Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302

Transkript

Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SA
Yaşasın 1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı!
Sınır ötesi Operasyonun Amacı Ne?
Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı…
DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi!
Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu?
Tarihi tarihçilere bırakmak…
Kyoto protokolü üzerine kısaca
Irak-Güney Kürdistan: Dört yıl önce – dört yıl sonra…Kısa bir bilanço!
Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz…
l HE
J
AR
Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X111
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
� HE
J
AR
SA
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X111
Yaşasın 1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı!
Sınır ötesi Operasyonun Amacı Ne?
Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı…
DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi!
Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu?
Tarihi tarihçilere bırakmak…
Kyoto protokolü üzerine kısaca
Irak-Güney Kürdistan: Dört yıl önce – dört yıl sonra…Kısa bir bilanço!
Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz…
Değerli Okuyucu,
burjuvazi yine yapacağını yaptı:
işçilere yılda bir günü çok görerek
1 Mayıs işçi bayramını olağandışı
bir şiddetle engellemeye çalıştı.
Öldü, bitti vb. olarak ilan ettikleri
işçilerden meğerse ne kadar da
korkuyorlarmış.
Akıl almaz önlemlerini düzeni
sağlamak için aldığını iddia
eden vali acaba buna kendini
inandırabiliyor mu? İşçiler
Taksim’de 1 Mayıs işçi bayramını
kutlasalardı ne olurdu, kıyamet mi
kopardı? Herkes de bunu biliyor:
Devletin karışmadığı, provokasyon
yapmadığı yerde hiçbir şey de
olmazdı. Ama faşist zihniyetli bu
devlet bu kadarına bile tahammül
edemiyor, işçilerin alanları
doldurup kapitalist sömürü ve
soygun sisteminin bazı sonuçlarına
karşı sloganlar atmasına ve
kendi taleplerini ileri sürmesine
katlanamıyor.
İnsan bu miadı dolmuş sistemin
bekçilerinin mantığını bir türlü
anlayamıyor, bunlar “biz yasaklarız
işçiler de kuzu kuzu yasaklara
uyarlar” diye mi düşünüyorlar
acaba? Muhtemelen. Ancak
evdeki hesap çarşıya uymadı. İşçi
sınıfı bütün yasaklara, tehditlere,
kışkırtmalara, zorbalıklara ve
bilumum zulme karşın Taksim
alanına girmeyi zorladı ve bunu
başardı da! İşte Taksim, işte 1
Mayıs! Faşizme karşı omuz omuza!
sloganlarıyla yankılandı Taksim 30
yıl sonra. Düşenler unutulmamıştı.
Egemenleri bir kez daha korku
sardı, ancak korkunun ecele faydası
yok! İşçi sınıfının bilinçlenmesinin
ve örgütlenmesinin önüne hiçbir güç
geçemez ve egemenler asıl o günden
korksunlar!
Bugün egemenler sömürü
sisteminin nasıl sürdürülmesi
gerektiği konusunda
birbirlerine girmiş durumdalar.
Cumhurbaşkanlığı ve erken
seçimler gündemde. Tepişiyorlar,
tepişecekler. Tepişsinler.
Biz işçilerin seçimi şimdiden
belli: Devrim ve sosyalizm!
Bunun için var gücümüzle
çalışmalıyız! Öyleyse haydi,
zaman kaybetmeyelim, hepimiz bu
mücadelenin bir ucundan tutarak
onu bir adım daha ileriye taşıyalım!
YDİ ÇAĞRI, 06 Mayıs 2007 •
GÜNDEM
Yaşasın 1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı! . . . . . . . . . . . . . . .
“Devlet terörüne son!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Ordudan e-muhtıra . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
“Cumhuriyetine sahip çık”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
3
4
5
6
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Tarihi tarihçilere bırakmak…. . . . . . . . . . . . . . .
Malatya’da vahşet…. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sınır ötesi Operasyonun Amacı Ne? . . . . . . . . . . .
Azadîya Welat gazetesinin kapatılması protesto edildi . .
7
8
9
9
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Kyoto protokolü üzerine kısaca. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Kyoto Protokolü’nü imzala!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YENİ GENÇLİK DÜNYASI
Eşit, demokratik ve bilimsel eğitim hakkımızı istiyoruz ! . . . . . . . . . 14
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
1 Mayıs 2007’de Taksim Meydanı savaş alanına çevrildi . . . . . . . .
Adana: 1 Mayıs kutlaması… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Koluman’da sular durgun! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Antalya’da 1 Mayıs 2007… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İzmir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Hatay’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Eskişehir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Diyarbakır’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Mersin’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Esen Plastik: Yine sendikalaşma mücadelesi, yine işten atma…. . . .
Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı…. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Bağ Yağları’nda sendikalaşma mücadelesi…. . . . . . . . . . . . .
Deri İş Sendikası İzmir Şubesi Genel Kurulu yapıldı. . . . . . . . . .
DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi! . . . . . .
EK:1
EK:3
EK:3
EK:3
EK:4
EK:4
EK:4
EK:5
EK:5
EK:5
EK:6
EK:7
EK:7
EK:8
YENİ KADIN DÜNYASI
Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu?. . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
PANORAMA
Irak-Güney Kürdistan: Dört yıl önce – dört yıl sonra…Kısa bir bilanço!. . 12
Mısır: Referandum, ya da OHAL’in yasalaştırılması… . . . . . . . . . . . 13
Mısır’da işçiler uyanıyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
GÜNCEL/ OKUR
Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz… . . . . . . . . . . . . .
Basına ve Kamuoyuna: Hapishaneye giderken . . . . . . . . . . . . .
“Rekabet değil, dayanışma!” Kitle örgütleri 7. buluşması gerçekleşti . . .
Sison ile Söyleşi: Berlin duvarının çöküşünün etkileri . . . . . . . . . .
DİSK’in yok edilişi ve sistemin Truva atları . . . . . . . . . . . . . . . .
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
• Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul
• Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27
• Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 111 · Mayıs 2007 • ISSN 1301-692X111
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected] www.ydicagri.com
.
.
.
.
16
17
17
18
19
gündem
1 MAYIS 1977 KATLİAMININ 30. YILDÖNÜMÜNDE 1 MAYIS:
Yaşasın 1 Mayıs,
işçinin, emekçinin bayramı!
1 Mayıs dünya işçi sınıfının can vererek, kan vererek, büyük mücadelelere girerek hakim sınıflardan, onların
devletlerinden koparıp aldığı bir haktır. Her yıl 1 Mayıs günü dünya işçi sınıfı alanlara çıkarak taleplerini
haykırır, sömürünün olmadığı yeni bir dünya özlemini ve bu yolda kararlılığını haykırır.
U
luslararası işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele
günü 1 Mayıs İşçi Bayramı
tüm dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de devletin baskılarına, saldırılarına, engellemelerine rağmen
kutlanmaktadır. Sermayenin çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısı devlet
ve onun resmi-sivil çeteleri işçi sınıfının ve emekçilerin 1 Mayıs’ta alanlara akmasından her dönemde rahatsızlık duymuşlardır. Çünkü işçi sınıfı
bu günde düzene olan hoşnutsuzluğunu haykırmıştır. Çünkü işçi sınıfı
bu günde ekonomik ve siyasi taleplerini daha bir kararlılıkla, daha bir mücadeleci ruhla haykırmıştır. Çünkü
bu günde işçi sınıfı örgütlülüğünün
gücünü görmekte, sınıfın kendisine
olan güveni artmaktadır. Çünkü bu
günde işçi sınıfının birliği, enternasyonal dayanışması pekişmekte; sınıf
azmi bilenmektedir!
Bunun için sermaye düzeni işçilerin, emekçilerin 1 Mayıs’ta alanları doldurmasını yasalarla, baskı ve
zorla, bunların yetmediği yerde resmi
ve sivil güçlerinin provokasyonları ve
katliamlarıyla engellemeye çalışmıştır. 1977’nin 1 Mayıs’ında 500 bin
emekçi Taksim alanına aktığında da
devletin kolluk güçleri, resmi ve sivil
çeteleri işçilerin, emekçilerin üzerine
ateş açması sonucunda 36 emekçi
katledilmiştir.
1 Mayıs 1977 ülkelerimiz işçi sınıfının tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. 1970’li yıllarda gelişmeye başlayan işçi sınıfı 15-16 Haziran Büyük
İşçi Direnişi’ni yaşamış, büyüklü küçüklü birçok mücadele içinde pişmiş,
1977 1 Mayıs’ına gelindiğinde güçlü
bir örgütlenme yaratmıştı. Aynı dönemde hakim sınıflar ve onların siyasi temsilcileri gittikçe derinleşen
bir ekonomik ve siyasi kriz içindeydiler. Onlar işçi sınıfının ve emekçi
kesimlerin düzene yönelen muhalefetinden rahatsızlardı.
İşçi sınıfının örgütlü gücü 1 Mayıs
1977’de alanlara, başta da İstanbul’da
Taksim alanına taşındı; 500 bin işçi,
emekçi düzene olan tepkisini haykırdı. Anda bir politik ve ekonomik
kriz yaşayan ve işçi ve emekçilerin
gelişen mücadelesinden korkan ha-
1977
kim sınıflar işçi sınıfının sesini boğmanın araçlarından birisi olarak teröre başvurdular. Devletin sivil ve
resmi güçleri işçilere, emekçilere saldırdı. Sonuçta 36 işçi ve emekçi yaşamını yitirdi.
1 Mayıs 1977 katliamı işçi sınıfı tarihinde kanlı bir sayfadır. 1 Mayıs 77
katliamından esas olarak devlet sorumlu olmasına rağmen, o dönemdeki revizyonist TKP ve DİSK yöneticilerinin Maocu bozkurt olarak adlandırdıkları devrimci grupları alana
almama kararı ve 1 Mayıs öncesi bu
anlamda ortamı germeleri nedeniyle
sorumlulukları vardır. Onlar ın bu
tutumları katliama bu açıdan çanak
tutmuştur. Biz, işçiler, emekçiler olarak devletin işçi sınıfına ve emekçi
halka yönelen saldırılarını, katliamlarını unutmazken, revizyonistlerin
katliama çanak tutan bu devrimci
düşmanı tavırlarını da unutmayacağız.
2007
İşçi sınıfı örgütlenmeden hiçbir
şey olmaz!
Sömürü ve soygun üzerine kurulu
bu düzenden kurtulmak ve insanca
yaşamak her işçinin, her emekçinin
hakkıdır. Bu hakkın kullanılması
için ama önce insanı değil, kârı, daha
fazla kârı merkeze koyan bu sistemden kurtulmak gerekir. Her ne kadar
işçiler bu düzenden memnun değillerse de bu düzende yaşıyorlar. Tepki
duysalar da, haksızlığa karşı sesini
yükseltseler de sistem ayakları üzerinde duruyorsa bunun nedeni işçilerin, emekçilerin örgütsüzlüğündendir. Tepeden tırnağa örgütlü bir güç
karşısında gücünü birleştirememiş
işçilerin, emekçilerin yeni bir düzeni,
işçilerin, emekçilerin düzenini kurmada hiç bir şansı yoktur.
Sorunun temelinde örg üt ve
örgütlülük sorunu vardır. Bugün var
olan işçi örgütlenmesi cılız bir örgüt-
lenmedir. Bugün işçi sınıfı örgütlü
bir güç olarak hakim sınıfların karşısına dikilemiyor. İşçilerin, emekçilerin var olan potansiyel gücü hakim sınıfların şu ya da bu kanadının
peşinde, şu ya da bu partisinin saflarında heba olmakla kalmıyor, aynı
zamanda hakim sınıf lara, onların
düzeninin, sisteminin pekişmesine
de güç veriyor.
Andaki durum bu. Bu ama kader
değil. Bu değişebilir, değiştirilebilir.
Bunun için sınıfın kendi gerçekliğini
görmesi, kendi ekonomik ve siyasi taleplerinin savunucusu olması gerekir.
Bu ise bilinç sorunudur. İşçi sınıfı, sınıf olarak kendi sınıfının çıkarlarını
düşünür, kendi gerçekliğinin farkına
varır ve bu temelde mücadele ederse
ancak hakim sınıfların düzenine, bu
düzenin koruyucusu devlete güç olarak yönelebilir.
Bugün andaki durumu doğru değerlendirmeyenler var. İşçi sınıfının
andaki örgütsel zayıflığını görmeden
işçileri, emekçileri yanlış yönlendiren, onlara doğru bilinç taşımayanlar
var. Bunun karşısında işçi sınıfının
toplumsal değişimdeki rolünü görmeyen ya da hafife alanlar, kendisini
işçi sınıfının yerine koyanlar var. “Bu
düzende birtakım şeylerle yetinelim,
daha fazlası olmaz” diyenler var.
Hayır, biz, işçiler, emekçiler tüm
bu yanlış değerlendirmeleri elimizin
tersiyle itmeliyiz. Bilmeliyiz ki, sınıfımızın çıkarlarını merkeze koyup
bu temelde hareket ettiğimizde, örgütlendiğimizde ve mücadele yürüttüğümüzde bu düzeni de, düzenin
koruyucusu devleti de yerle bir edebiliriz. Biz olmadan hiçbir şey olmaz.
Biz durursak hayat durur. Biz kırıntı
değil, sömürüsüz bir dünya istiyoruz. Biz modern köleler olarak yaşamak istemiyoruz! Birlik! Dayanışma!
Mücadele! Kurtuluşumuzun yolu buralardan geçiyor!
1Mayıs 2007’de öne çıkan
noktalar…
1 Mayıs dünya işçi sınıfının can vererek, kan vererek, büyük mücadelelere girerek hakim sınıflardan, onların devletlerinden koparıp aldığı bir
gündem
haktır. Her yıl 1 Mayıs günü dünya
işçi sınıfı alanlara çıkarak taleplerini
haykırır, sömürünün olmadığı yeni
bir dünya özlemini ve bu yolda kararlılığını haykırır.
Ülkelerimizde egemen sınıflar bu
hakkın kullanılmasını çeşitli yollarla
engellemeye çalıştılar, çalışıyorlar.
Bir dönem içeriğini boşaltıp “Bahar
Bayramı” olarak tatil günü haline getirdikleri 1 Mayıs’ı 12 Eylül darbesi
sonrasında tatil günü olmaktan çıkardılar. Geçmiş yıllarda olduğu gibi
bu yılın 1 Mayıs’ında da işçi sınıfının
bu kazanılmış hakkını sahiplenmek,
savunmak görevlerimizden biriydi.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu
yıl 1 Mayıs aynı zamanda 1 Mayıs
1977 katliamının 30. yıldönümüydü.
Bu 1 Mayıs’ta yasağa ve türlü engellemelere rağmen alanlara çıkan işçiler,
emekçiler 30 yıl önce sınıf kardeşlerine yönelik yapılan katliamı sınıf kiniyle anarken, katliamlara rağmen 1
Mayıs’ın birlik, dayanışma ve mücadele günü olduğunu dosta düşmana
göstermek için alanlara çıktılar. Bu
bağlamda 1 Mayıs 1977 katliamının
yapıldığı Taksim alanı devlet tarafından gösterilere kapatıldı. Devlet
bunu yaparken “güvenliği” düşünüyormuş!
Bu yıl DİSK, KESK başta olmak
üzere çeşitli sendika konfederasyonları, bir çok parti, grup ve kuruluş,
çeşitli yayın organları vb. 1 Mayıs’ı
yeniden Taksim’de kutlayacaklarını
ilan ettiler; 1 Mayıs için Taksim’e
çağrı yaptılar.
Bu bağlamda belirtmek gerekir ki,
elbette Taksim alanının 1 Mayıs gösterileri için kazanılması önemlidir.
Bu hakta ısrar edilmelidir.
Bunun için devletin yıllardan beri
“Güvenlik nedeniyle Taksim’de hiçbir gösteriye izin verilmeyeceği” bahanesiyle yasaklama tavrı kırılmalı,
devletin yalanı açığa çıkarılmalıdır.
Çünkü “Taksim’de hiçbir gösteriye
izin vermeyeceğini” açıklayan devlet, işine geldiğinde alanı gösterilere
açmaktadır.
Bu 1 Mayıs’ı hakim sınıfların kendi
aralarında dalaş yürüttükleri bir ortamda karşıladık. Bu iktidar dalaşında bulunan kesimlerden her birisi
işçileri, emekçileri kendi kuyruğuna
takmak, onları kendi siyasi çıkarlarının atlama tahtası yapmak istiyor.
İşçileri, emekçileri kendi yanlarına
çekmek için birçok yalan söylüyor;
işçilere, emekçilere kendilerini başka
tanıtıyorlar. İktidar için dalaşanlardan bir bölümü kendisini “demokrat”, “hukukun üstünlüğüne saygılı”
vs. gösterirken; diğer kesim “laik”,
“bağımsızlıkçı” vs. sıfatlarla ortaya
çıkıyor.
Bu konuda biz işçiler, emekçiler
bilmeliyiz ki, bunların birbirlerinden
farkları yoktur. Her iki kesim de sonuçta hakim sınıfların temsilcisi, onların çıkarlarının koruyucusudurlar.
Bunların bizim hakkımızı, hukukumuzu korumak diye bir dertleri yoktur. Bunların derdi bizim daha iyi sö-
mürülmemizin koşullarının yaratılmasıdır. Bunların derdi, hizmet ettikleri sınıfın, sermayenin düzeninin
sürmesidir. Aralarında farklar olsa
da onlar iş bize, işçilere, emekçilere
geldiğinde ortak bir noktada buluşabilmektedirler.
Dolayısıyla bizim bunların birisinin peşinden diğerine karşı cephe
almamız, meydanlara dökülmemiz
doğru olmaz. Bizim bunlar arasından birisini tercih etme zorunluluğumuz, yükümlülüğümüz yoktur.
Tam tersine bizim bunları elimizin
tersiyle itmemiz; bunların karşısına
kendi sınıf tavrımızla, bağımsız sınıf
politikamızla çıkmamız gereklidir.
Bizim kendi taleplerimiz vardır:
Son yıllarda daha da pervasızlaşan
sermayeye, onun egemenliğine karşı
“Sermayenin egemenliğine ve sömürüye son!” denilmelidir! Her geçen
gün kışkırtılan ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı “Yaşasın halkların kardeşliği!” düşüncesi haykırılmalıdır.
Halkları birbirine kışkırtan, saldırtan, çıkarları için ülkeler işgal eden
emperyalistlere karşı “Emperyalist ve
gerici savaşlara son! Yaşasın devrimci
savaşlar!” düşüncesi işçiler, emekçiler
arasında yaygınlaştırılmalıdır.
1 Mayıs 2007’de de işçi sınıfının
kapitalist barbar düzen karşısındaki
tek ve gerçek alternatifi sosyalizmdir.
“Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!” bizim, sınıf bilinçli işçilerin,
emekçilerin amaç ifadesidir, mücadele çağrısıdır.
Bu temel düşüncelerle haydi işçinin, emekçinin birliğini, dayanışmasını göstermeye, mücadeleyi yükseltmeye! Haydi!!!
Yaşasın 1 Mayıs emeğin, emekçinin bayramı!
25 Nisan 2007 ✓
1 Mayıs’ta düştüler, işçi
sınıfının kalbine gömüldüler.
1 Mayıs ‘77
Aleko Konteus
Ahmet Gözükara
Ali Yeşilgül
Bayram Çıtak
Bayram Sürücü
Divan Nergis
Ercüment Günkut
Hasan Yıldırım
Hikmet Özkürkçü
Hüseyin Kırkın
Hacer İpek Saman
Bayram İyi
Hamdi Toka
Hülya Emecan
Jale Yeşim
Kahraman Alsancak
Kenan Çatak
Kıymet Duman
Karabet Akyan
Kadir Balcı
Leyla Altıparmak
M. Atilla Özbelen
“Devlet terörüne son!”
İ
zmir’de Newroz öncesinde başlayan gözaltı ve tutuklama terörü
sürüyor.
22 Nisan günü Ada Kültür Sanat
Merkezi TMŞ polisleri tarafından basıldı. Kültür merkezini arama kararı
olmadığı halde arayan, kimi evrak ve
dokümanlara el koyan, içeride bulunan 50’yi aşkın kişiyi kimlik kontro-
lünden geçiren polis, 21 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınan 21 kişi, bir
gün sonra serbest bırakıldı.
23 Nisan günü İzmir Acil eylem
hattı ve İHD tarafından, Ada Kültür
Sanat Merkezi’nin keyfi bir şekilde
polis tarafından basılması, Kemeraltı
girişinde yapılan bir basın açıklaması
ile protesto edildi.
Mustafa Elmas
Meral Özkol
M. Ali Genç
Mustafa Ertan
Niyazi Darı
Nazmi Arı
Nasan Ünaldı
Ömer Narman
Özcan Gürkan
Rasim Elmas
Sibel Açıkalın
Tevfik Beysoy
Yücel Elbistanlı
Ziya Baki
1 Mayıs ‘89
Mehmet Akif Dalcı
1 Mayıs ‘96
Dursun Odabaşı
Hasan Albayrak
Levent Yalçın
Anıları işçi sınıfının mücadelesinde yaşıyor! ✓
B a sı n aç ı k la ma sı sı r a sı nd a ;
“Ada Kültür Merkezi yalnız değildir!, Yaşasın devrimci dayanışma!,
Yaşasın halkların kardeşliği!, Devlet
terörüne son!, Baskılar, gözaltılar, tutuklamalar, bizi yıldıramaz!” sloganları atıldı.
“Devrimci demokrat ve yurtseverler olarak bir kez daha yineliyoruz.
Gözaltı, tutuklama, baskı ve zor kararlılığımızdan bir şey eksiltmeyecek, özgürlük çığlığımızı susturamayacak. Ada kültür Merkezine TMŞ
polisleri tarafından keyfi bir şekilde
yapılan baskın ve yine öğrencilerin
keyfi bir şekilde gözaltına alınıp bir
gün boyunca TMŞ’de tutulmasını
kınıyoruz. Devletin hukuksuzlukla
yaptığı her saldırı, gözaltıların bir bir
serbest kalması ile boşa çıkıyor ve çıkacaktır. Yaşadığımız bu son örnek
de göstermiştir ki bizim mücadelemiz haklı ve meşru bir mücadeledir,
yasadışı olan devletin uygulamalarıdır.” Belirlemesi ile basın açıklaması
son buldu.
23 Nisan 2007
YDİ Çağrı/İzmir ✓
gündem
Hakim sınıflar arasında iktidar mücadelesi sertleşiyor…
E
Ordudan e-muhtıra
gemen ler i n kend i a ra larındaki iktidar mücadelesi
Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesi ile giderek sertleşiyor.
“Laik-antilaik ” ya da “şeriatKemalist cumhuriyet” sahte görünümü altında, hakim sınıflar arasındaki iktidar mücadelesi sertleşirken,
Kemalist ordu tavrını muhtıra yolu
ile ortaya koydu.
TC devletinin kuruluşundan bu
yana iktidarı elinde bulunduran ordu
merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi iktidarını kaybetmek istemiyor.
Özel sermayeli büyük burjuvazi ekonomideki ağırlığının artmasına bağlı
olarak iktidarı istiyor. Büyük burjuvazinin çıkarlarını savunan AKP hükümeti IMF’nin, sermayenin istemlerini eksiksiz yerine getiriyor. Kavga
özel sermayeli büyük burjuvazinin
desteklediği AKP hükümeti ile ordu
merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi arasındadır. Egemenlerin her iki
kanadı da, işçileri, emekçileri kendi
yanlarına çekmek için çeşitli oyunlara başvuruyorlar.
Kemalist bürokrat kanat, AKP’nin
kendi başına, kendisinin onay vermediği Cumhurbaşkanı’nı seçmesini istemiyor. Bu nedenle TC tarihi boyunca, Cumhurbaşkanlığı
seçiminde aranmayan bir şar t
AKP’nin önüne konuldu. Buna göre,
Cumhurbaşkanlığı seçimi için, mecliste 367 vekilin olması şart idi. 27
Nisan Cuma günü yapılan birinci
tur seçimde 361 vekil mecliste hazır
bulundu. 367 vekil seçim sırasında
mecliste hazır bulunmadığı için,
Cumhurbaşkanlığı seçimi CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü.
Jet hızı ile karar veren Anayasa
Ma h kemesi, 1 May ıs g ü nü
CHP’nin talebi doğrultusunda,
Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimini iptal ederek, yürütmeyi
durdurma kararı verdi. Anayasa
Mahkemesi beklentiler doğrultusunda, hukuki değil siyasi bir karar
verdi. Ordunun muhtıra verdiği şartlarda aksi bir karar da söz konusu
olamazdı.
Bu yeni gelişme sonucu AKP, Kasım
ayında yapılması planlanan seçimleri
öne alacağını açıkladı. Seçimin 24
Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde
yapılmasını önerdi.
Ordu eksenli Kemalist kesim tarafından yapılan hesap gelecek seçimde, AKP’nin daha az oy almasını
sağlamak, AKP dışında, meclise girmesi muhtemel olan iki ya da üç partinin kuracağı koalisyon hükümeti
ile AKP’nin önünü kesmeye dayanı-
Ordu eksenli Kemalist kesim tarafından yapılan hesap gelecek
seçimde, AKP’nin daha az oy almasını sağlamak, AKP dışında,
meclise girmesi muhtemel olan iki ya da üç partinin kuracağı
koalisyon hükümeti ile AKP’nin önünü kesmeğe dayanıyor. Bu
hesabın tutup tutmayacağını birlikte göreceğiz.
yor. Bu hesabın tutup tutmayacağını
birlikte göreceğiz.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
birinci turunun yapıldığı 27 Nisan
Cuma günü gecesi, Genelkurmay
İletişim Başkanlığı saat 22.45’ten
sonra Genelkurmay muhabirlerini arayarak “10-15 dakika içinde”
Genelkurmay’ın internet sitesine
önemli bir açıklama konulacağı
bilgisini verdi. Saat 23.30’a doğru
Genelkurmay internet sitesine açıklama konuldu.
Genelkurmay’ın açıklaması, açıklanış biçimi itibari ile e-muhtıra olarak adlandırıldı. Açıklama ile birlikte
“Darbe mi, muhtıra mı, önemli açıklama mı?” tartışmaları aldı yürüdü.
Mesajı alan hükümet, geri adım atmadı. Kağıt üzerinde Başbakanlığa
bağlı olan Genelkurmay
Başkanlığı’nın yaptığı açıklama eleştirildi. Cumhurbaşkanı adayı olan
Abdullah Gül’ün adaylığından vazgeçmeyeceği, seçim sürecinin devam
edeceği açıklandı.
Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklaması ya da muhtırası okunduğunda; verilen mesajlar açıktır.
Muhtıra içinde şunlar söyleniyor:
“Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı
seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk
Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe
ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır
ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı
Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumla-
rın kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık
ve net bir şekilde ortaya koyacaktır.
Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün, “ne mutlu
Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin
düşmanıdır ve öyle kalacaktır. Türk
Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla
verilmiş olan açık görevleri eksiksiz
yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile
inancı kesindir.”
Burada söylenilenler açıktır. Ordu
iktidar mücadelesinde taraf tır.
İktidarını kaybetmek istememektedir. Laik vurgusu ya da laiklik savunusu ardında yatan gerçek, iktidarı kaybetmeme çabasıdır. Ordu,
bilumum Kemalistler, halkı AKP
Hükümetini’nin “şeriat devleti kuracağı” yalanı ile korkutarak, iktidar
mücadelesinde kendi bayrağı altında
toplamak istiyor. Oysa AKP’nin şeriat devleti kurma amacı yoktur.
AKP içinde radikal vekillerin olması, tabanında bir bölüm radikal
İslami kesimin olması, bir bütün olarak AKP’nin şeriatçı bir parti olduğunu göstermez. Tam tersine şeriat
hedefinden vazgeçen kadrolar “Milli
Görüş”ten ayrılarak AKP’yi kurdular. Emperyalistler, büyük burjuvazi
kendi çıkarlarının savunucusu olarak gördükleri AKP Hükümetini, şeriat amacına sahip olmadığı için desteklemektedir.
İktidarını kaybetmek istemeyen
ordu merkezli Kemalist bürokrat
burjuvazi doğal olarak gidişata karşı
direniyor. Ayakları altındaki toprağın kaymaya başladığını gören ordu
gidişatı engellemek için askeri darbe
tehdidinde bulunuyor. 2003, 2004
yılında darbe yolunda girişimleri
de olan ordu yeni bir darbe girişimi
yapmak istiyor. Fakat önceki askeri
darbe dönemlerine göre eksik olan
bir şey var. Başta ABD emperyalizmi
olmak üzere, emperyalistlerin ve ülke
içindeki burjuvazinin önemli bir kesiminin desteklemediği bir darbenin
başarıya ulaşma şansı yok. Bunun da
farkında olan ordu, ancak muhtıra
ile yetinmek zorunda kalacağını da
biliyor olmalıdır.
Ordu muhtırasında “Ne mutlu
Türküm diyene!” ırkçı anlayışını
savunmayan herkesi düşman gören zihniyetini sürdürmektedir. Bu
ırkçı zihniyet ile başta Kürt ulusu
olmak üzere, Türk olmayan diğer
halklar inkar edilmektedir. Halklar
zorla asimile edilip, ulusal uyanışa
katliamlarla cevap verilmiştir. Bu
zihniyete dayanılarak hak arayana
baskı, işkence, faşizm ile cevap verilmiş, Kıbrıs’ın Kuzey’i işgal edilmiş,
Ortadoğu’da emperyalist emellere
sahip bir siyaset uygulanmıştır.
Egemenlerin kendi aralarındaki
iktidar mücadelesinde bir tarafa
karşı çıkarken diğer tarafın yanında
yer almak zorunda değiliz. Nasıl ki,
veba ile kolera arasında tercih yapılamazsa, kırk katır mı, kırk satır mı arasında tercih yapılamazsa,
Kemalist bürokrat burjuvazi ile özel
sermayeli büyük burjuvazi arasında
da işçiler ve emekçiler açısından tercih yapılamaz. Her iki kanat da işçilere, emekçilere düşmandır. Her iki
kanat da emperyalistlerin işbirlikçisidir. Her iki kanat için de belirleyici
olan sömürüye dayanan kendi çıkarlarıdır.
İşçilerin, emekçilerin çıkarı kendi
sınıf iktidarları için mücadeleyi gerektiriyor. İşçilerin, emekçilerin
kendi iktidarları için mücadele! Sınıf
iktidarı için örgütlenme! Bilince çıkarılması gereken budur!
Ne Kemalist faşist diktatörlük, ne
de askeri darbe!
Burjuvazinin sivil diktatörlüğüne
de askeri diktatörlüğüne de hayır!
İşçilerin, köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü için tek yol
devrim!
Ya barbarlık, ya sosyalizm!
1 Mayıs 2007 ✓
gündem
E
“Cumhuriyetine sahip çık”
vet değerli okurlar, başlığa aktardığım alıntıyı iyi okuyun!
Sakın hemen, “evet, biliyoruz,
bu, 14 Nisan’da Ankara/ Tandoğan’da
yapılan miting ve yürüyüşün sloganıdır” demeyin. Derseniz, gerçeği söyleyeceğim ve sizin başlığı iyi okumadığınızı iddia edeceğim.
Gerçekten bu başlık sözkonusu miting ve yürüyüşün sloganı olsa da, sizin verdiğiniz cevapla görüntüye kapıldığınızı da anlatacağım size. Taaa
ki, bana kızıp, tartışıp başlığın neyin
sloganı olduğunu değil de, başlıkta
söylenenin ne olduğuna kafa yorana
kadar kızdıracağım sizi… Evet evet,
sizi kızdıracağım!
Neden mi? Cevabını siz bulun.
Yine de sizinle paylaşmak istediğim
bir sırrım var. Doğrusunu isterseniz,
14 Nisan ve sonrası günlerde medyada yazılanlara ve gösterilenlere
baktığımda çok kızdım. Yani sizi
kızdırarak kendime az da olsa yoldaş
edinmeye çalışıyorum… Çünkü bu
memlekette ve bu düzene kızmamak
mümkün değil.
Tandoğan eylemi olarak Türkiye tarihine geçen bu miting ve yürüyüşte
yaşananları, söylenenleri size anlatmak, haddime düşmez. Kuşkusuz ki
bu konuda doğru tavır takınanlar da
olacak. Ama “kızgın” biri olarak bize
ait olmayan, ama bizimmiş gibi gösterilen şu cumhuriyete sahip çıkın
çağrılarına itirazım olduğunu size
itiraf ediyorum!
İTİRAZIM VAR!
Bu arada herhalde başlığı neden
iyi okuyun dememi de anlamışsınızdır. Bize “Cumhuriyet sizindir”
“Cumhuriyetinize sahip çıkın” deniyor. Cumhuriyet bizimse, bize ait
olan bir şeyle istediğimiz gibi ilgilenmek ya da ilgilenmemek de hakkımız
değil mi? Bu sloganı atanlara göre
böylesi bir hakkımız da yok. Eh, tüm
tarihi boyunca haksızlıklar, baskı ve
zulüm üzerine yükselen bir zihniyetin bize böyle bir hak tanımayacağı
da bellidir.
