Siyonist İsrail devletinden yeni bir korsanlık

Transkript

Siyonist İsrail devletinden yeni bir korsanlık
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
TEMMUZ 2010/07 ❍ FİYATI 1 TL ❍ ISSN 1302-692X146
▶ Baykal’ı götüren komplo ve sonuçları üzerine
▶ Siyonist İsrail devletinden yeni bir korsanlık daha
▶ Türkiye –İsrail ilişkilerinin boyutları
▶ Avrupa Birliği ve Yunanistan... Kim kimi kurtarıyor?
▶ 2010 Dünya Futbol Kupası’nın öte yüzü…
•
editörden - içindekiler
EDİTÖRDEN
Değerli okuyucu,
Temmuz sayımız ile birlike dergimizin yayınına bir
ay ara veriyoruz.
Bu sayımızda son bir ayda yaşanan gelişmeleri analiz
eden yazılara yer verdik.
Bundan sonraki sayılarımızda da haber vs.den daha
çok bu tür yazılara yer vermeyi düşünüyoruz. Bu
anlamda yeni bir yaklaşım ile siz okurlarımızla
buluşacağız.
Umarız bu değişiklik siz okurlarımızın dergimize
sahip çıkması açısından daha ffaydalı olur ve bu,
derginin daha da yaygınlaştırılmasında atılmış bir
adım olur.
Türkiye gündemi özellikle son dönemde oldukça
yoğun. Savaşın yeniden tırmandırılması, yeniden
yoğun olarak tartışılan AKP'nin Açılım siyaseti,
İsrail'in Mavi Marmara gemisine yaptığı baskın
ve buna bağlı olarak yürütülen 'eksen kayması'
tartışmaları bunlardan yalnızca bir kaçı.
Tüm bu konularda takındığımız tavırları,
savunduğumuz görüşleri bulabilirsiniz.
Bunun yanında fakat işçi sınıfının da gündemi var.
İşçi sınıfının ve ezilenlerin gündemi, işsizlik, açlık,
yoksulluk olmaya devam ediyor.
Yukarıda belirttiğimiz gündemler egmenlerin
gündemleri. Egemenler ezilen işçi ve emekçileri
kendi gündemleriyle oyalamaya devam ediyorlar.
Bunda da oldukça başarılılar. İşçi sınıfı henüz kendi
gündemini ortaya koyamadı. Bu da egemenlerin işçi
sınıfı üzerindeki derin etkisini ortaya koyuyor aynı
zamanda.
Elbette bu böyle gitmeyecek. İşçi sınıfının kendi
gündemini yaratarak bunu egemenlere dayattığı
günler de gelecek. Bunun başarılabilmesi için işçi
sınıfının, sınıf bilincine sahip olması gerekiyor. Bu
bilincin verilmesinde devrimcilere, komünistlere
önemli görevler düşüyor.
Yaz aylarını, işçi sınıfı içerisinde yürüttüğümüz
çalışmanın daha da geliştirilmesi için yapılacak
çalışmalar ile geçmesi dileğiyle...
Eylül sayımızda tekrar görüşmek üzere.
Yeni Dünya İçin Çağrı
1 Temmuz 2010 ❦
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
İşsizliği önlemek mi? Saldırı mı?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Baykal’ı götüren komplo ve sonuçları üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
Siyonist İsrail devletinden yeni bir korsanlık eylemi daha. . . . . . . . 8
Arap Alevi din adamları yargılanıyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
GÜNCEL
Türkiye –İsrail ilişkilerinin boyutları. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Dış siyasette kimi önemli gelişmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
“Eksen kayması” var mı? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
Gazze’ye Özgürlük Kampanyası üzerine tezler . . . . . . . . . . . . . . . . 17
Avrupa Birliği ve Yunanistan Kim kimi kurtarıyor?. . . . . . . . . . . . . 19
PANORAMA
Milliyetçiliğin barbar yüzü… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
2010 Dünya Futbol Kupası’nın öte yüzü…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
“Oltadaki balık”* için yüzecek dere kalmadı! . . . . . . . . . . . . . . . . . 29
OKUR MEKTUBU
Çağrı sayı 144’e iki eleştirim…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
2
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 146· Temmuz 2010 • ISSN 1301692X146• Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı
- İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
T
üm kapitalist-emperyalist ülkelerde olduğu gibi,
işsizlik sorunu TC’de de önemli bir sorun. Ancak bu sorun son yaşanan küresel ekonomik kriz ile
birlikte hemen hemen tüm dünyada ve Türkiye’de oldukça büyümüş durumda.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı son verilere göre 2010 yılının ilk çeyreğinde işsizlik oranı %13,7’ye geriledi. Bu oran geçen yılın aynı
döneminde 15,8’di. Genç nüfusta işsizlik oranı ise
27,5’ten 24,6’ya gerilemiş durumda. Yani çalışabilir
durumda olan her 100 kişiden 14’ü ve çalışabilir durumda olan gençlerin dörtte biri işsiz durumda. Ki
gençler arasındaki işsizlik oranı eğitimli olanlarda
daha da yüksek. TÜİK’in açıkladığı bu oranlara göre
3 milyon 500 bin çalışabilir durumda olan ve iş arayan insan işsizlik bunalımını yaşıyor. Ancak belirtmekte fayda var ki bu bilgiler, hükümete ve doğrudan Başbakanlığa bağlı olan TÜİK’in açıkladığı veriler. Çünkü diğer araştırma kuruluşları ve uzmanlar
bu rakamların daha yüksek olduğunu ve fiili işsizliğin yüzde 25’in üzerinde olduğunu açıklıyorlar. Örneğin “ev hanımı” durumunda olan, oysa çalışabileceği iyi bir iş bulduğunda çalışabilecek olan milyonlarca kadın, iş bulma umudunu kaybettiği için artık
iş aramayan kronik işsizler, belirli dönemlerde iş bulabilen mevsimlik işçiler, geçici ve esnek çalıştırılan
milyonlarca işçi bu hesabın dışında tutuluyor. Ayrıca tarım sektöründe bulunan gizli işsizlikte bu hesapta yer almıyor.
TÜİK’in verilerine göre 21 milyon 741 bin kişi çalışıyor. Yani 72 milyon 560 bin nüfusun sadece yüzde
30’u çalışıyor. Toplam nüfusun yüzde 33’ü çalışama-
yacak durumda sayılan 0-14 yaş aralığında ve 65 yaş
üzerindedir. Nüfusun çalışabilir durumda sayılan
15-65 yaş aralığında bulunanların 21 milyon 741 bini
çalıştığına göre geriye kalan 26 milyon 875 bin kişi
çalışmıyor. Bu rakamdan 2 milyon 200 bin yüksek
öğrenim ve 3 milyon ortaöğretim öğrencisini düştükten sonra kalan yaklaşık 22 milyon insanın şu veya bu
nedenle aslında işsiz olduğunu hesaplarız.
Bu işsizlerin önemli bir bölümünü ise 28 yaş altındaki eğitimli gençler oluşturuyor. İş gücüne katılabilecek durumda olan her dört gençten birinin işsiz
olması son derece vahim. Örneğin yüz binlerce öğretmen açığına rağmen yaklaşık 350 bin öğretmen
atama bekliyor. Ve atama bekleyen bu öğretmenlerden, iki fakülte mezunu ve yüksek lisans yapmış olan
Adem Sarıusta geçtiğimiz ay 5. kattan atlayarak intihar etti. Adem Sarıusta ile birlikte bunalıma girip
intihar eden öğretmen sayısı 14’e çıktı.
Ve tüm bu gerçeklere rağmen, işsizlik rakamlarını
olduğundan az göstermeye çalışan, ekonomik alanda
pembe tablolar çizen AKP hükümeti, işsizliği yüzde
10’a indireceğini açıklıyor. Resmi rakamlara göre de
olsa 2,5 milyon insanın işsiz olması ne büyük başarı
olur!
İşsizlik sorununun yakıcı bir şekilde tartışılmasının aslında başka bir nedeni var: İşçi ve emekçilere
karşı yeni bir saldırı konsepti hazırlamak! Hükümet,
IMF, uluslar arası sermaye ve TC burjuvazisi şimdi
hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyor: sermayeye teşvik,
esnek çalıştırma önündeki engellerin kaldırılması ve
mesleki eğitim ile nitelikli işçi yetiştirilmesi.
Sermayeye teşvik konusunda AKP hükümeti önceki
gündem
İşsizliği önlemek mi? Saldırı mı?
3
gündem
4
hükümetleri aratmıyor ve hatta daha iyisini yapıyor!
İşçilerin kar hırsı sonucu ölümlerini kadere bağlayan
AKP hükümeti söz konusu patronlar olunca hemen
yardıma koşuyor. Kriz döneminde kısa çalışma ödeneğinden, sigorta prim indirimlerine kadar bir dizi
teşvik ile işçi ve emekçilerden toplanan vergiler, ücretlerden kesilen işsizlik sigortası primi patronlara
peşkeş çekilmişti. Şimdi de uygulanmakta olan teşvik kapsamında yeni işçi alan patronların ödemesi
gereken sigorta primlerinin tamamına yakını İşsizlik
Sigortası Fonu’ndan karşılanıyor. Yine doymayan ve
doymayacak olan sermaye daha fazlasını istiyor.
Patronların diğer bir talebi ise esnek çalıştırma ile
ilgili yasal engellerin tamamen ortadan kaldırılması. Bu konudaki en önemli talep ise Özel İstihdam
Büroları yasasının çıkarılması. Yani özel bir şirket
tarafından elde tutulan ve bir iş bulunduğunda o işe
gönderilen işçinin kölece alınıp satılması ve bu yolla
da işçinin emeğine yeni bir ortak alınması. Özel İstihdam Büroları yasası ile birlikte sendikalaşma iyice
zorlaşacak ve var olan sendikal örgütlülükler tasfiye
edilecek. Çünkü bu bürolar ile birlikte milyonlarca
işçi ve emekçi taşeron işçiye dönüştürülecek.
Mesleki eğitim ile nitelikli işgücü yaratılması talebi
de diğer talepler gibi sermayenin iştahını kabartmaktadır. Bugün patronlar hep bir ağızdan “çok yüksek
işsizlik rakamlarına rağmen, kalifiye işçi bulmakta”
zorlandıklarını söyleyerek, mesleki eğitimin yaygınlaştırılmasını istiyorlar. Öyle ya “meslek lisesi, memleket meselesi”. Çok iyi niyetli bir amaç olarak görülse
de asıl amaç nitelikli işçi sayısını arttırarak ve bunlarında bir bölümünü işsiz bırakarak, nitelikli işçilerin
ücretlerini daha da aşağıya çekmek. Çünkü aslında
bugün patronların yakındıkları gibi bir durum yok.
Eğitimli gençler arasında işsizliğin daha fazla olması
bu durumu gösteriyor. Sorun kalifiye işçilerin kalifiye olmayan işçilere ödenen ücretle ve aynı koşullarda
çalışmak istememesi. Yani patronların aslında yakındıkları şey kalifiye işçilerin azlığı değil, bu işçilerin
fazla ücret ve sosyal hak talep etmesi. Kapitalizmde
malın fiyatını belirleyen arz ve talep dengesi aynı şekilde işçiler üzerinde de etkilidir. Dolayısıyla az olan
kalifiye işçinin ücreti yükselmektedir. Patronlar kaliteli malın (kalifiye işçilerin) arzının artmasını ve
böylece fiyatların (ücretlerin) düşmesini istiyorlar.
İşte tüm bu güncel durum işçi ve emekçilere yeni
bir saldırı dalgasının habercisi olarak algılanmalıdır. Teşvikler yoluyla işçi ve emekçilerin yarattıkları
değerlerin sermayeye peşkeş çekilmesi, esnek ve ku-
ralsız çalıştırma ile hak gasplarının artması, iş koşullarının ağırlaştırılması, örgütlülüklerin dağıtılması,
engellenmesi ve son olarak kalifiyeleştirme yoluyla
ücretlerin aşağıya çekilmesi. Bu saldırılara karşı sınıfın ekonomik çıkarlarını savunmak zorunda olan
sendikalar, son dönemde görüldüğü gibi şovenist histeri içerisinde, sınıfın sorunlarından uzakta durmaktalar. Örneğin 30 maden işçisinin ve her gün yeni iş
cinayetleri ile işçilerin katledilmesine karşı göstermelik basın açıklamaları dışında ses çıkaramamış olan
sendikalar, yürüyen savaşta ölen askerler için ayağa
kalkıyorlar. Örneğin kapılarını kendi üyelerine kapatan, üzerlerine polisi saldırtan Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun (TİSK) yayın organı “İşveren”’de işçilerin
daha fazla nasıl sömürüleceği konusunda patronlara
akıl hocalığı yapıyor.
Sendikaların önemli çoğunluğu çoktan sermayenin
tarafında yer almış durumda. Bu yüzden yakın gelecekteki saldırılara karşı sınıfın bu yapısı ile karşı koyabilmesi mümkün değil. Elbette az sayıdaki mücadeleci sendikanın önderliğinde bazı eylem ve direnişler yapılacak. Ancak geçmiş deneyimleri dikkate alırsak bu direnişlerin saldırıları püskürtmeye yetmeyeceğini öngörebiliriz.
Bu yüzden işçi sınıfının ileri kesimleri, mücadeleci sendikalar, devrimciler, komünistler bu ve sonraki saldırıları geri çevirmek için örgütlülükleri sağlamlaştırmalı, yetkinleştirmeli ve genişletmelidirler.
Adım adım sürdürülecek mücadele ile sermayenin
saldırıları püskürtülebilir, gasp edilmiş haklar geri
alınabilir ve yeni haklar kazanılabilir.
Kapitalizm şartlarında işsizlik ve işçi sınıfının sürekli saldırılarla yoksullaştırılması kroniktir. Çünkü
işsizlik ücretlerin düşük tutulması için subap görevi
görürken, hak gaspları ve yeni saldırılar ile sermaye
birikimi sürekli arttırılmaktadır. Bu yüzden saldırılara ve işsizliğe karşı mücadele kapitalist sisteme karşı
mücadele olarak yürütülmelidir. İşçi sınıfı, emekçiler,
yoksullaştırılan milyonlar çok küçük bir azınlık olan
sömürücü sınıflara karşı iktidar mücadelesi vermek
zorundadır.
İşçi ve emekçiler için gerçek kurtuluş, mutlu bir yaşam, sağlıklı ve güvenli gelecek kapitalizmde mümkün değildir. Kurtuluş sosyalizmin yolunu açacak
olan işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimindedir.
Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!
22.06.2010 ✓
M
ayıs ayında CHP ve onunla birlikte Türkiye’de
siyaset adeta bir deprem geçirdi. 22 Mayıs’ta
yapılan CHP 33. Olağan Kurultayı, Mayıs başında hiç
kimsenin beklemediği bir biçimde gerçek anlamda
olağanüstü bir sonuçla bitti. CHP’nin değişmez, yıkılmaz başkanı olarak görünen Deniz Baykal CHP başkanlığından gitti, ekibinin bir bölümü merkez yönetiminden tasfiye edildi. Deniz Baykal’ın biraz da tasfiye hesaplarıyla İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı olarak gösterdiği Kemal Kılıçdaroğlu, olağanüstü bir medya pompalaması ile ve Baykal’ın en
sadık adamlarından biri olarak görünen ve CHP’nin
örgütlerinde büyük etkiye sahip Genel Sekreter Önder Sav’ın bir gün içinde saf değiştirmesiyle Kongrede kullanılan geçerli oyların tamamını alarak Genel
Başkan oldu.
Bir komplo sonucunda Baykal’ın istifa etmesi, genel
başkanlığa Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi, bu eksende yapılan değerlendirmeler hakkında vb. şunları
vurgulamak istiyoruz:
Komplo mu?
Evet, bir komplo söz konusudur. Evli çocuk-torun sahibi CHP başkanının milletvekili seçtirdiği sekreteri
güncel
Baykal’ı götüren komplo ve
sonuçları üzerine
Yetişmiş iki insanın özel
ilişkileri, ancak ve yalnızca o
özel ilişki içinde olan insanları
ve bu ilişkinin doğrudan veya
dolaylı mağdurları -eğer
kendini mağdur hissediyorsaolan insanları ilgilendirir. Bu
insanın özelidir. Ve siyasette
yeri olmaması gerekir.
olan bir kadınla ilişkisini gösterdiği iddia edilen bir
kasetin –hem de çekilen görüntülerin tümü olmadığı,
elde başka görüntüler olduğunu da gösteren, kesilip
biçilmiş bir kasetin- internet ortamına düşürülmesi
bir komplodur. Kim tarafından hangi amaçla yapılmış olursa olsun, sonuçta en başta CHP Kurultayına doğrudan bir müdahaledir. Komplo en başta CHP
başkanı Baykal’ın inanılırlığına yönelmiş, onu teşhire
yönelmiş, onu baskı altına almaya yönelmiş, sonuçta
siyasi hayatını bitirmeye de yönelmiş olan bir komplodur. Komplo CHP’ne yönelik olarak, yola Baykalsız devam etme yolunu açan, adeta bu konuda direktif veren bir komplodur.
Özel hayatın korunması sorunu
Yetişmiş iki insanın özel ilişkileri, ancak ve yalnızca
o özel ilişki içinde olan insanları ve bu ilişkinin doğrudan veya dolaylı mağdurları -eğer kendini mağdur
hissediyorsa- olan insanları ilgilendirir. Bu insanın
özelidir. Ve siyasette yeri olmaması gerekir.
Kaldı ki, Türkiye’deki yasalara göre de, özel’in –
belli koşullarda hakim kararı olmaksızın– izlenmesi, kaydı ve kullanılması suçtur. Bu kasetin çekilmesi,
internet ortamına düşürülmesi suçtur. Böyle bir du-
5
güncel
rumda toplum açısından yapılması gereken şey, bu
gibi bilgileri sızdıranları ayıplamak, mahkum etmek;
kolluk kuvvetleri açısından da yapılması gereken şey
suçluların peşine düşmektir.
Fakat bu böyle olmasına rağmen, içinde yaşadığımız
Türkiye/Kuzey Kürdistan toplumunda bu bağlamda
yeterli bir demokrat bilinç yoktur. Bir siyasetçi, hele
hele başbakanlığa talip bir siyasetçi özel hayatında
toplumun “yanlış” saydığı bir iş yaptığında (ki evlilik
dışı ilişki aslında neredeyse kural olmasına rağmen,
genelde toplum vicdanında sahtekarca mahkum edilmektedir) bu ona büyük puan kaybettirir, hatta siyasi
hayatının sonunu bile getirebilir.
Bu kaseti yapan ve internet ortamına düşüren
komplocular Türkiye toplumunda bu kasetin oynayacağı rolün bilincindedirler. Kaset Baykal’a karşı bir
komplonun kasetidir.
Baykal’ın tavrı tutarsız ve yanlıştır
Baykal en başından itibaren doğru olarak bu kasetin
tartışmıyorum denir. Ya da eğer her şeye rağmen özel
hayatı birilerine irdeleterek zaten laf edeceksek, o zaman en baştan bu konuda durumun ne olduğu birinci ağızdan söylenir. İkisinin biri!
* Erdoğan ve AKP’nin tavrı da yanlış ve tutarsızdır
Erdoğan ve AKP başlangıçta kaset sorununu siyasete alet etmeme tavrı ve çağrısı ile doğru bir tavır takındılar. Ancak komplonun adresinin AKP ve hükümet olarak gösterilmesi ertesinde iş çığırından çıktı.
Toplumun ahlak değerleri adına dedikodu yapılmaya
başlandı. Siyasette belden aşağı inildi. Bu bağlamda
aslında hiçbir burjuva politikacısının, bir başkasına
ahlak dersi vermeye hakkı yoktur. Hele hele islamın
evlilik konusunda koyduğu kuralları bugün de savunanların bu konuda hiç söz etmemesi gerekir.
