’nın ayrımcı kullanımlarını ve başkalaşımlarını çalışmaktayım. Bu fikre göre nesilden nesile çocuklar ebeveynlerinin ’niteliklerini’
—veya karşıt olarak kolektif ’bozukluklarını’— miras alırlar, fiziksel, ahlaki
veya entelektüel olarak. . . Doğal olarak farklı toplumlar böyle bir fikre farklı
bağlamlar verir ve hepsinde eşit derecede şiddetli kullanım tarzları bulunmaz.
Anlamı büyük olan güncel bir örnek, bireycilik ve eşit fırsatlara tapan liberal toplumlarımızın göçmen çocuklarını iki veya üç nesil boyunca ’yabancı
kimlik’ içine hapsetmesidir, bu toplumlar nüfusların karışmasıyla ve göçmenlerin katkılarıyla oluşmuş olsalar bile, mesela Kuzey Amerika ve Fransa gibi
belirli Avrupa ülkelerinde durum böyledir. Kapitalist küreselleşme, yapısal
olarak söylersek, kalıtımsal şemanın ayrımcı kullanımlarını ve ırkçılığın yeni
biçimlerle yeniden ortaya çıkmasını pekiştirme eğiliminde midir? Evet, tabi
ki, esas olarak da bugün dünyanın her yerinde hakim olan neoliberal biçi-
26
miyle. Sonuçta bunun sonucu, mesela Immanuel Wallerstein’ın vurguladığı
gibi, işgücünün sömürülebilmesi uğruna küresel olarak hiyerarşileştirilmesinden ibaret değildir; yani farklılaştırılması ve bölünmesi, hatta bazı işçi
gruplarının diğerleriyle karşı karşıya getirilmesi: erkekler ve kadınlar, Kuzeyliler ve Güneyliler, farklı kültür ve milliyetlerden işçiler. . . Bunu aşan
bir sonucu da, sistematik olarak bireylerin ’ilişiklerinin kesilerek’ (Robert
Castel’e borçlu olduğum bir ifade) geleneksel dayanışma bağlarından, veya
toplumsal mücadeleler yoluyla yeniden kurdukları dayanışmalardan koparılmalarıdır, ki bunun sonu sürgün ve göçebeliğe, yoksullaştırmaya, toplumsal
hakların kaybedilmesine ve daha da derin olarak kişinin işine bağlı toplumsal tanınırlığının kaybedilmesine kadar varabilir. Bugün ağırlaşmakta olan
bu olgular, kendisini gayet hümanist olarak sunabilen bütün bir bireyci ve
faydacı söylem tarafından gerekçelendirilmekte: tepki olarak doğurdukları
güçlü topluluk ihtiyacı ise kolaylıkla dışlayıcılaşarak bireylerin bütüncül terk
edilme karşısında güvence aradıkları bir kalıtım fikrine kendiliğinden bağlanabilmekte.
R: Geçmiş zamanların ırkçılığı ile ’ırk’ sözcüğünü yasaklamış olan ırkçılık
arasında bir süreklilik mi yoksa uçurum mu var?
EB: Mutlaka özsel süreklilikler vardır, öncelikle aidiyet hissinde ve topluluk imgesinde köklenen düşünme ve temsil yolları çok yavaş evrimleştiği
için; fakat esas olarak —deminki sözlerimin sizi düşündürebileceğinin aksine— ırkçılık basitçe psikolojik bir olgu değildir: her zaman kurumsal bir
ırkçılık vardır. Hatta her ırkçılık bir ’devlet ırkçılığıdır’ diyesim geliyor: ama
böyle dersek belki de sopayı fazlaca ters tarafa bükmüş oluruz. Fransa’daki
aşırı sağın söylemlerini ve seçmen tabanlarının bir kısmını ayarlamakta kullandıkları ’ulusal tercih’ ideolojisinin gelişimine baktığım zamanlar böyle düşünmüştüm; ama yine de her ırkçılığın az ya da çok yoğunlukla kurumlara
ve onların işleyişlerine bağlı ’patolojik etkilere’ işlenmiş olduklarını düşünüyorum.
Tarihsel olarak, ırkçılığın —tabi ki birbirlerinden tamamen bağımsız olmayan— üç büyük kurumsal dayanağı vardı —ve devlet bunları ’bütüncülleştirmeyi’ üstlenerek ’resmileştirdiği’ zaman korkunç sonuçlara yol açabilir. İlki,
Michel Foucault’nun endüstriyel toplumların ’biyopolitikası’ dediği şey, ’insan materyali’ni sömürülebilir bir kaynak olarak ele alarak onun seçilmesini,
değerlendirilmesini ve neticede elenmesini ifade eder (Bertrand Ogilvie’nin
’atılabilir insanın üretimi’ dediği şey). İkincisi ise yabancı düşmanlığıdır, yani
Wallerstein ile yazdığım ’Irk, ulus, sınıf. Muğlak Kimlikler’ kitabımda milliyetçiliğin ’içsel eklentisi’ olarak adlandırdığım şeydir. Burdaki mesele, belirli
27
bir ’kimliğin’ veya belirli biyolojik, kültürel veya dinsel ’saflığın’ ulusal birliğin kendi içinde ve iç veya dış düşmanlardan (belki de esasen iç düşmanlardan) korunmasıdır. Son olarak, üçüncü biçim, Dünya yüzeyinde bulunan
çeşitli insan gruplarının efendiler ve köleler arasında, veya basitçe ’uyumsuz’
uygarlıklar arasındaki rekabetler cinsinden temsil edilmesidir. Sömürgecilik
tarafından da epeyce geliştirilmiş olan bu temsil, sömürge-sonrası dönemde,
yeni küresel kuvvet ilişkileri dünyasında da yeniden üretilmiştir. Buna Aydınlanma geleneğinden çıkmış olan kozmopolitçiliğe karşıt olarak bir çeşit
’tersine kozmopolitçilik’ diyebiliriz. Çünkü buradan kaynaklanan akış artık
karşılıklı tanıma ve aynı insanlığa ait olduğumuza dair bir bilinç değil, bunun
yerine yoğunlaşan bir tahammülsüzlük ve kimliklere geri dönülmesidir.
Bu yüzden ırkçılığın bu büyük kurumsal dayanak noktalarının hiçbirinin
günümüz dünyasında kaybolmadığını düşünüyorum, tabi nasıl farklılaştıklarını çözümlemek de çok önemli. Kapitalizmin biyopolitikası değişmekte;
eşitsizliklerin, nüfus akışlarının, küresel çaptaki egemen güçlerin, hatta bizzat ulusal durumlara bağlı bulunan milliyetçilik eğilimlerinin işlevlerinin değişmekte olması gibi. İşte bu yüzden ’ırk’ fikrinin yeniden düzenlenmesi,
hatta görünmez kılınması mümkündür: örneğin ’farklılıkçı’ veya ’kültürelci’
denilen ırkçılıklar gibi, benim bizzat birkaç yıl önce ’ırkları olmayan ırkçılık’
olarak adlandırdığım şey gibi.
R: Kolektif olarak ırkçılık ve yabancı düşmanlığına nasıl karşı çıkabiliriz?
Irkçılık karşıtı mücadelenin hangi biçimlerine öncelik verilmelidir?
EB: Bu soruyu yanıtlayacak basit bir reçete bulunmuyor. Üç şey var söylemek istediğim. İlk olarak, bu sorunun bütün toplumlarımız için asli önem
taşıdığı fikrini pekiştirmek amacıyla, çeşitli biçimleriyle ırkçılığın gelişiminin
demokratik yurttaşlığın zindeliği ile ters orantılı olduğunu söylemek isterim.
Kurumsal boyutta bunca ısrar etmem bu yüzden. Yurttaşlık otomatik olarak
demokratik, eşitlikçi veya eşit özgürlük ile anlamdaş olmaz, Batı geleneği (ve
şüphesiz diğerleri de) ortak yarar fikri ile —Jacques Ranciére’in deyimiyle—
’herhangi bir kişi ve herkes’in kamusal işlere katılması arasında simgesel bir
bağ kursa bile bu durum değişmez. Ayrımcılığın yükseliş ve düşüşü arasında
sürekli bir salınım bulunur: ’hepimiz ırkçıyız’ gibi beylik sözleri tekrar etmek pek faydalı olmasa da, bu eğer kolektif bir mücadele olacaksa, kendi
benliklerimizin dönüşümleri yoluyla, dolayısıyla başka toplumsal ilişkileri,
başka Öteki figürlerini hayal etmeye ve kendimize yeni bir kimlik inşa etmeye dönük çabalarla ilerleyeceğini vurgulamak önemlidir. ’Kalıtımsal soru’
çok karmaşık da olsa kritik bir sorudur: bir geleneğe, bir kültüre veya bir
gruba, dışlayıcı olmayan bir şekilde, başkalarını dışlamayarak ait olmak ne
28
anlama gelir? Kendin olmak ne anlama gelir?
Son söz olarak, ırkçılık karşıtı mücadele sadece hümanist vaazlar yoluyla
ilerleyemez, seküler olsun, dinsel olsun: ırkçılığın koşullarını üreten ve kendi
yeniden üretiminde ’bunlardan faydalanan’ yapıları —yani kapitalizmi, milliyetçiliği, emperyalizmi ve bunların son avatarlarını— dönüştürecek politik
bir mücadeleye ihtiyacımız var. Bu anlamda, ırkçılık karşıtı mücadele illa
ki ’ırkçılık’ sözünü ağzından düşürmemek anlamına gelmez; bu mücadele,
toplumsal refah, hak eşitliği, eğitim eşitliği, ahlaki ve dinsel tahammül için
bir mücadeledir.
Öte yandan, bu doğrudan ve dolaylı çabaların, anlamlarını açıklamamıza
izin veren bir ufuk içinde işlenmesi lazım. Bunun için tek bir sözcük var: Ben
kendi adıma ’kozmopolitçilik’ fikrine sıkıca tutunmaktayım, çünkü küreselleşme çağında ırkçılık —demin bahsettiğim ifadeyi yeniden kullanırsak—
’tersine bir kozmopolitçilik’ olarak tarif edilebiliyor. Bu tersine dönüşü tersine çevirmeye çalışmamız lazım, sadece idari önlemler veya kültürel devlet
politikalarıyla değil, aşağıdan gelerek, direniş ve dayanışma pratikleriyle, ki
bunlar aynı zamanda yerel pratiklerdir, çünkü ’bütün dünya’ günümüzde
her bir mahallede mevcuttur ve belirli bir anlamda evlerimize kadar gelip bizi bulmaktadır. O zaman pratik bir kozmopolitçilikten bahsedebiliriz.
Mahallelerimizde ve günlük yaşamlarımızda bulunan, aşağıdan gelen bu kozmopolitçilik, yeniden inşa edilen bir yurttaşlığın tözüne dönüşebilir.
(EN: David Broder)
29
İşe Yaramaz Avrupa Seçimleri?
Étienne Balibar — 20 Mayıs 2014 — mariborchan.si
Kısır döngü kırılmak zorunda, ama bu ancak Avrupa perspektifi içinden,
Birlik yurttaşlarının artan baskısı yoluyla ortaya çıkabilir. Bu yurttaşlar hem
“egemen” yanlışlıklardan hem de “kozmopolitan” yanılsamalardan kaçınmak
zorundalar.
25 Mayıs Avrupa Seçimleri’nde neyin sözkonusu olduğu, son tartışmalar ve
bizzat kampanyalarla tamamen aydınlanmıştır dersek yalan söylemiş oluruz,
adaylar başlıca ekonomik, politik, ahlaki ve kültürel meselelere değinmiş
olsalar bile.
İki tarafta da halen muğlaklıklar var. Federalist ’ileriye doğru büyük hamle’
partizanları, kuvvetli ortak kurumlarda büyük iktidara sahipler, ve “popülizm”i ayrım gözetmeden Avrupa’nın ana düşmanı olarak sunmaktalar. Özellikle de liberal çevrelere bağlı olanlar için bu böyle, ama Avrupa’da teknokrasiye, Brüksel Komisyonu ve Merkez Bankası’nın ekonomik ortodoksisine
karşı çıkan solcularda bile bu yaklaşım görülebiliyor.
Görünüşe göre, politik ilkeler ya da kuvvetlerin içsel ilişkilerinde herhangi
bir değişim olmaksızın, mevcut kurumların salt bir ’akılcılaştırılması’ yoluyla
AB’nin 2008’deki spekülatif balonun patlamasından beri içine battığı yapısal
krizin aşılabileceğine inanmışlar.
Öte yandan, bizzat Avrupa inşasına karşı çıkanlar, AB’yi Eski Kıta’nın
toplumsal refah ve kamusal politikalarını parçalamak için neo-liberal küreselleşmenin kullandığı bir ’savaş makinesi’ olarak görenler ise, sık sık, ulusalcı
egemenlik söylemlerine bulaşıyor, hükmü geçmiş “sınır tedbirlerine” dönülebileceğine dair yanılsamayı teşvik ediyor, dahası, çeşitli derecelerde yabancı
düşmanlığını besliyorlar.
30
Bu durumda Avrupa için yeni bir özgün kuruluş fikrinin, devrimci temellerde, dayanışmayı ve bütün halkların ekonomik ve politik gelişimini hedefleyen, küreselleşmenin rotasını değiştirme kapasitesi taşıyan bir kuruluş
fikrinin, itibar gören bir ilerleme yolu olarak öne çıkması zordur. Bu hem
programdaki detaylarla ilgili bir mesele, hem de bugünkü Avrupa’da programı uygulamaya koyabilecek yeni kuvvetlerin ilişkisiyle ilgili bir mesele.
Peki neden böyle oldu? Birçok sebep anımsatılabilir. Bazı sebeplerin kaynağında, Komisyon Başkanı’nın atanmasında son sözü artık Avrupa Parlamentosu söyleyecek olmasına rağmen —ve bu durum kampanyaya görece
daha ulus-aşırı bir karakter vermiş olsa da— Avrupa yurttaşlarının seçimler
sayesinde Brüksel’de kararlaştırılan politika üzerinde ağırlık koyabilecekleri
(Avrupa’da gerçek bir ’bileşen güç’ olabilmeleri bir yana) gerçek bir güç
kazanacaklarına gerçekte ikna olmamış olmaları var.
