akob dergisi 33. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız.

Transkript

akob dergisi 33. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız.
Mediterranean Opera and Ballet Club Culture and Art Magazine
33
TÜM SINIRLARI
AŞAN MÜZİK
MUSIC TRANSCENDS
ALL BOUNDARIES
NEW YORK'TA
SONBAHAR
AUTUMN
IN NEW YORK
MOBY-DICK
OPERASI
Fotoğraf / Photo by Cory Weaver
ALACAHÖYÜK
GİTARI
THE ALACAHÖYÜK
GUITAR
Cemal Reşit Rey
ÇELEBİ
OPERASI
Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği
Adına İmtiyaz Sahibi
Fazıl Tütüner
Genel Sekreter
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
A. Vahap Kokulu
Yayın Yönetmeni
İhsan Toksöz
6
Başkan Yardımcısı
Dış İlişkiler ve Medya İlişkileri
Koordinatörü
Selami Gedik
Başkan Yardımcısı
Reklam Koordinatörü
Bengü Yılmazer Hadra
12
Etkinlik Koordinatörü
Demet Tarlakazan
38
Halkla İlişkiler ve Sponsorluk
Koordinatörü
Fatma Kozacıoğlu
Web Sitesi Koordinatörü
Ziya Aykın
Sayman
Eyüp Dinç
Yayın Kurulu
A. Vahap Kokulu
Ziya Aykın
Semihi Vural
Nihat Taner
Berlin Correspondent
Alexandra Ivanoff
London Correspondent
Stephen Jackson
New York Correspondent
Meral Güneyman
Los Angeles Correspondent
Ömer Eğecioğlu
Yapım
[email protected]
0324 238 0 532 - Çamlıbel / MERSİN
06-11
NEW YORK'TA SONBAHAR:
MÜZİKAL MACERALARIM
AUTUMN IN NEW YORK:
MY MUSICAL ADVENTURES
Alexandra Ivanoff
12-17
MOBY-DICK OPERASI
Ömer Eğecioğlu
18-26
Kapak ve Sayfa Tasarımı
Burçin Keseci
MUSIC TRANSCENDS
ALLBOUNDARES
TÜM SINIRLARI AŞAN MÜZİK
Baskı
Güven Ofset Ltd. Şti.
Meral Güneyman
Uray Caddesi No:25/A Mersin
Tel: 0324 238 28 80 - 237 27 80
Basım Tarihi - 17.12.2015
Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği
The Association of Mediterranean Opera and Ballet Club
Bahçe Mh. 4606 Sk. İstiklal İşhanı Kat:2 Mersin
Tel: 0324 238 86 80
[email protected] • www.akob.org
Bağışlarınız için: İŞ BANKASI
Uray Şubesi (6607) - Hesap No: 959250
IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50
Donations: İŞ BANK - Uray Branch
IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50
BIC: ISBKTRISXXX
Dergimize gönderilen yazı ve görseller yayınlansın
ya da yayınlanmasın iade edilmez.
Yayınlanan yazıların içeriğinden yazarlar sorumludur.
30-37
ALACAHÖYÜK GİTARI
THE ALACAHÖYÜK GUITAR
Richard Dumbrill
38-44
CEMAL REŞİT REY'İN
ÇELEBİ OPERASI
Aydın Karlıbel
ARALIK 2015 | AKOB
3
İhsan Toksöz
AKDENİZ’İN
MÜZİK LİMANI MERSİN!
[email protected]
P
upa yelken gidiyoruz açık denizde. Açık denizde
seyretmek özgürlük duygularını kabartıyor.
Bilinmeze doğru yelken açmak artık geçmişte
kaldı. Kaptan köşkünde yetkin denizciler saptanan
hedeflere doğru rotalarını ayarlamış durumda.
Derneğimiz 2009 yılında kuruldu. Yani 8 yıldır istim
üzerinde AKOB gemisi. AKOB Dergisi’nin 33. sayısını elinizde
tutuyorsunuz şu an. OPERA-BALE Dergisi’nin ise 4. sayısı
yayınlandı. Bugüne kadar kırktan fazla etkinlik gerçekleştirildi.
MIP/AKOB Çocuk Müzik Akademisi başarıyla yürüyor. Yeni
projeler dosyası oldukça kabarık, 2016’da bazıları için düğmeye
basılacak.
Yeni sezon hızlı başladı bu yıl. Altı ilimizdeki Devlet Opera
Balelerinde prömiyerler, Dünya prömiyerleri birbiri peşi sıra
geliyor. Kentimiz Opera Bale Müdürlüğü her eseri kapalı gişe
oynuyor. MEÜ Devlet Konservatuvarı’nda uluslararası sanatçılar
tarafından verilen ustalık sınıfları yurt dışına gidemeyen
öğrencilerimiz için büyük fırsatlar yaratırken Akademik Oda
Orkestrası ve grupları müzikseverlere yeni konser salonlarında
unutulmaz anlar yaşatıyor.
”Akdeniz’in Müzik Limanı Mersin” sloganımızın mayası tuttu.
Gerçekten kentimizin “ses getiren” başat sanat dallarının en
başında geliyor müzik etkinlikleri. Halkımız koşa koşa geliyor
konserlere. Salonların doluluk oranları diğer kentlerinkinden
kat be kat fazla. Seviniyoruz. Sanatçılar mutlu. Müzikseverler
mutlu. Bölgemizin ve ülkemizin içinden geçtiği zorlu ve kritik
dönemde müzik bir an için de olsa unutturuyor sıkıntılarımızı,
güçlüklerimizi. Müzik barışın, sevginin birleştirici gücü oluyor.
Umutlarımızı taze tutmamıza yardımcı oluyor.
15 Aralık’ta AKOB etkinliğimiz olan Édua Zádory / Toros Can
Resitali’ni gerçekleştirdik. Tam akustik konservatuvar konser
salonumuzun harika ambiyansında enfes bir resital dinledik.
Zádory ve Can, çiçeği burnunda bir ikili. Bizim etkinliğimiz
birlikte çaldıkları ikinci resitalleriydi ama sanki yıllardır birlikte
çalıyorlarmış gibi müthiş uyumlu bir şekilde dinleyicilere nefes
kesen bir resital sundular. Konser sonrasında yemeğe gidildi, sözler
verilip, sözler alındı gelecekte tekrar bir araya gelmek için.
Tüm üyelerimizin ve okurlarımızın Yeni Yılını kutluyor, umutların
tekrar yeşerdiği, müzik ve sanat dolu, mutlu bir yıl diliyoruz.
4 AKOB | ARALIK 2015
24 Kasım 2015
Halit Turgay
“Kilikia”
Flüt Konçertosu
Dünya Prömiyeri
24 Kasım’da bir Dünya Prömiyeri ile kentimizi, bölgemizi
Dünya sahnelerinde tanıtacak gerçek bir müzik şöleni
yaşadık. Mersin Konservatuvarı Öğretim Görevlisi,
Flüt Sanatçısı Halit Turgay en son bestesi “Kilikia” Flüt
Konçertosu ile Mersinli müzikseverlerin karşısına çıktı.
1) Portakal Bahçeleri / Mersin, 2) Kleopatra Kapısı /
Tarsus, 3) Kaşık Havası / Silifke adlı üç bölümden oluşan
bestesi ve çalgısı flütün alışılmadık tınılarını ortaya çıkaran
virtüözitesi ile büyük beğeni toplayan Turgay’ı kutluyoruz.
Sanatçı şimdi bu bestesi ile bölgemiz “Kilikia”nın ulusal
ve uluslararası müzik arenasında ön plana çıkarılarak
Mersin’in tanıtımına nasıl katkıda bulunabileceği hakkında
projeler yapma peşinde.
04 Aralık
2015
Çukurova
Senfoni ile
Bir Dünya
Prömiyeri
Steven Lebetkin
“Variations for Orchestra”
4 Aralık’ta ise Adana bir Dünya prömiyerine ev sahipliği
yaptı. Türk-Amerikan Dostluk Konseri’nde ilk yarıda
Piyanist Burçin Büke icrasıyla alkış toplarken ikinci
yarıda Maestro Vladimir Lungu yönetimindeki Çukurova
Devlet Senfoni Orkestrası, Amerikalı besteci Steven
Lebetkin’in bestesi “Variations for Orchestra” yı başarılı
bir şekilde seslendirdi. Adanalılar bu müstesna geceye
ilgilerini salonu doldurarak göstermişlerdi. İlginç ve başarılı
bestesi konusunda yaptığımız kısa görüşmede Adanalı
müzikseverlerin yoğun ilgisinden çok memnun olan Steven
Lebetkin’i gelecek sayıda eserini sizlere bizzat tanıtması
konusunda ikna ettik.
Édua Zádory - Toros Can
AKOB 2015-2016
ETKİNLİKLERİ
15 Aralık 2015
RESİTAL
Édua Zádory (keman) / Toros Can (piyano)
MEÜ, Yenişehir Yerleşkesi,
Konservatuvar Konser Salonu
Saat 20:00
14 Ocak 2016
YENİ YIL KONSERİ
Gülşah Uygur, Soprano
Sevil Erçak, Soprano
Erhan Kaya, Tenor
Mariya Özdemir, Piyano
Mersin Kültür Merkezi - Saat 19.30
26 Şubat 2016
RESİTAL
06 Aralık 2015
Yalçın Tura’ya
Onur Ödülü
Bir güzel haber de Ankara'dan geldi: 6 Aralık tarihinde
Mersin’i gönlünden düşürmeyen değerli müzikolog ve
bestecimiz Yalçın Tura’ya, Ankara’da Sevda Cenap And
Vakfı 2015 Vakıf Onur Ödülü Altın Madalyası verildi.
Dergimizde araştırmaları da yayınlanan bu değerli
bestecimizi tebrik ediyoruz.
Miguel Ortega Chavaldas (Piyano)
Helena Poggio (Viyolonsel)
MEÜ, Yenişehir Yerleşkesi,
Konservatuvar Konser Salonu
Saat 20:00
Mart 2016
Çello ile Rengârenk
Yakup Kıvrak Resitali
MEÜ, Yenişehir Yerleşkesi,
Konservatuvar Konser Salonu
Saat 20:00
(Etkinlik ayrıca iki okulda da tekrarlanacak)
ARALIK 2015 | AKOB
5
Müzikal
Maceralarım
[email protected]
New York’ta Sonbahar:
Çeviri: Belgin Selen Haktanır
ABD’nin tartışmasız kültürel başkenti olan New York’ta, başta
kentin simgeleri Metropolitan Operası ve New York Filarmoni
etkinlikleri olmak üzere, kısa bir süre önce başlayan ve kentin
dört bir yanındaki farklı mekânlarda ışıltılı galalar sunan avantgarde SONIC Yeni Müzik Festivali ile bu şehirde tüm müzik
türlerinde yüksek sanat örnekleri eksik değildir.
OPERA HER YERDE
Küçük opera, büyük opera, hatta New York City Opera ve
Gotham Opera kumpanyalarının yakınlarda gerçekleşen
ölümlerine rağmen - metroda avaz avaz aryalar söyleyen opera
şarkıcıları gibi birçok yeniliklerle opera şehrin her yerine
yayılmış durumda.
Sevgili ihtiyar William’a göre; “Tüm dünya bir sahnedir.”
Çok sayıdaki metro trenlerinin geçtiği bir yeraltı transfer
noktasında, özellikle avantajlı bir koridorda, iki opera şarkıcısı
durmuş, sırayla gelip geçen kalabalığa içli içli şarkı söylüyor
ve bahşişlerini şapkalarında topluyorlar.
İyi eğitimli ve kadife sesli soprano Puccini söylerken, tenor
zorlu bir Verdi eserinin üstesinden başarıyla geliyor. Seramik
karo döşeli metro duvarları ideal akustik alanlar yaratıyor…
Kimsenin sesini duyurmak için bir mikrofona ihtiyacı yok.
Ayrıca, genç ve umut veren opera şarkıcılarının korkusuzca
Metro’daki pop çeşitliliğiyle rekabet ettiğini görmek taze bir
nefes gibi. Başka nerede her gün milyonlarca kişiden oluşan
bir dinleyici kitlesi bulabilirsiniz?
MET’DE MUHTEŞEM
“LULU”
Metropolitan Opera’nın yeni William Kentridge yapımı olan
Alban Berg’in “Lulu” isimli eserinin muhteşem açılışı 5
Kasım’da ana karakteri seslendiren inanılmaz Alman soprano
6 AKOB | ARALIK 2015
Marlis Petersen ile yapıldı. 18 senedir tüm dünyada Lulu’yu
seslendiren Bayan Peterson MET’de 3 Aralık’ta sonlanacak
sekiz performansın ardından artık bu rolü kariyerinde emekliye
ayıracak.
1935 yılında yarım kalan “Lulu”, 1977’de besteci Friedrich
Verha tarafından tamamlandı. Öykü Frank Wedekind’in
“Earth Spirit – Toprağın Ruhu” (1895) ve “Pandora’s Box
– Pandora’nın Kutusu” (1904) isimli eserlerine dayanıyor.
Arnold Schönberg tarafından geliştirilen 12 tonlu müzikal dil
1930’larda Viyana’da oldukça revaçtaydı ve Berg’in “Lulu”da
bu sistemi kullanışı bu dilin öykü konusuyla eşleştirilmesinin
en iyi örneklerinden biri. Sırf orkestra müziği bile renklilik,
betimsel güç ve yaratıcılık açısından müthiş bir başyapıt.
Autumn in New York:
My Musical Adventures
As New York City is indisputably the culture capital of the
U.S., there’s no lack of high art in all genres of music there,
beginning with such icons as the Metropolitan Opera and
the New York Philharmonic to the relatively recent startup
like the avant-garde SONIC new music festival that presents
sparkling premieres around town in several different venues.
Opera is
everywhere
Small opera, big opera, even despite the recent demise of the
New York City Opera and the Gotham Opera companies, it’s
everywhere, including such novelties as opera singers belting
out arias in the subway system.
“All the world’s a stage,” according to dear old William.
Standing on a particularly advantageous corridor at an
underground transfer point among the many subway trains
were two opera singers, each taking turns singing their hearts
out for the passing crowds and collecting tips in their hats.
The soprano, a well-trained and golden-throated bird,
sang Puccini, while the tenor tackled some strenuous Verdi.
The ceramic-tiled subway walls create ideal acoustical zones
-- no one needs a microphone to be heard. It’s also refreshing
to note that young aspiring opera singers are fearlessly
competing with the pop variety in the Underground. Where
else can you get an audience of millions of people per day?
Spectacular “Lulu”
at the MET
The Metropolitan Opera’s spectacular debut of the new
William Kentridge production of Alban Berg’s “Lulu” on Nov.
5 with the astounding German soprano Marlis Petersen in the
title role. She has sung “Lulu” worldwide for 18 years, so after
the run of eight performances at the Met through Dec. 3, Ms.
Peterson retired the role from her career.
“Lulu,” left unfinished in 1935, was completed by composer
Friedrich Cerha in 1977. The story is based on Frank
Wedekind’s plays “Earth Spirit” (1895) and “Pandora’s Box”
(1904). The 12-tone musical language, devised by Arnold
Schönberg, was in vogue in the 1930s in Vienna, and Berg’s
use of that system in “Lulu” is one of the best examples of
matching that language to the subject matter. The orchestra
score alone, is an absolute masterpiece of coloration,
descriptive power, and invention.
What prefaced major anticipation for this production was
the South African artist William Kentridge as its director
and designer. His debut at the Met was his design for
Shostakovich’s “The Nose” in 2010, which attracted global
attention for its innovation.
Kentridge’s oversized visual styling -- animated drawings and
videos projected onto the stage set’s walls -- dominated every
ARALIK 2015 | AKOB
7
Chelsea
Bu yapımın heyecanla beklenmesinin başında gelen
nedenlerinden biri Güney Afrikalı sanatçı William Kentridge’in
eserin yönetmeni ve tasarımcısı olması. İlk çıkışını 2010
yılında MET’de Shostakovich’in “The Nose - Burun” eserinin
tasarımıyla gerçekleştiren Kentridge yenilikleriyle dünya
çapında dikkatleri çekmişti.
Kentridge’in aşırı büyük görsel stili - sahnenin duvarlarına
yansıtılan hareketli çizimler ve videolar – her sahne
düzenlemesini ele geçirmiş, yapımın en başlıca özelliği haline
gelmişti. Müzikal değerlerin genellikle gölgede kaldığı çoğu
tasarım odaklı opera yapımının aksine, bu yapım devasa
boyutlarına rağmen gerçek anlamda 12 tonlu keskin kenarlı ve
açılı partisyonlarla el ele yürüdü ve Lulu’nun çarpık zihninin
gerçeküstü özelliğini ön plana çıkardı.
Sonuçlar sadece yapım tasarımı açısından değil, bazıları iki
veya daha fazla bölümü söyleyen kusursuz şarkıcılardan oluşan
muhteşem ekibi için de göz kamaştırıcı oldu. Lothar Koenigs
(açılıştan bir ay önce ayrılan James Levine’in yerine geçmişti)
MET orkestrasını muhteşem bir performansla yönetti.
8 AKOB | ARALIK 2015
TOM CIPULLO’NUN
“REDDEDİLEN
ZAFER OPERASI”
CHELSEA OPERA’DA
Yerel Chelsea Operası (ismini Manhattan’ın performans
sergiledikleri bölgesinden almıştır) 12 Kasım’da, Tom
Cipullo’nun “Glory Denied - Reddedilen Zafer” isimli, dört
kişilik, dokuz çalgılı bir oda operası olan 2010 tarihli eseriyle
on ikinci sezonunu açtı.
Tom Philpott’un en iyi satanlar listesine giren romanına
dayanan öykü, bir Amerikan askerinin (Jim Thompson)
Vietnam Savaşı’nda geçen zorlu tutsaklığı ile ilgili. Düşman
elinde acı çektiği dokuz sene ABD Devleti ve kendi ailesi
tarafından göz ardı edilmiş ve duyarsız bir tavırla ödülsüz
kalmıştı.
Cipullo’nun sesler (iki soprano, bir tenor ve bir bariton) için
yazmış olduğu, korolar ve aryalarla ustaca işlediği, çarpıcı
duygusal partisyonlar (bunlardan bir bariton için olan klasik
mise-en-scène, becoming the production’s major identifying
aspect. Contrary to many design-driven opera productions
where the musical values are often overshadowed, this one,
despite its gargantuan proportions, actually worked hand-inhand with the edgy, angular 12-tone score and magnifies the
surreal quality of Lulu’s twisted mind.
The results were dazzling: not only for its production design,
but for the outstanding cast of excellent singers, several of
whom sang two or more parts. Lothar Koenigs (replacing
James Levine, who withdrew one month before the premiere)
conducted the MET orchestra in a luminous performance.
Chelsea Opera
stages Tom
Cipullo’s “Glory
Denied”
Home-grown Chelsea Opera (named for the area of
Manhattan where they perform) opened their twelfth season
on Nov. 12 with Tom Cipullo’s “Glory Denied,” a four-person,
nine-instrument chamber opera, written in 2010.
The story, based on the best-selling book by Tom Philpott, is
an account of an American soldier’s (Jim Thompson) gruelling
captivity as a prisoner during the Vietnam War. His nine
years of suffering at the hands of the enemy was ignored and
callously unrewarded by the U.S. government and his own
family.
