Sahi, ne çok öldük biz!

Transkript

Sahi, ne çok öldük biz!
sol bek
Sahi, ne çok öldük biz!
6
~beşiktaş’ın çocukları
Ata Önder Atabay. Annesinin söylediği
gibi: Öğretmendi, yıllarca atama bekledi,
yılmadı, direndi ve sonunda kazandı. Hacı
Lokman Birlik’in cansız bedeninin akrebin
arkasında, yerlerde sürüklenmesi ona çok
dokunmuştu. Hacı Lokman Birlik için barış
istiyordu ve yakın çevresine, Ankara’ya bu
yüzden gideceğini çoktan söylemişti bile.
Beşiktaşlı’ydı. İstanbul’da öğretmenlik yaparken elinden geldiğince Beşiktaş’ın hiçbir
maçını kaçırmazdı. Maçtan önce Şairler Parkı’nda birasını yudumlar, dost muhabbetine
can katardı. Barış Mitingi’ne de boynunda
‘Halkın Takımı’ atkısıyla gitmişti.
Birlikte, Beşiktaşımızın bir maçından önce
Şairler Parkı’nda oturup konuşmuştuk Önder Hoca’mla. Yoğun bakımda olduğunu
duyunca dünyam başıma yıkıldı, desem az
kalır. Öyle ki, hayatım boyunca yazdığım
en zor yazı -bu yazıyı saymazsak- onun çok
acil kana ihtiyacı olduğunu anlatan duyuru
mesajıydı. Böyle bir durumda, onu yoğun
bakımda, o halde görmeye ne kadar dayanabilirdim, sorusunun da bir cevabı yok. Hiç
olmadı, hiç bir zaman da olmayacak. Ziyaret etmek istedik onu. Gücüne güç katmak
istedik. Üzerimizde o çok sevdiğimiz Beşiktaş’ımızın formaları, boynumuzda Halkın
Takımı atkılarıyla yanına gitmek istedik. Yol
hazırlıklarını yaptığımız sırada o kötü haberi aldık. Hocamız, Ata Önder Atabay’ımız
artık yoktu.
Ankara’ya gidecekken değiştirdik rotamızı fakat şimdi bizi daha da zorlu bir yolculuk bekliyordu. Hocamızı son yolculuğuna
uğurlamak. Malatya’ya, köyüne, Hekimhan’a
vardığımızda ilk kuzeni karşıladı bizi. Camiden mezarlığa kadar yalnız bırakmadık
hocamızı. Boynundaki Halkın Takımı atkılarıyla uğurladık onu. Barış isteyen tüm canları katledenleri lanetleyerek. Bildim bileli
böylesi durumlarda hep güçlü ve sert zannederdim kendimi. İlk defa hocamı, Önder
Abim’i toprağa verdikten sonra bu denli kötü
oldum. Ve şunu da eklemek isterim ki ne camide tabutunun başında ne de gömüldükten
hemen sonra mezarının başında annesinin
söylediklerini hayatım boyunca asla unutmayacağım: Direndi ve sonunda kazandı!
Şüphesiz ki katiller, anaların döktüğü gözyaşında boğulacak. Sahi, güzel günler yaşamak
için ne çok öldük biz!
Paok Retzina Malamatina
~del solar
pati duyan Gate 4 grubundan ziyade Macedonia’s isimli, Partizan’ı kardeş belleyen
faşist grup vardı. Hal böyle olunca tribünde
Güney Kıbrıs bayrakları ve minaresi yıkık
Ayasofya pankartları vardı. Bunun olabileceğini tahmin ettiğimiz için tribünlerle değil
sahayla ilgilendik.
Maç içinde takım adına her şey yolunda gitti, bu sene çok net bir durum var gözlemlediğim: Önde başlarsak kazanıyoruz, geride
başlarsak kaybediyoruz. Kaybettiğimiz Karşıyaka, Giresun ve Avtodor maçlarında geride, kazandığımız Rytas ve Telekom maçlarında da önde başladık. Aynı şekilde PAOK
maçını da başından beri önde götürdük.
Ara sıra PAOK, tribünü de arkasına alarak
yaklaşmaya çalışsa da 8-9 sayıdan fazla yaklaşamadılar. Yeni coach Yağızer Uluğ’un bu
durumda etkisi var mı? Tabii ki bunu tek
maçta göremeyiz ama özellikle pota altına
yırtıcı bir transfer yapılırsa ben takım adına
umutluyum.
Geçen sezon ligde Play-off ’a bile katılamayan basketbol takımımız, sezon başında
Wildcard alarak Eurocup’a gitmeye hak kazandı. Eurocup grup kuraları üç torbadan
oluşurken, Aris, AEK, PAOK olmak üzere
Yunan takımlarından biriyle aynı grupta yer
alacaktık. Yıllardan beri PAOK’a karşı duyduğumuz sempati ve sevgi azalmasın diye
aynı gruba düşmemeyi çok istedim. Tabii ki
yine isteğimiz olmadı ve PAOK ile eşleştik.
Maç tarihi 28 Ekim olarak belirlenince tatili de birleştirip hem maça gidelim hem de
güzel bir Selanik gezisi yapalım mantığıyla
aldık uçak biletlerini. Beşiktaşlı şansı peşimizi bırakmadı, İstanbul’dan biz dahil 3-4
otobüs insan bu maçı beklerken, maçtan 5
gün önce 28 Ekim Yunanistan’ın ‘Kurtuluş
Bayramı’ bahane edilerek deplasman yasağı
getirildi. Geçen sene de yine Yunanistan’daki grev nedeniyle Tripoli deplasmanına gidememişti bir çok Beşiktaşlı. Biz gözü kararttık PAOK’lu dostların yanımızda olacağı
garantisini alıp düştük yola.
BASKETBOL MÜZESİNİ GİZLİCE GEZDİK
Tribün açısından sayının az olması nedeniyle beklentimiz karşılanmadı ama az sayıya
rağmen maça fazlasıyla etki ettiler. Ayrıca
en önemli nokta, oyuncuları serbest atış
kullanırken susmuyorlar arkadaşlar bilginiz
olsun.
