View/Open - Hakkari Üniversitesi

Transkript

View/Open - Hakkari Üniversitesi
Uluslararası Orta Doğu Kongresi
1-2 Kasım 2011
International Middle East Congress
November 1-2, 2011
Bildiri Kitabı / Proceedings
CĐLT I / VOL. I
Editörler / Edited by
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK
Arş. Gör (Res. Assist.) Itır ALADAĞ GÖRENTAŞ
Arş. Gör. (Res. Assist.) Derya ÖZVERĐ
Ekim 2012 / October 2012
Kocaeli
Uluslararası Orta Doğu Kongresi / International Middle East Congress
Editörler / Edited by Prof. Dr. Hasret ÇOMAK
Arş. Gör (Res. Assist.) Itır ALADAĞ GÖRENTAŞ
Arş. Gör. (Res. Assist.) Derya ÖZVERĐ
Kocaeli Üniversitesi Yayınları;/ Kocaeli University Publications
Baskı / Printed by
Kocaeli Universitesi Matbaası / Kocaeli University Press
1.Baskı / 1st edition Ağustos 2012 / August 2012; Kocaeli
ISBN:
978-605-4158-21-8 (Tk. No.)
978-605-4158-22-5(kitap 1)
978-605-4158-22-5(kitap 2)
ÖNSÖZ
Orta Doğu, yüzyıllar boyu stratejik ve ticari önemi ile, bütün dünyanın yükselen güçleri için bir
çekim noktası olmuştur. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması ile beraber, bölgenin, yükselen ve
yayılan Batı Avrupa ile önemli bir ticari pazar olan Güney Asya arasındaki bağlantı sağlayıcı konumu
bölgeye ilgiyi çok arttırmıştır.
Petrolün, bir enerji kaynağı olarak önem kazanması, Orta Doğu’nun bu çok önemli ve stratejik
konumunu daha da pekiştirmiştir.
Orta Doğu ülkeleri ile, tarihten gelen güçlü, sosyal ve kültürel bağlara sahip Türkiye tüm
bölge ülkeleriyle ilişkilerini her alanda karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama ilkeleri çerçevesinde
çeşitlendirmeyi ve geliştirmeyi istemektedir.
Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik politikalarını bölge ülkeleriyle ikili ve çok taraflı işbirliğini
yaygınlaştırarak bölgede barış, güvenlik ve istikrarın tesisine katkıda bulunmayı hedeflemektedir.
Orta Doğu’nun uluslararası önemi sadece dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine
sahip olmasından kaynaklanmamaktadır.
Üç kıtayı birleştiren Orta Doğu, tarih boyunca dünyanın en önemli kara, hava ve deniz ulaşım
yolları üzerinde bulunması nedeniyle önem kazanmaktadır. Yüzyılımızda petrol ve doğalgaz
rezervleri azalmakta olsa bile Orta Doğu’nun dünyadaki önemi büyük ölçüde devam edecektir.
Orta Doğu, üç büyük dinin bu bölgeden çıkmış olması nedeniyle çok önemlidir. Yüz
milyonlarca insan için Orta Doğu, kutsal toprak olarak görülmektedir.
Orta Doğu’da barış ve istikrarın temininin ve bölge ülkelerinin Türkiye’ye karşı tutumlarının,
ülkemizin güvenlik ve çıkarları açısından çok önemli olduğu değerlendirilmektedir. Özellikle, Kuzey
Irak’taki ve Suriye’deki son gelişmeler bu durumu göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana akılcı, gerçekçi ve hiçbir ayrım gözetmeksizin
bölgenin bütün ülkeleri ile kalıcı barış ve istikrarı sağlamak için dostane ilişkilerini her zaman
sürdürmüştür.
Türkiye’nin, Orta Doğu’da kriz ve istikrarsızlık ortamını bir barış ve işbirliği ortamına
dönüştürmek için yaptığı girişimler dikkatle ve özenle izlenmektedir.
Özellikle, silahlı çatışmalara son vermek için çok taraflı ve etkin bir politika izlendiği ve
başarılı olunduğu görülmektedir. Ancak, Arap Baharı ve içinde bulunduğumuz dönem içerisinde
Suriye’de yaşanan gelişmeler Orta Doğu’da birbirine bağlı ve süratle değişim gösteren zincirleme
tepkiler, birbirinden ayrılmayan sorunlar, bölgenin ve dünyanın barış ve istikrarını ciddi şekilde
etkilemektedir.
Enerjiye olan ihtiyacın, her geçen gün giderek artması ve kaynakların sınırlı olmasının
getirdiği endişe nedeniyle; enerji kaynakları ve bu kaynaklara ulaşım yollarının kontrolü için yapılan
güç mücadelesi bölgeyi istikrarsız hale getiren en önemli unsurlardır.
Türkiye, Orta Doğu ile çok köklü tarihi ve kültürel bağlara sahiptir. Bütün Orta Doğu
ülkeleri ile tarih boyunca dostca ilişkiler geliştirmeyi her alanda benimsemiştir.
Orta Doğu’da evrensel düzeyde değerlerin yerleşmesi; demokratik ve bilimsel düşünceyi
esas alan devlet yapılarının oluşumu ile mümkündür.
Üniversitemiz, Orta Doğu’daki en son gelişmeleri, bölgenin jeopolitik ve jeostratejik önem
ve önceliklerini dikkate alarak 01 – 02 Kasım 2011 tarihlerinde; Kazakistan’ın Astana L.N. Gumilyov
Avrasya Ulusal Üniversitesi, Macaristan’ın Budapeşte Corvinus Üniversitesi ve BĐLGESAM işbirliği
ile Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Yerleşkesi Prof. Dr. Baki Komsuoğlu Uluslararası Kültür ve
Kongre Merkezi’nde “Uluslararası Orta Doğu Kongresi” düzenlemiştir.
Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın geliştirilmesi, yeni güvenlik anlayışlarının
benimsenmesi, güven ve güven arttırıcı önlemlerin gözden geçirilmesi ve güvenlikle ilgili yeni
yönelimlerin belirlenmesine ilişkin eserler, Kongre’de sunulmuştur.
Sunulan eserlerin, Bildiriler Kitabı’nda yayınlanmasının, bilim alanına çok önemli
kazanımlar ve birikimler sağlayabileceği değerlendirilmektedir.
Kongremizin her aşamada teşvik eden ve destekleyen Rektörümüz Prof. Dr. Sayın Sezer
Şener Komsuoğlu’na, Üniversitemizle birlikte bu kongrenin yapılmasına onay veren Kazakistan’ın
Astana L.N. Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi ve Macaristan’ın Budapeşte Corvinus
Üniversitesi Rektörlerine ve Bilgesam Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı’ya şükranlarımı sunarım.
Kongremizin uygulanmasında çok değerli katkı ve önerilerde bulunan, Dekanımız Prof. Dr.
Abdurrahman Fettahoğlu’na, L.N. Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi Lisans Üstü Öğretim
Direktörü Doç. Dr. Aigerim Shilibekova’ya, Kongremizin Genel Sekreterleri Arş. Gör. Derya Özveri
ve Arş. Gör. Itır Aladağ Görentaş’a ve emeği geçen tüm dostlarımıza çok teşekkür ederim.
Saygılarımla,
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK
Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve
Uluslararası Orta Doğu Kongresi Başkanı
ULUSLARARASI ORTA DOĞU KONGRESİ PROGRAMI /
INTERNATIONAL MIDDLE EAST CONGRESS PROGRAM
1 KASIM 2011 SALI/ I. GÜN- NOVEMBER 1, 2011/ I. DAY
10:00- 11:00
Açılış Konuşmaları
11:00- 12:30
I. Oturum / I. Session
(Büyük Salon) / Opening Ceremony (Main Hall)∗
Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları
(Büyük Salon) / Gender Studies (Main Hall)
English
Başkan / Chair: Ahmet SELAMOĞLU/ Kocaeli University
•
Münevver TEKCAN/ Kocaeli University- Women Studies Inside and Outside
the Middle East
•
Ayşegül GÖKALP KUTLU/ Kocaeli University- From Honour Killings to
Gendercide: Violence Against Women in Turkey
•
Sumara ISHAQ& Muhammad Azam KHAN/ The Islamia University Of
Bahawalpur- Eradication of Gender Based Violence Through Economic
Empowerment of Rural Woman: A Case Study of Bahawalpur District
Uluslararası Hukuk I (Akdeniz Salonu) / International Law I (Akdeniz Hall)
Türkçe
Başkan / Chair:
•
Mehmet BAHTİYAR/ Kocaeli Üniversitesi
Hasret ÇOMAK- Doğu Akdeniz’de Yetki Alanları (Jurisdiction Zones in the
East Mediterranean)
Sadece Büyük Salon’da Türkçe-Đngilizce simültane tercüme yapılacaktır. / There will be simultaneous translation for Turkish
and English only in the Main Hall.
∗
•
Cengiz EKİN- Küresel Hegemonya Mücadelesi Açısından Deniz Yetki
Alanları: Örnek Olay Doğu Akdeniz (Maritime Jurisdiction in terms of Global
Hegemony Struggle: East Mediterranean Case)
•
Arda
ÖZKAN/
Giresun
Üniversitesi-
Su
Hukukundaki
Gelişmeler
Çerçevesinde Türkiye'nin Orta Doğu'da Sınır Aşan Suları (Transboundary
Waters of Turkey in Accordance with the Improvements in Maritime Law)
•
Burak Şakir ŞEKER/ Kocaeli Üniversitesi- Deniz Alanlarının Sınırlandırılması
ve Akdeniz Güvenliğine Etkisi (The Limitation of Sea Zones and Its Effects
on Mediterranean Security)
Milliyetçilik/ Kimlik ve Etnisite I
(Karadeniz Salonu) / Nationalism /
Identity and Etnicity I (Karadeniz Hall) Türkçe
Başkan / Chair: Sinan ÖZBEK/ Kocaeli Üniversitesi
•
Abbas
KARAAĞAÇLI/
Giresun
Üniversitesi-
Köktencilik
ve
İthal
Modernitenin Arap Baharına Etkisi (The Impacts of Radicalism and
Imported Modernity ot the Arab Spring)
•
Muhammet
ÖZDEMİR/
Artvin
Çoruh
Üniversitesi-
Orta
Doğu
Özgüllüklerinin Anlamlandırılmasında Yöntem Sorunu ve Şarkiyatçılık (The
Method Issue in Explaining Middle Eastern Specifities and Orientalism)
•
Samet ZENGİNOĞLU/ Akdeniz Üniversitesi- Orta Doğu'nun Unutulan
Kimlikleri Yezidilik ve Yezidiler Örneği (The Forgotten Identities of Middle
East: The Example of Yazdism and Yazidis)
12:30- 14:00
Öğle Yemeği / Lunch (Umuttepe Sosyal Tesisleri/ Umuttepe Social Facilities)
14:00- 15:30
II. Oturum / II. Session
Tarihsel Yaklaşımlar
(Büyük Salon) / Historical Approaches (Main Hall)
Türkçe- English
Başkan / Chair: Ayşegül KOMSUOĞLU ÇITIPITIOĞLU/ İstanbul Üniversitesi
•
Adil BAKTIAYA/ İstanbul Üniversitesi- Modern Orta Doğu Eğitim Tarihi ve
Osmanlı Devleti'ne Dair Gözlemler (Remarks on Education History in the Middle
East and Ottoman State)
•
Esma TORUN ÇELİK/ Kocaeli Üniversitesi- Milli Mücadele ve Orta Doğu (War of
Independence and Middle East)
•
Mohammad Jafar Javadi ARJMAND& Arash Bidollah KHANI/ University of
Tehran- Egyptian- Israeli Relations, Historical Background, Challenges and
Future Prospects in the Middle East
Çatışma Analizi ve Çözümleri I (Akdeniz Salonu) / Conflict Analysis and
Resolutions I (Akdeniz Hall) Türkçe
Başkan / Chair: Atilla SANDIKLI/ BİLGESAM
•
Oktay ALNIAK& Pelin BOLAT/ Bahçeşehir Üniversitesi& İTU- Being an
Enlightment Center for in Middle East
•
Zafer AKBAŞ/ Düzce Üniversitesi- Yeni Arap Dünyasında Batı ile İlişkiler:
Süreklilik Değişiyor mu? (Relations with West in the New Arab World: Is
Contiunity Changing?)
•
Bülent AKKUŞ/ İstanbul Üniversitesi- "Arap Baharı"nın Uluslararası Güç
Dengelerine Etkileri Üzerine Gerçekçi Bir Yaklaşım (A Realistic Approach on the
Impacts of the Arab Spring on International Power Balances)
Kültürel Çalışmalar
(Karadeniz Salonu) / Cultural Studies (Karadeniz Hall)
Türkçe
Başkan / Chair: Füsun ALVER/ Kocaeli Üniversitesi
•
Füsun ALVER& Neslihan YOLÇU/ Kocaeli Üniversitesi- Türk Basınında Arap
Ülkesindeki Kitle Ayaklanmalarına İlişkin Haberlerin İçerik Analizi (The Content
Analysis of The News about Mass Uprisings in teh Arab Territory on Turkish
Press)
•
Elgiz YILMAZ& Nebahat AKGÜN ÇOMAK/ Galatasaray Üniversitesi- Orta
Doğu'da Türk Dizileri ve Marka Söylemleri (Turkish Series and Brand
Expressions in the Middle East)
•
Mehmet KAYA& Sinem SİKLON/ Niğde Üniversitesi& Akdeniz Üniversitesi- Arap
Baharı'nın Ürdün Basınında Yansıması: The Jordan Times Örneği (Reflection of
the Arab Spring in Jordan Press: The Example of Jordan Times)
15:30- 15:45
Kahve Arası / Coffee Break
15:45- 17:00
III. Oturum / III. Session
Çatışma Analizi ve Çözümleri II
(Büyük
Salon)
/
Conflict
Analysis
and
Resolutions II (Main Hall) English
Başkan / Chair: Oktay ALNIAK/ Bahçeşehir University
•
Ayşe TEKDAL FİLDİŞ/ ACRES Beacon College- France’s Imperial Objectives and
the Fragmentation of Syria in the 1920’s
•
Ekaterina BATUEVA/ The University of Economics - The Possible Consequences
for Afghanistan like a Transiting Country in regard to the TAPI Pipeline
Construction: The Escalation of the Conflict or the Reconstruction Effort?
•
Hassan AHMADIAN/ University of Tehran- The Arab Middle East after Popular
Uprisings; Challenges Ahead (The Case of Egypt)
•
Laszlo CSICSMANN/ Corvinus University of Budapest- Freedom and/ or Islam?
The role of Islamist Movements in the Arab Spring- A Case Study on the
Egyptian Muslim Brotherhood
Politika ve Güvenlik I (Akdeniz Salonu) / Politics and Security I (Akdeniz Hall)
Türkçe
Başkan / Chair: Vasfi HAFTACI/ Kocaeli Üniversitesi
•
Ekrem Yaşar AKÇAY& Ömer Engin ÇELENAY/ Ankara Üniversitesi- Orta Doğu'da
Domino Etkisi: Suriye Örneği (Domino Effect in the Middle East: Syrian
Example)
•
Bora SELÇUK& Naci YILMAZ/ Kadir Has Üniversitesi& İş Bankası- Arap Baharı
Öncesinde Orta Doğu Ekonomileri (Middle East Economies before the Arab
Spring)
•
Faruk BOZGÖZ/ Dicle Üniversitesi- Orta Doğu Değişim Sürecinde Yemen’deki
Siyasi Yapı (Political Structure in Yemen during the Changing Process in the
Middle East)
•
Atilla SANDIKLI& Bilgehan EMEKLİER/ BİLGESAM- İran’ın Dış Politika Vizyonu ve
Jeo-politik Hedefleri (Iran’s Foreign Policy Vision and Geopoltical Goals)
•
Göktürk TÜYSÜZOĞLU/ Giresun Üniversitesi- Arap Baharı ve Suriye (The Arab
Spring and Syria)
Politika ve Güvenlik II- ABD (Karadeniz Salonu) / Politics and Security II-USA
(Karadeniz Hall) Türkçe
Başkan / Chair: Güven BAKIREZER/ Kocaeli Üniversitesi
•
Buket ÖNAL/ Kocaeli Üniversitesi- Türkiye- Amerika İlişkilerindeki Stratejik
Ortak Tartışmalarında İran Faktörü (Iran Factor in Turkey- American Relations’
Strategic Partnership Arguments)
•
Levent FİDAN/ Kocaeli Üniversitesi- ABD'nin Orta Doğu Enerjisi Üzerindeki
Politikaları (USA Policies on Middle East Energy)
•
Mesut ŞÖHRET/ Kocaeli Üniversitesi- Hegemonik İstikrar Teorisi Üzerinden Halk
Hareketleri Sürecinde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı Yeniden Okumak (Reading
off the Middle East and the North Africa during the Popular Uprisings on
Hegemonic Stability Theory)
17:30
Kokteyl/Cocktail Prof. Dr. Baki KOMSUOĞLU Uluslararası Kültür ve Kongre
Merkezi I. Kat / Prof. Dr. Baki KOMSUOĞLU International Culture and Congress
Centre I. Floor
2 KASIM 2011 ÇARŞAMBA/ II. GÜN- NOVEMBER 2, 2011/ II. DAY
10:00- 11:30
IV. Oturum/ IV. Session
Çatışma Analizi ve Çözümleri III
(Büyük Salon) / Conflict Analysis and Resolution
II (Main Hall)∗ English
Başkan / Chair: Alexander MURRINSON/ University of Maryland
•
Mohammed Mohy Eldin HASANEN/ Gulf University for Sciences and
Technology- The Road to Political Stability in the Arab World: Political Reform
or Political Development?
•
Sandor FOLDVARI/ Debrecen University- Interreligious Dialogues as BridgeMaking Diplomatic Diplomatic Steps
•
David RAMIRO TROITIRO/ Tallinn University of Technology- The Union for the
Mediterranean and its Influence on the Middle East Countries
Politika ve Güvenlik III (Akdeniz Salonu) / Politics and Security III ( Akdeniz Hall)
Türkçe
Başkan / Chair: Recep TARI/ Kocaeli Üniversitesi
•
Atilla SANDIKLI& Erdem KAYA/ BİLGESAM- Türkiye İsrail İlişkileri İnişli Çıkışlı
Seyrin Dip Noktası (Turkey- Israel Relations: The Far End of Up and Down
Movement)
•
Zafer YILDIRIM/ Kocaeli Üniversitesi- Arap Baharında Model Ülke Türkiye
(Turkey as Model Country in the Arab Spring)
•
Yavuz ÇANKARA& Pınar ÖZDEN ÇANKARA/ İstanbul Üniversitesi- Başbakan
Recep Tayyip ERDOĞAN Dönemi Türkiye- İran İlişkilerinin Gelişmesinde İsrail
Faktörü (Israel Factor in the Progress of Turkey- Iran Relations During Prime
Minister Recep Tayip ERDOGAN Era)
•
Halit AKARCA/ Princeton Üniversitesi- Renkli Devrimler Işığında Rusya'nın Arap
Baharına Bakışı (The Impact of Color Revolutions on the Russian Perception of
the Arab Spring)
Milliyetçilik/ Kimlik ve Etnisite II (Karadeniz Salonu) / Nationality/ Identity and
Ethnicity II (Karadeniz Hall) English
Sadece Büyük Salon’da Türkçe-Đngilizce simültane tercüme yapılacaktır. / There will be simultaneous translation for Turkish
and English only at the Main Hall
∗
Başkan / Chair: Erik FREAS/ Borough of Manhattan Community College, CUNY
•
Estella CARPI/ University of Sydney- Ethnography of Everday Life in the Warstriken Areas of Beirut: Local responsiveness to Humanitarian Intervention
•
Thomas SCHIMIDINGER/ University of Vienna- The Destruction of Nubia by
Large Dams
•
Arash Bidollah KHANI& Rahman PARVARESH/ University of Tehran& Social
Security Organization of Iran- Recent Arab World Problems and Changes as a
Reaction to Identity of Islamic Ethics
•
Sarnou DALEL/ Mastaganem University- Arab Youth Revolutions: A Conspiracy,
Mimicry or a Genuine Patriotism
11:30- 11.45
Kahve Arası / Coffee Break
11:45- 13:00
V. Oturum / V. Session
Milliyetçilik/ Kimlik ve Etnisite III (Büyük Salon) / Nationality/ Identity and
Ethnicity III (Main Hall) English
Başkan / Chair: Münevver TEKCAN/ Kocaeli University
•
Eric FREAS/ Borough of Manhattan Community College, CUNY- The Exclusivity
of Holliness: The Role of the Temple Mount/Haram al-Sharif in the Formation
of National Identities
•
Arash Bidollah KHANI& Rahman PARVARESH/ University of Tehran& Social
Security Organization of Iran- Identity Crisis in Iran has Caused Fundamental
Challenges Against the New Region Convergence in the Middle East
•
Gizem BİLGİN AYTAÇ& Gül Pınar ERKEM GÜLBOY/ İstanbul University- Critical
Approaches for Identity Policies Minority Rights as a Concept of Modern
Security Studies
Politika ve Güvenlik
IV (Akdeniz Salonu) / Politics and Security IV ( Akdeniz
Hall) Türkçe
Başkan / Chair: Yücel DEMİRER/ Kocaeli Üniversitesi
•
İrfan Kaya ÜLGER/ Kocaeli Üniversitesi- Suriye Baas Partisi İdeolojisi (The
Ideology of Syrian Baas Party)
•
Caner SANCAKTAR/ Kocaeli Üniversitesi- Orta Doğu’da Değişimin Dışsal
Dinamikleri (External Dynamics of Transdormation in the Middle East)
•
Mevlüt UYANIK/ Yemen Sana Üniversitesi- Orta Doğu'da Arap Baharı: Yemen
(Arab Spring in the Middle East: Yemen)
•
Gülşen DİNÇER/ Mimar Sinan Üniversitesi- Orta Doğu'da Madun Siyaseti:
Kazanç mı? Kayıp mı? (Subordinate Policy in the Middle East: Gain or Loss?)
13:00- 14.00
Öğle Yemeği / Lunch (Umuttepe Sosyal Tesisleri/ Umuttepe Social Facilities)
14:00- 15:30
VI. Oturum / VI. Session
Kültürel Çalışmalar
(Büyük Salon) / Cultural Studies ( Main Hall) Türkçe
Başkan / Chair: Ayşegül KOMSUOĞLU ÇITIPITIOĞLU/ İstanbul Üniversitesi
•
Namık Sinan TURAN/ İstanbul Üniversitesi- Propaganda ve Popüler Kültür:
Nasır Dönemi Mısır'da Panarabizmin Kültürel Araçlarının İnşası (Propoganda
and Populer Culture: The Construction of Cultural Instrumenst of Panarabizm in
Egypt during the Nasir Era)
•
Fundagül APAK/ Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi- Türklük Bilincinin Pervaneleri:
Edebiyatımızda Akımlara Kapılanlar (Moths of Turk Awarenes: Seized by Turkish
Literature’s Trends)
•
Serpil YAZICI/ Kocaeli Üniversitesi- Orta Doğu'da Türk Dili (Turkish Language in
the Middle East)
Politika ve Güvenlik
(Akdeniz Salonu) V / Politics and Security V (Akdeniz
Hall) Türkçe
Başkan / Chair: Yusuf BAYRAKTUTAN/ Kocaeli Üniversitesi
•
Bilge ERCAN/ Kocaeli Üniversitesi- Türkiye- Suriye İlişkilerinde Su Sorunu
(Water Issue in Turkey- Syria Relations)
•
Arda ERCAN/ Kocaeli Üniversitesi- Atatürk Dönemi Türkiye- İran İlişkileri
(Turkey- Iran Relations in Ataturk Era)
•
Hayati ÜNLÜ/ Şırnak Üniversitesi- 21. Yüzyılın Barış Projesi Medeniyetler İttifakı
ve Türk Dış Politikası (The Peace Project of 21. Century: Alliance of Civilizations
and Turkish Foreigh Policy)
•
Dilara Mehmetoğlu/ Kocaeli Üniversitesi- Azerbaycan-İran İlişkileri (AzerbaijanIran Relations)
Uluslararası Hukuk II (Karadeniz Salonu) / International Law II ( Karadeniz Hall)
English
Başkan / Chair: Lazslo CSICSMANN/ Corvinus University of Budapest
•
Itır ALADAĞ GÖRENTAŞ/ Kocaeli University- International Law in the Middle
East: Palestine Conflict
•
Alisa SHISHKINA/ Russian State University of Humanities- Human Rights in
Israel: Democracy vs. Traditions
•
Leonid ISSAEV/ Russian State University- Redistribution of Power (Forces) in
the Middle East in Context of the League of Arab States
•
Merve ÖZKAN BORSA/ İstanbul University- Water Issue in the Middle East from
International Law Perspective
15:30- 15:45
Kahve Arası / Coffee Break
15:45- 17:00
VII. Oturum/ VII. Session
Politika ve Güvenlik
VI (Büyük Salon) / Politics and Security VI (Main Hall)
English
Başkan / Chair: David RAMIRO TROITIRO/ Tallinn University of Technology
•
Derya ÖZVERİ / Kocaeli University- European Security Governance in the
Middle East
•
Zaur GASSIMOV/ University of Mainz- Turkey and the Middle East in the Polish
Foreign Policy Concept of Prometheanism 1920- 30
•
Konstantinos ZARRAS/ University of Macedonia- Political Unrest in the Middle
East and its Implications for Israel- Iran relations: Towards a New Regional
Security Architecture
•
Alexander MURRINSON& Orxan QAFARLI/ University of Maryland& University
of Ilia State- Two Former Empires Striking Back: The New Geopolitical
Alignment of Russia and Turkey in the Expanded Middle East
Politika ve Güvenlik- AB VII (Akdeniz Salonu) / / Politics and Security- EU VII
(Akdeniz Hall) Türkçe- English
Başkan / Chair: Aigerim SHILIBEKOVA/ L. N. Gumilyov Eurasian National University
•
Begüm KURTULUŞ/ Istanbul University- AKP's Foreign Policy in the Middle East
in terms of Public Diplomacy
•
Özgün ERLER BAYIR/ İstanbul University- EU and the Use of Soft Power in
Middle East
•
Mehlika Özlem ULTAN/ Kocaeli University- AB'nin Komşuluk Politikasında Orta
Doğu (Middle East in the European Neighbourhood Policy)
•
Pınar ELBASAN/ Kocaeli University- Avrupa Birliği’nin Orta Doğu Politikası ve
Türkiye’nin Etkisi (European Union’s Middle East Policy and Turkey’s Effect)
18:00 – Akşam Yemeği/ Dinner Safran Restaurant
ORGANİZASYON / ORGANIZATION
Onursal Başkanlar
Prof. Dr. Sezer Şener Komsuoğlu
Kocaeli Üniversitesi Rektörü (Türkiye)
Prof. Tamás Mészáros,
Corvinus Üniversitesi Rektörü (Macaristan)
Prof. Dr. Erlan B. Sydykov,
Eurasian National University (Kazakistan)
Prof. Dr. Abdurrahman Fettahoğlu
Dekan
Kocaeli Üniversitesi, İİBF (Türkiye)
Doç. Dr. Atilla Sandıklı,
BİLGESAM Başkanı (Türkiye)
Kongre ve Düzenleme Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Hasret Çomak
Kocaeli Üniversitesi Rektör Yadımcısı ve İİBF Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı (Türkiye)
Düzenleme Kurulu /Kongre Sekretaryası
Derya Özveri
Kongre Genel Sekreteri
Kocaeli Üniversitesi
Itır Aladağ Görentaş
Kongre Genel Sekreteri
Kocaeli Üniversitesi
Arda Ercan
Kocaeli Üniversitesi
Bilge Ercan
Kocaeli Üniversitesi
Dilara Mehmetoğlu
Kocaeli Üniversitesi
Ayşegül Gökalp Kutlu
Kocaeli Üniversitesi
Mehlika Özlem Ultan
Kocaeli Üniversitesi
Kongre Genel Sekreterleri
Derya Özveri
Kongre Genel Sekreteri
Kocaeli Üniversitesi
Itır Aladağ Görentaş
Kongre Genel Sekreteri
Kocaeli Üniversitesi
Konferans Bilim Kurulu
Sönmez Köksal
Emekli Büyükelçi
Özdem Sanberk
Emekli Büyükelçi
İlter Türkmen
Dışişleri Eski Bakanı Ve Emekli Büyükelçi
Güner Öztek
Emekli Büyükelçi
Prof. Dr. Hüseyin Bağcı
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Oktay Alnıak
Bahçeşehir Üniversitesi
Prof. Dr. Orhan Güvenen
Bilkent Üniversitesi
Prof. Dr. Cemil Oktay
Yeditepe Üniversitesi
Prof. Dr. Cengiz Okman
Yeditepe Üniversitesi
Prof. Dr. İlter Turan
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Prof. Dr. Ersin Onulduran
Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Ali L. Karaosmanoğlu
Emekli Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Çelik Kurtoğlu
Bilgesam
Prof. Dr. Recep Boztemur
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Prof. Tamas Meszaros
Budapeşte Corvinus Üniversitesi
Prof. Dr. Erlan B. Sydykov,
Eurasian National University
Doç. Dr. Oktay F. Tanrısever
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Doç. Dr. İrfan Kaya Ülger
Kocaeli Üniversitesi
Doç. Dr. Atilla Sandıklı
BİLGESAM Başkanı
Doç. Dr. Aigerim Shilibekova
Eurasian National University
Yrd. Doç. Dr. Zafer Yıldırım
Kocaeli Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar
Kocaeli Üniversitesi
AÇILIŞ KONUŞMASI / OPENING REMARKS
Çok Değerli Konuklar,
Üniversitemizin İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü ile
Kazakistan’ın Astana Avrasya Ulusal Üniversitesi, Budapeşte Corvinus Üniversitesi ve Bilgesam
tarafından düzenlenen “Orta Doğu” konulu uluslararası kongremize hoş geldiniz.
Öncelikle
çok seçkin böyle bir topluluğa hitap etmekten mutluluk ve gurur duyuyorum.
Kongremize, ülkemizden 56 ve yurt dışından 14 farklı ülkeden 21 olmak üzere toplam
77 alanınında uzman ve akademisyen konuşmacı olarak katılmaktadır. Orta Doğu’nun dününü,
bugününü ve geleceğini tartışmak üzere üniversitemizi onurlandırmışlardır. Kongremize çok
değerli bilimsel katkılar sağlayacak konuşmacılara ve oturum başkanlarına şükranlarımı
sunarım.
Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Orta Asya ve Afrika’da son dönemde meydana gelen
gelişmeler, güvenlik ve tehdit algılamaları geçmişe nazaran çok önemli değişikliklere sahip
olmuştur. Bu düşünceden hareketle; üniversitemiz bu bölgelere yönelik uluslararası kongreler
düzenlemeye başlamıştır.
Birinci olarak, 28-29 Nisan 2011 tarihlerinde
Uluslararası
Balkan Kongresini
gerçekleştirmiştir.
İkinci olarak, bugün Uluslararası Orta Doğu Kongresi’ni; Kazakıstan’ın Astana’daki
Avrasya Ulusal Üniversitesi, Macaristan’ın Budapeşte’deki Corvinus Üniversitesi ve Bilgesam
ile birlikte düzenlemiştir.
Üçüncü olarak, 26-27 nisan 2012 tarihlerinde “uluslararası kafkasya kongresi”ni
planlamış bulunmaktadır.
Orta Doğu’da birbirine bağlı ve süratle değişim gösteren gelişmeler, birbirinden
ayrılmayan sorunlar, bölgenin ve dünyanın barış ve istikrarını ciddi şekilde etkilemektedir.
Ayrıca, enerjiye olan ihtiyacın her geçen gün artması ve kaynakların sınırlı olmasının getirdiği
endişe nedeniyle; enerji kaynakları ve bu kaynaklara ulaşım yollarının kontrolü için yapılan güç
mücadelesi bölgeyi istikrarsız hale getiren en önemli unsurlardır.
Türkiye, Orta Doğu ile çok köklü tarihi ve kültürel bağlara sahiptir. Bütün Orta Doğu
ülkeleri ile tarih boyunca dostca ilişkiler geliştirmeyi her alanda benimsemiştir.
Orta Doğu’da evrensel düzeyde değerlerin yerleşmesi;
demokratik ve bilimsel
düşünceyi esas alan devlet yapılarının oluşumu ile mümkündür.
Çok Değerli Konuklar,
Orta Doğu; barındırdığı dini ve etnik çeşitlilik, zengin petrol ve doğal gaz rezervleri,
sınırlı su kaynakları, kontrolsüz silahlanma, ekonomik sorunlar, olgunlaşmamış siyası yapılar ve
otoriter rejimler gibi iç ve dış aktörlerden kaynaklanan; siyasal, sosyal, ekonomik ve güvenlik
konularında çözümler üretmenin güç olduğu bir coğrafyadır.
Günümüzde Orta Doğu’da toplumları yeniden şekillendirme girişim ve arzuları dikkat
çekicidir. Bölgede değişik yeni yönetim ve siyasi yapılanma modellerinin geliştirilmeye
çalışıldığı görülmektedir.
Orta Doğu’da barış ve istikrarı sağlamak ve sürdürülebilir hale getirebilmek için iç ve
dış aktörlerin politikalarını gözden geçirmeleri gerekmektedir.
Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk; 1 Kasım 1938’de TBMM’de yapmış olduğu bir
konuşmasında; “Barış, ulusları refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir
kez ele geçirilince sürekli özen ve ilgi bekler. Her ulusun ayrı ayrı hazırlığını gerektirir”
demektedir. Barış içinde bir orta doğu, tüm dünyanın geleceği için çok önemlidir ve vaz
geçilmezdir.
Bu duygu ve düşüncelerle; siz değerli konuklarımıza, konuşmacılara, oturum
başkanlarına, kongre’nin yapılmasını teşvik eden ve destekleyen rektörümüz Prof. Dr. Sayın
Sezer Şener Komsuoğlu’na, üniversitemizle birlikte bu kongrenin yapılmasına onay veren
Kazakıstan Avrasya Ulusal Üniversitesi ve Budapeşte Corvinus Üniversitesi rektörlerine ve
Bilgesam Başkanı Doç. Dr. Sandıklı’ya, Dekanımız Prof. Sayın Fettahoğlu’na, kongre genel
sekreterleri Arş. Gör. Derya Özveri ve Itır Aladağ Görentaş’a, ve emeği geçen tüm dostlarımıza
çok teşekkür ediyorum.
Çok Değerli Konuklar,
Kongremize katılmakla bizlere en büyük onur ve gururu yaşattınınız. Sizlerin verdiği
bu destek ve güçle uluslararası etkinliklerimizi daha çok yoğunlaştıracak ve daha çok
çalışacağız.
Kongremizin sizlerle birlikte çok başarılı geçeceği umut, heyecan ve inancıyla hepinize
sonsuz başarılar diler, saygılarımı sunarım.
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK
Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve
Uluslararası Orta Doğu Kongresi Başkanı
ĐÇĐNDEKĐLER / CONTENTS (VOL I)
DOĞU AKDENİZ’DE YETKİ ALANLARI ...................................................................................... 27
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK
WOMEN STUDIES INSIDE AND OUTSIDE THE MIDDLE EAST .................................................. 49
Münevver Tekcan
NAMUS CĐNAYETĐNDEN CĐNS KIRIMINA: TÜRKĐYE’DE KADINA KARŞI ŞĐDDET
................................................................................................................................................ 50
Ayşegül Gökalp Kutlu
ERADICATION OF GENDER BASED VIOLENCE THROUGH ECONOMIC
EMPOWERMENT OF RURAL WOMEN: A CASE STUDY OF BAHAWALPUR
DISTRICT. ............................................................................................................................. 61
Muhammad Azam Khan-Sumara Ishaq-Ansar Abbas
KÜRESEL HEGEMONYA MÜCADELESI AÇISINDAN DENIZ YETKI ALANLARI:
ÖRNEK OLAY DOĞU AKDENIZ ....................................................................................... 72
Cengiz Ekin
SU HUKUKUNDAKĐ GELĐŞMELER ÇERÇEVESĐNDE TÜRKĐYE’NĐN
ORTADOĞU’DAKĐ SINIRAŞAN SULARI ........................................................................ 98
Arda ÖZKAN
DENĐZ ALANLARININ SINIRLANDIRILMASI VE AKDENĐZ GÜVENLĐĞĐ ............. 114
Burak Şakir Şeker
KÖKTENCĐLĐK VE ĐTHAL MODERNĐTENĐN ARAP BAHARINA ETKĐSĐ ................. 135
Abbas Karaağaçlı
ORTADOĞU ÖZGÜLLÜKLERININ ANLAMLANDIRILMASINDA YÖNTEM
SORUNU VE ŞARKIYATÇILIK ....................................................................................... 144
Muhammet Özdemir
ORTADOĞU’NUN UNUTULAN KĐMLĐKLERĐ: YEZĐDĐLĐK VE YEZĐDĐLER ÖRNEĞĐ
.............................................................................................................................................. 161
Samet Zenginoğlu
22
MODERN ORTADOĞU EĞĐTĐM TARĐHĐ VE OSMANLI DEVLETĐ’NE DAĐR
GÖZLEMLER ...................................................................................................................... 175
Adil Baktıaya
ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI VE ORTADOĞU ...................................................... 176
Esma Torun Çelik
BEING AN ENLIGHTENMENT CENTER IN MIDDLE EAST ....................................... 194
Oktay Alniak- Pelin Bolat
YENĐ ARAP DÜNYASI’NDA BATI ĐLE ĐLĐŞKĐLER: SÜREKLILIK DEĞĐŞĐYOR MU?
.............................................................................................................................................. 200
Zafer Akbaş
ARAP BAHARI’NIN ULUSLARARASI GÜÇ DENGELERĐNE ETKĐLERĐ ÜZERĐNE
GERÇEKÇĐ BĐR YAKLAŞIM ............................................................................................ 224
Bülent Akkuş
ARAP ÜLKELERĐNDEKĐ KĐTLE AYAKLANMALARININ TÜRK BASININA
YANSIMASI........................................................................................................................ 236
Füsun Alver-Neslihan Yolcu
TÜRK DĐZĐLERĐNĐN VE TÜRK MARKALARININ ORTADOĞU’DA “YUMUŞAK
GÜÇ” ETKĐSĐ ...................................................................................................................... 342
Elgiz Yilmaz-Nebahat Akgün Çomak
ARAP BAHARININ ÜRDÜN BASININDA YANSIMASI: THE JORDAN TIMES
ÖRNEĞI ............................................................................................................................... 365
Mehmet Kaya-F. Sinem Siklon
FRANCE’s IMPERIAL OBJECTIVES AND THE FRAGMENTATION OF SYRIA IN
THE 1920’s .......................................................................................................................... 373
A. Fildis
THE POSSIBLE CONSEQUENCES FOR AFGHANISTAN LIKE A TRANSITING
COUNTRY IN REGARD TO THE TAPI PIPELINE CONSTRUCTION: THE
ESCALATION OF THE CONFLICT OR THE RECONSTRUCTION EFFORT? ............ 374
23
Ekaterina Batueva ................................................................................................................ 374
THE ARAB MIDDLE EAST AFTER POPULAR UPRISINGS;CHALLENGES AHEAD
(THE CASE OF EGYPT) .................................................................................................... 376
Hassan Ahmadian
FREEDOM AND/OR ISLAM? THE ROLE OF ISLAMIST MOVEMENTS IN THE ARAB
SPRING. A CASE STUDY ON THE EGYPTIAN MUSLIM BROTHERHOOD ............. 387
László Csicsmann
ORTA DOĞU’DAKĐ DOMĐNO ETKĐSĐ: SURĐYE ÖRNEĞĐ............................................ 388
Ekrem Yaşar Akçay-Ömer Engin Çelenay
ORTADOĞU DEĞĐŞĐM SÜRECĐNDE YEMEN’DEKĐ SĐYASĐ YAPI ............................ 403
Faruk Bozgöz
ĐRAN’IN DIŞ POLĐTĐKA VĐZYONU VE JEOPOLĐTĐK HEDEFLERĐ ............................ 419
Atilla Sandıklı-Bilgehan Emeklier ....................................................................................... 419
SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRKĐYE-AMERĐKA ĐLĐŞKĐLERĐNDEKĐ STRATEJĐK
ORTAKLIK TARTIŞMALARINDA ĐRAN FAKTÖRÜ.................................................... 449
Buket Önal
TURKEY, AS A MODEL COUNTRY IN THE ARAB SPRING ...................................... 465
Zafer Yıldırım
BAŞBAKAN R.T. ERDOĞAN DÖNEMĐ TÜRKĐYE-ĐRAN ĐLĐŞKĐLERĐNĐN
GELĐŞMESĐNDE ĐSRAĐL FAKTÖRÜ ............................................................................... 466
Yavuz Cankara-Pınar Özden Cankara
RENKLI DEVRIMLER IŞIĞINDA RUSYA’NIN ARAP BAHARINA BAKIŞI ............. 489
Halit Akarca
ETHNOGRAPHY OF EVERYDAY LIFE IN THE WAR-STRICKEN AREAS OF
BEIRUT: LOCAL RESPONSIVENESS TO HUMANITARIAN INTERVENTION. ....... 490
Estella Carpi
THE DESTRUCTION OF NUBIA BY LARGE DAMS .................................................... 491
Thomas Schimidinger
24
THE EXCLUSIVITY OF HOLINESS: THE ROLE OF THE TEMPLE MOUNT/HARAM
AL-SHARIF IN THE FORMATION OF NATIONAL IDENTITIES ................................ 492
Erik Freas
CRITICAL APPROACHES FOR IDENTITY POLICIES-MINORITY RIGHTS AS A
CONCEPT OF MODERN SECURITY STUDIES ............................................................. 495
Gizem Bilgin Aytac-Gül Pınar Erkem Gülboy
25
26
DOĞU AKDENİZ’DE YETKİ ALANLARI
Prof. Dr. Hasret ÇOMAK∗
I. GĐRĐŞ
Doğu Akdeniz, Tunus’taki Bon Burnu ile Đtalya’ya bağlı Sicilya Adası’nın batıya uzanan
ucundaki Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusundaki bölgeyi içermektedir. Bu tanımlamaya
istinaden Doğu Akdeniz; Đtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk,
Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, Đsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrilidir.1
Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, sadece bölgesel ve küresel üstünlük sağlama mücadelesi açısından
değil, barış ve istikrara katkı sağlanması açısından da önemli bir coğrafyadır.2 Bölgenin, Ortadoğu’da
ortaya çıkmış kriz, gerginlik ve çatışmalarda insani ve askeri açıdan etkin roller oynadığı
bilinmektedir. ABD, 1980’li yılların ilk yarısında Lübnan’da yaşanan kanlı olaylar sırasında, bu
ülkedeki vatandaşlarını Kıbrıs Adası üzerinden tahliye edebilmiştir.3 Arap Baharı ile bölgede
gerçekleşen olaylar ile Suriye’de 2011 ve 2012 yılında yaşanan gelişmeler de dikkate alındığında;
Doğu Akdeniz’in Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanmasında ve sürdürülmesinde ne kadar
önemli rol oynadığını göstermektedir.
Doğu Akdeniz’in jeopolitik ve jeostratejik önemi artarak sürmektedir. Ulaştırma ve enerji
kaynaklarını kontrol etmesi yönü ile daha da artmaktadır. Akdeniz’de yılda ortalama 220.000’den
fazla gemi seyir halinde bulunmakta, dünya denizlerinin sadece % 1’ini kapsayan bir deniz alanı
olmasına rağmen dünya deniz trafiğinin 1/3’ü Akdeniz’de gerçekleşmektedir.4
Deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası hukuk kurallarının gelişimi bir
yana, Doğu Akdeniz’in karmaşık fiziki ve siyasi coğrafyası, çatışan menfaatler, kıyı devletleri
arasındaki mevcut ciddi uyuşmazlıklar ve özellikle bölgede bulunduğu bilinen petrol; Doğu
Öğretim Üyesi, Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Uluslararası Đlişkiler Bölüm
Başkanı
∗
1
Dursun Yıldız, Akdeniz’in Doğusu (Tarihi Geçmişi, Stratejik Önemi ve Su Sorunu Açısından), Đstanbul: Bizim Yayınlar
Kitapevi, 2008, s. 4.
2
http://www.tasam.org/modules.php?name=news&file=article&sid=308.htm.
3
Cihat Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilge Strateji, Cilt 4, Sayı 6,
Bahar 2012, Đstanbul, s. 7.
4
“Mediterranean Sea,” erişim tarihi 16.05.2012,
http://www.essentialcrystalsalt.com/crystal-salt/dead-sea-salt-scrub-reviews.
27
Akdeniz’de yetki alanları sınırlandırmasını, taraflar arasında her an tırmanmaya açık ve uzun vadeli
bir sorun haline getirmiştir.
II.
DOĞU AKDENĐZ’DE DENĐZLERĐN PAYLAŞIMI
Doğu Akdeniz’in jeopolitik ve jeostratejik öneminin yanı sıra, sahip olduğu düşünülen yüksek
enerji potansiyeli; doğal olarak kaynakların ve dolayısıyla denizlerin paylaşımı mücadelesini de
beraberinde getirmiştir.
Bu mücadelede, Doğu Akdeniz’e kıyıdaş devlet/yönetimlerin tutumlarını özetlemeden önce,
1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ilgili hükümlerinden kısaca bahsetmek faydalı
olacaktır.5
1.1 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Açısından Değerlendirme
Devletler, 1958 yılından itibaren toplanan deniz hukuku konferansları yolu ile 20’nci yüzyılın
ikinci yarısında denizlerde sahip oldukları egemenlik haklarını büyük oranda genişletmiştir. Klasik
deniz alanları olan karasuları, bitişik bölge ve balıkçılık bölgesi gibi dar deniz alanlarından başka,
devletlere belirli konularda egemen haklar ve yetkiler tanıyan Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik
Bölge gibi nispeten çok daha geniş deniz alanları uluslararası hukuka yerleşmiştir. Önceleri teamül
olarak uygulanan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB), 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku
Sözleşmesi (BMDHS) ile yazılı ve pozitif düzenlemeye kavuşmuştur.6
Günümüzde geçerli olan temel Uluslararası Deniz Hukuku sözleşmeleri iki adettir.
Bunlar;
I. Deniz Hukuku Konferansı 1958 Cenevre Sözleşmeleri ile,
III. Deniz Hukuku Konferansı 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi
(BMDHS)’dır.
Bu sözleşmeler; Karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge gibi bir
çok deniz ile ilgili tanımlamaya çalışmıştır.
MEB, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hattan hesaplanmak üzere en çok 200 deniz
mili genişlikteki deniz alanlarının, deniz yatağı ve toprak altının ayrıca üzerindeki suların canlı ve
cansız doğal kaynakları üzerinde kıyı devletlerine bazı ekonomik hakların tanınmasını öngören bir
5
Yaycı, A.g.e., s. 13.
6
Yaycı, A.g.e., s. 14.
28
kavramdır.7 Đlgili devletler bu deniz alanında bazı yetkilerin uygulanmasını içeren egemenlik haklarını
da kullanabilmektedir. MEB, Araştırma, işletme, muhafaza ve yönetim gibi hakları ilgili devlete
tanımaktadır.8
Şu durumlarda kıyı devletinin bu tür faaliyetlere izin vermemek konusunda takdir hakkı
olduğu hükme bağlanmıştır;
1- Araştırma faaliyeti; canlı veya canlı olmayan kaynakların araştırılması ve işletilmesi
konusunda doğrudan bir önem taşıyorsa;
2- Kıta sahanlığında kazı yapılması, patlayıcı madde kullanılması, deniz çevresine zararlı
maddelerin kullanılması sonucunu doğuracaksa;
3- Suni ada, tesis ve yapıların kurulması, işletilmesi ve kullanılmasını gerektiriyorsa;
4- Araştırma faaliyetinin niteliği ve amacı konusunda verilen bilgiler yanlışsa veya istekte
bulunan kuruluş önceden yaptığı bu tür bir faaliyetten ötürü kıyı devletine borçlu ise;
kıyı devlete izin vermeyebilir.
Ancak, kıta sahanlığının 200 mil genişlik ötesindeki kesimlerinde, kıyı devletinin yukarıda
açıklanan gerekçelere dayanarak izin vermeme hakkı yoktur. 200 mil ötesindeki alanların belirlenmiş
ve ilan edilmiş bazı bölgelerinde işletme veya ayrıntılı araştırma faaliyetlerine girişilmiş ise veya
makul bir süre içinde girişilecek ise, izin vermek konusunda takdir hakkı saklıdır. (Md. 246)9
Münhasır Ekonomik Bölgede kıyı devletinin temel hakları ise şu şekilde sıralanabilir;
1- Canlı ve canlı olmayan doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi, korunması idaresi ve
sudan, cereyandan ve rüzgardan enerji üretimi gibi diğer ekonomik araştırma ve işletme
faaliyetleri konusunda egemen hakları haizdir. (Md. 56/1 a) Münhasır Ekonomik Bölgedeki
canlı kaynaklarının korunması konusundaki egemen haklarının korunması biçimi,
Sözleşmede ayrıntılı bir rejime tabi tutulmuştur. (Md. 61-68)
2- Yapay (suni) adaların, ekonomik amaçlar için kurulan tesis ve yapıların ve yine, kıyı
devletinin haklarının kullanılmasına müdahale edebilecek nitelikteki tesis ve yapıların
yapılması, yapılmasına izin verilmesi, işletilmesi ve kullanılması hakkı kıyı devletine
7
Sevin Toluner, Milletlerarası Hukuk Dersleri, Devletin Yetkisi, Filiz Kitabevi, 1984, Đstanbul, s.224.
8
MEB’e ilişkin hükümler 1982 BMDHS’nin 55-85’inci maddeleri arasında düzenlenmiştir. En fazla 200 deniz miline kadar
uzanan MEB, karasularının ölçülmeye başladığı hattan itibaren ölçülmeye başlamaktadır (Md. 57; Md. 5-16). Sözleşme, eğer
deniz genişliği, bu genişliği karşılayacak kadar büyük değil ise, kıyı devletleri arasında anlaşma yapılmasını öngörmektedir.
Ayrıca Sözleşme, MEB ilan eden kıyı devletinin ilan ettiği MEB’i gösteren harita yayımlayarak bir nüshasını BM Genel
Sekreterliğine göndermesi gerektiğini belirtmektedir (Md. 75 Para.2).
9
Toluner, A.g.e., ss. 222-223.
29
münhasıran haizdir.(Md. 56/1b, 60) Kıyı devleti bu yapay yapılar üzerinde gümrük, maliye,
sağlık, güvenlik ve muhaceretin düzenlenmesi dahil olmak üzere inhisarı yetkilere haizdir.10
Münhasır Ekonomik Bölge içinde diğer devletlerin hakları ise şu şekildedir;
1- Ulaştırma
2- Uçma
3- Kablo ve Boru döşeme
4- Bu haklara bağlı olarak gemiler, uçaklar, kablo ve boruların kullanımı ile ilgili hukuka uygun
haklar.11
Belirtilen uluslararası sözleşmelerdeki ilgili hükümler yeterince açık olmadığından, bölgesel
anlamda uygulanmaya çalışıldığında anlaşmazlık kaçınılmazdır. Đhtilaf durumunda bu hükümlerin
nasıl uygulanacağı, Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı’nın kararları ile açıklığa
kavuşabilmektedir. 1958 Cenevre Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi (KBBS)’nden günümüze
kadar Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’nın kararlarında önemli yorumlar yapıldığı görülmektedir.
Uluslararası Adalet Divanının “deniz alanlarının sınırlandırmasına” yönelik yargı kararları
incelendiğinde; iki temel kavramın detaylı bir şekilde incelendiği tespit edilmiştir. Bunlar; “coğrafi
durumun sınırlandırmayı belirlemesi” ve “bir devletin deniz alanının diğer devletin kıyılarının önünü
büyük ölçüde kapatmaması” olarak sayılabilir.
Coğrafi durumun sınırlandırmayı belirlemesi prensibinde temelde “eşit uzaklık çizgisi” esas
alınmış; kıyı uzunlukları, kıyıların çıkıntıları ve doğal uzantıları, bölgedeki ada ya da adacıklar, doğal
kaynakların konumu ve ülkelerin doğal kaynaklara nispi bağımlılıkları ve benzeri faktörler dikkate
alınarak çizgi düzeltilmiştir.
Bir devletin deniz alanının diğer devletin kıyılarının önünü büyük ölçüde kapatmaması
prensibinde ise; oransallık, deniz ulaşımına ilişkin unsurlar, bir devletin ulaşım güvenliğine ilişkin
düzenlemeleri ve özellikle yan sınır oluşturmada kıyıların genel doğrultusu gibi hususlar dikkate
alınarak çizgi düzeltilmiş ve Uluslararası Adalet Divanı’nca kararlar verilmiştir.
10
Toluner, A.g.e., s.226
11
Toluner, A.g.e., s.227
30
1.2.Doğu Akdeniz’de Kıyıdaş Devletlerin Uygulamaları
Doğu Akdeniz’de ise devletlerin tüm kıyıdaşlarla antlaşmadan ziyade MEB’i tek taraflı
olarak ilan etme ve ikili antlaşmalar yapma yolunu seçtikleri görülmektedir. Bu kapsamda, Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Libya,12 Suriye,13 Lübnan14 ve Đsrail15 MEB ilanında bulunmuştur.16
1.2.1 Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Avrupa Birliği’nin desteğini de alarak 2 Nisan
2004’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Türkiye’nin haklarını yok sayarak “Kıbrıs
Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere Münhasır Ekonomik Bölge ilanında
bulunmuştur.17 GKRY, 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ve 17 Aralık
2010 tarihinde Đsrail18 ile MEB sınırlandırma antlaşmaları imzalamıştır. GKRY’nin Lübnan ile
imzaladığı anlaşma Türkiye’nin girişimleri neticesinde Lübnan iç hukukunda henüz onaylanmamıştır.
Ayrıca, GKRY’nin Suriye ile sınırlandırma antlaşması müzakereleri yürüttüğüne,19 Libya ile bir
sınırlandırma antlaşması yapma arayışı içinde olduğuna ilişki bilgiler açık vardır.20
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nce; Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) belirlenmesine yönelik
bölge ülkeleri ile yapılan anlaşmalar kronolojik sırada sunulacaktır. 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır –
GKRY, MEB anlaşması yapılmış, her iki devletin meclislerince de anlaşmalar onaylanmıştır. MEB
12
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17.05.2012,
http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_summary_of_claims.pdf,
13
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17.05.2012,
http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_summary_of_claims.pdf.
14
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17.05.2012,
http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN.htm.
15
Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği aracılığıyla 12 Temmuz 2011 tarihinde MEB sınırlarını gösteren koordinat listesini
Birleşmiş Milletler’e bildirerek MEB ilanında bulunuştur.
16
Yaycı, A.g.e. s. 16.
17
Yaycı, A.g.e. s. 17.
18
Yaycı, A.g.e. s. 17.
19
5 Aralık 2008 tarihinde ise açık kaynaklarda Suriye ve GKRY’nin, bakan düzeyinde hidrokarbon aramalarında işbirliği
yapılması ve münhasır ekonomik bölge sınırlarının belirlenmesi konularını görüştüğü, teknik düzeyde görüşmelerin yapıldığı ve
bilgi alışverişi için aralarında bir gizlilik anlaşmasına vardıkları haberleri yer almıştır. Bu kapsamda; Ağustos 2010 ayı sonunda
GKRY Başkanı Suriye’yi, Kasım 2010 ayında ise Suriye Devlet Başkanı GKRY’yi ziyaret etmiş, özellikle Suriye Devlet
Başkanı’nın GKRY ziyareti sonrasında açık kaynaklarda yer alan iki ülke arasında MEB anlaşması imzalandığına dair haberler
Suriye tarafından yalanlanmıştır.
20
Sertaç
Hami
Başeren,
“Doğu
Akdeniz’de
Đş
Đşten
Geçmeden…,”
erişim
http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95%3Adou-akdeniz-serhat-hbaeren&catid=40%3Amuenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=tr.
tarihi
19.05.2012,
31
anlaşması; sadece “Eşit Uzaklık Çizgisi” esas alınarak belirlenen sekiz adet noktayı birleştiren hat,
temeline oturtulmuştur.
17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan – GKRY MEB anlaşması yapılmış; GKRY Meclisi’nce
anlaşma hemen onaylanmış, Lübnan Meclisi’nce güney nokta hatalı bulunduğundan onaylanmamıştır.
Mısır örneğinde olduğu gibi MEB anlaşması; sadece “Eşit Uzaklık Çizgisi” esas alınarak belirlenen
altı adet noktayı birleştiren hat, temeline oturtulmuştur.
32
GKRY’nin; Lübnan ile yapılan MEB sınırlandırma anlaşmasından dokuz gün sonrasında, 26
Ocak 2007 tarihinde yer altı kaynakları araştırma sahalarını parsel No.sı vererek ilan etmesi de dikkat
çekicidir.
17 Aralık 2010 tarihinde Đsrail – GKRY MEB anlaşması yapılmış; her iki devletin
Meclislerince de anlaşmalar onaylanmıştır. Diğer örneklerde olduğu gibi MEB anlaşması; sadece
“Eşit Uzaklık Çizgisi” esas alınarak belirlenen on iki adet noktayı birleştiren hat, temeline
oturtulmuştur.
33
Mısır, Lübnan, Đsrail ve GKRY tarafından yapılan anlaşmalar, BM’ ye sunulmuş ve GKRY
açısından güney çerçeve tamamlanmıştır.
MEB ilan etmiş ve ilgili kıyıdaş ülkelerle sınırlandırma antlaşmaları imzalamış GKRY’nin
ihaleye açtığı parseller üzerinde ciddi uyuşmazlık bulunmaktadır.
Bu konu ileride tekrar
irdelenecektir. GKRY, ilgili kıyı uzunlukları orantı prensibi ile hakkaniyet ölçüleri hilafına, başta
Lübnan olmak üzere sınırlandırma antlaşması imzaladığı ülkelerin deniz alanlarını bu ülkelerin
uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerine aykırı şekilde elde etmiştir. 21
Suriye, Lübnan ve Đsrail’in hakça bir paylaşım çerçevesinde yapılacak bir anlaşma ile GKRY’nin
1,87 katı (2 kattan biraz daha az) deniz yetki alanına sahip olmaları gerekmektedir. Ancak, GKRY
yaptığı antlaşmalarla neredeyse eşit deniz yetki alanına sahip olmuş ve bir anlamda bahse konu
kıyıdaşların deniz yetki alanını da sahiplenmiştir.
GKRY, aşağıdaki haritalarda görüldüğü üzere, Đsrail’in asgari 12 numaralı parseli de kapsayacak
şekilde 4.600 kilometrekare, Lübnan’ın 3.957 kilometrekare, Mısır’ın ise 21.500 kilometrekare deniz
yetki alanını sahiplenmiştir.22
21
Yaycı, A.g.e. ss. 35-36
22
Yaycı, A.g.e. ss. 35-40.
34
35
*GKRY ile Akdettikleri Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Antlaşmalarına istinaden Mısır, Đsrail ve
Lübnan’ın Kayıplarını Gösterir Harita
1.2.2. Yunanistan
Yunanistan ise, deniz yetki alanlarına ilişkin olarak, “Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis
hattını esas alarak ortay hatta dayalı deniz yetki alanı sınırlandırması” yapmayı hedeflemektedir.
Yunanistan; Girit, Kaşot, Çoban, Rodos, Meis hattını ilgili kıyı kabul ederek Türkiye’yi Doğu
Akdeniz’den dışlamaya çalışmakta, GKRY ile birlikte ortay hatları esas alıp bunları hakkaniyete
uygun hale getirmekten kaçınarak Türkiye’ye sadece Antalya Körfezi ile sınırlı çok az bir kıta
sahanlığı ve MEB alanı bırakmaya yönelik hareket etmektedir. Bu tutum ilgili uluslararası hukuk
normları ile bağdaşmamaktadır ve hukuki mesnetten yoksundur.23
Yunanistan’ın Kerpe, Kaşot, Rodos ve Meis adalarının Türkiye ve Yunanistan anakaraları
arasındaki ortay hattın “ters tarafında” (Türkiye anakarasına yakın yarıda) yer almaları nedeni ile
Doğu Akdeniz’de MEB sahibi olması mümkün değildir. Öte yandan “coğrafyanın üstünlüğü” ve
“oransallık” prensipleri ışığında, Anadolu yarımadasının kıyılarının uzunluğu bu adalarla
kıyaslanamayacak derecede fazladır. Ayrıca Anadolu yarımadası önündeki konumları nedeni ile bu
adalar “kapatmama” prensibine aykırılık oluşturmaktadır. Đşte sınırlandırmada son derece önemli bu
prensip ve faktörler ile daha önceden petrol arama ruhsatı alanları belirlenmesi gibi devlet
uygulamaları Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki MEB iddialarının hukuki dayanaklarını ortadan
kaldırmaktadır.24
23
Yaycı, A.g.e., s. 19-20.
24
Yaycı, A.g.e. s. 24.
36
1.2.3. Suriye
Bir diğer kıyıdaş ülke olan Suriye ise, 19 Kasım 2003 tarihinde “Suriye’nin Karasularında
Ulusal Egemenliğinin Belirlenmesi”ne ilişkin bir yasayı onaylamıştır.25 Bu yasa ile yalnızca
karasularını değil, aynı zamanda iç sular, bitişik bölge, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeye
ilişkin rejimlerini de düzenlemiştir.
Münhasır Ekonomik Bölge ilanını müteakiben Suriye; sahillerinde sismik araştırma26 ve yeni
kaynaklar için süreli araştırma izni vermiştir.27
Suriye tarafından ilan edilen bahse konu petrol arama sahalarının kuzey bölümü Türkiye’nin deniz
yetki alanlarının bir kısmını kapsamaktadır.28
1.2.4. Đsrail
Đsrail ise 17 Aralık 2010 tarihinde GKRY ile Münhasır Ekonomik Bölge antlaşması
imzalamış, Diğer ilgili kıyıdaşlar devletlerle herhangi bir anlaşma imzalamadan 12 Temmuz 2011
tarihinde Münhasır Ekonomik Bölge sınırlarını gösteren koordinat listesini Birleşmiş Milletlere
bildirerek MEB ilanında bulunmuştur.29
1.2.5. Lübnan
GKRY, Yunanistan ve Đsrail’e ilaveten Lübnan da deniz yetki alanları konusunda
girişimlerde bulunmaya başlamış ve Lübnan Meclisi; 17 Ağustos 2010 tarihinde denizde petrol ve
doğalgaz rezervlerinin araştırılması hakkında bir kanunu onaylamıştır. Ayrıca, deniz yetki alanları
sınırlarını belirten bir bildirimi BM Genel Sekreteri’ne 19 Ekim 2010 tarihinde sunmuştur.30 Son
dönemde deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında Lübnan ve Đsrail arasında yaşanan gerginlik de
dikkat çekicidir.
III.
TÜRKĐYE’NĐN
DENĐZ YETKĐ ALANLARININ
PAYLAŞIMI
KONUSUNDAKĐ
25
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17. 05. 2012,
http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/SYR.htm.
26
Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı, erişim tarihi 02.06.2012,
http:/www.petroleum.gov.sy. Suriye petrol şirketi ile ABD’li Veritas Şirketi arasında 10 yıl süreli bir protokol yapılmış ve
Suriye sahillerine bitişik 4700 km²’lik bir alanda bahse konu şirkete sismik araştırma yapma izni verilmiştir.
27
Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı, erişim tarihi 02.06.2012,
http:/www.gpc-sy.com.
28
Đhaleye açılan sahaların kuzey sınırı Türkiye-Suriye kara sınırının bitiminden itibaren genel batı istikametinde yaklaşık 30
deniz mili mesafeye kadar uzanmaktadır. Suriye; ihaleye açtığı bu alanı ihale ilanında Suriye’nin karasuları ve münhasır
ekonomik bölgesinin bir bölümü olarak tanımlamıştır.
29
Đrfan Galip Dumlu, “Türkiye'ye Büyük Sömürge Planı,” 29.11.2011, erişim tarihi 31.05.2012,
www.haberform.com/haber/rum-yunanistan-somurge-rum-ve-yunanistanin-türkiyeyi-somurme-plani-89776.htm.
30
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 02.06.2012,
http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN.htm.
37
GĐRĐŞĐMLERĐ
Doğu Akdeniz, dünyanın en önemli enerji koridoru hâline gelmiştir. Aynı zamanda birçok
asimetrik risk ve tehdide karşı hassas bir bölge niteliğindedir. Bölgede yaşanan son gelişmeler Doğu
Akdeniz'de deniz güvenliğini öne
çıkarmakta ve
Türkiye Cumhuriyeti'nin Doğu Akdeniz'in
güvenliğine yönelik konularda inisiyatifi almasının gerekli ve zorunlu kılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti açısından da konunun değerlendirilmesi gerekir. Türkiye, BMDHS’ne
taraf değildir. Bununla beraber BMDHS’ni fiili olarak uygulamaktadır.
Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları sınırlandırmasına ilişkin olarak Türkiye’nin
sınırlandırma yapabileceği kıyıdaş devletler ile ilgili tutumunun irdelenmesi gerekmektedir. Ayrıca,
Türkiye ve KKTC’nin,
GKRY’nin ilan ettiği MEB içerisindeki bir takım parsellerde doğrudan
haklarının olup olmadığının da incelenmesi gerekmektedir. Diğer yandan, Kıbrıs Adası’nın
uluslararası mahkemelerin kararları ışığında ne büyüklükte bir deniz yetki alanına sahip olabileceği
de belirlenmelidir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sahip olması gereken deniz yetki alanını gösterir
haritası ortaya konmalıdır.31
2003 yılında GKRY, Doğu Akdeniz’de denizlerin yetki alanlarının belirlenmesi mücadelesini
başlatmıştır. 2003 yılından bu yana ise Türkiye, henüz Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının
sınırlandırılmasına yönelik olarak herhangi bir kıyıdaş devlet ile bir antlaşma (21 Eylül 2011 tarihinde
New York’ta Türkiye ile KKTC arasında adanın kuzeyi ile Türkiye arasında kalan bölgeye yönelik
kıta sahanlığı sınırlandırma antlaşması imzalanması hariç) imzalamamış ve Münhasır Ekonomik
Bölge ilanında bulunmamıştır.
Türkiye’nin, Karadeniz haricinde, diğer denizlerinde Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta
Sahanlığı sınırlandırma antlaşması bulunmamaktadır.
Türkiye, (32˚16′18″D Boylamı Batısı ve 33˚40′K Enlemi Kuzeyi) deniz alanlarında,
uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru hak ve menfaatlerinin bulunduğunu ve hatta bu alanın kendi
deniz yetki alanı olduğunu uluslararası düzeyde gündeme getirmiştir.32
31
Yaycı, A.g.e. s.30.
32
Yaycı, A.g.e. s. 31.
38
Uluslararası Adalet Divanı kararları dikkate alınarak Doğu Akdeniz de yapılması gereken
sınırlandırma genel olarak ifade edildiğinde; Kıbrıs’ın kuzey kesiminde Türkiye’ye bakan kıyılarının
uzunluğu 234,5 km.dir.
Kıbrıs Adası’nın kuzeyinde Türkiye ve Kıbrıs Adası arasındaki sınırlandırmada ölçüme esas
teşkil edecek Türk kıyıları, Antalya Gazipaşa açıklarından itibaren doğuya doğru Akıncı Burnu’na
kadar olan kıyı şerididir. Bu kıyı şeridi üzerinde, oluşturulan ve yukarıda değinilen düz esas hat
temelinde ölçüm sonucu Türkiye kıyı uzunluğu 354 km.dir. Kıyı uzunlukları arasındaki farkın 119,5
km ve Türkiye kıyılarının 1.5 oranında daha uzun olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu oran gereği eşit uzaklık çizgisi olarak belirlenen başlangıç sınırının, 1.5 oranında Kıbrıs
Adası’na doğru kaydırılması gerekmektedir. Bu değerlendirmeler de dikkate alınarak; 21 Eylül 2011
tarihinde New York’ta Türkiye ile KKTC arasında Kıta Sahanlığı Sınırlandırma antlaşması
imzalanmıştır.
Kıbrıs Adası’nın batı kesimindeki sınırlandırmada, karşı taraf hangi ülke olursa olsun
Türkiye’nin sınırlandırma bölgesini gören ilgili kıyıları Antalya-Gazipaşa açıklarından Dalaman Çayı
ağzına kadar olan kıyı şerididir. Türkiye’nin bu bölgedeki kıyı uzunluğu 410 km.dir. Kıbrıs Adası’nın
ise, 48 km.dir.
39
Ölçümlerin ifade ettiği şey, iki tarafın sınırlandırmaya konu bölgeye bakan kıyılarının
uzunlukları arasındaki farkın 362 km. olduğu ve Türkiye’nin bölgedeki kıyılarının Kıbrıs Adası’nın
kıyılarından 8.5 oranında daha uzun olduğudur. Yani başlangıç kabul edilen eşit uzaklık sınırının 8.5
oranında Kıbrıs’a doğru kaydırılmasını gerektirmektedir.
Türkiye, bugüne kadar Doğu Akdeniz’de muhtemel MEB olarak öngördüğü deniz yetki
alanlarını ve ilgili kıyıdaş devletleri “düşey hatları” kullanarak belirlemiştir. Dolayısıyla ilgili kıyıdaş
devletler olarak sadece Suriye, KKTC ve Mısır’ı dikkate almış ve 145.000 kilometrekarelik bir deniz
alanını muhtemel deniz yetki alanı olarak tespit etmiş, ancak ilan etmemiştir.
GKRY de Türkiye gibi düşey hatlar kullanmış olsaydı sadece Mısır ve kısmen Đsrail ile deniz yetki
alanı sınırlandırma antlaşması imzalayabilecek ve şimdi iddia ettiği deniz yetki alanının ancak 1/3’üne
sahip olabilecekti.33
Uluslararası hukuk kurallarına ve uluslararası mahkeme
kararlarına göre,
KKTC’nin
bağımsız bir devlet olarak kendi deniz yetki alanlarına ve Türkiye’nin de adanın güneyinde Kıta
Sahanlığı ve MEB olmak üzere deniz yetki alanları haklarına sahip bulunduğu açıktır.
KKTC ve GKRY’nin Kıbrıs Adası’nda ülke sınırları belli iki ayrı devlettir. KKTC’nin;
Türkiye, Suriye, Lübnan, Đsrail ve Mısır ile deniz yetki alanları sınırlandırmasına esas olan karşılıklı
33
Yaycı, A.g.e. s. 44.
40
kıyıları bulunmaktadır. KKTC’nin deniz yetki alanlarının, tek taraflı olarak
GKRY tarafından,
uluslararası hukuka aykırı olarak Ada’nın tamamını esas alarak ilan ettiği görülmektedir.34
KKTC ile karşılıklı kıyıları bulunan Mısır, Đsrail, Lübnan ve Suriye’nin kıyı uzunlukları
nispetinde ve hakça paylaşım ilkesi doğrultusunda GKRY yerine KKTC ile sınırlandırma antlaşmaları
yapmaları durumunda GKRY ile yaptıkları antlaşmadan elde ettikleri deniz alanından çok daha fazla
deniz alanına sahip olmaları mümkündür.
Uluslararası deniz hukuku kurallarına göre deniz yetki alanları sınırlandırmasının, devletlerin
ilgili kıyı uzunluklarının orantısına göre, adaların ana kıtaların önünü kapatmayacak şekilde ve ters
yönde olup olmamaları dikkate alınarak yapılması gerekmektedir.35
Đsrail ile yapılacak bir sınırlandırma antlaşmasının imzalanması durumunda Yunanistan’ın,
GKRY ile deniz yetki alanları antlaşması yapması imkanı ortadan kaldırılmış, GKRY’nin Mısır ile
yaptığı deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması da bir anlamda işlevsiz hale dönüştürülebilecektir.
Libya ile yapılacak bir sınırlandırma antlaşması ile yine Yunanistan’ın GKRY ile deniz yetki alanları
antlaşması yapması imkânı ortadan kaldırılmış olacaktır.
Doğu Akdeniz’de yapılacak MEB sınırlandırmasında, Anadolu ile Afrika Kıtası sahilleri
(Libya-Mısır) arasında “ortay hattın” esas alınması durumunda, “ortay hattın” kuzeyinde kalan Kıbrıs
Adası’nın; “coğrafyanın üstünlüğü ile kapatmama” prensipleri doğrultusunda ana karalar kadar deniz
yetki alanına sahip olamayacağının dikkate alınması gerekmektedir. 36
34
Yaycı, A.g.e. ss. 38-41.
35
Yaycı, A.g.e. s. 42.
-Doğu Akdeniz’de sınırlandırmaya esas teşkil edecek deniz alanında ortay hat, Anadolu ile Afrika kıtası sahilleri arasında doğubatı ekseninde ilerlemektedir.
-Bu eksenin kuzeyinde Yunanistan’a ait Girit, Kerpe, Kaşot, Rodos adaları ile Kıbrıs Adası bulunmaktadır.
-Sınırlandırmanın yapılacağı coğrafya dikkate alındığında, bahse konu adaların bu eksenin kuzeyinde yer aldığı görülmektedir.
36
Yaycı, A.g.e., s. 48.
41
IV. YETKĐ ALANLARI VE ARAMA BÖLGELERĐ
GKRY, 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs Adası’nın güneyinde ilan ettiği 13 bölgeden aşağıdaki
haritalarda belirtildiği gibi 1, 4, 5, 6, ve 7 No.lı parsellerde Türkiye’nin yetki alanlarına tecavüz
etmektedir.
Prof. Dr. Sertaç Hami BAŞEREN’in Türkiye’nin Muhtemel MEB’i ve GKRY’nin 1, 4, 5, 6 ve 7
Numaralı Sözde Parselleri ile Tecavüzünü Gösteren haritası bunu çok açık olarak belgelemektedir.
GKRY tarafından 19 Eylül 2011’de 12 No.lı parselde sondaj faaliyetlerine başlanmıştır.
Türkiye Petrolleri A.AO’nın arama izni verdiği alanları kodları ile aşağıdaki haritada belirtilmektedir.
42
43
V.SONUÇ
Doğu Akdeniz’de GKRY ve Yunanistan; uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak, diğer
kıyıdaş devletler ile ikili ya da çok taraflı sınırlandırma antlaşmaları ile deniz yetki alanları
belirlemekte ve fiili uygulamalarda bulunmaktadır.
Türkiye, bugüne kadar bölgedeki haklarını korumaktaki kararlılığını göstermek üzere, sismik
araştırmalar dâhil37 devlet uygulamaları38 yapmış ve muhtemel MEB’ indeki haklarına tecavüz
girişimlerini başarıyla önlemiştir.39
Türkiye’nin henüz Birleşmiş Milletler’ e gönderdiği GKRY’nin yaptığına benzer bir MEB
bildirgesi bulunmamaktadır. Ayrıca, Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş devletlerle
yetki alanlarının
sınırlandırma antlaşması mevcut değildir.
Yunanistan ve GKRY ise halen Doğu Akdeniz’de tek başına inisiyatif alma girişimlerine
devam etmektedir.40
Türkiye,
gelecek
dönemde
Doğu
Akdeniz’de
yetki
alanlarının
belirlenmesi
ve
sınırlandırılması konularında teknik anlamda daha gelişmiş yaklaşımlar ortaya koymalıdır.
GKRY, izlediği yaklaşımla hem hak ettiğinden çok daha büyük bir deniz yetki alanında hak
iddia etmiş hem de bu iddialarını imzaladığı antlaşmalarla fiili durumlar yaratmıştır.
KKTC, egemen bir devlet olarak deniz yetki alanlarına sahip olup, her devlet gibi gerek
MEB ilan etme hakkına sahiptir. KKTC’nin sınırlandırma antlaşmaları düzenleme hakkı vardır.
Türkiye’nin, uluslararası deniz hukuku kuralları ile uluslararası mahkeme ve hakem kararları ışığında;
Mısır ve KKTC’nin yanı sıra Đsrail, Libya, Lübnan ve Suriye ile kıyıdaş devlet olması nedeni ile
deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin antlaşmalar imzalaması mümkündür.
Doğu Akdeniz, dünyanın en önemli enerji koridoru hâline gelmiş bir bölge niteliğindedir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Doğu Akdeniz'in güvenliğine yönelik konularda etkin rol alması gerekli ve
37
“TPAO, Akdeniz'deki petrol arama çalışmalarına başlıyor,” Milliyet Gazetesi, 29.03.2007, erişim tarihi 02.06.2012,
http://www.milliyet.com.tr/2007/03/29/son/soneko19.asp.
38
“Đstanbul Üniversitesi Yunus Araştırma Gemisi Yurda Döndü,” Đstanbul Üniversitesi, 24.11.2008, erişim tarihi 02.06.2012,
http://ssp.istanbul.edu.tr/duyurular/duyuru_icerik.php?1510=.
39
“Hristosyas Türkiye'yi BM'ye Şikâyet Etti,” Hürriyet Gazetesi, 24.11.2008, erişim tarihi 02.06.2012,
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10431556.
40
Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz’de Đş Đşten Geçmeden…,” erişim tarihi 31.05.2012,
http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95%3Adou-akdeniz-serhat-hbaeren&catid=40%3Amuenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=tr.
44
son derece önemlidir.
Türkiye ve KKTC’nin, uluslararası deniz hukuku kuralları çerçevesinde öncelikle Doğu
Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını kapsamlı olarak yeniden belirlemesi ve MEB ilan etmesi çok
önem taşımaktadır. Bunu belirledikten sonra kıyıdaş ülkelerle “sınırlandırma antlaşmaları”
imzalamasının önemli olduğu düşünülmekte ve değerlendirilmektedir.
45
KAYNAKÇA
Acer, Yücel. “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye.” Uluslararası
Hukuk ve Politika Dergisi Cilt 1 Sayı 1 (2005).
Başeren, Sertaç Hami. Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı-Dispute Over Eastern
Mediterranean Maritime Jurisdiction Areas. Đstanbul: Đlke Yayınevi, 2011.
Baykal, Ferit Hakan, Deniz Hukuku Çalışmaları, Alfa Basım Yayım, Đstanbul, 1998.
Başeren,
Sertaç
Hami,
“Doğu
Akdeniz’de
Đş
Đşten
Geçmeden…,”
http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95%3Ado
u-akdeniz-serhat-h-baeren&catid=40%3Amuenhasr-ekonomikboelge&Itemid=54&lang=tr.
Bulunç, Ahmet Zeki. “Doğu Akdeniz Sorunu ve KKTC'ne Etkileri.” Ocak 2008.
http://www.bilayvakfi.org.tr/konferanslar/doguakdeniz/doguakdeniz2.pdf
“Hristosyas Türkiye'yi BM'ye Şikâyet Etti,” Hürriyet Gazetesi, 24.11.2008,
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10431556.
Dumlu, Đrfan Galip, “Türkiye'ye Büyük Sömürge Planı,” 29.11.2011,
www.haberform.com/haber/rum-yunanistan-somurge-rum-ve-yunanistanintürkiyeyi-somurme-plani-89776.htm.
“Đstanbul Üniversitesi Yunus Araştırma Gemisi Yurda Döndü,” Đstanbul Üniversitesi, 24.11.2008,
http://ssp.istanbul.edu.tr/duyurular/duyuru_icerik.php?1510=.
Müfide
Zehra
Erkin,
“AB’nin
Kıbrıs
Stratejisi,”
Cumhuriyet
Gazetesi,
http://cumhuriyet.com.tr/?hn=211208.
“Mediterranean Sea,”
46
http://www.essentialcrystalsalt.com/crystal-salt/dead-sea-salt-scrub-reviews.
Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı, http:/www.petroleum.gov.sy
Toluner, Sevin. Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Beta
Basım Yayım, Đstanbul, 2010.
…………………, Milletlerarası Hukuk Dersleri, Devletin Yetkisi, Filiz Kitabevi, Đstanbul, 1984.
“TPAO, Akdeniz'deki petrol arama çalışmalarına başlıyor,” Milliyet Gazetesi, 29.03.2007,
http://www.milliyet.com.tr/2007/03/29/son/soneko19.asp.
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler,
http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_su
mmary_of_claims.pdf,
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler,
http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_su
mmary_of_claims.pdf.
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler,
http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN.
htm.
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler,
http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/SYR.
htm.
“UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler,
47
http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN.
htm.
Yaycı, Cihat , “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilge
Strateji, Cilt 4, Sayı 6, Bahar 2012.
Yıldız, Dursun, Akdeniz’in Doğusu (Tarihi Geçmişi, Stratejik Önemi ve Su Sorunu Açısından),
Đstanbul: Bizim Yayınlar Kitapevi, 2008.
48
WOMEN STUDIES INSIDE AND OUTSIDE THE MIDDLE EAST
Münevver Tekcan∗
∗
Abstract
The woman’s position in the Middle East is a hotly debated subject in and out
of the Middle East. In academia there are a wide range of courses in gender
studies, examining the role of women in the Middle East, and the Middle East
itself in terms of how the region treats women’s issues and the practical
implications of putting them into practice. Women’s issues is examined in terms
of law, history, role in society, education, religion, literature, art, politics,
science, engineering, etc.
This paper examines and compares gender studies and / or woman’s studies in
and out of the Middle East. Courses will be examined in terms of subjects
covered, methods of study, course objectives and pedagogy.
The objective of the paper is to outline the difference in women’s studies and
the Middle East courses inside the Middle East where students are essentially
studying about their own experiences and outside the Middle East where
students are studying other people’s experiences
∗
Prof. Dr., Kocaeli University Women Studies Centre, [email protected].
49
NAMUS CĐNAYETĐNDEN CĐNS KIRIMINA: TÜRKĐYE’DE KADINA KARŞI ŞĐDDET
Ayşegül Gökalp Kutlu∗
Adalet Bakanı Sadullah Ergin kadın cinayetlerinde 2002’den 2009’a kadar geçen sürede
%1400lük bir artış olduğunu açıkladığında kadına karşı şiddettin korkunç tablosu da ortaya çıktı.
Ancak bu akıl almaz artış rakamları aslında gerçeği tam olarak yansıtmıyor olabilir. Birleşmiş
Milletler Kadına Karşı Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Yakın Ertürk’ün 22-31 Mayıs
2006 tarihli ziyaretini raporlaştırdığı Türkiye Ziyaretine Đlişkin Raporu1 ise özellikle Güneydoğu
Anadolu’da kayda geçen kadın intiharlarının bir kısmının aslında namus cinayeti olduğuna veya
kadınların intihara zorlandıkları yönünde ciddi kanıtlar ortaya koyuyor. Ertürk’ün raporuna göre
Batman’da 2001 ve Mayıs 2006 tarihleri arasında kayda geçen toplamda 521 intihar ve intihar
girişiminin 350’sı kadınlara ait.2 Đnsan Hakları Derneği’nin şubelerine yapılan başvurular ile kadın
örgütlerinin yaptıkları araştırma ve basın-yayın organlarında çıkan haber ve makalelerden
yararlanılarak hazırladığı Kadına Yönelik Şiddet Raporu’na göre ise 2005-2011 yılları arasında 4190
kadın, 2011 yılının ilk 8 ayında ise 143 kadın öldürüldü.3 Farklı araştırmaların ve devletin yetkili bir
ağzının ortaya koyduğu rakamlar kadına yönelik şiddette çok can yakıcı bir artış olduğunu ortaya
koymakta; bu rakamlara dayanarak Türkiye’de kadına yönelik şiddetin Mary Anne Warren’ın
terimiyle bir “cinsiyet kırımı” (gendercide) boyutuna, yani “[...] bir cinse ait kişilerin kasıtlı olarak
öldürülmesi” (Warren, 1985: 24) seviyesine ulaştığını söyleyebiliriz.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin farklı boyutlarını kısaca ortaya koyma amacında olan bu
çalışmada ilk önce şiddetin çeşitli değişkenlere göre dağılımı incelenecek, daha sonra ulusal ve
uluslararası yasal düzenlemelere değinilecek, son olarak ise önerilerde bulunulacaktır.
Öğr. Gör., Kocaeli Üniversitesi Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü,
[email protected]
∗
1
Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Yakın Ertürk’ün
Türkiye Ziyaretine Đlişkin Raporu (Report of the Special Rapporteur on Violence against Women,its Causes and Consequences,
Yakin Ertürk, Mission To Turkey), Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, A/HRC/4/34/Add.2. sayılı, 5 Ocak 2007 tarihli rapor,
http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/kadinlara_karsi_siddet/siddet_bm__ozel_raportoru_yakin_erturk_turkiye_z
iyaretine_il.pdf (Erişim: 31.10.2011)
2
A.g.e, dipnot 46
3
Bkz. Đnsan Hakları Derneği Đstanbul Şubesi Kadına Karşı Şiddet Raporu,
http://bianet.org/files/doc_files/000/000/320/original/kad%C4%B1n_cinayetleri_raporu_pdf.pdf (Erişim: 30.10.2011)
50
I. KADINA YÖNELĐK AĐLE ĐÇĐ ŞĐDDET
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) 2008 yılında
gerçekleştirdiği Türkiye’de Kadına Yönelik Aile Đçi Şiddet Araştırması ulusal düzeyde toplanmış
kapsamlı verileri içeren ne yazık ki tek araştırmadır. Araştırma boyunca KSGM tarafından eğitilen
görüşmeciler 24048 hane ziyaret etmiş, 17168’den fazla hanehalkıyla ve yaklaşık 12795 kadınla yüz
yüze görüşmeler gerçekleştirmiş, 6 erkek ve 3 meslek grubuyla toplam 9 odak grup görüşmesi yapmış
ve kadınlarla, anne/kayınvalidelerle, erkeklerle, STK temsilcileri ve meslek sahipleri olmak üzere 64
derinlemesine görüşme gerçekleştirmiştir.4
Araştırmaya göre ülkemizde eşi veya birlikte olduğu kişiler tarafından fiziksel veya cinsel
şiddet gören evli kadınların oranı % 41.9, duygusal şiddet gören evli kadınların oranı ise % 43.9’dur.
(Araştırma şiddeti sadece fiziksel veya cinsel olarak değil, duygusal olarak da karakterize etmiş ve
duygusal şiddeti “eşi veya birlikte olduğu kişi tarafından hakarete uğrama, başkaları önünde küçük
düşürülme, korkutulma veya tehdit edilme, yakınlarına zarar verilmekle tehdit edilme” olarak
tanımlamaktadır.) Bu oran kırsalda kente göre bir miktar daha fazladır. Eğitim seviyesi yükseldikçe
kadının karşılaştığı şiddet de azalmaktadır; yine de araştırma lise ve üzeri eğitim almış kadınların %
27’sinin (neredeyse 10 kadından 3’ünün) yaşamları boyunca eşlerinin cinsel veya fiziksel şiddetine
maruz kaldığını, duygusal şiddet oranlarının ise % 36 ile daha yüksek olduğunu belirlemiştir. Refah
seviyesinin artmasıyla kadının karşılaştığı şiddet arasında yine ters bir orantı vardır5. Türkiye bazında
ise fiziksel, cinsel ve duygusal şiddetin batıdan doğuya gidildikçe arttığı bulunmuştur; Batı Marmara
bölgesi % 26.2 ile en düşük fiziksel ve cinsel şiddet oranına ve %31.7 ile en düşük duygusal şiddet
oranına sahipken Kuzey Doğu Anadolu % 57.1 ile en yüksek fiziksel ve cinsel şiddet oranına ve %
54.7 ile en yüksek duygusal şiddet oranına sahiptir.
Söz konusu araştırma kadınlara eşleri dışındaki kişilerin uyguladığı şiddeti ölçmesi açısından
da oldukça yenilikçidir; araştırma kadınların 15 yaşından önce maruz kaldıkları cinsel istismarı ve 15
yaşından sonra eşleri ve birlikte oldukları kişi dışındakilerden gördükleri şiddeti de araştırmaktadır.
Aaraştırmanın bulgularına göre kadınların 15 yaşından sonra eşleri veya birlikte oldukları kişi
dışındakilerden maruz kaldıkları şiddet en çok kendi ailelerinden gelmektedir; en fazla babalarından
daha sonra annelerinden, ağabeylerinden ve öğretmenlerinden. Kayınvalide veya kayınpeder şiddeti
ise en çok Kuzey Doğu Anadolu’da görülmektedir.6
Bu kapsamlı araştırma ile ilgili bu makale kapsamında vurgulanabilecek son nokta ise
şiddetin normalleştirilmesi ile ilgilidir. “Kadının eşiyle tartışmaması” ifadesine Türkiye genelinde
kadınların % 49.3’ünün, “bazı durumlarda erkeğin eşini dövmesi” ifadesine % 14.2’sinin, “bazı
4
Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.ksgm.gov.tr/tdvaw/doc/Ana_Rapor_Mizan_1.pdf (Erişim: 09.09.2011)
5
Refah endeksinin oluşturulması ve düşük-orta-yüksek refah gruplarıın ne anlam ifade ettiği ile ilgili ayrıntılı bilgi raporun Ek5’inde bulunmaktadır.
6
Bkz. s. 63-67
51
durumlarda çocuğun dövülmesi” ifadesine % 35.3’ünün, “kadının davranışından erkeğin sorumlu
olması” ifadesine % 47.4’ünün, “kadının istemediği halde eşiyle cinsel ilişkiye girmesi” ifadesine ise
% 30.5’inin katılması kadınların yaşadıkları şiddeti normalleştirmeleri açısından dikkat çekicidir.7
II.
CĐNSĐYET
EŞĐTLĐĞĐNĐ
SAĞLAMAK
ĐÇĐN
YAPILAN
ULUSAL
YASAL
DÜZENLEMELER
Türkiye’nin 1999 Kopenhag Zirvesi’nde Avrupa Birliği (AB) üyeliği için aday olarak
gösterilmesi üzerine AB müktesebatına ve Kopenhag kriterlerine uyum çalışmaları çerçevesinde bir
dizi yasa değişikliği kabul edilmiştir. AB’ye uyum sürecinde kadın-erkek eşitliğini ilgilendiren yasa
değişiklikleri arasında en önemlileri Anayasa’daki değişiklikler, yeni Medeni Kanun, Ceza Kanunu ve
Đş Kanunu, Aile Mahkemeleri ve Çocuk Mahkemelerinin kurulması, Ailenin Korunmasına Dair
Kanun ve Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne
(CEDAW)8 ilişkin ihtiyari protokolün onaylanmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda 2001 ve 2004 yıllarında yapılan değişiklikler ile
cinsiyet eşitliği ile ilgili düzenlemeler Anayasa’da yerini almıştır. 2001 değişiklikleri ile Anayasa’nın
41. Maddesi “Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” şeklinde
değiştirilmiştir. 2004’te yürürlüğe giren Anayasa Değişikliği Paketi kapsamında Anayasa’nın 10.
Maddesi “[...] Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçirilmesini
sağlamakla yükümlüdür” şeklinde, 90. Madde ise “ [...] Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak
ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” olarak
değişmiştir. 90. Maddedeki söz konusu değişikliğe göre kadınlarla ilgili her türlü uluslararası
antlaşmaya Türkiye’nin taraf olması halinde, bu antlaşmalar kanun hükmünde sayılacak, iç hukuk ile
bu antlaşmaların farklı hükümler içermesi durumunda ise uluslararası antlaşmaların hükümleri esas
kabul edilecektir.
1998’de kabul edilen Ailenin Korunmasında Dair Kanun’da aile içi şiddet suç olarak
tanımlanmıştır. Kanun’un 1. Maddesinde 2007 yılında yapılan değişiklik ile “üçüncü şahısların
şikâyetine bağlı olarak ve re’sen kovuşturma yapılması”, “şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılması
ve aile bireylerinin yaşadığı eve veya çalıştığı iş yerine yaklaşmaması” önlemlere yer verilmiştir.
Ancak hem Kanun’un lafzı hem de yorumlanması kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali” olarak
7
Bkz. s. 58-60
8
Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women, bir sonraki kısımda daha detaylı ele
alınacaktır.
52
ele almaktan ziyade kadını ailenin bir parçası olarak görmekte, kadına yönelik şiddeti de ailenin
bütünlüğüne dair bir tehlike olarak algılamaktadır.
2002’de yürürlüğe giren Yeni Medeni Kanun, kanuni evlenme yaşını kadın ve erkek için on
yedi olarak belirlemiştir. (Fakat Türkiye’de reşit olma yaşı on sekiz olduğu, Türkiye’nin taraf olduğu
BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde on sekiz yaşına kadar her insanın çocuk kabul edildiği,
CEDAW’ın da yasal evlilik yaşı olarak on sekizi tavsiye ettiği düşünülürse bu durum Türkiye’nin
imzaladığı uluslararası antlaşmalara aykırıdır ve bu antlaşmalara göre çocuk evliliği olarak kabul
edilir.) Yasaya göre hakim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple on altı yaşını doldurmuş
olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Yeni Medeni Kanun ile kimsenin zorla
evlendirilemeyeceği hükmü getirilmiş, “aile reisliği” kavramını kaldırmış, kadına kocasının soyadı ile
birlikte kendi soyadını kullanabilme hakkı tanınmış, eşlerin çalışmak için birbirlerinin iznini
almalarına gerek olmadığı belirtilmiş, aile cüzdanı gösterilmeden dini nikah yapılamayacağı hükmü
getirilmiş, eşlere konut seçimi, çocuklara ilişkin konularda ve boşanma durumunda mal paylaşımında
eşit haklar tanınmıştır.
2005’te yürürlüğe giren Ceza Kanunu ile cinsel suçlar kişiye karşı işlenen suç olarak kabul
edilmiş ve ceza oranı ağırlaştırılmış, kadın/kız ayrımı kalkmış, ancak çocukların cinsel istismarı
konusunda Ceza Kanunu “çocuk” olarak on beş yaşının altındakileri kabul etmiş, evlilik içi tecavüz
suç sayılmış, birden fazla evlilik yasaklanmış, resmi nikah yapmadan dini nikah yapan veya
yaptıranlara cezai yaptırımlar getirilmiş, kaçırılan veya alıkonulan kişi ile kaçıran veya alıkoyan
kişinin evlenmesi durumunda cezanın silinmesi ortadan kalkmış, töre cinayetlerine ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezası getirilmiştir. Fakat hakimlerin yeni Ceza Kanunu’nu yorumlarken cinayetlerin
tahrik altında işlendiğine dair veya sanığın iyi haline ilişkin kararları nedeniyle töre cinayetleri
faillerine çoğu kez ceza indirimi yapılmıştır; Kanun bu yolun önünü kapatmamaktadır.
2003’te yürürlüğe giren Đş Kanunu’na göre işçi – işveren ilişkisinde cinsiyet dahil hiçbir
nedenle temel insan hakları bakımından ayrım yapılamayacağı belirtilmiş, eşit işe eşit ücret prensibi
benimsenmiş, hamilelik ya da doğum ve süt izinleri nedeniyle kadın işçilerin işten çıkartılamayacağı
hükmü getirilmiş, doğum izni AB standardı olan 16 haftaya çıkarılmıştır. Böylece çalışma hayatında
yaygın olan kadın hakları ihlallerini önleyici ve kadının istihdama katılımını artırıcı düzenlemeler
getirilmiştir.
III. TÜRKĐYE’NĐN TARAF OLDUĞU ULUSLARARASI ANTLAŞMALARDA KADIN ERKEK EŞĐTLĐĞĐ
Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi
(CEDAW)
1979 yılında BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen sözleşme, kadın haklarının evrenselliğine
ve bu hakların her kadına tanınması temeline dayanmaktadır. Kadın hakları her kadının “ insan
53
hakkı”dır ve dünyanın her yerindeki kadınlar için aynıdır. Kadına karşı ayrımcılık ise dünyanın her
yerinde mevcuttur. Sözleşmenin 1. Maddesi ayrımcılığı “ […] siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel,
kişisel veya diğer alanlardaki kadın ve erkek eşitliğine dayanan insan haklarının ve temel
özgürlüklerin, medeni durumları ne olursa olsun kadınlara tanınmasını, kadınların bu haklardan
yararlanmalarını veya kullanmalarını engelleme veya hükümsüz kılma amacını taşıyan veya bu
sonucu doğuran cinsiyete dayalı her hangi bir ayrım, dışlama veya kısıtlama” olarak tanımlar.
Bu Sözleşme’ye taraf olan devletler ayrımcılığın her biçimini ortadan kaldırmak için kadın-erkek
eşitliği prensibini ulusal yasa ve mevzuatlarına dahil etmeli, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel
tedbirleri almalıdır. Antlaşmanın 5. Maddesine göre “her iki cinsten birinin aşağı veya üstün olduğu
veya erkekler ile kadınların basma kalıp rollere sahip oldukları düşüncesine dayanan bütün önyargılar
ve gelenekler ile her türlü uygulamayı tasfiye etmek amacıyla erkeklerin ve kadınların sosyal ve
kültürel davranış tarzlarını değiştirmek” taraf devletlerin görevleri arasındadır. Kadınlara karşı
ayrımcılık hiçbir kültür, gelenek, veya kültürel çeşitlilik olarak doğrulanamaz.9
CEDAW’da ifade edilen bir başka önemli husus ise kadına karşı ayrımcılığın yok edilmesi ve
kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ilkelerinin yalnızca hukuki değişiklikleri içeren kamusal alanda
değil, aile ve evlilik ilişkileri bağlamında da geçerli olması gerektiğidir. Yani CEDAW’a taraf olan
devlet kadına karşı ev içi şiddeti önlemekle her açıdan yükümlüdür.
Türkiye, 1985 yılından beri CEDAW’a taraftır. Bu durumda Türkiye’nin bu tarihten itibaren
kadını şiddete karşı koruyacak ve her türlü ayrımcılığı engelleyecek yasaları AB reformlarını
beklemeden çıkartmış olması gerekirdi. Yine CEDAW’a taraf bir ülke olarak 1998’de kabul edilen
Ailenin Korunmasına Dair Kanun’daki vurgunun aileden ziyade bir birey olarak kadını şiddetten
korumak üzerinde olması gerekirdi. Ancak ilgili düzenlemeler CEDAW dikkate alınarak
gerçekleştirilmedi.
Kadınlara Yönelik ve Ev Đçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa
Konseyi Sözleşmesi
Kadınlara Yönelik ve Ev Đçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi
Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de Đstanbul’da Türkiye dışında 12 Avrupa Konseyi üyesi tarafından
imzalandı ve şu anda 18 ülke Sözleşme’ye taraftır.10 Sözleşme Đstanbul’da imzalandığı için
uluslararası hukukta Đstanbul Sözleşmesi olarak anılmaktadır. Türkiye Sözleşme’yi 26 Kasım 2011’de
9
Antlaşmanın tam metni için bkz. http://www.un.org/womenwatch/daw/cedaw/text/econvention.htm, Erişim: 01.12.2011
10
10 Ocak 2012 itibariyle, Avrupa Konseyi internet sitesine göre taraf devletler Almanya, Arnavutluk, Avusturya, Finlandiya,
Fransa, Đspanya, Đsveç, Đzlanda, Karadağ, Lüksemburg, Makedonya, Norveç, Portekiz, Slovakya, Slovenya, Türkiye, Ukrayna
ve Yunanistan. Bkz. http://www.conventions.coe.int/Treaty/Commun/ChercheSig.asp?NT=210&CM=1&DF=&CL=ENG
54
TBMM’de onaylamıştır. Sözleşmenin yürürlüğe girebilmesi için en az 10 ülkenin parlamentolarında
onaylayıp yürürlüğe sokmaları gerekmektedir.
Đstanbul Sözleşmesi, kadınlara yönelik şiddeti insan hakkı ihlali olarak tanımlamaktadır, bu
açıdan da devrimci bir metindir. CEDAW’dan bir adım daha ileri bir metindir; çünkü Sözleşme’ye
taraf olan devlet kadına yönelik şiddetin eşitsizlikten kaynaklandığını kabul etmiş olmaktadır ve
devletlere ev içi şiddeti önlemede özel yükümlülükler getirilmektedir.
Sözleşme, “şiddet”in tanımında geniş bir kapsam getirmektedir. Sözleşme şiddeti, sadece fiziksel
veya cinsel değil aynı zamanda ekonomik ve psikolojik olarak tanımlamaktadır ve kadınlara yönelik
şiddet türleri arasında, cinsel şiddet ve tecavüz ve cinsel taciz yanında, “musallat” olma (stalking),
zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla çocuk düşürtme, zorla kısırlaştırma ya da bunlara teşebbüs etme
gibi davranışlar da belirtilmektedir (33-40. Maddeler).
Sözleşme’nin hazırlanmasında Türkiye’yi temsil eden Prof.Dr.Feride Acar, Sözleşmenin temel
prensibinin 4P; yani şiddetin önlenmesi (prevention), şiddet mağdurunun korunması (protection),
şiddet
olayının
belirtmektedir.
kovuşturulması
(prosecution)
ve
politika
belirlenmesi
(policy)
olduğunu
11
Kadınlara yönelik şiddet davranışlarını sözde “namus” gerekçesi ile mazur gösterilemeyeceğini
belirten Sözleşme, namus adına işlenen suçların bir çocuk tarafından işlenmesi durumunda da cezai
sorumluluğun azalmaması için taraf devletleri yasal ve diğer tedbirleri almaya zorlamaktadır:
Taraf Devletler, bu Sözleşme kapsamında yer alan şiddet eylemlerinden herhangi birinin
gerçekleşmesini takiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, örf ve adet, gelenek veya sözde
“namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken yasal
veya diğer tedbirleri alır. Bunlar arasına, özellikle, mağdurun, kültürel, dinî, toplumsal ya da
geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını ve âdetlerini ihlal ettiği iddiaları da
dâhildir.
Taraf Devletler, herhangi bir kişinin bir çocuğu 1. fıkrada bahsedilen eylemlerden herhangi
birini işlemeye tahrik etmiş olmasının söz konusu kişinin gerçekleştirilen eylemlerle ilgili
cezai sorumluluğunu azaltmamasını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır.
Sözleşme ile taraf devletler şiddetin her türlüsünü (savaş ve silahlı çatışma zamanlarında bile)
önlemeye yükümlü kılınmışlardır. Devletler, herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesinden önce
kadınları korumakla, kısıtlama ve koruma kararları alınması ve acil durumda uzaklaştırma kararı
alınması için gerekli yasal ve ilgili her türlü düzenlemeyi yapmakla, yeterli sayıda sığınma evi ve ilgili
çağrı merkezleri kurmakla, şiddet mağduru kadınlara ise hukuki yardım sağlamakla yükümlüdürler.
11
CEDAW Sivil Toplum Yürütme Kurulu tarafından düzenlenen, Prof. Dr. Feride Acar’ın Kadınlara Yönelik ve Ev Đçi Şiddetin
Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni anlattığı 3 Haziran 2011 tarihli toplantı.
55
Türkiye’de öldürülen kadınların koruma talebine ilgili makamların olumsuz yanıt verdiği
düşünülürse Sözleşmenin kısıtlama ve koruma kararlarını düzenleyen 53. Maddesi büyük önem
taşımaktadır. Taraf Devletler bu Sözleşmenin kapsamına giren bütün şiddet biçimlerinin
mağdurlarının uygun kısıtlama veya koruma kararlarından yararlanmasını sağlamak üzere gereken
yasal veya diğer tedbirleri almakla yükümlüdürler. Taraf devletler, bu kısıtlama veya koruma
kararlarının:
“- acil koruma sağlamaya yönelik olmasını ve mağdura gereksiz mali veya idari külfet
doğurmamasını;
-
belirli bir süre için ya da değiştirilene ya da kaldırılana kadar geçerli olmasını;
-
gerekli olduğunda hemen etki yaratacak şekilde nizasız (ex parte) alınmasını;
-
diğer yargı süreçlerini dikkate almaksızın ya da bunlara ek olarak alınmasını;
-
daha sonra başlatılacak yargı süreçlerine dahil edilmesini sağlamak üzere gereken yasal veya
diğer önlemleri alır.”
Taraf devletler, Sözleşme ile, mağdurların iç hukuk kurallarının öngördüğü koşullar altında
hukuki yardım ve ücretsiz adli yardım alma hakkını temin eder (Madde 57); statüsü ve ikametine
bakılmaksızın şiddet mağdurlarının hayatlarının risk altında olabileceği ya da işkenceye veya insanlık
dışı muameleye veya cezalandırılmaya maruz kalabilecekleri hiçbir ülkeye hiçbir durum altında iade
edilmeyeceklerini güvence altına almak üzere gereken yasal veya diğer önlemleri alırlar (Madde 61);
kadın erkek eşitliği, kalıplaştırılmayan toplumsal cinsiyet rollerini, karşılıklı saygıyı, kişiler arası
ilişkilerde şiddetten kaçınma temelinde çatışma çözümünü, kadına yönelik cinsiyete dayalı şiddet ve
kişisel bütünlük hakkı meselelerinin resmi müfredat içerisinde ve eğitim sürecinin her düzeyinde
öğrencilerin gelişim kapasitelerine uygun olarak öğretim materyallerinin içerisine dâhil edilmesi için
uygun olan durumlarda gerekli adımları atarlar (Madde 14). Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddete
karşı uzman eylem grubu Sözleşme’nin taraf devletlerce uygulanmasını izleyecektir (Madde 66).
Türkiye’de bu tarihten itibaren alınacak yasal önlemler Đstanbul Sözleşmesi’ne uygun olmak
zorundadır. Oysa ülkemizde şu sıralarda hazırlanmakta olan Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten
Korunmasına Dair Yasa Taslağı bazı açılardan Sözleşme’nin gerisinde kalmıştır. Örneğin,
Sözleşme’nin ev içi şiddetten kastı ise sadece evli olanlar arasındaki şiddet değil, boşanma, birlikte
yaşama veya herhangi bir ilişki içinde olan kadının korunmasıdır. Nitekim Avrupa Đnsan Hakları
Mahkemesi’nin içtihadına göre kadın-erkek arasında de-facto birliktelik varsa, kadın şiddet mağduru
kabul edilir. Ancak ülkemizde yeni yasa taslağının kapsamı “şiddete uğrayan veya şiddete uğrama
tehlikesi bulunan; kadınların, çocukların, eşlerin, nişanlıların, yakın ilişki içinde yaşayanların,
nişanlılık veya evlilik birliği ya da beraberliği herhangi bir sebeple sona ermiş olan bireylerin veya
diğer aile bireylerinin, tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişileri” kapsamakta iken “yakın ilişki
içinde olanlar” ifadesi taslaktan çıkarılmıştır. Ayrıca, yukarıda belirtildiği gibi Đstanbul
Sözleşmesi’nde kadını şiddetten koruma şikayete bağlı değildir. Ancak yeni yasa taslağı bu yönde bir
56
hüküm içermemektedir. Đstanbul Sözleşmesi’nin 48. Maddesi taraf devletleri Sözleşme’nin kapsamına
giren bütün şiddet biçimleriyle ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere zorunlu
alternatif çatışma çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri almakla
yükümlü kılmıştır. Ancak yeni yasa taslağı, şiddet mağduru ile faili arasında hakimin arabuluculuk
yapmasına imkan vermektedir.12
IV.
AVRUPA ĐNSAN HAKLARI MAHKEMESĐ’NĐN OPUZ KARARI
Nahide Opuz 1995′te resmi olarak evlendiği ve daha önce imam nikahlı yaşadığı eşi
H.O.’nun tehdit edici davranışlarına ilişkin olarak makamlara ihbar edilen dört ayrı olayı
gerçekleşmiştir. Nahide Opuz ve annesi H.O. tarafından bıçakla yaralanmış, üstlerine araba
sürülmüştür. Bu olayların ardından her iki kadın da tıbben yaşamlarını tehlikeye düşüren yaralamalara
maruz
kaldığı
yönünde
rapor
almıştır:
H.O. aleyhine ölüm tehditleri, güncel, ciddi ve acı veren bedensel zarar ve öldürme girişimi nedeniyle
ceza takibi başlatılmıştır. Bıçakla yaralama olayında delil yetersizliğinden kovuşturma yapılmamasına
karar verilmiştir. H.O. iki kez tutuklanıp devam eden duruşmalarda serbest bırakılmıştır.
Nahide Opuz
ve annesi bu yargılamaların her birinde H.O. tarafından tehdit edildikleri için
şikayetlerini geri almışlar, Ceza Kanununun 456/4 hükmüne göre şikayete bağlılık nedeniyle
kovuşturmaya devam edilmemiştir. Araba ile ezmeye ilişkin yargılamada H.O. üç ay hapse mahkum
edilip cezası sonra para cezasına çevrilmiştir.
29 Ekim 2001′de Nahide Opuz yedi kez H.O. tarafından bıçaklanmış ve hastaneye
götürülmüştür. H.O. bıçak yarası nedeniyle yargılanmış, sekiz taksit halinde ödeyebileceği 840.000
TL para cezası verilmiştir. Nisan 1998′de, Ekim ve Kasım 2001, Şubat 2002′de Nahide Opuz ve
annesi, H.O.’nun tehditleri ve saldırıları hakkında soruşturma makamlarına şikayette bulunmuş,
yaşamlarının hâlen tehlikede olduğunu belirtip H.O.’nun tutuklanmasını ve hakkında hemen dava
açılmasını istemiştir. Bunun üzerine H.O. sorgulanmış, ifadesi alınmış ve serbest bırakılmıştır.
Sonunda 11.3.2002′de kızıyla Đzmir’e taşınmaya karar veren anne nakliye kamyonunda
seyahat ederken H.O. kamyonu kenara çekmeye zorlamış, yolcu kapısını açarak ateş etmiştir.
Başvuranın annesi hemen ölmüştür. Mart 2008′de H.O. cinayet ve ruhsatsız silah taşımaktan dolayı
suçlanmış ve yaşam boyu hapse mahkum edilmiştir. Ancak temyiz yargılaması süresince serbest
kalmıştır.
Bu sırada Nahipe Opuz ile H.O. boşanmışlar, Nisan 2008′de Nahide Opuz, H.O. hakkında
başka bir şikayette bulunmuştur, eski eşinden korunması için önlemler alınmasını istemiştir. Mayıs ve
12
Ayrıntılı bilgi için bkz. Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı; Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı internet sayfası http://www.aile.gov.tr/upload/mce/mevzuat/siddet_yasa_tasarisi.pdf , Erişim: 08.01.2012
57
Kasım 2008′de Opuz’un temsilcisi AĐHM’yi hiçbir önlem alınmadığı yönünde bilgilendirmiş ve
mahkeme bir açıklama istemiştir.13
Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi, 2009 yılında verdiği kararında Türkiye’nin Avrupa Đnsan
Hakları Sözleşmesi Madde 2 – yaşam hakkı (yerel makamlara defalarca başvurulmasına rağmen
H.O.’nun Opuz’un annesini öldürmesi nedeniyle), Madde 3- eziyet ve insanca olmayan davranışların
yasaklanması (makamların H.O.’nun hukuka aykırı ve sömürücü davranışına karşı başvuranı
korumamasından dolayı) ve Madde 14 – ayrımcılığın yasaklanması (Opuz ve annesinin toplumsal
cinsiyet temelinde ihlale maruz kalmalarından dolayı) maddelerini ihlal ettiğine karar vermiş,
Sözleşme’nin salt giderim prensibine göre Türkiye’nin Opuz’a 36.500 Avro ödemesine hükmetmiştir.
Mahkemenin Opuz kararı Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi’nin aile içi şiddet konusunda
uygulanmasında bir dönüm noktasıdır. Kadının devlet şiddetine maruz kaldığı bir çok durumda
AĐHM’nin kararları mevcuttur, fakat Mahkeme aile içi şiddetle ilgili konulara müdahale ederken
temkinlidir. Opuz kararında ise Mahkeme, Opuz’un yaşadığı şiddet olaylarını toplumdaki geniş bir
cinsiyet eşitsizliğinin yansıması olarak görmüş, devletleri de kadını şiddetten koruma konusunda
yükümlü kılmıştır. Opuz kararı ile aile içi şiddetin eziyet ve insanca olmayan davranışların
yasaklanması hükmüne aykırılık taşıdığı ifade edilmiştir. Ayrıca, belki de en önemlisi, devletin kadını
aile içi şiddetten kasten olmasa da koruyamaması, ayrımcılığın yasaklanması ilkesinin ihlalidir.
Opuz kararı ile aile içi şiddet mağdurlarının kendilerini korumayan ülkelerine karşı AĐHM’ye
gitme yolu açılmış oldu. Devletler için ise belki Đstanbul Sözleşmesi’nin onaylamak / uygulamak ve
kadının korunmasını sağlayacak kanuni düzenlemelerin yapılması için bir teşvik , fakat en önemlisi
ayrımcılığın ve kadına karşı şiddetin önlenmesinin kamusal alan – özel alan ayrımı yapmadan
devletlerin sorumluluğunda olduğunun bir ifadesidir.
V.
SONUÇ YERĐNE: KADINA KARŞI ŞĐDDET NASIL ÖNLENEBĐLĐR?
Kadını şiddetten koruyabilmek için öncelikle kadını ailenin bir parçası olarak değil, bir birey
olarak görmek gereklidir. Kadının “insan haklarının” annelik veya eş olmak ile ilgisi olmadığı
vurgulanmalıdır. Kadına karşı şiddeti önleyebilmek için sivil toplum örgütleri büyük bir mücadele
içindeler. Fakat sadece sivil toplum bazında değil, ulusal düzeyde bir politika oluşturmalı ve hem yasa
koyucunun hem de yasaları uygulayanların aynı dili konuşması sağlanmalıdır. Kadın ve Aile
Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Yasa Taslağı böyle bir imkanı bize vermektedir. Đstanbul
Sözleşmesi’nin hayata geçmesi için yeni bir yasa tasarısını daha beklemek yerine hükümet bunu bir
fırsat olarak görebilir.
Birinci bölümde verilen istatistikler gelir dağılımı ve eğitim düzeyi ile şiddetin yakından
ilişkile olduğunu göstermişti. Gelir dağılımının düzeltilmesi ve eğitim seviyesinin yükseltilmesi
hükümetin politika öncelikleri arasında olmalıdır. Erken evlilikler ise cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren
13
Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.kahdem.org.tr/?p=234, Erişim: 31.10.2011
58
bir başka unsurdur. Uçan Süpürge Kadın Đletişim ve Araştırma Derneği’nin “Çocuk Gelinler: Yıkıcı
Gelenekler ve Ataerkil Sosyal Mirasın Mağdurları” araştırma sonuçlarına göre Türkiye’de 4 milyona
yakın çocuk gelin bulunmaktadır. On sekiz yaş altı evlilik oranları Türkiye’de Orta ve Doğu
Anadolu’da %38-40 civarında, Diyarbakır’da ise %50’lerde seyretmektedir. Medeni Kanun’daki
erken evliliği kolaylaştıran maddenin kaldırılması, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması kadının
uğradığı şiddeti azaltacaktır.
Kadının şiddete karşı bilinçlenmesini sağlayacak TV programları yapılmalı, medya bilinç
yayma aracı olarak kullanılmalıdır. Türk televizyonlarında, özellikle TV dizilerinde ve gündüz kuşağı
kadın programlarında kadının basmakalıplaştırılması çokça göze çarpan bir durumdur. Bir takım
dizilerin reklamları ise kadın oyuncuların tecavüz sahnelerini kullanarak yapılmış, milyonlarca kişi
dizilerin tekrarları ile birlikte aynı şiddet sahnelerini izlemişti. Bu durumda medyanın zihniyetinin
değiştirilmesi ve şiddeti engellemek için bilinçli programlar yapılması gerekmektedir.
Şiddetin önlenmesi yine bu konuda sağlıklı bilimsel çalışmalar yapılması ile olacaktır.
Üniversitelerde bu konuda daha fazla doktora tezleri yaptırılmalı, cinsiyet, ekonomik durum, bölgeler
bazında sağlıklı istatistikler elde edilmeli ve bu istatistiklerin periyodik olarak tekrarlanması
sağlanmalıdır.
Şiddet konusu, çok aktörlü bir çözüm gerektirmektedir. Yerel yönetimler, belediyeler,
muhtarlıklar, sağlık görevlileri, polisler, öğretmenler, adli makamlar hatta müftülükler bu konuda
bilinçlendirilmeli, kamu görevlilerinin duyarlılıkları artırılarak halkın bilinçlenmesi sağlanmalıdır.
KAYNAKÇA
BASILI KAYNAKLAR
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü,
ICON-Institut Public Sector GmbH and BNB Danışmanlık (2009), Türkiye’de Kadına Yönelik Aile
Đçi Şiddet Araştırması 2008
WARREN, Mary Anne (1985), Gendercide: The Implications of Sex Selection, Rowman & Littlefield
Publishers
ĐNTERNET KAYNAKLARI
Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Yakın Ertürk’ün
Türkiye Ziyaretine Đlişkin Raporu (Report of the Special Rapporteur on Violence against Women,its
Causes and Consequences, Yakin Ertürk, Mission To Turkey), Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,
A/HRC/4/34/Add.2.
sayılı,
5
Ocak
2007
tarihli
rapor,
59
http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/kadinlara_karsi_siddet/siddet_bm__ozel_raportor
u_yakin_erturk_turkiye_ziyaretine_il.pdf
CEDAW, http://www.un.org/womenwatch/daw/cedaw/text/econvention.htm
Đnsan
Hakları
Derneği
Đstanbul
Şubesi
Kadına
Karşı
Şiddet
Raporu,
http://bianet.org/files/doc_files/000/000/320/original/kad%C4%B1n_cinayetleri_raporu_pdf.pdf
Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı; Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı internet sayfası http://www.aile.gov.tr/upload/mce/mevzuat/siddet_yasa_tasarisi.pdf
Opuz Kararı, http://www.kahdem.org.tr/?p=234
60
ERADICATION OF GENDER BASED VIOLENCE THROUGH ECONOMIC
EMPOWERMENT OF RURAL WOMEN: A CASE STUDY OF BAHAWALPUR DISTRICT.
Muhammad Azam Khan∗
Sumara Ishaq*
Ansar Abbas*
Abstract:
Women empowerment is the most recent approach, articulated by third world women, its purpose is to
empower women economically through greater reliance and to eliminate the gender based violence.
Focus area of this research paper is District Bahawalpur, Punjab Province, Pakistan. Mostly people
depend upon the agriculture. This district consists upon 48% women and 52% men’s population. The
first section of this paper explains the economic status of the rural women who are the 47.37% of rural
population. Women are the main element of economic growth in rural areas. Women work in fields,
take care of cattle, make handicraft in their houses and many more. But due to the social construction
and norms of society women are the most oppressed group, always deprived of economic strengths.
The next portion of our paper explains how the men give all credit and economically strengthen
themselves. From here, the gender based violence starts. Finally our research paper concludes the
gender based violence in rural areas of Bahawalpur District and the steps to eliminate this gender
based violence taken by the Govt. of Pakistan and the role of international agencies.
Keywords: Eradication, Gender Based Violence, Rural Women, Economic Empowerment, Case
Study.
__________________________________________
Introduction
This publication is a result of a research exercise carried out to understand and document the
evaluation or to check the response of the rural developmental programs of Bahawalpur Rural
Development Project (the combined program of The Government of the Punjab and the Asian
Development Bank (1997- 2007) in which The Bahawalpur Rural Development Project awarded the
different projects in the rural areas of Bahawalpur to increase the economic conditions of rural people
∗
The Islamia University of Bawalpur
61
especially the women of rural areas of Bahawalpur, and locate the indicators which create the gender
based violence in the rural area of Bahawalpur. According to The National Census of Pakistan 1998,
only 11540 females (01%) of rural population of Bahawalpur District were involved in economic
activity and an estimated census of Punjab Development Statistics as on 31 December 2011, only
11280 females (01%) were involvolved in economic activity. The word economic activity denotes
their participation in jobs, enterprise or owns the business in terms men do involve. But due to cultural
constraints, i.e. understanding about women’s work, bread wining as men’s prime role, women always
remains at the periphery in terms of economic empowerment. If rural women try to get economic
empowerment, she always suffers from gender based violence. According to “Women Empowerment
in Pakistan” A Scoping Study by Aurat Foundation and USAID 2011,
While it is difficult to derive a singular overarching meaning of empowerment from the vast literature
on the subject, the following elements of women's empowerment may be derived from the existing
literature:
•
Economic empowerment, which includes women's land rights, livelihoods and labor in the
formal and informal sectors;
•
Social empowerment, which includes equal access to education and health care for women;
and,
•
Political empowerment, which includes women's representation on elected bodies.
Research Methodology:
For the present research, the mixed-methods were applied because these methods allow the researcher
to gain in-depth understanding of the real issues than any single research method could provide. The
qualitative research method (in-depth interviewing) fostered the researchers to explore the hidden
issues. Simultaneously, the quantitative research approach helped the researchers to capture the effects
of broader attitudes, experiences and perceptions affecting women income level and opportunities to
work that make women vulnerable of gender based violence. The semi-structured interviews and
quantitative research questions were formulated based on the literature reviews and scope of the study.
The questions were reviewed and revised in several rounds, based on the feedback received from
literature reviewed, to ensure the validity and reliability of research tool. The target area of this
research is those villages in which the Bahawalpur Rural Development Project worked, these are 45
selected villages. 10 questionnaires were filled per village. The total questionnaires were 450 from
randomly selected households while the 50 questionnaire were filled from 05 villages on random
basis, where the Bahawalpur Rural Development Project did not award any project for economic
stability of women, to compare the economic empowerment of women. The purposive sampling or
62
theoretical sampling by using criterion sampling strategy was used to select the interview participants.
Therefore it is important to identify their attitudes, knowledge, perceptions and experience in
designing, developing, implementing, maintaining and supporting the questionnaires. Even though the
sample for the interviews was relatively small, it is acceptable sample size. The interview
participations to this study were voluntary and obtained initial permission from individual
participants. The participants were scheduled for one-on-one interviews. The area focused in this
study had high poverty concentration. Over 55 % population was living below the poverty line. The
high level of poverty is also closely linked with number of motivations for gender based violence. It
was essential study to gauge the real issues and give recommendations to minimize the existing level
of violence incidences in the study area. It is a highly desired to conduct a comprehensive study on the
subject to facilitate the implementing and other agencies involved in combating gender based
violence.
History of Bahawalpur:
Bahawalpur City was founded in 1748 by Nawab Bahawal Khan Abbasi I, whose descendants ruled
the area until it joined Pakistan in 1954. The princely state of Bahawalpur was one of the largest states
of British India and was last ruled by Nawab Sir Sadiq Khan Abbasi V, who decided to join Pakistan
after its independence. Bahawalpur city was formerly the capital of the state and now is the District
and Divisional Headquarters of Bahawalpur Division. The royal house of Bahawalpur is said to be of
Arabic origin and claims descent from Abbas, progenitor of the Abbasid Caliphs of Baghdad and
Cairo. Sultan Ahmad II, son of Shah Muzammil of Egypt left that country and arrived in Sindh with a
large following of Arabs in 1370 A.D. He married a daughter of Raja Rai Dhorang Sahta, receiving a
third of the country as a dowry. Amir Fathullah Khan Abbasi, a recognized ancestor of the dynasty,
conquered the Bhangar territory from Raja Dallu, of Alor and Bahmanabad, renaming it Qahir Bela.
Chani Khan Abbasi entered the imperial service and gained appointment as a Panch Hazari in 1583.
At his death, the leadership of the tribe was contested between two branches of the family, the
Daudputras and the Kalhoras. Daud Khan, the first of his family to migrate to and rule Bahawalpur,
then left Sindh where he had opposed the Afghan Governor of that province and was forced to flee.
The Abbasi-Daudputras, who later ruled the state for more than two centuries, are the heirs of Amir
Daud Khan Abbasi. The tribe assumed independence during the decline of the Durrani Empire. The
mint at Bahawalpur was opened in 1802 by Nawab Bahawal Khan II with the permission of Shah
Mahmud of Kabul. The first treaty with Bahawalpur was negotiated in 1833, the year after the treaty
with Ranjit Singh for regulating traffic on the Indus. It secured independence of the Nawab within his
own territories, and opened up the traffic on the Indus and Sutlej. During the first Afghan War, the
Nawab assisted the British with supplies and allowing passage and in 1847-8 he co-operated actively
with Sir Herbert Edwards in the expedition against Multan.
63
For these services he was rewarded by the grant of the districts of Sabzalkot and Bhung, together with
a life-pension of a lakh rupees. In 1863 and 1866 insurrections broke out against the Nawab who
successfully crushed the rebellions; but in March, 1866, the Nawab died suddenly, not without
suspicion of having been poisoned, and was succeeded by his son, Nawab Sadiq Khan IV, a boy of
four. The Nawab attained maturity in 1879, and was invested with full powers, with the advice and
assistance of a council of six members. During the Afghan campaigns (1878-80) the Nawab placed the
entire resources of his State at the disposal of the British Government, and a contingent of his troops
was employed in keeping open communications, and in guarding the Dera Ghazi Khan frontier. On
his death in 1899 he was succeeded by Bahawal Khan V, a minor who attained maturity in 1900, and
was invested with full powers in 1903. The Nawab of Bahawalpur was entitled to a salute of 17 guns.
The Abbasi family ruled the State for more than 200 years (1748 to 1954). During the rule of the last
Nawab Sir Sadiq Khan Abbasi V, Bahawalpur State was merged with Pakistan in 1954. Nawab family
was however given special privileges by the government of Pakistan. Bahawalpur is one of the largest
districts of the Punjab covering an area of 24,830 sq.km. [Tahir Mehdi, Profile of District Bahawalpur
2009]
Population of Bahawalpur District:
Bahawalpur District consists of five Tehsils i.e. Bahawalpur, Ahmadpur East, Hasilpur, Khairpur
Tamewali and Yazman. Total villages/ Mozaz are 1216. According to the 1998 national census of
Pakistan which reported the population census organization of Pakistan, the population of Bahawalpur
District was 2433091 persons, male population was 1278775 persons (52.56%) and female population
was 1154316 persons (47.44 %), urban population was 665304 (27.34 %) and rural population was
1767787 (72.66 %). The rural male population was 929149 persons (52.56%) and female population
was 838638 persons (47.43%). The estimated rural population of Bahawalpur District as on 31
December 2011 is 3277000 persons, urban population is 896000 persons (27.34%) and rural
population is 2381000 persons (72.66%). Rural male population is 1251454 persons (52.56%) and
rural women population is 1129546 (47.44%). [Punjab Development Statistics 2011]
64
Table 1.1;
Total Population of Bahawalpur District As On
1998 and 2011
3500000
3000000
2500000
2000000
Total Population
1500000
Urban
1000000
Rural
500000
0
Persons
Persons
As on 1998
As on 2011
[Punjab Development Statistics 2011]
Table 1.2;
Total Rural Sex Ratio of Bahawalpur District
As On 1998 and 2011
2500000
2000000
1500000
Total Rural
Population
1000000
500000
0
Persons
Persons
As on 1998
As on 2011
[Punjab Development Statistics 2011]
65
Sources of economic empowerment of rural women of Bahawalpur District:
The rural women of Bahawalpur District are involved in different activities, some activities are lying
in their so called responsibilities of child rearing and caring the elderly members and remaining
activities are called their duty being the member of male dominant family and poor economic
condition of their households. We divided the work of women into two main categories one is unpaid
work and second is paid work.
66
Table 2.1;
Sources of economic empowerment of rural women
of Bahawalpur District:
Table 2.2;
Percentage Division of Work of Rural Women
Women Work Chart
Household Work
2%
17%
10%
15%
SSI Work
Male Helping Women in
Fields
56%
Teaching
Minor & Ealderly
Women
67
Explanation of chart [Table 2.2]:
According to the research findings 17% of women population in rural areas of Bahawalpur is minor
and elderly women who do not perform any specific work including the women of the landlord
families of that community. The remaining 83% are engaged in different work. The large portion of
rural population
ation which is 56% is engaged in helping their males who worked in their small fields or
worked as labourer in their landlord’s fields. These women work with their men in fields such as
“THINING”, “HOEING”,
”, watering the fields, fertilizing, grass cutting aand
nd at the end cotton picking in
cotton season. In wheat season they have practice same till the cutting wheat. A very small percentage
02% of women who are minimum matriculation and adopt the profession of teaching either in
Government or private schools oorr give education to the children of that very villages at their home. In
response to their struggle to educate the children at their home they earn a very nominal amount on the
name of tuition fee which they give it to her mother or her father to contribut
contributee in daily expenditures of
their families.
The next upper ratio of those women who worked within their home boundaries. According to our
research they are almost 10% of rural women population of Bahawalpur District. Such women’s
responsibilities are to takee care of children, fooding and keep the house clean. Endevoring the whole
hectic day, in the evening when their males come back, they are awarded no comments because of our
societal structure in which the women are born for only work even not for some words
wor of
appreciation.
Table 3.0:
Gender Biased Profit Division of Rural Women Work
Middle Man
62.5%
•Total Cost of
Production Rs.
800.
•Producer sale
to Middle
Producer
man Rs. 1000.
25%
•Middle man
sale to
Retailer Rs.
1500.
•Retailer sale
to End user
Rs. 2200.
Retailer
87.5%
68
Explanation of chart [Table 3.0]:
From last one and half decade The Government and International agencies are introducing some
awareness program regarding the economic empowerment of rural women. The Bahawalpur Rural
Development Project awarded some small scale infrastructures such as vocational centers in villages.
In which women were given different trainings such as carpet waving, handy looms, handy crafts,
stitching and embroidery work to strengthen their economic empowerment. The population of such
women is 15% of rural women population and it is gradually increasing. When we asked some women
that how they sale their work in the market 95% women’s answer was that their males helps them to
sale their work. We took the estimated cost and profit ratio of their product then compared with the
sale price in the local market of Bahawalpur.
Findings:
Although, women are the important contributing part of economy in the rural area of Bahawalpur
District but unfortunately, they always face gender based violence. According to our findings the
gender based violence is the main hindrance in women economic empowerment. Women take part in
economic activities but due to norms and social construction they are dependent on men, if they try to
become independent in economic activities, there is always men who stop their ways of economic
empowerment. As mentioned in above data that if a girl took tuition at their home, the income from
this tuition contributes in family expenditures and she remains penniless again, if she worked with
their men in fields, at the end men hold all her labour with words “you need not to use a penny
because I am giving you all that you need”. We concluded during this research that that woman who
look after their Children, cattle, and home this is also the financial support of their men but again they
ignored.
Those woman who work openly to empower themselves, the activities they engaged in that are
mentioned above are in small scale economic struggle, never develop the capacity of women to take
their independent economic decisions and in this way women become the victims of gender based
discrimination because they have not opportunity or permission from their men to go to market and
sale their products. Men who sell the products to market or act as the middle men collect all products
from their homes and supply in the market as mention in the table of profit division of producer to end
user.
69
Role of Government and International Agencies to empower the rural women of Bahawalpur
District.
Govt. of Palistan initiated BISP (Benazir Income Support Program) in 2008 for the people who are
living on poverty line or below, especially the women.
Different developmental projects are initiated by Govt. of Pakistan and International Agencies like
USAID, UN, World Bank, Asian Bank and other welfare organizations to boost up the economic
conditions of women especially who are living in rural areas of Pakistan.
Recommendations:
i.
Only trainings and skill enhancement for women of rural areas is not enough for
their economic empowerment until and unless they will be provided an outlet for
marketing of their products. Otherwise the middle man will catch all the margins
and result will again in gender base violence. It is recommended/ suggested that on
the pattern of Lahore business incubator may be established in Bahawalpur and
allocation women entrepreneur of rural areas.
ii.
Another intervention of the district government i.e. the craft bazaar may play a vital
role in economic empowerment of women of Bahawalpur District provided that its
functional may be carried on an unbiased and professional approach.
iii.
There must be need for capacity-building of government as well as civil society
organizations in order to ensure gender equality on all levels. The capacity of
equality advocacy groups must be enhanced to enable them to highlight women's
priorities in public decision-making, as well as the capacity of public institutions to
respond adequately to women's needs. The Ministries of Finance and Planning of
Pakistan need to strengthen capacity of technical staff to carry out genderresponsive budgeting and planning. The national institutions and systems designed
for women's empowerment especially economic empowerment, such as the Ministry
of Women's Development and the National Commission on the Status of Women,
70
should enhance their skills to participate actively and effectively in the economic
empowerment
of
women
especially
the
rural
women.
71
KÜRESEL HEGEMONYA MÜCADELESI AÇISINDAN DENIZ YETKI ALANLARI:
ÖRNEK OLAY DOĞU AKDENIZ
Cengiz Ekin∗
Özet
Küresel hegemonya, devletlerin güçlerinin dengesiz bir şekilde dağıldığında ortaya çıkan fiili
bir hiyerarşik düzendir. Küresel hegemonyanın özellikle denizlerin zengin kaynakları ve avantajlarını
en iyi kullanan devletlerin tesis ettikleri tarihi bir vakıadır.
Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusundaki Türkiye ve GKRY arasındaki
anlaşmazlık, Kıbrıs sorununun kalıcı çözüm sürecini sekteye uğratmaktadır. GKRY’nin tüm adayı
temsilen petrol ve doğalgaz çıkarılmasındaki kararlı eylemleri, küresel güçlerin kendiçıkarları
doğrultusunda desteği olmaksızın bölgede bir çatışmaya götürecek türdendir.
Sonuçta Doğu Akdeniz’de çıkarılması kuvvetle muhtemel petrol ve doğalgaz kaynaklarının
ilgili bölge ülkeleri ve hegemon başta olmak üzere küresel güçler tarafından paylaşılacaktır. Petrol
şirketlerinin, dünya siyaseti üzerinde etkili olmak üzere kendi hükumetlerini belli ölçüde sevk ettikleri
görülmektedir.
Anahtar Kelimeler
Küresel hegemonya, deniz yetki alanları,münhasır ekonomik bölge, Doğu Akdeniz, petrol ve
doğalgaz.
Giriş
Denizler ve okyanuslar, insanları herzaman büyülemiş olmasının yanında asıl olarak
devletlerin yoğun ilgi/alakasını çekmiştir. Küresel hegemonya mücadelesinde de okyanuslar, devlet
stratejilerinin odak noktasını teşkil etmiş hatta bu anlamda ilk küresel hukuki rejim, bir deniz rejimi
olarak tarihe geçmiştir. Bu rejimi bizatihi oluşturan devletler, o dönemin küresel hegemonya
mücadelesinin başat güçleridir.
Denizlerde kurulan küresel hukuki rejim gereğince, tarihin bir döneminde denizler iki devlet
arasında bir enlemin doğusu ve batısı olarak paylaşılarak (diğer devletlere) denizlerin kapalılığı
doktrini ortaya konmuştur. Sonraki dönemlerde küresel güçlerin denizlerdeki mücadelesi hukuki rejim
olarak yükselen güçlerin baskısıyla açık denizlerin serbestliği olarak uygulamaya konulmuştur.
Hegemon güç ve karşıtlarının mücadelesi kapsamında; “uzun dönemlerin” hegemonik düzeni içinde
∗
Uluslararası Đlişkiler Doktoru.
72
kurulan küresel hukuki rejimlerde de denizlerin paylaşımı ve kullanımı tartışmaların ana konusu
olmuştur. Kronolojik olarak bu konudaki değişimler, 1909 Lahey, I., II., ve III. Deniz Hukuku
Konferanslarında ve Sözleşmelerinde geçmektedir. Ancak bu alana yansıyan mücadelenin temelinde
küresel ekonomik işleyiş olmakla birlikte, teknolojinin gelişimi bahsi geçen bu mücadeleye farklı bir
boyut kazandırmaktadır.
Gökkuşağı Devrimlerinden sonra Ortadoğu’ya inen Arap Baharı, uluslararası müdahalenin
maliyetsiz yeni yüzünü oluştururken; günümüzde meydana gelen okyanuslardaki küresel mücadelenin
özeli ya da daha küçük bir örneğinin Doğu Akdeniz’de ekonomik ve teknolojik gelişmelerin
mündemiç olduğu enerji boyutunda yaşandığı görülmektedir. Bu bildiride küresel hegemonya
mücadelesi ışığında Doğu Akdeniz’de ön planda olan küçük devletlerin arkasındaki küresel güçlerin
ekonomik temelli mücadeleleri irdelenmiş ve tarafların konumları ile Türkiye’nin bu mücadeleki yeri
ve uygulaması gerekli stratejileri ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Kavramsal Çerçeve
Uluslararası ilişkiler disiplininin en önde gelen problem konularından biri sistemi oluşturan
devletlerarasındaki güç dağılımıdır. Bu güç dağılımının eşit olması varsayımı her ne kadar istenen bir
durum olsa da fiiliyatta gerçekleşmesi tartışma konusudur. Çünkü bir devletin gücü diğerlerinden
fazlalaştığında eşitlik olgusu bozulmakta ve devletler en güçlüden en güçsüze doğru bir şekilde
sıralanmaktadır. En güçlünün diğer devletlerle ilişkilerinde gücünü hissetmesi ve hissettirmesi,
egemen ve eşitlik eksenine aykırı olsa da bir gerçeği ifade etmektedir1.
Devletlerin eşitliği varsayımı tarihsel süreç içerisinde de kendini doğrulamamaktadır.
Devletlerin eşitliği 1648 yılında yapılan anlaşmalar sonucu oluşturulan Westphalian sistemde
vurgulanmış olmasına karşın, tarih boyunca bu ideal durumdan uzak olunmuştur. Sistem içinde hem
hiyerarşik yapılanma hem de hegemon konumda bir güç daima olagelmiştir. Dünya politikalarını
sistem içinde hegemon olan devletler belirlemiştir. Bu nedenle sistem içinde yer alan aktörlerden her
biri bölgesel ya da küresel güç olmaya, güçlerden birinin yerini almaya ya da diğer gücü dengelemeye
çalışmıştır. Bu mücadele süreci dinamik bir yapıya sahip olan uluslararası ilişkilerin doğası gereğidir.
Çünkü eşitler arasındaki güç dengesinin bozulması, güçlü merkez bir devleti (hegemon gücü) ortaya
çıkartmaktadır. Diğerlerinden güçlü bir devletin varlığı devletlerarası ilişkileri değiştirmekte ve
1
Krisch, devletlerin eşitliğini uluslararası ilişkilerin ve hukukun en büyük ütopyalarından ve aynı zamanda büyük
aldatmacalarından biri olarak değerlendirir. Tıpkı bireylerin eşitliği gibi, devletlerin eşitliği geniş kapsamlı bir vaat barındırır –
güce, dine, zenginliğe veya tarihi tesadüfe dayalı tüm mazur görülemez imtiyazları ortadan kaldırma vaadi: uluslararası sistemin
bariz adaletsizliklerini aşma vaadi. Bu ütopik arzu daima uluslararası hukukun da en albenili yönlerinden biri olmuştur ( Nico
Krisch, “Diğerlerinden Daha mı Eşit? Hiyerarşi, Eşitlik ve Uluslararası Hukukta ABD Üstünlüğü, ABD Hegemonyası ve
Uluslararası Hukukun Temelleri (Ed.: Michael Byers-Georg Nolte) Phoenix Yayıncılık, Ankara, 2007, 153).
73
eşitliğin etkileyici anlamı kaybolmaktadır. Böylelikle hegemonik gerçeklik (eşitsizlik mantığı)
oluşmakta ve onun koyduğu ilişkiler bağlamında hiyerarşik bir sistem gerçekleşmektedir.2
Bu sistem, birbirine benzemeyen devletlerden oluşan eşitsiz otorite yapısı ile hiyerarşik,
dikey bir özellik taşımaktadır. Modelski’ye göre bu hiyerarşik ve dikey örgütlenme sonucu küresel bir
siyasi sistem oluşmaktadır. Realist teoriye göre ise sistem, askeri ve siyasi alanlarda güçlü, muktedir
bir devletin belirleyiciliğinde şekillenmektedir3. Dünya sistemi teorisyenlerinden Wallerstein ise bu
sistemi iktisadi süreçte merkez-çevre ilişkisi ile betimlemiştir. Dünya ekonomisini merkez
yönetmekte, çevrenin ekonomik kaynakları merkezi beslemektedir4. Bu şekilde elde edilen ekonomik
üstünlük hegemonyaya dönüşmektedir. Bu hegemonik gücün yükselişi, üretim, ticari ve mali rekabet
üstünlüğünü elde etme ile ve düşüşü ise bu rekabet gücünün zayıflaması ile açıklanır. Liberal teoride
ise sistem işbirliği ve çoklu bir anlayışla oluşmaktadır. Buna göre devletler sadece tek karar verici
(hegemon) değildir bunun yanında diğer başka aktörler de bulunmakta ve etkinlik göstermektedir.
Eleştirel teori de devlet dışı aktörlerin uluslararası sistem içindeki rollerini yeniden değerlendirerek
küresel bir politika yapısının varlığını kabul etmektedir. Eleştirel teorisyen Cox, bu ilişki düzeyini
diğer teorilerden farklı olarak, güçlü bir devletin daha az güçlü olanlarla, baskın olma ve düzenleme
ilişkisi anlamında değil, devletler ve devlet dışı kuruluşlar (sosyal kuvvetler) sisteminin tümüne nüfuz
eden düzene ilişkin bir değerler yapısı olarak tanımlamaktadır.5 Böyle yaratılan hegemonyaların
sadece devletlerarası ilişkilere indirgenemeyeceğini vurgulayan Cox, hegemonyanın, üretim ve sosyal
ilişkilerin şekillendiği küresel sivil toplumda temellendiğini savunmaktadır.6 Devletlerarası ilişkilerde
güçten doğan farklılaşmayı eleştiren bir diğer teori de Dünya sistemi teorisidir. Buna göre Modelski
ve Wallerstein dünya sisteminin temel yapısal özelliğinin realistlerin belirttiği gibi kaotik ve
devletlerin eşit kabul edildiği yatay bir ilişki değil, hiyerarşik dikey bir ilişki olduğunu belirtirler.
Temel hiyerarşi, Modelski’ye göre otorite ilişkilerinde, Wallerstein’e göre ise iktisadi ilişkilerde
2
Richard Falk, Dünya Düzeni Nereye? Amerikan Emperyal Jeopolitikası, (Çev. Neşenur Domaniç ve Nusret Arhan) Đstanbul,
Metis Yayınevi, 2005, s. 26.
3
Realist paradigma devlet eksenli bir hegemon betimlemesi yaparken, yapı ve oluşum süreçlerini askeri ve ekonomik güç
unsurların birarada işlev görmesine bağlamaktadır. Özellikle çatışma temelli kurgusu ve soğuk savaş dönemi özellikleri ile
birlikte güvenliğe yaptığı aşırı vurgular yüzünden eleştirilmiştir.
4
Wallerstein’a göre modern dünya sisteminin en önemli iktisadi süreci merkez-çevre ilişkisi ile şekillenirken, siyasi açıdan
önemli ilişki, hegemonya oluşum ve değişim sürecidir. Çevre ülkeleri, merkezdeki liderin uydusu konumundadır. Dünya
ekonomisini merkez yönetmekte, çevrenin ekonomik kaynakları, merkezi beslemektedir. Bu şekilde elde edilen ekonomik
üstünlük hegemonyaya dönüşmektedir. Wallerstein’a göre sistemin en güçlü devleti merkezin ‘hegemonik’ gücüdür. Bu
hegemonik gücün yükselişi, üretim, ticari ve mali rekabet üstünlüğüne, düşüşü ise bu rekabet gücünün zayıflamasıyla açıklanır.
Hegemon devlet ekonomik gücünün zayıflaması, bu hegemonyaya rakip yeni devletlerin ortaya çıkması, üretim ilişkilerinin
yeni dengeyi yansıtacak şekilde yeniden örgütlenmesini zorunlu kılar; bunu ise dünya savaşları gerçekleştirir ve böylece yeni
bir hegemonik devlet ortaya çıkar (Faruk Yalvaç, “Uluslararası Đlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (Der),
Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası Đlişkilerde Temel Yaklaşımlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 169-170).
5
Burcu Bostanoğlu ve M.Akif Okur, Uluslararası Đlişkilerde Eleştirel Kuram, Hegemonya, Medeniyetler ve Robert W.Cox,
Ankara, Đmge Yayınevi, 2009, s.49.
6
Atila Eralp, “Hegemonya”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2005, s.
172-173.
74
yatmaktadır.7 Wallerstein, ekonomik gücün hegemonyayı şekillendirdiğini; Modelski ise askeri gücün
özellikle de deniz gücünün hegemonyayı şekillendirdiğini belirtmektedir.8 Bu yaklaşımlar, tarihi bir
bakışla sistemdeki yapısal değişim konusunu uluslararası ilişkilerin önemli çalışma alanı haline
getirmişlerdir.
Uluslararası Politik Ekonomi (IPE) teorisyenleri de devletlerarası ilişkilerde hegemonik
istikrar teorisini temel almaktadırlar. Uluslararası bir sistemde liderlik, bu rolü doldurmaya yeterli
kabiliyetteki bir devlet olan hegemon tarafından ortaya konulabilir. Bu sistemdeki diğer devletler,
hegemonla ilişkilerini tanımlamak zorundadırlar. Bu da üç şekilde olabilir: Bu durum rıza göstererek,
karşı durarak veya ilgisiz kalarak sergilenir. Aşikârdır ki, hegemonik kontrolün tesis edilebilmesi için
sisteme üye olan toplam sayıdan yeterli adette devletin ilk seçeneği seçmiş olması gerekir. Bu boyun
eğme, hegemonik rıza gösterme olarak adlandırılır.9
Sonuç olarak çeşitli teorilerin sisteme bakışlarındaki farklılıklara rağmen temel noktaları,
hiyerarşik yapı ve başındaki hegemonun varlığıdır. Teorilerde hegemonyanın oluşum biçimleri ve etki
alanları birbirinin zıtlığında ya da destekler alanlarda gerçekleşse de teorik uzlaşı, hegemonyanın
devletlerarası eşitsizliğin bir sonucu olarak gerçekleştiğidir.
Uluslararası ilişkiler bağlamında hegemonik mücadele ise devletlerin siyasi, ekonomik ve
askeri alanda birbirlerine üstünlük kurma çabalarıdır. Teorik tartışmalarda devletlerarası eşitliğin
rasyonel olmadığı ve hatta ütopik sayılması küresel hegemonyanın oluşumunda mücadeleyi ön plana
çıkarmaktadır. Devletlerin birbiriyle çatışan politikalarının ve çıkarlarının bulunması bu mücadeleyi
doğal kılmaktadır. Bu mücadele hegemon devlet ile bu konumunu ele geçirmek isteyen ve ona
meydan okuyan (challenger) devletler arasında gerçekleşir. Tarihsel süreç incelendiğinde bu mücadele
görülecektir. 16.yüzyılda Portekiz ve Đspanya arasındaki mücadele, 17. yüzyılda Hollanda ve Fransa,
18. yüzyılda Britanya ve Fransa, 19. yüzyılda Britanya ve Almanya 20. yüzyılda ise ABD ile SSCB
arasında mücadeleler yaşanmıştır.
Hegemonik mücadele sadece hegemon olabilmek için değil bu konumu sürdürebilmek için
de yapılmaktadır. Hegemonun otoritesi sorgulanmaya ve hegemonik düzen sarsılmaya başladığında,
herkes sarsılan hegemonyanın yerine kimin geleceği ve nasıl bir düzen getireceğini tartışacak ve
böylece hegemonya mücadelesi daha görünür olmaya başlayacaktır.
Hegemonya mücadelesinde devletler çeşitli stratejileri işe koşarlar, eski dönemlerde
mücadele salt askeri güç ve savaş yolu ile gerçekleşirken, günümüzde değişik alanlarda farklı
7
Atila Eralp, “Sistem”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 142143.
8
Eralp, Hegemonya, s.169.
9
Evans, a.g.e., s.221.
75
girişimlerle gerçekleşmektedir. Bu alanların başında inovasyon ve teknoloji gelmektedir. Teknolojiyi
üretme üstünlüğü, günümüz hegemonya mücadelesinde önemli bir farklılıktır. Bu bağlamda devletler
ARGE çalışmalarına çok yüksek bütçeler ayırmakta ve bu alanda mücadeleyi yaymaktadırlar. Bu
mücadele sürecinde insan gücünün niteliği ve eğitim düzeyi de etkili olmaktadır.
ABD, II. Dünya Savaşı sonrası Britanya’dan devraldığı hegemon olma özelliğini
koruyabilmek için çeşitli mücadele süreçlerine girmiştir. Đletişim, istihbarat, bölgesel ittifaklar, güçlü
ve büyük ordusu, kültürel değerlerini aktarıcı araçları kurgulaması, teknoloji üretiminde liderliği,
nitelikli insan gücü geliştirme ve yönetimde istikrarlı yapısı ile ABD, hem uluslararası sisteme şekil
verici konumunu korumaya çalışmakta, hem de kendi hegemonyası doğrultusunda uluslararası sistemi
yeniden düzenlemek için kalıcı ve somut düzenlemeler yapmaktadır. ABD, hegemonyasının en
önemli
faktörlerinden
olan
ekonomik
yapısını,
kendi
çıkarlarıyla
uyumlu
bir
şekilde
yönlendirebileceği ve konumunu sürdürmesine yardımcı olacak şekilde uluslararası ekonomik örgütler
aracılığıyla kurumsallaştırmıştır. Bu kurumsallaşmanın en büyük araçları Bretton Woods örgütleri
Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ile GATT’dır.
Hegemon devlet mücadele süreçlerinde diğer devletler ile işbirliğine girer ve buna dönük
stratejiler gerçekleştirebilir. Bu işbirliği bölgesel olabileceği gibi, küresel bağlamda da gerçekleşebilir.
Đşbirlikleri özellikle stratejik kaynaklarda ve ticari alanlarda olabileceği gibi askeri alanlarda da
gerçekleşebilir. ABD’nin NAFTA girişimi, Çin’in Şanghay Đşbirliği Örgütü girişimi, Tayvan ve
Kuzey Kore ve hatta Angola, Somali gibi ülkelerde yaptığı girişimler bu duruma örnek verilebilir.
Teoriler açısından hegemonik mücadelelere bakıldığında çeşitli farklılıklar görülmektedir.
Buna göre realist teoride mücadelenin özü askeri ve siyasi alanken, Modelski’de siyasal alan ve deniz
savaşları, Wallerstein’da ekonomik alanda, Gramsci’de ise sınıflar arasında gerçekleşir. Liberal
yaklaşım ise diğerlerinden farklı olarak düzenin sürdürülmesi mücadelesini ön plana alır. Bu
yaklaşımda düzen için hegemonya şarttır, ancak hegemonun düzenleyicilik fonksiyonlarının
uluslararası rejimler aracılığıyla gerçekleştirilmesi gerekir10. Bir devletin hegemon olduğu dönemde
oluşturduğu ve kendi çıkarlarını yansıtan kurumların, hegemonun gücü azaldıktan sonra da işlemeye
devam edeceğini ileri süren Keohane, hegemonik bir liderin uluslararası sistemde düzeni sağladığı
yönündeki Realist varsayımı kabul etmekte, ancak hegemonyanın olmadığı bir ortamda da işbirliği ve
istikrarın olabileceğini eklemektedir.
Wallerstein’in yaklaşımına daha derinden bakıldığında; hegemonya merkez ve merkeze
yakın ülkeler arasında mücadele boyutunda bir ilişki tarzıdır, bu ilişki tarzı ise dünya ekonomisinin
yapısı tarafından şekillendirilir. Hegemonya kavramı ekonomik güçle somut bir şekilde ilişkilendirilir.
Hegemonya, ancak üretim, ticari ve mali güçleri dünya ölçeğinde ağırlıklı bir şekilde ve aynı anda
10
Rejimler uluslararası aktörlerin uzlaşı sağladıkları kurallar bütünüdür. Bretton Woods’da üzerinde anlaşılan uluslararası para
rejimi, sabit döviz kur anlaşması vb. rejimlere örnek verilebilir.
76
elde tutmakla mümkün olabilmektedir. Böylece hegemonya mücadelesi ekonomik alanlarda
gerçekleşmektedir. Bu yaklaşım, hegemonya kavramını ekonomik güç boyutu ile ilişkilendirirken,
ekonomik gücün değişik alanlarda ve aynı zamanda dünya ölçeğinde şekillenmesi gereğini de ortaya
koymaktadır.
Modelski’ye göre de hegemonya büyük ölçekli dünya savaşları ile belirlenir. Her dönemde
hâkim bir hegemon ve ona meydan okuyan bir hegemon adayı ülke vardır. Bu iki ülke büyük bir deniz
savaşı ile karşı karşıya gelmekte ve hegemon belirlenmektedir. Modelski’nin tarihsel analizlerinde
yaklaşık yüzer yıllık çevrimlerde hegemonlar savaş yolu ile yer değiştirmiştir. Bu uzun çevrimler
boyunca dört ülke hegemon olmuştur. Ayrıca Modelski diğer teorilerden farklı olarak hegemon
olmada deniz gücünün önemine özel bir yer vermiştir. Hegemon olmak ya da hegemonyasını korumak
isteyen devletlerin mutlaka okyanuslardaki mücadele sonunda bir üstünlük kurması gerektiğini
vurgulamıştır.
Bir devletin hegemon olabilmesi, mücadelesini başarmasının sonucudur. Bu mücadele,
güçsüz devletler arasında değil, çeşitli girişimlerle motive olmuş güçlü devletler arasında olmaktadır.
Mücadele araçlarını ve süreçlerini iyi yöneten devlet, bu süreçten hegemon olarak çıkabilmektedir. Bu
mücadeleden başarılı çıkan hegemon devlet kendi hâkim etkisini sürdürebilmek için ekonomik, siyasi,
askeri ve hukuk gibi alanlarda bir düzen oluşturur. Bu alanlardaki düzenler arasında karşılıklı bir ilişki
bulunmaktadır. Örneğin askeri düzen ile elde edilen caydırıcılık, ekonomik, siyasi ve hukuk
düzenlerinin işleyişine etki eder. Bu örnek tarihteki tüm hegemon devletlerin ortak özelliğidir.
Hegemon devletin kurduğu siyasi düzen, alınacak hukuki kararlara etki yapar, ekonomik düzen, askeri
düzen kadar siyasi ve hukuk alanlarına ve ilişkilere etki yapar.
Bu düzenin oluşmasında yukarıda da belirtildiği gibi çeşitli araçlar kullanılır. Düzenin
devamı aslında hegemonyanın devamıdır. Bu yüzden hegemon devlet yüksek nitelikli alt sistemlerden
oluşan bir düzen kurar ve gerektiğinde bu düzeni yeniden üretir.
Denizlerin kendine has özellikleri ve kazanımlar, küresel hegemon olmak isteyen devletleri
denizlerde de yukarda anlatılan düzeni kurmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda deniz hegemonyasına
ulaşabilmek, ekonomik, askeri, siyasi ve hatta deniz hukuku alanında mücadeleyi gerektirir. Bu
mücadele alanları kendi özelliklerine uygun olarak farklı biçimlerde gerçekleşebilir. Ekonomik
mücadele alanında, deniz taşımacılığı, deniz ticareti, uzak denizlerde avlanma, denizaltı madenleri,
limanlar, boğazlardan geçiş vb. konularda gerçekleşebilmektedir. Bu mücadele konularında diğer
devletlere karşı üstünlük sağlayan bir devlet, ekonomik bir avantaj kaynağına sahip olmaktadır. Dünya
ticaretinin çok yüksek oranının (% 90) denizlerde gerçekleştiği göz önüne alındığında bu paydan ne
kadar çok elde edilebilirse ülke için büyük bir kaynak yaratılmış olur. Deniz kaynaklarının paylaşımı
bağlamında şekillenen ekonomik mücadele tarihsel süreçte de görülmektedir. Hegemon devletlerin
kurduğu ulus ötesi ticari kuruluşlar ve bankalar, ekonomik mücadeleye örnek olarak verilebilir.
Portekiz’in “House of Fugger”, Hollanda’nın “Bank of Amsterdam”, Đngiltere’nin “Bank of England”
77
ve “Francis Baring & Co.” ve “Rothschild Bank”, ABD’nin “J. P. Morgan & Co” gibi banka ve
şirketleri ekonomik mücadelenin aktörleri olmuşlardır.
Portekiz’in Hint Okyanusundan baharat taşıyan gemilerine yapılan korsan saldırılar, dönemin
en büyük balıkçılık filosuna sahip olan Hollanda’nın, ekonomik gücünü artırabilmek için öncelikle
limanlarını ve balıkçı filolarını koruyacak şekilde teşkilatlanması, kısa sürede dünya sahnesinde
Portekiz'den boşalan deniz sahalarını çok maksatlı kullanılabilen gemileriyle doldurması bu mücadele
süreçlerine örnek verilebilir. Bu mücadele sürecini Modelski şöyle betimlemektedir;
Portekiz, deniz savaşları yapan ve dünya ticaretinin arteri olan Asya-Avrupa ticaret
güzergâhını organize eden ve koruyan bir hegemondur. Portekiz’in ardından ikinci sırayı 1535 yılında
yeni dünyaya Atlantik üzerinden ikinci büyük ticaret rotasını bulan Đspanya almıştır. Bu rota tabiki
korunmak zorundaydı ve bu görev için 1540’ların savaş ortamında Atlantik Okyanusundaki ticaret
gemilerini korumak için savaş gemilerinden oluşan konvoylar oluşturuldu ve 1560’larda bu koruma
kalıcı ve sabit bir şekilde kurumsallaştırıldı. Portekiz’in kontrolu altındaki ticaret rotası ise
Kızıldeniz’de Osmanlının organize ettiği saldırılarla karşı karşıya kalıyordu çoğu zaman bu iki önemli
ticaret güzergâhına yapılan organize saldırılar, küçük çaplı korsan saldırılarından öte geçmedi. Ciddi
anlamda okyanuslarla ilgili girişimde bulunmadan önce bunun iyi çalışılması ve öğrenilmesi
gerekirdi. Bu seviyeye Đngiltere ve Hollanda 1580’li yıllarda ancak ulaşabildi. Zaten okyanuslardaki
hareketlilik de bundan sonra başladı. Dolayısıyla bu aşamada küresel deniz gücü doğdu ve bu güç yeni
küresel ticaret rotalarının yaratılması veya var olan güzergâhların korunması, bu güzergâhları bozma
ve bunların temsil ettiği zenginliği kontrol altına alıp eski sistemi yenisiyle değiştirmek için
kullanılmıştır11.
Askeri alanda yapılan mücadeleler eski dönemlerde yukarıda da ifade edildiği gibi büyük
deniz savaşları şeklinde gerçekleşirken günümüzde farklı olabilmektedir. Savaşlar yerine günümüzde
caydırıcılık ön plana geçmektedir. Bu amaçla askeri teknolojik mücadeleler yaşanmaktadır. Bu
mücadele konuları, nükleer güç (takat ve silah), lojistik zincir, istihbarat hâkimiyeti, deniz kuvveti
yapısı, uçak gemisi, etkin koordineli deniz-hava kuvveti, deniz atış kontrol sistemi geliştirme, balistik
füzeler/uzun menzilli füzeler, insansız deniz araçları, insansız deniz firkateynleri şeklinde uzayıp
gitmektedir.
Diğer mücadele alanları ise siyasi ve hukuki alanlardır. Đki ülke arasında yapılan deniz
anlaşmaları, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölgeler, gri alanlar vb. tartışmalı ve mücadele
gereken konularda küresel ölçekte siyasi nüfuzu güçlü olan ülkeler istediklerini alabilmektedirler. Bu
siyasi nüfuzu güçlü olan devletler de genelde hegemon, alt hegemon devletlerdir. Ayrıca çeşitli
uluslararası kuruluşların denizlerin kullanımına dönük kararlarının oluşumunda da siyasi mücadeleler
yapılmaktadır. Bir devlet çıkarlarına uymayan bir kararı engellemek için mücadele platformları
11
Modelski, Seapower…, s.157.
78
kurmakta, ittifaklar ile bu kararın çıkmasını engellemek istemektedir. Bu duruma bir örnek 1960’lı
yıllarda yaşanan “deniz yatağı” tartışmasıdır. Deniz yatağının altında ve üstünde zengin minerallerin
(madenler) varlığı belirlendikten sonra bu kaynakları arama ve kullanma hakkının kimde olduğu
sorusu mücadele sürecini başlatmıştır. 1966 yılında son hegemon ABD’nin başkanı L. Johnson bu
konudaki demeci hegemon devletin denizleri nasıl takip ettiğinin bir kanıtı durumundadır;
“Hiçbir şart altında, inanıyoruz ki, denizci devletlerin zengin maden yatakları ile yeni
koloniler oluşturmalarına izin vermeyeceğiz. Açık denizlerin altındaki toprakların ele geçirilmesi
yarışından sakınmalıyız. Açık denizlerin ve okyanus tabanının tüm insanlığın mirası olarak kalmasını
sağlamalıyız.”
