Futbol adına bir çılgınlığı daha geride bıraktık 68 hareketinin çağrısı

Transkript

Futbol adına bir çılgınlığı daha geride bıraktık 68 hareketinin çağrısı
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Temmuz 2008/07 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X124
Futbol adına bir çılgınlığı daha geride bıraktık
68 hareketinin çağrısı: Devrimdir!
İstihdam paketi yasalaştı
“Dünya Genç İşçi Buluşması”
16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar
“ÖSS Duvarını Yıkalım” Mitingi Yapıldı
Güney Afrika: Milliyetçiliğin dayanılmaz ağırlığı...
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli okuyucu,
bir kez daha zamanımızın en
etkili kitle uyutma aracı haline
gelen endüstriyel futbol görevini
gördü: milyonlarca insan sihirli
bir hayal dünyasına sokularak
gerçek sorunlarını düşünmekten ve
görmekten alıkoyuldu.
Büyük tekellerin medyası
tarafından iyice kışkırtılan erkek
egemen ve şoven ırkçı çılgınlığın
gölgesinde egemenler işlerini
yürütmeye devam ettiler.
İktidar dalaşı tüm hızıyla sürdü,
hayat daha da pahalılaştı, işçiler iş
cinayetlerinde ölmeye devam etti.
Bir Mayıs'larda işçilere
yasaklanan Taksim meydanı futbol
kutlamalarına açıktı, bir Mayıs'ta
tatil yapmayan işletmeler yarı
finalde işiçilerin maç izleyebilmesi
için üretimi durdurdular.
İçindekiler
Değerli dostlar,
egemenler iktidar dalaşını iyice
kızıştırmaya devam ediyorlar, son
kozlar da kullanılmaya başlandı,
bir yandan AKP'nin kapatılması
davasının sonuna yaklaşılırken
diğer yandan da Ergenekon
gözaltıları ve tutuklamaları devam
ediyor.
İşçiler ve emekçiler açısından
egemenler arasında yaşanan
iktidar dalaşının en önemli yanı,
her iki kesimin de karşılıklı olarak
birbirlerinin kirli çamaşırlarını
ortaya sermeleridir. Her iki kesimin
de işçilere ve halklara düşman
yüzleri çok açık görülebilmektedir.
İşçiler ve emekçiler bir kez
daha bu kokuşmuş düzenden
devrim dışında bir kurtuluş
yolunun olmadığını görmek
durumundadırlar.
Değerli dostlar, gazetemizin
fiyatını bu sayıdan itibaren 2
YTL'den 1 YTL'ye düşürüyoruz.
Maddi sorunlar yaşamamıza
rağmen bu adımı atmamızın nedeni
gazetemizi çok daha geniş bir işçi
okur kitlesine ulaştırmaktır.
Dostlar, her yıl olduğu gibi bu
yıl da gazetemiz Ağustos ayında
çıkmayacaktır.
Yaz aylarını enerjimizi artırmak
için kullandıktan sonra Eylül
ayında tekrar buluşmak dileğiyle...
7 Temmuz 2008 •
GÜNDEM
Anayasa Mahkemesi kararı üzerine: Hukuk değil, yargı darbesi!. . . . . .
Tele kulaklar işbaşında!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Onbinler Edi Bese! (Artık Yeter!) dedi…. . . . . . . . . . . . . . . . .
Futbol adına bir çılgınlığı daha geride bıraktık . . . . . . . . . . . . . .
40. yılında da 68 hareketinin çağrısı: Devrim! . . . . . . . . . . . . . . .
YENİ KADIN DÜNYASI
Erkek egemen alan: Futbol . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Galata Köprüsünde 'hayasız' eylem. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
İstihdam paketi yasalaştı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
“Dünya Genç İşçi Buluşması” gerçekleştirildi . . . . . . . . . . . . .
16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . .
DESA direnişine destek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Lastik işçileri greve çıktılar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Samandağ Belediye işçileri maaşlarını istiyor . . . . . . . . . . . . .
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) kuruldu. . . . . . . . .
Kühne – Nagel işçileri işten atılmaya devam ediyor. . . . . . . . . .
Tega işçilerinin grevi devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Cam Sanayinde TİS imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1
EK:2
EK:4
EK:4
EK:5
EK:6
EK:7
EK:8
EK:8
EK:8
PANORAMA
Güney Afrika: Milliyetçiliğin dayanılmaz ağırlığı . . . . . . . . . . . . . 9
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Türkiye Kyoto Protokolü’nü imzalıyor. Hoş, ama boş bir karar!. . . . . . 10
Efemçukuru’nda adım adım altın madenine doğru. . . . . . . . . . . 10
Munzur’da barajlar ve siyanürlü altın çıkarma protesto edildi . . . . . . 11
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
“ÖSS Duvarını Yıkalım” Mitingi Yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . .
“Genç İşçilersiz”, Dünya Genç İşçi Buluşması!. . . . . . . . . . . . . .
Dersimiz Genç-Sen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sınıf kavramı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Üniversiteler Sosyal Forumu gerçekleşti . . . . . . . . . . . . . . . .
12
13
14
15
15
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 124 · Temmuz 2008 • ISSN 1301-692X124
• Fiyatı: Türkiye: 1,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,00 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu
2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
•
2
3
4
4
5
6
gündem
Anayasa Mahkemesi kararı üzerine:
Y
Hukuk değil, yargı darbesi!
üksek öğrenim kurumlarında
türbanın giyilmesini serbest
bırakan, Anayasa’nın 10. ve
42. maddelerinde değişiklik yapan
Anayasa değişikliği, AKP ve MHP’nin
oylarıyla, 411 Milletvekilinin oylarıyla kabul edilmiş, ardından
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak yürürlüğe
girmişti.
CHP ve DSP türbanı serbest bırakan değişikliğin, “Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez laiklik ilkesine aykırı olduğu” gerekçesiyle iptal
istemiyle Anayasa Mahkemesine
başvurdu.
Anayasa değişikliği üniversitelerde
kargaşaya yol açtı. Kimi üniversitelerde türbana karışılmazken, kimi
üniversitelerde yasak kararı uygulanmaya devam edildi.
Türbanın yüksek öğrenim kurumlarında serbest bırakılmasını öngören Anayasa değişikliği, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının AKP
hakkında Anayasa Mahkemesinde
açtığı kapatma davasında, AKP’nin
“laikliğe karşı eylemlerin odağı” olması iddiasının gerekçelerinden biri
olarak yer aldı.
A nayasa Ma h kemesi ’ni n nasıl bir karar vereceği mera k la
bekleniyordu.
Aslında Anayasa Mahkemesi’nin
22 Temmuz seçimleri öncesinde,
Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında
meclis toplanma yeter sayısı ile karar
yeter sayısını aynılaştırması, 367 konusunda aldığı karar, verilecek kararın ne yönde olacağına işaret ediyordu.
Ayrıca Anayasa Mahkemesinin 11
üyesinden 8’i, Ahmet Necdet Sezer
tarafından atanmış üyeler olması,
ideolojik Kemalist olma özelliğine
sahip olmaları diğer bir işaretti.
Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun
yayınladığı bildirinin, Danıştay ve
Barolar Birliği Başkanı tarafından
desteklenmesi, Anayasa Mahkemesi
üyelerine uyarı niteliğindeki bildiri
de gelişmenin ne yönde olacağına
dair başka bir işaretti.
Anayasa Mahkemesi 5 Haziran’da
görüştüğü davada, türbanlıların yüksek öğrenim kurumlarına serbestçe
girebilmeleri için Anayasanın 10. ve
42. maddelerinde değişiklik yapan
Anayasa değişikliğini iptal ederek,
yürürlüğü durdurma kararı verdi.
Anayasa Mahkemesi bu kararı
ile, yürürlükte olan Anayasada öngörülen yetkilerini aşarak, siyasi
karar vermiş, AKP’nin iktidar yürüyüşünü engellemek için yeni bir
yargı darbesi yapmıştır. Anayasa
Mahkemesinin bu kararı, bizzat
Anayasa Mahkemesi tarafından alınan şu karar ile: “Anayasanın 148.
Yüksek yargı içerisinde egemen konumlarını sürdüren
Kemalistler, yürüyen iktidar mücadelesinde, statükocu
ideolojik Kemalist kanadın iktidarını koruma siyasi
kaygısı ile meselelere yaklaşmakta, verdikleri kararlar
da buna uygun olmaktadır.
maddesinde Anayasa değişikliklerinde Anayasa Mahkemesine tanınan denetim yetkisi, teklif, oylama
çoğunluğu ve ivedilikle görüşülmeyeceği şartlarına uyulup uyumadığı
hususları ile sınırlanmıştır. Esas
yönünden denetime olanak tanınmadığı gibi, 148. maddede tüketici
biçimde sayılan koşulların dışında
şekil yönünden denetim yapılması
olanaksızdır.” çelişmektedir.
Anayasa değişikliklerine sadece
şekil bakımından inceleme ve denetleme yetkisine sahip olan Anayasa
Mahkemesi, Anayasanın 10. ve 42.
maddelerinde yapılan değişiklikleri esastan görüşerek iptal kararı
vermiştir.
Hakim sınıfların iki kanadı arasında giderek sertleşen, kızışan iktidar mücadelesinde, yüksek yargı,
yürürlükte olan Anayasaya göre
hukuksal kararlar değil, siyasi kararlar vermektedir. Yüksek yargı
içerisinde egemen konumlarını sürdüren Kemalistler, yürüyen iktidar
mücadelesinde, statükocu ideolojik
Kemalist kanadın iktidarını koruma
siyasi kaygısı ile meselelere yaklaşmakta, verdikleri kararlar da buna
uygun olmaktadır.
“Türkiye’nin hukuk devleti olduğu,
yargının bağımsız olduğu”nun büyük bir yalan olduğu bu karar ile bir
kez daha tescillenmiştir. Türkiye’de
hukukun sadece adı var, kendisi
yoktur! Hukuk gerçekte yargı bürokrasisinin keyfine göre işleyen bir
mekanizmadır.
Yüksek Yargı gelinen yerde, ordu
yanında Kemalist devlet iktidarının
başındaki elitin kendi iktidarını sürdürmek için kullandığı en son kalelerden biridir. En son kale de tehlike
altındadır!
İktidar mücadelesi sırtı duvara
dayanmış olan ordu merkezli statükocu, ideolojik Kemalist kesim ile
AKP’nin temsil ettiği kesim arasında
yürümektedir.
AKP iktidar mücadelesinde, iktidarı ellerinde bulunduran devlet
bürokrasisinin yerleşik iktidarını
ciddi olarak geriletmiştir. AKP bütün bürokrasiyi uzun vadede kendine uygun hale getirecek imkanları
ele geçirmiş durumdadır. Yerleşik
devlet iktidarını ellerinde bulunduranlar buna karşı ellerindeki tüm
araçlarla direnmektedir. Mücadele,
laiklik-şeriat, darbecilik-demokrasi,
bağımsızlık-işbirlikçilik mücadelesi
değildir. Mücadele esas olarak hakim
sınıf ların hangi kanadının iktidar
nimetlerinden daha fazla yararlanacağı mücadelesidir.
İktidar mücadelesi içerisinde herşey egemenler için mübahtır. İktidarı
koruma ve iktidarı ele geçirme noktasında taraflar arasında her türlü
araç kullanılmaktadır. Ergenekon,
Şemdinli, Hrant Dink cinayeti, içeride sürekli olan askeri operasyonlar, Güney Kürdistan’ın sık sık bombalanması, karşılıklı tele kulaklar,
darbe ortamının hazırlanmaya çalışılması vb. kavganın daha çok şeylere
gebe olduğunu göstermektedir.
Anayasa mahkemesinin türban
kararı, egemenler arasındaki iktidar
mücadelesinin daha da sertleşmesine
yol açmıştır. Anayasa Mahkemesi bu
kararı ile AKP’nin kapatılmasının
yolunu da açmıştır.
Hakim sınıfların iktidar mücadelesi yürüten her iki kanadı da işçi,
emekçi düşmanıdır. Her iki kanatta
emperyalizmin işbirlikçisi, bağımsızlık, özgürlük düşmanıdır. Her
iki kanatta sömürü düzeninin sürmesinden yanadır. Gerçekte yoktur
birbirlerinden farkları. Al birini, vur
ötekine!
İşçiler, emekçiler yürüyen iktidar
mücadelesinde egemenlerin kuyruğuna takılmamalı, uyanmalı, kendi
özsel sınıf çıkarlarına sahip çıkarak
bağımsız mücadele yürütmelidirler.
Kendi sınıf çıkarlarımız için kendi
sınıf örgütlerimizde, burjuvaziden
bağımsız örgütlenmelerimizi yaratalım. Kendi bağımsız sınıf mücadelemizi örgütleyelim. Egemenleri iktidar dalaşında yalnız bırakalım!
İşçi sınıfı, emekçiler, tüm ezilenler için bu düzende kurtuluş yoktur!
Kurtuluş, gerçek anlamda bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin,
sağlanacağı işçilerin, emekçilerin
kendi iktidarlarındadır.
Kurtuluş sömürünün her türüne son veren düzende, işçilerin - yoksul köylülerin düzeninde,
sosyalizmdedir.
12 Haziran 2008 ✓
3
gündem
Tele kulaklar
işbaşında!
Ufku burjuva demokrasisi ile sınırlı olanların,
“demokrasilerde bu olmaz” karşı çıkışları,
hukukun egemen olan sınıfların hukuku olduğu
gerçeğini görmeyen bir tavırdır. Son tahlilde
burjuva hukuku, burjuvazinin çıkarlarını
koruyan bir hukuktur.
Tüm ülkede telefon, bilgisayar, internet, faks gibi her türlü telekomünisyon yoluyla yapılan iletişim izleniyor, dinleniyor.
“Özel hayatın gizliliği”, “haberleşme özgürlüğü” vb. gibi Anayasa
maddelerin bir kez daha hoş, ama
boş olduğu ortaya çıktı.
Devlet bunu hep yapıyor
D
inleniliyoruz! Sadece “suç
işleyeceği konusunda şüphelenilen kişiler” değil, tüm
iletişim ağı izleniyor, dinleniyor.
Son dönemde medyaya yansıyan
iki dinleme örneği, dinlemenin boyutlarını gösteriyor.
Önce A nayasa Ma h kemesi
Başkanvekili Osman Paksüt, kendisini takip eden sivil bir otonun polise
ait çıkması üzerine izlendiği, dinlendiği yönünde açıklama yaptı. Medya
bu izleme, dinleme olayını tartışırken, başka bir dinleme olayı daha
medyaya yansıdı.
CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın,
CHP Genel Merkezi’nde kendi odasında, eski Bolu valisi ile yaptığı özel
1
4
görüşmenin, ertesi gün Vakit gazetesinde olduğu gibi yayınlanması ile
ortalık birkez daha karıştı.
Telekom ve Turkcel’in telefon kayıtları, Vakit Gazetesi’nin sabit telefonundan Önder Sav’ın cep telefonunun arandığı, 44 dakika süre ile görüşüldüğünü doğruluyor. Bu durum,
“Önder Sav’ın Vakit Gazetesi’nden
arandığı, görüştüğü, cep telefonunu kapatmayı unuttuğu” savını
güçlendirmektedir.
Özellikle bu iki olay ekseninde
dinleme olayları üzerine tartışılırken, Emniyet’in başvurusu üzerine
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından üçer aylık izinlerle tüm iletişim ağının dinlendiği açığa çıktı.
Dinleme işini sadece Emniyet değil, jandarma, MİT de yapıyor. Yer
yer egemenlerin kendi aralarındaki
dalaşta da kurumlar birbirini dinliyor, birbirlerinin açıklarını bulmaya, birbirlerine karşı kullanmaya
çalışıyorlar.
Temmuz 2005 yılında iletişimin
izlenmesi ve dinlemesini bir merkezde toplanmasını sağlayan yasa
kabul edildi. Buna bağlı olarak
Telekomünisyon İletişim Başkanlığı
(TİB) kuruldu. Aynı yasada, emniyet,
jandarma ve MİT’e “önleyici istihbarat” adı altında geniş yetkiler verildi.
Yasada, her türlü faaliyetin hakim
kararı ile yapılması hükme bağlanmasına rağmen, aynı yasada şu da
var: “Suçun işlenmesini önlemek
için, hakim kararının gecikmesinde
sakınca bulunan hallerde Emniyet
Genel Müdürü veya İstihbarat
Dairesi Başkanı’nın yazılı emriyle,
telekomünikasyon yoluyla yapılan
iletişim tespit edilebilir, dinlenebilir, sinyal bilgileri değerlendirilebilir,
kayda alınabilir.”
Aynı yasada Emniyete bütün iletişimi üç aylığına takip etme yetkisi
de verilmektedir. Emniyet kendisine
verilen, “suçun işlenmesini önlemek
için” dinleme yetkisini, belirli kişiler için değil, tüm kişiler için kullanmakta, tüm ülkenin “suç işlemesini”
önlemektedir!!
Her burjuva devlet gibi TC devleti de, sermaye yararına işleyen bir
devlettir. Her burjuva devleti gerektiğinde, kendisinin koyduğu yasaların dışına çıkar. Çıkmak zorundadır. Bunun tersini ummak saflıktır.
Sonuçta devlet, “bir sınıfın diğer
bir sınıfı ezmek için kullandığı bir
baskı aracıdır.” Baskı aracında nüans
farklılıkları olsa da, son tahlilde her
burjuva yönetimin özü ezilenler üzerinde diktatörlüktür.
Ufku burjuva demokrasisi ile sınırlı
olanların, “demokrasilerde bu olmaz”
karşı çıkışları, hukukun egemen olan
sınıfların hukuku olduğu gerçeğini
görmeyen bir tavırdır. Son tahlilde
burjuva hukuku, burjuvazinin çıkarlarını koruyan bir hukuktur. Bu hukuk, gerektiğinde “yasa dışına çıkar.”
İşçilerin, emekçilerin mücadelesinin
boyutları, bu “yasa dışına” çıkmanın
da boyutlarını belirler.
Ortaya çıkan izleme, dinleme olayları ne ilktir ne de son olacaktır.
İzleme, dinleme bu sistemin varlığı
şartlarında hep var olacaktır.
3 Haziran 2008 ✓
Onbinler Edi Bese! (Artık Yeter!) dedi…
Haziran günü Kadıköy, Kürt
halkı üzerinde oluşturulan
baskı siyasetine kitlesel tepkinin verildiği bir alana dönüştü. 50
bin civarında insan Barış Meclisi’nin
çağrısı üzerine Tepe Natilius önünde
toplanarak Kadıköy İskele Meydanına
doğru yürüdü. Ellerdeki binlerce lolipop dövizlerde Yeter ve Bese yazılıydı.
Onbinler Kürt halkına uygulanan
baskılara yürütülen savaşa dur diyordu ve Kürt sorunu için bir an önce
adil ve demokratik çözüm istiyordu,
barış istiyordu. Hükümet ve devletin
yetkili organları bu sesi duydu mu
bilinmez ama binlerin Kürt sorununun çözümü için Türkiye’nin dört
bir tarafından gelerek böylesine görkemli bir eylemde birleşmesi anlamlıydı.
Eylemi hazırlayanlar en yüksek
katılımı sağlamak için ortak pankart
ve ortak sloganlarda direttilerse de
bunun amaca hizmet edip etmediği
de tartışmalıdır, zira her kesimin, kurumun kendi renkleriyle ve sesleriyle
eyleme katılmalarının daha etkili ve
katılımı da azaltıcı değil artırıcı bir
rol oynayacağı düşünülebilirdi.
İzinli yapılan eylemde kayda değer
bir olay yaşanmadı. Yeni Dünya İçin
Çağrı gazetesi olarak eyleme değişik
bölgelerden önemli bir katılım sağladık. “Kürt sorununun adil çözümü
bu düzende mümkün mü?” başlıklı
bildirimizden 3.000 adet dağıttık.
Bildirilerimiz ilgiyle karşılandı.
Yürüyüş boyunca okurlarımız tarafından ortaklaşa atılan “Gerçek barış, gerçek demokrasi, gerçek adalet
devrimle gelecek!”, “Gençlik gelecek,
Bolşevizm yenecek!”, “Kürdistan faşizme mezar olacak!”, “Ya Barbarlık,
Ya Sosya l i zm, Ya Fa şi zm, Ya
Devrim!” vb. sloganlara yer yer etrafımızdakiler de eşlik ettiler. Miting
alanına girişte polisin bildirilerimize
el koyma girişimine karşı direnilerek bildiriler geri alınmıştır. Miting
alanında Pınar Yanardağ, Ömer
Özcan, Türkiye Barış Meclisi sözcülerinden Ayhan Bilgen ve Tertip
Komitesi adına Murat Çelikkan birer konuşma yaptılar.
Konuşmacılar
savaşın durmasını ve Kürt halkına
demokratik ve barışçıl bir çözümün
sunulması taleplerini dile getirdiler.
Konuşmaların ardından sahne
alan İlkay Akkaya ve Diyar kitleyi
şarkılarıyla coşturdular.
2 Haziran 2008 ✓
Futbol adına bir çılgınlığı daha
geride bıraktık!
Bu turnuvada yalnız magandalar çıldırmadı,
reklamlar da çıldırdı. Toplumsal aşağılık
kompleksimizin dışa vurumu olarak kendini
gösteren reklamlar, gazetelerde tam sayfa, robot
olarak resmedilmiş futbolcular, terminatör
savaşçılar olarak yer aldı.
B
ir Avrupa Futbol Şam­pi­yo­na­
sını kışkırtılan milliyetçilik,
şovenizm çılgınlığı histerisi
altında geride bıraktık. Bilanço 1
ölü, 70 yaralı. Maçı Mudanya’da izleyip arkadaşıyla birlikte Bursa’ya
dönen Ömer Dündargil, bir akaryakıt istasyonunda, “Bayrakları kaldırın. Gürültü yapmayın. Sevincinizi
başka yerde paylaşın” dediği için
magandalar tarafından linç edilerek
öldürüldü. Hırvatistan maçı sonrası
burjuva medya timsah gözyaşları dökerek, TV ekranlarında göstermelik
silah kullanmayın logoları ile durumu kurtarmaya çalıştı.
Bir tarafta bu timsah gözyaşlarını
döken burjuva medya, diğer taraftan;
“Viyana’yı bu defa fethedeceğiz”,
“Viyana’yı fethettik”, “Viyana kuşatması zaferle sonuçlandı”, “Viyana
düştü”, “70 milyon tek yürek oldu,
saat 21:45’i bekliyor. Viyana kapılarına ikinci defa dayanan Türkiye,
bu defa o kapıdan geçmek istiyor.
Millilerimizin rakibi ise; Viyana’da
Osmanlı ordusuna karşı direnen
Hırvat torunları.” Diyerek adeta savaş
ve futbolu özdeşleştiren aynı medya.
Tüm bu ırkçı şoven dalgaya karşı
Hırvat burjuva medyası da sessiz kalmadı. “Türkler Viyana’yı iki kere kuşattı. Ancak Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nun himayesinde
bulunan Hırvatların yardımıyla
Osmanlı askerleri geri püskürtüldü.
Yine aynısını yapacağız.” Diyerek
Türk medyasından aşağı kalmadı. Bu
ırkçı açıklamaya, Türk basınından
Türkiye gazetesi “Hırvatlar abarttı”
başlığı atarak, sanki kendileri abartmamış gibi Hırvatlara ağzının payını
vermeye çalıştı. TV kanallarında
“bayrak yaz” bilmem kaça gönder
. “Yüce bayrağım, canım, kanım,
her şeyim” vb. yazıyor. Irkçılıkta,
milliyetçilikte sınır tanınmıyordu.
Başbakan Erdoğan da, “Millet olarak
mutluluğu yaşıyoruz. Eşim ağlaya
ağlaya aradı. Ülkemizin bunlara ihtiyacı var. Almanya maçında da tribündeyim” diyerek ırkçı şoven dalgaya katkı sunmada geri durmadı.
1 Mayıs’ta Taksim’i işçi ve emekçilere yasaklayıp, biber gazı, cop ve
panzerlerle saldırarak işçilere her
türlü zulmü reva görenler, Taksim’e
dev ekranlar koyarak binlerce insanın maç izlemesine ses çıkarmadılar.
Havaya kurşunların sıkılması sonucu, yarananların olması üzerine,
İstanbul valisi, “kutlamalar sırasında
üzücü olaylar yaşandığını” belirterek durumu kurtarmaya çalıştı.
Birçok şehirde aynı olaylar yaşandı.
Göstermelik bir kaç gözaltının dışında, olaylara bilerek göz yumuldu.