Maç bitti 100’ü attık yüzümüz güldü, geriye
keyif sürmesi kaldı. Maç sonrası salon altındaki PAOK Store sahibi abimiz Beşiktaşlı olduğumuzu öğrenince bize küçük basketbol
müzesini gezdirdi. Çok iyi bir basketbol kültürleri var; 1991’de Saporta Kupası’nı, 94’te
Koraç Kupası’nı kazanmışlar, 92 Saporta
Cup finalinde Real Madrid’e son saniyede
kaybetmişler. Hikayesi güzel maçları sevenlere o finalin son saniyelerini izlemelerini
ÖNDE BAŞLARSAK KAZANIYORUZ
Salona girdik, ailelerle birlikte 15-20 Beşiktaşlı olunca bench arkasına Beşiktaş tribünü
açıldı, bir nevi yasak delinmiş oldu. Basket
maçıyla aynı saatte PAOK’un futbol maçının
olması, basket takımlarının kötü olması ve
deplasman yasağı olması gibi belirli sebeplerle salon boş kaldı. Salonda Beşiktaş’a sem-
2
ruz” cümlesiyle anlatıyorlar. En çok aldıkları
alkol “Retzina Malamatina” isimli bir beyaz
şarapmış. Bu sebeple “PAOK Retzina Malamatina” sloganları meşhurmuş. Bizim de
“Şarabı da içeriz, esrarı da çekeriz” diye bestemiz var demedik tabi. Maça gidemesek de
Toumba Stadı’nı gezdik, çevresinde “Kardeş
çArşı’ya özgürlük” temalı birkaç yazılama
da mevcuttu. Beşiktaş’a duydukları sempati
dışında Türkiye’de yaşananlar hakkında bilinçli olmaları şaşırtıcıydı, seçim yüzünden
geri alınamayan saat sebebiyle en az bizim
kadar dalga geçiyorlar. Dilek Doğan’ı, Ankara Katliamı’nı, Türkiye’deki bir çok insandan daha fazla önemsiyorlar. Dilek’in başına
gelenleri ayrıntılı bir şekilde anlattığımızda
yüzlerinde oluşan acıyı hayatım boyunca
unutmayacağım. Bir dost her akşam aramızdan erken ayrılıp sınırda bulunan mültecilere elindeki eşyaları götürüyordu. Bu güzel
insanların bize yaklaşımı PAOK’a olan sempatimizi daha da artırdı.
tavsiye ederim. Beşiktaş’ın başına gelse intiharlar gerçekleşebilirdi. 13 Yıl NBA’de oynayan, Hidayet Türkoğlu’nun takım arkadaşı
olan Peja Stojakovic de NBA’e gitmeden önceki 4 senesini PAOK’ta geçirmiş.
Gelelim Selanik şehrine ve PAOK’lu dostlarımıza. Şehir İzmir’in aynısı diyebiliriz. Bizi
karşılayan ilk arkadaş, şimdi İzmir Kordon’a
gidiyoruz diyerek bizi sahil tarafına götürdü.
Sahil kısmında zenginler boy gösterirken
sahilin üst tarafında halktan insanlar mevcut, Yunanistan’daki krizin yanı sıra 12 yıldır
yapılamayan metro inşaatı sebebiyle bir çok
dükkan kapanmış harabe şekilde duruyor.
Ne zaman metro çalışmalarının yanından
geçsek “Bakın, bakın buraya metro yapacaklar” deyip kahkaha atıyorlar.
HEP İÇİYORUZ!
Salondaki faşistlerin yaptıkları, bizi karşılayan, ağırlayan, dört gün boyunca mutlu olmamız için ellerinden gelen her şeyi yapan
PAOK’lu dostların insanlıklarıyla geride
kaldı. Gittiğimizde futbol maçları deplasmanda olduğu için en keyifli kısmı kaçırdık
aslında. Futbol maçlarının keyfini “Maçtan
önce, maç sırasında, maçtan sonra, hep içiyo-
Işık hızıyla geçen dört günü geride bırakıp,
“Bir dahakine PAOK futbol maçına geleceğiz” diye söz vererek ayrıldık şehirden.
Şimdi sırada fanzinimizden @buena vista’nın
tavsiyesiyle Lizbon deplasmanı var!
Siyah beyaz sadece futbol değildir!
Geçen sene kötü yönetilen bir kadın voleybol takımımız vardı. Ne yapsa da 1. Ligde
tutunamadı ve bir alt lige düştü. Evden çıktım, birkaç arkadaşla görüştüm ve Altunizade’ye 2. Lig kadın voleybol maçı izlemeye
gidiyordum. Dışardan görenler “deli” diyorlardı ama bestemizde de dediğimiz gibi anlayamaz kimse bu aşkı.
~meliko
set vermeden. Tribünde belki de 25-30 kişiydik, elimizden geldiği kadar destek verdik
oyuncularımıza. Beşiktaş sadece futbol takımı değil, bunu hiçbir zaman unutmayalım.
Engelli basketbol, kadın futbol, erkek basketbol, kadın voleybol (ikinci lige düşmüş
olsa bile)...
Pasolig’e sayıp sövüyoruz, Pasolig olmayan
maçlara 25 kişi gidiyoruz. Biraz özen! Onlar siyah-beyaz forma için mücadele ediyor,
unutmayalım.
5. hafta karşılaşması olan Özel Işık Koleji
maçını üstün bir oyunla 3-0 kazandık ve 5’te
5 yaptık. Hem de beş maç sonunda daha hiç
3
Gerçekçi şeyler
~zihni
- Newton’un kafasına elma düşmedi Necmi.
Newton’un kafasına elma düşmedi. Bunlar
şehir efsanesi aslanım. Çalışmış, bulmuş
adam.
- Nasıl yani abi?
- Yerçekimi diyorum Necmi. Yerçekimi sen
onu fark ettiğinde vardır. Günlük hayatta
böyle bir hesaba gerek duymazsın.
- E herif gerek duymuş.
- Duymaması gerekirdi işte oğlum. Adam
bir nevi “Neden uçamıyorum?” diye düşünmüş belli ki.
- Onu ben de düşünüyorum abi bazen. Yani
tam olarak neden uçamıyorum demiyorum
ama uçsak da fena olmazdı.
- Uçmasına uçtun diyelim, nereye konacaksın?
- Yani öyle bir yere konacağımdan değil ama
uçsak da güzel olur be Saffet abi. Düşünsene
bi, havadasın falan.