Cipullo’s strikingly emotional writing for the voices (two
sopranos, a tenor and a baritone) served Philpott’s gritty
libretto’s dramatic tension with expertly crafted ensembles
and arias - one of which was a classic “catalogue” aria, a
speedy tongue-twister -- for baritone, sung that evening by
Peter Kendall Clark in his debut in the role of Thompson. He
triumphed with sturdy singing and fine character delineation.
Conductor Carmine Auffiero deserves high praise for his
superb mastery and sensitive control of the demanding score.
New music reveals
new genius
SONIC “New Music
Festival”
The main reason the realm of new music draws me like a
magnet is the tantalizing probability that I might discover
genius. Indeed, at the second edition of the new-music festival
SONIC: Sounds of a New Century, which featured recent
works by over 80 composers under the age of 40, there was
plenty of young brilliance.
Between Oct. 15 and 23, the festival presented 13 concerts in
11 venues in Manhattan and Brooklyn, and ended with a grand
finale at Carnegie Hall’s Zankel Hall. Nine of the works were
world premieres (two were commissioned by Carnegie Hall),
and the compositions ranged from solo to orchestra.
The SONIC festival is an arm of the American Composers
Orchestra (ACO), founded in New York in 1977, and which
hosts a total of eight different creative programs and projects
that employ effective strategies to introduce fresh new music
to American audiences.
Funded primarily by the Fromm Foundation based at Harvard
University, SONIC was directed and curated by composer/
clarinetist Derek Bermel (who is also ACO’s artistic director)
who made credible efforts to encompass a wider international
focus within its American identity. Musicians from Mexico and
the Netherlands were invited joined the roster of hundreds
of U.S.-based musicians from all over the world (including
Turkey native, composer Cenk Ergün).
Trolling the programs, each of which offered a wide spectrum
of compositional integrity from derivative to uniquely original,
I discovered works that deserve repeated performances:
Reena Esmail’s evanescent “Tasveer” shimmered with an
exotic sound tapestry for clarinet, violin, cello, and piano; Viet
Cuong’s jazzy mélange of styles in “Wax and Wire” for the
same instrumental quartet brilliantly described the feelings
evoked by a piece of museum sculpture; and Gity Razaz’ three
miniatures for piano trio “A Prayer for the Abandoned” was
inspired by the poetry of Jalâluddin Rumi.
Ergün’s “Comfort Dream Queen Memory” employed solo
percussionist Jason Treuting to create magic with mallet
instruments, melodica, and pre-recorded track with a pixilated
variety of industrial sounds; Jeff Myers’ “Requiem Aeternam,”
performed by the JACK Quartet and mezzo-soprano Rachel
Calloway, revealed a gorgeously multi-colored composition set
ARALIK 2015 | AKOB
9
bir “katalog” aryası - hızlı bir tekerleme (o gece Thomson
rolü ile ilk kez sahne alan Peter Kendall Clark tarafından
seslendirildi), Philpott’un yalın librettosunun dramatik
gerilimine katkıda bulundu. Clark güçlü söyleyiş tarzıyla ve
doğru karakter betimlemesiyle parlak bir başarı elde etti. Şef
Carmine Auffiero’un iddialı eser üzerindeki harikulade bir
ustalık ve hassasiyet içeren kontrolü takdire şayandı.
YENİ MÜZİK YENİ
DEHALARI ORTAYA
ÇIKARIYOR
SONIC – “YENİ
MÜZİK” FESTİVALİ
“Yeni Müzik” dünyasının beni bir mıknatıs gibi çekmecesinin
esas nedeni, dehaları keşfedebileceğime dair o kışkırtıcı
ihtimal. Hakikaten de 40 yaşın altında 80’den fazla bestecinin
yakın tarihli eserlerinin yer aldığı II. Yeni Müzik Festivali’nde
(SONIC: Sounds of a New Century - Yeni Bir Yüzyılın
Sesleri) çok sayıda genç yetenek vardı.
Festival 15 ve 23 Ekim tarihleri arasında Manhattan ve
Brooklyn’de 11 mekânda 13 konser sundu ve Carnegie Hall’un
Zankel Salonu’nda muhteşem bir finalle sona erdi. Dokuz
eserin dünyada ilk kez seslendirildiği festivalde (iki eser
Carnegie Hall tarafından ısmarlanmıştı) besteler sololardan
orkestraya kadar çeşitlilik göstermekteydi.
SONIC Festivali 1977 senesinde New York’ta kurulmuş olan
Amerikalı Besteciler Orkestrası’nın (American Composers
Orchestra “ACO”) bir koludur ve Amerikalı dinleyici
kitlelerine güncel yeni müzikleri tanıtmak amacıyla etkin
stratejilerle toplam sekiz farklı yaratıcı programa ve projeye ev
sahipliği yapmaktadır.
Esas olarak Harvard Üniversitesi merkezli Fromm Vakfı
tarafından finanse edilen SONIC’in yöneticisi ve kuratörü
-Amerikan kimliği dahilinde festivalin daha geniş uluslararası
bir odağı kapsaması yönünde saygın bir çaba sarf etmiş (aynı
zamanda ACO’nın Sanat Yönetmeni) olan, besteci/klarnetçi
Derek Bernel. Meksika’dan Hollanda’dan ve dünyanın dört
bir yanından katılan yüzlerce ABD asıllı müzisyen (aralarında
Türk asıllı Cenk Ergün de var) festivale katılmaları için davet
edildi.
Türetilmiş eserlerden eşsiz özgünlükteki eserlere kadar,
kompozisyon açısından geniş bir yelpazede bir bütünlüğe sahip
10 AKOB | ARALIK 2015
programları takip ederken, bazı eserlerin performanslarının
tekrarlanmayı hak ettiğini keşfettim: Reena Esmail’in giderek
hafifleyen “Tasveer” isimli eseri klarnet, keman, çello ve
piyano için egzotik ve zengin bir ses dokusuyla parıldadı; Viet
Cuong’un ayni çalgılardan oluşan kuartet için, cazımsı stillerin
karışımından oluşan eseri “Wax and Wire” bir müze heykeli
etrafında uyanan hisleri mükemmel bir biçimde betimledi ve
Gity Razaz’ın piyano triosu için yazmış olduğu üç minyatürden
oluşan “A Prayer for the Abandoned - Terkedilmişler için Dua”
eseri ise ilhamını Mevlana Celalettin Rumi’den almaktaydı.
Ergün’ün “Comfort Dream Queen Memory” eserinde, solo
perküsyonist Jason Treuting tokmaklı çalgılarla, melodikayla
ve çeşitli endüstriyel seslerle dolu daha önceden kaydedilmiş
bir kayıtla adeta sihir yarattı; Jeff Myers’ın JACK kuarteti ve
mezzo-soprano Rachel Calloway tarafından sunulan “Requiem
Aeternam” isimli eseri çeşitli şairlerden alınan Filipince,
İtalyanca, Almanca ve İngilizce metinlerine ve Hıristiyan
Ölüler Ayini’ne dayalı, muhteşem çok renkli bir kompozisyonu
ortaya koydu.
Joey Roukens’ın ilgi çekici piyano trio eseri “Shadows
and Bells - Gölgeler ve Ziller”, sıkı ve coşkulu bir senaryo
yaratmak amacıyla daha da fazla perküsif dille bezeli aralıksız
korallerden faydalanarak, bir kilisedeki insanların hayali
duygusal yaşamlarının merak uyandırıcı bir betimlemesiydi.
Andrew McIntosh’un orkestra eseri “Yelling Into the Wind Rüzgara Karşı Haykırış” (Christopher Rountree’nin şefliğini
yaptığı Los Angeles orkestrası ‘wildUp’ tarafından çalındı),
muhteşem unsurlardan oluşan bir baş yapıttı: psikolojik açıdan
güçlü tonal sözcük haznesine sahip, perküsyonun hassasiyetle
kullanımıyla bezeli ve geniş bir stilistik alanı kapsayan bir solo
piyano partisyonu bulunan bir orkestrasyon.
Caroline Shaw tarafından seslendirilen ve George Manahan
tarafından yönetilen, Judah Adashi’nin vokal ve orkestra için
yazılmış eseri “Sestina”, Ciara Shuttleworth’ün altı sözcükten
oluşan şiirine ses verdi. Eserin Shaw’un zorlama olmayan,
berrak sesi de dâhil olmak üzere ustaca oluşturulmuş minimal
unsurları şiirin aralıklılığına da uyuyordu. Tekrar edilen
bir modal gamla, yaylılardaki akortsal motiflerle ve nefesli
çalgılardaki narin süslemelerle Adashi, asil bir kırılganlığı
dinleyiciye aktardı.
Yukarıda söz ettiğim son üç besteci, öncüllerinden oldukça
farklı yollarla iletişim kuran ve dinleyiciyi yabancılaştıran
veya kafasını karıştıran unsurlar içermeyen yeni ifade tarzları
geliştirmişlerdir. Yalnız bu yeni ifade tarzları dinleyiciyi etkisi
altına alıyor ve büyülüyor. Onlar geleceği temsil ediyor.
3
2
5
1
4
to Filipino, Italian, German, and English texts from various poets
and the Christian Mass for the Dead.
Joey Roukens’ compelling piano trio “Shadows and Bells” was an
intriguing description of the imagined emotional lives of people
in a church, which used bits of sustained chorales interspersed
with more percussive language to create a taut and impassioned
scenario.
7
6
Andrew McIntosh’s “Yelling Into the Wind” for orchestra
(performed by the Los Angeles ensemble ‘wildUp’ conducted by
Christopher Rountree) was a masterpiece of fascinating elements:
a psychologically potent tonal vocabulary and an orchestration
studded with delicate use of percussion and a solo piano part that
covered a wide stylistic radius.
Judah Adashi’s “Sestina” for voice (sung by Caroline Shaw) and
orchestra (conducted by George Manahan) intoned a six-word
poem by Ciara Shuttleworth. The score’s expertly crafted
minimal elements, including Shaw’s unforced, limpid singing,
matched the sparseness of the poetry. By means of a repeated
modal scale, chordal patterns in the strings, and delicate
flourishes from the wind instruments, Adashi conveyed a
sublimely drawn fragility.
8
9
The last three composers I mention here have invented new
languages which communicate in vastly different ways than their
progenitors, and with no elements that alienate or confound the
listener. Only captivate and enchant. They are the future.
10
1
JACK Quartet
2
Joey Roukens
3
Reena Esmail
4
Derek Bermel
5
Cenk Ergun
6
Gity Razaz
7
Judah Adashi
8
Viet Cuong
9
Andrew Mcintosh
10
WildUp
11
Caroline Shaw
12
Jeff Myers
12
11
ARALIK 2015 | AKOB
11
Moby-Dick
Operası
2015 yılında Los Angeles Opera’nın 30. Kuruluş Yıldönümü
kutlanıyor. 2015, aynı zamanda müzik yönetmeni James
Conlon’un bu görevde doldurduğu dokuzuncu sene.
Âdet olduğu üzere, Conlon her sezon klasiklerin yanısıra
programa bir de yeni yapıt alıyor.
Ömer Eğecioğlu
Santa Barbara, CA, ABD
[email protected]
2015-16 sezonunun yeni yapıtı, Dead Man Walking
operasının bestecisi Jake Heggie’nin bir eseri oldu.
Heggie’nin Moby-Dick operası, Kasım ayında Los
Angeles Dorothy Chandler Pavillion’da altı performans
ile dinleyicilerle buluştu. Librettosunu Gene Scheer’in,
Herman Melville’in ünlü romanı Moby-Dick’i kaynak alarak
yazdığı ve müziğini Jake Heggie’nin bestelediği MobyDick’in prömiyeri 2010 yılında Dallas Opera’nın gösterimi
ile Texas’da yapılmıştı. Bu eser daha sonra Amerika’nın
çeşitli şehirlerinde, Kanada’da ve Avusturalya’da başarıyla
gösterildi.
Herman Melville’in 1851 yılında New York şehrinde yayınlanmış
olan “Moby-Dick; or, the Whale” (“Moby-Dick veya Balina”)
başlıklı ünlü romanının kapağı.
(Rare Book and Special Collections Division, Library of Congress)
12 AKOB | ARALIK 2015
Melville’in Moby-Dick’i
Baştan sona hepimiz okumuş olmasak bile Moby-Dick’in en
azından serüven olarak konusunu elbette ki biliyoruz. Kaldı
ki dünya edebiyatının ölümsüz klasikleri arasında yer alan
Melville’in bu yapıtının çok zengin bir içeriği, çeşitli yönlerden
incelenebilecek bir zenginliği var.
Ondokuzuncu yüzyılın başında balina avcılığının merkezi
Amerika’nın kuzey doğusunda New England olarak bilinen
yörenin limanlarıydı. Bu yüzyılın ortasında Melville balina
avcılığını konu alarak hem gözlemlediği toplumsal dinamiği
ve toplumları etkileyen güçleri, otokrasiyi, hem de kişilerarası
ilişkilerin, kişisel tutkuların, sorgusuz itaatin, din ve ahlak
konularının yarattığı çelişkileri dile getirmişti. Aynı zamanda
deniz ve macera öyküsü olarak da çekici olan kitapta yazar
çok güçlü karakterler yaratmıştı. Kaptan Ahab’ı tutkularının
kurbanı olan, ama fanatik inadı ve despotluğuna rağmen kitleleri
hipnotize edip arkasında sürükleyebilen bir kişi olarak, ikinci
kaptan Starbuck’ı (ünlü kahve zinciri adını Moby-Dick’in bu
karakterinden alıyor), daha akıl-mantık yanlısı bir diğer kutup
olarak görüyoruz. Olayları anlatan Greenhorn (acemi tayfa), bir
diğer adıyla İsmail ise arayış içinde olan bir genç adam.
Klasik Edebiyattan
Operaya
Böyle epik ve neredeyse altıyüz sayfayı bulan bir edebi eseri
opera sahnelerine taşımanın bazı zorlukları olacağı ortada.
Böyle riskli bir proje hem libretto yazarı hem de besteci için
sorun yaratıyor. Orijinal eserin özgün karakterini bozmamak
ve dramatik akışa sahip, sahneye uygun bir bütün yaratmak
gerekiyor. Romanın aslına tamamen sadık kalmak elbette ki
mümkün değil. Melville’i değiştirmek edebiyata ihanet olarak
görülebilir ama ortaya çıkan yeni yapıtın içine doğduğu sanat
ortamının standartlarını kullanarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Ayrıca klasik edebiyattan operaya taşınan önemli eserler
arasında Moby-Dick elbette ki ilk değil: Prokofiev’in Tolstoy’u
esas aldığı Harp ve Sulh, Çaykovski’nin Puşkin’i kullandığı
Eugene Onegin, ve Benjamin Britten’ın İngiliz edebiyatından
opera sahnelerine aktardığı çeşitli eserler örnek olarak
verilebilir. Bazan ortaya çıkan operaların sanat eseri olarak en az
orijinali kadar değerli bulunup sevildiğini de unutmamak gerek.
Örneğin Verdi’nin Falstaff veya Otello’su gibi.
Moby-Dick’te Kitab-ı Mukaddes’te bahsi geçen İsmail’in çölde
su arayışı, Greenhorn’un denizin ortasında hayatın anlamını
arayışına çevirilmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor. İsmail’in
bize aktardığı serüvende en etkileyici karakter ise - zulmünü ve
bencilliğini sevsek de sevmesek de - zorlu kişiliği ile Kaptan
Ahab oluyor. Ahab sadece kötü veya inatçı bir insan karikatürü
değil, kendini Tanrı’nın bir uzantısı olarak görmesine rağmen
bütün yönleriyle karmaşık ve büyüleyici bir kişi.
Libretto yazarı Gene Scheer ve besteci Jake Heggie, Moby-Dick
operasının San Francisco prömiyerinin (2012) ardından izleyicileri
selamlarken. (Foto. Drew Altizer)
Yeni Kuşak Opera
Bestecileri
Günümüzün Amerikalı opera bestecileri arasında Tobias Picker
ve Ricky Ian Gordon’la beraber en başarılı olanlardan birisi
Jake Heggie. Heggie’nin operaları arasında Dead Man Walking
(2000), The End of the Affair (2004), To Hell and Back (2006),
Three Decembers (2008), Moby-Dick (2010), The Radio Hour
(2014), Great Scott (2015) yer alıyor.
Moby-Dick’in peşine düşen üç kayığın içindeki denizcilerle sahnede
görünümü bu prodüksiyonun modern gereçleri ne derecede ve ne
kadar başarıyla kullandığı hakkında bir fikir veriyor. (Foto: Craig T.
Mathew)
Moby-Dick, 2010 yılında Dallas’taki prömiyerinden sonra
Amerika’da ve diğer ülkelerde birçok yerde gösterildi. Eser
bilet satışları açısından da gişede çok başarılı oldu. Dallas
gösteriminde biletlerin %94’ü, San Francisco’da %90’ı, San
Diego’daki temsillerde ise %84’ü satıldı. Operanın besteleniş
ARALIK 2015 | AKOB
13
süreci, provaları ve kazandığı başarının belgelendiği bir de kitap
var: Robert K. Wallace’ın yazdığı “Heggie ve Scheer’in MobyDick’i: 21. Yüzyıl için bir büyük opera” (“Heggie and Scheer’s
Moby-Dick: A Grand Opera for the 21st Century”) başlıklı
kitapta librettonun tamamı, sanatçılarla söyleşiler ve çok sayıda
görsel materyal yer alıyor.
Moby-Dick operasında Pequod ve mürettebatı şiddetli fırtına ile karşı
karşıya. (Foto: Craig T. Mathew)
Tenor Jay Hunter Morris, Los Angeles Opera’nın Moby-Dick’inde
Kaptan Ahab rolünde. (Foto: Craig T. Mathew)
Besteci Jake Heggie’nin elyazısıyla
Moby-Dick prelüdünün ilk notaları.
Jake Heggie’nin müziğinde insanı hemen etkileyen şeyin ne
olduğunu bir iki kelime ile anlatmak zor. Ama müziği insana
hitap eden bir nitelik taşıyor. Besteci sahne sanatını çok iyi
biliyor, 250’nin üzerinde şarkı bestelemiş bir sanatçı olarak
insan sesinin nasıl kullanılacağı konusunda usta olduğu gibi
orkestra için yazımı da çok renkli ve zengin. Moby-Dick’i
dinlerken bestecinin kendi yarattığı müzik dünyasına ek olarak
bazan üflemeli çalgılarda Bartok’u duymak, bazan Broadway
stili birkaç armoniyi işitmek mümkün.
Moby-Dick güçlü dramatik yapısı ve güzel müziği ile
dinleyiciyi etkiliyor. Opera düşkünü olmayan bir dinleyici için
bile kolaylıkla anlaşılabilir olması, hitap ettiği dinleyici kesimini
ve böylece süregelen başarısını arttırıyor. Bu eseri takdir etmek
için çağdaş müziği bilmek, özel bir müzik bilgisine sahip olmak
zorunda değilsiniz.
14 AKOB | ARALIK 2015
Operanın Özeti
Herman Melville’in uzun romanının dramatik yönünü ve
esaslarını koruyarak nasıl kısaltıldığını merak ediyorsanız;
Gene Scheer’in librettosunda eserden dilimler şeklinde bir kesit
alınarak olaylar beş güne sığdırılmış. Üç saat kadar süren iki
perdelik opera özetle şöyle:
Birinci Perde:
Birinci gün balina avcısı gemisi Pequod ve mürettabatını
dinleyiciye tanıştırır. Amerika’nın doğu kıyısındaki Nantucket
limanından denize açılalı bir hafta olan Pequod’da yeni denizci
acemi tayfa Greenhorn vardır. Greenhorn Polinezyalı yerli
zıpkıncı Queequeg ile tanışır. Şafakla yelken yükseltilirken
ikinci kaptan Starbuck, Stubb ve Flask karadan ayrıldıklarından
beri Kaptan Ahab’ın kamarasından çıkmadığından bahsederler.
