21x27 Bulten 84.indd - Bülten BLOG

Transkript

21x27 Bulten 84.indd - Bülten BLOG
Merhaba!
Dünyada bir ilke imza atarak, Ekim ayının sonlarında gerçekleştirdiğimiz Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 (MSF 2010), dünyanın
farklı ülkelerinden Ankara’ya gelerek mimarlığın toplumsal boyutlarını tartışan, yaşanabilir çevreleri ve herkes için mimarlığı savunan ve bu ilkelere ulaşmak için fikir üreten, eylemde bulunan yüzlerce mimarı, yurttaşı ve aktivisti biraraya topladı. Öyle görünüyor ki, burada başlayan sosyal mimarlık tartışmaları, hem yayınlarda hem de farklı mimarlık ortamlarında, önümüzdeki aylarda da
devam edecek. Bu sebeple Bülten’in bu sayısında MSF 2010’da üretilen görüş ve düşüncelere mümkün olduğu kadar yer vermeye
çalıştık. Önümüzdeki sayılarda da bu tartışmaların sürmesini umuyoruz.
Mimarın sosyal sorumluluklarını hatırlatan ve bu sorumlulukları da tartışmaya açan MSF 2010 etkinliklerinde, bu konuya yönelik
farklı atölye çalışmaları da bulunuyordu. Bu atölye çalışmaları önemli oranda mimarlık öğrencilerinin katılımı ile hayat buldu. Gerçekten de kuruluşundan bu yana –özellikle 1960’lı yılların sonunda başlayan toplumsal hareketlerle birlikte artan bir ivmeyle- Oda
içerisinde mimarlık öğrencileri, dinamik yapıları ile farklı etkinliklerin destekleyicisi, sürükleyicisi ve bazen de eleştirmenleri oldu.
Bu dinamik yapının bozulmadığının bir göstergesi de MSF 2010 etkinliklerine öğrencilerin katılımları oldu.
Şubemiz geçtiğimiz ay mimarlık öğrencileri ile çeşitli buluşmalar gerçekleştirdi. Bu buluşmalarda ön plana çıkan konulardan biri
öğrencilerin kent ve çevre konularına duyarlılığıydı. 6 Kasım 1981 yılında Yükseköğretim Kurulu’nun kuruluşundan beri hergün
biraz daha kendi disiplini içinde sıkışan mimarlık eğitiminin sınırlılıklarını sorgulaması, sosyal mimarlığın disiplinlerarası bir anlayışla mimarlık eğitimi içine taşınması elzem görünüyor. Bunun yanında mimarlık öğrencileri ile yapılan buluşmalarda, pek çoğunun mimarlık eğitimine ilişkin gündem konularının birçoğundan haberdar olmadığını da saptadık. Bir dönem Şubemiz tarafından
hazırlanarak, Mimarlar Odası Genel Kurulunca kabul edilen TMMOB Mimarlar Odası Öğrenci Üye Yönetmeliği’nin hayata geçişi ile
birlikte Oda ortamında yaşanan yoğun mimarlık eğitimi tartışmaları son yıllarda oldukça azaldı. Oysa tartışılan konuların çözüme
kavuşturulduğu söylemek de mümkün değil. Bu koşullarda, özellikle de yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasının gündeme getirildiği göz önünde bulundurulduğunda mimarlık eğitiminin sorunlarını, mimarlık öğrencileriyle birlikte masaya yatırmak gerekli.
Mimarlık öğrencileri bir yandan 6 Kasım’da YÖK’ün kuruluşunu protesto ederken, diğer yandan da mimarlığa sosyal pencereden
bakan bir eğitim perspektifi oluşturmak istiyorlar. Böyle bir girişimde öğrencilerin en büyük destekleyicisi hiç şüphesiz Oda olacaktır. YÖK’ün kuruluş yıldönümü vesilesiyle başlayan üniversite eğitimi tartışmalarının, mimarlık eğitiminin yeniden gözden geçirilmesi ve bu alana dair tartışmaların öğrencilerle birlikte katılımcı bir ortamda gerçekleştirebilmesi için bir fırsat olarak görülmesi
gerekiyor.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi
41. Dönem Yönetim Kurulu
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bülteni ayda bir yayımlanmaktadır.
6000 adet basılmıştır. Üyelere ücretsiz dağıtılır.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Adına Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Fatih Söyler
Burada yer alan yazıların içeriğinin sorumluluğu yazarına aittir.
Kaynak gösterilmek koşulu ile alıntı yapılabilir.
Yayın Kurulu
Ebru Aksoy, Pınar Aykaç, Bülent Batuman, Esin Bölükbaş,
Özgecan Canarslan, Sermin Çakıcı, Emrah Köşgeroğlu,
Arif Şentek, Y. Yeşim Uysal, Fadime Yılmaz
Yayına Hazırlayan
Y. Yeşim Uysal, Songül Düzgün, Saadet Sönmez, Zeynep Yıldız
Grafik Tasarım
Baskı Tarihi: Aralık 2010
ANKARA ŞUBESİ
84
Kasım-Aralık 2010
Konur Sokak No: 4/3 Kızılay, ANKARA
T: 312 417 86 65 • F: 312 417 18 04
e-posta: [email protected]
www. mimarlarodasiankara.org
Baskı
Desen Ofset A.Ş.
Birlik Mahallesi 448. Cad. 476. Sok. No: 2 Çankaya, ANKARA
T: 312 496 43 43
1
2
Fotoğraf: Emrah Köşkeroğlu, Ankara Opera Köprüsü, Ağustos 2010
İÇİNDEKİLER
ŞUBEMİZDEN
> 4-15
• Kısa Haberler
KENT VE ÜLKE GÜNDEMİ
> 16-21
• 1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi Ankara’da Gerçekleştirildi
• Engellinin Yapay Engelleri
• 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Mücadele Günü
• “Kent, Kültür ve Demokrasi Forumu”
• Sinop’ta Kent, Kültür Ve Demokrasi Forumu
BASIN AÇIKLAMALARI
> 22
UIA ÇOCUK VE MİMARLIK ALTIN KÜP ÖDÜLLERİ
> 23
EĞİTİM
> 24
• YÖK Basın Açıklaması
ÖZEL BÖLÜM
> 26-47
• MSF Açılış Konuşmları
• Değerlendirme
• Sosyal Mimarlık
• Sonuç Bildirgesi
• Atölye Çalışmaları
• MSF Üzerine
PROJE - UYGULAMA
> 48-56
• ODTÜ’de Bir Öğrenci Merkezi Yarışması Üzerine Düşünceler
• Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası, Sanat Merkezi ve
Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu Ulusal Mimari Proje Yarışması Üzerine
• Dışişleri Bakanlığı Yerleşkesi Mimari Proje Yarışması
MESLEKİ UYGULAMA
> 58-60
SÖYLEŞİ
> 62-65
BİLİNMEYEN ANKARA
> 66-67
• İş Bankası Blokları
KİTAP YORUM
> 68
• İstatistik Kitapları
> 48-56
> 4-15
> 16-21
> 26-47
> 66-67
84
3
ŞUBEMİZDEN
Bir Başkentin Oluşumu: Avusturyalı,
Alman ve İsviçreli Mimarların İzleri
Yapı Denetimi
Eğitim Programı Duyurusu
13.07.2010 tarih 27640 sayılı resmi gazetede yayınlanan
2010/624 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile, 19 ilde uygulanmakta olan 4708 sayılı Yapı Denetim Hakkında Kanun’un 01.01.2011
tarih itibari ile bütün illerde uygulanmasına karar verilmiştir.
Ülke genelinde yürürlüğe girecek 4708 sayılı Yapı Denetim Kanunu uygulamalarında “yapı denetim izin belgesi” alarak görev
yapacak yapı denetim kuruluşlarında kuruluş ortağı mimar (kuruluş ortağı mimarın denetçi mimar olarak görev yapması durumunda) ile yapı denetim firmalarında proje ve uygulama denetçisi olarak görev yapacak üyelerimizin, Yapı Denetim Uygulama Yönetmeliğinin 14. maddesi uyarınca Mimarlar Odası Sürekli
Mesleki Gelişim Merkezi (SMGM) kapsamında gerçekleştirilen
Yapı Denetimi Eğitim Programına katılması zorunludur.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Almanya Büyükelçiliği
ve Alman Kültür Merkezi’nin birlikte yürüttüğü,“Bir Başkentin Oluşumu: Avusturya, Alman ve İsviçreli Mimarların İzleri”
projesinin web sayfası tanıtım toplantısı 8 Ekim 2010 tarihinde
gerçekleşti.
Tanıtım toplantısında, Ankara Alman Kültür Merkezi Enstitü
Müdürü Thomas Lier tarafından yapılan açılış konuşmasından
sonra, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bina Kimlikleri
Çalışma Grubu Koordinatörü Elvan Altan Ergut projeye ilişkin
bilgi verdi. Ardından Lier tarafından web sayfasının tanıtımı gerçekleştirildi.
www.goethe.de/architekturerbe adresinden ulaşabileceğiniz
web sayfası, Ankara’nın mimarlık kültürüne ve kent yaşantısına
katkıda bulunmuş olan Avusturyalı, Alman ve İsviçreli mimarların eserlerini kapsamaktadır. Web sayfasında yapıların fotoğraf
sanatçısı Çetin Ergand tarafından çekilen fotoğrafları, konumlarını gösteren haritalar ve mimarları hakkında bilgiler de yer
almaktadır.
4
Şubemizden
Şubemiz tarafından talep edilen ve SMGM tarafından uygun görülen Yapı Denetimi Eğitimi tarihleri 27-28 Kasım 2010 ve 11-12
Aralık 2010 olarak belirlenmiştir.
Kasım ayındaki eğitim için son kayıt tarihi 12 Kasım 2010’dur.
Aralık ayındaki eğitim için son kayıt tarihi 03 Aralık 2010’dur.
Temsilciliklere
Muhasebe Eğitimi
Mimarlar Odası içindeki işleyişin ortaklaştırılması, ortaya çıkan
sorunlara çözüm bulunulması ve Mimarlar Odası Programının
kullanışının yaygınlaştırılması ve kolaylaştırılması amacıyla Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile Konya Şubesi Temsilciliklerine
Muhasebe Eğitimi verildi. Mimarlar Odası Ankara Şubesi farklı
illerdeki muhasebecileri Ankara’da buluşturdu. Mimarlar Odası
Ankara Şube temsilciliklerinden, Bartın, Yozgat, Erzincan, Çaycuma, Kırşehir, Kırıkkale, Zonguldak temsilcilikleri muhasebe
eğitimi için Ankara’ya geldiler. Daha önce muhasebe eğitiminde
yer almayan 7 temsilciliğin katılımıyla devam eden eğitim 2 gün
sürdü. Eğitim süresince, Genel Muhasebe ve muhasebe programının web ortamına aktarılmasına ilişkin olarak nano-web muhasebe eğitimi verildi. 5 Kasım Cuma günü başlayan eğitim 7
Kasım’da son buldu.
Çocuk Mimarlık Buluşması
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin, mimarlığın toplumsallaşması kapsamında başlattığı, Çocuk ve Mimarlık
çalışmaları, 2002 yılından bu yana büyüyerek devam ediyor.
Mimarlık ve kent kültürü ile çocuk kültürünün buluşmasını hedefleyen Çocuk ve Mimarlık çalışmaları Ankara Üniversitesi
Çocuk Kültürü Araştırma Uygulama Merkezinin işbirliğiyle, Milli Eğitim Bakanlığının izniyle, ilköğretim, ortaöğretim ve okul
öncesinde yürütülmektedir. Okul dışlarında ise temalı atölye çalışmaları ve yaz okulları gerçekleştirildiği tüm çalışmalar
gönüllük üzerinden hayata geçirilmektedir.
Bugüne kadar 302 okulda, 42 okul dışı buluşmayla 15.00 çocuğa ulaşan, ulusal ve uluslararası ölçekte benzer çalışmaları
yürütenlerle deneyimlerini paylaşan Çocuk ve Mimarlık çalışması, ‘Kentimi Okuyorum’ kitap yarışması açmış ve yarışma
sonucu elde edilen üç değerli kitap basılarak çocukların erişimine sunulmuştur.
Her gönüllü çalışmada büyük desteklere ve özverilere ihtiyaç vardır. Geleceğin şekillenmesinde tasarımın, tasarlamanın
değerini ve önemini kavramış, eleştirel ve yaratıcı düşünce sistemi geliştirebilmiş nesillerin var olmasını destekleyecek
içerikle yürütülen çalışmaların daha da büyümesini, onbinlerce çocuğa ulaşmasını istiyoruz. Vereceğiniz her destek, çocuklara
için ayıracağınız 1 saat onlar için bulunmaz değerdedir.
Çocukların kente sorgulayan gözlerle bakmasını, yerel ve evrensel mimarlık kültürüyle tanışmasını, yaşadıkları kentte söz
hakkı olmasını sağlayan ÇOCUK ve MİMARLIK çalışmalarının gönüllüsü olmanız, kendinize bir okul seçerek çalışmaları
yürütmeniz çalışmanın mihenk taşlarını daha da sağlamlaştıracaktır.
23 Aralık 2010 günü Mimarlar Odası’nda yapılacak
“Çocuk ve Mimarlık çalışmaları devam ediyor, ben de katkı koyabilirim” diyenler için bir toplanma günü.
Geleceğin yaşanabilir kentleri için çocuklara ayıracağınız bir saatinizi istiyoruz.
23 Aralık 2010 tarihinde yapılacak toplantıda görüşmek üzere
Ayrıntılı bilgi için: 0312. 417 86 65 / 120 Sinem Yıldırım
Yer: Mimarlar Odası Toplantı Salonu
Saat: 18:30
5
Bütün Dinlerin Buluştuğu Kentler….
Antakya- Şam- Halep
Leman Ardoğan
teymiş. Arkasından Hatay Arkeoloji müzesini geziyoruz. Tarihi ve
turistik mekanlar açısından da zengin olan ilde dünyanın ikinci
büyük mozaik koleksiyonunu barındırıyor Arkeoloji Müzesi. Hatay arkeoloji müzesine hepimiz hayran kalıyoruz. Mozaikleri ile
meşhur, duvar ve yer mozaikleri sanki yeni yapılmış da müzeye
konuluvermiş gibi düzgün, korunmuş ve çok sayıda.
Ön planda Habib-i Neccar Camii, arka planda Habib-i Neccar
Dağını görüntüledikten/ baktıktan sonra, gezimize uzun çarşıda
devam ediyoruz.
Antakya, Asi nehri, çok kültürlü yapısı, aynı ulusa mensup birden
fazla dini cemaati bulunan Güney incisi.
Şam renksiz kent, habil ve kabilin kenti, dünya tarihi boyunca yaşayan kent, Halep rengi olmayan ama tarihi olan kent, antik kent.
Yenilmeyen kalesi, zengin mutfağı, ticareti ile, doğunun kraliçesi
Halep.
Kültürel ve teknik gezilerimizden birini daha 28 Ekim-31 Ekim
2010 tarihleri arasında gerçekleştirmiş bulunmaktayız. Yolculuğumuzun il olarak ilk durağı Antakya. Silpius Dağı (bugünkü Habib
Neccar Dağı) eteğinde ve Asi nehri (Orontes) kenarında yer almış
Antakya. Günlerden 29 Ekim ‘’Cumhuriyet Bayramı’’. Cumhuriyet
Bayramının çoşkusunu bu kez Antakya’da duyacağız.
Çarşı adı gibi çok uzun yaklaşık kolları ile birlikte 7 km.’imiş.
İçinde kaybolma şansı var. Biz ana alterden yürüyoruz grup olarak kaybolmayalım diye. Ancak çarşının bir çok dükkanı kapalı,
çünkü resmi tatil. Böyle olmasına rağmen bize göre çok kalabalık, tüm dükkanların açık olduğu günü düşünmek bile istemiyoruz. Çarşı çıkışı bizi bir sürpriz bekliyor, trampet ve davul sesleri
arasında izci grupları bir gösteri yapıyorlar. İzliyoruz, coşuyoruz,
izciler her yerde ve yaşta aynı demek ki.
Daha sonra kentin bir başak bölümünde top sesleri duyuyoruz,
29 Ekim kutlamaları...
Gezimize programda olmayan bir başka yere giderek devam ediyoruz. Su ve su sesi ve tabiatın iç içe olduğu çağlayan bölgesine.
Küçük dereler küçük çağlayanlar ve tepeden aşağıya doğru bir
çok kol ve dalda iniyor. Doğal güzellik... Henüz sunilikler girmemiş bu bölgeye.
Şehir turuna St. Pierre Kilisesi ile başlıyoruz. Antakya, Hıristiyanlık isminin ilk kez verildiği şehir, St. Pierre Kilisesi ise Hıristiyanlığın en önemli tarihi kiliselerinden. Kilise aynı zamanda
Hiristiyanlarca hac yeri olarak kabul edilmekteymiş ve her yıl
burada 29 Haziran günü Katolik Kilisesince ayin düzenlenmek-
6
Şubemizden
Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi, Hatay Valilik Binası, Ata Koleji ve Antik Beyazıt Oteli ne yazık ki dıştan görebiliyoruz. Bu arada tüm mekanlara gidiş yaya olarak yapıldığı
için kentin eski semtinde dar sokakları görüyoruz ve bu sokaklarda yaşıyoruz. Zaman zaman 1, 1,5 metrelik çok dar sokaklar.
Sokağın her iki yanına konumlanmış iç içe ama avlulu evler, yaşam alanlarını görüyoruz.
Dar sokaklardan, dar uzun çarşı ve insanın içini açan kent meydanı, Asi Nehri, derken kentin meydanında Mehter takımı, 29
Ekim coşkusu içinde kentliyi ve bizleri coşturuyor.
Yolculuğumuza bir başka ülkede, bir başka kentte devam ediyoruz ve Suriye’nin başkenti Şam’a geliyoruz. Şam, antik tarihten
bu yana, dünya tarihi boyunca, hiç aralıksız en uzun süre kullanılan şehir olarak anılıyormuş. Tarih boyunca çeşitli kültür ve
medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan Şam. Casio Tepesi’nden
Şam’a panoramik bakışı ve Sit Zeynep Türbesi (Hz Ali’nin kızı)
akşama bırakıyoruz ilk önce Şam Müzesine, ardından da ve Selimiye camii ile Emavi Camisine gidiyoruz.
Şam Müzesi her müzede olduğu gibi bulunduğu toprakların ve
kültürün bütün izlerini taşıyor. Ne yazık ki içi son derece modern olan ve bünyesinde binlerce eşsiz Sümer ve Geç Hitit eseri
barındıran bu büyük müzenin içinde fotoğraf çekilmesine izin
verilmiyor.
Süleymaniye Tekkesi / Külliyesi ve son Osmanlı Padişahı Sultan
Vahdettin Han’ın mezarını ziyaret ediyoruz. Siyah beyaz taşlardan yapılmış sade bir cami ve eklentileri.
Ardından Osmanlı Hicaz Tren İstasyonu görüyoruz. Hicaz Demir
yolu, II. Abdülhamit tarafından 1900- 1908 yıllarında Şam ile
Medina arasında inşa ettirilmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
İstanbul’dan başlayan demiryollarının bir bölümüdür. Demiryolunun teknik işlerinin başında Alman mühendis Meissner bulunmuş. Bazı kimselerin Haydarpaşa Tren Garının küçültülmüş
modeline benzettiği gar binası bugün kitap satış yeri olarak kullanıyor.
Öğle saatimizi ünlü alışveriş merkezi olan Old Bazaar ‘da /Soug
El Hamidiye’de (Hamidiye Kapalı Çarşısı) geçiriyoruz. Diğer adı
ile uzun çarşı, yaklaşık 1200 m uzunluğunda imiş. Kimimiz, inci,
sedef işlemeli kutu, kimimiz kumaş, şal, çeyizlik örtüler, kimimiz ise baharat alarak Suriye ekonomisine katkıda bulunuyoruz.
Emevi Çamii, Emeviler Dönemi’nde kilise iken camiye çevrilen
muhteşem bir camii. En çok bilinen tarihi mekanlardan birinin
Emevi cami olduğunu gidince oradaki kalabalıktan anlıyoruz.
Bazı Müslümanlar arasında ahir zamanda Mehdinin ve İsa’nın
bu camiye ineceği inancı varmış. Her yönden önemli Emevi camii. Mimarisi bazilika, dikdörtgen plan. Ana bina ve çevresinde
revaklar ve kapalı mekanlar çok geniş bir avlunun etrafında
toplanmış. Girişten itibaren ayaklarınız çıplak, ayakkabı ile giriş
yok, ne açık, ne de kapalı mekanlara.
Akşam Sit Zeynep Türbesini (Hz Ali’nin kızı) ziyaret ediyoruz.
Yeni yapılmış ve altın, kristal, furize taşları ile süslenmiş, çok
gösterişli bir yapı. Burada insan seli içinde kayboluyoruz. Ve
Casio Tepesine çıkıyoruz, tüm Şam ayaklarınız altımda, ısıl ışıl,
gündüzün çirkinliklerinden, akşamın sakinliğine sığınmış bütün
kent.
Yolculuğumuzda artık dönüş zamanı geldi diyoruz ve Halep’e
doğru yola koyuluyoruz. Halep yolu üzerinde Hama ve Humus’a
uğruyoruz. Şam’dan çıktıktan sonra yaklaşık 1 buçuk saat mesafe geride bulunan Humus şehrine varıyoruz. Şehrin simgesi
7
Halid Bin Velid Camii ziyaretini gerçekleştiriyoruz. Siyah ve beyaz taşlardan yapılmış yalın bir camii.Yine bir avlu ile girişi sağlanıyor.Humus şehri yeni bir şehir ve Suriye’nin 3. büyük kenti
imiş.
Daha sonra, Şam-Halep arasındaki Hama şehrinde, dünyada az
sayıda örneği bulunan tarihi su değirmenlerini görüyoruz. Asi
nehrinin yönünü değiştirip, kente farklı noktalardan su temin
etmek için yapılan su değirmenlerinin sadece 4 tanesini görüyoruz. Aslında tamamı 16 adetmiş. 16 metre kollara sahip su
değirmenleri tamamen ahşaptan yapılmış. Her bir parçasında
ahşabın yumuşaklığı ve parçanın özelliği göz önünde tutulmuş
ve farklı ahşap türleri kullanılmış. Zaman içinde değirmenin
ahşap parçaları ustaları tarafından değiştiriliyormuş. Su ile çalıştığı zaman, birlikte ahşabın türüne bağlı olarak farklı sesler
çıkıyormuş.
Gezimizin son halkası Halep.
İlk ziyaretimizi Halk Kültürü Müzesine yapıyoruz. Aslında burası
‘’Başıacıklar’’ adlı bir Türk ailesinin yaşadığı bir ev / konak. Burada çatı katında bir güzellik görüyoruz. Çocuk oyun odasında
Hacivat – Karagöz perdesi var, muhteşem bir görüntü. Bizden
biri…
Şehrin simgelerinden biri olan ve içerisinde Zekeriya Peygam-
8
Şubemizden
ber’in türbesini de barındıran Emevi Camiyi ziyareti ediyoruz.
Minareleri kare kesitte ve saat kulesi gibi. Avluda güneş saatlerini görüyoruz. İki çeşit güneş saatinin biri kapalı, diğeri ise açık.
Çeşitli yükseklikte çiviler ve ip / tellerden oluşan güneş saatinin
yapım yılını ne yazık ki öğrenemiyoruz.
…
Yolculuğumuza, Bab Qinnesrin sokağının bir diğer ilginç mekanı Bimaristan ile devam ediyoruz. Bir zamanlar müzik ve su
sesiyle hastaların tedavi edildiği tarihi Bimaristan Hastanesinin gezilmesi sonrası Halep Kalesi çevresine gidiyoruz. Bimaristan, Memlûklular zamanında, 1354 yılında tamamlanmış bir
akıl hastanesi imiş. Hastaneyi yapan kişi olan Argun’un ismiyle
anılıyor. Bimaristan, Farsça’da “sağlık yeri/mekanı” anlamına
geliyor Bimaristan Hastahanesinde tavanda açılan farklı büyüklükteki delikler dikkatimizi çekiyor. Bu büyüklükler hastaların
sağlık durumlarına göre değişiyormuş.
Hastaları sağlığına kavuşturmak için 4 aşamalı bir tedavi yöntemi uygulanıyormuş. İlk aşamasının, hasta bölümü küçük hücrelerle çevrili, ortasında fıskiyeli, mavi renkte, küçük bir havuzun bulunduğu, tepesinde güneş ışığının girebileceği yuvarlak
bir delik bulunan bir avlu var. İleri derecede saldırgan hastalar,
avluya bakan demir kafesli pencerelerinden “mavi renk”, “su
sesi”, “güneş ışığı” ve havuz başında oturan çalgıcıların seslen-
dirdiği “müzik” eşliğinde yaklaşık 6-7 aylık bir terapiden geçirildikten sonra daha sakinleşmiş ve daha sağlıklı olarak bir üst
gruba katılıyorlarmış. Bir üst grupta hücreler, avlu ve havuz biraz daha genişliyor, hücre girişleri artık avlu tarafından veriliyor.
Son aşamada ise artık hastalar avluya da çıkabiliyorlarmış ve
hatta mutfak, temizlik gibi bazı görevler de verilip gerçek hayata
uyum sağlamalarına yardımcı olunuyormuş.
Al-Bimaristan bugün için tıp ve bilim müzesi olarak kullanılıyor.
Sıra Halep’in Kapalı Çarşısına geliyor. Kalabalığa “bizim Mahmutpaşa gibi” diyor bazı arkadaşlarımız. Çok kalabalık, insanlar
sırt sırta. Halep halkının ihtiyaç duyacağı her türlü malı bulabileceği bir çarşı niteliğindeymiş. Birbirine paralel ve birbirini kesen birçok sokaktan (ki bunların her biri ayrı adla anılan
Suklar’mış, Suk at-Tabuş, Suk al-Attarin, Suk as-Sabun, Suk
al-Farayn gibi) oluşmuş. Kasabından gelinlikçisine, kumaşçısından iplikçisine, kuyumcusundan manifaturasına, halıcısından oyuncakçısına, turşucusundan saatçisine, nalburundan
sakatatçısına, lostrasından deri işlemecisine kadar yok, yok bu
çarşıda. Her bir işletme üretim ve satış konusuna göre çarşının belirli bölümlerinde kümelenmiş durumda. Örneğin Suk
al-Attarine’in güneyi daha çok kumaş, giysi ve ayakkabı satıcılarının kümelendiği bölge iken, Suk at-Tabush’un güney kısmı manifaturaların mekanı olmuş. Çarşının tarihi 13. yüzyıla
dayanıyorsa da, bugünkü mevcut büyüklüğüne erişmesi Osmanlılar zamanında ve çoklukla 16. ila 19. yüzyıllar arasında
gerçekleşmiş. Çarşıyı tam anlamıyla gezmek biraz güç. Ana
yolların bir kaçını görmek, çarşının bütünü hakkında yeterince
fikir veriyor insana, biz de öyle yaptık ve sadece ana alterde gittik. Hele ara sokaklar (sokak demek biraz güç olsa da) var ki,
klastrofobi sıkıntısı olan kişilere göre hiç değil. Bu çarşıda da
grup olarak Halep’in ekonomik hayatına büyük katkı sağlıyoruz.
Gezimizin son halkası ve Halep kalesi. Muhteşem bir yapı.
Kentin ortasında yükselen bir tepe üzerine kurulmuş bir kale.
Şekli nedeniyle yapay gibi görünse de, aslında doğal olan bu
tepede M.Ö.10. yüzyıldan kalma bir tapınak üzerine daha sonra inşa edilmiş olan kalenin geçmişi M.Ö.3. yüzyıla dayanıyor.
Haçlı saldırılarında Müslümanlar’ın güçlü bir savunma merkezi
olmuş ve bu tarihlerde (M.S.12. yy) çevresine kazılan 20 m derinliğinde ve 30 m genişliğinde bir kanalla korunması, savunması
daha da güçlendirilmiş. Savunmasına kalenin 3 farklı kapısının
konumu da büyük destek sağlamış. M.S. 13. ila 16. yüzyıllar
arasında Memlûklular döneminde yeniden inşa ve güçlendirme
çalışmaları yapılmış. Kale’ye, güney kanadında, kanal üzerinde
sekiz sütun üzerinde yükselen bir köprü ile bağlanan kapıdan
giriliyor. Kalenin içerisinde Ulusal Müzeyi, Memlûklular zamanında yapılmış bir hamamı, Eyyubi Sarayının bir bölümünü gördük. Eyyubi Sarayının elden geçirilmiş görkemli ahşap kaplamalı Taht Odası ise kaçırılmaması gereken bir güzelliğe sahip, tek
kelime ile görkemli. Bu salon zaman zaman protokol için acılıyor
ve kullanıyormuş.
Kalenin güzelliği karşısında başımızın döndüğü bir gerçek. Halep kentinin tam ortasında olmasına rağmen bugüne kadar çevresiyle birlikte çok iyi korunmuş Halep kalesi.
Kent sokaklarından bazıları hepimizin çok ilgisini çekti. Bu sokaklardan, bölgeden biri de Al- Jideyda. Al- Jiderya eski Halep’in
sınırlarının hemen dışında yer alan ve daha çok Osmanlılar zamanında yapılaşmış ve gelişmiş bir mahalle. Zaman içerisinde Ermeni halkın çoğunlukla yerleştiği ve günümüzde Ermeni
tüccarların iş mekanı haline gelmiş bir bölge. Bölge/ mahalle
meydana gelmeye başladığı günden itibaren yapısını hiç değiştirmemiş sokak ve binalarla dolu. Yine -tüm eski Ortadoğu (ve
bizdeki Güneydoğu) şehirlerinde olduğu gibi- sokağa bakan yüksek duvarlarında hiç pencere bulunmayan binalarla sınırlanmış
daracık taş sokaklar. Binaların hepsine, ortalarında genellikle
fıskiyeli bir havuzu olan bir bahçe ya da üstü kapalı bir avluya
geçilen bir kapıyla giriliyor. Bu arada Halep’deki bazı apartmanlarda fıskiyeli havuzları dairelerin balkonlarında da gördük.
Tüm yaşantı bu bahçe ya da avluya taşınıyor veya katlarındaki
çepeçevre balkonlarında.
Bir kültür ve teknik gezimiz böylece sona eriyor. “Benim güzel
vatanım” diyor ve bu gezi için Mimarlar Odası Ankara Şubesi
Yönetimine, Kültür MBÇK’ya ve emeği geçen her kese teşekkür
ediyoruz.
Bir sonraki teknik ve kültürel gezimizde buluşmak dileği ile.
9
Mühye Köyü….
Leman Ardoğan
Kültür Mesleki Bilimsel Çalışma Komisyonun (Kültür MBÇK) bir
etkinliği de Eski adıyla Mühye yeni adıyla Yeşilkent Mahallesi ve
İmrahor Vadisindeydi.
09.10.2010 tarihinde, yağmurlu olacağını beklerken sonbahar güneşinin içimizi ısıttığı bir günde gerçekleşti gezimiz. Gezimize bu
bölgeye gönül verenler, merak edenler ve benim gibi Ankara’da
olup da bilmeyenler katıldı, bir minibüs dolusu İmrahor aşığı.
Gezimizin ana durağı, eskiden sadece Mühye Köyü olarak bilinen,
İmrahor Vadisi içinde yer alan, kapalı ve üretimdeki tuğla fabrikalarıyla dolu, küçük göletlerin bulunduğu, hayvancılığın ve emlakçılığın yaygın olduğu, Çankaya ilçesine bağlı ve yeni adı ile Yeşilkent mahallesi olan yerleşim birimi. Adı gibi yeşil bir yerleşim...
Aslıda bizim amacımız sadece köyü / mahalleyi tanımak değil,
çevresini, vadiyi tanımak, orada yaşamak, toprağının kokusunu
duymak.
İmrahor vadisi, Ankara kentinin güneydoğusunda, Mamak ve
Çankaya İlçe sınırları içinde yer alıyor. İmrahor Vadisi, güneyinde Eymir Gölü, kuzeyinde de Mamak Viyadüğü ile sınırlanıyor.
Ankara’nın metropoliten rekreasyon alanı sisteminin en önemli
halkasını oluşturan Mogan ve Eymir su sistemi ikilisi ile bütünleşebilecek bir rekreasyon alanı kapasitesinde olan İmrahor Vadisi,
aslında Ankara için ‘’Öneri Doğal Sit Alanı’’ alanı ve yaklaşık 3526
ha.’lık büyüklüğe sahip, henüz bakir bir alan.
Gezimiz, sonbaharda tüm güzelliklerini sergileyen Eymir gölü
çevresindeki bitki örtüsü içinde (ODTÜ arazisi girişinde) bizlere
gönüllü olarak rehberlik eden Orman Mühendisi Sayın Ahmet
Demirtaş’ın İmrahor vadisinin tarihi gelişim hakkındaki açıkla-
10 Şubemizden
maları ile başladı. Vadinin derinlik, genişlik, toprak ve su potansiyeli yönünden önemi vurgulandı, etkili bir hava koridoru oluşturduğu ve Ankara’nın havasının değişimine büyük katkı sağladığı
belirtildi. İmrahor vadisi içinde Karataş, Mühye, İmrahor ve Yakup
Abdal köylerinin bulunduğu, geçmişte ayva ve armuduyla meşhur
bu bölgede eskiye göre tarımcılığın olmadığı belirtildi.
Gezimize katılan komisyon üyemiz Sayın İsa Çapanoğlu ise: vadinin özellikleri ve kent açısından taşıdığı önemi nedeniyle, Kavaklıdere Dayanışma ve Güzelleştirme Derneği ile Mamak Kitle
Örgütleri Platformu tarafından 08.10.2002 tarihinde bölgenin
‘’Doğal Sit alanı ‘’olarak tescil edilmesi için T.C. Kültür Bakanlığı
Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna müracaat
ettiklerini ancak bugüne kadar hiçbir ilerleme sağlanamadığını,
belirtmişlerdir. Gezi sonucunda biz de, grup olarak, bu bölgenin
koruma altına alınması konusunda hem fikir olduk. Ankara için
gerçekten önemli bir rekreasyon alanı, bir nefes.
Bu genel bilgileri aldıktan sonra gezimize yürüyerek devam ettik.
Toprak yolda toprağa basa basa, toprağın sesini dinleyerek, huzur
içinde uzun bir yürüyüş yaptık. Güzel bir sonbahar günü güneşin
bizi ısıtmasına sevindik, yürüyüş boyunca köpeklerin bizlere korumalık / rehberlik etmesinden mutlu olduk. Dağ bayır aşmadık
belki ama küçük bir dere geçtik, suyu temiz gözüken dereye sevindik ancak dere yatağını çöplük haline getirenlere kızdık. Yol
boyu bir çok yeni bitki tanıdık. Köpek çiftliklerini, küçük yerleşimleri ve tuğla ve kiremit fabrikalarını gördük. Yamaçlarının bir kısmında ağaçlandırma görüyoruz. Bademlikler gördük. 1957 yılında
Ankara’da şiddetli yağışlar sonucu, Hatip çayı ve İncesu dereleri
taşmış, sel yıkımı sonucu Bent Deresi çevresinde ölümler olmuş.