* Komplo kimin işi?
Bu konuda bu işi yapanlar ve doğrudan bilgisi olanlar dışında bu soruya kesin cevap verecek kimse yok.
Teoriler var. Belki sonuçlar ne ve kime yarıyor sorusundan yola çıkarak cevap aranabilir.
Eğer bu komplo, Baykal’la veya Baytok’la kişisel hesabı olanların sonuçlarını fazla
düşünmeden gerçekleştirdikleri basit bir intikam olayı değilse - ki bunu da şu an
dışlamak mümkün değil- eğer bu komplo profesyonel siyaset mühendislerinin
bilinçli, planlı bir işi ise, o zaman bu siyaset mühendisleri Türkiye’de CHP’ni
yeniden dizayn etme üzerinden, tüm siyasi arenayı yeniden dizayn etme işine
soyunmuşlardır.
6
bir komplo olduğunu, özel hayata bir saldırı olduğunu tespit etmiş, buna karşı tavır takınmıştır. Fakat o
burada durmamış, elde hiçbir kanıt yokken hükümet
ve hükümet partisi olayı kınamışken, kaset olayını siyasi fırsata dönüştürmeye çalışmıştır. Kaset’in hükümetin bilgisi dahilinde üretilip kullanıldığı, amacın
aslında cumhuriyet değerlerinin koruyucusu CHP’ni
vurmak olduğu vs. anlamına gelen bir çizgi tutturmuştur. Kaset olayını siyasi ranta dönüştürmeye çalışmıştır.
Diğer yandan Baykal’ın tavrı bir başka noktada da
tutarsızdır. O bir yandan, kasetteki iddia konusunda
hiçbir söz etmezken ve bu konuda bir söz etmeyi güya
ilke olarak reddeden bir tavır takınırken, diğer yandan bizzat avukatları aracılığıyla bir özel şirkete bu
kasetin gerçekliği konusunda “rapor” hazırlatmış ve
bu rapora atıfta bulunarak kendini savunmaya kalkmıştır. Ya özel hayat kimseyi ilgilendirmez, ben bunu
Şimdiye kadarki sonuçlar şunlar:
* CHP’nin yönetim kademesi değişti. CHP’de iktidarı hiçbir biçimde sorgulanma imkanı olmayan
Baykal CHP başkanlığından bu komplo sayesinde
uzaklaştırıldı.
* Buna bağlı olarak CHP’nin % 20-25 bandındaki
bir parti olma kaderinden uzaklaşma ihtimali çıktı.
CHP’nin “yenilenebilir” bir parti olabileceği umudu
doğdu.
* CHP deki yönetim değişikliği ile CHP’nin AKP’yi
gerçekten zorlayabilecek bir parti olarak gelişebileceği umudu doğdu. Ki bu komplonun en önemli sonucu bu. Toplumda –en azından medyanın bastığı hava
bu- AKP’nin bir dahaki seçimde tek başına iktidar
olamayabileceği, CHP’nin AKP’ni zorlayabilecek şekilde gelişebileceği umudu doğdu.
Komplo herhalde sonuçta CHP’ne yaramış, ona geçici bir ivme kazandırmıştır. Bu aynı zamanda komp-
ülkesi de AKP’de dış politikada bir “eksen kayması”
olduğunu düşünmekte, bunu dillendirmekte, düzeltme istemektedir.) olabilir.
Tabii ki eğer bu bir siyasi mühendislik işi ise, bu
mühendislik işinde en büyük bilinmez halkın tavrıdır. Sonuçta bütün siyasi mühendislik planları bu
“bilinmez” karşısında çökebilmektedir.
* Herhalde Baykal’ın götürülmesi, CHP’nin başına
“yeni” ve “yenilikçi” görünümlü bir ekibin getirilerek
onun büyütülmesi yoluyla sistem AKP’nin iktidardan
götürülmesi için kendi hesabına göre yeni bir yol bulmuştur. Böylece AKP’nin başında Demoklesin kılıcı
gibi sallanan yeni kapatma davasının –en azından
seçimlere kadar- açılma ihtimali azalmıştır. Aslında
o Demokles kılıcı iki yanı da kesen tehlikeli bir kılıçtır. Geçen kapatma davası AKP’ni “mağdur” gösterip,
büyümesini beraberinde getirmişti. Görünen askeri
darbe yolunun kapalı olduğunun görüldüğü yerde ve
kapatma sonuçlarının kestirilemediği yerde AKP’ni,
seçimlerle alt etme yolunun deneneceğidir.
*Kılıçdaroğlu Önder Sav’a dayanarak, onun örgüt
içindeki ağırlığına, gücüne dayanarak genel başkan
olmuştur. Baykal, Sav, Kılıçdaroğlu’nun zihniyeti
bir ve aynıdır. Kemalist zihniyet! Baykal ile Kılıçdaroğlu arasında CHP’nin izlediği/izleyeceği siyaset
açısından köklü bir fark yoktur. Kılıçdaroğlu CHP siyasetinin üzerine şimdi Ecevit tipi bir “halkçı” tül örtülme yoluyla iktidara yürümek, yolsuzluk-yoksulluk
üzerinden daha fazla siyaset yaparak en azından –bu
açıkça söylenmese bile- tek başına AKP iktidarını
engellemek istemektedir. Kılıçdaroğlu Sav ekibi için
Baykal’ı devirmenin bir aracı idi, aracıdır. Bunun yanında partide daha “halkçı” ve daha “sosyal demokrat” yönde bir değişimden yana olan Gürsel Tekin
ekibi vardır. Sav ve Tekin ekibi arasında bir rekabet
yaşanmaktadır. İki tarafta anda diğerini devirecek,
tasfiye edecek güce sahip değil, açık iktidar dalaşının
bir bütün olarak CHP’nin aleyhine olacağını bilmektedir, bu yüzden kerhen de olsa birlikte çalışır görünmek zorundadır. Ancak alttan alta iktidar mücadelesi yürümektedir, önümüzdeki dönemde de yürüyecektir.
*Baykal’ın CHP kurultayından sonra verdiği mesaj,
siyasete devam mesajıdır. Baykal kendisini götürenlere “ben yine geleceğim” mesajı veriyor. Bu gelişin
Cumhurbaşkanı olarak gelme biçimine de kapıyı kapamıyor.
3 Haziran 2010 ✓
gündem
lonun sonuç olarak AKP’nin – tek başına AKP iktidarının- aleyhine olduğu anlamına gelir.
*Komplonun şu andaki kaybedeni öncelikle Baykal
ve ekibidir. Ancak diğer yandan eğer bu zaten bilinen
bir giz idiyse, bunun şimdi bu şekilde çıkıp, patlaması ve toplumda genel olarak bu gibi işlerin siyasette
kullanılmaması gerektiği konusunda bir bilinç yaratmaya hizmet etmiş olması, gelecek açısından Baykal’a
karşı artık bu silahın kullanılamayacağı anlamına da
gelir. Kılıçdaroğlu’nun Baykal’ın adından “cumhurbaşkanı adayımız” olabilir diye söz etmesi bu yüzden
anlamlıdır. Yani Baykal’ın kaybının anlık olma ihtimali de vardır.
Bu sonuçlardan yola çıkıldığında aslında bu komplonun Baykal’ın iddia edip, CHP’nin sahip çıktığı gibi,
AKP’nin, ya da AKP hükümetinin işi olduğu iddiası
akla yakın bir iddia olarak görünmüyor. Aslında Erdoğan, Baykal’dan gayet memnundu. O ve onun siyaseti CHP’de kaldığı sürece AKP’nin tek başına iktidar
için fazla bir şey yapmasına gerek kalmıyordu. Kaset
ortaya çıktığındaki ilk “centilmence” tavırda herhalde bu memnuniyetin payı da vardı. Bu bağlamda Erdoğan ve AKP, okun sivri ucu Baykal tarafından kendilerine döndürüldüğünde “belden aşağı” vurarak,
Baykal’ın gidişine yardımcı oldular. Şimdi herhalde
kendileri açısından bu yaptıklarının iyi olup olmadığını sorguluyorlardır!
Eğer bu komplo, Baykal’la veya Baytok’la kişisel
hesabı olanların sonuçlarını fazla düşünmeden gerçekleştirdikleri basit bir intikam olayı değilse - ki
bunu da şu an dışlamak mümkün değil- eğer bu
komplo profesyonel siyaset mühendislerinin bilinçli, planlı bir işi ise, o zaman bu siyaset mühendisleri
Türkiye’de CHP’ni yeniden dizayn etme üzerinden,
tüm siyasi arenayı yeniden dizayn etme işine soyunmuşlardır. İlk etapta Baykal ve ekibinin tasfiyesi ile
CHP’nin AKP’ye gerçekten rakip olabilmesinin yolu
açılmıştır. İkinci etapta herhalde bu yoldan giderek,
AKP’nin tek başına iktidarının engellenmesi, belki CHP-MHP koalisyonu ile AKP’nin hükümetten
uzaklaştırılması, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
de ortak bir adayla AKP adayının engellenmesi vb.
planlanıyor olabilir. Bu siyaset mühendisleri hem içten, (AKP’nin iktidara yürümesinden hoşnut olmayan egemen sınıf kesimleri küçümsenmeyecek güce
sahipler ve siyasi mühendislik konusunda epey deneyimlidirler) hem dıştan (AKP’nin izlediği dış politikadan rahatsız olanlar az değildir. Gelinen yerde en
başta ABD ve İsrail, fakat aynı zamanda bir dizi AB
7
gündem
Siyonist İsrail devletinden yeni bir
korsanlık eylemi daha
Bugün de kapitalizmin/emperyalizmin
sürdüğü şartlarda iki devlet, yani şimdi
İsrail’in yanında bir Filistin devletinin
kurulması bir çözüm. Bunun için tabii
İsrail’in 1947 sonrasında işgal ettiği
bütün topraklardan çekilmesi bir ön şart.
O
8
n yıllardan beri Filistin Arap halkına kan kusturan işgalci Siyonist İsrail devletinin kural tanımaz korsanlık eylemlerine bir yenisi daha eklendi. 31 Mayıs sabahı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden
ve Türkiye’den hareket ederek Kıbrıs civarında birleşen, işgal altındaki Gazze bölgesine yardım ulaştırma amacında olan 6 gemilik bir insani yardım filosunun yolu, Gazze’den 70 deniz mili uzaklıkta bir bölgede kesildi. Siyonist İsrail devletinin sözcüleri daha
önce yaptıkları açıklamalarda insani yardım filosuna
geçiş izni vermeyeceklerini, filonun “İsrail kara suları” olarak gördükleri Gazze kara sularına girmesi halinde filodaki herkesi gözaltına alacaklarını, gemilere ve içindekilere el koyacaklarını vs. açıklamışlardı.
On yıllardan beri dört bir yandan çevirip tam bir açık
hava hapishanesine dönüştürdükleri Gazze bölgesine
karadan, havadan, denizden mutlak bir ambargo uygulayan İsrail’in bu tavrı bugüne kadar alınmış olan
onlarca BM kararına aykırı, korsanlık tavrının resmen ve önceden ilanı idi. Önceden ilan edilen bu tavrın uygulaması 31 Mayıs sabahı saat 4.00 civarında
geldi. İsrail ordusunun komandoları, hücum botları
ve helikopterlerle henüz uluslararası kara sularında
hareket halinde olan filoya saldırdılar. Bu açık korsanlık eylemine karşı direnmeye çalışanlara karşı dişine tırnağına kadar silahlı Siyonist askerler ateş açtılar. Gemilere el konarak ve gemilerde bulunanlar esir
alınarak, gemiler İsrail’in Aşod limanına yönlendirildiler. Açılan ateşte 9 insani yardım aktivisti vurularak öldü; onlarcası yaralandı. 31 Mayıs saat 16.00 ya
kadar ölü ve yaralı sayısı konusunda ve gemilerin, gemilerde bulunanların akıbeti konusunda kesin bilgi
yoktu. Çünkü İsrail yaptığı elektronik perdeleme ile
gemilerin dış dünya ile tüm irtibatını kesmiş, haberlere, habercilere de sansür getirmişti. Tek haber kaynağı habercilik değil, propaganda yapan İsrail ordusu idi. Siyonist İsrail devletinin bu son korsanlık eylemi, başta Türkiye/Kuzey Kürdistan olmak üzere toplam 33 ülkeden silahsız insani yardım eylemcilerine
yönelik bu hunharca saldırısı, bu devletin gerçek yüzünü bütün dünyaya bir kez daha gösteren bir eylem
oldu. Yüreğinde insanlık sevgisi olan her insan için
bu gelişmeler, Gazze’de yaşanan insanlık dramını bir
kez daha bilinçlere çıkardı.
Dünyanın birçok ülkesinde Siyonist İsrail’in bu eylemini protesto gösterileri gündeme geldi. İsrail’in
en sağlam destekçileri bile –başta ABD olmak üzere- “ölümlerden duydukları üzüntü”yü timsah gözyaşları dökerek açıklamak ve “ olayların derinlemesine araştırılarak, tam olarak açıklanması ”nı talep etmek zorunda kaldılar.
Bu korsanlık eylemi, AKP hükümetinin İsrail’in
Gazze’ye karşı giriştiği son işgal hareketini oldukça
açık dille mahkum etmesi üzerine gerilen Türkiyeİsrail arası diplomatik ilişkilerde de gerilimi üst
noktaya çıkardı. TC hükümeti İsrail büyük elçisini
merkeze çağırdı; Ağustos ayında planlanan üç ortak askeri tatbikata katılımı iptal ettiğini açıkladı;
İsrail’de bulunan 17 altı genç milli futbol takımının
oyunlarını iptal etti ve BM Güvenlik Konseyi’ni bu
konuda toplantıya çağırdı. Yurtdışında değişik ülkelerde resmi ziyaretlerde bulunan başbakan ve Genelkurmay Başkanı geçi programlarını iptal ettiler.
Görünen ilişkilerde ciddi bir krizin yaşandığıdır. Bu
Yahudi düşmanlığına hayır!
Türkiye ve dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan Siyonist saldırıyı protesto gösterilerinde, Yahudi düşmanlığı, antisemitizm yoğun olarak körüklendi. İslami
dini gericilik antisemitizmi körükleyerek, Yahudileri düşman olarak gösteriyor. Düşman Yahudiler değil. Düşman İsrailli işçiler, emekçiler değil. Düşman,
İsrail devletinin egemen sınıflarıdır. Düşman Yahudi şovenizmi olan siyonizmdir. Düşman İsrail devletindeki kapitalist sistemdir. Düşman Siyonist İsrail’in
emperyalist destekçileridir, emperyalizmdir. Düş-
man ırkçılıktır, gericiliktir.
İsrail toplumu her toplum gibi sınıflı bir toplumdur. Emek sermaye çelişkisi, ezen ezilen çelişkisi, sınıf mücadelesi her ülkede olduğu gibi İsrail’de de var.
Ayrımsız Yahudi toplumunu düşman olarak göstermek yanlıştır. Yahudi emekçiler, bütün uluslardan,
dinlerden, mezheplerden emekçilerin düşmanı değil
dostudur.
gündem
krizin bugüne kadar Ortadoğu’da ABD’nin en yakın
müttefikleri konumunda olan İsrail ve TC devleti arasındaki ilişkileri -bir süre de olsa- kopma noktasına
götürme potansiyeli de vardır. Bunun böyle olup olmayacağı öncelikli olarak İsrail’in tavrına bağlı olacaktır. Görünen odur ki, İsrail içinde siyaseti belirleyenler içinde bir grup, aşırı Siyonist partiler, TC ile en
azından TC’nin andaki dış siyaseti ile hem fikir değildir, AKP ile Gazze bölgesinin seçilmiş Hamas yönetimi arasındaki ilişkilerden rahatsızdır ve AKP’nin İsrail devletinin varlığına son vermek isteyen “terörist”
Hamas’a destek verdiğini düşünmektedir. AKP’nin
aynı zamanda yine İsrail’in Ortadoğu’da devlet olarak varlığına karşı olduğunu açıkça söyleyen, Molla
rejimli İran’a karşı da, İsrail’in ve ABD’ nin izlediği
politikadan ayrı bir siyaset izlemesi de, İsrail’deki aşırı Siyonistleri kızdırmaktadır. Bunlar bu yüzden TC
ile ilişkileri sertleştirmekten, gerekirse –bir süre de
olsa, AKP dışında bir hükümet işbaşına gelene kadarkoparmayı göze almaktan yanadır. Bunlar kuşkusuz
gerektiğinde “Kürt kartı”nın da kullanılmasını düşünebilirler. Bu son korsanlık eyleminde “vur” emrini
bu aşırı Siyonist güçlerin bilinçli ve hesaplı olarak
vermiş olması ihtimali vardır. Eğer durum böyle ise
ve bu hesap geri tepip, beraberinde İsrail’in uluslararası alanda daha fazla tecritini ve İsrail içinde de bu
aşırı Siyonist güçlerin hükümetten tasfiyesini beraberinde getirmezse, bu korsanlık eylemi İsrail-Türkiye
ilişkilerinde kopmaya kadar gidebilecek bir buz döneminin başlangıcı olabilir.
Gelişmeler ne yönde olursa olsun, işçiler emekçiler
açısından doğru olan Gazze’deki insanlık dramında,
Gazze’nin ezilen Filistinli Arap halkı yanında yer almak, Siyonist İsrail’in Gazze üzerindeki ambargosunu kaldırması için mücadele etmek; İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarından 1947 sınırlarına çekilmesi
için mücadele etmektir.
Çözüm var mı?
İsrail’in korsanlık saldırısı İsrail/Filistin sorununda
çözüm sorununun tartışmasını da yeniden gündeme
getirdi.
İsrail’in kuruluş aşamasında aslında kapitalizm
şartlarında çözümün ne olabileceği o dönemde Komünistler tarafından ortaya konmuş, içinde Filistin Arap, Yahudi ve diğer milliyetlerden halklarının
birlikte yaşayacakları demokratik bir Filistin devleti
önerilmişti. Bu önerinin kabul görmediğinin görüldüğü yerde, bu kez iki devletli bir çözüm BM önerisi olarak gündeme gelmiş, tartışmalar sürerken İsrail devleti kuruluşunu ilan etmiş, ardından kısa süre
içinde çıkan savaşta sınırlarını genişletmiş, İsrail
içindeki Arap nüfusun önemli bir bölümü de sürülmüştü.
Bugün de kapitalizmin/emperyalizmin sürdüğü şartlarda iki devlet, yani şimdi İsrail’in yanında
bir Filistin devletinin kurulması bir çözüm. Bunun
için tabii İsrail’in 1947 sonrasında işgal ettiği bütün topraklardan çekilmesi bir ön şart. Ancak böyle
bir durumda kurulacak bir Filistin Arap devletinin
İsrail’den bağımsız yaşama şansı vardır.
Tabii böyle bir çözüm de ancak geçici bir çözüm
olur. Gerçek çözüm ırkçı-milliyetçi zihniyetin hem
Yahudiler hem de Araplar içinde etkinliğini yitirmesiyle gündeme gelebilir. Bu ise uzun vadeli bir iştir,
burjuvazinin her iki ulus içinde de iktidarının yıkılması, her iki ulus içinde de işçilerin emekçilerin egemenliğinin kurulması, sömürü imparatorluğunun
yıkılması, ulusların kendi özgür iradeleri ile birleşme
talepleri temelinde olabilir. Kapitalizm, emperyalizm
şartlarındaki her çözüm gerçekte ulusal düşmanlıkların sürdüğü, yalnızca bunun devletlerarası düşmanlık biçimine büründüğü çözümlerdir.
Siyonist işgale son!
Kahrolsun Siyonizm!
Kahrolsun antisemitizm!
Yaşasın bağımsız, birleşik, demokratik Filistin!
