Tam Metin - Marmara Medical Journal
Transkript
Tam Metin - Marmara Medical Journal
2009 , Cilt 22, Sayı 1 Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi ISSN: 1309-9469 Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi Sahibi Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi adına Dekan Prof. Dr. Mithat Erenus Editör Prof Dr Safiye Çavdar Editör Yardımcıları Doç. Dr. Dilek Gogas Yavuz Doç Dr. Önder Ergönül İstatistik Editörü Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Seza Arbay, MA Koordinatörler Dr. Vera Bulgurlu Editörler Kurulu Prof. Dr. Mehmet Ağırbaşlı Prof. Dr. Serpil Bilsel Prof. Dr. Safiye Çavdar Prof. Dr. Tolga Dağlı Prof. Dr. Haner Direskeneli Prof. Dr. Kaya Emerk Prof. Dr. Mithat Erenus Prof. Dr. Zeynep Eti Prof. Dr. Rainer W. Guillery Prof. Dr. Oya Gürbüz Prof. Dr. Hande Harmancı Prof. Dr. Hızır Kurtel Prof. Dr. Ayşe Özer Prof. Dr. Tülin Tanrıdağ Prof. Dr. Tufan Tarcan Prof. Dr. Cihangir Tetik Prof. Dr. Ferruh Şimşek Prof. Dr. Dr. Ayşegül Yağcı Prof. Dr. Berrak Yeğen Doç. Dr. İpek Akman Doç. Dr. Gül Başaran Doç. Dr. Hasan Batırel Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Doç. Dr. Şule Çetinel Doç. Dr. Mustafa Çetiner Doç. Dr. Arzu Denizbaşı Doç. Dr. Gazanfer Ekinci Doç. Dr. Dilek Gogas Doç. Dr. Sibel Kalaça Doç. Dr. Atila Karaalp Doç. Dr. Bülent Karadağ Doç. Dr. Handan Kaya Doç. Dr. Gürsu Kıyan Doç. Dr. Şule Yavuz Asist. Dr. Asım Cingi Asist. Dr. Arzu Uzuner Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi DERGİ HAKKINDA Marmara Medical Journal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından yayımlanan multidisipliner ulusal ve uluslararası tüm tıbbi kurum ve personele ulaşmayı hedefleyen bilimsel bir dergidir. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, tıbbın her alanını içeren özgün klinik ve deneysel çalışmaları, ilginç olgu bildirimlerini, derlemeleri, davet edilmiş derlemeleri, Editöre mektupları, toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini , ayırıcı tanı, tanınız nedir başlıklı olgu sunumlarını, , ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz) ,toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve tıp gündemini belirleyen güncel konuları yayınlar. Periyodu: Marmara Medical Journal -Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi yılda 3 sayı olarak OCAK,MAYIS VE EKİM AYLARINDA yayınlanmaktadır. Yayına başlama tarihi:1988 Yayın Dili: Türkçe, İngilizce eISSN: 1309-9469 Temel Hedef Kitlesi: Tıp alanında tüm branşlardaki hekimler, uzman ve öğretim üyeleri, tıp öğrencileri İndekslendiği dizinler: EMBASE - Excerpta Medica ,TUBITAK - Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu , Türk Sağlık Bilimleri İndeksi, Turk Medline,Türkiye Makaleler Bibliyografyası ,DOAJ (Directory of Open Access Journals) Makalelerin ortalama değerlendirme süresi: 8 haftadır Makale takibi -iletişim Seza Arbay Marmara Medical Journal (Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi) Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye cad No:.49 Haydarpaşa 34668, İSTANBUL Tel: +90 0 216 4144734 Faks: +90 O 216 4144731 e-posta: [email protected] Yayıncı Plexus BilişimTeknolojileri A.Ş. Tahran Caddesi. No:6/8, Kavaklıdere, Ankara Tel: +90 0 312 4272608 Faks: +90 0312 4272602 Yayın Hakları: Marmara Medical Jounral ‘in basılı ve web ortamında yayınlanan yazı, resim, şekil, tablo ve uygulamalar yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen herhangi bir vasıtayla basılamaz. Bilimsel amaçlarla kaynak göstermek kaydıyla özetleme ve alıntı yapılabilir. www.marmaramedicaljournal.or Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi YAZARLARA BİLGİ Marmara Medical Journal – Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisine ilginize teşekkür ederiz. Derginin elektronik ortamdaki yayınına erişim www.marmaramedicaljournal.org adresinden serbesttir. Marmara Medical Journal tıbbın klinik ve deneysel alanlarında özgün araştırmalar, olgu sunumları, derlemeler, davet edilmiş derlemeler, mektuplar, ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz), editöre mektup , toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini yayınlamaktadır. Yılda 3 sayı olarak Ocak, Mayıs ve Ekim aylarında yayınlanan Marmara Medical Journal hakemli ve multidisipliner bir dergidir.Gönderilen yazılar Türkçe veya İngilizce olabilir. Değerlendirme süreci Dergiye gönderilen yazılar, ilk olarak dergi standartları açısından incelenir. Derginin istediği forma uymayan yazılar, daha ileri bir incelemeye gerek görülmeksizin yazarlarına iade edilir. Zaman ve emek kaybına yol açılmaması için, yazarlar dergi kurallarını dikkatli incelemeleri önerilir. Dergi kurallarına uygunluğuna karar verilen yazılar Editörler Kurulu tarafından incelenir ve en az biri başka kurumdan olmak üzere iki ya da daha fazla hakeme gönderilir. Editör, Kurulu yazıyı reddetme ya da yazara(lara) ek değişiklikler için gönderme veya yazarları bilgilendirerek kısaltma yapmak hakkına sahiptir. Yazarlardan istenen değişiklik ve düzeltmeler yapılana kadar, yazılar yayın programına alınmamaktadır. Marmara Medical Journal gönderilen yazıları sadece online olarak http://marmaramedicaljournal.org/submit. adresinden kabul etmektedir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlara aittir. Marmara Medical Journal yazıların bilimsel sorumluluğunu kabul etmez. Makale yayına kabul edildiği takdirde Yayın Hakkı Devir Formu imzalanıp dergiye iletilmelidir. Gönderilen yazıların dergide yayınlanabilmesi için daha önce başka bir bilimsel yayın organında yayınlanmamış olması gerekir. Daha önce sözlü ya da poster olarak sunulmuş çalışmalar, yazının başlık sayfasında tarihi ve yeri ile birlikte belirtilmelidir. Yayınlanması için başvuruda bulunulan makalelerin, adı geçen tüm yazarlar tarafından onaylanmış olması ve çalışmanın başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayınlanmak üzere değerlendirmede olmaması gerekmektedir. Yazının son halinin bütün yazarlar tarafından onaylandığı ve çalışmanın yürtüldüğü kurum sorumluları tarafından onaylandığı belirtilmelidir.Yazarlar tarafından imzalanarak onaylanan üst yazıda ayrıca tüm yazarların makale ile ilgili bilimsel katkı ve sorumlulukları yer almalı, çalışma ile ilgili herhangi bir mali ya da diğer çıkar çatışması var ise bildirilmelidir.( * ) ( * ) Orijinal araştırma makalesi veya vaka sunumu ile başvuran yazarlar için üst yazı örneği: "Marmara Medical Journal'de yayımlanmak üzere sunduğum (sunduğumuz) "…-" başlıklı makale, çalışmanın yapıldığı laboratuvar/kurum yetkilileri tarafından onaylanmıştır. Bu çalışma daha önce başka bir dergide yayımlanmamıştır (400 sözcük – ya da daha az – özet şekli hariç) veya yayınlanmak üzere başka bir dergide değerlendirmede bulunmamaktadır. Yazıların hazırlanması Derginin yayın dili İngilizce veya Türkçe’dir. Türkçe yazılarda Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü (http://tdk.org.tr) esas alınmalıdır. Anatomik terimlerin ve diğer tıp terimlerinin adları Latince olmalıdır. Gönderilen yazılar, yazım kuralları açısından Uluslararası Tıp Editörleri Komitesi tarafından hazırlanan “Biomedikal Dergilere Gönderilen Makalelerde Bulunması Gereken Standartlar “ a ( Uniform Requirements For Manuscripts Submittted to Biomedical Journals ) uygun olarak hazırlanmalıdır. (http://www. ulakbim.gov.tr /cabim/vt) Makale içinde kullanılan kısaltmalar Uluslararası kabul edilen şeklide olmalıdır (http..//www.journals.tubitak.gov.tr/kitap/ma www.marmaramedicaljournal. knasyaz/) kaynağına başvurulabilir. Birimler, Ağırlıklar ve Ölçüler 11. Genel Konferansı'nda kabul edildiği şekilde Uluslararası Sistem (SI) ile uyumlu olmalıdır. Makaleler Word, WordPerfect, EPS, LaTeX, text, Postscript veya RTF formatında hazırlanmalı, şekil ve fotoğraflar ayrı dosyalar halinde TIFF, GIF, JPG, BMP, Postscript, veya EPS formatında kabul edilmektedir. Yazı kategorileri Yazının gönderildiği metin dosyasının içinde sırasıyla, Türkçe başlık, özet, anahtar sözcükler, İngilizce başlık, özet, İngilizce anahtar sözcükler, makalenin metini, kaynaklar, her sayfaya bir tablo olmak üzere tablolar ve son sayfada şekillerin (varsa) alt yazıları şeklinde olmalıdır. Metin dosyanızın içinde, yazar isimleri ve kurumlara ait bilgi, makalede kullanılan şekil ve resimler olmamalıdır. Özgün Araştırma Makaleleri Türkçe ve İngilizce özetler yazı başlığı ile birlikte verilmelidir. (i)özetler: Amaç (Objectives), Gereç ve Yöntem (Materials and Methods) ya da Hastalar ve Yöntemler (Patients and Methods), Bulgular (Results) ve Sonuç (Conclusion) bölümlerine ayrılmalı ve 200 sözcüğü geçmemelidir. (ii) Anahtar Sözcükler Index Medicus Medical Subject Headings (MeSH) ‘e uygun seçilmelidir. Yazının diğer bölümleri, (iii) Giriş, (iv) Gereç ve Yöntem / Hastalar ve Yöntemler, (v) Bulgular, (vi) Tartışma ve (vii) Kaynaklar'dır. Başlık sayfası dışında yazının hiçbir bölümünün ayrı sayfalarda başlatılması zorunluluğu yoktur. Maddi kaynak , çalışmayı destekleyen burslar, kuruluşlar, fonlar, metnin sonunda teşekkürler kısmında belirtilmelidir. Olgu sunumları İngilizce ve Türkçe özetleri kısa ve tek paragraflık olmalıdır. Olgu sunumu özetleri ağırlıklı olarak mutlaka olgu hakkında bilgileri içermektedir. Anahtar sözcüklerinden sonra giriş, olgu(lar) tartışma ve kaynaklar şeklinde düzenlenmelidir. Derleme yazıları İngilizce ve Türkçe başlık, İngilizce ve Türkçe özet ve İngilizce ve Türkçe anahtar kelimeler yer almalıdır. Kaynak sayısı 50 ile sınırlanması önerilmektedir. Kaynaklar Kaynaklar yazıda kullanılış sırasına göre numaralanmalıdır. Kaynaklarda verilen makale yazarlarının sayısı 6 dan fazla ise ilk 3 yazar belirtilmeli ve İngilizce kaynaklarda ilk 3 yazar isminden sonra “ et al.”, Türkçe kaynaklarda ise ilk 3 yazar isminden sonra “ ve ark. “ ibaresi kullanılmalıdır. Noktalamalara birden çok yazarlı bir çalışmayı tek yazar adıyla kısaltmamaya ve kaynak sayfalarının başlangıç ve bitimlerinin belirtilmesine dikkat edilmelidir. Kaynaklarda verilen dergi isimleri Index Medicus'a (http://www.ncbi.nim.nih.gov/sites/entrez/qu ery.fcgi?db=nlmcatalog) veya Ulakbim/Türk Tıp Dizini’ne uygun olarak kısaltılmalıdır. Makale: Tuna H, Avcı Ş, Tükenmez Ö, Kokino S. İnmeli olguların sublukse omuzlarında kas-sinir elektrik uyarımının etkinliği. Trakya Univ Tıp Fak Derg 2005;22:70-5. Kitap: Norman IJ, Redfern SJ, (editors). Mental health care for elderly people. New York: Churchill Livingstone, 1996. Kitaptan Bölüm: Phillips SJ, Whisnant JP Hypertension and stroke. In: Laragh JH, Brenner BM, editors. Hypertension: Pathophysiology, Diagnosis, and Management. 2nd ed. New York: Raven Pres, 1995:465-78. Kaynak web sitesi ise: Kaynak makalerdeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak web sitesi adresi ve erişim tarihi bildirilmelidir. Kaynak internet ortamında basılan bir dergi ise: Kaynak makaledeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak URL adresi ve erişim tarihi verilmelidir. Kongre Bildirileri: Bengtsson S, Solheim BG. Enforcement of data protection, privacy and security in medical informatics. In: Lun KC, Degoulet P, Piemme TE, Rienhoff O, editors. MEDINFO 92. Proceedings of the 7th World Congress on Medical Informatics; 1992 Sep 6-10; Geneva, Switzerland. Amsterdam: North-Holland; 1992:1561-5. Tablo, şekil, grafik ve fotoğraf Tablo, şekil grafik ve fotoğraflar yazının içine yerleştirilmiş halde gönderilmemeli. Tablolar, her sayfaya bir tablo olmak üzere yazının gönderildiği dosya içinde olmalı ancak yazıya ait şekil, grafik ve fotografların her biri ayrı bir imaj dosyası (jpeg yada gif) olarak gönderilmelidir. www.marmaramedicaljournal. Tablo başlıkları ve şekil altyazıları eksik bırakılmamalıdır. Şekillere ait açıklamalar yazının gönderildiği dosyanın en sonuna yazılmalıdır. Tablo, şekil ve grafiklerin numaralanarak yazı içinde yerleri belirtilmelidir. Tablolar yazı içindeki bilginin tekrarı olmamalıdır. Makale yazarlarının, makalede eğer daha önce yayınlanmış alıntı yazı, tablo, şekil, grafik, resim vb var ise yayın hakkı sahibi ve yazarlardan yazılı izin almaları ve makale üst yazısına ekleyerek dergiye ulaştırmaları gerekmektedir. Tablolar Metin içinde atıfta bulunulan sıraya göre romen rakkamı ile numaralanmalıdır. Her tablo ayrı bir sayfaya ve tablonun üst kısmına kısa ancak anlaşılır bir başlık verilerek hazırlanmalıdır. Başlık ve dipnot açıklayıcı olmalıdır. Sütun başlıkları kısa ve ölçüm değerleri parantez içinde verilmelidir. Bütün kısaltmalar ve semboller dipnotta açıklanmalıdır. Dipnotlarda şu semboller: (†‡¶§) ve P değerleri için ise *, **, *** kullanılmalıdır. SD veya SEM gibi istatistiksel değerler tablo veya şekildin altında not olarak belirtilmelidir. Grafik, fotoğraf ve çizimler ŞEKİL olarak adlandırılmalı, makalede geçtiği sıraya gore numaralanmalı ve açıklamaları şekil altına yazılmalıdır Şekil alt yazıları, ayrıca metinin son sayfasına da eklenmelidir. Büyütmeler, şekilde uzunluk birimi (bar çubuğu içinde) ile belirtilmelidir. Mikroskopik resimlerde büyütme oranı ve boyama tekniği açıklanmalıdır. Etik Marmara Medical Journal’a yayınlanması amacı ile gönderilen yazılar Helsinki Bildirgesi, İyi Klinik Uygulamalar Kılavuzu,İyi Laboratuar Uygulamaları Kılavuzu esaslarına uymalıdır. Gerek insanlar gerekse hayvanlar açısından etik koşullara uygun olmayan yazılar yayınlanmak üzere kabul edilemez. Marmara Medical Journal, insanlar üzerinde yapılan araştırmaların önceden Araştırma Etik Kurulu tarafından onayının alınması şartını arar. Yazarlardan, yazının detaylarını ve tarihini bildirecek şekilde imzalı bir beyan ile başvurmaları istenir. Çalışmalar deney hayvanı kullanımını içeriyorsa, hayvan bakımı ve kullanımında yapılan işlemler yazı içinde kısaca tanımlanmalıdır. Deney hayvanlarında özel derişimlerde ilaç kullanıldıysa, yazar bu derişimin kullanılma mantığını belirtmelidir. İnsanlar üzerinde yapılan deneysel çalışmaların sonuçlarını bildiren yazılarda, Kurumsal Etik Kurul onayı alındığını ve bu çalışmanın yapıldığı gönüllü ya da hastalara uygulanacak prosedürlerin özelliği tümüyle kendilerine anlatıldıktan sonra, onaylarının alındığını gösterir cümleler yer almalıdır. Yazarlar, bu tür bir çalışma söz konusu olduğunda, uluslararası alanda kabul edilen kılavuzlara ve TC. Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen ve 28 Aralık 2008 tarih ve 27089 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan "Klinik araştırmaları Hakkında Yönetmelik" ve daha sonra yayınlanan 11 Mart 2010 tarihli resmi gazete ve 25518 sayılı “Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapıldığına Dair Yönetmelik” hükümlerine uyulduğunu belirtmeli ve kurumdan aldıkları Etik Komitesi onayını göndermelidir. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar için de gereken izin alınmalı; yazıda deneklere ağrı, acı ve rahatsızlık verilmemesi için neler yapıldığı açık bir şekilde belirtilmelidir. Hasta kimliğini tanıtacak fotoğraf kullanıldığında, hastanın yazılı onayı gönderilmelidir. Yazı takip ve sorularınız için iletişim: Seza Arbay Marmara Universitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye Caddesi, No: 49, Haydarpaşa 34668, İstanbul Tel:+90 0 216 4144734 Faks:+90 0 216 4144731 e-posta: [email protected] www.marmaramedicaljournal. İÇİNDEKİLER Orjinal Araştırma 6 YILLIK RADİKAL SİSTEKTOMİ DENEYİMİMİZ Cevdet Kaya, Orhan Koca, Muzaffer Oğuz Keleş, Gülhan Yılmaz, Metin Öztürk, Hüseyin Kanberoğlu, M. İhsan Karaman………………………….1 İDİYOPATİK TROMBOSİTOPENİK PURPURA NEDENİYLE SPLENEKTOMİ YAPILAN HASTALARIN TEDAVİ SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Kerim Bora Yılmaz, Can Atalay, Meltem Yüksel, Niyazi Karaman, Cihangir Özaslan………………………………………………...8 ÜLSERATİF KOLİTLİ HASTALARIN NON-NEOPLASTİK İNFLAME KOLONİK MUKOZALARINDA MİKROSATELLİT İNSTABİLİTESİ Özlen Atuğ, Mustafa Akkiprik, Fatih Eren, Arzu Tiftikçi, Filiz Türe Özdemir, Faruk Aşıcıoğlu, Hülya Över Hamzaoğlu, Nurdan Tözün….12 YALNIZ MISIN? SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNDE YALNIZLIK DÜZEYİ İLE İLGİLİ BİR ÇALIŞMA Nazan Karaoğlu, Selahattin Avşaroğlu, Mehmet Engin Deniz……………..19 COMPARISON OF CONVENTIONAL AND REAL TIME PCR METHODS TO DETERMINE OF THE ACE I/D AND ANGIOTENSINOGEN M235T POLYMORPHISMS Ebru Alp, Sevda Menevşe……………………………………………………………………………………....27 THE PROTECTIVE EFFECT OF MELATONIN AND AMLODIPINE AGAINST CEREBRAL ISCHEMIA/REPERFUSION-INDUCED OXIDATIVE BRAIN INJURY IN RATS Hale Toklu, Mustafa Deniz, Meral Yüksel, Meral Keyer-Uysal, Göksel Şener………………………………………...34 ÜLSERATİF KOLİTTE DİVERTİKÜLOZİS PREVALANSI Oya Yönal, Özlen Atuğ, Yeşim Özen Alahdab, Hulya Över Hamzaoglu……………………………………………………………………………..45 Olgu Sunumu TREATMENT OF SYNCRONEOUS TRIPLE GENITOURINARY TUMOR WITH LAPAROSCOPIC NEPHROURETERECTOMY AND CONVENTIONAL RADICAL CYSTOPROSTATECTOMY Hasan H. Tavukcu, Cem Akbal, Suheyla U. Bozkurt, Levent Türkeri…………………………………………………………………………………………………..49 ANEURYSM OF EXTRACRANIAL INTERNAL CAROTID ARTERY: A CASE REPORT Koray Ak, Selim İsbir, Mehmet Bayramiçli, Atike Tekeli, Süheyla Bozkurt, Sinan Arsan…………….52 DIAGNOSIS, TREATMENT, RADIOLOGIC AND PATHOLOGIC FINDINGS OF SPLENIC ANGIOSARCOMA; A CASE REPORT Özgür Ekinci, Özlem Okur, Fikret Aksoy, Gökhan Demiral, Taner Evcimik, Haydar Yalman, Rafet Yiğitbaşı……………………………………………………………56 PERİMENAPOZAL OLGUDA RASTLANTISAL OLARAK SAPTANAN UTERİN ARTERİYOVENÖZ FİSTÜL : US, RENKLİ DOPPLER US VE BT BULGULARI Figen Palabıyık, Arda Kayhan, Serdar Serinsöz, Elif Hocaoğlu, Sibel Bayramoğlu………………………….59 MÜLLERIAN DUCT CYST WITH IPSILATERAL RENAL AGENESIS: MRI FINDINGS Esra Meltem Kayahan Ulu, Ceyla Başaran, Fuldem Yıldırım Dönmez, Zeynep Güvenç, Bahar Güner, Mehmet Coşkun………………………………………………………………………………………………….64 KAVERNÖZ HEMANJİOMA BAĞLI ORBİTAL APEX SENDROMU Tolga Özdemirkıran, Ümit Tahtacı, Mehmet Çelebisoy……………………………………………………………………………..68 TOURETTISM IN A 73 YEAR-OLD MAN AFTER CORONARY ARTERY BY-PASS SURGERY Volkan Topçuoğlu, Ayşe Rodopman Arman, Çağrı Yazgan, Alper Arman, Aylan Gımzal Gönentür, Duygu Şahin Biçer………………………………………………………………………………….71 NEUROBLASTOMA DIAGNOSED AFTER SURGERY FOR A BENIGN CONDITION Tayfun Oktar, Nihat Uluocak, Ömer Acar, Orhan Ziylan, Haluk Ander………………………………………….76 Derleme ENDOKRİN HASTALIKLARDA ASİMETRİK DİMETİLARJİNİN (ADMA) Alev Eroğlu Altınova, Metin Arslan………………………………………………………………………………………....80 PİLONİDAL SİNÜS HASTALIĞI VE TEDAVİSİNE YENİ BİR BAKIŞ Ekmel Tezel, Hasan Bostancı, Cem Azılı, Osman Kurukahvecioğlu, Ziya Anadol……………………………………………..85 ARAŞTIRMA YAZISI 6 YILLIK RADİKAL SİSTEKTOMİ DENEYİMİMİZ Cevdet Kaya, Orhan Koca, Muzaffer Oğuz Keleş, Gülhan Yılmaz, Metin Öztürk, Hüseyin Kanberoğlu, M. İhsan Karaman Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üroloji, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: Mesane kanseri üriner sistemin en sık görülen ikinci kanseridir. Radikal sistektomi ve üriner diversiyon, invaziv mesane tümörlerinin tedavisinde altın standarttır. Kliniğimizde radikal sistektomi operasyonu uygulanan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Yöntem: Ocak 2002 ve 2008 tarihleri arasında kliniğimizde mesane tümörü nedeni ile radikal sistektomi operasyonu uygulanmış 71 hasta retrospektif olarak demografik özellikler, preoperatif ve postoperatif patolojileri ile uygulanan üriner diversiyon yöntemleri açısından değerlendirildi. Ayrıca, operasyon sırasında ve hastaların takibinde görülen komplikasyonlar da incelendi. Bulgular: Operasyon sonrası ortalama takip süresi 28,8 ay idi. Patolojik evreleme 13 hastada (%18) noninvaziv rapor edilirken, 20 hastada (%28) T2, 25 hastada (%35) T3, 14 hastada (%19.7) ise evre T4 tümör rapor edildi. Hastalardan 7’sinde squamoz hücreli karsinom bildirilirken, 24 hastada lenf nodu metastazı tespit edildi. Postoperatif erken dönemde 12 hastada yara yeri enfeksiyonu, 6 hastada yara evantrasyonu, 3 hastada ileus, 2 hastada üreteroileal anastomozdan idrar kaçağı vardı. Postoperatif geç dönemde ise birer olguda loop stenozu ve ürostomi materyaline karşı alerjik reaksiyon gözlemlendi. İki hastada exitus gelişmişti. Sonuç: Radikal sistektomi operasyonu literatür ile uyumlu morbidite ve mortalite oranları ile yapılabilmektedir. Anahtar sözcükler: Mesane kanseri, Radikal sistektomi, İleal loop, Komplikasyonlar OUR 6 YEAR EXPERIENCE OF RADICAL CYSTECTOMY ABSTRACT Objective: Bladder cancer is the second most common cancer of the urinary tract. Radical cystectomy and urinary diversion are the gold standard treatment for invasive bladder cancer. Patient and Methods: We carried out a retrospective evaluation of 71 patients who had undergone radical cystectomy between January 2002 and January 2008 on the basis of their demographic properties, preoperative and post-operative pathologies, method of urinary diversion and the complications that arose. Results: The mean follow-up was 28.8 months after the operation. The pathologic stage was superficial for 13 patients (18%), T2 for 20 patients (28%), T3 for 25 patients (35%) and T4 for 14 patients (19%). Squamous cell carcinoma was reported in 7 and lymph node metastasis in 24 patients. Postoperative shortterm complications were: wound infection in 12, wound eventration in 6, ileus in 3 and a urinary leakage from ureteroileal anastomosis in 2 patients. Additionally, a loop stenosis in 1 patient and an allergic reaction due to urostomy material in 1 patient were noted. 2 patients died the day after the operation. Conclusion: Radical cystectomy is found to be an effective treatment with low complication rates corresponding to data in the literature. Keywords: Bladder cancer, Radical cystectomy, Ileal loop, Complications İletişim Bilgileri: Dr. Cevdet Kaya Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üroloji, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 1 Marmara Medical Journal 2009;22(1);001-007 Marmara Medical Journal 2009;22(1);001-007 Cevdet Kaya, ark. 6 yıllık radikal sistektomi deneyimimiz açısından incelendi. Ayrıca hastalar peroperatif dönemde ve takip sırasında gelişen komplikasyonlar açısından değerlendirildi. Patolojik incelemelerde International Society of Urological Pathology (ISUP) sınıflaması ve American Joint Committee on Cancer (AJCC) tarafından önerilen TNM evreleme sistemi kullanıldı6,7 (Tablo I). GİRİŞ Mesane kanseri üriner sistemin en sık görülen ikinci kanseridir ve tüm kanserlere bağlı ölümlerin %3-5’ini oluşturur1. Tüm dünyada her yıl 100,000’ den fazla olguya kasa invaziv ya da ileri evre mesane tümörü tanısı konulmaktadır2. Ülkemizde ise Sağlık Bakanlığı verilerine göre mesane kanseri, prostat kanserinden daha sık görülmekte ve ürolojik kanserler arasında ilk sırayı almaktadır3. Ürotelyal karsinom (ÜK) mesane kanserlerinin %90’nını oluşturmaktadır. Skuamöz hücreli karsinom ve adenokarsinomlar ise kalan %10’luk kısmı meydana getirmektedir4. İnvaziv mesane tümörüne ek olarak yüzeyel mesane tümörlerinde transüretral rezeksiyon (TUR) ile komplet olarak tedavi edilemeyen tümör varsa ve TUR sonrası uygulanan intravezikal tedaviye rağmen sık rekürrensler gelişti ise olgulara sistektomi uygulandı. Mesane tümörlerinde tedavi planının ve prognozun belirlenmesi esas olarak hastalığın lokal veya sistemik yayılımı ile ilişkilidir5. Mesane tümörleri, yaşamı tehdit etmeyen düşük dereceli yüzeyel papiller lezyonlardan; yüksek dereceli ve evreli tümörlere kadar çok geniş bir yelpaze içinde bulunabilir. Radikal sistektomi operasyonu günümüzde, artık daha düşük morbidite ve mortalite ile ülkemizde çok sayıda merkez tarafından daha da kısaltılmış sürede yapılabilen kurtarıcı bir operasyon haline gelmiştir. Tüm hastalar operasyondan en az 3 gün önce hastaneye yatırıldı. Operasyondan 3 gün önce sulu gıda, 2 gün önce şeffaf gıda ve 1 gün önce sadece su içeren diyet uygulandı. Tüm hastalara mekanik barsak temizliği yapıldı. İlk üç gün total parenteral nutrisyon uygulandı ve operasyon sonrası olgularda 3. gün nazogastrik tüp alınarak oral beslenme başlanıldı. Postoperatif 7. ve 8. gün üreter kateterleri sırası ile alındı. Sonrasında dren alınarak hastalar taburcu edildi. Radikal sistektomi operasyonunda erkekte, mesane, prostat ve vezikula seminalisler çevre yağ doku ile beraber çıkartıldı. Erkeklerde mesane boynu ve prostatik üretrada, kadınlarda trigonda tümör tespit edilen olgularda total üretrektomi eklendi. Kadında ise mesane ve üretra, uterus, serviks, overler ve vajen ön duvarı ile beraber çıkartıldı. Tüm hastalara bilateral pelvik lenfadenektomi yapıldı. Üreteroileal anastomoz için Bricker tekniği uygulandı. Hastanın sosyokültürel düzeyi ve onkolojik parametreleri göz önünde bulundurularak ortotopik mesane tercih edilen olgularda Studer ileal ortotopik mesane tercih edildi. Bu çalışmada, kliniğimizde radikal sistektomi operasyonu uyguladığımız hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. GEREÇ-YÖNTEM Ocak 2002 ve 2008 tarihleri arasında kliniğimizde mesane tümörü nedeni ile radikal sistektomi operasyonu uyguladığımız yaşları 45 ile 84 arasında değişen (ortalama yaş 64±8 yıl) 71 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hasta dosyaları ve bilgisayar kayıtları incelenerek hastalar demografik özellikleri, preoperatif ve postoperatif patolojileri ile radikal sistektomiyi takiben uygulanan üriner diversiyon yöntemleri 2 Marmara Medical Journal 2009;22(1);001-007 Cevdet Kaya, ark. 6 yıllık radikal sistektomi deneyimimiz Tablo I Mesane tümörü için TNM evrelemesi (2002) T: Primer tümör Tx Primer tümör belirlenememiştir To Primer tümör kanıtı yok Tis Karsinoma in situ Ta Noninvaziv papiller kanser T1 Tümör subepitelyal konnektif dokuya yayılmıştır T2a Yüzeyel kas tabakası invazyonu T2b Derin kas invazyonu T3 Tümör perivezikal dokuya yayılmıştır T3a Mikroskopik yayılım vardır T3b Makroskopik yayılım vardır T4a Uterus, vagina, prostat tutulumu T4b Kemik pelvis içindeki organ tutulumu ve karın ön duvarı adalelerinde tutulum N: Bölgesel ve ilişkili lenf nodları Nx Bölgesel lenf nod metastazı değerlendirilmedi N0 Lenf nodu metastazı yok N1 Aynı tarafta çapı 2 cm’den küçük tek bir lenf nodu tutulumu N2 2-5 cm arası tek bir lenf nodul metastazı veya hiçbirisi 5 cm’den küçük olmayan multipl lenf nodu metastazı vardır N3 Tek veya daha fazla, çapı 5 cm’den büyük lenf nodu tutulumu M: Uzak metastaz Mx Uzak metastaz değerlendirilmedi M0 Uzak organ metastazı yoktur M1 Uzak organ metastazı vardır patolojileri değerlendirildiğinde 6 (%8,5)’sında Ta, 7 (%10)’sinde T1, 57 (%81) hastada da T2 ve 1 (%0,5) hastada evre T4 tümör ve 3 (%4)’ünde skuamöz hücreli kanser tespit edilmişti (Tablo II). BULGULAR Ortalama yaşı 64,3 (45-83) olan 66 (%93) erkek ile 69,8 (55-84) olan 5 (%7) kadın değerlendirildi. Radikal sistektomi öncesi hastalara ortalama 1,6 defa (1-6) TUR uygulanmış olup, mesane tümörü tespit edilme zamanı ile radikal sistektomi operasyonu arasında geçen süre ortalama 8,1 ay (1-42) olarak bulundu. Radikal sistektomi kararı ile operasyon arasında geçen süre ortalama 1,8 ay (15 gün-4 ay) olarak tespit edildi. Radikal sistektomi öncesi TUR Radikal sistektomi uygulanan hastalardan 5 (%7)’ine ek olarak üretrektomi, 2 (%3)’sine radikal nefroüreterektomi operasyonları da yapılmıştı. Üriner diversiyon olarak hastalardan 66 (%93)’üne ileal loop operasyonu uygulanmış iken 5 (%7) hastaya ileal ortotopik mesane uygulanmıştı. Tablo II: Radikal sistektomi öncesi TUR patolojisi evreleri. 100 80 60 yüzde 40 20 0 Ta T1 T2 3 T4 Marmara Medical Journal 2009;22(1);001-007 Cevdet Kaya, ark. 6 yıllık radikal sistektomi deneyimimiz Sistektomi sonrası patoljik evreleme açısında incelendiğinde 4 hastada (%5,6) T0, 2 hastada (%2,8) Ta, 7 hastada (%9,8) T1, 20 hastada (%28) T2, 25 hastada (%35) T3, 14 hastada (%19) ise T4 tümör tespit edildi (Tablo III). 6 hastada üreteral invazyon, 3’ünde vesikula seminalis, 3’ünde mesane boynu ve 6’sında prostatik stromal invazyon tespit edildi. 