sayi 47 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 47 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Gelişim Yolunda
Bir Adım Daha İleri
Avrupa Patentli
Pronutra
Anne sütü bebeğiniz için en iyisidir. Anne sütü ile beslenmenin mümkün olmadığı durumlarda doktorunuza danışınız. Pronutra, Avrupa patentli bir bileşendir.
*Nielsen Türkiye 2012-2014 devam sütü pazar payı araştırma sonuçlarına göre.
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı
Bülent AKARCALI
Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı
Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Haydar SUR
Biruni Üniversitesi Rektör Yardımcısı
ve Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Medeniyet Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mustafa SOLAK
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mücahit Öztürk
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı
Adana Milletvekili
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı
Malatya Milletvekili
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi,
Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
EDİTÖRDEN
Diyabete Dikkat Edelim…
Bağışlayalım… İz Bırakalım…
Sağlık ve İnsan Dergimizin Kasım sayısını sağlığımız ve hayatımız için
çok önemli iki konuya ayırdık. Bunlardan birisi diyabet; diğeri ise organ
bağışı ve organ nakli… Bu iki konunun da önemini çok iyi bildiğimiz için
kapsamlı 2 Kapak Dosyası hazırladık ve dikkatinize sunduk.
Diyabete bir kere daha dikkat çektiğimiz Kapak Dosyamızda Sağlık
Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Eyüp Gümüş yapılan çalışmaları, hedefleri
ve diyabetle mücadeleyi kaleme aldı. Prof. Dr. İlhan Satman bu konuda
yapılan ortak çalışmaların sonuçlarını sizler için değerlendirdi. Türkiye
Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kaya da yazısında diyabetle mücadelede hekimin önemine dikkat çekti. Prof. Dr. Şükrü Hatun’un yazısı da
diyabetle mücadele adına dikkat çekici detaylar içeriyor. Diyabete Destek
Programına koşulsuz destek veren Sanofi’nin yürüttüğü çalışmaların
anlatıldığı röportajla DİYABET konulu kapak dosyamızı noktaladık.
Bu sayımızın diğer önemli Kapak Dosyası Organ Nakli ve Organ Bağışı
konusunu yeniden ve farklı bir biçimde aktarıyor. Sağlık Bakanlığı Sağlık
Hizmetleri Genel Müdürlüğü adına yıllardır bu çalışmaları yürüten
Genel Müdür Yardımcısı Arif Kapuağası bu konuda atılan adımları ve
Bakanlığın hedeflerini yazdı. Uzm. Dr. Mehmet Ali Aydın yine Bakanlığın
yürüttüğü çalışmalar ışığında Türkiye’nin Organ Nakli konusunda Avrupa
ve Dünya’daki yerini kaleme aldı. Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur Erk,
Yrd. Doç. Dr. Volkan Turunç, Prof. Dr. Deniz Süha Küçükaksu, Prof. Dr.
Yalçın Polat, Prof. Dr. İbrahim Berber, Doç. Dr. Cemal Asım Kutlu, Prof. Dr.
Koray Acarlı, Doç. Dr. Burak Koçak, Doç. Dr. Birkan Bozkurt organ bağışı
ve organ nakli konusunda kapsamlı yazı ve görüşleri ile dosyaya katkı
sundular.
Kapak Dosyalarımızı ve dergimizde klasikleşmiş sağlık ve sosyal hayat
içerikli tüm yazıları yine beğeni ile okuyacağınızı umuyoruz. Doç. Dr. Sinan
Gürel ve Prof. Dr. Serdar Kula’nın birlikte kaleme aldıkları Doktor Gibi
Düşünmek yazısının yanısıra Gezelim-Görelim, Film ve Kitap bölümlerimiz de bu bağlamda dikkatinizi çekecek çalışmalardan.
Kapak Dosyalarımıza ve diğer bölümlerimize katkı sunan yetkili isimlere,
bilim insanlarına, yazarlarımıza ve emeği geçen herkese teşekkür ediyor;
sağlıklı, huzurlu, mutlu bir yaşam diliyoruz.
Sevgi ve saygılarımızla…
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 47 • KASIM 2015 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
EsasMedya Ltd. Şti. adına
/saglikinsandrg
Ayşe Aydın
/saglikveinsandergisi
www.saglikveinsandergisi.com
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı:
Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım
Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83
Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54
Basım Tarihi: Kasım 2015, ANKARA
Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir.
08
Diyabet Salgınını Durduralım:
Türkiye Diyabet Programı 2015-2020
Diyabetle Arkadaş Olmak, Sorunsuz ve
14 Başarılı Bir Hayat Sürdürmek Mümkün mü?
36
28 Türkiye’de Organ Bağışı ve Organ Nakli
Röportaj Türk Böbrek Vakfı Başkanı
TİMUR ERK
66 Tıpta Farklı Bir Bakış: BİYOREZONANS
Türkiye’nin Organ Nakli Başarısı
46 Dünya Ortalamasının Üzerinde
74
Gezi: BURDUR
haber
SAĞLIK BAKANI MÜEZZİNOĞLU:
TÜRKİYE ARTIK DÜNYA İLE YARIŞTA
“BEN DE VARIM DİYEBİLECEK”
Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu, İstanbul’da düzenlenen II. Türk
Tıp Dünyası Kurultayı’na katıldı. Kurultaya Bakan Müezzinoğlu’nun yanı
sıra kurultay üyeleri, tıp dünyasından
tanınmış ünlü isimler ile davetliler katıldı. Kurultay’da konuşan Bakan Müezzinoğlu, “Çocuklarımız 0-5 yaş grubu 5-10 yaş ve 10-15 yaş grubu… Bu
gruplarla ilgili bizim onların sağlıklı
bir yaşam bilinci ve sağlıklı bir yaşam
kültürüne sahip olabilmeleri için neler yapabileceğimizi konuşmamız ve
burada çok daha güçlü projeler üretmemiz gerektiği inancındayım. Yoksa
karşımızda kartopu gibi büyüyen ve
muhtemelen ekonomisi ülkeleri veya
o ülkelerin insanını ezip geçecek büyüyen bir devle karşı karşıya kalacağız” dedi.
Müezzinoğlu, kamu yatırımları alanında da 40 bin yatak kapasiteli
250’nin üzerinde hastane inşaatının
devam ettiğini belirtti. Müezzinoğlu,
hedeften uzaklaşmayan, buna kilitlenen, o hedefin gereklerini yapan bir
anlayışla ülkeye, millete ve insanlığa
yapmaları gereken katkılar ve artılar olduğuna inandığını vurguladı.
Milletin bunu başarabilecek iradeye,
dinamizme ve fıtrata sahip olduğuna
inandığını kaydeden Müezzinoğlu,
geleceğin Türkiye adına çok daha aydınlık ve güçlü olacağını anlattı.
Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığını
6 enstitü ile kurduklarını anlatan Müezzinoğlu, özellikle kronik hastalıklar
konusunda gelecekte çok önemli çalışmalar yapılması gerektiğini belirtti.
Türkiye’nin dinamiklerinin, dünyanın
çok farklı noktalarında, üretken, aklını ve beynini üretime sevk eden gücü
ve dinamiğinin olduğunu söyleyen
Müezzinoğlu, bu güç ve dinamikten
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Sağlık
Bakanlığı olarak istifade ederek, bu
organizasyonların altyapısını hazırladıklarını bildirdi.
Fiilen işi yapan değil, işi veya üretimi
yapacaklara uygun zemin hazırlayan
bir noktayı oluşturmaya çalıştıklarını
ifade eden Müezzinoğlu, şöyle konuştu: “İnanıyorum ki Sağlık Enstitüleri Başkanlığı önemli bir rol üstlenecek. Önümüzdeki günlerden itibaren
bu çalışmaların sorumluluğu o kurumumuzun başkanlığına tevdi edilecek. Biz destek olmak, kapı aralamak,
4
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
ihtiyaç olunduğunda yanınızda olduğumuzu hissedecek noktada olmayı
kendimiz için daha doğru olduğuna
inanıyorum. Türkiye, ne yazık ki belki
150 yıldır sıkıntıları çekişimizin, zorlukları yaşayışımızın, dar tünellere girişimizin zaman zaman milletçe ağır
bedeller ödeyişimizin temelinde ne
yatıyor diye sorulduğunda açıkçası
önemsediğim bir iki kelime var. Genelde bize 150 yıldır hep şu cümleyi
söylüyorlar. ‘Alın teri kutsaldır’. Evet
alın teri kutsaldır ama akıl ve beyin teri, alın teri kadar hatta ondan
daha da kutsaldır. Akıl ve beyin terini
önemsemez, hak ettiği değeri vermezsek, akıl terini önemseyenlerin
bizim alın terimizi sömürmelerine,
istismar etmelerine zemin hazırlarız.”
“78 milyon insanımızın hakkaniyetli
sağlığa ulaşımını sağlıyoruz” . Müezzinoğlu, Türkiye’nin artık dünyayla
yarışta “ben de varım diyebilecek”
stratejileri planladığını, bununla
Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl
döneminde çok daha farklı noktalarda olunacağını anlattı. Prof. Dr. Aziz
Sancar gibi Türk bilim adamları ve
insanlarının dünyanın farklı noktalarından, millet, bilim ve kendi şahısları
adına mesajlar verdiğini dile getiren Müezzinoğlu, “İnşallah ülkemiz
adına da Türkiye’nin dinamikleriyle
de özellikle sağlık alanında da farklı
başarıların imzaların atıldığı süreçler
olacaktır” dedi. Gelecek dönemlerin
Türkiye adına çok daha güçlü ve dinamik olacağına inandığını aktaran
Müezzinoğlu, hükümet tarafından
sağlık alanının stratejik alan olarak
belirlendiğini söyledi.
Son olarak bilinçlenmeye gereksinim duyulduğunu
belirten
Müezzinoğlu, “Halbuki kolay olan
insanın hastalanmadan sağlıklı bir yaşam
sürecini, bilincini oluşturacak
alanlara destek
vermek diye düşünüyorum. Ama
ne hikmetse ne
toplumumuz
bizi
oraya bırakıyor ne de
belirli güç odakları bizi
oraya bırakıyor. Bizde bir bakıyoruz bunu konuşuyoruz ama
kürsüden inince yine hastane, yine
ilaç, yine daha çok reçete, daha çok
MR, daha çok tomografi, daha çok
laboratuvar ve oraya doğru
sürüklenip gidiyoruz. Bence büyük bir problemdir” diye konuştu.
Bakan Müezzinoğlu, konuşmasının
ardından kurultay
çalışmalarının
hayırlı olmasını
temenni ederek
Kurultay’dan ayrıldı.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
5
haber
Artan terör saldırıları nedeniyle sağlık çalışanları ortak basın açıklaması yaptı:
KARDEŞLİK DİYEN GÖNÜLLER,
ŞİFA VEREN ELLER KAZANACAK
Son dönemlerde meydana gelen
terör olaylarının sağlık hizmetlerini
de hedef almasına sağlık çalışanlarından ortak tepki geldi. Şemdinli
Devlet Hastanesinde terör örgütü
PKK tarafından yapılan saldırı sağlık
çalışanları tarafından protesto edildi.
Nevşehir Devlet Hastanesi’nde yapılan protestoya, Nevşehir Sağlık İl Müdür Yardımcısı Dr. Mehmet Kayacan,
Nevşehir Halk Sağlığı İl Müdürü Dr.
Mahmut Aydın, Nevşehir KHB Genel
Sekreterliği İdari Hizmetler Başkanı
Mehmet Gizligider, Mali Hizmetler
Başkanı Bircan Yaman, Nevşehir Devlet Hastanesi Yöneticisi Dr. Yücel Şal,
Nevşehir Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi Başhekimi Dt. Murat Alp, Sağlık İl
Müdürlüğü, Genel Sekreterlik, Halk
Sağlığı Müdürlüğü, Nevşehir Devlet
Hastanesi, Nevşehir Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi yöneticileri, personelleri
ve hasta yakınları katıldı.
Nevşehir Sağlık İl Müdür Yardımcısı
Dr. Mehmet Kayacan, sağlık çalışanları adına yaptığı basın açıklamasında,
“Haziran ayından bu yana tırmanışa
geçen saldırılarla genç, yaşlı, çocuk,
bebek demeden tüm halkımızı hedef alan eli kanlı terör örgütü, sağlık
çalışanlarımıza, ambulanslarımıza ve
hastanelerimize yönelik alçakça saldırılarına devam ediyor.
3 sağlık çalışanımız terör örgütünün
6
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
gerçekleştirdiği
alçakça
saldırılarda hayatını kaybetti. Aile Hekimimiz Dr. Abdullah Biroğul
memleketi Diyarbakır’da, Sağlık Memurumuz Eyüp Ergen ve Ambulans
Şoförü Şeyhmus Dursun memleketleri Şırnak’ta uğradıkları silahlı saldırı
sonucu şehit edildiler. Onlarca çalışanımız alıkonuldu, ambulanslarımıza,
hastanelerimize ateş edildi; sağlık
hizmetleri aksatılmaya çalışıldı.
Çalışanlarımızın ve masum insanların
hayatlarına kastedilerek gerçekleştirilen bu eylemler, terör örgütünün
insani değerlerden ne kadar uzaklaştığının da kanıtı niteliğindedir.
Son olarak Hakkari Şemdinli’deki
Devlet Hastanemiz bombalı saldırı sonucunda neredeyse kullanılamaz hale getirildi. En büyük zararı
Şemdinli’de bizlerden sağlık hizmeti
bekleyen halkımız gördü” dedi.
Hastanelerimizde
çalışanlarımızın
güvenliği için gereken tedbirler alınıyor, güvenlik güçlerimiz terör örgütüne yönelik operasyonlarına aralıksız
devam ediyor. Ancak unutmayalım
ki teröre karşı en büyük cevap, en
büyük mücadeleyi birlik ve beraberlik içinde hareket ederek, birbirimize
sımsıkı kenetlenerek verebiliriz.
Vatandaşımızın en temel haklarından
olan sağlık hakkının engellemesine
yönelik bu çirkin saldırıları planlayanları ve gerçekleştirenleri şiddetle
lanetliyoruz.
Tek amaçları hayat kurtarmak, insanımızın sağlığına hizmet etmek olan
çalışanlarımızın bu tür saldırılara maruz kalması asla kabul edilemez. Sağlık hizmetlerini engelleyerek devlet
kurumlarını itibarsızlaştırmayı amaçlayan bu saldırılar en çok da bölge insanımıza zarar vermekte, onların en
temel ve en doğal insani hakkı olan
sağlık hizmetlerine ulaşımını güçleştirmektedir.
Hiçbir dinde, hiçbir kültürde yeri olmayan acizlik göstergesi bu saldırılar
ve bu çağdışı anlayış, dünya medeniyetine önderlik etmiş bu topraklarda
kendine yer edinemeyecektir.
Bizler tüm engellemelere rağmen;
din, dil, ırk ayrımı gözetmeden insanımıza hizmet etmeye devam edeceğiz. Bu topraklarda binlerce yıldır
kardeşçe yaşayan insanımızın sağlığını daha ileriye taşıma gayreti içinde
olacağız.
Terör bizi asla yıldırmayacak ve asla
amacına ulaşamayacaktır.
“Terör değil; kardeşlik diyen gönüller,
şifa veren eller kazanacak” ifadelerini
kullandı.
26. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri 1 Kasım’da yapıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi’ni yeniden tek başına
iktidara taşıyan 1 Kasım seçimlerine
büyük oy kaymaları damgasını vurdu.
Türkiye geneli resmi olmayan geçici
sonuçlara göre, AK Parti yüzde 49.37
oy oranı ile 317 milletvekili, Cumhuriyet Halk Partisi yüzde 25.41 oy oranı
ile 134 milletvekili, Milliyetçi Hareket
Partisi yüzde 11.95 oy oranı ile 40 milletvekili ve Halkların Demokratik Partisi yüzde 10.75 oy oranı ile 59 milletvekili çıkararak meclise girdi.
Milliyetçi Hareket Partisi ve Halkların
Demokratik Partisi toplamda 3 milyona yakın seçmen kaybetti. AK Parti
sadece üç ilde milletvekili çıkaramazken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin
birinci olduğu il sayısı 10’dan 6’ya
geriledi. Seçime katılım oranı 3 puan
arttı; geçersiz oy sayısı da 7 Haziran’a
kıyasla neredeyse yarı yarıya azalarak
600 bine indi.
Seçimin en büyük kazananı olan ve
5 milyona yakın ilave oy almayı başaran AK Parti’ye yeni oyların önemli
bir kısmı Halkların Demokratik Partisi
ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden gel-
di. 7 Haziran’da sandığa gitmeyenlerin önemli bir kısmı da 1 Kasım’da AK
Parti’yi tercih etti.
Seçimde en ciddi oy erimesi yaşayan parti ise Milliyetçi Hareket Partisi
oldu. 7 Haziran’a kıyasla milletvekili
sayısı yarı yarıya azalan Milliyetçi Hareket Partisi, artık meclisin en küçük
parti grubu. Batı illerinin yanı sıra
Doğu’da da AK Parti’ye oy kaybeden
Halkların Demokratik Partisi ise seçimin bir diğer kaybedeni. 7 Haziran’a
kıyasla 1 milyona yakın seçmenin
terk ettiği Halkların Demokratik Partisi, yine de meclisteki üçüncü parti
grubu konumuna yükseldi.
Başbakan Davutoğlu:
Kazanan Bütün Türkiye’dir.
AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu 1 Kasım seçimleri sonrası yaptığı açıklamada şu hususlara değindi;
Bugünün kazananı yoksullardır, kimsesizlerdir, kısık seslerdir. Bugün sandıktan çıkan sonuç adaletin, barışın,
istikrarın zaferidir. Bugün sadece AK
Parti değil, AK Parti’ye gönül verenler değil, bütün Türkiye, geleceğimiz,
umudumuz, gelecek nesil kazanmış-
haber
AK PARTİ YENİDEN TEK BAŞINA İKTİDAR
tır. Bu aziz millet her türlü kutuplaşmaya, gerginliğe son vermiştir.
Hiç merak etmeyin biz mesajınızı
aldık. Sizlere seçimi kazanmış AK
Parti’nin genel başkanı olarak değil,
78 milyonun başbakanı olarak hitap
ediyorum.
Herkesi kucaklayacağız. Bu topraklara sevgi tohumları ekeceğiz. Sevgi
çınarları büyüteceğiz, 78 milyonu
kardeş, dost kılacağız.
AK Parti 7 bölgenin, 81 ilin, her yerin tek ve muzaffer partisidir. 63 ilde
birinci olduk, diğer illerde büyük zaferler kazandık. Bütün vatandaşlarımızın haklarını ayrım gözetmeden
korumaya kararlıyız. Demokratik
kazanımlardan geri adım atılacağını
kimse düşünmesin. Türkiye’nin bütün
kimliklerinin Türk’ünün, Kürt’ünün,
Çerkez’inin, Sünni’nin, Alevi’nin teminatı olmaya, her meselenin çözümünün iradesi olmaya devam edeceğiz.
Özgürlüğü de, güvenliği de teminat
altına alan yeni Türkiye’yi hep beraber inşa edeceğiz. Bütün vatandaşlarımızın düşünce ve fikir özgürlüğü,
can ve mal güvenliği teminatımız altındadır.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
7
kapakkonusu
DİYABET SALGININI DURDURALIM:
TÜRKİYE DİYABET PROGRAMI 2015-2020
Prof. Dr. Eyüp GÜMÜŞ
Sağlık Bakanlığı Müsteşarı
Diyabet, tüm dünyada ve ülkemizde
sıklığı gittikçe artan önemli bir halk
sağlığı sorunudur. Dünya Sağlık Örgütü tarafından bir salgın (epidemi)
olarak nitelendirilen diyabet, birçok
sistemi ilgilendiren komplikasyonlara
yol açmakta ve önemli bir morbidite
nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır.
Diyabet ve diyabete bağlı sorunlar
dünyada ölüm nedenleri arasında 8.
sırada yer almaktadır. İnsan sağlığına
karşı bir tehdit olmasının yanında,
diyabet hem kişilere hem de ülkelere
önemli bir mali yük getirmektedir.
Ulusal Diyabet Federasyonu raporuna göre dünyada 382 milyon diyabetli hasta yaşamakta ve 2035 yılında bu sayının 592 milyona ulaşacağı
tahmin edilmektedir. Ülkemizde ise
diyabet sıklığı %14’e yaklaşmıştır ve
12 yıl içinde yaklaşık 2 kat artığı bilinmektedir. Bu şekilde hızla artan
ve ciddi morbidite ve mortaliteye
neden olan diyabetin önlenmesi ve
8
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
etkin yönetimi tüm dünyada önem
kazanmıştır.
Ülkemizde de diyabet sıklığı 1997
yılında %7.4 bulunmuşken 2011 yılında %12 olmuştur. Hastalık yükünü
oluşturan ilk 5 nedene bakıldığında
2013 yılında yapılan çalışmada bu
nedenlerin tamamının bulaşıcı olmayan hastalıklar olduğu görülmektedir. İlk sırada % 7,4 ile iskemik kalp
hastalığı, 2. Sırada % 6,1 ile bel ağrısı,
3. Sırada % 4,1 ile serebrovasküler
hastalıklar yer almaktadır. Bunu sırasıyla diyabet ve KOAH (% 3,8, % 3,6)
takip etmektedir. Diyabete bağlı harcamalar önemli bir yekun tutmakta
olup ülkemizde diyabetle mücadele
edilmesi önemlidir.
Birçok ülke gibi bu önemli halk sağlığı
sorunu ile mücadele etmek amacıyla
ülkemizde de sağlık politikaları geliştirilmektedir. İlk olarak 1994 yılında
Bakanlığımız önderliğinde “Ulusal
Diyabet Programı” hazırlanmıştır.
2003 yılında bu program “Ulusal Diyabet-Obezite-Hipertansiyon Kontrol Programı” adı ile yayımlanmıştır.
Daha sonra T.C. Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu tarafından
“Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol
Programı 2010-2014” hazırlanmıştır.
Bu programın amaçları, toplumda diyabet farkındalığını arttırmak, gelecek nesilleri diyabetten korumak ve
tanı alan hastalara sunulan diyabet
bakım kalitesini yükseltmek, komplikasyonları ve diyabete bağlı ölümleri
azaltmak olarak belirlenmiştir. “Türkiye Diyabet Programı 2015-2020”
bir önceki program kapsamında
elde edilen tecrübeler ışığında ve bu
program ile ilgili geri bildirimlerden
yola çıkılarak Sağlık Bakanlığı Türkiye
Halk Sağlığı Kurumu tarafından güncellenmiştir. Bu program ile bir önceki program aracılığıyla elde edilen
kazanımların genişletilmesi ve yaygınlaştırılması amaçlanmıştır.
“Türkiye Diyabet Programı 20152020”de diyabet hastalığı ile ilgili
genel bilgiler özetlenmiş, diyabetin
Dünya’da ve Türkiye’de mevcut durumu ortaya konmuş ve diyabetle etkin
mücadele edilebilmesi için ulaşılması gereken 5 amaç belirlenmiştir. Bu
amaçlar; etkin diyabet yönetimi için
politika geliştirmek ve uygulamak,
diyabetin önlenmesini ve erken tanı
konmasını sağlamak, diyabet ve
komplikasyonlarının etkin tedavisini
sağlamak, çocukluk çağında diyabet
bakım ve tedavisini geliştirmek, Tip
2 diyabet ve obeziteyi önlemek ve
diyabet ve diyabet programını etkin
izlemek ve değerlendirmektir. Her bir
amacın hedefine ulaşması için geliştirilecek stratejiler ve somut eylemler
önerilmiştir. Bu programın hazırlanması esnasında oluşturulan taslak,
öncelikle ülkemizde bu konuda çalışmalar yapmakta olan değerli öğretim
üyeleri ve bilim insanlarına, farklı kurum ve kuruluşlara ve sivil toplum örgütlerine gönderilerek geri bildirimler alınmış ve gerekli düzenlemeler
yapılarak son haline kavuşturulmuştur. Ekim 2014 tarihinde yayımlanan
bu program, ülke çapında konu ile
ilgili tüm kişilere kamu kurum, kuruluşlarına ve sivil toplum kuruluşlarına
ulaştırılmıştır.
Programın yayım tarihinden itibaren
geçen sürede programda yer alan
aksiyonların bir kısmı gerçekleştirilmiş, bir kısmı ile ilgili çalışmalar ise
başlatılmış ve devam etmektedir. Bu
aksiyonlardan bazıları aşağıda özetlenmiştir:
• Hasta
eğitimlerinde kullanılmak
üzere diyabet eğitim hemşirelerine yönelik olarak “Diyabet Eğitim Setleri” hazırlanmış ve tüm
ülkedeki sağlık kuruluşlarına dağıtılmıştır. Hastanelerde verilen
eğitimlerin standart olması sağlanmıştır.
• Birinci ve ikinci basamakta görev
yapmakta olan hekim, hemşire
ve diyetisyenler için hizmet içi
eğitimler kapsamında eğitici eğitimleri verilmektedir. Toplam 450
hekim/hemşire ve diyetisyene eğitim verilmiştir.
• Diyabetin birinci basamakta ko-
runma çalışmalarının önemli bir
parçası olarak Birinci basamak
sağlık kuruluşlarında obezite ve
diyabetin aile sağlığı elemanları
tarafından takibi için rehber ve
danışmanlık kılavuzu geliştirilmiştir. Bu kapsamda aile sağlığı
elemanlarına yönelik 2.5 milyon
danışmanlık rehberi ve 5000 adet
broşür basımı devam etmektedir.
Aile Sağlığı Elemanlarını illerde
eğitecek eğiticilerin eğitimi 9-10
Prof. Dr. Eyüp GÜMÜŞ
Kasım 2015 tarihinde Ankara’da
yapılacaktır.
• Aile hekimleri için hazırlanan peri-
yodik tarama rehberinde diyabet
taraması yer almıştır.
• Aile
hekimleri için hazırlanacak
diyabet tanı ve tedavi rehberi basımının 2016’da tamamlanması
planlanmaktadır.
• Diyabet konusunda farkındalığın
arttırılması için çeşitli kamu spotları hazırlanmış ve televizyonlarda gösterilmektedir. Tip 1 diyabet
kamu spotu gösterime devam etmektedir ve Tip 2 diyabetli bireylerde farkındalık kamu spotunun
14 Kasımdan itibaren gösterimine
başlanılacaktır.
• ‘Okulda Diyabet Programı’ kapsa-
mında öğretmenleri teşvik etmek
için Tip 1 diyabetli öğrencilerin
öğretmenlerine teşekkür belgesi
hazırlanmıştır.
• Her yıl 14 Kasım Diyabet Gününde
Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi” ve “Hacettepe Üniversitesi
Rektörlüğü Eczacılık Fakültesi Dekanlığı” ile protokol imzalanmıştır.
• Glukometre Cihaz Sistem-leri’nin
analizi sonucunda 2013-2014 yıllarında 17 adet cihazın kontrolü
yapılmış, 13 cihaz uygun bulunurken, 4 cihaz uygun çıkmamıştır.
2015 yılında 12 adet “Glukometre
Cihaz Sistemleri”nin analizi sonucunda, 9 sistemin analiz sonucu
uygun bulunurken, 3 sistemin
de uygun çıkmamıştır. 2015 yılı
kapsamında 12 adet “Glukometre
Cihaz Sistemleri”nin de analizleri
sırasıyla devam etmektedir.
• Tıbbi
Cihaz Piyasa Gözetim ve
Denetimi kapsamında piyasadan
numune toplanarak cihazların
analitik performanslarının değerlendirilmesine yönelik çalışmalar devam etmektedir. Denetim
çalışmalarımızla piyasada satılan
bütün cihazlar denetlenip bütün
cihazlar güvenli hale gelecektir.
belirlenen diyabet teması hakkında birtakım bilgilendirici materyaller hazırlanarak etkinlikler düzenlenmektedir.
• 2016 yılında yapılacak olan ‘Bes-
sektör çalışmaları desteklenmekte olup sektörle yapılan
iş birliği protokolleri kapsamında
düzenlenen halk eğitimleri devam
etmektedir.
• www.diabet.gov.tr;
• Özel
• Diyabetin en önemli izlem para-
metresi olan HbA1c tayin yöntemleri ve kendi kendine izlemde
önemli bir yere sahip olan glukometrelerin standardizasyonu
çalışmaları kapsamında “Ankara
lenme Araştırması’nda diyabet
taramasına yer verilmesi planlanmaktadır.
www.beslenme.gov.tr adreslerinden güncel
bilgilendirme ve sosyal medya yoluyla paylaşımlar yapılmaktadır.
“Türkiye Diyabet Programı 20152020”’nin kapsadığı 5 yıllık dönem
boyunca, belirlenen amaçlara ulaşabilmek için programda yer alan eylemlerin hayata geçirilmesi devam
edecektir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
9
kapakkonusu
TÜRKİYE’DE DİYABET, HİPERTANSİYON VE
OBEZİTENİN DEĞİŞEN TRENDİ
TURDEP-I VE TURDEP-II ÇALIŞMALARININ SONUÇLARI
Prof. Dr. İlhan SATMAN
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi
İç Hastalıkları Anabilim Dalı,
Endokrinoloji ve Metabolizma
Hastalıkları Bilim Dalı
Ülkemizi de etkileyen yaşam tarzındaki hızlı değişim ile birlikte, tüm
dünyada diyabet sıklığı artmaktadır.
Uluslararası Diyabet Federasyonu
(IDF) tarafından 2014 yılı sonunda
387 milyon olarak hesaplanan dünya diyabet nüfusunun, önümüzdeki
20 yıl sonunda %53 oranında artarak 592 milyona ulaşacağı tahmin
edilmektedir. Ülkemizde de karşı
karşıya kaldığımız sorunun boyutu10
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
nu belirlemek üzere toplum genelini yansıtan yüksek katılımlı saha
çalışmalarında diyabet ve eşlik eden
hastalıkların epidemiyolojik değişimi
araştırılmaktadır. Bu bağlamda 19971998 yıllarında Türkiye genelinde
540 merkezde yapılan ve %85 katılım
oranı ile 24.788 kişinin katılımı ile tamamlanan ‘Türkiye Diyabet Epidemiyoloji Çalışması’ (TURDEP-I), Türk erişkin (20 yaş ve üzeri) toplumunda yaş ve
cinsiyet dağılımna göre standardize
edilmiş diyabet prevalansının %7.2 ve
bozulmuş glukoz toleransının (BGT)
%6.7 olduğunu göstermişti. Diyabetlilerin yaklaşık olarak üçte biri (%32)
diyabetli olduklarının farkında değildi.
Diyabet sıklığı, kentsel bölgelerden katılanlarda kırsal bölge katılımcıların-
dan ve kadınlarda erkeklerden daha
yüksek saptanmıştı. Ayrıca toplumda
obezite prevalansı %22.3, santral obezite %34 ve hipertansiyon ise %28.9
bulunmuştu.
TURDEP-I’den yaklaşık 12 yıl sonra, ‘Türkiye Diyabet, Hipertansiyon,
Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans Çalışması (TURDEP-II)
yapılmıştır. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi tarafından Sağlık Bakanlığı’nın lojistik işbirliğinde
gerçekleştirilen çalışmanın saha araştırması 18 Ocak 2010 ile 15 Haziran
2010 tarihleri arasında 15 ilden 540
merkezde tamamlanmıştır. Çalışmaya güncel TÜİK verileri baz alınarak
Türkiye’deki yaş grubu ve cinsiyet
dağılımına uygun şekilde rastgele
seçilip çalışmaya davet edilen 20 yaş
ve üzerinde 26.499 kişi katılmıştır
(16.696 kadın, 9.327 erkek; 15.783
kentsel, 10.441 kırsal). Katılım oranı %87 civarında gerçekleşen bu
çalışma, 1997-98 yıllarında yapılan
TURDEP-I çalışmasının tekrarı niteliğinde planlanmış olup aynı merkezlerde yapılmış ve güncel geçerli
yöntemlerin yanı sıra TURDEP-I’deki
yöntem ile de değerlendirilmiştir.
TURDEP-I‘den itibaren geçen 12 yıllık
süreçte erişkin nüfusumuzun yaş ortalaması her iki cinste de yaklaşık olarak 4 yıl artmıştır (sırası ile TURDEP-I
ve TURDEP-II’de medyan yaş 41.8’e
karşılık 44.9 bulunmuştur). Yine her
iki cinste boy ortalaması 1’er cm uzamıştır. Ek olarak kadınlarda ortalama
vücut ağırlığının 6 kg, bel çevresinin
6 cm ve kalça çevresinin 7 cm arttığı;
erkeklerde ise bu parametrelerde sırası
ile ortalama olarak 8 kg, 7 cm ve 2.8 cm
artış olduğu dikkati çekmiştir.
Çalışmada standardize edilmemiş
(ham) diyabet sıklığı %16.5 bulunmuş
olup popülasyon, TURDEP-I’e göre
standardize edildiğinde, Türk erişkin
toplumunda diyabet prevalansının
%13.7’ye ulaştığı görülmüştür. Kentsel
bölgelerde standardize edilmemiş
diyabet sıklığı %17, kırsal bölgelerde
ise %15.5 bulunmuştur. Daha önceki
çalışmanın aksine, kentselde diyabet
sıklığı biraz daha yüksek olmakla birlikte, TURDEP-II çalışmasında kentsel
ve kırsal diyabet sıklığı arasında çok
anlamlı bir fark kalmadığı görülmüştür.
Hem kentselde hem de kırsalda bilinen ve yeni diyabet oranları birbirine
yakındır (%54.5’e karşılık %45.5).
Diyabet sıklığı erkeklerde kadınlardan hafifçe daha düşük bulunmuş
olup kadın ve erkekler arasında çok
anlamlı bir fark görülmemiştir (erkeklerde %16, kadınlarda %17.2).
Bölgesel diyabet prevalansı Kuzey
Anadolu’da %14.5 ile en az, Doğu
Anadolu’da ise %18.2 ile en fazladır.
Bilinen diyabetlilerin toplam (bilinen
+ yeni) diyabetlilere oranı şeklinde ifade edilen “Diyabet Farkındalığı”, Batı
Anadolu’da en yüksek (%61.6), Doğu
Anadolu Bölgesi’nde ise en düşüktür
(%47.2).
TURDEP-II çalışmasında 40-44 yaş
grubundan itibaren nüfusun en az
%10’u diyabetlidir. TURDEP-I’de ise
%10’nun üzerindeki diyabet sıklığı
45-49 yaş grubunda başlamaktaydı.
Buna dayanarak Türkiye’de diyabet
açısından riskli yaşların, 1998 yılına
göre yaklaşık olarak 5 yıl daha erken,
yani 40 yaşından itibaren başladığı
düşünülebilir.
Standardize edilmemiş diyabet sıklığı Bursa ve Malatya’da %20’nin üzerinde; Diyarbakır, İstanbul, Antalya,
Adana, Gaziantep, İzmir, Denizli, Eskişehir, Ankara ve Konya’da ise %15’in
üzerindedir. Diyabet farkındalığı
Bursa’da en yüksek, Diyarbakır’da ise
en düşüktür.
Ülke genelinde prediyabet sıklığı incelendiğinde; izole bozulmuş açlık
glukozu (i-BAG: Açlık plazma glukoz:
100-125 mg/dL ve OGTT-2.st plazma
glukoz <140 mg/dL) sıklığı %15.9,
izole bozulmuş glukoz toleransı
(i-BGT: Açlık plazma glukoz <100 mg/
dL ve OGTT-2.st plazma glukoz: 140199 mg/dL) sıklığı %7.7 ve kombine
glukoz tolerans bozukluğu (KGTB=
BAG+BGT: Açlık plazma glukoz: 100125 mg/dL ve OGTT-2.st plazma glukoz: 140-199 mg/dL) ise %8.5 bulunmuş olup kadınlarda, erkeklere göre,
i-BGT (%9’a karşılık %5.7) ve KGTB
(%10.4’e karşılık %5.6) oranları daha
fazladır.
TURDEP-II popülasyonu, TURDEP-I’e
göre standardize edildiğinde, i-BAG,
i-BGT ve KGTB prevalansları, sırası ile
%14.5, %7.1 ve %6.7 bulunmuş; ayrıca
kentsel ve kırsal bölgelerde yaşayan katılımcılar arasında prediyabet açısından anlamlı bir fark saptanmamıştır.
Çalışmamıza göre Türkiye’de standardize edilmemiş obezite sıklığı %35.9,
fazla kilolu (overweight) %32.5 ve bel
çevresine göre santral obezite sıklığı
ise %52.6 bulunmuş olup TURDEP-I
göre standardize prevalanslar sırası
ile obezite %31.2, fazla kiloluluk %37.5
ve santral obezite %46.3 olarak hesaplanmıştır. Erkeklerde kilo fazlalığı sıklığının, kadınlarda ise obezite sıklığının
daha yüksek olduğu dikkati çekmektedir. Genel olarak erişkin yaşlardaki
Türk toplumunun 2/3’ü kilolu veya
obezdir. Kentsel ve kırsal obezite prevalansları birbirine yakın bulunmuştur.
Hipertansiyon için standardize edilmemiş prevalans önceki çalışmada
olduğu gibi %31.3 civarında olup ka-
dın-erkek ve kentsel-kırsal farkı kaybolmuştur. TURDEP-I’e göre standardize
prevalans %25.6 bulunmuştur.
Erişkin yaştaki Türk toplumunda sigara içenlerin oranı azalmıştır. Halen
erkeklerde sigara kullanımı %30’un
üzerinde olmakla beraber, genel
toplumda sigara içme oranı 1998’de
%29.8’den 2010’da %17.3’e gerilemiş; sigarayı bırakanlar ise %3.8’den
%12.1’e yükselmiştir. Bu rakamlar
kadın ve erkeklere göre standardize
edildiğinde 1998’de %28.7 olan sigara
içme sıklığının 2010’da %21.8’e gerilediği; bir başka deyişle Türkiye’de sigara içenlerin oranının 12 yılda yaklaşık
%25 oranında azaldığı görülmüştür.
Bu durum ulsal/uluslararası otoriteler ve IDF’in de dikkatini çekmiş olup
6. Diyabet Atlası’nda Türkiye, hem
prevalans hem de nüfus açısından
Avrupa’da diyabetin en sık görüldüğü ilk beş ülke içinde gösterilmektedir. Ek olarak aynı yayında Türkiye’nin
önümüzdeki 20 yıl içinde diyabetin
en sık görüldüğü ilk 10 ülke listesine
gireceğine işaret edilmektedir.
Sonuç olarak 1998’de yapılan TURDEPI’e göre, TURDEP-II çalışmasında
Türkiye’de 12 yılda diyabet sıklığının
%90, obezitenin ise %44 arttığı görülmüştür. Bu rakamlar, ülkemizde obezite ve diyabetin en önemli toplum
sağlığı sorunları konumuna ulaştığını
göstermektedir . Gelecek kuşaklarımızda bu sorunların azaltılabilmesi için
obezite ve diyabeti önlemeye yönelik,
sağlıklı yaşam tarzını özendirici ülke
çapında acil bir eylem planı oluşturulması ve derhal uygulamaya konulması
gerekmektedir.
Prof. Dr. İlhan SATMAN
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
11
kapakkonusu
Türk Diyabet Vakfı Başkanı
Prof. Dr. Ahmet Kaya:
“BAŞARILI BİR DİYABET TEDAVİSİNDE
EN ÖNEMLİ YARDIMCINIZ HEKİMİNİZDİR”
Diyabetli kişilerin % 90’ında görülmekte olan “Tip” 2 diyabet, riskli olmakla birlikte yaşam tarzını
ve beslenme düzenini değiştirerek bu riski en alt seviyeye indirmek mümkün. Türkiye Diyabet Vakfı
Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kaya Tip 2 Diyabetin ayrıntılarını dergimize anlattı.