3 Haziran 2010 ✓
9
gündem
Türkiye –İsrail ilişkilerinin boyutları
İki ülke hakim sınıfları açısından da ilişkilerin
kopma noktasına gelecek bir biçimde bozulması
önemli kayıpları beraberinde getirecek. Hal
böyle olduğu için ilişkilerin geçici da olsa tümden
kopmasını engellemek için önümüzdeki dönemde
önemli pazarlıkların yaşanacağından, araya
ABD’nin, AB’nin de gireceğinden yola çıkmak
gerekir.
İ
10
srail devletinin Gazze’ye yardım götüren gemilere
yaptığı saldırı ardından, Türkiye-İsrail ilişkileri iyice gerildi.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin kopma noktasına varıp
varmayacağını görebilmek açısından, ortaya çıkacak tablonun ne olduğunu kavranması açısından, iki
ülke arasındaki askeri, ticari, iktisadi ilişkilerin boyutlarının bilinmesi önemlidir.
Türkiye, nüfus çoğunluğu Müslüman olan ülkeler
içinde, ABD ile batı dünyası ile ilişkileri temel alındığında İsrail’e en yakın olan, onunla ilişkileri en iyi
durumda olan; İsrail ile Arap ülkeleri, İsrail ile Filistin, özellikle de Gazze bölgesi yönetimi (Hamas)
arasında arabuluculuk yapma imkanı olan ülke konumunda idi. Siyasi açıdan ilişkilerde yaptırımların
gündeme gelmesi, İsrail açısından bir arabulucunun
kaybedilmesi, Ortadoğu’da bir dostun pratikte düşman haline gelmesi; getirilmesi anlamına gelecektir.
Türkiye açısından da İsrail ile düşmanlık, AKP hükümetinin batıda, en başta ABD nezdindeki “ılımlı
Müslüman“ rol modeli konumunu kaybetmesi anlamına gelecek, AKP hükümetini güvenilmez konuma
koyacaktır. “Kayıplar” yalnızca siyasi açıdan olmayacaktır. Ekonomik açıdan da her iki yan da çok önemli
bir iş ortağını, ticaret ortağını kaybedecektir. Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacmi 2009 yılında
2,6 milyar dolardı. İsrail'le Türkiye arasındaki ilişkiler özellikle 1990'lı yıllardan beri yükseliş eğilimi
gösteriyordu. Mayıs 1997'de iki ülke arasında Serbest
Ticaret Anlaşması'nın yürürlüğe girmesiyle, yaklaşık
200 ürüne uygulanan gümrük vergisi kaldırıldı, gerek ihracat gerek ithalatta dikkate değer bir artış kaydedildi. Türkiye, 2009’da İsrail’e 1 milyar 528 milyon
370 bin dolarlık ihracat gerçekleştirirken, 1 milyar 70
milyon 128 bin dolarlık da ithalat yaptı. 2010 yılının
ilk dört ayında ise İsrail'e 415 milyon 979 bin dolarlık ihracat, İsrail’den 695 milyon 406 bin dolarlık da
ithalat yaptı. İki ülke arasındaki ticarette öne çıkan
sektör savunma sanayi idi. Türkiye İsrail'den yüksek
teknoloji gerektiren savunma sanayi ürünleri alırken, İsrail Türkiye'den, daha çok askeri bot, üniforma
benzeri malzemeler satın alıyordu.
Türkiye'nin İsrail'e ihraç ettiği başlıca ürünler arasında demir-çelik, otomotiv ve yan sanayi, dokumacılık ürünleri, kimyasallar vardı. Türkiye, İsrail'den ise
kimyasallar, petrol ve petrol ürünleri, maden cevherleri ve döküntüleri, elektriksiz makineler, dokumacılık ürünleri ve kağıt-karton ve kağıt, karton esaslı mamuller ile metal eşya ithal ediyordu. Türk müteahhitlik firmalarının İsrail'de bugüne kadar üstlendikleri projelerin toplam değeri de 583 milyon dolar
seviyesinde idi.
İki ülke arasında ise şu anlaşmalar yapılmıştı:
l Mayıs 1997'de imzalanan Serbest Ticaret Alanı
Anlaşması. Ticari, Ekonomik, Sınai, Teknik ve Bilimsel İşbirliği Anlaşması. Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması. Yatırımların Karşılıklı Teşviki
ve Korunması Anlaşması. Gümrük İdarelerinin Karşılıklı Yardımlaşmasına İlişkin Anlaşma. Türkiyeİsrail Karma Ekonomik Komisyon Dönem Mutabakat Zabıtları.
Bunun dışında iki ülkenin orduları arasında çok
sıkı bir işbirliği söz konusu idi. Yapılmış bir dizi askeri anlaşma vardı.
İki ülkenin istihbarat örgütleri birbirleri ile sıkı ilişki içinde idiler, birbirleri ile bilgi paylaşımı yapıyorlardı.
İki ülke hakim sınıfları açısından da ilişkilerin kopma noktasına gelecek bir biçimde bozulması önemli
kayıpları beraberinde getirecek. Hal böyle olduğu için
ilişkilerin geçici da olsa tümden kopmasını engellemek için önümüzdeki dönemde önemli pazarlıkların
yaşanacağından, araya ABD’nin, AB’nin de gireceğinden yola çıkmak gerekir.
Buna rağmen Türkiye’de AKP hükümeti, İsrail’de
bugünkü koalisyon hükümeti işbaşında olduğu sürece ilişkilerde belirleyici önemde bir değişiklik beklememek gerekir.
16 Haziran 2010 ✓
gündem
Dış siyasette kimi önemli gelişmeler
“Eksen kayması” var mı?
Uluslar arası diplomasi arenasında da, ABD zaten kendine “dost ülkeler” üzerinden
İran’a karşı sıkı bir yüksek teknoloji ambargosu uyguluyor, hatta İran’ı dize getirebilmek
için her türlü alışverişin durdurulmasını talep ediyor. Bir bölüm ülke bu ambargoyu
tam olarak uyguluyor. Türkiye, İran konusunda BM’lerde alınan kararlar dışında
herhangi bir yaptırım içinde yer almayı reddediyor. İran’la ticari ilişkilerini sürdürüyor.
Kendisi de nükleer güç olma niyetindeki Türk egemenleri, Amerika’nın İran’a “nükleer
programınızdan vazgeçin” dayatmasına da karşı çıkıyor. Çünkü böyle bir dayatmanın
ilerde kendilerine de dönebileceğini hesaplıyorlar.
D
ış politikada bir süreden beri kimi Kemalist yorumcuların “eksen kayması” olarak adlandırdıkları – onlar bunun içeriğini Türkiye’nin batıdan
uzaklaşması/ yüzünü doğuya dönmesi olarak dolduruyor- kimi önemli gelişmeler oluyor. YDİ Çağrı’nın
140. sayısında, “Türkiye doğuya mı kayıyor?” başlıklı yazımızda, gelişmelerin içeriği böyle doldurulan bir “eksen kayması” olmadığını, AKP’nin izlediği dış politikanın böyle bir eksen kaymasından çok,
Türkiye’yi batı/doğu (bu kavramlarla konuşursak)
arasında köprü olarak dünya politikasının önemli
aktörlerinden biri haline getirmeyi önüne hedef olarak koyan, batıdan kopmayan -ki bu zaten emperyalist sistemin bir parçası olunduğu sürece olacak
iş değil, Türkiye egemen sınıflarının böyle bir derdi
yok- ve fakat Türk egemen sınıflarının kendi çıkarlarını bugüne kadarki hükümetlerden daha çok merkeze koyan, bu çıkarlar şu veya bu batılı emperyalist
gücün çıkarları ile çatıştığında, emperyalistler arası
rekabetten de yararlanarak, kontrollü bir çatışmayı
göze alan bir siyaset. Bu siyaset Türk hakim sınıfları için –öncelikle Ortadoğu’da- bugüne kadar olduğundan daha fazla rol ve pay isteyen bir siyaset. Geçmiş dönemlerle karşılaştırıldığında aktif ve çok yönlü bir dış siyaset. Kuşkusuz bu siyaset, batılı emperyalist güçlerin çıkarları ile uyum içinde olduğu sürece sorun değil, fakat bu çıkarlar çatıştığı zaman batılı emperyalist güçlerin Türkiye’deki etkinliği bilindiğinde oldukça rizikolu bir siyaset.
Sadece Mayıs ayında Dışişleri Bakanı ve Başbaka-
nın dış ziyaretleri, katıldıkları toplantılar, zirveler,
buralarda yapılan anlaşmalara göz atılması bile nasıl bir hızlı dış ilişkiler trafiğinin yaşandığını görmek
için fikir verici olabilir.
Somali zirvesi, Bosna Hersek-Sırbistan zirvesi,
Güneydoğu Avrupa ülkeleri zirvesi, Kuzey Irak'la
işbirliği toplantısı, Irak'la danışma toplantısı,
Afganistan-Pakistan-Türkiye zirvesi, Akdeniz parlamenterler konferansı. Erdoğan’ın Yunanistan ziyareti, İran, Azerbaycan, Gürcistan, İspanya, Brezilya ve
Şili ziyaretleri. Bu arada Medvedev’in Türkiye ziyareti sırasında yapılan görüşmeler. Tabii NATO Konseyi,
BM Güvenlik Konseyi, BM İnsan Hakları Komisyonu, Arap Ligi, İslam Konferansı Örgütü üyesi olarak
bu kurumların toplantılarında da Türkiye peş peşe
veya eşzamanlı olarak katılıyor.
Bu bağlamda Mayıs ayı içinde, batılı emperyalist
güçler açısından, en başta ABD emperyalizmi açısından aslında istenmeyen, rahatsız edici olan, “endişelendiren” gelişmeler yaşandı.
Rusya ile gelişen ilişkiler, Medvedev’in Türkiye
ziyareti
Rus sosyal emperyalizmi 1990’lı yılların başında çöktükten sonra, Rusya bir süre kendi içindeki sorunlarla uğraşmak durumunda kaldı. 10 yıl kadar süren bir
yeniden yapılanma döneminden sonra, Rusya dünya
siyasetinde yeniden en önemli aktörlerden biri olarak
“yeniden paylaşım” dalaşında yerini aldı. Türkiye son
11
gündem
12
15 yıldır, yoğun olarak Rusya ile ikili ilişkilerini geliştiren bir siyasete yöneldi. Enerji bağlamında Rusya ile Türkiye arasında çok büyük boyutlu anlaşmalar yapıldı. Türkiye için Rusya inşaat sektörü ve kimi
alçak teknolojili sanayi ve tekstil ürünleri için önemli bir pazar olarak keşfedildi. Türkiye /Rusya arasındaki ticari ilişkiler büyük boyutlara vardı. AKP hükümeti döneminde de daha önceki hükümetler döneminde başlanmış olan kimi projelere hız kazandırıldı. Rusya-Türkiye -Rus ve Türk burjuvazisi- arasındaki ilişkiler karşılıklı çıkar ilişkileridir. Türk burjuvazisi Ortadoğu’da ciddi bir güç olma hedefine varmada, Rusya ile iyi ilişkilerin olumlu rol oynayacağını görmekte, Rusya ile ilişkileri aynı zamanda batı-
lı çıkar ilişkilerinin koşullandırdığı “iyi ilişkiler” konusunda mayıs ayında atılan son adım Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev’in, 11-12 Mayıs tarihlerinde Türkiye’ye yaptığı ziyaret oldu. Bu ziyaret ve ziyarette yapılan anlaşmalar yalnızca iki ülke
arasındaki ilişkiler açısından önemli olmakla kalmıyor, bunlar bölgedeki ilişkileri tümden etkileyecek düzeyde anlaşmalar. Bu ziyarette enerji sektöründe çok önemli “stratejik anlaşmalar” imzalandı. 4.8
gigawatt’lık ve 20 milyar dolara mal olacak bir nükleer santral merkezinin yapılması projesi Rusya’ya verildi. Türk egemenleri böylelikle Türkiye’nin gelecekte nükleer güçler içinde yer alma niyetini açıkça ortaya koymakla kalkmıyor, aynı zamanda bunun için
lı emperyalistlerle ilişkilerinde bir denge unsuru olarak görmektedir. Rusya da Türkiye’yi örneğin enerji konusunda kendine bağlamanın hem ekonomik
açıdan önemli olduğunu, hem de bunun siyasi açıdan ABD’nin Ortadoğu’daki bu en güçlü müttefikini ondan biraz uzaklaştırmada olumlu rol oynayacağını görmektedir. Rusya’nın içinde ve etrafındaki Müslüman ve Türki nüfus yoğunluklu alanlar, ülkeler açısından da Türkiye ile iyi “dostluk” ilişkileri
Rusya açısından önemli görünmektedir. Kafkasya’da,
Gürcistan’ın Güney Ossetya’ya, ardından Rusya’nın
Gürcistan’a karşı giriştiği kısa süreli işgal savaşında çıkarlar çatıştığı için kısa süreli karşı karşıya gelinmiş olunsa da, bu karşı karşıya gelişte de Türkiye Rusya’ya karşı açıkça düşmanca bir tavır takınmamış, daha çok “arabulucu” rolünde devreye girmiş,
kısa süreli kriz çabuk aşılmıştır.
Türk ve Rus hakim sınıfları arasındaki karşılık-
somut adım atıyor. Bu adımı atarken de işbirliği yaptığı güç Rusya! Başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçlerin bundan rahatsız oldukları ve olacakları açıktır. ABD ve onunla birlikte batılı emperyalist
güçler aslında dünyada yeni nükleer güçler istemiyor.
Ortadoğu’da İran’ın nükleer enerji üretmesini ve kullanımını – nükleer silah/atom bombası geliştireceği, bunun engellenmesi gerektiği gerekçesiyle- engellemek için her şeyi yapıyor. Onun bu siyasetinin bilindiği ortamda, Türkiye’nin hem de Rusya ile işbirliği içinde nükleer enerji santralı yapım anlaşması yapmasının, ABD’nin, onunla birlikte batılı tüm emperyalist güçleri ve diğer batılı emperyalist büyük güçleri
kızdırdığı ve kızdıracağı açıktır. Türk hakim sınıfları bizzat kendileri bir nükleer güç olma niyeti, İran’ın
nükleer programı konusunda ABD’den ve diğer batılı
emperyalist büyük güçlerden ayrı bir siyaset izlemesinin de temelidir.
Amerika’yı çok kızdıran bir anlaşma
Obama yönetiminin İran’ın nükleer programı konusunda ne düşündüğü ve ne yapmak istediği biliniyor: ABD için Molla rejiminin hüküm sürdüğü İran,
Ortadoğu’da ve dünyada barış için -kendisi şu an Afganistan ve Irak’ta savaş yürüten emperyalist bir büyük haydudun, barış adına konuşması ve buna inanacak insanlar bulabilmesi bugünün dünya gerçekliği- en büyük tehditlerden biri. Bu İran nükleer enerjinin barışçıl kullanımı için, -her devlet gibi- kendisinin de hakkı olduğunu savunuyor. Nükleer güç haline gelebilmek için kurduğu santralde bir süreden beri
uranyumu zenginleştirmeye başladığını bütün dünyaya duyurdu. Uranyumu zenginleştiren tekniği kullanabilen bir ülke, teorik olarak bir süre sonra atom
bombası yapabilir duruma gelebiliyor. İran’ın uranyumu zenginleştirdiğini ilan etmesi, İsrail ve ABD
tarafından İsrail’in Ortadoğu’da devlet olarak varlı-
ğına yönelik açık bir tehdit olarak değerlendirildi, değerlendiriliyor. İsrail ve ABD İran’ı atom programından vazgeçmeye çağırdı ve aksi taktirde açıkça atom
silahları da dahil askeri müdahale ile, savaşla tehdit
etti, ediyor.
Uluslar arası diplomasi arenasında da, ABD zaten
kendine “dost ülkeler” üzerinden İran’a karşı sıkı bir
yüksek teknoloji ambargosu uyguluyor, hatta İran’ı
dize getirebilmek için her türlü alışverişin durdurulmasını talep ediyor. Bir bölüm ülke bu ambargoyu tam olarak uyguluyor. Türkiye, İran konusunda
BM’lerde alınan kararlar dışında herhangi bir yaptırım içinde yer almayı reddediyor. İran’la ticari ilişkilerini sürdürüyor. Kendisi de nükleer güç olma niyetindeki Türk egemenleri, Amerika’nın İran’a “nükleer
programınızdan vazgeçin” dayatmasına da karşı çıkıyor. Çünkü böyle bir dayatmanın ilerde kendilerine
de dönebileceğini hesaplıyorlar. Ancak İran’ın atom
silahına sahip olması, tabii ki Türk egemenlerinin de
istediği bir şey değil. Sonuçta Ortadoğu’da egemenlik
konusunda Türk hakim sınıflarının Ortadoğu’daki
en önemli rakiplerinden biri İran. Atom silahına sahip bir İran bu yüzden Türkiye için de bir tehdittir. O
halde Türkiye’nin çıkarları, bir yandan İran’ın nükleer enerji üretim ve kullanım hakkını savunurken,
onun atom silahı geliştirmesinin engellenmesi yönünde bir tavrı gerekli kılıyor. Bu yüzden de Türkiye
İran’ın nükleer enerji programı bağlamında, bu programın BM’ler üzerinden ve BM kararı temelinde denetlenmesinden ve İran’ın uranyum zenginleştirme
üzerinden atom silahına sahip olmasının sıkı denetimle engellenmesinden yana tavır takınıyor ve bunun mümkün olduğunu savunuyor. Bunun yanında
Ortadoğu’da İsrail’in atom silahına sahip olduğunu
belirterek, atom silahına karşı çıkanların önce kendi
ellerindeki ve denetimlerindeki atom silahlarını yok
etmeleri gerektiğini savunuyor. Bu tavır ABD’nin,
önemli ölçüde batılı diğer emperyalist büyük güçlerin ve en başta da İsrail’in tavrından değişik, İran’la
Türkiye’yi açıkça karşı karşıya getirmeyen, İran açısından “düşmanca” görülmeyen bir tavır. Türkiye bu tavırda uluslar arası alanda yalnız değil. Kendisi de atom enerjisi kullanmak isteyen bir dizi orta
derecede gelişmiş; atom güçlerinin atom enerjisi tekelini elinde bulundurmalarından rahatsız devlet de
Türkiye’ye benzer bir tavır takınıyor. Bunun dışında
İran ile önemli ticari ilişkilere sahip olan Çin ve Rusya da İran’ın atom silahı geliştirmesine karşı oldukları halde, BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ola-
gündem
Medvedev’in Türkiye ziyareti sırasında bunun dışında Avrasya enerji yolları hakkında yürütülen görüşmelerde de belli bir ön sonucu varıldı. Rusya’nın,
yılda yaklaşık 15 milyar metreküpü bulacak doğalgazının Türkiye üzerinde taşınması sorunu önemli
oranda çözüldü. İşbirliğinde Rusya, stratejik enerji
kaynaklarını elinde bulunduran ülke olarak, Türkiye
ise geçiş koridoru olarak birbirini tamamlamak niyet
ve isteklerini açıkça ifade edip bir anlaşma biçimine
döktüler.
Bunun dışında Türkiye/Rusya arasında bölgesel
ilişkilerde sorun olabilecek konularda da görüşmeler yapıldı. Görüşmeler ertesinde yapılan açıklamada
Rusya hem Ermenistan’ı hem de Azerbaycan’ı, sorunlarını görüşmeler yoluyla barışçı olarak çözmeleri
konusunda uyardı ve Türkiye ile uyumlu bir politika
izleyebileceğinin mesajını verdi. Türkiye adına yapılan açıklamada ise, Kafkasya konusunda Rusya’ya
ters düşebilecek bir politika izlemekten kaçınılacağı
ve özellikle ABD’nin bölgedeki faaliyetlerinin bir parçası olunmayacağı anlamına gelen sözler edildi. Son
olarak karşılıklı olarak iki ülke arasındaki vizeler
kaldırıldı. Batılı emperyalist ülkelerin, sadece onların değil, bir bütün olarak Şengen ülkelerinin vize uyguladığı Türkiye’ ile Rusya arasında vizeyi kaldıran
anlaşma, ilişkilerin düzeyini göstermesi açısından ve
sembolik olarak önemsiz değil.