Tayfalar balinalar, deniz ve onları bekleyen zenginlikler üzerine
şarkı söylerken güvertede Ahab belirir.
Sözlerine “sonsuzluk” kelimesiyle başlayan kaptan direğe bir
altın sikke çivileyerek asıl amaçlarının yıllar önce bacağını
koparmış olan beyaz balina Moby-Dick’i bulup yok etmek
olduğunu, onu ilk görecek denizciye bu altını vereceğini
söyler. Yani Pequod bir intikam misyonundadır. Kaptan güçlü
kişiliğiyle mürettebatı heyecanlandırmayı başarır. Bunu delilik
olarak görerek karşı çıkan, kaptanın öç saplantısını eleştiren
tek denizci Starbuck’dır.
İkinci gün üç ay sonradır. Pequod bu süre içinde bir tek
balina bile avlamamıştır. Stubb geminin etrafında tur atan
köpekbalıklarına bakarak genç miço Pip ile şakalaşır.
Denizciler dans ederek eğlenirler. Eğlence kavgaya dönerken
ufukta bir balina sürüsü görülür. Kaptan Ahab’ı avlanmak için
durmaya razı ederler. Balinalar zıpkınlanır ama Flask’ın kayığı
alabora olunca Pip denizde kaybolur. Ahab ise Pip’i aramakla
vakit geçirmeden beyaz balinanın peşine düşmek istemektedir.
Joshua Guerrero (Greenhorn)
ve Musa Ngqungwana
(Queequeg) Moby-Dick’te
ufukta balina gözleyip gelecek
hakkında konuşuyorlar.
(Foto: Craig T. Mathew)
Pip’i kurtarma çalışmaları devam ederken, Pequod’da parçalara
ayrılan dev bir balinanın yağları eritilmektedir. Starbuck
kaptanın kamarasına giderek petrol varillerinde sızıntı olduğunu
ve onarım için bir limana gitmeleri gerektiğini söylerse de
kaptan buna yanaşmaz. Tek hedefi bir an önce Moby-Dick’i
bulmaktır. Tartışmanın ardından kaptan Starbuck’ı emirlerine
uymadığı için tüfekle vurmak üzereyken Greenhorn’un sesi
duyulur: Queequeg Pip’i kurtarmayı başarmıştır ama genç
çocuk yarı deli bir haldedir. Greenhorn fedakar ve korkusuz
olduğunu anladığı Queequeg ile arkadaş olur.
Bu arada Starbuck kaptanın kamarasına geri döner ve onu
uyurken bulur. Eline aldığı tüfeğin tetiğini çekip Ahab’ı
öldürerek belki karısını ve çocuğunu tekrar görebileceğini ve
bütün mürettebatın hayatını kurtaracağını düşünse de Ahab
uykusunda haykırınca Starbuck fikir değiştirir, silahı yerine
koyarak kamarayı terk eder.
İkinci Perde:
Üçüncü gün bir yıl sonra geçer. Denizciler yaklaşan
muazzam fırtınayla alay edercesine büyük bir neşeyle şarkı
söylemektedir. Pequod’un direklerinde gözcülük yapmakta
olan Greenhorn, Queequeg’a memleketi olan adaya birlikte
gidip onların dilini öğrenmek ve başlarından geçen maceraları
yazmak istediğini söyler. Aniden Queequeg rahatsızlanarak
yere yıkılır. Tayfalar onu indirirken direğe gözcü olarak
Ahab’ın kendisini çıkarırlar.
Güvertede Queequeg ölmekte olduğunu ve ona bir tabut
yapılması gerektiğini dile getirir. Pip ve Greenhorn, Queequeg
için bir ağıt söylerler. Büyük fırtına neredeyse Pequod’u
yutmak üzeredir. Gökgürültüsü ve yıldırımlar arasında Ahab
göklere meydan okurcasına haykırır; direkleri saran St. Elmo
ateşinin (gemici nuru) onları beyaz balinaya götürecek bir işaret
ARALIK 2015 | AKOB
15
olduğunu söyler. Starbuck’ın itirazlarına rağmen kaptan Ahab
bir kez daha mürettebatı ikna etmeyi başarmıştır.
Dördüncü gün bir sonraki sabahtır. Pequod fırtınayı atlatmıştır.
Uzaklardan Rachel adlı geminin kaptanı Gardiner’in sesi
duyulur. Gardiner fırtınada kaybolmuş olan on iki yaşındaki
oğlunu aramaktadır. Yardım etmesi için Ahab’a yalvarır ama
Ahab reddeder. O Moby-Dick’i aramaktadır ve Pequod’un yola
devam etmesini emreder.
Greenhorn, Queequeg’in hazırlanmış tabutuna bakıp
düşünürken güvertede Ahab, Starbuck’a denizde geçirdiği
kırk yılı ve gençliğini anlatır. Ne var ki yaptıklarına bir neden
gösterememektedir. Geride bıraktıkları ailelerden konuşurlar.
Kaptan, Starbuck’ın gösterdiği insanlıktan derinden etkilenir.
Starbuck da bu fırsatı yakalayarak Ahab’ı onları bekleyen eş ve
çocuklarına kavuşmak üzere Nantucket’a dönmeye ikna eder.
Ne yazık ki tam bu anda Ahab ufukta Moby-Dick’i görür ve
geri dönme planı bir anda unutulur. Starbuck’ın itirazlarına
rağmen mürettebat Ahab’ın peşinden gidecektir. Büyük bir
heyecan içinde denize zıpkıncılarla üç kayık indirilir ve av
başlar, ama Moby-Dick’i kovalayan kayıkların ikisi beyaz
balina tarafından arka arkaya batırılır, içlerindeki denizcilerin
tümü boğulur. Daha sonra, Pequod’a bindiren Moby-Dick koca
tekneyi de batırarak bütün mürettebatı denize döker. Son olarak
Ahab kayığında tek başına karşı karşıya kaldığı can düşmanını
zıpkınlarsa da balina tarafından sürüklenerek o da deniz altında
kaybolur.
Los Angeles Gösterimi
Los Angeles Opera’nın Moby-Dick gösteriminde sahnede
yer alan sanatçılar şöyleydi:
Kaptan Ahab (tenor)
Jay Hunter Morris
Greenhorn (tenor)
Joshua Guerrero
İkinci kaptan Starbuck (bariton)
Morgan Smith
Zıpkıncı Queequeg (bas-bariton)
Musa Ngqungwana
Miço Pip (soprano)
Jacqueline Echols
Üçüncü kaptan Stubb (bariton)
Malcolm MacKenzie
Dördüncü kaptan Flask (tenor)
Matthew O’Neill
Kaptan Gardiner (bas-bariton)
Nicholas Brownlee
Günler sonra Queequeg’in tabutunun üzerinde zar zor hayatta
kalmış olan Greenhorn deniz ortasında kaybettiği arkadaşının
kendi dilinde söylediği bir duayı mırıldanmaktadır. Uzaktan
Los Angeles
Opera’nın 2015
sezonu - Moby-Dick
gösteriminde sahnede
yer alan sanatçılar:
Soldan sağa üst
sıra: Jay Hunter
Morris (Kaptan Ahab),
Joshua Guerrero
(Greenhorn), Morgan
Smith (Starbuck),
Musa Ngqungwana
(Queequeg); İkinci
sıra: Jacqueline
Echols (Pip), Malcolm
MacKenzie (Stubb),
Matthew O’Neill
(Flask), Nicholas
Brownlee (Kaptan
Gardiner).
16 AKOB | ARALIK 2015
kaptan Gardiner’in sesi duyulur. Kayıp oğlunu bulduğunu
düşünen Gardiner, Greenhorn’la konuşur. Ahab’ın ve bütün
mürettebatının öldüğünü, Pequod’un da battığını öğrenir. Bu
faciadan tek kurtulan denizci Greenhorn’dur.
Kaptan Ahab’ı seslendiren Jay Hunter Morris zaten bu rolü
kendine maletmiş bir sanatçı. Sahnede karizmatik ve inandırıcı.
Kaptan Ahab rolünü bundan önce San Francisco ve San Diego
operalarında ve Avusturalya’da Adelaide festivalinde oynamıştı.
Başarısını Los Angeles’te de devam ettirdi. Tenor Joshua
Guerrero (Greenhorn) ve özellikle Starbuck’ı oynayan bariton
Morgan Smith çok alkış topladılar. Operanın en beğeni kazanan
yerlerinden biri ikinci perdede Morgan Smith’in Ahab ile
söylediği düet oldu. Leonard Foglia’nın eseri olan bu görkemli
orijinal prodüksiyonda Robert Brill (Dekor), Gavan Swift (Işık)
ve Elaine J. McCarthy’nin (Projeksiyon) katkısı çok büyük.
Prodüksiyon
Heggie ve Scheer’in Moby-Dick operası üzerine eleştiri olarak
dile getirebileceğim sadece birkaç nokta var. Bunlardan ilki
eserin Benjamin Britten’ın Billy Budd (1951) operası gibi (ki
bu opera da Melville’in bir kısa romanı üzerine kurulmuştur)
rollerin tümünün erkek olması. Evet, Moby-Dick’te miço
Pip rolü soprano tarafından söyleniyor ama yine de operada
beklediğimiz ses dengesi, alıştığımız yüksek perdeler, renkli
düetler haliyle yer alamıyor. Bu bir eksiklik olarak düşünülebilir.
Bir diğer konu da eserin sahneye konuluşu. Prodüksiyonun
muhteşem olması bir yerde operanın neredeyse aleyhine
çalışacak gibi görünüyor. Los Angeles’te izlediğimiz orijinal
prodüksiyonda dekor, ışık, sahne dinamiği o kadar modern ve
etkileyici ki eserin bir başka şekilde sunumu nasıl olur, başka bir
prodüksiyon denizi, dalgaları, gemileri, tekneleri sahneye aynı
gerçeklikle nasıl taşır düşünmek bile zor.
Bana İsmail Deyin!
Ünlü “Call me Ishmael” (“Bana İsmail deyin”) sözcükleri ile
başlayan romanın bu ilk cümlesi operanın kapanış sözleri olarak bizi
Melville’e geri getiriyor. Kaptan Gardiner denizde bulup kurtardığı
ve önce kendi oğlu sandığı Greenhorn’a kim olduğunu sorduğunda,
Greenhorn’dan aldığı “Bana İsmail deyin” cevabıyla bitiyor
Moby-Dick operası.
Müzikle dramın bütünlüğü ve sahneye konmasındaki muhteşem
renklilik Moby-Dick‘in uzun süre sevileceğinin ve dünya opera
repertuvarında kalacağının işareti. Hem sıradan bir dinleyici,
hem de opera deneyimi daha fazla olanlar için aynı düzeyde
etkili olması da cabası.
Kaynakça:
Robert K. Wallace, Heggie and Scheer’s Moby-Dick: a
grand opera for the twenty-first century, University of
North Texas Press, Denton, Texas, 2013.
Performances Magazine, Los Angeles, Kasım 2015.
Fırtınadan sonra
Pequod’un güvertesi.
Arka planda denize
düşen oğlunu arayan
Kaptan Gardiner’in
gemisi Rachel’in yelkenleri görünüyor. (Foto:
Craig T. Mathew)
ARALIK 2015 | AKOB
17
Tüm Sınırları Aşan Müzik
Meral Güneyman
[email protected]
Music Transcends All
Boundaries
SENE 2015
AYLARDAN EKİM
AYIN 16’SI
GÜNLERDEN MERHABA ÇOCUKLAR
SAAT 12:30*
Nâzım, ne mutlu sana cân ü gönülden, ferah ve emin, “Merhaba” diyebildin. Türkçe’ye çeviren: İhsan Toksöz
Sene 940. Aylardan temmuz. Ayın ilk perşembesi günlerden. Saat: 9. Princeton Üniversitesi’nde Ekim ayında öğrenciler ve
arkadaşlarla toplantım böyle başladı. Yakın Doğu Çalışmaları
Departmanı tarafından anıların, bestecilerin, şiirlerin, güncel
ve eski zaman şarkılarının, Doğu-Batı arasında harikulade
müzikal seyahat öyküleri olarak canlandığı bir saatlik bir
“sohbet” için davet edilmek büyük bir onurdu.
Mektuplarınıza böyle mufassal tarih atın. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki en kalın kitaptan çok yazısı var ayın, günün ve saatın. Toplantı, dilimizi öğrenen öğrenciler için Türkçe olarak
planlanmıştı ama nedense AKOB Editörü tarafından İngilizce
yazmam istendiğinden memnuniyetle bu dileği yerine
getiriyorum.**
Bir geniş bir büyük “Merhaba” demek, sonra bitirmeden sözümü yüzünüze bakıp gülerek — kurnaz ve bahtiyar — kırpmak gözümü... (Aşağıdaki) şiirin tercümesini yapan Yusuf Eradam’a ait bir
referans için (Google çeviri’ye değilse de ) Google’a gerçekten
minnetarım. Yoksa çok derin anlamlar içeren Osmanlı
Türkçesi’nde, kısaca “deep in your heart” diye çevirdiği
“can-ı gönülden” i nasıl tercüme edebilirdim? Ya “in detail”
anlamına gelen “mufassal”a ne diyelim? Aslında ben bunu
Eradam’ın “full” diye çevirisine tercih ederim.
Her halûkârda işte size “Merhaba Çocuklar”
18 AKOB | ARALIK 2015
Merhaba, çocuklar. Biz ne mükemmel dostlarız ki kelimesiz ve yazısız anlaşırız... Merhaba, çocuklar, merhaba cümleten...
Nazım Hikmet Ran
Year 2015.
Month October,
The 16th day of
the month.
12:30 p.m. *
HELLO CHILDREN
I am truly thankful to Google (if not Google translation!)
where I found the reference to Yusuf Eradam and his
interpretation of the poem; I wondered how I could
otherwise do justice to “can-ı gönülden” in translation, for
which he simply wrote, ‘’deep in your heart’’... Somehow
though, the Ottoman Turkish often seems “to reach more
depths of meanings” for some reason. Then comes to word
“mufassal”, which means “in detail”. I actually prefer this to
Eradam’s “full”.
Nazım, how happy you must be
deep in your heart,
you have said a fine “hello”
so ample and so sure.
Year 1940.
Month July.
The first thursday of the month.
9. a.m.
Put such a full date on your letters.
We live in such a world
that the month, the day and the hour
have so much to say, more than the thickest book.
Hello children.
Uttering such a wide
such a big “Hello”
and then before finishing what i have to say
looking at your faces, smiling
-cunning and happywinking an eye at you...
We are such excellent friends
we can communicate without words
Hello children,
Hello to you all...
In any case, here is “Merhaba Cocuklar”:
Nazım Hikmet Ran
So started my meeting with the students and friends at
Princeton University in October.
It was a great honor to be invited by the Near Eastern Studies
Department for an appearance; “Sohbet”; as we called it, or
a ‘‘leisurely chat’’, if you will, where for an hour, memories,
composers, poems, lyrics of yesteryear and today, came alive
all together as wonderful tales of musical journeys from the
East & West.
In an ironic twist, the session was in Turkish - for the students
who are learning the language - but I was asked by the Editors
of AKOB to write in English to which I happily oblige.
ARALIK 2015 | AKOB
19
Duygularımı kelimelerle ifade
edemem. Bir şair değilim.
Ruhumu renklerle, gölgelerle
dışa vuramam. Ressam değilim.
Düşüncelerimi hareketlerle
açıklayamam. Bir dansöz değilim.
Ama tüm bunları müzik ile
yapabilirim. Ben bir müzisyenim.
W.A. Mozart
Bu selamlamadan sonra şöyle devam ettim:
“Çok teoriye kaçmadan bugünkü konumuzda sizlere biraz
benim müzik mesleğimden, eğitimimden, sosyal çevrem ve
ülkemin kültüründen bahsederek bazı tecrübelerimin bir
özetini vermeye çalışacağım.
“İstanbul’da doğdum, Dört yaşımda İstanbul
Konservatuvarı’na kabul edildim. Ders saatleri bittikten
sonra bize açılan, müzik ve bale derslerimizi gördüğümüz
Beşiktaş’taki ‘Barbaros Lisesi’ büyük bir binaydı. Daha
sonraları konservatuvar eski kentte, Cağaloğlu’ndaki kendi
binasına taşındı. Ama ben Beşiktaş’taki binayı daima daha çok
sevdim. Cağaloğlu ve Beşiktaş kentin Avrupa yakasındaydı.
Avrupa yakasındaydı diyorum, çünkü - eminim hepiniz
biliyorsunuzdur; Dünya’da iki kıta üzerinde kurulmuş tek şehir
İstanbul’dur. Avrupa ve Asya.
Annelerimiz bizi beklerken, örgü, dantel yapıyor ve aralarında
sohbet ediyorlardı. Geriye dönüp baktığımda; genel
olarak birbirlerini severler ama sanırım bazen birbirlerini
kıskanırdıkları da olurdu. Çoğu bizlerin dahi olduğunu
düşünürdü. Minnacık vücutlarımızla solfej sınıflarında elimizde
bir topla, oturarak, ayakta, ayaklarımızı aniden değişiveren
ritme göre hızla yere vurarak ve tepinerek, havaya tozlar
savurur, şarkılar söylerdik ve bu böylece sürer giderdi. Piyano
dersleri en ciddisiydi. Hiç bir yanlış notaya izin verilmezdi.
Yüksek sesle sayarak doğru ritmi yakalamak gerekliydi. Eller
kesinlikle doğru yerde olmalıydı, ev ödevi hazırlanmalıydı:
kısaca büyük bir disiplin…
Annelerimiz araba sürmezlerdi, babalarımız geleneksel
cinsiyet rolü gereği getir götür işine karışmazdı. Biz (kentin)
Asya tarafında otururduk, okulumuz ise Avrupa yakasındaydı.
20 AKOB | ARALIK 2015
Köprü olmadığından ve annelerimizin %99.9’u araba
kullanmadığından toplu taşıma araçlarını kullanırdık.
Dolmuşlar ve Marmara Denizi boyunca arabalı vapurlar
- yağmurlu, karlı ve çamurlu günler hariç, bizler için diğer
eğlence kaynaklarıydı.
En iyi öğretmenlerle çalıştığım için benim şansım yaver
gitti. Öğretmenlerim Avusturyalı ve Alman olduklarından
ve İstanbul Konservatuvarı’nda müfredat Paris
Konservatuvarı’ndan alındığı için benim müzikal eğitimim
Alman ve Fransız metodlarıyla gelişti. Uzun sözün kısası,
Batı kültürü ve değerlerinin hakim olduğu bir Cumhuiyetin
devamında, 60’lı yılların laik ve modern Türkiyesi’nde ben bir
Atatürk Kızı olarak büyüdüm.
O yılların güçlükleri bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu
şartlarla mukayese edilemez. Bugün köprüler var, kadınlar
araba sürüyorlar, teknoloji hızla gelişmekte ama insanların
kafaları muazzam bir şekilde değişti. Çocukluğumun ileriye
giden Türkiyesi büyük bir hızla saati geriye çevirdi. Sanatçılar,
yazarlar, doktorlar, düşünürler, öğretmenler, hepimizin bugün
kalpleri kırık. Çünkü Doğu ve Batı değerleri tartışılamıyor.
