(Savaşın Önlenmesi ve Barışın Sağlanmasında) Fikirlerin Gücünün

Transkript

(Savaşın Önlenmesi ve Barışın Sağlanmasında) Fikirlerin Gücünün
05/11/2015
“Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Akademik İşler’den Sorumlu Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet
Sözen’in Bologna Üniversitesi Ravenna Kampüsü Akademik Yılı Açılış Töreni’nde gerçekleştirmiş
olduğu sunumu”
(Savaşın Önlenmesi ve Barışın Sağlanmasında) Fikirlerin Gücünün Tekrar
Gözden Geçirilmesi
Değerli Misafirler, Çalışma Arkadaşlarım ve Sevgili Öğrenciler,
Bugün siz değerli dinleyicilere hitap etmek benim için gurur vericidir. Bologna
Üniversitesi’ne ve özellikle Hukuk Bölümü’nde bulunan ve birlikte ortak program
yürüttüğümüz çalışma arkadaşlarım – Prof. Luchetti, Prof. Mezetti ve Prof.
Mattioli’ye teşekkürü bir borç bilirim.
Bugünkü konuşmam tam bir sunum formatında olmayıp bazı ahlaki ve manevi
düşünce ve yargılarla birlikte genelde savaş ve barış üzerine odaklanmış bazı
kişisel deneyimleri kapsayacaktır.
Birkaç ay öncesine kadar “Aylan Kurdi” ismi hiçbirimiz için birşey ifade etmemiştir
ve günümüzde de birçoğumuz için birşey çağrıştırmamaktadır. Birçoğumuz için
sadece yabancı bir isim olarak algılanmaktadır. Fakat inanıyorum ki birçoğumuz
sadece iki ay önce (Eylül 2015) küçük cansız vücudu Türkiye kıyılarına vuran üç
yaşındaki Suriyeli mülteci çocuğu hatırlamaktadır. Bir bakıma Aylan’ın vücudu ile
insanlık gururu da kıyıya vurmuştu. İnsanlık olarak böylesi bir utançla nasıl
yaşamaktayız?
Aylan Kurdi’nin yüzükoyun yatan imajı tüm dünyada geniş çapta yankılanırken
bizlere savaşların sonuçlarını acı bir şekilde göstermiştir. Ben, Aylan’ın ölümünün
bizler tarafından savaşı önleme konusunda bir sembol ve uyarı olarak
algılanmasını ümit etmekteyim. Çünkü savaş küresel problemlerin içinde en kötü
ve insanlığa meydan okuyan bir numaralı sorun olmuştur. Jimmy Carter’in de
dediği gibi “Savaş bazen gerekli bir kötülük olabilir. Ama, ne kadar gerekli olursa
olsun her zaman bir kötülük olmaya devam edecektir. Asla iyi bir şey değildir.
Birbirimizin çocuklarını öldürerek birarada yaşamayı öğrenemeyiz.”
1974 yılında sıcak bir Temmuz günü annemin mutfak zemininde kırık cam
parçalarına rastlayıp bana bardak kırıp kırmadığımı sorduğunu hatırlıyorum. Hayır
demem üzerine annemin bana yalan söylemememi öğütlemesi de hatıralarım
arasındadır. Daha sonra babamın mutfak tezgahında başıboş bir dumdum
kurşununa rastlaması olayı çözümlemişti. Bir polis memuru olan babamın
yüzündeki endişeli ifadeyi hiçbir zaman unutmayacağım.