Tip 2 diyabetin belirtileri nelerdir?
Tip 2 diyabeti olan ve kan şekeri yüksek olan kişilerde; sık idrara çıkma,
ağız kuruluğu, çok su içme, açlık hissi, cilt yaralarının geç iyileşmesi, kuru
ve kaşıntılı bir cilt, sık sık infeksiyon
gelişmesi, ellerde ve ayaklarda uyuşma, karıncalanma görülür. Ancak bu
belirtiler zaman içinde yavaş yavaş
ortaya çıkar.
Tip 2 diyabet riski kimlerde daha fazladır?
Tip 2 Diyabet, herkeste, her yerde,
her yaşta teşhis edilebilir.
Ailesinde diyabetli olanlar, şişman kişiler, 4 kg’dan daha ağır bebek doğuran kadınlar, stres altında yaşayan kişilerde diyabetin görülme riski daha
yüksektir.
Ayrıca pankreasın kronik iltihabı,
pankreas tümörleri ve ameliyatları
12
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
ile hipertiroidi, akromegali gibi bazı
hormon hastalıkları Tip 2 diyabete
yol açabilir.
Tip 2 diyabet tedavisinin esasları
nelerdir?
Birinci basamak tedavi planında medikal beslenme tedavisi yani beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi,
yaşam tarzının değiştirilmesi, egzersiz programlarının uygulamaya
koyulması yer almaktadır. Eğer, bu
tedavi planına uyulmasına rağmen
kan şekeri normal sınırlar içinde tutulamazsa ağızdan hap olarak alınan
şeker düşürücü ilaçlar tedaviye eklenir. Ancak bazı Tip 2 diyabetliler kan
şekeri düzeyini normal sınırlar içinde
tutabilmek için insüline ihtiyaç duyulabilir. Bu durumlarda uygun dozda
yapılan insülin enjeksiyonları ile tedavi desteklenir.
Ağızdan şeker düşürücü hap veya insülin tedavisi alan Tip 2 diyabetlilerin
haftanın belirli günlerinde kan şekerini ölçmeleri son derece önemlidir.
Beslenme tedavisinde nelere dikkat
edilmelidir?
Diyabette, beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesinin amacı diyabetli
bireyin hayatı boyunca uygulayabileceği en ideal beslenme programını oluşturarak, kan şekerini normal
sınırlar içinde tutmak, hiperglisemi
(kan şekeri yüksekliği) ve hipoglisemi (kan şekeri düşüklüğü) gibi akut
komplikasyonları önlemek ve ideal
vücut ağırlığını sağlamak ve korumaktır.
Bunun için tip 2 diyabetli bireye, bireysel özelliklerine uygun, yeterli
miktarda ve uygun zamanda yemek
yemesi, kan şekeri kontrolü için ge-
reksinimine uygun miktarda karbonhidrat içeren besin tüketmesi, besin
tüketiminde çeşitliliğinin sağlanması, besinlerle alınan posa miktarını
arttırması, basit şekerleri (toz ve kesme şeker, bal, tatlı, meyve suyu v.s.)
diyetisyen kontrolünde tüketmesi
önerilir.
Egzersizde Dikkat Edilecek
Hususlar Nelerdir?
Diyabet tedavisinde kişiye uygun
olan egzersiz tipi ve programı uygulanmalıdır.
Egzersize başlarken süre kısa tutulmalı (günde 5-10 dakikayla başlanmalı) ve giderek arttırılmalıdır. Egzersiz her gün düzenli olarak yapılmalı,
egzersiz sırasında pamuklu çoraplar
tercih edilmelidir. Egzersiz esnasında
aktif olarak çalışacak kasların olduğu bölgelere insülin yapılmamalı, aç
karnına egzersize başlanmamalıdır.
Egzersiz sırasında meydana gelebilecek kan şekeri düşmelerine karşı
dikkatli olunmalı ve kan şekeri ölçülmelidir. Egzersiz sırasında oluşabilecek hipoglisemi riskine karşın
mutlaka basit şeker içeren besinler; (Kesmeşeker, şeker tableti veya
meyve suyu v.s.) bulundurmaya dikkat edilmelidir.
Evde Kan Şekeri Takibi Nasıl Yapılmalıdır?
Haftanın belirli günlerinde kan şekerinizi ölçmeniz doktorunuza kan
şekeri düzeninizin iyi gidip gitmediği hakkında bilgi verir. Ölçümler,
diyetisyeninizin beslenme tedavisini
ayarlaması ve yediğiniz besinlerin
kan şekeri üzerindeki etkisi ile ilişkili
olarak size bilgi vermesi açısından da
önemlidir.
önce olmak üzere günde dört kez
veya farklı günlerde farklı öğünlerde öğün öncesi ve öğünden iki saat
sonra glukometre (kan şekeri ölçüm
cihazı) ile kan şekeri ölçümü yapması
gerekir. Bu ölçümün haftada kaç kez
yapılması gerektiği doktorunuz/diyetisyeniniz tarafından belirlenir.
İnsülin kullanmayan Tip 2 diyabetlilerin genelde haftada iki gün, günde
iki kez kan şekerini ölçmesi yeterlidir.
Hastalığınıza ve yaşam şartlarımıza
en uygun kan şekeri ölçüm programının hazırlanmasında sağlık ekibinizden yardım alabilirsiniz.
Başarılı bir diyabet tedavisi için
kimlerden profesyonel yardım
alınmalıdır?
Tip 2 diyabet vücutta damarın olduğu her organı etkileyen ve ömür
boyu süren bir hastalık olduğu için,
Tip 2 diyabetli bireylerde iyi bir bakım sağlanmasının ön şartı bir ekip
gerekliliğidir. Günlük özen ve bakımı öğretmek için pek çok kişi diyabetlinin yardımcısıdır. Yardımcıların
başında da bu konuda uzmanlaşmış
hekimler gelir. Hekim diyabetli bireye özgü bir medikal tedavi programı
uygular. Beslenme uzmanı tedavinin
temel taşı olan sağlıklı beslenme planının düzenlenmesi, sağlıklı beslenme alışkanlıklarının kazanılması için
yardımını isteyeceğiniz kişidir.
Diyabet hemşiresi insülin uygulama
tekniği, kan şekeri ölçüm yöntemi,
hipoglisemi, ayak bakımı ve benzeri
konularda size yardımcı olacaktır.
Diyabet eğitimcisi ise diyabetli kişilere diyabet konusunda eğitim veren
sağlık çalışanlarıdır. Hemşire, beslenme uzmanı ya da pratisyen hekim
diyabet eğitimcisi olabilir. Diyabet
eğitimcileri özel durumlarda hastalık
hallerinde ya da kan şekeri düştüğünde neler yapılması gerektiği konusunda eğitim verirler. Ayrıca kronik hastalıklarda eğitim veren bazı
gönüllü kuruluşlar, dernek ve vakıflar
da diyabetlilere yol gösteren diğer
yardımcılardır.
Tip 2 diyabet genellikle 40 yaşın
üzerindeki kişilerde görülen diyabet
tipidir. Pankreasın yeterli miktarda
insülin salgılayamaması veya salgılanan insülinin yeterli derecede
kullanılmaması nedeniyle kan şekerinin yükselmesi durumudur. Bu tip
diyabetiklerde rahatsızlık uzun yıllar
klinik olarak belirti vermeyebilir. Yaşamın ilerki yıllarında araya giren bir
infeksiyon, stres, ameliyat, gebelik ya
da fazla kilo alınması zaten azalmış
olan beta hücre rezervinin daha da
düşmesine neden olarak diyabeti klinik olarak ortaya çıkarabilir. Tip 2 diyabetli kişilerin pankreası insülin üretir fakat etkili olarak kullanamazlar.
Tip 2 diyabetin görülme sıklığı daha
fazladır, diyabetli kişilerin %90’ı Tip 2
diyabetlidir.
İnsülin kullanan Tip 2 diyabetlilerin kahvaltı,
öğlen ve akşam
yemeği ile gece
öğününden
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
13
kapakkonusu
DİYABETLE ARKADAŞ OLMAK,
SORUNSUZ VE BAŞARILI BİR HAYAT
SÜRDÜRMEK MÜMKÜN MÜ?
Prof. Dr. Şükrü HATUN
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Endokrinoloji
ve Diyabet Bilim Dalı Başkanı
Çocuk Diyabet Grubu Başkanı
Okulda Diyabet Programı Koordinatörü
Basına yansıyan bir çok haber ve
TV’lerdeki bazı programlardan anlaşılacağı üzere Tip 1 diyabetlilerin
yaşamı toplum tarafından yeterince
bilinmiyor. Oysa Tip 1 diyabet, 6 aydan sonra görülen bir diyabet türü
ve çoğunlukla “otoimmün” (bağışıklık
sistemi hücrelerinin pankreasın insülin üreten beta hücrelerini zedelemesine bağlı) bir hastalık. Daha çok
çocuklarda ve gençlerde görülüyor
ve pankreastaki insülin üreten hücreler zedelendiğinden çocuklar yaşam boyu insüline bağımlı yaşamak
zorunda kalıyorlar. İnsülin olmayınca
besinlerle alınan şeker hücrelerin içine giremiyor, dolayısıyla enerji kaynağı olarak da kullanılamıyor. Tip 1
diyabet olan çocuklarda çok su içme,
çok ve sık idrar yapma, geceleri bir
kaç kez uykudan uyanıp idrar yapma (bazen uykuda idrar kaçırma) ve
14
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
en önemlisi kilo kaybı gibi bulgular
aniden ortaya çıkıyor ve erken tanı
konmazsa “diyabetik ketoasidoz” adı
verilen komaya varan tablolar oluşabiliyor. Diyabetlilerde esas sorun glikoz metabolizması ile ilgili olmakla
birlikte, hastalığın seyrinde protein
ve yağ metabolizması da bozuluyor
ve uzun dönemde kılcal damarların
duvarlarında zedelenme olabiliyor.
Daha çok şişmanlığa bağlı oluşan Tip
2 diyabetten farklı olarak Tip 1 diyabet seyrek görülen bir hastalık. Dünya Diyabet Federasyonu verilerine
göre , dünyadaki 400 milyon diyabet
hastasının % 10’unu Tip 1 diyabetliler
oluşturuyor. Ülkemizde de 7 milyon
civarında Tip 2 diyabetliye karşın
50.000 civarında Tip 1 diyabetli var
ve bunların da yarısı çocuk. Yakın
zamanda yapılan çalışmalara göre
ülkemizde 20.000 dolayında diyabetli çocuk var ve her yıl yaklaşık 1.700
çocuğa Tip 1 diyabet teşhisi koyuluyor. Tekrar söyleyecek olursak seyrek
görüldüğü için özellikle çocuklarda
diyabet olabileceği kimsenin aklına
gelmediği gibi, tip 1 diyabetlilerin
herkes gibi normal bir yaşam sürdürebileceklerine de pek kimse inanmıyor.
Diyabet çocuklarda da görülür mü?
Sanıldığının aksine diyabet çocuklarda da görülür ve bir çocuk diyabet
olduğunda her şey sarsılır. Önce yaşamında önemli olan sözcüklerin anlamı değişir. Örneğin, en çok sevdiği
yiyeceğin adı olan şeker, bir hastalık
adı olmuştur artık ve bebekliğinden
beri korkutulduğu “iğne” ise herkes
tarafından sevimli gösterilmeye çalışılır. İçinde birikmiş iğne korkusunu
yenmek için bütün ruhsal güçlerini
seferber eder ve sonunda “insülin
iğnesi”ni kabullenir. Peki şimdi ne
olacaktır? Geçmişte sessizce çalışan
pankreasın yerine ne konacaktır? Onlar için “İnsülin hayat demektir”, bu
nedenle önce insülin yerine konacaktır . Ama insülin yetmez. Onun yanında “kendi kendine bakım” bilgisi ve
esas önemlisi pankreasın yerine geçecek bir “diyabet bakım bilinci” gereklidir. Çocuklarda etkili bir diyabet
tedavisi için kan şekerlerinin günde
en az 4 kez ölçülmesi, bu ölçümlerin
değerlendirilmesi ve buna göre yeterli insülin verilmesi gereklidir.
Çocuklar ya kendilerini bilmedikleri
küçük yaşlarda ya da ergenlik dönemi başlangıcında diyabetle tanışırlar. Her iki durumda da önlerinde
büyümek için uzun bir süre bulunur
ve bu süreyi diyabetle birlikte yaşarlar. Aslında diyabetle birlikte büyürler; diyabet büyümelerini, büyüme
de diyabetlerini etkiler. Diyabetle
büyümenin zorluklarını göğüslemeye çalışsalar da çocukların birçok
sorunu vardır. İstanbul’da yaşayan,
3 yıldır tip 1 diyabetli 13 yaşındaki
Gizem gibi bazı çocuklar, diyabetlerini uzunca bir süre çevrelerinden,
arkadaşlarından gizlemek zorunda
kaldıklarını üzülerek anlatır: “Diyabeti
ilk öğrendiğimde korkmuştum; çünkü
arkadaşlarımın yapabildiklerini yapamayacağımdan çok korkmuştum. Anlamıyordum, çünkü küçüktüm. Ama
şu anda daha iyiyim çünkü ben farklı
değilim. Mesela, o zamanlar her gece
ağlıyordum, farklı olduğumu düşünüyordum. Ama şu anda bunları atlattım, çünkü ben de her şeyi yapabiliyorum ama ölçülü yapıyorum, bu beni
rahatlatıyor. Çünkü gelecekte daha
sağlıklı bir hayat, daha uzun bir ömür
yasayabilirim. Okulda ilk başta arkadaşlarıma söylemiyordum çünkü utanıyordum, benden uzaklaşırlar diye.
İnsülinimi bir köşede arkadaşlarımdan
ayrı gözlerin görmediği bir yerde yapıyordum. Ondan sonra korkuyordum
sınavda bir şey oluyordu, öğretmenlerime söylemediğim için dışarı çıkamıyordum. Ama bir süre sonra doktorlarla konuştum, daha sonra diyabetli
arkadaşlarım oldu. Onları gördükten
sonra ben de söyleme kararı aldım. Bu
yüzden şimdi daha rahatım. Sınavlarda kendimi iyi hissetmediğim zaman
dışarı çıkıyorum, ailemi arıyorum. Bence insan söylemeli bunu, utanmamalı”.
Diyabetli çocukların bu zorlukları yaşamasının temel nedeni toplumun
tip 1 diyabet konusundaki bilgisizliği. İlk kez tip 1 diyabetli bir çocukla karşılaşanlar çoğu zaman onlara
acıyarak bakıyor ve onların normal
bir yaşam süremeyeceklerini, örneğin herkes gibi evlenip çocuk sahibi
olamayacaklarını düşünüyor. Eski
yıllarda bazı çocuklar arkadaşlarının
diyabet bulaşıcı olabilir diye kendi
elini sıkmadıklarını acıyla hatırlarlar.
Bunun dışında okullarda arkadaşlar
arasında yaşanan rekabet ve ergenliğin zaten zorlu bir dönem olması da
çocukların diyabetlerini gizlemesine yol açıyor. Bazı çocuklar diyabetli
oldukları bilinirse kendilerine farklı
davranılacağı düşüncesinden kur-
tulamıyor. Oysa diyabeti gizlemek
oldukça tehlikeli. Diyabet tedavisi
sırasında ani kan şekeri düşüklükleri
oluyor ve bu durumda çocuğun arkadaşlarının yardımına ihtiyacı var.
Bu nedenle diyabetli çocukların yakın arkadaşlarının diyabetle ilgili acil
durumları bilmeleri gerekiyor.
Çocuklarda Tip 1 diyabet hangi
belirtilerle ortaya çıkıyor?
Çocuklarda da erişkinlerde olduğu
gibi en sık görülen bulgular çok ve sık
idrar yapma, çok su içme ve her zaman görülmese de iştah artmasıdır.
Aileler önce çocukların her zamankinden daha çok su içmeye başladığını, yanlarında sürekli su şişesi bulundurduklarını, suya doymadıklarını,
sanki yalnızca suyla beslendiklerini
söylerler. Çok idrar yapma gün içinde
çocukların dikkat çekici sıklıkta tuvalete gitmesi ile belli olur. Bu nedenle
ders sırasında tuvalete gitmek için
izin istemeye başlayan çocuklarda
diğer bulgular araştırılmalıdır. Bunun yanında daha önce gece idrar
yapmak için uyanmayan çocukların
1-2 kez idrar yapmak için uyanması
ve bazen gece altını ıslatması dikkat
çekicidir. Küçük çocuklarda ise anneler sık bez değiştirmeye başladıklarını fark ederler. Çocuklar iştahlarının
artmasına rağmen kilo kaybederler,
annelerin deyimiyle süzülürler. Kız
çocuklarında genital bölgede mantar
enfeksiyonu olabilir ya da bebeklerde inatçı pişiklerin görülebilir.
Bazı çocuklar halsizlik, hafif ateş, karın ağrısı gibi özelliği olmayan bulgularla doktora giderler ve aileler
diyabete özgü bulguları söylemeyebilirler. Çocukların okul performansında azalma, çabuk yorulma gibi
yakınmaları olabilir ve eskisine göre
daha sık devamsızlık yapmaya başlayabilirler. Bu nedenle çocukların
beklenmeyecek şekilde devamsızlık
yapmaya başlaması öğretmenler tarafından incelenmelidir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
15
Yukarıdaki bulgularla hekime getirilmeyen çocuklarda bir süre sonra
insülin eksikliğinin şiddetlenmesine
bağlı olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, gözlerde çöküklük, derin ve hızlı
nefes alma (solunum sıkıntısı), ağızda
aseton kokusu gibi diyabet komasına doğru gidişin belirtileri başlar.
Diyabet bulgularının erken fark edilmemesi ya da sağlık kuruluşlarında
diyabet tanısının atlanması ile diyabet koması gibi tehlikeli bir tablo ile
başvurma arasında yakın ilişki vardır.
Tip 1 diyabet olduktan sonra iyileşme
şansı var mı? “ Mucize tedaviler” var mı?
Ameliyatla Tip 1 diyabet düzelir mi?
Tip 1 diyabetin iyileştirilmesi ve insülin tedavisinden kurtulmak bütün
diyabetlilerin en büyük özlemidir
ama ne yazık ki günümüzde henüz
“diyabetten kurtulmayı” sağlayacak
ve pankreasın eskisi gibi insülin salgılamasını sağlayacak bir tedavi yoktur.
Henüz dememizin nedeni bu konuda
hala araştırmaların sürüyor olmasıdır.
Özellikle balayı dönemini uzatmak,
mümkünse kalıcı hala getirmek için
vücudun bağışıklık sistemi üzerine
etkili yeni ilaçlar üzerinde çalışmalar sürmektedir. Tip 1 diyabetliler ve
aileleri, diyabetin yaşam boyu kalıcı
bir hastalık olduğunu kabullenmekte güçlük çekerler ve hep bir mucize
olmasını beklerler. Eğer Tip 1 diyabet
tanısı doğru ise bir mucize mümkün
değildir. Şimdiye kadar Tip 1 diyabet
tanısı konan ve “Diyabetten kurtuldum, bitti diye bir mucize ile geri
dönen” kimse yoktur. Bu bilgilere
16
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
rağmen hemen hepsi “umut taciri”
olan bazı kişiler, çeşitli bitkiler vs. ile
diyabeti iyileştirdiğini ileri sürerek
diyabetlilerin umutlarını kötüye kullanmaktadır. Bu kişilere karşı dikkatli
olunmalı ve hiç bir şekilde mucize
tedavilere kanıp diyabet tedavisinin
gereklerini yapmaktan vazgeçilmemelidir.
Yine son yıllarda Tip 2 diyabetli ve şiddetli obezlerin tedavisinde kısmi olarak kullanılan mideye band koyma ya
da mide ile bağırsaklar arasında “kısa
yol” oluşturma ameliyatlarının (metabolik cerrahi olarak de isimlendiriliyor) sanki Tip 1 diyabet tedavisinde
de kullanılabileceği sanılıyor ama bu
bilgi tamamen yanlış. Bu ameliyatlar
henüz insülin salgılayabilme kapasitesi olan Tip 2 diyabetlilerde bir
işe yarıyor. Oysa Tip1 diyabetlilerin
pankreaslarının başlangıçtan itibaren insülin üretemez hale geldiğini
biliyoruz.
Okulda Diyabet bakımı önemli mi?
Diyabetli çocuklar zamanlarının
çoğunu okulda geçirirler ve tedavilerinin kesintisiz sürmesi yanında
kendi akranları gibi bütün okul aktivitelerine katılmaları için öğretmenlerinin desteğine ihtiyaç duyarlar.
Günümüzde, öğretmenlerin diyabet
tedavisindeki rolü giderek artmaktadır. Öğretmenler, kan şekeri düşüklüğünde ve diğer acil durumlarda
ne yapmaları gerektiği konusunda
eğitim almalıdır. Ayrıca diyabetli
çocukların ara öğünlerini almaları,
insülinlerini yapmaları için kolaylık
sağlanmalı ve arkadaşları ile uyumlu bir okul yaşamı için bilgilendirme
toplantıları yapılmalıdır. Günümüzde
diyabetli çocuklar okullarda bir çok
sorun yaşamaktadır. Bunlardan birisi öğretmenlerin tip 1 diyabeti iyi
bilmedikleri için “sorumluluğunuzu
alamam” diyerek çocukları okul aktivitelerinden uzak tutmalarıdır. Bunu
yaşayan bir tip 1 diyabetli çocuk
duygularını şöyle anlatıyor: “Okulda
karşılaştığım ilk önemli sorun beden
eğitimi dersinde oldu. Öğleden sonra
beden eğitimi dersi için spor salonuna
gittiğimde öğretmenimiz önce bana
“ Geçmiş olsun, aramıza hoş geldin
Duygu” dedi ama hemen sonra beden
eğitimi dersine girmemin sakıncalı
olabileceğini, spor yapmayı sevsem
de bugün derse girmeme izin veremeyeceğini, bunun sorumluluğunu
alamayacağını söyledi. Öğretmenime
hissettirmemeye çalışsam da çok üzülmüştüm. Kendimi hemen toparladım
ve hastanede bana egzersizin diyabet
tedavisinde çok önemli olduğunu, beden eğitimi derslerine özellikle girmem
gerektiğini, egzersiz aşırı yapılırsa kan
şekerimin düşebileceğini ama benim
bu konuda bilgili ve hazırlıklı olduğumu, egzersizden önce gerekirse ek ara
öğün alabileceğimi ve kan şekerimin
düştüğünü hissedince hemen ölçüp,
düşükse meyve suyu içebileceğimi, bütün bunlardan dolayı öğretmenime bir
sorumluluk gelmeyeceğini anlattım.
Öğretmenim söylediklerimi dinledi
ama bugün için derse almayacağını,
yarın bu konuyu yeniden konuşmamızı
önerdi”.
Çocuklarda diyabeti erken teşhis
edebilmek ve çocukluk çağı diyabeti
konusunda farkındalık yaratabilmek
amacıyla 2010 yılında Ulusal Diyabet
Kontrol Programı çerçevesinde; Milli
Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı,
Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Derneği tarafından Sanofi Türkiye’nin de
koşulsuz desteğiyle “Okulda Diyabet
Programı’’ hayata geçirildi. Bu çerçevede diyabetli çocukların yaşam
kalitesini yükseltme konusunda 5
yılda önemli ve somut adımlar attık.
Düzenlenen eğitimlerle öğretmen ve
veliler diyabet belirtisi taşıyan çocukları teşhis ve tedaviye yönlendirirken,
çocuklarda obezite ve sağlıklı beslenmenin önemi konusunda da güçlü
bir farkındalık oluşturuldu.
Okulda Diyabet projesi ile ülke çapında 60 bin okula, 7,5 milyon öğrenciye, 585 bin öğretmene ve 580 bin
veliye ulaşıldı. Bunların yanı sıra, Milli
Eğitim Bakanlığı da 24 Şubat 2013
tarihli genelgesinde okul yetkililerini
ve öğretmenleri diyabetli çocuklara
destek olmaları konusunda uyardı,
okulda diyabet bakımı konusunu işleyen rehberler hazırlandı ve çocuk
endokrin merkezlerinin taburcu olan
her çocuk yoluyla öğretmenlerine
mektup gönderilmesi sağlandı. Ayrıca, www.okuldadiyabet.org inernet
sitesi kurularak kalıcı bir eğitim platformu yaratıldı. Son olarak ise kendi
okullarında diyabetli çocukların erken tanınması ve bakımı konusunda
fark yaratan öğretmenlere yönelik
bir ödül programı organize edildi ve
ödül alan öğretmenlerle Paris’e bir
eğitim gezisi düzenlendi. Okulda Diyabet Programı ile ilgili çalışmaları
bugünlerde TV’lerde yayınlanan “ Çocuklarda Diyabet Kamu Spotu”, diyabetli çocukları özveri ile destekleyen
öğretmenlere teşekkür belgesi verilmesi, toplum sağlığı hemşirelerinin
kendi kayıtlarındaki diyabetli çocukların okullarında eğitim yapması ve
bu amaçla eğitilmeleri, çocuk endokrin merkezlerinin “öğretmene mektup” gibi “ toplum sağlığı hemşiresine
mektup” göndermesi gibi çalışmalarla devam etmektedir.
tanışmam 15 yaşındayken oldu. Ailem
için de benim için de yepyeni bir tanıydı ve bilinmezlerle doluydu. Şimdiki
gibi aslında hastanede diyabetle ilgili
etrafta bilgi veren sizi destekleyenlerin
sayısı fazla değildi ben insülin enjeksiyonlarını ilk yaptığım zaman kendimi
daha iyi hissettim çünkü vücudumda
eksik olan hormonları yerine koyup şekerimi dengeledim. Biz diyabeti tedavi
ederken aslında atmaya çalıştığımız
en önemli adım diyabetimizi hayatımızın bir parçası, arkadaşımız haline
getirmek”.
Günümüzde bir çok diyabetli kendilerine iyi baktıklarında normal bir
ömür sürebiliyorlar. Bütün mesele diyabeti kabullenmek ve gereğini yapmak. Diyarbakır’da yaşayan ve şimdi
TED Mersin Koleji’nde okuyan Şeval
Ercan diyabetin önüne arkadaşım
kelimesini nasıl eklediğini anlatıyor:
“ Ben basketbolcuyum. Sivas’ta Türkiye
Şampiyonası’ndaydık. Bende aşırı kilo
kaybı ve halsizlik vardı sürekli. O anki
yoğun tempodan kaynaklandığını düşündüm ama bir anda aşırı kilo kaybı
ve halsizlik olunca Diyarbakır’a gelip
hastaneye gittik ve diyabet olduğumu öğrendim. Münevver hemşiremiz
var. Arkadaşımız gibi. O anlattı bana.
Bir zarar vermeyecek sana, onunla
iyi geçinirsen onu arkadaşın olarak
görürsen o da sana iyi davranacaktır
dedi. İlk önce inanmamıştım bunlara.
Sonra eve geçtiğimde ve gerçekten
Diyabetle arkadaş olmak mümkün mü?
Bir çocuk diyabet olduğunda en
önemli konu üzüntüleri bir an önce
geride bırakıp diyabetle barışık, diyabet tedavisinin gereklerini yerine getiren bir hayatı organize etmektir. Bu
bakışı diyabetle arkadaş olmak olarak
tanımlayabiliriz. Aslında bu romantik
bir kelime gibi gelebilir. Diyabetle arkadaş olmak ne demek gibi. Aslında
bu temel olarak diyabet tedavisinde
diyabetle barışık olmayı, diyabeti
sürekli bir kaygı konusu haline getirmemeyi, insanın arkadaşlarına özenli
davranması gibi kendi diyabetine de
özenli davranmasını anlatmaktadır.
Kendisi de lise yıllarında tip 1 diyabet
olan ve şimdi Marmara Tıp Fakültesi
erişkin diyabet uzmanı olarak çalışan Doç. Dr. Oğuzhan Deyneli kendi
yaşamında “diyabetle arkadaş” olmanın çok önemli bir yer tuttuğunu şu
sözlerle anlatıyor: “Benim diyabetle ilk
Okuma
kendime iyi baktığımda onun da bana
iyi karşılık verdiğini öğrendim. Hastaneye yatacağım günün bir sonraki
günü turnuvaya gidecektik, küçük kızlar Türkiye Şampiyonası’na. Ama ben
gidememiştim ve bütün yıl boyunca
ona hazırlanmıştım ve milli takım antrenörleri de gelecekti oraya. Hem hastalığım yüzünden hem de o turnuvaya
katılamayacağım için çok üzülmüştüm. O psikolojiyle de iyi olmadığımı
gördükleri için beni turnuvaya gönderdi Nuri hoca. Turnuvaya hastaneden
hemen sonra gittiğim, kan şekerlerim
daha tam düzene girmediği halde çok
iyi performans sergiledim. Sayı kraliçesi oldum ve ödülü de getirdim. Tedaviye devam edip, denge kurup eve gittim.
Çok zor bir psikoloji içindeydim çünkü
hazırlandığım o yıl içinde çok şey vardı
gidemeyeceğim korkusunu yaşadım.
Ama aslında hayatım boyunca hiç
beni yalnız bırakmayacak bir arkadaş
olduğunu hissettim aslında bir anda.
Basketbol oynadığımda da diğer farklı
faaliyetlerde de hiçbir şey de engel olmadığını anladım.
Diyabetlilerin arasında Şeval gibi başarılı birçok sporcu var. Bunlardan birisi de Geçen yıl İznik’teki “Diyabetli
Çocuklar Kampı”na katılan Trabzonspor Basketbol Takımı oyuncusu ve 5
yıldır Tip 1 diyabetli Alper Saruhan.
ri
erile
n
Ö
e
m
zle
ve İ
tu.
amu spo fU27RDvGtH0
k
tıyor.
t
e
b
a
rını anla
a diy
h?v=
la
d
tc
r
k
a
la
lu
w
/
r
k
o
u
m
z
c
o
Ço
be.c
uldaki
ww.youtu
ını ve ok ifk
r
la
https://w
m
a
ş
r ya
t-xzkv
1028526
tch?v=dA
li çocukla
ktup_var.
e
p
m
u
_
t
re
Diyabet w.youtube.com/wa
k
le
e
lere m
w
ogretmen
https://w
ğretmen tli_bir_cocuktan_
ö
n
a
t
k
elgesi.
u
m/diyabe
li bir çoc
ilgili gen etlrencler.pdf
le
r
e
il
c
Diyabet .radikal.com.tr/yoru
7_dyab
mayı
li öğren
w
diyabet 2013_02/2704442
ışık yaşa
r
http://ww
a
ın
b
’n
ı
le
ğ
t
lı
n
alar/
diyabe
im Baka
iys_dosy
larını ve
p
m
Milli Eğit .meb.gov.tr/meb_
a
k
k
gm
li çocu
http://do
Diyabet
:
”
t
e
b
a
g
şım Diy
mu
z18GHHo
“Arkada ir belgesel.
şması. n-acikgoz-un-sunu
h?v=GY_
u
b
tc
n
a
n
o
w
a
k
/
t
n
m
la
an
be.co
göz’ü
u-gurka
ww.youtu
rkan Açık i-maraton-kosucus
ü
G
u
https://w
c
n
o
itesi.
t
etl
etişim s
tli mara .org/c/tip-1-diyab
il
e
e
b
v
a
iy
im
d
ti
Tip 1
emiye
in eğit
w.diabetc
aileleri iç
e
v
r
le
http://ww
ç
lar, gen
li Çocuk diyabet.com/
t
e
b
a
iy
D
dasim
http://ww
w.arka
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
17
Kampın son gününde çocuklara, yalın, içten, etkileyici ve ilham verici
bir konuşma yapan Alper Saruhan
“TV’lerdeki ‘Survivor’ programlarındaki hayatın değil diyabetli çocukların
hayatının esas ‘Survivor’( zor koşullara
rağmen hayatta kalan kişi) sıfatını hak
ettiğini, kendi yaşamının diyabetli
olarak başarılı bir sporcu olunabileceğini gösterdiğini, hedeflere ulaşmada diyabetin bir engel olmadığını,
diyabetle arkadaş olarak tüm zorlukların aşılabileceğini” diyerek çocukların ruhunu yüceltti. Benzer şekilde
yine geçen yıl Diyarbakır Diyabetli
Çocuklar Kampı’na katılan maratoncu ve tip 1 diyabetli Gürkan Açıkgöz,
sporun diyabetlilerin yaşamındaki
önemini “Koştuğu için diyabetini daha
iyi yönettiğini, diyabetini iyi yönettiği
için de daha iyi koştuğunu” sözleri ile
anlattı.
Diyabet kampları ve “ Arkadaşım
Diyabet” belgeseli...
Biz, yani çocuklardaki diyabetle uğraşan bir grup doktor, beslenme uzmanı, hemşire, tıp öğrencisi 1997’den
beri her yıl bir grup diyabetli çocukla
İznik gölü kenarında, 2011’den beri
Diyarbakır’da Diyabetli Çocuklar
Kampı için Hazar Gölü kenarında
toplanırız. Diyabet kampları, hem
diyabet eğitimi hem de diyabetli çocukların diyabetle barışık ve arkadaş
bir yaşam sürmesi için eşsiz fırsatlar
sunar. Kamplarda diyabetli çocuklar,
deneyimli diyabetli abi ve ablaları,
doktorlar, hemşireler, diyetisyenler,
psikologlar ve tıp öğrencileri ile 1
hafta birlikte yaşarlar. Kamplarda ak-
18
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
ran etkileşimi ve diyabet tedavisinde
ustalaşmış kişilerle karşılaşma ve onları örnek alma diyabetli çocukların
yaşamlarını değiştirebilir. Bunların
ötesinde diyabetli çocuklar kamplar
sayesinde yalnız olmadıklarını, diyabetin üzüntü kaynağı olmadığını,
ailelerinden uzakta kendi kendilerine
yaşayabileceklerini deneyimleri ile
görürler ve evlerine değişmiş olarak
dönerler. Kamplarda eğitim ve arkadaşlık kadar eğlence ve spor da vardır. Çocuklar kamplarda kendilerine
olan güvenlerini yeniden kazanırlar
ve yaşamlarına yeni bir başlangıç yaparlar. Bütün bunları göz önüne aldığımızda diyabetli çocukların en az bir
kez diyabet kamplarına katılmaları
sağlanmalıdır.
Ülkemizde İstanbul Tıp Fakültesi, Kocaeli, Ege, Dokuz Eylül ve Akdeniz
Tıp Fakülteleri ile Diyarbakır Eğitim
ve Araştırma Hastanesi Çocuk Diyabet ekipleri her yıl düzenli kamp
yapmaktadır. Kamplardaki Amacımız
pankreaslarının bir bölümü çalışmadığı için kan şekeri dengeleri “otomatik” olarak ayarlanamayan çocukları
bir hafta süren kampta eğitmektir.
Onlara diyabetle birlikte yaşamayı
ve onunla baş etmeyi, kan şekerlerini
izlemeyi ve iyileştirmeyi, kendi kendine tedaviyi, çeşitli durumlarda insülin dozlarını ayarlayabilmeyi, diyabet
komplikasyonlarından korunmayı,
sosyal yaşamda kendine güvenli ve
katılımcı olmayı, yeni arkadaşlıklar
kurmayı, neşeli ve rahat olmayı öğretmek için hep birlikte çalışırız. Kampa giderken arkadaşlarımız “ iyi tatiller” diler ama kamptaki herkes çok
çalışır ve iliklerine kadar yorulur. Ama
bu insanı iyileştiren bir yorgunluktur;
yani hemen herkes çocuklarla ancak
yaşayanların bilebileceği eşsiz bir
sevgi, dayanışma, özveri, arkadaşlık,
iyimserlik ve yaşama sevinci deneyimi yaşar. Hepimiz çocuklarla birlikte
değişiriz; günler geçtikçe içimizdeki
koyulaşmayı hissederiz ve içimizden
yeni bir insan çıkarma duygusunu,
daha çok insan olma halini yaşarız.
Geçen yıl kamplarda oluşan duyguları ve çocukların diyabetle arkadaş
olma deneyimlerinden bir belgesel
film yaptık. “Arkadaşım Diyabet” adını
taşıyan belgesel, İznik ve Diyarbakır
diyabetli çocuk kamplarında çekilen
görüntülerde oluşuyor; kamplardaki çocukların yaşamını anlatmanın
yanı sıra esas olarak diyabetle barışık yaşamayı anlatıyor. Çocuklardaki
diyabet toplumda daha az biliniyor
ve bu nedenle de çocuklar gündelik
yaşamlarında zorluklar çekiyorlar. Bu
belgesel diyabetli çocukların toplum,
öğretmenler ve sağlık ekibi tarafından daha iyi anlaşılmasını amaçlıyor.
Belgeselin ana aktörlerinden birisi
kendisi de Tip 1 diyabetli olan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrin bilim Dalı öğretim üyesi Doç.
Dr. Oğuzhan Deyneli. Belgesel onun
hayatı ile çocukların hayatını birlikte
anlatıyor.
Bu yazıyı belgeselin diyabetli kardeşlerimizin yaşamına umut ve iyimserlik vermesini dileyerek onun sözleri
ile bitirmek isterim: “Eğer biz diyabetimizle gerektiği kadar ilgilenirsek sorunsuz ve başarılı bir hayat sürdürebiliriz”.
kapakkonusu
SANOFİ’DEN
DİYABET İLE MÜCADELEYE DESTEK
Son yıllarda sık karşılaşılan sağlık sorunlarının en önemlileri arasında yer alan “diyabet” ilaç sektörünün de
üzerinde durduğu konuların başında geliyor. İlaç sektörünün önde gelen şirketlerinden Sanofi Türkiye’de bu
anlamda çalışmalar yürütüyor. Diyabeti ve Sanofi Grubunun diyabet projelerini Sanofi Diyabet ve Yenilikçi Ürünler
İş Birimi Direktörü Pelin Yunusoğlu ve Kurumsal İlişkiler ve İletişim Direktörü Hande Göksoy ile konuştuk.
Diyabet neden önemli?
Pelin Yunusoğlu: Dünya Sağlık Örgütü, özellikle orta gelir seviyesindeki ülkelerde enfeksiyon dışındaki
ilk 10 ölüm nedeni arasında diyabeti
sayıyor.
Her yıl diyabet hastalığı sebebiyle
milyonlarca kişi körlük, böbrek yetmezliği, diyabetik ayak, kalp hastalığı, inme ve bunlara bağlı ölüm gibi
diyabetin sebep olduğu ciddi sağlık
sorunları ile karşılaşmaktadır.
Diyabet dünyada ve Türkiye’de her
geçen gün daha fazla insanı etkisi altına alıyor. 1980’de dünya genelinde
30 milyon insan diyabetliydi. Bugün
382 milyon kişinin diyabetli olduğu
tahmin ediliyor ve Uluslararası Diyabet Federasyonu 2030’a gelindiğinde
diyabetli insan sayısının yarım milyarı
aşacağını öngörüyor.