24 hastada lenf nodu metastazı tespit edildi. Bu olgularda ortalama 2,37 (1-12) pozitif lenf nodu tespit edildi. Patolojik evrelemede T4 tümör tespit edilen hastaların 10’unda (%71) pozitif lenf nodu tespit edildilirken, T3 tümör tespit edilen olguların 9’unda (%36), T2 tümörlülerin 5’inde (%25) pozitif lenf nodu tespit edildi. Hastalardan 9’unda düşük dereceli tümör tespit edilirken, 58’inde yüksek dereceli tümör tespit edildi. 7 hastada ise sistektomi spesimeninin patolojisi squamoz hücreli karsinom olarak bildirildi. Hastaların operasyon sonrası ortalama takip süresi 28,8 (1-81) ay idi. 3 olgunun takip süresi 6 aydan kısa olduğu için postoperatif değerlendirme dışı bırakılmıştır. Postoperatif erken dönemde en sık görülen komplikasyon 12 hasta ile (%17) yara yeri enfeksiyonu iken, 6 hastada (%8,8) yara evantrasyonu izlendi. İleus 3 hastada (%4,4) üreteroileal anastomozdan idrar ekstravazasyonu 2 hastada (%2,9) gözlendi (Tablo IV). Postoperatif geç dönemde ise birer olguda loop stenozu ve ürostomi materyaline karşı alerjik reaksiyon gözlemlendi. Hastaların 2’sinde (%2,9) postoperatif erken dönemde kardiyopulmoner yetmezlik nedeni ile yoğun bakım ortamında exitus gelişti. Tablo III: Radikal sistektomi patolojisi evreleri. 30 25 20 15 yüzde 10 5 0 T0 Ta T1 T2 T3a T3b T4a T4b Tablo IV:Radikal sistektomi operasyonu yapılmış hastalarda post-operatif komplikasyonlar. 20 15 10 yüzde 5 0 yara enfeksiyonu yara evantrasyonu ileus 4 diğer Marmara Medical Journal 2009;22(1);001-007 Cevdet Kaya, ark. 6 yıllık radikal sistektomi deneyimimiz ileal loop tercih edilmiştir. Üreter anastomozu için Bricker tekniği uygulanmıştır13. İleal loop diversiyonu, kontinan diversiyon yapılamayan, anestezi riski yüksek, sosyoekonomik durumu elverişli olmayan hasta grubuna diğer diversiyon tekniklerinden daha düşük istenmeyen yan etki oranları nedeniyle, halen tercih edilebilir bir diversiyon seçeneğidir. Olgularımızın postoperatif takiplerinde hiçbir hastada üretero-ileal anastomozda darlık tespit edilmedi. TARTIŞMA Mesane tümörleri, ürogenital tümörler içinde en sık görülen ikinci tümör tipi olup tüm kanserlere bağlı ölümlerin %3-5’ini 1 oluşturur . Mesane karsinomlarının çoğu 50 yaşın üzerinde ortaya çıkar ve gençlerde görülen tümörlere kıyasla daha yüksek dereceli ve invaziv olma eğilimindedirler8. Primer mesane kanserlerinin yaklaşık %90’nını ürotelyal karsinom (ÜK), %10’nunu ise diğer histolojik tipdeki (epitelyal ve/veya mezenkimal) tümörler oluşturmaktadır4. Tanı konulduğunda olguların %85’i mesaneye sınırlı iken %15’inde ise lenf nodu tutulumu veya uzak metastazlar mevcuttur9. Olgularımızda radikal sistektomi kararı verildikten sonra operasyona kadar geçen süre 1,8 ay olarak hesaplandı. Bu süre özellikle yüksek dereceli tümörlerde daha önemli olduğu düşünülmektedir. Günümüzde temel üriner diversiyon alternatifleri intestinal konduitler ve kontinan üriner diversiyon tipleri olup, her iki tip üriner diversiyondan sonra da nadir olmayarak çeşitli komplikasyonlar meydana gelmektedir. Üriner diversiyon sonrası komplikasyonlar genel olarak uygulanan cerrahi tekniğe bağlı olup, hastanın yaşı, genel durumu, altta yatan hastalığı ve takip süresi ile de değişebilir. Erken dönem komplikasyonlar yaklaşık %10 oranında meydana gelmekte olup, bunlar arasında postoperatif dönemde kanama, intestinal obstrüksiyon, üriner ekstravazasyon, idrar reflüsü ve enfeksiyon bulunmaktadır. Geç dönem komplikasyonlar ise hastaların yaklaşık %10-20’sinde görülmekte olup ve bunlar arasında metabolik bozukluklar, stoma ağzı daralması, piyelonefrit ve taş oluşumu sayılabilir14. Cerrahi deneyim ve hastaların preoperatif özellikleri göz önünde bulundurularak olgularımızda ağırlıklı olarak ileal loop tercih edilmiştir. Olgularımızdan 3’ünde postoperatif ileus gözlemlenmiş olup herhangi bir cerrahi müdahaleye gerek kalmadan medikal tedavi ile izlenmiştir. Yine idrar ekstravazasyonu gözlenen 2 olgu kateter ile takip edilmiştir. Loop stenozu gelişen olgu ise lokal anestezi altında revize edildi. İnvazyon derinliğindeki artış tümörün derecelerindeki yükselme ile parallelik gösterir. İnvaziv olan kanserler hemen daima yüksek derecelidir. Buna rağmen, ÜK’un biyolojik davranışı ve malignite potansiyeli değişkenlik gösterir ve benzer evre ve derecedeki tümörler farklı davranışlarda bulunabilirler10. Olgularımızın sonuçları incelendiğinde literatür ile uyumlu olarak yüksek evreli tümörler yüksek dereceli olarak gözlendi. Mesane tümöründe takip, tümör nüksünün ve yeni gelişen tümörlerin belirlenmesi açısından önemlidir. Günümüzde mesane kanserinin tanı ve izleminde standart metodlar sistoskopi, idrar sitolojisi ve şüpheli alanların biyopsisidir11. Kliniğimizde mesane tanısı almış hastalar rutin sistoskopi takibine alınır ve tüm kontrolleri sistoskopi ile yapılır. Uzun ve invaziv bir şekilde takip edilen bu hastaların takibinde hasta uyumu da önemlidir. Olgularımızdan 13’ünün preoperatif patolojileri Ta ve T1 tümörlerdi. Bu 13 olgudan 9’u takiplerini aksatmış ve yüksek hacimli tümör ile başvurmuşlardır. Üretelyal karsinomda yüksek tümör derecesi, karsinoma insitu varlığı ve intravezikal tedavi sonrası erken rekürrens kötü prognostik faktörler olup tümör progresyonuna işaret eder. Yüzeyel tümörlerde, intravezikal tedavi şeklindeki BCG immmunoterapisi çoğu hastada mesane korunmasını sağlar15. Radikal sistektomi ve üriner diversiyon, invaziv mesane tümörlerinin tedavisinde altın standarttır12. Olgularımızda da %93 oranında Radikal sistektomi kas infiltrasyonu olan hastalardaki en ideal tedavi yöntemidir. Sadece radikal sistektomi ile T2 evresinde 5 Marmara Medical Journal 2009;22(1);001-007 Cevdet Kaya, ark. 6 yıllık radikal sistektomi deneyimimiz %60-70, T3a’da %50-60, T3b’de %30, T4a’da ise % 15-20 oranında 5 yıllık sağ kalım gerçekleşmektedir16. Perivezikal veya prostata infiltrasyon varsa neo-adjuvan kemoterapi veya preoperatif radyoterapi ile evre ve kitle küçültülerek kür şansı artırılabilir17. Literatürde, preoperatif uygulanan neo-adjuvan kemoterapinin peroperatif morbiditeyi arttırmadığı ve sağkalım avantajı sağladığı yönünde görüşler mevcut olmasına karşın adjuvan kemoterapi öneren görüşler de mevcuttur18,19. Olgularımızdan 3 hastaya neo-adjuvan kemoterapi ve 2 hastaya preoperatif radyoterapi uygulanmıştı. metastazları rapor edilmiştir. Tümör invazyon derinliği oranı, kas invazyonu yapmış tümörlerde lenf nodu metastazı olasılığının en önemli göstergesidir. Kas invaziv ÜK’da tümör invazyon oranına bağlı olarak lenf nodu metastazı %30- %64 oranında izlenir9. Olgularımızda %33 oranında lenf nodu metastazı tespit edilmiş olup, tümörün evresi arttıkça lenf nodu tutulum oranları da artmakta ve prognoz üzerine olumsuz etkide bulunmaktadır. Sonuç olarak, radikal sistektomi operasyonu kliniğimizde literatür ile uyumlu morbidite ve mortalite oranları ile yapılabilmektedir. İleal loop diversiyonu, kontinan diversiyon yapılamayan, anestezi riski yüksek ve sosyoekonomik durumu elverişli olmayan hasta grubunda halen tercih edilebilir bir diversiyon seçeneğidir. Radikal sistektomi sonrası pelvik nüks oranının düşüklüğü (% 10-20) ve mortalite oranının %20’den %0,5-1’e kadar düşmüş olması bu tedavinin etkinlik ve güvenirliğini arttırmaktadır17. Sistektomi örneklerinde lenf nodu tutulumu kötü prognoz seyrine işaret ederse de, bu durum kesin bir kontrendikasyon oluşturmamaktadır. Zira mikroskobik lenf nodu tutulumlu olan ancak evresi düşük olan olgularda radikal sistektomi ile uzun süreli sağ kalım sağlanabilmektedir20. Bu hastalıktan ölümlerin temel nedeni metastazdır. Radikal lokal tedavilere (radikal sistektomi, radyoterapi) karşın olguların %50’sinde 2 yıl içinde metastazlar gelişmektedir. Bunun nedeninin tanı anında saptanamayan mikrometastazlar olduğu 20 düşünülmektedir . TUR sonrası sistektomi uygulandığında spesimende T0 tümör ile karşılaşma insidansı da ancak %10- 25’dir21. Olgularımızda bu oran %5,6 olarak gözlemlendi. KAYNAKLAR 1. Zlotta AR, Schulman CC. Biological markers in superficial bladder tumors and their prognostic significance. Urol Clin North Am 2000; 27:179-89. 2. Parkin DM, Pisanni P, Ferlay J. Global cancer statistics. CA-Can Clin 1999; 49: 33-64. 3. Bedük Y.Mesane tümörleri, Ürogenital tümörler, Temel Üroloji. Güneş Kitabevi: Ankara, 1998: 707–711. 4. Manunta A, Vincendeau S, Kiriakou G, Lobel B, Guille F. Non-transitional cell bladder carcinomas. BJU Int 2005; 95:497-502. 5. Chaudhary R, Bromley M, Clarke NW, et al. Prognostic relevance of micro-vessel density in cancer of the urinary bladder. Anticancer Res 1999; 19(4C):3479-84. 6. Petersen RO. Diagnosis and staging of bladder cancer. In: Petersen RO, ed. Urologic Pathology. 2'th edition. Philadelphia: Lippincott, 1992: 316. 7. Murphy WM. Disease of urinary bladder, urethra, ureters and renal pelvis. In: Murphy WM ed. Urological Pathology. Philadephia: Saunders, 1989: 134-146. 8. Rosai J. Urinary Tract: Kidney, renal pelvis, and ureter - bladder and male urethra.In: Rosai J, ed. Rosai and Ackerman's Surgical Pathology, in Volume 1. 9th ed. Philadelphia: Mosby, 2004: 1317-1359. 9. Lapham RL, Grignon D, Ro JY. Pathologic prognostic parameters in bladder urothelial biopsy, transurethral resection, and cystectomy specimens. Semin Diagn Pathol 1997; 14:109-22. 10. Heney NM, Natural history of bladder cancer. Urol Clin North Am 1992; 19: 429-432. 11. Weiner HG, Vooijis GP, Van’t Hof-Grootenboer B. Accuracy of urine cytology in the diagnosis of primary and recurrent bladder cancer. Acta Cytol 1993; 37: 163-169. Tümör derecesi ve evresi, şu an mesane tümöründe bilinen en önemli prognostik değişkenlerdir. Yüzeyel mesane tümörlerinde hastalığın seyri çeşitli prognostik faktörlere bağlıdır. Düşük evre lezyonlar çoğunlukla iyi bir prognoz gösterirken, bazı hastalar özellikle de T1 evredeki tümörler progresyon gösterirler. T1 evre mesane tümörlü hastaların yaklaşık %25’i uygulanan tedavi şeklinden bağımsız 5 yıldan az sağ kalıma sahiptirler22. Lenf nodu metastazlarının varlığı kötü prognoz ile ilişkilidir23. Radikal sistektomi uygulanan hastaların %15-20’sinde lenf nodu 6 Marmara Medical Journal 2009;22(1);001-007 Cevdet Kaya, ark. 6 yıllık radikal sistektomi deneyimimiz 12. Richard E, Hautmann R. Urinary diversion: Ileal conduit to neobladder. J Urol 2003; 169:834-842. 13. Bricker EM. Bladder substitution after pelvic evisceration. Surg Clin North Am 1950; 30: 151121. 14. Richie JP, Skinner DG. Ureterointestinal diversion. In: Walsh P, Gittes R, Perlmutter A, Stamey T, eds. Campbell’s Urology, 5th ed. Philadelphia: Saunders, 1986: 2601–2619. 15. Dahm P PD. The role of cystectomy in the management of superficial bladder cancer. Urol Integr Invest 2001; 6:134-138. 16. Lerner SP, Skinner DG. Radical cystectomy for bladder cancer. In: Volgezang NJ, Scardino PT, Shiply WU, Coffey DS, eds. Comprehensive Textbook of Genitourinary Oncology. 2nd edition. Philadelphia: Lippincott, Williams&Wilkins, 2000; 425-447. 17. Stein JJ, Lieskovsky G, Cote R, et al. Radical cystectomy in the treatment of invasive bladder cancer: Longterm results in 1054 patients. J Clin Oncol 2001;19: 666-675. 18. Millikan R, Dinney C, Swanson D, et al. Integrated therapy for locally advanced bladder cancer: final report of a randomized trial of cystectomy plus adjuvant M-VAC versus cystectomy with both preoperative and postoperative MVAC. J Clin Oncol 2001;19:4005–4013. 19. Sonpavde G, Petrylak DP. Perioperative chemotherapy for bladder cancer. Crit Rev Oncol Hematol 2006;57:133-144. 20. Skinner DG, Lieskovsky G. Management of invasive high-grade bladder cancer. In: Skinner DG, Lieskovsky G, eds. Diagnosis and Management of Genitourinary Cancer. Vol 1, Philadelphia: Saunders Comp, 1988: 295-312. 21. Stoter G, Splinter TAW, Child JA, et al. Combination chemotherapy with cisplatin and methotrexate in advanced TCC of the bladder. J Urol 1987; 137: 663-667. 22. Pagano F, Bassi P, Galctti TP, Meneghini A,Milani C, Artibani W, Garbeglio A. Results of contemporary radical cystectomy for invasive bladder cancer: A clinicopathological study with an emphasis on the inadequacy of the tumor, nodes and metastases classification. J Urol 1991; 145:4550. 23. Abel PD. Prognostic indices in transitional cell carcinoma of the bladder. Br J Urol 1988; 62:103109. 