Herhangi bir demokratik tepkiye
karşı, şahin kesilen güvenlik güçlerinin, bu olaylar karşısındaki tavrı
“yapmayın, etmeyin çocuklar, ayıp
oluyor” tavrıdır.
İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, her
gün yeni zamların kapıda olduğu ve
milyonlarca insanın açlık sınırında
yaşadığı, baskı ve zulmün ayyuka
çıktığı bu ülkede, geniş emekçi yığınlarının uyutulması için futbol
bulunmaz bir fırsat. Ne de olsa geniş
emekçi yığınların, kendi sorunlarını
geçici olarak da unutmaları sağlanmıştı. Elektriğe %20 zam geldi.
Ekmeğe önemli oranda zam yapıldı.
Benzin zammı otomatiğe bağlandı.
Bu arada 1 Temmuz’dan geçerli olmak üzere asgari ücrete 21 YTL zam
yapılmış, buna karşı en ufak bir tepki
dahi gelmemişti. Ne de olsa “milli-
lerimiz Türkiye’nin itibarını bütün
dünya da düzeltmiş ve Türk’ün gücünü dünyaya göstermişti.” “Her şey
milli takımımıza için feda olsun”du!
Milli takımın maç başına 300-500
bin YTL alan futbolcuları ve maaşı
280 bin kişinin asgari ücretine denk
gelen Fatih Terim, Türkiye’yi çok sevdikleri için mi oynadılar? Dünyanın
en büyük sermayedarlarının arkasında olduğu futbol, endüstriyel bir
olay haline gelmiştir. Emekçi yığınların uyutulmasında, bir afyon olan
futbola sermayenin bütün olanaklarını kullanarak destek sunması boşuna değil.
“Çılgın Türkler”
Bu turnuvada yalnız magandalar
çıldırmadı, reklamlar da çıldırdı.
Toplumsal aşağılık kompleksimizin
dışa vurumu olarak kendini gösteren reklamlar, gazetelerde tam sayfa,
robot olarak resmedilmiş futbolcular, terminatör savaşçılar olarak yer
aldı. Televizyon reklamlarında ise,
korkunç pazulu, korkunç görüntülü
savaşçı olarak çizildi futbolcular.
Avrupa Şampiyonası 2008 ana sponsorlarından Garanti Bankası’nın bu
reklamı ‘Çılgın Türkler’ konseptine,
yaratılan milliyetçilik dalgasına
çok uygun! Oysa madalyonun di-
gündem
ğer yüzünde, “Türkleri barbar gösteren” ironik bir gerçeklik yatıyor.
Gazetelere verilen reklamlarda robot
olarak çizilen “Türko”ların elinde
tam ekmek arası köfte var. Slogan şu:
“Türko’ya çeyrek yetmez.” “Robot
Türko’lar rakiplerini yenmeyecek,
adeta yiyecek!”
Yurt dışında herhangi bir reklam
ajansı, Türk milli takım oyuncularını futbolcu olarak değil, sahaya
çıkan barbarlar olarak gösterseydi
Türkiye’de kızılca kıyamet kopardı.
“Vatanseverler” bu yaratılan imaja
tepki göstermek için birbirleriyle yarışırlardı. Ve beraberinde yaratılmak
istenen Türk düşmanlığından dem
vururlardı! Buna yer verenlerde meşhur 301’den yargılanırlardı.
Bunları yazarken futbola karşı olduğumuz sanılmasın. Biz futbolun
halkları birbirine düşman eden değil, halklar arasında dostluğu pekiştiren bir spor olarak oynanmasından
yanayız. Bu da futbolun profesyonel değil, amatörce oynandığında
mümkündür.
Irkçılık ve milliyetçilik halkları
birbirine boğazlatmak için burjuvazinin kullandığı en önemli silahtır.
Bu silahın panzehiri ise proletarya
enternasyonalizmidir.
01.07.2008 ✓
15. yılında Sivas katliamı lanetlendi
2
Temmuz 1993 ta ri hinde,
Pir Su ltan Abda l Kü ltür
Etkinlik lerine katılan yazar, sanatçı, aydınların kalwdığı
Madımak Oteli, önceden planlanmış saldırı sonucu yakıldı. 35
can, alevler dumanlar arasında
katledildi.
Dün Maraş’ta, Çorum’da, Gazi’de
katliamlar yapanlar ile Sivas’ta
katliam yapanlar aynı güçlerdir.
Katliamın sorumlusu gerici, dinci,
faşist güçler yanında devlettir.
Sivas katliamının 15. yılında,
İzmir’de Alevi Bektaşi ve Yöre
Dernekleri Platformu bir yürüyüş
ve miting düzenledi.
Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan kitle, buradan Gündoğdu
Meydanı’na yürüdü. Yürüyüş ve
mitinge; İzmir Alevi Bektaşi Yöre
Dernek leri Plat formu, K ESK,
DTP, ÖDP, Emep, TKP, SDP, DİP
Girişimi, BDSP, ESP, Partizan, DHP,
Mücadele Birliği, Kaldıraç, HÖC,
78’liler, Birleşik Metal İş, Belediye
İş, Dev-BJK, CHP, İzmir Cumok vs.
katıldı.
Yürüyüş ve miting sırasında;
Faşizme karşı omuz omuza!, Sivas’ı
unutma, unutturma!, Katil devlet
hesap verecek!, Sivas’ın hesabı sorulacak!, Gün gelecek, devran dönecek, katiller halka hesap verecek!
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz! vb. sloganları
atıldı.
Miting alanında YDİ Çağrı sayı
123’ün satışı yapıldı.
Başta Sivas olmak üzere tüm katliamların hesabı devrimle sorulacak!
Ydi Çağrı/İzmir ✓
5
gündem
40. yılında da 68 hareketinin çağrısı:
DEVRİM!
Burjuvazinin affedilebilir düzeniçi bir
“gençlik aşırılığı” olarak göstermeye çalıştığı
68’in anlamı ve özü nedir? 68’in gücü, onun
devrim isteğinde, devrim çoskusundaydı.
Güçsüzlüğü, işçi hareketiyle öğrenci hareketinin
birleşememesinde, her şeyden önce de bu
harekete yol gösterecek güçlü bir komünist,
bolşevik örgütlenmenin olmamasındaydı. Bu
durum, sonuçta 68 hareketinin burjuvazi
tarafından ezilmesi, teslim alınması, düzene
yamanmasının temel nedeniydi.
B
6
u y ıl 1968’dek i devrimci
kitle eylemlerinin 40. yıldönümü. 1968 yılı, Çin Halk
Cumhuriyeti’ndeki Büyük Proleter
Kültür Devrimi’nin etkilerinin dalga
dalga bütün dünyaya yayıldığı, emperyalist metropollerde başta öğrencilerin başlattığı eylemlere işçi
ve emekçi kitlelerin de katıldığı,
Fransa’da, Almanya’da, ABD’de hakim sınıfların iktidarının sallandığı
yıl oldu.
“68’liler” bu devrimci dalgayı yaşayan ve yaşatan kuşağa verilen isim
oldu. 68’in kırkıncı yıldönümünde
tüm dünyada 68 olayları ve “68’liler”
değerlendiriliyor. Medya 1968 üzerine yapılan programlarla dolu.
Paneller, söyleşiler, film gösterimleri, tartışma programları vb. yapılıyor. İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi, 40 yıl önceki işgali anmak
için bir bölüm 68’li tarafından ‘işgal’
edildi. İşgalin amacı, “eğitimde devrim”, “demokratik üniversite” vb. talepler ileri sürmek değil, sadece 40 yıl
önce Hukuk Fakültesi işgali ile başlayan 68 hareketini anmaktı.
Medyada 68 üzerine programları
yapanların çoğu da bir zamanların
68’lileri. Bir çok 68’li süreç içerisinde,
bir zamanlar düşman olduklarını
söyledikleri “yerleşik düzen”in birer
parçası, savunucusu haline geldiler.
“Kurumlar içinde uzun yürüyüşle”
devletin ele geçirilip, devrimcileştirilmesi biçimindeki reForumist
planlar, sonuçta bir zamanların bir
dizi “ünlü devrimcisi”nin kurumlar
içinde erimesi ve onların parçası haline gelmesiyle sonlandı.
68 hareketi 40. yılında da burjuvazi
tarafından karalanıyor. Burjuvazi
kendi düzenini sorgulayan her devrimci hareketi karalamak, düzeni
için tehlike olmaktan çıkarmak zorundadır. Bu yapılırken dönekler
kullanılıyor, döneklerin tanıklıkları
önemli bir araç oluyor.
Bu döneklerden biri Almanya’da
Ye ş i l l e r P a r t i s i ’n i n Av r u p a
Parlamentosu’nda Milletvekili olan
Daniel Cohn Bendit’tir. “Kızıl Dany”
68’lerde öğrenci olaylarının en öne
çıkan önderlerindendi. Bir diğer dönek zamanla Sosyal Demokrat olan
Regis Debray, o dönemde “Devrimde
Devrim” kitabında fokoculuğu savunuyordu. Regis Debray medya
üzerinden 68’in aslında bir hata olduğunu, bir gençlik rüyası olduğunu,
“delikanlılığın” aşırılıklarını taşıdığını vb. söylüyor. 68’li redaktörler ve
moderatörlerle, 68 eskilerinin geyik
muhabbetlerinde, bir yandan nostaljik takılıp “ah biz ne idik” sırt sıvazlamaları yapılıyor; diğer yandan hep
birlikte 68’in “aşırılıkları”ndan arınmış, uslanmışlar, bu “aşırılıklar”ın
hoşgörülmesi gerektiğini söylüyorlar. Bunun ötesinde1968 hareketinin
dünyayı değiştirdiği, 1968 öncesi
anormal görünen bir çok şeyin, 1968
sonrasında normal hale geldiği tespitleri vb. yapılıyor. Bugün toplumdaki 1968 sonrası gelen kimi olumlu
değişikler gösterilip, 68’in amacına
ulaştığı söyleniyor. Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının durumundaki
görece iyileşmeler, kadın hakları,
azınlık hakları vb. noktalarda elde
edilen ilerlemeler, bireysel demokratik haklar konusundaki kimi olumlu
gelişmeler vb. gösterilip, düzenin
kendini yenileyebildiğinin görüldüğü, 68’in “devrim” iddiasının yanlış olduğunun böylece ispatlanmış
olduğu söyleniyor. Bazı sonuçlardan
yola çıkılarak, 68’in devrimci özü
boşaltılmaya çalışılıyor.
68 yılında dünya
60’lı yılların ikinci yarısı dünyanın
büyük altüst oluşlar yaşadığı yıllardı.
Emperyalizmin eski sömürgeciliğinin
çöküş süreci, özellikle Afrika’da bir
dizi ülkedeki ulusal kurtuluş savaşları sonucu son demlerine varmıştı.
Artık emperyalizm, egemenliğini
eski tarzda sürdüremez duruma gelmişti, “yeni sömürgecilik” yöntemleri
artık, eski tipte sömürgeciliğin yerini
almıştı. Bu geçiş, birçok yerde ulusların uyanışını, bağımsızlık taleplerini gündeme getirmiş ve bu şekilde
bağımsız devletler ortaya çıkmıştı.
Ulusal kurtuluş hareketleri içinde
“ulusal kurtuluş” konağında durmak
istemeyen, bunu sosyal kurtuluşla tamamlamak isteyen güçler ortaya çıkmıştı ve gelişiyordu. Sosyalizm –en
azından laf düzeyinde- kapitalizmin
alternatifi olarak emekçi ve ezilen
kitleler içinde büyük prestije sahipti.
Sosyalist kamp içinde de büyük bir
altüst oluş yaşanıyordu. Çin Komünist
Partisi (ÇKP) ve Arnavutluk Emek
Partisi (AEP), 1960 yılında yapılan “Komünist ve İşçi Partileri
Toplantısı”nda Sov yetler Birliği
Komünist Partisi’nin (SBKP) revizyonist çizgisinin bazı noktalarına açık
eleştiriler getirmişler, Leninizm’in
eskimediğini, ona sarılmak gerektiğini savunmuşlardı. Sonraki gelişme
içinde ideolojik ayrılıklar, sosyalist
kampın reForumist-modern revizyonist kanatla, devrimci, marksistleninist kanat biçiminde ikiye ayrılmasına yol açmıştı.
1966’da Çin’de, Mao önderliğinde,
önce öğrenci ve gençlik hareketi biçiminde başlayan ve kısa zamanda
toplumun tüm kesimlerini kapsayan
“Büyük Proleter Kültür Devrimi”
(BPKD) modern revizyonist çizgiye
karşı, marksist leninist çizginin hakim kılınması için muazzam bir kitle
eylemi, bir siyasi devrim olarak gündeme gelmişti.
Dünya jandarma lığ ına soy unan ABD; Hindiçini’nde Güney
Vietnam’ın, Laos ve Kamboçya’nın
da birbiri ardına “koministlerin
eline geçmemesi” için haksız, barbar
bir savaş yürütüyordu. Hem ABD’de,
hem de diğer bütün emperyalist batı
ülkelerinde bu barbar savaşa karşı
tepkiler giderek büyüyordu.
İkinci Dünya Savaşı ertesi, emperyalist kampta kurulmuş güç olan
güç dengelerinde de önemli kaymalar ortaya çıkmıştı. İkinci Dünya
Savaşı’nın mağlupları Alman ve
Japon emperyalizmi yeniden güçlenmiş, ABD’nin dünya hegemonyası
konusundaki lider rolünü sorgulamaya başlamıştı. Fransız emperyalizmi bunu zaten uzun süredir yapmaktaydı. Emperyalist ülkelerde,
savaş sonrası oluşan olumlu ekonomik gelişmelerin gündeme getirdiği
“krizsiz kapitalizm”, “tam istihdam”,
“sürekli kalkınma” vb. balonları birbiri ardına patlamaya başlamış; devri
krizler, yitirilen ya da kontrolü kaybedilen alanların fazlalaşmasıyla etkilerini daha derinden hissettirmeye
başlamışlardı.
İşte bu ortamda, eskiyi, varolanı,
“yerleşik düzeni”, varolan otoriteleri,
hakim olan görüşleri, ideolojiyi kökten sorgulayan; öncülüğünü yüksekokul gençliğinin yaptığı bir hareket
başladı. Emperyalist metropollerde
68 Mayıs’ında önce Fransa Paris’te
sonra hemen hemen bütün ülkelere
yayılan eylemlerde yüksekokul öğrencileri; bir yandan yüksekokullarda
“donmuş düzene” karşı, öğrencilere
yönetimde ve içeriğin belirlenmesinde söz ve karar hakkı talep eden
reForum isteklerini (“Profesörlerin
cüppelerinin altında birikmiş bin
yıllık küfü temizleyelim!”); diğer
yandan genel özgürlük ve demokrasi
taleplerini, emperyalizme bağımlı
gündem
ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleriyle dayanışma taleplerini (“Bir,
iki, üç, dört... Daha fazla Vietnam!”,
“Ernesto’ya bin selam!”, “Yaşasın
enternasyonal dayanışma!”) yüksek
sesle haykırdılar. Hakim sınıfların
bu harekete cevabı, hemen her yerde,
bunları şiddetle bastırmaya kalkmak
oldu. Öğrenciler bu karşıdevrimci
şiddete karşı kendilerini savundular. Devrimci şiddet sorunu bizzat
burjuvazinin saldırıları üzerine kaçınılmaz olarak gündeme geldi. Çok
kısa süre içinde bu öğrenci eylemleri,
devletlere karşı isyana dönüştü. Ve
Fransa’da olduğu gibi, işçiler de yer
yer bu isyana katıldılar. Artık hareket genel, devlet iktidarını sorgulayan, iktidar sorununu gündeme koyan devrimci bir nitelik kazanmıştı.
Emperyalizm ve emperyalist devletlerin güçlü olduğu, yıkılamazlığı
konusundaki egemen propoganda
ve anlayışlara karşı 68 hareketinin
sloganları “Emperyalizm kağıttan
kaplandır!”, “Bütün gericiler için
aynı şey geçerlidir, vurmazsan yıkılmaz!”, “Gerçekçi ol, imkansızı iste!”,
“Herşeyi istiyoruz, hemen şimdi!”
vb. idi. Derin bir antiemperyalizm ve
enternasyonalizm hareket içinde giderek yaygınlık kazanıyordu.
Emperyalistler, bu hareketin devrimci özünü ve tehlikesini gördüklerinde, her türlü yöntem ve araçla
hareketi bastırmaya yöneldiler.
Bastırmada şiddet temel araçtı, fakat
tek araç değildi. Bir çok emperyalist
ülkede sıkıyönetim yasaları çıkarıldı
veya sertleştirildi. İşçi ve öğrenci hareketinin birleşmesinin engellenmesi
için satın alma, rüşvet yöntemleri yoğun olarak kullanıldı. İşçilerin ücret
talepleri, çalışma şartlarında iyileştirmelere vb. fazla direnmeden kabul
kesimlerinde de, belirli reForum talepleri kabul edildi. Okullarda belirli
reForumlar gerçekleştirildi; kadın
hakları, azınlık hakları vb. bağlamında belirli yasal düzenlemelere
gidildi. Bu arada yoğun bir ideolojik
kampanyayla antikomünizm alabildiğine körüklendi; geri kitleler bütün mallarının ellerinden alınacağı,
“Rusların geleceği” öcüsüyle vb. korkutuldu, düzen etrafında kenetlenmeye çağrıldı. Bütün bu gelişmeler,
68 hareketi içinde refomcu-devrimci
bölünmesi biçiminde yansımasını
buldu. Devrimci kesim içinden, daha
sonraki devrimci ve marksist-leninist
örgütler doğdu. ReForumcu kesim
ise, -ki bunlar 68 hareketi içinde yer
alanların çoğunluğu idi- “Kurumlar
içinde uzun yürüyüş” teorileriyle düzenin kucağına döndüler.
edildi. Satın alma, satın alınamayanların işten atılması gibi yollarla
susturulması, sindirilmesi yanında,
hareketin içine sokulan ajanlar aracılığıyla bozgunculuk yapıldı. ABD’de,
Black Panther (Kara Panter) hareketi
somutunda olduğı gibi hareketin öne
çıkan önderleri, satın alınamadığından ve başka yollarla susturulamadığından katledildi. Toplumun diğer
tığı bir dizi değişikliği, “68 amacına
ulaştı” biçiminde gösterenler, gerçekte 68’in devrim talebini merkeze
koyan bir hareket olduğu gerçeğini
çarpıtmaktadırlar.
68’in anlamı
Burjuvazinin affedilebilir düzeniçi
bir “gençlik aşırılığı” olarak göstermeye çalıştığı 68’in anlamı ve özü
nedir?
68’in gücü, onun devrim isteğinde,
devrim çoskusundaydı. Güçsüzlüğü,
işçi hareketiyle öğrenci hareketinin
birleşememesinde, her şeyden önce de
bu harekete yol gösterecek güçlü bir
komünist, bolşevik örgütlenmenin
olmamasındaydı. Bu durum, sonuçta
68 hareketinin burjuvazi tarafından
ezilmesi, teslim alınması, düzene yamanmasının temel nedeniydi. Yine
de bu hareket, çıkış noktasında şimdi
burjuvazinin göstermeye çalıştığının
tersine, devrimci bir öze sahipti. Ve
bugün sahip çıkılması gereken de bu
özdür.
Emperyalist metropollerdeki aslında ekonomik gelişmenin dayat-
68’in Türkiye’ye etkileri
68 bütün ülkelerde olduğı gibi
Türkiye’de de yansımasını buldu.
Bu yansıma ülkelerimizde de önce
akademik-demokratik taleplerle başlayan boykot –fakülte işgali gibi öğrenci hareketlerinin- çok kısa süre
içinde “bağımsızlık”, “demokrasi”
temel talepleri temeline oturması ve
öğrenci hareketiyle, toplumun diğer kesimlerinin hareketlerinin kısa
süre içinde birleşmesi biçiminde
oldu. Devletin ve devlet beslemesi gerici, faşist çetelerin bu hareketi faşist
yöntemlerle bastırmaya kalkması,
çok kısa süre içinde devrimci şiddet
ve devrimci örgütlenme sorunlarını gündeme getirdi. Sol içindeki
reForumist-devrimci ayrışması 68
hareketi içinde ve ertesinde iyice netleşti. Ortaya bir dizi devrimci örgüt
çıktı.
Ülkelerimizdeki 68 hareketi de
özünde, varolan düzene devrimci bir
başkaldırıyı temsil ediyordu. Fakat
68 hareketinin geneline egemen olan
eksiklik, güçlü komünist bir öncü örgütün yokluğu, ülkelerimiz için de
geçerliydi. Ülkelerimizdeki hareketin, bu temel eksikliğe bağlı olan bazı
başka ve bize özgü eksik ve yanlışları
da vardı. Buradaki en temel sorun,
ülkemizde kemalizmin sol içindeki
etkileri idi. Türkiye’de 68 hareketi,
geneli itibariyle 1920’lerdeki “kurtulıuş savaşı”nı kendine referans
olarak alıyor; düşmanı “Amerikan
emperyalizmi”ne indirgiyor; hareketin amacını da esas olarak 1920’lerdekine benzer bir “bağımsızlığı” yeniden kazanmak olarak Forumüle
ediyordu. “İkinci Kurtuluş Savaşı”
bu dönemin temel şiarlarından biriydi. Kemalizm, hareketin genelinde
“milli kurtuluşçuluk”, “devrimcilik”
vb. olarak görülüyordu. Kemalizmin
işçi sınıfına, köylülüğe, emekçilere
düşman, karşıdevrimci, emperyalizmle uzlaşmaya açık tavırları –genelde- yok sayılıyor, Türkiye’deki
yerli hakim sınıf lar ancak “kemalizmden uzaklaştıkları”, “Amerikaya
uşaklık ettikleri” noktalarda hareketin hedefi haline geliyordu. Bugün
de hala Türkiye’de ‘sol’ adına konuşanlar içinde etkin olan kemalizm
belası, o günkü dönemde bugünkünden çok daha kesin bir egemenliğe
sahipti. Kemalizmin gerçek yüzünü
gören, bunu ortaya koyan İbrahim
Kaypakkaya yoldaş oldu. Fakat o da
68’lerde kendini hareketin genel tavrından henüz ayırmamıştı.
Türkiye’de de bütün dünyada olduğı gibi, 68 hareketi kısa süre içinde
reForumistler ve devrimciler biçiminde ayrıştı. Bu ayrışmada reForumist saflarda kalanlar –ki bunlar
çoğunluğu oluşturdular- şimdi “iyi
yerler”deler! Bütün dünyada olduğu
gibi, Türkiye’de de 68’lilerin önemli
bir bölümü düzenle birleşmiş, onun
içinde yerini almış durumda, O zamanın devrimci önderlerinin önemli
bir bölümü, bugün hakim sınıfların
çeşitli partilerinde siyaset yapıyor;
bir bölümü “işadamlığı” kimi “bilimadamlığı” vb. yapıyor. Önemli bir
bölümü, burjuvazinin medyasında
burjuvaziye hizmet sunuyor. Bu kesim bütün dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de 68’i, “gençlik”, “delikanlılık” ürünü olarak görüp, nostaljik övünme ile, hafif özeleştiri arası
bir tavır sergiliyor.
68 kuşağının gerçek devrimci önderlerinin büyük çoğunluğu, devrimi
gerçekleştirmek için silaha sarıldı ve
silah elde dövüşerek toprağa düştü.
Mahirler, Denizler, Hüseyinler,
Yusuflar, İbrahimler 68’in devrimci
ruhunun gerçek temsilcileriydiler.
68’in gerçek temsilcileri bunlardır;
gerçek 68’liler bunlardır. Ve bugün
yanlızca bu devrimci tavrı sürdürenler, onların devrimci ruhunu devrim
mücadelesinde yaşatanlar, 68’in gerçek mirasçılarıdırlar.
68’e sahip çıkmak, onun devrimci
özünü kavramak, ona sahip çıkıp geliştirmekle olur.
68 onun içinden doğan komünist
hareketindir!
68 bizimdir!
68 ruhuna sahip çıkalım!
Gerçekci olalım; imkansızı, imkansız görüneni isteyelim!
Yeni bir dünya istiyoruz!
Yeni dünya, uluslararası işçi sınıfı
ve ezilen halkların mücadelesiyle
mutlaka yaratılacaktır!
14 Haziran 2008 ✓
7
yeni kadın dünyası
Erkek egemen alan:
Futbol...
A
vrupa şampiyonası nedeniyle en azından Türkiye ve
Avrupalı işçi ve emekçilerin
en önemli gündemini belli bir süre
futbol oluşturdu. Her seferinde olduğu gibi bu sefer de futbolla yatılıp
futbolla kalkıldı, hangi ülke takımının maçı alacağı ile ilgili tahminler,
yürütüldü, bahisler oynandı, maçın
başlayacağı saatler iple çekildi. Hatta
bir dizi ülkede maç saatinde üretim
durduruldu. Medya yine ırkçılık, şovenizm ve erkek egemenliğinin körüklenmesinde üzerine düşeni yaptı.