Türkiye’de diyabetin ortalama başlangıç yaşı 49’dur. Bu, üretken çağda olan nüfusun gelecek dönemde
daha erken bir zaman diliminde
komplikasyonlarla mücadele ede20
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
ceğine ve gerek tedavi gerekse de
iş gücü kaybına bağlı maliyetlerin
artacağına işaret ediyor. Dolayısıyla
diyabetli hastaların yaşam kalitesini yükseltecek önlemler almak hem
hasta sağlığı hem de ekonomik
yükün azaltılması açısından hayati
önem taşıyor.
Diyabetin kontrolünde neler
önemlidir?
Pelin Yunusoğlu: Diyabetli
insanların hastalıklarını yönetmeleri ve kan şekeri düzeylerini
kontrol altına almaları yaşam
boyu süren bir yolculuktur. Erken tanı ve sıkı HbA1c kontrolü,
komplikasyonları ve hastanede
tedaviyi önleme potansiyeli gösterirken, tedaviye uyumu sürdürmek
elde edilen sonuçları iyileştirebilir.
Amerikan Diyabet Birliği’nin (ADA)
ve Avrupa Diyabet Çalışmaları
Birliği’nin (EASD) önerdiği gibi, diyabet bakımında hasta merkezli bir
yaklaşıma ihtiyaç vardır. Kişiye özel
çözümler sunulması ve tedavi seçe-
Pelin Yunusoğlu
SANOFİ Grubu
Diyabet ve Yenilikçi Ürünler İş Birimi Direktörü
yaklaşmayı hedefliyor ve hastaların hayatına dokunarak
fark yaratmanın sorumluluğunu, tüm ciddiyeti ama aynı
zamanda da heyecan ve gururuyla taşıyoruz.
Sanofi olarak diyabet ürünleriniz
dışında diyabetin kontrolü için de
katkıda bulunuyor musunuz?
nekleri karşısında ortak karar verme
yaklaşımının benimsenmesi, hastalığın etkin bir biçimde yönetilmesine
ve tedavinin sürdürülmesine yardımcı olacaktır.
Sanofi Diyabet’ten bahseder misiniz?
Pelin Yunusoğlu: Dünyanın en büyük sağlık kuruluşları arasında yer
alan Sanofi, 100 ülkede 100 binden
fazla çalışanıyla faaliyet göstermekte;
yaşadığımız topluma ve ülke ekonomisine pek çok alanda katkıda bulunmaktadır.
Bu kapsamda dünyanın mücadele
ettiği diyabetle ilgili öncü çözüm ve
tedavi yöntemleri geliştiriyoruz ve
bu alanda Ar-Ge’ye önemli yatırımlar
yapıyoruz. Her yaştan diyabet hastaları için hem enjekte edilebilir hem
de oral tedavi çözümleri sunuyoruz.
Tedavi süreçlerinin yanı sıra sosyal
sorumluluk projelerimizle de diyabet
konusunda farkındalık yaratacak çalışmalar yürütüyoruz.
360 derece hastalık yönetimi yaklaşımı ile diyabet hastalarının ihtiyaç ve
beklentilerine odaklanarak diyabetli hastalara bütüncül bir yaklaşımla
hizmet etmeyi, hayatlarını kolaylaştıracak tedavi ve çözüm yöntemleri
geliştirerek fark yaratmayı ve faydalı
olmayı amaçlıyoruz.
Sanofi Diyabet olarak, ayrıca Türk
hekimlerine, tıbbi tanıtımlar, eğitim
programları, araştırmalara destek,
bilimsel sempozyumlar, araştırma
ödülleri ve eğitim bursları, klinik çalışmalar ve hastalık bilinçlendirme
projeleri ile de hizmet veriyoruz.
Pelin Yunusoğlu: Evet, bugün Sanofi Diyabet olarak Diyabete Destek
Programı kapsamında diyabetli hastalara kişiye özel çözümleri, hekimleri vasıtası ile sunuyoruz.
Diyabete Destek Programı ile birlikte,
doğru ve akılcı ilaç kullanımını desteklemeyi, hekimlerin Tip 2 diyabetli
hastalarının etkin tedavilerini sağlamalarına yardımcı olmayı, hastaların
yaşam kalitelerini ve tedavi memnuniyetini artırmayı uzun vadede
komplikasyon gelişimini azaltmayı
hedefliyoruz.
Diyabete Destek Programı hekimlerin seçtiği hastalara, diyabet eğitim
sertifikalı hemşirelerce diyabet eğitimi, çağrı merkezi ile doz ayarlama ve
takip, web platformu üzerinden takip
ve SMS ile hastalık hakkında bilgilendirme hizmetleri vermektedir.
Hizmetleriniz sadece Sanofi diyabet
ürünü kullanan hastalar için mi?
Hande Göksoy
SANOFİ Grubu
Kurumsal İlişkiler ve İletişim Direktörü
“Sınıf ve Bireysel eğitim ve hizmetleri”
çerçevesinde, Sanofi Diyabet olarak,
hemşire hizmeti verdiğimiz şehirlerde Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun
belirlediği yerlerde haftada bir tüm
diyabetli hastalara diyabet eğitimi
vereceğiz.
Hedefimiz sadece diyabetli hastalara ulaşmak değil, sağlıklı bireylere
de ulaşıp diyabetin ne olduğunu,
korunmak için neler yapılması gerektiğini ve doğru tedavi edilmezse
komplikasyonlarının ne olacağını anlatmak. Bunun için kamu spotu desteğinde bulunuyoruz ve kapsamlı bir
internet sitesi hazırladık.
Pelin Yunusoğlu: Hayır, Diyabete
Destek Programı çerçevesinde Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ile imzalanmış bir protokolümüz bulunmakta.
Sanofi diyabet alanında sosyal
sorumluluk projeleri olarak neler
yapıyor?
Diyabete Destek Programı kapsamında, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ile yaptığımız protokol; sağlıklı
bireylerin diyabetten korunması
amacıyla “Diyabetten Korunma Eğitimleri”, Tip 2 Diyabetli bireylerin
diyabet eğitimlerini sağlamak üzere “Sınıf ve Bireysel eğitim ve hizmetleri” ve tüm diyabetli ve sağlıklı
popülasyonun farkındalığını artırmak üzere oluşturulacak bir “Web
Sitesi”ni içermektedir.
Hande Göksoy: Pelin’in detaylarını aktardığı Diyabete Destek
Programı’ndan da anlaşılacağı gibi,
Sanofi Grubu, diyabet konusunda
yeni ve etkili tedavi yöntemlerinin
yanı sıra sosyal sorumluluk projeleriyle de farkındalık yaratacak önemli
çalışmalar yürütüyor. Dünyada sadece etkin ve yenilikçi diyabet tedavi
seçenekleri ile değil aynı zamanda oluşturduğumuz hasta destek
programları, hasta ve hastalık odaklı
Sanofi olarak, ürünlerimiz, hizmetlerimiz ve sosyal sorumluluk projelerimizle, diyabet tedavisine bütünleşik
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
21
sosyal sorumluluk, farkındalık projeleri ile de diyabet konusunda öncü
rolümüzü sürdürüyoruz.
Sanofi’nin diyabet alanında sahip
olduğu global tecrübesinden de
faydalanarak, ülkemizde, diyabetin
önlenmesi ve diyabet komplikasyonlarına dikkat çekerek sağlıklı insanlarda diyabet hakkındaki farkındalığı
artırmayı hedefleyen bir çok projeye
imza attık. Türkiye’nin şart ve ihtiyaçlarına göre geliştirdiğimiz Kamu-Özel
Sektör İşbirliği ve Hasta Destek programlarımızın yanısıra global arenada
yürütülen çalışmaları da Türkiye’ye
getiriyoruz. Sevinerek ifade edebilirim ki, Türkiye’de başlattığımız bazı
projelerimiz Sanofi merkez ofisi tarafından diğer ülkelerde de uygulanmak üzere örnek gösterildi ve ödül
kazandı.
Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS)
projelerimizi tasarlarken, paydaşlarımızla işbirliğine çok önem veriyor,
konu bazında kamu, öncü dernekler
ve fikir liderleriyle birlikte çalışıyoruz.
T.C. Sağlık Bakanlığı’nın önemli bir
halk sağlığı sorunu olarak gördüğü
diyabetle mücadele etmek amacıyla
geliştirdiği ve uyguladığı sağlık politikalarını yakından takip ediyoruz. Bu
nedenle, 1994 yılında Bakanlık önderliğinde hazırlanan “Ulusal Diyabet
Programı”ndan itibaren oluşturulan
strateji belgeleri ve programlarını ve
son olarak da “2015-2020 Türkiye Diyabet Programı”nı titizlikle inceliyor ve
belirlenmiş program hedeflerine katkı
sağlayabileceğimiz konu ve alanları
ilgili paydaşlarla belirlemeye büyük
önem veriyoruz. Böylelikle, ciddi emek
ve kaynak ayırdığımız Sanofi KSS programlarımızın önemli bir ihtiyaca cevap
veren ve somut fayda sağlayan nitelikte olmasını temin ediyoruz.
Bu açıdan verebileceğimiz bir örnek,
2010’dan bu yana T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, T.C. Sağlık Bakanlığı ve Çocuk
Endokrinoloji ve Diyabet Derneği tarafından yürütülen “Okulda Diyabet
Programı”. Bu programa Sanofi Türkiye olarak koşulsuz destek veriyoruz. Çocukluk çağında görülen Tip 1
diyabet konusunda Türkiye’de ilk ve
tek olan bu proje ile, okul çağındaki
Tip 1 diyabetli çocuklarda diyabetin
erken teşhis edilmesi ve çocukluk
çağı diyabeti konusunda farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Proje
kapsamında bugüne kadar 60.000
okul, 585.000 öğretmen, 580.000
ebeveyn ve 7,5 milyon öğrenciye
ulaştık.
Sanofi Türkiye olarak başlattığımız
“Okulda Diyabet Programı”, Sanofi bünyesinde hedef ve kapsamı
açısından oldukça başarılı bulundu
ve Uluslararası Diyabet Federasyonu
işbirliği ile Hindistan ve Brezilya’da
uygulanmak üzere örnek uygulama
olarak Türkiye’den ihraç edildi.
Biraz da Türkiye’de Sanofi Grubu’nun
faaliyetleri hakkında bilgi verir misiniz?
Pelin Yunusoğlu: Yürüttüğümüz
bir diğer önemli çalışma ise, Türkiye
Diyabet Vakfı ve Sanofi işbirliği ile
başlatılan “Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın” proje yarışması. Diyabetli
hastaların günlük hayatlarını kolaylaştıracak fikirler üretilmesi ve üniversite öğrencilerinin bu sürece dahil
edilmesi hedefiyle başlatılan yarışmanın bu yıl ikincisini düzenledik. Bu
yıl yarışmaya, Tıp Fakültesi, Beslenme
ve Mühendislik bölümleri yanı sıra,
Psikoloji, Sosyoloji, Sinema ve TV ve
Mimarlık gibi farklı birçok bölümden
toplam 199 başvuru yapıldı. Yarışma
sonucunda diyabetli hastaların hayatını kolaylaştıracak projeler “ürün” ve
“hizmet” kategorilerinde değerlendirip ödüllendirilecek.
Hande Göksoy: Sanofi Grubu, ilaç,
aşı ve yenilikçi tedavi çözümleri sunan, sağlık ürünlerinin araştırılması,
geliştirilmesi ve üretimi için çalışan,
hasta ihtiyaçlarına odaklanmış global
bir sağlık şirketi. Merkezi Fransa’da
olan Sanofi Grubu, dünya çapında
yaklaşık 100 ülkede 110 binden fazla çalışanı ve 41 ülkedeki 112 üretim
tesisi ile hastaların ihtiyaçları doğrultusunda tedavi çözümleri keşfedip,
geliştirerek hizmete sunuyor. İnsan
sağlığı konusunda faaliyet gösteren
global firmalar sıralamasında ilk beş
içinde yer alan Sanofi Grubu hasta
diyabet çözümleri, beşeri aşılar, yenilikçi ilaçlar, tüketici sağlığı, gelişen
pazarlar, nadir görülen hastalıklara
yönelik biyoteknolojik ürünler ve
hayvan sağlığı alanlarında dünya nüfusunun potansiyel sağlık ihtiyaçlarına cevap vermek için çalışmaktadır.
Hande Göksoy: Son olarak, Sanofi olarak global vizyonumuzun da
KSS bilincini iş stratejilerimize dahil
etmek ve paydaş beklentilerine yanıt vermek olduğunu vurgulamak
isterim. Bu vizyonun somut sonucu,
globalde ve Türkiye’de sürdürülebilirlik vizyonu ile gerçekleştirdiği projeler ile Sanofi’nin, dünya çapında en
saygın sürdürülebilirlik endeksi olan
Dow Jones Dünya Sürdürülebilirlik
Endeksi (DJSI)’ne 9. kez girmesidir. Ayrıca, Sanofi bu yıl ilk defa Dow Jones
Avrupa Sürdürülebilirlik Endeksi’nde
yer alarak, bu endekse girmeyi başaran 5 ilaç firmasından biri oldu.
Sanofi Grubu, Türkiye’de ise, 16 terapötik alanda 150 ürünle daha
sağlıklı bir yaşam için 60 yılı aşkın
süredir hizmet veriyor ve hastaların
etkin ve yenilikçi tedavilere erişimi
için çalışıyor. Birçok ürünümüz, Lüleburgaz’daki Türkiye’nin en büyük ve
modern ilaç fabrikası olan tesisimizde üretiliyor. Lüleburgaz’da üretilen
ürünlerimiz elliye yakın ülkeye ihraç
ediliyor. Bu tesiste ayrıca, 78 kişinin
çalıştığı ve 2009 yılında Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından
tescillenen bir Ar-Ge Merkezi’miz de
bulunmaktadır.
Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksi (DJSI)
Geleneksel finansal analizlere sürdürülebilirlik kriterlerinin eklenmesiyle, şirketlerin potansiyellerinin daha doğru değerlendirilebileceği mantığıyla oluşturulan endeks, küresel yatırımcılar için de önemli bir referans noktası oluşturmaktadır.
Dünya genelinde tüm sektörlerden en yüksek finansal performansa sahip şirketler dahil edilerek her yıl gerçekleştirilen
değerlendirme sonucunda en yüksek sürdürülebilirlik performansını gösteren şirketler listelenmeye hak kazanmaktadır.
22
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
analiz
DOKTOR GİBİ DÜŞÜNMEK!
Doç. Dr. Sinan GÜREL
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Endüstri Mühendisliği
Prof. Dr. Serdar KULA
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Sağlık Bilişimi Anabilim Dalı
Bir doktora muayene olmak için gittiğinizde neler olur birlikte gözden
geçirelim isterseniz. Öncelikle, muayene için size verilen saatten önce
orada olmanız ve gerekli kayıt işlemlerini yaptırmanız lazım. Ondan sonra bekleme salonunda sıranın size
gelmesini bekleyeceksiniz. Ancak, bu
bekleyiş sizin için belirlenen randevu
saatini aşabilir. Zira bu yazıyı okuduğunuzda neden her hastanın aynı
sürede muayene olamayacağını, her
hasta için muayene sürelerinin neden değişiklik gösterebileceğini ve
randevu saati uygulamasının sağlık
24
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
sektöründe kesin ve esnetilemez olamayacağını anlayacaksınız.
Nihayet sizin sıranız geldiğinde doktorunuz sizi karşılayacak ve sizi ona
getiren yakınmalarınızı öğrenmek
için sorular sormaya başlayacaktır. Bu
sorular bazen hiç tahmin edemeyeceğiniz kadar detaylı olabilir. Örneğin, ishal yakınmasıyla gittiğiniz bir
doktor size, ishalinizin ne kadar süredir var olduğunu, günde kaç kere
tuvalete gittiğinizi, dışkınızın yumuşak mı yoksa su gibi mi olduğunu,
dışkınızın rengini, dışkınızın içerisinde kan ya da sümük olup olmadığını,
dışkınızın kokusunun her zamankinden farklı olup olmadığını ve daha
tahmin bile edemeyeceğiniz birçok
soruyu sorabilir. Oysa siz sadece ishalsinizdir! Çoğu zaman bu kadar çok
soruya yanıt verecek kadar olaya dikkat etmemiş ve sizin için büyük bir rahatsızlık olan dışkınızdan kurtulmak
yerine onu detaylıca incelemeyi akıl
edememişsinizdir!
Ancak, doktorunuzun soruları durmaksızın devam etmektedir. En son
ne yediniz? Ailenizde sizin gibi ishal
yakınması olan başka kişiler var mı?
İş yerinizde benzer yakınmaları olan
kişiler var mı? Bunun için ilaç kullandınız mı?
Soruların bitiminde sizi birçok tahlil
bekleyecektir. İşte ardı ardına gelen
ve sizi bazen yanıtlamakta zorluğa
düşüren bu sorularla dolu ve hiçbir
şey anlamadığınız bu süreçte doktorunuz hastalıklara dair tıbbi bilgilerini, sizin özel durumunuzu, eldeki
tetkik yöntemleri ve olası tedavi stratejilerini de düşünerek hastalığınızı
teşhis etmek ve en uygun tedaviyi
önermek için profesyonel bir mantık
yürütmektedir.
Hastalığınızın teşhisi ve önereceği
tedavi konusunda bazen doktorunuz
çok hızlı bir şekilde karar verebilir. Bu
durum çoğunlukla hastadaki tablonun doktorun yıllar içinde edindiği
tecrübe ışığında son derece güve-
nilir bir teşhise ve uygun bir tedavi
yaklaşımına işaret etmesi ile mümkündür. Örneğin doktorların hemen
hepsi belli işaret ve belirtileri ortaya
çıktığında miyokard enfarktüsü (kalp
krizi) teşhisini çok çabuk koyabilirler.
Bu yaklaşım tıbbi karar verme literatüründe “sezgisel yaklaşım” olarak
adlandırılır. Sezgisel yaklaşım hızlı,
ekonomik, çoğu zaman güvenlidir.
Kimi durumlarda ise hastadaki tablo
çok daha karmaşıktır, doğrudan bir
hastalığa işaret etmez. Baş ağrısı şikayeti kas geriliminin neden olduğu
basit bir ağrıdan beyin kanaması gibi
ciddi rahatsızlıklara varan pek çok
durumu akla getirir. Böyle durumlarda doktorunuz hastalığınıza karar
verme noktasında büyük bir belirsizlikle karşı karşıyadır. Olası hastalıkları
sistematik bir tarama ile tek tek eleyerek doğru teşhise ulaşmaya çalışması gerekir. Bu tarama analitik bir
yaklaşımla uzun zaman gerektiren,
sağlık personelinin uzun mesaisini
alan, yüksek teknoloji ürünü, maliyetli tetkiklerin gerekebildiği bir süreçtir. Literatürde bu yaklaşım “analitik yaklaşım” olarak adlandırılır. Bu
pahalı yaklaşım hata payını düşürse
de pratikte her zaman uygulanması
mümkün olmayabilir.
Her gün çok sayıda hasta görmesi beklenen doktorların, her zaman
doğru karar vermesi ve bunları kısıtlı zaman, kısıtlı imkânlar ile yapması
beklenir. Doktorlar, her hasta için çok
karmaşık karar verme problemlerini,
üzerlerine aldıkları bir başka yaşamın sorumluluğundan doğan ağır
stres altında ve zaman karşı çözmek
zorundadırlar. Şartlar doktorları zaman ve kaynak gerektiren analitik
yaklaşım yerine sezgisel yaklaşımları
uygulamaya zorlamakta ve bu durum tıbbi hata riskini de beraberinde
getirmektedir. İşte bu yazıda bu yazı
ile doktorların kafasında durmaksızın
işleyen bu karar verme süreçlerini
anlamak için, tıbbi karar verme problemlerini matematikçilerin/karar bilimcilerin nasıl modellediklerinden
biraz bahsetmek istiyoruz..
İnsan, doğal yapısı gereği sürekli değişen ve dinamik bir yapıdır. En basit
örnekle, kan basıncımız sabah, öğlen
ve akşam farklı farklı değerlere sahiptir. Hatta otururken ve ayaktayken ölçülen kan basınçlarımız bile birbirin-
den oldukça farklıdır. Doktorlar çoğu
zaman vücudumuzla ilgili bir zaman
kesitine ait veriler üzerinden kararlar verir. Bazen de farklı zamanlarda
veriler toplar ve süreci takip ederek
tekrar tekrar kararlar verirler. Bu kararlar çok sayıda faktörden anlık olarak etkilenir ve her zaman bir belirsizlik söz konusudur. Böylesi karmaşık
bir durum matematiksel olarak nasıl
anlatılabilir? İşte bu noktadan sonra
bunu bir matematikçi gözüyle aktarmaya çalışacağız. Matematikçiler
karmaşık olayları olabildiğince basit
modellerle açıklamaya çalışır. Bu modeller olabildiğince basit olmalı fakat
gerçek durumu da yeterince temsil
etmelidir. Şimdi, “karar ağacı” modellerinin tıbbi kararlarda nasıl kullanılabileceğini gösterilebileceğine bir göz
atalım.
Doç. Dr. Sinan GÜREL/Prof. Dr. Serdar KULA
Zarin ve Pauker (1984)’in çalışmasından alınan basit bir tıbbi örnekle bir
Bir doktorun mesleğinin temeli olan karar ağacının tıbbi kararlar için nasıl
tıbbi karar verme durumu Şekil1’de- kullanılabileceğini anlatmaya çalıki gibi bir karar ağacıyla ifade edile- şacağız. Bu örnekte, karın ağrısıyla
bilir. Bu karar ağaçlarında durumları gelen ve mezenterik iskemi (bağıranlatan bir takım semboller kullanı- sakları besleyen damarların tıkanıklır (Tablo 1). Karar ağacındaki Karar lığı) şüphesi bulunan bir hasta için
düğümünde dallarla gösterilen olası cerrahi ve medikal (sadece ilaçla yaseçeneklerden birine karar verilir. pılan) yaklaşımları karşılaştırmak isHer seçenek için ise şans düğümle- tiyoruz. Hastanın aynı zamanda kalp
rinden çıkan dallarla gösterilen belirli yetmezliği de bulunuyor. Bu nedenle
sonuçlar ortaya çıkar. Genellikle şans cerrah ameliyat riskinin ortalamadan
düğümünden çıkan sonuçlar belirli yüksek olduğunu düşünüyor. Şimdi
olasılıklarla ortaya çıkar.
doktorun karar verme sürecini birmatematiksel
olarak yaşayalım.
Karar likte
Düğümü: Şekil
2’de,
en
solda
bulunan
karar düTablo 1. Karar Ağacında kullanılan
Şans Düğümü: ğümü cerrahın yaşadığı karar durusemboller
Dal: munu temsil ediyor.
Karar ağacında
Sonuç: bulunan
şans
düğümleri
ise cerrahın
Karar Düğümü:
ya
da
hastanın
kontrolünde
olmayan
Şans Düğümü:
şansa
bağlı
durumları
temsil
ediyor.
Dal:
Her
şans
düğümünden
çıkan
dalların
altında ya da üstünde ise dalın temsil
Sonuç:
ettiği olayın gerçekleşme olasılığı bu
Tıbbi karar modeli Matematiksel model Şekil 1. Karar AŞekil
ğacı 1.GKarar
österimi Ağacı Gösterimi
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
25
Zarin ve Pauker (1984)’in çalışmasından alınan basit bir tıbbi örnekle bir ağacının tıbbi kararlar için nasıl kullanılabileceğini anlatmaya çalışacağız
lunuyor. Örneğin cerrahi müdahale
seçildiğinde hastanın ameliyata bağlı
nedenlerle kaybedilme olasılığı %30,
hayatta kalma şansı ise %70. Hastada
damar tıkanıklığı olma ihtimali %75
olarak değerlendiriliyor. Tıkanıklık
durumunda cerrahi tedavinin olumlu
sonuçlanması ihtimali ise %60 olarak
değerlendirilsin. Medikal tedaviden
olumlu sonuç alma olasılığı ise %20
olsun.
Bu basit ve sıkça karşılaşılan durumda uygulanacak karar ağacında bile
iki farklı karar fakat yedi farklı sonuç
var. Her sonuç durumu için hastaya
olan yarar sayısal bir değerle ifade
edilmiş durumda. Ölüm durumuna
0 değeri, tıkanıklık olmaması durumuna 100 değeri atanmış durumda.
Ameliyat olan hasta için 5 puan, tıkanıklık tespit edilmesi durumu için bir
5 puan daha indirilmiş ve Şekil 2’de
sonuç düğümlerinde verilen yarar
değerleri elde edilmiştir.
Bu tablo karşısında bir cerrah hangi
kararı vermeli, hastasına hangi yöntemi önermelidir? Bazılarınıza eğlenceli gelebilir ama bu karar ağacını
zamana karşı ve sorumluluk yükü altında yürüttüğünüzü ve bir karar vereceğinizi tekrar hatırlatmak isteriz.
Her iki karar sonrası ortaya çıkabilecek senaryolar ve sonuçlar belirlen-
miş ve her sonucun hasta için ifade
edebileceği fayda değerlendirilmiş
durumda. Karar teorisine göre kullanılabilecek en iyi yaklaşımlardan biri
beklenen yararı maksimize edecek
seçeneği seçmektir. Verdiğimiz örnekte Medikal yaklaşımın beklenen
yararı “%25 x 100 + %75 x %20 x 95
= 39,25” iken, cerrahi yaklaşımın beklenen yararı “%70 x %25 x 95 + %70
x %75 x %60 x 90 = 44,975” olarak
hesaplanır. Dolayısıyla cerrahi yaklaşımın beklenen yararı daha yüksektir
ve tercih edilebilir.
Biraz kafanızın karıştığını sezer gibi
olduk. Oysa bu matematiksel model
ile anlatılmaya çalışılan durum, bir
doktor için sıradanlaşmış gündelik
bir davranış modelidir. Doktor karar
analizi için size yazımızın başında belirttiğimiz gibi bir çok soru sorar ve
öncelikle var olan problemi tanımlamaya çalışır. Ardından yapacağı muayene ve tetkikler ile sorunu yüksek
kesinlikle belirlemeye çalışarak tedavi için eldeki karar alternatiflerini örneğin ilaçla tedavi mi, cerrahi tedavi
mi, yoksa hastanın durumunu takip
etmek mi gibi alternatifleri belirlemek isteyecektir. Bütün bunları yaparken her karar alternatifi için olası
sonuçları listelemesi gerekecektir.
Farklı kararlarda ortaya çıkabilecek
yeni karar durumları ve sonuçlar ye-
niden sıraya konulacaktır. Her sonuç
için olasılıklar belirlenmesi gerekecektir. Son olarak ise sonuçta elde
edilecek çıktının değeri (yarar, ölüm
riski, yaşam süresi, vb.) değerlendirilmelidir. Her stratejinin beklenen
değeri hesaplanarak en iyi strateji
seçilir.
Karar ağacı oluşturarak yapılan analizler kararları etkileyen tüm varsayımlar, faktörler ve beklenen çıktıları
görsel olarak ortaya koymayı ve sunmayı kolaylaştırır. Tüm karar sürecini
gözden geçirmeye yarar. Çoğunlukla
yapılan karar analizi çalışması sırasında edinilen kavrayış, kullanılan
sayısal değerlerden daha önemlidir.
Sonuçta karar analizi/karar ağacı yaklaşımı hata yapma riskini azaltır.
Karar ağacı kullanımında zorluklar
ve kısıtlar da mevcuttur. Sıklıkla karar ağacında kullanılan olasılıkların
belirlenmesi mümkün değildir. Veri
kümelerine dayanmayan öznel olasılık tahminleri ise sağlıklı olmayabilir.
Elde edilecek sonuçların yarar değerinin belirlenmesi zor olabilir. Ayrıca
karar ağaçları basit durumlar için
uygulanabilir görünse de daha karmaşık ve dinamik karar durumlarını
modellemek için yeterli olmayabilir.
Dinamik karar verme durumları için
daha karmaşık matematiksel ve hesaplamalı modeller bulunmaktadır.
Karar analizi matematikçiler, psikologlar, ve pek çok disiplinin ilgilendiği bir araştırma alanı ve bu alandaki
gelişmelerle birlikte doktorlara karar analizi konusunda destek olacak
araçlar gelişecektir.
Doktorlar tüm bu matematiksel modellemesi güç karar durumlarını en
basit durumdan en karmaşığına kadar her gün onlarca kez deneyimlemekte ve hastaları için en iyisini yapmaya çalışmaktalar. Mesleklerindeki
yılları ve deneyimleri arttıkça sezgileri güçlenmekte daha iyi birer karar
verici haline gelmektedirler.
Şekil 2. Cerrahi ve Medikal Tedavi Seçeneklerinin Karşılaştırılması
26
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Zarin, D. A. & Pauker, S. G. (1984). Decision
Analysis as a Basis for Medical Decision
Making: The Tree of Hippocrates. Journal of
Medicine and Philosophy 9 (2):181-214.
kapakkonusu
TÜRKİYE’DE ORGAN BAĞIŞI
VE ORGAN NAKLİ
Arif KAPUAĞASI
Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri
Genel Müdür Yardımcısı
Tedavisi sadece organ ve doku nakli
ile mümkün olan hastalıklar dünyada olduğu gibi, ülkemizde de önemli
sağlık sorunlarından birisidir. Böbrek
ve Karaciğer nakilleri canlı vericilerden de yapılabilmesine rağmen,
kalp, kalp kapağı, akciğer, pankreas,
ince barsak, kornea gibi birçok organ
ve dokunun tek kaynağı kadavradır.
Bu nedenle kadavradan organ bağışının artırılması Bakanlığımızın öncelikli hedefleri arasındadır.
Ülkemizde organ nakli çalışmalarının verimliliğini arttırmak amacıyla
2000’li yılların başlarında Bakanlığımız koordinasyonu ve denetiminde
“Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi” kurulmuştur. Bu Sistemin amacı; ülke genelinde organ
ve doku nakli hizmetleri alanında
28
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
çalışan kurum ve kuruluşlar arasında gerekli koordinasyonu sağlamak,
kısıtlı imkânlarla temin edilebilen organ ve dokuların, bilimsel kurallara
ve tıbbi etik anlayışına uygun olarak,
adaletli bir dağıtımla, en uygun hastalara, en kısa süre içerisinde naklini
sağlamaktır.
2011 yılı Şubat ayında devreye giren
Türkiye Organ ve Doku Bilgi Sistemi
(TODS) ile nakil yapılabilen tüm organlar bu sisteme entegre edilmiş
ve organların bu sistem üzerinden
dağıtımı sağlanmıştır. Ayrıca tüm
canlı vericili nakillerin de sisteme
kaydı zorunlu hale getirilmiş, vericilerin ve nakledilen organların takibi
sağlanmış ve bu sistem; anlık olarak
istatistiksel verilerin de elde edilebildiği dünyadaki emsallerinden eksiği olmayan bir bilgi sistemi haline
getirilmiştir. Özellikle organ nakli
alanında dünya tarafından kalitesi
ve geçerliliği kabul edilen verilere
sahibiz. Verileri pasif olarak sonradan
toplamak yerine aktif bir veri topla-
ma sistemine geçmemizin bunda
büyük rolü vardır.
09 Şubat 2013 tarihinde ise gönüllü
organ bağışçısı bilgilerinin kayıt altına alındığı “Türkiye Organ ve Doku
Bağış Bilgi Sistemi (TODBS)” programı devreye sokulmuştur. Bu sistemde kişilerin bağışı iki kişinin şahitliğinde vasiyet formatında güvenli bir
ortamda bakanlık merkez sisteminde
Arif KAPUAĞASI
niyle Bakanlığımız tarafından birçok
çalışma yapılmıştır. 2009 yılından bu
yana beyin ölümü tespit kurulunda
yer alan uzman hekimler, organ nakli koordinatörleri ve yoğun bakım
personelinden oluşan yaklaşık 6000
kişiye eğitimler verilmiştir. Bakanlığımızın katılımları ve destekleriyle,
9 Bölge Koordinasyon Merkezimiz
kendi bünyesindeki illerde düzenli
olarak etkinliklere ve eğitimlere devam etmektedirler.
kayıt altına alınmaktadır. Türkiye Organ ve Doku Bağış Bilgi Sistemine
(TODBS) kayıtlı gönüllü bağışçı sayımız 150.000’e yaklaşmıştır.
Özellikle son 5 yılda ülkemizde, organ nakli konusunda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Hemen hemen
tüm nakiller artık ülkemizde yapılabilmekte olup vatandaşlarımızın
organ nakli yaptırmak amacıyla yurtdışına gitme zorunluluğu en aza indirilmiştir.
Ülkemizde organ nakli için gerekli
tüm donanımlar Sağlık Bakanlığımızca sağlanmış durumdadır. Mevzuat
alt yapımız, coğrafi olarak dengeli
dağılım sağlanmış yeterli sayıda tam
donanımlı nakil merkezlerimiz, her
türlü nakli Avrupa Standartlarında
bir başarıyla gerçekleştiren deneyimli organ nakli ekiplerimiz, adaletli ve
şeffaf organ dağıtımı sağlayan veri
sistemimiz, organların temininden
hastalara nakline kadarki tüm süreci
kapsayan Ulusal Koordinasyon Sistemimiz, nakil ekiplerinin veya organların transportunda gerekli desteği
sağlayan 3 uçak ve 18 helikopterle
faaliyet gösteren Hava Ambulans sistemimiz ve kara ambulanslarımız,
yeterli sayıda ventilatörlü yoğun bakım yatağımız ve uzman hekim kadromuz, kısacası donörün tespitinden
organın nakline kadarki süreçte gerekli tüm donanım mevcuttur. En büyük eksiğimiz ise, organ bağış oranlarının yetersizliğidir.
Potansiyel donör tespiti ve beyin ölümü tespitindeki yetersizlikler nede-
Yapılan çalışmalar neticesinde 2002
yılında 148 olan beyin ölümü tespit
sayısı on kat artış göstererek 2014 yılı
sonunda 1810’a yükselmiştir. 2002
yılında 111 olan kadavra donör sayısı
ise dört kat artış ile 2014 yılı sonunda 407’ye ulaşmıştır. Ancak tüm bu
çalışmalara ve sağlanan artışa rağmen, kadavra organ bağışı oranları
henüz istenilen düzeylerde değildir.
Avrupa’da %75 olan aile bağış oranı
ne yazık ki ülkemizde %23 seviyesindedir. Bugün ülkemizde yaklaşık
25.000 kişi bekleme listesinde organ
beklemektedir. Her yıl yaklaşık 4.000
yeni hastamız bu listeye eklenirken,
kadavra organ bağışındaki yetersizlik
nedeniyle yılda yaklaşık 2.000 vatandaşımız organ nakli olamadan hayatını kaybetmektedir. Kadavradan
bağış oranının yetersiz olmasından
dolayı ülkemizde canlı vericili nakiller
ağırlıklı olarak yapılmaktadır. Dolayısıyla da ülkemizde yapılan nakillerin
%75’ini canlı vericili nakiller oluşturmaktadır.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
29
3318
3500
3190
3000
2500
2000
1500
1000
377 407
500
0
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
KADAVRA
2009
2010
2011
2012
2013
2014
CANLI
Donör Sayıları
2002
2014
Nakil Merkezi Sayısı
44
123
Beyin Ölümü Bildirim Sayısı
148
1.810
Kadavra Donör Sayısı
111
407
Kadavradan Nakil Sayısı
307
1.073
Canlıdan Nakil Sayısı
438
3.190
Toplam Nakil Sayısı
745
4.263
Bakanlığımız ve Avrupa Birliği tarafından ortaklaşa yürütülen ve Mart
2015’te tamamlanan “Organ Bağışında Uyum için Teknik Yardım” projesi kapsamında eğitimler, mevzuat
uyum çalışmaları, toplumsal farkındalığın artırılmasına yönelik etkinlikler, kamu spotları, din adamları ve
medya ile yakın ilişkiler, uluslararası
sempozyumlar gibi birçok aktivite
profesyonel ekiplerce yürütülmüştür.
Proje dışında da Bakanlığımız tarafından, toplumun organ bağışı konusunda bilinç ve farkındalığını artırmaya yönelik halk eğitimleri, sağlık
çalışanları eğitimleri, ülke çapında
düzenlenen “3-9 Kasım Organ Bağış
Haftası etkinlikleri”, sempozyumlar,
kongreler, din adamları ve medya
ile yaptığımız çalışmalar her yıl dü-
zenli olarak yürütülmektedir. Ayrıca
9 Bölge Koordinasyon Merkezimiz
tarafından da kendi bünyesindeki
illerde düzenli olarak etkinlikler ve
eğitimler yapılmaktadır. Son 5 yıl içerisinde yapılan bu yoğun çalışmalar
neticesinde, milyon nüfus başına 2,7
civarında olan kadavra bağış oranı,
2014 yılı sonunda milyon nüfus başına 5,4’e yükselmiştir. Avrupa ülkelerinde bu oran milyon nüfus başına
20-25 civarındadır. Ülkemizde eğitim düzeyi yüksek ve sosyokültürel
olarak gelişmiş olan bölgelerde bu
rakam milyon nüfus başına 10’lara
kadar yükselmişken, eğitim ve sosyokültürel düzeyi düşük olan bölgelerde bu rakamlar milyon nüfus
başına 1-2 düzeylerindedir. Avrupa
ülkelerinde organ bağışının artışını sağlayan toplumsal bilinç düzeyi
yaklaşık 20 yıl gibi bir zaman diliminde oluşmuştur. Ülkemizde de sürdürülen ve yapılacak olan çalışmalarla 5
yıl sonra milyon nüfus başına 10’un
üzerine çıkılması kadavra nakil oranımızın da en az 2 katına çıkarılması
hedeflenmektedir
Sonuç olarak özetlemek gerekirse;
• Organ nakli konusunda deneyimli
ve nitelikli yeterli sayıda insan gücüne sahibiz ve daha fazla sayıda
nitelikli insan gücü yetişmesi konusunda Bakanlığımızın katkı ve
destekleri devam etmektedir.
• Yoğun bakım servislerimizle ilgi-
li yaptığımız modernizasyon ve
iyileştirme çalışmalarımız devam
etmekte olup, yoğun bakım ihtiyacı olan hastalarımızın tedavisine
yönelik her türlü imkânlar sağlanmıştır.
• Bakanlığımızca
ruhsatlandırılmış
ve ülke sathına yayılmış ve yeterli
sayıda nakil merkezi ile hizmet verilmektedir.
• Organ
nakli konusundaki en
önemli sorunumuz organ bağışındaki yetersizliktir. Toplumumuzun
organ bağışına yönelik farkındalığının artırılması amacıyla, medya da dahil olmak üzere herkesin
üzerine düşen sorumluluğu yerine
getirmesi ile, belirli bir süreçten
sonra bu sorunların aşılacağı düşünülmektedir.
30
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Doç. Dr. Birkan BOZKURT
Cumhuriyet Üniversitesi
Organ Nakli Merkez Müdürü
Ülkemizde 25000 hasta, hayata tutunabilme umuduyla organ nakli bekleme listesinde organ beklemektedir.
2015 yılının ilk 10 ayında Türkiye genelinde 5 bin’in üzerinde nakil gerçekleştirildi; ancak nakil için sırada
bekleyen hastalardan yüzlercesi yaşam mücadelesini kaybetti. Yıl içinde
beyin ölümü gerçekleşen vakalardan
yalnızca yüzde 23’ünün organları bağışlandı.“3-9 Kasım Organ Bağışı Haftası” öncesinde bu ürkütücü tabloya
dikkat çekerek, organ bağışı konusunun önemi bir kez daha vurgulamak
gerekiyor.