Bu olaydan sonra karar verilmiş ve dere havzalarında ağaçlandırma ve erozyon karşı önlem çalışmaları başlamış. Görmüş olduğumuz ağaçlandırma çalışmaları da o dönemde yapılmış. Son
yıllarda iyileştirme yönünde hiçbir çalışma yok vadide.
Güneş tepemizde, öğlen vakti ve biz Mühye Köyünde (Yeşilkent)
köy kahvehanesinin bahçesinde, temiz havada, yeşillikler içinde
köfte ekmek yiyerek ve çay içerek açlığımızı, yorgunluğumuzu,
susuzluğumuzu gideriyoruz. Sanki Ankara’da değil de bir tatil
yöresindeyiz. Ankara içinde saklı bir vaha İmrahor vadisi. Vadi
topraklar üzerine kurulan ve sayıları yaklaşık 10’u geçen tuğla ve
kiremit fabrikalarının bölgede yapmış olduğu talanı, çevre kirliliğini yerinde görmek, izlemek üzere gezimize devam ediyoruz.
Fabrikalara toprak almak üzere açılan devasa çukurları görüyoruz. Çevre kirliliği yanında görsel kirlililik, doğal çevrenin yok edilişi, teknoloji karşısında tabiatının yenikliğine şahit oluyoruz. Bazı
çukurların terk edildikten sonra suyla dolması sonucunda ortaya
çıkan irili ufaklı bir çok gölet var bölgede, belki de onlarca... Tabiat ana kendini bu şekilde yenilemiş ve yine bizlere görsel bir şölen
hazırlamış bu gölcükler ve sazlıkları ile. Göl suları, toprak, yeşillik
üçlemesinin güzelliğini görüyor ve duyuyoruz.
Elçilik Gezileri Devam Ediyor…
Ama insanoğluna doğanın dengesini bozması yetmiyor, çeşitli inşaat atıkları ve çöpler ile savaşa devam ediyor. Gezimiz sırasında
bu olaya biz de şahit oluyoruz uzaktan. Bir kamyon inşaat atıklarını bir çukura boşaltıyor, aynı anda bir çocuk veya genç çukurun
içinde, dökülen inşaat atıklarında kendisi için, geçimi için, “bir
şeyler” topluyor. “Bu boşaltma / toplama işlemi ne ilk , ne de son,
ömrüm bitene kadar devam” diyor vadinin havası.
Sonuç olarak Vadi; plansızlığın, terk edilmişliğin, sahipsizliğin,
talan edilişin aynası gibi bize yansıtıyor kendisini. Ve hep birlikte üzüntü içinde soruyoruz: Acaba burası için biz ne yapabiliriz?
Mutlaka yapılacak, sahip çıkılacak bir çok yol, yöntem var. Ancak Vadi gitmeden, doğal yapısı daha fazla tahrip olmadan, vakit
kaybetmeden yapmak lazım. Ankara’nın başka bir İmrahor Vadisi
yok.
Bir sonraki ‘’KÖY GEZİMİZ’’de buluşmak dileğiyle…
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Kültür Mesleki Bilimsel
Çalışma Kurulu’nun kültürel ve sosyal etkinlikleri kapsamında
elçiliklere geziler düzenleniyor. İkinci Elçilik gezisi Hindistan
Cumhuriyeti Büyükelçiliğine düzenlendi. 4 Ekim 2010 Pazartesi
günü Sabah saat 09.30’da Elçilik binası önünde buluşan mimarlar, Hindistan Büyükelçiliği binasını gezdiler. Elçilik binalarını
tanımaktan memnun olan mimarlara, elçilik Ticaret sorumlusu
Ayşin Taş da gezi boyunca eşlik etti. Yirmi kişinin katılımı ile gerçekleştirilen Hindistan Büyükelçiliği gezisi, elçilikçe görevlendirilen Mimar Doğan Olcay’ın rehberliği eşliğinde tamamlandı.
11
Hindistan Büyükelçiliğine Yapılan
Bir Gezi Üzerine
Haluk Zelef
Ankara’nın başkent olması ardından yabancı temsilcilikler sosyal yaşamın çeşitliliğini sağlayan önemli bir faktör olmuştu. Bu
temsilcilikler aynı zamanda mimari nitelikleri açısından da halkın ve basının ilgisini çekmişti. Batılı önemli devletlere ayrılan
geniş araziler üzerine inşa edilen bu elçilikler şu anda da kent
merkezindeki yapı yoğunluğunu azaltıyor ve yeşil alan ihtiyacını
karşılıyorlar1.
II. Dünya savaşına kadar dünyadaki bağımsız ülke sayısı bugün
ile kıyaslanınca çok daha az sayıdaydı. 1947’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanan Hindistan da Türkiye’de bir temsilcilik açmak üzere girişimlere başladı. O sırada hala kısmen boş olan
Çankaya’da bir arsa aranmaya başlandı. Arsa, Botanik parkı olarak daha sonraları 1970’te düzenlenecek olan Ankara manzaralı
vadinin yamaçlarındaydı. Sedat Hakkı Eldem tarafından vadi ile
Cinnah Caddesi arasında tasarlanan elçilik konutunun inşaatı
1965’de bitirildi2. (fig.) 1976-1980 arasında ise elçilik binasının
yanında kançılarya binası inşa edildi.
Mimar elçilik için pek çok ön çalışma yaptığını, ilk şemalardaki bazı öğelerden (park tarafındaki kolonlar üstündeki teras) ve
kurgulardan (örneğin yuvarlak çıkmalardan) zamanla vazgeçil-
diğini yazar. (fig.) Her iki yapı da Eldem ile özdeşleştirilen Milli
Mimari ve “Türk evi” anlayışı çerçevesinde tasarlanmışlardır.
Konut geniş saçakları, seramik kaplamaları, pencerelerindeki
1 İlginçtir, birkaç yıl önce bu elçiliklerin kent dışına çıkartılarak
arsalarının ticari faaliyetler için kullanılması önerilmiş ve basında
tartışılmıştı.
2 Sedat Hakkı Eldem - Büyük konutlar isimli kitapta yapının 1960’ta
ele alındığı 1965’de inşaatının bittiği yazmaktadır. Sedat Eldem Architect in Turkey kitabında ise 1965-68 tarihleri verilmektedir. Orhan
Çakmakçıoğlu’nun ismi de yayınlarda tasarımcılar arasında geçer.
Yayınlarda kontrol mimarı olarak ta Nejat Ersin’in ismi bulunur.
12 Şubemizden
kafes örgüleriyle Eldem’in o yıllardaki modernist/gelenekselçi
dilini kullanırken, üstün bir işçilik sergilemektedir. Tasarımdaki birim anlayışı hem cepheleri hem de planları düzenlemiştir.
(fig.) Daha geç tarihli olan kançılarya yapısı hem betonun kap-
lanmadan “dürüst” kullanımı hem de ölçeği göze alındığında
daha “brütal”dir. Kapalı bir avlu (merdiven boşluğu) çevresinde
kurgulanan yapıdaki toplantı salonu gibi ortak sosyal mekanları
açısından da pek nitelikli sayılmaz.
Hindistan elçiliği, temsilcilik yapılarının tipik tartışma alanı olan,
ev sahibi ülke, misafir ülke mimarlıkları ve o anki “modern” mimari üçlemesine de yanıtlar geliştirmiştir.3 Farklı yayınlarda her
üç referans alanı kendini gösterir. Arkitekt dergisinde yapıdaki
saçakların parapetle olan ilişkisinin “Hind mimarisindeki klasik
saçak şeklini hatırlattığı” ve elçiliğin mimarisinin genel havası-
nın “doğudan ilham alındığı”nı yansıttığı da not edilmektedir4.
Yapının pek çok ön çiziminde özellikle girişteki saçağın figüratif
olarak da bu ülkenin mimarisine atıf yapmak üzere pek çok farklı şekilde düşünüldüğü görülmektedir. (fig.) İlginçtir 1966 yılında Yeni Delhi için açılan Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği proje
yarışmasında Sedat Hakkı Eldem “Türk imgesi” ya da “Türk konutu” teması üstünde durmaz. Elçilik hava akımlarına izin veren
3 Yapının dili De Stijl mimarisine benzetilir. Aga Khan Publications
s.128
4 “Hindistan Sefareti (Ankara) Arkitekt, 1965 s.53-58
yüksek bir şemsiye strüktürün altındaki mermer kaplı, yaldızlı
alüminyum doğramalı bir yapıdır. (fig.)
Ankara’daki Hindistan elçiliğine ait bir yayın taslağının Sedat
Hakkı Eldem arşivinde bulunması da mimarın yapıya verdiği
önemin bir işareti olarak algılanmalıdır5. Ancak konut yapısı
zamanla değişikliklere uğramıştır. Çatı, yapının alçak olması
ve kentteki coğrafi konumu nedeniyle her yerden algılanabilen
çok önemli bir öğesidir ve maalesef pek çok yapıda olduğu gibi
(örneğin vali konağı) önemli dönüşüm geçirmiştir. İlk tasarım
fikri olarak üzerinde gezilecek bir teras olarak düşünülen daha
sonra, az eğimli, gizli dereli metal kaplama olarak düzenlenen
çatı, 1980’li yıllardaki fotoğraflarda iki ayrı oturtma çatı olarak
görülmekteydi. (fig.) Son yıllarda ise bu düzenlemenin yeşil/
5 Bülent Tanju, Uğur Tanyeli (2009) Sedat Hakkı Eldem II Retrospektif
s.182-184
13
mavi bakır kaplama malzemesi de değiştirilerek kırmızı bitümlü
malzemeye dönüştürülmüştür. Konuttaki üst kat balkonu kapatılmış, alt katın güneş kırıcı kafesleri sökülmüştür (fig.). Pek çok
büyükelçilikte olduğu gibi güvenlik nedenleriyle dış çepere yüksek, yarı geçirgen cidarlar oluşturularak binanın caddeden olan
algısı kesilmişitir. Oysa yapı eskiden Cinnah caddesinden Anka-
ra panoraması önünde adeta bir falez kıyısındaki bir kitle olarak
algılanmaktaydı. Ancak her şeye rağmen konut Botanik parkından şu anda da hala ilk yapıldığı günlerdeki gibi bir duvar üstündeki hafif bir kitle olarak algılanmaktadır. Yanındaki kançılarya
yapısında da terasların istinat duvarı gibi de görev yapan az açıklıklı, sağır duvar temasını tekrarlanmıştı. Bugünlerde kançılarya
kısmındaki bu duvarın ardındaki
görevli odalarının pencerelerinin
büyütülmesi ya da balkon eklenmesi söz konusudur. Düşünülen
bu balkon eklemelerinin her iki
yapıda sürdürülen tasarım kararlarını zedelediği kadar yapının botanik parkından algısını
da büyük ölçüde bozacağı açıktır.
Elçilik konutunun içinin de büyük ölçüde ilk tasarımına uygun
olarak oldukça nitelikli olarak
inşa edildiğini yayınlardan takip
etmek mümkündür ancak maalesef Mimarlar odası tarafından
düzenlenen inceleme gezisinde
iç mekanları görmek mümkün
olmamıştır.
14 Şubemizden
15
KENT VE ÜLKE
GÜNDEMİ
Engellinin Yapay Engelleri
Gülderen Zegerek
tinin yorgunluğu. “Kardeşim 4-5 katlı binada vardır nasıl olsa bir
asansör” denilecek olması gayet doğal. Ama asansörün tekerlekli
sandalye ile kullanılamaması pek doğal olmasa gerek. Asansör
kapılarının pek çoğunun açıklığı, ya da kabin genişliği tekerlekli
sandalyenin boyutlarından dar olduğu için asansöre tekerlekli sandalye ile binmek her zaman mümkün olamamaktadır. Bunu ancak
tekerlekli sandalyeyi kullanmak zorunda kaldığınızda görüyorsunuz. Merdivenden ya da asansörle engelleri aşarak aşağıya inildiğini varsayalım.
“Şükür apartmandan aşağıya indik!..” dersek; şükrü erken yapmış
oluruz.
Aşağıda dile getireceğim hikâyeyi pek çok insan eminim biliyordur.
Ama kaleme alacağım tecrübelerimin -kifayetsiz de olsa- ana fikrini ifade ettiği için, bu hikâye bir kez de benim kalemimden okunsun
istedim.
“Adamın biri damdan düşmüş. Olayı gören çevre sakinleri yarı baygın halde yerde yatan kazazedenin yanına koşmuşlar. Toplanan
ahaliden;
- Yardım edelim!
- Doktor çağırın!... gibi sesler yükseliyormuş.
Yerde yarı baygın halde yatan kazazede bu sesleri duyunca gözlerini aralamış ve “Bana damdan düşen birini çağırın” demiş.”
Yazık ki; herhangi birinin yaşadığı sorundan bütün boyutlarıyla haberdar olabilmesi için, o sorunu birebir yaşıyor olması gerekiyor insanoğlunun. İşte ben geçici süre ile de olsa engelli bir birey olarak,
diğer bir deyişle damdan düşen biri olarak, yaşadığımız kentlerde
engelli olarak yaşamanın zorluklarını ve engellilerin pek çok engelinin olduğunu bire bir gördüm.
İnsanoğlunun uyumak, karın doyurmak gibi en doğal ihtiyaçlarından olan gezmek eğlenmek, yahut bir ihtiyacı karşılamak için
çarşıya pazara gitmek veya tedavi sürecinin gereği olarak doktora
ulaşmaya çalışmak, engelli için, engelinin boyutuna paralel olarak
büyüyen bir sorun durumundadır.
Merdiven kolunun genişliği 90 cm., bilemedin 110 cm. olan 4-5 katlı
binalarda tekerlekli sandalye ile engelliyi zemin kata ulaştırmaya
çalışan insanların yorgunluğundan çok daha fazladır, tekerlekli sandalye ile aşağı indirilmeye çalışılan engellinin mahcubiye-
16 Kent ve Ülke Gündemi
Sorunlar bitti mi zannettiniz? Hayır, ulaşacağınız yere varıncaya
kadar sabır çektirecek o kadar çok engelle karşılaşırsınız ki; bir
daha dışarıya çıkmaya tövbe edersiniz. Sokağın orta yerinde esnafın biri dükkânının önüne karo mozaik döşeme kaplamıştır, diğeri
dükkânının ihtişamını yansıtsın diye granit seramik kaplatmıştır. İki
malzeme arasındaki kalınlık farkı gibi görülen ve aslında zihinlerdeki engellerden kaynaklanan bu gibi çarpık yapılaşmalar engelliye engel teşkil etmektedir. Yasal olmadığı halde paşa gönlüne göre
işlem yapan bu insanlar, tekerlekli sandalye ile ya da koltuk değneği ile ya da görme engellinin bastonu ile sokağa bir kez çıkmaya
kalksalar, zannediyorum ki keyfi davranmaktan vazgeçerler.
Mimaride ölçek insandır. Bununla doğru orantılı olarak kentlerde
öncelik ise yayalarındır. Ancak makineleşmenin ve teknolojinin tavan yaptığı kentlerimizde motorize olmak öylesine revaçta bir durum olsa gerek ki, yayanın önceliği kalmamış, trafik ağını, örümcek
ağı gibi kesen üst geçitler ve alt geçitlerle sağlıklı yayalara hizmet
verilmeye çalışılmıştır. Yine engellinin adı yok. Hemzemin yaya geçitlerinin bulunmadığı akan trafikte, demir konstrüksiyonlu, yüksek rıhtlı, üst geçitten; hele birde yerler buzlu ve karlı ise, koltuk
değnekleri ile gözünüz kesiyorsa geçin. Gözünüz kesmiyorsa evinizden dışarı çıkmayın.
Yukarıda bahsettiğim paragraflarda insanlar için insan eliyle oluşmuş olan kentlerimizde belediyecilik anlayışının yetersizliğini ifade
eden sorunları tanımlamaya çalıştım. “Ben mimarım ama, belediyeci değilim” deyip, sorunlardan kendimi soyutlamayacağım.
Damdan düşen biri olmadan önce ortopedik sorunları olanların istasyon ve garlarımızda hatta trenlerimizde ne gibi sorunlar yaşadığını ayrıntılı düşünmemiştim, düşünememiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Çünkü yaşadıklarım beni düşünmek zorunda bırakıyor.
Geçirdiğim talihsiz kazadan sonra uzunca bir zaman tekerlekli sandalyeye mahkûm kaldım. İşte bu süreçte, otobüste ya da özel araçta
ayaklarımı uzatma imkânım olmadığı için Ankara’dan İzmir’e trenle gitme zorunluluğum oldu. Evimizden Ankara Garınaa gelinceye
kadar yaşadığım sorunlar yukarıda tanımladığım türden sorunlardı
ve en az üç aydır bu tür sorunları yaşadığım için kanıksamıştım
sanırım… Ama Gara geldiğimizde yataklı kopartmana nasıl ulaşacağımı yahut nasıl ulaştırılacağımı düşündüğümde ayaklarımın bir
kez daha kırıldığını hissettim desem abartmış olmam. Tekerlekli
sandalye ile tren koridorunda ilerlemem sandalye boyutları elvermediği için mümkün olamıyordu, eşimin, beni kucağında götürmesi
de koridor boyutları el vermediği için mümkün olmuyordu. Sonunda eşim beni meraklı gözlere ve benim direnmeme rağmen sırtında
kopartmana çıkardı. Eskitme bir çerçeve içinde hüznün yansıtıldığı
siyah beyaz fotoğraf karesi gibi kaldı aklımda bu anım. Türkiye’nin
iki büyük şehri arasında bir engellinin yaşamak zorunda olduğu bir
başka engeldi bu..!
Ankara Garında örneğini gördüğümüz altgecitlerde yer alan rampaların niçin yapıldığını, ne işe yaradıklarını düşünenleriniz olmuştur. Çünkü o rampalarda değil tekerlekli sandalye kullanmak
içi doluca bir valizi dahi çekiştirmek mümkün değildir. “Peki niçin
yapıldı?” sorusunu, yapan ben olmadığım için ben de soruyorum
ve cevabını veriyorum. Öyle zannediyorum ki yönetmelik yahut
yasa gereği eksik tamamlamak için yapılmışlardı. Oysa engellinin engellerini eksik tamamlayarak değil, ihtiyaca cevap verecek
imalatlar yaparak ve onu anlayarak giderebiliriz. İşte bu nokta da
“damdan düşen adam” hikayesini pekiştirecek bir başka anımı dile
getirmek istiyorum.
3. Bölge Müdürlüğünde işe ilk başladığım yıldı. Bölge müdürünün
emriyle Alsancak’taki sosyal tesiste bir takım tadilatlar yaptırmıştım. Tadilat sonrasında işitme engelliler için öğretmen olarak
görev yapan arkadaşım, lokali engelliler haftasında bir geceliğine
kiralamak istediklerini söylemişti. Bu talebe ilişkin olarak prosedür çerçevesinde işlem yapılmasında yardımcı olduğum için işitme
engelliler okulunun yetkilileri düzenledikleri geceye beni de davet
etmişlerdi. Gittim, salona girdiğimde müzik başlamış öğrencilerin
kimi tempo tutuyordu, kimi oynuyordu. Anormal bir durum yoktu.
Sonra düşündüm! Bu oynayan çocuklar işitme engelliydi. Nasıl oluyor da bunlar oynaya biliyordu? Yirmibir yaşındaki toy aklım bunu
tartamamıştı. Öğretmenlerden birine sordum “Öğretmenim, öğrencileriniz müziği duymuyorlarsa nasıl oynuyorlar?” Sorum karşısında şaşıran öğretmen beni daha çok şaşırtacağının bilincinde
bir tebessümle “Bu da bir şey mi bizim çocuklar dün Kayahan’ın
konserine gittiler, Antalya’nın görme engellileri de İzmir’i gezmeye
geldiler” dedi. Öğretmenin dalga geçtiğini düşünmüş, söyleyecek
bir şey bulamamıştım.
Şimdi anlıyorum, işitme engelliler müziği duymuyorlardı ama engel tanımayan düşünce ile titreşimi hissediyorlardı, görme engelliler ise dünyaya gönül gözleriyle bakıyorlardı.
17
25 KASIM
Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan
Kaldırılması için Mücadele Günü
Özge Göncü
“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine
izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız.
Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım;
gerekirse hayatımı da”
(Patria Mercedes Mirabel 1924)
cinsiyetçi dil üzerine kurulmuştur. Bunun dışında Türkiye’de
medya da son dönemde bu dilin üretilmesi anlamında başat bir
rol üstlenmektedir. Bu dil aynı zamanda tecavüz gibi bir cinsel
sömürü ve şiddet vakasının normalleşmesine ve kanıksanmasına yol açar.
Ataerkil sistem her ne kadar yüzyıllardır süregelmekte ise de,
kapitalizmle bir olduğunda, “Ataerkil kapitalizm”e dönüştüğünde bu sömürünün boyutları sınır tanımamaktadır. Kadının çalışma yaşamında yer almaya başlaması ile evde zaten(!) yerine getirmek zorunda olduğu işler konusunda hiçbir değişiklik olmaz.
Kapitalist sistemde kadın hem evde hem işte çalışır. Üstüne üstlük bir çok çalışma alanında aynı miktarda emek harcamasına
karşılık erkek meslektaşlarından daha az sosyal güvence ve ücret karşılığında çalışır. Kadın emeği ne kadar değersizleştirilirse
kapitalizm bundan o derece kar sağlar.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin bilançosu oldukça ağır:
25 kasım 1960 günü, Dominik Cumhuriyeti’nin Santiago ve Santa Puerte kentleri arasındaki bir uçurumun kenarında 3 kız kardeş ölü olarak bulundu. Ülkenin resmi tarihi her ne kadar kaza
olduğunu iddia etse de, Patria, Minerva ve Teresa, Dominik
Cumhuriyeti’nin acımasız diktatörü Trujillo’ya karşı mücadele
ettikleri için yok edilmişlerdi. 50 yıldır, her 25 Kasım’da tüm
dünya kadınları Mirabel kardeşler ile omuz omuza; toplumsal
cinsiyet eşitsizliğine, kapitalizme, ayrımcılığa, ırkçılığa, ataerkil toplumsal şiddete, aile içi şiddete ve savaşa karşı seslerini
yükseltiyor.
Ataerkil toplum düzeni yüzyıllardır kadını sistematik bir biçimde
ezmektedir. Bu düzeni, toplumsal cinsiyet rolleri ve kurumsal
yapılar (aile, devlet, din vb.) aracılığı ile tekrar tekrar üretiriz.
Tıpkı kapitalizmi ürettiğimiz gibi… Bu ezilme biçimi o kadar sistematiktir, bunu o kadar kanıksamışızdır ki, çoğu zaman bunun
bir “eşitsizlik”, “haksızlık” ve “sömürü” olduğunun farkında
olmayız. Bu durum “normal”dir çünkü. Aslında buradaki normallik, yüzyıllardır süregelen bu sömürüye boyun eğmek ve onu
yeniden üretmek demektir artık. Bu normallikler o kadar kanıksanır ki, bazen “kutsal” olarak bile adlandırılabilirler.
Bu durumun kanıksanmasına yol açan en önemli etken toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı
olarak, toplum tarafından yaratılmış davranış biçimlerini anlatmak için kullanılan bir terimdir. Örnek olarak 5 yaşında biri kız
biri erkek biyolojik cinsiyete sahip iki çocuktan birinin tencere
ve tava, diğerinin silah ile oynaması, biyolojik bir yönelim değil,
toplumsal olarak inşa edilmiş bir yönelimdir. Bu yönelimler yıllar sonra, kadının ev işlerini yapmak zorunda olması, erkeğin ise
bu konuda sorumluluk almama hakkını kendisinde görmesine
yol açmaktadır. Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet rolleri ataerkil
sistemi tekrar üretmemize sebep olur.
Bu sistemi üretmenin bir başka biçimi de günlük yaşamımızda
kullandığımız cinsiyetçi dildir. Argo kültürü genel anlamda bu
18 Kent ve Ülke Gündemi
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre;
- Türkiye’de kadınların %42 si yaşamın herhangi bir döneminde eşi veya birlikte olduğu kişiden fiziksel veya cinsel
şiddet görüyor.
- Kadınların %20 si eşi veya birlikte olduğu kişi dışındakilerden şiddet görüyor.
- Orta refah düzeyindeki kadınların %42 si yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya birlikte olduğu kişiden fiziksel
veya cinsel şiddet görüyor.
- Lise ve üzeri eğitim düzeyinde olan kadınların %27 si yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya birlikte olduğu kişiden fiziksel veya cinsel şiddet görüyor.1
Bağımsız İletişim Ağı (Bianet) nın çeşitli gazete, internet sitesi
ve haber ajanslarından derlediği bilgilere göre ise;
Ocak’ta
16 kadın,
Şubat’ta
14 kadın,
Mart ‘ta
20 kadın,
Nisan’da
25 kadın,
Mayıs’ta
16 kadın,
Haziran’da 10 kadın,
Temmuz’da 23 kadın,
Ağustos’ta 35 kadın,
Eylül’de
17 kadın,
Ekim’de
23 kadın erkekler tarafından öldürüldü.2
Tüm bu bilançonun ardından, demoratikleşen(!) Türkiye’nin,
tüm ezilenler gibi kadınlar açısından da pek iç açıcı bir seyri olmadığını görüyoruz.
Ve tüm bunlara karşı, çok yönlü ve kendi içinde örgütlü bir mücadele yönteminin gerekliği olduğu açık…
Biz kadınlar, bu 25 Kasım’da da şiddete ve sömürüye karşı tepkimizi ve taleplerimizi haykırmak için sokaktayız…
Program…
Toplanma: 12.00 – Kolej Meydanı
Miting: 13.00 – Sakarya Meydanı
1
2
Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet İstatistikleri – 2008
http://www.tuik.gov.tr/kadinasiddetdagitim/kadin.zul
http://bianet.org/bianet/kadin
1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi
Ankara’da Gerçekleştirildi.
“Su Çürüdü”
Zeynep Yıldız,
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi
Su nasıl bir öyküdür ki yazılıp çizilemezken bu öyküyü satarlar.
“Türkiye Karanlıkta kalmasın” diye bağırarak satarlar. Hangi
aydınlık suyu satar? Hangisi aydınlık, Hangisi karanlıktır? Parasu akışkanlığını keşfettiklerinden beridir, suyun tadını çaldılar
hayatımızdan. Tam da avuçlarımızdan aldılar suyumuzu. Önce
ağzımızı çeşmeye dayayıp kana kana avuçlarımıza dökülen suyu
içmenin tadını unutturdular. Gelecek nesillerden de çaldılar bu
tadı. Sonra 19 litrelik galonlarda her biri farklı marka ve ne ilginçtir ki farklı tatlarda, 5 paralık “yaşam kaynağı”… Buna da mı
alıştık ne? Tabii 5 para da yetmez bir de “satacak enerji” lazım.
Suyunun suyu hesabı…
1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi, ODTÜ Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı tarafından 20-22 Ekim tarihlerinde gerçekleştirildi. Anadolu ve komşu bölgelerin mimari, kent ve yapılı çevre tarihi üzerine yeni ve özgün araştırmaların paylaşılabileceği bir akademik
ortam oluşturmayı hedefleyen bu etkinlik, öncelikle, mimarlık tarihi çalışma alanına odaklanan Türkiye’deki ilk uluslararası kongre olması nedeniyle önem taşımaktaydı. Mimarlık tarihi alanında
dünyaca ünlü akademisyenler arasında yer alan Pennsylvania
Üniversitesi’nden Joseph Rykwert, California Üniversitesi’nden
Dell Upton ve Southampton Üniversitesi’nden Dana Arnold’ın
davetli olarak yaptıkları konuşmalar, katılımcıların sunuşlarına
genel tartışma çerçeveleri çizdiler. Üç gün süren kongre boyunca
Eskiçağ, Bizans, Osmanlı gibi dönemsel ya da İdeoloji, Teknoloji,
Koruma, Konut, Kent ve Tarih Yazımı gibi tematik başlıklar altında
gruplandırılan oturumlarda yetmişe yakın sunum yapıldı. Farklı
disiplinlerde mimarlık tarihi alanında çalışan ve Türkiye’nin yanı
sıra İran, Avusturalya, Amerika, Almanya, İtalya gibi farklı ülkelerden gelen araştırmacıların çeşitliliği dikkat çekiciydi. Prof. Dr.
Suna Güven’in başkanlığını yaptığı “Türkiye’de Mimarlık Tarihi:
Akademi ve İdeolojiler” konusunun tartışıldığı kapanış oturumuna Günkut Akın, Ayda Arel, Ahmet Ersoy ve Süha Özkan davetli konuşmacı olarak katıldılar; oturumun sonunda Ayla Ödekan
ve Cevat Erder gibi Türkiye’de mimarlık tarihi çalışma alanına
önemli katkı sağlamış akademisyenlerin yorumlarıyla da verimli
bir tartışma ortamı oluştu. Kongre sürecinde sunumlarının yanı
sıra, İnci Aslanoğlu’nun fotoğraflarından oluşan “1970’lerde ‘Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı’ Görüntüleri” ile Selvi ve Tolga
Ünlü tarafından hazırlanan “Mersin: Bir Kent Tarihi” başlıklı sergiler ve Aydan Balamir’in derlediği “Clemens Holzmeister” kitabının tanıtımı da yer aldı. Gelecek yıllarda sürdürülmesi ve benzer
etkinliklerle yaygınlaştırılması hedeflenen 1. Türkiye Mimarlık
Tarihi Kongresi, Türkiye’den ve yurtdışından mimarlık tarihçileri
ile farklı disiplinlerde bu alanda çalışan akademisyenleri biraraya getirerek, mimarlık tarihi çalışma alanı için ortak bir tartışma
platformu oluşturması açısından öncü bir rol üstlenmiş oldu.
Fırtına vadisi, İkizdere vadisi, Hemşin, Hopa, Arhavi, Çayeli Senoz, Trabzon dereleri, bu isimleri duyduğumuzda HES’ler geçiyor aklımızdan ve hayatı suyla birlikte akan insanlar, o vadilerin
sahipleri, dereler özgür aksın diyenlerin “HES’lere HAYIR” çığlıkları. İnsanlar dere kenarlarındaki evlerini, bağlarını, yüzlerce
yıllık ağaçlarını HES’lere kurban etmek istemediklerini haykırdılar. HES’lerin doğada bırakacağı tahribat düşünülmeden, yüzlerce HES projesiyle çevresel etüd çalışmaları yapılmadan HES
inşaatlarını başlatmasıyla beraber binlerce insan dernekler ve
platformlar kurarak “HES’lere HAYIR” diye haykırdı.
Milli Parklar üzerinde HES’ler için verilen ilk karar olma özelliğini taşıyan Loç Vadisi için sevinirken, İkizdere’nin kurtuluşunu kutlarken, Meclise bir kanun tasarısı sunuluyor. AKP, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun elinde bulunan
SİT alanı ilan etme yetkisini almak istiyor. Bunun yerine Çevre
Bakanlığı’na bağlı Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu adıyla kurulacak olan birim, SİT alanı ilan edilen alanlar, tabiat parkları ve milli parklar ile ilgili bütün kararları alma yetkisini elinde
bulunduracak. Hesaplarını kurarak, kurullarını kuranlar hangi
aydınlıktan söz edebilirler? Doğal SİT alanlarını inceleyerek, SİT
alanı olmaktan çıkararak dereleri, vadileri, rant kapısı gibi görenler “En çevreci çevre bakanı benim “ diyerek çıktılar karşımıza. Bu kadar da ‘bakan’ olunmaz.
“Enerjiye ihtiyaç var.” diyorlar. Enerji tabii ki ihtiyaçtır. Tahrip
edilen bu tabiat da dünyanın, insanların ve canlıların,ihtiyacıdır.
Bu tabiat da ne yazık ki kapitalist sistemin “tabiatı”dır. Önce “ihtiyaç” yaratılıyor, sonra “ihtiyaç” pazarlanıp satılıyor, derken
başka ihtiyaçlar çıkıyor. Bir nevi su çürüyor…
19
Sinop’ta
Kent, Kültür ve Demokrasi Forumu
Z. Ebru Aksoy
TMMOB Mimarlar Odası Genel Merkezi’nin “toplum hizmetinde
bir mimarlık için” başlığıyla başlattığı Kent, Kültür ve Demokrasi Forumu’nun ilk buluşması 1-2 Ekim 2010’da Sinop’ta gerçekleşti.
İçinde bulunduğumuz ekonomik, toplumsal ve kültürel krizi,
ülkemizin kültürel ve tarihi değerlerinden beslenerek, kent ve
toplum örgütlenmeleri, kültür, bilim ve sanat insanları ile birlikte değerlendirmeyi amaçlayan Forum’un diğer buluşmaları
Aralık 2010’da Hatay’da, Mayıs 2011’de Van’da, son buluşma ise
Ekim 2011’de İstanbul’da düzenlenecek. Katılımcıların çeşitliliği, konuların dar bir mimar(cı)lık penceresinden değil de, bütüncül bakış açısıyla genel bir kültür – mekân perspektifinden
ele alınması ve mimarlık pratiği dışından, mekânı ve kültürü
oluşturan, kullanan ve okuyan pek çok alanın temsilcilerinin heyecanları oldukça etkileyiciydi. Sonuçta hep aynı sorunun farklı
yüzlerini tartışmıyor muyuz?
dürü Fuat Dereli, Sinop’un benzersiz doğal yapısına, uzun yıllar yaptığı araştırma ve etkinliklerle son derece hakim olan ve
sağlıklı, dengeli doğal ortamlar yaratılması / korunması adına
pek çok girişimde bulunmuş çevre aktivisti, Sinop Çevre Dostları
Derneği’nden Hale Oğuz, Sinop Hemşerilik ve Dostluk Derneği
Başkanı Özer Gürbüz konuşmalarıyla bize Sinop’u ve Sinopluyu anlattılar. Bu üç sürükleyici sunuşun yanında Sinop İl Kültür
Müdürü Hikmet Tosun’un fiili turizm müdürü olarak çalıştığını,
muhtemelen kendisinden de bu konuda raporlar beklendiğini
algıladım. Katılımcılara da yaptığı sunuş sadece farklı bölge ve
uzmanlık alanlarındaki “turizm tesisleri”, bunların planlanması, izinleri, sayıları gibi konular üzerineydi. Neyse ki oturumun
son konuşmasını yapan Özer Gürbüz, Sinopluyu, Sinop’un geleneklerini, bu gelenekleri yaşatmak için yaptıkları çalışmaları
anlatarak, izleyicilerin kentteki çok çeşitli kültür birikimine olan
merakını uyandırdı.