Birkaç gün sonra ise savaş günleri başlamıştı …
Bizim taraftan olan askerlerin ve komşularımızın kapıyı çalıp düşman askerlerinin
sadece 100 metre ötede olduğunu ve bir an once evimizi terk edip kaçmamız
gerektiğini söylemelerini hatırlıyorum.… Annem, ağabeyim ve komşularla güvenli
bir yer olarak gördüğümüz ilkokul bodrumuna koşarken ayaklarımdan fırlayıp
çıkan terliklerimi hala dün gibi hatırlıyorum. Askerlerin gelip 15 yaşındaki
ağabeyimi alıp ağlayan anneme merak etmemesini ona silah vermeyeceklerini
sadece mevzilerde kullanılan kum torbalarını doldurtturacaklarını söylemelerini de
hatırlıyorum.…
Gündüz ve gece bitmek bilmeyen silah ve bomba seslerini de hatırlıyorum. … tutu-tu-tu, bom, tu-tu-tu-tu, bom… Sadece 6 buçuk yaşında bir çocuktum. Yine
böyle bir günde anneme bir şaka yapmaya karar verdim.… ateşlenen bir silah
sesinden sonra “ahhhh” diye bağırdım … annem kalbi yerinden çıkacakmış gibi
odama koştu. … Orda durmuş sırıtarak ona bakıyordum. Ne kadar aptalmışım!
Sanıyorsam o gün annemin beni ilk ve son kez tokatladığı gündü.… Ve ben o tokadı
gerçekten hak etmiştim.…
Savaştan sonraki aylarda diğer çocuklarla sokakta gerçek kurşunlarla oynadık.
Onların başını çıkarıp içindeki barutu eğlence için yakıp boş kurşun kovanı ile ise
kolyeler yaptığımızı hatırlıyorum.…
Bunlar çocukluk anılarımın, diğer bir deyişle travmalarımın, sadece birkaçı.FAKAT
… savaşta sevdiklerini kaybeden diğer insanların yaşadıkları travmalarla
karşılaştırıldıklarında aslında hiçbirşey. Bir de Aylan Kurdi’nin babası ve aile
üyelerinin yaşadıkları travmayı düşünün.…
Şimdi ise niye sizlerle bu savaş anılarımı paylaştığımı söylemek istiyorum. Çünkü
bu anılar özellikle savaş konusunda ve savaşı önlemede dünya görüşümü
şekillendirmede ve bir barış aktivisti olmamda çok önemli rol oynamışlardır …
Geriye dönüp baktığımda, barış arayışlarımın köklerinin 1974 yılındaki o günlere
dayandığını anlamaktayım…
DURAKLAMA
Bugün savaşı önleme ve barış getirmede fikirlerin gücünden bahsedeceğim. Dünya
olayları ve fikirler arasındaki bağlantı, diğer bir deyişle, etkileşimden her zaman
etkilenmişimdir.
Fikirlerimizi şekillendiren dünya olayları mıdır yoksa fikirler dünya olaylarının
şekillenmesinde önemli bir rol oynuyor mu? Bunun etkileşimli bir süreç olduğuna
inanmaktayım.…
Diğer bir deyişle dünya olayları fikirleri, fikirler ise dünya olaylarını
şekillendirmektedir.…
Bu nedenle fikirler çok önem taşımaktadır …
Doğru fikirlerle kişilerin barış dolu bir gelecekle sonuçlanacak olayları
şekillendireceğine inanmaktayım.…
Buna benzer olarak, temelsiz tartışmalara dayanan bazı fikirlerin ise doğru zaman
ve doğru yerde ortaya çıkması ile kendini gerçekleştiren kehanet olacağına da
inanıyorum. …
1993 yılında Uluslararası İlişkiler alanında Master öğrencisi iken ilk kez Samuel
Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ isimli makalesini okumuştum.…
Huntington gelecekte gerçekleşecek olan savaşların farklı medeniyetlere ait olan
insanlar arasında olacağını savunmuş ve dünya nüfusunu 7 veya 8 medeniyete
ayırmıştır. (Doğu, Konfüçyüsçü, Hindu, İslamcılar, Latin Amerikalılar ve
benzerleri)… Ancak sayının 7 mi veya 8 mi olacağından tam emin değildi. Ona gore
8. uygarlık “belki Afrika uygarlığı” idi. Belki!!! Afrika uygarlığı???