İşin yarı-mizah yanını bırakıp ciddiyete dönersek, 14 Nisan’da yapılan
“Cumhuriyetine sahip çık” miting
ve yürüyüşü, Türkiye’de yaşanan iktidar dalaşında, iktidarı 84 yıla yakın ellerinde tutanların son çırpınışlarının görüntülerinden biridir.
Cumhurbaşkanı Sezer’in “rejim hiçbir dönem bu kadar tehdit altında
değildi” tespiti, gerçekte iktidarı
elinde tutan kemalist kesimin ayakları altındaki toprağın kaymakta olduğunun itirafıdır. Cumhurbaşkanı
seçimi öncesinde Genelkurmay’ın,
bir gün sonra Cumhurbaşkanı’nın
konuşması ve ardından da yüzbinlerin katıldığı söylenen Tandoğan mitinginin gerçekleştirilmesi vb. edimler, gerçekte iktidar dalaşının sadece
kimi görüntüleridir.
İyi de iktidar dalaşı içinde olanlar
kim? Cumhuriyet kimin? Mademki
cumhuriyete sahip çıkmamız gerekiyor, o zaman da sahip çıkılanın ne
olduğu, kime ait olduğu da bilinmek
zorundadır.
Kemalist, şoven ve evet kimi açık
faşist ve sosyal faşist kesimlerin de
başını çektiği bu eylemle biz işçi ve
emekçilere dayatılan şey, statükoyu
korumak, kemalist iktidara sahip
çıkmaktır. İktidar dalaşının bir yanında, 84 yıla yakın iktidarı elinde
tutan ve bugün iktidarını tehdit altında gören “hard kemalist” kesim
var. Diğer yanında da, AKP şahsında
islamcı kesim var. Sonuçta kemalist
faşist kesimle dinci faşist kesim arasında yürüyen bir iktidar dalaşı sözkonusudur.
Bu dalaşta işçilerin, emekçilerin
hiçbir çıkarı yoktur. İşçiler emekçiler
hem 84 yıllık kemalist faşist iktidara
hem de dinci faşist kesimin iktidara
gelme mücadelesine karşı, kendi iktidarı için, işçi-köylü devrimci demokratik iktidarı için mücadele; sosyalizme varmak için mücadele vermelidir.
İşçiler ve emekçiler kötüler arasında daha az kötü olanı seçmek zorunda değildir. İşçiler ve emekçiler
için burjuvazinin çeşitli kesimlerinin değişik iktidar biçimleri, sonuçta
bunların tümü, sömürü ve zulüm demektir. İşçiler, emekçiler egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar
dalaşında, onların hiçbir kesiminin
kuyruğuna takılmamalıdır. Kendi
bağımsız örgütlenmesini yaratmalı,
kendi iktidarı için mücadeleyi vermelidir.
“Cumhuriyetine sahip çık” tavrı,
işçileri, emekçileri iktidar dalaşında
iktidarı hâlâ elinde tutan kemalist
kesimin kuyruğuna takma tavrıdır.
Evet, sınıf bilinçli bir işçi olarak bunları söyledikten sonra, cumhuriyetin
kime ait olduğuna da kısaca değinmem gerektiğini sanıyorum.
Sözkonusu ola n Türk iye
Cumhuriyeti denen cumhuriyettir.
Bu Cumhuriyet 1923’te kurulmuştur.
Bunu herkes bilir.
İşçilerin, emekçilerin büyük bölümü, kemalist propaganda ile bilinci karartıldığından, bu cumhuriyetin kendilerine ait olduğunu sanmaktadır. Ama neresinden bakılırsa
bakılsın, bu cumhuriyet biz işçilerin, emekçilerin, Türk olmayan ulus
ve milliyetlerin cumhuriyeti değildir.
Bu cumhuriyet, burjuvazinin, sömü-
rücülerin cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet, Kürt ulusunun ve onlarca
ulusal azınlığın ulusal varlığını inkar
eden, şoven ırkçıların cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet, kemalizmi bir
din haline getiren ama aynı zamanda
dini azınlıklar ve mezhepler üzerinde
baskı, zulüm uygulayanların cumhuriyetidir. Yani, gerçekte bu cumhuriyet laik bir cumhuriyet de değildir.
Bu cumhuriyet, kadınlara eşit haklar
verme adına, erkek egemen, şovenlerin, taciz ve tecavüzcülerin cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet devletin her
köşesine giren çetelerin, mafyanın,
kontrgerillanın ve bilimum devletin
gizlenen tüm halk düşmanı güçlerinin cumhuriyetidir.
İlk anda aklıma gelenler bunlar.
Eğer yahu niye şunu da yazmadın
diye kızarsanız, haklısınızdır ama
yine de bağışlayın. İnsan “kızgın”
olunca önemli olan her şey o anda
aklına gelmeyebiliyor.
Örneğin siz de şunları ekleyebilirsiniz: Bu cumhuriyet tarihinde ulusal
zulüm sürekli var olmuştur. Kürtlere
karşı sayısız katliam gerçekleştirilmiştir. Sadece Kürtlere karşı değil, Lozan Antlaşması ile dini “azınlık” kabul edilen “gayri-müslim”lere
karşı da baskılar, inkar ve ayrımcılık, katliamlar sürmüştür. Türk milli
burjuvazisinin bir bölümünün sermayesinin kaynağı, Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımda,
Ermenilerin el konulan mal mülkleridir. “Varlık Vergisi” çıkarıp insanları Aşkale’ye sürmek ve kışın
ortasında “ölüme göndermek, ya da
6-7 Eylül’deki gibi katliamı kışkırtıp gerçekleştirmek; nüfus değiş-tokuşu adına Rum’ları sürgün etmek;
Süryanileri dini azınlık olarak bile
kabul etmemek; vakıflar yasası adı
altında özellikle Rum ve Ermenilerin
mülklerine el koymak, okullarının
büyük bölümünü kapatmak ve varolan Ermeni okullarına ise Türk
Müdür atamak, derslerin önemli bölümünün Türkçe verilmesini zorunlu
kılmak vb. vb.
Bunlar da mı yetmedi? O zaman
siz yazın! Hem de isterseniz beni hedef tahtası yaparak, ya da mızrağın
sivri ucunu bana çevirerek… Yeter
ki yazın! Egemenlerin bizi peşlerine
takma oyununu bozmak önemli.
İşçilere, emekçilere gerçekleri aktarmak, kavratmak önemli. Ben, sen değil, BİZ önemli!
“KIZGIN”IM…
Doğrusunu
isterseniz
“Cumhuriyetine sahip çık” diye 14
Nisan’da miting örgütleyenlere, niye
bunu yapıyorsunuz diye kızmıyorum. Kızgınlığım da bundan değil.
Atatürkçü Düşünce Derneği, Emekli
Subaylar Derneği, ya da İP veya bunların içinde olduğu “Kızılelma”cılar
kendilerine layık (laik değil ha!)
olanı yapıyorlar. Bunların işçilerin,
emekçilerin tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadelenin önünde engel olduğunu; kurtuluş için bunlara
karşı da mücadele verilmesinin zorunlu olduğunu biliyorum. Bunlar
benim sınıf düşmanım! Bu temelde
kızgınlığım tarif edilemez… Buna
rağmen ama “bunu nasıl yaparlar?”
diye kızmıyorum.
Burada esas mesele, bunların “demokrasi”, “çağdaşlık”, “bağımsızlık”
adına konuştuklarında, halkı aldattıklarını emekçi kitlelere gösterebilmektir. Bunların sahtekârlıklarını,
84 yıla yakın bir süre faşizmin temsilciliğini ve uygulayıcılığını yapanların, ortaçağ zihniyetinin sürdürücülüğünü yapanların ve emperyalizme bağımlı olanların “demokrasi”,
“çağdaşlık”, “bağımsızlık” adına konuşmalarının sahtekârlıktan başka
bir şey olmadığını ortaya koymaktır
mesele.
Cephesini açıkça belirleyenlere değil, ilericilik, devrimcilik, “demokrasi”, “çağdaşlık ”, “bağımsızlık ”
adına, islamcılara karşı çıkmada kemalistlerin kuyruğuna takılanlara,
kitleleri de peşlerinde götürmeye
çalışanlara kızıyorum. Kötüler arasında daha az kötü olanı seçme tavrına, yaklaşımına kızıyorum. Evet,
bunu “aydın” olma adına yapanlara
kızıyorum. Kitlelerin bilincinin “aydınlar” adına karartılmasına kızıyorum, bizim bu etkiyi anda engelleyemediğimizden kızgınım. Şimdi anlatabildim mi acaba?
Derdimi anlatabildiysem ne mutlu
bana!
Bu cumhuriyet bizim, yani değişik ulus ve milliyetlerden işçilerin,
emekçilerin cumhuriyeti değil! Biz
kendi cumhuriyetimizi; sömürücülerin iktidarına son veren, işçilerin,
emekçilerin sömürülmesini tarihin
çöplüğüne atan, değişik ulus ve milliyetlerin eşitliğini, kardeşliğini yaratan, ulusal baskıya, eşitsizliğe son
veren, kadınların seks aracı, evinin
hizmetçisi, mirasının devredileceği
oğlunun doğurucusu vb. olarak değil, insan olarak görüldüğü, toplumun tüm yaşamında eşit olduğu, insanların doğa ile uyumlu yaşamasının mümkün kılındığı; kısacası, baskısız, sömürüsüz, sınırsız bir dünya
yaratmak için mücadele ediyoruz.
Bizim sahip çıktığımız, bunun için
verilen mücadeledir!
19 Nisan 2007
Bir Çağrı okuru ✓
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
T
Tarihi tarihçilere bırakmak…
ürkiye’de Ermenilere yönelik soykırım üzerine yürüyen tartışmaları takip edenlerin de bileceği gibi, resmi ideolojinin,
devletin temsilcilerinin yaklaşımlarından biri, “tarihi tarihçilere bırakalım” biçimindeki yaklaşımdır.
Bu yaklaşıma yer yer yine kimi şoven kesimlerden gelen eleştiriler de
var. Buna itiraz edenlerin temel kaygısı, ya da daha doğrusu korkusu, ya
bir de sözkonusu tarihçiler “soykırım tarihi bir gerçekliktir” tespitini
yaparsa Türkiye’nin bunun altından
nasıl kalkacağıdır.
Eğer bu sorunu tarihçilere bırakmak gerekiyorsa, karşımıza çıkan
esas soru, tarihin, hangi tarihçilere,
kimin, yani hangi sınıfın/ sınıfların
savunucusu tarihçilere bırakılacak
sorusudur.
Nedeni mi? Gayet açık: Tarih, doğa
bilimleri gibi sınıflarüstü bir bilim
dalı değildir. Tarih, şu ya da bu sınıfın, sınıfların dünya bakış açısıyla
değerlendirilir, ortaya konulur, taraflıdır. Bu bağlamda bilince çıkarılması gereken sorunlardan biri, Türk
tarafının sözkonusu ettiği “tarihçiler”, Türk tezinin savunucusu “tarihçilerdir”, başkası değil! Türk tarafının sözkonusu meselede kabul edeceği “tarihçiler”, “Ermenilere yönelik soykırım yaşanmamıştır” düşüncesini en başından itibaren savunan
“tarihçilerdir”. Herhangi bir tarihçi
çıkıp da, “önümüze konan belgeler
de, tarihi olarak yaşanan olaylar da
bize gösteriyor ki, Ermenilere yönelik bir soykırım yaşanmıştır.” derse,
Türk tarafı için o tarihçi, “Ermeni
yalanını savunan, Türk düşmanlığı
yapan, diasporanın uşağı olan” bir
“tarihçi”dir.
“Tarihi tarihçilere bırakalım” düşüncesinin arkasında yatan bir başka
gerçek ise, Türk hakim sınıflarının
bu düşünceyle, Ermenilere yönelik
gerçekleştirilen soykırımın, günümüz açısından önemli olmadığını,
siyasi ve toplumsal bir sorun olarak
görülmediğini kitlelere empoze etmeye ve kimi tarihçiler dışında aslında kimsenin bu sorunla uğraşmamasını sağlamaya çalıştığı gerçeğidir. Sakın ha, birileri, hele bir de işçiler, emekçiler bu sorunu irdelemeye
kalkışırsa… bu işin “sonu ne olur?”
Bir Türk tarihçisinin ve hem de
Türk Tarih Kurumu Başkanı olan
Halaçoğlu’nun kimi tavırlarına bakmak yararlı olacaktır.
HALAÇOĞLU’NDAN KİMİ
SEÇMELER…
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 21 Eylül
1993 tarihinden bu yana Türk Tarih
Eğer bu sorunu tarihçilere bırakmak gerekiyorsa,
karşımıza çıkan esas soru, tarihin, hangi tarihçilere,
kimin, yani hangi sınıfın/ sınıfların savunucusu
tarihçilere bırakılacak sorusudur.
Nedeni mi? Gayet açık: Tarih, doğa bilimleri gibi
sınıflarüstü bir bilim dalı değildir. Tarih, şu ya da bu
sınıfın, sınıfların dünya bakış açısıyla değerlendirilir,
ortaya konulur, taraflıdır.
Kurumu’nun (TTK) başkanlığını
yapmaktadır. Önceki dönemi bir kenara bıraksak bile, Halaçoğlu’nun
TTK’nin başkanlığına gelmesinden bu yana esas çabalarından biri,
Ermenilere yönelik soykırımın bir
“yalandan”, “iddiadan”, “Türkleri
suçlamaktan” vb. vb. başka bir şey
olmadığını ispatlamaya çalışmaktır.
Kuşkusuz ki bu onun asli görevlerindendir…
Halaçoğlu, “Bir milleti soykırım
kararlarıyla baskı altına almak ve
sürekli sıkıştırmak, asıl soykırımdır.” (Hürriyet, 24 Kasım 2005) diyen ve böylece ne kadar tarihe ve bilime bağlı kaldığını ele veren biridir
de aynı zamanda.
Bu kadarla kalınmaz tabii ki. Verdiği
kimi konferanslarda Halaçoğlu, “1915
yılına kadar Osmanlı Devleti’nin himayesinde olan Ermeniler’in hiçbir
sorunu olmadığını” söylerken; (bkz.
www.ttk.org.tr) kendisiyle yapılan
kimi söyleşilerde ise: “1881 yılında
İsviçre’de Kıpçak adı altında Ermeni
Komitesi kuruldu. Bu dönemde 22
örgüt meydana getirildi. Bu 22 örgüt, 1896 yılında çeşitli yerlerde isyan hareketleri başlattı. Erzurum,
Sivas, Trabzon, İstanbul gibi çeşitli
yerlerde isyanlar çıktı. Bütün bunları
Osmanlı Devleti güvenlik güçleri ta-
rafından bastırmaya çalıştı.” tespitlerini yaparak, aslında 1915’ten önce
de Ermeniler’in “bir” sorunu olduğunu anlatmaktadır. Bunların birbiriyle çeliştiğini söylemeniz, Türk
Tarih Kurumu Başkanı’nın umrunda
değildir. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi, bunların tavırları temsil ettikleri sınıfın, burjuvazinin bakış
açısına uygundur. Burjuvazi gerçekleri kitlelerden gizlemek için sürekli
yalana, sahtekârlığa, gerçekleri çarpıtma yol ve yöntemlerine başvurur,
uygular…
Halaçoğlu’nun yazdığı, ya da yayınladığı kitaplar arasında “Ermeni
Tehciri” adlı bir kitap da vardır.
Sözkonusu kitabın tanıtımında
(www.ttk.org.tr) şunlar da yazılmaktadır:
“Osmanlı Devleti, önce savaş sahasına yakın yerlerdeki Ermeniler’den
başlamak üzere mecburî iskân uygulamıştır. Daha sonra bu nakil, bir kesim hariç tutularak, bütün Ermeniler’i
kapsayacak şekilde genişletilmiştir.
Binlerce insanın yerlerinin bir anda
değiştirilmesi kolay bir şey değildir.
Ancak, kafilelerin hangi güzergâhtan gideceği, toplanma mahallerinin
önceden tespiti ve nakilde tren istasyonlarının merkez olarak seçilmesi
gibi bütün özellikleriyle Ermeni teh-
ciri, asrın en sistemli yer değiştirme
hareketidir.” (www.ttk.org.tr)
Kimi okurlarımızın bu tespitleri
okuduktan sonra, bakın işte kendileri de bu işin planlı olduğunu itiraf
ediyorlar dediğini duyar gibiyiz…
Gerçekten de burada söylenenleri
süzgeçten geçirirsek; mecburi iskan –
ki bu inkar edilmiyor, savaş döneminin gerekliliği olarak savunuluyor–,
bir kesim dışında bütün Ermenilerin
tehcire maruz bırakıldığı; kafilelerin
gidecekleri güzergâhın ve nasıl nakil edileceği vb. vb.nin hepsi de önceden planlanmıştır. Üstüne üstlük
“Ermeni tehciri, asrın en sistemli yer
değiştirme hareketi” olduğu da teslim edilmektedir. Bu veriler, ezilen
sınıf ve halkların bakış açısıyla soruna yaklaşan “tarihçiler” için, soykırımın tarihi gerçekliğini gösteren verilerdir. Fakat, Halaçoğlu gibi
Türkçü “tarihçiler” için değil.
Ha laçoğlu tehcire maruz kalan Ermenilerin sayısını 458 bin civarında gösterirken, tehcire maruz kalanların “büyük çoğunluğunun 1918’den itibaren eski yerlerine geri döndüğünü” savunmaktadır. Devamında şunu söylemektedir
Halaçoğlu:
“Bütün bunlar toplandığında
Ermenilerin, planlı olarak imha edilmek gibi bir harekete uğramadığı
ortaya çıkmaktadır. Nitekim başta
Amerikan belgeleri olmak üzere,
öteki taraf devlet arşivlerindeki belgelerde, Ermenilerin tümüyle tehcir edilmediği, tehcir bölgelerindeki
Ermeni kamplarına yabancı yardım
kuruluşlarının yardım yaptığı yer
almaktadır. Bu durumda, bugün bir
Ermeni soykırımından bahsedenler aslında bilmektedir ki, tehcir bölgesindeki pek çok Ermeninin yerlerinde bırakılması, kamplarda bulunan Ermenilere çeşitli yardım kuruluşlarının yardım etmesi, soykırım
iddialarını tümüyle ortadan kaldırmaktadır.”
Halaçoğlu Türkçeyi bilmeyen biri
değil. O, burada aslında kelime oyunuyla tarihi gerçekleri çarpıtmakta,
sözkonusu ettiği “yardım” vb. durumunun “soykırım gerçeğini” değil,
“iddialarını tümüyle ortadan” kaldırdığını söylemektedir. Oysa, kendisi de “soykırımdan bahsedenlerin”
varlığını teslim etmektedir. Sonuçta
ne gerçek ve ne de “iddialar” ortadan
kalkmaktadır. Ama böylesi tarihçilere bu tavır yakışır!
Temel yaklaşımı ne olursa olsun soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu reddetmek olduğundan, Halaçoğlu da öncelikle yaşananların, “Ermenilerin acılarla dolu
bir dönem yaşamalarına”, “Neticede
halkların kardeşliği için
Ermenilerin bu hareketi, onların
Anadolu’yu terketmeleriyle neticelenmiş” (Halaçoğlu) olmasına rağmen, bir soykırım olmadığını anlatmaya çalışmaktadır.
2023 dergisiyle yapılan bir röportajında da Halaçoğlu öldürülen
Ermenilerin sayısını 9-10 bin civarında göstermektedir. 24 Nisan 1915
tarihi bağlamında da şunları anlatmaktadır:
“Buna rağmen Ermeni isyanları
durmayınca Osmanlı Devleti, 24
Nisan’da, yani Ermeniler’in soykırım günü olarak andıkları günde, bir
gece içerisinde bu parti ve örgütlerin
ileri gelenlerinden 2345 kişiyi tutuklamıştır. Bu tutuklananlar Ankara ve
Çankırı cezaevlerine gönderilmiştir.
Hiçbir kimsenin burnu bile kanamamıştır ve hatta bir kısmı sonra serbest kalmıştır. Ancak bu hamle ile
birlikte Ermeni hareketinin de beli
kırılmıştır.”
Halaçoğlu, burada tutuklamalar
bağlamında bir olguyu, yani bir gecede tutuklanmış oldukları olgusunu ve bunun “Ermeni hareketinin beli”ni kırma anlamına geldiğini
dile getirirken yine tarih çarpıtıcılığı yapmaktadır. Neymiş efendim!
“Hiçbir kimsenin burnu bile kanamamış” “hatta bir kısmı sonra serbest kalmış” mış… Peki ama kimilerinin de merağı sarıp sormaz mı,
kaç kişi serbest kaldı diye? Ankara
ve Çankırı cezaevlerine sürgün edilenlerin sayısı 2345 ise serbest kalanların sayısı ne kadardır? Serbest kalmayanların akibeti ne oldu? “Burnu
kanamadan” insanlar katledilmez mi
yoksa? Somut olarak bu tutuklananların –parmakla sayılacak kadar insan dışında– hepsi katledilmiştir.
Halaçoğlu’nun kendine yakışır tavırlarını ortaya koymak için bu yazımızın çerçevesi yetmez… Fakat, işin
özü değişmemektedir. Türk tarafının
“tarihi” bırakmak istediği “tarihçi”
Halaçoğlu gibileridir.
Halaçoğlu sadece geçmiş bağlamında değil, güncel gelişmelerde de
kendisine yakışan biçimde tavır takınmaktadır. Ermeni kökenli ve
“Mavi Kitap”ın yayımcısı olarak tanınan Ara Sarafyan ile güya bir ilk
olaya imza atacaktı. Ortak görüş
alışverişi ve birlikte araştırma incelemeyi başlatmak… Bunun da ilk
adımı olarak Harput’ta “toplu mezar” arama, açma işine başlanacaktı.
Medyada büyük bir gürültüyle reklamı da yapıldı ve sonuçta Halaçoğlu,
Sarafyan’ın bu çalışmadan “kaçtığını” ilan etti. Ama kısa sürede açığa
çıktı ki, Halaçoğlu “bazı belgeleri
göstermeyi ve arşivleri herhangi bir
kısıtlama olmadan açmayı kabul etmemiş” ve Sarafyan da haklı olarak,
“Madem arşivleri açmayacaksınız ve
belgeleri ortaya koymayacaksınız. Bu
buluşmanın ne anlamı kalacak” diyerek görüşmekten vazgeçmiştir.
Halaçoğlu yaptığı açıklamalarda,
esas amaçlarının önkoşulsuz araştırma yapıp gerçeği ortaya çıkarmak
olmadığını ele veriyordu. O’nun için
bu buluşma, “Dünya kamuoyunda
Türkiye’nin 1915 olaylarını tartışmaya hazır olduğu mesajını vermesi
açısından önemli.” Ya da “Hiç olmazsa iddialarının doğru olmadığını
elde ederiz.” bağlamında önemlidir.
Türk Tarih Kurumu Başkanı olarak
Halaçoğlu, Türkiye’deki olaylara da
tavır takınmaktadır tabii ki. Hele bir
de sorun Ermenilerle ilişkinse ve onbinlerce insan katledilen bir Ermeni
kökenli insana –Hrant Dink’e– sahip
çıkıp kendisini “Hepimiz Ermeniyiz”
diye gösterirse, Halaçoğlu tavır takınmayacak da kim tavır takınacak?
Halaçoğlu, “Hepimiz Ermeniyiz”
diyenlerin “aslında bir ideolojinin
mensupları olduklarını ortaya” koyduğu biçimindeki büyük icadı ortaya çıkardı… Bilim insanı dediğin
de böyle olur: Herkesin bilmediği,
görmediği şeyi tespit etmek! Bu tespit yapıldıktan sonra kuşkusuz ki bilimin derinleştirilmesinde ilerlemek
gerekir ve Halaçoğlu da ilerliyor:
“Ondan sonra elde kafa biçiminde
hazırlanmış pankartlar hazırdı ve
böylece topluluk sayısı bu pankartlarla epeyce fazlalaştırılmıştı, elde
tutulan siyah baş şeklindeki pankartlarla birdenbire sayı 40 binlerden 80 binlere çıkarıldı böylece.
Bunlar da önceden hazırlanmıştı,
binlerce bu slogan nerelerde basıldı,
kimler bunun finansmanını sağladı?
Zannediyorum bunların çok iyi araştırılması gerekiyor.”
Bu değerlendirmenin ne kadar bilimsel olduğu konusundaki yorumu
okurlarımıza bırakıyoruz. Ama
Halaçoğlu’nun, “Hepimiz Ermeniyiz”
diyen kitleyi devlete ispiyon etmeye
soyunduğunu da vurgulamadan geçemiyoruz.
Tüm bu tavırlarına ek olarak,
Halaçoğlu “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı şu tavrı takınmaktadır:
“Şimdi, Türkiye’deki bütün insanlar büyük bir tepkiyle buna karşılık
veriyorlar ve toplum, Ermeni konusunda daha radikal, daha katı bir hale
geldi. Artık soykırımı Türkiye’de
herhangi bir kimseye kabul ettirilmesi bu aşamadan sonra mümkün
değildir.”
Sanki Halaçoğlu soykırımın kabul
edilmesinden yana da, “bu aşamadan sonra” bunun mümkün olmadığını söylüyor… Bu arada “soykırımı
Türkiye’de herhangi bir kimseye” kabul ettirilemeyeceğini söylerken, aslında “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını
atanları Türkiye’den insanlar olarak
görmediğini de ele veriyor.
Burjuvazinin tarihi ve tarihçileri
böyledir… Tarih, böylesi tarihçilere bırakılamaz, bırakılmamalıdır.
Sorun, biz değişik millet ve milliyetlerden halkların, işçi ve emekçilerin
burjuvazinin tarihçilerine, tarihine
karşı, kendi tarihimizi çıkarmamız,
sahiplenip savunmamızdır.
Herkesin tarihi kendisine!
16 Nisan 2007 ✓
Malatya’da vahşet…
H
ıristiyan dini ile ilgili dini
kitaplar yayımlayan, Zirve
Yayınevi’nin Malatya İrtibat
Bürosu 18 Nisan günü dinci faşist katiller tarafından basıldı.
Büroda bulunan Alman vatandaşı
Tilman Geske, Necati Aydın, Uğur
Yüksel, ağızları kapatılıp, elleri arkadan bağlandıktan sonra, boğazları
bıçakla kesilerek vahşice öldürüldüler.
Malatyalı olan beş katilin “Işıkçılar”
tarikatına bağlı İhlas Vakfı’nın
Malatya Erkek Öğrenci Yurdu’nda
kalması, dinci katillerin ideolojik
yönlerine işaret etmektedir.
Katillerin cebinden “Beşimiz kardeşiz, ölüme gidiyoruz. Dönmeyebiliriz,
hakkınızı helal edin” yazılı not çıkması, cinayetin planlı olduğunu göstermektedir.
Tr a b z o n’ d a R a h i p A n d r e a
Santoro’nun öldürülmesi, Hrant
Dink ’in katledilmesinden sonra
şimdi de Malatya’da Protestan inanışına sahip üç kişinin vahşice öldürülmeleri, kimi gerçeklerin bir kez daha
bilince çıkarılması gerektiğine işaret
etmektedir.
Bu ülkede Türk olmayan ulus ve
ulusal azınlıklara karşı körüklenen
düşmanlık, Türk milliyetçiliğinin,
şovenizminin vardığı nokta, “ötekilere” karşı şiddet kullanımını gündeme getirmeye neden olmaktadır.
Siyasiler, medya, devlet “yabancı”
olan her şeye karşı düşmanlığı körüklemekte, bu durumdan vazife çıkaran birileri de, hazırlanan ortamı
fırsat bilerek, saldırıya geçmekte, cinayetler işlemektedirler.
Müslüman olmayan, diğer inanışlardan insanlara duyulan düşmanlık vahşice cinayetlere yol açmaktadır. “İslam dininin barış dini olduğu” söylemi, bu cinayetler gölgesinde boşa çıkmaktadır.
Neredeyse, Türk ve Müslüman olmayan herkese, her şeye karşı körüklenen düşmanlığın sonucu barbarlık
olmaktadır. Barbarlık barbarlığı doğuruyor!
Dini gericiliğin, fanatizmin gelişmesinin esas suçlusu devletin kendisidir. 12 Eylül faşist darbesi, devrimci harekete yönelip ağır darbeler
vururken, dini gericiliği, devrimci
harekete karşı geliştirmiştir. Dini gericiliğin gelişmesi, büyümesi, iktidarı
istemesi ile birlikte Kemalist iktidar
sahiplerinin kendi iktidarlarını koruma telaşına düşmelerine neden ol-
muştur.
Günümüzde “Şeriatçı-Laik” çatışması görünümünün altında yatan
gerçekte, iktidarı elinde bulunduran
Kemalist bürokrat burjuvazi ile özel
sermayeli büyük burjuvazinin çıkarlarını savunan AKP Hükümeti arasındaki iktidar mücadelesidir.
“Laik devlet” gerçekte laik değildir. Devlet bütün dinlere, inanışlara
eşit uzaklıkta değildir. Devlet İslami
mezhepler içinde Sünni mezhebinin
yorumu temelinde, din anlayışına
sahiptir. Diyanet İşleri Başkanlığı,
bütçeden bir dizi bakanlıktan daha
fazla pay almaktadır. İmamın, hocanın maaşını devlet ödemektedir. Din
dersleri, Sünni yorum temelinde zorunludur. vb. Bütün bu örnekler devletin laik olmadığını göstermektedir.
Devlet açısından soruna yaklaştığımızda, din kişinin özel sorunudur.
Devletin insanların inançlarına karışmaya hakkı yoktur.
Biz diyalektik materyalistleriz. Her
türlü gerici, dinci düşünceye karşıyız. “Öbür dünyada” değil, bu dünyada işçiler, emekçiler için cennet istiyoruz. Bunun için mücadele ediyoruz.
Her türlü dini düşünceye karşı olmamız, dini düşüncelerinden ötürü
insanların öldürülmelerinin, baskı
altına alınmalarının karşısında olmayacağımız anlamına gelmez.
Ulusal farklılıklardan ötürü insanlara baskı uygulanmasına karşıyız.
Dini inanışlarından ötürü, insanların baskı altına alınmasına, baskı
uygulanmasına karşıyız. Dini inanç
ve ibadetlerin, inananların istedikleri biçimde yerine getirmelerinden
yanayız.
Sermaye ve onun devleti, ulusal
farklılıkları, dini inanç farklılıklarını kullanarak, işçileri, emekçileri
bölüyor, birbirlerine düşman etmeye
çalışıyorlar. Bölerek daha kolay yöneteceklerini düşünüyorlar. İşçilerin,
emekçilerin düşmanı ne ulusal farklılıklar ne de dini inanç farklılıklarıdır. Düşman işçileri, emekçileri
ezen ve sömüren kapitalist sistemdir.
Kapitalizme karşı ulusu ne olursa olsun, dini inanışı ne olursa olsun işçilerin, emekçilerin birleşmesi çıkarları gereğidir.
“Milliyetçiliğe karşı proletarya enternasyonalizmi! Halkların kardeşliği için tek yol devrim!” şiarları, şiarlarımız olmalıdır.
19 Nisan 2007 ✓
halkların kardeşliği için
Sınır ötesi operasyonun amacı ne?
K
ürdista n Federe Bölgesi
Başkanı Mesut Barzani’nin,
26 Şubat 2007 tarihli El
Arabiya Televizyonu’na yaptığı açıklamasında, “Kerkük, tarihsel ve
coğrafi olarak bir Kürt kentidir ve
Kürdistan’ın parçasıdır. Onlar birkaç
bin Türkmen için içişlerimize karışırlarsa elbette bizim de 30 milyon Kürt
için hiçbir şey yapmadan durmamız
söz konusu olamaz” sözleri üzerine
13 Nisan tarihli Hürriyet gazetesi
Türk hâkim sınıfları adına devletin
tavrını “bardağı taşıran son damla
oldu.” şeklinde açıklıyordu. Türk hâkim sınıf ları, Kerkük’ün bir Kürt
kenti olmasını bütün gücüyle engellemeye çalışacaklarını her fırsatta
belirtiyorlar. Ve hatta Kerkük’ün bir
Türkmen şehri olduğunu iddia ederek, eğer referandumla Kerkük bir
Kürt şehri ilan edilirse, bunun savaş
ilanı anlamına geleceği devletin yetkili ağızlarınca ilan ediliyordu.
Devletin Kerkük ve Musul üzerindeki hak iddiası bugüne kadar hep
sürmüştür. Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül “Biz Kerkük’ü 1926 yılında birleşik Irak’a bıraktık” diyerek, gerekirse
müdahale edeceklerini açıklıyordu.
Tek taraflı ateşkes ilanına rağmen,
devlet operasyonlarını artırarak sürdürüyor. 2006 ilkbaharından itibaren 100 bin askeri bölgeye yığarak
“terörizme karşı mücadele” adına
fırsat kollayan devletin amacı; Güney
Kürdistan’a girip askeri bir operasyon
yapmaktır. Bunun için özellikle Kürt
basınını susturmak gerekiyordu.