- Uçmayı siktir et Necmi. Bu hayatta konmak istediği bir yer olacak insanın. Öyle
boşu boşuna uçmak kimseye bir şey kazandırmaz. Takoz Recep vardı Beşiktaş’ta. O da
röveşataya kalkardı mesela. Çok da iyi kalkardı. Peki sonra ne oldu.
- Ne oldu abi?
- Kendi kalesine attı. Hiç uçağa bindin mi
peki?
- Hiç binmedim abi.
- Binemezsin tabi. Bunun için önce gidecek
bir yer, sonra da para lazım. Sende ikisi de
yok. Hem zaten insan bizzat uçuyor olsa,
gökyüzü zenginlerin olurdu oğlum. Kolay
mı o gariban halinle bu hayattan bir kanatlık
yer almak? Boş hayaller bunlar Necmi. Daha
gerçek şeyler düşün.
- Ne gibi Saffet Abi?
- Neden Beşiktaşlı olduğunu düşün Necmi.
- Ben Beşiktaşlı olmadım ki abi. Yani ayrıca
olmadım. Öyle. Kendimi bildim bileli Beşiktaşlıyım. Bir sebebi yok.
- Var aslında. Senin peder eski solculardan
değil miydi?
- Öyle abi.
- Tamam işte. Çok haklı kaybettiler onlar
Necmi. Kaybederken haklı olmasını bu ülkede iki kesim bilir. Devrimciler ve Beşiktaşlılar. Birinde öldürüp diğerinde süründürüyorlar. Ancak ikisinde de şerefinle oluyor
olan. Devrimci olacağını garantileyemeyince en azından Beşiktaşlı olmanı istemiş. Miras lan işte.
- Sen ne düşünüyorsun peki abi?
- Atıfet’i düşünüyorum ben. Gençliğimin
goncası Atıfet’i. Azıcık cakam olsa, o ibneye
kaptırmazdım ya, oldu bir kere. Ama yine
de biliyorum, hala beni düşünüyor Necmi.
- Abi Atıfet Abla’nın küçük oğlu ağustosta
asker. Seni düşünmesi mi kalmış?
- Aşk bu Necmi, sen anlamazsın.
- Aşk mı?
- Aynen.
- Gözünü seveyim daha gerçekçi şeyleri düşün abi.
- Misal?
- Yerçekimi.
4
Şems de gitti
~berko
Konya’da muhteşem bir atmosfer varmış;
İki füzeyle savaş başlatabilenlerin tapelerini unuttuğumuz,
“Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde”
Vatanseverler, milli bütünlüğümüze kast ederler
Diye, inadına barış diyenlerle yan yana gelemez
Tutucular da - yani beleş biletli bayrak tutucular da
Ülkeninbaşkentiningöbeğinindeliliğinintamortayerinde
Bil, ye, bil, ye parçalanan bedenlerin
İçlerine çektikleri son nefes biber gazı doluyken
15 numaralı Bödvarsson’un şaşkınlık içinde tanık olduğu
Nefret ve tekbir ile bir saygı duramayış,
Dokuz yaşındaki Veysel’in göç edebilmesinden
Bir ufak üzüntü duyamayışta
Gladyatörlerin kolezyumlarını dolduran ‘oluk oluk’çularmış.
Yitenler yetmedi, vatan sana daha kaç can fedaymış?
Gel de şimdi Mevlana alıntıla
Hayat ne bayat.
Binlerce insanın polis terörüne maruz kalmasını umursamadan
Kupasını illa Kadıköy’de kaldıracak diye direten
Üslûbuyla milli takımın başına pek yakıştırdığımız Terim,
“Keşke bir tane can kaybetmeseydik de Avrupa Şampiyonası’na gidemeseydik”
ve “Nefreti bu kadar kolay verenler, sevgiyi
de allah rızası için kolay versinler” diyerek
Bize içindeki Mevlana’yı
ve şaşkın bir tebessümü bahşedermiş
Kılıçdaroğlu da Passolig’i kaldıracakmış
“Overdose” olan bir tek futbolcular değilmiş
“Konya bizim için artık çok önemli bir stat” olmuş
Tonlarca para kaçıranlara serzenişte bulunmayanlar,
Aynı hassasiyeti “gol kaçıranlara dahi” gösteriyorlarmış
Tekbir getirerek öldürülen çizerlerin ülkesine
Tekbir getirerek gidiyoruz.
5
Deniz Çoban sen ne ettin?
* ya da hakem sadece bir insan değildir!
~flanör
Çünkü futbol memleketteki iktidar savaşından, hukuksuzluklardan, şiddetten azade
değildir, bilâkis sahasıyla tribünüyle her türlü güç mücadelesinin tatbikat alanıdır.
HAKEMLER DE İNSANDIR AMA...
İşte bu ahval ve şerait içinde Türkiye’de futbolun en kötü çocukları hakemlerdir. Formsuzdurlar, kondisyonsuzdurlar, eyyamcıdırlar, büyük takımları kollarlar, futbolu
katlederler, maçın sonucunu etkileyen hata
yapmadan duramazlar. Hakem konuşmayalım, futbolu konuşalım girizgâhından sonra
tüm spor programlarında hakem tartışılır.
Hakemler de insandır, bizim televizyonda
defalarca farklı açılardan seyredip karar
veremediğimiz pozisyonlarda onlar saniyenin yarısı gibi bir zaman diliminde sahada
görüp karar vermektedir. Hakem de hata
yapabilir ama bunu da göremiyorsa assın o
düdüğü kardeşim!
Endüstriyel futbolun meşhur mottosu: Futbol sadece bir oyun değildir. Öyleyse nedir?
Borsadır, sektördür, kâr maksimizasyonudur, müşteri memnuniyetidir, pazarlamadır,
profesyonelliktir, ithalat-ihracattır, yabancı
sermayedir vs. Türkiye gibi ahbap-çavuş
ilişkisine dayalı, irrasyonel, evrensel hukuktan nasiplenmemiş, vahşi bir kapitalizmin
hüküm sürdüğü bir ülkede ise futbolun
sadece bir oyun olmama meselesini, işin
sektörel yönüyle açıklanamaz. Toplumsal,
ahlaki, siyasal ve hukuki yönüyle ilgili karmaşık bir mevzu söz konusu. Futbol sadece
bir oyun değildir çünkü Diyarbakırspor’un
bir generalin emriyle süper lige çıkarılması
ya da ligden düşürülmesi gerekebilir. Çünkü büyük bir kulübün başkanı şike yaparsa
kendisi için değil kulübü için yapmıştır ve
suçüstü yakalansa bile ceza alması adil değildir, çünkü herkes yapmaktadır.