Açılış oturumu, Kent, Bölge ve Ülke oturumlarının izlediği ve sonunda Büyük Forum’la nihayetlenen Forum’un 2 gün için oldukça yoğun bir gündemi vardı.
Açılış oturumunda, Mimarlar Odası Sinop Temsilciliği Başkanı
İsmet Aydın ve Mimarlar Odası Samsun Şubesi Başkanı Selami
Özçelik, tüm dünya gibi Türkiye’de de yaşanmakta olan sosyoekonomik baskı ve şekillendirme çabalarını hem ülke genelinde ve hem de Sinop özelinde dile getirdiler. Gelişme, ekonomik
refah gibi yaklaşımlarla kültürel ve doğal değerlerimize yönelik
yıkıcı politikalara dikkat çektiler, uygulamalardan Sinop özelinde örnekler verdiler.
Açılış oturumunun son konuşmasını yapan ve forumun gerçekleştirilmesine mekân sağlayarak katkıda bulunan Sinop Valisi
Mustafa Hakan Güvençer, samimi ve rahat konuşmasında, tüm
eleştiri ve değerlendirmeleri takip ettiklerini söyleyerek, ancak
sonuçta Sinop’un gelişim aşamasında olduğunu, çok yakında
Sinop’ta kapsamlı bir “gelişim” süreci başlayacağını ve buna engel olmanın doğru (ve olanaklı da) olmadığını ifade etti. Mimarlığın mühendislikle karışık, kendine özgü bir tanımını da yapan
Güvençer’in konuşmasından, mimarlardan bu gelişim sürecinde
“hizmet sağlayıcı” olarak destek beklediği sonucuna vardım.
Kent Oturumu’nda kendine özgü coğrafyasından beslenen özgün kültürü ile Sinop tanıtıldı. Geçmişte meraklanıp da gidemediğim bu kent, her açıdan büyüleyici. Henüz kenti gezmeden
yapılan sunuşların zamanlaması iyi, ayırılan süre biraz kısaydı.
Kendisi de bir Gerze / Sinop’lu olan ve kente tutkun Müze Mü-
20 Kent ve Ülke Gündemi
Sinop’tan Bütüne...
Bölge ve Ülke oturumlarında aslında özünde aynı olan sorunların nasıl farklı mekânlarda, kentlerde yaşanmakta olduğunu
algılamamızı sağladı. Çok acıdır ki bugün ülkemizde pek çok
yerde aynı senaryolar oynanıyor. Tamamen betonla kaplanması
tam da o günlerde devam eden ve bilim insanları ile kamuoyu
ve basının kazı alanına alınmadığı Allianoi antik kenti kazı ekibinden Ahmet Yaraş’ın sunuşu, Allianoi’de yapılan kültürel linçi
zihinlerimize kazıdı maalesef. Evet, gelişme / değişme, uygarlığın doğal yürüyüşü. Ama “gelişme” adıyla yapılan gerilemeyi,
yıkımı, “yoketme”yi, yoketme kültürünün desteklenmesini anlamak, anlamlandırmak olanaklı değil...
Ya da belki olanaklı. Hatice Kurtuluş, “Mekân-Kültür-Politika”
başlıklı sunuşunda toplumbilim bakış açısına açılarak, Simmel
ve Bourdieu’yü anımsatıp kültür-mekân ilişkisine önceden anlatılanlar ışığında tekrar bakmamızı sağladı. “Mekânın ruhu
kültür” ve “kültürün bedeni mekân”... Kurtuluş’un terminolojisiyle, modern mimarlığın mekânında ortak kimlik ve kültür üretimi, faşist mimaride modern insana karşı devlet yaklaşımına
dönüştü. Sosyal refah devletinde “kavgaya gerek yok, herkese
yer var” anlayışı hâkimken, içinde bulunduğumuz kapitalizmin
yeni liberal evresinde artık “Herşey Satılık”, kentler ve kimlikler bile. Kentsel ayrışma ile kültür de çözülüyor, karakter aşınıyor. Ruh parçalanınca beden de çözünüyor ve beden çözününce
ruh daha da kimliksizleşiyor. Mekân fetişizmi ile “kullan - at”
mekânlar oluşturuluyor. Gündelik yaşam mekânının sürekli
üretimi ve tüketimini, “kimliksizliğin hafifliği”ni, kültürel mirasın soyut mekân olarak yeniden üretimi ve tüketimi ile “kimliğin
pazarlanması”nı yaşıyoruz. İstemesek bile bu süreci içselleştirmemek olanaklı mı? Kültürün bedeni olarak mimarlık aracılığı
ile kentleri sosyo-ekonomik alanda okumaya, anlamaya, yorumlamaya, “geliştirmeye” halen şansımız kaldı mı?
Tam da bu noktada, yeni liberal kapitalizmin parçalara bölüp
satma düzeni ve kültürel / mekânsal çözülmeyle nasıl başetmek
gerektiğini yeniden düşünmeye başlamışken, Aykut Çoban, “Sınıfsal Açıdan Ekolojik Mücadele” konuşması ile ekolojik sorunların, oluşumu, etkilenenler ve sonuçları bakımından sınıfsal
olduğunu, ekolojik mücadelenin de yeni liberal ortamın dışına
çıktığı zaman daha başarılı olacağını dile getirdi. Ekolojik, yani
doğal dengeye uyumu gözeten “gelişim”i gerçekleştirebilmek,
mekânı ve onun ruhunu - kültürü koruyan, geliştiren yaklaşımları kurgulayabilmek için demokrasi gelişkinliğinin önemini vurguladı.
bir mimarlık için” vurgusu ve ülkenin çok kültürlü, çok değişik
bölgelerinde buluşmaların planlanmış olması, süregelen bir
tartışma ortamının yaratılabileceği umudunu doğuruyor. Buluşmalar, Mimarlar Odası’nın tüm örgütünden temsilcilerin de biraraya gelmesi için bir fırsat oluşturuyor. Ancak buluşulan kent
ve kentlilerle daha zengin bir iletişime girilmesini sağlamak için
zaman planlamasında gözönünde bulundurulabilir. Oturumların
da sunuşun ötesinde katılımcı platformlar haline gelmesini sağlamak iyi olabilir. Gözlemim, Türkiye’deki hemen tüm Mimarlar
Odası örgütü temsilcilerinin, konuşmaya, tartışmaya çok ilgili
oldukları. Tartışılarak iletişim, etkileşim ve zamanla ilerleme
sağlamak adına, ilk aşamada üyelerin kendilerini ifade etmelerine yeterli süre ayırmak önem kazanıyor görüşümce. Oturumlara kentlilerin de daha çok katılmasını sağlamak ise konunun
bir başka boyutu. Misafir mimarlar için de kentliler için de çok
değerli olan kendini ifade ve görüş alışverişi yapma sürelerinin,
başta Büyük Forum olmak üzere daha rahat planlanması, aynı
zamanda, katılımcı mimarların en azından bir bölümü açısından
sürecin devamlılığının sağlanması, Kasım 2011’de planlanan İstanbul Buluşması’nın da daha verimli geçmesini sağlayacaktır.
Son bir tespit olarak, Sinop örneği, bazı sunuşların, daha kısa
sunuş süresi ve sergi / afiş desteği ile yapılabileceğini akla getirdi.
Olabilecekler bir yana, yapılan çalışmalar için tüm ilgililere teşekkürler. Sinop Buluşması sanırım kültür – mekân, mimar toplum birlikteliği için somut adımlar atıldığına ilişkin umutlar
doğurduğu gibi, sanırım tüm katılımcıları Sinop destekçisi yaptı.
Sinop’la ilgili bilgi, belge, görüş ve anılarınızı dergimizde hepimizle paylaşmanız ve Sinop’a çok ihtiyaç duyduğu desteği biraz
da Mimarlar Odası Ankara Şubesi kanalıyla iletebilmemiz dileğiyle…
Bu üç oturum, içerik planlaması ve katılımcıların değerli katkılarıyla ilk günün çok dolu ve ufuk açıcı geçmesini sağladı. Olası
başka bir forum planlamasında, bu üç oturum için bir günden
daha fazla zaman ayırılması iyi olabilir. Üç oturumun da tek bir
günde bitirilme telaşı, bazı konuşmacılara gereken uzunlukta zaman ayırılamamasına ve oturum sonlarında, “Forum”dan
bekleyeceğimiz tartışma ortamının oluşamamasına neden oldu.
İlk gün daha çok yoğun bir sunuş günü olarak tamamlandı. Ertesi gün yağmur altında eşsiz kent Sinop’u Müze Müdürü Fuat
Dereli ve Sinop Çevre Dostları Derneği Başkanı Hale Oğuz gezdirdiler. Yine, bunca iyi düşünülmüş bir programda, gezi için biraz daha rahat zaman ayırmak bir sonraki buluşma için düşünülebilir belki. Gezi hem telaşlı, hem yağış altında olunca aynı
gün akşam da çoğunluk Sinop’tan ayrılacağı için Büyük Forum’a
katılım olabileceğinin çok altında oldu.
Genel yaklaşım ve düzenleme olarak bakıldığında, Mimarlar
Odası Genel Merkezi’nin bu girişiminin oldukça başarılı bir ilk
adım olduğunu düşünüyorum. Özellikle “toplum hizmetinde
21
BASIN AÇIKLAMASI
“Dünya Konut Günü”
Her yıl Ekim ayının ilk Pazartesi günü kutlanan Dünya Mimarlık Günü ve Dünya Habitat Günü’nü
teması “Daha İyi Kentler, Daha İyi Yaşamlar” olarak belirlemiştir. TMMOB Mimarlar Odası Ankara
Şubesi olarak Dünya Mimarlık Günü dolayısıyla hazırladığımız aşağıdaki açıklamamızı basınımıza
duyururuz.
Ne yazık ki günümüz siyasal koşulları ve iktidarın uygulamaları, bize böyle bir günde olumlu değerlendirmeler yapma olanağı vermiyor...
- Sermaye ve siyasi iktidar kentleri kendi çıkarlarına göre şekillendirmektedir.
- İktidar, kent toprakları üzerinde karar verme yetkisini tekelinde toplamaya ve her türlü denetimden kaçırmaya çalışmaktadır.
- ‘Kentsel Dönüşüm’ projeleri ile yoksullar kent dışına sürülmektedir. Kentsel dönüşüm uygulamaları kentliler dışlanarak, çağdaş demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından “katılım” sağlanmadan
gerçekleştirilmektedir.
- İktidar çevreleri mimariye de müdahale etmeye, yer yer Selçuklu ve Osmanlı mimarisini geri getirmeye, mesleğin özgür, yaratıcı, çağdaş gelişmesinin önüne geçmeye kalkışmaktadır.
- Kentlerimiz, insan odaklı değil, planlı kentleşmeden tamamen uzak bir şekilde, araç öncelikli
olarak gelişmektedir. Yaya hakları yok sayılmakta, kentsel çevremiz giderek yaşlılar ve engelliler,
anneler ve anne adayları ile çocuklar düşünülmeden, kentsel standartlar gözetilmeden şekillenmektedir.
Kentte sosyal eşitlik ve adalet gerçekleşmedikçe, sağlıklı bir kentleşme ve başarılı bir mimarlıktan
söz edilemez. Kaldı ki, başarılı birer mimar olmak umudu ile üniversitelere kaydolan mimarlık öğrencilerinin eğitimde karşılaştıkları sorunlar, uygulamada karşılaştıklarımızın adeta habercisi gibidir. Hesapsızca, düşünülmeden, altyapı, donanım ve eğitim kadrosu eksikleri ve hatta yoklukları ile
açılan okullarda gençler zorluk ve yetersizlik içinde eğitim almaya çalışmaktadırlar. Mimarlık eğitimi, bugün yüksek eğitimde yaşanan genel bunalımın ve yozlaşmanın etkisi altındadır. Türkiye’de
eğitime, artık paranın saltanatı ve yolsuzluklar egemen olmuştur. Yüksek eğitimin önemli bir bölümü yeniden paralı hale getirilmiş, giriş sınavları sisteminin yarattığı hazırlık kurslarıyla ülke çapında yaygın bir ticaretin, yeni bir kitlesel soygunun yolu açılmıştır. Sınav yolsuzluklarına şimdi bir de
‘sahte diploma’ yolsuzluğu eklenmiştir.
Bu koşullar altında “daha iyi kentler, daha iyi yaşamlar” hayalimizin bir gün gerçekleşeceğine dair
umudumuz giderek yok olmaktadır.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi
41. Dönem Yönetim Kurulu
22 Basın Açıklaması
UIA Çocuk ve Mimarlık Altın Küp Ödülleri:
“Gençlerin Mimarlık Bilinçlerinin Geliştirilmesi”
önerilecek. İkinci aşamada ise uluslararası jüri ödül verilecek
adayları belirleyecek. Sonuçlar 25-29 Eylül 2011’de Tokyo’da
gerçekleştirilecek olan 24. UIA Kongresi’nde açıklanacak.
Ödüle layık görülen kişi ve kurumlar, bir ödül belgesi ve/veya
belirlenecek özel bir ödülün sahibi olacaklar. Ayrıca ödül alan
ve başarılı bulunan projeler, Tokyo Kongresi’nde sergilenecek.
Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Çocuk ve Mimarlık Çalışma Programı, çocukların ve gençlerin mimarlık bilinçlerinin
geliştirilmesinde rol alan kişi ve kuruluşları ödüllendirmek
amacıyla, UIA Çocuk ve Mimarlık Altın Küp Ödülleri adı verilen uluslararası bir ödül programı düzenliyor. Ödül programına Türkiye’den katılacak kişi ve kuruluşların, başvurularını
ulusal aşamayı yürütecek olan Mimarlar Odası’na iletmeleri
bekleniyor.
UIA, çocukların ve gençlerin mimarlık, kent ve sürdürülebilir
gelişime ilişkin bilinçlerinin geliştirilmesini acil ve önemli bir
hedef olarak görüyor. Bu konuda bilinçli olarak yetişen vatandaşların, ileriki yaşamlarında kentleri ve yaşam çevrelerini
şekillendiren politik, ekonomik ve sosyal stratejilerin oluşumunda seslerini duyurabilecek ve bu stratejileri etkileyebilecek bireyler olacaklarına inanıyor.
Altın Küp Ödülleri’ne katılımda bulmak isteyen kişi veya kuruluşların, okul öncesinden 18 yaşına kadar olan çocuklar ve
gençlerin mimarlık tasarımı ve çevreyi oluşturan süreçleri
anlamaları için tasarlamış oldukları etkinlikleri, strüktürleri
veya ürünleri, ödül şartnamesinde belirtilen şekilde ulusal
meslek örgütlerine iletmeleri gerekiyor. Türkiye’de ödül programına adaylık dosyalarının Mimarlar Odası’na gönderilmesi
için son tarih 1 Ocak 2011 olarak belirlendi.
UIA Altın Küp Ödülleri, katılımcıların yeni projeler üretmelerini öngören bir yarışma değil: 1 Ocak 2007 ile 1 Ocak 2011
tarihleri arasında sürdürülmüş veya sonuçlandırılmış olan etkinlikler veya çalışmaları kapsıyor. Ödül verilecek kategoriler
şöyle tanımlanıyor: okullar (yöneticiler, öğretmenler, öğrenciler), kuruluşlar (dernekler, vakıflar, müzeler) ve medya (yazılı
basın, görsel/işitsel medya).
Ödül programı iki aşamalı olarak gerçekleştirilecek: UIA Ulusal Kesimleri tarafından yürütülecek olan ilk aşamada, her ülkeden her kategori için birer aday seçilerek uluslararası jüriye
Takvim
Haziran 2010: Ödül programının Türkiye’deki duyurusu
1 Ekim 2010: Ödüller hakkındaki soruların gönderilmesi için
son tarih
1 Kasım 2010: Sık sorulan soruların, uluslararası
organizatörler tarafından cevaplanması
1 Ocak 2011: Türkiye’den başvuru yapacakların başvurularını
Mimarlar Odası’na iletilmesi için son tarih
Ocak 2011: Türkiye ulusal jüri toplantısı
Şubat 2011: Türkiye’den uluslararası aşamaya
gönderilmesine karar verilen ödül adaylarının duyurulması
ve UIA’ya bildirilmesi
15 Mart 2011: Mimarlar Odası ve diğer UIA Üye Kesimleri’nin
ulusal jüri kararlarını UIA’ya bildirmeleri için son tarih
Nisan 2011: Uluslararası ödül jürisinin toplanması ve ödül
sahiplerinin açıklanması
Eylül 2011: UIA 2011 Tokyo Kongresi / Ödül töreni
Başvuru belgelerinin tümüne ve ödül programıyla ilgili
güncel bilgilere, Türkçe ve İngilizce olarak www.mo.org.
tr/goldencubesaward sayfasından ulaşılabilmektedir.
Türkiye’den yapılacak başvurularda, aday formu ve poster
hem yazılı hem dijital ortamda, Türkçe ve İngilizce olmak
üzere ikişer ayrı kopya olarak gönderilmelidir.
Ödül programına Türkiye’den başvuracak kişi ve kurumların
soruları ve başvuru dosyalarını göndermeleri için:
Zeynep Uysal
Altın Küpler Ödül Sekreteryası
Mimarlar Odası Genel Merkezi
T: 0 312 417 37 27
F: 0 312 418 03 61
E: [email protected]
A: TMMOB Mimarlar Odası
Konur Sokak 4/2 Yenişehir
06650 ANKARA
www.mo.org.tr
23
EĞİTİM
Yök Kaldırılsın!
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte kurulan Yüksek Öğrenim Kurumu, uzunca bir dönem darbeci generallerin elinde baskı ve zor aracı olarak varlığını sürdürmüştür. YÖK, bugün AKP eliyle
yeni liberal politikaların en fütursuz uygulayıcısı ve baskı aracı olarak üniversitelerin üstünde bir
karabasan gibi çökmeye devam etmektedir.
YÖK’le birlikte,
Har(a)çlarla başlayarak eğitim parça parça özelleştirilip, üniversiteler ticarethaneye çevriliyor. Barınma, ulaşım, beslenme gibi en temel ihtiyaçları karşılamak bile öğrenciler için çileye dönüşüyor.
Düşünen, sorgulayan bir üniversite yerine itaatçı bir eğitim kültürü oluşuyor. Soruşturmalar ve
cezalarla, polis ve ÖGB ile üniversitenin sesi kısılmaya çalışıyor. Bir yandan toplulukların çalışma
mekânları ellerinden alınırken, sivil polislere yer tahsis edilmeye çalışılıyor.
Üniversite eğitimini sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirerek, toplumsal çıkarlar geri plana
itiliyor. Kişisel gelişim adı altında öğrencilere bireysel kurtuluş pompalanıyor ve bencilleştiriliyor.
Peki ya geleceğimiz?
Üniversitede eğitimin niteliğinin tartışılmasını bir kenara bırakan YÖK, diplomalarımızdan “mühendis” unvanını çıkararak yetkilendirme, belgelendirme gibi uygulamalar getiriyor. Üniversite kapısından çıktıktan sonra da paralı eğitime devam diyor.
Altyapıyı düşünmeyerek üniversite kurmakta hız kesmeyen AKP ise işsizlik konusunda ne diyor?
Recep Tayyip Erdoğan 2 Kasım’da TOBB’da yaptığı konuşmada kendi soruyor ve cevaplıyor: “Üniversiteli işsizler mi olacak? Olsun da üniversiteli işsiz olsun.”
Ne istiyoruz?
Bütün ayrımcılıkların, asimilasyon ve inkârın son bulduğu, eğitim hakkının cüzdana sığdırılmadığı
eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim istiyoruz!
Toplumsal bilgi üretebilmek için fikirlerin özgürce ifade edilebildiği üniversiteler istiyoruz!
Öğrencilerin, üniversite çalışanlarının üniversite yönetiminde söz sahibi olduğu demokratik üniversite istiyoruz!
Kampüslerimizi kışlaya, öğrenciyi müşteriye dönüştüren, geleceğimizi karartan YÖK kaldırılsın!
Topluma ve mesleğe karşı sorumluluk duyan mimar, mühendis ve şehir bölge planlamacılığı öğrencilerini sözümüzü büyütmeye çağırıyoruz. Postalla gelen YÖK, örgütlü mücadelemiz ile gidecektir.
EMO, JeoGenç, Mimarlar Odası Öğrenci Komisyonu (MOGenç) , Genç Madenci
24 Eğiitim
25
Fotoğraf: Ebru Aksoy, Ankara, Ağustos 2010
ÖZEL BÖLÜM
Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
Sinem Yıldırım
“Sonunda büyük kentin görüntüsü yavaş yavaş değişmeye başladı.
Eski mahalleler yıkıldı, yeni evler yapıldı. Gereksiz bulunan şeyler
kaldırıldı. İçlerinde oturacak kişilere uygun olup olmadıklarına
bakılmadan herkes için örnek evler yapıldı.
Büyük kentin kuzeyinde şimdi dev gibi yeni binalarla bir mahalle kurulmuştu. Birbirinin tıpkısı olan kışla gibi dört köşe yapılar
sıra sıra uzanıyordu. Evler aynı olduğu için sokaklar da birbirine
benziyordu. Bu tek tip yollar çoğala çoğala ufka kadar dayandılar.”
Michael Ende / Momo
Michael Ende’nin Momo’sunda böyle tasvir ediliyordu kül rengi
yüzleri, örümcek ağını anımsatan elbiseleri ve gri melon şapkalarıyla Duman Adamların yeni zaman kenti. Dev binalara binalar
eklenirken, ihtiyaçlar ve haklar büyük kazançlar karşısında yok
sayılıyor, yaşam Duman Adamların tekelinde değişiyor ve insanlar kanıksamaya mahkûm ediliyorlardı. Yenidünya düzeninden
tek kişi kaygı duyuyordu… Momo…
Mimarlığın Sosyal Forumu aynı kaygıları taşıyan Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından 20–23 Ekim 2010 tarihleri arasında
Türkiye’den ve dünyadan birçok katılımcıyla Ankara’da gerçekleştirildi. 2007 yılında “Herkes İçin Mimarlık” ve Başka Bir Mimarlık Mümkün” sloganlarıyla çalışmalarına başlanan; kolektif
bilincin geliştirilmesi, ekonomik ve siyasi politikaların neden
olduğu mekânsal kriz konusunda edinilen deneyimlerin paylaşılması ve bu konu çerçevesinde ortaya çıkan farkındalıkların
geliştirilmesi amaçlanan Forum boyunca çok sayıda oturum,
atölye, sergi ile kültürel ve sosyal etkinlik düzenlendi.
Forum açılışı, 20 Ekim 2010 tarihinde Mimarlar Odası Ritim
Atölyesi’nin Sakarya Caddesi’nde gerçekleştirdiği “Kentin Sesi”
performansının ardından, Sahne Dışı ekibi tarafından “insanın
kapitalist bir kentte nesneleşmesi” temasıyla hazırlanan sokak
performansıyla, yapıldı. Etkinlik Bandista’nın kent ve kentli için
söylediği şarkılarla sona erdi.
Perşembe günü açılış konuşmalarının ardından farklı konu başlıkları altında süren oturumlara başlandı. Bir moderator eşliğinde üç farklı salonda devam eden oturumlarda toplumsal mimarlıktan, mekanda cinsiyet ayrımcılığına; rant amaçlı kentsel
26 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
dönüşüm uygulamalarından, koruma ve kültürel mirasa, insan
ve barınma hakkından, savaşa ve kentsel şiddete kadar mimarlığın temas ettiği konular konuşmacılar ve katılımcılar tarafından
tartışıldı. Ana konuşmacılar arasında 1999 – 2002 arasında UIA
başkanlığı yapmış olan Vassilis Sgoutas, 1987–1989 yıllarında
RIBA Başkanlığı ve 1988–1991 yıllarında UIA Başkanlığı görevlerini üstlenen Rod Hackney, “Kent ve Halk” “Kent Üzerine Alternatif Düşünceler” kitabının yazarı Jean Robert, Eyal Weizman
ve “Cins Cins Mekân” kitabının derleyeni Ayten Alkan da vardı.
Forum süresince mevcut sorunları çok yönlü ve disiplinler arası
bir bakış açısıyla irdelemek amacı ile 400’den fazla katılımcıyla
22 atölye düzenlendi. Atölyeler kapsamında rantsal dönüşüm
için göz dikilen Mamak’ta Dostlar Mahallesi’nde Ankara’nın tek
ayakta kalan açık hava sineması mahalle halkıyla birlikte yenilenirken, Dikmen halkıyla gecekondu bölgesinde nasıl kamusal
alan oluşturabileceği tartışıldı. Çocuklarla beraber müzik park
tasarımına başlanıldı. Kentlerin kurulumunda etkin heteroseksist politikalar ve mekânlardaki cinsiyet ayrımcılığı hakkında
deneyimlerini ve birikimlerini paylaşmak üzere insanlar bir araya geldi. Ulus’taki gündelik hayatın yansımaları Kızılay’a taşınırken Afsad hocaları yürütücülüğünde fotoğraflar çekilerek 2010
Ankara’sı belgelendi.
Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Kocatepe Kültür Merkezi’nde
yapılan atölye sunumları ile STK’ların konuşmaları ardından,
Sakarya Caddesi’ne yapılan dövizli, davullu forum yürüyüşü ve
Ahu Sağlam konseri ile bu yılki kapanışını yaptı.
27
Açılış Konuşması
Bülent Batuman,
Sekreter Üye, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi
Mimarlığın Sosyal Forumu’nun değerli katılımcıları, hepinizi
dostlukla selamlıyor ve hoşgeldiniz diyorum. Forum’u açarken,
sizlere kısaca bu etkinliği düzenleme fikrinin ortaya çıkışından
bahsetmek istiyorum.
Bildiğiniz gibi, sosyal forum fikrinin yaklaşık on yıllık bir geçmişi
bulunuyor. Neoliberal kapitalizmin küresel saldırısı karşısında
önce küreselleşme karşıtı hareket olarak ortaya çıkan ve kısa
sürede alternatif kürselleşme hareketlerini tetikleyen bir direniş süreci yaşandı. 1999’da Seattle’da ve 2001’de Cenova’da yaşananlar dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük
bir heyecan yarattı. Özellikle 11 Eylül sonrasında savaş karşıtı
harekete evrilen küreselleşme karşıtı hareket, ABD emperyalizmine en büyük darbelerden birini Türkiye’de gelişen ve parlamentonun ABD askeri müdahalesine destek vermesinin önünü
kesen muhalefetle vurdu. İşte bir yandan bu küresel mücadelenin parçası olma duygusunun ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu.
28 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
Öte yandan, Türkiye kentleri yaklaşık 30 yıldır neoliberal dönüşümün sancılarını ve sonuçlarını deneyliyor. Yıllar içerisinde
bir yandan belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi sonucu kentli
tüketicilerin yaşam koşulları ağırlaştı, diğer yandan emek düşmanı uygulamalarla emekçilerin çalışma koşulları güvencesizleştirildi. Yerel yönetim mekanizması giderek kentlilerin yaşam
maliyetlerini sübavanse eden bir yapıdan, kaynak aktarımı yoluyla orta ölçekli sermaye birikiminin başlıca aracı haline geldi.
Bütün bunların yanında, neoliberal birikim rejiminin dünyanın
farklı yerlerinde uyguladığı bir yöntem olarak kent mekânı sermaye birikiminin en gözde vasıtası oldu. Belediyelerin borçlanma yoluyla kontrol edebildikleri kaynakların 30 yıl önce hayal
bile edilemeyecek düzeylere çıkması, kentsel dönüşüm kavramının yoksulların yaşam alanlarına yasal bir saldırı aracı olarak
hayata geçirilmesinin önünü açtı. Türkiye kentlerinin hepsi kent
mekanı üzerinden yaratılan rant ve onun paylaşımı yoluyla oluşan sermaye birikim sürecine teslim edilirken, özellikle büyük
kentlerde yaşayan kent yoksulları sermayenin ruhsuz mantığı
uyarınca yerlerinden edildi, yaşam alanları seçkinleştirilerek
burjuvazinin yeni güvenlikli sitelerine yer açıldı. İşte bir yandan
da bu yerel saldırının ve buna karşı tabandan gelişen kentsel
hareketlerin yarattığı kentsel gerilimin ürünüdür Mimarlığın
Sosyal Forumu.
Zira 50 yıldan fazla onurlu tarihi ile Türkiye’li mimarların örgütü
Mimarlar Odası, daima toplum çıkarlarını savunmuş, toplumsal muhalefetin önemli bir bileşeni olmuştur. Varlık nedenini
mesleki çıkarlar yerine toplumun barınma ve sağlıklı çevrelerde yaşama hakkını savunmak üzerine kurmuş olan örgütümüz, Türkiye’nin hızlı kentleşme macerasının en önemli siyasal
aktörlerinden biri olmuş, 60’ların sonunda Boğaz Köprüsü’ne
karşı çıkmış, 90’ların ortalarında, yerinden edilmelerin en trajik biçimlerinden birini yaşayan Kürt metropollerine yeni yaşam
çevreleri üretebilmek amacıyla projeler önermiştir. Bu sayede
egemenlerin nefretini, özellikle kentli kitlelerin ise saygısını hak
ederek kazanmıştır. İşte bir yandan da bu tarihsel mirasın ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu.
Bugün Türkiye’de mimarlık, burjuva hedonizminin imajlar dünyasının bir parçası olma aşamasına gelmiş bulunuyor. İlk kez
mimari imgeler televizyon reklamlarına konu oluyor, mimarlar
pazarlama mekanizmasının uzantısı haline geliyor. Mekânsal
deneyimlerimiz ve tahayyülümüz böylesi mimari imgelere tabi
kılınıyor. Mimari imaj, paranın öteki yüzü haline geliyor, bütün
mekânların parasal dolaşıma girmesini sağlayan soyut, genel
eşleniğe dönüşüyor. Mimarlık eğitimi ve mimarlık medyası,
meta fetişizminin baştan çıkarıcı etkisi altında, mimarı ve mimarlık eylemini gerçeküstü ve mistik bir kılığa büründürüyor.
İşte bir yandan da bu ideolojik saldırı karşısında toplumsal mimarlığın tariflenmesi ve savunulması ihtiyacının ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu.
2007 yılından bu yana, Mimarlar Odası Ankara Şubesi her yıl
düzenlediği Mimarlık Haftası etkinliklerini “Mimarlığın Sosyal
Forumu’na Doğru” üst başlığı ile düzenlemekte. 2007’de “toplumsal mimarlık”, 2008’de “yerel yönetimler” ve 2009’da “kriz
ve mimarlık” konuları çerçevesinde yapılan etkinlikler, hem
mimarlarla kentlileri, hem de Ankara’da bulunan ve kentsel
sorunlara duyarlı farklı örgütleri bir araya getirmeye hizmet
etti. Forum oturumları kapsamında detaylarıyla izleme fırsatı
bulacağınız etkinlikler aracılığıyla kentsel dönüşüme alternatif
hayaller kurmaya, ilköğretim çağındaki çocuklarla birlikte mimarlık üretmeye, belediye seçimlerinde flash-mob eylemlerle
kurumsal kimliğimizin ötesine uzanan kampanyalar düzenlemeye soyunduk. İşte bir yandan da bu birkaç yıllık yoğun hazırlık
sürecinin ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu.
Türkiye’de ekonominin neoliberalleşmesine paralel olarak küresel finans ağının önemli bir düğüm noktası ve Türkiye sermayesinin merkezi olan İstanbul büyük bir hızla ülke kaynaklarını
soğurmakta. İstanbul’un seçkinleri kentin bir yandan uluslararası ekonomisiyle tüm ülkeye, bir yandan da kentte biriken zenginliğin tüm kente fayda sağladığını vaaz etmekte. Oysa İstanbul
zenginleştikçe İstanbul’un ezilenleri daha da yoksullaşıyor. İstanbul sosyal, kültürel ve beşeri tüm kaynakları emdikçe, kentler yoksunlaşıyor. Ankara, özellikle devlet işlevlerine bağımlılığı
nedeniyle bu yoksunlaşmadan payına düşeni fazlasıyla alıyor.
Dahası, ekonomi odaklı neoliberal bir Türkiye’nin fiili ve hayali başkenti İstanbul karşısında Ankara, yaşadığı düşüşe paralel
olarak milliyetçi ve devletçi bir nostaljinin pençesinde kıvranıyor.
İşte bir yandan da, bu gidişat karşısında Ankara’nın muhalif bir
kültür odağı olma inadının ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu.
Kentleşme ve çevre sorunları, sosyal forumların hemen hepsinde önemli bir gündem maddesi. Yine bu konular etrafında örgütlenmiş bulunan grup ve örgütler, sosyal forumların önemli bileşenleri durumundalar. Zira yoksulların konut ve çevre koşulları
dünyanın hemen her yerinde ciddi bir problem olarak görülüyor.
Dahası, bu problem, özellikle neoliberalizmin hüküm sürdüğü
bir dünyada çözülmesi pek mümkün görünmeyen bir nitelikte.
Bu sorunların özel olarak ele alınacağı bir siyasal platformun
kurulması elzem. Böylesi bir platformun, kentleşme ve çevre sorunlarının “tarafı” olan –bu sorunlara yoksulların ve ezilenlerin tarafından bakan– tüm aktörleri bir araya toplayan bir
sosyal forum olması gerekli. Burada önemli bir nokta, mekânın
siyasallığından hareket eden bir sosyal forumun siyasetin
mekânsallığını da dikkate alması gereğidir. İşte bir yandan da,
kenti, siyaset üretmenin mekânsal biçimlerinin araştırılacağı
bir laboratuara çevirme arzusunun ürünüdür Mimarlığın Sosyal
Forumu.
Forum çağrı metninin kaleme alınışının üzerinden bir yıl geçti.
Bir yıl önce bugünlerde Forum Danışma Kurulu üyeleri kentlere
ve yoksulluğa, eşitsizliğe ve adaletsizliğe ilişkin sözlerini kolektif bir metin haline dönüştürüyordu. Bugün ise çağrımızın yankısını dinlemek için buradayız. Sesimize katılan seslerle güçlenmek ve güçlü sesimizle haykırmak istiyoruz: yalnız varsıllar için
değil, herkes için mimarlık.
Hepinizi tekrar selamlıyor, Mimarlığın Sosyal Forumuna başarılar diliyorum.
29
Açılış Konuşması
Fatih Söyler,
Başkan, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi
Değerli Konuklar, Sevgili Meslektaşlar, Dostlar,
Biz, insanlar, çevremizi ve kendi türümüz dışındaki canlıları korumada belki hâlâ yetersiziz, ama şüphesiz, giderek daha duyarlı, daha bilinçli oluyoruz.
