Bahar Tanyaş - Eleştirel Psikoloji Bülteni

Transkript

Bahar Tanyaş - Eleştirel Psikoloji Bülteni
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ
Sayı 5 - Nisan 2014
Eleştirel Psikoloji
Bülteni
ISSN 1998-2410
İçindekiler:
Editörden
Bahar Tanyaş
3
PSİKOLOJİDE ARAŞTIRMA VE YÖNTEM TARTIŞMALARI
Editörler
Sertan Batur
Ersin Aslıtürk
Sayı Editörü
Bahar Tanyaş
Teknisyenlik ve Toplumsallık Arasında
Psikolojinin Dünü, Bugünü ve Yarını
Ersin Aslıtürk, Sertan Batur
6
Modernite Bağlamında Sosyal Bilimlerde
Araştırma Etiği: Orada Bir Özne Var Mı?
Özge Soysal
18
Nitel Araştırma Yöntemlerine Giriş:
Genel İlkeler ve Psikolojideki Uygulamaları
Bahar Tanyaş
25
Psikoloji ve Söylem Çalışmaları
Sibel Arkonaç
39
Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi ve Etki Büyüklüğü
Tartışmalarının Psikoloji Araştırmalarına Yansımaları
İdil Işık
55
Web of Knowledge’da Türkiye Adresli
Psikoloji Yayınlarına Genel Bir Bakış: 1980-2013
Engin Arık
81
Editörden
Bahar Tanyaş
Eleştirel Psikoloji Bülteni’nin bu sayısı “Psikolojide Araştırma ve Yöntem Tartışmaları” başlığı altında araştırma yöntemleri üzerine özel bir sayı olarak hazırlandı. Bu
sayıda, araştırma ve yöntemin bulgulara ulaşmada yansız bir araç değil, bulguları
şekillendiren sosyo-politik bir eylem olduğu varsayımı ile çalışmalara başladık. Bu
bağlamda, araştırma sonuçlarını değil araştırma süreçlerini mercek altına aldık. Psikoloji araştırmalarının arka plandaki bilgi felsefesini, insan anlayışını ve “inceleme
nesnesi” ile ilişkisinin etiğini sorguladık; araştırma yöntemlerinin tarihsel gelişimini
ve uygulamalardaki sorunları değerlendirdik. “Doğru” bildiğimiz “yanlışları”, alternatif epistemolojileri, nitel araştırma yöntemlerini ve akademideki yayın eğilimlerini
daha fazla sayıda araştırmacı ve psikoloğun değerlendirmesine sunmaya çalıştık. Ve
elbette, yöntem sorunları ve yayın politikaları üzerine tartışmaları camianın gündemine taşımayı; araştırma yöntemleri üzerine alternatif, özgün ve erişilebilir bir kaynak oluşturmayı istedik.
Bu sayıda, Sertan Batur ve Ersin Aslıtürk, psikolojideki araştırma geleneğinin tarihsel gelişimini Kant’tan başlayarak ele alıyor. 19. yüzyılın bilim anlayışı içinde kendini
varedebilmek için sıkıştığı yöntem anlayışının psikolojiye “maliyetine” – incelediği olguları toplumsal, tarihsel, kültürel ve ilişkisel bağlamından koparışına ve yöntemin,
öznesini inkâr edişine - dikkati çekiyor. Sadece disiplin etiği açısından değil, toplumsal
ve tarihsel bir zorunluluk olarak da “başka türlü” bir psikolojinin olması gerektiğini ve
olabileceğini tartışıyor Batur ve Aslıtürk.
Özge Soysal ise yöntem sorununu farklı bir noktadan, modernist psikolojinin evlerden
(akademisinden, araştırmalarından, prestijli dergilerinden vb.) ırak tuttuğu psikanalizin perspektifinden ele alıyor. Üstelik bu akımın en radikal (ve belki de en huzur
kaçıran) isimlerinden Lacan’a gönderme yaparak soruyor soruyu: Ya psikolojinin bilmek istediği “nesne” bilinmesi imkânsız olansa? Soysal’ın modernizmin eleştirisini
yaptığı, bilimin, kliniğin ve insan olmanın etiğini tartıştığı makalesi Lacan’ın çoğumuz
için birer muamma olan kavramlarını anlaşılır, somut ve kullanışlı kılıyor; Hasan Ferit
4 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Gedik’in Armutlu’da bekletilen cenazesinde elimizden alınanı, Gezi Parkı eylemlerinde bulduklarımızı hatırlatıyor.
Bahar Tanyaş ve Sibel Arkonaç ise psikolojide post-pozitivist paradigmanın kırılmasına işaret eden nitel araştırma yöntemleri üzerine odaklanıyor. Tanyaş, nitel araştırma
yöntemleri üzerine giriş niteliğinde bir kaynak metin sunuyor; nitel ve nicel araştırma
geleneklerinin temel farklılıklarını ve psikoloji araştırmalarındaki baskın anlayış ve
kavramların dönüşümünü ele alıyor; yaygın nitel yöntemlerden yoruma dayalı fenomenolojik analiz, gömülü teori ve anlatı analizini değerlendiriyor. Tanyaş bir yandan
yöntem seçiminin “rasyonelliğini” sorgularken diğer yandan nitel çalışmalarının araştırmacıdan taleplerini ve ona vaatlerini değerlendiriyor.
Arkonaç ise makalesinde psikolojideki söylemsel yaklaşımın araştırma anlayışını,
farklı ekol ve uygulamalarını örneklendiriyor. Bunu yaparken, söylemsel çalışmaların
arka planındaki bilim ve insan modelini, bu çalışmaların, genelinde psikolojiyi özelinde ise sosyal psikolojiyi nasıl radikal bir şekilde dönüştürdüğünü ortaya koyuyor.
Arkonaç’ın hepimizin iyice anladığından emin olmak istediği bir husus var: Söylem çalışmalarının psikolojide farklı bir yöntemi değil farklı bir epistemolojik duruşu temsil
ettiği. Son olarak Arkonaç’ın makalesinin, söylemsel yaklaşımın Türkiye’deki tarihini
ve uygulamalarını ele aldığı bölümüyle ve makalenin genelinde gönderme yaptığı sayısız çalışmayla, bizlere çok değerli ve kapsamlı bir kaynakça sunduğunun altını çizmek gerek.
İdil Işık ve Engin Arık psikolojinin baskın araştırma geleneğini bu geleneğin içinden
değerlendiriyor. Işık, ana akım psikolojideki en hassas konulardan birini, kendi deyimiyle “en temel nicel araştırma yöntemi öğretisi olarak gelenekselleşmiş” bir modeli
ele alıyor: yokluk hipotezi anlamlılık testi. Işık’ın çalışması hem kapsamlı bir kavramsal alt yapı hem de Türkçe psikoloji yazını üzerine sistemli bir tarama sunuyor. Ayrıca
makalede, Işık’ın, yokluk hipotezi olgusuna yönelik eleştirilerin simge bir temsilcisi
olan Rex B. Kline ile yaptığı değerlendirmeleri de bulacaksınız. Nicel yöntemlerin kendi kurallarıyla çelişkilerinin örneklendiği makale, sadece bir eleştirel yaklaşım olarak
değil anlamlılık testinin ne olduğunu ve ne olmadığını (yeniden) öğrenmek, nazikçe
ifadesiyle “bilişsel çarpıtmalarımızı” daha direkt ifade edersek yanlış anlamalarımızı
fark etmek için önemli bir kaynak.
Arık ise Türkiye adresli psikoloji yayınlarını uluslararası arenada karşılaştırmalı olarak değerlendirdiği kapsamlı bir tarama sunuyor. Gerek psikolojide gerekse sosyal bilimlerin genelinde bir değerlendirme aracı olarak neredeyse egemenlik kuran Social
Science Citation Index (SSCI) ve Arts and Humanities Citation Index’i (A&HCI) baz alarak Türkiye psikoloji camiasının akademik yayın eğilimini 1980-2013 yılları arasında
inceliyor. Türkiye’deki psikoloji çalışmalarının İran, Yunanistan, kıta Avrupası, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çalışmalarla karşılaştırıldığı makale, bu konudaki en zengin derlemelerden biri. Arık’ın çalışması sadece bulguları ile değil, aynı
zamanda akademik yayın sisteminin önemli unsurlarına dair sunduğu açıklamalar ve
Türkiye’nin akademik koşullarına dair tespitleriyle de önemli bir kaynak niteliğinde.
Psikolojide yöntem sorunları, araştırma ve yayın politikaları üzerine tartışmalar, alternatif yöntem ve epistemolojiler, ana akımdaki radikal ya da yumuşak dönüşümler
elbette bu sayıda yer verdiklerimizle sınırlı değil. Üzerinde durulması, tartışılması,
alternatifleri düşünülmesi gereken - ölçeklerdeki sorunlar, örneklemedeki zorluklar,
melez yöntemlerle uygulamalar, nitel araştırmalardaki etik ikilemler gibi- birçok husus var. Diğer taraftan bu sayının iyi bir başlangıç olacağını, önemli olguları tartışmaya
açmış olduğunu ve bunun devamının geleceğini umuyoruz.
Bu sayının hazırlanması, yoğun profesyonel hayatın içinde herkesin önemli bir zihinsel ve fiziksel mesai ayırdığı, zaman zaman aynı fikirde olduğu zaman zaman ayrı düştüğü, birbirini hiç tanımadan sadece e-postalar üzerinden bir ortaklığı kurduğu çok
keyifli bir süreç oldu. Hepsi için mümkün olmasa da makalelerin çoğu, karşılıklı kör
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 5
bir değerlendirme sistemi içerisinde değil, yazarların hakemleriyle birlikte çalıştığı
bir sistem içerisinde değerlendirildi. Bu da bizlere hakemlerimize sormak, ne sorduklarını anlamak, ne anlattığımızı açıklamak için fırsatlar yarattı; hakemin düzeltmelerinin mecburen yapıldığı hiyerarşik bir sistemden çıkıp herkesin birbirinden öğrendiği
ve içimize sinen bir deneyim yaşadık.
Son olarak misafir editör olarak bu sayıya destek veren herkese teşekkür etmek istiyorum. Günümüzün çalışma temposunun hızında zaman ayırıp hakemlik yapmayı
kabul eden Belma Bekçi, Hakan Kızıltan, ve Oya Paker’e, hem yazarlık hem hakemlik
yapmak zorunda kalan Ersin Aslıtürk, Sertan Batur ve Sibel Arkonaç’a; Kürtçe çevirilerin hazırlanmasında emeği geçen Birsen Kormaz, Fatma Dirik, Gülşen Kılıçarslan,
Nevzat Orak, Mehmet Akbaş’a ve elbette İstanbul Kürt Enstitüsü’den Sami Tan’a ve
son olarak da tüm yazarlarımıza teşekkür ederim.
Bimînin di xweşiyê de…
Eleştirel Psikoloji Bülteni Yayın Ekibi adına
Misafir Editör Bahar Tanyaş
Teknisyenlik ve Toplumsallık Arasında
Psikolojinin Dünü, Bugünü ve Yarını
Ersin Aslıtürk* - Sertan Batur**
Doğayı, yozlaşmış varlıklarda değil, doğa kanunlarına uygun davranışta bulunan varlıklarda incelemek gerekir (Aristo: Politika, Kitap: I böl. II)
Psikolojik kavramların kuruluşuna, çözülüşüne ve bilimsel süreçlerin toplumsallık ile
olan ilişkisine dair önemli bir örnek bulunmaktadır. Çeşitli kerelerde paylaştığımız
bu örneği, feminist araştırmacı Cecilia Kitzinger Sahte-Bilim Retoriği (1990) isimli bir
makalesinde ele almış ve psikolojinin en çatışkılı ‘bilimsel’ ürünlerinden birisine dair
önemli bir soruyu sormuştur: “Eşcinsellik hastalık mıdır” sorusu, ampirik ve dolayısıyla bilim insanlarının uğraşması gereken bir soru mudur?
Bilindiği üzere 20. Yüzyılın ikinci yarısında psikologlar bu soruyu sorarlar ve bununla
meşgul olurlar: Gerçekten de toplanan veriler çoğunlukla eşcinselliğin patolojik olduğunu “ortaya koymuş” ve yıllarca profesyoneller arasında da bir konsensüse zemin
sağlamıştır. 1952’de ilk kez yayınlanan Diagnostic and Statistics Manual I eşcinselliği
“sosyopatik kişilik bozukluğu” olarak gösterir. Daha sonra 1962’de yayınlanan kapsamlı bir psikanalitik çalışma, eşcinselliğin travmatik ebeveyn-cocuk ilişkilerinden
kaynakla karşı cinse karşı gelişen bir gizli korkudan kaynaklandığını öne sürer (Bieber et. al., 1962)1. 1950’lerin ortasında Alfred Kinsey ve Evelyn Hooker gibi araştırmacıların öncülüğünde yapılan ve kimi ölçeklerde meslek içerisinde ve dışarısında
etkili olan, sonuçta eşcinselliği patolojik olmaktan çıkarmaya çalışan araştırmalar da
bulunmaktadır. Yukarıdaki soruyu bilimsel yöntemlerle cevaplamaya çalışan bu araştırmaların da etkisi en çok 1970’lere doğru ve sonrasında öne çıkar. Zira Psi disip* Ottawa Üniversitesi
** Viyana Üniversitesi
1 Bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Homosexuality:_A_Psychoanalytic_Study_of_Male_Homosexuals
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 7
linlerinin2 dışarısında büyük bir toplumsal hareketlilik psi disiplinlerinde çalışanları köşeye sıkıştırmaktadır. Sonuçta 1973 yılı Aralık ayında ABD’li psikiyatristler bir
konferans buluşmasında bir araya gelirler ve oylarlar: “Eşcinsellik bir hastalık mıdır,
değil midir?” Sonuçta eşcinselliğin hastalık olmadığı oylamaya katılan 10,091 üyenin
%58’inin desteği ile kabul edilir ve eşcinsellik takip eden yıllarda bir DSM kriteri olmaktan çıkarılır (Mendelson, 2003).
Belki de bizim öncelikle şunu sormamız gerekiyor: psikoloji niçin yukarıdaki soruyu
sordu da başka bir soru ile ilgilenmedi? Mesela eşcinselleri nasıl güçlendirebiliriz sorusu ile. Bunu bir yana bırakalım. Peki nasıl oluyor da yıllar önce hastalık olduğuna
dair ampirik deliller sıraladığımız, hatta bu delillere dayanarak “tedavi” yöntemleri
geliştirdiğimiz eşcinselliğin hastalık olmadığına dair deliller toplanmaya başlanıyor?
O kadar yeni araştırmaya ve delile rağmen, niçin bugün halen eşcinselliğin hastalık
olduğunu ve tedavi edilebilineceğini düşünen psikologlar mevcut?
Fizikte de böyle şeyler var mı? Acaba niye fizikte kütle, elektron ve kuark gibi terimler
bütün araştırmacıların üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri anladıkları kavramlara gönderme yaparken ve neredeyse bütün fizikçiler aynı terimleri kullanırken, biz psikologlar
benlik-imajı, benlik-algısı, benlik-saygısı, benlik-açıklığı, öz-güven, öz-yetkinlik gibi
farklı kavramları üretmeye devam ediyoruz? Nasıl oluyor da kişilik farklı psikologlar
için farklı anlamlara gelebiliyor? Nasıl oluyor da sosyal psikolojinin ‘sosyal’inin ne olduğu üzerine tartışmalar hiç bitmiyor? Diğer yandan, kimi temel bilimlere paradigmatik bir zemin sağlayan yasalara benzer yasalar psikolojide bulunamıyor (ör: Newton
yasaları, görelilik kuramı, evrim kuramı, periyodik cetvelin ortaya çıkışı, Staats, 1999;
Stam, 2004). Buna karşılık, çeşitli zeminlerde ana akım psikologlar bilim – sosyal bilim
ayrımının gereksiz olduğunu; evrenin ve bilimin birliği üzerinden yöntemsel olarak
psikolojiye temel bilimlerden farksız bir şekilde yaklaşılabileceğini savunabiliyorlar.
Psikolojinin bu problemli hali ve bu halin sonuçları bizi de önemli bir soruya doğru
itiyor: Bu sorunların yöntemsel yönelimlerle yani psikolojik bilgi edinme biçimleri
ile ilişkisi nedir? Psikolojiye baskın olan felsefi varsayımlar ve bunların alternatifleri nelerdir? Bizler sosyal bilim içinde tamamen geleneksel-pozitivist (görgül bilgiyi
kutsayan) veya tamamen postmodernist-görecelilik üzerine kurulu (her şeyin göreli olduğu ve hiç bir konuda güvenilir bilgi edinmenin mümkün olmadığını savunan)
düşüncelere şüphe ile bakan araştırmacılar olarak, bu denemede psikolojideki geleneksel bilgi edinme biçiminin psikoloji tarihi boyunca gelişimi ve yarattığı sonuçlara
değinmek istiyoruz.
Psikolojinin Dünü
Her ne kadar sıklıkla köklü bir geçmiş arayışının bir parçası olarak psikoloji tarihi Antik Yunan’a kadar götürülse de, modern psikolojinin kaynaklarını psikolojiye yönelik
Kantçı eleştiride aramak gerekir. Kant’ın (1786/1977) insan zihninin zamansal gösterilebilirliğine karşın mekânsal gösterilemezliğinden hareketle psikolojiyi doğa bilimlerinin dışında bırakan eleştirisi 19. ve 20. yüzyıl psikolojilerinin temel hareket noktasını oluşturuyordu. Doğayı duyularımızın nesnesi olarak anlayan Kant, Descartes
gibi bir düalizme sapmak yerine “dışsal duyular” ve “içsel duyular” arasında bir ayrım
yapıyor, ruh öğretisini içsel duyularla ilişkilendiriyordu. Ancak Kant’a göre bütün algıların koşulu zaman ve mekândı. Zamanın ve mekânın dışında duyu, ancak bir histen
ibaret olabilirdi. Dolayısıyla zaman ve mekân nesnenin değil, bizim bilgi edinme yeteneğimizin temel bir özelliğiydi. Yani bir nesnenin kanıtı, onun zamansal ve mekânsal
varoluşu değildi. Ancak bizim onu bilebilmemiz, onu zamansal ve mekânsal düzlemde
ampirikleştirebilmemizle olanaklıydı. Arı bir matematik de, ancak zaman ve mekânın
bizim içimizde a priori mevcut olmasıyla mümkündü. Zaman ve mekânın ötesinde bulunan şey matematikleştirilemezdi. Bu yüzden de bir bilimi Kant’a göre “gerçek” bir
2 Psi disiplinleri başlığı altında psikiyatri, psikoloji ve psikanaliz düşünülmelidir.
8 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
bilim yapan, yani çelişkisiz hale getiren şey, temelinde ampirik bilginin bulunduğu ve
doğal nesnelerin bilgisine a priori olarak dayanan arı bir yana sahip olması, yani başka
bir deyişle matematiğin bu bilime uygulanabilmesiydi. Psikoloji bu anlamda gerçek
bir bilim olamazdı. Çünkü içsel duyuların mekânsallığı olmayan fenomenlerine matematik uygulanamazdı. Bu fenomenler sadece zaman boyutuna sahipti. Bu yüzden de
psikoloji içsel duyuların tarihsel ve sistematik bir öğretisi, bir doğa tasviri olabilse de,
asla bir doğa bilimi haline gelemezdi.
Kant’ın temsil ettiği Aydınlanmacı ideallerin teorik etkisi o kadar güçlüydü ki, fizik
bilimini model alan bir doğa bilimi geliştirme dışında psikoloji araştırmacılarının
çoğu için bir alternatif görünmüyordu. Bunu özellikle 19. yüzyılın sanayi devrimiyle yoğrulmuş havasını göz önünde tutarak düşünürsek, toplum ve doğanın ortak bir
ontolojiyi paylaştıklarına yönelik genel yargının Sosyal-Darwinistlerden Marksistlere
kadar bütün akılcı yaklaşımlar tarafından paylaşıldığı bu dönemde, psikoloji araştırmacıları için Kantçı eleştirinin etkisi daha anlaşılır olacaktır. Sonuçta toplum ve doğa
aynı yasalara uygun olarak çalışıyorsa, her ikisinin de aynı bilimsel metodoloji ile incelenebilmesi, dolayısıyla topluma ve insana özgü fenomenlerin doğabilimsel bir metodolojinin nesnesi haline getirilebilmesi gerekirdi. Yoksa insan ve toplum bilimleri
hiçbir zaman kesin bilimler halini alamazlardı. Böylelikle, Kant’ın psikoloji eleştirisi,
bir psikoloji geliştirmek isteyen bilim insanlarının temel motivasyonu, yani psikolojik
fenomenleri matematikleştirme çabası için belirleyici oldu.
Kantçı eleştirinin etkisi altında ruhsal araştırma yapanlara alanlarını ampirikleştirmekten, yani psikolojik fenomenlere bir mekânsallık kazandırmaktan başka bir seçenek kalmıyordu. Bu ampirikleştirmenin en önemli bileşeni fizik bilimlerinde olduğu
gibi sayısallaştırmak, ölçülebilirlikti. Bunun için de gerek Königsberg’de Kant’ın ardılı
olan ve bir “ruh mekaniği” kurma çabası içinde duyu şiddetlerini mantıksal-matematiksel bir formülasyonla tanımlamaya çalışan Herbart’ın (1816/1882) psikolojisi, gerekse de Herbart’ın psikolojisinin ölçüme dayanmamasını eleştiren Fechner’in
(1860) psikofiziği bu matematikleştirme çabası üzerine oturmuştu. Yalnız Wundt ve
Würzburg Okulu’nun deneycilikleri değil, deneyi yalnızca bir yardımcı araç olarak
kabul eden ve psikolojinin doğa bilimlerinin yöntemini kullanması gerektiğine inanan Brentano’nun (1874) psikoloji yaklaşımı da ”ampirik bir bakış açısıyla psikoloji”
anlayışının savunucusuydu. Aydınlanma düşüncesi etkisi altında yeşeren ve insanlık
tarihinde dogmaların kaldırılması için önemli bir gelişme olan ampirisizm, bilginin en
son kertede güvenilir kaynağının duyu organlarımızla yaptığımız gözlemler olduğunu
işaret ediyordu.
Bu noktada kimi psikologlar, aynı Newton fiziğinde bir nesnenin ilerdeki bir noktadaki konumunun bir önceki noktadaki konumuyla ve hızıyla belirlenebilmesinde olduğu
gibi (bir denklem fonksiyonu ile), insanın zihinsel ve davranışsal süreçlerinin de bir
önceki halleriyle ya da verili yapılarıyla yaklaşık olarak belirlenebileceğini düşünmüştür (örneğin bir regresyon denklemi ile). Zamanla fizik bilimlerindeki bir zamanların
koyu determinizmi kimi psikoloji araştırmacıları için bilimsel çalışmaların olmazsa
olmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu da mekanik bakış açısının gelişmesine neden
olmuş, disiplin davranışın arkasındaki dolaysız nedenleri (cause) araştırır olmuş, ancak zihinsel olayların ve davranışların arkasındaki anlayış (reason) daha çok ihmâl
edilmiştir (Gantt ve Williams, 2002; Leahey, 2004). Bu doğrultuda Kuzey Amerikalı
araştırmacılar için davranışı istatistiksel anlamda tahmin ve daha sonra kontrol etmek, onu kuramsal anlamda derin bir şekilde (öznel ve sosyal dünyayı da içererek)
açıklamaktan daha önemli hale gelmiş ve bu bir çalkantılar çağı olan 20. yüzyılda gerek iş yaşamının, gerek toplumsal hayatın ihtiyaçlarını karşılamak için daha pratik
bulunmuştur. Artık insan zihni faktörlerine ayrılmış, sosyal bütünlüğünden büyük ölçüde koparılmıştır.
Bütün bunlara paralel gelişen Darwinizm de doğal seçilim sonunda sadece genetik
olarak uyum sağlama yeteneğine sahip olanların hayatta kaldığını iddia ederek, psikologların dikkatlerini sanayi devriminin ve askeri teknolojideki gelişmelerin de et-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 9
kisiyle bireysel farklılıklar hususuna çekmiştir. Artık psikologlar insanın, psikolojik
özelliklerinin bir fonksiyonu olduğunu, bunun da temelde biyo-sosyal varoluşu kolaylaştırdığını savunmaya başlamışlardır. Bu esnada toplumsal-politik nedenlerle pragmatizm gelişmiş, kullanışlı bilgi arayışı daha “iyi” işleyen, yani daha verimli üretim
ve daha çok tüketim yapan bir toplum için aranan en önemli bilgi olmuştur. Bunların
peşi sıra gelen davranışçılık da bu düşünceleri kucaklamış, Darwinizmden etkilenerek
insanların sosyal çevreye olan uyum-öğrenme ve değişme şekillerini araştırmış, insan
zihnine değil, gözlenebilir insan davranışına odaklanmıştır (kısa ve eleştirel bir giriş
için bkz., Richards, 2002).
Psikolojiyi doğa bilimi olarak geliştirme çabası içersinde Ebbinghaus’un klasikleşmiş
deneyleriyle Wundt’un deneyselciliğini ileriye taşıdığını ve günümüz ampirik psikoloji paradigmasını büyük oranda belirlediğini belirtmek gerekir. Ama aynı zamanda
deneysel paradigmaya karşı çıkan Brentano, Dilthey ve Husserlci fenomenoloji gibi
akımların adını anmakta fayda var. Bu akımlar daha çok teorik düzlemde kalmış, deneysel paradigmaya getirdikleri itirazlar pratik uygulanabilirliğe kurban olmuş ve bu
psikoloji programları kuvvetli ve büyük iddialarına karşın geniş bir popülerliğe kavuşamamıştır3. Bu sürecin sonu Avrupa psikolojisinin giderek geri çekilmesi ve bireyci
bir paradigmaya dayanan biyolojik evrensellik iddiasıyla Kuzey Amerikan psikolojisinin bütün kardeş disiplinleri arasından sıyrılması olmuştur.
Sonuç olarak psikoloji, spekülasyon üzerine kurulu felsefeden ”ayrılırken” daha çok
bir sosyal bilim ya da bir insan bilimi olarak değil, diğer temel bilimlerde olduğu gibi
bir doğa bilimi olarak ayrılmaya çalışmıştır. Doğa bilimlerindeki bilgiye ulaşma şekli
psikologların önemli bir kısmının bilgiye ulaşmakta kendine rehber edindiği bir temel olmuştur. İnsanlık da daha çok bu araştırmacılar tarafından bir doğal araştırma
nesnesi olarak görülmüş, sosyal düzen de doğal düzenin doğrudan bir uzantısı olarak
algılanmış, organizmayı anlamak toplumu anlamakla eş tutulmuştur. Evrensel bilgiyi
keşfeden temel bilimler gibi psikoloji de evrensel-genelleştirilebilir bilgi peşinde koşmuş ve evrensel bir özne kurmaya çalışmıştır.
İşin ilginç tarafı, bu evrensel özne tasarlanırken hareket noktası spekülatif felsefenin
insan tasarımının soyutluğu idi. Oysa ki, ihtiyacımız olan şey, etiyle, kanıyla sokakta
görmeye alıştığımız somut insandı. Üstelik nasıl su dünyanın neresine gidilirse gidilsin 1 atmosfer basınç altında yüz derecede kaynıyorsa, aynı çevre koşulları sağlandığında bu somut insanın da aynı tepkileri vermesi gerekirdi. İnsanla su atomu
arasındaki farkın böylesine ihmal edilmesi aslında yaşamsal bir hataydı. Ancak yöntemsel mükemmellik su atomu kadar ideal bir araştırma nesnesi, Holzkamp’ın (1972)
deyişiyle bir norm-denek, ön görüyordu. Bu norm-denek dışsal değişimlere doğrudan
ve sadece araştırma konusu ile ilgili tepki verecek, kendi öznelliğini mümkün mertebe araştırmanın dışında bırakacaktı. Geleneksel deney desenlerinde deneklerin yorumları bu yüzden çok da ciddiye alınmadı, hatta deneklerin yorum yapmayı bırakıp
deney sürecine odaklanmaları, sürecin kendilerinde uyandırdığı ama deney süreciyle
ilgili olmayan tepkileri kendilerine saklamaları istendi. Sonuçta bu norm-denek, geçmişi ve geleceği olmayan, toplumsal ilişkiler içinde şekillenmemiş, o ilişkileri yeniden
şekillendirmeyen, pasif ve yalıtılmış bir organizmadan ibaretti. Spekülatif felsefenin
soyut insanının yerini alan evrensel özne ancak bu kadar somut olabilmişti. Bu somut
evrensel özne tarihsel olarak değişen somut toplumsal ilişkiler içinde yaşamıyordu.
Somut olarak tasarlanmak istenen özne yeniden soyut ve yalıtık tekil bir bireye dönüşmüştü (Holzkamp, 1970).
Deney sürecinin ve deney katılımcılarının somut toplumsal ve tarihsel ilişkiler içinde
yaşayan toplumsal özneler olmaları bir yana, aslında bir grup süreci olan deney sü3 Fenomenoloji ancak niteliksel yöntemlerin yaygınlaşması ve geleneksel psikolojiye yönelik bir tür eleştirinin psikoloji metodolojisini etkilemeye başlaması ve fenomenolojinin bir araştırma yöntemi halini almasıyla önem kazanmaya başlamıştır (bkz. Banister et al, 2011, s.13). Ancak hala daha bu yaklaşımların
ana akım olmaktan uzak olduğunu belirtmek gerekir.
10 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
recinin de bir sosyal psikolojisi olabileceğinin farkına bile oldukça geç varıldı (Orne,
1962). Deneyci-denek arasındaki özneler arası ilişkinin teatral deney süreci açısından
belirleyici bir yanı vardı. Denekler deneycinin beklentilerinin farkındaydı ve bu beklentilere göre tepki veriyorlardı. Ancak ölçümü etkileyecek bu karıştırıcı etkenlerin
kontrol altında tutulması ve eğer bu çok da sağlanamıyorsa sadece göz ardı edilmeleri
yöntemsel tutarlılık adına deneysel araştırmanın temel ilkesiydi.
Psikolojinin Bugünü
Bütün bu süreçlerin sonunda gelişen bilişsel psikoloji, insan zihninin sandığımızdan
daha kompleks olduğunu iddia etmiş, davranışçılığın ampirisizminin ve arı bilimin
ihtiyaçlarını karşılamak için kapattığı meşhur ‘kara-kutu’yu açmıştır. Fakat bu ‘karakutu’dan yine yöntemsel bireycilik çıkmış, ABD’deki kültürel-siyasal iklim ile beraber
insan zihninin bireyci-yalıtık-mekanik, toplum ve tarih dışı ve son derece spesifik bir
versiyonu araştırılmaya başlanmış, toplumsal olanın bireysel olanla açıklanması yani
psikolojizm daha da gelişmiştir. 20. yüzyılın ekonomistleri de psikolojinin birey üzerindeki temel vurgularını kucaklamış, politik-ekonomik-kültürel olan bireysel olanla
açıklanmaya devam etmiştir. Bilim felsefesi de bu süreçte psikolojizmi zaman zaman
desteklemiş, eleştirel düşünceyi ampirik verilerin yanlışlanabilme olanağı üzerine
inşa etmeye çalışmıştır. Böyle olunca psikologlar entelektüel ufuklarını büyük oranda
görgül olanla, yani ampirisizm ile sınırlamış, nitelik niceliğe göre daha değersiz olarak
görülmüş, ampirik olan, bilgiye ulaşmak açısından en değerli olan olarak algılanmıştır.
Örneğin sosyal psikolojinin “insan doğasını” kavramak açısından nesnel bilgi ürettiği
sanılmış, kültür ve ideolojinin sosyal bilginin üretimi içinde bir yerinin olmadığı ileri
sürülmüştür.
Bütün bunların sancılarını en çok çeken gruplardan ikisi doğal olarak sosyal psikologlar ve kişilik psikologları olmuştur. Tahmin gücü yüksek “teorilerin” açıklama düzeyindeki güçsüzlüğü ya da basitliği birçok araştırmacıyı rahatsız etmiştir. Örneğin kişilik psikolojisinde, kişiliği beş boyutta tanımlayan “Big Five” yaklaşımı (ör: Goldberg,
1990; McCrae ve Costa, 1997) tahmin edici ve tanımlayıcı bir çerçeve olarak kabul
edilmektedir. Fakat bu yaklaşımın arkasında bulunan lexical hipotez, yani bir kültürdeki kişilik tanımlamalarının o kültürün diline yansıdığına dair hipotez ve bu hipotez
ile birlikte geliştirilen bilimsel niceliksel yöntem üzerine tartışmalar halen sürmektedir (ör: Block, 1995; Westen, 1996). Örneğin insanların kişilik özelliklerinin basit tanımlara sığmayacak kadar kompleks ve bir kelimeyle ya da sıfatla tanımlanamayacak
kadar karmaşık olduğu düşünülmektedir (Block, 1995). Diğer yandan Big Five kişilik
teorisi faktör analizi tekniği üzerine kuruludur. Bu analizler esnasında araştırmacıların kaç faktörlü (örneğin bir faktör, üç faktör, beş faktörlü) bir kişilik teorisi çözümüne
karar verecekleri sadece verinin yapısıyla değil, araştırmacıların öznel kararları ile de
belirlendiğini biliyoruz. Son olarak da Big Five kişilik özelliklerinin verilerle yönlendirilen (data-driven) bir yaklaşımla ortaya konduğu; fakat bu yaklaşımın kişilik özelliklerinin nasıl ve neden ortaya çıktığını açıklayan bir yaklaşım olmadığı da tartışılmıştır.
Bu teorinin evrensel bir kişilik teorisi olacağı sanılmış, ancak yapılan araştırmalar ve
tartışmalar beş faktörün bırakın farklı kültürlerde doğrulanmasını, ABD’deki araştırmacılar arasında bile bir konsensüs sağlayamamıştır. Buradaki sıkıntı evrensel bir bilginin aranması değil, arananın ABD’de bulunduğunun sanılması ve buradan dünyaya
ihraç edilerek doğrulanması gerektiği düşüncesidir. İnsanların evrensel bazı psikolojik eğilimlerini anlamak için evrimsel-evrensel bir özne ve temel bilimlerdeki gibi bir
epistemoloji öne sürdüğümüzde, indirgemecilik sorununa, kültürel farklar hususuna,
ürettiğimiz hipotezleri hangi noktadan (ör: bireyci-izole edici) ürettiğimize ve yöntemsel olarak nasıl bir yol izlediğimize dikkat etmemiz gerekir (ör: sadece niceliksel
ve istatistiksel doğrulama üzerine kurulu).
Benzer şekilde sosyal psikoloji kişiye-içsel (intra-psychic) süreçlere çokça eğilmiş,
yöntemsel bireyciliğin içine daha da gömülmüş, özcü (essentialist) yaklaşımları kucaklamış, kişiler-arası (inter-personal) süreçleri ihmal etmiştir. Ana-akım sosyal psikolojik yaklaşımların içerisinde önemli bir sorun bulunmaktadır: O da sosyal olanın
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 11
insan bilişinin ya da psikolojisinin bir uzantısı olduğu düşüncesidir. Yani sosyalin ne
olduğunu anlamak için (ki bu sosyal psikologların pek ilgisini çeken bir meşgale değildir) insan bilişini anlamak yeterlidir. Aslında özelikle sosyal psikoloji alanı açısından
bakıldığında, psikolojik olanın sosyalin bir uzantısı olduğu söylenebilir (Moscovici,
1992; Greenwood, 2004). Sosyal psikologlar, toplumsal anlam sistemlerini bireysel
olana ve hatta kimi zaman bireyin kişilik organizasyonuna indirgediklerinden, sosyal
psikolojiyi içerisinde sosyalin kayboluşu üzerine tartışmalar bitmemiştir (bkz: Taylor
ve Brown, 1979; Greenwood, 2004).
İnsan zihnini ‘beden mekaniği’ ya da kişiye-içsel bilişsel süreçlere (ör: korkmak, kaygılanmak) odaklanarak okumak yine evrensel özne kurma arzusundan kaynaklanmıştır, fakat dilsel toplumu, anlamlar-ideolojiler dünyasını, üretim süreçlerini ve iktidar
ilişkilerini ihmal etmiştir. Bu kuramlar içerisinde yöntemin ihtiyaçlarını karşılamak
çoğu zaman kuramın ihtiyaçlarını karşılamanın önüne geçtiğinden, tahmin edici olduğu düşünülen kavramlar kuram ile temelde ters düşse de üzerlerinde çalışılmaya
devam edilmiştir. Örneğin varoluşçular, deneysel yöntemlerle çalıştıklarından olacak,
determinist ve indirgemeci olabilmiş, hümanist araştırmacılarsa evrenselci ve özcü
yaklaşımları farkında olarak ya da olmayarak kucaklayabilmişlerdir (örnek için: Sheldon, 2004). Fakat kuramsal olarak ne varoluşçuluk ne de hümanizm, deneysel sosyal
bilimin ortaya koyduğu gibi bir özne tarif etmektedirler. Benzer şekilde kişiliğin analizinde evrimsel-doğal yöntemlerle dilsel-anlamsal yöntemleri aynı çatı (kişilik evi,
McAdams, 1996) altında birleştirmek isteyenler olmuş, ancak birbirini çelen epistemolojileri bir araya teorik bütünlük olmadan getirdikleri için eleştirilmişlerdir.
Zihni diğer zihinler ile bütünlük içerisinde alan kuram ve yöntemler, özneye bakışları açısından ampirisizmden kendilerini ayırmak durumunda kalmışlardır (ör: sosyal temsiller kuramı; söylem analizi; ‘grounded theory’ bunlardan bazılarıdır). Bu da
yöntemsel açıdan çok farklı yaklaşımları olan alt disiplinler ortaya çıkarmıştır. Çünkü
birincisi, insan zihninin sosyal ve tarihsel kuruluşu, bedenin-beynin organizmik kuruluşuna indirgenememektedir. İkincisi, insan zihnine bakış gibi sosyal-tarihsel bir
hususta, naif bir keşif düşüncesi üzerine kurulu bir nesnellik iddiasında bulunmamız
mümkün değildir. Yani öznel görüşlerin araştırma üzerindeki etkisini bilinçli olarak
kontrol etmek gereklidir. Bunu geleneksel yöntemin bir parçası yapmak her zaman
mümkün olmayabilir. Bu yüzden farklı gelişen akımlar deneysel-tarafsız-arı-nesnel
bilimin köktenciliğini reddetmekte ve kısaca deneyime referans vermektedirler. Hem
araştırmanın “nesnesi” konumunda olan insanların seslerini dinlemeyi, hem de araştırmacının kendi öznelliğinin araştırma üzerindeki etkisini kontrol etmeyi amaçlamaktadırlar. İnsanların zihinlerini nasıl kurduklarına ve nasıl anlamlar inşa ettiklerine ve
insanların biricik yanlarına eğilmektedirler (ör: yapılandırmacılık). Böyle alternatiflerin gelişmesini bir yandan 1968 hareketinin Avrupa’da yarattığı eleştirel entelektüel
ortam, bir yandansa 1980’lerin siyasal iklimi olan küreselleşme ve çok-kültürlülük
tetiklemiştir. Bu yöntemlerde araştırma nesnesinin temel doğasına (ontoloji), araştırma nesnesi hakkında neyi bilebileceğimize (epistemoloji), bilgiye ulaşmak için nasıl
araçlar kullanacağımıza (yöntem) ve nasıl bir değer sistemi ile bu bilgiye yaklaşacağımıza (etik) dair görüş, geleneksel yöntemlerden ayrılmaktadır. Burada özetle “gerçek”
insana daha da yaklaşılmakta ve dolayısıyla insanların ihtiyaçları psikolojinin gündemine daha hızlı girmektedir (kısa bir giriş için: Sullivan, 2002).
Yöntemsel farklılaşmanın en önemli odaklarından birisi araştırma nesnelerinin ne olduğuyla, nasıl kurulduğuyla ilgilidir. En yalın haliyle psikolojiye bir eleştiri getirmek
gerekirse şu söylenebilir: Psikoloji temel bilimlerde olduğu gibi keşif (discovered) nesneleriyle değil, daha çok kendi icat (invented) ve inşa ettiği (constructed) nesneler ile
çalışmaktadır ( bkz: Danziger, 1990; Leahey, 2004). O yüzden dünyanın yuvarlaklığının gerçek olduğunu artık kimse tartışmazken (reality), psikoloji tarihindeki çeşitli
‘doğru’lar (truth) tartışılmaya devam edilmektedirler (ör: eşcinsellik, “ırk”, zekâ üzerindeki iddialar vb). Psikoloji kuramlarındaki tarih-dışılık ve bireycilik psikolojiyi ve
özellikle sosyal psikolojiyi git gide miyop bir disiplin haline getirmiştir. Yüzlerce irili
ufaklı sosyal psikolojik teori üretilmiş, fakat sosyal psikoloji içerisinde bütünlüklü bir
12 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
paradigma oluşturulamamıştır. Örneğin Alex Haslam, Amerikan sosyal psikolojisini
tanımlamak için “kusursuz saçmalık” (impeccable triviality, Walker, 1997) gibi bir tanımlamayı uygun görmektedir. Bunun altındaki nedenlerden birisi olarak da sosyal
psikolojinin kusursuzluk ve kesinlik arayışı içinde yöntemsel deli gömleğinin içine sıkışmış olduğunu, araştırma düşüncelerinin yöntemsel uygunluk üzerinden değerlendirildiğini (bkz. Thorngate, 1990) ve sosyal psikolojinin bu halinin ancak bütünlüklü
kuramsal yaklaşımlarla ve onlara dayalı yöntemlerle aşılabileceğini ileri sürmektedir
(Haslam ve McGarty, 2001). Bu noktada kuramın belirsizliğe, çelişkilere ve spekülasyona açık olabilmesi sosyal psikolojinin daha geçerli bilgi üretmesi için bir zemin hazırlayabilir.
Soracağımız sorunun ne olduğundan psikolojik kavramların ne olduğuna, tanımları
verilebilecek ve toplanabilecek verilerin ne olduğundan veri toplama sürecine, verilerin analizinden tartışılmasına kadar her bir basamakta kuramsal bir anlamlandırma
ve tartışma bulunmaktadır. Özellikle de bizim inşa edişimizden bağımsız bir şekilde
gördüğümüzü sandığımız gerçeklik, veriler yoluyla bize tekrar göründüğünde ne yaptığımız önemlidir. Veri (data) özellikle yüksek analiz düzeylerinde (toplumsal-siyasal
düzey) kendisi için konuşmaz. Öyle olsaydı tarihte bütün toplanmış veriler bizimle
bugün aynı şekilde konuşurlardı. Oysa veriyi farklı analiz düzeylerinde farklı şekillerde konuşturan, farklı tarihsel dönemeçlerde farklı gözlerle yorumlayan bizleriz.
Yani bir veriyi bize yorumlatan ontoloji, epistemoloji, yöntem ve etik gibi en temel
hususları içeren kuramsal bütünlüğümüzdür. Dolayısıyla bilimsel düşünce açısından
asıl sorun temel olarak tek başına yöntemde değil, ontoloji (nesnenin temel doğasının
ne olduğunun varsayıldığı) ve epistemoloji (bu nesnenin nasıl bilinebileceği) sorunlarında yatmaktadır. Örneğin, sosyal inşacı görüşlere göre psikolojinin araştırma nesneleri tarihsel olarak inşa edilmektedirler. Zekâ, hafıza, “ırk” gibi kavramlar tarihsel
olarak farklı anlamlar kazanabilmektedirler. Bu da bizlere psikolojinin kaçınılmaz olarak sosyal bir bilim olduğunu, çünkü insan zihninin kuruluşunun ve ona dair edimsel
tanımların fiziksel gerçeklik ile karşılaştırılamayacağını göstermektedir.
Aslında psikolojinin araştırma nesnelerinin ve temel paradigmalarının tarihsel olarak inşa edildiği çok uzun süredir ileri sürülmektedir. Örneğin, Kurt Danziger Hindistan’daki psikologlara “motivation” (motivasyon), “emotion” (duygu) ve “personality”
(kişilik) gibi kavramları anlatmak istediğinde, oradaki akademisyenlerin bunları anlamadıklarını gözlemlemiş, çünkü onlar için insana bakarken araştırma nesnesinin
“soul” (ruh) gibi farklı bir kavram olduğunu, onun bütünlüğüyle uğraştıklarını görmüştür (Danziger, 1997). Belki de Osmanlı’da verilen ilk psikoloji derslerinin adının
İlm-i Ahval-i Ruh oluşunu bu çerçeve içinde tekrar düşünmek gerekiyor (Batur, 2006).
Benzer şekilde ABD’de öz-güven (self-esteem), zihinsel hastalık, eşcinsellik, dikkat bozukluğu ile ilgili bakış açılarının toplumsal bağlam içerisinde ve belli bir tarihsel kesitte oluştuklarını ve bu kavramların ortaya çıkışında bu tarihsel-toplumsal bağlamın
belirleyici olduğunu gözlemlemekteyiz.
Bugün birçok sosyal bilimcinin, öz-güven (self-esteem) denilen inşayı eleştirdiğini görüyoruz, fakat yıllar önce ABD’de bu duygu hemen her şeye çözüm olarak öne çıkartılıyordu. Öz-güven duygusu insanın kendi öz-değerlendirmesi sonucu ortaya çıkan bir
gösterge ya da sonuç olup, az çok olumlu olduğu ölçüde bireysel refahın göstergesi
olan bir duygudur. Psikoloji içerisinde öz-güven kavramı özellikle 1970’lerden sonra
ve bireycilikle birlikte önem kazanmaya başlamış, okullardaki eğitim programlarına
öğrencilerin kendilerini ne olursa olsun olumlu değerlendirmelerini ve iyi hissetmelerini sağlayacak anlayışlar yerleştirilmiştir (ör: Hewitt, 1998). Günümüzdeki araştırmalar ise bu hissin çok yüksek ve çok düşük olduğu durumlarda fonksiyonel sorunlar
yaratabileceğini göstermektedir. Bu araştırmaların kendini koşulsuz bir şekilde sürekli iyi hissetme baskısının bir Amerikan rüyası olduğunu, bunun da insanlara ve
özellikle gençlere zarar verdiğini anlatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Sosyal psikoloji
ise daha önemli olabilecek örneğin öz-kabul (self-acceptance) gibi bir kavramı ihmal
etmiş, çünkü egemen Anglo-Sakson kültür araştırmacıların olgulara bakışını belli bir
tarihsel kesitte kurmuş, inşa etmiştir. Birçok kişilik ve sosyal psikoloji uzmanına göre
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 13
de insan benliği ya da kişiliği sabit bir nesne olarak algılanmaktadır (fixed self) ve bu
yaklaşım “nesnel” (ya da nesnel olduğu varsayılan) yöntemlerle araştırma yapmak
için elverişli olmaktadır.
Toplumsal yaşamın kuram ve özellikle etik üzerindeki etkilerine en ilginç örneklerinden birisi yazımızın başında vurguladığımız gibi, eşcinselliğin hastalık olarak DSM ölçeğinden çıkartılmasıdır. Eşcinselliğin hastalık olması ya da olmaması bilimin sadece
içsel dinamiklerini değil, içinde şekillendiği toplumsal ve siyasal dinamik ve iktidar
ilişkilerini yansıtır. Aynı şekilde, dikkat bozukluğu ve depresyon, beyindeki yapı ile
ilişkilerine indirgenemeyecek, toplumsal-metaforik özellikler taşıyan, toplumsal üretim ve iktidar ilişkilerinin yol açtığı kimi sorunları göz ardı ederek, yapısal sorunları
psikolojik düzleme indirgeyerek kişiselleştiren sembolik kurgulardır.
Beynin maddi hali ile insan zihninin manevi hali arasında kaldığında tercihini daha
çok beyinden yana yapan tıp bilimi ile psikoloji arasındaki en temel farklardan birisi,
psikolojinin sosyal olarak kurulan ve sosyal bir araştırma nesnesi olan zihin ile de uğraşıyor olmasıdır. Üstelik bu durum tıp bilimlerinin ve psikolojinin toplumsal iktidar
ilişkileri içindeki konumlanışlarındaki benzerlikleri ve farklılıkları da düşünmemizi
gerekli kılar. Psikoloji temel olarak zihni araştırma nesnesi yaptığından psikolojik bilgi her zaman sosyal bir bilgi olmaya devam etmiş, örneğin sosyal psikoloji çalışmalarının çok önemli bir bölümünün yaygın inanışın (common sense) ötesinde pek bir şey
ileriye süremediği tartışılmış ve yaygın inanıştan nasıl ayrılacağına dair çabalar ortaya çıkmıştır. (yaygın inanışın psikolojisi üzerine tartışmalar için bkz. Bogdan, 1991).