Geçtiğimiz haftalara bu goy goy arasında bir
hakem, Deniz Çoban, Çaykur Rizespor-Kasımpaşa maçından sonra canlı yayına çıkıp maçta iki taraf aleyhine verdiği yanlış
kararlar sebebiyle özür diledi ve hakemliği
bıraktığını ağlayarak açıkladı. Spor yorumcularının, MHK başkanının, kulüp yöneticilerinin ayarı bozuldu bu açıklama sonrası.
Talimatlara aykırı, böyle giderse maç yönetecek hakem kalmaz, TV yorumcusu olmak
istediği için şov yaptı vs. Mesele Deniz Çoban’ın vicdani (ya da bazılarına göre hesaplanmış) tavrı değil elbet. Mesele goygoya taş
koymak. Ezber bozmak. Yerden yere vurduğunuz her hakem istifa etse olayın nereye
varacağını hesap etmek zorunda bırakmak.
Çünkü herkes biliyor ki hakem dediğin en
yalnız en güçsüz ve hata yapması en kolay
futbol aktörüdür. Futbolcu, teknik direktör,
yönetici hata yapmıyor mu? Yapıyor üstelik
Çünkü hukuken özerk olan futbol federasyonu başkanı, başbakan tarafından göreve
getirilir ve kararları onun isteği doğrultusunda alır. Çünkü spor yazarları her hukuksuzluğu, her şikeyi, her usulsüzlüğü bilir
ama yer yerinden oynamasın diye hiçbir şey
söyleyemezler. Çünkü 3. dakikada sarı kart
göstermek adetten değildir ya da Kadıköy’de
hiçbir hakem o kartı gösteremez yani. Çünkü bir takımın başkanı bir hakemi odaya
kapatıp rehin alabilir ve ancak cumhurbaşkanının ricasıyla salıverir.
6
çoğu önceden hesaplanabilir, önüne geçilebilir hatalar. Hakemse hızlı bir oyunda anlık
bir kararda yapıyor hatayı. Üstelik onu yanıltmaya çalışan 22 futbolcuyla mücadele
ederek veriyor kararları.
hakem bu dünyadan değil, bu memlekette
yaşamıyor. Çünkü hakemlik kutsal, dünyanın en önemli işini yapıyor. Çünkü hakem
sadece insan değil, insanda öte bir varlık söz
konusu.
HAKEMLER İŞLERİNİ DOĞRU YAPSIN(!)
Ama orada durun! Mesele hata değil, mesele eyyam, bilinçli verilen hatalı kararlar. Bir
takımı kayırma ötekini katletme. Belirlenen
bir takımı şampiyon yapma ötekini küme
düşürme. Doğru, bu ülkede üç büyük takım
kollanır, ikisi daha çok kollanır. Güçlü kayrılır, güçsüz ezilir. Hakem kararlarıyla üzerine
şaibe düşmüş onlarca maç ve sezon vardır.
Peki ama bunun sorumlusu hakemler midir?
Deniz Çoban ezber bozdu. Dedi ki, madem o
kadar eleştiriyorsunuz hakemliğimi, ben de
bu işi bırakıyorum. İşini düzgün yapmayan
her hakem istifa etsin. O halde işini doğru
ve dürüst yapmayan herkese de bir istifa
çağrısı olsun bu. Ankara’nın göbeğinde bir
katliamı engelleyemeyen İç İşleri Bakanı,
Soma’da 300’den fazla işçinin mezarı olan
madenden sorumlu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı başta olmak üzere, işini doğru
ve dürüst yapamayan her siyasetçi, kamu
görevlisi, meslek sahibi istifa etsin. Deniz
Çoban’ın hakemliği bıraktığını açıkladığı
basın toplantısında böyle bir çağrı yaptığını
hayal edin.
Bir ülke düşünelim, iki yüzlülük, hırsızlık,
adam kayırma, ahbap çavuş ilişkisi, torpil,
rüşvet, riya vs. genel ahlâki standart olsun.
Öyle bir ülke olsun ki bu, toplumun %70’i
adalete güvenmesin, hakimler onun bunun
adamı olsun, verdikleri kararlar taraflı olsun. Doktorlar ilaç şirketlerinden rüşvet alsın, ihtiyacı olmayan hastalara ilaçlar yazsın,
gerekli olmayan tetkikler ameliyatlar yapsın.
Kamu çalışanları rüşvet alsın, görevini doğru düzgün yapamazken hakkını arayan vatandaşa atar yapsın. İşvereni, vergi kaçırsın,
sigortasız adam çalıştırsın, iş güvenliğini şeyine takmasın. Milliyetçisi askerden kaçsın,
esnafı karın tokluğuna mülteci çalıştırsın,
erkeği kadın dövsün, müteahhiti malzemeden çalsın. Bunlar olurken memlekette doğru dürüst ahlaklı durmaya, çalışmaya, davranmaya çalışan herkese bir ceza kesilsin
ama hakemler işlerini dosdoğru yapsın. Yöneticilerinden, siyasilerden, kulüp başkanlarından gelen baskılara dirensin. Bütün stat
ona sövse de dirensin. Medyada yerden yere
vurulsalar da dirensin. Çünkü hakem işini
iyi yapmalı. Diğer herkes yapmıyorsa da o
yapmalı. Çünkü hakem ahlaklı olmalı. Diğer herkes ahlaksız da olsa, o olmalı. Çünkü
Hakem kararları bir taraftar olarak canımızı acıtıyor olabilir. Hele bir Beşiktaşlı için
aleyhine olan kadar lehine verilen haksız
kararlar da can sıkar. Ama yaşadığımız bu
toplumda, bir hakemden gördüğünü çalmasını beklemek de düpedüz saçmalıktır. Hakemlerin dürüst maç yönettiği bir ülke için
en azından önce hakimlerin dürüst karar
verdiği bir ülke olmak gerek şarttır. Mesele
hakemler değil, mesele hepimiziz.