Diğer sebeplerin kaynağında ise, her cepheden politik seçkinlerin Avrupa
tartışmasını ısrarla —yine bir çıkmaz sokak olan— geleneksel alternatiflerin
terimleri içine kapatmaya itiyor olması var: ya “serbest ve rahatsız edilmeyen
rekabet”in Avrupa’sından yanasınızdır, ya da kısıtlaması olmayan “egemen
Sid Meier’s Civilization
31
uluslara” dönmek istiyorsunuzdur. Ve sivil toplumdan, tabandan gelen yeni
kuvvetler, ya kendilerini yok etmeye yönelik korkunç bir eğilim taşıyorlar, ya
da sistemin içine batıveriyorlar.
Dolayısıyla, tercihlerin temiz ve açık olduğunu öne sürecek değilim —tabi
oy vermekten kaçınmanın bir tercih olmadığı, bir tercih olsa bile bugün
kitlesel olarak spektrumun en sağında bulunan Avrupa-karşıtı konumların
lehine bir tercih olduğu kaydıyla.
İzin verirseniz bu zorluğu kendi dalgalanmalarım ile örnekleyebilirim: uzman olduğumu iddia ettiğimden değil, sadece samimi bir Avrupa yurttaşının düşünüp taşınabileceği imkanları örnekleyebileceğini düşündüğümden.
Bu yurttaş son dönemdeki deneyimler sonucunda birbirine eşit kuvvetteki
iki kesinliğe ulaşmıştır: Avrupa’daki toplumsal (ayrıca kültürel) modeli ezme
sürecindeki kemer sıkma politikalarına ancak bizzat Avrupa coğrafyasında
karşı çıkılabilir; fakat, aynı sebeplerle, “politik işleri her zamanki gibi sürdürmek”, Avrupa’yı politik bir proje olarak savunurken başka bir Avrupa için,
aslında Avrupa’nın bütünüyle yeniden inşası için kavga vermemek imkanı
bulunmamaktadır.
Geçtiğimiz haftalarda üç farklı bildiriyi destekledim. Almanya’da Allianz
Kulturstiftung tarafından dolaşıma sokulan ilk bildiri (“Avrupa’ya Oy Ver“)
Ulrick Beck ve Jürgen Habermas’ın ses verdiği, başkalarınca da desteklenen
(Zygmunt Bauman, Mary Kaldor, Saskia Sassen, Edgar Morin vb.) “Alman
Avrupa” eleştirisinden esin almıştı. Özellikle seçimlerde yer almanın aciliyetinde ve Avrupa’daki kurumların radikal olarak demokratikleştirilme gerekliliğinde ısrar ediyordu. Ayrıca önümüzdeki ’tercihi’ iki karşıt uç arasında
olarak sundu: David Cameron’un “daha az Avrupa”sı ile Martin Schulz’un
“farklı türde Avrupa”sı (özellikle de kamusal fonların banka sistemini istikrarlaştırmaktan ziyade genç insanların işsizlik sorununun çözümünde kullanılacağı bir Avrupa). Bu da Schulz’un adaylığına örtük bir destek anlamına
gelmiş oldu.
İkinci bildiri (“L’Europa al bivio” [Avrupa Yol Ayrımında]) İtalya’da Komisyon Başkanlığı için Alexis Tsipras’ı destekleyen ve bağımsız ’sivil toplum’
listesi çağrısı yapan bir grup entelektüel (başta Barbara Spinelli) tarafından
başlatıldı —daha sonra Tsipras’ın ’Avrupa Solu’nu oluşturan bütün partilerin ortak adayı seçildiği (Fransa’da Front de gauche, İspanya’da Izquierda
Unida, Almanya’da Die Linke dahil olmak üzere) günlerde İtalya’daki birçok
sol örgütün de desteğini kazandı. Özellikle ısrar ettiği şey, ’büyük koalisyonlar’a dair, muhafazakar liberallerle sosyal demokratlar arasında ’iktidar
değişimleri’ne dair öykülemelerin kesilmesindeki aciliyet oldu, ki bu öyküle32
meler, her bir ülkenin yanısıra Strazburg ve Brüksel’de ’toplumsal Avrupa’
ihtimalini yok etmiş, bütçe kısıtlamalarını, artık bütün kurum ve politikaların
maruz bırakıldığı Avrupa Birliği’nin Demir Kuralı haline getirmişti. Başkanlık
için seçilen popüler liderin ait olduğu ülkenin, beş yıldır kamu hizmetlerinin
mecburi özelleştirilmesi ve temsili demokrasinin paranteze alınmasında günah keçisi yapılmış olmasındaki simgesel önemi vurgulayan imzacılar, adayın
Avrupa programına da onay verdiler: borçların yeniden yapılandırılması için
bir Konferans, Avrupa Merkez Bankası için yeni bir görev, toplumsal ve
bölgesel eşitsizliklerin küçültülmesi için genel bir plan.
Son olarak, Euro-pen (Avrupa İlerici Ekonomistler Ağı) tarafından hazırlanan üçüncü bildiri (“Avrupa için Başka bir Yol“), İtalya’da Rossana Rossanda ve Luciana Castellina, Almanya’da Elmar Altvater, Fransa’da (ATTAC’tan) Susan George gibi tarihsel figürlerin, ve yine Zygmunt Bauman’ın,
Mary Kaldor ve Saskia Sassen’in desteğini aldı. Kemer sıkmaya son verilmesini, finansın denetlenmesini, iş imkanlarının genişletilmesini, ekonomik
uçurumun tersine çevrilmesini, ekonominin genişletilmesini talep ediyordu.
Bildiride vurgulanan noktalar: kamusal harcama programı ve üretim modelindeki “ekolojik geçiş” arasında doğrudan bir bağ bulunur; bankacılık
etkinliklerinin düzenlenerek spekülasyonun kredilerden tecrit edilmesi yetmez, yakın zamandaki “bankacılık birliği” anlaşmasının (ki bu ABD “Volcker Kuralı”nın bile gerisinde kalmakta) çok çok ötesine gidilmek zorundadır; Komisyon tarafından Avrupa adına yürütülen ticari müzakereler açık ve
parlamenter denetim altında olmalıdır. Bu bildiride belirli bir aday desteklenmediyse de, Avrupa’da “merkezci” ittifaklara bir alternatif ortaya çıkması
gerektiğinde ısrar edildi.
Şüphesiz ki bu öneriler (ve bahsedilebilecek diğer öneriler) arasında içerik
ve taktikler açısından halen uyuşmazlıklar var, ama ortak ilkelerin oluşturduğu bir çekirdek de var: en son Maastricht’ten beri AB’nin (finansal lobilerin kararlaştırıcı bir rol oynadığı kurumsal sistemdeki matlık ile büyük ölçüde
kolaylaşmış bulunan) otoriter yönetişim ile neo-liberal ortodoksinin döngüsüne hapsolarak “Avrupa halkı”nın endüstriyel kapasitelerini ve toplumsal
bileşimini hiç durmadan yeniden yapılandıran finansal güçlerin hizmeti altına girdiği açıkça teşhis edilmekte. Bu birleşik mekanizma dönüştürülmek
ve döngü kırılmak zorunda, ama bu ancak Avrupa perspektifinin içinden,
Birlik yurttaşlarının artan baskısı yoluyla ortaya çıkabilir. Bu yurttaşlar hem
“egemen” yanlışlıklardan hem de “kozmopolitan” yanılsamalardan kaçınmak zorundalar. Bu bakış açısına göre, biz ’Avrupa’nın insanları’, bir köşeye
sıkışmış, hem atomizasyon hem de aşırı Sağ tarafından entrümanlaştırılma
tehdidi altında olsak bile, ne fikirlerden ne de kaynaklardan yoksunuz.
33
Burada birkaç kişisel söz eklemek istiyorum. Böyle ilke ve önerilerin gerçekten mevcut Avrupa sistemine politik bir alternatif olabilmesi için çeşitli
sahalarla bütünlenmeleri zorunludur. Benim gözümde bunların en önemlileri
(1) ortak eğitimsel, dilsel ve kültürel politikalar (çünkü Avrupalı gençlerin
tek ihtiyacı iş bulmak değil, —çoklu yetenekler anlamına da gelen— çoklu
geleneklerinden kaynaklanan ortak bir kimlik şekillendirmeleridir); (2) insan haklarının etkili bir savunusu, ki Avrupalı “demokrasilerin” bu point
d’honneur ’ü [şeref meselesi] bugün büyük tehlike altında (Macaristan’dan
Fransa’ya Roman halkına yapılan zulümle, polisin Akdeniz’de mülteci ve
göçmenleri hedef alan cinayetvari sınır operasyonlarıyla vb.); ve (3) bütünüyle yenilenmiş bir uluslararası politika, çünkü hem kendisinin hem de
dünyanın yararı için, Avrupa, ABD İmparatorluğu’nun arkasında savaşlara
katılmaktan, Afrika’da diktatörleri getirip götürmekten, Doğu’da Slav ve
Kafkas uluslarından parçalar koparıp denetimine almak için Sovyet-sonrası
Rusya ile savaşmaktan daha başka hedefler seçmelidir kendisine. Esasında
yeni bir dünya düzeni için kavga vermelidir.
O halde baştaki soruya dönecek olursak: sınırları belli olan bu seçimler,
böyle bir programın kristalleşmesi için, belirgin kuvvetlerin bu program etrafında toparlanması için yeterli olabilir mi? Açıktır ki olamaz. Avrupa’da
politik Sol’un yeniden doğması için daha fazlasına, sınır-aşırı hareketlenmenin başka biçimlerine ihtiyaç var. Ama yine de seçimler bu gerekliliğin
popülerleşmesine yardımcı olabilir, özellikle de Avrupa’da aşırı-sağ (bazen
alenen neo-faşist) partilerin genel yükselişi karşısında.
Bu nedenle 25 Mayıs’ta, az önce bahsettiğim ilkelerin en yakınında bulunan adaylara oy vereceğim. Şehirsel bağlılığımı yerleştirmeye uzun zaman
önce karar vermiş olduğum bu kıtada (adaları da dahil. . . ) demokratik bir
geleceğin umutlarını bence yalnızca onlar temsil etmekteler.
34
Piketty’nin Kapital’i üstüne düşünceler
David Harvey3 — Mayıs 2014 — davidharvey.org
Thomas Piketty’nin yazdığı Kapital adlı kitap oldukça heyecan yarattı. Piketty, “korkunç” zenginlik ve gelir eşitsizlikleri dediği özelliği taşıyan “patrimonyal” kapitalizm biçiminin yaratılması trendine karşı koymanın tek yolunun tedrici vergilendirme ve küresel bir zenginlik vergisi olduğunu savunuyor.
Ayrıca hem zenginlik hem de gelirdeki toplumsal eşitsizliğin son iki yüzyıldır
nasıl evrimleştiğini, özellikle zenginliğin rolüne vurgu yaparak, acı verici ve
reddedilemez detaylarıyla belgeliyor. Serbest pazar kapitalizminin zenginliği
yaygınlaştırdığına dair, bireysel serbesti ve özgürlüklerin savunusunda bunun
büyük bir siper olduğuna dair yaygın görüşü yerle bir ediyor. Serbest-pazar
kapitalizmi, devlet tarafından büyün yeniden-dağıtıcı müdahalelerin yokluğunda, Piketty’nin tanıtlamasına göre, anti-demokratik oligarşiler yaratır.
Bu tanıtlama serbestici öfkeye güç verirken Wall Street Journal’ı felce uğratmakta.
Kitap sıklıkla Karl Marx’ın aynı başlığı taşıyan ondokuzuncu yüzyıl çalışmasının yirmibirinci yüzyılda yerine geçebilecek bir kitap olarak sunuldu.
Aslında Piketty niyetinin bu olduğunu reddetmekte, kitap da hakikaten kapital üzerine bir kitap değil. 2008 çöküşünün niçin olduğunu bize söylemiyor; bunca insanın uzatılmış işsizlik ve ipoteklere kurban gitmiş milyonlarca
evin çifte yükünden kurtulmasının niye bu kadar uzun sürdüğünü söylemiyor. ABD’deki büyümenin Çin’e göre neden bu kadar ağırkanlı olduğunu,
Avrupa’nın niçin kemer sıkma politikasına ve stagnasyon ekonomisine kilitlendiğini anlamamıza yardım etmiyor. Piketty’nin istatistiksel olarak gösterdiği şey (ve bunun için ona ve meslektaşlarına minnettarız) kapitalin tarihi
3 David Harvey New York Şehir Üniversitesi Lisansüstü Merkezi’nde Ayrıcalıklı Profesördür. En son kitabı Onyedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, Londra’da Profile Press
tarafından, New York’ta Oxford University Press tarafından yayınlanmıştır.
35
boyunca giderek artan düzeylerde eşitsizlik üretme eğiliminde olduğudur.
Çoğumuz için bu yeni bir haber değil. Ayrıca bu, tam olarak Marx’ın ilk Kapital versiyonunun Birinci Cildi’nin kuramsal sonucuydu. Piketty’nin buna
işaret etmeyi atlamış olması şaşırtıcı değil, çünkü sağ kanat basının gizli
Marksist suçlamaları karşısında Piketty Marx’ın Kapital’ini okumadığını öne
sürmüştü.
Piketty argümanlarını desteklemek için bir sürü veri topluyor. Gelir ve
zenginlik arasındaki farka dair açıklaması ikna edici ve yardım edici. Ayrıca miras vergisini, tedrici vergilendirmeyi ve küresel zenginlik vergisini,
zenginlik ve iktidarın daha fazla yoğunlaşması karşısında panzehirler olarak
dikkatlice savunmakta (politik olarak uygulanabilir olmadıkları muhakkak
da olsa).