Yılda 3 bin organ bağışı gerekiyor
Ülkemizde organ nakillerinin büyük
bir çoğunluğu canlıdan canlıya gerçekleştirilmektedir. Avrupa ülkelerinde, organ nakillerinin yüzde 80’i
kadavra, yüzde 20’si canlı kaynaklıyken, Türkiye’de yüzde 75 oranında
canlı, yüzde 25 de kadavra kaynaklı
nakiller yapılmaktadır. Batılı ülkelerle
aynı seviyeye ulaşmak ve hastaların
organ beklerken hayatlarını kaybetmelerine seyirci kalmamak için
Türkiye’de bir yılda 2–3 bin arasında
kadavra donör bağışının olması gerekmektedir.
Bazı hayatlar yoksun kalıyor bir şeylerden,
Sihirbaz Çocuk
Bir yerlerde yoksun kalmış hayatları
yeniden döndürmek ister miydiniz?
Çocukluğunda bir an olsun sihir yapabileceğine inanmıştır birçok çocuk. Yüreğinde yalnızca sevginin olduğu küçücük yürekler. Etrafta olup
biten onca kötülükten, sahtelikten,
düşmanlıktan habersiz!! Bilmeden
umut etmek gibi sihir yapabilmek...
Oysa çocukluğumuzun dilekleri aslında yerine getirilmesi ne de kolay
olanlarıydı:
Bir avuç misket
Bir bebek
Bir paket çikolata
Bazen öyle yoksun kalıyor ki susuz
kalmış bir bitki gibi toprağa geri dönüyor.
Sihir yapma şansınız olsaydı yapar
mıydınız?
Organ bağışı ile organ yetmezliği nedeni ile hayatla mücadele eden binlerce insan var.
Organlarını bağışlamadığı için, birilerinin hayatlarına dokunma şansı varken yaşamı sonlanan organlar, ziyan
oluyor.
Hadi Organ Bağışı yaparak sizin de
bir değneğiniz olsun: Sihrinizi taşısın
ölene dek,
Birilerine umut olsun, yıldız olsun,
ışık olsun...
Bir bisiklet...
Organ naklinin gerçek kahramanları
Hayat bize verilmiş en değerli hediye
hani:
Organ naklinin gerçek kahramanları
olan, beyin ölümü gerçekleşen yakınlarının organlarını bağışlayarak
yeni hayatlar sağlayan donör ailelerinin önünde saygıyla eğiliyorum…
Hayat...
Nefes alabilmek, yaşayabilmek.
kapakkonusu
“3-9 KASIM ORGAN BAĞIŞ HAFTASI”
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
31
kapakkonusu
TÜRKİYE’NİN ORGAN NAKLİ KONUSUNDA
AVRUPA VE DÜNYADAKİ YERİ
Uzm. Dr. Mehmet Ali AYDIN
Sağlık Bakanlığı
Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü
Organ Doku Nakli
ve Diyaliz Hizmetleri Daire Başkanlığı
32
Mevzuat alt yapımızın yanı sıra özellikle son 5 yılda organ nakli konusunda kaydedilen önemli gelişmeler, ülkemizi Avrupa’da organ nakli
alanında söz sahibi ülke konumuna
getirmiştir. Türkiye, Avrupa’da ve
dünyada en fazla organ nakli yapan
ülkelerden birisi haline gelmiştir.
Ülkemizde organ naklinin tarihçesi
1968 yılında yapılan ilk kalp nakli ile
başlamıştır. Ardından 1975 yılında
canlı vericiden yapılan ilk böbrek
nakli ve 1978 yılında yapılan ilk kadavradan böbrek nakli gerçekleştirilmiştir.
Organ nakline neden olan hastalıkların artması, tüm dünyada olduğu gibi
ülkemizde de organ yetersizliği sorununa neden olmaktadır. Bekleme listelerindeki hasta sayılarının günden
güne artması nedeniyle, organ bağışının önemi de sürekli artmaktadır.
1979 yılında yürürlüğe giren 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında
Kanun, dünyada organ nakli alanındaki ilk yazılı kanunlardan birisi olarak kabul edilmektedir.
Organ Bağışı konusunda önemli
düzeyde toplumsal bilinç oluşturmayı başarmış olan Avrupa’da yaşlı
nüfusun artması, kadavradan organ
bağışı oranları yüksek olsa bile, kul-
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
lanılabilen organ sayıları ve organ
kalitesi konusunda sıkıntı yaşanmasına neden olmaktadır. Bu nedenle
Avrupa ülkeleri canlıdan organ bağışının artırılması amacıyla son yıllarda
yoğun çaba göstermekte ve çeşitli
çalışmalar ve projeler yürütmektedir.
Uzm. Dr. Mehmet Ali AYDIN
Ülkemizin organ nakli alanındaki başarıları ve özellikle canlı vericili organ
nakilleri konusundaki deneyimleri,
Avrupa ülkeleri tarafından ilgiyle
takip edilmektedir. Türkiye, organ
nakilleri sayısı bakımından Avrupa
ve dünya’da en üst sıralarda yer almaktadır. Nakil kalitesinin önemli bir
göstergesi olan hasta sağ kalımı ve
greft sağ kalımı açısından da ülkemiz, Avrupa ülkelerinin birçoğundan
önde gelmektedir. Ülkemizde organ
nakli, Avrupa standartlarının üzerinde bir başarıyla gerçekleştirilmektedir. Bu sebeplerle Türkiye, organ
nakli olmak amacıyla yurt dışından
gelen yabancı uyruklu hastalar için
de en çok tercih edilen ülkelerden birisi konumuna gelmiştir. Mevzuatlarımıza uygun şekilde canlı vericisiyle
birlikte başvuran yabancı uyruklu
hastalara başarıyla gerçekleştirilen
organ nakilleri, sağlık turizmi açısından da ülkemize önemli katkılar sağlamaktadır..
Ülkemiz organ nakli alanındaki başarılı çalışmaları nedeniyle Avrupa ve
dünyada takdirle karşılanan bir ülke
konumuna gelmiş ve kendisini temsil
edecek düzeye ulaşmıştır.
Sağlık Bakanlığımız, Amerika Birleşik
Devletleri’nin San Francisco kentinde
26-31 Temmuz 2014 tarihleri arasın-
da gerçekleştirilen Dünya Transplant
Kongresi’ne ulusal nakil istatistiklerimizden derlenen beş farklı posterle
katılım sağlamış ve bu beş posterden
üç tanesi, Kongre Hakem Heyeti’nin
oylarıyla, “Ayrıcalıklı Poster - Poster
of Distinction” şeklinde sınıflandırılan
gruba dahil edilmiştir.
Dünya Transplant Kongresi sırasında
Bakanlık heyetimizle temasa geçen
Texas Transplant Cemiyeti’nin daveti üzerine, Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Prof. Dr. İrfan Şencan
ve beraberindeki Sağlık Bakanlığı
heyetimiz tarafından, 28 Şubat-07
Mart 2015 tarihleri arasında Amerika
Birleşik Devletleri’ne resmi bir ziyaret gerçekleştirilmiştir. Bu ziyaretler
esnasında ülkenin önde gelen tıp
merkezlerine, Organ Nakli Bölge Koordinasyon Merkezine ve Amerika
Birleşik Devletleri’ndeki tüm organ
dağıtımını ve organ nakli faaliyetlerini organize eden Ulusal Nakil
Merkezi’ne (UNOS) ziyaretler düzenlenmiştir. Yetkililerden, merkezlerinin
işleyişleri ve ülkedeki organ nakli aktiviteleri hakkında bilgiler alınmış ve
kendilerine de ülkemizin organ nakli
aktivitelerine yönelik bilgiler verilmiştir.
Oldukça verimli geçen ziyaret sırasında Bakanlık Heyetimiz, ilgili ku-
rumların üst düzey yöneticileri tarafından karşılanmış ve ağırlanmıştır.
Ülkemizin sağlık sistemi ve özellikle
organ nakli alanında detaylı bilgi
verilen Amerikalı yetkililerle, ortak
çalışmalar ve iki ülke arasında işbirliği sağlanması konusunda önemli
adımlar atılmıştır. Ziyaretimize, ilgili
kurumların web sitelerinde ve sosyal
paylaşım ağlarında da yer verilmiştir.
Ülkemiz, organ nakli alanında Avrupa’daki gelişmeleri de yakından takip
etmektedir. Kurucu üyesi olduğumuz
Avrupa Konseyi’nin yılda iki kez yapılan Organ Nakli Komisyonu toplantılarına ve tam üyelik sürecinin devam
ettiği Avrupa Birliği’nin yılda iki kez
yapılan Avrupa Komisyonu Organ ve
Doku Nakli Yetkili Otoriteler Toplantılarına düzenli olarak katılım sağlanarak ülkemiz temsil edilmektedir. Bu
toplantılar sırasında ülkemizin organ
nakli alanında yürütmekte olduğu
çalışmalar, organ nakli istatistiklerimiz ve mevzuat alt yapımız katılımcı
ülke temsilcileri ile paylaşılmakta ve
Avrupa’lı yetkililer tarafından ilgiyle
ve takdirle karşılanmaktadır.
Ülkemiz, Avrupa Konseyi tarafından
yayınlanan “Organ Kaçakçılığıyla Mücadele Sözleşmesine” ilk imza atan
14 ülkeden birisi olmuştur. 25 Mart
2015 tarihinde İspanya’nın Santiego
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
33
de Compostela kentinde düzenlenen
imza töreninde, ülkemiz adına Sağlık
Bakanlığı Müsteşarımız Prof. Dr. Eyüp
Gümüş sözleşmeyi imzalamıştır.
Ülkemiz, anlık olarak istatistiksel verilerin elde edilebildiği ve dünyadaki
emsallerinden eksiği olmayan bir bilgi sistemine de sahiptir. Özellikle organ nakli alanında dünya tarafından
kalitesi ve geçerliliği kabul edilen
verilere sahip olan ülkemizin nakil
istatistikleri düzenli olarak Avrupa
ve dünya ile paylaşılır hale gelmiştir.
Avrupa Konseyi’nin katkılarıyla yıllık olarak yayınlanan ve dünya nakil
istatistiklerinden derlenen “Newsletter Transplant” isimli dergide ülkemizin verileri düzenli olarak yer
almaktadır.
8-10 Ekim 2015 tarihinde Portekiz’in
Lizbon kentinde Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin organ nakli alanındaki üst
düzey yetkililerinin yanı sıra, Dünya
Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Nakil
Cemiyeti (TTS), Avrupa Transplantasyon Cemiyeti (ESOT) ve Avrupa Doku
Bankaları Birliği (EATB) gibi dünya
çapındaki kuruluşların temsilcilerinin
de katılım sağladığı toplantı sırasında ülkemiz önemli bir başarıya daha
imza atarak, 2016 yılında düzenlenecek olan Avrupa Organ Bağış Günü
etkinliklerine ev sahipliği yapmaya
hak kazanmıştır. Avusturya’nın Türkiye lehine adaylıktan çekildiğini belirtmesi üzerine Türkiye ile Polonya
arasında kapalı oylama yapılmıştır.
Oylamayı, Avrupa Konseyi Üyesi Ülke
temsilcilerinin oy çokluğu ile Türkiye
kazanmış ve 6-8 Ekim 2016 tarihleri
arasında yapılacak olan toplantıya
ve Avrupa Organ Bağış Günü etkinliklerine “İstanbul Kıtaları, Organ Bağışı Yaşamları Birleştirir” Sloganıyla,
İstanbul’un ev sahipliği yapmasına
karar verilmiştir.
Birincisi 1996 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde düzenlenen Avrupa
Organ Bağış Günü etkinlikleri, 1998
yılında Avrupa Konseyi’nin aldığı kararla her yıl farklı bir ülkede olacak
şekilde, Ekim ayının 2. Cumartesi
günü düzenlenmektedir. Son olarak
17.’si Portekiz’in Lizbon kentinde düzenlenen Avrupa Organ Bağış Günü
kutlamalarına 2014 yılında İtalya,
2013 yılında ise Belçika, 2012 yılında
34
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
ise Macaristan ev sahipliği yapmıştır.
Halkın organ bağışı konusundaki
duyarlılığının ve farkındalığının artırılması amacıyla düzenlenen Avrupa Organ Bağış Günü etkinlikleri,
Avrupa ülkeleri ve Avrupa medyası
tarafından önemli bir etkinlik olarak
görülmekte ve ilgiyle takip edilmektedir. Bu önemli etkinliğe ev sahibi
olarak Türkiye’nin seçilmiş olması, organ nakli konusunda Avrupa’da her
açıdan söz sahibi olan ve tercih edilir
bir ülke haline gelen ülkemizin ulaştığı başarının da bir göstergesidir.
haber
KANSER TEDAVİSİNİN GELECEĞİ
BU TESTLER İLE BELİRLENECEK
Tülay Karabağ / ntv.com.tr
Tümörün genetik profiline bakarak
tedavi planlaması onkolojinin geleceği gibi görünüyor. Teknoloji ürünü
yöntemlerle kanser hücresinin genetik haritası çıkartılıyor ve o genetik
yapıya etki eden akıllı ilaçlarla tümör
yok ediliyor. Yani artık kanserde tedaviyi kişiye özelleştirmek yetmiyor,
biyolojik olarak tümöre de özelleştirmek gerekiyor.
Moleküler biyoloji ve genetik alanları baş döndürücü bir hızla ilerliyor.
Bu gidişat, yine teknolojinin negatif
etkileri nedeniyle tüm dünyada hızla
artan kanser hastalığı ile mücadeye
de yeni ufuklar açıyor.
Kanser tedavisinde son 10 yılda heyecan yaratan gelişmeler yaşandığını
belirten Türk Tıbbi Onkoloji Derneği
Başkanı Prof. Dr. Gökhan Demir, özellikle genetik ve moleküler biyoloji
alanındaki bu gelişmelerin, sadece
kanserde kişiye özel tedavileri başlatmakla kalmadığını, tümöre özel tedavilerin de yolunu açtığını söyledi.
Prof. Demir’in işaret ettiği gelişmelerden biri de kanser hücresinin bütün
genetik özelliklerini gözler önüne
seren, tedavi protokollerine yeni yeni
girmeye başlayan next generation
sequencing yöntemi.
Kanserin Çıktığı Organa Göre Değil,
Hücreye Göre Tedavi
Demir’e göre yöntem kanser tedavisi
açısından çok önemli, çünkü: “Next
generation sequencing yöntemiye
tümörün genetik haritası çıkartılıyor, böylece bazen sadece böbrek
tümörlerinde var olduğunu düşündüğümüz bir mutasyonun, meme
tümörlerinde de olduğunu görüp bu
mutasyona özgü akıllı ilacı kullanabiliyoruz. Artık tümörler çıktıkları organdan ziyade genetik özelliklerine
göre tedavi edilmeye başlıyor.”
Hasta Gereksiz ve Etkisiz İlaç
Yükünden Kurtuluyor
Demir’in anlattıkları, hastaya gereksiz
ve dolayısıyla etkisiz ilaç yüklenmesinin önüne geçmek, tümörün genetiğine göre onu darmadağın edecek
en etkili ilaçları kanser hücresinin
üzerine salmak açısından son derece
önemli. Böylece hasta hem gereksiz
ilaç ve yan etki yükünden kurtuluyor
hem de doğru ilaçla etkin tedavi şansı yakalıyor. Zaten Prof. Demir’e göre
de geleceğin kanser tedavisi, bu tür
yöntemlerle şekillenecek: “Tümörün genetik profiline bakarak tedavi
planlaması, onkolojinin geleceği gibi
görünüyor. Bu alanda hızla yeni yöntemler geliştiriliyor ve bunlar son 3-4
yıldır giderek artıyor.”
“Her Tümörün Kendine Özgü Bir Canlı
Olduğu Fikri Gelişti”
Bahçeşehir Üniversite’nden Beyin
Cerrahı Prof. Dr. Türker Kılıç da geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yapılan
Uluslararası Beyin Mikrocerrahi Anatomisi Kongresi’nde tümöre özel tedaviler konusuna değindi.
Kılıç, “Geldiğimiz noktada sadece her
hastanın değil, her tümörün de kendine özgü bir canlı olduğu fikri gelişti. Bu nedenle cerrahiyi anatomik
olarak kişiye özelleştirmek yetmez,
tedaviyi biyolojik olarak tümöre de
özelleştirmek gerekir. Bu alandaki klinik uygulamaların beyin tümörleri ve
hipofiz adenomlarının tedavisinde
yakın gelecekte yer bulacağına inanıyoruz” değerlendirmesinde bulundu.
Yakında Genetik Testler Kan İle Yapılacak
Kanser hücresinin genetik yapısının biopsi veya ameliyat materyallerinden alınan doku örneklerinde
saptandığını belirten Acıbadem
Üniversitesi’nden Medikal Onkolog
Prof. Dr. Özlem Er ise “Yakın gelecekte
kan ile de bu testleri yapmak mümkün olacak, çünkü dolaşımdaki bir
veya iki hücrenin saptanması bile genetik testlerin yapılması için artık uygun. Sıvı biopsi (Liquid biopsy) diye
adlandırılan yöntem ile dolaşımdaki
kanser hücreleri ve DNA’sı test edilebiliyor” dedi.
Türkiye’de Her Hasta Bu Yöntemlerden
Yararlanamıyor
Tümörün genetik haritasını ortaya
koyan ve tedavi başarısını etkileyen
bu tür yöntemlerin ülkemizdeki kullanımı ise biraz gecikmeli oluyor.
Mesela gelişmiş ülkelerde özellikle
meme kanserinde kullanılan ve tümörün parmak izini ortaya çıkaran
next generation sequencing yöntemi, ülkemizde sadece bazı merkezlerde kullanılıyor ve henüz SGK’nın
ödeme kapsamında değil.
Sgk Geniş Profilli Testleri Ödeme
Kapsamına Almalı
Bu tür testlerin, özellikle tedavi seçeneği kısıtlı olan tümörlerde yeni geliştirilen moleküllerin kullanılmasına
imkan sağladığını vurgulayan Prof.
Er, “Kolon kanseri için RAS mutasyonları, melanom için BRAF mutasyonu,
akciğer kanseri için EGFR, ALK testleri
ilaç seçimine faydalı olacak testlerdir ve SGK kapsamında yapılabiliyor.
Ancak meme kanserinde kemoterapi
seçimi ile ilgili olan moleküler testler
ve diğer kanserlerdeki geniş profilli
testler henüz SGK kapsamında değil”
açıklamasında bulundu.
Sağlık Bakanlığı Onkogen Projesi İçin İlk
Adımı Attı
Sağlık Bakanlığı da geçtiğimiz günlerde Harvard Medical School arasında yapılan işbirliği kapsamında,
tümörün moleküler yapısı ve kişinin
genetik özellikleri incelendikten sonra etkin ilacın uygulanacağı Onkogen
Projesi için altyapının kurulduğunu
ve bunu için ilk adımın atıldığını açıklamıştı.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
35
kapakkonusu
Türk Böbrek Vakfı Başkanı
Timur Erk:
VİZYONUMUZ BÖBREK SAĞLIĞI DENİLDİĞİNDE
AKLA GELEN İLK KURULUŞ OLMAK
Türk Böbrek Vakfı ne zaman kuruldu?
Türk Böbrek vakfı 30 Mayıs 1985 yılında kurulmuş olup, kamu yararına çalışmalarından dolayı, Bakanlar Kurulunun 22.11.1989 tarih ve 89/14784
sayılı kararı ile “vergi muafiyeti” tanınmıştır.
Vakfın misyonu nedir?
Böbrek sağlığında yoğunlaşarak,
sağlık hizmetleri vermek.
Ağırlıklı olarak koruyucu hekimlik,
böbrek hastalıklarının konservatif
tedavisi ve replasman (diyaliz ve
transplantasyon )tedavisi alanlarında
çalışmak.
36
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Etik ve bilimsel kurallara öncelik vermek.
Hastaların eğitimini, toplumun bilinçlendirilmesini ve bu alanda insan
gücü yetiştirilmesini sağlamak.
Böbrek sağlığı politikalarının oluşmasında katkıda bulunulan bir sivil
toplum kuruluşu olarak faaliyetlerde
bulunmak.
Böbrek sağlığı denildiğinde akla gelen ilk kuruluş olmak.
Hizmetlerinizden bahseder misiniz?
Türk Böbrek Vakfı, resmi senedinde
de yazdığı üzere, başlıca üç temel
hizmeti bulunmaktadır.
1-Ülkemizde böbrek sağlığının korunması ve hastalıklarının teşhisi
için, halkı bilgilendirme, bilinçlendirme ve farkındalığın arttırılması
faaliyetleri.
2-
Böbrek hastalıklarının ve eşlik
eden hastalıkların nitelikli tedavisi.
3-Son dönem kronik böbrek yetmezliği hastalığının en seçkin tedavi yöntemi olan böbrek nakillerinin sağlanması için, kadavradan
organ bağışının arttırılması.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre,
nüfusumuzun % 17,6 ‘sı ( 1/7 si ) “kronik böbrek
yetmezliği” hastalığı riski altındadır.
Dünyadaki oran ise 1/10 dur. Ülkemizdeki bu yüksek risk oranı genel
olarak beslenme alışkanlıklarımızdan kaynaklanmaktadır. Özellikle
hipertansiyon( yüksek tansiyon)
ve diyabet( şeker hastalığı) kronik
böbrek yetmezliği hastalığının en
önemli nedenlerinden olup, hipertansiyonu ve diyabeti en fazla tetikleyen aşırı tuz ve şeker tüketimidir.
Yetişkinlerin günde kişi başı ortalama 6 gr tuz tüketmesi gerekirken
ülkemizde ortalama kişi başı tuz
tüketim 18 gr. dır. Yine yetişkinlerin
günde kişi başı ortalama 50 gr, şeker
tüketmesi gerekirken, ülkemizde
kişi başı şeker tüketimi günde 150
gr. bulunmuştur.
Bu gerçeklerden yola çıkan Türk
Böbrek Vakfı, ülkemizde böbrek
sağlığının korunması faaliyetlerine
yeni bir boyut kazandırarak, yaklaşık
beş yıldır öğrenci ve yetişkin versiyonlarında, il il, okul okul dolaşarak
“böbrek sağlığı için sağlıklı beslenme ve hayat tarzı önerileri” isimli
saha eğitimleri vermektedir, aşırı
tuz ve şeker tüketiminin zararlarını
anlatan video ve kamu spotları yayınlatmaktadır. Bilinçsiz ağrı kesici
kullanımının zararları, günlük 2-2,5 lt
su tüketilmesinin faydaları konularında da yaptığı kamu spotları ile halkı
bilgilendirmektedir. Çeşitli kurum ve
kuruluşlara seminerler düzenlemektedir, böylece halkın bilgisi ve farkındalığı arttırılmaya başlamıştır.
Bu yöndeki faaliyetlerle hem kişilerin
yaşam kaliteleri arttırılmakta, hem
de sağlık giderlerinde tasarruflar
sağlanarak, kamu yararı oluşturulmaktadır.
Türk Böbrek Vakfı sahibi olduğu diyaliz merkezleri ve hastanesinde, böbrek hastalıklarının son/ 5. Evresi olan
“son dönem kronik böbrek yetmezliği” hastalarına nitelikli tedavi hizmetleri vererek, onları yaşam sürelerinin
uzamasını sağlamaya çalışmaktadır.
Diyaliz tedavisi yaşatmaya yönelik bir
tedavi olup, eşlik eden diğer hastalıkların da bu hastalar için yaşamlarında
önemli bir faktör olması nedeni ile
Vakıf Hastanesinde diyaliz hastalarına diğer branşlarda da tedavileri gerçekleşmektedir.
Son dönem kronik böbrek yetmezliği
hastalığının en seçkin tedavi yöntemi
böbrek naklidir.
Türk Böbrek Vakfı, son dönem kronik böbrek yetmezliği hastalarında
böbrek nakillerinin sağlanması için,
özellikle kadavradan organ bağışının
artması yönünde ciddi çalışmalarının
yanı sıra, sahibi olduğu Vakıf Hastanesinde de canlı ve kadavra vericilerden yılda ortalama 100 böbrek naklinin gerçekleşmesini sağlamaktadır.
Organ bağış konusunda ne gibi
çalışmalar yapılıyor?
Organ bağışları, böbrek, karaciğer,
kemik iliği gibi organların canlı vericilerden de bağış olarak nakilleri gerçekleştiği gibi, bu belirtilen organlar
ile diğer organlar kadavra vericilerden yapılan organ bağışları ile gerçekleşmektedir.
Kendi branşımız olan Böbrek nakilleri, 4. dereceye kadar yakınlardan bağış olarak canlı vericiden/donörden
sağlanan böbreğin nakli ile beyin
ölümü gerçekleşmiş kadavra donörden sağlanan böbrek bağışı olarak,
nakiller ikiye ayrılır.
Türk Böbrek Vakfı özellikle, kadavradan organ bağışının arttırılması
yönünde, yaklaşık dört seneden
beri verdiği “organ bağışı” eğitimleri
ve seminerleri çerçevesindeki saha
çalışmalarının yanında, hazırladığı
kamu spotu ile de halkı bilinçlendirmeye çalışmaktadır.
Türk Böbrek Vakfı tarafından çekimi
gerçekleştirilmiş biri 15 dk. ve diğeri
33 dakikalık iki video ile kadavradan
organ bağışının yer yönü ve tüm sü-
reçleri anlatılmış, organ bekleyen ve
nakil olmuş hastaların hayatları kayıt
altına alınmıştır. Bu videolar, ilgili tüm
kamu kurumlarına ve özel kurumlara
gönderilmiş, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı bu videonun tüm il müftülüklerine gönderilmesini sağlamıştır.
Son 10 yılda Türkiye’de ne gibi mesafeler
kat edildi?
Kadavradan organ bağışı, hastanelerin yoğun bakım servislerinde, beyin
ölümü gerçekleşmiş hastaların yakınları tarafından organlarının bağışlanması halinde gerçekleşmektedir.
Tıp teknolojisinin gelişmesi, teşhis
cihazlarının yaygınlaşması ve hekimlerin bu konuya önem vermesi ile birlikte beyin ölümü teşhis sayışı, 2004
yılında 220 den 2014 yılında 1816 ya
çıkmıştır. 2015 yılında bu güne kadar
tespit edilen beyin ölümü sayısı 1560
dır.
Beyin ölümü tespitindeki bu gelişmelere rağmen, organ bağışı için gerekli
olan aile izni, her ne kadar rakamsal
olarak son 10 yılda nispi artma eğilimde görülse de, hiçbir zaman %
22-23 oranını geçmemiştir. Kadavra
donörden organ bağışı için gerekli
aile izinlerinin yetersizliği nedeni ile
de, yıllar itibari ile organ nakillerinde
fazla bir artış sağlanamamıştır.
Son beş yılda yapılan böbrek nakillerine bakıldığında, toplam nakil sayısının 2500- 3000 adet aralığına sıkıştığı
son dört yılda ise 2950 ler civarında
seyrettiği görülmektedir. Bu nakillerin ancak % 18-19 ‘ u kadavradan, geri
kalanı canlıdan gerçekleştirilmiştir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
37
TBV’nin önderliğinde yürütülen
çalışmalarla ülke genelinde değişikliğe
gidilen konular nelerdir?
Türk Böbrek Vakfı, böbrek hastalıklarının ana nedenlerinden olan hipertansiyonun tetikleyicisi olan aşırı tuz
tüketimine yönelik, saha eğitim çalışmaları, kamu spotlarının yanında
farklı önemli çalışmalarda da bulundu. Özellikte T.C. Büyük Millet Meclisi
Sağlık Komisyonu’na yaptığı gerekçeli müracaatlarla, ekmek yapımında
kullanılan tuz oranının azaltılması yönündeki kamu oyununa açıklamaları
dikkate alınarak, Türk Gıda Kodeksinde ekmek yapımındaki tuz oranı
% 50 indirildi. Paketli gıdalardaki tuz
oranlarına dikkat edilmesi yönündeki çalışmaları sonuç vererek, yaratılan
kamuoyu vasıtası ile birçok paketli
gıdanın ambalajlarına içlerindeki tuz
miktarları yazılmaya başlandı.
Türk Böbrek Vakfının aşırı şeker tüketiminin azaltılması yönündeki, saha
eğitimleri ve kamu spotlarının yanında kamu ve özel sektöre yazdığı
yaptığı bilgilendirmeler ve çalışmalar
netice vererek, halk bilinçlenmeye
başladı ve üreticiler kullandıkları şekerli mamullerin ambalajlarına içerisinde bulunan şekerin cinsi ve miktarı ile ilgili bilgiler yazmaya başladı.
Organ bağışı için sırada bekleyen hasta
sayıları nedir?
Kadavradan organ bağışının yeterli
38
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
seviyelere ulaşmaması nedeni ile T.C.
Sağlık Bakanlığı “ ulusal organ bekleme listesi” ndeki hasta sayısı her yıl
artmaktadır. Ayrıca sırada organ beklemekte olan pek çok hastada vefat
etmektedir.
Bu gün itibari ile 22.000 den fazla
böbrek, 600 den fazla kalp, 2.200 den
fazla karaciğer beklen hasta bulunmaktadır.
Yılda en fazla 3.000 böbrek nakli yapıldığı gerçeği ile bakıldığı zaman,
22.000 organ bekleme listesine yazılmış, toplam 60.000 son dönem kronik böbrek yetmezliği hastası, diyaliz
tedavisi ile yaşamlarını sürdürmek
zorunda olduğu görülecektir.
Hastaların yaşam sürelerinin uzatılabilmesi için, bu tedavi yönteminin
nitelikli olarak verilme zorunluluğu
bulunmaktadır. Bunun içinde tedavi
hizmetinin tek geri ödeme kurumu
olan “ Sosyal Güvenlik Kurumunun”,
tedavi maliyetini göz önüne alarak,
yeterli bir bedel ödemesi gerekmektedir, ancak maalesef bu gün SGK nın
ödediği bedel gerçek maliyetlerin altında kalmaktadır.
Organ bağışı konusunda ülkemizdeki
tutuculuğun temel nedeni nedir?
Ülkemizde organ bağışı sayısı, milyonda 4 olup, bu konuda en fazla yol
kat etmiş bulunan İspanya’nın organ
bağış sayısı milyonda 40’dır.
Ülkemizde organ bağışı sayısının
arttırılması için çok geniş çalışmalar gerekmektedir. Organ bağışında
bulunacak kişi veya ailelerin sadece
bilgilendirilmesi ve bilinçlendirmesi
yetmemektedir.
Ayrıca bu konuda sorumluluk üstelenmekte olan kişilerin, Hastanelerdeki “organ bağışı koordinatöründen”, beyin ölümü tespitini yapan
“doktora”, adli yargı mensuplarından
din görevlilerine kadar pek çok aktörün inançla ve istekle organ bağışına
eğilmesi gerekmektedir.
Halkın kadavradan organ bağışlarına
“mahalle baskısı” dediğimiz gerçekleri yansıtmayan olumsuz görüş ve düşüncelerin etki ettiği görülmektedir.
Beyin ölümü halen halk tarafından
yeterince bilinmemektedir. Başta T.C.
Sağlık Bakanlığı olmak üzere, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, ilgili Sivil Toplum Kuruluşları, halka ve konunun
ilgililerine, beyin ölümünün ne olduğunu, beyin ölümünden geri dönüşün olmadığını, organların bağışlanması ile sağlanacak kazanımları, bu
ihtiyacın bir gün kendilerinin veya
yakınlarının da başına gelebileceğini,
sürekli ve etkin olarak anlatmalı ve
eğitmelidir.
kapakkonusu
ORGANLARINIZI BAĞIŞLAYIN,
ÖLDÜKTEN SONRA DÜNYADA
BİR İZ BIRAKIN
Yrd. Doç. Dr. Volkan TURUNÇ
Bahçeşehir Üniversitesi
Genel Cerrahi Anabilim Dalı
Vücutta görevini yerine getiremeyen
bir organın yerine sağlam bir organın
cerrahi işlemlerle nakledilmesine “organ nakli” denir. Organ naklinin gerçekleşebilmesi için, organ bağışına
ihtiyaç vardır. Organ bağışı, bir kişinin serbest iradesi ile doku ve organlarının başka hastaların tedavisi için
kullanılmasına izin vermesidir. 2 türlü
organ bağışı söz konusu olabilir: Kişi
hayattayken, tıbben yaşamı sona erdikten sonra doku ve organlarının
kullanılmasına izin verebilir veya
hayattayken bu tarz bir beyanda bulunmamışsa yine tıbben yaşamı sona
erdikten sonra yakınları tarafından
bağışta bulunulabilir. Bu duruma,
“kadavradan organ bağışı” diyoruz.
Ayrıca kişi hayattayken, serbest ira40
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
desi ile bir böbreğinin ya da karaciğerinin bir kısmının başka hastaların
tedavisinde kullanılmasına izin verebilir. Bu duruma da “canlı vericiden
organ bağışı” diyoruz.
Organ bağışının tarihçesiyle ilgili ilk
bilgiler, her ne kadar mitoloji ve efsanelere dayansa da, milattan önceye
kadar uzanır. Bu bilgilere göre M.Ö.
5. yüzyılda bir insandan diğer bir insana organ ve doku nakli yapılmıştır.
M.S. 3. yüzyılda Aziz Cosmas ve Aziz
Damian, bir bacağını kaybeden bir
misyonere, ölen bir siyahın bacağını
nakletmişlerdir. Modern anlamda ilk
doku nakli denemeleri 17. Yüzyılda
başlamıştır. Bu yüzyılda ilk deri nakli denemeleri yapılmıştır. İlk başarılı
böbrek nakli, 1954 yılında Amerika’da
Joseph Murray tarafından gerçekleştirilmiştir. İlk başarılı kalp nakli 1967
yılında Güney Afrika’da Christian Bernard tarafından yapılmıştır. Aynı yıl
içinde Thomas Starzl tarafından ilk
başarılı karaciğer nakli de gerçekleş-
tirilmiştir. Ülkemizdeyse ilk böbrek ve
karaciğer nakillerini, sırasıyla 1975 ve
1988 yıllarında Mehmet Haberal ve
ekibi yapmıştır.
Organ nakilleri, özellikle organ reddini önleyen ilaçların bulunmasıyla
birlikte tüm dünyada ciddi artış gösterse de organ teminindeki sorunlar
nedeniyle yeterli seviyeye ulaşama-
Yrd. Doç. Dr. Volkan TURUNÇ
mıştır. Organ bağışında, özellikle kadavra vericiden bağışta, dünyanın
her yerinde yetersizlik mevcuttur. Bu
nedenle, organ yetmezlikleri nedeniyle bekleme listelerine yazılarak organ ve doku nakli bekleyen hastaların sayısı hızla artmaktadır. Dünyanın
en gelişmiş ülkelerinde dahi, organ
nakli için ortalama bekleme süreleri
çok uzundur. Örneğin Almanya’da
böbrek nakli için bekleme süresi ortalama 7 yıldır. Kalp, karaciğer ve akciğer nakli için bekleme listelerinde
olan birçok hasta, zamanında organ
bulunamadığı için ölmektedir.
Ülkemizde durum biraz daha vahimdir. Gelişmiş ülkelerde örneğin
her 4 kronik böbrek yetmezlikli hastadan biri böbrek nakli olabilirken,
Türkiye’de bu oran sadece % 11’dir.
Ülkemizde son verilere göre toplam
22.152 kişi böbrek, 623 kişi kalp, 2220
kişi karaciğer, 47 kişi akciğer, 5 kişi
ince barsak, 4 kişi kalp kapağı, 265
kişi pankreas ve 2950 kişi kornea nakli için beklemektedir. Özellikle son 10
yılda canlı vericilerin kullanılabildiği böbrek ve karaciğer nakillerinde
ciddi artış olmasına rağmen, kadavradan organ bağışındaki yetersizlik
nedeniyle bekleme listesindeki hasta
sayısındaki artışın önüne geçilememektedir.
Ülkemizde organ nakli sayısının artmasının önündeki ana engel, kadavradan organ bağışı sayısındaki
yetersizliktir. Canlı vericili nakillerde
belli bir seviyeye gelinmiş olunsa
da sadece canlı vericiler kullanılarak
organ nakli bekleyen hasta sayısının
azaltılması mümkün değildir.Gelişmiş ülkelerde organ nakillerinin %
50’den fazlası kadavra vericilerden
alınan organlarla gerçekleştirilirken,
ülkemizde bu oran sadece % 20’dir
(Tablo 1). Türkiye, ne yazık ki kadavradan organ temini açısından, dünyanın en geri kalmış ülkeleri arasında
yer almaktadır (Tablo 2).Yoğun bakımlarda beyin ölümü gerçekleşmiş,
yani tıbben öldüğü kanıtlanmış bir
yakınları olan ve kendilerine “yakınınızın organlarını bağışlar mısınız” sorusu yöneltilen her 5 ailemizden 4’ü,
bu soruya “hayır” yanıtını vermektedir. Bir başka deyişle, beyin ölümü
gerçekleşmiş her 5 hastanın 4’ünün
organları, başka hastaların tedavisinde kullanılabilecekken, göz göre
göre toprağa gitmektedir.
Bireylerin ya da ailelerin organ bağışına soğuk bakmalarının en önemli
nedenleri; bilgisizlik, önyargılar, korkular, umursamazlık, sağlık çalışanlarına güvensizlik ve dini kaygılardır.
İnsanların kafasında, “eğer organ-
larımı bağışlarsam, yoğun bakıma
düştüğümde bana iyi bakmazlar
mı, organlarımı almak için iyi sağlık
hizmeti sunmazlar mı” gibi kuşkular
belirmektedir. Bu kuşkuları giderebilmek için kadavradan organ alınabilmesinin birinci şartı olan “beyin
ölümü” kavramının iyi bilinmesi gereklidir.
Beyin ölümü, beyin fonksiyonlarının
geri dönüşümsüz kaybıdır ve tıbben ölümdür. Beyin ölümü, koma ve
bitkisel hayatla karıştırılmamalıdır.
Koma ve bitkisel hayatta bilinç kapalı olsa bile ölüm söz konusu değildir.
Bazen günler-aylar sonra kişilerin
komadan çıkması mümkün olmaktadır. Beyin ölümü geliştiği andaysa
kişi ölmüştür; ancak solunum cihazı
yardımıyla soluyabilmekte ve ilaçlar
yardımıyla kalbi çalışmaktadır. Bazı
insanlar beyin ölümünün tespitine kuşku ile bakmaktadırlar. Bunlar
organların alınması uğruna, beyin
ölümünün erken tespit edilmiş olabileceği endişesini taşımaktadırlar.
Oysa ki beyin ölümü tanısı koymak,
çok teferruatlı bir iştir. Beyin ölümü tanısı ancak, yoğun bakımda
yatmakta olan bir hastaya uzman
doktorlardan oluşan bir heyet tarafından bazı muayenelerin ve tetkiklerin yapılması ile mümkündür.
Tablo 1. Ülkemizde yıllara göre canlı verici-kadavra verici dağılımı (%).
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
41
Heyette bulunan kişiler, organ nakli
ekibinde çalışan insanlar değildir. Bu
uzmanlar muayeneleri ve istedikleri
tetkiklerin sonucunda beyin ölümü
saptadıkları zaman bir tutanağa
imza atmaktadır. Beyin ölümü gerçekleştikten sonra kalbin çalışıyor
olmasının anlamı yoktur; kısa bir
zaman içinde kalple birlikte diğer
organların çalışması da duracaktır.
İşte organların alınması açısından
önemli olan zaman da beyin ölümü
gerçekleştikten sonra diğer organların fonksiyonunu kaybetmesinden
önceki o kısa zamandır.