Futbol deyince akla erkekler geliyor.
Bir erkek oyunu futbol. Futbolun bir
erkek sporu olarak gelişmesi, içinde
yaşadığımız erkek egemen sistemden
bağımsız değil. Halklar arasında kışkırtılan ırkçılık ve şovenizmin yanı
sıra erkek şovenizminin de yeniden
üretildiği önemli bir alan futbol endüstrisi. Karşılaşmalar sırasında diğer takımın moralini bozmak için savurulan küfürlerden tutalım da maç
esnasında açılan pankartlara, futbol
ve kadın sözkonusu olduğunda televizyon ekranlarına yansıyan kadın
cinselliğinin sömürüldüğü karelere,
en iyi halde kadınların futboldan
anlamadıkları şeklindeki aşağılayıcı yorumlara kadar çok geniş bir
alanı kapsıyor kadın ve futbol. Son
dönemde erkekler için çekici bir şey
olarak görülüyor olacak ki kadın futbol spikerleri ortaya çıkmaya başladı.
Tabii ki kadın spikerler de spor/futbol
sunuculuğu yapabilir. Fakat kadın
cinsinin bu kadar dışlandığı ve erkek
egemenliği üzerine kurulu olan futbolda kadınlara ‘yer verilmesi’ onların erkek dünyasına malzeme haline
getirilmesinden başka birşey ifade
etmiyor.
Son yıllarda futbol, kadınlar içerisinde de yaygınlaşmaya ya da bilinçli
olarak yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.
Bu Avrupa şampiyonasında tüm televizyon ekranlarına yüzünü gözünü
boyamış, maç sevinci yaşayan kadın
taraftarların, maç karşılaşması izleyen kadınların gösterilmesi oldukça
dikkat çekiciydi. Erkeklerden daha
çok kadın taraftarların ekranlara
yansıtıldığını söylersek abartmış
olmayız.
Bütün endüstriyelleşmiş spor dallarında olduğu gibi futbolda da amaç
azami kardır. Bu ise kadınların dışlanmasını değil onların da tüketim
çılgınlığının içerisine çekilmesiyle
mümkündür. Futbol endüstrisinin
kadınları ‘keşfetmiş’ olmasının nedeni de budur. Daha fazla kar elde
etmek. Bunda da önemli bir başarının sağlanmış olduğunu yapılan bir
araştırma ortaya koyuyor.
Avrupa Futbol Şampiyonası resmi
Galata Köprüsünde
“hayasız” eylem
12
8
Ha zi ra n’ d a Ga lata
Köprüsünde balık tutmak
isteyen kadına rüzgardan
eteği açıldığı ve teşhircilik yaptığı
gerekçesiyle dava açıldı. TCK’nın
225. maddesinde yer alan “hayasızca
hareket” maddesinden 6 aydan bir
yıla kadar hapis istemi ile yargılandı
ve dava sonucunda 5 ay hapse mahkum edildi! Bu olay ile ilgili basında
yer alan haberlerde yine suçlu kadın
idi. O kadar erkeğin içinde “dekolte
elbisesi” ile balık tutmak ta neyin nesiydi? Bu olsa olsa teşhircilikti. Hem
kadın kocasından boşanmış iki çocuk annesiydi. vs.
Bu örnek toplumun, devleti, polisi,
yasaları, medyası ve insanları ile erkek egemenliği sözkonusu olduğunda
nasıl bir birlik içerisinde olduklarına
iyi bir örnektir. Galata Köprüsünde
balık tutmak erkek işidir! Bir kadının bu tabuyu kırarak kendisinin
de köprüde balık tutma hakkı olduğunu göstermiş olması onun hapse
mahkum olmasına mal oluyor. Bu
dava bir kez daha kadınların erkek
dünyasında hangi sınırlar içerisinde
hareket etmeleri gerektiğini hatırlatmış oluyor. Kadın haklarının ateşli
savunucusu olduğunu söyleyen ve
bununla övünen TC’nin kadın hakkı
ile ilgili gerçek yüzü de böylece ortaya çıkmış oluyor.
İstanbul’da Kadın Platformu 5
Temmuz Cumartesi günü “Bedenimiz
Bizimdir! İnisiyatifi” adına bir basın
açıklaması yaparak karar ile ilgili
tepkisini dile getirdi. Taksim Tünelde
biraraya gelen kadınlar döviz ve sloganlarla Galata Köprüsüne kadar yürüdüler. Yürüyüş boyunca şu sloganlar atıldı: “Köprüleri de sokakları da
geceleri de terk etmiyoruz. Kimsenin
hayası olmayacağız. Devlet elini bedenimden çek. Teşhir değil erkek tacizi. Yaşasın kadın dayanışması.”
İnisiyatif adına basın açıklamasını
okuyan kadın arkadaş şunları dile
getirdi: “Kadınlar ne giyeceklerine
sponsorlarından MasterCard ’ın
dünyanın en önemli spor ekonomi
uzmanlarından profesör Simon
Chadwick’e yaptırdığı araştırmaya
göre; kadınlar UEFA Euro 2008 ekonomisinde kilit bir rol oynadılar.
EURO 2008 için kadınların cebinden maç başına 4 milyon Euro ve
toplamda ise 140 milyon Euro’nun
çıktığı hesaplanıyor. Yapılan araştırmaya göre sözkonusu 4 milyon
Euro’luk tutar futbolla ilgili olarak
yapılan alışverişler, yiyecek-içecek,
televizyon alımları, konak lama
ve ulaşım masraf ları oluşturuyor.
Kadınların doğrudan futbol ile ilgili
harcamalarının yanısıra, bu turnuva
çerçevesinde alışveriş tatil ve eğlenceye de önemli paralar yatırdıkları
ortaya konuyor. Turnuvanın Avrupa
ekonomisine katkısı toplamda 1.4
milyar Euro olarak hesaplanırken kadınların toplam ekonomik katkıdaki
paylarının %10 olacağı belirtiliyor.
Almanya ve İsveç gibi ülkelerde ise
bu oranın %30’lara çıkabileceği tahmin ediliyor. Avusturya ve İsviçre’de
kadın taraftarlar, baskılı taraftar ti-
şörtlerine, yüz boyamaya ve yiyecekiçeceğe kadar erkek taraftarlardan
daha fazla para harcıyor vs.
Araştırmayı yapan profesör Simon
Chadwick araştırmanın sonuçları ile
ilgili şunları söylüyor: “Bu araştırma,
futbol endüstrisinde kadınların artan
mali önemini açıkça ortaya koyuyor.
Kadınlar aktif veya pasif taraftar olarak
her şekilde futbol ekonomisine ciddi katkıda bulunuyorlar. Futbol endüstrisi kadın taraftarların harcama gücünü fark
etti ve gittikçe artan oranla ürünlerini kadınlara uygun hale getiriyor.” (Kaynak:
Taraf Gazetesi)
Futbol artık sadece erkek işçi ve
emekçileri değil kadın işçi ve emekçileri de uyutan, onları gerçek sorunlarından uzaklaştıran bir olgu haline
geliyor. Kapitalizmin bir sonucu olan
bu durum, ancak kapitalizm yok
edildiğinde ve futbol hem kadın hem
de erkekler için bütün pisliklerinden
arındırılarak gerçek anlamda bir spor
haline geldiğinde, asıl o zaman heyecanlı ve eğlenceli bir spor olmaya
başlayacaktır.
Temmuz 2008 ✓
kendileri karar verebilir mi? Kadınlar
Galata Köprüsünde istedikleri gibi
gezebilir mi? Kadınların hareket özgürlüğü var mıdır?
Biz kadınlar bu soruların cevabının evet olduğunu biliyoruz. Oysa,
ülkemizde her gün yeni bir şey öğreniyoruz. Son dersimizi Galata
Köprüsünde aldık. Öğrendik ki bir
kadın, tek başına, taytı ve tshirtüyle
balık tutuyorsa, ‘hayasızlık’ suçundan 5 ay hapse mahkum edilebiliyormuş. Çünkü bu kadın köprüdeki bazı
erkeklere göre ‘genel ahlakı’ rencide
etmiş.
Biz feministler ve kadın örgütleri bu
kararı protesto ediyoruz ve TCK’nın
kadınlara karşı ayrımcılık yapan
225. maddesi ‘hayasızca hareketler’in
derhal iptal edilmesini talep ediyoruz! Basın açıklamasının devamında
TCK’daki ‘hayasızca hareketler’
maddesinin kadınların hak ve özgürlüklerini ihlal ettiği, 2002’den beri talep edildiği gibi TCK’dan ‘hayasızca
hareketler’ maddesinin çıkartılması
gerektiği çünkü yasalarda bu tür
kavramların yer almasının kadınlara
karşı ayrımcılığı ve eşitsizliği meşrulaştırdığını dile getirildi. Bir kadının
Galata Köprüsünde balık tuttuğu için
5 ay hapis cezasına çarptırıldığı belirtilerek mahkemenin ceza gerekçesi
ve erkek egemen zihniyetin gündelik
hayatta da kadınları vurmaya devam
ettiği vurgulandı.
“Bizler, erkeklerin, ailenin ve devletin bedenlerimiz üzerindeki denetimine karşı çıkıyoruz. Nerede ne
giyeceğimizin yargı kararlarıyla belirlenmesine, kıyafetlerimiz üzerindeki sözlü ve yazılı her türlü kural ve
denetime ihtirazımız var.” denerek
kadınların uzun mücadeleleri sonucu
değişen yasal düzenlemelere rağmen
kazanımlarının yok sayılmasına, ‘genel ahlak’ bahanesiyle en temel insan
hakkının ihlal edilmesine ve kadın
bedenlerinin erkek egemen sistemin
denetimine bırakılmasına izin verilmeyeceği belirtildi.
Ay r ıc a k ad ı n l a r t a r a f ı nd a n
‘Patriyarkanın çiftliği’ uyarlaması
eyleme katılan kadınlar tarafından
çoşkuyla söylendi.
"Patriyarkanın bir köprüsü var.
Köprüsünde erkekleri var. Teşhirci,
hayasız diye bağırır. Köprüsünde patriyarkanın. Patriyarkanın bir devleti
var. Devletinde yasaları var. Genel
ahlak diye bağırır. Yasaları patriyarkanın." ✓
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
M
İstihdam paketi yasalaştı
ayıs ayı içerisinde, istihdam paketi olarak adlandırılan İş Kanunu ve Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun Tasarısı, Meclis’te
görüşülerek kabul edildi. Ardından
jet hızıyla Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül tarafından onaylandı.
İşsizliği önlemek, istihdam yaratmak iddiası ile çıkarılan yasa gerçekte sermaye yararına bir takım değişiklikleri kapsamasının yanı sıra,
İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken
işçilerin paralarını patronların hizmetine sunuyor.
Sosyal güvenlik yasası ile mezarda
emekliliği, sağlık hizmetlerinin paralı
hale getirilmesini, istihdam yasası
ile işçilerin cebinden patronlara kaynak aktarılmasını AKP Hükümeti
sağlamaktadır.
İstihdam paketinin kimi önemli
maddeleri şunlar:
*İş Kanununda yer alan “özürlü,
eski hükümlü ve terör mağdurlarını çalıştırma zorunluluğuna”
yeni düzenleme getirerek, “eski hükümlü ve terör mağdurları” için işverene getirilen zorunlu istihdamı
kaldırmaktadır.
Özel sektörde işçi sayısının yüzde
6 oranında özürlü çalıştırma şartı,
yüzde 3'e indirildi. Patronlar, 50 veya
daha fazla işçi çalıştırdıkları iş yerlerinde, yüzde 3 özürlü, kamu iş yerlerinde ise yüzde 4 özürlü ve yüzde
2 eski hükümlü işçiyi, meslek, beden
ve ruhi durumlarına uygun işlerde
çalıştıracaklar.
Özel sektörün çalıştırmakta zorunlu olduğu yüzde 3'lük özürlü
kontenjanında istihdam edilenlerin
primleri, patronlar adına Hazine
ödeyecek, yani işçilerin cebinden
çıkacak.
“Yü kümlü olmadı k ları ha lde
özürlü çalıştıran veya kontenjan
fazlası özürlü çalıştıran işverenlerin, bu şekilde çalıştırdıkları özürlülerin primlerinin yarısı da Hazine
tarafından, -siz işçilerin cebinden
okuyun- karşılanacak.”
*”İşverenler; devamlı olarak en az
50 işçi çalıştırdıkları iş yerlerinde
alınması gereken iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin belirlenmesi ve
uygulanmasının izlenmesi, iş kazası
ve meslek hastalıklarının önlenmesi,
işçilerin ilk yardım ve acil tedavi ile
koruyucu sağlık ve güvenlik hizmetlerinin yürütülmesi amacıyla, iş yerindeki işçi sayısı, iş yerinin niteliği
ve işin tehlike sınıf ve derecesine göre;
bir iş yeri sağlık ve güvenlik birimi
oluşturmakla, bir veya birden fazla
İşsizliği önlemek, istihdam yaratmak iddiası
ile çıkarılan yasa gerçekte sermaye yararına
bir takım değişiklikleri kapsamasının yanı sıra,
İşsizlik Sigortası Fonu’nda biriken işçilerin
paralarını patronların hizmetine sunuyor.
iş yeri hekimi ile gerektiğinde diğer
sağlık personelini görevlendirmekle,
sanayiden sayılan işlerde iş güvenliği
uzmanı olan bir veya birden fazla
mühendis veya teknik elemanı görevlendirmekle yükümlü olacaktır.”
İş sağlığı konusunda var olan yönetmeliklerin yeterince uygulanmadığı yerde, kağıt üzerinde yasal değişiklikler yapmanın hiçbir anlamı
yok!
*”Ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacaklara, mesleki eğitim şartı aranacak. Mesleki eğitim almamış işçiler;
16 yaşını doldurmamış genç işçiler ve
çocuklar gibi ağır ve tehlikeli işlerde
çalıştırılamayacak.”
Bu madde de kulağa hoş geliyor!
Bunu kim uygulayacak? Patronların
devleti!
“Ağır ve tehlikeli işler” yönetmeliğinin uygulanmadığı yerlerden biri
de Tuzla Tersaneler cehennemidir.
Uygulanmayan bir yönetmelikte değişiklikler yapmak göz boyamaktan
öte bir anlamı yok!
*”İşverenin; konkordato ilan etmesi, işveren için aciz vesikası alınması, iflası veya iflasın ertelenmesi
nedenleriyle işverenin ödeme güçlüğüne düştüğü hallerde geçerli olmak
üzere, işçilerin iş ilişkisinden kaynaklanan 3 aylık ödenmeyen ücret
alacaklarını karşılamak amacı ile
İşsizlik Sigortası Fonu kapsamında
ayrı bir Ücret Garanti Fonu oluştu-
rulacak. Yapılacak ödemelerde; işçinin, işverenin ödeme güçlüğüne
düşmesinden önceki son bir yıl
içinde aynı iş yerinde çalışmış olması koşulu esas alınarak temel ücret
üzerinden ödeme yapılacak. Bu ödemeler, Sosyal Sigortalar Kanunu uyarınca belirlenen kazanç üst sınırını
aşamayacak.”
Patronların iflas etmesi durumunda
da imdada, yine işçilerin parası olan
İşsizlik Sigortası Fonu yetişecek!
*”İş gücü piyasasına yeni girenler
ile iş gücü piyasasında daha önce bulunmakla birlikte halen işsiz olanların da aktif istihdam faaliyetleri çerçevesinde İşsizlik Sigortası Kanunu
kapsamına alınacak.
Sigortalı işsizler doğrudan veya
elektronik ortamda da İŞ-KUR'a
başvurabilecek, işverenler tarafından tanzim edilmesi gereken işten
ayrılma bildirgelerinin fiziki ortamla birlikte elektronik ortamda
da verilip-alınabilmesi sağlanacak.
Kurumca bu kanuna göre yapılacak
işlemlere ilişkin elektronik ortamda
bilgi ve belge istenebilecek veya bilgi
ve belge verilebilecek.
Ayrıca, sigortalı işsizler ile kuruma
kayıtlı diğer işsizlere; iş bulma, danışmanlık hizmetleri, mesleki eğitim, iş gücü uyum ve toplum yararına çalışma hizmetleri verilecek ve iş
gücü piyasası araştırma ve planlama
çalışmaları yapılacak. Bu kapsamda
yapılacak giderler İşsizlik Sigortası
Fonundan karşılanacak.
Günlük işsizlik ödeneği, sigortalının son 4 aylık prime esas kazançları
dikkate alınarak hesaplanan günlük
ortalama brüt kazancının yüzde 40'ı
olacak. Bu şekilde hesaplanan işsizlik
ödeneği miktarı, İş Kanununa göre
16 yaşından büyük işçiler için uygulanan aylık asgari ücretin brüt tutarının yüzde 80'ini geçemeyecek.”
Almaya gelince kepçe ile al, vermeye gelince kaşık ile ver! Patronların
ve onların devletinin felsefesi bu!
İşsizliği ortadan kaldırmak kapitalizmde mümkün değildir. İşsizliğin
nedeni, yaratıcısı kapita lizmin
kendisidir.
*”İşsizlik Sigortası Fonunda 1
Haziran 2000-31 Aralık 2007 tarihleri arasında biriken devlet payı ve
nemasının 2012 yılına kadarki faizi,
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)
kapsamındaki yatırımlar öncelikli
olmak üzere, bölgesel ekonomik
kalkınma ve sosyal gelişmeye yönelik yatırımların finansmanı için
kullanılacak.
2008'e ait fon nema gelirlerinden
1 milyar 300 milyon YTL, GAP için
kullanılacak. Bu ödenekler 2008 bütçesiyle ilişkilendirilecek. Bu parayı,
ilgili idare bütçesine kaydetmeye
Maliye Bakanı yetkili olacak.”
*”18 yaşından büyük ve 29 yaşından küçük olanlar ile kadınların
istihdamını teşvik amacıyla uygulanan prim indirimi İşsizlik Sigortası
Fonundan karşılanacak.
İşe alınan kadınlar ile 18-29 yaş
arasındaki gençlere ait SSK primleri, 5 yıl boyunca İşsizlik Sigortası
Fonundan karşılanacak.”
Görüldüğü üzere, yeni yasal değişiklikler için öngörülen giderler
işçilerin cebinden karşılanacaktır.
İşsizlik sigortasında biriken, işçilere
ait olan para işçilere verilme yerine
–yasa ile bu o kadar zorlaştırılmıştır ki- patronlara kaynak olarak
aktarılmaktadır.
Tek kelime ile pervasızlıktır bu.
Sermaye devleti ve hükümeti işçi sınıfına, emekçilere saldırılarını yoğunlaştırdığı, yetersiz olan hakların
birer birer ortadan kaldırıldığı bir
dönemden geçiyoruz. Saldırılara
karşı mücadele ve örgütlenmekten
başka seçenek yoktur.
Saldırıların kaynağı kapitalist sistemin kendisidir.
İşçi sınıfının görevi kapitalizmi
yok etmek olmalıdır.
Mayıs 2008 ✓
EK:1
“Dünya Genç
İşçi Buluşması”
gerçekleştirildi
Çeşitli sendika ve işyerlerinden işçilerin biraraya getirilmesi, eğitim verilmesi, etkinliğin bir
ilk olmasından kaynaklı yaşanan bir dizi soruna rağmen olumlu bir çalışmaydı. Etkinliğin en
büyük eksikliği ‘Dünya Genç İşçi Buluşması’ gibi iddialı bir başlığın altının doldurulamamış
olması idi. Bizce önümüzdeki dönemde bu konuda daha gerçekçi çalışmalar yürütülmesi, işçi
sorunları bağlamında genelden çok somut üzerinde durulması gerekir. Akademisyen ve profesyonel
sendikacılardan çok daha fazla işçilerin sorunlarını dile getirebileceği bir olanağın yaratılmasının,
işçi sınıfını bilinçlendirmek ve ileriye taşıyabilmek için daha faydalı olacağı kanısındayız.
B
alıkesir'in Gönen ilçesinde,
Birleşik Metal-İş Sendikası
Kemal Türkler Eğitim ve
Dinlenme Tesisleri'nde “ Beş Kıta…
Yirmi Ülke… Bir Dünya… sloganıyla bu yıl ilki gerçekleştirilen
Dünya Genç İşçi Buluşması 7-15
Haziran tarihleri arasında yapıldı.
Kamp organizasyonunu TAREM
(Toplumsal Araştırma ve Eğitim
Merkezi) ve Birleşik Metal-İş üstlenirken, Dev-Sağlık-İş, Sine-Sen,
Genç-Sen, Tek Gıda-İş, Harb-İş,
Hava-İş, Petrol-İş, İşçi Filmleri
Festivali ile Almanya'dan Rosa
Luxemburg Vakfı da katılımcı olarak yer aldı.
Dünya Genç İşçi Buluşması olarak adlandırılan ve öncesinde binin
üzerinde bir katılımın gerçekleştirileceği belirtilen kampa katılım
yaklaşık 250 kişi civarında kaldı.
Kampa katılanların ezici çoğunluğunu “yaşlı” işçiler oluştururken
bunlar içerisinde de beş on tane
kadın işçiyi saymazsak bir “erkek
işçi buluşması”nın gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Uluslararası
alandan katılım oldukça sınırlı idi.
Rusya’dan katılan Nestle, Coca
Cola ve Efes Pilsen fabrikalarında
çalışan üç kadın işçi dışında ancak
sendika temsilcileri düzeyinde bir
katılım sağlanmıştı.
İÇİNDEKİLER
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İstihdam paketi yasalaştı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
“Dünya Genç İşçi Buluşması” gerçekleştirildi . . . . . . . . . . . . .
16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
DESA direnişine destek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:4
Lastik işçileri greve çıktılar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
Samandağ Belediye işçileri maaşlarını istiyor . . . . . . . . . . . . . EK:6
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) kuruldu. . . . . . . . . EK:7
Kühne – Nagel işçileri işten atılmaya devam ediyor. . . . . . . . . . EK:8
Tega işçilerinin grevi devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
Cam Sanayinde TİS imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:2
EK:2
EK:8
Kamp programı oldukça yoğun
tutulduğundan ve birinci günün
ardından kampa katılan işçiler
tarafından itirazların yükselmesiyle, öngürülen çeşitli etkinlikler
gerçekleştirilemedi. Bir dizi söyleşi, atölye çalışması, konser, film
gösterimi iptal edilmek zorunda
kalındı. Bunda program hazırlanırken kampın tatil bölgesinde yapılması ve insanların sadece eğitim
değil aynı zamanda denize girmek
ve eğlenmek de isteyeceklerinin
gözönünde bulundurulmamış olması da rol oynadı.
Kampın birinci günü olan 7
Haziran Cumartesi, öngürülen
“tanışma toplantısı ve kampla ilgili
genel bilgiler”, kampa katılacakların önemli bir kısmının henüz
gelmemiş olması nedeniyle ertesi
güne bırakıldı. Birinci günün akşamı Moğollar konseri öncesinde
Birleşik Metal İş Başkanı Adnan
Serdaroğlu kısa bir selamlama konuşması yaptı. İşçi sınıfının dünya
çapında yaşadığı sorunlara değinerek bunların üstesinden ancak
uluslararası bir dayanışma ile gelinebileceğini söyledi. 9 gün boyunca kampın başarılı bir şekilde
gerçekleşmesi için tüm katılımcılardan aynı duyarlılığı göstermelerini istedi.
Pazar günü yapılacak panel öncesinde kamp ile ilgili genel bilgi
verildi. Tanışma toplantısı yapılmadı. 9 Haziran’dan itibaren
her gün saat 9.30 ile 12.30 arasında şu başlıklar altında paneller
gerçekleştirildi:
‘Gü nü mü zde işçi sı nı f ı nı n
durumu; genç işçiler ve sorunları’, ‘Küreselleşme sürecinde
uluslararası emek göçü ve ırkçılık’, ‘Endüstriyel Futbol / Spor’,
‘Örgütlenme deneyimleri ve sınıf
dayanışması’, ‘Çalışma hayaktında
ve sendikal alanda kadın’, ‘İşçi sınıfı, sendikalar ve siyaset’, ‘ İşçi sınıf, savaş ve barış’, ‘15-16 Haziran:
Dün, bugün, yarın’.
Tüm panellere tek tek değinmek olanaksız olduğundan kendimizi bir kaç panelle sınırlamak
istiyoruz.