Toplum içinde yaygın olan inanışlardan bolca beslenen psikoloji, tarihinin bir kesitinde erkeklerin ve beyaz “ırk”ın üstünlüğünü, kadınların, siyahların ve göçmenlerin düşük zekâlı olduğunu bile iddia edebilmiştir4. Psikoloji bu açıdan çoğu zaman
‘aleni’ olana işaret etmiş, bilime temel oluşturan toplumsal kavramların eleştirel olmayan kullanımı sonucunda, özellikle sosyal psikologların kimi zaman “sıradan bir
insan”dan (layperson) bir farkları kalmamıştır. Örneğin, sosyal psikologların sosyal
cinsiyet sorununa yaklaşımları, uzun süre ve halen yaygın inanış ile paralel gitmiş,
evrimsel epistemoloji ile sosyal olarak inşa olmuş olanı açıklamaya devam etmişlerdir.
Çoğu zaman sosyal psikologlar olgular ve değerler arasında (fact-value), yani olanlar
ile olması gerekenler ya da olabilecek olanlar arasında önemli bir ayrımın olduğunu
iddia etmişler ve kendi ‘bilimsel’ görüşlerinin nesnel bir olguyu tarafsız bir şekilde
yansıttığını, hiç bir değer sistemi ile bulaşıklık içerisinde olmadığını düşünmüşlerdir
(bkz. Göregenli, 2003; Jackson, 2003).
Psikolojinin Yarını
Bütün bunlar tarihsel bir bakış açısından bizlere bir şeyler söylemektedir. Psikoloji
tarihine baktığımız zaman psikolojinin hatalı bilgiden (error) uzaklaşıp daha doğru
bir insan anlayışına (truth) yaklaştığını düşünmek süreklilik düşüncesi üzerine kurulu
doğrusal bir tarih anlayışıdır. Bu doğrusal tarih anlayışı büyük bir tartışma konusu
olmakla beraber, bu anlayışın bilim insanları arasında önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır: Son ‘gelen’ insan modelinin ya da insana bakışın, aynı son gelen dinde olduğu gibi, en iyi model ya da metaforik olarak en iyi ‘din’ olduğunu düşünmek bizleri
bazen rahatlatabilmektedir. Oluşturduğumuz bilginin tarihsel ve sosyolojik doğasını
kavramak, sosyal gerçekliğin bizim kurgu gücümüzden ayrı ve ona dışsal bir niteliğinin olduğunu düşünmek bilim insanı statümüzü devam ettirmek açısından bizleri
rahat ettirebilmektedir. Çünkü böyle olunca bizler kendimizi ‘gerçekliğin’ doğrudan
sözcüsü, onun uzmanı, ya da istatistiksel çıkarımsama yoluyla ona kendini en yakın
hisseden insanlar durumunda görebilmekteyiz, ya da metaforik olarak son ‘gelen’ dinin müritlerine benzemekteyiz. Bu dar görüşlülükten çıkmak için eğer ampirik veriye
ihtiyacımız varsa, eleştirel psikoloji tarihi bize bunu verebilir (ör: Teo, 2005).
4 Bu konuda halen kimi çalışmalar mevcut fakat yaygın olmadıklarını söylemek yanlış olmaz (bkz. Rushton, 2000).
14 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Bütün bunlar bize sosyal bilginin tarihsel-ideolojik doğasını ciddiye almamız gerektiğini ve bunun gerektirdiği sorumluluğu almamızı da öğütlemektedir. Bu, güneş
sistemi içinde dünyanın merkezde olmadığını ileri süren ve Kopernik’i destekleyen
Galileo’nun sorumluluğundan biraz daha farklı olabilir. Zira Kopernik ve Galileo fiziksel bir gerçekliğin ve o anlamda şüphe götürmeyen matematiksel bir rasyonalitenin
ve gücünü evrensel gerçeklikten alan evrensel bir aklın savunucusuydular. Bizler ise
ancak kendi verili dünyamız içinde inşa ettiğimiz insan anlayışını savunabiliriz, o yüzden de tarih bilinci ve bilim felsefesi ile beraber kendi iddialarımızın tarihsel zeminini
ve toplumsal-siyasal sonuçlarını tekrar tekrar düşünmek durumundayız. Aydınlanma
projesini bu dünyanın halen en önemli projesi olarak görüyorsak, entelektüel ufkumuzu sosyal bilim tarihi ve felsefesi ile genişletmemiz gerekebilir. Psikolojinin geleceği ancak bu şekilde kurulabilir, aksi takdirde psikologlar var olan insan anlayışını naif
gerçekçilik (algının nesneleri olduğu gibi yansıttığı) ve mantıksal pozitivizm (kuramsal
bilginin mutlaka görgül olarak test edilmesi gerektiği düşüncesi) üzerinden verili olarak alırlarsa, psikolojinin kısa tarihi boyunca yaptığı hataları tekrarlar ve bilinçdışı
ideolojik bir işlev görmeye, statükoyu pekiştirmeye devam ederler. Eşcinsellik, sosyal
cinsiyet, zihinsel hastalık gibi toplumsal sistemin normlarıyla ilişkili konular bunların
en açık örnekleridir.
Psikoloji teorisi ve uygulamaları açısından daha geçerli ya da toplumsal ihtiyaçlar açısından daha verimli bir sürece ancak geçmişten bu yana nereden, nasıl ve hangi dış
belirlenimlerle geldiğimizi idrak ederek girebiliriz. Tarihsel akıl, psikolojik bilginin
sosyolojisi ve felsefesi bizlere kuram ve yöntem konusunda dikkatli olmamızı öğütlemektedir. Aksi takdirde psikologlar olarak topluma sadece bir teknokrasi sunmak
durumda kalabiliriz. O arada insanî olanı ve değer sistemimizi (etik) yitirmemiz de
mümkün olabilir. Psikoloji kendi bilimsel ve dolayısıyla deterministik dili içerisinde
kurduğu bireyin çeşitli ‘faktörler’ altında belirlendiğini belirli paradigmalar içinde ileri sürmektedir (bunun eleştirisi için: Gantt ve Williams, 2002). Bunun içerdiği olumlu
potansiyellerin yanında, tehlikeleri de bulunmaktadır: Kendini düşünen, karar veren,
kendi üzerinde özgür irade sahibi olan, ahlakî sorumluluk taşıyan, toplumsal bir anlam sistemi ve iktidar ilişkileri içinde siyasal olarak var olan, sadece var olan dünyanın
verileri ile değil olası dünyaları da tahayyül eden, dünyayı o ya da bu doğrultuda, ama
sürekli ve aktif olarak değiştiren, hatta zaman zaman irrasyonel ve tahmin edilemez
olan bütünlüklü insanı ihmal edebilmektedir, bu arı bilimsel görüş.
Bizler ihmal etmememiz gereken en önemli hususun bu olduğunu düşünüyoruz. O zaman psikolojik olgulara bakışımız değişebilir. Ezilen sınıflara mensup olmanın, sosyal
olarak adaletsiz dünyanın şanssız insanları olmanın, kadın olmanın, eşcinsel olmanın,
siyah olmanın, Kürt olmanın, Alevi olmanın, Ermeni olmanın ne demek olduğunu insanların kafalarının içinde değil, toplumsal-tarihsel-kültürel düzeyde arar, bunların
psikolojik sonuçlarını düşünürken de indirgemeci olmayız. Bütün bunları başarabilmek için psikolojiyi bir doğa bilimi olarak ve sadece evrimsel epistemoloji üzerinden
değil, her açıdan bir sosyal bilim olarak kurgulamak durumundayız. Hem gözlem nesnesinin (zihnin ve öznenin) doğal bir tür olmayışı hem de gözleyenin kurulu dünyasını dikkate alarak. Bütün bunlar için ihtiyacımız olan veriye ise düşünümsellik yoluyla
(teemmül/ reflexivity) ve kendi akademik ve mesleki varlık zeminimizin her düzeydeki temellerini sorgulayarak ulaşabiliriz. O zaman bilimsel bilgi ile toplumsal kader
arasındaki bağı kurmamız da kolaylaşır. Bu, bugün bizi teknisyenlik yazgısından kurtarabilecek yegâne olasılık olarak görünüyor.
Kaynaklar
Banister, P., Bunn, G., Burman, E., Daniels, J., Duckett, P., Goodley, D., Lawthom, R., Parker, I., Runswick-Cole, K., Sixsmith, J., Smailes, S., Tindall, C. ve Whelan, P. (2011). Qualitative methods in psychology: A research guide (2. Baskı). London: McGraw-Hill.
Batur, S. (2006). Türkiye’de psikolojinin kurumsallaşmasında toplumsal ve politik belirleyenler. Toplum ve Bilim, 107, 217-230.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 15
Bieber, Irving, et al (1962). Homosexuality: A psychoanalytic study of male homosexuals. New York: Basic Books, Inc.
Block, J. (1995) A contrarian view of the five-factor approach to personality description. Psychological Bulletin, 117, 187-215
Brentano, F., (1874). Psychologie vom empirischen Standpunkte. Leipzig: Duncker &
Humblot.
Bogdan, R. J. (1991). The mind and common sense: Philosophical essays on cmmonsense
psychology. New York: Cambridge University Press.
Danziger, K. (1990). Construction the subject: historical origins of psychological research. Cambridge: Cambridge University Press.
Danziger, K. (1997). Naming the mind. New York: Cambridge University Press.
Fechner, G. Th., (1860). Elemente der psychophysik. Leipzig: Breitkopf & Härtel.
Gantt, E.E, ve Williams, R.N (2002). Seeking social grounds for social psychology. Theory and Science, Erişim tarihi:, http://theoryandscience.icaap.org/content/vol003.002/
gantt.html.
Goldberg, L. R. (1990). An alternative “description of personality”: The big-five factor
structure. Journal of Personality and Social Psychology, 59, 1216-1229.
Göregenli, M. (2003). Sosyal psikolojiden hareketle sosyal bilimlerde olgu-değer ilişkisi üzerine düşünceler. Toplum ve Bilim, 97, 234-246.
Greenwood, J. D. (2004). The disappearance of the social in American social psychology.
New York: Cambridge University Press.
Haslam, A. ve McGarty, G. (2001). A 100 years of certitude? Social psychology, the experimental method and the management of scientifc uncertainty. British Journal of
Social Psychology, 40, 1-21.
Herbart, J. F., (1816/1882). Lehrbuch zur psychologie. Hamburg: Voss.
Hewitt, J. P. (1998). The myth of self-esteem: Finding happiness and solving problems in
America. New York: St. Martin’s Press.
Holzkamp, K. (1970). Wissenschaftstheoretische Voraussetzungen kritisch-emanzipatorischer Psychologie. K. Holzkamp (1972) Kritische Psychologie: Vorbereitende Arbeiten içinde (75-171). Frankfurt a.M.: Fischer.
Holzkamp, K. (1972). Verborgene anthropologische Voraussetzungen der allgemeinen Psychologie. K. Holzkamp (1972). Kritische Psychologie: Vorbereitende Arbeiten
içinde (35-73). Frankfurt a.M.: Fischer.
Jackson, J. P. (2003). Facts, values, and policies: A comment on Howard H. Kendler
(2002). History of Psychology, 6, 195–202.
Kant, I. (1786/1977). Metaphysische anfangsgründe der naturwissenschaft. I. Kant
(1977) Schriften zur Naturphilosophie. Werkausgabe Band IX. (7-135) içinde. Frankfurt a. M.: Suhrkamp.
Kitzinger, C. (1990). The Rhetoric of Pseudoscience. I. Parker ve J. Shotter (Ed.) Deconstructing Social Psychology içinde (12-34). London: Routledge.
Leahey, A.H. (2004). A history of psychology: Main currents in psychological thought (5.
baskı.). Upper Saddle River, NJ: Prentice-Hall.
16 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
McAdams, D. P. (1996). Personality, modernity, and the storied self: A contemporary
framework for studying persons. Psychological Inquiry, 7, 295-321.
McCrae, R. R. ve Costa, P. T. (1997). Personality trait structure as a human universal.
American Psychologist, 52, 509-516.
Mendelson, G. (2003). Homosexuality and psychiatric nosology. Australian and New
Zealand Journal of Psychiatry, 37, 678–683.
Moscovici, S. (1992). The discovery of group polarization. D. Granberg, G. Sarup (Ed.),
Social judgements and intergroup relations. Essays in honor of Muzafer Sherif içinde
(107-127). New York, Springer-Verlag.
Orne, M. T. (1962). On the social psychology of the psychological experiment: With
particular reference to demand characteristics and their implications. American
Psychologist, 17(11), 776-783.
Richards, G. (2002). Putting psychology in its place: A critical historical overview. New
York: Routledge.
Rushton, J. P. (2000). Race, evolution, and behavior: A life-history perspective (3. Baskı).
Port Huron, MI: Charles Darwin Research Institute.
Sheldon, K. M. (2004). Optimal human being: An integrated multi-level perspective.
New Jersey: Erlbaum.
Staats, A. W. (1999). Unifying psychology requires new infrastructure, theory, method: A research agenda. Review of General Psychology, 3, 3 – 13.
Stam, H. J. (2004). Unifying psychology: Epistemological act or disciplinary maneuver? Journal of Clinical Psychology, 60, 1259-1262.
Sullivan, G. (2002). Theoretical psychology lecture summaries. Medicine, Nursing and
Health Sciences, Monash University. Victoria, Australia.
Taylor, D. M. ve Brown, R. J. (1979). Towards a more social social psychology? British
Journal of Social & Clinical Psychology, 18(2), 173-180.
Teo, T. (2005). The critique of psychology: From Kant to postcolonial theory. New York:
Springer.
Thorngate, W. (1990). The economy of attention and the development of psychology.
Canadian Psychology, 21, 62-70.
Walker, I. (1997). The long past, short history, and uncertain future of social psychology. Unpublished manuscript, Murdoch University. Aktaran: Haslam, A. ve McGarty,
G. (2001). A 100 years of certitude? Social psychology, the experimental method and
the management of scientifc uncertainty. British Journal of Social Psychology, 40, 1-21.
Westen, D. (1996). A model and a method for uncovering the nomothetic from the
idiographic: An alternative to the Five-Factor Model. Journal of Research in Personality
30 (3). 400–413.
Teknisyenlik ve Toplumsallık Arasında Psikolojinin Dünü, Bugünü ve Yarını
Ersin Aslıtürk - Sertan Batur
Psikolojinin bir bilim olup olmadığı, diğer bilimlerle olan ilişkisi ve sınırları, ‘nesnel’ bilgi üretip üretmediği, araştırma nesnesinin doğal mı yoksa sosyal bir nesne mi olduğu ve tarafsız
araştırmacıların bilgi üretimine etkisinin ne olduğu üzerine tartışmalar geçtiğimiz yüzyılda
bitmemiştir. Psikolojinin bu önemli disipliner sorunları ve tartışmaları psikologları önemli ve
temel bir soruya doğru itmektedir: Bütün bu sorunların yöntemsel yönelimlerle yani psikolojik bilgi edinme biçimleri ile ilişkisi nedir? Psikolojiye baskın olan felsefi varsayımlar ve bunların alternatifleri nelerdir? Sosyal bilim içinde tamamen geleneksel-pozitivist (görgül bilgiyi
kutsayan) veya tamamen postmodernist-görecelilik üzerine kurulu (her şeyin göreli olduğu
ve hiç bir konuda güvenilir bilgi edinmenin mümkün olmadığını savunan) düşüncelere şüphe
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 17
ile bakan araştırmacılar olarak, bu denemede psikolojideki geleneksel bilgi edinme biçiminin
psikoloji tarihi boyunca gelişimine ve bugün yarattığı sonuçlara değiniyoruz.
Anahtar sözcükler: psikolojik bilgi, toplumsallık, yöntem, tarihsellik, psikolojinin disipliner
sorunları.
Di navbera Civakîbûn û Teknîkîbûnê de Raborî, Îroke û Siberoja Derûnînasiyê
Ersin Aslıtürk - Sertan Batur
Di sedsala borî de gotûbêj û gengeşiyên sereke yên der barê statûya dîsîplînî ya derûnînasiyê
de negihaştin encamekê. Ev gotûbêj û gengeşî pirsên mîna “Gelo derûnînaszî zanistek e ya
ne; pêzanînên ku ew hildiberîne zanînên “objektîf” in yan ne; tişteya ku ew li serê lêkolînê
dike tişteyeke suriştî ye yan civakî ye?” Di encamê de ev nîqaş bandora lêkolîner ya li ser
pêvajoya lêkolînê jî digire nava xwe. Van pirsên têkildarî vê qada dîsîplînî, derûnînas ber bi
pirseke bingehîn ve ajotin: Gelo bandora van kêşe û pirsgirêkan li ser pêkanînên rêbazî heye?
Di derûnînasiyê de pêşbîniyên felsefî yên serdest alternatîfên wan çi ne? Wekî lêkolînerên ku
di qada derûnînasiyê de hem li nêrîna kevneşopî ya pozîtîvîst, hem jî li ramana post-modernrelatîvîst bi şik û guman dinêrin, em ê di vê xebatê de pêşketinên zanînzanî (epîstemolojî) ya
kevneşopî yên di derûnînasiyê de û encamên wê yên hemdem bi awayekî rexneyî pêşkêş bikin.
Peyvên sereke: pêzanînên derûnînasîtiyê, civakî, rêbaz, dîrokîtî, pirsgirêkên dîsîplînî yên
derûnînasiyê
Psychology’s Past, Present and Future In-Between Being Technical and Being Social
Ersin Aslıtürk - Sertan Batur
Major debates in psychology regarding to its disciplinary status have not settled in the past
century. These debates have included and still includes such questions and concerns as whether psychology is a science or not; whether it produces ‘objective’ knowledge or not; whether its
object of research is a natural or social kind; and finally these debates included the concerns
on the effects of researchers on research process. These important disciplinary questions
pushed psychologists towards a fundamental question: What are the effects of these problems
and concerns on the methodological commitments? What are the dominant philosophical
assumptions in psychology and their alternatives? As researchers who cautiously reflect on
both traditional-positivist and postmodern-relativist approaches in psychology, in this essay
we review and critique the development of traditional epistemologies in psychology and their
contemporary consequences.
Keywords: psychological knowledge, social, methods, historicity, disciplinary problems of
psychology
Modernite Bağlamında Sosyal
Bilimlerde Araştırma Etiği:
Orada Bir Özne Var Mı?
Özge Soysal*
Sosyal bilimlerde araştırma ve yöntem sorunu insan varlığını ve dünyayı algılama,
tanımlama, anlamlandırma biçimlerinden bağımsız değildir. Yine başlı başına bir
yöntembilim sorunu olan ve onun da ötesinde insan-nesne ilişkilerini, içerisi-dışarısı
algısını belirginleştirmeye yarayan gözlem de bu varlığı anlamlandırma biçimleriyle
iyiden iyiye bağlantılıdır. Söz konusu olan insani bilimler olduğunda bilgi ve hakikat
gibi temel iki sorunun birbirini kendiliğinden tamamlamadığıyla karşılaşırız. Öznenin
bilgi ve hakikat arasındaki bu bölünüşüyle belki de hem en doğrudan hem de en kaçamak karşılaştığımız yer, öznel arzuya ve söze çağrıda bulunduğumuz klinik uygulamadır. Ama klinik uygulamanın bizzat çalışma nesnesi olan “bilinçdışı”, eksikli olan ve
Lacan’ın psikanalize dâhil ettiği şekliyle yitirilmiş bir nesnenin, nesne a’nın etrafında
kurulmuştur. Eğer söz konusu olan ne sadece gösterenle işaret edilebilir simgesel bir
nesne ne de salt düşlem aracılığıyla kurgulanabilir imgesel bir nesneyse, bu nesne
hakkında bir bilgiye sahip olmak nasıl mümkün olacaktır? Dahası hakikati tüm bir
klinik çalışmanın harekete geçirdiği bu (kayıp) nesne üzerine dayandırmak bilimsel
açıdan ne kadar güvenilir ve geçerlidir?
“Stil” ve Aktarım
Stil sorunu öznenin bu imkânsız nesne karşısında aldığı konumlarla ilişkilidir ve bu
aynı zamanda öznel koşullarının sınırları içindeki ölümlü öznenin tahammül edilemez
–zira imkânsız- olanla nasıl başa çıktığıyla yakından ilgilidir. Fakat buradaki nasıl sorusunun cevabı yalnızca hangi yöntem sorusunu değil, nesnesi tam da tanımlanamaz
olduğundan psikanalize has bir “stil” sorusunu da dâhil eder. Freud, Goethe, Shakespeare, Leonardo da Vinci gibi yazar ve sanatçılardan esinlenirken, psikanalizin nesnesine dair bir fikir sahibi olmak isteyen okuyucusuna da sık sık edebiyatçılara, özellikle
de şairlere başvurmasını salık verir. Freud’un belki de kendisinin dahi farkında olmadığı edebi yazım stilini ortaya çıkaran Lacan’ın keşfi ise, aslında psikanalizin yazılmak* İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bölümü
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 19
la birlikte yazılmamaya devam eden nesnesi, bir diğer deyişle semptomu üzerinedir.
Lacan bu durumda kliniğin tanımını doğrudan “dayanılması imkânsız olarak gerçek”le
bir tutar. Başka bir deyişle klinik, sözcüklerin belirlediği sınırların ve düşlemlerde tekrar eden kurguların sağladığı bilginin ötesinde, özneyi kendi hakikatindeki bilinmezle
karşılaştırır. Bilginin her türlü eminliğine, genelleyiciliğine ve kapsayıcılığına karşılık
bir o kadar tekinsiz, tekil ve uçuşkan olan bu unsur, psikanalizden farklı olarak psikoloji ya da psikiyatri gibi niceliksel yöntemlere dayanan bilim dallarının tam da dışlayarak güvenirlik ve geçerliklerini temellendirdikleri bir unsurdur.
Aslında bu dışlama, bilgiye indirgenemez olanı sınıflandırma ve istatistiğe dökme biçimi altında beliren bir “şeffaflık tutkusudur”1. Ve bu tutku tarihsel olarak İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımının ve hemen akabindeki Hiroşima ve Nagasaki’ye
atılan atom bombalarının (1945) insanlık tarihinde bıraktıkları izin bir mirası olarak
ortaya çıkmıştır. İnsanın yıkıcı gücünün gelebileceği en üst düzeyi temsil eden bu dönüm noktası, ölüm ve yaşam gibi temel varoluşsal sorunsallarla ilgili sosyal ilişkileri
şekillendiren iki önemli sarsıntıyı da beraberinde getirmiştir: Ölümün kitlesel olarak
teknolojik ve yönetimsel idaresi ve bununla birlikte gelişen genetik deha yani klonlama teknikleri. İnsanı yaşam ve ölüm karşısında Tanrılaştıran ve sırtını modern tıbbın
teknik gelişmelerine dayayan bu yeni oluşan sosyallikteki hâkimiyet ve bilme iddiası,
bundan böyle her türlü bilginin ölçülebilir ve denetlenebilir bilimsel bir sisteme dayanmasını da neredeyse zorunlu kılmıştır2. Böylelikle şeffaflık ve bunun sağlayıcısı
olan istatistik tutkusu, özneleri sadece bedenlerinin gerçeğinde değil, aynı zamanda
ruhlarında da öldüren yeni bilimsel yöntemlere dönüşür3.
Öznenin ona verilen etiketten her zaman daha fazlası olduğunun kabulü, onun ruhsal
determinizminin basit bir neden-sonuç ilişkisine indirgenemeyeceğinin bir göstergesidir. Lacancı kuramın özne varsayımı gösterenler arasındaki bir temsiliyet hareketine
dayansa da, özneyi daima bir başka gösteren için temsil eden temel gösterenler, kayıp
nesneyi de içeren bitimsiz bir dolaşımda yer almaktadır. Bu, bilinçdışında özneyi temsil eden ve öznel hikâyeye yörüngesini veren ayrıcalıklı gösterenler olmakla birlikte,
hiçbir gösterenin ne tek başına, ne de salt ikili bir nedensellikte yer alamayacağını
belirtir. Çünkü bilinçdışını mümkün kılan tam da geçici olan yani Lacancı tabirle yazılmaya karşı yazılmamaya devam edendir. Öznenin bir gösteren tarafından diğer bir
gösteren için temsil edilmesi, aslında öznenin ikinci bir gösteren için değil, potansiyel
olarak bulunan ve henüz keşfedilmemiş diğer tüm gösterenler bütünü için temsil edildiği anlamına gelir. Psikanalitik çalışma tam da bu koşullu nedenselliğin dışında öznel
deneyimin açılabileceği gösterenler bütününün aynı zamanda çoklu anlamlarının, dilin şaşırtıcı bileşenlerinin araştırılmasıdır. Tek ve Evrensel olan her zaman son bir an1 Bilinmezlik ve belirsizlik gibi çelişkili anlamlara yer bırakmama, buna karşılık nesnesini tam olarak
tanımlama, temsil etme, sınıflandırma, eşitleme, farklı değişkenleri denetleyebilme anlamında “şeffaflık
tutkusu” terimini kullanıyoruz. Bu tutku aynı zamanda “marazi” ya da “sorunlu” olarak görülen unsurların M. Foucoult’nun çalışmalarında ayrıntılarıyla gösterdiği gibi karşılıklı olarak hem bireysel hem de
toplumsal dinamiklerden elenmesi, dışlanması gerekliliğini doğurmuştur. Yüzyılımızın bilimsel söyleminin veri, bulgular ve tanı konusunda “transparan” olmakla övünmesi, çoğu üniversitede nitel araştırmaların yeteri kadar bilimsel bulunmaması sıklıkla karşılaştığımız örneklerdendir. Hâlbuki akademi
geleneğinin kurucusu sayılan Sokrates, bilimselliğin şifrelerden, sayılardan ve mutlak tanımlamalardan
değil, tartışma ve ussal eleştirilerden geçtiğini, bunun da ancak sanılar ve hakikat arasındaki ayrımları
yapabilmekle olanaklı olduğunu göstermiştir. Biz bunu konumuz gereği sanılar ve öznel hakikat arasındaki ayrım olarak da okuyabiliriz.
2 Konuyla ilgili ayrıntılı bir inceleme için P. Legendre, C. Lanzman, S. Lesourd, R. Gori, G. Pommier, C.
Hoffmann, J. P. Lebrun gibi yazarların çalışmalarına bakılabilir.
3 Bu açıdan bakıldığında İkinci Dünya Savaşının 19. ve 20 yy modernizmleri içinde dünyadan ve insan
varlığının insanileşme süreçlerinden Adı ve Ölümü silmesi bakımından insanlık tarihinde çok daha keskin ve radikal bir belirlenime sahip olduğunu öne sürebiliriz. İnsan varlığını insanileştiren ölümü yok
sayması değil, tam tersine ölüleriyle ilgilenmesidir. Bu bağlamda Yahudi Soykırımının toplu imhaları
dünya tarihindeki “kökensel bir olaydır”. Ülkemizde yaşanan Hasan Ferit Gedik’in Armutlu’da bekletilen
cenazesi, tekil bir örnek olsa da insanlardan onları insanileştireni almak anlamında bu kökensel olayın
tezahürlerinden biridir.
20 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
lamı işaret ettiklerinden, psikanalitik yöntemin etiği evrenselin, kolektif olanın ya da
ahlaki normların İyisini ya da Doğrusunu referans alarak değil, “öznenin arzusunu terk
etmemesi” üzerine kurulmuştur. Yine de burada bir parantez açalım, zira söz konusu
olan öznenin bir dileği her ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmesi ve bunu yaparken de kendisini her türlü etik kaygıdan muaf tutması değil, bireyin onu diğerlerinden ayırt eden ve farklılaştıran öznel, kendisine has unsurun peşinden gitmesidir. Bu
durumda tekil olanı evrenselin karşısında korumak ve kuramı uygulamada sınamak
klinik etiğin bir zorunluluğu haline gelir. Çünkü her şey aynı ve tek bir anlama sahip
olduğunda anlamın olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi, hiçbir anlamın olmadığı ya da
her türlü anlamın havada uçuştuğu, her şeyin her türlü anlama gelebileceği durumda
da anlamdan bahsedemeyiz. Oysaki anlamın ikili ya da çoklu olduğunu söylemek bu
önermelerden daha farklı bir şeyi işaret eder ve hakikatin bu durumda her zaman
tamamlanmamış ve kısmi kalacağını yapısal ve etik bir sonuç olarak kaydeder.
Lacan, nesnesi “nesne a” olan bir bilimin metodunun ne olacağı sorusunu aslında tüm
yapıtı boyunca tartışır, çünkü bu aynı zamanda bilgiyi aktarmanın farklı tarzlarını
da tartışmaya açmaktır. Seminerleri boyunca Lacan’ın kullandığı matematiksel formülleştirmeler ve de topolojik figürler kuramsal, didaktik bir açıklamanın ötesinde,
gösterilebilir bir işleyişin –bilinçdışı öznesinin işleyişinin- olası düğümlenişlerini ve
kopuşlarını işaret eder4. Yani söz konusu olan kesinlikli bir bilgiyi öğreti biçiminde ya
da metaforik örneklemelerle aktarmaktan ziyade, öznel deneyimin çaresizce durup
dayandığı ya da bilinçdışının öngörüsüzce açılıp kapandığı noktaların zihinsel bir alıştırmasını yapmaktır, tabii biraz da kaygıyla karışık. Bu aslında “bilinçdışının bilgisi” ve
“bilinçdışı üzerine bilgi sahibi olmak” arasında yapılan en temel ayrımlardan birine yol
açar ve yine Lacan tarafından “analist olma arzusu” ve “analistin arzusu” ya da “öznenin ancak var-sayılabilir olması” ve “özne üzerine bilgi” arasındaki farklılığa getirilen
denk olmayışlardır. Psikanalitik bir araştırma yöntemi için en uygun gözüken projektif testlerde bile testi yapanın “bilinçdışı arzusunun” araştırmadan muaf tutulması ve
sadece cevap verenin öznelliği çerçevesinde bir değerlendirme yapılması, bu uygunluğun derecesini sorgulamaya yeterdir. Çünkü bu en basitinden analistin yorumuyla
etkilediğinin -daha ziyade bir kopuş üretmesinin- sadece analizan olmaması, analistin
de bu analitik edim sayesinde nasıl bir kırılma ve değişiklik yaşadığının psikanalitik sorgulama açısından önemli olmasıdır. Diğer bir sebep de klinik bir karşılaşmada
belki de ilk andan itibaren kurulan aktarım ilişkisinin, bir bilme şekli olarak analistin
formasyonundan değilse de onu şu ya da bu formasyona yönelten arzusundan bağımsız gelişmemesidir. Aynı şey bilimsel bir araştırmaya bakış açısında da geçerlidir.
Araştırma konusu her ne üzerine olursa olsun, araştırma nesnesi yazılanların arasında
bir özne varsaydığından, ancak yazarın “stilinin” aldığı güzergâhta ve yine anlatının
düğümlenip, kesintiye uğradığı, vurguların şiddetinin hareketlendiği anlarda belirir.
Konu konuyu, soru soruyu açsa da etrafında halkaları genişleterek dönülen, kelimeleri kazanmak pahasına kaybedilen şu tarifi mümkün olmayan arzu nesnesidir. Şairlere
referans, ki buna başta sinema olmak üzere sanatın her türlü dalını eklemeliyiz diye
düşünüyorum, bir şiir gibi metonimi ve metaforlarla işleyen bilinçdışına yapılan bir
atıftır da. Bu tam da kelimelerle ilişkilenme biçimi açısından bir kadının ya da erkeğin
değil ama temsile direnen kadınsının, kelimelerinden hem ayrışmamış hem de onları
bir bıçak gibi koparan kadınsı zevkin yazısıdır.
“İnsanlık Krizi” ve Yeni Bir Stil Olarak Gezi Direnişinin Düşündürdükleri
Öznellik, öznenin onu belirleyen her türlü nedenselliğe karşı çıkışıyla oluşur. Ama bu
sadece ebeveynlerin hikâyesine, geçmişin yüküne, ona atfedilen anlamlara ve belirlenen yere bir karşı çıkıştan ibaret değildir, özne olmanın özgürlüğünün ve sorumluluğunun başka türlü bir anlam kazanamamasındandır. Gerçekten de “yapı” kavramı
bu açıdan psikanalizde yalıtılmış ve kemikleşmiş bütünsel bir kendilikten çok psikoz,
nevroz ya da sapkınlıklar olsun, öznenin ona dışarıdan dayatılana cevap verme bi4 Halka, Klein şişesi, Möbius bandı bu topolojik figürlerden bazılarıdır.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 21
çimlerini, Ötekinin talebine “hayır” deme şekillerini ifade etmesi bakımından özeldir.
Özne, olduğu haline ancak ona klinik, sosyal, ahlaki ya da evrensel olarak dayatılan
kalıpları olumsuzlayarak ulaşabilir. Bu aynı zamanda öznenin onu özne yapan ve ayırt
edici semptomunu ya da genel olarak şikâyetini belirleyen şeyin sorumluluğunu almasıdır da. Bu durumda söz konusu olan başına gelenlerden ne masum ne de mağdur
bir öznedir; tam tersine özgürlüğünü öznel yükümlülüğünden sıyrılmayarak bulan bir
öznedir. Bu açıdan bakıldığında psikanalitik yöntemin insanı büyüten, daha doğrusu
olgunlaştırıcı bir tarafının olduğunu öne sürebiliriz. Bu kişinin kendisi ya da semptomu hakkında nesnel bir bilgiye erişmesinden ziyade, kendisiyle ve semptomuyla
yaşamayı bildiği bir olgunlaşmadır. Aslında semptomdan bahsederken de aynı yapı
kavramında olduğu gibi bütünsel bir kendiliğe değil, yukarıda değindiğimiz üzere
aynı anda birden fazla anlama gelebilecek, kişinin birbirinden farklı hatta birbiriyle
çelişkili, tutarsız ve zıt yönlerini ortaya koyan bilinçdışı bir oluşuma işaret ediyoruz.
Bu bir yandan insanı, daha genel anlamıyla varlığı içinde taşıdığı zıtlıklarla, imkanlılık
ve imkansızlıklarla ele alan 19. yy modernizminin, özneyi kaçınılmaz bir bölünüşle
tanımlayan psikanalizin doğuşunu nasıl hazırladığını da açıklar. Freud’un giderek yayılan ve serpilen 20.yy modernizminin ortalarına doğru (1938) kaleme aldığı benliğin bölünüşü çalışması, psikoz ve nevroz arasındaki ilişkiler de dâhil olmak üzere,
öznenin ruhsal gerçeklik ve dışsal gerçeklik, bilinç ve bilinçdışı, haz ve hoşnutsuzluk
arasında nasıl bölündüğüyle ve insanın içinde taşıdığı bu yarığın büyüklüğünün patolojideki belirleyiciliğiyle ilgilidir. Benliğin ya da öznenin bu kaçınılmaz bölünüşü neyin
pahasına ya da kazanımınadır? Bu Freud’un en az 19. yy modernistlerinden Marx,
Nietzsche yahut Dostoyevski kadar ilgilendiği bir sorudur ve çözüm sonlu ve sonsuzu
barındıran insanın ne birbirinden kopuk sınırsız bölünüşlerinde, ne de öznelliğinin
teminatı olan farklı boyutların varlığının inkârındadır. Bunlar Lacan’ın Gerçek, Simgesel ve İmgesel olarak tanımladığı ve ruhsallıkta her biri birbirinin içine geçmiş olarak
bulunan üç boyuttur ve bize anlamın insan yaşamında neden tek boyutlu olamayacağının da bir ipucunu verirler. Çünkü bu bir nevi insanın sonlunun içine hapsolmasıdır
ve böylesi bir durumda da çoğu kez payına düşen ya depresif bir içe çekilme ya da
yoğun ve ani patlamalardır.
İnsan varlığına beden imgesini kazandıran ve bu imgenin sürekliliğini veren imgesel boyut, aynı zamanda özneyi kurguladığı düşlemlerin yanılsamasıyla adım atmaya,
nesneye cesurca yönelmeye ve edime başvurmaya iter ve anlaşılacağı üzere tüm bu
hareketlerin temelinde tamamlanma düşlemini barındırır. İnsan varlığının hem dünyayla hem de diğerleriyle ilişkilerini düzenleyen başta dil olmak üzere her türlü simgesel referans ise öznenin tarihselliğini oluşturan anlatının, anlatı olabilmesini yani
birbirini takip eden başlangıçları, sonları, tekrarları ve kırılmaları içeren düğümleyici
noktaları sağlar. Fakat Hegel’in de yazdığı gibi (akt. Pommier, 2001) insanın gözlerine
baktığımızda keşfettiğimiz bir karanlık vardır ve bir gece gibi içine daldığımız bu karanlık, aynı zamanda dünyanın korkutucu karanlığı, öznenin ruhsallığından dünyaya
fırlattığı ve her seferinde kapısını çalan Gerçek’tir. Bu birbirinden farklı üç düzlemin
birlikte bulunamayışı ya da herhangi birinin eksikliği ya ruhsallığın Marcuse’un tabiriyle tek boyuta indirgenmesine ya da çözünmesine yol açar.
Bireysel psikolojiyi sosyal psikolojiden ayırmayan Freud’dan ve bilinçdışını Ötekinin
söylemi olarak tanımlayan Lacan’dan hareketle, bu üç boyutun birlikteliğinin aynı zamanda sosyal bağın oluşumunu da belirlediğini ve herhangi birinin yokluğunda toplumsal yapıda ya homojenleşme ya da parçalanma gözlemlenebileceğini öne sürebiliriz. Bu aslında çelişkileri içinde taşıyan ve varoluşuna anlam bulma çabasıyla bitmek
bilmeyen tutarsızlıklara ve belirsizliklere toslayıp, yine de bu çalkantılardan umudu
sürdürerek çıkmaya çalışan modern insandan farklı olan postmodern kültürde her
türlü simgesel referansın sorgulandığı ve hangi türden olursa olsun her üretimin ve
ilişkinin “kendi kendine işaret ettiği” bir kapalı döngünün habercisidir (Connor, 2001).
Modernliğin hem kendisine ait çelişkilerinden ve dinamiklerinden gelen hem de onu
anlamsızlaştıran bu kırılma, geçmişin nostaljisinden arınmaya çalışırken, zamanı da
22 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
hızla yakalanması gereken bitimsiz ve parçalı bir imkanlılıklar bolluğuna dönüştürür. Lacan’ın tam da İkinci Dünya Savaşı’nın akabindeki çalışmalarında işaret ettiği
modernite ve psikoz ilişkisi, “simgeselin buharlaşmasıyla” ilişkilerde sıradan hale gelen temassızlığı ya da ayrışamamayı vurgular (Julien,2000). Kültürel referanslardan
arınma ve insanileşmeyi sağlayan simgesel değerlerin boşluğu yerini hemen ivedilikle
değişebilen geçerliliklere, en küçük ayrıntısına kadar içinde kaybolduğumuz bürokratik prosedürlere ve süreçten yoksun pratik davranma şekillerine, dahası neyin doğru
neyin yanlış olduğunu söyleyen hakikat bilirkişilerin, guruların, diktatörlerin ve çeteleşmelerin türemesine bırakır. Ve bu durumun kendisi artık içinde anlam bulabilme
umuduyla değil de beyhudelikle çırpındığımız bir çelişkiler yığınına ve beraberinde
getirdiği bir kavram karmaşasına yol açar. Bu karmaşanın hem nedenlerinden hem
de sonuçlarından biri başta Simgesel boyutun yanlış anlaşılmasıdır. Oysaki simgesel,
ne salt bütünleyici bir söyleme ya da merkeze indirgenebilir, ne her şeye kadir tümgüçlü bir Babaya ne de cismani bir otoriteye. Simgesel, imgesel ve gerçekten farklı ve
ancak onlarla birlikte olarak, katıksız bir farklılaşmanın ve ayrışmanın, dolayısıyla da
eksikliğin garantisidir. Bu hem insandaki farklı dinamiklerin, hem de sosyal bağdaki
çoğullukların ayrışarak bir arada olabilmelerini sağlayan bir konsensüs işlevi görür.
Yine de nasıl bir ayrışmadan bahsettiğimizi açmakta yarar var çünkü söz konusu olan
postmodern tüketim ilişkilerini belirleyen birbirinden kopuk bir alternatifler çokluğunu ve bunlardan her birinin kapalı bir sistemde kendi otoritesini kurup, egosunu
şişirdiği telaşlı bir tanınma hırsını belirtmekten uzaktır. Ayrışabilme, ne ötekinin içinde eriyip kaybolmadan ne de bozguna uğratmayı düşlediğimiz tehditkâr bir dışsallık
yanılsaması yaratmaksızın “ile olabilme” (Nancy, 2012) halini sürdürebilmektir.
Öyle görünüyor ki Gezi Parkı’nda başlayan direnişin belki de en göze çarpan ve heyecan verici dinamiklerinden biri bunca zamandır birbirinden bihaber olan ve kendi
yalıtılmışlıkları içinde kalmış insanların, grupların, örgütlerin her türlü sosyal, jenerasyonel ve söylemsel farklılıklarına rağmen birlikte durabilme ve ortak bir “anlatıda”
birleşebilme özleminin bir hareketi, Ötekinin talebine keskin bir “hayır” deme isyanıydı. Bu belki de sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir “krizden” öte, tüm insanlığın içinde
bulunduğu bir “insanlık krizi”ne de işaret ediyor. Çoğullukları üretirken onları sadece
kendi bağlamlarına hapseden, çeşitlilik ve olanaklılıkları arttırırken, deneyimlerin
dolayımlanıp, genişleyebileceği biçimleri sınırlandıran, hatta doğru-yanlış ikiliğine
indirgeyen bir tavır öznelliği ancak susturabilir. Üstelik, simgesel temsilleri geçmişin hortlaklarına dönüştüren sözsüz anlatılar metonomisi, nesnesi ve derdi olmayan
konular, birbirini takip eden deneyimlerin ya da bilgilerin toplamına eşitlenen özne
anlayışı karşılaşmaksızın çarpıştığımız bir sosyalliği ve çoğu kez şiddetli dışavurumları olan bir kimlik arayışını da beraberinde getirmektedir. Neredeyse ispatı olmaksızın “seni seviyorum” bile diyemeyişlerin, insanlığı artık içinden çıkmaya zorladığı bir
krizle karşı karşıya bıraktığı ve umulur ki sadece dışımızdaki kapalı devrelere değil,
kendi ruhsallığımızdaki krallıklara da bakmaya çağırdığı bir gerçektir. Çünkü sözün
yasası içinde yaşamak ve insan olmanın koşulunu sözde bulmak, olmayanı mevcut kılan sözün her zaman ardında bir namevcudiyet barındırdığını kabul etmek anlamına
gelir. Bu durumda insan olma çabasında birbirimize hatırlatabileceğimiz ve koruyabileceğimiz yegâne öncelik ve üstünlük, son sözü ya da mutlak olanı söyleyebilmenin
mümkün olmadığı eksikliğin yeridir.
Kaynaklar
Abelhauser, A. (2004). L’éthique de la clinique selon Lacan. L’Evolution Psychiatrique,
69, 303-310.
Berman, M. (2011). Katı olan her şey buharlaşıyor. Modernite deneyimi. (Ü. Altuğ, B.
Peker, Çev.). İstanbul:İletişim Yayınları. (Orijinal çalışma basım tarihi 1982).
Connor, S. (2001). Post-modernist kültür. Çağdaş olanın kuramlarına bir giriş. (D. Şahiner, Çev.). İstanbul: YKY.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 23
Freud, S. (1938/2002). Le clivage du moi dans les processus de défense. Résultats,
idées, problemes II içinde (282-286). (R. Lewinter, J. -B. Pontalis, Frs. Çev.).
Harari, R. (2001). Inconscient: Clivage; Sinthome: Clinamen. La clinique lacanienne,
1/5, 47-61.
Julien, P. (2000). Psychose et modernité. Psychose, Perversion, Névrose. La lecture de
Jacques Lacan içinde (23-32). Ramonville Saint-Agne:Érès.
Lacan, J. (1966/1999). La science et la vérité. Écrits II içinde (335-358). Paris: Le Seuil.
Lebrun, J.P. (2013). Une crise de l’humanisation. La lettre de l’enfance et l’adolescence.
Entre adolescent et adulte: quelle rencontre? içinde (21-32). Ramonville Saint-Agne:
Érès.
Nancy, J.L. (2012). Demokrasinin hakikati. (M. Erşen, Çev.). İstanbul: Monokl Yayınları.
Pommier, G. (2001) “Transparance”: Bon prétexte pour petits meurtres d’ames. La
clinique lacanienne, 5, 163-165.
Modernite Bağlamında Sosyal Bilimlerde Araştırma Etiği: Orada Bir Özne Var Mı?
Özge Soysal
Sosyal bilimlerde araştırma ve yöntem sorusu bu yazıda hem klinik uygulamanın ortaya koyduğu şekilde bilgi ve hakikat arasındaki bölünme, hem de modernizm ve post-modernizmle
birlikte gelişen yeni bilimsel yöntemler açısından tartışılmaktadır. Bununla birlikte İkinci
Dünya Savaşının insanlık tarihinde bıraktığı izler, insanlık tarihinden Adı ve Ölümü silmesi
bakımından modernizmin ve bilimsel söylemin serüveni içinde radikal bir dönemeç olarak ele
alınmıştır. Bu dönemecin bir ürünü olan teknik belirlenimciliğin her türlü mutlakıyetine karşı
üretilen yeni bireysel ve toplumsal ifade “stilleri” ise içinde bulunduğumuz “insanlık krizini”
anlamaya ve belki de aşmaya olanak sağlamaktadır. Bu anlamda Lacancı yaklaşımın bilinçdışı
özne kuramı, öznelliğin Gerçek, İmgesel ve Simgesel olmak üzere farklı boyutları, arzu nesnesi
ve psikoz gibi kavramları bireyselin toplumsalla olan bu bağı çerçevesinde düşünülmüştür.
Anahtar sözcükler: özne, modernite, Lacancı kuram, hakikat, bilimin söylemi, stil, (kayıp)
nesne.
Têkildarî Modernîteyê di Zanistên Civakî de Etîka Lêkolînê: Gelo li wir Kirdarek Heye?
Özge Soysal
Di vê nivîsê de mijara lêgerîn û rêbazê ya di civakên zanistî de hem ji aliyê dabeşbûna agahî û
heqîqetê ve ku di encama xebatên klînîk de derketiye holê û hem jî ji aliyê rêbazên nû ve ku
bi modernîzm û post-modernîzmê re bi pêş ketine, tê nîqaşkirin. Li gel vê yekê şopa ku Şerê
Duyemîn ê Cîhanê li ser dîroka mirovahiyê hiştiye ji ber di dîroka mirovahiyê de Nav û Mirin ji
nav birine, di serboriya modernîzmê û vegotina zanistî de wekî xaleke werçerxanê ya radîkal
tê nirxandin. Rê û rêgezên derbirîna civakî û takekesî yên li dijî her cure mutlaqiyeta diyarkeriya teknîk a ku berhemeke vê serdemê ye, ji bo fehmkirin û belkî jî çareserkirina “krîza
mirovahiyê” a ku em tê de ne, derfetan pêşkêş dikin. Bi vî awayî jî teoriya kirdarê/a derehişî ya
Lacanî li ser rehendên cur bi cur ên kirdariyê yên mîna rastîn, hêmayî û nîşaneyî û diyardeyên
mîna tişteya arezûyê û psîkozê jî di çarçoveya têkiliya takekesî û civakiyê hatiye ravekirin.
Peyvên sereke: kirdar, modernîte, teoriya Lacanî, heqîqet, vebêjiya zanistê, stîl, tişte (yê winda)
24 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
The Ethics of Social Science Research in the Context of Modernity: Any Subject Therein?
Özge Soysal
The question of scientific research and methodology is discussed in this article by the cleavage
between knowledge and verity as remarked in clinical practice and also by the new scientific
methods developed through modernity and post-modernity. In the adventure of modernity
and scientific discourse the Second World War represents a radical turning point in the sense
that it wipes out the Name and the Death in the history of human being. The new individual
and social expression “styles” produced against all the absolutism of technical determination
helps us to understand the “crisis of the humanity” that we experience into this era. The theory of unconscience subject, dimensions of the subjectivity as Real, İmaginary and Symbolic
and the concepts of lost object and psychosis of Lacanien approche are considered within the
frame of connection between the individual and the social.