Özgür Gündem ve Kürtçe yayın yapan Azadiya Welat gazetelerinin yayını Genelkurmay Başkanlığının talimatı ile yasaklanarak durduruldu.
DTP üzerinde bugüne kadar görülmemiş baskılar uygulanarak, işgalin
önündeki engeller ortadan kaldırılmaya, işgal için zemin hazırlanmaya
çalışılıyor. Tüm ilerici yayın ve örgütler üzerinde baskılar tüm hızıyla
devam ediyor.
Orgenenaral Yaşar Büyükanıt 12
Nisan 2007’de Genel Kurmay karargâhında yaptığı basın toplantısının önemli bir kısmını bölgedeki gelişmeye ayırarak, kendi sordu kendi
yanıtladı: “Kuzey Irak’a operasyon
yapılmalı mı? Yapılmalı. Operasyon
fayda sağlar mı? Evet, sağlar” diyerek
topu siyasi iradeye attı, ordunun operasyon için hazır olduğunu söyledi.
Burjuva kamuoyunun da tam desteğini alan bu açıklamaya Başbakan
Erdoğan; “ hırsla kalkan zararla oturur” diyerek bu işin hiçte öyle kolay
olmadığını açıklıyordu.
Barzani’nin “Biz de Diyarbakır’a
karışırız” açıklamasına aşağılayıcı
bir biçimde tepki gösteren devletin ve sahibinin sesi medyanın esas
amacı, fiilen zaten oluşmuş olan
bir “Kürdistan Devleti’ni” engellemek. Barzani’nin bu açıklaması üzerine Irak’ın Ankara Büyükelçisi, Dış
Orgenenaral Yaşar Büyükanıt 12 Nisan 2007’de Genel
Kurmay karargâhında yaptığı basın toplantısının önemli
bir kısmını bölgedeki gelişmeye ayırarak, kendi sordu
kendi yanıtladı: “Kuzey Irak’a operasyon yapılmalı mı?
Yapılmalı. Operasyon fayda sağlar mı? Evet, sağlar” ....
İşleri’ne çağrılarak sert bir nota verildi. Aynı notanın bir örneği de
Amerika’ya gönderildi. Amerika’nın
yetkili ağızları, böyle bir operasyona
hiçte sıcak bakmadıklarını söyleyerek Türkiye’yi uyardı. Amerika’ya
rağmen yapılacak bir operasyonun
sonuçlarının hiç de iyi olmayacağı
Türkiye’ye gelen Amerikalı yetkililerce açıkça ilan edildi.
Her ne kadar ordunun “Türkiye’nin
sıcak takipten öteye bir askeri niyeti
yoktur ve olamaz!” (Milliyet) demesine rağmen devletin esas amacının bölgede oluşacak bir Kürdistan
devletini engellemek olduğu açıktır. Milliyet, tarihteki dersleri sıraladıktan sonra şu uyarıda bulunarak devletin esas amacını açığa vuruyor. “Bu konjonktürde sıcak takip
ötesinde bir askeri harekât bizi „sadece Amerikalılarla değil, İngiltere,
Fransa, Japonya, Rusya, Arap dünyası...“ ile karşı karşıya bırakır!
Devlet adamlarının ve askerlerin
bundan dikkatle sakınmaları „pısırıklık“ değil, „akıllılık“tır.
Bugünden yarına Kuzey Irak’ta de-
ğişecek hiçbir şey yok. Türkiye uzun
vadede ekonomisini, demokrasisini,
Batı ve Doğu dünyalarıyla diplomatik ve ekonomik ilişkilerini ne kadar
geliştirirse, bu meselede de o kadar
güçlü olur.
Ekonomik ve siyasi güç ve yaptırımlar yani...
Onun için Türkiye’de istikrar bozulmamalı, demokrasi, piyasa ekonomisi, yabancı sermaye girişi devam etmeli.”
ABD ve İngiliz emperyalistlerinin
amaçlarının Irak’ın zengin petrol yataklarına sahip olmak ve bu temelde
Ortadoğu’da kontrolü elinde tutmak
olduğu açıktır. Türkiye de bir taraftan stratejik bir müttefik olarak bu
pastada pay almak istemekte, diğer
taraftan, Güney Kürdistan’da kurulacak bir devletin Kuzey üzerinde
oluşturacağı etkileri hesaba katarak bunu engellemeye çalışmaktadır.
Onun için devletin sınır ötesi operasyon ile hedeflediği şey, Kürt ulusunun gelişen ulusal hareketini bastırmaktır.
Bunun için milliyetçi ve şoven kış-
kırtmalar bütün hızıyla sürüyor.
Özellikle Hrant Dink’in katledilmesinin ardından milliyetçiliğe karşı
gelişen hareket, Genel Kurmayı rahatsız etmiş olacak ki Büyükanıt basın toplantısında, “Türk ordusunu
yıpratmaya çalışan iç ve dış çevreler” için ağır sözler söyledi ve uyarılarda bulundu. „Milliyetçilik yükseliyor“ diyenlerin ülke güvenliğine zarar verdiğini vurguladı ve şöyle dedi:
„Biz Atatürk milliyetçisiyiz. Etnik
ayrım gözetmeyiz. Gurur duyulacak
bir milliyetçiliktir”. Büyükanıt’ın
“Gurur duyulacak bir milliyetçiliktir.“ dediği bu milliyetçilik, Türk olmayan milliyetleri yok sayan, ulusal haklarını talep edenlerin baskı
ve şiddetle yok edilmeye çalışıldığı
bir milliyetçiliktir. Bugün en son
Malatya’da 3 kişiyi elini ayağını bağlayıp kesenler de cinayeti “milli ve
dini duygularla” işlediklerini belirttiler. Hrant Dink’i kalleşçe katledenler
cinayeti “milli duygularla işlediklerini açıkladılar… vs. Biz “gurur” duyulan bu milliyetçiliğin tarihte başka
ne tür cinayet ve katliamlara imza attığını burada sıralamak istemiyoruz.
Gazetemizi takip eden okurlarımız
hatırlayacaktır.
Tarih boyunca Kürt ulusunun her
türlü ulusal hareketini şiddetle engellemeye çalışan Türk hâkim sınıfları, bu hareketi ezmeyi başaramadılar. Kürt ulusunun ulusal uyanışı her
geçen gün artarak sürüyor.
Hiçbir güç de bu uyanışı engelleyemeyecek.
26.04.2007 ✓
Azadîya Welat gazetesinin kapatılması Diyarbakır’da
gazeteciler cemiyetinde bir basın açıklamasıyla protesto edildi
2
5 Mart pazar günü Gazeteciler
Cemiyeti’nde saat 12.00’de
Azadîya Welat gazetesinin 20
gün süreyle kapatılmasına karşı bir
basın açıklaması yapıldı. Buraya gelen basın emekçileri gazetenin eski
sayılarına zincirler vurmuştular.
Zincirli gazeteler basın açıklaması
yapılan yerde masaya bırakılmıştı.
Çeşitli kitle örgütleri ve basın kuruluşunun destek verdiği basın açıklamasında Azadîya Welat’ın sahibi
bir konuşma yaptı. Kapatma kararının “keyfi” olduğunu, bunu protesto
ettiklerini bildirdi. İHD başkanı da
bir konuşmayla “hukuk dışı” bu uygulamayı kınayarak, basına yönelik
böylesi girişimlerin çağdışı uygulamalar olduğunu belirtti.
Alkışlı protestoyla kitle gazeteye
sahip çıkacağını belirtti, açıklama
sonrası ayrıldı.
Azadîya Welat gazetesi Türkiye’de
başka ulusların dilinde çıkan tek
günlük gazetedir. Son yıllardaki mücadele ve AB’ye uyum çerçevesinde
çıkarılan yasalarla önce haftalık son
dönemde ise günlük olarak yayın ha-
yatına devam etmekteydi. Bu gazetenin yayın hayatına girmesi Kürt
halkı için çok önemli bir boşluğu
doldurması açısından değerliydi. Bu
yayın Kürt dilinin hem sözlü hem de
yazılı olarak gelişmesine hizmet etmekteydi.
Gündeme konan sansür Kürt halkının bu demokratik hakkını sınırlamıştır. Diğer noktada basının özgür
yayın yapma hakkının elinden alınması anlamında da bu uygulama demokratik açılım, kişinin haber alma
özgürlüğü ile bağdaşmamakta. Aynı
zamanda Kürt halkının kendi dilini
kullanması ve kendi dilinde okuyup
yazmasının önünün bu tür baskılarla
kesilmek istenmesi demokrasi ve demokratik açılımlarla bağdaşmamaktadır. Bu totaliter bakış açısıyla açıklanabilir. Bu sistemin kendi karşıtını
ezmesi kendine yakın her türlü gelişimi destekleyen ve tetikleyen bir bakış açısına sahip olması demektir.
Bu gelişme göstermektedir ki basın bu ülkede özgür değil, sistemin
propagandasını yapmıyorsa kapatma
ve cezalarla yıldırmak istenmekte-
dir. Hem ekonomik olarak koşulları sınırlı olan ve hem de ellerindeki
araçlar bakımından zor şartlarda yayın yapan bu gazeteler böylesi keyfi,
kendi koydukları yasalara bile uymayan uygulamalarla yayınları durdurulmaktadır.
Başta Kürt işçi ve emekçileri olmak
üzere Türkiye’de yaşayan halklar bu
zorluklara boyun eğmeyecektir. Bu
gibi keyfi uygulamaların son bulması yeni bir dünya ile mümkündür.
Yeter ki, bu yeni dünyanın mücadelesini verebilelim. Bunun için devrimi
örgütleyelim. Varacağımız sosyalist
dünyada o zaman basın özgür olarak
yaşam bulacaktır.
Yaşasın anadillerde adil ve özgür
eğitim!
Yaşasın özgür basın!
Basın üzerindeki tüm baskı ve uygulamalara hayır!
Ülkede Gündem ve Azadîya Welat
gazetelerine uygulanan sansüre hayır!
Azad, YDİ Çağrı okuru ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
B
10
Kyoto Protokolü üzerine kısaca
irleşmiş Milletler tarafından
1992 yılında Rio‘da, 1995 yılında Berlin’de çevre zirveleri
gerçekleştirildi.
1-10 Aralık 1997 tarihleri arasında Japonya‘nın Kyoto kentinde,
bir Birleşmiş Milletler Çevre Zirve’si
daha gerçekleştirildi. Çevre zirveleri
içerisinde en önemlisi Kyoto’da gerçekleştirilen zirve idi.
Kyoto‘daki Çevre Zirvesi, sera efektine (karbon dioksit, metan, nitrous
oksit, sülfür heksaflorid, HFC, PFC)
yolaçan zehirli gazların üretilmesinin sınırlanması ve giderek düşürülmesi hakkında bağlayıcı kararlar almak için gerçekleştirilmişti. 1992 yılında gerçekleştirilen Rio zirvesinde,
endüstri ülkelerinin sera etkisine yolaçan gazların üretimini 2000 yılına
kadar 1990 yılı seviyesine düşürmeleri öngörülmüştü. 1995 yılında düzenlenen Berlin zirvesinde bağlayıcı
kararlar alınması öngörülmüş, fakat
başta ABD olmak üzere bazı emperyalist devletlerin ve tekellerin direnişi
karşısında herhangi bir bağlayıcı karar alınamamış, yine içeriği boş bir
„çerçeve sözleşme“si imzalanmıştı.
Kyoto Konferansı öncesinde, 2010
yılına kadar sera efektine yolaçan zehirli gazların üretilmesi konusunda
Avrupa Birliği %15 oranında indirim
önerirken, ev sahibi Japonya %5‘i yeterli görmekteydi. ABD ise herhangi
bir indirimi kabul etmeyip, 1990 yılı
oranında bir üretim seviyesi önermekte ve gelişmekte olan ülkelerin
de bu oranlara dahil edilmesini savunmaktaydı.
Kyoto‘da 10 gün süren konferans
sonucunda kararlaştırılan bağlayıcı
hükümler, sadece çevre koruma örgütlerini değil, bazı emperyalist ülkeleri bile tatmin etmemişti.
2010 yılına kadar öngörülen sera
gazı emisyonunun 1990 yılı seviyesinin %15 altına çekilmesi hedefi kabul
edilmemiş, ortalama hedef olarak
%5.2 kabul edilmişti. Buna göre, atmosfere atılan sera gazlarını Avrupa
Birliği %8, ABD %7, Japonya %6 oranında azaltacaktı. Rusya, Ukrayna,
Yeni Zelanda gibi bir dizi ülkeye atmosfere atılan sera gazlarını azaltma
zorunluluğu bile getirilmezken,
Avustralya‘ya %8, İzlanda‘ya %10 artırma hakkı verilmişti.
Kyoto Çevre Zirvesinde imzalanan
kararların yürürlüğe girmesi için, tek
tek ülkelerin parlamentoları tarafından da onaylanması gerekiyordu.
Bu şu demekti; Kyoto Protokolü’nün
yürürlüğe girmesi için, en az 55 ülke
tarafından imzalanması, sera gazı
salım oranlarını düşürmek üzere belirli hedefler verilen ülkelerin, dünya
çapındaki sera gazı salımlarının en
az yüzde 55’inden sorumlu olan ülkeler tarafından imzalanması gerekiyordu.
Rusya’nın 18 Kasım 2004’te anlaşmaya katılmasıyla, anlaşma 90 gün
sonra 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. Aralık 2006 tarihi itibariyle toplam 169 ülke anlaşmaya
imza atmıştır.
Kyoto Protokolü’nü imzalamayı
reddeden ülkelerin başında, tek başına sera etkisi üreten gazların yüzde
25’inden sorumlu olan ABD geliyor.
Avustralya, Türkiye, Hırvatistan,
Monaco Kyoto protokolüne imza atmayan diğer ülkelerden bazılarıdır.
Kyoto Protokolüne göre ülkeler
2008 ile 2012 yılları arasında salınımlarını 1990 yılına göre %5.2 düşürmekle yükümlüler.
Kyoto Protokolü, ülkelerin sera
gazı salınımı hedef lerine ulaşmak
için başka ülkelerden salınım azalması satın alabilmeleri imkanını tanımıştı. Çevreyi çok daha fazla kirleten ülkelere, tekellere, gerçekleşenden daha fazla salım düzeyi hakkı
olan ülkelerden kullanılmamış kredileri alma hakkı tanınmıştı.
Buna göre; her ülkenin bir karbondioksit kontosu bulunacaktı. Bu
konto, o ülke için tespit edilen karbondioksit üretimi sınırından oluşacaktı. Kontosundaki sınırı aşan ülkelerle hala rezervi olan ülkeler arasında, karbondioksit üretimi haklarını satışı veya değiş tokuşu olabileceği gibi, belli bir süre, sınırın altında
üretim yapan ülkeler, bu süreçte gerçekleşen eksik üretimi, daha sonra
gerçekleştirecekleri fazla üretimle
dengeleyebileceklerdi. Yani ülkeler
arasında karbondioksit üretimi konusunda, geleceğe veya geçmişe dönük borçlanma ve kredi sistemi işleyecekti.
Çevreyi koruma adı altında Kyoto
Protokolü, bu tür üçkağıdı da içinde
barındırmaktadır! Bu yaklaşımın
çevrenin korunmasıyla bir ilişkisinin
olmadığı aşikardır.
Kyoto Protokolü’nü imzalamayan
Türkiye, sera gazı salınımı en fazla
olan dünya ülkeleri arasında 13. sırada. Sera gazı artış hızı oranında ise
Türkiye birinci sırada geliyor.
Sera etkisine yolaçan gazların kaynağı, petrol, doğal gaz ve kömür gibi
fosil yakıtların enerji üretiminde
kullanımıdır. Fosil enerji kaynaklarının yakılması sırasında ortaya çıkan karbondioksit, sera etkisini oluşturan gazların başında gelmektedir.
Sera gazları küresel ısınmanın temel nedeni ise, bundan çıkarılması
gereken sonuç, sera gazları salınımını birazcık azaltmak değil, tamamen sıfırlamaktır. Enerji üretiminde
fosil yakıtların kullanılması terkedilmelidir. Enerji üretiminde yenilenebilir, alternatif doğal enerji kaynaklarına yönelinmelidir.
Kapitalizm/emperyalizm kar uğruna doğay ı ta lan etmektedir.
Doğanın talan edilmesi, dünyanın
yaşanmaz hale getirilmesinin sorumluları gerçekte bir avuç kapitalisttir. Kapitalistlerin daha fazla kar
uğruna, geleceği ipotek altına almalarına izin vermeyelim. Dünyanın
mahva sürüklenmesini devrim ile
engelleyelim!
Ne fosil yakıtlar, ne nükleer.
Güneş, rüzgar bize yeter.
Mart 2007 ✓
Kyoto Protokolü’nü imzala!
K
üresel Eylem Gr ubu 28
Nisan’da Kyoto Protokolünü
İmzala mitingi düzenledi.
Mitinge katılan 78’liler Girişimi,
SDP, Yeşiller, Sinop Nükleer Karşıtı
Platform, ÖDP, Munzur Çevre
Derneği, Fındıklı Dereleri Koruma
Platformu ve daha birçok dernek
platform vardı.
3 bin civarında kitle Numune
Hastanesi önünde biraraya geldi.
Rengarenk pankartları, f lamaları
ve dövizleriyle alanı doldurdular.
Mitinge kadınlar ve gençler damgasını vurdu.
Atılan sloganlar şunlardı: “Kazım’ın
kati li Nü k leer lobisi!”, “Sinop
Çernobil olmayacak!”, “Rüzgar, güneş, bize yeter!”, “Kyoto’yu imzala!”,
“Hepimiz ayıyız, hepimiz kaplumbağayız!”, “Ampül Baykal”, “Darbecilere
ses çıkar!”, “Katil Bush!”, “Munzur
özgürdür, özgür akacak!”, “Katil
ABD Gezegeni kirletme!”, “Hükümet
bizi kanser ediyor!”.
Yol güzergahında iki dağcı yüksek bir binaya tırmanarak üzerinde
“Derelerimize, geleceğimize sahip
çıkalım!” yazılı bir pankartı astılar.
Bu eylem yürüyüşçülerden uzunca
alkışlandı.
Yürüyüş miting alanına kadar çok
coşkulu ve sesli geçti. İzleyicilerden
de alkış aldı. Miting alanında Basın
Aç.ıklamasını sanatçı Görkem Yelten
yaptı.
Basın açıklamasında diğer ülkeler kadar Türkiye’nin de sorumlu olduğu ve hemen Kyoto’yu imzalaması
gerektiği söylendi.
Sinop, Maraş, Rize vs.den gelenler
de birer konuşma yaptılar.
Miting müzik dinletisi sonrasında
sona erdi.
Nisan 2007 ✓
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
1 Mayıs 2007’de Taksim Meydanı ‘kamu
düzenini korumak için’ savaş alanına çevrildi
Taksim yasağı
Bu yıl 1 Mayıs’a AKP hükümeti ile
ordu merkezli Kemalist kesim arasındaki iktidar mücadelesinin kızıştığı, kızıştırıldığı bir ortamda girildi. Cumhurbaşkanı seçiminin yokuşa sürülerek bir kriz ortamının
yaratılması ile 1 Mayıs’ın tamamen
medyanın ilgi alanından çıkması durumu, Valiliğin koyduğu Taksim yasağı ve buna karşı sendikaların, kitle
örgütlerinin ve devrimci dergi çevrelerinin gösterdiği Taksim’e çıkma
kararlılığı sonucu yaşanan gerilim
ile önlendi. Yoğun Cumhurbaşkanı
seçimi, ordu muhtırası ve Anayasa
Mahkemesi kararı gündemine rağmen 1 Mayıs gündemdeki yerini korumayı başardı.
Bu yıl 1977 1 Mayıs katliamının
30. yıldönümü olması nedeniyle devrimci grupların yanı sıra DİSK ve
KESK de Taksim’e çıkmak için büyük bir kararlılık gösterdiler. Hızla
üye kaybederek küçülen konfederasyonların radikal bir çıkış yaparak durumlarını düzeltmeleri için Taksim
mitingi gibi militan bir çıkışa ihtiyaçları vardı. Ne var ki devrimcileri
her ne pahasına olursa olsun işçilerden uzak tutmayı amaçlayan ve ellerinden gelse devrimci kızıl bir öze
ve geleneğe sahip olan 1 Mayıs’ı hiç
yaptırmamak isteyen egemenler için
de 1 Mayıs’ın kutlanmasını tümden
engelleme fırsatı doğmuştu. Diğer taraftan devrimci fikirlerin işçilerden
uzak tutulmasını amaç edinmiş olan
Türk İş için de işçi sınıfının Birlik,
Dayanışma ve Mücadele günü olan
1 Mayıs’ta sınıfı bölmek için fırsat
doğmuştu. Valilik zaten yıllardır uygulanan Taksim’de 1 Mayıs yasağını
aldığı olağandışı önlemlerle daha da
sertleştirdi. Taksim’e çağrı yapmak
yasaklandı. Buna rağmen çağrı yapanlara karşı cezai işlem yapılacağı
ilan edildi ve uygulandı. Taksim’e
çağrı yasağı pratikte gülünçlük derecesinde abartılarak uygulandı.
Üzerinde 1 Mayıs kelimesinin yanı
sıra Taksim kelimesinin de yer aldığı
afişler bu kapsamda değerlendirilerek, bu afişleri yapıştıranlar gözaltına alınarak haklarında cezai işlem
yapıldı.
Yılbaşı kutlamalarına, futbol kutlamalarına, çeşitli milli vb. kutlamalara açık olan Taksim, 1 Mayıs işçi
bayramı için yasak. Ve bu yasak sükuneti korumak, kamu düzenini ko-
köşesinde Bekir Coşkun.
1 Mayıs günü estirilen devlet
terörü
Taksim yılbaşı kutlamalarına açık, futbol
kutlamalarına açık, çeşitli milli vb. kutlamalara
açık, ancak işçilerin 1 Mayıs işçi bayramı için
yasak. Ve bu yasak sükuneti korumak, kamu
düzenini korumak adına İstanbul’u cehenneme
çevirme pahasına uygulanan bir yasak.
rumak adına İstanbul’u cehenneme
çevirme pahasına uygulanan bir yasak. Devletin bu 1 Mayıs’taki tutumu
onun ne kadar işçiye düşman olduğunu ayan beyan ortaya koymuştur.
Devletin bu kadar açık seçik işçi düşmanı yüzünü sergilemesi bazı burjuva gazetelerinin köşe yazarlarını
bile sinirlendirmiştir:
“Bu vali enteresan. Diyelim ki futbol maçlarından sonra Taksim’de eğlence toplantıları yapılabiliyor. Yılbaşı
eğlencesi de yapılabiliyor, şarkı yarışması şenlikleri de… Ama 1977’ de
arkadaşları öldürüldüğü için orada
“anma toplantısı” yapma hakkı en
çok olan işçilere yasakladı Taksim’i.
Enteresan bir vali. O sokaklar kapkaççılara açıktır. Otoparklar mafyanındır. Köşebaşları uyuşturucu satıcılarının. Geceleri hırsızlara geçer İstanbul.
Çeteler, şebekeler, suç örgütleri parsellemiştir İstanbul’u. Ama işçilere yasak… Ve önlem aldı Vali: Metro kapatıldı. 41 okul tatile sokuldu. Trenleri,
vapurları, tramvayı, otobüsleri, özel
otomobilleri durdurdu vali, ki içindekiler de durmuş olsunlar. Yüzlerce
kişi gözaltına alındı, çok yaralı var,
kimse işine gidemediği gibi evine de
dönemedi. Bebekler biber gazından
zehirlendiler. Kısacası rezalet oldu
İstanbul. Vali bunu niye yaptığını
açıkladı: “Kamu düzeni için…” Ben
bu kadar enteresan vali görmedim…”
diyor 2 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet
1 Mayıs tertip komitesinin aldığı
karara göre Dolmabahçe’de buluşulup Taksim’e yürünecekti. Ne
var ki 1 Mayıs 2007 sabahı sadece
Dolmabahçe’ye ve Taksim meydanına giden yollar değil, İstanbul’a karadan ve denizden gelen yollar da görevlendirilen binlerce polis tarafından tutulmuştu. Başka şehirlerden 1
Mayıs’a katılmak için gelen binlerce
insan otobüslerin içinde günboyu
bekletilerek şehre ve meydana sokulmadılar. Vapurlarla gelenler de polislerce karşılanarak 1 Mayıs’a katılmaları engellendi. Dolmabahçe’ye ve
Taksim’e girmek isteyenlerden ‘şüpheli’ görünenler keyfi bir şekilde gözaltına alındı. Tertip komitesi de sabahın erken saatlerinde gözaltına
alındı. Beşiktaş yönünden gelenlere
biber gazı sıkıldı. Dolmabahçe’ye yanaşmayı başaran bazı küçük gruplar
üzerlerine su ve biber gazı sıkılarak
hemencecik dağıtıldılar.
Gün boyunca göz altına alınanların sayısı resmi verilere göre 900’e
ulaştı. 1 Mayıs için toplam 17 bin polis görevlendirildi. Bunlardan 2.200
polisin biletleri İçişleri Bakanlığı tarafından karşılanarak çeşitli illerden
THY uçaklarıyla İstanbul’a getirildi.
Üç bin polis Taksim Meydanı’nı abluka altına almakla görevlendirildi.
Tüm bu baskılara ve saldırılara
İÇİNDEKİLER
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
1 Mayıs 2007’de Taksim Meydanı savaş alanına çevrildi . . . . . . . .
Adana: 1 Mayıs kutlaması… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Koluman’da sular durgun! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Antalya’da 1 Mayıs 2007… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İzmir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Hatay’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Eskişehir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Diyarbakır’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Mersin’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Esen Plastik: Yine sendikalaşma mücadelesi, yine işten atma…. . . .
Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı…. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Bağ Yağları’nda sendikalaşma mücadelesi…. . . . . . . . . . . . .
Deri İş Sendikası İzmir Şubesi Genel Kurulu yapıldı. . . . . . . . . .
DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi! . . . . . .
EK:1
EK:3
EK:3
EK:3
EK:4
EK:4
EK:4
EK:5
EK:5
EK:5
EK:6
EK:7
EK:7
EK:8
EK:1
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
TAKSİM 2007
rağmen gergin bir bekleyiş sonrasında içinde sendika ve legal parti
liderlerinin de bulunduğu birkaç
yüz kişilik bir kitle Taksim alanına
girmeyi ve Kazancı Yokuşunda
toplanarak sloganlar atmayı başardı. Gittikçe kalabalıklaşan
kitleye Gümüşsuyu tarafından
Taksim’e girmeyi başaran büyük
bir grup eklenince coşku doruğa
çıktı. Bu sırada etrafı binlerce polis tarafından sarılmış olan Taksim
Meydanı kitlenin tek ağızdan haykırdığı “İşte Taksim, işte 1 Mayıs”,
“Yaşasın 1 Mayıs”, “Faşizme karşı
omuz omuza” sloganlarıyla inledi.
Kazancı Yokuşuna 1977’de ölenleri
anmak için karanfiller bırakıldı.
Burada böylece üç bin kişilik bir
kitleyle bir miting yapıldı. DİSK
ve KESK başkanları yaptıkları konuşmalarda devletin tutumunu kınadılar, yaşanan durumun sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal dönemlerini arattığını söylediler.
Konuşmalardan sonra buradaki
kitle yavaşça dağılmaya başlarken
başka küçük gruplar da Taksim
meydanına yaklaşmayı başarıp
Kazancı Yokuşu’nda anmalarını
yaptılar.
Taksim’deki eylem bitmiş gibi
gözüktüğü öğlen saatlerinde birden İstiklal Caddesini dolduran
çeşitli devrimci gruplar pankartlar açarak Taksim alanına yöneldilerse de, önlerinin polis panzerleri ve su sıkma aracıyla kesilmesi ve kitlenin üzerine su ve biber gazı sıkılması bir oldu. İstiklal
Caddesi’ni bulut gibi saran yoğun
biber gazından göz gözü görmez
oldu. Kaçmaya çalışan kitleye polis coplarla saldırarak birçok kişinin yaralanmasına neden oldu.
Okmeydanı ve başka semtlerde
1 Mayıs’ı kutlamak isteyen kitleye
polisin panzerlerle ve biber gazıyla
saldırması sonucu barikatlar kurularak sokak çatışmaları yaşandı.
1 Mayıs hazırlıklarımız ve
tavrımız
EK:2
Yeni Dünya İçin Çağrı olarak bu
ğımsız” eylemini savunanlar, prayıl 1 Mayıs öncesinde Taksim’de
tikte işçi sınıfından kopuk, “benim
ve başka semtlerde 1 Mayıs bildiolsun küçük olsun” mantığıyla harileri dağıttık. Değişik semtlerin
reket eden “saf devrimci” eylemduvarlarına 1 Mayıs için çıkardıleri savunan bir konumdadırlar ve
ğımız stikerlerden yapıştırdık.
asıl yanlış olan budur. Bunun anYeni Dünya İçin Çağrı dergisi
lamı işçi sınıfını sendika bürokratolarak İstanbul’da “Devrimci 1
larına terk etmektir. Bu tavır zaten
Mayıs Platformu” içerisinde yer alsınıftan kopuk ve marjinal olan
dık. Platformun 1 Mayıs’ta “Taksim
devrimci hareketin iyice kendi kaMeydanı sonuna kadar zorlanmabuğuna çekilip içine kapanmasını
lıdır” talebi bizim de talebimizdi.
ve daha da daralmasını savunmak
Ancak hem bu platform tarafından
anlamına gelir.
hem de bazı başka gruplar tarafınDevrimci 1 Mayıs Platformunun
dan Taksim’in
imza standları,
bu kadar merortak bildiri dakeze konulması,
ğıtımı, ortak afiş
dey i m yer i nyapıştırma, bawww.ydicagri.com
deyse amaçlaşsı n açı k la matırılması yanları ve 1 Mayıs’ta
lıştı. Bu sayede
düşenleri anma
işçi sınıfının 1
gibi tüm etkinMay ıs’ta y ükliklerinde aktif
seltmesi gereken
yer aldık. Bu çaasıl sınıf taleplışmalarda bazı
leri Taksim talegrupların çalışbinin gölgesinde
malara gereken
ka lmıştır. Bir
ilgiyi ve özeni
başka tartışma
göstermediklekonusu olan durini bunun yerum ise platforrine kendi grupmun DİSK ve
sal çalışmalarına
KESK ile biryoğ unlaştı k lalikte hareket etrını gözlemledik.
meyi zorlamasıydı. Platformun
Bazı büyük olarak görülen grupDİSK ve KESK ile birlikte hareket
ların da içinde yer aldığı bu arkaetmek istemesi devrimcilerin sınıfdaşların samimiyetsizliğini eleştitan soyutlanmış olduğu bugünkü
riyoruz. Afişleme sırasında bizim
koşullarda yanlış değildir. Sonuçta
de içinde yer aldığımız bazı arkabu birlikte hareket etme tamamen
daşlar keyfi bir biçimde gözaltına
onların kuyruğuna takılıp onların
alındı.
her dediğini yapma biçiminde de1 Mayıs günü Dolmabahçe’ye giğil de, tam tersine devrimcilerin
den yolların tutulmuş olması nede1 Mayıs’ın birlikte örgütlenmesi
niyle tüm arkadaşlarımızla doğruiçin ileri sürdükleri bazı talepleri
dan Taksim Meydanı’nda buluştuk
onlara kabul ettirmesi biçiminde
ve buradaki mitinge katıldık. Beş
oluyorsa –ki bu yıl böyle olmuşarkadaşımız alana giremeden göz
tur- buna itiraz etmek hiç doğru
altına alındılar. Daha sonra İstiklal
değildir. Bu hiç alternatif devrimci
Caddesi’ndeki eyleme de katılan
eylem veya etkinlik yapılamaz anarkadaşlarımız burada yoğun biber
lamına gelmez elbette. Buna karşı
gazından nasibini aldılar.
devrimcilerin sendika bürokratlarına endekslenmesini eleştiren ve
Türk-İş’in Kadıköy mitingi
bunun yerine devrimcilerin “baKarkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Türk-İş bu yıl en başından tek başına hareket edip Kadıköy’ü miting alanı olarak seçerek bilinçli
olarak 1 Mayıs’ta işçi sınıfını bölmüştür. Böylece devrimcilerin işçilerle buluşmasını burada engellemeyi başarmış olan Türk-İş
kendi dilediği biçimde içi boşaltılmış, dev Atatürk posterleri ve dev
Türk bayrakları ile milli-şoven bir
1 Mayıs kutlamıştır. Bu mitinge
bazı arkadaşlarımız katılarak bildiri dağıtımı yapmışlardır.
Sonuç olarak
Bu yılki 1 Mayıs egemenlerin işçilerden işçi sınıfı hareketinin en geri
düzeyde seyrettiği bir dönemde
bile ne kadar korktuklarını bir kez
daha gösterdi. Bu yılki 1 Mayıs’ın
gösterdiği bir başka gerçek ise şu:
egemenler ne kadar kendi aralarında birbirleriyle kapışsalar da,
sözkonusu işçiler ve emekçiler ve
ezilen halklar olduğunda hemencecik kenetlenerek birleşiveriyorlar. Valiliğin aldığı Taksim’de 1
Mayıs yasağı AKP hükümetinin
İçişleri Bakanlığı tarafından da
tam olarak desteklenmiştir.