Akdeniz foklarının, caretta carettaların, balinaların, kutup ayılarının, göçmen kuşların, köpek balıklarının ve timsahların gelecekleri için kaygı duyuyor, doğal yaşam alanlarının korunması
ile yakından ilgileniyoruz.
Kentlerimizde sokak hayvanlarının korunması için örgütleniyoruz. Pek çoğumuzun evinde evcil hayvanlar yaşıyor. Benim kedim, adı Boncuk, neredeyse koynumuzda yatıyor. Onu sokakta
bulduk ve kentin korku dolu sokaklarına bırakmaya kıyamadık.
Biz insanlar sokakta kalan hayvanlar için endişeleniyor ve onların korunması için örgütleniyor, dernekler kuruyoruz. Artık
hayvanların korunması ve onlara kötü davranışların cezalandırılması için yasalarımız var.
Benim ülkemde, biri hakkında konuşurken onun ne kadar iyi
yürekli olduğunu anlatmak için “karınca bile ezmez” denir. Ger-
30 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
çekten, biz insanlar, bir kuş yuvasını bozmaktan, büyük bir günah işlemiş olmak gibi korkarız. Bir ağacın kesilmesinden, bir
orman yangınından derin üzüntü duyarız. Çiçeklerimiz solduğunda, sonbaharda yapraklar sarardığında hüzünleniriz.
Peki, biz insanlar, kendimize ve diğer insanlara karşı ne kadar
duyarlıyız? İçinde yaşadığımız mekâna, çevreye, sokaklara, kente karşı ne kadar duyarlıyız?
Kedim Boncuk, başını sokacak bir eve sahip. Hatta tamamen
özel bir evi var. Biz insanlar da başımızı sokacak bir ev, “kendimizi evimizde hissedeceğimiz” bir yuvamız olsun isteriz. Kimimiz kıt kanaat bu şansa sahibiz. Kimimizin belli ki çok, çok
daha fazla parası var. Hatta kimimiz başını sokacak bir yuvadan
daha fazlasına sahip. Ama bazıları hiç şanslı değil ve biz onlara
yoksul mahallelerinde, çöküntü alanlarında, metropollerin arka
sokaklarında rastladığımızda yanlarından hızlı adımlarla, bazen
tedirginlikle, geçip gidiyoruz.
Biz insanlar iyi komşuluk ilişkileri kurabileceğimiz iyi bir çevrede, güvenli bir ortamda, sağlıklı mekânlarda yaşamak isteriz.
Ama hayat artık neredeyse hiçbirimizin bu şansının kalmamak-
ta olduğunu gösteriyor. Zamana karşı bir yarış içinde değişime
uğruyor dünya. Artık yalnız dünyanın yoksul ülkelerinde değil,
gelişmiş ülkelerde bile yaşam kalitemiz düşüyor. Tüm dünyada,
adaletsizlikle, eşitsizlikle, ayrımcılıkla örseleniyor insanlığımız.
Demokratik ve sosyal haklarımız sürekli kesintiye uğruyor. Yaşam çevrelerimiz niteliksizleşiyor. Kentlerimiz sonsuz bir açgözlülükle talan ediliyor. Ama bu durumdan en fazla etkilenen
kesimler, apaçıktır ki, yoksullardır. Günümüz dünyasında 1 milyardan fazla insan aç. Her dakika 15’ten fazla çocuk açlık, her
gün 30 binden fazla çocuk önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor. Türkiye’de, resmi makamların yaptığı bir araştırmaya göre,
ülke ekonomik olarak büyüyor, ama yoksulluk görülmemiş bir
hızla artıyor. Bugün Türkiye’de 15 milyon kişi, yani Ankara’nın
toplam nüfusunun dört katı kadar insan yoksulluk içinde hayatta kalma savaşı veriyor. Sağlıklı ve güvenli bir kentsel çevre bu
insanlar için, en azından şimdilik, bir hayal. Onların pek çoğu
zaten yerlerinden edilmişler. Yurtlarından, köylerinden uzakta,
çaresizce tutunmaya çalışıyorlar. Çoğu kez buna bile izin verilmiyor.
Evleri, çoğu zaman zorla, boşaltılıyor, yıkılıyor ve mutsuzlukla
dolu bir geleceğe mahkûm ediliyorlar.
Bugün dünyanın her yanından gelerek Ankara’da buluşan biz
mimarlar ve sistemin mağdurları, sivil toplum örgütleri, aktivistler, bu Forumda, toplumun bu çok önemli ahlâki sorunlarını
mimarlık mesleğinin ahlâki değerleri ile bütünleştirerek tartışacağız. Eminim ki, bu Forumun tartışmaları ve sonuçları, mimarları ve onların örgütlerini daha duyarlı kılacak… Eminim ki,
bundan böyle uluslar arası mimarlık örgütleri, mesleki eğitimde
ve uygulamada toplumsal kaygıları ön plana çıkartacak ve ilgili her kesime mimarlığın toplum hizmetinde olduğunu bir kez
daha anımsatacak. Eminim ki, bu Forumun sloganlarından olan
“herkes için mimarlık”, başka bir mimarlığın mümkün olduğunun kanıtlanmasında ilk adım olacak.
Bu Forumun düzenlenmesinde bizi yüreklendiren, destek veren
dostlar!
Sizlere teşekkür ederiz. Bu Forumun düzenlenmesinde katkı
koyan arkadaşlar, kardeşler, herkes! Sizlere teşekkür ederiz.
Ve dünyanın her yerinden gelen siz iyi yürekli insanlar,
Karşılıklı bilgi ve düşünce alışverişinde bulunmak, anlayış, işbirliği ve dayanışma içinde aydınlık bir geleceğin umudunu yeşertmek için bir araya gelen dostlar,
Katkı ve katılımlarınız için teşekkür ederiz.
Hoş geldiniz!
31
Mimarlığın Sosyal Forumu:
Toplumsal Mimarlığın Yeni Politikaları için
Zengin Bir Kaynak
Arif Şentek
Geçen ay aramızdan ayrılan, Mimarlar Odasının kurucu üyelerinden ve eski genel başkanlarından Maruf Önal, 1969 yılında
Ankara’da düzenlenen Mimarlık Seminerini açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
siyasal bir içerik kazanması, daha da eskilere, 1920’lere giden
bir geçmişe sahipti. Yüzyılın başlarında Avrupa’da solun etkin
olduğu dönemlerde yayınlanmaya başlayan “manifestolar” böyle bir geçmişin belgeleridir.
“Değişik yaşama, yerleşme, üretim ve kullanma biçimlerinin
ve sınıflar arası ilişkilerin, meslek hizmetleri... ve eğitimi yakından ilgilendirdiği bir gerçektir. Geri bırakılmışlıktan kurtulmak isteyen bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye de sosyoekonomik, politik ve kültürel açıdan, alt ve üst yapı kurumları
bakımından bir değişim içindedir. Mesleki hizmetler ve faaliyetler de bu değişimin dışında düşünülemez.”
Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle, “toplumsal” içerikli
politikalar etkisizleştirilmeye çalışılmış, özellikle 1980 sonrasında toplumsal çıkarların değil, bireysel köşedönmeciliğin etkin
olduğu bir dönem başlamıştı. Meslek alanında “modernizm”e
yönelik saldırıların yoğunlaşması, bireyci ve parçacı yaklaşımların egemen olduğu “postmodernizm”in baştacı edilmesi böyle bir dönemle örtüşmektedir. Herşeye karşın Mimarlar Odası
1960’larda başlayan yürüyüşünü, belirli farklılaşmalarla da olsa
genel çizgisi çevresinde sürdürmüştür. “Toplum için mimarlık”
söylemi Mimarlar Odası içinde her zaman, farklı yoğunluklarla da olsa, etkinliğini korumuştur. Bu durum, dünya mimarları
için de söz konusudur. Özellikle AIA, Habitat gibi uluslararası
örgütlenmeler “toplumsal” içerikli yaklaşımları sürdürmüştür.
Kapitalizmin kaçınılmaz krizleri, dünya ölçeğinde son yaşanan
ekonomik kriz, toplumsal politikalarda, bu arada mimarlık ortamında belirli ölçülerde bir “yeniden sol” söylemin etkin olmasına yol açmıştır.
“Toplum hizmetinde” bir mimarlığı ve Mimarlar Odasını hedefleyen gelişimin manifestosundan satırlar aktarıyordu Maruf
Hoca. Ardından konuşan Gürol Gürkan yeni kuşak mimarların ve
mimarlar topluluğunda bugünlere kadar sürecek gelişmelerin
habercisiydi. Gürkan, “Mimarlıkta Devrim’e Doğru” başlığı taşıyan ve mimarlığın toplumsal, ekonomik ve siyasal yapı içindeki
yerini, işlevlerini yeniden tanımlamaya yönelik konuşmasını şu
sözlerle bitiriyordu: “ Bugün mimarlık öyle bir noktaya gelip dayanmıştır ki, ya bir devrim yaparak gelişimi yakalayacak ya da
hepten çökecektir.”
“TOPLUM İÇİN MİMARLIK”
ve MİMARLIĞIN TOPLUMSALLAŞMA SÜRECİ
27 Mayıs’ın ardından 1961 Anayasasının getirdiği “sosyal devlet” politikaları içinde, her türlü engellemeye karşın Türkiye’de
emekten, toplumdan yana bir yürüyüş başlamıştı. Üniversiteleri, toplumun bütün aydın kesimlerini kavrayan bu hareket içinde diğer meslek grupları ve örgütleriyle birlikte, mimarlar ve
Mimarlar Odası en önlerde yer alıyordu. 1960 sonrası Mimarlar
Odası, yürüttüğü ve konut, kentleşme, eğitim gibi toplumsal ölçekli sorunlara ağırlıklı önemin verildiği, etkin eylemlerle desteklenen çalışmalarla, “toplum için mimarlık” sloganını hayata
geçirmeye çalışıyordu. Bu çalışmalar belirli kazanımlar getiriyor ve toplumda yaygın destek buluyordu.
Toplumsal sorunlara verilen ağırlık, mesleğin niteliğinden gelen
bir yönelişti ve sadece Türkiye’de yaşanmıyordu. Geçen yüzyılın
60’lı, 70’li yıllarında her ülkenin mimarları; toplumsal konular,
konut ve kentleşme sorunları üzerinde yoğunlaşmıştı. 1968 öğrenci hareketlerinin genellikle mimarlık okullarından baş vermesi bir tesadüf olmasa gerek. Üstelik mimarlığın toplumsal ve
32 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
“MİMARLIKTA POLİTİKLEŞME”DEN “MİMARLIKTA
POLİTİKA”LARA
Güven Arif Sargın, MSF’nin ilk oturumunda yaptığı “Sosyal Mimarlık Üzerine İdeolojik Tezler” başlıklı konuşmasında, toplumsal ve politik bağlamda meslek tarihimizde yaşanan ve bugüne uzanan gelişmeleri ustalıkla yerine oturtuyordu. Sargın,
geçen yüzyılın başlarından itibaren dünyada “mimarlıkta politikleşme” yaklaşımlarının egemen olduğunu, bu yaklaşımların
sonuçta bir “devrim” hedefine bağlandığını, ama yüzyılın sonlarına doğru böyle bir hedefin gerçekleşme olasılığının giderek
uzaklaştığı bir ortamda artık “mimarlıkta politika”ların etkinlik
kazandığını vurguluyordu.
MSF’nin bir başka etkinliğinde konuşan İlhan Tekeli de yakın
tarihe ve bugüne ilişkin benzeri bir değerlendirme yapıyordu.
“1969 Mimarlık Semineri”nin, içeriği ve etkileri konusunun ele
alındığı atölye çalışmasında Tekeli, bir dönemin “devrim” beklentisinin zamanla ütopik / nostaljik bir anlam kazandığını anlatıyor, bugün için geçerli olacak, belirli toplumsal kazanımlara
yönelik ayrıntıda politikaların geliştirilmesi gerekliliği üzerinde
duruyordu.
1960’ların sonunda, 1970’lerin başında “devrim çok yakın”dı.
Örneğin, bir üniversitemizin mimarlık bölüm başkanı, öğretim
üyelerine “devrim”den sonra verilecek derslerin programlarını
hazırlattırıyordu. Aydın ve ilerici kesimler, bugün için aşırı iyimser diye nitelenebilen umutlar taşıyorlardı ve sorunları kökten,
genelci bir yaklaşımla çözme eğilimindeydiler. “Mesleğimizin
sorunları ülkemizin sorunlarından ayrı düşünülemez” yaklaşımı sonunda böyle bir “toptancı” anlayışa varabiliyordu. Ancak
zaman, toplumsal kazanımların “bir gecede” değil, uzun soluklu bir mücadele ile elde edilebileceğini gösterdi. İsterseniz
yenilgi deyin, isterseniz hedef küçültme deyin, artık “toptancı”
çözüm reçetelerinin güncel işlerliği kalmadı.
MSF: MİMARLIĞIN YENİ POLİTİKALARINA İLİŞKİN
ZENGİN BİR KAYNAK
Ankara Şubesi bir süredir yapılı çevrede yerel sorunlara karşı inisiyatiflerin geliştirilmesine destek oluyor, hatta bu tür
“politika”ların başarılı örneklerini veriyor. Yerel seçimler öncesi
sürdürülen “Saltanata Son”, “Yaya Üst Geçitleri”, “Kent Düşleri” böylesi politikaların ürünleri. Daha genel ölçekte gerçekleştirilen, “Çocuk ve Mimarlık” ve benzeri programlar, gene
mimarlığın toplumsallığını farklı ölçeklerde ele alan başarılı
etkinlikler. Bu tür etkinlikler “minör mimarlık” diye adlandırılabiliyor. Ama bu etkinlikler, mimarlığın toplumsallığını farklı
bir biçimde kavrayan, hiç de küçümsenmeyecek yeni bir “politik” yaklaşımın somut örnekleri. MSF çalışmalarında, bu yeni
“politika”ya ilişkin, kentimizden, ülkemizden ve yurt dışından
sayısız örnek sergilendi, tartışıldı.
MSF çalışmaları ile mimarlığın güncel politikaları alanında zengin bir ufuk açıldı. Mimarlar ve yapılı çevrenin toplumdan yana
diğer “aktör”leri, sorunları doğrudan yaşayan insanlarla birlikte, güncel ve somut sorunlara karşı sürdürecekleri yeni toplumsal kazanımlara yönelik çalışmalarla mücadele pratiğini zenginleştireceklerdir.
Doğrudan topluma yönelik etkinliklerin Oda çalışmaları içinde
önemli bir yeri vardır. MSF, bu önemi bir kez daha kanıtlamıştır.
Kuşkusuz bu alanda yoğunlaşma, Oda’nın yasalarla üstlendiği
işlevlerin, meslek topluluğunun yaşadığı sorunlara ve mesleğin
uygulanmasında karşılaşılan sorunlara ilişkin bugüne kadar
sürdürülen çalışmaların ve o alanlarda yürütülen “politika”ların
dışlanması veya ertelenmesi anlamını taşımamaktadır. Sonuçta, “mimarlığın sorunları halkımızın sorunlarından ayrı düşünülemez” sloganı ile özetlenen geleneksel Oda politikaları yeni
bir içerik kazanmıştır.
Mimarlığın yeni “politikaları” konusunda iki olası olumsuzluğa
dikkat edilmesi gerekiyor. Birincisi, getirilen yeni “toplumsal”
kavramların, kurulu düzen savunucularının çıkarları doğrultusunda belirlenmesi, bir anlamda geçmişten gelen alışılmış kavramların içeriğinin boşaltılması. İkincisi, politik karşı çıkışların,
genelden kopuk ve kurulu düzen için bir tehdit oluşturmayacak
“marjinal” hareketlere dönüştürülmesi. Mimarlar Odasında bugüne kadar yaşanan pratik, bu tür olumsuzlukları rahatça göğüsleyebilecek bir birikime sahiptir.
33
Sosyal Mimarlık:
İmkânlar ve Olasılıklar
Bülent Batuman
“Sosyal mimarlık” kavramı, mimarlık disiplini içinden bakanlar
için çağrıştırdıklarının aksine, genel kullanım içinde mimarlık
alanına oldukça uzak anlamlarda kullanılıyor. Türkçede doğrudan kullanımı olmasa da, terimin İngilizce karşılığı olan “social
architecture” genellikle iki temel biçimde kullanılıyor. Bunlardan ilki, geçmişte toplum mühendisliği kavramıyla ifade edilen,
toplumsal yapıyı belli bir proje uyarınca şekillendirme eğiliminin güncel bir versiyonu olarak tarif edilebilir. Zira bu yaklaşım,
“mimarlık” kavramının, “mühendislik” kavramına kıyasla daha
esnek bir çağrışımı olmasından hareket ediyor. Buna göre, bir
toplumsal yapının “mimarisinden” bahsetmek, onu tasarlama
girişiminden çok, kurgusal bir tasarımın mevcudiyetine vurgu
yapıyor.1 Bir başka ifadeyle mimarlık, bir edimden çok bir niteliğe işaret ediyor bu kullanımda. İkinci kullanım ise, genel olarak
mimarlık kavramının giderek daha çok kullanılır hale geldiği bilişim dünyasına ait. Mimarlık, gerek yazılım, gerekse donanım
tasarımı için giderek daha sık biçimde kullanılırken, sosyal mimarlık ifadesi, internet ortamında “enformasyon mimarlığı” gibi
kavramlarla benzer anlamlarda kullanılmakta, internet ortamının sosyal kullanım ve paylaşım olanaklarını ifade etmekte.2
Bu anlamda, son dönemde sıkça kullanılmaya başlayan “sosyal
medya” (Facebook, Twitter vb.) kavramıyla ilişkili olarak düşünülmesi gereken bir kullanım söz konusu. Yani hem tasarım konusunda kavramsal araçlara ihtiyaç duyulduğunda, hem de sosyal ilişkilerin kendiliğinden biçimlenişlerini kavramaya yönelik
girişimlerde başka bilgi alanlarının rahatlıkla başvurduğu bir
terim mimarlık. Bu araştırma ve tartışma ortamlarının dışında,
bizim anladığımız anlamıyla mimarlık alanının içinde ise “sosyal mimarlık”, pek kullanılan bir ifade değil.3 Böyle bakıldığında,
mimarlığın “sosyal” sıfatıyla yan yana gelişinin ancak sanal bir
çevrede gerçekleşiyor olması ironik bir durum.
Şüphesiz mimarlık alanı için “sosyal mimarlığın” çağrıştıracağı
temel konular aşağı yukarı tahmin edilebilir şeyler. İnsani amaçları önde tutan uygulamalar, çevreye duyarlı yapılaşma, özellikle bir meta olarak mimarlığa gücü yetmeyen yoksullara yönelik
1 Mimarlıkla hiç ilgisi olmayan böylesi bir kullanıma örnek olarak
bkz. J. Jenson, “Canada’s New
Social Risks: Directions for a New Social Architecture”, Canadian Policy
Research Networks Social Architecture Papers, Research Report F 43,
September 2004 (http://www.cccg.umontreal.ca/pdf/CPRN/CPRN_F43.
pdf, erişim tarihi: 20 Kasım 2010).
2 Formel olmayan bir tartışma için bkz. A. Gent, “Social Architecture”,
http://incrediblydull.blogspot.com/2009/04/social-architecture.html,
erişim tarihi: 20 Kasım 2010).
3 Seyrek de olsa, sosyal bir mimarlıktan bahseden çalışmalar da yok
değil; örneğin bkz. C. R. Hatch (der.), Scope of Social Architecture, New
York: Van Nostrand Reinhold, 1984.
34 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
konut projeleri, katılımcı tasarım süreçleri, vb. sosyal mimarlık
denilince akla gelebilecek nitelikler. Kâr amacı gütmeyen ve yerel toplulukların mekânsal ihtiyaçlarına doğayla uyumlu çözümler araştıran örgütler mevcut. Böylesi girişimler, bugün popülaritesini 40 yıl öncesine kıyasla epey yitirmiş olsa da, sürmekte.
Burada sorulması gereken soru ise, sosyal mimarlığın, böylesi
yardım faaliyetleri içinde gerçekleşen uygulamalar için esnek
ve muğlâk bir şemsiye başlık mı, yoksa alternatif toplumcu bir
içerikle tanımlanan özgül bir kavram mı olacağıdır. Bir başka
deyişle soru, sosyal mimarlığın, inayet vazeden bir pasifizmi mi,
alternatif sosyo-mekânsallıkları arayan bir radikalizmi mi işaret
ettiği ve edeceği.
21–23 Ekim 2010 tarihlerinde Ankara’da gerçekleşen Mimarlığın Sosyal Forumu, “sosyal mimarlık” kavramına güncel bir içerik kazandırma çabasını da içerdi. “Toplumsal mimarlık” başlıklı
iki ayrı oturumda üçü davetli konuşmacı olmak üzere 6 sunuş
yapılırken, Ankara Şubesi’nin yürüttüğü başlıca çalışma konuları da “toplumsal mimarlık pratikleri” sunumları çerçevesinde
paylaşıldı. Kimi sosyal mimarlık uygulamalarını paylaşan, kimi
de sosyal mimarlık kavramını sorgulayıp tartışan bu sunumlar,
verimli ve üretken bir tartışma sürecinin başlangıcı sayılmalı.
Burada kısaca değinmek gerekirse, davetli konuşmacılardan
Güven Arif Sargın sosyal mimarlığı, radikal politik dönüşümü
hedefleyen mimari kuram ve uygulamalar biçiminde tanımlayarak tartıştı. Bu tanım çerçevesinde 20. yüzyıl avangard modernizmine içkin toplumsal dönüşüm arzusunun aşınan köktenciliği yerine, parçacı direniş olasılıklarını araştıran bir mimarlığın
önemi ve güncel geçerliliği ortaya çıkar. Hal Foster’ı takip eden
Sargın, sunumunda “politik mimarlık” yerine “mimarlıkta politikayı” hedeflemenin bugünün sosyal mimarlığı için daha gerçekçi bir strateji olacağını vurguladı.
Sargın’ın hemen ardından kürsüye gelen Johan Silas,
Endonezya’da içinde yer aldığı afet sonrası konut ve yerleşim
planlama ve tasarım süreçlerini aktardı. Aceh’teki tsunami felaketi (2004) ve Nias’ta gerçekleşen deprem (2005) ardından,
acil barınma ihtiyacı ile geleneksel topluluk yaşantısının yeniden inşasını amaçlayan girişimlerini anlattı. Aceh’te balıkçı köylerinin yeniden inşası sırasında ekolojik kaygıların yanında var
olan mülkiyet yapısına da azami özen gösterilmiş. Bu projelerde
dikkat çekici boyut, afet sonrası yerleşimlerin tasarımında, acil
insani ihtiyaçlara verilen önceliğin baskınlığı sonucu, toplumsal
dönüşüm olasılığını ihmal ettirecek bir sağlıklaştırma programıyla yetinilmesi.
“Toplumsal Mimarlık II” başlıklı oturumun ana konuşmacısı Pranab Kishore Das ise, kuramsal tartışmalarla Mumbai’de
gerçekleştirilen uygulamaları, sağlıklaştırma girişimleriyle
kentleşmenin ekonomi politiğini bir araya getiren bir sunum
yaptı. Kendiliğinden bir süreç olarak kentleşmenin ancak yoksulluğun kentleşmesi olarak gerçekleştiğini, bu sürecin ürettiği
zenginliğe özel sektör tarafından el konulduğunu vurgulayan
Das, geliştirilecek sosyal mimarlık projelerinin toplumsal adalet ve eşitlik için araçsallaştırılmasını öneriyor. Yerel düzeyde
kurulacak katılım süreçlerinin salt mekânsal tasarım düzeyinde
ele alınmayıp politik bir etkinlik olarak kavranması, bir başka
deyişle yoksulların, yaşam çevrelerinin üretim süreçlerine katılımının, onların siyasal süreçler içinde de özneleşmelerine hizmet etmesi söz konusu.
diası olan bir bilgi ve uygulama alanı olarak sosyal mimarlığın
barındırabileceği imkân ve olasılıkların bir kısmına işaret ediyor.
Bugünün kentleşme koşullarında, yani konut finansmanının küresel sermaye hareketliliği içinde önemli bir uğrak olduğu, konutun giderek menkul değer haline gelmeye başladığı, küresel
ölçekli bir ekonomik krizin konut piyasalarından patlak verdiği koşullarda “daha fazla” konut üretmenin “sosyal” bir tarafı
olmadığı aşikâr. Tam da bu yüzden sosyal mimarlığı kimliksiz
toplu konut bloklarıyla özdeşleştirmek de, yardım programları
kapsamında üretilen ve yoksulluğu “sürdürülebilir” kılmaktan
öteye gitmeyen projeler olarak kavramak da yetersiz. “Sosyal
mimarlık”, içeriği güncel kuramsal tartışmalarla ilişkili biçimde
oluşturulması gereken açık uçlu bir terim. Öte yandan, uluslararası bir tartışma ortamında gördüğü ilgi, radikal içerikli böylesi
bir kavrama duyulan ihtiyacın da bir göstergesi.
Burada her birisine birkaç cümleyle değindiğim bu sunumlar (ve
kuşkusuz yer darlığından değinmediğim diğerleri), politik bir id-
35
Mimarlığın Sosyal Forumu
2010 Sonuç Bildirisi
Ekim 27, 2010
Herkes İçin Mimarlık!!! Başka Bir Mimarlık Mümkün!!! Bu bildiri, 21-23 Ekim 2010 tarihlerinde TMMOB Mimarlar Odası Ankara
Şubesi tarafından Ankara’da gerçekleştirilen Mimarlığın Sosyal
Forumu 2010 etkinlikleri sonucunda benimsenmiştir.
izlemesi gerekmektedir. Yasadığımız dünyanın kaçınılmaz olmadığını, farklı alternatiflerin kolektif bir şekilde üretilebileceğini
göstermek üzere kendimizi kitlelerin sürdürdüğü mücadelelere
dâhil etmeliyiz.
Dünyaya 1973 krizinden sonra, Türkiye’ye 1980 darbesi ile dayatılmaya başlanan neoliberal politikalar, kapitalist üretim tarzının
tarihsel dinamiklerini bir kez daha gözler önüne serdi. Sermaye, üretim fazlasını daha fazla kâra dönüştürebileceği yollardan
yoksun kalınca mekânı “yeniden” keşfetti. İlk uygarlıklardan bu
yana egemen sınıfların gücünü gösterdiği, politikacıların etkin
bir şekilde tahakküm aracı olarak kullandığı kent mekânı artık
tüm ağırlığıyla ekonominin merkezine oturmuştu.
Forum’un Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından yalnızca
benzer kaygıları paylaşan kurumların katkılarıyla düzenlenmiş
olması önemlidir. Forum, sistemin ayağı olan hiçbir büyük şirket
ya da şirket vakfının finansmanı ile gerçekleşmemiş, muhalefetin kendi kendine deşarj olması ya da ehlileşmesi yerine, inancın
kamçılanmasını, mücadelenin yeni bir bakış açısı ve ivme kazanmasını hedeflemiştir.
O günden bugüne neler oldu, neler oluyor? Sermaye, mekânı
egemen sınıflar lehine yeniden üreterek, yoksulları yerlerinden
edip onların yaşam alanlarını dönüştürerek kâr etmeye devam
ediyor. Her geçen gün daha asimetrik bir hal alan/kutuplaşan bir
toplum haline geliyoruz. Sınıf kavramının yok olduğu iddia edilen bugünlerde, sınıf farklılıklarını mekânda hiç olmadığı kadar
belirgin bir şekilde yaşıyoruz. Siyasal ve finansal güçlerin ortaklaşa yürüttüğü komplo kent mekânının sömürgeleşmesine yol
açıyor. Aynı stratejiler kırsalı öldürüyor. Tüm insanlık kentlerde
yaşamaya zorlanıyor. Azınlığın kâr etmeye devam edebilmesi
adına yoksulluk normalleştiriliyor. Kentler dışlanmanın, ayrışmanın, yoksunlaşmanın ve insan hakkı ihlallerinin mekânları
haline getiriliyor.
Biz mekân üzerine çalışanlar (mimarlar, şehir plancıları vs.),
sermayenin azgın kâr hırsıyla tek başımıza baş edemeyeceğimizin farkındayız. Öte yandan mimarlığın egemen sınıfın bir
lüksü olarak görülmesini reddediyoruz. Mimarlığın, herkes için
bir hak olduğuna inanıyoruz. Biliyoruz ki, toplumsal mimarlık,
toplumla birlikte kendi yaratıcı mekânlarını üretmeye muktedirdir. Mimarlığın Sosyal Forumu süresince hayatlarını bu tür
projelere adamış mimarlar, şehirciler ve bu projelerde aktif olarak görev almış kentlilerin deneyimleri bu inancımızı perçinledi.
Forum’un, geleceğimizin aslında kendi ellerimizde olduğu fikrinin paylaşılması adına amacına ulaştığını düşünüyoruz. Böyle
bir bilinçlenme sürecini başlatması, Forum’un en somut sonucudur. Bu Forum, mekânsal siyasetin yanında kendi gücümüzün
ve örgütlü mücadelenin de önemini gösteren bir kıvılcım olabilmiştir ve gerisi gelecektir. Forumun hareketlendirdiği sokak
etkinliği ele alınan konular hakkında kamuoyu oluşturmak açısından hayati önemdedir. Bundan sonraki mücadelenin deneyim
paylaşımının ötesine geçmesi daha üretken ve köktenci bir yol
36
Ayrıca, Forum’un, sistem tarafından İstanbul’la yapay bir rekabete zorlanan Ankara’da gerçekleştirilmiş olması önemlidir.
Küresel bir durum haline gelen ve kentlere dayatılan rekabetin
yapaylığı Forum sayesinde teşhir edilmiştir. Rekabetin doğamızdan kaynaklandığı söylemi ile kentlerimizin yarıştırılması
arasındaki ilişki açıktır; kentler ve bölgeler arası eşitsiz gelişme
insanları göçe zorlamaktadır. Kişilerin, hayatlarını kendi yaşam
alanlarında sürdürebilme haklarına saygı gösterilirken, insanların göç etme hakkının da tanınması şarttır. Herkes, yaşamını
tercih ettiği mekânda sürdürme hakkına sahiptir.
Forum’a katılan bizler, meslek kuruluşlarının, toplumsal hareketlerin ve aktivist örgütlerin mensupları, sermaye ve kâr odaklı değil, insan ve emek odaklı bir dünyanın mümkün olduğunu
mekân üzerinde yaptıklarımızla kanıtlayacağımızı ilan ediyoruz.
Forum süresince devam eden atölyeler, bu yönde deneysel çabalardı. Bundan sonraki süreç, kapitalizmin ürettiği krizlerin
mekân aracılığıyla egemen sınıf lehine çözülmesine karşı ortak
bir mücadeleyi gerektirmektedir. Mekânsal tahakküme karşı
mücadelenin öneminin kavranması ve bu mücadelenin güçlendirilmesi gerekmektedir. Gündelik hayatın her anında gerek bireysel gerekse kolektif olarak bu tahakküm biçimine karşı durmak zorunluluk haline gelmiştir.
Mimarlığın Sosyal Forumu bileşenleri ve katılımcıları olarak
bizler, bu paylaşım ortamında başlattığımız birlikteliği daha örgütlü ve daha üretken yollarla sürdüreceğiz. Kapitalist tahakkümün mekânsal biçimlerine karşı mücadele arzumuzu paylaşan
örgüt ve inisiyatifleri uluslararası bir dayanışma ağı oluşturmaya çağırıyoruz!
Kent Mekânı ve Postmodern Zamanlar Üzerine
Mimarlığın Sosyal Forumu Sonuç Bildirisinin Düşündürdükleri
Haldun Ertekin
Mimarlar Odası Ankara Şubesinin düzenlemiş olduğu Mimarlığın Sosyal Forumu ertesinde yayınlanan sonuç bildirisi, kent ve
mimarlık ilişkilerine politik düzeyde eleştirel bir yaklaşımı içermekle birlikte önemli ve temel bazı noktalarda yeterince açık
görünmemekte.
Örneğin “toplumsal mimarlık, toplumla birlikte kendi yaratıcı mekânlarını üretmeye muktedirdir” ifadesinde ne toplumsal
mimarlığın ne anlama geldiği, ne bu mimarlığın kendi yaratıcı
mekânlarının neler olabileceği, ne de bu mekânları üretmeye
nasıl muktedir olduğuna dair basitçe de olsa bir ipucu metinde
bulunmamaktadır.
Yine aynı paragrafta yer alan, “mimarlığın egemen sınıfların lüksü olduğu” önermesinde kastedilenin ne tür bir mimarlık olduğu,
bir ‘üst mimarlık’tan mı bahsedilmekte olduğu açık değildir. Öyle
olmalı, aksi halde bu bildiri, ülkemizde tüm kentlere bir salgın
gibi yayılmış olan koca bir ‘apartman mimari’si pratiğini ya da
mimar elinden çıkmış kaçak yapıları da egemen sınıfların lüks
mimarisi olarak görüyor olurdu.
Bildiride bu ve buna benzer belirsizlikler ve anlam kaymaları,
genel olarak benimsenen usluptan kaynaklanıyor olabilir ancak,
bildirinin bu haliyle böylesine önemli ve ilk kez gerçekleştirilen
bir forumu özetlemekten ziyade sol bir parti programının kentle
ilişkili bir bölümü havasını taşıdığını düşünmeden de edemiyor
insan.
Kent olmadan mimarlık olmaz. Kent mekânı ise toplumsal çelişkilerin arenasıdır. Forumun kent ve mimarlık konusunda bu
önemli konuyu işlemesini son derece olumlu bulmakla beraber
temel bazı argümanları geliştirebileceği ve tartışılabileceği düşüncesiyle aşağıdaki notları sonuç bildirisindeki bazı temalar
üzerinden sizlere iletmeyi uygun buldum.
* * *
Öncelikle altı çizilmesi gereken nokta, kapitalist üretim tarzının
kent mekânını ‘yeniden keşfettiği’ saptamasının çok da geçerli
olmadığı, bu ibarenin ancak anlamı vurgulamak üzere kullanılmış bir ifade olabileceğidir. Zira kapitalist üretimin ve sömürünün mekânı hep kent olagelmiştir. Kapitalizm fauburg’ların oluşumundan bu yana toplumu hep kent mekânında ve kenti kullanarak sömürmüştür.
Kapitalist üretim tarzı kentin bizzat kendisinden başka bir yerde
cereyan etmez. Kent, kapitalist üretim tarzının tam göbeğindedir
ve onunla var olur. Kent olmadan kapitalist üretim ilişkileri varolamaz. Kent mekânı, kapitalist üretim tarzının ilişki ve çelişkilerinin arenasıdır.
1970’lerden bu yana farklılaşan şey ise kentin kapitalizm tarafından yeniden keşfi değil, modern toplumdan postmodern topluma
olan geçiş sürecinde kentte olan bitenlerdir.