‘Günümüzde işçi sınıfının durumu; genç işçiler ve sorunları’ panel başlığı altında gerek sunum yapan sendikacılar gerekse toplantıya
soru ve görüşleri ile katkı sunanlar,
genç işçilerin yaşadığı sorunları ve
örgütlenmedeki durumlarını öne
çıkarmaktan çok genel olarak işçi
sınıfının sorunlarını dile getirdiler. Bunun üzerine bizim sorduğumuz bir soruya verilen cevapta da
gördük ki bunun için özel bir hazırlık olmadığı gibi sendikaların
bu konuda ayrı, özel bir çalışması
da bulunmuyor. Bu durum işçi sınıfının örgütlenmesinde zaten çok
önemli sorunlar yaşandığı, bunun
henüz aşılamadığı, bir anlamda
genç işçilerin özel örgütlenmesine
henüz ‘sıra gelmediği’ şeklinde bir
tavır takınıldı. Düzenlenen tüm
panellerin içeriğine baktığımızda,
kamp bir genç işçi buluşması olarak adlandırılmasına rağmen genç
işçilerin özel sorunlarına çok az
yer verildi.
Diğer bir pa nel ba şl ığ ı;
“Küreselleşme sürecinde uluslararası emek göçü ve ırkçılık” idi. Bu
başlık altında Avrupaya işçi göçü
ve buna bağlı olarak ırkçılığın
gelişimine değinildi. Bu konuda
özel olarak Almanya üzerinde duruldu. Almanya’daki ırkçılığın bir
dizi yasayla desteklendiği ortaya
kondu. Ver.di sendikasından ka-
geldiği dile getirildi. Taraftar olmanın ne anlama geldiği, taraftarların biribirini öldürebilecek kadar
şartlandırıldıkları belirtilerek, herşeyden önce taraftar olmaktan çok
her alanda olduğu gibi futbolda da
taraf olmak gerektiği vurgulandı.
Taraftar olmanın bir olgu olduğu,
bunun değiştirilemeyeceği, bu anlamda taraftar olmaya karşı mücadele etmekten çok taraftar olmanın
göçünün esas sebebinin ekonomik olduğu ve Kuzey Kıbrıs’ta da
Kürt olarak ırkçı bir ayrımcılıkla
karşılaşmaktan çok Türk olarak
algılandıkları, ülkede yaşanan
hırsızlık vs. gibi tüm kötülüklerin kaynağı olarak görüldükleri ve
aşağılandıkları belirtildi. Sadece
iş için giden ve belli bir süre sonra
geri dönen bu işçilerle Kıbrıslı işçiler arasında bir bağın olmadığı,
bunların belli bölgelerde son derece kötü yaşam koşulları altında
biraraya getirildiği ve Kıbrıs’taki
hayattan kopuk bir şekilde yaşadıkları bellirtildi. Emek göçü
ve ırkçılığın tartışıldığı panelde
Türkiye’de Kürt emekçilerinin yaşadığı göç ve uğradıkları milliyetçi
ayrımcılığa panelistler tarafından
hiç değinilmemiş olması özellikle
Kürt işçiler tarafından eleştirildi.
Buna karşılık bunun ayrı bir sorun
olduğu, başka bir panelin konusu
olduğu şeklindeki geçiştirme düşündürücü idi.
Kampa katılan işçilerin en çok
dikkatini çeken panellerden biri
olan ‘Endüstriyel Futbol / Spor’
başlıklı panele Radikal ve Özgür
Gündem gazetesi gibi spor yazarlarının yanısıra Galatasaray’lı eski
futbolcu Metin Kurt da katıldı.
Panelistler genel olarak sporun
ticarileştirilmesinden çok özel
olarak futbol üzerinde durdular.
Futbolun geniş işçi ve emekçiler
içerisinde bu kadar yaygın olmasının en önemli nedenlerinin ucuz
ve basit olması olduğu vurgulandı.
Futbolun gelinen yerde dev bir endüstri haline geldiği, spor olmaktan çoktan çıktığı, milliyetçilik ve
şovenizmin önemli bir aracı haline
gücünü kullanarak federasyonlara
karşı mücadele etmek gerektiği savunulan diğer bir görüş idi. Futbol
ve genel olarak sporda kendi alternatif lerimizi yaratmak, futbolu
dostluk ve kardeşlik sporu haline
getirmek için kendi alternatifimizi
yaratmamız gerektiği belirtildi.
Bunun da işçi sınıfının sınıf mücadelesi ile yakından ilişkili olduğu
dile getirildi. Tartışmalar içerisinde Futbolun ırkçılığı körüklediği kadar erkek egemenliğinin de
yeniden üretildiği önemli bir alan
olduğunu ve buna karşı da mücadele edilmesi gerektiğini tartışmalar içerisinde dile getirdik.
‘Örgütlenme deneyimleri ve sınıf dayanışması’ başlıklı panelde
dile getirilenler genel yaklaşımın
ötesine geçmedi. Daha güçlü bir
mücadele için işçi sınıfının birlik
olması gerektiği, örgütlenmenin en
temel hak olmasına karşılık bunun
kullanılmaması için egemenlerin
ellerinden geleni yaptıkları belirtildi. Dört ayı aşkın bir süredir 402
işçi olarak grevde olan Yörsan işçileri önlük ve sloganlarıyla etkinliğe katılarak bir konuşma yaptılar.
İşçiler dayanışma çağrısı yaparak
tüm kesimleri Yörsan ürünlerini
tüketmemeye çağırdılar. Yine dört
ayı aşkın bir süredir grevde olan
Birleşik Metal İş’de örgütlü Tega
işçi temsilcileri de grev sürecini
anlatarak tüm işçileri dayanışmaya
çağırdılar. Limter İş’den katılan
bir sendikacı ise Tersanelerdeki
kötü çalışma koşularına ve yaşanan işçi ölümlerine değinerek
16 Haziran’da Tuzla Tersaneleri
önünde yapılacak 1 günlük greve
tüm işçileri ve sınıf dostlarını da-
yanışmaya çağırdı.
Son olarak ‘Çalışma hayatında
ve sendikal alanda kadın’ konulu
panelde kadınların her alanda yaşadığı ezilmişliklere ve ayrımcılıklara değinilerek buna karşı ne
gibi çalışmaların yürütülebileceği
ve ne gibi önlemlerin alınabileceği
üzerinde duruldu. Panelde bulunan toplam kadın sayısı onbeşi
geçmiyordu. Bu sayı ise sadece işçi
kadın sayısı değil, kamp organizasyonu içerisinde yer alan kadınlar ve çeşitli çevrelerden katılan
kadınlar ile birlikte ulaşılan sayı
idi. Toplantıda bir kadın arkadaşın, söz almak isteyen erkeklere
bir haftadır hep erkeklerin konuştuğu, kadın sorununun tartışıldığı
bir gündemde öncelikle kadınlara
söz vermek gerektiğini belirtmesi
üzerine bir çok erkek işçi salonu
terk etti. Bu durum panelist kadınlar tarafından tahamülsüzlük
olarak eleştirildi. Etkinlikte buna
rağmen ilk olarak kadınlara söz
verildi. Kadınların dile getirdiği
sorunların başında kadınların erkek egemen anlayıştan dolayı yaşadığı sorunlar ve buna karşı mücadele yöntemleri ön plana çıktı.
Toplantının içeriği işçi kadınların
sorunları ve sendikal alanda yaşanan sorunlardan çok ister istemez kadın erkek meselesine kaydı.
Bu bağlamda tartışmalara katılan
erkek işçilerin önemli bir bölümünün kafasında büyük oranda
erkek egemen anlayışın hakim
olduğu ortaya çıktı. Bizden bir
kadın arkadaş ta bu tartışmalara
katılarak erkek işçiler arasındaki
erkek egemen anlayışa karşı mücadele edilmesi gerektiğini belirtti.
Kampa katılan kadın işçi sayısının
bu kadar az olmasını eleştirerek
kadınlara önemli görevlerin düştüğünü belirtti.
Bu paneller dışında ‘Uluslararası
örgütlenme deneyimleri’ başlığı altında Rusya, Arjantin, Şili,
Küba ve Brezilya’dan katılan
delegasyonla bir söyleşi gerçekleştirildi. Rusya’dan katılanlar
yürüttükleri sendikal mücadeleyi
anlatarak Sov yet döneminden
kalma bir dizi işçi hakkının gün
geçtikçe geri alındığını dile getirdiler. Latin Amerika’dan katılan
temsilciler sendikacı değillerdi.
‘Fabrika işgalleri’nin ve ‘topraksızlar hareketinin’ başında olan kişilerdi. Bunlar da bu alanlardaki
deneyimlerini aktardılar.
Hem Rusya’ da n gelen işçi
ve sendikacılarla hemde Latin
Amerikadan katılan temsilcilerle
özel söyleşiler yaptığımızdan ve bu
söyleşileri önümüzdeki sayılarda
yayınlayacağımızdan burada uzun
uzun yer vermeyeceğiz.
Biz YDİ Çağrı Gazetesinden toplam 4 arkadaş bu kampa katıldık.
Düzenlenen etkinliklerde yer alarak fırsat verildiğinde görüşlerimizi dile getirdik. Ayrıca bu kamp
için hazırladığımız Yeni Dünya
Gençliği imzalı iki ayrı broşürden
işçilere dağıttık. Onlarla birebir
ilişki geliştirerek yayınlarımızdan
verdik.
Çeşitli sendika ve işyerlerinden
işçilerin biraraya getirilmesi, eğitim verilmesi, etkinliğin bir ilk
olmasından kaynaklı yaşanan bir
dizi soruna rağmen olumlu bir çalışmaydı. Etkinliğin en büyük eksikliği ‘Dünya Genç İşçi Buluşması’
gibi iddialı bir başlığın altının
doldurulamamış olması idi. Bizce
önümüzdeki dönemde bu konuda
daha gerçekçi çalışmalar yürütül-
bu sorunun ancak sendikaların
bilinçli bir siyaseti ile aşılabileceğini, sendikaların görünürde bir
dizi kadın çalışması yürütüklerini
fakat bu konuda yeterli bir çabanın
harcanmadığının pratikte kendisini gösterdiğini vurguladı. İşçi
kadınların sendikal örgütlenmesinin ve sendika yönetimlerinde yer
almalarının önemine değinerek
bu konuda sınıf bilinçli sendikacı
mesi, işçi sorunları bağlamında
genelden çok somut üzerinde durulması gerekir. Akademisyen ve
profesyonel sendikacılardan çok
daha fazla işçilerin sorunlarını
dile getirebileceği bir olanağın yaratılmasının, işçi sınıfını bilinçlendirmek ve ileriye taşıyabilmek için
daha faydalı olacağı kanısındayız.
16 Haziran 2008 ✓ ✓
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
tılan örgütlenme uzmanı Orhan
Akman ise Almanya’da işçi sınıfı
içerisindeki şovenizme değinirken
sendikalı işçiler arasında yapılan
bir ankete göre ırkçı yaklaşımların
önemli boyutlarda olduğunu dile
getirdi. İşçi göçü bağlamında bir
diğer araştırma Kürt işçi ve emekçilerinin Kuzey Kıbrıs’a göçü üzerine idi. Çoğunluğunu mevsimlik
işçilerin oluşturduğu Kürt işçi
EK:3
‘Herkes kurtulana kadar direnerek gelecek her şey’
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
EK:4
16 Haziran Tuzla Grevinden Notlar
ş kazalarının ve işçi ölümlerinin 27-28 Şubat 2008’de yapılan uyarı grevinin ardından
da hız kesmeden devam etmesi,
hükümet sözcülerinin hiçbir etkili önlem alma girişiminde bulunmaması üzerine, DİSK’e bağlı
Limter-İş’in aldığı grev kararı 16
Haziran’da yaklaşık 2 bin kişilik
bir katılımla gerçekleşti. Greve
YDİ Çağrı okurları olarak katılarak destek verdik.
Patronların yoğun baskısı ve işçileri işten atma tehditleri karşısında işçilerin çoğunun greve katılmayacakları bekleniyordu. İşte
bu durumu tersine çevirmek ve
işçileri greve katılmaları yönünde
ikna etmek için Limter-İş eylemi
sabahın erken saatlerinde başlatma
kararı aldı. Sabah saat 6.00’dan
itibaren Limter-İş binası önünde,
İçmeler ve Aydıntepe tren istasyonunda toplanmaya başlayan işçiler
ve grev destekçileri saat 7.00’de yürüyüşe geçtiler.
Saat 9.00’dan itibaren diğer kurumlardan destekçilerin de katılımıyla coşkulu bir kitle oluştu.
DİSK, Türk-İş ve KESK’e bağlı
sendikaların yanı sıra legal sol siyasal partiler, dernekler, dergiler,
kültür merkezleri vb. greve destek vermek için katılım sağladı.
Destek verenler arasında Dünya
Genç İşçi Buluşmasına katılmak
için Türkiye’de bulunan Latin
Amerika heyeti de vardı. Coşkulu
geçen eylemde davullar zurnalar
eşliğinde halaylar çekildi, ses sistemi üzerinden marşlar çalındı,
skeçler oynandı ve resim sergileri
düzenlendi.
Yoğun polis ablukası altında
“İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”,
“Zafer direnen emekçinin olacak”,
“Tersane işçisi direnişin simgesi”,
“Tersane işçisi köle değildir”, “İşte
sendika işte Limter-İş”, “Gün gelecek devran dönecek GİSBİR işçiye
hesap verecek”, “Susma sustukça
sıra sana gelecek”, “Ölüm değil
çözüm istiyoruz”, “Grev, grev,
grev….” vd.
Limter İş Başkanı Cem Dinç,
DİSK Başkanı Süleyman Çelebi
ve diğerlerinin yaptıkları konuşmalarda, bir aydır greve hazırlık yapıldığı, bu süre içerisinde
patronların işçileri işten atmakla
tehdit ettikleri, 15-16 Haziran’ın
38. Yılında Tuzla’da artık sözün
bittiği noktaya gelindiği, patronların işçi güvenliğini sağlamamakla
yasadışı işler yaptıkları, ölümlerden birinci derecede sorumlu
olanın hükümet olduğu, patronların DİSK ile, Limter-İş ile masaya
oturmak zorunda oldukları, greve
katıldığından dolayı bir tek işçi işten çıkarılırsa direnişe geçileceği
geçen eylemde sık sık şu sloganlar atıldı: “Artık ölmek istemiyoruz”, “Yaşasın sınıf dayanışması”,
“Ölümlerin nedeni sermaye düzeni”, “İşçilerin birliği sermayeyi
yenecek”, “Kurtuluş yok tek başına, Ya hep beraber ya hiç birimiz!”, “Tersane işçisi köle değildir”,
ifade edildi. Latin Amerika’dan
Şili, Brezilya, Arjantin, Bolivya ve
Venezüella’dan gelen heyet adına
konuşma yapan Venezüella Sidor
İşgal Çelik Fabrikası delegesi Jean
Marcos Ruizpena’nın tersane işçilerine ‘Durmayın, devam edin,
direnerek gelecek her şey, bir kişi
kurtulana kadar, herkes kurtulana
kadar direnerek gelecek her şey’
diye seslenmesi işçiler arasındaki
coşkuyu artırdı. Bu arada sık sık
“El pueblo unido, jama sera vencido” sloganı hep birlikte atıldı.
Eyleme direnişteki Deri-İş üyesi
Desa Deri işçileri, Nakliyat-İş üyesi
Arçelik işçileri, TÜMTİS’te örgüt-
lendikleri için işten atılan Unilever
işçileri de destek verdiler.
YDİ Çağrı gazetesi okurları olarak Tuzla’daki işçi cinayetlerini
temel alan Özel Sayı’dan yüzlerce
adet dağıttık ve YDİ Çağrı satışı
yaptık.
Eylem katılım açısından tersane işçisinden çok destekçilerin
ağırlıkta olduğu izlenimi veriyordu. Tersane işçilerinin eyleme
katılımı beklenenin altında oldu.
Bunda kuşkusuz patron baskısının
önemli payı vardı ancak bu durum aynı zamanda işçiler arasında
güçlü bir örgütlülüğün olmadığını
da gösteriyordu.
İşçilere destek için gelen kimi
kurumların kendi kurum isimlerinin yer aldığı dev pankartlarla
en önde gözükmeye çalışması, dayanışmadan çok faydacılığı akla
getiriyordu.
Yapılan konuşmalar, çekilen halayların ardından eylem sona erdi.
Haziran 2008 ✓
DESA direnişine destek
T
ü rk iye’ni n en büy ü k
deri fabrikalarından biri
olan, dünyaca tanınmış
markalara üretim yapan, yurtiçi ve yurtdışında yüze yakın
mağaza ve satış noktasına sahip, 2007 yılını 87 milyon dolarlık ciro ile kapatan DESA Deri
A.Ş.’nin Düzce Organize Sanayi
Bölgesi’nde bulunan ve yüzlerce
işçinin çalıştığı fabrikada 41 işçi
Deri-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesiyle 29 Nisan tarihinde işten atıldılar.
Hiçbir sosyal hakka sahip olmadan asgari ücretle çalıştırılan, “denkleştirme” adı altında
fazla mesai ücretleri ödenmeyen,
DESA işçileri fabrika önünde
direnişe geçti. DESA Deri işçileri iki kez jandarma tarafından
saldırıya uğradı. Bir saldırı sırasında, Deri-İş Sendikası Genel
Başkanı Musa Servi’de gözaltına
alındı.
DESA Deri işçilerinin sendikalı olarak işe iade talebiyle
29 Nisan’dan bu yana fabrika
önünde yürüttükleri direniş
sürmektedir.
DESA direnişine, KapılarBasmane bölgesinde sigortasız,
parça başı ücret temelinde, sağlıksız çalışma koşulları altında
çalıştırılan deri işçilerinden destek geldi.
2 Haziran Pazartesi günü,
Deri İşçileri Dayanışma ve
Yardımlaşma Derneği tarafından, Kapılar-Basmane deri işçileri kahvesi önünde bir basın
açıklaması yapıldı.
DESA direnişinin selamlandığı
basın açıklamasında; “Biz; İzmir
Basmane’de “Tek bir işçi sigortasız, tek bir işyeri sendikasız
kalmayacak!” şiarıyla yola çıkan
ve sektörümüzde işçilerin örgütlenip bir araya gelmesini, parça
başı, fason üretim cehennemine
son verilmesini, sendikal faaliyet konusunda önümüze çıkan
engellerin aşılmasını hedefleyen
İzmir Deri İşçileri Dayanışma
Derneği üyesi işçiler olarak, mücadelenizi kendi mücadelemiz
olarak sahipleneceğiz. Gücümüz
ve örgütlülüğümüz oranında sizin yanınızda olacağız!” belirlemesine de yer verildi.
Basın açıklaması sırasında;
Yaşasın DESA direnişimiz!,
DESA işçisi yalnız değildir!,
Yaşasın sınıf dayanışması!, Köle
değil işçiyiz, birleşince güçlüyüz!, Ayaklar baş olur, başınıza
dert olur!, İş ekmek yoksa, barışta yok!, Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz! sloganları atıldı.
Basın açıklamasına, Genel-İş 3,
5 Nolu şube yöneticileri, Lastik-İş
yöneticileri de katılarak destek
verdi.
2 Haziran 2008
YDİ Çağrı/İzmir ✓
Lastik işçileri düşük ücret ve sağlıksız
koşullarda çalıştırılmaya karşı greve çıktılar
Y
Dİ Çağrı Gazetesi olarak;
TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanan, 31
Mayıs 2008 günü greve çıkan ve
14 Haziran'da sona eren lastik işçilerinin grevlerini 8. gününde ziyaret ettik.
Yağmurlu ve dolulu bir bir
günde sel sularının İzmit trafiğini
felç ettiği ve kulakları sağır eden
gök gürültüsünün olduğu bir anda
ziyaret ettiğimiz işçiler bizi sıcak
karşılayarak grevleri hakkında
bilgi verdiler.
Aşağıda grev sona ermiş olsa da
grev gözcüleri ve sendika işyeri
temsilcisi Temel Fidan’la yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz.
çalışan işçi var.
Adapazarı’ndaki Goodyear’da
ise 770’i kadrolu 300’ü taşeronda
çalışıyor. Yani her dört fabrikadaki kadrolu 3600 işçi sendika
üyesi ve şu an her fabrikada grev
ve lokavt yasasına göre çalışması
zorunlu olanlar dışında tüm işçiler grevdeler.
YDİ Çağrı – Önemli sayıda taşeron işçisi var ve sendikanız DİSK/
Lastik – İş’e üye değiller. Taşeron
işçisi olan bu işçi arkadaşlar fabrikada ne tür işlerde çalıştırılıyorlar?
Temsilci – O arkadaşlar daha
çok ek işlerde; yani bakım desteği,
temizlik, sevkiyat ve ambar işlerinde çalıştırılıyorlar.
YDİ Çağrı – Kadın işçi var mı?
Temsilci – Kadın işçi yok. Bizde
asistan ve vardiya amiri teknoloji
Pirelli lastik fabrikalarında çalışan işçilerin
%50’si -kayıt altında olanları kastediyorum- bel
boyun ve eklem rahatsızlığı yaşarken, %30’unda
psikolojik rahatsızlıklar başgösterdi. İşçilerin
%10'u boşanma davaları açtı. Yani aileden kopuk
hayat başladığından dolayı eşinden boşanmış
veya boşanma davası açılmıştır.
İnşallah masada karşılıklı orta bir
yol bulunur.
YDİ Çağrı – Greve çıkan kaç işçi
var? Şu an içerde üretim var mı?
Temsilci – Her dört fabrikada
da üretim tamamen durmuş durumda. Bu dört fabrikadan üçü
İzmit’te, biri Adapazarı’nda.
İzmit’teki yani önünde grev nöbeti tuttuğumuz Pirelli’de 1200’ü
kadrolu 500’ü taşeronda çalışan
işçi var. Yolun karşı tarafında gördüğünüz Bridsa’da 1300 kadrolu
250’si taşeronda ve Goodyear’de
de 490’nı kadrolu 200’ü taşeronda
ve kalite bölümünde çalışan 5 – 6
kadın var. İdari personel olarak
çalışan bu kadınlar sendika üyesi
değiller.
YDİ Çağrı –Aylık olarak en kıdemsizle en kıdemli işçi ne kadar
ücret alıyor, ücretlerin ortalaması
ne kadardır?
Temsilci – Aylıklar ortalama net
elimize geçen 1800,- YTL. Yeni işe
giren işçi ile emekliliği gelmiş işçi
arasında 50 – 60 YTL arasında bir
ücret farkı var. TİS’de de yer aldığı
gibi kadrolu işçilerin tümü 9 kategoriye bölünmüştür. Her bir kate-
gori arasında aylık 3-5 YTL’lik bir
fark vardır. Yani bizde “Eşit işe eşit
ücret” var.
Grev gözcüsü işçi - İşverenler
her TİS’de gündeme getirdikleri
gibi bu eşitliği bozacak talepler
ileri sürüyorlar. Esnek çalıştırmayı
da dayatıyorlar.
Bunları hiçbir zaman kabul etmedik ve etmiyoruz. Sendikamız
Lastik – İş ve Konfederasyonumuz
DİSK de her fırsatta bu tür hak
gasplarına karşı sonuna kadar direneceklerini belirtiyor. Bundan dört
gün önce Konfederasyonumuzun
Genel Başkanı S. Çelebi ve yöneticiler bizi ziyaret ettiklerinde kamuoyuna ücret kayıplarının telafisi dahil bu taleplerimizi de içeren
açıklamalar yaptılar. İşverenlerin
teklifi iş yasasına göre her yıl zorunlu yapılması gereken zam oranıdır. Bu “hiç zam vermiyorum ve
kazanılmış haklarınızı alacağım”
anlamına geliyor. Ücretleri birazcık olsun artıracak çok düşük
tekliflerde bulunuyoruz. Yine de
anlaşmaya yanaşmıyorlar.
İşçilerde de işyerindeki baskılara
karşı birikmiş bir öfke, bir sıkıntı,
bir durgunluk vardı. Buna rağmen
sendikanın üç yıldır işçiye sıkıntılarını sormaması vardı. Hepsi üst
üste geldi. Bütün bunlar işçilerde
yıllarca birikmiş rahatsızlıklara
neden oldu ve greve gittik.
YDİ Çağrı – Grev oylaması yapıldı mı?
Temsilci – Evet grev oylaması
yapıldı. Yaklaşık 8 yıldır en son
2000 yılında 6 günlük bir grevimiz
olmuştu. O zaman grev oylaması
yapılmıştı. Ondan beri hiçbir oylama yapılmadı. İşçilerin bu yönden de bir sıkıntısı vardı. İşveren
son ücret zammı ile de gelseydi
yine sonuç değişmezdi. İşçi greve
hazır bekliyordu. Yani ne ile gelirsen gel işçi greve gidecekti. Mesela
İzmit Pirelli’de işçilerin hemen
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
YDİ Çağrı– Bugüne nasıl geldiniz? Greve kadar olan süreci bize
kısaca anlatır mısınız?
