BIR SÜRGÜN garamond

Transkript

BIR SÜRGÜN garamond
BĐR SÜRGÜN ŞARKLILAŞTIRILMAYA KARŞI
Berkiz BERKSOY ∗
BĐR SÜRGÜN UN ROMAN CONTRE L’ORIENTALISME
Dans son œuvre intitulée l’Orientalisme (1978), Edward Said met à jour des documents
sur les visions des Orientalistes et éclaircit objectivement une vérité. Il le fait en
remontant jusqu’à Hérodote qu’il appelle d’ailleurs un ‘enseignement politique’. D'après
Said, le rôle de l'Occident de moderniser les peuples orientaux au moyen d'intellectuels
originaires servait divers intentions. Cette entreprise semble avoir fait des victimes dans
les deux cotés. Car les individus, sans avoir pu vivre leur illusion, périssaient déracinés
sous l’influence des visions mises en oeuvre pour brouiller leur identité et leur
intellectualité. Dr.Hikmet, Jeune-Turc exilé en France, est l’un de ces héros victimes
enterré dans une fausse commune de Paris, ville imaginée dans les rêves. Et Yakup
Kadri est le romancier Turc qui partageait avec Edward Said, déjà dans Bir Sürgün
(1937), son souhait d’une conscience plus évoluée de l’indépendance culturelle: celle qui
aurait supprimé la distinction entre Occident et Orient.
Mots clés : Bir Sürgün, Yakup Kadri, Orientalisme, Edward Said, Occident, Đdentité,
Intellectualité, Genç-Türkler
BĐR SÜRGÜN A NOVEL AGAINST ORIENTALISM
In his work entitled Orientalism (1978), Edward Said brings to ligth some documents
on the visions of the Orientalists and objectively clarifies the truth. He does this by
going back to Herodotus to what he otherwise calls `political teaching’. According to
Said, the role of the Occident to modernize the people of the Orient through native
intellectuals served various purposes. This seems to have made victims on both sides
because individuals, who were not able to live their illusion, perished and were uprooted
by the influence of the visions that were meant to confuse their identity and their
intellectuality. Dr.Hikmet, a Young -Turk exiled in France, is one of these hero- victims
who ensconced in a false commune of Paris, a city he imagined in his dreams. And
Yakup Kadri is the Turkish novelist who, already in Bir Sürgün (1937), shared with
Edward Said, his wish for a conscience that is more envolved than cultural
independence: that which would have removed the distinction between Occident and
Orient.
Key Words : Bir Sürgün, Yakup Kadri,Orientalism, Edward Said, Occident, Identity,
Intellectuality, Genç-Türkler
Yakup Kadri’nin Bir Sürgün adlı romanı 1937’de Ulus gazetesinde tefrika
edilir.
Aynı yıl kitap olarak basılır.
Arka plandaki tarihsel dönem,
II.Abdülhamid’in son zamanları; 1908’de ilân edilen Đkinci Meşrutiyetin biraz
öncesidir. Roman, dünyayı derinden sorgulayan bir zihnin ürünüdür. Kurgusal
yapısı yazarın özyaşamıyla değil, zihin evrimiyle bağdaşır. Bu yazıda, yazara ve
romana ilişkin gözetilen noktalardan biri, Yakup Kadri’nin siyasi kişiliği ve
diplomatlık yaşamıdır. Yazar hakkında kimi araştırmalardan yola çıkılmış;
Edward Said’in Şarkiyatçılık adlı yapıtı incelemenin temel dayanağı olmuştur.
Yazar ve Yapıt
Bir yapıta bakarken yazarı orada, gerçek yaşamından izlerle görmek eğilimi
vardır. Yazarla romanın kahramanı arasında açık bir yakınlık bulmak; yapıttan
∗
Marc Bloch Üniversitesi (Strasbourg 2), Genel ve Karşılaştırmalı Fransız Edebiyatı, Doktora
öğrencisi, [email protected]
1
yola çıkılsa da sonucu gene yapıtın yazarına bağlamak eleştirmene doyurucu
gelir. Bir Sürgün’e de böyle bakılabilirdi. Yakup Kadri’nin 16 yaşında
Đskenderiye’de, Abdülhamit istibdatından kaçan Jön Türklerle karşılaştığı bilinen
konudur. O yaşlarda, Rousseau ve Voltaire’in adını bile söyletmeyen bağnaz
Hıristiyan öğretim çevresinde olduğu ; ileride Bir Sürgün’ün kahramanları arasına
koyacağı Sami Paşazade Sezai’yi Jön Türkler arasında tanıdığı da. Acaba Yakup
Kadri, romanın önemli ve gerçek kişiliklerini; söz gelimi bir Jön Türk ve Yakup
Kadri’nin kendisi olduğu eleştirmenlerce söylenen başkahraman Dr.Hikmet’i;
Đttihat ve Terakki’nin ileri gelen yöneticilerinden, romanda da Paris’te yaşıyor
gösterilen Ahmet Rıza’yı; Dr.Hikmet’in Paris’te dostluk kurduğu tek kişi olarak
açıklanan, bir yazıya göre ressam Galip olan Ragıp Bey’i ve çevrede olan bitenleri
bir günceden alıp da mı romana koymuştur? Yoksa Osmanlı Devleti’nin içinde
bulunduğu yozlaşma, çirkinlik ve hürriyetsizlik gibi gerçekleri yazara göstermiş
olan kendi değişimleri midir? Uygarlık, özgürlük, güzellik ve dinginlik
arayışında uzun bir yol alan insancı ve vatanperver yazarın evrimi değil midir Bir
Sürgün? Roman, Valéry’nin dediği gibi « gerçeklikle ilgisi kalmamış bir yapı/kurgu
içinde yer alan; yazarın, artık saf halden çıkmış, birbiriyle karışmış/harmanlanmış
gözlemleri/duyarlılıkları» değil midir?