Fakat zaman içinde daha büyük eşitsizliğe yönelik bu trend niçin oluyor?
Piketty (Jane Austen ve Balzac’tan şık edebi anıştırmalarla çeşnilediği) verilere dayanarak olan biteni açıklayacak matematiksel bir kanun türetiyor:
zenginliğin ünlü yüzde bir (tabi ki “Occupy” hareketi sayesinde popülerleşmiş bir terim) tarafında giderek-artan birikiminin basit bir sebebi vardır, o
da kapital üzerindeki dönüş oranının (r) her zaman gelir büyüme oranını
(g) aşıyor olmasıdır. Bu Piketty’ye göre her zaman için kapitalin “merkezi
çelişkisi” olmuştur.
Fakat bu tür bir istatistiksel düzenliliğin, kanun bir yana, yeterli bir açıklama sağlaması bile zordur. Peki böylesi bir çelişkiyi üretip sürdüren kuvvetler nelerdir? Piketty bunu söylemiyor. Kanun kanundur ve bu böyledir.
Açıktır ki Marx böyle bir kanunun varolmasını kapital ve emek arasındaki
güç dengesizliğine dayandırırdı. Ve halen tutarlı bir açıklama olurdu. Ulusal
gelirde emek payının 1970’lerden bu yana düzenli düşüşü, emeğin politik ve
ekonomik bir güç olarak alçalması ve kapitalin devreye soktuğu teknolojilerle, işsizlikle, deniz-ötesi ve emek-karşıtı politikalarla (Margaret Thatcher
ve Ronald Reagan’ın yaptıkları gibi) bütün muhalefeti ezmesinden türer.
Margaret Thatcher’ın ekonomik danışmanı Alan Budd’un gafil bir anında
itiraf ettiği gibi, 1980’lerin enflasyon-karşıtı politikaları “işsizliği yükseltmenin iyi bir yolu olmuş, işsizliği yükseltmek ise çalışan sınıfların gücünü
azaltmanın aşırı arzulanır bir yolu olmuştu . . . burada mühendislenen şey
Marksist terimlerle kapitalizmin kriz ile yedek emek ordusunu yeniden üreterek kapitalistlerin o gün bu gündür yüksek kâr elde etmelerini sağlamasıydı.”
Ortalama işçilere ve CEO’lara yapılan ödemeler arasındaki disparite 1970’te
otuz kat civarında bulunuyordu. Şimdi üç yüz katın çok çok üstündedir ve
MacDonalds örneğinde yaklaşık 1200 kattır.
36
Fakat Marx Kapital’in 2. Cildinde (ki neşeyle görmezden gelen Piketty
bunu da okumamıştır) kapitalin ücretleri aşağı itme dürtüsünün bir noktada
kapitalin ürününün pazar tarafından soğurulma kapasitesini kısıtlayacağına
işaret etmişti. Bu ikilemi çok önceden fark eden Henry Ford’un işçileri için
5$ sekiz saat işgünü uygulamasını zorlaması, dediğine göre, tüketici talebini
artırmak içindi. Birçok kişi etkili talep eksikliğinin 1930’ların Büyük Bunalımına temel teşkil ettiğini düşündü. Bu da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Keynesci genişleme politikalarına esin verdi ve sonuç olarak (zenginliklerde
değilse de) gelirlerdeki eşitsizliklerde bir miktar azalma, güçlü talep altında
büyümeye yol açtı. Fakat bu çözüm, emeğin göreli olarak güç kazanmasına ve tedrici vergilendirme ile desteklenen (Piketty’nin terimiyle) “sosyal
devlet”in inşasına dayanıyordu. “Toplamda,” diye yazmış, “1932-1980 dönemi boyunca, yaklaşık yarım yüzyıl, Birleşik Devletlerde azami federal gelir
vergisi ortalama yüzde 81 idi.” Ve bu hiçbir şekilde büyümeyi kırmamıştı
(Piketty’nin sağ kanat inançları boşa çıkaran kanıtlarından biri de bu).
1960’ların sonuna doğru birçok kapitaliste emeğin aşırı gücü karşısında bir
şeyler yapma ihtiyacı hasıl oldu. Sonuç olarak Keynes saygın ekonomistler
panteonundan çıkarılarak Milton Friedman’ın arz taraflı düşünmesine geçildi, vergilendirmeyi düşürme değilse bile stabilize etme savaşımları verildi,
ve sosyal devletin yapısı sökülerek emek kuvvetleri disipline edildi. 1980’den
sonra azami vergi oranları aşağı indi ve —ultra zenginlerin önemli bir gelir
kaynağı olan— kapital kazançları ABD’de çok daha düşük bir oranda vergilendirilerek zenginliğin zirvedeki yüzde bire akışına devasa bir destek verildi.
Fakat bunun büyümeye olan etkisi, Piketty’nin gösterdiğine göre, ihmal edilebilir düzeyde oldu. Yani faydaların zenginlerden geri kalan insanlara doğru
“damlaması” (sağ kanadın bayıldığı bir diğer inanç) işe yaramamıştır. Bunların hiçbirini matematiksel herhangi bir kanun dikte etmedi. Bu bütünüyle
politikayla ilgiliydi.
Ama sonra tekerlek bir tam dönüş yaptı ve şu soru daha da acilleşti:
talep nerededir? Piketty bu soruyu sistematik olarak görmezden gelmekte.
1990’ların buna verdiği yalancı yanıt, kredilerde muazzam genişleme oldu
—mortgage finansının sub-prime pazarlara genişletilmesi de buna dahil. Fakat sonuçta şişen malvarlığı balonu patlamak zorundaydı ve 2007-8’de Lehman Kardeşlerle birlikte kredi sisteminin de devrilmesiyle patladı. Ne var ki
kâr oranları ve özel zenginliğin daha da yoğunlaşması 2009 sonrasında her
şey ve diğer herkes kötüye giderken çok çabuk toparlandı. Bugün ABD’de
işverenlerin kâr oranları önceden beri oldukları kadar yüksektir. İşverenler
üzerinde oturdukları büyük miktarda nakti harcamayı pazar koşulları gürbüz değil diye reddetmekte.
37
Piketty’nin matematiksel kanun formülasyonu işin içindeki sınıf politikasına dair açık ettiklerinden daha fazla şeyi kamufle ediyor. Warren Buffet’in
işaret ettiği gibi, “tabi ki sınıf savaşı var, benim sınıfım yani zenginler bunu
yapıyor ve biz kazanıyoruz.” Galibiyetlerinin anahtar bir ölçüsü, zirvedeki
yüzde birin zenginlik ve geliri ile diğer herkesin zenginlik ve geliri arasında
büyüyen disparitelerdir.
Öte yandan Piketty’nin argümanında merkezi bir zorluk bulunuyor: kapitalin hatalı bir tanımına dayanması. Kapital bir süreçtir, bir şey değildir.
Paranın daha çok para yapmak için kullanıldığı, bunun da sıklıkla (tek başına bu değilse de) emek gücünün sömürüsü yoluyla yapıldığı bir dolaşım
sürecidir. Piketty kapitali özel bireylerin, şirketlerin veya devletlerin ellerinde
tuttukları bütün malvarlıklarının stoku olarak, yani kullanılıyor olsun ya da
olmasın pazarda alınıp verilebilen bütün malvarlıklarının stoku olarak tanımlıyor. Toprak, emlak ve fikir mülkiyeti haklarının yanısıra benim sanat
ve mücevher koleksiyonum da bu tanımın içine giriyor. Bütün bu şeylerin
değerinin nasıl belirleneceği, uzlaşılmış bir çözümü bulunmayan zor bir teknik sorundur.4 Anlamlı bir dönüş oranı (r) hesaplayabilmek için, başlangıç
kapitaline değer biçebileceğimiz bir yol olmalı. Ne yazık ki üretiminde kullanılacağı mal ve hizmetlerin değerinden ya da pazarda kaça satılabileceğinden
bağımsız olarak ona değer biçmenin bir yolu yoktur. Neo-klasik ekonomik
düşüncenin (ki Piketty’nin düşünüşüne de bu temel teşkil etmekte) bütünü
bir totoloji üzerine kuruludur. Kapitalde dönüş oranı kritik olarak büyüme
oranına bağlıdır çünkü kapital üretmekte olduğu şeyler yoluyla değerlenir,
üretimine girmiş bulunan şeyler yoluyla değil. Değeri spekülatif koşulların
ağır nüfuzu altındadır ve Greenspan’in borsa ve konut pazarının karakteristiği olarak saptadığı ünlü “akıldışı coşkunluk” tarafından ciddi ölçüde saptırılabilir. Konut ve emlağı kapital tanımından çıkarırsak (ki içerilme gerekçeleri bayağı zayıftır) —serbest fonlayıcıların sanat koleksiyonlarının değeri
bir yana— o zaman Piketty’nin yükselen zenginlik ve gelir disparitelerine
dair açıklaması yüzüstü düşer, geçmiş ve güncel eşitsizlik durumlarına dair
tarifleri ayakta kalsa da.
Üretken olarak kullanılmakta olmayan para, toprak, emlak, tesis ve teçhizat kapital değildir. Kullanılmakta olan kapitalin dönüş oranı yüksekse
bunun nedeni kapitalin bir parçasının dolaşımdan geri çekilmiş olması yani
etki itibariyle greve çıkmış olmasıdır. Kapital arzını yeni yatırımlarla sınır4 Sanat ve mücevher koleksiyonlarını Bay Harvey’in aklına düşüren, hemen sonraki
cümlede “teknik” diyerek kovalamaya çabaladığı ’değer belirlemedeki anlaşmazlık’ hayaleti, Kojin Karatani’nin Dünya Tarihinin Yapısı’nda C tipi mübadele şekli olarak tarif
ettiği Kapital’in bizzat kendisidir, eşdeğerlik zincirlerinin kurulma mantığıdır.
38
landırmak (ki bugün tanık olduğumuz bir olgu bu) dolaşımda bulunan kapitalde yüksek dönüş oranını güvenceye alır. Böyle bir yapay kıtlık yaratımına başvurarak yüksek dönüş oranlarını güvenceye alan sadece petrol
şirketleri değil: şans bulduğunda bütün kapital böyle yapar. Kapitalin (nasıl
tanımlanırsa tanımlansın, nasıl ölçülürse ölçülsün) dönüş oranının her zaman gelirdeki büyümeyi aşma eğiliminin altında yatan budur. Kapital kendi
yeniden-üretimini bu şekilde güvenceye alır, bunun sonuçları geri kalanımız
için ne kadar sıkıntılı olursa olsun. Ve kapitalist sınıf işte böyle yaşar.
Piketty’nin veri kümelerinde değerli çok şey bulunuyor. Fakat eşitsizliklerin
niye arttığına ve oligarşik eğilimlerin niye ortaya çıktığına dair açıklaması
cidden kusurlu. Eşitsizlikler karşısında önerdiği onarımlar ütopik değilse bile
naif. Ve yirmibirinci yüzyılın kapitali için çalışır bir model üretmiş değil
kesinlikle. Bunun için halen Marx’a veya onun modern zaman eşdeğerine
ihtiyacımız var.
39
Thomas Piketty’nin
21. Yüzyılda Kapital’i üzerine
Slavoj Žižek — 22 Mayıs 2014 — mariborchan.si
Materyalist Bir Öznellik Kuramına Doğru başlıklı konuşmadan bir kısım:
“Neden mi ütopyacıdır diyorum? Bir anlamda haklı. Kapitalizmin yirminci
yüzyıldaki aşılması işe yaramadı, ama bunu örtük olarak genelliyor, ve iyi
bir Keynesci gibi, kapitalizmin nihai olarak rakipsiz ve tek oyun olduğunu;
bütün alternatifleri fiyaskoyla sonuçlandığı için onu tutmamız gerektiğini
kabulleniyor. Neredeyse bir tür sosyal-demokrat Peter Mandelson olmuş,
bilirsiniz, Blair’in “ekonomide hepimiz Thatchercıyız” diyen karanlık prensi.
Bütün elimizden gelen dağılım düzeyindedir; sağlık hizmetine, eğitime, şuna
buna birazcık daha vesaire. Yani demek istediğim, bence ütopyacıdır çünkü
üretim şeklinin aynen kalması lazım diyor; o zaman dağılımı değiştirmek için
radikal yüksek vergiler getirelim diyor ki pek orijinal bir şey değil bu.
İşte burada sorunlar başlıyor, ütopya işin içine giriyor. Bunu yapmamalıyız
demiyorum, bunu yapıp başka hiçbir şey yapmamak mümkün değildir diyorum sadece. Onun ütopyası budur. Buna göre bugünkü kapitalizm kalabilir,
temelde bir makine olarak aynen kalsın, ama a-a-a! milyarlarınızı kazandığınızda a-a! işte vergi geldi, yüzde 80’i bana verin. Bence bu uygulanabilir bir
şey değil. Diyelim ki, bunu yapan bir hükümet hayal edelim, Piketty bu işin
küresel olarak yapılma ihtiyacının farkında. Çünkü bunu tek ülkede yaparsanız, işte kapital başka yerlere gider vesaire. Bu ütopyacılığının başka bir
yönü. Benim iddiam şu ki, Piketty’nin önerdiği tedbirin etkin olarak uygulanabileceği bir dünya örgütü hayal edersek, o zaman sorunlar zaten çözülmüş
olur. O zaman zaten bütünsel politik yeniden örgütlenme olmuştur, kapitali
etkin olarak denetleyebilen bir küresel iktidar vardır, zaten kazanmışızdır.
40
Bu yüzden bence bu anlamda bir hile yapmış oluyor, esas sorun mütevazı görünen bu tedbirin gerçekleştirilebileceği koşulların yaratılmasıdır. Ve
bu yüzden, dediğim gibi, ona karşı değilim, şahane, tabi ki yüzde 80 vergi
getirelim. İddiam şu ki, bunu getirecek olursanız kısa süre sonra bunun sonucunda başka değişimler olduğunu keşfedersiniz vesaire vesaire. Diyorum ki
bu hakiki bir ütopyadır, ve Hegel’in soyut düşünme ile kastettiği şeydir, tek
bir tedbir koyarken başka hiçbir şeyin değişmeyecebileğini hayal etmektir.