Kente göç, yoksullaşmanın hızlanması, sınıfsal ayrışmaların (her
ne kadar neoliberalizm tersini iddia etse de) derinleşmesi, yozlaşma, kültürsüzleşme, toplumsal depolitizasyon; tüm bunlar,
bu sürecin travmatik özellikleridir ve doğal olarak kent mekânına
da yansımıştır. Mimari kirlilik, kentin bir türlü planlanamaması,
kentsel rant azgınlığı, kentsel kargaşa vb. bu yansımanın somutlaşmalarıdır yalnızca.
Kent çağlar boyunca kapitalist üretimin olduğu kadar sistemin
iktidarının merkezi olma işlevini hep üstlenegelmiştir. Kent
mekânı demek burjuva üretim tarzı ve onun topluma dayattığı ilişkilerin içinde geçtiği sosyal alanlar örüntüsü, sınıfsal ilişkilerinin
cisimleştiği fiziksel alan demektir.
Modern kent, toplumsal, sınıfsal hiyerarşilerin alanı olduğu içindir ki kentte cisimleşen formlar, farklı sınıfların farklı kültürel
alışkanlıklarının, farklı beğeni ve ihtiyaçların yansımasıdır aynı
zaman da da. Modern kentin belli bir düzeni vardır ve bu düzen,
kent planlama ve planlama kuralları aracılığıyla toplumsal hiyerarşinin farklı zonlar şeklinde mekâna yansımasını ifade eder.
Geç kapitalizmin postmodern mantığı ise bu hiyerarşik yapılanmayı alt üst etmiş, farklı kültürel alışkanlıkları birbiri içine katmış, kent mekânını parçalanmış, onu yozlaşmış ve anarşik bir
yapı haline getirmiştir. Bu kaotik yapının temel dinamiği ise sürekli ve yinelenen tüketimdir.
Modernizm daha iyi gelecekler peşinde koşarken, postmodernizm tamamen bu düşünceye karşı ve onun engellenmesi üzerine kuruludur. Postmodernizm, gelip geçicilik, parçalanma, süreksizlik ve kargaşayı benimser. Modernizm toplumsal bir proje
iken Postmodernizm bireyi ön plana çıkarır ve tüketim toplumunu
onu kullanarak oluşturmayı başaran geç kapitalizmin resmi ideolijisidir.
* * *
Toplumu asimetrik hale getiren gelişmelerin belki de en önemlisi budur. Bu kaotik toplumsal gerçeklik, maddi ve manevi an-
37
lamdaki bir yoksullaşmışlık ve parçalanmışlık, bunların bilincinde olamayış, bunlara karşı direnç gösteremeyiş, içinde yaşanan
kargaşayı sorgulayamama, otoriteye karşı çıkamama gibi ideolojik içselleştirmeler üzerinde temellenir.
Bu ‘postmodern durum’, 70’lerden başlayarak toplumların bir
bütün olarak, disorganize, atomize ve apolitik hale getirilme süreçlerinin ve bu zavallı varoluşun çeşitli ideolojik aygıt ve araçlarla
pekiştiriliyor olmasının bir sonucudur.
Sınıf kavramının yok olduğunu iddia eden neoliberal görüş ve politikaların hemen hepsi postmodernist görüşle içiçedir. Bu dünya
görüşü kaosu ve plansız gelişmeyi düzen ve planlamanın yerine
koyar. Bu tutum içinde karşıtlıklar birbirleriyle çelişmeden birlikte varolabilirler; aynı kentte, aynı binada, hatta aynı kişilikte...
Tutarsızlık ya da çelişki kavramları anlamlarını yitirmiştir. Kent
mekânın genel karakteri de böylece biçimlenir... Kimileri bunu
bir ‘zenginlik’ olarak görebilir ancak bu postmodern durum sonuçta, toplumun ve toplumsal hayatın dekadansı olarak tezahür
eder. Kentlerin köyleşmesi, yoz beğeni patlaması, toplumsal
hafıza kayıpları, uyulmayan kurallar, sosyal sorumluluk hissetmeyen nesiller, hep bu dünya görüşü ve yaşanan dekadansın
sonuçlarıdır.
Mimarlık da bir bütün olarak, pratiğiyle kuramıyla bu dekadanstan çoktan nasibini almış durumdadır. Kentle mimarlık içiçe geçen
kavramlardır. Mimarlığın niteliği, toplumun ve mimarın kültürel
düzeyi ve kent bilinciyle doğrudan ilişkilidir. Özellikle az gelişmiş
çevre ülkelerin (neoliberal deyimiyle ‘gelişmekte olan pazarlar’)
niteliksiz, çarpık, göçleri alırken kendi niteliğini kaybederek göç
edenlerin yaşam tarzını kabullenmiş, vahşi rant oyunlarına sahne
olan, yoksulluğun kol gezdiği, içinde yaşayan insanların mekan kalitesi konusunda bir nosyona sahip olmadıkları, mimarların saçma
sapan yönetmeliklere ve ücretlere maruz kaldıkları bir kent gerçeğinde insancıl, sorumlu ve anlamlı bir mimarlık mümkün değildir.
* * *
Kent mekânı ve iktidar ilişkisine gelince, bu ilişki artık eskiden
olduğu kadar dolaysız ve elle tutulur gözle görülür değildir.
Hausmann’ın Paris’i, ya da Sovyet kentleri tarihsel bağlamları
içinde bu işlevi görmüş olabilirler ama günümüz kent mekânı için
bu tür basit iktidar- mekân ilişkisinden sözedilemez.
Kent artık toplumu hiçe sayarcasına değerlendirilebilecek bir
rant alanı olduğu kadar aynı zamanda sürekli değişen yaşam
alışkanlıkları ve sürekli tüketimin yaşandığı bir mekandır. Kapilalizmin iktidarının sürekliliği ise bu yaşam tarzının, birtakım aracı
ortamlar yardımıyla (mimarlık, sinema, multimedya, TV, eğitim
kurumları vb.) ideolojik olarak pekiştirilmesi ve her gün yeniden
üretilmeksi ile sağlanmaktadır.
38 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
Geç kapitalizmin ideolojisi olan post modernizm, bu çerçevede
onun iktidarının en önemli araçlarındandır. Bu ideolojiyle başa
çıkmak, ona karşı örgütlenmek ise son derece güçtür. Zira bu
ideoloji, toplumlar tarafından artık oldukça içselleştirileşmiş durumdadır; tutarlılık, tutumluluk, tevazu, sağduyu, dürüstlük, kurallara uyma, etiği koruma gibi değerler çoktan rafa kalkmıştır
artık. Modernizmin ve modern toplumun değerleri zaman içinde
birer birer yok edilmiş, toplumsal muhalefetin örgütlülüğü dağılmış, etkin bir pratik olmaktan çıkmıştır. ‘Katı olan her şey buharlaşmış’, ve politik pratikler insanların ayağının altından eskimiş bir
halı gibi çekilip alınmıştır.
Yaşadığımız dünyanın kaçınılmaz olmadığını kavramak ve buna
karşı mücadele etmek öncelikle bu ideolojiyle mücadeleden geçmelidir. Bu ideolojinin yayıcısı olan medyayı, taşıyıcısı olan resmi
söylemleri, pekiştiricisi olan eğitim sistemini sorgulamak, bu
ideolojinin her gün bir başka biçimde ortaya çıkabilen uzantılarına karşı alternatifler üretebilmek ve bıkmadan bunları insanlara
iletmeye çalışmak, bu mücadelenin akışı olmalıdır.
Sınıf, emek, sömürü gibi modernist/sosyalist kavramların neredeyse unutulmuş olduğu bir dünyada en önemli mücadele, topluma bu kavramların içi boş ve nakarat kavramlar olmadığını hatırlatmayı başarabilmek, bunu günlük yaşamın olumsuzlukları ve
yaşanan toplumsal dekadansın eleştirisi içinde yapabilmektir.
Post modern dünyada yaşam her gün kapitalizmin yeni bir dayatmasıyla yaşanıyor. Bugün bir banka reklamı, yarın bir AVM açılışı,
öbürgün bir savaş... Bu dayatmalara karşı onları kâğıt üzerinde
reddetmenin ötesinde, sorunun kaynağını kavramış olarak onlara karşı alınacak uygun bir tavır, bir tutum, bir karşı ideoloji ile
direnilebilir.
Günümüzün sorunu özetle budur; geç kapitalizmin toplumlar tarafından içselleştirilmiş olan ideolojik çerçeveyle mücadele etmektir. Bireysel düzeyde olsun kurumsal düzeyde olsun eleştiri,
sorgulama ve tartışma en önemli araçlar, bunu toplumla paylaşabilme ise en önemli etkinliktir.
Bu yolda planlama ile ilgili meslek örgütlerine düşen görev, bu mücadeleyi kendi alanlarına giren konularda sebatla yürütebilmektir.
‘Herkes için mimarlık’ şiarının postmodern söylemlerdeki mimarlık tanımıyla karışmamasına özen göstermeli, belki de bunun yerine ‘insancıl ve toplumcu bir mimarlık’ için söylemler
oluşturmaya çalışmalıdır.
Kapitalist tahakkümün mekânsal biçimlerine karşı mücadele olsun, ‘başka bir mimarlığın mümkün olup olmadığı olsun ancak
bu çerçeve içine tartışıldığında anlamlı olabilir.
ATÖLYE ÇALIŞMALARI
Sözlü Tarih Atölyesi:
“1969 Mimarlık Seminerini Anımsamak”
•
1960’ların sonu, ‘eylem’in öncelik kazandığı yıllardır.
Ancak, özellikle gençlik hareketlerinde ‘gerçekçi’ yaklaşımlar yerine ‘ütopya’lar etkin olabilmektedir. Seminerde akademisyenlerle, mimarlık alanında ‘eylemliliği’ savunanlar arasında geçen tartışmalarda bu durum
dikkati çekmektedir.
•
Geçen yüzyılda mimarlığa ilişkin toplumsal bağlam
içinde geliştirilen, özellikle kentleşme, konut ve yapı
üretimi alanlarına ilişkin görüşler genel olarak ‘mimarlığın politikleşmesi’ne yönelikti ve sonunda bir
‘devrim’ hedefini içeriyordu. Seminer katılımcılarının
çoğunluğu böyle bir ‘devrim’in yakın olduğuna inanıyordu. Oysa bilim çevrelerinden gelen konuşmacılar bu
konuda çok daha ihtiyatlıydı.
•
1969’u izleyen yıllarda, özellikle 1980 sonrası yaşanan pratik içinde, mimarlığın ‘devrim’e koşullanmış
‘politikleşmesi’ni savunan görüşlerin yerini, mimarlık
ve ilişkili toplumsal ortamda erişilebilen kazanımlara
yönelik ‘politika’lar aldı. Şimdi yapılması gereken, geçmişten devralınan kavramlara yeniden sağlıklı içerikler kazandırarak yeni ‘politika’ların üretilmesidir.
•
Seminerde dile getirilen görüşler, daha sonraki yıllarda, özellikle konut, kentleşme ve yerel yönetimler konusunda geliştirilen politikalarda etkili olmuştur. Öte
yandan mimarlık eğitim kurumlarında, özellikle tez vb.
araştırmalarda toplumsal boyutların önemsenmesi,
gene bu doğrultuda değerlendirilebilir.
•
Seminerde mimarlık eğitimine ilişkin yapılan tartışmalar, örneğin mimarlığın kendiliğinden varolan kişisel
bir ‘yaratıcılık’ değil, ‘öğretilebilir’ bir yetenek olduğu
savı, daha sonraki yıllarda eğitim programlarında uygulanma olanağı bulmuştur ve bugün için de geçerliliğini korumaktadır.
•
Öte yandan, mimarlar arasında ilk kez yapılan ve 1969
Seminerine sunulan anket, bugünün ölçütlerine göre
bazı eksiklikleri bulunmasına karşın, mimarların o
tarihteki farklı eğilimlerini yansıtan yararlı bir belge
özelliğini taşımaktadır.
Yürütücüler: Arif Şentek, Kubilay Önal
Konuşmacılar:
İlhan Tekeli, Cevat Geray, Haluk Pamir, Önder Şenyapılı, Sezgin
Tüzün, Güven Birkan, Akın Atauz
Katılımcılar:
Yavuz Önen, Nermin Atılkan Çelik, Rezzan Şima Önen, Özlem
Aslan, Emine Başbilici, Hüseyin Metin Felekoğlu, M. Onur
Yılmaz, Çetin Ünalın, Numan Tuna, Ünal Peker, H. Ünal
Nalbantoğlu, Aykut Ülkütekin, Nuran Ünsal, Osman Şahin.
“1969 Mimarlık Semineri” tarihsel süreç içinde mimarlar topluluğunun topluma ve mesleğe yönelik düşünsel yapısını belirleme açısından önem taşıyor. MSF kapsamında, Mimarlar Derneği 1927 ile Mimarlık Vakfı’nın birlikte düzenlediği sözlü tarih
atölyesine, seminer çalışmalarında yer almış olan; İlhan Tekeli,
Cevat Geray, Ünal Nalbantoğlu, Haluk Pamir, Yavuz Önen, Önder
Şenyapılı, Güven Birkan ve Akın Atauz katıldılar. Çalışmanın yürütücülüğünü Arif Şentek ve Kubilay Önal yaptılar. Atölye çalışmasında özetle şu görüşler belirtildi:
•
•
Seminer, döneminin düşünce ortamını yansıtmakta,
bilgi birikiminin hedeflenen değişimler açısından yetersizliği karşısında, toplum ve mimarlıkla ilgili düşünce ve görüşlerin tartışılarak ‘öğrenilmesi’ amacını
taşımaktadır.
Dönemin ülke sorunlarını çözümleyici yaklaşımlarda, ‘ekonomik’ ve ‘toplumsal’ altyapı temel belirleyici
olarak görülmüştür. Böyle bir yaklaşımla, seminerin
önemli bir bölümünde ülke ekonomisi ve toplumsal yapıya ilişkin konular tartışılmıştır.
Atölye çalışmasının tamamı ayrı bir kitap olarak yayına hazırlanıyor.
39
Mekân, Yönetim ve İktidarın
Ortak Formla Atölyesi
Yürütücü: Savaş Zafer Şahin
Katılımcılar:
Ünal Peker, Erdoğan Balcıoğlu, Şeyma Sarıbekiroğlu, Çağla
Türkmen, Mevsim Okyay, Gökay Celep, Atılım Yılmaz, Aylin
Aydın, M. Fatih Görgen, Mine Ekici, Ayşe Nur Durmuş, Gülfer E.
Arıkoğlu, Ozan Gürsoy, Fatma Okcu, Gülseren Oray, Gülüstan
Aydoğdu, Nur Görkem Dursun
Tarih boyunca mekân yönetim aygıtları aracılığıyla iktidarın en
temel araçlarından biri olagelmiştir. İktidarın karakteri, yönetim
aygıtının yapısı ve mekânın niteliği bu araçsallığın nasıl oluştuğunu, gündelik yaşamı nasıl şekillendirdiğini belirlemiştir. Tarihsel süreçte gündelik yaşam bu araçsallığı taşıyarak dönüştürmüştür. Örneğin III. Napolyon’un Paris’teki isyancıları daha
kolay bastırmak için ısmarladığı Haussmann’ın planı doğrultusunda oluşan geniş bulvarlar ve blok yapılar, yirminci yüzyılda
otomobilin, Parizyen Kültürünün egemenliğini ilan ettiği alanlar
haline gelmiştir.
Gündelik yaşam; iktidar, yönetim ve mekân arasındaki ilişkiye
en başta yüklenen anlamı zaman içerisinde dönüştürse de geriye toplumsal açıdan önemli bir kalıntı bırakmaktadır: formlar. Form burada iktidar, yönetim ve mekân arasındaki ilişkinin biçimsel, yöntemsel ve görünen yüzünü temsil etmektedir.
Örneğin Haussmann’ın planlama mantığı ve plana o dönemde
yüklenen anlam değiştiyse de planın bir belge ve sembolik bir
araç olarak toplumsal belleğe yerleştiği söylenebilir. Bugün
hangi modern topluma gidilse “kent planı” dendiğinde sokaktaki insanın kent planını kentsel mekânı şekillendirmede
kilit bir araç olarak gördüğü gözlemlenebilir. Benzer bir durum iktidarın kendisi ya da bürokrasi için de geçerlidir.
Ancak günümüzde bu formların ilişkiselliği unutulmuştur. Örneğin bir imar planı ile iktidardaki siyasi partinin örgüt şemasının,
bir belediyenin kente koyduğu imgelerle bir tapu kâğıdının ilişkili olabileceği düşünülememektedir. Belki her bir planın köşesinde bir bürokratik imza silsilesi yer alır ama bu silsilenin kendisi
bile bir farklı form olarak ilişkisizliği güçlendirmektedir. Bu kopuş belki de kentsel mekânın yaşanabilir ve insanca bir idealle
dönüştürülmesinin önündeki en önemli engellerden birisidir.
Kenti şekillendiren planları imzalayan ya da hazırlayan mimar
ve plancıların içinde bulundukları bürokraside tabi oldukları
kısıtların o planlar tartışılırken tamamen gözden uzak kalması
bunun en güzel örneklerinden birisi olarak gösterilebilir.
40 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
Oysaki içinde yaşadığımız kentlerde bu kopmayı aşmayı tartışmak, farklı formların birlikteliğini ve yeni formların olabilirliğini
düşlemek başka tür kentlerin olasılığını öncelemek adına yeni
bir adım olabilir.
Bu sebeple bu atölyenin amacı kentsel mekânı şekillendiren
siyaset, bürokrasi ve planlama alanındaki temel formları ele
almak, bu formların aralarındaki ilişkileri tartışmak ve yeni
formların ipuçlarını yakalamak için bir arada düşünmek olarak
belirlenmiştir.
Bu amaca yönelik olarak gerçekleştirilecek olan bu atölye çalışmasında bir arada fikir üretme ve atölye gerçekleştirmenin
alışılageldik formlarının dışında deneysel yeni bir yöntem kullanılması düşünülmektedir. Bu yöntemde katılımcılar kolaylaştırıcılık yöntemleri ile hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını en üst
düzeyde kullanmak üzere teşvik edilerek katılımcı bir yaklaşım
kullanılacaktır.
Atölyenin sonunda siyaset, bürokrasi ve planlamanın en temel
formlarının gizil anlamları ve ilişkiselliklerinin sorgulanmış olması arzu edilmektedir. Bu sorgulama sonucunda atölyenin yeni
ve deneysel formlar üretmesi beklenmektedir.
“Ulus’taki Gündelik Hayatın Yansımaları” Atölye
Yürütücüler: Emel Akın, Feray Ünlü
Katılımcılar:
Sümeyye Nur Erden, Zeynep Gezgincan, Yağmur Katırcıoğlu,
Merve Kalyoncuoğlu, Can Gürer, Ajda Zaim, Ayşegül Çağla
Civelek, Zehra Müberra Aytemiz, Mehmet Haki Çadirci, Umur
Ekinci, Yasin Coşar Yağcı
•
Ulus’un kentsel tüketimine yönelik öneriler getirildi.
•
Cumhuriyet yapılarının fotoğrafları için politik sorgulamalar ve yorumlar yapıldı.
•
Kapitalizm ve yerel yönetimin uygulamaları konusunda
eleştiriler yapıldı.
•
Kent kullanıcılarının, tarihi yapıların korunması ve iyileştirilmesine yönelik duyarlılıkları yorumlara yansıdı
ve bu konuda istekleri olduğu saptandı.
•
Ulus’un mekânsal kullanımında cinsiyet farklılıklarının
ve gece ile gündüz zaman diliminin belirleyici olduğu
yorumlandı.
•
Atölye katılımcılarımız ve Konur Sokak kullanıcıları
arasında sosyal bir ortam oluştu. Ulus yansımasıyla
yaratılan başka bir mekânsal metin ortaya çıktı.
SONUÇ BİLDİRGESİ
Kentlerimiz ve mimarlığımız içinde bulunduğu toplumsal koşullara bağlı olarak değişim göstermekte, görece insan/toplum
odaklı biçimlenmeler yerini büyük bir hızla kâr odaklı biçimlenmelere bırakmaktadır.
Kentsel mekân üretiminde insan ve toplumsal ilişkiler değil, kâr
ve bireysel çıkarlar belirleyicidir. Kent mekânı meta olarak büyük bir hızla tüketilmekte, değişim değeri tüm insani değerlerin
önüne geçmektedir.
Dayatılan yaşam tarzı, kentte yaşayanları gündelik yaşamın rutininde kendilerine, kentine ve içinde bulunduğu topluma büyük bir hızla yabancılaştırmaktadır. Çevresine karşı duyarsız ve
umutsuz kentli profili her geçen gün artmaktadır.
Değişim sürecinde, mimari çizgiler başkalaşmış, tarihi yapı cepheleri kent yaşamı içinde sembolleşmiş, gündelik yaşam bu yapılara yeni anlamlar yüklemiştir.
Ulus’u Kızılay’da yansıtarak bağlamında fark edilmeyenleri başka bir bağlam yaratma yolu ile sorgulayan Atölyemiz, değişimin
farkında olanlarla olmayanları aynı zeminde ve hatırlamanın,
hüznün, hayıflanmanın ve önerilerin arakesitinde buluşturmuştur:
•
Konur Sokak kullanıcılarının interaktif katılımlı metin
eklentileri sergi mekânını, görsel, mekânsal ve kavramsal içerikte dönüştürdü.
•
Konur Sokak kullanıcılarının yorumları kent bütünlüğünün, toplumun ve bireyin yaşam biçiminin sorgulanmasını, günümüz penceresinden Ulus mimarisinin
özellik ve anlam karşılaştırmasını içerdi.
•
Yorumların çok büyük bir kısmı unutulmuş değerlerin
hatırlandığına, kentsel ve tarihsel belleklerin canlandığına yönelikti.
•
Sadece fotoğraflanan yapılar hakkında değil, yakın çevresine ilişkin değerlendirmeler de yorumlar içinde yer
aldı. Böylece çalışma kapsamı interaktif katılımcılar
tarafından genişletilmiş oldu.
Aşağıda yazılanlar Atölyemizin sonucu olarak bildirilir:
Toplumsal değişim, dolayısıyla mimarlık ve kentsel mekândaki
değişim sürecine ilişkin farkındalık yaratma çabaları, kentlilik
bilincinin sağlanmasında /artırılmasında önemli bir katkıdır.
Sermayenin kâr amaçlı projeleri insanı yok sayan ve yok eden
mekânlar yaratmaktadır; bu gerçek, topluma sürekli ve sıklıkla
vurgulanmalıdır.
İnsana, kentsel yaşam kalitesine öncelik veren, toplumsal yarar
temelinde biçimlenen özgür ve özgün kentler, yani bir başka yaşam, bir başka mimarlık, ancak ve ancak bilinçli bir mücadele ile
mümkün olacaktır.
41
İnsan Hakları Odaklı
Tasarım Atölyesi
Yürütücüler: Hossein Sadri, Senem Zeybekoğlu Sadri.
Katılımcılar:
Deniz Hazal Beyaz, Nilay Oğultürk, Emre Küsmüş, Mehmet Ali
Yılmaz, Hamit Yoğurtçu, Mehmet Arslan, Neşe Ersoy, Gizem
Başçiftçi.
Mimari pratiklerin insana ve çevresine verdiği zararların, önemli tartışmalara sebep olduğu son günlerde, mimar yetiştirme
süreçlerinin yeniden kurgulanması gerekliliği ve tasarım atölyelerinin bu süreçteki önemli yeri “İnsan Hakları Odaklı Tasarım Atölyesi”nin ortaya çıkış nedenlerini teşkil etmektedir.
Girne Amerikan Üniversitesi’ne ek olarak, Bilkent Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve Çankaya
Belediyesi’nden katılımcılarla gerçekleşen bu atölye çalışmasında kullanılan yöntemler, formel mimarlık eğitimini sorgulayarak, mimarlık mesleğinin etik sorumluluklarını gündeme
getirmeyi amaçlamıştır.
mak, mimarlık eğitimi sürecinde en eksik bulduğumuz konulardır. Çıkış noktasını bu temele dayandırdığımız atölyemizde insan
hakları odaklı bir yaklaşımla, mimarların dokunması ve dokunmaması gerekenleri ele aldık.
Atölyenin Yöntemi:
Bu amaca erişebilmek ve insan haklarına duyarlı mimarlar yetiştirebilmek amacıyla, eğitimin içeriğinin gözden geçirilmesinin yanında yöntemlerin de sorgulanması gerekmektedir. Bu nedenle yöntem olarak eğitimi daha özgürlükçü ve eşitlikçi kılan
Paulo Freire’in ‘Ezilenlerin Pedagojisi’ kitabında ortaya koyduğu
yöntemleri denemeye çalıştık.
Freire’e göre formel eğitimdeki öğretmen-öğrenci ilişkisi, öznenesne ilişkisine tabiidir. Bir taraf bilgiyle iktidar kuran ve ezen,
diğer taraf ise ezilen haline gelmektedir. Bunu ortadan kaldırmak için de öğretim sürecinde özne-özne ilişkisini yaratabilmek,
öğretmen-öğrenci rolleri yerine kolaylaştırıcı-katılımcı rollerini
koymak gerekmektedir2.
Atölyenin İçeriği:
Lefebvre, “Mekân Üretimi” kitabında, devlet ve sermayenin soyut mekânlar üretmeye çalıştığını, bu mekânların da parçalanmış ve hiyerarşik olduğunu açıklıyor. Lefebvre’e göre, devlet ve
sermaye, sosyal mekânlar üzerinde bir hegemonya yaratarak,
onları homojenleştirmeye çalışır ve böylelikle soyut mekânları,
yani farklılıkları dışlayan, sosyal yaşamı barındırmayan ve sadece tüketime yönelik olan mekânlar üretir. Bu süreçte kurumsallaşmış bilgiyi temsil eden mimarları ve plancıları da devlet ve
sermayenin suç ortağı olarak nitelendirmek mümkündür. Zira
mekân üretimi sürecinde bilgileriyle iktidar kuran mimarlar ve
plancıların insana ve topluma değil, devlete ve sermayeye hizmet ettiğini görmekteyiz1. Lefebvre’in döneminden çok da farklı
olmayarak, günümüz kentlerinde büyük dönüşüm projeleri çerçevesinde, zaten yoksun olan birey ve topluluklar her gün daha
fazla kent imkânlarından uzaklaştırılıyorlar. Bu dönüşüm projelerine ek olarak, yenileme ya da rehabilitasyon adı altında, tarihi
bölgelerde yaşayanların ihtiyaçlarına değil, turistik tüketime yönelik projeler üretilmesi; güvenlik duvarlarıyla çevrili siteler ve
lüks konutların inşası; tarihi binalar ve kamusal alanların yeniden işlevlendirme amacıyla özelleştirilmesi gibi bir çok örnekte,
mimarlar ve plancılar çok önemli roller oynamaktadır. Ayrıca bu
süreçlerin gelişmesi ve böyle projelerin uygulanmasıyla insanların özellikle de incinebilir grupların temel haklarının çiğnendiğine tanık oluyoruz.
Katılımcı odaklı eğitim yöntemlerinde, tartışmalar, grup çalışmaları, simülasyonlar, oyunlar, örnek çalışmaları ve çeşitli
yaratıcı modüller aracılığıyla, katılımcıların kendi bilgilerinden
yola çıkarak çeşitli konularda öğrenmelerini kolaylaştırmak
amaçlanmaktadır. Bu tarz eğitimlerin daha etkin ve kalıcı sonuçlara neden olmalarının yanı sıra, öğrenim sürecinde tek bir
fikir ve mutlak bilginin hâkimiyeti yerine, çeşitliliklerin ortaya
çıkmasına imkân sağlamaları nedeniyle bilgi akışı ve paylaşımı
konusunda büyük önem taşıdıklarını söyleyebiliriz. Bunlara ek
olarak formel eğitimin bireyci ve sıkıcı yönlerine karşın, bu tarz
eğitimin grup çalışmalarına dayanması ve eğitimi eğlenceli bir
sürece dönüştürmesi, amaca yönelik motivasyonların yüksek
tutulmasına sebep olmakta ve özellikle insan hakları konularında aktivizmi canlandırabilmektedir.
Bu ihlallerin farkına varmak, önüne geçmek ve yapabildiğimiz
kadarıyla bunlar yüzünden ortaya çıkan yaraları sarmaya çalış-
Atölyenin ilk gününde insan hakları ve mekân konusunu ele
alarak, insan hakları konularının mekânlarla ilişkisini tartıştık.
42 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
Bu nedenlerle, 3 günlük eğitim programımızda insan haklarını
öğrenmeyi, mekânsal boyutlarını keşfetmeyi, insan hakları ihlallerinin ve ortaya çıkış süreçlerinin farkına varmayı, bunları
durdurmaya yönelik donanmayı ve bu ihlaller yüzünden oluşan
yaraları tedavi etme yöntemlerini geliştirmeyi amaçladık. Bu
amaçlara varmak için de katılımcı odaklı eğitim yöntemlerine
dayanan modüller kullandık. Bu modüllerin bir kısmını ‘Pusula’3, ‘Making Rights a Reality’4 ve ‘Service Learning’5 gibi insan
hakları eğitimi kitaplarından derledik, diğerlerini ise kendimiz
tasarladık.
Daha sonra katılımcılar mekânla ilgili olan insan hakları konularından birini seçerek, o konuyu daha derin bir şekilde incelemeye aldılar. Ankara Kızılay bölgesindeki Karanfil Sokak’ta
katılımcılar hak gözlemcileri olarak araştırma ve incelemede
bulundular ve eğitim hakkı, çalışma hakkı, güvenlik, barınma
hakkı, hakkaniyetli gelişme, kanaat ve ifade özgürlüğü gibi konularda bölgenin haritasını çıkardılar.
Atölye’nin ikinci kısmında, katılımcılar kentteki kırılgan ve incinebilir grupları oluşturan insanların rollerine bürülerek, kadın,
evsiz, yoksun, engelli, eşcinsel, işsiz ve diğer hak ihlaline maruz
bırakılan kişiler olarak, bölgedeki eksikliklerin giderilmesi konusunda dileklerini ve ideallerini ortaya koydular. İnsan hakları
ihlallerine son vermek için ortaya konulan bu idealler, atölyenin
üçüncü gününde bir tasarım projesi olarak ele alındı. Böylelikle atölye çerçevesinde, hak ihlallerine maruz bırakılan kişilerle
empati kurmaya ek olarak, bu ihlalleri durdurabilmek için tasarım önerileri ortaya konuldu.
Atölyenin sunuş kısmında ise, katılımcılar rollerini ifa ettikleri
kırılgan gruplar olarak sahneye çıktılar ve kente dair ideallerini birer cümleyle seslendirdiler. Atölyenin manifestosu olarak
Mimarlığın Sosyal Forumuna sunulan bu idealler, insan hakları
ihlallerini durdurmak için bir ideal kent tanımını oluşturdu.
--------------1
2
3
4
5
Lefebvre, H. (1991) “The Production of Space”, translated by Do
nald Nicholson Smith, Blackwell Publishers, Oxford.
Freire, P. (2006) “Ezilenlerin Pedagojisi”, çev: Dilek Hattatoğlu ve
Erol Özbek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Brander, P. Gomes, R. vd. (2008) “Pusula: Gençlere İnsan Hakları
Eğitimi Kılavuzu”, çev: Burcu Yeşiladalı, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul.
Amnesty International (2005) “Making Rights a Reality: Human
Rights Education Workshop for Non-Governmental Organiza
tions”, Amnesty International Publications, London.
Belisle, K. ve Sullivan, E. (2007) “Service Learning: Lesson Plans
and Projects”, Amnesty International USA, New York.
43
Toplumsal Cinsiyet ve
Mekân Atölyesi
Yürütücü: Yıldız Temurtürkan
Katılımcılar:
Leman Ardoğan, Feride Tok, Muteber Aslan, Kamil Büyüktortop,
Afet Baran, Ayşenur Onat, Nazan Sürü, Özlem Öz, Damla Aslan,
Eylül Özdikmenli, Emra Engüzeloğlu, Nilüfer Kızılkaya, İlke
Alpay, Burcu Ateş, Ceren Demircan, Aydın Özgüneş, Pınar
Kesim, Ezgi Sarıtaş, Meltem Al, Esergül Özdemir, Özge Göncü,
İpek Sarı, Günce Öztürk, Şule Aybar, Nur Görkem Dursun,
Mevsim Okyay, Şeyma Mert, Şengül Göster.
Mimarlığın Sosyal Forumu temaları arasında toplumsal cinsiyet
ve mekân temasının yer alması hem atölyede hem de yapılan
oturumlarda olumlu bir gelişme olarak yorumlandı ve yeni başlayan bu tartışmanın bundan sonra da devam ettirilmesi doğrultusunda öneriler getirildi.
Toplumsal cinsiyet ve mekânı birlikte ele alma ihtiyacı duyduk
çünkü kadınlar ve erkekler, mahalleyi, köyü ve kenti aynı biçimde kullanmazlar. Sorunları, ihtiyaç ve beklentileri farklılık
gösterir. Birlikte yaşadığımız çevreye yönelik politikalar ve politikasızlıklar kadınları ve erkekleri ve hatta kadınları da kendi
içinde (mesela seks işçisi, eşcinsel veya ev kadını olan kadınları
da ) farklı biçimde etkiler. Kent yoksullarının gündelik rutininin
büyük bir kısmını temel yaşamsal faaliyetler oluşturur. Kadınlar
bu mahrumiyeti (su, kanalizasyon, barınma) doğrudan hisseder.
Kent yoksullarının yaşamını karakterize eden risk ve mahrumiyetler çoğunlukla kadınlaşmıştır.
44 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
Yaşadığımız kentler ve mekânlar, cinsiyetlendirilmiş kalıpyargıların üretildiği, tüketildiği ve yeniden üretildiği temel alanlardır.
Evde, kamusal alanda ve sokakta yaşadığımız cinsiyetlendirilmiş gündelik rutinler kentleri şekillendiriyor. Egemen ataerkil
kültür, zaman içinde, binalar ve anıtlar biçimini alır. Günümüzde
yapılı çevre, egemen normları ve kalıpyargıları sembolize eder
ve destekler. Erkeklerle kadınlar arasındaki iktidar ilişkisi, binaların, anıtların, sokak işaretlerinin biçim ve fonksiyonundan
rahatlıkla anlaşılabilir. Ulaşım ve güvenlik kadınların dış mekânı
kullanımı engelleyen en önemli eksikliklerdir.
Kentsel mekânın sınıf, etnisite ve ırka göre ayrışmış olduğunun
farkındayız ancak cinsiyete göre ayrışmanın pek farkına varmayız.