Bir karşılaştırma
Bir başka edebiyattan da yukarıdaki görüşü pekiştirecek bir örnek verilebilir.
Çağdaş Fransız yazarlarından Michel Tournier’nin Les suaires de Véronique
(‘Véronique’in Kefenleri’) adlı öyküsü örneğin. Yazar, öyküsünü – gerçekte her
yıl gittiği - Uluslararası Fotoğraf Günleri’nin kutlandığı Arles kentinde başlatır.
Ün ve ölümsüzlük peşinde koşan kadın kahraman Véronique, sanat dünyasının
gerçek, sayılı kişilerinden Ansel Adams, Ernst Haas, Jacques Lartigue, Fulvio
Roitier, Robert Doisneau, Arthur Tress, Eva Rubinstein ve Gisele Freund
arasındadır. Yazarın kendisi herhangi bir kimlik yüklenmemiş, hepsinin dostu
anlatıcıdır. Olan biten her şeye tanık olur. Bu durumda öykü gerçekte kimleri
anlatıyordur? Hangi zamanı anlatıyordur? Yazarın olaydaki gerçek yeri nedir?
diye sormak; sonra yazarı ve yapıtı özdeşleyerek doğruluklar kurmak, yaratılan
eser karşısında ne derece yerinde ve geçerli olur? Aslında okur bunları
düşünmez bile; metnin karşısında soluğunu tutar. Bir Sürgün’de de Dr.Hikmet’in
birbirine bağlanarak birbirini açıklayan eylemlerinde ve ilişkilerinde sevgi, aşk,
özgürlük, ihtilâl, şiir, din, Doğu/Batı ve insanlık üzerine derin, etkili söylemler
sürdükçe okur, öyküde çizilen yıkım ve insanlık ayıbı karşısında nefesini
tutmakla kalır.
Bir Sürgün Romanında Edebi ve Fikri Temeller1 başlıklı incelemesinde Mehmet
Tekin, yapıtın arkasında Yakup Kadri’yi birebir görür. Romanın yalnızca Jön
Türklerin veya bir dönemin aydınlarının temsilcisi olan Dr.Hikmet’in hikâyesi
olamayacağını söyler. Dr.Hikmet’i Đzmir’den Paris’e getiren; Paris içinde değişik
yerlere taşıdıktan sonra Province’e götüren; oradan gene Paris’e döndüren
Yakup Kadri’nin bu yer değişimlerini, sonunda ölüme varan bir sürgünlüğe
koşut tutarak estetik boyutu sağladığını açıklar. Batı medeniyetini eleştirmek için
Dr.Hikmet’in macerasını destek aldığını, öteki kahramanları da kullanarak bunu
çoğul bakışlarla yaptığını ancak, bu serüven ve eleştirilerin etkileşimlerine
öznelliğinin büyük ölçüde karıştığını belirtir. Kısacası yapıtı ve yazarı özdeşler ve
düz bir yanıta varır : ‘’Doktor Hikmet, Morotof, Albert ve Dr.Pienot sadece birer
vasıtadan ibarettir: Eleştiren Yakup Kadri, eleştirilen de Yakup Kadri’nin gördüğü ve
göstermek istediği Batı’dır.’’ Tekin’in kanısı şu soruya yol açar : Yakup Kadri,
Tekin’in dediği gibi Jön Türkler’i anlatmak; II.Abdülhamid devrinin aydınlarını
temsil etmek; her şeyden önce «egoizm ve menfaat üzerine kurulmuş cemiyetlerin
2
müşterek adıdır» dediği Avrupa/Batı medeniyetini eleştirmek; Paris ve Parisliyi
hicvetmek gibi öğeleri karşısına koyup da mı yazmıştır?
Bir öncü ruhlu roman
Mehmet Tekin’in 1989’daki saptamalarından on yıl sonra türkçesi yayımlanan
Edward Said’in Şarkiyatçılık adlı yapıtı, romanın bir başka yaklaşımla
açıklanmasını; yeni eleştirel boyutların getirilmesini sağlamaktadır. Yakup Kadri
1937’lerde Şarkiyatçılık daha ortada yokken, bir büyük gözlemci, görüş ve
sezgileri ileri ve yerinde bir yazar olarak, adını o gün yüksek sesle koymadığı;
belki de geçirmediği bir temel olguya, Şarkiyatçılık’a parmak basmaktadır. Bu
içkin gerçekliği açıkça belli etmeyen romanda, Yakup Kadri’nin Avrupa
Medeniyeti üzerine sezdirmiş oldukları önemlidir. Türk Edebiyatı tarihinde
insansal /evrensel olguları, durumları tartışan romanlardan biri olarak Bir
Sürgün’ün yeri belirgindir. Batı’nın görmek istediği Doğu biçimine, bir başka
deyişle Şarkiyatçılık uğraşının doğurduğu sonuca baş kaldırır. Toplumları
ilgilendiren bir gerçeği; Batı düşüncesine yerleşmiş ve toptan benimsenmiş bir
geleneksel işleyişi, törel değerler çevresinde keskin ve dokunaklı bir biçemle
anlatır. Kendisi dışında kalan ve kendisi gibi olmasına izin vermediği bir Doğu
yaratıp bunu Doğu’ya kabul ettirmiş Batılı görüşe karşı duran bir direniş
söylemidir. Batı’nın benimsediği anlayışı kırmak; işleyiş biçimini yürürlükten
kaldırmak; yerine yeni bir insanlık/dünya görüşü koymak yolunda bir öncü ruh
ve değer taşır.