Keywords: subject, modernity, theory of Lacan, verity, discourse of science, style, (lost) object
Nitel Araştırma Yöntemlerine
Giriş: Genel İlkeler ve Psikolojideki
Uygulamaları
Bahar Tanyaş*
Giriş
Avrupa akademik çevrelerinde ve araştırma merkezlerinde nitel araştırma yöntemlerinin sosyal bilimciler tarafından kullanımı tarihsel olarak 1960’lara kadar uzanmaktadır1. Sosyal bilimlerin genelindeki bu eğilimin psikolojiyi içine alması ise 1990’ları
bulmuştur (Richardson, 1996). Bu gecikme, psikolojinin, kendini doğa bilimlerinin
yakınında konumlandırmasıyla, bilim ve bilimsel yöntem anlayışının tekilliğiyle ve
sayısallaştırmaya yönelik açık yanlılığı ile ilişkilendirilebilir (Henwood, 1996; Howitt,
2010; Woolgar, 1996).
1990’lar bir yandan nitel araştırma yöntemlerinin psikoloji içerisinde tanınması ve
yaygınlaştırılması açısından önemli gelişmelere sahne olurken diğer yandan nitel çalışmalara karşı direncin akademik çevrelerde yoğun olduğu yıllardır. Yöntemi nitelleştirmek psikolojinin “merkez” ya da “baskın” grupları tarafından bilimselliği tartışmalı
ve olası katkıları sınırlı bir çaba olarak görülmüştür (Richardson, 1996). Bu direncin
temel sebeplerinden biri nitel geleneğin basit şekliyle psikolojiye bir yöntem çeşitliliği
önermiyor, aksine disiplinin bilim anlayışını, mevcut yöntemlerin temellerini ve ürettiği bilgiyi sorguluyor oluşudur. Nesnelliği ile idealize edilen psikoloji, erkek-egemen,
orta-sınıf ve Batılı oluşuyla eleştiriliyor; “gerçeği” keşfetmediği onu inşa ettiği iddia
ediliyordu. Bu bağlamda özellikle feminist yaklaşımların ve sosyal inşacılığın etkilerinin altını çizmek gerekir (Willig, 2008).
Bugün geldiğimiz noktada süreli yayınları, kaynak kitapları, tezleri, çalışma grupları,
* Okan Üniversitesi Psikoloji Bölümü
1 Antropoloji gibi bazı disiplinler içerisinde nitel çalışmaların kullanımı çok daha eskilere dayanmaktadır; ancak varolan araştırma pratiğinin sorgulanmaya başlandığı, radikal değişimlerin ortaya çıktığı ve
sistemli yöntemlerin oluşturulduğu sürecin başlangıcı 1960’lardır.
26 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
araştırma merkezleri, çeşitliliği, tarihi ve geleneğiyle nitel çalışmaların kendini psikoloji içerisinde meşru bir alan yarattığını söylemek mümkündür. Bu alanın yaratılmasında birçok araştırmacı ve akademisyenin önemli rolü bulunmaktadır ve çok ses
getiren klasik metinler mevcuttur. Türkiye’deki psikoloji çevrelerinde ise nitel araştırmaların kullanımı hâlâ kısıtlıdır. Ancak araştırmacılar ve özellikle lisansüstü eğitim
alan öğrenciler arasında nitel yöntemlere olan ilgi artış göstermektedir. Artan ilgi ve
talebe karşılık kaynak metinler, yerel araştırma örnekleri, teorik arka plan ve uygulama sürecinin değerlendirildiği sunum ve makaleler, lisans ve lisansüstü dersleri görece az sayıdadır.
Bu makalenin amacı, nitel araştırma yöntemleri hakkında bütüncül ve kullanışlı bir
kaynak oluşturmak, nitel geleneğin yöntemsel katkılarını sistemli bir şekilde değerlendirmektir. Bu amaç dâhilinde öncelikle nitel araştırmaların temel varsayımlarını
sunacağım ve nicel yöntemlerin, geçerlik, güvenirlik gibi geleneksel kavramlarının
nitel gelenekteki konumunu tartışacağım. Bunları takiben kısaca psikolojide yaygın
olarak kullanılan nitel yöntemlerden bazıları ele alacağım. Bunlar, Yoruma Dayalı Fenomenolojik Analiz (IPA/Interpretative Phenomenological Analysis), Gömülü Teori
(Grounded Theory) ve Anlatı Analizi’dir (Narrative Analysis). Tartışma bölümünde,
nitel araştırma uygulamalarındaki gereklilikler ve zorluklar üzerinde durmaya, yöntem seçimini belirleyen hususları tartışmaya çalışacağım. Son olarak, konu üzerinde
daha ayrıntılı okuma yapmak isteyen araştırmacı ve öğrenciler için yerel kaynakları
da içeren bir öneri listesi sunacağım.
Nitel Araştırma Yöntemlerinde Genel İlkeler
Müstakil bir çalışma alanı kabul edilen nitel araştırma yöntemleri, aslında içerisinde
önemli farklılıklar gösteren yaklaşımlar için çerçeve bir tanımdır. Diğer yandan farklılık ve çeşitliliklerine rağmen bu yöntemler nitel analizin ortak paydalarına sahiptirler.
Aşağıda bu ortak paydaları özetlemeye ve nitel yöntemlerin nicel yöntemlerden nasıl
farklılaştığını tartışmaya çalışacağım. Bu noktada iki hususun altını çizmek istiyorum:
1) Nicel araştırma geleneğinden kopmadan, örneğin içerik analizi gibi, nitel veriyle çalışıp veriyi daha sonraki bir aşamada sayısallaştıran bazı yaklaşımlar bulunmaktadır.
Bu yaklaşımlar, bu metin dâhilinde nitel yöntemler başlığı altında değerlendirilmemektedir. 2) Yerleşik nitel yöntemler ana akım pozitivist gelenek içerisinde esnek olarak kullanılabilmektedir. Ancak nitel-nicel ayrımı basit bir yöntem ayrımı değildir, sadece verinin biçimi ve analiziyle tanımlanmaz; psikoloji içerisinde paradigma bazında
bir değişimi simgelemekte ve farklı epistemolojik konumlara gönderme yapmaktadır
(Smith, Harre ve Van Langenhove, 1995; Willig, 2008 ).
Nitel araştırma geleneği, nicel gelenekle tepkisel bir ilişki içinde olmuş ve bu bağlamda, özellikle erken dönemlerde, kendini eleştirdiği ya da karşı çıktığı üzerinden
yapılandırmıştır (Denzin ve Lincoln, 2000; Woolgar, 1996). Hipotez test etme geleneğinin yeni teori ve olguların ortaya çıkışını teşvik etmemesi, nicel değişkenler arası
kurulan istatistikî ilişkilerin ara süreçleri göz ardı etmesi, bireyler arası farklılıkların
grup ortalamalarına indirgenmesi, araştırmacının nesnelliği varsayımının var olan
yanlılıkların üstünü örtmesi ve veri toplama sürecindeki sınırlılıklar nicel çalışmalara
yöneltilebilecek eleştirilerdendir.
Nitel araştırmacılar, temelde deneyimin, eylemin ve olayların nasıl anlamlandırıldığı
üzerine odaklanır ve anlamlandırma sürecinin özneden ve bağlamdan bağımsız olarak ele alınamayacağını savunurlar. Bu haliyle birçok araştırmacı, nitel araştırmaların
yeni bir şey söylemediğini düşünebilirler. Ancak nitel araştırmalarda işler bundan
biraz daha karmaşıktır. Nitel araştırma geleneği bilimin nesnel bir eylem olduğu kabulüne ters düşer ve neden-sonuç ilişkisini temel alan yordama amaçlı bilimsel anlayıştan ayrılır. Gözlemci ya da araştırmacı gözlemlediği/araştırdığı dünyanın içinde
konumlandırılır. Dolayısıyla bilme ve araştırma eylemi araştırmacının ve araştırılanın
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 27
öznelliği içerisinde şekillenen, yoruma dayalı, yerel ve değişken bir olgu olarak ele
alınır (Denzin ve Lincoln,2000; Henwood, 1996; Willig, 2008). Dilin kendisi salt bir
iletim aracı olmaktan çıkar, deneyimi ve olguyu inşa eden bir eyleme dönüşür (Potter
ve Wetherell, 1987).
Nitel araştırmalarda veri toplamanın amacı önceden oluşturulmuş hipotezleri test
etmek değildir. Nitel psikoloji küçük bir örneklem grubu ile belli bir olgunun tanımlanması, yorumlanması ve anlaşılmasına dayanır; teoriden veriye değil veriden teoriye yönelik bir sürecin içerisinde şekillenir. Verinin toplanması sırasında
mümkün olduğu kadar kodlanmaması, kategorize edilmemesi, özetlenmemesi ya
da sınırlandırılmaması esastır. Veri ortaya çıktığı şekliyle (naturalistic) ele alınır ve
sayısallaştırılmaz(Henwood, 1996; Willig, 2008).
Tüm bu temel varsayımlar, nicel araştırmalarda ve bu araştırmaları şekillendiren
post-pozitivist paradigma çerçevesinde yapı taşı olan bazı kavramları problemli hale
getirmektedir. Güvenirlik (realiability), geçerlik (validity) ve genellenebilirlik (generalizibility) kavramları bunların başında yer almaktadır. Bu kavramların nitel gelenek içersinde gerek pratikte ele alınışı gerekse kavramsal olarak konumlandırılmaları
tartışmalıdır (Golafshani, 2003; Lincoln ve Guba, 2000). Bu tartışmalar özü itibariyle
nitel yöntemler arasındaki epistemolojik farklılıkları yansıtır. Nitel araştırma yöntemlerinin “neyi bilebiliriz” ve “nasıl bilebiliriz” sorularına verdikleri cevaplar bir ucunda realizmin (gerçekçilik) diğer ucunda radikal bir relativizmin (görececilik) olduğu
bir yelpazede farklı yerlerde konumlanmaktadırlar (Willig, 2008). Realist /gerçekçi
uca daha yakın olan yöntemlerde (örneğin IPA) pozitivist araştırma geleneğinin temel
kavramlarını uyarlama eğilimi olduğu, relativist /görececi uca yakın yöntemlerde ise
(örneğin Söylemsel Psikoloji) bu kavramların daha radikal bir eleştirisinin yapıldığı
ya da reddedildiği söylenebilir.
Nicel gelenekte güvenirlik kavramı, ölçüm aracının bir özelliği “doğru” ve tutarlı bir şekilde ölçebilmesine gönderme yapar ve bir araştırmanın niteliğini (quality)
değerlendirmek için gerekli ve önemli kriterlerden biridir. Ancak nitel ve nicel çalışmalardaki iyi nitelikli araştırma anlayışındaki farklar, güvenirlik kavramını nitel
araştırmalar için kullanışlı kılmamaktadır (Golafshani, 2003). Kavramın pozitivist
mantık içindeki şekliyle [örneğin, psikometrideki klasik test teorisinin önerdiği şekliyle (Hammond,2006)], nitel araştırmalara taşınmasının zorlukları açıktır. Güvenirlik
ölçüm biçimlerinden biri olarak test-tekrar test güvenirliğini ele alırsak, bir değerlendirmenin farklı durumlarda aynı sonucu vermesini beklemek nitel araştırmaların
temel varsayımlarına (örneğin bağlamın kendine özgünlüğü ve değişkenliği varsayımına) ters düşmektedir.
Geçerlik kavramı, ölçüm aracının ölçtüğünü iddia ettiği özelliği ne kadar ölçebildiğini tanımlar. Nicel araştırmanın rasyoneli içerisinde bir ölçüm aracı güvenilir olabilir
ama geçerli olmayabilir (örneğin; “bir şeyi” ölçüyordur ama bu, ölçtüğü düşünülen şey
değildir) ancak güvenilir olmayan bir ölçüm geçerli de olamaz (kullanılan ölçüm aracı
her hangi bir şeyi ölçemiyordur). Bu mantık - güvenirliğin geçerliğin öncülü oluşu
-nitel geleneğe taşınamaz. Aksine güvenirlik olgusuna oldukça mesafeli duran nitel
araştırmacıların geçerlik olgusuna daha ılımlı yaklaştığı, en azından bazı araştırmacıların geçerlik kavramını nitel geleneğe adapte etmeye çalıştıkları söylenebilir. Nitel
çalışmalarda geçerlik, araştırmacının “katılımcının gerçekliği” olarak ortaya koyduğu
bilginin bu gerçekliği ne kadar içine alabildiği şeklinde tanımlanabilir (Cho ve Trent,
2006); bağımsız denetim (independent audit), çoklu ölçüm (triangulation) ve katılımcı doğrulaması (member validation)2 gibi tekniklerle değerlendirilebilir (Smith,
2 Bağımsız denetimde (independent audit), çalışmada yer almamış bir araştırmacı, bulguların toplanan
veri çerçevesindeki geçerliğini değerlendirir. Diğer bir deyişle, bağımsız araştırmacı, eldeki verilerin
çalışmanın, bulgularını mümkün kılıp kılmadığını “doğrular”. Bu yaklaşım kodlayıcılar arası tutarlılık
(inter-rater reliability) ile karıştırılmamalıdır. Aynı nitel veri başka bulguları (alternatif okumaları) da
28 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
1996). Ancak bu yaklaşımın da ne kadar kullanışlı olduğu nitel araştırmacılar, özellikle inşacı çalışmacılar, arasında tartışmalıdır (Lincoln ve Guba, 2000). Ayrıca önerilen
teknikler daha çok veri analizi üzerinden değerlendirmeyi sağlar; verinin ortaya çıkış
sürecini görece ihmal eder. Oysaki tüm araştırmalarda verinin toplanması da analizi
kadar kritik bir süreçtir. Nitel gelenek içerisinde bu sürecin bulguları nasıl şekillendirdiğini anlamak için ise geçerlik yerine düşünümsellik (reflexivity) kavramı kullanılır
(Willig, 2008).
Düşünümselliğin temel çıkış noktası, veriyi salt katılımcı merkezli ya da veri toplama
aracının geçerliğine bağlı bir olgu olarak ele almamasıdır. Veri, katılımcı-araştırmacı
ilişkisi içerisinde ortaya çıkar/kurgulanır ve bu nedenle araştırmacıdan bağımsız ele
alınamaz (Willig, 2008). Dolayısıyla nitel araştırma pratiği araştırmacının süreci etkileme ve şekillendirme biçimlerine odaklanmaya, örneğin araştırmacının süreçteki
mevcudiyetinin belli konuları/bulguları nasıl daha konuşulabilir hale getirdiğini; diğerlerini ise nasıl örttüğünü düşünmeye teşvik eder. Araştırmalarda en az iki aktif aktör bulunur. Bunlardan biri araştırmacı/görüşmeci diğeri ise araştırılan/görüşülendir.
Tıpkı katılımcılar gibi araştırmacılar da bu ilişkide birden fazla kimlikle bulunurlar:
bir konuyu araştırmak için “yetkili” ve “bilgili” olduğu varsayılan uzman, psikolog ya
da çoğunlukla bir üniversitenin üyesi vb. Bu kimlikler araştırma ortamının ilişkisel
güç dinamiklerinde ayrıcalıklı bir konuma sahiptir ve katılımcının “ürettiği bilgi”yi şekillendirir. Benzer şekilde araştırmacının cinsiyeti, yaşı, ait olduğu sosyal sınıf ve bazı
durumlarda etnik kimliği, dini inançları, cinsel oryantasyonu vb. görünürdür. Katılımcılar araştırmacı ve dolayısıyla araştırma ile bu kimliklerden bağımsız olarak, nötr bir
ilişki kurmazlar. Aksi naif pozitivist bir varsayımdır ve nitel gelenek içerisinde veriyi
“yanlı” hale getirir; iki kişinin temasında ortaya çıkmış bir bilgiyi sadece birinin “gerçekliği” olarak yansıtır. Araştırmacının kendisi kadar, araştırmaya dâhil olan diğer
aktörler, üniversiteler, akademik danışmanlar, araştırma sonuçlarının sunulacağı kişi
ve gruplar vb de katılımcının araştırma ile ilişkisini, dolayısıyla neyi veri olarak sunacağını şekillendirir (Riessman, 2008). Son olarak araştırmanın konusu ve örneklem
ölçütlerinin de verinin ortaya çıkışında çerçeveyi çizdiğinin altı çizilmelidir (Potter ve
Hepburn, 2005). Nitel gelenekte çalışan araştırmacıların tüm bu unsurların verinin
kurgulanmasındaki rolünü değerlendirmesi gerekmektedir.
Nitel araştırma sürecinde ele alınması gereken bir diğer husus örneklemin temsil
kapasitesi (representativeness) ve bulguların genellenebilirliğidir (generalizibility).
Nitel araştırmalar genellikle küçük bir örneklemle yapılan çalışmalardır ve örneklemi
belirlerken katılımcıların evreni temsil etmeleri değil amaca uygun olarak seçilmiş
olmaları önemlidir. Amaca yönelik seçim, çok genel bir tanımla, araştırma sorusunun
önemli ve anlamlı olduğu kişilere ulaşabilmektir. Bu görece açık uçlu tanımın farklı
yöntemlerde farklı önceliklere denk geldiğinin altını çizmek gerekir. Örneğin, IPA bu
grubu mümkün olduğunca homojen bir grup olarak oluşturmaya çalışırken (Smith
ve Osborn, 2003), gömülü teoride doyum noktasına ulaşmak (theoretical saturation)
yani veride yeni kategoriler ortaya çıkmadığı ve gömülü olduğu varsayılan teori tüm
yönleri ile tamamlandığı noktada örneklemeyi durdurmak esastır3 (Charmaz, 2003).
mümkün kılar. Bu nedenle, bağımsız denetim, bulguları (farklı araştırmacıların aynı bulgulara ulaşmasını)
değil, analiz mantığının değerlendirilmesini amaçlar. Çoklu ölçüm (triangulation), bir araştırma
sorusunun farklı kaynaklar ya da yöntemler üzerinden çok yönlü olarak incelenmesini içerir (örneğin
birebir görüşmeler, grup çalışmaları, günlükler, gözlemler vb. kullanılması, farklı araştırmacıların
veriyi toplaması, farklı teorik perspektiflerin kullanılması gibi vb.). Katılımcı doğrulamasında (member
validation) ise analiz araştırmanın katılımcılarına sunulur; bulgu ve yorumlar onlar tarafından
değerlendirir. Bu oldukça demokratik bir teknik olmakla beraber araştırmacı ile katılımcının bulgular
konusunda çatışması ihtimalini barındırır (Smith, 1996).
3 Örneklemde doyum noktası anlayışının aslında bir ideal olduğunun altını çizmek gerekir. Çünkü
pratikte örneklemeye devam ettiğiniz sürece yeni kategorilerin ortaya çıkma ihtimali her zaman vardır.
Örneğin 20 kişilik bir örnekleme ulaştınız ve 20. katılımcının verisi varolan kategorilere yeni bir şey
eklemedi diyelim. Bu durum ulaşabileceğiniz 21. kişiyle yaptığınız görüşmenin olguya yeni bir boyut
katacağı olasılığını ortadan kaldırmaz.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 29
Gerek örneklemin büyüklüğü gerekse niteliği göz önüne alındığında nitel araştırmalarda istatistiksel olasılığa dayanan bir genellenebilirlik anlayışı olmadığı kolaylıkla
fark edilecektir4. Ayrıca bu yaklaşımlar içerisindeki lokal ve öznel olana vurgu, genellenebilirliği kendi içinde problemli hale getirmektedir. Nitel araştırmalarda genellenebilirlik olgusu aktarılabilirlik (transferability) ve birikme (accumulation) çerçevesinde ele alınabilir. Riessman (2008), nitel araştırma bulgularının teorik önermeler
üzerinden ve ancak belirli oranda farklı bağlamlara aktarılabileceğini öne sürmektedir. Bu oranın ne olduğunu belirleyen ise aktarım yapılan gruplar arasındaki ortaklıklardır diyebiliriz (Goodman, 2008). Diğer taraftan tıpkı nicel çalışmalarda olduğu
gibi nitel araştırmalarda da bulguların birikimi söz konusudur. Araştırma konusu olan
olgu hakkında yeterli bilgi ve görü belirli bir süreç içerisinde oluşur. Burada altı çizilmesi gereken fark, nitel araştırmalarda birikimin benzer bulguların birbirini destekleyerek yığıldığı - dolayısıyla hipotezin desteklendiği ya da çürütüldüğü- dikey bir süreç
değil, aynı olgunun farklı gruplar tarafından ve değişen bağlamlarda nasıl deneyimlendiğine dair yatay genişlemeye açık bir süreç olduğudur.
Özet olarak, nitel araştırmaların müstakil bir araştırma geleneğini temsil ettiğini, bu
geleneğin kendini nicel araştırmalardan farklı konumlandırdığını, bu nedenle de bazı
geleneksel kriterlerin nitel çalışmalar içinde revize edildiğini ya da reddedildiğini ve
araştırmaların niteliğini değerlendirmek için yeni anlayışlar ortaya konduğunu söyleyebiliriz.
Psikoloji’de Nitel Yöntemler
Psikolojide yaygın olarak kullanılan yöntemler arasında Gömülü Teori , Yoruma Dayalı Fenomenolojik Analiz, Söylem Analizi ve Anlatı Analizi bulunmaktadır (Lyons ve
Coyle, 2007; Smith, 2003; Willig, 2008) . Bu yöntemler ortak bir şemsiye altında yer
almakla birlikte epistemolojik açıdan -neyi nasıl bilebiliriz soruları karşısında- farklı
yerlerde konumlanırlar. Gömülü Teori ve IPA pozitivist/realist anlayışa, Söylem Analizi ve Anlatı Analizleri’nin versiyonları ise inşacı anlayışa daha yakındır (Riessman,
2008; Willig,2008) .
Epistemolojik arka plan pratikte araştırma sürecinin bütününün nasıl yürütüldüğünü, örneğin, neyin veri kaynağı olarak kabul edildiğini, nasıl toplandığını, nasıl analiz
edildiğini vb. şekillendirir. Bu makale içerisinde tüm bunları her bir yöntem için ayrıntılı olarak ele almak mümkün olmasa da bu yöntemlerin genel hatlarını ve kendine
özgü özelliklerini kısaca sunmayı amaçlamaktayım. Yukarıda listelediğim yöntemler
arasında yer alan Söylem Analizi’ni, bu sayıda Arkonaç tarafından ayrıntılı bir şekilde
ele alındığı için, bu metne dâhil etmemeyi tercih ettim. Ayrıca şunun altını çizmek gerekir ki bu makalede yer almayan ancak nitel araştırma geleneğinde önemli bir yere
sahip ve psikoloji araştırmalarında da kullanılan birçok başka yöntem bulunmaktadır,
örneğin, protokol analizi, tema analizi, konuşma analizi, etnografik yöntemler gibi. Bu
çalışmada psikolojide görece daha yaygın kullanılan ve nitel psikoloji eğitiminde ön
plana çıkmış yöntemler ele alınmıştır.
Gömülü Teori
Gömülü Teori (Grounded Theory) veriyi temel alan ve analizin ana ürünü olarak bir
teoriye ulaşmayı amaçlayan tümevarımsal bir yöntemdir. Sosyoloji disiplini içerisinde
Glaser ve Strauss (1967) tarafından geliştirilmiştir. Mevcut teorilerin test edilebilir hipotezlere indirgenmesinin yeni teorilerinin oluşumuna ket vurduğu ve eldeki verinin
4 Aslında nicel araştırmalarda da genellenebilirlik meselesi sıkıntılıdır. Bir örneklemden evrene
genelleme yapabilmek için örneklemin seçkisizleştirilmesi temeldir. Seçkisizleştirme ise çoğu durumda
evrene ulaşmanın güçlüğünden dolayı pratikte uygulanması güç bir örnekleme yöntemidir. Bu nedenle
birçok çalışmada temsili bir örneklemden çok ulaşılabilir bir örneklem kullanılmakta bu da bulguların
genellenebilirliğini ciddi ölçüde sınırlamaktadır.
30 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
anlamlandırılmasını kısıtladığı fikrini benimser. Bu nedenle verinin öncül bir teoriden
bağımsız olarak sistemli bir şekilde sentezlenmesi, analiz edilmesi ve kavramsallaştırması sürecini içerir. Kökenleri sembolik etkileşimciliğe5 (symbolic interactionism)
dayanır. Pozitivist unsurlarının (dış gerçekliği odaklanma) yanında yoruma dayalı geleneği de (bireylerin eylem, anlam ve niyetlerini kurgulama biçimlerine odaklanma)
temsil eder (Charmaz, 2003; Heath ve Cowley, 2004).
Gömülü Teori’nin uzun versiyonu olarak tanımlanabilecek ideal versiyonunda araştırma soruları esnektir ve toplanan verinin sağladığı içgörülere paralel olarak değiştirilebilir. Bunun nedeni veri toplama ve analiz süreçlerinin birbirine sıkı sıkıya paralel
yürütülmesidir. Veri toplandıkça ortaya yeni temalar ve sorular çıkar; bu temaları
ve soruları değerlendirmek için yeniden veri toplanır. Örneğin, görüşmeler sırasında
katılımcılardan bir tanesinin o zamana kadar gündeme gelmemiş bir meseleyi ortaya koyduğunu varsayalım, bu durumda devam eden görüşmelerde bu mesele diğer
katılımcılarla da gündeme getirilir. Benzer şekilde araştırma soru ya da sorularının
incelenen konu için uygun olmadığı veriyi toplarken fark edilebilir. Örneğin, Gezi eylemleri sırasında yaşanabilecek travmatik deneyimlerin değerlendirilmesi üzerine
çalıştığımızı varsayalım ve alan çalışmasında eylemcilerin yaşadıklarını travmatik
algılamadıklarını aksine bireysel anlamda daha güçlü hissettiklerini görmüş olalım
bu durumda araştırma sorularımız değişecek ve verinin toplanmasına yeni sorularla
devam edilecektir.
Gömülü teori, veri üzerinden “anlam kategorilerini” tespit etme, tanımlama ve bütünleştirme üzerine odaklanır. Bu kategoriler ortak özelliklere sahip olay, deneyim ya
da süreçlere işaret eder; hem tanımsal hem analitiktirler (Charmaz, 2003). Örneğin,
şeker hastalarıyla yürütülen bir çalışmada “diyete uymama”, “insülin kullanımında
düzensizlikler”, “sigara kullanımı” gibi temaları içeren “diyabeti yönetememe” gibi
tanımsal bir üst kategori olarak ortaya koyulabileceği gibi, bu deneyimler “hastalığı
inkâr” gibi analitik bir kategoriyi de temsil edebilir. Analiz sadece bu kategorilerin
ortaya konmasını içermez. Katılımcıların anlatımları temel alınarak, bütüncül bir kavramsallaştırma yapılmasını, diğer kategorilerle birleştirilmesini ve açıklayıcı bir teoriye ulaşılmasını gerektirir. Analiz sürecinde, karşılaştırmalı bir analiz (kategori içi
ve kategoriler arası karşılaştırma) ve olumsuz vaka analizi (araştırmacı oluşturduğu
kategorilere uymayan örnekler arar) söz konusudur (Charmaz,2003).
Gömülü Teori, sosyal süreçleri dipten (veriden) yukarıya (teoriye) doğru çalışabilmek için tasarlanmıştır. Bu bağlamda psikolojik olguların incelenmesinde ne kadar
kullanışlı olacağı tartışmalıdır. Willig (2008) yöntemin sosyal psikoloji konularında
araştırma yapmaya daha uygun olduğunu, ancak sosyal psikolojik süreçler olsa bile
verinin sadece bireysel görüşmelerle toplanması durumundan yöntemin öngördüğü
şekilde bir teori oluşturmanın mümkün olmadığını öne sürmüştür. Diğer taraftan,
araştırmacılar son yıllarda gömülü teorinin uzun versiyonunu değil, kısa versiyonunu
kullanmaya başlamışlardır. Diğer bir deyişle yöntem bir teoriye ulaşmayı amaçlamadan veri analizi için kullanılmaktadır. Bu durum yöntemin daha deneyimsel olgular
üzerine odaklanan çalışmalarda da kullanılmasına olanak tanımaktadır (ibid).
Yoruma Dayalı Fenomenolojik Analiz (IPA)
Yoruma Dayalı Fenomenolojik Analiz (IPA/Interpretative Phenomenological Analysis) Jonathan A. Smith tarafından psikoloji içerisinde geliştirilmiş bir yöntemdir.
Amacı, üzerinde çalışılan olguyu, bu olguyu birinci dereceden deneyimleyen kişilerin
gözünden anlamaktır. Bu bağlamda, tamamen bireysel algı ve anlatılar üzerine odak5 Nesnelere ya da olgulara dair anlamlar nesneye/olguya içkin değildir, sosyal etkileşimler aracılığıyla
inşa edilir; nesne ya da olgulara yönelik tepkileri o nesne ya da olguya yüklenen anlamlar belirler
(Poloma,1993).
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 31
lanmakta, deneyimi “içerdekinin” perspektifinden araştırmaya çalışmaktadır. Smith
(2004) yöntemin idiografik (öznel/bireysele odaklanan), tümevarımsal, ve mevcut
ana akım psikolojik bilgiyi sürekli sorgulayan (interrogative) bir duruşu olduğunu
öne sürmüştür.
IPA bir vakanın çok ayrıntılı değerlendirilmesi ile başlar ve bu analiz tamamlanıp analitik yapı kurulduktan sonra bu yapı üzerinden ikinci vakanın değerlendirilmesine
geçilir. Analizin bireyden çok deneyime odaklanması, olgunun, deneyimleyenin gözünden çok detaylı anlaşılmasını gerektirir. Bu nedenle de örneklem çok küçük (5-6
kişi gibi) ve mümkün olduğu kadar homojendir. Smith örneklemin küçüklüğünü savunurken bireye dair ne kadar derinlemesine analiz yapılırsa insana dair ortaklığa (dolayısıyla evrensele) o denli yaklaşılabileceğini savunmakta; Husserl fenomenolojine
gönderme yapmaktadır.
IPA’de metnin analizinin ilk aşaması basit şekilde katılımcının aktardığı, deneyime
dair ortaya koyduğu ilginç ve önemli her şeyin etiketler halinde ya da kısa tanımlarla
not edilmesini içerir. Cümle cümle tüm verinin üzerinde çalışılmaktadır. Tüm metin
bu şekilde tamamlandıktan sonra; not edilen meseleler biraz daha soyut temalar olarak tekrar organize edilir. Bir sonraki aşamada bu temalar birbirleri ile karşılaştırılarak ve ilişkilendirilerek ana temalar ortaya çıkarılır. Ana temalar katılımcının ortaya
koyduğu meselelerin psikolojik olarak yorumlanmasını içerir ve analizin oluşmuş ilk
çerçevesini ortaya koyar. Bu çerçeve temel alınarak sonraki veri setinin (örn, ikinci katılımcının görüşmesinin) analizine geçilir. Analiz tamamlandığında tüm katılımcıların
ortak deneyimlerinin yansıtıldığı esas tablo oluşturulacaktır. Aşağıdaki alıntı, Smith
ve Osborn’un (2003, s. 72-77) ağrı üzerine bir çalışmadan örnek olarak sundukları
analizin minik bir kesitidir. Uygulama yapmayı düşünenlere örneğin tamamını incelemeleri önerilir.
Ana tema: İstenmeyen bir benlikle yaşamak (Living with an unwanted self)
Alt temalardan biri: İstenmeyen benliğin gerçek benlik olarak kabul edilmemesi (unwanted self rejected as true self)
Alt temanın ilk kodlanışı: nefret edilen parça (hateful bit)
IPA hızlı bir şekilde psikoloji araştırmalarındaki yerini kuvvetlendirmiş, özellikle sağlık psikolojisi çalışmalarında tercih edilir olmuştur. Diğer taraftan tüm yöntemler gibi
IPA’in de tartışmalı yönleri mevcuttur. Deneyimin dokusunu anlamaya çalışan bir yaklaşımda katılımcıların anlatılarının ne kadar yeterli ve uygun olduğu sorunu bu tartışmalardan biridir. Arka planını oluşturan fenomenolojik yaklaşım kişilerin iç gözlem
(introspection) yoluyla kendi deneyimlerine odaklandıkları bir gelenektir. Ötekilerin
deneyimlerine odaklanan IPA, katılımcıların yeterli iç gözlem yapabildiklerini, düşünce, duygu, deneyim ve algılarını uygun şekilde söze dökebildiklerini varsayar. Oysaki
bazı katılımcılar için ve farklı kültürlerde, duygu, algı ve deneyimlerin söze dökülmesi,
uygun ya da kolay olmayabilir (Willig, 2008). Benzer şekilde, anlatıları çok bireysel olgular olarak kabul etmekte, bir deneyimi anlatıya dökerken sosyal olarak kabul edilir
ya da edilemez içerik ve ifade biçimleri olduğunu yeterince göz önüne almamaktadır.
Anlatı/Narrative Analizi
“Narrative” orijinalde tanımlanması ve Türkçe’ye çevrilmesi zor bir kavramdır. Kavramın sözlükteki karşılığı “hikâye”, “öykü”, “anlatım” olarak yer almakta, türediği “narrate” fiili ise anlatmak, hikâye etmek, aktarmak olarak çevrilmektedir6. “Hikâye” hem
6 http://www.seslisozluk.net Erişim Tarihi: 3 Temmuz 2013.
32 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Türkçe’deki çağrışımları açısından (“bana hikâye anlatma” deyiminde olduğu gibi)
hem de orijinal kullanımında “narrative” kavramının “story” kavramından özellikle ayırt edilmesi nedeniyle (Riessman, 2008) uygun bir çeviri olmayacaktır. Bu nedenle anlatmak fiilinden türeyen anlatı çevirisi uygun görülmüştür. “Anlatı” Türk Dil
Kurumu’na ait güncel Türkçe sözlükte “ayrıntılarıyla anlatma”, “roman, hikâye, masal
vb. edebî türlerde bir olay dizisini anlatma biçimi, hikâyeleme, hikâye etme”, “tahkiye
(anlatış düzeni)” olarak tanımlanmaktadır. Kavramın hem anlatma eylemine hem de
anlatış biçimine yaptırdığı gönderme açısından “anlatı” narrative için uygun bir çeviri
gibi görünmektedir ancak elbette tartışmaya ve dilbilimcilerin geri bildirimlerine açık
bir çeviridir.
“Narrative” kavramının tanımlanmasında İngilizce konuşan araştırmacılar arasında da mutabakata varılmış net ve basit bir tanım yoktur. Batı’da hâkim olan anlatı/
narrative formu tarihsel olarak Aristo’nun Yunan tragedyası incelemesine dayanır ve
giriş (beginning), gelişme (middle) ve sonuç (the end) olarak Türkçe’de de aşina olduğumuz klasik bir yapı gösterir. Bugün de anlatının düzeni, diğer bir değişle olayların
zamansal bir düzen içinde ilişkilendirilmesi neyin anlatı olarak analize sokulacağını
belirlemede önemlidir (Riessman, 2008).
Salmon (2008), anlatıların -içeriğinden bağımsız olarak- olay ve düşünceleri birbiriyle bağlantılandırdığını, rastgele ve dağınık olguları anlamlı bir düzene soktuğunu öne
sürmektedir. Bu yaklaşım anlatı analizinde önemli bir varsayıma işaret eder: deneyim
ya da olaylar kendilerine ait bir düzene sahip değillerdir, bu düzen deneyim ve olguları anlamlandırırken anlatıcı tarafından oluşturulmaktadır. Bu bağlamda, anlatılar
sadece olayları anlamlı şekilde birbirine bağlamaz, bu ilişkilendirmeler yoluyla dış
dünyada ne olduğunu inşa eder.
Anlatıların düzeni stratejiktir ve her anlatının bir amacı vardır. Diğer bir değişle, herhangi bir olay sırf böyle bir olay gerçekleştiği için anlatıya dâhil olmaz, bir olayın
bir anlatıda yer almasının belli bir amacı/işlevi vardır. Konuşmacılar anlatıya dâhil
edilecek olay ve konularda bilerek ya da bilmeyerek seçici davranırlar (Patterson,
2008). Örneğin, psikoloji yüksek lisans mülakatlarında öğrencilerin kendilerine dair
oluşturdukları anlatılar, tarih kitaplarındaki değerlendirmeler, bir okulda öğretmenler toplantısında bir disiplin cezasının tartışılması vb anlatıya dökülmüş tüm olaylar
belli stratejik eylemleri gerçekleştirir. Yukarıdaki sırayı takip edersek, adayın kendini
programa uygun olarak sunmasını sağlayabilir, kimin düşman kimin dost olduğunu
kurgulayabilir, cezanın meşruluğunu sorgulayabilir vb. Anlatı analizinin en ayırt edici özelliği de anlatının içeriği kadar bu içeriğin hangi stratejik amaç ya da eylemleri
gerçekleştirdiğini analiz etmesidir. Örneğin, kimler ve neler haklı, etik, doğru, kabul
edilebilir ve meşru görülmektedir? Neler konuşulmuş neler konuşulmamıştır? Anlatıcı dinleyiciyi ikna etmeye, suçlamaya, yok saymayı ya da yüceltmeye mi çalışıyordur
vb. (Riessman, 2008).
Anlatı analizin tek bir formu yoktur. En genel hatlarıyla tematik ve yapısal olarak iki
ayrı grupta toplanabilir (Reissman, 2008). Tematik analizler ne söylendiği üzerine
çalışırken, yapısal analizler nasıl söylendiği üzerine yoğunlaşır. Tematik analizlerin
baskın bir yaklaşım bulunmamaktadır; yapısal analizlerde ise Labov (1972) ve Gee
(1991)’nin yaklaşımları yaygın olarak kullanılır. Her iki araştırmacı da klasik eserler
vermiş ancak yöntemleri zaman içerisinde çeşitli dönüşümler geçirmiştir. Labovian
anlayışta anlatının aşağıdaki formda kurulduğu varsayılır:
Özet (Abstract): Anlatı ne hakkında
Oryantasyon (Orientation): Kim, Ne zaman, Nerede
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 33
Ayrıntılandıran Eylem (Complicating Action): Sonra Ne Oldu?
Değerlendirme (Evaluation): Bu Anlatılanların Önemi Ne?
Sonuç (Result): Sonuç Olarak Ne oldu
Gee’nin yöntemi ise anlatıcının konuşmasındaki vurgulardan yola çıkarak, anlatının
önce satırlar merkezinde yapılanmaya başladığını, satırların dörtlükler oluşturduğunu, bu dörtlüklerin ise oluşan daha büyük anlatı parçaları ve sonunda anlatının tamamını oluşturduğunu öne sürer.
Anlatı analizleri birçok farklı başlıklar altında da tanımlanabilirler: örneğin, geleneği
Ricoeur’a uzanan deneyime odaklı analizler (Squire, 2008), küçük hikâyeler yaklaşımı
(Bamberg, 2004), kültürel/politik kimliklerin analizi (Plummer, 1995), Bakhtin’den
etkilenen yaklaşımlar (Moen, 2006) gibi. Bunları bu makale içerisinde ayrıntılı olarak
ele almak mümkün değildir. Ancak anlatılar üzerine çalışan araştırmacıların bu analiz
ailesine aşina olması, kendini tüm bu çeşitlilik içerisinde net bir şekilde konumlandırabilmesi gerekir. Bu bağlamda anlatı analizi nitel araştırmaya yeni başlayacaklar
tarafından oldukça güç bulunabilir. İlk defa nitel araştırma yapacakların, özellikle
yüksek lisans tezleri gibi süre sınırı bulunan durumlarda, IPA ya da söylem analizi gibi
daha net, pratikte araştırma sürecinin somut bir şekilde örneklendirildiği, epistemolojik bütünlüğü olan yöntemleri kullanmaları daha uygun olabilir.
Tartışma ve Sonuç
Bu makale dâhilinde nitel araştırma geleneğini genel hatları ile sunmaya özellikle uygulamada yeni olan araştırmacılar için giriş düzeyinde bir kaynak metin oluşturmaya
çalıştım. Bu sunumun araştırmacıları daha ayrıntılı okumalara ve sınırlı da olsa nitel uygulamalara motive edeceğini umuyorum. Diğer taraftan nitel çalışma kararının
basit bir karar olmadığını vurgulamakta yarar var. Nitel yöntemleri kullanmak gerek
epistemolojik altyapıları gerekse uygulamalarındaki detaylar nedeniyle oldukça yorucu, uzun, sancılı ve talepkâr bir araştırma sürecine dâhil olmaktır. Nitel araştırmalar
nicel çalışmalar kadar yapılandırılmış ve “kendinden meşru” değildir. Bu nedenle her
bir basamağının yapılandırılması ve rasyonelinin oturtulması araştırmacıdan -nicel
bir çalışmaya oranla- daha fazlasını talep eder. Yöntem üzerine yoğun okumalar gerektirir. Ayrıca küçük bir örneklemle çalışılıyor olsa bile verinin analizi uzun zaman
almakta; analizin sistemli olarak sürdürülebilmesi deneyim gerektirmektedir.
Özellikle öğrenciler arasında, nicel yöntemlerle yaşanan hayal kırıklığı ya da istatistik
konusunda yaşanan güçlüklerden dolayı nitel yöntemlere bir eğilim ortaya çıkabilmektedir. Şunun altını çizmeyi önemli buluyorum: nicel yöntemlerde zayıf bir altyapıya sahip olmak nitel yöntemlerin öğrenilmesi ve uygulanmasında sıkıntılar yaratabilmektedir. Bunun temel sebeplerinden biri nitel geleneğin nicel geleneğe bir tepki
olarak ortaya çıkması- ona karşı ve ondan farklı olarak konumlanmış olmasıdır. Bu
bağlamda nitel araştırmacıların kendilerini neye karşı konumlandırmış olduklarını
bilmeleri gerekir.
Belli bir psikoloji araştırmasında yöntemin nicel mi nitel mi olacağı; nitel olacak ise
hangi yöntemin seçileceği araştırmacılar için önemli sorulardır. Nitel-nicel tartışması
her ne kadar “bilim insanı” modelinde rasyonel ve nesnel bir tercih gibi görünse de
bu tercihin göründüğünden çok daha irrasyonel ve öznel olduğunu, araştırmacının
bireysel tarihi, donanımı, deneyimi vb. birçok hususla yakından ilişkili olduğunu düşünenlerdenim. Diğer taraftan araştırmacıların tercihlerini kullanırken bu geleneklerin temel varsayımlarına ve araştırma sürecine hâkim olmaları gerekmektedir. Gerek
Türkiye’de gerekse yurt dışında, nicel araştırmaların, rutin uygulamalar zinciri şek-
34 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
linde, araştırma sürecini yeterince değerlendirmeden, sanki kitaptaki tariften okuyup
yemeği pişirmek gibi bir model üzerinden yapıldığı örnekler fazlasıyla mevcuttur. Oysaki nicel araştırmaların da önemli varsayımları, belli bir bilgi felsefesi, uygulamanın
her aşamasının önemli gereklilikleri vardır. Bu noktada nicel araştırma geleneğinin
içinde yemek kitabı modelinden yetişmiş araştırmacıların nitel araştırmalarda fazlasıyla zorlanacağını belirtmek isterim. Nitel araştırmaların ise çok havalı, zekice birbirini takip eden laflardan oluşan ama nitelcilerin bile anlamadığı araştırma raporları yazmak ya da bir konuşmanın orasından burasından yapılmış alıntıları bulgu diye
sunmak olmadığını da belirtmek gerekir.
Nitel çalışma yapılması durumunda yöntemlerden hangisinin seçileceği ise araştırma
sorusu ve araştırmacının pratiğinde inşacı-pozitivist uçlardan hangisine daha yakın
olduğu ile şekillenir. Örneğin araştırma sorusu görece olguya odaklıysa IPA, bireye
odaklıysa Anlatı Analizi, dile odaklıysa Söylem Analizi kullanılabilir. Ancak bunlar
kesin reçeteler değildir. Benzer şekilde, inşacı anlayışın Gömülü Teoriye adapte edilmesinin, Söylem Analizi üzerinden içerik analizi yapılmasının imkânsız olmasa da
güçlükleri olduğu söylenebilir. Özellikle alanda yeni olan araştırmacıların literatürü,
araştırma soruları ve bulguların sunumu açısından karşılaştırılmalı olarak incelemesinde büyük yarar vardır. Diğer taraftan uygulama yapmadan bir yöntem hakkında
yeterli düzeyde fikir sahibi olmak da oldukça güçtür ve araştırma sırasında yöntemin
değiştirilmesi az rastlanır bir durum değildir.
Kendine has zorluklarına ve akademik dirence rağmen nitel araştırma yöntemleri
psikolojide kayda değer alanlar açmış; önemli teorik, yöntemsel ve pratik katkılarda
bulunmuştur. Psikolojinin ürettiği bilginin sorgulanması, yöntemin tekil olamayacağı,
bulgunun ve teorinin yöntemden bağımsız ele alınamayacağı gibi bugün hala tartışılmaya devam eden hususlar nitel geleneğin disiplin üzerindeki etkileridir. Ayrıca psikolojinin diğer sosyal bilimlerle daha üretken bir etkileşime girmesini kolaylaştırmıştır; araştırmalarda disiplinler arası uygulamaları daha olanaklı hale getirmiştir.
Önerilen Okumalar
Andrews, M. Squire, C. ve Tamboukou, M. (Ed.).(2008) Doing narrative research. London: Sage.
Arkonaç, S.(Ed)(2012). Söylem çalışmaları . Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık
Arkonaç,S.(2014) Psikolojide söz ve anlam. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Denzin, N. K., ve Lincoln, Y., S. (Ed.) (2000). Handbook of qualitative research, 2. Baskı
Thousand Oaks, CA: Sage.
Plummer, K. (1995). Telling sexual stories. London: Routledge.
Potter, J., ve Wetherell, M., (1987). Discourse and social psychology: Beyond attitudes
and behaviour, London: Sage
Riessman, C.K. (2008). Narrative methods for the human sciences. London: Sage.
Smith, J.A., (Ed).(2003). Qualitative Psychology . London: Sage.
Willig, C. (2008). Introducing qualitative research in psychology. London: Open Univer-
sity Press.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 35
Kaynaklar
Bamberg, M. (2004). Talk, small stories, and adolescent identities. Human Development,47, 366-9.
Charmaz, K. (2003). Grounded theory. J.A. Smith (Ed.) Qualitative psychology içinde
(81-110). London: Sage.
Cho, J ve Trent, A. (2006). Validity in qualitative research revisited. Qualitative Research,
6 (3), 319-340.
Denzin, N. K., ve Lincoln, Y., S. (2000). Introduction: The discipline and practice of qualitative research. N. K. Denzin ve Y.S.Lincoln (Ed.),Handbook of qualitative research (2.
Baskı) içinde (1-32). Thousand Oaks, CA: Sage .
Gee, J.P. (1991). A linguistic approach to narrative. Journal of Narrative and Life History, 1(1), 15-39.
Glaser, B.G. ve Strauss, A.L. (1967). The discovery of grounded theory. Chicago: Aldine.
Golafshani, N. (2003). Understanding relaiability and validity in qualitative research.
The Qualitative Report, 8 (4), 597-607.
Goodman, S. (2008). The generalizability of discursive research. Qualitative Research
in Psychology, 5 (4), 265-275.
Hammond, S.M. (2006) Using psychometric tests. G.Breakwell, S.M. Hammond, C.
Fife-Schaw, ve J. Smith (Eds). Research methods in psychology (3. Baskı) içinde ( 182209). London: Sage.
Heath, H. ve Cowley, S. (2004). Developing a grounded theory approach: a comparison
of Glaser and Strauss. International Journal of Nursing Studies, 41, 141-150.
Henwood, K.L. (1996). Qualitative inquiry: perspectives, methods and psychology.
J.T.E.Richardson (Ed). Handbook of qualitative research methods for psychology and
social sciences içinde (25-40). Oxford: BPS ve Blackwell.
Howitt, D. (2010). Introduction to qualitative methods in psychology. Essex: Pearson
Education Limited.
Labov, W. (1972). Language in inner city: studies in the Black English vernacular. Oxford: Basil Blackwell.
Lincoln, Y. S. ve Guba, E. G. (2000). Paradigmatic controversies, contradictions, and
emerging confluences. N. K. Denzin ve Y. S. Lincoln (Ed.),Handbook of qualitative research (2.baskı) içinde (163-188). Thousand Oaks, CA: Sage.
Lyons, E. ve Coyle, A. (Eds.) (2007). Analysing qualitative data in psychology. London:
Sage.
Moen, T. (2006). Reflections on the narrative research approach. International Journal
36 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
of Qualitative Methods, 5 (4), 1-10.