Evet …makalesinin ilk birkaç sayfasını okuduktan sonraki ilk tepkim onun üzerine
kusmayı istemek olmuştu ve dolayısıyla makaleyi bir köşeye fırlattım.
Fakat gerçekten sinirlendiğimi hatırlıyorum … Niye sinirlenmiştim? Çünkü o yazıda
fikirlerin gücünü hissetmiştim.
Huntington’un argümanı Bilimsel bir dayanağa sahip olmamasına rağmen, o bir
uluslararası ilişkiler profesörüydü ve makalesi ‘Foreign Affairs’ isimli nüfuzlu bir
dergide yayınlanmıştı. Emindim ki Huntington’un makalesini okuyan kişiler onun
fikirlerinden etkileneceklerdi … Bu nedenle son derece sinirlenmiştim.… Çünkü
bilimsel bir dayanağı olmasa da medeniyetler çatışması argümanının kendini
gerçekleştirecek kehanet olma potansiyelini görmüştüm.… Ve maalesef 11 Eylül
olayları sonrası geniş çapta popülaritesi olan bir fikre dönüştüğüne hepimiz şahit
olduk.…
Medeniyetler Çatışması argümanına benzer olarak Immanuel Kant’ın 1795 yılında
yazdığı ‘Ebedi Barış’ı teşvik etmeliyiz.…
‘Ebedi Barış’ belirli bir bölgede, ideal olarak tüm dünyada, barış durumunun
sürekli olarak sağlanmasıdır …
Fakat ebedi barışa nasıl ulaşırız?
Birkaç yıl once, barış aktivisti olarak edindiğim bir deneyim benim süperinsan
olmadığımı gösterdi. Diğer öğrendiğim şey ise dünya barışını tek başıma
sağlayamayacağımdı!!! Üzücü … değil mi? Ancak, şunu da öğrendim ki olay
bazında teke tek barışı sağlamak da mümkündür … ve yapmamız gereken de
budur … Kendi toplumumuz içinde barışı sağlama aktivitelerine katılarak
başlayabiliriz..
Bu doğrultuda
- Kendi bölgemizde barışı nasıl sağlayacağımız konusunu tekrar düşünmeliyiz
- Bu konuda yeni fikirler üretmeliyiz
- Bu fikirleri de yayıp test etmeliyiz
Şu anda durup geriye bakıyorum. Biliyorum ve inanıyorum ki SAVAŞ her ne
pahasına olursa olsun önlenmelidir … Tekrarlıyorum, SAVAŞ her ne
pahasına olursa olsun önlenmelidir!
1974 yılının yazında gerçekleşen savaş günlerine dayanan bu DÜRTÜ bilinçaltımı
yönlendirip ilgi alanım olan çatışma çözümü ve barış sağlama konularını da içeren
Uluslarası İlişkiler alanına yönlenmemi sağladı.…
Bugün bir Uluslararası İlişkiler profesörü olmama rağmen halen kendimi ebedi bir
Uluslararası İlişkiler öğrencisi olarak görmekteyim. … Çünkü heyecan gerçek bir
öğrenci olmakta yatmaktadır. Sürekli olarak yeni fikirler keşfetmek, var olanları
sorgulamak ve yenilerini üretmekle meşgulsunuzdur.