Doğu Cephesi’nde yitirim : Dr.Hikmet
Mehmet Tekin’in vardığı sonuçla Said’in çalışması arasında bağlantı
kurulacaksa, şu söylenebilir: Şarkiyatçılık, bizi Tekin’in düşüncesinden; bütün
kahramanların aslında Yakup Kadri’nin kendisi ; eleştirenin Yakup Kadri;
eleştirilenin de Batı olduğu görüşünden başka bir boyuta götürür. Şark’ın, kendi
içinde düşünsel bakımdan Batı’ya bağımlı kılındığı gerçekliğine; bu gerçeklikte
yiten Dr.Hikmet’e ulaştırır. Şarkiyatçılığın militanca bir ayrımlama olduğuna
Said, daha kitabının başında dikkat çeker: « Hem geleneksel şarkiyatçılar hem de
Kissinger, kültürler arasındaki farklılığı, önce bu kültürleri ayıran bir cephe yaratarak,
ardından da Batı’yı Ötekine hakim olmaya, onu denetim alanında tutmaya, olmazsa (üstün
bilgisi, uzlaştırıcı gücü sayesinde) yönetmeye davet ederek açıklar.»2 Said, söz konusu
cepheyi ilerleyen sayfalarda Maurice Barrès’in sözde Doğu/Batı ayrımını siliyor
görünen bir tasarlamasında şöyle belgeler: «Birlikte çalışabileceğimiz aydın seçkinler
zümresini, köklerinden kopmayacak, kendi ilkelerine göre evrimini sürdürecek, ananelerini
koruyacak, böylece de bizimle yerli kitleler arasında bir halka teşkil edecek Şarklılardan
oluşma bir zümreyi nasıl kurabiliriz?[…]Sonuçta tüm bunlar bu yabancı halklarda, bizim
aklımızla teması sürdürme zevkini teşvik etmekle ilgilidir.» Đşte Bir Sürgün romanı bu
aydınlar için öngörülen ‘modernleştirici’ rolü Doğu cephesinde yüklenmiş
Dr.Hikmet’i anlatır. « Modernleşme, ilerleme ve kültüre dair düşüncelere meşruluk ve yetke
sağlamış» Batı’nın Şarklaştırdığı Dr.Hikmet, tüm umarsızlığı içinde kendisini
kazanmak için savaşır; dayanamaz, yiter.
Romanın kurgusu
Yakup Kadri’nin romanı, Osmanlı Đmparatorluğu’nda Yaşamak 3 adlı yapıtta yer
alan Henri Nahum’un yazısındaki gibi bir Đzmir’de; bütün büyük uluslararası
denizcilik şirketlerinin, çok sayıda uluslararası sigorta kuruluşunun ve banka
temsilciliklerinin olduğu çok işlek bir Doğu Akdeniz limanı olan Đzmir’de başlar.
Yazar, romana başlangıç yeri olarak Đzmir’i seçmekle kentin tarihsel konumuna,
önemine dolayısıyla Batı düşüncesinin işleyişine dikkat çekmektedir. 1900’lerin
3
bu Đzmir’inde Nahum’un dediğine göre, bir Fransız şirketi büyük tonajlı
gemilerin yanaşabileceği düzeyde rıhtımlar yaptırmıştır. Sayısız kulüp ve hayır
dernekleri, okul kulüpleri, yoksul aileleri müzik ve dansla eğlendirme derneği,
Fransa Büyük Doğu ve Bene Berith locaları ile öğretim dili fransızca olan
Evrensel Yahudi Birliği’nin bir okulu vardır. Dr.Hikmet, Đzmir’in en canlı
semtlerinden birinde, Kramer birahanesinde oturmuş, ‘’rüyalar’’ kurarak bir
yandan garsonun ‘’demincek kaldırıp götürdüğü kalın bira kadehinden kalma bir incecik
su çemberi’’ni ‘’ve bunun içinde dönen bir küçücük karınca’’yı; öte yandan Marsilya’dan
gelip limana yanaşmakta olan, birkaç saat sonra gene Marsilya’ya gitmek üzere
demir alacak Fransız bandıralı gemiyi izlemektedir.
Đstibdat döneminin Đzmir’i romanın öteki kenti Paris’in hiç olmadığı kadar
canlı ve özgürdür. Buraya sürgüne gönderilen Dr.Hikmet, Guraba Hastanesinde
iş bulmuştur. Yaşamı, hastaneyle Frenk mahallesindeki Abajoli kitabevi arasında
geçer.