Patterson, W. (2008). Narratives of events: Labovian narrative analysis and its limitations. M. Andrews, C. Squire ve M. Tamboukou (Ed.). Doing narrative research içinde(22-40). London: Sage.
Plummer, K. (1995). Telling sexual stories. London: Routledge.
Poloma, M.M. (1993). Çağdaş sosyoloji kuramları. (Çev. Hayriye Erbaş). Ankara: Gündoğan Yayınları.
Potter, J. ve Wetherell, M., (1987). Discourse and social psychology: Beyond attitudes and
behaviour. London: Sage
Potter, J. ve Hepburn, A. (2005). Qualitative interviews in psychology: Problems and
possibilities. Qualitative Research in Psychology, 2, 281-307.
Richardson, J.T.E. (1996). Introduction. J.T.E.Richardson (Ed). Handbook of qualitative research methods for psychology and social sciences içinde (3-10). Oxford: BPS ve
Blackwell.
Riessman, C.K. (2008). Narrative methods for the human sciences. London: Sage.
Salmon, P. (2008). Looking back on narrative research: An exchange. [1. Bölüm]. M.
Andrews, C. Squire ve M. Tamboukou (Eds.). Doing narrative research içinde (78-85).
London: Sage.
Smith, J.A. (1996). Evolving issues for qualitative psychology. J.T.E.Richardson (Ed).
Handbook of qualitative research methods for psychology and social sciences içinde
(189-201). Oxford: BPS ve Blackwell.
Smith, J.A. (Ed) (2003). Qualitative psychology. London: Sage.
Smith, J.A.(2004). Reflecting on the development of interpretative phenomenological
analysis and its contribution to qualitative research in psychology. Qualitative Research in Psychology, 1 (1), 39-54.
Smith, J.A., Harre, R. ve Van Langenhove, L. (1995). Rethinking psychology. London:
Sage .
Smith, J.A., ve Osborn, M. (2003). Interpretative phenomenological analysis. J.A. Smith
(Ed.). Qualitative psychology içinde (51-80). London: Sage.
Squire, C. (2008). Experienced-centred and culturally oriented approached to narrative. M. Andrews, C. Squire, ve M. Tamboukou (Ed.). Doing narrative research içinde(
41-63). London: Sage.
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük. Erişim tarihi: 3 Temmuz 2013, http://www.tdk.gov.
tr/index.php? option=com_gts
Willig, C. (2008). Introducing qualitative research in psychology. London: Open University Press.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 37
Woolgar, S. (1996). Psychology, qualitataive methods and the ideas of science.
J.T.E.Richardson (Ed). Handbook of qualitative research methods for psychology and
social sciences içinde (11-24). Oxford: BPS ve Blackwell.
Nitel Araştırma Yöntemlerine Giriş: Genel İlkeler ve Psikolojideki Uygulamaları
Bahar Tanyaş
Bu makalenin amacı, nitel araştırma yöntemlerini psikoloji disiplini çerçevesinde sistemli bir
şekilde değerlendirmek; nitel çalışma geleneği üzerine giriş düzeyinde kullanışlı bir kaynak
oluşturmaktır. Nitel araştırmalar, psikolojide sadece yöntemsel bir değişimi değil paradigma
bazında bir dönüşümü ve epistemolojik farklılaşmayı da simgelemektedir. 1990’lardan itibaren kendini belirgin bir şekilde gösteren bu dönüşüm mevcut dirence rağmen psikoloji araştırmalarındaki yerini sağlamlaştırmıştır. Bu çalışmada ilk olarak nitel araştırma yöntemlerinin
ortak paydaları ele alınacak; nitel geleneğin psikolojideki pozitivist anlayıştan ayrıldığı noktalar tartışılacaktır. Bunu takiben, psikoloji araştırmalarında sıklıkla kullanılan yöntemlerden
Yoruma Dayalı Fenomenolojik Analiz, Gömülü Teori ve Anlatı Analizi’nin olgulara yaklaşımı
ve veriyi analiz biçimleri özetlenecektir. Tartışma bölümünde ise, nitel geleneğin alt yapısal
talepleri ve zorlukları üzerinde durulacak, yöntem seçimi meselesi ele alınacaktır. Son olarak,
metnin daha ayrıntılı okumaları motive edeceği umularak kaynak önerileri sunulacaktır.
Anahtar sözcükler: nitel araştırma yöntemleri, eleştirel psikoloji, psikolojide epistemoloji,
nitel veri analizi, anlatı
Destpêka Rêbazên Lêgerîna Cawanî: Rêgezên Gelemperî û Sepanên wê yên di Psîkolojiyê
de
Bahar Tanyaş
Armanca vê gotarê di çarçoveya zanista derûnînasiyê de bi awayekî sîstematîk nirxandina rêbazên lêgerîn yên çawanî û di asta destpêkî de der barê kevneşopa xebata çawanî de
pêkanîna çavkaniyeke karîger e. Lêgerînên çawanî ne tenê nîşaneya guherîneke rêbazî ne,
her wiha di warê paradîgmayê de jî veguherînekê û cihêrengiyeke epîstemolojîk (pêzanînnasî)
nîşan didin. Vê veguherîna ku ji salên 90’î û bi vir de bi awayekî berbiçav rûyê xwe nîşan dide,
digel berhingariya heyî jî di lêgerînên psîkolojiyê de cihê xwe qewîn kiriye. Di vê xebatê de
serê pêşîn dê aliyên hevpar ên lêgerîna çawanî werin nirxandin, pê re jî de aliyên kevneşopiya çawanî ji çemka pozîtîvîst a di psîkolojiyê de cuda dikin dê werin nîqaşkirin. Li pey vê
yekê jî dê bi kurtasî awayên dahûrandina daneyan û nêzîkîtêdana diyardeyan a rêbazên mîna
Dahûrandina Vegotinê, Teoriya Nuxamtî, Analîza Fenomenolojîk a li ser bingeha şîroveyê ku bi
piranî di lêgerînên psîkolojiyê de tên bikaranîn, werin pêşkêşkirin. Di beşa nîqaşê de jî em ê li
ser daxwazên binesazî yên kevneşopiya çawanî û zehmetiyên wê rawestin û mijara neqandina
rêbazê jî hildin dest. Di dawiyê de jî bi hêviya ku daxwaza xwendinê zêdetir bike, dê hinek
çavkanî werin pêşniyazkirin.
Peyvên sereke: rêbazên lêgerîna çawanî, derûnînasiya rexneyî, di derûnînasiyê de epîstemolojî,
dahûrandina daneyên çawanî, vegotin
An Introduction to Qualitative Research Methods: General Principles and Applications
in Psychology
Bahar Tanyaş
The aim of this article is to introduce the reader to qualitative research in psychology and
to review some qualitative research methods that are widely used in psychological research.
Qualitative research methods do not simply point out methodological variations in psychology; rather, they represent a paradigmatic shift and an epistemological deviation within the discipline. Though initially met with resistance within the psychological community, the merits
38 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
of qualitative research have been acknowledged since 1990s. In this article, a set of common
understandings underlying different qualitative methods will be presented and major differences between qualitative and quantitative research traditions will be discussed. Then, some
of the most prevalent qualitative methods in psychology, namely Interpretative Phenomenological Analysis, Grounded Theory, and Narrative Analysis will be reviewed. In the discussion
section, challenges of conducting a qualitative research study and the issue of how to select a
research method will be explored. Finally, hoping that the present article motivates the reader
to seek additional information on qualitative research, a list of further readings will be presented.
Keywords: qualitative research methods, critical psychology, epistemology in psychology,
qualitative data analysis, narrative
Psikoloji ve Söylem Çalışmaları
Sibel A. Arkonaç*
Giriş
Söylem analizi bir analiz ya da yöntem değildir. Bilgiye yönelik aldığınız tavırdır, bu
tavır da sizi bir dünya görüşüne oturtur. Buradaki dünya görüşünde araştırmacılar
sözün eylemini analizlerinin merkezinde tutarlar. Bu sırada sözün eylemi ile
anlamın kurgulanışına bir bakış açısı getirmeye çalışırlar ve bilirler ki bu bakış açısı,
getirilecek diğer bakış açılarından sadece biridir. Tam da bu nokta söylem analizinin
psikolojideki nitel araştırma anlayışı ile karıştırıldığı yerdir. Şunu açık bir şekilde
ifade etmek isterim ki psikolojide nitel araştırma(lar) ile niteliksel psikoloji veya
söylem çalışmaları dediğimizde aslında iki ayrı psikolojiden bahsediyoruz demektir.
Bu ayrılık her iki psikolojinin kendini tanımladığı paradigmaların birbirinden farklı
olmasından kaynaklanmaktadır. Paradigmaların farklı olması sorulan soruların
zeminini, meşruluğunu bambaşka bir hale sokar; birinde esas kabul edilen kabuller ya
da doğrular diğerinde toptan reddedilmiştir, birinde problem olarak bakılan olay ya
da nesne diğerinde mesele olmaktan çıkmıştır (Arkonaç, 2008). Burada söylem analizi
ya da daha genel bir ifade ile söylem çalışmaları, ana akım psikolojinin nitel çalışma
anlayışından tamamen farklı olduğu gibi kendini psikolojinin temel kavramlarının
ve kavramlaştırmalarının dışında tutmaktadır çünkü bu alanın paradigması farklıdır
(Arkonaç,2008). Ana akım psikoloji, ırkçı davranışlara ya da önyargılı tutum ve
davranışlara yönelik bir niteliksel araştırma yürüttüğünde probleminin izini bireylerin
zihinsel dünyalarında tutum ya da bilişsel algı gibi birtakım yapılarda ve süreçlerde
arayarak bu yapılarda ve süreçlerin işleyişlerindeki düzenlemeleri değiştirmekten
bahseder. Söylem analizi ya da söylem çalışmaları alanından bir sosyal araştırmacı ise
aynı konuyu ele alır ama bu meselenin zihinlerde “çarpık işleyen” birtakım süreçlerde
ortaya çıktığı ya da gerçekleştiği düşüncesini reddeder. İnsanların gündelik sıradan
konuşmalarında, gündelik etkileşimlerinde (metin olarak okunabilecek her şeyde)
tekrar tekrar kurgulayıp anlamlarını her defasında yeniden yeniden inşa ettikleri bir
* İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı
40 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
şeydir ayırımcılık ya da ırkçılık (Wetherell ve Potter, 1992). Dili kullandığımız müddetçe
ister yazarak ister konuşarak, ister kendi kendimize düşünerek ırkçı ve ayırımcı
ilişkileri sürekli yeniden kurduğumuzu söylerler. Bir başka ifade ile ırkçılık kafada
olan bir şey değil insanların aralarındaki konuşma eylemlerinde gerçekleştirdikleri
bir şeydir. Bu sebeple insanların davranışlarına değil konuşmalarına, yazılarına ya
da kısaca metinlerine odaklanmamız gerekir (Daha ayrıntılı bilgi için bkz: Arkonaç,
2008, 2012a, 2014).
Aşağıda Türkiye’de yapılan söylem araştırmalarından bazı örneklerle konuya giriş
yapmak istiyorum. Aşağıda gördükleriniz araştırmacıların katılımcılarla yaptıkları
yarı yapılandırılmış mülakatlardan, fokus grup çalışmalarından konuşma alıntıları ile
bir kampanya afişidir.
Gey olmak
320.K2: hani hani bizim dayattığımız belli başlı normlar var işte eşcinselsin
ama yine de çok feminen olmamalısın mesela veya çok feminensen sen
kadınsın demek ki gey bile olamıyosun kadınsın yani diyorlar hani erkek
olabilme duygusu var belki insanlarda hani erkeksin erkek gibi olman lazım
belki o yüzden dalga geçiyolar
321.K1: Ee evet eşcinseller arasında şey var aa aktifsen ee erkeksi olmalısın erkeksin ve aynı kavramlar
322.K2: Ya da sen feminensin aktif olamazsın
(Gürhanel, 2013)
Erkek olmak
1. G: …. erkek olmak nası bi şey
2. H: valla çok özel bi şey değil sonuçta erkek olmak erkek çok tanımlayabiliceğim bi şey değil
3. G: hı hı yağni hani ığ gündelik hayatında senin ben erkeğim ya da
erkek olmakdan dolayı bu böyle oluyo dediğin şeyler var mı
4. H: yani normalde yok yağni özel olarak erkek olma yağ erkek olduğumu göstercek özel şey bil bilemiyorum yağni
(Aygül, 2013a,b)
Kadın olmak
1 A: 2 C: […]
kadın olmak ne demek size göre ne anlamı var kadın olmanın?
benim için ilk önce en önce annelik
17 C: diyorum ya bak insan hamile olduğunu hissettiğin anda hayatın
değişiyo
18 B: hayatın değişiyo
(Elçi, 2012a)
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 41
Yukarıdaki örneklerde cinsel rollerin kadın, erkek ve gey katılımcılar için ne
gibi anlamlar inşa ettiğine dikkat etmenizi isterim. Karşımıza açıklanamayan,
tanımlanamayan bir erkeklik, anne olunca kadın olan bir kadın kimliği ve asla feminen
görünmemesi gerektiğini düşünen bir gey kimliği çıkmaktadır. Bir başka örnek
Kızılay’ın kan verme kampanyasından bir afiş:
“Bu kan seni unutur mu?
Çanakkale’de yatmakta olan şehitlerimizin ruhları anısına
Haydi Türkiyem kan vermeye!”
(Şah, 2012)
Afişin ne istediği ortada, kan istemektedir ama mesele, afişin bunu söylerken size,
bize kısacası afişi okuyana ne yaptığıdır.
Söylem Nedir?
Burada başlık söylem nedir olmasına karşın size bir tarif vermeyeceğim çünkü her
tarif bizi, iddia ettiği çizgi ya da daire içine çeker. Geriye kalan sizin sürekli bu tanıma
uygun hareket etmeniz ya da uygun hareketlerinizin kontrol altında tutulmasıdır. Tarif
anlamı zamanda ve mekânda donduran bir başka anlamadan başka bir şey değildir.
Tarifin kendisi tarif ettiği şeyden başka onun üzerinde onu hâkimiyeti altında tutan
bir başka anlama boyutudur. Bu düşünceden hareket ettiğimizde zaten söylemi tarif
etmeye çalışmak da onun doğasına aykırı düşecektir. Dolayısıyla genel bir anlama
çerçevesi oluşturmak daha iyi olacaktır. Yani konumuz icabı söylemin ne olduğuna
dair genel olarak herkesin anlayabileceği bir zemin oluşturmak, bir anlama tarzı
geliştirmek daha yerinde olacaktır. Söylemi tarif etmek sözgelimi, kimsenin aşkı ya
da rengi tarif edemeyip herkesin yaklaşık benzer şeylerle onları anlatmaya çalışması
gibidir. Modern kadın söylemi ya da Kemalist kadın söylemi ile muhafazakâr kadın
söylemi denildiğinde bu üçünü ayrıştıracak genel bir şeyler söyleyebiliriz. Ama her
birini her defasında aynı şekilde tarif eden bir çerçeve ya da anlam çizgisi tutturmamız
mümkün olmaz. Söylem analizinin ve eleştirel duruşun psikolojideki en ünlü siması
Ian Parker, 1992’de dayanamayıp o sıralar herkesin yeni yeni tanımaya başladığı
bu alanı, çok dikkatli olunması uyarısında bulunarak tanımlamaya çalışmıştı : “…bir
nesneyi inşa eden ifadeler takımıdır” (1992, s.5).
Bir nesneyi inşa etmek ne demek? Önce bir “nesne” nin neler olabileceğini düşünelim.
Bu bir insan, sabah yolda gözünüze çarpan bir kişi, beyaz önlüklü bir kişi ya da
üniversitede bir hoca veya televizyonda futbol eleştirmeni biri(leri) vs. vs. olabilir. Bu
nesne aynı zamanda bir afiş (Şah, 2012), bir pankart, bir el ilanı, bir seçim broşürü
(Çoker, Yurtdaş-Tekdemir ve Arkonaç, 2009a), bir eylem çağrı metni, bir demeç (Bakiler,
2012) kısacası basılı bir metin olabilir. Bu nesne(ler) politik olduğu kadar mesleklere
özgü açıklamalar veya sivil örgütlerin beyanatları ya da bir gazete ve o gazetenin belli
bir olayı aktaran metni de olabilir. Yaptığımız bir araştırmada (Arkonaç, YurtdaşTekdemir ve Çoker, 2012) tüm siyasî kanatlardan gazetelerin bir ay boyunca Dağlıca
baskınını başlıklarında ele alışlarını, bir söylem nesnesi olarak incelemiştik. Bir başka
örnek sözgelimi reklamlar ve metinleri (Elçi, 2012b) ya da spor karşılaşmalarında
kullanılan başlıklardır: Filenin sultanları, melekleri, çiçekleri vs. Bir başka nesne
örneği ise bizzat binaların kendisi ya da fiziksel mekânların kendisi olabilir: devlet
binaları, mahkeme salonları, üniversite binaları, koridor ve anfileri (Çoker, YurtdaşTekdemir ve Arkonaç, 2009b) ya da Ankara Kızılay meydanı, Bakanlıklar veya İstanbul
Gezi Parkı, Taksim meydanı, İstiklal caddesi ya da İzmir Kordon boyu gibi mekânlar.
Söylem anlatılan bir olay, bir kişi ya da bir grup insan hakkında üretilen anlamalar,
imajlar, benzetmeler, hikâyeler grubuna dayanır. Bu imajlar, benzetmeler, anlamalar
ve hikâyeler o olayı, o insanı ya da o belirli grubu size belli bir ışık altında belli bir
42 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
biçimde takdim eder. Sözgelimi aynı grup insan için söylenen “isyancı gruplar” ile
“muhalif gruplar” ifadelerini ya da üniversitede öğretim üyelerinin öğrencilerine
sık sık “çocuklar” ya da “arkadaşlar” diye hitap edişleri hemen akla gelebilecek ilk
örneklerdir. Bu ifadelerin hepsinde beraberinde birtakım benzetmelerle, çizilen bir
imaj(lar), anlatılan bir hikâye(ler) ve de bir anlam kurgusu vardır. Bu ifadelerin her biri
aynı nesneyi birbirinden farklı söylemler içinde inşa etmekte bu sebeple de aynı nesne
her birinde başka başka anlamlara işaret etmektedir. Sözgelimi sözlü yazılı medya
da her iki ifadeye de rasgelmek mümkün: “Kadınlar 1500m finali” “Bayanlar 1500m
finali”. Okuyanın anladığı şey işaret ettiği şey üzerinden aynı gibi görünse de aslında
nesne ile kurdukları gerçeklik birbirinden farklı olduğu için nesneyi tanımlayışları
da değişmektedir. Her ikisi de (kadın/bayan) aynı nesne hakkında hikâyeyi farklı
anlatmaktadır. Bu farklı anlatımların hepsi geçerlidir. Biri diğerine göre daha geçerli
ya da daha “doğru” değildir. Doğrunun gerçeği yansıttığı düşüncesi yerine gerçeğin
insanlar arasında kurgulanan bir anlam olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü “gerçek”
ya da “doğru” denilen şey o toplumun ya da topluluğun o nesne veya o olay ya da o
kişi(ler) hakkında hemfikir oldukları ve anlaştıkları kurallardan yani söylemlerden
başkası değildir.
Herhangi bir nesne hakkında “doğruları” söylediğini iddia eden sayısız söylem vardır.
Sözgelimi kadın üzerine bize kadını anlatan, doğrusunu anlattığını savunan sayısız
söylem vardır: modern kadın söylemi, muhafazakâr kadın söylemi, feminist kadın
söylemi vs. Bu söylemlerin her birinde “kadının” yani söylemin nesnesinin farklı bir
cephesi ön plana çekilir. Bu suretle o nesne ile ne yapılacağı da belirlenmiş olur, çünkü
ne yapılması gerektiğine dair kendi çıkarımlarını üretmiştir. Sözgelimi örtülü kadının
çağdaş olmaması ya da üniversite eğitimi alabileceği ama sözgelimi bir hâkim ya da
cumhurbaşkanı veya başbakan olamayacağı gibi çıkarımların altını çizer, buna uygun
eyleme tarzlarını belirler. Bu sırada da aynı nesne hakkında diğer söyleme göre “işin
aslı, doğrusu, esas doğası” resmedilmeye çalışılır. Bir diğer ifade ile her biri o nesne ile
ilgili “esas olanı” sergilediği iddiasındadır.
Bunun bir diğer çıkarımı ise söylediklerinizin anlamının hangi söylem içinden
konuştuğunuza göre değiştiğidir. Ettiğiniz sözün anlamı, çağrıştırdığı diğer anlamlar
ve imajlar bu sözü hangi bağlamda ettiğinize göre değişecektir. Çünkü kelimeler,
anlamları sözlüklerde sabit olan anlam taşıyıcıları değildir. Kelimelerin, sözlerin,
lafların anlamları, içinden konuşulan bağlamdan söylemden bağımsız değildir.
Sözgelimi modern kadının kelime olarak tarifi, söylemler üzeri var olup da söylemlerin
bunu kendisine göre yorumlayarak kullanması gibi bir durum ya da hal yoktur. İlgili
tüm söylemsel bağlamların (sözgelimi muhafazakâr söylem, liberal söylem, ulusalcı
söylem vb.) kendi içinde inşa ettiği kendine has modern kadın anlaması vardır ve bu
anlamaya göre modern kadının nasıl eylemesi gerektiği üzerine çıkarımlar yapılır.
Dolayısıyla kelimenin, lafın, sözün anlamı telaffuz edildiği söylem içinde inşa edilir.
Kelimeler anlamlarını kullanıldıkları söylemsel bağlamlarda kazanarak var olurlar.
Varlıkları bu bağlamların dışında varsa da, anlamları bu bağlamlara bağlıdır. Özetle
ne söylediğinizin anlamı, sizin bu lafı hangi söylem içinden ettiğinize bağlı olacaktır.
Sözgelimi “kütük” kelimesi sözlükte vardır ve ne olduğu orda yazar. Ama anlamı, sizin
konuşma esnasında o sıradaki bağlam icabı ne amaçla neye hizmet “kütük” dediğinize
göre değişecektir.
Söylemin Temel Özellikleri Nedir?
Bir konuşma esnasında konuşanın karşısındakine sarf ettiği sözler ya da yazarın
yazısında açıkladığı fikir ve görüşler, bir düşüncenin dile getirilmesinden daha başka
bir şeydir. Bunlara birer açıklama muamelesi yapılamaz, çünkü bunlar açıklamadan
daha fazlasıdır. Bu yaklaşımda sarf edilen sözlere, edilen laflara bir sosyal eylem biçimi
olarak bakılır ve bu şekilde ele alınır. Biz buna sosyal eylem olarak söylem diyoruz.
Söylem üç cepheli bir kavramdır: eylem yönelimlidir, inşa edicidir (aynı zamanda
inşa edilendir) ve retoriksel bir bağlamı vardır ya da bir başka ifade ile bağlam içine
gömüktür.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 43
Söylem eylem yönelimlidir. Bununla ne demek istediğimi anlatmak için hemen
hepinizin başından geçmiş bir olayı örnek vereyim. Erkek/kız arkadaşınızın sizi ilk
defa yemeğe davet ettiği anı düşünün. Dikkat çekmek istediğim nokta arkadaşınızın
davet edişi ya da davetin kendisi değildir. Arkadaşınızın daveti nasıl yaptığıdır, davet
etme noktasına nasıl yöneldiği ve davet edişin neye yönlendiğidir. “Davet etme” dil
içinde düşüncenin ya da niyetin ifade bulması değildir bizatihi eylemin kendisidir,
eylemin icrasıdır. Yani “davet etme” konuşmanın niyeti değil bizzat eylemin
kendisidir: davet etme eylemi gerçekleşmektedir. Bir başka ifade ile sözgelimi
demokratik tutum dediğimizde bu tutum doğrultusunda insanların birbirlerine eşit
ya da hakça davranmaları gerektiği düşüncesindeyiz. Hâlbuki mesele bu değildir;
demokratik olma, dili konuşurken icra ettiğimiz bir eyleme tarzıdır. Yani konuşurken
yaptığımız bir şeydir. İnsanlar demokratik olduklarını söylerken (birbirlerine) ne
yapmaktadır? Demokratik üniversite eğitimi söylemi içinden hareket ettiğini, öğrenci
haklarına saygılı olunması gerektiğine inandığını ve öğrencileri ile ilişkilerini bu
zeminde tutmaya özen gösterdiğini konuşmalarında dile getiren bir öğretim üyesinin
aslında ne yapmakta olduğuna yine konuşma etkileşimlerine bakarak karar vermek
gerekir. Öğretim üyesi bu “demokratik olma” söylemindeki değerlendirmelerini
nasıl kuruyor, ne gibi kaynaklara dayandırarak yapıyor, en önemlisi, bu konudaki
meşrulaştırmalarını nasıl yapıyor. Sözgelimi daha genç çalışma arkadaşlarına ya da
öğrencilerine “çocuklar” diye hitap eden öğretim üyesi bu hitapla “demokratikliğini”
kendisini nasıl bir eylem akışına yerleştirerek sağlamaktadır (kendisini bir bilen ya
da bir ebeveyn, diğerlerini de kendi bilgisi ile donatıp eğitmesi ve kontrol etmesi
gereken kişiler yani tek yönlü bir trafik içinde hareket eden otorite). “Arkadaşlar”
diye hitap eden öğretim üyesi karşısındakini “arkadaş” düzeyine oturtarak kendinde
birtakım eylemleri haklı gösterecek meşrulaştırmalara gitmektedir. Söylemin eylem
yöneliminden kast edilen budur.
Söylem inşa edicidir (aynı zamanda inşa edilendir). Dil, konuşma (ya da yazı) eylemi
için içinde fikri taşıyan ya da aktaran değil bizzat eylem icra edendir dedim. Böyle
olduğu için dil sarf edildiği sözlerde, açıklama ve beyanlarda tüm sözlerde bize
sosyal bir gerçeklik kurar. Karşımızdaki ile karşılıklı konuşmaya başladığımızda ya
da belirli veya hayalî kişilere bir şeyler yazıp çiziktirdiğimizde yahut belirli tarzlarda
giyinip ya da giyinmediğimizde, odaları ahşap döşemelerle tefriş ettiğimizde ya da
minimalist takıldığımızda birden önümüze, kendimizi ve etrafımızda olup bitenleri
nitelendirmenin çoklu ihtimalleri açılır. Gerçekten de bunu yapmanın birçok yolu
vardır; biri ya da öteki veya bir diğeri olabilir ve hepsi de aynı düzeyde ve aynı
derecede muhtemeldir. Dolayısıyla bir söylem analisti için önemli olan soru şudur:
bir konuşma sırasında ya da bir metin parçasında karşılaştığı bir ifade ya da açıklama
ya da sözce neden bu şekilde söylenmiştir, neden başka türlü ifade edilmemiştir
de böyle ifade edilmiştir (Wetherell, 2001). Bu suretle o sırada ne yapılmaktadır,
ne gerçekleştirilmektedir kısacası elde edilen nedir? Yukarıdaki, öğrencileri ile
“demokratik” ilişki kurduğunu söyleyen öğretim üyesi örneğine devam edilecek
olursa burada, demokratik hoca olmanın yolu “demokratik eğitim sistemi” söyleminde
tek değildir. Söylemin taşıdığı potansiyel versiyonlar vardır. Hocanın bulunduğu
üniversiteye, yaşadığı tarihsel döneme, kendini ait hissettiği sosyal gruplara ve
sosyal yapılara göre birbirinden farklı “demokratik hoca” versiyonları inşa edilebilir
ve demokratik hocadan kastedilen şey bunlara göre anlam kazanır. Bu versiyonlar
hoca ile öğrencisinin karşılıklı etkileşiminde belli şeyler yapmak üzere üretilir: sınav
tarihini belirlemek ya da belli bir makale veya konu seçimini yapmak, sorulan soruda
ısrar etmek vb.
Dilin, sosyal gerçekliğin çoklu muhtemel versiyonlarına imkân sağlayan bu hususiyeti
aynı zamanda argümantatif ve retoriksel bir bağlam da yaratmaktadır (Billig, 1991).
Söylem her zaman için duruma aittir yani konuşmalar/metinler birbiri ardısıra gelen
etkileşime, bağlama gömüktür. Bu sebeple söylemleri etkileşim sırasındaki bağlam
44 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
içinde, durum içinde konumlandırmak gerekir. Biz buna bağlama gömüklük de
diyebiliriz. Bu tıpkı “kütük” kelimesinin anlamını içinde geçtiği bağlama göre anlam
kazanması ya da anlamını buna göre inşa etmesidir.
Bu bağlama gömük oluş belirleyici değildir. Çünkü konuşma etkileşimi birbiri peşi sıra
belirli bir mantık silsilesi içinde ardı sıra gelenin bir sonrakini belirlediği bir dizi takip
etmez. Konuşmalar kopar, konular kayar, kahkahalar sözleri böler ya da konuşanlar
uzun bir müddet susar. Sözgelimi konuşma sırasında karşınızdaki söylediğinize
cevap vermeyebilir veya bir başka konu açabilir ya da sözü bir üçüncü kişinin
almasını sağlayabilir. Dil, o sıradaki konuşmadaki etkileşimde bir gerçeklik kurar.
Bu gerçeklik içinde de retoriksel ve argümantatif bir bağlam inşa eder. Bundan kasıt
kurulan gerçeklik versiyonunda inşa edilen anlam ya da söylemin işlevsel olduğudur,
bu versiyon sizi kazanmak için ikna edici olmak zorundadır (Wetherell, 2001). Sizi
mutlaka yemeğe çıkarmak istediğinden erkek/kız arkadaşınızın konuşması ikna edici
olmalıdır, sizin de bu ikna ediciliğe karşı “nazlanma” ya da “ayak direme” veya tereddüt
içinde cevap verme ihtimaliniz vardır. Yani ortada icra edilen bir dil ve bu dil icraatının
ortaya koyduğu eylemler ya da ortaya çıkarma ihtimali olan eylemler (reddedilme ya
da kabul etme) vardır.
Söylem, anlam kaynaklarına dayanan sosyal bir eylemdir. Anlam karmaşık bir sosyal
ve tarihsel süreç içinden geçerek ortaya çıkar. Her zaman içinde ortaya çıktığı bağlama
göre şekillenir ama geleneksel ve normatif kaynaklara dayanır. Sözgelimi “kadının
kocası gururlu adam tabii çekti gitti” dediğimizde burada gururlu kelimesinin anlamı,
Türkçe konuşanların bu kelimenin anlamından ziyade “gururlu adam” olmaktan
anladığı bir hemfikir olma durumudur (Wetherell, 2001). Hepimiz bu dili konuşanlar
olarak bu kültürde “gururlu adam” olmaktan yaklaşık aynı anlamları çıkartır ve
kullanırız. Anlam ilişkiseldir. Bir başka tabirle gururlu adam, burnu büyük ya da
yumuşak huylu değildir. Diğer terimlerin işaretlediklerinden farkı üzerine kuruludur
ve bu işaretlenen fark her zaman için konuşanların ortak üretimi neticesi ortaya çıkar.
Bu sebeple anlam bir kültürün yanı sıra her bir gündelik etkileşimde konuşanların
gerçekleştirdikleri ortak bir üretimdir. O sıradaki bağlama göre yumuşak başlı bir
erkek olmanın anlamı ile gururlu adam olmanın anlamı birbirine göre ilişkisel şekilde
kurulur, değerlendirilir ve suçlama ya da hak verme gibi yargılara varılır.
Bir Söylem Analizi Araştırmasına Başlarken
Bir söylem analizi araştırması yürütmek bir araştırma yöntemi kullanmaktan daha
fazla bir şeydir. Sosyal araştırmayı belli bir epistemolojik duruş içinden yürütmek
anlamına gelir (Arkonaç, 2008, 2014). Psikolojide geleneksel ya da bir başka ifade ile
pozitivistik ve görgülcü (empirist) yaklaşımı bir kere daha hatırlayacak olursak; bu
paradigma içinden bir araştırma ya da bir proje yürüten araştırmacı problemini kognitif
bir dünyanın dış dünyayı algılaması, algıladığı bu dış dünyayı içeride değerlendirip
yorumlaması ve dışarıya tepkide bulunması üzerinden kurar ve araştırmayı buna
göre yürütür. İyi bir araştırma sayesinde bu içsel dünyanın dışsal dünyayla iletişimi ve
içsel dünyanın işleyişi hakkında bilgi elde edeceğini, geçmişte biriken bilgi külliyatına
katkıda bulunacağına inanır. Bulgularının doğrudan ya da potansiyelde uygulanabilir
bilgiler olduğunu varsayar, çünkü bu bulgular sayesinde seyrettiği fenomende
süregiden özellikleri ve tahmin edilebilir sebep-sonuç ilişkilerini açığa çıkardığını ya
da en azından buna çabaladığını düşünür.
Söylem analizi üzerinden bir proje yürüten araştırmacı için böyle iddialarda bulunmak
mümkün değildir. Bu analistlere göre yapılacak araştırmadan çıkacak bilgiler sadece
o araştırma ortamı içinde konumlanan bilgilerdir. Bir diğer deyişle araştırmanın
yürütüldüğü belirli mekân, zaman ve katılımcılarla sınırlıdır ve bu sınırlar içinde
geçerli bilgilerdir. Mekân, zaman ve katılımcılar değiştikçe ilgili bilgi de değişecektir.
Bu sebeple araştırmada ya da projede öne sürülenler ya da gözlenenler, kalıcı ve
süreğen bir gerçekliğe sahip olamaz. Çünkü gerçeklik, araştırmacının onu araştırma
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 45
girişimlerini ve gösterme teşebbüslerini kapsayan her işleminden kaçınılmaz surette
etkilenecek ve değişecektir.
Haliyle açıktır ki, güvenirlilik, geçerlilik ve tekrarlanabilirlik kriterleri bu epistemolojik
duruşla bağdaşmamaktadır. Çünkü bu üç kriter bilinebilir sabit tek bir dışsal dünyanın,
dışsal bir gerçekliğin olduğunu öne süren realist-gerçekçi duruşa dayanır. Sabit, tek
bir sosyal gerçekliğin var olduğu ve bu varlığa ulaşabilir olmak düşüncesi bizi görece
durağan, gözlemlerimizden etkilenmeyen süreçlerle idare edilen dünya fikrine götürür.
Bu fikir de dolayısıyla güvenilir, geçerli ve her daim tekrarlanabilir bilgi sayesinde
bizi tahmin edilebilir bir dünyaya yerleştirir. Bu bakış açısı, söylem analizi ile çalışan
araştırmacılar için uygun bir bakış açısı değildir. Bu bakış açısının tam karşısında
dururlar. Araştırmalarını değerlendirmek için önlerine farklı kriterler koyarlar.
Bunlardan biri olan temsiliyet araştırmadan elde edilenin neyin temsili olduğu sorusunu
sorar. Araştırmacı yaptığı analiz vasıtasıyla gerçekliğin ve de dışarıdaki dünyanın
“nesnel” bilgisini sunamaz; sadece tarafgir, “ öznel” bir açıklamasını sunabilir. Bu da
mesele yaratır. Mesele yaratır çünkü nesnellik ve öznellik terimlerinin uygulanabilirliği
burada bitmiş demektir. Bu noktada araştırmacının kendi öznel dünya görüşü ile baş
başa kalıyoruz demektir. Şimdi böyle bir hikâyede söylenmeyen ve esas kabul edilen
önerme, olsa da olmasa da gerçeklik bilgisinin mutlaka ulaşılabilir bir bilgi olduğudur.
Dolayısıyla doğru bakış açısı bize onun hakkında bilgiler kazandırabilecektir. Bu tıpkı
bir odada eğer “doğru” noktada durursak, o odayı bütünüyle algılayabileceğimiz
yanılgısına benzer. Nerede durursanız durun gördüğünüz şey durduğunuz açıya göre
belirlenecektir. Dolayısıyla ulaşılamaz bir şeyden bahsediyoruz burada. Hakkında
elde ettiklerimizi her doğrulama teşebbüsümüz aslında açıyı değiştirmeyi dolayısıyla
bilgiyi değiştirmeyi gerektirir ki buna gerçekçi bakış açısı birçok isim takmıştır. Oda
benzetmesine geri dönersem; odadaki duruş açımdan elde ettiğim görüntü ancak
bir başka duruş açısından elde ettiğim görüntü ile kontrol edilebilir (aslında sadece
karşılaştırılabilir) ki bu da bir diğer duruş açısının sınırladığı ve çarpıttığı ama az
biraz farklı görüntüsüdür (Taylor, 2001).
Kullanılan dildeki etkileşime odaklanan bir araştırmacı için genellemenin temeli
farklıdır. Burada gözetilen, etkileşimde kendini sürekli tekrarlayarak işaretleyen
ortak özellikleri ya da kalıpları tanımlamak olabilir. Sözgelimi konuşma analistlerinin
yaptıkları budur. Birçok farklı konuşma etkileşiminde gerçekleşen sıra alışlardaki
onarım kalıplarını tanımlar ve bunları, konuşmacıların konuşma eylemlerini sağduyu
bilgisine çekerek nasıl koordine ettiklerine örnek diye gösterir. Etkileşimi daha
geniş bir ölçekte ya da yayılımda ele aldığımızda sözgelimi yukarıda bahsettiğim
araştırmamızda (Arkonaç, Yurtdaş-Tekdemir ve Çoker 2012) Kürt meselesinin
konuşulması sırasında katılımcılar fokus gruptaki argüman yürütme tarzı olarak
devleti ve kurumlarını, bir varlık olarak kurguluyorlar ve kendilerine muhatap
alıyorlardı. Bir başka ifade ile devleti ve kurumlarını bir kurgu olarak değil canlı
bir varlık olarak kurgulayıp, argümanlarını bu varlıklar üzerinden kuruyorlardı. Bu
stratejiyi, araştırmanın fokus gruplarında argüman yürütme tarzı olarak genellemek
mümkündü.
182. K Ama devletin tabiri caizse tarihi düzlemde yapacak bilgi düzeyim yani yeterlilik düzeyim olmamakla beraber kendine özgü garip muhafazakar çekirdeğinin olduğunu bir garip muhafazakar reflekslerinin olduğunu yani refleksif
düzeyde gerçek anlamında kullanıyorum olduğu da aşikar
...
295. E.o bak radikal şiddet hareketlerinin tavan yaptığı dönemde devletin verdiği
reflekste aynı aşırı şiddet yüklenmesi oluyo
...
46 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
653K. devlet yapacak abi bana ne benim zaten şimdiye kadar bi derdim olmadıki
ben ne biliim kapımdan kovdum ne deremden yeme dedim
(Arkonaç, Yurtdaş-Tekdemir ve Çoker 2012)
Söylem Analizinin Versiyonları
Bu yazının başlığı söylem analizi olmakla birlikte bu başlığı psikoloji kökenli söylem
araştırmalarında kullanılan yaklaşımlar yelpazesine verilen bir ad gibi ele almak
daha yerinde olacaktır. Söylemsel Psikoloji ve Eleştirel Söylemsel Psikoloji (veya
Foucaultcu söylem analizi) ve üçüncü olarak yelpazenin en ucunda yer alan Eleştirel
Söylem Analizi. Yelpazenin ilk iki dalını bir araya getirmek ya da bir arada ele almak
ve düşünmek de mümkündür: Söylemsel/ Eleştirel Söylemsel Psikoloji. Bu ikisi
arasındaki ince ama belirgin fark, inceleme odağının daha dar alandan daha geniş
alana yayılmasıdır.
Söylemsel psikologlar konuşma etkileşiminde dilin eylemine odaklanır (Edwards,1997,
2006, 2008, 2012; Potter, 2004; 2010, 2012; Potter ve Hepburn, 2008; Potter ve
Wetherell, 1987). Konuşma esnasında o sıradaki etkileşim bağlamında kullanılan
ifadelerin ne gibi eylemleri nasıl icra ettiği üzerine odaklanırlar (ayrıntılar için bkz.
Arkonaç, 2014). Sözgelimi “çok öfkeliyim” derken konuşmacının öfkeyi karşısındaki
diğer konuşmacı(lar) ile konuşması sırasında nasıl inşa edip, bu anlam inşasıyla
ne yapmaya (sözgelimi kendisini haklı çıkarmak gibi) ya da neyin önünü kesmeye
çalıştığını (sözgelimi gelecek olan suçlamaların önünü kesmek gibi) o konuşma
etkileşiminin akışı içinde incelerler.
Eleştirel söylemsel analizi ise (critical discursive analysis- Edley, 2001; Parker, 2005;
Wetherell, 1998, 2001) buradaki etkileşimi yöneten ideolojilere (sözgelimi modern
kadın söylemine), bu ideolojilerin kurduğu kimliklere (sözgelimi modern kadın/
geleneksel kadın), bu kimliklerin kurduğu özne konumlarına (sözgelimi erkek kimliği
karşısında kurgulanan kadın konumlarına) odaklanır.
Eleştirel söylem analizi ise (critical discourse analysis- Fairclough, 2009; van Dijk,
2009a, 2009b; Wodak, 2012; Wodak ve Reisigl, 2009) inceleme odağını kişiler
arası etkileşimden ideoloji boyutuna taşır ve baskın ideolojinin etkileşim esnasında
tüm anlamaları nasıl inşa ettiğini ortaya koyarlar. Araştırma bu ideolojinin ürettiği
baskın anlamaları gözler önüne sermeye çalışır. Bu suretle baskın anlamaların baskı
altında tuttuğu ve de kolay kolay işitilemeyen alternatif söylemlerin üzerini açarak
bu söylemlerin işitilebilirliğini sağlamaya ve artırmaya çalışır (bu yaklaşımlarla ilgili
Türkiye’deki çalışma örnekleri için bkz: Arkonaç, 2012a).
Psikoloji ve özellikle de sosyal psikoloji temelli ya da çıkışlı sosyal araştırmalarda
söylemsel psikoloji ile eleştirel söylemsel psikoloji yaklaşımları önemli bir yer tutar.
Bazı ilgili literatürde (sözgelimi Willig, 2008) bu sonuncu yaklaşıma Foucaultcu
söylem analizi dendiği de görülmektedir. Söylemsel psikoloji kendini, gündelik
konuşmalarda kişilerin karşılıklı etkileşimlerini nasıl idare ettiği ile sınırlı tutarken,
eleştirel söylemsel psikoloji biraz daha geriye yaslanarak, bu etkileşimin idare
edilişini kurgulayan ideolojik argümanları ve de bu argümanların konuşan özneyi
etkileşimdeki konumlandırışını incelemeye odaklanır.
Söylem analizi sosyal araştırma dünyasında psikoloji alanına, 1987’de Potter
ve Wetherell’in Yeni Zelandalı Avrupalılarla yürüttükleri ırkçı tutumlar üzerine
çalışmalarını yayınladıkları meşhur araştırmayla resmen takdim edilir ve arka arkaya
yayınlar başlar (Edwards, 1997; 2005, 2007, 2012; Edwards ve Potter, 1992; Gergen,
2004; Parker, 1992, 2002, 2004, 2005, 2012; Potter, 1996; 2004, 2007,2010, 2012;
Shotter,1993, 2004; Wetherell, 1998, 2001). Başlangıçta hepsi, sosyal gerçekliğin
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 47
inşasında dilin rolünü merkezî noktaya taşımaları ve kognitivizmin psikolojik bilgiyi
belirleyici nitelikteki rolüne eleştirileri üzerinden ortaklaşıyordu. 1990’lı yılların
ortalarından itibaren etkilendikleri ya da daha doğrusu dayandıkları entelektüel
gelenekler, aralarındaki farklılıkları özellikle araştırma soruları üzerinden ayrıştırmaya
başladı. Bu ayrışmanın en şiddetli tartışması Edwards ve arkadaşlarının 1995’deki
meşhur mobilya makalesi (Edwards, Ashmore ve Potter, 1995) ile buna karşı eleştiri
olarak Parker’ın yazdığı (Parker, 1999) eleştirel görececilik (critical relativism) karşıtı
makale arasında yaşanır. Bu iki makale psikolojik bilginin, tipik bir eleştirel görececilik
ve eleştirel gerçekçilik (critical realism) çekişmesi içinde yeniden nasıl kurgulanması
gerektiğinin artık klasikleşmiş epistemolojik tartışmasıdır (Arkonaç, 2008). Bu aynı
zamanda yeni epistemolojik çerçevede araştırmacının görgülcü tavrı ile araştırmaya
görgül yaklaşması arasındaki kavgadır da.
1998’de Wetherell her ne kadar bu iki ekolün aslında fenomenin farklı düzeylerde
ele alınışı gibi anlaşılması gerektiğini öne sürse de bugün halen söylemsel psikoloji
ile eleştirel söylemsel psikolojiyi, odaklandıkları analiz birimi üzerinden ayırt etmeye
devam ediyoruz (bkz. Potter, 2012; Taylor, 2001, 2013).
Söylemsel psikoloji konuşma analizinden çok etkilenmiştir. Loughborough grubu
(İngiltere) diye bilinen Derek Edwards, Jonathan Potter, Michael Billig, Charles Antaki,
Sue Wilkinson, Alexa Hepburn, Elizabeth Stoke ve diğerleri1 önde gelen temsilcileridir.
Bu alandaki söylem araştırmacıları söylem uygulamaları-pratikleri dedikleri
eylemlere odaklanırlar. Yani gündelik etkileşimlerdeki konuşmalarda sözgelimi
gelen bir davetin geri çevrilmesi ya da bir oturumun açılışında oturum başkanının
söze girişini ele alırlar ve bu konuşma eylemi içinde anlamın konuşmacılar arasında
nasıl müzakere edildiğini, kuruluş sürecini incelerler. Dolayısıyla konuşma eylemleri
sırasında insanların dille karşılıklı ne yaptıklarına odaklanmış olurlar. Bu odaklanma
dilin icracı niteliklerini ön planda tutar. İcracı niteliklerden kasıt dili kullanırken o
sırada elde edilmeye çalışılan ya da kaçınılan şeyin kendisidir; sözgelimi, özür dilemek,
kafa tutmak, emretmek, mazeret bulmak gibi. Bu icraatların ne gibi kalıplar halinde
gerçekleştirildiğine bakılır.
Eleştirel söylemsel psikoloji ve/veya Foucaultcu söylem analizi (Parker, 1992,1999;
Sims-Schouten ve ark., 2007; Willig, 1999, 2000) sosyal ve psikolojik hayatın
kuruluşunda dilin rolünü merkezî noktaya çekerek inceleyen post yapısalcı birtakım
yazarların özellikle de Foucault’nun görüşlerinden çok etkilenmiştir. Foucault’nun
çizgisinden hareketle karşılıklı konuşma etkileşimini yöneten söylemin kurguladığı
öznellik ve iktidar ilişkilerine odaklanır. Bu esnada söylemin kullandığı kaynaklara
eğilir. Bu suretle o söylemin ne gibi nesneler ve özneler inşa ettiğini ve nasıl
ulaşılabilir ya da ulaşılamaz kıldığına odaklanır. Dolayısıyla bizlerin içinde ikamet
ettiğimiz söylem dünyalarını (sözgelimi modern kadın, çağdaş yaşam, liberal dünya
vb söylem dünyaları) tasvir etmeye çalışır, bunların öznelliğe dair ne gibi neticeler
taşıdığına (sözgelimi modern kadın olarak okuduktan sonra çalışmamayı akla bile
getirmemek), yaşantının ne gibi neticeler doğurduğuna (“Tek taşımı kendim aldım,
tek başıma kendim taktım”) eğilerek, söylemin karşı eleştirilerini ortaya koymaya
çalışır. Sözgelimi iş hayatında “genç çalışan” olarak konumlandırılmak nasıl bir şeydir,
böyle bir konumlandırma ile uyuşan ne gibi eylem ve yaşantı vardır. “Genç çalışan”
için bu ulaşılabilir eylem ve yaşantıların ne gibi neticeleri vardır gibi.
Sosyal psikoloji temelli söylem analizinin bu iki versiyonu, söylemin iki ayrı cephesine
odaklandığını ve birbirinden farklı iki ayrı işleyişi önemsediğini öne sürmektedir.