Sonuçta her ne kadar Taksim’de
kutlanan muhteşem bir 1 Mayıs
engellenmiş olsa da, egemenlerin
bütün çabalarına rağmen başarılı
oldukları söylenemez. İşçiler ve
devrimciler büyük bir kararlılıkla
sınırlı da olsa büyük bir basınç
uygulayarak egemenleri geri püskürtmeyi başarmış ve küçük çapta
bir 1 Mayıs mitingini gerçekleştirmişlerdir. Devletin yoğun terörü
karşısında tüm kitle bir ağızdan
faşizmi lanetlemiştir. İşçilerin ve
devrimcilerin ortaklaşa kararlığı
sonucu –burjuva kalemlerin bile
gördüğü- devletin işçi ve emekçi
düşmanı barbar yüzü ortaya çıkarılmıştır. Baskılardan nasibini
alan halk kesimleri kendiliğinden
“Vali istifa” sloganları atmaya başlamıştır.
2 Mayıs 2007 ✓
Adana: 1 Mayıs kutlaması…
İ
şçi sı n ı f ı n ı n u lusla rarası Bi rl i k, Mücadele ve
Dayanışma Günü 1 Mayıs bu
yıl Cumhurbaşkanlığı seçim tartışmalarının gölgesinde gerçekleşti. Adana’daki kutlamada bazı
siyasi partiler ve temsilcileri işçi ve
emekçileri Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarında taraf olmaya
çağıran söylemlerde bulundu.
Adana 1 Mayıs mitingi bu yıl
önceki yıllardan farklı olarak
saat 16.30’da başladı. 1 Mayıs’ın
hafta içine gelmesi nedeniyle, işçi
ve emekçilerin katılımının yüksek olması için bu saatte yapılan
miting Mimar Sinan Açıkhava
Tiyatrosu önünden yürüyüş ile
başladı. Yürüyüşe Eğitim-Sen,
SES, BES, Tüm-Bel-Sen, HaberSen, DİSK Tekstil İşçileri Sendikası
Bossa Şubesi, Tek Gıda-İş, Harbİş, Haber-İş, Eğitim-İş, Tarım
Orkam-Sen, BTS, TÜMTİS, TEB,
TGS, 68’liler Birliği, 78’liler Adana
Girişimi, TMMOB, ÇHD, TekstilSen Alınteri, BDSP, Çukurova
HKM, Kızıl Bayrak, DHP, ÇÖDER,
ESP, TÖP, Alevi Bektaşi Birlikleri,
SDP, ÖDP, EMEP, DTP, CHP, SHP,
DSP ve İP katıldı. Yaklaşık 5000
kişinin katıldığı yürüyüş İstasyon
Meydanı’nda son buldu. Eyleme
işçi katılımı yüksekti, DİSK Tekstil
İşçileri Sendikası Bossa Şubesinin
korteji kalabalıklığı ile dikkat çekiyordu.
Eylemde Yaşasın 1 Mayıs, Biji Yek
Gûlan, Biji Bratiya Gelan, Yaşasın
Devrim ve Sosyalizm, Gün gelecek
devran dönecek AKP halka hesap verecek, Kahrolsun ABD emperyalizmi, Katil ABD işbirlikçi
AKP, Taksim faşizme mezar olacak, Faşizme karşı omuz omuza,
Taksime değil faşizme barikat,
Ne şeriat ne darbe Demokratik
Türkiye sloganları atıldı.
Kürsüden eyleme katılan örgüt-
Koluman’da sular durgun!
3 Mar t 2007’ de topluca
Birleşik Metal-İş Sendikasına
üye olan ve daha sonra istekleri dışında yıllık izne gönderilen
Koluman işçileri işlerine döndüler.
İşçilerin sendikaya üye olduklarını öğrenen Koluman A.Ş. patronu
bazı işçileri yıllık izne çıkartmıştı.
Yıllık izin sürelerinin sonunda işçiler herhangi bir sorun yaşamadan
işlerine döndüler. Birleşik Metal-İş
Sendikasının yetki başvurusunun
sonucunu bekleyen işçiler işyerlerinde çalışmaya devam ediyorlar. İşçilerin sendikalaşmasından
sonra işyerine noter getirterek işçileri istifaya zorlayan Koluman yönetimi ve patronu şu sıralar sessiz.
İşçiler ise bir an önce yetkinin gel-
mesini bekliyorlar.
8 Nisan’da Birleşik Meta lİş Sendikası Genel Örgütlenme
Sekreteri Özkan Atar işçileri ziyaret etti. Tarsus Eğitim-Sen
Şubesinde işçilere seslenen Özkan
Atar sendikalaşma sürecini, işçilerin yaşanan ülke sorunlarına
da duyarsız kalmamaları gerektiğini, sorunlarının çözümünün
daha fazla örgütlenmeden ve bu
şekilde bir güç olmaktan geçtiğini
belirtti. Atar daha sonra işçilerin
sorularını yanıtladı, yapılması gerekenler hakkında önerilerini aldı.
Toplantıda Anadolu Şube Başkanı
Uğur Tozlu’da kısa bir konuşma
yaptı. Toplantıya yaklaşık 70 işçi
katıldı.
14.04.2007, Ydi Çağrı/Adana ✓
ettiğini belirterek “Eğer sendika
ağasıysam şerefsizim” şeklinde bitirdi.
Diliçıkık ’ın ardından Tertip
Komitesi adına Eğitim-Sen Adana
Şube Başkanı Güven Boğa ortak
basın metnini okudu. Basın metninde 1 Mayıs’ın işçi ve emekçilerin kanı ile kazanıldığı, bunda devrimci, sosyalist tüm emek güçlerinin payı olduğunu, işçi ve emekçilerin bugün şeriat veya postal ara-
sında tercih yapmaya zorlandıklarını, İstanbul valisinin ve emniyet müdürlüğünün 29 Nisan’da
yapılan mitingde bulunmadıklarını ama söz konusu emekçiler
olduğunda saldırganlaştıklarını,
Taksim’i işçi ve emekçilere kapattıklarını söyledi. Ortak açıklamanın okunmasının ardından polisin
de zaman uyarısı ile miting sona
erdirildi.
Ydi Çağrı/Adana 01.05.2007 ✓
Antalya’da 1 Mayıs 2007…
1
Mayıs bu yıl, DTP, EMEP,
SDP, Pi r Su lt a n Abd a l
Der ne ğ i, A le v i B ek t a şi
Kuruluşları Federasyonu, Petrolİş Sendikası gibi birçok parti ve sivil toplum örgütünün katılımıyla
Antalya Güllük’te gerçekleştirildi.
Yürüyüşte; “Faşizme karşı omuz
omuza”, “Kurtuluş yok tek başına,
ya hep beraber, ya hiçbirimiz”, “İş,
emek, özgürlük”, şeklinde birçok
slogan atıldı. Sömürünün her geçen gün daha da katmerleştiği
bu dönemde, alanların bir önceki yıllara oranla daha fazla dolması gerekirken katılım yine düşüktü. Bu durum tabi ki sınıfın
örgütlülüğünün ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir.
Bu yıl ki 1 Mayıs, işçi sınıfı için
farklı bir anlam ifade ediyordu.
Bu yıl 1 Mayıs 1977’deki katliamın tam 30’uncu yıldönümüydü.
77’de İstanbul Taksim’de gerçekleştirilen 1 Mayıs’ta egemen sınıflar işçiler üzerine uzun namlulu
silahlarla ateş açmıştı ve birçok
işçi katledilmişti. O insanların tek
suçu, bozuk düzen içerisinde haklarını aramak ve daha iyi yaşam
koşulları için mücadele etmekti.
Mücadelelerini burjuvazi kurşuna
dizerek, panzerlerle ezerek durdurmaya çalıştı.
Halklar 30 yıl önce de sömürülüyordu bugün de sömürülüyor. 30
yıl içinde değişen nedir? Hiçbir şey!
Emekçi kesim için hiçbir şeyin değişmediği gayet açıktır. Buna karşın burjuvazi karına kar katmaya
devam etmektedir. Fabrikalarda
sömürü sürmekte, işçiler ortaçağ
koşullarındaki köleler gibi kullanılmaktadır.
Burjuvazi, işçi sınıfının sırtından hayatını büyük bir bolluk ve
lüks içerisinde yaşarken öteki yandan işçi sınıfı boğaz tokluğuna yaşamını sürdürmektedir. Bu köhnemiş barbarlık düzenini, insanın
insanca yaşadığı sömürüsüz bir
dünyaya, „sosyalist dünyaya“ çevirmek mümkündür. Evet, „başka
bir dünya mümkündür“ ama ancak sosyalizmle...
Sömürünün olmadığı, halkların
kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni
dünya için; Tüm dünya işçileri birleşin...
3 Mayıs 2007,
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ /
ANTALYA ✓
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
2
ler KESK üyesi iki emekçi tarafından sunulurken CHP Tek Gıdaİş Sendikası Şube Başkanı Gürsel
Diliçıkık tarafından “laikliğin sigortası” olarak karşılandı. Alana
girişleri sırasında bazı devrimci
örgütler CHP, DSP, SHP ve İP’i
yuhaladı. Bunun üzerine Harb-İş
üyesi bazı emekçiler Alınteri taraftarlarına müdahale etmeye çalıştı,
kısa süreli bir gerginlikten sonra
olay yatıştırıldı.
Alanda 1977 1 Mayıs’ında öldürülen 34 işçi ve emekçi için, sınıf
mücadelesinde yaşamını yitiren
tüm işçi ve emekçiler için saygı duruşunda bulunuldu.
İstasyon Meydanında ilk konuşmayı Türk-İş adına Tek Gıdaİş Sendikası Güney Anadolu Şube
Başkanı Gürsel Diliçıkık yaptı.
Diliçıkık konuşmasında özelleştirmelere karşı mücadele ettiklerini, Tekel’in özelleştirilmesine karşı gerekirse üretimden
gelen güçlerini kullanacaklarını
belirtti, Cumhuriyetin temellerinin tehlike altında olduğunu,
AKP’nin laikliğe düşman olduğunu söyledi. Kürsüden CHP vekili Ziya Yergök’ün alanda olduğunu, sonrasında da Anayasa
Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı
seçiminin ilk turunu iptal ettiğini
“artık AKP’nin işi bitmiştir” diyerek duyurdu. Diliçıkık’ın konuşması devrimci örgütler tarafından “kahrolsun sendika ağaları” sloganları ile protesto edildi.
Bu protestolar sırasında Emek
Partisi pankartı Alınteri taraftarları ile kürsü arasına getirilerek,
protestolar engellenmeye çalışıldı.
Bunun üzerine de Emek Partisi
ile Alınteri arasında gergin anlar yaşandı. Bir polis amirinin de
müdahale ettiği olay büyümeden
sonlandı. Diliçıkık konuşmasını
yıllardır emekçiler için mücadele
EK:3
İzmir’de 1 Mayıs…
D
ünya işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs,
İzmir’de yapılan yürüyüşler ve bir
miting ile kutlandı.
İzmir’de 1 Mayıs mitingi, Türkİş ve KESK tarafından düzenlendi.
Yağmur nedeniyle miting kısa
sürdü.
2007 1 Mayıs’ına, ordunun muhtıra verdiği, Türk milliyetçiliğinin yükseltildiği, 1 Mayıs kutlamalarının bölündüğü şartlarda girildi. 1 Mayıs kutlamaları, DİSK’in
Taksim alanında 1 Mayıs’ı kutlama kararı ve diğer şehirlerden
kendi üyelerini İstanbul’a seferber
etmesi nedeniyle bölündü.
İzmir’de üç alanda toplanan,
Türk-İş’e bağlı sendikalar, partiler,
dergiler, devrimci gruplar üç koldan yaptıkları yürüyüşler sonunda
Gündoğdu Meydanı’nda bir araya
geldiler.
Alsancak Liman’ı önünde toplanan Türk-İş’e bağlı sendikalar, buradan yürüyerek Gündoğdu alanına girdiler. Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde Belediye-İş, Petrolİş, Tez Koop-İş, Tümtis kitlesel katılım sağladılar. İşçi Partisi,
TMMOB, CHP Alsancak tarafından alana girdi.
KESK, Odak, DHP, İCİ, Partizan,
İşçi Mücadelesi, Devrimci Hareket,
BDSP, Alınteri, Mücadele Birliği,
Gençlik Dayanışma Evi, ÇHD
Konak tarafından alana giriş yaptılar.
Emep, SDP, ÖDP, DTP, Komünist
KÖZ ve Koordinasyon Basmane
tarafından alana girdiler.
DİSK Türk-İş ile birlikte 1
May ı s’ı k ut l a may ac a ğ ı n ı , 1
Mayıs’ta Türk-İş’le yan yana gelmeyeceğini, 1 Mayıs öncesi açıklamıştı. DİSK İzmir’de 1 Mayıs’ı
Genel-İş Sendikası önünde yaptığı
miting ve örgütlü olduğu işyerlerinde kutladı.
1 Mayıs mitingine sadece, DİSK’e
bağlı Genel-İş üyesi az sayıda işçi
katıldı.
1 Mayıs mitingine binlerce kişi
katıldı. Yürüyüş kortejleri oldukça
canlı idi.
Miting alanında 500 civarında
YDİ Çağrı’nın 1 Mayıs bildirisi dağıtıldı.
Tüm kurumlar alana girdikten
kısa bir süre sonra, yağmur nedeniyle kitle yavaş yavaş dağılmaya
başladı. Dağılma sırasında, miting
alanında yan yana bulunan karşı
devrimci İşçi Partisi ile SDP arasında kavga çıktı. Çatışma sırasında alanda bulunan diğer devrimci gruplar da çatışmaya katıldı.
Polisin araya girmesi ile çatışma
son buldu.
Genelkurmay partisi İP ile yaşanılan çatışma sonrasında, devrimci gruplar Cumhuriyet alanına
doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş
boyunca, “Faşizme karşı omuz
omuza!”, “Yaşasın devrimci dayanışma!”, “Faşizmi döktüğü kanda
boğacağız!” sloganları atıldı.
Yaşasın devrimci 1 Mayıs!
1 Mayıs 2007, YDİ Çağrı/İzmir ✓
Hatay’da 1 Mayıs…
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Evvil Ehır!
Yaşasın 1 Mayıs!
Biji yek gulan !
EK:4
1 Mayıs İşçi Bayramı tüm dünyada, ülke genelinde olduğu gibi
ilimizde de kutlandı. Antakya’daki
1 Mayıs kutlamaları yaklaşık 3 bin
kişinin katılımıyla coşkulu bir atmosferde gerçekleştirildi. Sivil
toplum örgütleri, dernekler, sendikaların yanı sıra çok sayıda bireysel katılımın da olduğu kutlamalar saat 14.30’da Maksim önünde
toplanılıp 15.00’de start alan yürüyüşle başladı, Uğur Mumcu alanında gerçekleştirilen mitingle,
olaysız sona erdi.
Geniş güvenlik önlemleri altında
yapılan etkinliklerin sonunda
Tertip Komitesi adına KESK dönem sözcüsü Kemal Yalçın, 1
Mayıs 1977’de düşen 37 yoldaşlarını ve bu ülkenin vicdanını
onuruyla temsil ettiğini söylediği
Hrant DİNK’i saygıyla anarak konuşmasına başladı.
1 Mayıs’ın tüm dünya işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olduğunu, kendilerini
aç bırakanlara, sömürenlere, katledenlere karşı işçi, emekçi, öğrenci, her kesimin eşit, özgür bir
dünya isteğinin alanlarda yüz binlerle haykırıldığı gün olduğunu
söyleyen Yalçın, ülkemizdeyse 1
Mayıs’lardan korkanların yıllarca
yasaklarla karşılarına çıktığını,
engel olamadıklarında bayram
diye içini boşaltmaya çalıştıklarını
ifade etti.
Yalçın konuşmasında şu görüşleri dile getirdi: “Ama ne 1 Mayıs’ın
mücadele günü olduğu gerçeğini
değiştirebildiler, ne de halkın sesini boğabildiler. Ve tam 30 yıl önce
1 Mayıs’ta yaptıkları katliamla da
gösterdiler bu korkularını tüm dünyaya. Hak ve özgürlük mücadelesini
bitirmek isteyenler, kurşunlar yağdırdı üzerimize. 1 Mayıs 1977’de
500 bin emekçinin doldurduğu
Taksim Meydanı 37 insanımızın
kanıyla kızıllaştı ve 1 Mayıs alanı
Eskişehir’de 1 Mayıs…
E
skişehir’de 1 Mayıs Sıhhiye
meydanında yaklaşık iki bin
kişinin katılımıyla kutlandı.
Saat 17.30’da Anadolu Üniversitesi
tramvay durağında toplanan Türk
İş’e bağlı işçi sendikaları, KESK,
Siyasi Partiler, Demokratik kitle
Örgütleri ve Meslek Odaları
Sıhhiye meydanına yürüdüler.
DTP üyelerinin ise alana girmesine izinsiz Kürtçe dövizler taşıdığı gerekçesiyle izin verilmedi.
DTP’li yöneticilerle tertip komitesi
arasında tartışma yaşandı.
DTP’liler Kürtçe döviz taşıdıkları için alana sokulmayınca 1
Mayıs kutlamasına katılmama kararı aldı. Geçen yıla oranla bu sene
katılım daha fazlaydı. Özellikle
katılımcıların çoğunu işçilerin
oluşturması sevindiriciydi. Yoğun
güvenlik önlemleri arasında saat
18.30’da Sıhhiye meydanına varıldı. Miting alanında KESK ve
Türk-İŞ adına konuşmalar yapıldı.
Konuşmalardan sonra 1 Mayıs
kutlaması sona erdi.
Geçen yıla oranla katılımın fazla
olması sevindirici ama Eskişehir’in
sanayisi gelişmiş bir kent olması
açısından yine de çok düşüktür.
Mitingin başlama saati 17.30 olması fabrikalarda gündüz ve gece
vardiyalarının ve resmi dairelerin beşte kapanması 1 Mayıs kutlamalarına katılım için bir avantaj olmuştur. Bu durumda on binlerin alana gelmesi lazımdı. Fakat
sendikaların çaba harcamamasının sonucu katılımın sayısı düşük
olmuştur. Elbette bir gün işçi sınıfının birlik ve dayanışma günü
olan 1 Mayıs ruhuna yakışır şekilde alanlarda milyonlarca işçi ve
emekçilerle kutlanacaktır.
Bir Mayıs Kızıldır Kızıl Kalacak!
Bıji Yek Gulan!
oldu o gün. Aradan 30 yıl geçti. Bu
30 yılda ne katliamcılar yargılandı
ne de hesap soruldu. O gün üzerine
kurşunlar yağdırılan asıl olarak demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesiydi. Üzerine kurşunlar yağdırılan
işçi, emekçi, öğrenci, köylü halktı.
Katlederek halkın mücadelesini bitirmek istediler. Ve o gün yaşanan
katliamdan bugüne onlarca katliam daha yaşandı bu ülkede. 16
Mart Beyazıt, Çorum, Maraş, Sivas
ve daha onlarcası. Hepsinde amaç
aynıydı. Halkın mücadelesinden
korkanlar, halkın birlik ve dayanışma içerisinde bağımsız, demokratik bir ülke istemesinden korkanlar susturmak, korkutmak için katlettiler. Bugün de gerek katliamlarla
gerekse de hak gasplarıyla bu saldırılar sürmeye devam ediyorlar. Tek
çözüm Eşit, Özgür ve Demokratik
Türkiye” dedi.
kanlığı tarafından Cuma geceyarısı internet sitesi aracılığıyla duyurulan bildirinin, demokratik
değerlerle bağdaştırılamayacağını
savunan Yalçın, demokrasi dışı bir
müdahale ve sivil siyasetin üzerine herhangi bir vesayet anlayışının hiçbir biçimiyle kabul edilemeyeceğini, Türkiye’nin demokratikleşme yönünde adımlar atması
önündeki en büyük engelin, 12
Eylül Darbesi’yle hesaplaşamaması
olduğunu belirtti ve siyasal islamın 12 Eylül’ün yarattığı ortamdan beslendiğinin unutulmaması
gerekliliğini vurguladı. AKP’nin
halkın yüzde 75’ini görmezden gelerek Cumhurbaşkanı seçme gayretinin de demokratik bir tutum
olmadığını söyleyen Yalçın, bu
anti demokratik sürecin yegane
çözümünün, demokrasiyi askıya
almak değil, halkı siyasetin esas
öznesi haline getirmek olduğunu
bildirdi. Konuşmaların ardından
Grup Serüven sahne alarak arapça
türküler söylendi ve coşkuyla halaylar çekildi.
Halk siyasetin asıl öznesi
olmalı...
Herkesin eşikteki bir krizden bahsettiğini, siyasilerin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kriz olarak yorumladığını, genelkurmay baş-
Eskişehir’den YDİ Çağrı okuru/
02.05.2007 ✓
2 Mayıs 2007,
YDİ ÇAĞRI okuru ✓
Diyarbakır’da 1 Mayıs…
Diyarbakır‘da Valiliğin 1
Mayıs‘la İlgili Baskıcı ve
Keyfiyetçi Tutumu Devam
Ediyor...
Diyarbakır‘da 1 Mayıs tertip komitesi adına yapılan miting başvurusuna Valilik tertip komitesinin
istemediği yer olan şehir dışında
olan Fuar alanını verdi. Verilen yerin “uygun olmadığı bunun yasaklamayla eşdeğer olduğu”nu belirten tertip komitesi bu gelişmeyi bir
basın açıklamasıyla protesto etti.
Sendika ve diğer kitle örgütlerinin destek verdiği basın açıklaması şehirin merkezinde bulunan
Dağkapı‘da yapıldı. Saat 12.00‘de
bir araya gelen kitle davul eşliğinde halaylar çekti.
Basın açıklamasını Demokrasi
Platformu dönem sözcüsü Tez-iş 1‘
nolu şube başkanı Ali Öncü yaptı.
Burada yaptığ ı açı k lamada
“Türkiye‘nin katılımcı, özgürlükçü, eşitlikçi ve insan haklarına
dayalı demokratik bir sistem yaratamadığı için, askeri otoritenin vesaretinden kurtulamadığını. Kürt
sorununun demokratik çözümünü
istedi...” Bazen sloganlarla konuşması kesilen Öncü basın açıklamasını çoğunluğu işçi olan kitlenin bir saat süren eylemliğini sonlandırdı.
Basın açıklamasına Akyıl holding (grevde olan işçiler) işçileri, Belediye-iş, Yapı-yol-sen işçileri vb. kitle örgütleri destek verdi.
Atılan sloganlar “Bijî yek gulan!,
Bijî bratîya gelan!,” taşınan dövizler “ T.C vatandaşıyım, Kürdüm
ama düşman değilim!, Barış dili
anadildir, Anadilimiz Kürtçedir!”
Basın açıklaması bitiminde kitle
dağıldı. Böylece Diyarbakır‘da 1
Mayıs bir mitingle kutlanması yerine basın açıklaması şeklinde geçmiş oldu. İşçilerin haklarının korunması için yüz yılı aşkın süre
öncesinde başlattığı bu mücadele
gününün egemenler nezlinde kutlanmasına dolaylı olarak yasak
koymuştur. Bir günün kutlanmasına bile tahamülü olmayan egemen sınıfın temsilcilerine biz işçi
sınıfı olarak yıllardır nasıl tahamül ediyoruz. Bunda; Nazım‘ın
dediği gibi “dilim varmıyor canım
kardeşim şuçun büyüğü sen de.”
Ya bu işlediğimiz büyük suçun devam etmesi için örgütlenmeyeceğiz. Bu Barbarlık içinde insanlığın yok olmasına seyirci kalarak
biz de yok olacağız. Ya da ilmek
ilmek örgütlülüğü güçlendirerek
bizi yok eden barbarlığı kendi barbarlığıyla birlikte tarihin çöplü-
1
İ
zmir/Çiğli Organize Sanayi
Bölgesi’nde kurulu bulunan
Esen Plastik AŞ’de 20 işçi,
Petrol-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atıldı.
Petrol-İş Aliağa Şubesi’nde örgütlenme çalışması sürerken işten atılan işçiler, 7 Nisan tarihinde
fabrika önünde basın açıklaması
yaptılar.
“İş, ekmek yoksa barış da yok”,
“Buraya sendika mutlak girecek”,
“Sendika hakkımız engellenemez”
sloganları atan işçiler Esen Plastik
patronunu protesto ettiler.
Petrol-İş Sendikası Aliağa Şube
Başkanı İbrahim Doğangül, fabrika önünde toplanan işçilere hitaben bir konuşma yaptı. “Sendikaya
üye olmanın bir hak olduğunu,
bunu engellemenin suç olduğunu,
işverenin suç işlediğini” söyledi.
İşvereni yaptığı yanlıştan dönmeye
davet eden İbrahim Doğangül,
fabrikanın girişinde asılı bulunan “Üretim işçileri aranıyor” yazılı levhayı işaret ederek “bu ilan
her şeyi açıkça göstermeye yetiyor, madem işçi fazlası var, neden
yeni işçiler arıyorsunuz? Şu anda
işten çıkardığınız ve her biri 7-8
yıllık işçiniz olan bu insanlardan
daha uygun işçi mi bulacaksınız?
Suçüstü halidir bu. Yakalandınız.
İşten attığınız işçilerin hiçbir suçları yok! Suçlu sendikalı işçiye tahammül edemeyen Esen Plastik işverenidir” dedi.
Esen Plastik’te çalışma koşullarının çok ağır, ücretlerin çok düşük olduğu, işten atmalar nedeniyle çalışma süresinin 12 saate çıkarıldığı işçiler tarafından belirtiliyor. Yasal haklarını kullanarak
sendikaya üye olan işçiler, patron
tarafından kıdem tazminatları ve
diğer alacakları bile ödenmeden
işten atılarak açlığa mahkum edilmişlerdir.
1976 yılında kurulan Esen Plastik
San. Ve Tic. AŞ.’de; 2000’in üzerinde ürün üretilmektedir. Sürekli
büyüyen, kar eden Esen Plastik’te,
büyümenin ve her yıl artan karın kaynağı olan işçilere düşük
ücret ödenmektedir. İşçilere ağır
çalışma koşulları, düşük ücretler,
sendikasızlık reva görülmektedir.
Nereye kadar?
İşçilerin birliği bir gün mutlaka
sermayeyi yenecektir!
13 Nisan 2007
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından, Tertip Komitesi
adına Petrol-İş Mersin şube başkanı Adil Aleybeyoğlu bir konuşma
yaptı. Yüreklerinin, taksim’de,
Ankara’da, Londra’da, Paris’te, kısaca dünyanın her yerinde olduğunu belirten Aleybeyoğlu; devleti,
1 Mayıs 77 katliamının sorumlularını bulup yargılamaya çağırdı.
Devletin İstanbul’da terör estirdiğini belirten Aleybeyoğlu; işçi ve
emekçilerin örgütlenme haklarının kısıtlanarak, sendikal haklarının ellerinde alınmaya çalışıldığını, Ülkede her şeyin yerli ve yabancı sermayenin isteği doğrultusunda gerçekleştiğini, Halkın malı
olan BOTAŞ, Telekom, Limanların
haraç mezat satıldığını belirtti.
Bu ülkede farklı düşünmenin
suç olarak görüldüğünü vurgulayan Aleybeyoğlu; “Kürt sorunu
demokratik bir çözüm beklerken barış ortamı ortadan kaldırılıyor, vahşi cinayetlere kurban gidiyor. Artık kan dökülmesini istemiyoruz, kardeşçe yaşamak istiyoruz. Bizler emek güçleri olarak 1
Mayıs’ın resmi tatil günü ilan edilmesini, 77 Katliamı’nın faillerinin
bulunup yargılanmasını, sosyal yıkım yasalarına son verilmesini istiyoruz” diye konuştu.
Eylem konuşmanın ardından
olaysız bir şekilde dağıldı.
03.05. 2007
Ydi ÇAĞRI Mersin ✓
Bir YDİ Çağrı okuru,
3 Mayıs 2007 ✓
Esen Plastik: Yine
sendikalaşma mücadelesi,
yine işten atma…
Mersin’de 1 Mayıs…
Mayıs Mersin’de yaklaşık 3
bin kişinin katılmasıyla kutlandı.
Saat 11.00’de Devlet hastanesi
önünde toplanan kitle, “Yaşasın
1 Mayıs”, “Her yer taksim, her
yer 1 Mayıs”, “Ne darbe ne şeriat,
Demokratik Türkiye”, “Gün gelecek devran dönecek katiller halka
hesap verecek”, „Kahrolsun ABD
işbirlikçi AKP”… sloganları atarak saat 12.00’ye doğru Metropol
miting alanına kadar yürüdü.
Mitinge; emek örgütleri olan
Türk-İş ve KESK dışında DTP,
ÖDP, SDP, EMEP, de katılmıştı.
Aynı zamanda, üniversiteli ve liseli gençlik ile devrimci örgütlerde
eyleme katılmıştı.
Polisin yoğun güvenlik önlemi
aldığı eylemde herkes tek tek aranarak içeri alındı. En önde yürüyen Yol-İş kortejinde, “ ne darbe ne
de şeriat demokratik Türkiye” sloganı dikkat çekerken, Kristal-İş’te
ise “ Hepimiz Türküz, hepimiz
Atatürkçüyüz” sloganı dikkat çekiyordu. Bu sloganın son dönemde
hâkim sınıflar tarafından geliştirilen milliyetçi şoven dalganın işçi
sınıfını nasıl etkilediği konusunda
önemli idi.
Bu eyleme, dün eli devrimci kanı
ile yıkanan DSP ve CHP gibi karşı
devrimci partiler de katılmıştı.
Miting alanında başta 1977’de
katledilen 35 can ve emek mücadelesinde hayatını kaybedenler
ğüne atacağız. Biz direnenler ve
bu anlamda örgütlülüğü savunanlar her koşulda ikincisini savunarak tarafımızın Yeni bir dünyanın
yaratılması tarafıdır. Bunun için
bir devrimle varılacak Sosyalist
dünya işçi ve emekçilerin kurtuluş
yoludur. Onun için: Marks, Engel,
Lenin ve Stalin önderliğinde bize
bırakılan bilimsel sosyalist öğretileri pratikte egemen kılmaya. Bu
egemenlik eskimiş dünya düzeninin değiştirilmesidir. Bu anlayışla
her yıl karşıladığımız 1 Mayıs işçi
bayramının mücadele, birlik ve
örgütlülük bilinciyle bizi donatması için her gün 1 Mayıs diyorum.
Bijî yek gulan!
Yaşasın devrimci 1 Mayıs!
Bijî şoreşe 1 yek gulan!
EK:5
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
T
EK:6
Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı…
ez-Koop İş Sendikasının
8. Olağan Genel Kurul’u
14-15 Nisan 2007 tarihinde Ankara’da bulunan Tes İş
Salonu’nda gerçekleşti. Divan seçimi ve gündemin onaylanmasından sonra İstiklal marşı eşliğinde
saygı duruşuna geçildi. Salonun
sağ tarafında dev bir Atatürk pankartı asılmıştı. Divan Başkanlığını
Türk İş Başkanı Salih Kılıç yaptı.
Kongreye ünlü misafirlerin katılmaması aynı gün Ankara’da
gerçekleşen “Cumhuriyetine Sahip
Çık” mitingine bağlandı.
Açılış konuşmasını Tez Koop İş
Başkanı Sadık Özben yaptı. Sadık
Özben’in kürsüye çıkışı her seferinde bir grup tarafından “İşte
Tez-Koop, İşte sendika” sloganları eşliğinde ayakta alkışlanarak
karşılandı. Dolu olan 400 kişilik
salonda bu tezahüratlara katılanlar en fazla 30-40 kişiydi. Ne var
ki kararsız delegeleri etkilemeye
yönelik bu tür girişimler önceden
belli olan delegelerin tavırlarında
bir değişiklik sağlamadı.
Sadık Özben konuşmasında genel durum değerlendirmesi yaptı,
uluslararası durumun gergin olduğunu, haksız savaşların yaşandığını, bu savaşların kapitalist sistemin kontrolsüz kar hırsından kaynaklandığını söyledi.