Çünkü dini etkiler laik politik sistem ile bağdaşamıyor.
‘İlk önce müzik vardı’… diyor Mozart babasına yazdığı bir
mektubunda:
‘Duygularımı kelimelerle ifade edemem. Bir şair değilim.
Ruhumu renklerle, gölgelerle dışa vuramam. Ressam değilim.
Düşüncelerimi hareketlerle açıklayamam. Bir dansöz değilim.
Ama tüm bunları müzik ile yapabilirim. Ben bir müzisyenim’.
Ve böylece tüm düşmanlıkları önleyen köprü olan MÜZİK
öyküme geri dönersek;
70’lerde Juilliard’da okudum. Ailemin çabalarına, müzik
aşkıma ve hepsinin üstünde Atatürk Türkiyesi’ndeki eğitimime
şükürler olsun ki kısa sürede okuldaki star öğrencilerden
biri oldum. Tesadüf bu ya, birinci olduğum ilk uluslararası
yarışma Doğu-Batı Uluslararası Yarışması idi. Ödül olarak
ilk konserimi Carnegie Hall‘de verme imkanı kazandım. Bunu
sırayla diğerleri takip etti, kayıtlar ve orkestra ile konserler
için kapılar bana açıldı. Her sahneye çıkma ve performans öğretmenimin “bir amaca ulaşmak için yapılması zorunlu”
dediği herhangi bir yarışmada aldığım bir ödülün sonucuydu.
Şimdi tekrar bir an için Doğu’ya geri dönelim. Batı müziği
eğitimim ve zevklerimin yanısıra kulaklarımın her gün sabahakşam minarelerden gelen ezan sesine ve radyoda dinlediğim
Türk müziğine de aşinalığı vardı. İtiraf edeyim ki, beni
üzüntüye sokan kasvetli Doğu sesleri bana doğal gelmiyordu.
Ama bu seslerin içimde nasıl kazınmış olduğu hakkında
After this greeting I continued:
“Today, within our topic and without getting too theoretical, I would
like to tell you a little of my musical path, my education, my social
surroundings and culture of my native country, and try to sum up
some of my experiences.
I was born in Istanbul. I was accepted to the Istanbul Conservatory
at age 4. It was a great big building in Besiktas, namely “Barbaros
Lisesi” - Barbaros High School, where we got music and ballet
lessons after the high school hours ended and the building opened
to us. The Conservatory later acquired its own building in Cagaloglu
in the old city, but I always liked the building in Besiktas better.
Besiktas was on the European side of Istanbul; I say European side
because, as I am sure you all know, Istanbul is the only city in the
world which bridges two continents, Europe and Asia.
While our moms waited for us, they knitted and crocheted and
chatted. Reflecting back I think that they were sometimes jealous
of each other, but they were generally fond of each other. Most
of them so early on were thinking that we were all geniuses. We
with our tiny bodies would have a ball in solfege classes, sitting
and standing, thumping and stomping our feet to ryhtms that
would unpredictably change, literally throwing dust up in the air,
singing, and so it went on and on. Piano lessons were more serious.
No wrong notes would be allowed, counting outloud for rythmic
precision was required, hands needed to be in the absolute right
position, homework prepared, in short, great discipline...
Moms did not drive, dads would not participate in our
transportation, simply because of traditional gender roles. Our
home was in Asia and our school in Europe. Since there was no
bridge and 99.9% of mothers did not drive, we would use public
transportation; several shared cabs (dolmus) and a ferryboat across
the sea of Marmara were added sources of fun for us, with the
exception of the hardship this imposed on rainy, snowy, muddy
days.
My luck continued as I studied with the best of teachers. My
musical training developed with the German and French methods
since my teachers were Austrian and German, and the curriculum
at Istanbul Conservatory was adapted from the Paris Conservatory.
In a nutshell, I, as a daughter of Ataturk, grew up in the laicity and
modernity of the 60’s; a product of a Republic that was dominated
by Western culture and values.
The hardship of those years cannot be compared to the conditions
in which Turkey finds itself today. Today there are bridges, today
women drive and technology thrives, but today’s minds have
changed vastly. My childhood’s progressive Turkey is turning the
clock back with great speed.
Artists, writers, doctors, thinkers, teachers, we are all heart broken
today. Because Eastern and Western values cannot be negotiated.
Because religious influences cannot reconcile with the secular
political system.
‘First there was music’... In one of his letters, Mozart wrote to his
father:
‘I can not express my feelings with words, I am not a poet, I cannot
reflect my soul with colors and shadows, I am not a painter. I
cannot explain my thoughts with movements, I am not a dancer.
But I can do all of it with music. I am a musician.’
And so I return to my story of MUSIC that bridges - not widens - all
animosities.
I studied at the Juilliard School in the 70‘s. Thanks to my parents’
efforts, my love for music and above all, my education in Ataturk’s
Turkey I quickly became one of the star students there. It was
almost serendipitous that the title of the first International
Competition I won was the East and West Artists International
Competition. The prize was a debut recital in Carnegie Hall.
Others followed and consequently, doors to recording contracts
or to playing with orchestras opened up to me. Every appearance
or performance was the result of a prize in one competition or
another which my teacher called the ‘necessary evil’.
Let’s rewind and jump to the East for a moment. Simultaneously
with my western music training and tastes, my ears were also
filled with the sounds of the morning and evening prayers from
the minarets of course, and Turkish music on the radio. I confess
that Eastern sounds just did not feel natural to me, there was a
depressed quality to them that made me sad. Little did I know
that they were permanently engraved in me. They show up in
the voicing and melodies of my compositions decades later. I
unintentionally embrace the music of my native country now.
To my regret, my piano teachers everywhere had one thing in
common; the lack of encouragement for contemporary music.
Even at Juilliard, the piece I wanted to work on by Messiaen was
dismissed by my very traditional, old school, wonderful teacher.
So I nourished my interest for Contemporary or lesser known
music on my own. I loved jazz, and from my very early years, I
habitually played music I heard without a score and improvised.
This continues today; I never limit myself to any genre or period.
I learned so much from my friend, great teacher and composer
Ilhan Mimaroglu. Mimaroglu introduced me to Henry Cowell, and
produced my first album with Frank Bridge, Anton Webern and
Abel Decaux. Later on I premiered works by Mimaroglu, Justin
Dello Joio, Pablo Ziegler, and jazz legend Dick Hyman. Premieres
by Turkish composers include Ali Darmar and the sublime Adnan
Saygun, in the United States, Europe and Canada.
ARALIK 2015 | AKOB
21
hiç bir fikrim yoktu. Onyıllar sonra bu sesler ve melodiler
bestelerimde ortaya çıktılar. Farkında olmaksızın ülkemin
müziğini şimdi memnuniyetle benimsemiş bulunuyorum.
Esefle belirteyim, her yerde piyano öğretmenlerimin tek bir
müşterek yönü vardı; Çağdaş müziğe sıcak bakmıyorlardı.
Juilliard’da bile çalışmak istediğim Messiaen’in bir parçası,
eski okula bağlı, geleneksel, muhteşem öğretmenim tarafından
kabul edilmedi. Bu yüzden çağdaş ve az bilinen müzik türlerine
ilgimi kendim besledim. Başlangıçtan beri caz müziğini
seviyordum. Dinlediğim müziği nota olmadan çalabiliyor ve
doğaçlama yapabiliyordum. Bugün de devam ediyor bu.
Hiçbir zaman kendimi herhangi bir tür müzik ya da
dönemle kısıtlamıyorum. Dostum, büyük öğretmen İlhan
Mimaroğlu’ndan çok şey öğrendim. Mimaroğlu beni Henry
Cowell’le tanıştırdı ve ilk albümümü Frank Bridge, Anton
Webern ve Abel Decaux ile yaptık. Sonraları Mimaroğlu,
Justin Dello Joio, Pablo Ziegler ve efsane cazcı Dick
Hymen’in eserlerinin prömiyerlerini yaptım. Amerika’da,
Avrupa’da ve Kanada’da eserlerinin prömiyerlerini yaptığım
Türk bestecileri arasında ise Ali Darmar ve muhteşem Adnan
Saygun var.
Bazı örnekler çalmadan önce sizlere Türk Bestecileri hakkında
bilgi vermek isterim.
1923 yılında Atatürk, Batı modeli ve gelenekleriyle, laik
bir politik sistem üzerine oturan Türkiye Cumhuriyeti'ni
kurdu. Dine dayalı Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıllık
kültür mirası böylece sona erdi. Bu süreçte birçok müzisyen
Avrupa’ya eğitime gönderildi. “Türk Beşleri” olarak tanınan
beş seçkin besteci Batı müziği yapılarını kullanarak Klasik
Türk Müziği motif ve formlarını kullanarak Batı müziği
tarzında müzik yapmayı amaçlıyorlardı.
Cemal Resit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun,
Hasan Ferit Alnar ve Necil Kazim Akses. Bana göre bu
beşlinin içinde – çağdaş Batı teknikleriyle coşkulu ve lirik
üslubunu ustalıkla birleştirebilen Adnan Saygun benim
favorimdir. Tabii, Meliha Doğuduyal, Fazıl Say, Ali Darmar
gibi daha birçok besteciler de var. Maalesef tüm bunlar için
vaktimiz yok.
Her ne kadar size getirdiğim örnekler çok geniş bir tarihi
ve tarzları kapsamakta ise de bugün bu konuşmayı bir
müzik tarihi dersine dönüştürmek niyetinde değilim. Sizlerle
paylaşmak istediğim bu seçki, Doğu ve Batı’da eğitim gören
benim bir artist olarak gelişimimde etkileri olan ve konumuz
içine giren coğrafyanın kültürünün köklerini oluşturmaktadır.
En baştan, Sümerlerin Müziği ile başlayacağım. Sümerlerin
22 AKOB | ARALIK 2015
en eski Türk kavimlerinden biri olduğu düşünülmektedir.
Sonrasında komşularımızın müziğini dinleyeceğiz. Antik
Yunan, Mısır ve - Barok, Klasik ve Romantik vd. devirleri
atlayarak - Rönesans devir müziği veya daha alışıldık seslerle,
‘Türk Beşleri’ne geleceğim.”
Müzik başlıyor…
Rey’in sevimli “Lüküs Hayat”ı ile başlıyoruz (herkese Türkçe
şarkılar dağıtıldı ve herkes çok eğlendi). Sonra Akses’e
geçtik: Piyano için on parça… Saygun: Keman ve piyano
suiti, Erkin: Köçekçe, Say: Nazım - Genco Erkal tarafından
seslendirilen “Diz boyu karlı bir gece (a night in deep snow),
ve bu parçanın benim tarafımdam yapılan transkripsiyonu.
En sonunda ben, hepimizi sarsan, Çağ Üniversitesi öğrencisi,
hunharca öldürülen, Özgecan Aslan anısına yaptığım bestem
“Özge İçin”i seslendirdim.
Nazım
“Türk şairi, oyun yazarı ve romancı Nazım Hikmet çoğu
zaman ‘romantik’, ‘komunist’ ve ‘romantik devrimci’ olarak
tanımlanır. Politik inançları yüzünden birçok kez tutuklanmış,
ve hayatının çoğunu hapislerde ve sürgünde geçirmiştir. 50
dile çevrilen şiirleri ile bir çok ödül kazanmıştır.” dedim
dinleyicilerime, ama Nazım Hikmet hakkında anlatılacak daha
o kadar çok şey var ki! ***
Dostum ve meslektaşım, dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say
Nazım’ın bir çok şiirinden bestelediği şarkılarla ona ithaf
ettiği bir oratoryo bestelediğinde, Türkiye ve Avrupa’da
büyük heyecan uyandırdı (Fazıl nasıl bir kıvılcım yaratacağını
ve alevi nasıl sürdüreceğini daima iyi bilir!). Bir süre sonra
CD’yi satın aldım ve İstanbul’dan New York’a giderken uçakta
dinledim. ‘Diz boyu karlı bir gecede’yi (veya‘one night in deep
snow’) dinlediğimde gözyaşlarıma engel olamadım. Defalarca,
tekrar tekrar dinledim.O kadar benimsedim ki, büyük bir aşkla
piyano solo için transkripsiyonunu yaptım, kaydettim ve diğer
iki diğer transkripsiyon, ‘Little Girl’ ve ‘Nereden geliyoruz,
nereye gidiyoruz’ ile Londra’da prömiyerini gerçekleştirdim.
Jones Hall’in ince işlemeli ahşap paneli üzerindeki geniş
bir perdede, sahnede geniş bir koronun eşlik ettiği Senfoni
Orkestrası ile Nazım’ın bir resmi olduğu halde eseri dinledik.
Şarkılar basılarak dağıtıldı. Nazım her zaman cana can
katıyor. İşte size şiir:
Before we play some samples, I would like make an introduction to
Turkish Composers.
In 1923, Ataturk founded the Turkish Republic and formed a
new secular political system which stood on Western models and
traditions. So it was that a culture based on religion, inherited
from the 600 year long rule of the Ottoman Empire came to an
end. In this period, many musicians were sent to Europe to study
and hone their skills. Five outstanding composers, remembered as
“the Turkish Five”, aimed at using Classical Turkish Music motives
within the structures of Western music. They are, Cemal Resit Rey,
Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Alnar, and
Necil Kazim Akses. Adnan Saygun in my opinion was the Master
of combining contemporary western techniques with heartfelt
lyricism and he is my favorite of the five. Of course there is Meliha
Doguduyal, Fazil Say, Ali Darmar and many other contemporaries.
We don’t have time for all, unfortunately.
It is not my intention to turn this into a music history class today,
although the collection I brought for you blankets a wide range
of history and styles. They are bundled as the roots from which a
culture grew in the geography of our topic; I would like to share
them as they are influences of my musical development as an Artist
trained in the East and West.
I will start from the very beginning with Sumerian music. Sumerians
are thought to be one of the oldest Turkish tribes. Then we will
hear music from our neighbors, ancient Greece, Egypt and the
sounds of the Renaissance period. Skipping the Baroque, Classical,
Romantic periods, etc. or the more common sounds, I will move on
the Turkish Five.”
Music starts…
my audience, but there is so much more to say about Nazim
Hikmet.***
Nazim
“When my friend and colleague, world renown pianist Fazil Say
composed an Oratorio dedicated to him, with lyrics consisting of his
many poems, it was received in Turkey and Europe with electrifying
excitement (Fazil always knows how to start a fire and keep
it going!). I purchased the CD some time later and listened to
it on a flight from Istanbul to New York. I was moved to tears
when I heard ‘one night in knee deep snow’ or ‘Diz boyu karli
bir gecede’; I played it over and over again. It became so much a
part of me that I transcribed it for piano solo with enormous love,
and recorded and premiered it in London; a set with two other
transcriptions“Little Girl” and “Whence we came and to where are
we going.”
“Turkish poet, playwright, and novelist Nazim Hikmet is defined
often as “romantic”, “communist”, and “romantic revolutionist”. He
has been arrested numerous times for his political beliefs and spent
most of his life in prison and in exile. He won many awards for
his poems which have been translated into 50 languages”, I told
A still of “Nazim” on stage with the Symphonic Orchestra and the
accompanying large scale Chorus appeared on the large screen in
the elaborate, wood paneled Jones Hall while we listened. Lyrics
were printed and distributed. ‘‘Nazim’’ exhilarates every time.
Here under the title:
We start with the sweetness of Lukus Hayat by Rey,
(everyone is handed the lyrics in Turkish; everyone is highly
entertained.) Then we move on to Akses: Ten pieces for
piano, Saygun: Suite for Violin and Piano, Erkin: Kocekce,
Say: Nazim, with Genco Erkal reciting “Diz boyu karli bir gece”
translated “a night of knee deep snow” and my transcription
of this piece. Lastly I play my composition“For Ozge”
memorializing Ozgecan Aslan, the Cag University student
whose violent murder shook all of us to our core.
ARALIK 2015 | AKOB
23
Dokuzuncu Yıldönümü
Diz boyu karlı bir gece, sofradan kaldırılıp, polis otomobiline bindirilip, bir trenle gönderilerek bir odaya kapatılmakla başladı maceram. Dokuzuncu yıl biteli üç gün oluyor.
Koridorda, sedyede bir adam yüzünde uzun demirlerin kederi, açık ağzıyla sırtüstü ölüyor.
Akla yalnızlık geliyor, -iğrenç ve tam, delilerin ve ölülerinkine yakın- ilki yetmiş altı gün: sessiz düşmanlığında üstüme kapanan kapının; sonra, sac bir geminin baş altında yedi hafta. Lakin yenilmedik; kafam: ikinci bir insandı yanımda.
Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün; yalnız, çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan, hâlbuki kaç kere karşımda oturup dizildiler. Bir tek kaygıları vardı, hakkımda hüküm okunurken: heybetli olmak. Değildiler.
İnsandan çok eşyaya benziyorlardı: duvar saatleri gibi ahmak, kibirli ve kelepçe, zincir filan gibi hazin ve rezildiler.
Evsiz ve sokaksız bir şehir. . Tonla ümit, tonla keder. Mesafeler mikroskobik. Dört ayaklı mahlûklardan yalnız kediler.
Yasaklar dünyasındayım. Yarin yanağını koklamak: yasak. Çocuklarınla yemek yiyebilmek ayni sofrada: yasak. 24 AKOB | ARALIK 2015
Aranızda tel orgu ve gardiyan olmadan konuşmak kardeşinle, ananla: yasak. Yazdığın mektubun kapatmak zarfını ve zarfı yırtılmamış mektup almak: yasak. Yatarken lambayı söndürmen:
yasak. Tavla oynaman: yasak. Ve yasak olmayan değil, yüreğinde gizleyip elde kalabilen şey: sevmek, düşünmek ve anlamak.
Koridorda, sedyede öldü adam. Götürdüler.
Artık ne ümit, ne keder. Ne ekmek, ne su. Ne hürriyet, ne hapislik, ne kadınsızlık, ne gardiyan, ne de tahtakurusu ve ne de karşında oturup yüzüne bakan kediler, bu iş, bitti, tamam.
Fakat devam ediyor bizimkisi, sevmek, düşünmek ve anlamakta devam ediyor kafam, dövüşemeyişimin affetmeyen öfkesi devam ediyor. ve sabahtan beri karaciğer sancımakta berdevam.
Nazım Hikmet Ran
20 Ocak 1946
Ninth Anniversary
One night of knee-deep snow
my adventure started pulled from the supper table,
thrown into a police car,
packed off on a train,
and locked up in a room.
Its ninth year ended three days ago.
In the corridor a man on a stretcher
is dying open-mouthed on his back,
the grief of long iron years on his face.
I think of isolation
- sickening and total
like that of the mad and the dead first, seventy six days
of o closed door’s silent hostility,
then seven weeks in a ship’s hold. Still, I wasn’t defeated :
my head
was a second person at my side.
I’ve forgotten most of their faces
- all I remember is a very long pointed nose yet how many times they lined up before me!
When my sentence was read, they had one worry :
to look imposing.
They did not.
They looked more like things than people :
like wall clocks, stupid
and arrogant,
and sad and pitiful like handcuffs, chains, etc.
To seal a letter you’ve written
or to get a letter still sealed :
forbidden.
To turn off the light when you go to bed :
forbidden.
To play backgammon :
forbidden.