Deniz yatağı konusunda ortaya çıkan mücadele nedeniyle 1967 yılında BM genel kurulu 35
ülkeden oluşan “Deniz Yatağı Komitesi” kurmuş, bu sayı kısa sürede doksana ulaşmıştır. Ancak
komite üyeler arasında bir anlaşma sağlayamamış ve 1973’te dağılmıştır12.
Küresel Hegemonya Mücadelesi ve Deniz Yetki Alanlarının Đlişkilendirilmesi
Đspanya ve Portekiz arasında Hind Okyanusuna ulaşma hedefi yolundaki anlaşmazlıklar ve
çatışmalar, Papa VI. Alexander gözetiminde 1493’te başlanan çalışmalar ile 1494’te Tordesillas
Antlaşması ile neticelendiirlmiştir. Bu antlaşma ile tarihin ilk küresel hukuki rejimi de tesis edilmiştir.
Kuzeyden güneye bir hayali çizgi ile dünya doğu ve batı olarak ikiye ayrılmış ve bu çizginin batısı
Đspanya’nın; doğusu da Portekiz’in olmuştur. Kıyılar hariç tüm okyanuslar diğer ülkelere
kapatılmıştır. Kapalı deniz doktrini olarak ortaya çıkan bu durum, 1609’da Hugo Grotius’un
yayınladığı Mare Librum (Açık Deniz Doktrini) Đspanya ve Portekiz’in iddialarına karşı Hollanda
direnişinin dayanağı olmuştur: Açık denizler hiçbir ülkeye ait olmayıp herkesin kullanımına açık
olmalıdır. Hollandanın deniz gücü olmasının bu yaşananlarla paralel olması tesadüf değildir (16091713). 1635’de John Selden Mare Clausum (kapalı deniz) doktrinini Đngiltere’nin geçici bir durumuna
dayanarak savunmuşsa da Đngilizler de açık denizlerin serbestliğini kabullenmiş ve savunmuşlardır.13
Uluslararası ilişkilerin temeli çıkarlar üzerine kuruludur. Buna uygun olarak küresel
hegemonya mücadelesinin en önemli başlangıç noktasını çıkarlar oluşturmaktadır. Bu bağlamda
küresel hegemonya mücadelesi bir diğer anlamı ile yeryüzünün kısıtlı kaynaklarını ele geçirmeye
yönelik “çıkarlar savaşı”dır. Denizlerdeki kaynaklar bakımından konunun iki boyutu bulunmaktadır.
Birincisi, paylaşılmış dünya kaynaklarıdır ki bir devletten bir başka devlete kaynağın geçişi çoğu kez
çatışma, nadiren anlaşma içeren güçle olmaktadır. Bir diğeri ise “geniş ortak alanlar”14 ile ilgilidir.
12
1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Kullanım Kılavuzu, HAK Yayınevi, Đstanbul, 2001, s. 8-10.
13
James S. Hsiung, “Seapower, Law of the Sea and China-Japan East China Sea “Resource War””, Forum on China and the Sea
Institiute of Suztainable Development, Macao University of science and Technology, 9-11 Ekim 2005, Macao, China, s. 2-3.
14
Geniş ortak alanlar, Mahan’ın kullandığı “wide commons” anlamında kullanılmıştır.
79
Geniş ortak alanlar ifadesi, hiçbir devletin egemenliği altında olmayan ve aynı zamanda üzerinde hak
iddia edilmeyen alanları içermektedir. Üzerinde hak iddia edilmeyen açık denizler, deniz yetki alanları
kapsamında değildir. Ayrıca üzerinde birden fazla devletin hak iddia ettiği ve henüz anlaşmaya
varılmamış gri deniz alanları da mevcuttur.15
Yukarıda ifade edilen alanların ve kaynakların, çıkarlar bağlamında elde edilmesinde, iki
temel strateji izlenebilir. Birinci strateji, paylaşılmış ve gri alanlar için askeri çatışma yolu ile
kaynaklara erişim, diğeri de ulusların daha çok tercih ettiği ortak alanların kontrol altına alınması ve
kaynaklara erişimdir. Denizlerde yer alan kaynakların olduğu ilgili sahalarda deniz kontrolünün
uygulanması barış uygulamalarına bir esastır. Deniz kontrolünün dört boyutu bulunmaktadır. Bu
boyutlar: askeri, hukuki, bilim-teknik ve ekonomi boyutu şeklindedir. Askeri boyut, başkaları
tarafından da hak iddia edilmesi durumunda çatışmaya dönüşme ihtimaline sahiptir. Ancak aktif deniz
kontrolü yapmaya uygun daha güçlü kuvvet yapısına sahip devletin karşı tarafa yönelik caydırıcı
olması söz konusudur. Hukuki boyutta ise, kaynak alanlarının hiç kimseye ait olmaması ve herkesin
eşit kullanımına açık olması gibi durumların, uluslararası hukuk hükümlerinde yer almasına vurgu
yapılmaktadır.16 Diğer hukuk anlayışına göre güçlü olan çıkarları doğrultusunda geniş ortak alanları
sahiplenebilir. Bilimsel ve teknik boyutta ise, uzak geniş ve ortak alanlara teknolojik olarak erişim ve
bilimsel olarak tespit önem kazanmaktadır. Erişimin ve istifadenin çok zor olduğu bu alanlardan
yararlanmak için teknolojik yönden gelişmiş devletlerin doğal olarak üstünlüğü ve önceliği vardır.
Ekonomik boyutunda, geniş ortak alanlarda ortaya konulacak çabaların getirilerini fayda-maliyet
analizini yapmak zorundadır.
Bu kapsamda, Posen’ın “Command of the Commons” (Genele Hükmetmek)17 tezini
özetlemekte yarar vardır. Posen’e göre herhangi bir ülkenin hak iddia etmediği o kadar boşlukta
alanlar vardır ki, çatışmaya girmeden önce buralara öncelik verilmeli ve daha sonra diğer yerlere
bakılmalıdır. Ayrıca, bu konunun siyasi-askeri bir başka boyutu da küresel anlamda sahipsiz
topraklardır. Örneğin, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi böyle bir düşüncenin sadece
bir parçası olabilir. Yine Pentagon’un Yeni Haritası18 da bu kapsamda küresel işleyişte yerini almayan
“non-integrating” (bütünleşememiş) bölümler de bu kapsamdaki çalışmalara konu olmuştur.
Sahiplenilmeyen bu alanların küresel güçlerin ilgisini çekmesinin tek nedeni, o ülkenin çıkarları ve
karşıda büyük savaşları göze alabilen güç olmamasıdır.
15
Türkiye ve Yunanistan arasındaki Ege’de mevcut tartışmalı gri alanlar bulunmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali
Kurumahmut ve S.H.Başeren, Ege’de Gri Bölgeler: Unutul(may)an Türk Adaları, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004.
16
1982 Birleşmiş Devletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Kullanım Kılavuzu, Đstanbul, HAK Basımevi, 2001, Md. 87-120.
17
Barry R. Posen, “Command of the Commons: The Military Foundation of US Hegemony”, New
Massachusetts, The MIT Press, 2004, s.3-44.
18
Global Dangers,
Thomas P.M. Barnett, The Pentagon’s New Map, New York, Penguin Books, 2004.
80
Bütün bu tartışmalar ışığında deniz özelinde alaka ve menfaatler şöyle tanımlanabilir: “Deniz
alaka ve menfaatleri, bir millet ve devletin; denizlerle, denizcilikle ve denizciliği dolaylı-dolaysız
ilgilendiren alanlarla kurduğu ilişkileri ve sağladığı menfaatleri ve bunların mevcut imkânları ve
potansiyeli değerlendirerek denizciliğin gelişimine katkı sağlamaktır. Bu amaçla, gereken yöntemlerin
ve politikanın saptanıp uygulanması ile ilgili çalışmaları da kapsayan bir süreçtir.”19 Bu tanım, daha
çok insanları denizcilikle ilgili kılmaya, denizciliği ulusal hedeflerle ilişkilendirmeye yöneliktir. Eğer,
deniz alaka ve menfaatleri ulusal stratejinin merkezinde bulunmazsa, buradan küresel bir yürüyüşü
gerçekleştirmek çok zor olur.
Deniz alaka ve menfaatlerinin korunması ve devam ettirilmesinde dikkat edilmesi gereken
çeşitli boyutlar vardır. Bunların en ağırlıklı olanı ekonomi boyutudur. Savaş ve barışta savaş araçlarını
ve kuvvetlerini elde etme ve idamesi çok maliyetlidir. Askeri kuvvetlerin oluşturulması ve idamesi
dev bir savunma sanayinin oluşmasına neden olmuştur. Bu durumda harp bir anlamda da ekonomik
merkezli düşünmeyi gerekli kılmaktadır. Deniz teorisi literatürü bu kapsamda iki kavram
geliştirmiştir. Bu kavramlar “harp ekonomisi” ve “ekonomik harp” şeklindedir.
Harp ekonomisi, bir harbin akışı içinde harbin yürütülmesi için ülke çapında ve her alanda
alınacak ekonomik tedbirlerin ve faaliyetlerin toplamıdır. Bu tedbirlerde, silahlı kuvvetlerin malzeme
ve insan kaynakları ihtiyaçları ön plandadır. Harp söz konusu olunca, ulusal ekonominin tüm unsurları
ile harp ekonomisine dönüşmesi ve silahlı kuvvetlerini desteklemesi beklenir. Bu durumun oluşması
çok geniş bir planlama ve sistematiğe bağlıdır. Bununla beraber, harp ekonomisi, sadece savaş
sırasında yürütülen tedbir ve faaliyetler değildir. Savaş dışı dönemlerde de harp hazırlık durumuna
etki edecek tedbir ve faaliyetleri de kapsar. Hegemonik mücadele kapsamında oluşturulması gereken
süreçlerdeki girişimler, teknoloji ile ilişkili harp ekonomisi altındaki faaliyetleri içerir. Hazırlıklar
kapsamında ve harbin yürütülmesinde, askeri ve sivil alanda kaynaklar, çoğunlukla deniz yahut
mücavir sahalarda olduğundan harp ekonomisinin deniz ile yakından ilişkisi mevcuttur.
Ekonomik harp, harp ekonomisi ile karıştırılmaması gereken bir kavramdır. Bu kavram,
barış ve savaşta düşmanın ekonomik gücünü çökertmek amacını güden mücadeledir. Askeri gücü
desteklemek üzere oluşturulan harp ekonomisini yıkarak zafiyete uğratmak amacını güder. Ekonomik
harp, özellikle harbin uzaması halinde tesirini gösterir. Bu harp sonucunda düşmanın savaşa devam
gücü ve azminin kırılması amaçlanır.
Dünya ekonomisinin yüzde doksanının deniz yoluyla taşınması nedeniyle, harp ekonomisinin
deniz ulaştırmasına bağlılığı, ekonomik harp uygulamalarında deniz ulaşımını stratejik bir noktaya
getirmektedir. Deniz ulaştırma yollarının korunması ve sekteye uğratılması, harp ekonomisi ve deniz
kuvvetleri için yaşamsal öneme sahiptir.
19
Mert Bayat, Milli Güç ve Devlet, Belge Yayınları,Đstanbul, 1986, s. 400-401.
81
Alaka kavramlarında yer alan harp ekonomisi ve ekonomik harp, özünde askeri alanın
ekonomisiz yürütülemeyeceğinin göstergesidir. Askeri bir güce dayanan ancak ekonomik bir düzene
oturtulamayan bir hegemonyal yapı uzun süre devam ettirilemez. Etkisi askeri gücü oranında
devamlılık arz eder. Kaynak ve malzeme ihtiyaçlarının karşılanamaması ile düşüşe geçer.
Alaka kavramları grubunda ele alınması gereken diğer bir kavram deniz yetki alanlarıdır.
Ülkelerin özellikle deniz alanlarındaki alaka ve menfaatlerini kapsayan bu kavram içinde çeşitli alt
kavramları da barındırmaktadır.
Đç sular, karasuları, takımada suları ve boğazlar gibi devletlerin ülkesinin bir parçasını
oluşturan deniz alanları ile belirli birtakım egemen haklara sahip olduğu uluslararası deniz alanları
olan bitişik bölge, balıkçılık bölgesi, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge gibi uluslararası örf,
adet veya sözleşmelerle belirlenmiş hukuki rejimlerin tesis edilebildiği deniz alanlarına genel olarak
deniz yetki alanları denir.20 Đç sular, karasuların başladığı esas hattın berisinde kalan sular olarak
belirtilmektedir. Karasuları ise esas hattan itibaren 12 deniz milini geçmeyecek kıyı devletine ait deniz
kuşağıdır. Devletin egemen haklara sahip olduğu ve münhasır egemen haklarının ölçülmesinde esas
hat kabul edilen diğer bir deniz alanı da takım ada sularıdır. 1982 BMDHS Madde 47’de takım ada
sularının sınırlandırılması belirtilmiştir. Tek bir devletin kıyıları içinde bulunan yada kapalı bir denize
bağlanan dar deniz yolları ulusal boğazları meydana getirmektedir. Böyle durumlarda boğaz kıyıdaş
devletin egemenliği altında sayılmaktadır. Münhasır haklara sahip bir devlet, bitişik bölge ilan ederek
gümrük, maliye, sağlık ve göç konularında denetleme ve cezalandırma yetkilerini kullanma hakkına
sahiptir. 1982 BMDHS ile bu genişlik en çok 24 mil olarak kabul edilmiştir
Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile denizlerin doğal kaynakları ve zenginliklerinin
işletilmesine ilişkin kıyıdan itibaren uzaklıklar ve derinlikler artmış ve bir devletin kıyılarından
itibaren en geniş alanlarda devletin münhasır egemen haklarının olduğu özellikle Kıta Sahanlığı (en
fazla 350 deniz mil) ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) (en fazla 200 deniz mili) kavramları kabul
edilmiştir.21 Kıta sahanlığı, deniz yatağı ve yer altının mineral ve diğer canlı olmayan kaynakların
kullanımına ilişkin uygulamaları düzenleyen bir tanımlamadır. MEB’de ise kıyı devleti, deniz
yatağının üzerindeki suların, deniz yatağının ve bunun toprak altının canlı ve canlı olmayan doğal
kaynaklarını kullanma konusunda egemen haklara sahiptir.22 Bu iki kavram yer altı kaynaklarının
kullanımı konusunda ortak kurallar kabul gördüğünden dolayı özellikle petrol ve doğal gaz
aramalarında çıkar çatışmaları nedeniyle farklı savların ortaya konulmasına da sebebiyet verdiği
görülmektedir.
20
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitapevi, 2009, s.255, s.275.
21
MEB kavramının uluslar arası yapıgeliş kuralı olarak yerleşmesi nedeniyle balıkçılık bölgesi kavramı günümüzde değerini
kaybetmiştir
22
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitapevi, 2006, s.235.
82
Devletlerin denizdeki çıkarları ile ilgili tartışmalar, 1982 yılında çıkartılan Birleşmiş Milletler
Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ile uluslararası hukuk çerçevesinde ele alınmıştır. Deniz yetki
alanlarının bu son gelişmelerle beraber, geniş ortak alanların daha da daraldığı görülmektedir. Ayrıca
BMDHS, hegemonya mücadelesinin temellerine denizlerdeki çıkarlar noktasından bakıldığında bütün
anlaşmazlıkları sonlandıramadığı gibi, deniz alanları üzerinde yer alan adalar ile ilgili de özellikle
devam eden tartışmalar sonlanacağa benzememektedir.23
Münhasır Ekonomik Bölgeler24
Buna göre dünyada çeşitli devletler deniz yetki alanları kapsamında münhasır ekonomik
bölge ve takımadaları kavramını ilan ederek milyon mil karelik çıkar bölgeleri oluşturmuşlardır. Bu
çıkar bölgeleri;25
- 2 milyon mil kareden fazla; ABD, RF, Avustralya, Kanada ve Endonezya,
- 1-2 milyon mil kare; Brezilya, Şili, Fransa (deniz aşırı sömürgeleri dâhil), Hindistan,
Japonya, Meksika ve Đngiltere,
- 0,5-1 milyon mil kare; Arjantin, Çin, Ekvator, Fiji, Kiribati, Madagaskar, Maritus, Norveç,
Papua Yeni Gine, Filipinler, Portekiz, Solomon Adaları ve Güney Afrika şeklindedir.
Yukarıda da görüldüğü gibi deniz yetki alanları, devletlerin ve küresel güçlerin önemsediği
ve hegemonyal mücadelenin çıkar noktasında önemli bir zeminini oluşturmaktadır. Bu mücadelenin
23
Jon M. Van Dyke, “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Adaların Rolü”, Uluslararası Jeografik Birliği, Denizcilik
Jeografisi Komisyonu, Seul, 16 Ağustos 2000, s. 1-9.
24
“Exclusive Economic Zone”, kaynak: Maritime Boundaries Geodatabase, 2005.
25
BMDHS Kullanım Kılavuzu, s.208.
83
en bariz örneği, BMDHS’nin öncesinde yapılan büyük tartışmalarda görülmektedir. Buna göre
okyanuslarda var olan ticari yaşam formları, derin su madenciliği gibi ekonomik konular özellikle
ABD tarafından tartışma konusu yapılmıştır. Bu anlaşmazlık alanlarına olan itiraz uzun yıllar devam
etmiştir. Son hegemon olan ABD’nin BM gözetiminde yapılan bu çalışmalarda isteklerinin yerine
getirilmemesi, hegemon lider olarak meşruiyetinin sorgulanması döneminin de bariz bir örneğini
teşkil eder. Hegemonun kendi kurduğu rejimlerden bile taleplerine itiraz gelmesi, hegemonik
dönemlere bakılmaksızın diğer devletlerin hep çıkarlarının peşinde olduğunu göstermektedir. Ancak
hegemonun, liderliği ve yapısal güç unsurları ile ikna yeteneğinin seviyesine bağlı olarak kendi
taleplerini kabul ettirip ettiremeyeceği hegemonya aşamalarından hangisinde bulunduğunun da bir
işareti olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak devletlerin kendi çıkarlarını bölgesel ve küresel ölçekte
genişletme amaçlarına sahip olmaları uluslararası ilişkilerde doğal kabul edilmektedir, ancak küresel
hegemonya peşinde olan devletlerin nihai hedefinde küresel çıkarlarının elde edilmesi vardır. Bu
çıkarlara nasıl ulaşılacağını belirledikleri stratejilerle hayata geçireceklerdir.
Doğu Akdeniz Mücadele Alanı
Ortadoğu’daki tarihsel mücadele konu itibariyle yakın zamanlarda meydana gelen sorunların
temelini teşkil etmektedir. Bu sorunların çıkış noktası küresel güçlerin bölge hakkında politikaları
değerlendirildiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Neticede Doğu Akdeniz’deki günümüzdeki gelişmeler
incelenmeden önce Ortadoğu coğrafyasının dünya üzerindeki yeri ve şu an yapılan mücadele için
neden önemli olduğu üzerinde durulması gerekmektedir. Bu bağlamda 20.yüzyılın başında Balkanları
da kapsayacak kadar geniş şekilde tanımlanan Ortadoğu günümüzde daha dar bir coğrafyayı ifade
etmeye başlamıştır. Buna göre bu tanımlama en dar anlamıyla Mısır’dan Đran’a uzanan Nil ve
Mezopotamya havzalarının arası için, en geniş şekliyle de Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan, başka bir
deyişle Atlantik’ten Ganj havzasına kadar yayılan coğrafyayı ifade etmektedir. Geniş ve dar anlamda
tarif edilen bu coğrafya genel olarak değerlendirildiğinde medeniyet kimliği ve jeokültürel olarak
Đslam kimliğini, jeoekonomik kaynak alanı olarak petrolü, fiziki coğrafya olarak bozkır ve çöl
iklimini, stratejik olarak Avrasya’yı çevreleyen kenar kuşak (rimland)’ı ifade ettiği görülmektedir.26
Orta Doğu ayrıca bünyesinde deniz taşımacılığı açısından stratejik değere sahip deniz yolları
Süveyş Kanalı, Babel Mendeb, Hürmüz ve Türk Boğazlarını bünyesinde bulundurmaktadır. Bugün
dünya ticaretinin % 90’dan fazlası27 deniz taşımacılığı ile gerçekleştirildiği göz önüne alındığında bu
deniz yolları deniz ticareti açısından ciddi öneme sahip olduğu kolayca anlaşılabilir. 28
26
Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 17.Baskı, Đstanbul, Küre Yayıncılık, 2004, s.324.
27
Necmettin Atken, “Taşımacılıkta Çağdaş Motif: Kapıdan Kapıya
http://www.logisticsclub.com//modules.php?name=News&file=article&sid=53
28
U.S.
Energy
Information
Administration,
http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html.
22
Taşıma”,
Aralık
02
Mart
2007,
2007,
(Erişim)
(Erişim),
84
Tarih boyunca Orta Doğu’daki ihtilaf konuları ve çatışmalar tüm dünyayı özellikle de Batı
ülkelerini çok yakından ilgilendirmiş ve endişelendirmiştir. Kolaylıkla öngörülebileceği üzere bunun
en önemli sebebi büyük petrol kaynaklarının tehdit altına girmesidir. Orta Doğu petrolleri, bir
anlamda petrolü üreten ve tüketen ülkeler arasında adı konmamış bir anlaşma ile paylaşılmaktadır.
Ancak paylaşımın özellikle tüketen ülkeler açısından çok daha önemli ve stratejik değerde olduğu
görülmektedir. Zira üretici ülkeler petrolü satacak alternatif müşteri bulma imkânına sahipken tüketici
ülkelerin fazla alternatifi bulunmamaktadır. Bugün Orta Doğu’nun jeopolitik ve stratejik öneminin en
temel sebeplerinden biri bölgedeki zengin petrol kaynakları olduğu değerlendirilmektedir. Orta Doğu
zengin petrol kaynaklarına sahip olmanın yanı sıra petrol akışının kesintiye uğraması durumunda
dünyadaki enerji ikmal hatlarını değiştirebilecek miktarda doğal gaz rezervine ve potansiyeline de
sahiptir. 73 trilyon metreküplük doğal gaz rezervi dünyanın bugünkü tüketimi göz önüne alındığında
tek başına dünyanın 25 yıllık ihtiyacını karşılayacak miktardadır.29
Petrol ve doğal gaz kaynakları Orta Doğu’ya büyük stratejik ve jeopolitik değer katmakla
birlikte diğer taraftan da bölgenin “Aşil Tendonu”nu temsil etmektedir. Orta Doğu’daki çatışma ve
ihtilaflar, zengin enerji kaynaklarının aktarımının kesintiye uğramasına yol açmakta ve bunun
sonucunda da enerji kaynaklarına muhtaç durumdaki dış güçlerin müdahalesine zemin
oluşturmaktadır. Diğer taraftan enerji kaynaklarının Arapların petrolü politik bir silah olarak kullanma
potansiyeli taşıdığı da bilinmektedir. Nitekim 1967 ve 1973 yıllarında Đsrail ile olan mücadelelerin
sonucunda petrolün politik bir silah olarak kullanıldığına şahit olunmuştur.30
Zengin enerji kaynaklarına sahip olmanın yanı sıra Orta Doğu çok önemli bir enerji nakil
hattıdır. Enerji nakil hatlarının güvenliği de bu duruma bağlı olarak büyük önem arz etmektedir. Đnşa
edilen petrol boru hatlarının güzergâhları daha ucuza nakletmek gibi kaygılardan ziyade daha güvenli
şekilde nakledebilmek mülahazasıyla planlanmıştır. Buna rağmen nakil hatlarının güvenliğinin tam
anlamıyla sağlanmış olabildiğini söylemeye imkân yoktur. Bugüne kadar bölgedeki uluslararası boru
hatlarının tamamının en az bir kere kesintiye uğramış olması ilginçtir. Ancak sanılanın aksine boru
hatlarındaki kesintilerin çok azının sebebi askerî harekâtlardır. Kesintilerin asıl sebebi terörist
saldırılar olarak görülse de aslında yanıltıcıdır. Boru hatları genellikle petrolü üreten ülke ile aktaran
ülkeler arasındaki uluslararası sorunlar sebebi ile kesintiye uğramaktadır. En yakın örneklerden biri
1991 yılındaki Körfez Savaşı esnasında Yumurtalık petrol boru hattının kapatılmasıdır.31
Orta Doğu’nun sıcak denizlere açılan kapısı olan Doğu Akdeniz incelendiğinde ise bölgede
meydana gelen çıkar mücadelelerine benzer bir sürecin yaşandığı merkez olmuştur. 20. Yüzyıl
başından itibaren yaşanan tecrübelerle devletler Doğu Akdeniz’e hakim olmadan Orta Doğu’ya hakim
29
Abi-Aad, a.g.e.
30
Abi-Aad, a.g.e.
31
Abi-Aad, a.g.e.
85
olunamıyacağını dolayısıyla “Eski Dünya”nın kıymetlerine ve pazarlarına ulaşılamıyacağını
görmüşlerdir. Bu bağlamda Doğu Akdeniz yakın geçmişte her zaman hareketli bir bölge olmuştur.
Bugün ise küresel güçler bölgede bulunan petrol ve doğalgazın önemine göre Doğu Akdeniz
stratejileri geliştirmiş dolayısıyla bölgedeki tek bir küresel gücün hakimiyet mücadelesi karşısında
kendilerine yer alma çabaları içerisinde bulunmuşlardır.32
Dünya petrol rezervlerinin yüzde 68'i, doğal gaz kaynaklarının ise yüzde 41'i Ortadoğu
coğrafyasında bulunması küresel hegemonik mücadele için bölgenin neden önemli olduğunu açıkça
göstermektedir.33 Aynı zamanda bölgenin sıcak denizi olan Doğu Akdeniz, kontrol edebildiği enerji
merkezleri ve enerji terminalleri ile 1998 yılından itibaren Đsrail açıklarında petrol ve doğalgaz
yataklarının bulunması ve daha sonra Lübnan, Suriye, Kıbrıs ve Đsrail açıklarında keşfedilenler de
eklenince son zamanlarda hegemonik mücadelenin merkezi haline gelmiştir.34 Ekonomik kıymet
olarak bölgenin örneklemesini ise Kıbrıs adasının civarında 70 kmkare alanda Norveç petrol arama
şirketi PGS Jeofizik’in elde ettiği neticelere göre 400 milyar dolar değerinde 8 milyar varillik petrol
rezervi, göstermektedir.35
Bu mücadele karşımıza deniz yetki alanlarındaki problem olarak çıktığı söylense de Noble
Energy şirketinin üst düzey bir yetkilisine göre, Kıbrıs Rum kesimin tek yanlı parsellediği ''12. ve 3.
parsel''deki yataklar çok büyük ve bu iki Kıbrıs parselinde bulunan yataklar Avrupa'nın önümüzdeki
100 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabilecek ölçüde.'' ifadesiyle konunun enerji pastasının paylaşılması
olduğu açıkça gözükmektedir. Aynı zamanda söz konusu yetkili, “Rum yönetiminin doğalgaz
konusunda gerekli teknolojik bilgiye sahip olmadığını, doğalgazın çıkartılmasını bir şirketin
üstlenmesinin ve Rum yönetimiyle kar oranları konusunda ayrı anlaşma yapmasının daha iyi olacağını
belirterek, Rum yönetimi için yılda 10 milyar avronun üzerinde gelirden” söz etmiştir.36 Bu ifadeyle
hegemon gücün bilim ve teknolojik üstünlükle beslediği ekonomik çıkarlarını artırma ve bu çıkarlarda
gerçek söz sahibi olma girişimini açıkça göstermektedir. Teknolojik rekor olarak denizden petrol
çıkarma derinliği 2440 metre ile bu Amerikan şirketinde bulunmakta olup bundan önceki en derin
petrol 1880 metre derinlikten çıkarılmıştı. Burada da teknolojik inovasyona konu olan bir derinlik
mücadelesi göze çarpmaktadır.37
32
Http://library.atilim.edu.tr/kurumsal/pdfs/doguakdeniz.pdf, 03.11.2011
33
Dursun YILDIZ, “Ortadoğu'da su ve petrol”, USĐAD, 11.04.2008
34
Constantine Callaghan, “Is the Eastern Mediterranean Basin Approaching Crisis Point?”, London Metropolitan
University, 18th April 2011,
35
Bahadır Selim Dilek, “Akdeniz’de ‘Sanal’ Petrol Oyunu”, Cumhuriyet Enerji, 25 Mart 2008, 3.sayı, s. 10.
36
Sabah Gazetesi, 21 Eylül 2011.
37
Bahadır Selim Dilek, “Akdeniz’de ‘Sanal’ Petrol Oyunu”, Cumhuriyet Enerji, 25 Mart 2008, 3.sayı, s. 11.
86
Doğu Akdeniz’deki bu gelişmelerin bölge ülkelerin yaşamış olduğu tarihsel
düşmanlıkların haricinde ele alınması gerekliliği yakın tarihlerde yapılan konuşmalarla daha net
ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda yaşanan süreç ve söylemler analiz edildiğinde bölge ülkelerin
aralarında yaşadığı krizin perde arkasındaki küresel güçlerin bölge için uyguladıkları politikalar
görülmektedir.
Bu bağlamda bölge ülkeleri için Doğu Akdeniz’deki yakın zamanda meydana gelişmeler
GKRY hükümetinin kabul ettiği bir yasa ile belirlenen 13 petrol bölgesinde petrol arama lisansı için
16 Şubat 2011 tarihinde ihale süreci ile başlamıştır. Rum yetkilileri tarafından bu konuda ABD ve
Đngiltere'nin Lefkoşe büyükelçilerinin "Kıbrıs'ın [Rum Kesimi] egemenlik haklarının tartışılmayacağı"
yönündeki açıklamalarından cesaret aldıkları”nı beyan etmişlerdir. Aynı zamanda ABD Dış Đşleri
Bakanlığı'nın web sitesinde yapılan bir açıklamada da "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kendi ekonomik
bölgesinde petrol aramak için ihale açmaya hakkı olan egemen bir ulus" olduğu ifade edilerek
Amerikan şirketlerinin bu ihaleye katılmak için Amerikan hükümetinden izin almasının söz konusu
olmadığı belirtilmiştir38.
Bu gelişmeler neticesinde Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas'ın, 14
Mart'ta Đsrail'e yaptığı ziyarette, enerji konusu üst sıralarda yer almıştır. Ziyaret kapsamında, iki ülke
arasında, Đsrail doğalgazının AB'ye Güney Kıbrıs üzerinden taşınması konusunu ele alacak bir çalışma
grubu kurulması kararının alındığı açıklanmıştır. Rum yönetiminin 12. parselde imtiyaz haklarını
verdiği, sondaj çalışmalarını yapacak Amerikan Noble Energy şirketi de, Đsrail'in Delek adlı şirketi ile
25 Ağustos’ta anlaşma imzalamıştır. Bu açıklamalar neticesinde sondaj öncesi, Đsrail'in ''Leviathan''
ismi verilen parselinde bulunan doğalgaz platformu 12. parsele taşınmış ve 18 Eylül Pazar akşamı
sondaja başlayan Amerikan Noble Energy şirketinin platformunun üzerinde Đsrail insansız casus
uçaklarının uçuş yaptıklarını ve Đsrail donanmasına ait gemilerin de platformun doğusunda görüldüğü
duyurulmuştur.39
Bu konuda küresel güçlerin Kıbrıs konusunda izledikleri politika açısından dikkati çeken
değerlendirme ise KKTC'deki Demokrat Parti'nin (DP) Genel Başkanı, o dönemin Devlet Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın 10 Aralık 2003'de yaptığı açıklamada görülmüştür. Bu
açıklamada “Kıbrıs adasının etrafında dünyanın en zengin petrol rezervleri olduğunun tespit edildiğine
işaret ederek, Avrupa Birliği (AB) ve ABD'nin bu petrol kaynaklarını kendi kontrollerine almak
istediğini, bu nedenle Annan planının derhal imzalanarak, tüm Kıbrıs'ın Mayıs 2004'te AB'ye girmesi
yönünde uğraş verdiğini söylemiştir”. Denktaş, yaptığı bu tespitler çerçevesinde ortaya koyduğu tezi
için de şu açıklamalarda bulunmuştur: “ AB ve ABD Kıbrıs adasının tümünü AB'nin içine almak
38
Boğaziçi Üniversitesi-Tusiad Dış Politika Formu, Kıbrıs Bülteni-Son Gelişmeler (26 Ağustos 2007) “Kıbrıs’ta Petrol Krizi”,
s.2.
39
Sabah Gazetesi, 21 Eylül 2011.
87
suretiyle.. Doğu Akdeniz'deki petrol ve gaz rezervlerimizin tümünü kontrol altına almaya çalışıyor.
Bunu yaparken iki hususu göz önünde bulunduruyorlar, birincisi Türkiye'yi bu rezervlerin uzağında
tutabilmek, ikincisi de başlatmış oldukları çalışmalara uluslararası hukuk kılıfı uydurmaya
çalışmak.”40
Küresel hegemonya mücadelesinin Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları kapsamında
dünyanın geleceğinin bağımlı olduğu enerji bazında yapılan tartışmalarla mücadelenin tarafları
yakından ilgilenmektedir. Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmazlıklarına esas olan
argümanların, enerji rezervinin büyüklüğü karşısında pay alma mücadelelerinin argümanı haline
dönüştüğünü ve dönüşeceğini şimdiden söylemek mümkün. Esas olarak son hegemon konumundaki
ABD, son meydan okuyan konumundaki RF, yükselen güç Çin ve en önemli denge gücü AB’nin
konum ve stratejilerini ortaya koymadan önce diğer kurumsal aktörlerden kısaca bahsetmek gerekirse;
NATO, bölgede yaşanan gelişmelere NATO genel sekreterinin silahlı çatışma beklemediğini
ve sorunların diyalogla çözüm bulmaya davet etmesi ile tansiyonun sönümlendirilmesi yönünde tavır
sergilemiştir.41 BM de benzer tavır sergileyerek barışçı şekilde sondaj konusunun ele alınması ve
çözüm sağlanmasını taraflara söylemiştir.42 AB’nin 12 Ekim 2011 tarihinde açıklanan genişleme
strateji belgesinde de benzer temenniler belirtilmiş ve gerekirse uluslararası adalet divanı yolu ile
sorunun çözülebileceği belirtilmiştir.
Bölge ülkeleri açısından bakıldığında Lübnan ile Đsrail arasında Đsrail ve Lübnan’ın Levant
Baseni’ndeki deniz sınırı ihtilafı, Birleşmiş Milletler’in 1982 Deniz Hukuku Konvansiyonu’na rağmen
ve yaşanan savaş sonunda anlaşmaya varılamaması nedeniyle devam etmektedir. Lübnan; BM’e
müracaat ederek, offshore rezervlerine tecavüz ettiğini iddia ettiği Đsrail’e engel olmasını talep etmiş
fakat herhangi bir ilerleme sağlayamamıştır. Ayrıca Lübnan GKRY ile imzaladığı MEB konusundaki
anlaşmayı halen parlamentosunda onaylamamıştır. Mısır açısından ise Đsrail’in kendisine enerji
bağımlılığı, Arap baharı sonrası Mısır’da yaşanan gelişmeler ve Đsrail’in sekiz askerin ölümünden
sonra özür açıklaması43 bu iki ülkenin enerji politikalarında paralel yol izleyeceklerinin sinyalini
vermiştir. Suriye yönetimi ABD ve Đsrail ile yaşadıkları gerginliklere rağmen Çin ve Rusya’nın
desteğini alarak ayakta kalma çabaları içinde bulunmaktadır. Özellikle Çin ve Rusya’nın bahse konu
ülkedeki
nüfuzlarını
kullanarak
bölgedeki
pastadan
pay
alma
çabaları
içinde
olacağı
değerlendirilmektedir. Đsrail’in öncelikli amaçları ise bölgesinde bulunan enerji kaynakları sayesinde
öncelikle enerji bağımlılığından kurtulmak, daha sonra inşa edilecek hatlarla enerjiyi AB’ye satmak
ve Doğu Akdeniz’e askeri kuvvet olarak hakim olarak kaynaklarının güvenliğini sağlamaktır. Yakın
40
Sabah Gazetesi, 21 Eylül 2011.
41
Habertürk, 30 Eylül 2011
42
NTV, 16 Eylül 2011
43
Hürriyet, 12 Ekim 2011
88
zamanlardaki Đsrail, Yunanistan ve GKRY yakınlaşmasının temeli ise Đsrail’in ekonomik sıkıntı içinde
bulunan bu ülkelerle istediklerinin daha kolay hayata geçirebileceği ve bahse konu ülkelerde Yahudi
lobisinin ekonomik yatırımlarından faydalanmak olarak gözükmektedir.44
GKRY’nin yapmış olduğu tek taraflı uygulamalar hakkında ise KKTC Cumhurbaşkanı
Derviş Eroğlu, “Türk tarafının petrol ve doğal gaz konusunda barışçı bir siyaset izlediğini, Rum
tarafına erteleme önerisinde bulunduğunu ve ertelelemenin olmaması durumunda bu kaynakların adil
şekilde birlikte kulllanılması gerektiğini teklif ettiğini, önceliğin Kıbrıs sorununu çözmek olduğunu,
GKRY tarafının müzakerelere odaklanmaları gerektiğini petrol ve doğalgaz gibi konularla müzakere
sürecini geciktirecek adımlar atmamaları gerektiğini ancak buna riayet etmemeleri durumunda bu kez
protesto etmekle kalmayıp haklarını bizzat kendilerinin arayacağını” belirtmiştir.
GKRY’nin uygulamalarına Türkiye tarafından verilen yanıtta ise kısaca Türkiye’nin
pozisyonu net olarak ortaya konmuş ve BM çerçevesinde aranan çözüme zarar vereceği ve tek taraflı
anlaşma ve oldubittilerin kabul edilmeyeceği bildirilmiştir. Ada kaynaklarında adil kalıcı çözüm
kapsamında Türk tarafının da hakkının olduğu belirtilmiştir.45 Yaşanan bu gerginliklere rağmen
Türkiye’nin TOROS tatbikatını iptal etmesi ve bunun üzerine GKRY’nin de NĐKĐFOROS tatbikatını
iptal etmesi sorunun karşılıklı görüşmeler ile çözüleceği yönünde izlenimler vermiştir.
ABD
Neticede Ortadoğu’yu küresel hegemonik mücadele perspektifinde değerlendirildiğinde ise
karşımıza bir önceki bölümde belirttiğimiz çıkarlar tanımı çıkmaktadır. Bu çıkarların temelini ise
ekonomik değerlerin oluşturduğunu söylemek gerekmektedir. Bu ekonomik değerlere sahip olma
çabalarının günümüzde anlamı ise kıt kaynaklara sahip olmak veya kullanımında söz hakkının
bulunulması olarak tanımlanabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Orta Doğu’yu büyük güçler için
vazgeçilmez kılan sahip olduğu enerji kaynakları ve hatlarıdır. Đngiltere’den koltuğu devralan ve
soğuk savaşın sonlarına doğru bölgede yerini sağlamlaştıran ABD bu kıymetin koruyucusu ve sahibi
olarak Orta Doğu’daki politikasının temelini insan hakları ve demokrasi yerine ulusal çıkarları
oluşturmaktadır. ABD açısından Orta Doğu’yu önemli kılan başlıca sebep enerji olmasına rağmen
sanılanın aksine ABD’nin, Orta Doğu petrolüne diğer küresel aktörler olan Avrupa Birliği ve Çin
kadar bağımlı olmadığı görülmektedir. Dünya petrol tüketiminin yüzde yirmi beşini tek başına
gerçekleştiren ABD, petrol ihtiyacının yarısını kendi kaynaklarından karşılarken, kalan yarısını da
daha çok Kanada, Meksika, Venezüella ve Nijerya’dan tedarik etmektedir.46 ABD’nin asıl hedefinin
44
“Ortadoğu: Đsrail-Yunanistan Yakınlaşması”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 05 Nisan 2011.
45
Onur Öymen’in 7/1190 Esas No’lu yazılı soru önergesi ve Denizcilik ve Havacılık Genel Müdürlüğü tarafından verilen
yanıtı, 21 Ocak 2008.
46
U.S.
Energy
Information
Administration,
http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html.
22
Aralık
2007,
(Çevrimiçi),
89
tüm rakip güçlerin muhtaç olduğu enerji kaynaklarını ve enerji nakil hatlarını denetim altına alarak
rakiplerini kontrol etmek olduğu değerlendirilmektedir.47 Bu bağlamda ABD’nin Orta Doğu
bölgesinde ulusal çıkarlarının şu şekilde sıralanabileceği değerlendirilmektedir48:
- Bölgenin serbest piyasa ekonomisine uyarlı hale getirilmesi ve uluslararası sermayeyi
denetleyen merkez ülkelerin hâkimiyetini yansıtan “küreselleşme” politikalarına Orta Doğu
ülkelerinin ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan entegrasyonunun sağlanması,
- Bölgedeki petrol üretiminin, satışının ve naklinin denetlenmesi,
- Enerji havzalarının askeri ve ekonomik kontrolü ile AB, Çin ve Japonya gibi büyük
ekonomileri denetim altına almak,
- Đsrail Devleti’nin güvenlik ve bekasının sağlanması,
- Küreselleşme düzenine uymayan ve ABD açısından işlevini yitirmiş rejimlere son vermek
veya yeniden yapılandırmaktır.
ABD Doğu Akdeniz’i salt son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler ile değil daha geniş
perspektifte diğer bir ifadeyle tarihsel arka plan ele alınarak değerlendirdiği söylenebilinmektedir.
Özellikle ABD kendisinden önce küresel hegemon olarak geniş bir süreçte kendi sistemini ortaya
koyan Đngiltere’nin uyguladığı küresel hakimiyet girişimlerine benzer yaklaşımlar uyguladığı
gözükmektedir. Bu da çeşitli girişimler yolu ile stratejik yerlerin tek hakimi veya kontrolörü olmak ve
bu çabalarının ekonomik tutarını bulunduğu coğrafyanın zenginliklerinden karşılamaktır. Özellikle şu
anki ABD yönetimi enerji üretimi ve enerjinin piyasa değeri üzerinde küresel boyutta kendi
çıkarlarının korunması konusundaki çalışmaları da göz önüne alındığında son yüzyıllık enerji
savaşlarının halen devam ettiği açıkça gözükmektedir.
Enerjinin paylaşımı açısından Doğu Akdeniz ele alındığında ise ABD Dışişleri Bakanı
Clinton’un “Noble şirketinin arkasındayız” açıklamasıyla politikasının bahse konu bölgede gerçek
pay sahibi olmak ve bölgesel ülkelerle gerekli gördüğü miktar bazında anlaşmaya varmak olarak
gözükmektedir. Teknolojik olarak da bu derinliklerden petrol ve doğal gaz çıkarma imkan ve
kabiliyetine sadece ABD sahiptir. Bu durum özellikle Arap Baharı’ndaki uygulamaya koyduğu
yöntemler açısından bakıldığında ABD’nin diplomatik ilişkilerle Doğu Akdeniz’deki tansiyonu
sönümlendirerek çıkarlarını sahipleneceğini göstermektedir.
47
Davutoğlu, a.g.e., s.334.
48
Yavuz Gökalp Yıldız, Büyük Ortadoğu, 3.Baskı, Đstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, s.14-15.
90
Rusya
Orta Doğu’daki ABD dışındaki diğer aktörler ise Rusya, Çin ve Avrupa Birliği olarak
sıralanabilmektedir. Rusya her ne kadar Soğuk Savaş’tan mağlup olarak ayrılmış ve büyük ekonomik
bunalımlar atlatmış olsa da özellikle 2000’li yıllardan sonraki dönemde artan enerji fiyatlarından elde
ettiği gelirleri iyi değerlendirmiş ve toparlanmıştır. Göreceli olarak geçmişe nazaran Orta Doğu’daki
etkinliğini kaybetmiş görünse de özellikle Đran ile ABD arasında yürüttüğü ince diplomasi ile tekrar
sahne almaya başladığı değerlendirilmektedir. Rusya’nın, Đran üzerinden enerji nakil hattı olan Basra
Körfezi’ne hâkim olma gayreti içerisinde olduğu düşünülmektedir. Diğer taraftan BM Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyeleri arasında yer almasına bağlı olarak bölgeye yönelik alınacak kararlarda da
belirleyici konuma sahiptir.
Rusya açısından bakıldığında ise Rusya dış politikasını büyük oranda enerji
merkezli yürüttüğü için enerji konusundaki her yeni gelişmeye hızlı bir şekilde cevap vermektedir.
"Yeni konjonktür Rusya'nın politika değişikliğine gitmesine sebep olmuştur. Enerji şirketleri
aracılığıyla Rusya daha aktif olarak eski Sovyet ülkelerinde enerji sektöründeki özelleştirmelere
katılmaya, söz konusu ülkelerle uzun vadeli enerji antlaşmalarını imzalamaya yönelmiştir. Rusya için
sadece kendi topraklarından geçen enerji akımlarını kontrol etmek yeterli olmaktan çıkmıştır. Bugün
için Hazar Bölgesi'ni içerecek biçimde, eski Sovyetler Birliği ülkelerinden uluslararası pazara çıkan
petrol ve gaz hatlarının tamamına yakını, Rusya Federasyonu topraklarından geçmektedir. Bu
"münhasırlığın", Rusya Federasyonu'na, tüm taşıma olanaklarının kontrolünü ve buna bağlı olarak da
büyük bir jeopolitik ve jeostratejik üstünlük sağladığı açıktır.49
Kasım ayında "Amiral Kuznetsov" uçak gemisi önderliğindeki 6 gemilik Kuzey
Filosu'nu Cebelitarık Boğazı'ndan geçirerek Doğu Akdeniz'e göndereceği ve üç ay boyunca
Akdeniz'de kalacak filonun Doğu Akdeniz'deki gelişmeleri yakından izlemek istediği belirtilmiştir.50
2009 yılına göre GKRY’ye yapılan dış yatırımın % 90’ı AB’den geldiği ve bu yatırımın %36.6’sının
ise Rusya’ya ait olduğu belirtilmektedir. 51
Çin
Çin, 1980’lerdeki piyasa reformlarından sonra ulaştığı iki haneli büyüme rakamlarıyla
uluslararası alanda daha fazla sözü dinlenir bir aktör konumuna yükselmiştir. Bu ekonomik
dönüşümün gerektirdiği artan enerji ihtiyacı ise Çin’i Orta Doğu’daki gelişmelere daha fazla duyarlı
hale getirmiştir. Özellikle petrol ihracatçısı bölge devletleriyle ilişkileri geliştirme ve çıkarları
doğrultusunda bir istikrarın bölgeye yerleşmesini destekleme yollarıyla petrol arzının güvenliğini
49
Ömer Akdoğan, “Rusya’nın Enerji Politikasının AB Enerji Güvenliğine Etkisi”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Edirne,2008, S.64-67.(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi)
50
Sabah Gazetesi, 02 Ekim 2011
51
http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/5376.htm,06.11.2011
91
sağlama amacını hedeflediği değerlendirilmektedir. Ayrıca Çin Ortadoğu’yu ekonomik büyümenin
getirdiği artan üretimi eritebileceği pazar olarak da görmektedir.52
Çin’in Afrika’daki ekonomik ve ticari ilişkileri ile güçlenen varlığı, AB ve ABD ilgisinin
Doğu Akdeniz’e yoğunlaşmasının başlıca nedenleri olarak öne çıkıyor. Çin; ABD’den sonra Afrika
petrolünün ikinci büyük ithalatçısı durumunda. 1980’lerde ihtiyacının yüzde 15’ini Afrika’dan ikmal
eden Çin, 2005 yılı itibariyle bu oranı yüzde 25’e çıkarmıştır. Afrika, bu konumu ile; ABD ve Çin
arasında kalan bir çekişme alanı özelliği arz ediyor. Tüm bu gelişmelere bakıldığında ABD ve
müttefikleri için, bu enerji güzergahlarını kontrol altında tutma isteği, Çin’in bu bölgedeki petrol ve
doğalgaz kaynaklarına ulaşamayacağı bir konumda olmasını içermektedir. Ancak Çin’in Yunanistan
ve Afrika ülkeleriyle olan yakın ilişkileri ile bu kaynaklarda söz sahibi olma konusunda yeni
girişimlerde bulunacağı yakın gelecekte beklenilmelidir.
Ekonominin hızla büyümesine paralel Çin’in enerji ihtiyacı da oldukça artmıştır. Günlük
harcaması 7 milyon varile ulaşan Çin, yarısını ithal etmek zorunda ve bunun %60’ını Ortadoğu’dan
yapmaktadır. ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşmesi petrol ve doğalgaz kaynaklarını ve bunların ulaşım
yollarını kontrol etmesi Çin’i rahatsız etmektedir.53
AB
AB’nin Orta Doğu’ya yönelik politikaları bağlamında üye ülkeler arasında tam anlamıyla bir
uyum olmadığı görülmektedir. Soğuk Savaş sürecinde ABD’nin liderliğinde belirlenen stratejiler
doğrultusunda
hareket
eden
Avrupa
ülkeleri,
Soğuk
Savaş
sonrası
dönemde
ABD’nin
yönlendiriciliğinden sıyrılmaya çalışmışlardır. Ancak Avrupa Birliği şemsiyesi altında siyasi ve
ekonomik bağlamda yakınlaşmalar, üye ülkeleri ortak bir Orta Doğu politikası etrafında
toplayamamıştır. Bunun en bariz örneği 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde görülmüş ve
AB üyesi ülkeler ortak bir duruş sergileyememişlerdir. Bununla beraber Đngiltere bir tarafa bırakılırsa,
genelde AB ülkeleri ABD yörüngesinden çıkmaya ve “ABD’nin Orta Doğu’daki egemenliğini
esneten”54 politikalar takip etmeye çalıştıkları söylenebilir. Fakat AB, çıkarların çatışması ve
birleşmesi temelinde ABD ile ortak ya da aykırı politikalar izlediği de tarihsel bir vakadır.
AB’nin neden bu kadar acele karar verdiğini aşağıda ifade edilen rakamlarla daha
yakından gözükmektedir. Bu bağlamda Toplam tüketiminin yarısını dış kaynaklardan temin eden AB
dünya enerji tüketiminde ABD’den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Petrol tüketiminin %81'ini,
doğalgaz tüketiminin %54'ünü ve katı yakıtların %38'ini yabancı kaynaklardan tedarik eden AB
52
Utku Yapıcı, “Küresel Süreçte Çin’in Ortadoğu Politikası”, Jeopolitik, Đstanbul, 20, 2005, s.49.
53
Atilla Sandıklı, “Geleceğin Süper Gücü Çin”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009, s.50.
54
Davutoğlu, a.g.e., s.350.
92
küresel enerji piyasasında ithalatta ise birinci konumdadır.55 Avrupa Komisyonu tüketimin
önümüzdeki yirmi yıl içinde iki katına çıkacağını56 ve buna paralel olarak da ithal bağımlılığın 2030
yılında %70'lere varacağını tahmin etmektedir.57
AB-27 için Petrol ve Doğalgaz Đthalat Oranları58
2005
2020
2030
Petrol
%82
%90
%93
Doğalgaz
%57
%70
%84
AB petrol ve doğalgaz’da bu düzeydeki bağımlılığını azaltmak yönünde 2006
yılından itibaren yerleştirilmeye çalışılan yeni enerji politikalarında birlikteki ülkelerin ortak bir enerji
politikası izlemesi, enerji fiyatlamasında söz sahibi olunması, üretim yapan ülkelere teknoloji transferi
ve yenilebilen enerji kaynaklarının kullanımının artırılması olarak gözükmektedir. Özellikle Rusya ve
Norveç’ten enerji ithalatı oranının yüksekliği nedeniyle bu ülkelerle ilişkilerde gerginlikten uzak ve
uzlaşmacı tavırlar sergilenmesi gibi davranışların uygulanması da enerji politikaları olarak karşımıza
çıkmaktadır. Gürcistan olaylarında AB ülkelerinin ABD ve Rusya arasındaki krizi aşmak açısından
yaptıkları girişimleri hatırlandığında yukarıdaki politikalar doğrultusunda hareket edildiğine bir örnek
teşkil etmektedir. 59
Neticede AB, yukarıda bahsedilen politikalar çerçevesinde siyasi problemli olan sahalarda
sorunları zamana yayarak fakat ekonomik çıkarları söz konusu olduğunda kendi politikasına paralel
acele bir çözüm yolunu hayata geçirecek bir yol izlemektedir. Doğu Akdeniz’de enerji varlığının
ortaya çıkmasından sonra AB’nin GKRY’ni kendi içine almasına ilaveten yakın tarihlerde meydana
gelen Arap Baharı’nda etkin rol alma çabalarının Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları ve ulaşım
yollarında söz sahibi olma veya pastadaki payını artırma çabaları da ekonomik çıkarları söz konusu
olduğunda aceleciliğini ortaya koymaktadır.
55
European Commission, "Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive and Secure Energy What is at stake - Background document", {COM(2006) 105final}, Brussels, SEC(2006) 317/2.
56
European Commission, "Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries", Project Report, DirectorateGeneral for Research, Directorate Energy, 2007.
57
European Commission (2000), Annex 1, "Technical Background Document - Security of Energy Supply", (Summary), Green
Paper, COM (2000) (769).
58
59
European Commission, Green Paper on "An Energy Policy for Europe", {COM(2007) 1 final}, Brussels, 10.1.2007.
Arzu Yorkan, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Etkileri”, Bilgi Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009, s. 3-4.
93
Ayrıca Đngiltere’nin çıkacak petrole göre Kıbrıs’taki üslerine istinaden hak isteyebileceği
iddiaları,60 Fransa’nın bir korvetini sondajın yapıldığı 12. Parsele gönderme hazırlığında olduğu ve
Fransız petrol şirketlerinin GKRY hükumetinden araştırma sonuçlarını satın alması da AB yanında
ülke bazında ilgiyi gösteren kayda değer gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç
Son gelişmeler göz önüne alındığında ABD, AB ve Rusya’nın Doğu Akdeniz enerji
kaynaklarında söz sahibi olma girişimlerinin alt yapısı olarak gözükmektedir. Aynı zamanda Doğu
Akdeniz ABD’nin Karadeniz’de sıkıştırmaya çalıştığı Rusya’nın karşı hamleleri için gerekli altyapıyı
oluşturması açısından ilgisinin artacağı ve sonunda hesaplaşmanın enerji şirketleri üzerinden
yaşanacağı bir bölge olma olasılığı artmaktadır.
Son hegemon ABD açısından bakıldığında ise Arap Baharı ve Doğu Akdeniz’deki
gelişmelerin perde arkasında bulunarak Körfez Savaşı sırasındaki gibi uluslararası platformlarda ön
alan ve kamuoyunu etkileme çabalarında boy gösteren bir tavır sergilememiştir. 11 Eylül sonrası
askeri gücü ile sahneye çıkan ABD Arap Baharı’nda farklı bir tutum sergileyerek devrimlerin sadece
salt güç kavramıyla hayata geçmediğini değişik yollarla ülkelerin yönetimlerinin değiştirilebileceğini
göstermiştir. Bu tutum farklı ülkeler ile işbirliği ile desteklendiğinde ABD’nin Irak ve Afganistan
müdahalelerinden sonra bozulan ABD imajını düzeltmek kaygıları ile açıklanmaktadır. Aynı zamanda
ABD karşısında küresel hegemon olma çabaları içinde bulunan Çin’in dünya ile işbirlikçi
uygulamalarının bu tutumda etkili olduğu gözükmektedir.
Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında yaşanan sorunların
hukuksal boyutu olmakla birlikte, esas olanın çıkacak petrol ve doğalgaz rezervinin paylaşımı sorunu
olacağı daha açık anlaşılmaktadır. Küresel güçler ve bölge ülkeleri paylarını artırma mücadelesi
verirken bunun bir sonraki uzun dönemin hegemonunu belirleyebilecek bir avantaj yaratma olasığını
da akıldan uzak tutmamak gerekir.
Etkileyen konumundaki hegemonun çokuluslu bir enerji şirketi ile ortaya koyduğu
girişimlerinin inovasyon boyutu ile diğer küresel hegemonya mücadelesi veren güçlere attığı farkı,
diğer güçler bölgeye zamanla daha fazla deniz kuvveti kaydırmakla karşılamaya çalışacaklardır.
Doğu Akdeniz’den çıkarılacak petrol ve doğalgazın devletler tarafından hangi oranlarda
paylaşılacağını aşağı yukarı tahmin etmek için Hazar petrollerinin geçirdiği süreci hatırlamak iyi bir
referans olacaktır.
60
Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, Startejik Araştırmalar Dergisi, Ocak 2008, Sayı
8(14), s.130-184.
94
KAYNAKÇA
Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 17.Baskı, Đstanbul, Küre Yayıncılık, 2004.
Ali Kurumahmut ve S.H. Başeren, Ege’de Gri Bölgeler: Unutul(may)an Türk Adaları, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, 2004.
Arzu Yorkan, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Etkileri”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı
1, Güz 2009.
Atila Eralp, “Hegemonya”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim
Yayınları, Đstanbul, 2005.
Atila Eralp, “Sistem”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim Yayınları,
Đstanbul, 2005.
Atilla Sandıklı, “Geleceğin Süper Gücü Çin”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009.
Bahadır S.Dilek, “Akdeniz’de ‘Sanal’ Petrol Oyunu”, Cumhuriyet Enerji, 3. Sayı, 25 Mart 2008.
Barry R. Posen, “Command of the Commons: The Military Foundation of US Hegemony”, New
Global Dangers, Massachusetts, The MIT Press, 2004.
Burcu Bostanoğlu ve M.Akif Okur, Uluslararası Đlişkilerde Eleştirel Kuram, Hegemonya,
Medeniyetler ve Robert W.Cox, Ankara, Đmge Yayınevi, 2009.
Cengiz Ekin, Denizden Yükselen Küresel Hegemonya, Dönence Yayınları, Đstanbul, 2011.
Constantine Callaghan,“Is the Eastern Mediterranean Basin Approaching Crisis Point?”, London
Metropolitan University, 18th April 2011.
Dursun Yıldız, “Ortadoğu'da su ve petrol”, USĐAD, 11.04.2008
European Commission, "Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive
and Secure Energy - What is at stake - Background document", {COM(2006) 105final}, Brussels,
SEC(2006) 317/2.
European Commission, "Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries", Project
Report, Directorate-General for Research, Directorate Energy, 2007.
European Commission (2000), Annex 1, "Technical Background Document - Security of Energy
Supply", (Summary), Green Paper, COM (2000) (769).
Faruk Yalvaç, “Uluslararası Đlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (Der), Devlet,
Sistem ve Kimlik: Uluslararası Đlişkilerde Temel Yaklaşımlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2004
George Modelski, Seapower in Global Politics, 1494-1993, Seattle, University of Washington Press,
1988.
95
Gökçe Çiçek Ceyhun et al., “Kıyı Ülkeleri Đçin Deniz Yetki Alnalarının Önemi”, Dokuz Eylül
Üniversitesi, Denizcilik Fakültesi.
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitapevi, Ankara, 2009.
James S. Hsiung, “Seapower, Law of the Sea and China-Japan East China Sea “Resource War””,
Forum on China and the Sea Institiute of Sustainable Development, Macao University of Science and
Technology, 9-11 Ekim 2005, Macao, China.
Jon M. Van Dyke, “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Adaların Rolü”, Uluslararası
Jeografik Birliği, Denizcilik Jeografisi Komisyonu, Seul, 16 Ağustos 2000.
“Kıbrıs’ta Petrol Krizi”, Boğaziçi Üniversitesi-TUSĐAD Dış Politika Formu, Kıbrıs Bülteni-Son
Gelişmeler, 26 Ağustos 2007.
Kudret Özersay, “Annan Planı ve Federal Yasaları Çerçevesinde Doğu Akdeniz Deniz Yetki
Alanları”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Sayı 59-3, p. 203-230.
Maritime Boundaries Geodatabase, 2005.
Mert Bayat, Milli Güç ve Devlet, Belge Yayınları, Đstanbul, 1986.
Mustafa Koç, Uluslararası Hukukta Deniz Alanlarının Sınırlandırılması Gelişmeleri ve Türkiye’nin
Deniz Alanlarının Sınırlandırılması, Unpulished Phd. Thesis, Ankara, Ankara University, Institute of
Social Sciences, Eylül 2006.
Naji Abi-Aad “The Middle East: Petroleum Supply Security or Political Stability?”, Strategic Insight,
vol. 7, 1, 11 Mart 2008 <http://www.ccc.nps.navy.mil/si/2008/Feb/aadFeb08.pdf>
Necmettin Atken, “Taşımacılıkta Çağdaş Motif: Kapıdan Kapıya Taşıma”, 02 Mart 2007, (Çevrimiçi)
http://www.logisticsclub.com//modules.php?name=News&file=article&sid=53
Nico Krisch, “Diğerlerinden Daha mı Eşit? Hiyerarşi, Eşitlik ve Uluslararası Hukukta ABD
Üstünlüğü, ABD Hegemonyası ve Uluslararası Hukukun Temelleri (Ed.: Michael Byers-Georg Nolte)
Phoenix Yayıncılık, Ankara, 2007.
“Ortadoğu: Đsrail-Yunanistan Yakınlaşması”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 05 Nisan 2011.
Onur Öymen’in 7/1190 Esas No’lu Yazılı Soru Önergesi ve Dışişleri Bakanlığı tarafından (Denizcilik
ve Havacılık Genel Müdürlüğü tarafından) Verilen Yanıt, 21 Ocak 2008.
Ömer Akdoğan, “Rusya’nın Enerji Politikasının AB Enerji Güvenliğine Etkisi”, Trakya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne,2008, S.64-67.(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi)
Richard Falk, Dünya Düzeni Nereye? Amerikan Emperyal Jeopolitikası, (Çev. Neşenur Domaniç ve
Nusret Arhan) Đstanbul, Metis Yayınevi, 2005.
Sait Yılmaz, “Büyük Güçler ve Kıbrıs”, Beykent Üniversitesi.
96
Sertaç H.Başeren, “Doğu Akdeniz’deki Son Gelişmeler”, Atılım Üniversitesinde Verilen bir
Konferans, 05 Kasım 2011.
Sertaç H.Başeren, “Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, Stratejik Araştırmalar Dergisi,
Ocak 2008, Sayı 8(14), p.130-184.
Sertaç H.Başeren, Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı, Tüdav Yayınları, Đstanbul, 2010.
Şenay Kaya, “Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdenizin Hukuki Statüsü ve Türkiye
Cumhuriyeti için Stratejik Önemi”, Stratejik Araştırmalar, Şubat 2007, No 9, Ankara. p.19-54.
Thomas P.M. Barnett, The Pentagon’s New Map, New York, Penguin Books, 2004.
U.S.
Energy
Information
Administration,
22
Aralık
2007,
(Erişim)
http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html.
Utku Yapıcı, “Küresel Süreçte Çin’in Ortadoğu Politikası”, Jeopolitik, Đstanbul, 20, 2005.
Yavuz Gökalp Yıldız, Büyük Ortadoğu, 3.Baskı, Đstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004.
http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/5376.htm, (Erişim ) 06 Ekim 2011.
http://library.atilim.edu.tr/kurumsal/pdfs/doguakdeniz.pdf, (Erişim) 03.11.2011.
1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Kullanım Kılavuzu, HAK Yayınevi, Đstanbul,
2001.
97
SU HUKUKUNDAKĐ GELĐŞMELER ÇERÇEVESĐNDE
TÜRKĐYE’NĐN ORTADOĞU’DAKĐ SINIRAŞAN SULARI
Arda ÖZKAN∗
ÖZET
Yeryüzünde su kıtlığı yaşayan Ortadoğu bölgesinde bulunan birçok devlet, akarsuların
paylaşımı konusunda ihtilaf yaşamaktadır. Ortadoğu’nun stratejik açıdan önemli bir ülkesi olan
Türkiye de sahip olduğu su kaynakları nedeniyle bölgede sorun yaşayan ülkelerdendir. Türkiye’nin
Ortadoğu’daki sınıraşan suları Fırat ve Dicle nehirleridir. Aşağı kıyıdaş ülkeler olan Suriye ve Irak
Fırat ve Dicle nehirlerini uluslararası sular olarak görmekte, Türkiye ise bu akarsuları sınıraşan sular
olarak nitelemektedir. Bakış açılarının farklı olmasından dolayı bu su havzaları Türkiye, Irak ve
Suriye arasında sorun yaratmaktadır. Suriye ve Irak, ortak egemenlik ilkesini, yani akarsuların daha
kaynağında paylaşılmasını savunmakta, Türkiye ise akarsuların hakkaniyet ilkelerine uygun olarak
kullanılması görüşünü ileri sürmektedir. Ayrıca başka ülkelerden kaynağını alıp Türkiye’de denize
dökülen Asi Nehri de Türkiye ile Suriye ve Lübnan arasında paylaşım konusunda ihtilaflı bir
suyoludur. Bu çalışmada, uluslararası hukukta oluşturulmasına çalışılan su hukukundaki gelişmeler
dikkate alınarak, Fırat, Dicle ve Asi sınıraşan sularının Türkiye, Irak, Suriye ve Lübnan’ın farklı
politikaları etrafında hukuksal bir zemine koyularak incelenmesi hedeflenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Su hukuku, sınıraşan sular, Fırat, Dicle, Asi.
Giriş
Dünyada var olan suyun sınırlı olması, buna karşın suya olan talebin gittikçe artması; su
sorununu insanlığın çözmekle zorunlu olduğu meseleler listesinin başına yerleştirmiş durumdadır. Su
kaynakları için göz ardı edilemeyecek husus, su doğal kaynağının zaman ve mekân bakımından
uyumlaştırılması ile arz ve talep dengesinin sağlanmasıdır. Bunun temini için de baraj, arıtma tesisleri
ve yerleşim yerlerine uzak mesafelerden su getirilmesi gibi birçok pahalı ve acil yatırımlara ihtiyaç
vardır. Yeryüzünde su kaynakları ve nüfus birbiriyle orantılı olarak dağılmamıştır. Suyun ve nüfusun
orantısız olarak bulunduğu bölgelerden birisi, Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Ortadoğu’dur.1
Bölgede yer alan nehirlerin ülkelerin sınırlarının dışında denize dökülmesi, kaynakların devletler
∗
1
Araş. Gör. Giresun Üniversitesi, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası Đlişkiler Bölümü
Hasan H. Can, “Türkiye’nin Sınır Aşan Suları”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Yıl 12, Sayı 2, 2003, ss. 62-63.
98
tarafından paylaşılması ve nehirlerin üzerindeki egemenlik iddiaları birçok karışık sorunu da
beraberinde getirmektedir.
Ortadoğu çok önemli suyollarının bulunduğu bir coğrafya olmasının yanında mevcut ve sabit
tatlı su kaynaklarının dağılımının dengeli olmaması suya muhtaç ülkeler için yakın vadede çok önemli
bir sorun oluşturmaktadır. Ortadoğu’da su sorunları 1. Dünya Savaşı’ndan ve özellikle Osmanlı
Devletinin yıkılışından sonra küçük ve batıya bağlı ülkelerin ortaya çıkarılması ile 19. yüzyılın
sonlarında ve özellikle de 20. yüzyılda başlamıştır. Merkezi otoritenin coğrafya üzerinde etkili olduğu,
bir başka deyişle bölgedeki son istikrarlı dönemde var olmayan bu sorun Osmanlı Devleti yıkıldıktan
sonra yani bölgeye hâkim yapının değişip, ulus-devletlerin türemeye başlamasıyla kendisini
göstermiştir.2 Bölgedeki akarsular, Ortadoğu’daki yeni yapılanmada sınırların oluşturulmasında
kullanılmış ve bu yüzden ihtilafların kaynağı aslında 20. yüzyılın başlarında başlamıştır.
1. Uluslararası Su Hukuku Çerçevesinde Akarsuların Paylaşımı
Uluslararası alanda, akarsular konusunda kesin ve bağlayıcı hükümler bulunmamaktadır.
Buna rağmen yine de çeşitli dönemlerde, çeşitli hedefler doğrultusunca bir araya gelen BM
Uluslararası Hukuk Komisyonu, Uluslararası Hukuk Derneği, Dünya Su Komisyonu gibi kuruluşlar
akarsuların kullanımına tavsiye niteliğinde deklarasyonlar yayınlamışlar. Ancak üzerinde görüş
birliğine varılmamış olması, yaptırım gücünün yoksunluğu nedeniyle tam anlamıyla alınan kararların
işletilebildiği söylenememektedir.3 Ancak, bu konudaki kararların mevcut olduğu antlaşmalar, ancak
ikili anlaşmalar ve ilgili devletler tarafından oluşturulan anlaşmalarla sınırlı kalmıştır.
Uluslararası akarsuların kullanımı konusunda 15 Aralık 1980 tarihinde BM Genel Kurulu,
Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun hazırlamış olduğu on yedi maddelik deklarasyon yayınlanmıştır.
Tasarı, suların kullanımı, veri paylaşımı-değişimi, kirlenmeyi azaltmak, çevreyi korumak, su
projelerini denetlemek, akarsu akışının denetimine ilişkin hukuksal ölçüler, su eğitimi, ihtilaflı su
tartışmalarını çözmek, çıkacak sorunları önlemek gibi konuları kapsamaktadır. Ancak bu tasarı
muğlak ifadeleriyle bir çok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Akarsuların kullanılmasında
Helsinki Đlkeleri olarak da bilinen bu on yedi maddelik taslağın oluşturulması, Uluslararası Hukuk
Komisyonu’nun 1958 yılında New York’ta yapılan 48. toplantısında kabul edilen dört temel
uluslararası hukuk kuralına dayanmaktadır. Helsinki ilkelerinin bağlayıcı özelliği olmadığından, ancak
2
Özge Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, 1 Ocak 2008, http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/, (Erişim
Tarihi: 1 Ekim 2011).
Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Uluslararası Sular Konusunda Türkiye’nin Yapmış Olduğu Anlaşmalara Genel Bir Bakış”,
Cumhuriyetimizin Đlanının 80. Yılı ve Uluslararası Su Yılı Anısına, Ulusal Su Günleri Bildiri Kitabı, Ankara, 1-3 Ekim 2003, s.
119.
3
99
yaşanan tartışmaların çözümünde bir temel oluşturmuş ve ikili anlaşma yapmak isteyen devletleri
teşvikte olumlu etkide bulunmuştur. Ancak uluslararası akarsu ve su ile ilgili hukuki olgular tam
olarak oluşmamıştır. 1966 Helsinki Konferansı sonrasında dahi hiçbir yaptırım gücü olmayan tavsiye
nitelikli
kararlar nedeniyle
bazı ülkeler
kendi çıkarlarına ters düşecek kararları farklı
yorumlamışlardır. Hatta bazı ülkeler su ile ilgili sorunları oturup tartışmaya, uluslararası tahkime
gitmeye bile yanaşmamaktadırlar. Uluslararası Hukuk Komisyonu, 1991 Haziran’ında gerçekleştirdiği
43. toplantısında ise, on yedi maddelik taslağı genişletip otuz iki maddeye çıkarmıştır. Uluslararası
suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanımına ilişkin sözleşme BM Genel Kurulunda 21 Mayıs
1997’de oylamaya sunulmuştur.4 Ancak bu sözleşme bir tavsiye niteliği taşımasından dolayı herhangi
bir yaptırım gücü taşımamaktadır.
1.1. Kavram ve Tanımlar
a) Ulusal Sular
Bir ülkenin sınırları içinde kaynağını alıp yine aynı ülkenin sınırları içerisindeki bir havzaya
sularını deniz döken sulara ulusal akarsu adı verilmektedir. Ulusal akarsular bulundukları ülkenin
hukuksal rejimine tabidirler.5 Devletin ülkesi içindeki ulusal kaynakları işletmesi ve bunlardan
faydalanması ulusal yetki kavramının içinde kalmakta ve diğer devletleri ilgilendirmemektedir.
Uluslararası hukuk bu konuda ülke devletine tam bir hareket özgürlüğü tanımaktadır.6
b) Uluslararası Sular
Uluslararası su kavramı ilk olarak 1815 tarihli Viyana Kongresi ile ortaya çıkmıştır.
Uluslararası sulardan faydalanma faaliyeti, 19. yüzyıla kadar genellikle ulaşım ile ilgili olduğu için
uluslararası hukuk uluslararası suyolu kavramını, suyollarından ulaşım açısından faydalanmayı esas
alarak geliştirmiştir.7 19. yüzyıldan itibaren gelişen teknoloji, uluslararası sulardan faydalanmada
etkili olmuş, ulaşımının yanı sıra tarımsal sulamanın önemi artmış, enerji üretimi, endüstride su
kullanımı gibi faydalanma şekilleri ortaya çıkmıştır. Uluslararası su kavramının 20. yüzyıldaki yeni
tanımında, ulaşıma elverişlilik unsuru önemini kaybetmiş ve yerini yalnızca coğrafi kıstasa
bırakmıştır. Uzmanlar, uluslararası suyollarını iki veya daha çok devletin ülkesini kesen ya da ayıran
suyollarıdır şeklinde tanımlamıştır.8 Uluslararası Hukuk Derneği ise uluslararası akarsuları, “iki veya
daha çok devletin, sınırları dâhilinde kalan ve içindeki yüzeyde gerek doğal, gerekse suni bütün
4
Sözleşme; Türkiye, Çin ve Burundi’nin ret oyu kullanmasına rağmen 103 kabul, 27 çekimser oy ile oylanarak kabul edilmiştir.
Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, Marmara Coğrafya
Dergisi, Sayı 10, Temmuz 2004, Đstanbul, s. 57.
5
Can, “Türkiye’nin Sınıraşan Suları”, a.g.m., s. 63.
6
Hasret Çomak, “Ortadoğu Su Sorunu”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt
Başkanlığı, Ankara, Sayı 371, 2002, s. 121.
7
Ömer Esenyel, Türkiye’nin Su Potansiyeli ve Bu Potansiyelin Kullanılması, Hak Yayınları, Đstanbul, 2001, s. 30.
8
Yusuf Afat, Güneydoğu Anadolu Projesinin, Ortadoğu’da Yaşanan Su Sorunu Çerçevesinde Bu Soruna Olumlu ve Olumsuz
Etkilerini Đnceleyerek Komşularımızla Uzlaşma Đmkanlarını Belirleyiniz, Yayınlanmamış Akademi Tezi, Đstanbul, 2002, ss. 4-5.
100
akarsuların, belli bir alanın sularını akıtarak bir denize mahreci bulunmayan kapalı ülke içi kısımlara
açılan ortak mahreçlerde son bulduğu bölge” olarak tanımlamıştır.9
Uluslararası akarsu denilince aslında üzerinde ulaşım yapılabilen, stratejik konumdaki
akarsular kastedilmektedir. Ulaşımın dışında, tarımsal üretimin artmasıyla tarım alanında kullanma,
enerji üretiminde, endüstri alanında kullanma ve özellikle de gerek nüfusun artmasından gerek var
olan kaynakların kirlenmesinden gerekse de küresel ısınmaya bağlı olarak mevcut su potansiyelinin
insanların ihtiyaçlarına cevap olamamasıyla suyun önemi artmıştır.10
c) Sınıraşan Sular
Sınıraşan sular, iki ya da daha fazla ülkenin topraklarını kat ederek akan, suyun çıktığı ülke
ile aktığı ülke arasındaki kullanımı eşit olması söz konusu olmayan sulardır.11 Sınıraşan sular
konusunda, kıyıdaş devletlerin haklarını ve yükümlülüklerini belirleyen kapsamlı ve tüm
uyuşmazlıklara uygulanabilir nitelikte uluslararası kurallar bulunmamaktadır. Sınıraşan sular
konusunda kapsamlı bir kurallar dizisinin bulunmaması nedeniyle taraflar, uluslararası hukukun çeşitli
prensiplerini de dikkate alarak, hakkaniyeti sağlamak üzere, kendi hak ve yükümlülüklerini aralarında
yapacakları bir anlaşmayla belirleme yoluna gitmelidirler.12 Ayrıca, ilgili devletler kendi ortak
iradeleriyle akarsuların kollarının da anlaşma kapsamına girip girmeyeceğini belirlemelidirler.
Daha önce belirtildiği gibi uluslararası su, iki farklı devletin topraklarında yer alıp, bu
devletler arasında sınır oluşturan ve her iki ülke arasında paylaşıma tabi olan sulardır. Sınıraşan sular
ise, bir devletin sınırları içinde doğarak akan ve başka devletin sınırlarına geçip buralarda aktıktan
sonra denize dökülen sulardır. Ancak son dönemlerde uluslararası su kavramı, sınıraşan su şeklinde
kullanılmaya başlamıştır. Daha ziyade ulaşım amaçlı kullanım dışında sulama, içme ve enerji için
kullanımı söz konusu olan, iki ya da fazla devlet arasında sınır oluşturan veya farklı ülkelerde doğup
akan sulara sınıraşan su tabiri kullanımı yaygınlaşmıştır.13 Bunun bir göstergesi de, Birleşmiş Milletler
Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından hazırlanan ve 1997’de oylanarak kabul edilen Uluslararası
Suyollarının Ulaşım Dışı Amaçlı Kullanımları Kanunu Hakkındaki Sözleşmesi’nde, sınıraşan suların
yer aldığı havzaları uluslararası suyolları olarak tanımlamasıdır.
Sınıraşan su ile uluslararası su kavramlarının kullanımı, devletlerin çıkarları doğrultusunda
bunlara farklı anlamlar yüklemelerinden dolayı tartışmaya neden olmaktadır. Kullanılan “uluslararası”
ifadesi söz konusu akarsuyun birden çok devleti ilgilendirdiğini belirtmeyi amaçlamaktadır. Ancak,
aşağı
kıyıdaş
devletler
tarafından
bu
kavram,
genellikle
“uluslararasılaştırma”
olarak
9
Cem Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Yararlanma Hakkı, Sevinç Matbaacılık, Ankara Üniversitesi,
S.B.F Yayınları, Ankara, 1970, s. 57.
10
Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Ecological View Upon on Middle East River to Cross the Frontier” International Conference
On Research Trends in Science and Technology, The Lebanese American University, March 7-9, 2005, Beirut and Byblos,
Lebanon, 2005, p. 54.
11
Neşet Akmandor, Su Sorunun Fiziksel Boyutları, Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, Nurol Matbaası, Ankara, 1994, s. 13.
12
Yüksel Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, Ankara Üniversitesi S.B.F. Dergisi, Prof. Dr. Đlhan
Öztrak’a Armağan, Cilt 49, No: 1-2, Ankara, Ocak-Haziran 1994, s. 247.
13
Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y.
101
algılanmaktadır.14 Bunu dayanak olarak gösteren aşağı kıyıdaş devletler, ilgili suyolu ile ilgili
düzenlemelerin tüm kıyıdaş devletlerce ortaklaşa belirlenmesi gerektiğini ileri sürmektedirler.
Devletler, sınıraşan suyla ilgili bir uyuşmazlığı çözümlemeye çalışırlarken, Uluslararası
Hukuk Derneği’nin 1966 tarihli Helsinki ilkelerini ve özellikle Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun
konuya ilişkin sözleşme tasarısının ilgili hükümlerini, yol gösterici ilkeler olarak dikkate almak
durumundadırlar. Çünkü, gerek 1966 Helsinki ilkeleri ve gerekse Uluslararası Hukuk Komisyonunun
tasarısı, devletlerarası uygulamayı yansıtmaktadır. Uluslararası Hukuk Komisyonu, Sınıraşan
Sulardan Ulaşım Dışı Amaçlarla Yararlanma Konusundaki Hukuk ile ilgili sözleşme taslağının ilgili
hükümlerinde sulardan faydalanma konusunda, hakkaniyete uygun ve makul kullanımdan söz
etmektedir. Nitekim, Sözleşme’nin 6. maddesinde, suların kullanımında hakkaniyetle ilgili etkenler ve
ilkelere değinilmektedir. Ancak, sözü edilen bu etkenler ve ilkeler sınırlayıcı bir özellik göstermeyip,
örnek niteliğindedir.15
1.2. Akarsuları Kullanımla Đlgili Doktrinler
Đdealde var olan ancak gerçekte henüz oluşturulmamış olan uluslarüstü bir otoritenin
bulunmaması her ülkenin karşılıklı güvensizlik içerisinde kendi su stratejilerini geliştirmesine sebep
olmaktadır. Akarsuların kullanımına ilişkin olarak genel kabul görmüş bir hukuk düzenlemesi
bulunmamaktadır. Bu nedenle her devlet kendi çıkarına göre bir tanımlama yapmıştır. Devletler,
akarsulardan yararlanma konusunda uluslararası hukukun ikincil kaynaklarından olan doktrinleri
kullanmaktadırlar. Akarsuların geliştirilmesi hususunda, su hukuku açısından tavsiye kararından öteye
gidemeyen ve birbirleri ile tezat oluşturabilen dört doktrin söz konusu olmuştur.16 Bu doktrinler,
Mutlak Egemenlik Doktrini, Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini, Ön Kullanımın Üstünlüğü Doktrini
ve Hakça ve Makul Kullanım Doktrini’dir.
a) Mutlak Egemenlik Doktrini
Mutlak egemenlik doktrini 1895’de ABD’li Başsavcı Jadson Harmon tarafından ileri
sürülmüştür.17 Harmon doktrini olarak adlandırılan bu doktrine göre, yukarı kıyıdaş bir devlet,
sınıraşan bir nehrin kendi ülkesi içerisinde akan kısmında bulunacağı faydalanma eyleminden dolayı
14
“Sınıraşan ve Sınır Oluşturan Sulara Đlişkin Uluslararası Hukukun Durumu”, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi,
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/HukikiBakis.aspx, (Erişim Tarihi: 2 Ekim 2011).
15
Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun tasarısının 6. maddesinde değinilen hakkaniyet ve makul kullanıma ilişkin etkenler; i)
coğrafi, hidrografik, hidrolojik, iklimsel, ekolojik ve doğal nitelikteki diğer etkenler; ii) ilgili kıyıdaş devletlerin sosyal ve
ekonomik ihtiyaçları; iii) kullanımın, diğer kıyıdaş devletlere olan etkileri; iv) sınıraşan suların mevcut ve potansiyel
kullanımları; v) sınıraşan suyun doğal özelliklerinin muhafazası ve korunması, geliştirilmesi ve su kaynaklarının ekonomik
kullanımı, bu amaçlara yönelik olarak alınan tedbirlerin maliyeti; vi) mevcut ve planlanan bir kullanımın muhtemel
alternatifleridir. Devletler, suyu kullanma arzusunda olduklarında, bu sudan hakkaniyete uygun bir şekilde faydalanabilmek
için, diğer kıyıdaş devletlerle iyi niyete ve işbirliği arzusuna dayalı görüş alışverişinde bulunmalıdırlar. Detaylı bilgi için bkz.
Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, a.g.m., s. 251.
16
Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y.
17
Vefa Toklu, Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s. 21.
102
aşağı kıyıdaş devlete karşı hiçbir sorumluluk taşımamaktadır.18 Doktrin ilk olarak 1894-1895 yılları
arasında ABD ile Meksika arasında yaşanan Rio Grande nehrinin kullanımına ilişkin çıkan
uyuşmazlık sırasında ileri sürülmüştür.19
Mutlak egemenlik doktrini genellikle yukarı kıyıdaş ülkelerin hukukçuları tarafından
savunulmaktadır. 21 Mayıs 1906 tarihli, ABD ile Meksika arasında Rio Grande nehrine ilişkin
andlaşma ve ABD ile Kanada arasındaki sınır sularına ilişkin antlaşma dışında mutlak ülke
egemenliğini benimseyen bir başka antlaşma yoktur.20
b) Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini
Doğal durumun bütünlüğü doktrininin ilk savunucusu Đsviçreli hukukçu Max Huber ve
Đngiliz Oppenheim’dir.21 Bu görüş sadece bir akarsuyun topraklarında son bulduğu ülkeler tarafından
savunulmuştur.22 Aşağı kıyıdaş ülkelere akarsulardan faydalanma konusunda üstünlük tanıyan bu
doktrin, mutlak egemenlik doktrinine karşıt görüş olarak ortaya çıkmıştır. Bu doktrine göre, aşağı
kıyıdaş devlet, yukarı kıyıdaş devletin akarsuları kullanırken suyun gerek miktar gerekse kalitesinde
değişiklik yaparak nehrin doğal akımını değiştirmesi konusunda veto hakkına sahip olmaktadır.23
Doğal durumun bütünlüğü doktrininin uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi
sonucunda sınıraşan sulardan faydalanmada, kıyıdaş devletlerin ön anlaşmasını zorunlu kılan bir
kuralın varlığından söz edilemeyeceği, kıyıdaş devletlerin ilerideki muhtemel kullanımlarını koruyan
bir kuralın bulunmadığı, söz konusu doktrinin bir hukuk kuralı olmadığı ve reddedildiği ortaya
çıkmıştır.24 Diyebiliriz ki bu doktrin, yukarı kıyıdaş devletin yapacağı her türlü faydalanma eylemini
yasaklamakta ve bu yüzden hukuksal bakımdan temelsiz bir nitelik arz etmektedir.
c) Ön Kullanım Üstünlüğü Doktrini
Bu doktrini ilk ileri süren yazar Emmerich de Vattel’dir. Bu doktrin, hem yukarı kıyıdaş hem
de aşağı kıyıdaş devletin öne sürebileceği bir doktrin olarak görünmesine karşın yukarı kıyıdaş
devletin zarar verme potansiyeli taşıması nedeniyle, sadece aşağı kıyıdaş devlet tarafından ileri
sürülebilecek bir doktrindir. Doktrine göre, kazanılmış haklar bir iç hukuk düzenlemesi olarak
uluslararası hukuka aktarılmaya çalışılmıştır. Antlaşma yoluyla kazanılmış haklar dışında, uluslararası
hukukta kazanılmış haklara saygı ancak devletlerin ardıllığı söz konusu olduğu zaman ortaya
çıkmaktadır. Devletlerin bir akarsuyun sularını daha önce kullanmaya başlamaları, o devletin bu
18
Suyolunun mecrasının yukarısında bulunan yukarı kıyıdaş, aşağısında bulunan devletlere ise aşağı kıyıdaş devlet adı
verilmektedir. Devran Çetinkaya, Türkiye’deki Su Kaynaklarının Gelecekte Türkiye-Suriye Đlişkilerini Nasıl Etkileyeceğini
Đnceleyiniz, Hak Yayınları, Đstanbul, 2002, ss. 1-4. Yukarı kıyıdaş veya sınırdaş ülke memba ülkesi, aşağı kıyıdaş ülkede
mansap ülkesi olarak isimlendirilebilmektedir. Çomak, “Ortadoğu Su Sorunu”, a.g.m., s. 121.
19
Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Yararlanma Hakkı, a.g.e., s. 108.
20
Tacettin Şimşek, Sınıraşan Suların Hakça ve Makul Kullanımı, Gazi Üniversitesi S.B.E., Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Ankara, 1997, s. 41.
21
Vedat Durmazuçar, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2002, s. 48.
22
Örneğin Irak. Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, a.g.m., s. 249.
23
Mustafa Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku Đlgilendiren Akarsuları, Ankara Üniversitesi
SBE, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1986, s. 86.
24
Toklu, , Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, a.g.e., s. 24.
103
kullanımlarına kazanılmış hak gözüyle bakarak, mutlak dokunulmazlık istemesi, uluslararası hukuk
tarafından kabul edilmemektedir.25
Ön kullanımın üstünlüğü doktrini, bir kıyıdaş devletin diğer bir kıyıdaş devletten daha önce
başladığı faydalanmalara mutlak bir üstünlük tanımaktadır. Akarsulardan faydalanma eylemine diğer
kıyıdaş devletlerden daha önce başlayan bir devlet, kullanımının devam ettiği sürece akarsular
üzerinde bir çeşit kazanılmış hakka sahip olmaktadır.26 Diğer mecra ülkeler ise, suyu kullanmaya
başlayınca, bu hakkı gözetmelidir. Yani kurulu düzeni bozmamak, oluşan ekolojik bütünlüğün
korunması esaslı yaklaşım amaçlanmıştır. Ancak bu hak kapsamında ülkeye akan tüm sular
girmemekte, sadece daha önce kullandığı ön kullanıma konu olan kısım girmektedir.27 Ayrıca,
akarsuya kıyısı bulunan devletler bu suları kullanırken, mansap ülkeler aleyhine faaliyet
göstermemeye dikkat etmek durumundadırlar.
d) Hakça ve Makul Kullanım Doktrini
Bu doktrini geliştiren ABD’li hukukçu C. Eagleten’dur.28 Bu doktrine göre her havza devleti,
kendi ülkesi içinde akan kesiminde, o akarsudan makul ve hakkaniyete uygun bir şekilde faydalanma
hakkına sahiptir. Bu doktrine göre en fazla yarar sağlama ve en az zarar görmenin ölçüsünün ne
olacağı konusu uyuşmazlıklara göre değişeceğinden, doktrini benimseyenler tarafından bazı görüşler
ortaya atılmıştır. Doktrini benimseyen Uluslararası Hukuk Derneği’nin 1966 yılında aldığı Helsinki
ilkelerinin 5. maddesinde, hakça kullanım ilkesini belirleyen faktörler belirlenmiştir. Dernek, bu
kuralların hiçbirinin diğerine göre bir üstünlük taşımadığını ve her özel durumda ilgili tüm faktörlerin
bir bütün olarak ele alınıp değerlendirileceğini de belirtmiştir. Helsinki’de yapılan bu çalışmalarla
suyolları, uluslararası su toplama havzaları olarak ele alınmıştır.29 Helsinki kararlarında akarsu
havzalarında adil ve hakça kullanımlar dile getirilmiş ve bu paylaşımlarda bazı hususların temel
alınabileceği dile getirilmiştir.
Hakça ve makul kullanım görüşüne göre, her kıyıdaş devletin kendi toprakları içinde akan bir
sınıraşan suyu kullanma hakkı bulunmaktadır. Ancak, bu kullanımın; i) makul ölçülerde olması; ii)
aşağı kıyıdaş devletlere önemli zararlar vermemesi; iii) hakkaniyet ilkesine ters düşmemesi
gerekmektedir. Diğer bir deyişle, sınıraşan sular üzerinde her kıyıdaş devlet eşit haklara sahiptir.
Ancak, bu eşitlik hiçbir zaman için suların eşit olarak paylaşılacağı ve değerlendirileceği anlamına da
25
Seha L. Meray, Devletler Hukuku, Cilt: 1, Ankara Üniversitesi, S.B.F. Yayınları, Sayı: 237, 1968, ss. 550-551.
Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku Đlgilendiren Akarsuları, a.g.e., s. 91.
Kamuran Đnan, “Southeastern Anatolia Project and Turkeys Relations With the Middle-East Countries”, Middle East Business
And Banking, 1990, p. 237.
28
Cemal Zehir, Türkiye ve Ortadoğu Su Meselesi, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1998, s. 46.
29
Hakça ve makul kullanım için göz önünde tutulması gereken faktörler Helsinki Kararının 5/2. maddesinde aşağıdaki şekilde
sınırlanmıştır; i) her havza devletinin ülkesine düşen drenaj alanının oranı da dahil olmak üzere, havzanın coğrafi durumu; ii)
her havza devletinin su katkısı da dahil olmak üzere, havzanın hidrolojik durumu, iii) havzayı etkileyen iklim şartları, iv)
mevcut kullanımları da kapsamak üzere, havzanın sularının geçmiş kullanımı; v) her havza devletinin ekonomik ve sosyal
ihtiyaçları, vi) havza devletlerinin her birinde, geçimi havza sularına bağlı nüfus; vii) her havza devletinin ekonomik ve sosyal
ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan çareleri karşılaştırma; viii) yararlanabilecek başka kaynakların bulunması; ix) havza sularının
kullanılmasında, israfın önlenmesi; x) kullanımlar arasındaki çatışmaları uzlaştırma çaresi olarak, bir ya da daha çok havza
devletine tazminat verme imkânları; xi) havza devletinin ihtiyaçlarının, diğer bir havza devletine ciddi zarar verilmeden
karşılanabilme derecesi. Detaylı bilgi için bkz. “Sınıraşan ve Sınır Oluşturan Sulara Đlişkin Uluslararası Hukukun Durumu”,
ORSAM, a.g.y.
26
27
104
gelmemektedir. Öte yandan, yukarı kıyıdaş devletin, sınıraşan sudan yararlanmak amacıyla, bu sular
üzerinde yeni tesisler kurması ve bu tesislerin aşağı kıyıdaş devletin önceki kullanımlarını etkilemesi
uluslararası hukuka aykırı değildir. Ayrıca, yukarı kıyıdaş devletin bu kullanımları, aşağı kıyıdaş
devlete esaslı zararlar vermemelidir. Bir başka deyişle, uluslararası hukuk bu konuda aşağı kıyıdaş
devletin kazanılmış haklarını kabul etmemektedir. Uygulamada, genel olarak, hakkaniyet ilkesi ve
hakkaniyete uygun kullanım, uluslararası hukukun bir kuralı haline gelmektedir. Bu kural, hem
sınıraşan su uyuşmazlıklarının çözümünde hem de bu sulardan optimum faydalanma halleri için
geçerlilik kazanmaktadır.30 BM Uluslararası Hukuk Komisyonu da hakça ve adil bir kullanımın
gerçekleştirilmesini sağlamak üzere sunduğu sözleşme tasarısında, söz konusu ilkeyi benimsemiştir.
2. Türkiye’nin Ortadoğu’daki Sınıraşan Suları
Türkiye’nin Ortadoğu’daki sınıraşan suları deyince, bölgedeki önemli suyollarından en
önemlileri sayılan Fırat ve Dicle nehirleri ve bunlara kıyıdaş ülkelerin farklı görüşleri ortaya
çıkmaktadır. Fırat ve Dicle havzalarının su kaynaklarını paylaşım konusunda Türkiye, Suriye ve
Irak’ın ortak politikaları mevcut değildir. Söz konusu nehirlerin paylaşılması konusunda Türkiye,
Suriye ve Irak’la sorun yaşamaktadır. Diğer taraftan, Lübnan’dan doğup Suriye’ye geçerek ve daha
sonra Türkiye’den denize dökülen Asi’de ise sorun oluşturan ülkeler Suriye ve Lübnan’dır.
Türkiye sahip olduğu su kaynakları itibariyle Ortadoğu’da belirleyici bir role sahip bir
ülkedir. Türkiye’nin sahip olduğu su kaynaklarının Güneydoğu’da süregelen terör hareketleriyle
yakından ilgili olabileceği de uluslararası kimi çevrelerce çeşitli platformlarda iddia edilmektedir.31
Ortadoğu’daki su kaynakları konusunda Arap ve batılı bazı çevrelerin kaleme aldığı birtakım
yapıtların ortak teması Irak ve Suriye’nin daha fazla suya ihtiyacı olduğu, bu gerçekleşmez ise su
savaşının kaçınılmaz olacağı tezidir. Bu tür çalışmalar özellikle Arap milliyetçiliğini de harekete
geçirerek, Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerini oldukça hassas duruma getirebilecektir. Ortadoğu
bölgesindeki su kaynaklarının, bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin en önemli belirleyici unsuru
olduğunu da vurgulamamız gerekmektedir.32 Yine birden çok ülkeyi ilgilendiren akarsularda
Birleşmiş Milletler’in öne çıkardığı “kabul edilebilir zarar” ilkesi hep aşağı kıyıdaş ülkenin gözüyle
değerlendirilmektedir Oysa bu ilkenin aynı zamanda yukarı kıyıdaş ülke için de dikkate alınması haklı
olarak ileri sürülmektedir. Dolayısıyla yukarı kıyıdaş ülke, suyun aktığı aşağı kıyıdaş ülkenin de suya
zarar vermemesini isteme hakkına sahiptir. Çünkü aşağı kıyıdaş ülkenin aşırı ve israf edici kullanımı,
yukarı kıyıdaş ülkenin sularını arzu ettiği şekilde değerlendirememesine yol açmaktadır.33 Bunların
yanında ekonomik, kültürel ve dinsel temelli farklılıklar da bölgedeki mevcut akarsuların paylaşımı
hususunda etkili olmaktadır.
30
Burada hakkaniyet, devletlerin bu sulardan kendi ülkelerinde yararlanırken, aşağı kıyıdaş devletlere esaslı zararlar vermemesi
şeklinde yorumlanmalıdır. Đnan, a.g.m., ss. 249-250.
31
John Bulloch ve Adel Darwish, Su Savaşları, Çev: Mehmet Harmancı, Altın Kitaplar Yayınevi, Đstanbul 1994, s. 16.
32
Samir Salha, Ortadoğu Siyasi, Ekonomik ve Güvenlik Đşbirliği Teşkilatı, Kocaeli Üniversitesi Yayını, Kocaeli, 2004, s. 96.
33
Elizabeth Picard, “Aspects of International Law of the Water Conflict in the Middle East”, Water As An Element Of
Cooperation and Development in the Middle East, Hacettepe University and Friedrich - Naumann Foundation, Ankara, 1994,
p. 215.
105
Türkiye sınıraşan sular konusunda; hakça, makul ve optimum yararlanma ilkeleri ile güven
artırıcı önlemlere dayalı, suyun kendisini değil yararlarını paylaşan, ayrıca şeffaf ve tutarlı
uygulamaları havza bazında gözeten bir politika benimsemektedir.34 Türkiye’nin sınıraşan sular
politikasının hukuki yönünü oluşturan hakça, makul ve optimum kullanım ilkesini, önemli zarar
vermeme ve sınıraşan suyun ülke sınırları içinde kalan kısmının kullanılmasında tam egemenlik
ilkeleri de desteklemektedir. Ayrıca Türkiye, hidropolitikasının hukuki yönünü oluşturmak ve
pekiştirmek üzere sınıraşan su terimini kullanmakta, suyun ortak kullanımında kullanılan sınırlı havza
egemenliği doktrinini benimsemektedir.35
Türkiye gerek Türkiye’de doğup başka ülkelerde denize dökülen (Fırat ve Dicle), gerekse
başka ülkelerde kaynağını alıp Türkiye’den denize dökülen (Asi) akarsular konusunda komşu ülkeler
ile ikili anlaşmaya gitmiş ve taahhütler altına girmiştir.36
Türkiye, Suriye ve Irak arasında sınıraşan suları kapsayan ilk uluslararası anlaşma Lozan
Antlaşması’dır. Anlaşmanın 109. maddesinde, anlaşmanın imzalandığı tarihte yeni bir hudut çizilmesi
yüzünden bir devletin su sistemi diğer bir devletin ülkesinde yapılacak işlere bağlı kaldığı veya bir
devletin ülkesinde, savaştan önceki teamül gereğince diğer bir devletin ülkesinde bulunan sular veya
su kuvveti kullandığı takdirde, ilgili devletlerarasında birbirinin menfaatlerini ve müktesep haklarını
muhafaza edecek bir anlaşma yapılması belirtilmektedir. 37
1946 yılında ise Türkiye ile Irak, aralarında yaptıkları bir anlaşmayla (Dostluk ve Đyi
Komşuluk Đlişkileri Anlaşması) Fırat ve Dicle sularının düzenlenmesi konusunda görüş birliğine
varmışlardır. Türk-Irak Dostluk Anlaşması’nın 1 No’lu protokolünde Fırat ve Dicle nehirleri ile
kolları sularının düzene konması için Türkiye tarafından yapılacak tesislerin her iki ülkenin yararına
olacağı kabul edilmekte, Türkiye’nin inşa edeceği tesislerden Irak’ı haberdar etmesi gereği
belirtilmektedir.38 Anlaşma’ya göre, bu suların düzenlenmesi için yapılan tesisler aynı zamanda
Irak’ın menfaatini de korumayı amaçladığı takdirde, Irak bu tesisler için yapılacak harcamalara
katkıda bulunmayı kabul etmiştir. Diğer yandan bu anlaşma, Türkiye’nin kendi toprakları üzerinde
suların
akışını
düzenlemek
amacıyla
tesisler
yapmasına
ilişkin
egemenlik
haklarını
sınırlandırmamaktadır. Bu tesislerin aynı zamanda sulamaya yönelik kullanımlarının söz konusu
olması halinde ise bu tür bir kullanım, 1946 anlaşması dışında ayrıca bir anlaşmayı gerektirmektedir.
Ancak, 1946 anlaşması, Fırat ve Dicle’nin sularından sulama amacıyla yararlanılmak istemesi halinde,
34
Mithat Rende, “Water Transfer From Turkey to Water-stressed Countries in the Middle East”, 2nd Israeli-Palestinian
International Conference on Water for Life in the Middle East, Antalya, 10-14 October 2004.
35
Onur Öktem, “Türkiye’nin Sınıraşan Politikasında Karşılaştığı Kısıtlar: Dicle-Fırat Örneğinde Yeni Bir Hidrostrateji”,
TMMOB Su Politikaları Kongresi, Ankara 2006, s. 565.
36
Ilgar ve Khalef, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, a.g.m., s. 61.
37
Đsmail
Kapan,
“Büyük
Orta
Doğu
Kavramı
ve
Bölgemizde
Su
Meselesi”,
2004,
www.dunyasugunu.org/2004/ismail_kapan.doc, (Erişim Tarihi: 1 Ekim 2011), s. 16. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sevin Toluner,
“Milletlerarası Suyollarının Ulaşım-Dışı Kullanımları Hukuku Konusunda Son Gelişmeler”, Milletlerarası Hukuk Açısından
Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Genişletilmiş 2. Bası, Beta, Đstanbul, 2004, s. 423.
38
Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 608.
106
Türkiye’nin egemenlik haklarına, iyi komşuluk ilişkilerinin öngördüğünden daha fazla bir sınırlama
da getirmemektedir.39
2.1. Fırat Nehri
Türkiye’nin ve bölgenin önemli bir kaynağı olan Fırat, 2800 km yatak uzunluğuna sahiptir.
Fırat, Türkiye topraklarında 971 km akmakta, ayrıca Karasu, Murat, Kuruçay, Tohma Suyu, Kahta
Çayı, Göksu, Nizip Çayı ve Sacır Suyu ile beslenmekte ve Suriye topraklarına girdikten sonra ise
kaynağını yine Türkiye’den alan Belh Suyu ve Habur Çayı ile beslenmektedir. Fırat yıl boyunca
oldukça düzensiz akan bir ırmaktır. Baharda artan suları yazın ve sonbaharda cılızlaşmaktadır.
Fırat’ın Suriye’den sonra girdiği ülke Irak’tır. Burada yine Türkiye’den gelen Dicle ile
birleşen Fırat, Şattül Arap adını alarak Basra Körfezi’ne dökülmektedir. Fırat Nehri’nin ortalama
yıllık su kapasitesi 31,5 milyar m3’tür. Bu suyun % 89’u yani 28,5 milyar m3’ü Türkiye’den
kaynaklanmaktadır. Fırat Nehri’ne Suriye’den katılan kolların da Türkiye’den giriş yaptığı
düşünülürse Fırat sularının % 98’inin Türkiye’den kaynaklandığı görülmektedir.40 Fırat’ın toplam
suyunun % 56’sı halen Suriye’ye akmaktadır.41 Bu miktar saniyede 500 m3’e denk düşen yıllık 15,768
milyar m3’lük miktardır. Suriye’nin Fırat Irmağı üzerine yaptığı başlıca barajlar Tishreen, Tabga ve
Ba’ath barajlarıdır. Ayrıca Fırat’a Suriye’de katılan ve beslenme kaynaklarını çoğunlukla Türkiye’den
alan Habur Irmağı üzerine de Suriye tarafından Saab, Sohuei ve Taaf adında üç baraj inşa edilmiştir.42
Irak’ın ise Fırat Nehri’nin debisine katkısı sıfırdır.43
2.2. Dicle Nehri
Dicle Nehri’nin 1900 km olan yatağının 523 km’si Türkiye topraklarında yer almaktadır.
Türkiye’de Maden, Dipni, Deve Geçidi, Ambar, Göksu, Aşağı Hanik, Kuruçay, Batman, Garzan,
Botan gibi kollarla beslenerek Cizre’nin güneyinde Türkiye Suriye sınırını oluşturup daha sonra Irak
ile Suriye arasında akarak Irak topraklarına girmektedir.44
Dicle nehir havzası, yıllık ortalama su potansiyeli sıralamasında 21.33 milyar m3 yıllık
ortalama akışı ve ortalama yıllık verimi ile 2. sırada yer alan sınıraşan bir nehir olup,45 üç alt havzadan
oluşmaktadır: Bunlar; Büyük Zap (Đran’dan doğup Türkiye-Irak sınırı boyunca akan Hacibey Deresi,
Şemdinli Çayı ve Küçük Zap), Hezil Çayı (Türkiye-Irak sınırı) ve Dicle nehri (Hazar Gölü-Elazığ’dan
doğar, Türkiye-Suriye sınırı boyunca akar)’dır.46
39
Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları”, a.g.m., ss. 251-252.
John Kolars, “Problems of International River Management: The Case of the Euphrates”, International Waters of the Middle
East From Euphrates -Tigris to Nile, Oxford University Press, 1994, p. 51.
41
“Ortadoğu ve Geleceği”, Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, Đstanbul, 1992, s. 112.
42
Kolars, “Problems of International River Management: The Case of the Euphrates”, a.g.m., s. 51.
43
Kapan, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, a.g.m., s. 17.
44
Can, “Türkiye’nin Sınıraşan Suları”, a.g.m, s. 65.
45
“Türkiye’deki Barajlar ve Hidroelektrik Santraller”, Devlet Su Đşleri, Ankara, 2002.
46
Ferruh Anık, “Hidropolitik Su Kaynakları ve Politik Boyutu”, Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik Yüksek Lisans Ders
Notları, Ankara, 2002, ss. 91-92.
40
107
Dicle nehrinin sularının yüzde 51.9’u, Türkiye topraklarından, yüzde 48.9’u da Irak
topraklarından doğmaktadır. Suriye’nin ise Dicle debisine katkısı sıfırdır. Türkiye, nehir sularından
yılda 6.87 milyar m3 (% 13), Irak 45 milyar m3 (% 83) ve Suriye 2.60 milyar m3 (% 4) kullanmak
istemektedir. Toplam olarak 54.47 milyar m3 tutmaktadır ki, bu da Dicle’nin 48.67 milyar m3 olan
toplam debisinden 5.80 milyar m3 daha fazladır.47
Fırat ve Dicle suları, Suriye ve Irak’a göre uluslararası sulardır. Bu nedenle uluslararası
sulara ilişkin uluslararası teamüller, Fırat ve Dicle suları için de söz konusu olmalıdır. Türkiye ise bu
konuda, kaynağı kendisinde olan söz konusu iki ırmağı, sınıraşan sular olarak tanımlamaktadır. Bu
birbirine yüz seksen derece zıt iki tanımlamadır ve birbirinden çok farklı siyasi sonuçlar vermektedir.
Çünkü uluslararası hukuk açısından, uluslararası sular ile sınıraşan sular arasındaki ayırım ile ve
bunlar üzerindeki hak ve yetkiler oldukça açık biçimde belirlenmiştir. Uluslararası sular, yakaları iki
veya daha fazla ülkenin egemenliği altındaki ülkelerdir ve bu tür sular genellikle paylaşılmaktadır.
Bu, ya ortay hat veya talveg hattı ile belirlenmektedir. Bunlara örnek olarak, Türkiye ile Yunanistan
arasında sınır çizen Meriç ve Türkiye ile Gürcistan arasında aynı işlevi gören Arpaçay nehirlerini
gösterebiliriz. Sınıraşan sular ise, iki veya daha fazla ülkenin topraklarını kat eden sulardır ki, Dicle ve
Fırat bunların en tipik örnekleridir.48
Fırat ve Dicle nehirleri, sınırlarımız dışına çıkıp başka ülkeden deniz dökülürken, Asi Nehri
ise Lübnan’dan doğup Suriye’den Türkiye’ye geçip denize dökülmektedir.49 Lübnan’ın Beka
vadisinde bulunan Labweh kaynaklarından doğan Asi nehri, Lübnan ve Anti-Lübnan dağları arasında
kuzeye doğru akmaktadır. Asi nehri batı Asya’da Levant kıyısında kuzeye doğru akan tek nehir olma
özelliğini taşımaktadır. Hermel şehrinden sonra Suriye sınırlarına giren nehir, Katina rezervuarına
akar ve kuzeye doğru akışına devam etmektedir. Suriye’nin Humus ve Hama şehirlerini de geçtikten
sonra Ghap vadisi içerisine girmektedir. Türkiye-Suriye sınırını oluşturduktan sonra, Türkiye sınırları
içerisinde batıya doğru kıvrılmakta ve Akdeniz’e dökülmektedir.50
Suriye Hatay’a ulaşan Asi’yi sınıraşan su olarak kabul etmemektedir. Bu tarihi yaklaşım
sonucunda Suriye Asi Nehri’ni kendi topraklarında denize dökülüyormuş gibi mütalaa etmektedir.51
1939 yılında Ankara’da, Suriye ile Asi nehrinin sularının kullanımına ilişkin bir protokol
imzalanmıştır. Bu protokole göre, Asi nehrinin suları eşitlik ilkesine dayalı olarak kullanılması
47
Kapan, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, a.g.m., s. 17.
Bu alanın ünlü kuramcılarından Sauser Hall, “Suyun çıktığı ülkeler ile aktığı ülkeler arasında eşit egemenlik söz konusu
olamaz.” demektedir. Kapan, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, a.g.m., ss. 16-17.
49
Can, “Türkiye’nin Sınır Aşan Suları”, a.g.m, s. 65. Asi Nehri havzasının toplam 2,8 milyar m³ civarındaki su potansiyelinin
0,3 milyar m³ kadarı Lübnan’dan, 1,2 milyar m³ kadarı Suriye’den gelmekte; Türkiye’den ise, 0,2 milyar m³ Afrin’den Suriye
geçen sular dâhil olmak üzere, 7.796 km² alandan 1,3 milyar m³ kadarı kaynaklanmaktadır. Ünal Öziş et al., “Güneydoğu
Anadolu Projesi ve Su Siyaseti”, Đnşaat Mühendisleri Odası Đzmir Şubesi Haber Bülteni, Şubat 2004,
www.imoizmir.org.tr/dosyalar/dergi_icerik/d115.pdf, (Erişim Tarihi: 2 Ekim 2011), s. 37.
50
Tuğba Evrim Maden, “Türkiye-Suriye Đlişkileri: Sınıraşan Sularda Örnek Đşbirliği Olarak Asi Dostluk Barajı”, ORSAM Su
Araştırmaları Programı, Rapor No: 5, Mayıs 2011, s. 11; Ayrıca bkz. Ayşegül Kibaroğlu et al., Cooperation Turkey’s
Transboundary Waters, Adelphi Research, October, 2005, p. 66.
51
Vedat Durmazuçar, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2002, s.124.
48
108
hükmüne bağlanmıştır. Fakat, Asi nehrinin sularının kullanımı konusunda kapsamlı bir anlaşmaya
rastlanamamıştır.52
Suriye, Asi’yi büyük ölçüde sulamada kullanarak yaz mevsimi boyunca suların Türkiye’ye
ulaşmasını engellemektedir. Suriye, Asi Nehri’nden yaptığı sulamalarda tasarruf sağlayıcı sulama
yöntemlerine de başvurmayarak bu nehirlerden Türkiye’nin yararlanmasını imkansız bir hale
getirmektedir. Suriye Asi Nehri üzerinde yaptığı çalışmalar konusunda da Türkiye’ye bilgi
vermemektedir. Oysa Türkiye, Fırat ve Dicle üzerinde yaptığı bütün projelerde Suriye’yi
bilgilendirmekte ve 1987 yılında yapılan bir protokole istinaden de bu ülkeye Fırat Nehri’nden
saniyede 500 m3 su bırakmayı da sürdürmektedir. Suriye ve Lübnan, Asi Nehri’nin sularının yaklaşık
% 98’ini kendi ülkelerinde kullanmakta, Türkiye’ye bırakmamaktadırlar. Asi Nehri’nin su
kapasitesinin % 2’sini Türkiye kullanmakta olup, bu miktar da nehre Türkiye’den katılan sulardır.53
Asi Irmağı’nın Türkiye açısından önemi büyük olmasına ve sorunun tartışılmaya açık birçok
yönü olmasına rağmen, Suriye suların kullanımını görüşmeye yanaşmamaktadır. Böylece bölge
topraklarının sulanması açısından Asi suyunu talep eden ve talebine karşılık bulamayan Türkiye’nin
omuzlarına büyük bir ek külfet yüklenmekte, bölge tarımı Suriye’nin bu tutumundan dolayı zarar
görmektedir.54
Sonuç ve Öneriler
Sınıraşan akarsulardan hangi tarafın ne kadar yararlanılacağı konusu özellikle Ortadoğu’da
karmaşık bir konudur. Bugün tartışmakta olduğumuz bölgenin su meselesi, bölgesel ve devletlerarası
bir sorun olmakla, uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler disiplini çerçevesinde çözüm aranan bir
konudur. Birçok devlet su kullanımı konusunda ihtilaf yaşamaktadır. Ayrıca, su kaynaklarının
kullanımı için çatışma çıkma riskine karşı ya da su kaynaklarının kullanımının çevre ile uyumlu
biçimde gerçekleştirilmesi için yasalar gerekmektedir.55 Bundan dolayı, akarsuların kullanılması
konusunda herhangi bir çatışma veya kriz yaşanmadan kıyıdaş devletler arasında gerekli hukuksal
düzenlemelerin ve metinlerin oluşturulması gerekmektedir.
Türkiye, Suriye ve Irak arasında, uyuşmazlıkların zorunlu olarak çözümü konusunda iki veya
çok taraflı bir anlaşma mevcut değildir. Bu nedenle, Türkiye ve güney komşuları, sözde var olan
uyuşmazlığın barışçı yollardan çözümlenebilmesi için, iyi niyetlerini ortaya koymak zorundadırlar.56
52
Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, a.g.m., s. 64.
Can, “Türkiye’nin Sınıraşan Suları”, a.g.m, s. 66.
54
Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y. Yapılan hesaplamalara göre son yıllarda Suriye Asi Nehri üzerine inşa
ettiği barajlarla Hatay’ın önemli ovası olan Amik Ovası’nın sularının 1/3’ünü kesmiş bulunuyor. Detaylı bilgi için bkz.
“Ortadoğu ve Geleceği”, Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, a.g.e., s. 114.
55
Bulloch ve Darwish, Su Savaşları, a.g.e., s. 146.
56
Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları”, a.g.m., s. 245.
53
109
Söz konusu ülkelerin farklı görüşlerini göz önünde bulundurarak mevcut sorunsalın bir veya birden
çok soruna dönüşmeden çözümlenebilmesi için birtakım önerilerin dile getirilmesi gerekmektedir.
Suriye’nin mevcut sorunda, sınıraşan sular yerine uluslararası sular kavramlaştırmasını tercih
etmektedir. Yani Suriye, suların dağılımının üç ülke arasında eşit olması gerektiğini kendisine sav
etmiş durumdadır. Asi nehri için tartışmaya açmadığı konuyu Fırat ve Dicle’de tartışılabilinir
bulmaktadır. Türkiye’nin su meselesinde, zaman zaman suyu kesme tehdidinde bulunduğunu da öne
sürerek, sorunun uluslararası arenada çözümlenmesinden yana bir tavır ortaya koymaktadır. Diğer
taraftan Irak, bu konuda kazanılmış bir takım haklarının olduğuna dair bir tez savunmakla birlikte,
tezini savunurken de bu iki ırmağının binlerce yıldır Mezopotamya halklarının yaşam kaynağı
olageldiğini ve bu nedenle de sulardan talep ettiği miktarın kendisine verilen tarihsel bir hak olduğunu
ileri sürmektedir. Dolayısıyla, Suriye ve Irak’ın bu konuyla ilgili olarak ortak bir tutum içinde
olduklarını söylemek mümkündür. Đki ülke de “ortak paylaşım hakkı” savına vurgu yaparak
Türkiye’nin bu suları sınıraşan sular statüsünde ele alamayacağını ifade etmektedirler.57 Bu yüzden
her iki ülke de Türkiye ile daha önce yapılan yasal düzenlemelerin artık bir değerinin olmadığını dile
getirmekle beraber, akarsuların ortak paylaşımı konusunda yeni bir yasal çerçevenin çizilmesi
gerektiğine inanmaktadırlar.
Türkiye’nin ise, sulardan yararlanma konusunda bir sonuca ulaşabilmek için iyi niyetinin bir
sonucu olarak çözüme dair yaptığı önerilerin başında, sorunun küresel bağlamda değil bölgesel, yani
soruna taraf ülkeler arasında çözülmesi gereği gelmektedir. Sorun, Irak ve Suriye’nin talebinin aksine
sadece Fırat ve Dicle ele alınarak değil, tarafları bağlayan bütün su kaynakları hesaba katılarak
çözümlenmelidir. Dicle için ayrı, Fırat için ayrı çözüm politikaların geliştirilemeyeceği aşikardır.
Bunun nedeni de gerektiğinde bu nehirlerden birbirine su transferi yapılabilinecek olmasıdır. Ayrıca
Türkiye, bir komite kurularak, tarafları bağlayan su sorunsalın çözümüne yönelik Üç Aşamalı Plan
dâhilinde çalışılmaya başlanmasını savunmaktadır. 1984’te ortaya atılan bu plana göre havza ülkeleri
hidrojeoloji uzmanları ile ilk aşamada havzanın hidrolojik verilerini çıkartacak, genellikle birbirinden
çok farklı olan veriler böylece bir paralellik kazanacaktır. Đkinci aşamada, havzanın toprak envanteri
çıkarılacak; son aşamada ise, elde edilen bu bilgilerin doğrultusunda su verimliliğini en üst düzeye
çıkaracak şekilde su kaynaklarının kullanımına çalışılacaktır.58 Fakat, söz konusu planın
gerçekleştirilmesi diğer ilgili devletler tarafından olumlu karşılanmamıştır. Bu yüzden akarsuların
kullanımının hakça ve makul seviyelerde gerçekleşmesi hususunda plan hala işlerlik kazanabilmiş
değildir.
Türkiye’ye göre sınıraşan sular, Suriye, Irak ve Lübnan’a göre uluslararası sular olarak
tanımlanan bölgedeki akarsuların paylaşılması sorununun çözülmesi için Türkiye’nin söz konusu üç
ülke ile ikili görüşmeler yapması, ikili ilişkilerinin geliştirilmesiyle birlikte diğer sorunların yanında
su sorununun gündeme getirilmesi, daha sonrasında ise bir komisyon kurularak ilgili tüm devletlerin
57
Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y.
H. Miray Vurmay, “Orta Doğu’da Alevlenen Sular”, Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi, Orta Doğu
Araştırmaları Masası, Eylül 2004, http://www.tusam.net/makaleler, (Erişim Tarihi: 3 Ekim 2011).
58
110
yer aldığı çok taraflı bir zeminde
“akarsuların hakça kullanımı” başlıklı
müzakereler
gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin önerdiği Üç Aşamalı Planın veya ilgili devletlerin
önereceği görüşlerin işlerlik kazanabilmesi için bu gibi gerekli adımların ortaklaşa atılması
gerekmektedir.
Kaynakça
Afat, Yusuf, Güneydoğu Anadolu Projesinin, Ortadoğu’da Yaşanan Su Sorunu Çerçevesinde
Bu Soruna Olumlu ve Olumsuz Etkilerini Đnceleyerek Komşularımızla Uzlaşma Đmkanlarını
Belirleyiniz, Yayınlanmamış Akademi Tezi, Đstanbul, 2002.
Akmandor, Neşet, Su Sorunun Fiziksel Boyutları, Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, Nurol
Matbaası, Ankara, 1994.
Anık, Ferruh, “Hidropolitik Su Kaynakları ve Politik Boyutu”, Hacettepe Üniversitesi
Hidropolitik Yüksek Lisans Ders Notları, Ankara, 2002.
Bir, Mustafa, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku Đlgilendiren
Akarsuları, Ankara Üniversitesi SBE, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1986.
Bulloch, John ve Darwish, Adel, Su Savaşları, Çev: Mehmet Harmancı, Altın Kitaplar
Yayınevi, Đstanbul 1994.
Can, Hasan H., “Türkiye’nin Sınır Aşan Suları”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Yıl 12,
Sayı 2, 2003, ss. 62-74.
Çetinkaya, Devran, Türkiye’deki Su Kaynaklarının Gelecekte Türkiye-Suriye Đlişkilerini
Nasıl Etkileyeceğini Đnceleyiniz, Hak Yayınları, Đstanbul, 2002.
Çomak, Hasret, Ortadoğu Su Sorunu, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı
Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Ankara, Sayı 371, 2002.
Durmazuçar, Vedat, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık,
Đstanbul, 2002.
Esenyel, Ömer, Türkiye’nin Su Potansiyeli ve Bu Potansiyelin Kullanılması, Hak Yayınları,
Đstanbul, 2001.
Furtuna,
Özge,
“Ortadoğu,
Su
Sorunu
ve
Türkiye”,
1
Ocak
2008,
http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/, (Erişim Tarihi: 1 Ekim 2011).
Ilgar, Rüştü and Khalef, Salem, “Ecological View Upon on Middle East River to Cross the
Frontier” International Conference On Research Trends In Science And Technology, The Lebanese
American University, March 7-9, 2005, Beirut and Byblos, Lebanon, 2005.
Ilgar, Rüştü ve Khalef, Salem, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan
Bir Bakış”, Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı 10, Temmuz 2004, Đstanbul, ss. 53-72.
111
Ilgar, Rüştü ve Khalef, Salem, “Uluslararası Sular Konusunda Türkiye’nin Yapmış Olduğu
Anlaşmalara Genel Bir Bakış”, Cumhuriyetimizin Đlanının 80. Yılı ve Uluslararası Su Yılı Anısına,
Ulusal Su Günleri Bildiri Kitabı, Ankara, 1-3 Ekim 2003.
Đnan, Kamuran, “Southeastern Anatolia Project and Turkey’s Relations With the Middle-East
Countries”, Middle East Business And Banking, 1990.
Đnan, Yüksel “Sınıraşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, Ankara Üniversitesi
S.B.F. Dergisi, Prof. Dr. Đlhan Öztrak’a Armağan, Cilt 49, No: 1-2, Ankara, Ocak-Haziran 1994, ss.
243-253.
Kapan, Đsmail, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, 2004,
www.dunyasugunu.org/2004/ismail_kapan.doc, (Erişim Tarihi: 1 Ekim 2011).
Kibaroğlu, Ayşegül et al., Cooperation Turkey’s Transboundary Waters, Adelphi Research,
October, 2005.
Kolars, John, “Problems of International River Management: The Case of the Euphrates”,
International Waters of the Middle East From Euphrates -Tigrıs to Nile, Oxford University Press,
1994, ss. 44-95.
Maden, Tuğba Evrim, “Türkiye-Suriye Đlişkileri: Sınıraşan Sularda Örnek Đşbirliği Olarak
Asi Dostluk Barajı”, ORSAM Su Araştırmaları Programı, Rapor No: 5, Mayıs 2011.
Meray, Seha L., Devletler Hukuku, Cilt:1, Ankara Üniversitesi S.B.F. Yayınları, Sayı: 237,
1968.
“Ortadoğu ve Geleceği”, Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, Đstanbul, 1992.
Öktem, Onur, “Türkiye’nin Sınıraşan Politikasında Karşılaştığı Kısıtlar: Dicle-Fırat
Örneğinde Yeni Bir Hidrostrateji”, TMMOB Su Politikaları Kongresi, Ankara, 2006.
Öziş, Ünal, et al., “Güneydoğu Anadolu Projesi ve Su Siyaseti”, Đnşaat Mühendisleri Odası
Đzmir Şubesi Haber Bülteni, Şubat 2004, www.imoizmir.org.tr/dosyalar/dergi_icerik/d115.pdf,
(Erişim Tarihi: 2 Ekim 2011).
Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, 2. Kitap, Gözden Geçirilmiş 8. Bası, Turhan
Kitabevi, Ankara, 2007.
Picard, Elizabeth, “Aspects of International Law of the Water Conflict in the Middle East”,
Water As An Element Of Cooperation and Development in the Middle East, Hacettepe University and
Friedrich - Naumann Foundation, Ankara, 1994, ss. 213-370.
Rende, Mithat, “Water Transfer From Turkey to Water-stressed Countries in the Middle East,
2nd Israeli-Palestinian International Conference on Water for Life in the Middle East, Antalya, 10-14
October 2004.
112
Salha, Samir, Ortadoğu Siyasi, Ekonomik ve Güvenlik Đşbirliği Teşkilatı, Kocaeli
Üniversitesi Yayını, Kocaeli, 2004.
Sar, Cem, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Yararlanma Hakkı, Sevinç
Matbaacılık, Ankara Üniversitesi, S.B.F Yayınları, Ankara, 1970.
“Sınıraşan ve Sınır Oluşturan Sulara Đlişkin Uluslararası Hukukun Durumu”, Ortadoğu
Stratejik Araştırmalar Merkezi, http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/HukikiBakis.aspx, (Erişim
Tarihi: 2 Ekim 2011).
Sönmezoğlu, Faruk, Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, Đstanbul, 2005.
Şimsek, Tacettin, Sınıraşan Suların Hakça ve Makul Kullanımı, Gazi Üniversitesi SBE,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1997.
Toklu, Vefa, Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara,
1999.
Toluner, Sevin, “Milletlerarası Suyollarının Ulaşım-Dışı Kullanımları Hukuku Konusunda
Son Gelişmeler”, Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları,
Genişletilmiş 2. Bası, Beta, Đstanbul, 2004.
“Türkiye’deki Barajlar ve Hidroelektrik Santraller”, Devlet Su Đşleri, Ankara, 2002.
Vurmay, H. Miray, “Orta Doğu’da Alevlenen Sular”, Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri
Araştırma Merkezi, Orta Doğu Araştırmaları Masası, Eylül 2004, http://www.tusam.net/makaleler,
(Erişim Tarihi: 3 Ekim 2011).
Zehir, Cemal, Türkiye ve Ortadoğu Su Meselesi, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1998.
113
DENĐZ ALANLARININ SINIRLANDIRILMASI VE
AKDENĐZ GÜVENLĐĞĐ
Burak Şakir Şeker••∗
Özet
Her ülke denizlerden maksimum fayda ile refah seviyesini arttırmak ister; ancak bunu
uluslararası düzenleme ve teamüller çerçevesinde yapmak zorundadır. Birden fazla ülkenin komşu
olduğu denizlerde kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge (MEB) gibi düzenlemeler gerekmekte ve
ülkelerin denizlerden faydalanabilme imkânlarını sınırlandırmaktadır.
Bu sebeple her kıyı ülkesi en geniş alanda yetki elde ederek doğal kaynakları (maden, petrol,
balıkçılık vb.) işlemeyi amaçlamaktadır. Enerji kaynaklarının ve ulaştırma koridorlarının kesiştiği bir
bölge olan Akdeniz için deniz yetki alanlarının önemi; deniz alanlarında uygulanacak hukuki, askeri,
siyasi ve ticari stratejilere de yansıyacaktır.
Bu çalışmanın amacı; deniz alanların sınırlandırılmasının kıyı ülkelerin güvenliğine, sosyal,
ekonomik ve mali çıkarlarına etkisini belirtmek ve bu etkilerin de Akdeniz güvenliğine tesirini ortaya
koymaktır. Çalışma kapsamında öncelikle deniz yetki alanlarına ilişkin temel kavramlara yer verilmiş,
deniz alanlarının kıyı ülkeleri için ne ifade ettiği belirtilmiş, örnek davalar incelenmiş, sınırlandırmada
esas alınacak hususlar ortaya konmuş ve tüm bu veriler ışığında deniz alanlarının sınırlandırılması ile
güvenlik ilişkisine değinilmiştir.
Giriş
Deniz
alanlarının
sınırlandırması1
çalışmaları
bir
uluslararası
hukuk
sorununun
detaylandırılmasıdır. Burada vurgulanan husus, ülkesel egemenlik ve kısıtlı egemenlik olarak tarif
edilebilen şekilde denizlerin paylaşımında birbiri üzerine örtüşen alanlarda antlaşma sağlanamaması
durumunda uyuşmazlıkların çözümünde kullanılacak ilke ve kurallardır.
∗
Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi
114
Deniz alanlarının sınırlandırılması deniz alanlarının sınırlarının belirlenmesinden farklı bir
durumdur; kıyı devletinin yargı yetkisini kullanabileceği kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik
bölgelerinin, kıyıları bitişik bir başka devlet ile üst üste örtüşmesi sonucunda meydana gelen
çakışmanın sınırlandırılmasıdır. Dar denizler, kıyı şekilleri, adalar gibi nedenlerle; devletler yetkilerini
kullanırken bir deniz sınırı belirlemesini zorunludur.1 Belirli bir denizalanı birden fazla ülkeyi
ilgilendirirse, bu ülkelerin deniz alanları için sınırların oluşturulması gerekmektedir.
Tarafların çatıştığı durumlarda genellikle ilk akla gelen çözüm, eşit deniz alanları hukuku
olmuştur. Ancak, her çatışma alanında bu tür çözüm adil olamayacaktır, “hakkaniyet prensipleri”
ortadan kalkacaktır. Bu sebeple her bölgenin kendine has çözümü olacaktır, buna “özel durum” da
diyebiliriz. “Đlgili şartlar” ya da “özel şartlar” olarak adlandırılan bölgesel niteliklerde temel vurgu
coğrafyadır: kıyı uzunlukları, kıyı şekilleri, adalar, adacıklar.2
Denizler ile ilgili hukuk; 1958 ve 1982 Sözleşmeleri ile uluslararası teamül kurallarından
oluşmaktadır. 1958 ve 1982 Sözleşmeleri taraf olan devletler açısından geçerlidir.3 Teamül kurallarını
yansıtan hükümler, hukuk kuralı olarak geçerliliklerini sürdürmektedir. 1982 Sözleşmesine Türkiye
gibi taraf olmayan devletler olsa da bu sözleşme hükümleri devletlerin çoğunluğu tarafından kabul
edilip uygulanması nedeniyle deniz hukuku konularında referanstır.4
Mahkemelerin görevi, olaylara hakkında kuralları ortaya çıkarmaktır. Taraf olmayan ülkeler
için her ne kadar bu organların çalışmalarının bağlayıcılığı olmasa da bu konudaki değerlendirmeleri,
Ege Denizi Kıta Sahanlığı Davası’nda olduğu gibi devletler arasındaki ilişkileri de etkilemektedir.5
Deniz hukukunun en iyi kodifiye edilen hukuk alanı olmasına rağmen; sınırlandırma
hukukundaki “çok fazla değişken” durumu hukukun metotlarını etkilemektedir. Deniz alanlarının
sınırlandırılmasındaki uyuşmazlığın şekillendirilmesinde hukuk parametrelerinin iyi değerlendirilmesi
zorunludur. 6
Akdeniz; Kıbrıs, Sicilya, Malta Adalarına, Süveyş Kanalı’na sahip olması ve Dünya petrolünün
çoğunu barındıran Ortadoğu’yu kontrol altında tutması nedeni ile tüm dünyanın ilgisini çekmektedir.
Doğu Akdeniz’in en önemli adası olan Kıbrıs, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’in kontrol edilmesinde
1
Lucius Caflish, “Maritime Boundaries, Delimitation”, EPIL, Vol. 11, (Law of the Sea-Air and Space), s. 212.
2
Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America Journal of International Law , vol.
84, (1990), s. 837–858.
3
Ferit Hakan Baykal, Deniz Hukuku Çalışmaları, Alfa Basım Yayım Dağıtım, Đstanbul, 1998, s. 115.
4
Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint Pierre ve Miquelon Davaları”,
Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı:1-3, s. 563.
5
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, I. Kitap, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 240.
6
Yoshifumi Tanaka, “Reflections on Maritime Delimitation in the Cameroon/Nigeria Case”, ICLQ, Vol.53, April 2004, s. 369.
115
jeopolitik ve jeostratejik açıdan oynadığı rolden dolayı ilgi odağıdır. Adanın stratejik değeri, bloklar
arası menfaat çatışmalarına artırmaktadır. Đskenderun-Basra-Süveyş üçgeni, adeta Ortadoğu
bölgesinin kalbi gibidir; Kıbrıs ise Ortadoğu’ya giriş anahtarı olarak bu üçgenin iki köşesini
Đskenderun ve Süveyş’i kontrol altında bulundurur.
II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan denizlerin paylaşımı mücadelesinde devletler, hem kara
suları dışındaki deniz yetki alanları haklarını ararken, hem de geniş okyanus alanlarındaki
menfaatlerini hukukî güvenceye almak için çalışmaktadırlar.7 XXI. yüzyılda, denizlerde sahip olunan
egemen hakları genişlemiştir. Kara suları, bitişik bölge ve balıkçılık bölgesi gibi dar deniz alanlarından
başka; egemen haklar ve yetkiler tanınan “Kıta Sahanlığı” ve “Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)”
gibi geniş deniz alanları Uluslararası Hukuka bütünleştirilmiştir. 8
Uluslararası Hukuk kurallarının geçirdiği değişim, bölge siyasî coğrafyası, karşılıklı menfaatler
ve bölgenin en can alıcı noktaları zengin petrol ve doğal gaz yatakları; Akdeniz’de deniz alanlarının
sınırlandırılmasına ilişkin kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırmasını her an taraflar arasında tırmanmaya
açık ve uzun vadeli bir sorun haline getirmiştir.
Sınırlandırmanın Temelleri
Sınırlandırma hukukunun başlangıcı olarak, 1942 yılında Birleşik Krallık (Đngiltere) ve
Venezüella arasında imzalanan Parya (Paria) Körfezinde karasularının dışındaki deniz yatağının
sınırlandırılmasına ilişkin antlaşma gösterilir.
Ancak 28 Eylül 1945 tarihinde ABD Başkanı
Truman’ın kıta sahanlığı ve balıkçılık hakları konusunda kıyı devletinin haklarına ilişkin yapmış
olduğu “Truman Deklarasyonu” konu üzerinde önceliğini korumaktadır. Deklarasyonlar, karasuları ve
bitişik bölgenin dışında açık denizlere doğru yeni deniz alanlarının tesisini gündeme getirmiştir.
Karşılıklı kıyılara sahip devletlerin kıta sahanlıklarının sınırlandırmasına ilişkin bir çözüm önerisi
deklarasyonun içine dahil edilmiştir. 9
7
Kurumahmut, A. “Ege’de Egemenliği Tartışmalı Adalar Sorunun Ortaya Çıkışı”, Ege’de Temel Sorun, Egemenliği Tartışmalı
Adalar, (Kurumahmut, A. ed.), Ankara 1998, s. 4.
8
Yücel, A. “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye” konulu tebliği, Deniz Hukuku Sempozyumu,
21-22 Haziran 2004, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Ankara, s. 3.
9
Aslan Gündüz, The Concept of the Continental Shelf in Its Historical Evolution (With Special Emphasis on Entitlement),
Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü Yayını, Đstanbul, 1990, s.24-25
116
Truman Deklerasyonu öncesinde sınırlandırma; karasuları, boğazlar, körfezler, koylar ve
göller ile kısıtlı kalmıştır.10 1958 Deniz Hukuku Konferansında, kıyıları karşı karşıya veya yan yana
olan devletlerarasında karasuları ile kıta sahanlığı sınırlandırılmasına ilişkin kurallar belirlenmiştir.
1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nde yer alan sınırlandırma maddesi 1982 Birleşmiş Milletler Deniz
Hukuku Sözleşmesi’nde tamamıyla farklı bir düzenlemeye dönüşmüştür.11 Bu kapsamda yeni bir
kavram olarak Münhasır Ekonomik Bölge’nin farklı bir deniz alanı olarak ortaya çıkmasıyla deniz
hukukunda bir başka alan daha sınırlandırılma hukukuna dahil edilmiştir.12
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konferansı ve Sınırlandırma
1969 Kuzey Denizi Davaları ve 1977 Manş Denizi Davasında uygulanan kriterlerin teknolojik
gelişmeler sonucunda geride kaldığını göstermiştir. Latin Amerika dünyasında kıta sahanlığı
kavramından farklı olarak yeni alanlar iddia edilmiş hem deniz yatağı hem de üzerindeki su kütlesinde
egemenlik haklarında bulunulmuş; ancak Münhasır Ekonomik Bölge kavramı tesis edilince çözüme
ulaşılmıştır.13
Kıta sahanlığının devlete tanıdığı yetkilere ek olarak bazı devletler bunun münhasır
ekonomik bölge içine alınmasını ve kıta sahanlığı kavramının ortadan kaldırılmasını teklif etmiştir.
Çoğunluğun ise münhasır ekonomik bölge ile kıta sahanlığı kavramını devam ettirme isteği kıta
sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılmasını mecbur kılmıştır.14
Kıta Sahanlığı Sınırlandırılması Çalışmaları
Münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılmasını düzenleyen 74. madde ve kıta sahanlığının
sınırlandırılmasını düzenleyen 83. maddenin oluşumunda Deniz Hukuku Sözleşmesi toplantılarında
10
Sang-Myon Rhee, “Sea Boundary Delimitation Between States Before World War II”, AJIL, Vol.76, No.3, July 1982, s. 555588
11
S.P.Jagota, Maritime Boundary, Martinus Nijhoff Publishers, Dordrecht, 1985, s. 49-57.
12
Francisco Orrego Vicuña, The Exclusive Economic Zone Regime and Legal Nature Under International Law, Cambridge
University Press, Cambridge, 1989, s.190.
13
Gündüz, a.g.m, s. 16-19.
14
Sertaç Hami Başeren, “Münhasır Ekonomik Bölge Kıta Sahanlığının Kavramsal Yapısını Etkileyen Bir Kurum Değildir”,
Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1995/1, s. 31.
117
gerçekleşen görüşmelerin; bunun yanı sıra Manş Denizi Tahkimi, Tunus-Libya Kıta Sahanlığı
Sınırlandırması Davası etkili olmuştur.15 “Kıta sahanlığının sınırlandırılması; karşı karşıya/yan yana
olan kıyılar arasında hakkaniyet ilkelerine göre, uygun olması halinde bütün ilgili şartlar göz önüne
alınarak orta veya eşit uzaklık hattı kullanılarak yapılır”155 şeklinde kıta sahanlığının sınırlandırılması
belirlenmiştir.
Daha sonra “Kıta sahanlığının sınırlandırılması, kıyıları karşı karşıya/yan yana olan
devletlerarasında uluslararası hukuka uygun antlaşmalar ile tesis edilecektir. Uygun olması halinde,
orta veya eşit uzaklık hattı kullanılarak hakkaniyet ilkelerine uygun yapılacaktır.” şeklinde karar
alınmış; ancak karar Đrlanda Cumhuriyeti tarafından tenkit edilmiştir.16
Son olarak “Kıta sahanlığının sınırlandırılması, kıyıları karşı karşıya/yan yana olan
devletlerarasında hakça bir çözüm bulmak amacıyla Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38.
maddesinde zikredilen uluslararası hukuka göre antlaşma ile gerçekleştirilecektir.” teklifini sundu.
Hakkaniyet ilkeleri sözcüsü Đrlanda ve eşit uzaklık ilkesi sözcüsü Đspanya bu uzlaşma teklifini kabul
ettiler.
Münhasır Ekonomik Bölgenin Sınırlandırılması
Münhasır Ekonomik Bölgenin tesisine ilişkin tekliflerin içeriğine bakıldığında genellikle
1970’lerde Latin Amerika Devletlerinin yapmış oldukları çalışmalara, 1972 Santo Domingo
Bildirisine ve yine 1972 Afrika Birliği Yaunde Seminerine dayandıkları görülmektedir.17
Bu süreçte kıta sahanlığının sahildar devlete tanıdığı yetkilerin münhasır ekonomik bölge içine
alınması, kıta sahanlığının tamamıyla ortadan kaldırılması, kıta sahanlığı rejiminin değiştirilmemesi
ve münhasır ekonomik bölgenin ayrı olarak tesis edilmesi gibi düşünceler ortaya çıkmıştır.
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi süresince, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik
bölge ayrı rejimler olarak muhafaza edilmiş ve birleştirilmesini teklif eden devletlere karşı
gelinmiştir.18 Ancak yine de sorun doğmaması için deniz yatağına ilişkin münhasır ekonomik bölge
yetkileri kıta sahanlığı yetkileri ile birleştirilmiş, kıta sahanlığının tanımı da alanın 200 mile
15
John R. Stevenson ve Bernard H. Oxman, “The Third United Nations Conference on The Law of The Sea: The 1975 Ceneva
Session”, AJIL, Vol. 69, 1975, s. 780
16
Malcolm D. Evans, Relevant Circumstances and Maritime Delimitation, Clarendon Press, London, 1989, s. 29.
17
Evans, a.g.e., s. 35; Francisco Orrego Vicuña, op.cit., s. 11-13.
18
Stevenson ve Oxman, a.g.m., s. 780.
118
uzanmadığı yerlerde, alanın genişliği münhasır ekonomik bölgeninkine uyacak şekilde yapılmıştır. 200
milin ötesinde münhasır ekonomik bölgeden kıta sahanlığına geçilmesi nedeniyle, deniz yatağında
izin verilen faaliyetlerin kapsamında bir değişiklik oluşmamıştır.
Ortaya çıkan iki tarif incelendiğinde; ilkinde, kıta kenarının dış sınırına kadar uzanan sualtı
alanlarının toprak altı olarak jeolojik kriter; ikincisinde, doğal uzantı 200 milden daha kısa ise
karasularının ölçülmeye başlandığı hattan itibaren 200 mil genişlikteki sahanın deniz yatağı olarak
mesafe kriterini kapsar.19 Bu tanımlar sınırlandırma açısından göz önünde bulundurulması gereken
önemli hususlardır.20 Tartışılan bir diğer tanım ise, ortay hattın tek sınırlandırma metodu olmasını
kabul etmeyerek, jeolojik ve diğer hakim özel koşullara önem verip hakkaniyet ilkelerine dayanarak
antlaşmayla sınırlandırmayı önermiştir.21
Konferansta; Hollanda, sınırlandırmanın hakkaniyete uygun antlaşmayla çizilmesini;
Romanya, coğrafi ve jeolojik faktörleri; Tunus orta hattın tek metot olmasını gerektirmemesini; Fransa
da sadece adaları teklif etmiştir.22 Türkiye, ada, adacık ve kayalıkların varlığı gibi özel koşulları
dikkate alarak hakkaniyete dayalı antlaşmayı; Yunanistan da hükmün aynısını içeren bir teklif
sunmuştur.23
Bazı devletler deniz yatağı özelliklerini, münhasır ekonomik bölge sınırlandırmasından olduğu
kadar, kıta sahanlığı sınırlandırmasından da uzaklaştırmak istemişlerdir. Đki bölge arasında bir fark
gözetilmediğinden, bir bölge için hakkaniyete uygun olanın diğer bölge için hakkaniyete uygun
olmayacağı düşünülmemektedir.24 Sonuçta anlaşılıyor ki kıta sahanlığının sınırlandırılmasında
jeolojik ve coğrafik içerik, münhasır ekonomik bölge de ise mesafe önemlidir.25 Đki kavram arasındaki
durum şöyle özetlenebilir; 200 milin öncesinde mesafe kriteri, sonrasında ise jeolojik kriter
uygulanır.26
19
Esen Arpat, “Ege Denizi Uyuşmazlığının Birleşmiş Milletler Deniz Yasasının Kıta Sahanlığı Tanımlamasına ve Kıta
Sahanlığı ve Özgül Ekonomik Bölge Sınırlandırmasına Đlişkin Yaklaşımları Bakımından Đrdelenmesi”, Yayımlanmamış Özel
Rapor, Mart 1997, s. 10.
20
Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint Pierre ve Miquelon Davaları”,
Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı: 1-3, s. 576.
21
Bernard H. Oxman, “The Third United Nations Conference on The Law of The Sea: The Ninth Session (1980)”, AJIL, Vol.
75, 1981, s. 231-232.
22
Başeren a.g.m., s. 36; Evans, a.g.e, s. 40.
23
Evans, a.g.e, s. 40.
24
Evans, a.g.e, s. 40.
25
Shigeru Oda, “Exclusive Economic Zone”, Encyclopedia of Public International Law, Vol. 11(Law of The Sea Air and Space),
s. 107.
26
Başeren a.g.m., s. 38
119
Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılmasında Uluslararası Yargı Kararları
Deniz alanlarının sınırlandırılması; 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, 1982 Birleşmiş Milletler
Deniz Hukuku Sözleşmesi, teamül hukuku, Uluslararası Adalet Divanı ve Hakem Mahkemelerinin
kararları ile geniş bir hukuku içtihadına ulaşmıştır. Ancak yargının deniz alanlarındaki rolü giderek
önemli hale gelmiş, uyuşmazlıkların tartışması bu organlar tarafından yapılmıştır. Ancak
“sınırlandırma, hakça bir çözüm bulmak amacıyla Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38.
maddesinde zikredilen uluslararası hukuka göre antlaşma ile gerçekleştirilecektir” ifadesinde olduğu
gibi hiç bir özel kural belirtilmemiştir. Esas olan ise; kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin
sınırlandırılması antlaşma ile gerçekleştirilecek olup, antlaşma olmadığı takdirde tek taraflı
uygulamalar uluslararası hukukta geçersiz sayılacaktır.
Tunus/Libya Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Davası
Tunus ile Libya arasındaki kıta sahanlığına ilişkin uyuşmazlık 1970’lerde tek taraflı olarak
petrol araştırma ve işletme imtiyazlarına dayanmaktadır. Ancak sınırlandırma uyuşmazlıkları, 1974
yılında, iki devlet arasında bir anlaşma yapılana kadar eşit uzaklık çizgisinin ortak sınırı oluşturacağı
görüşü ile açıklık kazandı. Fakat müteakiben yapılan diplomatik görüşmelerin başarısızlıkla
sonuçlanması üzerine konunun Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesini sağlayacak antlaşma
1977 yılında imzalandı.27 Hakkaniyet ilkeleri ve bölgenin kendine özgü koşulları çerçevesinde
Divan’a “sınırlandırma işleminde uygulanabilecek uluslararası hukuk nedir?” ve “ iki devlet
uluslararası hukuk kurallarını pratik olarak nasıl uygulayabilir” soruları sorulmuştur.28
Her iki ülkede doğal uzantı kavramının sınırlandırmada esas kabul etmiş ve eşit uzaklık
ilkesini benimsememişlerdir. Ancak doğal uzantının uygulanmasında farklılıklar mevcuttur; Libya,
Kuzey Afrika kıyılarının, doğal ve tesadüfî bir özellik taşıdığından, bir uzantısı olduğu için
sınırlandırmaya gerek olmadığını iddia ederken, Tunus eşit uzaklık düşüncesiyle, deniz dibinin
27
Marshall Sonenshine, “Law of the Sea: Delimitation of the Tunisia-Libya Continental Shelf”, Harward International Law
Journal, Vol. 24, 1983, s. 225-236; Karin Oellers-Frahm, “Continental Shelf Case (Tunisia/Libyan Arab Jamahiriya)”, EPIL,
Vol. 11 (Law of the Sea-Air and Space), s. 94-99.
28
Case Concerning the Continental Shelf (Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya), 24 February 1982, ICJ 1982, No. 63;
International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. II, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 29
120
fiziksel hatlarının Tunus kıyılarına paralel olduğunu vurgulayarak, sınırlandırmanın doğuya doğru
olması gerektiğini savunmaktadır.29
Divan, doğal uzantı kavramının sınırlandırmada bir kıstas oluşturma olayını araştırmış, bu
kavramın kıta sahanlığı kavramının temelini oluşturmasına rağmen sınırlandırma konusunda “zorunlu
olarak yeterli hatta ne de uygun” olamayacağını bildirmiştir. Doğal uzantı kavramı kıta sahanlığı
sınırından ziyade, deniz altındaki hak ve yetkileri açıklamak ve geçerli kılmak amacıyla
oluşturulmuştur. Ancak, Divan’ın ilk elde doğal uzantı kavramının sınırlandırılma konusundaki rolünü
olumsuz olarak değerlendirdiği görünümünü veren bu görüşlerine rağmen tabiatın açık bir biçimde ayrı
devletlere ait olduklarını belirlediği durumlarda, bu kavrama sınırlandırma amacıyla başvurmanın
yanlış olamayacağını kabul ettiğini gösteren başka görüşlere de kararında yer verdiği görülmektedir.
Sınırlandırmada, Divan tarafından hakkaniyet ilkelerine saygı gösterilmesi temel alınmış,
coğrafi koşullar el verdiği zaman hakkaniyete uygun bir sınırlandırma olacağı kabul edilmektedir.30
Yine aynı şekilde, kıta sahanlığının hak sahipliği olduğunu ifade etmiş ve sınırlandırmada esas
alınamayacağını belirtmiştir.31 Divan, Tunus ile Libya arasında verilen bu kararın öteki devletleri
ilgilendirmeyeceğini açıkça bildirmiştir.32
Ancak, hakkaniyet ilkelerine dayanarak yapılan uygulama kalıcı bir çözüm bulamamıştır. Her
olayın kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerekliliği, bir kurallar bütünü oluşturmayı
olanaksız hale getirmiştir. Hakkaniyet ilkelerinin pratik uygulaması ile teorik düzenleme birbiriyle
çatışmaktadır.33
Libya/Malta Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Davası
Libya ve Malta, 23 Mayıs 1976 tarihindeki özel antlaşmaları ile “Malta’ya ait kıta sahanlığı
ve Libya’ya ait kıta sahanlığının sınırlandırılmasında uygulanabilecek uluslararası hukuk”un detayını
öğrenmek için Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmuşlardır.34 Beklenen süreçte; iki taraf da 1982
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamış olmalarına rağmen, sözleşmenin henüz
29
Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 32-33.
30
Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 30-47.
31
Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 47-48, 59.
32
Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 42.
33
Hüseyin Pazarcı, “Uluslararası Adalet Divanı’nın Tunus-Libya Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığına Đlişkin 24 Şubat 1982 Tarihli
Kararı”, Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, Đstanbul Üniversitesi, Sayı 2, 1982, s. 42-46.
34
Case Concerning The Continental
Reports, No.68; International Boundary
Limited, 1992, s. 16-17
Shelf
Cases:
(Libyan Arab Jamahiriya/Malta), 3 June
The Continental Shelf, Vol. II, Grotius
1985, ICJ
Publications
121
yürürlüğe girmemesi nedeniyle sınırlandırmanın aralarında uygulanamayacağına karar verdiler. Ancak
her iki devlet de hakkaniyet ilkelerinin uygulanması konusunda da anlaştı.
Libya; sınırlandırma kapsamında doğal uzantıya tecavüz etmeme ilkesini, 1982 Tunus/Libya
Davası’nda reddedilmesine rağmen bu davada da talep etmiş, kıta sahanlığının kendi devamlılık
gösterdiğini yinelemiştir. Malta, Libya’nın kıta sahanlığının sınırlandırılmasında kullanılacak doğal
uzantı taleplerini kabul etmemiştir. Malta’ya göre 200 mil içerisinde doğal uzantı yerine kıta sahanlığı
kavramı devreye girmiştir.35
Divan bu davada, 200 mil genişlik içinde hak sahipliğini mesafeyle bağdaştırmıştır.
Sınırlandırmada, mesafe kıstasının hakkaniyete uygun sonuçlanması konusunda açık hukuki alan
bırakmıştır. Eşit uzaklık ilkesinin, mesafe kıstası olarak kullanılmasının hakkaniyete dayalı bir sonuç
verdiğini belirtmiş ve geçici bir hattın esas alınmasını uygun bulmuştur.36
Özel Bir Tanımlama: Adaların Durumu
Tarafların iddialarının çatıştığı durumlarda eşit uzaklık çizgisinin sınır kabul edilmesi ilk akla
gelen çözümdür. Fakat bu durum özellikle adalar konusunda adil olmayacaktır. Hakkaniyet prensipleri
esas alınacak olursa, bölgenin kendine has özellikleri daha doğru bir çözüm getirecektir. Bölgenin
kendine has özellikleri ile belirtilmek istenen, ilgili şartlar ya da özel şartlar altında yer alan coğrafi
unsurlardır, yani kıyı uzlulukları, adalar vb.37
Adaların sınırlandırma hukuku çerçevesinde gündeme gelmesi ile birlikte karşılaşılan sorun
adaların, sınırlandırma esnasında anakara ülkesiyle aynı ağırlığa sahip olup olmayacaklarıdır. Adaların
tümünün karasularına hukuken sahip olduklarına adaların da kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge
alanlarına sahip olduklarına dair günümüzde hukuksal bir şüphe olmadığı belirtilmelidir.38
Ancak, sınırlandırmaya ilişkin devletlerarası uygulamada da ortaya çıkan durum, adaların deniz
alanlarına sahip olma (entitlement) hakları ile adaların sınırlandırma esnasında sahip olacakları rolün
birbirlerinden ayrıldığıdır. Bu konudaki tartışma, adaların sınırlandırma sürecinde rolünün kısıtlanıp
35
Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 33.
36
Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 48.
37
Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America Journal of International Law, vol.
84, (1990), s. 837–858.
38
Karl, D.E. ‘Islands and the Delimitation of the Continental Shelf: a Framework for Analysis’, American Journal of
International Law, vol. 71, (1977), s. 642–673.
122
kısıtlanamayacağından ziyade adaların belirli bir sınırlandırma esnasında ne kadar etkiye sahip olacağının
belirlenmesi noktasında odaklaşmaktadır.
Bir adanın sınırlandırma esnasında sahip olacağı tesir hakkaniyet prensipleri çerçevesinde
değerlendirilmektedir. Sınırlandırma antlaşmalarında da adaların sınırlandırma işlemi çerçevesinde sahip
olacakları tesirler hem bölgenin genel özelliklerine hem de adaların kendi sahip oldukları özelliklerine
göre değişiklik göstermektedir.
Sınırlandırmada sahip oldukları tesirin incelenmesi için adaların genel olarak dört farklı
coğrafi konuma göre sınıflandırılır Bunlardan anakara ülkesi kıyısına yakın konumlananlara kıyı
adaları denir. Bazı adalar iki devlet anakarası arasındaki eşit uzaklık çizgisi konumlanmışlardır. Yine
bazı adalar başka bir devletin kıyılarına daha yakın konumlanmıştır ki bunlar da ‘yanlış taraftaki
adalardır. Başka bir durum ise, adanın deniz aşırı bir konumda olmasıdır ki başka ülkenin adaları ile karşı
karşıyadır.
Sınırlandırmanın Akdeniz Güvenliğine Etkileri
Deniz Ulaştırmasının Serbestliği
Deniz ulaştırmasının deniz alanlarının sınırlandırılması ile ilgisi çok olmamakla beraber
yüzeyde yapılan bir faaliyet, deniz tabanını etkilemeyecektir. Her ne kadar durum böyle olsa da deniz
ulaştırmasının serbestliği birçok davada gündeme getirilmiştir.
Temel şart, deniz trafiğinde, kıta sahanlığı veya münhasır ekonomik bölge sebebiyle bir kesinti
olmaması hususu çok önemlidir. Bu husus esasta “Kıta sahanlığının araştırılması ve doğal
kaynaklarından istifade edilmesi, ulaştırmada haksız bir kesintiye sebep olmamalıdır.” şeklinde
belirtilmiş, daha sonra 1982 sözleşmesi ile “Bir kıyı ülkesinin kendi kıta sahanlığı üzerindeki
haklarının uygulanması, deniz ulaştırmasını olumsuz etkilememeli ya da haksız bir kesintiye sebep
olmamalıdır.” açıklaması ile teyit edilmiştir.
Herhangi bir sınırlandırmada seyredilebilir rotaların dikkate alınmalıdır. Uluslararası Hukuk
Komisyonu’nun karasularının sınırlandırmasıyla ilgili önerilerinde, eşit uzaklığa dayalı bir
sınırlandırmada hakkaniyete ters bir durumla karşılaşılabileceğinden talveg hattının sınır olarak
kullanılabilir.
123
Ulaştırma hakkı şartları, karasularının sınırlandırmasını etkileyen özel koşullar arasına dahil
edilmiş; bitişik kıyılar söz konusu olduğunda ise eşit uzaklığın hakkaniyete uygun bir çözüm
üretmeyeceği davalarda bahsedilmiştir.
Komisyon raportörü karasularının sınırlandırması ile ilgili olsa da ulaştırmanın, kıta sahanlığı
sınırlarının belirlenmesiyle ilgisinin olmadığını belirtti. bütün gemilerin genel seyir özgürlüğü ve
belirli bir ülkenin seyredilebilir kanallardaki kendine özgü hakları bu düşünceyi ortay çıkarmıştır.39
Kıyı sularının sınırlandırmasında seyredilebilir kanalların gerektirdiği çıkışların dikkate
alınması esas haline getirildi. 1956’da kıyı suları, karasuları kavramına dönüştü. Sonunda rağmen
ulaştırma hakkı şartları kıta sahanlığının sınırlandırılmasıyla ilgili ve potansiyel bir özel şart olarak
kabul edildi.40
Seyredilebilir kanallar sınırlandırmada teknik özellikleri içinde özel şartlar listesinde yer aldı
ve özel şart olarak değerlendirildi.41 Manş Denizi Tahkimi’nde Fransa, Đngiltere ile arasındaki kıta
sahanlığının paylaşılmasının yüzeydeki bitişik sular ve hava sahasının durumunu etkilemediğini
belirtti, Cherbourg denizaltı üssünü göstererek kendi bölgesinin savunma ve güvenliğinin korunması
gerektiği savunuldu.42 Tartışmalı deniz alanlarının oluşturduğu seyir rotaları sadece askeri değil aynı
zamanda ekonomik soruna da yol açmaktadır.43
Manş Denizi Tahkimi haricindeki diğer davalarda ulaştırma hakkından nadiren bahsedilmiş;
örneğin Maine Körfezi Davasında, Kanada ulaştırma konusunda Büyük Güney Kanalı’nın Kuzeydoğu
Kanalı’ndan önemli olduğunu belirtmesine rağmen, Amerika’nın seyir yardımcılarıyla ilgilenmesi
önemli olmuştur.44
Libya, Malta’nın deniz trafiğinin daha çok kuzeyde yoğun olduğunu belirterek, güneyde
Libya’ya göre ulaştırma ve denizcilik çıkarının çok olmadığını belirtmiştir. Fakat Libya, ulaştırmanın
39
Evans, a.g.e., s. 179.
40
Evans, a.g.e., s. 180.
41
North Sea Continental Shelf Cases (Federal Republic of Germany v. Denmark; Federal Republic of Germany v.The
Netherlands), 29 February 1969, ICJ Reports 1969, p. 3; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I, Grotius
Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 93.
42
Delimitation of The Continental Shelf (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland and The French Republic), 30
June 1977; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s.
161.
43
Case United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland and The French Republic, s. 161.
44
Case Concerning Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine Area (Canada/United States of America), 12
October 1984, ICJ Reports, No. 67; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. 1, Grotius Publications Limited,
1992, s. 321-322.
124
bölgedeki öneminin esas husus olduğunu gösterir bir kanıt veremediği için bu husus yargılamada
dikkate alınmamıştır.45
Savunma ve Güvenliğe Đlişkin Şartlar
Truman Deklarasyonu kıta sahanlığı rejiminin belirlenmesinde dört esas belirtmiştir. En
önemlisi ise; “kendini koruma, kıyı ülkesinin kaynaklarını kontrol edebilmesi ve kullanabilmesi için,
doğal olarak kendi kıyılarının açıklarındaki faaliyetleri yakından takip etmesini gerektirmektedir”
esasıdır. Diğer ülkeler tarafından icra edilen faaliyetleri düzenlemek kendini savunma gibi
nedenlerden dolayı, bunun kıta sahanlığı tarihinin ilk yıllarında çok sık uygulandığı iddia edilemez.
Yine de yakın zamanda, ilgili şartların geniş açıdan yorumlanmasıyla, ilgili şartlar oluşmuştur.
Truman Deklerasyonundaki bu ifadeden iki fikir yorumlanmıştır. Đlki başlıca askeri açıdan,
savunma ve güvenlik; ikincisi ise kıyı ülkesiyle, onun deniz alanları arasındaki ilişkisini vurgulayan
yorumdur. Şu anki uygulamalar daha dar olan savunma ve güvenlik konularını esas almış; yine de bu
esas, açık menfaatlerde uygulamada yer bulmaktadırlar.