Söylemsel psikoloji, insanların konuşmalarında yazılarında yapıp ettikleri şeylere
yani söylemin uygulamaları dediğimiz pratiklerine eğilmekte ve bu pratikleri
incelemektedir. Diğeri ise insanların karşılıklı etkileşimleri sırasında konuşurken,
yazarken sözlerinin içine çekip aldıkları ya da dışarda bıraktıkları söylem kaynaklarına
odaklanır ve bu kaynakları inceler. Bu iki versiyonun birbirinin zıddı olmadığı
1 http://www.lboro.ac.uk/ departments/ ss/centres/darg/hist.htm
48 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
(Potter ve Wetherell, 1995) ya da birbirini tamamlayıcı olduğu öne sürüldüğü kadar
(Wetherell, 1998, 2001) bu iki versiyonun farklı teorik ve disipliner geleneklerden
çıkıp gelişmiş, bu geleneklerin varyantları olduğu da öne sürülmüştür (Parker, 1997,
1998, 2004; Potter, 1997, 1998, 2004,2012).
Wetherell 1998’deki makalesinde bu iki versiyonun birlikte okunması teklifinde
bulunur. Bu teklife göre sosyal etkileşimin belli bir yerinde neler olduğunu anlamak
için sözgelimi hasta doktor konuşmasında etkileşimin nasıl kurgulandığını ya
da yürütüldüğünü anlamak için bu etkileşimi yürüten söylemsel kaynaklarına
odaklanmak mümkündür. Bu suretle ve bu sırada dolayısıyla söylemin ulaşılabilir
kılmadığı anlam versiyonlarına ulaşılabilir. Sözgelimi doktorun bir bilen konumunun
verdiği gücü kullanarak hastayı bilmeyen konumunda ısrarla tutma çabasına nasıl
kolaylıkla ulaşabildiğine ama hastanın daha eşitlikçi bir anlam inşasına ulaşamadığını
hasta doktor arasındaki anlam müzakereleri esnasında okumak mümkündür.
Türkiye’de Söylem Analizi ve Söylem Çalışmaları
Yukarıda başlangıç satırlarında ve sonrasında sık sık ele aldığım üzere sosyal araştırma
alanında özelde ise psikoloji alanında paradigma onun getirdiği epistemoloji ve çizdiği
dünya görüşü 1990’lar itibarı ile epey yol kat etmiş, araştırma alanlarını, başlıklarını,
problemleri ve inceleme araçlarını baştan aşağı değiştirmiştir. Türkiye’de akademik
psikolojide ise bilgi yaygın ve baskın bir şekilde tek ses olarak eski paradigma üzerinden
yani pozitivist, görgülcü, gerçekçi bir dünya görüşü üzerinden seyretmektedir.
Niteliksel araştırma bilgiye yönelik epistemolojik geleneksel duruş değiştirilmeksizin
bir yöntem olarak anlaşılmaktadır. Özünde sebep sonuç ilişkisi kuracak şekilde doğru
ya da gerçek olan bilgiye ulaşma inancı ve de düsturuyla sorular sorulmaya devam
edilmekte sadece nitel veriler toplanmaktadır.
Diğerlerinin tersine İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Ana
Bilim Dalında on beş yıla yakın bir zamandır eleştirel psikoloji, niteliksel psikoloji ve
özelinde söylem çalışmaları ve konuşma analizi çalışmaları hem lisans hem yüksek
lisans ve doktora çalışmalarında devam etmektedir. Ana akımdan radikal bir yolla
ayrışan bu farklı bilgi yaklaşımını bir çalışma ve araştırma alanı olarak sistemli bir
şekilde 1994 de bir doktora programı ile başlatmış, “Türkiye’de Modernite ve Kadın”
başlıklı ilk psikoloji çıkışlı söylem analizi çalışmasını da 1996 yılında Oya Paker1
ile birlikte gerçekleştirmiştik (tekrar basım, Arkonaç ve Paker 2012 ). Tipik bir
psikoloji ve sonrasında sosyal psikoloji eğitimi almış biri olarak çizginin bu tarafı ile
nasıl tanıştığımın ve de çizginin beri tarafına nasıl geçtiğimin hikâyesini bir yerlerde
anlatmış olduğumdan (Arkonaç, 2008) burada yeniden anlatmayacağım.
Ben genelde gündelik Türkçe konuşmalarda kişinin kendini öznel olarak diğerinin
karşısında nasıl kurguladığı üzerinde çalışmalar yürüttüm (bkz. Arkonaç, 2004, 2010;
Yurtdaş-Tekdemir, Arkonaç, Çoker, 2012). Son yıllarda bu yaklaşımın ve eleştirel
psikolojinin görececi duruşuna eleştirel duruş (Arkonaç, 2012b) geliştirmeye başladım.
Yanısıra Mavi Marmara olayı etrafında gelişenlerle dikkatimi daha da çeken (Arkonaç,
2012c) sözün eylemi değil eylemin sözü belirleyebileceğine yönelik bir düşüncenin
peşinden gitmekteyim. Diğer yandan meslektaşım Göklem Yurtdaş- Tekdemir özellikle
söylemsel psikolojinin sırtını dayadığı konuşma analizinde konuşmalardaki etkileşim
düzeni üzerine eğilen araştırmalar yürütmektedir (sözgelimi Yurtdaş-Tekdemir, 2010;
2012; Yurtdaş-Tekdemir, Atakan, Tezerişir, 2011) Bir diğer araştırmacı meslektaşım
Çağatay Çoker ise ilk çalışmasında Hırant Dink cinayetinin konuşanlar arasında nasıl
anlamlandırıldığını ele almış (2011, 2012) bunu takiben de dilin ve insanın yeniden
sorunsallaştırılması yolunda irrasyonelliğin dildeki kurgulanışına odaklanmak üzere
korku ve tehdit repertuarlarını çalıştığı bir doktora tezini bitirmek üzeredir.
2 Bugün artık Prof. Dr. Oya Paker, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölümünde iletişim teorileri alanında çalışmalarını yürütmektedir
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 49
Diğer doktora ve yüksek lisans öğrencilerimle birlikte gerçekleştirdiğimiz, parmak
basmaya çalıştığımız bazı sorunsalları bu makalede sık sık atıfta bulunduğum, 2012
yılında yayınlanan “Söylem Çalışmaları” kitabında bulabilirsiniz. Bu ilk kitapta yer
alan çalışmalar söylem analizi ya da söylem çalışmaları alanındaki tüm yaklaşım
yelpazesini temsil eden çalışmalardır ve ilk çalışmalar olma özelliğini taşımaktadır.
Bu kitap ve devam edecek olan ciltlerinde (2014 de ikinci cildi çıkacaktır) amacım
psikolojinin bu alternatif ve muhalif duruşuna dair Türkiye’de yapılan çalışmalara
destek vererek teşvik etmek ve çalışmaların sayısını ve çeşitliliğini artırmaktır.
Kaynaklar
Arkonaç, S. (1998). Psikolojide insan modelleri. İstanbul: Alfa Yayınevi.
Arkonaç, S.(2004) Gerçekliğin yerel inşasında kartezyen olmayan özne, öteki, fail. S.
Arkonaç, (Ed), Doğunun batının yerelliği: Bireylik bilgisine dair içinde (249-274). İstanbul: Alfa Yayınları. Elektronik erişim adresi: sibelarkonac.blogspot.com
Arkonaç, S. (2008). Psikolojide insan modelleri ve yerel insan modelimiz. Ankara: Nobel Yayınevi.
Arkonaç, S. (2010). Gündelik Türkçe konuşmalarda bireyin stratejik özne konumlanışı ya da eylemine göre konumlanışı: Sıradan episodlara dayalı bir analiz. Psikoloji
Çalışmaları Dergisi, 30, 21-32. Elektronik erişim adresi: www.iudergi.com/index.
php/psikoloji
Arkonaç, S. (Ed.). (2012a) Söylem çalışmaları. Ankara: Nobel Yayınevi.
Arkonaç, S. (2012b) Eleştirel olmaktan ne anlayabiliriz. S. Arkonaç, (Ed.), Söylem çalışmaları içinde (297-298). Ankara: Nobel Yayınevi.
Arkonaç, S. (2012c) Eylemin sözü belirlemesi ya da sözün eylemi belirlemesi. S. Arkonaç, (Ed.) Söylem çalışmaları içinde (309-311). Ankara: Nobel Yayınevi. Elektronik
erişim adresi: sibelarkonac. blogspot. com
Arkonaç,S.(2014) Psikolojide söz ve anlam. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Arkonaç, S. ve Paker, O. (2012) Türkiye’de kadın ve modernite: Söylem analizi ile
yaklaşım. S. Arkonaç, (Ed.), Söylem çalışmaları içinde (105-120). Ankara: Nobel Yayınevi.
Arkonaç, S. Yurtdaş-Tekdemir, G. ve Çoker, Ç. (2012). Kürt Sorunu’nu açıklamada duruş ve mesafe alışlar. S. Arkonaç, (Ed.), Söylem çalışmaları içinde (161-170). Ankara:
Nobel Yayınevi. Elektronik erişim adresi: sibelarkonac.blogspot.com
Aygül, Z. (2013a). Türkiyeli erkeklerin karşılıklı gündelik konuşmalarında “erkek olmak”
üzerine anlam kuruşlarının incelenmesi. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Istanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Psikoloji Ana Bilim Dalı. İstanbul
Aygül, Z. ve Arkonaç, S. (2013b). Eskişehirde yaşayan bir grup erkeğin erkek olmaya
dair açıklamalarında kullandığı dilsel kaynaklar. Psikoloji Çalışmaları Dergisi 33(2)
baskıda.
Bakiler, E. (2012). Bir ritüel: Yemin töreni, ‘kibrin’ mütevazı bir analizi. S. Arkonaç,
(Ed.), Söylem çalışmaları içinde (223-244). Ankara: Nobel Yayınevi.
Billig, M. (1991). Ideology and opinions. London: Sage.
Çoker, C. (2011) Özneler ötesi bir konuşmanın söylemsel psikolojisi. Psikoloji
Çalışmaları Dergisi, 31, 119-131.
50 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Çoker, Ç. (2012) Bir cinayet, “tehdit” ve “biz”: Bir açıklayıcı repertuar çalışması. S.
Arkonaç, (Ed.), Söylem çalışmaları içinde (33-58). Ankara: Nobel Yayınevi.
Çoker, Ç.Yurtdaş-Tekdemir, G. ve Arkonaç, S.(2009a) Pleasing both sides in Rectorate
Elections in Istanbul University. The 8th Conference of the Discourse, Power, Resistance
Series: Academy and Power. Bildiri sunumu. Manchester Metropolitan University UK.
Çoker, Ç. Yurtdaş-Tekdemir, G. ve Arkonaç, S. (2009b, Nisan). Symbols of state: Reading
of an academic placement. 8th Conference of Discourse, Power, Resistance Series:
Academy and Power. Bildiri sunumu. Manchester Metropolitan University, Manchester,
UK.
Edley, N. (2001). Analysing masculinity: Interpretative repertoires, ideological
dilemmas and subject positions. M. Wetherell, S. Taylor ve S.Yates, (Ed.), Discourse
as data:A guide for analysis içinde (189-229). London: Sage.
Edwards,D. (1997). Discourse and cognition. London:Sage.
Edwards, D. (2005). Moaning, whinging and laughing: The subjective side of
complaints. Discourse Studies, 7(1), 5–29. doi:10.1177/ 1461445605048765
Edwards, D. (2006). Discourse, cognition and social practices: The rich surface of
language and social interaction. Discourse Studies, 8, 41-49.
Edwards, D. (2007). Managing subjectivity in talk. A. Hepburn ve S. Wiggins (Ed.),
Discursive research in practice: New approaches to psychology and interaction içinde
(pp.31–49). Cambridge: Cambridge University Press.
Edwards, D. (2008, Eylül). Discursive psychology: The production of psychological
concepts in everyday talk. 15.Ulusal Psikoloji Kongresinde sunuldu, İstanbul Üniversitesi,
İstanbul, Türkiye.
Edwards,D. (2012). “Discursive and scientific psychology” British Journal of Social
Psychology, 51, 425-435.
Edwards, D., Ashmore, M. ve Potter, J. (1995). Death and furniture: The rhetoric,
politics and theology of bottom line arguments against relativism. History of the
Human Sciences, 8(2), 25-49.
Edwards, D.ve Potter, J. (1992). Discursive psychology. London: Sage.
Elçi, E. (2012a) Kadın olmanın anlamının Türkiye’de yaşayan kadınların
söylemlerindeki inşası. S. Arkonaç, (Ed.), Söylem çalışmaları içinde (121-149). Ankara:
Nobel Yayınevi
Elçi, E. (2012b). Metalaşmış kimlikler: İki ayrı reklam filmi üzerinden kadın ve erkek
kimliklerinin heteroseksüel ilişkiler bağlamında analizi. S. Arkonaç, (Ed.), Söylem
çalışmaları içinde (255-266). Ankara: Nobel Yayınevi
Fairclough, N. (2009). A dialectical-relational approach to critical discourse analysis
in social research. R. Wodak ve M. Meyer (Ed.), Methods of critical discourse analysis
içinde (162-186). London: Sage.
Gergen, K.J. (2004).Sosyal inşa:Batının psikolojide kendi kendine konuşmasından
karşılıklı küresel konuşmaya. S. Arkonaç, (Ed.), Doğunun batının yerelliği:Bireylik
bilgisine dair içinde (3-34). İstanbul: Alfa Yayınları
Gürhanel, M. ve Arkonaç, S. (2013). Gaylerin “öteki” inşası: Kadınsılık. Psikoloji
Çalışmaları Dergisi, 33(2) baskıda
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 51
Parker, I. (1992) Discourse dynamics: Critical analysis for social and individual
psychology. London: Routledge. Elektronik erişim adresi: www.discourseunit.com.
Parker,I. (1997). Discursive psychology. D.Fox ve I.Prilleltensky, (Ed), Critical
psychology: An Introduction içinde (284-298). London:Sage.
Parker,I. (1998). Social constructionism, discourse and realism. London: Sage.
Parker, I. (1999). Against relativism in psychology, on balance. History of the Human
Sciences, 12 (4), 61-78.
Parker, I. (2002). Critical discursive psychology. NewYork: Palgrave Macmillan.
Parker, I. (2004). Söylemsel pratik: Radikal sosyal inşacı araştırmanın kabulünde
kültür ve bağlam. S. Arkonaç, (Ed.), Doğunun batının yerelliği: Bireylik bilgisine dair
içinde (35-64). İstanbul: Alfa Yayınları.
Parker, I. (2005). Qualitative psychology: Introducing radical research. Maidenhead,
Berkshire: Open University Press.
Parker, I. (2012). Discursive social psychology now. British Journal of Social Psychology
, 51, 471–477.
Potter, J. (1996). Representing reality: Discourse, rhetoric and social construction.
London: Sage.
Potter, J. (1997). Discourse analysis as a way of analysing naturally occuring in talk.
D.Silverman, (Ed), Qualitative research: Theory, method and practice, (2004; 2.baskı)
içinde 200-221. London:Sage.
Potter, J. (1998). Fragments in the realization of relativism. I.Parker, (Ed), Social
constructionism, discourse and realism içinde (27-46). London: Sage.
Potter, J. (2004). Söylemsel psikoloji ve söylem analizi. S.Arkonac, (Ed.), Doğunun
batının yerelliği: Bireylik bilgisine dair içinde (65-92). İstanbul: Alfa Yayınları
Potter, J. (Ed.) (2007). Discourse and psychology (Volume II):Discourse and social
psychology.London: Sage.
Potter, J. (2010). Contemporary discursive psychology: Issues, prospects and
Corcoran’s awkward ontology. British Journal of Social Psychology 49, 457-478.
Potter, J. (2012). Re-reading discourse and social psychology: Transforming social
psychology. British Journal of Social Psychology 51, 436-455.
Potter, J. ve Hepburn, A.(2008). Discursive constructionism. J.A. Holstein ve J.F.
Gubrium, (Ed.). Handbook of constructionist research içinde (275-293). New York:
Guildford
Potter, J. ve Wetherell, M. (1987) Discourse and social psychology: Beyond attitudes and
behaviour. London: Sage.
Potter, J. ve Wetherell, M. (1995) Discourse analysis. J.A.Smith, R.Harré ve L.Van
Langenhove (Ed.) Rethinking methods in psychology içinde (80-92), London: Sage.
Shotter, J. (1993). Conversational realities. London: Sage.
Shotter,J.(2004). Sosyal inşacılığın ötesinde: Kartezyen özne ve faili yeniden düşünmek ve yeniden cisimleştirmek. S. Arkonaç, (Ed.), Doğunun batının yerelliği: Bireylik
52 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
bilgisine dair içinde (161-202). İstanbul: Alfa Yayınları.
Sims-Schouten,W., Riley, S. ve Willig, C. (2007). Critical realism in discourse analysis:
a presentation of a systematic method of analysis using women’s talk of motherhood,
childcare and female employment as an example. Theory and Psychology, 17(1),12750.
Şah, U. (2012) Kan’ın metalaşması. S. Arkonaç (Ed). Söylem çalışmaları içinde (245254). Ankara: Nobel Yayınevi.
Taylor, S. (2001). Evaluating and applying discourse analytic research. M.Wetherell,
S.Taylor ve S.Yates, (Ed.), Discourse as data: A guide for analysis içinde (311-330).
London: Sage, Open University Press ile birlikte.
Taylor, S. (2013). What is discourse analysis? London: Bloomsbury.
Van Dijk, T.A. (2009a). Critical discourse studies: A sociocognitive approach. R. Wodak ve M. Meyer, (Ed.), Methods of critical discourse analysis içinde (62-86). London:
Sage. Elektronik erişim adresi: http://www.discourses.org/OldArticles/Critical%20
discourse %20studies.pdf
Van Dijk, T.A. (2009b). Society and discourse: How social contexts influence text and
talk. New York: Cambridge University Press.
Yurtdaş-Tekdemir, G.(2010) Sözce tekrarlarının kültürel anlamı. Psikoloji Çalışmaları
Dergisi 30, 33-51. Elektronik erişim adresi: www.iudergi.com/index.php/psikoloji
Yurtdaş-Tekdemir, G. (2012). Dört farklı ortamda sözce tamamlamaların işlevleri. S.
Arkonaç (Ed.) Söylem çalışmaları içinde (13-22). Ankara: Nobel Yayınevi.
Yurtdaş-Tekdemir, G., Arkonaç, S. ve Çoker, Ç. (2012). Sorumluluk atıflarında kullanılan konumlandırma stratejileri. S.Arkonaç, (Ed.), Söylem çalışmaları içinde (151159). Ankara:Nobel Yayınevi.
Yurtdaş-Tekdemir, G., Atakan, M., Tezerişir, A. (2011) Sözel etkileşimlerde cinsiyet
ile söz kesme ve çakışma arasındaki ilişki. Psikoloji Çalışmaları Dergisi, 31, 105-117
Elektronik erişim adresi: www.iudergi.com/index.php/psikoloji
Wetherell, M. (1998). Positioning and interpretative repertories: Conversation analysis and post-structuralism in dialogue. Discourse and Society, 9, 387-412.
Wetherell, M. (2001). Themes in discourse research: The case of Diana. M. Wetherell,
S.Taylor ve S. Yates, (Ed.), Discourse theory and practice:A reader içinde (14-28). London: Sage.
Wetherell, M., ve Potter, J. (1992). Mapping the language of racism: Discourse and the
legitimation of exploitation. Harvester/Wheatsheaf ve New York: Columbia University Press.
Willig, C. (1999). Beyond appearances: a critical realist approach to social constructionist work in psychology. D.Nightingale ve J.Cromby, (Ed.), Psychology and social
constructionism: A critical analysis of theory and practice içinde (37-51) Buckingham:
Open University Press.
Willig, C. (2000). A discourse-dynamic approach to the study of subjectivity in health
psychology. Theory and Psychology, 10(4), 547-70.
Willig, C. (2008). Introducing qualitative research in psychology. Maidenhead, Berkshire: Open University Press.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 53
Wodak, R. (2012). Discrimination via discourse: theories, methodologies and examples. Zeitgeschichte, 39(6), 403-421.
Wodak, R. ve Reisigl, M. (2009).The discourse-historical approach (DHA). R.Wodak
ve M.Meyer (Ed.) Methods of critical discourse analysis içinde (87-121). London: Sage.
Psikoloji ve Söylem Çalışmaları
Sibel Arkonaç
Türkiyeli sosyal araştırmacılar ve psikoloji araştırmacıları, psikoloji temelli söylem analizi ve
söylem çalışmalarından çok yeni haberdar olmaktadır. Bu makalenin amacı Türkiyeli okuyucuyu bu epistemolojik duruş ile tanıştırmaktır. Söylem analizi adı altında 1980’lerin ikinci yarısından itibaren epistemolojik bir duruş ve bu duruşun getirdiği bir analiz yöntemi olarak
alternatif ya da radikal bir psikoloji anlayışı geliştirilmiştir. Bugün söylem analizi adı genel bir
başlık olarak kullanılmaktadır. Sosyal araştırmacılar bu genel başlık altında birbirinden farklılaşan söylemsel psikoloji, eleştirel söylemsel psikoloji ya da eleştirel söylem analizi gibi çeşitli
versiyonlar geliştirerek birbirinden hem odaklandıkları problemler hem de analiz zeminleri
açısından farklılaşmaktadır. Bu makale boyunca söylem ve söylem çalışmalarının, niteliksel
ama ana akım esaslı psikolojiden farkı ortaya konacak daha sonra söylemin eylem yönelimi,
inşa edici ve inşa edilen özelliği, retoriksel ve argumentatif niteliği ele alınıp kısaca açıklanacaktır. Son olarak da psikoloji temelli söylem çalışmalarının Türkiye’deki geçmişi ve çalışma
alanları aktarılacaktır.
Anahtar sözcükler: söylem, eylem, psikoloji, söylemsel psikoloji, eleştirel söylem analizi
Derûnnasî û Xebatên Vegotinê
Sibel Arkonaç
Lekolînerên civakî û derûnnasiyên Tirkiye yê ji dahûrîna vegotina rêbaza derûnnasîyê û ji
xebatên vegotine hê nû agahtar dibin. Armanca ve gotarê ev e ku xwendekarên Tirkiye yê bi
sekneke epîstemolojîk bi de nasandin. Di bin navê dahûrîna vegotinê ji nîvê 1980’e bi şûnda
sekneke epîstemolojîk û bi anîna wê seknê rêbazeke dahûrîn feraseteke derûniya alternatîf
an jî tundraw (radîkal) hate peşxistin. Îro navê dahûrîna vegotinê bi sernaveke gelemperî tê
bikaranîn. Lekolînerên civakî di bin vê sernavê gelemperî de vegotinên derûnî yên ji hev cuda,
mîna derûniya vegotinî yên rexneyî guherto yên cur bi cur bi peşxistin û him ji pirsgirekên xwe
yên nîskok him jî ji aliyê bingeha derûnnasiyê ve jî ji hev cuda bûn. Di vê gotarê de vegotin û
xebatên vegotine ên çawanî lê belê cudatiya rebazê bingehîn ya sereke li pişt wê berpêbûna
çalakiya vegotinê ku ava bike û taybetiyên ku hatin avakirin, retorikî û argumentatîfî tê girtin
dest dê bi kurtasî were diyarkirin. Bi dawîn dîroka xebatên vegotinên bingehîn a derûnnasiyên
yên ku Tirkiye yê û qada xebatên ve were veguhêztin.
Peyvên sereke: vegotin, çalakî, derûnnasî, derûnnasiya vegotinî,dahûrîna vegotina rexneyî
Discourse Studies and Psychology
Sibel Arkonaç
Psychology researchers in Turkey have newly met psychology-based discourse analysis and
discourse studies. So the purpose of this article is to get the reader acquainted with this epistemological stance. From the second half of 1980’s this epistemological stance and its method of
analysis, under the rubric of discourse analysis, brought a radical, an alternative understanding
54 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
of psychology. In 1990’s social researchers were differed from each other under this general
“discourse analysis” title. Focusing on different problems and working on different analytical
grounds social researchers have developed some versions of discourse analysis like discursive
psychology, critical discursive psychology or critical discourse analysis. Along the article the
components of discourse like its action orientation, argumentative and rhetorical orientation,
and its constructive as well as constructed orientation will be explained and discussed. Finally
the history of psychology-based discourse studies in Turkey will be described briefly.
Keywords: discourse, action, psychology, discursive psychology, critical discourse
Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi ve
Etki Büyüklüğü Tartışmalarının
Psikoloji Araştırmalarına Yansımaları
İdil Işık*
Psikoloji araştırmalarında nicel verinin analizi için kullanılan istatistiksel testlerin temel mantığı “Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi” (Null Hypothesis Significance TestingNHST1) üzerine kuruludur. Ancak bir karar verme sistematiği olarak NHST, pek çok
araştırmacı tarafından yıllardır ciddi şekilde eleştirilmektedir (örn., Cohen, 1994; Gigerenzer, 1998a ; Rosnow ve Rosenthal, 1989; Thompson, 1999).
Psikoloji araştırma yöntemleri ve istatistiksel analiz konularında, lisans ve lisansüstü
eğitiminde NHST temel öğretilerden birisidir. Pek çok psikoloji öğrencisi için NHST
şu sürecin işlemesine neden olur: Veriye ve hipoteze uygun istatistiksel analizi yap;
istatistik test değeri ile birlikte ortaya çıkan p değerine bak; sonucun “sıfır nokta sıfır
beş”ten2 küçük olup olmadığına bak; küçük ise istatistiksel olarak anlamlıdır. Sonuç
anlamlı ise, değişkenler arasında bir ilişki vardır ya da bağımlı değişken açısından
gruplar arasında fark vardır ve “sevinç” hissedilir; eğer sonuç anlamlı değil ise, genelde “ben şimdi ne yapacağım?” düşüncesi ve hayal kırıklığı belirir. Sadece öğrenciler
değil, deneyimli araştırmacılar da benzer bir yaklaşım ile veri analizi yapabilmektedir
(Gigerenzer, 2004).
Bu süreç istatistik test değerinden ziyade p değerine odaklanılmasına neden olur ve
iki değişken arasındaki ilişkinin büyüklüğü hakkında fazla kafa yormadan, çoğu zaman da aslında istatistiksel anlamlılığın gerçekten bize ne söylediğini kesin olarak
kavramadan sürüp gidebilir. NHST’yi eleştiren literatür, psikoloji araştırmaları sonucunda elde edilen bulguların sunduğu bilgiyi kavramak için bu mekanik sürecin dışına çıkılması gerektiğini söylemektedir. Bu alanda basılı önemli eserlerden birisinin
yazarı olan Kline’nin söylediği gibi bu yöntem “alışıldığı şekilde ve üzerinde fazla dü* İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü
1 Bu makaleye konu olan ana kavramlar için, İngilizce literatürde aşina olduğumuz NHST, ES, CI kısaltmalarını kullanmayı tercih ettim.
2 Özellikle lisans öğrencileri arasında %5 kesme değeri için kullanılan söylem yaygın olarak budur. Öğretim ortamlarında kimi öğrencilerin bu ifadeyi tam anlamlandıramadan kullandığını gözlemleyebiliyoruz.
56 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
şünmeksizin” kullanılmaktadır (kişisel iletişim, 2013)3. Bunun dışına çıkmak için veri
analizinde, p değeri yanında, istatistik test değerinin büyüklüğüne (t, F, r vb.) bakılması; istatistiksel güç (Statistical Power), etki büyüklüğü (Effect Size-ES) ve güven aralığı
(Confidence Interval-CI) gibi ek değerlerin incelenmesi önerilmektedir.
NHST konusunda çok geniş uluslararası eleştirel literatür mevcut olmasına rağmen,
araştırma bulgularının raporlamasında ağırlık halen istatistiksel anlamlılık üzerindedir. Ancak farklı disiplinlerden ve ülkelerden araştırmacıların, NHST tartışmalarını
kendi alanlarına entegre etmeye çalıştıkları, bu amaçla NHST konusunu temel alan
teorik makaleler yayımladıkları görülmektedir. Bu girişimler neticesinde, özellikle ES
ve CI raporlaması konusunda zaman içinde gelişme kaydedilmektedir. Önümüzdeki
günlerde bu konunun daha fazla sayıda araştırmacının dikkatini çekeceği de anlaşılmaktadır. Örneğin, anlamlılık testi tartışmalarına işaret eden NHST kısaltmasının
yanında EST (Effect Size Testing; etki büyüklüğü analizi) kısaltmasının da karşımıza
çıkması bu eğilimin bir işaretidir (Cortina ve Landis, 2011).
Uluslararası literatürde NHST’ye dair kapsamlı tartışmalar sürerken, ülkemizde araştırma bulgularını istatistiksel anlamlılığının ötesinde ve olguları açıklayıcı gücü açısından irdeleyen psikoloji bilimi özelinde yeterli bir tartışma ortamının olmadığını
söyleyebiliriz. Psikoloji alanındaki araştırmaların basılabileceği yerel akademik dergiler kısıtlıdır; bunlarda da etki büyüklüklerinin raporlanmasına dair ortak bir politikadan bahsedemeyiz. Türk Psikoloji Dergisi yazım kurallarına göre, derginin Haziran
2013 tarihli, 71. Sayısında da belirtildiği gibi “Tüm yazılar Amerikan Psikologlar Birliği tarafından yayımlanan ‘Publication Manual of American Psychological Association4
(5. Baskı), 2001’ adlı kitapta belirtilen yazım ilkelerine uygun olarak yazılmalıdır.” (s.
120). APA, NHST tartışmalarının sonucunda, araştırmaların bilimsel katkısını arttırmak için bulguların raporlamasında esas alınacak ilkeleri zaman içinde değiştirmiş;
örneğin, etki büyüklüğünü raporlama gereği altıncı basımda (2010) kesinlik kazanmıştır. Dolayısıyla TPD’nin APA yazım rehberinin 5. Basımını (2001) rehber olarak
kullanmaya devam etmesi, güncel gelişmelerin yeni yayınlara aktarılmasında yönlendirme eksikliğine neden olmaktadır. Ayrıca, TPD yazım kurallarına göre etki düzeyinin raporlanmasının gerekli olduğu, “Sıklıkla kullanılan istatistiksel teknikler, metin içinde rapor edilirken aşağıda belirtilen şekilde olmalıdır: Varyans analizi: ....yaş
değişkeninin temel etkisi anlamlıdır (F(1,123) = 5.43, p < .05, η2= .05)” ifadesinde,
sıklıkla kullanılan bir etki büyüklüğü ölçütü olan eta-kare (η2= .05) teriminden anlaşılmaktadır (TPD, 2013, s. 20). Ancak burada sadece ANOVA testi için örnek verilmesi,
ancak bu terimin ne olduğunun açıklanmaması, araştırmacıların diğer istatistik analizlerine ve raporlarına etki düzeyi bakışını yerleştirmeleri açısından bir yönlendirme
sağlamamaktadır.
NHST eleştirel yazınının araştırmalara yansıma sürecini incelediğimizde, meta-analiz çalışmalarının araştırmacıların p değerine odaklanarak çalışma eğilimini değiştirmek için bir tetikleyici olduğu görülmektedir. Ülkemizde psikolojinin çeşitli araştırma
alanlarında basılı meta-analiz çalışmalarına da nadiren rastlanmaktadır. ULAKBIM
sosyal bilimler veritabanında “meta analiz” anahtar kelimesi ile tarama yapıldığında
29 adet eser listelenmektedir5. Bunlardan 14 tanesi ilgili araştırma alanındaki mevcut
araştırmaların harmanlandığı meta analiz çalışmalarıdır; iki makale meta analiz teknikleri ile ilgilidir. Ampirik meta analiz araştırmalarından 10 tanesi eğitim bilimleri
alanıyla ilgili dergilerde yayımlanmıştır. Geri kalan dört çalışma “Polis Bilimleri Dergi-
3 Bu makalede Rex B. Kline’den yapılan ve tırnak içinde verilen alıntılar, kendisi ile yaptığım yüz yüze
görüşmeden alınmıştır. Rex B. Kline ile İstanbul’da 9 Temmuz 2013 tarihinde NHST hakkında yüz yüze
yarı yapılandırılmış mülakat yaptım; yaklaşık 1.30 saat süren görüşmenin ses kaydını yaptım. Görüşmeyi
deşifre ettikten sonra kendisi ile paylaştım ve bu makalede görüşlerine yer vermek üzere bilgilendirilmiş
onayını aldım. Bu görüşmeden alıntılar, metin içinde ilk kez “kişisel iletişim” olarak verildikten sonra,
metinde okuma kolaylığı yaratmak için “k.i., 2013” olarak verilmiştir.
4 Bu eser makalenin kalan kısmında “APA yazım rehberi” adıyla verilecektir.
5 9.1.2014 tarihinde yaptığım tarama sonucudur.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 57
si”, “Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi”, “Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi
Dergisi” ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi İşletme Dergisi”nde yayımlanan
makalelerdir. Bu meta analiz eserlerinin ilgilendiği konular farklı hedef kitlelerdeki
psikolojik süreçlere işaret etmekle birlikte, “Türk Psikoloji Yazıları” ya da “Türk Psikoloji Dergisi”nde meta analiz çalışmasına rastlanmamış olması, psikoloji alanında etki
büyüklüklerini harmanlayan bilginin eksik kaldığına işaret ediyor.
Ülkemizdeki psikoloji yazınında var olduğunu düşündüğüm bu eksikliklerden yola çıkarak bu makalede amacım, NHST’nin ne olduğunu, NHST sistematiği ile araştırmacının hangi bilgilere ulaşabildiğini ya da ulaşamadığını, bu sistematiğin hangi yönlerden
eleştirildiğini ve NHST’nin eksiklikleri ile başa çıkmak için atılması gereken adımların
neler olduğunu özetlemektir. Bu çerçevede takip eden bölümlerde mevcut literatürü
özetledikten sonra, bu makale için Türk Psikoloji Dergisi’nde yayımlanan makaleler
üzerinde yaptığım sistematik taramaya dayalı gözlemlerimi sunacağım ve NHST tartışmalarının ülkemizdeki araştırmalara entegre edilmesi için yapılabilecekler konusunda öneriler getireceğim.
NHST İkili Karar Sistematiği
Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi’ne göre, yokluk hipotezinde (H0), ilgilendiğimiz değişkenler arasında anlamlı bir ilişki olmadığını ya da bağımsız değişkenin oluşturduğu alt gruplarda bağımlı değişken açısından farklılık olmadığını iddia etmekteyiz.
Yokluk hipotezine alternatif olarak ortaya attığımız hipotezde (H1) ise, anlamlı ilişki
ya da farklılık olduğunu tahmin etmekteyiz. Bu modele göre, bu iki hipotezden birisini
reddederken, yapılan hata düzeyi, araştırmanın sonunda ulaşacağımız yargıyı belirler.
Bu karar sırasında, iki temel hata yapmamız mümkündür. Yokluk hipotezi doğru iken
reddedebiliriz (Hata Tipi I) ya da yokluk hipotezi yanlış iken reddetmeyebiliriz (Hata
Tipi II).
I.Tip hata, istatistiksel anlamlılık düzeyi ile ilgilidir. Eğer araştırmacı, yokluk hipotezini reddederken hata olasılığı %5’ten fazla ise yokluk hipotezini desteklemiş oluruz;
dolayısıyla fark olduğunu iddia ettiğimiz alternatif hipotezi devre dışı bırakmaktayız
(Tablo 1). Araştırma geleneğinde, araştırmacılar I. Tip hatanın ortadan kaldırılmasını
daha fazla önemsemektedir; çünkü bu hata türünde araştırmacı var olmayan bir etkinin var olduğunu iddia ederek, bazı araştırmacıların belirttiği gibi “kolayca aldatılabilen kişi” durumuna düşmekte (gullibility, Rosenthal ve Rosnow, 2008) ya da “kusurlu”
(error of commission) bir davranış sergilemektedir (Ellis, 2010). Bu sebeple araştırmacıların yöntem eğitiminde bu hataya daha fazla atıf vardır.
Tablo 1.
NHST Karar sistematiği ve hata türleri
H0 hipotezini
Reddet
H0 hipotezini
Reddetme
H0 Doğru
H0 Yanlış
İsabetli karar
(1-alfa)
Hata Tipi II
(Beta)
Kabul edilebilir en yüksek hata düzeyi: .20
Hata Tipi I
(Alfa)
Kabul edilebilir en yüksek
hata düzeyi: .05
İsabetli karar
(1-Beta)
İstatistiksel Güç
58 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
II.Tip hata ise, iki değişken arasındaki nedensel ya da korelatif bir bağ bulunmasına
rağmen, bu ilişkinin var olmadığı yönünde bir karar verildiğini gösterir. “Körlük” (Rosenthal ve Rosnow, 2008) ya da “ihmal” (error of omission; Ellis, 2010) olarak isimlendirilen bu hatanın en fazla %20 düzeyinde olması kabul edilebilir (Cohen, 1988).
Bu hata türü, araştırmada bir etki var iken, mevcut araştırma örneklemi ve tasarımı
ile ne düzeyde gözden kaçırılabildiğine dair bilgi vermektedir.
Görüldüğü gibi, NHST iki hipotez üzerine kuruludur; bu hipotezlerden birisi doğru
olduğunda, diğeri doğru olamaz. Veriyi analiz etmek için kullanılan istatistik testleri,
örneklemden elde edilen değer ile H0 hipotezinde tanımlanan evrene dair parametre
arasındaki farkı, örneklemden kaynaklanan hatayı dikkate alarak hesaplar. Araştırmacı iki hipotez arasında seçim yaparken ortaya çıkma olasılığı olan iki farklı hatadan
kaçınmak durumundadır.
İşte NHST’nin bu ikili yapısı içinde karşımıza çıkan istatistiksel anlamlılık ve istatistiksel güç olgularını takip eden bölümde daha detaylı açıklayacağım. Ayrıca NHST
sistematiğine dair eleştirilere geçmeden önce, etki büyüklüğü olgusunun ne olduğuna
da kısaca değineceğim, çünkü etki büyüklüğünün anlaşılmasının NHST’nin eleştirilen
yönlerini kavramak açısından yardımcı olacağını düşünüyorum.
İstatistiksel Anlamlılık
İstatistiksel anlamlılık önceki bölümde belirtilen hatalardan birincisi ile ilgilidir; burada alfa ve p değeri olmak üzere iki kavram gündeme gelmektedir6 (Gigerenzer, 2004).
Alfa, I. Tip hatayı sergileme olasılığıdır; yani H0 doğru kabul edilecek olursa, H0 hipotezinin reddedilmesinin koşullu olasılığıdır. Bu koşullu olasılık araştırmanın aynı evrenden örneklemlerle tekrarlanması halinde ortaya çıkabilecek hata düzeyidir. Standart
bir değer olarak genelde 0.01 ya da 0.05 olarak seçilir. Eğer farklı bir değer seçilecek
olursa genellikle 0.05’ten daha düşük olan değerler seçilir. Alfa değeri, analizler yapılmadan seçilen kıstastır.
p değeri ise H0 hipotezinin doğru olduğu koşul kabul edilerek, aynı araştırmanın tekrarlanması halinde, gözlenen test değeri ve daha uç bir değerin ortaya çıkma olasılığını gösterir. Bu olasılık da H0 hipotezinin doğru olduğu sayıltısı7 altında hesaplandığı
için, koşullu olasılık düzeyidir. Gözlenen olasılık değeri olarak p, Gigerenzer’in (1993,
2004) de isimlendirdiği gibi “anlamlılığın tam seviyesi” dir. NHST sürecinde, p değerinin alfa değerinden düşük olmasını bekleriz. Yani, I. Tip hatanın replikasyonlarda
ortaya çıkması beklenen en yüksek düzeyini gösteren alfa değerinin, gerçek veriden
elde edilen gözlenen bulgunun replikasyonlarda ortaya çıkma olasılığını gösteren p
değeri ile karşılaştırılması istatistiksel anlamlığa dair çıkarım imkânı verir.
NHST eleştirel literatürüne katkıda bulunan yazarlar, alfa ve p değerinin sıklıkla karıştırıldığını söylemektedir (Hubbard, 2004; Mulaik, Raju ve Harshman, 1997). Bunun
neticesinde istatistiksel anlamlılığın ne olduğuna dair pek çok yanlış tanımın ortaya
çıktığını ve bu yanlış anlamaların öğrenciler, deneyimli araştırmacılar ve hatta istatistik ve yöntem dersi veren öğretim üyeleri arasında dahi görüldüğünü söylemektedir.
Bu konuyla ilgili olarak ilerleyen bölümlerde daha fazla bilgi vereceğim.
Dolayısıyla, p< .05 olması halinde, istatistiksel anlamlılık şuna işaret eder: Aynı araştırmanın, benzer özelliklerdeki örneklemlerde tekrarlanması halinde, elde edilen ilişki ya da farka ilişkin istatistik test değerlerinin %5’inden daha azı, gözlenen bulgular-
6 Alfa ve p değeri olasılık değeri olarak iki temel teorik yaklaşıma dayalıdır: (1) H0 hipotezinin doğru
olduğu sayıltısı altında hesaplanan, koşullu olasılık düzeyleridir. (2)“Sıklıkçı” (frequentist) istatistiksel
kestirime dayalıdır; yani, tekrarlı random denemeler sonucunda bir çıkarıma varılabilir ve ilgilenilen
olgunun bu tekrarlarda ne sıklıkla gözlendiği, olgunun olasılığını verir.
7 Sayıltı: İngilizce “Assumption” kelimesi için ön kabul anlamında kullanılmaktadır.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 59
dan daha uçlarda (düşük ya da yüksek) bir sonuç verecektir. Bu sonuç elde edildiğinde
H0 reddedilir ve alternatif hipotez için destek elde edilmiş olur.
Görüldüğü gibi istatistiksel anlamlılığın ne olduğunu açıklamaya çalışırken gözlenen
ilişki ya da farkın ne düzeyde olduğuna dair atıf yer almadı. Tek vurgu I. Tip hatanın
ve gözlenen bulgunun ortaya çıkma olasılığıdır. Oysa araştırmacıların esas amacı, ilgilendiği araştırma sorusunun içinde yer alan değişkenler arasında ne tür bağıntılar
olduğu ve bu bağıntıların ne kadar güçlü olduğunu anlamak ve açıklamaktır. Yani etki
büyüklüğünü anlamaktır; ancak istatistiksel anlamlılık bu konuda bilgi vermez. Daha
da ötesinde NHST’deki p değeri vurgusu esasen ilişkilerin önemsenecek düzeyde olup
olmadığı sorusundan da araştırmacıları uzaklaştırmaktadır.
İstatistiksel Güç
İki değişken arasında korelasyonel ya da nedensel bir ilişki, dolayısıyla bir etki var
olmasına rağmen, yapılan araştırma sonucunda bu etki fark edilemeyebilir. Daha önceki bölümde de bahsedildiği gibi bu hata II.Tip hata türüdür ve beta değeri olarak
bilinmektedir. Bunun tamamlayıcısı olan doğru karar, yani 1-beta ise, bir etkinin doğru şekilde tespit edilebilme ihtimalini vermektedir ki bu da “İstatistiksel Güç” olarak
isimlendirilmektedir. İşte, eleştirel literatür, araştırmacıların bulgularını istatistiksel
güç açısından da yorumlaması gerektiğini söylemektedir. Yani araştırmamızda eğer
bir etki var ise, yaptığımız ölçüm ya da inceleme, bu etkinin varlığını tespit etmek
ve göstermek açısından ne kadar güce sahiptir sorusuna cevap bulunmalıdır. Araştırmanın istatistiksel gücünün düşük olması, örneklemden hareketle evrene dair hatalı
çıkarımlar yapılmasına neden olmaktadır.
Bir analizin istatistiksel gücünü şu faktörler belirlemektedir ve bir analizin gücü bu
dört unsur yüksek olduğunda en yüksek düzeye ulaşır (Ellis, 2010; Murphy ve Myors,
2004):
(a) Araştırmanın ölçüm araçlarının ve tasarımının bir etkiyi tespit etmekteki hassasiyet
düzeyi: Geçerliliği yüksek ölçüm araçları ve karıştırıcı değişkenlerden kaynaklanan istenmeyen varyansın en aza indirildiği araştırma tasarımları ölçüm hassasiyetini yükseltecektir; böylelikle istatistiksel güç artacaktır.
(b) Var olan etkinin büyüklüğü: Gerçek yaşamda var olan etki büyük ise istatistik testler tarafından da kolaylıkla tespit edilecektir.
(c) Örneklem büyüklüğü: Örneklemin büyük olması, evrene ilişkin daha doğru kestirim yapılmasını sağlar; dolayısıyla, analizin etkiyi tespit etmesini sağlayan hassasiyeti
de yükselecektir. Geniş örneklem, istatistik testlerin gücünü de yükseltmektedir. Araştırmanın örneklemi büyüdükçe, istatistik test değeri büyüyecek, p değeri küçülecektir.
(d) H0 hipotezinin reddedilmesi için konulan kesme değerinin ne kadar tutucu olduğu:
H0 hipotezinin reddedilmesi için seçilen p değeri çok tutucu olmadığında, yani %5 ve
daha büyük olduğunda, testin istatistik gücü de yükselmektedir. p değerinin %5’ten
daha düşük olması etkinin tespitini zorlaştırmaktadır. Bu sebeple araştırmacı, araştırma sorusunun gereklerine göre farklı bir alfa değeri seçebilmelidir. Örneğin, etki
düzeyi ve bu etkiyi tespit etme hassasiyeti yüksek deneysel tasarım kullanan bir araştırmacı alfa değerini %5 seçmek zorunda olmamalıdır.
Sonuç olarak, istatistiksel güç kavramı, araştırmacıların NHST mantığı içinde sadece
I. Tip hataya odaklanarak, mekanik bir şekilde H0 hipotezini “destekle” ya da “reddet”
kararına sıkışmasının önüne geçmektedir. Çünkü araştırmacı, ilgilendiği olgular arasındaki etkinin büyüklüğünün taşıdığı önem, bu etkiyi tespit edebilmek için kullandığı
araçlar ve araştırma tasarımının hassasiyeti, gereken örneklem büyüklüğü ve standart p değerleri yerine araştırmanın gerektirdiği bir p değerini bilinçli şekilde seçmek
durumundadır. Yani bu süreçte araştırmacılar, tek bir p değeri üzerinden mekanikle-
60 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
şen bir karar yerine, analitik ve aktif bir rol üstlenmeye başlayacaktır.
Etki Büyüklüğü
Etki büyüklüğü, incelediğimiz olgu çerçevesinde, değişkenler arasındaki korelasyonel
ya da kestirimsel ilişkinin ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren standart ölçüttür (Kelley ve Preacher, 2012; Murphy ve Myors, 2004). İstatistiksel anlamlılığın daha önceki
bölümlerde detaylı şekilde verilen tanımından yola çıktığımızda, p değerinin ilgilendiğimiz olguyla ilgili değişkenler arasında gözlenen bağların gücü ve önemi konusunda
bilgi vermediğini biliyoruz. İşte NHST’ye eleştirel yaklaşan araştırmacılar bu kısıttan
yola çıkarak ek bir ölçüt ile elde edilen bulgunun ne düzeyde önemsenmesi gerektiği
hakkında fikir elde etme çabasına girmiştir; araştırmacıları da bu yönde teşvik etmektedirler (Fritz, Scherndl ve Kühberger, 2013). Yani istatistiksel anlamlılığa sahip olan
bir korelasyon ya da farkın büyüklüğü, iki değişken arasındaki etki hakkında ne söylemektedir? Etki büyüklüğü bu sorunun cevabını veren standart bir değerdir (Murphy
ve Myors, 2004).
NHST ELEŞTİRİLERİ
Fark edildiği gibi önceki bölümde NHST karar sistematiği içinde yer alan ana kavramları tanıtırken dahi, istatistiksel anlamlılığın eleştirilen yönleri ile istatistiksel güç
hesaplamalarının NHST’nin kısıtlılıkları ile başa çıkmak için katkısından bahsetmek
durumunda kaldım. Bu bölümde, NHST eleştirilerini daha sistematik şekilde özetleyeceğim. Takip eden bölüm ise bu sorunlarla başa çıkmak için sunulan öneriler üzerine
odaklanacak.
1. NHST’nin bir model olarak taşıdığı sorunlar
NHST’nin karmaşık yapısı, bunun sonucu olarak mekanik bir araç olarak kurgulanması, modelde iki farklı hata olasılığı söz konusu iken I.Tip hataya vurgu olması, örneklem genişliğinden etkilenmesi ve istatistiksel kestirim açısından katkı sağlamaması,
NHST’nin bir model olarak sorunlu yönleridir.
a. NHST’nin araştırmacıları mekanik karar vermeye iten yapısı
NHST’nin mekanik yapısına dair eleştirileri NHST’nin tarihçesinden yola çıkarak tartışabiliriz.
Harlow, Mulaik ve Steiger (1997), NHST’nin güncel kullanımının, R. Fisher’in 1920’li
yıllardaki yaklaşımı (Robinson ve Wainer, 2001) ile 1930’lu yıllarda J. Neyman ve E. S.