7
Mühendis Oktay 60 yaşında!
~buena vista
Mühendis Oktay sevdasının peşindeydi,
farkında değildi ama insanlığa birçok şey
kazandırdı. O günden sonra herkes farkına
varmaya başladı ölümün. Ama Oktay gitti,
birkaç holigan onu atkısından ayırdı. Farkına
varmak için ölüm mü gerekliydi?
Neden bu kadar insan bir maça kilitlenir,
neden bu kadar kişi tribüne gelir?
80 darbesiyle birlikte meydanlardaki topluluklar tribünlere yönlendirilmeye başlamıştı.
Tribündeki adam neden bu kadar asi, bu kadar tutkulu derseniz, işte bunun cevabı nereden geldiğimizde yatar.
1991’in Aralık ayının 14’ü, soğuk bir kış gününde biz Oktay’ımızı kaybettik. Futbol, düzene bir kurban daha verdi. Kötülük, renklerin içinde değil insanların içindedir.
Meydanlarda hakkını arayan, kardeşini,
yoldaşını kollayan, yeri geldiğinde işkence
gören, kurşun yiyen, ama yine de kavgasını
bırakmayan bir toplumdan geliyoruz. Oktay
Akdemir de o gün bu duygularla can verdi
belki de. Sevdasının kavgasına düştü Oktay,
haince katledildi, tekmelerini yediği benliklerini kaybetmiş insanlara atkısına sarılarak
en güzel cevabı verdi.
Bana bunları, sevdanın kavga demek olduğunu öğrettiğin için; “atkın emanetindir”
Mühendis Oktay Akdemir.
O güne kadar birçok kişi hayatını kaybetti, ama o gün intikamın yerini mantık aldı.
Mühendis Oktay Akdemir’e yapılan saldırı,
birçok kişinin korkusu olmuştu. Bunun bir
karşılığı olacak mıydı? Hayır, anlaşmalar
yapılıp bu kan davası engellenmiş oldu. Bir
dönemi bitiren Mühendis Oktay, o dönemle
birlikte göçüp gitti.
Sol Bek Fanzin
Kasım - Aralık 2015 • Sayı: 6 • Düzensiz • Beleş
Çoğaltılabilir. Yazmak isteyen arkadaşlar e-posta atabilirler.
facebook/solbekfanzin • twitter.com/solbekfanzin • [email protected]
solbek.org
8
Moskova’da omuz omuza
Kredi kartımın aylık borcunu yatırıp, arkadaşlarla Kiev aktarmalı Moskova biletimi almış bir şekilde buldum kendimi. Egom nasıl
tavan! Ukrayna ve Rusya’nın hava sahalarını
birbirlerine kapamaları sonrasında hepimizi
inceden bir tırsma hali almadı da değil hani.
Zaten bir şekilde gidebilirsek, illaki bir şekilde geri dönecektik, diyalektiğin bizim için
ifade ettiği anlam buydu.
Artık deplasman zamanıydı. İlk uçağımız
sabahın 06:30 sularında olduğundan havaalanına günün ilk saatlerinde gitmemiz gerekiyordu. Nitekim öyle de olmuştu. Karanlık
kurulmuştu geceye bir kere. Bir ümit vardı
yine içimizde. Kimseler yoktu bu puslu gecede. Yaklaşık 1,5-2 saatlik bir uçuştan sonra kendimizi daha önce Avrupa’da defalarca
kez eşleştiğimiz Dinamo Kiev’in şehri Kiev’de
bulduk. Buradaki aktarma için bekleme süremiz 7-8 saat dolaylarında olduğundan bu
zamanı sigara içerek ve Ukrayna’nın hava
durumunu çözmeye çalışarak geçirdik. Aynı
gün yaklaşık olara saat 16.00 sularında nihai
durağımız olan Moskova’ya ulaştık. Asıl eğlence şimdi başlıyordu belki de bizim için.
Havaalanında Latin alfabesi kullanılmıştı tamam ama onun dışında Rusya’daki her
yerde dibine kadar sadece Kiril alfabesi vardı.
“Kalacağımız hostele nasıl ulaşacağız?” sorusu aklımızı kemirirken, taksiciyle yapmış
olduğumuz pazarlık sonucu taksiyle hostele
giderken bulduk kendimizi. Tabi, aramızdan
hiç kimse son gecemizde alemi biraz(!) abarttığımızdan ötürü o hostelden atıcalacağımızı
bilemezdi! Değdi mi diye soracak olursanız
sonuna kadar değdi.
Sözümüze geri dönecek olacak olursak, Moskova alkol ve sigara dışında pek de ucuz sayılabilecek bir şehir değil kesinlikle. Trafiği
desen İstanbu’dan berbat. Ama bir o kadar da
düzenli. Şimdi buraya kadar Beşiktaş dışında
10
~eto
olan her şeyi atın bir kenara ve kemerlerinizi uyarı ışıkları sönene adar lütfen bağlayın.
Belki benim ilk yurt dışı deplasmanım olmasından, belki de bu deplasmanın Moskova’da
cereyan etmesinden kaynaklıdır bilinmez
ama kendi adıma rüya gibi bir deplasman geçirdim Rusya’da.
Üstat Nâzım’a selam vermeye gittiğimizde anladım Nâzım’ın mezarının neden Moskova’da
olduğunu. Kırgız, Tacikistanlı, Dağıstanlı,
Kazak ve Azerî korsan taksicilerle ve yemek
yediğimiz yerlerde çalışan yine aynı ülke
vatandaşlarıyla -Türkçe bildikleri hâlde- İngilizce anlaşmaya çalışırken anladım bir kez
daha “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!”
mottosunun tamamen oturma organından
türetilmekten ibaret olduğunu. Maç çıkışı olası saldırılara karşı “Beyler hep beraber omuz
omuza, omuz omuza!” dediğimizde kimlerin
yanımızda olup-olmadığını da gördüm. Sırf
tek bir Beşiktaşlı’ya bile zarar gelmesin diye
bekleyen, bütün deplasman kardeşlerini soran, merak eden gerçek abileri de gördüm,
diğerlerini de. Sabahın saat 05.00’ınde Kızılmeydan’da/Kremlin’de beste söylerken bir kez
daha anladım bizim olduğumuz her yerin
neşe içinde olduğunu. Ve Beşiktaşlılar yan
yana geldiği zaman - hele ki kol kola, omuz
omuza girerlerse - onları hiçbir şeyin yıkamayacağının duygusuyla sarhoş oldum hiç
olmadığım kadar. Beşiktaş, ab-ı hayat.