Maine
Körfezi
Davası’nda
bölgedeki
savunma
şartlarından
ziyade,
ABD
bölgedeki savunma ihtiyacının esas şart oluşturduğunu iddia etti. Bu davada ilgili şartlar belirtilirken;
seyir, denizde güvenlik, kirlilik ve savunmayla ilgili düzenlemelere dikkat edilmiştir. Ayrıca ABD’nin
II. Dünya Savaşı’nda Maine Körfezi bölgesinin savunmasında elde etmiş olduğu harekât sorumluluk
da hesaba katılmıştır.46 Kanada, hem prensip olarak sınırlandırmayla ilgisiz olduklarını hem de
bölgedeki önceki faaliyetlerin, iddiaları destekleyecek herhangi bir durumu olmadığını belirterek
ABD’nin iddialarını reddetmiştir.47 Sonuçta Divan, “Ortak savunma düzenlemeleri politik özelliklerin
geçerli şartlarının uygulanmasını gerektirmektedir” şartını esas alarak, coğrafi şartların oluşturacağı
sınır savunmayla ilgili değildir ve tarafların kendi savunma faaliyetleri şart olarak hesaba katılamaz
kararını almıştır.48
Bu husus Libya/Malta davasında taraflarca dile getirilmiştir. Libya’ya göre; Libya’nın
kuzeyindeki daha güçlü güvenlik sebeplerinden dolayı Malta’nın temel güvenlik şartları kuzeyliydi.
45
Evans, a.g.e., s. 181.
46
Levi E. Clain, “Gulf of Maine-A Dissappointing First in the Delimitation of a single Maritime Boundry”, VJIL, Vol. 25:3,
1985, s. 521-619.
47
Clain, a.g.e., s. 553.
48
Case Canada/United States of America, s. 553.
125
Malta, güvenlik ihtiyaçlarının Libya’dan az olmadığını belirterek, eşit uzaklık metodunun mantıklı
olacağını ve bir ülkenin güvenlik düşüncesinin mesafenin belirlenmesiyle etkili olduğunu savundu.
Divan Libya’nın güvenlik şartlarının davayla olan ilişkisini reddetmiş; Libya ise, güvenlik şartlarının
bu davayla ilgili olmadığını ve kıta sahanlığı ve ulusal güvenlik şartlarını bir yere kadar ilgili şart
olarak kabul ettiğini belirtmiştir.Divan, belirlenecek sınır çizgisinin iki tarafın da kıyılarına çok yakın
olmaması nedeniyle güvenlik tartışmalarının bu davada hayati bir öneme sahip olmadığını
belirtmesine rağmen, güvenlik ihtiyaçlarının ilgili şart olduğunu kabul etti.49
Doğal Kaynakların Varlığı
Doğal kaynakların varlığı bir sınırlandırmada çok önemlidir. Örneğin, problem petrol ve
doğalgaz kaynaklarının kullanımı, her zaman için tarafların bildiği ama bu faktörün davaya düzgün
şekilde yansıtılması için hazırlık yapılmamaktadır.
Tunus/Libya Davasında Libya; bölgedeki petrol alanlarının varlığının potansiyel bir şart
olduğunu öne sürmüş, Divan nispi ekonomik faktörleri reddederek sınırlandırılacak bölgede petrol
kuyularını bütün ilgili şartların değerlendirilmesi aşamasında hesaba katılabilir olduğunu ifade
etmiştir.50
Libya/Malta Davası, “Sınırlandırılacak kıta sahanlığındaki tespit edilebilir doğal kaynaklar,
sınırlandırmada hesaba katılmasının mantıklı olduğu bir ilgili şart oluşturabilir. Bu kaynaklar
tarafların deniz yatağı ile ilgili iddialarında dikkate alınmalıdır” ifadesi ile Kuzey Denizi davalarını bu
şartta onayladı. Sonuçta doğal kaynakların potansiyel ilişkisi ortaya çıkmış; ancak bu durum, iddiaların
nispi ekonomik güçten ayrılmaması sebebiyle devamlılığını sürdürememiştir.
Başka Ülkelerin Kıyı Uzantılarına Tecavüz Etmeme veya Kesmeme
Tunus/Libya Davası’nda, Tunus kendi şartlarına potansiyel kesme etkisini dâhil etmiş; Divan
bu durumu “Buradaki kesme etkisi, eşit uzaklık gibi geometrik bir sınırlandırma metodunun
uygulanmasıyla belirlenen sınır hattının Libya’nın kendisinin belirttiği bir uç noktadan çizilmesiyle
ortaya çıkmaktadır. Bu hattın henüz Divan tarafından kabul edilmediği gibi, eşit uzaklık metodu da bu
49
Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 42.
50
Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 77.
126
davada uygulanabilir değildir. Böylece kesme etkisi bir ilgili şart değildir.”51 ifadesi ile reddetmiştir.
Divan burada kesme etkisinin ilgisini, metot nedeniyle geçersiz kılmıştır.
Kesme etkisi, tarafların coğrafi ilişkilerinden kaynaklanmasından dolayı, metodun seçiminde
potansiyel kesme etkisi değerlendirilmelidir. Kesme etkisi, bir coğrafyada bir metodun uygulanması,
uygulama sonucu o metodun niçin uygulanamadığının sebebidir. Hakkaniyet esaslı bir sınırlandırma,
iki ülkeyi de kendi kıyı hattının önünde bırakmakta ve uygulanabilir metodun seçimini etkileyen
içbükey alan, kesme etkisine neden olmaktadır.
Başka ülkelerin kıyı uzantılarını kesmeme coğrafi alan resminin değerlendirilmesidir.
Sınırlandırma hattına, sadece kıyı uzantılarına tecavüz etmeme/kesmeme şeklini belirtilen bir çizgi
olarak bakılırsa, hakkaniyet sağlayacak olan diğer faktörlere bir rol tanınmamış olacaktır. Sonuçta bu
ilkeler, adaların durumu dâhil olmak üzere, ilgili şartlara ne dereceye kadar etki tanınacağını
belirleyen ilkelerdir.
Orantılılık veya Hakkaniyete Uygunluğun Test Edilmesi
Hakkaniyete uygun bir sınırlandırmaya varılması maksadıyla; her ne kadar coğrafya temel şart
olarak sınırlandırma işleminde yer alsa da diğer şartlar da sınırlandırma hattı üzerinde coğrafya kadar
olmasa da kısmi etkiler sağlamaktadır. Ancak, bu şartların birbirine oranla etkilerinin ne olacağı
belirlenmiş değildir.
Yargı kararlarında bu konuları düzenleyen bazı usuller belirlenmiştir. Örneğin orantılılık,
sınırlandırılan alanların kıyı uzunluklarına göre orantısının incelenmesi ve sınırlandırmanın bu
orantıdan etkilenmesini belirtir. Sınırlandırmada iki devletin kıyı uzunlukları arasındaki oran ile bu
ülkelerin kıta sahanlıkları/münhasır ekonomik bölge alanları arasındaki oranın birbirine yakın
olmasıdır. Ayrıca sonuçlanan sınırlandırmanın hakkaniyete uygunluğunu test eden bir kontrol
aşamasıdır.52
51
Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 62.
52
Yoshifumi Tanaka, “Reflections on the Concept of Proportionality in the Law of Maritime Delimitation”, The International
Journal of Marine and Coastal Law, Vol. 16, No. 3, 2001, s. 434.
127
Orantılılığın hakkaniyete uygunluğun kontrol aşaması haline gelmesi Tunus/Libya Davası ile
olmuştur. Hakkaniyete uygun sınırlandırma testi kıyı uzunluklarının ölçümü yapılarak, kıta sahanlığı
alanlarının çıkan orana denkleştirilmesi ile kontrol edilmiştir.53
Akdeniz Güvenliği
Akdeniz’ de yakın gelecekte ortaya çıkacağı düşünülen sorunları şunlardır:
1.
Deniz Alanlarının Sınırlandırması,
2.
Sahildar
Devletlerin ve Yönetimlerin Bölgeye
Đlişkin Tek
Taraflı Fiîli
Uygulamaları,
3.
Emniyet,
4.
Kültür Varlıkları,
5.
Çevre,
6.
Arama-Kurtarma,
7.
Gemi Seyrüsefer Güvenliği ve Serbestîsi
Akdeniz devletlerinden Türkiye, Suriye, Libya ve Đsrail 1982 BMDHS’yi taraf
imzalamamışlardır. Bu sebeple uluslararası hukuka göre, BMDHS’nin örf ve âdet hukuku niteliği
taşımayan
Hâlihazırda,
hükümlerinin
Akdeniz’e
Akdeniz
kıyısı
uyuşmazlıklarına
olan
devletlerin
uygulanabilmesinin
mutabık
kaldığı
mümkün
herhangi
bir
değildir.
antlaşma
bulunmamaktadır.
Bölge ülkeleri ikili anlaşmalar ile kendi aralarında Kıta Sahanlığı ve MEB sınırlandırma
işlemlerine gitmektedirler. Bu kapsamda son dönemde GKRY’nin, Lübnan ve Mısır ile iş birliğine
giderek, Kıbrıs’ın tümünü temsil etme savıyla, günümüze kadar Doğu Akdeniz’de henüz
belirlenmemiş Kıta Sahanlığı ile MEB’i sahiplenmeye yönelik anlaşmalar yapmıştır.
Akdeniz’in bir kolu olan Adriyatik Denizi’nde; devletlerin ikili ve çok taraflı düzeyde Kara
Suları ve Kıta Sahanlığının tespitini gerçekleştirmiş oldukları antlaşmalar ile deniz alanlarının
sınırlandırmasına ilişkin herhangi bir sorun bulunmamaktadır.
53
Tanaka, a.g.m., s. 441-442.
128
Ege Denizi’nin karmaşık coğrafî yapısı, Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya bırakmaktadır.
Yunanistan’ın Türkiye’nin savlarını göz ardı etmesi sebebiyle Ege’de Kara suları ve Kıta Sahanlığının
sınırlandırması, en büyük sorun haline gelmiştir. Türkiye, Ege’nin iki ülkenin ortak denizi olduğunu
ve çıkarlardan vazgeçilmeyeceğini belirtmiştir.
Akdeniz sahnesinde, dünya sahnesinde yer almak isteyen her devletin yer almak istediğini
görmekteyiz. Bu isteğe sahip, sahili olan olmayan, tüm devletlerin deniz kuvvetleri unsurları ve diğer
NATO’nun destekleyici görev kuvvetleri bu bölgeyi yalnız bırakmamaktadır. Akdeniz’e kıyısı
olmayan diğer güçlerde Akdeniz’de bulunmaktadır.
Suriye ile Türkiye arasındaki deniz yan sınırı sorunu çözülememiş, Suriye daha önce 35 mil
olarak ilân ettiği kara suları sınırını, 1982 BMDHS ışığında 12 mile çekmiştir. Đsrail, NATO’nun
Akdeniz Diyalogu üyesidir ve denizlerde daha etkin olmak için ticaret ve turizm maksatlarıyla GKRY
ile işbirliğine yönelmiştir. Mısır, Doğu Akdeniz’de bölgesel güç olma isteği ile mümkün olduğunca
geniş bir bölgeyi kontrol etmek istemektedir.
Akdeniz’de deniz alanlarında yürütülen her türlü faaliyet bölgeyi sahiplenmenin adeta bir
ifadesi haline gelmiştir. Bu sebeple deniz alanlarında yapılan askeri tatbikatlar önem arz etmektedir.
Ancak hala paylaşım sürecinde olan ve aidiyeti tartışmalı deniz alanlarını teşkil eden Akdeniz’in,
gerek güvenlik açısından gerek petrol yatakları gibi diğer deniz kaynaklarından dolayı büyük öneme
sahip olduğundan deniz sınırlarının belirlenmesi büyük önem teşkil etmektedir.
Ülkelerin kara sınırlarını kontrol etmelerine rağmen kıyılarında etkili kontrol sistemleri
kuramamaları, uluslararası deniz hukukunun denizlerde etkili bir denetime imkân vermemesi ve deniz
alanlarının sınırlandırılmasında ülkelerin yaşadığı anlaşmazlık yasa dışı göçün büyük ölçüde deniz
yolunu tercih etmesine yol açmıştır.
Deniz kazalarının sonucunda kazazedelerin kurtarılması, gemi personeline en kısa sürede
ulaşılması kıyı devletinin önemli yükümlülükleri arasında bulunmaktadır. Deniz alanlarının
sınırlandırılmasındaki tartışmalı bölgelerde oluşan deniz kazalarındaki personelin ve geminin
kurtarılması kıyıdaş ülkeler arasında zaman zaman sorun olmaktadır. Zira Deniz alanlarının
sınırlandırılmasındaki tartışmalı bölgelerde personelin ve geminin kurtarılmasını sağlayan ülke,
müdahale ettiği kaza sahasının kendi egemenlik alanı olduğunun kanıtı olarak görmektedir. Bu sularda
oluşan deniz kazalarına tek bir ülke tarafından müdahale edilmesi, diğer kıyıdaş ülkelerin gecikmesi
veya müdahale etmemesi gelecekte o bölgede deniz alanlarının belirlenmesinde müdahaleyi yapan
ülke lehine önemli bir kanıt oluşturabilecektir. Benzer şekilde aidiyeti belirsiz adalarda ve sularda
seyir güvenliğinin sağlanması açısından fenerler ve seyir yardımcıları oluşturan devlet, bu su
alanlarını gelecekte sahiplenebilir. Bu tür açıklıklar, kıyı ülkeleri arasındaki çatışma potansiyelini
arttırmaktadır.
129
Akdeniz, Orta Doğu ve Hazar Bölgesi enerji merkezleri ile bu merkezlere ilişkin boru
hatlarını kontrol etmektedir. Bölge, Orta Doğu’da ortaya çıkmış kriz ve çatışmalarda önemli roller
oynamıştır. Örneğin ABD, 1980’li yılların ilk yarısında yaşanan kanlı Lübnan olayları sırasında, bu
ülkedeki vatandaşlarını Kıbrıs üzerinden tahliye etmiş; Körfez Savaşları’nda Đngiltere ve ABD, Irak’a
yaptıkları hava saldırılarında Kıbrıs’ı kullanmıştır.
Temmuz 2006’da Đsrail’in Lübnan’a saldırmış, Fransa’nın 01 Mart 2007’de Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi (GKRY) ile Baf kentinde bulunan hava üssünün kullanımını da içeren askerî iş birliği
anlaşması imzalamış, Arap Baharı ile gerçekleşen Libya olaylarında kontrol deniz yolu ile sağlanmış
ve NATO varlığını çok etkili biçimde kullanarak güvenliği tesis etmiştir. Tüm bunlar, Orta Doğu’da
dengelerin değişmeye yüz tuttuğu bu dönemde, Akdeniz’in Orta Doğu’ya hâkimiyet ve istikrarda ne
kadar önemli rol oynadığının bir göstergesidir.
Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra devletler deniz alanlarını, asimetrik
tehditlere karşı bir güvenlik çemberi olarak görmüşler ve bu deniz alanlarında hatta açık denizlerde
dahi deniz güvenliğine ilişkin birçok tedbir almak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu kapsamda, 11 Eylül
terör saldırıları sonrasında denizde denetim harekâtı uygulamaları başlatılmış; ancak daha önce Birinci
Körfez Savaşı ve Adriyatik’te icra edilen “Sharp Guard” abluka harekâtı ile ortaya çıkan, açık
denizlerde “seyir serbestîsi” çatışması yinelenmiştir. Bu çok karmaşık güvenlik/serbestlik yapıda daha
önce, Đran-Irak savaşı esnasında ABD’nin, bayrağı altındaki gemilerin açık denizlerde Đran tarafından
harp kaçağı malzeme kontrolü maksadıyla aranmasına müsaade ettiği de görülmüştür.54
SONUÇ
Akdeniz’deki deniz alanlarının sınırlandırılmasında Ege Denizi’nde uygulanan formül
kullanılmıştır. Đlgili devletlerin kıyıları tespit edilmiş; azami erişim hakkı, kıyıların uzantılarına tecavüz
edilmemesi ve deniz ulaştırması hakkı ilgili şart olarak görülmüştür.
Deniz alanlarının sınırlandırılmasında yargı kararlarının son noktadaki durumu, sınırlandırma
kurallarının Akdeniz’de hakkaniyet ilkelerine göre bir sınırlandırmayı planladığını göstermektedir.
Hakkaniyet ilkelerine göre geçici eşit uzaklık hatlarının oluşturulmasının hakkaniyete uygun bir
sınırlandırmayı sergilediği görülmektedir. Uluslararası yargı kararlarının üzerinde durulma sebebi,
sınırlandırma hukukuna kaynak olmaları ve sınırlandırma hukukuna kazandırdıklarıdır
Her sınırlandırma sorununda politik yönün ağır bastığı ve eşit çözüm bulunamadığı
düşünülmektedir. Devletlerin sınırlandırma sorununu görüşmelerde sadece hukuki yönden değil; diğer
54
Jon M. V. Dyke; “The Disappearing Right to Navigational Freedom In The Exclusive Economic Zone”, 2004,
University of Hawaii at Manoa, Hawaii-USA.
130
sorunlarla birlikte ele alacakları çok nettir. Ancak, hukuki gerekçelerin, uluslararası sınırlandırma
hukuku ilke ve kurallarına göre alınacağı unutulmamalıdır.
Akdeniz; deniz trafik yolları, enerji koridorunun merkezinde yer alması sebebiyle, dünya
ticareti için hayati öneme sahiptir. Bu nedenle, Akdeniz’i kontrol etmek kadar bu coğrafyanın kıyısı
olmayan devletlerin kontrolüne girmesinin beraberinde getireceği dengeleri de göz önünde tutmak
gerekir.
Akdeniz’in bu jeostrateik durumu, onu, birçok asimetrik risk ve tehdide karşı hassas bir bölge
niteliğine büründürmüştür. Bölgede yaşanan son gelişmeler Doğu Akdeniz’de güvenliği ortaya
çıkarmaktadır.
Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında, “deniz sınırlarının tek taraflı olarak
saptanamayacağı ve yapılacak sınırlandırmanın hakkaniyete uygun bir sonuca ulaşmak üzere
gerçekleştirilmesi gerektiği” ilkesi benimsenmelidir. Akdeniz’in yarı kapalı deniz statüsünde olması,
yapılacak sınırlandırmada bölgenin niteliğine uygun olarak özel kuralların uygulanmasını gerektirdiği
için oldukça önemlidir.
Özellikle, Karadeniz ve Hazar bölgesinde üretilen petrolün boru hatları aracılığıyla dünya
piyasalarına taşınması, Akdeniz’in deniz emniyet ve güvenliğini ön plana çıkarmaktadır. Bu sebeple
bir an evvel, Akdeniz’de deniz yetki alanlarını belirlemeli ve etkin ve önleyici güvenlik kurallar
oluşturulmalıdır.
Akdeniz’de deniz alanlarının sınırlandırılması sorunu tüm devletlerin ulusal güvenliğini
tehdit etmekte ve her geçen gün bu konuda yeni çalışmaların yapılmasını gerektirmektedir. Bu
çalışmalarda; denizlere yönelik olarak güçlü teknolojilerin, bilimsel araştırmaların ve arama kurtarma
faaliyetlerinin geliştirilmesi ile desteklenerek, siyasi, ekonomik ve hukuksal stratejiler belirlenmelidir.
Zira, Akdeniz devletlerinin birçoğunun deniz sınırları en az kara sınırları kadar büyük önem
arz etmektedir. Egemenliği belirlenmeyen alanlara ilişkin sorunlar ve bu konularda kıyı ülkelerin
yaptığı girişimler güncelliğini korumaya devam etmektedir.
Bugün başlayan ve gelecek On yılda devam edecek olan bölgedeki etkili devletlerin yönetim
şekillerindeki değişim, bölgedeki kriz yayını değişim yayına çevirebilir. Bu kapsamda olağandışı ve
hızlı gelişmeler göz ardı edilmemelidir.
Karadeniz, Kızıldeniz ve Körfez’de güvenlik konsepti Akdeniz’le daha çok ilişkili hale
gelmesi muhtemeldir. Gelecek on yılda Akdeniz’in güvenliğine yeni tehditler oluşturabilecek nükleer
santraller ortaya çıkabilecektir. Bu sebeple NATO ve AB Akdeniz için yeni güvenlik antlaşmaları
oluşturacak, işlevsel alanlarda işbirliği için girişimler artacaktır.
131
Sonuç olarak Akdeniz güvenliği Orta Doğu konularında olduğu gibi küreselleşmiştir.
Bölgesel güvenliği doğrudan etkileyen aktörlerin sayısı geçmişe oranla artmıştır. Geçmişte Rusya ve
ABD ön plandayken; bugün enerji, yatırımlar, askeri ve teknoloji transferleri ile Çin, Hindistan gibi
unsurlar da bu bölgeye dâhil olmuşlardır.
KAYNAKÇA
•
Lucius Caflish, “Maritime Boundaries, Delimitation”, EPIL, Vol. 11, (Law of the Sea-Air
and Space), s. 212.
•
Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America
Journal of International Law , vol. 84, (1990), s. 837–858.
•
Ferit Hakan Baykal, Deniz Hukuku Çalışmaları, Alfa Basım Yayım Dağıtım, Đstanbul, 1998,
s. 115.
•
Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint
Pierre ve Miquelon Davaları”, Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı:1-3, s. 563.
•
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, I. Kitap, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s.
240.
•
Yoshifumi Tanaka, “Reflections on Maritime Delimitation in the Cameroon/Nigeria Case”,
ICLQ, Vol.53, April 2004, s. 369.
•
Kurumahmut, A. “Ege’de Egemenliği Tartışmalı Adalar Sorunun Ortaya Çıkışı”, Ege’de
Temel Sorun, Egemenliği Tartışmalı Adalar, (Kurumahmut, A. ed.), Ankara 1998, s. 4.
•
Yücel, A. “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye” konulu tebliği,
Deniz Hukuku Sempozyumu, 21-22 Haziran 2004, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Ankara, s.
3.
•
Aslan Gündüz, The Concept of the Continental Shelf in Its Historical Evolution (With
Special Emphasis on Entitlement), Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü
Yayını, Đstanbul, 1990, s.24-25
•
Sang-Myon Rhee, “Sea Boundary Delimitation Between States Before World War II”, AJIL,
Vol.76, No.3, July 1982, s. 555-588
•
S.P.Jagota, Maritime Boundary, Martinus Nijhoff Publishers, Dordrecht, 1985, s. 49-57.
•
Francisco Orrego Vicuña, The Exclusive Economic Zone Regime and Legal Nature Under
International Law, Cambridge University Press, Cambridge, 1989, s.190.
•
Sertaç Hami Başeren, “Münhasır Ekonomik Bölge Kıta Sahanlığının Kavramsal Yapısını
Etkileyen Bir Kurum Değildir”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1995/1, s. 31.
132
•
John R. Stevenson ve Bernard H. Oxman, “The Third United Nations Conference on The
Law of The Sea: The 1975 Ceneva Session”, AJIL, Vol. 69, 1975, s. 780
•
Malcolm D. Evans, Relevant Circumstances and Maritime Delimitation, Clarendon Press,
London, 1989, s. 29.
•
Esen Arpat, “Ege Denizi Uyuşmazlığının Birleşmiş Milletler Deniz Yasasının Kıta Sahanlığı
Tanımlamasına ve Kıta Sahanlığı ve Özgül Ekonomik Bölge Sınırlandırmasına Đlişkin
Yaklaşımları Bakımından Đrdelenmesi”, Yayımlanmamış Özel Rapor, Mart 1997, s. 10.
•
Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint
Pierre ve Miquelon Davaları”, Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı: 1-3, s. 576.
•
Shigeru Oda, “Exclusive Economic Zone”, Encyclopedia of Public International Law, Vol.
11(Law of The Sea Air and Space), s. 107.
•
Marshall Sonenshine, “Law of the Sea: Delimitation of the Tunisia-Libya Continental Shelf”,
Harward International Law Journal, Vol. 24, 1983, s. 225-236; Karin Oellers-Frahm,
“Continental Shelf Case (Tunisia/Libyan Arab Jamahiriya)”, EPIL, Vol. 11 (Law of the SeaAir and Space), s. 94-99.
•
Case Concerning the Continental Shelf (Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya), 24 February
1982, ICJ 1982, No. 63; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. II, Grotius
Publications Limited, Cambridge, 1992,
•
Hüseyin
Pazarcı,
“Uluslararası
Adalet
Divanı’nın
Tunus-Libya
Kıta
Sahanlığı
Uyuşmazlığına Đlişkin 24 Şubat 1982 Tarihli Kararı”, Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası
Özel Hukuk Bülteni, Đstanbul Üniversitesi, Sayı 2, 1982, s. 42-46.
•
Case Concerning The Continental Shelf (Libyan Arab Jamahiriya/Malta), 3 June 1985, ICJ
Reports, No.68; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. II, Grotius
Publications Limited, 1992, s. 16-17
•
Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America
Journal of International Law, vol. 84, (1990), s. 837–858.
•
Karl, D.E. ‘Islands and the Delimitation of the Continental Shelf: a Framework for Analysis’,
American Journal of International Law, vol. 71, (1977), s. 642–673.
•
North Sea Continental Shelf Cases (Federal Republic of Germany v. Denmark; Federal
Republic of Germany v.The Netherlands), 29 February 1969, ICJ Reports 1969, p. 3;
International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I, Grotius Publications Limited,
Cambridge, 1992, s. 93.
133
•
Delimitation of The Continental Shelf (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland
and The French Republic), 30 June 1977; International Boundary Cases: The Continental
Shelf, Vol. I, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 161.
•
Case Concerning Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine Area
(Canada/United States of America), 12 October 1984, ICJ Reports, No. 67; International
Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. 1, Grotius Publications Limited, 1992, s. 321322.
•
Levi E. Clain, “Gulf of Maine-A Dissappointing First in the Delimitation of a single Maritime
Boundry”, VJIL, Vol. 25:3, 1985, s. 521-619.
•
Yoshifumi Tanaka, “Reflections on the Concept of Proportionality in the Law of Maritime
Delimitation”, The International Journal of Marine and Coastal Law, Vol. 16, No. 3, 2001, s.
434.
•
Jon M. V. Dyke; “The Disappearing Right to Navigational Freedom In The Exclusive
Economic
Zone”,
2004,
University
of
Hawaii
at
Manoa,
Hawaii-USA.
134
KÖKTENCĐLĐK VE ĐTHAL MODERNĐTENĐN ARAP BAHARINA ETKĐSĐ
Abbas Karaağaçlı∗
Otoriter yönetimlerin sonunu getiren Arap Dünyasındaki toplumsal ve siyasal değişimlerin
boyutunu göz önüne aldığımızda derinliğini anlamak ve kavramak için geniş çaplı tarihsel araştırmalar
yapma ihtiyacın ortaya çıktığı hâsıl olmaktadır. Toplumsal hareketliliğin dinamik gücünü oluşturan
halk yığınların eylemleri sürekli ve yaygın hale gelmiştir. Sokağa inen, meydanları dolduran,
uygulanan bütün şiddet ve baskılara rağmen kitlelerin eylemleri güç ve otorite karşısında var olma
savaşını sürdürmektedir. Burada bireyler yabancı güçlerin varlığına isyandan daha fazlasını uzun
yıllardan beri elit yönetici zümresi ve çevreleri tarafından maruz kaldıkları horlanma, aşağılanma ve
ayaklar altına alınarak yerle bir edilen haklarının, hukuklarının ve ezilen onurlarının peşindedirler.
Aynı hedef ve amaçlarla meydanları dolduran bu kararlı ve genelde örgütsüz halk yığınlarını
bir araya getiren temel dürtü nedir? Kuşkusuz pek çok etken ve sebep bulabiliriz. Birbirlerinden farklı
ve birbirleriyle girift ilişkilere sahip iki bakış tarzı ortaya koyulmaktadır. Kimi yorumlar kitlesel
psikolojiyi öne çıkarırken, diğer taraf bireyi mercek altına alarak toplumsal hareketliliğin nedenlerini
açıklamaya çalışmaktadır.
Kanımca her iki yaklaşımı göz önünde tutarak yaygın sömürgecilik tarihi süresince bu
toplumların maruz kaldıkları aşırı baskı ve ithal modernite girişimleri sonucunda öz benlik ve
kültürlerinden uzaklaştırılarak belli bir kalıba sokulmak istendikleri, bu gibi klişe ve kalıplara yönelik
halk tepkileri yansıma şeklinde tecelli etmektedir. Doğal olarak bu durumun meydana gelmesinin
uygulayıcısı ve sembolü olarak gördükleri yöneticilere yönlenmiştir.
Bu durum yoksulluğa,
yolsuzluğa ve iktidar nimetlerinden pay alamama ve ortak alma isyanların itici gücü olmuştur.
Köktencilik sosyal bilimlerin belirsiz kavramlarından biri olarak özelikle 11 Eylül
saldırılarından sonra dünya gündemine oturmuş bir kavramdır. Günümüzde batılı devletlerin milli
güvenlik ve dış politika doktrinlerinde ciddi tehlike olarak değerlendirilmekte ve bu tehlike ile
mücadele etme gerekliliği tezi ileri sürülmektedir.
Batılı devletler Orta Doğuyu kökten dinciliğin merkezi ve kaynağı olarak görmekte ve
köktencilerin batılı değerlerle uyum sağlayamadığından tehlike arz ettiğini üstelik kökten dinciliği
terörist eylemlerle ilişkilendirerek bütün Đslami düşünceye sahip kişi ve örgütleri terörist veya
Yrd. Doç.Dr.BĐLGESAM Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü Direktörü; Giresun Üniversitesi ĐĐBF Öğretim Üyesi (e [email protected], GSM: 0541 9250644)
∗
135
terörizme yatkın olarak nitelemektedirler. Köktenciliği böyle değerlendiren batılılar orta doğu ile
ilgilenmekte ve bütün olanakları ve güçleri ile orta doğuya yerleşmeye karar vermişlerdir.
Gerçek olan şudur ki orta doğu halklarının kahir ekseriyeti Müslüman’dır. Ve Đslami kural ve
değerler onarın siyasi toplumsal ve yaşamsal rehberi konumundadır. Batıda ise her türlü Đslam’a
yöneliş ve Đslami yaşam tarzı toplumsal ve siyasal hayatta Đslamcı damgasını vurulmasına tehlikeli
hatta terörist muamelesi görülmeye yetmektedir. Köktencilik kelimesi Latin kaynaklı fundamental
kelimesinde gelmektedir. Bu terim ilk olarak 1920’li yıllarda Hıristiyan aşırı gurupları tanıtmak için
kullanılmıştır. Bu Hıristiyan guruplar Đncil kitabında Ortodokslar için ön görülen geleneksel yaşam
biçimi ve kuralların uygulanması taraftarı olarak ortaya çıkmışlarıdır. Köktencilik Hıristiyanlık
tarihinde çoğunlukla Katolik ve Ortodokslar arasında ortaya cıkmış Protestanlar tarafından ise eskiye
merak ve dönüş eğilimi olarak değerlendirilmiştir. Kökten dincilik kavramına zamanla gelenekçilik,
gericilik hatta mültecilik (irtica yanlısı) olarak da değerlendirilmiştir. Köktenciler toplumsal ahlaki
değerlerde gelenekçi ideolojik havzada ise gerici eğilimli olanlar olarak nitelenmişlerdir.
Kökten dinciliğin yeni şekli ile kullanımını ilk kez 1956 Süveyş kanalı krizi sırasında
ABD’nin dönemin dış işleri bakanı John FOSTER DULLES tarafından kullanılmıştır. Bu çıkış o
tarihlerde batılıların tedirgin olmasını getirmiştir. Daha sonra 1960 yılında ünlü Amerikalı düşünür
Harry GRIP bu kavramı gündeme getirmiştir. 1979 Đran Đslam devrimi ile birlikte bu devrimin diğer
Müslüman kitleleri üzerindeki etkisi çerçevesinde yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır. Özellikle
bu tarihten sonra başta ABD olmak üzere batılı haber ajansları, haber ve yorumlarında, gazeteci ve
yazarlar kitap ve makalelerinde, siyasiler ve bütün kitle iletişim araçlarında Đslami hareketleri, grupları
ve eylemleri şiddet içermese bile: aşırı Müslümanlar, terörist Müslümanlar, radikal Đslamcılar,
mücadeleci Müslümanlar ve benzeri sıfatlarla nitelendirmişlerdir.
Batılılar Đslami hareketleri, kişi, kuruluş, parti, dernek, encümen, birlik ve benzeri
teşekkürleri birbirlerinden ayırt etmeksizin kategorize etmekte ve hepsine toptan köktenci damgasını
vurarak kendi emperyal ve sömürgeci ve çıkarcı amaçları için zemin ve ortam hazırlamaktadırlar.
Kuşkusuz bütün batılı devletlerin aynı şevk ve heyecanla ABD’nin arkasından Müslümanlara yönelik
başlatılan haçlı seferlerde yer almaları bunun bariz göstergesidir. Örnek olarak Irak’ın ve
Afganistan’ın askeri işgali sürecini göz önünde tutarsak bütün batılı devletlerin fiilen bu harekâtın
içinde bu kapsamlı işgal harekâtının içinde yer aldıklarını şahit olacağız.
Batılı devletlerin hatta düşünürlerin hiçbir fark gözetmeksizin Đslami hareketleri ve gurupları
aynı kategoride değerlendirmesine batının kimi aydın ve teorisyeni tarafından da değinilmiştir. Siyaset
kuramcı Jil CPEAL’e göre: batılı sosyologlar ve siyasiler köktencilik hakkında yeteri kadar bilgi
sahibi olmadıklarından yanlış değerlendirme yapmaktadırlar. Ona göre bu yanlış değerlendirme
1990’lı yıllarda Afganistan da Taliban’ın iktidara gelmesi Đran’da Muhammed Hatemi’nin
Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve Türkiye’de Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi’nin
136
iktidara gelmesinin batılılarca aynı kategoride değerlendirilmeye tabi tutulması ve bir kapsamda
değerlendirilmesi yanlışını beraberinde getirmiştir.1
Çeşitli batılı düşünce kuruluşları Đslam dünyasında meydana gelen toplumsal hareketliliği
olayları eylemleri hatta iktidar değişikliğine giden halk hareketlerini ön görememekte tespit ve
değerlendirmelerini yanlış eksik yetersiz bilgilere dayandırdıklarından öngörülerinin de yanlış olduğu
ortaya çıkmaktadır. Kim ne derse desin daha bundan iki sene önce hiçbir batılı gözlemci, düşünce
kuruluşu veya siyasi Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da meydana gelen toplumsal hareketliliği ve
yönetim değişikliklerinin ön görememiştir. Đki üç veya beş sene önce ki Orta Doğu
değerlendirilmelerinde batının ve yanı sıra bütün işin doğasına rağmen Đsrail’in en büyük müttefiki
olan Hüsnü Mübarek yönetiminin bir halk hareketi ile devrileceği ön görülmemiştir. Açıkçası batılı
kaynaklar
Mübarekten
sonra
oğlu
Cemal
Mübarek’in
iktidara
geleceğinden
hiç
kuşku
duymamaktaydılar. ABD’nin Đsrail’den sonra bölgede ki en büyük müttefiki ve ABD yardımlarından
en büyük payı alan Mısır da ki mübarek yönetiminin ne denli kırılgan olduğu aynı Đran da ki
Muhammed Rıza Şah Pehlevi yönetimi gibi birkaç ay direndikten sonra kitlesel halk hareketinin
önünde duramayacağı gerçeğini ön görememişlerdir.
Yine batılı düşünürlerden Robin Wright batılı siyasilerin Đslami hareketlere yönelik
yaklaşımlarını eleştirirken şöyle demektedir: Đslami köktencilikle muhalefet eden batılıların
siyasetlerinin
temel
nedeni
bu
hareketlerin
düşünsel
temel
boyutunu
anlamamaktan
kaynaklanmaktadır.2
Đslami köktenciliğin düşüncesinin temeli Đslami değerlerin yüceltilmesi ve Đslami devletlerin
ilerlemesini sağlarken geçmişteki Đslam medeniyetinin elde ettiği başarıları öne çıkarırken
günümüzdeki doğulu ve batılı değerlerden faydalanmamaktır. Başka bir deyim ile bu düşünce tarzında
kökleri geçmişin dinsel inançlarına dayanarak siyasal sahada kaynak olarak kullanılmasıdır. Bu
hususta Đran asıllı ünlü düşünür Shireen T. Hunter şöyle demektedir: Köktencilik yasaların orijinalini
kullanmaktır. Açıkçası Đslami kökten dinciler çok temelci düşünceye sahiptirler. Đslami kökten
dincilerin düşüncesinin en temel özelliği hatta onun tehditkâr oluşunun temel nedeni Đslam’dan siyasi
ve ideolojik sahada faydalanmak ve yararlanmak niteliğidir.3
Đslami Kökten dinciler Đslam’ın temeline dönüş yapmayı planlayıp ön görürken Đslami
düşünce ve yaşayış şeklini günümüze de uyarlamaya, toplumsal ve siyasal yaşamda da kullanmaya ve
uyumunu sağlamayı hedeflemektedirler. Đslami düşünürlere göre Đslam bir din olmaktan öteye
toplumu topluma intizam getirecek genel bir kurallar ve düşünce bütünüdür. Bu düşünce tarzına göre
siyaset kurumu Đslami idare şeklinin bir yönü olarak iç ve dış politika sahalarında aktif bir şekilde
1
Machel Gardaz, “The Rise and Fall of Political Islam” at: http:// www.dx.doi.org. / 10,1016/ s0048- 712x (30)0034-4
(2003/5/12).
2
Rabin Rigyt, Allah Yolunda Mücadele Eden Şiiler, Çev. Ali Andişe, Komes Yayınları, 1993, s. 11.
3
Shirin T. Hunter, “Islam Fundamentalism: What is really is and why it frightens the weast”, Sals Review, Vol. 6, No. l, p. 189.
137
tebarüz etmektedir. Kanımca Đslam dünyasını sarsan son toplumsal hareketliliğin esas ve temel
nedenlerinden biride bu hareketliliğe maruz kalan yönetimlerin Đslami düşünce platformuna
uzaklaşarak batılı değerleri benimsemeleri ve güncel yaşamdan siyasal mekanizmaya kadar her sahada
batının değerlerini ön plana çıkarmalarından kaynaklan maktalıdır.
1979 Đran Đslam devrimi öncesini göz önünde tutarsak Şah Pehlevi’nin Đran da ki halkın inanç
değerlerini yok sayarak ülkeyi batılılaştırmaya yönlendirmesi geleneksel yapıyı ülkenin şartları uygun
hale gelmeden dönüştürmeye çalışması dini otoritelerin rahatsızlığına neden olmuştur. Yönetim polis
ve istihbarat gücünün imkanlarını kullanarak hiyerarşik Şii din adamlarının nüfus sahasına girerek
etkisizleştirme siyaseti uygulamayı başlatırken Ayetullah Humeyni önderliğindeki Şii din adamları
var olan geleneksel hegemonyalarını korumak ve yeni saldırılara karşı hareket alanlarını geleneksel
faaliyet sahası olan camiiler den sokaklara yönlendirmiş ve kısa sürede şahın bütün güvenlik
tedbirlerine rağmen sokaklara hakim olmuşlardır.
Açıkçası Şah yönetimi 1908-11 yılları arasın da meydana gelen Đran meşrutiyet devrimi
sürecini iyi okusaydı o tarihlerde de dini otoritelerin kitleleri örgütleme, sokağa dökme ve cihad
kartını kullanarak nasıl istibdat’ını nasıl dize getirdiklerine şahit olacaktı. Ayetullah Humeyni ve
çevresinin devrim sırasında kullandıkları argümanların temel prensipleri;
• Güncel yaşamda Đslami kural ve kaidelerine dönüş,
•
Aşırı batılılaşma ve batılı değerlerin toplumsal yaşama hâkim olmasına karşı duruş,
•
Dış politikada başta ABD ve diğer batılı devletlerin hâkimiyeti altına girilmesi,
•
Đsrail devleti ile yakın ilişki ve münasebet kurulması,
•
Dış politikada onurlu ve bağımsız bir politikanın uygulanmaması
Gibi toplumsal hareketlilik, devrim ve nihayet yönetimin devrilmesine neden olunmuştur. Đran
devriminden çeyrek asır geçtikten sonra orta doğu ve kuzey Afrika da aynı şartlar ve koşullardan
kaynaklanan toplumsal hareketlilik ve halk devrimlerine olmaktayız. 1979 öncesi Şah yönetiminin iç
ve dış politik yaklaşımları ile Mısır da ki devrik Hüsnü Mübarek yönetimi, Tunus da ki Zeynel Abidin
yönetimlerinin uygulamaları çok benzerlik ve paralellik göstermektedir. Aynı şekilde yönetimleri
zayıflamış olan ve önümüzdeki süreçte büyük muhalif halk hareketlerine maruz kalacaklarını ön
gördüğüm Fas Krallığı, Ürdün Krallığı, Suudi, Kuveyt, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi
mürteci Arap yönetimleri de aynı şartları barındırmaktadırlar. Devrilmelerine ramak kalmış yemen
deki Ali Abdullah Salih ve Bahreyn deki Al-Halife yönetimleri de hakeza iç ve dış politik
138
yaklaşımlarının 1979 öncesi Şah ve 2010 Mısır da ki Mübarek ve Tunus da ki bin Ali yönetimi ile
benzerlik göstermektedir.4
Köktencilik hakkında batılı düşünürlerin farklı yaklaşımları çeşitli düşünceler şeklinde
kendini göstermektedir. Bazılarına göre reform talebi ve toplumun dönüştürülmesi fikrinin kaynağını
oluşturmaktadır. Bu hususta Henry Munson ileri sürdüğü tezinde köktenciliği dinsel başkaldırı
hareketleri temel yaklaşımı olarak değerlendirip şöyle delillendirmektedir.
• Köktencilik kavramı ön yargıya dayanarak kendi mezheplerinin temeline dönmek ve rücû
etmek isteyenler mutasıplar olarak nitelenmektedir.
• Köktenciliğin kökü Protestanlıktadır ve Đslam’a uyguladığımızda o hareketlerin temel
özelliklerinden ayrılmamızı sağlıyor.
• Bu kavram bütün dinsel hareketler için kullanıldığından bu hareketlerin temel özelliklerini
görmememizi sağlamaktadır.5
Đslam coğrafyası son 300 yılda iç ve dış sahalarda önemli gerileme ve düşüş yaşamıştır. Batılı
devletler özellikle Avrupa devletleri Rönesans ve sanayi devrimi sayesinde gelişmelerini sağlarken
sömürgeci uygulamaları ile zayıflayan ve içten içe çürüyen Đslam dünyasının karşısında
tahakkümlerini pekiştirmişlerdir. Osmanlı imparatorluğu ile Đran devletini batılı devletler karşısında
aldıkları ağır yenilgiler sonucunda toprak kaybı kaybetmelerinin yanı sıra prestij kaybetmeleri
sonucunda Müslüman düşünürlerin teori ve tezleri öne çıkmaya başlamıştır. Bu doğrultuda iki
yaklaşım şekli ortaya çıkmıştır:
• Yenilikçiler veya seküler batı yanlısı nasyonalistler ki Đslami düşüncede reform yaparak batılı
değerlerle uyumunu gerçekleştirmeyi hedeflemişlerdir.
• Köktenciler ki geleneksel değerlere bağlı kalarak batı ve batı hegemonyası karşısında
Đslam’ın özüne dönerek toplumu dönüştürmeyi hedeflemişlerdir.
Bu iki yaklaşım tarzı Đslam düşünce hayatını yönlendirmiş ve halen yönlendirmektedir.
Đslami
düşünce tarzını benimseyen teorisyen düşünürler batının kültür emperyalizmi ve kültürel saldırı
hegemonyası karşısında Đslami değerleri ön plana çıkartarak Đslam medeniyetinin elde ettiği başarıları
ön plana çıkartarak kültürel çatışmalarını Müslüman gençliğin kendi hüviyet, kişilik ve belleklerine
sahip çıkma olarak değerlendirmişlerdir. Burada Samuel Hantinton ve Bernart Luis’in kültürel çatışma
ve medeniyetler arası çatışma teorileri gündeme gelmiştir. Özellikle 1900’lerin başından itibaren
4
http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1067:arap-baharna-farklbak&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150
5
Henry Munson, “Fundamentalism is Ancient & Modern”, http://www.fin Articles.com/deadalus/ sarmm 2003/ Articles / print
friendly, (2004/5/3).
139
Đslam toplumlarında yaşayanları genel hatları ile iki tip yaşam tarzını benimseyenler olarak
değerlendire biliriz. Birinci kısım iktidar nimetlerinden de faydalanarak ülkelerin kıt ekonomik
kaynaklarını da kendi özel yaşamlarında hoyratça kullanan azınlık yönetici ve elit zümre.
Bu grup halktan uzak hatta onların yaşam ve düşünce tarzlarına yabancı olarak mutlu bir
azınlık kategorisinde batılı devletlerinde desteğini sağlayarak ülkelerinin yer altı ve yer üstü
zenginliklerini kendi çıkarlarını doğrultusunda batılılara ve batılı şirketlere peşkeş çeken buna karşılık
kendi otoriter iktidarlarını sağlamlaştıran yönetici ve sözde aristokratlar sonradan asil sıfatını kazanan
kendilerini batı tipi ithal modernitenin temel ayakları olarak gören yönetici, sivil ve askeri bürokrat, iş
adamı, aydın, yazar, sanatçı ve benzeri meslek erbabından oluşanlardır.
Toplumun inanç
değerlerinden uzak kimi yerde gelenek ve göreneklere tamamen yabancılaşmış bu mutlu azınlık batılı
klasik müzik, senfoni orkestrası, bale ve benzeri sanatsal etkinlikleri dinlemeyi ve izlemeyi batılılaşma
ve modernite olarak algılarken batının evrensel değerlere kattığı insan hakları demokrasi kişi hak ve
özgürlükleri katılımcı siyasal sistem, serbest seçimler, basın özgürlüğü dini ve etnik azınlıkların
haklarına saygı ve benzeri pek çok evrensel değeri görmemezlikten gelerek iktidarlarını her ne
pahasına olursa olsun devam etme yanlısıydılar.
Bu azınlık yönetici zümre ülkelerinin yer altı ve yer üstü zenginliklerini batıya peşkeş
çekerken kendi halklarının ilkel sefil her türlü sosyal refah şartlarından uzak bir yaşam sürmelerini ön
görmüşlerdir. Batılı devletler sanayileşmelerini tamamlayıp bilgi çağına geçerken Müslüman ülkeler
henüz sanayileşme aşamasına geçememiş pek çoğu önemli yer altı doğal kaynaklara sahip olmalarına
rağmen az gelişmiş ülkeler kategorisinden öteye geçememişlerdir.
Đkinci gurup ise Müslüman ülkelerinin büyük halk yığınlarından oluşmakta idi. Bu büyük
kitle köylü, kasabalı ve kentli dar gelirli ve orta halli insanlardan oluşmakta idi. Bu önemli kitle
geleneksel yaşam biçimlerini sürdürürken din adamlarının etlisi ve tesiri altında batı değerlerinden
uzak geleneksel sade her türlü refahtan uzak bir yaşam sürdürmektedirler. Öte yandan ikinci grup ise
sekülarizmi bir evrensel değer olarak değil de batılıların diğer devletlere ve medeniyetlerine tahakküm
için ortaya attıkları bir düşünce olarak görmüşlerdir. Açıkçası modernizasyon ve sekülarizasyon
Müslüman ülkelerde gelişme güvenlik ve ilerleme yerine güvensizlik adaletsizlik fakirlik devlet
baskısı istibdat ve diktatörlüğü getirmiştir. Sonucunda da Đslamcılar skolarleri geriye iterek iktidara
gelmişlerdir.
Sömürgeci güçlerin Đslam ülkelerinde uygulamaları Đngiltere, Fransa ve benzeri devletlerin
orta doğuda ki yaptıkları Müslüman kitleleri tepkisine yol açmıştır. Đkinci dünya savaşı sonrasında
yönetimde bulunanların Đslami değerleri siyasal ve güç yapısından uzaklaştırmaları ve bir kenara
itmeleri beklenen sonucu sağlayamadı.
140
Flitsin sorunu kökten dinciliğin gelişmesinde önemli bir unsur haline dönüştü. Sovyetler birliğinin
çökmesinden sonra kökten dincilik batı güvenlik algılamalarında komünizm tehlikesinin yerine
almaya başladı ve kökten dinciler soğuk savaş sonrasında uluslar arası teröristler olarak
değerlendirilmeye başlandı.6
90’lı yıllarda Đslami değerlerin ve düşünce tarzının hâkim olduğu siyasi örgütlenmelerin ve
direniş örgütlerin gelişmesi ve ön plana çıkmasına şahit olmaktayız. Öyle ki 60’lı yıllardan başlayarak
90’lı yıllara geldiğimizde orta doğunun en karmaşık ve çözümü zor sorunu olan Filistin davasında
George Habbaş ve Nayef Havetme gibi sol yandanslı liderlerin önderliğinde solcu ve Skolar ve
Marksist örgütler ön planda iken 90’lardan sonra Đran Đslam cumhuriyetinin maddi ve manevi desteği
ile aşırı Đslamcı Hizbullah, Đslami hareket ve Hamas gibi fundamentalist direniş hareketlerin öne
çıktığını hatta liderliği kaptığını ve Đsrail saldırılarına karşı tek direnç odağı olduklarını görüyoruz. Bu
yıllarda orta doğu ve Đsrail’in yanı sıra Müslüman savaşçıların Hindistan ile Pakistan ile Keşmir,
Filipinler, Çeçenistan, Dağıstan, Mısır, Kenya, Sudan ve diğer coğrafyalarda yaptıkları eylemlere ve
çatışmalara görüyoruz.
ABD önderliğinde ki batılı devletler Irakta Saddam Hüseyin’i Afganistan da Taliban
yönetimini bertaraf etme, kitle imha silahlarını yok etme ve sözde terör ile mücadele bahanesi ile bu
coğrafyaları işgal ederken milyonlarca suçsuz masum sivil Müslüman’ın katledilmesi yüz binlerce
kişinin yaralanması ve mülteci durumuna düşmesi terör güvensizliği yanı sıra kentlerin alt yapı ve üst
yapısının tahribi ile ekonomilerinin çöktürülmesi iç savaşın meydana getirilmesi dini ve etnik
azınlıkların birbirlerine düşülerek ayrılmanın tohumlarının atılması askeri üstler kurma girişimi yer
altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanması ve benzeri emperyal uygulamalar Müslüman halkların
batıya karşı duydukları kin ve nefret düşüncesinin derinlemesine ve daha da yaygınlaşmasına neden
olmuştur.
Küreselleşme ile başlayan uygulamalarla ABD ve yandaşlarının ekonomi, siyaset ve kültür
üçgeninde kendi değerlerini Đslam toplumlarına empoze etme girişimleri ve kukla yönetimler ile Arap
coğrafyasını idare ettirmeyi sürdürme girişimleri sonucunda kitleler örgütlenerek bu siyasetlere karşı
tepkilerini göstermeye başlamış ve sonucunda orta doğuda ki kukla rejimler birbiri ardına sarsılmaya
ve devrilmeye başlamıştır.
Đslam dünyası ile batı devletleri arasındaki inişli çıkışlı münasebetler özellikle 11 Eylül
saldırılarından sonra ABD’nin Müslümanları dünya şer cephesinin üyeleri, terörizmin kaynağı ve
uluslar arası istikrarsızlığın temel unsuru olarak göstermesi çelişkileri daha da belirgin hale
getirmiştir. Aslında 11 Eylül olayları batı sekülarizmi ve modernitesi ile Đslami köktencilik arasındaki
uçurumu daha da derinleştirdi. Kimi düşünür bu olayları haçlı savaşlarına benzeterek Đslam ile
6
Y. Al-Qaradawi, “Secularism”, http:www.ıslam.com// article.Asp? Id=111, (2004/37); Beverley Milton- Edwards, Op. Cit. p.
93.
141
Hıristiyanlığın savaşı gibi göstermeye çalıştı. Öyle ki Tracinski’e göre köktencilik ile mücadele
terörizm gibi tehlikeli bir virüs olarak Đslam dininin içine sızmıştır ve ortadan kaldırılmalıdır.7
ABD’li bir diğer düşünür B. Milton ise: 11 Eylül den sonra kökten Đslami dinciliği batı
demokrasisine batı değerlerine özgürlüğe demokrasi ye kişi haklarına ve pololarizme karşı büyük bir
tehlike olarak görmüştür.8 Kimi uzmanlar ise olayı soğuk savaş dönemine benzeterek nasıl ki soğuk
savaş doğunun komünizmi ile batının kapitalizmi arasında cereyan etmiş ve ABD bu soğuk savaşta
başarı ile çıkmış ise şimdi de Müslümanların köktenciliği ile batının değerleri arasındaki savaştan
galip ayrılması gerektiği tezini ileri sürmüşlerdir. Örneğin bu hususta T. L. Friedman şöyle diyor: 11
Eylül saldırıları Japonların ikinci dünya savaşı arifesinde Hawaii’deki Pearl Harbor saldırılarına
benzemektedir. Kökten Đslami düşünce Nazizm ve kominizim den daha tehlikelidir.9
Sonuç olarak büyük Đslam coğrafyasında sosyolojik, ekonomik, siyasal, toplumsal, tarihsel
vb. faktörlerin etkileri ve etkileşimi sayesinde iç ve dış dengelerin bölgesel ve uluslar arası
denklemlerin etkisi ve pek çok nedenden dolayı sosyal çalkantılar ve toplumsal hareketlilikler
yaşanmaktadır. Bu süreç zarfında sarsılmaz gözü ile bakılan kimi otoriter, totaliter ve çeyrek asırlık
diktatör yönetimler birbiri ardına devrilmekte veya büyük sarsıntı geçirmektedir. Orta doğu ve kuzey
Afrika halkları yukarıda değindiğimiz ve değinemediğimiz pek çok neden den dolayı isyan bayrağı
kaldırmış sokaklara çıkmış meydanları doldurmuş değişim ve dönüşüm talep etmektedir. Önümüzdeki
dönemde bu hareketlilik Đslam coğrafyasının başka ülkeleri de kapsayacak gibi görülmektedir.
Değişim dönüşüm demokrasi ve katılımcı bir yönetim talebinin temelinde ithal modernite ve
köktenciliğin esas rol oynadığı kanaatindeyim.
Bütün süreci göz önünde bulundurduğumuzda istisnalar hariç (Suriye) hareketlilik yaşayan
halkın isyanına maruz kalan, devrilen veya devrilme aşamasında bulunan ve önümüzdeki dönemlerde
toplumsal hareketliliğe aday devletlerin hemen hemen pek çoğu otoriter, totaliter ve batı yanlısı hatta
batı kuklası yönetimler ve iktidarlardı. Yukarıda da sözünü ettiğimiz halktan kopuk geleneksel Đslami
değerlerden uzak batıdan peşkeş çekilen ithal modernite ile ülkelerini yöneten mutlu azınlık
yönetimleri iflas etmiş meşrutiyetlerini kaybederek halk yığınlarının nezdinde itibarlarını
yitirmişleridir. Milyonlarca genç kadın erkek köylü veya kentli daha fazla demokrasi daha fazla insan
hakları daha fazla katılım daha onurlu bir dış politika talep ve özlemleri ile ölümü işkenceyi göze
alarak itiraz kervanlarına katılmışlardır. Toplumsal muhalefetin baskısı kimi yerde sonuç vermiş batı
ve Đsrail kuklası yönetimler iktidardan uzaklaştırılmış kimilerinde ise binlerce masum sivil vatandaşın
ölümü pahasına hala iktidarlarını sürdürmeye gayret etmektedirler.
7
Tracinski, “A War Aganist Islam”, http://www.aynrand.Org/media link/co/ummns/rt 102901, shtm/, (2003/4/5).
Beverley Milton –Edwards ,’’Đslamik Fundamentalism Since, New yoork Routeledge, 2005, p. 130.
9
T.
L.
Friedman,
“West
Faces
War
of
Ideas
With
Islamists”,
Arizona
Daily
http:www.aztsarnet.Com/sn/mideast/5384.php, (2003/4/5).
8
Star,
142
Kuşkusuz bu kitlelerin evrensel değerleri kapsayan talep ve isteklerinin hepsi hatta büyük bir
kısmı yeni iktidara gelecek odaklar tarafından gerçekleştirilmeyecektir. Hatta muhtemelen daha
muhafazakâr daha tutucu ve radikal yönetimlerin iş başına gelmesine şahit olacağız. Burada önemli
olan bu sürecin yaşanmasıdır. Sırtını batı devletlerine dayandırarak baskının her türlü yöntemini
kullanarak ülkenin sosyolojik gerçeklerinden inanç ve bağlılıklarından uzak bir yönetim uygulaması
kesinlikle şartlar olgunlaştığında devrilmeye mahkûmdur. Önümüzdeki süreçte bu doğrultuda Fas,
Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi yönetimlerin
çeşitli şekillerde halklarının isyanına maruz kalarak dönüşüm yaşayacakları kanaatindeyim. Daha
sonra ki bir aşamada Kafkasya ve orta Asya devletleri de bu hareketlilikten nasibini alacaktır. Burada
önemli olan yöneticilerin ithal modernite gömleği ve gücü ile köktenciliğe karşı koyamamaları
gerçeğidir.
KAYNAKÇA
Al-Qaradawi, Y., “Secularism”, http:www.ıslam.com// article.Asp? Id=111, (2004/37).
Beverley Milton – Edwards. Đslamik Fundamentalism Since, New yoork Routeledge,2005
Friedman, T. L., “West Faces War of Ideas With Islamists”, Arizona Daily Star,
http:www.aztsarnet.Com/sn/mideast/5384.php, (2003/4/5).
Gardaz, Machel, “The Rise and Fall of Political Islam” http:// www.dx.doi.org. / 10,1016/
s0048- 712x (30)0034-4 (2003/5/12).
Hunter, Shirin T., “Islam Fundamentalism: What is really is and why it frightens the weast”,
Sals Review, Vol. 6, No. 1.
http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1067:arapbaharna-farkl-bak&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150
Munson,
Henry,
“Fundamentalism
is
Ancient
&
Modern”,
http://www.fin
Articles.com/deadalus/ sarmm 2003/ Articles / print friendly, (2004/5/3).
Rigyt, Rabin, “Allah Yolunda Mücadele Eden Şiiler”, Çev. Ali Andişe, Komes Yayınları,
1993.
Tracinski, “A War Aganist Islam”, http://www.aynrand.Org/media link/co/ummns/rt 102901,
shtm/, (2003/4/5).
143
ORTADOĞU ÖZGÜLLÜKLERININ ANLAMLANDIRILMASINDA YÖNTEM SORUNU VE
ŞARKIYATÇILIK
Muhammet Özdemir∗
Özet- Bu bildiride öncelikle Ortadoğu yazımları ve verili bir 'öteki' imi üzerinden bir yöntem
tartışması başlatılmaktadır. Mevcut Şarkiyatçılık mağduriyeti söylemlerinden çok burada aydınlanma
dolayımında var olan içerimlere vurgu yapılarak bunlar sorunlaştırılmaktadır. Đnsan olmanın birçok
biçimi olduğu gibi, Ortadoğulu olmanın da birçok yolu olmalıdır. Fakat bu yolları mümkün kılan
bağlamlar, Ortadoğu özgüllüklerinin elverişli kıldığı bir tarihte gerçekleşmelidir. Bu coğrafyadaki
deneyimsel ve olgusal içerikleri işlevsizleştiren 'ötekilenme' dolayımlarının tersine, özellikle
Ortadoğu'da bir anlam arayışına çıkmak gerekmektedir. Böylece kabul edilen gerçek dünyanın
'burası'na göre değil de, 'bu dünya'nın olanaklı kıldığı bir 'bura'ya göre var olmak mümkün olacaktır.
Böylece bu bildiri, verili dünyadaki bütün mitlerin reddedilmesini ve bunların yerine bir Ortadoğu
mitinin eklemlenmesini önermektedir. Bu olasılık, daima koşullanılan ölçüde uzak ve olanaksız
değildir.
Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Aydınlanma, Yöntem, Yazım, Yorum.
Abstract- Question of Method in Interpretation of Specificity in relating to Middle East and
Orientalism. In this paper, primarily it has been iniated discussion of a method over bookmarks on
Middle East and ‘other’ indication. Here these are questioned by pointing some implications which
have been existed according to Enlightenment’s backgrounds rather than available ‘unjust treatment’s
discourses. As there are a lot of shapes of human being, there must be many different contexts/ways of
being Middle East’s. But the contexts which makes possible these ways must take place in a history
which is makes possible by Middle East’s specificities. On the contrary to “oto-making-other”
implications which has made nonfunctional experiental and factual content of this geography, it is
necessary to go out to search for a meaning especially in the Middle East. Thus not ‘here of the real
world’ adopted, but there will be possible to exist according to here where is maked possible by this
world. So this paper offers to reject all of myths of available world and replace them with an
articulation of the myth of the Middle East. This possibility is not distant and impossible as it has been
conditioned.
Key Words: Middle East, Enlightenment, Method, Writing, Interpretation.
∗
Araştırma görevlisi, Artvin Çoruh Üniversitesi.
144
Giriş
Bu çalışmanın amacı, genel olarak, hem deneyimsel ve olgusal içerikler, hem de metinsel içerikler
bağlamında tanımlanan Ortadoğu özgüllüklerinin anlamlandırılması ve yorumlanması süreçlerinde
yaşanılan yöntem sorunlarına yoğunlaşarak, bu yöntem sorunları dolayımında gündeme gelen kültür
koşullanmalarını tartışmaya açmak ve bu zeminde gerçekleşen bilgi üretimlerinin, metodolojik
zafiyetlerini sorunsallaştırmaktır. Burada Ortadoğu’nun görece evrensel özgüllükleri bağlamında
şarkiyatçılığı bir bilgi içeriği olarak var eden dünyanın etkin bir tarafından çok, yoğunluğu edilgin
unsurlarına kayan bir sorunlaştırmayı tercih ettiğimizden, daha önce başka yazarların yaptıkları gibi,
dışsallaştırılmış bir ‘öteki sitemi’ yerine biz, yönü içsele dönük bir değerlendirmede bulunacağız.
Farklı bir yoğunlaşmanın sağladığı bu dolayım da, doğal olarak, tarihsel sınırlılıkla malul
deneyimlerin ve metinlerin tümüne birden kuşkuyla bakmamıza ve mümkün olduğunca eleştirel bir
tutuma bürünmemize zemin hazırlamaktadır. Buna göre biz, bu çalışmamızda öncelikle Türkiye
örneğinden başlayan bir yerel akışkanlıkla Ortadoğu halklarının çağdaş dönemlerdeki aidiyet
üretimlerinin bütününün yol aldığı dolayım içeriklerini, olabildiğince eleştirel bir dille çözümlemeyi
amaçlıyoruz.
1- ‘Kendi’nin Anlamlandırılışında ve Yeni ‘Kendi’ Tasarımında Yöntem Sorunu
Burada öncelikle iki terim üzerine yoğunlaşarak bir çözümleme yapmamız gerekmektedir. Bunlardan
birincisi, önadı “bilim” olarak önvarsayılmış bütün bilgi etkinliklerini ve bir “Ortadoğu”
adlandırmasını mümkün kılan modern kültür veya çağdaşlıktır. Đkincisi ise, aynı olgudan hareket eden
yorumların her birinin sağladığı yeni ve birbirinden farklı dolaylama olanaklarına göndermede
bulunan ‘im’ terimidir. Bu iki terim üzerinden aydınlanmaya giderek buradan bir ‘kendi’ olarak benin,
yeni bir ‘kendi’ olarak sonraki beni oluştururken içerisine düştüğü yöntembilimsel krize dönecek ve
böylelikle yerel özgüllüklerin yeniden üretilmesiyle ilgili bir yöntem tartışması başlatacağız.
Yakın zamanlara değin, Kıta Avrupası’nda XVII. yüzyıl içerisinde meydana gelip de XVIII.
yüzyılın sonunda kendisini tamamlayan bir süreç olarak modernliğe veya Türkçede çağdaşlığa hiçbir
araştırmacı kuşkuyla yaklaşmadı. Çünkü aydınlanmacı bir yaratımla XVIII. yüzyılda her şey gibi
insan da yeniden tanımlanmış ve tarih yeniden kurgulanmıştı. Aslında bu gerekçe, bizim iyi
niyetimizin sağladığı bir anlamlandırma zeminine gönderme yapar ve gerçeğin dile getirilmesi
konusunda biraz eksiktir. Đlginç olmayan bir şekilde iletişimi mümkün ve anlamlı kılan temel etken,
bir tarafın dile getirdiği içeriği diğerine göreliymiş gibi sunması ve kendi yarattığı anlamın
evrenselliği konusunda ‘öteki’ olarak önvarsaydığı diğerini ikna etmesidir.1 Çoğu kez gözden
kaybolan bir ayrıntı, dünyanın dar bir coğrafyasında meydana gelenlerin, insanların tamamını
ilgilendirecek şekilde modernlik veya çağdaşlık olarak adlandırılmasındaki toplumsal itkide saklıdır.
Kıta Avrupası dışındaki insan unsurlarının varlığında bir anlam bulunmasaydı, hiç kuşkusuz adına bir
1
Bkz. Jurgen Habermas, Đletişimsel Eylem Kuramı; çeviren: Mustafa Tüzel, Đstanbul: Kabalcı Yayınları, 2001, s. 114 vd.
145
zamanlar heyecanla ‘modernlik’ denilen süreçlerin anlamsal dolayımları bu denli değerli
bulundurulmayacaktı. Kısaca artık ‘Batı’ olarak önkoşullandırılan bir coğrafyanın yaşadıklarını
anlamlı kılan, aslında Kıta Avrupası’nın daima yaratmaktan hoşnut olduğu ‘öteki’nin varlığıydı.2
Modernlik, ‘öteki’nin varlığına ne denli önem veriyor ve ne denli onun için idiyse, aslında modernliği
eleştiren yeni süreçler de aynı düzeyde ‘öteki’nin varlığına göreli ve onun içindir.3 Eğer Sabine
Wilke’nin görece abartılı izleğine katılırsak, bu durum, Kıta Avrupası’nın ‘öteki’ni temellük etmek
istemesinin gayet olağan bir sonucudur.4 Çünkü Batı olarak kodlanmaya alışılmış bir insan biçiminin
dışındaki unsurlar daima edilgenlerdi ve onların gerçek insanlar arasında temsil edilmeleri
gerekiyordu.5 Başka türlü, gerçek insanların dışında kalan bu unsurların,6 kendilerini gerçek insanların
anlayabileceği bir biçimde ifade edememelerinde öznel bir hakikat arayan Karl Marx’ın, 1853 yılında,
Britanya’nın Hindistan’ı işgali sırasında katledilen halk için bir yazgı uydurması anlamlı olamazdı.7
Nitekim bir gün ‘öteki’ler adına konuşmayı aklına getiren bir kahraman da aynı öznel hakikati teslim
edecek ve “imtiyazsızların da konuşması mümkündür aslında” demekten kendini alamayacaktır.8
Modernlik veya çağdaşlık, hatta postmodernlik üzerine konuşmanın bir de böyle bir yolu vardır.
Modern söylemleri eleştiren süreçlere bir de bu ayrıntı katıldığında, bizim için düşünülebilecek görece
daha ilginç ayrıntılar çıkmaktadır ortaya. Elbette modernlik, aydınlanma döneminde yaratılan Kıta
Avrupası merkezli yeni ‘dünya tarihi’nin de kanıtladığı gibi, gerçek insanların ürettikleri, yeryüzünün
geri kalan unsurlarının da ona göreli olmaları gereken sadece ‘iyi’ değil ‘en iyi’ olan şeydi.9 Bu
propagandanın dışında modernlik, üç temel bileşen olarak bilim, sekülarizm ve kapitalizmi bir arada
düşündüğümüzde, Batı Avrupa halklarının özgül tarihlerinin bir parçasıdır ve bu tarih çerçevesinde
görece anlamlı bir içerime sahiptir. Efsanevi adı daha yenilerde konulmuş ‘bilim’,10 Katolik Kilisesi
söylencelerinin yarattığı bir ayrıştırma olarak ‘sekülarizm’ veya ‘laiklik’11 ve mülkiyet ilişkilerinin
yeni sistematik bir tarifi olarak ‘kapitalizm’,12 esas itibariyle belirli tarihsel ve deneyimsel koşullar
özelinde anlamlı ve geçerlidir.13 Bunların her biri veya tamamı, herhangi bir düzeyde evrensel bir
hakikat ölçütü olamayacakları gibi dünyanın Avrupa dışında yer alan ‘ötekiler’i için hiçbir şekilde bir
görelilik oluşturmamalıdır. Çünkü bir insan içeriği, ilişkisi oldukça itibari olan bir oyunun parçası
2
Bkz. Edward William Said, Şarkiyatçılık; çeviren: Berna Ülner, Đstanbul: Metis Yayınları, 3. Basım, 2006, s. 160 vd.
Bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri; çeviren: Ferit Burak Aydar, Đstanbul: Metis Yayınları, 2007, s. 14 vd.
4
Bkz. Sabine Wilke, ‘Emperyal Almanya’nın Kolonyal Pedagojisi: Ulusun Çıkarı Đçin Kendinden Feragat’, Emperyalizmin
Yedi Rengi içinde; çeviren: Eda Özgül, Đstanbul: Küre Yayınları, 2006, s. 281-298.
5
Bkz. Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Đstanbul: Küre Yayınları, 2004, s. 13.
6
Değerli siyasetbilim kuramcısı Margaret Canovan, bildiğimiz dünyada aslında erkeklerin ve kadınların eşit olmadıklarını ve
bütün insanların eşit ölçüde insan haklarından faydalanma hakkına sahip bulunmadıklarını söylemektedir. Bkz. Talal Asad,
Sekülerliğin Biçimleri, s. 72-73.
7
Karl Marx bu olayda, Đngiltere’nin tarihin bilinçsiz aracı olduğunu ve sonraki nesillerin huzur ve mutlulukları için bu işgalin
meşru olduğunu düşünmektedir. Bkz. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s. 164-165.
8
Bu söz bir zaman için ‘öteki’ler adına konuşan Edward William Said’e aittir. Bkz. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s. 350.
9
Bkz. Steven Shapin, Bilimsel Devrim; çeviren: Ayşegül Yurdaçalış, Đstanbul: Đzdüşüm Yayınları, 2000, s. 1 vd.; Mehmet
Vural, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık, Ankara: Elis Yayınları, 2003, s. 17.
10
Bkz. Steven Shapin, Bilimsel Devrim, s. 7-8.
11
Bkz. SBA, ‘Laiklik’, http://www.enfal.de/sosyalbilimler/l/001.htm (erişim tarihi: 30.09.2011). Bu konuda eleştirel okunması
gereken güzel bir çalışma için bkz. Marcel Gauchet, Demokrasi Đçinde Din: Laikliğin Gelişimi; çeviren: Mehmet Emin Özcan,
Ankara: Dost Kitabevi, 2000.
12
Bkz. Bryan S. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve Đslâm; çeviren: Ahmet Demirhan, Đstanbul: Đnsan Yayınları, 2. Baskı,
1997, s. 15-47.
13
Bkz. Hilmi Yavuz, ‘ “Oryantalizm” Üzerine Bir Giriş Denemesi’, Marife, yıl 2, sayı: 3, kış 2002, s. 53-63.
3
146
olduğu ölçüde onun göreliliklerine hazır bir hale gelir.14 Öte yandan birbirinden farklı insan zeminleri
arasında olanaklı bir karşılaştırmaya girişmek için herhangi bir bilinç yöntemi veya bağlayıcı ortak bir
ölçüt bulunmamaktadır.15 Fakat Ebû Hâmid el-Gazzâlî’nin işaret ettiği toplumsal bir vakıa,
modernlikle ilgili olarak dünyanın diğer bölgelerinde gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Gazzâlî’ye
göre, insanların çoğunluğu, güçlü olanın doğrusunu sahiplenirler ve bu anlamda güçlülükle hakikate
erişmişlik arasında kurulmuş aritmetik bir soyutlamaya olumlu anlamda önkoşullanırlar.16 Nitekim
sözgelimi Türkiye modernleşmesinde görüldüğü üzere, ‘diğerleri’, herhangi bir pragmatik gerekçe
olmaksızın kendilerini bu yola adamışlardır.17 O halde dünyanın herhangi bir yerindeki işgalin, bu
yere gerçekten de uygarlık götürdüğünü ve Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’nın bu konudaki tarihsel
vazifesini hiçbir zaman yadsımamalıyız.18 Neticede bu en iyi yola adanmış modernleşme süreçleri,
gerçek insanların yaşadığı coğrafyaya göre ‘doğu’ veya ‘güney’de ortaya çıktı; ama başkalarının
gereksinimlerine göre uydurulmuş yeni bir tarih ve yeni bir kültürel kod içerisinde. Ötekiler için
geçerli olan bu yeni durum içerisinde aydınlanma düşüncesinin ayrıcalıklı bir yeri vardır ve bir
anlamda aydınlanmaya görelilik, bu yaşamda bir eve ve bir takvime sahip olmanın tek yolu olarak
olgusallaşmaktadır.19 Yaratılmış bir “Ortadoğu” için modernlik veya çağdaşlık bundan ne eksik ne de
fazla olarak, tamamen böyle bir şeydir.
Daha sonra tekrar gereği belirdiğinde yine değinileceği üzere, insani bir olgusal içerimi dile
getirmenin yolu olarak kabul edilmiş bir yapıntı (oyun), dünyaya ve yaşama bakmanın mümkün
zihinsel akışkanlıklarının bütününü önkoşullamaktadır. Michel Foucault, bu öznel hakikati dile
getirirken, bir dilin gramerinin, o dil içerisinde düşünülebileceklerin ve söylenebileceklerin tamamının
“ a priori”si niteliğinde olduğunu belirtmektedir.20 Bunun anlamı şunu demeye gelir: Her bir tasarım
yeni bir dünya yaratır ve insan zihni bu tasarıma önkoşullandığı ölçüde, aslında ancak onun içerisinde
mümkün olabilecekler tarafından önbelirlenir. Hem bu yeni tasarımın yarattığı ve belirli bir sınırlılık
içerisinde akabilen her bir zihinsel mümkün içerime, hem de bu mümkün içerimlerin dolayladığı her
bir yeni gönderime biz ‘im’ diyoruz.21 Jacques Derrida’ya göre bizler, insani anlamların var olmasıyla
beraber sadece imlerin bulunduğu bir dünyada yaşarız ve ancak imlerle düşünürüz.22 Her bir yapıntı
(oyun), bu anlamda kuralsal bir içerik dayatır ve bu yapıntıya katılanların insanlıklarına artık anlam
vermeye başlayan şey bu içerik olduğu ölçüde, iyinin ve kötünün temel ölçütü aynı dolayım tarafından
kararlaştırılır.23 Bu anlamda modernliği veya çağdaşlığı anlamlı kılan bir zemin olarak “medeniyet
götürme” de, aydınlanmaya duyulan gereksinimin önvarsaydığı bir yapıntıdır. Yani modernleşme
süreçlerinin kendileri ve özel bir kendilik olarak modernliğin kendisi tek bir çeşit dünya tasarımı
14
Bkz. Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar; çeviren: Haluk Barışcan, Đstanbul: Metis Yayınları, 2005, s. 31 vd.
Bkz. Paul Feyerabend, Yönteme Karşı; çeviren: Ertuğrul Başer, Đstanbul: Ayrıntı Yayınları
16
Bkz. Gazzâlî, el-Đktisâd fî’l-Đ’tikâd; tahkik: Enes Muhammed Adnan eş-Şerafâvî, Beyrut: Dârü’l-Minhâc, h. 1429/m. 2008, s.
75-76.
17
Bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi; çevirenler: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 11.
Baskı, 2002, Baskı, 2008, s. 9 vd.
18
Bkz. Özer Camgöz, ‘Modernite-Modernleşme’, http://munferitdergi.com/oku.php?id=21 (erişim tarihi: 28.09.2011)
19
Bkz. Mehmet Vural, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık, s. 18-24.
20
Bkz. Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler; çeviren: M. Ali Kılıçbay, Ankara: Đmge Kitabevi, 3. Baskı, 2006, s. 417.
21
Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji; çeviren: Đsmet Birkan, Ankara: Bilgesu Yayınları, 2010, s. 75-76.
22
Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 76.
23
Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 76-78.
15
147
olarak birer yapıntıdır (oyun). Bu en iyi yola adanmış olanların, zihinleri de hafızaları gibi, bir daha
aykırılaşmayacak biçimde bu en iyinin sınırları içerisinde varolmaya önkoşullanmıştır. Böylece bir
aidiyet arayışı olarak ‘öteki’nde olgusallaşmış her bir zihinsel görünüm, aslında daima ‘kendi’
olmayanı bulacak şekilde bir ‘yeni kendi’ yaratımına ve iç-yapıntısına doğru önbelirlenmektedir. Bu
zemin içerisinde diller ve tarihler, farkında olunarak veya olunmayarak, devrimci bir özbilinçle daima
aydınlanmacı ilkelere ve modernliğe göreli olarak yeniden tasarlanır ve burada birer sorunsal olarak
ortaya çıkanların çözümlenmesinde zihin, önceden birbirine göndermede bulunmak üzere imlenmiş
hakikatler arasında bocalamayı kanıksar. Görelileşen bütün modern aidiyetlerde olduğu gibi burada
yöntem tartışması, sadece ve özellikle aydınlanmaya göreliliğin sınırları içerisinde gerçekleşir ve
genellikle bir imalat hatasıyla karşılaşılmaz. Đşte burada biz bir şekilde aydınlanmaya göreli olanla,
aydınlanmaya göreli olmayan özbilinçler arasında gerçekleşebilecek kendilik farklılıklarının sağladığı
yöntem ayrışmalarına atıfta bulunarak, Ortadoğu özgüllüklerinde ‘yeni kendilik’in tasarımıyla ilgili
bir yöntem tartışmasını başlatmak istiyoruz.
Tarihten veya hâlihazır içerisinden, deneyimsel ya da metinsel içerikler bağlamında Ortadoğu
üzerine, Ortadoğu’dan bir araştırmacı olarak düşünmenin ve konuşmanın iki temel yolu olduğunu
önvarsayıyoruz. Bu önvarsayım, öncelikle bunu belirtmek gerekmektedir, yukarıda değindiğimiz
ayrıntılar dolayımında, makuller içerisinde tercih edilmeye en layık ihtimal olarak göründüğünden bir
tasarım olmaktan öte görece daha evrensel bir kavramla da nitelendirilebilir. Çalışmamızın ilk
aksiyomu olarak nitelendirilebilecek bu kabulümüz gereğince, Kıta Avrupası veya Kuzey Amerika’ya
ait olmayan bir Ortadoğusal içerimin alımlanması ve yorumlanmasında, aydınlanmanın tayin edici bir
ölçüt olarak zihinde bulunup bulunmamasına göre temelde iki yol veya yöntem söz konusu
olmaktadır. Bunlardan birincisi, niyetin tarihselliği olumsal veya değil her ne şekilde olgusallaşırsa
olgusallaşsın, araştırmacının aydınlanma dolayımında ve günümüz dünyasında anlamlı kendilikleri
baz alarak çıkarsadığı tasarımlar ve bu tasarımlarda yer alan yeni imlerle kendini görünür kılmaktadır.
Đkincisi ise, bir taraftan aydınlanmanın evrensel tarihteki görece anlamlı yerini bir ölçüde yok sayarak
yeni ve aykırı bir kendilik imi yaratan, diğer taraftan da bir şekilde mecburen Batı-Öteki diyalektiğine
önkoşullanmış bir izleği üstlenmek durumunda kalan bir konumlanmanın sağladığı yaratımlarda
gerçekleşen bir yöntemdir. Aydınlanmayı temel bir dolayım olarak önvarsayan birinci yöntemde
araştırmacı, öncelikle bir evin şartlarına göre hazırlanmış ve bu evin deneyimlerini anlamlı kılan, bu
arada farklı bir evin şartlarına dayatılan ve bu evin deneyimlerini anlamsızlaştıran, birincilerin hayat
şartlarına göreli yaklaşımları esas almış durumda olmaktadır. Tıpkı Kıta Avrupası’nda görülmüş
rüyaları göremediği için uzman psikiyatr tarafından tedavi edilemeyen ve bir tanı konulabilmesi için
eldeki rüyalardan birini gördükten sonra tekrar muayeneye gelmesi talep edilen hastanın Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’nde olumsuz gönderimde bulunduğu içerimler gibi,
24
birinci yöntemde
araştırmacı, içerisinde bulunduğu Ortadoğusal özgüllüklerin aslında değersiz olduklarını dolaylamış
olmaktadır. Bu noktada Margaret Canovan’ın itirafında dile gelen “aslında bütün insanların eşit
ölçüde insan haklarından yararlanma hakkına sahip bulunmadıkları” öznel hakikatinin beslendiği
24
Bkz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 1961.
148
aritmetik soyutlamalara25 eşit ölçüde katılan bu birinci yöntemde, Ortadoğusal içeriklerin bir kıstas
olma olasılığı mümkün olan en son zamana değin ertelenmiş olmaktadır. Çünkü kuramsal bir
sistematiğin baz aldığı deneyimlerin veya olgusallıkların Ortadoğu’ya olan yabancılığı, Ortadoğu
özgüllüklerinin değerlendirme dışı bırakılmasını, Batı’da ortaya çıkan her kuramsal yeniliğe bağlılıkla
kalıcı hale getirmektedir. Đkinci yöntemde ise, her şeyin yeniden tanımlanması ve yeniden
içeriklendirilmesi söz konusu olduğu oranda aslında Ortadoğu’nun kendi deneyimlerine ve
olgusallıklarına göreli yeni bir öykü üzerine konuşmak elverişli kılınmaktadır. Burada elbette dil, tarih
ve kültürün bütünü kadar insan olmanın mümkün içerimine de bir dipnot eklemek gerekmektedir. Bu
yöntemde araştırmacı, aydınlanma gerçeğiyle karşı karşıya kaldığı her seferinde bir ‘aydınlanmadışılık’a yeniden önkoşullanmakta ve bu da bir ‘Batı-Diğerleri’; fakat daha özel olarak ‘BatıOrtadoğu’ dikatomisini ivedilikle güncellemesine yol açmaktadır. Yani ikinci yöntemde, reddedilen
deneyimsel ve olgusal içerimlerin yerine ikame edilmek için çalışılan Ortadoğu özgüllüklerinin kayda
değer bulunmasının önündeki yerel engellerden başlayarak bir yeterlilik ispatı girişimi söz konusu
olmaktadır. Oldukça gergin bir entelektüel akışkanlık sağlayan bu zeminde en azından ilk kuşaklar
için çeşitli tereddütler sonsuza değin sürecektir. Bu ikili yöntem tartışmasını daha anlaşılabilir kılmak
için felsefe, sosyoloji, tarih, antropoloji ve bilim tarihi gibi farklı araştırma ve uzmanlaşma dallarından
örnek vermek mümkün görünmektedir. Biz bu başlık altında bir bölümle ilgili örnek olsun diye felsefe
dalındaki uzmanlaşmalardan birkaç örnek vermek istiyoruz. Mesela Ortadoğu tarihinin en ayrılmaz
parçalarından bir tanesi, bu tarihe eklemlenmiş bütün kültürel mobilizasyonlara rağmen Ortadoğu’dan
atılamayan aykırı bir kahraman olan ‘Đmam Gazzâlî (1058-1111)’ ve onun Aristoteles dolayımındaki
Müslüman filozofların düşüncelerini eleştirmek için kaleme aldığı Tehâfütü’l-Felâsife adlı metindir.26
Kemal Gürüz’ün Yüksek Öğretim Kurumu başkanlığı döneminde yaptığı bir açıklamayı, “Đbn Rüşd’ü
Gazzâlî’ye bir kez daha yendirmeyeceğiz” şeklinde dile gelen açıklamayı anımsadığımızda,27 hem bu
örneğin sağladığı güçlü anlam akışkanlıklarını hem de farklı iki yöntemin ait olduğu dünyalar
arasındaki yakınlık veya uzaklıkları daha iyi anlama olanağımız olabilir. Gazzâlî ve Tehâfütü’lFelâsife örneğinde, ilki bu düşünüre olumsuz yaklaşan, ikincisi bu düşünüre ve aykırı düşüncelerine
olumsal yaklaşan; fakat her ikisi de aydınlanma dolayımında var olan iki akademik örnek vereceğiz.
Đlk örneğimiz, aynı zamanda bir Đlahiyatçı olan Yaşar Aydınlı’nın Gazzâlî’ye dair Gazâlî:
Muhafazakar ve Modern adlı çalışmasıdır.28 Yaşar Aydınlı, bu çalışmasında, aydınlanmanın bir ‘en iyi
şey’ olmasını önvarsayan bir tavır takınır ve aydınlanma dolayımında dışsallaşmış bulunan Đslâmların
geri kalmalarını, Gazzâlî’nin adını verdiğimiz eserindeki olumsuz eleştirilerine ve bu dolayımda
Đslâmların felsefeden uzaklaşmalarına bağlar.29 Bu eserinde Yaşar Aydınlı, oldukça güç felsefi
25
Bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri, s. 72-73.
Gazzâlî’nin yaşamı ve düşüncesi için bkz. Frank Griffel, al-Ghazâlî’s Philosophical Theology, New York: Oxford Press,
2009. Ayrıca Gazzâlî’nin filozofları eleştirdiği ünlü eser için bkz. Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı Tehâfütü’l-Felâsife
(Türkçe-Arapça basım bir arada); çevirenler: Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, Đstanbul: Klasik Yayınları, 2005.
27
Bkz. ‘Đslâm’ın Yenilikçileri Kitabı Üzerine Söyleşi’, http://ihsaneliacik.posterous.com/ (erişim tarihi: 28.092011); Önay
Yılmaz, ‘Gazâlî Kazandı, Osmanlı Kaybetti’, http://www.milliyet.com.tr/2003/02/02/guncel/-gun08.html (erişim tarihi:
28.09.2011)
28
Bkz. Yaşar Aydınlı, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, Bursa: Arasta Yayınları, 2002.
29
Bkz. Yaşar Aydınlı, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, s. 152, 163.
26
149
meseleleri anımsatmak üzere aydınlanmaya atıfta bulunmadan edemez. Buna göre, Gazzâlî
düşüncesindeki esas hata, bu düşünürün, her şeyi dinsel düşünmesi ve toplumsal yaşama dini
fazlasıyla karıştırmasıdır.30 Đkinci örneğimiz ise yine Gazzâlî üzerine uzmanlaşmış bulunan ve biri
diğerinin devamı niteliğinde olan iki değerli bilim insanının çalışmalarıdır. Mübahat Türker Küyel’in
Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti başlıklı çalışmasıyla31 Ahmet Arslan’ın Đslâm
Felsefesi Üzerine adlı çalışmasıdır.32 Mübahat Türker Küyel, Yaşar Aydınlı’nın tersine, Gazzâlî’nin
davasında haklı olduğunu; çünkü bu düşünürün, Aristoteles felsefesinin sınırlılıklarını görerek insan
aklıyla metafizik yapmaya kalkışmanın yanlış olduğunu ortaya koyduğunu belirtir.33 Ahmet Arslan da
aynı şekilde Gazzâlî’nin metafizik eleştirilerinin gayet yerinde olduğunu; fakat bu düşünürün tam da
bu açılımla bir felsefe üretecekken kendini mistiğe atarak, hem kendini sınırladığını hem de daha
sonra Kıta Avrupası’nda ortaya çıkan aydınlanmanın Đslâmlarda da erişilebilir olmasına katkıda
bulunamadığını öne sürer.34 Bu örneklere çalışmamızın bağlamına göreli olacak şekilde
yoğunlaştığımızda, dışarıdan bakıldığında ilki Gazzâlî’yi olumsuzlayan, ikinci ve üçüncüsü ise bu
düşünürün eleştirilerini olumlayan temelde iki farklı tavrın söz konusu olduğunu; ama daha temel bir
ayrımla her üç örneğin de akademik imlerini aydınlanma dolayımından aldıkları görülür. Yaşar
Aydınlı, aydınlanmanın sağladığı din-bilim dikatomisine, Mübahat Türker Küyel ve Ahmet Arslan da
yine aydınlanma zemininde bir anlamı bulunan metafizik-bilim karşıtlığına göreli olacak şekilde
Gazzâlî düşüncesine yaklaşmışlardır. Arapça ve Farsça kaleme alınan Gazzâlî çalışmalarında da
durum bundan pek farklı değildir. Arapça yazan Abdülhalim Mahmûd ve Abdülemîr A’sem ile Farsça
yazan Hüseyin Zerrinkub’un Gazzâlî çalışmaları bunun en iyi örnekleridir.35 Bütün bu örnek verilen
çalışmalar aydınlanmacı imlerin ve Immanuel Kant (1724-1804) felsefesinin, özellikle Kant’ın ünlü
antinomilerinin etkisi altındadırlar.36 Ortadoğu özgüllükleri üzerine konuşurken bu çalışmaların
yarattığı dolaylı imlerin etkisini kesinlikle göz önünde bulundurmak zorundayız. Tarih, sosyoloji,
antropoloji ve bilim tarihi içerisindeki önemli örnekleri daha sonraki değinilerimiz için
sakladığımızdan şimdilik bu örnek yeterli olsun.
Buraya örnek olarak aldığımız Türkçe, Arapça ve Farsça Gazzâlî araştırmalarında önemli ve
ortak olan nokta, bu araştırmaların, bir Ortadoğu bağlamı olarak Gazzâlî düşüncesine ve bu düşünürün
deneyimsel içeriklerine yaklaşırken ve bunları yorumlarken aydınlanmaya ne denli göreli
30
Bkz. Yaşar Aydınlı, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, s. 37-39. Burada aydınlanmaya göreli ve olumsuzlayıcı bir makaleye
atıfta bulunmak ufuk açıcı olabilir gibi görünmektedir. Bkz. Hasan Aydın, ‘Klasik Đslâm Düşüncesinde Bilgi ve Bilim Karşıtı
Bir Düşünür: Gazzâlî’, http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/hasan_aydin_gaz-zali_bilim_karsitlik.pdf (erişim tarihi: 01.10.2011).
Bu makalenin içeriği, Yaşar Aydınlı’nın aydınlanma dolayımı hakkında bir fikir verebilecek nitelikte olumsuzlayıcı bir Gazzâlî
tutumuna sahiptir.
31
Bkz. Mübahat Türker Küyel, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1956.
32
Bkz. Ahmet Arslan, Đslâm Felsefesi Üzerine, Ankara: Vadi Yayınları, 1999.
33
Bkz. Mübahat Türker Küyel, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, s. 390-397.
34
Bkz. Ahmet Arslan, ‘Bir Đslâm Felsefesi Var mıdır?’, Đslâm Felsefesi Üzerine içinde, s. 21-22; ayrıca aynı yazar, ‘Đslâm
Felsefesinin Özgünlüğü Sorunu’, Đslâm Felsefesi Üzerine içinde, s. 81-82.
35
Bkz. Abdülhalim Mahmud, el-Münkizü mine’d Dalâl ve Tasavvufî Đncelemeler; çeviren: Salih Uçar, Đstanbul: Kayıhan
Yayınları, 2010; Abdülemîr A’sem, el-Feylesûfü’l-Gazzâlî, Tunus: ed-Dârü’t-Tunûsiyye, 1988 ve Hüseyin Zerrinkub,
Medreseden Kaçış; çeviren: Hikmet Soylu, Đstanbul: Anka Yayınları, 2001.
36
Immanuel Kant felsefesi üzerine güzel bir çalışma için bkz. Heinz Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi; çeviren: Takiyettin
Mengüşoğlu, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 3. Basım, 2007. Immanuel Kant’ın meşhur antinomilerini ilk elden erişebilmek için
bkz. Immanuel Kant, Critique of Pure Reason; çeviren: J. M. D. Meiklejohn, New York: Prometheus Books, 1990, s. 230-318.
150
kaldıklarıdır. Bu görelilik o denli içselleştirilmiştir ki, olumsal veya olumsuzlayıcı bir temanın
sağladığı zihinsel akışkanlıkların neticesi çok fazla farklılaşmamaktadır. Đki aydınlanmacı tutumdan
da çıkan ortak sonuç, Gazzâlî düşüncesinin artık işlevselliğini yitirmiş bir tarihe ait olduğu, bir
Ortadoğu geçmişi olarak Gazzâlî çalışmanın felsefi değil ancak tarihsel nitelikte bir çalışma
olabileceği ve dünya tarihinde meydana gelen en önemli olay olarak sadece aydınlanmayla birlikte
gerçek bir felsefi dolayımdan söz edilebileceği şeklindeki Ortadoğu aidiyetlerini anlamsızlaştırıcı
gönderimler olmaktadır. Bu yöntem kesinlikle yanlıştır; çünkü pragmatik bir tarafı yoktur.
Ortadoğu’ya medeniyet götüren fonksiyonellikle burada yer alan fonksiyonellik aslında aynı temada
birleşmekte ve Ortadoğu’nun değerli bir geçmişinin veya daha genel anlamda kayda değer herhangi
bir özgül bağlamının bulunmadığına iknayı sağlamaktadırlar. Oysa bunların tamamı bir imdir ve biz,
imlerle düşünür ve yaşarız.37 Fakat mümkün tek im dolayımı bu değildir.38 Farklı imlerin tartışmaya
açılmasında ortak kıstas, Ortadoğusal özgüllüklerin yorumlanmasında işlevsellik olmalıdır.
Ortadoğu’yu daha iyi anlamamızı sağlayacak araştırmalar, öncelikle bu coğrafyanın kendi
dolayımlarında da bir insan unsurunun bulunduğunu, bu nedenle burada yer alan özgüllüklerin kayda
değer olduğunu, ayrıca üretilenlerin buraya yarar sağlamasını ve yeni bir işlevsel anlam eklemesini,
böylece genel insanlık tarihine Ortadoğu’yu yeniden kazandırmayı hedefleyen araştırmalar olmalıdır.
Ortadoğulu özgüllüklere yeniden işlev katacak bir yöntemin, aydınlanma dolayımlarını ön-yoklayan,
böylece Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika özgüllüklerine işlevsizleştirici bir niyetle olmaksızın
olumsuzlayıcı yaklaşan ve öncelikle Ortadoğu merkezli bir dünya tarihine önkoşullanan bir imi
gerekli kıldığını bir kez daha anımsatmak gerekmektedir.
2- ‘Ötekilenme’nin Sağladığı Yeni Bir Dil ve Yeni Bir Tarih
Biz bu çalışmamızda, aydınlanmaya göreli imler sayesinde varolan mümkün zihinsel içerimlerle yol
alan Ortadoğu konumlanmalarının tümüne ‘ötekilenmiş konumlanmalar’ diyeceğiz. Çünkü
aydınlanma, yukarıda belirttiğimiz üzere, zaten ötekileştirici bir tavrı anlamlandırmak için
gerçekleştirilmiş ve bu zeminde görece yeterli bir evrenselliğe kavuşturulmuştur. ‘Öteki’
kodlamasının
dışsal
dolayımlarını
reddederken
içsel
içerimlerine
razı
olan
özdüşünüm
konumlanmalarının sağladığı elverişli iklimlerde, yine ancak ‘öteki’ tanımını daha işlevsel kılacak
mümkün akışkanlıklardan söz edebiliriz. Bu duruma biz ‘ötekilenme’ diyoruz. Her insani yapıntı
(oyun) etkinliğinde yeni bir dünya olanaklı kılındığı gibi,39 bizim ötekilenme olarak kavradığımız
dünyevi etkinlikte de öncesine nispeten farklılaşan bir dünya mümkün kılınır ve bu dünya aynı
zamanda yeni bir imi yaratmak üzere, yeni bir dil ve yeni bir tarihe gönderme yapar. Burada ilginç
olan ise, yeni bir aidiyetin mimarı olarak farklı bir dil ve önceki dünyadan farklı bir tarihi olanaklı
kılan ötekilenmiş öznenin talep ettiği varoluşsal ayrıcalıktır.40 Bu varoluşsal ayrıcalık talebinin bir
37
Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 76.
Bkz. Paul Feyerabend, Yönteme Karşı, s. 281 vd.
39
Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 25-26, 76-77.
40
Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 21.
38
151
örneğini biz, modern Türkiye’nin mimarı ve görece tüm zamanların en değerli önderi Mustafa Kemal
Atatürk’ün Nutuk’unda bulabilmekteyiz.41
Ötekilenmenin öngerektirdiği yeni bir dil ve yeni bir tarih konusunda burada verebileceğimiz
en iyi örnek, modern Türkiye’nin kuruluşunda deneyimlenen dil ve tarih devrimleridir.42 Kısaca “dilin
görece gerçek Türk kimliğine göreli olacak şekilde arıklaştırılması” sadedinde modern Türkçenin
önce Latin bir alfabeye kavuşturulması, bundan sonra bu dilin, Arapça ve Farsça sözcüklerden
arındırılarak, bunların yerine Fransızca ve Đngilizce kelimelerle “zenginleştirilmesi” ve bütün bunları
sağlamak üzere Türk tarihinin Đslâm tarihinden kurtarılması şeklinde meydana gelen özgüllüklerin her
biri, ötekilenmenin sağladığı elverişli koşullarda mümkün olmuştur.43 Ötekilenmeyi daha anlamlı
kılacak şekilde bu gelişmenin Türkiye özelinde benimsetilmesi, yukarıdan aşağıya, merkezden
periferiye yayılan veya zoraki dayatılan kültürel mobilizasyonlar sayesinde olanaklı olabilmiştir.44
Bernard Lewis’in ve Niyazi Berkes’in de belirttikleri gibi, bu yeni dil ve tarihin esas aldığı
deneyimler, tarihsel bir özgüllük bağlamı ve anlamlandırma ölçütü olarak, öncelikle Kıta Avrupası’na
ait deneyimlerdir.45 Burada yeni bir dil ve yeni bir tarih ile, “tarihte gerçeğe dönüş” adı altında,46
aslında pragmatikliği belirgin olmayan bir gerekçeyle, aydınlanmaya ait olmayan bir kendilik
serüveninden arınmak ve böylece bu eski kimliği dolaylayacak düşünceleri ön-engellemek için aslında
bir çeşit ötekilenme olgusallaştırılmış bulunmaktadır.47 Böylece burada sözgelimi tarih anabilim dalını
ilgilendirmek üzere Büyük Selçuklular deneyimi ve Nizâmülmülk, Nizâmiye medreseleri ve Hasan
Sabbâh, Sultan Baybars ve Memlûkler, hatta sürekli telaffuz edilen bir bölge olan Horasan
işlevsizleşmekte ve anlamını yitirmektedir. Nitekim Türkçede hâlihazırda Nizâmülmülk, Nizâmiye
medreseleri, Hasan Sabbâh, Sultan Rükneddîn Baybars ve Horasan halkları üzerine doktora düzeyinde
bir tane bile çalışma yapılmış değildir.
48
Ötekilenmenin sağladığı yeni tarihsel evrende bu örneklerin
sağladığı dolayım, bağlamımıza gayet uygun görünmektedir. Aynı izleğin başka çalışma alanlarındaki
etkilerini, sözgelimi bilim tarihindeki yansımalarını da örneklemek mümkün görünmektedir. Fakat
bilim tarihindeki örneğimize geçmeden önce ilk örneğimiz üzerinden ötekilenme deneyimini ve yeni
imleri anlamlandırmamız yerinde olacaktır. Çünkü bu çalışmamızda bağlamımızı belirleyen öncelikli
41
Bkz. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 1357/1938, Ankara: Türk Teyyare Cemiyeti, 1927. Burada Nutuk’u örnek vermemizin
nedeni, modern imlerden Türkiye için en güçlü örneğe değinme arzumuzdur. Daha önce bu yönüyle Nutuk’a çok az gönderme
yapılmıştır. Ulusal önderin konuşmaları, sadece esin kaynağı olmak bakımından değil, tarihsel yorum değişimlerini
anlamlandırmak bakımından da önemlidir. Belki de yıllar sonra bizim metnimiz de imler içerisinden sürekli birine göndermede
bulunan eleştirel çalışmalara örnek verilerek, bir şekilde tarihsel kusurlarından söz edilecektir. Fakat bize göre, Türkiye’deki
düşünsel hareketlilikler ve toplumbilim çalışmaları, Nutuk’un sağladığı düşünsel elverişliliği keşfedebildikleri ölçüde bu
coğrafyanın tarihsel özelliklerine erişme olanağına erişebileceklerdir. Ayrıca Nutuk’u yeniden ürettiğimiz ve metinlerimizde
dolayladığımız ölçüde Atatürk bize ait olacak ve çalışmamızda önvarsaydığımız şekilde bir Türkiye bağlamına ait imler peşinde
düşünebileceğiz.
42
Bu konuda önerebileceğimiz en faydalı ve eleştirel başvuru kaynağı, Tuğrul Şavkay’a aittir. Bkz. Tuğrul Şavkay, Dil
Devrimi, Đstanbul: Gelenek Yayınları, 2002.
43
Bkz. Tuğrul Şavkay, s. 61.
44
Bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 284-286.
45
Bkz. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu; çeviren: Boğaç Babür Turna, Ankara: Ayrıntı Basımevi, 3. Baskı, 2009, s.
345-367, s. 370-374, özellikle s. 649-659; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma; çeviren: Ahmet Kuyaş, Đstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, 15. Baskı, 2010, s. 253-267, s. 412-424, özellikle s. 521 ve devamı.
46
Tırnak içerisindeki ifade için bkz. http://zonguldak.meb.gov.tr/ust/ataturk/sayfalar/devrimleri.htm (erişim tarihi: 29.09.2011).
47
Bkz. Đsmail Kara, Başlıksız Sunum, Türkiye’de/Türkçede Felsefe Üzerine Konuşmalar içinde; yayına hazırlayan: M. Cüneyt
Kaya, Đstanbul: Küre Yayınları, 2. Basım, 2010, s. 11-27.
48
Biz, Yüksek Öğretim Kurumu’nun Türkçe tezler veri tabanında yaptığımız taramada bu sonuca aykırı bir örnekle
karşılaşamadık. Bkz. http://tez2.yok.gov.tr/ (erişim tarihi: 29.09.2011).
152
amaç, Ortadoğu imlerini şekillendiren dizgelerin her birini yapısal bileşenlerine ayırmak ve böylece
Ortadoğu’ya dair aydınlanma dolayımında varolan bütün dünyaların her birini eleştirmektir. Burada
örnekler daha somut bağlamlara kavuşmamızı sağlamaktadırlar. Şimdi ilk örneğimizde, aydınlanma
dolayımında var olmuş bir ulus-devlet içeriğinin öngerektirdiği yeni bir dil ve tarih çerçevesinde,
Ortadoğu tarihini ilgilendiren önemli olgusallıkların tarih dışına itilmesi söz konusu olmakta ve bu
durum da hem bu coğrafyada varolan insani deneyimleri yöneten özbilinçlerin kopuk bir tarih algısına
sahip olmalarını öncelemekte, hem de Ortadoğu tarihi üzerine çalışanların Ortadoğu izleğinden
ivedilikle ayrışmalarına zemin hazırlamaktadır. Yani yeni tarihte, Nizâmülmülk ve Sultan Baybars’ın
olduğu kadar ancak Farsça kaynaklarla çalışılabilecek Horasan halkları tarihinin de bir işlevselliği
bulunmamaktadır ve böylece tarihsel gerçekler içerisinde bu unsurların atlanması mümkün
olmaktadır. Böylece aydınlanmadan önce Kıta Avrupası için önvarsayılan Ortaçağ’ın bir benzeri
sözgelimi modern Türkiye toplumu için yaratılmakta, ‘karanlık dönem’in çalışılması ve buralarda
aidiyete dair bir şeylerin bulunması ön-engellenmektedir. Türklerin tarihini çalışırken olduğu gibi
Türkiye’de Kürtlerin tarihi çalışılırken de bu nokta gayet tayin edicidir. Sonuçta Türklerin tarihi de,
Kürtlerin tarihi de Kıta Avrupası’na göreli içerimlerle var kılınmaktadır.49 Çünkü sözgelimi Kürtlerin
tarihine bir ulus-devlet merkezinden baktıktan sonra, Kürtlerin Türklerin bir biçimi olduğunu
savunarak bu milletin varlığını inkâr etmekle50 Kürtlerin ayrı bir ırk olduğunu savunarak bu milletin
kendi tarihine sahip çıkmak51 arasında herhangi bir fark kalmamaktadır. Bunun nedeni, her iki şekilde
de Kürtlerin, kendi özgüllükleri yerine bir aydınlanma dolayımına bağlanmalarıdır.
Đkinci veya belki üçüncü örneğimizi bilim tarihinden seçiyoruz. Kısaca Türkiye’deki ve diğer
Ortadoğu ülkelerindeki bilim tarihi çıkarsamalarında genellikle söz konusu olan bir vakıayı burada
örnek olarak anmak arzusundayız. Bilim tarihindeki bu örnek durum, aydınlanmaya göreli yeni dil ve
tarih evrenlerinin varlıklarını somutlaştırmada işimizi kolaylaştıracaktır. Çünkü bilim tarihi alanı,
sadece bir tarih çalışmaları bütününe değil, aynı zamanda bir imler bütününe göndermede
bulunmaktadır. Bu alanda yaratılan imgelemler, akademisyenlerle aydınlar, yazarlarla okurlar arasında
varolan iletişimin mümkün dilsel içerimlerini önbelirlemektedirler. Bu konuda aydınlanmacı bir
imgelem içeriğine sahip en önemli örneklerimiz, XVII. yüzyılda sadece ve özellikle Kıta
Avrupası’nda başarılabilmiş bir üstün bilgi serüvenini baz alarak Ortadoğu halklarının ve diğer
halkların bilim öykülerini içeriklendirmektedirler. Bu konuda en iyi örnek, değerli ve etkin bir bilim
tarihçisi olan Cemal Yıldırım’ın eserleridir. Çünkü o, Bilimin Öncülleri’nde, Ortaçağ Đslâm
uygarlığının, eski Yunan metinlerinin Batı’ya aktarılması dışında herhangi bir bilimsel etkinlikte
bulunmadığını öne sürmekte52 ve Bilim Tarihi’nde, Ortaçağ’daki bilimsel etkinliklere ayırdığı
bölümü, ‘bu dönemde akla duyulan tepki ve bilimsel anlayışın gerilemesi’ gibi bir yol ayracıyla
49
Bu dolayımda bir Türk tarihi çalışması için bkz. Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi; çevirenler: Aykut Kazancıgil-Lale Arslan
Özcan, Đstanbul: Kabalcı Yayınları, 6. Basım, 2010. Aynı bağlamda bir Kürt tarihi çalışması için bkz. Bazil Nikitin, Kürtler:
Sosyolojik ve Tarihi Đnceleme; çeviren: H. D., Đstanbul: Özgürlük Yolu Yayınları, 1976 (2 cilt bir arada baskısı).
50
Böyle bir eser için örnek olarak bkz. Mehmet Bayrakdar, Kürtler Türkler’in Nesi Oluyor?, Đstanbul: Kelam Yayınları, 4.
Basım, 2011.
51
Böyle bir çalışma için örnek olarak bkz. Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet; çeviren: Banu Yalkut, Đstanbul: Đletişim
Yayınları, 3. Baskı, 2004.
52
Bkz. Cemal Yıldırım, Bilimin Öncülleri, Ankara: Tübitak Yayınları, 18. Basım, 2001, s. 12.
153
başlatmaktadır.53 Aslında ilginç bir durum, Bilimin Öncülleri’ne yaşamöyküsü alınmış bütün bilim
adamlarının Kıta Avrupası’nda veya Kuzey Amerika’da yaşamış olmalarıdır. Şimdi bu tür bir bilim
tarihi yazımının, Ortadoğu’ya dair kültürel yazımları önkoşullandırmadığını iddia edebilir miyiz?
Elbette bu soruya olumlu cevap vermek mümkün görünmemektedir. Đşte bu tür bir bilim tarih
yazımını mümkün kılan temel etken, tıpkı yukarıdaki örnekleri de elverişli kılabilen, modern
Türkiye’nin tarih ve dil devrimidir. Bu iki devrim, bir ötekilenmenin sağladığı dolayımda meydana
gelmiştir ve burada içinde düşündüğümüz ve yeniden varolduğumuz bütün imler sonsuza değin
önbelirlenmiş olmaktadır. Çünkü bir dilin grameri, yine Michel Foucault’un belirttiği gibi, o dil içinde
söylenebileceklerin “a priori”si niteliğindedir54 ve burada aydınlanmaya ait olmayan içerimler, yeni
dilde ve tarihte dışlanmış ve işlevsizleştirilmiş bir halde bulunmaktadırlar. Đşte bu nokta ikinci bir
şarkiyatçılık sürecine, ötekileştirmeye katılmanın sağladığı bir ötekilenme dolayımına göndermede
bulunmaktadır. Bu çalışmanın da, Ortadoğu özelinde olmak üzere, sorunlaştırdığı olgusal durum
budur.
3- ‘Öteki’ Olarak Önkodlanan Anlam Dolaylamalarının Yarattığı Yabancılaşma
Herhangi bir insan birlikteliğinde üretilmiş her bir üst-anlatı, yapıntının (oyunun) sağladığı bir
elverişliliğe koşut olmak üzere, çeşitli anlam dolayımlarının gereksinilmesinde önkoşullandırıcı bir
etkide bulunmaktadır.55 Bunun anlamı şunu demeye gelir: Herhangi bir tarihte yaratılmış bir im, bilgi
veya deneyim olarak olgusallaşacak bundan sonraki bütün pragmatik dolayımları önbelirleyecek bir
gereksinme duygusu yaratacak ve böylece aydınlar burada, gereksinilen üzerinden zihinsel bir
önkoşullanmaya uğrayacaklardır.56 Yani bir olgusal bütünlüğün meşrulaştırılmış sınırlar içinde
görülüp görülemeyeceğine karar verecek olanlar, artık öncelikle verili ime göreli olacak şekilde
hareket edeceklerdir. Ötekilenmeyi başarabilmiş bir dünyevi içerimde aydınlar, verili koşullar
sayesinde, içerisinde varoldukları toplumun olgusal bütünlüklerine yabancılaşacak ve bu
yabancılaşma, olanaklı tek standardı belirginleştirecektir. Ortadoğusal özgüllükler bağlamında bu
durum, olabildiğince kanıksanılmış bir bağlama karşılık gelmektedir.
Ortadoğu özgüllüklerine dair antropolojik veya toplumbilimsel nitelikli çalışmalarda, daha
yaygın olarak da gazetelerde yer verilen günlük veya haftalık köşe yazılarında dikkati çeken müşterek
bir
durum,
araştırmacıların
veya
yazarların,
öncelikle
bulundukları
toplumsal
içerimleri
küçümsemeleri, ikinci olarak ise, Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’da karşılığı bulunan deneyimsel
imleri bu küçümsenenlere uygulamalarıdır. Böylece akademisyenler veya aydınlar, kendi varoluşlarını
ayrıcalıklaştırdıkları ölçüde, içinde varoldukları topluma yabancılaşmaktadırlar. Etnisite veya cinsel
kimlik temelli toplumbilim yazını, bu konuda en güzel örnekleri bulabileceğimiz bir hazine
durumundadır. Her iki temel başlığı da ilgilendirmek üzere modern Türkiye’nin ilan ediliş yıllarıyla
son yıllar arasında resmi demokrasi bilincindeki evrime yapılacak ufak bir değini, bu durumun daha
iyi fark edilebilmesini sağlayacaktır. Değerli bir toplumbilim araştırmacısı olan Özer Ozankaya
53
Bkz. Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 2. Baskı,1983, s. 55 vd.
Bkz. Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, s. 417.
55
Bkz. John R. Searle, Zihin Dil Toplum; çeviren: Alaattin Tural, Đstanbul: Litera Yayıncılık, 2006, s. 127-132.
56
Bkz. Jean François Lyotard, Postmodern Durum; çeviren: Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi Yayınları, 2. Baskı, 1997, s. 49-73.
54
154
editörlüğünde hazırlanan Cumhuriyet ya da Demokrasi başlıklı eser içerisine çözümlemelerini dâhil
eden aydınlar, günümüzde birbirinden iyice ayrışan iki temel içerimi, cumhuriyet ve demokrasiyi
birbirine yakınlaştırmak için epey uğraşmakta ve bu konuda Đslâm dinini özgül bir tehlike olarak
önvarsaymaktadırlar.57 Ulus-devletin elverişli kıldığı korunaklı imlerin dışında bir Đslâm içerimini
arayan Türkiyeli toplumsallıkların gergin bir üslupla eleştirildiği bu eserde, Türkiye’nin yeni
koşullarında demokrasiyi oluşturan öğelerin eskisi gibi laik bir temelden çok özgürlüğe
dayandıklarının fark edilememesi gayet ilginç bir ayrıntıdır ve bu ayrıntı, topluma yabancılaşmanın
bir soykütüğünü soruşturmamıza olanak verecek nitelikte önemlidir. Öyle görünüyor ki, AngloSakson sekülarizmine oranla Türkiye laikliğini öven Andrew Davison’un siyasetbilimsel öğütleri bu
araştırmacıları yanlış bilinçlendirmiştir.58 Cumhuriyet ya da Demokrasi’nin entelektüel içerimleri,
Ortadoğu’dan
ayrıştırıldığı
ölçüde
bu
coğrafyadan
arındırılamamış
bir
özgül
bağlama
yabancılaşmanın bulunmaz bir örneği konumundadır. Şimdi daha özel bir örneğe, Türkiye’de ve
Ortadoğu’da kadın sorunsalına ve bu dolayımdaki antropolojik ve toplumbilimsel metinlerin
içerimlerine geçebiliriz. Zira bu örnek, çalışmamız bakımından daha ilginç ayrıntıların bulunabileceği
bir örnektir.
Türkiye’de ve Ortadoğu’da kadını çalışan araştırmacılar, genellikle özgül bir bağlam olarak
varsayılan buralardaki sorunsallara nispetle sorunlaştırmazlar kadınları, Kıta Avrupası ve Kuzey
Amerika’da soruşturulan türden bir kadın sorunsalını bu coğrafyalardaki altüst oluşlara uygular ve
bunun için pragmatik bir gerekçe ararlar. Ortadoğu özelindeki bütün kültürel çalışmalarda geçerli olan
yabancılaşma, burada, tıpkı çevre ve hayvansever duyarlılıkları gibi, ötekilenmeye göreli bir
dolayımda kendini gerçekleştirir. Muhtemelen Batı’da bir kadın sorunu bulunmuş olmasaydı
Ortadoğu’da da böyle bir sorun içerimi bulunmayacaktı. Pınar Đlkkaracan’ın Müslüman Toplumlarda
Kadın ve Cinsellik başlığı altında, özellikle Arapça ve Türkçe yazan kadın araştırmacılarının
yazılarının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir derleme içinde, yayınladığı metinler bu konuda
güzel bir örnek niteliğindedir.59 Bu derleme içindeki yazılarda Ortadoğu içeriğindeki sorunlar,
özellikle iki cinsiyetten biri olduğu için tabiatıyla kadını da ilgilendiren sorunlar, kadın dolayımında,
bekâret, ataerki, Đslâm, tecavüz ve insan hakları gibi temel terimler üzerinden anlamlandırılmıştır.
Buradaki yazılarda, daha önce Talal Asad’ın altını çizdiği şekilde, Ortadoğusal bir özgüllüğün haklı
veya haksız gönderimlerindeki tarihsel insaniliğe hiçbir hayat olasılığı tanınmaz.60 Batılı bir im ödünç
alınarak buraya uygulanır ve bunun adı her zaman olduğu gibi bir “özgürleştirme” olur. Bizim burada
dikkat çekeceğimiz bir ayrıntı daha önemli gibi görünmektedir. Toplumsal, kültürel, ekonomik ve
görece politik olumsuzluklar dolayımında, özellikle de zoraki modernleştirilen bir içerikte ortaya
çıkan sorunların kadına olan yansımaları, acaba gerçekten de bu derleme içerisindeki çalışmalarda
önvarsayıldığı gibi Batı’dan alınan olumsuz bir kadın sorunsalından mı kaynaklanmaktadır, yoksa bu
sorunsalın daha geniş bir evrene yayılmış ve kadını çoğunlukla aşan bir koşullar bütünüyle mi ilişkisi
57
Bkz. Özer Ozankaya editörlüğünde hazırlanan, Cumhuriyet ya da Demokrasi, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002.
Bkz. Andrew Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik; çeviren: Tuncay Birkan, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2002.
Bkz. Derleyen: Pınar Đlkkaracan, Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik; çeviren: Ebru Salman, Đstanbul: Đletişim
Yayınları, 2. Baskı, 2004.
60
Bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri, s. 123-151.
58
59
155
bulunmaktadır? Đşte burası, ötekilenmenin olanaklı kıldığı yabancılaşmanın soruşturulabileceği bir
izlek sunmaktadır bize. Bu yazarlar için duyarlılığı elverişli kılan temel bağlam, tıpkı böcekleri ve
balıkları birer hayvan kabul etmeyen hayvanseverlerde olduğu gibi, aslında içerisinde yaşanılan
topluma karşı hissedilen samimi bir duyarlılık değil, bir göreliliğe uygun olarak yaratılmış bir
duyarlılıktır. Başka türlü bir konuda çok duyarlı olan aydınların bir başka konuda duyarsız
davranmalarını açıklayabilmek için yeterli gerekçemiz olurdu. Fakat bu çalışmanın başından beri
birbirinden oldukça farklı araştırma alanlarından verilen örnekler, bu duyarlılık tonunun ancak bir
yapıntının (oyunun) kurallarından kaynaklandığını çok güzel göstermektedir. Bir yapıntı içerisinde iyi
olan bir başka yapıntı içerisinde iyi olmayabileceği ve bu konuda öncelikli olan toplumun görelilikleri
olduğu halde, Ortadoğulu aydınlar özellikle bazı bağlamların, aydınlanmacı dolayımların, kesinlikle
iyi oldukları konusunda belirli bir görüş birliği içerisinde hareket etmektedirler.61 Đşte bu nokta,
yabancılaşmanın kanıksanıldığı ve bir daha hiçbir şekilde sorgulanamadığı bir içerime gönderme
yapmaktadır. Böylece Ortadoğu’ya yabancılaşanlar, bu coğrafyayı ilgilendiren her bir unsuru
ötekileştirmekte ve ötekilendikleri imlerin birer ölçüt olarak duyarlılıkları önbelirlemesi için
çalışmaktadırlar. Sonra burada aykırılıkların olgusallaştığı
her ‘bütün-durum’da, aydınlar,
Ortadoğu’yu küçümseyerek haklılıklarına bir anlam katacaklarını düşünmektedirler.62
4- ‘Ortadoğulu Özgüllükler’ Đminin Yapacağı Devrim
Đlginç olmayan bir biçimde yaşam, daima insana göreli olacak şekilde olgusallaşmaktadır. Burada
yaratılan ve sonra her defasında kendisine dönülen bir imin sonraki yapıntısal imlerle oluşturacağı
kurumsal içerikler, John R. Searle’ün de belirttiği gibi, yaşamın kendisine bir anlam katacak ve bu
anlam, gerçekten bu insana göreli olanı elverişli kılacaktır.63 Ortadoğulu özgüllükler imi de bu şekilde,
bu coğrafyadan olana gönderme yapmaktadır ve bu gönderme aslında “imtiyazsızların da konuşması
mümkündür” sözünün sağladığı öznel hakikatin64 dışında bir dolayımı önsoruşturmaktadır.
Ortadoğu’yu ilgilendiren her bir ayrıntı, öncelikle ve sadece bu coğrafyaya aittir. Aydınlanma
ve ‘bilimsel devrim’ olarak adlandırılan bilgi dolayımlarının herhangi bir gönderimi, özellikle bu
coğrafyayı ilgilendirmemelidir. Bu dünyada Ortadoğu için eksik olan şey, Ortadoğu’nun kendisidir.
Bu kendilik, ötekileştirilmenin ve ötekilenmelerin başlamadığı bir anda son bulduğuna göre, bundan
sonra bu coğrafya için Ortadoğululaşmanın başlangıcı da burada bulunabilecektir. Bunun anlamı şunu
demeye gelir: Đnsan olmanın mümkün tek bir biçimi yoktur ve “insan olmak” olarak imlenen öznel
hakikatin tek bir göreliliği de bulunmamaktadır. Buna göre Ortadoğusal içerimler, olgusal ve metinsel
dolayımlar bakımından, bu coğrafyaya göreliliğin, öncelikle şimdiden başlayan bir dünya-karşıtlığıyla
61
Bkz. H. A. R. Gibb, Đslâm’da Modern Eğilimler; çeviren: M. Kürşad Atalar, Ankara: Çağlar yayınları, 2006, s. 40.
Aziz Nesin’in Türkiye toplumunun çoğunluğunun “aptal” olduğu yolundaki değerlendirmesi burada anılmaya değerdir.
Günümüzde tartışmalar, birilerinin kendilerini ‘akıllılardan’, diğerlerini de ‘aptallardan’ saydığı dolayımlarla noktalanmaktadır.
Bu
konuda
güzel
değiniler
için
örnek
olarak
bkz.
http://www.itusozluk.com/goster.php/t%FCrk+milletinin+y%FCzde+altm%FD%FE%FD+aptald%FDr
(erişim
tarihi:
29.09.2011).
63
Bkz. John R. Searle, Toplumsal Gerçekliğin Đnşâsı; çevirenler: Muhittin Macit-Ferruh Özpilavcı, Đstanbul: Litera Yayıncılık,
2005, s. 51-82. Burada yazar, olguları “kaba olgular” ve “kurumsal olgular” şeklinde ikiye ayırmayı önerir ve kaba olguların,
tabiatı imlediği ölçüde kurumsal olgular, insani yapıntılara (oyunlar) karşılık gelir. Biz de ‘kurumsal’ sözcüğünü bu manada
kullanmış bulunuyoruz.
64
Bkz. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s. 350.
62
156
kendine doğru gittiği bir imi yaratabildiği ölçüde kendine özgü bir öyküyü olanaklı kılabilecektir. Bu
konuda ‘bu-dünya’nın kazanımlarına ortak olmak gerekmemektedir. Bir defa bu çalışmamızdaki
değinileri mümkün kılan tarihsel koşullar, böyle bir serüvenin de başlangıcına gönderme yapabilecek
nitelikte kayda değerdir. Bu noktadan itibaren gerçek bir devrimden söz etmek mümkün olmaktadır.
Ortadoğusal bir dilin, buralı bir tarihin ve aidiyetin erişilebildiği koşullar, buranın yeni-dünyasını
şekillendirecek koşullardır. Burada bütün bilgi dallarının, hâlihazırda mevcut olan veya unutturulmuş
bütün bilgi dolayımlarının, Ortadoğu’ya özgü bir evrensellik zemininde yeniden anımsanması
gerekmektedir. Böyle bir anımsamanın öncelikli yolu da sorunsalların her birinin destek aldığı
ayrıştırılmış bir unsura değil, bütüncüllükle bu sorunsalların her birinin ilişkisine göre
içeriklendirilmelidir. O halde burada bir ‘geri kalmışlık’, bir ‘özgürlük’ veya bir ‘kadın’ sorunu
bulunmamaktadır,
burada
bulunan
yegâne
sorun,
özdeşliğin
Ortadoğu
özgüllüğünde
unutulmuşluğudur. Bunun anımsanması gerekmektedir.
Sonuç Yerine
Bu çalışmada şimdiye değin özellikle üç şey soruşturulmuş bulunmaktadır: Birincisi, Ortadoğulu
özgüllüklerin anlamlandırılması ve yorumlanması süreçlerinde yaşanılan yöntembilim sorunuydu.
Modern baskınlık göz önünde bulundurulduğunda, Ortadoğusal özgüllüklerin anlamlandırılması ve
yorumlanmasında iki temel ayrılıkçı yöntem bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Ortadoğusal deneyim
veya metinler olarak bütün özgüllüklerin, olumsal ya da olumsuzlayıcı bir dizgeyle, aydınlanmaya
göreli olan içerimlere kavuşturulmasıyla kendini göstermekte, ikincisi ise, Ortadoğu tarihi olarak
önvarsayılan bir insani akışkanlıkta aydınlanma dolayımlarını reddeden ve bu coğrafyaya özgü bir
kendilik ölçütü yaratan, sonra bu ölçütle söz konusu özgüllükleri bir bağlama yerleştiren mümkün
içerimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Bu ikinci yöntemin henüz herhangi bir örneği
bulunmamaktadır. Burada soruşturulan ikinci temel bağlam, ötekileştirilmenin sağladığı bir
ötekilenme içerisinde, bazen şarkiyatçı mağduriyetler bazen de ilerleme imiyle kendi toplumsal
özgüllüğüne yabancılaştığını gizleyen, bu arada sürekli bir ötekilenme oyunu meydana getiren ve bu
dolayımı da bir yazgı olarak işleyen bilgi içerimlerini yaratan toplum-üstü anlatıcılarının elverişli
korunaklarıydı. Aslında yöntem sorunuyla birlikte ele alındığı ölçüde Ortadoğu için gitgide
kanıksanan
bir
devamlılık
bağlamını
öngerektiren
bu
korunaklar,
yıkılması
güç
imler
yaratmaktadırlar. Kendi özgül dolayımları dışında bir tarihe her karıştırıldığında, Ortadoğu için bu
imleri aşmak olanaksızlaşmaktadır. Bu çalışmada soruşturulan üçüncü temel bağlam, olumsuzlanan
aydınlanmadan ayrık olarak imlenen bir Ortadoğusal özgüllük içerisinde yeni bir yapıntıya (oyun)
olan gereksinimin yönüydü. Aydınlanma imlerine karşıtlık dışında bu çalışmamızda, özel bir içeriğe
değinilmiş değildir. Fakat bu yönün öngerektirdiği içerik, Martin Heidegger’in daha önce Alman dili
bağlamında önvarsaydığı varlık üzerine düşünme mitiyle aynı seviyededir.65 Kuşkusuz tıpkı
Heidegger’in aşkın olanında olduğu şekilde burada önvarsayılan varlık biçimi de bir mit
niteliğindedir; fakat her kurumsal gerçekliği ve imi olduğu gibi Ortadoğu’ya özgü olanı da bu
coğrafyanın bilinçli deneyimleri ortaya çıkaracaktır.
65
Bkz. Martin Heidegger, Varlık ve Zaman; çeviren: Kaan H. Ökten, Đstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 462-463.
157
KAYNAKÇA
-
A’sem, Abdülemîr, el-Feylesûfü’l-Gazzâlî, Tunus: ed-Dârü’t-Tunûsiyye, 1988
-
Arslan, Ahmet, Đslâm Felsefesi Üzerine, Ankara: Vadi Yayınları, 1999
-
Asad, Talal, Sekülerliğin Biçimleri; çeviren: Ferit Burak Aydar, Đstanbul: Metis Yayınları,
2007
-
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, 1357/1938, Ankara: Türk Teyyare Cemiyeti, 1927
-
Aydın, Hasan, ‘Klasik islâm Düşüncesinde Bilgi ve Bilim Karşıtı Bir Düşünür: Gazzâlî’,
http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/hasan_aydin_gazzali_bilim_karsitlik.pdf
-
Aydınlı, Yaşar, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, Bursa: Arasta Yayınları, 2002
-
Bayrakdar, Mehmet, Kürtler Türkler’in Nesi Oluyor?, Đstanbul: Kelam Yayınları, 4. Basım,
2011
-
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma; çeviren: Ahmet Kuyaş, Đstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 15. Baskı, 2010
-
Bruinessen, Martin Van, Ağa, Şeyh, Devlet; çeviren: Banu Yalkut, Đstanbul: Đletişim
Yayınları, 3. Baskı, 2004
-
Bulut, Yücel, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Đstanbul: Küre Yayınları, 2004
-
Davison, Andrew, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik; çeviren: Tuncay Birkan, Đstanbul:
Đletişim Yayınları, 2002
-
Derrida, Jacques, Gramatoloji; çeviren: Đsmet Birkan, Ankara: Bilgesu Yayınları, 2010
-
Eliaçık,
Đhsan,
‘Đslâm’ın
Yenilikçileri
Kitabı
Üzerine
Söyleşi’,
http://ihsaneliacik.posterous.com/ (erişim tarihi: 28.092011); Önay Yılmaz, ‘Gazâlî Kazandı,
Osmanlı Kaybetti’, http://www.milliyet.com.tr/2003/02/02/guncel/-gun08.html (erişim tarihi:
28.09.2011)
-
Foucault, Michel, Kelimeler ve Şeyler; çeviren: M. Ali Kılıçbay, Ankara: Đmge Kitabevi,
-
Gauchet, Marcel, Demokrasi Đçinde Din: Laikliğin Gelişimi; çeviren: Mehmet Emin Özcan,
Ankara: Dost Kitabevi, 2000
-
Gazzâlî, Ebû Hâmid, Filozofların Tutarsızlığı Tehâfütü’l-Felâsife (Türkçe-Arapça basım bir
arada); çevirenler: Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, Đstanbul: Klasik Yayınları, 2005
-
Gazzâlî, Ebû Hâmid, el-Đktisâd fî’l-Đ’tikâd; tahkik: Enes Muhammed Adnan eş-Şerafâvî,
Beyrut: Dârü’l-Minhâc, h. 1429/m. 2008
-
Gibb, H. A.R., Đslâm’da Modern Eğilimler; çeviren: M. Kürşad Atalar, Ankara: Çağlar
Yayınları, 2006
-
Griffel, Frank, al-Ghazâlî’s Philosophical Theology, New York: Oxford Press, 2009
158
-
Habermas, Jurgen, Đletişimsel Eylem Kuramı; çeviren: Mustafa Tüzel, Đstanbul: Kabalcı
Yayınları, 2001
-
Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman; çeviren: Kaan H. Ökten, Đstanbul: Agora Kitaplığı,
2008
-
Heimsoeth, Heinz, Kant’ın Felsefesi; çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu, Ankara: Doğu Batı
Yayınları, 3. Basım, 2007
-
Đlkkaracan, Pınar, Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik; çeviren: Ebru Salman,
Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2. Baskı, 2004
-
Kant, Immanuel, Critique of Pure Reason; çeviren: J. M. D. Meiklejohn, New York:
Prometheus Books, 1990
-
Kara, Đsmail, Başlıksız Sunum, Türkiye’de/Türkçede Felsefe Üzerine Konuşmalar içinde;
yayına hazırlayan: M. Cüneyt Kaya, Đstanbul: Küre Yayınları, 2. Basım, 2010
-
Küyel, Mübahat Türker, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, Ankara: Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 1956
-
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu; çeviren: Boğaç Babür Turna, Ankara: Ayrıntı
Basımevi, 3. Baskı, 2009
-
Lyotard, Jean François, Postmodern Durum; çeviren: Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi
Yayınları, 2. Baskı, 1997
-
Mahmud, Abdülhalim, el-Münkizü mine’d Dalâl ve Tasavvufî Đncelemeler; çeviren: Salih
Uçar, Đstanbul: Kayıhan Yayınları, 2010
-
Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi; çevirenler: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder,
Đstanbul: Đletişim Yayınları, 18. Baskı, 2008
-
Nikitin, Bazil, Kürtler: Sosyolojik ve Tarihi Đnceleme; çeviren: H. D., Đstanbul: Özgürlük
Yolu Yayınları, 1976 (2 cilt bir arada baskısı).
-
Ozankaya, Özer, Cumhuriyet ya da Demokrasi, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları,
2002
-
Roux, Jean-Paul, Türklerin Tarihi; çevirenler: Aykut Kazancıgil-Lale Arslan Özcan,
Đstanbul: Kabalcı Yayınları, 6. Basım, 2010
-
Said, Edward William, Şarkiyatçılık; çeviren: Berna Ülner, Đstanbul: Metis Yayınları, 3.
Basım, 2006
-
Searle, John R., Toplumsal Gerçekliğin Đnşâsı; çevirenler: Muhittin Macit-Ferruh Özpilavcı,
Đstanbul: Litera Yayıncılık, 2005
-
Searle, John R., Zihin Dil Toplum; çeviren: Alaattin Tural, Đstanbul: Litera Yayıncılık, 2006
-
Shapin, Steven, Bilimsel Devrim; çeviren: Ayşegül Yurdaçalış, Đstanbul: Đzdüşüm Yayınları,
2000
-
Şavkay, Tuğrul, Dil Devrimi, Đstanbul: Gelenek Yayınları, 2002
-
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 1961
-
Vural, Mehmet, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazkârlık, Ankara: Elis Yayınları, 2003
159
-
Wilke, Sabine, ‘Emperyal Almanya’nın Kolonyal Pedagojisi: Ulusun Çıkarı Đçin Kendinden
Feragat’, Emperyalizmin Yedi Rengi içinde; çeviren: Eda Özgül, Đstanbul: Küre Yayınları,
2006
-
Wittgenstein, Ludwig, Felsefi Soruşturmalar; çeviren: Haluk Barışcan, Đstanbul: Metis
Yayınları, 2007
-
Yavuz, Hilmi, ‘“Oryantalizm” Üzerine Bir Giriş Denemesi’, Marife, yıl 2, sayı: 3, kış 2002,
s. 53-63
-
Yıldırım, Cemal, Bilim Tarihi, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 2. Baskı,1983
-
Yıldırım, Cemal, Bilimin Öncülleri, Ankara: Tübitak Yayınları, 18. Basım, 2001
-
Zerrinkub, Hüseyin, Medreseden Kaçış; çeviren: Hikmet Soylu, Đstanbul: Anka Yayınları,
2001
160
ORTADOĞU’NUN UNUTULAN KĐMLĐKLERĐ: YEZĐDĐLĐK VE YEZĐDĐLER ÖRNEĞĐ
Samet Zenginoğlu∗
Özet
Bütünlüklerin ve farklılıkların bir arada olduğu Ortadoğu bölgesine yönelik
çalışmalarda, farklılıkların ekseriyetle belli bir yüzde ifade etmekten öte bir anlam taşımadığı
görülmektedir. Oysa hem kimlik olgusunun giderek tartışılır hale gelmesi hem de bölgeye
yönelik daha sağlıklı teşhis, tespit ve çözüm önerilerinin ortaya konulabilmesi için bölgedeki
farklılıkların, onlara meşruiyet zemini oluşturma amacı gütmeden tanınması ve anlatılması
gerekmektedir. Yezidiler ve Yezidilik konusundan yola çıkan bu çalışmayla, bu boşluğun
doldurulması için gerekli görülen adımlardan biri atılmaktadır.
Yezidiliğin kökeni ve Yezidiler hakkında net bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Bu
konuda mümkün olan şey, bu farklı görüşleri bir arada aktarabilmektir. Yezidilik; yaratılış
inancı ve Meleke Tavus ile, Peygamberi kabul edilen Şeyh Adi bin Musafir ile, inanç
esasları, ibadetleri ve yasakları ile Hac ibadetinin yapıldığı Laliş vadisi ile, kutsal kitapları ile
bölgenin nerdeyse tüm renklerini barındırması ve diğer yandan da bu renklere zıtlıkları ile
birlikte dikkate değer bir emsal teşkil etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Yezidilik, Yezidiler, Meleke Tavus, Şeyh Adi bin Musafir, Laliş
Vadisi.
Amaç ve Kapsam
Ortadoğu coğrafyasına yönelik bölgesel ve/veya ülkesel bazda ortaya konan çalışmalara
bakıldığı vakit, bu çalışmaların pek çoğunda, etnik ya da dinsel nüfus dağılımına yönelik belli
oranların verildiği görülür. Oysaki ‘kimlik’ olgusunun her geçen gün daha fazla tartışılmaya
başlandığı bu yüzyıl diliminde,1 belli oranların içerisine sıkıştırılmış topluluklar/cemaatler/gruplar
hakkında, bu oranların ötesinde bilgilere sahip olunması gerekmektedir. Bu noktadan hareketle, bu
tebliğ, bu coğrafyaya yönelik strateji, enerji ve güvenlik çalışmalarının yanında, bölgenin etnik/dinsel
kimlikleri hakkında da bilgi ve fikir sahibi olunması amacını taşımaktadır. Yezidilik ve Yezidiler
örneği, bu amacın sadece bir kısmını oluşturmaktadır.
∗
Akdeniz Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi
1
Samet Zenginoğlu, 21. Yüzyılın Kimlik Bunalımı ve Aidiyet Problemi: Biz Kimiz? ‘Ben’ ve ‘Öteki’ / ‘Biz’ ve ‘Diğerleri’,
Yayımlanmamış Tebliğ, Bilkent Üniversitesi, Diplomasi Kulübü, II. Uluslararası Đlişkiler Öğrenci Kongresi, Ankara, 29 Nisan
2011.
161
Çalışma kapsamında, Yezidilik inancına ve Yezidilere dair farklı bilgi ve görüşlere yer
verilmiştir. Konu(lar), her ne kadar Ortadoğu ekseninde ele alınmaya çalışılsa da, Yezidilerin yerleşim
yerleri arasında yer alan Güney Kafkasya ile başta Almanya ve Đsveç olmak üzere Avrupa
ülkelerindeki Yezidiler hakkında da çalışmanın kapsamı dikkate alınarak bazı bilgilere yer verilmiştir.
Çalışmada yer alan birçok çelişkili görüş ve bilgi, çalışmanın bir çelişkisi ya da zaafı olarak
addedilmemelidir. Aksine bu çelişkili durum(lar) aslında bölge ve bölgede yaşayanlar hakkındaki
yetersiz bilgi ve verilerle ortaya konulacak olan analizlerin çok da sağlıklı olamayacağını
göstermektedir. Son olarak eklemek lazımdır ki, Ortadoğu’nun göz ardı edilen ve belki de unutulan
kimliklerinden biri olan Yezidiliği hatırlatmak ve bu konuda elde edilen bilgileri sunmak haricinde,
çalışmanın bu topluluğa/cemaate/gruba hiçbir şekilde ‘meşruiyet’ oluşturmak gibi bir amacı yoktur.
Giriş
‘Yezidi’ kelimesi farklı anlamlarda anlaşılmakta ve kullanılmaktadır. Bu da birbirinden farklı
yorumları ortaya çıkarmaktadır. Bu farklılıklar da çelişkileri ve muğlâklıkları doğurmaktadır. Bu
duruma sebep olarak, “Yezidilerin çoğunun okur–yazar olmaması ve uzun süre takiyye yapmak
zorunda kalmaları, kim olduklarını hatırlayamayacak kadar toplumsal hafızalarının körelmesi”2 ve
Yezidilerin dinlerini ve sırlarını çok mübalağalı şekilde muhafaza etmeleri gösterilebilir.3
Yezidi kavramının ortaya çıkması ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bu
görüşlerden ilki Yezid bin Muaviye ile alakalıdır. Bu görüşe dair açıklamalar, ilerleyen bölümlerde ele
alınacaktır. Diğer görüş, Yezidileri, ‘Yezd’ şehrinden gelenler anlamında kullanılan ‘Yezdi’ kavramı
ile ilişkilendirir.4 Hayri Başbuğ’a göre Yezid ismi, Altay ve Yakut Türkleri inancında yer alan
Hezit’ten (Ayzıt) çıkmış olabilir. Çünkü her iki inanç da kuş ve güneş unsurlarına büyük önem
vermektedir. Önemli bir diğer husus ise, Avesta’da ‘Yezdan’ kavramının geçmesidir. Ayrıca, Đran
inançlarındaki Đzd ya da Yeda’dan geldiğini savunanlar da vardır. Refik Halit, ‘Yezid’in Kızı’ adlı
eserinde Yezidiliği bir Rus salatası olarak nitelendirir.5 Bazı araştırmacılar Yezidiliği, Đslam ve
Mazdek inancının bir sentezi olarak görmektedir. Özellikle Batılı araştırmacılar, bu topluluğu ya
Hıristiyanlığın ya da Yahudiliğin kayıp bir mezhebi olarak ele almışlardır. Örneğin, Abbe F. Nau,
Yezidiliğin Hıristiyanlığın kayıp mezhebi olduğunu savunmuştur. Bunun yanında Yezidilerin belki de
Đsrail’in kaybolmuş aşiretlerinin soyundan geldikleri yolundaki olasılıkların dile getirildiği de
2
Mehmet Sait Çakar, Yezidilik Tarih ve Metinler Kürtçe ve Arapça Nüshalar, Vadi Yayınları, Ankara, 2007, s. 8.
3
Mehmet Aydın, Şeytana Tapma, Yezidilerin Đnanç Esasları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/767/9732.pdf , (Erişim:
15.09.2011)
4
Murat Özdemir, Yezidiler ve Süryaniler, Ekin Yayınları, Đstanbul, 1988.
5
Refik Halid Karay, Yezidin Kızı, Đnkılap ve Aka Kitabevleri, Đstanbul, 1972.
162
görülmektedir.6 Süleyman Sabri Paşa’nın 1928 yılında yayımlanan ‘Van ve Tarihi: Kürtler Hakkında
Tetabbuat adlı eserinde ise Yezidilerin en eski Türkler olduğu dile getirilmektedir.7
Görüldüğü üzere, daha ilk adımda hem kelimenin kökeni hem de Yezidiliğin kökenine dair
çok zıt görüşler öne sürülebilmektedir. Bu durum diğer ilerleyen adımlarda da sıkça karşımıza
çıkacaktır. Tekrar etmek gerekirse, ‘Amaç ve Kapsam’ kısmında da belirtildiği üzere, bu zıt ve girift
durum, çalışmanın ele alınmasındaki temel faktörlerden birisini teşkil etmektedir.
1. Yezidilik Đnancında ‘Yezid’
Constantinopol’un fethi girişimine de katılmış olan Emevi Halifesi Muaviye 680’de ölmüş ve
ölmeden önce Yezid’i veliaht tayin etmiştir.
Yezid’in konumu, bu inanç/din için tartışmalıdır. Yezidilerin, Muaviye’nin oğlu Yezid’i
kutsal sayan bir mezhep8 olduğu ve/veya Yezidilik inancındaki Meleke Tavus’un Muaviye’nin oğlu
Yezid olduğu9 gibi görüşler öne sürülmektedir. Bir diğer görüşe göre, “Yezidilere göre Yezid,
Yezidiliğin gerçek kurucusu değil, Adem’in tek oğlu olan Şahit bin Car10 tarafından çoğalan, kendine
has fırkanın onarıcısı ve canlandırıcısıdır. Yezid, tenasüh yoluyla her zaman dünyaya gelecek Şeyh
Adi’dir. Şeyh Adi’nin Tanrı tarafından Suriye’den Laliş’e gönderildiği kutsal kitaplarında anlatılırken,
Yezid adının anılmadığı görülmektedir.11
Görüldüğü üzere “halife Yezid’in bu dindeki konumu muğlâktır, belki de kasten böyle
muğlâk bırakılmıştır.”12 Çünkü geçmişte yaşanan ve bugün anılmak istenmeyen olaylar, bir süre sonra
cemaatin karşısına büyük bir korku olarak çıkmıştır. Yezid bin Muaviye’nin bu inançla/dinle bir ilgisi,
ilişkisi olmadığının öne sürülmesi çabaları ile bu korkunun büyük oranda bertaraf edildiğini, edilmeye
çalışıldığını söylemek mümkündür.
2. Đkamet Ettikleri Yerler ve Nüfusları
Yezidilerin bulunduğu bölgeler genel itibarı ile altı bölgeye ayrılır: Avrupa, Sincar Dağları,
Seyhan, Halep, Kafkasya ve Anadolu. Yezidilerin Anadolu’da yaşadıkları yerler ise; Diyarbakır
(Bismil, Çınar), Şanlıurfa (Viranşehir, Ceylanpınar), Mardin (Midyat, Nusaybin, Savur), Batman
(Kurtalan, Beşiri) civarıdır.
6
John S. Guest, Yezidilerin Tarihi Meleke Tawus ve Mıshefa Reş’in Đzinde, Avesta, Đstanbul, 2001, s. 157.
7
Orhan Türkdoğan, Osmanlı’dan Günümüze Türk Toplum Yapısı, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2008, s. 284.
8
Đbrahim Agâh Çubukçu, Yaşayan Yezidilik, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/773/9852.pdf, (Erişim: 12.09.2011)
9
Aydın, a.g.m.
10
Bu konu, Yezidilikte Yaratılış Đnancı ve Meleke Tavus kısmında ele alınacaktır.
11
Tanıl Yaşar, Çemberin Đçindeki Đnanış Yezidilik, Nokta Kitap, Đstanbul, 2008, s. 29.
12
Guest, a.g.e., s. 67.
163
Yezidilerin nüfusu hakkında farklı çalışmalarda çok farklı sayıların ortaya çıktığını
görmekteyiz. Guest’e göre, “1950’lerin ortalarında sayıları 100 bin iken, bugün bu rakam 200 bini
biraz geçmiştir. Irak’taki sayıları 120 bin olarak tahmin edilebilir. Buna ilaveten Kafkaslarda yaklaşık
olarak 60 bin; Türkiye ve Almanya’da 20 bin ve Suriye’de 10 bin Yezidi yaşamaktadır.”13 “1985
yılında 23.000’e inen sayıları, 2007 yılında 377’ye kadar (Urfa’da 243, Batman’da 72, Mardin’de 51,
Diyarbakır’da 11 kişi) gerilemiştir.”14 Muaviye bin Đsmail el–Yezidi15 1990 Kasımında ele aldığı
mektupta Türkiye’de yaşayan Yezidilerin sayısını bir buçuk milyon olarak dile getirmiştir. 2000’lerin
ardından, dünya genelinde 250.000’den16 500.000’e17 ve hatta 1 buçuk milyona18 varan rakamlar
ortaya atılmıştır. Bu farklı sayılara temel sebep, başlangıçta da belirtildiği üzere, cemaat fertlerinin
takiyye yapmalarıdır. Çünkü baskı ve çatışmadan kaçınmaktadırlar.
3. Yezidilikte Yaratılış Đnancı ve Meleke Tavus
Đlk insanın yaratılması ve ardından yaşananlar, Yezidilikte farklı bir durum arz eder. Đslam
dinine göre, Şeytan, insana secde etmemesi yüzünden Tanrı’nın huzurundan kovulmuştur. Fakat
Yezidilere göre Meleke Tavus (‘şeytan’ kelimesinin kullanılması kesinlikle yasaktır. Bu kelimeyi
anımsatacak sözcüklere bile yer verilmez ve Meleke Tavus sebebiyle Yezidilerin simgesi Tavus
Kuşu’dur) Tanrı tarafından affedilmiştir. Çünkü ilk insan yaratıldığı zaman Meleke Tavus’un secde
etmemesinin sebebi Tanrı Azda’dan başkasına secde etmenin şirk olacağını bilmesindendir ve Tanrı
O’nu sınamıştır.
Şeytana tapmakla suçlanan Yezidilerin inanç esaslarının temelinde vahdet–i vücut (varlık
birliği) inancı vardır. Bütün tasavvufi tarikatlar gibi Yezidilik dini de her şeyi, bu arada Meleke
Tavus’u Tanrı’nın bir yansıması olarak kabul etmektedirler.
Yezidilikteki Yaratılış inancına göre, ilk iki insandan 80 çocuk meydana geldi. Đlk iki insan
bir gün ideal insan hususunda anlaşmazlığa düştüler ve bir sınav verdiler. Her ikisi de bir küpe
ruhlarını ve düşüncelerini koyup, ağzını kapattıktan sonra 40 gün beklediler. Ardından, erkeğin
küpünden Şahid bin Car çıktı. Kadınınkinden ise sürüngenler, çıyanlar… Adem’in Şahid bin Car’ı çok
13
Ibid., s. 341.
14
Yaşar, a.g.e., s. 19.
15
Almanya’daki Yezidi liderlerden biri.
16
The Human Rights Situation of the Yezidi Minority in the Transcaucasus (Armenia, Georgia, Azerbaijan), A Writenet Report
commissioned by United Nations High Comissioner for Refugees, Status Determination and Protection Information Section
(DIPS), May 2008, http://www.unhcr.org/refworld/pdfid/485fa2342.pdf, (Accessed: 22.09.2011), p. 2.
17
Sabahattin Talu, Yezidi Katliamı ve Nemalanma Girişimleri, 14.10.2007, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1090,
(Erişim: 19.09.2011).
18
Erdal Şimşek, Gizemli Bir Din: Yezidilik, http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/yezidilik2475/dosya_2479.html, (Erişim: 22.08.2011).
164
sevmesi, diğerlerinde kıskançlıklar ortaya çıkardı. Bu sebeple, Şahid bin Car’ı öldürmeye karar
verdiler. Aralarında bir parola belirlediler. Fakat suikastın yapılacağı gün Meleke Tavus aracılığı ile
80’i de farklı dil konuştuklarını ve anlaşamadıklarını gördüler. Şahid bin Car da hepsinden farklı
olarak Kürtçe konuşuyordu.
Bu anlayışın devamı olarak Yezidiler, Kürtçenin arî bir dil olduğunu savunmaktadırlar. Şahid
bin Car, Meleke Tavus aracılığı ile kurtulmuştur. Sonra Şahid bin Car’a bir melek gönderilmiştir. Đşte,
Şahid bin Car’ın ve O’na gönderilen meleğin çocukları Yezidilerin atalarını oluşturmaktadırlar.
Yezidiliğin kutsal kitaplarından biri olan Mıshefa Reş’te bu olay şöyle anlatılmaktadır:
“Sonra dedi ki Ulu Tanrı: ‘Ey melekler, Adem’le Havva’yı yaratacağım, onları insan yapacağım ve
ikisinden, Adem’in belinden gelmek üzere Şehr bin Car doğacak ve ondan tek bir halk türeyecek
yeryüzünde; Azazil’in yani Meleke Tavus’un toplumu olan Yezidi halkıdır bu.’” Burada bir
seçilmişlik ve üstünlük algısı vardır. Yezidilerin kapalı bir toplum yapısı arz etmesinin sebeplerinden
birisi belki de budur. Ayrıca, seçilmişlik vurgusuna ek olarak, sonradan Yezidi olunamayacağını da
belirtmekte fayda vardır.
4. Yezidiliğin Peygamberi: Şeyh Adi bin Musafir
Yezidiliğin peygamberi bilinmesine rağmen, Yezidi dininin kurucusu bilinmemektedir.
Dinlerini ilk kuran kişinin adı ne kendi geleneklerinde ne de Hıristiyan ve Müslüman komşularının
kronolojisinde geçmektedir. Bazı bilimciler Kürt gruplarının bu tuhaf boşluktan, on üçüncü ve on
dördüncü yüzyılın kaos ortamında Hıristiyan ve Müslüman mezheplerinin uyguladıkları iyi
sindirilmemiş doktrin ve ayinlerden bir biçim yamalı bohça gibi bir din oluşturdukları sonucuna
varmışlardır.19
Yezidiliğin Peygamberi Şeyh Adi bin Musafir’dir (m. 1075–1161). Soyu Emevi halifesine
20
dayanır. Lübnan’da Baalbek’in 60 km. güneyindeki Beka Vadisi’nin batı yamaçlarında kurulan Beyt
Far köyünde doğmuştur. Gençliğinde Bağdat’a giden Adi bin Musafir, el–Gazali’nin öğrencisi ve Sufi
tarikatının kurucusu Kürt Abdülkadir el–Geylani’nin öğrenim arkadaşıdır. Şeyh Adi’nin birden fazla
künyesi vardır: es–Şami (Suriyeli), el–Hakkâri (Hakkârili) gibi.
Bu öğrenim hayatının ardından, Şeyh Adi bir süre sonra sofuluk, ağırbaşlılık ve itikat gibi
konularda öne çıkamaya başladı ve etrafına birçok mürit toplandı. “Birlikte hacca gittikleri el Geylani
“eğer peygamberlik çalışmakla elde edilmiş bir şey olsaydı, onu mutlaka Şeyh Adi elde ederdi” diye
söylemişti.”21
19
Guest, a.g.e., ss. 63, 64.
21
Bir rivayete göre ise Şeyh Adi Türk’tür.
Bkz. Çakar, a.g.e., ss. 34–36.
21
Guest, a.g.e., s .45.
165
Şeyh Adi’nin inanç ve düşüncelerini yansıtan eserleri bulunmaktadır.22 Bunların bulundukları
yerler; Berlin Devlet Kitaplığı, British Library, Amerikan Kongresi Kitaplığı’dır. “Bu risalelerde esas
olarak, geleneksel olarak Đslam inancına bağlı düşüncelerin yanı sıra Ortodoks öğretinin
yenileştirilmesi, yaşamın çile ve duayla güzelleşeceği, böylece Tanrı’ya ulaşmanın kolaylaşacağı
öğretilmektedir. Bu risalelerin hiçbiri Yezidiler tarafından onaylanmamıştır.”23
Şeyh Adi bir süre sonra Laliş’te inzivaya çekilmiştir ve etrafındaki müritlerle yeni bir tarikat
oluş(tur)muştur (Adeviyye ve Sohbetiyye).
Şeyh Adi’nin ölümünün ardından bir süre sonra tarikatın başına (Addavi tarikatı), Şeyh
Adi’nin torununun oğlunun yeğeni Şeyh Hasan bin Adi geldi. Yezidilerin iki kutsal kitabından biri
olan, davranış kurallarına dikkat çeken Mıshefa Reş (Kürtçe: Kara Kitap) Şeyh Hasan’a atfedilmiştir.
Hasan bin Adi ile beraber tarikatın farklı bir kimlik kazandığı görülmektedir. Bu zamanda aşırı
görüşler ortaya çıkmış ve bu inanç için önemli görülen kişiler hakkında çok aşırıya giden görüşler
görülmeye başlanmıştır. Örneğin; “Hasan, müritlerine Şeyh Adi’ye büyük bir saygının gösterilmesini
ve mutlak anlamda itaatkâr olmalarını buyuruyordu.”24 Bu dönemde Şeyh Adi bin Musafir ismi öne
çıkmış ve kullanılmıştır Ardından çok da beklenmeyen sonuçlar doğmuş ve “Şeyh Adi bin Musafir’in
kurduğu Sohbetiyye ve Adeviyye tarikatları ile çelişen inanç ve hurafeler oluşmaya başlamıştır.
Bunun sonucunda da Yezidilik dini kendi özünden uzaklaşarak farklı bir yapıya bürünmüştür.”25
Burada Yezidi dininin kendi özünden uzaklaştığı konusuna katılamamaktayız. Çünkü zaten Hasan bin
Adi’ye kadar böyle bir din reel hayatta yok idi. Şeyh Hasan bin Adi’nin ardından Yezidilik karşımıza
bir ‘din’ olarak çıkmaktadır. Yani, özünden uzaklaşma değil, yeni bir yapıya bürünme söz konusudur.
Tarikatın bu denli değişen çehresi dönemin teologları tarafından da fark edilmiştir. Hatta “on
dördüncü yüzyılın başlarında Suriyeli teolog Đbni Teymiyye Addavilere yönelik uzun bir mektup
yayımladı. Mektupta Addavilere Şeyh Adi’ye ve ağır şekilde kınanan Hasan bin Adi’ye besledikleri
saygıyı ve mezheplerinin kurucularının kültünü abartmamaya teşvik ediyordu. Ayrıca Hasan’a
atfedilen bir başka buluşu –Halife Yezid’in yüceltilmesi buluşunu– da kınıyordu.”26
Söylendiği üzere, Şeyh Adi, zamanında etrafına müritler topladı. Bu müritler ibadet eder ve
Kur’an okurdu. Fakat daha sonra bu durumun da şeklen değiştiği görülmektedir. Ebu el– Hasan Ali,
22
Bunlardan bilinenler şunlardır: Đtikadı Ehl-i Sünne, Visaya eş-Şeyh Adi b. Müsafir ile’l Halife, Adab-ı Nefs. Aydın, a.g.m.
23
Yaşar, a.g.e., s. 38.
24
Guest, a.g.e., s. 49.
25
Yaşar, a.g.e., s. 29.
26
Guest, a.g.e., s. 58.
166
Sincar Dağı’nda müritler toplar. Burada çile çekerler ve ‘hal’* denilen bir bitkiyi çiğneyerek
kendilerinden geçerlerdi.27
Bu bağlamda bakıldığı zaman, günümüzdeki Yezidiliğin kurucusunun Şeyh Hasan bin Adi
olduğu söylenebilir. Elbette, Adi bin Musafir öncesi hakkında farklı görüşler var –ki bunlar belirtildi.
Fakat kırılma noktalarına ve yaşananlara baktığımızda Adi bin Musafir’in ardından en belirgin isim
olarak Şeyh Hasan bin Adi gelmektedir.
5. Laliş Vadisi’ne Üç Faklı Açıdan Bakış
Şeyh Adi bin Musafir’in Irak’ın Duhok ile Musul kentleri arasında bulunan Laliş’te metfun
olduğu mabet hakkında farklı rivayet ve görüşler vardır. Bunların en başında geleni, bu mabedin eski
bir Nasturi kilisesi olduğudur. Aynı şekilde; “Kuzey Irak’taki Keldanilerin azimle savundukları hep
anlatıla gelen geleneksel bir görüş, Şeyh Adi türbesinin, bir zamanlar bir Hıristiyan kilisesi olduğunu
ileri sürer. Bazı anlatıma göre bu kilise M.S. yedinci yüzyılda yaşamış ve adları John ve Jesusobran
olan iki Nasturi keşiş tarafından yapılmıştı.”28
“Laliş tapınağının nasıl yapıldığı hala gizini koruyor. Bazı uzmanlar binaların yapılışında
Nasturi mimarisinin tipik özelliklerini kabul ederken, bazıları bu binayı dağda yapılmış cami olarak
görüyor.”29 Burada ikinci bakış açısına geçiyoruz. Şöyle ki, bazı uzmanlar bu binayı dağda yapılmış
bir cami olarak görmektedir. Bu bağlamda, Şeyh Adi’nin sandukasının üzerindeki işlemeli yeşil
örtünün30 ve türbenin sağındaki odanın alınlığında31 Ayet’el Kürsi bulunduğunu belirtmekte fayda var.
Son bakış açısına gelince; Guest’in kitabında bazı fotoğraf ve resimlere yer verilmektedir. Bunlardan
10. resim32 son bakış açımız olacaktır. 1849 yılın ait, Laliş Tapınağı’nın iç avlusunun batıya bakan
kısmını gösteren bu resimdeki duvarın üzerinde birçok sembole yer verilmiş. Fakat sağlı sollu iki
tarafta net bir biçimde duran Siyon yıldızları ise farklı bir bakış açısını gözler önüne sermektedir.
Üç açıdan bakışın ardından ortaya çıkan sonuç, bu dinin ne kadar karmaşık ve muğlâk
olduğunu biz kez daha gözler önüne sermektedir. Bu farklılığa sebep olan en temel etken olarak
*Celatrus Eduli
27
Çakar, a.g.e., s. 32
28
Guest, a.g.e., s.83
29
Aynı Yer.
30
bk. Yaşar,a.g.e., s. 36
31
Ibid, ss. 121–130.
33
Guest, a.g.e., s. 425.
167
Yezidilerin birçok kez saldırılara maruz kalmaları ve mabedin çeşitli sebeplerle bu saldırılardan
etkilenmesi gösterilebilir. Fakat her ne olursa olsun dünya üzerindeki Tek Tanrılı üç dinin de izlerini
taşıyan bu mabedi betimlemekten öte bir şey yapmak mümkün görünmemektedir.
6. Yezidilikte Đnanç Esasları ile Đbadetler ve Toplumsal Đlişkiler
Đnanç Esasları:
Tenasüh: Yezidilikte tenasüh inancı vardır. Yani, Yezidiler, tekrar tekrar dünyaya
geleceklerine inanırlar. Bu yeniden geliş, bir önceki yaşamlarına göre şekillenir. Kitab–ı Cilve’de
Yezidilere şöyle seslenilmektedir: “bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim süreden
fazla kalmasına dayanamam; ama istersem, onu bu dünyaya iki kez, üç kez ya da daha fazla geri
gönderirim, ruhunu başka bir bedenin içine sokarak; bu evrensel bir yasadır.” Bu sebepledir ki ölüm
kelimesini pek sevmezler ve Yezidilerde ahiret inancı yoktur. Fakat çok ilginçtir ki her Yezidinin bir
‘ahret kardeşi’ vardır.
Vaftiz: Yezidilikte, vaftiz önemli bir yer tutar. Çocuk dünyaya geldiğinde, Laliş’ten getirilen
su ile ya da içine Şeyh Adi’nin türbesinden getirilen tozların karıştırıldığı yerel kaynaklardan alınan su
ile Şeyh ya da Pir tarafından vaftiz edilir.
Sünnet: Erkek çocuklar genç yaşta sünnet edilir. Kirve geleneği de devam etmektedir.
Đbadetler:
Namaz: Bu ibadet bireysel olarak yapılır. Bu ibadet sabah ve akşam güneşe karşı yapılır. Bu
sebeple, Yezidiler bazen ‘güneşe tapanlar’ olarak da adlandırılmışlardır. Đbadetlerini başka bir
kimsenin görmesini pek istemezler. Lakin son zamanlarda ibadetleri, başka dine mensup olanlar
tarafından görülmekte ve hatta resmedilmektedir. 2000 yılında Atlas Dergisi, Yezidilileri, güneşe karşı
dua ederken fotoğraflandırmıştır.33
Oruç: Belli dönemlerde tutulan oruçları, genel ve özel oruç olmak üzere ikiye ayrılır.