Elbette bütün dinamikleriyle birlikte bugünün kapitalizmini, yalnızca yeniden dağılım düzeyinde değiştirmek şahane olurdu, ama bu ütopyacı bir şey.
Bunu yapamazsınız, çünkü yeniden dağılımdaki değişim üretim şeklini, bizzat kapitalist ekonomiyi etkileyecektir, ve kimbilir ne yollarla etkileyecektir.
Sadece diyorum ki ütopya bazen pragmatik olana karşı olmak değildir, yanlış
bir mütevazılık bazen en büyük ütopyadır.”
41
Işık ile Gölge Arasında: Subcomandante
Marcos’un Son Sözleri
25 Mayıs 2014 — martamoli.wordpress.com
Bu sabah yoldaş Galeano’ya saygı duruşu bittiğinde, üç binden fazla Zapatista destek üssü ve militanı, Altıncı’ya bağlı yaklaşık bin kişi ile birlikte,
EZLN’nin Subcomandante Insurgente Marcos’unun “son kamusal sözleri”ni
dinlediler. Gizli Devrimci Yerli Komite’nin altı lideri, Moisés ve Marcos ile
birlikte sahneye çıktı. Aşağıda Marcos’un mektubunun beş kısmından bazı
fragmanlar bulunuyor.
1. Zor Bir Karar
“İnsanlık için neoliberalizme karşı savaş bizimdi ve bizimdir, ve tabandan
gelen birçok başkalarının da savaşıdır bu. Ölüme karşı, yaşamı talep ederiz; suskunluğa karşı, sözleri ve saygıyı; amneziye karşı, hafızayı; aşağılama
ve horgörüye karşı, onuru; baskıya karşı, isyanı; köleliğe karşı, özgürlüğü;
dayatmaya karşı, demokrasiyi; suça karşı, adaleti talep ederiz.
Sürdürdüğümüz savaş bize yakınlardan ve uzaklardan özenli ve cömert
kulaklar ve kalplerce işitilme ayrıcalığını tanıdı. Bir şeyler eksikti ve halen de
eksik, ama başkalarının dikkatini çekmeyi becerdik. Daha sonra, belirleyici
bir soruya yanıt vermemiz lazımdı: ’ya sonrası?’
Kaderimiz ancak öldürmek ya da ölmekti sanki.
Tepeden gelenlerin kırmış oldukları ve kırmayı sürdürdükleri yaşam yolunu yeniden inşa etmemiz lazımdı —ki bu yol yalnızca yerli toplulukların
değil, işçilerin, öğrencilerin, öğretmenlerin, gençlerin ve köylülerin de yoludur. Hem tepede hem de tabanda farklılıkların varolmasının yanısıra, bu
farklılıklar zulümle cezalandırılmakta. Ya başkalarının rehberliğindeki iktidar
yolu için kanımızı feda edecektik ya da kalplerimizi ve gözlerimizi kendimize,
42
insanlara —Dünya’yı ve [kaybedilenlerin] hafızasını koruyan yerli insanlara—
çevirecektik.
İkilemimiz müzakere etmek ve kavga etmek arasında değil, ölmek ve yaşamak arasındaydı.
Yaşamı inşa etmeyi seçtik, ama bir savaşın ortasında —sesi boğulduğu
için daha az öldürücü olmayan bir savaşın ortasında.
Ölülerin hepsi buradalar, ama artık yaşamak için buradalar.
Şüphesiz bu seçimi yapmakla hata ettiğimizi —bir ordunun barış kuramayacağını, kurmaması gerektiğini— düşünenler vardır. Birçok bakımdan
bu varsayım doğrudur, ama yaptığımız seçimin ana sebebi, kavga etmekle
yok olacak olmamızdı ve halen de böyledir. Ölümü övmek yerine yaşamı
geliştirmeyi seçmiş olmamız belki de hataydı.
Ama birbirimize bakarak ve birbirimizi dinleyerek —kendimiz olarak, kendi
bütünsel kolektifimiz olarak— bu seçimi yaptık. İsyanı seçtik. Diğer bir deyişle, yaşamı seçtik.
Biliyorduk ve biliyoruz ki yaşamın mevcut olması için ölüm zorunludur,
yaşayabilmek için, ölürüz.”
43
2. Başarısızlık
“’Bizim için hiçbir şey’ sözünden yirmi yıl sonra, işaret ve şarkılara iyi
giden bir söz olmasının ötesinde, artık bir gerçeklik —La Realidad— olmuş
olduğuna inanmak zor.
Eğer tutarlı olmak başarısızlıksa, başarının yolu —iktidar rotası— tutarsızlıktır. Fakat biz oraya gitmek istemiyoruz. Orası bizi ilgilendirmiyor. Bu
parametreler içinde yenmektense başarısız olmayı tercih ederiz.”
3. EZLN’nin Değişen Yüzü
“Bu yirmi yıl içinde EZLN’nin içinde birçok karmaşık değişim oldu. Bazı
yorumcular sadece belirgin değişimden, kuşak değişiminden, yani ayaklanma
başladığında küçük ya da doğmamış olanların şimdi direnişin mücadeleci
rehberleri olmalarından bahsettiler. Bazı ’gayretli’ yorumcular, ne var ki,
diğer değişimleri belirtmediler: bilgili orta sınıftan yerli köylüye olan değişim;
karışık ırklardan açıkça yerliliğe olan değişim; ve —en önemlisi— devrimci
öncücülükten sadık düzene olan değişim.
Böylesi bir öncücülüğün en fanatik aşırılıklarında —devrimcilik iddiasında
sol-kanat ırkçılık biçiminde— birey kültü bulunur. EZLN böyle bir varlık
değildir, ve bu nedenle, herhangi bir insan Zapatista olamaz.
İktidarın tepeden alınmasından tabandan inşa edilmesine; profesyonel politikadan günlük politikaya; liderlerden insanlara; toplumsal cinsiyetin marjinalleştirilmesinden dolaysız kadın katılımına; başkalarıyla alay edilmesinden
farklılıkların kutlanmasına.”
4. Değişen Bir Hologram: Olmayacak Olan
“1 Ocak 1994 sabahı, devlerden —ya da yerli isyancılardan— oluşan bir
ordu [Chiapas’taki] kasaba ve kentlere inerek, adımlarıyla dünyayı sarstı. Birkaç gün sonra, düşenlerimizin kanı halen sokaklardayken, dışarıdakilerin bizi
görmediklerini fark ettik. Yerli toplulukları tepeden görmeye alıştıklarından,
bizi görmek için başlarını kaldırmadılar; aşağılanmamızı görmeye alıştıklarından, onurlu isyanımızı kalpleri anlamadı. Bunun yerine, kar maskesi giymiş
karışık-ırktaki görebildikleri tek kişiye odaklandılar. Şeflerimiz o zaman dediler ki “sadece kendi düzeylerindeki şeyleri görüyorlar, küçükler. O zaman
onların düzeyine bir kişi koyalım ki onu görebilsinler ve onun aracılığıyla bizi
görebilsinler.”
Ve böylece karmaşık bir dikkat dağıtma manevrası başladı: korkunç ve
harika bir sihirli numara; yerli kalbimizin yaramazca bir hamlesi; yerli bilgelik,
44
modernitenin kalelerinden biri olan medya’ya meydan okudu. Marcos adlı
kişiliğin inşası başlamıştı.
Kendimiz olurken bizi olduğumuz gibi görmeye yetkin insanlar bulmak için
zamana ihtiyacımız vardı. Bizi tepeden değil tabandan görebilecek insanlar
bulmak için; gözümüzün içine empatiyle bakabilecek insanlar bulmak için
zamana ihtiyacımız vardı.
. . . Dediğim gibi kişiliğin inşası böylece başladı. Marcos’u, bu kişiliği tanımlamama izin verseniz, size hiç duraksamadan derim ki, o büyük bir kamuflajdı.
Sempatik kulaklar bulmak için [—bizim gibi ve bizden farklı olan başkalarını bulmak için—]; ihtiyaç duyduğumuz ve hak ettiğimiz bakış ve dikkati
bulmak için birçok girişim başlattık; ve tekrar tekrar başarısız olduk. Lacadona Ormanı’nın Altıncı Bildirisi —başlattığımız bu en gözüpek ve Zapatista girişim— bizi nihayet gözümüzün içine bakacak, bize selam verecek,
sarılacak insanlarla temas içine sokana kadar da bu durum böyle devam etti.
Hareketin içinde insanların ilerlemesi etkileyici olmuştu. İşte bu nedenle
“Zapatistalara Göre Özgürlük” dersini başlattık. Gözümüzün içine bakacak,
liderlik ya da rehberlik beklemeden —teslim olmayı ya da izlemeyi amaçlamadan— bizi dinlemeye ve bizimle konuşmaya yetkin bir kuşağın artık
bulunduğunu fark ettik. Marcos kişiliği artık gerekli değildi. Zapatista mücadelesinin bir sonraki aşaması hazırdı.
Kesinliklerimiz ve pratiğimize göre, isyan liderlere ya da kişiliklere, mesih
ya da kurtarıcılara ihtiyaç duymaz. Kavga etmek için ihtiyaç duyacağınız
şeyler, utanma duyusu, belirli miktarda onur, ve bir sürü örgütlenmedir.
Geri kalanı ya kolektife hizmet eder ya da hiçbir şeye hizmet etmez.
5. Acı ve Öfke. Fısıltılar ve Feryatlar.
Kalabalığın suskunluğu “Bekle, yoldaş. Gitme.” dedi. Ama Marcos’un işi
henüz bitmemişti. Düşen ya da kayıp yoldaşların listesini çıkararak, Atenco,
Ostula, Oaxaca, Mexico City, İtalya, Chiapas, Yunanistan, Filistin, Cherán,
Guerrero, Morelos, Puebla, Chihuahua, Sonora, Jalisco, Sinaloa, ve Birleşik Devletler’deki politik ve toplumsal mahpusların listesini çıkararak işini
sürdürdü. Göçmenlerin ve Mapuçelerin isimlerini de okudu.
“Onlar sizi öldürenleri yakalayıp mahkum etseler de, her zaman size baskın
yapacak başka birilerini bulacak ve yaşamınızı sonlandıran dehşetli dansı
tekrarlayacaklardır.”
45
Adaletsizliğin birçok ismi bulunmakta, birçok feryata yol açmakta. Ve
unutmayın ki, birisi fısıldarken, bir başkası feryat eder. Onları dinlemekle
bulacağımız rota, adaletsizliği bereketli bir şeye dönüştürebilmeli. İhtiyaç
duyduğunuz yalnızca başınızı alçaltmak ve kalbinizi yükseltmektir.
İstediğimiz adalet, inat ve ısrarla hakikatin aranmasıdır.
Galeano’nun yaşaması için birimizin ölmesinin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden karar verdik, bugün, Marcos ölmeli.
Ve mezarına bıraktığınız taşlarda, kendinizi satmamayı, teslim olmamayı,
vazgeçmemeyi öğreneceksiniz.
Sabah 2:08 itibariyle ilan ediyorum ki, —kendini Paslanmaz Çelik ilan
etmiş olan— Subcomandante Insurgente Marcos’un varlığı son bulmuştur.”
İki dakikanın ardından, havayı dağıtma amaçlı birkaç mizahi sonsözden
sonra, ’Marcos’ sonsuza dek sahneyi terk etti. Işıklar söndü, sonra kalabalığın içinden, Altıncı’ya bağlı kişilerden, Zapatista destek üs ve militanlarından
bir alkış dalgası yayıldı.
Biraz sonra, geçmiş Subcomandante’nin sesi yeniden duyuldu, sahnenin
dışından şöyle dedi: “Günaydın yoldaşlar. Benim adım Galeano. Subcomandante Insurgente Galeano. Dediklerine göre yeniden doğuşum kolektif bir
yeniden doğuş olurmuş.”
Mektup okunduktan sonra, Subcomandante Insurgente Moisés “Size açıkladığımız şey, buraya gelmiş olduğunuz bütün yerlerde görülecektir. Umarız
ki bunu anladınız.” diyerek noktaladı.
SCI Marcos’un son mektubunun tamamı daha sonra yayınlanacaktır.
(EN: Oso Sabio)
46
Venezuela: Bir ülkenin devrimci bir devleti ve
kapitalist bir ekonomisi olabilir mi?5
Evaristo Marcano — 22 Nisan 2014 — links.org.au
Steve Ellner ile görüşmemin çeşitli zamanlarında, sorularıma
karşılık sunduğu açıklamaları benimsedim. En çok benimsediğim
şey olan Nicos Poulantzas’ın geliştirdiği devlet fikrinde verili bir
sınıfın nesnesi olmanın yanısıra ve bunun ötesinde devlet ulusun toplumsal dinamiğini içine alıp yansıtan bir tür ayna olarak
kavranmakta. Bu kavrayışa göre devlet her bir toplumsal kuvveti mobilize etme kapasitelerine uygun olarak büyüyüp değişen
bir kuvvetler ilişkisi. Bu tez Venezuela’da gerçekleşmekte olan
mevcut süreç bağlamında çok pratik anlamlara gelmekte.
Steve’in öne sürdüğü vizyon Bolivarcı değişim projesi bakımından cesaretlendirici. Marxist düşüncenin yeniden diriltilmesi için
önemli bir fırsat Venezuela’da sahnelenmekte. Benim inancım
ve Steve’in açıklama ve katkılarından çıkardıklarım bu yönde.
Venezuela’daki gelişmeler Marxist entelektüellerin görmezden
gelemeyeceği bir meydan okuma. Burada gerçekleşen şey, gerçekliğimizi anlamanın yeni bir yolunun inşası ve sağlamlaştırılmasına doğru ilerleyen modelin “tazelenmesi”.