Bütün bu gelişmeler başta ABD olmak üzere, batılı
emperyalist büyük güçleri “endişelendiren” gelişmeler.
13
gündem
14
rak İran’a karşı ABD’nin talep ettiği doğrultuda çok
sıkı ambargo uygulanması yönünde, İran’ın mahkum
edilip, cezalandırılması yönünde karar çıkartılmasını engelliyorlar. Onlar da bu sorunun İran’ın atom
programının BM’e bağlı Enternasyonal Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) üzerinden sıkı bir biçimde denetlenmesi biçiminde çözülebileceği görüşünü savunuyorlar. Bu bağlamda uluslar arası diplomasi arenasında
sıkı pazarlıklar yürüyor.
Bu pazarlıklar sırasında sorunu çözmek iddiasında
olan 5+1 gurubu ( BM Güvenlik Konseyinin 5 üyesi
ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya) 2009
Ekiminde İran’a ürettiği zenginleştirilmiş uranyumu
vermesi karşılığında, barışçıl kullanım için, tıbbi
araştırma reaktörü için yakıt temin etmeyi içeren bir
anlaşma önerilmiş, bu durumda Rusya ve Fransa bu
yakıt temini işini üzerlenebileceklerini belirtmişlerdi.
İran bu anlaşma önerisini reddetmişti.
Bu arada Türk hükümeti devreye girmiş, arabuluculuk önermişti. ABD İran’ın katı tavrından vazgeçmeyeceği hesabıyla olsa gerek, buna karşı çıkmamış,
tersine -Türk Dışişleri Bakanlığının açıklamasına
göre- 25 Nisan 2010’da Başkan Obama imzalı bir mektupta İran’ın teslim etmesi istenen uranyum miktarı
konusunda rakam vermiş, 1200 kg zenginleştirilmiş
uranyumun bu değiş tokuşta teslim edilmesini talep
etmişti. İran Türkiye arasında yürütülen görüşmelere, Uluslar arası Enerji zirvesinden sonra Türkiye
ile benzer bir pozisyonda olan ve Latin Amerika’da
ABD’den bağımsız hareket eden devletler adına konuşan Brezilya’da dahil olmuştu. Bu görüşmeler
ABD’nin beklentisinin tersine anlaşma ile sonuçlandı. 17 Mayıs’ta Brezilya Devlet Başkanı Lula, İran
devlet Başkanı Ahmedinecad ve TC Başbakanı RT
Erdoğan’ın katıldığı törende bu ülkelerin Dışişleri
Bakanları bir değiş tokuş anlaşması imzaladılar. Anlaşma şunları öngörüyordu:
* İran bir hafta içinde IAEA'ya bilgi verecek
* Viyana Grubu'nca (ABD, Rusya, Fransa ve İAEA
temsilcisi) onaylanırsa, 1.200 kg düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum Türkiye'ye nakledilecek.
* Bu malzeme Türkiye'de kaldığı süre içinde İran'ın
malı olmaya devam edecek.
* Tahran ve UAEK güvenliği denetlemek üzere
gözlemci gönderilebilecek.
* Viyana Grubu 1 yıl içinde İran'a 120 kg nükleer
yakıt sunacak.
* İran, şartlara uyulmazsa Türkiye’den uranyumu
hızla ve koşulsuz olarak iade etmesini isteyebilecek
Anlaşmaya göre ABD, Rusya, Fransa ve Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Atom Enerjisi
Kurumu'ndan oluşan Viyana Grubu anlaşmaya onay
verirse, İran uranyumu 1 ay içinde sevk etmeye hazır.
Yüzde 3,5 oranında zenginleştirilmiş uranyumun
saklanması karşılığında ise yüzde 20 düzeyine dek
zenginleştirilmiş uranyumun bir yıl içinde İran'a
ulaştırılması isteniyor.
Bu oran yine silah yapımı için gereken zenginleştirme düzeyinin altında, ama enerji üretimi ve araştırma reaktörleri için yeterli.
Anlaşmaya imza koyan taraflar, bu anlaşmayı sorunun çözümü konusunda önemli bir adım olarak değerlendirdiler. Ahmedinecad ve Erdoğan ve Lula bu
anlaşma ile artık BM'nin İran'a yaptırım uygulamasına gerek kalmadığı konusunda görüş belirttiler.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu Başkanlığı
adına yapılan açıklamada anlaşmanın “ümit verici”
olduğu belirtildi.
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Dimitri
Medvedev’de anlaşmanın “umut verici” olduğunu ve
fakat “uluslararası toplumu tatmin etmeyebileceğini” söyledi. Anlaşmanın yapıldığı gün İran yetkilileri
uranyum zenginleştirmeye devam edeceklerini söylemişlerdi.
Dimitri Medvedev, İran'ın uranyum zenginleştirmeyi sürdürmeye yönelik planlarının, “uluslararası toplumu hala kaygılandırdığını” vurguladı.
Medvedev’in sözünü ettiği “uluslar arası toplum” dan
kimi kastettiği batılı atom güçlerinin anlaşma konusundaki tavrıyla açıkça görüldü.
Türk Dışişleri Bakanı’nın, ABD ile danışma içinde
ve onların isteklerini dikkate alınarak yapıldığına
vurgu yaptığı, “Obama siyasetinin zaferi” olarak da
nitelediği anlaşma konusunda Beyaz Saray'dan yapılan açıklamada, “anlaşmanın uluslararası toplum
tarafından gerektiği gibi değerlendirilebilmesi için,
İran'ın planları hakkında Birleşmiş Milletlere bağlı
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nu net ve inandırıcı bir şekilde bilgilendirmesi gerektiği” bildirildi.
Fransa Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Bernard Valero
da, son anlaşma konusunda gerekli değerlendirmeyi
önce Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun yapması gerektiğini söyledi.
Almanya hükümeti adına yapılan açıklamada, İran
ve kurum arasında bir anlaşmaya varılmasının yerini
hiç bir şeyin alamayacağı savunuldu.
İngiltere Dışişleri Bakan Yardımcısı Alistair Burt
Obama yönetiminin İran’ın nükleer
programı konusunda ne düşündüğü
ve ne yapmak istediği biliniyor: ABD
için Molla rejiminin hüküm sürdüğü
İran, Ortadoğu’da ve dünyada barış
için -kendisi şu an Afganistan ve
Irak’ta savaş yürüten emperyalist
bir büyük haydudun, barış adına
konuşması ve buna inanacak
insanlar bulabilmesi bugünün dünya
gerçekliği- en büyük tehditlerden
biri.
tırım paketi getirilmesi konusunda görüşmelerin
sürdüğü ve Rusya ile Çin’in de yaptırım konusunda
“ikna noktasına geldikleri”nin söylendiği bir döneme
rastladı.
ABD basınında Türkiye-İran-Brezilya anlaşması,
bu anlaşma tam da Tahran'a yönelik yeni yaptırımlar konusunda baskıların arttığı bir ortamda yapılmış olması nedeniyle, ABD’nin bu yaptırım çabalarını torpilleyen, ABD’yi zor durumda bırakan bir anlaşma olarak değerlendirildi, çok sert eleştirilere hedef oldu. Bir bölüm yorumcu, Lula ve Erdoğan’ın
Ahmedinecad’ın tuzağına düştükleri biçiminde (iyi
niyetli!) yorumlar yaparken, bir bölümü bu anlaşmanın Türk hükümetinin giderek İran’a, Hamas’a vb.
yakınlaştığının işareti olduğu yorumunu yaptılar.
ABD aslında geçen yıl kendi önerdiğinin Brezilya
ve Türkiye’nin girişimiyle anlaşma biçiminde, hem
de tam Çin ve Rusya ile de yaptırım konusunda anlaşma sağlanmış gibi görünen bir zamanda karşısına
çıkmasından rahatsız.
Türk Dışişleri Bakanının ABD ziyaretinde ve Obama/ Erdoğan arasındaki bir saatlik telefon konuşmasında da bu rahatsızlık ortadan kalkmadı.
ABD anlaşmayı onun “global liderlik” rolünün sorgulanması olarak da görüyor. Pratik olarak bu konuda haksız da değil. Bu somutta bir yanda ABD ile diğer yanda Brezilya ve Türkiye karşı karşıya geldiler.
Ve Tahran anlaşması, Başkan Obama’yı İran’a yaptırımları Güvenlik Konseyi’ne götürme kararından
vazgeçirmeye yetmedi. Bu bağlamda, İran ile yapılan takas anlaşmasında ABD ile Türk hükümeti arasında bir “uyumlu” ve iyi koordineli bir hareketin söz
konusu olmadığı, bu somutta TC’nin ABD’nin doğrudan uzantısı olarak hareket etmediği, Türk egemenlerinin Ortadoğu’nun “düzenlenmesinde” kendilerine yeni bir rol biçtikleri görülmektedir. Tahran
anlaşması ABD emperyalizmini kızdıran bir anlaşmadır, burada TC hükümetinin konumu, ABD emperyalizminin kızdıran bir konumdur.
ABD, BM Güvenlik konseyi daimi üyeleri Çin ve
Rusya ile İran’a yaptırım konusunda aylardan beri
sürdürülen pazarlıklar sonucu varılan anlaşma fırsatını kaçırmamak için yeni yaptırımlar meselesini 9
Haziran’da BM Güvenlik Konseyinin gündemine getirdi. BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olan Türkiye açısından ABD tarafından yeni yaptırım kararının BM gündemine getirilmesi, Türkiye’nin ABD’nin
de isteği doğrultusunda yürüttüğünü ilan ettiği diplomatik çabaların boşa çıkarılması anlamına geliyor
ve Türkiye’yi çok zor durumda bırakıyordu.
BM’deki Güvenlik Konseyi toplantısı öncesinde ve
sırasında Türkiye-ABD arasında çok sıkı pazarlıklar
yürüdü. Sonuçta İran’a karşı ABD’nin önerdiği yeni
yaptırımlar ( ki bunların çok büyük bir pratik değeri
olmadığı bunlardan önceki yaptırım kararlarında görülmüştür) Türkiye ve Brezilya’nın karşı, Lübnan’ın
çekimser oyuna karşı, 12 oyla ( veto hakkı olan BM
Güvenlik Konseyi daimi üyesi Çin ve Rusya’nın da
oyuyla) kabul edildi.
Kabul edilen karar İran’a karşı BM Güvenlik Konseyinin kararlaştırdığı 4. yaptırım paketi. Bu paket de
öncekiler gibi doğrudan İran'ın nükleer programını
ve silah sektörünü hedef alıyor. Pakette öngörülenler
şunlar:
-İran'ın, uranyum madeni çıkarılması, zenginleştirilmesi, yeniden işlenmesi; nükleer malzeme ve
teknoloji üretimi ve kullanımı; ağır su faaliyetleri ve
nükleer silah taşıyabilen balistik füze teknolojisi ko-
gündem
de, İran'ın faaliyetlerinin -özellikle de uranyumunu
yüzde 20 düzeyine dek zenginleştirmeye başlama kararının- kaygı yarattığı uyarısında bulundu.
Daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığının yaptığı
açıklamada söz konusu anlaşma “fazla bir değeri olmayan bir kağıt parçası” olarak adlandırıldı.
Anlaşmanın imzalanması, Birleşmiş Güvenlik
Konseyi bünyesinde İran'a karşı dördüncü bir yap-
15
gündem
nusunda yabancı yatırım yapması yasaklanacak.
-İran'a, savaş tankı, savaş uçağı, füze sistemleri gibi
8 kategorideki ağır silahların satışına yasak getirilecek.
-Yabancı ülkelerin İran'a bu silahlar konusunda
teknik eğitim vermesi, maddi destek sağlaması yasaklanacak.
-İran'ın, nükleer silah taşıyabilen balistik füzelerle
ilgili her türlü faaliyeti yasa dışı kabul edilecek.
-Pakette İran'ın nükleer ya da balistik programına
katılan İran Atom Enerjisi Kurumu'na bağlı İsfahan
Nükleer Teknoloji Merkezi Başkanı Cevad Rahiki'ye
ve toplam 40 İran kuruluşa, uluslararası alanda mal
varlıklarının dondurulması ve seyahat yasağı öngörülüyor. Bu 40 kurum arasında 15'i İran Devrim
Muhafızları'na, üçü İran Deniz Hatları'na bağlı kuruluş bulunuyor.
-İran'ın UAEK'ye bildirmeden uranyumu yüzde
20 oranında zenginleştirdiği, bundan büyük endişe
duyulduğu ve İran'ın nükleer programının dünyada
nükleer silahların yaygınlaşması kapsamında risk
oluşturduğu bildiriliyor.
-Kararla İran'a halihazırda uygulanan BM silah
ambargosu oldukça genişletiliyor, İran'ın nükleer
programıyla ilgili olan İran bankalarına yönelik sıkı
denetim ve yaptırım getiriliyor.
-Uluslararası alanda tüm İran bankalarıyla olan
alım-satım işlemlerinin sıkı denetimi ve İran'a giden
ve İran'dan gelen gemilerin yasaklanan kargo taşımaları yönüne ciddi şüphe duyulması durumunda açık
sularda sıkı kontrolü de öngörülüyor.
Kararda bunların yanında Türkiye ve Brezilya'nın
İran ile uranyum takas anlaşmasına da atıfta bulunuluyor ve Türkiye ve Brezilya'nın diplomatik çabalarının “güven artırıcı önlem' olarak hizmet edebileceği”
belirtiliyor. Bununla birlikte İran'ın nükleer meselenin özünü çözmeye yönelik çabalarda bulunması isteniyor.
Gelişmenin yönü
16
ABD ile Türkiye’yi net olarak karşı karşıya getiren bu
karar ertesi ABD medyasında ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin onarılmaz bir yara aldığı, bu kararda Türkiye’nin hayır oyunun gerçekte Türkiye’nin
yönünü İran ve Hamas’a döndüğünün bir işareti olduğu içerikli yazılar yayınlandı. Buna karşı “resmi
Amerika”nın tavrı “hayal kırıklığını” dile getirmek
ve fakat Türkiye’ye de fazla yüklenmemek, köprüleri atmamak biçiminde bir tavır oldu.
AKP hükümetinin çağrısı diyalogu
kesmeden diplomasiye şans
tanınması çağrısıdır. Burada
kendine biçtiği -ve gelinen yerde
İran’ın da kabul etmiş göründüğürol da bellidir: Ortadoğu’da siyasetin
belirleyicileri içinde yer alan siyasi
bir aktör olarak arabuluculuk.
TC Dışişleri Bakanlığı adına oylama sonrası yapılan değerlendirmede, AKP hükümetinin attığı adımların arkasında duracağının ve fakat batıdan kopmaya yönelik bir siyasetin söz konusu olmayacağı ifade
edildi.
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, BM
Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararını “çöpe atılması gereken, değersiz bir şey” olarak yorumladı.
İran’ın “Tahran mutabakatı” olarak adlandırdığı
takas anlaşmasını, yaptırım kararlarına rağmen “görüşme masasında” tutacağını açıklaması, önümüzdeki dönem için de –sorun eğer İran’a karşı doğrudan
bir savaş ve molla rejiminin yıkılması ile çözülemezse
ki öyle çözülebilecek gibi görünmüyor- Türkiye’nin
İran rejimi ile pazarlıklarda önemli bir konumda
olacağı anlamına geliyor. İran rejimi için Türkiye ve
Brezilya’nın karşı oyu İran’a karşı cephede bir gedik
açılması anlamını taşıyor. Bu önemsiz değil. Yaptırım kararına ve Türkiye’nin burada ABD önerisine
karşı oy kullanmasına rağmen, sorunun diplomatik
çözüm yollarını kullanmada ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı var.
AKP hükümetinin çağrısı diyalogu kesmeden diplomasiye şans tanınması çağrısıdır. Burada kendine
biçtiği -ve gelinen yerde İran’ın da kabul etmiş göründüğü- rol da bellidir: Ortadoğu’da siyasetin belirleyicileri içinde yer alan siyasi bir aktör olarak arabuluculuk. Burada aslında batıdan kopma, eksen kayması
vb. söz konusu değildir. Ve hem “batı”daki finans kapital açısından Türkiye öyle kolayca vazgeçilecek bir
ülke değildir. Hem de Türk hakim sınıfları açısından,
batıdan kopup doğuyla birleşme istenen bir şey değildir ve öyle kolayca olacak bir iş de değildir. “Batı”yı
15 Haziran 2010 ✓
Gazze’ye Özgürlük
Kampanyası
üzerine tezler
gündem
rahatsız eden son AKP hükümetinin kendine biçtiği
relatif bağımsız hareketi öngören yeni roldür. Bu bağlamda tabii ki “batı” için AKP hükümetini devirip,
batıya karşı daha uysal, daha uyumlu bir hükümeti
işbaşına getirmek düşünülebilir.
AKP’nin hükümetten uzaklaştırılması konusunda
zorluk en başta AKP’nin oldukça yüksek bir oy oranı ile seçimlerle işbaşına gelmiş bir hükümet olmasından kaynaklanmaktadır. İçinde yaşadığımız ortamda batılı emperyalist güçler açısından Türkiye
gibi bir ülkede seçilmiş bir hükümete karşı askeri bir
darbeye açık destek vermek “uygun” -bu anlamda da
mümkün-değildir. Türkiye’nin içinde de darbe ortamı yoktur. Ve bu ortamı yaratarak vatanı kurtarma
görevini kendine biçenler, işleri ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır. Kısaca darbe ile AKP’yi işbaşından
uzaklaştırmak şu an mümkün görünmemektedir. O
halde onun işbaşından uzaklaştırabilmesi için onun
sivil alternatifinin yaratılıp, desteklenmesi ve halkın
da o alternatifi seçmesi gereklidir. Ki görünürde böyle bir alternatif –bütün çabalara rağmen- yok gibidir.
Şimdi Kılıçdaroğlu’lu CHP umut olarak pompalanmaktadır. Fakat ne kadar pompalansa da –şu anda
görünen- en iyimser tahminle- belki CHP’nin yüzde 30’lara varması, böylece AKP’nin tek başına iktidar olacak oyun altına çekilmesi olabilecektir. Bu durumda alternatif CHP-MHP hükümetidir. Böyle bir
hükümet içinde azgın ırkçıların varlığı bu alternatifi
“batı” için AKP’den daha tercih edilir hale getirmemektedir. Kaldı ki AKP’ne, o 2002’de hükümet olurken “batı” tarafından biçilen bir “rol” vardı. AKP
hükümeti “ılımlı islam”ın temsilcisi olarak Müslüman nüfus ağırlıklı ülkeler için “model” olarak düşünülüyordu. AKP Türkiye’de bugün de hala bu role
uygun tek parti görünümünde. Bu yüzden de henüz
“batı” için alternatifsiz. Bu yüzden AKP hükümetinin “batı” ile karşı karşıya geldiği durumlar, “batı”yı
kızdırsa bile, ilişkilerde belirli bir soğumayı, tehditleri vb. gündeme getirse bile, “batı” AKP ile AKP batı
ile yaşayacaktır. Fakat yine “batı” (batılı emperyalist
büyük güçler) açısından AKP’nin kendine biçtiği rolde fazla ileri gitmemesi, “bağımsız” hareketi, “mazlumların savunuculuğu rolünü”, “liderlik” rolünü vb.
fazla abartmaması için de onun belli sınırlar içine çekilmesi, disipline edilmesi elzemdir. Bunun için akla
gelebilecek tüm araçların kullanıldığından ve kullanılacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Bu eylem amacı yalnızca Gazze’deki
insanlara yiyecek, içecek, ihtiyaç
malzemeleri ulaştırmak olan bir
eylem değil, aynı zamanda esas olarak
ambargoyu delmek, delemezse bile
ambargoyu dünya kamuoyunun
bilincine çıkarmak, böylece İsrail’in
siyasetini teşhir etmek, böylece
ambargonun kaldırılması için
İsrail üzerinde enternasyonal baskı
kurulmasını sağlamak siyasi amacına
sahip olan bir eylemdir. Eylemin bu
amacı doğru ve haklıdır. Ve eylemin
biçimi de iyi seçilmiştir.