Türkiye’deki durumu da değerlendiren Özben, Türkiye’nin emperyalist sistemin mızrak ucu haline getirilmek istendiğini, IMF ve
Dünya Bankası kararlarının dışına
çıkılmadığını savundu. Özben,
IMF talimatlarıyla özelleştirme ve
taşeronlaştırma politikaları yürüten ve bununla emekçileri hak
kaybına uğratan AKP hükümetini eleştirdi. Olumsuzluklar karşısında yeterince mücadele yürütülmediğini itiraf eden Özben, 3
konfederasyonu acilen birleşmeye
çağırdı. Özben sendikalarının son
dört yılda 15 bin üye yaparak hızla
büyüdüğünü söyledi. Sadık Özben
bir işçi sendikasının başında oturan bir insanın ağzına hiç yakışmayan milliyetçi ve şovenist görüşler
de savundu. Özben, Türkiye’nin
karşısına Ermeni sorunu, Kıbrıs
sorunu vb. çıkarılarak, ülkemiz
üzerinde ciddi oyunlar oynandığını iddia ederek, stratejik ortak
ABD’nin Talabani ve Barzani ile
olan ilişkilerinin Türkiye’yi tedirgin ettiğini savundu. Özben AB’yi
de Türkiye’yi hor gören bir yaklaşıma sahip olmakla eleştirdi. (Bu
arada “İşte başkan, işte sendika”
sloganları atıldı.)
Daha sonra kendi kendisine söz
veren divan başkanı ve Türk İş
Başkanı Salih Kılıç kürsüye çıkarak Sadık Özben’inkinden çok
daha şoven içerikli, seçim ko-
Seçimlerde 1. Liste adayları Sadık Özben (Genel Başkan), Hüseyin Hamurcu (Genel
Sekreter), Semih Aycan (Eğitim Sekreteri), Haydar Özdemiroğlu (Örgütleme Uzmanı),
Şaban Sağıroğlu (Mali Sekreter) karşı 2. Liste adayları Gürsel Doğru (Genel Başkan),
Sedat Ölmez (Genel Sekreter), Hakan Topaloğlu (Eğitim Sekreteri), Osman Gürsu
(Örgütlenme Sekreteri) ve Merih Varol (Mali Sekreter) seçildi.
Yeni yönetimin kongre öncesinde delegelere gönderdiği yazıda savundukları ve bizim pratiğe geçirmeye çağırdığımız bazı
görüşler şöyle:
“…daha güçlü ve daha demokratik bir sendika için tek kişinin
karar verdiği değil ekip çalışmasının hakim olduğu bir sendikal anlayışı yönetime getirmek için…”
“Seçilmişlerin değil de atanmışların veya yandaş bir iki kişinin
nuşmasını andıran bir konuşma
yaptı. Barzani’yi eleştirdi, bu konuda hü kümeti eleştirdi vb.
“Cumhuriyetine sahip çık” mitingini demokratik bir hak olarak değerlendirerek destekledi. 1
Mayıs’ın Kadıköy’de kutlanacağını
söylediğinde salondan “Bölmeyin,
Taksim’de kutlanacak” sesleri
yükseldi.
Salih Kılıç’tan sonra uluslar arası
tek konuk olan Uni Handel Europa
temsilcisi Fin’li Jan Furstenborg
kürsüye çıkarak Tez-Koop İş’i
öven bir konuşma yaptı. Jan
Furstenborg çokuluslu şirketlerin
Türkiye’nin iyiliğini istemediğini,
fakat buna rağmen Türkiye’nin
AB’ye entegrasyonunun önemli olduğunu, ekonomik ve sosyal uyumun şart olduğunu söyleyerek globalleşmenin belli yönlerini eleştirdi. Fürstenborg Sadık Özben ile
çokuluslu şirketlerle sosyal diyalog
çerçevesinde iyi bir çalışma yürüttüklerinden övgüyle bahsetti.
Çokuluslu şirketlerin Tez Koop
İş’i taraf olarak kabul etmelerini
övdü. Carrefour’a genel uygulamalarını Türkiye’de de uygulamaları
gerektiğini söylediklerini, eğer iş-
yönettiği dar kadrocu anlayışa
karşı ekip çalışmasını benimsemiş, kararların kapalı kapılar arkasında değil yönetim kurullarında veya sendikanın diğer organlarında alındığı bir anlayışı
hayata geçirmek için…”
“Toplusözleşmelerde tabanın
talebini öne çıkaran, bu talepleri
komisyonlarda tartışarak… üyenin ve temsilcilerin kabul etmediği sözleşmeleri imzalamamak
için…”
çilere hakları verilmezse onlardan fedakarlık beklenemeyeceğini
Carrefour patronlarına anlattıklarını söyledi. Furstenborg bundan
sonra da Tez-Koop İş’le birlikte çalışma yürütmek istediklerini belirterek konuşmasını sonlandırdı.
Bundan sonra söz alan ilk konuşmacı Salih Kılıç’ı eleştirdi ve
işçileri Salih Kılıç’a karşı eylemler
yapmaya çağırdı.
İkinci konuşmacı Rabia Özkaraca
bir yandan Türk İş ve Salih Kılıç’a
eleştiriler yöneltirken, 1 Mayıs’ta
Taksim tartışması bağlamında
DİSK’in bizi kandırdığını ileri
sürdü. Rabia Özkaraca Taksim
tartışması bağlamında Türk İş’in
tutumunu da eleştirerek ulusal
güvenlik temelinde değil de sınıfsal temelde yaklaşmak gerektiğini
savundu.
Özkaraca 4 B konusunda Türk
İş’i ve diğer şubelerin pasif kalma
tavırlarını eleştirdi. Özkaraca’nın
İstanbul 1 ve 4 No’lu şubeleri işçi
ikramiyelerini 4’ten ikiye indirilmesini kabul etmeleri konusunda
eleştirmesi üzerine salondan tepki
sesleri yükseldi. Özkaraca muhalefeti de eleştirerek, “ortada yeni bir
“…emek ve sermaye mücadelesinin işçi sınıfı tarihinde yöntem ve
yolunun belli olduğu bu mücadele
şeklini unutturmamak için…”
“İşveren itirazları veya müdahaleleri karşısında işi sadece hukuki
sürece hapseden değil, tabanın etkin gücünü de devreye sokan bir
anlayış hayata geçirilecektir…”
“Eğitimde temel sendikal ve sınıf eksenli eğitim politikamız desteklenerek devam edecek.”
anlayış yok, sadece biz de yönetmek istiyoruz diyenler var“ dedi.
İstanbul 4 No’lu Şube Başkanı
Osman Gürsu yaptığı konuşmada
Sadık Özben’i eleştirdi. Migros sürecini anlatarak Sadık Özben’in
işçileri kandırdığını söyledi.
Özben’in şubelerin içini karıştırarak 4 No’luyu Olağanüstü Genel
Kurul’a götürmesini sert bir şekilde eleştirdi. Gürsu buradakinin
koltuk kavgası değil anlayış kavgası olduğunu ileri sürerek, “Yeter
artık Sadık bey, yeni yönetimi
hak etmiyorsunuz “ dedi. Gürsu,
Rabia Özkaraca’ya gönderme yaparak “Nasıl seçildiğini biliyoruz.”
dedi. Gürsu, Sadık Özben’in geçen dönemde iyi örgütlenme yaptığını ileri sürdüğünü, ancak her
nedense bu kongrede hem örgütlenme hem de eğitim sekreterinin
kendisine karşı olduğunu söyledi.
Osman Gürsu’dan sonra kürsüye çıkan Mustafa Karabacak
“Bizi Carrefour konusunda mağdur eden Sadık Başkan” dedi.
Karabacak, bir şubeye seçim kazandırmak için Sadık Özben’in
Carrefour’u oraya bağladığını savundu. (Carrefour’un İstanbul 2
Ölmez kazandı.) Toplam 209 delegeden 208’i seçimlere katıldı ve
muhalefet adayları ortalama 4-5
oy farkıyla seçimleri kazandılar.
Sadık Özben kaybettiği seçimler sonrasında “Bundan sonra TezKoop İş’e katkılarımı sunmaya devam edeceğim” dedi. Kazanan muhalefet adayı Gürsel Doğru ise son
konuşmasında “Seviyeli bir kongrenin yaşandığını, sendikanın
önünde değil yanında olacağını”
söyleyerek Sadık Özben ile birlikte
el ele tutuşarak ve ellerini havaya
kaldırarak kongreyi selamladı.
Seçimlerde 1. Liste adayları Sadık
Özben (Genel Başkan), Hüseyin
Hamurcu (Genel Sekreter), Semih
Aycan (Eğitim Sekreteri), Haydar
Özdemiroğlu (Örgütleme Uzmanı),
Şaban Sağıroğlu (Mali Sekreter)
karşı 2. Liste adayları Gürsel Doğru
(Genel Başkan), Sedat Ölmez
(Genel Sekreter), Hakan Topaloğlu
(Eğitim Sekreteri), Osman Gürsu
(Örgütlenme Sekreteri) ve Merih
Varol (Mali Sekreter) seçildi.
Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi
olarak hızla gelişen hizmet sektörü alanında işçilerin mücadelesi
açısından önemli bir yerde duran
Tez Koop İş Sendikası ile uzun bir
süreden beri yakından ilgilendik,
bu sendika içerisinde yürüyen mücadelede sınıf mücadelesinin perspektifi açısından taraf olmaya çalıştık, kendimizce doğru bulduğumuz görüşleri savunduk ve olumlu
önerilerde bulunduk. Okurlarımız
dergilerimize şöyle bir göz atarlarsa bu konuda çok materyal bulacaklardır.
Gelinen yerde bu kongrede de biz
tarafsız değiliz. Bizim tarafımız
elbette işçi sınıfını mücadelesini
ileri taşıyacak taraftır. Çatışmada
bize bu konuda hangi taraf daha
yakın görünürse elbette biz o tarafı destekleriz. Bu anlamda yeni
yönetim savundukları itibariyle
eskisine göre daha fazla tabanın
yani işçilerin sesine kulak vermeyi
önemseyen, kolektif yönetim anlayışını savunan ve daha mücadeleci
bir anlayışı savunan bir konumdadır. Ancak söylenenler ne kadar
önemli olsa da belirleyici olan pratiktir.
Yeni yönetim eski yönetime bir
dizi bizim de doğru bulduğumuz,,
tek kişilik yönetim yerine ekip yönetimi, pasif sosyal diyalog yerine
daha mücadeleci bir anlayış vb.
eleştirilerle işbaşına geldi. Bizim
deneyimden de yola çıkarak Tez
Koop İş’e üye olan işçilere tavsiyemiz şu olacak: Çoğunlukla seçtiğiniz yeni yöneticilerinizin özellikle tabanın sözüne dayanan daha
mücadeleci bir sendika doğrultusunda bir pratik sergilemesi için
uyanık olun, bunların lafta kalmasına izin vermeyin.
Yaşasın sınıf mücadelesi!
3 Mayıs 2007 ✓
Bağ Yağları’nda sendikalaşma
mücadelesi…
İ
zmir Alsancak’da kurulu bulunan Bağ Yağları Fabrikası’nda
sendikalaşan işçiler patron tarafından işten atıldı.
Bağ Yağları Fabrikası’nda çalışan
işçiler 14 Mart tarihinde, Türk-İş’e
bağlı Tek Gıda-İş Sendikası’na üye
oldular. Bu ülkede sendika üyesi
olmak anayasal hak olmasına rağmen, 15 Mart tarihinde Bağ Yağları
patronu tarafından sendika üyesi
olan 7 işçi işten atıldı. İşten atılan işçiler fabrika önünde bekleyişe geçtiler. Bekleyen işçilere patronun yanıtı 24 Mart tarihinde iki
işçiyi daha işten atmak oldu.
Patron işten çıkarmanın gerekçesi olarak; “iş hacminin daralmasını” gerekçe gösterdi. Bu gerekçenin doğru olmadığını, zorunlu
olarak mesai yaptırılan işçiler çok
iyi biliyor.
En büyük 500 özel sanayi şirketi
sıralamasında 65. sırada bulunan
Bağ Yağları Fabrikası, ürettiği yağı
ağırlıklı olarak yurt dışına gönderiyor.
Bağ Yağları Fabrikası’nda yaşanan gelişmeler üzerine, İzmir
2
Tek Gıda-İş 7 Nolu Şube Başkanı
Kemal Köse ile görüştük:
“6 Nisan’da fabrika önünde bekleyişimize son verdik. Fabrikada
idari personel dahil 159 kişi çalışıyor. İşçilerin çoğunluğu sendikamıza üye oldu. Ça lışma
Bakanlığı’na çoğunluk tespiti için
başvurduk. İşten atılan arkadaşlar için işe iade davaları açtık.
Sendika üyesi olmak anayasal hak.
İşçiler anayasal haklarını kullandılar. Sendikalaşma mücadelemiz
sonuna kadar sürecek.”
Bağ Yağları Fabrikası’nda çalışan
işçiler asgari ücret alıyorlar. Günde
12 saat çalışıyorlar. Çalışma süreleri uzun olmasına rağmen, mesai yapmak zorunda bırakılıyorlar.
Mesai ücretleri tam olarak patron
tarafından ödenmiyor.
İşten atılan işçiler arasında 13
yıllık işçiler var. İşten atılan işçiler
arasında bulunan Fahrettin Saki
işletme müdürü Selahattin Şen tarafından darp edilmiştir. Rapor
alan Saki savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Fabrika içinde sendikalaşan işçiler üzerinde patronun baskısı sürüyor. Sosyal haklardan yoksun,
kötü çalışma koşullarında, kölelik koşullarında çalışıyor işçiler.
İstedikleri sadece yaşanılabilir bir
ücret ve insanca muamele. Bunlar
da İsrailli patron Moris Russo tarafından işçilere çok görülüyor.
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
11 Nisan 2007
YDİ Çağrı /İzmir ✓
Deri İş Sendikası İzmir Şubesi
Genel Kurulu yapıldı
2 Nisan tarihinde, Deri İş
İzmir Şubesi Genel Kurulu
B e l e d i y e -İ ş K o n f e r a n s
Salonu’nda yapıldı.
Deri İş İzmir Şubesi’nin örgütlü
olduğu işletmelerde çalışan işçiler,
Genel Merkez yöneticileri ve Deri
İş Tuzla Şubesi yöneticilerinin katıldığı Genel Kurul oldukça kısa
sürdü.
Deri İş Sendikası Genel Başkanı
Yener Kaya yaptığı konuşmada;
“İzmir’de Deri İş Şubesinin uzun
bir geçmişe sahip olduğunu, geçmişte kazanılan örgütlülüğün, 12
Eylül sonrası kaybedildiğini, Genel
Kurulun İzmir’de yeni bir başlangıç olmasını” diledi. “Türkiye’de
28 işkolu, 96 sendika, üç konfederasyon bulunduğunu, işkolunun
16’ya indirilmesi gerektiğini, konfederasyonların önkoşulsuz olarak
birleşmesi gerektiğini” savundu.
“Kaybettiklerimizin yasalardan
kaynaklandığını, dünyanın hiçbir
yerinde sendika üyeliği için noter
şartının olmadığını, noter şartının
sendikal örgütlülüğü engellemek
için getirildiğini, sendikal örgütlülüğün önünde en büyük engelin
noter şartı olduğunu” savundu.
Faaliyet raporu okundu. Rapor
üzerine tartışma bölümünde, hiçbir işçi konuşmadı.
Genel Kurul’da; misafir konuşmacılar yanında, Genel Başkan
Yener K ay a , G enel B a ş k a n
Yardımcısı Musa Servi, Tuzla
Şube Sekreteri, İzmir Şube başkanı Makum Alagöz konuştular.
Oybirliği ile kurullar aklandı.
Tek liste ile gidilen seçim sonucunda; Makum Alagöz, Hayriye
Çavuş, Erdoğan Güney, Ali Önder,
Meh met K a rabu lut , Cu ma l i
Yalman, İsmail Dağlı yeni yönetime seçildiler.
23 Nisan 2007
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
No’luya bağlanmasını yönetimin
yanısıra tüm şube başkanlarının
da desteklediğini burada not edip
geçelim. bn)
Antalya Şube Başkanı da Genel
Başkan Sadık Özben’i “Antalya
delege seçimlerine müdahale
etmek”le eleştirerek yeni oluşumun sıkıntıların birikimi sonucu
oluştuğunu iddia etti.
Bu arada Sadık Özben’i eleştirenlerin ortak eleştirilerinden biri
Genel Başkan’ın sendikayı tek başına yönetme anlayışıydı.
İki listeden bağımsız adaylığını
koyan Esat Çalışkan da yaptığı zehir zemberek konuşmada Genel
Başkan’ı yerden yere vurdu.
En son kürsüye muhalefet listesinin başkan adayı İstanbul 1 No’lu
Şube Başkanı Gürsel Doğru, onun
arkasından eski yönetimin başkanları ve en son da Genel Başkan
Sadık Özben çıktı.
Eski yönetimin üyeleri -Hüseyin
Hamurcu- dışında hepsi Genel
Başkan Sadık Özben’i eleştirdiler ve yeni listeyi desteklediklerini
açıkladılar. Yeni listede de aday olmadığını belirten eski Örgütlenme
Sekreteri Fikret Omak yaptığı
duygusal konuşmasında Sadık
Özben’i birçok konuda mücadelenin önünü kesmekle eleştirdi.
Omak İstanbul’da Carrefour işçilerinin merkezin talimatıyla 2 No’lu
Şube’ye bağlandığını, bu konuda
kendisinin çekimser oy kullandığını, Carrefour’da örgütlenme yapan uzmanların çok iyi çalıştığını
ancak merkez tarafından yanlış
yönlendirildiklerini savundu.
Gürsel Doğru yaptığı uzun
konu şmada dü nyada k i ve
Türkiye’deki durumu değerlendirdikten sonra kendisine yönelen
eleştirilere de cevap verdi. Doğru
kendisine yönelen taşeronluk suçlaması bağlamında, kardeşinin
Carrefour’da yaptığı ticari bir işten kendisinin doğrudan sorumlu
tutulamayacağını, bu konuda zamanında kendisi hakkında bir işlem yapılmadığını, bunun şimdi
gündeme getirilmesinin doğru olmadığını savundu. Doğru Özben’i
özellikle tek kişilik yönetme ve pasif sosyal diyalog anlayışı konusunda eleştirdi.
İkinci ve son gün yapılan seçimlerde Genel Başkan Sadık Özben
ve muhalefetin Genel Başkan adayı
Gürsel Doğru’nun listeleri yarıştılar. Birinci gün Sadık Özben’i alkışlayanların çok az olmasına rağmen kiminle konuştuysak seçimlerin sonuçlarının hiç belli olmadığını söylemelerinin doğruluğu
ikinci gün yapılan seçimler sonucunda açığa çıktı. Seçimleri Gürsel
Doğru’nun listesi kazandı. Genel
Sekreterlik’te Hüseyin Hamurcu
ve Sedat Ölmez 103’e 103 eşit oy
alarak kura çekilişine kaldılar.
(Sonraki günlerde yapılan bu kura
çekilişini muhalefet adayı Sedat
EK:7
DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi!
Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
D
EK:8
İSK/Tekstil Bursa Şubesi 5.
Olağan Kongresi 22 Nisan
2007’de, gergin bir ortamda
gerçekleşti.
YDİ Çağrı Sayı 109’da kısa da olsa
gelişmelerle ilgili bilgi verilmişti. Bu
anlamda kongrenin gergin olacağına
kesin gözüyle bakılıyordu. Çünkü
Bursa Tekstil Şube yönetimine karşı,
takriben bir seneye yakın, muhalefet
çalışması yürütülüyordu.
Muhalefet, şube yönetiminin, patronlarla işbirliği yaptığını, BFTC’de
yapılan sözleşmede patronların talepleri doğrultusunda anlaşmaya varıldığını, bundan dolayı işçilerin şube
yönetimine karşı tepkilerinin, uyarılarının olduğunu, bu tepkilerden dolayı işçilerin şube yönetimi tarafından
tehdit edildiğini, ‘işinizde olacaksınız’
tehditleri yapıldığını iddia ederek bu
koşullarda kongreye gidilmesinin sorunu daha gergin hale getirdiğini ileri
sürüyordu.
Geçen sene üç ayrı iş yerinde –
Filament, Coats Türkiye, BFTC- delege seçimleri yapıldı. Şube yönetimi
Coats’da seçimi kaybedeceğini bildiği için, tüzük kurallarını çiğneyerek, sandıkları sabah saat 4’de sendika çalışma odasına koyarak, işçiler
tek tek sandık başına getirilerek oy
kullanmaları istenmiştir. Seçim böyle
yaptırılmıştır.
Bunu fark eden muhalefet hemen
şube yönetimini uyarır ve bunun yasal olmadığını söyler. Ama bunlar bir
sonuç getirmez. Bu arada işçiler hemen Süleyman Çelebi’yi arayarak onu
da bu gelişmelerden haberdar ederler.
O da bir sonuç getirmez ve işçiler hemen o gün 300’e yakın imza toplayıp
seçimin iptalini isterler.
Yani 8 Aralık 2006’da yapılan bu
‘demokrasi’ oyunu Muammer Özer
başkanlığındaki yönetimin neleri yapabileceğinin de işaretini verir.
Bursa şubesindeki muhalefetin başını çeken Nail Kalkandeler de kendi
imzasıyla, Bursa’daki bu gelişmeyi teşhir eder. Genel Merkez adına seçimlerde görevlendirilen kişiye “korkuluk
bekçi olarak mı görevlendirildi?” der.
Bu ifade üzerine Nail Kalkandeler
Genel Merkez yönetimi tarafından
suçlu bulunur ve bu tavrından dolayı
genel disiplin kurulu kararıyla sendikadan ihraç edilir. Nail Kalkandeler
bu engeli aşmak için mahkemeye başvurur. Uzun uğraştan sonra mahkeme
en sonunda 15 Nisan’da olumsuz karar verir. Bu koşullarda Şube Genel
Seçimlerinde muhalefet adına Nail
yerine Ferruh Tayan aday çıkarılır.
Bu arada Coats işçilerinin imzalarıyla seçimi iptal başvuruları da
olumlu sonuç vermez, mahkeme buna
da olumsuz kararını verir. Yapılan seçimde bir usulsüzlük görmez ve kong-
renin kısa zaman içinde yapılmasını,
Tekstil Sendikası merkezinin kararına bırakır.
Bu koşullar altında 22 Nisan 2007’de
gergin ortamda kongreye gidildi.
Kongre salonu iki gruba bölünmüştü,
taraflar iki ayrı kanat olarak yerlerini
almışlardı. Karşılıklı atılan “En büyük
başkan bizim başkan’’, “İnadına sendika, inadına DİSK’’ sloganlarıyla ortam geriliyordu. Bu gerilim ortamında
divan seçimi yapıldı, divan başkanlığına Kazım Doğan seçildi.
Divan hemen kongre gidişatını anlattı ve sözü Şube Başkanına verdi.
Tam bu sırada Tekstil Sendikası
Genel Denetim Kurulu üyesi Günay
Onayman’ın salona girdiği duyuruldu. Şube yönetiminin tarafı olanlar bir anda, “Onayman dışarı” sloganları atarak ortalığı gerdiler. Ama
gelenin Süleyman Çelebi olduğu anlaşıldı. Bu gelişme üzerine hemen Şube
Başkanı özür diledi ve ortam tekrar
normale döndü ve Şube başkanı kürsüdeki konuşmasına devam etti, “Çok
zorlu bir süreç geçirdiğini, dürüst ve
şeffaf bir yapının olmadığını, hantal bir yapının olduğunu, zarar veren
anlayışın olduğunu, belden aşağı konuşmalara maruz kaldığını, BFTC iş
yerinde grev aşamasıyla karşı karşıya
olduğunu, bu sorunun üç tarih biçiminde olmasının kendisinden kaynaklanmadığını, DİSK genel başkanının burada bu sorunda tavır takınacağını” söyledi.
Özer, BFTC’de sendikanın pasif
tutumundan dolayı toplu sözleşmenin patronlarla yapılmadığını, taktik
olarak seçim sonrasına bırakıldığını,
önce 17 Nisan’da da greve gidileceği
sözü verildiğini, şube yönetimi tarafından ardından tekrar 24 Nisan’da
greve gidilmesi için 800’e yakın imza
toplanıldığını ama bu da olmazsa bu
sefer de 15 Mayıs’ta greve gidileceğinin söylendiğini belirtti.
Başkanın konuşması muhalefetin
yoğun tepkileriyle ve protestolarıyla
karşı karşıya kaldı. Yoğun tepkiler
şunlardı: “Sen bu işin sorumlusu değil
misin? Bunlar senden kaynaklanmıyor
mu? Hantallığın sorumlusu sen değilmisin? BFTC’de sorunu çıkmaza getiren sen değilmisin? Sen yalan söylüyorsun.’’ Başkan bu laflar eşliğinde şiddetli protestolarla karşı karşıya kaldı.
Bu konuşmanın ardından, Rıdvan
Budak konuşması için kürsüye çağırıldı. Budak konuşmasında, bu gergin
ortamın doğru olmadığı, yarın öbürgün birbirimizin yüzüne bakabilmeliyiz vurgusunu yaptı. Kendisinin
DİSK’in onursal başkanı olduğunu,
bu görevi onurla yerine getirdiğini,
Celebi’yle bu süreçlerde hangi görevleri yaptığını anlattı.
Rıdvan Budak’ın Bursa’ya gelişini
muhalefet şöyle yorumladı: Bursa
Şube yönetiminin desteğini almak
için. Belki yeniden merkeze oynuyor
yorumları yapıldı.
Divan, şube yönetimi tarafının yönerge verdiğini, faaliyet ve denetleme
raporlarının burada okunmasına ve
tartışılmasına, zaman darlığı nedeniyle gerek olmadığı, onun için oylama yapacaklarını söyledi. Hemen
oylama yapıldı. Oylama şube yönetimi taraftarlarının oylarıyla kabul
edildi. İlginç olan muhalefetin buna
seyirci kalması oldu. Bu oylama gidişatın resmini çiziyordu. Çünkü faaliyet ve denetleme raporları üzerindeki
tartışma şube yönetiminin yaptığı
oyunları açığa çıkarmak için muhalefet açısından çok önemliydi. Ama deneyimsizliklerinden dolayı muhalefet
bu fırsatı kaçırdı.
Divan şube yönetimine aday olan
İlhami’ye söz vermeden önce zaman
darlığı nedeniyle bundan sonra konuşanlara beşer dakika konuşma hakkı
olacağını, onun için bu öneriyi onaylamak istediklerini söyledi ve bu da
şube yönetimine taraf olanların oylarıyla onaylandı. Buna muhalefet itiraz
etti ama sonuç getirmedi.
Bu şu anlama geliyordu. Muhalefetin
en son kullanacağı yer kürsüydü ve bu
5 dakika sınırı getirilerek engelleniyordu. Burada bir şey acık ve net olarak ortadaydı. Artık divan da elindeki
yetkiyi kullanarak taraf oluyordu.
Ama şube başkanı istediği kadar çıkıp
kürsüde konuştuğunda buna hiç itirazları olmadı. Artık divan, bu oyunu
hiç çekinmeden bütün DİSK’in merkez yönetiminin gözü önünde oynuyordu. DİSK’in merkezinde olanlar bundan hiç de rahatsız değillerdi,
sanki oyun hep beraber hazırlanmıştı
ve sahneye konup oynanıyordu.
İlhami kürsüye çıktığında, şube yönetiminin işaretiyle onlara taraf tutanlar yoğun protesto eşliğinde dışarı çıkmaya başladılar. Divan -bu
tavrın şube yönetimine bir eksi olarak döneceğini düşündüğünden olsa
gerek- hemen uyarıda bulundu. Şube
başkanı hemen Çelebi’nin yanına gelerek konuşmasını talep etti. Çelebi de
kürsüye çıktı.
Çelebi de kısaca bu gergin tavırların doğru olmadığını, bizlerin birbirimize düşman olmadığımızı söyledi.
Konuşmasının devamında 1 Mayıs’ı
bu sene kesin Taksim’de kutlayacaklarını söyleyerek; kamuoyu önünde
yaptığı açıklamaları orada da tekrarladı. 8 Mart dünya emekçi kadınlar
gününün anlamı üzerine vurgu yaptı.
Ankara’da Tandoğan yürüyüşüne
DİSK’in karşı olmadığını, sorun onu
örgütleyenlerin eski generaller olduklarıydı ve bu darbeciler ile yan yana yürümek istemediklerini söyledi. Bizim
de AKP tavrımız net ortadadır, biz de
kadrolaşma, cumhurbaşkanı’nın uzlaşarak seçilmesinden yanayız. Artık
BURSA’da hep muhalefet çalışmasını
görmek istemedikleri Bursa’daki sendikal çalışmaları temelinde hep muhalefet temelinde olmasının yettiğini
de söyledi.
Ardından İlhami’ye tekrar söz verildi. Ama hemen konuşma süresinin
beş dakika olduğu yönünde divan tarafından uyarıldı. İlhami divana itiraz ederek “Kendim başkan adayıyım konuşmama sınır konulamaz, divan olarak yaptığınız doğru değildir.’’
dedi. Divan beş dakikayı aşarsan konuşmanı keseriz tavrını takındı. Tabi
ki salondaki tansiyon yeniden yükseldi.
İlhami somut Bursa Şubesine yönelik eleştirisini yaptığında karşı taraf
konuşmasının engellenmesi için sesli
müdahale ediyordu. Divan da tanınan sürenin dolduğunu konuşmasını
bitirmesini istedi ama o da uyarılara
aldırmadan konuşmasını sürdürdü.
Tam bu arada Şube Başkanı yanlısı
bir delege mikrofona müdahale etti.
Muhalefetin toplu şekilde diğer guruba yönelmesiyle ortalık bir anda
kavga ortamına dönüştü fakat bu zorlukla engellendi. Artık fazla şeye gerek yoktu. Çünkü muhalefetin fazla
da şansı kalmamıştı, aslında kongre
kaybedilmişti. Artık kürsüyü kullanma şansları yoktu.
Ardından başkan adayı olan Ferruh
Tayan’a söz verildi, o da beş dakikalık
zaman diliminde, kendisine yapılan
müdahalelerle pek fazla zamanı değerlendiremedi.
Divan bu konuşmadan sonra işe giden delegeler olduğu için hemen seçimin yapılmasını oylamaya sunacaklarını duyurdu. Buna da muhalefet sessiz katıldı ve önerge onaylandı. Ve seçim sandığı kondu. Seçim sonucu oyların dağılımı şöyle oldu: Ferruh başkanlığında muhalefet 50 oy aldı. Eski
Şube Başkanı yönetimi 153 oy alarak
ezici çoğunluğu sağladı.
Bu kongrede yaşananlara bakarak
sonuç olarak; sınıf mücadelesinin ilkeleri ve anlayışının sözünün bile geçmediği, “sendika”nın içinin boşaltıldığı bir yokoluş senaryosu sergilendiğini söyleyebiliriz.
Bursa’dan bir YDİ Çağrı okuru,
2 Mayıs 2007 ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27
e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
SAYI 111’in İşçi Eki · Mayıs 2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası
C
Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu?
umhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması ile birlikte
ordu merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi ile özel sermayeli
liberal burjuvazi arasındaki iktidar
dalaşı iyice kızıştı. Kemalist burjuvazinin, en önemli iktidar odaklarından biri olan Cumhurbaşkanlığını
AKP’ye kolayca kaptırmak istemediğini yaşanan gelişmeler bir kez
daha gösterdi. Kemalist burjuvazinin
Cumhurbaşkanı seçimi çerçevesinde
yürütüğü yoğun milliyetçi ve kemalist kampanyaya işçi ve emekçiler de
alet edildi, ediliyor. Ülkeye şeriat geleceği, Türkiye’nin İran’laştırılmak istendiği, Türkiye’nin bağımsızlığının
tehlike altında olduğu, Türklüğün
tehdit altında olduğu vb. vb. söylemlerle “Cumhuriyetine sahip çık” adı
altında büyük mitingler, etkinlikler gerçekleştiriliyor, Türk şovenizmi
daha da körükleniyor.
Bu mitinglerin bileşimine bakıldığında hem örgütleyiciler hem de katılımcılar olarak kadınların sayısının yüksek olması dikkat çekiyordu.
Bunda kuşkusuz şeriatçı bir düzende
en çok kadınların zarar göreceği ve
baskı altına alınacağı korkusu önemli
bir rol oynuyor. Bu mitinglere katılan
kadınların önemli bir bölümü gerçekten de böyle giderse Türkiye’nin
İran’laşacağına, şeriat tehlikesinin
kapıda olduğuna inanıyor. Bunda
özellikle bu eylemlerin başını çeken Necla Arat, Türkan Saylan gibi
Kemalist burjuvazinin kadın akademisyenlerinin propagandalarının da
önemli bir payı var.
Peki ama en çok kadınların sahip
çıkması istenen bu Cumhuriyet 84
yıllık tarihinde kadınlara ne kazandırdı? Bizim açımızdan dinin kadınların kurtuluşunu sağlamayacağı açıktır. Biz bu yazımızda bunun
üzerinde durmayacağız. Biz bu yazımızda Kemalizmin kadınlar için ne
anlama geldiğini irdeleyeceğiz.
Türk egemenlerinin en çok övündükleri şeylerden biri kadınlara birçok burjuva devletinden önce bir takım yasal hakları tanımış olmalarıdır. Ancak, bu noktada biraz yakından bakıldığında esasen övünülecek
pek birşey yoktur. Cumhuriyetin 84.
yılında da yasalar önünde kadın-erkek arasında tam eşitlik sağlanmış
değildir. Yapılan yasal değişikliklere
rağmen erkeğin yasalar önündeki
imtiyazları devam etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti 1923‘te ilan
edilmiştir. Padişahlık dönemine göre
kadınlara daha fazla hak tanıyan
Medeni Yasa‘nın çıkış tarihi 1926‘dır.