Pearson’un ortaya attığı görüşlerin hibrid şekli olduğunu söyler. Fisher modeli (p modeli), sadece yokluk hipotezini ortaya atar, alternatif hipotez yoktur (Morgan, 2003).
Yokluk hipotezinin altında, verinin koşullu olasılığıyla ilgili bir tahmin yapmaya çalışır
ve istatistik test sonucunda ortaya çıkan olasılığı p değeri olarak isimlendirir. Bugün
geleneksel olarak Fisher’e atfedilen 0.05 ve 0.01 anlamlılık düzeylerinin bütün çalışmalarda kullanılması gerektiği konusunda aslında Fisher’in bir yönlendirmesi olmadığı söylenmektedir (Inman,1994; Kline, 2004). Bu değerin alfa değeri olarak vurgulanışı, tüm araştırmalar için karar kriteri olarak kabul edilişi ve modele alternatif
hipotezin eklenişi Neyman-Pearson yaklaşımının sonucudur (Hubbard, 2004; Hubbard ve Armstrong, 2006) .
Hubbard ve Ryan (2000), 1940-1960 tarihleri arasında, istatistiksel analizlerin kullanımının yaygınlaştığını ve NHST’nin standart bir prosedür olarak yerleştiğini söylemektedir. Bu standartlaşma kestirim süreçlerindeki öznel yargıları ortadan kaldırmak
açısından yararlı olmakla birlikte, NHST araştırmacılar tarafından ikili (dichotomous)
karar aracı olarak giderek mekanikleşerek kullanılmaya başlanmış ve 1970’lerden iti-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 61
baren özellikle bu yönüyle eleştirilmeye başlanmıştır.
Bu bilgiler ışığında NHST karar sistematiği sürecinde araştırmacıların mekanikleşen
yaklaşımlarının şu aşamaların hepsinde olduğunu söyleyebilirim: (a) I. Tip hata düzeyinin en fazla %5 olarak seçilmesi; (b) istatistik testlerin, bir analizin gerektirdiği
koşullara (temel sayıltılar) bakılmaksızın kullanılması; (c) elde edilen test istatistik
değerinin büyüklüğüne bakmadan sadece p değeri nin %5’ten büyük ya da küçük oluşuna göre istatistiksel anlamlılık ile ilgili karar verilmesi, (d) bu kararın H0 hipotezini
red ya da kabul ilkesi ile rapor edilmesi; (e) bu bulgunun taşıdığı anlam hakkında
derinlemesine ve analitik bir değerlendirme yapılmaması. Bu sürecin ürünü olan makalelere bakıldığında, ifadelerin ve sayısal değerlerin adeta bir şablona yerleştirilerek
yazıldığı hissi uyanmaktadır. Gigerenzer (2004) bunu “yokluk ritueli” (null ritual, s.
588) olarak isimlendirmektedir.
b. NHST’nin Tip I hatasına ağırlık vermesi
“İstatistiksel Güç” bölümünde de belirtildiği gibi, NHST karar sistematiğinde II.Tip
karar hatası ve bu karardan kaçınma seviyesini veren güç olgusu modelin temel yapı
taşları arasındadır. Ancak lisans ve lisansüstü eğitimde izlenen araştırma yöntemleri,
istatistik ve veri analizi öğretim teknikleri ağırlıklı olarak I.Tip hataya vurgu yapmaktadır. Örneğin, sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan istatistik programı SPSS son
yıllara kadar istatistik güç hesaplamasını kapsam içine almamıştır; bugün ise belli
başlı istatistik analiz teknikleri için gözlenen güç hesaplamaları yapılabilmektedir.
Tüm bunlar, araştırmacıların da temel kaygısının I.Tip hataya yoğunlaşmasına neden
olmaktadır (Nickerson, 2000).
c. NHST’nin örneklem genişliğinden etkilenmesi ve etki büyüklüğü ile ilgili yanılsamaya neden olması
Daha önce de belirtildiği gibi NHST sistematiğinde, eğer örneklem geniş ise küçük
bir etki dahi istatistiksel anlamlılık gösterecektir. İstatistiksel anlamlılık düzeyini8,
etkinin büyüklüğü ile örneklemin büyüklüğü belirler (Rosenthal ve Rosnow, 2008).
Örneklem büyüdükçe istatistiksel anlamlılık da büyüyecektir; bu etki büyüklüğü sıfır
olmadığı sürece doğrudur. Örneğin, geniş örneklemlerle çalışan kamuoyu yoklamaları
ya da epidemiyoloji araştırmalarında her türlü sonuç anlamlı çıkmaktadır (Nickerson, 2000). Küçük örneklemlerle yapılan çalışmalarda aynı büyüklükteki bir etki ise
istatistiksel olarak anlamlı çıkmayacaktır. Özellikle araştırma tasarımı ve ölçüm araçlarının doğru seçilmesi ile gerekli deneysel kontrollerin sağlandığı küçük örneklemli
deneysel çalışmalarda etkinin büyük olduğunun gözlenmesine rağmen, bulgunun istatistiksel anlamlılık vermediği için önemsenmemesi araştırmacıların sıklıkla yaptığı
hatalardan birisidir.
Burada NHST eleştirilerinin odak noktalarından birisi ortaya çıkmaktadır. Küçük örnekleme sahip ve tutucu p değerini tercih eden araştırmaların istatistiksel gücü de düşüktür; dolayısıyla, küçük de olsa var olan bir etkinin var olmadığı kararı verilecektir.
Oysaki küçük bir etkinin pratik ve klinik anlamlılığı yüksek olabilir.
d. Yokluk hipotezinin evrende her zaman yanlış olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesi
Aslında iki değişken arasındaki ilişki ve fark düzeyinin sıfır olması neredeyse
imkânsızdır (Nickerson, 2000); yani H0 gerçek hayat ve insanla ilişkili olgular için her
zaman yanlıştır. Bu sebeple iki değişkenin birbiriyle ilişkisi her durumda sıfırdan daha
büyük olacaktır. Araştırmalarda, bireysel ve gruplar arası farklılıkların her zaman var
olduğunu bilmemize rağmen bu farklılıkların sıfır (nil) olduğunu iddia ederek analizlere başlanmış olması eleştirilmektedir. Cohen (1994), “istatistiksel güç analizine
8 İstatistiksel Anlamlılık Düzeyi= Etkinin Büyüklüğü x Örneklem Büyüklüğü
62 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
dair çalışmaları sırasında sıfır hipotezinin her zaman yanlış olduğunu fark ettiğini”
yazmaktadır (s. 1000). Yani aslında yokluk hipotezi, hemen her zaman, hatta küçük
örneklemlerde dahi reddedilecek bir iddiadır. Cohen (1990), “Eğer H0 her zaman yanlış ise, bunu reddetmeyi bu kadar önemli kılan nedir?” diye sormaktadır (s. 1308).
Kısacası, küçük bir örneklemde gözlenen küçük bir fark, geniş bir örneklemle çalışıldığında kesinlikle istatistiksel olarak anlamlı çıkacaktır. Bunun sağduyu ile öngörülebildiği durumda, istatistiksel olarak desteklendiğini göstermenin pek bir esprisi
yoktur. Önemli olan bulunan farkın açıklayıcı etkisinin gösterilebilmesidir.
Buna bağlı olarak, özellikle büyük örneklemle yapılan çalışmalarda sonucun istatistiksel olarak anlamlı çıkması, araştırmacıların bu bulgudaki etkinin ne kadar büyük
olduğu konusunda kafa yormamasına neden olmaktadır. Aslında istatistiksel anlamlılıktan daha önemli olan, iki değişkenin ilişkisinin önemsenmeye değer büyüklükte
olup olmadığıdır.
2. NHST’nin araştırmacıların kullanımına bağlı sorunlu yönleri
Bakan, 1966 yılında yayımlanan makalesinde psikologların anlamlılık testini bir “yemek kitabı” (s. 428) gibi kullanma eğiliminde olduğunu, eğitimleri sürecinde anlamlılık testinin dayandığı matematiksel ve felsefi temellerin farkına varamadıkları için
de NHST sistematiğini pek çok yanlış anlamayla kullandıklarını belirtmiştir. Bakan
(1966) makalesinin girişinde, sunacağı eleştirilerin ve uygulamada rastlanan yanlış
yorumlar konusundaki gözlemlerinin aslında bir orijinalliği olmadığını, literatürde bu
konuda kaynakların olduğunu, ancak kendisine “kral çıplak” (s. 423) diyen kişi rolünü
biçtiğini söylemektedir. Dolayısıyla bu bölümde özetleyeceğim “kullanıcı hataları”nın
yaklaşık yarım asır önce Bakan’ın makalesinde de verildiğini (hatta öncesi de olduğunu Bakan söylüyor), ardından farklı araştırmacıların teorik ya da ampirik çalışmalar
yaptığını görüyoruz.
a. İstatistiksel anlamlılığın tanımına dair bilişsel çarpıtmalar
NHST’nin karmaşık yapısı nedeniyle, istatistiksel anlamlılığın ne olduğuna dair pek
çok yanlış anlama ortaya çıkmaktadır. Bakan’ın “yanlış yorumlama” (1966), Kline’nin
(2013) ise “bilişsel çarpıtma” (cognitive distortion) olarak isimlendirdiği bu yanlış anlamalar aşağıda özetlenmektedir:
i. p değeri elde edilen sonucun şansa bağlı olarak ortaya çıkma olasılığını gösterir: Bu
bilişsel çarpıtmayı anlayabilmek için önce “şans”ın ne demek olduğuna karar vermek gerekir. Araştırmacılar elde ettiği bulguların ortaya çıkmasında şansın etkisini
azaltmak ister; çünkü, bulgunun sadece bir “rastlantı”ya bağlı olmadığı ya da “kazara”
gerçekleşmediğine kanıt elde etmek ister. Böylelikle p< 0.05 olduğunda, bulgunun ortaya çıkmasında şansın payının en fazla %5 olduğu yönünde bir anlayış gelişmektedir. Eğer “şans” kavramı ile bu rastlantısallık anlatılmaya çalışılıyorsa, elde edilen bulgunun ortaya çıkma nedeni olarak sadece rastlantı faktörü üzerinde durulmaktadır.
Oysa bir olgunun ortaya çıkması tek bir nedene bağlı olamaz. Diğer taraftan “şans”
kavramı eğer “olasılık” yerine kullanılıyorsa; bu durumda NHST karar sistematiğinin
bütününün zaten bir olasılık sistemi olduğu unutuluyor demektir. NHST’ye eleştirel
yaklaşanlar p değerinin şans ile ilişkilendirilerek tanımlanmasının, kullanıcının p değerinin örnekleme hatasına bağlı olarak ortaya çıktığı yönündeki yanlış inanışından
kaynakladığını söylemektedir (Falk, 1998; Falk ve Greenbaum, 1995). Oysaki örneklemden kaynaklanabilecek hataların yanında ölçüm hataları, tasarım ve analiz sürecinin kendisi de açıklayıcı nedenler arasındadır (Kline, 2013).
ii. p değeri I.Tip hatanın ortaya çıkma olasılığını gösterir: Daha önceki bölümde p değeri ile alfa değerinin aynı şey olmadığını söylemiştik. Bu çarpıtmada alfa ile p değeri
karıştırılmaktadır.
iii. p değeri H0 hipotezinin doğru olma olasılığını gösterir: Bu çarpıtma, aslında NHST’nin
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 63
kesinlikle cevap veremeyeceği bir soruya atıfta bulunmaktadır. İstatistiksel anlamlılığın cevap verebileceği soru şudur: “Etkinin var olmadığı doğru kabul edildiğinde, elimizdeki verinin ortaya çıkma olasılığı nedir?” Olasılık olarak bu soru şu şekilde ifade
edilir: P(D| H0)9. Eleştirel literatür bu soru neticesinde araştırmacıların hipotez testi
yaptığı yanılsaması içine düştüğünü söylemektedir. Yani, “Elimizdeki veriye göre, yokluk hipotezinin doğru olma olasılığı nedir?” sorusunun cevaplandığı sanılmaktadır.
Oysaki P(H0|D)10 olasılığına dayalı bu ikinci soruya, p değeri cevap veremez.
Olasılık çalışmaları yapan teorisyenler bu iki sorunun farklı olasılık yöntemlerine dayalı olduğunu belirtiyor. Birincisi koşullu olasılıktır ve NHST’nin dayalı olduğu olasılık
hesaplaması budur. Diğeri ise Bayes olasılık perspektifi ile test edilebilecek bir sorudur. NHST’nin sorunları ile başa çıkmak için bu olasılık perspektifine geçiş önerileri
bulunsa da (örn., Kruschke, 2010) bu istatistik testlerine dair radikal bir yapılanma
gerektirdiği için pek de mümkün gözükmemektedir. Sonuç olarak, p değeri, H0 doğru
kabul edildiğinde, elimizdeki verinin ve bu verinin sunduğu bulgu ile bundan daha
ekstrem değerlerin ortaya çıkma olasılığıdır.
iv. p< 0.05 olduğunda, H1 hipotezinin doğru olma olasılığı %95’ten büyüktür: Burada p değerinin tamamlayıcısı olan 1-p değeri üzerinden bir hata yapılmakta ve yine
NHST’nin koşullu olasılık üzerine kurulu olduğu unutulmaktadır. Yani, NHST, elimizdeki veriye göre H0 hipotezinin doğru olma olasılığını vermiyorsa, H1 hipotezinin doğru olduğu konusunda da bilgi vermesi mümkün değildir. İstatistiksel anlamlılık, H0
hipotezinin reddedilip reddedilmediği bilgisini verir, ama H1 hipotezinin ne düzeyde
doğru olduğu konusunda olasılık bilgisi vermez.
v. p< 0.05 olduğunda, replikasyon çalışmalarında istatistiksel olarak anlamlı sonuç elde
etme olasılığı %95’ten büyüktür: Tanımı ve dayandığı sıklıkçı (frequentist) bakış gereği, p değeri replikasyona dolaylı yoldan işaret etmektedir; ama bir bulgunun replikasyonla doğrulanma olasılığı genelde 1-p değildir. Bir evrenden seçilmiş benzer
örneklemle yapılan çalışmaların ilgilendiğimiz değişkenle alakalı sunacağı bulgu örneklemler arası bir varyansa sahiptir. Ayrıca Greenwald, Gonzalez, Harris ve Guthrie
(1996), p < 0.05 koşulu altında evrendeki etki düzeyi ile bir örneklemdeki etki düzeyi
aynı olduğunda, aynı H0 hipotezinin replikasyon çalışmasında reddedilme olasılığının
%50 seviyelerinde olduğunu göstermiştir.
Görüldüğü gibi istatistiksel anlamlılığa dair bilişsel çarpıtmalardan ilk üçü p değeri
ile diğer ikisi ise p’nin tamamlayıcısı olan 1-p değeri ile ilgilidir. NHST eleştirisi yapan
araştırmacılar bu çarpıtmaların, NHST’nin karmaşık yapısından kaynaklandığı kadar,
araştırmacıların aslında esas anlamak ve sormak istedikleri şeyin bu çarpıtmalarda
yattığını, ama NHST’nin bu sorulara yanıt verme gücü olmadığını söylemektedir.
Rosenthal ve Gaito (1963), Nelson, Rosenthal ve Rosnow (1986), Oakes (1986), Zuckerman, Hodgins ve Rosenthal (1993), Poitevineau ve Lecoutre (2001), psikoloji araştırmacıları, öğrencileri, istatistikçiler, araştırma yöntemleri ve istatistik dersi verenler
arasında bu bilişsel çarpıtmaların ne oranda sergilendiğini incelemişlerdir. Bulgular,
istatistiksel anlamlılığın ne olduğu konusunda tüm hedef kitlelerde az ya da çok bilişsel çarpıtmalara rastlandığını göstermektedir.
b. Akademik arenada istatistiksel anlamlılığa sahip bulgulara verilen abartılı
önem
NHST sistematiği, kullanıcılarda “anlamlı olmayan bir sonucun bilimsel değerinin de
olmayacağı” algısını uyandırmaktadır. Bu algının yaratılmasında bilim camiası ve dergilerin eğiliminin de önemi büyüktür. Rosenthal (1979), istatistiksel anlamlılığı yaka9 D: Data, P: Probability
P(D| H0): H0 koşulu altında datanın ortaya çıkma olasılığı.
10 P(H0|D): Dataya dayalı olarak ya da data koşulu altında H0 hipotezinin ortaya çıkma olasılığı.
64 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
lamış çalışmaların akademik dergilerde basılma olasılığının daha yüksek olduğuna,
diğerlerinin ise çekmecelerde unutulup gittiğine (File Drawer Problem) işaret etmektedir. Bu durum meta-analiz çalışmalarının da sonuçlarını etkilemektedir. Dergilerde
basılan, dolayısıyla meta-analize dâhil edilen araştırmaların çoğunluğu istatistiksel
anlamlılık düzeyini yakalamış bulgulara sahiptir. İlgilenilen olguya dair çoğunluğu
anlamlı çıkan sonuçlar üzerinden meta- analiz yapılması yanlı genel değerlendirmelere ulaşılmasına neden olmaktadır.
c. NHST’nin sayıltılarının karşılanmadan kullanılması
Eleştirel literatür, NHST’nin kendi sayıltılarına uyularak kullanılması halinde işlevi
olabileceğini söylemektedir. Örneğin, Kline’ye göre (k.i., 2013), “p değeri ancak bir
analizin temel sayıltıları karşılandığı durumlarda doğrudur. İstatistiksel yazılımlardan elde edilen sonuçlarda yer alan p değerleri yanlıştır; çünkü bizler bu analizleri,
anlamlılık testinin temel sayıltılarını hiçe sayarak kullanmaktayız”. Bu görüşü t-testi
örneği üzerinden açıklayabiliriz. t-test için sayıltılar şunlardır:
i. Katılımcılara seçkisiz örnekleme yöntemi ile ulaşılmış olması gerekmektedir. Oysa gerçek olasılıklı örnekleme tekniğinin kullanıldığı ve evrende her bir katılımcıya örnekleme girmek açısından eşit şans veren çalışmaların sayısı çok azdır. Araştırmacıların en
sık kullandığı yöntem, en kolay ulaşabildikleri kişilerle çalışmaktır.
ii. Örneklemlerin bilinen evrenlerden elde edilmesi, iki grubun dağılımının normallik göstermesi ve her iki grubun varyansının eşit olması gerekmektedir. Bu sayıltıdan
küçük bir sapma, özellikle de küçük örneklemle çalışırken ve de seçkisiz örnekleme
yapılmadı ise t-test sonucunun ve p değerinin doğruluk düzeyine çok etki yapar. Wilcox ve Keselman (2003) Student’s t-test, standart ANOVA, Pearson product-moment
korelasyonu ve regresyon testlerinin normal dağılımdan küçük sapmalar gösteren
bir veri üzerinde uygulanması halinde elde edilen bulguların araştırmacıları yanlış
yönlendirdiğini, testin istatistiksel gücünü düşürdüğünü, etki büyüklüğünün ve güven
aralığının yanlış hesaplanmasına neden olduğunu söylemektedir. Modern robust istatistik teknikleri ile normallikten sapmaların ve uç değerlerin (outliers) test istatistiklerini daha az etkilemesini sağlayan istatistiksel prosedürler geliştirilmekle birlikte,
bu uygulamalar psikoloji araştırma pratiğine henüz tam olarak yansımamıştır. Wilcox
(1998) modern istatistik teknikleri ile psikoloji araştırmacıları tarafından kullanılan
teknikler arasındaki makas aralığının her gün biraz daha açıldığını söylemektedir.
iii. t-test, araştırmada yapılan ölçümlerin mükemmel şekilde güvenilir olduğunu varsayar. Yani hiçbir ölçüm hatası yoktur; oysaki insanla yapılan çalışmalarda ölçümden
elde edilen puanların hata içermemesi mümkün değildir. Bu hemen hemen hiçbir zaman sağlanamaz.
Araştırmacılar olarak bizler bir hipotezi test ederken uygun istatistik teste karar vermek için değişken sayısı, değişkenlerin içinde barındırdığı grupların sayıları ve değişkenlerin ölçümünde kullanılan ölçeklerin türüne bakarız. Ancak, verinin kaynağının
seçkisiz olarak elde edilmesi, ölçümlerin güvenilirliği ve dağılıma dair sayıltıların uygunluğu genellikle atlanan, bakılıyorsa dahi pek raporlanmayan yönleridir. Kline’ye
göre;
“Psikoloji araştırmalarında bu sayıltılar çok nadir karşılanır ve çoğu araştırmacı raporlarında örneğin t-test bulgularını sunarken bu sayıltılara yer vermez. Verinin bu
sayıltılar açısından ne durumda olduğuna dair kelime edilmez. Böylece, istatistik analizin sayıltıları ihlal edilir, bulgular hatalı hale gelir, p değeri en basit dille yanlış olur.
Yani anlamlılık testi, bu sayıltıların sunulduğu koşullar içinde çok nadir kullanılır.”
(k.i., 2013).
Bu da araştırma tasarımı ile istatistik arasındaki potansiyel uyumsuzluğu göz ardı
ederek, analiz tekniğinin otomatikleşerek kullanılması anlamına gelmektedir. Bu
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 65
uyumsuzluk, istatistiksel analizlerin yanlış sonuçlar vermesine neden olmaktadır. Bu
sayıltıların karşılanmaması durumunda p değerinin hatalı olacağını dikkate alarak bu
aşamaya da gereken önem verilmelidir.
d. Araştırmacılar tarafından yapılan hatalı yorumlar
Daha önce p değerine dair yanlış tanımlar ve bunların doğurduğu bilişsel çarpıtmaları
özetlemiştim. Bir diğer hata grubu ise NHST’den elde edilen bulguların yorumlanması
sırasında sergilenir. Esasen bu yanlış yorumlar, istatistiksel anlamlılığın tam olarak
ne olduğunu anlayamamaktan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, önceki bölümde verilen bilişsel çarpıtmalarla aynı temel üzerine oturmaktadır. Bu bölümün aslında, bilişsel çarpıtmaların yorumlara nasıl yansıdığını özetlediğini söyleyebiliriz.
i. Düşük p değeri, büyük etki demektir: İstatistiksel olarak anlamlı çıkan sonuçlar, elde
edilen test değerine ve mevcut araştırmalarda raporlanan etki büyüklüklerine bakılmaksızın, büyük etkiye işaret ediyormuş gibi yorumlanmaktadır. p değeri etkinin büyüklüğü hakkında bilgi vermez.
ii. H0 hipotezinin reddedilmesi demek, H1 hipotezinin doğrulandığı anlamına gelir: Tek
bir çalışmada H0 hipotezinin reddedilmesi, H1 hipotezinin her durumda doğru olduğunu göstermez; çünkü H0 karşısındaki alternatif iddia aslında tek değildir. Örneğin
iki grup arasında fark olduğu desteklendiğinde, bu fark bir birim de olabilir; beş birim
de olabilir. Bağımlı değişkende gözlenen fark ilgilendiğimiz bağımsız değişken tarafından kısmen açıklanırken, araştırma tasarımına dâhil edilmeyen pek çok değişken,
kalan varyansın ve hatta iyi bir deneysel kontrol sağlanmadı ise açıklandığı söylenen
varyansın da esas belirleyicisi durumundadır. Yani H1 durumu için mantıksal pek çok
alternatif açıklama vardır. Spesifik bir H1 hipotezinin doğrulanabilmesi için tüm alternatiflerin test edilerek reddedilmesi gerekir. Dolayısıyla H1 hipotezinin kabul edilmesi
mümkün değildir; ancak H0 hipotezinin reddedilmesi mümkündür. Bu yanılsama genelde araştırmacıların istatistiksel olarak anlamlı çıkan bir sonucun nedensellik hakkında da bilgi verdiğine inanmasına yol açmaktadır.
iii. İstatistiksel anlamlılık araştırmanın kaliteli ve başarılı olduğunu gösterir: H0 hipotezi, gerçekten bir etki olduğu için değil, aslında tasarım ve ölçüm problemleri sonucunda yanlış şekilde de reddedilebilir. İstatistiksel anlamlılık kaliteyi garantilemez.
iv. İstatistiksel olarak anlamlı olmayan sonuçlar araştırmayı “başarısız” kılar: Bazı durumlarda H0 hipotezinin reddedilmemesi bilinçli şekilde tercih edilir; bu bulgunun
“değeri” tamamen araştırma sorusuyla ve alandaki diğer araştırmaların bulgularıyla
gösterdiği tutarlılıkla alakalıdır. Alternatif hipotez için destek elde etmeye çalışırken
H0 hipotezinin reddedilememesi durumunda, araştırılan olgunun başka faktörlerden
etkilenebildiğine dair fikir üretilebilecektir; alternatif H1 iddialarının ortaya atılmasına zemin yaratması bir başarıdır.
v. Bir replikasyon çalışmasında iki çalışma istatistiksel olarak anlamlı olan ve olmayan
bulgular verirse doğrulama sağlanamadığı anlaşılır: İki çalışma farklı istatistiksel güç
ve örneklem büyüklüklerine sahipse, istatistiksel anlamlılık seviyeleri üzerinden karşılaştırılamazlar. Etki büyüklüklerinin birbirine yakınlığı replikasyonun işlediğini gösterir.
vi. Bir analiz p=.051 sonucunu veriyorsa istatistiksel olarak anlamlı değildir: NHST
öğretisi sonucunda alfa değeri kesinlikle uyulması gereken bir kesme değeri olarak
algılanmaktadır. Bunun sonucunda örneğin p=.049 istatistiksel olarak anlamlı kabul
edilirken, p=.051 istatistiksel olarak anlamlı değildir. Oysaki etki büyüklüklerine bakılacak olsa eşit oldukları görülecektir. Diğer taraftan kimi zaman p değerindeki belirgin
farklar, örneğin p değerinin bir araştırmada 0.03, diğerinde 0.07 olmasına rağmen,
etki büyüklükleri açısından hiçbir fark olmayabilir. Genellikle 0.05 üzerine çıkan yakın değerler, bulgunun marjinal ya da istatistiksel anlamlılığa yaklaştığını belirterek
66 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
raporlanmaktadır. Oysa bulgular alfa değerine bu kadar önem atfetmeden de yorumlanmalı ve raporlanabilmelidir.
Gordon (2001), Haller ve Krauss (2002) ve Lecoutre, Poitevineau ve Lecoutre (2003),
p değerine dair yanlış yorumlara odaklanan ampirik çalışmalarında, psikologların ve
hatta istatistikçilerin istatistiksel anlamlılık değerini yanlış yorumlayabildiğini göstermişlerdir. Yani Lecoutre ve diğerlerinin (2003) diliyle NHST’nin yanlış yorumları
karşısında “bağışıklığın olmadığı” (s. 42) anlaşılmaktadır.
Çözüm Önerileri
NHST’nin şu ana kadar özetlenen tüm kısıtlarıyla başa çıkmak için, literatürde bir dizi
önerinin sunulduğunu görüyoruz. Bu öneriler araştırmacılar tarafından kısmen uygulama pratiklerine de geçirilmiş olmasına rağmen psikoloji eğitiminin parçası haline
getirilmeleri ve yaygınlaştırılmaları gerekmektedir.
1. Etki Büyüklüğünün Raporlanması
Daha önce de tanımladığımız etki büyüklüğü, bağımsız değişkenin bağımlı değişken
üzerinde ne düzeyde etkiye sahip olduğunu gösteren standart bir ölçüttür (Murphy ve
Myors, 2004). APA yazım rehberi altıncı basımı (2010), istatistik analiz sonucunda anlamlı p değeri elde edilmediği durumlarda dahi etki büyüklüğünü gösteren standart
ilişki ya da fark (burada Cohen’in d puanı örnek olarak verilmiştir) indeksi ile raporlama yapılmasını istemektedir. Etki büyüklüğünün raporlanması iki işleve sahiptir:
(a) Etki büyüklüğünün araştırmalar arası karşılaştırmalardaki rolü: Aynı alanda gerçekleştirilen farklı araştırmalardan elde edilen test istatistik değerleri (t, F, r ya da x2
gibi), farklı örneklem büyüklükleri ve örneklem özellikleri nedeniyle karşılaştırılabilir sonuçlar vermemektedir. Bu karşılaştırmayı yapabilmek için gruplar arası farkları
ya da ilişki düzeyini veren standart bir puanlamaya ihtiyaç vardır. Rosenthal ve Rosnow (2008), bu ihtiyacı şu örnekle açıklıyor: Örneğin bir araştırmacı 80 katılımcı ile
gerçekleştirilen bir çalışmada, liderlik tarzının verimlilik üzerindeki etkisini araştırmış ve Tarz A’nın, Tarz B’den iyi olduğunu bulmuş olsun (t(78)=2.21, p< 0.05). Diğer
araştırmacı da aynı deneyin bir replikasyonunu 20 kişinin katılımı ile yapıp anlamlı
bir sonuç elde etmemiş olsun (t(18)=1.06, p=0.30). Bu bulguya göre ikinci çalışma,
birincinin sonuçlarını elde edilen t-test değeri ve p değeri açısından tekrarlamamaktadır. İki çalışmanın da sonuçları şu prosedürlere göre etkileri açısından karşılaştırılabilir: r, R-kare, eta, eta-kare, Cohen’s f gibi “ilişkinin standartlaştırılmış ölçümü” veya
Cohen’s d, Glass’s g ve Hedge’s d gibi “ortalamalar arasındaki standart fark”. Eğer bu
iki araştırmanın bulgularının standart ilişki düzeyi (r) ile karşılaştırması yapılacak
olsa aynı sonuçları elde ettikleri gösterilebilir (Rosenthal ve Rosnow, 2008, s. 56)11.
(b) Etki büyüklüklerinin yorumlanması: Bu standart etki büyüklüğü ölçütü, bulguları
“küçük”, “orta” ve “büyük” etkiye sahip şeklinde yorumlamaya imkân vermektedir. Cohen, “Statistical Power Analysis for the Behavioral Sciences” başlıklı kitabında (1988),
psikoloji araştırmalarının veri analizinde sıklıkla kullanılan d, r, R, R-kare, Cohen’s
f, eta ve eta-kare gibi ölçütleri, büyüklükleri açısından yorumlamaya rehberlik edecek, kendi deyimiyle “operasyonel tanımlar” vermiştir. Ancak, kitabın bütününde bu
tanımların “sadece birbirine göre değil, aynı zamanda davranış bilimlerinin belirli bir
alanı, belirli bir içerik ve araştırma kapsamında seçilen yöntem açısından da göreceli”
olduğunu belirtmektedir (Cohen, 1988, s. 25). Yani, konu ve yöntem açısından çok
geniş bir çeşitliliğe sahip davranış bilimleri gibi bir alanda, bulgunun etkisinin küçük,
orta ya da büyük olduğuna karar vermek için standart bir tanım yaratmanın riskli
olduğunu söylemektedir. Ancak, bu tanımların yine de geleneksel bir referans oluş11
.24 vermektedir.
formulü ile t değeri r değerine dönüştürüldüğünde her iki araştırma bulgusu r =
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 67
turma avantajı olduğunu belirterek operasyonel tanımlarına kitabında örneklerle yer
vermiştir. Bu kapsamda Tablo 2, farklı etki büyüklüklerinin yorumlanmasında kullanılabilecek değerleri vermektedir. Cohen kitabında (1988) sadece küçük, orta ve büyük etki değerlerini vermiş; bazı yazarlar ise tipik olarak gözlemlenebilecek düzeyin
üzerindeki etki büyüklüğünü de eklemişlerdir (örn. Leech, Barrett ve Morgan, 2008).
Küçük etki düzeyi kabul edilebilir en düşük etkiye işaret etmektedir.
Tablo 2.
Farklı Etki Büyüklüğü Endeksleri ve Yorumlanması (Cohen, 1988)
Ortalamalar arasındaki farkın
standartlaştırılması
d
1 ve
r
İlişkinin standartlaştırılmış ölçümü
R2
Cohen's
f
eta
eta-kare
Çok
Büyük
üzeri
.70 ve
üzeri
.49 ve
üzeri
.50
.45 ve
üzeri
.20
Büyük
.80
.50
.26
.40
.37
.1379
Orta
.50
.30
.13
.25
.24
.0588
Küçük
.20
.10
.0196
.10
.10
.0099
Cohen (1988) etki düzeyinin yorumlanması için verdiği kesme değerlerinin, araştırılan konuda fazla çalışmanın olmadığı yeni alanlarda işe yarayacağını söylemiştir. Yani,
kendi çalışmanızdan bir etki gözlemlediğinizde bunun büyüklüğünü anlayabilmek
için elinizde karşılaştırma yapacağınız hiçbir çalışma yoksa bu durumda işlevseldir.
Farklı araştırma alanları ve araştırma tasarımlarına göre ES düzeylerinin büyük ya da
küçük olarak yorumlanmasında ciddi bir değişkenlik olacaktır. Örneğin, eğer boylamsal bir çalışma yapıyorsak, 3-5 yıl sonrasına dair kestirimlerimiz açısından ES düzeyi
küçük olacaktır. Araştırmamız deneysel bir tasarıma sahipse, kontrollü veri toplama
imkânı varsa ES çok daha büyük olacaktır.
Bir araştırmada, elde edilen etki büyüklüğünün ne kadar önemseneceği araştırma konusuna, kullanılan araştırma tasarımına ve bu bulgunun gerçek hayata yansımalarına
bağlıdır. Elde edilen etkinin büyüklüğü üzerinde yorum yapabilmek için, araştırılan
konu ile ilgili olarak daha önce yapılmış çalışmalarda raporlanan etki büyükleri bir
rehberdir. Yani yeni çalışmada elde edilen etki, önceki etki büyüklüklerine göre ne düzeydedir? Etki küçük gözükse dahi, diğer araştırma bulgularına göre göreceli düzeyi,
ilgilenilen bağımlı değişkenin insan hayatı açısından etkisi nedeniyle önemsenmesi
gereken bir sonuç olabilir. Örneğin, insan hayatını riske atan çok çeşitli tehlike kaynağının bulunduğu bir üretim ortamında, iş ortamında yapılacak teknik iyileştirmeler ve
çalışanlara güvenli davranışları kazandırmayı hedefleyen eğitimler ile iş kazalarının
oranı arasındaki ilişkiyi inceleyen bir araştırma gerçekleştirdiğimizi düşünelim. Yapılacak teknik bir iyileştirme ve verilen eğitimler neticesinde beş yıllık zaman dilimi
içinde ölümlü kaza oranı %15’ten, %11’e düşmüş olsun. % 4 düzeyinde bir iyileşme
yaşandığını gösteren bir bulgunun ne kadar önemsenmesi gerektiği mevcut litera-
68 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
türdeki etki büyüklükleri ile karşılaştırılarak yorumlanabilir. Teknik iyileştirmeler ve
eğitimlerin etki büyüklüğü bu çerçevede yorumlanabilir. Ancak bunun daha ötesinde,
bu araştırmanın 1000 işçinin çalıştığı bir işletmede yapıldığını düşünecek olsak, bu
iyileştirici yaklaşımlar sonunda beş yılda en az 40 çalışanın hayatta kalacağını söyleyebiliriz. Aslında bir iyileştirici müdahale değil kırk, sadece iki kişinin dahi hayatta
kalmasını sağlıyorsa önemsenmesi gereken bir etkiye sahip olarak yorumlanmalıdır.
Bu örnek ayrıca bizi istatistiksel anlamlılığın kısıtları ile başa çıkmak için önerilen
pratik ve klinik anlamlılık kavramlarına getirmektedir.
2. Bulguların taşıdığı önem açısından değerlendirilmesi
Bilim insanları, uygulayıcılar, tüketiciler, yöneticiler, hastalar ve öğrenciler gibi bir
araştırma alanı ya da konusuyla ilgili kişiler acaba bir bulguyu önemi ve ne kadar
dikkate değer olduğu açısından nasıl yorumlamaktadır? Bu bulguya güvenerek bir
aksiyon almak konusunda ne düşünmektedir? Bu sorular Türkçeye “Dikkate Değer
Anlamlılık” (substantive significance) diye çevirebileceğimiz, bulguların klinik süreçlerde ve uygulamada taşıdığı öneme işaret eden anlamlılık ile ilişkilidir (Kelley ve Preacher, 2012).
a. Bulguların pratik anlamlılık açısından yorumlanması
Bir araştırmada etkinin büyüklüğü sadece ES indeksinin sayısal değeriyle ilişkili değildir. Etki büyüklüğü değerinden yola çıkarak çalışmanın ne kadar önemli olduğu ve
gerçek hayatta taşıdığı anlam hakkında bilgi ihtiyacı vardır (Kirk, 1996). Örneğin, cinsiyet ile liderlik yetkinliği arasındaki r = 0.40 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı
orta düzeyde bir korelasyon değeri, yani cinsiyet değişkeninin liderlik yetkinliğinin
%16’sını açıklıyor olması (R2), liderleri seçerken cinsiyete göre karar vermeye başlamak için yeterli olamaz. Yani bu bulgunun pratik bir anlamlılığı yoktur.
Pratik anlamlılık konusunu tartışmaya açan teorisyenler, bir bulgunun önemi açısından yargıya varması gereken kişilerin, bu bilginin “tüketicisi” durumundaki kişiler
olduğunu söyler. Bu kişilerin bir bulgunun gerçek hayata yansımaları ve bu bulguya
dayalı olarak alınan kararların sonuçları hakkındaki yargıları, bulgunun pratik anlamlılığını verir (Aguinis, Werner, Abbott, Angert, Park ve Kohlhausen, 2010). Liderlik
yetkinliği ile ilgili örnekten hareket edersek, bir işletmedeki insan kaynakları yöneticisinin, istatistiksel olarak anlamlı olan, ama ortalama etki büyüklüğüne sahip bu
bulgu ile ilgili yorumları ve bu bulgudan yola çıkarak aldığı aksiyonlar bu bulgunun
pratik anlamlılığını gösterir.
b. Bulguların klinik anlamlılık açısından yorumlanması
Klinik anlamlılık ise terapi teknikleri, ilaçla tedavi ya da eğitim uygulaması gibi bir müdahale yönteminin sonuçları açısından taşıdığı değer, bu yöntemin uygulandığı kişinin ve bu kişi ile ilişki içinde olan kişilerin gündelik hayatında gerçekten fark edilebilir
bir değişim yaratıp yaratmadığının göstergesidir (Kazdin, 1999). Jacobson, Roberts,
Berns ve McGlinchey (1999), örneğin psikolojik bir soruna dair tedavi sürecinde olan
bir danışanın, uygulanan müdahale yöntemi sonunda, bu sorun öncesindeki işlevselliğine dönmüş olmasını klinik anlamlılık için kıstas olarak almaktadır. Bauer, Lambert
ve Nielsen (2004), klinik anlamlılıktan bahsetmek için, tedavinin uygulandığı birey
için anlam taşıyan bir değişimin yaşanması gerektiğini vurgular.
İstatistik anlamlılık yapısı gereği grup ya da örneklem ölçeğinde karşılaştırmalara dayalıdır. Peterson (2008) klinik anlamlılığa yapılan vurgu sayesinde, birey ölçeğindeki
gelişme ya da iyileşmelerin, grup düzeyindeki gelişmeler kadar dikkat çekmeye başlayacağını söylemektedir. Örneğin, ilaç tedavisi sonucunda yaşanan değişim istatistiksel olarak anlamlılığa ulaşmasa dahi, az sayıda vakada etki gözlenmesi ve vakaların
bu değişimi önemsemesi, araştırmaya devam etme kararı verilmesine neden olabilir;
yani bulgu klinik açıdan anlamlıdır (Peterson, 2008; Thompson, 2002).
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 69
3. İstatistiksel Gücün araştırma sürecine ad-hoc ya da post-hoc kullanımla entegre edilmesi
Örneklem büyüklüğü, etki düzeyi ve istatistiksel anlamlılık arasındaki fonksiyonel
bağlılık, araştırmacıların istatistiksel güç olgusunu planlama ya da teşhis amacıyla
kullanmasına imkân vermektedir. Bunlardan birincisi, yani planlama, araştırmaya
başlamadan önce örneklemin genişliğine karar verilmesidir. Cohen (1988,1992), Rosnow, Rosenthal ve Rubin (2000), Rosenthal ve Rosnow (2008) tarafından sunulan
dönüşüm tablolarından yola çıkarak, gözlenmesi tahmin edilen bir etki büyüklüğü ve
hipotez testi için seçilen kesme değeri kullanılarak örneklem büyüklüğüne karar verilebilir.
İkinci kullanımı ise, araştırmanın hangi etkileri tespit etmekte daha fazla güce sahip
olduğunu teşhis etme amaçlı kullanımıdır. Genelde istatistik programlarına entegre
edilmiş olan “gözlenen güç” değerleri ile, farklı hipotez testlerinden elde edilen bulgular istatistik güçleri açısından karşılaştırılabilir. Böylelikle, araştırmanın gücü düşükse, bunun örneklem büyüklüğü, ölçüm hassasiyeti ya da gerçekte var olan etkinin
zaten küçük olması gibi unsurlardan hangisi ile ilgili olduğu konusunda analitik bir
değerlendirmeye başlanabilir.
4. Güven Aralığının Raporlanması
Bildiğimiz gibi araştırmalarda seçilmiş örneklemden elde edilen değerlerle evrene
dair çeşitli parametreler hakkında tahminde bulunmaya çalışıyoruz. Örneğin seçtiğimiz parametre, grup ortalaması gibi bir “tek değer tahmini” (point estimate) olabilir. Bu kapsamda, geleneksel pratiklere bakıldığında, ortalama ile standart sapmanın
raporlandığını görmekteyiz. Ancak, APA yazım rehberi (2010), bu değerin doğruluğu
hakkında fikir veren “aralıklı kestirim”in (interval estimate) raporlanmasını “bulguların raporlanmasındaki stratejilerin en iyisi” olduğunu belirtmektedir (s. 34). İstatistik analizlerden elde edilen parametre değerleri, ortalamalar arasındaki fark gibi
parametre değerlerinden türetilmiş değerler ve etki büyüklüklerinin güven aralıkları
ile birlikte raporlanması kuvvetle önerilmektedir. Örneğin %95 güven aralığı, sunulan değerin hangi hata aralığı içinde gözlenebileceğini göstererek, bulgunun doğruluk
(precision) düzeyi hakkında (Cumming ve Finch, 2005), yani ortalamanın hangi alt ve
üst sınırda gözlenebileceği hakkında bilgi vermektedir. Bulguların hem tek değer tahmini hem de aralıklı tahmini üzerinden tartışılması tercih edilmektedir (APA, 2010).
Güven aralığı tanımına göre, bir araştırmanın çeşitli seferler tekrarı halinde, örneklemden elde edilen değerin, evrende gözlenebilecek gerçek değeri kapsaması beklenmektedir. Genelde %95 ya da %99 güven aralığı içinde yapılan hesaplamalar ile
örneklemden örnekleme belirli düzeyde sapma beklense dahi, bizim çalışmamızdaki
aralığın evrende var olan gerçek değeri içerme ihtimalinin %95 ya da %99 olduğunu
söylemekteyiz. Çalışmaların %5 ya da %1’inde ise aralık tahmininin evren değerini
kapsamayacağı tahmin edilmektedir. Cumming ve Finch (2005) güven aralığını “gözlenme olasılığı olan, evrene dair akla yakın değer yelpazesidir; güven aralığının dışında kalan değerler mantıksızdır” şeklinde tanımlamaktadır (s. 174). Güven aralığında
yer alan ortalama değer, evren parametresi için en yüksek olasılığa sahip değerdir;
güven aralığının üst ve alt sınır değerlerine yaklaşıldıkça, evren parametresinin bu
düzeyde gözlenme olasılığı düşmektedir (Kalinowski, 2010).
Güven aralığının dar olması, yaptığımız ölçümün daha az hata payı ile gerçekleştirildiğini ve bulgunun daha güvenilir olduğunu göstermektedir. Güven aralığı değerleri,
istatistik test değerinin anlamlılık düzeyine ilişkin çıkarım imkânı vermektedir. Güven
aralığı araştırmanın istatistiksel gücünden etkilenir. Eğer bir araştırmanın, tasarımı
gereği istatistiksel gücü düşük ise, bulguların güven aralığı da daha geniş olacaktır;
yani örneklemden elde edilen bulguların güvenilirliği konusunda bir belirsizlik söz
konusu olacaktır. Gücü ve hassasiyeti yüksek çalışmalar, daha dar güven aralığı ve de
daha güvenilir sonuçlar verecektir (Murphy ve Myors, 2004).
70 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
5. Replikasyona ağırlık ve önem verilmesi
Eleştirel yazın, istatistiksel olarak anlamlı ve hatta büyük bir etkiyi yakalayabilecek
güçte bir çalışma olsa dahi tek bir araştırmanın bilimsel katkısının yeterli olmadığını
vurgulamaktadır (Cohen, 1994; Falk, 1998; Kline, 2013). Bu sebeple replikasyon çalışmaları yapılması, araştırmacıların bulgularını aynı alandaki diğer araştırmalarla etki
büyüklükleri açısından karşılaştırması önerilmektedir. Bir araştırma alanında daha
bütünsel bir perspektif yaratılması için bu yaklaşımın şart olduğu söylenmekte; özellikle doğa bilimlerinde var olan replikasyon geleneğinin psikoloji için de yerleştirilmesi önerilmektedir. Ancak, replikasyon çalışmaları, genellikle araştırmalardan beklenen “orijinallik” şartını karşılamadığı için, araştırmacılar pek istekli olmamaktadır;
bu isteksizlikte bu tür çalışmaların dergilerde basılma şansı yakalayamaması da bir
etkendir (Neuliep ve Crandall,1990, 1993). Bir araştırma sistematik olarak tüm yönleri ile tekrarlanabileceği gibi, örneklem ve ölçüm araçları aynı tutularak kısmî bir tekrar çalışması da yapılabilir ya da ilgilenilen olgu aynı tutularak farklı örneklem ya da
ölçüm araçları ile de tekrarlanabilir. Her bir replikasyon yaklaşımı ilgilenilen olguyla
ilgili ek bilgi sağlayacaktır. Daha önce belirtildiği gibi H0 hipotezinin reddedilmesi halinde, H1 hipotezi aslında pek çok alternatif açıklamayı içinde barındırmaktadır. Replikasyon işte bu çeşitliliği daraltarak, daha kesin yargılara ulaşılmasını sağlayacaktır.
6. Meta-analiz çalışmalarının yaygınlaşması
Aynı araştırma alanında basılmış yayınlarda gözlemlenen etki büyüklüklerinin sistematik şekilde karşılaştırılması, farklı araştırmalardan elde edilen etki büyüklüklerinin ortalamalarının ve varyansının değerlendirmeye alınması, alanda yapılan çalışmalara büyük bir resim olarak bakmak için son derece yararlıdır. NHST eleştirmenleri
(Ellis, 2010; Mulaik, Raju ve Harshman, 1997; Kline, 2013) meta-analiz çalışmalarını,
p değerine yapılan vurgunun ES’ye kaydırılmasına şans tanıdığı için önemsemektedir.
Meta-analiz çalışmaları sayesinde, tek bir araştırmadan yola çıkarak genelleme yapma eğiliminin azalması beklenmektedir.
Meta-analiz perspektifinin NHST’nin kısıtları ile başa çıkmak açısından katkısı sadece
bağımsız meta-analiz projelerinin yürütülmesi ile sınırlı değildir. Aslında her araştırmanın literatür tarama aşamasına meta-analitik bir perspektif yerleştirilmesi önerilmektedir (Kline, k.i., 2013). İlgilenilen araştırma alanı ve araştırma sorusuna dair yapılmış çalışmalar ES değerlerini hesaplamamış olsa dahi, araştırma geleneğine ES ve
meta-analizin yerleşmesi halinde, yeni araştırma üzerinde çalışan araştırmacı, önceki
araştırmalarda sunulan betimleyici istatistikleri kullanarak ES hesaplaması yapabilir.
Böylelikle yeni araştırmadan elde edilen ES düzeyleri, önceki çalışmalarda gözlenen
ortalama ES düzeyleri ile karşılaştırılarak, etkinin büyüklüğüne dair analitik değerlendirme yapılabilir.
APA yazım rehberi (2010), araştırmacıların raporlarında istatistik değerleri detaylarıyla vermesi ve ES bulgularını raporlaması halinde, araştırmaların meta-analiz çalışmalarına dâhil edilme şansı yakalayabileceğini, böylelikle alandaki bilgi birikiminin
bir parçası haline gelebileceğini belirtmektedir. Bu katkıyı yükseltmek için, p değerinin alfa değerinden düşük ya da yüksek olduğunu (örn., p<0.05 ya da p>0.05) belirten yazım yerine, p tam değeri yazılmalıdır (Aguinis ve ark., 2010). Ayrıca, ES sadece
nokta değeri olarak değil, güven aralıkları ile birlikte raporlanmalıdır (Fritz, Scherndl
ve Kühberger, 2013).