İ
srail devletinin korsanlık eyleminin ardından yapılan tartışmalar, takınılan tavırları bütünlük içinde değerlendirdiğimizde; tezler halinde “Gazze’ye özgürlük kampanyası” hakkında şunları tespit ediyoruz:
* “Gazze’ye özgürlük” kampanyası doğru ve haklı
bir kampanyadır.
*Kampanyanın temel talebi, Gazze üzerindeki ambargonun kaldırılması talebi, doğru ve haklı bir taleptir.
* “Gazze’ye özgürlük kampanyası” İslamcı bir
kampanya değildir. Kampanya bütün olarak ele alındığında Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’de daha çok liberal insan hakkı savunucusu STK’larının bir kampanyasıdır. İçinde çok değişik güçler yer almaktadır.
* Kampanyanın Türkiye ayağı içindeki örgütleyici
ve esas güç, İHH adlı Milli Görüşçü İslamcı örgüttür. Fakat bu kampanyanın ve taleplerinin haklılığını
ortadan kaldırmaz. Nasıl ki Hamas’ın İslamcı faşist
bir örgüt olması, Gazze’deki Hamas’ın önderliğinde-
17
gündem
18
ki ulusal direniş hareketinin haklı yanını, onun Siyonist işgale karşı direnişinin haklılığını ortadan kaldırmıyorsa, İHH’nın İslamcı niteliği de “Gazzeye özgürlük kampanyası”nın taleplerinin haklılığını ortadan kaldırmaz. Yapılması gereken bu hareketin haklı taleplerine sahip çıkmak, bu örgütlerin dinci faşist
yanlarını teşhir etmektir.
* “Gazze’ye özgürlük kampanyası” ve somut olarak
bu hareketin parçası olarak İHH’nın içinde yer aldığı “İnsani Yardım Filosu” AKP hükümetinin örgütlediği bir hareket değildir. Gazze’ye yönelik ablukanın
kaldırılması AKP’nin ve AKP Hükümetinin de talebidir. AKP bu talebe sahip çıkmayı hem Ortadoğu’da
liderliğe oynamanın bir aracı olarak kullanmak, hem
de Türkiye’de oya tahvil etmek içinde kullanmaktadır. Gazze’ye kim daha fazla sahip çıkıyor konusunda SP ile AKP arasında bir rekabet ve yarış vardır. SP
AKP hükümetini İsrail ile işbirlikçilikle suçlayarak
da puan toplamaya çalışmaktadır. AKP Hükümeti
İHH’nın Mavi Marmara gemisini insani yardım filosunun esas gemisi olarak örgütlemesine zorluk çıkarmamış, tersine ona yardımcı olmuştur. Ancak bunun hükümetin örgütlediği, AKP’nin doğrudan içinde yer aldığı bir eylem olarak görünmesini de istememiş, gemi eylemine katılmak isteyen AKP milletvekillerinin gemiye binmesini engellemiştir. Sonuç olarak Mavi Marmara gemisinin yolculuğu hükümetin
göz yumduğu, resmi olmayan bir biçimde desteklediği bir sivil toplum kuruluşu eylemidir.
* Bu eylem amacı yalnızca Gazze’deki insanlara yiyecek, içecek, ihtiyaç malzemeleri ulaştırmak olan
bir eylem değil, aynı zamanda esas olarak ambargoyu delmek, delemezse bile ambargoyu dünya kamuoyunun bilincine çıkarmak, böylece İsrail’in siyasetini teşhir etmek, böylece ambargonun kaldırılması
için İsrail üzerinde enternasyonal baskı kurulmasını
sağlamak siyasi amacına sahip olan bir eylemdir. Eylemin bu amacı doğru ve haklıdır. Ve eylemin biçimi
de iyi seçilmiştir.
*Gerek eylemi düzenleyenlerin verdiği bilgilerden,
gerekse hükümet sözcülerinin yaptığı açıklamalardan ortaya çıkan şudur: İsrail’in ambargoyu deldirmeyeceğiz açıklaması, gerek eylemciler, gerek hükümet tarafından, gemilere uluslararası alanda silahlı saldırı yapılabilir, İsrail komandoları insanlara ateş
açarak, kimilerini öldürebilir biçiminde yorumlanmamıştır. Beklenen en kötü halde gemilerin Gazze
sularına yaklaştığında İsrail Silahlı Kuvvetleri tarafından durdurulup, yedeğe alınıp, İsrail’e çekilmesi-
dir. Bu arada canlı yayınla olan biten dünya kamuoyuna duyurulacaktır. Eylemcilerin açıkladığına göre
Gazze sularına yaklaşıldığında planlanan rotanın
Mısır kara sularına çevrilmesi, ambargonun bu alandan zorlanmasıdır.
* İsrail’in yaptığı uluslararası kara sularında seyreden gemilere silahlı saldırı ile gemilerin kaçırılmasıdır. Bu uluslararası hukuk kurallarına göre bir korsanlık eylemidir. Böyle bir eyleme hedef olanların
kendini savunması en tabii hakkıdır. İsrail’in hücum
botlarından gemiye yapılan bindirmeye, helikopterden yapılan indirmeye karşı direnen insanları “terörist”, İsrail komandolarının açtığı ateşi askerlerin
“kendini savunması” olarak göstermesi büyük sahtekarlıktır. İsrail yalnızca korsanlık yapmamış, açıkça
cinayet işlemiştir. İnsanlık suçu, savaş suçu işlemiştir.
Bunlar açıkça ortadadır. İsrail devletinin Başbakanı,
Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve bütün hükümet
üyeleri bu korsanlık eylemine sahip çıkarak suçun siyasi sorumluluğunu açıkça üzerlenmişlerdir. Bunların uluslararası mahkemelerde yargılanıp, mahkum
edilmesini talep etmek haklıdır.
* İsrail’in gerçekleştirdiği uluslararası hukuka göre,
savaş suçu, insanlığa karşı suç, korsanlık olan eylem,
İsrail’in gerçek yüzünün daha geniş kitlelerce görülmesini beraberinde getirmiş; Gazze’ye ambargonun
kaldırılması talebi daha geniş kitlelerin talebi haline gelmiş, ABD bile “Gazze deki durumun değiştirilmesi gerektiği”ni söylemek zorunda kalmıştır. Eylem
ertesinde ambargonun Mısır ayağında, sınırlar açılmak zorunda kalınmış, ambargo bu yandan fiilen delinmiştir. Diğer yandan İsrail’de ambargo rejiminde
değişiklikler yapacağını açıklamak zorunda kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında “Gazze’ye özgürlük hareketinin” insani yardım filosu amacına önemli ölçüde
ulaşmıştır. Bu eylemcilerin ölümü göze alarak elde ettikleri bir başarıdır.
* İHH bu eylemi ile yüzlerce yeni militan kazanmıştır. İHH bu eylemin kazananıdır.
* Eylem AKP hükümeti açısından da esasta bir kazanç olmuş, Gazze üzerinden ve İsrail’e karşı “dik duruş” üzerinden AKP puan kazanmıştır.
* Gazze ile dayanışma ve Mavi Marmara eyleminden geri dönenleri karşılama eylemleri ağırlıklı olarak Saadet Partisi’nin etkinliğinde geçmiş ve dinsel
söylemlerin ağır bastığı eylemler olmuştur. Bu aslında bir bütün olarak sol’un, öncelikle de devrimci hareketin gerilemesinin, güçsüzlüğünün bir sonucudur.
17 Haziran 2010✓
ayıs ayı içinde Avrupa Birliği şimdiye kadarki en büyük krizi ile karşı karşıya kaldı. Kriz
yalnızca ekonomik olarak Avro alanının (Avronun
para birimi olarak geçerli olduğu AB üye devletlerini kaplayan alan) bu haliyle sürüp sürmeyeceğinin
değil, aynı zamanda şimdi 27 üyeli Avrupa Birliği’nin
giderek gerçek anlamda tek devlete doğru geliştirilmesi siyasi projesinin gerçekçi olup olmadığının ciddi bir biçimde sorgulanmasını beraberinde getirdi.
Güncel krizi tetikleyen aslında bütün AB kurumlarının bilgisi dahilinde olan ve fakat bilinmezlikten gelinen bir gerçeğin 20 Ekim 2009’da işbaşına yeni gelen Papandreou hükümetinin Maliye Bakanı Georges
Papaconstantinou tarafından duyurulması oldu. Papaconstantinou devlet bütçesi ile ilgili olarak AB’ne
verilen bilgilerde bir düzeltme yaptı ve devlet bütçesi açığının Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’nın % 12,5’una
(sonradan bunun da doğru olmadığı, oranın % 13,6
olduğu IMF ve AB müfettişlerince açıklandı) tekabül
ettiğini açıkladı. AB’ne şimdiye kadar verilen rakamlarda bu oran %5 olarak gösteriliyordu. Bu zaten yüksek derecede borçlu olan Yunanistan devletinin, (toplam borcu 300 milyar avro civarında) borcu döndürebilmek için yeni borçlar alması gerektiği; bunun olmadığı yerde Yunanistan devletinin bırakalım borçlarını ödemeyi, borcunun faizini bile ödemeyecek durumda olduğu, devlet iflası ile karşı karşıya olduğu
anlamına geliyordu. Devletin yeni borç bulmasının
en önemli yolları ya doğrudan devlet tahvilleri çıkarıp satmak, ya da devlet garantili özel tahviller satışıdır. 20 Ekim 2009’daki Papaconstantinou açıklamasına kadar zaten işler öyle yürüyordu. Yabancı finans
kuruluşları ve devletler Yunan devlet tahvillerini bol
kepçe satın almışlardı. Uluslar arası kredi değerlendirme şirketleri sürekli olarak Yunanistan’ı “kredi
alabilirliği yüksek”, güvenilir statüde gösteriyor, Yunanistan devlet tahvilleri, devlet tahvilleri açısından
oldukça yüksek olan % 7 civarında faiz elde ediyordu. Yunanistan serbest piyasalarda % 4 faiz karşılığında borç bulabiliyordu. Alan memnun/satan memnundu. Bu arada fakat herkes de biliyordu ki, biriken devlet borçları giderek borcun döndürülemeyeceği boyutlara büyümüş, toplam 300 milyar Avro’yu aş-
mış, devletin borç balonu iyice şişmişti. Balonun patlaması için küçücük bir darbe gerekliydi. O darbe de
20 Ekim’deki açıklama ile geldi.
Yunanistan Maliye Bakanı’nın açıklamasında söylenenler sanki şimdiye kadar bilinmiyormuş gibi,
açıklamanın hemen ertesinde Yunanistan bütün batı
medyasında, “yıllardır sahtekarlık yaparak ortaklarını kandıran”, “yalancı”, “hırsız”, “rüşvetçi” bir devlet
olarak adlandırılmaya başlandı. Yunanlılar on yıllardır AB’nin “yalan bilgiler” temelinde verdiği paralar
sayesinde asalak yaşayanlar olarak gösterildiler. Birden bire Yunanistan ekonomisinin aslında “üreten”
bir ekonomi olmadığı, Yunanistan’da çalışır görünen nüfusun büyük bölümünün devlet çalışanı olarak görüldüğü, bunların da bir şey üretmediği, Yunanistan ekonomisinin başta turizm olmak üzere hizmet sektörüne dayandığı vs. -sanki şimdi yeni biliniyormuş gibi- keşfedildi! Devlet çalışanlarının AB’nin
diğer ülkeleri ile karşılaştırıldığında daha yüksek ücretler aldıkları; Yunanistan’da halkın yaşam standardının çok yüksek olduğu vb. gerçekle ilgisi olmayan
bilgiler de tam bir kışkırtma kampanyası biçiminde
piyasaya sürüldü. Nihayet AB’de işlerin neden iyi gitmediği konusunda bir günah keçisi bulunmuştu: Ya-
gündem
M
Avrupa Birliği ve Yunanistan...
Kim kimi kurtarıyor?
19
gündem
20
lancı ve tembel Yunanlılar! Sahtekar ve rüşvetçi Yunanistan! Bunlar on yıllardır başkalarının paralarıyla har vurup harman savurmuşlardı!
Bu bağlamda en fazla gürültü yapanlardan biri Almanya medyası ve Alman politikacıları idiler.
Bu bağlamda şu bilinmelidir: Alman medyasının
Alman emekçilerine sunduğu AB resminde AB, Alman hayırsever burjuvazisinin insani değerler adına,
Avrupa’nın yüksek kültürü vb. adına inşa etmeye
çalıştığı bir demokrasi ve barış ve kardeşlik projesidir! Almanya bu birliği oluşturmak için büyük fedakarlıklar yapmaktadır. Alman burjuva medyasında
Almanya’nın Avrupa Birliği içindeki konumu “Europas Zahlmeister” -bu Avrupa’nın finansörü anlamına
geliyor- olarak adlandırılmaktadır. Bu her açıdan büyük bir yalandır aslında. İşin yalnızca “finansörlük”
yanına bakıldığında görünen gerçek şudur:
Almanya dünyanın en büyük ihracatçı ülkelerinden biri -İhracat bağlamında 2007’e kadar dünya
şampiyonu- ondan bu yana Çin’in arkasında dünya
ikincisidir. 2007’de ihracat hacmi 969 milyar Avroydu. Bu ihracat’ın % 85’i AB ülkelerine gidiyordu. Almanya’nın dış ticaret fazlası (ihracat ile ithalat
arasındaki fark) 1999 yılında 65 milyar Avro iken;
2007’de bu fazla 199 milyar Avro’ya yükselmişti.
Yani dış ticaretten Almanya yalnızca 2007 yılında
199 milyar Avro kazanmıştı! Aynı yıl güya AB’nin
“finansörü” olan Almanya’nın AB fonlarına ödediği paranın tutarı 9 milyar Avro idi. Bir yanda AB ve
Avro alanının varlığı sayesinde kazanılan 160 milyar
Avro civarında “fazla”, öbür yanda AB fonlarına çok
para veriyormuş gibi ödenen 9 milyar Avro. Kaşıkla
verip kepçe (ama traktör kepçesi neredeyse) almak
denir buna. İşte Almanya medyasının halkı kışkırtmak ve kandırmak için uydurduğu AB finansörlüğü
mitosunun gerçekliği budur. 1999 ile 2007 yılı arasındaki sekiz yılda Almanya’nın dış ticaret fazlası toplam 1 trilyon 130 milyar Avroydu. Bunun yüzde 80
kadarı AB ülkelerinden geliyordu. Yani AB Almanya için altın yumurtlayan tavuk, ballı börekti! Peki,
ama Almanya’ya akan, onun zenginliğinin önemli
temellerinden birini oluşturan bu Alman malı ihracat mallarını satın alan ülkeler bu parayı nasıl ödüyorlardı? Birincisi, kendi halklarını iliklerine kadar
sömürerek, sömürüyü yoğunlaştırarak ve ikincisi tabii ki borçlanarak. Borç yiğidin kamçısı, emperyalist
ekonomi motorunun rafine yağı idi! Ve tabii Alman
devleti ve ondan kefalet, ödeme garantisi alan büyük
bankalar, finans kuruluşları da Yunanistan gibi itha-
latçılara bol kepçe – ve düşük faizli- kredi vermekte bir sakınca görmüyordu. Net ithalatçı ülkeler bir
de kredi/borç yoluyla soyuluyor; daha fazla bağımlı
hale getiriliyordu. Hiç sonuçlanmayacak bir saadet
zinciri kurulmuşa benziyordu. Fakat ekonomiden
birazcık anlayan her insan bu saadet zincirinin bir
gün kopmasının kaçınılmaz olduğunu da biliyordu. Ürettiğinden fazla tüketmek, ancak borçlanarak
mümkündü. Borç borçla döndürülebilirdi. Fakat bunun da bir sonu vardı: O son borç veren kişi, kurum,
devletlerin borç verdiklerinden borçlarını geri almanın tehlikeye girdiğini gördükleri noktada kaçınılmazdı. Yunanistan somutunda bu böyle oldu. Maliye
bakanı Papaconstantinou’nun gerçeğe biraz yakın bir
rakamla bütçe açığının GSYİH’ya oranını açıklaması
ile serbest piyasalarda kıyamet koptu. “Güven” yerini,
“güven bunalımı”na bıraktı. Peki Papaconstantinou’
ve Yunanistan hakim sınıfları bu reaksiyonları hesaplayamadılar mı? Ya da birdenbire vahiy mi geldi Doğrucu Davut’u oynama zamanıdır diye? Kuşkusuz ne
biri ne öbürü. Yunanistan egemen sınıfları bir süredir denizin sonuna gelindiğinin farkında idiler. 2010
yılı için Yunanistan’ın devlet olarak toplam dış borcu, Yunanistan GSYİH’nın % 124,9’na varmıştı. Yani
Yunanistan’ın bir yılda ürettiği tüm ürünlerin (mal
+hizmetler) değerinden % 25 fazla idi. Yalnızca 2010
yılı için devletin resmen iflas ilan etmemesi, öncelikle
birikmiş acil borç hizmetini yerine getirebilmesi için
acilen 67 milyar Avro civarında yeni borca ihtiyacı
vardı. Yani artık iflas gerçeğini açıklayıp, alacakçılara “ iflas ilan edeceğiz, o zaman hep birlikte çöküşün
yolu açılmış olacak” demenin zamanı gelmiş geçiyordu. Bunun alternatifi hiçbir şey olmamış gibi devam
etmek, borç batağı dipsiz kuyusuna daha da batmak,
iflas ilanını belki biraz daha ertelemek olurdu. Papandreou hükümeti yeni iş başına gelmişti. Krizi derinleştirip, Yunanistan’ı iflas ettiren hükümet olma
yerine, “enkaz devralıp” bu enkazı ortadan kaldırmak için cesur adımlar atan hükümet imajını tercih
etti. AB’ne durum size şimdiye kadar bildirilenlerden
çok daha vahim, iflas noktasındayız mesajının iletilip
balonun patlatılmasının geri planında bunlar vardı.
Maliye bakanı Papaconstantinou’nun açıklaması
üzerine “serbest piyasalar” panik içinde ellerindeki
Yunanistan devlet tahvillerini elden çıkarmaya başladılar. Bunun yanında Yunanistan kredi alabilirlik
bağlamında “güvenilmez” kategorisine düştü. Serbest piyasalarda yeni borç-kredi bulması olağanüstü
zorlaştı, ancak yüksek tefeci faizleri ödemek şartı ile
Yunanistan’ın iflasına göz yumulması, iflas sırasında bekleyen bu ekonomileri de çökertirdi. Bu ise
AB’nin sonu olurdu.
Uzun lafın kısası Emperyalist büyük güçlerin
bankaları, emperyalist büyük güçlerin alacakları
ve sonuçta AB projesi “kurtarılmak” zorunda idi.
Bunun için tartışmalar yürütüldü, planlar yapıldı.
Fakat bütün tartışmalarda bu gerçek içeriğin üzeri
“Yunanistan’a yardım” “Yunanistan’ı kurtarma” etiketi ile örtüldü.
Tartışmalar sırasında AB’nin gerçek anlamda bir
birlik olmadığı, onun başını çeken Almanya-Fransa
bloğunun da, her bir emperyalist büyük gücün kendi özgün çıkarları söz konusu olduğunda blok olarak
hareket etmediği, herkesin Almanların deyimi ile
“kendi çorbacığını pişirdiği” bir kez daha görüldü.