Evaristo Marcano: Venezuela devletinin son onbeş yılki değişim sürecindeki rolünü nasıl karakterize edersiniz? Sosyalizmin kazanılması için dönüş5 Steve Ellner 1977’den beri Universidad de Oriente in Puerto La Cruz, Venezuela’da,
yakın zamanda ise Misión Sucre university programında ekonomik tarih öğretmekte. Yakın
zamanda Rowman and Littlefield tarafından yayınlanan Latin Amerika’nın Radikal Solu:
Yirmibirinci Yüzyılda Politik İktidarın Zorluk ve Karmaşıklıkları’nın editörüdür. Ayrıca sık
sık NACLA: Amerikalar Üzerine Rapor’a sık sık katkı yapmaktadır.
47
türülmesi gerektiğini hemen hemen herkes söyler, ama pratikte bu ne demektir? Kapitalist yanlısı hükümetlere uygulanan kavramlar, oldukları gibi,
Venezuela gibi sosyalizme bağlı hükümetler için de eşit derecede uygulanabilir midir?
Steve Ellner: Bunlar karmaşık sorular. Son yarım yüzyıldır Marksist teorisyenlerin çok önemli yazılarının yardımıyla kapitalist ülkelerde normal
şartlar altında devletin rolünü anlayabilmekteyiz. Bu aynı teorik çalışmalar Venezuela gibi ülkelerde barışcıl yollarla sosyalist dönüşüm stratejisinin
çözümlenmesi için bir çıkış noktası işlevi görmekte.
EM: Bu teorisyenlerin katkıları nelerdir?
SE: Eski standart dogmatik kapitalist devlet kavramında, burjuvazinin
kendi çıkarlarını teşvik etme enstrümanından fazla bir şey değildi, ki Marx
ve Engels böyle basitleyici bir vizyona bağlı değillerdi. Bu yaklaşımla ilgili
sorun, kapitalist devletin reformizm yoluyla krizleri altetme kapasitesini küçük görmesidir. 1917-1918’de Sovyet devrimi ve 1. Dünya Savaşı felaketi
ile, Lenin, Troçki, Roza Lüksemburg ve dünyanın her yanından sol akımlar
kapitalizmin günlerinin sayılı olduğunu varsaydılar, ki bunun aynısı 1930’ların ekonomik kriziyle de olmuştu. Önce Louis Althusser (Fransa Komünist
Partisi’nden) tarafından geliştirilen “Yapısal Marksizm” okulu, daha sonra
Yunan komünist Nicos Poulantzas, devletin elastisitesini ve bu zorluklara
karşılık verme kapasitesini açıklamak için, kapitalizm altında devletin özellikle ekonomik politika sahasında kapitalist sınıf karşısında göreli bir özerklik
statüsüne sahip olduğu argümanını öne sürdüler.
EM: Diğer bir deyişle, yapısal Marksistlere göre devlet her zaman kapitalistlerin hizmetinde değildir, hele ki iş ekonomik reformlara geldiğinde.
SE: Evet öyle. Kapitalist devlet kapitalizmin hayatta kalmasından ve istikrarın sürdürülmesinden sorumludur ve bunu başarmak için zaman zaman
işçilere boyun eğmesi gerekir. İşte bu yüzden, büyük ekonomik grupların kısa
vadeli çıkarlarına karşıt olarak işçilere ödünler verir. Devlet sınıf çatışmasını
görmezden gelemez ve dolayısıyla kapitalistlerin çıkarları ile işçilerin ve genel olarak halk sınıflarının çıkarları arasında arabulucu olma eğilimindedir.
Zamanı geldikçe devlet, sistemin uzun vadeli çıkarlarının savunulması kararlılığı içinde, kendi dolaysız çıkarlarınca soğurulmuş kapitalistler ile çarpışır.
Dahası, devletin kapitalistlerin kısa vadeli çıkarlarının üzerinde olması gerekir, çünkü bazen kapitalist sınıfın farklı fraksiyonları çatışma içine girerler.
Bu nedenle devlet ve burjuvazi arasında varolan basit bir bağ olamaz. Ve
dahası, devlet kapitalistlerle arasına fazla bir mesafe koyamaz, çünkü, Po-
48
ulantzas’a göre, kapital birikiminde temellenen kapitalist sistemin mantığına
yanıt verebilmelidir. Kısacası, devletin kapitalist sistemi savunup istikrarı
sürdürmesinin en iyi biçimi, bizzat kapitalist sınıftan bir parça uzak olması,
yine de bu ikisinin temel çıkarlarının her zaman birbirine yakınsamasıdır.
Steve Ellner
EM: Bunun pratikte nasıl işlediğine dair bir örnek verin.
SE: İki tane vereceğim. Barack Obama zaman zaman Birleşik Devletler’deki halk sınıfları için göreli olarak yararlı olan ekonomik ve toplumsal
politikaları desteklemekte ve süreç içinde güçlü ekonomik gruplarca finanse
edilen sağ tarafından ağır olarak eleştirilmekte. Ama aynı zamanda, başkan
neredeyse Cumhuriyetçiler kadar saldırganca ve savaşçı bir dış politikayı
teşvik etmekte. Demokratik Parti işçi sınıfının şampiyonları kılığına girebilmekte —aynı Venezuela’da Acción Democrática’nın “Halkın Partisi” olarak
yaptığı gibi— ama ne zaman ki iş emperyalist sistemin savunulmasına geliyor, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler birbiriyle aynı, asgari farklar var. Vietnam’daki savaş meesla büyük ölçüde (Demokrat olan) Başkan Lyndon B.
Johnson’un işiydi ve Cumhuriyetçi Richard Nixon tarafından da sürdürüldü,
buna benzer bir şey Orta Doğu’daki savaşlarda oldu: önce George W. Bush,
daha sonra Obama. Başka bir örnek Küba’ya dönük ABD politikasıdır. Emperyalizmi savunusunda hükümet Küba’ya yarım yüzyıl süren bir ambargo
uyguladı. Bu sürenin büyük bölümünde, ambargonun kaldırılmasından yana
olan lobicilerden biri David Rockefeller’dan başkası değildi, gözleri adada
yapılacak iş imkanlarına kilitlenmiş olduğundan. Kısacası, devlet bazen kapitalizmin çıkarlarını kapitalistlerden daha büyük bir kararlılıkla savunur!
49
EM: Söylediğinize göre, yapısal Marksizme göre ekonomik politikaları bazen halk kesimlerinin yararına bile olsa, devlet nüfuz edilemezdir. Yani sol’un
iktidara seçimlerle ulaşma yolu aldatıcı olabilir. Çıkan sonuca göre solcular
için tek geçerli strateji kapitalist yapıyı ve devleti aynı anda değiştirmektir. Kapitalist bir ekonomi olunca, yöneten kişiler, iyi niyetlerinden bağımsız
olarak, gerçek yapısal değişimi yürütemezler.
SE: Evet, Althusser’in yapısalcılığı bu anlamda biraz katıydı. İşte tam olarak bu yüzden, Poulantzas onun devlet vizyonunda değişiklikler yapmaya,
hatta Althusser hocayı eleştirmeye başladı. 1979’daki zamansız ölümünden
önce, ömrünün son yıllarında Poulantzas devlet analizine bir öğe daha ekledi.
Ona göre devlet kurumları, sürmekte olan toplumsal çatışmaları bir yolla
yansıtmalıdırlar. Yani, devletin her anki davranış ve bileşimleri toplumdaki
kuvvetler arasındaki korelasyonu hesaba katarlar. Poulantzas’ın düşüncesindeki bu yeni boyut ile, devlet Althusser’in tasavvur ettiğine göre çok daha
az katıydı.
EM: Solcu strateji bakımından bu son tezin önemi nedir? Sanıyorum devlet kuramları ve politik strateji kuramları arasında bir ilişki vardır. Değilse
bu konu hakikaten önemsiz olur.
SE: Evet doğru. Althusser’in yapısalcılık tezi, dolaylı olarak, devleti ve
etrafındaki kuvvetleri solcular için düşman toprakları olarak görmekte, zaman zaman halk reformları için çalışmak mümkün olsa bile. Bu nedenle,
Althusser’in düşüncesini savunanlar sosyalist solun seçimleri kazanmak ve
yapısal değişimi teşvik etmek için devletin çeperindeki daha ılımlı partiler
ile yapabileceği stratejik ittifakları gözden çıkardılar. Buna karşılık Poulantzas 1970’lerde özellikle İtalya, İspanya ve diğer uluslarda önemli bir kuvvet
olarak ortaya çıkan Avrokomünist harekete dahildi. Burada (Venezuela) Movimiento al Socialismo’nun (MAS) ortaya çıkışında Avrokomünizm nüfuzu
etkili olmuştu. 1970’lerde MAS solcu bir partiydi, Rafael Caldera’nın geldiği
ikinci yönetimi sırasında neoliberalizmi benimsemesinden önceydi. Avrokomünizm (Althusser’in Fransız Komünist Partisi gibi) “dogmatik” Komünistlerin konumunu reddetti. Poulantzas’ın konumu bir tür halk cephesi yaratılması stratejisine elverişliydi. Bu cephe, sosyalizme giden demokratik ve
barışcıl bir yol vizyonuyla, sosyal-demokrat partilerin öncülüğünde seçimler
yoluyla adım adım devleti denetim altına alabilecekti.
EM: Althusser ve Poulantzas’ın bu kuramları şu anda Venezuela’da denenmekte olan değişim süreci ve sosyalizme demokratik geçişe de aynen
uygulanabilir midir?
50
SE: Devletin bu iki modeli Chavistalar arasında oldukça tartışma konusu
olmuş iki ayrı strateji için elverişlidir. Althusser’in tezinde tasavvur edilen
statik devlet, göreli özerkliğine rağmen çetrefilli olarak kapitalist yapıya bağlıydı ve bu yüzden farklı bir şeye evrimleşebilir değildi. Bundan çıkan sonuca göre sosyalizm aşamalı olarak başarılacaktır ve şu anki öncelikli amaç
son onbeş yıllık mücadelenin kazanımlarının sağlamlaştırılmasıdır. Chavismo
içindeki bir akım bu devlet kavramını benimser ve Venezuela’daki kapitalist yapıyı, devletin kendini ayıramayacağı kadar güçlü olarak görür. Sürecin
liderlerinin devrimci bağlılıklarından bağımsız olarak, devlet mevcut aşamadaki kapitalist sistemin mantığını görmezden gelemez. Bu aşamacı düşünce,
politik, ekonomik ve toplumsal istikrara öncelik verirken aynı zamanda son
yıllarda bir slogana dönüşen ekonomik üretkenliğin artırılması seferberliğinin
öneminin altını çizmekte. Şu anki bu politik akımın birincil hedefi değişim
“sürecinin” devam ettirilmesinden ziyade sağlamlaştırmadır.
EM: Poulantzas’ın düşüncesi Venezuela’da ne şekilde ortaya çıkıyor?
SE: Poulantzas’ın devlet üzerine çözümlemesi daha az belirlenimcidir
çünkü devletin deli gömleği içinde olduğunu reddeder ve kendisini kuvvetlerin korelasyonundaki değişimle uyumlu olarak dönüştürebileceğini savunur.
Bu kavram değişim sürecinin derinleştirilmesi imkanının önünü açmakta, ki
Venezuela’da son onbeş yıldır gerçekleşen budur.
Bu süreç, tam olarak aynı değilse de, Troçki’nin benimsediği “sürekli devrim”e benziyor. Troçki’yi izleyenlerinin çoğunun söylediğinin aksine, esneklik
sürecin her zaman ilerlediği anlamına gelmez. Belirli durumlarda sosyalizme
karşı çıkanlara ödünler verilmesi gerekli olabilir. Fakat süreç her zaman toplumdaki solcu kazanımlara uygun olarak mümkün olduğunca ilerlemelidir.
EM: Devlet üzerine Louis Althusser ve Nicos Poulantzas tarafından geliştirilmiş iki Marksist kuramdan ve bu ikisinin solcu stratejiye nüfuz etme
tarzlarından bahsettiniz. Bu ikisini özetleyebilir misiniz.
SE: Tabi ki. Althusser’le ilişkilendirilen yapısal Marksizm burjuvazinin liderlerinin denetimi altındaki devletin, mümkün olan en yüksek derecede
istikrarı güvenceye almak ve kapitalist sistemin uzun vadeli çıkarlarını savunmak için, kapitalistlerle ilişkileri içinde göreli bir özerklik sürdürdüğüne
işaret eder. Yine de, hiçbir zaman burjuva devlet kapitalist sistemi tehlikeye
atacak yapısal değişiklikleri teşvik etmez veya kabul etmez. Bu kavram devleti her zaman kapitalistlerin hizmetinde olan basit bir “enstrüman” olarak
gören “dogmatik Marksizm”den esas olarak farklıdır. Birleşik Devletler’de
örneğin “dogmatist”ler Demokratik Parti’den herhangi bir siyasetçinin des-
51
teklenmesini reddederler, bu siyasetçilerin bazıları sağlık alanında toplumsal güvencelerin uygulanması gibi halkçı reformları desteklemiş olsalar bile.
Buna karşılık, Althusser’in yapısal Marksismi devletin ilerici ekonomik reformlar uygulama kapasitesini tanır ve ABD’de seçici olarak bazı Demokratların desteklenmesi stratejisi ile uyumludur. İlerici bir demokrat örneği
olarak yakın zamanda seçilen New York belediye başkanı Bill de Blasio verilebilir, bu başkan nüfusun ayrıcalıklı olmayan kesimlerinin yararına konumlar
benimsemiştir.
EM: Peki Poulantzas’ın devlet kuramı açısından?
SE: Başta Poulantzas Althusser’le ilişkilendirilen yapısalcı kuramı savundu.