İnsanları organ bağışından uzak tutan bir diğer neden de dini kaygılardır. Oysa ki hiçbir büyük din, organ
naklinin önüne bir engel koymamıştır. Mantık çerçevesinde düşünüldüğünde, hasta bir insanın sağlığına kavuşmasına vesile olmanın,
işlenebilecek en büyük sevaplardan
biri olduğu açıktır. Din İşleri Yüksek
Kurulu’nun 6 Mart 1980 tarih ve 196
sayılı kararına göre organ bağışı İslam
dinine göre caizdir. Kur’an-ı Kerim’de
de organ naklini destekler nitelikte
ayetler bulunmaktadır. Maide Suresi,
Ayet 32’ye göre “bir kişiye hayat vermek, bütün insanlara hayat vermeye
eşdeğer sevaptır”.
Ülkemizde her yıl 3-9 Kasım tarihleri
arası Organ Bağışı Haftası olarak kutlanmaktadır. Organ ve doku naklinin
gelişebilmesindeki en büyük etken,
organ ve doku bağışının artırılmasıdır. Bağışın artırılabilmesi için de
kamuoyunda organ bağışı bilincinin
geliştirilmesi, bu konudaki bilgi eksikliklerinin giderilmesi ve halkın organ ve doku bağışı konusunda teşvik
edilmesi gereklidir. Sağlık bakanlığı,
il sağlık müdürlükleri, sivil toplum
kuruluşları ve organ nakliyle uğraşan ekipler, her yıl 3-9 Kasım tarihleri arasında kutlanan Organ Bağışı
Haftası’nda halkın bilinçlendirilmesi
ve organ ve doku bağışının artırılması adına yoğun faaliyetler yürütmektedir.
18 yaşını doldurmuş, akli dengesi
yerinde olan herkes, organlarının bir
kısmını ya da tamamını bağışlayabilir. Kalp, akciğer, böbrek, karaciğer,
pankreas ve ince barsaklar gibi organlar; kalp kapağı, gözün kornea
tabakası, kas, tendon ve kemik iliği
gibi dokular bağışlanabilir.Organ
bağışı; sağlık müdürlüklerinde, hastanelerde, emniyet müdürlüklerinde
(ehliyet alımı sırasında), organ nakli
yapan merkezlerde, organ nakli ile
ilgilenen vakıf, dernek vb. kuruluşlarda yapılabilir. Türkiye’de 1980 tarih
ve 2238 sayılı yasa gereği organ ba-
Tablo 2. Ülkelere göre kadavradan organ temini
42
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
ğışının iki tanık önünde, sözlü olarak
yapılması, ayrıca bunun bir hekim
tarafından tasdik edilmesi yeterlidir.
Bunun için en yakın sağlık kuruluşuna başvurarak “Doku ve Organ Bağış
Belgesi” alınabilir.
Ülkemizde organ nakli sayısının artabilmesi için, önümüzdeki yıllarda
Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin kadavra verici oranlarını yakalanmalıdır. Tespit edilen beyin ölümü sayısı
ve beyin ölümü tespit edilmiş hastalardan bağış arttırılmalıdır. Sağlık
Bakanlığı’nın koymuş olduğu hedefe
göre, 2017 yılı sonuna kadar her yıl
verici sayısının bir önceki yıla göre
%25 artırılması hedeflenmektedir.
Ayrıca yeni yasal düzenlemeler yapılıyor. Örneğin kornea gibi ceset
üzerinde bir değişiklik yapmayan
dokular, aksine bir vasiyet ibraz edilmediği takdirde artık izin alınmadan
kullanılabilecek. Birey olarak bizlere
düşense, bir gün kendimizin, çocuklarımızın ve yakınlarımızın da organ
yetmezliği nedeniyle organ nakli ihtiyacı olabileceği gerçeğini aklımızdan çıkarmadan, organlarımızın biz
öldükten sonra toprağa gitmesine
mani olarak, organlarımızı bağışlamak ve bu sayede ihtiyacı olan insanlar için kullanılmalarını sağlayarak,
hayatta bir iz bırakmaktır.
kapakkonusu
SON YILLARDA GELİŞTİRİLEN
MİNYATÜR YAPAY KALPLER İLE
KALP NAKLİ TARİH Mİ OLACAK?
Prof. Dr. Deniz Süha KÜÇÜKAKSU
Kalp Nakli ve Yapay Kalp Uzmanı
Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi
Son 50 yılda kalp hastalıklarının teşhis ve tedavisinde sağlanan büyük
gelişmelere rağmen kalp krizinden
ölümler azalırken kalp yetersizliğinde önemli artış gözlemlenmektedir.
Buna yönelik yeni ilaçlar ve cerrahi
teknikler geliştirilse de hastaların
%5-10’unda çok kısa sürede hayatlarını kaybettikleri “son evre” gelişmektedir. Bu evrede aylar hatta günlerle
sınırlı olan yaşam beklentisine yönelik belli başlı iki tedavi metodu bulunmaktadır. Bunlardan biri 1967’de
ilk kez Dr.C.Barnard tarafından yapılan ve günümüze kadar yaklaşık 40
yılda 120.000 hastada uygulanmış
Kalp Nakli, diğeri ise son 10 yılda kul44
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
lanıma giren ve 40.000 civarında hastada kullanılan yapay kalplerdir.
Kalp Nakli, eğer uygun şartlarda
gerçekleştirilirse en iyi biyolojik çözüm olarak düşünülebilir. Genellikle
hastalarda ortalama 15 yıllık (30 yıl
civarında yaşayan hastalarda bulunmaktadır) yaşam beklentisinin
gerçekleştiği görülmektedir. Kalp
naklinde en önemli zorlukların başında donör organ bağışının yetersiz olması ve uygulama için çok özel
şartlar gerektirdiğinden sınırlı sayıda
hastaya çözüm olarak sunulabilmesidir. Kalp nakli organ bekleme süreleri
çoğu ülkede 1 yılı aşmakta, böylece
listedeki hastaların %30’u 1 yıl içinde
hayatlarını kaybetmektedirler. Zaten
en iyi sağlık organziasyonlarında bile
kalp bekleyen hastaların sadece %
10’u o yıl içinde organ bulabilmektedir. Ayrıca Kalp nakli ameliyatları yüksek riskli olup hastaların %10’u erken
dönemde (Ameliyat dahil ilk 30 gün)
kaybedilmekte, bir o kadarı da ilk 2
yıl içinde infeksiyon ve red olaylarıyla
kaybedilmektedirler.
Sonuç olarak, son evreye gelmiş kalp
yetersizliğindeki hastalar için Kalp
nakli yetersiz kalmakta, bir çok hasta
hayatını bir şey yapılamadan kaybetmektedir. Bu tıbbi ve sosyolojik gerçeğin yıllar önce görülmesi nedeniyle
yapay kalp çalışmaları başlatılmıştır.
İlk yıllarda insan dolaşım fizyolojisine
uygun ve kalbi birebir taklit eden poliüretan bazlı malzemelerden yapılan
vücut içi ve vücut dışı yapay kalple
kısmi başarılar elde edilmiş, ancak
karşılaşılan sorunlar nedeniyle uzun
vadeli başarıları sonuçlara ulaşılamamıştır.
1990’ların başında Dr.M.Debakey ve
arkadaşlarının Amerikan Havacılık
Uzay Dairesi (NASA) mühendisleriyle yürüttükleri ortak çalışmaların
sonucunda, ilk anda insan dolaşım
fizyolojisine ters gibi gözüken minyatür metal (titanyum) elektromotor’lu
otomatik kalp pompaları üretilmiştir.
Bir insan parmağı boyutunda olan
minyatür pompa, kalp yetersizliğinde en çok (%90) hasar gören kalbin
ana motor odacığı olan sol ventrikülün içine yerleştirilmekte ve buradan
aldığı kanı insan ana atardamarı olan
aorta içine pompalamaktadır.
Yapılan çalışmalar göstermiştir ki insan dolaşımını nabızsız hale getiren
bu sistem ile kısa ve orta vadede fizyolojik ciddi sorunlar yaşanmamakta,
çoğu insan vücudu bunu iyi tolere
edebilmektedir. Sistemin enerji kaynağı uzun yıllar küçük bir kablo ile
vücut dışında hastanın belinde taşıdığı 1-2 kg’lık bir üniteye bağlanmaktadır. Sistemin küçük olması ve kan
pompalama tekniği sayesinde yapay
dolaşım ve kalbe ait bir çok eski ciddi
komplikasyonların (yan etkiler) ortadan kalktığı hatta oluşmadığı görülmüştür.
Hırvatistan Dubrovnic’te geçtiğimiz
eylül ayında yapılan son dünya kongresinde ortaya konduğu gibi, minyatür yapay kalpler ile kalp nakli olan
hastaların yaşam oranları ilk 3 yıl içinde hemen hemen birbirine eşit olmakta ve halen 10 yıldır gayet kaliteli
hayat süren kalp pompalı hastaların
sayısı hızla artmaktadır.
Yapay kalp pompalarının kalp nakline alternatif olmaları yönündeki
bu gelişmeler yanında belki de en
önemli avantajları, her an elde edilebilir ve hastanın ihtiyacı olduğunda
derhal kullanılabilir olmasıdır. Zaten
hayat kurtarıcı ve uzatıcı olanda bu
etkidir. Son Dünya kongresinde verilen bir müjdeli haber; çok yakın bir
zaman sonra hastanın yanında taşıdığı enerji ve kontrol ünitesini tamamiyle ortadan kaldıran sistemlerin
yapılmış ve insanlarda kullanıma hazır hale getirilmiş olmasıdır.
Özellikle 1960 yılında Amerikan Havacılık Uzay Dairesi (NASA) mühendislerinin üzerinde çalıştığı, insan
cildinden kablosuz enerji transferinin, minyatür yapay kalp motorlarına uygulanması işleminin başarıldığı bildirilmiştir. Kablosuz (wireless)
enerji transfer teknolojisi sayesinde
minyatür yapay kalp takılan hastalar
vücuduna bir kablo ile bağlı çanta
(halk arasındaki deyimi ile Çanta
Kalp) taşımak zorunda kalmayacaklar. Bu sistem sayesinde gece boyunca hastanın giyeceği bir yelek ile cilde temas etmeden yapay kalbin şarj
edilmesi sağlanacak. Kablosuz yapay
kalpler sayesinde hastaların her türlü
fiziksel aktiviteleri mümkün olabilecek ve rahatça denize girip yüzme
imkanları sağlanmış olacak.
Hatta daha ileri dönemlerde; yapay
kalbin ortamlarda bulunan umumi
wireless sistemlerinden de şarj olmasının teknolojik olarak mümkün olacağı öngörülmektedir.
merkezsel planlamalardaki yetersizliklerdir. Kalp nakli uygulamalarını arttırmak amaçlı 2010 yılında
Türkiye’de ilk kez İstanbul’da özel bir
hastanede Sağlık Bakanlığı onayı ve
desteği ile tarafımca “Kalp Nakli ve
Yapay Kalp Merkezi” kurulmuş, 3.5 yıl
boyunca bir çok hastaya başarılı kalp
nakli ve yapay kalp uygulamaları yapılmıştır. Hatta bu hastalardan biri
Türkiye’de yapay kalple evinde uzun
süreli (4 yıla yakın) yaşayan ilk hasta
olarak Türk ve Dünya literatürüne
geçmiştir. Ancak Özel sektör hastaneciliğinin organ naklindeki özellikle
kalp naklindeki finansal zorluklarla
baş edebilme yetenek ve mantığındaki yetersizlikler nedeniyle program
yürütülememiştir. Bu tip programların ülke genelinde pür özel hastaneler yerine özel üniversite hastanelerinde yürütülmesinin önü açılmalıdır.
Bu nedenlerle organ naklinin yeterince etkin olmadığı ülkemizde, bu
hastaların yaşatılması açısından minyatür ve total yapay kalp uygulamaları ilk seçenek haline gelmektedir.
Resim 1. Enerji Transfer Ceketi
Resim 2. TET sistemi (Transcutaneous
Energy Transmission System)
Ülkemizde kalp nakli uygulamaları
1968 yılında hocam Dr.Kemal Bayazıt
ile başlamış ve son 20 yılda giderek
artan bir düzeye ulaşmıştır. Nüfusunun çoğunluğunu Müslüman bir
ülke olmasına ve dini açıdan olumsuzluk bildirilmemesine rağmen
organ bağışında yetersizlik devam
etmekte ve Türkiye organ bağışında
Dünya ülkeleri sıralamasında sonlarda yer almaktadır. Zaten en iyi şartlarda bile yılda toplam 100 kalp nakli
yapılabilmişken son yıllarda bu sayının giderek azalması da Tıbbi-organizasyonel, sosyal ve finansal ayrı bir
sorunlar yumağını oluşturmaktadır.
Ülkemizde bir diğer sorunda, kalp
nakli uygulamalarında bölgesel ve
Türkiye’de ilk kez 2001 yılında içinde bulunduğum cerrahi ekip tarafından Dr.M.Debakey’in ve zamanın
sağlık bakanın özel desteği ile az
sayıda hastada kullanımına başlanan ve çok pahalı olan (200.000 TL)
olan bu sistemlerin, 2012 yılında
kongre başkanlığını yaptığım ve halen yönetim kurulu üyesi olduğum
Uluslararası Yapay Kalp Derneğinin
(ISRBP) İstanbul’da gerçekleşen toplantısından sonra Sosyal Güvenlik
Kurumunca (SGK) ödeme planları
oluşturulmuş ve günümüze kadar
800 civarında hastada başarılı uygulamalar yapılmıştır. Bir yanda 25 yılda
toplamda 700 civarında kalp nakli,
bir yanda 3 yıl içinde 800 civarında
yapay kalple hayata tutunan hastaların varlığı zaten ortaya konulan tıbbi
ve sosyal gerçeği fazlasıyla yansıtmaktadır.
Son 10 yılda yapay kalp maliyetlerinde %100 azalma olsa da halen
finansal boyutlar çok ciddi rakamlardadır. Önümüzdeki yıllarda kullanıma sunulacak bir iki yeni yapay kalp
sistemleriyle, maliyetlerin daha da
azalarak ülkemizde ve Dünya’da çok
daha fazla insan için umut olacakları
beklenmektedir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
45
kapakkonusu
TÜRKİYE’NİN ORGAN NAKLİ BAŞARISI
DÜNYA ORTALAMASININ ÜZERİNDE
Prof. Dr. K. Yalçın POLAT
Memorial Ataşehir Hastanesi
Organ Nakli Merkezi Başkanı
Organ nakli neden önemlidir?
Organ nakli, organ yetmezlikli hastalar için yaşam kalitesini artıran en
önemli tedavi şeklidir. Başarılı bir şekilde gerçekleştirilen organ nakilleri
ile kişiler yeniden yaşama tutunuyor, sosyal ve iş yaşamlarına kaldığı
yerden devam edebiliyorlar. Bugün
organ nakli, tıp dünyası için oldukça
önemli bir alandır.
Ülkemizde neden canlı vericili nakiller daha fazla?
Türkiye’de organ nakli daha çok canlı
vericili nakiller şeklinde yapılmaktadır; çünkü kadavra organ bağışının
yeterli düzeyde olmaması sebebi ile
46
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
canlı vericili nakiller ön plana çıkmaktadır. Kısacası organ bağışının az olması bunun en önemli nedenidir.
Batılı ülkelerde organ nakillerinin
yüzde 80’i kadavra, yüzde 20’si canlı
kaynaklıyken; Türkiye’de tam tersine nakillerin yüzde 75‘i canlı, yüzde
25’si kadavradan yapılmaktadır. Batılı
ülkelerle aynı seviyeye gelmek için
Türkiye’de bir yılda 2000-3000 arasında kadavra organ bağışının olması
gerekmektedir. Bu rakam günümüzde yalnızca 300-400 ile sınırlıdır. Yani
bu şartlar altında 10 kat daha fazla
bağışa ihtiyaç olduğu görülmektedir.
Bugün baktığımızda Türkiye’de yılda toplam 4-5 bin nakil gerçekleştiriliyor; ama bunun kaç katı hasta
da organ nakli olabilmek için organ
bekliyor. Kadavra organ bağışındaki
yetersizlik bekleme listesindeki hastaların sayısını günden güne artırıyor.
Organ nakli için Dünya başarı oranlarına
bakıldığında ülkemizde durum nedir?
Türkiye de organ nakil ameliyatları
yüksek başarı oranları ile yapılıyor
hatta Dünya standartlarının bile üze-
Prof. Dr. K. Yalçın POLAT
rinde olduğunu söyleyebiliriz. Organ
nakli için sayısal verilere bakıldığında
başarı oranları açısından Dünya’da
ilk beşteyiz. Artık organ nakli olabilmek için hastalar yurtdışına gitmiyor, tam tersi yurtdışından hastalar
organ nakli olabilmek için Türkiye’ye
geliyor. Buna ek olarak dünyanın pek
çok ülkesinden organ nakli ekipleri bu konuda eğitim almak için de
Türkiye’yi tercih ediyor. Artık organ
nakli rutin ameliyatlar arasında görülüyor. Ülkemizde teknolojik altyapı
oldukça iyi ve hekimlerimiz oldukça
deneyimli. Bu ameliyatlar ne kadar
çok yapılır ve insanların hayatı kurtulabilirse iyi sonuçlar ve deneyim de
giderek artacaktır.
Son verilere göre ne kadar kişi
organ bekliyor?
Sağlık Bakanlığı’nın 2015 verilerine
göre şu anda 22.00 böbrek, 2.200
karaciğer, 600 kalp, 260 pankreas, 50
akciğer, 4 kalp kapağı, 5 ince bağırsak
hastası kadavradan nakil olabilmek
için bekliyor. Organ bağışının istenilen düzeyde olmaması sebebiyle birçok kişi bu bekleyiş sırasında hayatını
kaybedebiliyor. Birçok kişi de kadavradan organ bağışı olmadığı için aile
ya da yakınlarından alınan organlar
ile sağlığına kavuşabiliyor.
Organ nakli için başarı grafiğinin günden
güne yükseldiğini söyleyebilir miyiz?
Son 10 yılda organ naklinde başarı
grafiği yükseldi ve Türkiye’de organ
nakli için önemli adımlar atıldı. Kamu
ya da özel hastane fark etmeksizin
organ naklinde tüm giderlerin devlet tarafından karşılanarak nakiller
gerçekleştiriliyor. Türkiye’de diyalize
giren ve karaciğer nakli olmayı bekleyen birçok hasta var. Bundan 15-20
yıl önce bu hastaların birçoğu tedavi
olamadığı için hayatını kaybederken
şimdi organ nakli ile eski sağlıklı günlerine tekrar kavuşabiliyorlar.
Organ naklinde en önemli sorun nedir?
Organ nakli için Türkiye ve Dünya’daki en önemli sorun yeterli organ bağışının olmamasıdır. Batılı ülkelerde
Türkiye’ye göre organ bağışı daha
yüksek oranlardadır. Türkiye’de organ
bağışının istenilen düzeye ulaşmamasında ve toplumda yeterli duyarlılığın oluşmamasında bilgi eksikliği,
önyargılar ve yanlış inanışlar önemli
rol oynuyor. Organ bağışı ve naklinde
doğru zannedilip inanılan yanlışlar
ile yıllarca diyalize bağlı kalan ya da
organ bağışında bulunmayan birçok
insan bulunmaktadır. Organ bağışı
konusunda yeterli ve doğru bilginin
aktarılması çok önemlidir. Toplum bilinçlendikçe organ bağışına yaklaşım
da daha pozitif hale gelecektir.
Organ nakli uygulamalarında
denetim nasıl?
Organ nakli süreçlerinde Sağlık
Bakanlığı’nın sıkı denetim programları ile olabilecek yanlış uygulamalar
tümü engellenmektedir. Herhangi
bir hastaya ruhsatı olmayan bir hastanede kısacası legal olmayan bir yol
ile nakil yapılması söz konusu değildir; çünkü organ nakli yapacak hastaneler ruhsatlandırılmaktadır. Teknik
ve teknolojik alt yapı gerekliliğinin
sağlanması ve organ nakli merkezinin sorumlusunun bu konuda yeterli
olması gereklidir.
Nakil olacak kişiler Sağlık Bakanlığı tarafından T.C. kimlik numaraları
üzerinden takip edilmekte ve sonuçlar birebir izlenmektedir. Dolayısıyla
yasadışı bir ameliyatın yapılması söz
konusu değildir. Nakil süresince tüm
işlemler resmi belgeler ile kayıt altına
alınmaktadır.
Organ nakli ile ilgili olarak en çok neler
merak ediliyor?
Organ nakli konusunda en çok merak
ve endişe edilen durumlardan biri organın reddedilip, edilmeyeceğidir.
Günümüzde gerek nakil öncesi gerek
nakil sonrası yapılan tüm tetkikler ile
bu risk minimuma indirilmiş durumdadır. Yeni kullanıma giren ilaçlar ile
de bunların önemli bir kısmı tedavi
olabilmektedir. Bunun dışında canlı
verici olabilme koşulları merak edilen
bir diğer konudur. 4. dereceye kadar
akraba olanlar verici olabilmektedir.
4. derece ötesi ve akrabalık dışı durumlarda bölgesel etik kurul kararı ile
verici olunabilmektedir.
Nakil sonrası hastaların eski hayatlarına dönüp dönemeyeceği de en çok
merak edilenler arasındadır. Nakil
olan kişinin doktorunun belirleyeceği istirahatten sonra kişi günlük, iş yaşamına dönebiliyor. Bu genel olarak
ortalama 3 aylık bir süre olabiliyor.
Doktorunun kararı ile yine kontrollü olarak kişi spor yaşamına da geri
dönebilir. Organ bağışında bulunan
kişi hayattayken kendisi ya da ölümü sonrası ailesi, organın kime ya da
kimlere verileceği konusunda karar
yetkisine sahip değildir. Bu konu da
tıbbi kurallar geçerli olup bu durumu
Sağlık Bakanlığı düzenlemektedir.
Organ nakli sonrası onları nasıl bir hayat
bekliyor?
Nakil olan kişiler kısa bir süre sonra
normal hayatlarına dönebiliyorlar.
Organ nakli ile yeniden hayata kazandırılan kişiler ortalama 3 ay sonra sosyal, iş yaşantılarına geri dönüp
tekrardan çalışan, üreten insanlar
olabiliyorlar. Nakil olan kişileri düşündükleri gibi zor günler değil daha
sağlıklı günler bekliyor.
Nakil sonrası dönemde neler
ön plana çıkıyor?
Nakil sonrası dönem nakil süreci kadar önemlidir. Organ nakli sonrası
hastalara, bundan sonraki yaşamları
için özel bir eğitim verilir. Nakil sonrası
hastalar sağlıklarını korumak için bazı
ilaçları kullanmak durumundadırlar.
Bu ilaçlarını aksatmadan zamanında
almalıdırlar. Özellikle ilk bir yıl kontrollerini asla ihmal etmemelidirler.
Organ bağışının artması için neler
yapılmalı?
Organ bağışının artmasında en
önemli faktör toplumun bu konuda
bilinçlendirilmesidir. Eğitim her alanda olduğu gibi bu konuda da önemlidir. Organ nakli ve bağışının hemen
her platformda konuşulması, tartışılması gerekir. Kitlesel iletişim araçları
ile sürekli gündemde tutulmalıdır.
Organ bağışı yapmak isteyenler nereye
başvurmalı?
Organ bağışı yapmak için bağışı yapan bireyin, kamu ve özel hastanelerinin “Organ Nakil Koordinatörlüğü”ne
başvurması ve gerekli formları doldurması gerekir. Organ bağışı sonrası
kişinin bilgilerini içeren “Doku ve Organ Bağış Belgesi” kartı hazırlanmaktadır. Bu kartın yanında taşımasını
önerilmektedir; ancak kişi ailesini de
bu konuda mutlaka bilgilendirmelidir. Tüm bu bilgiler Sağlık Bakanlığı
kayıtlarında tutulmaktadır.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
47
kapakkonusu
ORGAN NAKLİ
Prof. Dr. İbrahim BERBER
Acıbadem International Hastanesi
Organ Nakli Merkezi Başkanı
Genel Cerrahi Uzmanı
derecede hasar gören organların
yerine, canlı veya kadavradan alınan
yeni ve sağlam organın nakledilmesine organ nakli deniliyor.
Dünyada organ nakli tarihi
Hasta insanı iyileştirmek, yaşam süresini uzatabilmek, kaliteli bir yaşam
sağlayabilmek, insanlığın sürekli
üstünde durduğu konular. Tıp ve
teknolojide yaşanan gelişmeler sayesinde insanların daha uzun ve kaliteli
yaşamasına olanak sağlanıyor. Organ
nakli bu gelişmelerden etkilenen en
önemli sağlık konularından biridir.
Kronik organ yetmezliğinde, organ
nakli bazen hastalar için tek tedavi
seçeneği olabiliyor. Organ nakli ile
hastalar sağlıklı ve daha uzun yasama
şansını elde ediyor. Nakil alanındaki
gelişmelere karşın transplant edilecek yeterli organ sayısının olmayışı
organ naklinin önündeki en önemli
sorun olarak duruyor.
Organ nakli vücutta fonksiyonunu
yerine getiremez hale gelmiş hücre,
doku veya bir organın yerine aynı
veya farklı canlıdan alınan hücre,
doku veya organın nakledilmesi. Diğer bir deyişle kronik organ yetmezliği nedeni ile görev yapamayacak
48
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
İnsanlık tarihinde organ nakli çalışmaları çok eski çağlardan beri yer
alıyor. Hindistan’da eski devirlerde
suçluların burunları kesilirdi. Hintli
cerrahlar, kesik burunları hastanın
kolundan aldıkları ince bir deri ve
derialtı otogrefti ile tamir ederlerdi.
Hintli bir cerrah olan Sushruta milattan önce ikinci yüzyılda otogreft
tekniği ile cilt transplantasyonu yaptı. Ancak bu girişimlerin sonucunun
başarılı olup olmadığı kayıtlı değil.
Yüzyıllar sonra İtalyan Cerrah Gaspare Tagliacozzi başarılı cilt otogreftleri
gerçekleştirdi. Ancak allogreflerde
başarısız oldu ve bu nedenle organ
reddi mekanizması konusunda tartışmaları başlatmış oldu. Organ nakli
konusunda çalışmalarını sürdüren
bilim adamları, önce hayvandan
hayvana daha sonra da insandan
insana organ nakillerini denediler.
İlk başarılı kornea nakli Eduard Zirm
tarafından 1905 yılında yapıldı. Emerich Ulmann 1902 yılında ilk böbrek
ototransplantasyonu gerçekleştirdi.
1912 yılında Alexis Carrel’in vasküler
sütür tekniklerini geliştirmesi transplantasyon cerrahisine büyük katkısı oldu. Carrel, köpekler üzerinde
yaptığı böbrek, kalp ve dalak nakil
deneylerinde cerrahi başarı sağlamış
olsa da on yıllarca aşılamayan organ
reddi konusunda çaresiz kaldı. 1950
yılının başlarında Medawar ve arkadaşları farelerde üzerinde rejeksiyonu ve önlenmesini tanımladı. Bu da
cerrahları insanlar üzerinde böbrek
transplantasyonu yapmaya teşvik et-
Prof. Dr. İbrahim BERBER
miştir. İlk başarılı böbrek naklini 1954
yılında Joseph Murray tek yumurta
ikizleri arasında yaptı. Daha sonraları
rejeksiyonu önlemek için tüm vücut
ışınlama ve steroid ile böbrek nakilleri gerçekleştirildi. Zamanla önce
azatiopirin daha sonra siklosporinin
klinik kullanıma girmesi sayesinde
kalp, karaciğer gibi organ nakillerinin
araştırma safhasından klinik kullanıma girmesini ve böbrek transplan-
nesinde Kemal Beyazıt, daha sonra
İstanbul’da Siyami Ersek tarafından
yapıldı. Ancak her iki hasta da uzun
süre yaşamadı. İlk canlı donörden
böbrek nakli 3 Kasım 1975’de ve
ilk kadavra donörden böbrek nakli
1978’de Mehmet Haberal tarafından
yapıldı. İlk kadavra donörden karaciğer nakli de 1988’de yine Mehmet
Haberal tarafından gerçekleştirildi.
Bu aynı zamanda Kuzey Afrika ve
Ortadoğu’da gerçekleştirilen ilk ka-
lar arasında veya etik kurul onayı ile
akraba dışı organ nakilleri gerçekleştiriliyor. Kan grubu uyumu olmayan
alıcı verici varlığında çapraz nakil yapılabiliyor.
Trafik kazası, kurşunlanma, beyin
kanaması gibi benzeri nedenlerle yoğun bakımda tedavisi devam
ederken, beyin ölümü denilen geri
dönüşümsüz beyin hasarı gelişmiş
kişilerin organları bağışlandığı tak-
dirde bunlar kadavra donör olarak
tanımlanıyor. Kadavra donörden tüm
organ ve dokuların transplantasyonu
gerçekleştirilebiliyor.
tasyon başarı oranlarının dramatik
şekilde artmasını sağladı. HLA tiplendirme, immünsüpressif tedavide, organ saklanmasındaki ilerlemeler ve
klinik tecrübelerin artması sayesinde
böbrek dışında diğer hayatı organların da transplantasyonunu başarılı
şekilde yapılmasına imkan sağladı.
Dünyada, ilk başarılı karaciğer nakli, 1967’de Thomas Starzl tarafından
gerçekleştirildi. İnsandan insana ilk
başarılı kalp nakli 1967’de Christiaan
Bernard tarafından gerçekleştirildi.
Türkiye’de Organ Nakli Tarihi
Türkiye’de ilk kalp nakli 1968’de
önce Ankara Yüksek İhtisas Hasta-
davra karaciğer nakli olma özelliğini
de taşıyor. İlk canlı donörden karaciğer nakli yine Mehmet Haberal
tarafından 1990 yılında yapıldı. Bu
da aynı zamanda Avrupa, Ortadoğu,
Afrika’da ilk canlı donörden karaciğer
nakli olma özelliğini taşıyor.
Donör Çeşitleri
Organ nakli canlı ve kadavra donörden gerçekleştirilebiliyor.
Canlı donörlerden kan, deri gibi kendini yenileyebilen dokular, vücutta çift olarak bulunan organlardan
(böbrek) biri veya tek organın bir
parçasının (karaciğer, ince bağırsak,
pankreas) nakledilmesi mümkündür.
Ülkemizde 4. Dereceye kadar akraba-
Beyin ölümü (tıbbi ölüm) beyin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz olarak
kaybolmasıdır. Beyin ölümü gerçekleşen kişide solunum ve dolaşım
yoğun bakım koşullarında ventilatör
gibi destek makinelerine bağlanarak
sürdürülebilirken, beyin fonksiyonları yapay olarak sürdürülemez. Bu nedenle beyin ölümü gerçekleştiğinde,
kişi tıbben ölü kabul ediliyor ve beyin
ölümü tanısı almış kişilerin hayata
dönmesi mümkün değil. Buna karşılık bitkisel hayattaki hastaların solunumları ve kalp çalışması devam ediyor, yani beyin sapı sağlamdır. Beyin
fonksiyonları azalmış ya da tamamen
kaybolmuş olabiliyor. Ama tam anlamıyla ölüm oluşmamıştır. Bu hastalar
aylarca ya da yıllarca hareketsiz yaşamaya devam etmekte ve bazen de
düşük bir olasılıkla iyileşerek normale
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
49
dönebiliyor. Bitkisel hayattaki insanların organları asla organ naklinde
kullanılmıyor.
Canlı vericili organ naklinin ameliyat zamanlamasının yapılması, alıcı
ve vericinin optimum hazırlanması,
kısa iskemi süresi, düşük oranda primer non fonksiyon ve daha iyi kısa ve
uzun dönem sonuçları gibi avantajları vardır.
Ülkemizde kadavradan organ bağışı
gelişmiş ülkelere göre çok düşük seviyede. Milyon nüfus başına kadavra
organ bağışı ülkemizde 5 civarındayken bu sayı gelişmiş ülkelerde 25-35
arasında. Bu nedenle Türkiye’de yapılan nakillerin yüzde 80’ini canlı vericiden yapılan nakiller oluşturuyor.
Türkiye milyon nüfus başına canlı vericili organ naklinde dünyada birinci
sırada yer alıyor.
Organ Naklinin Yasal Dayanağı
Türkiye’de organ ve doku nakli hizmetleri 1979 yılında çıkarılan 2238
sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun ile
yürütülüyor. Bu kanunda bazı önemli
maddeler aşağıdaki gibidir;
1) Canlıdan organ nakli için kişinin
18 yaşını doldurmuş bulunması,
akli dengesinin yerinde olması
şarttır.
2)Canlıdan organ naklinde, verici
kişinin maddi bir çıkarı olması ve/
veya bunu bilen doktorun organ
nakli yapması şuçtur.
3)Kadavradan organ naklinin yapılabilmesi için beyin ölümü belgesinin hazırlanmış olması, kişinin
sağlığında organlarını bağışlaması, bağışlandığına dair bir belge
yoksa yakınlarının rızası alınması
şarttır.
4)Ölünün fiziki bütünlüğünü değiştirmeyen organlar,(örneğin kornea) herhangi bir bağış ya da izin
alınmaksızın nakil için alınabilir.
5)Organ alımı, satımı, bunun ticaretinin ya da reklamının yapılması
ağır ceza gerektiren bir suçtur.
Ulusal Koordinasyon Sistemi (UKS), 1
Haziran 2000 tarihinde yürürlüğe giren Organ ve Doku Nakli Hizmetleri
Yönetmeliği ile kurulmuştur. Ulusal
50
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Organ ve Doku Nakli Koordinasyon
Sistemi’nin (UKS) amacı; organ ve
doku kaynağına işlerlik kazandırmak,
basit yapıda, hızlı isleyen bir sistem
içinde, uygun organ ve dokuyu, uygun hastaya, uygun zamanda organ
ve doku naklini gerçekleştirmektir.
Yönetmelik ve yeni Yönergeye göre,
UKS’ nin başında Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğüne
bağlı olan Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Merkezini (UKM) vardır. Sonra Organ ve Doku Nakli Bölge
Koordinasyon Merkezleri gelmektedir. Yönergenin Ek.2’ sinde yer alan
listeye göre Bölgeler Ankara, İzmir,
İstanbul, Bursa, Diyarbakır, Erzurum,
Samsun ve Adana’ da kurulmuştur.
Organ ve Doku Nakli Merkezleri ise,
organ ve doku nakillerinin uygulandığı tıbbi tedavi merkezlerini, Organ
ve Doku Kaynağı Merkezi, beyin
ölümü kriterlerini tespit edebilecek
donanım ve personele sahip resmi
ve özel hastanelerini, Doku Tipleme
Laboratuarı ise, verici adayı ile alıcıların doku tiplemelerini yapabilecek
donanım ve personele sahip Bakanlıkça ruhsatlandırılmış laboratuarlarını ifade etmektedir.
Organ Bağışı
Kişi hayatta iken, serbest iradesi ile
tıbben yaşamı sona erdikten sonra
doku ve organlarının başka hastaların tedavisi için kullanılmasının
izin verilmesine organ bağışı denir.
29/05/1979 tarih ve 2238 sayılı ‘‘Organ ve Doku Alınması, Saklanması
ve Nakli’’ hakkındaki kanunda: ‘‘18 yaşından büyük ve akli dengesi yerinde
olan herkes organlarının tamamını
veya bir bölümünü bağışlayabilir’’
denmektedir.
Organ bağışında bulunabilmek için;
organ bağış senedini iki tanık huzurunda doldurup imzalamak yeterlidir. Ayrıca bu belgede nakline izin
verdiğimiz organlarımızı da seçebilmekteyiz. Organ bağış senedi imzalandıktan sonra organ bağış kartı
doldurulur ve bağış yapan kişiye
verilir. Organ bağışında bulunan kişilerin organ bağış kartını daima yanında taşıması organ bağışı işleminin
karışıklık ve gecikme olmaksızın yerine getirilmesini sağlaması açısından
önemlidir
Organ Bağışının Dini Yönü
Organ bağışının dini yönden sakıncası yoktur. Bütün büyük dinler organ
bağışını onaylamakta ve desteklemektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı
Din İşleri Yüksek Kurulu organ bağışını insanın insana yapabileceği en
büyük yardım olarak tanımlanmıştır
ve 6.3.1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı ile organ naklinin caiz olduğunu
açıklamıştır. Diğer islam ülkelerinde de ve bütün büyük dinlerde de
benzer kararlar mevcuttur. Kur’an-ı
Kerim’de de (Maide Suresi, Ayet 32)
“KİM BİR KİMSEYE HAYAT VERİRSE,
ONUN SANKİ BÜTÜN İNSANLARA
HAYAT VERMİŞÇESİNE SEVAP KAZANACAĞI “ beyan olunmuştur.
Transplantasyon Cerrahisi
Cerrahi tekniklerdeki ve teknolojideki gelişmeler sayesinde transplantasyon cerrahisi klasik açık ameliyatlardan minimal invaziv şekilde yapılan
ameliyatlara doğru ilerlemiştir. Günümüzde artık hem verici hem de
alıcı ameliyatları minimal invaziv
yöntemlerle (Laparoskopik, robotik)
yapılmaktadır. Hatta uygun kişilerde
doğal açıklık cerrahisi (NOTES), tek
port cerrahisi (LESS-SILS) uygulanabilmektedir. Doğum yapmış kadın
vericilerde donör nefrektomi yapılırken böbrek vajinal yoldan çıkarılabilmektedir. Bu sayede vericinin karın
duvarında böbreğin çıkarılması için
kesi yapılmasına ihtiyaç kalmamaktadır. Vajinal yoldan böbrek çıkarımlı
donör nefrektomi ameliyatı sayesinde vericiler ameliyat sonrası daha
az ağrı çekmekte, daha çabuk ayağa
kalkmakta ve daha erken işlerine dönebilmektedirler. Karın duvarında sadece laparoskopik aletlerin gireceği
kadar küçük (1-2 cm) kesilerin olması
daha iyi kozmetik sonuçlar doğurmaktadır ve kesi yerinde fıtık, enfeksiyon gibi komplikasyonlar daha az
olmaktadır.
İmmünsupresyon
Organ ve doku nakli sonrası transplante edilen organ ve dokuya karşı
alıcıda tolerans gelişmesini sağlayarak immün sistem tarafından rejeke
edilmesini engellemek için immünsupresif ilaçlar kullanılması gerek-
mektedir. Rejeksiyon oluşmasının
engellenmesi gretin ve dolayısı ile
alıcının yaşam süresini arttırmaktadır.
dır. Rejeksiyonlar oluş mekanizmaları
göre alt gruplara ayrılabilmektedir.
İmmünsupresyon ile antijen tanırarak red olayının oluşmasında kilit
pozisyonda rol alan T hücrelerinin
antijeni saptama ve çoğalma, farklılaşma ve antikor yapım işlevi baskılanmaktadır.
Hiperakut Rejeksiyon
Temel olarak nonspesifik ve spesifik
olmak üzere iki türlü immünsupresif
tedavi vardır. Nonspesifik immünsupresyon ile immün sistem fonksiyonu her aşamada antijene bağlı olmaksızın baskılanır Bu nedenle alıcı
enfeksiyonlara karşı duyarlı hale gelir.
Nonspesifik immünsupresyon amacı ile ensık kullanılan ilaçlar steroid,
azatiopirin ve anti-lenfosit globülinlerdir. Spesifik immünsupresyon ise
alıcıyı enfeksiyona karşı duyarlı hale
getirmeden grefte karşı oluşabilecek
rejeksiyonu baskılamak için yapılan
immünsupresyondur.