Ve ilahiler eşliğinde bindiğimiz taksiden, zor
bela yetiştiğimiz uçakla İstanbul’a geri döndükten sonra kafamda sadece tek bir soru
vardı: “Bir dahaki deplasman ne zaman?”
Mustang / Cigano / Q7 = Ricardo
Andrade Quaresma Bernardo
Mustang: Lizbon’daki hocası László Boloni’den; Cigano: Çingene olduğu için; Q7: kendisi de bilmiyor kimin niçin bu ismi taktığını.
(Ben BMW’nin marketing manager’inden
şüpheleniyorum). Bir de Harry Potter var:
2004’te Valencia – Porto UEFA Süper Kupa
maçının 78. dakikasında Santiago’yu 30 metreden avladıktan sonra.
26 Eylül 1983’te Lizbon’un fakir bir mahallesinde doğuyor. Henüz 4 yaşındayken, annesi
ve babası kontratlarını karşılıklı feshediyorlar.
Tek göz bir evde, sefaletin dibine kadar tadına varıyor. Arşivlerde çocukluğuna ilişkin tek
kare fotoğrafları olmaması belki de bu yüzden. Annesi alacakaranlıkta ekmek peşine gidip
kör karanlıkta dönüyor.
Futbol sevdalısı abisi büyütüyor bizim Ricardo’yu.
Ayakları öylesine içe basıyor ki, sancılı bir tedavi süreci geçiriyor. Kendi
sözleriyle, trivela ve rabonaları ayaklarını açma dürtüsünden. Günün birinde,
abisi onu kendi oynadığı
takımın antrenmanına götürüyor. Sevmiyor bizimkisi futbolu. Hokeyci
olmakla junky olmak arasında kararsız çünkü. Sonra tek göz viranenin kapısını çalıyor
Sporting, abisi için. Kardeşini de getir diyorlar. Aşkın/nefretin, umudun/hayal kırıklığının tarihi başlamış oluyor böylece.
2000’de U17 ile Portekiz’e Avrupa Şampiyonluğu kazandırınca, Alex Ferguson’ın listesine
giriyor. 2003’te Manchester United ile yapılan
hazırlık maçında, o ana kadar gölgesinde kalan Cristiano Ronaldo öyle bir performans gösteriyor ki, aklını çeliveriyor Şamşeytanı’nın.
Böylelikle, Ronaldo Düşler Sahnesi’nin yolunu tutarken, bizimkisine Camp Nou’dan bir
11
~cinaynası
bilet gönderiyorlar. Barcelona’da Rijkaard,
Porto’da Victor Fernandez, Inter’de Mourinho, Chelsea’de Hiddink, Beşiktaş’ta Schuster.
Neredeyse tüm vitrin hocalarıyla çalışıyor;
ama hiçbirisiyle tam olarak anlaştığı söylenemez. Başına buyruk, bencil, becerisini ayağına dolandıran bir topçu olarak formasını
çoğu kez kendisinin yarı yeteneğinde bile olmayan takım arkadaşlarına kaptırıyor.
Oysa başına buyruk değil, hayatta kalma mücadelesinde başkasına güvenmiyor. Bencil değil, en iyisini yine kendisinin yapacağını düşünüyor. Becerisi ayağına dolanmıyor, başka
türlü futbol oynayamıyor. “6-1 ile şeş kapısını
alacaksın!” diyen esnaf amcalara
inat, tekten oynayıp açık veriyor.
O açığı vermeden oynayacağı
toptan keyif almıyor. Kör talih!
Rakip de hep o açığı kırıyor.
Zaman zaman esnaf amcaların
haklı olabileceğini düşünüyor
ve öyle oynuyor. O kadar silikleşiyor ki bu oyunlarda, hocası
ilk fırsatta kulübeye çekiyor.
Bir röportajında, beş - altı kez
“kendime güvenimi kazanmam
gerekiyordu” diyor. Güven duymak istiyor, dahası biraz daha sevilmek istiyor. Güvenin ve sevginin sahada kalmasıyla
ilişkili olduğunun farkında. Silikleşmemek
için bir adım öne çıkmak istiyor. Bu anlarda
ayağına dolanan becerisi değil; arzusu oluyor.
Arzu, nesnesine (gol/asist) ulaşamayınca;
gözü dönüyor ve ilk fırsatta “takımını satan”
adam olarak kızarıveriyor. Gözüne girmek
istediği taraftar tarafından yuhalanıyor. Aşk,
nefretini doğuruyor.
Tribünleri dolduran on binlerce taraftar içinse bonservisi alınamıyorsa bile aşkın bir yıllığına yeniden kadroya dâhil” edilmesi, hâlâ en
güzel ihtimal.
Tribünler de, sokaklar da bizimdir!
~beleştepe
sebeplerle açıklamaya kalktı. Utanmadan soruyorlar: “Taraftarlar nerede?”
Herkesin bir beleş tepesi vardır, sevdiğimizin
yanına gitmeye gücümüz yetmediğinde, karşısına çıkamıyorsak, çıkarız tepeye, kaldırırız
boynumuzu bakarız sevdiğimize uzaktan,
alırız sazı elimize haykırırız sevdamızı, yar
bunu bilmese de dağlar, taşlar ve yarenler bilir, er ya da geç; o da öğrenir...
Buradayız; Siyah-beyaz, sarı-lacivert, sarı-kırmızı, bordo-mavi tüm renklerimizle
buradayız. ‘Faşşolig’ uygulamasının olmadığı
her yerdeyiz. Sevdamızdan ödün vermedik.
Ama uyguladığınız sisteme karşı futbola başladığımız yere; sokaklara geri dönüyoruz!
Endüstriyel futbola, ırkçılığa, milliyetçiliğe,
cinsiyetçiliğe, her türlü nefret söylemi ve
ayrımcılığa karşı 3 yıldır düzenlenen “KarşıLig’deyiz. Sisteme karşı alternatif alanlarımızla Passolig’in ve rantın olmadığı her yerdeyiz!