Ama 1979’daki zamansız ölümünden önceki Devlet, İktidar, Sosyalizm başlıklı son kitabında Poulantzas devleti kapitalist yapıya Althusser’in gördüğünden bile daha az bağlı olarak gördü. Poulantzas devletin, toplumsal çatışmaları soğurması ve politik kuvvetlerin korelasyonunu yansıtması itibariyle,
doğası gereği istikrarsız olduğunu savundu. Yani, mesela, ayrıcalıksızların örgütlenmesi ve harekete geçmesi sonucunda gelişen halkçı sınıf mücadeleleri,
örgütlü emeğin büyümesi, solcu politik partilerdeki gelişmeler, her durumda
devlet üzerinde bir etki yaparlar. Poulantzas’ın kuramı sol ile iktidar merkezine yakın partiler arasında stratejik ittifaklar için elverişlidir. Sol’un ittifak
oluşturması seçeneği, Althusser’in kuramında tasavvur edildiği şekliyle belirli talepler uğruna kimi “sistem” siyasetçilerine zaman zaman seçim desteği
verilmesinin ötesine gider.
EM: Sol’un sağında bulunan sosyal demokrat partilerle ittifak kurma gereği olmadan iktidarını sürdürdüğü Venezuela’daki gibi durumlar Poulantzas’ın aklında var mıydı?
SE: Görünüşe göre yoktu. Venezuela solunun iktidar sahibi konumu, Poulantzas’ın devlet üzerine yazdığı zamanlardaki Avrupa’dan çok daha şanslı
bir durum. Poulantzas’ın desteklediği Avrokomünistlerin umudu sol’un yardımıyla sosyal demokrat partilerin iktidara ulaşması ve bu stratejik ittifakta
sosyal demokratların yetki sahibi iken komünistlerin küçük ortak olmasıydı.
O zamanlar Avrupa’da sosyalist sol’un kendi başına devlet gücü kazanacağı
bir durumun hayal edilmesi imkansızdı.
EM: Sosyalizme yönelik Venezuela yolunun karakteristikleri açısından ne
sonuçlara ulaşıyorsunuz?
SE: Venezuela’daki elverişli faktörler, “kurulu güce” karşı “bileşen güç”
tezine aykırıdır, yani sosyalizme giden yolun bir yanda devlet bürokratları
ile Partido Socialista Unido de Venezuela’nın (PSUV) yüksek liderleri (yani
52
“kurulu güç), öte yanda radikal sloganları olan toplumsal hareketler (“bileşen güç”) arasında başabaş bir mücadele ile karakterize olduğu tezine aykırıdır. Bilakis, bu elverişli faktörler sosyalizmin hem sosyalizme bağlı yönetici
liderlerden gelen “üstten” girişimler yoluyla hem de toplumsal hareketler
ve diğer sıradan örgütlerden gelen “alttan” girişimlerle başarıldığı bir sürece işaret ediyor, Poulantzas’ın tasavvur ettiği gibi. Süreç içinde, kararların
verilişine katılım mekanizmaları her düzeyde kurulmakta ve bu da, karakteristiklerini tahmin etmek imkansız da olsa, devletin dönüştüğünü gösteriyor.
Yine de bu tez devrimci kamp için “üstten” ve “alttan” işleyenler arasındaki
gerilimlerin, çatışmaların ve çelişkilerin var olduğunu inkar etmiyor.
EM: Venezuela’daki bu bahsettiğiniz elverişli faktörler nelerdir?
SE: En başta, 2002-2003’deki ulusal yürütme, devlet petrol şirketi PDVSA
ve silahlı kuvvetlerin denetimini eline aldı —Venezuela’daki en önemli iki
kurum. Ayrıca önceden büyük ölçüde “özerk” olan —pratikte bu yabancı
çıkarların hizmetinde anlamına geliyor— Merkez Bankasının da denetimini
kazandı. Uluslararası pazarda yüksek fiyatların olduğu bir dönemde petrol
üretiminden türetilen bol kaynaklar da çok önemli ek bir avantajı temsil
ediyor. Diğer bir faktör Venezuela’da özel sektörün zayıflığıdır, ki çokuluslu
şirketlerin 1980 ve 1990’ların sonuna doğru ulus ekonomisine sızmalarının bir
sonucudur. Ek olarak, askeri cephe dışındaki bütün alanlarda ABD nüfuzunun zayıflamış olması da bir başka faktördür. Son olarak, Chavista’lar yüksek yüzdelerle seçimleri kazandılar, örneğin 2006’da Chávez oyların yüzde
63’ünü aldı, ki 1958’den beri olmuş bütün başkanlık seçimleri arasında en
yüksek oran.
EM: Bu görüşmede kendi bakış açınızı sunmaktan büyük ölçüde kaçındınız. Son olarak, devlet kuramları ve Venezuela’ya uygulanmasına dair başka
gözlemleriniz var mıdır?
SE: İki temel gözlemim var. En önemlisi de şu. Sosyalizme demokratik geçişte devlet üzerine kuramsal tartışma entelektüel alanla kısıtlanamaz
çünkü bu tartışma, hükümet ve Chavista hareketinin karşılaştığı zorlukları
ve karmaşıklıkları açıklamaktadır. Bu gerçekliğin tanınması, temel tehlikeler
olan hayal kırıklığı ve enerji erozyonunun önlenmesine hizmet eder. Venezuela’daki sürecin liderleri dürüstlükle sosyalizme bağlı olsalar bile reddedilemez bir gerçeklik mevcuttur: Venezuela’daki ekonomik yapı kapitalist
olmaya devam ediyor ve bu da “üstyapının” —bu durumda devlet— hiçbir
zaman yapıdan, yani kapitalist sistemden ayrı tutulamayacağını öğretiyor.
Sanırım Cadivi’nin 20 milyar doları bu gerçekliği kanıtlamıştır. Venezuela
devleti bir boşlukta varolmuyor, daha ziyade önemli yollarla kapitalist ya53
pıya bağlıdır. Böyle diyerek, herkesin varolduğunu kabul ettiği ama ölçülmesi aşırı zor olan yolsuzlukları gerekçelendirdiğim sanılmasın asla. Chavista
hareketi, kimileri Chavismo ile de bağlantılı olan işadamlarından gelen yolsuzluklar ve diğer istismarlara karşı mücadele ederken, süreç demokratik ve
görece barışçıl olduğu şartlarda bu olguların kaçınılmaz olduğunu tanımamız
gerekiyor.
EM: Birincil gözleminiz bu. Bir gözleminiz daha var demiştiniz.
SE: Gerçek olgulara dayanmadan devletin rolünün tartışılması nihayetinde
ancak spekülatif olabilir. İngiliz Marksist Ralph Miliband’ın Poulantzas’a
karşı formüle ettiği eleştiri buydu ve Poulantzas (entelektüel dürüstlüğünü
göstererek) bu eleştirinin geçerliliğini tanıdı. Poulantzas, Althusser ve diğerlerinin argümanlarının geçerlilikleri pratik yoluyla gösterilecektir. Bu birçok
eşsiz yönüyle yeni bir süreç. Bu nedenle, devrimci kamp içindeki farklı konumlara hoşgörü göstermek mantıklıdır. Kimse bundan sonra ne geleceğini
kesin olarak söyleyemez. Ben hatta sol’daki konumların “küçük burjuva”
terimini kullanarak itibarsızlaştırılmasına da karşıyım, çünkü küçük burjuvazinin, yani orta sınıfın, değişim sürecinde oynayacağı önemli roller vardır
ve onların çıkarları ve önerileri görmezden gelinemez veya azarlanamaz.
54
Ernesto Laclau’nun Anısına
Mark Devenney — 20 Nisan 2014 — constellations68.wordpress.com
Ernesto Laclau ile ilk tanışmam 1992’de Johannesburg’da oldu. Ben bir
MA öğrencisi olarak siyaset çalışıyordum, dünyayı yorumlamakla kalmayıp
değiştirmeye niyetliydim. Gerçi parti çizgileriyle, parti disipliniyle, Marksist
kuramla ve zor soruları bırakın yanıtlamayı, sormayı bile reddeden parti
üyeleriyle mücadele ettim. Apartheid bağlamında, apartheid rejiminin hem
devrimci bir reddini hem de ciddi bir kavramlaştırmasını sağlayan tek politik söylem Marksizmdi. Bilgi ile güç öğrenci eylemcilerin dilinde pek kolay kaynaşıyordu. Uygunsuz sorular soranlar burjuva önyargı kalıntılarına
karşı yeniden eğitiliyordu. 1989’da Hegemonya ve Sosyalist Strateji’yi okudum. Bu kitap, sol bağlılığı kesinlik politikalarından muaf bir dil ve politika
ile kaynaştırma yollu çabalarıma anlam kazandırdı, ki bu kesinlik, okuduğum ve gördüğüm Marksizmin çoğu kısmında güç sahiplerinin daha fazla
güç kullanmasının bir başka mazereti olmaktaydı. Okuduğum başka hiçbir
şey Laclau ve Mouffe okurken deneyimlediğim içgüdüsel heyecanı vermedi.
Özenle tartışılmış metinleri politik mücadelenin örgütlenişini yeniden düşünmemi, güç ve bilgi arasındaki ilişkiyi yeniden formüle etmemi, olumsallığa
olan bağlılığı ciddiye almamı sağladı. Eşitlik ve özgürlüğün herkese doğru
genişletilmesinde ısrar eden radikal bir demokratik imgeseli de benimsemişlerdi. Metin iki krize yanıt verdi. İlki, küresel neoliberal söylemin yükselen
hegemonyası. Birçok okur şunu unutur: Hegemonya ve Sosyalist Strateji’nin
dördüncü bölümündeki kuramlaştırma ve düşünme, galibiyetçi (basmakalıp
kesinliğinde hararetli ama dünyanın her köşesini kendi kararmış imgesinde
dönüştürmeye yazgılı) neo-liberalizmin yükselişine karşıdır. İkincisi, Ernesto
radikal politikayı hem Marx’la hem de ona karşı düşünmeye başlamıştı, tek
parti diktatörlerine ve ’komünist’ etiketini en iğrenç pratikleri gerekçelendirmekte kullanan devlet kapitalisti uzlaşı-oluşumlarına karşı Doğu Avrupa
isyanlarının havasını yankılayan bir radikal politikaydı bu.
55
1992’de Ernesto Laclau Üniversite’yi ziyaret ettiğinde bu tartışmalara gömülmüştüm. Bu metinsel zorluklara o kadar dalmıştım, her şeyin yanıtlanabileceğine o kadar ikna olmuştum ki, olumsallığın kuram ve pratiklerle
kesiştiğini, bütün yanıtların bir sayfa dolusu sözcüğün şahane izolasyonunda
bulunmadığını, yazarın ne kendi metninden nihai olarak sorumlu olduğunu,
ne de daha sonra o metin başkalarınca okunarak ister istemez farklı amaçlarla el konulacağında olacakları denetlediğini unutmuştum. O ilk seminer
Wits Üniversitesi Antropoloji Bölümü’ne bağlı bir seminer odasında gerçekleşti. Dışarıya bakan pencereleri yoktu. Johannesburg güzü aydınlık ve
güneşli olmasına rağmen Ernesto’nun konuşmasını dinlemek için toplandığımızda alacakaranlık sayılırdı. Neredeyse hiç not kullanmadan bir saat
boyunca konuştu. Bitirdiğinde onu sorguya çektik. O zamanki bağlamımızda kuramsal tartışmalar politik mücadele ile çok yakından alakalıydı.
Ben olumsallığın kuramsal statüsünden endişe duyuyordum —aşkınsalımsı
mıydı, evrensel miydi, tarihsel olarak belirli miydi? Ernesto yanıt olarak sadece ’bu çok iyi bir soru, daha üzerine uğraşılması lazım’ dedi. Diğerleri
onun Marx okumasına, Althusser eleştirisine karşı çıktı, devleti nasıl kavramlaştırdığını, sömürgecilik-sonrası akademisyenlikle ilişkisinin ne olduğunu
sordu. Her seferinde yanıtları keskin ve yerindeydi, ama apaçıktı ve şiddetli
fikir uyuşmazlıklarında bile garez taşımıyordu. Kesinsizlikleri kabul etmeye
hazırdı ve bütün yanıtlara sahip olduğunu varsaymıyordu. Sonradan Aletta
Norval ve Ernesto ile otellerine kadar yürüdüm. Soluk vermeden onları sorgulamaya niyetli, beslenme, dinlenme, içme gibi ihtiyaçlarını hiç dert eder
görünmeyen bu uzun boylu sırık gibi MA öğrencisinden kurtulmaya can
attıklarından eminim. Yine de ben giderken “Doktoranı Essex’te yapmayı
düşünmez misin?” dedi.
1994’te Essex Üniversitesi eleştirel akademisyenler için bir sığınaktı. Betondan bir canavardı, 60ların en kötü tasarlanmış üniversitelerinden biri,
açık alanlarından dondurucu Kuzey denizi rüzgarları akan soğuk, gri bir
yer. Bu nahoş çevrede Ernesto Laclau ve Aletta Norval İdeoloji ve Söylem
Analizi PhD ve MA programlarını koordine ederlerdi. Noreen Harburt ve
Simon Critchley ile Kuramsal Çalışmalar Merkezi’ni işletirler, haftalık seminerlere, konferanslara ve yıllık derslere ev sahipliği yaparlardı. Bu derslerdeki birkaç ismi sayarsak: Jacques Derrida, Giorgio Agamben, Linda Zerrili,
Jane Bennet, William Connolly. . . Çarşamba öğleden sonraları bu akşam
derslerinden önce Güney Afrika, Arjantin, Brezilya, Meksika, ABD, İsviçre,
Avusturya, Yeni Zelanda, Yunanistan, Kanada, Çin’den gelmiş öğrenciler
buluşup kitap bölümleri sunarlar, Aletta ve Ernesto’nun kendi çalışmalarını sunmalarını dinler, gelecek etkinliklerden bahseder, Slavoj Zizek veya
56
Jelica Šumič Riha gibi özel konuklarla tartışırlardı. O seminerde hepimiz
kesinsizliklerle uğraşmaya, tartışmaları kırıldıkları noktaya kadar götürmeye,
başkalarının eleştirisini üstümüze alırken karşılığında da eleştiri getirmeye
eşit derecede angajeydik. Koşullar belki Habermas’ın bir zamanlar ideal konuşma durumu olarak isimlendirdiği şeyi andırıyordu, gerçi hepimiz o hafta
geçerli saydığımız iddia her neyse onun olumsallığını tanıyor ve eylemlerimizi
koordine eden düzenleyici bir ideal olduğunu asla varsaymıyorduk. Orada olmamızın sebebi Ernesto Laclau’nun çalışmasına angaje oluşumuzdu. Onun
argümanlarına karşı çıktığımızda, eğer geçerliyse onun bunları üzerine alacağını, entegre edip tanıyacağını çok iyi biliyorduk. Aynı zamanda Ernesto
yeni bir akademisyenler nesli için mekan yaratıyordu, en bariz olarak da politik kuramcı olarak kendine özgü bir ün kazanan Aletta Norval’ın şahsında.