Kışları üçüncü kordondaki Kosti’nin kahvesinde; yazları birinci
kordondaki Kramer birahanesindedir. Dağ Mahallesi’ndeki evinde geceler boyu
Fransızca yayınlar ve kitaplar okur. Đstanbul’dan ‘’ Fransız kitapçı dükkânlarına
girip çıkıyor; hususi fransızca muallimiyle düşüp kalkıyor; Beyoğlu’nun bazı ecnebi
muhitleriyle temasa geliyor’’ diye; hatta ‘’zavallı babasının zannettiği gibi sadece Ruşeni
Bey’in oğlu olduğu’’ için kapı dışarı edilmiştir. Tek kazancının, hiçbir anlam
taşımayan bu liman kentinden ayrılmak; bacasından yükselen ‘’nida’’yla
durmaksızın demir atıp demir alan Fransız gemisine binip gitmek olacağını
düşünmektedir. Her gemi ve düdük sesi ‘’geniş ve aydın hürriyet yoluna gitmek’’ için
beyninde bir çağrıdır. Nitekim bir gün, babasının Đzmir’de klinik açması için
kendisine verdiği altınları cebine koyar ve başta özgürlük olmak üzere ‘’Avrupa
medeniyeti denilen ‘şey’’i güzellikleri ve
tinsel dinginlik gibi değerleri
orada/Batı’da/Paris’te bulmak amacıyla ‘’Nigère’’ vapuruna biner. «Sadece imgeler
aramaya gidiyordum: Hepsi bu » diyen Chateaubriand gibidir. Ancak Dr.Hikmet
için söz konusu olan; kim bilir ‘’neler yaşamasına olanak tanıyacak, ruhunun neler
yapmasını mümkün kılacak, kendisi, fikirleri, beklentileri hakkında neleri ortaya
çıkarmasına geçit verecek ‘’ Batı’dır.
Pire’ye vardığında «o çağda hem modernleşmenin hem de Osmanlılığın simgesi»4 olan
fesi bırakacak, artık takmayacaktır. Çünkü ‘’Nigère’’ tam demir alırken, ‘’çeviklikle
birinci sınıf merdivenine asılarak’’ binip kendisini ‘’bir hamlede ikinci kat güvertesinin
ortasında’’ bulduğunda, ‘’elâlem içinde böyle arkasında keten bezinden buruşuk, kirli bir
kostümle; başında bir kalıpsız fesle, eli kolu boş, hapishane kaçkını bir serseri
vaziyetinde’’dir. ‘’Herkes ondan kaçar; adeta onun yakınında durmaktan çekinir; kamara
ve tabldot hizmetkârları bütün hal ve tavırlariyle onun hizmetinde bulunmayı bir zillet
telâkki ettiklerini gösterirler. Yemek odasında metrdotel ona sabah kahvaltısı için yer
vermek bile istemez. Hatta onu, kendiliğinden, boş bulup oturduğu bir sandalyadan
kaldırır.’’
Batı’daki sır
Dr.Hikmet ‘’Đstanbul’un kibar ve devlet düşkünü bir ailesinde’’ yetişmiş, görgülü,
kültürlü, seçkin bir insandır. Babası Ruşeni Bey, ‘’Sultan Murad mensuplarından,
sultanın mabeyncisi’’dir. Bu nedenle, vapurda kendisini Đzmir’de sürgündeyken bile
düşmediği kadar zavallı, ‘’şaşkın, son derece mahcup’’ bir durumda bulduğunda ‘’o
kadar sıkılmış, o kadar sıkılmıştır ki’’ Pire limanına indiğinde ilk düşündüğü şey
giysilerini yenilemek olmuştur. Kirlenmiş beyaz takım elbisesini Atina’daki Stein
mağazasında çıkarmış ve oradan satın aldığı bir ‘’küçük damalı nefti kostüm’’ü
giymiş; biçimini yitirmiş fesin yerine de kendisine ‘’orta halli bir Avrupalı seyyah’’
havası veren ‘’Panama taklidi şapka’’ takmıştır. O denli sıkıntının ve tedirginliğin
ardından Osmanlı kimliğini sergileyen görüntüsünün değişimine pek aldırmadığı
4
görülür. Onun derdi, alışkın olduğu biçimde gene modern, gene temiz, her
şeyden önemlisi başkalarının karşısına çıkabilir durumda olmaktır. Öyle olunca
da ‘’bir nevi memnuniyet, bir nevi iftihar’’ bile duyar. Dr.Hikmet, ‘’yabancı bir muhitte
kıyafet meselesinin ne büyük ehemmiyeti’’ olduğunu; dış görünüşün saygınlıktaki yerini
görür görmesine ancak ‘’kıyafet meselesinin’’ Batı’daki sırrını daha sonra; Paris’te
‘’kendi şahsı ve kendi geneologisi bakımından kusursuz bir Fransız asilzadesi’’ olan
Duchesse d’Urat’nın on beş günde bir verdiği çaylı toplantılardan birinde çözer.
Oradaki ‘’mütecessis kümeler’’ fesi, daha doğrusu Şark’tan gelen her nesneyi
‘’original’’ bulmakta, üstelik sahiplenerek çevresine göstermektedir. En önemlisi,
bu ‘’en hakiki Louis XV salonlarına kadar bir takım ekzotik nebatlar, asiyai seccadeler,
şarkkâri cicibicilerle bulaşık ve yüklü‘’ malikânedeki toplantılara, onları ‘’pek alacalı ve
pek heterogen’’ bulmakla birlikte ‘’Fransız aristokrasisinin ananelerine lüzumundan fazla
sadık kalmış, bazı din, milliyet ve protokol müteassıpları’’nın Yakup Kadri’nin deyişiyle
‘’egoizm ve menfaatler üzerine kurulmuş cemiyetlerden‘’ insanların koşa koşa
gelmeleridir. Görmek istedikleri elbette yalnızca ‘’mavi katır boncuklarından
yapılmış bir gerdanlığı sık sık boynuna, bir kehribar tesbihi de arada bir, bilezik
makamında koluna’’ daha olmazsa ‘’gerdanlık yerine boğazına’’ takmayı seven ve bir
yuvarlak masa üzerinde ‘’kabzası hurda zümrüt ve incilerle süslü bir küçük hançeri
coupepapier’’ olarak bulunduran ‘’birçok ekzotik zevkler’’ sahibi Duchesse d’Urat
değildir. Asıl görmek istedikleri oradaki kendileridir.