7 ARAŞTIRMA YAZISI İDİYOPATİK TROMBOSİTOPENİK PURPURA NEDENİYLE SPLENEKTOMİ YAPILAN HASTALARIN TEDAVİ SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Kerim Bora Yılmaz1, Can Atalay1, Meltem Yüksel2, Niyazi Karaman1, Cihangir Özaslan1 1 Ankara Onkoloji Hastanesi, Genel Cerrahi, Ankara, Türkiye 2Ankara Onkoloji Hastanesi, Hematoloji, Ankara, Türkiye ÖZET Amaç: Bu çalışmada, idiyopatik trombositopenik purpura nedeniyle splenektomi yapılan hastaların tedavi sonuçlarınının değerlendirilmesi amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: 1999-2006 yılları arasında idiyopatik trombositopenik purpura tanısıyla splenektomi yapılan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, cerrahi öncesi ve sonrası uygulanan medikal tedaviler, tedavi başlangıcından cerrahiye kadar geçen süre, aşılanma durumu, uygulanan cerrahi tedavi, aksesuar dalak varlığı ve cerrahi sonrası gelişen komplikasyonlar kaydedilerek hastaların ameliyat sonrası erken ve geç dönemdeki trombosit yanıtları incelendi. Bulgular: Çalışmaya ortalama yaşı 38 (14-67) olan beş erkek ve sekiz kadın hasta alındı. Hastaların hepsinde ilk başvuru bulgusu kanamaydı. Medikal tedavi sonucunda hastaların ikisinin steroide bağımlı, 11’inin ise steroide yanıtsız olduğu saptanarak splenektomi uygulandı. Postoperatif komplikasyon olarak iki hastada geçici kanama ve hematom saptanırken, iki hastada pnömoni gözlendi. Postoperatif kısa dönem takipte 11 (%84) hastada tam yanıt, bir (%8) hastada parsiyel yanıt elde edilirken bir (%8) hastada ise yanıt olmadığı gözlemlendi. Hastaların uzun dönem takiplerinde ise dokuz (%69) hastada tam yanıt, bir (%8) hastada parsiyel yanıt alınırken, üç (%23) hasta da yanıtsız olarak değerlendirildi. Sonuç: Splenektomi kronik idiyopatik trombositopenik purpura tedavisinde medikal tedaviye yanıtsız olgularda güvenle uygulanabilen bir cerrahi girişimdir ve splenektomiyle bu hastalarda uzun süreli yanıt almak mümkündür. Anahtar sözcükler: idiyopatik trombositopenik purpura; splenektomi; tedavi İletişim Bilgileri: Dr.Can Atalay Ankara Onkoloji Hastanesi, Genel Cerrahi, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2009;22(1);008-011 8 Marmara Medical Journal 2009;22(1);008-011 Kerim Bora Yılmaz, ark. İdiyopatik trombositopenik purpura nedeniyle splenektomi yapılan hastaların tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi EVALUATION OF TREATMENT RESULTS OF PATIENTS TREATED WITH SPLENECTOMY FOR IDIOPATHIC THROMBOCYTOPENIC PURPURA ABSTRACT Objective: The treatment results of patients treated with splenectomy for idiopathic thrombocytopenic purpura were evaluated in this study. Patients and Methods: Patients treated with splenectomy for idiopathic trombocytopenic purpura between 1999-2006 were retrospectively evaluated. Patients’ age, gender, preoperative and postoperative medical treatments, duration from the beginning of the treatment to surgery, vaccination status, type of surgical treatment, presence of accessory spleen, and postoperative complications were recorded and early and late postoperative thrombocyte responses were evaluated. Results: Five male and eight female patients with a mean age of 38 (14-67) were included in the study. Bleeding was the presenting sign in all patients. Splenectomy was performed since two patients were dependent on and 11 patients were unresponsive to steroid treatment. Two patients had temporary bleeding and hematoma whereas two patients had pneumonia as postoperative complications. Eleven patients (84%) had complete response, one patient (8%) had partial response and one patient (8%) was unresponsive in the early postoperative follow-up period. During the long-term follow-up, nine patients (69%) had complete response, one patient (8%) had partial response and three patients (23%) were unresponsive to splenectomy. Conclusion: Splenectomy can be performed safely in idiopathic trombocytopenic purpura patients unresponsive to medical treatment to obtain sustained response. Keywords: Idiopathic trombocytopenic purpura, Splenectomy, Treatment GİRİŞ İdiyopatik trombositopenik purpura [İTP], bağışıklık sisteminin trombosit otoantijenleri ile reaksiyona girmesi sonucunda trombosit yıkımı ve/veya trombosit üretiminin baskılanması ile ortaya çıkan otoimmun bir hastalıktır. Trombosit membran proteinleri antijenik özellik kazanarak bağışıklık sistemi tarafından otoantikor ve sitotoksik T hücre yapımına neden olurlar. İlk antijen yanıtı dalakta oluşur ve bunu başta kemik iliği olmak üzere diğer antikor oluşturan dokuların uyarılması izler. Oluşan otoantikorlar ya trombositlere bağlanarak fagositoz, kompleman aktivasyonu ve lizis ile trombosit yıkımına ya da megakaryositlere bağlanıp trombosit yapımını azaltarak trombositopeniye neden olurlar1. çocuklarda ise trombosit sayısı <10x109/L olduğunda veya mukozal kanama varsa tedavi önerilmektedir3,4. Tedaviye immunsupresyonla başlanır. Oral veya intravenöz steroid tedavisi ve yanıt alınamayan olgularda intravenöz immunglobulin [IVIG], anti Rh immunglobulin “anti-D” veya kombinasyon tedavisi uygulanabilir3,4. Dalak antitrombosit antikorların oluştuğu ve opsonize trombositlerin yıkıldığı asıl organ olduğu için immunsupresif tedaviye yanıt vermeyen erişkinlerde ikinci basamak tedavi 4,5 splenektomidir . Splenektomi uygulanacak İTP’li hastalarda konjenital aksesuar dalak olabilir ve normal populasyonun %10’unda mevcuttur. İTP’li hasta grubunda aksesuar dalağın cerrahi sırasında rezeksiyonu tedavinin başarısı açısından önemlidir. İTP çocukluk yaş grubunda genellikle kendini sınırlayan akut bir tablo ile ortaya çıkar. Erişkin grupta ise 100.000’de 5-10 sıklıkla görülür ve hastaların %30-40’ı asemptomatiktir. Erişkinlerde akut ataklar sonrasında kronikleşme sıktır2. Hastaların trombosit sayısı 150x109/L’nin altındadır, ancak erişkinlerde trombosit sayısı <30x109/L olduğunda veya mukozal kanama varlığında; Bu çalışmada, İTP nedeni ile takip edilen, steroid ve IVIG ile birinci basamak tedaviye yanıt alınamayan ve splenektomi yapılan hastaların cerrahi tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. GEREÇ-YÖNTEM 1999-2006 yılları arasında İTP tanısıyla splenektomi yapılan ve takip edilen olgular retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların 9 Marmara Medical Journal 2009;22(1);008-011 Kerim Bora Yılmaz, ark. İdiyopatik trombositopenik purpura nedeniyle splenektomi yapılan hastaların tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi yaşı, cinsiyeti, cerrahi öncesi ve sonrası uygulanan medikal tedaviler, tedavi başlangıcından cerrahiye kadar geçen süre, aşılanma durumu, uygulanan cerrahi tedavi, aksesuar dalak varlığı ve cerrahi sonrası gelişen komplikasyonlar kaydedildi. hilusunda çıkartıldı. yerleşmişti ve cerrahi Postoperatif komplikasyon olarak iki hastada reoperasyon gerektirmeyen kanama ve hematom saptanırken, iki hastada medikal tedaviye yanıt pnömoni gözlendi. Ayrıca, hastaların ameliyat sonrası kısa (ilk 3 ay) ve uzun (>3 ay) dönemdeki trombosit yanıtları incelendi. Hastalar splenektomi sonrası trombosit sayılarına göre; tam yanıt alınan (>150x109/L), parsiyel yanıt alınan (50-150x109/L) ve yanıtsız olgular 9 (<50x10 /L) olarak gruplandı. Splenektomi sonrası hastalar takip edilerek son durumları değerlendirildi. olarak (%15) geçici (%15) veren Postoperatif dönemde hastaların takip süreleri 6-84 ay (ortalama 16 ay) arasında değişmekteydi. Kısa dönem takipte 11 (%84) hastada tam yanıt, bir (%8) hastada parsiyel yanıt elde edilirken bir (%8) hastada ise yanıt olmadığı gözlendi. Hastaların uzun dönem takiplerinde ise dokuz (%69) hastada tam yanıt, bir (%8) hastada parsiyel yanıt alınırken, üç (%23) hastada yanıtsız olarak değerlendirildi. Splenektomi sonrası takipte tam yanıt alınamayan hastalardan bir tanesi 3. ayda steroide bağımlı miyopati ve pnömoni nedeni ile bir diğer hasta da 4. ayda kanama nedeni ile öldü. BULGULAR Çalışmaya İTP tanısıyla splenektomi uygulanan sekizi kadın ve beşi erkek 13 hasta alındı. Hastaların ortalama yaşı 38 (14-67) idi. Hastaların hepsinde ilk başvuru bulgusu kanamaydı. Hastalarda görülen kanamalar menoraji, diş eti kanaması ve epistaksis şeklindeydi. Bir hastada mide kanaması ilk bulgu olarak ortaya çıkarken bir hastada da doğum sonrası durdurulamayan kanama saptanmıştı. Trombositopeni döneminde bir hastanın eklem ağrısı yakınması mevcutken bir hastanın da baş ağrısı semptomları belirgindi. İki hastada ağız içi renkli döküntüler ve beş hastada ise peteşi ve purpura mevcuttu. TARTIŞMA Bu çalışmada İTP tedavisinde steroid ve IVIG ile yanıt alınamayan hastalarda splenektomi ile yanıt elde edilmiştir. Yanıt elde edilemeyen hastaların prognozları daha kötüdür. Steroid kesildikten sonra hastaların sadece %10-20 kadarı remisyonda kalmaktadır, ancak splenektomi sonrasında bu oran çalışmamızda uzun dönem takipte %77’dir. Splenektomi sonrasında trombosit fonksiyonlarında bozulma başlayan hastalarda steroid tedavisi tekrar uygulanabilir. Semptomsuz veya trombosit sayısı 3050x109/L olan İTP hastaları majör kanama olmadıkça takip edilebilir. Hastalara birinci basamak tedavi olarak 1 mg/kg/gün dozunda metilprednizolon verildi. Medikal tedavi sonucunda hastaların ikisinin (%15) steroide bağımlı, 11’inin ise (%85) steroide yanıtsız olduğu saptandı. Splenektomi öncesi takip süresi 6-122 ay (ortalama 24 ay) arasında değişmekteydi. Splenektomi öncesi tümü steroid alan hastaların sekizine IVIG tedavisi de uygulandı. Standart tedavilere rağmen 6-12 ay süreyle trombosit sayısı 30x109/L’den az olan hastalarda kronik dirençli İTP olduğu varsayılır. Bu olgularda immunsupresyon amaçlı monoklonal antikor anti CD20 (rituximab) veya kostimülatör yolları aktive etmek amaçlı anti CD40L (CD154) monoklonal antikoru uygulanabilir. Ayrıca son yıllarda immunsupresif tedavi dışında rekombinant thrombopoetin ve reseptörleri kullanılmaktadır6. Cerrahi öncesi 12 (%92) hastaya pnömokok ve H. influenza aşıları yapıldı. Preoperatif dönemde yapılan abdominal ultrasonografide hiçbir hastada aksesuar dalak dokusuna rastlanmaz iken intraoperatif eksplorasyon sırasında üç (%23) hastada aksesuar dalak saptandı. Aksesuar dalakların hepsi dalak 10 Marmara Medical Journal 2009;22(1);008-011 Kerim Bora Yılmaz, ark. İdiyopatik trombositopenik purpura nedeniyle splenektomi yapılan hastaların tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi İTP splenektomi için en önemli endikasyonlardan birisidir. Klinisyenlerin olası komplikasyonları önemsemesi hastalığın seyri sırasında splenektomi kararının verilmesinin gecikmesinde halen önemli bir faktördür. Enfeksiyon, kanama ve tromboz olasılığı hastaların splenektomi uygulanması yerine uzatılmış medikal tedavi ile takibine yol açmaktadır. Cerrahiye alternatif, birinci ve ikinci basamak uygulanan medikal tedaviler yüksek doz deksametazon, anti-D immunglobulin ve rituximabtır. Bu tedaviler İTP’li hastalarda akut dönemde güvenle uygulanabilmektedir, ancak uzun dönem takip sonuçlarına ve güvenilirliklerine dair yeterli veri mevcut değildir7. Çok merkezli büyük serilerde kronik İTP’li hastalarda uygulanacak splenektominin sonuçlarımıza benzer şekilde trombosit sayısını güvenli sınırlara getirmede yararlı olduğu gösterilmiştir7,8. saptamadaki üstünlüğüne karşı çıkan ve laparaskopik tekniğin de güvenli olduğunu bildiren çok merkezli çalışmalar mevcuttur12,13. Sonuç olarak, açık veya laparoskopik splenektomi kronik İTP tedavisinde medikal tedaviye yanıtsız olgularda güvenle uygulanabilen bir cerrahi girişimdir ve splenektomiyle bu hastalarda uzun süreli yanıt almak mümkündür. KAYNAKLAR 1. 2. 3. Splenektomi İTP’li hasta grubunda güvenle uygulanabilecek bir cerrahi girişimdir. Cerrahi girişim sonrası uzun dönem takip sonuçları da hastalığın seyrinde splenektominin yararını göstermektedir. Tedavi etkinliğinin artırılması için splenektomi yapılan İTP’li hastalarda aksesuar dalak varsa bulunarak çıkartılmalıdır. Normal populasyonda da görülebilen aksesuar dalak bu grup hastalarda cerrahi tedavinin etkinliğini belirleyen önemli bir faktördür9. Cerrahi sırasında saptanamayan aksesuar dalak olguları cerrahi tedaviye yanıt alınamamasının en önemli nedenidir10. Ultrasonografide aksesuar dalağın ekojenitesi normal dalak dokusu ile aynıdır ve lenfadenopati, leiomyom gibi farklı yapılar ile karışabilir. Şüphe halinde veya splenektomi sırasında saptanamadığı 99m düşünülüyorsa Tc ile işaretlenmiş eritrositler ile yapılan sintigrafi yararlı olabilir11. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. Bu çalışmada splenektomi için hastalara açık laparotomi tekniği uygulanmıştır. Laparoskopik splenektomi operasyon süresini bir miktar uzatmakla birlikte, kısa hastanede yatış süresi, ağrı palyasyonunun daha kolay olması ve iyi kozmetik sonuçları nedeni ile açık tekniğe tercih edilmektedir12,13. Açık cerrahi tekniğin aksesuar dalak varlığını 13. 11 McMillan R. The pathogenesis of chronic immune thrombocytopenic purpura. Semin Hematol 2007; 44 (suppl5): S3-S11. Schwartz J, Leber MD, Gillis S, Giunta A, Eldor A, Bussel JB. Long term follow-up after splenectomy performed for immune thrombocytopenic purpura (ITP). Am J Hematol 2003;72:94-98. Guidelines for the investigation and management of idiopathic thrombocytopenic purpura in adults, children and in pregnancy. Br J Hematol 2003; 120: 574-596. Beardsley DS. ITP in the 21st century. Hematology Am Soc Hematol Educ Program 2006:402-407. Pamuk GE, Pamuk ÖN, Başlar Z, et al. Overview of 321 patients with idiopathic thrombocytopenic purpura. Retrospective analysis of the clinical features and response to therapy. Ann Hematol 2002; 81: 436-440. Metjan A, Abrams CS. New insights and therapeutics for immune-mediated thrombocytopenia. Expert Rev Cardiovasc Ther 2008; 6: 71-84. Vianelli N, Galli M, de Vivo A, et al. Efficacy and safety of splenectomy in immune trombocytopenic purpura: long term results of 402 cases. Haematologica 2005; 90: 72-77. Louwers H, Vellenga E, Houwerzijl EJ, et al. Effects of prednisone and splenectomy in patients with idiopathic trombocytopenic purpura: only splenectomy induces a complete remission. Ann Hematol 2001; 80: 728-732. Yalçın B, Tuğcu H, Kocabıyık N, et al. Aksesuar dalak. Gülhane Tıp Dergisi 2004; 46: 351-352. Velanovich V, Shurafa M. Laparoscopic excision of accessory spleen. Am J Surg 2000; 180: 62-64. Andrews MW. Ultrasound of the spleen. World J Surg 2000; 24: 183-187. Sampath S, Meneghetti AT, MacFarlane JK, Nguyen NH, Benny WB, Panton ON. An 18-year review of open and laparoscopic splenectomy for idiopathic thrombocytopenic purpura. Am J Surg 2007; 193: 580-584. Targarona EM, Trias M. Laparoscopic surgery of the spleen. World J Surg 2007; 31: 1363-1364. ARAŞTIRMA YAZISI ÜLSERATİF KOLİTLİ HASTALARIN NON-NEOPLASTİK İNFLAME KOLONİK MUKOZALARINDA MİKROSATELLİT İNSTABİLİTESİ 1 Özlen Atuğ , Mustafa Akkiprik2, Fatih Eren3, Arzu Tiftikçi4, Filiz Türe Özdemir3, Faruk Aşıcıoğlu5, Hülya Över Hamzaoğlu1, Nurdan Tözün4 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Gastroenteroloji Bilim Dalı, İstanbul, Türkiye 2Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye 3Marmara Üniversitesi Gastroenteroloji Enstitüsü, İstanbul, Türkiye 4Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi, Gastroenteroloji Bilim Dalı, İstanbul, Türkiye 5T.C. Adalet Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu, İstanbul, Türkiye ÖZET Giriş ve Amaç: Ülseratif kolit (ÜK), zemininde kanser gelişme riski yüksek olan kronik inflamatuar bir kolon hastalığıdır. ÜK ile ilişkili kanser gelişimine işaret edecek moleküler bir belirtece ihtiyaç duyulmaktadır. ÜK ile ilişkili kolorektal kanserlerde DNA tamir mekanizmasındaki yetersizliğin ve genomik mutasyonların bir belirteci olan mikrosatellit instabilitesinin (MSİ) varlığı gösterilmiştir. ÜK’te neoplastik ve şiddetli inflamasyon görülen neoplastik olmayan mukozada MSİ’ni gösteren bazı çalışmalar mevcuttur. Bu çalışmanın amacı neoplastik olmayan hafif-orta derecede inflame ÜK mukozasında MSİ’nin varlığını araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: ÜK’li 29 hastanın inflame kolonik mucosa örneklerinde multipleks PCR (polimeraz zincir reaksiyonu) ile standart 5 adet belirteç (BAT-25, BAT-26, D2S123, D5S346, D17S250) kullanılarak MSİ’nin varlığı araştırıldı. Bulgular: ÜK’li hastaların neoplastik olmayan hafif-orta derecede inflame mukozalarında MSİ saptanmadı. Sonuç: ÜK’te MSİ’ni değerlendirirken mukozadaki inflamasyonun derecesi göz önünde bulundurulmalıdır. Anahtar sözcükler: Ülseratif kolit, Mikrosatellit instabilite MICROSATELLITE INSTABILITY IN THE INFLAMED AND NON-NEOPLASTIC COLONIC MUCOSA IN ULCERATIVE COLITIS ABSTRACT Background and Aim: Ulcerative colitis (UC) is a chronic inflammatory disease of the colon associated with a high risk of developing colorectal cancer. There is a need for a molecular marker that would predict the colorectal cancer associated with UC. Microsatellite instability (MSI) has been detected in colorectal cancers associated with UC. Some reports in the literature show the presence of MSI in the neoplastic and non-neoplastic severe inflammatory mucosa of UC. The aim of this study was to assess whether MSI is present in non-neoplastic mild to moderate inflamed mucosa in UC. Material and Method: Colonic inflamed mucosa samples from 29 patients were analysed for MSI using the five standard markers BAT-25, BAT-26, D2S123, D5S346, and D17S250 by a multiplex polymerase chain reaction. All tissues had inactive or mild to moderate inflammatory activities as seen histopathologically. Results: None of the non-neoplastic inflamed colonic mucosa samples showed MSI in the five standard markers. Conclusion: This study suggests that the severity of inflammation should be taken into account when estimating MSI in UC. Keywords: Ulcerative colitis, Microsatellite instability İletişim Bilgileri: Dr.