Yunanistan’dan devlet olarak alacağı, Almanya’nın
alacağından nerdeyse iki misli fazla olan Fransa,
serbest piyasalarda panik satışları başladığı andan
itibaren, AB çerçevesinde acil bir yardım paketi bağlanması, yoğun bir mali destekle “krizin önüne geçilmesi” ( yani yeni borçla krizi erteleme) yönünde
tavır takındı. Buna karşı Almanya biraz da iç politik
nedenlerle Mayıs ayına kadar bekleyen bir tavır içine
girdi. Bu tavır fakat kriz açısından hiç de yararlı olmadı. Yunanistan’ın dolayısı ile AB’nin ve Avro’nun
krizini derinleştirdi.
Sonunda yürütülen bir sürü tartışma ve pazarlık ertesinde Mayıs ayı başında Avro bölgesi, (Buna
Avrupa Para Birliği –EMU – devletleri de deniyor)
ekonomi ve maliye bakanları, uluslar arası Para Fonu
(IMF) içinde kendi programı ile yer aldığı toplam 110
milyar Avro’luk bir “Kurtarma Paketi” ne onay verdi. Bu paketin 80 milyar Avroluk kesimi Yunanistan
dışındaki EMU ülkeleri, 30 milyarlık kesimi ise IMF
tarafından karşılanacak ve en az üç yıl içinde kullandırılmak şartı ile Yunanistan’ın 19 Mayıs’ta günü gelen borç geri ödemesinden (10 milyar dolar civarında
ödeme yapması gerek) önce kullanıma hazır olacak.
Bu yeni borç, Yunanistan’ın şu anda serbest piyasada alması mümkün olmayan % 5’lik faizle veriliyor.
Tabii bu yeni borç Yunanistan hükümetine borç verenlerin dayattığı bir “ekonomiyi yeniden düzenleme
programı” şartına bağlanarak verildi. Önümüzdeki
üç yıl hem AB müfettişleri, hem IMF müfettişleri bu
programın uygulanmasını adım adım izleyecek, denetleyecekler.
AB Komisyonu'nun ekonomik ve parasal işlerden sorumlu üyesi Olli Rehn, Avro Bölgesi ekonomi
gündem
kredi alabilir duruma düştü. AB üyesi bir devletin
bu duruma düşmesi fakat yalnızca Yunanistan’a değil, bir bütün olarak AB’ne ve Avro’ya güvenin sarsılması anlamına geliyordu. Avro dolar paritesinde
doların yükselmesi, Avro’nun düşmesi başladı. 20
Ekim 2009 ile Mayıs 2010 arasında Avro dolar paritesi 1,60’dan 1,20’lere kadar geriledi. Sorun fakat
yalnızca serbest piyasaların sorunu değildi. Devletler
de Yunanistan’dan devlet tahvili satın alma yoluyla Yunanistan’a borç vermişlerdi, ayrıca verilen bir
dizi yüksek banka kredisi için de kefil olmuşlardı.
Yunanistan’ı cezalandırmak , “Ayağını yorganına göre
uzatmamış, öyle ise batsın, bize ne” tavrı takınmak –
ki bunu öneren demagog popülistler vardı- gerçekte
Yunanistan’ın iflası, dolayısı ile sadece bu bağlamda bile alacakların alınamaması anlamına gelirdi.
Bu bağlamda yalnızca Almanya’nın yalnızca devlet
olarak alacak tutarı 28 Milyar Avro idi. Fransa’nın
Yunanistan’dan alacak tutarı 50 Milyar dolardı. Bunun yanında banka ve diğer finans kuruluşlarının
milyarca dolar alacağı vardı. Bunların önemli bölümü devlet garantili idi. Yunanistan’ı cezalandırma
popülist şiarının uygulanmaya kalkılması yalnızca
bu açıdan bakılsa bile aslında imkansızdı. Bu yalnızca tribünlere oynayan bir söylemdi ve esas işlevi de
bütün kabahati/suçu tembel ve sahtekar! Yunanlıların üzerine yıkıp, kendi pisliğinin üzerini örtmekti.
Kaldı ki sorun sadece borçların geri dönmesi sorunu
değildi. Yunanistan ekonomisinin çöküşü aynı zamanda Yunanistan’ın bir Pazar olarak, bir ihracatçı
olarak kaybı anlamına gelirdi. Bunun yanında siyasi
açıdan Avrupa Birliği’nin özellikle zengin üyelerinin
Yunanistan’ı yalnız bırakması, Yunanistan’da zaten
var olan “AB den çıkalım” eğilimini halk içinde güçlendirebilir, AB projesi yalnızca Yunanistan’da değil,
bir dizi başka ülkede de ağır yara alabilirdi. Yine kaldı ki, yüksek derecede borç yükünün döndürülemez
hale gelmesi yalnızca Yunanistan’a ait bir hastalık da
değildi. AB içinde Portekiz, İrlanda, İtalya ve İspanya, Yunanistan’la birlikte PIIGS devletleri (pig İngilizcede domuz anlamına geliyor! Yani bunlar domuzluk edip, ürettiklerinden fazla tüketerek AB’yi zor
duruma düşüren domuzlar olmuş oluyor!) olarak adlandırılıp aynı kategori içinde ele alınıyor. Almanya
Merkez Bankası’nın Şubat 2010 verilerine göre Alman
bankalarının PIIGS ülkelerindeki alacak miktarları
Avro cinsinden şöyle idi: Portekiz: 29,7 milyar, İrlanda: 173,3 milyar, İtalya: 123,5 milyar, Yunanistan: 33
milyar, İspanya: 156,4 milyar.
21
✌
halkların kardeşliği için
22
ve maliye bakanları toplantısının ardından yaptığı açıklamada, “Avrupalı vergi verenlerin parasını
Yunanistan'a akıtmadıklarını, faizli borç verdiklerini
ve ikili kredilerin faiz oranının diğer Avro Bölgesi ülkelerinin borçlanma faizinden yüksek olduğunu belirtti. (Almanya ve Fransa % 4 faiz ödüyor.)
Avro grubu başkanlığını yürüten Lüksemburg
Başbakanı Jean Claude Juncker ise kurtarma paketi
karşılığında Yunanistan'la "iddialı, sıkı ve mutlaka
gerekli" bir program üzerinde anlaştıklarını söyledi.
Avrupa Merkez Bankası Başkanı Jean-Claude Trichet ise Yunanistan'ı kurtarma paketinin Avro bölgesinde güvenin yeniden tesisi ve mali istikrarın güvence altına alınmasına yardımcı olacağını kaydetti.
Geçen yıl gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 13,6'sı
kadar bütçe açığı veren Yunanistan, kurtarma paketi
karşılığında bütçe açığını 2014 sonunda, AB kurallarına uygun şekilde yüzde 3'ün altına indirmeyi taahhüt etti. (Şu anda 27’li Avrupa içinde bu şartı yerine
getiren yok! Ama Yunanistan’dan talep ediliyor. O da
taahhüt ediyor!)
Yunanistan Başbakanı Papandreou, ülkede ekonomik felaketin önlenmesi için büyük fedakarlık yapmak gerektiğini söyledi. Egemen sınıfların fedakarlık
lafları, emperyalist dünyanın her köşesinde emekçiler
için felaket anlamına geliyor. Yunanistan hakim sınıflarından alacaklıları “iddialı, sıkı ve mutlaka gerekli”
bir tasarruf programı talep ettiler. Ve bu konuda söz
aldılar. Bu “tasarruf” programı işçiler ve tüm emekçiler için yoğun özelleştirme ve taşeronlaştırma ile
işsizliğin ve yoksulluğun artması, işi olanların daha
az ücretle, daha fazla çalışması, bütün sosyal yardımların sıfırlanmaya doğru geriletilmesi, emeklilerin
gelirlerinin düşürülmesi, yeni vergilerle halkın daha
fazla soyulması vb. dir.
Yunanistan’da emekçiler “fedakarlık” talebinin ne
anlama geldiğini daha önceki deneyimlerinden de iyi
bildiklerinden, egemenlerin “kriz aşma” yönteminin,
krizin yükünü işçilerin emekçilerin omuzlarına bindirme yöntemi olduğunu bildiklerinden, geçen yılın
sonlarından bu yana kitle eylemlerinin ardı arkası
kesilmiyor. Emekçi kitlelerin eylemleri Mayıs ayında
günlük genel grevler biçimine kadar yükseldi. Yer yer
devlet güçlerine karşı militan direnişler oldu. Yunanistan işçi sınıfı ve emekçileri bu mücadeleler içinde
büyük deneyimler kazanıyor, öğreniyor. Gelişmeler
önümüzdeki yaz aylarının Yunanistan’da sınıf mücadelesi açısından sıcak geçeceğini gösteriyor.
10 Haziran 2010 ✓
Arap Alevi din adamları
yargılanıyor
Samandağ’da yaşayan Arapların
dinsiz olduğu, oruç tutmadığı, camiye
gitmediği, Askeri Liselere-Askeri Harp
Okullarına ve Polis Akademileri’ne
girmemeleri için gerekli çalışmanın
yapıldığının belirtildiği belge basına
sızdıktan sonra açıklama yapan
Kaymakam Kurtbeyoğlu belgenin sahte
olduğunu ve belge üzerinde parmak izi
araştırmasının yapıldığını belirtti.
A
ntakya’nın Samandağ ilçesinde Arap Alevilerinin (Nusayriler) din adamları “kaçak kur’an
kursu” açtıkları gerekçesiyle 1920’li yıllardan kalma
“Tekke ve Zaviyeler Kanunu’na” muhalefet suçundan
yargılanıyorlar.
Samandağ’daki bazı yerel gazetelerin haberlerini
ihbar kabul eden Cumhuriyet Savcılığı, yüzlerce yıldır devam eden dedelerin çocuklara verdiği din ve
Arapça eğitimini gerekçe göstererek Ahmet Tümkaya, Hikmet Özbay, Zülfikar Çiftçi, Aziz Tümkaya, Ahmet Bilmez ve Yusuf Tam ile 4 yardımcısı hakkında dava açtı. Samandağ Sulh Ceza Mahkemesinde 10 Nisan’da görülen ilk duruşma 2,5 saat sürdü. Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan
din adamlarını 9 avukatın yanı sıra, Alevi Bektaşi
Federasyonu’nu temsilen görevlendirilen Avukat Kemal Derin savundu. Destek amacıyla CHP Antakya
Milletvekili Gökhan Durgun, Alevi Kültürünü Araştırma Derneği (AKAD) Adana Şube Başkanı Hasan
Atıcı, İskenderun Şube Başkanı Nihat Yemiş, Pir Sultan Abdal Derneği yöneticisi Ali Rıza Aydın ve Antakya Ehli Beyt Vakfı Başkanı Ali Yeral’da duruşmaya katıldı.
Duruşma sırasında Hükümet Konağı önünde toplanan yüzlerce Arap Alevi’de “Türkiye laiktir, Laik
CHP ve Aleviler
Duruşmaya CHP Milletvekili Arap Alevilerine “yalnız değilsiniz” mesajı vermiş. Oysa bugüne kadar
CHP’nin yaptığı bu mesajlardan öteye geçmedi. CHP
iktidarı döneminde de var olan bu sorunların çözümü için gerçek anlamda bir şey yapılmadı. Bu ülkede Alevi inancına sahip olanlar yıllardır dini baskı ile karşı karşıyaydılar. Yıllardır Aleviler taleplerini dile getiriyorlar. Bunlar karşısından CHP Alevileri
oy deposu olarak görmek ve destek açıklamaları yapmak dışında her hangi bir şey yapmadı. Kara çarşaflı kadınlara CHP rozeti takan, “her mahalleye Kur’an
Kursu” projesini ortaya atan aynı CHP değil miydi?
Bu açıklamaları yapan CHP Aleviler için hangi projeleri sundu, ne yaptı? Tüm ülkede sadece Türkler yaşıyormuş gibi, Arapları, Kürtleri ve diğer azınlıkları
yok sayan, inkar eden aynı CHP geleneği değil mi?
CHP Milletvekili’nin bu konudaki tavrı Arap Alevilerini oy deposu olarak görme anlayışının dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Duruşma dışında da “Türkiye Laiktir, Laik kalacak” sloganının atılması sadece bir iyi niyet gösterisi
olarak algılanabilir. Çünkü bu ülke hiçbir zaman laik
bir ülke olmadı. Eğer laik bir ülke olsaydı zaten Alevi
dedeler yargılanmazdı. Diyanet İşleri Kurulu ve çalışmaları, binlerce cami, müftüler, imamlar ve müezzin-
ler bunun kanıtıdır. Bu ülkenin laiklik anlayışı İslamın Sünni yorumunun propagandasından başka bir
şey değildir. Toplanan vergilerle İslamın Sünni yorumunun propagandası yapılmakta, okullarda Alevi ve
diğer dinlere mensup çocuklara zorla Sünni eğitim
verilmekte, Alevi köylerine camiler açılmaktadır. Sadece TC tarihinde yapılan kıyımlarla binlerce Alevi
de katledilmiştir.
✌
halkların kardeşliği için
kalacak” sloganlarını atarak Kaymakam Tahsin
Kurtbeyoğlu ve Samandağ İlçe Müftüsünü istifaya
çağırdılar.
Mahkeme çıkışında konuşma yapan Durgun
“TBMM'de bu konunun çözümü için gündem dışı
konuşup, konuyu dile getireceğim. Hatay'da yaşayan Alevi insanlarımızın ve Alevi din adamlarının
yaşadığı bu sıkıntının çözümü ile ilgili bir de basın
toplantısı düzenleyeceğim. Yalnız değilsiniz, sizlerin
yanınızdayız, birlikteyiz, beraberiz” dedi.
Arap Alevi Şeyhi Zülfikar Çiftçi’de “Alevi toplumunun demokratik ve modern Türkiye'nin temel bir unsuru olduğunu” söyleyerek "Din ve vicdan özgürlüğü
yasalarla güvence altına alınmış temel bir haktır. Bu
hakların ihlal edilmesi, çağdaş dünya toplumları nezdinde ülkemizi müşkül duruma sokacağı gibi barışı
da zedeleyici bir tutum olacaktır. Bu nedenle biz din
adamlarını ve alevi toplumunu inciten bu yargılama
sürecinin adil bir biçimde son bulması tek dileğimizdir" açıklamasında bulundu.
Mahkemenin ikinci duruşması şahitlerin dinlenmesi ile 28 Mayıs’ta görülecek.
Böyle bir ülkeye Laik demek safdilliktir.
Bu gerçekler gün gibi ortada dururken Arap Aleviler
olayı sadece AKP Hükümetine bağlamaya çalışmaktalar. Oysa sorun TC tarihinden beri süregelen bir sorundur. Osmanlı dönemine göre görece bir serbestlik olmasına rağmen, TC tarihinde de hem dini hem
de milli baskılar son bulmamış, değişik şekillerde devam etmiştir.
Ve provokasyon…
Dava olayı sıcaklığını korurken internet sitelerinde Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu imzasını taşıyan
bir de belge ortaya çıktı. Milli İstihbarat Teşkilatı’na
yazılan ve altı aylık dönemi kapsayan raporda
Samandağ’da yaşayan bin 873'ü erkek, 412'si kadın
olmak üzere toplam 2 bin 285 kişinin kırmızı bültenlere kaydedilip fişlendiği belirtiliyor. Sağlam ve sadık
bir ekibin kurulduğu, bu ekip ile Kaymakam’ın bir yıl
daha görevde kalması halinde ilçenin yüzde 90’ının
fişleneceği belirtiliyor.
Samandağ’da yaşayan Arapların dinsiz olduğu,
oruç tutmadığı, camiye gitmediği, Askeri LiselereAskeri Harp Okullarına ve Polis Akademileri’ne girmemeleri için gerekli çalışmanın yapıldığının belirtildiği belge basına sızdıktan sonra açıklama yapan
Kaymakam Kurtbeyoğlu belgenin sahte olduğunu ve
belge üzerinde parmak izi araştırmasının yapıldığını belirtti.
Arap Alevileri gelişen bu olaylara, baskılara ve provokasyonlara karşı örgütlü bir mücadele yürütmelidirler. Halkların kardeşliği ve eşitliği temelinde, tüm
ulus ve azınlıkların, din ve mezheplerin üzerindeki
baskıların kalktığı, tüm din ve mezheplere eşit mesafede uzak duran yeni bir Cumhuriyet için mücadele
etmelidirler.
Tüm devrimci ve demokratlarda Arap Alevilerine
yönelen bu baskı ve provokasyonlara karşı, Arap Alevilerinin demokratik hak ve taleplerini sahiplenmeli,
mücadele etmelidirler.
25.05.2010 / YDİ Çağrı / Adana ✓
23
panorama
PA NOR A M A
Milliyetçiliğin barbar
yüzü…
- KIRGIZİSTAN -
D
24
ergimizin 144. sayısında Kırgızistan’da Bakıyev yönetiminin devrilmesiyle ilgili gelişmeleri ortaya koymuştuk. Geçici Hükümet’in başına geçen Roza Otunbayeva önderliğindeki yönetim ülkedeki kargaşayı dindirme ve başta Bakıyev olmak üzere eski yönetimin kimi temsilcilerini yargılama çabasını sürdürürken; özellikle Özbeklerin yoğun olduğu
Oş ve Celalabad kentlerinde milliyetçilik, ırkçılık temelindeki çatışmalar gündeme geldi.
Sözkonusu çatışmalar esasta Kırgızların, Özbeklerin yaşadığı yerleşim alanlarına saldırıları biçiminde
olmuştur. Çoğu maskeli ve silahlı çeteler, gündüz evleri işaretleyip gece saldırma yöntemlerini de kullanarak kelimenin gerçek anlamında katliam gerçekleştirmişlerdir. Diğer milliyetlerden insanlar da bu
ırkçı saldırılardan payını alsa da, esas saldırı Özbeklere olmuştur.
Haziran ayı sonunda yeni bir Anayasa için referandum, Ekim ayında da parlamento seçimlerini planlayan Geçici Hükümet, bir hafta süren çatışmaları durdurabilecek durumda olmadığını “itiraf” ediyordu…
Ve hem Rusya’dan hem de BM’den ülkeye “yardım”
için asker göndermeleri talebinde bulunuyordu. Geçici Hükümet olayların yatıştırılmasını, ya da engellenmesini dışarıdan gidecek askeri güçlerden beklerken, bu arada yaşanan olayların suçlusunu da “dışarıdan” arıyordu…
Kırgızistan üzerinde hesap yapan emperyalist güçlerin olduğu olgudur. Rusya, ABD ve Çin emperyalistleri başta olmak üzere AB içindeki kimi emperyalist güçler arasında Orta Asya’daki egemenlik için
yürüyen bir dalaşın varlığı da olgudur. Hatta ABRusya-Çin üçlüsü arasında ABD’nin Orta Asya’daki
nüfuzunu geriletmek için görüşmeler yapıldığı da olgudur. Bunun ötesinde koltuğundan olan Bakıyev’in
yeni yönetime karşı eli-kolu bağlı, sakin sakin gelişmeleri beklemeyeceği de tespit edilebilir.
Kırgızistan üzerinde hesap yapan
emperyalist güçlerin olduğu olgudur.
Rusya, ABD ve Çin emperyalistleri
başta olmak üzere AB içindeki kimi
emperyalist güçler arasında Orta
Asya’daki egemenlik için yürüyen bir
dalaşın varlığı da olgudur. Hatta ABRusya-Çin üçlüsü arasında ABD’nin
Orta Asya’daki nüfuzunu geriletmek için
görüşmeler yapıldığı da olgudur.
Fakat buna rağmen, yaşanan ırkçı, şoven saldırılar
karşısında hükümetin önce olaylara müdahale bile
etmeme ve ardından da olayların suçlusunu “dışarıda” arama tavrı, suçluların içeride olduğu gerçeğinin
üzerini örtme tavrıdır.