Nedenine gelince bu ve benzeri salonlar Said’in siyasi öğreti diye tanımladığı
Şarkiyatçılık’ın; Şark’ı olabildiğince geniş bir biçimde tam anlamıyla kendine
biçmenin; Şark’ın temsili bir biçimini oluşturmanın; Şark’ı Batı’da, Batı için
maddi olarak yeniden üretmenin gözler önüne serildiği yerler olmasıdır. Görülen
şudur: « Şark, Disraeli’nin dediği gibi, bir meslek haline gelmiş»tir. Üstelik «kişinin
yalnızca Şark’ı değil kendini de yeniden üretebileceği, yenileyebileceği bir meslek»tir.5 Bir
Sürgün’de bu işi en iyi yapan, toplantılarına özel bir hava vermeleri için ‘’muhtelif
cins ve mezhepten birtakım misafirler’’ çağıran Duchesse d’Urat’dır. Bu salonda tüm
Şarkiyatçılar, «Şark’ın kendilerine dayattığı şeylerle hesaplaşmanın bir yolu»nu
bulmuşlardır. Aralarında ‘’dibalar giyinmiş kavuklu Hind Mihraceleri, Osmanlı ve Đran
sefarethanelerine mensup kırmızı fesli ve kara serpuşlu Türkler’’ gibi misafirlerin,
‘’dekoratif Türk mangalları’’ ile ‘’Bengal palmiyeleri’’nin gördüğü ilgiyi gördüklerini
belirtmek gereksizdir. Batı’nın Şarklaştırdığı Dr.Hikmet, orada ne Avrupalı, ne
de Şarklıdır. Kimliğini ve köklerini yitirmiş olmaktan şaşkın; açıklanması ve
benimsenmesi zor bir durumdadır.
Romanın biçimsel özelliği
Gelinen noktada romanın biçimsel özelliğine değinmek gerekiyor. Bir Sürgün
yayımlandığında, içindeki Fransızca sözcükler, tümceler, kuruluşlar ve diyaloglar
yüzünden dili bilmeyenler için anlamı olmadığı öne sürülerek eleştirilmiştir. 29
bölümlük yapıtın ortasında, Duchesse d’Urat’nın toplantısının söz konusu
edildiği 14. bölümde, Fransızca konuşmalar neredeyse yarım sayfadır. Yapıtın
tümünde Fransızca sözcükler geçer. Ancak bu durum, ne Yakup Kadri’nin
‘’Türkçe’ye çevrilseydi sözcükler özelliklerini yitirirdi’’ savını ne de Türkçe’yi yetersiz
gördüğü için sözcüklere karşılık bulmadığı savlarını karşılar. Aslında Dr.Hikmet,
Duchesse d’Urat’nın evinde kendisini Parislilere uzak duyduğu kadar
Fransızca’ya da uzak duyuyordur. Đkisine de yabancıdır; ikisinin de sahibi
görmez kendisini. Düşesin boynundaki o iri, mavi katır boncuklarının ilk bakışta
göze çarpmaları gibi, sözcükler de teker teker, aralarında gerçek bir bağ/bağlantı
kurulmaksızın kulağına çarpar. Çünkü katır boncukları gibi Fransızca sözler de
buyurun görün der gibi oradadır. Göstermeliktir yalnızca ve Dr.Hikmet’in
vurgular, perdeler aracılığıyla algıladığı bildirilerdir. Dr.Hikmet’in çok iyi bildiği
5
Fransızca, Paris’e / Fransa’ya / Batı’ya özgü bir nesne olarak kendisinin dışında
kalır. Bir Sürgün’ün, Batı’nın Doğu’yla uğraşmasına karşı çıkan söylemi pekişir.
Said’in dediği gibi Batı’nın tüm çeşitliliğiyle özlemlerini özümsetebileceği,
benimsetebileceği bir öteki adına davranmasına; kendini haklı göstererek bu
çabayı ötekine benimsetmesine; buna karşın hep dışladığı bir ötekini karşısına
almasına; bu zihniyete başkaldırıdır. Biçimsel özellik, bir ana sorunsal olarak
romanın ortasındadır. Đçerikle biçimin ayrılmazlığına tanıklık eder.