1950’lerde tüm vücut ışınlaması ve
steroidler immünsupresyon yöntemi
olarak kullanılmaktaydı. Rejeksiyonu
önleme konusunda faydalı olmasına
rağmen hastalar enfeksiyon veya kemik iliği aplazisinden kaybedilmekteydi. 1962 yılında azatiopirin (AZA)
immünsupresif tedavi protokolüne
katılması ile ilk etkili immünsupresyon yapılmış oldu bu sayede greft
sağ kalımının uzaması sağlandı ve
böbrek nakli yapan merkez sayısı
arttı. 1970’lerde poliklonalantikorlar
olan ALG-ATG, 1978’de siklosporin
kullanılmaya başlanması ile üçlü ilaç
(steroid+ Azatiopirin+ Siklosporin)
tedavi protokolleri kullanılmaya
başlandı. Sonraki yıllarda immün sistemdeki reaksiyon mekanizmalarının
daha iyi anlaşılması ve yeni keşfedilen ilaçlar sayesinde böbrek dışında
diğer organ transplantasyonları başarılı bir şekilde yapılabilir hale geldi.
1990-2000
yıllarda
Tacrolimus,
MycophenolateMofetil, Mycophenolicacid, Basiliximab, Cyclosporine
Microemulsion (Neoral), Daclizumab
(Zenapax),
Sirolimus(Rapamune),
Everolimus (Certican) gibi ilaçlar klinik kullanıma girmiştir.
Rejeksiyon
İmmünsupesyondaki tüm gelişmelere rağmen organ nakli sonrası zaman
zaman rejeksiyonlarla karşılaşılmakta-
Transplantasyon sonrası çok kısa
bir sürede (dakikalar-saatler) içinde ortaya çıkan ve alıcının kanında
dolaşan vericinin dokularına karşı
hazır antikorlar (humoral immünite- sitotoksik antikorlar) aracılığı ile
meydana gelir. Antikorlar genellikle
daha önceki transplantasyon, kan
transfüzyonu, otoimmün hastalıklar
ve hamilelikten sonra oluşmaktadırlar. Antikorların greft endoteline yapışması sonucu kompleman sistem
aktive olur ve endotel hasarı oluşur.
Trombosit aktivasyonu sonucu vasküler oklüzyon ve greftte iskemiye
yol açarak greft kaybı ile sonuçlanır.
Plazmaferez ve pulse steroid tedavide kullanılabilir fakat bu tip rejeksiyonu geri döndürmek pek mümkün
değildir. Greft kaybı kaçınılmazdır.
Akselere Akut Rejeksiyon
Transplantasyondan sonra birkaç
gün (1-4 gün) içinde ortaya çıkan alıcının donör antijenlerine karşı sensitize olduğu (geçirilmiş hamilelik, kan
transfüzyonu) hücresel ve hümoral
hafıza hücreleri aracılığı ile gerçekleşir. Hiperakut rejeksiyona benzemekle birlikte akselere akut rejeksiyonda
transplantasyon anında kanda fazla
miktarda dolaşan verici dokularına
karşı antikorlar yoktur. Alıcıda daha
önce verici dokuları ile karşılaşmış
hafıza hücreleri vardır. Bu hücreler
verici dokuları ile temas ettikleri anda
hücresel ve/veya hümoral immün
sistem grefte karşı reaksiyon gösterir.
Anti-rejeksiyonn tedavileri ile organ
kaybı önlenebilir.
Akut Rejeksiyon
Akut rejeksiyon organ nakli sonrası çoğunlukla ilk birkaç hafta içinde
%10-20 oranında görülen hücresel
immünite ile oluşan bir rejeksiyondur. Bu tip rejeksiyonların %80-90’nı
nakil sonrası ilk bir ay içinde oluşur.
İlk 6 aylık dönemde akut hücresel
rejeksiyon açısından risk yüksektir.
Birinci yıldan sonra risk azalır.
Akut hücresel rejeksiyonda alıcı daha
önceden verici dokularına karşı sen-
sitize olmamıştır. Doku uyumunun az
olduğu veya yetersiz immünsupresif
tedavi alan hastalarda daha sık görülür. Aktif T lenfositler aracılığı ile gerçekleşir. T lenfositleri greft antijenlerini ya kendileri direkt tanıyarak ya da
antijen prezente eden (APC) hücreler
aracılığı ile yabancı doku olarak tanıdıktan sonra aktive olurlar. Bunun
sonucu hücresel ve humoral immün
sistem grefte karşı reaksiyon gösterir. Akut hücresel rejeksiyon sonucu
transplante edilen greft fonksiyonlarında azalma, ateş, greftte ödem ve
ağrı meydana gelebilir. Anti-rejeksiyon tedavisi ile akut hücresel rejeksiyon tedavi edilebilir ve greft normal
fonksiyon görmeye devam eder.
Kronik Rejeksiyon
Transplante edilen organ fonksiyonlarında yavaş ve ilerleyici bozulma ile
karakterizedir. Transplantasyon sonrası aylar içinde ortaya çıkabilmektedir. Hücresel ve humoral immün
sistem rol almaktadır. Greftte interstisyel fibrozis ve düz kas proliferasyonuna bağlı vasküler oklüzyonlar
görülür. Tedavi ile kronik rejeksiyonu
geri döndürmek mümkün değildir ve
greft kaybı ile sonuçlanmaktadır.
Kaynaklar
Lock, M. (2002) Twice Dead: Organ Transplants
and the Reinvention of Death. Berkeley, CA:
University of California Press.
Morris, PJ. Transplantation — A Medical Miracle of the 20th Century. N Engl J Med
2004;351:2678-80.
Tülay Kılıçarslan Ayna, Hayriye Şentürk Çiftçi,
Hilmi Tozkır, Mehmet Gürtekin, Mahmut
Çarin. İmmunsupresif ilaçların etki mekanizmaları. Gaziantep Tıp Dergisi 2009;
15(3): 42-47.
Darla K Granger, Suzanne T Ildstad. Transplantation Immunology and Immunosuppression. Chapter 27, Sabiston Textbook of
Surgery 18th Edition (2008). Elsevier, Philadelphia.
James F Markmann, Heidi Yeh, Ali Naji, Kim M
Olthoff, Abraham Shaked, Clyde F Barker.
Transplantation of Abdominal Organs.
Chapter 28, Sabiston Textbook of Surgery
18th Edition (2008). Elsevier, Philadelphia.
Cumhur Uluğ ELDEGEZ, Yalçın SEYHUN.
Türkiye’de ve Dünyada Transplantasyonun
Tarihçesi. Turkiye Klinikleri J Gen SurgSpecial Topics 2013;6(1):1-6.
Öznur Uludağ. Beyin ölümü tanısının önemi.
Adıyaman Üniv Sağlık Bilim Derg 2015;
1(1) : 34-38.
Ergün Yılmaz. Organ ve Doku Nakli. Ankara Barosu Sağlık Hukuku Digestası Dergisi 2012;
2(2): 203-230.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
51
kapakkonusu
AKCİĞER NAKLİNDE
MERAK EDİLEN HER ŞEY
Türkiye’de ilk başarılı akciğer naklini gerçekleştiren Yeniyüzyıl Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Gaziosmanpaşa Hastanesi’nden Doç. Dr. Cemal Asım Kutlu, bu zamana kadar gerçekleştirdiği
76 nakille edindiği tecrübelerini paylaştı.
52
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Hayatımızda derin derin nefes almak çok önemlidir. Bunu en çok akciğer hastalarının yaşadığı zor süreç
ve hastalık dönemlerinde hatırlanır.
Sigara içmenin zararları sürekli hatırlatılsa da günümüzde daha uzun
yaşamak istemiyorum diye yanıtlarla karşılaşılabiliyor. Peki uzun yaşamanın ötesinde sağlıklı yaşamanın
önemini anlamanın ötesinde, başkalarına da umut olmanın ne demek
olduğunu yani organ bağışını da hatırlamak gerekir. Hayatı daha sağlıklı
yaşayıp, hem de başkalarına umut
olmak için organ bağışına destek olmak çok önem taşıyor.
Akciğer bekleyen hastaların neler
yaşadığı ve süreçte neler olduğunu
merak ediyorsanız. Uzun yıllar bu
alandaki çalışmaları ve birçok soruyu
Türkiye’de ilk başarılı akciğer naklini
gerçekleştiren “Yeniyüzyıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Gaziosmanpaşa
Hastanesi’nden Doç. Dr. Cemal Asım
Kutlu yanıtladı.
Neden akciğer nakline ihtiyaç duyulur?
Akciğer nakli birçok sebepten akciğerlerin artık vücudun ihtiyaçlarını
karşılayamadığı durumlarda söz konusu olur. Çünkü o aşamaya gelindiğinde zaten diğer yöntemlerin tümü
denenmiş, başka bir tedavi yöntemi
kalmamış olur.
Akciğer nakli kimlere yapılır?
Hastanın akciğer nakli gibi büyük
bir cerrahi girişimi de kaldırabilecek
kadar iyi olması gerekir. Akciğer dışında diğer organların; kalp, böbrek
karaciğer gibi hem cerrahi girişim sırasında gelişebilecek olaylarda hem
de verilecek ilaçların etkilerini tolere
etme kapasitelerinin yeterli düzeyde
olması son derece önemlidir.
Bu zamana kadar kaç nakil yaptınız?
Ekip olarak biz toplam 76 adet nakil
yaptık. İlk yıllarda karşılaştığımız zorlukların hemen tamamını geçtiğimizi düşünüyorum. Artık oturmuş bir
ekip ile belli bir rutin içinde nakilleri
yapıyoruz.
Akciğerleri etkileyen hastalıklar nelerdir?
Bu hastalıklar temelde 4 grupta değerlendirilir: Akciğer sertleşmesi,
DOÇ. DR. CEMAL ASIM KUTLU
KOAH, akciğerin iltihabi hastalıkları
ve akciğer dolaşımında yüksek tansiyona neden olan hastalıklar.
Akciğer nakli gerektiren durumlar
nelerdir?
Bu hastalıkları elbette pek çok şekilde tedavi etmek veya süreci yavaşlatmak mümkündür. Bu sebeple
tüm gruplarda nakil gerekliliği ancak
küçük bir alt grup için söz konusu
olur. Tüm desteğe rağmen ilerleme
durdurulamıyorsa, nakil gündeme
gelmektedir.
Akciğer nakli ne zaman yapılmalıdır?
Akciğerlerin kaybettiği işlev dolayısıyla yaşamın tehlike altına girdiğini
gözlemlemek nakil zamanının geldiğini gösterir. Bu açıdan bakıldığında
naklin kime yapılacağı kadar ne zaman yapılacağını da belirlemek nakil
ekiplerinin çok dikkatli davrandığı
noktalardan birisidir.
Akciğer nakli için organ kaynakları
nelerdir?
Akciğer için doğal olarak tüm kadavra donörleri önemli bir kaynaktır.
Ancak dünyada çok çeşitli sebepler-
den bu donörlerin ancak yüzde 2530’unda akciğer kullanılabilmektedir.
Çeşitli ülkelerde organ sayısındaki
yetersizlik sebebiyle iki vericiden birer lob alınarak canlıdan akciğer nakli
de yapılmaktadır.
Kimler nakil adayı olabiliyor?
Nakil adayı olabilmek için bir nakil merkezinde değerlendirilmek, o
merkezlerde Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen kurallarla oluşturulmuş “Nakil Konseyi” toplantısında
bulunan uzmanlarca nakle uygun
bulunduğu belgelenmiş olmak gerekir. Bir de son aşama olarak Bakanlığın resmi olarak kabul ettiği ‘nakil
bekleyen hasta listesi’ne kaydedilmiş
olmak gerekir. Genellikle organ nakli
koordinatörleri haftalık yapılan konsey toplantısının hemen ardından
uygun hastaları bu listeye kaydederek çıkacak ilk fırsatta onların da değerlendirmeye alınmasını sağlarlar.
Yasal olarak adı bu listede bulunmayan kimseye organ nakli yapılamaz.
Aday olduktan sonra hastaları neler
bekliyor?
Nakil olduktan sonra bazen bıktırıcı
olabilen bu bekleme sürecinde hasSAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
53
talarımızın hem tıbbi açıdan hem de
moral ve kondisyon açılarından kendilerini her an hazır tutmaları en büyük arzumuz. Elbette ekipler çeşitli
zamanlarda hastalarla iletişime geçerek bu zor dönemi biraz daha kolaylaştırmaya çalışırlar. Eğer süre daha
da uzarsa bazen bazı incelemeleri
tekrarlamak planlanan girişimi tekrar
gözden geçirmek gerekebilir.
Canlı vericiden akciğer naklinin
avantajları nelerdir?
Canlı vericinin en büyük avantajı işlemin planlanan bir şekilde hem vericilerin hem de alıcının olabileceği en iyi
durumda yapılabiliyor olmasıdır. Burada elbette alıcının henüz bekleme
süresi varken canlı nakil yapılmasını
kastetmiyorum. Söylemek istediğim
bazı desteklerin günler hatta bazen
saatler öncesinden başlatılabilmesi
fırsatını belirtmek istiyorum. Bazen
çok kısa bir ön hazırlık dahi ameliyatın başarısını önemli ölçüde etkileyebilir. Daha teknik bir vurgu da; beyin
ölümü olduğunda kaçınılmaz olarak
tüm organlar başta akciğer olmak
üzere bir hasar görür. Canlı verici de
bu hasar oluşmamış bir akciğer kullanılabildiği için sonuçlar kadavra donörlere göre daha iyidir.
Akciğer nakli için kan grubu uyumu
gerekli mi?
Tüm solid organ nakillerinde olduğu
gibi şart değil. Ancak uygun gruplarda yapılan nakillerin uzun dönemde
daha iyi sonuçlar verdiği de bir gerçek.
Akciğer nakli için doku uyumu gerekli mi?
Dünyanın hiçbir ülkesinde akciğer
nakli sırasında doku uyumuna bakılmıyor. Çünkü başarılı bir nakil için
gerekli süreler çoğu zaman böyle bir
araştırmanın yapılmasına fırsat vermiyor.
Akciğer nakli olmak için ne yapmalıyım?
Son dönem akciğer hastalarının tümünü takip eden bir klinik bulunmaktadır. Bu klinikler aracılığıyla bir
nakil merkezine yönlendirilmek en
doğru yol olur düşüncesindeyim.
54
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Akciğer bekleme listesinde ne kadar
zamanda sıra gelir?
Bizim pratiğimizde bu süre ortalama
3,5 ay olarak saptandı. Sabah listeye
girip akşam nakil olan bir hastamız
da var, iki yıl bekleyen hastamız da.
Akciğer nakli ameliyatı kaç saat
sürmektedir?
Bir nakil ameliyatı süreci toplam olarak 15-16 saat sürmektedir. Bu süreye
ekiplerin organizasyonu ve ameliyat
hazırlığı da dâhil. Cerrahi işlem genellikle 8 saat civarında tamamlanmaktadır.
Akciğer naklinde her iki akciğer de
değiştiriliyor mu?
Genellikle iki akciğer de değişiyor.
Tek veya çift yapmanın çeşitli avantaj ve dezavantajları var. Ancak hastalığa bağlı olarak bazen tek akciğer
nakli yapmak da mümkün. İltihabi bir
sebepten nakil yapılıyorsa çift taraflı
yapmak kaçınılmaz oluyor.
Akciğer naklinden sonra çocuk sahibi
olunabilir mi?
Yurdumuzda henüz örneği yok ama
dünyada pek çok akciğer nakli olan
kişinin çocuk sahibi olduğunu biliyoruz. Ancak gebeliğin sürecin tümüne
nasıl etki edeceğinin iyi düşünülmesi
ve planlanması gerekiyor. Bu hassas
konuda hasta ile onu takip eden ekip
arasında iyi bir iş birliği şarttır.
Akciğer nakli olduktan sonra ne kadar
zamanda taburcu olunur?
Bizim pratiğimizde en erken taburcu
olan hastamız 14. gün evine gitti. Bu
tıbbi iyilik kadar sürece uyumla da
ilişkilidir. Ortalama olarak 20-25 gün
diyebiliriz.
Akciğer nakli sonrası sürekli ilaç
kullanılıyor mu?
Evet. Akciğer naklinden sonra yaşam
boyu kullanılması gereken ilaçlar
vardır.
Akciğer nakli sonrası taburcu olduktan
sonra diyet uygulanabiliyor mu?
Özellikle ilk aylarda verilen yüksek
kortizon nedeniyle sıkı sayılabilecek
bir diyet önerimiz oluyor. Ancak süreçte bu kısıtlamalar büyük ölçüde
kalkıyor. Doğal olarak tüm bireyler için zararları bilinen ve ne yazık
ki toplumda yaygın kullanılan bazı
ürünler açısından ise sınırlama asla
kalkmıyor.
Akciğer nakli sonrası kişisel bakım
açısından neler önemlidir?
Temel hijyen kuralları dışında fazla
bir şey söylemeye gerek yok. Nakilden sonraki erken dönemi saymazsak, sonrasında yapılması gerekenler
toplumdaki tüm bireylerin dikkat etmesi gerekli olan kurallardır.
Akciğer nakli sonrası çalışma hayatına
dönülebiliniyor mu?
Elbette. Bu çok istenilen bir şey.
Amerika’da hastalar büyük oranda
yaklaşık yüzde 80, nakilden sonra
çalışmaktadırlar. Ancak bu kişilerin
bir bölümü yarı zamanlı bir iş tercih
etmektedir. Birçok çarpıcı örnek var
bilinen, ama ben çok hayran kaldığım örneği burada söylemek isterim:
İngiltere’nin önemli bir merkezinde
araştırmacı olarak çalışan bir doktor
yüksek akciğer tansiyonu nedeniyle
kalp-akciğer nakli olmak durumunda kalır. Ardından tekrar işine döner
ve bu sefer ilgisini akciğer nakline
çevirir. Ameliyattan 8 yıl sonra kendi
ameliyatını yapan doktoru ile birlikte
editörlüğünü yaptığı “Akciğer Nakli”
kitabını yayımlar.
Akciğer nakli sonrası emekli olunabiliyor mu?
Bizim yasalarımız böyle bir işlemden
sonra emekli olmaya uygundur.
Akciğer nakli sonrasında spor
yapılabiliyor mu?
Günlük aktivite olarak spor yapanlar
dışında yurt dışında yarı maraton koşan, 20 kilometre bisiklete binen birçok hasta var.
Akciğer nakli sonrası okul hayatına ne
zaman dönülebiliyor?
İlk aylarda yoğun ilaçlar nedeniyle kalabalık yerlerden kaçınılmasını
öneriyoruz. Ancak olumsuz bir koşul
yoksa 6. aydan sonra okula dönmek
son derece uygundur.
Akciğer nakilinin faydaları ve riskleri
nelerdir?
Fonksiyonel kapasiteyi normal sayılabilecek düzeye çıkartması en önemli
faydasıdır diyebilirim. Cerrahi riskler kısa dönemde, kullanılan ilaçlara
bağlı riskler de uzun dönemde söz
konusu olabilir. Ama fayda ve zarar
oranına bakarsak bu her zaman ve
büyük ölçüde hastadan yanadır.
Bir hasta akciğer programına kabul
edildiğinde neler olacak?
Böyle bir programa kabul edilen hastanın tıbbi durumundaki en küçük
bir değişikliği bildireceği bir desteği
olacak. Hastaya bazı öneriler yapılacak ve elbette bu önerileri tamamıyla
yapması beklenmeyecek. Ancak bunun için çabalaması veya ne kadar
çabaladığı ekip için büyük bir önem
taşıyacak. Çünkü bu çaba sonraki dö-
nemde göstereceği uyumun da bir
göstergesi kabul edilecek.
Verici akciğerini nasıl alıyorsunuz?
Bildirilen bir donör kabul edildiğinde
bir ekip ameliyat hazırlığı yaparken,
diğer ekip de donör akciğeri almaya
gidiyor. Bu iki işlem paralel olarak yürütülerek en kısa zamanda akciğerlerin tekrar işlevine başlamasına çaba
sarf ediliyor.
Cerrahi prosedür nedir?
Cerrahi işlem göğüs kafesi açılarak
yapılıyor. Her iki tarafta bir geniş kesi
ile açılıyor. Hasta akciğerler çıkartılıp
yerine yenileri yerleştiriliyor. Bu işlem
çoğunlukla kalp çalışırken sırasıyla
yapılıyor. Bazı durumlarda da kalbi
destekleyici destek sistemlere ihtiyaç
oluyor. Çok nadir olarak kalp durdurulup hasta tamamen kalp-akciğer
pompasına bağlanıp işlem gerçekleştiriliyor ve ardından tekrar kalp çalıştırılıp pompa desteği kesiliyor.
Taburcu edildikten sonra neler olur?
Taburcu edildikten sonra belirli kurallar içinde kalmak koşulu ile hastalarımızın hızla normal hayata dönmesine çalışıyoruz. Ne kadar hızlı o
kadar iyi. Kurallar gevşedikçe de hayat kendiliğinden tamamen normale
dönüyor.
Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
1985
yılında
İstanbul
Tıp
Fakültesi’nden mevzun oldum ve
1987 yılının Şubat ayında Göğüs Cerrahisi ihtisasına başladım. Uzman olmadan önce, 1990 yılında, 3 aylık bir
süre için ABD’nin en önemli merkezlerinden biri olan Mayo Kliniği’ndeki
Kalp-Akciğer Nakil Bölümüne gittim.
Orada gördüğüm akciğer nakli tüm
yaşamım boyunca peşinden koştuğum bir amaç oldu. Yıllar yılları kovaladı ve arkadaşlarımla birlikte 2009
yılında bu ameliyatı yurdumuzda da
yapma şansı yakalanabildi. Ne mutlu
ki, o hasta yurdumuzdaki ilk başarılı
akciğer nakli oldu.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
55
kapakkonusu
KRONİK
KARACİĞER
YETMEZLİĞİNİN
ÇÖZÜMÜ NAKİL
Bir anda ortaya çıkabilen ya da hepatit, siroz gibi nedenlere bağlı olarak
yıllar içinde gelişebilen karaciğer yetmezliği, tedavi edilmediğinde kişinin
yaşamını tehdit edebiliyor.
Hastaları yetmezliğe götüren süreç
ise vücut fonksiyonlarının bozulmasına kadar belirti vermeyebildiği
için karaciğer sağlığının korunması
büyük önem taşıyor. Prof. Dr. Koray
Acarlı, karaciğer nakli ile ilgili sorularımızı yanıtladı.
Vücudumuzdaki karaciğerin ne tür
görevleri bulunmaktadır?
Erişkin bir insanın karaciğeri kiloya
bağlı olarak ortalama 1000- 1500
gram ağırlığındadır. Yaşamın sürmesi için vücudun ihtiyacı olan proteinlerin üretilmesi, gıdaların işlenerek enerji elde edilmesi, yağların
ve yağda eriyen A,D,E ve K vitaminlerinin emilimi için gerekli safrayı
üretmek ve bağırsağa akmasını sağlamak, kanın pıhtılaşmasında çok
önemli rol oynayan pıhtılaşma fak56
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
törlerinin sentezini gerçekleştirmek
karaciğerin görevidir. Bazı mineraller, vitaminler ve şekerin eksikliği
hissedilmesin diye depolanması,
vücutta dolaşan bakterilerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olarak
enfeksiyonlarla mücadele edilmesi
ve vücuda giren hemen her türlü
zararlı kimyasalın zararsız hale getirilmesi de bu hayati organın sorumluluğundadır.
bir durum ise, daha önce karaciğer
hastası olduğu bilinmeyen bir kişide
günler-haftalar içerisinde karaciğer
yetersizliğinin gelişmesidir. Bu tabloya da “Akut karaciğer yetersizliği” adı
verilir. Yani her insan doğduğu andan
itibaren her yaşta karaciğer hastası olabilir veya başka bir deyişle her
yaşta insan da karaciğer yetersizliği
görülebilir.
Karaciğer yetmezliği kimlerde görülür?
Karaciğer yetmezliği genellikle karaciğerin büyük bir bölümünün geri
dönüşümsüz hasara uğraması ile ortaya çıkan ve bu organın gerekli ve
yeterli şekilde işlevini yerine getirememesi ile sonuçlanan bir durumdur. Karaciğer yetersizliği genellikle
hayatı tehdit eder ve bu nedenle acil
tıbbi destek gerektirir. Sıklıkla karşılaşılan durum, hastalanan karaciğerinin yavaş yavaş bozulması ve yıllar
içerisinde yetersizlik gelişmesidir. Bu
duruma “Kronik karaciğer yetersizliği” adı verilir. Daha nadir karşılaşılan
Prof. Dr. Koray Acarlı
Karaciğer yetmezliğinin belirtileri
nelerdir?
Hepatit B ve C, pek çok hastalık sonucu gelişebilen sirozlar, uzun dönem
fazla alkol tüketilmesi, karaciğere ait
bazı damarlarda tıkanıklık, beslenme
bozukluğu, bazı safra yolu hastalıkları, demir metabolizma bozukluğu
gibi kalıtsal bazı hastalıklar, alfa-1
antitripsin eksikliği ve Wilson hastalığı (bakır metabolizma bozukluğu)
kronik karaciğer yetersizliğine neden olur. Hepatit A,B ve C virüslerine
bağlı hepatitler, bazı ilaçların yüksek
dozda kullanımı, çeşitli bitkisel ilaçlara karşı gelişen reaksiyonlar, zehirli
mantarların yenmesi ise akut karaciğer yetersizliğine neden olur. Basit
gibi görülen ciddi halsizlik, yorgunluk, iştah kaybı, bulantı, kusma ve ishal karaciğer yetersizliği gibi önemli
bir hastalığın habercisi olabilir. Sarılık, karın şişliği, karında su toplanması, anlamlandırılamayan burun, diş
eti veya basit yaralanma kanamaları,
şuur bulanıklığı, uykuya eğilim ve
koma hali hastalığın daha ciddi boyutlara ulaştığının habercisi olabilir.
Hangi önlemleri almalıyız?
Doğumsal hastalıklardan korunmak
genellikle pek mümkün değildir. Ancak Türkiye şartlarında akraba evliliklerinden kaçınmak, hamilelik sırasında dikkatli olmak ve çocuğun anne
karnındaki tetkiklerini yaptırmak
bazı hastalıklar konusunda fikir verebilir. Bunun dışında en etkili yol aşı
yaptırarak hepatitlerden ve sirozdan
korunmaktır. Doğru beslenme, temizlik, alkol tüketiminin sınırlanması,
ilaçlarla alkol alınmaması, kan ve kan
ürünlerine temasta dikkatli olunarak
başkasının kanına temas etmiş tıraş
bıçağı, iğne, manikür pedikür aletlerin kullanılmaması, cinsel ilişkide
mutlaka korunmak, dövme yaptırırken aletlerin temizliğine çok dikkat
edilmesi ve yaban mantarından uzak
durmak olarak sıralayabiliriz.
Nakil ne zaman yapılmalı?
Akut karaciğer yetersizliği durumlarında, eğer belli bir eşik geçilmedi
ise, yani karaciğerin tamamı geri dönüşümsüz hasar görmedi ise yoğun
tıbbi destek ile durum geçiştirilebilir
ve karaciğerin kendini toplaması için
zaman kazanılabilir hatta tamamen
iyileşme sağlanabilir. Kronik gelişen
yani artık hasarın geri dönmesinin
beklenmediği durumlar ile iyileşmeyen akut yetersizliklerde tek etkili
tedavi karaciğer naklidir. Karaciğer
değerlerinin kritik seviyelere düşmesi veya yükselmesi, ciddi sarılık, geçmeyen kaşıntı, önlenemeyen varis
kanamaları, karında tedaviye rağmen
sıvı toplanması gibi nedenler karaciğer nakli zamanının geldiğini gösteren işaretlerdir. Konularında uzman
olan hekimler zamanı geldiğinde ve
gecikmeden hastalarını bir karaciğer
nakli merkezine yönlendirmelidirler.
Hastanın kendi sağlığı konusunda
bilinçlenmesi ve şikayetleri olanların
yönlendirmeyi beklemeden başarılı
olduğunu düşündükleri ve güvendikleri bir karaciğer nakli merkezine
bir an önce başvurmaları çok önemlidir. Kronik karaciğer yetmezliği canlıdan ya da kadavradan yapılan nakil
sayesinde sağlıklı bir şekilde iş ve sosyal yaşamlarına dönebilmektedir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
57
kapakkonusu
ÇAPRAZ BÖBREK NAKLİNDE
“HİBRİT YÖNTEM”
Türkiye’de kronik böbrek yetmezliği
ile yaşayan 60 binin üzerinde hasta
nakil için sıra bekliyor. Yetersiz organ bağışı nedeniyle pek çok hastaya canlıdan böbrek nakli yapılıyor.
Donörü yani böbrek vericisi ile az
uyumlu ya da uyumsuz olan çiftler
hibrit yöntemi sayesinde birbirleriyle
çaprazlanarak, nakledilen yeni böbreği vücutlarının daha çabuk kabul
etmesi sağlanıyor. Doç. Dr. Burak
Koçak, çapraz nakildeki uygulanan
yeni yöntemlerle ilgili sorularımızı
yanıtladı.
Resmi rakamlara göre Türkiye’de ne
kadar böbrek hastası bulunuyor?
Çağımızın en sinsi hastalıklarından
olan ve hiçbir belirti vermeden ortaya çıkabilen böbrek yetmezliği her
geçen gün hızla yaygınlaşmaktadır.
Dünya genelinde 2 milyon, ülkemizde ise 60 binin üzerinde hasta diyalize bağlı yaşamakta ve nakil için sıra
beklemektedir. Yeterli organ bağışı
olmadığı için hastalara kadavradan
uygun böbrek bulunması çok uzun
zaman alabilmektedir. Bu nedenle de
58
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
binlerce böbrek hastası uygun böbrek bulunana kadar diyalizle yaşamını sürdürmektedir. Aile bağları güçlü
olan ülkemizde hastalara akrabaları
gönüllü olarak organ verebilmekte
ve böbrek yetmezliği hastaları yaşamlarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmektedir.
Vücut yeni böbreği
hemen kabul ediyor mu?
Canlıdan böbrek nakillerinin cerrahisi dışında başka özellikleri de bulunmaktadır. Vücudu dış etkenlere karşı
korumaktan sorumlu bağışıklık sistemi her insanda bulunmaktadır. Dolayısıyla başka bir vücuttan alınan böbreğin bir başka vücuda nakledilmesi
savunma mekanizmalarını harekete
geçirmektedir. Savunma mekanizması vücuda giren yabancı organı
düşman olarak algılayarak bununla
savaşmak ister. Bu nedenle vücuda
nakledilen organı reddetmemesi için
bağışıklık sistemini baskılayıcı bazı
ilaçlar kullanılmaktadır. Böylelikle
vücudun yeni böbreği reddetmesi
engellenmektedir.
Nakledilen böbrek ömrü ne kadar
uzatıyor?
Her ne kadar vücuda nakledilen böbreği yabancı bir madde olarak görüp
reddetmesi ilaç tedavisi ile engellense de belli bir zaman sonra vücudun
bağışıklık sistemi “antikor” adı verilen
bazı maddeler üreterek nakledilen
böbreği reddedebilir. Bu nedenle
hastaya nakledilen bir böbrek ile hayatı boyunca sağlıklı yaşamak ana
hedeftir. Günümüzde nakledilen
böbreklerin ömrü geçtiğimiz yıllara göre çok daha iyi bir seviyededir.
Önümüzdeki yıllarda gelişecek teknoloji ve ilaçlarla hastaların nakledilen böbrek ile yaşam kalitesi ve süresinin daha da artmasının sağlanması
amaçlanmaktadır.
Neden çapraz nakil bu kadar önemli?
Geçmiş yıllarda sadece kan uyumsuzluğu olan çiftlere çapraz nakil
yapılması düşüncesi bulunmaktayken, gelişen teknoloji sayesinde günümüz şartlarında olaya daha farklı
bir pencereden yaklaşılmaktadır.
Hastanın bağışıklık haritası çıkarıla-
bilmektedir. Alıcının kanında vericinin dokularına karşı bu
antikor denilen vücudun bağışıklık sistemini ürettiği maddelerin varlığı tek tek ölçülebilmektedir. Antikorlardan bir
kişinin vücudunda binlerce olabilmektedir. Bunlar tek tek
tanınıp isim verilmekte, kan düzeylerinin ne olduğu belirlenmektedir. Bu nedenle artık rahatlıkla bir kişinin kanında
nakledilecek böbreğe karşı antikor maddelerin olup olmadığı rahatlıkla görülebilmektedir. Alınan kanda bulunan
tüm bu antikor maddelere rağmen nakil yapıldığı takdirde
nakledilen böbreğin kısa ve uzun vadede başarısız olma
ihtimali yüksektir. Bu nedenle artık bazı hibrit yöntemler
kullanılmaktadır.
Hibrit yöntem konusunda örnek olarak kişi böbrek hastası
olan eşine böbreğini vermek istiyor. Ancak yapılan tetkikler
böbrek hastası eşin kanında eşinin böbreğine karşı antikor
maddeler belirleniyor. Bu şekilde yapılan naklin başarısız
olma ihtimali yüksektir. Bu hastalara belli bir ilaç tedavisi
verilip antikor düzeyleri düşürülerek de nakil işlemi yapılabilir. Ancak bu antikorlar belli bir düzeyin üstündeyse nakil
yine başarılı olmaz ya da bir süre sonra vücut yine de böbreği reddedebilir. Bu nedenle Hibrit yöntemi uygulanmaktadır. Yine bu şekilde olan bir çift bulunmakta ve iki uygun
çift birbirleri ile çaprazlanmaktadır. Bu kişilerin kanlarındaki antikor düzeyleri daha tedavi edilebilir noktalara getirilmektedir. Daha sonra da uygulanan ilaç tedavisi ile bu antikor düzeyleri tamamıyla ameliyat için güvenli bir noktaya
getirildiğinde nakli başarılı bir şekilde yapılmaktadır. Hibrit
yöntem ile birbirlerine uygun olan hastalara yapılan böbrek nakilleri bu sayede daha risksiz ve başarılı olmaktadır.
Doç. Dr. Burak Koçak
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
59
sektörden
Teva Pazar Erişim ve İş Geliştirme Direktörü
Elif Aslan:
BÜYÜK OLMAK
TEVA’NIN DNA’SINDA VAR
Teva hakkında bilgi verebilir misiniz?
Teva’nın küresel yapılanmasından
söz etmek gerekirse, 1901 yılında kurulan Teva bugün dünyanın ilk 10 ilaç
şirketi arasında yer almaktadır. İleriye dönük küresel bir ilaç şirketi olan
Teva, ihtisas, jenerik ve OTC ilaçların,
etkin farmasötik bileşenler (API) ve
yeni terapötik maddelerin geliştirilmesi, üretimi ve pazarlanmasına öncülük etmektedir.
Teva, Kuzey Amerika, Avrupa,
Türkiye’nin de içinde bulunduğu Büyüme Pazarları, Japonya ve Güney
Kore bölgelerindeki yapılanmasıyla
faaliyetlerini yürütmektedir. Teva’nın
54 bitmiş ilaç üretim tesisi, 21 etkin
farmasötik bileşen (API) tesisi ve 34
araştırma ve geliştirme merkezi bulunmaktadır. Teva, yüzde 20 Pazar
payı ile Amerika’da ve dünyada jenerik ilaç pazarında liderdir. Amerika’da
her 6 jenerik reçeteden birinde ve
Avrupa Birliği’nde günde 2.7 milyondan fazla reçetede Teva’nın ilaçları
tercih edilmektedir. 114 yıl önce kurulan Teva, bugün 45.000 çalışanı ve
60 ülkedeki aktif faaliyetleri ile dünyanın en büyük jenerik ilaç şirketi konumundadır.
Teva, 2007 yılından beri Türkiye ilaç
60
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Röportaj: Ensar ÜSTÜN
Elif Aslan, kariyer hayatına 1994 yılında Pfizer’de başladı. Farklı jenerik ve
inovatif ilaç şirketlerinde satış ve pazarlama, iş geliştirme ve pazar erişim
alanlarında çeşitli roller üstlendi. Şubat 2015’ten itibaren Teva’da Pazar
Erişim ve İş Geliştirme Direktörü olarak görev yapıyor.
pazarına yenilikçi ürünler ve yeni tedavi imkanları sunuyor ve daha geniş
kitlelerin bu tedavi olanaklarına erişimini artırmak için çalışıyor.
Teva’yı rakiplerinden ayrıştıran faktörler
nelerdir?
Teva’nın dünya pazarındaki diğer ilaç
firmalarından temel farkı, insan sağlığına sunduğu hizmetleri inovasyon,
kalite ve erişilebilirlik üçgeninde,
hasta ihtiyaçlarını gözeten bir dengede sağlıyor olmasıdır.
Global sağlık sistemindeki lider
oyuncularından biriyiz. Teva, entegre inovasyon yapabilme kabiliyeti ile
yüksek kaliteli ilaçlar geliştirip, bunları pazara sunabiliyor. Ve bunu hızlı bir
şekilde yapıyor.
Entegre inovasyon olarak tanımlanan AR-GE felsefemiz sayesinde,
Teva olarak belirli bir hastalığın veya
semptomun sadece tedavisine değil, tedavinin hastaların hayatlarına
nasıl uyum sağladığına da odaklanıyoruz. Hastaların ilacı nasıl, nerede
ve hangi sıklıkla aldıkları ve tedavinin etkinliği ile de ilgileniyoruz. Bu
bütünsel yaklaşım işi farklı yapabilmemizden kaynaklanıyor. Teva’nın
araştırma-geliştirme fonksiyonu, var
olan moleküller üzerinde inovasyon
yapabilen, jenerik ve OTC ilaçlar üzerinde çalışabilen, endüstrinin önemli entegre ar-ge yapılanmalarından
biridir. Bu yapı, araştırma ve geliştirme sürecimize taze fikirler, farklı
bakış açıları ve daha kapsamlı bilgi getiriyor. Bütünsel yaklaşımımız
sayesinde, hastaların ihtiyaçlarını
karşılayan yeni tedavi olanaklarını
keşfetmemizi sağlıyor. 2012 yılında araştırma-geliştirme grubumuz,
karşılanmayan hasta ihtiyaçlarına
yanıt vermek ve farklı seçeneklere acilen ihtiyaç duyan belirli hasta
popülasyonlarına yardımcı olmak
amacıyla New Therapeutic Entities®
(NTE) kavramını geliştirdi. Bu konuyu biraz açmak gerekirse, alınan ilaç
miktarını veya yan etkileri azaltmak
için farklı molekül kombinasyonları
geliştirmekten söz ediyorum. Örneğin günde 3 kez hap alınarak, bir yıl
boyunca yürütülen HIV tedavisinde,
üç kez ilacını almayı unutan bir hasta ciddi bir sorunla karşı karşıyadır.
Oysa belli bir tedavi dozunun tek bir
hapa indirgenmesi hem hasta hem
de hekim için kolaylık sağlar. Dozlama planlarını uzatmak veya ilacın
buzdolabında saklama zorunluluğu
gibi lojistik sorunlar doğuran kısıtlamalardan kaçınmak için yeniden
formülasyonlar yapmak gibi örnekler NTE önceliğimizi daha net ortaya
koyabilir.