Medyaya yansıyan haberlere göre olayların gelişmesi ve çatışmaların başlaması şöyle olmuştur: Roza
Otunbayeva’nın ifadesine göre 10 Haziran günü,
bir internet kafede, farklı etnik gruplardan oluşan
gençler arasında çatışma yaşanmıştır. Bu çatışma 11
Haziran’dan itibaren genişlemiştir. Hürriyet gazetesinin aktarımına göre Otunbayeva “her tarafta keskin
nişancılar var. Kim olduklarını anlayabilmiş değiliz”
(16 Haziran 2010) açıklamasını yapmıştır. Aynı biçimde sözkonusu “çetelerin” silahları nereden aldıklarını da bilmiyormuş Otunbayeva! Böylece Otunbayeva yönetiminin ne kadar aciz olduğunu, suçsuz olduğunu da anlatmaya çalışıyor.
Otunbayeva’nın ülkenin baş yöneticisi olarak ancak
olayların yatışmasından sonra, %70 kadarının yerlebir edildiği, yakılıp yıkılıp talan edildiği söylenen Oş
kentine gitmesi olgusu da sözkonusu açıklamalara
eklenince; üstüne üstlük Bakıyev taraftarlarının yoğun olduğu bölgenin Oş ve Celalabad kentleri olduğu
da bilinince, akla gelen ilk sorulardan biri, siyasi dalaşın bir yolu olarak etnik çatışmaların bilinçli olarak
planlanıp planlanmadığı sorusudur.
Medyaya yansıdığı kadarıyla “Kırgızların gözüyle
en yakıcı milliyetler sorunu, Özbeklerin tüm ülkede
panorama
dağınık olarak yaşama yerine, Oş kenti gibi verimli
toprakları olan bölgede yoğunlaşmaları ve hatta kimi
yerleşim bölgelerinde nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarıdır”.
Daha 1989 yılında kimi Özbek gruplarının Oş için
özerklik, ya da Oş’un Özbekistan tarafından ilhak
edilmesini içeren talepleri öne sürdüğü ve 1990’da
yaşanan çatışmalarla ülkenin bölünme noktasına geldiği de bilindiğinde, Kırgızlarla Özbekler arasındaki
çatışmaların yeni olmadığı görülebilir.
1990’dan bu yana yaşanan en geniş çatışmaların
10 Haziran’dan sonraki hafta içinde yaşanmış olması, aradaki 20 yıllık süreçte her şeyin güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyor. Burjuva milliyetçiliği, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi çöküntüyü elinden geldiği kadarıyla kullanma durumundadır. Egemenler ise ülkenin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Kırgızlardır. Varolan milliyetçilik,
şoven-ırkçı düzeye varmış ve ülkedeki kargaşa ortamı kullanılarak “verimli topraklar” Özbeklerin elinden alınmaya yönelinmiştir! Özbek nüfusun yoğunlaştığı bölgede darmadağın edilmesi ile de “ülkenin
bölünmez bütünlüğü” garanti altına alınmış oluyor…
Bu tür açıklamalı milliyetçiliğin, şovenizmin hiç de
yabancısı olmadığımız bir ülkede, Türkiye’de yaşıyoruz. “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” adına ne barbarlıkların yaşandığını gayet iyi biliyoruz.
İşte Kırgızistan’da yaklaşık bir hafta süren barbarlığın kısa bilançosu. Sözkonusu bilançonun verileri
medyadaki haberlerde çelişkilidir. Bunun da bilinçte
tutulması gerekiyor. Resmi verilere göre 19 Haziran’a
gelindiğinde 200 civarında ölü vardır. Fakat bu sayı
Otunbayeva tarafından bile güvenilmez ilan edilmiştir. Otunbayeva, “Resmi veriler 200 ölü olduğu-
nu söylese de, ben de birçok vatandaşımız gibi fısıltı gazetesine daha fazla güveniyorum. 2 bin kişi olmüş olabilir.” (Hürriyet, 20 Haziran 2010) demektedir. Otunbayeva kendi yönetiminin temsilcilerine ve
verilerine güvenmiyor!
Rusya’nın resmi haber ajansı RİA’nın 17 Haziran
2010 haberine göre ise ölü sayısı 1800, yaralı sayısı
8000 ve mülteci sayısı 400.000 kadardır. Mülteci sayısının verileri de 100 bin ile 400 bin arasında değişmektedir.
Sonuçta ölü, yaralı ve mülteci sayısının düşüklüğü
ya da yüksekliği, yaşananların özünü değiştirmiyor.
Böylesi durumlarda saldırganların ya da saldırıya uğrayanların milleti ve milliyeti de belirleyici değildir.
Burjuva milliyetçiliğinin milletler arasında nasıl bir
düşmanlık ürettiğini ve nasıl bir barbarlığa yol açtığını, bu olaylarla bir kez daha görme durumundayız.
Lenin-Stalin döneminin SSCB’sinin kardeş halkları içinde yerlerini alan Kırgızlar ve Özbekler arasında milliyetçiliğin, şovenizmin bu hali de, revizyonizmin ve kapitalizme geri dönüşün halklar arasındaki kardeşliğin temeline dinamit koyduğunu; kardeşliğin yerini düşmanlığın aldığını belgelemektedir.
Burjuvazinin çanak yalayıcılarının, borazanlarının,
andaki çatışmaların sorumluluğunu “Stalin’in mirası” (Der Spiegel, Almanca) olarak adlandırıp Stalin’e
mal etmeye çalışması da, güneşin balçıkla sıvanamayacağı; Lenin-Stalin döneminin SSCB’sinde halkların
kardeşliğinin, proleter enternasyonalizminin yaşandığı gerçeğini ortadan kaldıramaz.
Halkların kardeşliği için mücadele, proleter enternasyonalizminin savunulmasından, devrim için mücadeleden geçer!
26 Haziran 2010 ✓
25
panorama
2010 Dünya Futbol
Kupası’nın öte yüzü…
- GÜNEY AFRİKA -
Spor da, kapitalizmde pazar ekonomisinin
doğrudan bir parçası durumundadır, her şey alınıp
satılmaktadır… Spor dalı “spor endüstrisi” olarak
adlandırılmaktadır. Borsada yapılan spekülasyonlar
gibi sporda da alım-satımlarda spekülesyonlar
sözkonusudur. spor kulüpleri borsada yerlerini
almıştır. Şu ya da bu sporcunun alım-satımındaki
rakamlar kitlelerin gözüne batsa da, gerçek kâr
ve kazançların elde edildiği alanlar, sponsorluk,
ihale -örneğin televizyonların maç göstermesi gibi
ihaleler–, reklam ve spor aletleri satışı vb. gibi alanlar
olmaktadır.
2
26
010 Dünya Futbol Kupası’nın maçları 11
Haziran’dan beri Güney Afrika’da oynanıyor.
Grup elemeleri bitti ve sıra tek maçlı elemelere geldi. Medya, her seferinde olduğu gibi milliyetçiliğin
körüklenmesinde rolünü iyi oynuyor ve burjuvaziye, dünyanın egemenlerinin siyasetine hizmette kusur etmediğini belgeliyor.
Genel olarak spor turnuvalarında olduğu gibi, ama
futbolun kitleler üzerindeki etkisinin diğer spor dallarına göre daha fazla olması sonucu, özellikle futbol turnuvalarında milyonlarca insanın, dünya kupalarında ise daha çok insanın beyininin hapsedildiği, milliyetçiliğin körüklendiği, erkek egemenliğinin
gösterilerinin yoğunlaştırıldığı bir durumu yine yaşıyoruz.
Spor, genelde kitlelerin sağlığının, vücut ve beyininin çalıştırıldığı ve tüm halkın bilinçli olarak yapabileceği; bunun için de tüm imkânlarıyla halkın hizmetine sunulduğu bir alan olması gerekiyor. Beyin
ve vücudun sağlıklı olması, aynı zamanda toplumsal kalkınmaya hizmette de, toplumun ilerlemesinde
de kitlelerin kolektif olarak katkısının yüksek olması anlamına gelir. Kitlelerin toplumun kalkınması ve
ilerlemesi için verdiği çaba da “sınıflarüstü” ya da “siyasetüstü” değildir. Tersine, bireyin çıkarlarının ancak toplumun ilerlemesi, kalkınması genel çıkarlarına tabi olduğu yönlü, sınıfsal ve bilinçli siyasettir.
Kuşkusuz ki bu sınıfsallık ve bilinçli siyaset burjuvazinin egemenliğindeki kapitalist, emperyalist sistemde mümkün değildir. Sporun kitlelerin hizmetinde olduğu, kitlelerin beyin ve vücudunun sağlığına
hizmet ettiği sistem, sadece ve sadece üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyete, sömürü sistemine son veren, sporun kâr aracı olmaktan çıkarıldığı sosyalizmdir, komünizmdir.
Spor da, kapitalizmde pazar ekonomisinin doğrudan bir parçası durumundadır, her şey alınıp satılmaktadır… Spor dalı “spor endüstrisi” olarak adlandırılmaktadır. Borsada yapılan spekülasyonlar gibi
sporda da alım-satımlarda spekülesyonlar sözkonusudur. spor kulüpleri borsada yerlerini almıştır. Şu ya
da bu sporcunun alım-satımındaki rakamlar kitlelerin gözüne batsa da, gerçek kâr ve kazançların elde
edildiği alanlar, sponsorluk, ihale -örneğin televizyonların maç göstermesi gibi ihaleler–, reklam ve
spor aletleri satışı vb. gibi alanlar olmaktadır.
20 Haziran 2010 tarihli Hürriyet gazetesi, ekonomi sayfasında bir haber yayınladı. Sözkonusu habere
göre 2009 yılında “spor endüstrisi”nin cirosu 114 milyar dolardır. Bu da yine aynı habere göre 129 ülkenin
milli gelirinin üzerindedir…
Aynı habere göre 2009 yılının gelir kalemi ve yüzde
olarak aldığı pay şöyledir: Gişe hasılatı, %38; Sponsorluk, %26; Medya geliri, %20 ve Lisanslı ürün,
%16’dır. Hürriyet gazetesinin haberine göre önü-
sömürüyle, savaşlarla, doğanın, çevrenin katledilmesiyle ilgilenmemesi gerekiyor! “Ben ne sağcıyım, ne
solcuyum, futbolcuyum” ya da “sporcuyum” biçimindeki ifadelerde dile gelen siyasetin de, burjuvazinin
siyaseti olduğu, emekçilerin bilincine kazınmalıdır.
Genelde spor dalında, özelde de Dünya Kupası gibi
turnuvalarda burjuvazinin sahtekârlığına, milliyetçiliğin körüklenmesine karşı mücadele, proletaryanın
ve tüm emekçilerin sömürü sistemine karşı sınıf mücadelesinin kopmaz parçalarından biridir.
“Bir ay süresince dünya futbola doyacak” biçimindeki propagandaların gizlediği gerçeklik, az sayıdaki
tekelin, holdingin paraya doyacağı gerçeğidir.
panorama
müzdeki yıllarda sponsorluk ve medya satış hakları
yükselme gösterecektir. En hızlı büyümesi beklenen
“segment”in ise sponsorluk olduğu yazılmaktadır.
Sözkonusu bu veriler “Küresel Spor Pazarında Görünüm 2013” raporundan alınmıştır. Hürriyet’in aktarımına göre raporda şunlar da yazılmaktadır: “Rapora göre, kitle iletişim araçları ve özellikle medyanın etkisiyle kârlı tanıtım aracı haline gelen spor, bir
taraftan geniş kitlelerin yoğun ilgisi ile bir gösteri ve
eğlence faaliyeti olarak tüketim sektörüne dönüşürken diğer taraftanda girişimciler için önemli miktarlarda finans hareketlerin yaşandığı cazip bir ekonomik faaliyet alanı haline geldi. Raporda büyüyen spor
pazarının her geçen gün daha fazla küreselleştiği belirtilirken, şöyle denildi: ‘(…) Bu nedenle spor, büyük
markalar ve şirketler için son yılların en önemli pazarlama unsurlarından birisi haline geldi. Başta futbol olmak üzere golf, tenis, motor sporları ve olimpiyatlarda milyarlarca dolarla ifade edilen rakamlar dönüyor.’” (Hürriyet, 20 Haziran 2010) Sözkonusu rapordan aktarılan bu tespitler, yoruma gerek bırakmayacak biçimde sporun kapitalizmdeki yerini gayet
açık bir dille ortaya koymaktadır.
Yine sözkonusu rapora göre Güney Afrika’daki
Dünya Kupası ile Kanada’da düzenlenecek 2010 Kış
Oyunları’ndan beklenen kâr miktarı 6 milyar dolardır.
Kısaca aktardığımız bu veriler, sporun kapitalizmde pazar, kâr ve kazanç aracı ve de alanı olduğu tespitini onaylamaktadır.
Kâr, kazanç sözkonusu olduğunda ve bunun da küçük bir azınlığın elinde biriktiği bilindiğinde, burjuvazinin bu gerçeğin üzerini örtmek için başvurduğu sahtekârlıklardan biri, sporun “siyasetüstü” olduğu yönlü yalan iken, biri de kendi çıkarlarını milli çıkarlar olarak gösterip kitleleri milliyetçiliğin ağusuyla zehirleme aracıdır. Dünya Kupası gibi turnuvalarda karşılaşan takımların “milli takım”lar olması da,
milliyetçilik ağusunun kitlelerin beynine şırıngalanmasını daha da kolaylaştırmaktadır.
Burjuvazinin yalakaları, medyadaki hizmetkârları
her gün, her saat kitleleri burjuva siyasetin peşine
takmaya çalışırken, sporun “siyasetüstü” olduğu yalanını da yaymaktan geri kalmamaktadır. Böylece
yüzmilyonlarca kitleyi spora bağlayıp burjuvazinin
siyasetinin hizmetine sunmaya çalışıyorlar. İşlerinde,
ne yazık ki başarılı da oluyorlar.
Burjuvazi için sadece sporcular değil, kitlelerin de
siyasetle, somut ifade edilirse, açlık ve yoksullukla,
Dünya kupasında patron kim? Kazanan kim?
2010 Dünya Futbol Kupası, Güney Afrika için, kupanın FIFA tarafından Güney Afrika’da yapılacağına
karar verildiği 2004 yılı Mayıs ayından itibaren başlamıştı… 2010 yılında bir ay sürecek şovun FIFA’nın
istemlerine, daha doğrusu dayatmalarına uygun geçebilmesi için gerekli olan hazırlıkların yapılması gerekiyordu.
Hem futbol sahalarının yetersizliği, hem de genelde
dünya kupasını örgütlemek için gerekli olan altyapının olmaması, Güney Afrika yönetimine ağır bir yük
yüklüyordu… Güney Afrika yönetimi de, esasta Güney Afrika’nın prestijini uluslararası alanda yükseltmek, bilinenin dışında bir –daha iyi– Güney Afrika
resmini dünyaya göstermek için, kaça mal olursa olsun, 2010 Dünya Futbol Kupası’nı örgütlemeye aday
oldu…
2004 yılı Mayıs ayında FIFA’nın verdiği karardan
sonra Güney Afrika yönetimi, kimi verilere göre 5
milyar Avro’dan fazla bir bütçeyi, 2010 Dünya Futbol
Kupası’na hazırlık için ayırmıştır. Wikipediya’daki
veriler doğru ise, Güney Afrika tarihinde, bu kadar
kısa zamanda gerçekleşen en büyük yatırım dönemi
–futbol sahalarının inşası ve yenilenmesi, altyapının
oluşturulması vb. için–, 2006-2010 dönemi olmuştur.
Sözkonusu verilere göre toplam 60 Milyar Avro (600
Milyar Rand) harcanmıştır. Kimi diger kaynaklara
göre ise yaklaşık 4 Milyar Avro harcanmıştır.
Öyle ya da böyle, Güney Afrika’nın milyonlarca
insanının temel sorunları için, ekmek, su, barınakkonut, elektrik, sağlık ve okul gibi sorunları için harcansa, bu miktar 4 ya da 5 Milyar Avro da olsa, bu sorunları önemli oranda çözebilecek miktarlardır. Fakat, egemenlerin kitlelerin temel ihtiyaçları için harcayacağı paraları, –mecbur bırakılmazlarsa– yoktur.
27
yaşam temellerini koruma mücadelesi
28
Somut olarak bu dünya kupası için hazırlıklarda, ülke içindeki patron Güney Afrika’nın “beyaz
ve siyah”lardan oluşan burjuvazisidir. Bu bağlamda
tüm hazırlık çalışmalarında Güney Afrikalı işçilerin
sömürülmesi, baskı altında tutulması bunların hanesine yazılmalıdır.
Dünya kupasına hazırlık dönemi yaklaşık dört sene
sürmüş ve bu dört sene içinde sık sık işçilerin grevleri
ve mücadeleleri de yaşanmıştır. Sözkonusu mücadele dünya kupasının başlamasından sonra da belli ölçülerde yaşandı, yaşanıyor. Örneğin stadyum güvenliği görevlilerinin, kendilerine günlük 350 Rand ücret sözü verildiği halde sadece 150 Rand verildiği nedeniyle yaptıkları grev ve verdikleri mücadele kolluk
güçlerinin gazlı, plastik kurşunlu, sopalı saldırılarıyla bastırılmaya çalışıldı.
Tekrar vurgularsak ülke içindeki patron ve kazançlı olanlar “beyaz ve siyah” tenli burjuvazidir. Beyaz
burjuvazinin hâlâ ekonominin, turizm alanlarının
esas kazançlısı olduğu da vurgulanması gerekiyor.
Dünya Kupası geneline baktığımızda ise hem patron hem de esas kazananların isimleri değişiyor. Tek
cümlede ifade edersek, esas patron FIFA, esas kazananlar da FIFA ve sponsorlarıdır.
Yazımızın daha da uzamaması için özetlersek, durum kısaca şöyledir: Dünya Kupası’nın hazırlıkları,
altyapının hazırlanması vb. turnuvanın önkoşullarıdır. Bu önkoşulları belirleyen ve karar veren FIFA’dır.
Örneğin futbol sahalarının nerede yapılacağına, nasıl
ve kaç kişilik olacağına karar veren FIFA’dır. Havaalanlarından şehir merkezlerine, daha doğrusu futbol
maçlarının örgütlendiği yerlere, ya da demir ve karayoluyla ulaşımın sağlanması da FIFA’nın şartları arasındadır.
FIFA sadece bunlara karar vermiyor! Örneğin futbol turnuvası döneminde reklamları bir kenara bıraksak dahi, futbol sahalarının yakın çevresinde seyyar satıcılara satış yasağının getirilmesi, sokak çocuklarının sokaklarda “temizlenmesi”, mültecilerin sürülmesi vb. vb. edimler de FIFA’nın önkoşulları arasında yer almıştır. Futbol turnuvasının olduğu
yerler ve çevresindeki görüntülerin FIFA’nın zevklerine uydurulması gerekirken, satışların ise sadece ve
sadece FIFA’nın sponsorları tarafından yapılmasına
izin verilmiştir.
Sözkonusu FIFA ortakları ya da sponsorları ise
bu seferki turnuvada şunlardır: Adidas, Coca-Cola,
Emirates, Hyundai Kia Automotive Group, Sony,
VISA (bunlar ortak olarak adlandırılıyor); Budwei-
ser, Castrol, Continental, McDonald’s, MTN, Mahinra Satyam, Seara ve Yingli Solar (bunlar da sponsor
olarak adlandırılıyor). “Ulusal Teşvikçiler” olarak da
BP South Afrika, Güney Afrika First National Bank,
Neo Afrika, Prasa, Shanduka-Aggreko ve Telkom seçilmiştir.