Kıbrıs’taki barış oluşturma sürecine katkı koyma isteği yükseklisans eğitimimi de
Uluslararası İlişkiler alanında sürdürme kararı almamı sağladı.…
Kişisel olarak Uluslararası İlişkiler alanının Birinci Dünya Savaşından sonra ortaya
çıkan original misyonuyla gurur duyuyorum.…
Bunu gurur verici bir misyon olduğuna inanıyorum.… Düşünün: Olası savaşları
önleme yöntemlerini bilimsel olarak araştırma misyonu idi! Bundan daha gurur
verici bir misyon ne olabilir?!!! Ne yazık ki günümüz Uluslararası İlişkiler disiplini
original odak noktasını kaybetmiş, ahlaki boyutu zayıflamış ve ‘bilimsel’ yöntemsel
fikirler arasında kaybolmuştur.…
DURAKLAMA … SAVAŞLAR…
Westphalia Antlaşmasını takiben ulus-devletin doğuşu ile ve daha sembolik olarak
Fransız devriminden sonra daha çok devletlerarası savaşlara, diğer bir deyişle ulusdevletlerinin arasında gerçekleşen savaşlara, şahit olduk.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise devletlerarası savaşların sayısında
azalma eğilimi olduğu gözlemlenmiş olmasına rağmen devlet (ülke) içi kavgaların
sayısında da büyük bir artış olduğu ortadadır. Diğer bir deyişle, farklı yoğunlukta
ortaya çıkan kendilerini ulus-devlet olarak tanımlayan devletler içinde gerçekleşen
silahlı çatışmalara şahit olmaktayız.…
Dolayısıyla ‘ulus-devlet’ ne demektir? Collins sözlüğüne göre ‘ulus-devlet’ bir ve
sadece bir ulus tarafından mesken tutulan bağımsız bir devlettir.… Yani!!!
Peki aynı devlet içinde dil, etnik, kültürel ve buna benzer farklılıklardan dolayı
kendilerini ulusun bir parçası olarak görmeyen gruplar varsa ne olacak? Sizlere
tanıdık geliyor mu?:) Eminim geliyordur …
Daha fazla detaya girmeden, şunu söyleyebilirim ki ülke içi karmaşa veya savaş
gibi birçok olayda, devlet veya ülke içindeki baskın bir grup tarafından ‘ulusdevlet’ kavramının zorla empoze edilmesi büyük bir rol oynamaktadır. …
Kısa kesmek gerekirse,
Devlet içi çatışmaların birçoğunu çözümlemek ve bu bölgelerde barışı sağlamak
için, ‘ulus-devlet’ kavramı ötesinde yer alacak fikirler üretmeliyiz.…
Var olan fikirleri tekrar gözden geçirmeli ve var olan devlet içerisinde güç
paylaşımı ve farklı grupların uyumlu olarak birlikte yaşayacağı yönetim modellerini
içeren yeni fikirler üretmeliyiz.…
Örneğin, Siyaset Bilimcisi Arend Lijphart 1969 yılında ‘ortaklaşmacı demokrasi’
teriminin çok ırklı ve çok dinli toplumların yönetim modeline ve ulus-devlet
kavramına bir alternatif olarak ortaya çıkarak popülerleşmesini sağlamıştır.
‘Ortaklaşmacılık’ farklı etnik, dini veya dil grupları ve benzeri farklılıklar taşıyan
grupların devlet içindeki güç paylaşımına dahil edilmesini öneren bir demokrasi
yöntemidir.
Günümüzde Irak’ta yer alan mezhep kökenli çatışmalar ve Arap Ayaklanmaları ile
ortaya çıkan Suriye ve Libya’daki çatışmalar, bu çatışmalara bir son getirecek yeni
düşünce ve benzer fikir üretimine acilen ihtiyacımız olduğu gerçeğini ortaya
çıkarmaktadır.…
DURAKLAMA
Birkaç yıl önce ‘barış mümkündür ve bunu elde etmenin yolu her bir toplumu tek
tek ele almaktır’ isimli bir konferansa davetli konuşmacı olarak katılmıştım.
Aslında ben de aynı fikirdeyim, barış mümkündür ve bunu elde etmenin yolu her
bir toplumu tek tek ele almaktır.
Ve, burada İDEALİSM VE PRAGMATİZMİN harmanlanmasına inanıyorum:
Benim İDEALİZM’im 21’inci yüzyılda bizlerin, bizlere sırasıyla 17. Ve 18. Yüzyıllarda
gerçekleşen Westphalia Anlaşması ve Fransız Devrimi’nden miras kalan alışılmış
ulus-devlet örneğinin ötesine geçmemizin gerekli olduğudur.