Mekânı toplumsal cinsiyete duyarlı bir perspektifle ele almanın
zamanı geldi. Cinsiyetçiliğin mekân aracılığıyla nasıl üretildiğini
yaşanmış örneklerle paylaşarak bilince çıkarma ihtiyacı içindeyiz. Kategorik ve kavramsal tartışmadan daha çok örneklerin
paylaşıldığı atölyeler tasarlanmalıdır. Bugün herkes için ama
daha çok kadınlar için risk alanı oluşturan sokaklarda ne kadar
yaşıyoruz? Cinsiyete dayalı iş bölümünü üretmeyen ve değiştiren evler ve mekânlar tasarlanabilir mi?
Aynı zamanda cinsiyetçi olmayan veya erkek-merkezli olmayan
bir kentsel çevre neye benzer sorusuna yanıtlar arayarak alternatif mekânlar geliştirmelidir.
Sokak Tiyatrosu Atölyesi
Kentin Manifestosu - Sahne Dışı
Yürütücüler: Pelin Temur, Selcan Özgür, Tufan Taştan,
Utku Kaya
Katılımcılar:
Sinem Uyar, Mehmet Bayraktar, Ozan Yıldırım, Emrah Aktürk,
Can Sarıkaya, Öykü Ağtaş, Görkem Şahinkaya, Deniz Kesmez,
Çiğdem Şimşek, Burkay Doğan, Burak Talı, Sarp Aydoğdu, Hazel
Başköy, Murat Küçükarslan, Cem Işık, Bilen Bilmen, Nehir Çelik,
Reyhan Artaç, Nail Yollu
Bir sokak tiyatrosu grubu olarak belli aşamalarda, mekân kavramı üzerine çokça düşünüp tartışmıştık. Bu tartışmalarımız ve
doğrudan sokakta yaşadığımız tecrübelerle, kent düzenlemesinin yaşam ve eylem biçimlerimizi de düzenlediği sonucuna varmıştık.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin “Başka bir mimarlık
mümkün” ana fikriyle düzenlediği etkinlik çağrısı elimize ulaştığında, içinde olmaya karar verdik.
“Forum için hazırladığımız oyunda, değer yasası, fetişizm ve yabancılaşma üzerinden, kentin tarihsel seyrini özetlemeye çalıştık. İnsanın, kapitalist bir kentte nesneleşmesi kaçınılmazdır ve
tam da şimdi, tarihte görülmemiş düzeyde bir gelişim ile tarihte
görülmemiş düzeyde bir sefalet yan yana dururken, kazanacağı
bir dünya vardır…”
45
Mimarlığın Sosyal
Forumunun Ardından
Hiç kuşku yok ki, Mimarlığın Sosyal Forumu
2010 çok başarılı ve anlamlı bir etkinlik; insanlık
için amaca yönelik bir etkinlikti.
Geleneksel derslerden, yurttaş katılımlı atölye
çalışmalarına ve hatta sokak etkinliklerine kadar inanılmaz çeşitlilikte etkinlikleriyle hakikaten çok kapsamlı, eksiksiz bir deneyim veya
tercih ettiğim deyimle bir “Ankara deneyimi” olduğu söylenebilir.
Hiç kuşkum yok ki Forum’un etkisi olacaktır.
Benim için tekrarlanmayı hak eden bir etkinlik
olduğu da açıktır.
Yıllar önce Yunanistan çok zor bir politik durumun içinden çıkmaya çalışırken Nazım Hikmet
“kalbim Yunanistan’da atıyor”* diye yazmıştı.
Bunu Forum sırasında, bu kez keyifli bir ortamda hatırladım: “kalbim Türkiye’de atıyor”.
Saygılarımla,
Vassilis Sgoutas
UIA Eski Başkanı
* “her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.”
Angina Pektoris (Nazım Hikmet, 1948)ç.n.
46
47
PROJE - UYGULAMA
ODTÜ’de Bir Öğrenci Merkezi
Yarışması Üzerine Düşünceler1
Figen Kıvılcım
Bu yazıda, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörlüğü’nce Mayıs
2010’da açılan ve Temmuz 2010’da sonuçlanan ‘ODTÜ Öğrenci
Merkezi Binası ve ODTÜ Meydanı Mimari Proje Yarışması’nın
şartnamesini ve buna bağlı olarak yarışma sonuçlarını tartışmak istiyorum. Şartname ve yarışma sonuçlarını birbiriyle ilişkili olarak değerlendirmek istiyorum, çünkü bir işin nasıl başladığı, bir tasarım probleminin nasıl tanımlandığı önemli: Tasarım
problemi özgün bir şekilde tanımlanabilir veya yorumlanabilirse
ancak özgün projeler elde edilebilir.
Yarışma şartnamesi, ‘Yarışma Bilgileri’, ‘Proje Alanının Tanımı’,
‘Yarışmacılardan Beklenenler ve İhtiyaç Programı’ ve ‘Ekler’
olarak dört bölümden oluşmakta. Bunlardan, ihtiyaç programıyla ilgili kısımda gereken tüm mekânlar ve bunların metrekareleri verilmiş bulunuyor. Şartnamede mekânsal ihtiyaçların ve
alanlarının çok net olarak ifade edilmesi, toplam alanın çok az
toleransla net olarak verilmesi, bana göre “öğrenci merkezi”
hakkında mimarların bir yarışma kapsamında yapabilecekleri
katkıyı kısıtlıyor. Oysaki bir yapı türü olarak “öğrenci merkezi”, tipolojisi olmayan, bugüne kadar çok çalışılmamış ve farklı
yaklaşımlar geliştirilmemiş bir yapı türüdür ve bu yapı türünün,
ihtiyaç programından başlanılarak daha tartışılması gereken
birçok mimari yönü vardır.
İkinci olarak şartnamede yer seçimi konusunda da aynı kısıtlılık
görülmekte. Verilen alan ve istenilen kapalı alanın oranı incelendiğinde ve sözkonusu yerin spor salonuna yakınlığı gözönüne
alındığında ODTÜ’de bir öğrenci merkezi yarışmasının birçok
kalıba sıkıştırılmış olduğunu görüyoruz. ODTÜ yüksek yoğunluklu bir kent dokusu değil, aksine, yapılaşmanın karakterinin
“peyzaj içinde yayılım –extension-” diye ifade edilebileceği bir
yerleşke olduğu için ODTÜ’de yarışma alanında tanımlanan türden sıkışıklıklara yer olmadığını düşünüyorum.
Üçüncü olarak, şartnamede kampüsün gelişimine ilişkin tarihi
bilgiler verilirken fiziksel çevrenin “karakterini” (genius loci)
tanımlamaktan uzak kalındığına değinmek istiyorum. ODTÜ’de
fiziksel çevrenin çok güçlü bir karakteri var ve bu karakter sadece fiziksel çevreden değil yerleşkenin sosyal ve kültürel tarihinden ve bunların yerleşkede bulunan fiziksel izlerinden
oluşuyor. ODTÜ Yerleşkesi, ODTÜ toplumuna ve tarihine ait genel ve kişisel anlamlarla yüklü bir çevre. ODTÜ’de yapılan yeni
yapılardan bir şekilde bu ‘karakter’le ilişki kurması ya da kur1 Bu yazının aynı kapsamda ilk taslağı ilk olarak Ağustos 2010’da www.
kolokyum.com mimari paylaşım sitesinde yayınlandı ve geliştirilmesinde buradaki tartışmaların önemli katkısı oldu. Bu sitede tartışmaya katkıda bulunanlara ve yazıyı okuyup düşüncelerini paylaşan Evren Başbuğ
ve Pınar Aykaç’a teşekkür ederim.
48 Proje - Uygulama
muyorsa da bunu bilinçli olarak yapması beklenebilir. ODTÜ’nün
çok katmanlı karakterine bir yaklaşım geliştirmek için öncelikle
onu oluşturan temel fiziksel ve tarihi girdilerin analiz edilmesi gerekir ki, bilgi vermek açısından bir iddia taşıyan ve ‘ODTÜ
yerleşkesi’ ve ‘yerleşke mimarisi’ gibi önemli bölümler içeren
şartname yerleşkenin karakterini tanımlamakta bana göre çekimser/eksik kalmakta, bu durum da yarışma açısından başka
bir kısıtlılık oluşturmakta.
Tekrar yarışmanın açılma nedenine dönelim: öğrenci toplulukları. Burada akla gelebilecek sorulardan bir tanesi bu yarışma
şartnamesi hazırlanırken neden birçok aktif ve köklü öğrenci
topluluğuna sahip ODTÜ’nün öğrenci topluluklarının görüşüne
başvurmadığıdır. Sahne ihtiyacı ve karakteri ile ilgili tiyatro topluluğunun, karanlık oda ile ilgili amatör fotoğrafçılık topluluğunun, aynalı salon ve yine sahne ile illgili çağdaş dans topluluğunun görüşlerine (ve örnekler elbette çoğaltılabilir) başvurulabilseydi, daha ODTÜ bağlamına uygun ve daha özgün ve doğru
bir mimari programa ulaşılamaz mıydı? (Oysaki ODTÜ Mimarlık
Fakültesinde katılımcı tasarım süreçleri üzerine yapılan çalışmalar bulunmaktadır ve Ulus gibi Ankara’nın en karışık bölgelerinden birinde Sn. Prof. Dr. Raci Bademli ve ekibi çeşitli kullanıcı
gruplarıyla iletişim kurmuş, bunu proje ve uygulama sürecine
yansıtmayı başarmışlardır.)
Şüphesiz her yarışma şartnamesinden yukarıda bahsedilen
hususlarda yetkinlik beklemek ve bu hususları genelleştirmek
doğru olmaz, ama yarışmayı açan kurumun birçok konuda sergilediği öncü ve ilerici tavır bu sorgulamaları beraberinde getirebilir. Şartnamede görülen ‘çok net tanımlanmış sınırlar içinde
bir proje istemek’ yaklaşımı yarışmayı açan kurum açısından yarışma sonucunda ‘istediği’ projeye çok yakın bir proje elde etme
noktasında olumlu görünse de, aslında, yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, bence kurumun araştırmacı ve deneysel karakteri
ile ters düşmekte.
Bir varsayım
Bu konuyla ilişkili olarak, ODTÜ’de hâlihazırda bulunan ve benim
bildiğim kadarıyla en azından 70’li yıllardan beri öğrenci topluluklarının bir kısmını barındıran Topluluklar Barakası’ndan
bahsetmek istiyorum. Kampüs inşası sırasında (tahminen 1958
yılında) işçi barakası olarak sonradan yıkılmak üzere inşa edilen
yapı, ODTÜ’nün ilk yapılarından2.
Bu yarışma açılırken Topluluklar Barakası’nın sosyal ve
mekânsal kalitelerinin incelenmemiş ve şartnameye yansıtılmamış olmasının nedeni, Baraka’nın ve onun karakterinin
ODTÜ’de yönetim tarafından bir değer olarak algılanmama ihtimali olabilir. En az altı yedi yıldır, yerleşkede çok merkezi bir
konumda bulunan Topluluklar Barakası’nın yıkılıp yerine çarşı/
2 Bu yapının tarihine ilişkin ODTÜ arşivinde bir araştırma yapılması
halinde tarihler ve kullanımı ile ilgili daha detaylı bilgilere ulaşılabileceğine inanıyorum.
kafe gibi işlevler içeren bir yapının yapılacağı zaman zaman gündeme gelir öğrenciler arasında. Bunun doğruluğu konusunda
kanıtlar olmamakla beraber, heryıl yanda alt kottaki otoparka
doğru hafifçe kayan ve bu sebeple bir takım büyüyen çatlaklara
sahip olan Topluluklar Barakası’nın bakım görmediği ve ilgisiz
kaldığı da bir gerçektir.
Burada Baraka’nın mekânsal ve sosyal değerleri konusunu biraz daha açmak istiyorum. Topluluklar Barakası, çevresindeki
işlevlerle ve bölümlerle güçlü bir ilişki kurabilecek şekilde konumlanmıştır. Sözgelimi bir yeşil alanla Merkez Mühendislik
Binası’ndan, yemekhane ve alleden ayrılarak ‘özerk’ bir alana
sahiptir ve aynı zamanda, tüm bölümlerin ve temel işlevlerin
tam ortasında kolaylıkla erişilebilir bir konumda bulunur (mesela öğle arasında yemekhaneden çıkıp bölüme gitmeden barakada çay içmek mümkündür). Buna ek olarak, Baraka’nın yerleştiği kampüs parçasını ele aldığımızda (kentte bu parsel olurdu) yapı-açık alan ilişkisi açısından yapı alanının açık alana göre
daha küçük olduğunu görürüz (Yani yemekten sonra çay içmek
yerine Baraka’nın önünde futbol oynayanlara da katılınabilir).
Baraka’nın konumu ile ilgili başka önemli bir nokta da, çok merkezi bir konumda olmasına rağmen ‘özerk’ ve sadece öğrencilere ait bir mekân olmasıdır. ‘Yönetim’ gibi bir birimi yoktur (Bir
Kampüs üniversitesinde, öğrenci merkezinde böyle bir birime
de ihtiyaç olmadığını düşünüyorum, dolayısıyla yeni ‘ihtiyaç’
programında yeralan ‘yönetim’ birimlerinin gerekliliğine katılmıyorum).
Vurgulanması gereken bir başka nokta, Topluluklar barakasının
yurtlar bölgesine uzaklığının da bu özerkliğe katkısı olmasıdır.
Yurtlar bölgesine yakın olması gece düzenlenen etkinliklerde
sıkıntı yaratabilirdi.
Son olarak, Barakanın bir ‘mimari eser’ statüsünde olmaması,
mimari bir dokunulmazlığa sahip olmaması, yazılıp çizilebilir,
boyanabilir, çivi çakılabilir olması da onun öğrenci toplulukları
tarafından kolayca dönüştürülebilir ve sahiplenebilir olmasına
sebep olmuştur. (Bu yüzden yarışma sonucunda çıkan tüm önerilerdeki ‘mimari eser dokunulmazlığı ve yeniliği’ bence sorgulanabilir.)
Sonuç olarak, Baraka sadece öğrenci toplulukları onu dönüştürebildikleri için Baraka olmamıştır. Çevreyle ilişkisi, bulunduğu bölge, yapı-açık alan ilişkisi ve yüzeylerinin anlık ifadelere
açıklığı onu öğrenci topluluklarının sahiplenmesine uygun hale
getirmiştir. Bence bu özelliklerinin hepsi ODTÜ yerleşkesi açısından birer değerdir.
Sonuç
ODTÜ’de öğrenci merkezi yarışmasının sonuçlarını incelediğimizde, ödül alan projelerin büyük çoğunluğunun ODTÜ bağlamı ile ilişkisi belli olmayan, (yine şartnameden dolayı) öğrenci
merkezi gibi çok az denenmiş bir yapı türü hakkında şaşırtıcı
bir şekilde yeni bir fikir öneremeyen, spor salonu ve genel olarak ODTÜ mimarisi ve karakteriyle anlamlı bir ilişki kurmayan
projeler olduğunu görüyoruz. Bana göre bu durumun en önemli
sebebi tasarım probleminin tanımlanmasında yarışma şartnamesinin sergilediği yaklaşımdır. ODTÜ, dünya mimarlik literatüründe önemli bir örnek olabilecek bir öğrenci merkezi projesi
geliştirme sürecini, bu süreçten toplulukları, barakayı, toplulukların deneyimlerini ve öğrencileri uzak tutarak, bilerek ya da
bilmeyerek, gerçekleştirmemiştir.
Herşeye rağmen, çeşitli açılardan başarısız bulunabilecek birçok yeni yapının da yer aldığı ODTÜ yerleşkesinde bir projenin
yarışma yoluyla elde edilmiş olması olumlu bir yaklaşımdır.
Yazının başında dile getirdiğim gibi, yarışmalarda tasarım probleminin nasıl tanımlandığı, çerçevenin nasıl çizildiği elde edilen projelerin niteliğini belirlemektedir. Bu sebeple, bana göre,
şartnamelerde nicelik kadar niteliklerden de bahsedilmelidir.
Yarışmaya katılan ve emek veren herkesi kutlayarak yazımı bitireyim.
Şekil-1
Topluluklar Barakası, Merkez Mühendislik Binası üzerinden bir
görünüm, Baraka önünde Amatör Fotoğrafçılık topluluğu tarafından bir performans yapılıyor. 1990’lı yıllar. (Amatör Fotoğrafçılık Topluluğu Arşivi, Fotoğraf: M.Ali Üzelgün)
Şekil-2
Bir etkinlik afişi, 1990’lı yıllar. (Amatör Fotoğrafçılık Topluluğu
Afişi)
Şartnamenin oldukça kısıtlayıcı bulduğum yaklaşımına benim
neden olarak düşünebildiğim konulardan biri Baraka ve onun
çevresinde gelişen topluluklar kültürüne ODTÜ yönetiminin
mesafeli duruşudur. Buna karşın, eğer Baraka mekânsal ve
sosyal olarak ODTÜ Öğrenci Toplulukları için bir değer olarak
ele alınıp yorumlanabilseydi, farklı bir şartname ve dolayısıyla
farklı proje önerileri açığa çıkardı diye düşünüyorum.
49
Ödüller
Birincilik Ödülü
Ferhat HACIALİBEYOĞLU, Deniz DOKGÖZ, Orhan ERSAN
Yardımcılar: Turgut Şakiroğlu, Emre Sarıçelik, Yeliz Çermikli
Danışmanlar: Cemal Coşak, Salih Emre Damar, Gökçe Haver
Toprak
İkincilik Ödülü
Murat TABANLIOĞLU, Melkan GÜRSEL TABANLIOĞLU
Yardımcılar: Murat Cengiz, Çağrı Akay
Danışmanlar: M. Adnan Öğüt, Gürkan Görgün, Hüseyin Gülsoy
Üçüncülük Ödülü
Adnan AKSU, Tayyibe Nur ÇAĞLAR, Zehra AKSU, Ezgi BAŞAR
Yardımcılar: Vasili Zlatovcen, Atilla Aksu, Serkan Nurman, Nesli
Naz Aksu, Muhammet Raşit Ayparçası, Merve Çelik
Danışmanlar: Mehmet Zafer Kınacı, Melih Özöner, Kemal Aykaç
Birinci Mansiyon
Onat ÖKTEM, Ziya İMREN
Danışmanlar: Emin Aldemir, Seden Çakıroğlu, Emre Aytemiz
İkinci Mansiyon
Hakan DEMİREL
Yardımcılar: Orhun Ülgen, Mustafa Uzman, Gülçin Dudu Acar,
Haluk Demirel
Üçüncü Mansiyon
Seden CİNASAL AVCI, Ramazan AVCI, Suzan BAHTİYAR
Danışmanlar: Akif Yılmaz, Hamidreza Yazdani, Cemal Coşak,
Ekrem Evren, Kemal Güravşar
Dördüncü Mansiyon
Murat AKSU
Yardımcılar: Ayşegül Akçay, Özlem Çatık, Osman Maskali,
Gülşen Şahin, Ezgi Ak, Tülay Özçelik, Alev Uyar
Danışman: Umut İyigün, Mehmet İyigün, Cafer Aktürk, Hayri
Aydın
Beşinci Mansiyon
Alişan ÇIRAKOĞLU, Ilgın AVCI
Yardımcılar: Çağrı Helvacıoğlu, Yıldız İpek Mehmetoğlu
Danışmanlar: Gülsün Parlar, Mehmet Karadura, Eray Aydın
50 Proje - Uygulama
Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası,
Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu
Ulusal Mimari Proje Yarışması Üzerine
Suha Özkan, Jüri Başkanı
Türkiye’de siyasal halk yardakçılığı ile yavanlaşan kültür etkinlikleri her geçen gün kültürel dışavurumları sığlaştırmaktadır.
Çağdaş ve üst düzey sanat ve kültür varlıklarının sahipsizliği
tüm kültürel etkinlikleri aşındırmakta ve neredeyse terk edilmiş
bir ortamda bırakma durumundadır.
Yozlaşmış sanat ve kültür sunumlarının yaygınlaştığı konumda
“Sosyal Demokrat” yerel yönetimler Türkiye Cumhuriyeti’nin
kültür politikasının temel parçası olan çağdaş sanat ve kültürü
benimseme ve koruma sorumluluğunu üstlenmiş durumdadırlar. Eskişehir’de yoğunlaşan kültür ve sanat kurum ve yapılarına
ek olarak geçenlerde sonuçlanan İzmir Opera Yapısı Yarışması
bu sahiplenişin etkin bir biçimde sunulduğu belirgin girişimlerdendir.
Klasik müziğin Türkiye’de öncüsü olan ve iki senfonik orkestra barındıran Ankara’nın 90 yıllık Başkent’lik varoluşunda hala
uluslararası nitelikte bir konser salonunun olmaması artık özlem olmaktan çıkmış ve biraz gülmece biraz da utanç oluvermiştir. Ulusal yarışma ile elde edilmiş Konser Salonu inşaatı Semra
ve Özcan Uygur’un tasarımı ve hemen her kesimin beğendiği bir
proje olmasına karşın artık on yılların şantiyesi olarak rekora
koşmaktadır. Gerçekleşip bitirilmesi için de hiçbir umut ışığı görünmemektedir.
İşte bu ortamda Başkent’in senfonik müzik gereksinmelerine
ev sahipliği edecek bir Konser Salonu’nun gerçekleşmesi işini
Çankaya Belediyesi ve onun Başkanı Bülent Tanık üstlenmiştir.
Bu sanat ve kültür “külliyesi” varolan bir orkestranın “evi” değil
dünyanın en seçkin orkestra ve solistlerini ağırlayacak bir ortam
olarak düşünülmektedir.
Eklerde de görüleceği gibi Çankaya Belediyesi Türkiye mimarlık ortamında olabilecek üst düzey bir Jüri atamış ve Jüri de bir
“Prestij” yapısına yakışır esneklikte ve yarışmacıları sırlamayıp
özgürleştiren bir program hazırlamıştır.
Türkiye’de ulusal yarışma trafiğinin çok yoğun olduğu bir döneme denk gelen yarışma ilgi uyandırmış ve büyük bir çoğunluğu
çok üst düzeyde olan 46 proje Jüri değerlendirmesine sunulmuştur.
Üç gün aralıksız çalışan Jüri çok değişik ve cesur fikirlerle sunan projeleri mansiyon vererek değerlendirmekte zorlanmadığı
gibi tam bir uzlaşım içinde olmuştur.
Son üç projeye gelindiğinde bunlar arasından “birinci” seçmede kilitlenmiştir. Her birine ikişer yoğun beğeni ile eş konuma
düşen üç proje arasındaki dengenin değişimi oy tabanlı değerlendirme sürecinde bir bakıma strüktür uzmanı jüri üyesine
(Danyal Kubin) kalmıştı. Sayın Kubin büyük bir asaletle oyunu
belli etmemiş, böyle önemli bir mimarlık konusunda kendisinin
karar verici olmasının doğru olmayacağını ve mimarların birbirlerini ikna etmelerinin çözümü getireceğini söylemiştir. Saatler
ve saatler süren tartışmalar kilitlenmeyi çözmemiş ve sonunda
uzman danışman görüşünün alınmasına karar verilmiştir. Özellikle akustik uzmanın görüşleri belirleyici olmuş ve iki jüri üyesi
seçilen proje için oylarını değiştirmeye ikna olmuşlardı.
Jüri raporunda ayrıntılı değinilmiş olan özellikler bu 3 projeyi
temelden birbirinden farklı yapmış ama her birinin Türkiye mimarlık ortamına katkı ve kazanç olduğu açıktır.
Keşke Ankara’nın “Yılan Hikâyesi” konumundaki Konser Salonu
sürünmese de Çankaya Belediyesi Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal
Erkin Konser Salonu ile iki salonumuz oluverse. Dört milyonu
aşkın nüfuslu Başkent’e çok mu? Hepimizin içindeki müzik sevgisini yeşertip geliştirmiş Başkent müzik ortamı böyle bir sahipliliği hak etmiyor mu?
Çankaya Belediyesi’ne ve Sevgili Başkanı Bülent Tanık ve Yardımcısı Ali Ulusoy’a kolay gelsin.
51
Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası,
Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu
Ulusal Mimari Proje Yarışması sonuçlanmış olup,
Ödül ve Mansiyon sahipleri aşağıdaki gibidir.
1. ÖDÜL
EKİP BAŞI:
DANIŞMANLAR:
2. ÖDÜL
EKİP BAŞI:
DANIŞMANLAR:
YARDIMCILAR:
3.ÖDÜL
EKİP BAŞI:
DANIŞMANLAR:
YARDIMCILAR:
52 Proje - Uygulama
Ramazan Avcı (D.E.Ü)-Mimar
Seden Cinasal Avcı (Gazi Üni.)-Mimar
Evren Başbuğ (Odtü)- Y. Mimar
Umut Başbuğ (Odtu)- Mimar
Suzan Bahtiyar (D.E.U.)- Mimar
Özcan Kaygısız ( Odtu)- Mimar
Ekrem Evren (Ege Üni.)- Makina Müh.
Kemal Güravşar (Admma)- Elektrik Müh.
O. Ali Ünsal (Osmangazi Üni.)- İnşaat Müh.
Elvan Ender (Çukurova Üni.)- Peyzaj Mimarı
Adnan Aksu (G.Ü.M.M.F.)- Y. Mimar
Zehra Türkcan Aksu (G.Ü.M.M.F)- Mimar
Ezgi Başar (G.Ü.M.M.F)- Mimar
Mehmet Zafer Kınacı(Odtu)-İnşaat Müh.
Melih Özöner (Odtu)- Makina Müh.
Kemal Aykaç (G.Ü.M.M.F.) Elektrik-Elektronik Müh.
Doç.Dr. Cüneyt Kurtay (Admma)- Mimar
Aslı Tokcan Hüseyinoğlu ( Bilkent Üni.)- Peyzaj Y. Mimarı ve
Kentsel Tasarımcı
Mehmet Arıdoğan (Gümmf)- Mimar
Vasili Zlatovcen (Gümmf)- Öğrenci
Atillla Aksu (A.Ü. Fen Fak.)- Jeofizik Müh.
M. Raşit Ayparçası ( Gümmf)- Mimarlık Öğrencisi
Serkan Nurman (İskitler End. Meslek Lisesi) –Teknik Ressam
Ata Kurt (Odtu)- Mimar
Dide Dinç (İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü)- Mimar
Necmeddin Selimoğlu (K.T.Ü)- Y. Mimar
Taşkın Topal (İ.Ü)- İnşaat Müh.
Osman Yetkin (Yıldız Teknik Üni.)- Elektrik Müh.
Duyal Karagözoğlu
Ali Hakan Yolcu (Odtü)- Mimar
Elif Simge Fettahoğlu (Yeditepe Üni.)- Y. Mimar
Elvin Erkut (Yeditepe Üni.) – Y. Mimar
Merve Babalı (Trakya Üni.)- Mimar
Seçil Tezer (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni.)- Mimar
1. MANSİYON
EKİP BAŞI:
DANIŞMANLAR:
YARDIMCILAR:
2. MANSİYON
EKİP BAŞI:
DANIŞMANLAR:
3. MANSİYON
EKİP BAŞI:
DANIŞMANLAR:
YARDIMCILAR:
Erhan Vural (Y.T.Ü)- Mimar
Hakkı Can Özkan (Y.T.Ü.)- Mimar
Dilek Topuz Derman (Y.T.Ü.)- Mimar
Erdinç Özkara (Y.T.Ü)- İnşaat Müh.
Mehmet Karadurak (İ.T.Ü.)- Elektrik Müh.
Başak Taş (İ.Ü.)-Peyzaj Mimarı
Zühtü Ferah (Akustik Danışmanı)Makina Müh.
Mehmet Çalışkan (Akustik Danışmanı)Makina Müh.
Semih Arslan (Uludağ Üni.)- Mimar
Yusuf Uyar (Uludağ Üni.)- Mimar
Oral Göktaş (İ.T.Ü.)- Y. Mimar
Sevince Bayrak (İ.T.Ü.)- Y. Mimar
Ilgın Avcı (İ.T.Ü.)- Mimar
Emine Derya Ertan (İ.T.Ü.)- Mimar
Ceyda Özbilen (Yeditepe Üni.)Peyzaj Mimarı
Gülsun Parlar (Y.T.Ü.)- İnşaat Müh.
Mehmet Karadurak ( İ.T.Ü.)- Elektrik Müh.
Cafer Aktürk (Y.T.Ü.)- Makine Müh.
İpek Yürekli (İ.T.Ü.)- Mimar
Suna Birsen Otay (İ.T.Ü.)- Mimar
Arda İnceoğlu (İtü)- Mimar
Hakan Çatalkaya (İ.T.Ü.)
Belgin Merey (İ.T.Ü)
Sarper Giray (İ.T.Ü.)
Deniz Aslan (İ.T.Ü.)
Cem Altun (İ.T.Ü.)
Fulya Eliyatkın
Eylem Yılmaz
Sevda Ağcakale
Gürkan Okta
Mehmet Gören
Benek Çinçik
4. MANSİYON
EKİP BAŞI:
Tolga İltir (Gazi Üni.)-Mimar
R. Kıvılcım Duruk (Odtü)- Y. Mimar
B. Kaan Duran (İ.Y.T.E)- Mimar
Kadir Öztürk (İ.Y.T.E)- Y. Mimar
DANIŞMANLAR:
Necdet Demirel (D.E.Ü.)- İnş. Müh.
L. Hulusi Satoğlu (İ.T.Ü. Sakarya
Mühendislik Fak.)- Makina Müh.
Namık Onmuş ( İst. Devlet Müh. Ve Mim.
Akademisi)-Elektrik Müh.
Sercem Murat Sağın ( D.E.Ü.)- Y. Mimar
Bilgen Öztopçu (A.Ü.)- Peyzaj Mimarı
5. MANSİYON
EKİP BAŞI:
Onur Sağkan (Mimar Sinan Üni.)- Mimar
Hakan Karaman (M.S.Ü)- Mimar
A.Erdem Tüzün (İ.T.Ü.)- Mimar
Mihriban Duman (İ.T.Ü.)- Mimar
DANIŞMANLAR:
Jacques Pocho
Müjdem Vural
Celal Çavuşoğlu
Erhan Işözen
Cem Ercan (Koç Üni.)- Makina Müh.
Süleyman Emre Pusat ( Y.T.Ü.)- İnşaat Müh.
Mustafa Buğra Yerliyurt (İ.Ü.)Peyzaj Mimarı
Aslı Özçevik (Y.T.Ü.)- Y. Mimar
YARDIMCILAR:
Yelta Köm
Hayrettin Günç
Erinç Okudan
Guillaume Rousseau
6.MANSİYON
EKİP BAŞI:
DANIŞMANLAR:
YARDIMCILAR:
Ozan Özdilek ( Y.T.Ü.) –Mimar
Bilge Altuğ (Y.T.Ü.)- Mimar
Tuğba Alper( Kocaeli Üni.)- Elektrik Müh.
Eray Gül ( İ.T.Ü.)- Makina Müh.
Cafer Aktürk ( Y.T.Ü.)- Makina Müh.
Ala Leman Cemali (İ.Ü.)- Peyzaj Mimarı
Özgür Önsel (İ.T.Ü)- İnşaat Müh.
Elif Aksayan (Y.T.Ü.)-Mimar
Gülnar Ocakdan (Y.T.Ü.)- Mimar
53
Dışişleri Bakanlığı
Yerleşkesi Mimari Proje Yarışması Sonuçlandı
54 Proje - Uygulama
1. ÖDÜL
Süleyman BAYRAK, Mimar (GÜMMF)
Ahmet YERTUTAN, Mimar (GÜMMF)
Yardımcıla
Gözdenur DEMİR
Cansu ERGÜL
Evren Barış ÖZBEK
Neslihan DAĞDEVİREN
Ertan BOZOĞLU
Funda YERTUTAN
Selim NAZLICAN
2. ÖDÜL
Semra UYGUR, Mimar (ODTÜ)
Özcan UYGUR, Mimar (ODTÜ)
Yardımcılar
Ebru CAN (GÜ)
Necati SEREN (AÜ)
Güliz ERKAN (AÜ)
Emine KİRMAN (ODTÜ)
Kürşat YURDAKUL (ODTÜ)
Eser KÖKEN İŞLEYİCİ (ODTÜ)
Dilşad KURTOĞLU (DEÜ)
Berkant ÖZMEN (İTÜ)
İrem ERDİNÇ
Ekin UYGUR
Deniz UYGUR
Mehmet SAVAŞ (Maket)
3. ÖDÜL
Eren BAŞAK
Levent İNCE
Servet GÜMÜŞ
Yardımcılar
Meral BAŞAK, Mimar (ODTÜ)
Vural KOCAOĞLU, Mimar (ES.OÜ)
Şenay GÜMÜŞ, Mimar (AÜ)
Sanlı HOSANLI, Mimar (GÜ)
4. ÖDÜL
Özgür KARAKAŞ, Mimar (ODTÜ)
3. MANSİYON
Mustafa Mürşit GÜNDAY
Yardımcılar
Melike SOYAL, Mimar (EÜ)
Emre AKDENİZ, Mimar (GÜ)
Yardımcılar
5. ÖDÜL
Bahriye Gönül TAVMAN, Mimar (ADMMA)
Esin BOYACIOĞLU, Y.Mimar (ADMMA)
Keriman Dilek BERBEROĞLU, Mimar (DEÜ)
İhsan YILDIRIM, Mimar (ADMMA)
İrfan SETREK, Mimar (GÜ)
Demet AÇAR, Mimar (GÜ)
Pınar BİLGİÇ, Mimar (GÜ)
Vural KOCAOĞLU (3D Görselleştirme)
Nuh TÜCCAR (Maket)
Yardımcılar
Mine KASAR, Mimar
Nur DURMAZ, Y.Mimar
Çiğdem YILMAN, Y.Mimar
Şeyda AKKAN, Y.Mimar
Gönül ÖZCAN, T. Ressam
4. MANSİYON
Ercan ÇOBAN, Mimar (ADMMA)
Güneri IRMAK, Mimar (GÜMMF)
Şükrü ÜNAL, Mimar (ADMMA)
Yardımcılar
Ekin ÇOBAN TURHAN, Y.Mimar
Bükem BAYRAKTAR SERTSÖZ, Mimar
Ekin ATALAY, Mimar
Seda SÜSOY, Mimar
Zeytin IRMAK, Öğrenci
Mustafa KOÇYİĞİT, Mimar (Maket)
5. MANSİYON
Öner OLCAY, Mimar (GSA)
Yurdanur SEPKİN, Mimar (GSA)
Ünal KARA, Mimar (GÜ)
6. MANSİYON
Nesrin YATMAN, Y.Mimar/Rest.Uzmanı
(ZMMYO-ODTÜ)
Yardımcılar
Mehmet PINAREVLİ, Y.Mimar (ODTÜ)
Ayşegül KÖK, Mimar (ODTÜ)
Evren YATMAN, İç Mimar (Bilkent Ü.)