Medeni Yasa geçmişin kadın-erkek
eşitsizliğini birazcık törpülemiştir,
o kadar. Medeni Yasa özünde erkeğin egemenliği üzerine kuruludur.
Erkeği „aile reisi“ ilan eden madde
bunun en açık örneğidir. 2002 yılında -yani TC‘nin kuruluşundan 79
yıl sonra- hazırlanan yeni bir yasayla
bu madde nihayet kaldırılmıştır.
Fakat hâlâ daha yasalar önünde eşitlik sağlanmış değildir. Yeni çıkarılan
Medeni Yasa‘da da -eskisi kadar açık
olmasa da- erkeğe tanınan ayrıcalıklar devam etmektedir.
1926 yılında çıkarılan Medeni Yasa
ve 2002‘de çıkarılan Yeni Medeni
Yasa egemenlerin kadınların yasal
eşitliği konusundaki ciddiyetinin ne
olduğunu göstermektedir.
Bu yasalar Kemalizmin kadınlara
ilişkin bakış açısına denk düşmektedir. Kemalistler kadınları bağımsız özgür kişilikler olarak değil, en
fazlasından „Türk aile yapısı“ çerçevesinde erkeğin bir adım gerisinde,
onun destekçisi, evin idaresini yürüten, çocukları büyüten, yeni kemalist
nesiller yetiştirmeye yetecek kadar
„okumuş“ hanımefendiler olarak görüyorlardı. Erkeğe reisliği kadınlara
da evin idaresini bırakan Medeni
Yasa tam da bu mantığın yasalarca
pekiştirilmesiydi.
Kadınlara seçme ve seçilme hakkı
TC‘nin kuruluşundan ancak 13 yıl
sonra tanınmıştır. İlk olarak 1934 yılında kadınlara belediye seçimlerine
katılma hakkı tanınmıştır. Genel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme
hakkının tanınması ise 1936 yılında
gerçekleşmiştir. Seçme ve seçilme
hakkının tanınmasına karşılık kadınların, özelde de işçi ve emekçi kadınların siyasal iktidarda ne kadar
söz sahibi olduğunu Meclisin sergilediği tablo göstermektedir. TBMM‘nin
adının Türkiye Erkek Meclisi olarak
değiştirilmesi daha doğru olacaktır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde oluşan mecliste toplam 550 milletvekili
içinde sadece 24 kadın milletvekili
(% 4,36) vardı. Bundan önceki hükümetlerde de kadın sayısı yok denecek
kadar azdı. Bu yapıdaki bir meclisten kadınlar lehine, özelde de işçi ve
emekçi kadınlar lehine yasaların çıkmasını, kadınların toplumsal eşitliği için gerekli tedbirlerin alınmasını beklemek olmayacak işle uğraşmak anlamına gelmektedir. Nitekim
79 yıl sonra Yeni Medeni Yasa mecliste görüşülürken erkek vekilleri ayrıcalıklarını „mallarımızı karılara
mı kaptıralım“ sözleriyle de sonuna
dek savunmuş, evlilikte „mal ortaklığı rejimi“nin temel alınmasını en-
gellemişlerdir.
Türk egemenlerinin kadınları siyasal olarak aktifleştirme konusundaki
söylemlerinin salt oy avcılığıyla ilişkili olduğu gayet açıktır. Bu da esasen 1980‘li yılların ortasından itibaren canlanan kadın hareketine cevap
vermek zorunluluğundan doğmuştur. Bu ülkede kadın haklarına verilen önemin ne olduğu 12 Eylül sonrasında siyasi partilere kadın kolları
kurmalarının yasaklanmasında da
görülmüştür.
Kadınların varolan haklarından
faydalanabilmelerinin en önemli öncüllerinden biri de onların gerekli
eğitimi alabilmeleridir. TC‘nin ilk
dönemlerinde yürütülen „eğitim seferberliği“ daha sonraki yıllar tavsamıştır. TC‘nin 84. yılında da tüm kızların temel eğitim alması sağlanmış
değildir. Yetişkin kadınlarda okuryazarlık oranı hâlâ % 72 oranındadır (erkeklerde % 92). Okul derecesi
yükseldiği ölçüde eğitimden faydalanan kadınların oranı da düşmektedir. Örneğin, yükseköğretim yaşındaki kadınların sadece %15’i erkeklerin ise %26’sı öğrenim görmektedirler. Bu birkaç rakam bile kadınların
eğitim fırsatlarından eşit oranda faydalanma konusunda hangi durumda
olduklarını göstermektedir.
Kadınların toplumsal eşitliğinin
en önemli önkoşulu ekonomik bağımsızlıktır. Buradan hareket ettiğimizde TC‘de kadınların konumu
„ev köleliği“ne denk düşmektedir.
Yaşanan ekonomik krizlerde ilk olarak işten çıkarılanlar kadınlar olmaktadır. Son iki üç yıl içerisinde
işini kaybeden kadın sayısı 200 bini
aşmıştır. Türkiye’de çalışabilir yaştaki kadınların %50’ye yakını hiç bir
ücret almadan ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor. Ücretsiz aile işçisi ve ev
kadını statüsündeki kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yok. Onlar her
yönüyle tamamen kocalarına ve ailelerine bağımlı durumdalar ve sonuçta bir kölenin durumundan farksız bir konumdalar. Bu nedenle milyonlarca kadın aile içinde en ağır şiddete maruz kalmasına karşın şiddet
ortamını terkedemiyor, özgür ve insanca bir yaşamı seçemiyor.
Ücret karşılığında çalışan kadınların sayısının son derece düşük olduğu TC‘de kadınların çilesi bu-
nunla bitmiyor. Çalışan kadınları da
son derece ağır çalışma koşulları ve
düşük ücretler bekliyor. Sendikaların
verdiği bilgilere göre sözümona „eşit
işe eşit ücret“in yasa olduğu TC‘de
kadınların eline erkek ücretlerinin
ancak 3/2‘si geçiyor.
Bu ülkede yaşayan kadınların büyük çoğunluğu emeklilik hakkı, sağlık sigortası, konut hakkı, sosyal yardım gibi en temel sosyal haklardan
yoksundur. Toplumsal olarak „anne
ve ev kadını“ olmaya yönlendirilen
kadınlar bu bağlamda dahi hak sahibi değildirler. Bu ülkede hâlâ sağlık
sorunlarının başında anne ve çocuk
ölümleri gelmektedir. Ebe ve doktor
olmadığı için kadınlar doğum yaparken yaşamlarını yitirebilmekte;
temiz su bulunmadığı için bebekler
ishalden ölebilmektedir.
84 yıl TC, 84 yıl erkek egemenliği ve Türk olmayan kadınlar üzerinde ulusal baskı demektir. Bu ülkede ulusal hakları için mücadele
eden Kürt kadınları en yoğun baskılarla karşılaşmakta, sindirme ve yoketme politikasının bir parçası olarak gözaltında ve işkencede taciz ve
tecavüze maruz kalmaktadırlar. Bu
ülkede Türk ulusundan olmayan kadınlar baskı ve terörle içiçe yürüyen
asimilasyon politikasının hedefi olmaktadırlar. Türkçenin resmi dil kabul edildiği, Kürtçenin ve diğer azınlık dillerinin üzerinde yasakların
egemen olduğu şartlarda kadınların
bir bölümü „dilsizleştirilmek“tedir.
Onlar hapishaneye düşen kızları ve
oğullarıyla konuşamaz, yalnız doktora gidip dertlerini anlatamaz duruma düşürülmektedirler.
Evet! Bize kadın hakları savunucusu
olarak yutturulmaya çalışılan 80 yılı
aşkın Cumhuriyetin gerçekte, biz işçi
ve emekçi kadınlar için hertürlü haktan yoksunluk, şiddet, ikinci sınıf insan olma ve katmerli sömürü olduğu
gayet açıktır. O halde bizden sahip
çıkmamız istenen bu Cumhuriyet, biz
işçi ve emekçi kadınların Cumhuriyeti
değildir, olamaz.
Burjuvazinin iktidar dalaşı uğruna
çıkardığı bütün bu gürültü meselenin
özünü gözlerden gizlemek içindir.
Sorun ne sözümona laik, demokratik, kadın haklarına sahip çıkan
Cumhuriyetin tehdit altında olmasıdır, ne de Türkiye’nin İran’laşacağı
vs. ile ilgili yapılan demagojidir. Esas
mesele burjuvazinin iki kanadı arasında yürüyen iktidar dalaşında biz
işçi ve emekçi kadınların da her iki
kesim tarafından şu ya da bu şekilde
kullanılmaya çalışılmasıdır, kullanılmasıdır. Bu dalaşta işçi ve emekçi
kadınların destekleyeceği bir taraf
yoktur. İşçi ve emekçi kadınlar kendi
kurtuluşlarının önünü açacak olan
devrim ve sosyalizm için mücadele
etmelidir!
Mayıs 2007 ✓
11
panorama
PANOR AM A
Dört yıl önce –
dört yıl sonra…
Kısa bir bilanço!
- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN Atılan zafer çığlıkları, kısa sürede kursaklarında kaldı.
Saddam rejimi yıkılmıştı ama işgale karşı direniş yeni
başlıyordu…
2
12
0 Mart 2003 tarihinde Irak’a
yönelik savaşın başlatılmasından önceki durumu kısaca aktarırsak, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan
ve Birinci Körfez Savaşı denen savaşla
sonuçlanan süreçte, ABD emperyalizmi Irak’ı pratik olarak üç bölgeye
bölmüş ve Kuzey ve Güney’deki bölgelerde esas olarak Saddam rejiminin
denetimine son vermişti. Sürekli bir
hava sahası kontrolü, uçaklarla yapılan bombardımanlar ve bundan da
önemlisi BM’nin de içinde yer aldığı
ambargo kararı ile iki milyon civarında insanın, ilaçsızlıktan, gıdasızlıktan ölmesi olguları ve gerçekleri
yaşanmış, yaşanmaktaydı.
Soruna bu yanıyla bakıldığında,
ABD önderliğinde Irak’a karşı savaş
20 Mart 2003’te değil çok önceleri
başlamış ve değişik biçimlerde sürmekteydi.
Saddam rejimi ise tüm bunlara rağmen varlığını koruyor, Irak-Güney
Kürdistan halklarına kan kusturmayı sürdürüyordu. Irak ve Güney
Kürdistan halkları içerden faşist
Saddam’ın zulmüne maruz kalırken,
dışardan da “demokrasi ihraç etme”
adına ölüm ihraç eden emperyalist
güçlerin kurum ve kuruluşlarının
saldırganlığına, zorbalığına maruz
kalmıştı.
Bu durumda kitlelerin önemli bölümü, yıllarca doğrudan zulmüne
maruz kaldığı Saddam rejiminin yıkılmasından yana olduğundan; ve
emperyalistlerin “demokrasi, refah”
vb. getireceği yönlü propagandalarına kandığından, Saddam rejimine
yönelik savaşa sıcak bakıyordu…
20 Mart 2003’te savaş başladı ve
9 Nisan’da Saddam rejiminin sonu
geldi. Şimdi Irak hükümeti “Ulusal
bayram” günü olmaktan çıkarsa da,
9 Nisan birkaç sene “Ulusal Bayram”
“kurtuluş” günü olarak kutlandı.
İşgalciler çiçeklerle karşılanmadı ama
Saddam rejiminin devrilmesi kitlelerin önemli bölümünü sevindirdi. 1
Mayıs 2003 tarihinde ise ABD emperyalizminin başı Bush, savaşın bittiğini ilan etti.
Atılan zafer çığlıkları, kısa sürede
kursaklarında kaldı. Saddam rejimi
yıkılmıştı ama işgale karşı direniş
yeni başlıyordu… Ve bu direniş değişik düzeylerde, yer yer dinip yine şiddetlenerek sürdü, sürüyor. İşgalcilerle
yerli işbirlikçileri elele işgale karşı direnişi bastırmaya çalıştı, çalışıyor.
Bu süreçte bir de “geçiş takvimi”
ortaya kondu ve gecikmeli olarak da
olsa 2005 yılı sonuna doğru bu “geçiş
takvimi” süreci tamamlandı. Bu süreç bir yandan işgalcilerin yönetimi
yerli işbirlikçilerine devretmeye çalıştığı ama gerçek anlamda başaramadığı bir süreç iken, aynı zamanda
ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin hesaplarının yanlış olduğunun
açıkça ortaya çıktığı bir süreçti.
Bu süreç, hem işgalci güçlerle işgale karşı güçlerin çelişkisinin giderek şiddetlendiği; hem ülkenin temel
sorunlarının çözülmediği; hem işbirlikçi yerli güçlerin kendi aralarındaki çelişkilerin varlığını koruduğu
ve hatta körüklenerek şiddetlendiği
ve hem de işbirlikçi yerli güçlerin
kimi kesimlerinin işgalci güçlerle çelişkisinin gündeme geldiği bir süreç
oldu.
“Geçiş takvimi” süreci sonunda kurulan hükümet de gerçekte ABD emperyalizminin etnik ve dini dengeleri gözönüne alarak oluşturmaya çalıştığı bir hükümettir ve Irak-Güney
Kürdistan’ın gerçek yöneticisi değildir. ABD emperyalizmi sadece askeri
olarak değil, sivil güçleriyle de gerçek
yönetici durumundadır.
Güney Kürdistan’da eskiye göre
daha fazla kendi kendini yönetme
durumu yaşansa da, Irak genelinde
ulusal sorun da gerçek anlamda çözülmüş değildir. Hatta, bugün ABD
işgal güçlerini geri çekse, özellikle
Arap ve Kürt milleti arasında şiddetli bir savaşın yaşanabilmesinin
zemini oluşmuştur. Anda ama esas
çatışmalar –ne kadar mezhep ve etnik çatışma kışkırtılsa da– esasta işgale karşı olanlarla, işgalciler ve onların işbirlikçileri arasında yürümektedir. Arap-Kürt veya Şii-Sünni
tanımlamaları ulus ve dini/mezhep
farklılıklarını ifade etse de, esasta işgalcilere karşı mücadele edildiği gerçeğinin üzerini örtmek için kullanılmaktadır. Bir yandan da böl ve yönet
siyaseti temelinde, gerçekten mezhepler arası çatışma ve etnik temelde
çatışma körüklenmektedir.
Tüm bunların kısa özeti, IrakGüney Kürdistan’da hiç bir temel sorun çözülmemiş, tersine sorunlara ve
zorluklara yeni sorunlar ve zorluklar
eklenmiştir.
4 YIL SONRA DURUM…
Bugünkü durumun en açık ifadesini,
bu yazı yazılırken medyaya yansıyan
ve bir günde 200 kişiye yakın insanın
yaşamına malolan patlamaların haberinden bulabiliriz. Yine Cenevre’de
gerçekleştirilen iki günlük BM IrakMültecileri Konferansı’ndan medyaya yansıyan haberlerde de durum
hakkında biraz da olsa haberdar olabiliriz.
Dergimizin 105. sayısında Şubat
2006 ile Ekim 2006 arası dönemde
evini barkını terketmek zorunda ka-
lanların sayısının 365 bin civarında
verildiğini aktarmıştık. Savaşın başlamasından bu yana da (Ekim 2006)
655 bin civarında insanın yaşamını
yitirdiği yönlü bir araştırmanın sonucunu aktarmıştık.
Yaşamını yitirenlerin sayısı üzerine tartışmalar sürüyor ama her geçen gün ölenlerin sayısı giderek yükseliyor. Kimi tahminlere göre savaşın
başlamasından bu yana geçen dört
yıllık süreçte ölenlerin sayısı bir milyona dayanmıştır.
Bi rle ş m i ş M i l le t le r Yü k s e k
Mülteciler Komiserliği’nin (UNHCR)
ve Uluslararası Af Örgütü’nün (AI)
biraz da durumu olduğundan iyi gösteren verilerine göre, 2 milyon Iraklı
mülteci komşu ülkelere, özellikle
Suriye ve Ürdün’e kaçmak zorunda
kalmıştır. 1.9 milyon mülteci ise ülke
içinde göç halindedir. 15 milyon insan BM Yardım Misyonu tarafından
özel tehdit altında kalanlar olarak
görülmektedir. Bunlar en başta mülteciler, sürgün edilenler, dullar ve sakatlardır.
4 Milyon Iraklı zaruri gıda yardımına muhtaçtır. Nüfusun %40’ı devlet yardımlarından yararlanamıyor.
Çocukların %23’ü yeterli gıdadan
yoksun. %70’i yeterli suya sahip değil, %80’i sıhhi imkanlardan yoksun,
hastanelere, doktorlara gidemiyor.
İşsizlik mi? En iyileştirilmiş rakamlara göre bile %50’inin üzerinde.
İşgalci güçlerin günlük yaşamda
panorama
Irak-Güney Kürdistan halklarına yönelik taciz ve tecavüzleri, işkenceleri,
keyif lerine göre –evet, keyif lerine
göre insan katletmeleri, kadınlara
tecavüzleri vb. vb.– davranmaları;
hiçbir yasal yaptırıma tabi olmamaları gibi durumlar ise, en iyi biçimde
bunları yaşayanlar tarafından anlatılabilir.
BM’nin Cenevre’de yaptığı ve
60’dan fazla ülkenin temsilcilerinin katı ldığ ı Ira k-Mü lteciler
Konferansı’nın yapılması bile, savaştan dört yıl sonra Irak’taki durumun
ne hal aldığının bir göstergesidir.
4 milyon insan mülteci durumuna
düşürülmüştür ve yapılan açıklamalara göre her ay 50 bin insan daha
mülteci konumuna düşmektedir.
Özellikle Hristiyan azınlıkların durumunda, nüfusun önemli kesimi
artık Irak’ta yaşamıyor. BM önderliğindeki tartışmalar, sözkonusu insanları mülteci olma durumuna düşüren kaynağı kurutmaya, yani işgal
ve savaşı bitirmeye yönelik değil, kimin ne kadar sadaka vereceğine yöneliktir.
Bu bile, emperyalist kurum ve kuruluşların “yardımseverlik” adına,
gerçekte emperyalist güçlerin hizmetinde olduğunun açık bir belgesidir. Onlar daha şimdiden Suriye ve
Ürdün’de kalmayıp Avrupa’ya gidebilecek mültecilerin yollarını, sadakalarla kesmeye çalışıyorlar.
Ira k hü kü met inin Suriye ve
Ürdün’deki Iraklı mültecilere “yardım” için 25 milyon dolar söz vermesi, BM Göçmenlik Komiseri
Guterres tarafından “büyük başarı”
olarak ilan edildi. Almanya 2.2 milyon Avro, Fransa 1 milyon Avro yardım sözü verdi. Kimileri de Iraklı
mültecilere belli ölçüde –yani sınırlı–
kapısını açacağını ilan etti vb. vb.
Evet, özetle aktardığımız bu veriler, savaşın başlamasından dört yıl
sonrasının, bugünün durumunu ortaya koymaktadır.
KİMİ DİĞER NOKTALAR…
ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin hesaplarının “Bağdat’tan döndüğü” ve işgale karşı direnişin giderek örgütlü hale gelip şiddetlendiği
ortamda, ABD emperyalizminin
temsilcileri arasındaki tartışmalar
da yoğunlaştı. Tartışmalarda değişik
taktik veya stratejiler, varsayımlar
gündeme geldi, geliyor. Bunlar arasında ABD’nin Irak’tan çekilip çekilmeyeceği tartışması da vardı, var.
Bu konuda gelişmeler dergimizin
105. sayısında yaptığımız: “Tüm zorluklarına, hesaplarının tutmamasına
rağmen, ABD emperyalizminin genel olarak Ortadoğu’yla ve özel olarak da Irak’la hesaplarına, projelerine bakıldığında Irak’tan vazgeçmeyeceği açıktır.
ABD’nin çıkarları şimdilik Irak’ta
kalmayı gerektiriyor. Gündeme gelecek taktik siyaset değişiklikleri de,
temel siyaseti değiştirmek olmaya-
caktır. Biçimi nasıl olursa olsun kısa
sürede Irak’tan çekilme durumu
yok.…” (sayfa 8) tespitimizin doğru
olduğunu göstermektedir.
Bu tespiti yaptığımız tarihten sonra
ABD’de meclis ve senato seçimleri
yapıldı ve demokratlar çoğunluğu
kazandı. Kimileri demokratların seçim kampanyasındaki „Irak savaşına
son“, „askerler geri çekilmeli“ vb. tavırlara bakarak, ABD emperyalizminin siyasetinin değişeceğini umut
etti. Ama umutlarının boş olduğu
kısa sürede ortaya çıktı.
Seçimlerden yenilgi almaları da
cumhuriyetçilerin Irak’ta yeni taktiklere yönelmesini hızlandırdı.
Savaş Bakanı Rumsfeld’e fatura kesildi ve Rumsfeld istifa etti. Yerine
eski CIA şeflerinden Robert Gates
atandı. Bush, bu arada “savaşı kazanamadık, ama yenilmedik de” gibisinden açıklamalar yaparken, Irak’ta
savaşı kazanmak için Irak’a daha
fazla asker göndermeyi gündeme getirip bütçede savaşa daha fazla pay
talep etti…
Savaşta galip olduklarını göstermek
için de başta Saddam olmak üzere,
Saddam rejiminin kimi baş aktörlerinin asılmaları gündeme getirildi.
Irak savaşı hesap ve planları açıkça
Afganistan, İran ve Suriye’ye karşı,
hatta Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı
savaş hesapları çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu hesapların yapıldığı
şimdi açıkça da dile getirilmektedir.
Bu arada ABD emperyalizminin
kimi temsilcileri hazırladıkları raporla Bush yönetimine İran ve Suriye
ile diyalog kurma ve Irak sorununu
bunların da desteğiyle çözmeye çalışma önerisinde bulundu. Bush yönetimi resmen bu öneriyi kabul etmese de Bağdat’ta gerçekleştirilen
“Güvenlik Konferansı”na İran ve
Suriye temsilcileri de davet edildi ve
onlar da davete uydu. Bu, ABD emperyalizminin temsilcilerinin İran ve
Suriye temsilcileriyle görüşmelerde
bulunmalarının başlangıcı oldu.
Gündeme gelen önemli gelişmelerden biri de, Bush yönetimi ile
Başbakan Maliki arasındaki çelişkiler, tartışmalar oldu. Bu çelişkiler
kimi yorumcuların ABD emperyalizminin Irak’ta askeri bir darbe yapabileceği tahminlerinde bulunmalarına yol açtı.
Gelinen yerde son günlerde Irak
Hükümeti’nde Mukteda El Sadr yanlısı 6 bakanın istifası ve Maliki’nin
bir bakanı görevden almasıyla hükümetin yedi bakanı eksilmiş durumda.
Irak’ta öyle bir noktaya gelinmişki,
çok yönlü hesapların yapıldığı ama
yarın ne olacağı belli olmayan, savaşın, işgalin ve işgale karşı direnişin
ne kadar süreceği kestirilemeyen; hükümetin El Kaida militanları dışında
direnişte bulunanların temsilcileriyle
pazarlıklar yaptığı, Şubat ayı başlarından beri onbinlerce askeri güçle
geniş çaplı operasyonların yapıldığı;
buna karşı yine hemen her gün on-
larca insanın yaşamına mal olan
bombalamaların, patlamaların gerçekleştirildiği, hatta parlamento binasına bile bomba konarak kimi milletvekillerinin öldürüldüğü; kısacası
her şeyin karmaşıklaştığı bir durum
yaşanıyor Irak-Güney Kürdistan’da.
Savaşın başlamasından dört yıl
sonraki manzara, öncekinden iyi değil. Emperyalistlerin halklara dost
olamayacağı, Irak-Güney Kürdistan
halklarının yaşadıkları somutunda
da görülmektedir.
18 Nisan 2007 ✓
Referandum, ya da
OHAL’in yasalaştırılması…
- MISIRMüslüman Kardeşlerin %20 civarında sandalye
kazanması ve bağımsız adayların birleşerek legal
parti olarak çalışması olasılığı, Mübarek başkanı ve
yanlılarını harekete geçirdi.
M
ısır’daki gelişmelerle ilgili
dergimizin 94. sayısında
takındığımız tavırda, başkanlık seçimlerine birden fazla adaya
izin verilmesinin perde arkasına da
kısaca değinmiştik.
Mısır, Mübarek’in 1981 yılında başkanlık görevine gelmesinden bu yana
sıkıyönetim, olağanüstü hal yasalarıyla yönetilmekteydi. Mübarek’in
beşinci kez başkan olmasına karşı,
muhalefet sesini giderek yükseltmeye
başlamış, tutuklanmaları, işkenceleri
gözönüne alarak az katılımlı da olsa
eylemler yapmaya başlamıştı.
Muhalefetin gücü Mübarek’e geri
adım atmayı, yasalarda iyileştirmelere gidilmesini dayatacak düzeyde
değildi. Mübarek’in başkanlık seçiminde kendisinden başka adaylara
izin vermesini sağlayan, daha doğrusu dayatan güç, esas olarak ABD
emperyalizmiydi. Ortadoğu’ya, özellikle de “Arap ülkelerine” “demokrasi ihracı” yalanlarına uygun olarak,
Mısır’da da vitrin değişikliği gerekiyordu ve başlandı da…
Sayı 94’teki yazımızda, diğer şeylerin yanısıra şunları da söyledik:
“Tabii ki muhalefetin giderek sesini
yükseltmesi, Mübarek’in başkanlık-
tan indirilmesi, sıkıyönetimin kaldırılması, özgür seçimlerin yapılması
ve yeni bir anayasanın oluşturulması
biçimindeki talepleri temel talepler
olarak ileri sürmesi vb. gelişmeler de
gözönüne alındığında, Mısır’da belli
değişikliklerin yapılmasının gündeme geldiği, değişikliğin kendisini
dayattığı ortaya çıkmaktadır.
Mübarek iktidarını korumanın
yollarını aramaktadır. Başkanlık seçimleri öncesinde verdiği vaatler arasında, 1981’den beri geçerli olan sıkıyönetimi kaldırmak, 3500 okul yapmak, 400 bin öğretmen yetiştirmek
gibi vaatler vardı. Sıkıyönetimi kaldırma planının ‘teröre karşı mücadele’ adına yeni bir yasa çıkarmakla
birlikte ele alındığı bilindiğinde, yapılacak değişikliğin özde bir şey değiştirmeyeceği açığa çıkmaktadır.”
(sayı 94, sayfa 17)
Biz bu değerlendirmeyi yaptıktan sonraki süreçte Mısır’da parlamento seçimleri gerçekleşti. “Çözüm
İsla md ı r” şia r ı nı ku l la na n ve
1954’ten beri yasaklı olan Müslüman
Kardeşler (İhvan-ı Müslüman), bağımsız adaylarla seçime katıldı.
Parlamentonun toplam 454 milletvekilinin 444’ü seçimlerle belir-
13
panorama
lenmekte diğer 10 milletvekili ise
Başkan Mübarek tarafından atanmaktadır. Müslüman Kardeşler 88
milletvekili çıkararak en büyük muhalefeti oluşturdu. Mübarek’in partisi Ulusal Demokratik Parti (UDP)
büyük çoğunluğunu korumasına
rağmen, bunların milletvekili sayısında azalma oldu.
Müslüman Kardeşlerin meclisin
yaklaşık %20sini elde etmesi aslında
beklenmiyordu. Tüm engellemelere
rağmen bu yükseklikte milletvekili
çıkarması, başta Mübarek ve yanlılarını önemli oranda rahatsız etti.
Bu arada bir başka yasa değişikliğiyle de, 2011’de yapılacak başkanlık seçimlerinde aday olabilmek kısıtlanıyordu. Başkan adayı olabilmesi için sözkonusu kişi şu ya da bu
partinin adayı olmak zorundadır.
Bağımsız adaya izin yok. Ayrıca sözkonusu partinin beş sene legal çalışma yürütmesi ve yapılacak seçimlerde parlamentonun sandalye sayısının %5 oranını elde etmiş olması önkoşul olarak getirildi.
Müslüman Kardeşlerin %20 civarında sandalye kazanması ve bağımsız adayların birleşerek legal parti
olarak çalışması olasılığı, Mübarek
başkanı ve yanlılarını harekete geçirdi. Hürriyet gazetesi gibi gazetelerin “Mısır usulü 28 Şubat” başlığını
atarak “balans ayarı” yapıldığının
işaretini vermesi ve Türkiye ile karşılaştırmasının belli bir mantığı vardır ve bu benzetme bütünüyle olmasa
da belli ölçülerde doğrudur.
İşin perde arkasında Müslüman
Kardeşlerin güçlenmesini engellemek; OHAL ya da sıkıyönetimi “terörizme karşı mücadele” adına çıkarılacak yasalarla meşrulaştırmak
ve ama aynı zamanda “sıkıyönetim
yasalarını kaldırdık” diyerek demokratikleşmekte oldukları yalanlarını kitlelere yutturmak; 2011 başkanlık seçimlerine Mübarek yanlısı
partinin adayı dışında –ki bu adayın Mübarek’in kendisi olmazsa,
oğlu olacağı şimdiden söyleniyor–
hiç kimseye aday olma imkanı tanımamak vb. hesapları yatmaktadır.
Bu hesapların yapıldığı koşullarda,
Anayasa’da kimi değişiklikler gündeme getirildi ve referanduma sunuldu…
REFERANDUM OYUNU…
14
Medyaya yansıdığı kadarıyla referanduma 34 maddeden oluşan bir paket sunuldu. Sözkonusu değişiklikler 454 sandalyeli parlamentoda, 315
milletvekilinin oyuyla kabul edildi.
İlkönce referandum Nisan ayı içinde
düşünülüyordu. Ama alınan ani bir
kararla, parlamentoda kabul edildikten bir hafta sonra referandumun
yapılması kararlaştırıldı. Bunun sonucunda referandum, 26 Mart 2007
tarihinde, –seçmenlerin, pakette ne
olduğunu, hangi yasanın nasıl değiştirildiğini, ya da yeni yasanın ne
olduğunu bile öğrenemediği bir du-
rumda– gerçekleştirildi. Basına yansıyan haberlerde, oy kullananların
neye oy verdiklerini bilmediği yönlü
açıklamalar da yer aldı.
Müslüman Kardeşler’in de içinde
olduğu muhalif güçlerin büyük bölümü referandumu boykot etme çağrısı yaptı. Bir hafta içinde referanduma gitmenin sadece seçmenin
neye oy verip vermeyeceğini bilmesi
açısından değil, aslında Mısır gibi bir
ülkede teknik olarak da mümkün görülmüyordu.
Örneğin seçim yasasına göre her
seçim lokali /sandığı bir yargıcın/
savcının denetiminde olması gerekiyor. Yeterli yargıç veya savcı olmadığından parlamento seçimleri üç
aşamada –değişik bölgelerde– yapılmaktadır. Referandumda bu, gözönüne bile alınmadı. Mübarek’çilerin
esas derdi de zaten 26 milyon civarında olduğu söylenen seçmenin katılımını sağlamak ve gerçekte halkın
görüşünün ne olduğunu öğrenmek
değildi.
Resmi açıklamaya göre referanduma katılım %27,1 oranındaydı ve
“reform paketi” %75,9 “evet” oyuyla
onaylanmıştı. Resmi makamlar dışındaki güçler ise, örneğin Mısır’daki
İnsan Hakları Örgütü ve diğer sivil
toplum örgütleri, referanduma katılımın %6-9 civarında olduğunu savunmaktadır. Ayrıca, doğrudan seçim görevlilerinin oy pusulalarına
“evet” damgası bastığı video görüntüleri de yayınlandı. Yani referandumda sahtekarlık sadece katılım
oranı bağlamında yapılmamıştır.
Öyle ya da böyle, Mısır’da referanduma katılım oranı sonucu belirlemiyor. Oy kullananların sayısı gerçekte seçmenin %9’u da olsa, hatta bu
%1 bile olsa, kullanılan oyların çoğunluğu evet” diyorsa –ki Mısır’da,
seçim oyununda çoğunluk önceden
garantilenmiştir–, o zaman onaya
sunulan “paket” onaylanmış oluyor.
Böyle de oldu.
Sözkonusu 34 maddenin tümünün neyi içerdiğini bilmiyoruz ama
basına yansıdığı kadarıyla, yapılan
değişikliklerin esas çerçevesi, “terörizme karşı mücadele” adına temel
hak ve özgürlüklerin Anayasa maddeleriyle kısıtlanmasıdır. Görünüşte
Mısır’da sıkıyönetim yasaları, ya da
OHAL kaldırılmakta, “demokrasiye”
geçilmektedir… Örneğin hakim kararı olmadan yetkililere –devletin
kolluk güçlerine ve genel güvenlik
güçlerine– zanlıların konuşmalarını
dinleme, yazışmalarını inceleme,
zanlıların evlerini arama vb. yetkisi
verilmektedir.