Türkiye’de NHST
Bu bölüme kadar özetlenen literatür, bize uluslararası akademik alanda NHST konusunda zengin bir tartışma ortamının olduğunu gösteriyor. Bu makale için yaptığım
taramada, ülkemizde NHST tartışmalarını teorik olarak bir araya getiren bir yayına
psikoloji alanında rastlayamadım.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 71
Bu konuda Doğan Kökdemir’in 2000 yılında V. Türkiye’de Internet Konferansı ve XI.
Ulusal Psikoloji Kongresi’ndeki bildirilerinde, istatistiksel güç, etki büyüklüğü ve hipotez testi olgularını ele aldığını görüyoruz. Ben ve Ali Tekcan (2010), XVI. Ulusal Psikoloji Kongresi’nde, 1995-2009 yılları arasında Türk Psikoloji Dergisi’nde yayımlanan
makalelerde istatistiksel anlamlılığın ötesine geçen raporlama pratikleri ile ne sıklıkla
karşılaşıldığı konusunda bir bildiri sunduk. Ancak bu üç bildiri bir makale olarak basılmamıştır; dolayısıyla NHST’nin psikoloji araştırmaları açısından ülkemizde kalıcı
bir esere dönüşmediğini söyleyebiliriz.
NHST konusunda ülkemizde basılı iki yayının, eğitim bilimleri alanından olduğunu
görüyoruz (Özsoy ve Özsoy, 2013; Yıldırım ve Yıldırım, 2011). Yıldırım ve Yıldırım
(2011) çalışmalarında yokluk hipotezi anlamlılık testi ile ilgili temel yanılgıları özetlemektedir. Özsoy ve Özsoy (2013) ise eğitim bilimleri alanında SSCI’da taranan dört
dergide 2007-2011 tarihleri arasında yayımlanan 480 makale üzerinde çalışmışlar;
makalelerin sadece %7.2’sinde (35 makale) etki büyüklüklerinin raporlandığını göstermişlerdir.
NHST konusunu ele aldığım bu teorik özet üzerindeki çalışmalarım devam ederken,
bir taraftan da NHST’nin ülkemizde psikoloji araştırmalarındaki yansımalarını anlayabilmek için, daha önce XVI. Ulusal Psikoloji Kongresi için yapmış olduğumuz taramayı (Işık ve Tekcan, 2010), 2009 sonrasında basılan makaleleri de ekleyerek güncelledim. Böylelikle Türk Psikoloji Dergisi’nde (TPD) 1995 (Cilt 10, Sayı 34) ile 2013 (Cilt
28, Sayı 71) tarihleri arasında basılan 38 sayıda yer alan toplam 208 makale üzerinde
tarama yaptım. Bunlardan 12 tanesinde birden fazla deney yer almaktaydı. Her bir
deneyi de bağımsız bir çalışma olarak kabul ederek taramaya dahil ettiğim için incelenen çalışma sayısı N=238 oldu. Bu yayınlardan, teorik, derleme ve test standardizasyonu türünde olanları (n=44) tarama kapsamı dışında bıraktım. Deneysel ya da
deneysel olmayan ampirik çalışmalardan oluşan 194 çalışma üzerinde yaptığım taramanın etki büyüklüklerine dair tamamlanan kısmından elde edilen bulgulara göre,
bu araştırmaların % 34’ü (n=66) etki büyüklüklerini raporlamıştır. 2001’den itibaren
ise etki büyüklüğü raporlamasının arttığı görülmektedir. Etki büyüklüğü raporlaması
yapılan çalışmaların oranı, 1995-2000, 2001-2005, 2006-2010 beş yıllık dilimleri için
sırasıyla; %1, % 6.2 ve %18’dir. 2011-2013 arasında yayımlanan beş sayıda ise etki
büyüklüğü raporlamasının oranı %8.8’dir.
Etki büyüklüğü raporlanmış makalelerde, bulguların bu etki açısından yorumuna
araştırmaların sadece % 6.2’sinde rastlanmaktadır. Sadece iki çalışmada Cohen’e referans verilmiş; ancak bunlardan bir tanesinde Cohen’in (1988) operasyonel tanımlarına göre (Tablo 2) yorum yapılmıştır. En sık kullanılan etki büyüklüğü ölçümü etakaredir (%82.06).
Daha önce de belirtildiği gibi NHST eleştirilerinde ön plana çıkan noktalardan birisi,
sabit bir alfa değeri ile çalışma alışkanlığının olmasıdır. Rosnow ve Rosenthal (1989)
“Tanrı 0.06 anlamlılık düzeyini de 0.05 kadar sevmektedir” (s. 1277) vurgusu ile Tip I
hatası açısından seçilen bu kesme değerinin, keskin bir ikili karar verme zorunluluğu
yarattığına ve bu değerin zaman içinde yerleşen keyfi bir değer olduğuna işaret etmektedir. Buradan hareketle, taradığım makalelerde sınırda anlamlılık düzeyleri kapsamında 0.05 ile 0.10 arasındaki anlamlılık düzeylerini yorumlarken izlenen stratejiyi
de baktım. TPD dergisinde yayımlanan makalelerde bulgular geleneksel olarak %5
ve altındaki p değerleri ile analiz edilmekte ve raporlanmaktadır. %5 kesme değerinin üzerindeki bulguları, “sonucun istatistiksel açıdan anlamlı olmadığını” söylemenin ötesinde yorumlayan makaleler sayıca azdır. Standart p değerinin üzerinde sonuç
veren analizlerde araştırmacıların kullandığı yorumlarda örneğin, bir araştırmada
0.061 değerinin anlamlılığa yakın olması nedeniyle F değerleri verilmiş ve grup ortalamaları tartışılmıştır. Yaygın olmasa da 0.051-0.060 aralığındaki p değerleri elde edildiğinde, bulguya dair bir yorum yapma eğilimi gözlenmektedir. Çalışmalardan bazılarında p<0.08, p<0.07, p<0.09, p<0.10 marjinal düzeyde anlamlı kabul edilmektedir.
72 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Bu örnekler, araştırmacıların %5 p değerini keskin bir karar sınırı olarak kullanmanın
ötesine geçme eğiliminde olduğunu göstermektedir.
Bu bulgulardan da anlaşıldığı gibi NHST açısından, en azından etki büyüklüklerini
raporlama açısından, ülkemizde yakın dönemde bazı gelişmeler olduğu söylenebilir.
Ancak, araştırmaların bulgularının taşıdığı etkinin büyüklükleri, bu büyüklüklerin taşıdığı klinik ve pratik anlamlılık halen önceliğe sahip değildir.
Sonuçlar ve Öneriler
Eleştirel yazın, NHST’ye tümüyle karşı olan yazarlar kadar gerekli şartlar altında kullanılması halinde NHST’nin işe yaradığını düşünen yazarları da içeren bir yelpazeye
sahiptir. İkinci gruptaki yazarlar, istatistiksel anlamlılık testlerinin, kullanılan analiz
yönteminin öngördüğü koşullar karşılandığı sürece bir geçerliliğe sahip olduğunu
söyler (Abelson, 1997; Mulaik, Raju ve Harshman, 1997). Oysa çoğu zaman bu sayıltılar karşılanamamaktadır ve araştırma raporlarında bu sayıltılara yer verilmemektedir. Daha da ötesinde NHST sistematiğinin karmaşık yapısına bağlı olarak ortaya
çıkan bilişsel çarpıtmalar ve yanılsamalar, araştırmacıların aslında yürüttükleri çalışmada gerçekten merak ettikleri sorunun cevabını bulduklarını sanmalarına neden
olmaktadır; NHST’nin teorik yapısı ise çoğu zaman buna elvermemektedir.
Önceki bölümde yer alan tüm eleştiriler neticesinde pek çok araştırmacı NHST’nin
psikoloji biliminin gelişimine, bilimin getirdiği kümülatif birikimin oluşumuna ve güçlü teorilerin üretilmesine ket vurduğu çıkarımına ulaşmaktadır (Meehl, 1978; Rossi,
1997; Schmidt,1996). NHST sistematiğinin doğurduğu bilişsel çarpıtmalar ve yanılsamalar sonucunda, Kline “Kendi bulgularımızı anlayamaz hale geliyoruz. Bulgular güvenilir olsa dahi, eğer biz bu bulguların ne anlama geldiğini anlayamıyorsak, bu tekniğin bilim açısından oynadığı rol nedir?” (k.i., 2013), diye sormaktadır. Gigerenzer’e
(1998b) göre güçlü teorilerin yerini teorisiz veri, tekil kavramlar ve ikili sınıflamalar
almaktadır; bunları “vekil teori” (surrogates for theories; s. 196) olarak isimlendirmekte ve bunların ortaya çıkışındaki temel tetikleyicilerden birisinin NHST olduğunu
söylemektedir. Teorisiz verinin “ebeveynsiz bebek” gibi olduğunu, “beklenen yaşam
süresinin kısa olduğunu” belirtmektedir (s. 202). Yani, psikoloji araştırmalarında
NHST geleneğinin etkisi altında veri analizi yapılması, bulguların teorik bağlamına ve
diğer araştırmalarla bir arada yarattığı kümülatif bilgiye yeteri kadar zaman ayrılmamasına neden olmaktadır.
Bakan’a göre (1966) psikolojide “bilimsel kestirimde tam otomatikleşme sağlama rüyası, fantezisi ve ideali” (s. 430) vardır; NHST de bir karar aracı olarak, araştırmacının
kestirimde bulunma ve çıkarım yapma sorumluluğunu, kendi omuzlarından atması
için bir fırsat sunmaktadır. Rozeboom (1960) ise istatistiksel yöntemlerin, ham verinin işlenmesini sağlayan bir araştırma enstrümanı olduğunu ve araştırmacıların
bilimsel süreçler için ihtiyaç hissettikleri bu tür araçlara ulaşabilmesinin bir avantaj olduğunu söylemektedir. Diğer taraftan araştırmacının, özel bir uzmanlık alanının
ürettiği bir aracın yeterliliğini sorgulayabilecek teknik donanıma sahip olmaması, bu
araçları ezbere kullanmaya başlamasına yol açmaktadır. Bu da kullanıcıyı bir yöntem
ya da aracın kısıtlılıkları karşısında, daha da kırılgan hale getirmektedir. NHST bir karar aracı olarak gerek Bakan, gerekse Roseboom’un altmışlı yıllarda dile getirdiği dezavantajları taşımaktadır.
NHST’ye getirilen eleştiriler neticesinde psikoloji nicel analiz yaklaşımlarında yavaş
da olsa bir yenilenme gözlendiğini söyleyebiliriz. Fritz ve arkadaşları (2013) tarafından yürütülen kapsamlı tarama bu konuda destekleyici bulgular sunmaktadır. Fritz ve
arkadaşları, 1990-2010 aralığında Web of Knowledge veritabanında yer alan, psikoloji araştırmalarında istatistiksel güç, etki büyüklüğü ve güven aralığı analizlerinin kullanım sıklığını araştıran makaleler üzerinde çalışmışlardır. İstatistiksel güç analizinin
sıklığını tarayan 11 adet çalışmaya rastlamışlar ve bunların kapsadığı toplam 1164
makaleden sadece %2.9’unun istatistiksel güç analizi yaptığını tespit etmişlerdir. Gü-
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 73
ven aralığının kullanım sıklığını tarayan dokuz çalışma bulmuşlar; bunların kapsadığı
1064 adet psikoloji araştırmasının % 10.4’ünün güven aralıklarını raporladığını gözlemlemişlerdir. Etki büyüklüğü ile ilgili tarama yapan 29 çalışmanın ise 6366 adet psikoloji araştırmasını içerdiği ve bunların %38.4’ünün etki büyüklüklerini raporladığı
görülmüştür. Fritz ve arkadaşlarının bulgularına göre, NHST tartışmalarının ardından
önerilen raporlama stratejilerinin hayata geçirilmesinde, etki büyüklüklerinin raporlanması en belirgin yere sahiptir; ardından güven aralıkları gelmektedir. İstatistiksel
güç analizi ise nadiren yapılmaktadır. Fritz ve arkadaşları etki büyüklüğünü hesaplama eğiliminin geliştiğini, ancak alandaki diğer araştırmalarla karşılaştırıldığında bu
etkinin ne düzeyde önemseneceği açısından yorumlamalara rastlanmadığını söylemektedir. Ayrıca, ES’nin etkili şekilde raporlanabilmesi için güven aralıkları ile birlikte
verilmesi gerektiği, ancak makalelerde buna rastlanmadığı belirtilmektedir.
Türk Psikoloji Dergisi’nde yayımlanan makaleler üzerindeki yaptığım taramaya göre
araştırmaların % 34’ünün etki büyüklüklerini raporladığını gözlemlemiştim. Bu bulgunun Fritz ve arkadaşlarının etki büyüklüğünün raporlanma sıklığına dair elde ettiği bulgu ile tutarlı olduğunu görüyoruz. Benzer şekilde, ES ölçütleri raporlansa da
yorumlanmadığı da görülmektedir. APA yazım rehberi (2010), test istatistiklerinin
anlamlı çıkmadığı durumlarda da etki düzeyinin raporlanması gerektiğini söylemektedir. TPD makalelerinde bu konuda bir tutarlılık gözlenememiştir; bazı araştırmacıların F testinde istatistiksel anlamlılık elde etmediği durumlarda da etki büyüklüğünü
raporladığı görülmektedir. Ancak bunun bilinçli bir tercih mi yoksa derginin yazım
ilkeleri gereği eta-kare raporlaması yapılmasını istediği için mi olduğu konusunda bir
değerlendirme yapmak mümkün değildir.
NHST literatüründeki en temel eleştirilerden birisi, NHST yaklaşımın bulguların mekanik bir şekilde değerlendirilmesine yol açması, araştırmacının elde edilen bulguyu
taşıdığı önem ve etki açısından yorumlamasına ket vurmasıdır. Etki büyüklüğünü dergilerin yazım ilkeleri gereği belirli istatistik testler için raporlamak, diğer analizlerde
bu yönüyle analiz yapmamak ve bulguları etki büyüklükleri açısından yorumlamamak
da mekanikleşen raporlama eğiliminin bir başka örneği olabilir.
NHST’nin Türkiye’deki durumu ile ilgili sunulan bilgiler ışığında, ülkemizde yürütülen
araştırmaların uluslararası ve akademik standartlara ulaşması için çeşitli adımların
atılması gerektiğini söyleyebiliriz. Uluslararası literatürde, NHST tartışmalarının, psikoloji araştırmalarında bir değişim yaratmasında çeşitli inisiyatiflerin rol oynadığını
görüyoruz. Bunlardan belki de en önemlisi, meslek kuruluşlarının, istatistiksel kestirim konusunda üyelerini bilgilendirmek ve yönlendirmek için yaptığı çalışmalardır.
Bu konuda psikoloji alanındaki en önemli inisiyatif APA tarafından alınmıştır. İstatistiksel Kestirim Çalışma Grubunun hazırladığı rapor (Wilkinson ve Task Force on
Statistical Inference, 1999), veri analizi, yorumlaması ve raporlaması için kalite standartlarını sunmaktadır. Bu standartların ardından güncellenen APA yazım rehberi de
(2001, 2010) özellikle etki büyüklüğü ve güven aralığı raporlamasını kalite açısından
temel gereklilikler olarak sunmaktadır.
Diğer bir etken, akademik dergilerin yayın politikalarıdır. Dergilerin ve editörlerinin
p değerine ait etki büyüklüklerinin raporlanmasını zorunlu hale getirmesi araştırmacıların ES hesaplamalarını araştırma sürecine entegre etmeleri için önemli bir rol
oynamaktadır. Diğer taraftan dergilerin, NHST tartışmalarına dair makaleleri ve bu
tartışmaların çeşitli disiplinler ya da bilim dallarına etkilerini inceleyen eserlere de
yayın şansı vermesi gerekir. Dergilerde NHST konusundaki özel sayılar ve bölümler
de bilimsel araştırma ve yazım yöntemleri konusunda ortak bir bakış yaratmak açısından önemli bir rol üstlenecektir.
Etki büyüklüğü, istatistiksel güç, güven aralığı hesaplamalarının psikoloji lisans ve lisansüstü yöntem derslerinin müfredatına dâhil edilmesi gerekmektedir. Öğrenciler
NHST’nin bir karar aracı olduğunu anlamalı, psikoloji araştırmalarında tasarımdan
74 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
analize kadar giden tüm aşamalarda analitik bir yaklaşımın gerektiğini fark etmeleri
sağlanmalıdır.
Öğrencilerin ilgilenilen alandaki mevcut meta-analiz çalışmaları ile de tanıştırılması
gerekmektedir. Böylelikle, kendi araştırmalarında bekleyebilecekleri etki büyüklüklerini tahmin edebilirler; hipotezlerini bu bilgiye dayalı olarak formüle edebilirler. Etki
büyüklüğünün öneminin fark edilmesinde meta-analiz çalışmaları önemli bir işleve
sahiptir.
Öğrencilere replikasyon çalışmalarının önemi de anlatılmalıdır. Frank ve Saxe (2012),
replikasyon çalışmalarına, deneyimli araştırmacıların maliyet ve orijinallik kaygısı
nedeniyle pek ilgi göstermediği gerçeğinden hareketle, bu çalışmaları psikoloji müfredatına entegre etmeyi önermektedir. Bu amaçla, öğrencilerin güncel araştırmaların
replikasyonlarını yapmak üzere yönlendirilmesi bir öğretim tekniği olarak sunulmaktadır.
Sonuç olarak, bu inisiyatiflerin ülkemizde de alınması gerektiğini söyleyebiliriz. Hyde
(2001) şu vurguyu yapıyor: “Etki büyüklüklerini raporlamanın bir ihtilaf (controversy)
olarak tanımlanması yazıktır. Etki büyüklüklerinin raporlanması en basit anlamda iyi
bir bilimsel uygulamadır. Tek soru sosyalleşme sürecimizi ders kitaplarından, saygın
bilim adamlarına kadar nasıl değiştireceğimizdir.” (s. 228). Bu görüşten yola çıkarak,
ülkemizde de sosyalleşme adımları atılması gereğinden bahsedebiliriz. Ülkemiz araştırmacılarının bir araya geleceği bilimsel tartışma ortamları yaratılmalıdır. Bu amaçla,
çeşitli sempozyumlar, atölye çalışmaları, platformlar düşünülebilir. NHST konusunda
özel olarak akademik bir yayına imza atmamış, ancak bu tartışmaları merakla takip
eden, kendi araştırmalarına bilinçli şekilde dahil eden araştırmacıların ve öğrencilerini ES, CI gibi ölçütlerle tanıştıran öğretim üyelerinin bir araya gelerek ülkemizdeki
araştırma pratiğini güncellemeye dönük bilinç yaratmak için inisiyatif alması gerekmektedir.
Yazar Notu/Teşekkür
Bu çalışmanın ortaya çıkması ve görüşlerinin bu makalede paylaşılması konusunda
verdiği destek nedeniyle Rex B. Kline’ye ve makalenin olgunlaşmasını sağlayan yapıcı
eleştirileri nedeniyle Ersin Aslıtürk ve Bahar Tanyaş’a teşekkür ederim.
Kaynaklar
Abelson, R. P. (1997). A retrospective on the significance test ban of 1999 (If there
were no significance tests, they would be invented). L. L. Harlow, S. A. Mulaik, and J. H.
Steiger, (Ed.), What if there were no significance tests? içinde (117-141). N.J., Mahwah,:
Lawrence Erlbaum Associates.
Aguinis, H., Werner, S., Abbott, J. L., Angert, C., Park, J. H., ve Kohlhausen, D. (2010).
Customer-centric science: Reporting significant research results with rigor, relevance,
and practical impact in mind. Organizational Research Methods, 13, 515-539.
American Psychological Association. (2001). Publication manual of the American
Psychological Association (5. baskı). Washington, DC: Author.
American Psychological Association. (2010). Publication manual of the American
Psychological Association (6. baskı.). Washington, DC: Author.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 75
Bakan, D. (1966). The test of significance in psychological research. Psychological Bulletin, 66(6), 423-437.
Bauer,S., Lambert, M.J. ve Nielsen, S.L. (2004). Clinical significance methods: A comparison of statistical techniques. Journal of Personality Assessment, 82(1), 60–70
Cohen, J. (1988). Statistical power analysis for the behavioral sciences (2. baskı). Hillsdale, NJ: Erlbaum.
Cohen, J. (1990). Things I have learned (so far). American Psychologist, 45, 1304-1312.
Cohen, J. (1992). A power primer. Psychological Bulletin, 112, 155-159.
Cohen, J. (1994). The earth is round (p < 0.05). American Psychologist, 49, 997-1003.
Cortina, J.M. ve Landis, R.S. (2011). The earth is not round (p = .00). Organizational
Research Methods, 14(2), 332-349.
Cumming, G. ve Finch, S. (2005). Inference by eye: Confidence intervals, and how to
read pictures of data. American Psychologist, 60, 170–180.
Ellis, P.D. (2010). The essential guide to effect sizes: Statistical power, meta-analysis,
and the interpretation of research results. USA: Cambridge University Press.
Falk, R. (1998). Replication:A step in the right direction: Commentary on Sohn. Theory
and Psychology, 8, 313–321.
Falk, R. ve Greenbaum, C.W. (1995). Significance tests die hard: The amazing persistence of a probabilistic misconception. Theory and Psychology, 5, 75-98.
Frank, M. ve Saxe, R. (2012). Teaching Replication. Perspectives on Psychological Science, 7(6), 600– 604.
Fritz , A., Scherndl, T. ve Kühberger, A. (2013). A comprehensive review of reporting
practices in psychological journals: Are effect sizes really enough? Theory and Psychology, 23(1), 98–122.
Gigerenzer, G. (1993). The superego, the ego, and the id in statistical reasoning. G.
Keren ve C.A. Lewis (Ed.), A handbook for data analysis in the behavioral sciences: Methodological issues içinde (311–339). Hillsdale, NJ: Erlbaum.
Gigerenzer, G. (1998a). We need statistical thinking, not statistical rituals. Behavioral
and Brain Sciences, 21(2), 199-200.
Gigerenzer, G. (1998b). Surrogates for theories. Theory and Psychology, 8, 195-204.
Gigerenzer, G. (2004). Mindless statistics. The Journal of Socio-Economics, 33, 587–606.
Gordon, H.R.D. (2001). American vocational education research association members’
perceptions of statistical significance tests and other statistical controversies. Journal
of Vocational Education Research, 26 (2), 244-271.
Greenwald, A. G., Gonzalez, R., Guthrie, D. G., ve Harris, R. J. (1996). Effect sizes and
p-values: What should be reported and what should be replicated? Psychophsysiology,
33, 175-183.
Haller, H. ve Krauss, S. (2002). Misinterpretations of significance: A problem students
share with their teachers? Methods of Psychological Research Online, 7(1). Erişim tarihi: Kasım 2009, http://www.dgps.de/fachgruppen/methoden/mpr-online/issue16/
76 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
art1/haller.pdf
Harlow, L.L., Mulaik, S.A. ve Steiger, J.H. (1997) What if there were no significance tests?
N.J. : Lawrence Erlbaum Associates Publishers.
Hubbard, R. (2004). Alphabet soup: Blurring the distinctions between p’s and alpha’s
in psychological research. Theory and Psychology, 14, 295–327.
Hubbard, R. ve Armstrong, J.S. (2006). Why we don’t really know what statistical
significance means: A major educational failure. Journal of Marketing Education, 28,
114–120.
Hubbard, R. ve Ryan, P. A. (2000). The historical growth of statistical significance testing in psychology and its future prospects. Educational and Psychological Measurement, 60, 661-681.
Hyde, J.S. (2001). Reporting effect sizes: The roles of editors, textbook authors, and
publication manuals. Educational and Psychological Measurement, 61, 225-228.
Inman, H.F. (1994). Karl Pearson and R. A. Fisher on statistical tests: A 1935 exchange
from Nature. The American Statistician, 48, 2-11.
Işık, İ. ve Tekcan, A. (2010, Nisan). Türkiye’deki Psikologların Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi Tartışmalarına Yaklaşımı. 16.Ulusal Psikoloji Kongresi, Mersin, Türkiye.
Jacobson, N.S., Roberts, L.J., Berns, S. B. ve McGlinchey, J. B. (1999). Methods for defining and determining the clinical significance of treatment effects: Description, application, and alternatives. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 67(3), 300-307.
Kalinowski, P. (2010). Understanding confidence intervals (CIs) and effect size estimation. Observer, 23(4). Erişim tarihi: 23 Ocak 2013, http://www.psychologicalscience.
org/ index.php/publications/observer/2010/april-10/understanding-confidenceintervals-cis-and-effect-size-estimation.html
Kazdin, A. E. (1999). The meanings and measurement of clinical significance. Journal
of Consulting and Clinical Psychology, 67, 300-307.
Kelley, K. ve Preacher, K. J. (2012). On effect size. Psychological Methods, 17, 137–152.
Kirk, R.E. (1996). Practical significance: A concept whose time has come. Educational
and Psychological Measurement, 56, 746-759.
Kline, R.B. (2004) . Beyond significance testing: Reforming data analysis methods in
behavioral research. Washington, DC: APA books.
Kline, R.B. (2013) . Beyond significance testing: Reforming data analysis methods in
behavioral research (2. baskı). Washington DC: APA books
Kökdemir, D. (2000, Kasım). Cohen’in dünyası yuvarlak mı? İstatistiksel güç, etki büyüklüğü ve hipotez testi. V. Türkiye’de Internet Konferansı, Ankara, Türkiye.
Kökdemir, D. (2000, Eylül). Cohen’in dünyası yuvarlak mı? İstatistiksel güç, etki büyüklüğü ve hipotez testi. XI. Ulusal Psikoloji Kongresi, Ege Üniversitesi, İzmir, Türkiye.
Kruschke, J. K. (2010). What to believe: Bayesian methods for data analysis. Trends in
Cognitive Sciences, 14(7), 293-300.
Lecoutre, M.P., Poitevineau, J. ve Lecoutre, B. (2003). Even statisticians are not immune to misinterpretations of Null Hypothesis Significance Testing. International Journal
of Psychology, 38(1), 37-45.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 77
Leech, N.L., Barrett, K.C. ve Morgan, G.A. (2008). SPSS for intermediate statistics: Use
and interpretation (3.baskı). NJ: Lawrence Erlbaum Associates.
Meehl, P.E. (1978). Theoretical risks and tabular asterisks: Sir Karl, Sir Ronald, and
the slow progress of soft psychology. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 46,
806-834.
Morgan, P.L. (2003). Null hypothesis significance testing: Philosophical and practical
considerations of a statistical controversy. Exceptionality, 11, 209–221.
Mulaik, S. A., Raju, N. S. ve Harshman, R. A. (1997). There is a time and place for significance testing. Lisa A. Harlow, Stanley A. Mulaik, ve James H. Steiger , (Ed), What
if there were no significance tests? içinde (65-116). Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum
Associates.
Murphy, K.R. ve Myors, B. (2004). Statistical power analysis: A simple and general
model for traditional and modern hypothesis tests (2.baskı). USA: Laurance Erlbaum
Associates,Inc.
Nelson, N., Rosenthal, R. ve Rosnow, R. L. (1986). Interpretation of significance levels
and effect sizes by psychological researchers. American Psychologist, 41, 1299-1301.
Neuliep, J. W. ve Crandall, R. (1990). Editorial bias against replication research. J. W.
Neuliep, (Ed.), Replication research in the social sciences içinde (85–90). London: Sage.
Neuliep, J. W. ve Crandall, R. (1993). Reviewer bias against replication research. Journal of Social Behavior and Personality, 8, 1–8.
Nickerson, R.S. (2000). Null hypothesis significance testing: A review of an old and
continuing controversy. Psychological Method, 5, 241–301.
Oakes, M. (1986). Statistical inference: A commentary for the social and behavioral sciences. Chichester: John Wiley & Sons.
Özsoy, S. ve Özsoy, G. (2013). Eğitim araştırmalarında etki büyüklüğü raporlanması.
İlköğretim Online, 12, 334-346.
Peterson, L.S. (2008, Şubat). Clinical significance and practical significance are not the
same things. The annual meeting of the Southwest Educational Research Association,
Bildiri Sunumu, New Orleans. http://files.eric.ed.gov/fulltext/ED499990.pdf, Erişim
Tarihi: Ocak, 2014.
Poitevineau J. ve Lecoutre B. (2001).Interpretation of significance levels by psychological researchers: The .05-cliff effect may be overstated. Psychonomic Bulletin and
Review, 8, 847‑850.
Robinson, D.H. ve Wainer, H. (2001). On the past and future of null hypothesis significance testing. (Report No. RR-01-24). NJ: ETS Educational Testing Services: Statistics
& Research Division.
Rosenthal, R. (1979). The file drawer problem and tolerance for null results. Psychological Bulletin, 86(3), 638-641.
Rosenthal, R. ve Gaito, J. (1963). The interpretation of level of significance by psychological researchers. Journal of Psychology,55, 33-38.
Rosenthal, R. ve Rosnow, R. L. (2008). Essentials of behavioral research: Methods and
78 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
data analysis (3. baskı.). NY: MacGraw-Hill Companies.
Rosnow, R. L. ve Rosenthal, R. (1989). Statistical procedures and the justification of
knowledge in psychological science. American Psychologist, 44, 1276–1284.
Rosnow, R. L., Rosenthal, R. ve Rubin, D.B. (2000). Contrast and effect sizes in behavioral research. A correlational approach. USA: Cambridge University Press.
Rossi, J.S. (1997). A case study in the failure of psychology as a cumulative science: The
spontaneous recovery of verbal learning. L. A. Harlow, S. A. Mulaik, and J. H. Steiger ,
(Ed), What if there were no significance tests? içinde (175-197). Mahwah, NJ: Lawrence
Erlbaum Associates.
Rozeboom, W.W. (1960). The fallacy of the null-hypothesis significance test. Psychological Bulletin, 57, 416-428.
Schmidt, F.L. (1996). Statistical significance testing and cumulative knowledge in
psychology: Implications for training of researchers. Psychological Methods, 1, 115129.
Thompson, B. (1999). Improving research clarity and usefulness with effect size indices as supplements to statistical significance tests. Exceptional Children, 65, 329–337.
Thompson, B. (2002). “Statistical”, “practical”, and “clinical”: How many kinds of significance do counselors need to consider? Journal of Counseling and Development, 80,
64-71.
Türk Psikologlar Derneği (2013). TPD yazım kuralları. Türk Psikoloji Dergisi, 71, 120121.
Wilcox, R. R. (1998). How many discoveries have been lost by ignoring modern statistical methods? American Psychologist, 53,300–314.
Wilcox, R. R. ve Keselman, H. J. (2003). Modern robust data analysis methods: Measures of central tendency. Psychological Methods, 8, 254–274.
Wilkinson, L., ve the Task Force on Statistical Inference (1999). Statistical methods
in psychology journals: Guidelines and explanations. American Psychologist, 54, 594604.
Yıldırım, H. H. ve Yıldırım, S. (2011). Hipotez testi, güven aralığı, etki büyüklüğü ve
merkezi olmayan olasılık dağılımları üzerine. İlköğretim Online, 10, 1112-1123.
Zuckerman, M., Hodgins, H.S., Zuckerman, A. ve Rosenthal, R. (1993). Contemporary
issues in the analysis of data: A survey of 551 psychologists. Psychological Science, 4,
49-53.
Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi Tartışmalarının Psikoloji Araştırmalarına Yansımaları
İdil Işık
Bu yazı nicel psikoloji araştırmalarının çatısını teşkil eden “Yokluk Hipotezi Anlamlılık Testi”ne (Null
Hypothesis Significance Testing, NHST) getirilen eleştirileri tartışmaktadır. NHST araştırmalarda sunulan hipotezlerin istatistiksel olarak analiz edilmesinde, en temel nicel araştırma yöntemi öğretisi olarak
gelenekselleşmiş bir modeldir ve analiz sonucunun değerlendirilmesinde anlamlılık seviyesini gösteren
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 79
p (olasılık) değerine odaklanma eğilimi yaratmaktadır. NHST hem psikoloji bilimi genelinde hem de
araştırmacılar özelinde zaman içinde giderek mekanikleşen bir kullanım kazanmış ve önemli eleştirilerin hedefi olmuştur. Bağımlı değişkenin yordanma düzeyi hakkında yeterli bilgi sunamaması ve II. Tip
yordama hatasının (yani, bir etki gerçekte varken, bulunamaması) görece göz ardı edilmesi bu eleştiriler
arasındadır. Bu eleştirilerin özellikle yoğunluk kazandığı 1990’lardan bugüne NHST’nin eksiklik ve sınırlılıkları ile başa çıkabilmek için, NHST sonuçları yanında, etki büyüklüğü (Effect Size, ES) ve güven aralığı
(Confidence Interval, CI) bilgilerinin raporlanmasını minimum gereklilik olarak veren kaynaklar ortaya
çıkmıştır. Ayrıca, istatistiksel güç (Statistical Power) olgusu da, araştırmacıların dikkatini NHST’nin yapısı
içinde yer alan II.Tip yordama hatasına çekmek için literatürdeki yerini almıştır (Cohen, 1988). Bu çalışma kapsamında Türkiye özelinde yapılan bir tarama göstermektedir ki ülkemiz psikoloji yazınında NHST
konusundaki tartışmalar yeterince dikkat çekmemiştir. Yayınlanmış araştırmalarda NHST’nin sınırlılıkları ile başa çıkmak için önerilen etki büyüklüğü ve istatistiksel güç değerlendirmelerinin kullanımına
ilişkin baskın bir tutum da gözlenmemektedir. Psikoloji eğitimi almış kişilerin NHST eleştirilerine dair
ne kadar bilgi sahibi olduğu hakkında kesin bir fikir elde etmemizi sağlayacak veri de bulunmamaktadır.
Bu çerçeveden hareketle bu makalede, NHST üzerinde teorik düzeyde devam eden tartışmaların genel
bir özeti ve değerlendirmesi yapılarak, araştırmacılar için kaynak yaratacak bir derleme sunulmaktadır.
Anahtar sözcükler: yokluk hipotezi anlamlılık testi, etki büyüklüğü, güven aralığı, istatistiksel güç.
Bandora Nîqaşên Testa Watedariyê ya Hîpoteza Tunebûnê ya li ser Lêgerînên Psîkolojîk
İdil Işık
Ev nivîs, rexneyên ku li Testa Watedariyê ya Hîpoteza Tunebûnê (NHST) ya ku bingeha lêgerînên çendanî
yên psîkolojiyê pêk tîne nîqaş dike. NHST’ê wekî modela sereke ya rêbaza dahûrandina hîpotezên
îstatîstîkî yên ku di lêgerînan de têne pêşkêşkirin bi awayekî kevneşopî cihê xwe girtiye.
NHST di analîzkirina îstatîstîkî ya hîpotezên ku di lêgerînan de têne pêşkêşkirin, modeleke bi awayekî
kevneşopî wekî rêbaza lêgerînên çendanî ya sereke cihê xwe girtiye û di nirxandina encama dahûrandinê
de mirov han dide da ku bi hûrbînî bala xwe bidin ser p (dibetî) ya ku asta watedariyê nîşan dide.
NHST di teveka zanista derûnînasiyê de hem jî bi taybetî di nav lêgerîneran de bi domana demê re
rengekî mekanîk wergirtiye û dûçarî gelek rexneyan bûye. Di nav van rexneyan de tiştên mîna der barê
asta pêşbînîkirina guherîneya girêdayî de têra xwe nedana agahiyan û li ber çavan negirtina çewtiya
pêşbînîkirinê ya cureya duyemîn (wate, karîgeriyek di rastiya xwe de heye, lê belê nayê dîtin) hene. Di
salên 1990’î de ku ev cur rexne gelekî zêde bûn, ji bo serederîkirina bi kêmasî û tengasiyên NHST’ê
re, hinek çavkaniyên wisa derketin holê ku wan wekî pêwîsteke hêrî kêm dixwest ku digel encamên
NHST’ê, agahiyên mezinatiya karîgeriyê (Effect Size, ES) û hewana pêbaweriyê (Confidence Interval, CI)
bên raporkirin. Her wiha hêza îstatîstîkî jî ji bo bala lêgerîneran bikêşe ser çewtiya pêşbînîkirina cureya
duyemîn a ku berhemeke pêkhatînî ya NHST’ê di nav lîteratûrê de cihê xwe girt (Cohen 1988).
Vekolan û lidûvçûneke ku bi taybetî di çarçoveya vê xebatê de li Tirkiyeyê hatiye kirin, nîşan dide ku
li Tirkiyeyê di lîteratûrê derûnînasiyê de nîqaşên der barê NHST’ê de têra xwe bal nekişandiye. Di
lêgerînên ku hatine weşandin de ji bo sûdwergirtina ji mezinatiya karîgeriyê û hêza îstatîstîkî ku ji bo
serederîkirina ji dortengiyên NHST’ê re tên pêşniyarkirin, helwesteke berbiçav nehatiye dîtin. Li aliyê
din têra xwe dane jî nîn in ku em bizanin ka kesên ku di warê derûnînasiyê de hatine perwerdekirin der
barê rexneyên li NHST’ê de çendî xwedan agahî ne. Lewma jî, di vê xebatê de, ji bo ku ji lêgerîneran bibe
çavkaniyeke gelemperî û pûxteyî, der barê nîqaşên ku di asteke teorîk de li ser NHST’ê de berdewam
dikin, tê pêşkêşkirin.
Peyvên sereke: testa watedariyê ya hîpoteza tunebûnê, mezinahiya bandorê, navbera pêbaweriyê, hêza
îstatîstîkî
80 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
The Null Hypothesis Significance Testing Debate and Its Implications for Psychological Research
İdil Işık
This paper discusses the critics on Null Hypothesis Significance Testing (NHST) which is eventually the
base of the quantitative research methodology in psychology. NHST is a conventional method in the process of statistical analysis of quantitative data during hypothesis testing that directs the researchers to
focus on the p (probability) value. Over time NHST has created a mechanical approach to the data analysis both at the overall level of psychology and the individual level of researchers and it has been a target
for the crucial critics. It is criticized with respects that NHST does not provide information about the
predictive capacity of independent variables on dependent variable and it overlooks the Type II error
(i.e., as there is an effect it is not recognized). These critics have gained prevalence by 1990s and scientific
studies emerged that advised reporting of Effect Size measures (ES), and Confidence Intervals (CI) as the
minimum requirements to deal with the limitations of NHST. Moreover, statistical power calculations
were proposed as the way to shift the focus of researchers to Type II error (Cohen, 1988). The review
conducted specific to Turkey as part of this article shows that NHST debate does not get attention in the
psychology literature of our country. We do not recognize a dominant attitude in the use of effect size
measures and statistical power calculations in the articles that were published. We do not have data
to evaluate how knowledgeable the people with psychology education are on the NHST debate, either.
Within this framework in this paper, a resource on general review and evaluation of the theoretical discussions on NHST is provided for the researchers.
Keywords: null hypothesis significance testing, effect size, confidence interval, statistical power.
Web of Knowledge’da Türkiye Adresli
Psikoloji Yayınlarına Genel Bir Bakış:
1980-2013
Engin Arık*
Giriş
Bilimsel çalışmalar günümüz dünyasında ‘yayınla veya yok ol’ stratejisi ile ilerlemektedir. Basılmayan çalışmalar adeta yok sayılmaktadır. Bilimsel çalışmaların yayınlanması ise kendi başına yeterli olamamakta, bu çalışmaların veri tabanlarında yer
alması, erişilebilmesi ve ‘yok olmaktan’ kurtulması gerekmektedir. Veri tabanlarında
yer alan çalışmaların bibliyometrik verileri, ülkelerin bilimsel çalışmalar açısından
verimliliklerini, kalitesini ve rekabetçiliğini gösterdiği gibi bilim insanlarının kariyerlerini, atanmalarını, yükseltilmelerini ve saygınlıklarını belirlemede de kullanılmaktadır (genel bilgi için ve eleştirisi için örn. bkz. Lawrence, 2002, 2003, 2008). Hatta bu
bibliyometrik veriler ulusal ve uluslararası araştırma fonlarının dağılımında da etkili
olabilmektedir (örn. bkz. Bornmann, 2011).
Günümüzde pek çok veri tabanı bulunmaktadır. Psikoloji çalışmaları için Amerikan
Psikologlar Derneği’ne ait PsycINFO ve PsycARTICLES gayet önemli bir yer teşkil etmektedir. Ama bundan da önemlisi Thomson Reuters’in yayınladığı Web of Knowledge’taki (WoK) veri tabanlarıdır. WoK sosyal bilimler ve insani bilimler alanlarında iki
temel veri tabanına sahiptir: Social Science Citation Index (SSCI) ve Arts and Humanities Citation Index (A&HCI). Psikoloji yayınları genelde SSCI veri tabanında arşivlenmektedir. Bu çalışmamda SSCI ve A&HCI veri tabanlarındaki Türkiye adresli yayınları
inceleyeceğim. Bu incelememde psikoloji yayınlarına odaklanarak Türkiye adresli yayınlarla başka ülkelerdeki yayınları karşılaştırarak Türkiye’nin ‘yayınla veya yok ol’
(publish or perish) stratejisini anlamaya çalışacağım1.
* Doğuş Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Purdue Üniversitesi Disiplinlerarası Çalışmalar Dilbilim Programı
1 “Yayınla veya ok ol” stratejisi çok yönlü ele alınması gereken bir konudur. Örneğin, bir yandan yayın ve
araştırma sayısı arttarken diğer yandan bu sayıyı arttırmak için araştırmacılar bilim dünyası açısından
güncel ve yayınlanabilme olasılığı daha yüksek olan ‘hot’ konulara yönelmekte ve belli bir paradigmaya
sıkışabilmektedir. Bu tartışmaları başka bir yayında ele almayı umuyorum.
82 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
SSCI ve A&HCI veri tabanları belli başlı dergilerdeki makale, editör yazısı, editöre
mektup, kitap incelemesi, belli başlı konferanslardaki çalışmaların özeti ve tam metinleri gibi çalışmaları içermektedir. Ancak kitap, kitap bölümleri, el kitapları ve başka dergilerdeki yayınlar WoK’da yer almamaktadır. WoK’un doğal bilimler için SCI ve
SCI-Expanded, sosyal bilimler ve insani bilimler için SSCI ve A&HCI dışında kitapları
da kapsayan veri tabanları vardır ama sosyal bilimlerde SSCI ve A&HCI veri tabanlarındaki yayınlar daha önemli kabul edilmektedir. Bunun temel nedenlerinden bir kaçı
şunlardır (Russ-Eft, 2008): Bu veri tabanları sadece hakemli, zamanında yayınlanan,
alanlarında kabul gören baş ve yardımcı editörlere sahip ve en önemlisi diğer dergilere göre daha çok atıf alan dergileri dizinlemektedir.
Bu veri tabanları aynı zamanda psikoloji disiplini içersindeki araştırma eğilimleri,
odak konuları ve verimliliği yerel ve global ölçekte değerlendirmek için önemli kaynaklardır. Guilera, Barrios ve Gomez-Benito (2013) Science Citation Index-Expanded
(SCI-Expanded) ve SSCI veri tabanlarında 2010’a kadar yayınlanmış meta-analiz çalışmalarına odaklanarak psikolojideki uluslararası yönelimleri incelemişlerdir. Bulguları göstermektedir ki 1970’lerden bu yana hem yayın sayısı hem de yayın başına düşen yazar sayısı artmaktadır. Ayrıca 1990’dan bu yana uluslararası ortak çalışmalarda
da bir artış görülmektedir. Yayınların ülkelere dağılımına bakıldığında ise psikolojide
meta analiz yapan yayınların %57.52’sinin ABD’de, %7.41’inin Kanada’da, %7.41’inin
İngiltere’de, %6.09’unun Hollanda’da ve %5.29’unun ise Almanya’da yapıldığı gözlemlenmiştir. En çok meta analiz yapılan psikoloji altdizinin ise Klinik Psikoloji olduğu
belirtilmektedir.
Diğer taraftan bu veri tabanlarındaki yayınların bilimsel alanlara katkısı olduğu gibi
bu veri tabanları dışında yer alan çalışmaların da alanlara katkısı da yadsınmamalıdır.
Örneğin Nederhof, van Leeuwen ve van Raan (2010) siyasal bilimler, ekonomi ve psikoloji alanlarında WoK dışında yer alan ama çok atıf alan çalışmaları incelemişler ve
psikolojide WoK-dışı atıf verilen yayınların %62’sinin kitaplardan oluştuğunu ve bu
tür yayınların yarısının ABD, %38’sinin de Avrupa adresli olduğunu göstermişlerdir.
Türkiye adresli SSCI ve A&HCI yayınları üzerine yapılmış araştırmalar arasında Gülgöz, Yedekçioğlu ve Yurtsever’in (2002) 1970-1999 yılları arasında Türkiye adresli
sosyal bilimler yayınlarının incelenmesi, Al ve Soydal’ın (2012a, 2012b) Türkiye adresli dergilerin genel bir incelenmesi, Al ve Coştur’un (2007) 1995-2005 yılları arasında Türk Psikoloji Dergisi’nde çıkan makalelerin incelenmesi (ayrıca bkz. Al, 2008)
ve Tonta ve İlhan (1997) ve Asan ve Asan (2011) çalışması sayılabilir. Gülgöz, Yedekçioğlu ve Yurtsever (2002) 1970-1999 seneleri arasında Türkiye kaynaklı toplam 1916
SSCI yayınını inceleyerek göstermiştir ki seneler içinde yayın sayısı artmaktadır. Fakat
dünyadaki yayın sayısı artışı ile karşılaştırıldığında, Türkiye’deki yayın artışı daha yavaş kalmaktadır. Aynı zamanda Türkiye kaynaklı yayınların etki faktörleri ve aldıkları
atıf sayısı azalmaktadır. Yazarlara göre, bunun nedenleri arasında Türkiye’deki çalışmaların uluslararası çalışma gruplarıyla bağlantılarının azlığı yer almaktadır.
Tonta ve İlhan (1997) SSCI’da dizinlenen dergilerde 1985-1996 yılları arasında yayınlanan makalelere odaklanmış ve Türkiye adresli toplam 887 yayın bulmuştur. Sadece
1996 yılındaki SSCI yayınlarına baktıklarında Türkiye adresli yayınların dünyadaki
bütün yayınların (n=166) binde 14’ünü oluşturduğunu saptamışlardır. Türkiye adresli yayınların %95’inin İngilizce olduğunu belirten Tonta ve İlhan, yayınların yarıdan
fazlasının ODTÜ, Boğaziçi ve Bilkent Üniversitelerindeki araştırmacılar tarafından
üretildiğini de göstermişlerdir.
Ayrıca Gossart ve Özman (2009) SSCI ve TÜBİTAK-ULAKBİM veri tabanlarında 20022005 yılları arasında çıkan yayınları inceledikleri çalışmasında, Türkiye’deki bazı
araştırmacıların genellikle uluslararası dergilerde yayın yaptıklarını, bazılarının ise
genellikle ulusal dergilerde yayın yaptıklarını belirtmiştir. Ayrıca bu çalışmada farklı
üniversitelerden biliminsanlarının ortak çalışmalarının ve bilgi paylaşımının azlığı da
bulunmuştur.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 83
Al ve Coştur (2007) SSCI’da yer alan Türk Psikoloji Dergisi’ne odaklanmış ve şunları
bulmuştur: Çoğunlukla Türkçe makalelerden oluşan dergi en çok Hacettepe, Ankara ve
ODTÜ’de yer alan akademisyenlerin makalelerine yer vermektedir. 1995-2005 yılları
arasında yayımlanan makalelerin yarıdan fazlası Al ve Coştur’un makalesinin hazırlandığı süreçte atıf dizinlerinde yer alan başka bir makale tarafından atıf almamıştır.
Alınan 135 atıfın %35’i yazarların kendine atıf, %41’i ise dergi içi atıftır. Makalelerin
atıflarına bakıldığında ise atıfların %69’u yine Türk Psikoloji Dergisi’dir. Etki faktörü
açısından SSCI’da yer alan diğer dergilerle karşılaştırıldığında ise son sıralarda olduğu görülmüştür; örneğin 2004 yılında 425 dergi arasında 415. sırada yer almaktadır.