Temsilci – TİS görüşmeleri işverenlerin, dünya lastik piyasasında
bir daralma olduğu, lastiğin hammaddesi olan doğal kaucuğun artık
tarlalarda üretilmediği, taralaların
satıldığı şu an kullandıkları kaucuğun petrolden üretilen yapay kaucuk olduğu için maliyetleri yükselttiğini o yüzden ücret zammı
yapamayacaklarını belirttiler. Yani
yüksek maliyet ileri sürülerek yeni
işe başlayanın ücret miktarı teklif
edildi. Sonra bundan vazgeçtiler
ama fazla zam yapamayacaklarını
söylediler. Tabii biz fabrikalarda
sadece işçi ücretlerini düşürerek
veya sınırlayarak ürün maliyetini
düşürecekleri şeklindeki düşüncelerinin yanlış olduğunu bununla
maliyetleri düşüremeyeceklerini
defalarca belirttik.
Diğer bütün idari maddelerde
anlaşma sağlandı. Fakat ücret
zammı konusunda uzlaşmaz tavırlarını sürdürdüler. Son olarak
saat ücretine 2007 yılının son 6
ayının enflasyon oranı olan %4,35
oranında zam verdiler. Bir önceki
TİS’de o güne kadarki enflasyon
toplamının % 80 – 90 oranında
ücret kayıplarının giderileceğine
dair ifadeler vardı. 3 yıldır ücretlerimizde yarı yarıya bir kayıp sözkonusu. Bunun giderilmesini ve
bundan sonraki her altı ay için son
6 ayın enflasyonu oranından zam
yapılmasını talep ettik.
YDİ Çağrı – Sadece ücret zamlarında anlaşma sağlanmadığı için
mi greve gittiniz?
Temsilci – Ücret zamları dışında
ondan daha önemlisi 2004 yılına
kadar fabrikamızda 6 gün çalışıp
2 gün tatil yapıyorduk. 2004 yılından beri 6 gün çalışmadan sonra
yaptığımız 2 günlük tatilimizi 1
güne düşürdüler. Bundan sonra
dinlenememekden kaynaklı işçilerde hastalıklar başladı. Biz bu
TİS’de 1 güne düşürülen tatilimizi
tekrar iki güne çıkarılmasını istedik. Hatta hiç ücret zammı almayalım tatilimiz iki gün olsun dedik. Fakat işverenler bu konuda hiç
taviz veremeyeceklerini bunun bir
grev nedeni olacağını söylediler.
İşverenler, ücret kayıplarını telafi
eden bir ücret vermedikleri gibi bu
hayati önemdeki 2 gün izin yapma
talebimize de yanaşmamış olmaları büyük bir öfkeye neden oldu
ve işçiler arasında güçlü bir grev
yapma isteği doğurdu.
YDİ Çağrı– Bugün grevin kaçıncı günü ve grevden sonra patronla görüşme oldu mu?
Temsilci – Bugün grevin 8.
günü. Şimdiye kadar hiçbir görüşme olmadı. Ama işverenlerin
aşırı bir sıkıntı içinde olduklarını,
grevimizden dolayı lastiğe bağlı ve
özellikle otomotiv sektöründe artık izinler başladığını, fabrikalarda
işten çıkarmalar yaşandığını biliyoruz. Buna rağmen uzlaşmayarak
geçmişte yaptıkları gibi hükümete
baskı yaparak grevi erteleme, yasaklama vb. şeklinde greve müdahale etme yoluna giderek bu işin
üstesinden geleceklerini sanıyorlar. Biz de böyle bir yola gidildiği
taktirde bu işin hiçbir zaman son
bulamayacağını ifade ediyoruz.
EK:5
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EK:6
hemen tümü greve “Evet” dediler. Yani 1200 işçiden sadece 3 işçi
greve “Hayır” dedi.
Aynı şekilde diğer fabrikalarda
da işçilerin ezici çoğunluğu greve
“Evet” dedi.
YDİ Çağrı – Bir sorumuza yanıtınızda 6 gün çalışıp 2 gün dinlenmenin 1 günlük dinlenmeye
düşürüldükten sonra işçilerde ciddi
sağlık sorunlarının yaşadığını belirtiniz. Bu sağlık sorunları nelerdir?
Temsilci – Pirelli lastik fabrikalarında çalışan işçilerin %50’si -kayıt altında olanları kastediyorumbel boyun ve eklem rahatsızlığı
yaşarken, %30’unda psikolojik rahatsızlıklar başgösterdi. İşçilerin
%10'u boşanma davaları açtı. Yani
aileden kopuk hayat başladığından
dolayı eşinden boşanmış veya boşanma davası açmıştır. Biz bunu
işverenle birlikte tespit ettik. Bu
durumu Pirelli’nin İtalya’daki
genel merkezine yazılı olarak bildirmemize ve oradan tavsiye niteliğinde “6 gün çalışmadan sonra
2 günün izinli olması gerektiği”
yanıtı gelmesine rağmen işverenler buna uymadıkları gibi TİS görüşmelerinde “grev maddemizdir”
diye masaya geldiler.
Biz özellikle şöyle bir öneri de
getirdik: Yaz dönemlerinde bizde 6
ay geçici işçi, ”sözleşmeli personel”
çalıştırılır. Sözleşmeli personel sayısını 150 ile 200 civarında artırıp
dönüşümü sağlayarak yaz döneminde 6 gün çalışıp 2 gün izin yapalım dedik. Bunun maliyeti yıllık
% 2–2,5 civarında. Bu hesapları da
yaptık. Yani çıkış olarak böyle bir
model de önerdik. Ama kesinlikle
sıcak bakılmadı buna. İşverenler,
”yasadaki 1 gün tatille bir planlama
yaptık öyle çalışacağız. Diğer türlü
maliyeti aşırı artırır” diyerek kabul
etmediler. Bizim amacımız işçinin
aşırı çalışmadan kaynaklı rahatsızlığını giderebilmekti. Gerekirse
zam almadan da bu işin peşindeydik. Fakat cevap alamadık.
YDİ Çağrı – Avupa ülkelerinde
işçilerin mücadeleleri sonucu kazanılmış hakları var. Oralardaki
işyerlerinde işçi sağlığı ile ilgili de
ciddi önlemler alınıyor. Sizin çalıştığınız fabrikalarda da özellikle
işgüvenliği ve işçi sağlığı ile ilgili
olarak patronların alması gereken
zorunlu önlemler konusunda yasal
düzenlemeler de var. Bu önlemler
konusunda sizde durum nasıl?
Temsilci – Yasal düzenlemeler
var ama bunlara uyulup uyulmadığını denetleyecek takip edecek
mekanizmalar çalışmıyor. Mesela
ortam sıcaklıklarıyla ilgili olarak
yasa, bizde “15 derecenin altında
35 derecenin üzerinde çalışılamaz”
diyor. Fakat buna uygun ortamda
çalışılıp çalışılmadığını denetleyen, takip eden bir yer veya kimse
yok. Yani Çalışma Bakanlığından
veya SSK’dan herhangi bir yerden
bir görevli gelip denetlemesini yapmıyor. Yine bizde havalandırma ile
ilgili, çalışma ortamındaki havada
partikül oranlarının incelemesinin
yapılması gerekiyor. Bu yapılmıyor. Bizim kendi işverene bağlı işçi
güvenliği ve işçi sağlığı ile ilgilenen
bir departman var. Bu departman
son yıllarda geçmişe oranla belli
iyileştirmeler yaptı. Mesela kulaklıklarla ses düzeyinin makinelerle
ayarlaması yapılıyor, gürültünün
şiddeti azaltılmaya çalışılıyor.
Fakat bu tür önlemler yeterli değil.
Örneğin bizim fabrikanın en yoğun çalışılan yerinde ortam sıcaklığı 40 derecenin altına düşmüyor.
Özellikle yaz aylarında bu sıcaklık
60 dereceyi buluyor. Çalıştığımız
kötü ortamda sağlığımızın tehlikede olması, uzun çalışma saatleri
ve bu çalışmaya göre düşük bir ücret almamız artık biz işçileri isyan
edecek duruma getirdi.
YDİ Çağrı - Güneşten ve yağmurdan korunmak için grev çadırı
açmamışsınız. Neden?
Temsilci – Biliyorsunuz iş yasasının grevle ilgili maddesi fabrikanın önünde grev çadırı açmaya
izin vermiyor. Biz de sıkıntı yaşamamak için açmadık. Şemsiyelerle
idare ediyoruz.
YDİ Çağrı – Kamuoyunda grevinize destek var mı?
Temsilci – Esasında biz iyi
para alırsak esnaf iyi iş yapacak.
Fakat maalesef esnaf İzmit’te üç
dönemdir TiS görüşmeleri esnasında grevden bahsettiğimizde
bize “siz o kadar para alıyosunuz,
niye grev?” diyerek bize tepki gösterir. Bizi desteklemez. Kimsenin
burdaki çalışma şartlarından haberi yok. Yani kendi ailelerimizle
bile bu konuda sıkıntı çekiyoruz.
İşçinin emekçinin haklarını nasıl
arandığıyla alakalı tamamen eğitim problemlerimiz var. Bu haklar
çok kolay kazanılmadı ama harcanması çok kolaymış gibi geliyor
insanlara.
Bu sırada içerden yanımıza yeni
gelen baştemsilci ile tanıştırıldık. Sosyalist bir gazete olan YDİ
ÇAĞRI’dan, İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince bize şunları
söyledi:
"Birbirimize yaklaşımlarla alakalı sıkıntılar da var. Sol, sağ kavgası ne kadar geçmişte kapanmış
gibi görünse de sanki işçinin emekçinin hakkını savunmak diğerinin
tekelindeymiş görüntüsünün verilmeye çalışılması sendikaların
kendi içinde ve kendi aralarında
da birçok sıkıntılar doğuruyor.
Biz de bunları yaşıyoruz burada.
Bunları da belirtmeden geçemeyiz. Çünkü bir Emeğin Partisi’nin
gelmesi bir CHP’nin gelmesi ile
bir Sadet Partisi’nin bir MHP’nin
gelmesine farklı bakılıyor. Biz işçi
hakkı olarak hepsine aynı gözle
baktığımız için bu ayrımcılıkları
yadırgıyoruz."
Şiddetlenen yağmur işçilerle sohbetimizi daha fazla sürdürmeye
müsaade etmemesine rağmen işçilerin patronlar karşısında hak mücadelesinde renk dil din milliyet ve
düşünce ayrımı gözetmeksizin birlik olmaları gerektiğini belirttik.
Emeğinden başka bir geçim aracı
olmayan işçilerin ve bir bütün olarak işçi sınıfının, büyük patronların çıkarları için düzenin yanında
yer alan kişi, kurum ve partiler ile
bu düzene karşı olan onun için can
bedeli mücadele yürüten kişi, kurum ve partileri aynı kefeye koyma
tavrı bir işçinin olumlayacağı bir
tavır olamaz. Fakat ne yazık ki
temsilci arkadaşın belirttiği gibi
işçiler sınıf bilincinden yoksun oldukları için bir işçi olarak sınıfsal
çıkarlarının nerede olduğunu görememekte, kendi emeğini sömüren, geleceğini yok eden düzenin
partileri CHP, MHP, AKP, SP gibi
partileri savunarak çözümü başka
yerde aramaktadır...
Haziran 2008 ✓
Samandağ Belediye
işçileri maaşlarını istiyor
S
amandağ belediye işçileri
seslerini duyurabilmek için
Samandağ’dan Antakya’ya
kadar yürüdü.
Samandağ Belediyesi bünyesinde çalışan 186 işçi ve belediyeden emekli olmuş 90 kişi yaklaşık
15 yıldır mağdur bırakılmakta.
Belediye bünyesindeki işçi ve emekliler yıllardır bırakın emeklerinin
karşılığını almayı, maaşlarını bile
ya alamıyor ya da sadece dörtte birini alıyor. Bu para bile zamanında
yatırılmıyor. Belediyenin içeride
birikmiş büyük miktarda borçlanmasından dolayı, Belediyeye ayrılan ödeneğin büyük miktarı kesilmekte. Belediye kanunlarına göre;
personelin her türlü alacakları zamanında ve öncelikli olarak ödenir
fakat bu tamamen ihlal edilmiş ve
devlet buradan tamamen elini eteğini çekmiş durumda. Belediyenin
bu süreç zarfında bünyesindeki
işçilere 9 milyon YTL, emeklilere
ise 2,5 milyon YTL borcu bulunuyor. İşçilerin ve emeklilerin yıllardır süren açlığı ve yoksulluğu
artık dayanılamaz hale gelmiş durumda. İşçi ve emekliler yaptığımız sohbetlerde, kendilerinin artık
yemek yapacak, çocuklarını okula
ve dershaneye gönderecek paralarının bile kalmadığını dile getirdi.
Bir işçi de maaştan önce kaybettiği
parmaklarının hesabının verilmesini haykırdı. Belediyeye, dolmuş
parası olmadığı için kilometrelerce
yürüyen, çocuklarının karnını do-
yurabilmek için çöpten ekmek bile
toplayan işçiler var.
Sorunlarını ortadan kaldırmak
umuduyla DİSK/Genel-İş’te örgütlenen işçiler, Genel-İş ile birlikte 4
Haziran Perşembe günü Samandağ
Belediyesi önünde basın açıklaması
yapıp, Antakya’ya kadar yürüme
kararı almıştı. Belediye önünde
toplanan yaklaşık 400 kişi, DİSK
Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin
ve Genel-İş Hatay Şube Başkanı
Mehmet Güleryüz’ün basın açıklamasından sonra Antakya’ya
doğru yürüdü. Yürüyüşe çevre
halktan oldukça iyi destek geldi.
Yürüyüşte belli başlı şu sloganlar
atıldı: “İşçiyiz haklıyız kazanacağız”, ”Antakya’dan sonra bekle bizi
Ankara”, ”Susma sustukça maaş
ödenmez”, ”Yaşasın örgütlü mücadelemiz”. Antakya’ya vardıktan
sonra katılım 1000 kişiye kadar
vardı. Burada vali yardımcısıyla
görüşen Çelebi, açıklamasında
şunlara değindi: ”Yaşanılanlar
sabrın tükendiği anlamına geliyor.
Vali yardımcısıyla görüştüm eğer
sorun çözülmez ise, Başbakan,
Maliye Bakanına kadar çıkacağız.
Bugün bizi uyutmayanları bizde
rahat uyutmayacağız. Özellikle
buranın milletvekillerine sesleniyorum; bizi sadece seçimlerde değil, şimdi de hatırlayın.” Çelebinin
açıklamasından sonra kalabalık
dağıldı.
YDİ ÇAĞRI/HATAY ✓
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu
(Çiftçi-Sen) kuruldu
M
mun şirketlerin egemenliğine geçmesi ve doğa, toprak, su ile insan
sağlığını riske eden endüstriyel
tarım modelinin alternatifi olan
organik köylü tarım modelinin
uygulanabilmesini savunmak ve
gerçekleştirmek,
• Çiftçiler için gerekli olan Tarım
Sigortası Yasası’nın çiftçilerin çıkarına yeniden düzenlenmesini
sağlamak,
• Tüccarın vurgunculuğu ve dolandırıcılığına karşı çiftçileri koruyacak etkin bir yasanın çıkarılma
mücadelesini vermek,
• Kamunun tarımcıyı koruyucu,
çiftçilere öncü, eğitici ve öğreticilik yapmasını sağlamaya yönelik
demokratik mücadele yürütmek,
•Çiftçilerin, eksiksiz sosyal
g üvenceye k av uştu r u l ması nı
sağlamak,
• Sözleşmeli çiftçiliğe mecbur
edilen çiftçilerin adına sözleşme
yapmak ve çiftçilerle sözleşme yapan işveren durumundaki sanayici
ve tüccarın sözleşme koşullarına
uymadığında sendika üyesi çiftçilerin hakkını aramak ve korumak,
• Ve bundan böyle çiftçilerin
mağduriyetine neden olacak her
türden politikaların karşısında
çiftçilerin çıkarlarını korumak ve
geliştirmek için Çiftçi Sendikaları
Konfederasyonu'nu kurmuş bulunuyoruz.” (Çiftçi-Sen’in 22 Mayıs
tarihli basın açık lamasından,
www.sendika.org)
Amaçlarını bu şekilde açıklayan
Çiftçi-Sen, tarım alanında yıkım
politikalarına karşı aynı açıklamada; “1980’li yıllardan bu yana,
önce IMF ve Dünya Bankası (DB)
programlarında, sonra da Dünya
Ticaret Örgütü (DTÖ) kural ve
normları aracılığıyla azgelişmiş
ülkelere kabul ettirilmeye çalışılan
politikalar; tarımsal ürün ve girdi
piyasalarındaki destekleme alım,
destekleme ve sübvansiyon gibi
müdahalelerin tasfiyesidir. Bu tasfiye aslında çiftçilerin tasfiyesi anlamına gelmektedir. “ diyerek mücadele görevi de tespit etmektedir.
Uluslararası emperyalist tekellerin, İMF’nin, Dünya Bankası’nın,
DTÖ’nün ve yerli işbirlikçilerinin
tarımı çökertme polikalarına karşı
çıkmak, mücadele etmek doğrudur. Bu politikalar sonucu Türkiye
tarımda kendi kendine yeter ülke
olmaktan çıkmış, bu alanda da giderek daha fazla emperyalizme bağımlı hale gelmiştir. Bu politikalardan en fazla etkilenen kesim olan,
küçük üreticilerin bir araya gelerek
örgütlenmeleri olumludur. Bu örgütlenmeye sendikanın denk düşüp düşmediği ise tartışılmalıdır.
Sendikalar; tarihsel süreç içinde
ücret temelinde çalıştırılan işçilerin patronlara karşı verdiği mücadele içerisinde doğan, işçilerin
ekonomik, sosyal hak alma örgütleridir. Sınıf sendikaları Marks’ın
ifadesi ile, işçiler için “sosyalizm
okulları” olup, “ücretli emek sisteminin ortadan kaldırılmasının
örgütlü teşvik araçları”dır.
Bir sendikanın en önemli özelliği toplu sözleşme yapma hakkına,
grev gibi bir silaha sahip olmasıdır.
Çiftçi-Sen’in bu özelliklere sahip
olmadığı aşikardır.
Bu coğ ra f yada köylü lüğ ü n
önemli bir kesimini oluşturan küçük üreticiler, küçük de olsa bir
toprak parçasına, kendi üretim
aracına sahiptir. Kırda kapitalizmin gelişmesi köylülüğün çözülüşünü hızlandırır. Kırda kapitalist
gelişme, kentte olduğu gibi büyüklerin gelişmesi, küçüklerin yoksullaşması, yok olması şeklinde
olmaktadır.
Tarımda da kapitalist üretimin
temelinde, daha fazla kar elde
etme olgusu yatmaktadır. Genetiği
değiştirilmiş ürünlerin, topraktan kısa sürede verim almak için
kullanılan kimyasal gübrelerin,
hormonun vb. nedeni daha fazla
kardır. Bu gelişme karşısında küçük köylülük giderek yok olmakta,
işçilerin safına katılmaktadır.
Alınan krediler ödenememekte,
kırda büyük ölçekli kapitalist üretim yapan kapitalistlerle rekabet
edilememektedir. Mazotun, gübrenin fiyatının artması, enflasyonun yükselmesi vb. etkenler küçük
köylülüğün zararınadır.
Bu gidişe karşı, yıkım politikalarına karşı küçük üreticilerin örgütlenmesi doğrudur. Küçük üreticilerin muhatabı devlet, kapitalist
sanayici, tüccar, özel sermayeli şirketler vb. dir. Küçük köylülüğün
esas dürtüsü sahip olduğu mülkü
koruma dürtüsüdür. Kendi üretim
aracını korumak, artırmak bu kesimim belirleyici özelliğidir.
Çiftçi sendikalarını kuranların,
bu sendikalarda örgütlenen küçük
üreticilerin toplu sözleşme yapma,
anlaşma olmadığı koşullarda grev
ya da üretimi durdurma gibi bir
anlayışları zaten yoktur. Bu anlayışın olmadığı yerde, çiftçi örgütlenmesine sendika yerine örneğin
tütün üreticileri birliği, fındık üreticileri birliği, ayçiçek üreticileri
birliği vb. demek daha doğrudur.
Çiftçi-Sen’in uğrunda mücadele
edeceğini açıkladığı amaçlar, bu
birlikler aracılığıyla da gerçekleştirilmesi mücadelesi verilebilir.
Çiftçi Sen’in önemli amaçlarından biri de, destekleme alımları
yapmayacak, destekleme alım fiyatı açıklamayacak devletin yerine
çiftçiler için referans fiyatları belirleyip açıklaması, gerçekleşmesi
için mücadele vermesi olacaktır.
Bu amaç ve diğer amaçların gerçekleşmesi mücadelesini vermenin
aracı sendika değil, üretici ya da
köylü birlikleridir.
Yıkım politikalarından, yok olmaktan kurtuluşun yolu, küçük
üreticilerin işçi sınıfı ile birlikte
hareket etmelerinden, işçi-köylü
ittifakı temelinde işçi sınıfı önderliğinde demokratik devrimden
geçmektedir.
Demokratik devrim; emperyalizme bağımlılığa, büyük kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki
özel mülkiyetlerine son verecek,
ulusal sorunu çözecek, toprağı
toplumsallaştıracak vb. sosyalizme
giden yolun önünü açacaktır.
Küçük üreticiler için de devrimden başka seçenek yok!
11 Haziran 2008 ✓
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ay ı s ay ı içer isi nde,
üzüm, tütün, fındık,
ayçiçeği, hububat, zeytin ve çay üreticilerinin örgütlendiği yedi çiftçi sendikası bir
araya gelerek Çiftçi Sendikaları
Konfederasyonu’nu (Çiftçi-Sen)
kurdular.
Çiftçiler ve üreticilerin sendikal örgütlenme mücadelesi beş
yıl önce başladı. Üzüm-Sen ve
Tütün-Sen’in kurulmasıyla yola
çıkan üreticiler, bu sendikalara
Hububat-Sen, Ayçiçek-Sen, ÇaySen, Fındık-Sen ve Zeytin-Sen’i
ekleyerek, 21 Mayıs’ta Çifti-Sen’in
kuruluşu için İçişleri Bakanlığı’na
başvuruda bulundu. Sekizinci sendika olan Hayvan Yetiştiricileri
Sendikası (Hay-Yet-Sen) iki ay
önce, “mevcut yasalara göre böyle
bir sendika kurulamayacağı” gerekçesiyle kapatıldı. Dava AİHM’e
gitti. Haklarında kapatılma davası
açılan Tütün-Sen ve Fındık-Sen’in
davaları Yargıtay’da sürüyor.
Çiftçi-Sen’e bağlı sendikalar
ürün ve üreticilerin yoğunlaştığı bölgelerde kuruldu. Merkezi
İzmir’de bulunan Tütün-Sen’in
Uşak Eşme’de bir şubesi var.
Samsun’da örgütlenme çalışması
sürüyor. Manisa’dak i ÜzümSen’in Alaşehir ve Salihli’de şubeleri var. Edirne’deki Ayçiçek-Sen
ve Hububat-Sen’in Keşan’da birer şubesi var. Rize Pazar’da kurulan Çay-Sen’in Trabzon Of ’ta,
merkezi Bursa Orhangazi’deki
Zeytin-Sen’in de Gemlik, Ayvalık
ve Akhisar’da şubeleşme çalışması sürüyor. Fındık-Sen Ordu’da
kuruldu.
Pancar için Amasya, Tokat,
Çorum ve Konya’da, meyvecilikte Niğde, Çanakkale, Afyon ve
Amasya’da üreticiler arasında örgütlenme çalışmaları sürüyor.
Çif tçi-Sen’ i n a maçla r ı kur u lu ş a ç ı k l a m a s ı n d a ş öy l e
sıralanmaktadır:
“Çiftçi
Sendikaları
Konfederasyonu olarak;
• Artık destekleme alımları yapmayan ve destekleme alım fiyatı
açıklamayan kamunun yerine çiftçiler için referans fiyatları belirleyip açıklamak ve gerçekleşmesi
mücadelesini vermek,
•Çiftçilerin haklarından yana
politikaların belirlenmesinde etkin olmak,
• Çiftçilerin üretim aracı olan
toprak ve suyun kirletilmesine
karşı etkin hukuksal ve demokratik mücadele vermek,
• Çiftçilerin mesleklerini sürdürmelerine engel oluşturan tohu-
EK:7
Kühne + Nagel
işçileri işten atmaya
devam ediyor
Temmuz 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
C
EK:8
arrefour’un Gebze'deki deposunu, geçen yıl Haziran
ayı başında taşeron firma
olarak bilinen Kühne + Nagel’e
devredişinden sonra Tez Koop – İş
Sendikasına üye olan 4 işçiyi işten
atmış.