Ayrıca, Teva’nın başarısının altında
güçlü bileşenlerden oluşan bir temel
de var: örneğin ihtisas ilaçları, jenerik
ilaçları, hammadde ve OTC alanlarındaki dengeli iş modeli, stratejik birleşmeler ve iş ortaklıkları nedeniyle
elde ettiği endüstri ve Pazar liderliği,
global tesisleri, her geçen gün büyüyen coğrafi dağılımı gibi.
Teva’nın iş modeli nedir?
Dünya ölçeğinde, Teva organizasyonel açıdan iki ana birim tarafından
yönetilir. Biri Teva markası ile özdeşleşmiş “Global Jenerik İlaçlar”
bölümüdür. Diğer tarafta inovatif
ve yetim ilaçlar gibi özel ihtisas gerektiren konuları kapsayan “İhtisas
İlaçlar” bölümü vardır. Bu yapılanma bile Teva’nın yenilikçi ürünlere
verdiği önemi gösterir. Teva tüm bilimsel kaynaklarını, global liderliğinden gelen gücünü ve inovatif ilaçlar
üretmekteki ölçeğini insan sağlığı
üzerinde fark yaratacak sonuçlar için
odaklamaktadır. Bir hastalığı tedavi
edebilecek yeni bir organik molekül, peptit veya proteinin keşfi için
5,000 ile 10,000 arasında bileşenin
üzerinde bilimsel çalışmalar yapmak
gerekir. Inovatif bir ürünü geliştirmek
10-15 yılı alabilir ve 1 milyar dolardan
fazla yatırım gerektirir. Bilimadamları
inovatif ilaçların varolan ilaçlara göre
belirgin avantajlar oluşturduğunu
kanıtlamışlardır. Teva kaynaklarını
etkin kullanmak için, stratejisi gereği,
ihtisas ilaçlarının araştırma-geliştirme sürecindeki keşif safhasına odaklanmaz. Teva, TIV (Teva Innovative
Vendors) adı verilen özel bir yapılanma içinde ileri araştırma safhalarında
bulunan ve gelecek vaad eden moleküllere sahip firmalarla işbirliğine
gider.
Teva olarak şirket konumlandırmamızı şu şekilde özetleyebilirim:
• Hastalara hatta tüm insanlara yö-
nelik etki yaratan bir sağlık şirketiyiz. Dünya çapında milyarlarca
insanın hayatına dokunuyoruz. Bu
çok büyük bir sorumluluk ve çok
büyük bir ayrıcalık.
• Öncü olmayı istiyoruz ve bu an-
lamda kendimizi konumlandıracak çok stratejik satın almalar yapıyoruz.
• Büyük olmak Teva’nın DNA’sında
var. Büyük olmak şirket olarak
önemli rekabet avantajları sağlıyor. Kendimizi sağlık sistemlerini
düzenleyen otoriteleri destekleyen bir partner olarak konumlandırıyoruz. Dünya çapında büyük
olmamızın verdiği avantajla, katma değer yaratacak değişimi başlatabiliyoruz.
Teva olarak işimizi ve stratejik yönelimimizi yeniden tarif ettik. Teva
artık sadece bir ilaç şirketi olarak
kendini konumlandırmıyor. Teva
olarak amacımız sağlığı geliştirmek
ve insanların daha iyi hissetmesini
sağlamak. Burada kritik değişim şurada: Sadece hastaları değil insanları odağımıza koyuyoruz. Bu amacı
başarmak için tarif ettiğimiz 6 unsur
var. Her biri birbirinden önemli olmakla birlikte, Teva’nın Pazar Erişim
fonksiyonunun da varlık sebebini
oluşturan “Gerçek anlamda hasta
ve maliyeti üstlenen kurumları
dikkate almak” unsurunu biraz açmak istiyorum:
Sağlık ve geri ödeme kuruluşları, yeni
ilaçların ve tıbbi cihazların maliyet/
fayda açısından ekonomik analizlerini ve bütçeye etkisini görebilmek istiyorlar. Güvenlik ve etkinlik çalışmaları artık pazar erişiminde tek başlarına
yeterli olmadığından, bu kurumların
ihtiyacına en uygun çözümleri etkin
ve zamanında sunmayı hedefliyoruz.
Bu doğrultuda sadece kurumlardan
değil hekimlerden de aldığımız geri
bildirimleri bu süreçte değerlendiriyoruz.
Teva’nın odaklandığı tedavi alanlarından
bahsedebilir misiniz?
Teva global anlamda, Merkezi Sinir
Sistemi (MSS) hastalıklarının tedavisinde, başta Multipl Skleroz (MS), Parkinson hastalığı ve uyku bozuklukları
tedavisinde bütünleyici tedavi alternatifleri sunmaktadır. Diğer yandan
Onkoloji alanında kronik lenfositik
lösemi, non-Hodgkinlenfoma dahil
çeşitli kanser türlerinin tedavisine yönelik ilaçları ve farklı biyolojik tedavi
alternatifleri mevcuttur. Ağrı alanında da kanser tedavisinden, migren
tedavisine kadar farklı hastalıkların
tedavisine odaklanmış durumdayız.
Kadın sağlığı, solunum ve transplantasyon alanlarında da farklı tedavi alternatifleri sunmaktadır.
Teva, Onkoloji, MSS, Solunum ve Kadın Sağlığı başta olmak üzere çeşitli
tedavi alanlarında 2020 sonuna kadar 30 yeni ürün sunmak üzere çalışmaktadır.
Teva, Türkiye pazarında hangi alanlarda
faaliyet gösteriyor?
Teva Türkiye olarak biz de, Teva’nın
stratejik alanlar olarak konumlandırdığı MSS ve Onkoloji alanlarına
odaklanıyoruz. İhtisas ilacımız olan
Copaxone, Türkiye’de MS tedavisi
için en önemli alternatiflerden biridir. Teva’nın bu terapötik alanlardaki
hasta ve kamu yararına olacak tüm
ürünlerini, hekimlerimizin kullanımına sunmayı hedefliyoruz. Yapılanmamızı ve stratejilerimizi bu yönde
oluşturduk ve hedef pazarlarımızda
lider konuma gelmek istiyoruz. Türkiye pazarında bizi diğer firmalardan
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
61
Türk ilaç sektörü dünyada, hacim bakımından, 16. sırada yer almaktadır. O nedenle Teva dahil pek çok global firma
Türkiye’yi “Büyüme Pazarları” bölgesinde değerlendirmektedir.
Türk ilaç sektörü geçtiğimiz sene yüzde 8,8 civarında büyüdü. Türkiye’de halka bir çok tedavi hizmeti sağlanmış,
ilaca erişim artmıştır. Kişi başı hekime başvurma sayısı 20 yıl önce 1,7 iken, bugün bu rakam yaklaşık beş katına
yükselmiştir. Aile hekimliği uygulaması, birinci basamak sağlık kuruluşları aracılığı ile sağlık hizmetleri ücretsiz
alınabilmektedir. Bu örnekler ve benzer pek çok uygulama sayesinde hastaların ilaca erişimi artmış ve Pazar büyümüştür. Diğer yandan Pazar koşullarının sürekli değişmesi ve ödemeyi yapan kurum tarafında maliyetlerin temel
kriter olması nedeniyle ilaç şirketleri çeşitli zorluklar yaşamaktalar. Oysa Teva gibi inovatif, yetim ve jenerik ilaçlar
konusunda ihtisas oluşturan firmaların portföylerini pazara hızlı verebilmeleri kritiktir. Bunun için regülasyonların
da hızlı işlemesini sağlayacak altyapıların oluşturulması gerekmektedir. Ülkemizin yeni açılımlar sağlaması, 2023
vizyonuna güvenle ulaşabilmesi için ilaç sektörüne çok önemli bir rol düşmektedir. Hızla gelişen dünya ilaç pazarında söz sahibi olabilmek için, endüstride verimliliği arttıracak önlemler alarak müstahzar ilaç, ilaç hammaddesi
ve biyoteknoloji ürünlerinde teknoloji transferi konularında somut adımlar atılmalıdır.
ayrıştıran temel nokta, portföyümüzde hem inovatif hem de jenerik
ilaçları aynı anda barındırıyor olmamızdır.
Türkiye pazarındaki hedefimiz, henüz karşılanmamış tedavi olanaklarını hızla kullanıma sunmak ve en
önemli paydaş olan hastaların yaşam
refahını yükseltmektir.
Teva Türkiye olarak neyi başarmayı
hedefliyorsunuz?
Odaklandığımız tedavi alanlarında
hasta odaklılık konusundaki yaklaşımız ile en bilinen firma olmayı
hedefliyoruz. Bunun zor bir hedef
olduğunun ve hasta odaklılık konusunda pek çok ilaç firmasının ciddi
çalışmalar yürüttüğünün bilincindeyiz. Bu nedenle kendimizi farklılaştırarak hedefine ulaşan bir firma olmak
istiyoruz. Aamcımız, çevik ve esnek
bir şekilde, porföyümüzdeki ürünleri,
hasta, sağlık otoriteleri ve hekim üçgenindeki faydaları gözeten bir partner bilinciyle Türk pazarına sunmak.
Hasta ihtiyaçlarına odaklanarak, ilaçlarımızın kalitesini, etkinliğini ve güvenilirliğini geliştirmek ve dünya çapında hastalara uygun fiyatlı jenerik
ürünler sunmak için çalışmalarımıza
devam edeceğiz.
TEVA Türkiye’nin Pazar erişim stratejisini
anlatabilir misiniz?
Bize göre, pazar erişim fonksiyonu
şirketin ticari önceliklerine değil sistemin ihtiyaçlarına odaklanmalıdır. Geri
ödeme sistemleri ile senkronize edilmiş bütünsel bir bakış açısı içerir. Biz
Pazar erişim stratejimizi şöyle tanımlıyoruz: Türk sağlık sisteminde firmamızdan kaynaklanan gereksiz iş yükünü azaltmak, hastalık tedavisinde ve
hastaya ulaşma konusundaki maliyetleri optimize edecek öneriler, ürünler
ve çözümler sunan stratejik bir ortak
olmak. Biz burada sadece Teva’nın değil, aynı zamanda sağlık sisteminin de
sorumluluğunu taşıyoruz.
Önümüzdeki dönemde pazara yeni
girecek olan ürünleriniz bulunuyor mu?
Elbette var. Ancak önümüzdeki dönemde pazara vereceğimiz ilaçlarda
şu ön şartları gözeteceğiz:
• Karşılanmamış bir hasta ihtiyacına
cevap vermek,
• bilinen
bir molekülü alışılmışın
dışında özgün bir yolla formüle etmek ve kullanmak.
• Sağlık sistemi ve geri ödeme ku-
rumunun öncelik ve ihtiyaçlarına
cevap vermek.
Gelecek dönemde Türkiye’de MSS ve
Onkoloji pazarlarındaki odağımızı
güçlendireceğiz. Kendimizi daha çok
hasta ihtiyaçlarının karşılanmadığı
alanlara konumlandırmak istiyoruz.
Yani kitlesel pazarlara değil, az sayıda
insanı etkileyen hastalıkların tedavisine yönelik alternatifler sunacağız.
Örneğin, genetik bir nörolojik hastalık olan Huntington hastalığı, hastalarda bazı hareket bozukluklarının
yanı sıra mental gerilik görülmesine
sebep olan kalıtsal bir hastalık. Prevelansı düşük olduğu için, tedaviye
yönelik ilaç sayısı oldukça az ve hastaların sıkıntısı çok fazla. İşte biz Teva
olarak şimdiye kadar öncelik verilmemiş bu gibi alanlarda da çare olmak
ve hasta ihtiyaçlarına cevap vermek
istiyoruz.
Tüm taraflar için artı değer yaratmayan ürünü ruhsat sürecine kesinlikle
sokmuyoruz, Teva için ticari değeri olsa bile. Bu bizim ana stratejimizin
vazgeçilmez bir parçasıdır.
Ruhsat sürecine sokacağımız ürünlerin, hasta ve doktorun sağlık sisteminin de ihtiyaçlarını gözetmesini ve tüm taraflara fayda sağlamasını
ÖN ŞART olarak değerlendiriyoruz.
62
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
gündem
BASIN DANIŞMANLARI
KAÇA AYRILIR?
Esra ÖZ
Biyolog, Sağlık Habercisi ve Sosyal Medya Uzmanı
Bütün gün toplantılara katıldım,
özellikle son röportaj için gittiğim
hastanenin koridorlarında hastaları
gördükçe içim acıdı. Havasız koridorlardan geçerken nefesimi tuttum,
gözlerimi kaçırdım hastalardan. Röportajı yaptığımız hocanın odasını
bulduğumda derin bir nefes aldım.
Bilimselliğin dışında insani konuları
da konuştuk. Sohbet bitince yine aynı
koridorlardan geçerek ofise döndüm.
Yorgunluğun dışında konuşulanları
düşünüyordum, gözlemlediklerimi
aklımda karşılaştırıyordum ki telefon
çaldı bir basın danışmanıydı karşımdaki. Nasılsınız, iyi misiniz faslından
sonra “Esra Hanım, az önce size bir
mail gönderdim, elinize ulaştı mı? Yayınınızda kullanırsanız çok seviniriz”
dedi. “Henüz incelemedim, okuyucu
kitlemize uygun olup olmamasına
göre karar verir ve size bilgi veririm”
dedikten sonra konuşma bitti. Bu
aralamalar sıklaştıkça ve tanıştıkça
iletişim güçleniyor.
Zamanla, tecrübeyle basın danışmanlarını öğreniyorsunuz. Deneyimlerimden yola çıkarak üç farklı grupta
basın danışmanı olduğunu söyleyebilirim.
ciyi kukla gibi oynatabiliyor muyum?”
diye bakar. Eğer kuklası olmazsanız
sizi tanımaz. Bunlar sadece konumu
olan gazetecilerin dostudur. Onun
dışındaki gazetecilerle konuşmaz. O
gazeteciler işten ayrıldığı anda arkadaşlığı biter ya da o gazeteciyi iyi bir
yere gelmesi için destekler ve kendi
baskısı altına alır. Sizin etik olup olmamanız önemli değildir, onun için
önemli olan işini yapıp yapmadığınızdır. Hatta etikseniz, sizi demoralize
etmek için elinden geleni yapar.
Üçüncü grup basın danışmanlarına
gelince, bunlar sizin nerede çalıştığınızdan çok kaleminize önem verir.
Siz nasıl gazetecisiniz? Etik misiniz?
Herkes ile görüşür ancak başarılı
gazetecilerin ayrımını çok iyi yapar.
İşten ayrılsanız da ayrılmasanız da yanınızdadır. İşinin yanında
insani özelliklerini
sonuna kadar hissettirir. Önemli olan işin
değil, sensin demekten öte yaşatır.
Aslında basın danışmanlarının önem
vermesi gereken husus, kalemleri
güçlü gazetecilerdir. Bu durum çalıştıkları hekim ve bilim insanlarının da
bilinçli davranmamasından da kaynaklanır. Önemli olan haberin uzman
gazeteciler tarafından yapılmasıdır.
Basın toplantılarındaki kuru kalabalık ya da haber yazmaktan bir haber
kişilerin olması, o basın danışmanını
başarılı yapmaz!
Bununla ilgili dikkat edilecek hususlara daha sonra değineceğim.
Basın danışmanlarını bizlerde zamanla daha iyi tanıyoruz. Bazıları
iyi ki var derken bazılarının maillerini okumadan siliyoruz.
İlk grupta yer alanlar, profesyonellerdir ve sadece gazetecinin çalıştığı
kuruma bakar. Yani sizin kim ya da
ne olduğunuz önemli değildir. Onun
bültenlerini, özel haberlerini yayınlamanız ve toplantılarına katılmanız
önemlidir. İşini yaparsanız sizden
iyisi, yapmazsanız da sizden kötüsü
yoktur. Size sorun yaşatsalar bile, her
zaman kendileri haklıdır. İşleri bitince
de arkalarına bile bakmazlar, hatta işlerine gelmezse tanımazlar bile.
İkinci grup basın danışmanları, profesyonelliğinin dışında birde “gazete-
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
63
analiz
KARIN İÇİ KANSERLERİNDE
SICAK KEMOTERAPİ UYGULAMASI
Prof. Dr. Koray TOPGÜL
Medical Park Ankara Hastanesi
Genel Cerrahi Bölümü
Kemerburgaz Üniversitesi TF
Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Neden karın içine kemoterapi uygulanır ?
Karın içinde hem karın duvarını içten
hem de organların yüzeyini örten periton zarı, karın içi organlardan köken
alan pek çok kanser de tutabilir. Periton , ince, az miktarda sıvı salgılayarak organların kayganlığını sağlayan
bir dokudur hatta bir organdır. Karın
içi organlardan kaynaklı bir kanserde, kanser hücreleri komşuluk ya da
karın içine dökülme yoluyla peritonu
tutar. Aslında periton tümör hücrelerini tutarak kendini feda etmektedir.
Bu durum genellikle kanserin son evreye geçtiğini gösterir. Peritonun tutulduğu kanserlerde sistemik kemoterapiler yetersiz kalmaktadır, ilaçlar
peritona tam ulaşamamakta, dokuda
istenilen düzeyde anti kanser etkisi
sağlayamamaktadır. Sıcak kemoterapi tedavisindeki temel prensip,
peritonu bir organ olarak kabul etmek ve peritonun tutulduğu kanser
durumlarında tutulmuş peritonu ve
hastalıklı organ ya da organları çıkarmak (sitoredüktif cerrahi) ve karın
içine sıcak ya da ısıtılmış kemoterapi
uygulamak ve sonuçta geride kalmış
mikroskobik yayılmaya en etkili darbeyi vurmaktır. Yani toplam bir kanser hücre avı söz konusudur.
64
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Sıcak Kemoterapinin
(HİPEK=Hipertermik İntraperitoneel
Kemoterapi) mantığı nedir?
Kemoterapik madde neden ısıtılarak
verilir? Sıcağın etkisi nedir? Öncelikle
burada sıcağın direk kendi etkisinden
söz etmek lazım. Isının kendisi antitümör etkiye sahiptir. Yine ısı ilacın
doku içine nüfuz etmesini kolaylaştırmaktadır. Yine gösterilmiştir ki ısı
seçilmiş kemoterapik ajanın kanser
hücresini öldürme etkisini artırır. İntraoperatif kemoterapi elle manüple
edilerek karın içinde yayılabilir ve ısı
karın içindeki tüm yüzeylere ilacın
eşit dağılımına katkı sağlar. Yine bu
uygulamada ameliyat süresince ilacın böbrek üzerine olumsuz etkileri
ve idrar çıkışı çok iyi monitörize edilebilir ve gerekli önlemler alınabilir.
HİPEK süresince geçen zaman zarfında hastanın birçok fizyolojik parametresi (vücut ısısı, pıhtılaşma, hemodinami..) normalize edilebilir. HİPEK
süresince ki bu genellikle 60 dk’dır,
tümör hücreleri ince bağırsak yüzeylerinden ve pıhtı-fibrin tabakaları içinden mekanik olarak temizlenir.
HİPEK hangi hasta ya da hastalıklarda
uygulanabilir?
En sık kadınlarda over kanserlerinin
tedavisinde kullanılmaktadır. Bunun
yanında kalın bağırsak (kolon-rektum), mide, apendiks kanserlerinde
ve peritonun kendi kanserlerinde
(psödomiksoma peritonei) kullanılır.
Son yıllarda pankreas kanserlerinde
de kullanılmaya başlamıştır.
Periton tutulumunda sıklıkla karın
içinde sıvı (assit) birikimi olur. Bu sıvı
hem hastanın karnının şişmesine
hem de kanser hücrelerinin diafragma ve diğer karın içi alanlara yayılımına neden olur. Bazen hastalarda
yatma pozisyonuna izin veremeyecek kadar assit toplanır. Bu sıvılar
zaman zaman dışarıdan boşatılsalar
da çözüm olmaz. Altta yatan neden
var olduğu sürece assit devam eder.
Bu hastaların birçoğu hastalığın son
evresinde oldukları ve yapılacak birşeyin kalmadığı söylenerek evlerine
yollanırlar. Bir kısım hasta da sistemik
kemoterapiye devam edilir. Ancak bu
çaba da genellikle yetersiz kalır. İşte
sitoredüktif cerrahi ve HİPEK yukarıda söz ettiğimiz hastalarda ve klinik
durumlarda gündeme gelir.
HİPEK tek başına yeterli mi ?
Hayır. HİPEK tek başına yeterli değildir. HİPEK tedavinin bir parçasıdır. Bu
tedavinin 3 temel ayağı vardır.
Öncelikle karın içinde tutulmuş periton ve organların (kalın bağırsak, over,
safra kesesi, midenin tutulu kısmı…)
çıkarıldığı ve tüm tümörlü dokuların
temizlendiği tam ya da tama yakın bir
sitoredüksiyon sağlanan bir ameliyat
gerekir. Bu ameliyatta karın orta hattan boydan boya açılır ve tüm karın
değerlendirilir. Tutulmuş periton ve
organlar çıkarılır. Bu sırada kalın ya da
ince bağırsakların bir kısmının çıkarılması ve bağırsağın karın duvarına
ağızlaştırılması gerekebilir (kolostomi
vaya ileostomi). Bu uygulama genellikle geçici bir uygulamadır ve tedavileri bittikten sonra bağırsak tekrar
içeri alınır. Bu cerrahi uygulanmadan
HİPEK uygulamanın bir anlamı yotur.
Ya da HİPEK uygulaması olmadan bu
cerrahiyi uygulamanın bir yeri yoktur.
Sitoredüktif cerrahi ve HİPEK uygulamasını sistemik kemoterapi takip
etmelidir. Yani “Sitoredüktif Cerrahi +
HİPEK + Sistemik Kemoterapi” üçlüsü.
Unutmamak gerekir ki bu hastalar
son derece komplike ve gellikle 4.
Evre hastalardır ve tedavideki her basamak önemlidir.
HİPEK hangi durumlarda uygulanamaz ?
Bu çok önemli bir soru. HİPEK’in karın dışında tutulum (beyin, akciğer,
kemik metastazları..) durumunda
yeri yoktur. Hastalığın karın içinde sınırlı olması gerekir. Ayrıca çok sayıda
karaciğer metastazı (yayılım), ya da
çıkarılamayacak karaciğer metastazı
olanlarda HİPEK tedavisinin yeri yoktur. Üç ya da daha az sayıda ve çıkarılabilecek karaciğer metastazı varsa
HİPEK için engel değildir.
Çok yaygın ve yoğun ince bağırsak
tutulumu olan hastalarda ince bağırsakların çoğunun çıkarılması yaşamla bağdaşmayacağı için HİPEK
tedavisine uygun değildir. Bu hastaların çoğunu ameliyat öncesi yapılan
tetkiklerle saptamak mümkün olmamakta, hasta ameliyat için açıldığında görülmektedir. Yani son karar,
bazen masada verilmek durumunda
kalınmaktadır.
HİPEK’in tek başına kullanıldığı durumlar
var mıdır ?
Bazı hastalarda sadece assiti tedavi
edip hastanın konforuna yardımcı olmak üzere HİPEK, cerrahi uygulamadan laparoskopik olarak karın içine
yerleştirilen kateterlerle uygulanabilir.
Ancak genellikle palyatif bir tedavidir.
Hastanın sağkalım süresine çok katkısı olmaz. Literatürde özellikle meme
kanserine bağlı peritoneal tutulumlarda daha iyi sonuçlar verilmiştir.
HİPEK nasıl uygulanıyor?
HİPEK uygulaması ameliyat sürecinin
bir parçasıdır. Uzun ve zorlu bir ameliyatın sonunda, karın içi tümör temizliğini takiben, hasta halen anestezi altındayken yapılır. Karın kapatılmadan
önce karın alt ve üst kadranlarına ikişer adet diren konulur. Bu direnlerle
kemoterapi sıvısını ısıtan özel cihaz
arası bağlantı kurulur ve karın alt ve
üst kısmına ısı düzeyini takip etmek
için 2 adet ısı probu yerleştirilir. Bu
proplar kemoterapi verildiği sürece
ısının istenen düzeyde sabit kaldığını görmeyi sağlamaktadır. Isı 41-43
derece arasında olmalıdır. 42 derece
ısının tümör hücrelerini öldürücü etkisinin olduğu bilinmektedir. Kemoterapi süresi ilaca göre farklar gösterse de genelde 60 dakikadır. Karın
içine 3.5 litre kadar kemoterapili sıvı
verilir. Bu sırada kemoterapinin karın
içinde heryere ulaşması için karın dıştan elle manüple edilir, çalkalanır. Bu
sürenin sonunda karın içindeki sıvı
geri alınır ve işlem sonlandırılır. Eğer
bağırsak rezeksiyonu yapılmışsa,
anastomozlar sıcak kemoterapi sonrası karın yeniden açılarak yapaılır.
Sitoredüktif Cerrahi ve HİPEK
uygulayacak ekip kimlerden oluşmalıdır?
Ameliyat 6-10 saat kadar sürmektedir. Hem pelvik hem de hepatobilier
cerrahide deneyim gerektirmektedir.
Bu nedenle ekipte hem genel cerrahi
uzmanları hem de jinekolog onkolog
gereklidir. Ayrıca cerrahi öncesi görüntüleme için deneyimli radyologlar, hastaların kemoterapi programlarının ve tedavilerinin düzenlenmesi
için tıbbi onkologlar, tanıların doğruluğu açısından deneyimli pataloglar,
PET tomografi ve değerlendirecek
nükler tıp uzmanı, beslenmelerinin
düzenlenmesi için uzman diyetisyenler, yoğun bakımda hastaların
takibini yürüten deneyimli anestezi
doktorları, deneyimli ve donanımlı
yoğun bakım ve servis personel ve
hemşireleri bu geniş ekibin olmazsa
olmaz parçalarıdır. Bu tedavi multidisipliner bir yöntem olduğu hem
tedavi kararlarında hem de tedavi süreçlerinde unutulmamalıdır.
HİPEK’in sağkalım süresine (ömür)
etkisi nedir ?
Bu tedaviye aday hastaların büyük
çoğunluğu ileri evre hastalıklı ve
yaşam beklentisi aylarla sınırlı olgulardır. Bu nedenle sağkalım süresi
konuşulurken bu önemli detay unutulmamalıdır.
HİPEK uygulaması farklı kanserlerde
farklı uzun dönem sonuçlarına sahiptir. En çok faydalanan over kanserleridir ve 5 yıllık sağkalım %50 civarındadır. Kalın bağırsak kanserlerinde bu
oran %30 civarındadır. Mide kanserlerinde bir yıllık %43, 5 yıllık %11 sağkalım süresi bildirilmişitir ki bunlar en
iyi sürelerdir. Halen mide kanserinde
çok iyi sürelere ulaşılamamıştır. Ama
yine de ileri evre, peritona metastaz
yapmış mide kanserlerinde normalde yaşam süresinin 6 aydan az olduğu düşünülürse verilen oranların
başarısı görülebilir. En şanslı gurp ise
Psödomiksoma peritonei olgularıdır.
5 yıllık sağkalım oranı %66-97’dir. Bu
nedenle hekimlerin bu grup hastaları
dikkatle yönlendirmesi gerekir.
HİPEK tedavisinde riskler nelerdir?
Bu bir kompleks bir tedavidir. Ayrıca
bu hastaların çoğu, bu tedavi öncesinde ciddi cerrahi ya da onkolojik
tedavi almakta, yıkıcı süreçlerden
geçmekte ve ileri evre hastalığın
yükü altında bulunmaktadırlar. Dolayısıyla risk oranı standart ameliyatlardan fazladır. Ancak kompleksliğine karşın ameliyat öncesi iyi
hazırlanan, ameliyat sırasında iyi
gözlemlenen ve iyi yönetilmiş hastalarda sonuçlar iyidir. En sık komplikasyon mide bağırsak sisteminin bir
süre durmasıdır(fonksiyon kaybı) . Bu
hem ameliyatın uzunluğuna, hem de
bağırsakların aşırı manuplasyonuna bağlıdır. Ayrıca sıcak kemoterapi
uygulamasının da yan etkisi olabilir.
Ameliyat sırasında kanama, tedaviye
bağlı böbrek yetmezliği, akciğer ya
da beyne pıhtı atması, kemoterapiye
bağlı kemik iliği yetmezliği, yara yeri
enfeksiyonu, yara ayrışması, anastomoz kaçağı gibi komplikasyonlar
görülebilir. Ancak bunların büyük
çoğunluğu deneyimli merkezlerde
alınan tedbirler ve iyi hasta yönetimi ile aşılır. Değişik çalışmalarda
değişik oranlar verilmekle birlikte
hastaları bu tedavi sonrası kaybetme
riski %0-7 arasındadır. Komplikasyon
oranları da küçüğünden büyüğüne
%40’ları bulabilmektedir. Hastalığın
evresi ve ciddiyeti göz önüne alındığında ve risk-yarar değerlendirmesi
yapıldığında komplikasyon ve ölüm
riski kabul edilebilir düzeydedir.
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
65
sağlığımıziçin
TIPTA FARKLI BİR BAKIŞ;
BİOREZONANS
Dr. Bilge GEÇİOĞLU
Galvani 1700’lerde kasların elektriksel özelliklerini çalışmış, 1800’lerde
de Volta elektrik kondansatörü ve
pili icat etmiştir. Ohm voltaj, akım ve
direnç arasındaki ilişkiyi tanımlayıp
Ohm kanunu olarak bilinen matematiksel denklemi oluşturduğunda elektronik bilim haline gelmiştir.
(Voltaj=AkımxDirenç). 1907‘lerde deri iletkenliği elektriksel tekniklerle
değerlendirildi ve nörojenik lezyon-
66
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
ların ölçümünde ve psikiyatrik hastalıklardan ayrımında kullanıldı.
Akupunktur yaklaşık 4000 yıllık geçmişi olan bir tedavi yöntemidir. Bu
yöntem vücutta bir takım dış ve iç
patojenlerin hastalıklara sebep olduğunu destekler. Vücutta 12 çift
meridyen ve diğer ekstra meridyenler vardır. Bu meridyenler üzerindeki belirli noktalar iğnelenerek veya
uyarılarak tedavi sağlanır. Akupunktur Avrupa’ya yayıldıktan sonra bazı
araştırmacılar bu yöntem üzerinde
daha detaylı araştırmalar yapmışlardır.
Dr. Voll vücut direncinin homojen
olmadığını, tüm meridyenlerin elektriksel alanlar olduğunu ve derinin
yarı iletken olduğunu keşfetti. Vücuda yarı iletkenlik özelliğini veren
iyonlar ve elektron hareketleridir. Bu
iyonlar elektron akışını düzenler ve
vücut sıvılarında, enzimlerde, amino
asitlerde, hormonlarda ve fosfat bileşiklerinde bulunur. Dr. Voll ile birlikte
teknik olarak 1953 yılında mühendis
Dr. Werner metoda uygun tüp tarzı
ölçüm cihazını geliştirmiş ve ‘’Diatherapuncteur’’ ismini vermiştir. İsminden de anlaşıldığı üzere cihaz hem
teşhis hem de tedavide kullanılabil-
mektedir. Voll yöntemine göre Elektroakupunktur klasik Çin Akupunkturu ile modern elektronik olanakların
tanı ve tedavi için kombinasyonudur.
Cihaz ilk kez 1955 yılında medikal
profesyonellere tanıtılmıştır. Daha
sonra cihazlar teknolojik olarak geliştirilerek günümüz cihazlarına ulaşılmıştır. Tüm bu araştırmalar sürecinde
Dr. Voll klasik akupunktur noktaları
dışında çok sayıda yeni nokta tespit
etmiştir. Bu keşiflerinin en son aşaması ise EAV (Electroacupuncture according to Voll’s) cihazları ile ilaç testi
yapmasıdır.
Son yüzyıl içerisinde yapılan araştırmalarda titreşim bilgileri yani elektromanyetik frekansların maddeler
ve biyolojik sistemlerde önemli rol
oynadığı ve her sistemin kendine has
frekansı olduğu ortaya konmuştur.
Dr. Voll’un öğrencilerinden Alman
Dr. Morell bu testlerdeki ilaç bilgilerini kişiye uzaktan aktarabilecek bir
cihaz geliştirdi. Bu cihazı geliştirerek
kişiden elektromanyetik bilgileri alacak ve modülasyondan sonre geri
verecek bir hale getirdi. Bu yeni terapi
yöntemine Biorezonans veya Bio-enformasyon ismi verilmiştir. İsminden
de anlaşılacağı üzere biyolojik sistemlerde enformasyon(bilgi) aktarımı ile
oluşan rezonans fenomenleridir.
İlerleyen yıllarda Biorezonans cihazları oldukça gelişmiştir. Bu cihazların
çalışma prensibi vücut ve organ spesifik elektromanyetik titreşim bilgilerinin algılanması ve modüle edilmesi
temeline dayanır. Cihaza giren titreşimler sağlıklı ve patolojik olarak iki
farklı şekilde algılanır. Bu titreşimler
ya daha da güçlendirilecek ya da invert yani ters titreşim haline getirilerek vücuda geri verilir. Bazen de hiç
modüle edilmeden geri verilebilir.
Biorezonans yöntemi ile birçok akut
ve kronik hastalığın semptomları
düzeltilebilir. Işınsal yüklerin, yara izlerinin, enfeksiyonların vücutta oluşturduğu blokaj olarak adlandırılan
tedaviyi engelleyen etkileri, organ ve
meridyen fonksiyonlarının dengesizlikleri olumlu yönde desteklenebilir.
Biorezonans ile ile ilgili olarak alerjik
durumlar başta olmak üzere, spor
hekimliğinde, ağrı terapisinde, bağışıklık sistemi ve hormon sistemi dengesizliklerinde, kronik toksin yüklenmesinde ve daha birçok durumda
uygulayıcılar tarafından pozitif tecrübeler bildirilmiştir.
Herkesin sorunlarını çözecek bir tıbbi
yöntem henüz dünyada yoktur. Her
birey birbirinden farklıdır. Fiziksel,
ruhsal ve sosyal çevreler de hastalık-
ların gelişiminde etkilidir. Dolayısıyla
sosyal çevreden kaynaklanan sorunlar, ağır ruhsal travmalar, eksik organlar, genetik hastalılıklar gibi birçok
durum biorezonans ile düzeltilemez.
Biorezonans genellikle klasik tıbbi
tedaviler ile birlikte yürtülmektedir.
Biorezonans hastalıkların semptomlarını hafifleten, iyileşme için destek
olabilen bir teşhis ve terapi yöntemidir. Sonuç olarak biorezonans hastalıklarda destekleyici bir tedavi olarak
uygulanabilen ve üzerinde daha çok
bilimsel araştırma yapılması ve geliştirilmesi gereken bir yöntemdir.
Referanslar
Voll R. The phenomenon of Medicine testing
in EAV Amer. J. Acupuncture, Vol. 18, No 2,
1980: April-June.
Boucsein W, Schaefer F. and Neijenhuisen H.
Continuous recordings of impedance and
phase angle during electrodermal reactions and the locus of impedance change.
Psychophysiology, Vol. 26, No 3, 1989; 369376
Fundamentals of Electroacupuncture According to Voll, H. Leonhardt, S 13-14
Bioresonance:a new view of medicine , Jürgen
Hennecke, 2012
The Bio-resonance According to Paul Schmidt
Peter Schumacher, Biophysikalische Therapie
der Allergien
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
67
haber
“DÜNYANIN EN BÜYÜK YATAK SAYISINA
SAHİP HASTANE KAMPÜSLERİ OLUŞUYOR”
Uluslararası hastane yöneticileri, hukuk danışmanları, iletişim uzmanları ve hekimler 2. Annual
Turkey Hospital Expansion Summit’te bir araya geldi. Katılımın yüksek olduğu etkinlikte hastane
kampüsleri nasıl yönetilecek, nasıl bir yönetim modeli oluşturulacak, hastane yönetiminde
dijitalin etkisi, medya yönetiminin etkisi gibi konu başlıkları ele alındı.
Son 10 yılda Türkiye’de sağlık hizmetleri açısından oldukça hareketli
geçti. Esas olarak var olan hastane
yataklarının yenilenmesi, bir miktar
da yeni yatak yaratılmasını hedefleyen Şehir Hastaneleri ise adım adım
hayata geçiyor. Hastane bina stoğunun yenilenmesinin dışında, tıbbi
cihaz, ekipman ve diğer ürünlerle
hizmetler açısından sektörün müthiş
bir hareketlilik yaşayacağı net olarak
görülüyor.
Hastanelerini daha ayrıntılı tanımak
için düzenlenen 2. Annual Turkey
Hospital Expansion Summit’te Uluslararası hastane yöneticileri, hukuk
danışmanları, iletişim uzmanları ve
hekimler bir araya geldi. Açılış konuşmalarını toplantının başkanlığını yapan Dr. Hasan Kuş ve Sağlık Bakanlığı
Müsteşar Yardımcısı Şuayip Birinci
gerçekleştirdi.
Dr. Hasan Kuş, konuşmasında son
10-12 yılda sağlıkta çok yol kat edildiğini ve özel hastane sayısının da
40’ı uluslararası akreditasyonu olmak
üzere 550’ye ulaştığını kaydetti ve
Akreditasyon Enstitüsü’nün de kurulduğunu ekledi. Türkiye’de “Şehir hastaneleri ile artık her şey değişecek”
68
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
diye konuşan Dr. Hasan Kuş, şunları dile getirdi: “Şehir hastaneleri ile
başka bir önemli kavşağa geliyoruz.
Türkiye’de ve bölgede sağlık hizmet
sunumu önümüzdeki 30-40 yılı için
bu projelerle değişecek. Hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak. Dolayısıyla çok
önemli boyutu var. Yaklaşık 10 milyar
dolarlık bir ekonomik büyüklükten
bahsetmiyoruz sadece, daha fazlasını
konuşuyoruz. 35 projenin 19’unun
ihalesi yapılmış durumda. Yatak sayısı
açısından ise 45 bin yatağın 30 binine denk geliyor bu durum. Yani yatak
sayısı açısından üçte ikisinin ihalesi
yapılmış durumda.
“Bir Stadyum Dolusu İnsan Sabah
Gelecek, Akşam Çıkacak”
3 bin 500 yataklı bir hastanede yatak
doluluğunu ortalama yüzde 80 ve
ortalama yatış süresini 4,2 gün olarak
alırsak; her gün 700 civarında yeni yatış olacak, en az 2 bin 800 yatan hasta,
bir o kadar da refakatçi olacak. Yedi
bin çalışanı da hesaba katınca büyük bir kasaba nüfusu gece gündüz
yaşayacak. Bu hastanelerde 50 bin civarında poliklinik yapılacak her gün.
Yani bir stadyum dolusu insan sabah
gelecek, akşam çıkacak. Bütün bu
sistemin akışı nasıl sağlanacak? Kampüslerde birçok hastane bir arada
tasarlanmış. Hizmet sunumu açısından nasıl bir yönetim modeli olacak?
Hastaneler arasındaki işbirliği ve uyumun nasıl hayata geçirileceği önemli
bir başlık iken, bir başka önemli iş var
karşımızda. Sağlık hizmeti kamu tarafından sağlanırken, diğer taraftan
çok ciddi yatırım yapmış kar amaçlı
bir yapı var. Tüm paydaşların odağında hasta olacak ama bu iş birliği nasıl
sağlanacak? “
“Dünyanın En Büyük Yatak Sayısına Sahip
Hastane Kampüsleri Oluşuyor”
“Sağlık sektörünün yüzünü değiştirecek, dengeleri yeniden oluşturacak
bir yapı oluşuyor” diyen Kuş, “Şehir
hastanelerinde ölçeğin büyüklüğü de çarpıcı. Listede en yukarıda
yer alan Ankara’daki Etlik ve Bilkent
hastanelerinin her biri 3 bin 500’ün
üzerinde yatak sayısına sahip. Bu şu
demek; dünyanın en büyük yatak sayısına sahip hastane kampüsleri oluşuyor” şeklinde konuştu.