And not that it isn’t forbidden,
but what you can hide in your heart
and have in your hand
is love, think and understand
In the corridor the man on the stretcher died.
They took him away.
Now no hope, no grief,
no bread, no water,
no freedom, no prison,
no wanting women, no guards, no bedbugs,
and no more cats to sit and stare at him,
that business is finished, over.
But mine goes on:
my head keeps loving, thinking, understanding,
my impotent rage goes on eating me,
and, since morning, my liver goes on aching...
Nazim Hikmet Ran
20 January 1946
A city without houses or streets.
Tons of hope, tons of grief.
The distances microscopic.
Of the four-legged creatures, just cats.
I live in a world of forbidden things!
To smell your lover’s cheek :
forbidden.
To eat at the same table with your children :
forbidden.
To talk with your brother or your mother
without a wire screen and a guard between you :
forbidden.
ARALIK 2015 | AKOB
25
Sohbetimizin bitmesine kısa bir süre kalmıştı. Ekseriyetle
Çağdaş Müzik ve Türk bestecileri hakkındaki bazı soru ve
cevaplardan sonra Prokofiev’den - Bach’tan esinlenen Swing
Caz’a, Radiohead transkripsiyonuna kadar çeşitlilik gösteren
bazı konser klipleri dinleyerek toplantıyı kapatırken müziği bir
usta ile, Frederick Chopin’in iki etüdünü çalarak bitirmek en
doğrusu olacaktı.
There was a short time left. After some questions and
answers, mostly involving Contemporary music and
composers of Turkey, we ended our meeting listening to
some concert clips showing diversity, (Prokofiev to Swing
Jazz influenced by Bach to a Radiohead transcription), it felt
right to end with the music by the Master; two Etudes by
Frederick Chopin.
Bu sohbet orada bitmemişcesine, odayı terk ederken, hala
insanın orada kalmasını isteyen sinyaller alıyormuş gibiydik.
İşte müziğin gücü buydu…
It did not feel like as ending. As we left the room, there was
still a buzz that one felt would just stay there. Such is the
power of music.
*Başlık Nazım hikmet Ran’ın “Merhaba Cocuklar” şiirine göndermede
bulunmaktadır.
*The title is an impression of the translation of a poem “Merhaba
Cocuklar” by Nazim Hikmet Ran. (Three citizens of Turkish Exile-Yusuf
Erada, Homepage, Aug 2012)
Sene 940. Aylardan temmuz. Ayın ilk perşembesi günlerden. Saat: 9
** Editörün notu: Meral Hanım bana bu toplantıdan ilk bahsettiğinde
söyleşinin Türkçe olacağı konusunda bir fikrim yoktu. (İT).
***Okurlar için not:: Neden Nazım Hikmet’le başlama zorunluluğunu
hissettiğime gelince; O benim için çok önemli: Birçok sebebi var. Sanki
herkesten başka duyguları varmışcasına , hiç kimseye benzemeyen
bir şekilde düşünen ve yazan bu muhteşem artistik dehaya, doğal
bir takdir hissinin üzerinde bir duyguyla bağlantım nereden geliyor?
Adaleti temsil eden, her kesimden insanların duygu ve özlemlerini dile
getiren biri olduğu, ya da bir cesaret semboli olduğu için mi ?... Liseyi
1972 yılında bitirdim. Bizler idealist bir kuşaktık.
26 AKOB | ARALIK 2015
** Editor’s note: I did not know that the lecture at Princeton would be
in the Turkish Language when Ms. Guneyman informed me first about
the event
*** To my readers: Why was I so compelled to start with Nazim
Hikmet? He means so much to me. There are various reasons.
How does he connect to me so much, I mean, beyond the natural
admiration for a superbly artistic genius who thought and wrote like no
one else, as if he felt like no one else. Because he was the beacon of
light who represented justice and expressed every single emotion and
yearnings of people from all walks of life, or because was a symbol
of courage? I graduated high school in 1972. We were an idealist
generation.
ANKARA
OPERA / OPERET
ALİ BABA & 40
ÇİNGENE BARON
LEYLA & MECNUN
ANNE BEN EVLENİYORUM
OTELLO
17 Ekim 2015
26 Aralık 2015
27 Nisan 2016
31 Ocak 2016
4 Haziran 2016
İSTANBUL
DOB
pera
Bale
2O15-16
Sanat Sezonu
P R Ö M I Y E R L E R
OPERA / OPERET
BAŞKA DÜNYA (DÜNYA PRÖMİYERİ)
FAUST
CAVALLERİA RUSTİCANA
ÇİNGENE BARON
(DER ZİGEUNERBARON)
21 Kasım 2015
04 Şubat 2016
26 Mart 2016
16 Nisan 2016
İZMİR
OPERA / OPERET
RİGOLETTO
YARASA
MAVİ NOKTA
ZAİDE
SUSANNA’NIN SIRRI KADININ FENDİ KADIYI YENDİ
03 Ekim 2015
24 Aralık 2015
17 Ekim 2015
02 Nisan 2016
11 Şubat 2016
MERSİN
OPERA / OPERET
ALİ BABA&40
KÖROĞLU
YEVGENİ ONEGİN
MAVİ NOKTA
28 Kasım 2015
9 Ocak 2016
25 Şubat 2016
16 Nisan 2016
ANTALYA
OPERA / OPERET
ŞEN DUL
CARMEN
BİR TENOR ARANIYOR
6 Ekim 2015
30 Ocak 2016
9 Nisan 2016
SAMSUN
OPERA / OPERET
AŞK-I MEMNU
AŞK İKSİR
TOSCA
www.dobgm.gov.tr
7 Kasım 2015
30 Ocak 2016
14 Mayıs 2016
BALE / MODERN DANS
ÇOCUK ETKİNLİĞİ
YEVGENİ ONEGİN
FINDIKKIRAN
FRİDA
KALP KOROSU
ALİŞ & MAVİŞ
05 Mart 2016
21 Kasım 2015
02 Nisan 2016
25 Ekim 2015
10 Ocak 2016
BALE / MODERN DANS
ÇOCUK ETKİNLİĞİ
FINDIKKIRAN
24 Aralık 2015
KORSAN
27 Şubat 2016
(LE CORSAİRE)
MDT İST RİTİM İSPANYOL 17 Mayıs 2016
DEDEKTİF KÖPEK DODO
BALE / MODERN DANS
ÇOCUK ETKİNLİĞİ
ŞIMARIK KIZ
ATEŞ KUŞU VE İLKBAHAR AYİNİ
26 Kasım 2015
19 Ekim 2015
UYUYAN GÜZEL’İN PERİSİ
(ÇOCUK BALESİ)
20 Aralık 2015
28 Ekim 2015
BALE / MODERN DANS
ÇOCUK ETKİNLİĞİ
FINDIKKIRAN
KORSAN (LE CORSAİRE)
MDT İST RİTİM İSPANYOL
NASREDDİN HOCA
UYUYAN GÜZEL
KİTAP KURDU
24 Aralık 2015
27 Şubat 2016
17 Mayıs 2016
1 Şubat 2016
5 Mart 2016
29 Mart 2016
BALE / MODERN DANS
ÇOCUK ETKİNLİĞİ
FINDIKKIRAN
ÜÇ SİLAHŞÖRLER
KİTAP KURDU İLE CAN HAYLAZLARA KARŞI
ÇOCUKLAR IŞILDIYOR
19 Aralık 2015
30 Nisan 2016
BALE / MODERN DANS
ÇOCUK ETKİNLİĞİ
HÜRREM SULTAN
NOTRE DAME’IN KAMBURU
OTHELLO
KÜÇÜK BİR MUCİZE
17 Ekim 2015
20 Şubat 2016
29 Nisan 2016
14 Ocak 2016
4 Aralık 2015
22 Nisan 2016
ALACAHÖYÜK
GİTARI*
Richard Dumbrill
Çeviri: Belgin Selen Haktanır
GİRİŞ
Geç Kalkolitik Çağ’dan 1935 yılına dek sürekli
olarak oturum gören Alaca Höyük’ün üzerinde
kurulmuş olan ve Hitit ve Yunan eserlerine oldukça
zarar veren küçük bir köy, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Kemal Atatürk’ün emriyle 500 metre kadar
aşağıya, günümüzde bulunduğu yere taşınmıştır.
Bugün, Alaca Höyük’ün sevimli köyü 400 kişiden
oluşan bir nüfusu barındırmaktadır.
Erken Bronz Çağı’nda alan bereketli bir Hatti
Kültürü’ne ev sahipliği yapmıştır. ‘Sfenks
Kapısı’nın solunda bulunan ve bu makalede
irdelenecek olan kabartmalı taş blok höyüğün
iyi bilinen bir özelliğidir. MÖ 14. yüzyılda
Hatti işgalinin ardından gelen Hitit dönemine
tarihlendirilmektedir.
Günümüzde Alaca Höyük’teki ‘Sfenks Kapısı’nın solunda
bulunan orijinal ortostatın kalıbı.
Moulding of original orthostat as it stands today, to the
left of the ‘Sphinx Gate at Alaca Höyük.
30 AKOB | ARALIK 2015
Ortostatın ayrıntıları
Bir hatırlatma olsun diye alanın kronolojisini
kısaca ana hatlarıyla sunmak isterim. İlk Kültür
Seviyesi üç aşamaya ayrılır: İlki Osmanlı, Roma ve
Helenistik dönemler; ikincisi Geç Frig Dönemi ve
üçüncüsü Erken Frig Dönemi’dir. İkinci Kültürel
Seviye Asurlu Sömürge Tacirlerinin son günlerinden
binyılın sonunda Hitit İmparatorluğu’nun çöküşüne
dek ikinci binyılın tamamına yayılmıştır. Üçüncü
Kültürel Seviye ise Erken Bronz Çağı’nı kapsar ve
bir yangın katmanıyla sona erer. Dördüncü Kültürel
Seviye, Geç Kalkolitik Çağ’a denk gelir.
Detail of the orthostat
‘Hitit Gitarı’ olarak bilinen kabartma hakkında
kapsamlı makaleler yayınlanmıştır. Orijinali halen
yanında bulunan kabartmalarla birlikte Ankara
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde muhafaza
edilmektedir. Yerlerine oldukça hatasız kopyası
yerleştirilmiştir.
Detail of the neck with its marks
Sapının üstündeki izlerin ayrıntıları
THE
ALACAHÖYÜK
GUITAR*
INTRODUCTION
The ‘höyük’, or mound at Alaca Höyük, has been in continuous
occupation from the Late Chalcolithic Age until 1935 where a
hamlet had lain on the site causing considerable damage to Hittite
and Greek vestiges. It was on the orders of Kemal Atatürk, the
founder of the Turkish Republic, that it was moved to its present
location, no more than 500 metres away, just down the mound.
Today, the charming hamlet of Alaca Höyük hosts a population of
some 400 souls.
During the Early Bronze Age, the site had been the scene of a
fecund Hattian Culture. The ‘Sphinx Gate’ to the left of which
stands the carved stone orthostat under scrutiny in the present
paper, is a well-known feature. It dates from the Hittite period
which followed the Hatti occupation, in the fourteenth century B.C.
The relief featuring what is known as the ‘Hittite Guitar’ has
been extensively published. Today, the original, along with others
adjacent, are conserved at the Anatolian Civilizations Museum at
Ankara. Fairly accurate casts stand in their replacement.
As a reminder, I shall now briefly outline the chronology of the
site. The First Culture Level divides into three stages: Firstly the
Ottoman, Roman and Hellenistic; secondly the Late Phrygian and
thirdly the Early Phrygian. The Second Cultural Level spreads onto
the whole of the second millennium, from the last days of the
Assyrian Colony Traders to the fall of the Hittite Empire at the
end of the millennium. The Third Culture Level covers the Early
Bronze Age and ends with a fire stratum. The Fourth Culture level
coincides with the Late Chalcolithic.
Yazarın yaptığı enstrümanın taklidi şu anda Alaca Höyük’teki Arkeoloji
Evi müzesinde muhafaza edilmektedir.
Author's replication of the instrument now hosted at the
museum of the Archaeological House at Alaca Höyük.
Yazar, Alaca Höyük’teki
‘Sfenks Kapısı’ndaki
enstrümanın kendi yaptığı
taklidini çalarken.
The author playing
his replication of the
instrument by the
Sphinx Gate at Alaca
Höyük.
ARALIK 2015 | AKOB
31
ÇALGININ
TİPOLOJİSİ
Morfoloji
Tarif edilen çalgı gözlemlendiğinde, ortaya bir takım sorular
çıkar. Bunlardan biri tipolojisiyle ilgilidir. Ut türü1 olduğu
şüphe götürmezdir ve sarkık iki akort püskülü kanıtını göz
önüne alacak olursak, birçok kişi iki telli olduğu konusunda
hemfikir olacaktır2. Gövdesinin şekli birçokları tarafından gitar
olarak sınıflandırılmasına neden olmuştur, ancak gitarlar çok
daha sonradan ortaya çıktığından, bu mantıksız bir önermedir3.
Dahası, bu enstrümanın gitar olarak adlandırılması bazı
araştırmacıların gövdesinin de gitar biçiminde olacağı gibi acele
bir sonuca varmasına neden olmuştur: Bel kısmında daralan,
dikey kaburgalarla veya gövde yanıyla birleşen birbirine
paralel iki ahşap panel. Enstrümanımızın sadece gövdesi ve
sapı görülmektedir. Dolayısıyla, altyapısının tipik bir gitar
biçiminde olup olmadığını söylemek mümkün değildir. Buna
ek olarak, Hitit el işçiliğinin anlaşılabilir kısıtlamaları gitar tipi
bir gövde veya göğüs oluşturulmasına yetmezdi, birkaç bariz
nedenden dolayı: Gitarlar sadece geç Batı Orta Çağı’nda ortaya
çıktıysa, bunun esas nedeni teknolojinin daha önceden bunların
tasarlanmasına ve yapılmasına el vermemesidir. Genel olarak,
Eski Yakın Doğu’da kullanılan utların, çoğunlukla, neredeyse
kesinlikle - Hitit tipi utlar da dahil olmak üzere, kurutulmuş
ve oyulmuş su kabaklarından veya asma kabaklarından
gövdenin üzerine ham deriden göğüs gerilerek yapıldığı kabul
edilmektedir, ki bittiğinde enstrümana görünüşünü veren de
bunlardı. Alaca Höyük tipinin şeklinin göğüs yapımında
kullanılan kabaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Örneğimizi
diğer tiplerden organolojik (çalgı bilimi) açıdan ayırabilecek
bir diğer önemli özellik daha var: enstrümanın sap kısmında
perdeler, perde bağları veya izler görülmektedir; bu birkaç
istisna haricinde Eski Yakın Doğu’daki hiçbir enstrümanda
belirgin bir biçimde gözlemlenmemiş bir özelliktir. Udî sağ
elinin başparmağı ve işaret parmağı arasında bir pena tutuyor
olabilir. Dahası, sıra dışı olarak yorumlanabilecek bir başka
detay daha var: sazın sapının ortasından veya göğsünden
çıkıp udînin kemerine bağlanan bir kayış görülüyor. Ne var
ki bu özelliği organolojik açıdan göz önüne almak gerekip
gerekmediği kesin değildir, çünkü enstrümanın elzem bir parçası
olmaktan ziyade bir aksesuar olabilir.
Kültürel Özgünlük
Bu enstrüman estetik ve diğer açılardan Hitit kültürüne mi
aittir, yoksa sadece iyi bilinen bir temanın bir varyasyonu mu?
Şu ana dek, ilişkilendirilebileceği yegane “Hititlilik” durumu
morfolojisinde değil, ancak nerede bulunduğunda ve bunu çalan
kişinin kıyafetinde saklı. Hitit dönemine ait olduğu tereddütsüz
32 AKOB | ARALIK 2015
belirlenebilecek bir çok sanat eserinin aksine, bu çalgı stilistik
açıdan Hititli değil, çünkü ‘özgün’: ‘Une hirondelle ne fait pas
le printemps – Tek serçeyle bahar gelmez’ (istisnalar kaideyi
bozmaz, ç.n.). Ancak, konsept bakımından değil, sadece göğsün
biçimi ve sapındaki işaretler yüzünden özgün. Elimizdeki alet,
Akad Dönemi’nden, hatta muhtemelen biraz daha eskilerden
beri çok iyi bilinen ve Eski Yakın Doğu’ya, Eski Mısır’a, Eski
Yunanistan’a, Akdeniz kıyılarına, Anadolu’ya ve Zagros’un
ötesine yayılmış olan bir uttan başka bir şey değil. Ayrıca, bu
çalgıyı “egzotize” etmek için ona muğlak bir Hatti kökeni
yakıştırmak da yanlış olur.**
Konuyu sonuca götürmek adına, ben olsam şu soruyu sorardım:
Hitit kralları imparatorluk şehirlerinin en etkileyici girişini
süslerken, her biri özellikle Hitit’e has olan sahnelerin arasına,
neden Hititli olup, Hititli kıyafetleri giydiği halde -kendilerine
göre en azından- Hititli sayılmayacak bir enstrüman çalan
bir müzisyen koydular? Bu yüzden, her ne kadar ilk bakışta
kültürel özgünlük sergilemiyor olsa da bu enstrüman aslında
belirgin bir biçimde tam da bunu yapıyor olabilir.
Her halükarda kültürel özgünlük görülebilecek bir tarafı,
perdelemesi olabilir. Çünkü aşağıda göreceğimiz gibi, Hitit
kültürüne özgü olduğu kadar kültürel etkileşim de yansıtıyor
olabilecek bir 'gam'a işaret etmektedir.
Dilbilim
Hitit sözlüğü, modelimizi resmi olarak belirlememize olanak
veren herhangi bir sözcük vermiyor. Bu enstrümanı tanımlayan
bir Hitit teriminin herhangi bir biçimde Sümer veya Akad veya
o zamanlar kullanılan herhangi bir dille ilişkili olma olasılığı
da zor gözüküyor. Ancak, o enstrüman için kullanılan Sümerce
terimin ‘gude’ [(giš) gù.dé)] olması gerektir. Bu terim Akdeniz
ve ötesine çeşit çeşit varyasyonlarla ve metatezlerle, Sami
vb. etkilere uğramadan yayıldı. Sanskritçe “yaylı enstrüman”
anlamına gelen ve gù.dé sözcüğüyle eş sesli olan “rudri”
sözcüğüne dönüşmüş olmalıdır. Sözcük daha sonra Hint-Avrupa
dilleri yoluyla İspanyolca ‘rota’ sözcüğüne; Fransızca ‘rotte’;
Galce ‘crwth’a vb. ve Sami dilleri aracılığıyla da Arapça ‘ūd’;
Ugarit ‘d’; İspanyolca ‘laud’; Almanca ‘Laute’; Fransızca ‘luth’
sözcüklerine dönüşmüş ve bu böyle devam etmiştir. Oxford
İngilizce Sözlüğü’ndeki uzun saplı ut “tambura, tambora,
tamera, tumboora, tambura ve tanpoora” olarak ifade edilmiştir.
Arapça “tunbur”, Farsça “tanbur”, Ermenice “pander”, Gürcü
dilinde “panturi” ve Sırp-Hırvatça “tamburitza” sözcükleri
bulunmaktadır. Yunanlılar buna “pandura, panduros, phanduros,
panduris veya pandurion” demiştir. Latincesi “Pandura”dır.
Dolayısıyla, Hititlilerin de eş seslilik açısından ilişkili ama
belirgin bir biçimde kültürel etkileşime işaret etmeyen bir terim
kullanmış olması mümkündür.