Hac: 15–20 Eylül tarihinde yapılan hac ibadetinin yeri Laliş mabedidir. Bu ibadet topluluk
haline yerine getirilir.
Zekât: Yezidilerin, Tavus kuşu şeklinde 7 adet sancakları vardır. Zekât, bu sancaklar aracılığı
ile toplanır. Toplanan zekâtlar Laliş’e götürülür. Bu zekâtların bir kısmının da elde edilen ganimetler
gibi bir mağaranın çok derin bir yerine atıldığı söylenmektedir.
Yezidilerin genellikle kırsal alanlarda yaşamaları ve buna bağlantılı şekilde dışa kapalı bir
toplum yapısı sebebiyle yardımlaşma ve dayanışma fazladır. Bunların yanında bazı Yezidi adetleri şu
şekilde sıralanabilir: misafirperverlik, ahret kardeşliği, yemin, saç, sakal, bıyık uzatma. Yezidiler,
sakallarını kesseler bile bıyıklarını kesmezler.
7. Yezidilerde Toplumsal Sınıf
33
Bkz. Atlas Dergisi’nin Ağustos 2000’de yayımlanan 89. Sayısı.
168
Yezidiler içerisindeki sınıflar, din alanında belirlenmektedir. Yezidilikte din adamları birkaç
farklı kategoriye ayrılmaktadır: Mir, Şeyh, Fakir, Peşimam, Kaval, Köçek ve Molla. Her kategorinin
kendi alanında görev ve yetkileri vardır. Genellikle bu görev ve yetkiler babadan oğla geçer. Bu
sınıflar arasında katı bir kast sistemi vardır. Mehmet Sait Çakar, bu teşkilatlanmayı bir nevi üreticiler
ve tüketiciler olarak ikiye ayırır. Şeyhler ve Pirler ancak kendi sınıfından evlenebilmektedirler.
Okuma–yazma hakkı bu yapı içerisinde sadece Şeyhlere tanınmıştır. Öyle ki; “Türkiye’deki
Yezidiler arasında 50 yaş üzerindekiler okuma–yazma bir yana Türkçeyi dahi doğru dürüst
bilmiyorlar.”34 Bu durumun özellikle Cumhuriyetle beraber ortadan kalktığı söylenebilir.
8. Yezidilikte Bayramlar
Seleucid takvimine göre Nisanın ilk çarşambasında (Gregoryen takvime göre Nisanın ortası)
başlayan Yezidi dini yılında başlıca beş bayram vardır.
Sersal bayramı (yılbaşı günü) Yezidilerin yaşadığı her köyde kutlanır.
Sadece Laliş’te kutlanan ikinci bayram ise üç gün –18 Temmuz akşamı ile 21 Temmuz
sabahı (Seleucid takvimine göre) arası ya da 31 Temmuz ile 3 Ağustos arası (Gregoryen takvimine
göre)– sürer.
Yılın en önemli bayramı ise Şeyh Adi’nin ilk toplantısının yıldönümünü kutlamak için
Laliş’te yapılıp, yedi gün süren Cemaat Bayramı’dır. Bu bayrama katılmak zorunluluğu Yezidi
dininin kurallarından biridir.
Yezidi takviminde, genel üç günlük oruç tutmanın sonrasında gelen dördüncü resmi bayram
Aralık’ın ilk cumasında (Seleucid takvimine göre) ya da Aralık’ın ortasında (Gregoryen takvimine
göre) gerçekleşir. Yezid’in doğum günü kutlanır bu bayramda.
Öte yandan bir de Ocak ayında Kış Bayramı vardır.35
9. Yezidilikte Yasaklar
-
Din sırlarını açıklamak,
-
Koyu mavi renkli elbise giymek,
-
Bıyıkları tamamıyla kesmek, başkasından alınmış tarak ve ustura kullanmak,
-
Đnsana, hayvana ve yere tükürmek,
-
Başka dinden kız alıp vermek,
-
Zina, arkadaşa ihanet, yalan yere şahitlik etmek, hırsızlık yapmak,
-
Kadınların içki içmesi,
-
Horoz eti, balık eti, geyik eti, tavşan, koyun eti yemek.36
10. Yezidilerin Dış Đlişkileri
34
Çakar, a.g.e., s. 163.
35
Guest, a.g.e., ss. 77–79.
36
Yaşar, a.g.e., ss. 171–174.
169
XVII. yüzyılda Avrupa’da değişen güç dengesi ile beraber Fransız misyonerlerin bölgeye atağı
görülmektedir. Ardından, Amerikalıları, Rusları ve Ermenileri de bölgede görmekteyiz. “Gotlara,
Ermenilere ve Slavlara alfabe icat eden Hıristiyan misyonerler Yezidiler ile çok yakın münasebetlere
sahipti.”37
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’dan gelen seyyahlar, araştırmacılar ve
misyonerler, Yezidiliği Hıristiyanlıkla ilişkilendirmişlerdir.
Bölgeye gelen pek çok misyoner arkeolog olması dikkate değerdir. Bu arkeologlardan biri de
Henry Layard’tır. Layard bölgeye gelmiş ve birçok Yezidi ile irtibat kurmuştur. Fakat bütün bunların
yanında Avrupa’daki bazı tarihi eserlerin bizzat Layard tarafından bölgede bulunup, Avrupa’ya
nakledildiği bilinmektedir.
Tarih boyunca misyonerler, Yezidileri kendi yanlarına çekmek ve kendi lehlerine yönlendirmek
istemişlerdir. Fakat Yezidilerin tam bir denge politikası izledikleri görülmektedir. Bölgede
misyonerlik faaliyetini yürüten Pere Jean–Baptiste; “Nisan 1670’de Fransız Maliye Bakanı Colbert’e
Yezidilerle hala temasta olduğunu bildirerek, Yezidilerin Fransa kralının ortak düşmanlarına ne zaman
saldırmaya karar verirse, 30 bin adamı yollayabileceklerinden söz etti.”38 Görüldüğü üzere, ‘ortak
düşman’ doğrultusunda Yezidiler isteğe göre yönlendirilebileceklerdir. Ardından Yezidilerin, Ruslarla
ilişkilerini görülmektedir. Yezidilerin birkaç kez Ruslarla birlikte Osmanlılara karşı savaştığı
bilinmektedir. Belki de bu durum gayet normaldir. Çünkü El Hanefi’nin tarif ettiği Yezidiyye fırkası
lidere isyana caiz görmektedir.39
1850’lerden sonra Đngiltere’nin bölgeye olan ilgisi artmıştır ve o dönemde Osmanlı yönetimine
karşı ayaklanmalarda Đngiltere Yezidileri desteklemiştir.40 XX. yüzyılla beraber, I. Dünya Savaşı’nın
ardından Yezidiler, galip çıkan Britanya’ya tabi olmak istediklerini deklere etmişlerdir.41 Ancak bu
girişimden net bir netice alınamamıştır.
Bu devletlerin dışında Yezidiler üzerinde bir de Ermeni etkisi vardır. 1891–1916 yılları arasında
Erivan’da hızla artan bir Yezidi nüfusu vardır ki çoğu Kürt’tür. Bunun yanında Yezidilerin Ermeniler
tarafından Ermenileştirildiği gibi söylemlere de rastlanılmaktadır.42 Ermeniler, Yezidilerle o denli
ilgilenmiştir ki XX. Yüzyılın başlarında Ermeni Bilimler Akademisi’nde ‘Yezidoloji Kürsüsü’
kurulmuştur.
37
Çakar, a.g.e., s. 222.
38
Ibid., s. 102.
39
Çakar, a.g.e., s.20.
40
Esra Sarıkoyuncu Değerli, Đngiltere’nin Doğu (Şark) Politikası (1882–1914), Akademik Bakış, Sayı: 14, Nisan 2008, s. 12.
41
Çakar, a.g.e., s. 95.
42
Ibid., s. 108.
170
Elbette bütün bunların yaşanmasının arkasında da bazı sebepler vardır. Bunlardan biri,
Yezidilerin tarihleri boyunca birçok kez saldırılara ve istilalara maruz kalmış olmaları ve maruz kalma
ihtimalini de daima göz önünde bulundurmalarıdır. Bir diğer sebep ise, uzun süre Osmanlı sınırları
içerisinde yaşayan Yezidilerin özellikle II. Abdülhamit zamanında devlete küstürülmüş ve
kaybedilmiş olmalarıdır. II. Abdülhamit zamanında, izlenen politikalar gereği Yezidiler Müslüman
olmaya ve askerlik yapmaya zorlanmışlar, lakin Yezidiler her ikisini de kabul etmeye
yanaşmamışlardır. Bunun üzerine Yezidiler çeşitli baskılara maruz kalmış ve ardından her iki taraf
için de gerek kısa gerekse uzun vadede istenmeyen sonuçlar doğmuştur.
11. Yezidiliğin Kutsal Kitapları
Yezidilerin iki kutsal kitabı vardır. Bunlardan biri, Kitab–ı Cilve’dir (Vahiy Kitabı). Bu kitap,
Şeyh Adi bin Musafir’e atfedilir. Diğeri ise, Mıshefa Reş’tir (Kara Kitap). Dilleri Kürtçe’dir. Bu kitap
da, daha önce belirtildiği üzere, Şeyh Hasan bin Adi’ye atfedilir. Kitaplar, önceleri çok iyi
saklanırken, daha sonra misyonerlerin bölgeye gelişleri kitapların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bununla birlikte de çok farklı iddialar ortaya atılmıştır. Çünkü kitapların bir Keldani kilisesi kaçağı
olan Yeremya Şamir tarafından yazıldığı iddia edilmektedir. Bu kutsal kitapları inceleyen ve
karşılaştıran Mingana şöyle demektedir: “Sanırım bu iyi niyetli bilimciler belki de yanlış
yönlendirilmişlerdir. Bütün bu metinlerin yazarı belki de Adiabene’de bulunan Ayn Kawa’nın yerlisi
olan Elkoş manastırından kaçan Şammas Yeremya Şamir’dir.”43 Đddialar yerindedir. Çünkü “Yeremya
Şamir’in Yezidilerin çok iyi korunan bu kutsal kitaplarını nasıl elde ettiği hiçbir zaman tatmin edici
bir biçimde açıklanmamıştır.”44
Burada üç topluluğun ilişkisi bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Bunlar; Nasturiler,
Keldaniler ve Yezidilerdir. Laliş mabedinden bahsederken, Keldanilerin, mabedin eski bir Nasturi
kilisesi olduğunu savunmaları görüldü. Kutsal kitapları incelerken karşımıza çıkan Yeremya Şamir de
Keldani kilisesi kaçağıydı. Asahel Grant, Yezidileri ziyareti sırasında Yezidi lider Şeyxan Mir’in
şöyle dediğini söylemektedir: “söylediğine göre halkı eskiden Nasturilerle aynı dindenmiş.” Olaya bu
perspektiften bakıldığında aslında parçaların yerli yerine oturduğu görülmektedir. Bir yanda Nasturilik
ve Keldanilik arasındaki kırılma, diğer yanda Şeyh Adi bin Musafir’in ardından Şeyh Hasan bin Adi
ile başlayan süreç ve Laliş ile Nasturi kilisesi ilişkisi göz önüne alındığında ve parçalar bir araya
konulduğunda karşımıza tablonun büyük bir kısmı çıkmaktadır.
Nasturiler ve ona bağlantılı olarak Keldani ve Yezidilere baktığımızda, zincirin çok daha ileri
gittiğini ve daha da karmaşık bir hal aldığını görürüz. Şöyle ki; Keldanice ve Süryanice’ye
baktığımızda aralarında çok az fark olduğu görülür. Ve “…kesin sonuç Keldanilerin Arami
oluşlarıdır.”45 Bununla beraber, “Aramiler, Keldani ve Asurlular ile yakından akrabadırlar.”46 Çünkü
43
Guest, a.g.e., s. 276.
44
Ibid., s. 257.
45
Welate Tori, Birlikte Olduğumuz Halklar Keldani, Assuri, Süryani, Ermeni, Koral, 2. Baskı, Đstanbul, 1991, s. 12.
171
Süryaniler de Asurlular, Babilliler ve Keldaniler gibi semitiktirler.47 Bu durum bile Ortadoğu’da
inançların ne kadar iç içe olduğunu yansıtan açık bir delildir. Đşi biraz daha karmaşık hale getirecek
söz Emir Muaviye bin Đsmail’den gelmektedir. O’na göre Zerdüştler, Dürziler, Nusayriler ve Şabaklar
da Yezidilerle dindaştır.
Bu muğlâk durum günümüzde hala net değildir ve hala bir kimlik arayışı vardır. Yezidi
liderler bile net bir tutum sergileyememektedirler. Đki örnek mektuptan48 ve bir söylemden hareketle,
ne denmek istendiği anlaşılacaktır. Mektuplardan birincisi, Kasım 1990’da Hamburg’da, Muaviye bin
Đsmail el–Yezidi tarafından kaleme alınmıştır. Bu mektupta Yezidilik ısrarla Zerdüştlük ile
bağdaştırılmaktadır.
Diğer mektup ise, Ağustos 1992’de Yezidi dini merkezi başkanı Prens Anvar bin Muaviye
Đsmail tarafından kaleme alındı. Mektupta, Yezidiler ile Asurluların ilişkilendirildiği görülmektedir.
Ayrıca Kürtlerle olan bağlar kesinlikle reddedilmektedir. Burada Ermeni etmeni gözlere çarpmaktadır.
Söyleme gelince, Batman’ın Beşiri ilçesinde bulunan Yezidi Birlik ve Kültür Cemiyeti’nde önemli
görevler yapan Đbrahim Bulut’a göre; Yezidiler Orta Asya’da yaşayan bir Türk topluluğu idi. Daha
sonra Đran’a göç etmeleri sebebiyle Zerdüştlükten etkilendiler. Ölülerini eşyaları ile gömmeleri ise
buna bir delil teşkil eder.
Burada ortaya çıkan sonuç, bu girift bağlantılar ve ilişkiler içerisinde hala bir kimlik
arayışının olduğu ve net, ortak bir sonuç alınamadığıdır. Bu sorunu kısmen ya da aynı şekilde, diğer
toplulukların da yaşadığı söylenebilir. Çünkü soru işaretleri daima çoğalmaya meyillidir.
Sonuç
Bugünkü sayıları ne kadar olursa olsun, Yezidiler özellikle ‘din’ kimliği hususunda sıkıntı
yaşamaktadırlar. Birçok üç büyük dinin yanında, bu coğrafyadaki diğer inançlardan da belli izler ve
ritüeller taşıyan bu inanç/din, bölgenin bir prototipini teşkil etmesiyle ayrıca dikkate değerdir.
Geçmişte olduğu gibi bu zaman diliminde de, Yezidiler tahrik edilmeye çalışılmaktadır.
Henüz dört yıl önce yaşanan bombalama olaylarının izleri halen silinememiştir. 14 Ağustos 2007
tarihinde Irak’ın kuzeyinde bulunan Yezidi Kürtlerin yaşadığı iki kasabada bomba yüklü beş
kamyonun eş zamanlı patlaması sonucu 500 Yezidi hayatını kaybetmiş, 400 Yezidi ise yaralanmıştır.
Bu olayın ardından gözler Yezidilerin üzerine çevrilmesine neden olmuştur.
46
Ibid., s. 82
47
Erol Sever’e göre, bu tek tanrıcı dini tasarımını yapıp kuran Asurlulardır. Bkz. Erol Sever, Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni,
Berfin Yayınları, Đstanbul, 1993.
48
Bu mektuplar için bkz. Yaşar, a.g.e., ss. 199–231. ve ss. 233–235.
172
Yine Yezidilerin dikkat çekmesine neden olan bir diğer gelişme ise Şubat 2009’da Irak’taki
Yezidilerin, ABD Başkanı Barack Obama’ya Osmanlı döneminde katledildiğini iddia etkileri 1
milyon Yezidi için Türkiye’ye soykırım baskısı yapılmasını istemeleri olmuştur.49
Bu iki örnekten hareket ederek tartışılması gereken nokta, 2007’deki saldırıları kimin yaptığı
ya da Osmanlı döneminde iddia edildiği gibi bir gelişmenin yaşanıp yaşanmadığı değildir. Burada
dikkat çekilmek istenen nokta, bu coğrafyanın üstünde yaşayan insanların tanınmadığı, anlaşılmadığı
vakit, bu coğrafyada kaotik bir ortam oluşmaması için gereken tedbirlerin de bilinemeyeceği
gerçeğinin ortaya konmasıdır.
KAYNAKÇA
Kitap
ÇAKAR, Mehmet Sait, Yezidilik Tarih ve Metinler Kürtçe ve Arapça Nüshalar, Vadi Yayınları,
Ankara, 2007.
GUEST, John S., Yezidilerin Tarihi Meleke Tawus ve Mıshefa Reş’in Đzinde, Avesta, Đstanbul, 2001.
KARAY, Refik Halid, Yezidin Kızı, Đnkılap ve Aka Kitabevleri, Đstanbul, 1972.
ÖZDEMĐR, Murat, Yezidiler ve Süryaniler, Ekin Yayınları, Đstanbul, 1988.
SEVER, Erol, Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni, Berfin Yayınları, Đstanbul, 1993.
TORĐ, Welate, Birlikte Olduğumuz Halklar Keldani, Assuri, Süryani, Ermeni, Koral, 2. Baskı,
Đstanbul, 1991.
TÜRKDOĞAN, Orhan, Osmanlı’dan Günümüze Türk Toplum Yapısı, Timaş Yayınları, Đstanbul,
2008.
YAŞAR, Tanıl, Çemberin Đçindeki Đnanış Yezidilik, Nokta Kitap, Đstanbul, 2008.
Makale
AYDIN,
Mehmet,
Şeytana
Tapma,
Yezidilerin
Đnanç
Esasları,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/767/9732.pdf , (Erişim: 15.09.2011).
ÇUBUKÇU, Đbrahim Agâh, Yaşayan Yezidilik, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/773/9852.pdf,
(Erişim: 12.09.2011).
SARIKOYUNCU D., Esra, Đngiltere’nin Doğu (Şark) Politikası (1882–1914), Akademik Bakış, Sayı:
14, Nisan 2008, ss. 1–15.
TALU,
Sabahattin,
Yezidi
Katliamı
ve
Nemalanma
Girişimleri,
14.10.2007,
http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1090, (Erişim: 19.09.2011).
Dergi
Atlas Dergisi, Sayı: 89., Ağustos 2000.
49
Obama’ya Yezidilerden Soykırım Talebi, 3 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474111.asp, (Erişim: 15.09.2011)
173
Raporlar
The Human Rights Situation of the Yezidi Minority in the Transcaucasus (Armenia, Georgia,
Azerbaijan), A Writenet Report commissioned by United Nations High Comissioner for Refugees,
Status
Determination
and
Protection
Information
Section
(DIPS),
May
2008,
http://www.unhcr.org/refworld/pdfid/485fa2342.pdf, (Accessed: 22.09.2011).
Tebliğ
ZENGĐNOĞLU, Samet, 21. Yüzyılın Kimlik Bunalımı ve Aidiyet Problemi: Biz Kimiz? ‘Ben’ ve
‘Öteki’ / ‘Biz’ ve ‘Diğerleri’, Yayımlanmamış Tebliğ, Bilkent Üniversitesi, Diplomasi Kulübü, II.
Uluslararası Đlişkiler Öğrenci Kongresi, Ankara, 29 Nisan 2011.
Đnternet/Haber
Obama’ya Yezidilerden Soykırım Talebi, 3 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474111.asp,
(Erişim: 15.09.2011).
Erdal
Şimşek,
Gizemli
Bir
Din:
Yezidilik,
http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/yezidilik2475/dosya_2479.html, (Erişim: 22.08.2011).
174
MODERN ORTADOĞU EĞĐTĐM TARĐHĐ VE OSMANLI DEVLETĐ’NE DAĐR
GÖZLEMLER
Adil Baktıaya∗
Albert Hourani bir çalışmasında yakınlarda Arap Birliği’ni ortaya çıkartacak görüşmelerin yapıldığı
toplantıların birinde ayağa kalkıp söz alan delegelerin bir tuhaflığı fark ettiğini yazar. Katılımcıların
önemli bir kısmı Osmanlı Devleti’nin eski görevlileridir, aynı okullardan mezundurlar ve benzer
kariyerleri olan aynı aşamalardan geçmiş insanlar olarak birbirlerini tanımaktadırlar. Ortadoğu
ülkelerinin ilk bürokratlarının önemli bir kısmının Osmanlı eğitiminden geçtiğine dair yapılan bu
vurgu hakkıyla incelenmiş, sayısal verilere dönüştürülmüş değildir. Osmanlı Devleti’nin sonradan
Arap devletlerinin ortaya çıkacağı coğrafyada izlediği eğitim politikası da pek çok çalışmada ele
alınmışsa da Ortadoğu eğitim tarihinin konuyu doğrudan hedef alan kapsamlı bir çalışmaya konu
olması çok nadirdir. Neredeyse bütün coğrafyayı kucaklayan bir imparatorluk olarak Osmanlı
Đmparatorluğu’nun eğitim tarihini inceleyeceğini iddia eden başlıklara sahip olan, hatta başlığı
imparatorluğun dört bir yanına yayılmış misyonerlerin eğitim alanındaki faaliyetlerini inceleyeceği
iddiasını taşıyan pek çok çalışmanın kapsamı ise genellikle başlıklarının çağrıştırdığının tersine
günümüz Türkiye’sinin sınırları içinde kalan bölgeyi ele almaktadır. Arap ülkelerinde milli tarihlerin
inşası süreci aynı şekilde bu ortak mirasın karanlıkta kalmasına hizmet edecek bir atmosferin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur.
Bu bildiri bu konudaki eksiklere dair tespitlerin yanı sıra Osmanlı Devleti’nin Arapların yaşadığı
bölgelerdeki eğitim politikasına, bu eğitim politikasının hedeflerine ve nasıl dönemleştirilebileceğine
dair gözlemler sunmayı hedeflemektedir.
∗
Doç. Dr., Đstanbul Üniversitesi, Siyasal bilgiler Fakültesi
175
ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI VE ORTADOĞU
Esma Torun Çelik∗
A. I. DÜNYA SAVAŞI VE ORTADOĞU
Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı öncesi Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarının büyük bir
kısmını henüz kaybetmemişti. Bununla beraber Đngiltere, Fransa gibi devletler başta olmak üzere
bölgeye Batılı devletlerin ilgileri her geçen gün artış göstermişti. 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20.
yüzyılın başlarında ise Doğu sorununun bir parçası olarak, Osmanlı’nın Arap ve Đslam toplulukları da
Batılı devletlerin açık etkisine maruz kalmıştı. Bu bölgelerde Batılı devletler kendi nüfuz alanlarını
oluşturmaya çalışırken başvurdukları temel yöntemlerin başında Osmanlı düşmanlığı yaparak, Arap
milliyetçiliğinin geliştirilmesiydi. Böylece Osmanlı ile din bağı gevşetilerek, gayrimüslim unsurlarda
olduğu gibi Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Misyoner okulları
başta olmak üzere Hıristiyan Araplar tarafından başlatılan milliyetçilik akımı ortaya 19.yüzyılın
başlarında ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Müslüman olan Arapları
da etkisi altına almayı başarmıştır. Bölgeye yerleşen Amerikan, Đngiliz ve Fransız misyonerler kurmuş
oldukları okullar aracılığıyla Arap milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. 20.
yüzyılın başlarında artık Arap milliyetçiliği örgütlü hale gelmiş ve giderek artan oranda güç
kazanmıştır.
II. Meşrutiyetin ilanına ilk zamanlar olumlu bir yaklaşım gösteren Arap milliyetçilik
hareketi, Đttihat ve Terakki’nin izlediği merkeziyetçi yönetim ve Türkleştirme politikaları nedeniyle
eyleme hazır bir hale gelmiştir. Türk milliyetçiliğinin doğuşu Türk-Arap ilişkilerini de olumsuz
etkilemiştir. Trablusgarp Savaşı sonrası bu bölgenin anlaşma yapılarak Đtalya’ya bırakılması nedeniyle
Türkler aleyhine olumsuz propagandalar artmıştır. Artık Türklerin Araplarla ilgilenmediği, Arapların
başlarının çarelerine bakması gerektiği yolunda yapılan propagandalarla, bir yandan Arapları Türklere
karşı kışkırtırken, diğer yandan da Arap milli bilincinin oluşmasını sağlamaya çalışılıyordu. Arapları
Türklere karşı olumsuz bir görüşlerin güçlenmesine neden olmuştur. Arap milliyetçiliğinin eylemsel
olarak ortaya çıkması ise, I. Dünya Savaşı’nda söz konusu olmuştur.
I. Dünya Savaşı başladığı zaman, Ortadoğu ve Đslam ülkeleri içinde Osmanlı Devleti ve Đran
dışında bağımsız hiçbir devlet yoktu. Bununla birlikte Mısır, Hindistan, Cezayir, Tunus, Fas, gibi
ülkeler Osmanlı’nın elinden çıkmıştı. Bunun yanı sıra petrol bölgesi olarak bilinen Ortadoğu’nun geri
kalan kısmı hala Osmanlı Devleti’nin elindeydi. Bu bölgeler içinde Suudilerin ve Şerif Hüseyin’in
elinde olan Osmanlı’dan kısmen bağımsız olan Arabistan torakları dışında Yemen Đmamlığı da özerk
∗
Doç. Dr. ,Kocaeli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi
176
yönetimiyle bu bölgede yer alıyordu. Zaman zaman ayaklanmasına rağmen Osmanlıya bağlıydı1.
Ancak bu topraklar batılı devletlerin çok önemli bir rekabet alanıydı. Aynı zamanda. Petrol bu bölgeyi
Osmanlı toprakları içinde neredeyse en önemli yer haline getirmişti. Bu nedenle savaş başlar başlamaz
itilaf devletleri bu toprakları Osmanlı’nın elinden almak için bir yandan paylaşma projelerini
hazırlarlarken, diğer yandan bu projelerin uygulanmasını kolaylaştırmak ve Osmanlı Devleti’ni devre
dışı bırakmak için Arap topraklarındaki milliyetçi güçleri harekete geçirmeye çalışmışlardır. Araplara
bağımsızlık vaat ederek, Osmanlı’ya karşı birlikte savaşma konusunda ikna etmişlerdir. Özellikle
Đngilizler Arapları kendi yanlarına çekerek, Osmanlı’ya karşı birlikte mücadele vermişlerdir.
Đtilaf devletleri, I. Dünya Savaşı’nın başlarında yaptıkları gizli anlaşmalarla Osmanlı
Devleti’nin topraklarını paylaşmışlardır. Đngiltere ve Fransa’nın 1916’da yaptığı Sykes-Picot
Anlaşmasıyla, Fransa bütün Suriye’yi, Musul’u, Kilikya’yı, Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerini
el koyuyordu. Đngiltere ise Musul dışında bütün Irak’ı hicaz, Necit ve Đran sınırından Kızıl Deniz’e ve
Akabe’ye kadar olan bölgeleri ve Filistin’in güneyine düşen sınır bölgelerini alıyordu. Anlaşmaya
göre Filistin uluslar arası bir bölge olacaktı. Đngiltere kendi payına düşen toprakların bir kısmını
doğrudan yönetimine alırken bir kısmını kendi kuracağı ve denetimine alacağı bir Arap devleti
aracılığıyla yönetecekti. Bu süreçte Đngiltere, Osmanlı’ya karşı savaşması için Mekke Emiri Şerif
Hüseyin ile pazarlığa girişmiş ve sonunda onu bağımsız bir Arap devleti vaadiyle razı etmiştir.
Đngiltere ayrıca Halifeliğe bir Arabın getirileceği sözünü de vermiştir2.
Şerif Hüseyin Đngilizlerle anlaştıktan sonra Osmanlıya karşı mücadeleye girişmiştir. Bütün
Arap Yarımadası olmasa da Şerif Hüseyin önderliğindeki Arap birlikleri, yüzyıllardır birlikte
yaşadıkları ve din kardeşleri olan Türk-Müslüman güçlerine saldırmışlar, kendi bağımsız devletlerini
kurma ümidiyle Haziran 1916’da ayaklanmışlardır. Arkasından da Kasım ayında Şerif Hüseyin
kendisini Arap Ülkeleri Kralı ilan etmiştir. Bu durum Türkler için büyük hayal kırıklığına neden
olmuştur.
Đngiltere bir yandan Filistin’de bir Arap devleti kurulması konusunda Şerif Hüseyin’e söz
verirken, diğer yandan onun rakibi olan Suudilerin lideri Đbn-i Suud (Abdülaziz) ile de anlaşarak aynı
bölgeyi onlara da vaat ederek desteklerini sağlamıştır. Đngilizler Filistin’i de içine alan birleşik bir
Arap devletini bu iki krala vaat etmişti. Đki lider çekişirken bu kez Đngiltere imzaladığı Balfour
Deklarasyonu ile bu bölgede bir Yahudi devleti kurma sözünü de vermişti. Bu konuda yapılan
hazırlıklar ve varılan anlaşmalar, verilen vaatlerden en çok bunun gerçekleşme olasılığının olduğunu
gösteriyordu. Ancak Arap liderler bu durumdan haberdar olmadan birbirleriyle de çekişiyorlardı.
1
Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, 4.B., Đstanbul, Marmara Kitap Merkezi, 2008,
136-137.
2
Laurance Evans, Türkiye’nin Parçalanması ve ABD Politikası (1914–1920), Đstanbul, Örgün Yayınevi, 2003, s.110-111.
177
Ekim Devrimi’nden sonra gizli anlaşmalar Rusya tarafından kamuoyuna açıklandığı için Arap
devletler aldatıldıklarını düşünmeye başlamışlardır.
Benzer bir gelişme de Afganistan için söz konusuydu. I. Dünya Savaşı’nın başında
Afganistan Emiri Habibullah Đngiltere’den bağımsızlık talebinde bulunmuştu. Đngilizler savaş boyunca
tarafsız kaldığı takdirde bağımsızlıklarını verebilecekleri sözünü vermişlerdi. Afgan halkı bu nedenle
cihat çağrısına uymamış ve tarafsız kalmıştır. Buna rağmen Đngilizler yine sözlerini tutmamışlardır.
Afgan Emirliğine geçen Emanullah Han bağımsızlık talebinin reddi üzerine Đngilizlere karşı
mücadeleye girişmiştir3.
Đngilizler 1916 yılı sonlarında ve 1917 yılı başlarında Mısır’dan ilerleyerek Filistin’i ve Irak
dâhil olmak üzere Ortadoğu’nun büyük bir kısmını işgal etmişti. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın
imzalanmasından hemen önce de Suriye’yi işgale girişmişti. Resmen tarafsız olan Đran da saldırıya
maruz kalmış ve Đngiliz birlikleri bölgeye girmeyi başarmışlardı4. Bu dönemde Arabistan
topraklarında da bir iktidar mücadelesi yaşanıyordu. Şerif Hüseyin’e birleşik bir Arap devleti sözü
verilmiş olmasına rağmen, Suudiler I. Dünya Savaşı sırasında Đngilizlerle işbirliği yaparak topraklarını
genişlettiler. Đngilizlerin Doğu ve Güneydoğu Arabistan’a ilgisini bildikleri için, iki ciddi rakibi olan
Yemen Đmamlığı ve Hicaz Kralı Şerif Hüseyin’e saldırdı. Suudiler, bölgeyi tek başına ele geçirmek ve
kendi devletlerini kurmayı amaçlıyorlardı5.
Đngilizlerin istediği ve planladığı gibi bölgede istikrarsız bir ortam yaratılmıştır. Bu durum
Đngilizlerin bölgeye kolayca egemen olmasına katkı sağlamıştır. Bölgedeki karışıklıklar işgallere
zemin hazırlamış ve bütün Ortadoğu’nun itilaf güçlerinin denetimlerine girmeleri ihtimali ortaya
çıkmıştı. Bununla beraber, savaşın sonuna gelindiğinde son bağımsız iki Müslüman ülkesinin de
bağımsızlıkları da tehlikeye düşmüştü.
Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Osmanlı’nın Ortadoğu toprakları büyük ölçüde
Đngiltere ve Fransa’nın işgali altına girmiştir. Bu tarihten sonra ateşkes anlaşmasında olmamasına
rağmen, işgal güçleri bölgeyi denetimleri altına almışlardır. Mütarekeden hemen sonra kendilerine
vaat edilen bağımsız bir Arap devleti sözünün yerine getirilmeyeceğini hem Arap kamuoyu hem de
Şerif Hüseyin yavaş yavaş görmeye başlamıştı. Buna rağmen Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal,
Hicaz Arap Devleti adına yine de Đngilizlerin isteği olan Yahudilerle anlaşmaktan geri durmadı.
Filistin’de Yahudi göçünü kabul eden anlaşmaya imza atmıştı. Ama bu imza bile Faysal’a herhangi
3
Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşımızda Türk-Afgan Đlişkileri, Đstanbul, Kaynak Yayınları, 2002, s.27–28.
4
Bernard, Lewis, Ortadoğu, çev. Mehmet Harmancı, 1996, Sabah Yayınları, 1996, s.266–267.
5
A.g.e., s.268-269.
178
bir şey kazandırmayacak, bununla beraber Filistin’e göçlerle bölgedeki Yahudi nüfusu kısa zamanda
büyük artış gösterecektir6.
Savaş yıllarında işgal altında olmayan toprakların bile itilaf güçleri tarafından kısa zamanda
işgal edilmesi Đngilizlerle işbirliği yapan Arap liderleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu nedenle
Ortadoğu halkları kısa bir zaman sonra başlayacak olan Türk ulusal mücadele hareketine karşı ilgi
duymaya ve bazen de ortak hareket etmeye girişeceklerdir. Milli mücadeleye destek vererek, Đtilaf
güçlerini sözlerini tutma konusunda zorlamayı amaçlamaktadırlar.
B. I. DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUNDA ORTADOĞU DURUMU Ve MĐLLĐ
MÜCADELE ÖNDERLERĐNĐN ĐLĐŞKĐ KURMA ÇABALARI
Mondros Ateşkes Antlaşması’nda Osmanlı’nın Ortadoğu’daki toprakları için herhangi bir
karar söz konusu değildir. Ancak ateşkesin imzalanmasından hemen sonra I. Dünya Savaşı yılları
içinde imzalanan gizli paylaşım anlaşmaları fiilen uygulamaya konularak, Osmanlı’nın savaş içinde
işgal edilemeyen toprakları da işgal edilmeye girişilmiştir. Bir yandan Anadolu işgal edilirken, diğer
yandan Ortadoğu’daki topraklar Sykes-Picot Anlaşması’na uygun olarak, Đngiltere ve Fransa arasında
pay edilmişti. Ocak 1919’da toplanan Paris Kongresi ile de resmi taksimat gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Amerikan Başkanı W. Wilson’un yenen devletlerin yenilenlerden toprak almaması ilkesine aykırı
tutum alamayacaklarını düşünmüşlerdir. Buna çözüm olarak da doğrudan toprak ilhakı yerine, ilgili
ülkeleri itilaf güçlerinin himayesine sokan manda sistemi uygulamaya koyulmuşlardır. Bu durumda
Osmanlı’nın Ortadoğu’daki toprakları manda sistemi altında Đngiltere ve Fransa tarafından
paylaşılmıştır. Filistin ve Irak Đngiliz mandasına verilirken, Suriye ve Lübnan da Fransa himayesine
sokulmuştur. Geri kalan kısım da yine Đngiliz nüfuzu altında olacaktır.
19 Mayıs 1919’da işgalcilere karşı mücadeleye girişen Mustafa Kemal önderliğindeki ulusal
hareket, mücadelenin amaçlarını, sınırlarını ve yöntemini ortaya koydukları ve 28 Ocak 1920’de kabul
edilen Misak-ı Milli’nin 1.maddesinde (ulusal ant) Osmanlı’nın Arap toprakları üzerinde hak iddia
edilmiyordu. Bu belgede, 30 Ekim 1918’de ateşkes ilanından önce düşman işgalinde olan Arap
topraklarının geleceğine, burada oturan insanlar tarafından karar verilmesi öngörülüyordu. Esasen bu
madde, bölge halkı isterse Türkiye’ye katılabilme noktasında açık kapı bırakma anlamını taşıyordu.
Gelecekte bölgedeki Arap halklar istedikleri takdirde Türkiye ile birleşebilirlerdi7. Ancak bunun
gerçekleşmesi pek de olası gözükmüyordu.
6
Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-Đsrail Savaşları (1948–1988), Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, 1991,
s.33–35.
7
Özlem Tür, “Türkiye – Filistin- 1908–1948: Milliyetçilik, Ulusal Çıkar ve Batılılaşma”, Ankara Üniversitesi SBF C.62, S.1,
s.235.
179
Ulusal
mücadelenin önderleri Đslam dünyasının içinde bulunduğu bu durumdan
kurtulabilmenin tek yolunun ortak hareket etmek olduğunu düşünüyordu. Yüzyıllardır ortak tarihi ve
ortak kaderi paylaşan ve aynı dine mensup olan bu halklar, kendilerine karşı yapılan haksızlıklara
beraberce direnirlerse başarılı olabileceklerine inanıyorlardı. 20.yüzyılın başında çaresizlik içinde
bulunan Đslam dünyası, kurtuluş, için çeşitli çareler aramaya başlamıştır. Türk ulusal mücadelesinin
yeni başladığı dönemde önce Afganistan’da Emanullah Han tahta geçtikten sonra Đngiltere’ye karşı
bağımsızlık için mücadele etmeye girişmiştir. Đran ise, Asya’da yayılan Bolşeviklik hareketinden
yararlanarak Đngiliz himayesinden kurtulmaya çalışıyordu. Libya’da Senusiler Đtalyan iktidarına direnç
göstermeye başlamışlardır. Mısır’da ve Yemen’de de Đngiliz himayesine karşı muhalefet hareketleri
baş göstermişti. Kısa bir süre sonra Irak’ta da ihtilal ortaya çıkacaktır8.
1919 yılı Ocak ayında başlayan Paris Barış Konferansı öncesinde Şerif Hüseyin’in oğlu Emir
faysal Şam’da kendi yönetimini kurmuştu. Irak, Suriye, Filistin ve Arap toprakları Đngiltere’nin
yönetimi altındaydı. Arapların sözcüsü olarak Paris’e gelen Emir Faysal, bağımsızlık sözünü karşılık
Filistin’e göç izni veren bir anlaşmaya imza atmıştı. Konferans görüşmelerinin beklentilerini
karşılamayacağını gören Arap milliyetçileri Đngilizlere ve özellikle de Fransızlara karşı cephe almıştır.
Türk milliyetçileriyle temasa geçtikleri gibi yer yer bölgelerine ayaklanma çıkarmaya da giriştiler.
Bölgede Türklere ve Türk ulusal hareketine karşı sempati artmıştır. Suriye bölgesinden Kasım
1919’da Đngilizler çekilirken, Fransız birliklerinin yerleşmesinden sonra Türk ulusal hareketine ilgi ve
destek daha da artmıştır9.
Mustafa Kemal, Ortadoğu dünyasının içinde bulunduğu durumun farkındaydı. Emperyalist
güçlerin savaş yıllarında bu bölgede halkı nasıl kullandıklarını ve yaptıkları baskıları biliyordu.
Şam’da görevi nedeniyle bir süre kaldığı ve Trablusgarp Savaşı sırasında bölgede gönüllü olarak
savaştığı için bölgedeki halkaları tanıyordu. Bununla beraber emperyalist güçlerle ayrı ayrı ve tek
başına savaş yapmanın zorluğunun bilincinde olarak, bütün Đslam dünyasının ortak olarak hareket
etmesi gerektiği kanısındaydı. Belki bütün olarak olmasa bile Đngiltere ve Fransa gibi ülkelerin
sömürgelerinde çıkarılacak ayaklanma ve muhalefet hareketlerinin bu ülkeleri zor durumda
bırakacağını ve dolayısıyla işgalden vazgeçirebileceğini düşünüyordu. Hayal kırıklığı yaşayan ve
tepki koymaya çalışan Ortadoğu toplumlarını işbirliği yapmaya ve sömürgecilere karşı mücadeleye
geçmeleri için cesaretlendirmek gerektiğine inanıyordu.
Bu nedenle Ortadoğu’daki Đslam ülkeleriyle ilk temas Đstanbul Hükümeti tarafından Đsmet
Bey aracılığıyla başlatılmış olup, milli mücadelenin başlamasıyla Ankara Hükümeti bu ilişkileri kendi
8
Metin Hülagü, “Türk Kurtuluş Savaşı Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Yolu, Yıl 7, C.4, S.13 (Mayıs
1994), s.10–11.
9
Türk Dış Politikası, C.I, 5. B., ed. Baskın Oran, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002, 197-202.
180
üzerine alarak yürütmüştür10. Esasen gayri resmi olarak veya Đslam ülkeleri kamuoylarını etkilemek
ve milliyetçi örgütlerden destek sağlamak için daha önce Sivas Kongresi’nden başlayarak, çeşitli
zamanlarda beyannameler yayınlanmıştı. Bu beyannamelerde tüm Đslam halkının birlikte ortak
düşmana karşı mücadele etmesi ve birleşmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Savaştan sonra gerek Türk tarafına gerekse Ortadoğu’daki halkalara bakıldığında, I. Dünya
Savaşı sırasında yaşanan olaylar nedeniyle iki halk arasındaki karşılıklı olumsuz düşüncelere yer
verilmediği görülmektedir. Savaş sırasında Şerif Hüseyin’in önderliğinde Osmanlı’ya karşı
Đngilizlerle işbirliği yapması, savaş sonrası iki ülkenin içinde bulunduğu son derece olumsuz koşullar,
geçmişin hatırlanmasına engel teşkil etmiştir. Geçmiş için yapılacak bir şey olmadığını, ama
Ortadoğu’daki Müslüman halklarla Türklerin geleceğinin kurtarılabileceği konusunda ortak bir fikir
içinde işbirliğine girişmişlerdir. Geçmişte yaşananlardan çok mevcut durumun vahameti üzerinde
durulmuş ve işbirliğinin gerekçesi olarak çoğunlukla dindaşlık ve ortak yazgı öne sürülmüştür.
Ortadoğulu ülkelerle Türkiye arasında milli mücadele döneminde çok etkili olmasa da bazen
olumsuz gelişmeler de yaşanmıştır. Paris Barış Konferansı sırasında Osmanlı’nın parçalanmasından
pay almaya çalışan Đran, Đngiliz Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı yazıda Aras ırmağından başlayarak,
Derbend’e kadar uzanan ve sınırı Tiflis, Kars, Erzurum’un yakınından geçerek Erivan ve
Elizabetopol’u içine alan geniş bir bölgeyi talep ediyordu. Đngiltere bu isteği hayali ve gülünç bulduğu
için ciddiye bile almamıştır. Zaten bu talepler bu dönemde Türk-Đran ilişkilerinde etkili olmamıştır11.
Ortadoğu’daki devletlerin Türklerin milli mücadelesine ilgi duymalarının birçok nedeni
vardır. Bunların başında Đtilaf güçlerinin bağımsızlık vaatlerinin tam tersi bir politika izleyerek
topraklarını işgal etmeleri ve bağımsızlık istekleridir. Türklerin Batılı güçlere karşı başlattığı bu
mücadele onlara hem cesaret vermiş hem de ilham kaynağı olmuştur. Bununla beraber Mustafa
Kemal’i Ortadoğu ve Đslam dünyası ile ilişkiye iten nedenlerin başında yine Anadolu’nun işgal
edilmesi ve toprakların paylaşılması nedeniyle ortak bir düşmana karşı birlik içinde mücadele etme
gereğidir. Bunun yanı sıra Đslam devletlerinin neredeyse tamamının işgalci güçlerinin yönetimde
olması nedeniyle Batılı ülkelerin Arap bölgelerindeki iktidarlarını tehdit etme ve böylece Anadolu ile
ilgili planlarından vazgeçirmeye çalışma sayılabilir. Mustafa Kemal bu süreçte Ortadoğulu
devletlerden destek sağlamak ve işgalci güçlere karşı kışkırtmak için bazı girişimlerde bulunmuştur.
Bir yandan beyannameler yayınlayarak bütün devletlere dağıtılmasını sağlamak, diğer Đslam
ülkelerindeki milliyetçi güçlerle ve muhalif hareketlerle irtibata geçerek işbirliği yapmak ve
propaganda için gazete ve dergilere destek sağlamak bu dönemde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının
izlediği temel politikalardandı. Bu noktada Đslam dini ve Đslami öğeler sıklıkla kullanılmış, hatta
Doğulu ülkelerde yakın ilişkilerin kurulması sağlamıştır.
10
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1991, 229;
11
Selâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, 3. B., Ankara, TTK, 1995, s. 42.
181
C. MĐLLĐ MÜCADELEDE ĐŞBĐRLĐĞĐ
Mustafa Kemal, Türk ulusal mücadelesinin daha örgütlenme aşamasından itibaren zaman
zaman Đslam dünyasına beyannameler yayınlayarak onların maddi ve manevi desteklerini sağlamaya
ve siyasi etkilerini genişletmeye çalışmıştır. Dini duyguları harekete geçirmeye yönelik demeçler
vermekten ve birlik olmak gerektiğinin sık sık altını çizmekten geri kalmamıştır. Sivas Kongresi’nin
toplanmasından yaklaşık bir ay sonra Suriye halkına bir beyanname yayınlamıştır. 9 Ekim 1919 tarihli
bu beyannamede Mustafa Kemal, sözlerine “zorba bir yönetimin eline düşmüş talihsiz bir ulus” olarak
nitelediği Türk ulusunun sesine kulak vermelerini ve kötü niyetli düşmanlarının sözlerine
inanmamalarını isteyerek başlar. Aralarındaki anlaşmazlıklara ve tahrik edilmeye çalışılan ayrılıklara
önem verilmemesini, ortak düşmana karşı işbirliği yapmaları ve silahlarını ülkeyi bölmek isteyenlere
çevirmeleri gerektiğini belirtmiştir. Onu dinlemezlerse yine kendilerinin üzüleceği uyarısında
bulunarak, “dinsiz ve imansız” olarak nitelendirdiği düşmanlarının sözlerine kanmamalarını, ülkeyi ve
Đslam dinini düşmanların elinden kurtarmalarını istemiştir. Allahın izniyle ortak inançla bir araya
toplananların çarpışmaya karar verdiğini, Konya’nın ve Bursa’nın temizlendiğini, hakka inanan
mücahitlerin yakında din kardeşlerinin ziyaretçisi olacağını ve düşmanı püskürteceklerini belirtmiştir.
Beyannamenin sonunda din kardeşi gibi yaşayıp, düşmanı birlikte yenmelerini talep etmiştir12. Bu
beyannamede din olgusu ve dindaşlıkları söz konusu edilerek Suriye halkının desteği sağlanmaya
çalışılmıştır.
Đslam dünyasına yayınlanan beyannameler içinde en önemlilerinden biri Đstanbul’un işgalinin
ertesi günü 17 Mart 1920’de Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal’in yayınladığıdır. Mustafa
Kemal bu beyannamesinde Đstanbul’un işgal edildiğini haber verirken, işgalin Osmanlı saltanatından
çok, özgürlük ve bağımsızlıklarının dayanağı olarak halifelik kurumunu gören tüm Đslam dünyasına
yapıldığını ileri sürmüştür. Batılı ülkelerin, Asya’da ve Afrika’da peygamberin beğeneceği özgürlük
ve bağımsızlık yolundaki mücadelesine devam eden Đslam dinine mensup olanların manevi kuvvetini
kırmayı ve Đslam hürriyetini yok etmeyi amaçladığını savunmuştur. Son “haçlı seferi” olarak
adlandırdığı bu işgalin sona erdirilmesi için tüm Đslam dünyasının birlikte mücadele etmesi
gerektiğini, eğer işbirliği içinde savaşılırsa başarının kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır13.
Mustafa Kemal, TBMM adına 9 Mayıs 1920 tarihli beyannamesinde dinsel duyguları
harekete geçirmeyi amaçlamış olmalıdır. Tamamen dinsel motiflerle yazdığı bu beyannamede
Anadolu’daki işgalcilere karşı ağır ifadeler kullanmıştır. Đslamın son hilafet merkezinin düşman
silahlarının gölgesine düştüğünü, işgalci güçlerin Yunan güçlerini ve Ermenileri Anadolu’ya
12
Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.4 (1919), Đstanbul, Kaynak Yayınları, 2000, 251.
13
A.g.e., C7, s. 138-139.
182
saldırttıklarını, onlara av alanı yarattıklarını belirterek, Anadolu halkının her türlü araçla düşmana
karşı koymaya çalıştığını vurgulamıştır. Đşgalcilerin hiçbir sözlerinde durmadıklarını, kendilerini de
halifeye isyan eden günahkârlar grubu olarak nitelendirerek Đslam dünyasını kandırmaya çalıştıklarını
ifade eden Mustafa Kemal, bu tür yalan ve yanlışlara, tamamen Arapları ve Türkleri birbirlerine karşı
kışkırtmaya yönelik bu propagandalara inanmamaları gerektiği kon usunda uyarılarda bulunmuştur.
Mustafa Kemal mücadeleleri konusunda destek talebini ve Đslam toplumlarının birleşme önerisini bir
kez daha ifade etmiştir14.
Mustafa Kemal’in başta Suriye ve Irak milliyetçileriyle işbirliğine gitmesinin Türk milli
mücadelesi açısından önemi büyüktür. Özellikle Suriye ve Irak’ta Fransızlara karşı girişilen düşmanın
mücadelenin nedeninin Kilikya, Maraş ve Antep’teki düşman saldırılarına karşı ulusal güçlere yardım
etmek olduğunu belirtmiştir. Bu sayede Fransızların Suriye’den çıkamadıklarını ve durumun da
Maraş’ın kurtarılmasına katkı sağladığını vurgulamıştır. Ayrıca izledikleri bu politikanın Fransızları
Türk milliyetçilerine anlaşma zemini arama yolunda yaklaştırdığını ileri sürmektedir. Türk
milliyetçilerinin izlediği bu siyasetin sonunda Fransızlar Sivas’a kadar gelerek Kilikya’yı boşaltma
önerisini sunmaya ittiğini ifade etmiştir. Böylelikle Heyet-i Temsiliye’nin güneydoğu sınırlarındaki
Arap ülkelerindeki yerli halkla işbirliği politikası, Fransızları iki cephede mücadele etmeye zorlamış,
bu durumda Fransızları milliyetçilerle anlaşmaya itmiştir. Irak sınırında da benzer şekilde bölgedeki
yerel halkla işbirliği içinde sınır olayları çıkartma politikası, Đngilizleri bölgede bir hayli zorlamıştır15.
Milli mücadele döneminde Ortadoğulu devletlerle ulusal hareketin önderleri arasındaki
ilişkiye kısaca bakalım.
1. Suriye ile ilişkiler
Mustafa Kemal başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm Ortadoğulu ülkelerle işbirliği yapmaya
milli mücadelenin ilk yıllarından itibaren başlamıştır. Suriye’de işgale uğrayınca Anadolu hareketini
örnek alarak kuvayi milliye teşkilatları kurmaya girişmişlerdir. Suriye-Filistin Müdafaai Kuva-yi
Osmaniye Heyeti kurularak, başına da Antep kumandanı Özdemir Bey16, getirilmiştir. Bu teşkilatın
faaliyetlerini genellikle Halep şubesi yürütüyordu. Bunun nedeni ise Halep de Türk’ün çok olması ve
Türk sınırlarına yakın olmasıydı. Türk genelkurmayı ile ilişki içindeydiler. Silah ve malzeme yardımı
alıyorlardı. Milli mücadele döneminde Fransızlara karşı savaşmışlar ve Anadolu içlerine Fransızların
girmesini engellemeye çalışmışlardır Üç dilde beyannameler (Türkçe-Arapça ve Fransızca)
hazırlayarak, Fransız sömürgelerinden gelen Müslüman askerlerinin bazılarını etkilemeyi ve Fransız
14
A.g.e., C. 8, s.202-205.
15
Sonyel, C.I, s.194.
16
Gerçek adı Ali Şefik Bey olup Özdemir Bey takma adıdır.
183
ordusundan kaçmasını sağlamayı başarmışlardır. Đki ülke arasındaki işbirliği her geçen gün
gelişmiştir. Bu işbirliğini Fransa’ya duyurmak için de çaba harcamışlardır17.
Suriye’de Fransız işgaline karşı verilen bu mücadeleye rağmen, 1920 yılı ortalarında
Fransızlar Kral Faysal’dan Suriye’deki Fransız mandasını tanımasını istemiştir. Faysal karşı çıkmış ve
Suriye halkı Fransa ile savaşmış, ancak Fransızların Suriye’yi bütünüyle işgal edip manda yönetimini
kurmasına engel olamamıştır. Bunun üzerine Kral Faysal ve bazı milliyetçiler ülkeyi terk etmek
zorunda bırakılmışlardır18.
Fransız mandası altına girmiş olmalarına rağmen Suriye halkı Anadolu’daki mücadeleye
kayıtsız kalmamıştır. Milliyetçi güçler çok sınırlı ve gizli biçimde destek vermeye çalışmışlardır. Bu
destek Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması’na kadar sürmüştür. Mustafa Kemal Sakarya Savaşı
kazanıldığı zaman Şam müftüsüne bu zaferi bildirmiş ve Đslam dünyasını başarıya ulaşması için
mevlit ve dua okunmasını istemiştir. Bu zafer haberi Şam’da ve Halep’de büyük sevinçle karşılanmış
ve şenliklerle kutlanmıştır. Mustafa Kemal’e tebrik telgrafları çekerken O’na “Seyfu’l-Đslam” unvanı
vermişlerdir. Camilerde mevlit okutulmasının yanı sıra on bin altın lira para toplayarak Anadolu’ya
göndermişlerdir19.
Mustafa Kemal, Suriye milliyetçileriyle yaptığı yazışmalarda Suriye, Irak ve Türkiye
arasında bağımsızlıkları sağlandıktan sonra bir konfederasyon kurulması konusunda yapılan öneriyi
kabul ettiğini belirtmiştir. Suriye basını da bağımsız tek Đslam ülkesi olan Türkiye’nin etrafında
toplanılması konusunda sıklıkla uyarılarda bulunmuştur. Milli mücadeleyi destekleyen yazılarının
yanı sıra tüm Müslümanları Mustafa Kemal ve halife etrafında toplanmaya çağırmışlardır20.
Milli Mücadelenin ilk yılında Mustafa Kemal ile Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Emir
Faysal arasında dokuz maddeden oluşan bir anlaşma yapıldığı yolunda haberler çıkmıştır. Bu
anlaşmada ile karşılıklı yardımlaşma, işgalci güçlere karşı tüm Đslam dünyasının harekete geçirilmesi,
Hilafetin Türklerde kalması gibi esaslar kabul edilmişti. Ancak böyle bir anlaşmanın gerçekte olup
olmadığı belirsizliğini korumaktadırlar. Taraflar böyle bir anlaşma yaptıklarını açıklamadıkları gibi
belgelerde de saptanamamıştır. Bu iddianın Paris Konferansı’nda Ermeni temsilcisi Bogos Nubar Paşa
tarafından Đtilaf güçlerini kışkırtmak için yapıldığı da ileri sürülmektedir21. Ancak bu anlaşmada yer
alan birçok madde daha önce taraflar arasında söz konusu edilen konular olduğundan ve Faysal
17
Ömer Osman Uyar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda Đdaresi altında Suriye (1908–1938), Ankara, Atatürk Araştırma
Merkezi, 2004, 427-432.
18
A.g.e., s.435-451.
19
Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.45, C.XV
(Kasım 1999), s.905.
20
Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.909–910.
21
A.g.m., s.913.
184
Mustafa Kemal’in temsilcisi ile görüşmüş olduğundan böyle bir anlaşma yapılmış olma olasılığı da
şaşırtıcı olmayacaktır.
Đtilaf devletlerinin Anadolu’yu işgal ederek Türk yönetimine son verme çabaları karşısında
Mustafa Kemal, bu devletlerin yönetimi ve denetimi altındaki Đslam ülkelerinde muhalefet
hareketlerinin ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmıştır. Hatta “yeni haçlı seferi” olarak adlandırdığı bu
savaşa karşı koymak için tüm Đslam ülkelerinin işbirliği içinde olmalarını ve Anadolu hareketine
yardım etmelerini istemiştir. Bu bağlamda Irak’ın milli ve dini önderleriyle ilişki kurularak, onlardan
her türlü yardım sağlanmaya çalışılmıştır. Iraklıların Đngiliz güçlerine karşı bir mücadeleye sevk
edebilmek için de gizli ve açık propaganda faaliyetlerinde bulunulmuştur. Bu faaliyetlerin yanı sıra
Đngiltere’nin izlediği politikalar da Iraklı yurtseverlerin Kemalist harekete sempatisini arttırmıştır.
Buna karşılık Kemalist hareketin önder kadrosu, Đngilizlere karşı mücadele eden Iraklı yurtseverleri
hem para ve silah hem de asker bakımından desteklemişlerdir. Ayrıca Irak’ta milli uyanışın ve
heyecanın oluşmasında Kemalistlerin propagandalarının etkisi bir hayli fazla olmuştur22.
1921 yılında Suriye’yi terk etmek zorunda bırakılan kral Faysal Irak krallığı tahtına
oturduktan sonra Đngilizlerin ve Fransızların istediği gibi bir tutum içine girmiştir. Sınır boylarındaki
Türk güçlerinin ve onları destekleyen Iraklı direnişçilerin etkinliklerini kırmak için Fransızlarla
işbirliğine bile girmişti. Hatta “Türk fesadı” adını verdiği Türkleri destekleyen propagandaları
engellemeye çalışıyordu23. Onun bu tutumu daha önce Suriye kralı iken Türk ulusal mücadelesine
olumlu bakışı ve destekleyici tutumu samimi olmadığını, o dönemdeki şartların ve olayların etkisiyle
ve kendini korumaya yönelik bir eylem olduğu ortaya çıkıyor. Tahta onu çıkaran ve oturmasını
sağlayan Đngilizler olduğundan, tahtını korumak için, efendisinin çıkarlarıyla kendi çıkarlarını
özdeşleştirmiş ve Kemalist harekete tamamen düşman bir tutum içine girmiştir.
Ankara Antlaşması yapılarak Fransa’nın milli mücadelede devre dışı bırakılması ve
Anadolu’nun işgaline son vermesi başlatılan ilişkilerin gevşetilmesine neden olmuştur. Fransa
Türkiye’nin izlediği politikaların da etkisiyle Türk topraklarını terk edip mandası altındaki Lübnan ve
Suriye bölgesinin yönetimine dikkatini vermiştir.
2. Filistin halkı ile
Ulusal savaşın sona ermesinden sonra de facto olarak Filistin’de Đngiliz yönetimi başlamıştı.
Đngiliz yönetiminin başlaması nedeniyle Filistinli Müslümanlar, Türk yönetimini Đngilizlere tercih
ederek, Türklerin bölgeyi yeniden yönetimine alması konusunda istekleri artmıştır. Bu nedenle
22
Quassam Kh.Al-Jumaily-Đzzet Öztoprak, Irak ve Kemalizm Hareketi, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1999, s. 30-32.
23
A.g.e., s.47-50.
185
Filistinli Müslümanlar milli mücadeleyi yakından izlemişlerdir. Türk ordusunun Đzmir’e girmesi
Filistin’de sevinç gösterileriyle karşılanmış, Kudüs Mustafa Kemal’in resimleriyle donatılmıştır.
Savaş sırasında yardım toplanarak Türk milli mücadelesine bağış yapılmıştır. Nablus’da halk
pencerelerine Türk bayrakları asmış ve camilerde dualar okunmuştur. Türklerin mücadeleyi
kazanmalarına bu denli sevinmelerinin nedenlerinden biri, bu zaferle Sevr’in geçersiz kılınması ve
böylece Sevr’de Đngilizlere bırakılan Filistin’in kaderinin de değişeceği inancıdır24. Ancak Misak-ı
Milli’ye göre bu bölgelerin kendi kaderlerini tayin hakkı kendilerine bırakılmasının öngörülmesine
rağmen, Đngilizler bu bölgeyi mandaları altına almışlardır. Bölgedeki Arap halkı bu kadere karşı
koyup bir mücadele başlatsaydı, Türkiye’nin bu desteklemesi söz konusu olabilirdi. Ancak bu
olmayınca topraklarını işgalden kurtarmak için mücadele veren Türkiye’nin bölgenin bağımsızlığı
konusunda uluslar arası platformlarda bunu dile getirmekten başka yapacağı başka bir şey kalmıyordu.
3. Libya
Mustafa Kemal ile ilişki içinde olan Arap liderlerden biri de Şeyh Ahmet es-Senusi’dir. 19.
ve 20. yüzyılda Libya’da çok etkin bir tarikattır. Milli mücadeleye hizmet etmek istediğini bildirmesi
üzerine Mustafa Kemal, itilaf güçlerine karşı Arap ve Đslam topluluklarını harekete geçirme ve
kışkırtma görevi vermiştir. Bu amaçla Anadolu’nun çeşitli yerlerine giderek camilerde hutbeler
okumuş ve Đslamın kurtuluşu için milli mücadeleyi desteklemeleri gerektiği konusunda halkı ikna
etmeye çabalamıştır. Daha sonra Arap topraklarında da propaganda faaliyetlerini sürdürmüştür. Şeyh
Senusi Ankara Hükümeti’nin hazırlattığı karşı fetvanın da en önemli destekçilerinden biri olmuştur25.
Libya halkı da milli mücadeleye yakın ilgi göstererek, manevi olarak mücadeleye destek vermiştir.
4. Đran ile ilişkiler
Savaşın sonunda Đran’da bağımsızlığını kaybetme korkusu yaşamıştır. Buna rağmen,
Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinden biri olan Đran ise milli mücadelenin ilk başlarında Türk ulusal
hareketine pek de olumlu yaklaşmamıştır. Hatta Osmanlı’nın paylaşımından pay kapma derdine
düşmüştür. Đran Dışişleri Bakanı Mart 1919’da Đngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı bir yazıda
Paris barış Konferansı’nda görüşülmesi için Osmanlı sınırından toprak talebinde bulunmuştur. Ancak
Đngilizler bu teklifi ciddiye almamışlar ve gülünç bulmuşlardır26. Ancak 1919 yılı Ağustos ayında
Đngiltere ile özel bir anlaşma yapan Đran, bu ülkenin himayesi altına girmişti. Ancak Türk
24
Tür, s.235.
25
Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.920-921.
26
Sonyel, s.42.
186
milliyetçilerinin de etkisiyle Đran milliyetçileri böylesi bir anlaşmaya sert tepki gösterdiği için Đran
Meclisi bu anlaşmayı onaylamamıştı. Đngiltere içinde bulunduğu durum nedeniyle Đran’a baskı
yapamadığından, bu kez Rusya Kuzey Đran’ı ele geçirmiştir. 1920 yılında Rıza Han, darbeyle
kendisini önce başkomutan ve Savunma Bakanı, 1921’se ise başbakan ilan etmiştir. Türk milliyetçileri
Đran ile 1921’de siyasi ilişkilere girmişlerdir. Ayı yıl ilk olağanüstü Đran elçisi Mümtazü’d-devle
Ankara’ya gelmiştir27. Böylece Đran ile Ankara Hükümeti arasında dostluk ilişkileri kurulmuştur. Bu
tarihten sonra Đran Anadolu’daki ulusal harekete karşı olumlu bir tutumu benimsemiş ve yakından
izlemiştir. Ama milli mücadeleye yardımı konusunda herhangi bir kayıt yoktur.
6. Afganistan ile ilişkiler
Anadolu hareketine önemli destek veren Ortadoğu ülkelerinden bir diğeri de Afganistan’dır.
1919 yılında Emanullah Han liderliğinde verilen mücadeleyle Đngiltere’den kısmi bir bağımsızlık
kazanan Afganistan, Anadolu’daki milli mücadele hareketine sempatiyle yaklaşmışlardır. Emanullah
Han’ın Đngilizlere yönelik mücadelesinde de büyük olasılıkla Türk ulusal mücadelesi etkili olmuştur.
1 Mart 1921’de iki ülke arasında Moskova’da bir dostluk anlaşmasının yapılması ilişkilerin
yakınlaşması açısından büyük önem taşımaktadır. Diğer Đslam ülkelerine olduğu gibi Afganistan ile
ilişkilere büyük önem veren Ankara Hükümeti, daha 1920’de Kabil’e bir temsilci atamıştı28. Bu
tarihten sonra kurulan iyi ilişkiler iki ülkenin savaştan sonraki ilişkilerine son derece olumlu yansımış,
Afganistan Türkiye’den eğitim ve askeri alanlarda destek sağlamıştır. Savaş yıllarında ulusal hareketin
manevi destekçileri olan Afgan halkı, emperyalistlere karşı verilen bu başarılı mücadeleden cesaret
hem de ilham almışlardır.
7. Hicaz Emirliği
Milli mücadeleye destek sağlamak için Mustafa Kemal, bütün Đslam ülkelerine her fırsatta
çağrılarda bulunduğu gibi, temsilciler yollayarak işbirliği olanaklarını aramayı da hiçbir zaman ihmal
etmemiştir. Bu noktada ön yargılı bir tavır içinde olmamıştır. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı
Đngilizlerle işbirliği yapan Hicaz Emiri Şerif Hüseyin ile bile işbirliği yollarını aramak için çalışmıştır.
Đngiliz belgelerinde Mustafa Kemal, Đngilizlerle işbirliğini kestiği takdirde onu halife olarak
tanıyabileceklerini temsilcisi aracılığıyla Mustafa Kemal’in Şerif Hüseyin’e bildirdiği belirtilmektedir.
Şerif Hüseyin’den itilaf güçlerine karşı tutumunu kamuoyuna açıklayarak bu konudaki samimiyetini
de göstermesi istenmiştir. Ancak Şerif Hüseyin bu istekleri yerine getirmede tereddüt içinde
27
Aydın Can, “Atatürk Dönemi Türk-Đran Đlişkileri (1923-1938), http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/ arastirmalar/
aydin_can_ataturk_donemi_turk_iran_iliskileri.pdf, s.2-3.
28
Türk Dış Politikası C.I., s.207-209.
187
kalmıştır29. Bu bilgiler doğrulanmaya muhtaç olmakla beraber, Mustafa Kemal’in milli mücadeleyi
kazanmak için azami her kişiden ve her olaydan yararlanmaya çalıştığı göz önünde tutulursa bu
iddiaların doğru olabilirliği de ortaya çıkmaktadır.
Burada Ortadoğu ülkeleri içinde Türk ulusal hareketiyle yakın ilgili olanlar konusunda bilgi
verilmeye çalışılmıştır. Bu bölümde bahsedilmeyen diğer Ortadoğu ülkelerinin Mısır, Cezayir, Fas,
Tunus vs. gibi ülkeler, Đngiliz ve Fransız mandası altında olduklarından çok etkin politikalar
izleyememekle beraber, bölge halkları işgallere karşı tepki vererek sömürgeci devletleri tedirgin
etmişler ve manevi destek vermişlerdir. Đşgalcilere karşı kazanılan her zafer büyük sevinç ve gurur
kaynağı olmuştur bu ülkelerde de. Bununla beraber bahsetmediğimiz ancak bugünkü Ortadoğu içinde
olan devletlerin bazıları da bu tarihten sonra kurulmuştur.
D. ĐŞBĐRLĐĞĐ SÜRECĐNDE ÖNE ÇIKAN KONULAR
Milli mücadele döneminde Ortadoğulu Müslüman ülkeler işgalci güçlere karşı ortak
mücadele konusunda görüş birliğini büyük oranda oluşturmuşlardır. Bununla birlikte bu ülkeler
arasında bir Đslam Ülkeleri Birliği, Đslam Ülkeleri Konfederasyonu veya Đslam Birleşmiş Milletleri
gibi isimler altında bir birlik oluşturma konusunda da işbirliğine girişmişlerdir. Đslam Ülkeleri Birliği
kurulması konusunda yapılan önerilerin ilkini Rusya’yı da içine alacak biçimde ve Osmanlı
Halifesinin himayesinde olmak üzere Ankara Hükümeti, ikincisini ise kendi himayesinde olmak üzere
Rusya yapmıştır.
1920 yılı sonlarında Ankara Hükümeti Đslam devletleri arasında bir ittifak
oluşturmak için girişimlerde bulunmuşlardır. Bu birliği kurma amaçları Yakın ve Ortadoğu
Müslümanlarının ortak çıkarlarını Batılı devletlerin saldırısından korumak, sömürge haline
getirilmelerine engel olmak ve barışı sağlamaktır. Bu öneri ilk olarak Mustafa Kemal tarafından
yapılmıştır30. Ankara Hükümeti bu öneriyi yaptıktan sonra Ruslarla görüş farklılıkları ortaya çıktığı
için gerçekleştirilememiştir. Rusya’nın öneri ise Lozan Konferansı toplanmadan kısa bir süre önce
yapılmış, ancak Mustafa Kemal tarafından kesin biçimde ret edilmiştir31.
Đslam ülkeleri arasında bir federasyon oluşturma düşüncesi, Đslam cemaatinin panislamist bir
anlayışla halife koruması altına alınmasından ibaret olacaktı. Amaç, Đslam veya Arap ülkelerini
Türkiye’nin etkisi altında tutmaktı. Bu amaçla tüm Đslam ülkelerinin davet edileceği bir kongre
toplanması kararı alınmıştır. Ancak Đslam ve Arap ülkeleri, konferansta tartışma konusu edilecek
konulardan birinin hilafetin kurumunun yapısıyla ilgili olduklarını öğrendiklerinde katılmayı ret
etmişlerdir. Daha sonra kongrenin yeniden toplanması ve bir hilafet komitesi kurulması için
29
Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi s.925-926.
30
Gizli Celse Zabıtları, C.1, Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, 1985, s.36-37.
31
Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.928-929.
188
girişimlerde bulunulmuş olmasına rağmen tarih ve yer konusunda anlaşmazlıklar baş gösterdiği için
yine kongre toplanamamıştır. 1922 yılı başlarında Ankara Hükümeti, Ankara’da Mustafa Kemal’in
başkanlığında bir kongre toplanması konusunda yeniden öneride bulunmuştur. Böyle bir toplantının
yapılması için Mustafa Kemal’in önerisiyle, ön hazırlık niteliği taşıyan Suriye ve Filistinli Arap
liderlerin çabalarıyla Kahire’de bir Arap Kongresi toplanmıştır32.
Bir Đslam Federasyonu veya bir birlik oluşturma çabaları milli mücadele boyunca Ankara
Hükümeti tarafından zaman zaman önerilmesine rağmen, bu konudaki görüş farklılıkları bu fikrin
gerçekleştirilmesine engel olmuştur. Bu öneriden anlaşıldığı kadarıyla Ankara Hükümeti Đslam-Arap
veya Ortadoğu ülkelerinin liderliğine soyunmak istemektedir. Bunun yanı sıra kurulacak böyle bir
birliğin başında Ankara Hükümeti’nin olması, işgalcilere karşı etkin biçimde ortak bir mücadelenin
yapılmasında itici güç olacaktır. Ayrıca işgalcilere karşı Ankara Hükümeti’nin elini da oldukça
güçlendirecek, işgallere karşı caydırıcı rol oynayabilecektir.
E. MĐLLĐ MÜCADELE VE MAZLUM MĐLLETLER
Ulusal Bağımsızlık Savaşı yıllarında Đslam ülkelerinin her türlü desteğini ve ilgisini ve birlik
içinde hareket etmesini sağlamak için girişimde bulunmuştur. Onlarla işbirliği yapmasının tek nedeni,
sadece kısa vadeli savaşa destek sağlamak değildir. O dönemde Đslam ülkelerinin hepsi Batılı güçler
tarafından ya işgal edilmiş ya da sömürge durumunda olduğundan onları uyandırma amacına da
dönüktür. Mustafa Kemal amacının ezilen, sömürülen Müslüman halkları uyandırmak olduğunu pek
çok konuşmasında vurgulamıştır. Türk ulusal mücadelesinin de bu noktada önemli bir sorumluluğu
olduğunu, mücadelenin sadece Türk milli savaşı olmasının ötesinde bir anlam taşıdığının altını
çizmiştir. Daha ulusal mücadelenin başlangıcında önce kongrelerde arkasından yaptığı birçok
konuşmada Đslam ülkelerinin kurtuluşları konusunda görüşlerini dile getirmiştir. 27 Aralık 1919’da
tüm Müslüman bölgelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ne büyük bir bahtiyarlık olacağını,
bunun gerçekleşmesi halinde Đslam dünyasının ne kadar güçlü olacağını şimdiden hayal etmenin bile
büyük mutluluğunu hissettiğini belirtmiştir. Bu dönemde yapılan mücadeleyi bir uyanış olarak
nitelendirmiş ve başarı şansının çok büyük olduğunu savunmuştur33.
Mustafa Kemal bu savaşın sadece Türklerin savaşı olmadığını her fırsatta vurgulamıştır.
Emperyalizme karşı verilen bu mücadelenin, tüm Doğunun, Đslam ülkelerinin veya mazlum milletlerin
savaşı olduğunu her fırsatta vurgulamaktan kaçınmamıştır. Mustafa Kemal, 10 Haziran 1921 tarihinde
Afgan elçiliğindeki bayrak çekme töreni sırasında yaptığı konuşmada Đslam dünyasının esaret içinde
32
Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.932-933.
33
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk Söylev, C.III Vesikalar/Belgeler, 2. B., Ankara, TTK, 1999, s. 1740.
189
yaşadığını hatırlatarak, bu halkların istediği tek şeyin bağımsızlık olduğuna vurgulamıştır34. Gerçekten
o tarihte Đslam ülkelerinin çok büyük bir kısmı tamamen, çok azı da kısmen Batılı emperyalistlerin
işgali ve sömürüsü altındadır. Mustafa Kemal, bu durumu ortadan kaldırmak için dünyada yaşayan
bütün Arap, Đslam veya Ortadoğulu devletlerin aynı düşmana karşı ortak mücadelesinin zorunlu
olduğunu belirtmiş ve bu işbirliği için bazı yolları denemiştir.
Mustafa Kemal Büyük Taarruz’un hemen öncesinde Đran ile diplomatik ilişkiler kurulmuş ve
ilk Đran Büyükelçisi Ankara’ya gelmiştir. Bu gelişme üzerine Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aralof
yeni gelen Đran Büyükelçisi Mümtazü’d-devle Đsmail Han şerefine bir ziyafet vermiştir. Bu ziyafete
Mustafa Kemal’de davet edilmiştir. Đslam ülkeleriyle iyi ilişkiler kurma arzusunda olan Mustafa
Kemal, daveti kabul ederek bu ziyafete katılmıştır. 7 Temmuz 1922’de gerçekleşen bu davette bir
konuşma yapan Mustafa Kemal, Doğu uluslarıyla ve Rusya, Azerbaycan, Afganistan ve Đran ile
dostluklarının sadece duygular üzerine kurulu olmadığını, gerçek ve samimi dostlukla beraber
değiştirilemez esaslara sahip olduğunu ifade etmiştir. Hemen arkasından da bu savaşın sadece
Türklerin savaşı olmadığını, bütün mazlum milletler adına mücadele verdiğini belirterek, Türklerin
milli mücadele hareketiyle büyük bir sorumluluk aldığının altını çizmiştir. Türkiye’nin bugünkü
mücadelesinin sadece kendi hesabına olmuş olsaydı daha az kanlı ve daha çabuk bitebileceğini de
belirtmiştir. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi sadece kendi hesabına olmuş olsaydı, daha kısa, daha az
kanlı ve daha çabuk bitebileceğini de belirtmiştir. Türkiye’nin bu mücadelede büyük çaba harcadığını,
bunun nedeninin ise sadece bağımsızlığını kazanma olmadığını, savunduğu davanın bütün mazlum
milletlerin veya bütün Doğu’nun davası olduğundan, bu davayı başarıya ulaştırmak olduğunu
savunmuştur. Bu savaş bitene kadar da Doğu uluslarının kendilerinin yanında olacaklarına inandığını
da sözlerine eklemiştir35:
Mustafa Kemal bu konuşmadan bir hafta sonra Đran Elçisinin şerefine yaptığı konuşmada
Türklerin mücadelesinde Doğu milletlerinin, Đslam dünyasının ve uygarlık dünyasının yanlarında
olduğunu savunmuştur36.
Türk milli mücadelesi emperyalist ülkelere karşı verilen ilk mücadele olması bakımından
oldukça önemlidir. Sadece Türklerin bağımsızlıklarını kazandığı bir savaş değil, bütün işgal veya
manda sistemi altındaki halka, bağımsızlık mücadelesi için ilham kaynağı olmuştur. Emperyalist
devletlerin saldırılarına da set çeken bir mücadeledir. Bağımsız yaşamanın her ulusun en doğal hakkı
olduğu her fırsatta tekrarlayan Mustafa Kemal, milli mücadele kazanıldıktan sonra bile, Doğulu
34
35
36
Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.11, s.200.
Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.13, s.136-137.
A.g.e., s. 145.
190
halkların bağımsızlıklarına kavuşma konusunda ne denli umutlu olduğunu yapmış olduğu
konuşmalarda ortaya koymuştur37.
Kazandıkları zaferin sadece Türkiye’nin kaderini etkilemekle kalmayacağını, aynı zamanda
bütün zulüm gören acı çeken, yaşamlarını bağımsızlıkları tehdit altında tutulan milletlerin geleceğini
de değiştireceğini savunmuştur. Mustafa Kemal tasvir ettiği zulüm gören ve ezilen toplulukların en
başında yaklaşık üç yüz milyonu bulan nüfusuyla Đslam dünyası gelmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin
milli mücadelede kazandığı zafer, Endenozya’dan Hint Yarımadasına, Ortadoğuya, Fas’a kadar Batılı
ülkelerin sömürgesi altında olan Đslam ülkelerini büyük bir sevince boğmakla kalmamış, ülkelerin
esaretten kurtulup kendi bağımsız devletlerini kurma yolunda en önemli esin ve cesaret kaynağı
olmuştur38.
GENEL DEĞERLENDĐRME
I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı’nın bütün toprakları savaşı kazanan ve savaş içinde
paylaşım planları hazırlayan emperyalist güçler tarafından paylaşılmaya başlanmıştır. Osmanlı’da
milliyetçilik hareketlerinden en son etkilenen iki halk da savaştan sonra aynı kaderi paylaşmışlardır.
Savaş yıllarında Araplara söz veren ama tutmayan Đngiltere’ye karşı güvensizlik içinde olan
Ortadoğulu Đslam ülkeleri, Türklerle yakın zamana kadar ortak yaşadıkları deneyimlerin de etkisiyle
hareket etmişlerdir. Đşgal edilen ve sömürge yapılmaya çalışılan topraklarını geri almak ve bağımsız
olmak için harekete geçme gereği ortaya çıkmıştı. Bu noktada aynı kaderi paylaşan Türk halkı,
mevcut iktidara başkaldırarak, ülkesini işgalden kurtarıp bağımsız olma yolunda Mustafa Kemal’in
önderliğinde milli mücadeleyi başlatmıştı. Mustafa Kemal’in başlattığı bu mücadeleye büyük ilgi
gösteren Ortadoğu halkı, bu harekete en başta manevi destek vermişlerdir. Bunun yanı sıra
mücadelede tereddüt içinde olan Suriye, Irak ve Afganistan gibi bölgelerdeki milliyetçileri
cesaretlendirmiştir. Bölge ülkelerine çağrıda bulunan Mustafa Kemal, mücadelenin ilk zamanlarından
itibaren yardım ve destek vermeleri için çağrıda bulunmuştur. Mustafa Kemal’in Ortadoğu ülkelere
işbirliği çağrılarının birçok nedeni vardır. Bunların başında ortak düşmana karşı güç birliği yapmak ve
böylece güçlenmek ve savaşı kazanmaktır. Bununla beraber, güç birliği yapmaya bölge halkları
cesaret edemese bile, çoğu Đngiliz ve Fransız yönetiminde olan Ortadoğu ülkelerinde karışıklık
çıkarmalarını sağlayarak, işgalcileri tedirgin etmek, Anadolu’yu işgalden caydırma, Avrupa’da
kamuoyu yaratma amacı vardır.
37
Ergün Aybars, “Atatürk’ün Evrenselliği,” Atatürkçü Düşünce, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1992, 1267-1268.
38
Turhan Feyzioğlu, “Milli Kurtuluş Önderi Atatürk,” Atatürkçü Düşünce, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1992, 1216.
191
Bunun yanı sıra Mustafa Kemal’in işbirliği sürecinde önerdiği Đslam Birliği ve federasyonu
gibi çeşitli birlikler kurulması yolunda öneriler sunmasına rağmen, bunu gerçekten yapmak istediği
noktası tartışmaya açıktır. Çünkü Mustafa Kemal ulusal hareketin başından beri sadece işgalcilere
karşı silahlı mücadelede kararlılığını ortaya koymakla kalmıyor, savaş sürerken ulusal egemenliğe
dayalı bir devletin de alt yapısını oluşturmaya çalışıyordu. Yeni kurulacak devletin teokratik niteliği
olmayacağı açıktı.
Mustafa Kemal bu görüşlerine ve düşüncesine rağmen neden teokratik niteliği içinde
bulunduran ve dindaşlardan oluşan bir birlik kurma önerisinde bulunduğunu anlamak da pek zor
değildir. Olağanüstü bir dönem olduğu içim Mustafa Kemal, ulusal savaşı kazanmak adına her türlü
malzemeyi kullanmaktan geri durmamıştır. Bu Mustafa Kemal’in amacına ulaşmak için Ortadoğu ve
Đslam dünyasını kullandığı şeklinde değerlendirmek söz konusu değildir. Mustafa Kemal’in
önerinsinin gerçekleşmesi için önce bölge ülkelerinin bağımsız olmaları gerekliydi. Mevcut durumda
bu mücadeleyi yürütmeleri zor gözükmektedir. Anadolu’daki gibi kitlesel bir hareket söz konusu
değildir. Bu nedenle işbirliği çabaları ve birbirlerine destekle, bağımsızlık konusunda daha
cesaretlenmelerini sağlamaya çalışılmıştır. Eğer bölge ülkeleri bir bütün olarak bağımsızlıklarını
sağlamış olsalardı bu öneri ilgili ülkeler tarafından yeniden değerlendirmeleri söz konusu olabilir ve
ona göre de karar verilebilirdi.
Mustafa Kemal’in özellikle Suriye ve Irak gibi Arap ülkeleriyle Đngiltere ve Fransa aleyhinde
yaptığı işbirliği, Fransa’nın Ankara Hükümeti’yle anlaşma yaparak, Anadolu işgaline son vermesinde
önemli bir etken olmuştur. Aynı şekilde anlaşma yapmamasına rağmen, Irak sınır olaylarında
milliyetçilerin Iraklı milliyetçilerle işbirliği içinde yaptıkları eylemler Đngiltere’yi çok tedirgin
etmiştir. Kral Faysak ile Türkiye’nin anlaşma yaptığı iddiaları da yine Đngiltere’yi korkutmaya
yetmiştir.
Ortadoğulu Müslüman ülkelerinden özellikle Suriye ve Filistin gibi bölgelerde milli
mücadele yakından izlenmekle beraber önemli beklentiler de oluşmuştur. Türklerin onlara yardım
ederek bağımsızlıkları sağlaması veya bölgeyi yeniden denetimine almaları yolunda beklenti içinde
ilgili ülkeler, beklentileri gerçekleşmeyince hayal kırıklığı yaşamışlardır. Türkiye’nin bağımsızlığını
kazandıktan sonra kimseyle ilgilenmediği kanısını taşıyanlar bir hayli fazladır. Ancak Türkiye’nin
bölgeyi tekrar denetimine alması pek olanaklı olmadığı gibi, zaten varını yoğunu ortaya koyan
Türkiye halkının gücü ancak kendi geleceğini kurtarmaya yetmiştir. Zaten Misak-ı Milli’de bölge ile
ilgili görüşlerini ortaya koymuştur. Ulus devlet kurma amacındaki bir devlet olarak, zaten bu ülkeler
konusunda savaşması beklenemezdi. Eğer bu bölgelerde kitlesel bir milli mücadele başlasaydı,
Türkiye zaten destek verirdi.
Emperyalizme karşı, sömürüye ve işgale karşı ilk kez baş eğmeyip kitlesel mücadele veren
Türkiye, bütün az gelişmiş ve sömürülen ülkelere de ilham ve cesaret kaynağı olmuştur. Milli
mücadele döneminde olmamakla birlikte daha sonraki yıllarda yapılan bağımsızlık hareketlerinin
192
tümünde Türk ulusal mücadelesinin etkisi vardır. Bu da Atatürk’ün düşündüğü ve savunduğu gibi
Türkler milli mücadeleyi sadece kendileri için değil, bütün Doğulu milletler için yapmışlardır. Türk
mücadelesi başarısız olsaydı, daha sonraki Doğulu toplumların bağımsızlık savaşları da büyük
olasılıkla olmazdı. En azından buna cesaret etmeleri zorlaşacaktı.
Savaş yıllarında bölge ülkeleriyle yapılan işbirliği savaştan sonra dostluk ilişkilerinin kurulmasında
önemli etken olmuştur. Suriye ve Irak gibi ülkelerle toprak sorunu yaşandığı için iyi ilişkilerin
kurulması nispeten gecikmiştir.
193
BEING AN ENLIGHTENMENT CENTER IN MIDDLE EAST
Oktay Alniak∗
Pelin Bolat∗∗
Abstract
Middle East one of the most unstable region in the world through its socio-politic structure. In
literature unstability is in socio-politic structure is generally linked with the energy resources of
Middle East and the ethnical structure. However in this study it is not purposed to make an political
assessment for the Middle East region.
In this paper it is aimed to understand the real problem in
Middle East from an organizational management perpectives. Thus systemic theory of living systems
is applied to Middle East region which can be resulted with a road map for Turkey for being an
enlightenment center in Middle East.
Keywords: Systemic Theory, Middle East, Enlightenment center, Turkey, organizational energy,
organizational intelligence
1.Introduction
The concept of Middle East comes from a Europe centered perception that takes Europe as the
center of world and categorizes the regions as Near East, Middle East and Far East. Middle East is
initially defined as the region between India and Arabia by the article “Persian Gulf and International
Relations” of Alfred Thayer in 1902. After this definition, till to Second World War, Persian Gulf
Region is characterized as Middle East. However it has been widely defined as the region which
includes Turkey, Iran, Arabian Peninsula, Mesopotamia, Gulf Countries, Israel and Egypt in the
literature since Second World War with its most broad definition (Usta, 2006). Based on the
definition, it is obviously seen that it hosts various religions, civilizations and assets in this big area
from the beginning of the history Thus Middle East becomes one of the most unstable region that
hosts conflicts in its region. Unstability have been accelerated by energy demand which is resulted
from the world population growth and rapid technological developments especially after the second
world war. As a result of unstability, conflicts which is mostly originated for willingness to control
energy source areas in Middle East, have arisen as localized civil wars, country specific wars, region
wide angolism (Alniak et al., 2010).
When the literature studies are analysed about Middle East, general consensus is that the main
reasons for the unstability of the region are oil reserves and religion based demands. However in this
study, it is aimed to enhance an organizational perspective to understand the real problem of Middle
∗
Prof. Dr. , Bahçeşehir Üniversitesi
∗∗
Araştırma Görevlisi Dr., Đstanbul Teknik Üniversitesi
194
East and to introduce a strategic perspective by analysing Middle East by applying the systemic
theory of living systems on it.
2. Systemic Theory of Living Systems and Middle East (ME)
Life is an ecology of systems which goes from simplicity to complexity. Every living system is a
subsystem of a bigger system. In this hierarchical structure, cells constitutes tissues, tissues constitute
humans, humans constitutes groups, groups constitutes organizations and organizations constitutes
communities constitutes countries..etc. To be able to survive as a living system requires being in
consistency with the environment, to be able to compete and to have flexibility in complexity.
Harmonizing to a competitive environment and having capabilities to change the environment give the
decision of who will be survived or who will command the game. All in all, obtaining existence in the
long term is a function of adaptation to environment and it requires being adapted to future from this
very moment. (McMaster, 1996, Alniak et al. 2010).
Living systems theory claims that the survival potential or health response of any living system is
given by its capacity to generate Energy, Intelligence and Organization, presented in Figure 1. These
three parameters—E, I, O—constitute the common denominator of life, and can be represented by a
triangle. Enhancing the triangle’s components maximizes health. This definition applies to bacteria,
viruses, ant colonies, persons, groups, institutions or countries. As Middle East is taken as a reshaped
organization, we can also think Middle East as a living system and try to understand its conditions
through energy, intelligence and organization. Intelligence (I) is the regulating entity that controls and
integrates parts of a living system, in a functional unit, directed and geared towards survival. Energy
(E) is any fuel that causes action or movement, also defined as that which makes things occur.
Organization (O) is a group of elements ordered as a functional unit, directed towards goals
established by the intelligence that rules them (Rangel, 2006).
By the context, Middle East can be defined as an unhealthy system as there is an imbalance on the
parameters of Middle East’s organization, intelligence and energy. From the point of a country,
organization can refer to the harmonization of the industrial relationships, stability in economy,..etc.,
the intelligence can refer to technology, flow of information, adaptation to the environment, the
culture of the public, the memory of the public
and energy can refer to the employment,
production,..etc. So the primary action of Turkey should be taking role in the activities of Middle
East’s policies while Middle East is looking for stability by trying to maximize these three parameters.
195
Figure 1. Living systems theory for a healthy system.
3. Enlightenment by Developing Healthy System in Middle East
Bruch and Ghoshal (2003) defines organizational energy as a force with purposes on organization
by menifesting the processes of collective’s work, chang
changee and innovation. Defect in energy can be
seen as rustiness and exhaustion in the organization. Accordingly the organization can not be able to
do innovation and transformation. From the perspective of Middle East, it is seen that innovation and
tranformation
ation in Middle East countries, except the Arab Spring, are generally difficult from the
perspective of technological and scientific explorations. It can be concluded that Middle East suffers
from lack of organizational energy. Thus Middle East countries will try to gain organizational energy
by trying innovations and transformation in their policies. Accordingly if Turkey wants to effective
strategies and come up to a director position in the region, the strategies on Middle East can be
designed according to aiming contribution to the development of the five principles of organizational
energy (Belles and Ceresani, 2008) which can be presented as:
•
Building organizational trust
•
Creating a vision or plan
•
Empowering
•
Alligning
•
Communicating Effectivel
Effectively
While organizational energy is enhancing, developing organizational intelligence should probably
be aimed for Middle East.The concept of organizational intelligence could not be establihed on a clear
vision in the literature. Organizational intelli
intelligence
gence in human societies is an important factor for the
formation of social organizations which provide more advantages then coming together. The most
196
broad definition of organizational intelligence is the intelligence of community. Different factors in
human communities are necessary to create and enhance the organizational intelligence. These factors
are synergy, diversity, education, information flow, memory and experiences (Yilmaz, P., 2006)
Based on the foregoing circumstances, Turkey could follow the strategies which will directly
effect the developments in synergy, diversity, education and information flow in Middle East Region.
These strategies should include the activities (Alniak et al., 2010) below:
•
Giving Consultancy and Technical Support: Turkey can give consultancy and technical
support to the new companies, organizations or entities in Middle East through Turkish
Republic Prime Ministry State Planning Organization (DPT), The Union of Chamber and
Commodity Exchanges of Turkey (TOBB) and Turkish Industry and Business Association
(TUSIAD). Three organizations can behave like incubators for the Middle East industry. The
required technical production in Middle East, supply of materials and quality control services
can be provided through the collaborations between the TOBB and Middle East companies
(Alniak, 2008). In the service sector, governmental institutions of Turkish Republic can
supply the required trainings while Middle East is reshaping its institutions.
•
Education: Turkish Republic has 140 universities which give education in Turkish and
English. The regional demand of education and training on medication, business
administration, public administration and engineering can be met by Turkey’s academic
institutions. The Scientific and Research Council of Turkey (TUBITAK) can support the
academicians and scientists of Middle East as visiting professors in Turkey. Technoeconomy institutions can be established in which the economical subjects are taken with the
scientific methodologies and researches (Soyak, 2007).
•
Emerging Collaborations: Turkey should find key or emerging technologies or service
areas that can be resulted with effective collaborations in Middle East. Alternative energy
resources, nanotechnology can be emerging technologies for the future collaborations.
Furthermore, the ports of Middle East may also need technical services and some
developments can be seen in maritime sector in the future. The education for the seafarers of
Middle East can also be an opportunity for Turkey. Furthermore emerging collaborations can
be obtained also in the area of hospital services and management.
From the point of developments for organizational organization or structure, enlightenment of
Middle East will be achieved by the historical experience of Turkish Republic. Thirty years of Middle
East host important wars which have been resulted with thousands of civilians including children.
Middle East got out from the Second Gulf War, try to reshaping its structure. By the context, Turkey
had also a similar destiny of Middle East. Turkish Republic was founded in 1923 from the Anatolian
remnants of the defeated Ottoman Empire after experienced big wars, First World War and
Independence War. Turkey made important leaps to achieve the modern civilizations after the
197
Independence war. The primarily leaps were based on the laws. The importance is given first to the
laws related with social and technical requirements such as Turkish Civil Law, National Education
Law, National Defense Law, and Publics Work Law (Alniak et al., 2010). Accordingly Middle East
countries need reformation of their organizational structure to achieve healthy systems and Turkey’s
leap in modernization will be a way for them.
4. Conclusion
In this paper, it is aimed to give a new insight for Turkey to Middle East from an organizational
perspective without a political analysis of the Middle East Region and Turkey. This study is a
preliminary study which presents a systemic theory for strategies to be a leader and director country
in Middle East. It can be seen that the real problem in the Middle East is the imbalance or unstability
of intelligence, organization and energy triad. If the strategies are done by taking account of this
theory, Middle East not only can gain its health but also it can become an healthy organization which
can transform to Middle East Union.
REFERENCES
Alkan Soyak, Ulusal Yenilik Sistemi ve Kurumsal Arayışlar: ‘Teknoekonomi Enstitüleri’. Bilim ve
Ütopya, 154, 2007.
Ahmet Usta, Büyük Ortadoğu Projesinin Bölge Ekonomilerine Etkisi, Unpublished MSc. Thesis,
Marmara University Middle East Research Institute, 2006.
Frank Bellis and John Ceresani, Leadership and the Five Principles of Organizational Energy, Second
Quarter, Vol.III, IssueII, 2008.
H. Bruch, S. Ghoshal, Unleashing organizational energy. MIT Sloan Management Review (Fall):
2003, 45-51
M.D. McMaster, The Intelligence Advantage: Organizing for Complexity. Butterworth-Heinemann,
Newton, 1996
M. Oktay Alnıak, Değerlerimiz ve Türkiye, Yüzüncü yüzyıl yayınları, 2009
M. Oktay Alnıak, BĐLGESAM Stratejik araştırma Merkezi 12 Sayılı Raporu, 2008
M.Oktay Alniak et al., Strategic Thinking Perspective About Collaboration in Middle East,
Uluslararası Ortadoğu Kongresi, TASAM, 20-22 Ekim 2010, Hatay
198
Olalde Rangel J A. The Systemic Theory of Living Systems and Relevance to CAM: Part I: The
Theory. Evid Based Complement Alternat Med. 2005; 2: 13-18.
Pelin Yılmaz, Yeni ürün geliştirme projelerinde takım zekasının önemi ve proje başarısına katkısı,
GYTE Yüksek Lisans Tezi, 2006.
199
YENĐ ARAP DÜNYASI’NDA BATI ĐLE ĐLĐŞKĐLER: SÜREKLILIK DEĞĐŞĐYOR MU?∗
Zafer Akbaş
Özet
Ortadoğu, bölgesel ve büyük güçlerin çıkar mücadelelerine sahne olmuştur. Bölgede, bir asrı
aşkın bir süredir, neredeyse istikrarsızlık istikrar kazanmıştır.
Çalışmada Arap halk hareketlerinin nedenleri ve sonuçları analiz edilmiştir. Bölgenin sosyal,
ekonomik ve politik yapısının halk hareketlerine zemin hazırladığı dile getirilmiştir. Ortadoğu
Bölgesi, demokratik değerlerin gelişmediği bir bölgedir. Bölgede gelir dağılımında adaletsizlik,
yolsuzluk hakimdir. Ortadoğu rejimlerinin seçkinci ve otoriter yönetim anlayışı, sosyal yapıda
istikrarsızlık ve çatışmalara neden olmuştur.
2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan Arap halk hareketlerinin, Ortadoğu’da süreklilik arz
eden unsurlarda değişim meydana getirdiği saptanmıştır. Bu hareketler sonucunda, halk iktidarın
belirlenmesinde daha çok söz sahibi olmaya başlamıştır. Bu değişimler sonucunda, iktidar yapılarının
el değiştirmesi, demokratik hakların kullanımının artması, sivil toplum örgütlerinin sosyal ve siyasal
yapıda daha görünür hale gelmesinin beklendiği değerlendirmesi yapılmıştır.
Halk hareketleri; Tunus, Libya, Mısır gibi ülkelerde rejim değişikliklerine neden olmuştur.
Suriye, Yemen, Bahreyn ve daha birçok ülkede isyanlar devam etmektedir. Bu hareketlerin Arap
ülkelerinde süreklilik kazanan otoriter ve oligarşik yapıyı, tamamen olmasa da kısmen değiştireceği
öngörülmüştür. Ayrıca bölge kaynaklarının paylaşımında; yerel unsurların daha fazla söz sahibi
olması beklenmektedir. Ancak Batılı ülkelerin bölge yeni yönetimleriyle ilişkilerinin de devam
edeceği sonucuna ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Arap Đsyanı, Büyük Güçler, Halk Ayaklanması, Süreklilik ve Değişim,
Yeni Arap Dünyası, Batı
Giriş
Dünya ekonomi ve güvenlik alanı başta olmak üzere; birçok yönden dönüşüm içerisindedir.
1997 Asya-Pasifik ekonomik krizi, 2008 ABD finansal krizi, 2010’dan sonra tekrar derinleşmeye
başlayan ve bu defa ABD ile birlikte, Euro Bölgesi’nin de içinde bulunduğu ekonomik kriz ve
meydana getirdiği sonuçlar, dünya ekonomisi ve politikasında yön arayışlarını zorunlu kılmıştır.
ABD ve AB’nin ekonomik ve politik gücünde geçmişe göre azalma vardır. Başta Çin olmak
üzere, Japonya, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin Batının tam tersine gün geçtikçe ekonomik olarak
güçlenmesi, politik güçlenmeyi de beraberinde getirmiştir. Türkiye, Đran, Güney Kore, Güney Afrika,
∗
Yrd.Doç.Dr.Zafer AKBAŞ, Düzce Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü, [email protected]
200
Meksika, Brezilya ve Endonezya gibi hızla gelişen ülkeler, Batıdan daha bağımsız politikalar
izlemeye başlamıştır. Bu durum, dünyada çok kutuplu bir yapının oluşmaya başladığını
göstermektedir. Batının içinde bulunduğu ekonomik darboğazın da etkisi ile küresel güç Doğudan
Batıya, Atlantik’ten Asya-Pasifik eksenine doğru kaymaya başlamıştır. Bu küresel gelişmelerin
bölgesel yansımaları da olmuştur. Küresel mücadele Avrasya ve Afrika ekseninde ve özellikle de
enerji kaynakları sahipliği üzerinde yaşanır hale gelmiştir.
ABD’nin uğradığı 11 Eylül 2001 saldırıları ve bunu izleyen, 7 Ekim 2001’de Afganistan’a ve
2003’te Irak’a müdahale sonrasında yaşanan süreçte, politik çözüm arayışları gündeme gelmiştir.
ABD’nin bu gelişmeler sonucunda, Obama’nın başkanlığı ile beraber, diplomasi ve müzakereye daha
çok önem vermesi, tek taraflı politikalardan kaçınması ve uluslararası düzende yaşanan diğer
gelişmeler, uluslararası düzenin çok kutuplu yapıya doğru evrilmesine neden olmuştur.
Kapitalist düzenin işleyişine yönelik eleştiriler, her düzeyde artmaktadır. Ortadoğu halkları
“Arap Baharı” olarak adlandırılan sosyal patlamanın etkisi ile büyük bir politik değişim yaşamaktadır.
Benzer şekilde, Arap Dünyası dışında birçok ülke de, protestolar düzenlenmekte, mevcut kapitalist
düzene dair memnuniyetsizlik çeşitli şekillerde ortaya koyulmaktadır.
Arap Baharı’nın etkisi gün geçtikçe yayılmaktadır. Bu etki, Amerika’dan Avrupa’ya kadar
geniş bir coğrafyaya yayılmakta ve güçlenerek devam etmektedir. ABD, Đngiltere, Đspanya, Đtalya ve
Yunanistan’da çok sayıda insanın katıldığı halk hareketleri bir öfke seline dönüşmüştür. Bu
hareketlerin, referans olarak Arap Baharı’nı almakta olduğu söylenebilir. Đspanya ve Đtalya’da
“Öfkeliler Hareketi” olarak isimlendirilen hareket, ABD’de ise “Wall Street’i Đşgal Et” ya da “Yüzde
Doksan Dokuz Hareketi” ismini almıştır. Bu hareketlerin ortak tepki verdiği konuların başında, Arap
halk hareketlerinde olduğu gibi, yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, gelir düşüklüğü ve adaletsizliği,
kayırmacılık gelmektedir. Aralarındaki en büyük fark ise demokratik taleplere Arap Dünyası’ndaki
daha güçlü vurgu yapılmasıdır.
Halk hareketleri sonucunda Mısır, Tunus, Libya gibi bazı Arap ülkelerinde süreklilik kazanan
otokratik ve oligarşik yönetimlerden demokrasiye doğru bir geçiş eğilimi başlamıştır. Bu eğilimin
güçlenerek devam etmesi beklenebilir. Asker kökenli yöneticiler iktidarlarını sivil kökenli yöneticilere
devretmeye başlamışlardır.
Ortadoğu’daki halk hareketlerinde demokratik ve ekonomik talepler ile rejim değişikliği
istekleri yer almaktadır. Bu halk hareketlerinin başlangıç bölgesi olan Ortadoğu’daki eylemlerin
bazıları, rejim değişikliklerine neden olmuştur. Halkın yönetimde daha çok söz sahibi olacağı yeni bir
Arap Dünyası meydana gelmeye başlamıştır. Bu değişimin ekonomik, sosyal ve politik sonuçlarının
meydana gelmeye devam edeceği öngörülebilir. Politik olarak halkın yönetimde daha fazla söz sahibi
olması dışında, ekonomik olarak gelir paylaşımındaki adaletsizliğin değişmesi ve sonuç olarak
toplumsal taleplerin gerçekleştirilmesi olasılığı artmaktadır. Yeni Arap Dünyası’nın nasıl
201
şekilleneceği, halk hareketlerinin yoğunluğuna ve niteliğine, özne ülkelerin dinamikleri ile küresel
güçlerin politikalarına bağlı olacaktır.
Bu çalışmada, Yeni Arap Dünyası ile Batı ilişkisi; ekonomik unsurlar ve tarihsel süreç
ekseninde değerlendirilmiştir. Ayrıca, sürecin nasıl işlediği ve ne gibi değişimlere yol açtığı, olası
sonuçların neler olabileceği ifade edilmeye çalışılmıştır.
Çalışmada küresel sistemin bir parçası olarak, bölgesel bazı sonuçların doğduğu
yaklaşımından hareket edilmiştir. Global sistem düzeyinde, devletlerin dış politikalarının, büyük
ölçüde sistem tarafından belirlendiği kabul edilir.1 Neorealistler gibi Globalistler de, aktörlerin
davranışını uluslararası sistemin yapısının etkilediğini düşünürler. Her iki yaklaşımda da analiz düzeyi
olarak sistem düzeyi alınır. Ancak globalistler, uluslararası sistemi kapitalist üretim tarzının
şekillendirdiği bir yapı olarak görürken, realistler uluslararası sistemi, güç ve kapasite dağılımının
olduğu anarşik bir yapı olarak kabul ederler.2
Ortadoğu Bölgesi ve Batılı Aktörler
Ortadoğu Bölgesi, sınır sorunları, mezhep kavgaları, su kaynaklarının kıtlığı, sahip olduğu
petrol kaynakları, antidemokratik yönetim şekilleri, yolsuzluklar, adam kayırmalar ve bölge içi ve
bölge dışı aktörlerin askeri, politik ve ekonomik çıkarlarından kaynaklanan müdahaleleri nedeniyle
adeta pandoranın kutusu gibidir. Ortadoğu’da 2010’nun sonunda başlayan süreç bunun bir örneği
gibidir.
Ortadoğu Bölgesi’ndeki devletler, tarih boyunca saldırılara maruz kalmış; bölgede kan şiddet,
gözyaşı eksik olmamış, ekilen kin ve nefret tohumları nedeniyle, bölgesel çatışmalar yaşanmıştır. Bu
nedenle bu topraklar, “lanetli topraklar” olarak da anılmaktadır. Ortadoğu Bölgesi’nin sadece geçmişi
değil ama aynı zamanda, günümüzü ve yarını da etkileyecek ve değerinden hiçbir şey kaybetmeyecek
bir bölge olduğu söylenebilir.3
Bölgenin özellikleri, bölge yönetimleri ve halkları için, bir taraftan tehdit, bir taraftan fırsatlar
sunmaktadır. Durum böyle olunca, bölgede bitmek tükenmek bilmez bir mücadele yaşanmaktadır. Bu
mücadelenin bölge dışı en temel aktörü Batılı devletlerdir. Batılı devletler olarak, Đngiltere, Fransa ve
Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkeleri ile ABD’nin bölgede çıkar rekabetine giriştikleri
görülmektedir.
Ayaklanma, isyan ya da devrimler, kendilerini meydana getiren sosyal, ekonomik ve politik
koşullara göre şekil alırlar. Arap Dünyası’nda isyanlar ya da devrimler, bazen bir grup, bazen bir
1
Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Filiz Kitabevi, Genişletilmiş 3. Baskı, Đstanbul, 2000, s.80.
2
Tayyar Arı, “Türk-Amerikan Đlişkileri: Sistemdeki Değişim Sorunu mu?”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt: 4, No: 13,
2008, s.22.
3
Tevfik Fikret Ergün ve Bahadır Berk, “Küreselleşen Ortadoğu’da ‘Irak’ Son Hedef mi?”, Jeopolitik, Yıl: 6, Sayı: 37, Şubat
2007, s.31.
202
kabile, bazen de halkların tamamının katılımıyla ortaya çıkmıştır. Bir devrimin şiddet içerip
içermediği, devrimin doğasına ve kapsamına, halk katılımının düzeyine ve devrimi oluşturma ihtimali
olan ayaklanmanın derecesine bağlıdır.4
Bölge ekonomileri küreselleşme ile başlayan dışa açılma ve dünya ekonomisi ile bütünleşme
sürecinin dışında kalmıştır. Bölge ekonomisi ve dış ticareti, enerji kaynaklarına bağlı olmayı
sürdürmektedir. Bu durum bölge ekonomilerinde istikrarı sınırlandırmaktadır.5 Petrol zengini bölge
ülkelerinin
birçoğunda
“Hollanda
Hastalığı”nın
sonuçlarına
benzer
sonuçların
yaşandığı
anlaşılmaktadır.
Arap Ülkelerinin birçoğu, Batı eksenli politikalar izlemiştir. Başta ABD ve AB olmak üzere,
Batılı aktörler, bölge aktörleriyle yakın ekonomik ve politik ilişkiler kurmuştur. Bu sürecin 20.
yüzyılın başlarından itibaren işlediği kabul edilirse, Batı’nın yüzyılı aşkın bir süredir Arap
Dünyası’nın içinde olduğu anlaşılır.
Ortadoğu Bölgesi, Batılı aktörlerin hep ilgi odağında olmuştur. Ortadoğu ve Batılı aktörler
ilişkisi çok daha gerilere götürülebilmekle beraber, yoğun olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında
başlamıştır. Đngilizler bölgenin hakim gücü olan Osmanlı Devleti’ne karşı, bazı güçlerle işbirliği
yapmış ve bu sayede bölgede imtiyazlar elde etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra, bölgede birçok suni Arap devleti doğmuştur.
ABD’nin, Đkinci Dünya Savaşı sonrasında, bölgenin başat aktörü olduğunu ve bu gerçeğin bugüne
değin sürdüğü görülmektedir.
Ortadoğu, zengin enerji kaynaklarının bulunmasıyla, 20. Yüzyıldan itibaren bölgenin enerji
kaynaklarına bağımlı tüm ulusların, ekonomi politikalarını ve güvenliklerini etkileyen bir bölgeye
dönüşmüştür. ABD’nin Ortadoğu’ya ilgisi, I.Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, petrolün temel enerji
kaynağı olarak kullanılmaya başlaması ile artmış6 ve II.Dünya Savaşı ile fiili müdahale halini almıştır.
ABD için bölgenin jeo-politik ve jeo-ekonomik yönü, bölgeyi “terk edilemez” kılmaktadır.
ABD’nin stratejik ortaklık ilişkisi içinde bulunduğu Đsrail’in bölgedeki varlığı, ABD’nin bölge ile
bağlarının daha sıkı olmasına neden olmuştur. Bu durum, benzer şekilde Körfez ülkeleri için de
geçerlidir. Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Kuveyt ABD’nin
diğer önemli çıkar ilişkisi içinde olduğu ülkelerdir. Bu ülkelere Ürdün, Mısır, Tunus, Yemen gibi
ülkeler de eklenebilir.
4
Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Mana Yayınları, Đstanbul, 2011, s.15.
5
Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAE), Büyük Ortadoğu Projesi; Siyasi, Güvenlik, Ekonomik ve Sosyal Bir Değerlendirme,
Temmuz 2004, www.turksae.com/faceindex.phptext_id=185 (Erişim 12 Mayıs 2005)
6
Zafer Akbaş, “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, ABD ve
Büyük Ortadoğu Đlişkileri Özel Sayısı, 2011, s.2.
203
Đran ve Suriye gibi Amerika Birleşik Devletleri için “karşı kampta” yer alan ülkeler,
ABD’nin bölgesel varlığının bir diğer nedenidir. ABD kendi çıkarları için tehdit olarak gördüğü
ülkeleri baskı altında tutmaktadır. Bu baskılar bazen doğrudan, bazen de dolaylı olmaktadır.
ABD, Suriye ve Đran’ı kontrol etmek için, Avrupa ve Türkiye’den destek istemektedir. Bu
ülkelerde rejim değişikliğini sağlamaya yönelik politikalar izlemektedir.7 BM ve AB’yi devreye
sokarak, Đran’a yaptırım kararları alınmasını sağlamaktadır.
Ayrıca bölgede büyük diğer güçlerin varlığı, ABD çıkarlarını etkileyebilecek diğer bir
boyuttur. Özellikle Çin, Rusya ve AB’nin bölgesel varlığı, ABD’yi bölgeye çeken bir başka unsurdur.
ABD bütün bu ülkelerle, ekonomik, politik ve askeri rekabet ya da işbirliği ilişkisi içindedir.
Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrasında Ortadoğu ve Batı
Soğuk Savaş Dönemi’nde, nükleer silahların varlığıyla beraber dünyada“dehşet dengesi” söz
konusudur. Bu dönemde, uluslararası sisteme genel anlamda devletler egemen olmuştur. 11 Eylül
2001’den sonra, devlet uluslararası ilişkilerin hakim aktörü olma rolü değişmeye başlamıştır.
11 Eylül saldırılarından sonra uluslararası sistem, yapısal değişim yaşamıştır. Terör
saldırılarının artması ve devlet dışı aktörlerin güçlenmesiyle birlikte; uluslararası örgütlerin, sivil
toplum örgütleri, hükümet dışı örgütler, baskı ve çıkar grupları ile ayrılıkçı örgütlerin güç kazanması
uluslararası sistemde büyük değişimler meydana getirmiştir.
ABD, Soğuk Savaş Dönemi politikalarının meşruiyetini sağlamak için Sovyet ve komünizm
söylemini bir tehdit aracı olarak kullanmıştır. Bu tehdit söylemi, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından
sonra ortadan kalkmıştır.
Soğuk Savaş’ın başında uluslararası sistemde meydana gelen ani jeo-politik güç boşlukları ve
yeni yükselen güçlerin, kendilerini oluşan bu yeni sisteme adapte etme çabaları, dönüşen uluslararası
sistemde belirsizlikler meydana getirmiştir. 11 Eylül olayları, uluslararası sistemde bazı kırılmalara
neden olmuştur. 11 Eylül sonrası yeni dönemde, Soğuk Savaş dönemi siyasal etki araçları (havuçsopa) yeteneklerini yitirmiş, klasik çevreleme politikaları sonuç vermemeye başlamıştır. Çünkü yeni
oluşan çoğulcu sistemin farkında olan aktörler, sistemi çevreleyen ağın verdiği avantaj ile hareket
etmiş, sistemi kendi çıkarları için kullanmıştır.8 Bu durum, ABD’nin manevra kabiliyetini kısıtladığı
gibi diğer aktörlere daha özgül politikalar izleyebilme yolunu açmıştır.
Kissinger’a göre Soğuk Savaş’ın bitmesi uluslararası çevreyi Amerika’nın imajına göre
yeniden oluşturma yönünde daha da büyük bir heves meydana getirmiştir. Wilson ülke içinde
“yalnızlık” politikası ile sınırlandırılırken, Truman, Stalinci yayılmacılıkla mücadele etmiştir. Soğuk
Savaş sonrası dünyada, Birleşik Devletler, kürenin her bölgesine müdahale edebilecek tek süper
7
Armağan Kuloğlu, A.g.m. s.75-76
8
Deniz Tören, “11 Eylül Saldırıları, Sistemdeki Dönüşümler ve Türk Dış Politikası”,
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/1935-11-eylul-saldirilari-sistemdeki-donusumler-ve-turkdis-politikasi, (Erişim, 26 Ağustos 2011).
204
devlet olarak kalmıştır. Soğuk Savaş’taki zafer, Amerika’yı 18 ve 19. yüzyıl Avrupa devlet sistemine
birçok bakımdan benzeyen bir dünyaya itmiştir.9 Kissinger, bu ifadeleriyle ABD’nin izlediği
politikaların aslında bir anlamda kendisine uluslararası sistem tarafından biçilen rolün bir parçası
olduğunu anlatmaktadır.
Soğuk Savaş yıllarında global siyasal sistemin dayandığı en önemli temel, Batı Blok’u içinde
ABD’nin siyasal liderliğinin tartışmasız kabul edilmesidir. ABD, Soğuk Savaş Dönemi’nde
müttefikleri tarafından gönüllü şekilde “asimetrinin güçlü tarafı”nda tutulmuştur. ABD, global siyasal
sistemin denetleyicisi ve en önemli koruyucusu rolünü üstlenmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi,
ABD siyasal liderliğinin Soğuk Savaş Dönemi’ndeki müttefiklerince sorgulanmaya başlanması
sonucunu doğurmuştur.10
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasının Soğuk Savaş Dönemi boyunca üç önemli
amacı olmuştur. Bu amaçlar; Sovyetler Birliği’ni çevrelemek, petrol arzını güvenceye almak ve
Đsrail’in bölgedeki varlığını garanti altına almaktır. Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesinden sonra,
Clinton Yönetimi (1993-2001), ise demokrasi ve insan hakları söylemini, ABD dış politikasının
eksenine yerleştirmiştir.11
Bütün bu gelişmeler sonucunda, Ortadoğu, Soğuk Savaş yılları boyunca, ABD ile SSCB
arasında bir mücadele alanına dönüşmüştür. ABD’nin Ortadoğu ile ilgili ilan ettiği hemen hemen
bütün doktrinler, SSCB’nin bölgede etkinliğinin arttığı döneme denk gelmiştir.12 ABD, bu doktrinlerle
bölgede çıkarlarının olduğunu ve bu nedenle de SSCB’yi Ortadoğu Bölgesi’nde sınırlandırmak
istediğini ortaya koymuştur.
Tablo.1. ABD’nin Ortadoğu’yu Etkileyen Dış Politika Süreci 13
Dönem
ABD
Dış
Politika
Doktrini
1776–
II.
Dünya Savaşı
9
Đzolasyonizm
(Monreo Doktrini)
Öncelikler
Batı
Yarımküresinde
Yöntemler
Amerikan
Hegemonyasını Kurmak
-Toprak Kazanma
Soğuk Savaş
-Çevreleme
-Bölgesel Đstikrar
-Ekonomik
Dönemi
-Eisenhower Doktrini
-Komünizmle Mücadele
Yaptırımlar
Henry Kissenger, Diplomasi, Çev. Đbrahim H. Kurt, Đş Bankası Yayınları, 6. Baskı, 2007, s.782.
10
Çınar Özen, “Global Siyasal Sistem ve Türkiye Üzerine Değerlendirme”, Doğu Batı Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 24. Ağustos, Eylül,
Ekim 2003, s.283.
11
Katerina Dalacoura, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: Theoretical Perspectives and
Policy Recommendations”, Ortadoğu Etütleri, July 2010, Volume: 2, No: 3, p.59.
12
Özge Özkoç “Savaş ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-Đsrail Sorunu” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 64, Sayı: 3,
s.175
13
Bu tablo tarafımızca hazırlanmış olup, aşağıdaki kaynaktan da yararlanılmıştır;
Evren Çelik Wiltse “Declining Us Influence and Rise of Latin America’s Regional Power: Some Lessons For The Middle
East”, The Turkish Yearbook, Vol. XXXIX, p.100.
205
(1945-1991)
-Truman Doktrini
-Đsrail’in Korunması ve Desteklenmesi
-Gizli Operasyonlar
-Nixon Doktrini
-Körfez
-Askeri Đşgaller
-Carter Doktrini
kollama
monarşilerini
-Serbest
Piyasa
koruma
ve
Ekonomilerini
Oluşturmak
-Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü ve
Đnsan Haklarını Geliştirmek
-Askeri Müdahaleler
-Göç
-Serbest
-Neoliberalizm
-Sınır Güvenliği
Antlaşmaları
Soğuk Savaş
-Liberal Demokrasi
-Terörle Mücadele (11 Eylül 2001
-Uyuşturucu Ticareti
Sonrası
-Bush
sonrası)
ile
Dönem
(Önleyici
-Kitle Đmha Silahları
Programı
(1991-2012)
Doktrini)
-Đsrail
-Obama Doktrini
Korunması
Önlemler
-Uluslararası Barışı Sağlamak
- Diplomasi
-Anti Amerikanizmle Mücadele
-Uluslararası Đşbirliği
Doktrini
Saldırı
-Tek
ve
Körfez
Taraflı
Monarşilerinin
Ticaret
Mücadele
-Göçleri
Politikalardan
Vazgeçilmesi
Tablo1’den de anlaşılacağı üzere; Soğuk Savaş Dönemi’nde ABD’nin Ortadoğu’yu
demokratikleştirme diye bir hedefi yoktur. Bu hedef, Soğuk Savaş sonrası döneme ait bir hedeftir.
Bölgesel ve küresel ABD politikaları, zaman içinde devlet başkanlarının katkılarıyla şekillenmiştir.
Başkanların adıyla anılan doktrinlerin şekillendirdiği dış politik söylem ve pratik, dönemsel önemli
olayların da etkisiyle belirlenmiş ve uygulanmıştır. Uluslararası sistem ve konjonktürel değişimler
uluslararası aktörlerin politikalarını da etkilemektedir.
ABD, 1991’de, SSCB’nin dağılması sonrasında, “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan etmiştir.
Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’a müdahale ederken, BM Genel Kurulu’nun ilk kez tamamının
desteğini almıştır. ABD, tek kutuplu dünyanın sağladığı avantajla daha rahat politikalar izlemiştir.
ABD politikalarının uygulanış şekli ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” söylemine yönelik eleştirileri
artırmıştır. ABD’nin Đkinci Körfez Savaşı’nda Irak’ı işgal etmiş olması, dünya kamuoyunda ABD’ye
yönelik eleştirilerin dozunu artırmıştır. AB ise bu saldırılarda devre dışı bırakılmış, etkisiz hale
getirilmiştir. AB içinde, sadece Đngiltere ve Đspanya gibi ABD yanlısı birkaç devlet ABD’ye destek
vermiştir.
206
Önleyici
Ikenberry’ye göre Soğuk Savaş sonrası koşullar, ABD’ye de facto dünyayı yönetme yetkisi
sağlamıştır. Ancak, bu durum süreklilik göstermeyebilir. Ikenberry, eğer ABD küresel üstünlüğünü
sürdürmek istiyorsa, bu üstün konumunu tarihsel bakış açısıyla beraber değerlendirmeli; Đkinci Dünya
Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası kurumları, daha belirgin ve kuşatıcı hale gelecek şekilde
yenilemeli ve ekonomik ve güvenlik alanındaki amaçlarını gerçekleştirmek için yeni müşterek ve çok
taraflı karar verme mekanizmaları geliştirmelidir şeklinde görüşlerini açıklamaktadır.14
Bush döneminin saldırgan militarist politikaları nedeniyle imajı iyice bozulan ve diğer
devletler tarafından emperyalist devlet olarak algılanmasına neden olan politikaların terk edileceği,
önemli bir “değişim” yaşanacağı söylemini benimseyen Obama döneminde; askeri güç kullanmaktan
öte, diplomasi ve uluslararası işbirliği ön plana çıkarılmıştır.
Obama, Bush’un demokrasi havariliğini red etmiştir. Ancak Arap Dünyası’nda buna rağmen,
ABD’nin Đsrail’e desteğinin devam etmesi nedeniyle Ortadoğu politikasının değişmediği kabul
edilmektedir. Obama, Arap Baharı’yla ilgili olarak, otoriter sistemleri eleştirmiş ve halkların değişim
taleplerinden yana olduğunu ifade etmiştir.15
Soğuk Savaş’ın sona ermesini müteakip on yılı aşkın bir süre sonra, ABD’ye aradığı
uluslararası düzene müdahale etme aracını veren gelişme, 11 Eylül 2001 terörist saldırıları olmuştur.
11 Eylül saldırıları, ABD’ye Atlantik ötesine aradığı müdahale etme aracını vermiştir. Bu araç “terörle
mücadele” aracıdır. ABD, 11 Eylül’den sonra, terörle mücadele kartını özellikle Ortadoğu’ya
müdahale aracı olarak kullanmıştır. Afganistan’a müdahale ile başlayan süreç, azalarak da olsa,
günümüze kadar sürdürülmüştür.
ABD, kendi topraklarında 1812 yılından beri bir saldırıya maruz kalmamıştır. 11 Eylül
saldırıları ile kendi toprağında saldırıya uğrayan ABD, terörü önemsemiş ve güvenlikle kalkınma
arasındaki ilişkiye yeni bir boyut katmıştır.16 Bush yönetimi, Ortadoğu sorunları da dahil olmak üzere,
tüm politikalarını terörle mücadele stratejisi üzerine kurmuştur.17 Bölgeye müdahale için Büyük
Ortadoğu Projesi’ni ortaya atan ABD, bu projede terörle mücadeleyi ve bununla bağlantılı olarak da
demokratikleşmeyi ön plana çıkarmıştır.
Demokratikleşme taleplerinin arkasında yatan gerekçe, terörün anti demokratik ülkelerde
egemen olan toplumsal ve siyasal koşulların bir ürünü olduğu; bu koşulların değişmesi halinde, terör
olgusunun zayıflayacağı ve Batılı ülkelerinin güvencede olacağı düşüncesidir.18 Bu anlayıştan
14
G. John Ikenberry, “Getting Hegemony Right,” National Interest, Vol: 63, 2001, p.23-24
15
Ömer Taşpınar, “Obama, Yeni Ortadoğu ve Türkiye”, Görüş, Ağustos 2011, Sayı: 69, s.11-13.
16
Fatma Akkan Güngör ve Alper Tolga Bulut, a.g.m. s.99
17
F. Stephen Larrabee, “US Middle East Policy After 9/11: Implications for Transatlantic Relations”, The International
Spectator, Vol: 37, No: 3, 2002, p. 43.
18
Veysel Ayhan, “Orta Doğu’nun Demokratikleştirilmesi Đkilemi: Filistin, Suudi Arabistan ve Đran Örneğinde Eleştirel Bir
207
hareketle, demokrasinin terörün panzehiri olduğu değerlendirmesi yapılmaktadır.
ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, dünya politikasına hakim tek güç olarak
kalmıştır. Yeni dönemde güç odaklarının yanı sıra tehdit algılamaları da değişmiş; terörizm, Kitle
Đmha Silahları’nın yaygınlaşması, yasadışı göç, uyuşturucu ticareti, insan ve silah kaçakçılığı, radikal
akımlar ile mücadele ve çevre sorunları gibi sorunlar, küresel güvenlik sorunları haline dönüşmüştür.
Yeni düzende dünyanın kontrolü, bölgesel politikalar geliştirerek, stratejik bölgelerde söz sahibi olma
temeline dayanmıştır.19
Soğuk Savaş Sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül saldırıları sonrasında, Realist teorinin
bazı yaklaşımları değiştirilerek Neorealist teori şeklinde ABD dış politikalarında yer aldığı; dış
politika bakımından, stratejik konumun ve ulusal güvenliğin üzerinde daha çok durulmaya başlandığı
söylenebilir. Neorealist teori, stratejik konum ve ulusal güvenlik konularını daha çok ön plana
çıkarmıştır.20
Ortadoğu Bölgesi, uluslararası terörizmin destek bulabildiği bir bölgedir. Kitle Đmha
Silahları’nın bölgedeki varlığı artmaktadır. Bu silahların, terörist örgütlerin eline geçme riski, bölgesel
gelişmeleri daha önemli kılmaktadır.
Bölgenin dini çeşitliliği, zaman zaman çatışma riskini artıran bir diğer unsurdur. Özellikle
mezhep farklılığından kaynaklanan çatışma riski, sadece ülke içi değil, aynı zamanda bölgesel sorun
olabilme potansiyeli taşımaktadır. Bölgede güçlü bir şekilde Şii Hilali yükselişinden bahsetmek
mümkündür. Đran’ın Şii nüfuz alanının genişlemesine yönelik politikalar izlediği, Irak’ın büyük
oranda Şii etkisine girdiği, Suriye ve Lübnan’ın da benzer bir süreç içerisinde olduğu nazara alınacak
olursa Şii Hilali söyleminin yükseldiği görülebilir.
Ortadoğu Bölgesi’nin terör ve dinsel çeşitlilikten başka, kronikleşmiş sorunları da vardır. Bu
sorunlar, zaman içinde yükselen ya da düşen trendlere sahiptir. Etnik çatışmalar da bunlardan biridir.
Kona’ya göre
21
, Ortadoğu’daki etnik çatışmaların nedenleri; yapay sınırlar, kritik coğrafi konum ve
dış güçlerin müdahaleleri, olgunlaşmamış ulus devlet yapılanmaları, Arap milliyetçiliği ve çoğunluğu
temsil eden azınlık iktidarlarıdır.
ABD dış politikasının önemli bir eksenini, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin
tek kutupluluğuna meydan okuyacak SSCB gibi bir gücün ortaya çıkmasına engel olmak ve
Bakış”, Akademik Orta Doğu, Cilt: 2, Sayı: 1, 2007, s.134.
19
Armağan Kuloğlu, “Ortadoğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Stratejik Etkileri”, Stratejik Analiz, Cilt: 6,
Sayı: 62, Haziran 2005, s.74.
20
Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Barış Kitap, Ankara, 2011, s.84.
21
Gamze Güngörmüş Kona, “Orta Doğu’da Güvenlik Yapılanması Neden Bu Denli Kırılgan?”,
www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=1&yazi=1384 (Erişim 11 Şubat 2008).
208
hegemonyasındaki tek kutuplu dünya düzenini 21. yüzyıla taşımak oluşturmuştur.22 ABD bu amaçla
karşısında herhangi bir gücün varlığını istememiştir. Başkan II. Bush dönemi ABD politikaları bunu
teyit etmiştir.
Uluslararası sistemin başlıca aktörlerinden olan ABD ve Avrupa Birliği, Soğuk Savaşın sona
ermesinden sonra, Avrupa kıtasının birleşmesi ve yeniden yapılanması sürecinde birlikte hareket
etmeyi başarmıştır.23 Ancak bu birliktelik, dönemin ilk başlarında yaşanmıştır. Ortadoğu Bölgesi, iki
güç merkezinin Đkinci Körfez Savaşı sonrasında bir diğerini dışlamaya çalıştığı bölge olmuştur.
ABD’nin Avrupalı müttefikleri, Soğuk Savaş sonrası dönemin başlarında, Rusya gibi Batının
rakibi olan ülkelerle, daha yakın ilişkiler kurmuş olmakla beraber; ilerleyen zaman içinde ABD’nin
izlediği politikalara yönelik eleştirilerini de artırmıştır. Fransa ve Almanya’nın başını çektiği bazı AB
üyesi ülkeler, ABD’nin tek taraflı politikalarını uluslararası hukuku zayıflatan politikalar olarak
değerlendirmiştir. Đkinci Körfez Savaşı, bu bakımdan ABD’ye yönelik haklı eleştirilerin dozunun
hayli artırıldığı bir olay olmuştur.
ABD’ye rakip olan güçler sadece AB üyesi ülkeler değil, aynı zamanda Doğunun yükselen
güçleri olan, Çin, Hindistan, Endonezya, Japonya, Güney Kore, Endonezya gibi devletlerdir. Bunlarla
beraber, Brezilya, Meksika gibi devletler de, ABD’ye rakip olmaya başlamışlardır.
Yüksek teknoloji gücü artan Hindistan ve trilyon dolarlık döviz rezervlerine sahip olan Çin
gibi nükleer güç sahibi ülkeler de dünyanın büyük güçleri arasında yerini almıştır. Bu güçlerin
1940’lardan beri ABD’nin baskın güç olduğu küresel kurumlardaki rolü hızla artmakta, ABD’ninki
ise görece azalmaktadır.24 ABD, söz konusu aktörlerin yükselişi ile birlikte uluslararası sistemde
mevzi kaybetmektedir.
ABD çıkarları için “yaşamsal” olarak değerlendirilen, enerji kaynakları deposu olan
Ortadoğu’nun ve bölge enerji kaynaklarının kontrolü bu nedenle “olmazsa olmaz ya da yaşamsal”
önemde kabul edilmektedir. Durum böyle olunca, ABD, Ortadoğu’daki gelişmeleri kendi çıkarları
doğrultusunda kontrol etmeye yönelik politikalar izlemektedir.
Afganistan müdahalesi (2001) ile Đkinci Körfez Savaşı (2003), yeni bin yılın hemen başında
karşılaştığımız ve hem bölgesel hem de küresel büyük sonuçlar doğuran savaşlardır. Bu savaşlar;
ABD gücünü yıpratmış, ABD politikalarına olan güvensizliği artırmıştır.
Ortadoğu’da ABD’nin en önemli stratejik ortağı Đsrail’dir. ABD, Đsrail’i bölgedeki çıkarları
için bir “sigorta” olarak görmektedir. Bu nedenle iki ülke arasında “özel bir ilişki”nin varlığından söz
edilebilir.
22
Ümit Özdağ, “Cephe Ülke –Büyük Ortadoğu ve Yeni Bir NATO Stratejisi mi?”, Avrasya Dosyası Yeniden Yapılanan
Ortadoğu Özel, Asam Yayınları, Cilt: 9, Sayı: 4, Ankara, 2003, s.9.
23
Sevilay Kahraman, “Avrupa Birliği Ve Irak Krizi: Bölünmeden Yeniden Birleşmeye Uzun, Đnce Bir Yol”, Ankara Avrupa
Çalışmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar 2003, s.152.
24
Daniel W. Drezner, “The New New World Order”, Foreign Affairs, Volume: 86, Number: 2, April 2007, p. 34 and 46.
209
Đsrail’in güvenliği Amerikan dış politikasında daima önemli bir yere sahip olmuştur. ABD,
Ortadoğu Bölgesi’ndeki en önemli müttefiki olan Đsrail’in güvenliğini dış politika öncelikleri arasında,
en ön sıralarda tutmuştur. Đki ülke, dış politikada birçok noktada ortak çıkara sahiptir. 25
Đsrail ile Filistin arasında yaşanan siyasal sorun ve düşük yoğunluklu çatışma, bölgesel
siyasal istikrarsızlığın en önemli kaynaklarındandır. Arap ülkelerinin birçoğu Đsrail karşıtı politikalar
izlemektedir. ABD ise neredeyse koşulsuz olarak Đsrail’i desteklemektedir. Bu durum bölgede ABD
politikalarına karşı bir güven sorunu meydana getirmektedir.
ABD’den de aldığı güçle hareket eden Đsrail, bir taraftan Arap ülkeleriyle yaptığı savaşlardan
kazandığı toprakları geri vermemekte, diğer taraftan Filistin halkına karşı orantısız ve aşırı güç
kullanmaktadır. “One Minute” çıkışı sonrası yaşananlar nedeniyle ve Mavi Marmara saldırısı ile
bölgedeki en büyük müttefiki olan Türkiye ile ilişkilerini çıkmaza sokan; beş Mısırlı askeri öldüren ve
buna ilişkin özür ve tazminat taleplerini reddeden Đsrail’in izlediği politikalar, bölgesel kırılganlığı ve
çatışma riskini artırmaktadır.
ABD için Ortadoğu’yu önemli kılan bir diğer unsur petroldür. Petrol ABD’nin bölgesel
politikalarında önemli bir yer tutmaktadır. Benzer bir durum, Avrupa Birliği ülkeleri için de geçerlidir.
2025'e kadar, Kuzey Amerika'nın Ortadoğu'dan petrol ithali % 85 artacaktır. Aynı dönemde,
Avrupa'nın Ortadoğu’dan petrol ithali % 57, Japonya'nın % 50, Pasifik'teki gelişmekte olan ülkelerin
% 100 ve Çin'in % 500 artacaktır26. Bu petrol ithali artışı, Ortadoğu petrollerinin hem Batılı hem de
diğer güçler için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
ABD’nin Ortadoğu ve özellikle de petrol konusundaki politikası; petrolün Batı ekonomisine
zarar vermeyecek şekilde ve sabit fiyatla dünya pazarına kesintisiz akışını güvence altına almaktır.27
ABD’nin bu çıkarına yönelik bir tehdit durumu söz konusu olduğunda, bunu bertaraf etmek üzere,
askeri seçenekler bile kullanılabilmektedir. Irak müdahaleleri bunu göstermektedir.
Sonuç olarak, Soğuk Savaş ve sonrası dönemde, ABD ve Avrupa ülkeleri, Ortadoğu
Bölgesi’ne siyasal, ekonomik ve kültürel bakımdan yerleşmiştir. Soğuk Savaş döneminde, Batı Arap
Dünyası’ndaki Sovyet etkisini azaltmaya, kontrol etmeye yönelik politikaları öncelemiştir. Batılı
aktörleri bölgeye çeken en önemli faktörün, petrol olduğu anlaşılmaktadır. Batı ekonomilerinin
gelişmişliğinin sürdürülebilirliği, Arap Dünyasından aktarılacak petrole bağımlı hale gelmiştir. Gerek
petrol öncelikli ekonomik, gerekse demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, terörizmle mücadele
öncelikli politik nedenlerden ötürü, Arap Dünyasını kontrol altında tutmak isteyen Batılı güçler, Irak
25
Fatma Akkan Güngör ve Alper Tolga Bulut, “11 Eylül Sonrası Dönemde Transatlantik Đlişkiler ve Ortadoğu”, Akademik Orta
Doğu, Cilt: 4, Sayı: 2, 2010, s.96.
26
Anthony H. Cordesman, “Middle Eastern Energy After the Iraq War: Current and Projected Trends”, Center for Strategic and
International Studies, Washington, 2006, http://www.csis.org/media/csis/pubs/meeafteriraq[1].pdf, (Accessed 17 December
2009).
27
Anhtony Lake, “Confronting Backlash States”, Foreign Affairs, Vol: 73, Number: 2, 1994, p.47-48.
210
ve Afganistan müdahaleleri sonrasında yükselen bir Batı karşıtlığı ile karşılaşmışlardır. Arap
Dünyasının demokratik bakımdan gelişmesi için ABD tarafından destek verilmiştir. Ancak paradoksal
şekilde ABD Arap Dünyasındaki otoriter ve oligarşik yönetimlerle kurduğu iyi ilişkileri sürdürmüştür.
Körfez monarşileri bunun en önemli örneğini oluşturmaktadır.
21. Yüzyılda Arap Dünyası: Sürekliliğin Değişimi mi?
Çalışmanın bu kısmında 21. yüzyılda Arap Dünyası’ndaki değişimin nedenleri ve sonuçları
ile Batı boyutu ele alınacaktır. Arap Dünyası’nın Batı ile ilişkilerinde, bir boyutu devletler arası
ilişkiler oluştururken, diğer boyutu halk hareketleri oluşturmaktadır.
Arap ülkelerinde iktidarı elinde bulunduran bir “elit grup” vardır. Arap Bölgesi, dünyada
mutlak monarşilerin halen hüküm sürdüğü bölgedir.28 Arap Dünyası, 1936’da Irak’ta General Bekir
Sıtkı iktidarından sonra, çok sayıda asker kökenli devlet başkanının iktidarına şahit olmuştur. Mısır’da
Albay Cemal Abdunnasır’ın 1950’lerin başında iktidara gelmesi, Sudan, Suriye, Irak, Yemen’i
etkilemiş; en nihayetinde, Albay Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya’da benzer rejimlerin
kurulmasına öncülük etmiştir. Bu durum, Cezayir, Tunus, Lübnan gibi ülkelerde de benzerdir.29 Yeni
Arap Dünyasındaki en büyük değişimlerden biri, Arap ülkelerinde süreklilik halini almış olan asker
kökenli idarecilerin iktidarı, bazı Arap ülkelerinde sivil kökenli siyasetçilere mecburen bırakması
olacaktır. Bu değişim, Arap rejimlerinin demokratikleşmesinin önünü açacaktır. Ancak bu değişimin
oldukça sıkıntılı bir süreçten geçeceği anlaşılmaktadır. Ayrıca değişimin uzun bir sürede gerçekleşme
olasılığının yüksek olabileceği de vurgulanmalıdır.
Arap sivil toplumunun örgütlenmesi ve Arap siyasetinde daha fazla söz sahibi olması, Yeni
Arap Dünyası’nın bir gerçeği olacaktır. Arap halk hareketleriyle başlayan sivil toplumun, Arap
ülkelerinin hem iç hem de dış politikalarını daha fazla etkileme olasılığı artmıştır. Örneğin birçok
ülkede yasaklı olan Müslüman Kardeşler Hareketi, bazı ülkelerde önce olduğundan daha etkin olacak
görünmektedir. Bu tür hareketler, var olan ya da yeni kurulacak olan siyasi partiler aracılığıyla,
parlamentolarda resmi temsil fırsatını yakalayacaklardır. Bununla beraber bir diğer önemli değişim de
Baasçılık, Nasırcılık gibi hareketlerin güç kaybetmeye başlamasıdır. Uzun yıllar boyu iktidarı elinde
bulunduran aşiret yapılarının bu konumunu kaybedeceği ama iktidarı elinde tutan aşiret yapılarında bir
değişimin olacağı, aşiret yapılarının ya da güçlerinin ortadan kalkmayacağı da öngörülebilir. Ayrıca
halk hareketlerinin bazı sonuçlarının zamanla ortaya çıkacağı da söylenebilir.
Arap Dünyası’nın en önemli özelliği, yürütme erkinin güçlülüğüdür. Arap Dünyası’nda
gücün yapısal temelleri değişmemiştir ve yürütme erki herhangi bir şekilde sorumluluk
28
James A. Bill and Carl Leiden, Politics in The Middle East, Little Brown Press, Boston, 1974, p.134.
Roger Owen, “Military Presidents in Arab States”, International Journal of Middle East Studies, Vol:43., No:3., August
2011, p.395.
29
211
üstlenmemektedir.30 Đktidar olanaklarından yararlanan,
yetkisi ve etkisi olan ancak herhangi bir
sorumluk üstlenmeyen yöneticiler, Arap hakları arasında hoşnutsuzluğa neden olmuştur. Arap halk
hareketlerindeki “halk başkanın düşmesini istiyor” sloganı bu hoşnutsuzluğun ifadesidir.
Herhangi bir ülkede, yürütmenin denetlenememesi durumunda yanlış yönetim gerçekleşir ve
bunun örnekleri sıkça görülmektedir. Arap Dünyası’nda görülen de budur. Yönetim erki, neredeyse
bütün Arap ülkelerinde yasal ve anayasal hakların kullanımını, ya geçici olarak ya da sürekli bir
şekilde sınırlandırmaktadır. Örneğin çok partili bir seçim sistemine anayasa tarafından izin
verilmesine rağmen, bu hak, yönetsel kararlarla askıya alınabilmektedir. Bu durumun değişmemesi
Arap halkları arasında rejimlere karşı muhalefeti artırmaktadır. Hesap verilebilirliğin olmadığı, keyfi
tutumun adeta olağan ve sürekli hale getirildiği bu coğrafyadaki isyanlar, rejimlere, yöneticilere
yönelik öfkenin de bir sonucudur. Yönetici elit; Şah, Emir, Sultan, General, Melik, Ayetullah, Kral
gibi unvanlarla anılmaktadır. Bu unvanların demokrasiyi yansıtmadığı ortadadır.
Arap Dünyası’ndaki otoriter ya da monarşik iktidar yapısı, demokratikleşmenin önündeki en
büyük engeldir. Arap ülkelerinin geleneksel kabile ya da aşiret yapısı, bu otoriter ya da monarşik
yapıya eklemlenmiştir. Devlet başkanları bile bu aşiret ya da kabilelerden destek alarak iktidara
gelmektedir. Đktidara geçtikten sonra, iktidar olanaklarıyla kendilerini destekleyen geleneksel yapıları
zenginleştirmekte, diğer toplum kesimlerini ise dışlamaktadırlar.
Söz konusu aşiret yapılanmaları, yöneticilerin özgür düşünmesini, rasyonel tercihlerde
bulunmasını, optimal karar alma stratejilerini izlemesini engellemektedir. Evrensel gerçeklerle
düşünemeyen, yerel irrasyonalitenin etkisi altında kalan yöneticiler, bu zihniyet yapısına sahip
oldukları için, yönetimde en doğru, en isabetli kararları alma başarısını da gösterememektedir.
Đktidar gücünü elinde bulunduran kişiler, halktan kopuk bir yönetim tarzı sergilemekte,
yürütme ve diğer erklerin organlarına da başta kendi ailesi ve aşiretinden olanlar olmak üzere, yakın
çevresini atamaktadır. Kötü yönetim, adam kayırma, yolsuzluk ve rüşvet bu tür rejimlerde süreklilik
kazanan uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ortadoğu Bölgesi’ndeki bütün ülkeler, Libya hariç, sivil toplum örgütlerine izin vermektedir.
Ancak bunların faaliyetleri sınırlandırılmaktadır. Bu nedenle çok az Arap, demokratik katılım yoluyla
var olan düzende değişim sağlanabileceğine inanmaktadır.31 Bölgede sivil toplum gelişmemiş,
demokratik usuller yerleşmemiştir. Kabile ve aşiret yapılanmaları hakimdir. Sosyal ve politik yaşama
hakim olan unsur mezhep ilişkileri ile geleneksel kabile ve aşiret yapılanmalarıdır. Özgürlük ve
haklara ilişkin olgular, ülkeden ülkeye farklılaşmaktadır.
30
United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab Human Development Report
2009,
Challenges
to
Human
Security
in
the
Arab
Countries.
http://hdr.undp.org/en/reports/regional/arabstates/ahdr2009e.pdf, (Accessed, 23 October 2011), p.69.
31
United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab Human Development Report
2009, Challenges to Human Security in the Arab Countries.
http://hdr.undp.org/en/reports/regional/arabstates/ahdr2009e.pdf, (Accessed, 23 October 2011), p.73.
212
Kuzey Afrika Arap ülkelerinin rejimleri, diğer Arap ülkelerinin rejimleri kadar otoriter
değildir. Bu ülke rejimlerinin halklarına yaklaşımı da diğerlerine göre “daha demokratik” kabul
edilebilir. Ancak bu yaklaşımın da klasik Batı demokrasisi anlamında olmadığı ortadadır. Mısır,
Libya, Fas ve Tunus gibi ülkeler, Batı ile daha yakın ilişkiler içindedir. Bu bakımdan ekonomik ve
siyasal etkilenmenin olduğu söylenebilir. Bu ülkelerin Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Yemen gibi
ülkelerden daha farklı siyasal tutum içinde olduğu söylenebilir ama kendi içlerinde monolitik bir
yapıya sahip olduğu söylenemez.
Demokratik süreçlerin genişletilmesi ve derinleştirilmesi bütün Arap ülkelerindeki en büyük
ihtiyaçlardandır. Halkın eşitlik temelinde, devlet politikalarının çerçevesinin çizilmesine katkısının
sağlanması gerekir. Ancak Arap Dünyası’nda politik sistem bütün halk tarafından değil, elitler
tarafından kontrol edilmektedir.32
Tablo.2. Bazı Arap Ülkelerinin Yöneticileri ve Yönetim Süreleri (2012’ye Kadar)
Ülke
Tunu
Fas
Libya
Mısır
Ürdün
Suriye
Yemen
s
Umm
Bahre
Suudi
Katar
an
yn
Arabist
an
Devlet
Zeyn
Kral
Muam
Hüsnü
Kral
Beşşar
Ali
Sulta
Hami
Kral
Şeyh
Yönetic
el
Muham
mer
Mübare
Abdull
Esad
Abdull
n
d bin
Abdull
Hami
isi
Abidi
med VI
Kaddaf
k
ah II
ah
Kabu
Đsa
ah bin
d bin
Salih
s bin
el-
Abdula
Halif
Said
Halif
ziz
e el-
el-
e
Suud
Thani
2005
1995
7
17
n bin
i
Ali
el
Said
Đktidara
1987-
Gelme
Tarihi
Yöneti
1969-
1981-
1999-
2000-
1978-
1970-
1999-
14
20
11
…
…
…
…
…
Ocak
Ekim
Şubat
2011
2011
2011
42
29
13
11
34
42
13
23
1999-…
13
mde
Kaldığı
Süre
(Yıl)
32
United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab Human Development Report
2009, p.193.
213
Arap Dünya’sında yönetenler, yönetme yetkisini çoğunlukla halktan almamaktadır. Genelde
babadan oğula, aşiretten aşirete, aktarılan bir yönetim sürecine tanık olunmakta ve neredeyse ömür
boyu olmak üzere, uzun yıllar yönetimde kalınmaktadır. Örneğin Ürdün’de yönetimi, Kral Abdullah
II, babası Kral Hüseyin’den almıştır. Kral Hüseyin’de 1952-1999 yılları arasında Ürdün’ü 47 yıl
yönetmiştir. Suriye’de Beşşar Esad yönetiminden önce, babası Hafız Esad, ülkeyi 1971 ile 2000 yılları
arasında 29 yıl yönetmiştir. Fas’ta Kral Muhammed VI, 13 yıldır yönetimdedir. Kendisinden önce
babası Hasan II’de ülkeyi 38 yıl yönetmiştir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde, küreselleşme birçok alanda dünyada etkisini güçlü
hissettirmiştir. Batı dünyasının destekleyip yönlendirmeye çalıştığı küreselleşme süreci, Batı dışı
dünyada kültürel, ekonomik ve politik yapılar üzerinde baskı oluşturmuştur. Ortadoğu Bölgesi
küreselleşme sürecinin en yoğun etkilerinin göründüğü bölgelerdendir.
Küreselleşme süreci Ortadoğu’da bir takım değişimleri etkilemiştir. 2010 yılı Aralık ayında,
Tunus’ta başlayan ve çok sayıda ülkeye yayılan halk ayaklanmalarının, Ortadoğu’da küreselleşme
sürecinin Soğuk Savaş sonrası dönemine tekabül eden etkisi olarak ifade edilebilir. Küreselleşme
sürecinde demokrasi, insan hakları, piyasa mekanizmasının işleyişine ve hukukun üstünlüğüne verilen
önem artmıştır. Bu değerlere verilen önem Ortadoğu Bölgesi’ni de etkilemiştir. Küreselleşme
sürecinin ortaya çıkardığı iletişim araçları halk ayaklanmalarını beslemiştir. Haberleşme alt yapısının
gelişmesi, internetin, Twitter, Facebook gibi sosyal ağların kullanımının yaygınlaşması farkındalık
düzeyinde bir artışa neden olmuş ve sosyal grupların örgütlenmesini sağlamıştır. Halk hareketlerine
katılanların örgütlenmesi, Twitter ve Facebook gibi sosyal medya aracılığıyla gerçekleştirilmiştir.
Katar merkezli el-Cezire televizyonu ayaklanmaya en güçlü desteği veren televizyon kuruluşu
olmuştur.
Küreselleşme sürecinin Ortadoğu’daki etkisi, öncelikle Körfez Savaşı ve Đsrail Filistin Barış
süreci ile kendisini göstermiştir. SSCB’nin dağılması ve Rusya’nın Batının yeni ortağı haline
gelmesiyle beraber, ABD ve müttefikleri Ortadoğu’da rakipsiz hale gelmiştir.33
Küreselleşme süreci sonucunda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal sorunlar, bölgeyi kırılgan
hale getirip istikrarsızlaştırmıştır. Bölge ülkelerinde bu alanlarda reform ihtiyacı vardır. Arap halk
hareketleriyle başlayan değişim, süreklilik arz eden bazı unsurları değiştirmiştir. Bu değişimlerin halk
hareketleri gibi domino etkisi ile başka değişimlere neden olacağı ifade edilebilir.
Arap ülkelerinin, küreselleşme süreciyle beraber, yaşadığı bazı temel ekonomik sorunlar
vardır. Bu sorunlar bölge ülkelerinin serbest piyasa ekonomileriyle bütünleşmesini engellemektedir.
Bu bağlamda olmak üzere temel ekonomik ve ticari sorunların; Arap ekonomilerinin uluslararası
sistemle uyumlu hale gelmesi, özel sektör odaklı büyüme stratejisinin izlenmesi, dış ticaretin
33
Hamit Ersoy, Lale Ersoy, Küresel Dünyada Bölgesel Oluşumlar ve Türkiye, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2002, s.67-72
214
serbestleştirmesi, dış ticaret önündeki politik ve ekonomik engeller ile kotaları azaltılması ya da
kaldırılması, petrole ve dışa olan bağımlılığın azaltılması olduğu söylenebilir.
Ortadoğu analizleri hangi unsura odaklanırlarsa odaklansınlar, bir şekilde petrolle ve bu
coğrafyanın kültürel doku çeşitliliğiyle ilişki kurmak durumundadır.34 Arap Baharı’na yönelik benzer
bir değerlendirme de yapılabilir. Arap Baharı’nın güç ve iktidar boyutu ile kültürel dokuya ilişkin
boyutu vardır. Arap ülkelerinin hepsi petrol zengini ülkeler değildir. Ama petrol zengini olanlarda da
ekonomik sorunlar ve sosyal ve siyasal çatışmalar vardır. Bununla beraber hakların ezilmişliği, hor
görülmesi, “ikinci sınıf vatandaş” muamelesi görmesi de yönetimlere duyulan öfkeyi besleyen sosyal
olgular olarak ifade edilebilir.
Fakirlik, gelir düşüklüğü, gelir eşitsizliği ekonomik temelli çatışma unsurları olarak varlığını
devam ettirmektedir. Bölgedeki genç ve işsiz kesim, sosyal tehdit potansiyeli taşımaktadır. Ekonomik
refah açısından petrol zengini ülkeler dışındaki yerlerde yoksulluk had safhadadır. Petrol zengini
ülkelerde de istikrarsız ve kırılgan bir yapı vardır. Bölge, uluslararası düzen ile ekonomik anlamda da
bütünleşmemiştir. Karşılıklı ticari bağımlılık ilişkileri oluşmamıştır. Bu durum bölgeye yabancı
sermaye akışını zorlaştırmaktadır.
Arap ülkelerinde halkın çok boyutlu fakirliği bakımından birbirinden oldukça farklı bir
dağılım söz konusudur. Çok boyutlu fakirlik aralığı genel ortalaması, % 7’nin altında iken, bu durum
ülkeler arasında oldukça farklılaşmaktadır. Bu bakımdan örneğin, Tunus ve Birleşik Arap Emirliği, %
7 ile genel ortalamada yer alırken, söz konusu oran, Irak’ta % 14’e, Fas’ta % 28’e, Yemen’de % 52’ye
çıkmakta ve ortalamanın oldukça üstü bir durum oluşmaktadır.35
Bölgenin ve Arap isyanlarının önemli boyutunu oluşturan ekonomik boyut içinde yabancı
sermaye eksikliği önemlidir. Yabancı sermaye eksikliği yatırımlara yansımakta ve istihdamı olumsuz
etkilemektedir. Durum böyle olunca işsizlik artmakta ve toplum geçim sıkıntısı çekmektedir. Bunların
sonucunda ortaya çıkan durum, Arap halk hareketlerinin en önemli dayanaklarından biridir.
Đsyanlar sonucunda rejim değişikliğine gidilen Tunus, Mısır, Libya gibi ülkelerde geçen
zaman içerisinde, ekonomik kaynakların paylaşımı değişmemiştir. Đsyanlar sonrası bazı ülkelerde
resesyon riski artmaktadır. Kısa vadede ekonomik verilerde kötüye gidiş meydana gelmektedir.
Ancak isyana katılan halk gruplarının kaynakların dağıtımı ve paylaşımında eskiye nazaran
daha fazla söz sahibi olacağı öngörülebilir. Ekonomik iyileşmenin orta ya da uzun vadede görülmesi
daha olası görünmektedir. Ancak her halükarda, köklü olmamakla beraber, kaynakların sahipliğinde
ve paylaşımında süreklilik arz eden unsurlarda bir değişim yaşanması beklenebilir.
34
Mert Bilgin, “Küresel Bölgesel ve Yerel Eksende Irak Petrollerinin Ekonomik Siyasi ve Stratejik Anlamı”, Akademik
Ortadoğu, Sayı: 2, http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu2%20makale/mert_bilgin.pdf, (Erişim, 29 Ekim 2011),
s.20
35
United Nations Development Programme (UNDP), Human Development Report, 20th Anniversary Edition, The Real
Wealth of Nations: Pathways to Human Development, November 2010,
http://hdr.undp.org/en/media/HDR_2010_EN_Complete_reprint.pdf (Accessed, 22 October 2011), p.99.
215
Arap Baharı’nın ekonomik etkisi gün geçtikçe artmaktadır. Petrol zengini olan Körfez
ülkeleri, bu isyan hareketlerinden ekonomik olarak çok az etkilenmiş ya da etkilenmemiştir. Ancak
isyanın hüküm sürdüğü diğer ülkeler, ekonomik olarak fazlası ile etkilenmişlerdir. Bu ülkelerde
işsizlik ve enflasyon artmış, büyüme rakamları inişe geçmiştir. Özellikle Mısır ve Tunus gibi turizmin
önemli bir gelir kaynağı olduğu ülkelerde, turizm gelirleri iyice azalmıştır.
Bir araştırma şirketi tarafından yapılan analizde; Arap Baharı’nın bölgeye ekonomik
maliyetinin toplam 55 milyar doları geçtiği ifade edilmektedir. Bu maliyet en yüksekten düşüğe
doğru, Suriye (27 milyar dolar), Libya (15 milyar dolar), Mısır (10 milyar dolar), Tunus, Bahreyn ve
Yemen’e aittir.36 Bu analizden iki ay sonra yapılan bir açıklamada, daha farklı sonuçların meydana
geldiği ifade edilmiştir. Arap Birliği Ekonomi Đşlerinden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı
Muhammed el-Tuvaying tarafından, Arap Baharı'nın etkisindeki Tunus, Mısır ve Libya'nın, yaşanan
karışıklıklar nedeniyle, toplam 75 milyar dolar kaybettiği dile getirilmiştir.37 Bu maliyetler gün
geçtikçe artmaktadır.
Fransız petrol şirketlerinin Libya Geçici Yönetimi’nden %35’lik bir imtiyaz aldıkları
yönündeki haberlerin38 doğruluğu bilinmemekle beraber; Libya isyanının başından beri Fransa
tarafından desteklenmesi, Fransa’nın, ABD ve Đngiltere’den de aktif politikalar izlemesi karşısında,
bazı ek imtiyazlar elde ettiği öngörüsü yapılabilir. Bu imtiyazlar ya da ilişki şekilleri, Arap
Dünyası’ndaki Batının ekonomik ve politik ilişkilerindeki süreklilikte bir değişimin olmadığı şeklinde
yorumlanabilir.
Arap Baharı’nın sonuçlarına yönelik yapılan bir diğer araştırmada, isyanın ekonomik ve
politik sonuçları incelenmektedir. Buna göre, kısa vadede isyanın mali dengede soruna neden olacağı,
petrol fiyatlarını olumsuz etkileyeceği ve ekonomik istikrarsızlığa yol açacağı, uzun vadede,
ekonomik liberalizasyona neden olmakla beraber, ekonomik büyüme hızının dünya ortalamasının yine
de altında olacağını öngörmektedir.39
Toplumsal çatışmalar, yatırımcı güveni, turizm ve doğrudan yabancı yatırımlar üzerinde
baskı yapmaktadır. Ancak devam eden çatışmalar, sonuçta derinleşmiş otoriter yönetimlerin, zayıf
kurumsallaşmanın, kötü yönetimin olduğu, hatta düşük büyüme düzeyine ve kronik işsizliğe sahip
olunan bölgenin, gelecekte daha hesap verebilir ve daha yönetilebilir hale dönüşmesine yardım
36
Geopolicity,
“Re-Thinking
The
Arab
Spring:
Roadmap
for
G20/UN
Support?”,
http://www.geopolicity.com/upload/content/pub_1318911442_regular.pdf, (Accessed, 26 October 2011).
October
2011,
37
Anadolu Ajansı, “Arap Baharı’nın Maliyeti 75 Milyar Dolar”, http://www.anadoluajansi.com.tr/tr/kategoriler/dunya/109153arap-baharinin-maliyeti-75-milyar-dolar , (Erişim, 5 Ocak 2012)
38
Veysel Ayhan, “Libya Üzerinde Türkiye-Fransa Rekabeti - 1”, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2626 (Erişim,
28 Ekim 2011)
39
Economist Intelligence Unit, “Spring Tide: Will the Arab Risings Yield Democracy, Dictatorship or Disorder?”
http://www.eiu.com/Handlers/WhitepaperHandler.ashx?fi=LINKED_Arab_Spring_1.pdf&mode=wp, (Accessed, 26 October
2011), p.31.
216
edebilir.40
Bölge ülkeleri arasında kısmi bir sınıflandırma yapmak mümkün olmakla beraber; bu
sınıflandırmadan hareketle analizler yapmak her zaman doğru bir yaklaşım olmayabilir. Arap
Baharı’nda her ülkenin kendine özgü durumları vardır. Örneğin diğer ülkelerle birçok yönden benzer
özellikler taşıyan bir ülkenin, iktidardaki yönetici sınıfının tutumu farklı olabilmektedir. Bu nedenle
monolitik olmayan Arap Dünyası’ndaki halk hareketlerinin sonuçlarının da aynı olmaması ihtimali
yüksektir. Her ülkenin kendine özgü koşulları vardır. Bu durumda meydana gelen gelişmeler ve
sonuçlar da farklılaşabilmektedir. Bu kendine özgü durumlar, genel karakteristiğin doğurması
beklenen sonuçlardan daha farklı sonuçlara neden olabilmektedir. Arap Baharı’nda buna benzer
durumlar meydana gelmiştir. Kuzey Afrika ülkeleri olan Mısır ve Tunus’ta yönetici sınıfın yönetimi
terk etmesi sonucu yaşanan süreç ile aynı bölge ülkesi olan Libya’da Kaddafi ve ekibinin yönetimi
bırakmaması sonucu yaşanan süreç ve sonuçlar aynı değildir.
Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, B.A.E, Umman ve Kuveyt siyasi ve ekonomik reformlar
yapmak üzere, birbirileriyle işbirliğini geliştirmiş ve bu amaçla da Körfez Đşbirliği Örgütü’nü
kurmuştur. Bu ülkeler aynı zamanda ABD ile yakın ve sıcak ilişki içerisindedir. Petrol zengini olan bu
ülkeler, Şii nüfusun yoğun olduğu ülkelerdir. Bu ülkelerin askeri korumacılığını ABD yapmaktadır.