Şarklı imgelem
«Sterne’in, Yorick’in yaptığı gibi, kişisel duygulanımlarının, düşlerinin izlerini arayan,
daha doğrusu, bu izlerin ardından giden» Nerval gibi Dr.Hikmet de imgelemine teslim
olmuştur. Batı’yı, özellikle Paris’i ve insanlarını, Batı’ya bağlı kılınmış bir
düşünsellik ve beklentiler doğrultusunda sığdırmıştır kafasına. Ancak oraya
gittiğinde beklemediği bir şey gerçekleşir: ‘’Kendi hissine göre, ‘asıl Paris’ ondan her
gün biraz daha’’ uzaklaşır. ‘’Hugo’dan, Balzac’tan Bourget’ye kadar bütün bir silsile sanat
dehasının’’ yapıtlarından sonra gerçekte görmeyi beklediği Paris yalnızca ‘’bir feerik
dünyanın parıltılı gölgesi’’ olarak belirir. Düş üzerine gerçeğin karaltısının düştüğü
Paris’le karşı karşıyadır. Asıl üzücü olan ‘’medeni insanlığın ulvi ve feragatli mürşitleri
şeklinde tasavvur ettiği âlim tiplerine gelince, onların bir örneğini de Dr.Foissard’ın kuru ve
yaklaşılmaz şahsında, apaçık görmüş’’ olmasıdır. Paris’in ‘’yabancı bir dünya’’ olduğunu
görmüş; ‘’büsbütün başka bir coğrafyası, büsbütün başka bir iklimi’’ olduğunu anlamış;
‘’toprağının, insanlarının kokusu ile büsbütün başka türlü’’ olduğuna yaşayarak tanık
olmuş; gerçeği gördüğünde ‘’hiç beklemediği, anlamadığı asıl Paris’’le karşı karşıya
kalmıştır. Şark üzerine yazan Batılının, Şarklının hoşuna gidecek biçimde
hazırlayıp sunduğu Paris’in yerinde asıl Paris durmaktadır.
Yitik şarklı
Asıl Paris’te Dr.Hikmet tüm imgelerini, kimliğini, dahası kendini yitirir. ‘’Aşağı
yukarı bir aydan beri oturduğu evde, gerek odasını temizleyen hizmetçi, gerek kapısını açan
kapıcı, Doktor Hikmet’i ya yalnız ‘’Mösyö’’, yahut da ‘’Mösyö Đkme’’ diye çağırıyordur. Bir
türlü Hikmet diyemez: ‘’Mösyö Đkme? Bu da kimdir? Genç adam, kapıcı kadın ona her
böyle hitap edişte, yalnız yabancılığının acısını iki kat duymakla’’ kalmaz ‘’kendisini iğreti
bir isimle dolaşan bir serseri’’ sanmaya başlar. Oysa daha bir ay önce Đzmir’de
sürgündeyken ‘’dünyaya sadece bir Türk olarak gelmemiş’’ olmayı geçirmiştir içinden.
Đster orada/Đzmir’de/Doğu’da ister burada/Paris’te/Batıda kimliksizdir. « De
Lesseps Şark’ı Batı’ya (neredeyse fiilen) sürükleyip sonuçta Đslam tehdidini ortadan
kaldırmakla Şark’ın coğrafi kimliğini yok etmiştir» der Said. Dr.Hikmet de her
durumda kimliğinden yakınan, cezalandırılmış bireydir: «Şark, Avrupa
toplumunun(…)sınırlarının dışında kalmasından ötürü düzeltilir, hatta cezalandırılır;
böylece Şarklaştırılmış olur».6 Ve kendisini suçlamaya başlar: ‘’Ve bütün bunlar ne için?
Kendisinin bir kaprisi için…Kendisi, hürriyetine kavuşsun, istediği gibi gezsin, eğlensin,
maceradan maceraya koşsun diye…Yani, alelâde bir gençlik divaneliği yüzünden…Doktor
Hikmet, kurduğu facialardan daha müthiş olan bu hükmün altında ezilir, kalır.’’ Fazla
değil birkaç ay sonra bu sözlerini daha şiddetli yineleyecek; vicdan azabına
kapılacaktır: ‘’Buraya kaçışımın sebebi nedir? Sanki, Đzmir’de beni tazyik mi ediyorlardı?
Bütün manasıyla bir sürgün şartları içinde mi yaşıyordum? Haydi, canım! Hep laf! Paris’i
görmek hevesi; gezmek, eğlenmek arzusu, birtakım maceralara atılmak iştiyakları…(…) Bu
kadar ıstırap, sıkıntı hangi maksat, hangi yüksek emel yoluna? Hiç!’’ Paris’te de dingin
olmadığı, dahası nereye giderse gitsin olamayacağı açıktır. Yanılsamayı yerinde
görmüş, yeni bir sürgüne hazırlanıyordur : ‘’Bir tren düdüğü ötüyor. Bu tren nereye
hareket ediyor acaba? Doktor Hikmet’in canı, birdenbire, buna atlayıp hiç bilmediği,
isimlerini bile işitmediği birtakım uzak diyarlara doğru kaçmak arzusunu duydu. Bu arzu,
6
bundan dört ay evvel, bir yaz gecesi, Kordonboyu’nda, birdenbire kalbini kavramış olan o eski
arzu derecesinde dayanılmaz’’ bir şeydi.