Ol a ğa nü s t ü ha l y a s a l a r ı n ı n
Anayasa maddelerine entegre edilmesi durumunu insan hakları örgütleri gibi Uluslararası Af Örgütü de
Mısır’da, “son 26 yılda ülkede yaşanan en ciddi hak erozyonu” olarak
değerlendirmektedir.
Muhalefet, yapılan değişikliklerle
yürütmenin daha da güçlendirildiği,
Başkan’a daha fazla yetki tanındığı,
Mısır’ın meşrulaştırılmış yasalarla
bir polis devletine dönüştürüleceği
vb. itirazlar yükseltmektedir.
Seçim yasası bağlamında yapılan değişiklik, seçimler sırasında oy
sandığının bir yargıç/ savcı tarafından gözetlenmesine son vermektir.
Bu değişiklik muhalefet tarafından,
gelecekteki seçimlerde sahtekârlığın
yapılmasına temel atılması biçiminde
eleştirilmektedir. Mübarek’çilerin
böyle düşünmesi ve seçimlerde sahtekârlığı örgütlemesi büyük bir olasılıktır. Ama iktidarı elinde tutanların
yargıç ya da savcı kontrolündeki bir
seçimde sahtekârlık yapmayacağını,
ya da yapamayacağını düşünmek siyasi saflık değilse, siyasi körlüktür.
Olağanüstü hal yasalarının meşrulaştırılmasının yanısıra esas öne
çıkan değişiklik, başta Müslüman
Kardeşler’in olmak üzere dine dayanan muhalefetin legal siyaset yapmasının ve başkanlık için aday göstermesinin yolunu kesmek olarak görülen,
“dine dayalı siyasi faaliyetlerin” yasaklanmasını öngören değişikliktir.
Buna göre Müslüman Kardeşler
dine dayandığı gerekçesiyle parti kuramaz. Parti kuramayacağı için de
başkanlık seçimlerinden önce beş
sene legal siyaset çalışması yürütme
durumunda olmayacaktır. Parti olarak parlamentoda %5 sandalye oranına da sahip olmadığından 2011 yı-
lında başkanlığa aday gösteremeyecektir.
Böylece “terörizme karşı mücadele” adına, gerçekte Mısır’da anda
muhalefetin en güçlü kesimi “islamcı” olduğu gerekçesiyle susturulmaya çalışılmaktadır. Mısır’da da
Türkiye’dekine benzer bir “laik ve islamcı” çelişkisi, çatışması yaşanıyor.
“Laik” diye gösterilen kesim yıllardır ülkede halka kan kusturan sıkıyönetim, olağanüstü hal yasalarını
uygulayan, en temel insan haklarını
asker, polis postallarıyla çiğneyen kesim. Diğerleri de islama dayanan ve
dinci gericiliği “çözüm islamdır” diye
alternatif olarak halka sunan, iktidara gelmeleri durumunda bugünkü
rejimi aratmayacağı açık olan kesim.
Yani, al birini vur ötekine!
Sonuçta, yapılan referandum oyunuyla olağanüstü hal yasalarına,
Anayasal, meşru bir kılıf giydirilmiştir. Böylece, dergimizin 94. sayısında
yaptığımız, “Sıkıyönetimi kaldırma
planının ‘teröre karşı mücadele’
adına yeni bir yasa çıkarmakla birlikte ele alındığı bilindiğinde, yapılacak değişikliğin özde bir şey değiştirmeyeceği” tespitinin doğruluğu,
pratikte de bir kez daha ortaya çıktı.
Yapılan değişikliklerin halkın, ezilenlerin çıkarına olmadığı da açıktır.
17 Nisan 2007 ✓
EŞİT, DEMOKRATİK VE BİLİMSEL
EĞİTİM HAKKIMIZI İSTİYORUZ !
A
kdeniz Üniverstesi’nde antidemokratik sisteme karşı
öğrencilerin tepkisi kararlılıkla sürmektedir. Yaklaşık olarak
bir ay önce yapılan eylem sonucunda
üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerine bütünleme hakkı getirildi.
Ancak bu uygulamanın bütün öğrencileri kapsaması gerekir. Bunun için
rektörlük önünde tekrar eylem yapıldı. Korkmuş olacak ki rektör, öğrencilerin önüne polisi bir duvar olarak ördü. Oysa ki bundan iki yıl önce
rektör Mustafa Akgündüz: „Akdeniz
Üniverstesi öğrencileri haklarını aramıyor“ demişti. Bugün ise anti-demokratik bir anlayışla polisi üniversiteye sokmakta ve öğrencilere karşı
zor kullanmaktadır. Hatta polis, arkadaşlarımızdan birkaçını gözaltına
aldı ve arkadaşlarımız adliyeye sevkedildi. Bizde arkadaşlarımızı yalnız bırakmamak için toplu bir şekilde adliyeye yürüdük. „Polis defol,
ünivesiteler bizimdir“, „müşteri değil
öğrenciyiz“ şeklinde birçok slogan
atarak yaşanan bu durumu protesto
ettik. Daha sonra arkadaşlarımız serbest bırakıldı. O gün üniversitedeki
anti-demokratik anlayış ve yöneticilerin faşist tutumu gözler önüne serildi.
Akdeniz Üniversitesi öğrencileri
olarak yaz okulunun kaldırılmasını,
1.80 barajının aşağıya çekilmesini ve
bütünleme hakkının bütün öğrencileri kapsayıp, eğitim öğretimin parasız ve demokratik hale getirilmesini istiyoruz. Tabi ki akla ilk gelen
soru; bu sistemde bunu sağlamak ne
kadar mümkün? Evet, işimiz oldukça
zor ama imkansız değildir. Mücadele
eden yenilebilir ama mücadele etmeyen zaten yenilmiştir.
Elbet ezilen halklar birgün, faşizmin kanlı bayrağını indirerek yerine
işçi ve emekçilerin kızıl bayrağını dikeceklerdir. İşte ancak o zaman demokratik ve özgür bir yaşam varolacaktır. Nazım Hikmet‘in de dediği gibi „ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya da dünyamıza inecek
ölüm“...
• Yeni dünya için; Haydi örgütlü
mücadeleye!
• Gençlik gelecektir, gelecek yeni
ekimlerde!
Yeni Dünya Gençliği / Antalya ✓
panorama
Mısır’da işçiler uyanıyor
“
Yeni Dünya Düzeni” ya da küreselleşme dedikleri emperyalist
sistemin dünya çapında işçilere,
emekçilere, ezilen halklara yönelik
saldırılarının bir parçası da, özelleştirme, taşeronlaştırma ve bunların
sonucunda binlerce, dünya çapında
milyonlarca işçiyi işsizleştirme saldırısıdır.
Ekonomik ve teknik, sanayi gelişmenin ileri olduğu ülkelerde bu süreç
önemli bir mesafe aldı. Emperyalizme
bağımlı ve ekonomik, teknik, sanayi
gelişmenin geri düzeyde olduğu ülkelerde ise bunun yansıması biraz
farklı oldu, oluyor.
Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde,
değişik nedenlerden dolayı işçilerin
mücadeleleri genelde cılız ve arka
planda kalıyor. Savaşlar, çatışmalar, açlık, yoksulluk, sürgünler, farklı
farklı biçimde de olsa bu ülkelerin
gündemini belirliyor. İran gibi dinci
faşistlerin iktidarda olduğu ülkelerde
ise, işçilerin, emekçilerin üzerinde
yoğun baskılar sözkonusudur ve işçilerin mücadelesi de ne yazık ki cılızdır.
İşçilerin var olan mücadeleleri ise,
ülkedeki genel gündemin gölgesinde
kalmakta ve bizim gibi başka ülkelerden işçiler, emekçiler sözkonusu
mücadelelerden fazla haberdar olamamaktadır. Kuşkusuz ki zorlukların biri bu mücadelelerin haberlerinin medyaya yansımaması ise biri de
sözkonusu ülkelerin lisanlarını bilmemek ve haberlerin orijinalini okuyamamaktır.
İnternet ve cep telefonu gibi teknik
gelişme, az da olsa bu haber alamama
duvarını yıkmıştır. Örneğin korkusundan sokaklara çıkıp eylemlere
katılamayanlar, uğradıkları baskıları
internet üzerinden başkalarına aktarabilmekte ve devletin kolluk güçlerinin saldırılarını kameraya alıp gösterebilmektedirler.
Son aylarda Mısır’da, özellikle de
tekstil işçilerinin grevleri, hem kendisini ülkenin gündemine dayatma
ve hem de “sansür duvarını” aşma
bağlamında önemli bir rol oynamaya
başladı.
MISIR’IN BİRKAÇ ÖZELLİĞİ…
Mısır, 1981’den bu yana olağanüstü hal, sıkıyönetim yasalarıyla ve
Mübarek’in “otokratik” yönetimiyle,
daha çok faşist yönetime yakın bir
yönetimin olduğu ülke durumundadır. Başta ABD emperyalizmine olmak üzere emperyalizme bağımlı bir
ülkedir Mısır.
Nasır döneminde devletleştirme
siyaseti yürütülmüş ve fabrikaların
önemli kesimi devletin elinde birikmiştir. Türkiye’deki KİT’lere benzer
bir durum.
Fischer Weltalmanach 2007 ve-
rilerine göre 2004 yılında Brüt İç
Ürün’de %4,2 artış olmuştur. Bunun
sektörlere göre dağılımı, hizmetler
sektörü %48, sanayi sektörü %37 ve
tarım sektörü %15’tir.
Yine aynı verilere göre sektörlerde
istihdam yüzdeleri ise 2002 yılında
şöyledir: Hizmetler sektörü %52, sanayi %21, tarım ise %27’dir.
2005/2006’nın işsizlik oranı verisi
ise %9,8 olarak verilmektedir, ama
gerçek işsizlik oranının çok daha
yüksek olduğu vurgulanmaktadır.
Nüfusun yaklaşık %44’ü günde iki
dolardan az gelirle yaşamak zorundadır… yaşayabilirse tabii ki! Fiyatlar,
son iki senede ikiye katlandı. Bu yılın
başlarında genelde yoksulların tüketimde bulunduğu temel gıda malzemelerinin sübvanse edilmesine son
verildi.
Kimi verilere göre işçilerin, emekçilerin sayısı 22 milyon civarındadır
ve bunların üçte biri devlete ait işletmelerde, fabrikalarda çalışmaktadır.
Bunlara kabaca bak ıldığında,
Mısır, Afrika ve “yakındoğu”da işçi
sınıfının sayısal olarak güçlü olduğu
ülkelerden biri durumundadır. Mısır
işçi sınıfının aslında 20. yüzyılda da
yaşadığı mücadele deneyimleri olmuştur, ama bu mücadele deneyimleri ne yazık ki bugüne pek taşınmamıştır.
Mısır’da sendikalar esas olarak devletin uzantısı konumunda olan sarıreformist sendikalardır. Doğrudan
devletin uzantısı olmayanlar da devletin gözetimi altındadır. Verilen bilgilere göre grevler ancak devletin izniyle ve onayıyla yapılabilir. Bunların
izni olmadan yapılan grevler, korsan grev olarak damgalanmaktadır.
Devletin polisi ve ordusu da sendikalarla birlikte işçilerin mücadelesini
bastıran, işçilerin mücadelelerine
karşı “özel sıkıyönetim” uygulayan
bir konumdadırlar. Kısacası işçilerin,
emekçilerin mücadelesi, devletin kolluk güçleri ve sendika ağaları tarafından bastırılmaktadır.
Yani Mısır’da somut olarak tekstil
işçileri greve gittiklerinde, hem işverenleri durumunda olan devlete, hem
devletin kolluk güçlerine ve hem de
sendika ağalarına karşı mücadele etmek zorundadırlar. Bu, mücadelenin
sadece ücret artışı için yürütülmesi
durumunda da değişmiyor.
Tüm bunlara eklenmesi gereken
şey, Dünya Bankası ile Mısır yönetiminin anlaşmaları gereği, daha doğrusu Mısır yönetimine dayatılması
sonucu, Mısır’da da özelleştirme yönünde adımlar atılmaya başlandığıdır. Kuşkusuz ki bu özelleştirme, her
şeyden önce devlete ait olan “kamu”
işletmelerini içermektedir.
Bu da devlet sektöründe çalıştığı
söylenen 7-8 milyon işçinin, emekçinin büyük bölümünün işsizler ordu-
suna katılmasının temelini oluşturmaktadır. Özelleştirme adımları atılırken, sadece işsizliğe itilmiyor işçiler, almaları gereken haklarından da
ediliyorlar.
Örneğin bir işletme satıldığında,
değerinin %12’sinin o işletmede çalışan işçilere dağıtılması yönlü bir anlaşma var. Devlet, işveren olarak işletmeyi satıyor ama sözkonusu %12
oranı işçilere dağıtmayı geciktiriyor.
Eğer işletme resmen yeni sahibinin
eline geçerse, o zaman %12’nin ödenmesi durumu ortadan kalkıyor.
GREVLER…
1988 yılından beri en büyük katılımlı grev, Aralık 2006’da gerçekleşti.
Tekstil dalında devletin elinde olan
en büyük işletme Mahala Al-Kobra
Tekstilfabrikası’nda 27.000 işçi, işletme yönetiminin hükümet tarafından garantilenmiş yıllık ikramiyeyi –200 Mısır Paundu, yaklaşık 35
dolar, ki bu işçilerin iki aylığı kadar
oluyor– vermeyeceğini açıklamasına
karşı; 7 Aralık 2006 tarihinde korsan
grev yaparak işletmeyi işgal etti.
Yıllık ikramiyelerinin ödenmesi
talebinin yanısıra işletme yönetiminin istifasını da isteyen işçilerin yaklaşık 1/4’nün kadın işçiler olduğu da
verilen bilgiler arasındadır. Bunlar
dışında işçilerin şikayetleri, çalışma/
iş haklarının çiğnenmesi, ücretlerin
düşüklüğü ve yapılan yemek yardımının azaltılması gibi noktalar da
vardı. Özelleştirmek için ön oyun
olarak adlandırılan saldırılar arasında, işçilerin Cuma günü –tatil
günü– de çalıştırılması, çalışmaya
zorlanması da vardır. Rüşvetçilik,
adam korumacılık, yiyicilik vb. şeyler köklü hale gelmiştir. Mısır’ın
tekstil endüstrisinin merkezi olarak
da adlandırılan Mahala Al-Kobra
Tekstilfabrikası, sınıf çelişkilerinin
yoğun olarak kendisini gösterdiği bir
yerdir de aynı zamanda.
Binlerce işçinin kararlı mücadelesi,
polisin protesto eylemlerine saldırmama, işçileri ve fabrikayı ablukaya
almakla yetinmesini beraberinde getirdi. Kimi gazeteler “İşçilerin devrimi” başlığıyla bu mücadeleyi anlattı. 2006 Aralık ayındaki bu grev
işçilerin yıllık ikramiyelerinin ödeneceği sözü alınarak bitirildi.
Devletin kısa sürede anlaşmaya
yaklaşmasının perde arkasında neyin
olduğu tartışmaları da sürdü. Verilen
yanıtlardan biri, devletin özelleştirme sürecinde, mücadele eden işçileri mümkün olduğunca karşısına
almama, uzlaşmaya hazır resmini
yansıtarak, fazla bir direniş olmadan
özelleştirme planını gerçekleştirme
taktiğine başvurduğu yanıtıdır.
İşçilerin çalışma koşullarında özel
bir iyileştirme sağlamasa da, işletme
yönetimini yıllık ikramiyelerini vermeye zorlamaları, bu çerçevede bir
başarıydı. Bundan da daha önemlisi, Ocak-Mart 2007 aylarında yapılan değişik çapta grevlerin tetik-
çisi ve diğer işçilere mücadele edildiğinde bir şeylerin kazanılacağını
göstermesi oldu. 1988’den beri ilk
kez bu büyüklükte, yüksek katılımlı
grev olmasıyla da, Mahala Al-Kobra
Tekstilfabrikası grevi, Mısır’da işçilerin mücadelesi bağlamında, bir dönüm noktası oldu.
2007 Ocak ayından bu yana sayısız grev yaşandı. Bunların kimi 11-12
bin işçiyi kapsarken, kimi 4-5 bin ya
da birkaç yüz işçiyi kapsıyordu.
Çoğunluğu tekstil dalında olsa
da, sadece bu dalda grev yaşanmadı.
Demiryolları ve çimento dalında da
grevler gerçekleşti. Talepler arasında
genelde ücret artışı, hastalık parasının verilmesi, tatil günleri ek ödentilerinin ödenmesinin sürdürülmesi,
yöneticiler tarafından yapılan ayrımcılığa son verilmesi gibi talepler
vardı. Grevlerin hemen hemen hepsinin ortak yanı, ikramiye ve ek ödentilerin ödenmemesine ve ücretlerin
düşüklüğüne karşı mücadeleydi.
Özelleştirme siyasetine karşı mücadelede ise değişik yaklaşımlar sözkonusudur. Kimi, genelde özelleştirmeye karşı iken, kimi de işletmeyi
satın almaya aday “yabancı” firmanın, sözkonusu işletmeyi satın almasına karşı olmadığını, ama kendi
haklarını elde etmenin de kendilerinin hakkı olduğunu savunan bir tavır içindedir.
Bu grevler sürecinde öne çıkarılması gereken esas noktalardan
biri, işçilerin sendikalara ve sendika ağalarına rağmen mücadele
yürütmesiydi. Anda, gelinen durum,
kimi işçilerin, bağımsız bir sendika
kurma durumudur. Örneğin, sendikalar konfederasyonunda işçi temsilcilerinin seçiminin iptalini sağlamak
için Kahire’ye bir delegasyon gönderildi; delegasyon, bunun için 12.000
işçinin imzasını da beraberinde götürdü ve işçi temsilcileri seçiminin
iptal edilmemesi durumunda bağımsız bir sendika kuracakları tehdidinde bulundu.
İşçi temsilcileri seçiminin iptal
edilmesi isteminin perde arkasında
ise, 2006 yılı sonlarına doğru yapılan seçimlerde, sahtekarlık yapılarak
sendikanın istediği kişilerin seçtirilmesi olayı var. Yani işçiler, gerçekte
kendilerinin seçtiği işçi temsilcilerinin seçimini istemektedirler ve sendikanın “adamlarının” seçilmesini
protesto etmektedirler.
İşçilerin perspektifi, anda, genelde
sistem içinde kalan bir perspektiftir.
Buna rağmen işçiler geri düzeyde de
olsa, devlete, kolluk güçlerine ve sendika ağalarına karşı mücadele yürütüyorlar ve bu mücadeleler haklı mücadelelerdir. Mısır koşullarında, bu
gelişmeler önemlidir ve işçilerin mücadelesinin ilerlemesine hizmet etmektedir.
Dayanışmamız işçilerin, emekçilerin hakları için mücadelesinedir, mücadeleyi kendi ellerine almaya çalışmasınadır.
24 Nisan 2007 ✓
15
gündem
Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz…
M
ayıs ayı mücadele ile dolu
olduğu kadar, acılarla da
dolu bir aydır.
Mayıs ayı içinde onlarca komünist
ve devrimci katledilerek bedenen
aramızdan alınmıştır.
Mayıs ayı, Kocadağlar, Ohannes
Bak ırcıyanlar gibi kömünistlerin katledildiği; Denizler, Yusuflar,
Hüseyinlerin idam sehpalarında faşizmi lanetleyip, devrimi haykırdığı, Sinanlar, Alpaslanlar, Kadir
Mangalar gibi nice neferlerin devrim
kavgasında tohum olup toprağa düştüğü aydır.
Mayıs ayı içinde yitirdiklerimizden
biri vardır ki, onun yeri başkadır. O,
Türkiye’de komünizmin, MarksizmLeninizmin kızıl bayrağını 1972’de
yeniden göndere çekmeye önderlik
eden İbrahim Kappakkaya’dır.
1973 yılının Ocak ayı sonunda,
Dersi m’ de, -Va r t i ni k / M i r i k
Mezrası’nda- devletin kolluk güçleriyle çıkan çatışmada boynundan
yara alan İbrahim Kaypakkaya, daha
sonra bir ihbar üzerine tutsak edildi.
Cellatlar, İbo’ya işkence ederek
kendileri için gerekli bilgileri almak
istiyordu. Ama çabaları boşunaydı:
İbo, tüm işkencelere rağmen örgütsel
çalışması hakkında hiçbir bilgi vermiyordu, konuşmuyordu.
İbrahim, ser verip sır vermiyordu...
İbo, Diyarbakır işkencehanelerinden her tarafa yayılan bir direniş geleneğini bayraklaştırıyor, işkencede
devrimci tavrın nasıl olması gerektiğini, komünist bir önder olarak pratik tavrıyla herkese gösteriyordu.
Faşist katiller dört ay süren yoğun işkenceler sonucu konuşmayacağına emin olduktan sonra, İbrahim‘i,
17 Mayıs‘ı 18 Mayıs‘a bağlayan gece
kurşunlayarak katlettiler.
Onlar İbrahim’in vücudunu genç
yaşında aramızdan söküp aldılar.
Fakat onun düşüncelerini ve davasını yok edemediler, onun mücadelesini yok edemediler. O bugün de
yaşıyor ve proletaryanın ve ezilenlerin mücadelesinde, yeni dünya mücadelesinde her zaman yaşayacak.
İbrahim‘i, döneminin tüm devrimci
önderlerinden ayıran temel farklılık, onun Mustafa Suphi TKP‘sinden
sonraki uzun bir dönem üzeri küllenip kalmış Marksizm-Leninizm‘in
savunuculuğunda, bir dönüm noktasını oluşturması, geride komünist bir
miras bırakmasıdır.
İbo‘nun bıraktığı mirasın bazı
temel taşları şunlardır:
16
- İbo, Kema lizme karşı ya klaşım bağlamında bir miladdır.
Kemalizmin devrimci ve sosyalist
hareket içinde yoğun bir etkisinin
bulunduğu; Kemalizmin, ilericilik,
antiemperyalistlik, hatta devrimcilik
olarak görüldüğü bir ortamda İbo,
Mayıs ayı içinde yitirdiklerimizden biri
vardır ki, onun yeri başkadır. O, Türkiye’de
komünizmin, Marksizm-Leninizmin kızıl
bayrağını 1972’de yeniden göndere çekmeye
önderlik eden İbrahim Kappakkaya’dır.
Kemalizmin antiemperyalistliğinin
sınırlarını, güdüklüğünü göstermiştir. Kemalist devrim ve iktidarın işçilere-köylülere tüm emekçilere düşman olduğunu, Kemalist iktidarın
faşist nitelikte olduğunu cesaretle savunmuştur. O, bu alanda buzu kıran
komünist bir önderdir.
- İbo, faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olarak yürütülmesi gerektiği doğru düşüncesi ni sav u ndu.
O, antifaşist mücadeleyi mevcut sistem
içinde burjuvazinin bir
kesiminin kuyruğuna takılmak şeklinde kavrayan
reformist, kuyrukçu akımlara karşı mücadele eden
tutarlı komünist
bir önderdir.
- İbo, reform-devrim i lişk isi sorununa da,
özellikle de TİİKP revizyonistleriyle
polemik içinde komünist tavır takınmış, Marksizm-Leninizm‘in parlak
bir savunuculuğunu yapmış bir komünist önderdir.
- İbo, içinden çıkıp geldiği PDA‘nın
(Aydınlık/Şafak) „ilerici-Kemalist
ordu“ darbesine bel bağlayan legalist, laçka örgütlenme planı ve uygulaması karşısında, merkezinde
meslekten devrimcilerin bulunduğu
Leninist parti modeliyle çıkan komünist önderdir.
- İbo, örgüt içi ve dışında ilkeli ve
açık ideolojik mücadele ilkesini savunan ve uygulayan, PDA‘nın -bugün
Genelkurmay’ın sözcüsü gibi davranan- revizyonist şeflerinin kapalı kapılar ardında tezgahladıkları komplolara rağmen ilkeli mücadeleden
şaşmayan komünist önderdir.
- İbo, sosyalizm adına hareket
eden gruplar içinde proletarya diktatörlüğü konusunda doğru tavır takınan tek önderdir. Kemalizmin sol
içindeki etkisinden dolayı, solun
(THKO, TİİKP, THKP-C) proletarya
diktatörlüğünü teorik olarak bile
kavrayamadıkları dönemde İbrahim
Kaypakkaya proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için
mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak Marksist-Leninist
görüşleri savunmuştur.
- İbo, proletarya önderliğindeki
devrim için işçi-köylü ittifakının
gerekliliğini savunmuştur. İbo, bu
alanda savunduğu Marksist-Leninist
görüşleriyle bir dizi burjuva kuyrukçusu görüşü mahkûm etmiştir. O,
milli burjuvazinin ikili niteliğini de
çok net olarak ortaya
koymuş, burjuvazi
ile ittifak kurulduğu şartlarda bile
ona güvenilmemesi
gerektiğini vurgulamıştır.
- İbo, ulusa l
s or u nd a „ s ol “
içinde şovenist
Kemalizmin „ant ie mp e r y a l i s t l i k “
adına egemen olduğu bir durumda;
„Kürt“,
„Kürdistan“ sözcüklerinin bile tabu
olduğu bir ortamda; „sol“un bu konuda yaptığı en ileri işin „Doğu
Mitingleri“ olduğu bir ortamda;
proletaryanın birliği, halkların kardeşliği adına Kürt ulusunun varlığının açıkça reddedildiği şartlarda...
Kürt ulusunun varlığını, onun ayrı
devlet kurma hakkını açıkça ve cesaretle savunan, ulusal sorunun gerçek
çözümünün sosyalizmin yolunu açacak demokratik halk devriminde olduğunu gören ve gösteren komünist
önderdir.
O bu konuda doğru görüşleri geliştirip ortaya koyarken, kendi çevresindeki az sayıda komünist dışında,
aynı Kemalizm konusunda olduğu
gibi, kelimenin gerçek anlamıyla
yalnızdı. Kürt milliyetçiliği temelinde siyaset yapanlar bile, İbrahim
Kaypakkaya Kürt ulusunun varlığını
ve ayrı devlet kurma hakkını açıkça
savunduğu dönemde sorunun adını
bile koymaktan çekiniyor, kaçınıyorlardı.
İbrahim, alçakgönüllülüğü ile, öğrenmeye ve gelişmeye açık tavrı, özeleştiri silahını gelişmenin aracı olarak gören ve kullanan, söz ile öz birliğine belirleyici önem veren, görevin
büyüğü-küçüğü arasında ayrım yapmayan, her konuda başkalarından
talep ettiği şeyleri kendi pratiğinde
yapmaya hazır olan ve yapan... tavır-
larıyla kelimenin gerçek anlamında
bir önderdi.
Fakat o, en önde yürümesine rağmen, teorik kavrayışı diğerlerinden
çok ilerde olmasına, pratik konusunda da yol gösterici bir insan olmasına rağmen, kendini diğerlerinden üstün gören ve gösteren davranışlardan uzak, „yanılmaz önder“,
her dediğinde bir keramet olan peygamber vb. pozlarına bürünmeyen,
kişiliğini öne çıkarmaya karşı olan,
kolektif çalışmaya büyük önem veren
gerçek komünist bir önderdi.
O’nun hataları da vardı..
Kuşkusuz İbrahim ve onun önderlik ettiği TKP/ML hatasız değildi.
Onun en büyük hatası o günkü dönemde haklı olarak dünya çapında
Ma rk sizm-Leninizm‘ in temsi lcisi olarak görünen „Mao Zedung
Dü şü ncesi “ a k ı m ı n ı n yer yer
Leninizm‘den sapma anlamına gelen
teorik ve pratik yanlışlarını görmemesi, buna bağlı olarak da Çin devriminin somut gelişme yolunun yanlış
genelleştirilmesi ve Türkiye için de
adeta bir şablon gibi kavranmasıydı.
İbrahim’in yanlışları siyasi tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini buldu
ve TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin
ağırlığında rol oynadı. (Daha geniş bilgi için, Yeni Dünya İçin Çağrı
Yayınlarından çıkan, „Kazanımları
ve Hataları ile İbrahim Kaypakkaya
(Genel Değerlendirme)“ adlı kitaba
bakılabilinir.
Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim Kaypakkaya bir bütün
olarak değerlendirildiğinde Marksit
Leninist, komünist bir önderdir.
İbrahim Kaypakkaya adı altın harflerle Dünya Komünist Hareketi‘nin
tarihine yazılmıştır. Bu adın da simgelediği Marksist-Leninist öz, burjuvazinin ve onun çanak yalayıcılarının bütün „komünizm öldü“ yaygaralarına rağmen, tüm dünyada komünistlerin pratiğinde yaşamaktadır
ve bu öz her yerde işçi sınıfını er geç
kurtuluşa taşıyacaktır. Bugün güçlü
ve yenilmez görünen emperyalizm,
kapitalist sistem tarihin çöplüğünde
„hak ettiği“ yeri alacaktır.
„DEVR İM İÇİN HER ZAM AN
ÖLECEKLER BULUNUR
...gider ...gider, nice koçyiğitler gider
Senin de içinde bir oğlun varsa çok değildir
Ey mavi gök! Ey yağız yer bilesin ki
Yüreğimiz kabına sığmamakta
Örsle çekiç arasında yoğrulduk
Hıncımız derya gibi kabarmakta”
İbo mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak!
Nisan 2007 ✓
gündem
BASINA VE KAMUOYUNA:
U
Hapishaneye giderken
zun süren bir mücadelenin
ardından hapishaneye gitmeye hak kazandım! Birkaç
ay erteleme talebimiz gugukçular tarafından reddedildi. 5 Nisan günü bir
davetiye geldi. Davet, davetiye genellikle olumlu anlamda kullanılır. Bir
yerlere davet edilirsiniz, arkadaşınız,
dostlarınız davet eder. Bir toplantıya,
etkinliğe gidersiniz. Böylesi davetiyeleri aldığınızda, gitmeseniz bile sevinirsiniz. Ama bana gelen davetiye
böyle bir davetiye değil. Gugukçular
beni hapishaneye davet ediyorlar!
On günlük bir süre vermişler! On
gün içerisinde gitmezsem, yakalama
müzakeresi çıkaracaklarmış! Ayrıca
para cezasını 30 gün içerisinde ödememi buyurmuşlar! İsteğim halinde
üç taksit yapabileceklermiş! Ama üç
taksiti birer aylık ara ile ödemem gerekiyormuş! Bu kolaylığı gösterdiklerine seviniyorum! Eğer para cezasını
ödemezsem, hapis cezasına dönüştüreceklermiş! Günlüğü 100 YTL’den
hesaplayacaklarmış! Merak ettiğim
bir şey var. Acaba bu para cezasını
nemalandıracaklar mı? Normalinde,
faizini de hesaplamaları gerekir!
O n g ü n l ü k z a m a n ı m v a r.
Özgürlüğün tadını çıkarmak istiyorum. Kordon’da yürümek istiyorum. Özlemini duyacağım yemeklerden tadacağım. Eşe dosta son mesajlarımı yazacağım. Son basın açıklamamı yazacağım. Valizimi hazırlayacağım. Malum hapishanede üç
renk yasak! Çok sevdiğim kırmızı
kazağımdan ayrı kalacağım. Yeşil ve
mavi renkler de yasak. Hapishaneye
gideceğimi duyuracağım herkese. Ya
niye uzatıyorum ki; 10 gün bayağı
uzun bir süre. Neler yapılmaz ki!
Bu sevda türküsü burada bitmez,
bitmeyecek. Çünkü sol memenin altındaki cevahir hiçbir zaman sönmeyecek. Gugukçular özgürlüğümü
kısıtlayabilirler, hapishaneye koyabilirler. Ama yüreğime düşüncelerime
zincir vuramazlar. Çünkü ben yeni
bir dünyanın sevdasına tutulmuşum.
Sevdadan vazgeçmek öyle kolay değil. Bir nevi âşık olmak gibi bir şey
bu. İnsan sevdası için neler yapmaz
ki! Dağları, tepeleri aşar, bedel öder.
Bu sevda bir insana sevdalanmaktan da öte bir şey. İnsanların kardeşçe yaşadığı, baskı ve sömürünün
olmadığı bir dünyanın sevdasıdır bu.
Bu toz duman bulutu içinde böylesi
bir sevdaya tutulmak kolay değil. Bir
ateş çemberinin içinde yaşıyoruz. Bu
çemberi yarmak kolay değil. Nazımın
dediği gibi, “ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”.
Tekrar davetiye ye geri dönelim.
İsmimin başına “mahkûm” yazmışlar. Onların bana “mahkûm” demesi
benim “mahkûm” olduğum, “suçlu”
olduğum anlamına gelmiyor. Suçlu
olanlar hukuk dışı karar verenlerdir. Suçlu olanlar kafalardaki yasaları uygulayanlardır. Suçlu olanlar
resmi ideoloji dışındaki görüşlere tahammül edemeyenlerdir. Suçlu olanlar kendilerinden olmayan herkese
“terörist” etiketi yapıştıranlardır.
Hukuk diyorlar, yargının bağımsız
olduğunu söylüyorlar! Demokrasiden
bahsediyorlar! İfade özgürlüğü var
diyorlar! Yalan söylüyorlar.