Ancak bu ülkelerin rejimi de demokratik yönetim şeklinden oldukça uzaktır.
Arap Dünyası’nda isyanların hemen hepsinde ortak kullanılan slogan “Halk rejimin
yıkılmasını istiyor- el-Şab, Yurid Đskat el-Nizam” sloganıdır. Arap Dünyası’nda yaşananlar, yüz
binlerin sınıf, din ve etnik kimlik özdeşliği olmaksızın bir araya gelerek, devrilmez denen rejimleri alt
ettiğini göstermiştir. Mısır ve Tunus’taki isyanın başarısı Đslami örgütlere ya da sol geleneğe mensup
muhalif örgütlere mal edilmemektedir. Bu isyanı gerçekleştirenlerin çoğunluğu, orta sınıfa mensup,
18-35 yaş grubu olup, bunlar her iki ülkedeki ayaklanmada başrolü üstlenmiştir.41 Dolayısıyla isyana
katılanlar arasında etnik ve mezhepsel bakımdan bir homojenlik söz konusu olmamakla beraber; ortak
payda rejimden kurtulmak ve bu vesile ile özgürlük ve demokrasi idealini gerçekleştirmektir.
Đsyanlar sonucunda, Tunus ve Libya’da rejim değişikliği meydana gelmiştir. Yeni yönetimi
belirlemek üzere, 23 Ekim 2011’de Tunus’ta yapılan genel seçimlere siyasi yelpazenin neredeyse
tamamı katılmıştır. Seçimlere siyasi yelpazenin tüm yönlerindeki partiler ilk defa katılmıştır. Sosyal
demokrat ve laik çevreci partilerden, Đslamcı ve milliyetçi partilere kadar bir geniş katılım
gerçekleşmiştir. Tunus’ta yapılan seçimler koalisyon sonucunu doğurmuştur. Hükümet henüz
kurulmamakla beraber, seçimin galibi Đslamcı söylemiyle ön plana çıkan, Raşit Gannuşi'nin
liderliğindeki Ennahda Partisi olmuştur. Sosyal demokrat ve laik parti olan Đlerici Demokrat Parti
(PDP) en çok oyu alan ikinci parti olmuştur.
40
Moin Siddiqi and Pameia Ann Smith “After the Arab Spring–the Long, Hot Arab Summer?”, The Middle East, IC
Publications Ltd., August-September 2011, p.35
41
Rejim Yıkıldı, Peki Ya Şimdi? http://www.ntvmsnbc.com/id/25182418, (Erişim, 28 Ekim 2011).
217
Arap Baharı’nın muhtemel sonuçlarına yönelik yapılan bir çalışmada, yetersiz demokratik
sonuç doğurması olasılığının % 60, otoriter yönetimlerin devamı olasılığının % 20, demokratik
gelişmeye neden olma olasılığının ise % 20 olduğu ifade edilmektedir.42
19 Mayıs 2011’de Barack Obama’nın Ortadoğu'ya dair konuşmasında, Ortadoğu'da halkın
istediği demokratik değişimin, ABD tarafından destekleneceğinin açıklanması, sokak gösterilerinin,
protestoculara ateş açılarak önlenemeyeceğini, reformların yapılması gerektiği ve bunun için de
muhalefetle görüşülmesi gerektiğinin dile getirilmesi, isyancılar arasında olumlu yankı bulmuştur.
ABD’nin Arap Baharı’nda ülkelere yönelik farklı tutumu eleştirilmektedir. ABD ya da AB
ülkeleri, halkların yanında olduğunu söylemesine rağmen, bazı Arap ülkelerindeki isyanları
“görmezden gelme” politikası izleyebilmektedir. Örneğin ABD ile yakın ilişkileri bulunan Bahreyn ve
Yemen rejimlerine karşı halk hareketleri, adeta görmezden gelinmiş, ama Libya’ya askeri müdahale
tercihinde bulunulmuştur.
Muammer Kaddafi’nin öldürülmesi sonrasında yapılan sevinç gösterilerinde; NATO, ABD
ve Fransa öncelikli olmak üzere, Avrupa Birliği’ne teşekkür edilmesi, bunu destekler nitelikte dövizler
taşınması, isyancıların Batılı güçlere karşı bir tepkisinin olmadığı, hatta onlara karşı “minnet
duygusu” içerisinde oldukları şeklinde yorumlanabilir. Bundan hareketle, ABD’nin ya da AB üyesi
ülkelerin, Ortadoğu Bölgesi’ndeki etkisinin sürekliliğinde kökten bir değişimin yaşanmayacağı
öngörülebilir.
Arap
Đsyanları
ile
birlikte
dünyanın
diğer
bölgelerinde
yaşanan
isyanlarında
değerlendirilmesinde de yarar vardır. Bu isyanlar arasında etkileşimin olduğu söylenebilir. Ortadoğu
dışında, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde de halk hareketleri meydana gelmiştir. Arap Baharı’nın
yaşandığı ülkelerden farklı olarak, bu gelişmelere yönelik politika izleyen ülkelerde yaşanan benzer
bir sürece, gün geçtikçe artan bir kalabalığın dahil olduğu görülmektedir. Ortadoğu Bölgesi dışındaki
isyan hareketleri, sadece ABD’de değil, Avrupa’da da meydana gelmiş ve yönetimler çeşitli şekillerde
eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin ortak noktasında, ekonomik ve sosyal sorunlar yer almıştır. Hatta Arap
devletleri dışında Ortadoğu Bölgesi’nde Đsrail’de de halk hareketleri meydana gelmiş ve yönetimler
protesto edilmiştir.
17 Eylül 2011’de başlayan ve günümüze kadar devam eden ve Zuccotti Park’ı mekan edinen
ABD’li göstericiler, New York’ta finans merkezi olarak bilinen Wall Street’te yer alan finans
şirketlerini, bankaları, ülkedeki gelir dağılımı dengesizliğini, işsizliği ve ekonomik politikaları
olumsuz etkilemekle suçlamıştır. Protestocular, “Biz toplumun yüzde doksan dokuzuyuz”, “Bankalar
kurtarıldı, biz satıldık”, şeklinde sloganlar atarak, hükümet politikalarını, uygulamalarını ve kapitalist
düzeni eleştirmiştir. Benzer şekilde Đsrail’de de ABD ve Avrupa’daki gibi yönetimi suçlayan
gerekçelerle gösteri yürüyüşleri yapılmıştır.
42
Economist Intelligence Unit, A.g.e., s.2.
218
Brooking Enstitüsü Başkan Yardımcısı Derviş’e göre, Wall Street’i işgal eylemleri, Arap
Baharı’ndan etkilenmiştir. Derviş, Tahrir Meydanı’ndan esinlenme olduğunu, ileride bu hareketlerin
devam edip yayılacağını ve bunların “Tahrir’in artçısı” olduğunu söylemiştir.43
Ekim 2011 ortasına kadar, Wall Street göstericilerinden 700 kişi tutuklanmıştır. Wall Street
eylemcileri, krizi finans çevresinin yarattığını, bunun sonucu suçsuz insanların evlerini, işlerini,
emekli paralarını, hata tüm birikimlerini kaybettiklerini ileri sürmüştür. Göstericiler, nüfusun sadece
%1’ini oluşturan zenginlerin, ekonominin kaymağını yediğini, nüfusun %99’unun ise sıkıntı çekmeye
mahkûm edildiğini ifade ederek, bu durumu eleştirmiş ve “Bu sistem değişmelidir. Sosyal adalet diye
bir şey kalmadı” mesajını vermiştir.44
Gösteri yürüyüşlerinin en büyüklerinden birisi Roma’da gerçekleştirilmiştir. Ekim ayının
ortalarında Roma’da iki yüz bin kişinin katıldığı, küreselleşme ve kapitalizm karşıtı “Kara Blok”
üyelerinin oluşturduğu öfkeli kalabalık, Roma sokaklarını ateşe vermiştir. Londra, Berlin, Tokyo ve
daha birçok şehirde meydana gelen diğer gösterilerde de halk, kapitalizme ve yönetimlere eleştiriler
getirmiştir.
15 Mayıs'ta düzenlendiği için "15 M" hareketi diye anılan ve Đspanya'da ortaya çıkan
"Indignados- Öfkeliler" hareketi de bir diğer isyan hareketidir. Bunlar protestolarını işsiz ve genç
meslek sahipleri olarak, Arap isyanında olduğu gibi, sosyal paylaşım siteleri Facebook ve Twitter
üzerinde örgütlemektedirler. Bunlar ayrıca internet ortamında "Gerçek Demokrasi... Şimdi" adlı grubu
oluşturmuştur. "Sınır tanımayan öfkeliler hareketi" olarak da adlandırılan hareket, farklı ülkelerde
benzer yakınmaları dile getirmiştir. Đspanya, Yunanistan, Belçika, Đsrail, Đngiltere, Fransa gibi
ülkelerde sosyal adaletsizlik, ekonomik sorunlar ve yolsuzluklar eleştirilmiş ve yeniden özgün
demokratik değerlere dönülmesi istenmiştir.45
Sonuç
Ortadoğu tarihi boyunca mücadele alanı olmuştur. Ortadoğu’daki petrol kaynakları bölge
üzerindeki en önemli rekabet unsurudur. Batı, yirminci yüzyılın başından beri Ortadoğu’nun
geleceğini belirleyen politikalar izlemiştir. Đkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgenin hakim gücü ABD
olmuştur.
Bölgenin etnik ve dini bakımdan farklılıkları, çoğunlukla çatışma nedeni olmuştur. Suni
oluşturulan devletler ve sınırlar, toplumsal yapılarda da çatışma nedeni olmuş ve toplumsal yapılarda
bölünmüşlük meydana gelmiştir.
43
Milliyet Gazetesi, “Derviş: Wall Street işgali Arap Baharı’nın devamı”, http://ekonomi.milliyet.com.tr/dervis-wall-streetisgali-arap-bahari-nin-devami/ekonomi/ekonomidetay/17.10.2011/1451580/default.htm (Erişim, 29 Ekim 2011)
44
Celalettin Yavuz, “Arap Baharı ve Vahşi Kapitalizme Direniş: ABD’den Japonya’ya Kadar ‘Sessiz Çoğunluk’ Protestoları”,
http://www.turksam.org/tr/a2499.html, (26 Ekim 2011).
45
BBC, “Sınır Tanımayan 'Öfkeliler' Hareketi”,
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111014_indignados_protests.shtml (Erişim,14 Ekim 2011).
219
Ortadoğu ülkelerinde seçkinci, monarşik yapılar egemen olmuştur. Gelecek nesillere adeta
bir miras gibi bırakılan yönetsel yapılar, Ortadoğu halklarında yıllar yılı hoşnutsuzluk tohumları
ekmiştir. Aşiret ya da kabilelere dayanan oligarşik yönetsel yapıların izlediği kayırmacı politikalar
halkın tepkisinin artmasına neden olmuştur. Yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet, israf ekonomisi, gelir
dağılımındaki adaletsizlik toplumsal çatışmalara kaynaklık etmiştir. Küresel ve bölgesel dinamiklerin
de eklemlendiği sorunlar Ortadoğu’da halk ayaklanmalarının önünü açmıştır.
Tunus’la başlayan isyanlar günümüzde de devam etmektedir. Tunus dışında, Libya ve
Mısır’da mevcut rejimler yıkılmıştır. Suriye, Yemen, Bahreyn ve diğer birçok Arap ülkesinde ve bu
arada Batı ülkesinde isyanlar devam etmektedir.
Đsyanların bazı ülkelerde değiştirdiği en önemli süreklilik, otoriter yönetim tarzıdır. Bu
hareketler neticesinde Ortadoğu coğrafyası, demokratik kültürün gerektirdiği usullerin geçmişe göre
daha çok yaşandığı bir coğrafya olacaktır. Birçok ülkede rejim değişse de değişmese de reformlar
yapılacaktır. Ülkelerin ve ekonomik kaynakların yönetiminde, sürekli yok sayılan halk, artık var
sayılmak zorundadır. Rejim değişikliğinin henüz gerçekleşmediği ülkelerde bile büyük politik ve
ekonomik reformlara gidilmektedir. Bu nedenle, yeni bir Arap Dünyası’nın varlığı yadsınamaz bir
gerçektir. Bu yeni Arap Dünyası’ndaki demokratik taleplerin ve pratiklerin daha çok gündeme
geleceği öngörülebilir. Süreklilik kazanmış otokratik yapıların değişeceği, demokratik usullerin, sivil
toplum örgütlenmelerinin ve sivil toplum hareketlerinin güçleneceği, bunların daha görünür hal
alacağı, bu vesileyle halkın yönetimde daha çok söz sahibi olacağı bir Arap Dünyası söz konusudur.
Arap Dünya’sının süreklilik kazanan unsurlarından biri olan, politik ve ekonomik hayattaki
Batı etkisi değişmeyecek görünmektedir. Bunda isyanlara yönelik ABD ve AB’nin izlediği tutumun
büyük etkisi vardır. Bu süreklilikte bir değişimin en azından yakın ya da orta vadede yaşanması
beklenmemektedir. Bu bakımdan Arap Dünyası bir yeni duruma işaret etmemektedir. Ancak bu
durumda bile Batı, Arap Dünyası ile ilişki kurarken daha dikkatli ve seçici olmak zorunluluğunu
taşıyacaktır.
220
Kaynakça
Anadolu
Ajansı,
“Arap
Baharı’nın
Maliyeti
75
Milyar
Dolar”,
http://www.anadoluajansi.com.tr/tr/kategoriler/dunya/109153-arap-baharinin-maliyeti-75-milyardolar, (Erişim, 5 Ocak 2012).
Anthony H. Cordesman, “Middle Eastern Energy After the Iraq War: Current and Projected
Trends”,
Center
for
Strategic
and
International
Studies,
Washington,
2006,
http://www.csis.org/media/csis/pubs/meeafteriraq[1].pdf, (Accessed,17 December 2009), pp.1-35.
Antony Lake, “Confronting Backlash States”, Foreign Affairs, Vol: 73, Issue: 2, 1994, pp.4748.
Armağan Kuloğlu, “Ortadoğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Stratejik Etkileri”,
Stratejik Analiz, Cilt: 6, Sayı: 62, Haziran 2005, ss.74-83.
BBC,
“Sınır
Tanımayan
'Öfkeliler'
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111014_indignados_protests.shtml
Hareketi”,
(Erişim,14
Ekim 2011)
Celalettin Yavuz, “Arap Baharı ve Vahşi Kapitalizme Direniş: ABD’den Japonya’ya Kadar
‘Sessiz Çoğunluk’ Protestoları”, http://www.turksam.org/tr/a2499.html, (Erişim, 26 Ekim 2011).
Çınar Özen, “Global Siyasal Sistem ve Türkiye Üzerine Değerlendirme”, Doğu Batı Dergisi,
Yıl:6, Sayı: 24. Ağustos, Eylül, Ekim 2003, ss.275-288.
Daniel W. Drezner, “The New New World Order”, Foreign Affairs, Volume: 86, Number: 2,
April 2007, pp. 34-46.
Deniz Tören, “11 Eylül Saldırıları, Sistemdeki Dönüşümler ve Türk Dış Politikası”,
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/1935-11-eylul-saldirilarisistemdeki-donusumler-ve-turk-dis-politikasi, (Erişim, 26 Ağustos 2011).
Economist Intelligence Unit, “Spring Tide: Will the Arab Risings Yield Democracy,
Dictatorship
or
Disorder?”,
http://www.eiu.com/Handlers/WhitepaperHandler.ashx?fi=LINKED_Arab_Spring_1.pdf&mode=wp,
(Accessed, 26 October 2011).
Evren Çelik Wiltse “Declining Us Influence and Rise of Latin America’s Regional Power:
Some Lessons For The Middle East”, The Turkish Yearbook, Vol. XXXIX, pp. 99-119.
F. Stephen Larrabee, “US Middle East Policy After 9/11: Implications for Transatlantic
Relations”, The International Spectator, Vol: 37, No: 3, 2002, pp. 43-56.
Fatma Akkan Güngör ve Alper Tolga Bulut, “11 Eylül Sonrası Dönemde Transatlantik
Đlişkiler Ve Ortadoğu”, Akademik Orta Doğu, Cilt 4, Sayı 2, 2010, ss.91-102
221
G. John Ikenberry, “Getting Hegemony Right,” National Interest, Vol: 63, 2001, pp.17-24
Gamze Güngörmüş Kona, “Orta Doğu’da Güvenlik Yapılanması Neden Bu Denli Kırılgan?”,
www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=1&yazi=1384 (Erişim 11 Şubat 2008).
Geopolicity, “Re-Thinking The Arab Spring: Roadmap for G20/UN Support?”, October
2011,
http://www.geopolicity.com/upload/content/pub_1318911442_regular.pdf,
(Accessed,
26
October 2011).
Hamit Ersoy,
Lale Ersoy, Küresel Dünyada Bölgesel Oluşumlar ve Türkiye, Siyasal
Kitabevi, Ankara, 2002.
Henry Kissenger, Diplomasi, Çev. Đbrahim H. Kurt, Đş Bankası Yayınları, 6. Baskı, 2007.
Katerina Dalacoura, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East:
Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, Ortadoğu Etütleri, July 2010, Volume: 2,
No: 3, July 2010, pp. 57-76.
Mert Bilgin, “Küresel Bölgesel ve Yerel Eksende Irak Petrollerinin Ekonomik Siyasi ve
Stratejik
Anlamı”,
Akademik
Ortadoğu,
Sayı:
2,
http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu2%20makale/mert_bilgin.pdf, (Erişim, 29 Ekim
2011).
Milliyet
Gazetesi,
“Derviş:
Wall
Street
işgali
Arap
Baharı’nın
devamı”,
http://ekonomi.milliyet.com.tr/dervis-wall-street-isgali-arap-bahari-nindevami/ekonomi/ekonomidetay/17.10.2011/1451580/default.htm, (Erişim, 29 Ekim 2011)
Moin Siddiqi and Pameia Ann Smith “After the Arab Spring – the Long, Hot Arab
Summer?”, The Middle East, IC Publications Ltd., August/September 2011, pp.35-38.
Ömer Taşpınar, “Obama, Yeni Ortadoğu ve Türkiye”, Görüş, Ağustos 2011, Sayı: 69, ss.1015.
Özge Özkoç “Savaş ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-Đsrail Sorunu” Ankara Üniversitesi
SBF Dergisi, Cilt: 64, Sayı: 3, ss.167-195.
Rejim Yıkıldı, Peki Ya Şimdi? http://www.ntvmsnbc.com/id/25182418, (Erişim, 28 Ekim
2011)
Roger Owen, “Military Presidents in Arab States”, International Journal of Middle East
Studies, Vol:43., No: 3., August 2011, pp.395-396.
Sevilay Kahraman, “Avrupa Birliği Ve Irak Krizi: Bölünmeden Yeniden Birleşmeye Uzun,
Đnce Bir Yol”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, (Bahar: 2003), ss.151-161
222
Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAE), Büyük Ortadoğu Projesi; Siyasi, Güvenlik, Ekonomik
ve Sosyal Bir Değerlendirme, Temmuz 2004, www.turksae.com/faceindex.phptext_id=185 (Erişim,
12 Mayıs 2005)
Tayyar Arı, “Türk-Amerikan Đlişkileri: Sistemdeki Değişim Sorunu mu?”, Uluslararası
Hukuk ve Politika, Cilt: 4, No: 13, 2008, ss.17-35.
Tevfik Fikret Ergün ve Bahadır Berk, “Küreselleşen Ortadoğu’da ‘Irak’ Son Hedef mi?”,
Jeo-politik, Yıl: 6, Sayı: 37, Şubat 2007, ss.30-37.
Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Mana Yayınları, Đstanbul, 2011.
United Nations Development Programme (UNDP),
Human Development Report, 20th
Anniversary Edition, The Real Wealth of Nations: Pathways to Human Development November 2010,
http://hdr.undp.org/en/media/HDR_2010_EN_Complete_reprint.pdf (Accessed, 22 October 2011)
United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab
Human Development Report 2009, Challenges to Human Security in the Arab Countries.
http://hdr.undp.org/en/reports/regional/arabstates/ahdr2009e.pdf, (Accessed, 23 October 2011).
Ümit Özdağ, “Cephe Ülke – Büyük Ortadoğu ve Yeni Bir NATO Stratejisi mi?”, Avrasya
Dosyası Yeniden Yapılanan Ortadoğu Özel, Asam Yayınları, Cilt: 9, Sayı: 4, Ankara 2003, ss.5-41.
Veysel Ayhan, “Orta Doğu’nun Demokratikleştirilmesi Đkilemi: Filistin, Suudi Arabistan Ve
Đran Örneğinde Eleştirel Bir Bakış”, Akademik Orta Doğu, Cilt 2, Sayı 1, 2007, s.99-140.
Veysel
Ayhan,
“Libya
Üzerinde
Türkiye-Fransa
Rekabeti
-
1”,
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2626 (Erişim, 28 Ekim 2011)
Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Barış Kitap, Ankara, 2011.
Zafer Akbaş, “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç
Mücadelesi”, History Studies, ABD ve Büyük Ortadoğu Đlişkileri Özel Sayısı, 2011, ss.1-18.
223
ARAP BAHARI’NIN ULUSLARARASI GÜÇ DENGELERĐNE ETKĐLERĐ ÜZERĐNE
GERÇEKÇĐ BĐR YAKLAŞIM
Bülent Akkuş∗
ÖZET
Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde son dönemde yaşanan isyan hareketleri, bu makalenin kaleme
alındığı ana kadar üç diktatörü tarih sahnesinden “başarıyla” indirirken, diğerleri için de benzer sonun
kaçınılmaz olduğunu ortaya koymuştur. “Arap Baharı”, bölgede meydana gelen diğer olaylar da,
“Usame Bin Ladin’in öldürülmesi” ve “Hamas-El Fetih anlaşması” dikkate alındığında Ortadoğu için
umut vaat eden ve daha özgür ve demokratik bir ortamda yaşamak isteyen bölge halkının başarısı
olarak lanse edilmektedir. Fakat bu tür analizler, bölgedeki statik resimlerin aldatıcı görüntülerinin
tesiri altında kalmaktadırlar. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da meydana gelen gelişmeleri, uluslararası
ortamın koşulları, aktörlerin öncelikleri, bölgesel tepkiler ve gelişmelerin uluslararası sistem
üzerindeki etkileri açısından inceleyen bu makale, Arap Baharı’nın uluslararası güç dengeleri üzerinde
oynadığı rolü anlamlandırmaya çalışmaktadır. Bu noktada, bölgenin coğrafyasının, siyasal kültürünün,
demografisinin kimi unsurları ön plana çıkarılarak analiz yapılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: “Arap Baharı”, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Uluslararası Güç Dengeleri
Abstract
The recent popular uprisings in the Middle East and North Africa, apart from having “successfully”
put an end to the reigns of three dictators at the time of the writing of this paper, have also proven that
a similar and inescapable end awaits the other dictators. Arab Spring, realized against the backdrop of
the “assassination of Osama bin Laden” and “Fatah-Hamas pact” is hailed as the success of the
peoples of the region, who long to live in more free and democratic societies and as a promising
moment for the Middle East. However, such analyses are influenced by the misleading images of
the static portrait in the region. This
paper investigates the recent developments in the Middle East and North Africa with relation to the
international circumstances, priorities of the actors involved, the regional reactions and the impacts of
these developments on the international system and then aims to make sense of the implications of
∗
Đstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ,Siyaset Bilimi ve Uluslararası Đlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
224
Arab Spring on the international power balances. Some features of the regions’ geography, their
political culture and demography are highlighted in the analysis.
Keywords: Arab Spring, North Africa, Middle East, International Power Balances
Giriş
Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri son dönemde siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerin tetiklediği
halk ayaklanmalarına sahne olmaktadır. Bölgede meydana gelen halk hareketleri, “Arap Baharı”,
“Arap Kışı”, “Arap Uyanışı” veya “Arap Ayaklanması”1 gibi çeşitli şekillerde adlandırılmaktadır. Bu
çalışmada halk hareketlerini nitelemek için “Arap Baharı” söylemi kullanılacaktır.
18 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan halk hareketleri, bölgenin hemen hemen tüm ülkelerine
yayılmıştır. Bu hareketler Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de büyük çapta; Bahreyn, Cezayir, Ürdün,
Yemen, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas gibi ülkelerde küçük çapta baş göstermiştir.
Çoğu Arap ülkesinde görülen bu hareketlerin, her ülkeye özgü dinamikleri olmakla beraber bazı
benzerlikler göstermektedir. Bu bölgeler uzun bir dönem diktatörlüklerin yönetimi altında kalmıştır.
Bölge halkı, bu yönetimlerin baskıcı politikalarının etkisiyle yoksulluk, işsizlik ve eşitsizlik gibi
olumsuz koşullar altında yaşam mücadelesi vermiştir.2 Tüm hareketler lidersiz hareketler olup,
diktatörlerin gitmesine yönelik sloganlar etrafında şekillenmiştir.3 Gösteriler analiz edildiğinde hedef
alınanlar diktatörlerdir; onların kaynağı olan Batılı güçler değildir.4 Meydanlarda toplanan halklar,
“halk rejimin düşmesini istiyor” ve “halk başkanın düşmesini istiyor” gibi sloganların etrafında
birleşmiştir.
Gelişmeler, Tunus ve Mısır’da halkın büyük bir kesimi birleşerek diktatörlerin tahtlarından
ayrılmalarını sağlamıştır. Libya ve Suriye’de ise halk arasında böyle geniş kapsamlı bir uzlaşı ortaya
çıkmamıştır. Nitekim bu iki ülkede süreç, Tunus ve Mısır’dakine oranla daha uzun ve daha kanlı
olmuştur. Mayıs 2011’e gelindiğinde Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek
1
G. Murphy Donovan, “Democracy’s Hard Spring”, http://www.economist.com/node/18332630, (Erişim Tarihi 28 Mayıs
2012).
2
Andrey V. Korotayev ve Julia V. Zinkina, “Eygptian Revolution: A Demographic Structural Analysis”, Entelequia, Revista
Interdisciplinar, No. 13, 2011, ss. 142-143.
3
Lara Friedman, “Arap Baharı Ortadoğu’ya Nasıl Bir Hava Getirir?”, The Holllings Center for International Dialogue, 15
Nisan 2011.
4
Michel Chossudovsky, “The Protest Movement in Egypt: ‘Dictators’ Do not Dictate, They Obey Orders”,
http://www.globalresearch.ca/index:php?context=va&aid=22993, (Erişim Tarihi 2 Haziran 2012).
225
devrilmesine karşın; Suriye ve Libya’da ise rejim yanlıları ve muhalifler arasında kanlı çatışmalar
ortaya çıkmıştır. Libya’da Kaddafi yönetimine uluslararası camianın desteğiyle kanlı bir şekilde son
verilirken, Suriye’de mücadele tüm şiddetiyle devam etmektedir.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde meydana gelen halk hareketleri büyük güçlerin
dikkatlerini bölgeye yöneltmelerine yol açmıştır. Ortaya çıkan bu süreçte, hem bölgesel güçler hem de
küresel güçler bölgeye ilişkin politikalarını gözden geçirmeye başlamışlardır. Bölgede yaşananlar ve
sonrasında oluşacak yapılar hem bölge ülkelerinin iç ve dış politikalarını etkileyecek hem de küresel
aktörlerin bölgeye yönelik politikalarında önemli dönüşümler meydana getirecektir.
Bu çalışmada, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde yaşanan gelişmelerin uluslararası güç
dengelerine etkileri analiz edilmeye çalışılacaktır. Hem bölgesel hem de küresel aktörlerin bölgedeki
gelişmelerden nasıl etkilenecekleri ve bölgeye ilişkin politikalarının ne yönde değişebileceği ele
alınacaktır.
Özgünlük Ve Bağimlilik Đkileminde “Arap Bahari”
Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler bir yanıyla git gide yayılan halk hareketleriyken diğer
yanıyla sistemin bir getirisidir. Uluslararası düzen içinde sistemik anlamda bir takım değişiklikler var.
Bu aslında süper güç ABD’nin, George W. Bush öncesindeki ve hatta Bush’un iktidara gelişiyle
birlikteki politikalarıyla da uyumludur. ABD Eski Dışişleri Bakanı Condaleezza Rice, Mısır’da
yaptığı ünlü konuşmasında ABD’nin artık demokrasileri destekleyeceğini vurgulamıştı. Soğuk Savaş
dönemi boyunca desteklenen diktatörlükler demokratik dünyanın, demokrasinin ve küresel aktörlerin
toplumsal tabandan kopmasına neden olmuştur. Otoriter rejimlerle bu toplumları yönetmek çok
kolaydı ama bu liderler toplumlarından kopuyorlardı.
Sürecin ABD’nin bilgisi dışında olduğu söylenemez. Nitekim, ABD süreci desteklemektedir.
ABD, bölgede desteklediği rejimlerin artık desteklenemeyeceğini ve değişmesi gerektiğini görmüştür.
Bunun da ön hazırlıklarını yapmıştır. ABD, başta 6 Nisan Hareketi olmak üzere muhalif hareketleri
destekleyip eğitmiştir. Bu süreçte, “diktatörler sonrası Ortadoğu” üzerine düşünceler ortaya koymaya
çalışmışlardır. Fakat sürecin ne zaman gerçekleşeceğini öngöremediler.
Bölge halkı açısından bakıldığında ise, mesele diktatörlerin iktidardan gitmesi değil; onların
yerine iktidara kimlerin geleceğidir. Bölgede rejimin doğası belki daha hoşgörülü olabilir ama özünde
aynı kalacaktır. Başka bir deyişle, iktidar değişikliği olacak ama rejim değişikliği olmayacaktır. Arap
dünyasının Batı tarzı modernleşeceğini beklemek pek gerçeğe uygun değildir. Çünkü toplumsal yapı
buna müsait değil. Toplumsal tabandan gelen partileşme, örgütlenme, sivil toplum yapılanmaları,
siyasete oynayacak politik partilere dönüşecek potansiyel yapılar yok. Dolayısıyla demokratik bir
iktidar değişikliği değil. Halkın bu iktidarlardan bıkmış olduğu ve bunlardan kurtulmak istediği bir
gerçek. Ama bu unsurları sokağa kimin döktüğü önemli bir ayrıntıdır. Sokağa dökülenler evlerine
çekildiklerinde iktidarı kimin alacağı önemlidir. Sivil toplum inisiyatifinin, muhalefet bilincinin
gelişmediği yapılarda muhalefetin kimliği ortaya çıkıyor. Ortadoğu’da muhalif kimliğin merkezine
226
Đslam oturuyor. Merkeze Đslam oturduğu zaman, Đslam bir ideoloji olarak siyasal süreçleri etkilemeye
başlıyor. Nitekim, bunun kökenlerinin olduğu Mısır’da seçimleri Müslüman Kardeşler kazandı.
Buralarda güç kavgaları devam edecektir. Küresel aktörler Đslamcı grupların iktidara gelmelerini
istememektedir. Çünkü bu grupların, terörist eğilimli gruplara dönüşme ihtimalleri olduğuna
inanmaktadırlar. Küresel güçler, yaşananların kendilerine nasıl yansıyacağını ana soru olarak temel
alıp bu çerçevede olaylara etki etmeye başladığı andan itibaren büyük bir ihtimalle hareketlerin doğası
yer değiştirecek, en azından odağı kaymaya başlayacaktır.
Küresel Güçler Ve “Arap Bahari”
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası bölgede tartışmasız olarak edindiği hegemonyası
zayıflamaktadır. ABD bölgeye yönelik politikalarını ciddi anlamda gözden geçirmeye başlamıştır.
ABD, bölgede edineceği bölgesel müttefiklerle politikalarını devam ettirmeyi amaçlarken, Çin ve
Rusya başta olmak üzere bölgede etkin olmaya çalışan aktörlerin sayısı artmaktadır.
ABD’nin gelişmeler sonucunda karşı karşıya kalacağı en önemli sorun yönetime Đslamcı
grupların gelmesidir. Bu grupların Amerika ve Đsrail karşıtı politikalar izlemeleri oldukça yüksek bir
ihtimaldir. Mısır’da Mübarek döneminde ABD ve Đsrail ile kurulan iyi ilişkilerin devam etmesi zor
görünmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura birincilikle çıkan Müslüman Kardeşlerin
adayı Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanı seçilmesi halinde Mısır’ın Hamas ve Đran ile daha fazla
ilişki içinde olması beklenmelidir. Nitekim, bunun adımları atılmaya başlanmıştır. Mısır, Hamas ve
Đran’a daha olumlu bakmaya başlarken, Đran savaş gemileri Süveyş Kanalı’ndan geçip Akdeniz’e
çıkmıştır.
ABD, Đran’ın bu süreçten etkilenmesini istemektedir. Ama bugün Đran’ın sonuç olarak bu
gelişmelerden etkilenebileceğini gösterir bir emare yok. Đran, bu gelişmelerden kısa vadede
etkilenmez. Lübnan’da iktidar Đran’ın istediği parametreler içinde belirlenirken Irak’ta Amerikalıların
müdahalesi Đran’ın önünü açmıştır.
Bölgede meydana gelen gelişmeler karşısında uluslararası aktörler, çıkar temelli
davranmışlardır. Bundan dolayı, özgürlük ve adalet temelli bu ayaklanmalar karşısında gösterilen
tepkiler sürecin geliştiği ülkeye göre değişmiştir. Libya’da Muhammer Kaddafi’yi kanlı bir şekilde
ortadan kaldıran Batılı güçler söz konusu Suriye olunca bir karar almakta zorlanmaktadırlar. Batı
yanlısı bir politika izleyen Ürdün ve bölgede Şiilerin güçlenmesini istemeyen Bahreyn’de meydana
gelen gelişmelere de bu açıdan yaklaşılmıştır. Nüfusunun %70’ini Şiilerin oluşturduğu fakat Sünni
Halife hanedanı tarafından yönetilen Bahreyn’de isyan bir Şii isyanıdır.5 Bu ülkede ayaklanmaların
başarıya ulaşması en çok Suudi Arabistan’ı korkutmaktadır. Yemen için de aynı durum söz
5
Armağan Kuloğlu, “Libya Harekatı, Gelişmeler ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, ORSAM, Ankara, Cilt 3, Sayı 28, Nisan 2011,
s. 51.
227
konusudur. Kuzey Yemen’de etkili olan Şiiler etkilerini Güney Yemen’e de yayarak bölgede Đran’ın
Şiiler üzerinden nüfuz kazanarak manevra alanını genişletmesine olanak sağlayacaktır.
Şii nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde meydana gelen hareketlenmeler başta Suudi
Arabistan olmak üzere büyük güçler tarafından bastırılmıştır. Bu, bölgede Đran’ın güç kazanmasını
önlemek amaçlı izlenen politikanın bir yansımasıdır. Nitekim, Irak’ta müdahalenin ardından Suudi
Arabistan’ın arzu etmediği bir şekilde Şiiler yönetimde etkin olmaya başlamışlardır. Benzer şekilde,
Bahreyn’de Şiilerin etkinliğinin artması bölgedeki Đran hakimiyetini artıracaktır. Nitekim, Suudi
Arabistan, Arap Baharı’nın Đran’ın bölgede manevra alanını genişlettiğine inanmaktadır. Hem Suudi
Arabistan hem de beşinci filosu Bahreyn’de olan ABD bunu istememektedirler. Öte yandan, Suudi
Arabistan’ın ABD’ye yönelik endişeleri de bulunmaktadır. Nitekim, ABD, bölgedeki en önemli ve
sadık müttefiklerinden birisi olan Mübarek’i kolaylıkla gözden çıkarmıştır. Bu Suudilerin ABD’ye
karşı güvensizlik duymasına yol açmaktadır.
Avrupa Birliği, bölgede meydana gelen halk hareketleri karşısında çoğu olayda olduğu gibi
tek görüş ortaya koyamamıştır. Bundan dolayı da tek bir politika izleyememiştir. Libya
müdahalesinde güç kullanımına ilişkin net bir tavır ortaya koyamayan AB, günümüzde çatışmaların
sürdüğü Suriye üzerinde de nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda üyeleri arasında ciddi görüş
ayrılıkları bulunmaktadır. Yaşadığı ciddi ekonomik krizle Birliğin varlığının sürekli tartışıldığı bir
dönemde AB’nin uluslararası alanda etkin bir aktör olmasını beklemek pek gerçekçi değildir.
Almanya kendi çıkarlarını Birliğin çıkarları önüne koyarak krizinden en az zararla çıkmak
için çabalarken, Birliğin diğer önemli üyesi Fransa ise Ortadoğu’nun yeniden dizaynında söz sahibi
olmak için bölgedeki gelişmelere aktif olarak taraf olmaktadır. Fransa, bölgede etkin rol alma girişimi
doğrultusunda Tunus ve Cezayir’de istediği politikaları hayata geçirememiştir. Bu nedenle, Libya
müdahalesinde en önde yer almıştır. Fransa’nın böyle hareket etmesinin bir diğer nedeni, dönemin
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin iç politikada zayıflayan konumunu güçlendirme
düşüncesidir. Bölgedeki gelişmelerde aktif rol al(a)mayan bir AB’nin küresel platformlarda etkili bir
aktör olabilmesi ve diğer küresel aktörlerle rekabet edebilmesi zordur.
Rusya ve Çin, bölgede meydana gelen gelişmeler karşı ilk olarak “bekle-gör” politikası takip
etmişlerdir.6 Libya müdahalesinde olduğu gibi uluslararası koalisyonların kurulmasına destek
olmuşlardır. Buna karşın, müdahalelerin kapsamının olabildiğince daraltılarak devletlerin iç işlerine
karışılmaması gerektiğini vurgulamışlardır. Fakat gerek Çin’in gerekse Rusya’nın da diğer aktörlerden
farklı düşünmeyerek pragmatik davrandıkları Suriye konusunda net olarak ortaya çıkmıştır.
Çin ve Rusya, bölgede meydana gelen ve ABD’yi zor durumda bırakma potansiyeli taşıyan
gelişmelerden hoşnutturlar. Batı yanlısı rejimlerin iktidardan uzaklaştırılması bu iki gücün süreç
sonunda ortaya çıkacak yeni yönetimler üzerinden bölgeye nüfuz etmesinin önünü açmaktadır. Bu da
kuşkusuz iki büyük gücün arzu ettiği şeydir.
6
Tarık Oğuzlu, Ortadoğu’daki Halk Hareketleri ve Büyük Güçler”, Ortadoğu Analiz, ORSAM, Ankara, Cilt 3, Sayı 29, Mayıs
2011, s. 76.
228
Suriye, ABD ile Rusya arasında bir iktidar ve güç kavgası olmaya devam edecektir. Suriye,
Rusya için birkaç açıdan önemlidir. Rusya’nın bölgedeki tek askeri üssü Suriye’dedir. Bundan da öte,
Güney Kıbrıs’ta Rusya’nın önemli yatırımları bulunmaktadır. Kıbrıs adasının açıklarında önemli gaz
ve petrol kaynaklarının olduğunun dillendirildiği bir süreçte Rusya’nın rolü daha iyi öngörülebilir.
Rusya, Ortadoğu bölgesinden sürekli olarak dışlandığı yönünde bir algıya sahiptir. Suriye konusunda
da geri adım atması Rusya’nın önemli aktör olma söylemlerine büyük zarar verecektir.
Çin, ABD’ye karşı olumsuz bir algı beslemektedir. ABD, Ortadoğu’nun yeniden dizaynında
Çin’in söz sahibi olmasını istemektedir. Fakat ABD’nin Ortadoğu’dan çektiği askeri gücünü AsyaPasifik’e yerleştirme çabaları Çin’de ABD’ye yönelik bir güvensizlik ortaya çıkartmaktadır. Nitekim,
uluslararası rekabetin merkezinin Avrupa-Atlantik merkezinden Pasifik merkezine doğru kaydığı bir
süreçte ABD’nin bu politikaları Çin’i endişelendirmektedir.
Çin, bir tarafta ABD’nin bu karışıklıklar nedeniyle zor durumda kalmasını isterken, öte
tarafta bölgede karışıklıkların büyümesini istememektedir. Bölgedeki karışıklıklar Ortadoğu’dan
aldığı petrolün zarar görmesine neden olmaktadır. Rusya’nın Suriye’yi desteklemesi ve Đran’ın enerji
konusunda verdiği garantiler Çin’in ABD karşısında yer almasında önemli faktörlerdir. Nitekim Çin
Suriye konusunda uluslararası alanda Rusya ile ortak hareket etmektedir.
Türkiye, Fransa, Đngiltere ve Almanya işbirliğinde Suriye’ye karşı tedbirler öneren bir karar
tasarısı hazırlanmıştır. 15 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde görüşülen tasarı
üzerinde uzlaşılamamıştır. Çin ve Rusya’nın tasarıyı veto ettiği oylamada, Lübnan, Güney Afrika,
Hindistan ve Brezilya çekimser oy kullanmışlardır. Çin ve Rusya, tasarıyı veto etmelerine karşın Esad
yönetiminden reformların gerçekleştirilmesini istemişlerdir. Başka bir deyişle, Rusya ve Çin,
çıkarlarının devamı için bölgede Esad’ın başta olduğu bir reform sürecinden yana tavır almıştır. Bu
bağlamda, Esad rejiminin Rusya, Çin ve bölgede Hamas ve Hizbullah gibi caydırıcı kozları olan
Đran’ın desteğini görmesi önemlidir.
Bölgede meydana gelecek dönüşüm sonrasında baskıcı laik yönetimler tarafından bastırılan
Đslamcı ve liberal grupların siyaset sahnesinde daha fazla etkin olması beklenmelidir. Nitekim,
Tunus’ta devrim sonrası yapılan ilk seçimleri Đslamcılar kazanırken, Mısır’da Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin ilk turunu kazanarak ikinci tura kalan Muhammed Mursi, Müslüman Kardeşler’in
adayıdır. Đslamcıların dini temele koyarak siyaset yapmaları ortaya çıkacak rejimlerin bir süre sonra
selefleriyle aynı niteliklere bürünmesine yol açacaktır.
Mısır’da Đslamcı Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi en çok Đsrail’i endişelendirecektir.
Kuşkusuz, Đsrail’in kuşatılmışlık algısı daha da derinleşecektir. Öte yandan, ABD’nin Irak’tan
çekilmesi ile oluşacak güç boşluğunun Đran tarafından doldurulması, başka bir deyişle Irak’ın Đran
etkisi altına girmesi Đsrail’i endişelendiren bir diğer faktördür. Türkiye ile ilişkileri hiç de iyi olmayan
Đsrail için bu senaryolar ürkütücüdür.
Bölgedeki değişim hareketlerinin Camp David düzenine tehdit oluşturacak bir mahiyet
alması olasılığı Đsrail'i rahatsız etmektedir. Mısır'daki rejimin değişikliği neticesinde iki ülke
arasındaki anlaşmaların geçersiz hale getirilmesi Đsrail'in millî güvenlik çıkarına aykırıdır.
229
Mısır’da ortaya çıkabilecek olumsuzluklardan kendilerini korumak isteyen Müslüman
Kardeşler, ilk başta arka planda durmaya karar verdi. Buna karşın seçimlerden zaferle ayrılan Đhvan,
zamanla diğer hareketleri tasfiye edecektir. Mısır’ın bölgede daha aktif bir rol oynaması için
uğraşacaktır. Bu da bölgede bölgesel güç olma arzusunda olan Türkiye, Đran ve Suudi Arabistan gibi
devletlerle mücadele içine girmesini zorunlu kılmaktadır. Bu, Türkiye, Đran ve Suudi Arabistan’ın
günümüzde oynamaya çalıştıkları rolleri tamamen dönüştürücü bir etki yapacaktır.
Đsrail için aynı durum Tunus söz konusu olduğunda da geçerlidir. Tunus’ta 20 yılı aşkın bir
süredir Londra’da sürgünde bulunan ve devrimle beraber ülkesine dönen Raşid el-Gannuşi’nin
liderliğini yaptığı el-Nahda hareketi Kasım 2011’de yapılan seçimlerde oyların %40’ına yakınını
alarak seçimden birinci parti olarak çıkmıştır. El-Nahda hareketi 217 sandalyeli Tunus
Parlamentosu’nda 89 sandalye kazanmıştır.
Đran Ve Türkiye Arasinda Satranç Oyunu
Bölgede meydana gelen gelişmeler, bölgenin iki önemli gücü olan Türkiye ve Đran’ın da
bölgesel politikalarını etkilemiştir. Türkiye, Arap Baharı ile birlikte bölgede “komşularla sıfır sorun”
politikasını izleyemez duruma gelmiştir. Arap Baharı, Türkiye’nin Irak, Đran ve Suriye’yle olan
ilişkilerinde uygulamaya çalıştığı bu politika uygulanamaz hale getirmiştir. Öte taraftan, Arap Baharı,
Türkiye’nin tarafını net olarak belirlemesine de yol açmıştır. Đran’ın nükleer programı üzerinden Batı
ile gerginlikler yaşayan Türkiye, gelişmelerin etkisiyle Batı Bloğundan ayrı davran(a)madığını kabul
eden adımlar atmıştır. Bunun en açık göstergesi Füze Savunma Sistemi’nin topraklarına
konuşlandırılmasını kabul etmesidir. Muhtemeldir ki, Türkiye, Ortadoğu’da bu gelişmeler
yaşanmasaydı ABD ile Đran’a yaptırımlar konusunda ciddi bir kriz yaşayacaktı. NATO üyesi bir
ülkenin NATO yaptırımlarını uygulamaması büyük sorunlara yol açacaktı. Nitekim, Türkiye, Đran’dan
aldığı petrolü azaltıp, Libya’dan petrol alımını arttırması bu yaptırımları uygulamaya başladığının en
açık göstergesidir.7
Đran, gelişmeler Suriye’ye sıçramadan önce halk hareketlerine olumlu yaklaşmıştır. Đran, bu
süreçte ABD’nin bölgedeki etkisinin kırılacağını ve bölgede Đslamcı yönetimlerin başa geleceğini
ummuştur. Ancak olayların Suriye’ye sıçraması Đran’ı endişelendirmiştir.
Đran, Suriye’deki ayaklanmaları Tahran-Şam-Hizbullah ittifakını yıkmaya çalışan Batı’nın bir
komplosu olarak görmektedir. Nitekim, diğer ülkelerde ayaklanmalar hemen hemen aynı zamanda
ortaya çıkmasına karşın Suriye’de gösterilerin üç ay sonra başlaması ve gösterilerin diğer
ülkelerdekilerin aksine başkentte değil de taşrada ortaya çıkmasının bunun en açık göstergeleri
olduğuna inanmaktadır. Bölgede Esad yönetiminden yana tavır alan Đran buna karşın Esad’ın gerekli
7
“Tüpraş Đran’dan Aldığı Petrolü Azaltıyor”, http://www.finansglobal.com/featured/tupras-irandan-aldigi-petrolu-azaltiyor/,
(Erişim Tarihi 29 Mayıs 2012).
230
reformları hayata geçirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Đran da çıkarları için Çin ve Rusya gibi Esad
yönetiminin reform yolu ile iktidarda kalmasını sağlamaya çalışacaktır.
Đran için en kötü senaryo Esad rejiminin düşmesi olacaktır. Bu durumda, Đran hem bölgedeki
en önemli müttefikini kaybedecek hem de dış politika ve savunma stratejisinde kritik öneme sahip
Hizbullah ile bağlantı noktasından mahrum kalacaktır. Bu nedenle Đran, Arap devrimlerinin etkili
olduğu diğer ülkelerin aksine Suriye’deki muhalif harekete karşı ilgisiz kalmış ve dikkatini Suriye’de
Esad rejiminin devamı ve istikrarın sağlanması üzerine yoğunlaştırmıştır.8 Esad rejiminin düşmesi
Đran üzerinde uluslararası baskının da artmasına yol açacaktır. Đran’ın yönetiminin Suriye’ye destek
vermesinin önemli bir nedeni de budur.9 Đranlı yetkilere göre Suriye’de istikrarsızlık bütün bölgede
istikrarsızlığa yol açacaktır ve bölge dış güçlerin müdahalesine açılacaktır.
Đran’da küçük bir grup, Esad rejimine koşulsuz destek vermek yerine muhalefetle de ilişkiye
geçilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Aksi taktirde, Esad rejiminin düşmesi halinde Đran’ın bölgede
etkisini yitireceğini belirtmektedirler. Đran yönetimi buna karşın Esad yönetimini desteklemeye devam
etmiştir.10 Öte yandan, Đran rejiminin pragmatik nedenlerle Tunus ve Mısır’daki ayaklanmaları
desteklemesi Đran’da ileride siyasi değişim konusunda ortaya çıkabilecek olaylar karşısında Đran’ı
daha fazla baskıya maruz bırakacaktır.
Suriye’de isyanın bastırılıp Esad rejiminin devam etmesi halinde Suriye tamamen Đran’ın
etkisi altına girecektir. Bu durumda, Türkiye’nin Suriye ile eskisi gibi “dostane” ilişkilerini
sürdürmesi çok zordur.
Đran, Esad rejiminin kurtarılamayacağını anladığı anda Esad yönetiminden desteğini çekerek
yeni yollar arayacaktır. Bu noktada, Đran, Suriye’de çıkarlarını korumak için muhalefetle ilişkiye
girmeye çalışacaktır. Fakat, muhalefetle diyaloga girme noktasında şu ana kadar bir adım atmayan
Đran’ın ilerleyen süreçte muhalefetle ilişki kurmak zorunda kalırsa işi hiç kolay olmayacaktır.
En iyi senaryo olarak görülen, Suriye’de Esad yönetiminin gitmesi ve sonrasında ülkenin iç
savaşa sürüklenmeden istikrarlı bir rejimin kurulması durumunda Đran’ın tavrı bu yönetime göre
değişecektir. Bu noktada en belirleyici dinamik kurulacak yeni yönetimin genelde Batı’ya özelde
Đsrail’e yönelik tutumu olacaktır. Đsrail ile iyi ilişkiler kurma yönünde adımlar atacak yeni yönetim
muhtemelen Đran’ın çeşitli saldırılarına maruz kalacaktır. Yeni yönetimin Đsrail karşıtı olması
durumunda ise en büyük desteği Đran’dan göreceği kuşkusuzdur.
Esad yönetiminin düşmesi halinde ülkenin kanlı bir iç savaşa sürüklenmesi de büyük bir
ihtimaldir. Muhalif Selefiler ile Alevi ve Şiiler arasında kanlı bir iç çatışma yaşanması muhtemeldir.
Bu durumda Đran iç çatışmanın taraflarından bazılarına çıkarları doğrultusunda destek olacaktır.
8
Ali
Bigdeli,
“Iran’s
Irreversible
Path
in
Syria”,
Iran
Diplomacy,
9
Ağustos
2011,
http://www.payvand.com/news/11/aug/1082.html (Erişim Tarihi 1 Haziran 2012).
9
Kaveh L. Afrasiabi, “Iran-Syria Alliance on Uncertain Ground”, Asia Times, 21 Temmuz 2007.
10
Mahan Abedin, “Iran Banks All on Assad’s Survival”, Asia Times, 17 Ağustos 2011.
231
Suriye’de Đran etkisinin, Esad yönetimi düşse de, tam anlamıyla yok olacağını söyleyemeyiz. Ama
önemli olan bu etkinin yok olup olmamasından öte bu etkinin yoğunluğudur.
Sürekli olarak ABD ve Đsrail tarafından güvenlikleştirilen Đran, bu ülkelerden yönelebilecek
bir saldırı tehdidi altındadır. Suriye’de yaşanan gelişmeler, Đran’a yönelik olası bir müdahaleyi
geciktirici bir etki yapmaktadır. Müdahaleyi geciktiren diğer önemli faktör ABD’de Kasım 2012’de
yapılacak olan seçimlerdir. Seçim yılında Obama yönetiminin Đran’a müdahale etmesi pek olasılık
dahilinde görülmemektedir. Đran’a yönelik olası bir saldırı bu konjonktürde ancak Đsrail tarafından
koordine edilebilir. ABD ise sadece kolaylaştırıcı rolünü oynayacaktır. Başka bir deyişle, Suriye’ye
müdahalede ABD, ön planda olmayacaktır ve kolaylaştırıcı rolünden fazla bir sorumluluk
almayacaktır. Đran’a yönelik olası bir müdahale, Esad rejiminin ömrünü uzun bir dönem uzatacaktır.
Hatta Esad rejiminin iktidarda kalmasına bile yol açabilir. Suriye’ye müdahalede diğer küresel
aktörler söz konusu maliyetin altına girmek istememektedirler.
Türkiye-Đran ilişkileri Suriye’de yaşanan olaylar nedeniyle olumsuz etkilenmiştir. Türkiye,
Batılı güçlerin yanında yer alarak Esad rejiminin karşısında yer alıp muhalif güçlere destek
vermektedir. Đran ise Esad rejimin devamını desteklemektedir. Bu süreçte iki ülke arasında küçük
çaplı gerginlikler yaşanmıştır. Đran, Esad yönetimine destek sağlamak için Dera’daki gösterilerin
ortaya çıkmasıyla birlikte Suriye’ye hava yoluyla silah göndermeye başlamıştır.11 Bunun üzerine
Türkiye’de müdahalede bulundu ve Đran kargo uçaklarından birini Diyarbakır Havaalanı’na indirip
uçağa el koydu.12
Bu süreçte, Đran’ın önceliği bellidir. Bu nedenle tutumu da bellidir. Nükleer programını bir an
önce tamamlamak ve Ortadoğu ülkelerindeki Şii nüfusu kendisine bağlayarak bir blok oluşturmak.
Bunun için Suriye, Đran için vazgeçilmez bir müttefiktir. Şii Hilali’ni Suriye üzerinden Lübnan’a
ulaştırma amacındadır. Böylece, kendisine yönelik herhangi bir silahlı saldırıya Lübnan’da Hizbullah
ve Gazze’de Hamas aracılığıyla karşılık vermeyi planlamaktadır.
Suriye, bu süreçte büyük güçler arasındaki güç mücadelelerinde adeta bir satranç tahtası
haline gelmiştir. Suriye’yi diğer ülkelerden ayrı kılan önemli bir ayrıntı bu ülkede rejimin hala
içeriden bir bölünme yaşamamış olmasıdır. Çatışmalar büyük ölçüde rejim yanlıları ve muhalifler
arasında yaşanırken ülke gün geçtikçe bir iç savaşa sürüklenmektedir. Đnsani durumun dramatik hale
geldiği ülkede dış müdahale de bu aşamada oldukça zor görünmektedir.
Mevcut koşullarda Suriye’de sürecin uzun süreceğini söyleyebiliriz. Batı, Suriye’ye yönelik
yaptırımlarını arttırma yoluna gidecektir. Esad, iktidarını korumak için bölgesel ve küresel kozlarını
son ana kadar oynamaktan vazgeçmeyecektir. Esad yönetimi elindeki kozlarını kaybettiği durumda
Kaddafi ile aynı sonu paylaşacaktır.
11
12
Yusuf El Şerif, “Sünni Kıyafeti Ankara’ya Dar!”, El Hayat Gazetesi, 24 Temmuz 2011.
Canan Altıntaş ve Serdar Sunar, “Đran Uçağı Zorla Diyarbakır'a Đndirildi”, Radikal Gazetesi, 16 Mart 2011,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1043105&CategoryID=77,
(Erişim
Tarihi
1
Haziran 2012).
232
Đki ülke arasındaki bir diğer rekabet alanı Irak’tır. Đran ve Türkiye, Irak üzerinde nüfuzlarını
arttırma konusunda birbirleriyle mücadele etmektedirler. Bu mücadele ABD’nin askerilerini çekme
kararından sonra çok daha belirgin hale gelmiştir. Irak’ta Türkiye’nin hızlı ekonomik yükselişi ve
Irak’ın yeniden inşasında ve altyapısında oynamayı istediği etkin rol, Đran’ın Irak üzerindeki nüfuzunu
törpüleyen bir etkendir. ABD, yönetimi Türkiye’nin Irak’ta artan bu rolünü Đran’a karşı ciddi bir
alternatif olarak kullanabilir.
Sonuç Yerine: Ortadoğu Nereye?
Ortadoğu bölgesinde çok önemli bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşüm sürecinde, önemli
olan girdilerin neleri nasıl dönüştürüp, hangi modellerin ve parametrelerin ne şekilde etkileneceğidir.
Günümüzde bunların sonucunun ne olacağını tam olarak öngörmek imkansızdır. Fakat süreç, çok
bilinmeyenli bir denklem gibi görünmesine karşın bazı pozisyonların neden alındığı kolay
anlaşılabilir.
Bölge meydana gelen gelişmeler hem bölgesel hem de küresel güçlerin bölgeye ilişkin
algılamalarını ve politikalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Bölge bir geçiş dönemi yaşamaktadır. Bu
süreçte diğer aktörler kendi çıkarları doğrultusunda bölgedeki gelişmeler karşısında pozisyon
almaktadırlar. Gerek bölgesel gerekse küresel aktörlerin bu yönde politikalar izlemesi nedeniyle geçiş
süreçleri, içeride kanlı mezhepsel, siyasi ve etnik çatışmaları körükleyecektir.
Tunus’ta bu süreç nispeten sakin geçmesine ve Mısır’da Mübarek ve Libya’da Kaddafi
yönetimleri gitmiş olmasına karşın bu ülkelerde çatışmalar hala devam etmektedir. Suriye’deki durum
ise çok daha karmaşıktır ve muhtemelen Esad yönetimi gitse de ülke kanlı bir iç savaşa
sürüklenecektir. Suriye’de yaşanacak olası bir iç savaşın bölgesel etkilerinin olacağı kesindir. Bu,
gerek ülkeyi gerekse bölgeyi istikrarsızlık, belirsizlik ve kaosa sürükler ve bölgede kutuplaşmaları
daha da keskinleştirir ve hızlandırır. Suriye meselesinin çözülmesi için Rusya’nın devreye girmesi
gerekmektedir. Bunun içinde Birleşmiş Milletler’in Rusya’yı ikna etmesi gerekmektedir. Bu da
oldukça zordur.
Suriye bölgesel konumu ve tarihsel özellikleri itibariyle kendi sınırlarının ötesinde anlamı
olan bir ülkedir. Suriye’de meydana gelen her olay doğrudan Irak, Đsrail, Ürdün, Türkiye ve Lübnan
üzerinde sonuçlar doğuracaktır. Suudi Arabistan bu gelişmelerden etkilendiği gün bütün dünya bir
kaosa sürüklenir. Dünyayı o kaostan çıkarmak da pek kolay olmayacaktır. Bu nedenle, Suriye’nin
geleceği hem bölgesel hem de küresel dengeler açısından büyük önem arz etmektedir.
Mısır, Libya ve Tunus’ta Amerika yanlısı yönetimlerin iktidardan düşmeleri Đran’ın bölgesel
manevra alanını artırmıştır. Buna karşın, bölgede meydana gelen gelişmelerin Đran’a sıçrama olasılığı
da Đranlı yöneticilerce göz ardı edilmemektedir. Öte yandan, Suriye’de Esad rejiminin düşmesi Đran’ın
bölgedeki manevra alanını oldukça sınırlayacaktır. Böyle bir durumda, Đran’ın Suriye üzerinden
Hizbullah ve Hamas’ı kontrol etmesi zorlaşacak olan Đran’ın Şii Hilali’ni gerçekleştirebilmesi pek
mümkün olmayacaktır.
233
Arap Baharı, Türkiye açısından yeni meydan okumaları beraberinde getirdi. Bölgesinde
güçlü bir aktör olmak isteyen Türkiye, bunun için Ortadoğu’ya ilişkin kayda değer bir strateji ortaya
koymalıdır. Çünkü bölgesel güç olmak demek bölgede bütün sorunlu meselelerde kilit konumda ve
fikrine başvurulması zorunlu bir güç olmak demektir. Kuşkusuz Türkiye, ABD’nin Irak ve
Afganistan’dan çekildiği bir süreçte ortaya çıkan güç boşluğunda daha etkin olacaktır. Ancak bu kendi
siyasetinin başarısından veya kendi gücünden değil, coğrafyasının önemi ve NATO’daki üyeliğinden
kaynaklanacaktır.
Bu süreçte, Türkiye, laik, demokratik yapısıyla bölge ülkeleri için bir ilham kaynağıdır; bir
model değildir. Türkiye’nin nevi şahsına münhasır bir tarihsel deneyimi vardır. Ama Türkiye’nin
deneyimi Türkiye’ye hastır. Bölgedeki her ülkenin de kendisi has bir tarihsel deneyimi bulunmaktadır.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ise bölgeye model olabilir. Türkiye’nin son dönemde bölge
ülkeleriyle geliştirdiği dostane ilişkilere ve akrabalık bağlarına dayanarak bölgede geçiş reformlarına
öncülük etmesinin beklenmesi ve sözün dinleneceğini düşünülmesi ise aşırı iyimserlik olur.
Bölgede Đran ve Suriye kendilerini güvenli kılmak için mücadele ederken büyük güçler
bölgeyi yeniden kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için çalışacaklardır. Bu süreç, bölgeye
yönelik yeni dış güç müdahalelerine yol açabilir. Ancak Arap Baharı sonrası yeni siyasal gündemlerle
ortaya çıkacak devletlerin hem kendi ülkelerinde hem de bölgelerinde istikrarlı yapılar kurup
kuramayacakları ve bölge dışındaki güçlerin bu mesafeli duruşlarını muhafaza edip edemeyecekleri
önemli bir soru işaretidir.
KAYNAKÇA
•
Abedin, Mahan, “Iran Banks All on Assad’s Survival”, Asia Times, 17 Ağustos 2011.
•
Afrasiabi, Kaveh L., “Iran-Syria Alliance on Uncertain Ground”, Asia Times, 21 Temmuz
2007.
•
Altıntaş Canan, ve Sunar, Serdar, “Đran Uçağı Zorla Diyarbakır'a Đndirildi”, Radikal Gazetesi,
16
Mart
2011,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=
RadikalDetayV3&ArticleID=1043105&CategoryID=77, (Erişim Tarihi 1 Haziran 2012).
•
Bigdeli, Ali, “Iran’s Irreversible Path in Syria”, Iran Diplomacy, 9 Ağustos 2011,
http://www.payvand.com/news/11/aug/1082.html (Erişim Tarihi 1 Haziran 2012).
•
Chossudovsky, Michel, “The Protest Movement in Egypt: ‘Dictators’ Do not Dictate, They
Obey Orders”, http://www.globalresearch.ca/index:php?context=va&aid=22993, (Erişim
Tarihi 2 Haziran 2012).
•
Donovan,
G.
Murphy,
“Democracy’s
Hard
Spring”,
http://www.economist.com/node/18332630, (Erişim Tarihi 28 Mayıs 2012).
234
•
Friedman, Lara, “Arap Baharı Ortadoğu’ya Nasıl Bir Hava Getirir?”, The Holllings Center
for International Dialogue, 15 Nisan 2011.
•
Korotayev, Andrey V. ve Zinkina, Julia V., “Eygptian Revolution: A Demographic Structural
Analysis”, Entelequia, Revista Interdisciplinar, No. 13, 2011.
•
Kuloğlu, Armağan, “Libya Harekatı, Gelişmeler ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, ORSAM,
Ankara, Cilt 3, Sayı 28, Nisan 2011.
•
Oğuzlu, Tarık, “Ortadoğu’daki Halk Hareketleri ve Büyük Güçler”, Ortadoğu Analiz,
ORSAM, Ankara, Cilt 3, Sayı 29, Mayıs 2011.
•
Şerif, Yusuf El, “Sünni Kıyafeti Ankara’ya Dar!”, El Hayat Gazetesi, 24 Temmuz 2011.
•
“Tüpraş Đran’dan Aldığı Petrolü Azaltıyor”, http://www.finansglobal.com/featured/tuprasirandan-aldigi-petrolu-azaltiyor/, (Erişim Tarihi 29 Mayıs 2012).
235
ARAP ÜLKELERĐNDEKĐ KĐTLE AYAKLANMALARININ TÜRK BASININA YANSIMASI
Füsun Alver∗
Neslihan Yolcu∗∗
1-Giriş
Yirminci yüzyılın birinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve bölgede meydana gelen
1
diğer gelişmeler ile değişim sürecine giren Ortadoğu ülkeleri, sahip oldukları zengin petrol ve
doğalgaz kaynakları nedeniyle ilk önce İngiltere ve Fransa’nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise,
Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) etkisi ve denetimi altına girmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
ABD hükümetleri, ABD ordusunu bölgeye yerleştirerek ve bölge devletlerinin yöneticileri aracılığıyla
denetimini güçlendirmeye çalışmıştır. Bölgedeki devletlerin totaliter ya da yarı totaliter siyasal
yapıya sahip olmaları, yabancı devletlere ekonomik bağımlılığa karşı durulmasını güçleştirdiği gibi
demokratik bir siyasal yapının kurulmasını da engellemiştir. Arap ülkelerinin totaliter ya da yarı
totaliter siyasal yapıları, demokrasinin ve sivil toplum örgütlerinin gelişimine olanak tanımamıştır.
2
Arap ülkelerinde sınırlı olarak görülen siyasal ve toplumsal değişim amaçlı sosyal hareketler , ABD ve
Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin de etkisiyle bu ülkelerdeki Arap diasporası tarafından yönlendirilmeye
çalışılmıştır.
∗
Prof. Dr .,Kocaeli Üniversitesi, Đletişim Fakültesi
∗∗
Araş. Gör., Kocaeli Üniversitesi, Đletişim Fakültesi
1
Arap ülkelerinde petrol çıkarma ve üretme faaliyetleri Birinci ve Đkinci Dünya Savaşı yıllarında sınırlı olarak
gerçekleştirilmiş ancak Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra önem kazanmıştır. Bkz. Roger Owen ve Şevket Pamuk, Yirminci
Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi, Đstanbul, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2002, s.307.
2
Sosyal hareket, toplumun giderek artan bir bölümünün davranışlarında, alternatif amaçları ya da araçları kullandığı dinamik
bir süreci ifade etmektedir. Sosyal hareketler, toplumu derinden etkilemekte ve topluma dolaysız siyasi etkide bulunmaktadır.
Sosyal hareketlerin çeşitli biçimleri vardır. Bunların arasında yurttaş hareketleri, toplumsal bir kuruma katılma, kurumların
modernleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi hareketleri ve öğrenci hareketleri belirtilebilir. Bkz. Hartmut Esser, Soziologie.
Spezielle Grundlagen. Die Konstruktion der Gesellschaften, Cilt II, Franfurt am Main, Campus Verlag, 2000, s.104 v.d.
236
2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta üniversite mezunu işsiz bir gencin, içinde bulunduğu ekonomik
durumu protesto etmek için kendini yakmasıyla başlayan ve Fas, Cezayir, Mısır, Libya, Ürdün ve
Yemen’e kadar pek çok Arap ülkesine kadar yayılan kitle ayaklanmaları, Arap devletlerinin totaliter
ya da yarı totaliter siyasal yapılarını sarsmıştır. Ancak bazı Arap ülkelerinde siyasal ve sosyal değişim
amaçlı sosyal hareketlerin 1980’li yılların başında ortaya çıktığını belirtmek gerekmektedir. Fas,
3
Tunus ve Cezayir’de , 1980’li yılların başında siyasal çoğulculuk sağlama çabaları başlamış; 1981
yılında resmi olarak kurulan İslami Eğilim Hareketi, geleneksel İslami ideolojinin revizyonunu
öngörmüş ve sosyal demokrasi yönelimi ile yeni ekonomik ve sosyal koşullar oluşturmayı
4
amaçlamıştır . Kuzey Afrika’da köktenci olmamakla birlikte siyasal ve toplumsal değişimi amaçlayan
sosyal hareketler, Soğuk Savaş ve 11 Eylül 2001’de ABD’ye yönelik terör saldırısı sonrasında batılı
ülkelerden gelen baskılar nedeniyle de bir ölçüde artmış ancak Tunus’ta başlayan ayaklanmalara
kadar gelişme kaydetmede çok yavaş bir seyir izlemiştir. Arap ülkelerinde kitle ayaklanmalarına farklı
toplumsal kesimlerin katıldığı gözlenmiştir. Tunus’taki ayaklanmalarda gençler, işsizler, öğrenciler ve
kadınlar yer almışlar, İslamcılar ise, Mısır’daki Müslüman kardeşlerden farklı olarak protestolara
mesafeli durmuşlardır. Bu ülkede ayaklanmalar, Libya ve Suriye’den farklı olarak zayıf bir
muhalefetin yönlendirmesi ile değil, kendiliğinden ortaya çıkmış ve bu nedenle siyasal iktidar
5
tarafından durdurulması daha zor olmuştur . Tunus gibi Mısır’da da ordu, toplumsal değişim
hareketlerinin karşısında yer almamış ve geçtiğimiz ilkbaharda siyasal yapının reforma tabi tutulması
için önemli adımlar atılmıştır.
Libya’da ve Suriye’de ise, halkın bir bölümü, gerçekleştirileceğini umdukları siyasal ve ekonomik
yapının değişimi için protesto eylemlerine destek verirken, bir bölümü siyasal iktidara destek vermiş
ya da baskısı altında kalmıştır. Libya’da siyasal iktidarın muhalifleri, Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO)
desteği ile Devlet Başkanı Kaddafi’nin siyasal iktidarını sona erdirmeye çalışmaktadırlar. Suriye’de,
farklı sosyal sınıfların ve siyasi eğilimlerin oluşturduğu muhalefet ittifakı, Devlet Başkanı Esad’ın
3
Cezayir’de Đslami bir demokrasinin kurulması için 1988-1992 yılları arasında çaba gösterilmiştir. Bkz. Reinhard Schulze,
“Die arabiche Welt in den jüngsten Gegenwart 1986-2000”, Ulrich Haarmann (der.)., Geschichte der Arabischen Welt,
München, Verlag C.H.Beck, 2004, s. 618.
4
Đslami yönelime sahip bir anlayışının gelişimine öncülük eden bu hareket, çokeşliliğin ret edilmesi, devletin şiddet gücünün
tanınması ve Đslami hukuk konularında dikkatli bir yönelime sahip olmuştur. Bkz. Reinhard Schulze, age. s. 608.
5
Tunus’ta yapılan protestolarda Devlet Başkanı Bin Ali, radikal reformlar yapılacağının sözünü vermesine rağmen inandırıcı
olamamış ve ordunun da etkisi ile siyasal iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Fas Kralı Muhammed bir ölçüde inandırıcılık
sağlayarak, siyasal ve ekonomik alanlarda reform sözü vermiştir. Mısır’da ise Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, siyasal
iktidarını bırakmak zorunda kalmış ve karar ve uygulamalarından dolayı yargı karşısına çıkarılmıştır.
237
siyasal yönetimine karşı ayaklanmıştır. Şii grupların ayaklanma çıkardıkları Yemen’in ise, bir iç savaşa
sürüklenme olasılığı bulunmaktadır. ABD ve Suudi Arabistan, Yemen’de bir koalisyon hükümeti
oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bir diğer Arap ülkesi olan Bahreyn’de ayaklanmalar ülke çapında
yayılmış ve Monarşi’ye son verilmiştir. Benzer şekilde Ürdün’de sosyal, ekonomik ve siyasal
alanlarda reform yapılması talebiyle ayaklanmalar ülke çapında yayılmış; genel grevler ilan
edilmiştir.
Kitle ayaklanmalarının ortaya çıktığı Arap ülkelerinin tümünün aynı yapıda olmamakla birlikte
totaliter ya da yarı totaliter siyasal yönetim biçimine sahip oldukları görülmektedir. Totaliter siyasal
yapılar, egemenliğin diktatörlük biçimini ifade etmektedir ve totaliter devletlerin tipik bazı özellikleri
6
bulunmaktadır . Bu siyasal yapılarda; güçler ayrımına, farklı siyasi görüşlere sahip siyasi partilere yer
verilmemekte ve egemenlik diktatörün elinde bulunmaktadır. Yurttaşlık ve insan haklarının kabul
görmemesi, düşünce, inanç, vicdan ve basın özgürlüğüne izin verilmemesi, istihbarat sisteminin
yurttaşların özgür yaşamını denetim altında tutması, bu siyasal yapıların temel özellikleri arasında
bulunmaktadır. Kolektivite bireyin önüne geçmekte, bireyin özel yaşamı ve düşünceleri, kitle iletişim
araçları, propaganda ve eğitim sistemi ile biçimlendirilmeye çalışılarak, eleştirel bilinç ve düşünce
köreltilmeye çalışılmaktadır.
Kitle ayaklanmalarının ortaya çıktığı Arap ülkelerinin siyasal yapıları gibi ekonomik yapıları da bir
ölçüde birbirine benzemektedir. Suriye, Yemen, Lübnan ve Ürdün gibi küçük ülkelerin petrol geliri
yoktur. Lübnan ve Ürdün, İkinci Dünya Savaşı sonrasında siyasi ve jeopolitik sınırlandırmalar
nedeniyle ticaret ve finans alanında gelişme sağlamaya çalışmıştır. Suriye ise, bu alandaki gelişmeleri
uzaktan izlemiş ve içe dönük yapısını korumuştur. Yemen, önemli tarım kaynaklarına rağmen asıl
gelirini yurt dışına giden işçi dövizlerinden sağlamıştır. 1970’li yılların ortalarından itibaren bölgede
piyasa güçlerine dayanılması, özel sektörün teşvik edilmesi ve uluslar arası pazara yönelinmesini
kapsayan uzun vadeli bir ekonomi programı uygulanmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda bölgedeki
ülkelerin çoğu içe dönük ekonomi stratejilerine son vermek ve ekonomilerini uluslararası piyasalara
açacak şekilde yeniden düzenlemek zorunda kalmışlardır. Bölgedeki ülkelerin ekonomileri, savaşların
etkisiyle de önemli güçlüklerle karşılaşmıştır; 1990’dan bu yana ise, bölgenin birçok kesimi Körfez
6
Hans-Joachim Lieber, “Zur Theorie totalitaerer Herrschaft”, Hans Joachim Lieber (der.)., Politische Theorien von der Antike
bis zur Gegenwart, Bonn, Bundeszentrale für Politische Bildung, 1993,s. 883 v.d.; Heinz Pürer, Publizistik- und
Kommunikationswissenschaft, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2003, s. 420 v.d.
238
Savaşı’nın yarattığı yıkımı iyileştirmeye çalışmaktadır. Petrol ihraç etmeyen Arap ülkeleri açısından
en büyük sorun, bu ülkelerin kendi göreceli pazar avantajları çerçevesinde giderek daha acımasız
rekabet koşullarına sahne olan dünya pazarlarına mal ve hizmet ihraç etmelerine olanak sağlayacak
7
boşlukları bulabilmeleridir . Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan Arap ülkeleri ise,
Kuzey Denizi, Orta Asya ve diğer petrol ülkeleri ile rekabet etmektedir; bu ülkeler, dünyanın en
zengin kaynaklarına sahip olmalarına rağmen rant kapitalizmi, otoriter koşulları sorgulamaktan
8
ziyade sağlamlaştırmıştır . Bu çerçevede Arap ülkelerinde ortaya çıkan ve içinde laik, liberal, sol ve
dini yönelime sahip grupların bulunduğu protesto eylemcilerinin siyasi bir hedefi bulunmakla birlikte
eylemlerine ekonomik güçlüklerin de yön verdiği görülmektedir.
9
Yoksulluk, giderek yükselen işsizlik ve enflasyon oranları, temel gereksinim maddelerinin yokluğu ve
küresel kapitalist ekonomik sistemin krizi ve ulusal ekonomiler üzerinde yarattığı olumsuz etkiler,
kitle ayaklanmalarının ekonomik nedenleri arasında yer almaktadır. Bunun yanında ayaklanmacılar;
siyasal iktidarların yolsuzlukları, siyasal baskılara karşı durma, siyasal katılımın genişletilmesi,
toplumsal dengenin sağlanması, etnik ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve siyasal rejimin bertaraf
edilmesine kadar geniş bir alanda taleplerini ortaya koymuşlardır. Protestoların ortak yönü sosyal,
10
ekonomik ve siyasal talepleri bir araya getirmeleridir . Kitle ayaklanmaları, uzun vadede ekonomik
yapının
iyileştirilebileceği ve siyasal yapının demokratikleştirilebileceği doğrultusunda umut
vermekle birlikte reformların kısa sürede gerçekleşmesi, bu ülkelerin sahip oldukları iç dinamikler ve
dış çevrelerin yönlendirme ve etkilerinden dolayı pek olası görülmemektedir; çünkü bu ülkelerde
demokratik siyasal kültürün gelişimi zaman gerektirmektedir. Bunun yanında jeopolitik ve stratejik
7
Roger Owen ve Şevket Pamuk age. s. 315,311,322 v.d.
8
Kai Hafez, “Asien”, Siegfried Weischenberg v.d. (der.)., Handbuch Journalismus und Medien, Konstanz, UVK
Verlagsgesellschaft mbH., 2005, s.20.
9
Gençler arasında işsizlik oranı Mısır’da %11.4; Cezayir’de %21.5; Bahreyn’de %20.1; Katar’da %10.8; Lübnan’da %20.9;
Fas’ta 18.3; Filistin’de %35.3 ve Suriye’de %19.5’tir. Bkz. Muriel Asseburg, “Die Verkrustung bricht auf. Proteste,
Aufstaende, Revolten in der arabischen Welt”, Margret Johannsen v.d. (der.)., Friedensgutachten 2011, Berlin, LIT Verlag,
2011, s. 34.
10
Muriel Asseburg, age. s.47 v.d; Atef Ben Bouzid, Demokratisierung der arabischen Welt mit Hilfe der neuen Medien,
Berlin,Universitaetsverlag der TU Berlin, 2011, s. 151 v.d.; Dorothea Heymann-Reder, Social Media Marketing: Erfolgreiche
Strategien für Sie und Ihr Unternehmen, München, Addison-Wesley Verlag, 2011, s. 20.
239
konumları ve sahip oldukları zengin petrol ve doğalgaz kaynakları, ABD ve AB ülkelerinin ekonomik
ve siyasal ilgilerinin bu bölgeye odaklanmasına neden olmakta, rekabet ve iktidar çatışmalarını
beraberinde getirmektedir. Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, tüm dünyada
11
12
geleneksel kitle medyasında ve yeni medya içinde yer alan sosyal medyada geniş yer bulmuş ve
dünya kamuoyunun ilgisini çekmiştir. Kitle medyası, farklı sosyal alanlardan veri toplamakta, veriyi
kendi üretim ve sunum yasalarına göre işleyerek, habere dönüştürmekte ve siyasal, ekonomik ve
sosyal gerçekliğin yeniden üretilmesinde ve tasarlanmasında etkili olmaktadır. Bu çerçevede Arap
ülkelerinde ortaya çıkan kitle hareketlerinin, ülkemiz kitle medyasında içeriksel ve biçimsel olarak
nasıl haberleştirildiği, topluma sunulduğu ve fikir oluşum sürecine etki eden köşe yazarları
tarafından nasıl yorumlandığı önem kazanmaktadır. Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle
ayaklanmalarının tarihsel, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel boyutları vardır. Kitle medyasının
olayları haberleştirirken, gerçekliği deforme etmesi bir problem oluşturmaktadır. Arap ülkelerinde
ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, kitle medyası tarafından ulusal ve uluslar arası ekonomi yapısının
bağlamından sınırlandırılarak ve ağırlıklı olarak diktatör figürüne odaklanılarak, siyasal yapı ve
demokrasi sorununa indirgenerek haberleştirilmektedir. Bunun yanında popüler gazetecilik
yönelimine sahip olan kitle medyası, olayları nesnel olarak haberleştirmemekte ve sansasyonel
olarak sunmaktadır.
Bu çalışma; araştırmayı gerçekleştiren araştırmacıların iletişim bilimci olmaları nedeniyle Arap
ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmalarının siyasi bir analizinin yapılmasını değil, kitle iletişimi
perspektifinden incelenmesini amaçlamaktadır. Arap devletlerinin totaliter ya da yarı totaliter
13
yapıları nedeniyle bu zamana kadar yapılan araştırmalarda bu ülkelerin kitle iletişim alanı, Otoriter
Kitle İletişim Kuramı perspektifinden analiz edilmiştir. Ortaya çıkan değişim süreci ise, farklı bir
kuramsal perspektif olan Entegratif Sosyal Kuramların göz önünde bulundurulabileceğini
göstermektedir. Bu nedenle Arap ülkelerindeki kitle iletişim alanının, Otoriter Kitle İletişim
11
Geleneksel kitle medyası kavramı; gazete, dergi, meslek dergileri ve ilan gazetelerinin yanında kitap, televizyon, radyo ve
sinemayı da ifade etmektedir. Bunların yanında reklam broşürleri ve afişler de geleneksel medya içinde yer almaktadır.
Geleneksel kitle medyası, dolaysız olarak belirli bir hedef kitleye yönelmektedir.
12
Đlk önce radyo, televizyon ve videoyu ifade eden yeni medya kavramı, 1990 yılından itibaren elektronik, dijital ve etkileşime
dayanan medyayı içerecek şekilde genişletilmiştir. Yeni medya, yeni ya da yenilenmiş teknoloji yardımıyla enformasyon elde
edilmesine, işlenmesine, depolanmasına ve iletilmesine olanak sağlayan tüm yöntem ve araçları ifade etmektedir. Bkz. Dietrich
Ratzke, Handbuch der Neuen Medien, Stuttgart, Deutsche Verlagsanstalt, 1982, s.46.
13
Jan Claudius Völkel, Die Vereinten Nationen im Spiegel führender arabischer Tageszeitungen, Wiesbaden, VS Verlag für
Sozialwissenschaften, 2008; Bkz. Reinhard Schulze, age.; Hans-Joachim Lieber, age.
240
14
Kuramının yanında Entegratif Sosyal Kuramlar perspektifinden de analiz edilmesi yararlı olacaktır.
Çalışmada kuramsal çerçevenin çizilmesinden sonra Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının
Türkiye’de gazete haberlerine yansıması ve köşe yazarları tarafından ele alınışının içeriksel
özelliklerinin incelenmesini amaçlanmaktadır. Bu çerçevede araştırmanın temel soruları şöyle
belirlenmiştir: Yakın bir zamana kadar totaliter ya da yarı totaliter bir siyasal yapıya sahip olan ve bu
yapıyı hala tamamen ortadan kaldıramamış Arap ülkelerindeki kitle iletişim alanını, Otoriter Kitle
İletişim Kuramı ve Entegratif Sosyal Kuramların açıklama yetkinliği ve potansiyeli ne ölçüde vardır?
15
Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, araştırma objesi olarak seçilen gazetelere ,
gazetelerin yayın kimlikleri ve yayın politikaları çerçevesinde ne ölçüde, nasıl ve hangi bağlamlarda
yer almaktadır? Gazetelerde temsil edilen haber aktörleri, ayaklanma olaylarını hangi bağlamda
nedenselleştirmekte ve hangi çözüm önerilerini getirmektedirler?
İnceleme kapsamına alınan
gazetelerde köşe yazarları, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını, hangi bağlamlarda
problemleştirmekte, nedenselleştirmekte ve çözüm önerileri formüle etmektedirler?
2- Otoriter Kitle İletişim Kuramı ve Entegratif Sosyal Kuramlar Perspektifinden Arap Ülkelerinde
Yapı, Aktör ve Kitle Medyasının Karşılıklı Etki İlişkilerinin Analizi
Arap ülkelerinde giderek yayılan kitle ayaklanmaları, totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapılarda
sarsıntılara neden olmuş ve bazı diktatör yöneticilerin siyasal iktidarına son verilmesini beraberinde
getirmiştir. Siyasal yapının güçlü, bireylerin ve kitle medyasının eylem alanlarının çok sınırlı olduğu
Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, bireylerin, toplumsal grupların ve kitle
14
Sistem Kuramı ve Eleştirel Eylem Kuramı perspektifinden gerçekleştirilen çalışmalarda, “sistem” ve “özne” ayrımının kesin
sınırlarla birbirinden ayrılması, sosyal bilimler alanında sosyal olguların açıklanması krizine yol açmış ve geçen yüzyılda 90’lı
yıllardan itibaren sistem ile özne ya da yapı ile eylem arasındaki ikiliği ortadan kaldırmayı amaçlayan Entegratif Sosyal
Kuramlar perspektifinin geliştirilmesini beraberinde getirmiştir. Bkz. Niklas Luhmann, Soziale Systeme. Grundriss einer
allgemeinen Theorie, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1984; Manfred Rühl, Journalismus und Gesellschaft.
Bestandsaufnahme auf Theorieentwurf, Mainz, Hase & Kochler, 1980; Jürgen Habermas, Theorie des kommunikativen
Handelns, Cilt I ve II, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1981a, 1981b; Achim Baum, Journalistisches Handeln. Eine
kommunikationstheoretisch begründete Kritik der Journalismusforschung, Opladen, Westdeutscher Verlag, 1994; Füsun
Alver, Gazetecilik Bilimi ve Kuramları. Gazetecilik Kuram Tasarımlarını Türkiye’deki Gazetecilik Sistemi ve Uygulamalarıyla
Sınama Denemesi, Đstanbul, Kalkedon Yayınları, 2011; Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri. Sosyal
Analizde Eylem, Yapı ve Çelişki, çev. Ümit Tatlıcan, Đstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005; Anthony Giddens, Sosyolojik
Yöntemin Yeni Kuralları. Yorumcu Sosyolojinin Pozitif Eleştirisi, çev. Ümit Tatlıcan ve Bekir Balkız, Đstanbul, Paradigma
Yayıncılık, 2003; Anthony Giddens, Üçüncü Yol ve Eleştirileri, çev. Süleyman Nihat Şad, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2001a;
Anthony Giddens, Üçüncü Yol- Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, çev. Mehmet Özay, Đstanbul, Birey Yayınları, 2000.
15
Araştırmanın kapsamına ilişkin ayrıntılı bilgiler çalışmanın üçüncü bölümünde yer almaktadır.
241
medyasının, siyasal ve sosyal yapıya etki etme yeteneğine ve potansiyeline sahip olduğunu
16
göstermiştir. Arap ülkelerinde, kitle ayaklanmaları öncesinde, Otoriter Kitle İletişim Kuramının ,
kitle ayaklanmalarının devamı sürecinde ise, Entegratif Sosyal Kuramlar’ın
17
geleneksel ve yeni
medyanın, bireylerin ve toplumsal grupların, siyasal ve sosyal yapıya etki etme potansiyelinin analiz
edilmesinde yardımcı olabileceği düşünülmektedir. Bu çerçevede sosyolog Anthony Giddens’in
Yapılaşma Kuramı (Strukturasyon), iletişim bilimci Christoph Neuberger’in
19
18
ise, sosyal sistemlere
etki etme potansiyeline sahip bir gazetecilik sistemi tasarımı ile kitle medyasını yetkin kullanabilen
ve içeriklerine etki etme potansiyeline sahip etkin alımlayıcı tasarımının incelenmesi önem
kazanmaktadır.
2.1- Otoriter Kitle İletişimi Kuramı Perspektifinden Kitle Medyasının ve Aktörün Eylem Alanının
Sınırlılığı
Otoriter Kitle İletişimi Kuramı, devletlerin siyasal ve hukuki yapılarının, kitle iletişimi alanını
ve iletişim politikalarını belirlediğini ve biçimlendirdiğini öngörmektedir. Kitle iletişim sürecinde kitle
medyası ve birey edilgendir ve eylem alanı yok denecek kadar kısıtlıdır. Kitle iletişim alanında;
düşünce ve iletişim özgürlüğü siyasi ve hukuki nedenlerle sınırlandırılmaktadır. Kitle iletişim
araçlarının, siyasal iktidarın denetimi ve yönlendirmesi altında bulunduğu bu ülkelerde
16
Hans-Joachim Lieber age. s.883 v.d; Heinz Pürer, age. s. 420 v.d.
17
Entegratif Sosyal Kuramların referans çerçevesini; Sosyo-Kültürel Konstrüktivizm, Aktör-Yapı-Dinamik Kuram Tasarımı ve
Yapılaşma Kuramı oluşturmaktadır. Bkz. Martin Löffelholz, “Theorien des Journalismus. Eine historische, metatheoretische
und synoptische Einführung”, Martin Löffelholz (der.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden, VS Verlag für
Sozialwissenschaften, 2004, s. 57, 62; Anthony Giddens, age. 2005; age.2003; Christoph Neuberger, “Soziale Netzwerke im
Internet. Kommunikationswissenschaftliche Einordnung und Forschungsüberblick”, Christoph Neuberger ve Volker Gehrau
(der.)., StudiVZ. Diffusion, Nutzung und Wirkung eines sozialen Netzwerks im Internet, Wiesbaden, VS Verlag für
Sozialwissenschaften, 2011, s.33-96; Christoph Neuberger, “Jetzt ist Trumpf. Beschleunigungstendenzen im
Internetjournalismus”, Joachim Westerbarkey (der.)., End-Zeit-Kommunikation. Diskurse der Temporalitaet, Berlin, LIT
Verlag, 2010, s. 203-221; Christoph Neuberger, “Internet, Journalismus und Öffentlichkeit. Analyse des Medienumbruchs”,
Christian Nuernbergk ve Melanie Rischke (der.)., Journalismus im Internet: Profession - Partizipation – Technisierung,
Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2009, s.19-106; Christoph Neuberger, “Neue Medien als Herausforderung für
die Journalismustheorie: Paradigmenwechsel in der Vermittlung öffentlicher Kommunikation”, Carsten Winter v.d. (der.).,
Theorien der Kommunikations- und Medienwissenschaft. Grundlegende Diskussionen, Forschungsfelder und
Theorieentwicklungen, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2008, s. 251-268; Christoph Neuberger,
“Journalismus als systembezogene Akteurkonstellation”, Martin Löffelholz (der.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden,
VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2004, s. 287-303.
18
Anthony Giddens, age. 2005; age. 2003.
19
Christoph Neuberger, age. 2011;2010;2009;2008 ve 2004.
242
enformasyon, tek yönlü olarak iletilmekte ve kitle medyasından siyasal propaganda aracı olarak
yararlanılmaktadır. Totaliter siyasal yapılarda kitle medyası, egemenlerin yönetim ve mücadele aracı
olarak kullanılmakta ve varolan politik ve moral değerlerle uyumlu içeriğe sahip olması
gerekmektedir. Enformasyon, merkezi olarak örgütlenmiş kitle medyasından iletilmekte; basın
açıklamaları hükümet, parti ya da devlet haber ajansları tarafından aktarılmaktadır. Basım ve yayın
öncesinde ve sonrasında denetim yapılmakta, eleştirel yaklaşım, cezai sorumluluk getirebilmektedir.
Özel mülkiyet sahipleri, gazetecilik alanında faaliyet gösterebilmekte ancak gazetecilik mesleğine
giriş devlet tarafından düzenlemekte, denetlenmekte ve gazete çıkarmak için izin alma zorunluluğu
20
bulunmakta, kağıt ve basım araçları temin etmede devlete bağımlılık görülmektedir . Totaliter ya da
yarı totaliter bir siyasi yapıya sahip olan Arap ülkelerinin
21
siyasal ve hukuki yapıları, kitle iletişim
alanını belirlemekte, kitle medyası ve iletişim politikalarını biçimlendirmektedir. Arap ülkelerinin
kitle iletişim alanı düzenlemeleri, totaliter siyasal yapıların tipik özelliklerini taşımaktadır. Arap kitle
medyası, resmi kurumlar tarafından denetlenmekte; resmi kurumlar kendi konularını, istek ve
değerlerini, amaçlarını ve ayrıntıları gündem oluşturma çerçevesinde kitle medyasına yerleştirmekte
ve resmi düşünceyi yaymaktadırlar. Kitle medyası, siyasi iradenin isteğine göre faaliyette
22
bulunmakta, enformasyon ve fikir çeşitliliği sunmamaktadır . Totaliter ve yarı totaliter siyasal
yapılarda, kitle iletişim araçlarının yanında bireylerin ve toplumsal grupların da özgürce düşünce
iletme ve enformasyona erişme olanakları ve alanları çok sınırlandırılmakta ve sosyal alanlara etki
etme potansiyelleri baskı altında tutulmaktadır.
20
Fred S.Siebert, Wilbur Schramm v.d., Four Theories of the Press, Urbana, University of Illinois Press, 1963, s.1-5; s.9;
Siebert, Schramm ve Peterson bu çalışmalarında, siyasal yapı tarafından şekillendirilen dört farklı kitle iletişim kuramı
geliştirmişlerdir. Bu kuramlar; 16 yüzyıl devletlerinin ve günümüzde gelişmekte olan ülkelerin kitle iletişim düzenini analiz
eden Otoriter Kitle Đletişim Kuramı, 18.yüzyılda Đngiltere ve ABD’de gözlenen ve dördüncü güç olarak ifade edilen, ekonomik
yönelimli ve enformasyon ve eğlence odaklı Liberal Kitle Đletişim Kuramı, 20. yüzyılda ABD’de liberal kitle iletişim düzenine
bir tepki olarak gelişen ve toplumsal yararı, bireysel yarardan önde gören Sosyal Sorumluluk Kuramı ve SSCB’nin önderlik
ettiği sosyalist siyasal yapıdaki ülkelerde görülen ve özel mülkiyette basına olanak tanımayan, komünist partinin denetimi ve
yönetimi altında toplumun temsilini kabul eden Sosyalist Kitle Đletişim Kuramı’dır; Heinz Pürer age. s. 420 v.d.
21
Arap ülkelerinin 2010 Aralık ayında ortaya çıkan kitle ayaklanmalarının öncesinde sahip oldukları siyasal yapı ve kitle
iletişim alanına ilişkin bilgi verilmesi yararlı görülmektedir. Kitle ayaklanmaları sürecinde ise, bu ülkelerde kaos sürmekte ve
kitle medyası ve diğer sosyal alanların işleyişine ilişkin hukuksal düzenlemeler henüz gerçekleştirilmemiş bulunmaktadır.
22
Jan Claudius Völkel, age. s. 112.
243
Arap ülkelerinin politik, ekonomik, sosyal ve kültürel yapıları, birbirine benzemekle birlikte
farklılık da göstermekte23 ve karmaşık bir yapıya sahip bulunmaktadır. Totaliter ya da yarı
totaliter bir siyasal yapıya sahip olan bu ülkelerde geleneksel, neo feodal ve neo-liberal yapılar
ve biçimsel olmayan siyasal, ekonomik ve toplumsal ilişkiler egemendir. Arap ülkelerinin kitle
iletişim alanları birbirlerine benzemekle birlikte bazı farklılıklar da göstermektedir. Suudi
Arabistan, Suriye ve Libya gibi totaliter siyasal yapıya sahip olan ülkelerde, siyasal iktidarın
denetiminde ve yönlendirmesinde kitle iletişim alanı düzenlenmiş ve muhalif eylemlere
hareket alanı bırakılmamıştır. 1980’li yıllardan itibaren Mısır, Cezayir, Fas ve Ürdün gibi yarı
totaliter ülkelerde sınırlı olarak basın özgürlüğü elde edilebilmiştir. Mısır24, Cezayir, Fas ve
Ürdün’de, kitle medya daha heterojen bir yapıya sahiptir ve eleştirel bir konum
üstlenebilmekte, haberler göreceli olarak özgür üretilebilmektedir. Siyasal iktidar, basın
üzerinde dolaylı yoldan baskı yapmaktadır25. Arap ülkelerinin ortak özellikleri ise, kitle
medyasının merkezi olarak örgütlenmesi ve başkentlerde ya da metropollerde faaliyet
göstermesi ve kırsal alanda alımlayıcının erişiminin sınırlı kalmasıdır. Özel mülkiyet altındaki
kitle medyası, iki türlüdür; ya siyasi iktidara yakın durmakta ya da sınırlı muhalif yayın çizgisi
izleyerek, göreceli olarak bağımsızlığını korumaya çalışmaktadır. Kitle medyası, reklamlar ile
finanse edilmemektedir; devlet tarafından dolaysız ya da dolaylı olarak ya da özel kişiler
tarafından finanse edilmektedir26. Totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapılara rağmen kitle
iletişim teknolojisinin gelişimi ve uydular aracılığıyla yabancı televizyon kanallarının
yayınlarının izlenebilmesi, küreselleşmenin ekonomik, siyasi ve kültürel etkileri, Arap
toplumlarının dünyadaki gelişmelerden uzak kalmasına olanak tanımamakta ve bu ülkelerde
de kitle medyası, uluslararasılaşma eğilimi göstermektedir27.
23
Arap ülkelerinde dil ve mezhep farklılıklarına rağmen din birliği vardır. Siyasal yapıları ise, bazı farklılıklar göstermektedir.
2003 yılına kadar Irak’ta totaliter bir rejim egemen olmuştur. Suriye’de yarı totaliter bir siyasal yapı vardır. Suudi
Arabistan’da, Katar’da, Kuveyt’te, Umman’da ve Birleşik Arap Emirliklerinde mutlak monarşi egemendir. Mısır, Lübnan,
Fas, Tunus ve Ürdün, mutlakiyet ile yönetilmesine rağmen bu ülkelerin bir kısmı liberalleşme ve demokratikleşme eğilimine
sahiptir. Bkz. Jan Claudius Völkel, age. s.30.
24
Arap ülkelerinin kitle medyası üretim merkezleri içinde çok önemli bir konuma sahip olan Mısır, aynı zamanda diğer Arap
ülkelerinin önemli program ithalatçısıdır. Televizyon programlarının yanında radyo programları ve sinema endüstrisi için
program ihraç etmektedir.Bkz. Oliver Hahn ve Zahi Alawi, “Arabische Welt”, Barbara Thomaß (der.)., Mediensysteme im
internationalen Vergleich, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2007, s.288.
25
Cezayir’de Liberte, El Watan ve Le Matin gibi gazetelerde yolsuzluk olayları irdelenebilmekte ve gazeteciler basın
özgürlüğünün genişletilmesi için taleplerde bulunmaktadırlar. Mısır’da ise, gazetecilik eylem alanını sınırlandıran kitle
medyası yasalarının değiştirilmesi talep edilmekte ve bu süreçte Dream TV gibi medya kuruluşlarının önemli rol oynadığı
belirlenmektedir.Bkz. Hanspeter Mattes, Nahost Jahrbuch 2002. Politik, Wirtschaft und Gesellschaft in Nordafrika und dem
Nahen und Mittleren Oste, Opladen, Leske+Budrich, 2004, s.39; Jan Claudius Völkel, age. s. 114.
26
Jan Claudius Völkel, age. s. 97; Oliver Hahn ve Zahi Alawi, age. s. 284.
244
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmalarının yayılmasına kadar bu ülkelerde totaliter ve yarı
totaliter siyasal yapıların belirlediği kitle iletişim alanını ve aktörün yapı karşısındaki edilgen
konumunu açıklama yetkinliğine Otoriter Kitle İletişim Kuramı’nın sahip olduğu belirlenebilir.
Bu kuram, Arap ülkelerindeki totaliter ve yarı totaliter siyasal yapıların, kitle iletişimi ve
aktörün eylem alanını belirleyici etkisini ortaya koymakta ve siyasal yapı tarafından kitle
medyasının etkileme ve yönlendirme aracı olarak kullanımının başarılı bir analizini
yapmaktadır. Ancak kitle ayaklanmaları sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri, kitle iletişim
araçlarının, bireylerin, ve toplumsal grupların, siyasal ve sosyal alana etki etme potansiyelini
analiz etmede yetersiz kalmaktadır.
2.2- Entegratif Sosyal Kuramlar Perspektifinden Yapı ve Aktörün Karşılıklı Etki ve Bağımlılık
İlişkileri
Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmalarıyla siyasal yapılar sarsıntı geçirmiş, kitle
iletişim araçlarının, toplumsal grupların ve bireylerin sosyal alanları etkileme potansiyeli ortaya
çıkmıştır. Gelişmeler, Arap ülkelerindeki yapı - aktör ilişkilerinin analiz edilmesinde, Entegratif Sosyal
Kuramlar’ın yardımcı olabileceğini göstermektedir. Bu çerçevede Giddens’in
28
yapı ve aktör
29
etkileşimini ortaya koyan Yapılaşma Kuramının incelenmesi önem kazanmaktadır. Giddens , yapı
kavramının, sistem kavramını gerektirdiğini söylemekte ve sistemin, yapıya, yapısal özelliklere sahip
bulunduğunu belirtmektedir. Sosyal sistem kavramı ise, en genel anlamında, eylemin yeniden
üretilmiş karşılıklı bağımlılığını ifade etmektedir. Sosyal sistemler, yapının aksine zaman-mekan
içinde yer almakta ve toplumsal pratikler aracılığıyla inşa edilmektedir. Toplumsal etkileşim
sistemleri olarak ifade edilen sosyal sistemler, bireyler veya gruplar arasındaki düzenli karşılıklı
30
bağımlılık ilişkilerini içermektedir. Benzer yapısal özellikler, nesne (toplum) kadar özne (aktör) için
27
Arap kitle medyası değişim içindedir; çünkü politik ve toplumsal çerçeve koşulları değişmektedir. 90’lı yıllardan itibaren
kitle medyası kullanıcı sayısı artmıştır. Televizyon ve radyoda yeni program formatları kullanılmakta, dergiler ve günlük
gazeteler, içeriksel olarak etkin şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Profesyonel ve eleştirel habercilik, geleneksel devlet kitle
medyasını zorlamaktadır. Bkz. Jan Claudius Völkel, age. s. 118 v.d.
28
Anthony Giddens, age. 2005; age. 2003.
29
Anthony Giddens age. 2003, s.11; age. 2005, s. 207-217.
30
Aktör kavramı, sosyal bilimlerin temel kavramlarından biri olmasına rağmen tanımı üzerinde kesin bir uzlaşma
sağlanamamıştır. Aktör kavramı bir bireyi ya da kolektifi ifade etmektedir. Birey olarak aktörler yani kişiler, kişisel nedenlerle
ama başkalarının adına ya da başkalarını temsilen eylemde bulunabilmektedirler. Kolektif aktörler bireylerden veya
örgütlerden oluşmakta ancak biçimsel olmayan örgütler olmadan kolektif eylem yeteneğini amaçlamaktadırlar. Bu nedenle
kural olarak üyelikleri yoktur ve aidiyetin biçimsel olmayan biçimini kabul etmektedirler. Korporatif aktörler ise, eylem
yeteneğine sahip olan, biçimsel olarak örgütlenmiş birden fazla kişiden oluşmaktadır. Korporatif aktörler, merkezileşmiştir
yani üyeleri bireysel olarak eylem araçlarına sahip değildirler. Korporatif aktörler, üyelik biçimlerine sahip olan örgütlerdir.
Bkz. Patrick Dongers, v.d., “Theorien und Theoretische Perspektiven”, Heinz Bonfadelli v.d. (der.)., Einführung in die
Publizistikwissenschaft, Bern, Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, s.109 v.d.
245
de mevcuttur. Yapı ise, aynı anda kişilik ve toplumdan oluşmakta ancak ikisi de, eylemin
niyetlenilmemiş sonuçları ve ifade edilmemiş koşullarının önemi nedeniyle, tek başına her şeyi
açıklayamamaktadır. Bu nedenle yapı, eyleme bir engel olarak değil, aslında onun üretimiyle ilişkili
bir şey olarak kavramsallaştırılmaktadır. Yapının eylemi ya da eylemin yapıyı belirlediğinden söz
etmek anlamlı değildir. Bütün normlar hem kısıtlayıcı hem de mümkün kılıcıdır. Toplumsal yapılar ve
insan eylemi birbirinden bağımsız olarak varolamaz; daha ziyade birbirlerine karşılıklı bağımlıdırlar
ve iç içe geçmişlerdir.
31
Giddens , kural olarak insanların amaçlı ve kasıtlı eylemde bulunduklarını düşünmektedir. Ancak
eylemlerin sonucunda amaçlı olmayan ve amaç edinilmeyen sonuçlar da ortaya çıkabilmektedir.
Amaçlanmayan sonuçlar geriye bağlanma süreçleri nedeniyle daha sonraki eylemleri ve yapıları
değiştirebilmektedir. Giddens aktörlerin, belirli bir durum veya sonuca sahip olabileceğini bildikleri
ve bu bilginin onlar tarafından söz konusu durum veya sonuca ulaşmak amacıyla kullanıldığı
herhangi bir edimi niyetli veya amaçlı edim olarak ifade etmektedir. İletişimsel niyet yani anlamın
üretimi, etkileşimin sadece bir unsurudur; her etkileşim aynı zamanda bir ahlaki ilişki ve iktidar
ilişkisidir. Etkileşimin üretimi üç temel unsuru içermektedir. Bunlar; etkileşimin anlamlı, ahlaki bir
düzen ve iktidar ilişkilerinin işleyişi olarak kurulmasıdır. Etkileşimin üretimi ve yeniden üretimi,
32
dönüştürücü kapasite olarak iktidarı içermektedir . İktidar, diğer yapılaşma tarzlarında olduğu gibi,
etkileşimle ikili ilişki içindedir. İktidar, etkileşim süreçleriyle kurumsal olarak ilişkilidir ve stratejik
33
davranışta sonuca ulaşmakta kullanılmaktadır .
Düzenli pratikler olarak inşa edilen sosyal sistemlerde iktidar, toplumsal etkileşim sırasında özerklik
ve bağımlılık ilişkilerinin yeniden üretilmesini içermektedir. Toplum çoğu kez her şeye muktedir
görünmesine ve her yerde karşımıza çıkmasına rağmen, insanın gerek toplumu gerekse yönetim ve
toplumsal yapıyı değiştirme yeteneği vardır. İnsan farkında olmak veya bilinçli davranmak
kapasitesine sahip bulunmaktadır. Günümüz hükümetleri ne kadar güçlü görünseler bile varlıklarını
sürdürmeleri için yönettikleri insanların desteğine gereksinimleri vardır; yasalara bağlıdırlar ve bu
31
Anthony Giddens age. 2003, s.106,157;
32
Anthony Giddens, Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, çev. Tuncay Birkan, Đstanbul, Metis Yayınları, 2001b, s.139,223.
33
Anthony Giddens age. 2005,s. 236.
246
nedenle de eylemleri kısıtlıdır. Egemen sınıfın üyelerinin, hatta otorite konumundaki diğer kişilerin
egemen sembol sistemlerini kabul ettirme dereceleri fazla abartılmamalıdır. Bazı durumlarda ve bazı
açılardan, bir toplumun alt konumdakilerin toplumsal yeniden üretim koşulları üzerinde egemenlik
kuranlardan daha fazla etkiye sahip oldukları öne sürülebilir. Bir aktör veya grubun toplumsal ilişkide
iktidarı bir başkasınınkine göre en alt düzeyde olduğunda bile, iktidar ilişkileri her zaman iki
34
yönlüdür . Bu çerçevede iktidar ilişkileri bir yandan özerklik diğer yandan bağımlılık ilişkileridir. En
özerk birey bir ölçüde diğerlerine ve yapıya bağımlıdır, en bağımlı aktör veya grup, ilişki içinde
özerkliğini kısmen korumaktadır. Yapı ise, bireyi etkilediği ve sınırlandırdığı gibi kendisi de onun
tarafından etkilenmekte ve sınırlandırılmaktadır.
2.3- Arap Ülkelerindeki Kitle Ayaklanmalarında Geleneksel ve Yeni Medyanın Sosyal Alanları Etkileme
Potansiyeli ve Aktörün Eylem Yetkinliği
Gazetecilik, batı ülkelerinde tarihsel süreç içinde ortaya çıkmış, kendisini yapılandırmış ve politika ve
ekonomi gibi diğer sosyal alanlar
35
tarafından kabul görmüştür. Gazetecilik içinde nesneler, sosyal
olayların gazetecilik kurallarına göre üretilen betimlemeleridir ve gazeteciliğin, toplumu
gözlemlemesi ile ortaya konulmaktadır. Politika, ekonomi ve hukuk gibi sosyal alanlar, çevrelerine
karşı göreceli özerklik geliştirmektedir. Gazetecilik de diğer sosyal alanlara karşı kendisini
sınırlandırmakta ve kendi yasalarını oluşturmaktadır. Gazetecilik kendine özgü mantığı ve yasaları ile
ayrımlanmakta; aktörlerin eylemleri, yapı bağlantıları içinde ve kendilerine özgü düşünce ve
36
eylemleri ile belirlenmektedir . Ancak sosyal alanların birbirlerini etkilemedikleri düşünülmemelidir.
Gazetecilik, diğer sosyal alanları etkilediği ve onlar üzerinde baskı uyguladığı gibi kendisi de bu sosyal
alanlar tarafından etkilenmekte ve baskıya maruz kalmaktadır. Bu nedenle özerkliğinin kuramsal
olarak göreceli bir özerklik biçiminde kavranması gerekmektedir.
34
Anthony Giddens age. 2005,s. 216.
35
Sosyal alan, sosyal aktörlerin geçmişteki pratiklerine göre tarihsel olarak belirlidir.Bu nedenle sosyal alan, sosyal realitenin
türsel bir tasarımını ortaya koyan bağımsız bir parçasıdır ve toplumun diğer alanlarından ayrılmaktadır. Sosyal alan kavramı
için bkz.Pierre Bourdieu, Die feinen Unterschiede, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1970, s. 103.
36
Johannes Raabe, Die Beobachtung journalistischer Akteure, Wiesbaden,VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2005, s.188;
Christopher Neuberger, age. 2004, s. 287 v.d.
247
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren batı ülkelerinde, kitle medyasını diğer sosyal alanların etki
ve yönlendirme çabalarının yanında kitle medyasının kendi içinde meydana gelen yoğunlaşma,
ticarileşme ve yeni teknolojiye yönelim nedeniyle gazetecilik özerkliğinin, tehdit edildiği
görülmektedir. Siyasal ve ekonomik alanların, gazeteciliğe etki ve baskı yapma çabaları, gazeteciliğin
eylem alanını sınırlandırabilmekte ve haber üretim sürecinin nesnelliğine gölge düşürmektedir. Yazı
işlerine yapılan baskılar ve uygulanan reklam ekonomisi, geleneksel gazetecilik normlarının giderek
gerilemesine ve değişimine neden olmaktadır. Haberler ve çeşitli programlar, bir yandan politik
halkla ilişkiler ve halkla ilişkiler çalışmaları diğer yandan ise, reklam ekonomisi tarafından
37
yönlendirilmektedir . Gazeteciliği siyasi yönlendirme çabaları ve kitle medyasının ekonomik
yönelimi, nesnel ve toplumsal yararı amaçlayan habercilik anlayışına olanak sağlamadığı gibi
alımlayıcının (okuyucu, izleyici ve dinleyici) da haberlerin içeriğine etki etmesini ve kendi ilgilerini
eklemlemesini güçleştirmektedir. Bu süreçte iletişim teknolojisinin gelişimi ile
yeni medya,
geleneksel medyaya göre alımlayıcıya kendini ifade etmek için daha fazla olanak tanımaktadır. Yeni
medya, geleneksel medyanın sahip olduğu enformasyon iletme tekelini kırmıştır; bireyler dünya
çapında enformasyona erişebilmekte ve sohbet odaları aracılığıyla tartışma ortamlarına
katılabilmektedir. Ağda değişimin tüm olanaklarını kapsayan ve yorum işlevine sahip olan ve ‘almak’
38
ve ‘vermek’ ilkesine göre işleyen sosyal medya , bilginin ve enformasyonun demokratikleşmesini
desteklemekte ve kullanıcıyı, tüketiciden üreticiye dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Gönderici ile
alımlayıcı arasında farklılık olmamasını, içeriklerin ortak üretimini, işlenmesini, paylaşımını ve
39
dağıtımını öngörmektedir .
37
Vinzenz Wyss v.d., “Journalismusforschung”, Heinz Bonfadelli v.d. (der.)., Einführung in die Publizistikwissenschaft, Bern,
Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, s. 316 v.d.
38
Sosyal medya, kullanıcıların, diğer medya kullanıcılarıyla iletişime geçebildikleri ancak iletişimin sözlü iletilere değil de
multimedya formatında fotoğraf, video, müzik ve oyun gibi dilsel işaretlere dayandığı dijital medyayı ifade etmektedir. Sosyal
medyada içerikler, bireysel olarak şekillendirilebilmekte ve etkileşim esas olmaktadır. En önemli sosyal medya arasında
Facebook, Linkedln ve XING, Twitter, Youtube, Bloglar, uzmanlık platformları, tüketici platformları, soru ve yanıt portalları
yer almaktadır. Sosyal medyaya erişimde karşılaşılan engeller büyük değildir. Üretim sürecinin maliyeti göreceli olarak düşük
ve karmaşık değildir. Đçeriklerin yayınlanması ve dağıtılması için gerekli olan araçlara erişim basittir. Geleneksel kitle
medyasında ise, üretim için kapsamlı teknik donanıma gereksinim vardır ve üretim süreci karmaşıktır. Kitle medyası alanında
üretim yapabilmek için uzmanlık bilgisine ve öğrenime gerek duyulmaktadır. Sosyal medyada ise, bu gereksinim daha azdır.
Geleneksel medya günlük, haftalık ya da aylık gibi uzun sürelerde okuruna erişirken, sosyal medya dolaysız olarak
erişebilmektedir. Basılmış veya yayınlanmış bir içeriğe artık müdahale söz konusu değilken, sosyal medya içeriğin
değiştirilmesine, geliştirilmesine olanak tanımaktadır. Kitle medyası, çizgisel bir iletim anlayışına sahipken, sosyal medya
eşzamanlılık içinde karşılıklı etkileşime olanak sağlamaktadır. Ancak her iki medya da küresel temsile olanak sağlamaktadır.
Bkz. Dorothea Heymann-Reder age. s. 106.
39
Dorothea Heymann-Reder age. s. 20-22; Marcel Bernet, Social Media in der Medienarbeit: Online-PR im Zeitalter von
Google, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010, s.9.
248
40
Neuberger , geleneksel medya ile yeni medyanın yapısını ve sahip oldukları potansiyelleri
değerlendirmekte ve İnternet’in alımlayıcı için neleri değiştirdiğini belirlemeye çalışmaktadır.
Geleneksel medya içinde yer alan gazete, radyo ve televizyonun sınırlı olarak karşılıklı etkileşime
olanak sağladığını ve ağırlıklı olarak tek yönlü bir iletim aracı işlevi gördüklerini söylemektedir.
Bununla birlikte geleneksel medya gücünü, erim alanının genişliğinden, temsil edilen elitlerden,
toplumda sağladığı güvenilirlikten ve kurduğu otoritesinden almaktadır. Ancak geleneksel medya
gibi yeni medyanın da sınırlılıkları vardır. Yeni medya, toplumsal kesimler arasında dijital uçurumun
ve sosyal eşitsizliğin güçlenmesine, toplumda bölünmeye, homojen ilgi ve fikir gruplarının oluşması
41
42
ile kamusal alanın çökmesine yol açabilmektedir . Buna karşılık Neuberger , yeni medyanın,
merkezi olarak denetlenmediğini; katılımcı ve eşitlikçi olduğunu ve ağlaşmaya olanak sağladığını
düşünmektedir. Yeni medya, karşılıklı etkileşime olanak tanımakta, kamusal alana erişimi
kolaylaştırmaktadır; çünkü bu alanda teknik, ekonomik, bilişsel ve hukuksal engeller, geleneksel
medyaya göre daha az olmaktadır. Yeni medya kullanıcısı filitrelenmeden sayısız enformasyon
kaynağına erişebilmektedir. Ancak alımlayıcı çok sayıda enformasyon içinden anlamlı bir seçim
43
yapmak zorunda kalmaktadır .
Yeni medya içinde giderek önem kazanan sosyal medya, kamuoyu oluşumuna kendiliğinden ve
aşağıdan yukarıya doğru olanak sunmaktadır. Bunun yanında sosyal medyanın fikir oluşturma,
harekete geçirme, siyasal seçim kampanyalarında enformasyon kaynağı oluşturma gibi potansiyelleri
de bulunmaktadır. Her katılımcıya açık olan sosyal medya özgür, eşit ve rasyonel tartışmalara olanak
sağlamaktadır. Uzlaştırma potansiyelinin yanında politik-idari sisteme müdahaleyi olası hale
44
gelmektedir . Bilgisayara dayalı iletişim altyapısı, ortaya çıkan medya çeşitliliği ve medyanın hibrit
karakteri, geleneksel iletişim formlarının kesin olarak çizilmiş sınırlarını ortadan kaldırmakta ve
iletişimin çok sayıda yeni biçimine olanak tanımakta ve yeni medyanın siyasal enformasyon ağı
40
Christoph Neuberger, age. 2008, s.252; age.2010, s.210.
41
Christoph Neuberger, “Alles Content, oder was? Vom Unsichtbarwerden des Journalismus im Internet”, Ralf Hohlfeld v.d.
(der.)., Innovationen im Journalismus: Forschung für die Praxis, Münster, LIT Verlag, 2002, s.34; age. 2010, s.210.
42
Christoph Neuberger, age. 2009, s.49,37,29 v.d
43
Christoph Neuberger, age. 2008, s.259
44
Christoph Neuberger, age. 2009, s.23 v.d;age. 2011, s.33 v.d.
249
olarak kullanılması önem kazanmaktadır. Siyasal enformasyon kaynağı olarak ağ; veri bankaları,
sohbet odaları, Twitter gibi milyarlarca web sitesinden oluşmakta, online iletişim, siyasi
kamuoyunun oluşumunda anahtar bir rol oynamakta, kamusal söyleme katılmaya olanak sunmakta
45
ve demokratik katılım online olarak gerçekleşmektedir . Bu çerçevede 2010 yılının Aralık ayından bu
yana Arap ülkelerinde görülen kitle ayaklanmalarına iletişim ve kitle medyası teknolojisinin etkisi
46
tartışılmaktadır . Fas’tan, Tunus’a ve Malezya’ya kadar İslam dünyası, batı kökenli modern iletişim
47
teknolojisini kullanmaktadır . Bu süreçte yeni medyaya da büyük ilgi olduğu gözlemlenmektedir.
Arap ülkelerinde geleneksel kitle medyası içinde kamuoyunun oluşumuna etki etme potansiyeline
48
sahip olan gazeteler , totaliter ve yarı totaliter siyasal yapıdan dolayı eleştirel bir yayın politikası
izlemekte zorlanmışlardır. Bu ülkelerde televizyon öncelikli olarak eğlenme amaçlı kullanılmaktadır.
49
Televizyon ve radyodan sınırlı olarak bilgi edinmek için yararlanılmaktadır. İnternet’ten ise, bilgi
edinmek amacıyla çok sınırlı olarak yararlanılmaktadır. İnternet Cafelerde gençler, daha çok sohbet
50
odalarında sohbet etmekte, video izlemekte ya da oyun oynamaktadırlar . Bununla birlikte devlet
tekelinde bulunan televizyon kanallarının dışındaki televizyon kanalları, yeni enformasyon sunarak,
45
Martin Emmer ve Jens Wolling, “Online-Kommunikation und politische Öffentlichkeit”, Wolfgang Schweiger ve Klaus
Beck (der.)., Handbuch Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010a, s.39; Martin Emmer
ve Marco Braeur, “Online Kommunikation politischer Akteure”, Wolfgang Schweiger ve Klaus Beck (der.)., Handbuch
Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010b, s. 311.
46
Mısır’da 11 Şubat 2011 tarihinde Hüsnü Mübarek’in yönetiminin sona ermesi, bazı çevreler tarafından Facebook Devrimi
olarak kutlanmıştır. Bkz. Muriel Asseburg age.s.32 v.d.; Atef Ben Bouzid age. s.150 v.d.
47
Arap toplumunun en az yarısı bir mobil bir telefona sahip bulunmaktadır. Bkz. Muriel Asseburg, age. s. 50.
48
Al-Baath (Suriye), Ad Diyar (Lübnan), Al Fadjr (Cezayir), Aujourd’hui le Maroc (Fas), El Mawkif (Tunus) ve Al Dustur
(Mısır) etkili gazeteler arasında yer almaktadır.
49
Arap ülkelerinde 2009 yılındaki Đnternet kullanım oranları; Bahreyn’de %53; Umman’da % 51.5; Fas’ta, %41.3; Katar’da %
40; Suudi Arabistan’da, %38; Kuveyt’te, % 36.9; Tunus’ta, %34.1; Filistin’de, %32.3;Ürdün’de, %26; Mısır’da, % 24.3;
Yemen’de %10; Libya’da, %5.5 ve Irak’ta % 1.1’dir. 2010 yılında yapılan bir araştırma sonucuna göre ise, Arap halklarının
ancak %24.9’unun onlinedır. Bkz. International Telecommunication Union 2010. http://www.itu.int/ITUD/ict/material/FactsFigures2010.pdf;aktaran: Muriel Asseburg, age.s. 48,49.
50
Atef Ben Bouzid, age. s. 151,158.
250
siyasal etki yaratabilmektedir. Ayrıca İslam dünyasında uydu aracılığıyla yüzlerce televizyon kanalı
51
izlenebilmekte, yeni ve istenilmesi halinde siyasi içerikli enformasyon edinilebilmektedir. Sosyal
medya ise bilgi, enformasyon ve düşünce paylaşımını sınırlandıran siyasi yapı içinde giderek önem
kazanmaktadır.
Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarında, ilk protesto eylemleri Facebook ve Twitter
gibi sosyal medya kullanıcıları arasında örgütlenmiştir. Yeni medya ve sosyal ağlar, ülkelerin farklı
bölgeleri arasında olduğu gibi farklı ülkeler arasında iletişim kurulmasına olanak sağlamış ve
kitlelerin ayaklanmalarına bir ölçüde etki etmiştir. Sosyal ağların anonimliği, karşılıklı etkileşime
olanak sağlayan yapısı ve hızı, toplumun farklı kesimlerinin kendilerini ifade etmelerinin ve
örgütlenmelerinin bir platformu olma işlevini görmüştür. Sosyal ağların sunduğu örgütlenme gücü,
Arap toplumlarına, totaliter siyasal yapılara karşı mücadele etme ve siyasal ve sosyal yapılara etkide
bulunma olanağı sağlamıştır. Geleneksel kitle medyası ve yeni medya, protesto eylemleri için
dayanışma yaratılmasına etki etmiştir. Her ne kadar dünya toplumunda ve kitle medyasında, Arap
ülkelerinde yeni medyanın, kitle ayaklanmalarındaki rolü daha sık vurgulanmış olsa bile geleneksel
medyanın da belirgin bir rol oynadığı düşünülebilir. Bu çerçevede geleneksel kitle medyasının ve
yeni medyanın, baskı altında tutulan kitleler üzerinde etki yarattığı ve toplumun demokratikleşme
potansiyelini harekete geçirdiği belirlenebilir. Ancak tek başına geleneksel medyanın ya da Facebook
ve Twitter gibi sosyal medyanın yol açtığı bir medya devriminden söz etmek olası değildir. Arap
ülkelerinde kitle ayaklanmalarında en etkili olan faktörler, toplumun sosyo-ekonomik ve siyasal
problemleri, bunların aşılması isteği, toplumsal sınıfların sahip oldukları ancak şimdiye kadar
bastırıldığı için görülmeyen siyasal ve sosyal yapıya etki etme potansiyeli ve batılı devletlerden
52
alınan siyasi, askeri ve ekonomik destektir. Geleneksel ve sosyal medya ise, kitleleri harekete geçiren
faktörlerden yalnızca biri olmuştur.
Arap ülkeleri batılı ülkeler gibi demokratik çoğulcu bir siyasal yapıya ve siyasal kültüre sahip
değildirler. Ancak bu, Arap ülkelerin halklarının totaliter bir siyasal yapıyı destekledikleri ve totaliter
51
Arap ülkelerinde El- Cezire, El- Manar, Hizbullah gibi siyasi yönelime sahip olan televizyon kanalları, Đslam dünyası
üzerinde önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Bkz. Atef Ben Bouzid, age. s. 158 v.d.
52
Bu süreçte ABD ve AB gibi batılı devletlerin NATO gücü, siyasal ve ekonomik yaptırımlarla Arap ülkelerinin siyasal,
sosyal ve ekonomik yapılarına etki etme yetkinlikleri ve potansiyelleri de göz ardı edilmemelidir.
251
siyasal yapı içinde edilgen yaşamak istedikleri anlamına gelmemektedir. Bu çerçevede aktörü ve
geleneksel ve yeni medyayı, yapı karşısında edilgen olarak tasarlamayan ve yapıya etki etme
potansiyeline vurgu yapan Entegratif Sosyal Kuramlar’ın Arap ülkelerinde yaşanılan siyasal ve sosyal
değişim sürecinde yapının aktörleri ve kitle medyasını, aktörlerin ve kitle medyasının ise, yapıyı
etkileme yetkinliğinin ve potansiyelinin analiz edilmesi için kuramsal bir perspektif sunduğu
belirlenebilir. Ancak bu kuramsal perspektif, henüz demokratik çoğulcu bir siyasal yapıya ve siyasal
kültüre sahip olmayan Arap ülkelerinde aktörün ve kitle medyasının yapı ile olan karşılıklı etki ve
bağımlılık ilişkilerini bir ölçüde analiz edebilmektedir.
3-Türk Basınında Arap Ülkelerindeki Kitle Ayaklanmalarına İlişkin Haber, Haber Aktörü ve Köşe
Yazarlarının İletilerinin İçerik Analizi
Çalışmanın bu bölümünde; araştırma objesi olarak seçilen gazetelerin haberlerinin, haber
aktörlerinin ve köşe yazarlarının iletileri, niceliksel ve niteliksel içerik analizi ile incelenerek,
geliştirilen varsayımlar, elde edilen bulgularla sınanarak, yorumlanacaktır.
3.1-Araştırmanın Amacı, Kapsamı ve Metodu
Bu çalışmada, Aralık 2010’da gözlemlenen ve Ocak 2011 tarihinden itibaren Arap ülkelerinde giderek
yayılan kitle ayaklanmalarının, 22 Aralık 2010 ile 22 Haziran 2011 tarihleri arasında
53
Cumhuriyet,
Yeniçağ, Hürriyet ve Zaman gazetelerine yansıması, haberlerin biçimsel ve içeriksel özellikleriyle
irdelenerek, bulgulanmaya çalışılacaktır. Çalışma kapsamına alınan gazeteler farklı yayın kimliğine
ve politikasına sahip olduğu için kitle ayaklanmalarına yaklaşımları arasındaki farkın ortaya
konulmasının anlamlı olacağı düşünülmektedir. Bunun yanında Arap, Batılı, Doğulu ve Türk haber
aktörlerinin de kitle ayaklanmalarına yaklaşımının belirlenmesi yeniden üretilen siyasal ve sosyal
gerçekliğin belirlenmesi açısından gerekli görülmektedir. Gazetelerin kitle ayaklanmalarına ilişkin
haber iletilerinin analizinin yanında haber aktörlerinin ve köşe yazarlarının da iletilerinin analiz
edilmesi konuya ilişkin bütünsel bir bakış açısının kazanılması için yararlı olacaktır.
53
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları sona ermemiştir. Ancak çalışmanın bildiri olarak sunulabilmesi için bitirilmesi
gerekmektedir. Bu nedenle altı aylık bir zaman diliminin incelenmesi uygun görülmüştür.
252
Çalışmada araştırma nesnesi olarak Cumhuriyet, Yeniçağ, Hürriyet ve Zaman gazetelerinin seçilme
nedeni, farklı yayın kimliği ve yayın politikalarının yanında farklı ve etkili medya grupları içinde yer
almalarıdır. Sol-Kemalist bir yayın kimliğine sahip olan Cumhuriyet’in imtiyaz sahibi Cumhuriyet
Vakfı adına Orhan Erinç’tir. Gazete, Cumhuriyet Vakfı’na bağlı Yeni Gün A.Ş., Çağ Pazarlama A.Ş.,
54
Yeni Gün Holding A.Ş. ve Yapım-C A.Ş tarafından çıkarılmaktadır . Milliyetçi yayın kimliğine sahip
olan Yeniçağ Gazetesinin sahibi Ahmet Çelik’tir. Genel yayın politikasının siyasal ve toplumsal açıdan
muhafazakar, iktisadi açıdan ise, liberal bir çizgide olduğu görülen Hürriyet Gazetesi, Aydın Doğan’a
aittir. Muhafazakar, liberal ve dini bir yönelime sahip olan Zaman Gazetesi ise, Feza Gazetecilik
A.Ş’ne bağlıdır ve imtiyaz sahibi Ali Akbulut’dur. Çalışma kapsamında incelenen gazetelerin ortalama
günlük satışları şöyledir: Cumhuriyet, 51.169; Yeniçağ, 51.820; Hürriyet, 439.839 ve Zaman,
55
784.670’dir .
Araştırma objesi olarak seçilen gazetelerde konuyla ilgili haberlerin ve haber aktörlerinin iletilerinin
analizinin yanında inceleme konusu kapsamına giren köşe yazıları da içerik analizine tabi
tutulacaktır. Cumhuriyet Gazetesinden; Ahmet Tan, Ali Sirmen, Ataol Behramoğlu, Bekir Coşkun,
Cüneyt Arcayürek, Deniz Kavukçuoğlu, Emre Kongar, Ergin Yıldızoğlu, Erol Manisalı, Güray Öz,
Hikmet Çetinkaya, Hüseyin Baş, Işık Kansu, Kürşat Başar, Meriç Velidedeoğlu, Mine Kırıkkanat,
Mustafa Balbay, Mustafa Sönmez, Mümtaz Soysal, Nilgün Cerrahoğlu, Oktay Akbal, Oktay Ekinci,
Orhan Birgit, Orhan Bursalı, Özgen Acar, Öztin Akgüç, Perihan Ergun, Serdar Kızık, Süheyl Batum,
Şükran Soner, Utku Çakırözer ve Ümit Zileli’nin Arap ülkelerinde meydana gelen kitle
ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları yazdıkları belirlenmiştir.
Yeniçağ Gazetesinden; Agah Oktay Güner, Ahmet Gürsoy, Ahmet Ünal, Afet Ilgaz, Afşin Selim,
Altemur Kılıç, Arslan Bulut, Armağan Kuloğlu, Behiç Kılıç, Esfender Korkmaz, Fatih Yıldırım, Hasan
Demir, Haydar Çakmak, Hulki Cevizoğlu, Hüseyin Macit Yusuf, İsrafil Kumbasar, Kenan Akın, Kürşad
Zorlu, Mustafa Erkal, Nuriye Atabey, Özcan Yeniçeri, Sabahattin Önkibar, Sadi Somuncuoğlu, Sami
54
Hıfzı Topuz, II. Mahmud’dan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Đstanbul, Remzi Kitabevi, 2003, s. 346; Mustafa Sönmez,
Filler ve Çimenler. Medya ve Finans Sektöründe Doğan / Anti-Doğan Savaşı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2003, s.254.
55
www.medyatava.com/tiraj.asp.
253
Yavrucuk, Savaş Süzal, Selcan Taşçı, Şuayip Özcan, Ümit Özdağ ve Yavuz Selim Demirağ’ın Arap
ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları yazdıkları belirlenmiştir.
Hürriyet Gazetesinden; Ahmet Hakan, Cüneyt Ülsever, Ertuğrul Özkök, Fatih Çekirge, Faruk Bildirici,
Ferai Tınç, Gila Benmayor, Hadi Uluengin, İsmet Berkan, Mehmet M. Yılmaz, Noyan Doğan, Özdemir
İnce, Sedat Ergin, Soner Yalçın, Şükrü Küçükşahin, Tufan Türenç, Yalçın Bayer, Yalçın Doğan, Yılmaz
Özdil ve Zeynep Göğüş’ün, Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları
yazdıkları belirlenmiştir
Zaman Gazetesinden; Abdülhamit Bilici, Abdullah Yılmaz, Ahmet Selim, Ali H. Aslan, Ali Bulaç, Ali
Ünal, Atilla Yayla, A. Turan Alkan, Bejan Matur, Beşir Ayvazoğlu, Bülent Korucu, Eser Karakaş, Etyen
Mahçupyan, Fehmi Koru, Fikret Ertan, Hüseyin Gülerce, İbrahim Öztürk, İhsan Dağı, Joost Lagendijk,
Kadir Dikbaş, Kerim Balcı, Mehmet Kamış, Mustafa Ünal, Mümtaz’er Türköne, Nedim Hazar ve Şahin
Alpay’ın Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları yazdıkları
belirlenmiştir.
Araştırmada içerik analizi metodu kullanılacaktır. İçerik analizi, bir metnin açık içeriksel
karakteristiklerinden yararlanarak, açık olmayan karakteristiklerinin ve bağlamının araştırılıp, sosyal
56
gerçekliğin ortaya çıkarılmasını amaçlayan bir yöntemdir . İçerik analizi yöntemi, çalışma sorununun
ve araştırma amacının ortaya konulması, araştırma nesnelerinin seçilmesi, araştırma zamanının
belirlenmesi, varsayımların oluşturulması, değişkenlerin somutlaştırılması, sınıflandırmaların
yapılması, örneklemin tanımlanması, ön kodlama, kodlama ve sonuçların yorumlanması aşamalarını
kapsamaktadır.
56
Klaus Merten, Inhaltsanalyse, Opladen, Westdeutscher Verlag GmbH, 1995, s.15.
254
3.2- Araştırmanın Varsayımları
Çalışmada gazete haberlerinin iletileri, haber aktörlerinin iletileri ve köşe yazarlarının iletilerinin
içerik analizine yönelik üç farklı kodlama çizelgesi geliştirildiği için her kodlama çizelgesinin
varsayımları ayrı ayrı belirlenmiştir:
1-Araştırma kapsamına alınan gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin
haberlerin, gazetelerin yayın kimliği ve yayın politikasına göre, farklı fiziksel ve içeriksel özelliklere
sahip olduğu varsayılmaktadır.
1.1-Fikir gazetesi özelliği gösteren Cumhuriyet, Yeniçağ ve Zaman gazetelerinde, Arap ülkelerindeki
kitle ayaklanmalarının, siyasal bağlam ön plana çıkarılarak, ekonomik bağlam ise, sınırlı
vurgulanarak, haberleştirildiği öngörülmektedir.
1.2- Hürriyet Gazetesi’nde Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının, gazetenin fikir ve popüler
gazeteciliğe birlikte yönelimi nedeniyle siyasal bağlam ön plana çıkarılarak ve aynı zamanda
sansasyonel habercilik anlayışıyla haberleştirildiği öngörülmektedir.
2-İnceleme kapsamına alınan gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin iletiler
veren Arap
57
ve Batılı siyasi haber aktörlerinin iletilerinin, gazetelerin yayın kimliği ve yayın
politikasına göre ve pozitif, negatif veya nötr değerlendirildiği varsayılmaktadır.
2.1-Cumhuriyet Gazetesi’nin Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren
Arap ve Batılı siyasi haber aktörlerine, yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu;
ayaklanmacıların iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi
aktörlerin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiği varsayılmaktadır.
57
Arap siyasi aktörler, kitle ayaklanmalarının çıktığı Arap ülkelerinin siyasi aktörleri olarak ele alınmaktadır.
255
2.2- Hürriyet Gazetesi’nin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren Arap
ve Batılı siyasi haber aktörlerine yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu;
ayaklanmacıların ve Batılı siyasi haber aktörlerinin iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin
siyasi liderlerinin iletilerinin negatif değerlendirdiği öngörülmektedir.
2.3-Yeniçağ Gazetesi’nin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren Arap ve
Batılı siyasi haber aktörlere, yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu;
ayaklanmacıların iletilerinin nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi aktörlerin
iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiği varsayılmaktadır.
2.4- Zaman Gazetesi’nin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren Arap ve
Batılı siyasi haber aktörlerine yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu;
ayaklanmacıların ve onları destekleyen
Batılı siyasi haber aktörlerinin ve AKP Hükümeti
temsilcilerinin iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin iletilerinin negatif
veya nötr değerlendirdiği öngörülmektedir.
3- Arap siyasi aktörleri ile Batılı
58
ve Çeçenistan, Çin, İran Küba, Peru, Rusya, Venezüella gibi
59
devletlerin siyasi aktörlerinin , Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ve batılı devletlerin askeri
operasyonunu, farklı nedenselleştirdikleri ancak tümünün Arap ülkelerinin siyasal yapısına yönelik
çözüm önerileri getirerek, ekonomik yapıyı büyük ölçüde göz ardı ettikleri öngörülmektedir.
3.1- Arap ülkelerinin siyasi iktidara sahip olan liderlerinin, ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ve Batılı
devletlerin askeri operasyonunu negatif iletilerle değerlendirerek, ABD’nin, Arap ülkelerindeki
ekonomik menfaatlerini gerçekleştirme istekleri çerçevesinde nedenselleştirdikleri ve ulusal siyasal
yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri varsayılmaktadır.
3.2-Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına öncülük eden muhalif liderlerin, kitle ayaklanmalarını ve
Batılı devletlerin askeri operasyonunu pozitif iletilerle değerlendirdikleri, kitle ayaklanmalarını
totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıyı ve ekonomik koşulları vurgulayarak, nedenselleştirdikleri
ve ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir.
58
Türk siyasi aktörler, Batılı siyasi aktörler içinde değerlendirilmektedir.
59
Çin, Çeçenistan, Đran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella devletlerinin siyasi aktörlerinin Arap ülkelerinde meydana gelen
kitle ayaklanmalarında, Batılı devletlerin izlediği politikaya eleştirel yaklaştıkları düşünülmekte ve onlar ayrı bir kategori
olarak belirlenmektedir.
256
3.3-ABD ve AB ülkelerinin siyasi aktörlerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını pozitif iletilerle
değerlendirerek, totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıyı vurgulayarak, nedenselleştirdikleri ve
Arap ülkelerinin ulusal siyasal yapısına yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri ve batılı devletlerin
askeri müdahalesini olumlayan iletiler verdikleri varsayılmaktadır.
3.4- Çeçenistan, Çin, İran Küba, Peru, Rusya, Venezüella siyasi aktörlerinin kitle ayaklanmalarını,
ulusal siyasal yapıya odaklanarak nedenselleştirdikleri, ulusal ve uluslararası siyasal yapıya yönelik
çözüm önerileri formüle ettikleri ve batılı devletlerin Arap ülkelerine askeri müdahalesini eleştiren
ve onların bölgedeki petrol kaynaklarını denetleme çabaları ile nedenselleştiren iletiler verdikleri
öngörülmektedir.
3.5- Türkiye’de siyasi iktidara sahip olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümeti temsilcileri ile
muhalefetteki siyasi parti temsilcilerinin (CHP,MHP,BDP), Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını
nedenselleştirmeleri ve çözüm önerileri formüle etmelerinin farklı yönelimlere sahip bulunduğu
öngörülmektedir.
3.5.1- AKP Hükümeti temsilcilerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını, batılı devletlerin siyasi
aktörlerine benzer şekilde pozitif iletilerle değerlendirerek, totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıyı
vurgulayarak nedenselleştirdikleri, Arap ülkelerinin ulusal siyasal yapısına yönelik çözüm önerileri
formüle ettikleri ve batılı devletlerin askeri müdahalesini olumlayan iletiler verdikleri
varsayılmaktadır.
3.5.2- Muhalefetteki siyasi parti temsilcilerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal
yapı bağlamında nedenselleştirdikleri, Arap ülkelerinin ulusal siyasal yapısına
yönelik çözüm
önerileri formüle ettikleri ve batılı devletlerin askeri müdahalesini ve Türkiye’nin dış politikasını
eleştirdikleri öngörülmektedir.
4- İnceleme kapsamına alınan gazetelerde köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını
farklı bağlamlarda problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve çözüm önerileri formüle ettikleri
varsayılmaktadır.
4.1- Cumhuriyet Gazetesi’nin köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ulusal
siyasal ve ekonomik yapıyı ve uluslararası siyasal yapıyı vurgulayarak problemleştirdikleri,
nedenselleştirdikleri ve ulusal siyasal ve ekonomik yapıya ve uluslararası siyasal yapıya yönelik
257
çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir. Gazetenin köşe yazarlarının, Türkiye’nin dış
politikası eleştirel değerlendirdikleri varsayılmaktadır.
4.2- Hürriyet Gazetesi’nin köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını totaliter ya da
yarı totaliter ulusal siyasal yapıyı ve sosyal medyanın kitleleri örgütleme potansiyelini vurgulayarak,
problemleştirdikleri ve nedenselleştirdikleri, ulusal siyasal yapıya ve uluslararası siyasal ve hukuk
sistemine yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir. Gazetenin köşe yazarlarının,
Türkiye’nin dış politikasını eleştirel değerlendirdikleri varsayılmaktadır.
4.3- Yeniçağ Gazetesi’nin, köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını uluslararası
siyasal yapı nedeniyle problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve uluslararası siyasal yapıya yönelik
çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir. Gazetenin köşe yazarlarının, Türkiye’nin dış
politikasını eleştirel değerlendirdikleri varsayılmaktadır.
4.4- Zaman Gazetesi’nin, köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını totaliter ya da
yarı totaliter ulusal siyasal yapıyı ön plana çıkararak problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve
ulusal ve uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri içinde Türkiye’nin yol gösterici rolüne
vurgu yaptıkları ve Türk dış politikasını pozitif değerlendirdikleri öngörülmektedir.
3.3- Elde Edilen Bulgular ve Bulguların Yorumlanması
Cumhuriyet, Yeniçağ, Hürriyet ve Zaman gazetelerinde Arap ülkelerinde meydana gelen kitle
ayaklanmalarına ilişkin haber iletileri, haber aktörlerinin iletileri ve köşe yazılarının niceliksel ve
60
niteliksel içerik analizi sonucunda elde edilen bulgulara aşağıdaki tablolarda yer verilmiştir.
3.3.1-Gazete Yazı Türlerinden Haberlerin Niceliksel İçerik Analizi
Aşağıda gazete yazı türlerinden haberlerin niceliksel içerik analizi sonucunda elde edilen bulgular ve
yorumları yer almaktadır.
60
Tablolarda boş bırakılan sayı ve oranlar bölümleri, “sıfır” değeri taşımaktadır.
258
Gazetelere
Göre
Haberlerin
Sayı ve
Oranları
Haber
Cumhuriyet
Sayı
Oran
%
538
22,5
Hürriyet
Sayı
Oran
%
727
30,5
Yeniçağ
Zaman
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
499
21
627
26
Toplam
Haber
Sayısı
Oran
%
2391
100
Tablo1: Gazetelere Göre Haberlerin Sayı ve Oranları
Gazetelere göre Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerin sayıları ve oranları
incelendiğinde; en yüksek oranda haberin sırasıyla Hürriyet, Zaman, Cumhuriyet ve Yeniçağ
gazetelerinde üretildiği görülmektedir. Bulgular, gazetelerin içinde yalnızca Hürriyet’teki haber
oranın %30.5’e yükseldiğini, diğer gazetelerdeki oranların ise, %20’nin üstünde belirlendiğini
göstermektedir.
259
Haberlerin
Ülkelere Göre
Dağılımı
Cumhuriyet
Sayı
Oran %
Hürriyet
Sayı
Oran %
Yeniçağ
Sayı
Zaman
Oran %
Sayı
Oran
%
Genel olarak
Arap
ülkelerindeki
kitle
ayaklanmaları
29
5
39
5
32
6
37
6
Bahreyn
16
3
14
2
17
3
20
3
Cezayir
6
1
4
1
10
2
5
1
Fas
1
6
1
4
1
Irak
5
1
3
4
1
7
1
İran
12
2
11
7
1
Katar
1
2
2
Kuveyt
2
Libya
210
39
343
47
179
36
221
35
Mısır
93
17
163
22
78
16
140
22
Suriye
64
12
70
10
64
13
79
13
S. Arabistan
5
1
5
1
4
1
7
1
Tunus
35
7
51
7
30
6
39
6
Umman
3
1
3
1
5
1
Ürdün
5
1
2
14
3
6
1
Yemen
53
10
22
3
56
11
48
8
Toplam
538
100
727
100
499
100
627
100
Tablo 2: Gazetelere Göre Haberlerin Ülkelere Dağılımı Sayı ve Oranları
260
Elde edilen bulgular; tüm gazetelerde, kitle ayaklanmalarının çıktığı Arap ülkeleri içinde en yüksek
oranlarda Libya ve Mısır’a ilişkin haber yapıldığını göstermektedir. Cumhuriyet’te bu oran, Libya için
%39, Mısır için %17’dir. Cumhuriyet’te en düşük oranda haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla
Cezayir, Irak, Suudi Arabistan, Umman ve Ürdün’dür. Hürriyet’te Libya %47, Mısır %22 oranlarında
haberleştirilmiştir. Hürriyet’te en düşük oranda haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla Cezayir ve
Suudi Arabistan’dır. Yeniçağ’da Libya %36, Mısır %16 oranlarında haberleştirilmiştir. Yeniçağ’da en
düşük oranda haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla Fas, Irak, Suudi Arabistan ve Umman’dır.
Zaman’da Libya %35, Mısır
%22 oranlarında haberleştirilmiştir. Zaman’da en düşük oranda
haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla Cezayir, Fas, Irak, İran, Suudi Arabistan, Umman ve
Ürdün’dür. Tüm gazetelerde Libya ve Mısır’ın en fazla haberleştirilen ülkeler olmasının nedeni, enerji
kaynakları zengin Libya’ya yönelik askeri operasyon ve Kaddaffi’nin direnme potansiyelidir. Benzer
şekilde önemli Arap ülkelerinden Mısır’da yaşanan şiddetli ayaklanmalar ve Hüsnü Mübarek’in
siyasal iktidarını bırakması, bu ülkenin en fazla haberleştirilen ikinci ülke olmasını beraberinde
getirmiştir.
Haberlerin
Üretildiği Haber
Organizasyonu
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Kendi üretimi
163
30
202
28
150
30
332
53
Yerli haber
ajanslarının üretimi
26
5
38
5
27
5
29
5
Karma üretim
55
10
95
13
44
9
70
11
Yabancı haber
ajanslarının üretimi
251
47
197
27
170
34
175
28
Belirlenemedi
43
8
195
27
108
22
21
3
Toplam
538
100
727
100
499
100
627
100
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Tablo 3: Gazetelere Göre Haberlerin Üretildiği Haber Organizasyonu
Elde edilen bulgular; Cumhuriyet ve Yeniçağ gazetelerinin ağırlıklı olarak yabancı haber ajanslarının
haber üretiminden yararlandıklarını göstermektedir. Bu bulgu, haber üretiminde, büyük yabancı
261
haber ajanslarına bağımlılığı ortaya koymaktadır. Hürriyet ve özellikle Zaman gazetesinin ağırlıklı
olarak kendi haber üretimlerini kullandıkları görülmektedir. Haberin üretildiğinin belirlenemediği
haber oranı, Hürriyet ve Yeniçağ gazeteleri için yüksektir. Bu bulgu, etik bir sorun olarak Türk
basınında, haberlerde, mahreç gösteriminin göz ardı edildiğini ortaya koymaktadır.
3
34
6
9
Bahrey
n
3
2
13
3
4
2
10
Cezayir
6
2
1
1
3
Fas
1
Irak
5
1
3
12
3
11
İran
1
1
Katar
İç Sayfalar
Birinci
Sayfa
İç Sayfalar
Oran %
5
Sayı
Sayı
6
Oran %
Oran %
22
Sayı
Sayı
5
Oran %
Oran %
7
Sayı
Sayı
Genel
olarak
Arap
devletl
erin-de
kitle
ayakla
nma61
ları
Zaman
Oran %
Oran %
Birinci
Sayfa
İç Sayfalar
Sayı
Birinci
Sayfa
İç Sayfalar
Yeniçağ
Oran %
Birinci
Sayfa
Hürriyet
Sayı
Haberin Yer Aldığı Sayfa
Cumhuriyet
13
23
5
3
3
34
7
2
17
4
4
4
16
3
1
10
2
5
1
6
1
4
1
1
4
1
7
1
2
2
7
1
1
Kuveyt
Libya
61
2
80
53
13
0
33
10
1
51
24
2
45
40
55
13
9
33
56
51
16
5
32
Bu haberlerde, ülke belirtilmemiştir.
262
Mısır
28
19
65
17
54
27
11
1
21
14
19
64
15
33
30
10
7
21
Suriye
15
10
49
13
13
7
57
11
7
10
57
13
4
4
75
14
S.Arabi
s-tan
1
1
4
1
4
1
4
1
7
1
Tunus
9
6
28
7
40
7
28
7
32
6
Umma
n
3
1
3
1
5
1
Ürdün
5
1
14
3
6
1
56
14
2
2
46
10
42
7
10
0
10
9
10
0
51
8
10
0
11
6
2
3
2
Yemen
5
3
48
12
5
3
17
3
Topla
m
14
9
10
0
39
2
10
0
19
4
10
0
53
4
10
0
72
10
0
7
6
Tablo 4: Gazetelere Göre Haberlerin Yer Aldığı Sayfa
Gazetelerin birinci sayfasında yer alan haberler, kamuoyunun gündemine etki etme potansiyeline
sahip bulunmaktadır. Elde edilen bulgular; tüm gazetelerde birinci sayfadan en sık haberleştirilen
devletlerin Libya ve Mısır olduğunu göstermektedir. Cumhuriyet’te bu oran, Libya için %53, Mısır
için %19’dur. Cumhuriyet’te birinci sayfadan en az haberleştirilen devletler ise, %1 oranıyla İran ve
Suudi Arabistan’dır. Hürriyet’te birinci sayfadan en sık haberleştirilen devletlerden Libya %51, Mısır
%27 oranına sahiptir. Birinci sayfadan en az haberleştirilen devletler ise, %1 oranıyla Cezayir ve %2
oranıyla Bahreyn’dir. Yeniçağ’da en sık haberleştirilen devletlerden Libya %40, Mısır %14
oranındadır. Birinci sayfadan en az haberleştirilen devletlerin oranı ise, Tunus için % 3 ve Suriye için
%10’dur. Zaman’da ise, en sık haberleştirilen devletlerden Libya %51, Mısır, %30 oranına sahiptir.
Birinci sayfadan en az haberleştirilen devletler ise, % 2 Yemen ve %4 oranıyla Bahreyn ve Suriye’dir.
Enerji kaynakları zengin ve çatışmaların, denetimden çıktığı ülkelerdeki kitle ayaklanmalarının daha
yoğun haberleştirildiği görülmüştür.
263
Haberlere
62
Ayrılan Sütun
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Bir sütun (kısa)
401
40.5
527
55
294
47.2
434
42.3
İki sütun (orta)
443
44.8
347
36
264
42.3
456
44.6
Üç ve üçten
fazla sütun
(uzun)
145
14.7
86
9
65
10.5
134
13.1
Toplam
989
100
960
100
623
100
1024
100
Tablo 5: Gazetelere Göre Haberlere Ayrılan Sütun
Gazetelere göre kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerin toplam sütun sayıları
incelendiğinde;
Cumhuriyet’te tüm haberlerin toplam 989 sütun, Hürriyet’te toplam 960 sütun, Yeniçağ’da toplam
623 sütun ve Zaman’da toplam 1024 sütun olarak yayınlandığı belirlenmektedir. Bulgulara göre, kitle
ayaklanmalarına en kapsamlı alanı sırasıyla Zaman, Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ gazeteleri
vermiştir.
Haber Metninde
Resim
63
Kullanımı
Cumhuriyet
Sayı
Oran %
Hürriyet
Sayı
Oran %
Yeniçağ
Sayı
Oran %
Zaman
Sayı
Oran %
Resimli
280
52
580
80
323
65
371
59
Resimli değil
258
48
147
20
176
35
256
41
Toplam
538
100
727
100
499
100
627
100
Tablo 6: Gazetelere Göre Haber Metninde Resim Kullanımı
Elde edilen bulgular, en yüksek oranda, %80 olarak, resim kullanımının Hürriyet’te gerçekleştiğini
ortaya koymaktadır. Yeniçağ, Zaman ve Cumhuriyet gazetelerinin tümünde fotoğraf kullanımı,
62
Gazetelerin sayfa büyüklüğü ve düzenine göre, haberlere ayırdıkları sütunların uzunluğu ve genişliği birbirinden bir ölçüde
farklılık göstermektedir. Bu nedenle standart sütun yoktur.
63
Resim kullanımı fotoğraf, enfo-grafik, karikatür ve karikatür gibi görsel materyallerin kullanımını kapsamaktadır. Çalışmada
genel resim kullanımı belirtilecek, özel olarak da fotoğraf kullanımına yer verilecektir.
264
%50’nin üzerinde belirlenmektedir. Bu bulgular, günümüzde fikir gazetelerinin de görsel materyale
yönelimine işaret etmektedir.
Haber Metni
Resminde Renk
Kullanımı
Cumhuriyet
Sayı
Oran %
Hürriyet
Sayı
Yeniçağ
Oran %
Sayı
Zaman
Oran %
Sayı
Oran %
Renkli
67
18
773
90
51
13
392
68
Renksiz
307
82
89
10
332
87
184
32
Toplam
374
100
862
100
383
100
576
100
Tablo 7: Gazetelere Göre Haber Metni Resminde Renk Kullanımı
Resimlerde renk kullanımı irdelendiğinde; Hürriyet, %90 oranında renkli resim kullanmıştır.
Hürriyet’te resimlerin çok iç içe ve zihinsel yorgunluk yaratacak bir düzenlemeyle sunulduğu
düşünülmektedir. Hürriyet’in yüksek oranda ve renkli resme yer vermesi, gazetenin popüler
gazeteciliğe yönelimine ilişkin birinci varsayımı doğrulayan bulgulardan biri olmaktadır. Fikir gazetesi
olmasına rağmen Zaman’da renkli resim kullanım oranının yüksek olduğu görülmektedir. En az
renksiz resim kullanan gazeteler ise, Yeniçağ ve Cumhuriyet’tir.
Fotoğrafın
Üretildiği Haber
Organizasyonu
Cumhuriyet
Sayı
Oran %
Hürriyet
Sayı
Yeniçağ
Oran %
Sayı
Zaman
Oran %
Sayı
Oran %
Kendi üretimi
28
6
61
7
23
6
65
11
Yerli haber ajansı
üretimi
158
42
181
21
94
25
392
68
Karma üretim
35
9
45
5
12
3
74
13
18
3
Yabancı haber
ajansının üretimi
Belirlenemedi
153
41
575
67
254
66
27
5
Toplam
374
100
862
100
383
100
576
100
Tablo 8: Gazetelere Göre Fotoğrafın Üretildiği Haber Organizasyonu
265
En fazla oranda kendi fotoğrafını kullanan ve en fazla oranda yabancı haber ajansından yararlanan
gazete Zaman, en az oranda kendi üretimi fotoğrafları kullanan gazeteler ise, Cumhuriyet ve
Yeniçağ’dır. Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ gazetelerinin yabancı haber ajanslarının fotoğraflarını
hiç kullanmadıkları belirlenmektedir. Fotoğrafın kaynağının belirlenemediği haber oranının ise,
Hürriyet, Yeniçağ ve Cumhuriyet’te çok yüksek oranlarda, sırasıyla %67, %66 ve %41 olduğu
görülmektedir. Bu oran Zaman’da, %5 ile düşüktür.
Fotoğrafın İçerik
Özelliği
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Kitle ayaklanması
çıkan ülkelerde
siyasi liderler
46
13
132
16
60
16
76
13
Kitle ayaklanması
çıkan ülkelerde
muhalif liderler
15
4
40
5
13
3
28
5
AB üyesi ülkelerin
siyasi liderleri
7
2
28
3
16
4
22
4
4
0,5
2
0,5
6
1
BM temsilcileri
ABD siyasi
liderleri
15
4
46
5
18
5
17
3
Türk hükümet
lideri ve
temsilcileri
40
11
80
9
30
8
90
16
Türkiye’deki
muhalefet parti
liderleri
9
2
19
2
25
7
8
1
Çin, Küba, Peru,
Rusya,
Venezüella siyasi
liderleri
5
1
7
1
5
1
1
266
Afrika Birliği,
Arap Birliği,
Körfez Ülkeleri
İşbirliği Konseyi,
İslami Konferans
Teşkilatı liderleri
6
1
4
1
4
0,5
AB üyesi ülkelerin
askeri yetkilileri
2
0,5
3
0,5
10
2
0,5
NATO yetkilileri
3
1
10
1
4
1
5
ABD askeri
yetkilileri
1
0,5
4
0,5
3
0,5
1
Türk askeri
yetkilileri
1
0,5
3
0,5
2
0,5
Kitle ayaklanması
çıkan ülkelerde
siyasi lider karşıtı
protesto
gösterileri
142
39
222
26
72
19
173
Kitle ayaklanması
çıkan ülkelerde
siyasi lidere
destek gösterileri
18
5
40
5
18
5
1
Askeri
operasyonu
eleştiri gösterisi
5
1
8
1
5
1
Savaş / çatışma
fotoğrafları
20
5
64
7
15
4
44
8
Halkla karşı
devletin şiddet
kullanımı
25
6
52
5
33
9
34
6
Halkın şiddet
kullanımı
8
2
27
3
40
10
22
4
Tahliye ve göç
fotoğrafları
14
3
68
8
15
4
34
6
Toplam
374
100
862
100
383
100
576
100
30
267
Tablo 9: Gazetelere Göre Fotoğrafın İçerik Özelliği
Elde edilen bulgular; tüm gazetelerin en yüksek oranda kitle ayaklanması çıkan ülkelerde siyasi lider
karşıtı protesto gösterilerinin fotoğraflarına yer verdiğini ortaya koymaktadır. Bu oran en yüksek
oranda Cumhuriyet’te, %39 olarak belirlenmektedir.
Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ’ın ikinci
olarak en yüksek oranda yer verdikleri fotoğraf ise, kitle ayaklanması
çıkan ülkelerin siyasi
liderlerinin fotoğrafıdır. Bu oran en yüksek olarak %16 oranında Hürriyet ve Yeniçağ gazetelerinde
belirlenmektedir. Zaman’ın ise, ikinci olarak en fazla oranda Türk hükümeti siyasi temsilcilerinin
fotoğrafına yer verdiği belirlenmektedir. Cumhuriyet’te, en az fotoğraf kullanımının, %0.5 oranıyla
ABD ve Türk askeri yetkililerine ait fotoğraflar olduğu görülmektedir. Hürriyet’te en az fotoğraf
kullanımı %0.5 oranı ile BM temsilcileri, AB, ABD ve Türk askeri yetkililerin fotoğrafıdır. Yeniçağ’da
benzer şekilde en az fotoğraflar, %0.5 oranıyla AB, ABD ve Türk askeri yetkililere aittir. Zaman’da en
az fotoğraf kullanımının %0.5 oranla Afrika Birliği, Arap Birliği, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi, İslami
Hürriyet
Cumhuriyet
Nesnel
21
1
2
5
Nesnel
değil
8
4
1
Toplam
29
1
6
6
Nesnel
23
8
1
Nesnel
değil
16
6
3
Toplam
39
1
4
4
3
1
0
1
2
2
1
5
1
2
13
9
74
5
1
2
3
1
1
71
19
1
3
3
4
1
21
0
93
6
4
5
3
5
1
12
8
82
3
0
2
3
1
0
21
5
81
4
0
3
1
1
34
3
16
3
7
0
Oran %
Yemen
Ürdün
Umman
Tunus
S.Arabistan
Suriye
Mısır
Libya
Kuveyt
Katar
İran
Irak
Fas
Cezayir
Haberde
Ana Başlığın
İçerik Özelliği
Kitle
Ayaklanmaları
Bahreyn
Konferans Teşkilatı liderleri ve NATO yetkililerine aittir.
2
3
9
7
3
3
1
4
2
7
5
5
3
2
4
1
9
4
3
3
2
7
1
1
3
5
7
5
5
1
2
2
2
3
3
268
Yeniçağ
Zaman
Nesnel
12
1
1
5
4
1
1
70
41
2
2
3
1
7
1
6
3
2
4
5
Nesnel
değil
20
6
5
2
3
1
10
9
37
4
2
1
1
3
2
8
2
4
5
5
Toplam
32
1
7
1
0
6
4
2
17
9
78
6
4
4
3
0
3
1
4
5
6
Nesnel
20
1
2
3
3
6
7
1
11
5
68
3
7
5
1
5
3
3
3
3
5
5
Nesnel
değil
17
8
2
1
1
1
10
6
72
4
2
2
2
4
2
3
1
5
4
5
Toplam
37
2
0
5
4
7
2
22
1
14
0
7
9
7
3
9
5
6
4
8
7
Tablo 10: Gazetelere Göre Haberde Ana Başlığın İçerik Özelliği
Gazetelere göre haberde ana başlığın içeriksel özelliği incelendiğinde; en yüksek oranda nesnel ana
başlığa % 73 ile Cumhuriyet gazetesinin sahip olduğu görülmektedir. Onu, %55 ile Zaman gazetesi
izlemektedir. En yüksek oranda nesnel olmayan ana başlık kullanan gazete ise, %57 oranıyla
Hürriyet’tir. Onu, %55 oranıyla Yeniçağ izlemektedir.