TYPOLOGY OF THE
INSTRUMENT
Morphology
Upon the observation of the instrument depicted, questions
arise. One of them concerns its typology. That it is a lute-type1
is unchallenged and most would agree that it is fitted with two
strings if we rely on the evidence of two hanging tuning tassels2.
The particular shape of the soundbox has led many to its
categorisation as a guitar, which is an absurd proposition since
guitars appear only much later3. Moreover, the denomination
of the instrument as such has led some scholars to the hasty
conclusion that its soundbox would also be of the shape of a
guitar: two parallel wooden boards, narrowed at the waist,
joined by vertical ribs or body sides. Our instrument only
shows its soundboard and its neck. It is therefore impossible
to say that its substructure was of the shape of a typical
guitar. Furthermore, the understandable limitations of Hittite
craftsmanship would not have allowed for a soundbox or a
soundboard of the guitar type to be constructed, for many
obvious reasons: if guitars only appeared in late Western
Middle Ages, it is mainly because the technology did not
allow for them to be conceptualized and build before. It has
been generally accepted that lutes in the Ancient Near East,
and almost certainly Hittite types, were fitted with raw hide
soundboards stretched over hemispherical or elongated
hemispherical soundboxes which, for the most, were made
from dried and hollowed-out gourds or calabashes, the various
shapes of which responsible for the overall appearance of the
finished instrument. I would argue that the shape of the Alaca
Höyük type is the consequence of the gourd used for the
making of its soundbox. There is another important feature
which may organologically segregate our example from other
types: the neck of the instrument shows frets, ligatures or
marks which do not appear as clearly on any other instrument
in the Ancient Near East, with a few rare exceptions. The
lutanist may be holding a plectrum between the thumb and
index finger of his right hand. There is, furthermore, a detail
which could be construed as an atypical feature. A strap
appears to link the middle of the neck, or the soundbox of
the instrument to the belt of the lutanist. It is not certain,
however, if this particularity should be taken in organological
consideration as it could be an accessory rather than an
essential part of the instrument.
Cultural specificity
Is this instrument aesthetically and otherwise specific of Hittite
culture or is it just a variation on a well-known theme? Up to
now, the only ‘Hittitesness’ to which it may relate does not
reside in its morphology but only whence it comes and with the
attire of its player. It is not stylistically Hittite unlike quantities
of artifacts which can instantly and indubitably be identified
as such - because it is ‘unique’: ‘Une hirondelle ne fait pas le
printemps - One sparrow does not make spring’. However, it
is unique only because of the shape of its soundboard and its
neck markings but not because of its concept. It is no more
and no less than a lute type, well-known from the Akkadian
Period, possibly earlier, and spreading throughout the Ancient
Near East, Ancient Egypt, Ancient Greece, Mediterranean
shores, Anatolia, and beyond the Zagros. It would be spurious,
additionally, to ascribe that instrument with some obscure
Hattian origins, in an attempt at ‘exotising’** it.
As a conclusive statement on this matter, I would ask why
Hittite rulers would have adorned the most impressive
entrance to their imperial city, among other scenes, all
specifically Hittite, with one depicting a Hittite musician wearing
typically Hittite clothing, but playing an instrument which
would not be explicitly, at least to them, Hittite? Therefore,
and although this instrument may not exhibit - at first sight cultural specificity, it may well do that most prominently.
However, a possible cultural specificity may be found in its
fretting which, as we shall see below, may reveal a scaling which
while unique to Hittite culture, may also reflect some level of
acculturation.
Philology
The Hittite lexicon has not provided us with any word formally
identifying our model. The possibility that a Hittite term for
this instrument was in any way related to Sumerian or to
Akkadian, or to any other language used at that time would
seem remote. However, the Sumerian term for that instrument
would have been ‘gude’ [(giš) gù.dé)]. This term spread around
the Mediterranean and beyond with diverse variations and
metatheses, without recourse to Semitic or other equations.
It would have flowed into Sanskrit ‘rudri ‘meaning ‹stringed
instrument›, homophonic to gù.dé. The word then diffused
via the Indo-European medium into Spanish ‘rota’; French
‘rotte’; Welsh ‘crwth’, etc., and via the Semitic medium, into
Arabic ‛ūd’; Ugaritic ‘d’; Spanish ‘laud’; German ‘Laute’; French
‘luth’ and so forth. The long-necked lute in the Oxford English
Dictionary is orthographed as ‘tambura, tambora, tamera,
tumboora, tambura and tanpoora’. We have an Arabic ‘ţunbur’;
Persian ‘tanbur’; Armenian ‘pander’; Georgian ‘panturi’, and
a Serbo-Croat ‘tamburitza’. The Greeks called it ‘pandura,
panduros, phanduros, panduris or pandurion’. The Latin is
‘pandura’. It is therefore possible that Hittites, too, would have
used a term homophonetically related although notably reticent
to acculturation.
Maviyle gösterilen referans değerleri ve kırmızıyla
gösterilen Alaca Höyük gam dizisi arasındaki
farkların grafik görseli. Bu farklılıkların yazarın
perdelerin pozisyonlarını yaklaşık olarak
okumasından ve ortostat oymasındaki yaklaşık
gösterimlerinden kaynaklandığı düşünülmektedir.
Dolayısıyla, orijinal enstrümanın üstündeki orijinal
perde pozisyonlarının kasti olarak 1. Seridekilerle
aynı olması gerektiği yorumu yapılabilir.
Perde Analizi
Arpların4 açılarının ve utların üstündeki perdelerin oranı,
veya “ikonografik metroloji” uygulanabileceği nadir
durumlarda kesin sonuç veren bir araç olduğu ispatlanmış,
kısa süre önce keşfedilmiş bir yöntemdir. Alaca Höyük
enstrümanı bu yüzden ideal bir adaydır, çünkü sapındaki izler
analiz edilebilmeleri için yeteri kadar belirgindir.
Bu izlerin belirlenmesi arkeo-müzikolojik ve
etno-müzikolojik veri birikimi bazında yapılmaktadır.
İzler arasındaki mesafe oransal olarak ifade edilir, oradan da
sentler hesaplanır.
Sent, müzikteki aralıkların tanımlanmasında kullanılan
logaritmik bir ölçüm birimidir. On iki tonluk eşit tampereman
oktavı her biri 100 sent olan 12 yarım sese ayırır. Sentler tipik
olarak ufak aralıkları ölçmek veya farklı akort sistemlerindeki
kıyaslanabilir aralıkların büyüklüklerini karşılaştırmak için
kullanılır. Sentlerin hesaplanması sabit katsayı 3986.314’ün
logaritmayla çarpılması ve oranın en yüksek rakamının en
düşük rakamına bölünüp, bölümün 10. tabanını belirleyerek
yapılır.
Bizim modelimizde, enstrümanın sapında mantıklı bir sırada
duran izleri seçtim ve bunları daha sonradan kazara oluşan
izlerden ve eşikten önce ya da üst eşikten sonra meydana
gelen izlerden ayırdım, çünkü bunlar enstrümanın perde
dağılımıyla alakalı değildir.
Eşikten üst eşiğe kadar olan aralık 316 üniteyse,
oranları 316/316=0 senttir; tam uzunluğun (L) b
eşiğine oranı 316/290=148.645990 senttir; L’den
c’ye oranı 316/260 = 337.695522 senttir; L’den e’ye
oranı 316/212 = 691.032352 senttir; L’den f’ye oranı
316/188 = 899.030276 senttir; L’den g’ye oranı
316/160 = 1178.223184 senttir ve L’den h’ye oranı
316/136 = 1459.581488 senttir.
Bu rakamlar %10’dan düşük veya %10 civarında hata payıyla
rahatlıkla ayarlanabilir. Böylece:
34 AKOB | ARALIK 2015
148.645990 = 149<151
Meshqa’nın 3/4 seslerini eşitlemekiçin (12/11)
337.695522 = 338<351
doğal üçlüyü eşitlemek için (27/22)
476.268183 = 475<498
tam dörtlüyü eşitlemek için (4/3)
691.032352 = 690<702
tam beşliyi eşitlemek için (3/2)
899.030276 = 899<900
tam büyük altılıyı eşitlemek için (37/22)
1178.223184 = 1177<1200
oktavı eşitlemek için (2/1)
1459.581488 = 1459>1404
tam dokuzluyu eşitlemek için (9/4)
Bu düzeltmeler diziyi mantıklı bir dizi haline getirir:
a) Açık tel
b) Meshaqaha’nın seslik aralıkları
c) Doğal üçlü
d) Tam dörtlü
e) Tam beşli
f) Büyük altılı
g) Oktav
h) Tam dokuzlu
Graphic illustration of differences between the
reference values, in blue, and the Alaca Höyük scaling,
in red. It is contended that the differences are due
to the author›s approximate reading of the position
of the frets and to approximations in the carving of
the orthostat. Therefore it can be construed that the
original fret positions of the original instrument would
have been intentionally identical to the Series 1.
Fret analysis
The analysis of angles on harps4 and fret ratios on lutes,
or ‘iconographic metrology’, is a recent method which has
proven to be an accurate tool in rare cases where it could
be applied. The Alaca Höyük instrument is therefore an ideal
candidate because marks on its neck are sufficiently clear for
analysis.
The identification of these marks are done on the basis of
archaeomusicological and ethnomusicological data collection.
The distance between marks is expressed in ratios from
which musical cents are calculated.
The cent is a logarithmic unit of measure used for musical
interval identification. Twelve-tone equal temperament
divides the octave into 12 semitones of 100 cents each.
Typically, cents are used to measure small intervals, or to
compare the sizes of comparable intervals in different tuning
systems. The calculation of cents consists in multiplying the
constant 3986.314, with the logarithm to base 10 of the
quotient of the division of the highest figure of the ratio by
its lowest member.
On our model, I selected marks which stand in a logical
order on the neck of the instrument and distinguished them
from later accidental markings and from markings which
are placed either before the bridge or after the nut, as
these would not be related to the intended scaling of the
instrument.
If the distance from the bridge to the nut is of 316 units then
their ratio, 316/316= 0 cents; the ratio of the full length (L)
to fret b is 316/290 = 148.645990 cents; L to c is 316/260
= 337.695522 cents; L to d is 316/240 = 476.268183 cents;
L to e is 316/212 = 691.032352 cents; L to f is 316/188 =
899.030276 cents; L to g is 316/160 = 1178.223184 cents; L
to h is 316/136 = 1459.581488 cents.
These figures can be safely adjusted, on account of error
tolerance, inferior or around 10%. Therefore:
148.645990 = 149<151
to equate Meshaqa's 3/4 tones (12/11)
337.695522 = 338<351
to equate the neutral third (27/22)
476.268183 = 475<498
to equate the just fourth (4/3)
691.032352 = 690<702
to equate the just fifth (3/2)
899.030276 = 899<900
to equate to the just major sixth (37/22)
1178.223184 = 1177<1200
to equate the octave (2/1)
1459.581488 = 1459>1404
to equate the just ninth. (9/4)
These corrections bring the set to a rational series:
a) Open string
b) Meshaqah’s ¾ tones
c) Neutral third
d) Just fourth
e) Just fifth
f) Major sixth
g) Octave
h) Just ninth
ARALIK 2015 | AKOB
35
¾ seslik aralığın ve doğal üçlünün Hitit kültürüne özgü olduğu
sonucuna varmak cazip olurdu, çünkü bu aralıkların varlığına
Yakın Doğu arkeo-müzikolojisi tarihinden önce ne metinlerde
ne de ikonografide rastlanır. Profesör Doktor Aykut Çınaroğlu
Ağustos 2015’te Alaca Höyük’teki Arkeoloji Evi’nde yaptığı
bir konuşmasında, enstrümanın temsil edildiği ortostatın
(kabartmalı taş bloğun) MÖ 14. Yüzyıla tarihlendirilmesi
gerektiğini söylemiştir. Bu da bu tip perde dağılımını ikinci
binyılın ortalarına tarihlendirir.
Dolayısıyla, varmış olduğum sonuç bu enstrümanın tipik,
stilistik ve estetik açılardan Hitit kökenli olduğu ve belirli
bir dereceye kadar Asur kültürel etkileşimine maruz kaldığı
yönündedir.
Çevirmenin notu:
Metni Türkçe’ye çevirirken yaptığı katkılardan ötürü piyanist
Hakan Ali Toker’e teşekkür ederim.
Teşekkür
19’u kazı alanında olmak üzere kazılardaki 54. senesinde
bulunan Alaca Höyük’ün rakipsiz uzmanı Profesör Doktor
Aykut Çınaroğlu’na; Temmuz/Ağustos 2015’te Kazı Evi’nde
konakladığım süre boyunca göstermiş oldukları sıcak
misafirperverlik ve verdikleri bilgiler için Kazı Yardımcı
Direktörü Doktor Duygu Çevik’e ve Ali Güney’e içten
teşekkürlerimi iletmek isterim. Teşekkürlerimi ayrıca
nezaketleri ve Türk mutfağının lezzetli örneklerini birlikte
tattığımız muhteşem gecelerde bana eşlik eden, Anadolu’nun
dört bir yanına ait müziklerle dans edişini izlediğim arkeoloji
öğrencilerine de iletmek isterim.
* Alaca Höyük’e davet edilişim bir rastlantı eseri Bayan Akan,
Doktor Duygu Çevik’e ulaştığında gerçekleşti. Gerisi malum.
** Egzotikleştirme Fransızca ‘exotiser’ sözcüğünden gelen bir
sözcüktür.
REFERANSLAR
1 Hornbostel-Sachs sınıflandırmasıyla, utlar teller düzleminin
rezonatörün yüzeyine paralel olduğu enstrümanlar olarak
tanımlanır. Kendi aralarında şu şekilde ayrılırlar: Yaylı utlar Her telin kendi esnek taşıyıcısı bulunur; Çatallı utlar veya lirler
- Teller ses tablasıyla aynı düzlemde bulunan bir çatala bağlıdır
ve iki kola ve bir çapraz çubuğa bağlıdır; Çanaklı lirler; Kutu
lirler; Kollu utlar - teli tutan parça sadece bir koldur; Sivri utlar;
Sivri yaylı utlar; Sivri kutu utlar; Sivri tüp utlar; Saplı utlar;
Saplı çanak utlar.
36 AKOB | ARALIK 2015
2 Dumbrill, R., The Archaeomusicology of the Ancient Near
East (Victoria, 2005), s. 305-44.
3 Wikipedia elektrogitarların ortaya çıkmasından ve sentetik
malzemelerden kullanılmaya başlanmasından önce, bir gitarın
“... uzun ve perdeli bir sapa, düz ve ahşap bir ses tablasına,
kirişlere ve düz bir sırta sahip ve genellikle kavisli bir yan tarafa
sahip” bir enstrüman olarak tanımlandığını söylemektedir. Bu
terim 12. Yüzyılın başlarında ve daha sonra Amerikalar’da
geliştirilen ve kullanılmaya başlanan çeşitli yaylı enstrümanları
tanımlamak için kullanılır. Wikipedia “... 3,300 senelik telli bir
enstrüman çalan bir Hitit ozanının temsil edildiği taş bir oyma
telli bir enstrümanın en eski ikonografik temsilidir” derken
hatalıdır. Bu oyma eser kesinlikle telli bir enstrümanın en eski
temsili değildir. Neolitik paryetal sanatında çatallı arpların ilk
örneklerinin temsil edildiği kanıtlar mevcuttur. Daha sonraki
tarihlere ait örnekler de bulunmaktadır; bunların en başta geleni
yaklaşık olarak M.Ö. 3200’e tarihlendirilmiş olan bir Uruk tüp
kanunudur.
4 Dumbrill, R. Marcetteau, M.’ye ek, ICONEA 2008,
Editörler: Dumbrill ve Finkel ICONEA Yayınları, London.
Richard Dumbrill müzik ve
müzikoloji eğitimi aldığı Fransa’da
dünyaya gelmiştir. Sık sık Kuzey
Afrika’ya ve Orta Doğu’ya
seyahat etmiştir. Şu anda Londra
Üniversitesi, Royal Holloway’de
ICONEA’nın (Uluslararası Yakın
Doğu Arkeomüzikoloji Konseyi)
kurucusu ve başkanıdır ve Irak’ta
Babylon Üniversitesi, Müzikoloji
Bölümü’nde kürsü sahibidir.
Babylon Festivali’nin bir Üyesi
ve danışmanıdır ve Suriye NGO
Müzik’in Yönetim Kurulu’nda yer
almaktadır.
Richard Dumbrill
Bu rakamlar Eski Mezopotamya’da bilinen tam aralıklardan,
üçüncü milenyumun son günleri ve ikinci milenyumun ilk
günlerinde bilinenler arasında pek az fark olduğunu gösteriyor.
Alaca Höyük udu, tam dörtlüyü, tam beşliyi, tam büyük altılıyı,
oktavı ve tam dokuzluyu Eski Babil Enneatonic sistemine uygun
bir biçimde çıkarmış olmalıdır; buna ek olarak, ¾ seslik aralık
ve doğal üçlü de diziyi tamamlamış olmalıdır, sonradan Eski
Mısır’da ve halen Yakın Doğu müziğinde gördüğümüz gibi.
Profesör Dumbrill aralarında
şu eserlerin de bulunduğu
birçok kitap yayınlamıştır: “The
Archaeomusicology of the
Ancient Near East’; ‘Idiophones
of the Ancient Near East in
the Collections of the British
Museum’; ‘Musical scenes
and instruments on Seals in
the Collections of the British
Museum’; ‘Rediscovering the
Silver Lyre of Ur’, vb. ICONEA
konferans bildiri kitaplarının
editörü ve NEMO OnLine’ın
yardımcı editörüdür.
These figures show that there is little difference with just
intervals as known in Ancient Mesopotamia, from the last days
of the third, early days of the second millennium. The Alaca
Höyük lute would have sounded the just fourth, the just fifth,
the just major sixth, the octave and the ninth, in agreement
with the Old Babylonian enneatonic system and additionally,
the 3/4 tone and the neutral third complemented the set as we
find it later in Ancient Egypt and still surviving in Near Oriental
music.
It would be tempting to conclude that the 3/4 tone and the
neutral third might have been specific to Hittite culture as
there is neither textual, nor iconographic evidence of these
particular intervals before in the history of Near Eastern
Archaeomusicology. According to Professor Doctor Aykut
Çinaroğlu, in a verbal communication at the Archaeological
House in Alaca Höyük, in August 2015, the orthostat on
which figures the instrument would date from the 14th century
B.C. This would date this scaling to the middle of the second
millenium.
Therefore, my conclusion is that this instrument is typically,
stylistically and aesthetically Hittite with some degree of
Assyrian acculturation.
Acknowledgements
I would like warmly to thank Professor Doctor Aykut
Çinaroğlu who is certainly the unchallenged expert of Alaca
Höyük, in his 54th excavation year, 19 years of which at the site;
Doctor Duygu Çevik, excavation Assistant Director, and Ali
Güney, for their most hospitable and informative help during
my stay at the Excavation House, in July/August 2015. These
thanks are extended to archaeology students for their kindness
and in fond memory of wonderful evenings with them, eating
refined Turkish cuisine, watching them dance to the sound of
music from all parts of Anatolia.
* My invitation to Alaca Höyük came fortuitously when Miss
Akan got in touch with Doctor Duygu Çevik. The rest is
history.