Nihan KOCAOĞLU, Mimar (ODTÜ)
Aslıhan KOCAMAN, Mimar (ODTÜ)
Cenk ÖZKAN, Mimar (ODTÜ)
Serkan SEÇGİN, Mimar (Dicle Ü.)
Orhan TAMER (Maket)
7. MANSİYON
Ayhan USTA, Y. Mimar/Doç.Dr. (KTÜ)
Gülay KELEŞ USTA, Y. Mimar/Prof.Dr. (KTÜ)
Ali Kemal ŞEREMET, Mimar (KTÜ)
Danışman
Prof.Dr. Hasan ŞENER
1. MANSİYON
Yakup Hazan, Y.Mimar Rest.Uz.(ODTÜ)
Yardımcılar
Serra Aslı ERİÇ, Mimar (ODTÜ)
Muhammet KAYNAR, Mimar
(ODTÜ)/Modelleme ve Görseller
Haluk KAHRAMAN, Mimar (GÜMMF)
Yavuz SAY, Mimar (SDÜ)
Emre ÖZDEMİR, Mimar (BÜ)
Mustafa GEDİK, Mimar (ES.OÜ)
Ece BIYIKLI, Öğrenci (EÜ)
Çağla DEMİR, Öğrenci (ODTÜ)
Gaye EVRENOSOĞLU, Ekonomist (DEÜ)
2. MANSİYON
Ali ÖZER, Y.Mimar (ODTÜ)
Ahmet Mücip ÜRGER, Y.Mimar (ODTÜ)
Yardımcılar
Özlem TAVAS, Mimar (ES.OÜ)
Ercan KOCA, İnş.Tek. (BA.Ü.)
Mustafa DEMİR, Mimar (GÜ)
Doğuşcan ALADAĞ, Öğrenci (ODTÜ)
55
Devam Eden Yarışmalar
Sonuçlanan Yarışmalar
5. Ulusal Fotoğraf Yarışması:
“Pencereden Bakarken. Kapıdan Geçerken”
Son Başvuru Tarihi: 25.11.2010
Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası,
Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu
Ulusal Mimari Proje Yarışması
2 Temmuz Mehmet Atay Fotoğraf Ödülleri 2010
Son Başvuru Tarihi: 26.11.2010
Antalyalı, Kentin “En Güzel” Yapılarını Seçiyor
Fotoğraf Yarışması: “Boşluk”
“Mimarlık Eğitiminde Yaratıcılık”
Konulu Bildiri Yarışması
Kayıt İçin Son Tarih: 30.12.2010
Çekül Pul ve Ekslibris Tasarım Yarışması
Proje Teslimi Tarih: 27 Ağustos 2010
4. Ulusal Mobilya Tasarım Yarışması
İlk Aşama Proje Teslimi Son Tarih: 20.12.2010
Kadıköy İskelesi ve Yakın Çevresi
Ulusal Öğrenci Mimari Fikir Projesi Yarışması
Proje Teslimi Tarih:04.02.2011
Mimed 2010 Mimarlık Öğrencileri Proje Yarışması
Son Başvuru Tarihi: 24 Kasım 2010
Uıa Çocuk Ve Mimarlık Altın Küp Ödülleri:
“Gençlerin Mimarlık Bilinçlerinin Geliştirilmesi”
Son Başvuru Tarihi: 1 Ocak 2011
“Çatılar Ve Sürdürülebilirlik”
Kavramsal Tasarım Yarışması
Teslim Tarihi : 14.02.2011
Ahşap Oyuncak Tasarımı Yarışması
Son Başvuru Tarihi: 12 Kasım 2010
56 Proje - Uygulama
Bornova Belediyesi Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi
Ulusal Mimari Proje Yarışması
Mahya Tasarım Yarışması
57
Fotoğraf: Y. Yeşim Uysal, Berlin, Eylül 2010
MESLEKİ UYGULAMA
Binalarda Enerji Performansı
Yönetmeliği Üzerine
Ali Hakkan
- 5 Aralık 2008 tarihi itibarı ile yürürlüğe giren ve 1 Nisan 2010
tarihinde önemli değişikliklere uğrayan ‘’Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği‘’ mimarlara özellikle bina tasarımı sürecinde önemli sorumluluklar yüklemektedir.
- Bu yönetmelik ile mimar tasarımının ilk aşamalarından itibaren vereceği kararlar ile binanın belirli bir Enerji Performans
Değerine ulaşmasında önemli ölçüde belirleyici rol üstlenecektir.
- Yönetmelik prensip olarak binaların soğutma, ısıtma, havalandırma, aydınlatma gibi enerji gereksinimlerinin mimari tasarım
sürecinde en az düzeyde tutulmasını öngörmektedir. Bu anlamıyla değerlendirildiğinde bina ile güneş enerjisi arasındaki
ilişkinin doğru kurulması sonucunda kış aylarında güneş ısısından önemli ölçüde yararlanılması, yaz aylarında ise gölgelendirme tercihlerinin doğru yapılarak soğutma yüklerinin en alt
seviyede tutulması gerekmektedir.
- Yine Yönetmelik ile doğal aydınlatma ve doğal havalandırma
konusunda, günışığının yapay aydınlatma yerine azami seviyede
kullanılması prensibi geçerlidir. Mimarın bu anlamda kullanabileceği en geçerli metod ise bir mahaldeki doğal ışık miktarının,
dış ortamdaki doğal ışık miktarına oranını ifade eden günışığı
faktörü ile 1 yıl içerisinde günışığının yeterli olması durumunda
yapay aydınlatmanın ne kadar süre ile kullanılmadığını gösteren
“Günışığı Otonomisi” kavramlarıdır.
- Bu Yönetmelik ile uygulama projelerinde ısı yalıtımına esas detayların hazırlanması ve yapının dış kabuk yalıtımında ısı köprüleri oluşmayacak şekilde detay çözümlemeleri yapılması esası
getirilmiştir. Burada mimarın ısı yalıtım projelerini hazırlayan
mekanik proje müellifi ile koordineli çalışması ve tasarladığı
binasında kullanılacak olan ısı yalıtım performansı yeterli olan
malzemelere karar vererek uygulama projesine aktarması oldukça önem kazanmaktadır. Bu anlamda mimar tasarımını üstlendiği binada tüm dış kabuk elemanlarının ısı geçirgenliklerini
bilerek malzeme seçimi yapmalıdır.
- Yönetmelikle 20.000 m2 üzerinde kullanım alanına sahip yeni
bina inşaatlarında, yapı maliyetinin %10’una karşılık gelecek şekilde yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasını şart koşmaktadır. Bu anlamda “Binalarda Entegre Yenilenebilir Enerji
Sistemleri” olarak değerlendirilebilecek en önemli araç güneş
enerjisi sistemi ile sıcak su üreten termal sistemler ve güneş
ışığı ile elektrik üreten fotovoltaik sistemlerdir. Bu sistemlerde
58 Mesleki Uygulama
bilindiği üzere yapıların kullanım ömrü boyunca kullanılmayan
çatılarına yerleştirilmektedir. Ancak hızla ilerleyen teknolojik
gelişmeler sonucunda örneğin binanın cephesinde kullanılan
fotovoltaik paneller bilinen cephe malzemeleri yerine geçerek
binada hem ısıdan koruma, hem enerji üretimi ve hem de estetik
işlevi üstlenecektir.
Çok özetle değinilen bu süreçte tasarım ile uğraşan mimar meslektaşlarımızın, proje tasarım aşamasının başında mal sahibi /
yatırımcı ile birlikte binanın “Hedef Enerji Sınıfını” belirleyerek
seçilen bina enerji sınıfı avantajları çerçevesinde bina işletme
giderlerine yönelik bilgileri bir araya getirerek bir karar vermeleri gerekecektir. Bundan sonra tasarımda alınan her kararın
ve yapılacak değişikliklerin binanın enerji performansına nasıl
etki ettiği Bakanlıkça hazırlanan BEP-TR programı aracılığı ile
değerlendirilecektir. Tasarımcı mimar bu aşamada mekanik ve
elektrik proje müelliflerini de bu sürece dâhil etmeli, alınan tüm
kararların hedeflenen bina enerji sınıfından sapmasını engelleyecek şekilde alınmasını sağlamalıdır.
Sonuç olarak, bu yönetmeliğin sağlıklı bir şekilde işlemesi için
yapı üretim sürecinde bulunan her mesleğe ve öncelikle de mimar meslektaşlarımıza bu süreçte çok önemli sorumluluklar
düşmektedir.
“Haksız Rekabet”
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Görüşü
Mimarlıkta haksız rekabeti önlemek, hizmette kaliteyi artırmak,
mimarlık hizmet alanlarını ve süreçlerini izleyebilmek ve denetleyebilmek için, mesleki denetimin hukuksal dayanak ve alt
yapısının oluşturulması gerekliliği, Genel Merkez tarafından da
tespit edilmiş olup, örgütün bütünüyle beraber ortak bir çalışma
yapmayı kaçınılmaz kılmaktadır.
Mesleki Denetim uygulaması 60’lı yıllarda başlamış ve başlıca
gerekçesi haksız rekabeti önlemek, yetkisiz kişilerin projelere
imza atmasının önüne geçilmesini sağlamak olmuştu.
Ülkemizde haksız rekabetin sadece meslek ortamımızda olmadığının, eğitimden sağlığa hayatın her alanında yaşandığının da
altını çizmek ve bunun da bir sistem ve etik sorunu olduğunu
vurgulamak gerekir.
Sistemdeki bozukluklar elbette ki meslek etiğini de bozmaktadır. O nedenledir ki haksız rekabet sorunu bugünün değil meslek
örgütümüzün 50 yıllık sorunudur.
Bu konu üzerinde örgüt içerisinde veya dışarıda defalarca tartışılmasına ve çalışmalar yapılmasına rağmen maalesef çözüm
yönünde çok fazla yol alınamamıştır.
Bunun elbette ki en önemli kaynağı yoksulluk, emeğe ve mesleki hizmete verilen değerin düşüklüğü, mimarlık hizmetinin giderek rant teknisyenliğine indirgenmesi, altyapı eksiklikleri ve
yetersiz eğitim kadrosuyla çoğalan üniversitelerin mezun vermesi, bozuk düzen yürüyen imar ve sağlıksız kentleşme ortamıdır. Böyle bir ortamda imzacılık, niteliksiz hizmet, hatta sahte
diplomalı mimarlarla karşılaşınca şaşırmamak gerekir. Çarpıcı
olan durum, sahte diplomalı mimarlarca ya da imzacılıkla üretilen projeler ile önemli sayıda mimarlık büroları tarafından üretilen projelerin birbirinden çok farklı olmaması ve ilgili kurumlarca da bu projelerin onay görmeleridir.
Bu durum başka bir sorunu da karşımıza çıkarmakta, bu da konunun sadece proje üretim sürecinde değil daha büyük ölçekte
planlama aşamasında gerekli ve doğru müdahalelerin yapılması
gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Aslına bakılırsa parsel ölçeğine indirgenerek planlama yapılmasının ve bu parsellerde de
yapılacak projelerin (yap-sat) mimarlık eseri olduğunun söylenmesinin çok da doğru olmadığını belirtmek gerekmektedir.
Başka bir durum ise Kamu’ya üretilen projelerin mesleki denetiminin yapılmamasıdır; bu projelerin çoğunun, ne yazık ki, ihale
yoluyla elde ediliyor olması soruna farklı bir boyut da katmaktadır.
Yukarıda açıklanan bu tespitler doğrultusunda soruna artık
farklı bir gözle bakarak kentlerimizi, çevremizi daha yaşanılır
ve sağlıklı görmek, mesleğimizi saygın kılmanın çabası içinde
olarak çözüme ilişkin önerilerimizi ana başlıkları ile şöyle özetleyebiliriz;
•
•
•
•
•
•
•
•
Eğitim konusunu kadro, altyapı ve nitelik olarak ele almak:
o Lisans eğitimi
o Sürekli mesleki gelişim
Meslek etiği üzerinde durmak ve bunu SMG konusu
yapmak,
Kentin yapılanmasında planlama aşamasından başlamak üzere diğer meslek disiplinleri ile birlikte daha
katılımcı ve müdahaleci bir yapının oluşturulmasını
sağlamak,
Proje ve yapı üretiminin niteliğinin artırılmasını sağlamak,
Mimari proje bedellerinde yapılan kırımların oluşturduğu haksız rekabet ve düşük hizmet kalitesi karşısında, nitelik-fiyat ilişkisi içindeki rekabet anlayışını ön
plana çıkarmak ve topluma benimsetmek,
Mimarlık hizmet ücretinin doğru ve gerçekçi (mimar ve
kullanıcı açısından) saptanmasını sağlamak,
Verilen hizmetin tanımının yoruma açık olmayacak şekilde yönetmeliklerimizde açıkça tariflenmesini sağlamak, bunun içinde yasa ve yönetmeliklerde gerekli
düzenlemeleri yapmak,
Kamunun proje elde etme sürecinde AB standartlarını
yakalamak ve üretilen projelerin mesleki denetiminin
yapılmasını sağlamak; önemli ve belli büyüklükteki
yapılar söz konusu olduğunda projelerin, denetim zaaflarına ve nitelik kaybına yol açan ihale yolu yerine yarışma yöntemiyle elde edilmesi için gerekli çalışmaları
yapmak.
Sonuç olarak, varoluş kavgası ve gelecek kaygısına rağmen
meslek odamızda birlikte ve beraber düşünce üretme ve hareket etme ortamını sağlayarak mimarlık mesleğinin toplum
içinde hak ettiği yerini bulması, toplumun öncü ve entelektüel
bir gücü olmaya devam etmesi için kesintisiz olarak mücadele
edilmesi gerekmektedir. Mesleki dayanışma en önemli gücümüzdür.
59
Danışma Kurulu Sonuç Bildirisi
TMMOB Mimarlar Odası
6-7 Kasım 2010 tarihlerinde Bursa – Uludağ’da yapılan Mimarlar Odası 42.Dönem 1.Merkez Danışma Kurulu toplantısında mimarlık, kentleşme ile ilgili konular değerlendirilerek, toplantıya
katılan bütün mimarların desteği ile; TBMM gündeminde olan
“Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı”nın gündemden çıkarılması amacıyla aşağıdaki bildiri ile kamuoyuna
çağrı yapılması benimsenmiştir.
KAMUOYUNA ÇAĞRI
Genel olarak dünyamızda yaygınlaşmakta olan doğa ve kent
yağmasından bizim de içerisinde bulunduğumuz yoksul ve dışa
bağımlı ülkeler daha fazla etkilenmektedirler. Bu süreçte “yeni
sömürgecilik” kent ve doğa yağmasını siyasal iktidarlarla ortaklaştırarak varlığını pekiştirmektedir.
Türkiye, jeopolitik konumu, kentleşme politikalarına bakış, siyaset yapma biçimleri, kentsel ranta dayalı ekonomi, siyasetin
finansman aracı olarak imar kararları, yatırımların dayatma
olarak gündeme gelmesi, toplum katılımını dışlayan antidemokratik uygulamalar gibi pek çok nedenle bu ülkelerin başında yer almaktadır.
Bugün sistemli hale gelmiş bulunan bu yağma süreci sadece
kentlerimizi, doğal kültürel ve tarihi değerlerimizi, tahrip etmekle kalmamakta, acımasız ve haksız rekabet koşulları altında
mesleğimizi de bu tür kararların uygulayıcısı haline getirip asli
değerlerinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
Aynı anlayış doğrultusunda akarsular, nehirler, göller, kıyılar,
vadiler, tarım ve orman alanları Hidro Elektrik, Termik ve Nükleer Santral yatırımları ile yok oluşa sürüklenmekte küresel
ortaklı sermaye şirketlerinin hüküm ve tasarrufları altına alınmaktadır.
Günümüzde çevre ve kent değerlerinin yok olma sürecinde yeni
ve her bakımdan tüm toplumsal yaşamı tehdit eden bir boyut söz
konusudur. 1980 darbesi sonrası izlenmeye başlanan neo liberal politikalar eşliğinde kamu idarelerinin sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırıldırığı süreçte “kentsel
yağma” niteliğindeki karar ve uygulamaların giderek hem nicel
hem de nitel olarak artmıştır. Ancak özellikle 12 Eylül 2010 referandumu ile “neo liberal yeniden yapılandırma operasyonu”
hukuk sürecine de aktarılmış bulunmaktadır.
Büyük bir hızla getirilen yasa ve kararlar ile; bugüne dek anayasanın ilgili maddeleri ve mevcut yasalarımıza dayanılarak koruyabildiğimiz doğal, kültürel tarihi ve kentsel değerlerimiz küresel destekli rant sermayesi için hiçbir yasal engel olmadan talan
60 Mesleki Uygulama
alanlarına dönüştürülmektedir. Bunun en son örneği onbinlerce
hektar doğal sit alanımızı kapsayan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliği
Koruma Kanunu” adı altında tezgâha sürülen yasa tasarısıdır.
Söz konusu tasarı yasalaştığı takdirde, Munzur vadisi, İkizdere
vadileri, milli parklarımız, kıyılarımız ve ormanlarımız gibi koruma ve sit kararı getirilmiş bütün doğal sit alanlarımızla birlikte
kentlerimizin sınırları içindeki kıyı ve karma sit alanının koruma
statüleri değiştirilecek ve küresel sermayenin yağma alanlarına
dönüştürülecektir.
Bu nedenlerle “yasa tasarısı”nın TBMM gündeminden öncelikle geri çekilmesi için kamuoyumuzu duyarlı olmaya çağırıyor ve
Mimarlar Odası olarak duyarlı tüm kesimlerle birlikte girişimin
durdurulması için çaba göstereceğimizi kamuoyumuza saygıyla
duyurulur.
TMMOB MİMARLAR ODASI
KARİKATÜR - ESKİZ
Onur Yaser Can Anısına
Onur Yaser Can
61
SÖYLEŞİ
TMMOB Mimarlar Odası Ankara
Şube Başkanı Fatih Söyler ile
Mimarlığın Sosyal Forumu 2010
ve Ankara Üzerine Söylesi1
Ankara üzerine pekçok şey yazılıp çiziliyor. Siz içerden bir göz
olarak nasıl görüyorsunuz Ankara’yı?
80 sonrası dönemde giderek devletin küçültülmesi, ekonomi
gibi Ankara’da yerleşik pek çok fonksiyonun İstanbul’a kayması, İstanbul’un adeta devletin ekonomik merkezi haline dönüşmesi, Ankara’daki kültürel ortamı ve kentsel değişimi oldukça
etkiledi. Hatta oldukça olumsuz yönde etkiledi. Bunu saptamakta fayda var. Ankara, 1980’lere kadar aynı zamanda kültürel bir
başkentti. Benim gençlik yıllarımın Ankara’sı, sadece mimarlık
anlamında değil, ama resim, müzik, edebiyat gibi pek çok alanda
her yönüyle renkli, gerçekten ‘başkent’ olma keyfini yaşayan bir
kentti. Ancak söylediğim gibi 1980 sonrası dönemde, bizim kendi
çevremizden dahi pek çok arkadaşımız İstanbul’a taşınmayı tercih etti. Belki bunun önüne geçmek, değiştirmek mümkün olabilir. Meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının çabalarıyla
biraz da olsa bu durumun önüne geçmek mümkün olabilir. Ben,
hükümetten bu anlamda pek fazla katkı beklemiyorum. En son
tamamlanan Cer Sanat Atölyeleri çalışması, bu yönde gerçekten
iyi bir katkı verdi. Umarım Ankara’daki kültürel ortam açısından
olumlu bir hava yaratır. Fakat, ne yazık ki bu yeterli değil; yanına
pek çok başka şeyin de eklenmesi gerek.
Sanki Ankara kültürüne sahip çıkmıyor gibi… Ulus’ta,
Gazhane’de olanlar örneğin, Ulucanlar Cezaevi’nde yapılan
hatalı restorasyon…
M.O. Ankara Şubesi’nin bu anlamda çabalarının tek başına yeterli olabileceğini düşünmek bir hayal. Hakikaten, bu çabanın
geniş bir çevre tarafından sahiplenilmesini sağlamak lazım.
Mimarlığın Sosyal Forumu, umuyorum bu yönde bir etki yaratacak. Havagazı fabrikasını, göz göre göre kaybettik. Bütün dünya
bu tür kültür varlıklarına sahip çıkarken, biz yıkıyoruz. Yerine
konan şeyin ne olduğuna bakıyorsunuz; hiçbir şey… Ankara giderek kent kimliğinden uzaklaşarak mekanik bir ortama dönüşmeye başladı. Bir makine gibi görülüyor ve hatta öyle olması da
isteniyor. Yurtdışından gelen önemli konuklar, çok hızlı biçimde
Çankaya’ya ulaşacaklar, toplantılarını yapacaklar; tekrar lüks,
ışıltılı bulvarlardan geçerek hızlı biçimde havalimanına varacaklar ve kenti terk edecekler. Ama insanlar yaşıyor bu kentte;
kentler, araçların değil insanlarındır. İnsanlar, araçları bir yerden başka bir yere ulaşmak için geliştirirler; ama Ankara bu1 Söz konusu söyleşi Yapı Endüstri Merkezi tarafından Mimarlığın Sosyal Forumu öncesi 13 Ekim 2010 tarihinde gerçekleştirilmiştir.
62 Söyleşi
nun tersinin olduğu bir kente dönüşmek için uğraşıyor. Tuhaf bir
çöküntü var. Örneğin Kızılay, gündüz – gece hayatıyla, her şeyiyle bir çöküntü alanı halini aldı. İnsan ızdırap duyuyor. Elbette
gelişme olmalı; ben gençlik yıllarımın nostaljisi içinde değilim.
Ama bu gelişme, hakikaten olumlu yönde olmalı. Yeni bir şeyler
katıyor olmalı; ama Ankara’dan hep alınıyor. Ankara, giderek yaşanmaz bir kente dönüşmeye başladı.
Ankara, sahip olduklarına değer vermiyor, sahip olmadığı şeylere öykünüyor gibi...
Bir meydanın ortasına bir havuz yapıp, üzerine de plastik yunus
balıkları koymanın bir anlamı yok. Bunun bize, kente yaptığı
bir katkı yok. Üstelik, bir meydanımız varsa, onu da mahvediyor. Meydanlarımız gitti. Bu tür projeler giderek de yaygınlaşıyor. Bilemiyorum, acaba kentin giderek makineleşen yaşamından insanları biraz olsun uzaklaştırmak mı istiyorlar? Dikmen
Vadisi, Göksu Parkı gibi bir takım projeler var. Ama hafta sonu
bu tür yerlere gidiyorsunuz, bir kıyametle karşılaşıyorsunuz.
Ankara’da dört milyon insan varsa, sanki iki milyonu orada gibi.
İyi şeyler yapılmışsa bile farkına varamıyorsunuz. Aslında küçük
dokunuşlarla, çok para harcamadan da sokaklarıyla, caddeleriyle, meydanlarıyla yaşanabilir bir kent yaratılabilir. Ne yazık ki
pek çok insan, “başka bir iş bulsam da şu kentten gitsem” şeklinde düşünür hale geldi.
Ankara’nın nasıl bir mimari kültürü var? Şehir, kamusal
idarenin de merkezi olduğu için pek çok önemli ve köklü
yapı firmasına, mimarlık bürosuna sahip. Bu aktörler neden
kendilerini gösteremiyor?
En azından 1980’li yıllara kadar oluşturulmuş bir birikimimiz
var. Başkent olduğu için pek çok önemli yarışma Ankara’da
gerçekleştirildi. Kamu yapılarını elde etmek için yarışmalar
düzenlendi. Fakat 80’lerle birlikte bu zayıfladı; çünkü kamu
kurumlarının şehirde mekan ihtiyacı giderek azalmaya, biçim değiştirmeye başladı. Devlet, birçok fonksiyonunu yerel
örgütlere, yerel yönetimlere, valiliklere, il özel idareye devretmeye başladı. Örneğin İller Bankası dağıtılmak üzere. Köy
Hizmetleri Genel Müdürlüğü dağıtıldı. Geriye kalan devlet organları da ihtiyaçlarını yarışma yoluyla değil de sınırlı sayıda davet ya da tanıdıklar üzerinden karşılamaya başladı.
Biz, olabildiğince yarışmaları teşvik etmeye uğraşıyoruz. Ör-
neğin Necati Bey Caddesi’nde daha önce HSYK’nın kullandığı
bir yapının yıkılacağını ve yerine başka bir binanın yapılacağını, kat sayısının da artacağını öğrendik. Necati Bey Caddesi,
Bakanlıklar bölgesine yakın, önemli bir yerde. Biz de sürecin doğru yönetilmesi anlamında ulusal bir yarışma yapılması için başvurduk. Cevap verirler mi vermezler mi bilemiyorum; ama verseler bile büyük bir ihtimal olumsuz olacak.
O yapı bir şekilde yaptırılacak, ama iyi mi yoksa kötü mü olacak bilemiyorum. Keşke ulusal bir yarışma ile olabilse.
Ankara, hakikaten özgün mimarlık anlamında son derece iyi, güzel yapılara sahip. Geçenlerde bir röportaj sırasında, TBMM, Anıt
Kabir ya da köşk dışında modern bir başkent olarak Ankara’yı
temsil edecek, sembol bir yapı gösterebilir misiniz diye sordular.
Gösteremem; öyle bir yapımız da yok doğrusu. Var, ama eskilerden gelen yapılar var. İyi ki Arif Hikmet Koyunoğlu yaşamış
ve Ankara’da da birkaç eser bırakmış. Keza Taud da öyle. Fakat
bunların üzerine ne eklemişiz diye baktığımız zaman, belki var;
ama sembol olabilecek örnekler değil. Son zamanlarda Ankaralı mimarlar daha çok yurtdışı projelere yöneldiler ve başarılı
sonuçlar da alıyorlar. Eğer Ankara bugün bünyesinde bir parça
da olsa yetenekli arkadaşlarımızı barındırabiliyorsa, bu yurtdışı
projelerin katkısıyla oluyor. Devletin, kamunun bundaki katkısı,
ne yazık ki giderek zayıflıyor.
Ankaralı mimarlar, mesleklerini yapabilmek anlamında ne
gibi sorunlarla karşılaşıyorlar?
Ankara’da iş hacmi oldukça azaldı. Evet, özellikle kentin çeperlerinde yeni AVM yatırımları görüyoruz, konut alanları gelişiyor.
Kent, bahsettiğimiz olumsuzluklara rağmen hala nasıl göç alabiliyor diyebilirsiniz. Her ne kadar artık eskiden olduğu gibi bir
memur kenti değilse de, özellikle Kuzey hattında, Çankırı yolu
üzerinde, bir parça da eski İstanbul yolu üzerinde ciddi bir sanayi atılımı var. Elektrik, elektronik, mobilya, otomotiv; hakikaten
dünya çapında bir sanayi gelişimi var. Bunda, Aselsan gibi firmaların Ankara’da olmasının da payı büyük. Dolayısıyla eskiden
Ankara neredeyse İzmir kadar bir ekonomik potansiyele sahipken, şu anda sanayiye katkı konusunda İstanbul’dan sonra ikinci
sırada. Memur kenti, aynı zamanda bir sanayi kentine dönüşüyor. Bu nedenle nüfusunu hala koruyor ve az da olsa göç alıyor.
OSTİM’i kat kat aşmış bir sanayileşmeden bahsediyoruz.
olarak Temelli’ye kadar uzandık. Kızılay’dan hesaplarsanız, aşağı yukarı 40 – 50 kilometre Batı yönünde, Mamak yönünde de
bir 20 kilometre kadar kentsel gelişimin olduğu bir bant çıkıyor
karşınıza. Dolayısıyla meslektaşlarımız da buralarda mimarlık
hizmeti yapma olanağı buluyorlar. Tabi TOKİ olayı burada etkili.
TOKİ, kentsel dönüşüm ya da yeni konut projeleriyle Ankara’nın
pek çok yerine girdi ve inanılmaz bir yapı stoku oluştu. Bu, bizim meslek alanımızı doğrudan etkiliyor; çünkü TOKİ’den konut
talebi arttı. Yap-sat’çı küçük müteahhitler yok olmaya başladı.
Onun yerine arsa geliştiren, izole yaşam alanları kuran, büyük
örgütlü yapı sektörü gelişmeye başladı.
Ankara, dışarıya kapalı site hayatı konusunda İstanbul’a göre
biraz daha mı istekli?
İstanbul’a da sık sık gidip geliyorum. İstanbul’un büyüklüğü,
kalabalıklığı içinde onları kaybedebiliyorsunuz. Ankara’da daha
göze batıyorlar, daha kolay görünebiliyorlar. Eskilerin deyimiyle tek tabanca bürosunda mimarlık yapan, ağzında piposu,
boynunda atkısı olan mimar imajı yok oldu. Mesleğine gönlünü
vermiş insanlar ya bürolarını kapatmak zorunda kalıyorlar, ya
da bir yerlerde ücretlileşmeye başlıyorlar. Ya da şirketleşmeyi tercih ediyorlar. Ama şunu söyleyebiliriz, mimarlık alanında giderek bir daralma var ve bu da meslektaşlarımızı etkiliyor. Kendi kendimize de ihanet ediyoruz; imzacılık denilen bir
olgu var örneğin. İnsanlar evlerine ekmek götürmek zorunda;
bu nedenle müteahhitin yanında çalışan bir teknikerin çizdiği projeyi üç-beş kuruş karşılığında imzalayan arkadaşlarımız
da var. En son olarak da sahte mimarlar sorunu çıktı.
Nedir boyutu bu meselenin? Nasıl farkına varıldı?
Bazılarının diplomasından şüphelenip, araştırdık. Bir Askerlik
Şubesi yine bir diplomadan şüphelenmiş, bizi aradı. Bunun bir
çete işi olmasından şüpheleniyoruz. Tespit ettiklerimizin önemli
bir bölümü Kıbrıs menşeiili; içlerinde denklik belgesi getirerek
Oda’ya kayıt yaptırmış olanlar da var. Biz, sahte diplomalı 30 mimar saptadık. Ama bu rakamın daha da büyük olmasından endişeleniyoruz. Çünkü kamu, Mimarlar Odası’na kayıt zorunluluğu
aramıyor. Özel sektörde de işveren Oda’ya kayıtlı olup olmadığını
sormuyor.
Yani hala bir yapı ihtiyacı var kentte. Özellikle kentin gelişme
alanlarında, Çayyolu, Mamak’ta Doğu Kent bölgesi... Yani kent
63
Mimarlık çok spesifik bir alan. Burada beklenti ne olabilir?
Burada, mimarlık ortamı olarak sorgulamamız gereken çok
önemli bir nokta var: Bu insanlar ciddi ciddi iş yapmışlar; altında
imzalarının olduğu projeler var. Bu projeler belediyelerden geçmiş, saptanıncaya kadar geçen süre içinde bizden sicil durum
belgesi almış… Bu insanlar tarafından yapılmış gibi görünen
projeler var ortada. Demek ki bizim çok ciddi bir nitelik sorunumuz var. Eğer bir tekniker tarafından müteahhitin istekleri
doğrultusunda çizilmiş bir projeyse ve altında da bunların imzası varsa, daha da beter bir durum. İmzacı olsun ya da kendi
yapmış olsun, bunlar, projeci meslektaşlarımızın projeleriyle
aynı kalıp içinde gidiyorsa; sokaklarımız bunlarla doluysa ve
bunlar birbirinden ayırt edilemeyecek biçimde aynı tip binalarsa, mimarlık ortamının kendini sorgulaması gerekir. Bu sorgulamaya, eğitimi, uygulaması, her şeyi dahil olmalı. Mimarların,
nitelik sorunu üzerine iyi düşünmesi gerek. Biz şimdiye kadar
asgari ücret tarifeleriyle, oda denetimiyle, imzacılığı önlemeye ve haksız rekabetin önüne geçmeye çalıştık; fakat demek
ki bunlar yeterli değil. Meslek ortamı olarak, nitelik sorununu
öne çıkaracak yeni bir eylem programını ele almamız gerekiyor.
Ne gibi önlemler alınacak sahte mimarlara karşı?
Öncelikle Oda ile okulların sıkı bir işbirliği kurması gerek. Oda
olarak bunu yapmaya çalışıyoruz; ama aynı şeyi okulların da düşünmesi gerek. Biz, hem Türkiye’deki hem de Kıbrıs’taki okullara başvurarak bize listelerini göndermelerini istedik. Yasal
olarak ise durumu savcılığa iletiyoruz, dosyalarını ulaştırıyoruz.
Bundan sonrası onların işi.
Mimarlığın Sosyal Forumu’na geçersek, bütün bu konuştuklarımızdan sonra forumun derdi ne olacak, ne önerecek?
Aslında forumun, altında birçok alt başlığı topladığı çok geniş
bir teması var. Kentlerimiz, ne yazık ki mimarlığın nimetlerinden yeterince faydalanmıyor. Oysa, o mimarlık ortamı kentin her
tarafını bir mücevher haline getirebilecek yeteneğe ve birikime
sahip. Avrupa’yı ya da gelişmiş ülkeleri kıskanmamıza gerek
yok. İnanıyorum ki meslektaşlarımıza o olanaklar tanınsa, söz
konusu ülkeleri kıskandıracak yapılara, kentsel çevrelere sahip
olabiliriz. O zaman, tek tük de olsa meslektaşlarımızın elinden
çıkan mücevher değerindeki yapılar çöplüğün içinde kalmaz,
kentsel bütünlük içinde yerini bulur. Bugüne kadar elbette politikacıların, sermayenin yanlış tutumları var. Daha çok spekülatörlerin yönlendirdiği bir kentleşme yaşadık ve politikacılar
da genelde hep bu spekülatörlerle işbirliği içinde oldular. Bu
da bugün içinde olduğumuz kötü kentsel çevreyi getirdi.
Ama bunda yoksulluğun etkisi de var. Hiç kimse devlet baba kadar güçlü değil ya da bir fabrikatör kadar parası yok. Geçen yıl
bir kamu kurumunun yaptırdığı bir araştırmaya göre Türkiye nü-
64 Söyleşi
fusunun yüzde 20’si açlık sınırının altında yaşıyor. Demek ki 15
milyon insan hayatlarını nasıl idame ettireceklerini bilemez durumdalar. Buna yoksulluk sınırında olanları da ekleyin. Özellikle
1980’lerden sonra, orta sınıfta ciddi bir erime oldu; bahsettiğimiz
diğer gruplara göre görece daha iyi durumdalar. Dolayısıyla çok
ciddi bir yoksulluk ve yaşam standartlarında bir düşüş söz konusu. Ancak bu sadece Türkiye’nin sorunu değil; özellikle gelişmemiş - gelişmekte olan bütün ülkelerin yaşadığı bir durum. Yoksulluk kentlerimizin şekillenmesinde de önemli bir rol üstleniyor. Kent halkı ne kadar yoksulsa, kentin biçimlenmesi de o kadar
yoksullaşıyor. Son yıllarda geliştirilen kentsel dönüşüm projeleri
bunu değiştirme iddiasını taşıyor, ama yetersiz. Bunun problemlerine ayrıca değinmek gerek; ancak hala kentsel çevre içinde,
çeperlerde çok kötü koşullarda yaşayan insanlarımız var.