Haber ana başlığına örnekler aşağıda yer almaktadır:
“Siviller ölüyor, AKP seyrediyor” (Yeniçağ, 11 Mayıs 2011).
“ABD, Esad’ın İpini Çekmeye Kararlı” (Yeniçağ, 12 Mayıs 2011).
269
Dün
Birkaç gün
önce
Belirlene
medi
Toplam
14
29
35
Bahrey
n
13
3
16
Cezayir
6
6
Fas
1
1
Irak
5
5
3
İran
8
12
9
2
Katar
1
4
Birkaç gün
önce
Belirlene
Toplam
Dün
15
Zaman
Dün
Toplam
Genel
olarak
kitle
ayakla
n-ması
çıkan
ülkeler
Yeniçağ
Birkaç gün
önce
Belirlene
medi
Toplam
Birkaç gün
önce
Belirlene
Hürriyet
Dün
Olayın Güncelliği
Cumhuriyet
4
39
26
6
32
22
15
14
14
16
1
17
20
20
4
4
10
10
5
5
6
6
3
1
4
3
4
4
6
1
7
11
2
2
5
2
7
34
3
16
4
15
179
17
1
49
16
3
67
11
78
12
0
20
3
70
42
21
64
49
29
1
5
4
4
6
1
51
26
30
32
6
3
4
1
14
5
37
1
Kuveyt
18
3
27
21
0
30
7
32
88
5
93
15
7
6
Suriye
52
12
64
59
8
S.
Arabistan
4
1
5
4
Tunus
32
3
35
45
Umma
n
3
Ürdün
4
Libya
Mısır
6
4
3
1
5
3
3
2
2
12
2
1
1
1
221
140
1
79
7
1
39
5
5
270
Yemen
44
9
53
20
2
Topla
m
45
9
79
53
8
65
9
60
8
Oran
%
85
15
91
8
1
22
47
8
1
56
38
10
72
7
42
9
67
3
499
48
8
13
5
86
14
78
22
48
3
626
Tablo 11: Gazetelere Göre Olayın Güncelliği
Gazetelerin güncel olaya yönelimleri irdelendiğinde; Hürriyet’in %91 oranıyla, Yeniçağ’ın %86
oranıyla,
Cumhuriyet’in %85 oranıyla
belirlenmektedir.
“dün” meydana gelen olaya ilişkin haber ürettiği
Zaman’da ise bu oran, diğer gazetelere göre biraz daha düşük,%78 olarak
görülmektedir. Elde edilen bulgular, basının yüksek oranda güncel haberlere yönelimli olduğunu
göstermektedir.
3.3.2-Gazete Yazı Türlerinden Haberlerin Niteliksel İçerik Analizi
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Arap ülkelerinde kitle
ayaklanmaları
Haberin Dolaylı ve
Dolaysız Konu İçeriği
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Politika
338
62.8
403
55.4
304
60.9
372
59.3
Ekonomi
12
2.2
24
3
30
6
28
4
Toplumsal
31
5.8
53
6.6
21
4.1
39
6.7
Kültürel
271
Müttefik
güçler ve
NATO’nun
askeri
operasyonu
100
18.6
110
16
104
21
118
Şiddet
57
10.6
130
18
40
8
70
11
7
1
727
100
499
100
627
100
Birkaçı bir
arada
Toplam
538
100
19
Tablo 12: Haberin Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği
Elde edilen bulgular; tüm gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerde en
yüksek oranda ele alınan konunun politika olduğunu göstermektedir. Bu oran tüm gazetelerde
%50’nin üzerinde yer almaktadır. Politik içerikli haberlere en yüksek oranda Cumhuriyet’te, biraz
daha düşük bir oranda ise, Hürriyet’te rastlanmaktadır. İkinci olarak yüksek oranda haber yapılan
konu ise, Cumhuriyet, Yeniçağ ve Zaman’da Müttefik Güçler ve NATO’nun askeri operasyonudur.
Hürriyet’te ise, şiddet bağlamının önemli ölçüde haberleştirildiği ve gazetenin sansasyonel haber
yönelimini ortaya koyarak, birinci varsayımın doğrulandığını göstermektedir. Şiddet bağlamı
Cumhuriyet, Zaman ve Yeniçağ haberlerinde de bulunmaktadır. Kitle ayaklanmalarının toplumsal
bağlamda bir ölçüde, en az oranda ise, ekonomi bağlamı çerçevesinde haberleştirildiği
görülmektedir. Ekonomi bağlamını en yüksek oranda vurgulayan gazete Yeniçağ’dır. Bulgular, kitle
ayaklanmalarının tüm gazetelerde ağırlıklı olarak politik bağlamda ve ekonomi bağlamının
sınırlandırılarak haberleştirildiğini öngören birinci varsayımı büyük ölçüde doğrulamaktadır.
272
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Politika İçerikli
Haberler
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Kitle
ayaklanması
çıkan devletin iç
politikası
109
32.3
125
31
Kitle
ayaklanması
çıkan devletin
dış politikası
2
0.6
6
Kitle
ayaklanması
çıkan devletin,
AB ülkeleri ve
ABD ile tarihsel
ilişkisi
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
85
27.9
113
30.4
1.5
2
0.6
2
0.5
3
0.8
ABD’nin iç ve dış
politikası
22
6.5
28
6.9
36
11.9
13
3.5
AB’nin iç ve dış
politikası
10
2.9
16
3.9
11
3.7
11
2.9
Türkiye’nin iç ve
dış politika
32
9.6
46
11.4
35
11.5
52
13.9
5
1.3
3
0.9
10
2.7
168
41.8
120
39.5
161
43.3
6
1.5
4
1.3
Ortadoğu ilişkisi
Kitle
ayaklanması
çıkan ülkenin
siyasi lider
karşıtı gösterileri
156
Kitle
ayaklanması
çıkan ülkenin
siyasi liderine
destek
gösterileri
3
46.1
0.9
273
Birkaçı birarada
4
1.1
1
0.2
10
3.3
7
1.9
Toplam
338
100
403
100
304
100
372
100
Tablo 13: Politik İçerikli Haberler
Politik içerikli haberlerin, tüm gazetelerde ağıtlıklı olarak siyasi lider karşıtı protesto gösterileri
çerçevesinde haberleştirildiği belirlenmektedir. Bunu en yüksek oranda Cumhuriyet ve Zaman’da
görmek mümkündür. Tüm gazetelerde kitle ayaklanmalarının ikinci olarak en yüksek oranda kitle
ayaklanması çıkan devletin iç politikası çerçevesinde haberleştirildiği görülmektedir. Cumhuriyet,
Hürriyet ve Zaman’da kitle ayaklanmalarının Türkiye’nin iç ve dış politikası bağlamında da
haberleştirildiği belirlenmektedir. Yeniçağ’da ABD’nin iç ve dış politikası bağlamının da vurgulandığı
belirlenmektedir. Aşağıda ABD politikasına ilişkin bir haber örneği yer almaktadır:
“Çatışma ve gösterilerin tüm şiddetiyle sürdüğü Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yönetimlerin
değiştirilmesini hedefleyen ABD, bu ülkelerdeki muhalefet gruplarına sık sık desteğini açıklıyor, sırt
sıvazlıyor, cesaret veriyor” (Beyaz Sarayın Kara Eli, Yeniçağ, 9 Mart 2011).
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Ekonomi İçerikli
Haberler
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Kitle
ayaklanması
çıkan devletlerin
işsizlik ve
yoksulluk
sorunları
5
41,7
4
21
5
16
7
25
Kitle
ayaklanması
çıkan
devletlerde
yolsuzluk ve
rüşvet sorunu
1
8,3
2
8
2
7
274
Kitle
ayaklanması
çıkan devletlerin
siyasi liderlerinin
mal varlığı
2
16,7
8
33
1
3
2
7
2
8
2
7
10
36
3
11
2
7
2
7
28
100
AB ile ekonomik
İlişkiler
ABD ile
ekonomik
ilişkiler
Türkiye ile
ekonomik
ilişkiler
Diğer ülkelerle
ekonomik
ilişkiler
ABD ve AB’nin
kitle
ayaklanması
çıkan ülkenin
petrol
kaynaklarına
ilgisi
ABD ve AB’nin
diktatör
liderlere
ekonomik
yaptırımı
2
16,7
7
28
ABD ve AB’nin
muhaliflere
maddi yardımı
1
8,3
1
2
Petrol krizi
1
8,3
12
100
24
100
20
67
2
7
Birkaçı bir arada
Toplam
30
100
Tablo 14: Ekonomi İçerikli Haberler
275
Aşağıda kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderlerinin mal varlığına ilişkin bir haber başlığı
örneği yer almaktadır:
“Kaddafi’nin 53 Milyarlık Açığı Çıktı” (Cumhuriyet, 28 Mayıs 2011).
Elde edilen bulgular; Cumhuriyet’te, kitle ayaklanmalarını ekonomi bağlamında ele alan haberlerin
ağırlıklı olarak kitle ayaklanması çıkan devletlerin işsizlik ve
yoksulluk sorunları çerçevesinde
olduğunu göstermektedir. Hürriyet’te siyasi liderlerin mal varlığı, Yeniçağ’da ABD ve AB’nin kitle
ayaklanması çıkan ülkenin petrol kaynaklarına ilgisi, Zaman’da ise, Türkiye ile ekonomik ilişkiler
bağlamında haberleştirildiği belirlenmektedir. Cumhuriyet, sol bir siyasal perspektiften işsizlik ve
yoksulluk odaklı haberler yapmış, Hürriyet, siyasi liderlerin mal varlığını popüler gazetecilik yönelimi
ile haberleştirmiştir. Zaman ise, hükümeti destekleyen liberal İslamcı yönelimi ile Türkiye ile
ekonomik ilişkiler çerçevesinde pozitif bir yaklaşım göstermiştir.
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Toplumsal Konuları
İçeren Haberler
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Din /mezhep
çatışması
1
3.2
3
5.6
Tahliye
16
51.6
30
56.6
13
Göç
6
19.4
13
24.6
Adli
yargılanmalar
8
25.8
7
13.2
Birkaçı birarada
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
3
7.7
61.9
25
64.1
3
14.3
4
10.3
4
19
7
17.9
1
4.8
21
100
39
100
Diğer
Toplam
31
100
53
100
Tablo 15: Toplumsal Konuları İçeren Haberler
276
Gazetelerin kitle ayaklanmalarını toplumsal çerçevede ele aldıkları konular arasında en yüksek
oranda iç kargaşa nedeniyle yaşanan tahliye konusunun haberleştirildiği görülmektedir. Bu oran en
yüksek olarak Zaman’da %64.1 olarak belirlenmiştir. Onu Yeniçağ, Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri
izlemektedir. Bunun yanında yine iç kargaşa nedeniyle yaşanan göç haberleri ve tutuklanan siyasi
liderlerin yargılanmasına ilişkin haberlere de yer verildiği görülmektedir.
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Müttefik Güçler ve
NATO’nun Askeri
Operasyonuna İlişkin
Haberler
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Genel bağlamda
askeri
operasyon
16
16
38
35
15
14
27
23
Askeri
operasyonun
nedenleri
21
21
18
16
27
26
20
17
Askeri
operasyonun
toplumsal etkisi
12
12
14
13
16
15
15
13
BM kararı
doğrultusunda
askeri
operasyonun
kapsamı
23
23
14
13
15
14
17
14
Türkiye’nin
askeri
operasyondaki
rolü
15
15
18
16
14
13
23
20
Ateşkes
5
5
6
5
10
11
8
7
Operasyon
karşıtı gösteriler
7
7
1
1
6
6
6
5
277
Operasyona
destek
gösterileri
1
1
1
1
1
1
2
1
100
100
110
100
104
100
118
100
Birkaçı bir arada
Toplam
Tablo 16: Müttefik Güçler ve NATO’nun Askeri Operasyonuna İlişkin Haberler
Elde edilen bulgular; Müttefik Güçler ve NATO’nun askeri operasyonuna ilişkin haberler içinde
Cumhuriyet’te ağırlıklı olarak BM kararı doğrultusunda askeri operasyonun kapsamı ve askeri
operasyonun nedenlerine ilişkin haberler yapıldığını göstermektedir. Hürriyet’te, genel bağlamda
askeri operasyon, askeri operasyonun nedenleri ve Türkiye’nin askeri operasyondaki rolüne
odaklanılan haberler üretilmiştir. Yeniçağ’da, askeri operasyonun nedenleri ve toplumsal etkisine
yönelik haberlere yer verilmiştir. Zaman ise, genel bağlamda askeri operasyon ve Türkiye’nin askeri
operasyondaki rolünü vurgulayan haberler üretmiştir.
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Haberde Askeri
Operasyonun
Değerlendirilmesi
Sayı
Oran %
Pozitif
Hürriyet
Sayı
Oran
%
8
7
Yeniçağ
Sayı
Oran %
Zaman
Sayı
Oran
%
25
21
Negatif
25
25
35
32
79
76
18
15
Nötr
65
65
67
61
25
24
63
54
Birkaçı
birarada
4
4
Belirlenemedi
6
6
12
10
Toplam
100
100
118
100
110
100
104
100
Tablo 17: Haberde Askeri Operasyonun Değerlendirilmesi
278
Gazete haberlerinde Müttefik Güçler ve NATO’nun askeri operasyonunun Cumhuriyet, Hürriyet ve
Zaman gazetelerinde ağırlıklı olarak tarafsız, Yeniçağ’da ise, ağırlıklı olarak negatif değerlendirildiği
belirlenmiştir. Cumhuriyet ve Yeniçağ’da pozitif iletilere hiç rastlanılmamıştır. En yüksek oranda
pozitif iletilere Batı’nın ve Türk hükümetinin Arap politikalarını olumlayan Zaman yer vermiştir.
Aşağıda Libya’ya askeri operasyonun değerlendirilmesine yönelik ve şiddeti de içeren haber
başlıklarına yer verilmektedir:
“Libya’da, NATO Katliamı” (Yeniçağ, 2 Mayıs 2011).
“NATO, Libya’da Öldürüyor, Yıkıyor” (Yeniçağ, 9 Haziran 2011).
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Haberde Şiddetin
Vurgulanması
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
9
15,8
55
42
10
25
17
24
64
49,5
16
40
50
72
11
8,5
14
35
3
4
130
100
40
100
70
100
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
İç savaş
/çatışma
Devletin
ayaklanmacıla
ra kaşı
uyguladığı
şiddet
46
80,7
Ayaklanmacıların
uyguladığı
şiddet
2
3,5
Diğer
Toplam
57
100
279
Tablo 18: Haberde Şiddetin Vurgulanması
Kitle ayaklanmalarında yaşanılan şiddete en fazla vurgu yapan gazetenin popüler gazeteciliğe
yönelimine uygun olarak Hürriyet olduğu belirlenmektedir. En az vurgu yapan gazete ise,
Yeniçağ’dır. Tüm gazeteler, şiddet içerikli haberlerin içinde en yüksek oranda devletin
ayaklanmacılara kaşı uyguladığı şiddete yer vermişlerdir. En az oranda ise, ayaklanmacıların
uyguladığı şiddete yer ayrılmıştır. Hürriyet’in yüksek oranda iç savaşa ve çatışmalara vurgu yaptığı
belirlenmiştir.
Aşağıda şiddete daha az vurgu yapan Yeniçağ’ın haberlerinden örnekler yer almaktadır:
“Yemen’de Kan Durmuyor” (Yeniçağ, 13 Mayıs 2011, s.6).
“Suriye’de Yine Kan Döküldü” (Yeniçağ, 7 Mayıs 2011).
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Haberde Kitle
Ayaklanmasının
Belirtilen Nedeni
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
66
66,7
41
51
41
36
70
60
13
13,1
15
19
10
9
15
13
2
2
10
12,5
7
6
3
2
Halkın siyasi
reform talebi
Halkın ekonomik
reform talebi
Din / mezhep
çatışması
Geleneksel
medyanın etkisi
280
Sosyal medyanın
etkisi
2
3
3
8
1,5
10
ABD’nin
ekonomik
menfaati
30
26
AB ülkelerinin
ekonomik
menfaatleri
14
12
Büyük Ortadoğu
Projesi
17
15
9
8
Birkaçı bir arada
15
15,2
6
7,5
1
0,5
13
11
Toplam
99
100
80
100
114
100
117
100
Tablo 19: Haberde Kitle Ayaklanmasının Belirtilen Nedeni
Haberlerde kitle ayaklanmalarının nedenselleştirmelerini içeren örnekler aşağıda yer almaktadır:
“Facebook’ta Örgütlendiler” (Hürriyet Gazetesi, 16 Ocak 2011).
“Mübarek ve İki Oğlu Tutuklandı, Duyurusu Facebook’tan yapıldı” (Zaman Gazetesi, 14 Nisan 2011).
Elde edilen bulgular, gazetelerde kitle ayaklanmasının belirtilen nedenleri içinde tüm gazetelerin en
yüksek oranda halkın siyasi reform talebine vurgu yaptıkları görülmektedir. Cumhuriyet
haberlerinde, halkın ekonomik reform taleplerine ve pek çok değişkene bir arada vurgu yapmıştır.
Hürriyet ve Zaman, halkın ekonomik taleplerine, Yeniçağ, ABD’nin ekonomik menfaatlerine odaklı
haberler üretmiştir. Yeniçağ’ın haberlerinde Batılı emperyalizmi eleştiren haberlere yer verdiği
görülmüştür.
281
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Haberde Kitle
Ayaklanmalarının
Değerlendirilmesi
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Pozitif
105
50
117
70
55
41
130
63
Negatif
14
6,7
70
52
Nötr
70
33,3
10
7
41
20
35
17
206
100
51
30
Birkaçı bir
arada
21
10
210
100
Belirlenemedi
Toplam
168
100
135
100
Tablo 20: Haberde Kitle Ayaklanmalarının Değerlendirilmesi
Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman gazetelerinin haberlerinde kitle ayaklanmalarını, ağırlıklı olarak
pozitif değerlendirdikleri görülmektedir. En yüksek oranda pozitif iletilere Hürriyet yer vermiştir. En
yüksek oranda negatif iletilere ise, Yeniçağ yer vermiştir. Hürriyet ve Zaman’da negatif iletiye
rastlanmamıştır. Nötr ileti oranının en yüksek olduğu gazete ise, Cumhuriyet’tir.
3.3.3- Haber Aktörlerinin İletilerinin Niceliksel İçerik Analizi
Çalışmada; haber aktörlerinin iletilerinin niceliksel analizi kapsamında gazetelere göre temsil oranları
ve Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları çerçevesinde en çok ele aldıkları konular belirlenmiştir.
282
Cumhuriyet
Haberlerde Haber Aktörlerinin
Temsili
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Kitle ayaklanması çıkan devletlerin
siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri
105
19,5
111
20,3
109
22,8
99
17,9
Kitle ayaklanması çıkan devletlerin
askeri ve dini yetkilileri
6
1,1
17
3,1
10
2,1
7
1,3
Kitle ayaklanma çıkan devletlerin
muhalif liderleri ve muhalif
ayaklanmacılar
71
13,2
96
17,6
65
13,6
74
13,4
AB ülkelerinin siyasi, askeri ve
ekonomi yetkilileri
122
22,7
63
11,5
91
19,0
127
22,9
ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve
istihbarat yetkilileri
61
11,3
87
15,9
62
12,9
45
8,1
Türk siyasi, askeri, ekonomi ve
istihbarat yetkilileri
77
14,3
87
15,9
47
9,8
89
16,1
Türkiye’deki muhalefet parti
temsilcileri
18
3,3
18
3,3
31
6,5
14
2,5
Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru,
Rusya ve Venezüella’nın siyasi
liderleri
20
3,7
9
1,6
14
2,9
13
2,3
Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve
insan hakları örgütleri
35
6,5
44
8,1
35
7,3
47
8,5
Doğulu ve Ortadoğulu uluslar arası
siyasi, askeri ve insan hakları
örgütleri
12
2,2
10
1,8
8
1,7
21
3,8
Batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim
uzmanları
1
0,2
1
0,2
4
0,7
ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve
bilim uzmanları
4
0,7
2
0,4
1
0,2
Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi
ve bilim uzmanları
Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim
6
1,1
1
0,2
12
2,2
6
1,3
2
0,4
283
uzmanları
Diğer
538
Toplam
100
546
100
479
100
554
100
Tablo 21: Haberlerde Haber Aktörlerinin Temsili
İnceleme kapsamına
alınan
gazetelerde,
haberlerde
haber
aktörlerinin
temsil
oranları
incelendiğinde; Cumhuriyet’te %22.7 ile en yüksek oranda AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomik
yetkililerinin temsil edilmiş olduğu belirlenmiştir. İkinci olarak %19.5 ile kitle ayaklanması çıkan
devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin, üçüncü olarak ise, %14.3 ile Türk siyasi, askeri,
ekonomi ve istihbarat yetkililerinin temsil edildiği belirlenmiştir. Hürriyet’te %20.3 ile en yüksek
oranda kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin, %17.6 ile kitle
ayaklanma çıkan devletlerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacıların, %15.9 ile ise, ABD’li siyasi,
askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri ile Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerin temsil
edildiği görülmüştür. Yeniçağ’da %22.8 ile en yüksek oranda kitle ayaklanması çıkan devletlerin
siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri, %19 ile AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomi yetkilileri, %
13.6 ile ise, kitle ayaklanması çıkan devletlerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar temsil
edilmiştir. Zaman’da %22.9 ile en yüksek oranda AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomik yetkilileri,
% 17.9 ile kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri, % 16.1 ile ise,
Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri temsil edilmiştir. Gazetelerde en az temsil edilen
haber aktörleri ise, Cumhuriyet’te ve Hürriyet’te %0.2 ile batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim
uzmanları, Yeniçağ’da %0.2 ile Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları, Zaman’da %0.4
ile Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarıdır.
Elde edilen bulgular, tüm gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını olumlayan ya da
olumlamayan Arap ve Batılı devletlerin siyasi haber aktörlerinin, yakın oranlarda temsil edildiğini
göstermektedir. Muhalif ayaklanmacıların ise, bir ölçüde daha sınırlı temsil edildiği belirlenmektedir.
Bu bulgu, inceleme kapsamına alınan tüm gazetelerin Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını
eleştiren veya destekleyen Arap ve Batılı devletlerin siyasi haber aktörlerine, yakın oranlarda
kendilerini temsil etme olanağı sunulduğuna ilişkin ikinci varsayımı büyük ölçüde doğrulamakta ve
tüm gazetelerin inceleme kapsamına alınan konu çerçevesinde temsilde dengelilik ilkesine büyük
ölçüde uyduğunu göstermektedir.
284
71
Kitle
ayaklan
ması
çıkan
ülkeleri
n
45
47
23
24
Toplam
Birkaçı
Birarada
Şiddet
Askeri
Operasy
on
18
7
6
1
1
5
29
10
10,
5
12
12,
5
6
6
Oran %
12
20
Sayı
Kitle
ayaklan
ması
çıkan
ülkeleri
n
askeri
ve dini
yetkilil
eri
Oran %
2
Sayı
2
Oran %
6
Sayı
7
Oran %
Oran %
67
Sayı
Sayı
74
Oran %
Oran %
Kitle
ayaklan
ması
çıkan
devletl
erin
siyasi
liderler
i
ve
hüküm
et
yetkilil
eri
Sayı
Sayı
Kültürel
Toplums
al
Ekonomi
Oran %
Politika
Sayı
Haber
Aktörle
rinin
Dolaylı
ve
Dolaysı
z Konu
İçeriği
11
1
10
0
17
10
0
96
10
0
285
muhalif
liderler
i
ve
muhalif
ayaklan
macılar
AB
üyesi
ülkeleri
n
siyasi,
askeri
ve
ekono
mi
liderler
i
54
43
10
8
ABD’li
siyasi,
askeri,
ekono
mi ve
istihbar
at
yetkilil
eri
40
46
8
9
Türk
siyasi,
askeri,
ekono
mi ve
istihbar
at
yetkilil
eri
36
40,
5
4
4,5
Türkiye
15
48
9
4
7
4,5
8
12
7
10
0
1
87
10
0
4
4,5
89
10
0
2
7
31
10
46
36
6
38
44
1
41
46
14
45
286
’deki
muhale
fet
parti
temsilci
leri
0
Çin,
Çeçenis
tan,
İran,
Küba,
Peru,
Rusya
ve
Venezü
ella’nın
siyasi
liderler
i
3
15
Batılı
uluslar
arası
siyasi,
askeri
ve
insan
hakları
örgütle
ri
12
26
Doğu
ve
Ortado
ğulu
uluslar
arası
siyasi,
askeri
ve
insan
8
38
5
11
17
85
20
42
7
33
8
17
20
10
0
2
4
47
10
0
6
29
21
10
0
287
hakları
örgütle
ri
AB
ülkeleri
nin
siyasi,
askeri,
ekono
mi ve
bilim
uzmanl
arı
6
10
0
ABD’li
siyasi,
askeri,
ekono
mi ve
bilim
uzmanl
arı
5
83
1
17
Ortado
ğulu
siyasi,
askeri,
ekono
mi ve
bilim
uzmanl
arı
9
65
3
21
Türk
siyasi,
askeri,
ekono
mi ve
bilim
uzmanl
arı
6
43
8
57
2
14
6
10
0
6
10
0
14
10
0
14
10
0
288
Toplam
32
5
47
57
8
15
2
23
0
35
35
5
24
3
68
6
10
0
Tablo 22: Haber Aktörlerinin Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği
Elde edilen bulgular; Arap, Batılı ve Çin, İran, Peru, Rusya gibi diğer devletlerin haber aktörlerinin ele
aldıkları tüm konular içinde en yüksek oranda politika ve askeri operasyonun sahip olduğunu ortaya
koymaktadır. Ekonomi konusunun ise, sınırlı olarak ele alındığı belirlenmektedir. Arap siyasi
liderlerinin ve hükümet yetkililerinin ele aldıkları dolaylı ve dolaysız konular içinde politikanın
oranının %67, ekonominin % 6, askeri operasyonun %18 olduğu görülmektedir. Askeri ve dini
yetkililerin ele aldıkları politik konu oranının %71, askeri operasyon konusunun oranının ise, % 29
olduğu belirlenmektedir. Muhalif liderlerin ele aldıkları konular içinde politika %47, ekonomi %24,
askeri operasyon ise, %10.5 oranındadır. AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin ele
aldıkları politik konu oranının %43, ekonominin %8, askeri operasyonun % 36 olduğu
belirlenmektedir. ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin ele aldıkları konular içinde
politika %46, ekonomi %9, askeri operasyon % 44 oranına sahiptir. Türk siyasi, askeri, ekonomi ve
istihbarat yetkililerinin ele aldıkları konular içinde politika %40.5, ekonomi %4.5, askeri operasyon
%46 oranındadır. Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin ele aldıkları konular içinde politika
%48, askeri operasyon %45 oranındadır. Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın
siyasi liderlerinin ele aldıkları konular içinde politikanın oranı %15, askeri operasyonun ise, %85 ’dir.
Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin ele aldıkları konular içinde politika %26,
ekonomi % 11 ve askeri operasyon %42 oranına sahiptir. Doğu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi,
askeri ve insan hakları örgütlerinin ele aldıkları konular içinde politika % 38, askeri operasyon %33
oranına sahiptir. AB ülkelerinin siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ele aldıkları konular
içinde politika %100 oranında, ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ele aldıkları
konular içinde ise, %83 olarak belirlenmektedir. Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim
uzmanlarının ele aldıkları konular içinde politika %65, askeri operasyon %21 oranına sahiptir. Türk
siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ele aldıkları konular içinde politika % 43, askeri
operasyon ise, %57 oranına sahiptir.
289
Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi
liderleri ve hükümet yetkilileri
Haber Aktörlerinin
İletilerinin
Değerlendirilmesi
Cumhuriyet
Sayı
Oran %
Hürriyet
Sayı
Yeni Çağ
Oran %
Pozitif
Sayı
Oran
%
9
8
Zaman
Sayı
Ora
n%
Negatif
37
35
68
61
26
24
41
41
Nötr
50
48
30
27
74
68
46
47
Belirleneme 18
-di
17
13
12
12
12
Toplam
105
100
111
100
109
100
99
100
Negatif
2
3
8
47
3
30
2
28,
5
Nötr
4
6
9
53
7
70
5
71,
5
6
100
17
100
10
100
7
100
Pozitif
15
21
35
36
8
12
38
51
Negatif
7
10
8
9
24
37
2
3
Nötr
37
52
53
55
33
51
26
35
Belirleneme 12
17
8
11
Birkaçı bir
arada
Kitle ayaklanma çıkan devletlerin
muhalif liderleri ve muhalif
ayaklanmacılar
Ki.tle ayakl. çıkan devletlerin askeri ve dini
yetkilileri
Pozitif
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
Toplam
Birkaçı bir
arada
290
-di
Türkiye’dek
i muhalefet
parti
temsilcileri
Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomi
yetkilileri
Toplam
71
100
Pozitif
96
100
11
17
65
100
74
100
Negatif
19
16
15
24
37
41
15
12
Nötr
75
61
37
59
45
49
110
87
2
1
Birkaçı bir
arada
Belirleneme 28
-di
23
Toplam
122
100
63
Negatif
12
20
Nötr
41
9
10
100
91
100
127
100
15
17
51
82
8
18
67
68
78
9
15
37
82
Belirleneme 8
-di
13
4
5
2
3
Toplam
100
87
100
62
100
45
100
29
33
63
71
26
29
Pozitif
Birkaçı bir
arada
61
Pozitif
Negatif
18
23
20
23
22
47
Nötr
52
68
38
44
15
32
10
21
Birkaçı bir
arada
Belirleneme 7
-di
9
Toplam
77
100
87
100
47
100
89
100
2
11
4
22
5
16
3
21
4
29
Pozitif
Negatif
291
Nötr
16
89
14
78
26
84
7
50
18
100
18
100
31
100
14
100
1
5
2
14
19
95
8
57
13
100
4
29
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
Doğulu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi,
askeri ve insan hakları örgütleri
Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan
hakları örgütleri
Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve
Venezüella’nın siyasi liderleri
Toplam
Pozitif
Negatif
Nötr
9
100
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
20
100
9
100
14
100
13
100
Negatif
5
14
6
14
16
46
5
11
Nötr
24
69
30
68
11
31
39
83
8
18
8
23
3
6
35
100
47
100
5
24
Toplam
Pozitif
Birkaçı bir
arada
Belirleneme 6
-di
Toplam
35
17
100
44
100
Pozitif
Negatif
1
8
2
20
3
37,5
Nötr
11
92
7
70
5
62,5
16
76
1
10
10
100
8
100
21
100
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
Toplam
12
100
292
ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim
uzmanları
Batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim
uzmanları
Pozitif
1
100
Doğu ve Ortadoğulu siyasi, askeri,
ekonomi ve bilim uzmanları
50
Negatif
Nötr
1
100
2
50
1
100
4
100
8
67
4
33
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
Toplam
Pozitif
1
100
2
50
2
50
2
100
4
100
2
100
1
100
Negatif
Nötr
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
Toplam
Pozitif
Türk siyasi, askeri, ekonomi
ve bilim uzmanları
2
1
100
Negatif
Nötr
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
1
Toplam
Pozitif
100
1
100
12
100
2
33
4
67
1
50
4
67
2
33
1
50
Negatif
Nötr
Birkaçı bir
arada
293
Birkaçı bir
arada
Toplam
6
100
538
100
6
2
100
Pozitif
Negatif
Diğer
Nötr
Birkaçı bir
arada
Belirleneme
-di
Toplam
Toplam
546
100
479
100
554
Tablo 23: Haber Aktörlerinin İletilerinin Değerlendirilmesi
Aşağıda haber aktörlerinin değerlendirilmesine ilişkin haber örneği yer almaktadır:
“Dokuz Canlı Kaddafi” (Hürriyet, 2 Mayıs 2011).
Haber aktörlerinin iletilerinin haberler içinde nasıl değerlendirildiğine yönelik iletilerin içerik analizi,
Cumhuriyet’te kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin iletilerinin
%35 oranında negatif, %50 oranında ise, nötr; Hürriyet’te %61 oranında negatif, %27 oranında nötr;
Yeniçağ’da %8 oranında pozitif, %24 oranında negatif ve %68 oranında nötr; Zaman’da %41
oranında negatif ve %47 oranında nötr değerlendirildiği belirlenmiştir.Cumhuriyet’te muhalif
liderlerin ve muhalif ayaklanmacıların iletileri %21 pozitif, %37 nötr; Hürriyet’te %36 pozitif, %55
nötr, Yeniçağ’da %37 negatif, %51 nötr, Zaman’da %51 pozitif, %35 nötr değerlendirildiği
görülmüştür. AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin iletileri, Cumhuriyet’te % 75
oranında nötr, Hürriyet’te %59 oranında nötr, Yeniçağ’da %41 oranında negatif ve %49 oranında
nötr, Zaman’da %87 oranında nötr değerlendirilmiştir. ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat
yetkililerinin iletilerinin Cumhuriyet’te % 41 oranında nötr, Hürriyet’te % 78 oranında nötr,
Yeniçağ’da %82 oranında negatif ve Zaman’da % 82 oranında nötr iletilerle değerlendirildiği
belirlenmiştir. Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin iletilerinin Cumhuriyet’te % 18
294
oranında negatif, %52 oranında nötr, Hürriyet’te % 33 oranında pozitif, %44 oranında negatif,
Yeniçağ’da %47 oranında negatif, Zaman’da %71 oranında pozitif değerlendirildiği tespit edilmiştir.
Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin iletilerinin Cumhuriyet’te % 16 oranında nötr, Hürriyet’te
%78 oranında nötr, Yeniçağ’da %84 oranında nötr, Zaman’da ise, % 50 oranında nötr
değerlendirildiği görülmüştür. Çin, Çeçenistan, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderlerinin
iletilerinin Cumhuriyet’te % 95 oranında nötr, Hürriyet’te % 100 nötr, Yeniçağ’da %57 nötr ve
Zaman’da %100 nötr değerlendirildikleri belirlenmiştir.
Elde edilen bulgular; Cumhuriyet’in ayaklanmacıların iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin
siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi aktörlerin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiğine ilişkin
ikinci varsayımı, büyük ölçüde doğrulamaktadır. Benzer şekilde Hürriyet’in ayaklanmacıların ve
uluslararası siyasi haber aktörlerinin iletilerini pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin
iletilerini negatif değerlendirdiğine ilişkin varsayım da büyük ölçüde doğrulanmaktadır. Yeniçağ’da
ayaklanmacıların nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi aktörlerin iletilerinin
negatif veya nötr değerlendirildiğine ilişkin varsayım bir ölçüde doğrulanmıştır. Öngörülerden farklı
olarak Arap ayaklanmacıların %37 oranında negatif iletilerle değerlendirildiği belirlenmiştir. Bunun
yanında Yeniçağ’da Arap devletlerinin siyasi liderlerinin, bir ölçüde pozitif iletilerle değerlendirildiği
de görülmüştür. Zaman’da ise, ayaklanmacıların ve onları destekleyen Batılı siyasi haber aktörlerinin
ve AKP Hükümeti temsilcilerinin iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin
iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiğine ilişkin varsayımın da büyük ölçüde doğrulandığı
belirlenmiştir.
3.3.4- Haber Aktörlerinin İletilerinin Niteliksel İçerik Analizi
Çalışma kapsamında haber aktörlerinin iletileri niteliksel içerik analizine tabi tutulmuş ve elde edilen
bulgu ver yorumlarına aşağıda yer verilmiştir.
Negatif
Haber Aktörlerinin Kitle
Nötr
Pozitif
295
Ayaklanmalarını
Değerlendirmeleri
Toplam
Sayı
Oran
%
72,5
62
100
47
15
100
100
69
100
47
100
47
100
ABD’li siyasi, askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
43
100
43
100
Türk siyasi, askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
36
100
36
100
25
89
3
11
28
100
10
83
2
17
12
100
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Kitle ayaklanması çıkan
devletlerin siyasi liderleri
ve hükümet yetkilileri
17
27,5
45
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin askeri ve dini
yetkilileri
8
53
7
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin muhalif liderleri
ve muhalif ayaklanmacılar
69
AB üyesi ülkelerin siyasi,
askeri ve ekonomi liderleri
Türkiye’deki muhalefet
parti temsilcileri
Çin, Çeçenistan, İran,
Küba, Peru, Rusya ve
Sayı
Oran %
296
Venezüella’nın siyasi
liderleri
Batılı uluslar arası siyasi,
askeri ve insan hakları
örgütleri
21
100
21
100
15
100
15
100
5
100
5
100
Ortadoğulu siyasi, askeri,
ekonomi ve bilim
uzmanları
2
100
2
100
Türk siyasi, askeri,
ekonomi ve bilim
uzmanları
10
91
2
18
12
100
4
67
2
33
6
100
312
84
61
16
373
100
Doğu ve Ortadoğulu
uluslar arası siyasi, askeri
ve insan hakları örgütleri
AB ülkelerinin siyasi,
askeri, ekonomi ve bilim
uzmanları
ABD’li siyasi, askeri,
ekonomi ve bilim
uzmanları
Toplam
Tablo 24: Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmalarını Değerlendirmeleri
Aşağıda bir haber aktörü iletisine yer verilmektedir:
297
Muammer Kaddafi: “Beni Öldüremezsiniz. Namert Haçlılara sesleniyorum. Bana ulaşamayacağınız ve
beni öldüremeyeceğiniz bir yerdeyim. Ben milyonların kalbinde yaşıyorum” (Yeniçağ, 15 Mayıs
2011).
Elde edilen bulgular; kitle ayaklanmalarının, kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve
hükümet yetkilileri
64
tarafından %72.5 oranında negatif değerlendirilirken, kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin askeri ve dini yetkilileri tarafından %53 oranında pozitif, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve
ekonomi liderleri, ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri, Türk siyasi, askeri, ekonomi
ve istihbarat yetkilileri, Batılı siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri, Doğulu ve Ortadoğulu
uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri, batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları
ve ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları tarafından %100 oranında pozitif
değerlendirildiğini göstermektedir. Kitle ayaklanmalarının Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri
tarafından, %89, Çin, Çeçenistan, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri tarafından ise,
% 83 oranında pozitif değerlendirildiği görülmektedir. Elde edilen bulgular, kitle ayaklanmalarının
Arap ülkelerini siyasi aktörleri tarafından negatif ve Batılı siyasi aktörleri tarafından ise, pozitif
iletilerle değerlendirildiğine ilişkin üçüncü varsayımın çok yüksek oranda doğrulandığını ortaya
Toplam
Birkaçı Bir Arada
Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP)
AB Ülkelerinin
Ekonomik Menfaatleri
ABD’nin Ekonomik
Menfaati
Terör Ve Komplo
Senaryosu
Geleneksel Ve Sosyal
Medyanın Etkisi
Din / Mezhep
Çatışması
Halkın Ekonomik
Reform Talebi
Haber Aktörlerinin
Kitle Ayaklanmalarını
Nedenselleştirmeleri
Halkın Siyasi Reform
Talebi
koymaktadır.
64
Elde edilen bulgular, Suriye Devlet Başkanı Başer Esad, Đran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad ve S. Arabistan Kralı
Abdullah’ın kendi ülkeleri dışındaki kitle ayaklanmalarını pozitif iletilerle değerlendirdiklerini göstermektedir. Kitle
ayaklanmasını olumlayan askeri ve dini yetkililer ise, demokrasi ve özgürlük çerçevesinde konuya yaklaşmışlardır. Ayrıca
Mısır Ordusu yetkililerinin pozitif iletileri yüksek oranda tespit edilmiştir.
298
2
5
40
23
3
7
2
3
2
1
5
Oran %
Kitle
ayakla
nması
çıkan
ülkele
rin
muhal
if
liderle
ri ve
muhal
if
ayakla
3
Sayı
1
5
Oran %
2
4
0
Sayı
39
1
3
Oran %
5
1
5
Sayı
Kitle
ayakla
nması
çıkan
ülkele
rin
askeri
ve
dini
yetkili
leri
5
Sayı
Oran %
6
Oran %
Oran %
2
Sayı
Sayı
6
Oran %
Oran %
2
Sayı
Sayı
24
Oran %
Oran %
8
Sayı
Sayı
Kitle
ayakla
nması
çıkan
devlet
lerin
siyasi
liderle
ri ve
hükü
met
yetkili
leri
1
3
2
6
3
3
10
0
1
8
1
3
10
0
1
4
2
3
6
2
10
0
299
nmacı
lar
AB
üyesi
ülkele
rin
siyasi,
askeri
ve
ekono
mi
liderle
ri
4
0
85
7
1
5
4
7
10
0
ABD’li
siyasi,
askeri
,
ekono
mi ve
istihb
arat
yetkili
leri
4
2
98
1
2
4
3
10
0
Türk
siyasi,
askeri
,
ekono
mi ve
istihb
arat
yetkili
leri
3
1
86
4
1
1
3
6
10
0
Türkiy
e’deki
muhal
2
3
82
2
8
10
0
1
3
2
7
3
1
1
300
efet
parti
temsil
cileri
Çin,
Çeçen
istan,
İran,
Küba,
Peru,
Rusya
ve
Venez
üella’
nın
siyasi
liderle
ri
8
80
Batılı
ulusla
r arası
siyasi,
askeri
ve
insan
haklar
ı
örgütl
eri
1
8
Doğu
ve
Ortad
oğulu
ulusla
r arası
siyasi,
askeri
ve
insan
1
0
1
1
0
1
0
10
0
86
3
1
4
2
1
10
0
67
5
3
3
1
5
10
0
1
1
0
301
haklar
ı
örgütl
eri
Batılı
siyasi,
askeri
,
ekono
mi ve
bilim
uzma
nları
5
10
0
5
10
0
ABD’li
siyasi,
askeri
,
ekono
mi ve
bilim
uzma
nları
2
10
0
2
10
0
Ortad
oğulu
siyasi,
askeri
,
ekono
mi ve
bilim
uzma
nları
7
58
1
2
10
0
Türk
siyasi,
askeri
,
ekono
mi ve
bilim
uzma
4
67
6
10
0
3
2
5
2
1
7
2
3
3
302
nları
Topl
m
2
2
8
68
31
9
2
1
1
5
2
2
0
6
2
1
4
1
4
0
1
2
3
3
3
10
0
Tablo 25: Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmalarını Nedenselleştirmeleri
Elde edilen bulgular; kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin %24,
kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin %39, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin
muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılarının %40, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi
liderlerinin %85, ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %98, Türk siyasi, askeri,
ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %86, Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin %82, Çin,
Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın gibi devletlerin siyasi aktörlerinin %80, Batılı
uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin % 86, Doğu ve Ortadoğulu siyasi, askeri,
ekonomi ve bilim uzmanlarının %58, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ise, % 67
oranında halkın siyasi reform taleplerine dayanarak, kitle ayaklanmalarını nedenselleştirdikleri
belirlenmektedir. Batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ile ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve
bilim uzmanlarının ise, %100 oranında halkın siyasi reform taleplerine dayanarak, kitle
ayaklanmalarını nedenselleştirdikleri görülmektedir. Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi
liderleri ve hükümet yetkililerinin %6, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin
%15 oranında kitle ayaklanmalarını halkın ekonomik reform talepleri ile nedenselleştirdikleri
görülmektedir. Bunun yanında kitle ayaklanması çıkan ülkelerin siyasi liderleri ve hükümet
yetkililerinin, %40, askeri ve dini yetkililerinin ise, %23 oranında kitle ayaklanmalarını ABD’nin
ekonomik menfaatlerine bağladıkları bulgulanmıştır. Bu bulgular, Arap siyasi liderlerinin kitle
ayaklamalarını, ABD’nin, Arap ülkelerindeki ekonomik menfaatlerini gerçekleştirme istekleri
çerçevesinde nedenselleştirdiklerini, muhalif ayaklanmacıların, Batılı liderlerin ve Türk hükümet ve
siyasi parti temsilcilerinin ise, kitle ayaklanmalarını, ulusal siyasi yapıya dayandırdıklarına ilişkin
üçüncü varsayımı büyük ölçüde doğrulamaktadır.
303
Haber
Aktörlerinin
Kitle
Ayaklanmaların
a Yönelik
Çözüm
Önerileri
Ulusal
siyasal
yapıya
yönelik
çözüm
Ulusal
ekonomik
yapıya
yönelik
çözüm
Uluslararas
ı siyasal
yapıya
yönelik
çözüm
Say
ı
Ora
n
%
Say
ı
Ora
n%
Sayı
Ora
n%
Kitle
ayaklanması
çıkan
devletlerin
siyasi liderleri
ve
hükümet
yetkilileri
44
60
17
24
12
16
Kitle
ayaklanması
çıkan ülkelerin
askeri ve dini
yetkilileri
11
100
Kitle
ayaklanması
çıkan ülkelerin
muhalif liderleri
ve
muhalif
ayaklanmacılar
44
44
35
35
13
13
AB
üyesi
ülkelerin siyasi,
askeri
ve
ekonomi
liderleri
44
49
10
11
8
9
ABD’li
siyasi,
askeri, ekonomi
ve
istihbarat
37
71
5
10
Uluslararas
ı ekonomik
yapıya
yönelik
çözüm
Sayı
4
Ora
n%
4
Uluslararas
ı yaptırıma
yönelik
çözüm
Sayı
Ora
n%
Toplam
Say
ı
Ora
n%
73
100
11
100
8
8
100
100
24
27
90
100
10
19
52
100
304
yetkilileri
Türk
siyasi,
askeri, ekonomi
ve
istihbarat
yetkilileri
50
59
5
6
Türkiye’deki
muhalefet parti
temsilcileri
9
64
5
36
Çin, Çeçenistan,
İran,
Küba,
Peru, Rusya ve
Venezüella’nın
siyasi liderleri
5
62,5
Batılı
uluslar
arası
siyasi,
askeri ve insan
hakları örgütleri
16
36
Doğu
ve
Ortadoğulu
uluslar
arası
siyasi, askeri ve
insan
hakları
örgütleri
11
46
5
21
Batılı
siyasi,
askeri, ekonomi
ve
bilim
uzmanları
1
33
2
67
22
3
4
26
8
9
37,5
9
85
100
14
100
8
100
24
55
44
100
8
33
24
100
3
100
ABD’li
siyasi,
askeri, ekonomi
ve
bilim
uzmanları
305
Ortadoğulu
siyasi,
askeri,
ekonomi
ve
bilim uzmanları
5
38
8
62
13
100
Türk
siyasi,
askeri, ekonomi
ve
bilim
uzmanları
2
50
2
50
4
100
Toplam
279
54
75
14
521
100
81
16
4
1
82
15
Tablo 26: Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Çözüm Önerileri
Aşağıda haber aktörlerinin çözüm önerisi içeren iletilerine yer verilmektedir:
Tayyip Erdoğan: “Kaddafi, tavsiyelerimizi dikkate almak yerine kanı, gözyaşını ve baskıyı ne yazık ki
tercih etti. Kaddafi iktidarı bırakmalı, iktidarı ve yönetimi Libya halkına iade etmelidir” (Yeniçağ, 4
Mayıs 2011).
Abdullah Gül: “Libya’da artık eski yönetime yer yok” (Zaman, 24 Mayıs 2011).
Barack Obama: “Esad Ya Değişecek, Ya da Çekilecek” (Hürriyet, 26 Mayıs 2011).
Haber aktörlerinin kitle ayaklanmalarına yönelik çözüm önerileri incelendiğinde; kitle ayaklanması
çıkan devletlerin siyasi liderlerinin ve hükümet yetkililerinin, %60 oranında ulusal siyasal yapıya
yönelik çözüm önerisi, %24 oranında ulusal ekonomik yapıya yönelik çözüm önerisi ve %16 oranında
306
uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerisi formüle ettikleri belirlenmiştir. Kitle ayaklanması
çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin, %100 oranında ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerisi
getirdikleri görülmüştür. Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif
ayaklanmacılar, %44 oranında ulusal siyasi yapıya, %35 oranında ulusal ekonomik yapıya, % 13
oranında uluslararası siyasi yapıya, % 8 oranında uluslararası yaptırıma yönelik çözüm önerileri
getirmişlerdir. AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin %49 oranında ulusal siyasi
yapıya, %11 oranında ulusal ekonomi yapısına, %9 oranında uluslararası siyasi yapıya, %4 oranında
uluslararası ekonomi yapısına ve %27 oranında uluslararası yaptırıma vurgu yaptıkları belirlenmiştir.
ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %71 oranında ulusal siyasi yapıya, %10
oranında ise, ulusal ekonomik yapıya yönelik çözüm içeren iletiler verdikleri görülmüştür.Türk siyasi,
askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %59 oranında ulusal siyasi yapıya, %6 oranında ulusal
ekonomi yapısına ve %26 oranında uluslararası siyasi yapıya yönelik çözüm önerdikleri belirlenmiştir.
Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin %64 oranında ulusal siyasi yapıya, %36 oranında ise,
ulusal ekonomi yapısına yönelik çözüm ürettikleri görülmüştür. Çin, Çeçenistan, Küba, Peru, Rusya
ve Venezüella’nın siyasi liderlerinin %62.5 oranında ulusal siyasal yapıya, %37.5 oranında ise,
uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm istedikleri belirlenmiştir. Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi
ve bilim uzmanlarının ise %38 oranında ulusal siyasal yapıya ve %62 oranında uluslararası siyasal
yapıya yönelik çözüm önerdikleri görülmüştür. Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının %
50 oranında ulusal ve uluslararası siyasi yapıya yönelik çözüm formüle ettikleri tespit edilmiştir.
Elde edilen bulgular; Arap ülkelerinin siyasi liderlerinin, Batılı ve Türkiye’nin siyasi liderlerinin ve Türk
muhalefet parti temsilcilerinin, Arap ülkelerinin siyasi yapısına yönelik çözüm önerileri formüle
ettiklerine ve ekonomik yapının büyük ölçüde göz ardı edildiğine ilişkin varsayımın büyük ölçüde
doğrulandığını göstermektedir. Bunun yanında Çin, Rusya, İran, Küba, Peru gibi devletlerin siyasi
aktörlerinin, %62.5 oranında ulusal yapıya, %37.5oranında uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm
önerileri
içeren
iletilerine
yönelik
üçüncü
varsayımın
da
büyük
ölçüde
doğrulandığı
belirlenmektedir.
Haber Aktörlerinin Askeri
Operasyonu
Değerlendirmeleri
Pozitif
Negatif
Nötr
Toplam
307
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Kitle ayaklanması çıkan
devletlerin siyasi liderleri
ve hükümet yetkilileri
20
100
20
100
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin askeri ve dini
yetkilileri
5
100
5
100
15
100
51
100
41
100
44
100
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin muhalif liderleri
ve muhalif ayaklanmacılar
11
73
4
27
AB üyesi ülkelerin siyasi,
askeri
ve
ekonomi
liderleri
44
86
5
10
ABD’li
siyasi,
askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
38
93
3
7
Türk
siyasi,
askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
32
73
7
16
2
12,5
14
87,5
16
100
17
100
17
100
Türkiye’deki
muhalefet
parti temsilcileri
Çin, Çeçenistan, İran,
Küba, Peru, Rusya ve
2
5
4
11
308
Venezüella’nın
liderleri
siyasi
Batılı uluslar arası siyasi,
askeri ve insan hakları
örgütleri
25
92,5
2
7,5
27
100
4
57
3
43
7
100
Ortadoğulu siyasi, askeri,
ekonomi
ve
bilim
uzmanları
2
100
2
100
Türk
siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
8
100
8
100
90
37
253
100
Doğu ve Ortadoğulu
uluslar arası siyasi, askeri
ve insan hakları örgütleri
Batılı
siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
askeri,
bilim
ABD’li
siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
askeri,
bilim
Toplam
askeri,
bilim
156
61
7
2
Tablo 27: Haber Aktörlerinin Askeri Operasyonu Değerlendirmeleri
Aşağıda haber aktörlerin askeri operasyonu değerlendirmelerini içeren iletileri yer almaktadır:
Hugo Chavez: “Libya’ya askeri müdahale deliliktir. “Bu politika, belirli kişilerden çok komuta ve
kontrolü hedef almayı içerir” (Yeniçağ, 2 Mayıs 2011).
309
Haber aktörlerinin askeri operasyonun değerlendirilmesine yönelik iletileri irdelendiğinde; ABD’li
siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerin %93, Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları
örgütlerinin %92.5, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomik liderlerinin %86, kitle ayaklanması
çıkan ülkelerin muhalif liderlerinin ve muhalif ayaklanmacıların ve Türk siyasi, askeri, ekonomik ve
istihbarat yetkililerinin % 73 oranında pozitif ileti verdikleri belirlenmiştir. Buna karşılık kitle
ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin, kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin, Çin, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella gibi devletlerin siyasi
aktörlerinin, Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ve Türk siyasi, askeri, ekonomi ve
bilim uzmanlarının askeri operasyonu %100, Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin ise, %87.5
oranında negatif değerlendikleri görülmüştür. Elde edilen bulgular; Arap ülkelerinin ve Çin, Rusya
gibi devletlerin siyasi liderlerinin ve Türk muhalefet partileri temsilcilerinin askeri operasyonu
negatif; Batılı ve Türk siyasi liderlerin ise, pozitif değerlendirdiklerine ilişkin varsayımın büyük ölçüde
doğrulandığını ortaya koymaktadır.
Kitle ayaklanması çıkan
devletlerin
siyasi
liderleri ve hükümet
yetkilileri
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin askeri ve dini
yetkilileri
13
93
5
100
1
7
Oran %
Toplam
Sayı
Oran %
Askeri operasyon
BOP
kapsamındadır
Sayı
Oran %
Askeri
operasyon
petrol
amaçlıdır.
Sayı
Oran %
Sayı
Haber Aktörlerinin
Askeri Operasyonu
Nedenselleştirmeleri
Askeri
operasyon
sivillerin
korunması
amaçlıdır
14
100
5
100
310
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin
muhalif
liderleri ve muhalif
ayaklanmacılar
11
73
AB üyesi ülkelerin siyasi,
askeri
ve
ekonomi
liderleri
44
ABD’li siyasi, askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
Türk
siyasi,
askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
Türkiye’deki muhalefet
parti temsilcileri
15
100
100
44
100
38
100
38
15
83
3
17
5
16
21
65
17
Çin, Çeçenistan, İran,
Küba, Peru, Rusya ve
Venezüella’nın
siyasi
liderleri
Batılı uluslar arası siyasi,
askeri ve insan hakları
örgütleri
Doğu ve Ortadoğulu
uluslar arası
siyasi,
askeri ve insan hakları
örgütleri
4
27
18
100
32
100
100
17
100
6
19
25
92,5
2
7,5
27
100
4
57
3
43
7
100
311
Batılı siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
askeri,
bilim
ABD’li siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
askeri,
bilim
Ortadoğulu
siyasi,
askeri, ekonomi ve bilim
uzmanları
2
100
Türk
siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
6
75
2
76
34
9
Toplam
2
100
25
8
100
4
227
100
askeri,
bilim
142
62
Tablo 28: Haber Aktörlerinin Askeri Operasyonu Nedenselleştirmeleri
Haber aktörlerinin askeri operasyonu nedenselleştirmeleri incelendiğinde; kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacıların %73, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve
ekonomi liderleri ile ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %100, Türk siyasi,
askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %83, Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları
örgütlerinin %92.5 oranında askeri operasyonu sivillerin korunması amaçlı olarak nedenselleştirdiği
görülmektedir. Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri %93, kitle
ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri %100, Türkiye’deki muhalefet parti
temsilcilerinin %65, Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri ve
Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ise, %100 oranında askeri operasyonun petrol
kaynaklarını denetleme amaçlı olduğunu belirtmektedirler. Bu bulgu, Çin, Çeçenistan, İran, Küba gibi
devletlerin siyasi aktörlerinin, batılıların petrol kaynaklarını denetlemeyi amaçladıklarına yönelik ileti
verdiklerini öngören üçüncü varsayımı çok büyük oranda doğrulamaktadır. Kitle ayaklanması çıkan
devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri %7, Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri %19 ve
Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ise, %25 oranında askeri operasyonu BOP
312
kapsamında değerlendiren ileti vermişlerdir. Elde edilen bulgular batılıların, askeri operasyonu
nedenselleştirmek ve haklılaştırmak için sivilleri koruma odaklı iletilere yer verdiklerini, doğuluların
ise, petrol kaynakların denetimini gerekçe olarak gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Türk hükümeti
yetkililerinin iletileri, batılı siyasi aktörler ile paralellik gösterirken, Türk muhalefet parti
temsilcilerinin iletilerinin, kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri ile
Çin, Çeçenistan, İran, Küba gibi devletlerin siyasi aktörlerinin iletileri ile paralellik gösterdiği ve petrol
kaynaklarının denetimine dikkat çektikleri belirlenmektedir.
Pozitif
Negatif
Nötr
Toplam
Kitle ayaklanması çıkan
devletlerin siyasi liderleri
ve hükümet yetkilileri
4
44
5
56
9
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin askeri ve dini
yetkilileri
Kitle ayaklanması çıkan
ülkelerin muhalif liderleri
ve muhalif ayaklanmacılar
AB üyesi ülkelerin siyasi,
askeri ve ekonomi liderleri
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Haber Aktörlerinin Türk
Dış Politikasını
Değerlendirmeleri
100
100
11
85
4
57
2
15
3
43
13
100
7
100
313
ABD’li
siyasi,
askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
5
100
5
100
Türk
siyasi,
askeri,
ekonomi ve istihbarat
yetkilileri
13
100
13
100
3
20
15
100
Türkiye’deki
muhalefet
parti temsilcileri
12
80
Çin, Çeçenistan, İran,
Küba, Peru, Rusya ve
Venezüella’nın
siyasi
liderleri
Batılı uluslar arası siyasi,
askeri ve insan hakları
örgütleri
100
2
100
2
100
Doğu
ve
Ortadoğulu
uluslar arası siyasi, askeri
ve insan hakları örgütleri
4
100
4
100
Batılı
siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
askeri,
bilim
1
100
1
100
ABD’li
siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
askeri,
bilim
2
100
2
100
4
100
4
100
Ortadoğulu siyasi, askeri,
ekonomi
ve
bilim
uzmanları
314
Türk
siyasi,
ekonomi
ve
uzmanları
askeri,
bilim
Toplam
1
25
3
75
54
68
22
28
3
4
4
100
79
100
Tablo 29: Haber Aktörlerinin Türk Dış Politikasını Değerlendirmeleri
Elde edilen bulgular, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin siyasi liderlerinin ve hükümet temsilcilerinin
Türk dış politikasını % 44 oranında pozitif, %56 oranında ise, negatif değerlendirdiklerini
göstermektedir. Muhalif liderler ve muhalif ayaklanmacıların %85, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve
ekonomi liderlerinin %57, ABD’li, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin ve Batılı ve
Doğulu uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin %100 oranında Türk dış politikasını
pozitif değerlendirdikleri belirlenmektedir. Türk muhalefet parti temsilcilerinin ise, Türk dış
politikasını %20 oranında pozitif, %80 oranında negatif değerlendirdikleri görülmektedir. Bu bulgu,
Türkiye’de muhalefetteki siyasi parti temsilcilerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları sürecinde
Türkiye’nin dış politikasını eleştirdikleri yönündeki üçüncü varsayımı büyük ölçüde doğrulamaktadır.
3.3.5- Gazete Yazı Türlerinden Köşe Yazılarının Niceliksel İçerik Analizi
Araştırma kapsamına alınan gazetelerde yer alan konuyla ilgili köşe yazıları, niceliksel ve niteliksel
içerik analizine tabi tutulmuştur. Aşağıda köşe yazılarının, niceliksel içerik analizine ilişkin bulgular ve
yorumlar yer almaktadır.
Köşe
Yazılarının
Sayı ve
Oranları
Cumhuriye
t
Sayı
Ora
n
Hürriyet
Sayı
Oran
Yeni Çağ
Sayı
Oran
Zaman
Sayı
Ora
n
Tüm
Gazetel
er
Tüm
Gazetel
er
Sayı
Oran
315
%
Arap
ülkelerinde
Kitle
Ayaklanmal
arı
176
32
%
118
%
127
22
%
125
23
23
%
546
100
Tablo 30: Köşe Yazılarının Sayı ve Oranları
Araştırma kapsamı içinde yer alan tüm gazetelerde yayınlanan köşe yazısı sayısı 546’dır. % 32’lik
oranla en fazla köşe yazısının Cumhuriyet Gazetesi’nde yer aldığı belirlenmiştir. Yeniçağ ve Zaman
gazeteleri, % 23 oranında, Hürriyet ise % 22 oranında köşe yazısına yer vermiştir.
Köşe Yazılarında
Kitle
Ayaklanmaları
Genel olarak kitle
ayaklanmaları
Cumhuriyet
Sayı
67
Hürriyet
Yeniçağ
Zaman
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
38,1
35
30
67
53
44
35
1
1
Bahreyn
Cezayir
Fas
Irak
İran
Katar
Kuveyt
Libya
53
30,1
44
37
35
28
37
30
Mısır
31
17,6
23
19
19
15
38
30
Suriye
9
5,1
6
5
1
1
3
2,5
316
S. Arabistan
Tunus
16
9,1
10
9
4
3
3
2,5
176
100
118
100
127
100
125
100
Umman
Ürdün
Yemen
Toplam
Tablo 31: Köşe Yazılarında Kitle Ayaklanmaları
Elde edilen bulgular, Cumhuriyet yazarları tarafından en fazla oranda ele alınan ülkelerin %30.1 ile
Libya, %17.6 ile Mısır olduğunu göstermektedir. En az oranda ele alınan ülke %5.1 ile Suriye’dir.
Hürriyet yazarları, %37 ile Libya, %19 ile Mısır’ı konu etmişlerdir. En az oranda ele alınan ülke %5 ile
Suriye’dir. Yeniçağ yazarları, en fazla oranda %28 ile Libya’yı, %15 ile Mısır’ı incelemişlerdir. En az
oranda ele alınan ülke %1 ile Irak ve Suriye’dir. Zaman yazarları ise, en fazla oranda %30 ile Libya ve
Mısır’ı ele almışlardır. En az oranda ele alınan ülke %2.5 ile Suriye ve Tunus olmuştur. Bulgular, köşe
yazarlarının en fazla yoğunlaştıkları ülkeler ile gazetelerin haberlerinde en fazla üzerinde durdukları
ülkeler arasında paralellik olduğunu ortaya koymaktadır. Arap ülkelerindeki ayaklanmalarda Türk
basının en fazla ilgisini Libya ve Mısır çekmiştir.
Cumhuriyet
Hürriyet
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
Politika
99
56,4
69
58,5
80
63
79
63,2
Ekonomi
7
4
7
5,9
4
3,1
5
4
Toplumsal
1
0.9
7
5,9
6
4,8
Arap ülkelerinde
kitle ayaklanmaları
Köşe
Yazılarının
Dolaylı ve Dolaysız
Konu İçeriği
Yeni Çağ
Zaman
Kültürel
317
Askeri
Operasyon
38
Şiddet
14
8,1
7
Birkaçı Birarada
17
9,8
Toplam
176
100
21,7
25
27
21,3
21
5,9
9
7,1
10
8
3
2,5
7
5,5
4
3
118
100
127
100
125
100
21,3
17
Tablo 32: Köşe Yazılarının Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği
Elde edilen bulgular; en fazla köşe yazısının Cumhuriyet’te en az köşe yazısının ise, Hürriyet’te yer
aldığını göstermektedir. Tüm gazetelerin köşe yazarlarının en fazla oranda politika ve askeri
operasyon konusunda yazdıkları belirlenmektedir. Zaman yazarları, diğerlerinden farklı olarak askeri
operasyon konusuna daha az yer vermişlerdir. Cumhuriyet ve Hürriyet yazarları, ekonomik bağlamı
sayısal olarak, eş sayıda irdelemişlerdir. Şiddet konusu ise, Cumhuriyet ve Zaman’ın köşe yazılarında
en yüksek oranlarda ele alınmıştır.
Cumhuriyet
Hürriyet
Sayı
Oran %
Sayı
19
19
15
Yeni Çağ
Zaman
Köşe Yazarlarının
Politika İçerikli
Yazıları
Arap ülkelerinde kitle
ayaklanmaları
Kitle
ayaklanması
çıkan devletin iç
politikası
Kitle
ayaklanması
çıkan devletin
dış politikası
Oran
%
Sayı
Oran
%
7
21,7
2
Sayı
Oran %
14
17,7
8,7
1
2,8
1,3
318
Kitle
ayaklanması
çıkan devletin,
AB ülkeleri ve
ABD ile tarihsel
ilişkisi
6
AB ve ABD’nin iç
ve dış Politikası
20
20
9
Türk iç politikası
24
24
8
Türk
politikası
25
25
20
5
5
2
2,9
2
2,5
1
1,6
2
69
100
80
dış
Ortadoğu ilişkisi
6
6
17,4
Birkaçı birada
Toplam
12
99
100
13
11,6
29
6
7,6
12
15,2
9
11,4
35
44,3
2,5
3
3,8
100
79
100
7,5
24
9
29
30
11
36,5
Tablo 33: Köşe Yazarlarının Politika İçerikli Yazıları
Tüm gazetelerin köşe yazarları, kitle ayaklanması çıkan Arap ülkelerini, yüksek oranda Türk dış
politikası bağlamında irdelemişlerdir. Yeniçağ ve Cumhuriyet gazetelerinin, AB ve ABD’nin iç ve dış
politikası bağlamında konuyu ele aldıkları belirlenmektedir. Cumhuriyet köşe yazarlarının, Türk iç
politikası ve kitle ayaklanması çıkan devletin iç politikası bağlamında da Arap ülkelerindeki kitle
ayaklanmalarını yorumladıkları, Hürriyet köşe yazarlarının, kitle ayaklanması çıkan devletin, AB
ülkeleri ve ABD ile tarihsel ilişkisine vurgu yaptıkları, Zaman yazarlarının ise, ağırlıklı olarak Türk dış
politikası,
kitle ayaklanması çıkan devletin iç politikası ve AB ve ABD’nin iç ve dış politikası
bağlamında kitle ayaklanmalarını yorumladıkları görülmektedir. Ortadoğu bağlamının ise, tüm
gazete köşe yazarları tarafından az oranda, Zaman’da ise, hiç ele alınmadığı belirlenmektedir.
Köşe Yazarlarının
Ekonomi İçerikli
Yazıları
Cumhuriyet
Hürriyet
Sayı
Sayı
Oran %
Yeni Çağ
Oran
%
Sayı
Zaman
Oran
%
Sayı
Oran %
319
Kitle
ayaklanması
çıkan
ülkede
işsizlik
ve
yoksulluk
3
Yolsuzluk
rüşvet
2
42,2
28,5
3
75
2
33
1
17
2
33
ve
1
14,7
2
28,4
Diktatörlerin
mal varlıkları
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Kitle
ayaklanmasının
Türkiye
ekonomisine
etkileri
5
71,5
Kitle
ayaklanmasının
Batı ve ABD
ekonomisine
etkileri
Ortadoğu
ekonomisine
etkisi
14,7
Birkaçı birada
1
Toplam
7
100
7
100
1
25
1
17
4
100
5
100
Tablo 34: Köşe Yazarlarının Ekonomi İçerikli Yazıları
Köşe yazarları, ekonomi konuları içinde en fazla oranda Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının
Türkiye ekonomisine etkilerini ele almışlardır. Bu konunun en fazla Hürriyet ve Zaman gazeteleri
320
yazarları tarafından irdelendiği görülmektedir. Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının, en fazla oranda
kitle ayaklanması çıkan ülkelerde işsizlik ve yoksulluk konusunu inceledikleri belirlenmektedir.
Cumhuriyet yazarlarının, diğer gazetelerden farklı olarak kitle ayaklanmalarını Ortadoğu ülkeleri
bağlamında da ele aldıkları görülmektedir. Yolsuzluk ve rüşvet konularının, Hürriyet ve Yeniçağ
yazarları tarafından irdelenmediği belirlenmektedir.
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Köşe Yazarlarının
Toplumsal İçerikli
Yazıları
Sayı
Oran %
Kitle
ayaklanması
çıkan ülkede
tahliye konusu
Kitle
ayaklanması
çıkan
ülkelerde göç
ve
mülteci
sorunu
1
100
Toplam
1
100
Hürriyet
Sayı
Oran
%
7
7
Yeni Çağ
Sayı
Oran %
Zaman
Sayı
Oran %
100
6
100
100
6
100
Tablo 35: Köşe Yazarlarının Toplumsal İçerikli Yazıları
Elde edilen bulgular; toplumsal konulara tüm gazete köşe yazarlarının az oranda yer verdiklerini
göstermektedir. Bu kapsamda; Cumhuriyet ve Zaman yazarları, sınırlı oranda, göç ve mülteci
sorununu; Hürriyet yazarları, tahliye konusunu ele almışlardır.
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
321
Köşe
Yazılarında
Askeri Operasyon
Genel
bağlamda
askeri
operasyon
Libya’ya yönelik askeri
Askeri
operasyonun
nedenleri
Askeri
operasyonun
toplumsal
sonuçları
Birkaçı
arada
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
8
21
6
24
27
71
15
60
3
8
4
16
25
100
bir
Toplam
38
100
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
27
100
21
100
27
100
21
100
Tablo 36: Köşe Yazılarında Askeri Operasyon
Tüm gazetelerin köşe yazarlarının en fazla irdeledikleri konular arasında Libya’ya askeri operasyon,
tüm gazete yazarları tarafından en yüksek oranda askeri operasyonun nedenleri çerçevesinde ve
Cumhuriyet ve Hürriyet yazarları tarafından genel bağlamda ele alınmıştır.
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
Askeri Operasyonun
Nedenselleştirilmesi
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
322
Libya’ya askeri operasyon
Askeri
operasyon
sivillerin
korunması
amaçlıdır
4
21
Askeri
operasyon
petrol amaçlıdır
27
90
12
63
19
70,3
Askeri
müdahale BOP
kapsamındadır
3
10
3
16
8
29,7
Toplam
30
100
19
100
27
%100
15
71
6
29
21
%100
Tablo 37: Askeri Operasyonun Nedenselleştirilmesi
Tüm gazete yazarlarının Libya’ya yönelik askeri operasyonu ağırlıklı olarak petrol yönelimi
çerçevesinde nedenselleştirdikleri belirlenmektedir. Zaman yazarları ise, askeri operasyonları ağırlıklı
olarak sivillerin korunmasına odaklı nedenselleştirmektedir.
Aşağıda bir köşe yazarının konuya ilişkin yorumundan paragraf örneği yer almaktadır:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar büyük devletlerin Ortadoğu’ya yönelik operasyonlarına
baktığımız zaman, bunların hiçbirinin demokrasi getirmediğini görürüz. Aksine savaş, ölüm ve
bölünme getirmişlerdir. Süreç bugün de sürüyor” (Erol Manisalı, Ankara’nın Ortadoğu Politikası,
Arap Uyanışı İle Engellendi mi?, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2011).
Cumhuriyet
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
323
Askeri Operasyonun
Değerlendirilmesi
Libya’ya askeri operasyon
Sayı
Oran %
Olumlu
Olumsuz
30
79
Tarafsız
8
21
Sayı
Oran
%
4
21
15
79
Birkaçı bir arada
Toplam
38
100
19
100
Sayı
Oran
%
26
96
1
4
27
%100
Sayı
Oran %
15
71,5
6
28,5
21
%100
Tablo 38: Askeri Operasyonun Değerlendirilmesi
Elde edilen bulgular, Zaman yazarlarının ağırlıklı olarak Libya’ya yönelik askeri operasyonu olumlu
değerlendirdiklerini göstermektedir. Bununla birlikte Zaman yazarlarının %30’a yakın oranda negatif
ilerilerine de rastlanmıştır. Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının ise, olumlu yaklaşan hiçbir iletisine
rastlanmamış, değerlendirme ağırlıklı olarak negatif yapılmıştır. Hürriyet yazarlarının askeri
operasyonu, ağırlıklı olarak negatif değerlendirmelerine rağmen bir ölçüde pozitif değerlendiren
iletilere de rastlanmıştır.
324
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Köşe Yazarlarının
Şiddete Vurgu Yapan
Yazıları
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
6
42,8
7
100
2
22,2
9
90
Müttefik
Güçler ve
NATO’nun
sivil halka
şiddet
kullanımı
8
57,2
7
77,7
1
10
Toplam
14
100
9
100
10
100
Kitle
ayaklanması
çıkan
devletin
muhaliflere
şiddet
uygulaması
Muhalif
ayaklanmacı
la-rın resmi
otoritelere
ve sivil halka
şiddet
uygulaması
7
100
Tablo 39: Köşe Yazılarının Şiddete Vurgu Yapan Yazıları
Elde edilen bulgular; Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının ağırlıklı olarak Müttefik Güçler’in ve
NATO’nun sivil halka şiddet kullanımını ele alırken, Hürriyet ve Zaman yazarlarının ağırlıklı olarak
kitle ayaklanması çıkan devletin muhaliflere şiddet uygulamasını irdelediklerini göstermektedir.
Muhalif ayaklanmacıların resmi otoritelere ve sivil halka şiddet uygulamasına yönelik iletiye ise,
hiçbir gazete yazarı yer vermemiştir.
325
3.3.6- Gazete Yazı Türlerinden Köşe Yazılarının Niteliksel İçerik Analizi
Aşağıda köşe yazılarının, niteliksel içerik analizine ilişkin bulgular ve yorumları yer almaktadır.
Köşe Yazarlarının
Kitle
Ayaklanmalarına
Yaklaşımı
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Sayı
Oran %
Pozitif
55
51,5
49
76,6
20
23,8
75
96,1
Negatif
52
48,5
12
18,7
64
76,2
3
3,9
3
4,7
64
100
84
100
78
100
Cumhuriyet
Nötr
Toplam
107
100
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
Tablo 40: Köşe Yazılarının Kitle Ayaklanmalara Yaklaşımı
Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman gazetelerinin yazarları, ağırlıklı olarak
ayaklanmalara pozitif
yaklaşmışlardır. Yeniçağ yazarlarının ise, ağırlıklı olarak negatif yaklaştıkları belirlenmiştir. Tarafsız
iletilere en fazla oranda Hürriyet yazarlarının yazılarında rastlanmıştır. Köşe yazarlarının Arap
ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına pozitif yaklaşımları, bu ülkelerde demokratik sistemin inşa
edilebileceğine yönelik iletileri içermektedir. Negatif iletiler ise, ayaklamalar sonucunda siyasal
sistemde reform yapma ve ekonomiyi iyileştirme çabalarının başarılı olamayacağı ve yeni
diktatörlüklerin kurulacağı ve huzursuzlukların baş göstereceği düşüncelerini içermektedir.
326
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle
Köşe Yazarlarının
Kitle
Ayaklanmalarını
Nedenselleştirmeleri
Sayı
Hürriyet
Yeni Çağ
Zaman
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
Halkın siyasal
reform talebi
26
38
33
55
11
17.7
35
63.6
Halkın
ekonomik
reform talebi
17
25
3
5
5
8
2
3.7
Sosyal
medyanın halkı
örgütlemesi
8
12,3
20
33.3
4
6.5
15
27.2
BOP
12
17,6
3
5
35
56.5
2
3.7
Batılı devletlerin
petrol
kaynaklarını ele
geçirme amacı
5
7,3
1
1.7
7
11.3
1
1.8
Toplam
68
100
60
100
62
100
55
100
Tablo 41: Kitlesel Ayaklanmaların Nedenselleştirilmesi
Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman yazarlarının kitle ayaklanmalarını en yüksek oranda halkın siyasi
reform talebi çerçevesinde açıkladığı görülmektedir. Buna karşılık Yeniçağ yazarları ağırlıklı olarak,
BOP çerçevesinde nedenselleştirme yapmaktadır. Cumhuriyet yazarlarının halkın ekonomik
taleplerine vurgu yaptıkları ve ayaklanmacıların işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, demokratik hak ve
özgürlük sorunlarına odaklandıkları belirlenmektedir. Hürriyet ve Zaman yazarlarının, kitle
ayaklanmalarında sosyal medyanın örgütleme gücünün etkisini vurguladıkları belirlenmektedir. Batılı
devletlerin petrol kaynaklarını ele geçirme amacı ise, Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarları tarafından
vurgulanmaktadır. Zaman yazarlarının BOP’a ve Batılı devletlerin petrol kaynaklarını ele geçirme
amacına az oranda vurgu yaptıkları görülmektedir.
Elde edilen bulgular; Cumhuriyet yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal
ve ekonomik yapıyı ve uluslararası siyasal yapıyı vurgulayarak, problemleştirdikleri ve
327
nedenselleştirdiklerine yönelik varsayımı tüm diğer iletiler içinde bu iletilerin en fazla oranda yer
alması nedeniyle büyük ölçüde doğrulamaktadır. Hürriyet yazarlarının kitle ayaklanmalarını, ulusal
siyasal yapıyı ve sosyal medyanın kitleleri örgütleme potansiyelini vurgulayarak, problemleştirdikleri
ve nedenselleştirdiklerine yönelik varsayım da ulusal siyasi yapının daha yüksek oranda
nedenselleştirilmesi, sosyal medyaya ise, bir ölçüde vurgu yapılması nedeniyle bir ölçüde
doğrulanmaktadır. Yeniçağ yazarlarının, kitle ayaklanmalarını uluslar arası siyasal yapı nedeniyle
problemleştirdikleri ve nedenselleştirdiklerini öngören varsayım da BOP’a dayalı yüksek oranlı
nedenselleştirmeler ve halkın siyasi reform talebine yönelik diğer iletilere göre daha fazla oranda
yer verilen vurgulamalar nedeniyle bir ölçüde doğrulanmaktadır. Zaman yazarlarının kitle
ayaklanmalarını
ulusal
siyasal
yapıyı
ön
plana
çıkararak,
problemleştirdikleri
ve
nedenselleştirdiklerine yönelik varsayım da halkın siyasi reform talebine yönelik yüksek orandaki
nedenselleştirmeler nedeniyle doğrulanmaktadır.
Aşağıda köşe yazarlarının konuya ilişkin yorumlarından paragraf örnekleri yer almaktadır:
“Ayaklanan mutsuz kitleleri birbirinden haberdar hale getiren Facebook ve Twitter gibi yeni iletişim
imkanları olmuştur. Hiç kuşkusuz bu haberdarlık, ayaklanmaların çıkması, kitlelerin harekete
geçmesi için tek başına yeterli değildir. Unutmamak gerekir ki ABD, Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika
projeleriyle bölge ülkelerinin yeniden dizyn edilmesine yönelik bir süreci uzun zaman önce
başlatmıştı. Ayaklanmanın ilk başladığı yer olan Tunus’ta, Wikileaks belgeleriyle somutlanan
yolsuzlukların, halkı sokağa döktüğü de bilinmektedir. Wikileaks belgelerinin, Küresel Güç tarafından
Büyük Orta Doğu Projesinin aracı olarak kullanılmak üzere servis ediliyor olmadığı da söylenemez”
(Özcan Yeniçeri, Ayaklanmanın Arka Planı, Yeniçağ, 31 Ocak 2011).
Sosyal medyanın kitle ayaklanmalarına etkisi konusunda bir yorum Hürriyet yazarı İsmet Berkan
tarafından yapılmıştır:
“Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de olanlar ‘twitter devrimi’ midir bilmem ama bunların ünlü Kanadalı
iletişim teorisyeni Marshall MacLuhan’ın meşhur tabiriyle ‘küresel köy’ devrimleri olduğuna kuşku
yok. Kahire’nin Tahrir Meydanı’ndan canlı yayını izlediğinizde, El Cezire’nin Arapça’nın
birleştiriciliğinden yararlanıp yaptığı yayınlara baktığınızda bunu çok net görüyorsunuz. Zaten isyan
328
dalgasının Arap aleminde yayılma istidadı göstermesinin en büyük sebebi El Cezire ve twitter”
(Twitter Devrimleri mi?, Hürriyet, 4 Şubat 2011).
Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını Batı’nın petrol kaynaklarını denetleme amacı çerçevesinde
bir köşe yazısı ise, Yeniçağ yazarı Kenan Akın tarafından yazılmıştır:
“Arap Baharı mı, İslam katliamı mı? Bugünlerde Tunus, Mısır, Libya,Suriye,Yemen ve Bahreyn
üzerinde dolaşan kara bulutlar her ne kadar Arap Baharı yutturmasıyla lanse edilmeye çalışıldıysa da
ne yazık ki, bir İslam katliamı sürdürüyorlar. Kardeşi, kardeşe vurduruyorlar… İslam ülkelerindeki
eylem ve isyanların, her şeyden önce petrol kaynakları ve yollarının denetim altına alınmasının
sağlanmasından ötürü çıkarıldığı görülüyor…” (Tarihi ve Kritik Bir Seçim, Yeniçağ, 9 Haziran 2011).
Cumhuriyet
Köşe Yazarlarına
Göre Kitle
Ayaklanmalarının
Olası Sonuçları
Siyasal reform
Hürriyet
Yeni Çağ
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran %
6
14
3
21,5
2
9
26
87
1
3
Ekonomik
reform
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Zaman
İslami rejim
tehdidi
27
63
3
21,5
1
5
Batı yanlısı
yeni bir
diktatörün
gelmesi
5
11,5
3
21,5
15
68
1
7
İç savaş ve
kaos
Domino etkisi
5
11,5
4
28,5
4
18
3
10
Toplam
43
100
14
100
22
100
30
100
329
Tablo 42:Kitle Ayaklanmalarının Olası Sonuçları
Cumhuriyet yazarlarının Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını olası sonuçlarını ağırlıklı olarak
İslami bir rejimin kurulması olasılığı çerçevesinde inceledikleri görülmektedir. Hürriyet yazarlarının,
ayaklanmaların giderek yayılması ve domino etkisi yaratması; Yeniçağ yazarlarının ağırlıklı olarak
Batı yanlısı yeni bir diktatörün gelmesi, Zaman yazarlarının ise, ağırlıklı olarak siyasi reform yapılması
çerçevesinde ele aldıkları belirlenmektedir. Ekonomik reform konusunun ise Zaman yazarları
tarafından çok sınırlı, diğer gazete yazarları tarafından ise, hiç irdelenmediği ortaya çıkmaktadır.
Cumhuriyet
Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları
Köşe Yazarlarının
Kitle
Ayaklanmalarına
Yönelik Çözüm
Önerileri
Hürriyet
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Ulusal siyasal
yapıya yönelik
çözüm
15
37
11
38,5
Ulusal
ekonomik
yapıya yönelik
çözüm
12
29
Uluslararası
siyasal yapıya
yönelik çözüm
14
34
6
20,5
Uluslararası
ekonomik
yapıya yönelik
çözüm
6
20,5
Uluslararası
yaptırıma
yönelik çözüm
6
20,5
29
100
Toplam
41
100
Yeni Çağ
Sayı
3
3
Oran
%
100
100
Zaman
Sayı
Oran %
20
32
39
62
4
6
63
100
Tablo 43: Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Çözüm Önerileri
330
Cumhuriyet ve Hürriyet yazarlarının ağırlıklı olarak ulusal siyasi yapıya yönelik çözüm önerisi formüle
ettikleri; Zaman gazetesinin ise, uluslar arası siyasi yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri
belirlenmektedir. Cumhuriyet yazarlarının ulusal ekonomik yapıya ve uluslar arası siyasal yapıya
yönelik çözüm önerileri de getirdikleri görülmektedir. Hürriyet yazarlarının da uluslar arası siyasi ve
ekonomik yapıya ve yaptırıma vurgu yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Yeniçağ yazarlarının az sayıdaki
tüm iletilerinin uluslararası siyasi yapıya yönelik olduğu görülmektedir. Uluslararası siyasal yapıya
yönelik çözüm önerilerinde Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının, kitle ayaklanmaları çıkan Arap
ülkeleri için demokratik ve laik Kemalist Türkiye Modeli’ni çözüm önerisi olarak sundukları
belirlenmektedir. Zaman yazarları ise, uluslar arası siyasi yapıya yönelik çözüm önerilerinde,
Türkiye’yi ön plana çıkarmakta ve bölgede öncü rol üstlenmesini istemektedir. Çözüm önerisi olarak
Batı ihraçlı ulus devlet odaklı ve baskıcı olduklarını ileri sürdükleri Kemalist Model’i değil, Ilımlı İslam
Demokrasisi Modeli’ni formüle etmektedirler.
Elde edilen bulgular; Cumhuriyet yazarlarının ulusal siyasal ve ekonomik yapıya ve uluslararası
siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettiklerini öngören varsayımın, tüm diğer iletiler
içinde daha yüksek oranda yer alması nedeniyle doğrulandığını göstermektedir. Hürriyet yazarlarının
ulusal siyasal yapıya ve uluslararası siyasal ve hukuksal yapıya yönelik çözüm önerileri getirmelerine
yönelik varsayım, ulusal, uluslararası siyasi ve hukuki yapıya yönelik çözüm önerilerinin en fazla
oranda yer alması nedeniyle büyük ölçüde doğrulanmaktadır. Ancak geliştirilen varsayımlardan farklı
olarak Hürriyet yazarlarının ekonomik yapıya yönelik çözüm önerileri de formüle ettikleri
belirlenmiştir. Yeniçağ yazarlarının, uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle
ettiklerine yönelik varsayım ise, bu gazete yazarlarının az sayıda ancak tek çözüm önerilerinin bu
olması nedeniyle doğrulanmaktadır. Zaman yazarlarının, ulusal ve uluslararası siyasal yapıya yönelik
çözüm önerileri geliştirdiklerine yönelik varsayım da uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm
önerileri için büyük ölçüde, ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri için ise, düşük
sayılamayacak bir oranda doğrulanmıştır.
331
Köşe Yazarlarının
Kitle
Ayaklanmalarına
Yönelik Türk Dış
Politikasına
Yaklaşımı
Cumhuriyet
Sayı
Oran %
Pozitif
Hürriyet
Sayı
Oran %
3
11
Negatif
44
94
22
78
Nötr
3
6
3
11
Toplam
47
100
28
100
Yeni Çağ
Sayı
Oran %
Zaman
Sayı
Oran %
39
88,5
38
100
5
11,5
38
100
44
100
Tablo 44: Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Türk Dış Politikasına Yaklaşımı
Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ yazarlarının kitle ayaklanması çıkan Arap devletlerine yönelik Türk
dış politikasını negatif değerlendirdikleri görülmektedir. Zaman yazarları ise, ağırlıklı olarak Türk dış
politikasını pozitif değerlendirmektedir.
Aşağıda köşe yazarlarının konuya ilişkin yorumlarından paragraf örnekleri yer almaktadır:
“Türkiye haklar, özgürlükler ve eşitlikler temelinde demokratik değerlere dayalı yumuşak gücüyle
ilham veren, uluslar arası sistemle uyumlu uzun vadeli yeni bir vizyon belirleyebildiği ölçüde
bölgenin değişim dinamiğini yönlendiren güç olacak” (Ferai Tınç, En Kısa Ömürlü Vizyon, Hürriyet, 12
Haziran 2011).
Türk dış politikasının eleştirilmesini içeren bir köşe yazısı Cumhuriyet yazarı
Mümtaz Soysal
tarafından yazılmıştır:
“NATO’nun ne işi varmış Libya’da dedikten iki gün sonra yüzseksen derece çark edip, Batı dünyasının
o ülkeye uygulanmasını istediği abluka için hatırı sayılır bir deniz gücü göndererek ve İzmir’deki üssü
332
ev yıkan, oğul öldüren, gemi batıran hava operasyonlarına açarak Türkiye’nin hangi çıkarına hizmet
edilmektedir?” (Kaddafi’ye nankörlüğün Anlamı, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2011).
Cumhuriyet
Türk iye’nin İç Politikası
Köşe Yazarlarının
Kitle
Ayaklanmalarıyla
Bağlantılı Olarak
Türkiye’nin İç ve Dış
Politikasını
Değerlendirmeleri
Hürriyet
Yeni Çağ
Sayı
Oran %
Sayı
Oran
%
Sayı
Oran
%
Türkiye’de
dikta-törlüğe
geçilmektedir
16
66,5
7
87,5
8
89
Türkiye’de ılımlı
İslam
demokrasisine
geçilmektedir
5
21
1
11
Türkiye’de
demokratik
siyasal sisteme
geçilmektedir
AKP hükümeti
kitle
ayaklanmalarınd
an ders
almalıdır
3
12,5
1
Sayı
Oran %
4
44,5
5
55,5
9
100
12,5
Kemalist
elitistler kitle
ayaklanmalarınd
an ders
almalıdır
Türkiye’n
in Dış
Zaman
Toplam
24
100
8
100
Dış politika
belirsiz ve
başarısızdır
14
56
10
50
9
100
333
ABD güdümlü
dış politika
izlenmektedir
7
28
3
15
28
96,5
Emperyalist
ülkelerle işbirliği
yapılmaktadır
4
16
1
5
1
3,5
Dış politika
planlı ve
başarılıdır.
3
15
24
68,5
Türkiye,
bölgede aktif rol
üstlenmektedir
3
15
11
31,5
20
100
35
100
Toplam
25
100
29
100
Tablo 45: Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarıyla Bağlantılı Olarak Türkiye’nin İç ve Dış
Politikasını Değerlendirmeleri
Gazete yazarlarının Türkiye’nin iç politikasına yönelik değerlendirmeleri incelendiğinde; Cumhuriyet,
Hürriyet ve Yeniçağ yazarlarının ağırlıklı olarak Türkiye’de diktatörlük sistemine geçildiğini
düşündükleri ve argüman olarak
2007 yılında düzenlenen Cumhuriyet mitinglerinin, işçilerin
protestolarının ve gösteri haklarının engellenmesini, protesto hakkını kullananlara şiddet
uygulanmasını gösterdikleri görülmektedir. Bunun yanında Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarları,
Türkiye’de ılımlı İslami demokrasiye geçildiğine dair ileti vermektedirler. Cumhuriyet, Hürriyet ve
Yeniçağ yazarları, Türkiye’de
demokratik siyasal sisteme geçildiğine dair hiçbir iletiye yer
vermemişlerdir. Zaman yazarları ise, Türkiye’de diktatörlük sistemine geçildiğine dair hiçbir iletiye
yer vermemiş, Kemalist elitistlerin, kitle ayaklanmalarından ders almalarını önermişlerdir.
Gazete yazarlarının Türkiye’nin dış politikasına yönelik değerlendirmeleri incelendiğinde ise;
Cumhuriyet ve Hürriyet yazarlarının Türk dış politikasını başarısız buldukları, ABD güdümlü dış
politika izlenmesini eleştirdikleri belirlenmektedir. Yeniçağ yazarlarının da ağırlıklı olarak ABD
güdümlü dış politika izlenmesini eleştirdikleri görülmektedir. Bunun yanında Cumhuriyet, Hürriyet
ve Yeniçağ yazarlarının emperyalist ülkelerle işbirliği yapıldığını vurguladıkları ve Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanı olarak Türk dış politikasına yön vermesini eleştirdikleri
334
belirlenmektedir. Zaman yazarları ise, Türkiye’nin başarılı dış politikasına, arabuluculuk rolüne ve
bölgede siyasi bir model oluşturmasına vurgu yapmaktadırlar.
Aşağıda köşe yazarlarının konuya ilişkin yorumlarından paragraf örnekleri yer almaktadır:
“Eğer Raşid Gannuşi’nin Nahda’sı dipteki değişim talebini perçeminden yakalayabilirse, yakın ve orta
vadede Tunus'ta ‘tek parti Kemalist dönem’ kapanıp, ‘AK Partili Türkiye modeli’ başlamış olacaktır.
Bugün olmasa da yarın Tunus ve Arap ülkelerinin girdikleri güzergâhta önlerine çıkan ilk durak AK
Parti tecrübesidir” (Ali Bulaç, Tunus ve Diğerleri, Zaman, 20 Ocak 2011).
Konuyla ilgili bir diğer yorum Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya tarafından yapılmıştır:
“Yoksul halkların Tunus’ta başlayan, oradan Yemen ve Cezayir’e sıçrayan başkaldırısı, Mısır’da laik
demokratik bir sosyal hukuk devletine dönüşür mü? Arap ülkelerine baktığınızda yoksulluğun bir
yaşam biçimi olduğunu, dinsel öğelerin ağır bastığını görürsünüz. Arap ülkelerinde demokrasi yoktur;
bazılarında “kısmen” laiklik vardır. Demokrasi laiklik temeli üzerinde yükselir ve ivme kazanır.
Demokrasi gökten zembille inmez. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimi, toplumsal
yaşamın en temel taşı olan laiklik üzerine kuruldu” (Demokrasi Gökten Zembille İnmez, Cumhuriyet,
3 Şubat 2011).
Hükümetin dış politikasını eleştiren bir köşe yazısı ise, Yeniçağ yazarı Afet Ilgaz tarafından
yapılmıştır:
“Hükümet Libya meselesinde tuhaf bir duruma düştü. Önce ‘NATO’nun ne işi varmış orada’ diyerek
yiğitlik sergiledi. Sonra Haçlıların taarruzunun ‘meşru’ olduğunu iddia etti. Başbakan otuz beş kere,
mübalağa değil tam otuz beş yerde “Amerika’nın bir projesi var. Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey
Afrika Projesi. Biz bunun eş başkanlarından biriyiz. Bunu yapıyoruz’ diye övünüyordu. Suriye,
Sionizmin Büyük Kürdistan planının içindedir. Başkan Esad da ayrılıkçılara fırsat vermiyor. Bir yanda
Haçlılar, bir yanda yeni paktlar denemekte olan ülkeler Hindistan ve Çin, son ağız değiştirmesiyle
335
Rusya, İran, Güney Afrika, Güney Amerika ülkeleri. Dünya üçüncü paylaşım savaşına gidiyor da
Türkiye’nin bu savaşta yeri ne?” (Dünya 3. Paylaşım Savaşı’na Giriyor, Yeniçağ, 23 Mart 2011).
Hükümetin dış politikasını olumlayan köşe yazılarına da yer verilmiştir. Bunlardan biri Şahin Alpay
tarafından kaleme alınmıştır:
“Türkiye’nin Arap Baharı’nın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadığı gibi, bu ülkelerde
gerçekleşmesi hiç kolay değil ama kaçınılmaz olan demokratik istikrarın yerleşmesinde büyük katkı
yapacağını söylemek kehanet olmaz. Zira Türkiye’nin Arap dünyasıyla kurduğu ilişkiler, esas olarak
bu ülkelerin otoriter rejimleriyle değil halklarıyla kurduğu kalıcı ilişkilerdir” (Şahin Alpay, Arap Baharı
Ankara’yı Yenilgiye mi Uğrattı?, Zaman, 14 Mayıs 2011).
Köşe yazılarının niceliksel ve niteliksel içerik analizi sonucunda elde edilen bulgular, inceleme
kapsamına alınan gazetelerde köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını farklı
bağlamlarda problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve çözüm önerileri formüle ettiklerini ortaya
koymuştur. Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının, kitle ayaklanmalarını benzer nedenlere
dayandırdıkları ve çözüm önerileri formüle etmede yakın bir yaklaşım içinde oldukları belirlenmiştir.
Hürriyet yazarlarının, Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarları gibi kitle ayaklanmalarını ulusal ve uluslararası
siyasi yapı odaklı nedenselleştirdiği ancak uluslararası hukuka ve sosyal medyanın etkisine biraz
abartarak vurgu yaptığı görülmüştür. Her üç gazetenin de köşe yazarları Türkiye’nin izlediği dış
politikayı olumsuz değerlendirmişlerdir. Zaman yazarlarının ise, kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal
yapı odaklı nedenselleştirdiği ancak uluslararası siyasal yapı odaklı çözüm önerilerinde bulunduğu
görülmüştür. Zaman yazarları, izlenen Türk dış politikasını büyük ölçüde pozitif değerlendirmekte ve
Türkiye’nin bölgedeki rolünü bir ölçüde abartarak, vurgulamaktadır.
Elde edilen bulgular; köşe
yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını farklı bağlamlarda problemleştirdikleri,
nedenselleştirdikleri ve çözüm önerileri formüle ettikleri doğrultusunda geliştirilen varsayımın büyük
ölçüde doğrulandığını göstermektedir.
4-Sonuç
336
Farklı ideolojik yaklaşımlardan kaynaklanan ve farklı yönelimlere sahip bulunan Arap ülkelerindeki
kitle ayaklanmalarının ortak yönü eylemcilerin, yüzyıllardır kendilerinden esirgenen demokratik bir
siyasal yapının kurulması ve ekonomik refah düzeyinin yükseltilmesi talepleridir. Arap ülkelerindeki
kitle ayaklanmaları, Vladimir İ. Lenin’in 1917’de Rusya’da gerçekleştirdiği devrim modeli ya da
1980’li yıllarda Polonya’da sendikacı Lech Walesa’nın yönlendirdiği kitle ayaklanmalarıyla bir
benzerlik göstermemektedir. Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları, sosyal hareketlerin, yeni politik
örgütlenmeleri ve sosyal reformları beraberinde getirdiği Güney Amerika Ülkeleri Modelinden de
uzak görünmektedir. Bu ülkelerdeki kitle ayaklanmalarının karakterini belirlemek kolay değildir. Arap
ülkelerinin kendilerine özgü siyasal, ekonomik, toplumsal yapıları ve Batılı devletlerin bu ülkelere
yönelik siyasetleri ve ekonomi politikaları, kitle ayaklanmalarının karmaşık nedenlerini
oluşturmaktadır. Ancak kitle hareketlerinin, kimler tarafından yönlendirildiği, denetlendiği,
geleneksel ve yeni medyanın bu sürece etkisi, uluslararası etkilerin hangi düzeyde olduğu ve
kurulacak siyasi yapıların ne ölçüde demokratik olabileceği sorularının yanıtlanması kolay değildir.
Arap ülkelerinde kitle medyası ile siyasal alan arasındaki ilişkiler, baskı ve denetim tarafından
belirlenmiştir. Siyasal kültürün de şekillendirdiği gazetecilik meslek kültürü içinde kitle medyası,
toplumu bilgilendirme ve aydınlatma işlevini yerine getirememiştir. Kitle medyasının toplumu
bilgilendirme ve aydınlatma işlevini yerine getirebilmesi için geniş okur kitlelerin bulunduğu bir
toplumda yeterli sayıda üretilmesi ve tüketilmesi gerekmektedir. Ancak Arap ülkelerinde geleneksel
medyanın üretimi ve tüketimi kısıtlıdır ve kitle medyasının ve aktörlerin, yapıya etki etme
potansiyelleri sınırlandırılmaktadır. Bu nedenle jeo-politik değişimleri beraberinde getirebileceği
öngörülen ayaklanmalarda, geleneksel kitle medyasının ve yeni medyanın, kitleleri harekete geçirici
bir potansiyele sahip olduğu ve yeni medyanın ve sosyal medyanın, kitlelerin enformasyon edinme
özgürlüğünü biraz daha genişleteceği öngörülmektedir. Ancak aktör tarafından gerçekleştirilen
eylem ile örgüt tarafından belirlenen yapı arasındaki etkileşimi araştırmalarının odak noktasına
yerleştiren, edilgen birey yerine etkin ve yaratıcı birey tasarımı yapan ve bireyin zaman içinde,
varolan yapıları daha iyileriyle değiştirebilecek potansiyele ve özgürlüğe sahip olduğunu öngören
Giddens’in
65
Yapılaşma Kuramı’nın, kitle ayaklanmalarının görülmediği Arap ülkelerinde, bireyin ve
geleneksel ve yeni medyanın yapıya etkisinin açıklanması için sınırlı da olsa bir perspektif sunduğu
kabul edilebilir. Ancak yeni bir siyasal ve toplumsal yapının oluşturulmasının zaman gerektirdiği ve
Otoriter Kitle İletişimi Kuramı’nın, Arap ülkelerindeki yapıyı analiz etme yetkinliğini ortaya çıkan
gelişmelere rağmen sürdürdüğü göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte tüm Arap ülkelerindeki kitle
iletişim alanını açıklayabilecek yetkinliğe sahip bir kitle iletişim kuramı henüz geliştirilememiştir.
65
Giddens, age. 2005; age. 2003.
337
Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları, Türk basınında geniş yer almıştır. Türk basınında Arap
ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerin içerik analizi, gazetelerin yayın kimliği ve yayın
politikası çerçevesinde ürettikleri haberler ile köşe yazarlarının yaklaşımları arasında büyük ölçüde
paralellik olduğunu göstermektedir. Bunun yanında basın gibi Batılı ve Doğulu haber aktörleri de
kitle ayaklanmalarını, siyasal sistem ve diktatör yöneticiler sorununa indirgeme eğilimine sahiptir.
Haber aktörleri, Batılı devletlerin askeri operasyonuna odaklanmakta ve Arap ülkelerinin ekonomik
yapıdan kaynaklanan sorunlarını göz ardı etmektedirler. Gelecekte Arap ülkelerinde kurulacak olan
siyasal yapının demokrasiye uygunluğu kuşkulu bile olsa, geniş kitlelerin siyasal ve toplumsal yapıyı
değiştirme potansiyeli, haberler ve köşe yazıları içinde belirlenmekte ve Arap toplumlarının
demokratikleşebileceğine yönelik az da olsa umut vermektedir.
Kaynakça
Achim Baum, Journalistisches Handeln. Eine kommunikationstheoretisch begründete Kritik der
Journalismusforschung, Opladen, Westdeutscher Verlag, 1994.
Anthony Giddens, Üçüncü Yol- Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, trans. Mehmet Özay, Istanbul,
Birey Yayınları, 2000.
Anthony Giddens, Üçüncü Yol ve Eleştirileri, trans. Süleyman Nihat Şad, Ankara, Phoenix Yayınevi,
2001a.
Anthony Giddens, Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, trans. Tuncay Birkan, Istanbul, Metis
Yayınları, 2001b.
Anthony Giddens, Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları. Yorumcu Sosyolojinin Pozitif Eleştirisi, trans.
Ümit Tatlıcan and Bekir Balkız, Istanbul, Paradigma Yayıncılık, 2003.
Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri. Sosyal Analizde Eylem, Yapı ve Çelişki, trans.
Ümit Tatlıcan, Istanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005.
338
Atef Ben Bouzid, Demokratisierung der arabischen Welt mit Hilfe der neuen Medien,
Berlin,Universitaetsverlag der TU Berlin, 2011.
Christoph Neuberger, “Alles Content, oder was? Vom Unsichtbarwerden des Journalismus im
Internet”, Ralf Hohlfeld et al. (eds.)., Innovationen im Journalismus: Forschung für die Praxis,
Münster, LIT Verlag, 2002, p. 25-70.
Christoph Neuberger,“Journalismus als systembezogene Akteurkonstellation”, Martin Löffelholz
(eds.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2004, p. 287-303.
Christoph Neuberger, “Neue Medien als Herausforderung für die Journalismustheorie:
Paradigmenwechsel in der Vermittlung öffentlicher Kommunikation”, Carsten Winter et al.
(eds.)., Theorien der Kommunikations- und Medienwissenschaft. Grundlegende Diskussionen,
Forschungsfelder und Theorieentwicklungen, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften,
2008, p. 251- 268.
Christoph Neuberger, “Internet, Journalismus und Öffentlichkeit. Analyse des
Medienumbruchs”, Christian Nuernbergk and Melanie Rischke (eds.)., Journalismus im Internet:
Profession - Partizipation – Technisierung, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2009,
p.19-106.
Christoph Neuberger, “Jetzt ist Trumpf. Beschleunigungstendenzen im Internetjournalismus”,
Joachim Westerbarkey (eds.)., End-Zeit-Kommunikation. Diskurse der Temporalitaet, Berlin, LIT
Verlag, 2010, p. 203-221.
Christoph Neuberger, “Soziale Netzwerke im Internet. Kommunikationswissenschaftliche
Einordnung und Forschungsüberblick”, Christoph Neuberger and Volker Gehrau (eds.).,
StudiVZ. Diffusion, Nutzung und Wirkung eines sozialen Netzwerks im Internet, Wiesbaden, VS
Verlag für Sozialwissenschaften, 2011, p.33-96.
Dietrich Ratzke, Handbuch der Neuen Medien, Stuttgart, Deutsche Verlagsanstalt, 1982.
Dorothea Heymann-Reder, Social Media Marketing: Erfolgreiche Strategien für Sie und Ihr
Unternehmen, München, Addison-Wesley Verlag, 2011.
Fred S.Siebert, Wilbur Schramm v.d., Four Theories of the Press, Urbana, University of Illinois
Press,1963.
Füsun Alver, Gazetecilik Bilimi ve Kuramları. Gazetecilik Kuram Tasarımlarını Türkiye’deki Gazetecilik
Sistemi ve Uygulamalarıyla Sınama Denemesi, Istanbul, Kalkedon Yayınları, 2011.
339
Hans-Joachim Lieber, “Zur Theorie totalitaerer Herrschaft”, Hans Joachim Lieber (eds.).,
Politische Theorien von der Antike bis zur Gegenwart, Bonn, Bundeszentrale für Politische
Bildung, 1993, p.881- 931.
Hanspeter Mattes, Nahost Jahrbuch 2002. Politik, Wirtschaft und Gesellschaft in Nordafrika und
dem Nahen und Mittleren Osten, Opladen, Leske+Budrich, 2004.
Hartmut Esser, Soziologie. Spezielle Grundlagen. Die Konstruktion der Gesellschaften, Cilt II,
Franfurt am Main, Campus Verlag, 2000.
Heinz Pürer, Publizistik- und Kommunikationswissenschaft, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH.,
2003.
Hıfzı Topuz, II. Mahmud’dan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Istanbul, Remzi Kitabevi, 2003.
Jan Claudius Völkel, Die Vereinten Nationen im Spiegel führender arabischer Tageszeitungen,
Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2008.
Johannes Raabe, Die Beobachtung journalistischer Akteure, Wiesbaden,VS Verlag für
Sozialwissenschaften, 2005.
Jürgen Habermas, Theorie des kommunikativen Handelns, Cilt I, Frankfurt am Main, Suhrkamp
Verlag, 1981a.
Jürgen Habermas, Theorie des kommunikativen Handelns, Cilt II, Frankfurt am Main, Suhrkamp
Verlag, 1981b.
Kai Hafez, “Asien”, Siegfried Weischenberg et al. (eds.)., Handbuch Journalismus und Medien,
Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2005, p.20-21.
Klaus Merten, Inhaltsanalyse, Opladen, Westdeutscher Verlag GmbH, 1995.
Manfred Rühl, Journalismus und Gesellschaft. Bestandsaufnahme auf Theorieentwurf, Mainz, Hase
& Kochler, 1980.
340
Marcel Bernet, Social Media in der Medienarbeit: Online-PR im Zeitalter von Google, Wiesbaden,
VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010.
Martin Emmer and Jens Wolling, “Online-Kommunikation und politische Öffentlichkeit”,
Wolfgang Schweiger and Klaus Beck (eds.). Handbuch Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS
Verlag für Sozialwissenschaften, 2010a, p.36-58.
Martin Emmer and Marco Braeur, “Online Kommunikation politischer Akteure”, Wolfgang
Schweiger and Klaus Beck (eds.)., Handbuch Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS Verlag für
Sozialwissenschaften, 2010b, p. 311-337.
Martin Löffelholz, “Theorien des Journalismus. Eine historische, metatheoretische und synoptische
Einführung”, Martin Löffelholz (eds.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden, VS Verlag für
Sozialwissenschaften, 2004, p. 17-63.
Muriel Asseburg, “Die Verkrustung bricht auf. Proteste, Aufstaende, Revolten in der arabischen
Welt”, Margret Johannsen et al. (eds.)., Friedensgutachten 2011, Berlin, LIT Verlag, 2011, p. 32-47.
Mustafa Sönmez, Filler ve Çimenler. Medya ve Finans Sektöründe Doğan / Anti-Doğan Savaşı,
Istanbul, Iletişim Yayınları, 2003.
Niklas Luhmann, Soziale Systeme. Grundriss einer allgemeinen Theorie, Frankfurt am
Suhrkamp Verlag, 1984.
Main,
Oliver Hahn and Zahi Alawi, “Arabische Welt”, Barbara Thomaß (eds.)., Mediensysteme im
internationalen Vergleich, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2007, p. 279-298.
Patrick Dongers, et al., “Theorien und Theoretische Perspektiven”, Heinz Bonfadelli et al. (eds.).,
Einführung in die Publizistikwissenschaft, Bern, Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, p.105-146.
Pierre Bourdieu, Die feinen Unterschiede, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1970.
Reinhard Schulze, “Die arabiche Welt in den jüngsten Gegenwart 1986-2000”, Ulrich Haarmann
(eds.)., Geschichte der Arabischen Welt, München, Verlag C.H.Beck, 2004, p. 605-636.
Roger Owen and Şevket Pamuk, Yirminci Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi, Istanbul,
Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2002.
Vinzenz Wyss et.al., “Journalismusforschung”, Heinz Bonfadelli et al. (eds.)., Einführung in die
Publizistikwissenschaft, Bern, Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, p. 297-330.
341
İnternet Kaynağı
www.medyatava.com/tiraj.asp./ (Accessed 01 September 2011), p.1.
Gazeteler
Cumhuriyet Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011.
Hürriyet Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011.
Yeniçağ Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011.
Zaman Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011.
TÜRK DĐZĐLERĐNĐN VE TÜRK MARKALARININ
ORTADOĞU’DA “YUMUŞAK GÜÇ” ETKĐSĐ
Elgiz Yilmaz*,
Nebahat Akgün Çomak**
ÖZET
2006 yılından bu yana Ortadoğu televizyonlarında hızla yayılan Türk dizileri Türk
markalarına olan ilgiyi de artırmaktadır. Cezayir’den Mısır’a, Irak’tan Ürdün’e, Đran’dan Lübnan’a,
Katar’dan Suriye’ye kadar birçok ülkede yayınlanan diziler Türkiye’nin imajına ve Türk ekonomisine
önemli katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra, diziler, Ortadoğu halkının Türk siyasetine, toplumuna,
342
yaşam tarzına ve kültürüne olan ilgisini daha da çekici hale getirmiştir. Kendilerine yakın gördükleri
Türk halkının dizi içeriklerinde yansıtılan “geleneği reddetmeyen modern hayat”ı bölge halkında
önemli ve kalıcı etkiler yaratmaktadır.
Bu çalışmamızda, Ortadoğu’ya ihraç edilen “Gümüş”, “Ihlamurlar Altında”, “Binbir Gece”,
“Asmalı Konak”, “Aşk-ı Memnu” “Asi”, “Annem”, “Arka Sokaklar”, “Bıçak Sırtı”, “Elveda Derken”,
“Kınalı Kar”, “Kavak Yelleri”, “Menekşe ile Halil”, “Yaprak Dökümü” gibi Türk dizilerinin, ülkemiz
için Arap ülkelerinde nasıl bir “yumuşak güç” unsuru oluşturduğu incelenmiştir. Bu doğrultuda
yumuşak güç kavramı ve bileşenlerinin teorik çerçevesi çizilmiş, ardından Ortadoğu’da izlenen Türk
dizilerinin bölge halkının Türkiye algısına ve Türkiye markalarına etkileri araştırma verileriyle
desteklenerek, bu etkiye yönelik geleneksel ve sosyal medyada yer alan söylemlerin söylem analizi
kapsamında örtük okumaları yapılmıştır.
__________________________________________________
*.Doç.Dr., Galatasaray Üniversitesi Đletişim Fakültesi
** Yrd.Doç.Dr., Galatasaray Üniversitesi Đletişim Fakültesi
Giriş
Uluslararası etkileşimler daha ziyade dünyanın siyasal güç ve merkezleri tarafından
belirlendiğinden askeri ve politik dengelerin yanı sıra ekonomik ve kültürel değerler de ilişkilerin
oluşturulmasına katkı sağlamaktadır. Medya bu noktada etkin bir kamuoyu oluşturma aracı ve siyasi
baskı mekanizması olarak toplumlar arası ilişkilerde kuşkusuz önemli konumdadır.
2006 yılından bu yana Ortadoğu televizyonlarında hızla yayılan Türk dizileri Türk
markalarına olan ilgiyi de artırmaktadır. Cezayir’den Mısır’a, Irak’tan Ürdün’e, Đran’dan Lübnan’a,
Katar’dan Suriye’ye kadar birçok ülkede yayınlanan diziler Türkiye’nin imajına ve Türk ekonomisine
önemli katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra, diziler, Ortadoğu halkının Türk siyasetine, toplumuna,
yaşam tarzına ve kültürüne olan ilgisini daha da çekici hale getirmiştir. Kendilerine yakın gördükleri
Türk halkının dizi içeriklerinde yansıtılan “geleneği reddetmeyen modern hayat”ı bölge halkında
önemli ve kalıcı etkiler yaratmaktadır.
343
Bu çalışmamızda, Ortadoğu’ya ihraç edilen “Gümüş”, “Ihlamurlar Altında”, “Binbir Gece”,
“Asmalı Konak”, “Aşk-ı Memnu” “Asi”, “Annem”, “Arka Sokaklar”, “Bıçak Sırtı”, “Elveda Derken”,
“Kınalı Kar”, “Kavak Yelleri”, “Menekşe ile Halil”, “Yaprak Dökümü” gibi Türk dizilerinin, ülkemiz
için Arap ülkelerinde nasıl bir “yumuşak güç” unsuru oluşturduğu incelenmiştir. Bu doğrultuda
yumuşak güç kavramı ve bileşenlerinin teorik çerçevesi çizilmiş, ardından Ortadoğu’da izlenen Türk
dizilerinin bölge halkının Türkiye algısına ve Türkiye markalarına etkileri araştırma verileriyle
desteklenerek değerlendirilmiştir.
1.
Yumuşak Güç Kavramı ve Bileşenleri
Günümüz uluslar arası ilişkilerinde, devletlerin artık sadece diğer hükümetleri veya uluslar
arası örgütleri değil, yabancı kamuoylarını da hedefleyen politikalar geliştirmek zorunda oldukları bir
döneme girilmiştir. Bugün çok sayıda devlet, yabancı kamuoylarının gözünde olumlu imaj yaratmak
amacıyla aktif iletişim ve diplomasi çalışmaları yürütmektedir. Ulusal çıkarlar ve amaçlar göz önüne
alındığında bu çalışmalar, Türkiye’nin de hiçbir şekilde ihmal edemeyeceği bir alandır.
Anholt-Gfk Roper Nation Brands Index’e göre bir ülkenin başkaları tarafından algılanışının
ticari başarısı, ithalat/ihracat ve turizm alanındaki atılımları ve aynı zamanda diğer uluslarla kurduğu
diplomatik ve kültürel ilişkilerde kritik önem taşımaktadır. Bir ülkenin algılanış biçiminde ise önemli
olan faktörler sırasıyla;
-
Đhracat: Her ülkenin ürün ve hizmetlerinin uluslar arası kamuoyunda nasıl
algılandığının göstergesidir. Uluslar arası tüketicilerin menşe ülke ürünlerine karşı
gösterdikleri ilgi veya çekimserliklerinin derecesini kapsamaktadır.
-
Yönetim: Ulusal yönetimlerin kamuoyu nezdinde yeterlilik ve tarafsızlıkları ile ilgili
görüşlerinin ölçümlenmesidir. Bireylerin ülkelerin yönetimleri hakkındaki inanışları,
görüşleridir ve aynı zamanda ülkelerin demokrasi, çevre, yoksulluk gibi global konulara
gösterdikleri sorumluluğun algılanış biçimidir.
-
Kültür ve miras: Her ulusun kültürel mirasıyla ilgili global algı ve günümüzdeki
kültürel yapısının (filmler, müzik, sanat, spor, edebiyat… vb.) değerlendirilişidir.
-
Bireyler: Bir ülkede yaşayanların diğerleri tarafından eğitimleri, yeterlilikleri,
açıklıkları, yardım severlikleri veya ayrımcılıkları gibi alanlarda algılanışıdır.
-
Turizm: Bir ülkeyi ziyaret etmeye değer olan doğal, tarihi ve benzeri güzelliklerin
toplamıdır.
344
-
Yatırım ve göç: Bir ülkenin diğer ülke vatandaşlarınca yaşamak, eğitim almak veya
çalışmak için tercih edilir olması ve o ülkenin ekonomik, sosyal durumunun
algılanışıdır1.
Bir ülkenin ihracatta, turizmde, eğitim, çalışma ve o ülkede yaşama arzusunun oluşumunda
marka haline gelmesi aslında o ülkenin tüm bu alanlarda gelişmişliği, refah düzeyi, yönetim yapısı ve
uluslar arası diplomasideki gücüyle ilintilidir.
Ülkelerin uluslararası politikada stratejilerini ve taktiklerini incelerken aslında bir uluslar
arası ilişkiler yaklaşımı olan yumuşak güç (soft power) ve sert güç (hard power) kavramlarına
değinmek yerinde olacaktır. Đlk olarak 1990 yılında ABD’li siyaset bilimci Joseph Nye’ın “Bound to
Lead: The Changing Nature of American Power” isimli kitabında kullandığı yumuşak güç kavramı,
bir ülkenin dış politikada askeri müdahale, zorlayıcı diplomasi, ekonomik yaptırımlar gibi sert güç
tanımlamasının içerisinde yer alan eylemlerde bulunmaktansa çekim gücüyle hedeflerine ulaşmasını
tanımlamaktadır2. Yumuşak güç ilgi ve çekim yaratır; Joseph Nye’a göre güç istenilen sonucu elde
etmek için diğerlerini etkileme /etkileyebilme becerisidir. Yumuşak güç insanları zorlamak yerine
onlarla işbirliği yapar3. Yumuşak güç kullanırken manevi değerlere daha çok vurgu yapılır. Kültür,
ideoloji, uluslararası kurumlar gibi olgular yumuşak güç kaynakları arasındadır. Bu yaklaşım, bir
ülkenin dünya siyasetinde istediği sonuçları elde etmesine yol açarak, değerlerine hayran olan ve
kendisini örnek alan ülkelerin ortaya çıkmasına imkân sağlar.
Bu tanımlamalar ışığında, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarında yumuşak gücü ön plana
çıkardığını söyleyebilir ve şöyle örneklendirebiliriz4:
-
Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir toplumla Batı’nın siyasal değerlerinin bir
arada yaşayabildiğini göstermesi açısından örnek oluşturmaktadır.
1
GfK Custom Research North America, “The Anholt-GfK Roper Nation Brands Index,
http://www.gfkamerica.com/practice_areas/roper_pam/placebranding/nbi/index.en.html (Erişim tarihi: 15.12.2010).
2
Ernest J. Wilson III, “Hard Power, Soft Power, Smart Power”, The ANNALS of the American Academy of Political and
Social Science, 2008, No.616, s. 114.
3
J.S.Nye Jr., “Soft Power”, Foreign Policy, s.154.
4
http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkiyenin-orta-doguda-yumusak-gucu-turk-dizileri-ornegi-75353.html (erişim
tarihi: 26.09.2011)
345
-
Nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan bir ülkenin Avrupa Birliği üyelik
müzakerelerine başlaması Arap ülkeleri için rol model oluşturmuştur.
-
Türkiye Ortadoğu’ya yaklaşımı ile, bölgede yaşanan muhalif hareketler sonrasında
başlayan yeni dönemde bölge halkında heyecan yaratmıştır. Hatta Fransa gibi Avrupa’da
söz sahibi ülke liderlerinde ilgi uyandırmıştır.
-
Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik arabulucu ve kolaylaştırıcı dış politika yaklaşımı, Türk
dizilerinde temsil edilen hayatın ilgi uyandırması yabancı sermaye teşvikini
desteklemiştir.
2.
Ortadoğu’da Đzlenen Türk Dizilerinin Ülke Algısına Etkileri
Kültür, ideoloji, uluslararası kurumlar gibi olgular yumuşak güç kaynakları arasında
gösterildiği günümüz yeni diplomasi anlayışı, kültüre ve kültür öğelerine, sivil topluma daha da fazla
önem vermeye başlamıştır. Fikirler, bilgi paylaşımı, sanat, yaşam biçimleri, değerler, inançlar,
gelenekler ve kültür alışverişi gerek bölgesel gerekse de iç çatışmaların barışçıl çözümünde ve
istikrarın sağlanmasında öne çıkan diplomatik ve siyasi bir araçtır.
Son yıllarda Ortadoğu ülkelerinde büyük ilgi gören Türk dizileri Türkiye’nin yumuşak
gücünün kültür boyutuna yeni bir bakış açışı kazandırmıştır. Film, televizyon programları gibi kitle
iletişim ürünleri; ilgili ülkenin kültürünü tanıtmak, yaygınlaşmasını sağlamak, bu ürünleri izleyen
yabancı ülkeler nezdinde ülkenizin algısını ölçmek, ne kadar benimsediğini ve takip edildiğini
değerlendirmek için önemli bir kanaldır.
2.1. Ortadoğu’ya Đhraç Edilen Türk Dizilerinin Durum Analizi
2006 yılından bu yana Ortadoğu televizyonlarında hızla yayılan Türk dizileri Türk
markalarına olan ilgiyi de artırmaktadır. Cezayir’den Mısır’a, Irak’tan Ürdün’e, Đran’dan Lübnan’a,
Katar’dan Suriye’ye kadar birçok ülkede yayınlanan diziler Türkiye’nin imajına ve Türk ekonomisine
önemli katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra, diziler, Ortadoğu halkının Türk siyasetine, toplumuna,
yaşam tarzına ve kültürüne olan ilgisini daha da çekici hale getirmiştir. Kendilerine yakın gördükleri
Türk halkının dizi içeriklerinde yansıtılan “geleneği reddetmeyen modern hayat”ı bölge halkında
önemli ve kalıcı etkiler yaratmaktadır.
346
5 yıldır Arap ülkelerine dizi, film ve belgesel olmak üzere toplam 68 yapım satılmıştır5.
Yirmi iki Arap ülkesine yayın yapan ve Ortadoğu’nun en büyük televizyon kanalı olan Dubai
merkezli MBC, önce deneme yayını yaptığı Türk dizilerini gördükleri ilgi üzerine Kanal D ile
anlaşma imzalayarak 25 Türk dizisinin daha yayın hakkını satın almıştır. Bu kanalda yayınlanan dizi
ve filmler şöyle; Çocuklar Duymasın, Kurtlar Vadisi, Binbir Gece, Asmalı Konak, Deli Yürek, Kınalı
Kar, Çemberimde Gül Oya, Ihlamurlar Altında, Gümüş, Elveda derken, Kırık Kanatlar, Yersiz
Yurtsuz ve Babam ve Oğlum… Bu yapımlar arasında MBC’ye en çok kazandıran dizi “Ihlamurlar
Altında” oldu. 18 farklı kanalda yayınlanan dizi, MBC’ye 9 milyon 500 bin dolar kazandırmıştır6.
Arap ülkelerinde yayınlanan bu diziler sayesinde Türk televizyon kanalları ve yapımcılar önemli gelir
elde ederek Türkiye’nin hizmet ihracatı seviyesine de katkıda bulunmuşlardır. Günümüzde Ortadoğu
ülkelerinde yayınlanan yabancı programların yaklaşık %60’ını Türk dizileri oluşturmaktadır7.
Bu gelişmelerin iktisadi ve kültürel somut sonuçlarını göz önünde bulunduran devlet
yetkilileri, Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın ihracat destekleri kapsamında Arap ülkelerinde gösterilen,
Türkiye’nin imajına ve Türk markası kullanımına katkı sağlayacak dizilere tanıtım teşviki vermeyi
düşündüklerini açıklamıştır8. Aynı şekilde, Türkiye Đşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu
(TUSKON) ile ticaret anlaşması imzalayan Amman Ticaret Odası Başkanı Riad Saifi, Türk dizilerinin
Ürdün’de de çok popüler hale geldiğini belirtmiş ve dizilerde kullanılan Türk tekstil ve mücevher
markalarının Ürdün’de satılabilmesi için girişimlerde bulunmuştur9.
2.2. Ortadoğu’da Türkiye Algısı
Türkiye, günümüzde Ortadoğu’da sadece siyasi ve ekonomik olarak değil ayrıca kültürel
olarak da daha aktif bir rol oynamaktadır. Bölgede yayınlanan Türk dizilerinin ülkemiz açısından
yarattığı etkilerin bazı somut sonuçlarını şöyle açıklayabiliriz:
5
Vatan Gazetesi, “2006 yılından bu yana Ortadoğu ülkelerine dizi pazarlayan Türk televizyonları rekor kırıyor”, 19.11.2009.
6
Vatan Gazetesi, op cit.
7
Hürriyet Gazetesi, “Diziler ihracat rekoru kırdı”, 26.09.2011.
8
Marketing Türkiye, “Türk dizilerine tanıtım teşviki”, 26.09.2011.
9
Hürriyet Gazetesi, “Türk dizileri Ortadoğu’da ticari ilişkileri patlattı”, 12.12.2010.
347
Dizilerde yansıtılan Türk yaşam tarzı, Türkiye coğrafyasından kareler Ortadoğulu turistlerin
seyahat amacıyla da ülkemizi tercih etmelerini sağlamıştır. 2007 ve 2009 yılları arasında araştırma
yapılan ülkelerden Türkiye’ye gelen kişi sayısında %25 ile %55 arası bir artış görülmektedir. 2009
yılından itibaren Türkiye Ürdün, Lübnan, Suriye ile karşılıklı, Suudi Arabistan ile tek taraflı olarak
vize uygulamasını da kaldırmıştır10. Bu dört ülkeden Türkiye’ye gelen kişilerin oranları Temmuz 2009
ve Temmuz 2010 ile karşılaştırıldığında dizilerin ve yeni diplomatik yaklaşımın etkileri daha iyi
anlaşılabilmektedir. Buna göre Ürdün’den gelen sayısı %32, Lübnan’dan gelen sayısı %88,
Suriye’den gelen sayısı %133 ve Suudi Arabistan’dan gelen sayısı da %59 artmıştır11.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Dış Politika Programı tarafından 25
Ağustos - 27 Eylül 2010 tarihleri arasında sekiz Ortadoğu ülkesinde (Mısır, Ürdün, Lübnan, Filistin,
Suudi Arabistan, Suriye, Irak ve Đran) toplam 2,267 kişi ile telefon ve yüz yüze görüşme yöntemiyle
gerçekleştirilen “Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010” başlıklı araştırma sonuçları oldukça umut verici
ve ilgi çekicidir. Elde edilen sonuçlar Türkiye’ye duyulan sempati oranının dikkate değer derecede
arttığını ve bu durumun kalıcı olabileceğini göstermektedir.
Çalışmanın ortaya çıkardığı diğer bir önemli sonuç; Türkiye’nin bölgedeki ekonomik
varlığının toplumsal bir farkındalık yaratmış olmasıdır. Henüz Türkiye bölgenin ekonomik lideri
olarak görülmese de, önümüzdeki dönemde ekonomi alanında beklentiler yüksektir. Çünkü Türkiye
Suudi Arabistan’ın ardından % 14 ile bölgenin ikinci büyük ekonomik gücü olarak algılanmaktadır12.
Günümüzde Türkiye’nin dizi sektörü Ortadoğu’da 50 milyon dolarlık bir ihracat hacmine sahiptir13.
Araştırmada Türkiye’nin görünürlüğünün sadece siyaset ve ekonomiyle sınırlı kalmadığı,
Arapça dublajlı dizi, film ve belgesel gibi yapımlar sayesinde kültür alanında da etkili olmaya
başladığı vurgulanmaktadır. Türk dizilerinde, Türk oyuncuları ve markalarının isimlerinin bilinme
oranlarının yüksek olması kültürel alandaki farkındalığın en temel göstergelerinden biridir. Açık uçlu
olarak sorulmuş olan bu sorulara cevap verenler bölge genelinde 15’ten fazla farklı Türkiye yapımı
10
Detaylı bilgi için bkz. http://www.kultur.gov.tr/TR/belge/1-63767/sinir-giris-cikis-istatistikleri.html
11
Dış Politika Programı Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010, M. Akgün, S. Gündoğar, J. Levack, G. Perçinoğlu, TESEV
Yayınları, 2011, Đstanbul, s.16.
12
Đbid. s.5.
13
Turkish Soap Operas Total $50 Million in Exports. Hurriyet Daily News. 16 Ocak 2011.
348
dizinin ve sanatçı ya da dizi oyuncusunun adını hatırlamaktadır14. Ayrıca Türkiye yapımı dizilerin
seyredilme oranının %78 olması vurucu bir sonuçtur15. Bu oranın Türkiye’nin yumuşak gücüne ilişkin
önemli bir veri olduğunu öne sürebiliriz. Ülke bazında bakıldığında Türk dizilerini izlemiş olanların
özellikle Irak (%89) ve Suriye’de (%85) yüksek olduğu görülmektedir16.
Türk dizilerinde kullanılan Türk markalarına ilişkin anket sonuçlarına göre Türk ürünleri
bölgede tanınmaktadır. Araştırmaya katılanların %76’sı şu ana kadar Türkiye menşeli bir ürün
kullandığını belirtmiştir17. Veriler aynı zamanda Türk ürünlerinin Irak ve Đran’da önemli bir pazar
payına sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Şöyle ki; Irak’ta araştırmaya katılanların %87’si,
Đran’dakilerin ise %83’ü şu ana kadar bir Türk ürünü kullanmıştır. Suudi Arabistan’da ve Mısır’da
Türk ürünleri diğer ülkelere göre daha az kullanılmıştır. Suudi Arabistan ve Mısır’da araştırmaya
katılanların %68’i Türk ürünlerini kullanmışlardır18. Hangi çeşit Türk ürününü kullandıkları
sorulduğunda ise, katılımcılar tekstil, gıda ürünleri, elektronik ev eşyası ve dayanıklı tüketim ürünleri
cevaplarını vermişlerdir.
Türkiye’nin Ortadoğu’nun sekiz ülkesinde nasıl algılandığını ölçmek amacıyla yapılan
araştırma sonuçları bölgede yüksek sayılabilecek bir düzeyde Türkiye bilinirliği olduğunu
göstermekte ve dış ilişkiler politikalarında bu ülkelerin Türkiye’ye yönelik eğilimleri konusunda da
ipuçları vermektedir.
3.
Türk Dizilerinin Ortadoğu’da Đzlenmesine Yönelik Geleneksel ve Sosyal Medyada Yer
Alan Söylemler
Çalışmamızın bu bölümünde, Türk dizilerinin Ortadoğu ülkelerinde yarattığı etkiye yönelik
geleneksel ve sosyal medyada yer alan söylemlerin söylem analizi kapsamında örtük okumaları
yapılmıştır. Bu yöntem ile diziler hakkında medyada kurgulanan dilin bir söylem oluşturmasından
14
Dış Politika Programı Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010, M. Akgün, S. Gündoğar, J. Levack, G. Perçinoğlu, TESEV
Yayınları, 2011, Đstanbul, s. 16.
15
Đbid. s.6.
16
Đbid. s.16.
17
Đbid. s. 21.
18
Đbid.
349
yola çıkılarak kitle iletişim araçlarınca iletilen mesajlar yumuşak güç bileşenlerine göre kültür, turizm,
dil, ekonomi, din, marka ve reklam, dış politika, yabancı basın kategorilerine ayrıştırılmıştır.
Çalışmamıza dahil ettiğimiz Türk dizilerinin Ortadoğu’da izlenmesine yönelik geleneksel ve
sosyal medyada en sık rastlanan söylemler şunlardır:
“Ortadoğu’da Türkiye”
“Ortadoğu’nun Dallas’ı.”
“Ortadoğu’nun Dallas’ı Türk dizileri.”
“Türk dizileri Ortadoğu ülkelerine yayıldı.
“Türk dizileri kapıyı açtı.”
“Türk dizileri Ortadoğu’da mobilyacıların yüzünü güldürüyor.”
“Türk dizileri Ortadoğu’dan sonra Balkanlar’da.”
“Türk dizileri Ortadoğu’da Türk ürünlerine ilgiyi arttırdı.”
“Türkiye’nin Ortadoğu’da yumuşak gücü Türk dizileridir.”
“Dizileri izleyenler Türkiye’ye koşuyor.”
“Dünyada Türk dizileri rüzgarı.”
“Ortadoğu’da Türk dizilerine ilgi arttı.”
“Gümüş adlı dizi Nur ismiyle yayınlandı.”
“Kıvanç Tatlıtuğ’ya Mohannad adı verildi.”
“Türk dizileri Ortadoğu’da büyük sükse yaptı.”
“Araplar’ın Brezilya’sı olduk.”
“Türkiye’yi rol model görüyorlar.”
“Diziler aracılığıyla, Arap turistler tatil için Đstanbul’a geliyorlar.”
“Arap turistler tatil için Đstanbul’u tercih ediyorlar.”
“Kurtlar Vadisi’ndeki Çakır’ın adı Şakir oldu.”
350
“Türkiye Ortadoğu’da güçleniyor.”
“Türk dizileri Ortadoğu’da bahar estiriyor.”
“Türk dizilerini izleyen Đstanbul’a koşuyor.”
“Dizilerde, boğaz, yalılar, camiler, köprüler, kız kulesi gibi manzaralar ilgiyi artırıyor.”
“Yabancı basında Ortadoğu’daki Türk dizileri.”
“ Türk dizileri ihracat rekoru kırdı.”
“Türk dizileri Ortadoğu’yu fethetti.”
“Türk dizileri ürünlere ilgiyi artırdı.”
“Türk dizileri elli milyon dolar getirdi.”
“Kültür ihracatı yapıyoruz.”
“Türk dizileri Ortadoğu’yu değiştiriyor.”
“Türk dizileri yurt dışında para basıyor.”
“Ortadoğu sokakları dizi afişleri ile dolu.”
“Türk dizileri döviz basıyor.”
“Ortadoğu’daki Türkiye algısı.”
“Türk dizileri Ortadoğu’yu sallıyor.”
“Türk dizilerinin yarattığı devrim.”
“Diziler Araplar’ı Türkiye’ye çekti.”
“Türk dizileri Ortadoğu’da büyük bir olay.”
“Narenciyeyi Ortadoğu’ya Türk dizileri taşıyacak.”
“Türk dizilerinin yurt dışı rekoru.”
“Türk dizileri Brezilya’nın tahtına oturuyor.”
“Türk sanayisi değil dizi sektörümüz rekor kırıyor.”
“Ortadoğu ülkelerinde yayınlanan Türk dizileri sağlık turizmini artırdı.”
351
Çalışmamıza dahil ettiğimiz yukarıdaki söylemler yumuşak güç bileşenlerine göre kültür,
turizm, dil, ekonomi, din, marka ve reklam, dış politika, yabancı basın başlıkları altındaki kategoriler
tablolaştırılarak örtük okumaları yapılmıştır.
Kültür
AÇIK ANLAM
ÖRTÜK ANLAM
352
“Ortadoğu’da Türk Dizileri neden bu kadar çok
“Türk dizilerinin, Ortadoğu’da bu kadar çok
tuttu.” “Kültür ihracatı yapıyoruz.”
tutmasının sebebi kültürdür. Ortadoğu ve Türkiye
arasında birçok ortak nokta bulunmaktadır.
Bunlar
arasında
en
önemlisi
dindir.
Dini
unsurların aynı olması, dizilerin izlenirliğini
etkilemiştir. Bir diğer önemli nokta ise; Türk
diline birçok Arapça ve Farsça sözcükler ve
sözcük öbekleri geçmiştir.
Ortadoğu’da yer alan ülkelerin kendilerine özgü
bir kültürel yapıları bulunmaktadır. Kültürel
yapılar
arasında
özellikle;
örfler,
adetler,
gelenekler ve görenekler arasında farklılıklar
görülse bile, Ortadoğu ile Türkiye arasındaki en
önemli ortak nokta dindir. Din, kültürlerde
önemli
bir
yere
sahiptir.
Toplumların
birbirlerinden etkilenmesinde, din önemli bir rol
oynar.
Turizm
353
AÇIK ANLAM
ÖRTÜK ANLAM
“Arap turistlerin Đstanbul’u tercih etmeleri.”
“Türk dizileri aracılığıyla, Arap ülkelerinden
“Dizilerde, boğaz, yalılar, camiler, kız kulesi,
köprüler, türbeler, …gibi
Đstanbul’ ilgiyi
artırıyor.”
“Dizileri izleyenler Türkiyeye koşuyor.”
“Diziler sayesinde Arap turistler tatil için
Đstanbul’u tercih ettiler.”
“Diziler Arapllar’ı Türkiye’ye çekti.”
binlerce turist;
(Đstanbul Boğazı,
Kapalışarşı,
Kız Kulesi,
Boğazdaki Yalılar,
Ayasofya,
Camiler, “Ortaköy Camisi, Sultanahmet Camisi,
Süleymaniye Camisi,…”
Adalar,..gibi) tatil için Đstanbul’u tercih etmişlerdir.
Dizilerde, özellikle geçiş fonlarında yer alan,
Đstanbul’un en güzel fotoğraf görüntülerine yer
vermesi, dizileri daha da beğenilir kılmış ve Türk
turizmine katkı sağlamıştır. Arap turistler, en çok
Adalar’ı (daha çok Büyük Ada, Heybeli Ada,
Burgaz
Ada
tercih
edilen
adalardır.)
etmektedirler. Arap turistler, sadece
tercih
“Gümüş”
dizisinin çekildiği yalıyı ziyaret etmek için
gelmişlerdir.
Đstanbul, mekânın içinde mekânı ya da mekânı
mekânın içinde yaşamanın en güzel ve en mistik
bir şehirdir. Şehirler toplumun aynasıdır ve
dolayısıyla da, şehirlerle özdeşleşen mistik unsurlar
vardır. Şehirlerin mistisizmini oluşturan, o şehrin,
efsaneleri, masalları, destanları, yazarları, şairleri,
“Dizilerde boğazı, camileri ve yalıları görenler
mimarlarını,
Đstanbul’a koşuyor.”
Dolayısıyla
ressamlarını
da,
bütün
dizilerde
söyleyebiliriz.
Đstanbul’un
fotoğrafik manzara görüntüleri arasında;
Boğaz “boğazın sularının altında binlerce gizem
354
saklanmaktadır ve boğaz dünyada, iki kıtayı
birleştiren tek örnektir.
Camiler, Ayasofya, boğazın üzerinde süzülen Kız
Kulesi, çarşılar, türbeler, kahvehaneler, taş lahitler,
iskeleler, mezarlıklar “özellikle; Aşiyan mezarlığı”
Semtler; “Đstiklal Caddesi, Üsküdar, Emirgan,
Çamlıca,Kandilli,Sarıyer,Tophane,
Şehzadebaşı,
Eminönü, Kocamustafapaşa, Eyüp,Erenköy,…gibi”
yalılar,
köşkler,
evler,hamamlar,
eski
konaklar,
surlar,…gibi)
eski
arka
tahta
planda
gösterilmektedir. Đstanbul,
355
Dil
AÇIK ANLAM
“Dizilerdeki
ÖRTÜK ANLAM
karakterlerin
Arapça isimlerdir.” “Polat
isimlerinin
çoğu
Dizilerdeki karakterlerin isimlerinin çoğu Arapça
Alemdar karakteri
ve Farsça kökenlidir. Ortak isimler arasında
Murat, Çakır karakteri Şakir olarak değiştirildi.”
“Gümüş”
adlı
Türk
dizisi
“Nur”
ismiyle
yayınlandı.”
“Kıvanç Tatlıtuğ”ya “Mohannad” adı verildi.”
“Ahmet, Mustafa, Hatice, Fatma, Ayşe, Nur,
Havva, Bihter, Behlül,
Zehra, Elif, Firdevs,
Hürrem, Nihal, Nihat, Hilal, Yakup, Đbrahim,
Şükran, Peyker, Beşir, Yusuf, Züleyha, …gibi.
Ayrıca, günlük konuşmalarda sıklıkla kullanılan
sözcükler arasında; Alimallâh,
Allah-ekber,
Aliyülâlâ
Evvel-Ahir
Bismillâh
Đnşallâh,
Maşallâh,
Estağfurullâh
Hayırdır,
Selam,
Selamün aleyküm,
Merhaba
Teşekkür
Şükür
Sübhanallâh
356
Ekonomi
AÇIK ANLAM
ÖRTÜK ANLAM
ilişkileri
“Suriye’nin Şam kentinde, Türk dizilerinin
patlattı.” “Türk dizileri, Türk markalı ürünlerin
etkisiyle mutfak, mobilya, halı ve kilim alanında
satışını arttırdı.”
MOBĐTEX fuarı büyük ilgi görmüştür. Türk
“Türk
dizileri
Ortadoğu’da
ticari
“Türk Sanayisi değil dizi sektörümüz rekor
kırıyor.”
dizilerinde yer alan yerel markaların beğenilmesi
ve ilgi görmesi , Türk markalı ürünlerin satışını
artırmıştır.
“Türk dizileri, Ortadoğu’da Türk ürünlerine ilgiyi
artırdı.”
Dizilerde yer alan, perdeler, koltuklar, yatak
odasında bulunan puf, nevresim takımları yeni
bir pazarlama aracı olmuşlardır. Bu dizilerle
“Türk dizileri ihracat rekoru kırdı.”
beraber yeni bir dekorasyon akımı oluşturmuştur.
“Ortadoğu’da Türk dizileri ticareti patlattı.”
Din
AÇIK ANLAM
“Türk
dizilerinde
ÖRTÜK ANLAM
arka
görünmesi, ezan sesleri.”
planda
camilerin
Ortadoğu’da yayınlanan, Türk dizilerinde, dini
unsurların kullanılması ilgiyi artırmıştır. Şöyle ki;
Camiler,
Namaz
Mevlit okunması,
Dualar,
Ramazan ayı ve Ramazan Bayramı,
Kurban ve Kurban Bayramı,
Hac rituelleri,
Mezarlıklar,
Türbeler,
Ölüm rituelleri
357
Marka ve Reklam
AÇIK ANLAM
ÖRTÜK ANLAM
“Ortadoğu sokakları dizi afişleri ile doldu.”
Diziler aracılığıyla, reklam kampanyaları için çok
büyük harcamalar yapmak yerine, markalar
dizilerde, ürün sponsoru olarak reklamlarını
yapmışlardır. Dolayısıyla da, geleneksel medya
olarak, diğer bir söyleyişle
bir “Kitle Đletişim
Aracı” olan “Televizyon” un gücü ve etkisi,
bununla beraber televizyon dizilerinin, daha
doğrusu dizi sektörünün ne kadar önemli bir
reklam
mecrasına
dönüştüğünü
görmekteyiz.
Günümüzde, sponsorluk anlaşması artık bütün
dizilerde yer almaktadır. Böylece de sponsor olan
firma,
kendi
izleyicilere,
reklamını
dizi
beğendikleri
aracılığıyla
ürünleri
nereden
bulabilecekleri bilgisini de vermiş olmaktadır.
Dizilere sponsor olan firma, markasını tanıtarak
tüketiciye daha çabuk ulaşmaktadır. Diziye olan
ilgi, sponsor olan firma markasını öne çıkarmakta
ve ilgiyi artırmaktadır. Bu durumda gösteriyor ki,
reklam kampanyalarına harcanan milyarlardan
daha etkili ve daha çok satışı artırmaktadır.
“Ortadoğu’da yayınlanan, Türk dizilerinde bir çok
marka yer almaktadır. Dolayısıyla da, dizilerde
oyuncular aracılığıyla yer verilen markaların
imajını
güçlendirmeye
yaramıştır.
Çünkü,
tüketiciler ya da izleyiciler, dizilerdeki oyuncuları
beğendikleri zaman o markalara ya da ürünlere
yönelmişler
ve
bir
moda
oluşturmuşlardır.
Özellikle, markaların adı söylenmeden, Hürrem
yüzüğü, Bihter kolyesi ve Bihter çizmesi, Behlül
yüzüğü
ve
Behlül
tişörtleri,
beyaz
keten
gömlekleri, V yaka kazakları, Fred Perry marka
358
tişörtleri gibi söylemler yaratılmıştır. Ayrıca, dizi
oyuncularının kullandığı çantalar, saatler, takılar,
giydikleri
tişörtler,
kazaklar,
ayakkabı
ve
çizmeler, spor ayakkabılar, küresel markaların
adlarının
tekrar
gündeme
gelmesine
etken
olmuştur.(Burberry, Lacoste, Calvin Klein Jeans,
GStar, DKNY, Tommy Hilfiger, Just Cavalli,
Guess,
Ferre,
D&G,
Beymen
Business,
Boyner,…gibi). Bu bağlamda, Türk dizileri marka
imajlarına katkı sağlamışlardır.
Dizi izleyicileri, dizi oyuncularıyla aynı marka
kıyafetleri ya da aksesuarları kullanmak, onlarla
aynı statüde
yer alabilmek için satışların
artmasında etken rol oynamışlardır.
359
Dış Politika
AÇIK ANLAM
ÖRTÜK ANLAM
“Türkiye Ortadoğu’da güçleniyor.”
Türkiye, diziler aracılığıyla Ortadoğu’da rol
“Türk dizileri Ortadoğu’yu değiştiriyor.”
model
oluşturmuştur.
Diziler,
televizyon
ekranlarında yayınlandığı günden itibaren, hem
Türkiye’de hem de Ortadoğu ve Balkanlarda her
kültürden
izleyiciyi
kendisine
çekmiştir.
Dolayısıyla da, büyük bir başarı sağlamıştır. Türk
dizilerinde, geleneksel ailenin yanı sıra modern
aileye yer verilmiştir. Dizi oyuncularının giydiği
kıyafetler ve taktıkları aksesuarlar ve kullanılan
makyaj malzemeleri , izleyiciler arasında aranan
ve kullanılan markalar olmuşlardır.
360
Yabancı Basın
AÇIK ANLAM
“Ortadoğu’nun
ÖRTÜK ANLAM
Dallas’ı.”
Dallas’ı Türk dizileri.”
“Ortadoğu’nun
“Amerikan
haber
dergisi
“News
week,
Ortadoğu’da izlenen Türk dizileri hakkında bir
makale
yayınlamıştır.
kültürlerarası
1980’lerde
dizisine
yakınlığa
izlenme
benzettiler.
Dergi
bu
bağlamıştır.
rekorları
kıran
Makalenin
ilginin
Dünya’da
“Dallas”
yazarı
Owen
Matthews, yazısında, dizilerin hayran ya da hedef
kitlesi
kadınlardır
izlenirlikleri
demektedir.
televizyonun
Bu
gücüne
dizilerin
güzel
bir
örnektir.
Makaleye göre; “Ortadoğulu kadınlar, açık bir
Müslüman toplumu olan Türkiye’deki kadınların
modernliği nasıl taşıdığını izlemekten hoşlanıyor.”
Demektedir ve ayrıca makalede Türk kadınlarının
sadece anne değil kariyer yapan kadın imajını da
taşımalarıdır. Bununla beraber dizilerde, Arap
toplumlarında tabu olan, kürtaj, alkol kullanımı,
zina gibi konuların geçmesi de ilgiyi çekmektedir.
(http://magazin.milliyet.com.tr,2011)
361
KAYNAKÇA
Dış Politika Programı Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010, M. Akgün, S. Gündoğar, J. Levack, G.
Perçinoğlu, TESEV Yayınları, 2011, Đstanbul.
GfK Custom Research North America, “The Anholt-GfK Roper Nation Brands Index,
http://www.gfkamerica.com/practice_areas/roper_pam/placebranding/nbi/index.en.html (Erişim tarihi:
15.12.2010).
Hürriyet Gazetesi, “Diziler ihracat rekoru kırdı”, 26.09.2011.
Hürriyet Gazetesi, “Türk dizileri Ortadoğu’da ticari ilişkileri patlattı”, 12.12.2010.
Marketing Türkiye, “Türk dizilerine tanıtım teşviki”, 26.09.2011.
NYE, J.S. Jr., “Soft Power”, Foreign Policy, s.154.
Turkish Soap Operas Total $50 Million in Exports. Hurriyet Daily News. 16 Ocak 2011.
Vatan Gazetesi, “2006 yılından bu yana Ortadoğu ülkelerine dizi pazarlayan Türk televizyonları rekor
kırıyor”, 19.11.2009.
WILSON III, Ernest J., “Hard Power, Soft Power, Smart Power”, The ANNALS of the American
Academy of Political and Social Science, 2008, No.616, s. 114.
362
Türk Televizyon Kanalları (Atv, CNN Türk, Flash TV, Fox, Habertürk, Haber 7, Kanal a, Kanal 1,
Kanal 7, Kanal D, Kanal B, Kanal Türk, NTV, Samanyolu, Show TV, Sky Türk, Star, TGRT, TNT,
TV 8, TRT 1, TRT 2, TRT Türk)
Ulusal Gazeteler (Akşam, Birgün, Bugün, Dünden Bugüne Tercüman, Dünya, Evrensel, Güneş,
Hürriyet, Milliyet, Posta, Radikal, Sabah, Star, Takvim, Tercüman, Türkiye, Vatan, Yeni Asya,
Yeniçağ, Yeni Şafak, Zaman)
Đnternet Siteleri
http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkiyenin-orta-doguda-yumusak-gucu-turk-dizileriornegi-75353.html (erişim tarihi: 26.09.2011)
Bighaber.com/2011.
Haber.gazetevatan.com/2011.
Netteyim.com/2011.
Video.tr.msn.com/2011.
www.radikal.com.tr/2011.
www.dizimizi.com/2011.
www.ekoayrinti.com/2011.
www.milliyet.com.tr/2011.
www.sabah.com.tr/2011.
www.hürriyet.com.tr/2011.
363
www.televizyondizisi.com/2011.
www.haber7.com/2011.
www.habersarayi.com/2011.
www.byturco.com/2011.
www.haberkamu.com/2011.
www.dizifilm.com/2011.
www.netdizi.net/2011.
www.sonhaberler.gen.tr/2011.
www.stargazete.com/2011.
364
ARAP BAHARININ ÜRDÜN BASININDA YANSIMASI: THE JORDAN TIMES ÖRNEĞI
Mehmet Kaya∗
F. Sinem Siklon∗∗
Giriş
Son birkaç aydır Ortadoğu ve Kuzey Afrika çeşitli ayaklanmalara tanıklık etmiştir. Bu
ayaklanmalara Batı dünyasında “Arap Baharı” adı verilmiştir. Arap baharı tüm dünyayı etkileyen ve
şaşırtan bir olaylar dizisidir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun birçok Arap ülkesinde görülmekte olup
devam eden bir süreçtir. Bu ülkeler arasında Tunus, Mısır, Yemen, Suriye ve Libya Arap baharının
etkilerini derinden yaşamaktadırlar.
Ayaklanmaların nedeni genel olarak ekonomik geri kalmışlık işsizlik, diktatörlük yönetimi,
yoksulluk ve fiyat artışları verilebilir. Birçok ülkede Sovyet Rusya zamanında kalma yarı sosyalist
diktatörlükler yıkılırken, birçoğunda yıkılmak üzeredir. Ortaya çıkan halk hareketlerinde temel neden
diktatörlükler olarak belirtilmektedir ancak diktatörlüklerin yanında halkın yaşadığı ekonomik
sıkıntılar da bu ayaklanmaları ortaya çıkaran nedenlerden olmuştur. Bu hareketlenmeyi yaşayan
Ortadoğu ülkelerinden biri de Ürdün’dür. Ürdün; Arap Baharı hareketlenmesini Şubat 2011’de
mevcut hükümeti görevden alarak ve birtakım reformlar yapma yoluna giderek atlatmaya çalışmıştır.
Bu bağlamda, çalışmamızda, Arap baharının nedenlerine değinmekle birlikte The Jordan Times
gazetesinden yola çıkarak siyasi değişimin Ürdün’deki yansımaları incelenmiştir.
1-Arap Baharına Giden Süreç :
Arap Baharı, daha önceden eşi benzeri görülmemiş bir şekilde Tunus, Cezayir, Mısır, Libya,
Bahreyn, Ürdün ve Yemen'de büyük çaplı, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Suriye, Irak, Lübnan
ve Fas’ta küçük çaplı olmak üzere tüm Arap Dünyasını sarsan mitingler, protestolar ve halk
ayaklanmaları serisidir.1 Kuzey Afrika ve Ortadoğu topraklarında gerçekleşen ve 18 Aralık 2010
∗
Yrd.Doç.Dr., Niğde Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
∗∗
1
Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla Đlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi
http://www.cfr.org/publication/23908/arab_worlds_unprecedented_protests.html
365
tarihinden itibaren devam eden ayaklanmalar ve protestolar, protestocuların tamamının Arap
olmamasına rağmen, “Arap Baharı”, zaman zaman “Arap Baharı ve Kışı”, “Arap Uyanışı”, “ Arap
Ayaklanması2” olarak tanımlanmaktadır.3
Protestolar Arap Dünyasında başta gelen işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade
özgürlüğünün kısıtlılığı, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları gibi pek çok sorun sonucunda önce
Tunus'da Muhammed Bouzazi'nin kendini yakmasıyla başlamıştır. Ardından benzer sorunlar yaşayan
ülkelerde domino taşı etkisi göstererek yayılmıştır. Bu ülkeler; Cezayir, Lubnan, Ürdün, Moritanya,
Sudan, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Libya, Irak, Bahreyn ve Kuveyt’tir. Adı
geçen ülkelerin bazılarında olaylar protesto düzeyinde kalırken, Suriye, Libya gibi bazı ülkelerde
protestoların durumu iç savaş/sivil savaşa kadar ulaşmıştır. Ancak, olaylardan en somut sonuçları
Mısır ve Tunus ortaya çıkmaktadır. Đktidardaki Hüsnü Mübarek ve Zeynel Abidin Bin Ali iktidardan
düşmüşlerdir. Tunus ve Mısır’da kısa surede net sonuçlar elde edilmesinin ana sebebi, halk
hareketlerinin yaşandığı diğer ülkelerde protestocuların dışında bir de hükümet yanlısı grup varken,
sözü geçen bu iki ülkede ise olayların tüm halk kesimlerinin desteğiyle topyekûn yapılmış olmasıdır.4
“Arap Baharı”, “Arap Uyanışı” ya da “Arap Ayaklanması” olarak isimlendirilen protesto
gösterilerinin ana nedenleri şöyle sıralanabilir: Bölge halklarını gösterilere, protestolara hatta
ayaklanmalara götüren ana nedenler ülkelerdeki diktatörlük ve mutlak monarşi yönetimleri, insan
hakları ihlalleri, yönetimlerdeki bozulmalar, ekonomik gerileme, işsizlik, aşırı yoksulluk, gıda
fiyatlarındaki artış, yaşam standartlarında ve gelir dağılımındaki eşitsizlik olarak gösterilebilir.5
Bunların yanında bölge ülke gençlerinin eğitim seviyelerinin artması ve bu eğitimli genç nüfusun
yönetimden memnuniyetsizliği ve hükümetin halkın reform isteklerine duyarsız kalması da
protestoların nedenlerine ek olarak gösterilebilir.6
2
---, “Democracy’s Hard Spring”30.09.2011, http://www.economist.com/node/18332630
3
G. Murphy Donovan, “Arab Awakening?”, http://www.americanthinker.com/2011/05/arab_awakening.html, 30.09.2011
4
ĐlhanSağsen,http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:ZbYSbjqexdsJ:www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/20
1183_13inceleme.pdf+%C4%B0lhan+Sa%C4%9Fsen&hl=tr&gl=tr&pid=bl&srcid=ADGEESjKeHwp0U78hphvnBjGdNel8z7
zXQYQrHzWg6ORGhTjm6H6bPuGbFkMwyybUy4nRoL8da848tWfzroyn3Lm4t4l7YLRGTtIuxD5TSiR83FVwzN_j4Vla8ry
m7ZVf40a2AwhSZE&sig=AHIEtbSKhXfbxdpjniXs8eJBUslAGDpWlg
5
Andrey V. Korotayev, Julia V. Zinkina, “Egyptian Revolution: A Demographic Structural Analysis”, Entelequia, Revista
Interdisciplinar, No:13, 2011, s. 140-145
6
Ammar Maleki, “Uprising in the region, and Ignored Indicators”, http://www.payvand.com/news/11/feb/1080.html,
12.09.2011
366
Arap Baharı’nın arka planında yukarıda sayılan nedenlerden başka halk arasında zengin, fakir
uçurumunun olması, kentleşmenin getirdiği sorunlar ve Arap ekonomisinin de IMF ve Dünya Bankası
kurbanı olması da sayılabilir. Zengin ve fakir halkın arasında geniş bir uçurumun olması Arap
Baharına giden süreçte belki de en önemli etkenlerden biridir. Arap dünyasının nüfusunun
çoğunluğuna sahip olan deniz kıyısı ülkeleri, Mısır, Suriye,Tunus ve Fas ancak kendi iç piyasa
ihtiyaçları için yetecek kadar petrole sahiptir.7 Önemli petrol ve gaz rezervine sahip ülke liderleri çok
iyi olanaklarda yaşarken, halk köhne evlerde veya gecekondularda yaşamaktadır.
Diğer bir arka plan etkisi de kent nüfusunun hızlı artışıdır. 1987 verilerine göre Kahire’nin
nüfusu 4 milyon iken, yirmi yılda 21 milyona çıkmıştır.8 Zenginlik hayalleriyle kentlere göç eden
kırsal kesimdekiler, şehirlere göç ettiklerinde hayallerindeki zenginliği bulamayıp, çok az şeyle
yetinmek zorunda kalmışlardır. Kentlere göçenler zenginlikleri görmekte, ancak bundan hiçbir şekilde
pay alamamaktadırlar. Đmkânlara kavuşanlar ise mahrum kalanların öfkesini artırmaktadırlar. Yeni
gelişip büyüyen kentler bilinen Arap dünyasına yabancı bir görünüm kazandırmıştır. Kent
merkezlerinin gelişip büyümesiyle birlikte zengin ve fakir halkın arasındaki uçurum iyice açığa
çıkmıştır. Yoksul kesimin aradaki uçurumun farkına varmaya başlamasıyla Arap Baharının ayak
sesleri duyulmaya başlamıştır.
Arap Baharının yaklaştığını haber veren bir diğer olgu ise Arap ekonomisindeki çöküştür.
Birleşmiş Milletler, Arap ekonomisi hakkında yayınladığı bir raporda en büyük problemin yükselme
göstergesi belirtmeyen tükenmiş bir ekonominin varlığı olduğu belirtilmektedir.9 Arap ekonomisi,
ödemeler dengesi açığı, kamu hizmetlerinin yetersizliği, zayıf ve adil olmayan vergilendirme sistemi,
liderlerin övündüğü ama genelde halka faydası olmayan projeler ve şişirilmiş bütçelerle atıl
durumdaydı.
10
Arap ekonomisi tipik bir üçüncü dünya ekonomisi olarak tarif edilmiştir. büyüyen
servetin ülkeler arasında ve ülke içinde orantısız dağılımı, genç kitleleri toplum düzenini ve
hükümetlerin meşruiyetini sorgulamaya yöneltmesi de Arap Baharına giden süreçlerden biri olmuştur.
2-Arap Baharındaki Etkenler :
7
Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Đstanbul: Mana Yay., Eylül 2011, s. 71
8
tog.org.tr/tog.org/images/EE%20Basvuru%20Formu%202011.doc
9
www.freedomflotillafacts.com/uploads/bm-raporu-tr.pdf
10
Kışlakçı, a.g.e., s.73
367
Arap Baharı olarak isimlendirilen siyasi değişimdeki ülke halklarını isyana sürükleyen
etkenler dört ana grupta toplanabilir. Bunlar siyasi nedenler, toplumsal nedenler, ekonomik nedenler
ve son olarak dış etkenlerdir. Siyasi nedenleri incelendiğinde siyasi söylem ile eylem arasında bir
uçurum olduğu gözl önüne serilebilmektedir. Bir diğer neden ise bazı bölgelerin sorunlarının
görmezden gelinmesidir. Yönetime gelen iktidarlar başkent ve diğer büyük şehirler dışında kalan
bölgelerde yaşanan ekonomik ve toplumsal sorunlara çözüm bulmakta yetersiz kaldıkları gibi, kendi
kabilelerine ait şehirleri ve bölgeleri ihya etmişlerdir. Siyasal nedenler içindeki bir başka yan neden
ise gençlerin siyasetten uzak tutulması olarak gösterilebilir. Tunus siyasi partilerinin, siyasal ve sosyal
hayatta etkili ve aktif bir rol üstlenememesi, gençlerin menfaatini temsil edememesi ve hükümetin
genel politika gündemine taşıyamamasından dolayı partilerin gücü azalmış, gençlerin menfaatlerini ve
sorunlarını ifade edemez olmuştur.11 Bu durumda partiler anlamsız ve etkisiz kaldıklarından; genç
kuşakların siyaset yoluyla mevcut durumu değiştirmeleri de imkânsızlaşmıştır. Siyasal nedenlerden en
önemlilerinden biri ise liderlerin ömür boyu iktidarda kalma mücadeleleridir. Arap dünyasında iktidar,
40 yıldır belli ailelerin kontrolünde bulunmaktadır. Demokrasi ve cumhuriyet ile yönetildiğini belirten
ülkelerde de devlet başkanları uzun yıllar iktidarda kalmak için anayasalarında devamlı değişiklik
yapmışlardır. Diğer önemli bir yan neden de reformların geciktirilmesidir. Arap ülkelerinde,
diktatörler, krallıklar ve askeri rejimler yıllar geçmesine rağmen ülkede söz verdikleri reform için bir
adım dahi atmamışlardır. Diktatörler, yıllardır olağanüstü hal yasaları çerçevesinde şiddetten
beslenerek iktidarlarını devam etmektedirler. Arap Baharının en etkin görüldüğü ülkeler olan Suriye,
Mısır, Libya ve Tunus’ta 40 yıldır olağanüstü hal uygulanmaktadır. Reformların geciktirilmesinin
yanında babadan oğla intikal eden iktidarlar da siyasal nedenler içinde yer almaktadır. Adı geçen Arap
ülkelerinde diktatörler yıllardır, yerlerine ehil olsun olmasın, yaşı büyük olsun olmasın oğullarını varis
olarak bıraktılar. Siyasal nedenler arasında seçimlerin adaletli olmayışı, muhalefet ile mücadele,
gösterilere sert müdahalede bulunulması, tek parti iktidarında çok partili sistem ve işadamlarının
siyasette etkin olması sayılabilir.