Yitik garplı
Dr.Hikmet’e gerçeği, birlikte bir gece geçirdiği genç kadın gösterir. O da
kafasına imgeler, düşünceler sokulmuş, kendisi gibi biridir. Batılının Batı’da
yarattığı sürgündür. Şarklaştırılmış bir Nerval’dir adeta : «Dünyanın en güzel
yarımını, krallık, krallık adına yitirdim çoktan, yakında sığınak olacak hiçbir yer bulamaz
hale geleceğim; en çok da Mısır için üzülüyorum, onu hayal dünyamdan kovup içim acıyarak
anılarıma gömdüğüm için.»7 Said de şöyle der: «Bir zamanlar Nerval’in Gautier’ye
söylediği gibi Şark’ı görmemiş kişi için nilüfer hâlâ nilüferdir; Nerval içinse, bir tür soğandır
sadece». Genç kadının açıklaması da bu sözlerden ayrı değildir : ‘’…Ben şarklılara
bayılırım. Çocukluğumda en çok tahayyül ettiğim şey, yağız çehreli bir arabın beni kapıp
çöllere kaçırmasıydı. On üç on dört yaşımda ya var ya yoktum; geceleri, ilk genç kızlık
rüyalarımda hep bu çöl Arabının yüzünü gördüm. Tıpkı Marok sultanı Abdülaziz’e
benziyordu…(…)Đşte demin, seni görür görmez, ilk genç kızlık günlerimin bu prince
charmant’ını görür gibi oldum…Yalnız bilir misin, sakallı olsaydın, seni daha çok
sevecektim!’’ Dr.Hikmet’in karşısında Batı öğretisinin bozup yıktığı; ne oralı ne
buralı, yalnızca bağımlı kılınmış biri vardır. Aslında bu genç kadın, Duchesse
d’Urat’nın çaylı toplantısında Dr.Hikmet’e ‘’hususi bir alâka gösteren, en çok, elli
beşlik’’ kontesten ayrı düşmez. Çayda ona ‘’Türk erkeklerinin birçok kadınla birden
evlendikleri doğru mu?’’; ‘’Peki mesela, erkek birinci kadınla bulunurken, ikinci veya üçüncü
ne yapar?’’; ‘’Kaç günde bir? Mais c’est enorme; c’est cruel’’ diyen Comtesse’in
imgelemindeki Şarklı ile genç kadının imgelemindeki Şarklı özdeştir. «Şark,
Avrupa’da edinilemeyen cinsel deneyimlerin aranabileceği bir yer oldu. 1800’den sonraki
dönemde Şark hakkında yazan ya da Şark’a giden, kadın olsun erkek olsun neredeyse hiçbir
Avrupalı yazar, kendini bu arayışın dışında tutamadı: Flaubert, Nerval, ‘Dirty Dick’
Burton ve Lane bunların en ünlüleridir sadece. Yirminci yüzyıl söz konusu olduğunda da,
Gide, Conrad, Maugham ve düzinelerce başka yazar gelir akla.»8
Şarkçı Avrupa kimliği
Şarkiyatçı yetkelerin kimliğini en çarpıcı, en ağır biçimde açıklayan yahudi
Dr.Pienot olur: ‘’Lâkin, yirminci asır insanları…kendilerini terakki ve tekâmül’ün
zirvesine ermiş sanıyor. Gene yirminci asır insanının iddiasına göre Avrupa medeniyeti,
artık, insanlığın son sözü, son merhalesi, son muvaffakiyetidir ve geçmiş medeniyetlerin
hepsinden üstündür. Avrupa medeniyeti!…Lâkin, Avrupa medeniyetinin ne olduğunu tetkik
etmeden evvel bir kere Avrupalının ne olduğunu anlayalım. Muayyen bir insan tipi olarak,
muayyen bir coğrafi ve tarihi tip olarak Avrupalı nedir? Đnsanlık kategorisinde nasıl bir cins
örneğini temsil ediyor? Biliyorsunuz ki bunlar, Hıristiyan olmazdan, yani Sami ve Asyai
din ve medeniyetlerin tesiriyle ruhları yumuşamazdan evvel, şimalin kara ormanlarında vahşi
hayvanlarla boğuşan ve hep av etleriyle tagaddi eden başıboş birtakım barbar sürüleriydi.’’
Said’e göre onyedinci yüzyılın sonuna değin Osmanlı tehdidi tüm Hıristiyan
uygarlığı için sürekli bir tehlikenin temsilcisi olarak Avrupa’nın yanı başında
pusuda beklemiştir. Dr.Pienot’nun ‘’şimalden inen o eski başıboş barbar sürüleri’’
dediği Avrupa Said’e göre kendisini korumak adına Birinci Dünya Savaşının
sonuna değin dünyanın yüzde 85’ini sömürgeleştirmiştir. Said şöyle der: «Örtük
Şarkiyatçı öğreti ile açık Şarkiyatçı deneyim arasındaki yakınlaşma hiç bir zaman Birinci
Dünya Savaşının bir sonucu olarak Asya’daki Türk topraklarının parçalanmak üzere
Đngiltere ile Fransa tarafından gözden geçirilmesinde olduğu kadar çarpıcı bir biçimde ortaya
çıkmaz.» Dr.Hikmet’in başucunda anlatmayı sürdüren Dr.Pienot daha ileriye
gider ve kendisinin ve hastasının düştüğü durumu özetleyen, Avrupa’nın Şark
anlayışına bağlanan bir açıklama yapar. O sırada Dr.Hikmet’in ölümüne birkaç
7
saat vardır: ‘’Zira, bunlar bir alay yalancıdır ve yalanları, o kadar tehlikelidir ki, işte,
benim gibi bir zavallıyı yerinden, yurdundan eder ve bu kara akıbete mahkum kılar. Zira,
beni, hiç yoktan, bir facianın kahramanı yapan onlardır’’ der. Bu sözleri dinlediği anlar,
sürgün boyunca Dr.Hikmet’in aradığı tek esenlik anları; en gerçek, en mutlu ve
son anları olur: ‘’Ah, doktor; ne kadar zaman, ne kadar zaman var ki, iyilik nedir,
şefkat nedir unutmuşum. Burada kendimi adeta, babamın evine dönmüş ve çocukluk
yatağıma girmiş sanıyorum’’ demekten kendini alamaz. Ne var ki romanın
sonundaki şu kısa not çarpıcıdır: ‘’Doktor Hikmet’in cesedi, toprak parası bulunup
verilemediğinden Paris’in umumi kuburlarından birine gömüldü.’’