O öğrencilerin birçoğu şimdi dünyanın her yanında Beşeri Bilimler ve Politika bölümlerine yerleştiler. Hepsi de o seminerlerde geçirdikleri zamanın
damgasını taşır. Yannis Stavrakakis, Jason Glynos, Benjamin Arditi, Oliver
Marchart, Urs Staheli, Julia Chryssostalis, Sebatian Barros . . . liste uzar
gider . . .
Bizi harekete geçiren şey kuramsal özendi ama sol politikaları gözden geçirmeyi de önemsiyorduk, Üniversite’de neoliberal reform kök salmaya başlamıştı. Çok öğrenci olması ve entelektüel kuvvetleri, Aletta ve Simon Critchley’nin örgütsel kapasiteleri, bu mekanın entelektüel özgürlük için korunduğu anlamına geliyordu, kurumsal değişiklikler böyle mekanları uygunsuz
kılsa bile, çünkü değerleri para cinsinden ölçülmüyordu. Bu mekanı koruyan
başkaları da vardı Üniversite’de, angajman mekanlarını kendileri yaratıyorlardı —Jay Bernstein, sonradan Kuramsal Çalışmalar Merkezi’nin yöneticisi
olan Simon Critchley, Elaine Jordan, Peter Dews, Alex Duttmann, . . . Politika bizim olduğumuz yerde, bölümlerimizde, ofislerimizde, seminerlerimizde
başlıyordu ama akademiden dünyaya, angaje olduğumuz çeşitli yerlere, ve
meydan okuduğumuz kuramsal ve eleştirel programlara doğru uzanıyordu.
Bazen o günlerden meslektaşları görüyorum. Politik ve akademik kimliklerimizin tavlandığı o olağandışı yılları yad etmemiz kaçınılmaz oluyor.
Ernesto hepimize angajeydi, hem akademisyenler hem bireyler olarak. Her
dönemin sonunda PhD öğrencileri Ernesto, Aletta ve sıklıkla Simon’la yemeğe giderdi. Bu buluşmalar her zaman Ernesto’nun Enternasyonal yorumuyla sonlanırdı. Bazen Kuzey Londra’daki evine giden trende Ernesto’ya
eşlik ederdim. Her zaman olduğu gibi cömertçe zaman ayırır, tartışırdı, gerçi
bölümün bunca zorluğundan, aşırı hevesli öğrencilerden ve saatlerce angaje
olduğu çalışmalarından yorgun düşerek sızmakta ısrar ettiği zamanlar da
olurdu. Bir seferinde İngiliz Müze Kütüphanesi’nde çalışmakta, Karl Marx’ın
57
Das Kapital’i yazdığı o en güzel okuma odalarında oturmaktaydım. Ernesto
oradaydı, Lacan okuyordu. Öğlen vakti yürürken karşılaştık ve ’sandviçe gel’
diye fısıldadık, Russell Oteli’ne gitmek üzere. O muazzam ortamlarda gerçek üzerine, antagonizmayla ilişkisi üzerine konuştuk, ve Ernesto bana bir
kitap ödünç verdi, Gilian Slovo’nun Bütün Gizli Şeyler kitabı, apartheid karşıtı mücadele boyunca Komünist anne ve babası ile ilgili hatıraları. Ernesto
okumuştu ve ilgileneceğimi biliyordu. Böyle etkileşimler istisna değil kuraldı.
Hepimiz çeşitli konular üzerine PhD’lerimizi tamamladık: Latin Amerika
popülizmi; Türkiye’de Kemalizm; Lacan’ın gerçek kavramlaştırması; Yeşil
Politik İdeoloji; Hobbes ve hegemonya; Luhmann’ın sistem kuramı; Habermas’ın tedbirli demokrasisi; apartheid karşıtı mücadele; sömürgecilik-sonrası
ve Marksizm-sonrası Deleuze ve Guattari’nin mıntıkasızlaştırmaları. . . Bir
akademisyenin yaşamı yayınlarından başka şeylerle de ölçülür. Öğrencilerle,
parçası oldukları ve oluşturdukları toplulukla olan afektif ilişkileri ile de ilgilidir. Ernesto’nun nüfuzu şu anda Londra’dan Buenos Aires’e, Cape Town’dan
Pekin’e, Montreal’den Helsinki ve Auckland’e kadar birçok Üniversite’de
bulunan öğrencilerinin diğer bir akademisyenler kuşağına aktardıkları eğitim
yoluyla sürmekte. Kaybı hatırlanacak ve yası dünyanın her parçasında tutulacak, ama mirasları da bütün bu bağlamlarda üzerlerinde çalışıldığı aynı
şekillerde devam edecektir. Her toplulukta olacağı gibi metinsel ve cinsel
döküntü öyküleri anlatılabilir, ama eşsiz olan şey hepsinde eksik kalacak
—nahoş bir bağlamda geliştirilmiş kuramsal bir yoldaşlık, ve dünyanın her
yanına ulaşan ölçülemez politik ve akademik sonuçlarıdır.
Ernesto ve Essex Üniversitesi Yönetim Bölümü ile olan ilişkisine dair birçok öykü vardır. Sadece birini nakledeceğim. Bölüm çoğunlukla Ernesto’nun
savunduğu kuramsal programı tasvip etmeyen Politik Bilimcilerin hakimiyetindeydi. Çok sefer tartışmalar, anlaşmazlıklar, tehditler ve hatta gözdağları
olurdu. Rivayete göre bir seferinde Ernesto MA öğrencileri için sınav sorularına dair diğer akademik çalışanlarla konuşmaktaymış. Bir akademisyen
(şövalyelik nişanı almış) şöyle deyivermiş: ’Ernesto, Althusser karısını öldürdü, Poulantzas intihar etti, Deleuze de öyle. Bütün bunlar sence de bu
anlamsız kuramlamaları bırakman gerektiğinin kanıtı değil midir?’ Ernesto
hemen yanıtlamış: ’Hayır, ama duydum ki Shirley Williams (İngiliz politikasında öne çıkan bir liberal) ile seks yapmışsın. Belki de bu İngiltere’de liberal
demokrasinin perişan halini açıklıyordur?’ Essex’te Yönetim Bölümü’ndeki
Politik Bilimcilerle efsanevi anlaşmazlıklarına rağmen programda işler iyi
gitti ve benim deneyimime göre eşsiz olan bir akademik kültüre katkıda bulundu. Essex’te PhD’lerini bitiren bizlerin karşılaştığı ilk mesele iş bulmaktı.
Bazıları geldikleri şehirlere döndüler, benim gibi başkaları ise İngiltere’de
58
ilişkiler oluşturup İngiliz akademisinde kaldılar. Çoğumuz Kültürel Çalışmalar, Politika veya Beşeri Bilimler bölümlerinde iş bulduk. Ernesto ile, Essex
ile bağlarımızı, bazen kesintili, bazen daha yakın olarak sürdürdük, ve dünyanın her yerinde, konferanslarda, seminerlerde birbirini tanıyan, 2000’lerde
Politik Kuram ve Felsefe üzerine Essex’te düzenlenen çeşitli konferanslarda
birbirini gören genişletilmiş bir topluluk oluşturduk. Bu karşılaşmalarda tartışma olurdu, çekişme olurdu, eski ihtilaflar yeniden ayarlanırdı ve akademik,
kuramsal çalışmamızda yeni yönler işaretlenirdi.
O yıllarda Ernesto dünyanın çeşitli yerlerinde ders veriyordu, Kuzey Amerika’da PhD öğrencilerine danışmanlık yapıyor ve Arjantin solu ile zaten
yakın olan bağlarını genişletiyordu. Bazı seferler onu dersler vermeye ya da
konferanslara katılmaya davet ettim. Hiçbir zaman reddetmedi, gerçi bazen gerekli tarihte gelmeyebiliyordu. Onunla her görüştüğümde coşkusunu,
enerjisini, kendi kuramsal yörüngesinin gelişimini ve öz-eleştirisini sürdürmekteki kararlılığını açıkça görürdüm. Bazen beni şaşırtırdı, Sussex Üniversitesi’nde 2006’da verdiği bir dersi dinlerken olduğu gibi. Birinin sorduğu bir
soruya —sorunun ne olduğu hakkında fikrim yoktu, dikkat etmemiştim—
Ernesto ’Evet bu sorduğunuz konuyu yoldaşım Mark bilir,’ diye yanıtlayınca
çırpınmış, kendi dikkatsizliğimden utanmış, ama yıllarca Ernesto’yu görmemiş olmama rağmen yaptığım çalışmaları hala hatırlamasından da memnun
olmuştum. Böyle seferler Ernesto’nun karakterinin iki diğer açısını anımsardım. İlki ders boyunca uyuklar göründükten sonra tartışmayı çekirdeğinden
vuran bir soru sorabilme yeteneğiydi. Her bir sözcüğü dinlemiş olduğu açıkça
görülürdü. İkincisi ise seminerler sırasında, soruları yanıtlarken veya bir sunum dinlerken çizdiği desenlerdi. Bir deseni tekrarlaya tekrarlaya sayfaları
doldururdu. Yanlış yerde oturuyorsanız notlar tuttuğunu düşünebilirdiniz, ki
belki de onun not tutma yolu buydu, çünkü her zaman tartışmanın tam olarak ne olduğunu bilir ve olası sorunları hiç şaşmadan tespit edebilirdi. Son
yıllar boyunca birçok konferansta şöyle diyen insanlar karşıma çıkıyordu: ’Siz
Ernesto’yu tanıyordunuz değil mi? Evet, Northwestern’da onunla çalışmıştım, veya MA derecem için Essex’teydim, veya İstanbul’da dersini almıştım.’
Ernesto’nun angaje olduğu akademisyenler topluluğu her yıl büyümüştü.
Ernesto’ya dair yakın zamanlı anılarım en kalıcıları oldu. 2013’te Brighton Üniversitesi’nden meslektaşlarla onun çalışmalarına dair bir konferans
düzenledim. Onu çağırdığımda Ernesto hemen kabul etmişti. Ama bir hata
ile yanıtını yanlış e-posta adresine göndermişti. Bunu fark etmem ancak
Noreen Harburt’un bana yazdığı e-postasında Ernesto’nun daveti kabul ettiğini ve yanıt gelmemesine şaşırdığını söylemesi ile oldu. Uzun zamandır
böyle bir etkinliğe ev sahipliği yapmak istemiştim: bu fırsat dünyanın her
59
yanından akademisyenleri, Essex Üniversitesi günlerinden eski arkadaşların
yanısıra Ernesto’nun onlarca yıldır yerleştirdiği küresel topluluğu bir araya
getirecekti. Ona teşekkür etme fırsatı, kaynaştırdığı afektif bağları tanımanın yanısıra çalışmasının başlattığı kuramsal programı sorgulamanın bir yolu
olacaktı. Bir başlık üzerine uzlaştık: ’Politik Olanı Düşünmek: Ernesto Laclau’nun Çalışması.’ Katılım çağrısı 100’den fazla sunum önerisi ortaya çıkardı
ama biz ancak 50 makale için hazırlık yapabilecektik. Ernesto konferansı açtığı konuşmasında, 20. yüzyılın sonunda sol’un krizine bir yanıt olarak kendi
kuramsal çalışmasının gelişimini geriye dönük olarak anlattı. Bir konferans
için mükemmel bir başlangıçtı. Ernesto bütün oturumlara katıldı ve katılımcıların tartışmaları, anlaşmazlıkları ve öne sürdükleri şeylere dair onlarla
konuştu. 1990’larda Essex’te edindiğim arkadaşlarımın çoğu konferansa gelmişti —Arjantin’den, Yeni Zelanda’dan, Essex’ten, Atina’dan, Türkiye’den,
Finlandiya’dan, Slovenya’dan— ve Ernesto’nun ya ders verdiği ya da nüfuz
ettiği birçok başka akademisyenle tanıştım ve bazılarıyla arkadaş oldum.
Konferansta onun fikirlerinden esinlenmiş genç akademisyenler, onunla konuşabilmek, onu sıkıştırmak, meydan okumak ve tartışmalarını genişletebilmek için gözlerini karartmış PhD öğrencileri vardı. Ernesto 21 yıl önce
benimle çalışırken ne kadar sabırlıysa orada da o kadar sabırlıydı. Konferans
yemeğinde Enternasyonal icra edildiğinde, hemen ardından İtalyan devrimci
şarkılar söylendiğinde hepsinin sözlerini bir tek o bildiği için Ernesto herkese öncülük ediyordu. Bunun Ernesto’yu göreceğim son akademik etkinlik
olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Bu Haziran Leuven’de yapılacak bir konferansta bir kitap projesi kapsamında onunla görüşecektik. Kitap projesi için
konferansa sunulan makalelere yanıtlar yazacaktı. Ernesto ile son konuştuğumda başka bir fikri vardı —özel olarak Agamben, Balibar, Negri, Butler,
Brown, Mouffe, Zerilli, Derrida ve diğerlerine angaje olan akademisyenlerin
çalışmalarını yayınlamayı amaçlayan, radikal kuram üzerine bir dergi. Eğer
böyle bir dergi başlatılırsa, onun nüfuzu nedeniyle, yaşadığı dünyaya eleştirel
olarak angaje olmaktaki kararlılığı nedeniyle başlatılacaktır.