Bu dört işçi geçtiğimiz günlerde
Kühne + Nagel'in İstanbul İkitelli
Organize Sanayi Bölgesinde bulunan genel merkezi önünde bir basın açıklaması yaptı.
Basın açık lamasına Genel
Müdürlüğü korumak için geldiği
belli olan çok sayıda polis ve kameralı muhabir dışında biz ve Evrensel
Gazetesi muhabiri gelmişti. DİSK /
Nakliyat – İş Sendikası’nın Gebze
şube başkanının desteklediği basın açıklamasına sadece dört işçi
katıldı. Firmanın özel güvenlik
görevlerinin polisle birlikte binayı
koruma çabasında patronların bu
kadarcık insanla yapılan eylemden ne kadar çok korktuklarını
gösteriyordu.
İşçiler açıklamalarında Carre­
four’un çalıştıkları Gebze’deki depoyu Kühne + Nagel taşeronuna
devrettiğinde her iki patronun
vekilleri tarafından hiç kimsenin
işten atılmayacağına dair söz verildiğini söylediler. İşyerinde taşeron
Kühne + Nagel yöneticilerinin işçilere sözlü ve fiziki saldırılarının
daha o günden başladığını, amaçlarının işçileri yıldırıp işyerinden
kaçırtmak olduğunu, bütün bu
saldırılara rağmen işyerinde kalan
işçilerin şimdiye kadar sendikalaştıkları için 45’ini çeşitli bahanelerle işten attığını belirttiler.
Dört işçi 22 Ocak 2008 günü
perforumanslarının düşük olduğu
gerekçesiyle işten çıkartıldıklarını, asıl nedenin serdikalı olmak
olduğunu söyleyen işçiler bu güne
kadar hukuki mücadele yürüttüklerini ve iki ay süren mahkemede
işe iade davasını kazandıklarını
fakat patronun karara itiraz ettiğini ifade ettiler. Davanın yargıtaya gönderilmesi Avrupalı patronlar olan Carrefour ve Kühne
+ Nagel’in zaman kazanmak için
işçilere yaptığı düşmanca saldırılardan bir tanesi olarak değerlendirdiklerini belirttiler.
Tez Koop – İş Sendikasının üyesi
işyeri sendika temsilcisi ve genel
kurul delegeleri olmalarına rağmen sendikanın “bizim üyelerimiz
değiller” diyerek kendilerine sahip
çıkmadığını, halbuki en az 5 yıldır sendikanın üyeleri olduklarını
söylediler.
Carrefour'un Ankara, Adana,
İzmir ve Gebze’deki depolarının
hepsini taşerona verirken de sendikanın karşı çıkmamasını patron işbirlikçisi tavrından kaynaklı
olduğunu ve Carrefour’un sadece
Gebze deposunda 4 taşeron bulunduğunu açıklayan işçiler herkesi İLO sözleşmesinde, yasa ve
anayasada, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesinde var olan sendikal
haklara karşı saygılı olmaya çağırarak basın açıklaması bitirildi.
Açık lama sırasında “Kühne
+ Nagel işçisi yalnız değildir!”,
“Sendikal hakkımız engellenemez!”, “Direne direne kazanacağız!” vb. sloganlar atıldı.
Haziran 2008 ✓
Tega işçilerinin grevi
devam ediyor
T
ega işçileri 140. gününde,
bir dönem hızlı ‘devrimci’
ve hatta bombacı olarak ta
tanınan patronun katı tutumu ve
her türlü baskısına rağmen grev i
ilk günün coşkusu ile sürdürüyorlar. Birleşik Metal-İş Anadolu şubesi örgütleme uzmanı Uğur Tozlu
ile Tega grevi üzerine konuştuk.
Patron grevdeki işçilerin iş akitlerini fes ederek işçilere gözdağı
veriyor. Patron Tega işçilerinin
çalıştıkları dönem hakettikleri 32
günlük ücretlerini de greve çıktıkları gerekçesi ile ödememiş.
Bununla işçileri ekonomik olarak
zor durumda bırakmak istemektedir. Bu, için yerel mahkemeye
başvurulmuş, yerel mahkeme işçilerin taleplerini yerinde bulmasına rağmen, patron mahkeme
kararına itiraz ederek yargıtaya
davayı götürmüştür. Bu durum
nerede ise tüm patronların işçileri
zor durumda bırakmak için başvurdukları bir yol. Nasıl olsa davanın bir üst mahkemede görülmesi
aylar alacak, bu da işçileri zor durumda bırakarak grevi kırmaları
için gerekçe olacak. Yani kanunlar
bir anlamda patronların lehine
işlemektedir.
Patron işçiler ve sendika üzerindeki baskılarını, kimin tarafından
yakıldığı belli olmayan servis aracını bahane ederek sürdürüyor.
Tega işçileri 16 Haziran'da
Sincan sanayi bölgesinde hem
grevlerini kamuoyuna ve Sincan
esnafına duyurmak, hem de 15-16
Haziran’ın yıldönümünü kutlamak için bir yürüyüş yaptı. Bu
yürüyüşe DİSK’e bağlı sendikalar,
dernekler ve dergi çevreleri de destek verdi.
25.06.2008 ✓
Cam Sanayinde TİS imzalandı
21
. D öne m Toplu İ ş
Sözleşmesi Kristal-İş ile
cam sanayi patronları
arasında imzalandı. 10 Ocak’tan
2 Haziran’a kadar 14 oturumun
yapıldığı görüşmede anlaşma sağlanamaması sonucu 9 Mayıs’ta
grev kararı alınmıştı. Buna göre 3
Haziran'da greve çıkılacaktı. Cam
patronunun da talebi saat ücretlerine brüt 1,30 YTL zam ve %25
sosyal hakların iyileştirilmesi idi.
İşçiler greve hazırlanırken, cam
patronları ile 2 Haziran gecesi
sözleşmeyi imzalayarak greve çıkmadan cam işçileri işlerine devam
ettiler.
Kend isi i le gör ü şt üğ ü mü z
Kristal-İş Mersin Şube Başkanı
Rahmi Koçak yapılan sözleşmeden
cam işçilerinin memnun olduklarını belirtti. Bu sözleşme sonucu
352 işçiye iyileştirme uygulandığını belirtti. Bu sözleşme ile yeni
işe giripte sendikaya üye olan işçiler asgari ücretle değil, sözleşme
ile kazanılan haklar temelinde işe
başlayacaklar.
Mevcut ücret lere or ta la ma
%13,05 oranında zam yapıldı.
Bu sözleşme 2008 ile 2009 yıllarını kapsıyor. İkinci yıl enflasyon
oranında zam yapılacak.
Yoksulluk sınırının 2000 ytl’ye
yaklaştığı günümüzde, işçiler bu
ücrete evet diyorlarsa bu durum işçilerin bilinç ve örgütlülük düzeylerinin çok geri olduğundan dolayıdır. Mantar gibi dolar milyarderlerinin türediği bu ülkede, işçilere
reva görülen bu sefalet ücretlerine
gün gelecek işçiler dur diyecektir.
Ydi Cağrı Mersin
25.06.2008 ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo
Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel./Faks: (0212) 620 67 57 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • SAYI 124’ün İşçi Eki ·
Temmuz 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 Topkapı - İstanbul •
Yayın Türü: Yaygın Süreli
panorama
Milliyetçiliğin
dayanılmaz
ağırlığı...
- GÜNEY AFRİKA -
G
üney Afrika, Nisan 1994’e
kadar beyazların egemenliğinde Apartheid ırkçı rejimince siyahlara yüzyıllarca baskı,
zulüm uygulandığı bir ülkeydi.
Beyazlar efendi, siyahlar köleydi… Bu
köleliğe karşı mücadelede, sadece 20.
yüzyılın ikinci yarısında onbinlerce
insan yaşamını yitirdi. Kuşkusuz
ki bunların büyük çoğunluğu yine
siyah Güney Afrika halklarından
insanlardı. 26-29 Nisan 1994 tarihlerinde yapılan seçimlerle Apartheid
rejimine resmen son verildi ve siyahlar, siyasi yönetime seçildiler.
Apartheid rejiminin son bulması,
siyah halkların temsilcisi olarak ANC
ile beyaz egemenlerin temsilcileri, o
dönemdeki Başkan ve hükümet yetkilileri arasında yapılan barış anlaşması, emperyalistlerin borazanları
tarafından ulusal meselenin barışçıl
yolla, tarafların anlaşmasıyla çözülebileceği; bunun için silahlı mücadeleye, şiddete gerek olmadığını
kitlelerin beyinlerine yerleştirmeye
çalıştılar.
Emper yalistlerin borazanları,
Güney Afrika beyaz iktidarının devrimle, şiddetle yıkılıp yerine yeni bir
düzen –işçilerin-köylülerin yönetimindeki demokratik bir düzen– kurulmadığı olgusunu kullanarak, gerçekte Apartheit rejiminin son bulmasının siyahların şiddete de başvuran
uzun süreli mücadelesi sonucu olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalıştılar. Gerçekte ise, Apartheid rejimi
on yıllarca süren ve yer yer şiddetli
çatışmaları içinde barındıran mücadele sonucu yıkıldı. Sonuçta siyahlar
beyazların iktidarını tümüyle yıkma
durumunda değildi, beyazlar da artık eskisi gibi Apartheid rejimini sürdürebilecek durumda değildi. Orta
yolda anlaştılar! Gerçekte bir devrim
yaşanmamasına rağmen Apartheid
rejiminin son bulması önemli bir değişiklikti, ilerlemeydi.
Bu değişiklik ya da ilerleme, o güne
kadar siyahlar arasındaki sınıfsal çelişkilerin giderek öne çıkmasının da
yolunu açtı. Siyah halklardan emekçiler, artık eskisi gibi seçme-seçilme
hakkından yoksun değildi; istediği
şehire, bölgeye taşınmasının önündeki yasaklar kalkmıştı; sadece siyah
tenli olduğu için tutuklanma, hapse
atılma durumundan kurtulmuştu;
çiftlik sahipleri tarafından, onların
keyiflerinin istediği zaman ağaçlara
bağlanıp ölene dek dövülmekten kurtulmuşlardı; ya da çocuklarını normal olarak okula gönderme hakkına
kavuşmuşlardı. Fakat işçi, emekçi,
yoksullar olarak ne beyazların sahip
olduğu fiili imkanlara, ne de az sayıdaki zengin siyahlarla eşit imkanlara
sahiptiler.
Yönetime gelen siyah kökenlilerin
önünde Apartheid rejiminin yüzyıllarca süren egemenliğiyle ortaya çıkardığı sayısız sorunlar duruyordu.
Ekonomik alandaki egemenliğin
Apartheid rejiminin son bulmasından sonraki dönemde de esas olarak
beyazların elinde olduğu da bilindiğinde, siyah kökenlilerin yönetiminin
işi çok daha zordu. Gerçekte “siyasi
Apartheid ölmüş, sosyal Apartheid
yaşamaya devam ediyordu”.
Sözkonusu bu “sosyal Apartheid”
bugün de hâlâ varlığını sürdürmektedir. Güney Afrikalı milyonlarca
emekçi yoksulluk, açlık ile içiçe, açlık, hastalık vb. nedenlerle de ölümle
burun buruna yaşıyor… tabii ki buna
yaşamak denebilirse!
Ülkenin en önemli sorunlarının
başında yoksulluk, işsizlik ve hastalıklar –bunun da başında AIDS– geliyor. Şimdiye kadarki –1994-2008–
yönetimler, bu sorunları çözmeye yönelik kimi adımlar atmaya çalışmışsa
da, gerçekte ciddi hiç bir çözüm getirememiştir. Ülkede bir yandan halkın büyük çoğunluğu için yoksulluk,
açlık, hastalık kol gezerken, diğer
yandan adam kayırmacılık, rüşvetçilik, yiyicilik siyah kökenli yönetimin
de içinde yüzmeye başladığı bataklık
haline gelmiştir.
Bu durum Güney Afrikalı yoksulların siyah kökenlilerin yönetimine
karşı da giderek tavır almasını beraberinde getirmiştir. Kitleleri sisteme
karşı bir çatı altında toparlayan, onları bilinçli biçimde yönlendiren ve
bireysel terör ya da saldırı eylemlerine karşı tavır geliştiren bir güç olmayınca, kitlelerin hoşnutsuzluğu,
kendisini esas olarak “gücü gücü
yetene” biçimindeki eylemler, saldırılar gerçekleştirme biçiminde göstermektedir. Bu yüzden de polisiye
olaylar bağlamında Güney Afrika’nın
önemli şehirleri, dünyada öne çıkan
şehirlerdir.
Sözkonusu hoşnutsuzluk sadece
yerli, yani Güney Afrikalılara karşı
değil, Afrika’nın diğer kimi ülkelerinden kaçıp Güney Afrika’ya giden
insanlara karşı da yönelmektedir.
Verilen bilgilere göre Güney
Afrika’da yaklaşık 5 milyon göçmen var. Bunların büyük bölümü,
Zimbabwe, Mozambik, Zambia,
Somali vb ülkelerden kaçıp Güney
Afrika’ya gitmişlerdir. Yine verilen
bilgilere göre sözkonusu bu göçmenlerin büyük bölümüne hâlâ kimlik
verilmemiştir. Bu durum onların
aslında “kaçak ” olarak görülüp,
gösterilmesine hizmet etmektedir
ve yönetim ya da yetkililer istediği
gibi onları oraya buraya sürebilme
konumundadır.
Yüzyıllarca Apartheid rejiminin zulmü altında yaşayan Güney
Afrikalı siyahların bir bölümü, şimdi
kendisi Güney Afrikalı olmayan insanlara karşı milliyetçi, şoven tavır
takınma durumundadır. Göçmenler,
bir yandan yönetimin baskıları altında iken, aynı zamanda “iş ve evlerimizi elimizden alıyorlar” vb. gerekçelerle kimi siyah kökenli emekçilerin doğrudan hedefi olmakta ve
saldırılarına maruz kalmaktadır.
Mayıs ayı ortalarına doğru başlayan ve giderek şiddetlenen saldırılarla onlarca göçmen katledilmiş,
yüzlercesi yaralanmış ve onbinlercesi
Güney Afrika’dan kaçmak zorunda
kalmış, gerçek ise sürgün edilmiştir.
Sözkonusu olaylar Mayıs ayı ortalarında şiddetli hal almış, polis yetkilileri bile durumu “kontrol edilemeyecek” bir durum olarak açıklamıştır.
Saldırılar, tam bir vahşet ve barbarlık örneklerini sergilemektedir.
Göçmenlerin kapıları kırılıp onları
dayaktan geçirme ve nesi varsa talan
etme gibi saldırılar en “masumane”
saldırılar olma durumunda. Kimi
taşlanarak, kimi kurşunlanarak,
kimi kamçılanarak, kimi pencereden
atılarak, kimi de canlı canlı yakıla-
rak katledildi. Kimilerinin evleri, barakaları yakıldı. Kimi binalarda ise
silahlı çeteler halinde “yabancı”lar
arandı… tabii ki katletmek için.
Örneğin bu aramalarda kadınlar –sayısı verilmiyor– pencereden aşağıya
atıldı. 2 Haziran 2008 tarihli gazetelerin Güney Afrika polisinin verilerine dayanarak aktardığı bilgiye göre
üç haftalık süreçte barbarca biçimde
katledilenlerin sayısı 62, yaralıların
sayısı 670’tir (bu rakamlar sonraki
günlerde yükseldi). Hükümetin verilerine göre sürgün edilenlerin sayısı
35.000 iken Birleşmiş Milletler’in
tahminine göre 100.000 insan sürgün edilmiştir. 26 Mayıs tarihli gazete haberlerine göre ise yakılan evlerin sayısı 440, talan edilen dükkan
sayısı 342’dir.
Kısaca aktardığımız bu durum
Güney Afrika’da siyah kökenlilerin
bir kesiminin göçmenlere karşı milliyetçi, şoven yaklaşımlarının katletmeye kadar ilerlediği gerçeğinin
belgesidir.
Bu gerçeklik yüzyıllarca ırkçı ve
faşist bir rejimin zulmü altında inleyenlerin kendilerinin yanlış yolda
olduklarını, milliyetçi, şoven yaklaşımları, katletmeye kadar ilerletenler
haline geldiğini göstermektedir.
Bununla birlikte Güney Afrika’da
yaşananlar, burjuvazinin borazanlarının propagandasının tersine, milliyetçiliğin, şovenizmin, kapitalizmin
varlığını sürdürdüğü sürece varlığını
sürdüreceğinin de bir ispatıdır.
Apartheid rejimi son bulmuş, siyahlar içinde zengin bir tabaka oluşmuş ve siyahların büyük bölümü
yine ezilen, yoksul kesim olarak
kalmıştır. Ekonomik olarak gerçek
egemenlik beyaz egemenlerin elinde.
Veri olarak aktarılırsa, ülkenin ekonomisinin %90’ından fazlası beyazların elindedir.
Siyah nüfusun %50’sinden fazla
–kimi veriler bunu %60’tan fazla gösteriyor– yoksulluk sınırı altında, gerçekte açlık sınırında yaşamaktadır.
Yoksulluk, açlık ve hastalık sorunlarının yanısıra konut sorunu, su sorunu en önemli sorunlar arasındadır.
Yoksulların bütün önemli sorunları,
çözülmeden varlığını sürdürüyor. Bu
sorunlarla birlikte milliyetçilik, şovenizm de varlığını sürdürüyor.
Milliyetçiliğin, şovenizmin son
bulması gibi, ezilenlerin temel sorunlarının çözümü için de tek bir
alternatif vardır: İşçi sınıfı önderliğinde kapitalizme karşı devrim için
mücadele ve kapitalist sömürü sistemine devrimle son vermek!
Güney Afrikalı işçi ve emekçilerin
görevi, kendileri gibi işçi, emekçi olan
diğer ülkelerden göçmenlere karşı
değil, “kendi” egemenlerine karşı
devrim için mücadele vermesi ve bu
mücadelede hangi ülkeden olursa
olsun Güney Afrika’da yaşayan tüm
işçi ve emekçilerle birliği ve ortak
mücadeleyi sağlamasıdır.
23 Haziran 2008 ✓
9
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Türkiye Kyoto Protokolü’nü imzalıyor
B
Hoş, ama boş bir karar!
akanlar Kurulu 2 Haziran’da
yaptığı toplantıda, Çevre ve
Orman Bakanlığı’nın önerisi
üzerine Kyoto Protokolünü imzalama kararı aldı.
Kyoto Protokolü, 1990 yılı seviyesine göre, atmosfere salınan sera gazlarını yüzde 5,2 oranında, 2008–2012
yılları arasında azaltmayı öngörüyordu. 1997 yılında imzalanan protokol 2005 yılında yürürlüğe girdi.
ABD, Avustralya, Türkiye vb. ülkeler
bu protokolü imzalamamışlardı.
G e l i n e n a ş a m a d a Ky o t o
Protokolü’nü Avustralya’nın da imzalaması ile Türkiye uluslararası
alanda yalnız kalma, yeni protokol
oluşturma sürecinin dışında kalma
tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Protokol bugüne kadar 176 ülke tarafından imzalanmıştır. Türkiye’nin
gelinen noktada protokolü imzalama
kararı, gerçek anlamda bir şey ifade
etmemekte, Türkiye bir yükümlülüğün altına girmemektedir. İlk 5 yıllık
uygulaması bitmek üzere olan protokole taraf olmak, yeni dönemle ilgili
hazırlıklara katılabilmek ve çekincelerini koyabilmek içindir.
Bu gerçeği, Başbakan Yardımcısı
ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek
de, Bakanlar Kurulu ardından yaptığı basın toplantısında; "Şu saatten
sonra atılacak imza sembolik değerden öteye geçer mi, bu imzanın
anlamı nedir?" sorusuna verdiği "5
yıllık uygulama sonuçlarıyla ilgili bir
hazırlık yapılıyor. Siz bunu imzalamadığınız sürece bu çalışmaya aktif
bir şekilde katılamazsınız. Özel şart-
larınız varsa bunları dahil edemezsiniz. Bundan sonraki çalışmalara aktif olarak katılabilmesi, çekincelerini
ortaya koyabilmesi için protokolü
benimsemesi gerekiyor." Yanıtı ile bir
anlamda teslim etmektedir.
2012 yılından sonra, Kyoto protokolü yerine geçecek, yeni bir protokol oluşturma çalışmaları, pazarlıkları, toplantıları devam ediyor.
Kyoto Protokolünü imzalama kararı
–Bakanlar Kurulu kararının Meclis
tarafından onaylanması gerekiyoryeni protokol oluşturma sürecine
dahil olmak için alınmıştır. Aksi
taktirde Türkiye sürecin dışında
kalacaktır.
Kyoto çözüm olmadı, yenisi de
olmayacak!
Emperyalistlerin bir bölümü, sanki
çevreyi kirletenler kendileri değilmiş gibi çevreci pozlara bürünerek
sera gazları emisyonlarını azaltma
peşinde.
Sera gazlarını belirli yüzdelerle
azaltma, sınırsız salınıma göre
olumlu olsa da, son tahlilde çözüm
değildir. Yerküredeki yenilenebilir
enerji kaynaklarının enerji ihtiyacını karşılama potansiyelinin olduğu
yerde, insanlık fosil yakıtlara muhtaç değildir.
Bu nedenle yapılması gerekli olan,
küresel ısınmanın temel nedeni
olan sera gazlarını belirli yüzdelerle
azaltma mücadelesi değil, bir bütün
olarak sera gazlarını sıfırlama mücadelesi olmalıdır. Fosil yakıtların
kullanımına enerji üretiminde son
verilmelidir.
Çevrenin en büyük kirleticileri olan
emperyalistler, düzen sınırları içinde
Efemçukuru’nda adım adım
altın madenine doğru
10
E
femçukuru köyünde son dönemde iki önemli gelişme
yaşandı.
1-İzmir’in Menderes ilçesine bağlı
Efemçukuru köyünde, Kanadalı
Eldorado Gold’un yerli versiyonu
olan Tüprağ Madencilik, yaptığı
araştırmalar sonucu bölgede 35 ton
altın rezervi belirledi. 800 dönüm
araziye talip olan Tüprağ, arazinin yüzde 60’ını satın aldı. Tüprağ
geri kalan arazi için geçen yıl Enerji
Bakanlığı’na arazinin kamulaştırılması için başvurdu. Konu Bakanlar
Kurulu’na geldi. Bakanlar Kurulu da
Ocak ayı içerisinde “kamu yararı”
gözeterek –siz altıncıların diye okuyun- 35 parseli acilen kamulaştırdı.
Konu yargıya taşındı. Bakanlar
Kurulu kararının iptal edilmesini
isteyen 20 davacı köylünün talebi,
Danıştay 6. Dairesi tarafından reddedildi. Danıştay 6. Dairesi; “Bakanlar
Kurulu’nun kamu yararı gözeterek
taşınmazların acele şekilde kamulaştırılmasına karar vermesinde hukuka
aykırılık yoktur” kararı verdi. Davacı
sistemi sorgulamadan çevre mücadelesi yürüten yeşilci çevrecilerden bu
mücadele beklenemez. Bu mücadeleyi yürütecek olan, çevre mücadelesini sınıf mücadelesinin önemli bir
parçası olarak gören sınıf bilinçli işçi
hareketidir.
Kapitalist sömürü, doğanın yağmalanmasının boyutu insanlığın geleceğini tehdit eder boyutlara varmıştır.
İnsanlık küresel ısınmanın nedeni
olan fosil yakıtların kullanımına
muhtaç değildir. Yenilenebilir, alternatif doğal enerji kaynakları (güneş,
rüzgar, jeotermal, bio, su, hidrojen
vb.) enerji ihtiyacını karşılamak için
kat be kat yeterlidir. Yenilenebilir
enerji kaynaklarının enerji üretiminde yeterince kullanılmaması, bu
kaynakların enerji üretiminde kullanımının teknik olarak mümkün
olmadığı için değil, kapitalistler için
karlı olmadığı içindir.
Doğal kaynakları, kendinden önce
hiçbir üretim biçiminde olmayan bir
vahşilikle tüketen kapitalist sömürünün, kar uğruna doğada yol açtığı
tahribat ve bu tahribatın gelecek açısından oluşturduğu tehdit, 60’lı yılların sonundan itibaren gözle görülür bir problem haline gelmiştir.