Türkiye’de sosyal bilimler ve insani bilimlerde, özelinde psikoloji alanında, bilimsel
çalışmaların değerini anlamak, güncel ve tarihsel yönelimleri görmek ve bu çalışmalara eleştirel bir gözle bakabilmek için betimleyici bibliyometrik ve meta analizlere ihtiyaç vardır. Bibliyometrik analizlerin tarihsel olarak bakıldığı zaman zaten ilk olarak
psikologlar tarafından yapıldığı görülmektedir (bkz. Godin, 2006). Bu tür analizler ve
geleceğin tartışılması, bilimsel alanların nereden gelip nereye gittiğini görünür hale
getirmenin yanısıra, bilimsel alanların rüştünü ispatlamasının bir işareti olarak görülür (örn. Kuhn, 1962). Elinizdeki çalışma da buna katkıda bulunmayı hedeflemektedir.
Aynı zamanda bu çalışma, alan/disiplin-içi bilimsel çalışmaların değerlendirilmesi,
katkılarının tartışılması ve gerekli eleştirilerin yapılması, nihayetinde de alanın bilimsel ilerlemesi yönünde bir diyalog çağrısıdır.
Bu taramanın yetersiz ve eksik kaldığı bazı noktalar mevcuttur. İlk olarak, sadece
WoK SSCI ve A&HCI veri tabanlarından gelen verilerle araştırmamı gerçekleştirdim.
Özellikle psikoloji yayınlarını arşivleyen PsycINFO gibi veri tabanlarında yapılacak bir
çalışma değişik sonuçlar verebilir. Bunu gözardı ettim. Aynı zamanda Thomson Reuters şirketinin temel olarak ABD merkezli bir şirket olduğu düşünülürse sonuçlar ABD
yanlısı olabilir.
İkincisi, bu araştırmamda genel bibliyometrik verilerden sadece makale sayılarına
odaklandım. Bir dergide çıkan makale sayısı sadece sayısal verileri verirken, herhangi
bir makalenin gerçek değerini göstermeyebilir. Bunun için ayrıca makalenin yer aldığı
derginin etki faktörü de önemli olmaktadır. Etki faktörü bir dergide çıkan makalelere
verilen ortalama atıf sayısının hesaplanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu öyle ki, pek çok
dergi özellikle atıf sayısını dolayısıyla etki faktörlerini artırmak için bilinçli ve/veya
bilinçsiz olarak yazarlardan aynı dergide yer alan başka makalelere de atıf vermesini
beklemektedir (örn. bkz. Wilhide ve Fong, 2012). Ancak sadece dergi etki faktörüne
bakmanın yeterli olmayacağı görüşü de yaygındır. Çünkü etki faktörü sadece tek bir
makalenin değil bütün derginin son sayılarındaki makalelerin aldıkları atıfların ortalamalarıyla hesaplanmaktadır. Örneğin, diyelim, pek olası olmamakla birlikte, aynı
dergide çıkan bir makale 100 atıf alırken başka bir makale 0 atıf almışsa, derginin etki
faktörü yüksek olduğu için 0 atıf alan makalenin değeri de yüksek gibi görülebilir.
Bu görüşü savunan Brems, Button ve Munafo (2013), daha da ileri giderek dergileri
tamamıyla ortadan kaldırıp sadece makalelerin yer aldığı kütüphane-destekli veri tabanları oluşturmanın daha sağlıklı olacağını önermişlerdir2.
2 Sonraki çalışmalarda WoK’taki yayınların öneminin artmasından ve etki faktörlerinden bilimsel
alanların olumlu ve olumsuz ne şekillerde etkilendiğini araştıracağım. Biliminsanlarının gerektiğinde
yayın sayılarını artırmak ve kendi alanlarının önde gelenlerinden olabilmek için bilimsel suistimallerle
etik kuralları ihlal edebileceği, verilerle oynayabileceği ve ileri gelen dergilerde bile yayınlar yapabileceğini
tartışacağım. Örneğin Diederik Stapel olayı. Bilimsel suistimal ve sahtekarlık yapması şüphesiyle Stapel
hakkında 2011 yılında bir soruşturma açılmış ve sonucunda Stapel’in SSCI veri tabanlarında da yer
alan Journal of Personality and Social Psychology, Motivation and Emotion, Psychological Science ve
daha da önemlisi en yüksek etki faktörüne sahip dergilerden birisi olan Science’taki makalelerinin geri
çağrılması ve doktorasının geri alınmasıyla sonuçlanmıştır (Levelt Committee, Noort Committee, &
Drenth Committee, 28 Kasım 2012).
84 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Yöntem
Bu çalışmanın temel amacı WoK’ta Türkiye kaynaklı psikoloji yayınlarını betimlemeli
olarak incelemektir. Araştırma sorularım şu şekildedir:
1- WoK veri tabanlarında Türkiye adresli sosyal bilimler ve insani bilimler tam makale
yayınların sayısal değerleri nelerdir?
2- WoK dizini olan SSCI ve A&HCI dizinlerinde Türkiye adresli psikoloji dizinlerine ait
tam makale yayınların sayısal değerleri nelerdir?
3- Bu dizinlerde yer alan Türkiye adresli tam makale yayınların psikoloji alt dizinlerine sayısal dağılımı ne şekildedir?
4- İlk üç soruda araştırılan konularda Türkiye adresli yayınlarla başka ülke adresli
yayınların karşılaştırılmasının sonuçları nelerdir?
Bu sorulara yanıt aramak için önceden ISI olarak da bilinen Thomson Reuters’a ait
WoK dizinini seçmemin temel nedeni bu dizinin saygınlığı ve kapsamı açısından uluslararası en geçerli dizin olmasıdır. WoK’ta özellikle doğal bilim dizinlerinde 100 seneyi aşkın bir veri tabanı mevcuttur. Bilimsel yayınlarda ülkelerarası rekabette önemli kriterlerden birisi WoK’ta yer alan makaleler olduğu düşünülmektedir. Ayrıca T.C.
Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı tarafından Doçentlik Atama Kriterleri’nde WoK’ta
yer alan tam makaleler önemli yer tutmaktadır. Örneğin şu an psikoloji alanlarından
doçentlik ataması için geçerli olan Doçentlik Sınavı Alanları ve Başvuru Koşulları Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler Temel Alanı Tablo 11’de yer alan Başvuru Koşulları Koşul
No 111’deki kriterlerden birisi ve en çok puan getireni “SSCI, SCI-Expanded veya AHCI
kapsamındaki dergilerde yayımlanmış tam makale, 4 puan” olarak belirtilmiştir (T.C.
Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı, 2013). Ayrıca TÜBİTAK, ULAKBİM aracılığıyla,
araştırmacıları uluslararası yayına teşvik amacıyla bu dizinlerden yararlanmaktadır.
Örneğin “2013 yılı TÜBİTAK Türkiye Adresli Uluslararası Bilimsel Yayınları Teşvik
Programı (UBYT) Uygulama Esasları ve Teşvik Miktarları Hesaplama Yöntemi” ile
WoK SSCI’da yer alan Türk Psikoloji Dergisi’nde yayınlanan tam bir makale için 507
TL teşvik verilmektedir (TÜBİTAK Türkiye Adresli Uluslararası Bilimsel Yayınları Teşvik Programı Uygulama Esasları, 2013).
Thomson Reuters sosyal bilimler alanında iki genel veri tabanına yer vermektedir:
SSCI ve A&HCI. Psikoloji dizinleri SSCI’da yer almaktadır. SSCI dizininde 50 farklı disiplinden toplam 3000 dergi, A&HCI dizininde ise 1700 farklı dergi vardır. Bir dergi bir ve birden fazla altdizinde sınıflandırabilmektedir. Seneler içerisinde bu sayılar
artmakta dolayısıyla dizinlerde yer alan makale sayısı da artmaktadır. Aynı zamanda
Thomson Reuters bu dizinlerdeki dergileri kontrol etmekte, kendi kriterlerine uymadığı zaman bazı dergileri veri tabanından çıkartabilmektedir. Dizinler bir kaç günde
bir güncellenmektedir. Bu nedenle tarama sonuçları gün geçtikçe değişiklik göstermektedir. Bu makalede Temmuz 2013 tarihinde yapılan tarama sonuçlarını inceledim.
Tarama yaparken Doğuş Üniversitesi Kütüphanesi aracılığıyla WoK bağlantısında SSCI
ve A&HCI veri tabanlarını işaretledim. 1970-1999 seneleri arasında Türkiye kaynaklı
toplam 1916 SSCI yayınını inceleyen bir araştırma mevcut olmasına rağmen (Gülgöz,
Yedekçioğlu ve Yurtsever, 2002), yine de yıl aralığını 2000-2013 seçmek yerine biraz
daha geniş tutarak 1980-2013 olarak belirledim. Bunun nedenlerinden birisi Türkiye
adresli yayınlarla başka ülkelerden çıkan yayınları karşılaştırabilmekti. Ayrıca, ULAKBİM Türkiye’deki bütün üniversitelerin en az 1980’den itibaren bu dizinlere erişebilmesini istemektedir ve bu tarihten itibaren WoK’ta A&HCI dizinleri de yer almaya
başlamıştır. İlk dört soruya yanıt aramak için, adres kısmına incelediğim ülkeyi örneğin Türkiye (Turkey) ve çıkan sonuçlarda da tam makale seçeneğini (Article) işaretleyerek konferans özetleri ve konferans tam metinlerini, editör yazılarını, incelemeleri, vb. yayınları eledim. Dördüncü soruya yanıt ararken Türkiye adresli yayınlarla,
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 85
Türkiye’nin doğu komşularından İran, batı komşularından Yunanistan’ın yanısıra bilimsel katkıları yüksek olan Almanya, Hollanda, İngiltere ve ABD’yi seçtim. Karışıklık
olmaması için ABD için ‘USA’, İngiltere için sadece ‘England’ adreslerini taradım. WoK
sonuçları en çok yayın yapılan ilk 100 kategoriyi vermektedir. Bu nedenle analizlerim
sadece bu ilk 100 kategoriyi içermektedir.
Daha sonra, çıkan sonuçlardan psikoloji alt dizinlerine ulaşabilmek için kategorilerde
psikoloji (psychology) anahtar kelimesiyle çıkan bütün alt dizinleri seçtim. Bu alt dizinler şunlardır: Çokdisiplinli Psikoloji, Klinik Psikoloji, Psikoloji, Deneysel Psikoloji,
Gelişim Psikolojisi, Uygulamalı Psikoloji, Sosyal Psikoloji, Eğitim Psikolojisi, Biyolojik
Psikoloji, Matematiksel Psikoloji ve Psikoanaliz Psikolojidir. Bir makale birden fazla
bilim alanında ve o alanların birden fazla alt dizininde yer alabilmektedir. Seçilen alt
dizinlerin yanındaki rakamlar bu alt dizinde kaç tam makalenin yer aldığını gösterdiği
için, her bir ülke ve her bir tarih aralıklarında bu rakamları not ettim.
İlk dört soru için tarih aralıklarını şu şekilde belirledim. İlk önce, çıkan genel sonuçları
inceledim. 1980’lerde dizin kapsamları dar olduğu için oldukça az yayının yer aldığını
gördüm. 2000’lerde ise hızlı artışlara rastgeldim. Bu öyle ki, 2010-2013 aralığındaki
yayın sayısı 2000-2009 arası yayın sayısını yakalamak üzere. Bu nedenlerle tarih aralıklarını 1980-1989, 1990-1999, 2000-2009 ve 2010-2013 (Temmuz) olarak seçtim.
Gerektiğinde bu zaman aralıklarını daralttım.
SSCI ve A&HCI Veri tabanlarında Türkiye Adresli Yayınlar ve Ülkelerarası Bir Karşılaştırma
Bu bölümde Türkiye kaynaklı araştırmaların bilime katkısı üzerinde duracağım. İlk
önce SSCI ve A&HCI veri tabanlarını genel olarak inceledikten sonra Psikoloji dizinlerini inceleyeceğim. Ayrıca Türkiye’yi çeşitli ülkelerle de karşılaştıracağım.
Tablo 1’e göre Türkiye adresli toplam 18,163 yayın SSCI ve A&HCI dizinlerinde yer
almıştır. Bu yayınların toplam 2,054 adedi (% 11.31) psikoloji dizinlidir. Bu 2,054 adet
tam makalenin 208 tanesi yani %10.12’si 1995 yılından beri SSCI veri tabanında listelenen Türk Psikoloji Dergisi’ne aittir. Onarlı senelere göre yayınlara baktığımızda
hem SSCI ve A&HCI yayınlarının hem de psikoloji dizinli yayınların katlanarak arttığını görmekteyiz.
Tablo 1. 1980-2013 (Temmuz) yılları arası Türkiye adresli SSCI ve A&HCI yayınlar ve
psikoloji dizinlerindeki yayın sayıları
SSCI ve
A&HCI Veri
Tabanlarındaki
Toplam Yayın
Sayısı
SSCI ve
A&HCI Veri
Tabanlarındaki
Psikoloji Dizinli
Yayın Sayısı
1990-1999
1,115
216
2010-2013
8,678
Yıllar
1980-1989
2000-2009
Toplam (19802013)
309
%
42
13.59
8,061
1,174
14.56
18,163
2,054
616
19.37
7.10
11.31
86 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Son 13 seneye ayrıntılı olarak baktığımızda da benzer bir tablo ile karşılaşmaktayız.
2012 yılındaki Türkiye adresli SSCI ve A&HCI veri tabanlarındaki toplam yayın sayısı
2,849 iken, 2000 yılında sadece 233’tür. Bu rakamlara göre yayın sayısı 13 senede
12 kat artmıştır. Benzer şekilde psikoloji dizinlerindeki yayınlar 2000 yılında sadece
45 iken, 2012 yılında 191’e yükselmiştir. Oranladığımızda 4 katın üstünde bir artış
görmekteyiz. Ancak SSCI ve A&HCI veri tabanlarındaki psikoloji yayınlarının SSCI
ve A&HCI veri tabanlarındaki toplam yayın sayısına oranına baktığımızda bir düşüş
görmekteyiz: 2000 yılında %19.31 iken, 2012 yılında %6.7’ye düşmüştür.
Tablo 2. 2000-2013 (Temmuz) yılları arası yıl yıl Türkiye adresli SSCI ve A&HCI
yayınlar ve bunlardaki psikoloji dizinlerindeki yayın sayıları
Yıllar
SSCI ve A&HCI
Dizinlerindeki
Toplam Yayın
Sayısı
Psikoloji
Dizinli
Yayın
Sayısı
%
Ocak-Temmuz
2013
1,008
85
8.43
2011
2,496
166
6.65
201
10.32
165
13.31
2012
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
2,849
191
2,325
178
1,947
1,551
1,240
777
675
502
470
355
311
233
185
139
120
88
76
69
80
45
6.7
7.66
11.93
17.89
17.78
17.53
16.17
19.44
25.72
19.31
Başka ülkelerle karşılaştırmaksızın bu artışı yorumlamak çok da anlamlı olamayacağı
için bir grup ülke ile Türkiye’yi karşılaştırdım. Bu ülkeler arasında Türkiye’nin
doğu komşularından İran, batı komşularından Yunanistan yer aldığı gibi bilimsel
katkıları daha yüksek olan Almanya, Hollanda, İngiltere ve ABD de yer aldı. Tablo 3
sayısal değerleri vermektedir. Bu tabloya göre Türkiye, toplam yayın sayısında İran
ve Yunanistan’dan daha ileride, tablodaki diğer ülkelerden daha geridedir. İlginçtir
ki, Yunanistan’ı ancak 2000’lerden itibaren yakalayıp geçebilmiştir. 2000-2009 (10
sene) ve 2010-2013 (3 sene) seneleri arası toplam yayınlara baktığımızda oransal
olarak İran’ın 1.48 katlık bir artış, Türkiye’nin ise 1.07 katlık bir artış gösterdiğini
görmekteyiz (ayrıca bkz. Brown, 2011, 29 Mart). Benzer artışlar diğer Ortadoğu
ülkelerinde de gözlemlenmektedir (Scully, 2011, 9 Mart). Hollanda, Almanya, İngiltere
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 87
ve ABD’nin yayın sayıları ise sırasıyla 4.77, 7.16, 17.68 ve 78.97 kat Türkiye’den daha
fazladır. Maalesef, bu ülkelerde ve Türkiye’de toplam araştırmacı/akademisyen
sayısını bilemeyeceğimiz için araştırmacı/akademisyen başına düşen yayın sayısını
veremiyorum. Ancak, belki, yayın sayılarının ülke nüfuslarına oranlanarak bir değere
ulaşılabilir. Bu nedenle, nüfus artışlarını gözardı ederek, toplam rakamların nüfusa
oranlarını da tabloda gösterdim. (Nüfuslar CIA’in Temmuz 2013 tahminleridir (CIA,
28 Ekim 2013). Bu oranlara baktığımızda ise Yunanistan 4.81, Hollanda 23.4, Almanya
4.81, İngiltere 23 ve ABD 20.54 kat Türkiye’den daha fazla yayın yapmıştır.
Tablo 3. 1980-2013 (Temmuz) yılları arası Türkiye, İran, Yunanistan, Almanya,
Hollanda, İngiltere ve ABD adresli SSCI ve A&HCI yayın sayıları
Türkiye
İran
Yunanistan
Hollanda
Almanya
İngiltere
ABD
19901999
309
100
893
7,867
6,233
54,492
308,698
1,115
143
1,772
16,971
32,954
74,012
364,692
20102013
8,061
1,865
5,064
35,733
55,541
121,162
509,552
8,678
2,776
3,749
26,128
35,399
71,499
251,402
18,163
4,893
11,478
86,699
130,127
321,165
1,434,344
19801989
20002009
Toplam
(19802013
Temmuz)
Toplam
nüfus
Üstteki
değerin
toplam
nüfusa
oranı
80,694,485 79,853,900 10,772,967 16,805,037 81,147,265 63,395,574 316,668,567
0.00022
0.00006
0.00106
0.00515
0.00160
0.00506
0.00452
Yine aynı ülkelerdeki psikoloji dizinlerinde yer alan yayınlara göz atalım. Tablo
4’te de görüldüğü üzere yayın sayısı Türkiye’den fazla olan ülkelerde (İngiltere
hariç) psikoloji dizinlerindeki yayınlar toplam SSCI yayınlarının %20 ve üzerinde
gerçekleşmektedir. 1980-1989 yılları arası Almanya adresli yayınlardaki anormallik
göz ardı edilirse, bu oran tutarlı bir şekilde gözlemlenmektedir. Psikoloji yayınlarının
toplam SSCI yayınlarına oranı, Türkiye, İran ve Yunanistan’da ise dalgalı bir şekilde
%10’lar seviyesinde gerçekleşmektedir. Nüfus artışlarını gözardı ederek toplam
rakamların nüfusa oranlarına baktığımıza ise SSCI’da psikoloji dizinlerindeki yayın
sayıları açısından Yunanistan 5.6, Hollanda 51.36, Almanya 14.44, İngiltere 32.12 ve
ABD 38.28 kat Türkiye’den daha fazla yayın yapmıştır.
88 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Tablo 4. 1980-2013 (Temmuz) yılları arası Türkiye, İran, Yunanistan, Almanya,
Hollanda, İngiltere ve ABD adresli psikoloji dizinli yayın sayıları
Yuna-
Türkiye
%
İran
%
42
13.59
19
19.00
216
19.37
32
1,174
14.56
616
(1980-
2,054
Toplam
80,694,
79,853,
10,772,
16,805,
81,147,
63,395,
316,668,
0.000025
0.000006
0.000140
0.001284
0.000361
0.000803
0.000957
19801989
19901999
20002009
20102013
Toplam
2013)
nüfus
Üstteki
değerin
toplam
485
%
Hollanda
%
Almanya
%
İngiltere
%
ABD
%
105
11.76
1,993
25.33
80
1.28
7,933
14.56
61,445
19.90
22.38
231
13.04
4,572
26.94
7,589
23.03
11,735
15.86
76,067
20.86
275
14.75
754
14.89
9,235
25.84
13,804
24.85
20,855
17.21
112,671
22.11
7.10
211
7.60
398
10.62
5,785
22.14
7,858
22.20
10,460
14.63
51,848
20.62
11.31
535
10.93
1,517
13.22
21,585
24.90
29,333
22.54
50,928
15.86
303,281
21.14
900
nistan
967
037
265
574
567
nüfusa
oranı
SSCI dizinlerinde 11 tane psikoloji alt dizini mevcuttur. Dergiler kapsamı açısından
değerlendirilmiş ve bu dizinlerden birisinde veya bir kaçında sınıflandırılmıştır. Örneğin Brain and Language dergisi Odyoloji ve Konuşma-Dil Patolojisi, Dilbilim, Sinirbilimler ve Deneysel Psikoloji dizinlerinde sınıflandırılırken, Journal of Memory and
Language dergisi Dilbilim, Psikoloji ve Deneysel Psikoloji dizinlerinde sınıflandırılmıştır. Türk Psikoloji Dergisi ve International Journal of Psychology gibi dergiler ise
sadece Çokdisiplinli Psikoloji dizininde yer almaktadır.
SSCI’da psikoloji sınıflandırmaları şunlardır: Çokdisiplinli Psikoloji, Klinik Psikoloji,
Psikoloji, Deneysel Psikoloji, Gelişim Psikolojisi, Uygulamalı Psikoloji, Sosyal Psikoloji,
Eğitim Psikolojisi, Biyolojik Psikoloji, Matematiksel Psikoloji ve Psikoanaliz Psikolojidir.
‘Psikoloji’ hariç, bu dizinlerde yer alan ve etki faktörleri en yüksek 5 dergiyi yukardan
aşağıya sıralayarak aşağıda Tablo 5’de veriyorum (JCR 2012 sıralamaları, 28 Ekim
2013).
Table 5. SSCI psikoloji sınıflandırmaları ve 2012 yılında bu sınıflardaki en yüksek etki
faktörüne sahip 5 dergi.
SSCI sınıflandırması
Çokdisiplinli Psikoloji
Klinik Psikoloji
Dergi ismi
Psychology Bulletin
Annual Review of Psychology
Psychological Review
Psychological Inquiry
Perspectives on Psychological Science Annual Review of Clinical Psychology
Clinical Psychology Review
Neuropsychology Review Journal of Clinical Psychiatry
Psychological Medicine Deneysel Psikoloji
Gelişim Psikolojisi
Uygulamalı Psikoloji
Sosyal Psikoloji
Eğitim Psikolojisi
Biyolojik Psikoloji
Matematiksel Psikoloji
Psikoanaliz Psikoloji
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 89
Trends in Cognitive Sciences
Social Cognitive and Affective Neuroscience
Advances in Experimental Social Psychology Journal of Experimental Psychology-General
Journal of Cognitive Neuroscience
Journal of the American Academy of Child and
Adolescent Psychiatry
Journal of Child Psychology and Psychiatry
Development and Psychopathology Child Development
Autism Research
Journal of Management
Journal of Applied Psychology Organizational Research Methods
Personnel Psychology Journal of Organizational Behavior
Personality and Social Psychology Review Advances in Experimental Social Psychology
Journal of Personality and Social Psychology
Journal of Health and Social Behavior Organizational Behavior and Human Decision
Processes Child Development
Learning and Instruction
Educational Psychologist-US
Journal of Educational Psychology Journal of the Learning Sciences
Behavioral and Brain Sciences
Evolution and Human Behavior
Biological Psychology
Psychophysiology Physiology & Behavior
Psychonomic Bulletin & Review Psychometrika Behavior Research Methods
Journal of Mathematical Psychology
British Journal of Mathematical & Statistical
Psychology
Zeitschrift fur Psychosomatische Medizin und
Psychotherapie
Journal of the American Psychoanalytic Association
Psychoanalytic Psychology
International Journal of Psychoanalysis Psychoanalytic Dialogues
2010-2013 (Temmuz) arasındaki yayınları psikoloji alt dizinleri açısından
incelediğimizde (bkz. Tablo 6) en çok yayının Türkiye, İran ve Yunanistan için
Çokdisiplinli Psikoloji alt dizininde; Hollanda, Almanya ve İngiltere için Deneysel
90 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Psikoloji alt dizininde; ABD için ise Klinik Psikoloji alt dizininde yer aldığını
görmekteyiz. Ayrıca, dikkate değer diğer bir unsur olarak, Türkiye adresli olup
oransal olarak ikinci en çok yayın yapılan Sosyal Psikoloji alt dizininin, Hollanda
ve Almanya’da 5. sırada, İngiltere ve ABD’de ise 6. sırada yer aldığını görmekteyiz.
Matematiksel Psikoloji alanında Hollanda, Almanya ve ABD adresli yayınlar karşımıza
çıkarken, Psikoanaliz alanında Almanya adresli yayınları görmekteyiz3.
Tablo 6. 2010-2013 (Temmuz) yılları arası Türkiye, İran, Yunanistan, Almanya,
Hollanda, İngiltere ve ABD adresli psikoloji alt dizinlerinde yayın sayıları
Türkiye
İran
Yunanistan
Hollanda
Almanya
İngiltere
1,859
9,369
Sosyal
Psikoloji
153
25
32
859
910
1,053
6,244
Deneysel
Psikoloji
71
25
67
1,401
2,255
2,920
8,795
Klinik Psikoloji
83
44
72
1,050
1,586
2,183
11,859
Gelişim
Psikolojisi
67
26
52
773
765
1,276
8,448
Uygulamalı
Psikoloji
30
45
74
1,069
1,492
2,296
7,587
64
18
67
704
755
1,050
5,630
Eğitim
Psikolojisi
40
8
50
284
521
452
3,352
Biyolojik
Psikoloji
0
14
0
280
511
526
2,094
Matematiksel
Psikoloji
0
0
0
143
140
0
1,114
Psikoloji
Psikoanaliz
0
0
0
0
430
0
0
Çokdisiplinli
Psikoloji
Psikoloji
171
56
80
866
1,003
ABD
3 WoK sonuçlarında en çok yayın yapılan ilk 100 kategori verilmektedir. Bu nedenle örneğin ABD (USA)
adresli psikoanaliz psikoloji kategorisindeki yayınlar ülke değerlendirmesinde çıkmamaktadır. Bu durum
psikanaliz psikolojide ABD adresli yayın yapılmadığı değil, psikoanaliz psikoloji kategorisinin ABD’nin en
çok yayın yaptığı ilk yüz kategori arasında yer almadığı anlamına gelmektedir.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 91
Tablo 7’de ise 1980’den 2013’e kadar psikoloji alt dizinlerinde Türkiye adresli yayın
sayıları verilmiştir. Buna göre Çokdisiplinli Psikoloji, Sosyal Psikoloji ve Deneysel
Psikoloji en çok yayın yapılan alt dizinlerdir. 2010’dan bu yana baktığımızda ise Klinik
Psikoloji alt dizini yayın sayısının Deneysel Psikoloji yayın sayısını geçmekte olduğunu
gözlemlemekteyiz. 2010’dan beri Biyolojik Psikoloji alt dizininde ise henüz bir yayına
rastlanmamıştır.
Tablo 7. 1980-2013 (Temmuz) yılları arası Türkiye adresli psikoloji alt dizinlerinde
yayın sayıları
1980-1989
1990-1999
2000-2009
2010-2013
Toplam (1980-2013)
Çokdisiplinli
Psikoloji
13
96
333
171
613
Deneysel Psikoloji
9
32
184
71
296
144
67
Sosyal Psikoloji
Klinik Psikoloji
Gelişim Psikolojisi
Psikoloji
Uygulamalı Psikoloji
Eğitim Psikolojisi
Biyolojik Psikoloji
Matematiksel
Psikoloji
Psikoloji Psikoanaliz
5
6
3
8
3
1
34
14
35
29
8
6
2
12
0
0
1
0
256
158
145
95
42
50
0
0
153
83
30
64
40
0
0
0
448
261
249
212
170
89
72
1
0
Tartışma ve Sonuç
Bu çalışmada Thomson Reuters’ın WoK SSCI ve A&HCI veri tabanlarında 1980-2013
yılları arasında Türkiye adresli sosyal bilimler ve insani bilimler tam makale yayınları
ve özelinde psikoloji dizinlerinde yer alan yayınların sayısal değerlerini inceledim ve
bu değerleri İran, Yunanistan, Hollanda, Almanya, İngiltere ve ABD adresli yayınların
sayısal değerleriyle karşılaştırdım.
Bulgular göstermektedir ki 1980-2013 yılları arasında Türkiye adresli SSCI ve A&HCI
yayınları ve özelinde psikoloji yayınları giderek artmaktadır. Benzer bir artışı hem
İran ve Yunanistan gibi bölgesel olarak komşu ülkelerde hem de Hollanda, Almanya,
İngiltere ve ABD gibi alana katkıları yüksek ülkelerde de olduğunu gösterdim. Sayısal
veriler, psikoloji yayınlarının toplam SSCI ve A&HCI yayınlarına oranı ve psikoloji alt
dizinleri yayın dağılımı açısından incelendiğinde Türkiye’nin İran ve Yunanistan’a
benzer ama Hollanda, Almanya, İngiltere ve ABD gibi ülkelerden oldukça geride
olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca 2000’li yılların başlarında yakalanan psikoloji
yayınlarının toplam SSCI ve A&HCI yayınlarına oranının (Hollanda, Almanya, İngiltere
ve ABD gibi yaklaşık %20) 2010’dan itibaren %10’ların altına düştüğü görülmektedir.
Bu düşüş WoK’un kapsamının genişlemesiyle açıklanabileceği gibi Türkiye’deki her
alanda akademik çalışmaların artmasıyla da açıklanabilir.
92 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
WoK veri tabanlarının yıllar içinde sabit olmaması ve sürekli genişlemesi, son yıllarda
dizine eklenen dergi sayısında buna parallel olarak da veri tabanında yer alan makale
sayısında büyük bir artışa neden olmuştur. Bu artış, Türkiye’de bilimsel çalışmaların
arttığı konusunda yanlı bir sonuç ortaya çıkartabilmekte hatta bir yanılsama
yaratmaktadır. Türkiye’nin bilimsel çalışmalar açısından oldukça ileri düzeyde olan
Hollanda, Almanya, İngiltere ve ABD ile karşılaştırılması arada çok büyük bir uçurum
olduğu sonucunu işaret etmektedir. Belki Avrupa Birliği ülkelerinin veya Avrupa
Birliği’ne aday ülkelerin tamamını Türkiye ile karşılaştırmak daha sağlıklı bir sonuç
verebilir. Yine de Türkiye’nin nüfus açısından Hollanda ve Yunanistan’dan bir kaç kat
daha kalabalık olduğu gerçeğini de gözardı etmemek gerekmektedir. Türkiye’yi İran ile
karşılaştırırken İran’a Humeyni devrimi sonrası her alanda uygulanan ambargonun ve
hala süregelen dışlanmanın bilimsel yayın politikalarına etkisi de olabileceği gözardı
edilmemelidir. O yüzden Türkiye-İran karşılaştırması da yanlı sonuçlar verebilir.
Türkiye’de psikoloji dizinli yayınların yüzdesinin anormal bir derecede düşmesi
Energy Education Science and Technology Part B Social and Educational Sciences
dergisinin etkisinden kaynaklandığı düşünülebilir. SSCI veri tabanı Eğitim Bilim
Disiplinleri alt dizininde yer alan Türkiye kaynaklı bu dergi, sadece 2012 senesi
Ocak ve Ekim ayları arasında 248 makale yayımlamıştır ki bu rakam, örneğin, Türk
Psikoloji Dergisi’deki dizinde yer alan toplam makale sayısından fazladır. TÜBİTAKULAKBİM yayın teşvik programından çıkartılan bu dergi, Thomson Reuters tarafından
da 2013 yılı dergi sıralamalarından çıkartılmıştır (ayrıca bkz. Öztürk, 2013, 25 Ocak).
Bu 248 makaleyi çıkartsak bile, 2012 yılında psikoloji dizini Türkiye’nin SCI ve SSCI
toplamının %7.33’üne ulaşabilmektedir. Bu da SSCI dizinlerinde Türkiye adresli
yayınların birikimli artış hızına psikoloji dizininde yer alan yayınlar ulaşamamış
denilebilir. Yeni üniversitelerin kurulmasıyla psikoloji bölümlerinin sayısı ve psikoloji
alanında çalışan araştırmacıların sayısı son yıllarda hızlı bir şekilde artmaktadır ama
psikoloji dizinlerindeki yayınlar aynı artışı göstermemektedir. Bu veriler oldukça
düşündürücüdür.
Türkiye’nin uluslararası tanınmış veri tabanlarında görece az sayıda yayınının yer
alması ve bu yayınların genel olarak oldukça az atıf almasının nedenleri pek çok
değişkene bağlı olabilir. Devletin bilim politikaları, ulusal araştırma desteklerinin
yeterliliği/yetersizliği, üniversitelerin sağladığı olanaklar ve verdiği destekler,
üniversitelerin bilimsel alanlarda ulusal ve uluslararası hedefleri ve rekabet
yetkinlikleri gibi faktörler de yayın sayı ve kalitelerine etki ediyor olabilir. Örneğin
bir üniversite kütüphanesinin herhangi bir ortaöğretim kütüphanesi büyüklüğünde
olup kataloglarının çok sınırlı olması; veri tabanlarına erişimin uluslararası
boyutlarla karşılaştırılamayacak kadar dar olması; güncel yayınlara erişimin oldukça
sınırlı olması, araştırma alet ve malzemelerini edinmek için gerekli bütçelerin
sağlanmaması; öğretim elemanlarının ders yüklerinin oldukça yüksek olması;
öğretim elemanlarının bilimsel kariyerlerinin arasında derin farklılıklar olması;
idari kadro sınırlandırmalarıyla öğretim elemanlarına idareci, sekreter, öğrenci işleri
görevlisi, tanıtım elemanı, halkla ilişkiler uzmanı gibi görevlerin verilmesinin doğal
karşılanması gibi. Bu şartlar altında üniversitedeki araştırmacıların çok sayıda bilimsel
çalışmalar yapıp bunu SSCI gibi etkin ve önemli veri tabanlarında yer alan dergilerde
yayınlayabilmesini beklemek hayal görmekten ibarettir. Başka bir araştırmamda bu
konuları da dikkate alacağım.
Araştırmacının kendi göstergeleri de oldukça önemli olmaktadır, ki ben bu konuyu
elinizdeki araştırmada gözardı ettim ve şu an başka bir araştırma kapsamında
incelemekteyim. Türkiye’den psikoloji alanından örnek vermek gerekirse
Koç Üniversitesi öğretim üyelerinden ve kültürler arası psikolojinin önemli
araştırmacılarından Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın SSCI veri tabanı psikoloji dizinlerinde
toplam 28 tam makalesi yer almaktadır. Bu sayı Türkiye standartları için yüksek
olarak görülebilir, ancak sadece bu sayıya bakarak uluslararası ölçekte Kağıtçıbaşı’nın
katkısının az olduğu düşünülebilir. Halbuki atıf sayılarına baktığımızda başka bir
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 93
veri elde edebiliriz. Temmuz 2013 itibariyle Kağıtçıbaşı’nın SSCI ve A&HCI veri
tabanlarında aldığı atıf sayısı 2645’den fazladır. Sadece bu sayıya bakarak uluslararası
ölçekte Kağıtçıbaşı’nın katkısının çok büyük olduğu sonucu çıkartılabiliir.
Bu nedenlerle dergi etki faktörünün yanı sıra, makalenin aldığı ve verdiği atıflar
(Campbell, 2008) ve aynı zamanda makale yazarlarının (yeni yeni oluşan) h ve i10
göstergesi önem taşımaktadır. h-göstergesi/endeksi (Hirsch, 2005) bir araştırmacının
şimdiye kadar ve son 5 senede kaç yayınının belli bir değer üstünde atıf aldığını
ölçmeye çalışmaktadır. Örneğin h göstergesi 4 ve 4 olan bir araştırmacının şimdiye
kadar 4 yayını ve ayrıca son 5 yılda 4 yayını en az 4’er kez atıf almış demektir. Google
Scholar’ın kullandığı diğer bir gösterge olan i10 göstergesi ise bir araştırmacının
şimdiye kadar ve son 5 senede kaç yayınının 10 ve üstünde atıf aldığını ölçmeye
çalışmaktadır. Örneğin i10 göstergesi ‘4 ve 4’ olan bir araştırmacının şimdiye kadar
toplam 4 yayını var ve son 5 yılda 4 yayını en az 10’ar kez atıf almış demektir.
Atıflar dışında başka faktörler de önem arz etmektedir. Simonton (2000) 54 seçkin
psikoloji biliminsanını incelediği çalışmasında bu kişilerin alana etkilerini göstermek
için aldıkları atıf sayısı, kullandıkları metodlar, metodolojik/teorik yaklaşımlar ve
alandaki tartışmalarda --genelde aşırı uç noktalarda-- aldıkları pozisyonlar gibi
faktörlerin de önemli olduğunun altını çizmiştir. Haggbloom, Warnick, Warnick ve
arkadaşları (2002) bir çalışmalarında, psikolojide 100 seçkin biliminsanını ortaya
çıkarmak için dergilerde ve temel psikoloji ders kitaplarında aldıkları atıfları ve
biliminsanlarıyla yapılan anket çalışması sonuçlarını göz önüne aldığı gibi Amerikan
Ulusal Bilim Akademisi üyeliğini, Amerikan Psikoloji Derneği başkanlığını ve bu
dernekten seçkin araştırmacı ödülü alma durumunu da dikkate almıştır.
Sonuç olarak, bu çalışma sosyal bilimler ve insani bilimlerde ve özellikle psikolojide
Türkiye adresli uluslararası yayınları sayısal olarak değerlendiren betimleyici
bir araştırmanın sonuçlarıdır. Bu çalışma ile özellikle psikoloji alanında yapılan
çalışmaların uluslararası katkılarının yanı sıra bu katkıların değerlendirilmesine
ve eleştirilerin yapılabilmesine katkıda bulunduğumu düşünmekteyim. İlerideki
çalışmalarımda ise ‘Ne yapmalı?’ ve ‘Nasıl yapmalı?’ sorularının cevaplarını arayacağım.
Teşekkür
Bu makalenin hazırlanmasında yorum ve destekleri için Beril Tezeller Arık’a, Bahar
Tanyaş’a ve Onurcan Yılmaz’a ve hakemlere teşekkür ederim. Makaledeki sehven
yapılmış bütün hatalar bana aittir.
Kaynaklar
Al, U. (2008). Scientific publication policy of Turkey: A bibliometric approach based
on citation indexes. Doktora tezi, Ankara.
Al, U. ve Coştur, R. (2007). Türk Psikoloji Dergisi’nin bibliyometrik profili. Türk
Kütüphaneciliği, 21(2), 142-163.
Al, U. ve Soydal, İ. (2012a). Atıf dizinlerindeki Türkiye adresli dergiler üzerine bir
değerlendirme. Bilgi Dünyası, 12(1), 13-29.
Al, U. ve Soydal, İ. (2012b). Dergi kendine atıfının etkisi: Energy Education Science and
Technology örneği. Türk Kütüphaneciliği, 26(4), 699-714.
Arts & Humanities Citation Index, 2013. Thomson Reuters. Online erişim, Temmuz
2013.
94 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
Asan, A. ve Asan, H. (2011). 2011 yılı etki faktörü (Impact factor) değeri 1’in üstünde
ve SCI-Expanded kapsamında olan Türkiye kaynaklı dört dergideki yayınların analizi.
O. Yılmaz (Ed.), Sağlık Bilimlerinde Süreli Yayıncılık 2011, 9. Ulusal Sempozyum (pp. 6678). Ankara: Aves Yayıncılık.
Bornmann, L. (2011). Mimicry in science? Scientometrics, 86, 173-177.
Brems, B., Button, K. ve Munafo, M. (2013). Deep impact: unintended consequences of
journal rank. Frontiers in Human Neuroscience, 7, Article 291.
Brown, M. (2011, 29 Mart). China, Turkey and Iran emerge as scientific giants.
Wired.co.uk. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2013, http://www.wired.co.uk/news/
archive/2011-03/29/china-leads-new-science-giants
Campbell, P. (2008). Escape from the impact factor. Ethics in Science and Environmental Politics, 8, 5-7.
CIA (28 Ekim 2013). The world factbook. Erişim tarihi: 28 Ekim 2013,
Godin, B. (2006). On the origins of bibliometrics. Scientometrics, 68(1), 109-133.
Gossart, C. ve Özman, M. (2009). Co-authorship networks in social sciences: The case
of Turkey. Scientometrics, 78(2), 323-345.
Guilera, G., Barrios, M. ve Gomez-Benito, J. (2013). Meta-analysis in psychology: a bibliometric study. Scientometrics, 94(3), 943-954.
Gülgöz, S., Yedekçioğlu, Ö. A. ve Yurtsever, E. (2002). Turkey’s output in social science
publications: 1970-1999. Scientometrics, 55(1), 103-121.
Haggbloom, Warnick, Warnick, ve ark. (2002). The 100 most eminent psychologists of
the 20th Century. Review of General Psychology, 6(2), 139-152.
Hirsch, J. E. (2005). An index to quantify an individual’s scientific research output. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 102(46),
16569– 16572.
Journal Citation Reports® Social Sciences Edition, 2012. Thomson Reuters. Online
erişim, Temmuz 2013.
Kuhn, Thomas S. (1962). The structure of scientific revolutions (1. baskı). Chicago: University of Chicago Press.
Lawrence, P. A. (2002). Rank injustice. Nature, 415, 835–836.
Lawrence, P. A. (2003). The politics of publication. Nature, 422, 259–261.
Lawrence, P. A. (2008). Lost in publication: how measurement harms science? Ethics
in Science and Environmental Politics, 8, 9-11.
Levelt Committee, Noort Committee, & Drenth Committee (28 Kasım 2012). Flawed
science: The fraudulent research practices of social psychologist Diederik Stapel. Erişim
tarihi: 28 Ekim 2013, https://www.commissielevelt.nl/wp-content/uploads_per_
blog/commissielevelt /2013/01 /finalreportLevelt1.pdf
Nederhof, A. J., van Leeuwen T. N, & van Raan A. F. J. (2010). Highly cited non-journal
publications in political science, economics and psychology: a first exploration. Scientometrics, 83, 363-374.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014 95
Öztürk, K. (2013, 25 Ocak). Şişme dergiler, yeniden. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2013,
http://mkoz.wordpress.com/2013/01/25/sisme-dergiler-yeniden/
Russ-Eft, D. (2008). SSCI, ISI, JCR, JIF, IF, and journal quality. Human Resource
Development Quarterly, 19(3), 185-189.
Scully, T. (2011, 9 Mart). Report tracks standard of research in Middle East. Nature.
Erişim tarihi: 9 Ağustos 2013, http://www.nature.com/nmiddleeast/2011/110309/
full/nmiddleeast.2011.29.html
Simonton, D. K. (2000). Methodological and theoretical orientation and the long-term
disciplinary impact of 54 eminent psychologists. Review of General Psychology, 4, 1324.
Social Sciences Citation Index (2013). Thomson Reuters. Online erişim, Temmuz 2013.
T.C. Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı Doçentlik Sınav Alanları ve Başvuru Koşulları:
Tablo 11. Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler Temel Alanı. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2013
http://www.uak.gov.tr/temelalan/A_tablo11.pdf
Tonta, Y. ve İlhan, M. (1997). Turkey’s place in social science publications in the world.
Türk Psikoloji Dergisi, 12(40), 67-75.
TÜBİTAK Türkiye Adresli Uluslararası Bilimsel Yayınları Teşvik Programı Uygulama
Esasları. Erişim tarihi: 9 Ağustos 2013, http://www.tubitak.gov.tr/sites/default/files/esaslar_v_2_vers.1.pdf.
Web of Knowledge. Thomson Reuters. Online erişim, Temmuz 2013.
Wilhide, A. ve Fong, E. A. (2012). Coercive citation in academic publishing. Science,
335(6086), 542-543.
Web of Knowledge’da Türkiye Adresli Psikoloji Yayınlarına Genel Bir Bakış: 1980-2013
Engin Arık
Türkiye’deki araştırmacıların sosyal bilimler ve insani bilimler alanlarında ve özellikle psikoloji alanında
uluslararası bilim dünyasına bibliyometrik katkısı nedir? Bu soruya yanıt aradığım çalışmamda Web of
Knowledge’a ait (WoK) Social Science Citation Index (SSCI) ve Arts and Humanities Citation Index’te
(A&HCI) 1980-2013 arası Türkiye adresli tam makale olan yayınları inceledim. Ayrıca sadece psikoloji
alt dizinlerinde yer alan yayınları da inceledim. Sonuçları İran, Yunanistan, Hollanda, Almanya,
İngiltere ve ABD adresli yayınlarla sayısal olarak karşılaştırdım. Bulgular gösteriyor ki, bütün bu
ülkelerde bu dizinlerde yer alan makale sayıları artmaktadır. Türkiye adresli toplam makale sayısı İran
ve Yunanistan’dan fazla fakat diğer ülkelerden oldukça azdır. Türkiye adresli psikoloji yayınları sayısı
artmasına rağmen (n=2,054), bu sayının toplam yayınlara oranı düşmektedir (ortalama %11.31) ve oran
olarak Hollanda (%24.90), Almanya (%22.54) ve ABD’den (%21.14) ziyade İran (%10.93), Yunanistan
(%13.22) ve biraz da İngiltere (%15.86) ile benzerlik göstermektedir.
Anahtar sözcükler: Türkiye’de sosyal bilim yayınları, Web of Knowledge, psikoloji, bibliyometrik analiz.
Nerînek Berfireh Navnîşana Weşandina Derûnasiyê Tirkî:1980-2013
Engin Arık
Têkariya biyometrîkî ya lêkolînerên li Tirkiyê di qadên zanistên civakî û zanistên mirovî de û taybetî di
qada derûniyê de ji alema zanyariya navnete wî re çiye? Di xebata min a ku min ji vê pirsê re bersiv di-
96 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 5, NİSAN 2014
geriya de min gotarên ku bi tam navnîşaniya Tirkiyeyê ya Sosîal Scîence Cîtatîon Index (SSCI) û Arts and
Hûmanîtîes Cîtatîon Index (A&HCI) a Web of Knowledge (WoK)ê ya ku di navbera salên 1980-2013an
de hatine weşandin lêkolî. Wekî din min tenê weşanên ku di binpêristên derûniyê de cîgirtî jî lêkoli.
Min bersiv bi weşanên bi navnîşaniya Îran,Hollanda,Almanya,Îngîltere û Amerîkayê bi hejmareyî dane
berhev.Vebinî dide nîşan ku, di hemû welatan de hejmara gotarên ku di van pêristan de cîgirtine zêde
dibin. Yekoma hejmara gotarên bi navnîşaniya Tûrkiyeyê ji îran û Yûnanîstanê zêde ;lê ji yên welatên din
pir kêmtir e.Di gel zêdebûna hejmara weşanên psîkolojiyê ên bi navnîşana Tirkiye yê (n=2,054) rêjeya
vê hejmarê ku ji tevahiya hejmaran re , dikeve.(kêmzêde=%11.31) û bi rêjeyî Hollanda(%24.90), Almanya (%22.54) û ji bilî Amerîkayê (%21.14) îran (%10.93), Yunanistan (%13.22) û hinek jî bi Îngîltereyê
hevşibî dide nîşan.
Peyvên sereke: weşanên zanistên civakê ya li Tirkiye yê, Web of Knowledge, derûnî, dahûrîna
Bîblîyometrîk
Turkey’s Output in Psychological Publications: An Overview of Web of Knowledge between 1980
and 2013
Engin Arık
What are the contributions of researchers in social sciences and humanities in Turkey to science internationally? Attempting to answer this question, in this study, I analyzed publications indexed in Web of
Knowledge’s (WoK) Social Science Citation Index (SSCI) and Arts and Humanities Citation Index (A&HCI)
between 1980-2013 from Turkey. I also analyzed those publications categorized in psychology only. I
compared the results with those from Iran, Greece, the Netherlands, Germany, the UK, and the US. Results
showed that the number of articles increased in all of those countries. The number of articles from Turkey was higher than those from Iran and Greece but lower than those from the other four countries. Even
though the number of publications (n=2,054) from Turkey indexed in psychology categories increased,
the ratio of psychology publications to all social science and humanities publications in SSCI and A&HCI
decreased (average 11.31%). This ratio was similar to those from Iran (10.93%), Greece (13.22%), and
England (15.86%) but not to the Netherlands (24.90%), Germany (22.54%), and the US (21.14%).
Keywords: social science publications in Turkey, Web of Knowledge, psychology, bibliometric analysis.

Benzer belgeler