Sokakta öğrendik futbolu. Siyah-beyaz televizyon başında farklı renklere sevdalandık.
Sokakta kimimiz Sinyor Bartu oldu, kimimiz
Metin Oktay, kimimiz de Metin – Ali - Feyyaz. Birlikte top oynamamızdan rahatsız olan
mahallenin huysuz bakkalı zengin oldu. Eskiden topumuzu kesemeyen huysuz bakkal
bu sefer sahamızı elimizden aldı. Önce sahalarımıza ucube binaları diktiler, sonra kale
yaptığımız ağaçları yerinden söktüler Gezi
Parkı’ndaki gibi.
Tribünler de, sokaklar da bizimdir!
Tribünlerler ile sokağı birleştirmek için Beleştepe olarak Halkın Takımı, Semtin Çocukları, Sefaköy Kartalları ve çArşı ile beraber Abbasağa parkında sezon açılışı yaptık.
Sokağı tribüne çevirmek için temsili futbol
maçına ihtiyaç vardı. Siyah takım-beyaz takım maç yaptık, maç taraftarın sahaya attığı
meşaleler nedeniyle yarıda kaldı. Tribünler
her zamankinden daha fazla özgürdü. Passolig vardı kırdık, 6222 vardı tavşan yaptık,
oyuncak TOMA vardı onu da küçük bir çocuk tekmeleyerek saha dışına attı.
Statlara giderdik hafta sonları, her renkten
taraftarlar olarak. Sonra tribünlerimizi ayırdılar; “siz yan yana duramazsınız” diye. Oysaki futbol kulüplerini yönetenler, medyada
taraftarı kışkırtıp sonra sporda şiddet olmasın edebiyatı yapan kalemşörler hangi renkten olursa olsun yan yana durabiliyorlardı.
Tüm bu başkalaşımın amacı futbol kültürünün içini boşaltıp, halktan uzaklaştırıp daha
fazla rant elde edilecek konuma getirmekti.
Mücadelemiz sürüyor: E-bilet değil kağıt bilet
için! Plastik bilet değil, plastik top için! Dijital reklam değil, el emeği göz nuru pankartlarımız için! Biber gazı değil, meşale kokusu
için! Para babalarının kirli siyasetinin değil,
sokağın sesinin tribünde yansıması için! Gözaltı dalgası değil, Meksika dalgası için! Çevik kuvvet otobüslerinin değil, deplasman
otobüsünün artması için! Kravatlıların değil,
atkılıların yönettiği bir futbol düzeni için!
Huysuz bakkal artık sadece zengin değil,
aynı zamanda sporu “yöneten” kişi olmuştu.
Oturduğu yerden tribünlere el atmak istedi.
Meşalelerimiz, konfetilerimiz bir bir elimizden alındı. Yetmedi, deplasman yasaklarını
getirdiler. Tribünlere son olarak Passolig zorunluluğunu getirdiler. Ranta doymayan zihniyete karşı bir çok taraftar maçlara gitmeme
kararı kaldı. Süper Lig’de her hafta oynanan 7
maçta toplam 60 bin ortalama seyirci sayısı
e- bilete en büyük darbeydi. Statlar neredeyse bomboşken, tüm medya Passolig’i zikretmeden maçlarda taraftar olmayışını başka
Yaşasın Beşiktaş! Yaşasın Beleştepe!
12
Hoş geldin Garcia Gomez
~chatlak
En İyi Futbolcusu” idi. Altı yıl top koşturduğu Stuttgart’ta 121 maça çıkıp 63 gol alttığında, maç başına 0,5’lik oran ile oldukça
başarılı yılları geride bırakıyordu Süper Mario, yeni takımı Bayren Münih’e giderken!
2008-2009 sezonu başında Stutgart’tan Bayern’e tam tamına 35 milyon avroya transfer
olduğunda “en pahalı” O’ydu. Bayern’deki 4
sezonunda 2 şampiyonluk yaşayarak, kariyerini perçinledi. Gollerini sıralamaya devam
ediyor, Bayern formasıyla 115 maçta tam 75
gole imza atıyordu. Bu maç başına 0,65’lik
efsane bir orandı. Gol krallığı, Süper Kupa
şampiyonluğu, Almanya Kupası şampiyonlukları da CV’sindeki yerini almıştı.
Attıkça hem tribünler coşuyor, hem de son
demlerinde “O bitti artık” diyenlere afili bir
selam çakıyor. Demba Ba’nın uçuk rakamlara transferinin hemen akabinde rakiplerin
biri Fernandao, Nani ve Persie atağını yapıp,
diğeri de forvet hattını Sneijder ve Podolski
ile besleyince bizler pek bir umutsuzlanmadık değil. Hele bir de Biliç’in İngiltere’ye gitmesiyle yetim halimiz iyice ortaya çıkmıştı
diyebiliriz.
Fiorentina’ya 2013 yılında transfer olan Gomez, pek de başarılı geçmeyen sezonda 29
maç görev alıp, 7 gol atabildi. Bu 0,25’lik
oran kariyeri boyunca yaşadığı en kötü
orandı.
İşte bu anda her ne kadar bir kısmımız burun kıvırsak da Quaresma’nın Beşiktaş’a
dönmesi, sonrasında yaptığı “Evlat yuvaya
döndü” açıklaması ile bir nebze yüzümüz
güldü. Ve yazımızın baş aktörü Mario Gomez de gelince, arkaya yaslanıp birkaç maç
da olsa izleriz dedik değil mi? Hele de İspanyol boğası, Alman panzeri (Bayılıyorum
böyle betimlemelere!) Gomez çifter çifter
atınca yüzümüz de güldü.
Nihayetinde bu sezonun başında kiralık olarak siyah beyaz sevdamıza katıldı Gomez.
Birçok soru işaretiyle birlikte geldi ama 10
hafta geride kalırken attığı 8 gol ile yüzleri
güldürdü. Böyle giderse sezon sonunda da
gol kralı olabilecek bir sayıya ulaşması sürpriz olmasa gerek.
Şimdilik bize düşen: Hoş geldin Gomez,
Garcia Gomez, Mario Garcia Gomez!
Eh adam en zor liglerden Bundesliga tozu
yutup gelmiş, şampiyonluklar görmüş, yılın
futbolcusu seçilmiş. Golleri leblebi gibi ben
mi atacağım, O mu?