Özlen Atuğ Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi,,Gastroenteroloji Bilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 12 Marmara Medical Journal 2009;22(1);012-018 Marmara Medical Journal 2009;22(1);012-018 Özlen Atuğ, ark. Ülseratif kolitli hastaların non-neoplastik inflame kolonik mukozalarında mikrosatellit instabilitesi küçük hücreli akciğer kanseri gibi malign hastalıklarda arttığı bildirilmiştir4-10. GİRİŞ Ülseratif kolit (ÜK), kolonun sebebi bilinmeyen kronik inflamatuar bir hastalığıdır. Başlıca özellikleri; genetik yatkınlık, alevlenme-remisyon dönemleri, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Uzun süreli hastalık, ekstensif tutulum, hastalık başlangıç yaşının küçük olması, ailede kolorektal kanser (KRK) öyküsü bulunması, primer sklerozan kolanjt varlığı, backwash ileitis ve kolonik inflamasyonun şiddeti ÜK’li hastalarda KRK riskini arttıran faktörlerdir. Hastalık süresi 10 yıl olanlarda KRK gelişme riski %2, 20 yıl olanlarda %8, 30 yılda ise %18-20 olarak bildirilmektedir1. Ayrıca hastalığın yaygın anatomik tutulumu da önemli diğer bir risk faktörüdür. KRK gelişme riski proktitte %1.7 iken sol taraf kolitinde %2.8 ekstensif kolitte ise %14 civarındadır2. Bu bilgiler ışığında günümüzde hastalık yaşı 8-10 yılın üzerinde olan ÜK’li hastalarda KRK gelişimi açısından izlem kolonoskopsi önerilmektedir. ÜK’te KRK gelişme riskinin en önemli prediktörü kolonik biopsilerde displazi varlığıdır. Ancak KRK gelişen ÜK’li hastaların %20’sinde displazi yoktur3. Displazinin değerlendirilmesi ve derecelendirilmesindeki güçlükler ve nisbeten subjektif faktörler nedeniyle ÜK’te KRK gelişimine işaret eden, low grade displazi ( düşük dereceli displazi, LGD) ile inflame mukozadaki rejeneratif değişiklikleri ayırt edebilecek moleküler bir belirtece ihtiyaç vardır. Ayrıca son zamanlarda yapılan bazı çalışmalarda karsinom gelişimine zemin hazırladığı bilinen kronik pankreatit ve ÜK gibi kronik inflamasyonla karakterize hastalıklarda da MSİ'nin varlığı gösterilmiştir11-12 ÜK zemininde kronik inflamasyon, hızlı hücre yenilenme döngüsü ve proliferasyon sonucunda gelişen DNA tamir mekanizmalarındaki hasar MSİ de dahil olmak üzere pek çok genetik değişikliklere sebep olabilir. Bu nedenle de MSİ, ÜK’li hastalarda kolorektal kanser gelişimine işaret eden bir biyolojik gösterge olarak kullanılabilir. Bu çalışmanın amacı Türk popülasyonunda ÜK’li hastalarda non-neoplastik kolonik epitelde MSİ'nin varlığını, hastalık yaşı ve hastalığın inflamatuar aktivitesi ile ilişkisini araştırmaktır. GEREÇ-YÖNTEM Hasta grubu: Çalışma protokolü Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komitesi tarafından onaylandıktan sonra, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı’na ve Marmara Üniversitesi Gastroenteroloji Enstitüsü’ ne başvurarak klinik, endoskopik, histolojik ve radyolojik kriterlere göre ÜK tanısı almış 29 hasta çalışmaya alındı. Hastalarla ilgili demografik ve klinik özellikler Tablo I’de gösterilmiştir. Hastaların klinik aktiviteleri Truelove ve Witts kriterlerine göre hafif, orta ve ağır olarak değerlendirildi13 (Tablo II). Kontrol grubu, yaş ve cins bakımından eşleştirilmiş irrtabl barsak sendromlu 13 kişiden oluşturuldu. Tüm katılımcılara çalışma için hazırlanmış bilgilendirilmiş onam formu okutulup imzalandıktan sonra total kolonoskopi yapılarak kolonun 6 segmentinden ( rektum, sigmoid, inen kolon, transvers kolon, çıkan kolon ve çekum) 2’şer adet biopsi alındı. Endoskopik aktivite derecesi Rachmilewitz endoskopik aktivite indeksine göre aktif ve remisyonda olarak belirtildi14 (Tablo III). Mikrosatellitler insan genomu boyunca dağılmış olan basit ve kısa nükleotid tekrarlarıdır. Daha çok kodlanmayan DNA bölgelerinde bulunmaktadır. Tekrarlayan birimlerin delesyonu veya insersiyonu sonucunda segment uzunluğunun değişmesine mikrosatellit instabilite (MSİ) denilmektedir. MSİ, genom üzerindeki mutasyonların ve DNA tamir yetersizliğinin (mismatch repair) bir öncüsü olarak tanımlanır. MSİ, yüksek mutasyon hızı ile bağlantılıdır ve herediter non-poliposis kolorektal kanser sendromu (HNPCC), ÜK zemininde gelişen veya sporadik kolorektal kanser, mide kanseri, endometrioma, hepatosellüler kanser ve 13 Marmara Medical Journal 2009;22(1);012-018 Özlen Atuğ, ark. Ülseratif kolitli hastaların non-neoplastik inflame kolonik mukozalarında mikrosatellit instabilitesi Tablo I: Çalışma gruplarının demografik ve klinik özellikleri ÜLSERATİF KOLİT (ÜK) (N=29) Yaş (ortalama ±SD) yıl 36.5 ±8,9 35 ±9,2 12/17 5/8 Cins (E/K) Hastalık süresi (ortalama ±SD) yıl ≤ 7 yıl (n) ≥ 8 yıl (n) Hastalık tutulum yeri Proktit n, (%) Sol taraf koliti n,(%) Pankolit n, (%) Klinik aktivite Hafif n, (%) Orta n, (%) Ağır n, (%) Endoskopik aktivite Remisyonda n, (%) Aktif n, (%) Histolojik aktivite İnaktif n, (%) Hafif inflamasyon n, (%) Orta inflamasyon n, (%) Şiddetli inflamasyon n, (%) Displazi n, (%) Ağır: 8±5 14 15 0 8 (27,5) 21 (72,5) 18 (62) 11 (38) 0 13 (44,8) 16 (55,2) 13 (44,8) 2 (6,8) 14 (48,2) 0 1 (3,4) Tablo II: Ülseratif kolitte Truelove ve Witts kriterleri Dışkılama ; ishal günde altı defa ya da daha fazla ve kanlı Ateş ; ortalama akşam ısısı 37.5 C ya da gün içinde en az iki gün herhangi bir zamanda 37.7 C Taşikardi ; dakikada 90 vurudan yüksek nabız sayısı Anemi ; Hb 7.5 gr / dl, ya da son zamanlarda transfüzyon gerektirecek ağırlıkta anemi Sedimentasyon hızı 30 mm / saat Hafif ; Hafif ishal, günde 4 kez veya daha az , çok az miktarda kanlı Ateş yok Taşikardi yok Anemi hafif derecede Sedimentasyon hızı 30 mm / saat Orta ; KONTROL (N=13) Ağır ve hafif hastalık kriterleri arasındaki bulgular içeren hastalar 14 Marmara Medical Journal 2009;22(1);012-018 Özlen Atuğ, ark. Ülseratif kolitli hastaların non-neoplastik inflame kolonik mukozalarında mikrosatellit instabilitesi Tablo III: Ülseratif kolitte Rachmilewitz endoskopik aktivite indeksi Skor 1. Granülasyon : yok : 0 var : 2 2. Vasküler görünüm : normal : 0 azalmış : 1 kaybolmuş : 2 3. Frajilite 4. Mukozal hasar : yok : 0 dokunma ile kanama : 2 spontan kanama 4 : : ( mukus, fibrin, eksüda, erozyon, ülser ) yok : 0 hafif : 2 belirgin : 4 * Toplam skor 4 : aktif, 4 : remisyon ÜK grubunda, hasta görünen mukozal alanlardan biopsiler alındı. Kolonik biopsiler inflamasyonun derecesi ve displazi varlığı açısından iki ayrı patolog tarafından histopatolojik olarak incelendi. Histopatolojik aktivite Matts’s klasifikasyonuna göre inaktif, hafif derecede inflamasyon, orta derecede inflamasyon ve şiddetli inflamasyon olarak 4 ayrı kategoriye ayrılarak rapor edildi15. Ayrıca Hemotoksilen&Eozin ile boyanmış kolonik biopsi örnekleri displazi açısından Riddell ve arkadaşlarının tarifine uygun olarak değerlendirildi16. DNA izolasyonu DNA izolasyonu, ÜK’li hastaların kolon mukozasından ve periferik kanlarından, iritabl barsak sendromlu hastaların ise periferik kanlarından gerçekleştirildi. DNA izolasyonu için “High Pure PCR Template Preparation Kit” (Roche) kiti kullanılmış olup uygulama kit protokolüne uygun olarak gerçekleştirilmiştir. İzolasyon sonrası DNA miktar tayini 260 nm spektrofotometrik ölçümlerdeki absorbans oranlarına göre belirlenmiştir. Mikrosatellit İnstabilitesinin tayini MSİ açısından kontrol olarak hastaların periferik kan lökositleri kullanıldı. Lökositlerden genomik DNA elde etmek için EDTA’lı 3 tüpe 2’şer ml tam kan örneği alındı. Kan örnekleri DNA ekstraksiyonu yapılıncaya kadar +4 ºC’ de saklandı, kan alınması ile DNA ekstraksiyonu yapılması arasında +4 ºC’ de geçen süre 1-6 gündür. Multipleks PCR: Mikrosatellit instabilitesi “HNPCC microsatellite test kit (Roche) kullanılarak tayin edildi. Kit protokolü esas alınarak yapılan çalışmada uluslararası referans panel olarak kabul edilen 5 adet mikrosatellit marker (BAT25, BAT26, D2S123, D5S346, D17S250) bölgesini içeren 15 Marmara Medical Journal 2009;22(1);012-018 Özlen Atuğ, ark. Ülseratif kolitli hastaların non-neoplastik inflame kolonik mukozalarında mikrosatellit instabilitesi genom dizileri mültipleks PCR ile çoğaltıldı (Tablo IV). Reaksiyonda kullanılan spesifik primer çiftleri kit tarafından temin edilmektedir. Son konsantrasyonları 1M olacak şekilde multi primer miks ve enzim master miks içerisine 200 ng kalıp DNA eklenerek final hacim distile su ile 25 µl’ye tamamlandı. İki dakika 94ºCde ön denatürasyonun ardından 10 sn 94ºC, 30 sn 55ºC ve 30 sn 72º C olmak üzere toplam 35 döngü sonrasında 7 dakika 72ºC’de final uzaması ile reaksiyon tamamlandı. PCR ürünlerinin analizinde ABI PRISM 310 Genetik Analizör kullanıldı. Bir mikrolitre PCR ürünü incelenmek üzere cihaza yüklenmeden önce 12 µl deiyonize formamid, floresans işaretleyici olarak 0,5 µl “GeneScan-350 [TAMRA] size standard” ile karıştırıldı ve vorteks edildikten hemen sonra 2 dakika 90ºC’de denatüre edilip cihaza yüklendi. Mikrosatellit İnstabilitesinin Yorumlanması Mikrosatellit stabil: Bir stabil lokusun fragman paterni ana pikin ve tüm ilave piklerin göreceli intensitesi ile aynıdır. Bu çalışmada aynı lokus için piklerin karşılaştırılmasında hasta grubu olarak ÜK ve kontrol grubu olarak irritabl barsak sendromu kullanılmıştır. Mikrosatellit İnstabil: Stabil olmayan bir lokusun fragman paterni ya ilave pikler veya tamamen ayrı yeni fragmanların görünümü ile ayırt edilir. İncelenen 5 mikrosatellit lokusundan en az ikisinde instabilite tespit edilirse mikrosatellitlerin instabil olduğu kabul edilir. Tablo IV: Mikrosatellit belirteçlerin özellikleri Kromozom lokalizasyonu Mikrosatellit belirteç (Belirtece yakın Gen) Amplifiye edilen PCR ürününün ürün (bp) floresan işareti BAT25 4q12 (c-kit) 110-130 6-FAM BAT26 2p16.3-p21 (hMSH2) 100-120 TET D5S346 5q21/22 (APC) 100-130 HEX D17S250 17q11.2-q12 (BRCA1) 140-170 TET D2S123 2p16 (hMSH2) 200-230 6-FAM BULGULAR Klinik özellikler Kolonoskopik incelemede 29 ÜK’li hastanın 21’inde pankolit, 8’inde sol taraf koliti saptandı. Klinik aktivite 18 hastada hafif, 11 hastada orta şiddette idi. Rachmilewitz endoskopik aktivite indeksine göre 13 hasta endoskopik olarak remisyonda, 16 hasta ise aktifti. Kolonik mukozal biopsilerin histopatolojik değerlendirmesinde bir hastada düşük dereceli displazi olduğu saptandı (TabloI). Displazili hastada hastalık endoskopik olarak aktif, klinik aktivite orta şiddette idi. Mikrosatellit instabilitesi ÜK ve kontrol grubunda uluslararası referans panel olarak kabul edilen standart 5 mikrosatellitte (BAT25, BAT26, D2S123, D5S346, D17S250) kontrollerden farklı bir alel diğer bir deyişle mikrosatellit instabilitesi tesbit edilmedi. TARTIŞMA Miktosatellit instabilitesi pek çok kanser tipinde yüksek oranda tesbit edilir. Az sayıda çalışma kronik pankreatit, kronik ülseratif kolit gibi kronik inflamasyonla seyreden hastalıklarda, intestinal 16 Marmara Medical Journal 2009;22(1);012-018 Özlen Atuğ, ark. Ülseratif kolitli hastaların non-neoplastik inflame kolonik mukozalarında mikrosatellit instabilitesi metaplazi ve Barrett’s özofagusu gibi prekanseröz durumlarda da MSİ’nin varlığına dikkat çekmektedir11,17-19. ÜK’li hastaların nonneoplastik inflame mukozalarında MSİ’nin varlığı ile ilgili çalışmaların sonuçları farklılıklar göstermektedir. yoktu ya da çok hafifti. Yazarlar literatürden farklı olarak elde ettikleri bu negatif sonucun kolonik inflamasyonun histolojik olarak hafif derecede olması ile ilgili olabileceğini ileri sürmektedir. Bu veriler ışığında bizim çalışmamızda da ÜK’li hastaların non-neoplastik inflame mukozalarında MSİ’nin saptanmamasının sebebi düşük derecedeki inflamatuvar aktivite olabilir. İlk olarak 1996’da Brentnall ve arkadaşlarının yaptıkları bir çalışmada ÜK’li hastaların neoplastik değişiklikler göstermeyen kolonik mukozalarında MSİ’nin anlamlı derecede varlığı gösterilmiş ve bunun kolorektal kanser gelişiminde predispozan bir faktör olabileceği belirtilmiştir12. Ancak bu çalışmada hastalık yaşı 8 yıldan az olanlarla fazla olanlar arasında MSİ açısından bir fark saptanmamış ayrıca inflamasyonun derecesi hakkında herhangi bir yorum yapılmamıştır. Ishitsuka ve arkadaşları benzer şekilde uzun süreli hastalığı olan (bu çalışmada 5 yıldan fazla) ve neoplastik değişiklikleri olmayan ÜK’li hastaların mukozalarında yüksek oranda MSİ varlığını tesbit etmişlerdir20. MSİ varlığı ile hastalık yaşı (10 yıldan az veya çok) ve tutulum yeri (proktit, sol kolon, pankolt) arasında bir ilişki saptamamışlar ancak şiddetli inflamasyon gösteren lezyonlarda MSİ’nin anlamlı derecede daha fazla olduğuna dikkat çekmişlerdir. Her iki yazarın da ortak görüşü kronik inflamasyon durumunda artan hızlı hücre yıkımı ve proliferasyonu sonucunda DNA tamir mekanizmalarında bir yetersizlik olduğu, bu yetersizliğin bir göstergesi olarak da MSİ ‘nin ortaya çıktığıdır. Ishitsuka ve arkadaşlarının bulguları bu görüşü somut olarak desteklemektedir. Son yıllarda Tahara ve arkadaşları ÜK’li hastaların neoplastik ve nonneoplastik kolonik mukozalarında görülen MSİ’ni ve malignite gelişme riskini kronik, devamlı ve şiddetli inflamasyonla ilişki bulmuşlardır 21. Sonuç olarak çalışmamızın sonuçlarına göre inflamasyon derecesi düşük olan ÜK’li hastaların kolonik mukozalarında MSİ’ne rastlanmamaktadır. MSİ şiddetli inflamatuar değişikliklere bağlı DNA tamir bozukluğunun, kronik ve şiddetli inflamasyon zemininde gelişen neoplastik değişikliklerinin bir belirteci olabilir. KAYNAKLAR 1. Lynch DAF, Lobo AJ, Sobala GM, Dixon MF, Axon ATR. Failure of colonoscopic surveillance in ulcerative colitis. Gut 1993; 34: 1075–1080. 