Bu nihai olumsallık, ölüm, Ernesto ile bir daha asla konuşmayacağımız
anlamına geliyor. Boş gösterenin mantığını gösterirken çizdiği o diyagramı
çizmesini bir daha asla izlemeyeceğiz, ya da 1960’larda Buenos Aires’te diktatörlük aktivizmini bozmadan önceki sendika toplantılarına dair anlattığı
öyküleri dinlemeyeceğiz. Eleştiri karşısındaki özenli yanıtlarını, yanlış sunulmuş tartışmalara açıklık kazandırmalarını, kendi projesini taklit edilemezce
tarif edişini asla dinlemeyeceğiz. Tanıştığım bütün bireylerden öğrendiğimden daha fazlasını ondan öğrendim, ve biliyorum ki birçok başka kişi için de
bu böyledir. Hoşçakal Ernesto, ve teşekkür ederim.
60
Karar vermenin basit cesareti:
Thatcher’a solcu bir övgü
Slavoj Žižek — 17 Nisan 2013 — newstatesman.com
Anıtsal yapıtı İkinci Dünya Savaşı’nın son sayfalarında Winston Churchill
askeri karar bilmecesini irdeler: uzmanlar (ekonomik ve askeri analistler,
psikologlar, meteorologlar) çözümlemelerini sunduktan sonra, birisinin bu
karmaşlık çokluğu basit bir “Evet” veya “Hayır”a dönüştürmenin basit ve zor
eylemini üstlenmesi gerekir. Saldırıyoruz, beklemeyi sürdürüyoruz. . . Asla
tamamen sebeplere dayanmayan bu jest, Efendi’nin jestidir. Durumu bütün
karmaşıklığı ile sunmak uzmanlara, bunu bir karar noktasına indirgemek
Efendi’ye düşer.
Özellikle derin kriz durumlarında Efendi’ye ihtiyaç duyulur. Bir Efendi’nin
işlevi özgün bir bölünmedir, eski parametreler dahilinde sürüklenmek isteyenlerle gerekli değişimin farkında olanlar arasındaki bölünmeyi gerçekleştirmektir. Hakiki birlik, fırsatçı tavizlerle değil, ancak böyle bir bölünme ile
olur. Sorunsuz bir örnek ele alalım: 1940 Fransası. Fransız Komünist Partisi’nin ikinci kişisi Jacques Duclos’un bile özel bir görüşmede kabul ettiği
gibi, o gün serbest seçim yapılsa Marshal Petain yüzde 90 oy alarak kazanacaktı. De Gaulle, tarihsel eylemiyle Almanlara teslim olmayı reddederek
direnmeyi sürdürdüğünde, hakiki Fransa adına (yalnızca “Fransa’nın çoğunluğu” değil bizzat hakiki Fransa adına) konuşanın Vichy rejimi değil yalnızca
kendisi olduğunu iddia etmişti. Söylediği şey, “demokratik” olarak gayrımeşru olmakla kalmayıp Fransız halkının çoğunluk görüşüne açıkça karşıt
olsa bile tamamen doğruydu.
Yolundan dönmez leydi Margaret Thatcher, işte böyle bir Efendi olarak
başlangıçta delilik zannedilen kararında ısrar etmiş ve tekil deliliğini adım
adım kabullenilmiş bir norm düzeyine yükseltmişti. En büyük başarınız nedir
61
sorusunu Thatcher kısa ve öz olarak “Yeni Emek” diye yanıtlamakta haklıydı: ulaştığı zafer siyasi rakiplerinin bile onun temel ekonomik politikalarını
benimsemiş olmasıydı —hakiki zafer düşmanın yenilmesiyle değil, düşmanın bile sizin dilinizi kullanmaya başlamasıyla olur, böylece fikirlerinizle alanı
temelden ve bütünüyle biçimlendirirsiniz.
Peki Thatcher’dan bugüne kalan nedir? Neoliberal hegemonyanın paramparça olduğu ortada. Thatcher belki de tek hakiki Thatchercıydı —fikirlerine
kesinlikle inanmıştı. Bugünün neoliberalizmi aksine “yalnızca kendine inandığını hayal etmekte ve dünyanın da aynı şeyi hayal etmesini talep etmektedir” (Marx’ın dediği gibi). Kısacası sinisizm bugün açıkça sergilenmektedir.
Lubitch’in Olmak Ya Da Olmamak’taki kaba şakasını hatırlayalım: işgal
altındaki Polonya’daki Alman toplama kampları sorulduğunda yetkili Nazi
memuru “toplama kampı Erhardt” cevabı yapıştırır: “Biz toplarız, Polonyalılar kamplar.”
Risk toplumu düşüncesine dair ironik bir yorum olarak, Ocak 2002’deki
Enron iflası (ve onu izleyen bütün finansal erimeler) için de aynısı geçerli
değil mi? İşlerini ve birikimlerini kaybeden binlerce çalışanın riske maruz
kaldıkları şüphesizdi ama hakiki bir seçim yapamadılar —risk onlar için kör
kaderdi. Öte yandan hem riskleri hem de duruma müdahale etme olanağını gerçekten sezebilenlerse (yüksek müdürler), hisse ve opsiyonlarından
faydalanarak iflas öncesinde risklerini en aza indirdiler —yani riskli seçenekler toplumunda yaşadığımız doğrudur, ama bazıları (Wall Street müdürleri)
seçer, başkaları ise (kredilerini ödeyen sıradan insanlar) risk alır.
Finansal erime ve buna karşı koymak için alınan tedbirlerin (bankalara
muazzam miktarda para yardımları) acayip sonuçlarından biri, radikal “açgözlülük iyidir” kapitalizminin ideologluğuna yaklaşabilen Ayn Rand’ın ya62
pıtlarındaki canlanmaydı —büyük eseri Atlas Vazgeçti’nin satışları yeniden
patladı. Bazı raporlara göre Atlas Vazgeçti’deki senaryonun —bizzat yaratıcı kapitalistlerin greve gitmesi— gerçekleştiğine dair işaretler ortaya çıkmıştı. Cumhuriyetçi milletvekili John Campbell “Başarılı olanlar greve gidiyor. Bir anlamda bizzat istihdamı yaratanların onları bekleyen cezaları
görerek hırslarından vazgeçtiklerini görüyorum.” Bu tepkinin saçmalığı durumu baştan aşağı yanlış okumasındadır: devasa miktardaki kurtarma paralarının çoğu tam da “yaratıcı” projelerinde başarısız olarak erimeye sebep
olan düzenleme-dışı Randcı “titanlara” gidiyor. Büyük yaratıcı dahiler tembel sıradan insanlara yardım ediyor değiller, sıradan vergi verenler başarısız
“yaratıcı dahilere” yardım ediyorlar.
Thatcher’dan bize kalan, solcu eleştirmenlerinin hedef aldığı diğer bir boyut ise “otoriter” liderliğiyle demokratik koordinasyon anlayışından yoksun
oluşuydu. Ne var ki burada işler göründüğünden daha karmaşıktır. Avrupa
ülkelerinde sürmekte olan popüler protestoların yakınsadığı talepler dizisi,
kendiliğinden ve bariz oluşuyla, siyasal sistemin süregiden kriziyle doğrudan yüzleşilmesine karşı bir nevi “epistemolojik engel” oluşturmaktadır. Bu
da Deleuze’cü politikanın popülerleştirilmiş bir versiyonu gibi işler: insanlar
ne istediklerini bilseler de bunu keşfedip formüle etmeleri ancak sürekli bir
angajman ve etkinlik yoluyla olur. Bu yüzden temsili demokrasi ve seçmenlerin edilgenliğine seçim ritüeliyle dört yılda bir ara vermek yetmez, etkin
katılımcı demokrasiye ihtiyaç duyarız; Lideri olan merkeziyetçi bir Leninist
Parti’ye değil, çokluğun kendini örgütlemesine ihtiyaç duyarız, vesaire.
Temsili olmayan doğrudan kendini örgütleme miti sonuncu tuzaktır, vazgeçilmesi en zor olan, dağıtılması gereken en derin yanılsamadır. Evet, her
devrimci süreçte binlerce, hatta yüzbinlerce insanın beraberce kamusal bir
alanı toplu bir dayanışma ile işgal ettiği esrik anlar olur, iki yıl önce Tahrir
meydanında olduğu gibi. Evet, yerel toplulukların tartışma yürütüp karar
verdikleri, insanların bir çeşit süreklileşmiş acil durum içinde yaşadıkları, her
şeyi kendi ellerine aldıkları, onlara yol gösteren bir Lider’in olmadığı yoğun
kolektif katılım anları olur. Ama böyle durumlar uzun sürmez ve “yorgunluk”
burada psikolojik basit bir olgu değil, toplumsal ontolojinin bir kategorisidir.
Büyük çoğunluk —ben dahil— edilgen kalmak ve toplumsal yapının düzgün işlemesini garantileyen etkin bir devlet aygıtına güvenerek kendi işlerini
huzur içinde sürdürebilmek ister. Walter Lippmann Kamuoyu Görüşü’nde
(1922) yurttaşlar sürüsünün “çıkarları yerelliğin ötesine ulaşan özelleşmiş bir
sınıf” tarafından yönetilmesi gerektiğini yazmıştı —bu seçkin sınıf demokrasiyi birincil arızasından (imkansız “her şeyi beceren yurttaş” idealinden)
63
kurtaracak bir bilgi düzeneği olarak işlemeliydi. Demokrasilerimizin işleyişi
böyledir —rızamızı alarak: Lippmann’ın söylediği şey bir gizem değil, bariz
bir olgu; esas gizem bunu bile bile oyunu oynamamızda. Sanki özgürmüş ve
özgürce karar veriyormuş gibi davranırken, (özgür ifadenin bizzat biçimine
sinmiş olan) görünmez bir emrin ne yapmamız ve ne düşünmemiz gerektiğini
bize bildirmesini sessizce kabul etmekle kalmaz, talep ederiz. “İnsanlar ne
istediklerini bilirler” —hayır, bilmezler, ve bilmek istemezler. İyi bir seçkin
sınıfına ihtiyaç duyarlar, bu yüzden uygun siyasetçiler insanların çıkarlarını
savunmakla kalmaz, insanlar ancak onlar aracılığıyla “gerçekten ne istediklerini” keşfederler.
Karizmatik liderin varlığıyla sürdürülen hiyerarşik düzene karşı moleküler
kendini örgütleyici çokluğa gelelim. Nasıl bir ironidir ki doğrudan demokrasi biçimleri (yerel konseyler, kooperatifler, işçilerin işlettiği fabrikalar) geliştirme deneyleriyle çoklukla övülen bir ülke olan Venezüela’nın başkanı,
Hugo Chavez gibi tam anlamıyla güçlü bir karizmatik liderdir. Sanki Freudcu aktarım kuralı işliyor gibidir: bireylerin “kendilerinin ötesine ulaşmak”,
temsili siyasetin edilgenliğinden sıyrılabilmek ve doğrudan siyasi failler olarak
angaje olabilmek için, baron Munchhausen gibi bataklıktan çıkabilmelerini
sağlayacak, ne istediklerini “bildiği varsayılan” bir liderin varlığı gereklidir.
Yakın zamanda Alain Badiou’nun bu anlamda belirttiği gibi, yatay ağlar klasik Efendi’nin altını oyarken aynı zamanda klasik Efendi’den çok daha güçlü
yeni hükmetme biçimlerini besler. Badiou’nun tezine göre özne kendini “insan hayvanı”nın üzerine yükselterek bir Hakikat-Olayı’na sadık olabilmek
için bir Efendi’ye ihtiyaç duyar:
Efendi bireyin özneye dönüşmesine yardım edendir. Yani, eğer
öznenin birey ve evrensellik arasındaki gerginlikten ortaya çıktığını kabul edersek, o zaman bireyin bu yolda ilerleyebilmek için
bir dolayıma, dolayısıyla bir otoriteye ihtiyaç duyduğu açıktır.
Efendi’nin konumunu yenilemek gerekir —onsuz yapabileceğimiz doğru değildir, hele ki ve özellikle aydınlanma perspektifinde.
Badiou Efendi’nin gerekli rolünü “demokratik” duyarlılığımızın karşısına
koymaktan korkmaz: “Liderlerin bu ana işlevi hakim ’demokratik’ atmosfer
ile uyumlu değildir, ve bu atmosfere karşı keskin bir mücadele vermem de
bu yüzdendir (nihayetinde, ideoloji ile başlamak gerekir).”
Bu öneriyi izlemekten korkmamalıyız: bireyleri dogmatik “demokratik uykularından”, temsili demokrasinin kurumlaşmış biçimlerine olan kör güven64
lerinden uyandırabilmek için doğrudan kendini örgütleme çağrıları yetersizdir: yeni bir Efendi figürüne ihtiyaç vardır. Arthur Rimbaud’un “A une
raison”daki (“Bir usa”) ünlü satırlarını hatırlayalım:
Parmağını davula vurmanla bütün sesler çıkar ve yeni bir uyum başlar.
Senin bir adımın yeni insanların askere yazılması ve yürüyüş emri.
Öteye bakarsın: yeni aşk!
Beriye bakarsın, — yeni aşk!
Bu satırlarda “Faşist” içerik taşıyan hiçbir şey yok —siyasal dinamiklerin
en zor paradoksu, bireyleri eylemsizliklerinin kördüğümünden çekip çıkararak
özgürlük için kendilerini aşan aydınlatıcı bir mücadeleye teşvik edecek bir
Efendi’ye ihtiyaç duyulmasıdır.
Bugün mevcut durumda solcu bir Thatcher’a, Thatcher’ın jestini aksi
yönde tekrar edecek, bugünün bütün ana yönelimlerden siyasi seçkinlerinin
paylaştığı önvarsayımlar alanını tamamen dönüştürecek bir lidere ihtiyacımız
var.
65

Benzer belgeler