** From the French ‘exotiser’ - to render exotic.
REFERENCES
1 With the Hornbostel-Sachs classification, lutes are described
as instruments where the plane of the strings runs parallel to
the surface of the resonator. They subdivise as follows:
Bow lutes - Each string has its own flexible carrier; Yoke lutes
or lyres - The strings are attached to a yoke which lies in the
same plane as the sound-table and consists of two arms and a
cross-bar; Bowl lyres; Box lyres; Handle lutes - The string bearer is
a plain handle; Spike lutes; Spike bow lutes; Spike box lutes; Spike
tube lutes; Necked lutes; Necked bowl lutes.
2 Dumbrill, R., The Archaeomusicology of the Ancient Near
East, (Victoria, 2005), pp. 305-44.
3 Wikipedia writes that before the development of the electric
guitar and the use of synthetic materials, a guitar was defined
as being an instrument having ‘...a long, fretted neck, flat wooden
soundboard, ribs, and a flat back, most often with incurved side’.
The term is used to refer to a number of chordophones that
were developed and used across Europe, beginning in the
12th century and, later, in the Americas. Wikipedia gets it
wrong when it states that ‘... a 3,300-year-old stone carving of a
Hittite bard playing a stringed instrument is the oldest iconographic
representation of a chordophone...’. This is certainly not the
earliest representation of a cordophone. There is evidence of
early bow-harps depicted on Neolithic parietal art. There are
later examples, notably of a Urukean tube zither dated around
3200 B.C.
4 Dumbrill, R., annex to Marcetteau, M., in ICONEA 2008,
Dumbrill and Finkel Eds ICONEA publications, London.
Richard Dumbrill
Richard Dumbrill was born
in France where he studied
music and musicology. He
traveled intensively to North
Africa and the Middle East. He
is currently the founder-director
of ICONEA (International
Council of Near Eastern
Archaeomusicology) at Royal
Holloway, University of London
and holds a chair of Musicology
at the University of Babylon
in Iraq. He is a member and consultant to the Babylon
Festival and sits on the Board of the NGO Music for Syria. Professor Dumbrill has published many books including:
‘The Archaeomusicology of the Ancient Near East’;
‘Idiophones of the Ancient Near East in the Collections
of the British Museum’; ‘Musical scenes and instruments
on Seals in the Collections of the British Museum’;
‘Rediscovering the Silver Lyre of Ur’, etc. He is the editor of
the proceedings of ICONEA conferences, and co-editor of
NEMO OnLine (Near Eastern Musicology Online).
ARALIK 2015 | AKOB
37
Cemal Reşit Rey’in Çelebi Operasının *
Günışığına Çıkarılışı ve Restorasyonu:
Bir Kritik İnceleme
Aydın Karlıbel **
Prof. Dr. Cihat Aşkın
İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü
Özet
İlk versiyonu 1942 ile 1945 arasında, ağabeyi Ekrem Reşit’in
librettosu üzerine üç yılda bestelenmiş olan Çelebi üzerinde
Cemal Reşit Rey otuz yıldan fazla çalışmış ve eserin ikinci ve
son versiyonunun orkestra partisyonunu 1973’te, piyano-şan
partisyonunu ise 1975’te tamamlamıştır. 1978-80 arasında
Ankara Devlet Operası tarafından satın alınan opera, sonraki
yıllarda bazı bölümlerinin icrası için eserin İstanbul ’a
yollanıp iadesi sürecinde kaybolmuştur. Yaklaşık yirmi sene
kayıp olarak bilinen Çelebi’yi yıllar boyunca piyano-şan
partisyonu üzerinde yürüttüğüm çok yönlü çalışmalarımın
yanı sıra kurumlarımızın değerli sanatçılarının da ortak
çabaları sayesinde, Eylül 2005’te Ankara Devlet Operası’nın
arşivinde bulunması sevindirici bir müzik olayıdır.
Rey kardeşlerin librettist ve kompozitör olarak yaratmış
oldukları Çelebi’nin Türk ve evrensel opera sanatındaki yeri,
eserin besteleniş süreci ile analizi doktora tezimin konusunu
oluşturmaktadır. Eserin bulunuşunun ardından on aylık
bir çalışma sonucunda yaklaşık dokuz yüz sayfa orkestra
partisi yazılarak eserin eksik olan 3. ve 4. Perde materyalinin
tamamlanması ve partisyonun dijital ortama aktarılması ile
opera dünya prömiyerine hazır bir hale gelmiş bulunmaktadır.
38 AKOB | ARALIK 2015
Çelebi’nin yıllar sonra ramp ışıklarına çıkışı Türk müzik
yaşamında bir dönüm noktasıdır. Verdi’nin sanat estetiğine
göre her operanın kendine ait bir kimliği; İtalyanca’da renk
anlamına gelen 'tinto’ deyimiyle ifade edilen, kendine özgü
bir dünyası vardır. Bundan yola çıkarak, Çelebi operasının
Cemal Reşit Rey’in karmaşık renkli ve engin iç dünyasının
bir uzantısı olduğunu ifade etmek mümkündür. İki dilde
besteledikleri Çelebi operası, Rey kardeşlerin yüksek estetik
değerlerinin bir kanıtıdır.
Eser, Osmanlı tarihinin en parlak dönemi olan Lâle Devri
ve içinde rol alan şairler ve Nedim ve Sami dolayısıyla da
önem taşımaktadır. Bestecinin uyguladığı halk müziğinin
stilize bir biçimde işlenişi, 20. yüzyılın ulusalcılık akımları
bünyesinde benimsenmiş olan prensipler arasında idi. Çelebi
opera tarihinde birçok önemli örneği bulunan, bir sanatçının
yaşamını konu alan bir operadır. Aynı zamanda Osmanlı
sosyal yaşantısının bir panoramasını gözler önüne sermekte
olan opera, aşk, sadakat ve aile gibi manevi değerlerin
taşıdığı derin anlamlar üzerinde düşünülmesi gereken
mesajları içermektedir.
The Emergence of
Cemal Reşit Rey’s ‘Çelebi’
And The Restoration of The Opera:
A Critical Study
Extended Abstract
Çelebi is one of the masterpieces of Cemal Reşit Rey, one of
Turkey’s greatest composers. Cemal Reşit Rey wrote the opera
in its fırst version between 1942 and 1945. He kept working
on the opera for the next thirty years and completed the final
version’s orchestral score in 1973 and the vocal score in 1975.
Bought by the Ankara State Opera around 1980, the opera got
lost during a traffic between Ankara and İstanbul when the score
and parts were asked for performance of excerpts. The work was
presumed lost for nearly twenty years, until it was discovered in
Ankara State Opera’s archives in September 2005.
The process of Çelebi’s discovery, and the methods of its
restoration, are dealt in the thesis as well as the completion of the
orchestral parts and the final preparation for the world premiere.
Çelebi’s libretto originated from a radio play the Rey brothers
have come across during their post at the Ankara Radio between
the years 1938-40. Kemençe player Ruşen Ferit Kam and Mesut
Cemil, a musician of many talents whose memory lives in the
İstanbul Radio’s main Studio; had inserted traditional Turkish
sketches into the merry play.
The libretto which Ekrem Reşit modeled out of this play, included
major Metastasian elements; such as rivalry in love, a touching
recognition scene and a tragic end. There exists in Çelebi a love
triangle between Fatma, Hasan Çavuş and Çelebi. The triangle
can be compared , to name an example, to the Cannen-Don
Jose-Escamillo triangle present in Bizet’s Carmen. The fact that it
is an opera consisting of music interspersed with spoken dialogue
classifies Çelebi as an opera comique.
The work bearing influences of many opera trends, has also
elements of the German tradition (use of leitmotive), the grand
opera tradition (presence of the introductory spectacular
procession), and dramma giocoso. Çelebi’s libretto is written in
verse, it is a poetic work (manzum) in syllabic meter (hece vezni),
one of the three types of meter found in Turkish poetry; the
other two being aruz meter (aruz vezni) and free meter (serbest
vezin).
Ekrem Reşit uses syllables of seven at least and of fourteen at
most, in his libretto. The major types of rhyme in Turkish poetry
are the half ("yarım" kafiye), the whole (“tam” kafiye) and the rich
(“zengin”- or as is sometimes called, “tunç” kafiye).
Çelebi’s verse is abundant in “zengin" kafiye, which is of the
highest artistic type because it creates greatest resonance and
sonority.
Çelebi offers variety of atmosphere and contrast behveen the
acts. Çelebi’s acts can be classified as I - “lyrical", II - “comic”, III “dramatic" and IV - “tragic or mystical”. This variety of character
and atmosphere makes the work interesting without destroying
its fundamental unity.
In an operatic act, each scene must contribute to maintaining
a forward momentum and to the feeling of a final culmination.
In Çelebi, Acts I and II begin with the chorus which sets the
tone, narrates the present state of events and the situation in
accordance with its traditional function. The forward momentum
is provided by the progressive addition of characters towards the
end of each scene. Thus, Act I ends with the Fatma-Çelebi duet,
Act II concludes with the quartet and Act III concludes with the
tumultous, boisterous scene of attack of the crowd (male chorus).
The Chorus’s male and female sections sing separately throughout
the opera, observing the religious tradition. Moreover, the
final chorus of Act IV is a chorus of angels. Rey’s theoreticalesthetic syntheses which expound a whole world of new and
sophisticated sonorities, combining makam, evoking scalar
structures and chords generated from such structures in a
symmetrical, irregular phrasings and metric modulations.
Tonal theory teaches us that diatonic triads and their jurther
elaborations - the large family of diatonic seventh chords-originate
from diatonic major and minor scales. With the example of
a work like Çelebi as well as the majority of the works of the
“Turkish Five” group, a major compositional principle has been in
a similar vein. The musical language in Cemal Reşit’s compositions,
including Çelebi will show a musical texture imbued with Turkish
traditional idioms-a whole world of makams used evocatively.
Every act and most of the scenes in Çelebi in one way or another
includes makam influence.
Çelebi is a highly original work, quite imposing by its dimension
and the demands it makes upon performers. The opera which
explores the glorious Tulip Era of the Ottoman empire, is
brilliantly set to words in both Turkish and French, as a product of
the master Francophone Rey brothers' colourful imagination and
fraternal collaboration, rare in music history. The historical colour,
the palace which provided inspiration for Mozart (Entführung,
Zaide), the historic protagonist Müezzin Çelebi as well as the
divan poets Nedim and Sami, match the tone of Rey's music.
In his procedures of orchestration Rey places primary emphasis
on colour for dramatic purposes. The stage and pit correspond
and the music serves the drama. The second Act includes Çelebi’s
original song repeated with different variations each time.
Rey’s use of extended tonality includes a wide array of chordal
and voice leading procedures including the family of seventh
chords clusters and power chords. His chromatism is a feature of
his first creative period around the 1930's and includes the use
of word painting in instances like; Fatma’s, Çelebi’s arias of Act
IV. The scenes offer variety of mood and contrast and dramatic
atmosphere.
In Çelebi, comedy (Act II) is handled together with tragedy
(Çelebi's death in the end). The libretto has literary and artistic
merit of its own, due to its prose and its bilingual essence. The
opera comprises several layers of thougth: the immediate. the
musical but also the moral (Çelebi’s passion), the philosophical
and spiritual (angels, death and transfiguration).
ARALIK 2015 | AKOB
39
Giriş
Çelebi operasının besteleniş süreci 1948-42 yıllan arasında
Ankara Radyosu’ndaki görevi esnasında, Ekrem Reşit
Rey’in karşılaşmış olduğu bir radyo piyesinden etkilenerek
librettoyu yazma fikri ile başlar. 1980 yılında Ankara Devlet
Operası arşivine kaydolunan opera bestecinin 7 Ekim
1985’teki vefatından sonra Eylül 2005 te Ankara’da arşivde
bulunduğu fark edilene kadar kayıp olarak biliniyordu.
İstanbul’da I. ve IV. Perdeye ait eksik orkestra partilerinin
şef partisyonundan kopya edilerek tamamlanışının ardından,
Çelebi operası dünya prömiyerine hazır hale gelmiştir.
Restorasyon Süreci
a) Tasnif
b) Biyografi, müzikoloji ve üslup incelemeleri
c) Partilerin kaligrafık kopyası
d) Partisyonun dijital ortama aktarılması
e) Partisyon ve partilerin fotokopi yapılarak kuruma
teslimi, aşamalarıyla gerçekleşmiştir.
RESTORASYON
YÖNTEMLERİ
Eylül 2005 te Çelebi’nin partisyonunun Ankara Devlet
Operası’nın arşivinde bulunmasından sonra eser müsaade ile
İstanbul’a getirilmiş ve restorasyon çalışmaları başlamıştır.
Bunlar sırasıyla,
a) Operayı oluşturan çeşitli bölümlerin (libretto,
librettonun taslağı, dört ayrı cilt halindeki orkestra
partisyonları, piyano-şan ve eksik olan orkestra
partilerinin) tasnifi,
b) Eksik olan I. ve IV. perdelenin nefesli ve vurma saz
partilerinin on ay gibi bir sürede 900’e yakın (A3
ebadında) sayfa yazılarak tamamlanması,
c) Şef partisyonunun dijital ortama aktarılıp baskısının
gerçekleşmesi
d) Eserin tamamlanmış halde Mayıs 2007’de I.D.O.B.’ne
teslimi aşamaları şeklinde gelişmiştir.
Orkestra partisyonundan 875 sayfa orkestra partisi kopya
edilerek hazırlanmış ve Çelebi dünya prömiyerine hazır hale
gelmiştir.
40 AKOB | ARALIK 2015
Çelebi’nin 35x50 ebadındaki elyazması özgün şef partisyonu
hiçbir fotokopi makinesine sığmadığından, 26 Eylül ile 11
Kasım arasında Ceyda Binyıldız, Aşkın Kırım ve Hadiye
Cangökçe’den oluşan ekip partisyonun her sayfasının dijital
çekimini gerçekleştirmiştir. Bu çalışma daha sonra Ersu ve
Arzu Pekin denetiminde bilgisayar formatına dökülerek
Maslak’ta bulunan MAS matbaasında dijital basım işlemi 16
Kasım 2006’da tamamlanmış ve eser ciltlenmiştir.
ÇELEBİNİN
BESTELENİŞİ,
ESERİN İLK
VERSİYONU
Çelebi operasının besteleniş serüveni, 1938-42 yılları
arasında Ankara Radyosu’ndaki görevi esnasında, Ekrem
Reşit Rey’in karşılaşmış olduğu bir radyo piyesinden
etkilenerek librettoyu yazması ile başlar. Cemal Reşit Rey
operanın ilk versiyonunu 1942-45 arasında besteler.
Eserin ikinci ve son versiyonuna ait şef partisyonunun
tamamlanış tarihi 1973, piyano-şanın hazırlanışı ise 1975’tir.
Cemal Reşit Rey’in Çelebi'yi, 1942-45 yılları arasında, ilk
operaları gibi piyano-şan halinde bestelemiş olması mümkün
olsa da, eserin o yıllara ait bir piyano partisyonu günümüze
ulaşmamış, besteci de bizlere sağlığında böyle bir notadan
söz etmiş değildir.
Senfonik eserlerinin orkestrasyonunu yapmadan önce, piyano
partisyonu şeklinde taslaklarını hazırlamak, Rey’in kullandığı
bir yöntemdir. Örneğin 1930 yılma ait “Karagöz Senfonisi” bu
tarz bir yöntemle bestelenmiştir. Çelebi’ye ait mevcut yegâne
piyano-şan partisyonu, 1975’te tamamlanmış olan, orkestra
partisyonundan indirgenmiş olan partisyondur.
1920 ile 1945 arasındaki yirmi beş yıllık sürede Rey “Söylemeden
yapmak”dan (Faire sans dire) “Köyde bir Facia”ya kadar altı
opera bestelemiştir. Çelebi'yi Rey’in ilk operalarından ayıran en
önemli özellik, şüphesiz ilk operaların piyano-şan halinde oluşları
ve Çelebi’nin iki dilde bestelenmiş olmasıdır.
Çelebi Rey’in orkestrasyonunu yapmış olduğu yegâne operasıdır.
Ayrıca, üzerinde en uzun süre çalışmış olduğu, tarihimize ait
seçkin sanatçıları içermesi, hem dünyevi ve hem mistik temaları
birlikte ele almış olması nedeniyle, Çelebi bestecinin üzerinde
ayrı bir özenle çalışmış olduğu bir eserdir. Besteci Çelebi’nin
bestelenişi sürecini içine alan otuz yılı aşan süre zarfında birçok
senfonik yapıt, konçertolar, solo enstrümantal eserler, bir operet
bestelemiş, yurt dışında önemli merkezlerde konserler yönetmiş,
talebeler yetiştirmiş, önemli ödüller almıştır.
Operanın Rol Dağılımı ve Librettonun Gelişimi:
Çelebi - Tenor
Fatma - Lirik soprano
Sadrazam - Bas-bariton
Hasan Çavuş - Bariton
Tahsin Efendi - Komik tenor
Rebeka - Dramatik soprano
Peri - Alto
Atiye, Safiye ve Zübeyde - Soprano, mezzo, alto
Konuşma rolleri - Baba (Haydar), Anne, İmam,
Şair Nedim, Şair Sami.
Koro - Saraylılar, Yeniçeriler, Halk.
Olay Lâle Devri’nde, III. Ahmet döneminde, İstanbul’da geçer.
1. Perde
Edirne’de, Yeniçeri birliği Mehterhane ile resmigeçit halindedir.
Genç mehterbaşı Hasan Çavuş evinin penceresinden dışarıya
bakmakta olan yaşlı bir yeniçeri olan Fatma'nın babasına,
Fatma’ya gönül verdiğini ve onunla evlenmek istediğini söyler.
Fatma’nın babası da ona, “Kızımı sana veririm ama önce savaşa
git, zaferle dön!” der. Hasan Çavuş neşeyle uzaklaşır.
Anne gelir ve kızının Hasan Çavuş’la evlenmesinde ısrar eder.
Kızları Fatma gelir. Annesi başına gelecekleri kızına anlatır. Fatma
buna çok üzülür, anne de üzgün ve çaresizdir. O anda bir delikanlı
görünür, bu Çelebi’dir. Genç adam olan biteni anlayınca kederini
açıklamaktan kendini alamaz.
Fatma’yla Çelebi kaçmaya karar verirler, ama kızcağız buna
cesaret edemediğinden kararsızdır. Çelebi, sevgilisinin bu
kararsızlığına üzülür ve onu vefasızlıkla suçlayarak çıkar gider.
Fatma da “Çelebi, Çelebi!” diye haykırarak yere yığılır.
2. Perde
Anadolu Hisarı görülür ve uzaktan Çelebi’nin sesi duyulur.
Çelebi kayıkla gazel okuyarak gelir. Yanında Şair Nedim ile şair
Sami gibi zamanın iki ünlü şairi de vardır. Çelebi Fatma’ya olan
tükenmez aşkını açıklar, iki büyük şair de ona şiirlerini okurlar
(parlando). Çelebi yalnız kalır ve üzüntüyle Fatma’yı sayıklar.
Sahne değişir ve Çelebi’yi elde etmeye çalışan üç kadının (Atiye,
Zübeyde, Safiye) düzenledikleri şen şakrak bir içki alemi görülür.