2. Lakatos L, Mester G, Erdelyi Z, et al. Risk factors for ulcerative colitis-associated colorectal cancer in a Hungarian cohort of patients with ulcerative colitis: Results of a population- based study. Inflamm Bowel Dis 2006; 12: 3: 205-211. 3. Taylor BA, Pemberton JH, Carpenter HA, et al. Dysplasia in chronic ulcerative colitis: implications for colonoscopic surveillance. Dis Colon Rectum 1992;35: 950-956. 4. Aaltonen LA, Peltomaki P, Leach FS, et al. Clues to the pathogenesis of familial colorectal cancer. Science 1993;260:812-816. 5. Thibodeau SN, Bren G, Schaid D. Microsatellite instability in cancer of the proximal colon. Science 1993;260:816-819. 6. Søreide K, Slewa A, Stokkeland PJ, et al. Microsatellite instability and DNA ploidy in colorectal cancer: potential implications for patients undergoing systematic surveillance after resection. Cancer 2009;115: 271-782 7. D'Errico M, Rinaldis ED, Blasi MF, et al. Genomewide expression profile of sporadic gastric cancers with microsatellite instability. Eur J Cancer 2008; Dec 8. [Epub ahead of print] 8. Choi YD, Choi J, Kim JH, et al. Microsatellite instability at a tetranucleotide repeat in type I endometrial carcinoma. J Exp Clin Cancer Res 2008; 31;27(1):88. 9. Togni R, Bagla N, Muiesan P, et al. Microsatellite instability in hepatocellular carcinoma in noncirrhotic liver in patients older than 60 years. Hepatol Res 2008; Nov 5. [Epub ahead of print] 10. Carpagnano GE, Spanevello A, Carpagnano F, et al. Prognostic value of Exhaled Microsatellite alterations at 3p in NSCLC patients. Lung Cancer 2008; Nov 6. [Epub ahead of print] 11. Brentnall TA, Chen R, Lee JG, et al. Microsatellite instability and K-ras mutations associated with pancreatic adenocarcinoma and pancreatitis. Cancer Res 1995;55:4264-4267. Bizim çalışmamızda histolojik olarak hafif ve orta derecede inflamasyonu olan ÜK hastalarında MSİ’ne rastlanmadı. Bu sonuç literatürdeki bazı çalışmalarla uyumlu bulundu 22-25. Lovig ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada uzun süreli (10-30 yıl) ÜK’i olup proktokolektomi yapılmış hastaların çeşitli epitelyal değişiklikler gösteren (inflamasyon, düşük veya yüksek dereceli displazi, DALM, kanser) kolon örneklerinde sadece yüksek dereceli displazi gösteren bir tubulovillöz adenomda MSİ bulunmuş, kalan dokuların hiç birinde MSİ saptanmamıştır 22. Bu çalışmanın en dikkat çeken ve literatürden farklılık gösteren yanı ise neoplastik değişiklikler gösteren lezyonlarda da MSİ’nin tesbit edilmemiş olmasıdır. Bu çalışmada tüm hastalarda proktokolektomi esnasında kolonik inflamasyon 17 Marmara Medical Journal 2009;22(1);012-018 Özlen Atuğ, ark. Ülseratif kolitli hastaların non-neoplastik inflame kolonik mukozalarında mikrosatellit instabilitesi 12. Brentnall TA, Crispin DA, Bronner M, et al. Microsatellite instability in nonneoplastic mucosa from patients with chronic ulcerative colitis. Cancer Res 1996;56:1237-1240. 13. Truelove SC, Witts LJ. Cortisone in ulcerative colitis. Final report on therapeutic trial. Br Med J 1995; 2: 1041-1048. 14. Rachmilelewitz D Coated mesalazine ( 5-ASA ) versus sulphasalazine in the treatment of active ulcerative colitis: A randomized trial. BMJ 1989; 298: 82-86. 15. Matts SGF. The value of rectal biopsy in the diagnosis of ulcerative colitis. Q J Med 1961;120:393-407. 16. Riddell RH, Goldman H, Ransohoff DF, et al. Dysplasia in inflammatory bowel disease: standardized classification with provisional clinical application. Hum Pathol 1983;14: 931-968. 17. Semba S, Yokozaki H, Yamamoto S, et al. Microsatellite instability in precancerous lesions and adenocarcinomas of stomach. Cancer 1996;77: 1620–1627. 18. Hamamoto T, Yokozaki H, Semba S, et al. Altered microsatellites in incomplete-type intestinal metaplasia adjacent to primary gastric cancers. J Clin Pathol 1997;50: 841–846. 19. Meltzer SJ, Yin J, Manin B, et al. Microsatellite instability occurs frequently and in both diploid and aneuploid cell populations of Barrett’s-associated esophageal adenocarcinoma. Cancer Res 1994; 54: 3379–3382. 20. Ishitsuka T, Kashiwagi H, Konishi F. Microsatellite instability in inflamed and neoplastic epithelium in ulcerative colitis. J Clin Pathol 2001; 54:526-532. 21. Tahara T, Inoue N, Hisamatsu T, et al. Clinical significance of microsatellite instability in the inflamed mucosa for the prediction of colonic neoplasms in patients with ulcerative colitis. J Gastroenterol Hepatol 2005; 20:710-715. 22. Løvig T, Andersen SN, Clausen OP, Rognum TO. Microsatellite instability in long-standing ulcerative colitis. Scand J Gastroenterol 2007; 42:586-591. 23. Suzuki H, Harpaz N, Tarmin L, et al. Microsatellite instability in ulcerative colitis associated colorectal dysplasias and cancers. Cancer Res 1994;54: 48414844. 24. Willenbucher RF, Aust DE, Chang CG, et al. Genomic instability is an early event during the progression pathway of ulcerative colitis related neoplasia. Am J Pathol 1999;154:1825-1830 25. Takahashi S, Kojima Y, Kinouchi Y, et al. Microsatellite instability and loss of heterozygosity in the nondysplastic colonic epithelium of ulcerative colitis. J Gastroenterol 2003;38: 734739. 18 ARAŞTIRMA YAZISI YALNIZ MISIN? SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNDE YALNIZLIK DÜZEYİ İLE İLGİLİ BİR ÇALIŞMA Nazan Karaoğlu1, Selahattin Avşaroğlu2, Mehmet Engin Deniz3 1 Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Tıp Eğitimi ve Bilişimi Anabilim Dalı, Konya, Türkiye 2 Selçuk Üniversitesi Kampüs Sağlık Merkezi, Psikolojik Danışma, Konya, Türkiye 3 Selçuk Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi, Teknik Eğitim, Konya, Türkiye ÖZET Amaç: İnsanlar yaratılış itibariyle sosyal varlıklardır. Kişiler arası pozitif ve özel ilişkiler kurmaya ve sürdürmeye çalışırlar. Yalnızlık, kişinin duygu durumunu, sosyal becerilerini ve sosyalleşmesini etkileyebilir. Akıl sağlığı problemlerinin yanı sıra yalnızlığın beden sağlığı üzerine de belirgin negatif etkisi vardır. Yaklaşık olarak insanların % 15-30’u bir yalnızlık duygusunu deneyimlemektedir. Amaç: Bu çalışmanın amacı bir grup üniversite öğrencisinde yalnızlık duygusu ile cinsiyet, yaş ve bazı sosyo-demografik verilerin arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir. Yöntem: Hastalık dışı bir nedenle sağlık merkezine başvurup çalışmaya katılmayı kabul eden öğrencilere genel yalnızlık duygusu ölçeği olan R-UCLA ölçeği uygulandı. Bağımsız değişkenler bu ölçeğe ilave edilen sorularla toplandı. Ki-kare, korelasyon, t-testi ve Tukey analizi kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya katılan 446 öğrencinin (244 kız, 202 erkek) ortalama yaşı 20.84±1.97 yıldı. Yalnızlık prevalansı %43.3 olarak saptandı. Erkek öğrencilerin yalnızlık düzeyleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti(p<0.05). Diğer sosyo-demografik değişkenler yalnızlık düzeyi üzerine etkili bulunmadığı halde (p>0.05) yaşadığı çevreden memnun olma durumu yalnızlık düzeyini olumlu yönde etkilemekteydi(p<0.05). Sonuç: Yalnızlık ile organik hastalıklar arasındaki bağlantı halen tartışmalı olmasına karşın yalnız kişilerin sağlık sistemini daha fazla kullandıkları belirlenmiştir. Yalnızlığın tespiti ve düzeyinin değerlendirilmesi özellikle birinci basamak hekimleri için kişinin yaşam kalitesini ve beden sağlığını artırmak için anahtar rolü oynayabilir. Anahtar sözcükler: Yalnızlık, Üniversite öğrencileri, koruyucu sağlık hizmeti İletişim Bilgileri: Nazan Karaoğlu Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Tıp Eğitimi ve Bilişimi Anabilim Dalı, Konya, Türkiye e-mail: [email protected] 19 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Nazan Karaoğlu, ark. Yalnız mısın? Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde yalnızlık düzeyi ile ilgili bir çalışma ARE YOU LONELY? A STUDY ABOUT LONELINESS, IN UNIVERSITY STUDENTS, IN SELCUK UNIVERSITY ABSTRACT Objective: Human beings are social by nature. They desire to form and maintain positive and significant interpersonal relationships. Loneliness may affect mood, social skills and sociability. In addition to mental health problems, an obvious negative influence on physical wellbeing has been linked to loneliness. Approximately 15–30% of people experience loneliness. The aim of this study was to evaluate the relationship of loneliness with gender, age and socio-demographic variables in a group of university students. Methods: R-UCLA scale was applied to the voluntary university students who admitted to community health center for any reason except illness. Independent variables were collected by a questionnaire. Chisquare, correlation, t-test and Tukey analysis were employed. Results: The participants were 446 students (244 women, 202 men) whose mean age was 20.84 ±1.97 years. The overall prevalence of feeling lonely was 43.3%. The loneliness levels of male students were significantly higher than female students (p<0.05). Although, other variables were not effecting loneliness levels (p>0.05), satisfaction with current environment had a significant positive effect (p<0.05). Conclusion: Although association of loneliness and organic illnesses is still in debate, more frequent use of health care systems by lonely individuals was documented. The recognition and assessment of loneliness should be a key especially for primary care physicians to enhance life satisfaction and physical health of individuals. Keywords: Loneliness, University students, Preventive health care Yalnızlık; bireyin sağlığını etkileyen olumsuz biyolojik stresörleri tetikleyen psikolojik bir süreçtir.13,14 Hawkley ve arkadaşları yalnızlığın hastalıklara zemin hazırladığını ve bunun üç temel nedeni olduğunu belirtir.4 Bunlar; bireyin sağlığını korumaya yönelik davranışlarda bulunmaması, aşırı artmış stres cevabının ortaya çıkması ve fizyolojik onarım mekanizmalarının yetersiz ya da etkisiz işlemesidir. Örneğin; uyku bozukluğu gibi. Yalnız olan adolesan veya genç erişkin yaş grubundaki bireylerin yaşamı sürdürmek için daha az neden belirttiği, daha fazla intihar olasılığı ifade ettiği, daha umutsuz ve yalnız oldukları belirtilmektedir.2,15,16 Ayrıca bireyin kendi sağlığını korumaya yönelik davranışları ile yalnızlık duygusu arasında ters ilişki bulunmuştur. Başka bir deyişle sosyal destek algısının artması yalnızlık duygusunu ve bu da dolaylı olarak sağlıklı davranışlara yol açarak toplum sağlığını etkiler.17 Bazı yazarlar yalnız bireylerin daha kilolu olduğunu ve daha çok sigara içtiğini18 bazıları da yalnız bireylerin sağlık merkezlerini çok daha fazla kullandığını saptamıştır. Üstelik bu durum var olan hastalıkları ya da hastalıklarının şiddeti ile bağlantılı 19 bulunmamıştır. Tüm bunlar yalnızlık GİRİŞ Yalnızlık bireyin sosyal ilişkilerinin beklediği gibi gitmediği algısıdır.1 Evrenseldir ve insanın ait olma duygusunun sonucudur. Yakın tarihte yapılmış bir klinik derlemede yalnızlık prevelansının %15-30 arasında değişen sayılarla ifade edildiği belirtilmiştir.1 Yalnızlığın kişiye acı verdiği, olumsuz bir his olduğu bilinmektedir.1,2 Yalnızlık duygusu umutsuzluk ve mutsuzluk içerip bireye acı veren bir durum olmasıyla yalnız olmayı isteme durumundan ayrılır.1,3 Çünkü insan doğası gereği sosyal bir varlıktır. İnsan neslinin devamı diğerleriyle iletişim, onları anlama ve onlarla çalışma gibi sosyalleşmelerle mümkündür.4 Her yaş grubu için sosyalleşebilmek ve bundan tatmin olmak akıl ve ruh sağlığının iyi olması için gereklidir.1,5-8 Yaşam doyumunun yalnızlık duygusu, depresyon ve intihar girişimleri ile yakından ilişkili olduğu gösterilmiştir.9 Ait olma duygusu ve yalnızlığın depresyon üzerine etkili olduğu da ortaya konmuştur.10,11 Yalnızlığın ifade edilebilmesi de zordur. Çalışmalar cinsiyetin ve toplumsal baskıların yalnızlığın ifadesini zorlaştırdığını göstermektedir.12 20 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Nazan Karaoğlu, ark. Yalnız mısın? Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde yalnızlık düzeyi ile ilgili bir çalışma duygusunun koruyucu hekimlik açısından önem verilmesi gereken ve öncelikle de bireyde var ise tanımlanması gereken bir durum olduğunu gösterir. izinler alındı. Hastalık dışı bir sebeple sağlık merkezine gelip çalışmaya katılmayı kabul eden bu öğrencilere çalışmanın amacı anlatılıp onayları alındıktan sonra genel yalnızlık duygusu ölçeği olan R-UCLA ölçeği uygulandı.20 UCLA Yalnızlık Ölçeği 10’u düz 10’u ters olmak üzere toplam 20 maddeden oluşmuştur. Her madde 1 ile 4 arasında puanlanmıştır. Yalnızlık puanı hesaplanırken ters kullanılan maddelere verilen puanların tersi alınarak hesaplama yapılır. Ölçekten alınabilecek puanlar 20 ila 80 arasındadır. Yüksek puan yalnızlığın, düşük puan ise yalnız olmamanın göstergesidir. Ölçeğin Türkçe geçerlik ve güvenirlik çalışması Demir21 tarafından yapılmıştır. Cronbach alfa katsayısı 0.96’dır. Çalışmanın diğer bağımsız değişkenleri bu ölçeğe eklenen sorularla toplandı. Grubun yalnızlık prevalansını hesaplamak için tüm öğrencilerin yalnızlık puanı ortalaması ve bu ortalama puana bir standart sapma ilave edilerek çalışma grubu dikotomize edildi.2,19 Oluşan bu iki grup arasında da değişkenler açısından karşılaştırma yapıldı. İstatistiksel değerlendirmelerde ki-kare, korelasyon, t-testi ve Tukey analizi kullanıldı. Veri analizinde SPSS istatistik paket programı uygulandı ve p<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Heinrich ve ark.1 1980’lerde yalnızlık konusuna aşırı bir ilgiden sonra birden çalışmaların azaldığını, bunun da yalnızlığın, depresyon ya da anksiyetenin bir parçası gibi algılanması nedeniyle olabileceğini, oysa başlı başına bir fenomen olarak araştırılması gerektiğine dikkat çekerler. Bu konuda bir araştırmanın, bir üniversitenin sağlık merkezinde yani birinci basamakta planlanmasında, yalnızlıktan en çok etkilendiği ifade edilen yaş grubu ile karşılaşılması ve koruyucu sağlık hizmeti sunuluyor olması nedenleri etkili olmuştur. Bu konuda özellikle prevalans çalışmalarının azlığı da başka bir nedendir. Bu araştırma üniversite öğrencilerinin yalnızlık düzeylerini ve yalnızlığa neden olabilecek cinsiyet, yaş, okuduğu bölüm, okuduğu sınıf, kardeş sayısı, yaşamının çoğunu geçirdiği yer, sigara içme ve şu anda yaşadığı yerden memnun olup olmama değişkenleri ile ilişkisini saptamak amacıyla gerçekleştirilmiştir. GEREÇ-YÖNTEM Bu çalışma 2006–2007 Eğitim Öğretim yılında Selçuk Üniversitesi Kampüsü Sağlık Merkezi’nde, değişik fakülte ve yüksekokullarda okuyan öğrenciler üzerinde yapılan tanımlayıcı, kesitsel bir çalışmadır. Çalışma evrenini oluşturacak öğrenci sayısı n= t2xpxq/d2 formülü kullanılarak hesaplandı. Yurtdışı kaynaklı veriler yalnızlık düzeyini %15-30 arasında belirtmekle birlikte Türkiye’de yapılmış bazı çalışmalarda yalnızlık oranı %30’un üzerinde 1,2 saptanmıştı. Literatürün daha çok eski tarihli bilgiler içermesi de göz önüne alınarak yalnızlık prevalansı %50 olarak alındı. Yüzde 95 olasılık için t değeri 1,96, yanılma payı %5 olarak kabul edildi (n= 2 1,962x0,50x0,50/0,05 ). Sonuç olarak en az 385 üniversite öğrencisine ulaşılması planlandı. Ancak eksik doldurulabilecek anketler göz önünde bulundurularak 450 öğrenciye anket uygulaması kararlaştırıldı. Selçuk Üniversitesi yönetiminden gerekli BULGULAR Dört anket eksik veri nedeniyle çalışma dışında tutulduğundan çalışmada 446 üniversite öğrencisinden edinilen veriler kullanıldı. Yaş aralığı 17 ile 36 yıl olan bu 446 öğrencinin ortalama yaşı 20.84±1.97 yıldı. Öğrencilerden 244’ü kız (%54.7), 202’si erkekti (%45.3). Çalışma grubunun ortalama yalnızlık puanı 34.36 ± 8.84 (en az 20, en fazla 69) olarak hesaplandı. UCLA Yalnızlık Ölçeği toplam puanı üzerinden çalışma grubunun %43.3’ünün (n=193) ortalama değer üzerinde yalnızlık puanına sahip olduğu görüldü. Eşik değer bir standart sapma artırıldığında ise (34.36+8.84=43.2 puan) grubun % 15.9’unun (n=71) bu puanın üstünde bir yalnızlık puanı aldığı saptandı. 21 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Nazan Karaoğlu, ark. Yalnız mısın? Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde yalnızlık düzeyi ile ilgili bir çalışma Öğrencilerin okudukları bölümler Öğrenci Seçme Sınavında (ÖSS) yer alan puan türlerine göre sınıflandığında fen bilimleri puanı ağırlıklı okullarda okuyan 143 (%32.1), sosyal bilimler puanı ağırlıklı okuyan 100 (%22.4), eşit ağırlıklı okullarda okuyan 99 (%22.2) ve yetenek ağırlıklı okullarda okuyan 104 (%23.3) öğrenci olduğu görüldü. Bu öğrenciler arasında yalnızlık puanları açısından fark saptanmadı (Tablo I). Tablo I. Öğrencilerin yalnızlık puanlarının ortalama ve ortalamaya bir standart sapma ilave edilerek bulunan yalnızlık düzeyi kategorilerinin sosyo-demografik değişkenler açısından karşılaştırması YALNIZLIK PUANI 20–34 YALNIZLIK PUANI 35 ve üstü TOTAL 44 ve üstü * 20–43 P** N % N % P** N % N N %* %* Cinsiyet Kadın Erkek 150 103 33,6 23,1 94 99 21,1 22,2 0.026 209 166 46,9 37,2 35 36 7,8 8,1 0,318 244 202 54,7 45,3 17-19 20-22 23 yaş ve üzeri 55 153 45 12,3 34,3 10,1 56 101 36 12,6 22,6 8,1 0.161 93 214 68 20,9 48,0 15,2 18 40 13 4,0 9,0 2,9 0,993 111 254 81 24,9 57,0 18,2 77 61 57 58 17,1 13,7 12,8 13,0 66 39 42 46 14,8 8,7 9,4 10,3 119 85 81 90 26,7 19,1 18,2 20,2 24 15 18 14 5,4 3,4 4,0 3,1 143 100 99 104 32,1 22,4 22,2 23,3 1.sınıf 2.sınıf 3.sınıf 4.sınıf 66 96 60 31 14,8 21,5 13,5 7,0 65 60 43 25 14,6 13,5 9,6 5,6 109 134 88 44 24,4 30,0 19,7 9,9 22 22 15 12 4,9 4,9 3,4 2,7 131 156 103 56 29,4 35,0 23,1 12,6 Kırsal Kent 91 162 20,4 36,3 70 123 15,7 27,6 0,948 134 241 30,0 54,0 27 44 6,1 9,9 0,712 161 285 36,1 63,9 Kardeşi yok 1–2 kardeş 3 ve üzeri kardeş 11 156 84 2,5 35,4 18,8 11 109 73 2,5 24,4 16,4 0,423 18 226 131 4,0 50,7 29,4 4 41 26 0,9 9,2 5,8 0,907 22 267 157 4,9 59,9 35,2 18 46 189 4,0 10,3 42,4 23 38 132 5,2 8,5 29,6 31 72 272 7,0 16,1 61,0 10 12 49 2,2 2,7 11,0 41 84 321 9,2 18,8 72,0 Evet Hayır 61 192 13,7 43,0 42 151 9,4 33,9 89 286 20,3 64,1 14 57 3,1 12,8 0,462 103 343 23,1 76,9 Memnun Kısmen memnun Memnun değil 100 128 25 22,4 28,7 5,6 73 87 33 16,4 19,5 7,4 152 183 40 34,1 41,0 9,0 21 32 18 4,7 7,2 4,0 0,003 173 215 58 38,8 48,2 13,0 253 56,7 193 43,3 375 84,1 71 15,9 446 100.0 Yaş Alan Fen Sosyal Eşit Ağırlık Yetenek 0.076 0,803 Okuduğu Sınıf 0,289 0,600 Memleketi Kardeş Sayısı Barındığı yer Ailesi ile birlikte Arkadaşları ile evde Yurtta 0,175 0,291 Sigara içme durumu 0,560 Yaşadığı yerden memnuniyet Toplam * 0,076 Toplam sayı içindeki yüzdeyi ifade etmektedir. Chi-square testi sonuçlarına göre bulunan p değeridir. ** 22 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Nazan Karaoğlu, ark. Yalnız mısın? Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde yalnızlık düzeyi ile ilgili bir çalışma Okudukları sınıflara bakıldığında ise; 1.sınıfta 131(%29.4), 2.sınıfta 156 (%35.0), 3.sınıfta 103 (%23.1), 4. sınıfta 56 (%12.,6) öğrenci vardı. Kırsal bir bölgede yaşamının çoğunu geçirmiş olan öğrenci sayısı 161 (%36.1) iken kentsel alanda geçirmiş olanların sayısı 285’ti (%63.9). Yirmi iki öğrencinin (%4.9) hiç kardeşi yokken, 1–2 kardeşi olan 267 (%59.9) ve üç ve üzeri kardeşe sahip 157(%35.2) öğrenci saptandı. Öğrencilerin 41’i (%9.2) ailesiyle birlikte, 84’ü (%18.8) arkadaşları ile evde kalmaktaydı. Yurtta kalan öğrenciler ise 321 kişiydi (%72.0). Öğrencilerin 103’ü (%23.1) ‘sigara içiyor musunuz?’ sorusuna ‘evet’ yanıtı verdi. Okuduğu sınıf, yaşamının çoğunu geçirdiği yer (memleket), kardeş sayısı, şu anda barındıkları yer ve sigara içme durumu değişkenleri ile yalnızlık puanları arasında anlamlı ilişki bulunmadı (Tablo I). bilim dalları içinde sınırlı kalmasına yol açmıştır.1,22 Oysa her insanın en azından yaşamının bir döneminde yaşayabileceği bir durum olan yalnızlığın koruyucu hekimlik açısından da tıp bilimlerine konu edilmesi gerekir. Çünkü çalışmalar bireyin yalnızlığının sağlık bilimleri açısından bireysel ve toplumsal maliyeti olduğunu ortaya koymaktadır.4,9,13,14,17,18,19 Bu çalışma, sağlıklı üniversite öğrencilerinde yalnızlık düzeyini taramak amacıyla yapılan kapsamlı bir araştırma olması ve bu konuda Türkiye’de yapılmış ender tanımlayıcı çalışmalardan biri olması2,8 dolayısıyla önemlidir. Genel popülasyonda yalnızlık prevalansı %15–30 arasında, ortalama yalnızlık puanı 40.5 olarak bildirilmektedir.1,19 Eskin’in2 959 yüksek okul öğrencisiyle yaptığı çalışmada öğrencilerin %65’i “kendinizi yalnız hissettiğiniz zamanlar oluyor mu?” sorusuna “evet” yanıtı verirken, %33.2 ‘si ortalama yalnızlık puanının üstünde puan almıştır. Ayrıca intihar girişimi olanlarda yalnızlık puanı daha yüksek bulunmuştur. Bu çalışmada ortalama yalnızlık puanı ve yalnızlık prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu durum yaşanan yerden memnuniyetle ilişkili olabilir. Çünkü 2 Eskin’in çalışması İstanbul’da yani genelde öğrencilerin yaşamayı istedikleri bir şehirde yapılmıştır. Çalışmaya katılan öğrencilerin yalnızlık puanlarının ortalama ve ortalamaya bir standart sapma ilave edilerek bulunan yalnızlık düzeyi kategorilerinin sosyodemografik değişkenler açısından karşılaştırması Tablo I’de gösterilmiştir. Öğrencilerin cinsiyetlerine göre bakıldığında erkeklerin yalnızlık puanları daha yüksek bulundu ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.026). Ancak ortalama değere bir standart sapma ilave edildiğinde fark ortadan kalkmaktaydı (p=0.318). Bunun üzerine yapılan t- testinde de cinsiyetler arasında anlamlı fark saptandı (p=0.04). Geller ve arkadaşlarının19 acil servise başvuran hastalarda yaptıkları çalışmalarında ortalama yalnızlık puanı 39.06±12 olarak bulunmuştur. Acil servise başvuran hastaların %45.12’sinin ortalama yalnızlık puanının üstünde aldığı görülmüş. Yine Ünal ve arkadaşlarının7 65 yaş üstündeki huzurevinde yaşayan bireylerle yaptıkları çalışmalarında ortalama yalnızlık puanı 37.1±9.1 bulunmuştur. Öğrencilerin ortalama yalnızlık puanları ve yalnızlık prevalansı literatürdeki bu iki çalışmadaki değerlerden düşüktür. Bunun sebebi çalışma grubumuzda herhangi bir sağlık problemi veya sakatlık tanımlamayan adolesan ve genç erişkinlik dönemindeki bireylerin yer alması olabilir. Lauder ve arkadaşlarının18 ortalama 45 Her iki puan kategorisinde de öğrencilerin yaşadığı yerden memnun olma durumu ile yalnızlık duygusu arasında anlamlı ilişki vardı (sırasıyla p=0.076, p=0.003). Yaşadığı yerden memnun olanların yalnızlık duygusu daha düşüktü. Varyans analizi sonucu da yaşadığı yerden memnun olma değişkeni ile yalnızlık duygusu arasında doğrusal bir ilişkinin varlığını gösterdi. Varyans analizi için Tukey testi kullanıldığında da ilişkinin istatistiksel anlamlılığı değişmedi (p=0.007). TARTIŞMA Toplumların kültürel yapıları ve bireylerin yalnızlık kavramını algılayış biçimleri bu konunun daha çok psikiyatri ve psikoloji gibi 23 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Nazan Karaoğlu, ark. Yalnız mısın? Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde yalnızlık düzeyi ile ilgili bir çalışma Lauder ve arkadaşları18 yalnızlığın bir sosyal izolasyon algılanması şeklinde tanımlanabileceğini ve bu durumun bireyin sağlığı üzerinde ciddi tehlikeler yarattığını belirtir. Avustralya’da 1289 erişkin üzerinde yaptıkları çalışmada yalnız bireylerin daha çok sigara içtiğini, vücut kitle indekslerinin daha yüksek olduğunu, daha kilolu ya da obez olduklarını ve bunları değiştirmek için çaba göstermeye de daha az istekli olduklarını göstermişlerdir. Nausheen ve arkadaşları14 da yalnızlık duygusunun bireyin özdeğerlik ve kendine yeterlik duygularına zarar vererek stresle başedebilme kapasitesini algılayışını bozduğunu ve sonuçta vücutta stresin yarattığı etkilerin arttığına vurgu yapar. Böyleye kardiyo-vasküler reaktivite artmakta, platelet agregasyonu gibi trombotik süreçler oluşmaktadır. Steptoe ve arkadaşları13 ise 4759 yaş arasındaki 240 bireyde yalnızlık ve strese karşı vücudun nöroendokrin, kardiyovasküler ve inflamatuar cevabını yaptıkları çalışmalarında yalnızlık skoru yüksek olan bireylerin yaş, sigara içme ya da vücut kitle indeksi gibi değişkenlerden bağımsız olarak kadınlarda diastolik kan basıncını artırıcı etkisi olduğunu göstermişlerdir. Ayrıca stres karşısında yalnızlık puanı yüksek olan bireylerde fibrinojen, naturell killer cell ve kortizol cevabının da yüksek olduğunu saptamışlardır. Bütün bunların kalp hastalığı, tansiyon, inme, kanser ve daha birçok hastalığa zemin hazırlayan durumlar olduğu artık çok iyi bilinmektedir. Ancak bu çalışmamızda sigara dışındaki sağlığı korumaya yönelik çabalara, vücut kitle indeksi, tansiyon ya da vücudun inflamatuar cevabını ölçen parametrelere bakılmamış olmakla beraber sigara içme ile ortalama yalnızlık puanları açısından anlamlı fark bulunmamıştır. yaşındaki 1289 bireyle yaptığı çalışmada yalnızlık oranı % 35 olarak saptanmıştır. Mahon ve arkadaşları16 1980–2004 yılları arasında basılmış veya basılmamış olan 95 adet adolesanlarda yapılmış yalnızlıkla ilgili çalışmanın meta-analizini yaptıkları makalelerinde çalışmaların genelinde yalnızlıkta cinsiyet farkı olmadığını ifade ederler. Bu 95 çalışmanın 9’unda erkekler, 2’sinde kadınlar lehine yalnızlık düzeyi anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. DurakBatıgün15 15-65 yaş arasındaki 683 bireyle yaptığı çalışmada yalnızlık puanının erkeklerde daha yüksek olduğunu belirtir. Cramer ve arkadaşları12 erkeklerde yalnızlık düzeyinin kadınlardan yüksek ama bunun anlamlı düzeyde olmadığını belirttikten sonra erkeklik ve kadınlık algısının bunda etkili olduğunu, yani erkeklerin yalnız olduklarını itiraf etmeye isteksiz olduklarını ilave eder. Deniz ve arkadaşları8 benzer yaş grubu üniversite öğrencilerinde yaptıkları çalışmalarında erkekler de ortalama yalnızlık puanlarının daha yüksek olduğunu belirtir. Benzer şekilde bu çalışmada da erkeklerin yalnızlık puanı daha yüksektir. Öğrencilerin okudukları bölümler açısından bakıldığında ise yalnızlık puanlarında anlamlı fark bulunmamıştır. Park22 üniversitede psikoloji kursu alan öğrencilerde (sosyal ağırlıklı) yaptığı çalışmada yalnızlık düzeyinin mükemmeliyetçilik ve depresif belirtilerle korele olduğunu hatta yalnızlığın depresif belirtilerin eşsiz bir ön belirtisi olduğunu ifade eder. Swami ve 9 arkadaşlarının tıp fakültesi öğrencilerinde (fen ağırlıklı) yaptıkları çalışmada yalnızlık ve yaşamından memnun olmamanın bireyin genel sağlık algısı ile ilişkili olduğunu belirtir ve bunun da depresyon üzerinde etkili olduğunu bildirir. Swami ve arkadaşlarının9 Malezya’lı tıp fakültesi öğrencilerinde yaptıkları çalışmada öğrencilerin psikolojik olarak daha kötü hissetmesinin yalnızlık ve yaşamından memnun olmamaya, bunun da depresyona yol açtığı bulunmuştur. Yazarlar depresyonla yalnızlık arasında direkt bir bağlantı bulamamışlardır. 