Ya emperyalist kar hırsı ile doğanın mahvedilmesi, doğal kaynakların hoyratça kullanılması, ya da
emperyalist sömürü sisteminin proleter dünya devrimi ile yıkılması,
doğa yasalarının bilincinde olarak,
onlarla uyum içinde bir ekonominin
kurulması.
Ya barbarlık, ya sosyalizm! Çevre
alanında da seçenekler bunlardır.
Bir 3 Haziran günü yitirdiğimiz
Nazım’ın dediği gibi;
“Ya ölü yıldızlara hayatı
götüreceğiz, ya dünyamıza inecek
ölüm.” Seçenek bizim!
3 Haziran 2008 ✓
köylüler, konuyu Danıştay İdari Dava
Daireleri Kurulu’na götürecekler.
2-Çevre ve Orman Bakanlığı,
Efemçukuru’nda altın madeni ocağı
işletilmesi için hazırlanan ÇED
Raporunu onaylamıştı. Çevre örgütleri ve Efemçukuru köylüleri, raporun iptali için idare mahkemesinde
dava açtı. İzmir 4. İdare Mahkemesi,
bilirkişi raporuna dayanarak, ÇED
Raporu’nun iptali istemini reddetti.
Efemçukuru İzmir’in içme suyunu
sağlayan Tahtalı Barajı Havzası içinde
yer alıyor. Efemçukuru’nda altın madeni işletilmesinin çevreye vereceği
zararlar yanında, su kaynakları da
kirlenecektir.
Diğer yerlerde ve Efemçukuru’nda
yaşanılan gelişmeler, bu düzende
çevreye ne kadar önem verildiğini
göstermektedir.
Gelişmelerin gösterdiği tek çözüm
şudur: çevre talanının kaynağı olan
kapitalist sistemi yok etmek!
YDİ Çağrı/İzmir ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Munzur’da barajlar ve siyanürlü altın
çıkarma protesto edildi
İ
stanbul Taksim Galatasaray
Postanesi önünde bir araya gelen
yüzlerce kişi 5 Haziran Dünya
Çevre Gününde protesto gösterileri
yaptı. Dersimliler, Munzur'da yapılması planlanan barajlarla tarih ve doğanın yok olacağına vurgu yaparak,
'Munzur'da, Türkiye'de ve dünyada
hayatı yok edecek enerji istemiyoruz' mesajı verdi. Tunceli Dernekler
Federasyonu ve Munzur Vadisini ve
Çevresini Koruma Kurulu tarafından organize edilen yürüyüşe yüzlerce kişi katıldı. Galatasaray Lisesi
önünde bir araya gelen Dersimliler,
'Başka bir enerji mümkün, başka
bir Munzur yok', 'Munzur'uma dokunma', 'Bize hayat veren bir candır
Munzur, biz de Munzur'a hayat borçluyuz' yazılı pankart açarak Taksim
Meydanı'na yürüdü. Yürüyüş kortejinin önünde rüzgar gülü ve Munzur
Vadisi'nde yaşayan canlıların resimlerini taşıyan çocuklar vardı, 'Baraj
yok etmesin, Munzuru'ma dokunma'
yazılı önlükler giyen eylemciler, 'Rio
tinto laneti şero to',(kahrolsun Rio
tinto!) 'Geleceğimiz için Munzuruma
dokunma!', 'Ben Munzur'un yaban keçisiyim bana dokunma!',
' To pr a k+ s u = h ay a t= Mu n z u r ',
'Munzur, Hasankey f, Bergama,
Maraş, Sinop hepimizin' yazılı dövizler taşındı. Yürüyüş boyunca zaman
zaman oturma eylemi yapan kitle
basın açıklaması için geldiği Taksim
meydanında açıklamasını yaptı.
Grup
adına açıklama yapan Munzur Vadisi
ve Çevresini Koruma Kurulu Sözcüsü
Hasan Şen; 'Hükümet alınması gereken önlemleri halkın sırtına yıktı.
Türkiye kuraklık ve susuzluktan kıvrılırken, hükümet bunun sözünü bile
etmiyor. Çernobil'in etkileri hala hayatımızı tehdit etmeye devam eder-
ken, nükleer yasa el çabukluğuna getirilerek hayatlar ateşe atılıyor' dedi.
'Maraş'ta ovalar çimentoya bulanmaya, Antalya başta olmak üzere birçok kentte ormanlar golf sahalarına,
taş ocaklarına, kar tutkusuna feda
ediliyor' diyen Şen, 'Munzur'un kardeşleri' diye tanımladığı Hasankeyf,
Aliaoni, Fırtına Vadisi, Fındıklı ve
daha birçok yerde çevre felaketlerinin devam ettiğini vurguladı. Şen,
Dersim'de yaşanan sorunları şöyle
sıraladı: 'Tunceli coğrafyası; DSİ tarafından projelendirilen 8 barajla
yok edilmek istenmektedir. Tunceli
coğrafyasını ortadan kaldıracak bu
barajlar hayata geçerse, Munzur'da
hayat binlerce yıllık tarihi, kültür
ve içinde barındırdığı yüzlerce türü
ile yok edilmiş olacak. Küresel şirketlerin madencilik faaliyetleri adı
altında siyanür ile altın çıkarma projeleri de yakın zamanda karşımıza
çıkacak tehlikelerin başında gelmektedir. Her askeri operasyondan sonra
yüzlerce hektarlık ormanlarımızın
yanması da yaşadığımız önemli tahribatlardandır.' Dünyadaki her ülkenin çevresel değerlerini korumaya
çalışırken, Türkiye'nin ilk ve en büyük milli parklarından olan 'Munzur
Vadi Milli Parkı'nın mutlaka korunması gerektiği çağrısında bulunan
Şen, 'Sağlıklı çevrede yaşam hakkı,
hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince
kamu yararına aykırı olan bölgemizdeki altın madenlerinin faaliyetlerine, baraj yapımına ve orman yangınlarının çıkarılmasına hemen son
verilmelidir. Munzur'da, Türkiye'de
ve dünyada hayatı yok edecek enerji
istemiyoruz' dedi. Dağılmak üzere
olan kitle bir süre Çevik Kuvvet
amiri tarafından kimlikleri alınmak
istendi, gerekçe basın açıklaması
yapmaya gelirken slogan atarak 'gösteri ve yürüyüşler kanununa aykırı
davranmak' idi. Bir süre grupla tartışan polis kimsenin kimlik verme-
mesiyle bu emeline ulaşamadı. Haklı
olarak burada doğanın korunması
için eylem yapılmıştır, ancak basın
açıklaması yapan H.Şen 'Munzur'da,
Türkiye'de ve dünyada hayatı yok
edecek enerji istemiyoruz.' denilen
yerde, enerji elde edilirken kimi istenmeyen sonuçları olacaktır. Enerji
bir gereksinim olduğuna göre tümden reddetmek yanlıştır. Munzur’da
bu kadar çok baraj yapılması tabiki
bir gereksinim olmamakta daha çok
siyasi bir durum ve bir de gelecekte
su değerli olacağı için suyun kullanım hakkı noktasında devletin bir
dizi yan etkilerini, doğayı talanı ve
kültürel mirası ve diğer etkenleri değerlendirmeden yapmaktadır. Her ne
kadar Kyoto sözleşmesiyle çevrenin
korunmasından bahsediliyorsa da
özünde kâr için çabalamaktadır. Bu
anlamda öncelikli olan kapitalizm
için yapacağı kâr'dır. Doğa ve çevrenin korunması tali bir sorundur onlar için. Bu anlamda kendi koydukları yasaları kendileri ihlal etmektedirler. KK/Türkiye'nin 1974 yılında
en büyük milli park alanı olarak ilan
ettikleri Munzur Vadisini bu gün
kendi yasalarını hiçe sayarak sermaye
sınıfının çıkarlarına sunmaktadırlar. Kahrolsun kapitalistlerin doğayı
hoyratça kullanması!
Yaşanabilir bir
doğa sosyalizmin işidir!
Bir YDİ Çağrı Okuru ✓
Bu kitapları isteyin, okuyun...
11
yeni dünya gençliği
“ÖSS Duvarını Yıkalım”
Mitingi Yapıldı
7
Haziran Cumartesi günü ÖSS
(Öğrenci Seçme Sınavı) ve diğer
bütün eleme sınavlarına karşı
gerçekleştirilen protesto mitingi
birçok gençlik örgütü ve aralarında
çeşitli sivil toplum örgütlerinin katılımıyla başladı. Bu yıl ikincisi düzenlenen mitingde ÖSS’nin işçileri,
ezilen ulusları ve kadınları eleyen bir
mekanizma olduğu vurgulanarak bu
adaletsiz sınavların kaldırılması yönünde demokratik talepler dile getirildi. Bu demokratik taleplerle birlikte kapitalizmin iç yüzü de çeşitli
sloganlarla teşhir edilmesi mitinge
olumlu bir hava kattı. “Tersane öldürür, dersane süründürür” sloganı
altında birleşen katılımcılar son yıllarda çok tartışılan ve çeşitli eylemlere yol açan tersane ölümleride öne
çıkan diğer konular arasındaydı.
Toplanma yerin de yapılan konuşmalar sonrasında müzik dinletisiyle
birlikte miting bütün coşkusuyla son
buldu. Son yıllarda eğitim sorununun bir parçası olarak gerçekleştirilen ÖSS Duvarını Yıkalım Mitingi bir
karşı duruş olması açısından önemli
ve ileri bir adım oldu.
12
Mitingi örgütleyen gençlik örgütleri arasında Yeni Dünya Gençliği
olarak yer aldığımız ÖSS Duvarını
yıkalım Mitinginde “ÖSS DUVARI
GENÇ İŞÇİLERİN ELLERİYLE
YIKILACAK” yazılı pankartla yerimizi aldık. 35 kadar genç aktivistimizle yürüdüğümüz kortejde
"Kırıntıları değil dünyayı istiyoruz,
yaşasın genç işçilerin örgütlü mücadelesi, işçi gençlik gelecek zafer bizim olacak, çekiç tutan eller kalem
de tutacak, ÖSS Duvarını elbirliği
ile yıkalım" şeklinde hazırladığımız
dövizleri taşıdık. Diğer gençlik örgütleri ve demokratik kurumlar dışında genç işçilerin öncelikli olarak
sorunların merkezinde kaldığını tek
dile getiren olmamız Yeni Dünya
Gençliği olarak bizi diğer örgütlerden ayıran temel duruşumuz oldu.
Mitingin örgütleyicisi olarak yer alan
Emep Gençliği, Esenyurt Kolektifiyle
birlikte y ürüyen Proletar yanın
Kurtuluşu isimli dergi çalışanlarına
saldırması mitingin amacına gölge
düşüren bir olay oldu. Emep Gençliği
daha sonra bu saldırgan tavrını sahiplenerek devrimcilikle hiç uyuşmayan bir duruş sergiledi. Diğer
katılımcı örgütlerin engellemelerine
rağmen saldırganlığa devam eden
Emep Gençliği çıkardığı kavga sonunda yürüyüş alanını terk etti.
den gelirse gelsin bütün saldırıları kınadığımızı belirttik. Yaşanan bu olay
sonucunda Emep Gençliğinin ciddi
bir özeleştiri vermediği sürece kendileriyle hiçbir eylem birliği içinde
olmayacağımızı ve bu tavırlarının
devrimci kamuoyu önünde de teşhir
edilmesi gerektiğini söyledik.
Miting öncesinde yapılan birçok
toplantı ve mitingin örgütlenmesine
ilişkin yürüttüğümüz çalışmalarda
diğer farklı olumsuzlukların da tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Nedir peki bu tartışılması gereken
konular?
Birincisi alınan görevlerin tam olarak yerine getirilmemesidir.
Miting izninin alınmasıyla ilgili
birçok defa üzerinde durulmuş olsa
Nedeni ne olursa olsun Emep
Gençliğinin bu saldırgan tavrı, eylem birliğini hiçe sayması ve kendi
cehpesinden bu sekter girişimini
haklı görmesi Yeni Dünya Gençliği
olarak bizim Emek Gençliğine karşı
ciddi bir tavır almamızı gerekli kılıyor. Yaşanan bu provokasyona ilişkin katıldığımız son Eylem Komitesi
toplantısında Emep Gençliğinin bu
sekter ve E.K’ yı hiçe saymasını karşı
devrimci bir hareket olarak değerlendirdik. Ve devrimcilere yönelik nere-
da Emep gençliğinin üzerlendiği bu
görev yerine getirilmedi. Afişlerle
ilgili görev alan Tüm-İGD'nin tasarlanan afişte yer alan örgütleyici
kurumların isimleri arasında Yeni
Dünya Gençliği olarak bizim ismimizin silinmesinin de ne anlama geldiğinin tartışılması gerektiğini düşünüyoruz ve ilk bir araya geleceğimiz
toplantıda bu konu üzerinde de duracağız. Miting alanında kullanılan ses
cihazlarının kiralanmasıyla ilgili ve
afiş, bildiri ücretlerinin çeşitli odalar
Ve bu konudaki tavrımızı miting sonuna kadar sürdürdük.
Emep gençliğinin mitingi hiçe
sayan olumsuz tavrı
ve sendikalar tarafından “kesin” karşılanacağını söyleyen örgütleyici kurumların miting gününde bu ücretleri
sendika ve odaların karşılamadığını
ve eylem gününe bırakılarak örgütleyici kurumlardan para alınmasının
bu mitingin ne kadar ciddiye alındığı üzerine konuşmamız gerektiğini
düşünüyoruz. Kuşkusuz bu sorun ve
eksiklerde bizim de payımız olduğu
söylenebilir ama biz bu sorunların
en aza indirgenmesi ve eylem birliğinin güçlenmesi için tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Tartışılması
gereken diğer konulardan biri de
mitingde apaçık ortaya çıkan ve birçok kez toplantılarda da tartışmaya
neden olan mitingin içeriği ve propaganda çalışmaları oldu. ÖSS karşıtı eylemlerde bu sorunun başta işçi
gençliği ve işçi aileleri ilgilendirdiğini çok defa öne çıkardığımız halde
bir kaç kurum dışında bu sorunun
saptırıldığını ve amacının dışına çıkarıldığını gördük. Yürüttüğümüz
tartışmalar sorunun salt liseli gençlik sorunu olduğunu ve bu kesimin
öne çıkmasını söyleyen diğer örgütleyici yapıların bu yaklaşımlarını
pratiklerine de işlemeleri soruna çok
dar yaklaştıklarının göstergesi oldu.
Çıkartılan bildirilerin ve afişlerin
Taksim, Beşiktaş ve Kadıköy gibi
dersaneler bölgelerinde ağırlık verilerek dağıtılmasının ve işçi, emekçi
semtlerinde yaşayanların unutulması
tartıştığımız konular arasındaydı.
Tartışmalarda önerilen bu bölgelerle
birlikte yoksul semtlerde de dağıtılmasını önerdik ve fakat bu önerimiz
hem tartışma konusu yapıldı hem
de önerdiğimiz yerler de bizimle
birlikte Mayısta Yaşam Kooparatifi,
Anadoluda Yaşam Kooparatifi ve
Esenyurt Kolektifi dışında katılım
sağlayan olmadı. Bu yaklaşımı sergileyenlere vereceğimiz tek cevap sorunun özünü yanlış yerde aradıkları
ve işçi emekçi söylemlerine hiç de
uygun düşmeyen davranış içerisinde
olduklarıdır. Yeni Dünya Gençliği
olarak bir kez daha altını çizerek
vurguluyoruz. Bütün eğitimhaneler
bilimsel hale getirilse de, bütün liseliler üniversiteli de olsa, bütün yüksek okul mezunları iş de bulsa, bilim
insanı da olsa fabrika ve atölyelerde
iliklerine kadar sömürülen, aşağılanan, tacize uğrayan, ezilen genç işçiler için bu sorun çözülmediği sürece
gerçek bir çözümden bahsedemeyiz.
Ve bunun içindir ki sorunun çözümünü öncelikli olarak genç işçilerin
örgütlenmesinde aramalıyız.
Mitingi bir bütün olarak değerlendirdiğimizde yaşanan olumsuzlukların yanı sıra olumlu geçtiğini,
gençliğin kitlesel eylemleri arasında
önemli bir yeri olduğu ve üzerinde
tartışılması gereken bir dizi nedenlerle birlikte bileşenlerin daha güçlü
ve yaptırıcı eylemler gerçekleştirebileceğini görüyoruz.
Yaşasın genç işçi ve öğrencilerin
birlikte örgütlü mücadelesi!
Kurtuluş yok tek başına! Ya hep
beraber, ya da hiç birimiz! ✓
yeni dünya gençliği
“Genç işçilersiz”,
Dünya Genç İşçi Buluşması!
Birleşik Meta l-İş sendikası ve
TAREM tarafından organize edilen
“Dünya Genç İşçi Buluşması”na bizler de Yeni Dünya Gençliği olarak
katıldık. Genç işçiler olarak kampın
yalnızca son 3 gününe katılabildik.
(Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesinden
arkadaşlar ise kampın ilk 6 gününe
katılmışlardı. Bkz. “Dünya Genç İşçi
Buluşması” gerçekleştirildi yazısı)
Sendikalı olmayan işçiler açısından
10 günlük bir kamp organizasyonu
için patronlardan izin almak maalesef çok güç. Yabancı ülkelerden
davetli işçilerin olacağı ve yaklaşık
500’e yakın, çoğunluğunu genç işçilerin oluşturduğu bir kampa katılacağımızı umarken durumun hiç de
böyle olmadığını gördük. 9 günlük
etkinliğin sonuna doğru Cuma günü
yaklaşık 50 kişi ve Cumartesi günü
sanırız 25 kişi civarında bir katılımla
iki panel yapıldı. Katılımcılar arasında genç işçi vardı demek oldukça
güçtü. Çünkü çoğunluğunu öğrenci
ve organizasyonu sağlayan sendikadan arkadaşlar oluşturuyordu.
Katıldığımız iki gün, genç işçilerden
yoksun, sınıfa “bilinç” taşıyıcıların
kendi aralarında tartıştıkları bir ortam havasında sürdü. Cuma günü
“Sendikalar ve Siyaset” başlıklı panele katıldık. Petrol-İş Genel Mali
Sekreteri İbrahim Doğangül, Birleşik
Metal-İş Genel Sekreteri Selçuk
Göktaş ve Harp-İş Eğitim Uzmanı
Oğuz Topak panelistler arasındaydı.
İbrahim Doğangül; işçi sınıfının siyasetinin olduğunu ve bu siyasetin
sağ veya sol olup olmayacağını belirtmeyeceğini fakat “eşitlik”, “özgürlük” ve “adalet”ten yana olmak
sol ise sınıfın siyasetinin sol olması
gerektiğine vurgu yaptı. Türk-İş üzerine değinen Doğangül, Türk-İş içerisinde olan birtakım olumsuzlukların ancak içerisinde kalınarak düzel-
tilebileceğini belirtti. Aynı zamanda
Türk-İş ve Disk’in birleşmesi gerektiğini de vurguladı. Konuşmasını,
patronlarsız bir yaşam olabileceğini,
onlarsız işçilerin üretebileceğini ve
yaşamlarını kurabileceklerini, böyle
bir yaşamın hayal olmadığını ve bir
gün gerçekleşeceğini söyleyerek bitirdi. Selçuk Göktaş; işçi sınıfının
birlik olması gerektiğinden bahsederek, sendikaların çoğu kez yasaların dışına çıkamayacaklarını, haklı
olmanın her zaman yetmediğini,
güçlü değilsen haklı olmanın bir şeyler yapmana yetmeyeceğini belirtti.
Taşeronlaştırmaya karşı olduklarını
ve bu konuda mücadele ettiklerini
belirterek taşeron firmalarda örgütlenmenin güçte olsa başarılabileceğini ve kendilerinin başardıklarını
vurguladı. Son olarak, kendilerinin
haklı emek-sermaye mücadelesinde
var olacaklarını söyledi. Oğuz Topak
sendikalar yasasından bahsederek
buna karşı hepimizin birleşmesi ve
mücadele etmesi gerektiğini belirtti.
Başka bir dünyanın mümkün olduğunu ve bunu gerçekleştirmek için
cesaret, örgütlülük, bilinç vb.nin gerektiğine vurgu yaptı. Genel hattı itibarıyla soruların ve konuşmaların iyi
olduğu bir paneldi. Sabah saatlerinde
başlayan panelin ardından, gün bitimine kadar herhangi bir program
olmadı. Akşam programı olarak,
Petrol-İş Bandırma Şubesinden tiyatrocu arkadaşların hazırlamış oldukları oyun sahnelendi. Oyun oldukça
keyifli ve içerik bağlamında iyiydi.
Oyuncuların neredeyse tamamı çocuklardan oluşuyordu.
Cumartesi
günü “Savaş ve Barış” başlıklı son
panele katıldık. Aslında Pazar günü
“15-16 Haziran Direnişi: Dün Bugün
Yarın” başlıklı bir panel kamp programı dahilinde yapılacaktı. Fakat
yine bu panel de (iptal edilen diğer
kamp aktiviteleri ve programları
gibi) hiçbir katılımcıya sebebi anlatılmadan geçiştirilip, Cumartesi
akşamının son akşam olduğu söylenerek iptal edildi. Panelistlerden
Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü Ayhan
Bilgen; dünyadaki savaşların bütün
hepsinin emperyalist çıkarlara dayandığını, etnik farklılıkların, din
farklılıklarının vb. savaşlarda ortaya
atılan bahaneler olduğunu ve Kürt
sorununda “barış” talebi için sürekli
mücadele ettiklerini belirtti. Avrupa
Barış Meclisi ve Rosa Lüksemburg
Vakfı Sözcüsü Murat Çakır ise; Rosa
Lüksemburg ve Karl Liebknecht' in
uslanmaz birer anti-militarist olduklarını, savaşa karşı sürekli barış talepleri için mücadele ettiklerini belirterek, bugün Ortadoğu ve dünyanın
değişik yerlerinde var olan savaşların
aslında “enerji” savaşları olduğunu,
savaşın yoksul işçi ve emekçileri vurduğunu ve militarist bütçenin emekçilerden temin edildiğini vurguladı.
Türkiye’de bütçe dağılımından örnekler vererek militarizme ayrılan
bütçenin ne kadar fazla olduğunu
belirtti. Türkiye’nin en temel sorununun Kürt sorunu olduğunu ve tek
çözümünün demokratik yollar olduğunu vurguladı. Ayrıca kendisinin
bir “sosyalist” olduğunu ve kapitalist
egemenliğin son bulacağını belirtti.
Tabi Murat Çakır’ın ne kadar
“sosyalist” olduğu daha sonra sorulan sorular ışığında ortaya çıktı.
Panelistlerden ve katılımcılardan
farklı olarak getirdiğimiz düşünce ve
sorular panelin havasının zıt yönde
vurguladık. Gerici, haksız savaşlara
karşı olduğumuzu belirterek aynı zamanda sınıf savaşımlarından ve devrimci savaşlardan yana olduğumuzu
vurguladık. Ayrıca Rosa Lüksemburg
ve Karl Liebnecht'in; anti-militarist
olmalarının yanı sıra birer komünist
olduklarını, savaş yıllarında askerlere
“silahlarını komutanlarına çevirmeleri” gerektiğinin propagandasını
yaptıklarını, kapitalist sistemin yıkılmadan asla dünya halklarına barışın
sağlanamayacağını savunduklarını
belirttik. Yaptığımız konuşmalardan
sonra Murat Çakır’ın bize verdiği
cevap oldukça açıktı; “Kapitalist sistem içerisinde barış sağlanabilir”. Bu
da aslında Murat Çakır gibi kendine
“sosyalist” diyen birçok kişinin temelde “pasifist ve reForumist” olduğunu gösterir.
Kampta “Genç İşçiler
Örgütlü Mücadeleyi Yükseltin”
ve “Kendi İktidarını Kurmak İçin
Mücadeleyi Eline Al” başlıklı çıkardığımız iki farklı broşürü dağıttık.
Broşürlere sitemizden ulaşabilirsiniz. Bir ilk adım olarak, “Dünya
Genç İşçi Buluşması” içerik ve katılım bağlamında eksiklikler olmasına rağmen desteklenmesi gerekir.
Bizler, Yeni Dünya Gençliği olarak;
genç işçilerin örgütlü mücadelesini
yükselterek, barbarlık düzenini yıkmaları için mücadele etmeliyiz. Bu
temel görev ışığında tüm genç yoldaşlarımızın kavgaya sarılmaları ve
devrimci mücadele içerisinde safları
sıklaştırmaları gerekmektedir.