Çelebi, yeni yazmış olduğu bir eseri okumaya koyulur. O sırada
kadınlar düşüncelerini üç ses olarak adeta mırıldanarak dile
getirirlerken orkestra da bu coşkulu aşk sahnesini destekleyerek
güçlendirir ve perde bir mest oluş havası içinde sona erer. Söz
konusu beste, Hüseyin Sadettin Arel tarafından Cemal Reşit Rey’e
verilmiş olan Müezzin Çelebi’nin özgün bestesi “Şehnaz Bûselik
Semai’dir. Üç kuple olarak tekrarlanılan bu parçayı Çelebi önce
def eşliğinde a cappella söyler. Daha sonra tekrarlanan iki kupleye
orkestra da katılır.
3. Perde
İstanbul’da sadrazamın gözdesi Rebeka’nın evinin içi görülür.
Rebeka büyük bir özlemle çok sevdiği Çelebi’yi beklemektedir.
Annesi Perla gelir ve kızının Çelebi’ye duyduğu ilgiyi sezerek
kuşkulanır çünkü kızının sadrazamla ilişkisine engel olacak her
şeye karşıdır.
Sadrazam kendi adamı Tahsin efendi’yi Rebeka’yı izlemekle
görevlendirmiştir. Tahsin Efendi’nin gelişi, Rebeka’nın canını
sıkar ama sadrazamın gelmek üzere olduğunu da ondan öğrenir.
Rebeka sadrazamın Çelebi’yle karşılaşmasından korkar ve
onun gelmesini önlemek için annesini Çelebi’ye gönderir. Anne
Çelebi’yi bulamadan döner. Kapı açılır ve sadrazam içeri girerken
anne sıvışıverir.
Sadrazam, Rebeka’nın boynuna bir inci gerdanlık takar ama
Rebeka’nın sevinci korkusunu gideremez. Rebeka sadrazamı
oyalamak için heyecanla dans etmeye başlar ve sonunda
sadrazamın dizlerine kapanır; bir bahane bularak Tahsin
ARALIK 2015 | AKOB
41
Efendi’den yakınır. Tahsin Efendi de Çelebi’yle gözdeler arasında
olup bitenlerden sadrazamın sezinleyebileceği bir şekilde söz
eder.
Ola ravzati behişt içre kadeh nuşi merâm
Rahmetinle ola işretgedesi dari salâm
Evci me’vada Müezzin Çelebi bula mekân.
Sadrazam, Çelebi’yi sürdürmeye karar verir. O sırada Tahsin
Efendi gelir ve sadrazama padişah hazretlerinin kendisini
çağırdığı haberini verir. Sadrazam gider. Rebeka’nın hali haraptır.
Kapı açılır ve Çelebi girer. Rebeka ona gözdelerle geçirdiği içki
aleminden yakınır. Çelebi onu yatıştırır.
Ağır yaralı olan Çelebi başını kaldırır “Sen mutlu ol, Fatma!”
der ve son nefesini verir. Fatma da Çelebi’nin üstüne kapanırken
perde iner.
O sırada mahalleli baskın yapar ve başlarında imam olduğu halde
kapıyı kırıp içeri girerler. Çelebi kılıcını çektiği gibi karşılarına
dikilir. O anda sadrazam gelir. Çelebi saklanır, imam da onu
Rebeka’nın sevgilisi olarak ortaya çıkarıp ele verir. Sadrazam,
ikisinin de kellerinin uçurulmasını emreder, Rebeka bayılır.
Çelebi de pencereden atlayıp gider.
4. Perde
Olay birkaç yıl sonra Edirne’de geçer. İhtiyar yeniçerinin kızı
Fatma evinin önünde görülür ve acısını dile getirerek eve girer.
Sahnenin gerisinden, bitkin ve pejmürde halde Çelebi gelir;
halinden yakınır, Fatma’nın kapısını vurur. Kapı açılır ve Fatma
görünür; irkilir neye uğradığını anlayamaz. Çelebi, Fatma’ya
“Hadi gidelim!” der. Fatma, olamayacağını söyler çünkü anası
babası ölmüş, kendisi de Hasan Çavuş’la evlenmiş, iki çocuğu
olmuştur. Fatma, “Artık her şey bitti, benim artık burada kalmam
gerekiyor” der.
Çelebi bitkin bir halde oradan uzaklaşırken, Fatma “dur!” diye
haykırır ve elinde bir çıkınla evden dışarı çıkar; Çelebi’ye
yaklaşarak çıkını verip yine eve girer. Çıkının içindekiler, yıllarca
önce Çelebi’nin kendisine vermiş olduğu şeylerdir. Çelebi gider.
Hasan Çavuş camidedir, ama camiye gitmeden önce karısına
etrafta haydutlar dolaştığı için kapıyı kimseye açmamasını tembih
etmiştir. O sırada Çelebi, bahçe kapısının açık kalmış olmasından
kuşkulanır. Bir türlü uzaklaşamamıştır; dönüp tekrar gelir ve
kapıya “Fatma! Fatma!” diye bağırarak vururken bir patlama
olur; birinci katın penceresinden uzanan bir piştol, Çelebi’yi eve
baskına gelen bir haydut sanarak vurup yere sermiştir. Hasan
elinde fener ve piştolla dışarı çıkar; Fatma’yı çağırarak, elindeki
fenerle yerde yatanın yüzünü aydınlatır: “Gel bak! Bu tanıdık
mı?” diye sorar. Fatma “Tanımıyorum" der. Hasan, karakola
haber vermek için oradan uzaklaşır. Fatma ağlayarak Çelebi’ye
koşar.
Bu arada melekleri dile getiren kadınlar korosu perdenin sonuna
kadar kâh hafifleyip kâh kuvvetlenerek Arpaeminizade Mustafa
Sami’nin mersiyesinden alınmış olan şu sözleri terennüm ederler:
“Dilde kalmazdı nevasiyle nühüfte aalâm
Dilde olmuş idi sermayedihi garam
Gelmedi hoş nefesi böyle mugannü benam
42 AKOB | ARALIK 2015
ARMONİ DİLİ,
TONAL YAPI, İFADE
YÖNTEMLERİ
Çelebi operasında kullanılan armoni dili Rey’in ilk dönemine ait
‘kromatik’uslubunu, polymodal ifade tarzını da içeren geniş bir
tonalite anlayışı çerçevesinde; genişlemiş (extended) 7’1i, 9’1u
armoniler ve çevrilişlerinin, akor kümelerinin, 20. yüzyılın önde
gelen bestecilerinde bulduğumuz bir palet ve ifade zenginliği
içinde kullanılmış olduğunu görmekteyiz.
IV. Perde başında kar ve soğuğun betimlendiği giriş ve daha
sonra ,Fatma’nın aryası gibi sözlerle canlandırma (word painting)
örneklerinin dışında [cf. Puccini’nin La Boheme operasının
II. Perde başında açık beşli tınılarıyla soğuk kış havasının
betimlenmesi], besteci ışıkla oynamakta ve Çelebi’nin IV. Perde
aryasında (‘Sön ey güneş’ kelimeleri üzerine) ‘parlak’ (Fa diyez
maj. 6 diyez)’den La majör (3 diyez)’e geçerek, giderek bir
kararma etkisi yaratılmaktadır.
Bu müzikal betimleme örneğin, hocası Gabriel Faure’mn
‘Avant que tu t’en ailles’ başlıklı melodisinde rastladığımız bir
ifade tarzıdır. Birçok kereler besteci, beşliler çemberinin bemol
tarafındaki tonaliteleri diyez tarafındakilerle dengelemektedir.
Bu, II. Perde’deki Trio’da ve IV. Perde’deki Fatma’nın aryasında
açıkça görülmektedir.
GELENEKSEL MÜZİK
UNSURLARI
Müezzin Çelebi’nin, özgün bestesi olan Şehnaz Bûselik Semai,
II. Perde, V. Meclis’te bulunan Kuartet’te, üç ayrı kıta halinde yer
alır. Bunların ilki, Cevat Memduh Altar tarafından Cemal Reşit
Rey’e verilmiş olan özgün a cappella şarkıdır.
İkinci kıta, (Şan partisyonu, s.117) geleneksel musikimize özgü
,’terennüm’ diye adlandırılan söyleyiş tarzını içerir. Çelebi'de
yer alan terennüm anlamsız sözlerin kullanıldığı “ikai” (ritmik)
terennüm tarzıdır. Anlamsız sözlerin operada kullanılması, Çelebi
bağlamında bu çalışmanın başka yerinde değinilmiş olan grand
opera tarzı ile benzerliğin yanısıra, Berlioz’un “Les Troyens ve
La Damnation de Faust” gibi en önemli sahne eserlerinde (koral
bölümlerinde) yer alan bir unsurdur ki, Cemal Reşit Rey’in
Fransız geleneğiyle Türk tarzı arasında kurduğu köprü konusunda
belirtilebilecek bir diğer ortak noktadır.
İkinci Perde’nin başında yer alan Giriş Korosu, ikinci derecesi
bemollü Mi bemol majör tonundadır ve bestecinin kompozisyon
yöntemleri hakkında birçok ipuçları vermektedir. Cemal Reşit’in
müziğindeki özgün komaları eşit ayarlanmış piyano üzerinde
değil fakat eserin orkestralı temsillerinde solistlerin, koronun
ve orkestranın entonasyonlanyla hayat bulacaktır. Rey’in
eserlerindeki melodik seyir, bestecinin bir imzası denebilecek
kadar sıklıkta, armoni ve kontrpuan çalışmalarında yasak bir
aralık olan artmış ikili aralığını içerir ki bu özellik, doğu müziğine
ait tınıları çağrıştırmaktadır.
Bu noktada Rey’in, kuramcı olarak müziğinde, kurallarda yasak
olan paralel beşlilere geniş yer vermiş olan Claude Debussy
(1862-1918) ile bir benzerlik arz ettiğini söylemek mümkündür.
Besteci herhangi bir gamın içinden belirli tonları veya perdeleri
seçmekte, bunlardan motifler ve akorlar türetmektedir.
Artmış ikili aralığını ortak bir unsur olarak kullanan bir makamlar
ailesinden söz edilebilir: Bu makamların arasında şehnaz, eviç ve
kürdili hicazkâr bulunur. Hicazkâr makam ise iki tane artmış ikili
aralığı içermektedir.
AKORLAR VE
CÜMLE YAPISI
Tonal kurama göre diyatonik akorlar ve onların uzantıları,
kalabalık diyatonik yedili akorlar ailesi, diyatonik majör ve minör
gamlardan türemişlerdir. Rey’in müziğindeki melodik ve armonik
yapı dinamik bir ritmik yapı ile asimetrik, düzensiz cümle
yapıları üzerine kurulmuştur. Bunlara ilave olarak müzik dili,
geleneksel makamları çağrıştıran özellikleri de taşımaktadır. Bu
husus özellikle, kanun tınılarının çağrıştırıldığı Piyano Sonatı’nda
(1936) daha da ön plandadır. Çelebi’nin her perdesi ve sahnelerin
çoğu, şu veya bu şekilde makam etkisi taşımaktadır.
Üçlüsü eksik (açık) beşliler ve ‘Güç akorları’ (power chords)
Çelebi’de olduğu kadar Rey’in birçok eserinde dikkati çeker.
Bunlar, Rey’in müzik dilinde polifonik ve tonal ortam ile
geleneksel-monodik dokular arasında bir köprü vazifesini görürler
ve Rey’in halk türkülerini çokseslendirdiği ilk dönemine ait,
birçok eserin estetik temelini oluştururlar Örneğin ‘Sarı Zeybek’,
Çayır İnce’ ve ’10. Yıl Marşı’nda bu tınıları bulmak mümkündür.
Ayrıca özel bir etki yaratmak düşüncesiyle Çelebi’de 1. Perde
giriş korosu ile birçok sahnenin sonlarında açık beşlileri içeren
‘güç akorları’ kullanılmıştır.
ÇELEBİ’DEKİ
ÖLÇÜSEL (METRİK)
MODÜLASYONLAR
Rey Çelebi'de 5 farklı türde metrik modülasyon kullanmıştır ve
bunlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:
1) Vurulan birim aynı süre ve nota değerinde kalıyor.
2) Vurulan birim aynı sürede kalıyor fakat yazılı değeri
değişiyor.
3) Ölçünün değişmesiyle vurulan birim değişiyor fakat
iç vuruş (nabız) değişmiyor.
4) Karışık ölçü.
5) Bitişik değerlerle ifade edilen aksak ölçü
(Örn. 3/4:3/8).
ESER HAKKINDA
KİŞİSEL GÖRÜŞLER
Özgün bir başyapıt olan Çelebi, gerek boyutları nedeniyle,
gerekse teknik düzey açısından icrası güç fakat Rey kardeşlerin
renkli, fantezi dolu yaratılarının ve iki sanatçı kardeşin
işbirliğinden doğmuş olarak, müzik tarihinde eşine ender
rastlanan bir eserdir.
Mozart’a ‘Saraydan Kız Kaçırma’ ve ‘Zaide’ gibi eserlerine
ilham kaynağı oluşturan Topkapı Sarayı’nın tarihi atmosferi
ve Çelebi operasının edebi, teatral ve diğer unsurları, Rey’in
kullandığı müzik diline, ayrıca içerdiği ve esere ilham vermiş olan
mistik unsurlarla müziğin tonuna uygun düşmekte ve birbirini
tamamlamaktadır.
Operanın sahneleri (meclis) karakter, tezat ve dramatik
atmosfer olarak çeşitliliğe sahiptir. Eserin dört perdesi farklı
karakterde olup, I. lirik, II. komik, III. dramatik IV. trajik olarak
tanımlanabilir. Opera geleneklerine uygun olarak, Çelebi'de
ileriye doğru akış, karakterlerin giderek perde sonlarına doğru
oyuna katılmalarıyla sağlanmaktadır.
İki önemli kadın karakterden Fatma’nın kocası ve aşkı arasındaki
mücadelesi, Pietro Metastasio’nun (1698-1782) librettolarının
unsurlarından olup, birçok önemli Fransız operasında
bulunmaktadır. Çelebi'de müzik ve aksiyon, müzikal ve teatral
ifade birbiriyle büyük bir uyum arz eder.
Oryantal bir atmosferde geçen ve kahramanı bir kadı (?) olan
Peter Comelius’un ‘Bağdad Berberi’ operası, aşka sihirli güçlerin
atfedildiği ve finalde bir dirilme sahnesinin yer aldığı bir eserdir.
Karol Szymanowsky’nin 1919’da bestelemiş olduğu ‘Karasevdalı
Müezzin’in Şarkıları‘ dizisi de şarkı boyutunda Çelebi ile
benzerlikler arz eder.
Opera tarihinde folklorun ilk defa geniş ölçüde yer aldığı
Bizet’nin Carmen operası da hem bu açıdan, hem de
Metastasio tarzında bir aşk üçgenini içermesi açısından
Çelebi ile benzerlikler arz eder.
Mallarme ve Baudelaire kadar Ömer Hayyam’ın
Rubaileri’ni de ezbere bilen Cemal Reşit Rey’in operasında
tasavvufî düşüncenin, eserin daha derinde yatan ifade
düzeyini oluşturduğunu söylemek mümkündür.
Aşk, güneş, ayrılık ve kavuşma (vuslat) gibi temalar Rey’in
engin iç dünyasının beslendiği mistisizm ile aslında büyük
bir aşk alegorisi olan Çelebi operasında müziğin ötesindeki
anlamlarla yüklü olan boyutunu sergilemektedir.
* Çelebi operasını Ankara Operası Kütüphanesinde bulup
İstanbul'a izinle getiren Dr. Karlıbel üzerinde altı ay kadar çalışıp
eksik olan 3. ve 4. Perde orkestra materiyelini tamamlamış ve
eser kupürlerle konser şeklinde Vladimir Lungu tarafından 2010
Haziran’ında Süreyya Operası’nda seslendirilmiştir.
** Bu makale, birinci yazar tarafından, İTÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Müzik Programında tamamlanmış olan, “Cemal Reşit
Rey’in Çelebi Operasının Günışığına Çıkarılışı ve Restorasyonu:
Bir Kritik İnceleme” başlıklı doktora tezinden hazırlanmıştır. Aydın
Karlıbel, Tel: 0212 274
Kaynaklar:
Ak, Ahmet Şahin: Türk Müziği Tarihi. Akçağ
Yayınevi, Ankara 2000.
Altar, Cevat Memduh: Opera Tarihi, Cilt 4.
Pan Yayıncılık, 2001.
Bas, Guilio: Trattato di Forma Musicale
(Treatise of Musical Form). Ricordi, 1964.
Batta, Andrâs: Opera Composers, Works,
Performers. Könemann, Köln, 1999.
Demircan, Ömer: Türkiye Türkçesinin Ses
Düzeni. TDK Yayınları, Ankara, 1979.
Güngör, Necati: Boğaziçi Büyüsü.
İnkilap,1999.
İlyasoğlu, Evin: Cemal Reşid Rey; Müzikten
İbaret Bir Dünyada Gezintiler. YKY, 1996.
Dünya Yayınları, 2005.
İnankur, Zeynep and Semra Germaner:
Constantinople and the Orientalists. İş Bank,
2002.
Karakoyunlu, Dr. Yılmaz: Yahya Kemal
Şarkıları. Türk Mûsikisi Vakfı Yayınları, 1998.
Koçu, Reşat Ekrem: Osmanlı Padişahları,
Topkapı Sarayı, Patrona Halil. Doğan Kitap,
2004.
Kutluğ, Yakup Fikret: Türk Mûsikisinde
Makamlar. YKY, 2000.
Miller, Richard: National Schools of Singing.
The Scarecrow Press Inc., London, 1997.
Mobley, Jonnie Patricia: PhD NTC’s
Dictionary of Theatre and Drama Terms.
National Textbook Company, 1992.
Nash, Rose, F.: Turkish Intonation, An
Instrumental Study. Indiana University, 1967.
Osmanlı Tarihi. Boyut Kitapları, 2005.
Özbek, Mehmet: Folklor ve Türkülerimiz.
Ötüken, İstanbul, 1994
Özkan, İsmail Hakkı: Türk Mûsikisi Nazariyatı
ve Usülleri. (Kudüm Velveleleri) Ötüken,
İstanbul, 1994.
Racburn, Michael: The Chronicles of Opera.
Thames and Hudson, London, 1998.
Signell, Carl: The Turkish Makam System in
Contemporary Theory and Practice.
UMI Dissertation Services, 2000.
Yazıcıoğlu, Lütfü / Nur Urfalıoğlu / Nuran
Kara Pilehvarian: Osmanlı Başkenti
İstanbul’da Çeşmeler.
Y.E.M Yayınları.2000
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa
Seyahatnamesi
(Sefaretname-i Mehmet Çelebi).
Sadeleştiren: Şevket Rado. Hayat Yayınları,
1970.
Makaleler:
Halil Bedii Yönetken: Cemal Reşit Rey ve
Türk Halk Müziği. Orkestra Dergisi, No.8 /
Kasım, 1963.
Çelebi Operası Ramp Işıklarında. Hayat
Dergisi, 29 Temmuz, 1976
44 AKOB | ARALIK 2015

Benzer belgeler

MOBY-DICK

MOBY-DICK Mediterranean Opera and Ballet Club Culture and Art Magazine

Detaylı

akob dergisi 35. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız.

akob dergisi 35. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız. Web Sitesi Ziya Aykın STK İlişkileri Fatma Kozacıoğlu Yayın Kurulu A. Vahap Kokulu Ziya Aykın Semihi Vural Nihat Taner Berlin Correspondent Alexandra Ivanoff London Correspondent Stephen Jackson Ne...

Detaylı