Kendi kendini gerçekleştiren kehanet olarak tanımlanan ve hiçbir bilimsel temele
dayanmadan farklı kültürel ve medeniyetsel kökene sahip insanların etkileşime
geçtiğinde çatışmasının kaçınılmaz olduğunu savunan medeniyetler çatışması
olgusunu kırmalıyız!!!
Birden fazla etnik, dini ve mezhebi grupları barındıran toplumlarda, devletin
gücünün ve yetkilerinin adı geçen gruplar tarafından paylaşıldığı ortaklaşmacı
yönetim modelleri yaratmalıyız. Bu yöntemle geleceğin demokratik devletinin
temellerini atmış oluruz.
PRAGMATİZM’im ise şu anda, yarın veya elli yıl sonrasında değil, mümkün olan ve
yapılabilecek ne ise onu elde etmeye çalışmamızdır!
DURAKLAMA
Sadece savaşları önlemek tabii ki tek başına yeterli değildir. Diğer bir deyişle,
savaşın olmaması barışın olması anlamına gelmez. ‘Olumsuz barış’ diye
isimlendirilebilecek, sadece bir başlangıç olabilir. Ancak, sonuç olarak hepimizin
ihtiyacı olan şey ‘olumlu barıştır’.
Bunu daha iyi anlamak için barış araştırmalarının babası olarak nitelendirilen
Johan Galtung’un çalışmalarına bir göz atmakta yarar görüyorum.
Galtung ŞİDDETİ üç kategoride tanımlamıştır:
1)
DOĞRUDAN ŞİDDET
2)
YAPISAL ŞİDDET
3)
KÜLTÜREL ŞİDDET
Dolayısıyla, ülke içinde yer alan bir çatışmadan dolayı ölen insanlar varsa, bu olay
DOĞRUDAN ŞİDDET olarak tanımlanır. Günümüzde Suriye, Libya, Yemen, Irak ve
benzeri ülkelerde gerçekleşen budur.
Eğer çocuklar yoksulluktan dolayı ölüyorlarsa, ülke içinde YAPISAL ŞİDDETTEN
bahsederiz. Bunlara örnek olarak Kongo, Mozambik, Çad ve benzeri ülkeler
verilebilir.
Ve, son olarak, eğer çocukların yoksulluktan dolayı ölmesinin hiçbir kimse farkında
değilse (veya insanlara siyasi fikirleri ve benzeri şeylerden dolayı işkence
yapılıyorsa) veya çocukların ölümü haklı gösterilmeye çalışılıyorsa, o zaman o
ülkede KÜLTÜREL ŞİDDET vardır. Ve bu konuda uzun bir liste vardır.… Ancak, işte
burası başlangıç noktamız olmalıdır. Eğitim aracılığı ile, diğer şiddet türlerini
doğuran kültürel şiddeti ortadan kaldırmalıyız.…
Barışın sağlanması, diğer bir deyişle diğer tüm şiddet çeşitlerinin – belki her
seferinde bir tanesi olmak üzere- ortadan kaldırılması, düşünceleri değiştirip
sürekli veya olumlu barışa doğru yönlendirecek yeni fikirler aracılığı ile sürekli
tekrar düşünmeyi, üretmeyi ve yeniden hareket etmeyi gerektirir.
17. Yüzyıl filozofu Baruch De Spinoza’nın da dediği gibi “barış savaşın yokluğu
değil, ruhun kuvvetinden kaynaklanan bir erdemdir". Dolayısıyla düşüncelerimizi
daha güçlü hale getirmeye devam edelim …
Ve, Abraham Lincoln’un da dediği gibi: “Düşmanlarımı arkadaşıma çevirdiğimde
yenmiş olurum.” Dolayısıyla, daha çok arkadaş edinmeye devam edelim ve yeni
arkadaşlarımız arasında yaşayan daha çok Aylan Kurdi’lere sahip olalım …
Teşekkürler…