Kısacası Dünya Kupası’nın patronları ve kazananları bunlardır. FIFA 3 Milyar Avro’dan fazla kazanç
bekliyor. Bu arada ama, asıl patron olarak FIFA, örneğin Güney Afrika’da futbol maçı oynanan şehirler arasındaki uçuşlarda biletleri 755 ABD doları olarak satan Matsch firmasını desteklerken, Güney Afrikalı ucuz uçuş biletleri (755 dolar yerine 120 Dolara
bilet satan) satan Kulaki’ye tehdit mektubu yazmıştır. Ya da Kapstadt’daki futbol sahasının FIFA Başkanı Blatter’in istediği yerde yapılmasının 200 Milyon
Avro’dan fazla maliyete yol açtığı örneği de gözönüne alınırsa, FIFA’nın gerçekte tekelci bir şirket olduğu, Güney Afrika’ya karşı yeni bir sömürgeci siyaset
uygulandığı da görülebilir.
Kimi burjuva gazetecilerin bile yaptığı tespitler,
FIFA’nın sponsorlarını koruduğunu, onlar dışında hiç kimsenin dünya kupasının sembollerini, sloganlarını veya logolarını kullanamadığını, bunun
FIFA’nın bir nevi “Pazar polisi” görevini yaptığını gösterdiğini yazmaktadırlar. İşte FIFA’nın bu dayatmalarına, yasaklamalarına uymadığı, önkoşulları çiğnediği gerekçesiyle Güney Afrika’da en azından
500 işletme mahkemelik olmuştur.
Kısaca aktardığımız bu durum, hiç de “Futbol turnuvasından herkes kazanacaktır” tespitine uygun değildir. Hem FIFA başkanı Blatter, hem de Güney Afrika yöneticileri kitleleri kandırmak için açıkça yalan söylemişlerdir. Öyle bir durum yaşanıyor ki, Futbol Stadyum’larını inşa eden işçilerin, dünya kupasının hazırlıklarının bitmesi sonucu işlerini kaybetmeleri bir kenara, bir bilet alabilme durumları bile yoktur. On haftalık ücretlerini, bir bilet almak için vermeleri gerekiyor.
Olgular, Dünya Kupası’ndan herkesin kazanmadığını, başta sözü verilen iş alanlarının yaratılması vaatlerinin boş vaatler olduğunu, yine kazananların
burjuvalar olduğunu belgeliyor.
Sporun halklararasındaki kardeşliğin, kitlelerin
beyin ve vücutlarının sağlığının bir aracı olabilmesi
için, kapitalist, emperyalist sisteme son verilmesi gerekiyor. Bunun için mücadeleye değer!
26 Haziran 2010 ✓
T
ürkiye aylardır yoğun siyasi gündemiyle boğuşuyor. Ancak Anadolu’nun dört bir yanındaki derelerin sahibi olan köylülerin çığlığı Ankara’dan bir
türlü duyulmuyor. Artvin’den Muğla’ya kadar neredeyse ülkenin bütün su kaynakları birer birer özel
sektöre devredildi. Kapitalizmin yarattığı ekonomik
krizin vurduğu, tekstilden inşaata birçok sektör daha
fazla karı Hidroelektrik Santral (HES) olarak adlandırılan nehir tipi hidroelektrik santrallere yatırım
yapmakta arıyor. Pazardaki yükseliş inanılmaz. Bugünlerde dağlar taşlar, dereler ırmaklar “dere simsarlarıyla” dolu. “Elimde bir dere var ağabey, tam senlik”
türünden diyalogların yaşandığı telefon konuşmaları
sıradanlaşmaya başladı…
DSİ ile özel sektör arasında yapılan “Su Kullanım
Hakkı Anlaşması Yönetmeliği” gereği, dereler, ırmaklar 49 yıllığına özel sektöre kiralanıyor. Karadeniz, Akdeniz ve Ege başta olmak üzere, Kuzey
Kürdistan’da 1700 dere HES yapılması amacıyla projelendirildi. Ancak gerçek rakamın 2000’in üzerinde
olduğunu söylüyor çevre örgütleri. Daha önce doğa
katliamına dair görülen hiçbir manzara bu projelerle
yapılan katliamla boy ölçüşemez. Doğu Karadeniz’i
çok iyi tanıyan Dr. Oğuz Kurdoğlu durumu şöyle
özetliyor "Doğu Karadeniz’i düşmana versek bu kadarını yapmaya içi elvermezdi". Öyleyse, bunları satanlar ve para kazanmak için bu hale getirenler sadece bu toprakların değil, bütün gezegenin düşmanı olmalı. Nehir tipi santrallerin lisans alma süreçleri de
tartışma konusu. 10 MW altındaki HES’lerin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) kapsamı dışında tutulması, ÇED kapsamına tabii olanlarında raporlarını “kopyala-yapıştır” usulüyle aldığı, bunun yanında
HES kurulacak bölgenin havza planlamasının yapılmadığına ilişkin eleştiriler birçok projeyi yargıya taşıdı. Bugüne kadar açılan davaların 25’inde yürütmeyi durdurma kararı çıkmış. Ancak HES’lere karşı
yükselen eleştirilerin başında, suyun kullanım hakkını elde eden şirketlerin, eko-sistemin can damarı olan derelerdeki suyun ancak %10’unun ‘can suyu’
olarak dereye bırakılacak oluşu. Birçok bölgede içme
suyunun yanında tarımsal sulama amacıyla da kullanılan su kaynaklarının, doğa hakkı gözetilmeden şirketlere devredildiği yönündeki sert eleştiriler yüzlerce köyde yeni örgütlenmelere yol açtı. Çünkü bölgesinde HES projesi olduğundan haberi olmayan köylüler, bir sabah toplantı için köye gelen şirket yetkililerinden öğreniyorlar durumu. Çoğunlukla da yapılacak projenin içeriğinden çok, “bölgeye yatırım” yapıldığı ve istihdam sağlanacağı yönünde bir propagandaya maruz kalıyorlar. Sonrasında yaşanlar köylüleri
çileden çıkarıyor. Kesilmiş ağaçlar, soyulmuş dereler,
betonla kaplanmış dağlar, vadiler…
Yüzlerce endemik bitki, onlarca canlı türünün varlığı HES inşaatlarından dolayı tehlikede. Karakulak,
vaşak, yaban keçisi, semender ve kırmızı benekli alabalık bunlardan sadece birkaçı. Derelerin beslediği
gölleri bekleyen tehlike de cabası.
Bu soykırımın en ilginç yanı, ülke doğasını korumak için kurulmuş Çevre Ve Orman Bakanlığı tarafından yürütülmesi. Aynı bakanlığa bağlı Devlet Su
İşleri (DSİ) eliyle daha önce Türkiye’nin göllerini yok
etmiş, Marmara Denizi’nden daha büyük bir sulak
alanı vergilerimizle kurutmuştur. DSİ, ülkenin akarsuları üzerine büyük, küçük barajlar kurarak bereketli nehir vadilerini sular altında bırakmıştı.
Coğrafyamızda kullanılabilir güvenilir su potansiyeli -yeraltı suyu dahil- 107,2 milyar m³’tür. 70 milyonun üstünde nüfusa sahip ülkede kişi başına düşen
yıllık su miktarı ise 1,531 m³’ tür. DSİ verilerine göre
halen fiili yıllık tüketim ise 36,49 milyar m³’tür. Oysa
uluslar arası ölçülere göre bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için, kişi başına su miktarının yıllık 10.000
m³/kişi olması gerekmektedir. Yani bu verilere göre
DSİ’nin de çok iyi bildiği üzere Türkiye su zengini bir
ülke değil aksine nüfus artışı, yapılan bu devretme işlemleri ve daha birçok nedenden ötürü ileride su fakiri ülkeler arasına dahil olacağı kesindir. Bu bağlamda
kapitalist ve emperyalist güçler Afrika kıtasında ma-
yaşam temellerini koruma mücadelesi
“Oltadaki balık”* için yüzecek dere kalmadı!
29
yaşam temellerini koruma mücadelesi
30
denlerde kullandıkları gibi Ortadoğu’da da su sorununu ülkelerin politikalarını şekillendirmek üzere
etkili bir enstrüman gibi kullanacaklardır.
Aynı zamanda Türkiye’nin sınır aşan sularıyla da
başı dertte olmuştur. Aras nehri hariç Meriç, Fırat ve
Dicle nehirleri ile geçmişte sorun yaşanmıştır. Temel
nedeni Harmon Doktrini’dir. Harmon Doktrini olarak uluslararası literatürde yer alan ve "Mutlak toprak
egemenliği" olarak bilinen bu doktrine göre nehirler
hangi ülkede doğuyorsa kullanım hakkı o ülkeye aittir. 90’lı yıllarda Bulgaristan bu doktrinden yola çıkarak kendi topraklarından çıkan Meriç nehrinin tüm
kullanım hakkının kendisinde olduğunu iddia etmiştir. Bu sebeple Türkiye o yıllarda dışarıdan su satın
almak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin en büyük iki
su kaynağı olan Fırat ve Dicle nehirleri için ise tersi
bir durum söz konusudur. Fırat nehrinde suyun tutulmasından dolayı Suriye sık sık su kıtlığı yaşadığını
dile getirmiştir. Bu sınır aşan sular nedeni ile ileride
Orta Doğu’da birçok ülken su savaşlarına girebilir.
Böylece bu savaşlardan emperyalist ülkeler yararlanacaktır. Türkiye’de derelerini özelleştirmesi, özelleştirilen derelerin HES’lerle o bölgedeki doğanında
yok edilmesiyle 50-70 yıl içerisinde baraj göllerinin,
nehirlerin taşıdığı alüvyonlarla balçıkla dolması ve
kurumasıyla birlikte tamamen sınır aşan sulara bağımlı kalacaktır.
İnsanların başına gelecekleri ön görmek için biraz
tarihi inceleyelim. Eski zamanlarda bir kale kuşatıldığı zaman yapılan ilk iş su kaynaklarını zehirlemekti.
Bizans zamanında İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın
yapılmasının ve su depolanmasının amacı olası bir
kuşatmada sarayın su ihtiyacını sağlamaktı.2. Dünya
savaşında da Almanya’da ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde uçaklarla barajların bombalanması bir başka
örnektir. 7 milyon nüfuslu Ruanda’da 6 milyon Hutti
ile 1 milyon Tutsi’yi birbirlerine düşürerek,3 ay gibi
kısa bir sürede bir milyon insanın ölümüne neden
olan Fransa’nın o günkü devlet başkanı "…orası Afrika olur böyle şeyler…" diyebilmişti. Nedendi bunlar?
Ruanda’nın elmasları içindi. Elmaslar Ruanda’daydı.
Ama kim sahip oldu? Kimler sakat, yetim kaldı ya da
hayatını kaybetti? İleride su; elmas ve diğer madenlerden daha değerli hale gelecektir. Şimdiden "beyaz
petrol" diye anılan bu bileşik için daha dikkatli davranılması gerekmektedir.
Çoruh Havzasında tamamlanan, yapımı süren,
planlanan HES’ler Fransa, İspanya, Belçika, İsviçre,
Avustralya, Rusya ve Türk şirketleri tarafından oluş-
turulan konsorsiyumlar tarafından finanse edilmektedir. Barajlar deneyimi göstermiştir ki, nehirlerin
önü kesilerek suyun barajlarda toplanması, barajların
bulunduğu alanlarda çevreye çok çeşitli zararlar vermektedir. Barajlar doğal olmayan büyük su kütleleri
yaratarak, bulundukları alanlarda yağış düzeninden
bitki örtüsüne kadar birçok ekolojik dengenin altüst
olmasına yol açar. Barajlar çevreye verdikleri zararlar nedeniyle, enerji üretiminde kullanılmamalıdır.
Suyun önü kesilerek değil, akış hızından yararlanılarak enerji üretilmelidir. Bu da teknik olarak mümkündür. Giderek artan enerji ihtiyacını karşılamak
için fosil yakıtlar, nükleer enerji, suyun önü kesilerek
elde edilen elektrik enerjisi yerine yenilenebilir, doğal
enerji türleri kullanılmalıdır. Fosil yakıtların çevreye,
doğaya verdiği zararları daha iyi görebilmek için geçtiğimiz ay Meksika Körfezi’nde bulunan British Petroleum, Transocean şirketinin petrol platformunun
patlaması sonucu verdiği zararlar incelenmelidir. Bu
patlama sonrası 1500 metre derindeki kuyudan her
gün 100 bin varil petrol denize akmaktadır. 11 işçinin hayatını kaybetmesi de olayın diğer boyutu. Bu
yüzden güneş, rüzgâr, jeotermal, hidrojen, bio vb gibi
kaynaklardan enerji ihtiyacını karşılamak gereklidir
ve bu kaynaklar enerji ihtiyacı için kat be kat yeterlidir. Aynı zamanda HES ve petrollerden güvenlidirler. Ancak devletin enerji politikası, sermaye yararına
doğar, tarihi, kültürel mirasın yok edilmesi, çevreye
zarar vermesi kapitalist düzenin umurunda değildi.
Ancak insanlık kapitalistlerin doğa üzerinde azami
kâr uğruna yaptığı bu barbarlığı önlemek zorundadır. Doğanın bize değil, bizim doğaya ihtiyacımız
vardır. Doğayı çocuklarımızdan emanet almış gibi
kullanıp, geliştirerek tekrar çocuklarımıza bırakmalıyız. Her insanın sağlıklı su kullanma hakkı ve diğer
yaşamsal haklarını sermaye birikiminin döngüsüne
dahil etmeye çalışanlara karşı bu gidişe dur demek
için mücadele etmeye devam edeceğiz!
Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm!
* Oltadaki Balık: Amerikan’ın (ve dünyanın) bir zamanlar en zengin patronu John D. Rockefeller’in torunu Nelson A. Rockefeller (ABD’de valilik, Başkan yardımcılığı görevi yapmıştır) ABD Başkanı Eisenhower’a
gönderdiği bir mektupta Türkiye’yi kastederek “Oltaya
takılmış balığın yeme ihtiyacı yoktur” diye yazmıştır.
16.06.2010
Adana’dan bir okur ✓
Aşağıda, dikkatli bir okurumuzun iki noktada getirdiği eleştiri yazısını yayınlıyoruz. Okurumuzun getirdiği eleştiri noktalarına katılıyoruz. Özellikle teknik hata ile ilgili eleştirisi bağlamında tüm okurlarımızdan özür dilediğimizi belirtmek isteriz. Bu tür hataların en aza inebilmesi için elimizden gelen çabayı sarf etmemize rağmen maalesef zaman zaman yaşanıyor. Bunun en aza indirilebilmesi için aynı zamanda duyarlı okurlarımızın sayısının daha da artması gerekiyor. Okurumuza duyarlılığından dolayı teşekkür ediyoruz.
Yeni Dünya İçin Çağrı ✓
D
eğerli dostlar, Yeni Dünya İçin Çağrı’nın 144.
sayısında teknik bir hata yapıldı. Hata teknik
ama kötü bir hata! Derginin 31. sayfası yerine 27. sayfası arka iç kapağa basılmış ve bunun sonucunda da
“Fransa gezisinden notlar” başlıklı yazının 30. sayfadan sonraki bölümü, biz okurlar için ortadan yok olmuştur…
Böylesi teknik hataların olması kötü, ama oluyor işte!
Bunun düzeltilmesinin dergimizin 145. sayısında yapılacağından gayet emindim, bu yüzden de yazmayı gerekli görmedim. 145. sayı elime geçtiğinde yanıldığımın farkına vardım: Sözkonusu gerekli düzeltme yoktu. Böylece
teknik hatadan sonra, sorunu ciddiye alıp almama, ya da
bu kadar açık görülebilir bir yanlışı görmeme hatası işlenmiş oluyor.
Sözkonusu yanlışı düzeltmeniz umudu ve arzusu ile,
bunu size bildiriyorum.
Sözkonusu ikinci eleştirim ise “Erivan-Ankara hattında protokol krizi” başlıklı yazıda, sayfa 7-8’de, soykırımın hangi ülkeler tarafından tanındığını ortaya koyarken,
bunlar arasında Almanya’yı da saymanızadır.
Sizin soykırım bağlamında sorunu ciddiye almanız, gelişmeler hakkında tavır takınmanızı gayet olumlu buluyorum. Ermenistan’ın sözkonusu protokolü dondurması
bağlamındaki değerlendirmede, ayrıca, protokolün dondurulmasının, aslında protokolü kurtarma, bunun aynı
zamanda Türk hükümetinin de işini kolaylaştıran bir
adım olduğu yönlü değerlendirmeye de sahibim. Ama esas
sorun bu değil.
Esas sorun, Almanya’nın soykırımı tanıyan ülkeler arasında sayılmasıdır. Buna ziyaretçi defterinde dikkat çektim ama herhangi bir reaksiyon gelmedi. Bu yüzden de
okur mektubu olarak yazmaya karar verdim.
Yazınızda Almanya’nın soykırımı 2005 yılında kabul ettiğini yazıyorsunuz. Gerçek durum ise bu değil. Alman
Parlamentosu’nun 2005 yılında soykırım meselesini tartıştığı ve bu konuda karşı oy olmaksızın bir karar çıkardığı
olgudur. Fakat sözkonusu kararda yaşananlar “soykırım”
olarak adlandırılmamıştır. Sözkonusu tavırda yaşananların Türkiye Ermenistan’ındaki Ermenilerin yok edilme-
si ve Alman devletinin bu barbarlığı engellemeye bile çalışmaması vb. yönlü tespitler bulunmaktadır ve bu tespitler kimilerini Almanya’nın soykırımı kabul ettiği yönünde
yorumlamaya sürüklemiştir. Gerçeklik ama bu değil. Resmi bir soykırım kabulü Almanya açısından yoktur.
Bunun böyle olduğu gerçeğinin en güncel ispatı ise, DieLinke partisinin 10 Şubat 2010 tarihinde verdiği “küçük
soru önergesi”ne Alman hükümetinin 25 Şubat 2010 tarihinde verdiği yanıttır.
Sözkonusu yanıtta, sözkonusu olayların bir değerlendirmesinin bilim insanlarınca yapılması gerektiği ve
1915/16’nın trajik sonuçlarının öncelikle sözkonusu taraf
ülkelerin, Türkiye ve Ermenistan’ın meselesi olduğu yönlü
tavır takınılmıştır. Yani Alman hükümetinin yanıtı açıktır: Almanya sözkonusu “olayları” soykırım olarak değerlendirmemektedir.
Bunun açıkça soykırım olarak değerlendirilmemesinin
perde arkası, Alman emperyalizminin hesapları ve suç ortaklığı ya da ne olursa olsun, olgu değişmemektedir.
Bu yüzden de sizin soykırımı tanıyan ülkeler arasında
Almanya’yı da saymanız yanlıştır. Üstelik bu tespitin kaynağını da yazmamışsınız. Çünkü internette bu yönlü tespit yapanlar bulunuyor. Kaynağı vermemeniz de bir başka yanlıştır.
Ayrıca, soykırımı tanıyan ülkelerin listesini aktarırken
“ABD: Parlamentosunda 2010 martında karar alındı” (sayfa 8) diyorsunuz. Yazı içinde eğer bu kararın henüz soykırımın ABD tarafından kabul edildiği anlamına gelmediği,
bunun için önce senato tarafından, ardından da Başkan
tarafından onaylanması gerektiğini yazmış olsaydınız, bu
tespit bu haliyle doğru olacaktı. Ama yazıda bu olguyu aktarmamış olmanız, okuyucuya sanki ABD’nin de soykırımı tanıdığı yönlü bilgi vermektedir.
Olgu, ABD Parlamentosu’nda ne ilk kez böyle bir karar
alınmıştır, ne de bu, ABD’nin soykırımı resmen kabul ettiği anlamına gelmektedir.
Soykırım konusundaki titiz tavrınıza uygun davranmak
ve kitlelere yanlış bilinç vermemek için, sözkonusu yanlışı
düzeltmenizi dilerim.
26 Haziran 2010 / Bir YDİ Çağrı okuru ✓
okuyucu mektubu
Çağrı sayı 144’e iki eleştirim…
✉
31
2 Temmuz Katliamını
Unutmadık, Unutmayacağız!
Katliamların Hesabı
Mutlaka Sorulacaktır...
YA BARBARLIK, YA SOSYALİZM!

Benzer belgeler