Türkiye 2023’de 20 Milyar Dolar Sağlık
Turizmi Geliri Hedefledi
Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı
Şuayip Birinci konuşmasında şunları
söyledi: “ Özel sağlık sektörünü kamuya destek olan en önemli paydaş
olarak görmeye devam edeceğiz. Bu
tarz yatırım modeliyle ülkenin gelecekte fırsatları sağlayacak sonuçlar
üretmesini bekliyoruz. Sağlık çok
paydaşlı ve yönetimi zor bir sektör,
burada PPP yapabiliyor olmak çok
büyük bir başarı biz ilk basamaklarını
zor da olsa başardık diyebiliriz. Gelecekte PPP Türkiye Modeli kavramının oluşacağını ve bunun ülkemize
değer katacağını düşünüyorum. Bu
ülkede hangi kaynaklarla neler yapıldığını bildiğimiz için büyük yatırımların ancak bu şekilde yapılabileceğini
düşünüyorum. Türkiye 2023’de 20
milyar dolar sağlık turizmi geliri hedeflediği. Bu süreçte özel sektörün
gelişiminin yanı sıra şehir hastaneleri
de önem kazandı.”
“İstanbul’a 2. Şehir Hastanesi Geliyor”
İstanbul’da Sancaktepe’ye içinde havalimanı bulunan 2. şehir hastanesinin planlandığını kaydeden Birinci,
son 2002 den bu güne hekime başvuru sayısının 3 kattan fazla arttığını
belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü:
Bu süreçte özel sağlık sektörünün
büyük katkısı oldu, nitekim sağlık
hizmetinin yüzde 30’unu özel sektör
gerçekleştiriyor. Bu gün sağlık hizmeti artık boyut değiştirdi. Dün hekime, sağlık tesisine kısacası sağlığa
erişim temel sorundu ve dünyadaki
en yüksek seviyelere erişti. Bu gün
ise tedaviye erişim dolayısıyla klinik
kalite en önemli hedef haline geldi. Artık hem tedaviyi hem de hasta
memnuniyetini bütün unsurlarıyla
ölçmek ve iyileştirmek temel hedef
haline geldi. Burada hastayı sürece ortak etmek en önemli politika
haline geldi. Bu kapsamda e-Nabız
“Kişisel Sağlık Sistemi” projesini başlattık ve vatandaş sağlığıyla ilgili tüm
ayrıntılara erişebilme imkanına erişti.
Projenin ikinci faydaları ise saymakla
bitmeyecek kadar fazla sağlıkta kapasite planlama süreçleri yönetme
ve hatta memnuniyeti online değerlendirme seviyesine eriştik. Örneğin
kamu hastanelerinde hasta yoğunlu-
ğunun en yüksek olduğu
saatler sabah saat 9-10
arası ve toplam günlük hasta sayısının
%18 ine cevap veriyoruz halbuki özel
sektörde aynı saatte başvuru toplam
hastanın % 12’sine
denk geliyor. Bu bizim randevu planlamasında daha etkin
politika üretmemiz
gerektiğini gösteriyor.
Çünkü başvuru yoğunluğu ve bekleme süreleri
memnuniyeti önemli düzeyde etkiliyor. Şu anda memnuniyetin en yüksek olduğu saat dilimi
8-9 arası, çünkü bekleme süresinin
en düşük olduğu zaman dilimi.
Özel hastane memnuniyeti,
kamu hastanesi memnuniyetinden daha düşük.
Bu daha kötü hizmet
verildiği
anlamına
gelmiyor para ödeyince memnuniyet
azalıyor.
Büyük
çaplı şehir hastanelerini düşündüğümüzde
süreci
yönetmek
için
e-Nabız’dan gelen
anonim verilere daha
çok ihtiyacımız var ve
bu veriler Şehir hastanelerinin işletim senaryolarında işimizi çok kolaylaştıracak. Basit bir örnek verecek
olursak günde 40-50 bin arasında
ayaktan hastanın geleceği büyük ölçekli şehir hastanelerimizde sonradan engelli olanlarla beraber yüzde 11-12 engelli
vatandaşımızın başvuracağını ve onlara erişim
engeli yaşatmamak
için çok iyi planlama
yapmak gerektiğini
biliyoruz ve çalışmalarımızı bu yönde
yürütüyoruz.
Bütün bu yoğunluğu hasta yakınları
ile birlikte düşündüğümüzde bu hastanelerin farklı ihtiyaçları önem kazanıyor.”
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
69
haber
AB TÜTÜN ÜRÜNLERİ DİREKTİFİ
BİRLEŞİK SAĞLIK UYARILARININ BASIMINA İLİŞKİN KURALLAR
Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde
29 Nisan 2014 tarihinde yayımlanan
2014/40/EU Sayılı ‘AB Tütün Ürünleri
Direktifi’ (Direktif ) ile 2012 yılından
bu yana paketler üzerinde yer alan
resimli sağlık uyarıları Mayıs 2016 itibarıyla değiştirilecek ve belirlenen üç
grup birer yıl için dönüşümlü olarak
kullanılacak.
Yayımlanan direktifle yazılı uyarılarda da bazı değişiklikler yapıldı. Yeni
Direktif’in Ek-I’inde yayımlanan ve
Mayıs 2016’dan itibaren paketlerin
üzerinde yer alacak olan yeni sağlık
uyarıları şöyle:
(1) Smoking causes 9 out of 10 lung
cancers (Sigara içmek her 10 akciğer
70
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
kanserinin 9’unun sebebidir)
artırır)
(2) Smoking causes mouth and throat cancer (Sigara içmek ağız ve gırtlak
kanserine yol açar)
(8) Smoking damages your teeth and
gums (Sigara içmek dişlerinize ve diş
etlerinize zarar verir)
(3) Smoking damages your lungs (Sigara içmek ciğerlerinize zarar verir)
(9) Smoking can kill your unborn
child (Sigara içmek doğmamış çocuğunuzu öldürebilir)
(4) Smoking causes heart attacks (Sigara içmek kalp krizine yol açar)
(5) Smoking causes strokes and disability (Sigara içmek felç ve sakatlığa
yol açar)
(6) Smoking clogs your arteries (Sigara içmek damarlarınızı tıkar)
(7) Smoking increases the risk of
blindness (Sigara içmek körlük riskini
(10) Your smoke harms your children,
family and friends (Sigara dumanınız
çocuklarınıza, aile ve arkadaşlarınıza
zarar verir)
(11) Smokers’ children are more likely
to start smoking (Sigara içenlerin çocuklarının sigaraya başlama eğilimi
daha yüksektir)
(12) Quit smoking – stay alive for tho-
se close to you (Sigarayı bırakın – yakınlarınız için hayatta kalın)
(13) Smoking reduces fertility (Sigara
içmek doğurganlığı azaltır)
(14) Smoking increases the risk of
impotence (Sigara iktidarsızlık riskini
artırır)
Ayrıca, Türkiye’de 2012 yılından
beri paketlerin üzerinde yer alması
zorunlu olan “ALO 171 Sigara Bırakma Danışma Hattı” benzeri sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi, Avrupa
Birliği ülkelerinde yeni yayımlanan
Direktif’e istinaden Mayıs 2016’dan
itibaren zorunlu hale gelecek. Bu
kapsamda artık Avrupa Birliği ülkelerinde de sigara paketlerinin üzerinde sigarayı bırakmak isteyen tüketicilere, mevcut sigarayı bırakma
programları hakkında bilgi vermek
üzere tesis edilmiş telefon numarası, e-posta adresi veya internet sitesi
adresi gibi bilgilerin bulunması zorunlu olacak.
Sıralı düzen
Birleşik sağlık uyarılarının yüksekliği,
eninin %20’sinden fazla fakat %65’inden az olduğunda; üreticiler birleşik
sağlık uyarılarını karar ekinde (ikinci
kısımda) gösterildiği gibi yan yana
konumlandırmalılar:
1. Fotoğraf
2. Yazılı uyarı
3. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi
Birleşik Sağlık Uyarılarının Düzeni,
Tasarım ve Şekli
Yan yana düzen
Avrupa Komisyonu Direktif çerçevesinde, tütün mamullerinde birleşik
sağlık uyarılarının düzeni, tasarım ve
şekline ilişkin teknik şartnameyi içeren Komisyon Uygulama Kararı’nı 9
Ekim 2015 tarihinde yayımladı.
Birleşik sağlık uyarılarının yüksekliği,
eninin %65’inden fazla fakat %70’inden az olduğunda; üreticiler birleşik
sağlık uyarılarını tamamen görünür
olması ve bölünmemesi koşuluyla sıralı formatta ya da yan yana formatta
konumlandırmayı seçebilirler.
Geçtiğimiz yıl içinde yayımlanan
2014/40/EU Sayılı ‘AB Tütün Ürünleri Direktifi’ (Direktif ) ile Avrupa Birliği ülkelerinde 2001 yılından beri
yürürlükte olan sağlık uyarılarının,
belirlenen geçiş süreleri sonrasında
değiştirilmesi hükme bağlanmıştı. Bu
çerçevede paketlerin üzerinde yeni
yayımlanan Direktifin Ek-I’inde bulunan yazılı uyarılar, Ek II’de yer alan
fotoğraf kütüphanesinden yazılı uyarıya karşılık gelen resimli uyarılar ve
sigara bırakmaya ilişkin bilgilerin yer
alması gerekiyor.
Tütün mamulü ambalajında sıralı
düzen kullanıldığında, Karar’ın ekinde (birinci kısımda) gösterildiği gibi,
fotoğraf birleşik sağlık uyarısının en
üstünde, yazılı uyarı ve sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi de onun altında
olacak şekilde basılmalıdır. Fotoğraf,
birleşik sağlık uyarısının siyah sınır
çizgileriyle belirlenen alanın içinde
kalan yüzeyinin %50’sini; yazılı uyarı
%38’ini; sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise %12’sini kaplamalıdır.
2. Tütün mamulü ambalajında yan
yana düzen kullanıldığında, Karar’ın
ekinde (ikinci kısımda) gösterildiği
gibi, fotoğraf birleşik sağlık uyarısının sol yarısında, yazılı uyarı sağ üstte
ve sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi de
sağ altta olacak şekilde basılmalıdır.
Fotoğraf, birleşik sağlık uyarısının siyah sınır çizgileriyle belirlenen alanın
içinde kalan yüzeyinin %50’sini; yazılı
uyarı %40’ını; sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise %10’unu kaplamalıdır.
3. Birim paketin ya da kartonun şekli
sebebiyle birleşik sağlık uyarılarının
yüksekliği, eninin %20’sinden az olduğunda; birleşik sağlık uyarısının
Karar ekinde (üçüncü kısımda) gösterildiği gibi yan yana-geniş düzende
konumlandırılması gerekir. Bu durumda fotoğraf, birleşik sağlık uyarısının siyah sınır çizgileriyle belirlenen
alanın içinde kalan yüzeyinin %35’ini;
yazılı uyarı %50’sini; sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise %15’ini kaplamalıdır.
Yan yana-geniş düzen
Diğer taraftan Kararın 4üncü maddesinde ise üst tarafında kapak olan
sert paket tipleri ile ilgili özel kurallar
sıralanıyor.
1. Yukarıda belirlenen kurallara istisna olarak üst tarafında kapak olan
sert paket tiplerinin ön tarafına bası-
Kararda birleşik sağlık uyarılarının
düzeni ve şekline ilişkin belirlenen
kurallar şöyle:
1. Birleşik sağlık uyarılarının yüksekliği, eninin %70’inden fazla olduğunda; üreticiler birleşik sağlık uyarılarını
karar ekinde (birinci kısımda) gösterildiği gibi sıralı bir şekilde konumlandırmalılar:
1. Fotoğraf
2. Yazılı uyarı
3. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
71
1. Fotoğraf
2. Yazılı uyarı
3. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi
4
4
1.
2.
3.
4.
lacak birleşik sağlık uyarılarında aşağıdaki kurallar izlenir:
a. Kapağın boyutları, sıralı düzende
fotoğraf için öngörülen yüzey alanından küçükse ve sıralı düzene uyulması durumunda paket açılırken fotoğraf ikiye bölünüyorsa
i. Yazılı uyarı birleşik sağlık uyarısının
üst tarafında yer alır, sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ve fotoğraf ekte
(dördüncü kısımda) gösterildiği gibi,
altta yer alır; ve
ii. Fotoğraf birleşik sağlık uyarısı yüzey alanının en az %50’sini, yazılı
uyarı en az %30’unu kaplamalıdır.
Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise en
az %10’unu kaplamalı fakat %12’yi
aşmamalıdır.
b. Kapağın boyutları, sıralı düzende
fotoğraf için öngörülen yüzey alanından küçükse ve sıralı düzene uyulması durumunda paket açılırken yazılı
uyarı ya da sigarayı bırakmaya ilişkin
bilgi ikiye bölünüyorsa
i. Fotoğraf birleşik sağlık uyarısının
Resimli Sağlık Uyarıları
72
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Fotoğraf
Yazılı uyarı
Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi
Kapak
üst tarafında yer alır, yazılı uyarı ve
sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi altta
yer alır ve;
ii. Fotoğraf birleşik sağlık uyarısı yüzey alanının en az %50’sini, yazılı
uyarı en az %30’unu kaplamalıdır.
Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise en
az %10’unu kaplamalı fakat %12’yi
aşmamalıdır.
Üreticiler, birleşik sağlık uyarısının üç
bileşeninden hiçbirinin paket açılırken ikiye bölünmemesini sağlamak
durumundadır.
Hastanelerinizin
daha etkin
yönetimi ve
verimliliği için...
gezelimgörelim
HadiGaliSendeGel!
BURDUR
Dr. Bilge GEÇİOĞLU
Ankara Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü
Dr. Ersel GEÇİOĞLU
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Akupunktur Birimi
Teke yöresinin kültür başkenti olduğu gibi, antik Psidya bölgesi içinde
yer alan Burdur ilinin tarihi neolitik çağlara kadar uzanmaktadır.
Hacılar’da yapılan arkeoleojik kazılar sonucu M. Ö. 7000’leerin izlerini
taşıyan pişmiş toprak figürler ve çanak-çömleklerden, M. Ö. 5400-3000
yıllarının izini taşıyan Kuruçay, Kızılkaya, Karamanlı çamur höyüklerinde
maden keski, aletler ve hatta M. Ö.
3000-2000 yıllarına uzanan Yassıgüme höyüğü Tunç çağı bulguları Burdur Arkeoloji müzesinde hala sergilenmektedir. M. Ö. 2000 yıllarında
ARVAZA Konfederasyonunun siyasi
merkezi olmuştur.
74
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
Psidya bölgesi Friglerin, Lidyalıların,
Perslerin hakimiyetine girmiş; M.
Ö. 321’de Sagalassos ve Kremna’yı
Büyük İskender ele geçirmiş. 1071
Malazgirt Muharebesinden sonra
Anadolu’ya yayılan Oğuz boyları
Psidya bölgesine yayılmış. Çoğunluğu Kınalı aşiretine mensup Türkmenler 2000’nin üzerinde olan çadır
sayıları ile önce bağımsız bir topluluk
olarak yaşamışlar daha sonra sırasıyla
Selçuklular, Hamitoğulları ve Osmanlı hakimiyetine girmişlerdir.
1522’de Türkmen ilçesi merkezi durumunda olan Burdur’da ekonomi canlanmış ve vergiler artmıştır.
Tanzimat hareketlerinin yansıması
ile 1872’de bağımsız sancak haline
gelmiş;1914’de hem Birinci Dünya
savaşı nedeniyle ilan edilen seferberlik hem de yaşadığı büyük deprem
nedeniyle 4000 kişi ölmüş, şehrin
önemli dini yapıları bu depremde yıkılmıştır.
1920’de doğrudan İstanbul’a bağlanmış, Kurtuluş Savaşı sonrasında Tür-
kiye Cumhuriyeti’nde 1923 yılında il
olarak yerini almıştır.
Göller bölgesinde yer alan il Antalya,
Denizli, Muğla, Isparta, Afyon ileriyle
çevrilidir. Burdur gölü dışında Salda,
Yarışlı, Karataş, Gölhisar gölleri ve
ayrıca Karacaören, Onaç 1-2, Karamanlı ve daha birçok irili ufaklı sulama göletleri ve barajları mevcuttur.
Su sporları için de oldukça elverişli
olan Burdur gölü nesli tükenmekte
olan Dikkuyruklar ve endemik olan
85 kuş türü dahil olmak üzere 300.
000’e yakın su kuşuna ev sahipliği
yapmaktadır. Salda gölü ise eşsiz
kumsalları olan doğal sit alanlarından birisidir. Her biri ayrı ayrı doğa
harikası olan bu yapıların yanı sıra
İnsuyu Mağarası’da en güzel doğal
müzelerden birisidir.
Burdur’da bulunan ve görülmesi gereken başlıca yapılar arasında Pazar
mahallesinde Ulu Camii, Hamitoğulları döneminden kalan kesme taşlarla yapılmış 30 metre yükseklikteki
Saat kulesi, 17. Yüzyıl Osmanlı döne-
mi mimarisinin özelliklerini taşıyan
Baki Bey Konağı, Taş Oda, 19. yüzyıldan kalan Mısırlılar evi sayılabilir. Ayrıca diğer yapılar arasında Pengere
Camii, Dörtayak Türbesi, Pirkulzade
Medresesi ve kütüphanesi, Susuz
Kervansarayı, İncir Kervansarayı,
Rum Kilisesi’ni sayabiliriz. Antik yapılar olarak görülmesi gereken yerler arasında Sagalassos (Ağlasun),
Kremna (Bucak, Psidya), Kibyra (Gölhisar, Tedropolisin başkenti) bulunmaktadır.
Her yıl düzenlenen İnsuyu Festivali
veya Aziziye yayla şenliklerinde geleneksel giysileriyle izleyebileceğiniz
halk oyunlarından Teke Zortlatması
tamamiyle Burdur’a özgü bir oyundur. Bu halk oyunlarında çalınan enstrümanların başında Sipsi, Cura ve
Kabak kemane gelir. Curanın 2 telli, 3
telli ve mızrapsız çalınan parmak curası diye adlandırılan formu yanında
Sipsi tamamen Burdur’a özgü bir çalgıdır. Teke yöresine özel Boğaz Havası ayrı bir folklorik renktir.
araştırma merkezi ile hizmet vermektedir.
Burdur’la ilgili daha detaylı bilgilere
Burdur Valiliğince hazırlanan Geçmişten Geleceğe Burdur, Halk Kültürü ve Turizm Sempozyumu (2. Burdur
Sempozyumu) Tekeli’nin Dilinden Telinden (Abdurrahman Ekinci) Burdur
Geleneksel Giysileri ve Giysi Aksesuarları (Asuman Şenel) Burdur Yöresel
Yazma Oyaları (Yaşar Yapıcı Nalcı)
Burdur’un Tarihi Kent Dokusu (Seda
Şimşek Tolacı) Unutulmayan Burdurlular 1. Sempozyumu ve İl Rehberi
kitaplarından ulaşılabilir.
Kaynaklar;
http://www. burdur. gov. tr
http://www. burdur-bld. gov. tr
http://www. burdurkentkonseyi. org
http://www. burdurkulturturizm. gov. tr
http://www. burdurmuzesi. gov. tr
Yöreye has olma özelliğini taşıyan
halı ve kilim dokuma yakın zamana kadar tarıma alternatif bir geçim
kaynağı iken günümüzde daha çok
kök boya ve Türk motiflerini taşıyan
küçük kilim ve halılar daha çok tercih
edilmektedir.
Yöresel yemekler arasında Burdur Şiş,
Testi kebabı, Ceviz ezmesi ve dolmalık kabaktan yapılan Kabak Helvası
sayılabilir.
Eğitim-öğretim konusunda oldukça
başarılı bir il olan Burdur Fakir Baykurt, İ. Zeki Burdurlu, Mustafa Balbay,
Ahmet Yamacı, İsa Kayacan, Abdullah
Aşçı gibi tanınmış isimleri de yetiştirmiştir. Burdur’da kurulan Mehmet
Akif üniversitesi 3 enstitü, 3 fakülte, 2
yüksekokul, 6 meslek yüksekokulu, 6
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
75
film
TÜRK SİNEMASINDA
İlk korku filmleri sıklıkla klasik edebiyattaki Drakula, Frankenstein, Mumya, Kurtadam, Operadaki Hayalet ve
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi karakter ve
öykülerden esinlenmiştir. II. Dünya
Savaşı sonrası korku filmleri ise, bundan farklı olarak, yaşamda güvensizlik yaratan şeylerden esinlenmiş ve
üç farklı korku filmi alt türünün doğmasına yol açmıştır: kişilik korkusu,
kıyamet korkusu ve şeytani güçler
korkusu filmleri. Son alt tür, dünyaya
dehşet salan doğaüstü güçler üzerine daha çok vurgu yapan erken dönem korku filmlerinin modern biçimleri olarak ele alınabilir.
George Melies tarafından çekilmiştir. Şeytanın Kalesi adlı film 7. sanat
dalının ilk korku filmi olarak tarihe
geçmiştir. Yarasanın şeytana dönüştükten sonraki insanlığa hükmetme
arzusu ile yaptıklarının anlatıldığı 3
dakikalık bu film, günümüz korku
filmlerine öncü olacak niteliktedir.
Melies’den 14 yıl sonra ilk Frankenstein filmi Thomas Edison tarafından
çekilmiştir. Fakat korku sinemasının
kalıcı etkiye sahip ilk türleri 1920’lerde üretilmiştir. Robert Wiene‘in yönettiği 1920 tarihli The Cabinet of Dr.
Caligari (Doktor Caligari’nin kliniği)
ilk ‘gerçek’ korku filmi olarak tarihe
geçmiştir. Film, ışık kullanımı, rüya
sahneleri, makyaj teknikleri ve dekorları ile gerçek bir korku modeli yaratmıştır. Filmde kullanılan dekorlar
asimetrik bir tasarıma sahiptir.
Sinema tanımına uygun ilk film olan
Arrival of a Train at La Ciotat’ın 1895
yılında Lumiere kardeşler tarafından
çekilmesinden sonra tarihin ilk korku filmi bundan sadece bir yıl sonra
Zaman içinde korku filmleri açık şiddet içermelerinden ötürü eleştirilmiş
ve düşük bütçeli B filmleri ve sömürü
filmleri olarak görülerek eleştirmenler tarafından uzun bir süre ciddiye
Dr. E. Mahir GÜLCAN
76
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
alınmamıştır. Bununla birlikte, bazı
majör film stüdyoları ve saygın yönetmenlerin bu türde filmler çekmeleri ile birlikte korku filmlerini çözümleyen daha ciddi eleştiri ler yapılmaya
başlanmıştır. Bazı korku filmleri bilim
kurgu, fantezi, kara komedi ve gerilim türlerinden birtakım unsurları da
bünyesinde barındırmaktadır.
Türk Sineması’nda ilk korku filmleri,
uzun bir aradan sonra özellikle iki
binli yılların başlarında tekrar atağa
geçti. Korku sinemamızın tarihçesine ve korku sinemamızın serüvenine
baktık sizler için bu yazımızda.
Ülkemizde sinemacılarımız hiçbir
zaman korku filmi çekmeye hevesli
olmadı. Çünkü örneklerin tamamının
Anglo Sakson kültürüyle yoğrulduğu
hikayeleri bize uydurmanın ve oluşacak gülünç durumları önlemenin zorluğunun yanı sıra, teknik kabiliyetler
bakımından da bu tür filmler çekmek
için çok yetersiz bir iklim mevcuttu.
Yine de bir elin parmaklarıyla sayıla-
bilecek azlıkta denemeler yapılmadı
değil. Drakula İstanbul’da ‘nın sınırlı
önemini saymazsak korku türünde
kült olmuş bir filmimiz henüz yok.
İlk Türk korku filmi Aydın Arakon’un
yönettiği, 1949 yılı yapımı “Çığlık” adlı
filmdir. Esrarengiz ve boş bir konakta
geçen, daha çok atmosfere dayanan
bir filmdir ve ne yazık ki hiçbir kopyası günümüze kadar ulaşamamıştır.
1953 yapımı “Drakula İstanbul”da” ise
etkili hikaye anlatımı yanında bazı
ilklere de imza atmıştır. Dünya sinema tarihi açısından bir ilk olan, sivri
dişleri gözüken ve insanları boynundan ısırarak kanlarını emen ilk vampir
bu filmdedir. Duman yaratmak için
tüm set ekibinin hep birlikte sigara
içerek üflemesi gibi acıklı ve zahmetli çarelerle yapılan bu film gişede iyi
iş yapmasına rağmen gerektirdiği
planlama ve teknik yükler sebebiyle,
yapımcıların türe ilgi duymasına değil, bu türde eserler vermekten uzak
durmasına yol açtı. Yine farklı eleştirmenler tarafından korku türüne ait
olarak kabul edilen ilk yapıtlardan
biri, 1954 yapımı, yönetmenliğini
Orhan Erçin’in yaptığı “Ölüm Saati”
adlı filmdir. 1970 yılında yapımcılığını, yönetmenliğini ve senaristliğini
Yavuz Yalınkılıç’ın üstlendiği, “Ölüler
Konuşmaz ki”, Türk yapımı bir korku/
gerilim filmi olarak seyirciyle buluştu. Genel izleyici tarafından en çok
bilinen ve ilk zannedilen Türk korku
filmi ise Metin Erksan’ın 1974’de çektiği Şeytan (The Exorcist) replikası
“Şeytan”dır.
Türk sineması bu yapıtlardan sonra
1994’de E. Kutluğ Ataman’ın “Karanlık
Sularé” filmi dışında 2004’de Orhan
Oğuz’un “Büyü” filmine kadar korku
temasına 30 yıl gibi uzun bir ara vermiştir. Bu yıldan sonra günümüze kadar korku türünde 40 civarında film
vizyona girmiştir.
Çığlık, yönetmenliğini ve senaryo
yazarlığını Aydın Arakon’un, yapımcılığını Murat Köseoğlu ve Nazif
Duru’nun yaptığı, görüntü yönetmeni olarak İlhan Arakon’un imzasını
taşıyan, başrollerinde Muzaffer Tema
ve Emine Engin’in yer aldığı 1949 yılı
yapımı ilk Türk korku filmidir.
Film, fırtınalı bir gecede bir köşke
sığınan, orada bir miras meselesi
yüzünden dayısı tarafından çılgına
döndürülen bir genç kızla tanışan
bir doktorun öyküsünü ele alıyor.
Esrarengiz, karanlık deli kızın
dehşet verici çığlıklarıyla çınlayan köşkte doktor öldürülmek
istenilecek, fakat yerine genç
kız kurban gidecektir.
Drakula İstanbul’da, Mehmet
Muhtar’ın
yönetmenliğini
üstlendiği 1953 tarihli korku
filmidir. Yapımcılığını Turgut Demirağ’ın üstlendiği
filmde başrollerde Annie
Ball ve Atıf Yılmaz yer aldı.
Ali Rıza Seyfi’nin Bram
Stoker’ın
romanından
uyarladığı Kazıklı Voyvoda adlı romandan uyarlanmıştır. Film orijinalinin Türk versiyonudur.
Küçük bir bütçe ile çekilmesine rağmen o zamanların teknoloji-sine göre ustaca çekilmiştir.
Filmi konusu şöyle: Azmi isimli
İstanbul’lu bir avukat Romanya’da
yaşayan Drakula isimli bir kontun
avukatlığını üstlenmiştir. Drakula,
İstanbul’da Azmi aracılığıyla pek
çok ev satın almıştır ve İstanbul’a
taşınacaktır. Fakat Drakula Kazıklı Voyvoda’nın soyundan gelen bir
vampirdir. Kahramanlarımızın bunu
anlamaları fazla sürmez. Drakula
İstanbul’da Türk Sinemasında çok az
örneğe sahip korku filmlerinin
en başarılısı olarak
n i t e l e n d i r i l i yo r.
Aslında filmin başarısını sadece en
iyi Türk korku filmi
olarak değil, en iyi
Türk filmlerinden biri
olarak tanımlayarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. Değeri çok
geç anlaşılmış bu eser,
ABD’de düzenlenen bir
korku filmleri festivalinde
ayakta alkışlanmış, Bela
Lugosi’nin oyunculuğuyla
üne kavuşmuş orijinal hikayesini birebir kopyalamadan,
öz-gün bir yorumla sunduğu
için muadili olan filmler arasında ayrıcalıklı bir yere konmuştur. Usta oyunculuğuyla
göz kamaştıran Atıf Kaptan’ın
canlandırdığı Drakula, sinemada
uzun köpek dişleri gözüken ilk
vampirdir. Eski İstanbul görüntülerinin zenginlik kattığı fonuyla ve Özen
Sermet’in nefis görüntüleri ile zenginleşen film, türün meraklıları için
kesinlikle koleksiyonluk bir eser.
1954 yapımı filmin yapımcıllığı ve
müzikleri Nedim Otyam’a ait. Başrol
ile beraber filmin senaristi ve yönetmeni olarak Orhan Elçin’i görüyoruz. Diğer rollerde
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
77
Nevin Aypar ve Sadri Karan
yer almakta. Sinemaya oyuncu olarak başlayan Elçin ikinci yönetmenlik
deneyimini bu tarz bir filmle yapması dönemin Yeşilçam endüstrisini
düşündüğümüzde cesaret isteyen
bir iş. Zira yönetmen 1955 yılında ise
başka bir fantastik filme imza atıyor:
“Uçan Daireler İstanbul’da”. Üzücü bir
durum da, filmin kayıp statüsünde
olması. 1953 yılından 1956 yılına kadar 6 filme imza atan yönetmen 1987
yılına kadar filmlere ara vermiş.
Ölümü bekleyen bir adamın öyküsünü anlatan filmde, Vecdi Bey karısı
Müjgan ve oğlu Kemal
ile mutlu bir yaşam
sürmektedir.
Elektrik
malzemesi satan dükkanına bir akşam yaşlı
bir çingene gelerek falına bakar. Falcı Vecdi Beye
ölüm haberi verir. Korkak
bir adam olan Vecdli bey bir
süre sonra tehdit mek-tupları
almava başlayınca daha fazla
korkmaya başlar. Gelen mektuplarda önce küçük oğlunun
sonra karısının öleceği en sonunda kendisini öldüreceğini
yazmaktadır. Bir gece küçük Kemal yatağında ölü bulunur Bir süre
sonra Müjgan hanım bıçaklanarak
öldürülür. Vecdi bey sıranın kendine
geldiğini düşünerek polise sığınır. Cinayetlerin faili Müjgan’ın amca oğlu
Rıfat’tır. Ruh hastası Rıfat. aşık olduğu
Müjgan’a evlenne teklif etmiş reddedilmiştir. Müjgan Vecdi Bey ile evlenmiştir. Bu Rıfat’ın mutlu aileyi yıkm ak
için yemin etmesine neden olmuştur.
Oyunculuk olarak film dönemin şartlarını da düşündüğümüzde görsel
efekt olmadan izleyiciye korku ve
merak duygusunu son saniyesine kadar vermiş.
Ölüler Konuşmaz ki, yapımcılığını,
yönetmenliğini ve senaristliğini Yavuz Yalın-kılıç’ın üstlendiği, 1970 yılı
Türk yapımı bir korku/gerilim filmidir.
Filmin oyuncu kadrosunda ise Sema
Yaprak, Kerem Mertoğlu, Oya Evintan, Doğan Tamer, Jirayir Çarkçı, Giray Alpan, Sırrı Elitaş, Hayriye Gönül, Ali Çolpan, Aytekin Ak-kaya
ve Ahmet Sert’i görmekteyiz.
Filmin konusu: Adem Bey‘in vasiyetiyle misafirhane olarak hizmet veren malikâne, kasabada
tekinsiz olarak anılmaktadır.
Koskoca konakta tek başına
yaşayan kâhya Hasan, konaklamak üzere gelenleri
garip tavırlarıyla ürkütmektedir. Misafirleri bekleyen daha büyük tehlikeyse, her ayın 15’inde
mezarından kalkan bir
hortlağın malikâneye
ziyaretleridir.
Gösterime
girdiği
zaman dikkat çek-
78
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
meyen ve önemsenmeyen yapım
zaman içinde doğal olarak unutuldu.
Yeniden ortaya çıkışı ve tüm dünyada kült sinema çevrelerinin dikkatini
çekmesi ise, şans eseri bulunmasının
ardından çıkan DVD baskısıyla gerçekleşti. Gotik atmosferi, vampir ve
zombi türlerine göndermeleri filme
fantastik bir boyut katsa da, eğlenceli
yeşilçam filmleri arasında yerini aldı
ve bu sayede kısa sürede kült oldu.
Şeytan, (The Turkish Exorcist) 1973
tarihli ABD yapımı Şeytan filminin
Türk versiyonudur. Metin Erksan’ın
yönettiği film Drakula İstanbul’da
gibi Türk korku filmi sinemasının ilk
örneklerindendir. Hulki Saner’in yapımcı olduğu filmde Canan Perver,
Cihan Ünal, Meral Taygun, Agah Hün
ve Erol Amaç rol alıyor.
Gerilim-korku türünde çığır açan
‘Exorcist’ filminin yerli ve eğlenceli
bir uyarla-ması olan film Metin Erksan imzalı. Sinemamızın en önemli
yönetmenlerinden olan Metin Erksan filmin orijinal versiyonuna pek
dokunmadan, içerisine kültürümüzü
de kattığı bu eserde, fantastik Türk
sinemasının en önemli filmlerinden
birine imza atmıştı.
Gül ve annesi zengin yaşamları olan
bir ailedir. Gül’ün annesi ve babası
ayrılmanın eşiğine gelmiştir. Gül’ün
annesi ile Ekrem evlenmek istemektedir. Ama anne Ekrem ile evlenmeyi fazla düşünmemektedir. Gül’ün
doğum günü olur. Gül’ün babası bu
doğum gününe gelemez. Yine anne
baba arasında şiddetli tartışmalar
yaşanır. Gül bu sırada psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Doktorlarla birlikte bir imam, Gül’e ne olduğunu
anlamaya çalışırken sonunda Gül’ün
içine şeytan girdiğini anlayacaklardır.
İmam ile Tuğrul Bilge, Gül’ün içine giren şeytanı çıkarmak için bir uğraşa
gireceklerdir. Şeytan, Tuğrul Bilge’yi
yanıltmak için çeşitli oyunlar oynasa
da imam sayesinde bu oyunları boşa
çıkacaktır. Şeytan, Gül’ün bedeninden çıktığında, Tuğrul Bilge’nin bedenine girer. Şey-tan, bedenini esir almadan Tuğrul Bilge kendini camdan
atar ve ölür. Şeytan ise yine azamlar
dünyasına döner. Gül bu yaşananları hatırlamaz ve eski neşesine tekrar
döner.
kitap
YÜZYILLIK YALNIZLIK
Yazar: Gabriel Garcia Marquez
Çevirmen: Seçkin Selvi
Yayınevi : Can Yayınları
Sayfa Sayısı: 464
Uzman Biyolog Mert Alkaç kaleminden
Biraz fantastik, biraz bilim kurgu, biraz macera ve birazda gerçeklik ile
harmanlanmış, yetişkinlerin bir romana ihtiyaç duydukları anda onları
alıp hayallerin ötesine taşıyan bir kitap. Hepimizin hayatında yaşadıkları
olaylardan birer alıntı ile kimseye yabancı gelmeyen herkesin kendinden
bir şeyler bulacağı bir hikâye.
Roman Macondo adındaki hayali bir
kasabada geçer. José Arcadio Buendia ve arkadaşlarının ailelerini yanlarına katarak denizi bulma umuduyla
dağları aşarak vardıkları ve Macondo
adını verip kurdukları bu kasaba, romanda çok önemli bir yere sahip. Bu
kasaba, hem Kolombiya’yı hem de
Latin Amerika’yı temsil etmekte bir
bakıma… José Arcadio ve arkadaşları Macondo’yu kurduklarında, kasaba
tüm yoksulluklara ve yoksunluklara
rağmen, cennetten bir köşe gibidir.
Mezarlığı olmayan, kimsenin suça
ve ölüme tanık olmadığı kasabada
herkes mutlu ve huzurludur. Günün
birinde kasabaya bir sulh yargıcının
atanması kasabada büyük şaşkınlık
Perspektif
Yazar: Psikolog Rabia Aksoy
Yayınevi: Boğaziçi Yayınları
Yayın Tarihi: 2015-10-28
Sayfa Sayısı: 180
Aşk ve Matematik
Yazar: Edward Frenkel
Çevirmen: Cem Keskin
Yayınevi : Paloma
Sayfa Sayısı: 416
80
80
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015
yaratır. José Arcadio, “Öylesine huzur
içinde yaşıyoruz ki, içimizde eceli gelen bilen olmadı daha” sözleriyle bir
sulh yargıcına hiç de ihtiyaçları olmadığını dile getirir. “Biz bu kasabada yazılı kâğıtla emir vermeyiz” der.
Ancak değişim başlamıştır bir kere.
Sulh yargıcının ardından ilk papazın
gelişi de hoş karşılanmaz kasabada. Kısa sürede bir kilise inşa edilir
Macondo’da. Devlet ve kilisenin ardından yabancılar da gelir. Kurulan
Muz Şirketi ile sömürüyle tanışır yerli
halk. Tepki vermeye kalkışınca bedelini ağır öder. Bir zamanlar mezarlığı
bile olmayan kasabada suç da, ölüm
de sıradan hale gelir zaman içinde.
Kasabanın kurulduğu ilk yıllarda
Çingeneler sayesinde yeniliklerden
ve dünyanın geri kalanından haberdar olan kasaba, zamanla telefon,
tren yolu ve türlü türlü teknolojik
gelişmeyle tanışmıştır ama huzur
çok gerilerde kalmıştır artık. İç savaş,
doğanın yol açtığı yıkımlar, yozlaşma
arka arkaya gelmiş, Macondo tüm
masumiyetini yitirmiştir. Buendia
ailesi ve evi ile Macondo’nun kurul-
ması, yükselmesi, düşüşe geçmesi ve
yıkılışı neredeyse paralel bir biçimde
gerçekleşir. Buendia soyu ortadan
kalkarken, Macondo da yok olur.
Sanki Buendia ailesinin çılgın öyküsü
anlatılabilsin diye bir süreliğine var
olmuşçasına sırra kadem basar. Çingene Melquiades’in elyazmalarının
sırrı çözülür çözülmez…
Yazarın kendi ailesini temel olarak
yazdığı ve olayların pek çoğunun
gerçeğe dayandığı bu kitapta kendinizi Macondo yerlisi olarak bulacaksınız. Okurken hiç yadırgamadığınız
bir dünyada dolaştığınız büyülü bir
gerçeklik olacak. Kemerlerinizi sıkıca
bağlayın ve zaman makinasında yolculuğa başlayın.
Bilim Dedikleri
Yazar: Alan Chalmers
Çevirmen: Hüsamettin Arslan
Yayınevi : Vadi Yayınları
Sayfa Sayısı: 264
Oto Pilot
Yazar: Andrew Smart
Çevirmen: Mehmet Hocaoğlu
Yayınevi : Nail Kitabevi
Sayfa Sayısı: 200