Evet, Mario Gomez Garcia, Beşiktaşımızın golcüsü... 30 yaşındaki golcünün yıldızı
Stuttgart ile 2006-2007 sezonunda yaşadığı
şampiyonluk ile parladı. O zamanlar henüz
21 yaşındaki Gomez, sezon sonunda “Yılın
13
Cumhurbaşkanı Fabian Ernst
~sb_arşiv
ikinci yarıda sadece 4 beraberlik ve 1 mağlubiyet elde ederek sezonu şampiyon kapatıyordu.
Fabian, her şeyden önce maçlarda mücadele
ediyor, savaşıyordu. Tam da senin, benim,
bizim istediğimiz gibi. Kartalcell reklamında
da bunu dile getiriyor, yumruğunu sımsıkı
yaparak; “Beşiktaş Mücadeledir !” diyordu.
4 Şubat 2009’da ilk defa bembeyaz Beşiktaş
formasını giydi Fabian Ernst. Canlı gözlerle görüp, ismini haykırmak gurur vericiydi,
ileride çocuklara, torunlara anlatacak çok
güzel bir ruh bıraktı, öyle gitti. Belki de gitmemeliydi.
Bunların ardından 16 Eylül 2011 gecesi
umutların bittiği anda çıkarttı kafayı Fabian.
Vurdu topu CSKA ağlarına, yıkıldı ortalık!
Galatasaray maçında tribünde bizler zor
tutarken kendimizi, O sahada bizi yansıttı.
Hüseyin Göçek’e gösterdi tepkisini, orantısız
zekayla.
2008-2009 sezonu devre arasıydı. Beşiktaş
şampiyonluğunun üzerinden altı sene geçmişti. Trabzon lider, Sivas ikinci, ikisinin
de 6 puan gerisindeydi Kara Kartal, Fabian
Ernst takıma geldiğinde. Her şey değişti O
takıma geldiğinde. Gençlerbirliği maçında
65’te kilidi açıp galibiyeti getirdi, Ankara’da
nefis bir gol attı. Beşiktaş Fabian’la beraber
İşte böyle güzel adamdı, gönlümüzün kral
sofrasına oturttuk O’nu. Dolmabahçe’ye çıktığı ilk maçta kenara alınırken ismi haykırıldı, bir gün belki jübilesinde haykırmak
nasip olur.
Yolun açık olsun Cumhurbaşkanı Fabian
Ernst!
14
Altyapı
~kemba
atış çizgisinden şut çalışmasıyla aklımda
kalmış. Derken aralarında konuşup dış şut
üzerinden ufak bir yarışa giriştiler. İnanın
bana medyatik olan çemberi döverken diğeri
tüm şutları sokmuştu...
YETENEK TAMAM AMA
O günden bu yazının yazılışına 3 yıldan
fazla zaman geçmiş. Medyatik olan, alt yaş
milli takımlarında madalyalar kazandı. Herkes ondan umudu kesmek üzereyken Eskişehir’de geçirdiği kiralık sezonda kendisini
kanıtlamayı başardı.
Beşiktaş’ın Milangaz döneminde (2011-12)
altyapıdan gelen iki genç dikkat çekiyordu.
Dört kupalı sezon olarak da anılan o yıl, A
Takım’da süre almayı başarmış iki gençten
biri medyatik, diğeri ise iyi şutördü.
Biri TOFAŞ’ta 15 yaşında A Takım’la ilk 5
başlayan Kenan Sipahi ile kıyaslanıyor, gelecekte point guard sıkıntımızın olmayacağına dair umut veriyordu. Gazetelerde resmi
çıkıyor, Allen Iverson’la, Deron Williams’la
antrenman yapma şansı bulduğundan söz
ediliyordu. Diğeri ise kadife bileğiyle ve bir
buçuk yaş daha büyük olmanın özgüveniyle
sessiz ama derinden ilerliyordu.
Hiç unutmam, bir gün bir lig maçı öncesi Akatlar’da erkenden yerimi almış, bu iki
gencin maç öncesi ısınmasını izliyordum.
Medyatik olan savruk vücut dili, ısınmayı
pek sevmeyen halleriyle; diğeri ise serbest
15
Takımı iç sahada 6 maç üste üste kazanmasına rağmen küme düştü. Şutunu öyle bir
geliştirdi ki Anadolu Efes’i, Beşiktaş’ı, Banvit’i ve Daçka’yı yendikleri maçlarda üçlükleriyle NSK Eskişehir’in direnişine öncülük
etmişti. 1995 doğumlu guard, yazın forma
mücadelesini de kazanıp EuroBasket 2015’te
12 kişilik kadroda yer aldı.
Bu sezon ise Beşiktaş’a geri döndü, üstelik
süreleri de dış şut yüzdesi gibi yüksek. EuroCup’taki Rytas galibiyetinde soktuğu ceza
üçlükleri, boş şutu bulduğunda hiç tereddüt
etmemesi dikkat çekici. Artık 20 yaşında ve
hala bazı eksikleri var. Eskisi gibi olmasa da
hala kolay geçiliyor, drive etmiyor ve ilk adımını hızlandırması gerekiyor. Aldığı süreler
ve çalışarak bir aşama kaydetmiş olması
geleceği adına umut verici. Kara Kartal’ın
Kartal Özmızrak’ını bu sezon başka bir gözle
izleyin derim.
Kadife bilekli çocuğa ne mi oldu? Erman
Kunter döneminde ciddi bir diz sakatlığı
yaşadı. Bir daha eskisi gibi olamadı. En son
üçüncü lige kiralanmıştı. Bir daha gören
olmadı. Hatırlarsınız; adı Mehmet Ali Yatağan’dı.
Bu kadar saf ama bu kadar gururlu, içe dönük, namuslu olması yüzünden... Beşiktaş’a tutkuyla bağlı olması yüzünden. Bir Gençlerbirliği maçı
vardır. Kupa yarı finali. Yağmurlu bir günde 4 - 3 yenildik ve elendik. O şekilde yenilmeyi ve arkadaşlarının aymazlığını kabul edemedi. Yağmurun altında ağlayarak inanılmaz mücadele etti, goller attı. Beni ağlattı. O gün “Bu çocuk Beşiktaş’ın tarihidir” dedim.
Z.Demirkubuz

Benzer belgeler