Sonuç : Erimiş kimlik
Son anda akla gelen önemsiz bir tümce gibidir. Ancak Şarkiyatçılığın dünya
çapındaki egemenliğine ve temsil ettiği her şeye karşı söylenmiş en keskin, en uç
sözlerdir. Gerçi Dr.Pienot Şarklıymışçasına konuşmuş, Batılıyı yermiş; gözleri
bilgelik pırıltıları saçarak sistemleri tartışmıştır. Ne var ki hastasını bilen bir
doktor olarak cesedin ‘’umumi kubura’’ konmasına ses çıkarmamış; direnme
göstermemiştir. Cesedin uğradığı sessiz son, kimi düşüncelere yol açar.
Dr.Pienot, tin ve hümanizma çemberinden çıkmış; umarsız; ölçütsüz; değerleri
bir arada, yan yana barındıran bir çoğul kişilik sergilemiştir. Đlkesiz, ülküsüz bir
insan bireşimi; belki bir postmodern şarkiyatçı; hepsinden çok bir erimiş
kişilik/kimlik gibi durmuştur.
Aslında Şarklı Dr.Hikmet romanın kurgusunda ölürken, Garplı Dr.Pienot da
kurgunun dışında ölmektedir. Cesedin ‘’umumi kubura’’ konması Doğuyu ortadan
kaldırdığı gibi eylemi yapan Batıyı da kaldırır. Bir Sürgün’ün salt var oluşunun
sırrı da burada; yaşayan tanıklığındadır. Okurun huzurunda Şark’ı ve Garp’ı
yerle bir eden son satır, bir çözüme; «Şark ile Garp’ı toptan ortadan kaldıracak bir
anlayışa »9; insanı sınırsız kavrayan ve insandaki büyüklüğü değerlendiren temiz
bilince yıllar önce yazarın yaptığı çağrıdır. Yakup Kadri, Edward Said’in bilimsel
biçimde söylediklerini yazınsal biçim içinde söylemiştir. Bir Sürgün, Said’in
«kültürel egemenliğin işleyiş biçimine ilişkin daha gelişkin bir anlayış» getirme dileğine
ortaktır.
NOTLAR
1
Mehmet Tekin,‘’Bir Sürgün Romanında Edebi ve Fikri Temeller’’, Doğumunun 100.Yılında Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Đstanbul, Marmara Üniversitesi Yayınları, no.480, 1989.
2
Edward Said, Şarkiyatçılık Batı’nın Şark Anlayışları, Đstanbul, Metis Yayınları, 1.Basım: Mart 1999,
57.s.
3
François Georgeon, Paul Dumont, Osmanlı Đmparatorluğu’nda Yaşamak,
Yayınları, 2.Baskı 2000, 198.s.
4
A.g.e., 207.s.
5
Said, a.g.e., 177.s.
6
A.g.e., 76.s.
7A.g.e.,
110.s.
8A.g.e.,
202.s.
9
Đstanbul, Đletişim
A.g.e., 37.s.
KAYNAKÇA
8
Andaç, Feridun, Sürgün Edebiyatı, Edebiyat Sürgünleri, Đstanbul, Bağlam Yayınları, 1.Basım: Kasım
1996.
Aydın, Zülküf, ‘’Edward Said’in Oryantalizmi Üzerine’’, Toplum ve Bilim, 50 Yaz, 1990, s.127-132.
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1.Basım: Aralık 1973.
Dürder, Baha, ‘’Bir Sürgün’’, Kalem, Sayı:5, 1938.
Ecevit, Yıldız, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1.Baskı, 2001,
s.57-71.
Georgeon, François, Paul Dumont, Osmanlı Đmparatorluğu’nda Yaşamak, Đstanbul, Đletişim Yayınları,
2.Baskı 2000.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Bir Sürgün, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 3.Baskı 1998.
Menemencioğlu, Muazzez, ‘’Yakup Kadri Karaosmanoğlu anlatıyor’’, Varlık, Sayı: 525, 1960.
Said, Edward, Şarkiyatçılık Batı’nın Şark Anlayışları, Đstanbul, Metis Yayınları, 1.Basım: Mart 1999.
Sevük, Đsmail, Habib, ‘’Bir Sürgün’’, Cumhuriyet, Sayı: 6376, 1942.
Tekin, Mehmet, ‘’Bir Sürgün Romanında Edebi ve Fikri Temeller’’, Doğumunun 100.Yılında Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Đstanbul, Marmara Üniversitesi Yayınları, no.480, 1989.
Valéry, Paul, Cours de Poétique, Collège de France, 1937.
Yorulmaz, Bülent, ‘’Diplomat olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu‘’, Doğumunun 100.yılında Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Đstanbul, Marmara Üniversitesi Yayınları, No:480, 1989.
Yenal, Deniz, ‘’Edward Said, oryantalizm, kültür ve emperyalizm üzerine’’, Toplum ve Bilim, 67
Güz, 1995, s.215-226
Yücel, Hasan Ali, Edebiyat Tarihimizden, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2.Baskı 1989.
9

Benzer belgeler