Mimarlar Odası kentsel dönüşüme karşı değil; nasıl yapılması
gerektiği konusunda görüş ayrılıklarımız var. Problemlerden biri
rant odaklı olması, diğeri de katılımcı olmaması. Yeni Mahalle’de
seçimlerden sonra yeni başkan bakıyor, daha önceden verilmiş
bir kentsel dönüşüm kararı var. Arık iş uygulama noktasına
gelmiş, yapılacak. Ancak dönüşümün halka benimsetilebilmesi
için de çok fazla seçenek yok; çünkü katılımcı bir anlayışla yapılmamış, bir şekilde halledilmiş. Önce kiracılar korkutuluyor.
Kiracılar, ama belki de 20 senedir orada yaşıyor. Nereye gidecekler, aynı koşullarda başka nerede ev bulacaklar? Yine Yeni
Mahalle’de aylık 200 Lira kira yardımı yapılamasına karar verilmiş. Ama kim ödeyecek, belediye mi? Hayır, belediyenin anlaştığı müteahhit ödeyecek; ödemediği takdirde de hukuki yollara
başvurulacak. İnsanlara biraz da duyguyla yaklaşılması lazım;
biz duygularımızı da yitiriyoruz, öyle tuhaf bir durum var.
Mimarlığın sosyal forumunda da bütün bu kentsel meseleleri,
yoksulluğu, alt yapı sorunlarını, dışarıdan izole konut alanlarını,
kentlilerin birbirleriyle kurdukları ilişkileri ele almak; mimarlar
bu konuda neler yapabilir, bunun uygulanmış örnekleri var mı;
mimarların, bir ücret almadan da topluma verebilecekleri bir şey
olabilir mi sorularına yanıt aramak istiyoruz. Öte taraftan toplumun
da mimarlardan neler beklediğini öğrenmeye çalışacağız.
Organizasyonda nasıl bir akış düşünüyorsunuz?
Çarşamba günü kayıtları aldıktan sonra akşam, kentin ortasında
Sakarya Caddesi’nde Bandista’yla bir hoş geldin partisi vereceğiz. Ertesi sabah, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açılışımız var.
Öğleden sonra da Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın Necatibey’deki toplantı salonunda paralel oturumlar başlıyor. Son gün, Rod Hecting’in konuşmasını Kocatepe
Kültür Merkezi’nde yapacağız ve sonrasında Mimarlar Odası’nın
Konur Sokak’taki merkezinden Kocatepe’ye küçük bir forum
yürüyüşü gerçekleştireceğiz. Kocatepe Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek büyük forumda da yapılan atölye çalışmalarının
sonuçları sunulacak; barınma hakkı dernekleri gibi sivil insi-
yatifler sunuşlar yapacak, bir forum deklarasyonu açıklanacak
ve Kardeş Türküler konseriyle bitecek. Ana hattını çizdiğimiz bu
etkinliklerin dışında açık ve kapalı alan sergileri olacak, poster
sunuşlar, sokak tiyatroları ve film gösterimleri yapılacak.
Bu tür organizasyonlar için sıradan insanı kapsayabilmek çok
zor olabiliyor. Halkı da etkinliklere çekebilmek için nasıl bir yol
izleyeceksiniz?
Bu, sivil toplum insiyatiflerinin bizzat yaşadıkları sorunlardan
biri. Çok sayıda dernek var, ama gittikçe yalnızlaşıyorlar. Biz,
bunu aşmaya çalışıyoruz. Hazırlık aşamasında bütün sivil insiyatifleri işin mutfağına davet ettik; onların da katkısını almak istedik. Zaten son gün yapılacak büyük forumda da onların sesine
kulak vereceğiz. Atölye çalışmalarımızdan bazıları da dört duvar
arasında yapılmayacak. Örneğin bunlardan biri, Mamak’ta terkedilmiş bir sinema salonunun canlandırılması üzerine. Mahalle
halkının, bölgedeki ustaların yardımıyla o sinema ayağa kaldırılacak ve forum sırasında kent filmleri gösterme fırsatımız olacak. Ayrıca çalışmaların belgelenmiş halini de foruma aktarmaya
çalışacağız. Yaya üst geçitleriyle ilgili bir atölye yürütülecek.
Sizce mimarın gerçekten yapabileceği bir şey var mı?
Bence var. Bunun en iyi örneklerinden biri Mısırlı mimar Hasan Fetri. Yoksullara öncelik vermiş, ekonomik anlamda daha
karşılanabilir olan kerpiç evleri öne çıkarmış. Bu bir tasarım
yaklaşımı. Pekala günümüz mimarı da bu konuda kafa yorabilir.
Örneğin afet sonrası süreçte mimar nasıl rol alabilir diye düşünebilir. Çok hızlı biçimde insanların barınma sorununun nasıl
çözüleceğine dair bir tasarım ortaya koyabilir. Yoksulluk denilen
sürekli bir afetin içinde yaşıyoruz; buna dair bir şeyler üretilebilir. Eğer bu insanlar gecekondu yaptırabiliyorsa, demek ki en
azından onun gerektirdiği harcamaları yapabilecek durumdalar.
Bu noktada, onların daha insancıl bir ortamda yaşayabilmeleri için elbette mimarın yapabileceği bir şeyler olmalı. Mahalle
halkının da katılımıyla ve küçük dokunuşlarla o sefalet bölgeleri
en azından insanların birazcık daha mutlu oldukları bir yere dönüşebilir. Mimarlar Odası Ankara Şubesi, benzer bir çalışmayı
1998 yılında Van’da yapmıştı. 250 göçer aile, Van Valiliği’nin de
katkılarıyla ve kendileri bizzat çalışarak hiç olmazsa başlarını
sokabilecekleri bir ortam yarattılar.
65
BİLİNMEYEN ANKARA
İş Bankası Blokları *
(Türkiye İş Bankası A.Ş.
Memurları Kooperatifi)
İlknur Sudaş
KÜNYE:
Mimar: Y. Mimar Kadri Erkman
Proje: 1962
İnşaat süreci: 1963-1965
İş Sahibi: İş Bankası Memurları Kooperatifi
İşlev: Konut
Adres: Çankaya, Ankara
Çankaya, Simon Bolivar Caddesi üzerinde 5402-11, 5401-14 ve
5404-15 parsellerinde konumlanan İş Bankası Blokları, 1962 yılında İş Bankası Memurları Kooperatifinin isteği üzerine istenen
3 proje arasından seçilmiştir. 10 adet yüksek katlı bloktan oluşan proje, İş Bankası Yenişehir Şubesi, Eskişehir Yolu üzerinde
Bilgi İşlem Merkezi Binası (günümüzde SPK tarafından kullanılıyor) gibi Ankara’daki yapılarıyla, kendi mimari kimliğini oluşturan Yüksek Mimar Kadri Erkman’a aittir1.
İş Bankası çalışanları için tasarlanan bu konutlar, dönemin mimari özelliklerini içinde barındıran, aynı zamanda kentsel ölçekte incelendiğinde çevresindeki yoğun yapılaşmaya göre farklılığıyla dikkat çeken yapılardır. İki tip daire plan çözümlemesinin
binalara yansımasıyla 2 farklı tip blok oluşturan yapılar, cephe
özellikleri açısından farklılık gösterse de plan çözümleme anlayışları aynıdır. Günümüz anlayışıyla 2+1 ve 3+1 olarak değerlendirilebilecek daire planları, 2 veya 3 yatak odası, salon, banyo
ve tuvalet barındırmasının yanı sıra, salondaki yemek bölümü
ile mutfak arasında bulunan hizmetçi odasıyla dikkat çekmektedir. 3+1 daire planlarının oluşturduğu 7 adet blok prizmatik bir
geometriye sahipken, 2+1 daire planlarının meydana getirdiği 3
adet blok bu geometrinin girinti ve çıkıntılarla zenginleştirilmiş
halidir.
Dönemin yapı nizamı 3-4 katlı ve alandaki parselasyon normal
olmasına rağmen, İmar Müdürlüğü’nden izin alınarak arsalar
birleştirilmiş, yoğunluğu aşmamak ve topografyanın elverişliliğiyle kuzeyde konumlanan şehre görüş verebilmek adına binalar 6 ile 10 kat arasında yüksek katlı olarak tasarlanmıştır2.
Böylelikle binaların etrafında kullanılmaya elverişli yeşil alan
bırakılmış ve aynı dönemde Sadri Aran tarafından peyzaj tasa1 *AH 544 Architectural Research Studio – ANKARA 1950-1980 (ODTÜ)
ders kapsamında incelenmiştir.
Kadri Erkman’nın İş Bankası mimarı olarak anıldığı çalışma hayatı, İş
Bankası Blokları’nın beğenilmesi ardından yarım zamanlı işe alınmasıyla başlar. (Kadri Erkman’la İş Bankası Blokları üzerine Röportaj,
2009)
2 Kadri Erkman’la İş Bankası Blokları üzerine Röportaj, 2009
66 Bilinmeyen Ankara
rımı yapılmıştır. Binalar yerden kaldırılmış, kolonlar üzerinde
yükseltilmiştir. Aynı zamanda cephede de okutulan servis kovaları, zeminde cam bir kütlede muhafaza edilmiş, görsel derinliğin sürekliliği hedeflenmiştir. Zeminde bina sınırlarının içerisinde apartman sakinleri için istirahat bölümü düzenlenmiş,
çizimlerden elde edilen bilgilere göre masa tenisi gibi spor aktiviteleri düşünülmüştür. Diğer bir dönem özelliği olan teras çatı
tüm bloklarda kullanılmış, mimarın kendisinden ve bazı apartman sakinlerinden alınan bilgilere göre, parti organizasyonları,
güneşlenme vs. aktiviteleri için kullanılmışlardır.
Blokların en dikkat çekici özelliği ise, 3+1 olarak tasarlanan
blokların batı cephesinde ikinci katta bulunan balkondur. Cephe
kör olarak tasarlanmış, sadece bir adet balkonla cepheye hareketlilik verilmiş, aynı zamanda mimarın imzası niteliğini kazanmıştır.
Günümüzde bu bloklar orijinal görüntülerini kaybetme sorunuyla karşı karşıyalar. Apartman sakinleri, yoğun cam kullanımı ve
servis kovalarının dahi ısıtılmasıyla ortaya çıkan apartman giderlerini karşılayabilmek adına, zemin katları kapatma kararları alıyorlar. Şu anda 6 adet bloğun zemin katları, işyeri, kreş,
market ve pastane gibi kullanım işlevlerini sağlayacak şekilde
dönüştürülmüş durumda. Bireysel açıklık kapatma girişimleri
de aynı zamanda yapıların görünümünü zedelemekte. Çatı katları ise kilit altında tutulup, reklam panolarını barındırıyor.
Röportaj, fotoğraflar: İlknur Sudaş
67
KİTAP YORUM
Şubeden 3 Yeni Kitap:
Anket – Araştırma – Sayısal Bilgi
Geçen yıl Mimarlar Odası Ankara Şubesince yapılan iki anket çalışması ve Şube kayıtlarından derlenen sayısal bilgiler, üç ayrı
kitapta yayınlandı.
ÜYELER VE EKONOMİK KRİZ
“Anket – Araştırma – Sayısal Bilgiler” dizisinin bu ilk kitaplarında verilen anket çalışmalarının birincisi Üye Profili ve Ekonomik Ortamında Üye Eğilimleri başlığını taşıyor. Kitapta, Şube
üyesi mimarlar arasında Eylül 2009’da yapılan anketin sonuçları
ve bu sonuçlara ilişkin değerlendirmeler yer alıyor. Ankete verilen yanıtlardan; farklı kesimlerden mimarların gelir, çalışma
koşulları gibi bilgilerle birlikte, ekonomik krizle ilgili görüş ve
davranışlarını öğrenebiliyorsunuz. Yanıtlarda ayrıca üyelerin
Oda’dan beklentileri konusunda ayrıntılı görüşler de sıralanıyor.
ODTÜ MİMARLIK ÖĞRENCİLERİ
Dizinin yayınlanan ikinci kitabı ODTÜ Mimarlık Öğrencileri Arasında Yapılan Anket Sonuçları Üzerine Değerlendirmeler, geçen yıl yapılmış olan bir anketi kapsıyor. Geniş ölçüde öğrencilerin katkısı ile düzenlenmiş olan ankette öğrencilerin; barınma
koşulları, eğitim giderleri, ekomomik kriz ortamında davranışları gibi yaşama koşulları ve maddi olanaklarına ilişkin soruların
yanıtları aranmış. Ankette ayrıca eğitim programları ve mimarlık mesleği konularında öğrencilerin yaptıkları ayrıntılı değerlendirmelere de yer veriliyor. Anketin son bölümü, öğrencilerin
Mimarlar Odası ile ilişkileri hakkındaki görüşlerinden oluşuyor.
ÜYELERE İLİŞKİN SAYISAL BİLGİLER
“Anket – Araştırma – Sayısal Bilgiler” dizisinin üçüncü kitabı,
Mimarlar Odası Ankara Şubesinin üye ve büro kayıtlarından derlenen 2008 – 2009 yılı bilgileri veriliyor. Üyelere Tescilli Bürolara ve Mesleki Denetim Uygulamasına İlişkin Sayısal Bilgiler ve
Yorumlar 2008 – 2009 başlıklı kitapta, Ankara ve Şubenin etkinlik alanı içindeki Bartın, Bolu, Çankırı, Çorum, Düzce, Erzincan,
Karabük, Kastamonu, Kırıkkale, Kırşehir, Nevşehir, Sıvas, Tunceli, Yozgat ve Zonguldak illerinde bulunan üyelerle ilgili sayısal
bilgilere yer veriliyor. Şubeye kayıtlı 7.298 mimarın yüzde 90’ı
Ankara’da yaşıyor, yüzde 38’i kadın.
Kitapta ayrıca, Ankara’da mesleki faaliyette bulunan mimarlık
büroları ve son iki yılda sürdürülen mesleki denetim uygulamaları hakkında ayrıntılı sayısal bilgiler yer alıyor. Dizinin her
üçkitabında, Şube kapsamında elde edilen bilgiler yer yer, UIA,
ACE, TMMOB ve Mimarlar Odası genelinde yapılmış çalışmaların
sonuçlarıyla karşılaştırılıyor.
Kitapların, mevcut duruma ilişkin somut bilgilere ulaşmak isteyenler kadar, benzer konularda anket – araştırma yapacaklara
örnek oluşturma açısından da yararlı olacağını umarız.
68 Söyleşi
VEFAT
Rahmi Bediz’i Kaybettik
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi üyelerinden Rahmi Bediz’i kaybetmiş bulunmaktayız. 656 sicil numaralı üyemiz Bediz,
28 Ekim 2010 tarihinde defnedilmiştir. Tüm ailesine, dostlarına ve mimarlıık ortamına başsağlığı dileriz.
1941 Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olan Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl’la birlikte Ankara başta olmak üzere pek çok ilde
önemli projeler gerçekleştirmişti. Bu projeler arasında Fikir İşçileri Kooperatifi, MTA Genel Müdürlüğü, Milli Kütüphaneciler
Yapı Kooperatifi Apartmanları gibi yapılar bulunmakta. Rahmi Bediz ayrıca pek çok mimari yarışmada ödüller almış ve jüri
üyeliği yapmıştı.
Ödül Aldığı Yarışmalar:
1944 - Çanakkale Zafer ve Meçhul Asker Anıtı
1. Mansiyon Sedat Hakkı Eldem, Samim Oktay, Rahmi Bediz,
Demirtaş Kamçıl
1945 - Haymana Otel Termal ve Halk Hamamı
1. Mansiyon Demirtaş kamçıl, Vahdet Dobra
1951 - Dış Memleketlerde Yapılacak Şehitler Anıtı
4. Mansiyon Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl
1972 - T.C. Vakıflar Bankası, T.A.O. Genel Müdürlüğü
(sınırlı yarışma)
1. Mansiyon Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl
Jüri Üyelikleri:
1946 - Ankara Teknik Üniversitesi Fizik ve Kimya Fakülteleri
1. Mansiyon Vahdet Dobra, Demirtaş Kamçıl, Rahmi Bediz
1955
1957
1957
1960
1961
1961
1946 - Konya Sinema Tiyatro Binası
1. Mansiyon Rahmi Bediz, Vahdet Dobra
1961
1961
1947 - Yenişehir Cami
2. Mansiyon Rahmi Bediz, Vahdet Dobra
1963
1945
İstanbul Radyo Evi
2. Satın Alma
Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl
1947 - İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Ekonomi Fakülteleri
Ek Binaları
Mansiyon Rahmi Bediz, Vahdet Dobra
1948 - Ankara Cebeci’de (Fidanlık Yerine Yapılacak) Mahalle
2. Mansiyon Demirtaş Kamçıl, Rahmi Bediz.
1949 - İstanbul Adalet Sarayı
3. Ödül Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl, Fasih Matigil, Nihat
Ziya Ülken
1963
1963
1966
1970
1972
1972
1975
Sakarya Hükümet Konağı Jüri Üyesi
Gaziantep Harp Anıtı ve Şehitler Abidesi
Kooperatifler Sarayı
Aydın Hükümet Konağı
Bursa Kapalı Spor Salonu (yedek jüri üyesi)
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Hastanesi
(yedek jüri üyesi)
Elazığ Teknik Okulu
Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları Sitesi
(yedek jüri üyesi)
Ege Üniversitesi Ziraat Fakülktesi
(yedek jüri üyesi)
İzmir Teknik Okulu
Zeytinburnu Merkezefendi Öğrenci Yurdu
Emekli Sandığı İstanbul Maçka Oteli
(yedek jüri üyesi)
Edirne Kapıkule Sınır Kapısı Gümrük Tesisleri
Asil Jüri Üyesi
Erzurum Atatürk Üniversitesi 200 kişilik Laborant
ve Tıbbi Teknisyen Okulu ve Diş Hekimliği Fakültesi
Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Teknolojisi ve
Ev Ekonomisi Binası
Hava Kuvvetler Karargâh Binası
69
Dünyanın en masum çocuğu… Sen gerçek miydin? Yoksa rüyalarımızın içine mi girmiştin usulca? Ulaşabilseydim eğer sana,
‘ne olur uyandırma bizi oğlum’ derdim. ‘Ne olur gitme! Bırak da,
senin de içinde olduğun bu güzel rüya devam etsin. Biz de seninle birlikte yüzelim mavi bulutlarda…’ Ama kimse sana ulaşamadan, usulca ayrıldın aramızdan…
Onur Yaser Can… 26 Yaşında şirketime mimarlık öğrencisi olarak başvurmuştu. Tesadüf eseri kapıyı ben açtım… Hiç unutmam,
sanki gözlerinden içeriye tertemiz, masmavi bir ışık doldu. O
güne kadar birçok gençle iş görüşmesi yapmıştım. Gencecik tertemiz insanlardı onlar da. Ama Onur Yaser Can çok farklıydı…
Görüşmemizde, büyük bir kendine güven ile sorumluluk duygusunun bir araya geldiği, son derece yetenekli bir gençle karşılaşmış olduğumu anlamıştım. İş ile ilgili detaylar, mimari tasarım vs. gibi konularda, son derece mütevazı, aynı zamanda da
son derece kendinden emindi. Tasarım (Proje) derslerinin hepsini, çok yüksek notlarla geçmiş, eski uygarlıklara ve doğanın
dengelerine duyarlı mekânlar sunan binalar yapmak isteyen bir
genç vardı karşımda. İş görüşmemiz süresince anlattığım, ondan talep edilecek tüm görevleri yapabileceğini çok iyi biliyor ve
karşısındakine de bu güveni hissettirebiliyordu. O bir öğrenci
değil, yetkin bir mimardı. Zaten işe başladıktan 6 ay sonra almıştı ODTÜ’ den diplomasını…
Onur Yaser Can anısına
sevgi ve saygı ile yazılmıştır…
Çağlayan Efendioğlu Öz
70
Büroda çalışan herkese karşı son derece sevecen, arkadaş ve
dosttu. Onur ile birlikteyken herkes sevgi ve güven duygusu ile
dolardı. Sekreterimiz ona her fırsatta yemek hazırlar, bir başkası ‘yağmur yağıyor, ıslanacaksın’ diye şemsiyesini verir, sigara
molasında üşümesin diye, balkonda değil, balkona bitişik odada
içmesini (güya benden gizli!) sağlarlardı… Ben de görmezdim,
duymazdım, kötü bir söz söylemeye, incitmeye kıyamazdım.
Ön tasarım projeleri hazırlanmış olan, 6000 m²‘ lik bir Genel Müdürlük Binasının, uygulama projelerinin hazırlaması gerekiyordu. Birçok ince detay çözümü ve araştırma gerektiren, kısa bir
süre içinde onaylatılması gereken bir projeydi. Görüşmemizin
sonunda, projeyi Onur Yaser Can’ a rahatlıkla teslim edebileceğimi anlamıştım. Hiç de yanılmamıştım… Projeyi süratle hazırlarken, haftada birkaç kez fakültede derslere giriyor, bu zamanı telafi etmek için çırpınıyor, projeyi geciktirdiği için ofise yük
olma kaygısı taşıyordu. Oysa bilmiyordu ki, onun varlığının birisine yük olması söz konusu bile olamazdı. Hiç unutmam, sanki
karşıdakine bir şeyler sorar gibi, ya da bir cevap bekler gibi bakan gözlerinin, bulunduğu mekâna tertemiz bir ışık saçtığını…
Onur Yaser Can, her gün zamanında işe yetişir, iş saatleri boyunca da özel hiçbir konunun çalışmasını kesintiye uğratmasına izin
vermezdi... Örneğin iş saatlerinde ona telefon eden arkadaşlarına ‘işteyim, çalışıyorum’ der, konuşmayı hemen sonlandırırdı.
Böyle bir incelik, çalıştığı ortama karşı böyle bir saygı, insanlara kurallar konularak öğretilemezdi. Ancak kendisine, diğer
insanlara, bulunduğu ortama saygısı olan bir insan bu bilinçle
davranabilirdi.
Yağmur kar altında, ya da elinde olmayan başka nedenlerle biraz
geciktiğinde, koşar adım büroya dalarken heyecanı, telaşı yüzünden okunurdu. Parkasını asar, geciktiği için kendisine öfkelenmiş olarak doğru masasının başına geçer, hemen çalışmaya
başlar ve en önemlisi, 10 dakika içinde inanılmaz bir konsantrasyona ulaşırdı.
Son derece süratli çalışan, projeyi tüm boyutları ile kusursuz bir
şekilde görebilen, her değişiklik ve detayı projenin gerekli her
noktasına taşıyan, projeyi diğer tüm proje disiplinleri ile iletişim içinde geliştiren, idarenin yeni taleplerini, son derece hızlı
ve alternatifli çözümler üreterek yerine getiren bir mimardı…
Üç boyutlu tasarım sürecinde binanın iç ve dış estetiğine yaptığı
katkılar sonucu, projemiz çok beğenilmişti. Daha fazla bilgiye
ihtiyaç duyduğumuz yeni bir detay gündeme geldiğinde, uzun
yıllara dayanan deneyimlere sahip bir mimarın yapacağımdan
çok daha hızlı araştırma ve görüşmeler yapar, muhatabının ona,
ciddiyetle gereken bilgileri hazırlayıp sunacağı, saygın bir diyalog kurardı.
20 senelik meslek hayatımda birçok mimarla çalışmıştım. Ama
bir tek Onur Can’a hayran kaldım. Henüz meslekte yeniydi, çok
gençti. Birçok sorusu, birçok çözümleyemediği konu olmalıydı.
Ama durum hiç de böyle değildi. Bana göre o, adeta bu mesleğin geçmiş deneyimlerini taşıyarak doğmuştu. Çok yetenekliydi… Çok kısa sürede, çok büyük projelere imza atacaktı. Sadece
Türkiye’ de değil, dünyanın başka ülkelerinde de… Arada bir
karaladığı resimlere, ya da üç boyut çalışmalar yaparken yarattığı alternatiflere hayranlık içinde bakar kalırdık.
Üstlendiği proje tamamlanıp, altına hazırlayan mimarların ismini yazmaya sıra geldiğinde, projeye ismini yazacağımı söyledim.
‘Ben henüz mimar diplomamı almadım, olmaz’ dedi tüm mütevazılığı ile… Ben, hiç değilse ‘projeyi çizen’ bölümüne yazdırdım
zorla ismini. Ama Onur için isminin yazılıp yazılmamasının, çok
da önemli olmadığını anlamıştım. O, çok büyük, tümüyle onun
damgasını taşıyacak projelere atacaktı nasıl olsa imzasını… Yeteneklerinin farkındaydı.
çoğunda arkadaşları arar, 1 saat görüşebilmek için ofisin yakınındaki bir mekânda Onur’la buluşmayı beklerlerdi. Hemen her
paydos zamanı, onu almaya gelen, ofis kapısında sessizlik içinde işini bitirmesini bekleyen arkadaşları olurdu. Ama bana göre
en önemlisi, sevilmesi değil, insanları diğer insanlardan üstün
kılan, mutluluğun temeli olan, sevebilme yeteneğine sahip olmasıydı. Arkadaşlarına, insanlara duyduğu koşulsuz, yargısız
çocuk sevgisi gözlerinden okunurdu. O masmavi, gülen, seven,
soran, melankolik, güzel gözlerinden…
Mimarlık diplomasını aldığında, bizim ofiste çalışmaya devam
etmesini istedim. Bana, ‘sakin bir deniz şehrinde hem çalışıp
hem de master yapmayı planladığını’ söyledi. İstanbul’a gittigini
duydum sonra… Onu bir daha görmedim. Ve ne acı ki bir daha hiç
göremeyeceğim. Onu tanıyan herkes gibi çok özleyeceğim. Sokakta, otobüste, dolmuşta, sık sık gördüğüm; ince, uzun bedenli,
kıvırcık saçlı, kirli sakallı, salaş giysili gençlerin hepsine umutla,
sevgiyle bakıyorum… Neden bilmiyorum… Bir mucize mi bekliyorum? Yüreğime acılar doluyor… Onu bizlerden ayıran, dünyayı
Onur’ suz bırakan her şeye lanet ediyorum…
Onur Yaser Can’ ın kız kardeşinin, abisinin ardından yazdığı bir
şiirle bitirmek istiyorum yazımı.
özgürlük serin maviler donuk şimdi
her yerde yağmur var, her yer sırılsıklam toprak.
canımın yarısı, ilk aşkım, hangi köye uçtun sen
kediler bile ağlıyor ardından, bütün dünyanın sözleri bitik.
beni benden aldılar,
yarım kaldı bir şeyler
eksik.
katsam diyorum bıraktığın kokuları aşkları uçurtmamın ucuna
bıraksam göğe, ta diplere…
ne yapsam
seni bir daha öpeceğim güne
o başka köylere selam
Sihirli bir eldi onun eli. Dünyaya dokunup güzelleştirmek için
gelmişti. Dünyayı, herkesi mutlu edecek mavi bir ışıkla doldurmaya gelmişti. Ama gitmek zorunda kaldı… Ardında masmavi
bir ateş bıraktı. Bizler ardında bıraktığı o masmavi ateşte yanıyoruz. Biliyorum ki onu tanıma şansı bulanlar, ömür boyu bu
ateşte yanma şanssızlığıyla yaşayacaklar.
Hayır, asla canına kıyacağı düşünülemezdi Onur’ un… Bu kadar çok arkadaşı, dostu, seveni olan, insanların onunla sohbet
etmeye can attıkları bir genç adamdı. Ofisteki öğlen tatillerinin
71
72
73
Ersin Türk, Mimarlığın Sosyal Forumu, Ankara, Ekim 2010
MESLEKİ DENETİM
01.10.2010-31.10.2010
Tarihleri Arası Mesleki Denetim Verileri
ANKARA ŞUBESİ VE TEMSİLCİLİKLERİ MESLEKİ DENETİM PROJE-TUS-ŞANTİYE
Proje
ŞUBELER
Tus
Adet
Şantiye
Adet
m2
Adet
ANKARA ŞUBE
426
946617.27
48
KASTAMONU TEMSİLCİLİĞİ
29
30313.05
30
0
BOLU TEMSİLCİLİĞİ
67
71603.95
1
22
KIRIKKALE TEMSİLCİLİĞİ
11
24487.32
10
0
ÇAYCUMA TEMSİLCİLİĞİ
16
18142.00
22
0
KIRŞEHİR TEMSİLCİLİĞİ
27
37652.00
30
1
ÇORUM TEMSİLCİLİĞİ
90
124613.00
67
0
NEVŞEHİR TEMSİLCİLİĞİ
34
34221.00
35
0
DÜZCE TEMSİLCİLİĞİ
25
21838.89
4
4
SİVAS TEMSİLCİLİĞİ
66
50097.00
72
0
ERZİNCAN TEMSİLCİLİĞİ
33
32782.00
31
0
YOZGAT TEMSİLCİLİĞİ
20
14424.90
27
0
KDZ. EREĞLİ TEMSİLCİLİĞİ
46
65323.35
44
0
ZONGULDAK TEMSİLCİLİĞİ
5
7086.65
4
0
KARABÜK TEMSİLCİLİĞİ
18
18071.43
26
0
BARTIN TEMSİLCİLİĞİ
20
43045.16
18
0
TOPLAM
933
1540318.97
469
130
EKİMDE MESLEKİ DENETİMDEN GEÇEN PROJELERİN ANKARA BELEDİYELERİNE GÖRE
37
YENİMAHALLE
3
ŞEREFLİKOÇHİSAR
34
SİNCAN
22
PURSAKLAR
13
POLATLI
2
NALLIHAN
109
MAMAK
40
KEÇİÖREN
6
KAZAN
2
KALECİK
11
GÖLBAŞI
59
ETİMESGUT
8
ELMADAĞ
17
ÇUBUK
38
ÇANKAYA
4
BÜYÜKŞEHİR
1
BAĞLUM
7
BEYPAZARI
40
ALTINDAĞ
02
04
06
08
01
00
120
1-31 Ekim 2010 tarihleri arasında tescilli eser olarak 2 tane restorasyon projesi onayımızdan geçmiştir.
74 Mesleki Denetim
103
ANKARA ŞUBE MESLEKİ DENETİMİNDEN GEÇEN PROJELERİN
KULLANIM AMACINA GÖRE DAĞILIMLARI
KULLANIM AMACI
AKARYAKIT İSTASYONU
ATÖLYE
BAĞEVİ
CAMI
ÇOK AMAÇLI SAL.
DEPO
DEPO,KONUT
DÜKKAN,DÜĞÜN
SALONU,KONUT
YURT
EĞLENCE TESİSI
FABRİKA
GÜVENLİK BİNASI
HANGAR
IMALATHANE
İDARİ YAPILAR
İŞYERİ
İŞYERİ,KONUT
KONUT
KONUT,DÜKKAN
KÜÇÜK SANAYİ SİTESİ
LOKANTA
LOKANTA,MARKET,OFİS
MAĞAZA,OFİS
MÜSTAKİL KONUT
MÜŞTEMİLAT
OKUL
OTEL
TARIM YAPISI - AHIR
TİCARET
VİLLA
TOPLAM
ADET
1
2
6
4
1
4
1
ALAN m2
293.10
6987.75
984.20
6782.20
188.55
3502.97
201.22
1
10551.14
1
2
8
1
1
4
2
2
2
251
104
1
1
1
1
2
1
1
1
6
6
24
2455.86
7003.44
16945.74
150.00
200.00
16173.02
484.00
3128.64
3983.00
542323.06
245089.63
2096.11
700.00
397.20
22916.49
380.26
317.50
7730.19
1493.00
2317.44
31150.68
9690.88
443
946617.27
GELİR GİDER
01.09.2010/31.10.2010
Tarihleri Arası Gelir - Gider Durumudur
Kayıt Ödentisi
Üye ödentisi
Mesleki denetim
Faiz
SMHB
Bilirkişilik
Belge Satışları
Yayın
SMGM
Mahkeme-İcra
Gelirler Toplamı
600.00
41,092.00
415,892.00
5,542.83
3,900.00
3,962.74
14,345.00
150.00
840.00
1,891.26
488,215.83
Yönetici Ücretleri
Yönetici yollukları
Temsil
Konferans sempozyum
Kurullar
Komiteler
Personel ücretleri
Personel Tazminatları
Hizmet alımları
Personel Yollukları
Demirbaş bakım onarım
PTT
Kırtasiye
Yayın Satın Alma
İlan
Harçlar
Bina işletme
Hukuki giderler
Yayın giderleri
Demirbaş Alımları
Giderler Toplamı
Kasa(31.10.2010)
Bankalar(31.10.2010)
Kredi Kartları
Altbirimlerden Ala.
Mahkeme-‹cra
1,891.26
SMGM
840.00
Yay›n
150.00
14,345.00
Belge Sat›fllar›
Bilirkiflilik
3,962.74
SMHB
3,900.00
5,542.83
Faiz
415,892.00
Mesleki denetim
41,092.00
Üye ödentisi
Kay›t Ödentisi
600.00
0.00
50,000.00
100,000.00
150,000.00
200,000.00
250,000.00
300,000.00
400,000.00
450,000.00
4,644.60
Demirbafl Al›mlar›
37,076.24
Yay›n giderleri
7,075.75
Hukuki giderler
19,111.28
Bina iflletme
918.99
Harçlar
1,180.00
‹lan
343.00
Yay›n Sat›n Alma
2,573.96
K›rtasiye
11,424.03
PTT
177.00
Demirbafl bak›m onar›m
Personel Yolluklar›
414.00
2,585.90
Hizmet al›mlar›
12,674.69
Personel Tazminatlar›
149,151.74
Personel ücretleri
2,011.42
Komiteler
Kurullar
144.25
301,476.17
Konferans sempozyum
5,814.80
Temsil
Yönetici yolluklar›
14.00
4,397.35
Yönetici Ücretleri
0.00
1,891.88
653,537.96
187,114.17
278,000.00
Toplam
350,000.00
1,120,544.01
50,000.00
100,000.00
150,000.00
200,000.00
250,000.00
300,000.00
350,000.00
4,397.35
14.00
5,814.80
301,476.17
144.25
2,011.42
149,151.74
12,674.69
2,585.90
414.00
177.00
11,424.03
2,573.96
343.00
1,180.00
918.99
19,111.28
7,075.75
37,076.24
4,644.60
Merkez Borçları(31.10.2010)
Piyasa Borçları ve Diğer(31.10.2010)
Toplam Borç
0.00
152,000.00
152,000.00
BORÇ-ALACAK FARKI
GELİR-GİDER FARKI
968,544.01
-74,993.34
75
Fotoğraf: Aysen Bayazıt, Mart 2007

Benzer belgeler