Biz genç işçiler her türlü yanılsamanın karşısında proleter devrimin
değişmesine sebep oldu. Öncelikle
yapılan konuşmalarda sürekli olarak
“sistem içinde barışın” ön plana çıktığını belirterek, emperyalist savaşların aynı zamanda emperyalist barışları doğurduğunu ve kapitalistlerin
barışına asla güven olmayacağını
bayrağının savunucuları olmalıyız!
Kurtuluşunu başka yerlerde
arama, kendi kurtuluşunu eline al,
proleter iktidar için mücadele et!
Ya
Barbarlık ya Sosyalizm!
Yeni Dünya Gençliği
26\06\2008 ✓
13
yeni dünya gençliği
T
Dersimiz
Genç-Sen...
ürkiye’de devrimci öğrenci
gençlik, sınıf savaşımları tarihinde edindiği görev ve misyonuyla, işçi sınıfı hareketinin politikleşmesine yaptığı katkıyla, haklar
ve özgürlükler uğrunda verdiği mücadeleyle, kuşkusuz ki geçmişten bugüne sahiplenilmesi gereken onurlu
bir tarih ve yine zengin bir mirasa
sahiptir. Sınıf savaşı-mücadelesi sürecinde, ülkenin somut tahliline göre
örgütlenme biçiminin ve devrim tipinin durumunu belirlemede, öğrenci
gençliğin rolü büyüktür. MarksistLeninist teori, 60-70’li yıllarda yaşanan devrimci hareketlenme sürecinde yoğun teorik tartışmalar, dünya
ülkelerindeki devrimci hareketin durumu, devrimci kazanımlar ve kayıplarla yaşanılan tecrübeler ülkemizin
somut durumunda ve ona uygun örgütlenme biçiminin belirlenmesinde
muazzam etkisi olmuştur. Öğrenci
gençliği de bu gelişmeler ile beraber
anda sübjektif durumunu dünyadaki
gelişmelerle objektif bir biçimlenişle
geliştirerek kendi örgütlenme tarzını
da ona göre şekillendirdi. Türkiye’de
devrimci öğrenci gençlik FKF (Fikir
Kulüpleri Federasyonu), DEV-GENÇ,
üniversitelerdeki ÖTK (öğrenci temsil kurulu) ile düzen içi siyasetten,
düzen karşıtı siyasete geçişte belirgin
bir hat çizmiştir. Bu deneyimler andaki öğrenci gençliğinin hazinesinde
mevcuttur. Şimdi ise bilindiği üzere
öğrenci örgütlenmesinde bir ilk olan
Genç-Sen 2 yıldır tartışılmakta ve
kurulma mücadelesi vermektedir.
Kısaca Genç-Sen süreci ve
bugünü
14
DİSK’in 11. Genel Kurulunda aldığı
kararlardan biri de, gençliğin özel
örgütlenmesi gerektiği ve dolayısıyla
gençlik sendikasının kurulmasıydı.
İlk süreçte DİSK’in gençlik sendikası (işçi gençlik, öğrenci gençlik,
işsiz gençlik) kararında sendikanın
örgütleneceği genç kitle üzerinde sınıfsal bir ayrım yapmaması tepkileri
doğurduysa da, tartışmalar sonucu
sendikanın örgütleneceği alan, salt
öğrencilere indirgendi… Kendisini
buradan besleyen sendika kurma düşüncesi, son zamanlarda dünya ülkelerinin (Fransa, Kanada, Avustralya
gibi) öğrenci mücadelesinde, öğrenci
sendikalarının etkin bir rol alması,
bu kararı tetikleyerek sendika fikrinin eğrisiyle doğrusuyla ele alınmasını sağladı ve bu şekilde çalışmalara
başlandı.
Küreselleşme olgusunun üniversitelerde en belirgin bir şekilde
kendisini göstermesi, öğrenciler ile
sermaye- devlet arasında ki müşteritüccar pozisyonunun keskinleşmesi,
diplomalı işsizler ordusunun artması… vb üzere öğrencilerin de ekonomik ve sosyal haklarını aramak
için örgütlenebileceği bir sendikanın
yaratılma düşüncesi, ilk aşamada
öğrenci gençliğinin sorunlarını, örgütlenme modeli tartışmasını tekrar gündeme taşıdı. Öyle ki, burjuva
medya tarafından Genç-Sen’in sık sık
dile getirilmesi ve Fransa’da CPE(*)
yasasına karşı milyonların alanlara
dökülmesini, öğrenci grevlerini örgütleyen sendikaların varlığı bu süreci hızlandırdı.
Kuruluş başvurusunu 6 Mart’ta
İstanbul valiliğine yapan Genç-Sen,
çok sürmeden yapılan başvuruya
karşılık olarak ‘kurulamazsınız’ cevabını aldı. İlk olarak Genç-Sen’in
Muğla’da yayınlanan bildirisi “böyle
bir sendika kurulamaz” gerekçesiyle
yasaklandı. Daha sonra çeşitli illerde1
Mayıs hazırlığı yapan Genç-Sen’e emniyet karşı çıktı. 30 Nisan’da İstanbul
Valiliği’nin yazılı açıklamasıyla durum netleşti. Tebliğe göre çalışma
bakanlığı 2821 sayılı sendikalar, 4857
sayılı kamu görevlileri sendikalar,
2822 sayılı toplu iş sözleşmesi grev
ve lokavt kanunlarına göre, ”işçi ve
işveren sendikası niteliği taşımayan,
iş sözleşmesiyle bir işte çalışmaya,
emek-sermaye ilişkisi içerisinde olmayan kişi ve grupların kurulup faaliyet göstermeleri mümkün gözükmemekte olup Genç-Sen’in kuruluş
işlemleri yapılmamıştır” gerekçesi
gösterildi. İç hukukta sorunla karşılaşan Genç-Sen çözümü dış hukukta
arayacak. Türkiyeninde imzalamış
olduğu uluslararası sözleşmeye göre;
“herkesin hakkını arayabilmesi için
sendikaya üye olma, sendika kurma
hakkı var.” İçeriğini taşıyan yasadan
faydalanılmaya çalışılıyor…
Genç-Sen üzerine biraz daha…
Sendikaların örgütsel görevlerinden en önemlisi ve hedefi kitlelere
ulaşmaktır. Çünkü doğaldır ki bir
sendikanın var olabilmesi için ve
üzerlendiği görevi yerine getirebilmesi için hakkını birlikte omuz
omuza aradığı kitlesi olması gerekir.
Dolayısıyla kitlelerle bağı güçlü olmayan, hedefi tabana ulaşmak olmayan
ve aynı zamanda tabandan besleniptabanı besleme ilkesini benimseme-
yen kitle örgütünün sonu bilinmez
bir şey değildir...
Genç-Sen’in yola çıkma aşamasındaki şiarı “pasosu olan herkese sendika” idi. Bu slogan hepimizin onayladığı, kitlelere hitap eden bir slogandır. Bu sloganla üyelik koşuluna uyan
tüm öğrencilere, kim olursa olsun,
ekonomik ve sosyal hakkını arayabilmesi için sendikada örgütlülük çağrısı vardır. Fakat sendikanın işleyişi
kâğıt üzerindeki tüzükten çok pratik faaliyetleriyle belirlenir. Kitlelere
ulaşma noktasında bugün sendikada
hala büyük eksiklikler vardır.
Kuruluş tartışmaları süresince tartışmaların kitleye ulaşmasında GençSen yetersiz kalmıştır. Bu tartışmalar
her zamanki devrimci demokratik
kitle örgütlerinin öncüleriyle sınırlanmış, öğrenci kitlelerine yeterince
ulaşamamış ve dolayısıyla öğrenci
gençliğinin sendikayı sahiplenmesinde sorunlar yaratmıştır. Bu gelişmeler kendisini temsilcilik bağlamında da göstermiştir-gösteriyordur.
Kurulma aşamasında kampanya
çalışmalarının ve belli bir tabanın
yaratılmadığı çoğu yerde temsilcilik
seçimi, kapalı kapılar ardında ve seçim yapabilmek için yeterli kafa sayısının hazırlanması sonucu yapıldı...
Dolayısıyla temsilcilik bölgelerinde
“biz bir sendika kurduk temsilcisi de
benim” benzeri komik söylemlerle insanlara sendika tanıtıldı. Temsilcilik
konusunda çok önemli başka bir detay ise, temsil ettiği kitle ile merkez
yönetim kurulu arasında organik
bağın sağlanması. Temsilcilik, görevini sadece merkezin aldığı kararları,
temsil ettiği kitleye ulaştırmakla sınırlandıramaz. Temsilcilik, merkezdeki tartışmaları, örneğin gündemle
ilgili, sendika ve örgütsel çalışmalarla
ilgili… vb. konuların tartışılmasını
tabana yayacak ve tabandaki gelişmelerle merkezi harekete geçirecek
olan organik bağdır. Böylelikle sendikada tabandan bir işleyiş gerçekleşir ve aynı zamanda kitlelerin politik
gelişimine de katkı sağlanmış olur.
Yıllardan beri öğrenci gençliğinin
apolitikliği, gençliğin mevcut sistemin
yaratmış olduğu gerici zihniyeti dolaysız olarak içselleştirmesi devrimci
çalışmanın gerekliliğini büyük bir
önemle vurgulamaktadır. Buradan,
kendisine devrimciyim diyen herkesin üzerine alınmasını isteyerek ifade
ediyoruz: Devrimci kitle örgütlerinin
kendi içinde daralması ve bu örgütlerin dağınıklığı, bu örgütlerin hareketin ihtiyaçlarına cevap verememesi
ve kendi içindeki kısırlaşması, kitlelerle bağının zayıflığı her zamankinden daha acil bir durumda hareketi
canlandıracak, kitleler üzerinde dinamo görevi yapan bir tedavi sürecinin ve bir güç birliğinin zorunluluğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Ülkedeki sınıf hareketinin kendisi
için değil de kendiliğinden olmasını,
kitlelerin apolitik ve gerici zihniyete
sahip olmasını etken göstererek örgüt çalışmasının yetersizliğini ve güç
kaybını meşru göstermeye çalışmak
sonu gelmişliğin belirtisidir. Bugün
kitlelerin kendiliğindenci olmasında
da, zihniyetinin gerici ve apolitik olmasında da devrimcilerin büyük sorumluluğu vardır. İşte bu sebeptendir ki devrimci kitle örgütleri teorik
ve pratik çalışmalarını işleyen demir
misali düzene koymaları ve aynı zamanda bir güç birliği oluşturmaları
gerekmektedir.
Öncelikle şunu söylemek gerekir;
öğrenci hareketinin temelini tamamen Genç-Sen’e bağlayan veya
örgütlenme çalışması bağlamında
Genç-Sen’i tamamen reddeden bir
anlayış bizce kısır bir anlayıştır.
Genç-Sen, öğrenci hareketinin yaratılmasını sağlayan araçlardan bir tanesidir. Fakat en önemli ayrımlardan
birini de yapmak zorundayız, GençSen bir öğrenci sendikasıdır. Daha
önce öğrenci sendikasıyla ilgili deneyimi olmayan bir ülkede bu alana
ilişkin sendikal çalışma yapmak, bu
cümleyi vurgulamayı gerektiriyor.
Çünkü sendikal çalışma ile parti
çalışması birbirine karıştırılması
söz konusudur… Devrimci demokratik kitle örgütlerinin güç birliği
kendisini kısmen de olsa Genç-Sen
içerisinde gösteriyor fakat, sendikal
çalışma ile parti çalışması arasında
ayrım yapma konusunda yanlışlarıyla sendikal çalışmayı sekteye uğratarak egemenlerin ekmeğine yağ
sürüyorlar… Sendika, her türden
insanı içinde barındıran, üyelerini
ekonomik ve soysal taleplerini dile
getiren bütünleştirici bir aygıttır.
Sendika içerisinde, ekonomik-siyasi
talepler tamamıyla denge içerisinde
bir çalışma yürütülür. Yani ne sadece
ekonomik talep ön planda durur, ne
de sadece siyasi talep. Dolayısıyla
Genç-Sen’in devrimci ve militan çıkısını beklemek yanlış olur. Gençlik
hareketini politikleştirmek, eğitim
sisteminin sorunlarından kopmak
anlamına gelmemektedir. Gençliği
politikleştirmek bir süreç ise, bu
sürecin belirleyici halkasını eğitim
sisteminin sorunları oluşturmaktadır. Bugün eğitimin temel sorunları
ve bunun genel tanımı olarak ticari
eğitim, sistemin temel sorunları ve
saldırıları ile güçlü bağlar taşımakta,
bunlar üzerinden ekonomik talerlerin mücadelesi ile politik taleplerin
gelişim süreci ustaca birleştirildiği
ölçüde bu sendika gerçek misyonu
elde eder…
Sonuç olarak; Genç-Sen amaç ve
görevlerini doğru bir şekilde yerine
getirebildiği ölçüde, öğrenci hareketlenmesinin yaratılmasında başarılı
olacaktır. Bu noktada hepimizin sorumluluğu vardır. ✓
(*) Bu yasa, Fransa’da işveren, çalıştırdığı yirmi altı yaşından küçük
işçileri, çalışmaya başladığı iki yıllık
süre içinde keyfi uygulamalarla gerekçe göstermeden işten çıkarmasından yana sermayenin lehine bir yasadır… işçi sınıfı içinse yıkım anlamına
gelir…
yeni dünya gençliği
Sınıf kavramı
M
arx’ın teorisinin temel çıkış noktalarından biri, üretim araçları üzerinde özel
mülkiyete dayalı toplumların sömüren ve sömürülen sınıflara ayrılmış
olması ve bu toplumların tarihinin
‘sınıf mücadeleleri tarihi’ olduğu tezidir. Peki, burada kullanılan sınıf
kavramı nedir? Sınıflar nasıl oluşur?
Sınıf mücadeleleri kimler arasında
yapılır. Bu sorulara geçmeden önce
üretim üzerinde kısaca duralım:
Üretim için 2 esas öğenin bulunması gerekir.
Birinci öğe topraklardan, madenlerden, makinelerden ve fabrikalardan
oluşur. Bunlar üretim araçlarıdır.
İkinci öğe ise emektir. Gerekli üretimi yapabilmek için üretim araçları
üzerinden kullanılan işçiler, emeği
oluşturur.
Marx ve Engels’in sınıf kavramıyla
ilgili birçok tespitleri olmasına rağmen, bir tanıma en yakın tespitleri
şöyledir: “Tarihe materyalist bakış,
üretimin ve onun yanında ürünlerin
bölüşülmesinin toplumsal düzenin
temeli olduğundan; tarihi olarak ortaya çıkan her toplumda ürünlerin
paylaşımı ve onunla birlikte sınıflara
ya da zümrelere bölünme biçimlerinde ki sosyal kademelenmenin,
neyin nasıl üretildiğine ve üretimin
nasıl paylaşıldığından yola çıkar.”
Marx ve Engels sınıf kavramının
belirleyici özelliklerini şöyle ortaya
koymuştur:
1.Ancak geniş insan toplulukları
sınıf oluştururlar. Küçük topluluklara sınıf denilmez.
2.Geniş insan topluluklarını sınıf
yapan, o sınıf üyelerinin ekonomik
durumudur. Bu ekonomik durum
aynı zamanda o sınıf üyelerinin üstyapısal konumunu da belirler.
3.Sınıflar her toplumda neyin nasıl
üretildiğine ve nasıl paylaşıldığına
göre belirlenir. Bu bağlamda ortak
özelliklere sahip olanlar, aynı sınıfın
üyesidirler.
Marx ve Engels'in düşüncelerini
devralıp geliştiren Lenin ise sınıf
kavramını şöyle açıklar: ”Tarihi olarak belirlenmiş bir üretim sistemi
içindeki yerlerine, üretim araçları ile
olan ilişkilerine (bu ilişkiler çoğunlukla yasalarla tespit ve Forumüle
edilmiştir),emeğin toplumsal örgütlenmesindeki oynadıkları rollere
ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve
bu payı alırken kullandıkları yolla
göre birbirinden ayrılan büyük insan gruplarına sınıf denir.” (Lenin,
Devlet ve Devrim, Eserler Cilt 29)
Marx, Engels, Lenin, Stalin sınıf
kavramını ekonomik çerçevede ele
alınan, üretimdeki yerleri ve üretim
araçlarıyla olan ilişkilerine göre birbirinden ayrılan insan grupları olarak açıklamıştır. Burada şuna dikkat
etmeliyiz; sınıf kavramı ideolojik ve
siyasi düşünceye göre belirlenmemiştir. İdeolojik ve siyasi düşünce sınıfın
belirlenmesinde etkili olsaydı, bugün
işçi sınıfının çıkarlarını en çok düşünen komünistler, işçi sınıfından sayılırdı. Daha da ötesi eğer siyasi düşünce
ve ideoloji sınıfın belirlenmesinde etkili olsa idi, bugün bütün dünyadaki
işçilerin çok büyük çoğunluğunu da
burjuvazi(üretim araçlarına sahip,
sömüren sınıf) sınıfına dâhil etmek
gerekirdi. Çünkü bugünkü haliyle
işçi sınıfı üzerindeki egemen düşünce, egemen burjuvazinin düzenini
kendi düzeni olarak gören ve onun
çıkarını savunan düşüncedir. Fakat
Marx’ın şu söylediklerini bu noktada
vurgulamak gerekir: “Burada söz konusu olan, tek tek işçilerin ya da bir
bütün olarak işçi sınıfının andaki
hedef olarak ne düşündüğü değildir.
Söz konusu olan, onun varlığının ne
olduğu ve bu varlığına uygun olarak
tarihsel açıdan neyi yapmak zorunda
olduğudur. Onun hedefi ve tarihsel
eylemi bu günkü burjuva toplumunun tüm örgütlenmesi içinde, onun
yaşam şartları tarafından gözle görülür ve geri dönülmez bir biçimde
belirlenmiştir.”
Burada sorun şudur: bir, kendiliğinden sınıf vardır. Bir de kendisi
için sınıf vardır.
Kendiliğinden sınıf, ideolojik ve
siyasi tavırdan bağımsız olarak,
ekonomik konumundan kaynaklı
sosyal kademeleşmede alınan yerle
belirlenir. Dünya görüşü, milliyeti,
siyasi düşüncesi, dini… vb ne olursa
olsun, üretim araçlarına sahip olmayan ve yaşayabilmek için iş gücünü,
emeğini satmak zorunda olan herkes
işçi sınıfının parçasıdır. Bir işçinin
komünist olması ya da faşist olması
onu işçi sınıfının bir parçası olmaktan alıkoymaz. Bir bütün olarak işçi
sınıfı, kendi sınıfının gerçek çıkarlarının ne olduğunu bilmediği ve
savunmadığı, ölçüde, kendiliğinden
sınıftır. İşçi sınıfının, burjuvazinin
hâkimiyetinde uzun süre burjuvazinin çıkarlarını savunması ve kendi
sınıf çıkarlarına aykırı işler yapması
anlaşılır bir durumdur. Bir toplumda
egemen düşünce, o toplumun egemenleri tarafından belirlenir.
Eğer işçi sınıfı, gerçek çıkarlarının burjuvazinin devrilmesinde,
kendi iktidarlarının kurulmasında
ve bunun için komünist örgütlenmenin ve mücadelenin gerekliliğini
kavradığında, işte tam da bu konumda sınıf, kendiliğinden olmaktan
çıkar ve kendisi için sınıfa dönüşür.
Kendisi için sınıf olma süreci, kendi
sınıf çıkarlarının bilincine varma,
örgütlenme ve örgütleme sürecidir.
Bu süreç komünist devrimin dünya
çapında zafer kazanmasına ve sınıf
farklılığın tamamen ortadan kalk-
masına kadar sürecektir.
Komünizmin amacı, toplumun
ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıf ve katmanlara bölünme olgusunu ortadan kaldırmaktır. Bunun
için ise ilk adım sömüren sınıfı yani
burjuva sınıfını ortadan kaldırarak,
sosyalist devrimi gerçekleştirmek.
Peki, burjuva sınıfını ortadan kaldıracak olan nedir?
Burjuva sınıfının ortadan kalkmasının tek yolu, onu hayatta tutan,
varlığını sağlayan ekonomik temelleri
ortadan kaldırmaktır. Burjuvaziyi
sınıf olarak mülksüzleştirdiğiniz zaman, burjuvazi sınıf olarak varlığını
yitirir. Fakat burjuvazinin sınıf olarak ortadan kalkması, sınıf mücadelesinin sonu değildir, olamaz. Sorun
ekonomik temellerin ortadan kaldır-
G
makla çözülmüyor.
Ekonomik temeller üzerinde yeşermiş düşünceler hala sürmektedir.
Bu sadece burjuvazi için değil aynı
zamanda işçi sınıfı için de geçerlidir.
Lenin’in deyimi ile alışkanlığın korkunç gücü söz konusudur.
Bunun dışında ülke içinde belli bir
süre göz yumulmak zorunda kalınan
küçük üretim, ekonomik olarak burjuvaziyi yaratma tehlikesini içinde
barındırıyor.
Sosyalist devrim sonrası proleter
iktidarın, çevre emperyalist-kapitalist
ülkelerden oluştuğundan saldırı ve
sızma yoluyla yıkılma tehlikesi var.
Burjuvazi kendisini sürekli var etmek isteyecektir. Tüm bu sebeplerden
dolayı sınıf mücadelesi sürdürülmek
zorundadır. ✓
Üniversiteler Sosyal
Forumu gerçekleşti
enç-Sen’in organize etmiş olduğu “Üniversiteler
S os y a l For u mu”(ÜSF)
18–19 Mayıs'ta yapıldı. Boğaziçi
Üniversitesinde gerçek leşen 2
günlük etkinliğe 30 üniversiteden
yaklaşık 500 kişi katıldı. Forumun
birinci günü Hisar Kampüsünde
gerçekleşti. Bu günde atölye çalışmaları ve alternatif derslere yer
verildi. Birinci günde üç oturum
gerçekleşti.
İlk oturumda, “İşçi Sınıfı ve
Öğrenci Hareketi Arasındaki İlişki",
"Halkların Kardeşliği" ve "Özgür
Yazılım" atölyeleri ile “Felsefe ve
Tarih” alternatif dersleri yapıldı.
“İşçi Sınıfı ve Öğrenci Hareketi
Arasındaki İlişki” konulu panele
Limter-İş Genel Başkanı Cem Dinç
konuk oldu. Panelin gerçekleştirildiği gün Tuzla'da bir tane daha
iş cinayetinin yaşanması, akşam
saatlerinde geniş katılımlı tepki
niteliğindeki yürüyüşün organize
edilmesini beraberinde getirdi.
İkinci oturumda, "Mesleklerde
Dönüşüm", "Kentsel Dönüşüm",
"Eğitimde Cinsiyetçi Uygulamalar"
ve "Katılımcı Örgüt Modeli" atölyeleri ve “Ekonomi-Politik” alternatif
dersleri yer aldı. Geniş katılımın olduğu, Ufuk Uras’ın sunum yaptığı
“Ekonomi-Politik” konulu panelde,
konu başlığından çok sınıf hareketi
ve örgütlenme modeli üzerinde yo-
ğun tartışmalar gerçekleşti.
Son oturumda ise "Öğrenci
Gençlik Hareketi ve Öğrenci
Send i k ası", "68’ in 40’ı ncı ve
78’in 30’uncu Yılı", "Eğitimdeki
Büyük Açık: Açık Öğretim" ve
"Üniversitelerde Kültür-Sanat
Faaliyetleri" atölyelerinden ve "Kürt
Dili ve Edebiyatı" alternatif dersinden oluştu.
ÜSF programının ikinci günü ise,
Uçaksavar Kampüsünde gerçekleştirildi. “Prof.Dr. Rıfat Okçabol,
Dr. Özgür Müftüoğlu ve Genç-Sen
üyesi bir yüksek lisans öğrencisinin
sunumuyla “Eğitimde Neoliberal
Dönüşümler” paneli gerçekleşti.
”Üniversitelerde Özgürlük ve
Demokrasi Sorunu paneli ise saat
15.00'da Prof. Dr. İzge Günal,
Prof. Dr.Tahsin Yeşildere ve Dr.
Sibel Özbudun'un katılımıyla
gerçekleştirildi.
Genç-Sen olarak bir ilk olan ÜSF,
ilk olmasına rağmen gayet verimli
geçti. Katılımın az olması hem sendikal çalışmanın yetersizliğinden
hem de birkaç üniversitede forumun, sınav dönemine denk gelmesindendi. Çeşitli üniversitelerden
gelen öğrenciler kendi sorunlarını,
sınıfın sorunlarını yani bir bütün
olarak sistemin sorunlarını bu forum sayesinde tartışmaya ve çözüm aramaya çalıştı. ✓
15