Bir bireyin, herhangi bir düşüncenin doğru olduğuna karar verebilmesi ve tercih edebilmesi için özgür bir ortamın varlığını zorunlu
kılmaktadır. İfade özgürlüğü için,
bu ülkede özgür bir ortam yoktur.
Bununla birlikte, ifade özgürlüğünün önündeki en önemli ve en temel
sorun, devletin belli bir ideolojiyi
resmileştirmesidir. Devletin belli bir
ideolojiye sahip olması, devletin tarafsızlığı önündeki en büyük engeldir. Bireyin değil, devletin ön planda
olduğu ve kutsal sayıldığı bir ülkede
yaşıyoruz. Gerçeğin ya da doğrunun
“Rekabet değil, dayanışma!”
Kitle örgütleri 7. buluşması gerçekleşti
İ
lk defa 2003 yılında Ankara’da
gerçekleşen kitle örgütleri buluşması, yedinci kez 50 kurumun temsilcilerinin, çalışanlarının
katılımı ile 7-8 Nisan tarihlerinde
İzmir’de gerçekleştirildi.
Emekçiler arasında dayanışmayı
güçlendirmeye çalışan, uyandırma
ve örgütleme faaliyeti yürüten kurumlar, bu amaçlarına ancak kendi
aralarındaki dayanışma bağlarını sıkılaştırarak varılabilineceğinin bilinciyle bir araya gelerek kitle örgütleri koordinasyonunu oluşturdular.
Kitle örgütleri 7. buluşmasını örgütleyen kurumlar şunlar idi:
İstanbul’dan: Anadolu’da Yaşam
Kooperatifi, Güney Kültür Merkezi,
Güneşin Sofrası Kooperatifi, Mayısta
Yaşam Kooperatifi.
İzmir’den: Deri İşçileri Derneği,
Kon du l a rd a Ya ş a m T ü k e t i m
Kooperatifi, Kundura İşçileri Derneği,
Özgür Yaşam Eğitim Kooperatifi,
Umut Tekstil İşçileri Kooperatifi.
İki gün boyunca çok çeşitli konularda etkinlikler gerçekleştirildi.
Aynı anda birbirine paralel olarak
yürüyen etkinlikler yapıldı. Öyle ki,
oldukça yoğun geçen iki günün sonunda yapılan değerlendirme toplantısında,
programın yoğunluğundan dolayı farklı şehirlerden gelen kurum temsilcilerinin, çalışanlarının, birbirlerini tanımak, sohbet
için gerekli zamanın kalmaması eleştirildi.
İki gün boyunca gerçekleştirilen
kimi etkinliklerden bazıları şunlar:
“Kültürel yozlaşma”, “İnşaat işçilerinin sorunları ve örgütlenme deneyimleri”, “Küresel ısınma ve alternatif
enerji kaynakları”, “Sınıf hareketinin
güncel sorunları ve bu sorunların çözümünde sendikaların, işçi derneklerinin ve kooperatiflerin görevleri nelerdir?”, “Kadın çalışması yapan kurumlar arasında deneyim aktarımı,
8 Mart eylemlerine katılan kurumların deneyim aktarımı ve eylemlerin değerlendirilmesi”, “Genel Sağlık
Sigortası sonuçları ve GSS uygulamalarına karşı nasıl bir mücadele yürütmeli?”, “Belgesel gösterimi, Munzur
Akmazsa ve Türkiye’de barajlar sorunu”, “Tecrit”, “İşçi atölyesi”.
Kitle örgütleri buluşmasına katılan
kurum sayısının kalabalık olması ve
hemen hemen tüm kurumlara kendilerini ifade etme, büyük çoğunluğuna ise kendi çalışmaları doğrultusunda panellerde ya da atölyelerde
konuşma imkanı yaratıldı.
Kat ı lan kurumların kendi lerini ifade edebilmesi için yoğun bir
program içeriği oluşturulmuştu.
Kurumlar, hem kurumsal muhatapları ile hem de çalışmalarına ilgi duyan kimselerle buluştular.
7. Kitle Örgütleri Koordinasyonu
Buluşması’nda sınıf örgütlerinin,
derneklerin, kooperatiflerin, sendikaların birbirine rakip olmaması,
birbirleriyle işbirliği içinde olması
gerektiği; kitle örgütlerinin çalışmalarında, etkinliklerinde ve birbirlerini desteklemesi gerektiği vurgusu
öne çıktı. Bu yönde çeşitli dernek,
kooperatif ve sendikalar arasında
birbirini destekleyecek somut hedefler belirlendi.
İşçi sınıfı hareketi ve sendikalarla
ilgili yapılan panellerde oldukça
canlı tartışmalar yürütüldü. Bu etkinliklerden biri de, “Sınıf hareketinin güncel sorunları ve bu sorun-
tespiti yöneticilerin tekelinde görüldüğünden, farklı olmaya ve düşünmeye izin verilmiyor. Farklı fikirlerin öne sürülmesi, toplum düzenine
yönelen bir tehdit olarak algılanıyor.
Gugukçular kararlarını en başta
vermişlerdi. Kendileri gibi düşünmediğimi biliyorlardı. Bunun için de
göstermelik bir yargılama sonucunda,
polisin fezlekede yazdığı görüşleri
karar haline getirdiler. Yasalarına kılıf uydurmak için de “manevi cebiri”
keşfettiler. İşkence altında alınan ifadeleri hükme esas aldılar. Lehimize
olan hiçbir yasayı uygulamadılar.
Hapishaneden sesimi duyurmaya
ve gugukçuluğu anlatmaya devam
edeceğim. Hukuk mücadelemi izlemeye devam edin.
09 Nisan 2007, Mehmet DESDE ✓
Not: Daha geniş bilgi için avukatımdan bilgi edinilebilinir.
Av. Çetin Bingölbalı büro tel:
0232- 44 14 367 cep: 0532- 486 45 48
ların çözümünde sendikaların, işçi
derneklerinin ve kooperatiflerin görevleri nelerdir? Kitle örgütleri arası
koordinasyonun bu yönde nasıl katkısı olabilir?” konulu paneldi.
Birleşik Metal İş Genel Sekreter
Yardımcısı Mehmet Beşeli, Özgür
Yaşam Kooperatifi’nden ve Toplumsal
Birlik ve Dayanışma Derneği’nden
konuşmacılar söz aldı. Diğer sendikaların, kooperatiflerin ve derneklerin de söz alarak konu hakkında görüşlerini ifade ettiği panel oldukça
tartışmalı geçti.
Toplumsal Birlik ve Dayanışma
Derneği’nden konuşmacı olan arkadaş, işçi sınıfının bugünkü durumuna açıklık getirerek sendikaların bu durumda yetersiz olduğunu ve farklı örgütlenme biçimlerinin gerekli olduğunun altını çizdi.
Kurumlarında yaptıkları işçi çalışmalarından örnekler verdi.
Birleşik Metal İş Genel Sekreter
Yardımcısı Mehmet Beşeli ise sınıf partisinin olmadığına işaret etti.
Sınıfın yapısının değişmediğine ve
sendikal örgütlenmenin alternatifinin olmadığına değindi. Sendikaların
işçi sınıfının vazgeçilemez örgütleri
olduğunun altını çizdi.
Özgür Yaşam Kooperatifi’nden arkadaş ise, sendika, kooperatif ve derneklerin birbirinin alternatifi olan
kurumlar olmadığının, birbiriyle
ortak hedef doğrultusunda işbirliği
içinde mücadele etmesi gereken kurumlar olduğunun altını çizdi.
Oldukça yorucu, aynı zamanda verimli geçen kitle örgütleri buluşması,
katılımcıların, örgütleyicilerin, 7. buluşmanın başarı ile gerçekleştirilmesinin getirdiği moral ile son buldu.
Kurtuluş yok tek başına!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz!
14 Nisan 2007
YDİ Çağrı/İzmir ✓
17
gündem
Berlin duvarının çöküşünün etkileri
B
18
erlin Duvarının çöküşünün Filipinler Komünist
Partisi’ne ne gibi etkileri olmuştur?
Sison: 1989 y ı lında k i Berlin
Duvarının çöküşü Sovyetler Birliği
ve sovyet bloğundaki revizyonist rejimin çözülmesinin habercisi oldu. Bu,
Filipinler Komünist Partisi (CPP)’nin
antirevizyonist tutumunu onayladı.
CCP, 1968 deki yeniden inşasında
marksizm-leninizmi koruyan ve
1956’da iktidara gelen Kruşçof ’dan
beri modern revizyonizmi yayan
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne
(SBKP) karşı çıkan temel çizgisini
kabul etmiştir. CPP, sovyet bloğu ülkelerinde hüküm süren partilerin revizyonist niteliğini, hataları ve zaaf larını gözlemledi ve revizyonist
rejimin çöküşünü önceden gördü.
Bunları 1968 kuruluş belgelerinden ve CPP-Merkez Komitesi’nin 10.
Plenumunda kabul edilen 1992 tarihli “Modern Revizyonizme karşı,
sosyalizmden yana olalım” belgesinden görebilirsiniz.
B erl i n D uva r ı n ı n y ı k ı l ma sı
Sovyetler Birliği’nin Filipinli revizyonist taraftarlarını ve eski komünist
partilerin sempatizanlarını olumsuz olarak etkiledi. Onlar Berlin
Duvarının yıkılmasıyla demoralize
oldular ve zayıfladılar. Ama bugüne
kadar varlığını sürdüren CPP böyle
olmadı. Marksizm-Leninizm ve Mao
Zedung Düşünceleri tarafından yönlendirilen CPP, modern revizyonizmin sovyet-merkezci görünümüne
karşı direnmekle kalmadı, aynı zamanda Çin’de sosyalizmin lağvedilmesine de karşı çıkma cesaretini
gösterdi. CPP, Sovyetler Birli- ği’nde
önce 1956’dan bu yana gizli bir şekilde ve sonunda 1989’dan 1991’e
kadarki dö- nemde açık bir biçimde
ortaya çıkan revizyonizmin kapitalizmin yeniden kurulmasının yolu
olarak ciddi devrimciler tarafından
derinlemesine teşhir edilmesinden
memnuniyet duymakta- dır.
A B D ’n i n ö n d e r l i ğ i n d e k i
emperyalistlerin antikomünist birliği, revizyonizmin zararlı çalışması
nedeniyle sosyalizm üzerinde geçici
bir zafer kazandı. Oysa Sovyetler
Birliği ve revizyonist rejimin çöküşünden beri kapitalist dünya sisteminin krizi derinleşme ve keskinleşmeye devam etti. Emperyalist yağmalama, baskı ve saldırı savaşları altında koşulların hızlı bir şekilde kötüleşmesi, emperyalizme, gericiliğe
ve revizyonizme karşı ulusal kurtuluş, demokrasi ve sosyalizm için halk
hareketi yine yeniden doğmakta ve
yine canlanmaktadır. Halk “yeni liberal küreselleşmeye”, devlet terörizmine ve ABD’nin saldırı savaşlarına
karşı ayaklanmak- ta ve emperyalizm ile gericilik tarafından hükmedilmeye karşı, daha iyi bir dünya uğ-
Filipinler KP’nin kurucu başkanı Jose Maria (Joma)
Sison’un 9. 11. 2006 tarihli “Daily Philippine Inquirer”
gazetesine verdiği röportaj (İngilizceden Almancaya
çeviren Proletarische Rundschau) (Komak-ml’nin yayın
organı Proletarische Rundschau’nun – Proleter Dergi
–Şubat 2007 tarihli 26. sayısından, s: 43-45, çevrilmiştir.)
runa çaba göstermektedir.
CPP şimdi ne için çaba göstermektedir? Neye ulaşmayı ümit etmektedir? O hala önemli bir örgüt
müdür?
Sison: CPP, Filipinlerin somut koşullarında ABD-emperyalizmi ve yerel gericilere karşı ulusal-demokratik
devrimde işçi sınıfı ve halkın geri kalan bölümüne önderlikte önemli bir
rol oynamaktadır. O, sömürücüler
ve ezenlere karşı ve yarı-sömürgeci
ve yarı-feodal koşullara karşı mücadelede dikkate alınması gereken,
önemli ve tutarlı bir güçtür. O, bir
halk ordusu yönettiğinden ve halk
savaşı yürüttüğünden devrimci güçler arasında en önemli siyasi güçtür.
Gerici hükümet CPP ve halk ordusunu (NPA) alçakça tarzıyla “ulusal
güvenliğin” en tehlike- li tehdidi olarak adlandırmaktadır. CPP, Filipin
halkı ve dünya halk kitlelerinin çıkarı doğ-rultusunda küresel antiemperyalist hareketin en ön cephesinde
durmakta ve “yeni-liberal küreselleşmeye”, devlet terörizmine ve ABDemperyalizmi ve onun işbirlikçileri
tarafından çıkarılan saldırı savaşlarına karşı direnişte öne çıkmaktadır.
Sömürü ve baskı sistemi varoldukça proletaryanın devrimci partisi olarak CPP’nin mücade-leyi sürdürmek ve kendisini güçlendirmenin
maddi bir temeli ve haklı bir nedeni
vardır. O ABD-emperyalizmine ve
büyük kompradorlar ve toprak sahipleri yerel sömürücü sınıflara karşı
gerçekten ulusal bağımsızlık ve demokrasi için mücadele ederken ve
dünya çapındaki güncel antiemperyalist harekete katkı sağlarken “burada ve şimdi” ile uğraşmaktadır.
Tüm tarihsel çağ boyunca sosyalist
inşa sorunu gelecekte çözülmesi gereken bir şeydir. Kapitalizmin yeniden
geri dönüşünü engellemek ve sosyalizmi sağlamlaştırmak için Mao’nun
proleterya diktatörlüğü altında devrimin sürdürülmesi teorisi olası bir
çözüm için dikkat çekicidir. Oysa
CPP ve Filipin halkı o zamana kadar
ulusal kurtuluş ve demokrasi için
mücadele etmelidir. Bunlar dolaysız,
arzulamaya değer, gerekli ve ulaşılabilir hedeflerdir. Bunlara proleteryanın önderliğinde ulaşıldığında, o zaman halk ve devrimci güçler sosyalist devrime ve sosyalizmin inşasına
geçebilirler.
CPP sosyalist bir perspektifin gelişmesi için kapitalist sistem ve yerel
gerici sistemin sınırla- rını aşmaktadır. CPP, emperyalist güçler ile ezilen
kitleler arasındaki, emperyalist güçler ile palazlanan hükmedilen devletler arasındaki, emperyalist güçlerin kendi aralarındaki ve emperyalist ülkelerdeki burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki artan kutuplaşmadan
avantajlar sağlayabilen bir partidir.
Proleterya ile burjuvazi, sosyalizm
ile kapitalizm arasındaki çağsal mücadele yüzlerce yıl inişli-çıkışlı, dolambaçlı-dönemeçli uzun bir süre
sürecektir. Komünist Manifesto’dan
bu yana son 150 yılda devrimci proleterya ağır bir yenilgiden sonra
her 50 yılda muazzam zaferler kazanmıştır. Sizi bununla ilgili olarak Komünist Manifesto’nun 150.
yıldönümü münasebetiyle 1998’de
Hollanda Komünist Partisi’ne yönelik yaptığım konuşmamı okumaya
davet ediyorum. (http://joma-sison.
of.com/BankruptcyoflmperialistGlo
balizationandUrgency.htm).
Bu makale 1871 Paris Komünü’nün
nasıl zafer kazandığı ve yenildiği,
bunu sonra 1917’de Rusya’da Büyük
Sosyalist Ekim Devriminin izlediği
gelişmeyi anlatmaktadır. Nazilerin
saldırısı Sovyetler Birliği’ni neredeyse harap etti. Ama 2 dünya savaşından sonra sosyalist ülkelere yenileri eklendi ve birçok yeni ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıktı. Büyük
bir yenilgi veya devrimci proleteryaya yapılan büyük bir saldırıyı zamanı geldiğinde proleterya ve halkın
çok daha büyük öngörülemez zaferleri izleyebilir.
Legal Sol neden yasadışı öldürmelerin hedefidir?
Sison: Bugün ciddi bir kriz içinde
bulunan kapitalist bir dünya sistemi
ve yerel gerici bir sistem ile karşı karşıyayız. ABD biricik süper güç olarak
konumundan ve 11 Eylül olaylarından avantajlar sağladı ve neoliberalizmi kamçılayarak, ABD-ekonomisini askeri sözleşmelerle besleyerek,
saldırı savaşları çıkartarak ve “antiterörizm” adı altında baskıyı ve faşizmi azdırarak kendi sorunlarını altetmeye çabalamaktadır.
(Filipinler’deki) Arroyo rejimi, yoğun yolsuzluk, seçim sahtekarlığı ve
diğer suçlar nedeniyle açılan davalar
arasında, ABD’nin dikte ettirmesine,
özellikle Bush’un aslında halka karşı
bir terör savaşı olan “Teröre karşı savaş” siyasetini izlemeyi siyasi olarak
ayakta kalabilmesi açısından yararlı
bulmaktadır.
(Filipinler) rejimi bu nedenle, askeri saldırı birliklerini istenilen her
zamanda seçilmiş belli bir sayıdaki
gerilla cephelerine yoğunlaşmak
ve sizin legal sol dediğiniz insanların üzerlerine katletmek üzere salmak için 2001’den beri İç Güvenlik
İçin Ulusal Planı ve özellikle “Oplan
Banty Laya”yı hazırladı.
760’dan daha fazla ilerici partilerin, (işçiler, köylüler, gençler, kadınlar ve diğer) kayıtlı gruplar ve kitle örgütlerinin silahsız önderlerinin, gazetecilerin, kilise mensuplarının, avukatların, insan hakları savunucularının ve barış yanlılarının bu katledilmeleri, devrimci hareketin siyasi
alt yapısını yıkmayı hedeflemektedir.
Saldırının bu türü ABD’nin 1960’lı
yılların sonları sırasında Vietnam savaşındaki alçakça Phönix-Programı
modeline göre uygulanmaktadır.
Philcag ve savaş hali eski muharibi
general Eduardo Ermita ve dinci faşist
Norberto Gonzales bu cinayetler, insan kaçırmalar ve işkenceler kampanyasında ABD ve Arroyo-Rejiminin baş
planlayıcılarıdırlar. Başkan Arroyo,
onun iç güvenliğin denetlenmesi için
kabine komitesi ve başkanın anti-terörizm özel birimi, CPP, NPA ve solun diğer güçlerine karşı topyekün
savaş siyasetinin hiziplere bölünmüş
asker ve polis güçlerini birleştirebileceğini ve muhalefet güçlerinin geniş
birleşik cephesini zayıtlatacağını sanmak- tadırlar. Onlar halk arasında panik yaymak için komünistleri ve komünist olarak şüpheleni- lenleri öldürmek zorunda olduklarını sanıyorlar. Oysa bu kasti, yasadışı öldürmeler
halk içinde haklı öfke uyandırmakta
ve halkı, kitlesel protestolar ve silahlı
mücadele dahil olmak üzere direnişin
olası tüm biçimlerini uygulamaya götürmektedir.
Arroyo siyasi bir iktidar tekelini
hedeflemektedir. Onun rejimi, kendisini Marcos gibi bir otokratik hükümdar yapmak için anayasa değişikliği projesini kullanmayı, demokratik hakları kesip atmayı, ulusal mirasın satılmasını yürütmeyi, ve
ABD’ne Filipinler’de askeri üsler işletme ve buralara kitle imha silahları
getirme iznini vermeyi amaçlamaktadır. Bu rejim, sadece silahlı, devrimci hareketi değil, aynı zamanda
geniş legal muhalefeti de bastırmak
için anti-terörizm yasasını yürürlüğe
sokmaya canla başla çalışmaktadır.
Burada çok önemli şeyler söz konusudur. Arroyo rejimi kaba-kuvvetle
yolundaki her engeli ortadan kaldırmak istemektedir. Oysa geniş halk
kitleleri uyanmaktadır ve sonunda
rejimi başından def edecektir. ✓
okuyucu mektubu
T
DİSK’in yok edilişi ve sistemin Truva atları !
ürkiye işçi ve sosyalist hareketinin büyük emek ve
bedellerle yarattığı tarihi
mücadele sürecinin sendikal örgütü
DİSK dışarıdan müdahalelerle durdurulamayınca, 12 Eylül Cuntası tarafından 12 yıl kapalı tutulmasına
rağmen hala işçilerin umudu olmasından dolayı sistem tarafından yeni
bir plan oluşturularak sendikal hareket yeniden kalıba dökülmüş ve
DİSK bu kalıba uygun biçimlendirilerek içerisinde “truva atı” rolü üstlenen kadroların hizmetine sunulmuştur.
Mahkemelerden beraat eden DİSK
ve ona bağlı sendikalar para ve mal
varlıklarını teslim aldıktan sonra;
az da olsa devrimci kadroların varlığını ortadan kaldıran “olağanüstü
kongreler”le yeni tasfiye süreçleri örgütlemişlerdir.
DİSK’in kimliğine, tarihine, üyelerine ve muhataplarına yabancılaşma
sürecinin en önemli aktörü “yeni”
dönemde Tekstil Seendikası’dır!
12 Eylül sürecinden DİSK/TEKSTİL
sendikasını teslim alan yönetim;
Rıdvan Budak, Süleyman Çelebi,
Besim Usta, Selahattin Uyar, Hüseyin
Akduman, Ali Aykut ve Hasan Uzun,
sendikanın para ve mal varlığı mahkemeden teslim alındıktan sonra,
yeni döneme ait program ve hedefler tartışmaya açılınca, sınıfsal ve siyasi kimlikleri öne çıkmış uzun vadeli mücadele hattında ısrar eden
kadrolar Rıdvan Budak ve Süleyman
Çelebi ekibini büyük oranda rahatsız etmişlerdir. Bu ikili “truva atı”
rollerine uygun biçimde hemen ve
hızlı bir biçimde OLAĞANÜSTÜ
KONGRE örgütleyerek, popülist ve
demagojik söylemleri ve entrikaları
ile; Besim Usta, Selahattin Uyar, Ali
Aykut ve Hasan Uzun’u yönetimden
tasfiye etmişlerdir.
Ardından (1991-1994 arası) birkaç
olağanüstü kongre daha yaparak ve
tüzük değişiklikleri ile üyenin bütün
demokratik haklarını, özellikle 12
Eylül cunta yasalarının dahi engellemediği seçilme hakkını Tüzük’le engelleyerek DİSK’in içinin boşaltılacağı tasfiye sürecinin önünü açarak
işe koyuldular.
Bu dönemin baş aktörleri Rıdvan
Budak ve Süleyman Çelebi “Biz değiştik, DİSK’i devletle-toplumla barıştıracağız” söylemi ile, Tekstil
Sendikası’nda 12 Eylül sonrasında
oluşan bu süreçte DİSK’in mücadele tarihinin “sermaye’ye” dönüştürülmesi ve uzlaşmacı – teslimiyetçi
ÇAĞDAŞ SENDİKACILIK” anlayışının bayrak edilmesiyle üst örgüt
DİSK yönetimine gelişleri ve tasfiyenin hızlanarak sürmesi aleni bir biçimde sürdürülmüştür.
1993 ve 1994 örgütlenme, (üyelik
çerçevesinde) yeni işçi kuşağıyla buluşma ve yeni kuşak üzerinde tasfiye
ve ayıklama süreci; 1995 Grup toplu
sözleşmeleri ve 45 günlük GREV bu süreç Tekstil tabanında bulunan
öncü-devrimci-sosyalist işçileri Grev
sonrası Adana, İstanbul ve Bursa’da
işten attırarak tasfiye eden Rıdvan
Budak ve Süleyman Çelebi sendika
bünyesine “gerici-sivil faşist ve lümpen” üçlüsünden oluşan sendika yönetimleri oluşturarak DİSK bünyesinde çürüme ve kirlenme en üst boyuta çıkarılmıştır.
2821 sayılı sendikalar yasası ile güvence altına alınan işçi aidatlarının
ücret bordolarından kesilmesi (cheekof sistemi) bu tasfiyeci ekip tarafından ranta dönüştürülerek yağma
Hasan’ın böreği kullanılmaktadır.
(2003 tarihi itibari ile 3 yıl profosyonel görev yapan bir şube başkanı 40
küsür milyar kıdem tazminatı alabilmektedir.)
Bu tasfiyeci ekip DİSK’in tarihinden, ideolojisinden koparılması ile yetinmemiş, aynı zamanda; Rıza Kuas,
Kemal Türkler vd. yöneticilerin ve işçilerin alınteriyle büyük emek ve bedelle inşa ettikleri Merter’deki Genel
Merkez binasını satarak fiziki koşullara dahi tahammülleri olmamıştır.
Bugün 79 yılında DİSK disiplin
kurulundan MADEN-İŞ ile birlikte
geçici ihraç edilen BANK-SEN’in
Şişli’deki binasında zorunlu olarak DİSK Genel Merkezi’ni yerleştirdiler. DİSK’in kuruluş ilkeleriyle
asla bağdaşmayan tutumlarını fütursuzca sürdüren bu tasfiyeci ekip;
küçük-büyük sendika, paralı-parasız
sendika kavramları üzerinden sunni
tartışmalarla ve tanımlamalarla konfederasyon bünyesinde önemli kaoslar yaratmıştır.
Süleyman Çelebi üstlendiği tasfiyeci truva atı rolünü o kadar çok benimsemiş ki, DİSK’e bağlı Genel-İş,
Oleyis, Birleşik Metal-İş Genel kurullarında geçen dönem üstlendiği
divan başkanlığında adeta bir militan gibi sınıf sendikacılığını savunan
alternatif ekiplerin seçilmesini engellemek için bütün gücü ile entrika
ve hilelerini uygulamakta tereddüt
etmemiş, en son Birleşik Metal-İş
Genel Kurulu’nda engellediği ekip ne
var ki seçimleri kazandı ve bugün bu
ekip DİSK umudunu tarihsel bağları
ile Çelebi’ye rağmen sürdürmeye çalışmaktadır.
Üye işçilerin işten atılması için
protokol yapan Süleyman Çelebi,
TÜSİAD – AKP iktidarı arasında
süren kayıkçı dövüşünde “DİSK’i sokağa çıkaracağını, genel eylem yapacağını büyük bir cesaretle (!) ortaya
koyabilmiştir. Tarih Çelebi’nin ünvanını doğru bir şekilde koymakta tereddüt etmeyecektir.
DİSK’teki sınıf sendikacılığını tasfiye sürecine ilişkin bu genel örneklemelerden teslim alınan kurumsal
yapı TEKSTİL SENDİKASI’na ve son
yaşanan sürece ilişkin olaylara ve yok
edilen geleneğe ve mücadele hattına
bakalım.
DİSK/TEKSTİL Sendikasında bütün tasfiye süreçlerine rağmen kontrol altına alınamayan Bursa Şubesi’ni
işbaşındaki bu tasfiyeci ekip zapturapt altına almak amacıyla 2004 yılı
başından itibaren bütün çürüme ve
kirlenmişliğiyle üye işçileri kuşatma
altına alarak tasfiyeciliğe karşı direnen son muhalefet hareketinin de çeşitli entrika ve demagojilerle şimdilik
önünü kesmiştir.
1994’te 10 şube, 8 Bölge Temsilciliği
var iken 2004’te 8 şube, 3 Bölge temsilciliği vardır. Bu erime iradi bir tercihle yaşanmıyor, tam tersine güven
bunalımını en üst seviyede yaşayan
işçiler bu ekip tarafından tasfiye ediliyor.
Bugün sendikanın gerek genel merkez, gerekse de şube yöneticilerinin
örgütsel bağları maaşları ve kişisel
menfaatleri ile sınırlıdır. Bu gerçeği
üye olan-olmayan tekstil işçileri çok
iyi bilmektedirler. Bu yönetici kadro
DİSK tarihinden beslenmemiş, asla
mücadele ilkeleri ve amaçları ile buluşmamış, devrimci ve sosyalist işçileri harcamıştır. Literatüre göre de
“gerici-sivil faşist-lümpen” kimliğe
sahiptirler. Sınıfla, mücadeleyle, demokrasiyle, DİSK’le hiçbir bağı olmayan Türk-İş kadrolarını kıskandıracak konumdadırlar. Geldikleri görevlere; bütünlüklü olarak örgüt içi
demokrasiyi çiğneyerek entrika, hile,
baskı yöntemleri ile gelmişlerdir.
Bugün mevcut aidat ödeyen üyelerin
kesinlikle sendikalarına TEKSTİL’e
güven duymamaktadırlar.
İşte yaşanan böyle bir süreçte
Bursa’da işçiler ekmeklerine ve sendikalarına sahip çıkmak amacıyla
bir muhalefet hareketi örgütlediler.
Bölgede tarihin hiçbir döneminde
yaşanmayan kirlenmişlik, yalan, iftira, karalama, baskı ve tehditler işçiler üzerinde bu dönem yaşanmıştır.
Bu dönemde Bursa Şubesi Coats
Türkiye işçileri sendikanın yaptığı
protokolle çıktı-girdi uygulamasına
(yasadışı bir uygulama) tabi tutulmuş, ücretlerini %50-70 oranında
kaybetmişlerdir. İşyerinde esnek üretim uygulamasından olan yedili grup
çalışma düzenine geçilmiş, hamile
kaldıkları için kadın işçiler kreş hakkını engellemek amacıyla işten atılmışlardır. BFTC işçileri yapılan sendika protokolleriyle ücretsiz izinlere
çıktılar ve hala çıkıyorlar, işyerine
yeni giren işçiler 6 ay sendika üyesi
olamamaktalar (sendika deneme süresini fiilen altı aya çıkarmış), muhalif işçilerin işten atılması yönünde
her türlü oyunun oynandığı, işçinin
güvencesiz bir ortamda çalışmaya
mahkum olduğu bir işyeri. Sönmez
Filament sendikanın hiçbir biçimde
sahiplenmediği ve sürekli işçi çıkış-
ları ile en üst hak gaspının yaşandığı
ve işten atılan işçilerin yargıda işe
iade davalarını Süleyman Çelebi’nin
yaptığı işverenle yaptığı özel protokollerle kaybettiği bir işyeri.
Bölgede DİSK’in kökten reddedildiği TEKSTİL şubesi’nde; bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak konunun anlaşılması açısından bunların
yeterli olduğunu düşünüyoruz.
Bu koşullarda ortaya çıkan muhalefet hareketi Süleyman Çelebi’yi ve
tasfiyeci ekibi ciddi olarak ürkütmüş
ki, arkalarına işveren desteğini de
alarak Rıdvan Budak’ı fiilen yardıma
çağırarak bütün merkez yöneticileri,
şube başkanları ile birlikte “DİSK”le
asla anılamayacak bir şube kongresi
yaşattılar.
Kongrede muhalefetin etkisinin
oluşmaması için, muhalif başkan
adayı ve delegelerine söz hakkı tanımayan, Süleyman Çelebi ve Rıdvan
Budak’ın özel talimatıyla görevlendirilen Divan Kurulu ve Başkanı
Kazım Doğan Şube’ye üstün gayretleri ile gerici-sivil faşist-lümpen bir
yönetimi oturttular.
Ve 2007 Toplu sözleşmelerinin
kapsamında işçi haklarını satmanıngasbetmenin zemini de hazırlanmış
oldu.
DİSK’in tarihsel köklerinden kopartıldığı, ideolojik hattının ortadan
kaldırıldığı, devrimci kimliğinin inkar edildiği tasfiye operasyonu bu
“truva atı” rölünü üstlenen bu ikili
tarafından yürütülmüştür.
2007 yılı siyasi iktidarın yeniden
şekilleneceği genel seçimlerin yapılacağı bir yıldır. Dün DİSK’i kendi kişisel menfaatleri için basamak olarak
kullanan Rıdvan Budak şimdi yandaşı Çelebi’yi aynı şekilde milletvekilliğine taşımak için üstün katkıları ile çalışmakta ve ardından, muhtemelen yıl sonuna doğru TEKSTİL
Genel Başkanlığını kendisi devralacak, daha sonra 2008 yılı başlarında
muhtemelen DİSK Genel Kurulu
Rıdvan Budak’a tekrar başkan adayı
yolunu hazırlayacak.
Bu ikili sendikaların sömürü sistemine karşı mücadele görevlerini ortaya koymaktan korkarlar. Bunların
bakış açısı işçi sınıfını; kapitalist devlete, kapitalist sisteme entegre etme,
uyumlaştırma bakış açısıdır ve kesinlikle reddedilmelidir.
Bugün önümüzde duran görev;
DİSK’i tarihi bağları, ideolojik hattı,
amaç ve ilkeleri ile DEVRİMCİ kimliğiyle işçi sınıfının mücadele alanında yeniden üretmektir. İşyerleri
örgütlenmesi temelinde yeniden sınıfı kendi zemininde ete-kemiğe
büründürerek örgütlemenin yakıcı
önemi tüm açlığıyla duruyor. Haydi
kolay gelsin, iş bizim.
Bursa’dan YDİ Çağrı okuru
2 Mayıs 2007 ✓
19

Benzer belgeler