Siyasal nedenlerden sonra Arap Baharının toplumsal nedenlerine de göz atmakta fayda
vardır. Değişimin toplumsal nedenlerinde işsizlik ilk sırada gelmektedir. Đş alanlarının daralması ve
işsizliğin yaygınlaşması karşısında biriken öfkeler, gelecek endişesiyle birleştiğinde tehlike daha da
büyümektedir. Tunus’ta gerçekleşen gösteriler daha çok üniversite mezunu gençlerin işsiz
kalmalarından ötürüdür. Diğer bir toplumsal neden ise toplumsal haksızlıktır. Halkın isyana
sürüklenmesindeki neden nüfuz sahibi ya da iktidar sahibi ailelerin ülkenin ekonomik geleceğini
ellerine geçirdiklerinin farkında olmalarıdır. Toplumsal haksızlıktan sonra gelen bir diğer etken Arap
11
Kışlakçı, a.g.e., s.95
368
ülkelerinde rüşvetin yaygınlaşmasıdır. Arap ülkelerinde toplumda bir bozulma ve çürüme göze
çarpmaktadır. Bu durum kendini son Mısır seçimlerinde göstermiştir. Rüşvetin yaygınlaşmasından
sonraki en önemli neden idari ve ekonomik yolsuzluklardır. Arap ülkelerinde bütün türleriyle
yolsuzluk her zaman vatandaşla olan ilişkinin en önemli parçasıdır. Yolsuzluk, toplumda bir tür
kansere dönüşmüş durumdadır. Orta tabakanın zayıflayarak yok olması toplumsal nedenlerin güçlü
yan sebeplerindendir. Son yıllarda Mısır, Cezayir, Yemen ve Tunus’ta hayat pahalılığı nedeniyle
sadece dar gelirliler zarar görmemiş, büyük şehirlerin orta tabakaları da çökmüştür. Đktidardakilerin
muhaliflere işkenceyi ve zulmü artırması nedenlerden birisidir. Arap ülkelerinde iktidardakilere
muhalif olunmasına asla izin verilmemektedir. Sosyal adaletin yokluğu ise toplumsal nedenler içinde
sınıflayacağımız son maddelerden biridir. Sosyal adaletin yokluğundan Arap ülkelerindeki, halk
ayaklanmalarının akasında yatan en önemlilerinden biri olarak sıralanabilir. Tunus’taki kalkınma
politikalarının toplumsal rahatsızlıkların kaynağı olduğu düşünülmektedir.12
Arap Baharındaki diğer iki etken ise, ekonomik etkenler ve dış nedenlerdir. Ekonomik
nedenler içinde sayılabilecek IMF ve Dünya Bankası’nın baskılarıyla Tunus, Suriye ve Mısır
ekonomisi halkın yaşam standartlarını daha da aşağılara çekmiştir. Vergiler artmış, kamu harcamaları
kısılmış, istihdam ise daraltılmıştır. Sosyal devlet ise geriye çekildiğinden yaşam şartları daha da
ağırlaşmıştır.
Dış etkenleri ise uluslararası ve bölgesel değişimler, medya ve iletişim düzeyinde devrim,
uluslararası sivil toplum örgütlerinin rolü, Irak ve Filistin’deki işgalin sertleşmesi olarak dört ana
başlık altında incelenebilir. Uluslararası ve bölgesel değişimler irdelendiğinde Arap ülkelerinin
dünyada ve bölgede yaşayan değişimlere kendilerini uyduramamaları, protestoları tetikleyen
unsurlardan birdir. Đnsanların yurtdışında tanık oldukları özgürlüğü ülkelerinde görememeleri onları
değişim tarafında yer almaya itmiştir.
Đsyanın yayılmasında en önemli unsur olan bilgi, medya ve iletişim düzeyinde devrim siyasi
korkuyu kaldırmaya ve Arap kamuoyundaki sessizliğini kırmaya etki eden faktörler arasındadır.
Dünya teknolojik olarak kendini yeniden yapılandırmaya çalışırken, Arap dünyasında halk
ayaklanmaları patlak vermiştir. Herkes bu ayaklanmalara odaklanmışken ve bunu açıklamaya
çalışırken kaçırılan bir nokta vardır: Geçmişte bir değişimle koltuk sahibi olanlar, yeni değişimi
okuyamamalarından kaynaklanan bir çöküntüyü yaşamışlardır.
12
Kışlakçı, a.g.e.,s.107
369
Tunus’taki ayaklanmada Twitter daha çok kullanıldığı için devrime “Twitter Devrimi”
denilmiştir. Mısır’da ise gençlerin Facebook’a olan ilgisi nedeniyle devrim Sevrebook/Devrim Kitabı
olarak adlandırılmıştır. Suriye, Libya ve Yemen’de ise Youtube ön plandadır. Zira cep telefonları ile
çekilen görüntüler uydu üzerinden anında Youtube’a yüklenip dünyaya aktarılmaktadır. Diğer yandan
uydu televizyon kanalları da ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletmiştir. Bugün Arap dünyasında
yayın yapan onlarca uydu kanalı bulunmaktadır.13
Uluslar arası sivil toplum örgütlerinin rolü, faaliyetleri, eylemleri, yönetim karşıtı raporlar ve
bültenlerle daha da belirginleşmiştir. Bunlar, halk ve kınama yürüyüşlerine destek veren ve hayal
kırıklığını halk gösterilerine dönüştüren en önemli parçalardan birini teşkil etmektedir.
Dış nedenler olarak adlandırdığımız nedenlerin son belirgin yan maddesi ise Irak ve
Filistin’deki işgalin sertleşmesidir. Arap ülkelerinin Irak ve Filistin’de yaşanan işgallere sessiz
kalması halkların öfkesini arttırmıştır.
3-Ürdün ve Arap Baharı:
Ürdün, resmi adıyla Ürdün Haşimi Krallığı, çoğunluğu Arap olan altı buçuk milyona yakın
nüfusu, alt ve orta gelir seviyesine sahip orta ölçekli ekonomisi, atanmışlardan oluşan senatosu ve
seçilmişlerden oluşan parlamentosundan müteşekkil iki meclisli siyasal yapısıyla, gelişmekte olan bir
ülke ve anayasal bir monarşidir. Ortadoğu siyasetine yön veren bir ülke olmamakla birlikte, bölgede
büyüklüğüyle doğru orantılı olmayan bir rol oynamaktadır. Pek çok kolonyal dönem sonrası ülke gibi
yapay sınırlar içerisinde bir ulus-devlet yaratma sorunuyla mücadele etmiş olan Ürdün, kıt doğal
kaynaklarına ve dış yardıma olan bağımlılığına rağmen jeopolitik önemi çerçevesinde varlığını
sürdürmeyi başarmıştır. Özellikle 1991 Madrid Konferansıyla başlayan Ortadoğu Barış Süreci’nde
kilit rol oynamıştır. 1994 yılında Đsrail’le imzaladığı barış anlaşmasından sonra Ortadoğu’da
Mısır’dan sonra Đsrail’i tanıyan ve barış imzalayan ikinci Arap ülkesi olmuştur. Bugün ülke nüfusunun
yarısının Filistinli olduğu düşünüldüğünde Ortadoğu barış sürecinin kalbinde yer alan Filistin-Đsrail
sorununda sadece bir aktör değil, sorunun adeta parçası konumundadır. Tüm bunların yanı sıra,
Ürdün’ü ve Ürdün’deki dönüşüm sürecini anlamak, 1990’lı yıllarla birlikte Ortadoğu’da başlayan
13
Kışlakçı, a.g.e., s.79
370
liberalleşme süreçlerini değerlendirmek açısından da son derece önemlidir. Ortadoğu coğrafyasında
yer alan ülkeler her ne kadar genellemelere direnen, kendine has özellikler sergileseler de devlet
yapısı, rejim, ülke-bölge-dünya siyaseti etkileşiminde benzer özellikler gösterebilmektedir.
Tunus’ta devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin toplumsal hareketlerin artmasıyla iktidarı
bırakması sonrası diğer Ortadoğu ülkelerinde de bu yönde muhalefet hareketleri yeniden canlanmaya
başlamıştır. Bu anlamda son dönemde sık sık gündeme gelen ülkelerden biri de Ürdün’dür. 1946
yılında Đngiliz mandasının sona ermesiyle Kral Abdullah’ın başına geçtiği Ürdün kısıtlı doğal
kaynakları ve insan gücüne karşılık bulunduğu konum itibariyle Ortadoğu’da bölgesel gelişmeler
bakımından öne çıkan bir ülkedir. Diğer yandan ekonomik gelişimi ve siyasi istikrarı açısından dış
güçlere önemli ölçüde bağımlıdır. 1970’lerden sonra Đngiliz etkisinden giderek ABD’nin yörüngesine
doğru kayan Ürdün yarı-monarşi politik yapısını büyük ölçüde ABD’nin desteğine bağlı olarak
sürdürmüştür. Çeşitli dönemlerde kabil çatışmalarından Arap milliyetçisi ayaklanmalara ve ArapĐsrail çatışması dolayısıyla Filistinli mülteciler sorunu da dahil olmak üzere çeşitli toplumsal krizlere
karşın Ürdün yönetimi bir ölçüde tavizler vererek iktidarını sürdürmeyi başarmıştır.
Ürdün’de toplumsal muhalefetin ana aktörü Ürdün Müslüman Kardeşler örgütüdür. 1945
yılında kurulmasına karşın 1980’lere kadar ciddi bir güç olarak ortaya çıkamamış fakat 1992 yılında
Đslami Hareket Cephesi’ni kurmuş ve 1993 yılında yapılan ilk seçimlerde 16 milletvekili çıkararak
dikkate değer bir çıkış yapmıştır. Öte yandan Đslami Hareket Cephesi 1997’de ve nihayet 2010 yılında
yapılan seçimlerde seçimi boykot etmiştir. Müslüman Kardeşler Ürdün rejimine Đslami değerler
yönünde muhalefet etmekle beraber, hükümete yönelik en önemli argümanı ekonomik darboğaz ve
kötü yönetimdir. Đslami Hareket Cephesi’nin lideri Hamam Saeed’in Tunus olaylarından hemen önce
yaptığı açıklamalarda, özellikle temel tüketim maddelerindeki fiyat artışlarına dikkat çekerek, bu
durumun toplumsal güvenliği tehdit ettiğini belirtmesi bu anlamda önemlidir. Saeed ayrıca ifade
özgürlüğünün önündeki engeller, muhalefetin taleplerine ilgisizlik ve halkın temel isteklerini
karşılamama hali sürdükçe toplumsal kızgınlığın daha da artacağını eklemiştir.
Bu açıklamalardan sonra parlamento binasının hemen önünde üç bini aşkın Ürdünlü oturma
eylemi yapmıştır. Đslamcılardan sendikacılara ve sol hareketlere kadar çeşitli politik örgütlenmeler bu
eyleme katılmışlar ve Ürdün halkının da tıpkı Tunus halkının yaşadığı ekonomik sıkıntıları yaşadığını
savunmuşlardır. Eylemciler Başbakan Samir Rifai’den halkın sesine kulak vermesini ve yolsuzlukları
engelleyecek politikaları uygulamasını istemişlerdir. 18 Ocak 2011 tarihinde Đslami Hareket Cephesi
yaptığı açıklama ile mevcut hükümetin istifasını ve Avam Kamarası’nın (the Lower House)
371
dağıtılmasını talep etmiştir. Cephe buna karşılık bir milli mutabakat hükümetinin kurulmasının
toplumsal barışı yeniden sağlamanın tek yolu olduğunu savunmuştur.
Đslami Hareket Cephesi başta olmak üzere Arap Dünyasındaki Đslami muhalefet odakları
Tunus olaylarının etkisiyle giderek daha fazla ekonomik sıkıntılara ve rejimlerin halkın temel
ihtiyaçlarını karşılamadaki yetersizliklerine vurgu yapmaktadırlar. Halkın yeniden alevlenen tepkisini
daha geniş bir politik gündemle birleştirmeye ve mevcut iktidarların meşruiyetini sorgulatmaya
çalışmaktadırlar. Ürdün örneğinde görüldüğü gibi bu şekilde sendikaları ve sol hareketleri mevcut
rejime karşı mücadelede yanlarına çekebilmekte halkın geniş kesimlerine ulaşma fırsatı
yakalamaktadırlar.
Demokratik seçim süreçleri ve ifade özgürlüğü gibi siyasi sürecin işleyişine dönük talepler
çeşitlenmekte ve ekonomik istekler ön plana çıkmaktadır. Toplumsal muhalefetin ana kaynağı temel
tüketim maddelerinin fiyatlarındaki artış ve sosyal desteklerin azalmasıyla birlikte ilk elde örgütlü
olmayan geniş halk kitlelerine yayılmıştır. Tunus olaylarında Đslami muhalefetin doğrudan protesto
hareketlerinin başına geçemeyişi bu açıdan önemli bir göstergedir. Ürdün’de ise Müslüman Kardeşler
iktidarın halkın ekonomik taleplerini karşılamadaki yetersizliklerini toplumsal muhalefeti mobilize
etmek için dikkate değer bir araç olarak görmektedir.
Tunus olayları Ürdün’de hem muhalefet ve hem de iktidar odakları bağlamında ekonomik
sıkıntıları öne çıkaracak biçimde etki yapmıştır. Kitlelerin artan hareketliliği ve verili politik
organizasyonları aşabilecek şekilde eyleme geçme potansiyelleri toplumsal muhalefet odaklarını
geleneksel retoriklerini geliştirmeye ve geniş halk kitlelerinin geçim sıkıntılarını ön plana almaya
zorlamaktadır. Bu türde bir muhalefet geleneksel politik katılım mekanizmalarının iyileştirilmesi
taleplerine nazaran mevcut rejimler açısından çok daha büyük bir tehlike arz etmektedir. Daha da ötesi
ekonomik memnuniyetsizlik politik katılım sıkıntılarıyla birleşmekte mevcut rejimleri daha radikal
tavırlar almaya itmektedir.
372
FRANCE’s IMPERIAL OBJECTIVES AND THE FRAGMENTATION OF SYRIA IN THE
1920’s
A. Fildis∗
Abstract:
When the Allied powers advanced into Syria, the political divisions of the country followed
the lines of the provincial administrative divisions of the Ottoman Empire, and in the late
Ottoman period territorial borders of Syria were virtually nonexistent. Soon after the Allied
Power’s occupation the southern part, Palestine, was assigned to Great Britain, and the other,
Syria and the Lebanon, was assigned to France. The process of political radicalization was
initiated during the era of the French Mandate; the French legacy to Syria was almost a
guarantee of political instability. The creation of Greater Lebanon destined the Lebanese to
an unstable political system which is based on sectarian rivalries. The purpose of this study is
to examine France’s imperial objectives and the fragmentation of Greater Syria; at the same
time examining France’s implementation of colonial tradition of ruling by division policy in
1920s which has planted the seeds of today’s problems in Syria.
Keywords: French Imperialism, Colonial Tradition, Divide and Rule, World War I, Syria
∗
Dr.,ACRES, Beacon Collage of East Sussex, United Kingdom
373
THE POSSIBLE CONSEQUENCES FOR AFGHANISTAN LIKE A TRANSITING
COUNTRY IN REGARD TO THE TAPI PIPELINE CONSTRUCTION: THE ESCALATION
OF THE CONFLICT OR THE RECONSTRUCTION EFFORT?
Ekaterina Batueva∗
Conflicts in regards to the natural resources have been known for ages: people have been fighting for
land, water, forests, oil, gas, etc. to develop their states, wealth and life being. The 21st century is not
an exception, where armed conflicts and even wars for resources become our new reality in the world,
which has a tendency for the resources’ scarcity.
Oil and natural gas are concerned to be one of the most valuable traded resources and fairly one of the
most conflict-prone. “Great games” among the world’s biggest companies, governments, elites and
military in searching new resources’ reserves and afterwards in controlling profitable fields lead to the
escalation of conflicts and wars.
On December 11th 2010 the four countries (Turkmenistan, Afghanistan, India, and Pakistan) signed a
protocol, which approves the TAPI pipeline construction, which would run through some of the most
dangerous parts of Afghanistan. The pipeline construction can lead to a wide variety of consequences.
On one hand, it has a possibility to revive cross-border trade, create positive political environment and
lead to a great regional collaboration. On the other hands there is the security issue due to Afghanistan
like a transiting country, and moreover, increasing tensions with Iran, which can lead to the escalation
of conflicts inside the whole region (the TAPI pipeline in fact has blocked the construction of the
IPI(Iran, Pakistan, India) or “peace pipeline”).
The research is based on the political reviews, NGO’s reports, interviews with journalists and experts.
Gained information will be filtered through the prism of historical and geopolitical agenda, and lead
afterwards to formulated author’s opinion about the stated question.
The research examines the natural resources’ state in the region, particularly the situation with natural
gas and pipelines; main importers and exporters are highlighted. As a part of the research there is an
overview of the two pipeline projects – IPI and TAPI – in terms of original inceptions, routes, costs,
main actors and future perspectives of use. More precisely is reviewed the TAPI pipeline in
connection with current geopolitical situation, trade relations, existing and possible conflicts.
On the basis of the research made, the author will answer the stated question what this project can
more possible bring – either the prosperity of the whole region or the revival and further hardening of
conflicts. The author is interested to find out the possible results of the project for Afghanistan like a
main transiting country, which is in a war-torn condition nowadays, to answer the main statement –
∗
Junior Analyst, University of Economics, Prag
374
can this project help in the reconstruction process or it is more probable to harden today’s state of the
country.
375
THE ARAB MIDDLE EAST AFTER POPULAR UPRISINGS;
CHALLENGES AHEAD (THE CASE OF EGYPT)
Hassan Ahmadian∗
Abstract
After several months of popular uprisings, the Arab Middle East is finding its way out of chaos
towards stable democratic governance. But still, there remain challenges facing the process of
democratic transition, encountering the Arab nations’ aspirations. The purpose of this article is to
evaluate the challenges that are facing democratizing Arab countries and their consequences on the
transitional period in the Arab World, taking Egypt as a case study. The main question of this article is
what are the main challenges facing democratizing Arab countries? The answer (or hypothesis) is that
the triangle of the losers in the democratization process, cultural and economic obstacles and the
meddling of foreign states and actors, is the crux of the most dangerous and challenging problems
facing democratic transition in the Arab World. The author will try to identify the problems that each
of these elements would pose to democratization in the Arab world.
Keywords
Middle East, Arab Uprisings, Egypt, Democratization, Transitional Period.
∗
PhD student of Regional Studies, University of Tehran
376
Introduction
Such terms as values and practices, and any other concept that refers to the inability or reluctance of
Arabs in the Middle East to attain democratic rule and to accept and practice the rule of law and
democratic values and governance, have undoubtedly and convincingly been exposed to many
practical and analytical criticisms since the beginning of the ‘Arab Spring’ and especially after the fall
of the Tunisian President Ben-Ali followed by his Egyptian counterpart Mubarak. The political
literature on the Middle East has developed such terms particularly after the third wave of
democratization, in which democratic transitions proceeded in many regions all around the globe,
including Africa, Eastern Asia, East Europe and Latin America, but barely affected the Arab Middle
East. It seems now, after the sweeping Arab Springs’ winds, that Arab exceptionalism is over.
Popular uprisings in the Arab Middle East, beginning from Tunisia in December 2010, have
affected almost all Arab countries, albeit with different range of intensity and popularity. The ouster
of some Arab rulers and the wide-spread slogan of “the nation wants to ouster the regime” (Asha’b
yorid esqat annedham) have made it clear that Arab peoples are determined to attain their objectives
and to take their first steps toward democratic governance, in which the ouster of the dictator comes
first. In democratization literature, the first move towards the process is believed to be the end of the
non-democratic rule. But what comes next is much more important.
The second step on the path to democratization is the establishment of new democratic
institutions developing democracy both in terms of spreading values and enhancing practices. This
transitional period is the most important and most challenging one in the democratization process.
For, the main outcomes of the dictatorships' collapse starts appearing, causing tremendous and
sometimes unbearable challenges to the newly established regime. What are these challenges and how
can they affect the nations’ movement toward democratic rule? This is the main question for which
the author has proposed the answer (hypothesis): the triangle of the losers in the democratization
process, cultural and economic obstacles and the meddling of foreign states and actors, is the crux of
the most dangerous and challenging problems facing democratic transition in the Arab World.
In other word, there are both internal and external sources of challenges facing the
democratizing Arab countries: The role of the losers in transition and other challenges in the dynamics
leading to democracy internally, and the pressures and constraints posed externally. After a new
regime passes these challenges, it can experience the last stage which is consolidation. As Linz and
Stepan (1996: 3) put it: a democratic transition is complete when sufficient agreement has been
reached about political procedures to produce an elected government, when a government comes to
power that is the direct result of a free and popular vote, when this government de facto has the
authority to generate new policies, and when the executive, legislative and judicial power generated
by the new democracy does not have to share power with other bodies de jure. On this basis, the
article contains three sections, each focusing on one of the aforementioned challenges and their
377
dimensions in the Arab countries that experience democratization after popular uprisings, taking
Egypt as an example.
Losers (and Winners)
Undermining the old order and replacing it with a new one that differs in many aspects, any
comprehensive and wide change creates a challenging and totally new situation in which some newcomers may gain privileges in the political and economic terms, making it hard for them to leave their
privileges for the sake of democracy in the new regime. In other words, even pro-democracy figures
and activists who seem to be benefiting from leading the transitional period, may turn the new regime
into another authoritarian one when in power.
Winners may pose some kinds of challenges to democratization process, but these are pretty
insignificant in comparison to those posed by the losers, because the winners’ capture on power could
come under control by the supervision and pressure of the civil society institutions and the popular
moves in public space. As such, the main threat to new democracies remains within the losers’ hands.
Losers are those who are in an inferior social, political or economic position under the new democratic
or democratizing regime compared to their previous privileges under the past authoritarian rule. These
may include political figures and activists, business elites, the military and all other groups and parties
that have lost some or all of their privileges by the fall of the authoritarian regime. They have the
potential to not only boycott the new regime and cause serious damages to its function, but to work
with other malcontents to overthrow the establishing democracy. While these elites may not possess
the resources to directly overthrow the regime, they can sow the seeds of discord, undermining the
regime or allying with a group that does possess the power to depose the government, such as the
military. (Pevehouse, 2005: 31) This potential makes it possible for the losers to launch a
counterrevolution.
Furthermore, even peoples who contributed to overthrow the old regime, may, after a while,
turn their back to the new regime as a result of its weakness and the instability such weakness may
cause internally and externally. Whether or not it achieves its immediate aim of pushing out the
authoritarian regime, the popular upsurge eventually leaves in its wake “many dashed hopes and
frustrated actors.” (Diamond, 1992: 16) This may result in gaps among democratic elites who are
managing the transitional period, making them even weaker in the face of the losers of
democratization and their possible allies. From this point, Samuel Huntington argues that to form a
government is not the only important thing about a country, nor even probably the most important
thing. The distinction between order and anarchy is more fundamental than the distinction between
democracy and dictatorship. (Huntington, 1991: 28) And this is exactly the point that may turn the
contributors to the democratic regime’s establishment into its enemies.
In Egyptian case, the overthrow of Mubarak and subsequent dramatic changes have had their
winners and losers as Stephen Walt lists them (Walt, 2011). Obviously, the new regime will differ in
many aspects from the old one, but what direction may it take? In this regard, Nathan J. Brown, an
378
expert on Egyptian affairs, points out that it is clear that real change of some kind will take place. But
the shape of the transition has not yet been defined. A more democratic, pluralistic, participatory,
public-spirited, and responsive political system is a real possibility. But so is a kinder, gentler,
presidentially-dominated, liberalized authoritarianism. (Brown, 2011) Shaping the new regime, the
transitional period may witness confrontations among winners and losers as well as possible changes
in their attitudes toward the new order. Winners and losers of Egyptian developments exist both at
home and abroad. I will address the internal ones in this section.
Considering the fact that many Egyptian democratic and liberal figures who are appearing as
possible leaders in the new era have nationalist or communist roots in its recent history, their
commitment to democracy and its protection in the face of challenges threatening its maintenance,
may not endure very much. An observer analyses the post-Mubarak era by pointing to 10 things that
may happen in it, amongst which are ‘real nationalism’ and ‘real Arabism’ (Khouri, 2011) It is
obvious that with the facts mentioned above, such tendencies in the new Egypt have the potential to
ruin the new democratic regime exactly as they did in the wake of 1952 coup d'etat. Muslim
Brotherhood (Ikhwan El-Muslimin) and other ideologically-motivated groups pose similar threats as
well. As in the early days after the ouster of Mubarak, many internal and external experts have been
discussing the possibility of the ‘revolution’ being ‘hijacked’ by the Muslim Brothers.
The main losers are those politicians who lost their hold on power, particularly the National
Democratic Party (NDP) and all its members, at least for the short term. They lost their power de jure,
but still possess powerful influence affecting political and economic elites de facto. Therefore, even if
they cannot pose any direct threat to the new regime, they can take actions against it through their
allies and other losers. That includes business elites and the military.
Taking into account the fact that since 1952 almost all Egyptian politicians were ex-military
commanders and generals, they still possess influence over the military elites, and as losers, they have
the potential to try to form an alliance against the new regime. But they have two problems in this
regard: first the protesters’ awareness and their readiness to encounter any attempt against their
achievements, as vividly shown in every Friday since February 2011. Second problem is Egyptian
military’s close ties to the United States both professionally and financially.
Therefore, political losers may have only one chance to attract the military’s cooperation:
they may try to worsen and deepen confrontations emerging within the youth protest movement on the
one hand and the military represented by the Supreme Council of the Armed Forces (SCAF) known as
the Military Council on the other. Only in such conditions the Military Council may crack down
protests and stand up to external criticisms and pressures on the grounds of maintaining stability and
saving public properties as it did against the Coptic protesters in October 2011. Although this scenario
remains far-fetched, political losers did, and it seems that will do, their best to intensify protestersMilitary tensions and confrontations, making it come true.
The focus up to now has been, and correctly so, on the remarkable bravery and steadfastness
of the hundreds of thousands (or more likely millions) of people who have faced physical injury and
379
death by demonstrating in Cairo, Alexandria and elsewhere. They are the ones who have changed
Egypt, but in so doing they have also allowed others who will also have a role to play, to come out
into the open and demand structural changes. These major businessmen will be key to what kind of
new Egypt emerges. (Goldberg, 2011) In fact, these are the other dangerous losers of democratization
process; business elites who have lost lots of their previous privileges under the past regime and are
seeking to protect their remained interests. Many of them are well-known politicians such as Ahmad
Ezz who were close to Mubarak. The people Mubarak listened to in his later years were mostly men in
their seventies, with similar small-town roots and careers in military and security service. Many had
made fortunes for themselves, their families, and friends by cornering markets, monopolizing licenses,
and buying vast tracts of state land for resale in lucrative parcels, often using sweetheart loans from
state banks demanding no collateral. (Rodenbeck, 2011) Many of these ex-military business elites
have fled the country, others are in jail for their close ties with the former regime and their indirect
contribution to the crackdown of the protesters, but some are still holding their grounds.
The main challenges posed by business elites are those committed by the under-attack
businessmen who lost many of their privileges. They may resort to two different ways in order to
encounter the new-comers to power and the new democratic regime. First they may seek to form an
alliance with other losers (politicians, some of the military elites and security forces) in order to
launch a counter-revolution. Second they may try to financially influence some of the winners,
causing divisions among them, and enhancing their own maneuvering and bargaining powers as well
as using their financial and economic powers to shape or at least contribute to the shaping of the new
politics and economics of Egypt.
Both political and business elites considered as ‘losers’ may use the public frustration with
the economic and social challenges facing the new regime in order to advance their agenda. These
problems can also change the neutral business elites’ attitude towards the new regime. Lack of
protection for property rights, poor economic policy and performance, or excessive regulation can
spur economic elites to not only withhold support from a regime, but actively work against it. In
addition, business elites may decide that they do not want to “share the stage with a wide range of
other political interests” and may desire to return to the “comfort and shelter” of authoritarian rule.
(Whitehead 1989: 85 quoted from Pevehouse, 2005: 31) This is when they may double other threats
by forging an alliance with other losers against the new regime.
Cultural and Economical Obstacles
Political culture has long been considered as an indicator to study political phenomena such as
political systems, parties, uprisings, participation and so on. Political culture is the environmental
factor around which political and societal changes take place, and which shapes or contribute to the
shaping of the change. Considering the twentieth century, although one cannot point to any political
culture as a prerequisite to democracy or any other kind of political systems, it gives a helpful
indicator to foresee the direction a changing society may move toward. As Almond and Verba in their
380
leading work The Civic Culture suggest, political culture is those values that strengthen or weaken a
particular system of political institutions, or a particular distribution of political orientations’ patterns
toward the political system. (See Almond and Verba, 1989: 12-13)
Therefore, political culture is a worthy source to predict the possible future of changes taking
place in any society. It is political culture that tells us how democratic values and culturally accepted
rule of law leaves no space for a dictator to emerge or a coup to take place in a society like the Great
Britain or the United States, and how the tribal deanship-based culture in Saudi Arabia is reflected at
the political level inside the kingdom and in its relations with Arab countries, and how the
accountability Japanese culture characterized with, results in resignation or even committing suicide
by the highest ranks of political and business elites for only a mistake forgivable in many other
countries. That’s the effect and influence of culture over politics and that is why political culture is
one reliable although changing source to predict the future of democratizing countries.
Notwithstanding using this source as a tool of explanation, one should avoid the trap of dogmatic
theories such as the ‘Arab exceptionalism’ or the ‘incompatibility’ of Islam with democratic form of
government.
In the twentieth century, Egypt experienced numerous changes. It has witnessed the
overthrow of the monarchy, the rise of nationalist semi-leftist ‘free officers,’ the six-day war and its
catastrophic results, Camp David accords with Israel, assassination of Anwar Al-Sadat and the rise of
Mubarak who governed for almost three decades before being overthrown by a popular uprising
forcing him to step aside on February 11th 2011. Neither of these changes was a bottom-up process in
which people institutionally played the central role. All of them – except the ouster of Mubarak - were
the rulers’ decisions for which he was not responsible and accountable. All the aforementioned
developments in addition to the economic hardship getting worse in the recent decades after Sadat’s
‘open doors’ economic policy, left the Egyptians politically passive citizens, preoccupied with their
daily life and the bread for which they used to rise up.
The frustration of Egyptians after the Camp David accords, gave birth to several radical
Islamist and nationalist groupings whose main objective was to fight the ’infidel’ or ‘traitor to the
Arab cause.’ Despite the brutal force used to silence them, they continued their struggle. In the 1990s
the last organized fighters gave up their arms joining the rest of Egyptians, completing their passivity.
However, in the last decade many former nationalist, leftist and Islamist figures and parties publicly
committed themselves to democracy. But to what extent their commitment may endure and what are
the guaranties that they will not turn their back to democracy once in power? If recent decades and
years are of any guidance, Egyptians get frustrated quickly and easily but they move slowly and hard.
These facts may give rise to chances for opportunists to take advantage of the transitional period.
Another challenge is the weak party system in Egypt. A consensus exists among political
scientists that parties and competitive party systems are central to democracy and essential agents of
democratization. (Burnell, 2001: 188) Egyptians are very suspicious about their parties and politicians
who use these parties as means of their power seeking efforts. That is a huge obstacle facing
381
democratization in Egypt and other Arab countries rooted in their recent history that shapes their
today’s common conscience and political culture.
Economy has its own effect on the political life, both separately and in accordance with other
factors. The main economic challenge to Egypt as a democratizing state is its rentier or semi-rentier
economic structure. The rent enables the state to embark on large public expenditures without
resorting to taxation. (Beblawi and Luciani, 1987: 432) Although Egypt is not an oil-rich country and
its rentier character derives from the fact that the Suez Canal revenues in addition to deliveries by its
workers from outside the country especially from the Persian Gulf Arab states, addicted its economy
to these rents ruining the representation-taxation ties among ruling elites on the one hand and the ruled
on the other. The government in such a state would seek to buy loyalty by redistributing the rent and
‘direct redistribution of rents will not contribute to greater democracy in the rentier state, but, in fact,
will stultify it.” (see Yates, 1996 :36)
No matter which figure or party will take power from the Military Council after upcoming
elections, they will face tremendous challenges in the economic scene. Skyrocketing unemployment
rates especially among the youth, unbearable inflation rates, poverty, corruption and all other huge
problems Egyptian economy faces, make it impossible for a government to overcome this problem in
the short term. Additionally, such a government will lead a transitional country in which, unlike the
old regime, it does not have total authority to force its policies into action. That is exactly the greatest
economic challenge facing a democratic Egypt in the short run. For, if the new regime fails to meet its
economic challenges, social frustration and uneasiness would give a windfall opportunity to waverider populists to take over and to divert the transitional period into another sort of authoritarian rule
as they did in Eastern Europe.
Egypt has all manner of resources for development. The problems of corruption and
mismanagement have nonetheless led to poor performance under successive administrations and to
severe deterioration of the country’s international status. (El-Naggar, 2009 :49) As I have written
before the overthrow of Mubarak, the economic plight of huge majority of Egyptian youth and the
spread of social crimes and gaps, have stimulated widespread discontent, placing Egypt on a volcano
any time to explode. (Ahmadian, 2010: 13) Despite the potential Egypt has for development, these
problems have not been solved and are unsolvable at least in the short term. These problems need
patience to be addressed; a commodity missing in today’s Egypt. That is a huge challenge facing
Egyptian democracy.
Foreign Meddling
Foreign meddling and intervention has long been a devastating factor in emerging and new
democracies. In the past, whenever the United States or other powerful actors disliked the popular
mandate of a democratically-elected government, they would simply prod an amicably-minded
military leader to take action. That usually meant removing the government from office, by force if
needed. The spread of democratic norms and practices around the world since 1990 has made blatant
382
interventions in the affairs of democratically-elected government much less appealing. There is a
normative constraint on undermining democratic institutions. (Marinov, 2011: 4) Democracy by force
has been the title best describing U.S. democracy promotion agenda since the end of the Cold War
(See Hippel, 2004), but fortunately it has faded away as a result of its catastrophic outcomes in Iraq
and Afghanistan on the one hand and criticisms faced U.S. policies in this regard at home and abroad
on the other. But does that mean that foreign meddling in such cases is something from the past and
that it does not happen these days? Unfortunately the answer is no.
Recent history of democratization tells us that as long as there is a space to intervene in a
weak democracy or democratizing country, foreigners may do so by taking sides in domestic
confrontations and rivalries and by assisting favored persons or groups financially and via media
means. Meddling to this extent is not something destructing for democratic transition and
consolidation, but it would do so if the emerging democracy is dependent on foreign assistance. In
such a case, foreign meddlers may condition the achievement of such assistance on certain
requirements the emerging democracy should live up to. Such interventions may backfire in a
consolidated democracy but in new democracies such issues may undermine democratic institutions
by reducing their effect and therefore standing at odds with the consolidation of an institution-based
democracy. This is exactly when foreign meddling may destroy any hope of the democratizing
country to become a consolidated democracy.
Egypt has been a subject of foreign meddling and even direct intervention in its recent
history. The Great Britain turned Egypt into a protectorate in the dawn of the First World War.
Egyptian struggle for independence continued until 1956 war of Suez in which Egypt faced an
alliance including France and Israel in addition to the Great Britain. Egyptian resistance in the battle
and its political triumph afterward ended the last British existence on its soil. (For more information
see Pearson, 2003; Varble, 2003) But foreign meddling in Egyptian affairs continued to this day.
In recent decades especially since the signing of the Camp David accords, Egypt became a
donation-receiving country, and the U.S. has been the biggest provider of foreign aid to Cairo. The
basis of U.S. assistance to the country is the Egyptian-Israeli peace treaty of 1979, which promised aid
to Egypt in return for maintaining the agreement. The U.S. largely views Egypt as a moderating force
in the Arab world and a key mediator in the Israeli-Palestinian conflict. (Al-Arian, 2011) Since 1979,
Egypt has been the second largest recipient of U.S. foreign assistance, receiving an annual average of
close to $2 billion in economic and military aid. In the past, Congress has earmarked aid to Egypt in
annual foreign operations legislation with an accompanying statement calling on Egypt to undertake
further economic reforms in addition to reforms taken in previous years. (Sharp, 2009) It is obvious
that foreign aid is of instrumental value for the donor and therefore a soft way to carry out political,
economic and military pressures. That gives the U.S. a prerogative to meddle in Egyptian affairs even
after Mubarak’s overthrow.
For the most part, this task of reform in the Middle East must fall to the peoples of the
region. No one can make democracy, liberalism or secularism take root in these societies without their
383
own search, efforts, and achievements. (Zakaria, 2004: 150-1) That is why foreigners who are talking
about the necessity of democracy and liberalism in Egypt should not take sides in its internal affairs
for the sake of democracy. Looking back, people did not like their repressive regimes and hated the
U.S. as the supporter of those brutal regimes. So, taking sides and supporting whoever as democrat or
liberal would result in nothing but discrediting them in Egyptian eyes and enhancing Egyptian hatred
against the meddlers, and for that reason such a policy would be counterproductive.
Conclusion
There are three sets of challenges facing democratizing Arab countries. The first is that of losers and,
to a lesser extent, the winners of the democratization process. The winners’ threat comes from the fact
that they may turn blind eyes to democracy once in power, while losers threat derives from their
attempts to undermine the emerging democracy and restoring the old regime under which they have
enjoyed special privileges.
The second are cultural and economic challenges. Despite the dogmatic nature of concepts such
as Arab exceptionalism and Islam’s incompatibility with democracy, they shed some light on the
cultural obstacles to democracy in the Arab Middle East. Passive Egyptians in the face of
government’s brutality and their elites’ divergence from Nationalist and Leftist ideologies to
democracy and liberalism as well as Egyptians’ weak faith in their parties and party system, rooted in
their political culture outlook, are the most serious cultural challenges to democracy in Egypt and
other Arab countries. Rentirism and other huge economic challenges such as poverty, unemployment,
corruption and so on are the main economic challenges to democratic success in the democratizing
Arab countries.
The third main challenge to Arab democracy is foreign interference in the affairs of emerging
democracies. Such meddling would harm democratic transition through taking sides and financing
clients in internal struggles and competition, which would leave devastating effect on democratic
processes to take roots in the Arab world. It also may harm democratic transition by discrediting
democrats in voters’ eyes by supporting them. These are the main external challenges that Arab
countries should overcome in order to become consolidated democracies.
384
Notes
-
Ahmadian, Hassan (2010), “Succession Crisis in Egypt: Dimensions and Probable
Consequences,” Center for Strategic Research, Strategic paper, No. 306, April. [Persian]
-
Al-Arian, Leila (2011), “US to reconsider aid to Egypt,” Aljazeera, January 30.
(http://english.aljazeera.net/news/middleeast/2011/01/20111291519413 0323.html)
-
Almond, Gabriel A. and Verba, Sidney (1989), The Civic Culture: Political Attitudes and
Democracy in Five Nations, CA: Sage Publications.
-
Beblawi, Hazem and Luciani, Giacomo (eds) (1987), The Rentier State, Nation, State and
Integration in the Arab World; v. 2, London and NY: Croom Helm.
-
Brown, Nathan J. (2011), “The struggle to define the Egyptian revolution,” Foreign Policy,
February
17.
(http://mideast.foreignpolicy.com/posts/2011/02/17/the_struggle_to_define_the_egyptian_re
volution)
-
Burnell, Peter (2001), “Promoting Parties and Party Systems in New Democracies: Is There
Anything the ‘International Community’ Can Do?” in Challenges to Democracy: Ideas,
Involvement and Institutions, Keith Dowding, James Hughes and Helen Margetts (eds), NY:
Palgrave McMillan, pp. 188-204.
-
Diamond, Larry (1992), “Civil Society and the Struggle for Democracy,” in The Democratic
Revolution: Struggles for Freedom and Popularism in the Developing World, Edited by
Larry Diamond, NY: Freedom House, pp. 1-27.
-
El-Naggar, Ahmad E. (2009), “Economic policy: from state control to decay and corruption,”
in Egypt: The Moment of Change, Rabab El-Mahdi and Philip Marfleet (eds), London: Zed
Books Ltd.
-
Goldberg, Ellis (2011), “Egyptian businessmen eye the future,” Foreign Policy, February.
(http://mideast.foreignpolicy.com/posts/2011/02/10/egyptian_businessmen_eye_the_future)
-
Hippel, Karin von (2004), Democracy by Force: US Military Intervention in the Post-Cold
War World, NY: Cambridge University Press, Second Edition.
-
Huntington, Samuel (1991), The Third Wave: Democratization in the Twentieth Century,
Norman and London: University of Oklahoma Press.
-
Khouri, Rami G. (2011), “The Arab world gets real on democracy,” The Daily Star, February
14.
(http://www.dailystar.com.lb/Opinion/Columnist/Feb/14/The-Arab-world-gets-real-on-
democracy.ashx#axzz1akX15mlW)
-
Linz, Juan Joze and Stepan, Alfred C. (996), Problems of Democratic Transition and
consolidation: southern Europe, South America, and Post-communist Europe, Baltimore:
John Hopkins University Press.
-
Marinov, Nikolay (2011), “Foreign Meddlers and Local Democrats: Voter Attitudes in the
Shadow of Intervention,” Nikolay Marinov Research, Department of Political Science, Yale
University, June 17. (http://www.nikolaymarinov.com/wp-content/files/whoislebanonv2.pdf)
385
-
Pearson, Jonathan (2003), Sir Anthony Eden and the Suez Crisis: Reluctant Gamble, London:
Palgrave McMilan.
-
Pevehouse, Jon C. (2005), Democracy from Above: Regional Organizations and
Democratization, NY: Cambridge University Press.
-
Rodenbeck, Max (2011), “Volcano of Rage,” The New York Review of Books, February 14.
(http://www.nybooks.com/articles/archives/2011/mar/24/volcano-rage/)
-
Zakaria, Fareed (2004), The Future of Freedom: Illiberal Democracy at Home and Abroad,
NY: W. W. Norton & Company.
-
Sharp, Jeremy M. (2009), “U.S. Foreign Assistance to the Middle East: Historical
Background, Recent Trends, and the FY2010 Request,” Congressional Research Service,
July 17. (http://pdf.usaid.gov/pdf_docs/PCAAB954.pdf)
-
Varble, Derek (2003), The Suez Crisis 1956, Oxford: Osprey Publishing.
-
Walt, Stephen M. (2011), “Winners and Losers in the Egyptian Uprising,” Foreign Policy,
February
14.
(http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/02/10/winners_and_losers_in_the_egyptian_uprisi
ng)
-
Whitehead, Laurence (1989), “The Consolidation of Fragile Democracies: A Discussion with
Illustrations.” In Democracy in the Americas, ed. R. Pastor, 79–95, New York: Holmes and
Meier.
-
Yates, Douglas A. (1996), The Rentier State in Africa: Oil Rent, Dependency and
Neocolonialism in the Republic of Gabon, Terntion, NJ: Africa World Press.
-
386
FREEDOM AND/OR ISLAM? THE ROLE OF ISLAMIST MOVEMENTS IN THE ARAB
SPRING. A CASE STUDY ON THE EGYPTIAN MUSLIM BROTHERHOOD
László Csicsmann∗
Abstract
In Western academic and non-academic circles it was widely believed that moderate Islamist
movements have played a significant role in the popular uprising, which started in Tunisia last year.
Other experts have pointed out that on the streets of Cairo or Tunis not the slogan „Al-Islam huwa alhall” (Islam is the solution) was present, but freedom, democracy and justice borrowed from the
Western political dictionary. Asef Bayat labelled the uprisings as „post-Islamist revolutions” proving
that every segment of the society was represented in the events, which led to the ousting of former
Middle Eastern dictators.
Islamist movements are the most popular political and social organization in the Arab world.
However they have undergone serious transformation in the 21st century as they face with new
challenges such as incorporating values, which were previously foreign to them (role of religious
minority or the women participation in politics). Generation difference is a major factor in the
ideological debates within these organizations. Young members are part of the blogsphere where they
discuss the future of their countries and they share information about the mistreatment by the
government authorities.
The aim of this paper is to show the dilemma of political participation of Islamist movements
during the Arab Spring with a special focus on Egypt. The Egyptian Muslim Brotherhood has issued a
political platform in 2007 in which the organization has laid down their desired political principles.
After the fall of Hosni Mubarak, the spiritual guide of the Ikhwan announced the establishment of a
political party called as Freedom and Justice Party. The new party will participate in the parliamentary
elections, however won’t nominate a candidate for the presidency, showing the self-restraint of
Islamists. The paper analyses the complexity of internal politics in Egypt showing how the Muslim
Brotherhood responds to the dynamic changes of the Egyptian political system. The article wants to
draw conclusion on a more general level about the political integration of Islamist movements arguing
that freedom and Islam are not incompatible terms.
∗
Assistant professor, PhD, Institute for International Studies, Vice-dean for International affairs of the Faculty of Social
Sciences, Corvinus University of Budapest
387
ORTA DOĞU’DAKĐ DOMĐNO ETKĐSĐ: SURĐYE ÖRNEĞĐ
Ekrem Yaşar Akçay*
Ömer Engin Çelenay**
Özet
Gerek kavram olarak gerekse coğrafi anlamda tam anlamıyla bir tanımı yapılamayan Orta
Doğu, dünya tarihinde önemli bir konuma sahiptir. Dünya tarihindeki en eski medeniyetlerin
kurulduğu Orta Doğu, aynı zamanda üç büyük dine (Đslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik) de ev
sahipliği yapmaktadır. Jeostratejik, jeopolitik, jeoekonomik, sosyal ve kültürel vb. pek çok nedenden
dolayı, tarih boyunca pek çok devletin hegemonya için kontrol etmek istediği Orta Doğu; pek çok
çatışmanın ve savaşın da merkez noktası olmuştur. Son zamanlarda küreselleşmenin etkisiyle Orta
Doğu bir değişim ve dönüşüm tecrübesi yaşamaktadır. Bölge halklarının diktatör liderlerine karşı
ayaklanmalarıyla başlayan bu değişim ve dönüşüm sürecinde Suriye de özel bir konumda
bulunmaktadır. Çünkü Suriye bölgedeki değişim ve dönüşümü başarabilecek kapasiteye sahiptir. Orta
Doğu’daki bu değişimi ve dönüşümü anlamak için Orta Doğu’yu ve Suriye’yi tüm yönleriyle analiz
etmemiz gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Dünya Tarihi, Değişim ve Dönüşüm, Küreselleşme, Suriye.
THE DOMINO EFFECT IN THE MIDDLE EAST: SYRIA CASE
ABSTRACT
The Middle East which has not been defined completely both conceptional and geographical
has an important situation in the world history. The oldest civilizations of the world history were
founded in this region and at the same time the region is the house owner of three great religions
(Islamism, Christianity and Judaism). Because of geostrategic, geopolitic, geoeconomic, social and
cultural etc. reasons, lots of states wanted to control the Middle East for their hegemonic aims and
*
Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim Dalı
**
Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim Dalı
388
also the region became the center point of plenty of conflicts and wars throughout the world history.
Recently, the Middle East is experiencing an alternation and transformation by the effects of
globalisation. In the process of this alternation and tranformation which began with rebellions against
dictator leaders by the region people; Syria also has an important position. Because, Syria has capacity
to achieve this alternation and transformation process of the Middle East. And so, we have analysis all
aspects of the Middle East and Syria to understand this process of alternation and transformation in
the Middle East.
Key Words: The Middle East, World History, Alternation and Transformation,
Globalisation, Syria.
Giriş
Hem kavram hem coğrafi alan hem de etnik, siyasi v.b. yapılar olarak adeta bir çelişkiler
yumağı halini alan Ortadoğu, uluslararası sistemde çok önemli bir yerde bulunmaktadır.
Kavramsal olarak bölge Ortadoğu adını almadan önce, Şark, Yakındoğu gibi adlarla ifade
edilmiştir. Batı merkezli bu kavramsallaştırmaya göre, Avrupa dünyanın merkezi olarak kabul edilmiş
ve diğer bölgeler merkeze uzaklıklarına göre yakın, orta ve uzak şeklinde isimlendirilmiştir.1
Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra artık iyice kullanılmaya başlayan Ortadoğu kavramı,
ilk defa 1902 yılında Amerikalı denizci ve jeopolitikçi Alfred Thayer Mahan tarafından National
Rewiev’de yayınlanan The Persian Gulf and International Relations başlıklı yazısında Arabistan ile
Hindistan arasındaki bölgeyi tarif etmek için kullanılmıştır.2 Daha sonra, A. Hamilton 1909’da
Problems of The Middle East isimli kitabında Ortadoğu kavramını Avrupa’ya taşımış, bunun dışında
1911’de Hindistan’daki Kral naibi Lord Curzon resmi konuşmalarında ve belgelerde Hindistan’a
yakın yerleri tanımlamak için Ortadoğu kavramını kullanmıştır.3
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Đngilizlerin bölge için kullandıkları Ortadoğu Komutanlığı
(Middle East Command) ile yaygınlaşan ve resmiyet kazanan kavram, farklı kullanımlar ve kapsam
değişikliği yaşamıştır. Savaş sonrasında Đngiliz Hükümeti, Sömürgeler Bakanlığı bünyesinde
Ortadoğu Bölümü adında bir teşkilat kurarak Filistin, Irak ve Mavera-i Ürdün’ü buraya bağlamıştır.4
Daha sonra Đngiltere’deki Coğrafi Adlar Daimi Komisyonu, Yakındoğu’yu sadece Balkanları
kapsayan şekilde tanımlarken Ortadoğu’yu da Türkiye, Mısır, Arap Yarımadası, Körfez Bölgesi, Đran
ve Irak’ı içine alacak şekilde yapılandırmıştır. 5Yani Đstanbul Boğazı’ndan Hindistan’ın doğu
1
Davut Dursun, “Ortadoğu neresi? Sübjektif bir kavramın anlam çerçevesi ve tarihi”, Stradigma, Sayı 10, Kasım 2003,
http://www.stradigma.com/index.php?sayfa=yazdir_makale&no=7, (08.08.2011).
2
Erkun Arık, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Ortadoğu Politikası’nda Türkiye’nin Önemi, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Ana Bilim Dalı, 2010, s. 5.
3
Roderic H. Davison, “Where is The Middle East”, Foreign Affairs, Vol. 38, 1960, s. 668.; Erdal, Şimşek, Türkiye’nin
Ortadoğu Politikası, Kum Saati Yayınları, Đstanbul, Kum Saati Yayınları, 2005, s. 10-11.
4
Burak Başak, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Bölgeye Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli,
Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim Dalı, 2008, s. 5.
5
Başak, a.g.t., s. 6.
389
kıyılarına kadar uzanan bölge Ortadoğu ismini almıştır.6 Bazı kaynaklar da ise ırk unsuru ön plana
atılarak Arapların hakim unsur olduğu bölgeleri anlatmak için Ortadoğu kavramı kullanılmış ve
Türkiye, Afganistan ve Đran gibi ülkeler kavram dışında tutulmuştur.7 Davutoğlu ise Ortadoğu’yu
coğrafi bir tanım olmaktan çok kültürel niteliği ön planda olan bir kavram olarak tanımlamıştır. Buna
göre, Ortadoğu, en dar şekliyle Mısır’dan Đran’a uzanan Nil ve Mezopotamya havzalarının arasını
kapsarken en geniş şekliyle Atlantik’ten Ganj Havzası’na kadar uzanan bir coğrafi alanı
kapsamaktadır. Ona göre, bu bölge, jeokültürel olarak Đslam kimliğini, petrolü, bozkır ve çöl iklimini,
Avrasya’yı çevreleyen kenar kuşağın merkez hattını ifade etmektedir.8
Bütün bu farklı tanımlamalar değerlendirildiğinde, Ortadoğu, dar anlamda Türkiye, Đran,
Mezopotamya, Arap Yarımadası, Körfez ülkeleri ve Mısır’ı içine almış geniş anlamda ise bu ülkeler
arasına Libya, Sudan, Eritre, Cibuti ve Afganistan dahil edilmiştir. Hatta, Orta Asya ve Kafkasya’nın
da kavramın coğrafi alanına dahil edilip genişletildiği de görülmektedir.9
Kavramsal ve coğrafi olarak hayli karmaşık olan bölge, etnik, kültürel ve dini yapı olarak da
karmalık bir durumdadır.10 Tarih boyunca medeniyetlerin kavşak noktası olan bölgede, temel olarak
Samiler, Hint-Avrupa Grubu ve Turan Grubu olmak üzere 3 ana etnik grup vardır.11 Samiler,
Ortadoğu’nun en geniş etnik grubudur. Bu grup, Araplar ve Đbraniler olmak üzere 2’ye ayrılır.
Süryaniler, Akadlar, Babiller, Asuriler bu gruptadır. Bölgede Arap nüfus çoğunluktadır. Arap
olmayanlar ise Türkiye, Đran ve Đsraildir.12
Hint-Avrupa grubunda Đranlılar, Ermeniler, Kürtler ve Rumlar yer alır ve Đran ağırlıktadır.
Turan grubunda ise Türkler bulunmaktadır. Türkler Türkiye’de çoğunluktayken Suriye, Đran ve Irak’ta
ise azınlıktadır.13 Böylesi karmaşık bir yapı, Arapça, Đbranice gibi farklı dillerin, farklı kültürlerin ve
Musevilik, Müslümanlık, Hıristiyanlık gibi faklı dinlerin ortaya çıkmasına da neden olmuştur.14
Jeopolitik açıdan bakıldığında, Heartlandı merkez alan bir tanımlama yapıldığında Ortadoğu,
kara jeopolitiği açısından kilit noktadadır. Ayrıca, Ortadoğu’nun tarihe yön veren semavi dinlerin
doğum yeri olması, yazının ve kentleşmenin ilk görüldüğü yerler olması, enerji kaynakları
bakımından zengin olması, üç kıtayı birbirine bağlayan deniz ve kara yollarına sahip olması, ipek,
şeker, narenciye, kağıt, barut, pusula gibi Uzakdoğu mallarının Ortadoğu kanalıyla Avrupa’ya
6
Şimşek, a.g.e., s. 21.
7
Davut Dursun, Ortadoğu Neresi?, Đstanbul, Đnsan Yayınları, 1995, s. 16.
Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Đstanbul, Küre Yayınları, 2001, s. 324.
8
9
Gamze Güngörmüş Kona, “Ortadoğu’da Güvenlik Algılaması ve Dahili Risk Faktörlerinin Etkisi”, Akdeniz Üniversitesi, ĐĐBF
Dergisi, Sayı 8, 2004, Antalya, s. 114.
10
Bernard Lewis, Ortadoğu Đki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Selen Y. Kölay (çev.), 7. Baskı, Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2010, s.
33.
11
Aslıhan Arslantürk Şimşek, Ortadoğu’da Kimlik Sorunu ve Kıptiler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul, Marmara
Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2010, s.34.
12
a.g.t., s. 33.
13
a.g.t., s. 34.
14
Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Đstanbul, Yeni Şafak Gazetesi Yayınları, 2003, s. 18-19.
390
taşınması, Süveyş Kanalı’nın açılması ve hava yollarının ortaya çıkması onun önemini daha fazla
artırmış ve tarih boyunca bölgeyi çatışmaların merkezine oturtmuştur.15
19. yüzyılda jeopolitik önemiyle dikkat çeken Ortadoğu, 20. yüzyılda petrolle –Ortadoğu’da
petrolün ilk kullanımı Sümer, Asur ve Babillere kadar gider.- önemini bir kat daha artırmıştır.16
Dünya petrolünün üçte ikisini barındıran Ortadoğu, bölgeye hakim olmak isteyen büyük güçlerin
çatışmalarına sahne olmuştur.17
Ortadoğu, sahip olduğu bu özellikler ve yaşanan çatışmalarla hep bir değişim ve dönüşüm
süreci geçirmiştir. Günümüzde halk hareketleri şeklinde yeni bir değişim ve dönüşün süreci geçirmeye
başlayan Ortadoğu, yeni bir yapılanmaya doğru gitmektedir. ABD’de yayınlanan Wikileaks belgeleri
sonrasında ilk önce Tunus’ta daha sonra Mısır, Libya gibi ülkelere domino etkisiyle sıçrayan bu
süreçte en büyük yaralardan birini de Suriye almaktadır. Çalışmamız da Ortadoğu’daki yeni
dönüşümü Suriye örneği ile ele almaya çalışacaktır.
I.
Ortadoğu’nun Tarihsel Kökeni ve Yaşanan Son Domino
Ortadoğu, şehir ve devletlerin ilk kurulduğu, önemli yerleşim merkezlerinden biridir. Tarihte,
Sümer, Akad, Babil, Pers, Roma, Emevi, Abbasi ve Osmanlı Devleti egemenliğinde altında kalan
Ortadoğu, 18. yüzyıl ortalarında başlayan Avrupa sömürgeciliğinin etkisi altına girmiştir. Bu
dönemde, bölgeyi elinde bulunduran Osmanlı Devleti’nin bölge üzerindeki egemenliği Đngiltere
tarafından uzunca bir süre desteklenmiştir. Bunun nedenleri Đngiltere’nin Fransa ile olan rekabeti ve
Rusya’nın güneye inmesini engellemektir. Öyle ki 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi
sonucunda Đngiltere’nin imparatorluk yolu kesilince 1799’da Osmanlı ile ittifak yapılmış ve 1801’de
Fransa Mısır’dan çıkartılmıştır.18 Zaman içinde Đngiltere ve Fransa’nın rekabeti içine çekilen Osmanlı
bölgede Mehmet Ali Paşa isyanı ve sonrasında yaşananlar yüzünden zor durumda kalmıştır. Yani bu
dönemde bölge Osmanlı’dan çok Đngiltere, Fransa ve zaman içinde Đtalya’nın arasında paylaşılan bir
bölge olmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında –bundan önce Mayıs 1916’da Sykes-Picot
Antlaşması ile Rusya’nın da onayı alınarak bölge Đngiltere ve Fransa arasında paylaşılmıştır- Đngiliz
ve Fransız hakimiyetine girmiştir.19
Özellikle 1935 yılında Đtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesinden sonra güvenlik endişesi
yaşayan Ortadoğu’da, II. Dünya Savaşı sonrasında Đngiltere ve Fransa’nın etkisi azalarak bölge ABDSSCB arasındaki güç mücadelesine sahne olmuştur.20
15
Davutoğlu, a.g.e., s. 353.; Oral Sander, Siyasi Tarih (1918-1994), Ankara, Đmge Kitabevi, 2003, s. 73.
16
Halime Gökçe, “Petrolün Kanlı Tarihi”, Gerçek Hayat Dergisi, Sayı 124, 2003, s. 1.
Harpal Brar and Ella Rule, Ortadoğu ve Emperyalizm-I, Evren Mardan (çev.), Đstanbul, Papirüs Yayınevi, 2004, s. 11-13.;
Ömer Taşlı, Ortadoğu’da Süper Güçlerin Etkileri, Đstanbul, Fikir Yayınları, 1991, s. 23.; Beril Dedeoğlu, Ortadoğu Üzerine
Notlar, Đstanbul, Derin Yayınları, 2002, s. 3.
18
Dedeoğlu, a.g.e., s. 11.
17
19
Ulaş Bayraktaroğlu, Ortadoğu’da Yeniden Yapılanma Sürecinde Kültür-Đktidar Đlişkileri (2003 Irak Savaşı Sonrası),
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi
ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2009, s. 83-84.
20
a.g.t., s. 49.
391
1948 yılında Đsrail’in kurulmasıyla bölgede Arap-Đsrail Savaşları meydana gelmiş ve bölge
bugün dahi çözüme kavuşturulamayan Đsrail-Filistin sorununa sahne olmuştur. Sovyetler Birliği’nin
yıkılması ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, ABD liderliğindeki tek kutuplu yapılanmada da
1991 Körfez Savaşı, 1998 Çöl Tilkisi Operasyonu gibi müdahaleler neticesinde sorunlar devam
etmiştir.21
Ortadoğu, yaşanan bu gelişmelerle bir değişim ve dönüşüm süreci geçirirken, 11 Eylül
2001’de ABD’de yaşanan terör saldırıları nedeniyle yeni bir sürece doğru gitmeye başlamıştır.
Yaşanan bu olay sonrasında ABD ve Batı dünyası uluslararası terörizme savaş açmış, ABD Önleyici
Savaş Doktrini ya da Bush Doktrini adı verilen yeni politikasıyla terörizme ne şekilde olursa olsun
bulaşan her devleti şer ekseni ilan ederek onlara savaş açmıştır.22
Bu yeni politika ile ABD, öncelikle 11 Eylül olaylarını üstlenen El-Kaide ve Usame Bin
Ladin’i hedef göstererek, merkezinin bulunduğu Afganistan’ı işgal etmiştir. Sonrasında ise, terörizmi
destekleyen, kimyasal silah yapan Irak’ı demokrasi getirmek adına işgal etmiş ve bölgede üstünlük
kurmaya çalışmıştır.23
Afganistan ve Irak işgali ile yeni bir yapılanmaya, değişim ve dönüşüm sürecine giren
Ortadoğu Bölgesi’nde, ABD, Irak’ı tam anlamıyla kontrol edemeyince sıkıntılar, karşı isyanlar
yaşamaya başlamış, içeride ve dışarıda yoğun baskı ile karşı karşıya kalıp, bölgedeki çıkarlarına da
tam anlamıyla ulaşamayınca, etnik ve dini kimlikleri kışkırtarak bölgedeki varlıklarını meşru bir
zemine oturtmaya kısaca, içeriden böl ve etkisizleştir politikasına yönelmiştir.24
Yakın zamanda, halk hareketleriyle başlayan olaylar da bu yeni politikanın yeni bir boyutu
gibi görünmektedir. Đlk önce Tunus’ta ve sonra Mısır, Libya, Suriye gibi devletlerde başlayan
isyanlar, bir domino etkisiyle hızla bölgeye yayılmaktadır.25
Tunus’ta 23 yıldır diktatörlüğünü sürdüren Zeynel Abidin bin Ali’ye karşı başlayan
ayaklanma sonrasında bin Ali, ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.26 Tunus’ta fitili ateşlenen bu
isyanlar silsilesi daha sonra Mısır’ın 30 yıllık lideri Hüsnü Mübarek’i tahtından etmiştir. Bu isyanlar
21
a.g.t., s. 86-89.
22
Birol Akgün, 11 Eylül Sonrasında Dünya, ABD ve Türkiye, 1. Baskı, Konya, Tablet Kitabevi, 2006, s. 11.; Hasan Bülent
Kahraman, ABD Bu 11Eylülü Çok Sevdi, 1. Baskı, Đstanbul, Agora Kitaplığı, 2006, s. 12-13.;Ümit Özdağ, “Terörizm, Küresel
Güvenlik ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 2, Sayı 19, 2001, s. 7-12.
23
Umut Uzer, “Medeniyetler Çatışması”, Uluslararası Đlişkiler Giriş, Kavram ve Teoriler, Haydar Çakmak (ed.), 1. Baskı,
Ankara, Platin Yayınları, 2007, s. 304-305.
24
Bayraktaroğlu, a.g.t., s. 94.
25
Đbrahim Yalçın, “Ortadoğu’da Kaynayan Kazan ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlike”,
http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1135:ortadouda-kaynayan-kazanve&catid=36:konuk-yazlar, (10.08.2011).; Pınar Arıkan Sinkaya, “Ortadoğu’daki Halk Hareketlerinin Đran’a Yansımaları”,
Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 27, Mart 2011, s. 30-37.
26
Murat Çemrek ve Amine Yazıcı, “Tunus, Mısır ve Libya: Bu Su Hiç Durulmaz”, http://www.sde.org.tr/haberler/1400/tunusmisir-ve-libya-bu-su-hic-durmaz.aspx, (27.08.2011).
392
bir domino ya da çığ etkisi yaratarak katlana katlana Irak, Bahreyn, Yemen, Lübnan gibi pek çok
yerde ortaya çıkmıştır.27
Suudi Arabistan Kralı gibi bazı liderler, isyanlardan yara almadan ya da en az hasarla
kurtulmak için ülke içinde halkın yararına bazı eylemlerde bulunsa da isyan artarak, tıpkı bir t-sunami
gibi bölgedeki bütün düzeni alt üst etmiştir. Libya’yı da etkisi altına alan bu t-sunami, diğer
ülkelerdekinin tersine bir seyir alarak isyancılar ve Libya lideri Muammer Kaddafi arasında adeta bir
düello halini almış ve ülkedeki bu durum bir iç savaşa neden olunca BM’nin 1970 ve daha sonra 1973
sayılı kararlarıyla önce BM güçlerinin daha sonra BM’nin verdiği yetkiyle NATO’nun müdahalesinin
beraberinde getirmiştir.28
Bölgede başlayan bu hareketlenmeyi pek çok nedenle açıklamak mümkündür. Ancak daha iyi
anlamak ve analiz etmek için Đç Etkenler ve Dış Etkenler olmak üzere 2’li bir yapıyla açıklamak daha
uygun olacaktır.
A. Đç Etkenler
Đç Etkenlerin başında küreselleşmenin –tam olarak herkesin üzerinde anlaştığı bir tanımı
yapılamasa da dünyanın küçülmesi, tek dünya toplumu, bilgi ve teknolojinin yoğun biçimde
kullanılması anlamlarını taşımaktadır- getirdiği ulaşım ve iletişim araçlarındaki gelişmeleri saymak
mümkündür.29 Bölge halkı iletişim (facebook, uydu kanalları v.b.) ve ulaşım araçlarının ucuz, yaygın,
hızlı biçimde kullanılması sonucunda tüm dünyada olup bitenleri kolaylıkla öğrenebilmektedir. Basın
özgürlüğünün30 oldukça gerilerde olduğu bölge ülkelerinde, buna rağmen insanlar interneti ve diğer
araçları kullanarak bir şekilde istediği her şeyi elde etmektedir.31
Đkinci iç etken olarak bölge halkının değişimini saymak mümkündür. Tarihsel süreçte
bakıldığında bilinen Ortadoğu halkı, ekonomik gücü zayıf, yönetene bağımlı, halkın birbirlerine
güven duygusu az olan hatta olmayan sessiz insanlardır.32 Bölgedeki yeni nesil halk ise
küreselleşmenin yarattığı imkanlarla dikta rejimlere başkaldırabilen, yeni, öfkeli, demokrat, laik ve
kendi iradesini kullanabilme yetisine sahip insanlardır. Hal böyle olunca, bölgenin yeni nesil halkı,
27
http://blog.milliyet.com.tr/Ortadogu_daki_isyanlar_ve_yoksulluk/Blog/?BlogNo=291142, (27.08.2011).; Gamze Çoşkun,
“Ortadoğu’da Yıkılan Fildişi Kuleler ve Artan Dış Müdahale”,
http://www.usakgundem.com/yazar/2029/ortado%C4%9Fu%E2%80%99da-y%C4%B1k%C4%B1lan-fildi%C5%9Fi-kulelerve-artan-d%C4%B1%C5%9F-m%C3%BCdahale.html, (27.08.2011).;Muharrem Sağır,”Ortadoğu’da Sırça Köşkler Yıkılırken”,
http://www.usakgundem.com/yorum/372/ortado%C4%9Fu%E2%80%99da-s%C4%B1r%C3%A7a-k%C3%B6%C5%9Fklery%C4%B1k%C4%B1l%C4%B1rken.html, (28.08.2011).
28
a.g.m., http://www.sde.org.tr/haberler/1400/tunus-misir-ve-libya-bu-su-hic-durmaz.aspx, (27.08.2011).
29
“Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları Neyin Habercisidir”,
http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011).
30
Basın özgürlüğü indeksinde 195 ülke içinde Tunus 186., Mısır 130. Sıradadır. Çisil Okant, ” Gamze Çoşkun: Ortadoğu
Halkları Yapabileceklerinin Farkına Vardı”, http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1946, (12.08.2011).
31
a.g.m., http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1946, (12.08.2011).
32
Ali Semin, “Yeni Ortadoğu Modelinin Kuzey Irak’a Yansımaları”, http://www.bilgesam.com/tr/index.php/imagegallery/components/com_sectionex/themes/default/analizler/analizlerkafkaslar/images/stories/index.php?option=com_content&view=category&id=77&Itemid=150, (12.08.2011).
393
bölge sorunlarına çare bulamayan yönetimlerine baş kaldırmaya başlamış ve daha özgür, daha
bağımsız ve demokrat rejimlerle yaşama eğilimine girmiştir.33
Üçüncü iç etken ise kapitalist üretim sisteminin bölgeye girip gelişmesidir. Son zamanlarda
petrol üretim ve ticareti aracılığıyla gelişen kapitalist üretim sistemi ile köylülük parçalanmaya,
aşiretler başkalaşmaya başlamış, yeni sosyal sınıflar ortaya çıkmış, ticaret sermayesinin gelişmesi ve
bürokrasi sayesinde de bir orta sınıf oluşmuştur.34 Đletişim ve ulaşım teknolojisindeki imkanlarının
geliştiğini de hesaba katarsak, bölgede burjuva karakteri baskın toplumlar oluşmuş ve ortaya çıkan
yeni toplumlar da eski tip cemaatleri ve onların ilişkilerini bir kenara iterek yeni politik ve ekonomik
düşünceler ortaya çıkarmışlardır.35
Son iç etken olarak bölgede var olan ve hala çözülemeyen sorunları saymak mümkündür.
Mevcut dikta rejimlerinin bölgede çözemedikleri ekonomik istikrarsızlık, işsizlik, gelir adaletsizliği
gibi sorunlar zamanla diktatörlerin iktidarını sallamaya başlamıştır36
Bütün bu unsurlar değerlendirildiğinde, yakın zamanda bölgede ortaya çıkan olaylar, bölgede
birikmiş olan negatif enerjinin uygun ortam bulmasıyla patlamasının bir ürünüdür.37
B. Dış Etkenler
Dış etken olarak sayılabilecek unsurlardan birincisi, Ortadoğu’da bulunan ya da bölgede
çıkarı olan temel güç odakları arasındaki rekabettir. Bu rekabet de daha çok bölgedeki petrolden
kaynaklanmaktadır. Bugün dünyanın mevcut petrol rezervlerinin %85’i Ortadoğu’da bulunmaktadır.
Petrol, enerji kaynağı olarak kullanılmasının yanı sıra, pek çok sanayi ürününde de hammadde olarak
kullanılmaktadır. Bu yüzden, bölgedeki mevcut rezervlere sahip olmak, onların üzerinde hakimiyet
kurmak, dünyadaki sanayi üretimi üzerindeki hegemonyayı da sağlamaktadır.38
Đkinci dış etken ise petroldür. Hem bir enerji kaynağı hem de bir sanayi ürünü olarak
kullanılabilen petrol, mevcut teknolojinin kullanımı açısından önemli bir durumdadır.
Bu teknolojiye sahip olmak, dördüncü dış etken olarak karşımıza çıkan
egemenliğe sahip olmak anlamına gelmektedir.
39
iktidara ve
Petrolün yanında doğal gaz gibi alternatif enerji
kaynaklarının bulunması, petrol gibi fosil yakıtların küresel ısınma sorununu artırdığı ve petrolün
33
a.g.m., http://www.bilgesam.com/tr/index.php/image-gallery/components/com_sectionex/themes/default/analizler/analizlerkafkaslar/images/stories/index.php?option=com_content&view=category&id=77&Itemid=150, (12.08.2011).
34
“Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları Neyin Habercisidir”,
http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011).
35
a.g.m., http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011).
36
Tamer Ağca, “Tunus Ortadoğu’ya Domino Etkisi Yaparsa”,
http://www.haber365.com/Haber/Tunus_Ortadoguya_Domino_Etkisi_Yaparsa/, (13.08.2011).
37
Mahir Kaynak, “Ortadaoğu’daki Ayaklanmalar ABD Organizasyonu mu?”, http://www.muhalifgazete.com/7267-Ortadogudaki-ayaklanmalar-ABD-organizasyonu-mu.htm, (13.08.2011).
38
George Lenczowski, Oil and State in The Middle East, New York, Cornell University Press, 1962, p. 12-50.
39
Bayraktaroğlu, a.g.t., s. 90.
394
mutlaka bir gün sona ereceğinin bilinmesine rağmen, hala yaygın biçimde kullanılması, temel güç
odaklarının iktidarı ve egemenlik alanlarını kaybetmeme isteğinde yatmaktadır.40
Bu sebeplerden ötürü, bölge üzerinde bir rekabet söz konusudur. Bu rekabette temel güç
odakları,
zaman zaman yerel direnişlerle de karşılaşmışlardır. Bu yerel direnişler, bazen güç
odaklarını karşı karşıya getirmiştir. Mesela, bölgedeki enerji kaynakları üzerinde ABD-AB ve RusyaÇin grupları rekabet halinde bulunmaktadır. Amaçları, petrol akışının kendi kontrollerinde
sürdürülmesi olan bu güçler arasında Rusya-Çin grubu, bölgede daha dominant ve Basra Körfezi’nin
ağırlıklı kontrolüne sahip Đran’a bağımlı durumda olduklarından Đran’ı desteklemektedirler. Bu
durumda ise, ABD, Đran ile karşı karşıya gelmektedir.41
Bütün bu anlatılanlara ekleyebileceğimiz beşinci dış etken de, bölgede çıkarı olan güç
odaklarının, bölge üzerinde bir hakimiyet kurma çabası içinde olmalarıdır. Bu sayede, kontrolü eline
alan güç, hem alternatif petrol alanları ortaya çıkaracak ve mevcut alanlara olan bağımlılığı azaltacak
(ABD’nin Irak işgaliyle, Irak petrolü karşısında Suudi Arabistan ve OPEC’e bağımlılığın azaltılması
hedeflenmiştir.) hem de bölgede çıkarı olan diğer güçleri rahatça kontrol edebilecektir. Yani söz
konusu güç, bölgede hem siyasi, hem ekonomik hem de askeri güç olarak varlığını sürdürecektir.
Bölgede kontrolü elinde bulunduran güç (temel dinamiğin ABD olduğu su götürmez bir
gerçek olduğuna göre) bunun yanında bölgeye kendi ekonomik (kapitalizm), siyasi (demokratik
rejim), v.b. sistemini de rahatça sokabilecek ve sistemi bölgeye entegre ederek bölgeyi kendileri için
bir hammadde ve Pazar alanı haline getirebilecektir. Ancak bu güç için bölgedeki en büyük
problemlerden biri, bölgedeki dikta rejim olacaktır. Bu durum, altıncı dış etken olarak bölgeye hakim
olmak isteyen güçlerin dikta rejimleri istememeleri sonucunu doğurmaktadır. Çünkü dikta rejimi,
bölgeyi dışa kapalı, kendi doğrultusunda, katı, zorba ve baskıcı bir şekilde yönettiğinden, çatışma
dahil her türlü kararı çoğunu halkının çekeceği, kendisinin doğrudan zarar görmeyeceği bir şekilde
alacağından dışarıdan büyük güçlerin entegre etmeye çalışacağı sistem ve enerji akışının kontrolü
çıkmaza girecektir.42 Bunun için bölgedeki dikta rejimlerin kaldırılıp bölgeye demokrasinin
getirilmesi gerekmektedir. Dış etken olarak, son zamanlarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan
dominonun sebebi de budur. Burada küreselleşme olgusunu da hesaba katarsak ve onu şüpheci
kesimin tanımladığı gibi emperyalizmin şekil değiştirmiş yeni hali olarak tanımlamak mümkündür.43
Enerji kaynaklarının kontrolü, kapitalist ve demokratik sistemin bölgeye entegre edilmek
istenmesi dışında, Ortadoğu’nun jeopolitik ve jeostratejik anlamdaki önemi de, bölgeyi büyük güçler
için vazgeçilmez kılan yedinci dış etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Heartlandı merkez alan bir
tanımlama yapıldığında Ortadoğu, kara jeopolitiği açısından kilit noktadadır. Ayrıca, Ortadoğu’nun
40
a.g.t., s. 91.
41
a.g.t., s. 92.
42
Kemal Đnat ve Ali Balcı, “Dış Politika: Geleneksel’den Post-Modern’e Teorik Perspektifler”, Uluslararası Politikayı
Anlamak, Zeynep Dağı (der.), Đstanbul,Alfa Yayınları, 2007, s. 255.
43
Samir Amin, Liberal Virüs, Ankara, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004, s. 213-214.
395
tarihe yön veren semavi dinlerin doğum yeri olması, yazının ve kentleşmenin ilk görüldüğü yerler
olması, enerji kaynakları bakımından zengin olması, üç kıtayı birbirine bağlayan deniz ve kara
yollarına sahip olması, ipek, şeker, narenciye, kağıt, barut, pusula gibi Uzakdoğu mallarının Ortadoğu
kanalıyla Avrupa’ya taşınması, Süveyş Kanalı’nın açılması ve hava yollarının ortaya çıkması onun
önemini daha fazla artırmış ve tarih boyunca bölgeyi çatışmaların merkezine oturtmuştur.44 Bölge, bu
özellikleri yüzünden tarih boyunca güçlerin rekabetiyle, kaosla, çatışmayla karşı karşıya kalmıştır.45
II.
Suriye Tarihi
Resmi adı Suriye Arap Cumhuriyeti olan Suriye Devleti, Arap Yarımadasının kuzeybatısında
yer almak, doğusunda Irak, güneyinde Ürdün ve Đsrail, kuzeyinde Türkiye, güneybatısında Lübnan ile
komşudur. Batısında ise Akdeniz bulunmaktadır.46
Tarih boyunca, Kenanlılar, Đbraniler, Aramiler, Asurlar, Babiller, Persler, Yunanlılar,
Romalılar, Bizans, Araplar, Selçuklular, Haçlılar ve Osmanlılar tarafından yönetilmişlerdir. Başkenti
Şam 1260 yılında Memlüklülerin başkenti olmuş, 1400 yılında Timur tarafından saldırıya uğrayıp yok
edilmiştir. 1517 yılında Osmanlı idaresine giren Suriye47, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı
yönetiminden çıkmış ve 1920’den 1946 yılına kadar Fransa’nın idaresinde kalıştır.48
Bu yıllar arasında Fransızlar Suriye’yi böl ve yönet politikasına dayanarak yönetmişlerdir. Bu
çerçevede, Suriye’nin tarihsel parçası olan Lübnan 1 Eylül 1920’de bağımsız olmuş ardından Şam ve
Halep merkezli devletler kurulmuştur.49 1922 yılında iki devlet birleştirilerek Suriye federasyonu
kurulmuş ve 1925 yılında devlet Suriye adını almıştır.50
Đkinci Dünya Savaşı sonrasında Lübnan dışındaki diğer devletlerin bileşmesi ile 1946
yılındaki bağımsızlığından sonra, 1949 yılında yapılan seçimlerle Şükrü el-Kuwatli devlet başkanı
olmuş ancak sonra bir darbe ile görevden uzaklaştırılmıştır. Daha sonra Suriye, 1958 yılında Mısırla
Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Ancak bu birliktelik kısa sürmüş ve iki ülke 1961 yılında
ayrılmıştır.51 Altı Gün Savaşı’nda Golan Tepelerini kaybeden Suriye, Đsrail ile hala bu sorun yüzünden
sıkıntı yaşamaktadır. Savaştan 1970’te, Hafız Esad askeri darbe ile yönetimi ele geçirmiş ve Suriye,
44
Davutoğlu, a.g.e., s. 353.; Sander, a.g.e., Ankara, Đmge Kitabevi, 2003, s. 73.
45
Bayraktaroğlu, a.g.t., s. 105.
46
Đstanbul Ticaret Odası Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Şubesi, Suriye Ülke Raporu, Đstanbul, 2007, s. 2.
47
Hüseyin Şeyhanlıoğlu, “Suriye Nereye Gidiyor”,
http://israelkurd.com/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=330:israil-kuerd&catid=38:politics, (10.10.2011).
48
http://www.ntvmsnbc.com/id/25197352/, (08.10.2011).; Đsmet Kayaoğlu, “Đslam Ülkelerinin Yakın Tarihi”, Ankara
Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, Ankara, 1975, s. 199-218.
49
Ömer Osman Umar, “Suriye’de Fransız Emperyalizmi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 1, Elazığ,
2002, s. 279-310.
50
Muzaffer Ercan Yılmaz, “Suriye: Süreklilik ve Değişimin Çatışması”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 30, Haziran 2011, s. 16.
51
Yılmaz, a.g.m., s. 16.
396
1970’lerden itibaren Esad ailesinin iktidarlığına geçmiştir.52 1970’lerden 2000’lere kadar Hafız Esad
tarafından yönetilen Suriye’de 1973 yılında kabul edilen anayasa ile yönetim şekli “sosyalist halk
demokrasisis” olarak kabul edilmekte ve devlet başkanına geniş yetkiler vermektedir. Hafıs Esad’ın
2000 yılında ölmesi ile 2000 yılından itibaren Beşar Esad tarafından yönetilmektedir.53
Genel olarak bakıldığında Suriye’de, Osmanlı dönemi de dahil olmak üzere bir Suriye
kimliği bulunmamaktadır. Fransız mandası döneminde ülkenin farklı siyasi birimlere bölünmesi de bir
Suriyeli kimliğinin oluşmasını engellemiştir. Bununla birlikte, bağımsızlığını kazandıktan sonra da
yaşanan istikrarsızlıklar nedeniyle bir kimlik oluşamamıştır. 1970’li yıllarda iktidara gelen Esad ailesi
de bir ulus yaratma yerine meşruiyeti kendi güç unsurlarına dayandırmışlardır. Ayrıca zaman zaman
ülke içinde nüfusun diğer kesimleri arasında yaşanan çatışmalar da bir ulus kimliğinin oluşmasına
engel olmuştur. Böylesi kırılgan bir yapı içinde yeni nesil bu tür çatışma ve rekabet ortamını bir
kenara bırakarak demokratik bir dönüşümün zamanı geldiğini fark etmişlerdir. Bu da, ortaya çıkan
isyanlarla kendini göstermeye başlamıştır.54
III. Domino Etkisi ve Suriye
Tunus’ta başlayan ve hızla tüm bölgeye yayılan isyan dalgası, son olarak Suriye’ye
yansımıştır. Olaylar, tıpkı Tunus’taki gibi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Hasale bölgesinde bir
kişinin kendisini yakmasıyla başlamıştır. Daha sonra olaylar, Rakka şehrinde protesto gösterileri
başlamış ve olaylar Şubat ayının başında başkent Şam’a sıçramıştır.55
Bu gösterilerde 1963 yılından beri süren olağanüstü hal uygulamalarının kaldırılması, insan
hakları, özgürlük gibi talepler dile getirilmiştir. Đstenilen çoğunluğun ve etkinin sağlanamadığı
gösterilerden sonra 17 Şubatta bir polisin esnafı dövmesiyle bir hareketlenme olmuştur. Ancak bu
gösterilerde de Esad yönetimi değil polis hedef seçilmiştir.56
Mart ayı ile birlikte gösteriler daha da artmış ve olaylar yavaş yavaş rejim aleyhine de
olmaya başlamıştır. Öyle ki halk artık sadece Esad rejimini devirmek değil, aynı zamanda demokratik
anlamda bir dönüşüm için de ayaklanmaktadır. Yani halk artık bir uyanmaya geçmiş ve o bilindik
Ortadoğu halkı olmaktan çıkmıştır. Halk artık, dikta rejimi yerine demokrasiyi, diktatör yerine
demokrat, seçimle gelip gitmeyi de amaç edinmiş bir lider, özgürlük, insan haklarına dayalı bir
yönetimi istemektedir.57
52
http://www.internews.org/regions/mena/amr/syria.pdf, (11.10.2011).
53
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=17405752, (08.10.2011).; Salam Kawakibi, “Political Islam in
Syria”, CEPS Working Documents, No. 270, June, 2007, s. 1.
54
Yılmaz, a.g.m., s. 18.
55
Orhan Oytun, “Ortadoğu’da Đsyan Dalgasının Son Durağı Suriye”,
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye, (09.10.2011).
56
Oytun, a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragisuriye, (09.10.2011).
57
a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye,
(09.10.2011).
397
Halk ayrıca ekonomik anlamda daha rahat, yaşam standartları yüksek –Suriye’nin kişi başına
düşen milli geliri 3000 $’dır- kapitalist düzene entegre olmuş bir, halkın yönetime katılımını
sağlayacak, rüşvet ve yolsuzluğun engellendiği, siyasi özgürlüklerin genişletildiği, adil bir düzen
istemektedir.58
Suriye’de yaşanan bu olaylarda, küreselleşmenin nimetleri olan iletişim teknolojileri
kullanılmıştır. Halk isteklerini yerine getirmek için gerekli olan örgütlenmeyi sosyal paylaşım siteleri
sayesinde yani internetle sağlamıştır.59
Bununla birlikte bölgede çıkarları nedeniyle dikta rejimleri istemeyen dış güçlerin de
Suriye’de etkili olduğu görülmektedir. Esad rejimi dışlayan ve yalnız bırakan Batılı güçler, Libya gibi
Esad rejimi devirmek için çaba sarf etseler de, Rusya ve Çin yüzünden gerekli hukuki zemini
yakalamamıştır. Bu iş yapma amacı bölgede kapitalist sistemin de işleyeceği demokratik bir düzeni
sağlamanın yanında ekonomik sebepler de bulunmaktadır. Uzunca bir süredir, Suriye’nin artık
ihtiyaçlarını Batı’dan değil Türkiye’den sağlıyor olmaları bunun en önemli göstergesidir.60
Sonuç
Tunus’ta başlayan ve hızla yayılan Arap Baharı tüm bölgeyi hatta dünyayı etkilemiş
durumdadır. Olayların son olarak yaşandığı yer olan Suriye de kilit bir konumdadır. Genel olarak
bakıldığında Suriye’de isyan eden isyancılar, Tunus ve Mısır’ı örnek almışlardır. Ancak Suriye için
durum biraz farklıdır.
Tunus ve Mısır’daki yönetimler, halk desteğinden çok Batı ile işbirliğine dayalı bir
durumdadırlar. Đsyanlar başlayıp, Batı da bu yönetimlere olan desteklerini de çektiklerinde sıkıntıya
girmişlerdir. Bunun sonucunda son bir koz olarak halkı güç kullanarak susturmaya çalışsalar da
başarısız olmuşlardır.
Oysa Suriye yönetimi ordu ve bürokraside önemli görevler alan Nusayrilerin desteğini
almıştır. Olası bir yönetim değişikliğinde Sünnilerin çoğunluğunda bir yönetimin gelmesinden endişe
ettiklerinden Esad yönetimine sadakatleri devam edecektir. Bununla birlikte, ülkede devlete ve Esad
yönetimine sadık olan pek çok istihbarat birimi vardır.
Bunların yanında uluslararası platformda işbirliğinin gerektiği ölçüde Batının yanında yer
alan ama Suriye’ye de bariz destek olan Rusya unsuru Suriye için önem arz etmektedir. Đki ülke zaten
tarihsel olarak bir yakınlık içindedirler. Rusya, Suriye’deki olayları kendisinin de yaşadığı bir iç sorun
olarak algıladığı gibi bunları uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit unsuru olarak da
58
a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye,
(09.10.2011).
59
a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye,
(09.10.2011).
60
Melik Aşık, “Suriye’ye Doğru”, Milliyet Gazetesi, (10.08.2011).
398
görmemektedir. Ayrıca olası bir Batı müdahalesinin de emperyal kaygılar taşıyacağından endişe
etmektedir. Böyle bir ortamda Suriye’ye BM’den ağır bir yaptırım ya da askeri bir müdahale zor
görünmektedir.
Burada önemli olan, yaşanan olaylarda Suriye’deki halkın değiştiği ve halkın demokrasi,
siyasi özgürlük, insan hakları, ekonomik refah, gelir düzeyi ve yaşam standartlarının artırılması gibi
nedenlerle ayaklanmasıdır.61 Ayaklanan isyancıların genç ve eğitimli kişilerden –okuyan genç nesil
sürekli olarak yönetimin kontrolü altında tutulmuştur- oluşması bir diğer önemli gelişmedir.62
Aynı zamanda halkın kitle iletişim araçlarını kullanarak bu tür girişimlerde bulunması,
örgütlenmesi, onların küreselleşmenin nimetlerinden faydalandığını da göstermektedir. Đsyancılar,
örgütlenmelerini sosyal paylaşım siteleri üzerinden sağlamışlardır.
Bununla birlikte, Batı’nın artık dikta rejim istememesi ve bu tür rejimlere karşı isyancıları
desteklediği görülmektedir.63 BM düzeyinde yaptırımlar, müdahaleler yapması ya da yapmaya
çabalaması bunun en büyük göstergesidir. Dikta rejimlerin gitmesiyle her anlamda dışa kapalı olan ya
da diktatöre göre şekillenen ülkelerde demokrasinin gelmesiyle özgürlüklerin artacağı ve ülkenin açık
hale geleceği düşünüldüğünde, bu bölgenin kapitalist sisteme eklemlenmesi daha kolay olacaktır.
Ayrıca, halkın yönetime katıldığı, seçimlerin yapıldığı, seçimle gelip seçimle giden liderlerin
olduğu, ekonomik anlamda kapitalist sisteme entegre olmuş bir ülkede ve dolayısıyla bölgede istikrarı
sağlamak, Batı’nın bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirmek ve politikalarını eyleme geçirmek –
bölgedeki enerji kaynaklarının güvenli ve istikrarlı bir şekilde Batı’ya aktarılması- dikta rejimine göre
daha kolay olacaktır.
Bu nedenlerden ötürü Suriye’nin yaşayacağı değişimi en çok ABD istemektedir. Jeostratejik
açıdan Libya kadar geniş enerji kaynağına sahip olmasa da Suriye, bölge güvenliği açısından önemli
bir yerdedir. Ayrıca, Hizbullah ve Hamas’ı desteklemesi ve Lübnan ve Filistin sorununa karşı ABD
karşıtı bir politika izlemesi, çözüme giden yolları olumsuz etkilemektedir. Bu yüzden Suriye’nin
sınırlandırılması, ABD yanlısı bir yönetimle değişmesi, ABD için stratejik bir hedeftir.64
61
Türel Yılmaz Şahin, “Suriye Olayları ve Türkiye”, http://www.kozanbilgi.net/forum-oku-33158suriye_olaylari_ve_turkiye.html, (10.10.2011).
62
Bahadır Dinçer, “Suriye Meselesi, Açık Sınırları Đfşa Ediyor”, http://www.usakgundem.com/yazar/2174/suriye-meselesia%C3%A7%C4%B1k-s%C4%B1rlar%C4%B1-%C4%B0f%C5%9Fa-ediyor-2-.html, (10.10.2011).
63
Veysel Ayhan, “Cisr El Şukur ve Hama Katliamları: Suriye Ne Yapmak Đstiyor”,
http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/76-veysel-ayhan-tum-yazilari/1803-cisr-el-sukur-ve-hama-katliamlari,
(11.10.2011).
64
Serdar Erdurmaz, “Libya ve Suriye’de ABD Tarafından Uygulanan Đki Faklı Yaklaşım”,
http://www.turksam.org/tr/a2422.html, (10.10.2011).
399
Kaynakça
Kitaplar
Akgün, Birol, 11 Eylül Sonrasından Dünya, ABD ve Türkiye, 1. Baskı, Konya, Tablet Kitabevi,
2006, s. 11.
Amin, Samin, Liberal Virüs, Ankara, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004, s. 213-214.
Brar, Harpal and Rule, Ella, Ortadoğu ve Emperyalizm-I, Evren Mardan (çev.), Đstanbul, Papirüs
Yayınevi, 2004, s. 11-13.
Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, Đstanbul, Küre Yayınları, 2001, 324-353.
Dedeoğlu, Beril, Ortadoğu Üzerine Notlar, Đstanbul, Derin Yayınları, 2002, s. 3.
Dursun, Davut, Ortadoğu Neresi?, Đstanbul, Đnsan Yayınları, 1995, s. 16.
Kahraman, Hasan Bülent, ABD Bu 11 Eylülü Çok Sevdi, 1. Baskı, Đstanbul, Agora Kitaplığı, 2006, s.
12-13.
Lenczowski, George, Oil and State in The Middle East, New York, Cornell University Press, 1962, p.
12-50.
Lewis, Bernard, Ortadoğu Đki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Selen Y. Kölay (çev.), 7. Baskı, Ankara,
Arkadaş Yayınevi, 2010, s. 33.
Sander, Oral, Siyasi Tarih (1918-1994), 11. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, 2003, s. 73.
Şimşek, Erdal, Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, Đstanbul, Kum Saati Yayınları, 2005, s. 10-11.
Taşlı, Ömer, Ortadoğu’da Süper Güçlerin Etkileri, Đstanbul, Fikir Yayınları, 1991, s. 23.
Turan, Ömer, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Đstanbul, Yeni Şafak Gazetesi Yayınları,
2003, s. 18-19.
Makaleler
Davison, Roderic H., “Where is The Middle East”, Foreign Affairs, Vol. 38, 1960, p. 10-11.
Gökçe, Halime, “Petrolün Kanlı Tarihi”, Gerçek Hayat Dergisi, Sayı 124, 2003, s. 1.
Đnat, Kemal ve Balcı, Ali “Dış Politika: Geleneksel’den Post-Modern’e Teorik Perspektifler”,
Uluslararası Politikayı Anlamak, Zeynep Dağı (der.), Đstanbul,Alfa Yayınları, 2007, s. 255.
Kawakibi, Salam, “Political Islam in Syria”, CEPS Working Documents, No. 270, June, 2007, s. 1.
Kayaoğlu, Đsmet, “Đslam Ülkelerinin Yakın Tarihi”, Ankara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt 10, Sayı 1, Ankara, 1975, s. 199-218.
Kona, Gamze Güngörmüş, “Ortadoğu’da Güvenlik Algılaması ve Dahili Risk Faktörlerinin Etkisi”,
Akdeniz Üniversitesi, ĐĐBF Dergisi, Sayı 8, Antalya, 2004, s. 114.
Özdağ, Ümit, “Terörizm, Küresel Güvenlik ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 2, Sayı 19, 2001, s. 712.
400
Sinkaya, Pınar Arıkan, “Ortadoğu’daki Halk Hareketlerinin Đran’a Yansımaları”, Ortadoğu Analiz,
Cilt 3, Sayı 27, Mart 2011, 30-37.
Umar, Ömer Osman, “Suriye’de Fransız Emperyalizmi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
Cilt 12, Sayı 1, Elazığ, 2002, s. 279-310.
Uzer, Umut, “Medeniyetler Çatışması”, Haydar Çakmak (ed.), Uluslararası Đlişkiler Giriş, Kavram ve
Teoriler, 1. Baskı, Ankara, Platin Yayınları, 2007, 304-305.
Yılmaz, Muzaffer Ercan, “Suriye: Süreklilik ve Değişimin Çatışması”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı
30, Haziran 2011, s. 16.
Tezler
Arık, Erkun, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Ortadoğu Politikası’nda Türkiye’nin Önemi,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa
Birliği Ana Bilim Dalı, 2010, s. 5.
Başak, Burak, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Bölgeye Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Kocaeli, Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim
Dalı, 2008, s. 5-6.
Bayraktaroğlu, Ulaş, Ortadoğu’da Yeniden Yapılanma Sürecinde Kültür-Đktidar Đlişkileri (2003 Irak
Savaşı Sonrası), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu
Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2009, s. 83-122.
Şimşek, Aslıhan Arslantürk, Ortadoğu’da Kimlik Sorunu ve Kıptiler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Đstanbul, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve
Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2010, s. 34.
Đnternet Kaynakları
Dursun, Davut, “Ortadoğu neresi? Sübjektif bir kavramın anlam çerçevesi ve tarihi”, Stradigma, Sayı
10, Kasım 2003, http://www.stradigma.com/index.php?sayfa=yazdir_makale&no=7, (08.08.2011).
Yalçın,
Đbrahim,
“Ortadoğu’da
Kaynayan
Kazan
ve
Türkiye’yi
Bekleyen
Tehlike”,
http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1135:ortadouda-kaynayankazan-ve&catid=36:konuk-yazlar, (10.08.2011).
Okant,
Çişil,
”
Gamze
Çoşkun:
Ortadoğu Halkları
Yapabileceklerinin
Farkına
Vardı”,
http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1946, (12.08.2011).
“Kuzey
Afrika’daki
ve
Ortadoğu’daki
Halk
Ayaklanmaları
Neyin
Habercisidir”,
http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011).
Semin,
Ali,
“Yeni
Ortadoğu
Modelinin
Kuzey
Irak’a
Yansımaları”,
http://www.bilgesam.com/tr/index.php/imagegallery/components/com_sectionex/themes/default/analizler/analizlerkafkaslar/images/stories/index.php?option=com_content&view=category&id=77&Itemid=150,
(12.08.2011).
401
Kaynak,
Mahir,
“Ortadaoğu’daki
Ayaklanmalar
ABD
Organizasyonu
mu?”,
http://www.muhalifgazete.com/7267-Ortadogu-daki-ayaklanmalar-ABD-organizasyonu-mu.htm,
(13.08.2011).
Ağca,
Tamer,
“Tunus
Ortadoğu’ya
Domino
Etkisi
Yaparsa”,
http://www.haber365.com/Haber/Tunus_Ortadoguya_Domino_Etkisi_Yaparsa/, (13.08.2011).
Çemrek, Murat ve Yazıcı, Amine, “Tunus, Mısır ve Libya: Bu Su Hiç Durulmaz”,
http://www.sde.org.tr/haberler/1400/tunus-misir-ve-libya-bu-su-hic-durmaz.aspx, (27.08.2011).
http://blog.milliyet.com.tr/Ortadogu_daki_isyanlar_ve_yoksulluk/Blog/?BlogNo=291142,
(27.08.2011).
Çoşkun,
Gamze,
“Ortadoğu’da
Yıkılan
Fildişi
Kuleler
ve
Artan
Dış
Müdahale”,
http://www.usakgundem.com/yazar/2029/ortado%C4%9Fu%E2%80%99day%C4%B1k%C4%B1lan-fildi%C5%9Fi-kuleler-ve-artan-d%C4%B1%C5%9Fm%C3%BCdahale.html, (27.08.2011).
Sağır,
Muharrem,
”Ortadoğu’da
Sırça
Köşkler
Yıkılırken”,
http://www.usakgundem.com/yorum/372/ortado%C4%9Fu%E2%80%99da-s%C4%B1r%C3%A7ak%C3%B6%C5%9Fkler-y%C4%B1k%C4%B1l%C4%B1rken.html, (28.08.2011).
http://www.ntvmsnbc.com/id/25197352/, (08.10.2011).
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=17405752, (08.10.2011).
Oytun,
Orhan,
“Ortadoğu’da
Đsyan
Dalgasının
Son
Durağı
Suriye”,
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-sonduragi-suriye, (09.10.2011).
Şahin, Türel Yılmaz, “Suriye Olayları ve Türkiye”, http://www.kozanbilgi.net/forum-oku-33158suriye_olaylari_ve_turkiye.html, (10.10.2011).
Dinçer,
Bahadır,
“Suriye
Meselesi,
Açık
Sınırları
Đfşa
Ediyor”,
http://www.usakgundem.com/yazar/2174/suriye-meselesi-a%C3%A7%C4%B1ks%C4%B1rlar%C4%B1-%C4%B0f%C5%9Fa-ediyor-2-.html, (10.10.2011).
Erdurmaz, Serdar, “Libya ve Suriye’de ABD Tarafından Uygulanan Đki Faklı Yaklaşım”,
http://www.turksam.org/tr/a2422.html, (10.10.2011).
Şeyhanlıoğlu,
Hüseyin,
“Suriye
Nereye
Gidiyor”,
http://israelkurd.com/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=330:israilkuerd&catid=38:politics, (10.10.2011).
402
Ayhan,
Veysel,
“Cisr
El
Şukur
ve
Hama
Katliamları:
Suriye
Ne
Yapmak
Đstiyor”,
http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/76-veysel-ayhan-tum-yazilari/1803-cisr-el-sukur-vehama-katliamlari, (11.10.2011).
http://www.internews.org/regions/mena/amr/syria.pdf, (11.10.2011).
ORTADOĞU DEĞĐŞĐM SÜRECĐNDE YEMEN’DEKĐ SĐYASĐ YAPI
Faruk Bozgöz∗
Özet
Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde önemli bir rol oynayan Yemen, son zamanlarda Arap
Devrimi olarak başlayıp Arap Baharı ya da Arap Reform Hareketleri olarak sürmekte olan
Ortadoğu’daki değişim hareketlerinde de büyük rol oynamaya namzet ülke konumundadır. Gerek
körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’ın güvenliği gerekse de Sünni Şii çekişmesi bağlamında Zeydiye
Mezhebinin günümüz Đslam Dünyası’nın yeniden şekillenmesinde üstleneceği rol; stratejistlerin ve
sosyal bilimcilerin farkına varamadıkları bir kapalılığı bünyesinde barındırmaktadır. Düşünsel
bağlamda akılcı mutezilî-zeydî fikirlerin modern çağda radikal Đslamî akımlarla kesişmesi analistleri
de aciz bırakan bir sonucu beraberinde getirmektedir. Hadramawt bölgesi, Sa’dâ bölgesindeki silahlı
Hûtî Hareketi, siyasî ve sosyal proğramları ile Đhvan-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler)’e benzeyen
ez-Zindânî önderliğindeki el-Islâh (Reform) partisi, her evde 3-5 silah bulunmasının doğal
karşılandığı silahlandırılmış bir toplum, Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih yönetimindeki Hizbu’lMu’temer partisinin kabile ve aşiretler nazarında meşruiyetini kaybetmesi gibi hususlar bu
bildirimizde ele alıp tartışacağımız önemli siyasi unsurlardır.
Anahtar Kelimeler: Yemen, Hûtiler, Ortadoğu, Arap Baharı, Sa’dâ Bölgesi, Siyaset, Asabiye
Giriş
“Dünyada insanların en bahtsızı ve en çilelisi;
∗
Doç. Dr. Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi
403
ya arslanın sırtına binen ya da Yemen’i yönetendir.”
Yemenli şair Đbrahim el-Hadrânî1
Bernard Lewis'e göre bir millet, "ortak bir dille, ortak ataya, tarihe ve kadere inanç sayesinde
bir arada tutulan bir grup insandır. Zorunlu olmamakla beraber bu insanlar genellikle kendi toprakları
üzerinde ikamet eder ve genellikle egemen devlet sahibidirler. Eğer böyle değilse; beraberce kendi
egemen bağımsızlıkları için çaba harcarlar."2 Bu tanım, modern çağdaki Arap ülkeleri ve
yönetimlerini tam da özetleyen bir tanımdır. Zoraki “Bir arada tutulmaya çalışılan”, Osmanlı çöküşü
sonrasında kurulmuş olan çağdaş Arap devletlerindeki, kuruluş aşamalarında tasarlanan sosyal,
kültürel ve siyasî alanlardaki argümanların artık toplumu birarada tutmaya veya toplumun devletlerine
olan bağlılıklarına yetmemeye başlaması; Arap Devletleri’nde bir “asabiye” krizi yaşanmaya
başlandığının göstergesidir. Yukarıdaki tanımda vurgulanan ortak dil, ata, tarih ve kadere inanmışlık
unsurları da artık Arap devletlerinin halkları ile barışık siyasî sistemler olmaktan çıkıp yeni arayışların
eşiğine geldiğini göstermektedir. Ancak burada akla gelen soru; bu süreç geçicidir, acaba Arap
halkları bu geçiş sürecinden sonra yeniden kendi kültürel kodlarında var olan unsurları temel alarak
yeni oluşumlara gidebilecek midir? Çağdaş dünyanın modern değerlerini, insan haklarını kendi
coğrafyalarında hakim kılabilecekler midir?
Sati’ el-Huserî’ye göre, üç duygu; siyasî topluluğu yaratır: Milliyetçilik, Toprağa Bağlı
Vatanperverlik ve Devlete Bağlılık. Ondokuzuncu yüzyılın başından bu yana oluşturulmaya çalışılan
Arap devletlerinde de; milliyetçilik, vatanperverlik ve devlete bağlılık en önemli unsurlar olmuş ve
aktif rol oynamıştır: Modern insan için anavatan, yurttaşlarının yaşadığı yerdir, devletin onun sadakati
üzerindeki iddiası ulusun iradesinin tecessüm etmesi üzerinde temellenir.3 Bugünkü halk
hareketlerinin başlangıcını oluşturan Tunus olayları ve gösterilerinde sloganlaşmış olan ve sonra da
tüm Arap Baharı’nda haykırılmaya başlanan “Đrâdetu’l-Hayat / Yaşama Đsteği” şiirinin mısralarında
1
Đbrahim el-Hadrânî, 1917-2007 yılları arasında yaşamış Yemenli bir şairdir. Demar şehrinde doğmuş, eğitimini Sana’a’da
tamamlamış, çeşitli gazete ve dergi editörlüğü yapmış, Dışişleri, Kültür Bakanlıklarında çeşitli görevler üstlenmiş, ayrıca
Yemen Radyo ve televizyonunda da proğramlar yapmıştır. Bkz: “eş-Şairu’l-Kebîr Đbrahim el-Hadrânî”, http://www.m3n.net/vb/showthread.php?t=1608; Şiirin orjinali şu şekildedir:
‫ووحشي إذا امتھنا‬
‫صعب القياد‬
ّ
‫شعبي حمى ﷲ شعبي إن شرس‬
‫تبغي بھا ﷲ أو ترضي بھا الوطنا‬
‫فال ترم حكمه إال لتضحيّة‬
ّ ‫من يمتطي‬
‫الليث أو من يحكم اليمنا‬
‫فأتعس الناس في الدنيا وأنكدھم‬
2
Bernard Lewis, The Multiple Identities of the Middle East, New York, 1998, s. 7, 142.
3
Satı’ el-Huserî, Ârâ ve Ahâdîs fi’l-Vataniyye ve’l-Kavmiyye, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-Arabiyye, Beyrut, 1985, s. 3.
404
dile getirilen ruh hali; sanki Arap coğrafyasında şimdiye kadar oluşturulmuş rejimlerin halkları
yaşamayacak şekilde bunalttığının bir dışavurumu gibidir4.
El-Huserî, Đngiliz ve Fransız düşünürlerinin, bir millet olmayı isteyen herhangi bir grubun
millet olduğu yolundaki düşüncesine tamamen karşı çıkar ve “millet gerçekten var olan birşeydir: Bir
insan istese de istemese de ya Araptır ya da Arap değildir.” der. Bu anlamda Renan'ın meşhur ulus
tanımına da eleştiriler getirir.5 Ona göre milleti oluşturan en önemli unsur, başka bir ifade ile asabiye;
geçmişte ortaklaşa büyük gururları paylaşmış olmak, şimdide ortak bir iradeye sahip olarak birlikte
büyük işler yapmaya çalışmak ve gelecekte de büyük işler yapma arzusu taşımaktır.
Düşünce tarihinde, siyasal egemenlikle toplum psikolojisi, toplumdaki birlik ve dayanışma
dinamiği arasındaki etkili ilişkiye ilk kez dikkat çeken bilim adamı Đbni Haldun, Đslam dünyasındaki
tarih ve devlet felsefesini bir asabiyet diyalektiğine dayandırır. Öyle ki ona göre, her yeni düşünce ve
inanca karşı insanların doğasında bulunan olumsuz tepki gösterme eğilimi, zora başvurma biçiminde
eyleme dönüşme istidadındadır. Dolayısıyla bir egemenliğin, hatta peygamberlik veya herhangi bir
ideolojinin başarıya ulaşması öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır.6 Halduncu görüşe göre;
devletler gibi “dinler ve şeriatlar” bile asabiyet desteğiyle kurulur, gelişir bu destekten yoksun kalınca
da yıkılırlar. Asabiyet en ilkel şekliyle beşerin doğasında bulunan saldırı ve düşmanlık eğilimlerine
karşı yine aynı doğadan gelen, akraba vb. yakınlara acıma duygusunun doğurduğu dayanışma
eğilimidir. Gerçekte soy birliğinden başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en
ileri derecesiyle ilkel (bedevi) topluluklarda bulunan asabiyet; toplumların yerleşik ve uygar (hadarî)
4
Şiirin tamamı çok uzundur. Ancak bizim konumuza ışık tutacak olan bölümü şu beyitlerdir:
Birgün halk hayatı isterse, kaderin buna cevap vermesi, gecenin
gündüze dönmesi, prangaların kırılması kaçınılmazdır. Her kimi
yaşam arzusu kucaklamazsa hayatın ortasında toz duman olur
gider. Ezip geçecek yokluk darbesine karşı yaşama sevincinin
kendisini sarmadığı kimselere yazıklar olsun. Đşte kainat bana
bunları söylemekte ve kainatın gizli ruhu bana bunları
fısıldamaktadır.
‫يب ال َقـدَر‬
َ ‫أرا َد ْال َح َيـاةَ َفال بُ ﱠد أنْ يَ ْست َِج‬
َ ً‫إذا ال ّشعْبُ يَوْ َما‬
‫َوال بُ ﱠد لل َق ْي ِد أَنْ َيـ ْنك َِسـر‬
‫َوال بُـ ﱠد ِللﱠيـْ ِل أنْ َي ْن َج ِلــي‬
ُ ْ‫َو َمنْ َل ْم يُ َعا ِن ْقهُ َشو‬
‫ـر في َجوﱢ ھَـا َوا ْن َد َثـر‬
َ ‫ق ْال َح َيـا ِة َت َب ﱠخ‬
‫صر‬
َ ْ‫ِمن‬
ِ ‫ص ْف َعـ ِة ال َعـدَم ال ُم ْن َت‬
ُ ‫َف َو ْي ٌل ِل َمنْ لَ ْم َت‬
ُ‫ش ْقـهُ ْال َح َياة‬
‫َو َح ّد َثنـي رُوحُـ َھا ال ُم ْس َت ِتر‬
ْ ‫كَذلِكَ َقا َل‬
ُ ‫ـي الكَا ِئن‬
‫َات‬
َ ‫ـت ِل‬
Bkz: Ebu’l-Kâsım eş-Şâbbî, Divan, Beyrut, 2005, s. 70; Nimât Ahmed Fuâd, Şuarau Selâs, Kahire 1987, s. 184.
5
Satı’ el-Huserî, Ârâ ve Ahâdîs fi’l-Vataniyye ve’l-Kavmiyye, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-Arabiyye, Beyrut, 1985, s. 46 vd.
6
Günümüz Arap toplum yapısını iyi tanımak için Đbn Haldun’un düşünce ve eserlerini yakından tanımak gerekir. Yazarın
kısaca hayatı; 27 mayıs 1332 Tunus’ta doğdu. Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle dedesi
Haldun’un adıyla Đbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Güney Arabistan’ın veya günümüz Yemen Cumhuriyeti’nin
Hadramawt yöresinden, önce 1362’de Đspanya’ya, oradan da Kuzey Afrika’ya göçerek Tunus’a yerleşmiş; bilim, düşünce,
edebiyat ve siyasetle yakından ilgilenmiş olan eski ve soylu bir ailenin çocuğudur. Çok iyi eğitim alan Đbn Haldun, yirmi
yaşındayken, Tunus’un yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshak’ın kâtipliğine getirilmiş ve
bundan sonra Arap toplumunu çok yakından tanıyacağı çalkantılı siyasal yaşamı başlamış, bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye,
Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izlemiştir. Endülüs’ün Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in hizmetine
girmiş daha sonra oradan ayrılarak Kuzey Afrika’ya dönmüş ve burada çok istediği haciplik (başvezirlik) görevini yürütmüş; bir
yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. 1366’daki yönetim değişikliği üzerine görevden ayrılarak kabileler arasında
dolaşmaya başlamış; muhtemelen, yazımını tasarladığı Mukaddime için veriler toplamak üzere, Bedevi yaşam tarzını
incelemiştir. 303/1406 yılında Kahire’de vefat etmiştir. Bkz: Muhammed el-Hıdr, Hayatu Đbn-i Haldun, Kahire 1342, s. 1-50.
405
yaşama geçmeleri oranında gücünü kaybeder. Çünkü bu durumda çeşitli nesepler arasındaki
homojenliğin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir.
Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akrabalar (en-nesebü’l-hassa) arasında bulunur ve nesep
uzak akrabaya (en-nesebü’l-âmme) yayıldıkça asabiyet de zayıflar. Đbni Haldun kendi dönemine kadar
Đslam kültür ve uygarlığının egemen olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve ulusların tarihi üzerinde
yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri sonucunda ilkel yaşamdan uygar yaşama; aile, aşiret, kabile
birliklerinden devlet yapısına; kaba kuvvet döneminden hukuk devletine geçişin her aşamasında rol
oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu sonucuna varmaktadır7.
A. Yemen’de Kabileler
Aşiret ve kabile yapısı, Yemen toplumsal hayatında temel bileşendir. Bu yüzden Yemen
toplumunu kabile toplumu olarak adlandırmak mümkündür. Yemen’deki toplam kabile sayısı 200
civarındadır. Bunlardan 168 tanesi kuzey bölgesinde; geri kalanları ise güney bölgesindedirler.
Genellikle dağlık bölgelerde yaşamaktadırlar8.
Arap kabile tarihleri incelenirken (Đlmu’l-Ensab) pekçok Arap kabilesinin kökenlerinin
Yemen kabilelerinden neşet ettiği tespiti yapılır. Kabile köken araştırmalarında soyun Yemen
kabilelerine dayandırılması bir ayrıcalıktır9. Yemen şeyhleri, imâm unvanıyla bir veya birkaç kabileyi
dinî ve siyâsî olarak idare ederler. Bunlardan bâzılarının halk üzerindeki nüfuzu daha fazla olup,
kendilerine birkaç şeyh tâbi olduğu için Şeyhu’l-Meşayih unvanını taşırlar. “Arabistan’da, hele
Yemen’de ünvan ve lâkabların, münasebet ve dostlukların kıymeti çoktur.10” Genelde bu büyük
şeyhler Sana’a’da ikamet ederler. Ancak siyâsî anlaşmazlıklar ve krizler çıktığı zaman kendi kabileleri
ve güvendikleri kabilelerle saklanabilecekleri ve savaşabilecekleri dağlık bölgelere çekilirler. Bunların
başında Sa’da bölgesi gelir. Yemen tarihi boyunca kurulmuş olan üç tane Zeydî devletin kuruluş
sürecinde bu bölge merkez olarak kullanılmıştır. Bu şehylerin hepsinin bağlandığı kişi Sünni devlet
başkanının alternatifi olan Đmamet kurumu ve Đmam’dır. Ancak bu imamlık anlayışı Şiâ’daki imamlık
anlayışından farklılık arzeder. Şeyhler halktan fitre ve zekât gibi vergiler alırlar. Çoğu zengin
olduklarından etrafındakiler üzerinde iktisâdi bir baskı kurarak, onları istedikleri gibi istihdam ederler.
Siyâsî mânadaki bu şeyhlik, babadan oğula geçer.
Yemendeki kabilelerin sınıflandırılması en büyük kabileye (ed-Dâ’î el-Âmm) nispetle
yapılmaktadır. Buna göre Yemen kabilelerini büyüklüklerini esas alarak altı kısımda tasnif edebiliriz:
7
Bkz: Muhammed Abid el-Câbirî, el-Asabiyye ve’d-Devle, Beyrut, 1992, s. 16-251.
8
Yemen toplumundaki kabilenin rolü ile ilgili daha geniş bilgi için bkz: Fadl Ebu Ganem, Adil eş-Şerbecî, Hasen Alî Muclî,
“el-Kabîle fi’l-Yemen”, el-Mevsûatu’l-Yemeniyye, Muessesetu’l-Afif es-Sekâfiyye, IV.c., Sana’a, 2003, III., s. 2368-2376.
9
Ferac Necm, el-Kabîle ve’l-Đslam ve’d-Devlet, Tawalt, 2002, s. 21-29.
10
Mahmud Nedim Bey, Arabistan’da Bir Ömür; Son Yemen Valisinin Hatıraları, Đstanbul, 2001, s. 12.
406
1. Bekîl Kabilesi: Bekîl kabilesi Kuzey Yemen’deki en büyük kabilelerden birisi ve San’a,
Amrân, Sa’de, el-Cevf ve Me’rib illerindeki nüfusun üçte ikisini oluştururlar. Ayrıca Đbb, Hacce ve
Mahvît illerinde de büyük oranda nüfusa sahiptirler. Bekîl kabilesinin tümü Zeydî mezhebine
mensuptur. Bu kabile aslında Hâşid kabilesinin bir kolu olan büyük Hemedân kabîlesinin bir alt kolu
mesabesindedir. Gerçi kabilelerin aralarındaki akrabalıkları ayrık otu gibidir. Birbirine o kadar sarmaş
dolaştır ki hangi kolun hangi kolla akrabalık ve bağları olduğunu çok net bir şekilde ayrıştırmak
oldukça güçtür. Arap toplumlardaki sosyal hareketlilikleri iyi kavrayabilmek ve sosyolojik tahlillere
gidebilmek için klasik Arap kültüründeki ilmu’n-nesebi (soykütüğü bilimini) bilmek faydalı olur. Bu
kabile ile Hâşid kabilesi arasında devlete karşı konumlanma biçiminden tutun, Yemen’deki muhalefet,
Đslâmî gruplar ve sol gruplarla ilişkilere varana kadar kıyasıya bir çekişme yaşanmaktadır. Aslında bu
çekişmenin tarihi suikaste kurban giden eski Yemen başkanı Đbrahîm el-Hamdî’nin11 öldürülmesine
kadar gider. Hâşid kabilesi taraftarları ve bugünkü Ali Abdullah Salih hükümeti, Bekîl kabilesi
mensuplarını; Rafizî, Đran güdümündekiler ve Đmamet rejimini geri isteyenler gibi suçlamalarla itham
etmektedirler. Bekîl kabilesi taraftarları ise Hâşid kabilesi mensuplarını rejimin kapısında dilenenler,
yardakçılık yapanlar, Yemenlilerin atalarından tevarus aldıkları Zeydî mezhebi mensuplarını Suudi
Arabistan’dan aldıkları maddi desteklerle sünnileştirdikleri, selefîleştirdikleri, eğitim kurumlarını
bilerek sünni doktrine uygun müfredatlarla dizayn ettikleri gibi suçlamalarda bulunmaktadırlar.
Bekîl kabilesinin arazileri kuzeyde Sana’a’dan başlar, doğuda el-Cevf vilayeti ve batı tarafta
da Tihame’den itibaren Sa’da bölgesine kadar uzanır. Bu kabileye bağlı bilinen diğer kabileler ise
Erhab, el-Hıdâ, Ens, el-Haymeteyn, Benî Matar, Dehm, Bert, Zu Muhammed ve Zu Huseyin’dir.
Kabile şehyleri ise Abdulvehhab Sinan’dır. Sana’da ise bu kabilenin uzantısı olan Erhab kabilesi
açıkça hükümete karşı tavrını koymuş ve zaman zaman da silahlı çatışmalara girmektedir.
2. Hâşid Kabilesi: Hâşid kabilesinin mevcut rejimle siyasal bağı çok güçlüdür. Bu kabilenin
devletle ilişkisi, Đmamet rejiminin yıkılıp yerine Cumhuriyet rejiminin kuruluş aşamasındaki o geçiş
döneminde (1962 yılında), ordu saflarına katılarak destek veren ilk kabîle olması hasebiyle büyük
11
Đbrahim Muhammed Hamdi (1943- 11 Aralık 1977), Yemen’de Đmamet rejimi yıkıldıktan sonra Yemen Arap
Cumhuriyeti’nin 13 Haziran 1974-11 Aralık 1977 yılına kadar olan 3. Cumhurbaşkanıdır. Yemen’in Đbb vilayetinde doğmuş
Hava Harp Okulu’nda eğitim görmüştür. Babası 1948-1962 yılları arasında Yemen hakimi olarak görev yapmış saygın bir
kimsedir. Halk arasında, yönetimde olduğu sırada Yemen’in hızla geliştiği, körfez ülkeleriyle bile yarışır bir hale geldiği, diğer
Arap ülkelerinde çalışan Yemenlilerin hak ve hukukunu savunduğu şeklinde intibalar vardır. Döneminde dikkat çeken önemli
hususlardan birisi Suudî Arabistan’ın bölgedeki siyasetinden bağımsız bir siyaset izlemesidir. Bir diğer husus ise, Yemen
devletindeki kabile etkinliklerini en aza indirmiş olmasıdır. 1975 nisanında Lübnan’da iç savaş çıkınca hemen Arap Zirvesi’ni
acil toplantıya çağırmış ve özel bir Arap askerî birlik kurarak Lübnan’a müdahale etme fikrini teklif etmiştir. Daha sonra Güney
Yemen’le birleşme fikrini dillendirmiş ve yeni kurulacak birleşik Yemen’de sosyalist anlayışın devlete hakim olma düşüncesini
dillendirmiştir. Suikasta gitme sebebinin bu fikirleri olduğu söylenir. Zaten suikaste uğraması da Kuzeyli bir devlet başkanının
Güney Yemen’e olan ilk ziyaret sonrasında olmuştur. Suikastte Suudî Arabistan ve Abdullah Ahmer’in yanısıra o zaman
Babu’l-Mendeb’de bir askeri birliğin başında bulunan bugünkü Ali Abdullah Salih’inde parmağının olduğu iddia edilir. Ayrıca
kabile şeyhleri de sosyalizme olan meyilinden dolayı kendisini kafirlikle suçlamaktaydılar. Bkz: “er-Reis eş-Şehid Đbrahim
Muhammed Hamdi”,
http://www.alhamdi.net/President/speech/element.php?IBLOCK_ID=44&SECTION_ID=196&ELEMENT_ID=1369
407
önem arzeder12. Eski Yemen Cumhurbaşkanı Đbrahim el-Hamdî’ye düzenlenen suikastta parmağı
olduğu bilinen bir gerçektir. Bu suikasttan sonra kabilenin hükümetteki nüfuzu artmıştır. Nüfuzunun
artmasında Suud-i Arabistan yönetiminin mali ve siyasî desteğini yanına aldığı söylenmektedir.
Ayrıca bu kabilenin Suud-i Arabistan güdümünde Zeydîleri sünnileştirme operasyonunu sürdürdüğü
şeklinde suçlamalarda bulunmaktadır. Bu kabile çatısı altında, Ali Abdullah Salih rejimi ile sıkı irtibat
içerisinde olan diğer şeyhler ise Beytu’l-Ahmer, Cebel-i Yezîd, Erhab ve Iyâl-i Serîh şeyhleridir.13
Yemen’de bulunan kabilelerden Bekîl ve Hâşid kabileleri en çok politize olmuş olanlardır.
Bu iki büyük kabile dışındaki kabile ve aşiretler ise, siyasî olaylarda bunlar kadar etkili değildirler. Bu
iki kabîlenin nüfuz alanlarının bu kadar geniş olmasında sahip oldukları arazilerin genişliği ve
verimliliği de büyük rol oynamaktadır. Zira, Yemen’de en verimli araziler bunların kontrolleri altında
bulunmaktadır.14 Diğer kabilelere gelince, bu şartlarda bu kabilelerin hiçbir zaman etkili
olmayacakları anlamına gelmez, zirâ; her kabîle diğer kabilelere üstün gelip hükümranlık alanını
geliştirecek şartları kollar. Neseb bağı kabileler arasında vehmîdir ve güç unsuruna göre çok
değişkendir (sanal). Şartlar oluşmadığı zaman, kendi hallerinde ve etkinlik alanları da kendi
mıntıkalarındadır. Bu yüzden onların sadece isimlerini zikretmekle yetineceğiz.
3. Muzhıc Kabilesi:
4. Hımyer Kabilesi:
5. Kinde Kabilesi:
6. es-Sekaldî Kabilesi: Bu kabile, coğrafî olarak Yemen’in tam ortasındaki ed-Dâli’
bölgesinde konuşlanmıştır. Başkent Sana’a’dan Aden ve Hudeyde’ye giden kara yolları bunların
nüfuz alanına giren bölgelerden geçer ve siyasî gerginlikler artınca bu bölgeden geçen yollar kesilir.
Bu kabile 1967 yılında Đngilizlere karşı verdiği yaman mücadele ile tanınır ve bireyleri cesur, yiğit ve
savaşçı olarak bilinirler. Kabilenin tanınmış en belirgin simaları Şeyh Muhammed Mukbil es-Sekaldî,
Ahmed Mani’, Kasim Mus’id ve Yahya Muhammed es-Sekaldî’dir.
Yemen kabileleri büyük bir ekonomik ve sosyal güce sahiptirler. Bu yüzden siyasî kararların
alınmasında devleti etki altına almaktadırlar. Özellikle de kabilelerin devletin resmî ordusuna nispetle
daha iyi silah donanmalarına sahip olmaları ellerini güçlendirmekte ve kabilelere geniş bir hareket
alanı sağlamaktadır. Örneğin; Sana’a’da merkezi hükümetin hakimiyet kurabildiğini ancak, San’a
12
Bkz: Abdullah el-Beraddûnî, el-Yemen el-Cumhûrî, Sana’a, 2007, s.32.
13
Bkz: Muhammed ez-Zâhirî, “el-Kabîletu hiye ehemmu kiyânin fâilin fi’l-muctema”, Aralık, 2010,
http://bakeel.net/articles.php?id=40
14
Bkz: Abdu’l-Melik el-Acerî, “en-Nizâmu’l-Đctimâî el-Kabelî ve Eseruhu ale’d-Devri’s-Siyâsî ve’l-Hadârî li’z-Zeydiyye fi’lYemen” ,
408
dışına çıkınca bu hakimiyeti kaybettiklerini ve ordunun etkinliğinin yok denecek kadar azaldığını
gözlemleriz. San’a şehrini meşhur Nukûm dağları çevreler. Bu dağların öte yakasındaki eteklerinde
başta Benî Matar kabilesi olmak üzere birçok kabile yerleşmiştir. Bu kabileler Sana’a’daki
hükümetlere desteğini çektikleri zaman, başkentin ve devletin diğer bölgelerle olan ilişkilerini kontrol
altlarına alabilmekteler15.
Kabileler arası rekabet her zaman olagelmiştir. Modern dönemdeki bu rekabet ortamı
merkezi hükümetle olan ilişkileri de şekillendirmektedir. Yemen Araştırma merkezleri Yemendeki
kalkınma, hizmet ve yatırım sektörlerindeki kabilelerin hükümetten pay kapma savaşının devleti
işletemez hale getirdiğini belirtmektedirler. Bunun başlıca sebebi Devletbaşkanı Ali Abdullah Salih’in
iktidara geldiği 1978 yılından beri sırtını bu kabilelere dayamış olması ve iktidardaki gücünün
meşruiyetini onlardan alması fikrinde yatmaktadır. Ali Abdullah Salih iktidarı süresince, kabilelerle
çatışmayı ve onlarla ters düşmeyi hiçbir zaman göze alamamıştır. Hatta kimi başarılarının arkasında
kabilelerin kendisine verdikleri açık destekte yatmaktadır. Örneğin; iki Yemen’in birleşmesi
sürecinde, Güney Yemen’deki sol grupların direnişini, Bekil ve Hâşid kabilelerinin gerekirse hükümet
yanında onlara karşı silah kullanabilecekleri beyanı sonrasında kırabilmiştir. Ancak 1990 yılındaki iki
Yemen’in birleşmesinden sonra ve 1994’te patlak veren ve Vahdet Savaşı olarak adlandırılan savaştan
sonra, kabilelerin devlet üzerindeki nüfuzları giderek azalmaya başlamıştır. Meclis başkanı elAhmer’in vefatından sonra ise Ali Abdullah Salih kabilelerden aldığı desteği tamamen kaybetmiştir.
Salih yönetiminde nüfuzunu kaybeden kabileler Şubat 2011’de başlayan protestolarla tekrar
sahneye çıkmış ve Başkan Salih’in de mensubu olduğu16 Haşid ve Bekil kabileleri muhalefet saflarına
geçerek muhalefet hareketlerine destek vermiştir. Bu iki kabile üzerinde en büyük etkinliğe sahip olan
35 yaşındaki Şeyh Hüseyin Abdullah el-Ahmer, yönetimdeki Hizbu’l-Mu’temer eş-Şa’bî partisine
olan desteğini açıkça çektiğini ilan ederek istifa etmiştir. Bununla da yetinmeyerek muhalefet
hareketlerini desteklemeye başlamış ve rejime muhalif olanların saflarına katılmıştır.
Kabilelerin Yemen’deki siyasî partilerle bağlantılarına ve hükümet üzerindeki nüfuzlarına
başka bir örnek ise; 13 Eylül 1990 yılında vefat eden eski meclis başkanı Şeyh Abdullah bin Hüseyin
el-Ahmer’in Hizbu’t-Tecemmu el-Yemenî li’l-Đslah partisine önderlik ederek birkaç defa seçimlere
girmesi ve her seferinde de seçilerek Yemen Meclis Başkanlığı görevine Ali Abdullah Salih’in
partisinin desteğini de alarak gelmiş olmasıdır. Đktidar partisinin en büyük rakibi olan muhalefet
partisi Đslah’ın milletvekili olarak meclise girmesine rağmen el-Ahmer’in her seçilişinden sonra Ali
Abdullah Salih’in partisi el-Mu’temer’in de oylarını ve desteğini alarak meclis başkanı seçilmesi
Başkan Salih’in siyasî dengeleri gözettiğinin ve kabilelerin gücüne nasıl boyun eğdiğinin en bariz
15
Bkz: Fadl Ebu Ganem, Adil eş-Şerbecî, Hasen Alî Muclî, “el-Kabîle fi’l-Yemen”, el-Mevsûatu’l-Yemeniyye, Muessesetu’lAfif es-Sekâfiyye, IV.c., Sana’a, 2003, III., s. 2368-2376.
16
Ali Abdullah Salih, Hâşid kabilesinin alt kolu olan el-Usaymât el-Hemedânî kabilesine mensuptur. Bkz: “es-Sîra ez-Zâtiyye li
Ali Abdullah Salih” http://www.hdrmut.net/vb/t289383.html , (11 Ocak 2011).
409
örneğidir. Zirâ; el-Ahmer Hâşid kabilesinin şeyhi ve aynı zamanda da Đhvan-ı Müslimîn’in Yemen
kolu sayılabilecek Yemen’deki güçlü Đslâmi partilerin de en büyük lideri idi.
Diğer taraftan bu kabilelerin, son yıllarda, Yemen’deki yabancıları kaçırıp serbest bırakmak
için Yemen hükümeti ile pazarlıklar yaparak maddi menfaatlar elde ettikten sonra ellerindeki yabancı
rehineleri serbest bırakma yoluna gitmeleri de devlet üzerinde kurdukları otoritenin ilginç bir
örneğidir. Böylesi olaylar karşında hükümetin tutumu; uluslar arası imajını kaybetmeme ve kabileleri
tamamıyla karşısına alamama adına bu pazarlıklara açık olmak şeklindedir.17
B. Yemen’in Yakın Dönem Kısa Siyâsî Tarihi
Yemen’in yakın tarihine bugünkü siyasî olayları ilgilendiren boyutları gözönünde
bulundurarak kısaca göz attığımızda Osmanlılar dönemi de dahil büyük bir çekişme, iç karışıklık ve
istikrarsızlık görürüz. Bunda Yemen’in kabile/aşiret yapısına dayanan sosyal dokusu ve gerilla
savaşına uygun coğrafi yapısı önemli rol oynar.
Osmanlılar 1517'den sonra Yemen'e girmişler, Yemen şehirlerini tek tek ele geçirerek
1538'de de Tahiriler yönetimine son vermişlerdir. Yemen'in Osmanlıların eline geçmesinden sonra da
buradaki Zeydi imamların dini otoriteleri devam etmiştir. Zeydî mezhebinde belirgin bir şekilde öne
çıkan “el-Hurûc ale’l-Đmam / Đmam’a veya yöneticiye karşı ayaklanma” dinî anlayışından Osmanlı
yönetimi de nasibini almış, hatta Osmanlının hızlı toprak kaybına ve yıkılışının hızlanmasına neden
olmuştur. Günümüz Yemenindeki muhalefet hareketlerinin sistematize olarak siyasallaşması sürecinin
başlangıcını Osmanlı dönemi ile ilintilendirsek yanılmış olmayız.
18. yüzyılın sonlarına doğru Portekizli, Fransız ve Đngiliz sömürgeciler Yemen'i ele geçirmek
için bazı saldırılarda bulunmuşlardı. Ancak Osmanlı güçleri bunlara pek fırsat vermemiş, bunun
üzerine Đngilizler 19. yüzyılın başlarından itibaren Aden Körfezi'nde deniz güçlerini artırmışlar,
1839'da da Aden'i işgal etmişlerdir. Burayı üs edinen Đngilizler daha sonra Güney Yemen olarak
bilinen bölgeyi işgal etmişlerdir. Türkiye Lozan anlaşmasında Kuzey Yemen'in bağımsızlığını ve
Güney Yemen'in Đngiliz işgaline geçmesini resmen tanımış, Kuzey Yemen'in bağımsız olmasından
sonra yönetim Zeydî imamlara geçmiştir. Osmanlı Devleti'nin Yemen üzerindeki hâkimiyetinin son
bulduğu tarihte Zeydilerin dini lideri olan Đmam Yahya 24 Şubat 1924'te kendisini Yemen kralı ilan
etmiştir. Onun yönetimi 14 Şubat 1948'de öldürülmesine kadar sürdü18. Yemen’i işgal etmek amacıyla
gelen Portekiz, Fransız ve Đngilizler buralarda kendilerine dost kabileler edinmişler ve bunları
silahlanmışlardır. Osmanlılarda bölgeden çekilirken ellerindeki Osmanlı ordusuna ait silah ve
mühimmatları işgalci güçlere karşı direnişe geçen Đmam Yahya’ya bırakmıştır. Bu yüzden Yemen
17
Bkz: “el-Kabailu’l-Yemeniyye”, 03/03/2011
http://aljazeera.net/portal/templates/Postings/PocketPcDetailedPage.aspx?GUID=%7B148B2E18-1099-46E2-9E38A63225486015%7D&No=1,
18
Bkz: Abdullah el-Beraddûnî, el-Yemen el-Cumhûrî, Sana’a, 2007, s.32-37.
410
halkı sürekli silahlanmaya devam etmiş ve güçlü bir merkezi hükümette kurulamayınca kabileler
elindeki bu silahları bir türlü kontrolü altına alamamıştır.
Öldürülmesinden sonra saltanata oğlu Ahmed geçti. Onun 18 Eylül 1962'de saltanattan
çekilmesi üzerine yerine oğlu Seyfulislâm geçti. Seyfulislâm sadece dokuz gün tahtta kalabildi ve 27
Eylül 1962'de gerçekleştirilen darbeyle tahttan indirilerek cumhuriyet rejimi ilan edildi ve Abdüssellâl
cumhurbaşkanı yapıldı. Ancak bu olay ülkeyi bir iç savaşa soktu ve bu iç savaş Đmam Seyfulislâm'ın
1967'de saltanattan tamamen feragat etmesine kadar sürdü.
5 Kasım 1967'de Kadı Abdurrahman Đryani cumhurbaşkanı seçildi. Onun yönetimi 1974
Haziran'ına kadar sürdü. Yerine Đbrahim Hamdani geçti ve 6 Şubat 1978'e kadar görevde kaldı. 6
Şubat 1978'de hâlen bu görevi yürütmekte olan Ali Abdullah Salih cumhurbaşkanlığına geçti.
Arap dünyasının ilk komünist devleti olan Güney Yemen'in adı 30 Kasım 1970'de Yemen
Demokratik Halk Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Sâlim Rubai Ali de devlet başkanı oldu. Devlet
başkanlığına 1978'de Ali Nasır Muhammed getirildi. Aynı yılın Aralık ayında Sosyalist Parti genel
sekreteri Abdülfettah Đsmail devlet başkan oldu. 1980'de Ali Nasır Muhammed yeniden devlet başkanı
oldu. 12 Ocak 1986'da komünistler arasında bir silahlı çatışma çıktı ve Ali Nasır Muhammed'in
taraftarları yenilgiye uğratıldı. Bu olaylardan sonra Haydar Ebu Bekir el-Attas devlet başkanı, Ali
Sâlim el-Beyd'de iktidarı elinde tutan Sosyalist Parti'nin genel sekreteri oldu.
Đki Yemen Nisan 1990'da bir birleşme anlaşması imzaladı ve bu anlaşma uyarınca 22 Mayıs
1990'da birleşme gerçekleştirildi. Anlaşma 22 Kasım 1992'ye kadarki sürenin geçiş süresi olarak
kabul edilmesini, bu sürenin bitiminde seçim yapılmasını ve geçiş dönemi sonrası idari
mekanizmasının bu seçim sonuçlarına göre belirlenmesini öngörüyordu. Geçiş döneminde birleşik
Yemen'in cumhurbaşkanı Kuzey Yemen cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, cumhurbaşkanı
yardımcısı Güney Yemen Sosyalist Parti lideri Ali Sâlim el-Beyd, başbakanı da Güney Yemen
cumhurbaşkanı Haydar Ebu Bekir el-Attas olacaktı. Ancak Sosyalist Parti geçiş dönemi sonunda
yapılacak seçimlerde bir başarı elde edemeyeceğini anlayınca seçimin ertelenmesini ve kendisine
seçim sonrası için bazı garantiler verilmesini istedi. Yapılan gizli görüşmeler sonunda seçimler 27
Nisan 1993'e ertelendiyse de Sosyalist Parti istediği garantileri alamadı.
Seçimlerde de önemli bir başarı gösteremeyince parti lideri Ali Sâlim el-Beyd Kuzeyli
yöneticileri çeşitli şekillerde itham etmeye başladı ve çok geçmeden başkent San'a'yı terk ederek
Aden'e yerleşti. Bu olayları izleyen ithamlar 20 Şubat 1994'te silahlı çatışmaya dönüştü ve Yemen
yeni bir iç savaşın içine sürüklenmiş oldu. Güney Yemen tarafı 12 Mayıs 1994'te Kuzey'den
ayrıldığını bildirerek bağımsızlığını ilan ettiyse de Kuzey Yemen yöneticileri bunu kabul etmeyerek
isyancı Güney Yemen birliklerinin mevzilerine yönelik saldırılarını şiddetlendirdiler. Temmuz 1994
411
başlarında da Güney Yemen'in başkenti Aden'i ele geçirerek bütün Yemen'i yönetimleri altına aldılar.
Böylelikle Kuzey Yemen ve Güney Yemen tek Yemen Cumhuriyeti adı altında birleşmiştir.19
Bugün Yemen Cumhuriyeti ülkeyi; 21 il olarak idarî taksimata tabi tutmuştur.
C. Sünnîlik/Şiîlik ya da Hilafet/Đmamet Anlayışının Siyasî Tezahürleri
Đslam Siyasî Kültür Tarihi'nde, klasikleşmiş bulunan Kadı Maverdi'nin çalışmasının, yaşadığı
döneme kadar Hilafet üzerine yapılan bütün müzakereleri gözönünde bulundurarak sünni doktrini
çerçevesinde hilafet teorisini kodifiye edip son şekliyle ortaya koyduğu kabul edilir20. Tarihte, Đslam
toplumlarının genelde ümmet, özelde de şeriat kavramlarının muhtevası üzerine kurulması, tarihsel
gelişiminin de ilâhî olarak yönlendiriliyor olarak kabul edilmesi ve ümmetin hak üzere sürekliliğinin
icmanın güvenilir otoritesiyle teminat altına alınmış olması, sünni doktrinin esasıdır. Bu sebeple,
siyasi yapının meşruluğunu her nesile yeniden göstermek kamu vicdanının koruyucuları olan
hukukçuların görevlerinden birisidir. Onların görüş açılarına göre bu mesele, esasen kurum olarak
şeriatın üstünlüğünün sembolü olan hilafet konusuna bağlıdır. Birbiriyle oldukça bağdaşık bu iki
sorun, büyük oranda temel iddiası "Sünnî toplumun yanlış halifelere bağlılık sunarak Đslam'ın gerçek
çizgisinden ayrıldığı ve bunun sonucunda günah içerisinde yaşadığı" şeklindeki düşünceleri ile ortaya
çıkmış olan rakip Şia ve Haricî grupların polemikleri hatta kimi zaman da sünni doktrine bağlı
mezhepler arasındaki polemikler sonucu ortaya çıkmıştır21. Bu saldırıları karşılamak gayesiyle,
hukukçuların gayretleri mecburen güncel konumu aklamaya yönelmiştir.
Đslam toplumlarında, genellikle mezhepler ortaya çıktıkları ilk dönemlerinde günümüzdeki
sivil toplum kuruluşları misyonunda muhalefet görevini üstlenerek, resmi devlet ideolojilerine muhalif
bir misyon üstlenerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Đslam tarihindeki bellibaşlı mezhepler, önce
muhalefetle kamuoyu nezdinde kendilerini kabul ettirmişler, sonra da resmi otoritelerle uzlaşma
yoluna giderek devlet yönetimlerinde etkin söz sahibi olmuşlardır. Mesela Đslam uygarlık tarihindeki
Şuubiye isyanlarını buna örnek verebiliriz. Şuubiye isyanları olarak tarihte yerini almış, bürokratların
Arap karşıtı polemikleri 10. yüzyılın ilk yarısında zirveye ulaşmıştı. O zamanlarda entellektüellerin ve
bürokratların bu tavırları şuubi terimi ile isimlendiriliyordu, ama bu ismin onlara taraftarlarınca mı
yoksa rakiplerince mi verildiği kesin değil gibi duruyor, terimin kendisi yeni değildi, tam zıddına,
sıklıkla olduğu gibi eski bir terimin yeni bir kullanım için değiştirilmiş haliydi. Orijinal şuubiye, dini
tabanda, hiç bir kabile veya ırkın üstünlük mirası olmadığı doktrinini ortaya koyan ve özelde
Kureyş'in Hilafet'te kalıtsal hakka sahip olduğu fikrine karşı çıkan Haricilerdir. Aslında “Hepsi
19
Yemen’in yakın tarihi için Bkz: Muhammed Abduh vd., el-Yemen fî Mieti Aam, Sana’a, 2002, 372 s.
20
Hamilton A. R. Gibb, Đslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, Endülüs Yayınları, Đstanbul, 1991, s. 157.
21
Metin Bozan, “Đmamiyye’de Đmamet Nazariyesi’nin Teşekkül Süreci, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2004, s. 99 vd.
412
kureyşten oniki imam”22 rivayeti ile Şiiler de burada -özellikle Đmamiyye-, imametin Kureyş’ten
olması gerekliliğini23 12 iki imama tahsis ederler24. Harici şuubiler Arapların üstü kapalı herhangi bir
üstünlüğüne saldırırken, aynı şekilde herhangi bir Đranlı üslünlüğünü de reddediyorlardı; fakat onuncu
yüzyıl şuubileri Đranlıların yada bir diğer Arap olmayan ırkın, Araplardan üstün olduğunu iddia ediyor
ve iddialarını sosyal ve kültürel olan, ama, dini olmayan delillerle savunuyorlardı25.
Şia grupları arasında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e en yakın ve en mutedil olan grup
Zeydîlerdir. Bunlar, imamları nübüvvet derecesine yükseltmemişler, hatta onları Peygamberlere yakın
bir mertebeye dahi yükseltmemişlerdir. Onların da diğer insanlar gibi olduklarını, ancak
Peygamber'den sonra gelen en faziletli insanlar olduklarını kabul etmişlerdir. Peygamber'in
ashabından kimseyi tekfir etmemişler, özellikle de üçüncü halife Ali'nin kendilerine biat ettiği ve
imamlıklarını kabul ettiği sahabelere saygı göstermişlerdir.
Zâlim Sultana Đsyan (Huruç ale's-Sultan) Meselesi: Yemen’de Zeydiye mezhebine mensup
kimselerin tereddütsüz devlete başkaldırılarında etkin unsur “Zalim Sultana Đsyan edilebileceği, hatta,
aynı dönemde iki Đmam’ın / devlet başkanının olabileceğine” dair mezhepsel düşünceleridir.
Müslümanların zâlim ya da Şeriat'in sınırlarını aşan bir yöneticiye karşı ayaklanmalarının caiz olup
olmadığı konusu Sünni ve Şiî mezhepler arasında tarih boyunca hep polemik konusu olmuştur. Bu
konuda Sünnîlerin kendi aralarında da ihtilafları vardır. Ehl-i Hadis'in büyük bir kısmı zalim
yöneticinin zulmüne karşı sesini yükseltmeye, düşündüklerini onun nezdinde söylemeye cevaz
veriyorlar, ancak meşru hakları gaspetse, zalimce kan dökse ve hudutları aşsa bile ona karşı
ayaklanmanın caiz olmadığını savunuyorlardı. Ancak Ebu Hanife'ye göre zalimin hilafeti temelde
yanlıştır, desteklenemez. Yıkılması gerekiyor. Ona karşı isyan etmek halkın sadece hakkı değil,
görevidir de. Böyle bir isyan sadece caiz değil aynı zamanda zorunludur. Ancak, zâlim ya da
mütecaviz halifenin yerine, âdil ve faziletli bir yöneticinin getirilmesi ön şartını koşar. Ayrıca,
insanların ölmesi ve iktidarın yitirilmesi şeklindeki bir kötü sonucun önlenmesi için gereken her tedbir
alınmış olması gerekir.
D- Yemen’de Hûtîler
22
Bkz. es-Sadûk, Muhammed b. Ali b. Hüseyin Ebî Ca’fer Đbn Bâbeveyh el-Kummî (381/991), Uyûnu Ahbârı Rızâ, thk.
Müessesetu’l-Đmam Humeynî, Meşhed 1413. s. 170.
23
Bu rivayet, Hz. Peygamber’e nispet edilen bir hadistir. Hadis Sünnilerin temel hadis kitaplarında da geçmektedir. Bkz. Ahmed
Đbn Hanbel, Ebû Abdillah eş-Şeybânî (241/855), Müsned, Mısır trz., V, 86, 87; Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. Đsmail
(256/870), es-Sahîh, Đstanbul 1981, VIII, 127 (93. Ahkâm, 51); Müslim b. Haccâc, Ebu’l-Hüseyin el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî
(261/874), es-Sahîh, thk. Mahmut Fuâd Abdulbakî, Đstanbul 1981, III, 1452 (5. Đmâre, 5-10).
24
Bu hususta değerlendirmeler için bkz. Murtazâ, Şerif Ebi’l-Kâsım Ali b. Hüseyn el-Mûsevî (432/1044), eş-Şâfi fi’l-Đmame,
thk. es-Seyyid Abdu’z-Zehrâ el-Hüseynî el-Hatîb, Tahran, 1987, III, 183.
25
Bkz. Hamilton A. R. Gibb, Đslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, s. 81-82; Corci Zeydan, Medeniyet-i-Đslâmiyye Tarihi,
IV, s. 257-258; Mustafa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuûbiye, Đşaret Yayınları, Đstanbul, 1991, s. 71-88.
413
Yemen’deki Hûtîlerle ilgili basında çıkan haberler, uzun bir süre kamuoyunu meşgul ettikten
sonra unutulmaya yüz tutmuştu. Ancak son dönemdeki Tunus ve Mısır halk ayaklanmaları sonrasında
değişim sırasının artık Yemen’e geldiği belli olunca bu ülkedeki tüm siyasî güçlerin bir şekilde bu
değişimlerde rejimin yanında veya karşısında rol alacağı gerçeği gözleri ister istemez Hûtîlere de
çevirmiştir. Zirâ; Hûtîlerin devlete karşı olan muhalefetleri uzun yıllara dayanmaktadır. Hatta geçen
yıllarda Hutîlerin 6. savaşları kamuoyunu uzun süre meşgul etmiştir.
Yemen’deki değişim rüzgarlarında Hûtîlerin önemli bir rol oynayacağı gerçeği kaçınılmaz
gözükmektedir. Hûtîlerle ilgili sağlıklı değerlendirmeler yapmak için Yemen tarihini, sosyal, dini ve
siyasi yapısını bilmek gerekir. Bu anlamda sözü uzatmayacağız, ancak, tarih boyunca Zeydîliğin
Yemen’deki rolünü iyi bilmek ve bu mezhebin siyâsî tutumlarını iyi kavramak günümüz
Yemen’indeki siyasi reflekslerin nasıl olacağını bilmek açısından büyük önem arzetmektedir.
Hûtîlerle ilgili basında çıkan haberlerin çoğu insanların akıllarını karıştırmakta, özellikle
Türkiye’deki değerlendirmeler yüzeysel ve gerçekleri yansıtmamaktadır.
Kimdir bu Hûtîler? Ne zaman ortaya çıkmışlardır? Neleri hedeflemektedirler? Niçin Yemen
hükümeti ile savaşa tutuşmuşlardır? Ortaya çıkışlarında ve oynadıkları rolde Yemen dışındaki
güçlerin etkisi var mıdır? Bunu cevapları bize, 2009 yılında Lübnan’da çıkan en-Nehar gazetesinin,
hareketin lideri Abdulmelik Bedreddin el-Hûtî ile yaptığı bir röportajdan alınan şu bölüm verecektir:
“6. savaşın tekrarlanmasındaki sebepler arasında; yönetimin halkını koyun sürüsü
olarak görmesi, onlara yasal haklarını vermemesi, acımasız ve sert muamelelerde bulunması,
dinde olmayan ya da kanun ile anayasanın tanımadığı bir çok şeyi halka dayatması yer
almaktadır. Yönetim bunları halkının onur ve çıkarları aleyhinde, siyasi ve maddi istekleri
gerçekleşebilsin diye dayatmaktadır. Buna bir de şu anki Ali Abdullah Salih yönetimin kapı
açtığı dış müdahale eklenmektedir. Yönetim çoğunlukla yalan iddialarla uluslar arası ve bölgesel
güçleri bizimle korkutmaya çalışmaktadır. Amerika ve Suudî Arabistan’a radikal Đslam’a karşı
onların yerine savaşıyormuş görüntüsü verdi. Bunu onların desteklerini ve yardımlarını
kazanmak amacıyla, iktidarda daha uzun yıllar kalmak amacıyla yapmıştır. Kesin ve gerçek
emeller hatta bu makamların nüfuzlarını dayatmak için uygulamakta oldukları projeler de Amerika, Đsrail ve Arabistan’ın durumunda olduğu gibi- bizim savaşımızı başlatmamızı zorunlu
kılmıştır. Bu sebebin, yönetimi kuzey eyaletlerinde yaşayan halkına karşı zalimane, tehlikeli ve
felaket kararı almaya sevk etmede önemli rolü vardır.”26
Yemen tarihi incelendiğinde Zeydî hareketlerin Yemen’de kurulan yönetimlerde asırlar boyu
çok önemli roller üstlendiği bilinmektedir. Modern dönemdeki Yemen’in yakın tarihine bakıldığında
26
Bkz: “Hivar maa Abdilmelik el-Hûtî”, http://www.annahar.com/media/images/Tue_pix/arab/p10-01-23871.jpg
http://www.manaar.com/vb/archive/index.php/t-22120.html (12 Aralık 2009)
414
ise Zeydilerin, cumhuriyet öncesi Đmamet yönetiminde topluma yön veren en önemli dînî-siyasî güç
olduğunu ve 1962 yılında gerçekleşen ve “Sevrutu’l-Yemen / Yemen Devrimi” olarak nitelendirilen
çağdaş Yemen’in kuruluşundan sonra iktidardaki rollerinin gitgide azaldığını görürüz. Đslam
Mezhepler Tarihi alanındaki araştırmalar; Yemen’deki Zeydîye’nin; Đran, Irak ve Lübnan’da yayılmış
olan 12 imam anlayışına sahip Şiî mezheple olan bağlarını ve farklılıklarını ortaya koyar. Burada
dikkat çekilmesi gereken hususlar; mevcut yönetimin Şia’nın Temelleri, Şiâ’nın nüfuz alanları ve
etkinliği, Şia’nın Tehlikesi ve Yemen’in Şiîlik karşısındaki toplumsal ve siyasî olarak konumu ve
tutumu. Araştırmacıların genel olarak dile getirdikleri gibi Yemen Zeydîleri; gerek akaid noktasında
olsun gerekse de muamelatta olsun Şiâ’dan daha çok Sünniliğe yakın bir çizgide bulunmaktadır.
Ancak bu genelleşmiş tespitte gözden kaçırılan önemli bir husus; benzerliğin daha çok ilahiyat
geleneğinde “muamelât / pratik uygulamalar” diye nitelendirilen noktalarda olduğu, siyâsi ve düşünsel
olarak ise daha çok mutezile/murcie/şiî ağırlıklı bir anlayışa sahip olduklarıdır. Kendilerindeki “Hurûc
ale’l-imam / yöneticiye karşı çıkma” fikri mezheplerinin nasıl siyasî bir kimliğe bürünmüş
olduklarının bir göstergesidir.
Son zamanlarda, Yemen’in, özellikle de Zeydî Đmamlar Devletlerinin kuruldukları bölge olan
Sa’da’da mukim olan Hûtîlerin dünya gündemine oturması ve bizimde bu süreçte Yemen’de
bulunuyor olmamız böyle bir konu hakkında bildiri hazırlamamıza uygun şartları oluşturdu. Sa’da,
Yemen’in başkenti Sana’a’ya 242 kilometre uzaklıkta olan dağlık bir bölgedir. Çetin coğrafî şartları,
zorlu savaşlar için adeta biçilmiş bir kaftandır. Bölgenin, Suudi Arabistan’a ve körfez ülkelerine olan
yakınlığı ve dolayısı ile jeo-stratejik önemi, gelecekte Yemen’in Afganistan gibi bitmeyecek bir
karışıklık ve iç savaşa sürüklenmesiyle zengin Arap ülkelerinin geleceklerini tehdit edecek bir savaş
ve çatışma alanına dönmesini kaçınılmaz gibi göstermektedir. Zira; Çağdaş Yemen tarihi göz önünde
bulundurulduğunda, 1962 yılından beri Sa’da bölgesinde Zeydî düşünceye mensup kimseler
tarafından altı ayaklanmaya şahit olunmuştur. Tarih boyunca bölgede kurulan Zeydî devletler de
düşünüldüğünde, dünyanın yedinci genç nüfus artışı, medeniyetin imkânlarından asgari derecede
faydalanan kabileleri ve gerilla savaşlarına uygun jeolojik yapısı ile bölgeyi mevcut Arap rejimleri
açısından istikrarsız hale getirebilecek bir potansiyel gözlemlenmektedir. Genelde Yemen, özelde
Sa’da’daki bu kabilelerin tarih içerisinde bu bölgedeki devletlerin kuruluş ve yıkılışlarında nasıl bir
rol oynadıklarını görmek açısından tarihten günümüze uzanan Zeydî hareketlere iyi vakıf olmak siyasî
açıdan büyük önem arz etmektedir.
E- Yemen’de Siyâsî Partiler
Aşağıda Yemen’deki siyasi partilerin isimleri sıralanmıştır. Ancak bunlardan en önemlisi; Ali
Abdullah Salih’in önderliğindeki Hizbu’l-Mu’temar eş-Şa’bî Partisi ile Đhvân-ı Müslimîn’in devamı
sayılabilecek
Hizbu’t-Tecemmu’l-Yemenî li’l-Đslâh (Reformist Yemen Birleşik Partisi)’dir. Sol
partilerin çoğunluğu Güney Yemen kökenlidir. Başka bir araştırmada bunlarla ilgili ayrıntılı bilgi
sunulacağı için sadece partilerin adlarını sıralamakla yetineceğiz.
415
1. Hizbu’l-Mu’temar eş-Şa’bî27
2. Hizbu’t-Tecemmu’l-Yemenî li’l-Đslâh (Reformist Yemen Birleşik Partisi)
3. El-Hizbu’l-Đştirâkî el-Yemenî (Yemen Sosyalist Partisi)
4. Et-Tanzîmu’l-Vahdevî eş-Şa’bî en-Nâsırî (Nasırcı Halk Birlik Örgütü)
5. Hizbu Rabitati Ebnâi’l-Yemen (Yemenlileri Birleştirme Partisi)
6.Hizbu’l-Ba’si’l-Arabîyyi’l-Đştirâkî (Sosyalist Arap Diriliş Partisi)
7.Đttihadu’l-Kuva’ş-Şa’biyye (Halk Güçleri Birliği)
8.Hizbu’l-Hakk (Hak Partisi, Parti Đşleri Komisyonu tarafından feshedildilmiştir.)
9.Et-Tecemmu’u’l-Vahdevî el-Yemenî (Birlik Taraftarı Yemen Topluluğu)
10.Hizbu’l-Hadr el-Yemenî (Yemen Hıdr Partisi)
11.El-Hizbu’n-Nasırî el-Yemenî (Yemen Nasırcı Parti)
12.Tanzîmu’t-Tashîh eş-Şa’bî en-Nâsırî (Nasırcı Halkçı Düzeltme Partisi)
13.Hizbu Cebheti’t-Tahrîr (Özgürleştirme Cephesi Partisi)
14.El-Hizbu’l-Kavmî el-Đctimâî (Sosyal Milliyetçi Parti)
15.El-Cebhetu’l-Vataniyyetu’d-Demoratiyye (Millî Demokratik Cephe)
16.Hizbu’t-Tahrîru’ş-Şa’bi’l-Vahdevî (Birlik Yanlısı Halk Kurtuluş Partisi)
17.Hizbu’l-Vahdeti’ş-Şa’biyyeti’l-Yemenî (Yemen Halkçı Birlik Partisi)
18.Hizbu’ş-Şa’bi’d-Dîmukratî (Demokratik Halk Partisi)
19.Et-Tanzîmu’s-Septmberî ed-Dîmukratî (Demokratik Eylülcü Parti)
20.El-Đttihâdu’d-Dîmukrâtî li’l-Kuvâ’ş-Şa’biyye (Halk Kuvvetleri Demokratik Birliği)
21.Hizbu’r-Râbitati’l-Yemeniyye (Yemenli Birleşme Partisi)
22.Hizbu’t-Hahrîr el-Đslâmî (Đslâmî Özgürleştirme Partisi)
Yemen’de gerek sosyalist hareketler olsun gerekse de dînî hareketler olsun milliyetçi
söylemlerden uzak kalamamaktadırlar. Genelde Arap dünyasında özelde de Yemen’deki siyasî
partilerin Arap Milliyetçiliği bağlamında kullandıkları bazı terimler ve Arapça orjinal karşılıkları
şunlardır: el-Kavmiyyetu’l-Arabiyye (Arap milliyetçiliği), el-Uruba (Arapçılık), el-Vahdetu’lArabiyye (Arap Birliği), el-Đttihâdu’l-Arabî (Arap Birliği,), el-Đklimiye (Bölgecilik) ve el-Vataniye
(Devlet Vatanseverliği), el-Vatanu’l-Arabî (Arap Vatanı). Bu terimler, Arap liderlerinin söylevlerinde,
radyo ve gazete başmakalelerinde, siyasal kitap ve broşürlerde yer alan Arapça metinlerde sürekli
kullanılırlar. Fakat bu metinlerin herhangi birinde Pan-Arapçılığın doğrudan karşılığı olan elUrubetu’ş-Şâmile’yi bulmak çok zordur.
F. Hadramavt
27
Geniş bilgi için bkz: http://www.almotamar.net.
416
Güney Yemen’in doğusundaki bir vadi olan ve efsenevi Şibam, Terîm ve Seyuun şehirlerini
kapsayan Hadramavt bölgesi, önemini, sadece Seyyid (Hz. Muhammed’in soyundan gelen) aileler
tarafından yönetilen bir eğitim merkezi olmasından değil, bunun yanında Hint Oksyanusu boyunca
yayılmış Hadrami diasporasından da almaktadır. Yemen’in diğer bölgelerine nispetle müreffeh
sayılacak Hadramavt’in geleneksel refahı, tarımdan ziyade diasporasının gönderdiği paraya
dayanmaktadır. Bu bölge Suudî Arabistana kadar uzanan vadisi ve Hint okyanusu kanalı ile
Güneydoğu asyaya açılan meşhur Mukellâ şehrindeki ticarî limanı ile de Yemen için büyük öneme
sahiptir28. Bu bölge insanının genelde Şafiî mezhepten olması, Yemen’in tümüne yayılmış (tahminlere
göre Sana’a’da; %80) Gat çiğneme oranının yok denecek kadar az olması da diğer bir önemli
husustur. Yetişmiş insanı, Gat çiğneme oranının düşüklüğü, Suudî Arabistan, Körfez ülkeleri ile ticarî
ve dinî ilimlerdeki sıkı ilişkileri ile Yemen’in geleceğinde önemli role sahip olacak bir bölgedir.
Sonuç Ve Değerlendirme
Yemen gibi stratejik öneme sahip bir bölgedeki değişim istekleri, doğal olarak, Arap Baharı
ile ilintili gözükmektedir. Ancak Yemen’in yakın tarihi incelendiğinde ve diğer Arap devletlerinin
yakın tarihleri ile karşılaştırıldığında dinginliği ve sukûneti hiç yaşayamamış siyasî tablolar çıkar
karşımıza. Dünya savaşları ve Osmanlı sonrası Arap toplumları için tasarlanan modern ve milli
devletler inşa etme politikalarının Yemen’deki sürecinin oldukça farklı tezahür ettiğini görürüz.
Kuzey-Güney/Kapitalist-Sosyalist, Zeydî-Sünnî/Đmamet-Hilafet kontrastlarının günümüz siyasî ve
sosyal olaylarında önemli olacağı muhakkaktır. Geçmişte Yemen’de kurulan siyasî otoritelerin
mevcudiyetlerini muhafazada karşılaştıkları problemlere benzer problemleri günümüz dünyasındaki
Yemen’de yaşamaktadır. Coğrafî konumu itibarıyle yüksek dağlar üzerinde doğal bir kale
görünümündeki başkent Sana’a iktidarların çatışma arenası olmaya bugünde devam etmektedir.
Tarihte kurulan Zeydî devletlerde kimi zaman, imamsız bir asır bulunabildiği gibi, tam aksine aynı
zamanda birkaç imamın bulunduğu dönemlerin de olduğu gibi bugün de Yemen aynı sancılarla
çalkalanmaktadır.
Geçmişte, Zeydiye mezhebindeki; “Đmama karşı çıkan, selefini yerinden uzaklaştırabilirse,
bunun azli ve feragati meşru kabul edilir” ilkesi ile kanlı savaşlara yol açacak siyasî bir tutum
benimsenmiş, bu yüzden de Yemen’in Sa’da bölgesi tarih boyunca hep savaşlara sahne olmuştur.
Bugün de acaba dünkü gibi; “Bir asırda imamet için gerekli vasıflara sahip bir imama rastlanamıyor
ve bir imam çıkarılamıyorsa; bu durumda sadece cihad ve ilim imamına tabi olmak yeterlidir”
görüşüne sığınarak Zeydiye mezhebi taraftarları kendi zaviyelerine çekilerek meydanı başkalarına mı
terkedecekler? Yoksa her evde üçbeş silahın bulunduğu, mezheplerin kabilecilikle sarmaş dolaş
28
Bkz: Ulrike Freitag, “Hadhrami Migration in the 19th and 20th Centuries,” Journal of the British-Yemeni Society (Aralık
1999); Linda Boxberger, On the Edge of Empire: Hadhramawt, Emigration, and the Indian Ocean, 1880s-1930s (Albany, NY:
State University of New York Press, 2002); Engseng Ho, The Graves of Tarim: Genealogy and Mobility Across the Indian
Ocean (Berkeley: University of California Press, 2006); age., “Empire Through Diasporic Eyes: A View from the Other Boat,”
Comparative Studies in Society and History, Vol. 46, No. 2 (Kasım 2004), s. 210-237.
417
olduğu, radikal akımların her zaman kendilerine taraftar bulabildiği, kadınlarının % 35’inin,
erkeklerinin %65inin okuma yazma bilmediği, dünyanın 7. sıradaki en genç nüfusuna sahip bir ülke iç
savaşa mı sürüklenecek?
Zeydiye mezhebindeki ictihad kapısının hiçbir zaman kapanmadığı inancı sebebiyle Đslam
dünyasının düşünsel çıkmaza girdiği dönemlerde bile kendilerinde böyle bir sıkıntı ve problem
yaşanmamıştır. Acaba bu dönemdeki problemleri tüm Yemenlilerin dilinden düşürmedikleri “el-Đman
yemânî, ve’l-Hikme Yemeniyye / Đnanç ve yönetim bilgeliği Yemen’e aittir.” Peygamber sözünün
gereğini yerine getirerek akıllarını ve bilgeliklerine mi sığınacaklar? Yoksa şiddet ve kabile
asabiyesine mi?
Günümüzde bu kadar çok müntesibinin olmasına rağmen, Zeydiye ekolünün zenginliğini ve
farklılıklarını aktaracak modern eğitim kurumları ve üniversitelerin olmaması, yetkisiz kişiler
tarafından eğitimlerin sürdürülmesi bölgedeki siyasî problemleri artırıcı bir rol oynamaktadır. Pek çok
konuda Şia ve Sünni mezhepleri arasında bir yol izleyen böylesi bir ekolün, Đslam dünyasına katacağı
düşünsel zenginlik konunun ciddiyetini ve ehemmiyetini artırmaktadır.
Ali Abdullah Salih’in son dönemdeki siyâsî söylemlerine bakıldığında; Amerika, Avrupa,
Suûdî Arabistan ve körfez ülkelerine hitaben “Bizi desteklemezseniz Yemen’de el-Kaide hükümran
olur.” tehdidi artık inandırıcı gelmemekte ve el-Kaide görünümlü bazı eylemlerinde kendi adamları
tarafından yaptırıldığı iddia edilmektedir. Bu bağlamda Suudî Arabistan’dan 112 gün tedavî amaçlı
kaldıktan sonraki dönüşünde Meclisu’l-A’yan önünde yaptığı konuşmada; “Hani dünyanın
hertarafında el-Kaide’ye karşı arama, tarama faaliyetlerini yürüten Avrupa,Amerika ve CIA nerede?
Şu Hasabe’deki el-Kaidecileri, radikalleri mi bulup yakalayamıyorlar?”29 diye feveran etmekte ve
tamamen çaresizliğini ortaya koymaktadır.
29
Bkz: “Reîsu’l-Cumhûriyye Yestakbilu”, http://www.moi.gov.ye/NewsDetails.aspx?NewsID=10944.
418
ĐRAN’IN DIŞ POLĐTĐKA VĐZYONU VE JEOPOLĐTĐK HEDEFLERĐ
Atilla Sandıklı∗
Bilgehan Emeklier1∗∗∗
Özet
1979’dan bugüne dek Đran dış politikasının sistemsel nedenlerin de etkisiyle bir “arayış”
içinde olduğu söylenebilir. Humeyni döneminde ABD’den uzaklaşarak Batı’dan kopan Đran, devrim
ihracı stratejisiyle bölgesel lider olma hedefi çerçevesinde Basra Körfezi ve Ortadoğu’ya yönelmiştir.
Rafsancani ve Hatemi ile birlikte uluslararası sisteme entegre olmak amacıyla ABD ve Batı
dünyasıyla ilişkilerini revize etmeye çalışmıştır. Ancak Ahmedinecad döneminde ABD ve AB ile
ilişkiler tekrar bir kriz sürecine girmiş ve Batı eksenine alternatif olarak Doğu eksenini dış
politikasının öncelikli hedefi konumuna getirmiştir.
Anahtar Kelimeler: Đran, Dış Politika, Humeyni, Rafsancani, Hatemi, Ahmedinecad.
Iran’s Foreign and Geopolitical Vision
Abstract
It could be stated that since 1979 Iran’s foreign policy has been in “quest” of its course partly
because of the system-level effects. Under Khomeini, Iran has distanced itself from the United States
and severed its ties with the West. In order to be a regional leader through its strategy of exporting
revolution, Tehran turned to the Persian Gulf and Middle East. Rafsanjani and Khatami have tried to
revise the relations with the US and Western world for the purpose of integrating Iran into the
international system. However, during the Ahmadinejad administration relations with the US and
∗
Doç. Dr., BĐLGESAM Başkanı.
∗∗
BĐLGESAM Güvenlik Araştırmaları Uzmanı, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Doktora Öğrencisi.
419
European Union have plunged into crisis again. With Ahmadinejad in power, Iran headed towards the
Eastern axis as its primary foreign policy objective as an alternative to the Western axis.
Key Words: Iran, Foreign Policy, Khomeini, Rafsanjani, Khatami, Ahmadinejad.
Giriş
Kanıtlanmış dünya petrol rezervlerinin %10’unu2 ve kanıtlanmış dünya doğalgaz
rezervlerinin %16’sını3 elinde bulunduran Đran, zengin jeoekonomik kaynaklara sahiptir. Dünya enerji
kaynaklarının ana merkezi olarak kabul edilen Orta Asya, Hazar Denizi Havzası ve Ortadoğu
üçgeninin tam ortasında yer alan coğrafi konumuyla da son derece stratejik bir noktada
bulunmaktadır. Jeoekonomik faktörler ve jeostratejik konum, Đran jeopolitiğini belirleyen çok boyutlu
değişkenlerden ikisi olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca dinsel-mezhepsel kimliğiyle Şii jeopolitiğinde
önemli bir rol oynayan Đran, dış politika vizyonuna jeokültürel faktörleri de eklemlemeye çalışmakta
ve tüm bu değişkenler Đran’ın uluslararası sistemdeki önemini daha da artırmaktadır.
Đran, jeopolitik özellikleri nedeniyle geçmişte olduğu gibi günümüzde de uluslararası güç
mücadelesinin ekseninde yer almaktadır. Bu doğrultuda Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 11 Eylül
saldırıları gibi sistemik olaylar ve bu olayların uluslararası yapıda meydana getirdiği değişimdönüşümler, Đran’daki karar alma mekanizmasının politika yapımını ve tercihlerini diğer ülkelere
nazaran daha fazla etkileyebilmektir. Đran’ın dış politika yapım süreci, bu sistemik faktörlere bağımlı
olarak şekillenmektedir. Sözkonusu sistemsel değişkenlerin yanısıra Đran’ın toplumsal dinamikleri de
dış politika karar alma sürecinde “çarpan etkisi”ne sahiptir. Bu bağlamda Đran’ın kendine özgü
kurumsal, siyasi ve sosyolojik yapısı, dış politika vizyonu ve hedeflerinin oluşturulmasında önemli rol
oynamaktadır. Başka bir ifadeyle her devlet modelinde gözlemlenen ve genelde karşılıklı bağımlılık
olgusu çerçevesinde tezahür eden iç-dış politika etkileşimi, Đran’da daha ziyade iç politikanın ağır
bastığı asimetrik bir ilişki modelinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Đran’da iç politika aktörlerinin ve unsurlarının dış politika gündemini tek taraflı olarak
etkileyebildiği bu asimetrik ilişkiyi açıklayan bir örnek, Rehberlik makamı veya Velayet-i Fakih
kurumudur. 1979 Devrimi’yle ortaya çıkan Rehberlik makamı, Đran dış politikasının ana hatlarını
2
Đran, kanıtlanmış dünya petrol rezervleri sıralamasında Suudi Arabistan ve Kanada’dan sonra 3’üncü sırada yer almaktadır;
Shayerah Ilias, “Iran’s Economic Conditions: U.S. Policy Issues”, CRS Report for Congress, Congressional Research Service 75700, s. 12 ve 2010 yılı CIA verileri, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/rankorder/2178rank.html
Đran, OPEC 2010 verilerine göre ise Venezuela ve Suudi Arabistan’dan sonra kanıtlanmış petrol rezervlerinde 3’üncü sıradadır;
OPEC Annual Statistical Bulletin 2010/2011 s. 22., http://www.opec.org/opec_web/en/publications/202.htm
3
Đran, kanıtlanmış dünya doğalgaz rezervleri sıralamasında ise Rusya’dan sonra 2’nci sırada yer almaktadır; Shayerah Ilias,
a.g.e, s. 13; OPEC Annual Statistical Bulletin 2010/2011, s. 23 http://www.opec.org/opec_web/en/publications/202.htm ve BP
Statistical
Review
of
World
Energy
June
2009,
s.
22,
http://www.bp.com/liveassets/bp_internet/globalbp/globalbp_uk_english/reports_and_publications
420
belirlemektedir. Oligarşik mollalar rejiminde dini liderler, karar alma mekanizmasının ağırlık
merkezini teşkil etmektedir. Dini rejimin güvenliğini korumaya yönelik hassasiyetlerin önplana çıktığı
bu politik sistemde dini liderlerin ardından ikincil öneme sahip olan ve Đran dış politikasına yön veren
bir diğer kurumsal yapı ise cumhurbaşkanlığı makamıdır. Dini liderlerle birlikte Đran’da dış politika
stratejisinin oluşturulmasında cumhurbaşkanlarının kişisel özellikleri, siyasi anlayışları ve dünya
görüşleri
önem
arz
etmektedir.
Dolayısıyla
Đran
dış
politika
stratejisi
aynı
zamanda
cumhurbaşkanlarına bağımlı bir değişken olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu makalede, Đran dış politika mekanizmasının ve karar alma sürecinin önemli
yapıtaşlarından biri olan lider değişkenininden hareketle, 1979’dan günümüze kadar geçen dönemde
Đran’ın dış politika vizyonu ve jeopolitik hedefleri açıklanmaya çalışılacaktır. Çalışmanın sorunsalı,
sözkonusu dönemde Đran’ın dış politika anlayışında meydana gelen “süreklilik”, “kırılma” ve “kopuş”
unsurlarının neler olduğunun ortaya konmasıdır. Bu çerçevede çalışmada karşılaştırmalı bir
metodoloji izlenerek Đran dış politikası Humeyni, Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad dönemleri
kapsamında incelenmiştir. Sözkonusu dönemsel kategorizasyon ve karşılaştırmalı analiz yapılırken,
sistemsel değişkenler göz önünde bulundurularak analiz birimi olarak devlet ve analiz düzeyi olarak
da birey ele alınmıştır.
Tarihi ve Politik-psikolojik Arkaplan
Đran Đslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar izlediği dış politika vizyonunu
anlamlandırabilmek ve yaşanan süreklilik, kırılma ve kopuşları ortaya koyabilmek için Đran’ın tarihi
arkaplanına kısaca değinmek gerekir. Zira Đran’ın özellikle son iki yüzyılda yaşadığı tarihsel
tecrübeler, devrimden Ahmedinecad yönetimine kadar geçen süreçte oluşturulan dış politika vizyonu
ve hedeflerinin düşünsel, psikolojik ve politik altyapısını meydana getirmektedir.
Jeopolitik konumu nedeniyle genellikle “kilit ülke”4 şeklinde kavramsallaştırılan Đran, 19.
yüzyılda Đngiltere ile Rusya arasında yaşanan “Büyük Oyun”un önemli sahnelerinden biri haline
gelmiş; 1907 yılında imzalanan Đngiliz-Rus Anlaşması’yla nüfuz alanlarına ayrılarak paylaşılmıştır.
Bu anlaşmaya göre üç bölgeye ayrılan Đran’ın kuzeyi Rus nüfuz bölgesi, Hindistan’a bitişik olan
güneyi Đngiliz nüfuz bölgesi olarak belirlenirken, kuzey ve güney arasındaki bölge ise Đngiltere ile
Rusya arasında tampon bölge olarak kabul edilmiştir.5 Đran, I. ve II. Dünya Savaşları’nda tarafsızlığını
ilan etmesine karşın bir kez daha Đngilizler ve Ruslar tarafından işgal edilmiştir. II. Dünya Savaşı
sırasında Tahran tarafsız bölge olmak üzere Kuzey Đran Rusların, diğer bölgeler ise Đngilizlerin işgali
4
Đran sadece coğrafi konumuyla değil, aynı zamanda Şii dinsel kimliği nedeniyle de Müslüman dünyasının “kilit ülkesi”
ve/veya “eksen devleti” (pivotal state) olarak nitelendirilebilir. Sahip olduğu bu jeopolitik ve jeokültürel konum sebebiyle
Đran’ın eksen devlet biçiminde kavramsallaştırıldığı bir çalışma için bkz. Robert S. Chase, Emily B. Hill, Paul Kennedy,
“Pivotal States and U.S. Strategy”, Foreign Affairs, Vol: 75, No:1, January-February 1996, s. 33-51.
5
Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983, s. 35-36.
421
altına girmiştir.6 1942 yılında imzalanan ittifak antlaşmasıyla bu işgallerden kurtulmayı başaran Đran,
Soğuk Savaş döneminde bir başka meydan okumayla karşılaşmış ve iki kutuplu “Yeni Oyun”un
hegemonik aktörleri ABD ile SSCB liderliğindeki bloklararası mücadelenin kesişim alanında yer
alarak, Doğu ve Batı Blokları arasında denge kurmaya çalışmıştır.
Köklü devlet geleneği ve tarihi zenginliğine rağmen Đran’ın 19. ve 20. yüzyıl boyunca büyük
güçlerin jeopolitik mücadele alanına dönüşmesi ve işgallere uğraması, Đran dış politika karar
alıcılarının psikolojik parametrelerinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Özellikle de Đngilizler
ve Ruslar tarafından I. ve II. Dünya Savaşları’nda işgal edilmesi, Đran stratejik zihniyeti ve psikolojik
hafızasının “işgal sendromu” ekseninde biçimlenmesini beraberinde getirmiş ve Đran dış politika
anlayışının güvenlik ikilemi üzerine inşa edilmesine neden olmuştur.7
Nitekim Humeyni’den Ahmedinecad’a kadar geçen süreçte Đran’ın toprak bütünlüğüne ve
bağımsızlığına yapılan vurgu, varlığını devamlı tehdit altında algılama, etrafının sürekli düşmanlar
tarafından çevrili olduğunu düşünme, kendini güvensiz, yalnız ve istikrarsız hissetme ve ihtiyatlı bir
dış politika takip etme gibi politik-psikolojik tavır alış ve sendromlar, Đran’ın geçmişte yaşadığı
işgallerin en somut izdüşümleri olarak Đran dış politikasının süreklilik unsurunu oluşturmuştur. Bu
açıdan değerlendirildiğinde Ahmedinecad yönetiminin sert siyasal söylemleri ve uluslararası baskılara
rağmen devam eden nükleer çalışmaları, tehdit algılamalarının getirdiği “işgal korkusu” eksenli bir
psikolojinin dış politika yapım sürecine tezahürü olarak yorumlanabilir.
Humeyni Dönemi Đran Dış Politikası (1979-1989)
Đran, Pehlevi Hanedanlığı’nın (1925-1979) iktidarda bulunduğu ve Soğuk Savaşın başladığı
dönemde Batı odaklı bir dış politika izlemeye yönelmiş ve SSCB’ye karşı Batı Bloğu içinde yer
almıştır. Ancak Batı Bloğundan gelecek olası bir tehdide karşı Sovyetlerle de ilişkilerini
koparmamıştır. Bloklararası rekabetin yoğun yaşandığı bu uluslararası konjonktürde Batı ile Doğu
arasında denge politikası izlemeye çalışan Đran, sınır komşusu SSCB ve tarihi düşmanı Đngiltere’ye
karşı ABD ile yakın ilişkiler kurarak dış politikasını yine de “Batı’ya yönelik olma” stratejisi üzerine
kurgulamıştır. Muhammed Rıza Şah, denge politikasının bir izdüşümü olarak SSCB ile ilişkilerini
tamamen ihmal etmese de ABD’nin SSCB’yi çevreleme politikasında ve Basra Körfezi’nin
güvenliğinde stratejik bir aktör olarak rol almıştır. Bu bağlamda Batı’yla ilişkilerini geliştiren Đran,
özellikle de 1972-1978 yıllarında ABD’nin fiili müttefiki haline gelmiştir.
Đran, Şah yönetiminin Batı odaklı dış politika vizyonunun pratik yansıması olarak 1957’de
ABD’yle yaptığı anlaşma sonucunda nükleer programını başlatma kararı almış ve 1967’de ABD’nin
sağladığı 5 mega-wattlık nükleer araştırma reaktörünün çalışmasıyla nükleer faaliyetlerini fiilen
6
Fahir Armaoğlu, a.g.e, s. 378-379.
7
Jennifer Knepper, “Nuclear Weapons and Iranian Strategic Culture”, Comparative Strategy, No. 27, 2008, s. 455.
422
başlatmıştır.8 Washington yönetimi, 1979’a kadar Đran’ın konvansiyonel silahlanmasına verdiği
desteğin yanısıra nükleer programını başlatmasında büyük rol oynamış; hazırladığı projeler ve
kuruluşunda yardım ettiği nükleer tesislerle Fransa, Almanya ve Belçika gibi Batılı ülkelerle birlikte
Đran’ın nükleer çalışmalarında aktif görev almıştır. Konvansiyonel silahlanma ve nükleer program
konusunda Batı tarafından desteklenen Đran, Soğuk Savaş’ın başından 1979’a dek Basra Körfezi,
Ortadoğu ve Avrasya coğrafyasında SSCB ve Doğu Bloğuna karşı “cephe ülke” işlevi görmüş; ABD
ve Batı Bloğunun bölgedeki “karakolu” rolünü üstlenmiştir.9
Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle Şah yönetiminin iç politikasına olduğu kadar dış
politikasına da bir tepki olarak kurulan dini rejimin yeni dış politika stratejisi “Batı karşıtlığı” üzerine
inşa edilmiştir. Anayasal monarşiyi kaldırarak iç ve dış politikada Şah döneminden bir kopuşu
simgeleyen dini rejim, ABD’den giderek uzaklaşmış ve Batı dünyasıyla ilişkilerini koparma noktasına
getirmiştir. Yeni rejimin daha ilk günlerinde Đranlı öğrencilerin Tahran’daki Amerikan
Büyükelçiliği’ni basmalarıyla 4 Kasım 1979’da başlayan ve 21 Ocak 1981’de sona eren 444 günlük
“rehineler krizi”, Đran’ın değişen dış politika vizyonunun Batı karşıtlığı ekseninde kurgulandığını
gösteren önemli bir örnek olmuştur.
Şah yönetiminin ABD ile kurduğu yakın ilişkilerden ve Batı odaklı dış politika anlayışından
büyük rahatsızlık duyan Humeyni’nin yeni tehdit listesinde ABD “Büyük Şeytan”10, SSCB “Küçük
Şeytan” ve Đsrail de “Siyonist Şeytan” olarak yerlerini almışlardır. Tehdit eksenli oluşturulan realist
dış politika anlayışından hareketle Humeyni dönemi Đran dış politikasının dayandığı iki temel
parametreden birisi “Batı karşıtlığı” iken, diğeri “Đslam kimliği” olmuştur.11 Oluşturulan tehdit
kategorizasyonunda “Şeytan” metaforuna yapılan vurgu, Humeyni rejiminin dini kimliğini gösterir
niteliktedir. Humeyni, “iyi” ve “kötü” arasındaki ezeli rekabeti Đran Đslam Cumhuriyeti dış
politikasının temeline konumlandırmış; konstrüktif bir rol yükleyerek Đslami öğeleri de içeren kültürel
8
Nihat Ali Özcan, Özgür Özdamar, “Iran’s Nuclear Program and The Future of US-Iranian Relations”, Middle East Policy,
Vol. 26, No.1, 2009, s. 122. Đran’ın nükleer çalışmaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Yavuz Cankara, Yeni Oyun: Đran’ın
Nükleer Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2005.
9
ABD’nin Đran’a silah satımı 1950-1971 döneminde 1,2 milyar dolar civarındayken, Carter Doktrini’nin uygulanmasıyla
birlikte 1971-1976 yılları arasında 12 milyar dolara çıkmıştır. Bu konu ve Đran’daki Amerikan askeri-sivil uzmanların sayıları
hakkında detaylı bilgi için bkz. Tayyar Arı, Basra Körfezi’nde Güç Dengesi (1978-1991), Uludağ Üniversitesi Basımevi, Bursa,
1992, s. 73-74.
10
Humeyni, ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak nitelemiş; Đran’da yanlış giden herşeyin ardında dış güçlerin bulunduğunu ve
ABD’nin tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu vurgulamıştır. Ona göre ABD, Đran’a en büyük yaşamsal tehdidi teşkil etmektedir.
Humeyni’nin bu ideolojisi çerçevesinde Đran ve ABD, “iyi” ve “kötü” arasında kozmik bir çatışma içindedir; Jennifer Knepper,
a.g.e, s. 456.
11
Mehmet Durmuş, “Şah’tan Hatemi’ye Đran Dış Politikası”, http://www.turksam.org/tr/a653.html
423
mitleri politika yapımında sembolleştirmiş ve iç-dış düşmanlarını nitelemek için söylemlerinde
“Şeytan” kelimesine sıkça yer vermiştir.12
Öte yandan Humeyni’nin kurduğu dini rejimi yayma isteği, dış politika enstrümanı olarak
“devrim ihracı”nı gündeme getirmiştir. Humeyni’nin devrimden önce 1 Aralık 1978 tarihli
bildirisinde kullandığı “Đslam’ı korumak için kanınızı feda ediniz ve bu kutsal Muharrem ayında tiran
ve asalakları deviriniz”13 cümlesi, hem Körfez ülkelerini hem de Türkiye gibi diğer bölge ülkelerini
tedirgin etmiştir.14 Böylece Farsi ve Şii kimliği ile bölge ülkelerinden farklı bir jeokültürel yapıya
sahip olan Đran, bu yeni devrimci kimliği nedeniyle daha da ötekileşerek bölge coğrafyasında iyice
yalnızlaşmaya başlamıştır. Bu düzlemde Đran’ın devrimi yayma düşüncesi; bölgesel ve bölge-dışı
aktörlerdeki Đran algısını değiştirmiş, sadece düşünsel ve söylemsel düzeyde kalsa da bir dış politika
aracı olarak “bozucu girdi” niteliğine bürünerek devrim sonrasında Đran’ın küresel ve bölgesel ölçekte
dışlanmasına sebep olmuştur.15
Đran Đslam Cumhuriyeti’nin yeni dış politikasını meydana getiren devrim ihracı konseptinin
kısa, orta ve uzun vadede üç temel amacı olduğu söylenebilir. Şah yönetiminden kopuşu ifade eden bu
dış politika anlayışına göre Đran; kısa vadede Đslam Cumhuriyeti’ni savunmayı, başka bir ifadeyle yeni
rejimi korumayı, orta vadede devletin bölgesel güvenliğini sağlamayı, uzun vadede ise Đslami
değerlerin hâkim olacağı bir dünya düzeni kurmayı amaçlamıştır. Humeyni’nin evrensel bir nitelik
taşıyan uzun dönemdeki hedefi, Đran liderliğinde “Đslami bir dünya düzeni” oluşturabilmekti. Ona göre
sadece belli bir ülkeye ait olmayan ve tüm insanlığın yararına bir sistem sunan Đslam dini, bütün
insanların mutlak adalet içinde yaşamalarını temin edecek derinliğe sahipti.16 Humeyni, Đslami dünya
düzeninin evrenselliğini ve Đslam’ın adalet boyutunu “Đslam ne bir ülkeye, ne birçok ülkeye, ne bir
gruba, ne de sadece Müslümanlara aittir. Đslam tüm insanlık içindir. Đslam dini, tüm insanlığı adalet
şemsiyesi altına taşımayı amaçlamaktadır” cümlesiyle dile getirmiştir.17
Humeyni bu eleştirel bakış açısıyla dünyanın “ezenler” (zalimler) ve “ezilenler” (mazlumlar)
olmak üzere iki kampa bölündüğünü ve Körfez devletlerinin izledikleri politikalarla ABD ve
SSCB’nin önderliğini yaptığı ezenler kampına hizmet ettiğini savunmuş, bu nedenle de Körfez
ülkelerini “Mini Şeytanlar” olarak nitelemiştir. Buradan hareketle 1979 Devrimi aracılığıyla
12
Ahmad Sadeghi, “Genealogy of Iranian Foreign Policy: Identity, Culture and History”, The Iranian Journal of International
Affairs, Vol. XX, No. 4, Fall 2008, s. 14-15.
13
Oral Sander, Siyasi Tarih: 1918-1994, Đmge Kitabevi, Ankara, 2009, s. 554.
14
Türkiye’nin Đran Devrimi’ne bakış açısı ve Humeyni dönemi Đran-Türkiye ilişkileri hakkında bkz. Gökhan Çetinsaya, “TürkĐran Đlişkileri”, içinde: Türk Dış Politikasının Analizi, Editör: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 222-228.
15
Mehmet Durmuş, a.g.m.
16
Tayyar Arı, a.g.e, s. 174, 178-179.
17
R. K. Ramazani, “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy”, Middle East Journal, Vol. 58, No. 4, Autumn 2004, s.
555.
424
görevlerinin ahir zamanda gelecek olan Mehdi’nin (On ikinci Đmam) en son aşamada gerçekleştireceği
“Đslami dünya düzeni”ne hazırlık niteliği taşıdığını belirtmiştir. Humeyni, Đran Devrimi’nin nihai
amaç olan Đslami dünya düzenine ulaşmak için bir geçiş dönemi olduğunu ifade etmiş ve On ikinci
Đmam gelinceye kadar bütün Đslam devletlerinin fakihler tarafından yönetilmesi gerektiğini öne
sürmüştür.18 Humeyni’nin din eksenli dünya tasarımı, Đran’ın revizyonist politikalarının temelini
oluşturarak Batı ülkelerinde olduğu kadar bölge ülkeleri arasında da rahatsızlık yaratmıştır.
Humeyni’nin “ezenler” ve “ezilenler” biçiminde yaptığı ayrımla mevcut uluslararası sistemi
adaletsiz olarak betimlemesi ve uluslararası adaleti tesis etmede Şiiliğin rolünü önplana çıkarması,
devrim ihracı düşüncesine dayanan revizyonist dış politika stratejisinin Şii coğrafyası ve kimliği
üzerinden hareket ettiğini göstermektedir. Zira Irak’ta %60-65, Bahreyn’de %70, Lübnan’da %35,
Kuveyt’te %24-30, Katar’da %16-20, Birleşik Arap Emirlikleri’nde %16-18, Suriye’de %10-16
(Nusayri) ve Suudi Arabistan’da %5-8 Şii nüfus olduğu19 göz önüne alınırsa, Şii jeopolitiği
aracılığıyla Đran’ın bölgede etki alanı oluşturma kapasitesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bir başka
deyişle Đran, Şii jeopolitiğini kontrol altına alarak Basra Körfezi ve Ortadoğu havzalarındaki
hâkimiyet alanını ve hareket serbestîsini genişletebilme potansiyeline sahiptir.
Đran, sözkonusu dış politika idealleri ve stratejilerini gerçekleştirebilmek için öncelikle
Musaddık dönemindeki gibi bağlantısızlık ve/veya tarafsızlık politikası takip etmeye çalışmıştır.
Nitekim devrimin klasik retoriğini ifade eden “ne Doğu ne Batı” sloganı, bağlantısızlık ve/veya
tarafsızlık politikası üzerine kurgulanan bu dış politika anlayışının söylem boyutundaki somut
izdüşümlerinden biridir. Bu idealist bakış açısı, Humeyni dönemi Đran dış politikasında sistemin süper
güçleri SSCB ve ABD ile mesafeli bir ilişki kurulmasına neden olmuştur.20 Aynı zamanda bu söylem,
Soğuk Savaş boyunca ABD ve Batı’ya dönük politikalar izleyen Đran’ın zihinsel yılgınlığını ve
psikolojik yorgunluğunu da ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır.
Özetle Humeyni liderliğindeki Đran’ın 1980’lerdeki dış politika ilkelerini ve ana
parametrelerini şu şekilde sıralamak mümkündür: i- Mutlak tarafsızlık, ii- Uluslararası güç blokları ve
ittifaklardan uzak durmak, iii- Genelde üçüncü dünya ülkeleriyle yakın siyasi ve iktisadi ilişkiler
kurmak, iv- Dini esas alan dış politikası ve devrim ihracı stratejisiyle bölgeye yeni bir düzen
18
Tayyar Arı, a.g.e, s. 174, 177-178.
19
Mehmet Şahin, “Şii Jeopolitiği: Đran için Fırsatlar ve Engeller”, Akademik Orta Doğu, Cilt: 1, Sayı: 1, 2006, s. 40; Serkan
Taflıoğlu, “Đran, Silahlı Đslami Hareketler ve Barış Süreci”, Avrasya Dosyası, Đsrail Özel Sayısı, Cilt: 5, Sayı: 1, Đlkbahar 1999,
s. 49 ve CIA Factbook, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/ Ayrıca Azerbaycan’da %74,
Afganistan’da %19, Pakistan’da %20, Tacikistan’da %5 ve Hindistan’da %1 oranında Şii nüfus bulunmaktadır; Mehmet Şahin,
a.g.e, s. 40. Dünya genelindeki Şii nüfus, tüm Müslüman nüfusun %10-13’nü oluşturmaktadır. Bu oran 154 ile 200 milyon
arasında bir nüfusa tekabül etmektedir; Emin Salihi, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler ve ‘Şii Hilali’ Söylemi”, Bilge
Strateji, Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar 2011, s. 186.
20
Humeyni, kurduğu dini rejimi Batı ve Doğu toplumlarındaki yönetim modellerinden üstün tutmuş ve bu yaklaşımını “ne
Doğu ne Batı” sloganı ile somutlaştırmıştır; R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Contending Orientations”, Middle East
Journal, Vol. 43, No. 2, Spring 1989, s. 208.
425
vermek.21 Đran, ihraç stratejisiyle devrimi diğer bölge ülkelerine yayarak hem Đslam dünyasının en
güçlü devleti hem de bölgenin egemen ya da lider gücü olma hedefine ulaşabilecekti. Buradan
hareketle anti-emperyalist ve üçüncü dünyacı bir söylem stratejisi üzerine kurgulanan Đran Đslam
Cumhuriyeti erken dönem dış politikasının, Batı’dan askeri ve politik bağlarını kopararak bölgede güç
kazanmaya yöneldiği söylenebilir.22
Rafsancani Dönemi Đran Dış Politikasında Yaşanan Kırılma (1989-1997)
Đran Đslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bir yıl sonra başlayan ve 1988’e kadar süren ĐranIrak Savaşı bir yandan Humeyni’nin dış politika hedeflerini gerçekleştirmesini engellerken, bir yandan
Đran’ın ekonomik, teknolojik, askeri ve demografik yapısının zayıflamasına neden olmuştur. Savaş,
ülkenin maddi ve manevi unsurlarını olumsuz etkileyerek gerek karar alıcıları gerek askeri kadroyu
gerekse de toplumu fiziksel ve psikolojik olarak yıpratmıştır. Bir devletin gücünün nicel (ekonomi,
teknolojik gelişim, savunma/askeri sanayi, nüfus vs.) ve nitel (tarih, moral, etik değerler, psikoloji,
zihniyet vs.) unsurların bileşiminden oluştuğu düşünülürse,23 sekiz yıl çok zor koşullar altında bir
savaş yaşayan Đran’ın bu savaştan ne derece güç kaybederek çıktığı daha kolay anlaşılabilir.
Bu denli uzun bir savaş döneminden çıkan Đran, savaşın ardından Irak’a nazaran daha
avantajlı bir konum elde etmesine rağmen savaşta güç kaybeden birçok devlet gibi statüko politikası
izlemeye başlamış; çatışmacı tavrını bırakarak dış politikasını işbirliği ve uzlaşı zemininde yürütmeye
özen göstermiştir. Savaş sonrasındaki koşullar, savaşın hemen ardından 1989’da cumhurbaşkanı olan
Rafsancani’nin sahip olduğu dış politika vizyonuyla birleşince Đran dış politikası realist paradigmadan
uzaklaşarak daha ılımlı ve liberal bir kimliğe bürünmeye başlamıştır.24 Bu perspektiften
değerlendirildiğinde Rafsancani önderliğindeki yönetici elitin takip ettiği dış politika anlayışının;
ideoloji, güvenlik ve çatışmayı önplana çıkaran Humeyni’nin dış politika anlayışından uzaklaşarak
Đran dış politikasında paradigma kaymasına yol açtığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle Rafsancani
dönemi Đran dış politikası, gerek kuram-söylem boyutunda gerekse de uygulama boyutunda kırılma
yaşamıştır. Đran dış politikasında yaşanan bu paradigma değişimi, dönemin uluslararası
konjonktürünün yanısıra Rafsancani’nin Humeyni’ye göre nispeten ılımlı ve liberal olan kimliğinden
de kaynaklanmıştır.
21
Gökhan Çetinsaya, “Rafsancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, içinde: Türkiye’nin Komşuları, Derleyenler:
Mustafa Türkeş, Đlhan Uzgel, Đmge Kitabevi, Ankara, 2002, s. 296-297.
22
Adam Tarock, “Iran-Western Europe Relations on the Mend”, British Journal of Middle Eastern Studies, 26(1), 1999, s. 43.
23
Ulusal güç kavramı, gücün özellikleri ve gücü oluşturan nitel-nicel unsurlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tayyar Arı,
Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 169-177. Ayrıca gücün farklı bir kavramsallaştırması ve güç
denklemi için bkz. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, Đstanbul, 2001, s. 17-41.
24
Henry Sokolski, Patrick Clawson, “Getting Ready For A Nuclear-Ready Iran”, Strategic Studies Institute, US Army War
College, 2005, http://www.strategicstudiesinstitute.army.mil/
426
Savaş sonrasında enerjisinin büyük kısmını iç politika ve yeniden yapılanma konularına
ayıran Rafsancani’nin iç politikadaki öncelikli hedefleri ülkenin yeniden imarını gerçekleştirmek,
ekonomik-iktisadi kalkınmayı sağlamak, askeri sistemi yeniden yapılandırmak iken; dış politikadaki
birincil hedefi yapıcı diplomasiyi tesis etmek olmuştur. Humeyni dönemindeki devrimci kimliği
nedeniyle Đran’ın gerek bölgesel gerekse de küresel düzeyde yalnızlaşması ve ötekileşmesi,25
Rafsancani’yi dış politikada uluslararası sisteme entegre olma amacına yöneltmiştir. Ülkenin iç ve dış
politikada yeniden yapılanmasını ifade eden bu değişim-dönüşüm süreci, Đran’da 1989 sonrası
dönemin “Đkinci Cumhuriyet” olarak nitelendirilmesini beraberinde getirmiştir.26
Đran’ı tecrit edilmişlikten, dışlanmışlıktan ve yalnızlıktan kurtarıp uluslararası sisteme dâhil
etmek isteyen Rafsancani, yapıcı diplomasi stratejisini uygulamaya koyarak aktif bir dış politika
izlemeye çalışmış; bu politikanın bir tezahürü olarak bölge ülkeleri arasında yaşanan sorunların
çözümünde arabulucu rolü oynamaya özen göstermiştir. Humeyni’nin çatışmacı, radikal söylem ve
uygulamalarından işbirliği ve uzlaşma sürecine dayalı bir dış politika stratejisine yönelen bu yaklaşım,
Humeyni dönemi Đran dış politikasından kırılma teşkil etmesi bakımından önem taşımaktadır. Đran’ı
uluslararası sisteme yeniden adapte etmeyi hedefleyen Rafsancani yönetimi, pragmatist ve rasyonel
eğilimleriyle Đran dış politikasına ılımlı bir kimlik kazandırmak istemiş; uluslararası sistemin değişip
dönüşen yapısı da Rafsancani’nin bu dış politika vizyonu ve hedefleri doğrultusunda kolaylaştırıcı bir
işlev görmüştür.
Bu dönemde meydana gelen iki önemli olayın sistemsel ve bölgesel etkileri -Sovyetler
Birliği’nin dağılması ve Kuveyt Krizi- Đran’ın yeniden yapılanma ve uluslararası sisteme entegre olma
isteğine pratik bir zemin hazırlamıştır. Zira Saddam Hüseyin’in Kuveyt’e girmesiyle ortaya çıkan kriz,
Batı’nın baskıları ve ABD’nin Körfez Harekâtı neticesinde Irak’ın Kuveyt’ten çıkmasıyla
sonuçlanmış; bu durum Irak’ın bir yandan Batı ile ilişkilerini bozarken, diğer yandan da uluslararası
saygınlığını kaybetmesine neden olmuştur.27 Kuveyt krizinin alt-sistemsel etkileri, Đran’ın tarihi rakibi
ve komşusu Irak karşısındaki hareket serbestîsini genişletirken, bölgedeki güç dengesini de Đran lehine
değiştirmiştir.28 Böylece Đran’ın 1990 sonrasında bölgesel güç olma umudu ve motivasyonu daha da
artmıştır.
25
Đran-Irak Savaşı’nda Batılı devletler ile Rusya’nın Irak’ı politik ve askeri açıdan desteklemesi ve diplomatik düzlemde
BM’nin savaşa erken müdahale edememesi gibi etkenler, Đran’ın içinde bulunduğu uluslararası yalnızlığı idrak etmesine ve aynı
zamanda bir kez daha uluslararası aktörlere ilişkin hayal kırıklığı yaşamasına neden olmuştur; Adam Tarock, a.g.e, s. 43.
26
Gökhan Çetinsaya, “Rafsancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, a.g.e, s. 299-300.
27
Irak, 1979 Đran Devrimi’nden sonra uluslararası aktörler tarafından Đran’ın devrim ihracı tehdidine ve kökten dinciliğe karşı
bir tampon olarak görülmüş ve bu doğrultuda askeri ve politik açıdan desteklenmiştir.
28
Irak ile Kuveyt arasındaki kriz ve I. Körfez Savaşı hakkında kapsamlı bilgi için bkz. Tayyar Arı, Basra Körfezi’nde Güç
Dengesi (1978-1991), s. 259-279.
427
Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu yapısını sonlandıran SSCB’nin dağılması, beraberinde
getirdiği risk ve fırsatlarla sistemik bir etki yaratmıştır. Mikro boyutta Ortadoğu ve Körfez
coğrafyasında, makro boyuttaysa dünya jeopolitiğinde tüm aktörler ortaya çıkan yeni güç dengesinde
farklı roller üstlenebilmek amacıyla dış politika vizyonlarını gözden geçirmek zorunda kalmışlardır.
Đran açısından SSCB’nin parçalanmasının getirdiği en önemli risk unsuru, Sovyetler Birliği
haritasında meydana gelen değişim ve bu değişimin izdüşümü olarak yeni jeopolitik aktörlerin küresel
ve bölgesel oyuna dâhil olmasıdır. Bu bağlamda SSCB’den ayrılan Ermenistan, Azerbaycan ve
Türkmenistan gibi aktörlerin Đran’a komşu olmaları, bu devletlerin gelecekteki muhtemel davranış ve
tutumları konusunda Đran’ı oldukça kaygılandırmıştır. %51 oranında Fars kimliğine sahip Đran’ın
%24’ü Azeri olmak üzere %49’unun farklı etnik kimliklerden oluştuğu göz önünde bulundurulursa,29
bu yeni bölge jeopolitiğinin Đran toplumsal yapısında hassasiyete neden olduğu söylenebilir. Bir başka
deyişle SSCB’nin dağılmasıyla meydana gelen bölgesel jeopolitiğin Đran’ın sosyolojik yapısı üzerinde
aşınma etkisi yarattığını ifade etmek mümkündür.
Diğer yandan Soğuk Savaş konjonktürünün sona ermesi ve SSCB’nin dağılması, birçok
devlete olduğu gibi Đran’a da birtakım avantaj ve fırsatlar sunmuştur. Öncelikle, iki süper güçten biri
olan SSCB’nin ortadan kalkmasıyla Ortadoğu, Orta Asya, Avrasya ve Kafkasya gibi dünyanın önde
gelen stratejik coğrafyalarında jeopolitik bir boşluk meydana gelmiş; bu jeopolitik güç boşluğu,
sözkonusu coğrafyaların kesişim hattında jeostratejik bir konuma sahip olan Đran’a bölgede etkin bir
aktör olma fırsatı tanımıştır. Haritaların yeniden şekillendiği bu dönemde Rafsancani, Đran dış
politikasını açılım stratejisi üzerine kurgulamış ve böylelikle Humeyni’nin devrim retoriği olan “ne
Doğu ne Batı” yaklaşımından “hem Kuzey hem Güney” yaklaşımına geçmiştir.30 Đran, çok boyutlu bu
yeni strateji çerçevesinde Sovyetler’den kopan Orta Asya devletlerinin ortaya çıkışını uluslararası
yalnızlığını kırabilmek için büyük bir fırsat olarak algılamış ve Orta Asya’yı yeni dış politika
stratejisini uygulamaya geçirebileceği “temiz bir sayfa” olarak değerlendirmiştir.31
Benzer şekilde Rafsancani yönetimindeki Đran, Humeyni döneminde ABD ve Avrupa ile
bozulan ilişkilerini düzeltmek istemiş ve bu kapsamda Türkiye ile de ilişkilerini geliştirmiştir. Böylece
Đran Batı’ya açılan bir kapı olan Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumundan faydalanmayı
hedeflemiştir.32 Türkiye üzerinden Batı, Orta Asya devletleri üzerinden Doğu derinliğini artırmak
isteyen Đran, Kuzey ve Güney hattındaki manevra alanını genişletebilmek için de bir yandan Kafkasya
29
%89’u Şii ve %9’u Sünni’lerden oluşan Đran’ın etnik yapısı %51 Farsi, %24 Azeri, %8 Gilaki ve Mazandarani, %7 Kürt, %3
Arap, %2 Lur, %2 Beluci ve %2 Türkmenlerden oluşmaktadır; CIA Factbook https://www.cia.gov/library/publications/theworld-factbook/
30
Bu konuda detaylı bir analiz için bkz. R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Both North and South”, Middle East Policy,
Vol. 46, No. 3, Summer 1992, s. 393-412.
31
Atay
Akdevilioğlu,
“Đran’ın
Orta
Asya,
http://www.stradigma.com/turkce/kasim2003/makale_04.html
32
Afganistan
ve
Azerbaycan
Politikası”,
Rafsancani dönemindeki Đran-Türkiye ilişkileri için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türk–Đran Đlişkileri”, a.g.e, s. 228-232.
428
politikasını “Azerbaycan ve Ermenistan’a eşit mesafede durma” stratejisi üzerine kurgulamış, öte
yandan Körfez ülkeleriyle ilişkilerini gözden geçirerek Basra’daki güvenliğini “Körfez ülkeleriyle
dostluk” politikasına dayandırmaya özen göstermiştir.33 Kafkas ve Körfez politikalarına paralel olarak
Kuzey-Güney perspektifini genişletmek amacıyla Rusya, Pakistan ve Hindistan ile ilişkilerine de
önem vermiştir.
Đran, sözkonusu açılım stratejisi ve sürecinin türevi olarak bölge devletlerine eşit uzaklıkta
durmaya dikkat etmiş ve bölge devletleri arasındaki sorunlarda arabuluculuk rolü üstlenmeye
çalışarak bölge coğrafyasında yapıcı ve aktif bir tutum sergilemiştir. Böylesi bir dış politika
zihniyetinin pratiği olarak da 1993-1994 yıllarında Azerbaycan ve Ermenistan arasında ortaya çıkan
Dağlık-Karabağ sorununda iki devlete de eşit mesafede yaklaşarak sorunun çözümünde arabuluculuk
işlevi görmeye çalışmış; 1992-1997 yılları arasında Tacikistan’da yaşanan iç savaşın neden olduğu
kaosu önlemek amacıyla Rusya ile birlikte hareket ederek Đslami muhalif güçlere destek vermekten
kaçınmış; Pakistan ile Hindistan arasındaki Keşmir sorununa rağmen Hindistan ile ekonomik, siyasal
ve sosyal ilişkilerini sürdürmüştür.34 Görüldüğü üzere sözkonusu yapıcı ve arabulucu politika, aynı
zamanda 1979-1989 dönemi dış politikasında sıkılıkla kullanılan dini söylem ve temalardan
uzaklaşıldığının da göstergesi olmuştur.
Kısacası bir yandan Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle uluslararası sistemde meydana
gelen değişim-dönüşüm, diğer yandan Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın bölgede pasifize
edilmesi gibi alt-sistemsel faktörler Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin ılımlı karakteri ve siyasi
vizyonuyla örtüşünce Đran 1989-1997 yıllarında yumuşak güç odaklı bir dış politika izlemeye
başlamıştır. Bu bağlamda Rafsancani, başta komşuları olmak üzere bütün ülkelerle iyi ilişkiler kurmak
istemiş, bunu yaparken de Rusya’yı rahatsız etmemek ve SSCB’den ayrılan devletlerin ABD’nin
nüfuz alanına girmesini engellemek için çaba sarf etmiştir.35 Humeyni ile Hatemi dönemleri arasında
bir köprü işlevi gören Rafsancani’nin en önemli dış politika hamlelerinden biri de “hem Doğu hem
Batı, hem Kuzey hem Güney” şeklinde özetlenebilecek bir açılım stratejisini ve sürecini başlatmak
olmuştur. Bütün bu stratejik ve politik manevraların hedefi ise Đran’ı uluslararası sisteme entegre
ederek ülkenin yalnızlığını kırmak ve Đran’ın bölge coğrafyasında lider güç olmasını sağlamaktır.
Hatemi Dönemi Đran Dış Politikasında Yumuşama (1997-2005)
33
Rafsancani’nin göreve gelmesiyle birlikte uygulamaya koyduğu iki reform programından biri yeniden ekonomik yapılanmaya
gidilmesiyken, diğeri Đran’ın bölgesel ve uluslararası yalnızlığından kurtulmasıydı. Bu politikanın ilk adımı olarak Rafsancani,
Körfez monarşileriyle ilişkileri sıkılaştırmayı ve yeniden inşa etmeyi denemiştir. Özellikle Irak’ın Kuveyt’i işgali, Đran’ın
Körfez ülkeleriyle ilişkilerinin normalleşmesinde Rafsancani yönetimine önemli bir fırsat sunmuştur. Nitekim Irak, Basra
Körfezi ülkelerinin tehdit algılamasında Đran’ın yerini almıştır; Ziba Moshaver, “Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s
Foreign Policy: Implications for Iran–EU Relations “, The Review of International Affairs, Vol. 3, No. 2, Winter 2003, s. 289.
34
Mehmet Durmuş, a.g.m.
35
Mehmet Durmuş, a.g.m.
429
Rafsancani, Đran’ın siyasi vizyonunun değişimi konusunda kısmen başarılı olsa da gerek içsel
-ülkedeki muhafazakâr yapının muhalefeti ve mollaların tavrı- gerekse de dışsal faktörler -ABD ve
AB ülkelerinin tutumları- nedeniyle iç ve dış politikada istediği reformların birçoğunu
gerçekleştirememiştir. 1993’den itibaren ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik ortaya koyduğu Đran ile Irak’ı
bölgeden soyutlamayı hedefleyen “ikili çevreleme” (dual containment) doktrini36 ve Mikonos
davasının37 1997’de Đran aleyhine karara bağlanması neticesinde başta Almanya olmak üzere AB
ülkelerinin Đran’daki büyükelçilerini geri çekmesiyle başlayan diplomatik kriz, özellikle ikinci
döneminde (1993-1997) Rafsancani’nin dış politikadaki başarısızlığının önemli nedenlerinden
olmuştur. Üstelik ABD yönetiminin 1979 Devrimi’nden itibaren devam ettirdiği ekonomik-ticari
ambargoyu 1995-1996 yıllarında özel sektörü de kapsayacak şekilde genişletmesi,38 Đran’ın
uluslararası sistemdeki politik ve ekonomik tecrit edilmişliğini pekiştirmiş ve Rafsancani’nin dış
politika hedeflerine ulaşmasını engellemiştir.
Bu açıdan düşünüldüğünde reformist çizgide yer alan Hatemi’nin Mayıs 1997’de yapılan
seçimlerde oyların %70’ini alarak cumhurbaşkanı seçilmesi, Đran açısından bir dönüm noktası
olmuştur. Zira Hatemi’nin öznelliği, Rafsancani’nin başlattığı reformist ve pragmatik politikaları
kuramsal düzlemde de zenginleştirmesidir. Bu bağlamda Hatemi, iç politikada “Đslami demokrasi”
kavramsallaştırmasıyla Đslami rejimi ve demokrasiyi birleştirmeyi amaçlamış, dış politikada ise
uluslararası topluma ve dünya ekonomisine entegrasyonu hedefleyerek Humeyni döneminin izolasyon
politikalarından daha da uzaklaşmıştır.39 Bir başka ifadeyle Hatemi’nin iç ve dış politika hedeflerini
özetleyen söylem “yurtta demokrasi, cihanda barış” olmuştur.40 Pragmatizm konusunda Rafsancani
çizgisinin bir ileri aşamasını temsil eden Hatemi, Rafsancani’nin iç ve dış politikada düşünsel ve
kısmen de pratik zeminde gerçekleştirdiği kırılmayı kopuşa dönüştürmeye çalışmıştır.
Yeni bir başlangıç yapmak isteyen Hatemi’nin öncelikli dış politika hedefleri; ulusal ve
uluslararası güvenliği sağlamak,41 barışı tesis etmek ve küresel ekonomi-politik sistemle bütünleşerek
36
Tayyar Arı, “Washington’un Ortadoğu Politikası Yeni mi?”, www.tayyarari.com/download/eskiyazi/abdninortadogupol.doc
ve Gökhan Çetinsaya, “Rafsancancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, a.g.e, s. 316. Ayrıca bkz. Tayyar Arı,
“Đran Eski Dost Yeni Düşman”, 2023, Yıl: 4, Sayı: 47, s. 4-12.
37
Mikonos (Mykonos) davası, Đranlı üç Kürt muhalifin 1992 yılında Berlin’de Mikonos adlı bir Yunan restoranında
öldürülmesinin ardından suikastın arkasında Đran istihbarat servisinin olduğu gerekçesiyle açılan davanın adıdır. Bu konuda
bkz. Robert Olson, Türkiye-Đran Đlişkileri: 1979-2004, çev: Kezban Acar, Babil Yayıncılık, Ankara, 2005, s. 38-39.
38
Gökhan Çetinsaya, “Rafsancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, a.g.e, s. 317.
39
R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Independence, Freedom and The Islamic Republic”, içinde: Iran’s Foreign Policy:
From Khatami To Ahmadinejad, Edited by: Anoushiravan Ehteshami and Mahjaob Zweiri, Ithaca Press, 2008, s. 9.
40
R. K. Ramazani, “The Shifting Premise of Iran’s Foreign Policy: Towards a Democratic Peace?”, Middle East Journal, Vol.
52, No. 2, Spring 1998, s. 178.
41
Devletlerin ulusal ve uluslararası güvenlik konsepti; kendi sınırları, yakın komşuları/bölgesi ve küresel sistem olarak içten
dışa üç halka ile kavramsallaştırılabilmektedir. Birinci, ikinci ve üçüncü halka güvenlik biçiminde de ifade edilebilen bu
kavramsallaştırma için bkz. Beril Dedeoğlu, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, Đstanbul, 2003, s. 53-54.
430
Đran’ı içinde bulunduğu uluslararası yalnızlıktan kurtarmak olmuştur. Bu çerçevede iki dönem görevde
bulunduğu 1997-2005 yılları arasında başta sınır komşuları olmak üzere bütün devletlerle ilişkilerini
güven verici bir eksene yerleştirmek istemiş, Đran jeopolitiğinin odak noktasının hem mikro hem de
makro düzlemde barış ve istikrarı temin etmek olduğunu belirtmiştir.42
Bölge ülkelerinin Đran’ı potansiyel bir tehdit olarak algılamalarını değiştirebilmek için
barışçıl ve uzlaşmacı bir kimlik inşa etmeye yönelen Hatemi, bölgesel ve küresel ilişkilerini işbirliği
ve dayanışma olguları çerçevesinde şekillendirmeye özen göstererek liberal-pragmatist bir dış politika
yaklaşımı sergilemiştir. Buradan hareketle dış politika anlayışını i- itibar, akılcılık ve ihtiyat, ii- dış
politikada ılımlı bir tavır, iii- medeniyetlerarası diyalog şeklinde açıklanabilecek üç temel parametreye
dayandırmıştır.43 Bir başka anlatımla Hatemi’nin detente (yumuşama) biçiminde özetlenebilecek dış
politika anlayışı, özünde Rafsancani dönemi Đran dış politika yaklaşımının biraz daha geliştirilerek
devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Böylesi bir politik duruşun fikrî arkaplanını meydana getiren
“Medeniyetlerarası Hoşgörü” düşüncesi ise Hatemi’nin bizzat ortaya koyduğu teorik bakış açısının
özgünlüğünü göstermesi bakımından önemlidir.44
Hatemi, Amerikan dış politikasının kuramsal perspektifini oluşturan düşün adamlarından
Huntington’un
1993’te
ortaya
koyduğu
ve
Soğuk
Savaş
sonrası
uluslararası
sistemin
medeniyetlerarası çatışmaya dayanacağını öngören “Medeniyetler Çatışması” tezinin aksine diyalog
eksenli bir anlayışla farklı medeniyet havzaları arasındaki ilişkilerin işbirliği ve uzlaşmaya
dönüşebileceğinin altını çizmiştir. Realist kuramın bir izdüşümü şeklinde yorumlanabilecek
medeniyetlerarası çatışma tezi yerine medeniyetlerarası diyalog ve hoşgörüyü önceleyen Hatemi,
1998 yılında CNN ile yaptığı mülakatta bu teorik bakış açısına yer vermiştir. ABD ile Đran arasındaki
düşmanlığın ortadan kaldırılmasını vurguladığı konuşmasında güvensizlik üzerine kurulan ilişkilerin
değiştirilmesi gerektiğini belirterek ABD ile uzlaşı, diyalog ve barış sürecini bir an önce başlatmak
istediğini ifade etmiştir.45 Mülakatın devamında Amerikan halkından “Büyük Amerikan Halkı” olarak
bahseden Hatemi’nin bu tavrı, söylemsel boyutta Đran’ın devrim sonrasında ABD’ye karşı geleneksel
tutumunda önemli bir kırılma noktası olmuştur.46
42
Tayyar Arı, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 403.
43
Shahriar Sabet-Saeidi, “Iranian-European Relations: A Strategic Partnership?”, içinde: Iran’s Foreign Policy: From Khatami
To Ahmadinejad, s. 61.
44
Hatemi, Batı düşüncesine yaratıcı bir biçimde atıfta bulunan felsefi yazılarında Đslam-dışı dünyaya açık bir portre çizmiş ve
BM 2001-2002 toplantısında “Medeniyetlerarası Diyalog” kavramsallaştırmasını resmi bir çağrıya dönüştürmüştür; Fred
Halliday, “Iran and the Middle East: Foreign Policy and Domestic Change”, Middle East Report, No. 220, 2001, s. 44.
Sözkonusu konuşma metni için bkz. http://www.unesco.org/dialogue/en/khatami.htm
45
Suzanne Maloney, Iran’s Long Reach, United States Institute of Peace Press, Washington, 2008, s. 8-9.
46
Shahriar Sabet-Saeidi, “Iranian-European Relations: A Strategic Partnership?”, içinde: Iran’s Foreign Policy: From Khatami
To Ahmadinejad, s. 62.
431
Aynı şekilde Hatemi, Civilization dergisi için yazdığı A Call for Dialogue başlıklı
makalesinde medeniyetlerarası diyaloğun kurulmasıyla medeniyetlerarası çatışmanın hoşgörü ve
güven ilişkilerine dönüşebileceğini vurgulamıştır.47 Bu dönüşümün sağlanabilmesi için söylemsel
boyutta Đran’ı Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesişimine yerleştirerek karşılıklı diyaloğun
kurulmasında ülkesini “merkez ülke” şeklinde konumlandırmış ve Rafsancani’den itibaren devam
eden jeopolitik açılıma jeokültürel bir perspektif eklemleyerek Đran’ın dış politika parametrelerini çok
boyutlu hale getirmek istemiştir. Đran’a medeniyetlerarası köprü misyonu kazandırmaya çalışan siyasi
elit, böylece Đran dış politikasını jeopolitik, jeokültürel ve jeostratejik üçlü sacayağına oturtarak dış
politikaya kuramsal çerçevede paradigma zenginliği kazandırmaya çalışmıştır.
Hatemi, bu kuramsal çerçeveden hareketle Avrupa ülkeleriyle politik, diplomatik, ekonomik
ve ticari ilişkilerini işbirliği ve uzlaşı zemininde geliştirmek için çaba harcamıştır. Öyle ki, AB
ülkelerinin Nisan 1997’de Mikonos davasının karara bağlanması sonucunda suçlu bulunan Đran ile
diplomatik ilişkilerini dondurduğu ve Đran’daki büyükelçilerini geri çektiği bir dönemde, Hatemi
yönetimi AB ülkeleriyle yeniden diplomatik temaslar kurmayı başarmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı
Kemal Harazi’nin Avrupa ülkeleriyle yaptığı üst düzey görüşmeler ve ikili toplantılar neticesinde önce
Finlandiya, Đsveç, Danimarka, Belçika, Hollanda, Đtalya, Avusturya, Đspanya, Đngiltere, Yunanistan ve
Đrlanda, sonra da Almanya ve Fransa Büyükelçileri Tahran’a geri dönmüştür. Đran yönetimi Büyükelçi
krizinin ardından bu kez “tarihi düşmanı” Đngiltere ile yoğun diplomatik ilişkiler kurmuş ve Bakan
Harazi Londra’yı ziyaret etmiştir. Hatemi liderliğindeki Đran, AB ile başlattığı bu yoğun ve başarılı
diplomatik sürece enerji alanında yaptığı ticari anlaşmaları da eklemiş, 1999 yılında Đtalyan ENI ve
Fransız ELF petrol şirketleriyle 998 milyon dolarlık petrol anlaşması imzalamıştır.48
Đran, Batı’yla yakınlaşmasının yanısıra Birleşmiş Milletler (BM), Ekonomik Đşbirliği
Teşkilatı (EĐT) ve Đslam Konferansı Örgütü (ĐKÖ) gibi uluslararası kurumlarda önemli roller alarak
bir taraftan dünya ekonomisine ve uluslararası sisteme entegre olmayı, diğer taraftan da bölge
ülkelerinde güven ve istikrar tesis etmeyi amaçlamıştır. Özellikle de Hatemi’nin dört yıllık başarılı
ĐKÖ Başkanlığı, Arap-Đslam dünyasıyla arasındaki tansiyonun düşürülmesi açısından Đran’a önemli
bir fırsat vermiştir. Keza bu dönemde Đran, ĐKÖ üyesi ülkelerle ikili ilişkilerini geliştirmiş ve Aralık
1997’de Tahran’da gerçekleştirilen ĐKÖ’nün 8. Zirve Konferansı’nda dış politikasının yeni
parametrelerini açıklama ve bu konuda bölge ülkelerini ikna etme imkânı bulmuştur. Bununla birlikte
dini lider Ali Hamaney de Đran’ın bölge ülkeleri tarafından askeri ve ideolojik tehdit unsuru olarak
algılanmasını istemediklerini net bir şekilde dile getirmiştir.
47
Marc Lynch, “The Dialogue of Civilisations and International Public Spheres”, Millennium, Vol. 29, No. 2, 2000, s. 327.
Hatemi’nin sözkonusu makalesi için bkz. Seyyed Mohammad Khatami, “A Call For Dialogue”, Civilization, Vol. 6, Issue 3,
Jun/Jul99.
48
Shahriar Sabet-Saeidi, a.g.e, s. 62-64.
432
Bu diplomatik yaklaşımın somut adımları olarak Hatemi, 1999 yılında Suudi Arabistan ve
diğer Körfez ülkelerini ziyaret ederken Ali Hamaney de Suudi Kralı’nın özel davetlisi olarak Şubat
2000’de hac vazifesi için Arabistan’a gitmiştir.49 Benzer şekilde Đran ile Suudi Arabistan arasında
2001 yılında imzalanan güvenlik paktı, ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açıldığını gösteren bir başka
diplomatik adım olmuştur.50 Sözkonusu pakt sonradan her ne kadar başarıya ulaşamasa da hem Suudi
Arabistan’ın güveninin bir göstergesi olması, hem de Hatemi liderliğindeki Đran’ın dış politikada
uyguladığı “mekik diplomasisi”nin güvenlik boyutunu örneklendirmesi bakımından önemlidir.
Hatemi döneminde Đran-Türkiye ilişkileri de Đran’ın yakın coğrafyada güven ortamı
oluşturma stratejisine paralel bir seyir izlemiş, iki ülke arasındaki ilişkiler devrim sonrasındaki gergin
ve gerilimli niteliğinden sıyrılarak istikrarlı bir çizgiye kavuşmuştur. Đran ile Türkiye arasındaki bu dış
politika çizgisinde Đran’ın 1999 yılından itibaren PKK konusunda Türkiye ile yaptığı işbirliği katalizör
işlevi görmüş ve ikili ilişkilerdeki bu olumlu atmosfer bilhassa Hatemi’nin ikinci döneminde (20012005) gerçekleşmiştir.51 Türkiye ve Körfez devletleriyle kurduğu politik-diplomatik ilişkilerin yanısıra
Rusya ve Çin ile de ilişkilerini özellikle nükleer enerji alanında geliştiren Đran, böylece dış
politikasının jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik unsurlarını Doğu, Batı, Kuzey ve Güney
coğrafyalarına yayma imkânı bulmuştur.
Ancak uluslararası sistemde bir dönüm noktası olarak kabul edilen 11 Eylül saldırıları
sonucunda Bush yönetimindeki neo-muhafazakârların, terörizme destek verdiklerini öne sürerek “şer
ekseni” adı altında oluşturdukları tehdit listesine Đran’ı da eklemeleri, Hatemi’nin medeniyetler
diyaloğu çerçevesinde meydana getirdiği liberal-pragmatist dış politika vizyonuna ket vurmuştur.
ABD’nin terörizmle mücadele etme gerekçesiyle ortaya koyduğu “önleyici/önalıcı müdahale” (preemptive strike) doktrini kapsamında önce Afganistan’a sonra da Irak’a girmesi, 11 Eylül sonrası
dönemde yeni uluslararası konjonktürün neo-realist paradigma çerçevesinde şekillenmesine neden
olmuş ve sistemin çatışmacı kimliğini önplana çıkarmıştır. ABD’nin “ya bizdensiniz ya da karşı
taraftan” söylemiyle özetlenebilecek kamplaştırıcı ve baskıcı yeni dış politika konsepti, Đran’ı
ötekileştirerek küresel sistemden daha da tecrit etmeye yönelmiş ve Washington yönetimi nükleer
silah ürettiği gerekçesiyle Đran’ı suçlayarak “istenmeyen devlet” ilan etmiştir. Bush yönetiminin, Đran
nükleer programının barışçıl olmadığı yönünde özellikle 2003 yılından itibaren Hatemi yönetimi
üzerinde oluşturduğu baskılar, Đran’ın Hatemi döneminde Batı dünyasıyla yeniden gelişmeye başlayan
ilişkilerini kopma noktasına getirmiş; bu tarihten sonra ABD bölgeye yönelik dış politika vizyonunda
“Đran’ı çevreleme ve yalnızlaştırma” stratejisini devreye sokmuştur.
49
Tayyar Arı, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, s. 403-404.
50
Shahriar Sabet-Saeidi, a.g.e, s. 62.
51
Gökhan
Çetinsaya,
“Ahmedinecad,
Nükleer
Kriz
ve
Türkiye”,
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=199583&title=prof-dr-gokhan-cetinsayabrahmedinecad-nukleer-kriz-veturkiye&haberSayfa=1
Ayrıca bkz. Gökhan
Çetinsaya,
“Nükleer
Kriz Eşiğinde
Đran
ve Türkiye”,
http://www.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=11579&q=nukleer-kriz-esiginde-iran-ve-turkiye
433
Bu gelişmeler karşısında Hatemi, Batılı devletlerle diyaloğu devam ettirmeye çalışarak
nükleer sorunun diplomatik araçlar yoluyla çözümü konusunda ABD’nin tecrit politikalarına karşı
çıkan AB ülkeleriyle ilişki içinde olmaya özen göstermiştir. Batı dünyasıyla uzlaşma zeminini
kaybetmek istemeyen Hatemi, bu yaklaşımının göstergesi olarak nükleer tesislerini Uluslararası Atom
Enerjisi Kurumu gözlemcilerine ve uluslararası denetime açmıştır. ABD ve Avrupa’nın eleştiri ve
baskılarına rağmen Rusya ve Çin’in Đran nükleer projelerine destek vermesi, Đran’ın zamanla Doğu’ya
yönelmesini beraberinde getirmiş, böylece Hatemi’nin Batı dünyasıyla işbirliği yönündeki çabaları
Đran dış politikasının Batı boyutunu kaybetmesine engel olamamıştır. Dolayısıyla Hatemi’nin önemle
üzerinde durduğu Batı ile diyalog ve uluslararası sisteme ekonomik-politik adaptasyon süreci
kesintiye uğramış, Đran dış politikası Hatemi’nin cumhurbaşkanlığının son yıllarında ve özellikle de
Ahmedinecad döneminde eksen kayması yaşamıştır.
Kısacası Hatemi dönemi Đran dış politikasının stratejik hedeflerini şu şekilde özetlemek
mümkündür: i- Ülkeyi uluslararası topluma entegre etmek, ii- ABD ve Avrupa ile ilişkileri revize
etmek, iii- Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleriyle uzlaşma sağlamak, iv- Türkiye ve
diğer komşu devletler ile yakınlaşmak, v- Nükleer enerji sorununda Fransa, Almanya ve Đngiltere ile
müzakereler yapmak, vi- Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’yla işbirliğinde bulunmak, vii- Çin ve
Rusya ile yapıcı ilişkiler kurmak.52 Hatemi, 2001’den sonra değişen-dönüşen küresel sistemin
etkilerine kadar bu hedeflerin önemli bir kısmını gerçekleştirmiş olsa da cumhurbaşkanlığının ikinci
döneminde Batı ile ilişkilerin artarak devamı ve sisteme uyum sağlama konularındaki hedeflerinde
kopma yaşamıştır.
Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası (2005-…)
Đran dış politikasında Rafsancani ile başlayan ve Hatemi yönetimiyle doruk noktasına ulaşan
liberal-pragmatist anlayış, Ahmedinecad’ın 2005 yılında cumhurbaşkanlığına gelmesiyle kırılmaya
uğramıştır. Zira genç kuşak devrimci-radikal muhafazakâr akımın lideri olan Ahmedinecad,
Rafsancani ve Hatemi önderliğindeki ılımlı-liberal muhafazakâr çizgiden farklı bir siyasi duruşu
temsil etmektedir. Ahmedinecad aynı zamanda Humeyni’nin liderlik yaptığı ilk kuşak geleneksel
muhafazakârlardan farklı bir ekolün temsilcisi olmakla birlikte53 dini rejime bağlılık ve rejimin dini
karakterini vurgulama noktasında Humeyni çizgisine yakın bir siyaset izlemektedir. Ahmedinecad
52
R. K. Ramazani, R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Independence, Freedom and The Islamic Republic”, a.g.e, s. 10.
53
Đran siyasal yaşamında muhafazakârların iç ayrışmalarını geleneksel, ılımlı (liberal) ve devrimci (radikal) olmak üzere üç
gruba ayırmak mümkündür. Đlk kuşağı temsil eden geleneksel muhafazakâr akım, muhafazakâr bloğun en etkin ve nüfuzlu
akımı olmakla birlikte yaşlı din adamlarının kontrolü altındadır. Örneğin, Đran Devrimi’ni gerçekleştiren Humeyni geleneksel
muhafazakâr akımın önemli isimlerindendi. Ilımlı muhafazakâr akım ise geleneksel muhafazakârlardan ayrılarak kendine özgü
bir siyaset anlayışı oluşturan akımdır. Rafsancani ile özdeşleşen ılımlı muhafazakârların Đran siyasetindeki bir diğer temsilcisi
de Hatemi’dir. Son olarak devrimci (radikal) muhafazakâr akım ise geleneksel akım üzerinde ortaya çıkan, fakat genç kuşağı
temsil eden akımdır. Geleneksel muhafazakârlardan ayrılarak yeni ve farklı bir oluşum meydana getiren radikal
muhafazakârların önemli isimlerinin başında Ahmedinecad gelmektedir; bkz. Arif Keskin, “Devrim Đçinde Yeni Bir Devrim
Arayışı: Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakâr Akım”, Stratejik Analiz, Sayı: 69, Ocak 2006, s. 59-60.
434
yönetimi bilhassa dış politikadaki radikal tutumu, ABD ve Đsrail karşıtlığı, nükleer görüşmeler
konusundaki uzlaşmaz tavrı, dini değer ve motiflere vurgu yapması nedeniyle Humeyni dönemini
hatırlatmaktadır. Đki devlet adamının da dünya görüşleri birbirine benzemesine rağmen Ahmedinecad
yönetimi dış politika anlayışının Humeyni döneminden temel farkı, dış politika hedefleri arasında
devrim ihracı boyutunu önplana çıkarmamasıdır. Bu da Ahmedinecad’ın ilk döneminde (2005-2009)
Đran’ın bölgedeki diğer Müslüman ülkeler ile iyi ilişkiler kurabilmesine katkı sağlamıştır.54
Ahmedinecad’ın Đran Đslam Cumhuriyeti’nin din adamı sınıfına mensup (ruhban) olmayan ilk
cumhurbaşkanı olması ve onun döneminde ılımlı-uzlaşmacı dış politika yaklaşımından giderek
uzaklaşılması birbiriyle çelişkili bir görünüm arz etmekte ve aradaki bağıntının açıklanması
zorlaşmaktadır.55 Bu durumu sadece Ahmedinecad’ın kişisel özelliklerine ve siyasete dair bakış
açısına bağlamak indirgemeci bir yaklaşımı beraberinde getirir. Zira Ahmedinecad’ın iktidara
gelmesinde ve cumhurbaşkanı olduktan sonra Đran dış politikasının Rafsancani ve Hatemi çizgisinden
uzaklaşarak Humeyni anlayışına yönelmesinde uluslararası sistemde meydana gelen kırılmalar da
büyük rol oynamıştır. Bu perspektiften bakıldığında 11 Eylül olaylarının sistemik etkileri,
Ahmedinecad ekibini iktidara hazırlayan ve taşıyan temel değişkenler arasındadır. Çünkü daha önce
de belirtildiği gibi uluslararası ilişkilerde paradigma dönüşümüne neden olan 11 Eylül saldırılarının
hemen ardından başta ABD olmak üzere birçok devlet, yeni dış politika parametrelerini tehdit odaklı
oluşturmaya ve güvenlik anlayışına dayalı davranış modellerine yönelmeye başlamıştır.
Güvenlik ikilemi ekseninde oluşan bu yeni uluslararası oyunda Evanjelist grubun desteğini
alan neo-muhafazakâr Bush yönetiminin uygulamaya koyduğu sert güç politikaları, Hüccetiye
grubunun desteklediği56 radikal muhafazakâr Ahmedinecad’ı iktidara taşıyan öncül faktörlerden biri
54
Arif Keskin, “Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası: Saldırganlığın Rasyonelleşmesi”, Stratejik Analiz, Sayı: 70, Şubat
2006, s. 76; ve Arif Keskin, “Đran, Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakârların Doğuş Süreci”,
http://www.turksam.org/metsamor/a1304.html
55
Đran özelinde yorumlanan bu paradoksallık şu şekilde açıklanabilir: Ahmedinecad’a kadar Đran Đslam Cumhuriyeti devlet
başkanları -Humeyni’yi kurucu devlet başkanı varsayarak- dini rütbeleri olan ruhban sınıfından kişilerdi. Humeyni’den sonra
gelen Rafsancani ve Hatemi her ne kadar teokrasiyi temsil etseler de dış politika bağlamında ılımlı ve nispeten liberal bir
yaklaşıma sahiptiler. Buna karşın Đran’ın din adamı kimliğine sahip olmayan ilk cumhurbaşkanı Ahmedinecad dış politikada
daha sert, katı ve kamplaştırıcı bir politika izlemektedir. Onu bu şekilde davranmaya iten faktörün, çağdaş Şii siyaset
teorisindeki “devlet başkanının din bilimlerinde otorite olması gerektiği” savı olduğu söylenebilir. Ahmedinecad’ın bu noktada
meşruiyetinin tartışılmasını önlemek ve hem ruhban sınıfını yanına alabilmek ya da en azından karşısına almamak hem de halkı
ulusal bir ideoloji çatısı altında birleştirebilmek amacıyla bu yönde bir dış politika izlediğini belirtmek mümkündür. Nitekim
ABD ve Đsrail karşıtı radikal söylemleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak bu analizden “ruhban sınıfının politikada
daha katı bir tavır takınması gerektiği” gibi bir çıkarımda da bulunulmamalıdır.
56
Hüccetiye grubu Đran siyasetinde söz sahibi olan dini bir örgütlenmedir. Hüccetiye grubu, diğer adıyla “Şii Kıyamet
Cemiyeti”, “dünyayı kurtaracak kişinin (ki bu kişi kayıp Đmam Mehdi’dir) gelmesi ve yeni bir düzen kurulabilmesi için
yeterince kan akmadığı” öğretisi üzerine kurulan ve kaostan düzen çıkacağına inanan bir örgüttür. Ahmedinecad’ın arkasındaki
güçlerden birinin de Hüccetiye grubu lideri Misbah Yezdi olduğu ve 2005 yılındaki seçimlerden önce Yezdi’nin Ahmedinecad’ı
desteklediği belirtilmektedir. Nitekim Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra teamülleri bozup ilk toplantısını
başkent Tahran yerine örgütün kalesi olan Meşhed’de yapması ve ilk ziyaretini dini lider Ali Hamaney yerine Yezdi’ye
gerçekleştirerek onun elini öpmesi, sözkonusu savları güçlendiren örneklerdir; bu konu ve Hüccetiye grubu hakkında ayrıntılı
bilgi için bkz. “Ahmedinecad’ın Ardındaki Güç: Misbah Yezdi”, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/17313/ahmedinejadin-ardindaki-guc-misbah-yezdi.html
435
olmuştur. ABD’nin 2001’de Afganistan, 2003’de de Irak’a girerek Đran’ı Doğu-Batı ekseninde
çevrelemesi, neo-con’ların sıranın Đran’a geldiği şeklinde yorumlanan radikal söylemleriyle birleşince
Đran’da politik-psikolojik kuşatılmışlık sorunsalı yeniden gündeme gelmiştir. Keza ABD’nin bu
çatışmacı tavrı, tarihte birçok kez işgale uğrayan Đran halkı üzerinde derin bir psikolojik baskı
oluşturmuş ve seçmen kitlesini Ahmedinecad’a yönlendirmiştir. Dolayısıyla diyalektik bir mantıkla
yorumlandığında ABD yönetimindeki sertlik yanlısı Evanjelist ve neo-muhafazakâr grubun,
Hüccetiye’nin desteğindeki Ahmedinecad yönetimine iktidar yolunu açtığını söylemek mümkündür.
Üstelik Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanlığının ilk döneminde gerek Đran’ın izlediği ABD ve Đsrail
karşıtı politikalar, gerekse de ABD ve Đsrail’in izlediği Đran karşıtı politikalar, Hüccetiye grubu ile
Evanjelistlerin ortak paydada buluştuklarını göstermektedir.
Hüccetiye grubunun da etkisiyle Đran dış politikasının, Mehdeviyet (Mehdilik ve/veya
Đmamiyet düşüncesi) kuramı çerçevesinde şekillendiği ifade edilebilir. Başka bir deyişle Mehdeviyet,
Ahmedinecad dönemi Đran dış politikasının teorik boyutunu oluşturan ana unsurlardan biridir.
Ahmedinecad ve ekibinin dış politika zihniyetinde önemli bir rol oynayan Mehdeviyet kuramı,
“Şiilerin kayıp olarak bildikleri On ikinci Đmamın (Đmam Mehdi) yeryüzüne geri döneceği ve
Müslümanlara dünya hâkimiyetini sunacağı” tezine dayanan bir düşünce sistematiğidir. Buradan
hareketle Ahmedinecad’ın, hükümetini Đmam Mehdi’nin gelişini hazırlayan bir hükümet olarak
gördüğüne dair yorum ve analizler bulunmaktadır.57 Bu doğrultuda Ahmedinecad’ın, “dünyanın
sonuna doğru Mesih’in geleceği” inancına sahip Evanjelistler etkisindeki ABD’ye karşı sert
söylemlerinin arkaplanını, sözkonusu düşünsel çekişmenin oluşturduğu söylenebilir.
Đran dış politikasının Mehdeviyet kuramı etkisinde biçimlendiği savına bir başka örnek ise
Ahmedinecad’ın Đsrail karşıtı radikal söylemleridir. Sadece Ahmedinecad’a özgü olmayan ve Đran
karar alma mekanizmasına Humeyni döneminden miras kalan Đsrail karşıtlığı, geleneksel bir siyaset
anlayışı olarak Đran dış politika stratejisindeki süreklilik unsurlarından birini teşkil etmektedir. Đran’ın
devlet politikası olan Đsrail karşıtı söylemler, Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde kesintiye
uğramasına rağmen Ahmedinecad yönetimiyle birlikte etkisini artırmış ve dış politika gündemini
belirleyen temel öğelerden biri haline gelmiştir. Dolayısıyla Ahmedinecad’ın radikal Đsrail eleştirileri,
uluslararası politikayı ideolojik biçimde yorumlamasının ağırlık merkezini oluşturmakta ve Đran’ın dış
politika eksenine ABD’nin yanısıra Đsrail karşıtlığını yerleştirdiğini göstermektedir.
Bu çerçevede Ahmedinecad’ın göreve gelir gelmez yaptığı “Đsrail haritadan silinmelidir”,
“Yahudi soykırımı -Đsrail Devleti’nin kurulması amacıyla- tarihin abartılı bir projesidir”, “Đsrail
Devleti Alaska’ya taşınmalıdır” gibi açıklamalar bu düşünüş biçimini yansıtmaktadır.58 Eylemsel
57
Arif Keskin, “Devrim Đçinde Yeni Bir Devrim Arayışı: Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakâr Akım”, a.g.e, s. 60-61.
58
Bülent Aras, “Ahmedinecad Başkanlığında Đran’da Siyasal Đktidarın Haritasını Çıkarmak”, içinde: Satranç Tahtasında Đran:
Nükleer Program, Kenan Dağcı ve Atilla Sandıklı (Editörler), Tasam Yayınları, Đstanbul, 2007, s. 29-30.
436
boyuttaysa Đran’ın Đsrail-Lübnan Savaşı’nda (2006) Lübnan’daki Hizbullah Örgütü’nü destekleyerek
Đsrail Ordusu’na karşı yaptığı örtülü operasyonları örnek göstermek mümkündür. Benzer şekilde
Filistin’de Hamas’a yapılan maddi ve manevi destekler de Ahmedinecad yönetiminin Đsrail
karşıtlığının eylemsel-operasyonel yönüne işaret etmektedir.
Görüldüğü üzere Ahmedinecad yönetiminin sözkonusu dış politika anlayışı bir yandan ABD
ve Đsrail karşıtlığı temelinde gelişirken, diğer yandan da Evanjelist grubun “Mesihçi” yaklaşımına
özdeş bir nitelik taşımaktadır. Öyle ki, “Mesih’in bir an önce dünyaya gelmesinin sağlanmasını”
savunan Evanjelistler ile “Mehdi’nin bir an önce dünyaya gelmesinin sağlanmasını” savunan
Hüccetiye grubunun birbirlerinin tezlerinden beslendiği söylenebilir.59 Farklı dünya görüşlerine sahip
bu grupların kesişim noktası ise “sert güç” politikasıdır. Zira her iki grubun da temel felsefesini,
“dünyada kaos ne kadar artarsa, Mesih’in veya Mehdi’nin dünyaya gelmesinin zamanı da o kadar
yakınlaşır” inancı oluşturmaktadır ki; iki gruba göre de dünyadaki mevcut kaos ortamı, Mesih ya da
Mehdi’nin gelmesi için henüz uygun bir zemin teşkil etmemektedir.60 Her iki grubun da düşünce
sistematikleri göz önünde bulundurulduğunda öngördükleri temel stratejinin, “suni olarak kaosun
artırılması yoluyla bekledikleri Mesih ya da Mehdi’nin gelişini kolaylaştıracak uygun bir ortamın
hazırlanması” olduğu söylenebilir. Kısacası iki grubun da yaptığı radikal açıklamaların ve izlediği sert
politikaların temelini “Mesih’çi” ve “Mehdi’ci” dünya görüşleri oluşturmaktadır.
Evanjelistler ve Hüccetiye grubunu ortak noktada buluşturan ve realist teorinin “gücün
caydırıcılığı” prensibine dayanan sert güç anlayışı, iki devletin dış politikalarını da “kriz yönetimi”ne
odaklamıştır. Bu çerçevede ise “krizi aşmanın yolu, yeni bir kriz oluşturmak ve bu krizi
tırmandırmak” şeklinde özetlenebilecek davranış ve söylemler, her iki ülkenin dış politika
ajandalarının gündem maddesi haline gelmiştir. Dolayısıyla gerek Bush yönetiminin Đran’ı uluslararası
sistemden tecrit etmeye yönelik sert söylem ve uygulamaları, gerekse de Ahmedinecad yönetiminin
nükleer çalışmaların devam edeceğine dair tavizsiz söylem ve eylemleri, gücün caydırıcılığı savına
dayalı realist dış politika yaklaşımının izdüşümleri biçiminde yorumlanabilir.61
Öte yandan Humeyni’nin uluslararası sistemi “ezenler” ve “ezilenler” dikotomisi üzerinden
tanımlamasına benzer şekilde Ahmedinecad da devletleri “sömürenler” ve “sömürülenler” şeklindeki
kategorik bir ayrıma dayandırmakta ve mevcut uluslararası yapıyı sözkonusu ikilem üzerinden
değerlendirmektedir.62 Bu çerçevede Ahmedinecad’ın zihinsel dünyası bir tarafta Đran gibi haksızlığa
59
Barış Adıbelli, “Đran’ın Avrasya Açılımı”, http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=33950
60
Barış Adıbelli, a.g.m.
61
Bu konuda bkz. Arif Keskin, “Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası: Saldırganlığın Rasyonelleşmesi”, s. 73; ve Arif
Keskin, “Đran, Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakârların Doğuş Süreci”, http://www.turksam.org/metsamor/a1304.html
62
Humeyni’den Ahmedinecad’a Đran Đslam Cumhuriyeti’nin üç temel sacayağını; üçüncü dünyacılık, Đslami kimlik ve devrimci
nitelik oluşturmaktadır. Đran dış politikası realist paradigma ve türevleriyle özdeştirilmekle beraber farklı perspektiflerle de
incelenebilmektedir. Đran dış politikasını eleştirel teori ve teorinin temel kavramlarından olan “özgürleşme” kavramıyla
437
uğrayan devletlerin, diğer tarafta ise ABD ve Đsrail gibi haksızlık yapan müttefiklerin yer aldığı
“siyah-beyaz” bir düşünce sistemini içermektedir. Sözkonusu zihinsel kurguda Đran’ın hedefi ise
sömürü düzenini devam ettirmek isteyen ve kendi emperyal çıkarları için diğer ülkelere haksızlık eden
devletlerin bu statükocu davranış modellerini engellemektir.63
Ahmedinecad yönetiminin adalet/hakkaniyet eksenli yapısal çelişki üzerine kurguladığı bu
dış politika anlayışı, Mehdeviyet kuramının dini öğeleri ve motifleriyle örtüşünce Đran’ın “ezilmiş
halklar” temasına yaptığı vurgu önplana çıkmaktadır. “Ezilmiş halklar” vurgusu Đran dış politikasına
iki boyutlu perspektifte yansımaktadır. Birinci boyutu, Ahmedinecad’ın özellikle Đsrail karşıtlığı
üzerinden kullandığı dini motif ve söylemler aracılığıyla Sünni Müslüman dünyasıyla ortak paydada
buluşması ve Müslüman ülkelerin çok fazla kullanmadıkları bu temayı işleyerek konstrüktif bir
yaklaşımla halklar nezdinde Đslam dünyasının liderliğini yapmak istemesidir. “Sömürülenler” ya da
“ezilmiş halklar” vurgusu üzerinden hareket eden Ahmedinecad böylece “Şiiliğin, Đslam düşünce
sisteminin ‘sol’ yorumu olduğu” savını daha fazla önplana çıkarmakta; biraz da Ali Şeriati çizgisine
kayarak Bolivarcı sosyalist Hugo Chavez ile aynı siyasi platformda buluşabilmektedir.64
Đkinci boyutu ise az gelişmiş ülkeler veya üçüncü dünya ülkelerine, başka bir ifadeyle yoksul
Güney coğrafyasına yapılan açılımdır. Bu bağlamda Ahmedinecad’ın Afrika ve Güney Amerika
ülkelerine yaptığı ziyaretler kısa sürede mekik diplomasisine dönüşmüş, “merkez-çevre” kuramlarında
çevre olarak nitelendirilen ülkeler Ahmedinecad döneminde Đran jeopolitiğinin merkezine
yerleştirilmiştir. Nitekim Ahmedinecad’ın, cumhurbaşkanlığının ilk döneminde çıktığı yurtdışı
ziyaretlerinden sadece birini Avrupa’ya yapması ve buna karşın birçoğunu Latin Amerika ve Afrika
ülkelerine gerçekleştirmesi, bu ülkelerin Đran jeostratejisinde oynadığı merkezi rolü göstermektedir.
Güney jeopolitiğine yapılan bu açılım ekseninde Latin Amerika ülkelerinden çok sayıda davet alan
Ahmedinecad, bu ülkelerden özellikle Honduras, Küba ve Venezuela’yı tercih etmiş ve sözkonusu
gezilerde oldukça sıcak karşılanmıştır. Benzer şekilde, ülke içi muhalefet tarafından uluslararası
saygınlığı ve itibarı olmadığı gerekçesiyle çokça eleştirilmesine rağmen sık sık Afrika gezilerine
çıkmış ve seyahatlerini daha ziyade Sierra Leone, Zambiya, Komor Adaları, Kenya, Tanzanya ve
Senegal üzerinde yoğunlaştırmıştır.65 Đran Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour’un şu sözleri,
Đran’ın uluslararası sistemdeki sıkışmışlık ve yalnızlığını azaltma misyonunu da içinde barındıran
Afrika ve Latin Amerika’ya yapılan stratejik açılımı özetler niteliktedir:
inceleyen bir çalışma için bkz. S. J. Dehghani Firouz Abadi, “Emancipating Foreign Policy: Critical Theory and Islamic
Republic of Iran's Foreign Policy”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3: 1-26, Summer 2008.
63
Bülent Aras, a.g.m, s. 30.
64
Barış Adıbelli, a.g.m.
65
Hamed Mafi, “Ahmedinecad’ın Dış Politikası Yerlerde Sürünüyor”, Đran Gazetesi Đtimad, 14 Kasım 2009,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=&ArticleID=965738&CategoryID=99
438
“Đran’ın dış politikası bağımsız veya adaletsizliğe uğramış ülkelere yönelik
derin ve çok boyutlu bir politikadır. Latin Amerika’da ve Afrika’da bu ülkelerden
çokça görmek mümkündür. Đran Đslam Cumhuriyeti, siyasi ve ekonomik çeşitli
alanlarda işbirliği için yüksek potansiyel ve kapasiteye sahip bu tür ülkelerle
ilişkilerini her gün artırmaya çalışmaktadır ve bu yolda başarılı da olmuştur…”66
Ahmedinecad yönetimi, Đran jeopolitiğine kazandırdığı bu kıtalararası derinliğin yanısıra
Doğu eksenini de ihmal etmemiş ve Avrasya politikalarına yönelik olarak Rusya ile ilişkilerini,
özellikle Amerikan hegemonyasına karşı güçlendirmeye çalışmıştır. Ahmedinecad’ın, 15 Eylül 2005
tarihinde New York’ta gerçekleştirilen BM Güvenlik Konseyi’nin 60. Genel Kurul toplantısında Putin
ile yaptığı görüşmede “Güçlü bir Rusya Đran’ın en iyi dostudur. Güçlü bir Đran ise Rusya’nın en iyi
ortaklarından birisidir” sözleri,67 gelişen Đran-Rusya ilişkilerinin seyrini belirlemiş; bu söylemsel
perspektif bilhassa nükleer enerji alanındaki işbirliğinde somutlaşmıştır. Rusya ile birlikte Çin’in de
desteğini alan Đran, böylece Doğu politikalarına Güney Asya derinliğini eklemlemiş; eğitiminin bir
kısmını Hindistan’da tamamlayan dönemin Dışişleri Bakanı Muttaki bölge üzerindeki bilgi ve
deneyimlerini sözkonusu coğrafyada iyi ilişkilere dönüştürmeyi başarabilmiştir. Ayrıca Đran, enerji
kaynaklarının çeşitliliği ve enerji yollarının güvenliği çerçevesinde genelde Orta Asya devletleri
özelde de Hazar’a kıyı devletler -özellikle de Türkmenistan- ile ilişkilerini sorunsuz götürmeye özen
göstermiştir. Böylece Çin ve Hindistan aracılığıyla Güney Asya, Orta Asya devletleri ve Rusya
vasıtasıyla da Avrasya politikalarını şekillendirmeye çalışan Đran, ABD karşıtı dış politika anlayışını
Doğu jeopolitiğinde çok boyutlu bir düzleme taşımak istemiştir. Nitekim Đran’ın, Batı dünyasına
alternatif olarak örgütlendiği öne sürülen Şangay Đşbirliği Örgütü’ne gözlemci ülke statüsünde
katılması da (5 Temmuz 2005) böylesi bir jeopolitik yaklaşıma işaret etmektedir.
Benzer şekilde Doğu ekseni politikalarının bir türevi olarak Ortadoğu coğrafyasına yönelen
Đran karar alma mekanizması, Basra Körfezi’nin güvenliğini Körfez ülkeleriyle iyi ilişkiler zemininde
gerçekleştirmeye özen göstermiş;68 bölgede etkin bir özne olan Türkiye ile ilişkilerine bu çerçevede
özel önem vermiştir. Ahmedinecad yönetiminin Türkiye ile uyumlu bir biçimde PKK’nın Đran’daki
uzantısı PJAK’a yaptığı operasyonlar, Irak’ın bölünmesine karşı duruşu ve bu doğrultuda Irak’ın
66
“Đran Đslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour: Đran-Türkiye Đşbirliği Bölgesel Sorunları Çözebilir”,
Ortadoğu Analiz, Cilt: 2, Sayı: 14, Şubat 2010, s. 88. Hosseinpour ayrıca, Đran Đslam Cumhuriyeti dış politikasının üç temel ilke
ve öğeye dayandığını belirtmektedir. Buna göre “bağımsızlık”, “özgürlük” ve “Đslam Cumhuriyeti” Đran dış politikasını üç
temel ilkesini oluştururken; “izzet”, “hikmet” ve “maslahat” da üç temel öğesini meydana getirmektedir; aynı yerde, s. 87.
67
Fatih Özbay, “Realpolitik, Pragmatizm, Ulusal Çıkarlar ve Nükleer Program Ekseninde Dünden Bugüne Rusya-Đran
Đlişkileri”, içinde: Satranç Tahtasında Đran: Nükleer Program, s. 174.
68
Ahmedinecad, 2007 yılında düzenlenen 17. Basra Körfezi Konferansı’nda yeni bölgesel güvenlik yapısının oluşturulması ve
bölge ülkeleri arasında koordinasyon ve işbirliğinin sağlanması noktasında Đran karar alma mekanizmasının isteğini ortaya
koymuştur; Saeed Taeb, Hossein Khalili, “Security Building Priorities in Persian Gulf: An Approach to National Security
Policy of Iran”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3, Summer 2008, s. 43.
439
kuzeyinde Türkiye ile birlikte hareket etmesi, Türkiye’nin Đran nükleer krizinde arabulucu rolü
üstlenmesi ve Filistin konusunda Türkiye ile izlediği ortak tavır alış, Đran-Türkiye ilişkilerinin dostane
ve stratejik bir şekilde geliştiğini gösteren belli başlı örnekler olmuştur. Üstelik 2009 yılının komşu iki
ülke tarafından “Türkiye-Đran Kültür Yılı” ilan edilmesi ve bu amaçla birçok ortak kültürel etkinliğin
düzenlenmesi, Türkiye-Đran sınır bölgesinde organize sanayi sitesi ve serbest ticaret bölgesi
kurulmasına yönelik hazırlanan projelerin hayata geçirilmeye çalışılması gibi sosyo-ekonomik ve
kültürel faaliyetler de iki ülke arasındaki yakınlaşmayı gösteren girişimler olarak değerlendirilebilir.69
Đki ülke arasında yaşanan bu çok boyutlu gelişmelerde Türk dış politikasının “komşularla sıfır sorun”
anlayışı üzerine kurgulanmasının yanısıra daha önce Türkiye’de büyükelçilik yapan dönemin Đran
Dışişleri Bakanı Muttaki’nin Türkiye’yi yakından tanımasının ve Türkiye’nin komşularına yönelik
olumlu dış politika zihniyetini iyi bilmesinin de önemli bir rol oynadığını belirtmek yerinde olacaktır.
Ancak son dönemde yaşanan Suriye krizi, Đran-Türkiye ilişkilerinin olumlu seyrine ket vurmuştur.
Öte yandan Ahmedinecad döneminde Đran’ın ABD ve Avrupa ülkeleri ile ilişkileri nükleer
gerginlik ekseninde şekillenmiş, fakat Đran karar alma mekanizması bu gerginliği nükleer çalışmalarını
destekleyen Rusya ve Çin’in de katkısıyla bugüne dek kontrol altında tutmayı başarabilmiştir. Ancak
nükleer faaliyetlerin devam etmesi nedeniyle Batı’yla ilişkilerin bozulması, Ahmedinecad yönetimini
Batı eksenine alternatif politikalar izlemeye sevketmiş ve bu kapsamda Đran, Güney ve Doğu
coğrafyalarına açılımlar yaparak dış politikasına jeopolitik bir derinlik kazandırmak istemiştir.
“Batı’dan Doğu’ya yönelme” şeklinde tanımlanabilecek bu dış politika stratejisiyle Doğu
jeopolitiğindeki hareket serbestîsini görece artıran Đran, böylelikle gelenekselleşmiş bölgesel güç ve
lider olma hedefini koruma imkânı bulmuştur. 2010 yılının son günlerinde Tunus’ta başlayan, artan
bir ivme ve domino etkisiyle kısa sürede Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi diğer bölge
ülkelerine yayılan halk hareketleri de aynı zamanda Đran’ın başta Basra Körfezi olmak üzere bölge
jeopolitiğinde hâkim güç olma motivasyonunu pekiştirmiştir.
Bu motivasyonu, Tahran yönetiminin Arap dünyasında gerçekleşen halk ayaklanmalarına
ilişkin bakış açısında gözlemlemek mümkündür. Zira “Arap Baharı” olarak adlandırılan bu halk
ayaklanmaları Ahmedinecad yönetimi ve dini lider Ayetullah Ali Hamaney’e göre “Batı Yanlısı” ve
“diktatör” rejimlere karşı gerçekleşmektedir. Đran yönetimi “Đslami Uyanış” olarak algıladığı bu
değişim-dönüşümü, Đran’ın tarihi belleğinde ve toplumsal hafızasında derin izler bırakan 1979
Devrimi’yle özdeşleştirmektedir. Đran yönetimine göre Humeyni liderliğindeki Đran halkının Batı
yanlısı Şah yönetimini devirmesi gibi Arap Baharı’ndaki halk hareketleri de ABD ve Đsrail yanlısı
rejimleri devirmeye yöneliktir. Dolayısıyla Đran, Arap dünyasındaki bu toplumsal hareketleri 1979
Devrimi’ne benzetmekte ve sözkonusu ayaklanmaları “Arap Devrimleri” olarak nitelendirmektedir.
Bu nedenle Đran’ın Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn ve Yemen’deki halk ayaklanmalarına ve muhalif
69
“Đran Đslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour: Đran-Türkiye Đşbirliği Bölgesel Sorunları Çözebilir”,
a.g.e, s. 86-88.
440
gruplara verdiği destek, bu ayaklanmaları kendi devriminin türevleri ve devamı niteliğinde
değerlendirmesinin stratejik bir sonucu olarak yorumlanabilir.
Diğer yandan Ahmedinecad yönetiminin Arap jeopolitiğindeki toplumsal ayaklanmaları 1979
Devrimi’yle ilişkilendirerek anlamlandırması, Humeyni dönemindeki devrim/rejim ihracı stratejisini
referans aldığı yönündeki yorumları beraberinde getirmektedir. Humeyni’den miras kalan bölgesel
liderlik hedefi kapsamında Ahmedinecad yönetiminin, bölge ülkelerinde kurulacak yeni yönetimlere
“Đran modelini” örnek göstermesi ve Şii kuşağında bu yöndeki girişimleri desteklemesi olasıdır.
Nitekim Ahmedinecad yönetiminin Arap ülkelerindeki rejim karşıtı hareketleri desteklemesine karşın
Suriye’deki halk ayaklanmasına ve muhalefete destek vermemesinin ortaya çıkardığı paradoksal
durum,70 Đran’ın bölge jeopolitiğinde Şii hilalini etkin bir biçimde yönlendirmek istemesinin bir
göstergesi olarak değerlendirilebilir.71 Tahran yönetimi Şii hilalindeki en yakın müttefiki Suriye’yi
kaybetmek istememektedir. Zira Suriye’de laik-sosyalist Baas rejimi bulunmasına karşın Đran’ın Esad
yönetimi ve Suriye’deki egemen güç Nusayriler ile işbirliği içinde olması,72 Şii hilali ekseninde
tasarlanan Đran dış politikasının süreklilik boyutunu göstermesi bakımından önemlidir.
Kısacası bölgesel denklemin yeniden kurulduğu bu belirsizlik ortamında Ahmedinecad
yönetiminin, Şii hilalinin Đran jeopolitiğindeki merkezi konumunu korumaya ve güçlendirmeye
çalışacağı söylenebilir. Çünkü bölgesel jeopolitik dönüşümlere neden olabilecek potansiyele sahip
sözkonusu “geçiş süreci” de Đran’ın bölgesel politikalarını Şii eksenli kurgulamasına imkân
vermektedir. Başka bir ifadeyle Đran’ın uygulayacağı bölgesel enstrümanların zaman ve mekân
açısından uygun bir zemine sahip olduğu belirtilebilir. Üstelik Irak’ta Şii odaklı iktidarın bulunması,
bölgedeki istikrarsızlığın petrol fiyatlarını artırması, Đran nükleer programının uluslararası gündemden
uzaklaşması ve ABD askerlerinin Irak ve Afganistan’dan çekilmesiyle Đran’ın kuşatılmışlık ve
70
Đran karar alıcıları Arap dünyasındaki toplumsal hareketleri tabandan gelen “halk devrimleri” olarak algılarken, Suriye’deki
toplumsal hareketleri ise CIA ve MOSSAD gibi istihbarat örgütlerinin planladığı ve organize ettiği “halk isyanları” olarak
değerlendirmektedir. Nitekim dini lider Ali Hamaney Ortadoğu’daki halk hareketlerini yorumladığı bir konuşmasında “Đslami
niteliği bulunan ABD ve Đsrail karşıtı halk devrimleri” ile “ABD ve Đsrail tarafından desteklenen halk isyanları” arasında bir
ayrıma gitmiştir: “Bizim düşümüz açık; her nerede Đslami, halkçı ve Amerikan karşıtı bir hareket varsa onu destekleriz… Eğer
bir yerde bir hareket Amerika ve Siyonistler tarafından kışkırtılmışsa onu desteklemeyiz. Her nerede Amerika ve Siyonistler bir
ülkeyi işgal etmek ve bir rejimi devirmek üzere sahneye çıkarsa biz karşı tarafta yer alırız…” Bayram Sinkaya, “Đran-Suriye
Đlişkileri ve Suriye’de Halk Đsyanı”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 33, Eylül 2011, s. 44. Görüldüğü gibi Ali Hamaney
doğrudan Suriye’ye atıfta bulunmasa da konuşmasından Suriye’deki halk hareketlerini kastettiği anlaşılmaktadır.
71
Şii hilalinin bölge jeopolitiğindeki etkisi hakkında bkz. Emin Salihi, a.g.e, s. 183-202 ve Atilla Sandıklı, Emin Salihi, “Đran,
Şii Hilali ve Arap Baharı”, Rapor No: 35, Đstanbul, 2011, http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/rapor/iransiihilali.pdf
72
Şiilik mezhebinin alt kollarından en önemlileri Caferi (Đmamiye), Đsmaili, Zeydi ve Nusayri kollarıdır. Đran’da hâkim olan
Caferilik iken, Suriye’deki Şiiler ise Nusayriler olarak adlandırılır. Nusayriler bazı kaynaklarda %12 bazı kaynaklarda ise %1016 arasında değişen nüfus oranıyla Suriye’de Sünnilerden sonraki en kalabalık grubu oluşturmaktadırlar. Nusayri kökenli ilk
devlet başkanı olan Hafız Esad’ın 1970’te yönetime gelmesiyle Nusayriler Suriye yönetimine hâkim olmuşlardır. Esad,
iktidarını güçlendirmek ve devam ettirmek amacıyla devletin stratejik kurumlarına Nusayri kökenli kişileri getirmiştir. Bu
çerçevede Nusayrileri özel kuvvetler, güvenlik ve istihbarat birimlerinde görevlendirmiş ve Esad’a doğrudan bağlı olan
Nusayrilerin hâkim olduğu bu birimler Esad’ın yıllar boyu süren iktidarının asıl dayanak noktası olmuştur; bu konuda bkz.
Ayşegül Sever, “Bağımsızlıktan Bugüne Suriye: Baas Partisi Esad Dönemi ve Sonrası”, Değişen Toplumlar Değişmeyen
Siyaset: Ortadoğu, Fulya Atacan (Yayına Hazırlayan), Bağlam Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 193- 218.
441
sıkışmışlık psikolojisinin azalacak olması göz önünde bulundurulduğunda Tahran yönetiminin
bölgedeki manevra alanını genişleteceği düşünülebilir. Buna karşın Đran’ın izlediği Şii politikasının
Şii-Sünni çatışma riskini içermesi, Suriye krizinde olduğu gibi bölgedeki değişim-dönüşüm sürecinin
Đran ve Türkiye’yi karşı karşıya getirmesi ve bölgedeki toplumsal hareketlerin Đran muhalefetinin elini
güçlendirmesi gibi Đran dış politika yapımı için “bozucu girdiler” oluşturan birtakım faktörler, Đran’ın
hareket serbestîsini sınırlandırabilir.
Sonuç
Đran dış politikası, sistemsel nedenlerin de etkisiyle 1979’dan günümüze bir “arayış” içinde
olmuştur. Humeyni döneminde ABD’den uzaklaşarak Batı’dan kopan Đran, devrim ihracı stratejisiyle
bölgesel lider olma hedefi çerçevesinde Basra Körfezi ve Ortadoğu’ya yönelmiştir. Rafsancani ve
Hatemi ile birlikte uluslararası sisteme entegre olma amacıyla ABD ve Batı dünyasıyla ilişkilerini
revize etmeye çalışmıştır. Ancak Ahmedinecad döneminde ABD ve AB ile ilişkiler tekrar bir kriz
sürecine girmiş ve Tahran bu dönemde Batı eksenine alternatif olarak Doğu eksenini dış politikasının
önceliği haline getirmiştir.
Đran dış politika vizyonunda Doğu ve Batı eksenleri arasında yaşanan bu gelgitlerin ve
stratejik yön arayışlarının 1990 sonrası değişip-dönüşen uluslararası sistemle ilintili olduğu
söylenebilir. Zira Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve iki kutuplu sistemin statik yapısının ortadan
kalkmasıyla oluşmaya başlayan yeni uluslararası sistem dinamik bir nitelik kazanmış, çok yönlü ve
çok boyutlu bu dinamizm diğer devletleri olduğu gibi Đran’ı da stratejik ve taktiksel arayışlara
yönlendirmiştir. Dolayısıyla Humeyni, Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad dönemlerinde
oluşturulmaya çalışılan farklı dış politika konseptleri bu yönüyle özellikle sistem değişkenine bağlı
olarak şekillenmiştir.
Öte yandan Đran’ın oligarşik rejimi ve iç politik yapısının bir çıktısı olarak birey değişkeni
(devlet başkanı, cumhurbaşkanı, dini lider gibi) de dış politika yapımında önemli rol oynamakta ve
Đran’da göreve gelen cumhurbaşkanlarının siyasi bakış açılarına göre Đran dış politikasında süreklilik
ve kırılmalar yaşanabilmektedir. Yapısal-sistemsel değişkenlerle birlikte birey değişkeninin etkisini
Humeyni, Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad dönemlerinde net bir biçimde gözlemlemek
mümkündür. Buna karşın 1979 Devrimi’yle Đran dış politikasında büyük bir kopuş meydana
gelmesine rağmen devrim sonrasında kopuştan ziyade önemli kırılmaların yaşandığı görülmektedir.
442
Đran dış politikasında devrimle ortaya çıkan bu kopuşun, anayasal monarşiden dini oligarşik rejime
geçişteki siyasi rejim değişiminden, başka bir ifadeyle iç politik faktörlerden kaynaklandığı
söylenebilir.
Özetlemek gerekirse 1979’dan günümüze Đran Đslam Cumhuriyeti’nin dış politikasında kopuş
olarak sayılabilecek değişimler yaşanmamasına karşın kırılmaların fazlaca olduğunu belirtmek
mümkündür. Ilımlı-liberal muhafazakârlar Rafsancani ve Hatemi dönemlerindeki dış politikanın
geleneksel muhafazakâr Humeyni döneminden farklılaşması, radikal-devrimci muhafazakâr
Ahmedinecad dönemindeki dış politika yaklaşımının Rafsancani ve Hatemi dönemlerinden ziyade
Humeyni çizgisine -farklılıklar olmakla beraber- yakınlaşması sözkonusu kırılmalara örnek olarak
gösterilebilir. Dolayısıyla 1979’dan beri Đran dış politikasında meydana gelen değişim-dönüşümler ve
stratejik arayışlar bu yönüyle birey düzeyindeki aktörlerden kaynaklanan içsel değişkenlere bağımlı
olarak gelişmiştir.
Diğer taraftan bu değişim ve kırılmaların yanısıra Đran dış politikasında birey faktöründen
bağımsız olarak gelişen süreklilik unsurlarından bahsetmek gerekir. Zira kırılmaların daha ziyade dış
politika stratejilerine ve taktiksel hamlelere, sürekliliklerin ise dış politika hedefleri ekseninde
oluşturulan orta ve uzun vadeli devlet politikalarına yönelik gerçekleştiği söylenebilir. Bu açıdan
değerlendirildiğinde medeniyetlerarası diyalog tezi çerçevesinde Batı ile uzlaşı ve diyalog sürecini
önceleyen ve dış politikada ılımlı tavır ve söylemler sergileyen Hatemi’nin bu liberal yaklaşımına
tezat biçimde önceki dönemlere göre askeri harcamalara daha fazla kaynak aktarması,73 Đran dış
politikasının pragmatizmini göstermesi bakımından önemlidir. Hatemi’nin bu pragmatizmi Đran dış
politikasındaki süreklilik boyutunda düşünüldüğünde anlam kazanmaktadır. Benzer şekilde Şah
döneminden beri sürdürülen nükleer çalışmalar ve Humeyni döneminden bu yana devam ettirilen
Đsrail karşıtı siyaset de Đran dış politika zihniyetinin süreklilik öğeleri arasında öne çıkan belli başlı
örneklerdir.
Đran’ın devlet politikalarını meydana getiren bu süreklilik unsurlarından bir diğeri, belki de
en önemlisi bölgesinde lider konuma sahip küresel bir aktör olma hedefidir. Humeyni’den
Rafsancani’ye, Hatemi’den Ahmedinecad’a uzanan çizgide dini lider ve cumhurbaşkanlarının
öncelikli hedefi, Đran’ı Ortadoğu coğrafyasının lider devleti konumuna taşıyabilmek olmuştur.
Bugünkü jeopolitik hedefi de bu olmasına rağmen Đran gerek iç dinamiklerindeki sosyo-ekonomik
sorunlar (gelir dağılımı, işsizlik vs.), gerekse de dış politikasında önplana çıkardığı etno-dinsel
kimliğin
manevra
alanını
Şii
coğrafyasına
odaklaması
nedeniyle
sözkonusu
hedefini
gerçekleştirememektedir. Böylelikle Đran, çevresinde görece güçlü olan bir orta boy jeopolitik bölge
73
Bilgehan Alagöz, “Değişen Orta Doğu Kavramı ve Đran”, içinde: Büyük Orta Doğu Projesi: Yeni Oluşumlar ve Değişen
Dengeler, editörler: Atilla Sandıklı, Kenan Dağcı, Tasam Yayınları, Đstanbul, 2006, s. 270.
443
aktörü olarak rol oynamaktadır.74 Ancak kısa ve orta menzilli füzelere sahip olan Đran’ın, uzun
menzilli balistik füzeler ve nükleer silahlar üretmesi durumunda jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmek
amacıyla bugünkünden daha dinamik ve ofansif bir dış politika takip edebileceği ve bölge ülkeleri
üzerindeki etkisini artırabileceği söylenebilir. Üstelik Ortadoğu alt-sisteminde önemli bir dönüşüme
neden olan Arap Baharı, risk unsurları taşıdığı gibi Đran’ın süreklilik arzeden hedeflerini
gerçekleştirmesinde Đran’a farklı dış politika enstrümanları ve fırsatları sunmaktadır.
Kaynakça
Abadi, S. J. Dehghani Firouz, “Emancipating Foreign Policy: Critical Theory and Islamic
Republic of Iran's Foreign Policy”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3: 1-26,
Summer 2008.
Arı, Tayyar, Basra Körfezi’nde Güç Dengesi (1978-1991), Uludağ Üniversitesi Basımevi,
Bursa, 1992.
Arı, Tayyar, “Đran Eski Dost Yeni Düşman”, 2023, Yıl: 4, Sayı: 47.
Arı, Tayyar, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları,
Đstanbul, 2004.
Arı, Tayyar, Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004.
Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,
1983.
Atacan, Fulya (Yayına Hazırlayan), Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu,
Bağlam Yayınları, Đstanbul, 2004.
Cankara, Yavuz, Yeni Oyun: Đran’ın Nükleer Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul,
2005.
Chase, Robert S., Hill, Emily B. and Kennedy, Paul, “Pivotal States and U.S. Strategy”,
Foreign Affairs, Vol. 75, No. 1, January-February 1996.
Dağcı, Kenan ve Sandıklı, Atilla (Editörler), Satranç Tahtasında Đran: Nükleer Program,
Tasam Yayınları, Đstanbul, 2007.
74
Yalçın
Sarıkaya,
“2009
Đran
Seçim
http://karasam.giresun.edu.tr/fileadmin/user_upload/raporlar/002.pdf
Krizi:
Đç
ve
Bölgesel
Analiz”,
444
Dağcı, Kenan ve Sandıklı, Atilla (Editörler), Büyük Orta Doğu Projesi: Yeni Oluşumlar ve
Değişen Dengeler, Tasam Yayınları, Đstanbul, 2006.
Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, Đstanbul, 2001.
Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, Đstanbul, 2003.
Ehteshami, Anoushiravan and Zweiri, Mahjaob, Iran’s Foreign Policy: From Khatami To
Ahmadinejad, Ithaca Press, 2008.
Halliday, Fred, “Iran and the Middle East: Foreign Policy and Domestic Change”, Middle
East Report, No. 220, 2001.
Ilias, Shayerah, “Iran’s Economic Conditions: U.S. Policy Issues”, CRS Report for Congress,
Congressional Research Service 7-5700.
“Đran Đslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour: Đran-Türkiye Đşbirliği
Bölgesel Sorunları Çözebilir”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 2, Sayı: 14, Şubat 2010.
Keskin, Arif, “Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası: Saldırganlığın Rasyonelleşmesi”,
Stratejik Analiz, Sayı: 70, Şubat 2006.
Keskin, Arif, “Devrim Đçinde Yeni Bir Devrim Arayışı: Ahmedinecad ve Radikal
Muhafazakâr Akım”, Stratejik Analiz, Sayı: 69, Ocak 2006.
Khatami, Seyyed Mohammad,
“A Call For Dialogue”, Civilization; Vol. 6, Issue 3,
Jun/Jul99.
Knepper, Jennifer, “Nuclear Weapons and Iranian Strategic Culture”, Comparative Strategy,
No. 27, 2008.
Lynch, Marc, “The Dialogue of Civilisations and International Public Spheres”, Millennium,
Vol. 29, No. 2, 2000.
Maloney, Suzanne, Iran’s Long Reach, United States Institute of Peace Press, Washington,
2008.
Moshaver, Ziba, “Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy: Implications
for Iran–EU Relations “, The Review of International Affairs, Vol. 3, No. 2, Winter 2003.
Olson, Robert, Türkiye-Đran Đlişkileri: 1979-2004, Çeviren: Kezban Acar, Babil Yayıncılık,
Ankara, 2005.
445
Özcan, Nihat Ali and Özdamar, Özgür, “Iran’s Nuclear Program And The Future of USIranian Relations”, Middle East Policy, Vol. 26, No. 1, 2009.
Ramazani, R. K., “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy”, Middle East Journal,
Vol. 58, No. 4, Autumn 2004.
Ramazani, R. K., “Iran’s Foreign Policy: Both North and South”, Middle East Policy, Vol.
46, No. 3, Summer 1992.
Ramazani, R. K., “Iran’s Foreign Policy: Contending Orientations”, Middle East Journal,
Vol. 43, No. 2, Spring 1989.
Ramazani, R. K., “The Shifting Premise of Iran’s Foreign Policy: Towards a Democratic
Peace?”, Middle East Journal, Vol. 52, No. 2, Spring 1998.
Sadeghi, Ahmad, “Genealogy of Iranian Foreign Policy: Identity, Culture and History”, The
Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 4, Fall 2008.
Salihi, Emin, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler ve ‘Şii Hilali’ Söylemi”, Bilge Strateji,
Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar 2011.
Sander, Oral, Siyasi Tarih: 1918-1994, Đmge Kitabevi, Ankara, 2009.
Sinkaya, Bayram, “Đran-Suriye Đlişkileri ve Suriye’de Halk Đsyanı”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3,
Sayı: 33, Eylül 2011.
Sönmezoğlu, Faruk (Editör), Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, Đstanbul, 2004.
Şahin, Mehmet, “Şii Jeopolitiği: Đran için Fırsatlar ve Engeller”, Akademik Orta Doğu, Cilt:
1, Sayı: 1, 2006.
Taeb, Saeed and Khalili, Hossein, “Security Building Priorities in Persian Gulf: An Approach
to National Security Policy of Iran”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3,
Summer 2008.
Taflıoğlu, Serkan, “Đran, Silahlı Đslami Hareketler ve Barış Süreci”, Avrasya Dosyası, Đsrail
Özel Sayısı, Cilt: 5, Sayı: 1, Đlkbahar 1999.
Tarock, Adam, “Iran-Western Europe Relations on the Mend”, British Journal of Middle
Eastern Studies, 26(1), 1999.
446
Türkeş, Mustafa ve Uzgel, Đlhan (Derleyenler), Türkiye’nin Komşuları, Đmge Kitabevi,
Ankara, 2002.
Đnternet Kaynakları
Adıbelli,
Barış,
“Đran’ın
Avrasya
Açılımı”,
http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=33950
Akdevilioğlu,
Atay,
“Đran’ın Orta
Asya,
Afganistan
ve
Azerbaycan
Politikası”,
http://www.stradigma.com/turkce/kasim2003/makale_04.html
Arı,
Tayyar,
“Washington’un
Ortadoğu
Politikası
Yeni
mi?”,
www.tayyarari.com/download/eskiyazi/abdninortadogupol.doc
BP,http://www.bp.com/liveassets/bp_internet/globalbp/globalbp_uk_english/reports_and_pu
blications
CIA Factbook, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/
Çetinsaya,
Gökhan,
“Ahmedinecad,
Nükleer
Kriz
ve
Türkiye”,
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=199583&title=prof-dr-gokhan-cetinsayabrahmedinecadnukleer-kriz-ve-turkiye&haberSayfa=1
Çetinsaya,
Gökhan,
“Nükleer
Kriz
Eşiğinde
Đran
ve
Türkiye”,
http://www.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=11579&q=nukleer-kriz-esiginde-iran-veturkiye
Durmuş,
Mehmet,
“Şahtan
Hatemi’ye
Đran
Dış
Politikası”,
http://www.turksam.org/tr/a653.html
http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-7313/ahmedinejadin-ardindaki-guc-misbahyezdi.html
http://www.unesco.org/dialogue/en/khatami.htm
Keskin, Arif, “Đran, Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakârların Doğuş Süreci”,
http://www.turksam.org/metsamor/a1304.html
Mafi, Hamed, “Ahmedinecad’ın Dış Politikası Yerlerde Sürünüyor”, Đran Gazetesi Đtimad, 14
Kasım
2009,
447
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=&ArticleID=965738&
CategoryID=99
OPEC, http://www.opec.org/opec_web/en/publications/202.htm
Sandıklı Atilla ve Salihi, Emin, “Đran, Şii Hilali ve Arap Baharı”, Rapor No: 35, Đstanbul,
http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/rapor/iransiihilali.pdf
2011,
Sarıkaya,
Yalçın,
“2009
Đran
Seçim
Krizi:
Đç
ve
Bölgesel
Analiz”,
http://karasam.giresun.edu.tr/fileadmin/user_upload/raporlar/002.pdf
Sokolski, Henry and Clawson, Patrick, “Getting Ready For A Nuclear-Ready Iran”, Strategic
Studies Institute, US Army War College, 2005, http://www.strategicstudiesinstitute.army.mil/
448
SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRKĐYE-AMERĐKA ĐLĐŞKĐLERĐNDEKĐ STRATEJĐK
ORTAKLIK TARTIŞMALARINDA ĐRAN FAKTÖRÜ
Buket Önal*
Giriş
Coğrafi bütünlük, kültür birliği veya yakınlığı düşünüldüğünde Orta Doğu dediğimiz bölgeyi
Türkiye, Đran, Basra Körfezi, Arap Yarımadası, Mısır ve Kıbrıs’ı kapsayan coğrafya olarak
tanımlayabiliriz. Bu coğrafya, çeşitli uygarlıkların doğduğu; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının
birleştiği bir bölge olmasının yanında boğazlar vasıtasıyla Karadeniz’i Akdeniz’e, Süveyş Kanalı ile
de her iki denizi Hint Okyanusu’na bağlayan stratejik bir konuma da sahiptir. Bu durum nedeniyle
Orta Doğu soğuk savaş dönemi kadar soğuk savaş sonrası da stratejik önemini korumuş ve karışıklık
ve çatışmaların da hiç eksik olmadığı bir bölge olmaya devam etmiştir.1
Bu dönemde dünya enerji kaynaklarının kontrol altına alınması Amerika’nın temel politikası
halini almış ve bu kaynakların sorunsuz ve kesintisiz şekilde çıkartılması, işlenmesi ve uygun
fiyatlarla satılması bu politikanın ana konuları olmuştur. Bu anlamda Kafkasya ve Orta Asya gibi Orta
Doğu da Amerika’nın ilgi alanı olmaya devam etmiştir. Bu bölgelerde güç dengesinin kendi lehine
oluşturulması bu politikanın başarısı için önem arz ettiğinden Amerika’nın bölge devletleriyle ilişkisi
de bu yönde gelişmiştir.2 Bunun yanında bölgeye yönelik Amerika’nın değişmez politikaları arasında;
Đsrail’in varlığının sürdürülmesi, Radikal Đslam’ın etkisinin azaltılması, Irak ve Đran’ın çevrelenmesi
ve bölge ülkelerinin kitle imha silahlarına sahip olmamaları da yer almaktadır.3
Türkiye’nin ise soğuk savaş sonrası Orta Doğu politikası bir süre mevcut durumun korunması ve
Orta Doğu problemlerinden uzak kalmak şeklinde gelişmiş ve izlenen politika Batı’nın ve
Amerika’nın çıkarları ve kaygıları çerçevesinde şekillenmeye devam etmiştir. 1999 sonrası bu dar ve
tek boyutlu politikalardan uzaklaşarak ülkenin çıkarlarını gözeten çok boyutlu politikalar izlenmeye
başlanmıştır.4 Bölge politikalarının Batı’nın politikalarından biraz daha bağımsız gelişmesi stratejik
ortaklık olarak tanımlanan Amerika ile ilişkilerde sorun yaratsa da Amerika’yı da endişeye
düşürmeyecek bir denge politikası öncelikli hedef olmuştur. Bu dönemde bölge politikalarında
Amerika ile ilişkilerde sorun yaratan konulardan biri Đran olmuş ve olmaya da devam etmektedir.
*Yrd.Doç.Dr., Kocaeli Üniversitesi, Đ.Đ.B.F, Uluslararası Đlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
1
Servet Cömert, “Jeopolitik ve Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik Ortam”, Jeopolitik, Yıl.1, Sayı.1 (Kış 2002), s.32
2
Ali Ayata, “Orta Doğu Perspektifinden Türkiye-ABD Đlişkilerinin Yeni Boyutu”, Akademik Bakış, Sayı.22 (Ekim-KasımAralık 2010) (Çevrimiçi) http://www.akademikbakis.org/22/08.pdf (19 Ekim 2011)
3
Hasan Köni, “ABD’nin Đslam Politikası”, Avrasya Dosyası (ABD ÖZEL), Cilt.6, Sayı.2, Yaz 2000, s.19
4
Nasuh Uslu, Türk Dış Politikası Yol Ayrımında, Đstanbul: Anka Yayınları, 2006, s.246
449
I-
Stratejik Ortaklık Kavramı Ve Soğuk Savaş Sonrası Türkiye-Amerika Đlişkilerinde
“Stratejik Ortaklık”In Temini Sorunu:
Uluslararası politikada ortaklık, ikili ilişkilerin işbirliği veya ittifak ötesine taşınmasıdır.
Bunun için de ilişkilerin uzun vadeli olarak güvene dayanması gerekir. Ancak ortaklıklar tek başına
stratejik bir anlam taşımazlar. Çünkü burada amaç uluslararası ilişkilere kalıcı bir düzen
yerleştirmektir. Bu yüzden de ortaklık kavramı bütünleştirici bir anlam içerir.5 Stratejik ortaklık ise;
iki ülkenin ortak bir tehdide karşı askeri, istihbari ve siyasi alanlarda ortak hareket ettiği ittifak
biçimidir. Bu tür bir ittifak, genellikle askeri bir tehdide ya da bir bölgedeki yeni bir stratejik dizilime
tepki olarak, başta ortak askeri tatbikatlar, teknoloji paylaşımı ve istihbarat paylaşımı olmak üzere,
birçok alanda işbirliğini gerektirir.6 Bu anlamda stratejik ortaklıkta taraflar arasında bölge veya
uluslararası düzenle ilgili daha köklü hedef veya çıkarlar öngörülmektedir. Bu ortaklık, karşılıklı
bağımlılık ve devlet dışı aktörler tarafından beslenir ve süreklilik esastır. Stratejik ortaklıkta ilişkiler
partiler üstü bir nitelik gösterir. Đlişkiler devletten devlete olma özelliğini çoktan aşmış; kamuoyu,
medya ve sivil toplum ve düşünce eliti gibi birçok kanaldan beslenir hale gelmiştir. Her iki taraftaki
iktidarın hareket alanı son derece sınırlıdır. Bu bakımdan stratejik ortaklığı klasik ittifak mantığından
çok daha geniş anlamda düşünmek gerekir.7 Stratejik ortaklıkta iki tarafın kısa vadeli çıkarları yerine
uzun vadeli çıkarlarının gözetilmesi esastır. Çünkü iki tarafın uzun vadeli olarak ortak hareket etmesi
aynı zamanda uluslararası politikadaki belirsizliklere karşı bir kalkan işlevi görür.8 Bütün bu
tanımlamaları düşündüğümüzde soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye ile Amerika arasında bir
stratejik ortaklığın varlığından bahsedebilir miyiz önce onu tartışmak gerekmektedir.
A- Soğuk Savaş Sonrası Amerikan Dış Politikasının Ana Hatları Ve Türkiye-Amerika
Đlişkilerine Yansıması
Soğuk savaş sonrasında Amerika’da iktidara gelen Demokrat Parti adayı Clinton’ın ana
amacı, son derece sınırlı olan imkânların dış meseleler yerine ülke içi meselelere harcanmasıydı. Ülke
içi en önemli mesele de gittikçe kötüleşen ekonomiydi.9 Bu sorunu çözmek için 1993 yılında
Kongre’den geçen bir ekonomi programı uygulanmaya başlandı. “Ekonomik hesap çağı” olarak
5
Gülten Sümer, “Stratejik Đşbirliği ve Stratejik Ortaklık Kavramlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış”, Ege Akademik Bakış,10(1),
2010, s.675
6
Nuh Yılmaz, “Stratejik Ortaklıktan Model Ortaklığa: Türkiye’nin Bağımsız Dış Politikasının Etkileri”, Türk Dış Politikası
Yıllığı 2010,ss.552-553 (Çevrimiçi) http://nuhyilmaz.files.wordpress.com/2011/10/stratejik-ortakliktan-model-ortakliga-nuhyilmaz.pdf (20 Ekim 2011)
7
Sümer,op.cit, s.679
8
Đbid, s.680
9
Dougles Brinkley, “Democratic Enlargement: The Clinton Doctrine”, Foreign Policy, No.106, Spring 1997, s.112
450
görülen bu yeni dönemde daha az maliyetli politikalar izlenirken, dış meselelere ayrılan bütçe de
oldukça azaltıldı. Bu bütçe kısıtlamalarıyla dış politikanın tesisi niceliksel anlamda da kademeli olarak
azaltılmıştır.10 Bunu Türkiye özelinde görecek olursak; Türkiye’de konuşlandırılmış olan Amerikan
askeri personelinin sayısı yarı yarıya azaltılırken, 12 askeri üssün 8’i kapatılmış ya da Türk
Kuvvetlerine devredilmiştir.11
Bu stratejinin bir diğer sonucu da Amerikan dış yardım politikalarının hızla değişmesi
olmuştur. Bunda Clinton’ın deyimiyle Amerika’nın ulusal ihtiyaçlarının soğuk savaş boyunca geniş
şekilde ihmal edilmiş olması ve bu nedenle Amerikan yardımlarının yeniden gözden geçirilme
ihtiyacının doğması etkili olmuştur. Bu düzenlemeyle Amerikan yardımları soğuk savaşta
“komünizmin yaygınlaşmasını önleme” amacıyla verilirken artık “sürdürülebilir kalkınma”yı ve
“demokrasiyi desteklemek, insan hakları ve barışı sağlamak” amacıyla verilecekti. Amerika, böylece
dış yardım konusunda bazı ülkeleri “yardıma ihtiyaç duymayan ülkeler” listesine alarak bu ülkelere
yapılan yardımlarda kısıtlamalara gitmiştir.12
Dış yardım konusundaki bu politika değişikliği Türkiye’yi de etkiliyor ve Türkiye,
Amerika’nın öncelikli yardıma ihtiyaç duymayan ülkeler listesinde yer alıyordu. Bu gelişmeyle
Türkiye’ye yapılan askeri yardımların hibe kısmı kaldırılmış ve kredili kısmı da Kıbrıs’taki
çözümsüzlük ve ülkedeki insan hakları ihlalleri bahane edilerek ya azaltılmış ya da askıya alınmıştır.
Bu dönemde ayrıca, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen, Türkiye ve Yunanistan’a tahsis edilen askeri
yardımlarda 7/ 10 oranına devam edilmiştir.13
Bunun dışında yeni başkanın dış politika öncelikleri arasında yer alan ve Amerika’nın
güvenliği ve refahı için önemli olduğuna inandığı demokrasi ve insan hakları meseleleri de iki ülke
arasındaki ilişkilerde sorun yaratan bir diğer gelişmeydi. Türkiye’nin insan hakları konusundaki kötü
karnesi bu dönemde hem Amerikan yönetimi hem de Kongrenin Türkiye’ye yönelik eleştirilerinde
artışa neden olmuştur.14
Ancak Richard Hoolbrook’un da belirttiği gibi “dış politika başkanın peşini bırakmazdı”.
Öyle de oldu. Kısa bir süre sonra Balkanlardaki gelişmeler ve AB’nin bu konudaki başarısızlığı, Orta
10
1993’te 32 milyar dolar olan bu bütçe 1996’da 17 milyar dolara kadar düşürülmüştü. Charles A. Schmittz, “It’s Time To
Streamline Foreign Relations”, USA Today, Vol.124, Iss.2612, May 1996, ss.12-15
11
Mahmut Bali Aykan, “Turkish Perspectives on Turkish-US Relations Concerning Persian Gulf Security in the Post Cold War
Era: 1989-1995”, Middle East Journal, Vol.50, No.3, Summer 1996, s.346
12
Curt Tarnoff and Larry Nowels, “Foreign Aid: An Introductory Owerview of U.S Programs and Policy”, Report for
Congress (Updated April 6, 2001), s.1-2
13
Lale Sarıibrahimoğlu, “Ankara’da ABD Yardımı Rahatsızlığı”, Cumhuriyet, 12 Kasım 1993, s.8; A Country Study:Turkey,
Library of Congress (Çevrimiçi) http://lcweb2/loc.gov/frd/cs/trtoc.html (26 Nisan 2003)
14
Obrad Kesic, “American-Turkish Relations at a Crossroads”, Mediterranean Quarterly, Vol.6, No.1, Winter 1995, s.108
451
Doğu’daki Irak sorununun devamı ve Đsrail’in güvenliği meselesi, Kafkasya ve Orta Asya’da beliren
milliyetçilik hareketleri yanında artan yeni olanaklar Amerika’nın yeniden uluslararası politikanın
içinde aktif bir şekilde yer almasına neden olurken, Türkiye de bu bölgelere olan yakınlığı sayesinde
Amerika nezdinde stratejik önemine tekrar kavuşuyordu. Clinton da “demokratik, laik, istikrarlı ve
Batı’yı esas alan bir Türkiye, Amerika’nın Bosna’da, Orta Asya ve Orta Doğu’da istikrar sağlama ve
Irak ve Đran’ı sınırlandırma girişimlerine destek oldu. Batı ile devamlılık arz eden bağları ve
dünyanın en hassas bölgelerinden birinde stratejik hedeflerimize verdiği destek hayati önem
taşımaktadır” diyerek Türkiye ile yakın işbirliği içinde olunacağının sinyallerini veriyordu.15 Böylece
1997 yılında iki ülke arasındaki ilişkiler bölgesel işbirliği, ekonomi ve ticaret, enerji, Kıbrıs, savunma
ve güvenlik işbirliği konularını kapsayacak şekilde genişletilmiş ve 1999 yılında da Clinton tarafından
“stratejik ortaklık” olarak tanımlanmıştır. Ancak stratejik ortaklığa ve ilişkilerdeki yumuşamaya
rağmen ekonomik ve askeri yardımlarda bir iyileşme görülmemiş ve bu yardımlara çeşitli şartlar
getirilmiştir. Bu dönemde insan hakları, Kürt ve Ermeni meselesi ile Irak ve Đran konusu ikili ilişkiler
de sorun olmaya devam etmiştir.16
2000’den itibaren Başkan seçilen Cumhuriyetçi Parti adayı Bush’un iktidarının daha
başlarında yaşanan 11 Eylül olayları sonrasında ikili ilişkiler “terörizmle mücadelede Türkiye’nin
rolü” etrafında yeniden şekillenmiş ve Đstanbul’da yaşanan terörist saldırılarından sonra iki ülke
istihbarat konusunda daha sıkı işbirliği içine girmiştir.17 Amerika’nın Afganistan müdahalesine tam
destek veren Türkiye, Irak müdahalesi gündeme geldiğinde daha temkinli davranmıştır. Müdahale
öncesi ve sonrasında yaşananlar iki ülke arasındaki ilişkileri zora sokarken, aynı zamanda stratejik
ortaklığın her iki ülkede sorgulanmasına neden olmuştur.18 Saddam’ın devrilmesi ile Türkiye’nin Kürt
Devleti oluşturulacağına yönelik endişelerini arttırırken, Süleymaniye olayı da Türk kamuoyunda
oluşan Amerikan karşıtlığını perçinlemiştir. Her iki ülke yönetimi bu sorunların büyümemesi için
girişimlerde
bulunsa
da
bahsedilemeyeceği açıktır.
iki
ülke
arasında
stratejik
ortaklığın
tesisinden
bu
dönemde
19
15
A National Security Strategy for a New Century (May 1997) (Çevrimiçi) http://clinton2.nara.gov/WH/EOP/NSC/Strategy/ (5
Ocak 2004)
16
“Türk-Amerikan Đlişkileri” (Amerika’nın Sesi Radyosu), Dış Basın ve Türkiye, Bülten No.242, 26 Aralık 1997; “Remarks
Following Discussions with President Suleyman Demirel of Turkey and Exchange with Reporters in Ankara” (November 15,
1999), Public Papers of Presidents, s.2090
17
“Türkiye’ye Yapılan Saldırılar Đslam Đle Batı Arasındaki Köprüyü Yıkma Çabasıdır” (The New York Times),
Dış Basında Türkiye (24 Kasım 2004) T.C Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon genel Müdürlüğü yayınları
18
Barak A. Salmon, “Strategic Partner sor Estranged Allies: Turkey, the United States, and Operation Iraqi Freedom”, Strategic
Insights, Volume II, Issue 7 (July 2003) http://kms1.isn.ethz.ch/serviceengine/Files/ISN/34203/.../salmoniJul03.pdf
19
Enis Berberoğlu, “Gizli Gündem Kürtler”, Radikal, 14 Ocak 2002, s.7;”Meclis Savaşı Reddetti”, Radikal, 2 Mart 2003, s.1;
“Hatanızı Kabul Edin”, Akşam, 7 Mayıs 2003, s.15
452
2000’li yılların ortalarından itibaren ikili ilişkilerde iyileşmeler görülmeye başlanıyor ve iki
taraf arasında 5 Temmuz 2006’da imzalanan “Türk-Amerikan Stratejik Ortaklığını Đleriye Götürmek
Đçin Ortak Vizyon ve Yapılandırılmış Diyalog” belgesi ile de ikili ilişkilerin stratejik ortaklık olduğu
en azından kâğıt üzerinde tanımlanmış oluyordu.20 Ancak bu ilişkilerin gerçekten de stratejik ortaklık
düzeyinde olabildiğini söylemek pek de doğru değil gibi görünüyor. Stratejik ortaklığın
sürdürülebilmesi için her iki tarafın dış politika önceliklerinde bir çatışmanın bulunmaması
gerekmektedir. Bu düşünüldüğünde iki ülkenin önceliklerinin tam da paralellik arz etmediği aşikârdır.
Ayrıca böyle bir ortaklığın gerektirdiği güç dengesinin de hiçbir zaman gerçekleşmediğini de
görüyoruz.21 Bu ilişkilerin stratejik ortaklık temelinde olmadığının örneklerinden biri de iki ülke
tarafından izlenen Đran politikalarındaki farklılıklardır.
II-
Türkiye-Amerika Đlişkilerinde Đran Faktörü:
Sahip olduğu coğrafi konum itibariyle Avrasya anakarasının en “kilit” bölgelerinden birisine
yerleşmiş bir ülke olan Đran, tarih boyunca bölgesel ve küresel ekonomik ve siyasi politikaların
merkezinde yer almıştır. Gerçekten de bu ülke, Kafkasya, Orta Asya, Güney Asya, Basra Körfezi ve
Ortadoğu ile sınırlara sahip bir ülkedir ve bu bölgelerle aynı anda ve kolaylıkla etkileşim
kurulabilecek bir konumda yer almaktadır.22
Đran’da tespit edilen petrol rezervlerinin zenginliği ve daha sonraları keşfedilen zengin doğal
gaz rezervleri bu ülkenin stratejik önemini daha da artırmıştır. Nitekim bugün Đran’ın dünya petrol ve
doğal gaz rezervlerini elinde bulunduran üçüncü büyük ülke (Suudi Arabistan ve Kanada’nın
ardından) olduğu bilinmektedir. Bunun yanında Đran, OPEC’in en büyük ikinci ihracatçısı ve küresel
olarak da en büyük dördüncü ham petrol ihracatçısıdır.23 Bu özelliklerinin dışında Đran’ın bu
kaynakların uluslararası pazarlara ulaşım yollarını kontrol ettiğini de görüyoruz. Hürmüz Boğazı’na
yakın olması körfez petrollerinin ulaşım ağına yakın olması anlamına gelirken gerek Hazar Bölgesi
enerji kaynaklarının, gerek kendi enerji kaynaklarının ve gerekse Ortadoğu’daki enerji kaynaklarının
Çin ve Hindistan’a uzatılması ve Türkmenistan enerji kaynaklarının Basra körfezine uzatılması gibi
projeler de Đran’ın önemini ortaya çıkartıyor.24
20
“Bu belgeyle, iki devlet arasındaki Transatlantik ilişkilerinin güçlendirilmesi, PKK terörüne karşı ortak mücadele edilmesi,
enerji güvenliğinin sağlanması, dinler arasında diyaloğun güçlendirilmesi, Orta Doğu’da barış istikrar ve demokrasinin yaşama
geçirilmesi gibi konularda görüş birliğine varmışlardır.”
Sümer, op.cit, ss. 691-692
21
Đbid
22
Bayram Sinkaya, “Devrimden Günümüze Đran Dış Politikası’nın Dönüşümü,” Mülkiyeliler Birliği Dergisi, cilt 247, sayı 5-6
(Nisan ve Mayıs 2005), s.1
23
Bezen Balamir Coşkun, Đran’ın Enerji Kaynakları ve Küresel Enerji Jeopolitiği, Zirve Üniversitesi, Orta Doğu Stratejik
Araştırmalar Merkezi (OSAM) Stratejik Analiz Serisi 2010/1 (Mayıs 2010), s.13
24
Atilla Sandıklı, Đran'ın Jeopolitiği, ABD ve Türkiye, BĐLGESAM (Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi), 17 Mart
2008 http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=106:rann-jeopolitii-abd-vetuerkiye&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150 (Çevrimiçi) (28.10.2011)
453
Đran’ın devrim ihracı üzerinden açılım yapmak ve Fars milliyetçiliği ile Şiiliği de kullanarak
etkisini ve ağırlığını arttırmak istemesi de diğer bir unsurdur. Çünkü Đran’ın bu ihracı gerçekleştirmek
istediği bölgelerin başında büyük güçlerin de etkinlik savaşına girdikleri Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta
Asya yer almaktadır.25 Bütün bunlar düşünüldüğünde Amerika’nın da Đran’a kayıtsız kalmayacağı
açıktır. Bu durum Đran’ın sınır komşusu olan Türkiye ile ilişkilerine de yansıyacaktır.
Soğuk savaş sonrası Amerika’nın Đran politikasında köklü bir değişiklik olmadığını
görüyoruz. Bu dönemde de Đran, Amerika’nın Irak’la birlikte “ikili çevreleme” politikalarının bir
parçası olmaya devam etmiştir.26 Đran’ın Amerika tarafından çevrelenmesi, Türkiye açısından da
önemliydi. Çünkü bölgede Türkiye’nin en önemli rakibi olan Đran, aynı zamanda hem Türkiye’nin
terörizmle savaşında, hem de Kafkaslardaki özellikle enerji politikalarının yürütülmesinde çok büyük
engeldi. Ancak Amerika’nın Đran’ı izole etme çabalarına rağmen bu pek de başarılı olamamış, bu
durum Türkiye’nin Đran politikalarında köklü bir değişiklik yapmasına neden olmuştur. Türkiye,
sorunlu ilişkilere rağmen Đran’la güvenlik, enerji politikası ve Kürt meselesine yönelik politikalarında
işbirliği içinde olup, bir sorun yaratmasına engel olmaya çalışmıştır.27
1993 yılından itibaren Đran’la ilişkilerde gelişmelerin yaşandığını görüyoruz. Nitekim
Türkiye’ye gelen Đran Đçişleri Bakanı Abdullah Nuri de terörizm konusunda iki ülke arasında
işbirliğine hazır olduklarını söylüyordu. Ancak ziyareti sırasında Uğur Mumcu’nun öldürülmesi
üzerine olumsuz olayların gelişmemesi için Nuri, ziyaretini yarıda keserek ülkesine geri döndü.
Bundan sonraki ilişkiler Đran’ın Türkiye’deki yasa dışı örgüt bağlantısı ve siyasi cinayetlerde
parmağının olup olmadığı üzerine yoğunlaştı.28 Türkiye’nin temkinli yaklaşımlarına rağmen ikili
ilişkiler yara aldı ve Đran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Hasan Đbrahim Habibi Türkiye ziyaretini
iptal ederken, Tahran’da yapılacak olan Türkiye-Đran Güvenlik Komitesi’nin toplantısı da ertelendi.29
Ancak Haziran ayından itibaren ilişkilerde tekrar yumuşama yaşanmaya başlanmış ve Tahran’daki
Suriye-Türkiye ve Đran Dışişleri Bakanlarının katıldığı ve terörizmle mücadele konulu toplantıda üç
ülke de bölgedeki barış, istikrar ve huzur için terörizmle ortak mücadele kararı almıştır. Ancak zaman
25
Đbid
26
“ABD bu dönem boyunca “ılımlı” ve “radikal” gruplar arasında bir fark gözetmeyerek, Đran’ı terörist örgütlere destek olmak,
kitle imha silahları imal etmeye çalışmak ve despotik bir rejimi idame ettirmekle suçlamıştır. Đran’a yönelik yaptırımlar
yasasının neticesinde yabancı sermaye girişi ve teknoloji transferi engellenmiş, böylece Đran ekonomisinin düzelmesinin önüne
geçilmiştir. Ayrıca, Đran ile iyi ilişkiler kurmaya niyetli diğer ülkeler üzerinde ABD’nin Đran’a yönelik yaptırım politikalarının
caydırıcı etkisi olmuştur”.Sinkaya, op.cit, s.13
27
“Türkiye ile Đran arasında, PKK’nın ve radikal dinci grupların Türkiye’deki faaliyetlerinin Đran tarafından destekleniyor
olması ve iki ülke arasında Kafkasya ve Orta Asya’da model ülke olma ve bölge petrollerinin sevkiyatı konusunda rekabeti
dolayısıyla problemli bir ilişki vardı”. Ed. Zalmay Khalilzad, Ian O. Lesser, F. Stephen Larrabe, Türk-Batı Đlişkilerinin
Geleceği: Stratejik Bir Plana Doğru, Çev: Işık Kuşçu, Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, 2001, s.85
28
“Implication of Iran in Murder of Journalists”, Keesing’s Record of World Events, Vol.39, Number.2, February 1993,
s.39339
29
Ayın Tarihi (11 Şubat 1993), T.C Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayınları, Nisan-MayısHaziran 1993, s.85-86
454
zaman Đran’ın PKK kamplarını barındırdığı ve bu örgüte destek verdiği yönünde tartışmalar
yapılmaya da devam edilmiş ve karşılıklı temaslarda bu konu öncelik kazanmıştır.30 Đki ülke
arasındaki uzun görüşmeler sonrası 2 Aralık 1993 tarihinde bir Güvenlik Đşbirliği Protokolü
imzalanırken, Đran Dışişleri Bakanı Ali Akbar Vellayati ve Đran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı
Hasan Đbrahim Habibi’nin 19-22 Aralık 1993 tarihlerindeki Türkiye ziyaretinde de PKK’nın sınır
ötesi faaliyetlerine yönelik ortak hareket edileceği konusunda görüş birliğine varılmıştır.31 Bu ülkeyle
en yakın ve çarpıcı gelişmeler özellikle Erbakan iktidarı sırasında olmuştur. Nitekim bu dönemde
Đran’ın radikal Đslam’ı dış politika aracı olarak kullanması ve terörizmi desteklemesine yönelik
eleştirilerine rağmen Erbakan, Başkan Clinton’ın Đran’a yönelik yaptırım yasası (D’Amato Yasası)
çerçevesinde bu ülkeye dış yatırımları durdurmasından kısa bir süre sonra Đran’la 23 milyon dolarlık
bir “Doğal Gaz Alım-Satım Anlaşması”nı 12 Ağustos 1996’da Tahran’da imzaladı. Bu anlaşmada
Türkiye’nin Đran’dan 1999 yılında 3 milyar metreküp ile başlayarak, 2001-2004 yıllarında 5 ile 9
milyar metreküp ve 2005-2020 yıllarında ise 10 milyar metreküpe ulaşan miktarlarda doğal gaz satın
alması öngörülüyordu.32
Gerçekten de Erbakan iktidarı Đran’la ilişkilerde bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Erbakan,
iktidara gelir gelmez gelişmekte olan Đslam ülkeleri arasında işbirliği geliştirilmesine yönelik D-8
(Developing-8) adıyla bir girişim oluşturmak amacıyla çalışmalara başlamıştır. Bu girişimde kurucu
üyeler arasında Đran da yer alıyordu. Bu yüzden Erbakan, ilk yurtdışı gezisini Đran’a yaptı ve bu
geziler üst düzey bürokrasisinin karşılıklı ziyaretleriyle devam etti. Bu ziyaretler sonunda bir dizi
iktisadi anlaşma ve protokol imzalandı. Erbakan, bu dış gezilerine Đran dışında Amerika’nın teröristler
listesine aldığı diğer devletlerle devam edince Amerika ile ilişkiler kopma noktasına kadar geldi.33
Ayrıca Türkiye’nin Đran’ı uluslararası terörizmi destekleyen bir ülke olarak kınayan BM kararına ret
oyu vermesi de diğer bir rahatsızlık nedeniydi.34
Ancak bu ilişkiden Amerika kadar, Türk askeri bürokrasisi de rahatsızdı. Özellikle
Türkiye’deki Radikal Đslamcı hareketinin artışı ve siyasi cinayetlerde Đran’ın bağlantısı olduğu ve bu
ülkenin PKK’yı desteklemeye devam ettiğine yönelik iddialar ile birlikte Türkiye’deki Đran’da
kutlanan Kudüs gününe benzer bir anma gününde Đran Büyükelçisi Muhammed Bagheri’nin Türkiye30
Ayın Tarihi (8 Haziran 1993), T.C Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayınları, Nisan-MayısHaziran 1993, s.209
31
“Anti-Terrorism Aggrement with Iran”, Keesing’s Record of World Events, Vol.39, Number.12, December 1993, s.39790
32
Türkiye-Đran Ekonomik ve Ticari Đlişkileri (Çevrimiçi) http://www.foreigntrade.gov.tr/DUNYA/RAPOR/IRAN/trky.htm (1
Mayıs 2006)
33
“Türkiye Başbakanı’nın Seyahatleri Batı’da Dikkat Çekiyor” (New York Times), Dış Basında Türkiye (04.10.1996), T.C
Başbakanlık Basın-yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü yayınları (Çevrimiçi)
http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/DISBASIN/DIS.HTM (25 Ocak 2004)
34
Meliha B. Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye-Orta Doğu Đlişkileri”, Ed. Gencer Özcan, Şule Kut, En Uzun Onyıl:
Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, 2.bs., Đstanbul: Büke Yayınları, 2000, s.335
455
Đsrail ilişkilerini kınayan bir konuşma yapması (Sincan olayı) iç politikada gerginliği arttıran
gelişmeler oldu.35 Bu gerginlik iki ülke ilişkilerine de yansımış ve karşılıklı büyükelçiler ülkelerine
geri çağrılmıştır.36
Đç politikadaki bu gelişmeler dış politika ile de birleşince 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik
Kurulunun askeri kanadı tarafından bir bildiri yayınlanarak bölücü ve irticai faaliyetlere dikkat
çekiliyor ve bundan duyulan rahatsızlık dile getiriliyordu.37 Bu gelişmeler üzerine hükümetle askerler
arasındaki tansiyon artarak devam etmiştir.38 Krizin artması ve ordunun rahatsızlığı üzerine Amerika
devreye girerek Türkiye’de demokratik-laik düzenin devamını savunduklarını tekrarlamıştır.39 20
Haziran’da hükümeti kurma görevi Mesut Yılmaz’a verilirken Erbakan hükümeti resmen son
buluyordu.40
Đran’da 23 Mayıs 1997 tarihinde Seyyid Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi
ve Türkiye’deki Anasol-D hükümetinin bölge merkezli bir dış politika izlemesi ile ilişkilerde bir
nebze iyileşme yaşanmıştır. Özellikle Hatemi’nin düşmanlığı ve güvensizliği tahrik edici
politikalardan kaçınarak içinde Türkiye’nin de yer aldığı bir dizi ülkeyle ilişkilerini olumlu yönde
geliştirmek yönündeki çabaları bunun gelişmesinde önemli bir etken olmuştur diyebiliriz. Đran’ı
BM’de temsil eden ve başarısı tartışılmayan Kemal Harrazi’nin dışişleri bakanlığına getirilmesi de bu
politikanın bir belirtisiydi.41 Đyileşen ilişkilere paralel olarak boş olan büyükelçiliklere yeni atamalar
yapıldı ve özellikle terör konusunda karşılıklı görüşmelere başlandı.42 Amerika ise iktidara gelen
Hatemi’nin ılımlı politikalarına rağmen Đran karşıtı politikalarına devam etmiştir. Ocak 1998’de
Ankara’yı ziyaret eden Amerikan Ticaret Bakanı, Washington’un bu konuda ödünler vermeyeceğini
ve Đran’ı yalnızlığa düşürme politikasını sürdüreceğini belirtiyordu.43 Amerika’nın tüm itirazlarına ve
35
Bu olay üzerine Sincan belediye Başkanı da tutuklandı. “Başkan Tutuklandı”, Akşam, 14 Şubat 1997, s.7
36
“Elçi Krizi Tırmanıyor”, Akşam, 28 Şubat 1997, s.8
37
“Failure of Censure Motion”, Keesing’s Record of World Events, Vol.43, Number.2, February 1997, s.41511
38
“Increased Tension Between Military and Government”, Keesing’s Record of World Events, Vol.43, Number.4, April
1997, s.41603
39
Yasemin Çongar, “ABD’den laiklik Uyarısı”, Milliyet, 13 Şubat 1997, s.16
40
“Resignation of Erbakan- Formation of New Government”, Keesing’s Record of World Events, Vol.43, Number.6, June
1997, s.41702
41
Tayyar Arı, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Đstanbul: Alfa Yayınları,2004, s.104; Turgut
Demirtepe, “ Tahran’da Değişim Sürecinde Đktidar Mücadelesi”, Avrasya Dosyası (Đran Özel), Cilt.5, Sayı.3, Sonbahar, 1999,
s.8-13
42
Dışişleri Güncesi (Aralık 1998), s.186
43
“Türkiye ile Đran Arasında Diplomatik Đlişkiler Kuruldu” (Rusya’nın Sesi Radyosu), Dış Basın ve Türkiye, Bülten No.42, 06
Mart 1998
456
anlaşmanın yürütülmemesine yönelik tüm çabalarına rağmen BOTAŞ, Đran gazının Türkiye’ye
nakledilmesi için gerekli boru hatları inşasına bu dönemde başlamıştır.44
Ancak gene de Đran’ın Türkiye’de Radikal Đslam’ı ve PKK’yı desteklediğine dair şüpheler
her zaman ikili ilişkilerde bir endişe yaratmıştır.45 Nitekim 2000 yılında Đran Dışişleri Bakanının
Türkiye ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Demirel, “Đki ülke arasındaki sınır güvenliği meselesinin
Türkiye için endişe kaynağı olduğu, bunun için de mevcut güvenlik işbirliği mekanizmasının etkin
biçimde çalıştırılmasına önem verildiğini” söyleyerek Đran’dan bu konuda hassasiyet beslediklerini
tekrarlıyordu.46 Ancak bu ziyaretin gerçekleştiği günlerde başlatılan Hizbullah operasyonu ve
sonrasında Umut operasyonu Đran’a karşı duyulan endişelerin artmasına neden olmuştur.47
Hatemi’nin ılımlı politikaları yanında 2000 yılındaki Đran’daki seçimlerde parlamentoda
liberallerin galip gelmesi ile Clinton’ın Đran politikasında da yumuşamalar olmuş ve bu dönemden
sonra Amerika; Đran’a ilaç, gıda gibi zaruri ihtiyaçları ambargo kapsamından çıkarmıştır. Clinton,
Đran’ın hala bir tehlike olduğunu düşünse de Đran’daki bu olumlu gelişmelere de uzak
durulmayacağının da farkındaydı.48
Đkili ilişkilerde az da olsa bu iyileşmelerin yaşandığı dönemde Başkan seçilen Bush ile
Amerika; Đran’ı Irak ve Kuzey Kore ile birlikte şer ekseni olarak görmeye ve bir tehdit olarak
adlandırmaya devam etmiştir. Bu politika 11 Eylül sonrası daha da şiddetlenecekti. Öyle de oldu.
Afganistan ve sonrasındaki Irak müdahaleleri sonrası çifte çevreleme politikasında tek ülke olarak
kalan Đran, Amerika için terörü destekleyen, kitle imha silahlarının peşinde koşan ve halkına baskı
uygulayan bir ülkeydi.49 Ayrıca Amerika, Đran’ın El Kaide ile bağlantısı olduğunu da iddia ediyordu.50
Amerika, Đran’ın Irak gibi nükleer silah programı yürüttüğünü ve bu ülkenin Uluslararası
Atom Enerjisi Ajansıyla(IAEA) işbirliği içinde çalışması için zorlanması gerektiğini söylüyordu. Bu
gelişmeler üzerine 2003 Şubat ayından itibaren IAEA yetkilileri Đran’ı ziyaret ederek bu konuda
çalışmalara başlamışlardır. IAEA Genel Direktörü El Baradei tarafından Đran’ın nükleer programına
ilişkin olarak hazırlanan rapor 24 Şubat 2004’te yayınlanmış ve bu raporda Đran’ın barışçıl amaçlarla
nükleer teknolojiye sahip olduğu yönündeki açıklamalar Amerika tarafından tatmin edici
44
“Đran-Türkiye gaz Boru Hattında Đlerleme” (Iran Daily), Dış Basın ve Türkiye, Bülten No.115, 30 Haziran 1998
45
“Đran’la Gerginlik”, Akşam, 25 Şubat 1997, s.10
46
Dışişleri Güncesi (Ocak 2000), s.77
47
“Hezbollah Operation”, Keesing’s Record of World Events, Vol.46, Number.2, February 2000, s.43430
48
“ Improvement in Relations with USA”, Keesing’s Record of World Events, Vol.46, Number.9, September 2000, s.43771
49
President Delivers State of the Union (January 28, 2003) (Çevrimiçi)
http://www.whitehouse.gov/news/releases/2003/20030128-19.html (5 Mayıs 2005)
50
“Bush: 11 Eylül ile Đran Arasındaki bağlantıyı Đncelemeyi Sürdüreceğiz”, Zaman, 20 Temmuz 2004, s.12
457
bulunmamıştır.51 Bush, Haziran 2004’te Türkiye’de yaptığı konuşmada da Irak’taki demokrasinin
yükselişinin Tahran ve Şam’a bir mesaj olması gerektiğini ve Amerika’nın Orta Doğu politikalarının
aynı hızla devam edeceğini belirtiyordu.52 Đran’da yaşanan deprem sonrası Amerika, Đran’a yardımda
bulunsa da bunun ilişkilerde bir yumuşama anlamına gelmemesi gerektiği bizzat Bush’un ağzından
söylenmiştir.53
Amerika’nın Đran’la yaşadığı sorunlu ilişkilere rağmen Türkiye ile ilişkiler artan şekilde
gelişmekteydi. 11 Eylül sonrası terörizmle mücadeleye yönelik ortak güvenlik mekanizmalarının
öneminin arttığı bir dönemde Türkiye de bölgesinde komşularıyla mümkün olduğunca sorunsuz ve
güvenlik temelli ilişkiler geliştirmek arzusundaydı. Đran’da Hatemi’nin diyalog ve gerginliği giderme
politikalarının da yardımıyla bu ülkeyle ilişkilerde iyileşme yaşanmış ve Đran, topraklarında
Türkiye’nin güvenlik çıkarına

Benzer belgeler