23 Halamandaris ve arkadaşları yalnızlık ile üniversitede akademik performans ve üniversiteye adaptasyon arasında bağlantı bulamamıştır. Biz de bu çalışmada üniversitede geçirdikleri sürenin yani okulda okudukları sınıf düzeyinin yalnızlık düzeyi ile bağlantılı olmadığını saptadık. 24 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Nazan Karaoğlu, ark. Yalnız mısın? Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde yalnızlık düzeyi ile ilgili bir çalışma Ancak dolaylı olarak depresyonla mücadelede kişinin kendini iyi hissetmesini sağlamaya yönelik çalışmalara paralel olarak yalnızlık ve yaşamdan memnuniyetsizlikle de savaşılmalıdır demişlerdir. Benzer şekilde bu çalışmada da yaşadığı yerden memnun olma durumu ile yalnızlık puanları arasında anlamlı fark bulunmuştur. genel sağlık durumunun değerlendirilmemiş olması bu çalışmanın sınırlılıklarıdır. Üniversite öğrencilerinde planlanan bir çalışma olması nedeniyle evlilik durumları sorulmamıştı ancak duygusal ilişki yaşadığı birinin varlığı sorulabilirdi.8 Bu nedenlerle bu çalışmaya, özellikle sağlık bilimleri açısından araştırılması gereken bir alanı ortaya çıkarmayı amaçlayan bir örnek gözüyle bakılabilir. Park22 yalnızlığın depresif semptomların belirgin ve eşsiz bir prediktörü olduğuna vurgu yapar. Eskin2 intihar girişimi olanlarda yalnızlık puanını daha yüksek bulmuştur. Bu çalışma grubunda saptanan yüksek yalnızlık prevalansı koruyucu hekimlik açısından konunun önemini ortaya koymaktadır. Ortalama yalnızlık puanı esas alındığında yaklaşık her iki öğrenciden biri yalnızlık çekmektedir ve olası sonuçları ile beraber düşünüldüğünde birinci basamakta bu öğrencilere hizmet veren birinci basamak hekimlerine ve psikolojik danışma merkezlerine büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Örneğin Geller ve 19 arkadaşları yalnız bireylerin hastalıklarından ya da hastalıklarının şiddetinden bağımsız olarak olarak acil servisi daha fazla kullandıklarını belirtir. Öyleyse öncelikli olarak sağlık merkezlerine sıkça gelen bireylerden başlanarak yalnızlık için tarama yapılabilir. Ayrıca hasta anamnez formuna eklenecek kısa bir yalnızlık ölçeği ile yalnızlık düzeyinin saptanması mümkündür.2 Çalışmalar sosyal destek algısı ile yalnızlık duygusunun ters ilişkili olduğunu belirtir.17,23 Bu destek birinci basamakta öğrencilere psikolojik danışmanlık hizmeti veren merkezler aracılığıyla sağlanabilir. SONUÇ Bu çalışma sağlıklı üniversite öğrencilerinde yalnızlık prevalansı ile ilgili veriler sağlamaktadır. Yalnızlık prevalansı bu çalışma grubunda ortalama yalnızlık puanına göre %43.3 arasındadır. Diğer bir deyişle çalışma grubundaki yaklaşık her iki kişiden biri yalnızlık hissetmektedir. Böyle yüksek bir oran, sebep olabileceği hastalık riskleri düşünüldüğünde koruyucu hekimlik açısından konunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. TEŞEKKÜR Bu çalışma için izin veren Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü’ne ve çalışmamıza konu olan Selçuk Üniversitesi öğrencilerine teşekkür ederiz. Ayrıca değerli katkıları ve yol gösterici eleştirileri ile makalemizin bu formu kazanmasını sağlayan adlarını bilmediğimiz eleştirmenlere de minnettarız. KAYNAKLAR 1. Bu çalışma bir üniversitede okuyan sağlıklı öğrencilerle yapılmıştır. Tüm üniversite öğrencilerine ve topluma genellenemez. Ancak çalışmanın yapıldığı üniversitenin öğrencilerini temsil edebilir ve diğer üniversite öğrencileri ve tüm popülasyon için de uyarıcı bir rol oynayabilir. Depresyonla sıkça karışması nedeni ile belki de bu öğrencilere ilave olarak bir depresyon ölçeği uygulanmamış olması24, birinci basamakta kolayca yapılabilen bazı muayeneler ve laboratuar desteği ile (kan basıncı, nabız, kalp atım sayısı, EKG, vücut kitle indeksi gibi) 2. 3. 4. 5. 25 Heinrich L M, Gullone E. The clinical significance of loneliness: A literature review. Clin Psychol Rev 2006; 26: 695–718. Eskin M. Ergenlikte yalnızlık, baş etme yöntemleri ve yalnızlığın intihar davranışı ile ilişkisi. Klinik Psikiyatri Dergisi 2001; 4: 5–11. Hughes M E, Waite L J, Hawkley L C, Cacioppo J T. A short scale for measuring loneliness in large surveys: Results from two population-based studies. Res Aging 2004; 26: 655–672. Doi: 10.1177/0164027504268574 Hawkley L C, Browne M W, Cacioppo J T. How can I connect with thee? Let me count the ways. Psychol Sci 2004; 16(10): 798–804. Kafetsios K, Sideridis G D. Attachment, social support and well-being in young and older adults. J Health Psychol 2006; 11: 863–875. Doi:10.1177/1359105306069084 Marmara Medical Journal 2009;22(1);019-026 Nazan Karaoğlu, ark. Yalnız mısın? Selçuk Üniversitesi öğrencilerinde yalnızlık düzeyi ile ilgili bir çalışma 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. Kılınç H, Sevim S A. Loneliness and cognitive distorsions among adolescents. Ankara University, Journal of Faculty of Educational Sciences 2005; 38(2): 69–88. Ünal G, Bilge A. The evaluation of the loneliness, depression and cognitive function in older age group (in Turkish). Turkish Journal of Geriatrics 2005; 8(2): 89–93. Deniz M E, Hamarta E, Arı R. An investigation of social skills and loneliness levels of university students with respect to their attachment styles in a sample of Turkish students. Soc Behav Personal 2005; 23(1): 19–32. Swami V, Chamorro-Premuzic T, Sinniah D, et al General health mediates the relationship between loneliness, life satisfaction and depression. A study with Malaysian medical students. Soc Psych Psych Epid 2007; 42(2): 161-6. Doi: 10.1007/s00127–006–0140–5 Hagerty B M, Williams A R. The effects of sense of belonging, social support, conflict, and loneliness on depression. Nurs Res 1999; 48(4): 215–219. Karahan T F, Sardoğan M E, Şar A H, Ersanlı E, Kaya S N, Kumcağız H. Üniversite öğrencilerinin yalnızlık düzeyleri ile benlik saygısı düzeyleri arasındaki ilişkiler. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi 2004; 18: 27–39. Cramer K M, Neyedley K A. Sex differences in loneliness: The role of masculinity and feminity. Sex Roles 1998; 38: 645–653. Steptoe A, Owen N, Kunz-Ebrecht S, Brydon L. Loneliness and neuroendocrine, cardiovascular, and inflammatory stres responses in middle-aged men and women. Psychoneuroendocrino 2004; 29: 593– 611. Nausheen B, Gidron Y, Gregg A, Tissarchondou H S, Peveler R. Loneliness, social support and cardiovascular reactivity to laboratory stress. Stress 2007; 10(1): 37–44. 15. Durak-Batıgün A. İntihar olasılığı: Yaşamı sürdürme nedenleri, umutsuzluk ve yalnızlık açısından bir inceleme. Türk Psikiyatr Derg 2005; 16(1): 29–39. 16. Mahon N E, Yarcheski A, Yarcheski T J, Cannella B L, Hanks M M. A meta-analytic study of predictors for loneliness during adolescence. Nurs Res 2006; 55(5): 308–315. 17. Mahon N E, Yarcheski A, Yarcheski T J. Social support and positive health practices in young adults: Loneliness as a mediating variable. Clin Nurs Res 1998; 7; 292-308. Doi: 10.1177/105477389800700306 18. Lauder W, Mummery K, Jones M, Caperchione C. A comparison of health behaviours in lonely and non-lonely populations. Psychol Health Med 2006; 11(2): 233–245. 19. Geller J, Janson P, McGovern E, Valdini A. Loneliness as a predictor of hospital emergency department use. J Fam Pract 1999; 48: 801–804. 20. Russell D, Peplau LA, Cutrona C E. The revised UCLA Loneliness Scale: Concurrent and discriminant validity evidence. J Pers Soc Psychol 1980; 39: 472–480. 21. Demir A. UCLA Yalnızlık ölçeğinin geçerlik ve güvenirliliği. Psikoloji Dergisi 1989; 7 (23): 14–18. 22. Park Y. Perfectionism and loneliness as predictors of depressive symptoms: A test of an integrative model. Journal of Young Investigators 2004; 10(1). www.jyi.org/volumes/volume10/issue1/articles/par k.html (erişim tarihi:27 Haziran 2008) 23. Halamandaris K F, Power K G. Individual differences\ social support and coping with the examination stres. A study of the psychosocial and academic adjustment of first year home students. Pers Indiv Differ 1999; 26: 554-574. 24. Cacioppo J T, Hawkley L C, Berntson G G, et al. Do lonely days invade the nights? Potential social modulation of sleep efficiency. Psychol Sci 2002; 13(4): 384-387. 26 ORIGINAL RESEARCH COMPARISON OF CONVENTIONAL AND REAL TIME PCR METHODS TO DETERMINE THE ACE I/D AND ANGIOTENSINOGEN M235T POLYMORPHISMS Ebru Alp, Sevda Menevşe Gazi Üniversitesi, Tıbbi Biyoloji ve Genetik, Ankara, Türkiye ABSTRACT Objective: Angiotensin converting enzyme (ACE) and angiotensinogen (AGT) are the key components of the reninangiotensin system. The ACE I/D and AGT M235T polymorphisms are usually analyzed by conventional PCR. However, recently genotyping of I/D and M235T polymorphism is facilitated by the development of the rapid genotyping technique. The aim of this study is to compare the conventional PCR and Real Time PCR methods in order to determine the ACE I/D and M235T polymorphisms. Methods: In our study, the genotyping of ACE I/D and AGT M235T polymorphism was performed by conventional and Real Time PCR techniques and are determined the advantage and disadvantage of both techniques. Results: According to our study, mistyped ratio of ACE I/D polymorphism at conventional PCR was found as 6%. Therefore, to avoid mistyping, an additional PCR amplification was performed for the confirmation of all DD genotypes (insertion specific PCR). The DNA samples were also analyzed by Real Time PCR technique. Finally, conventional and Real Time PCR results were compared. As a result, all genotype were determined correct at single step Real Time PCR. We also analysed M235T polymorphism by PCR-RFLP and Real Time PCR techniques. There were no different results among the two techniques. However, potentional problems such as incomplete enzyme digestion may cause false genotyping. Conclusion: Rapid genotyping of ACE I/D and M235T polymorphism offers an appropriate option for laboratory investigation and diagnosis in point of reliability and labor intensiveness. Keywords: ACE, AGT, Real Time PCR, Polymorphism, PCR ACE I/D VE ANJİYOTENSİNOJEN M235T POLİMORFİZMLERİNİN BELİRLENMESİNDE KONVANSİYONEL PZR VE EŞZAMANLI PZR YÖNTEMLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI ÖZET Amaç: Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE) ve Anjiyotensinojen (AGT) renin-anjiyotensin sisteminin anahtar bileşenleridir. ACE I/D ve AGT M235T polimorfizmleri genellikle konvansiyonel PZR tekniği ile saptanmaktadır. Fakat son zamanlarda hızlı genotiplendirme tekniğinin geliştirilmesi ile bu polimorfizmlerin belirlenmesi kolaylaşmıştır. Çalışmamızda ACE I/D ve M235T polimorfizmlerinin belirlenmesinde Eşzamanlı ve konvansiyonel PZR yöntemlerini karşılaştırmayı amaçladık. Yöntem: ACE I/D ve AGT M235T polimorfizmleri konvansiyonel ve Eşzamanlı PZR teknikleri ile çalışıldı ve bu tekniklerin avantajları ve dezavantajları belirlendi. Bulgular: Bulgularımıza göre konvansiyonel PZR ile I/D polimorfizminin yanlış genotiplendirme oranı % 6 belirlendi. Bu nedenle hatalı genotiplendirmeden kaçınmak için tüm DD genotipli örneklere ikinci bir PZR daha uygulandı (İnsersiyon spesifik PZR). DNA örnekleri aynı zamanda Eşzamanlı PZR ile de analiz edildi. Son olarak konvansiyonel PZR ve Eşzamanlı PZR sonuçları karşılaştırıldı. Tüm genotipler Eşzamanlı PZR ile tek seferde doğru olarak saptandı. Ayrıca M235T polimorfizmi de PCR-RFLP ve Eşzamanlı PZR teknikleri ile analiz edildi. İki tekniğin sonuçları arasıda herhangi bir farklılık gözlemedi. Ancak PCR-RFLP yönteminde tamamlanmamış enzim kesimi gibi olası problemler yanlış genotiplendirmeye neden olabilmektedir. Sonuç: Özetle ACE I/D ve M235T polimorfizmlerinin hızlı genotipleme tekniği olan Eşzamanlı PZR ile belirlenmesi güvenilirlik ve zaman kaybı yönünden laboratuvar araştırmaları ve tanı için uygun bir seçenek sunmaktadır. Anahtar Kelimeler: ACE, AGT, Eşzamanlı PZR, Polimorfizm, PZR İletişim Bilgileri: Ebru Alp, MSc. Gazi Üniversitesi, Tıbbi Biyoloji ve Genetik, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2009;22(1);027-033 27 Marmara Medical Journal 2006;20(3);027-033 Ebru Alp, Sevda Menevşe Comparison of Conventional and Real Time PCR methods to determine the ACE I/D and angiotensinogen M235T polymorphisms PCR product formation10. This article describes a method for SNP detection and determines an alternative polymorphism detection strategy. Real time PCR is a much more rapid and reliable method than the classical technique for SNP analysis and especially ACE I/D genotyping. The aim of this study is to compare the conventional PCR and Real Time PCR methods in order to determine the ACE I/D and M235T polymorphisms. INTRODUCTION The renin-angiotensin system plays a significant role in the regulation of blood pressure1. Angiotensin-converting enzyme (ACE) is the most studied component of the renin–angiotensin system. Elevated ACE levels have been reported in patients with heart failure2. Importantly, the ACE I/D polymorphism was frequently used as a marker to study cardiovascular diseases.3. ACE I/D polymorphism is the insertion or deletion (I/D) of a 287 base pair in intron 16 of the ACE gene2. A number of clinical studies have shown that the D allele is associated with higher risk of cardiovascular disease4. MATERIAL AND METHOD This study included 32 patients selected from our sample bank (collected between 2000 and 2003 from Gazi University, Department of Cardiology). They had angiographically defined coronary artery disease (≥50% stenosis of at least one coronary vessel). Ethical approval for this study was received from the Faculty of Gazi Medicine Ethics Committee. Thirty two genomic DNA were extracted from whole blood anticoagulated with K2EDTA using Heliosis® DNA extraction kit (Metis Biotechnology, Turkey). Besides ACE, Angiotensinogen (AGT) is also a key component of the renin–angiotensin system. The M235T polymorphism of AGT gene is associated with increased plasma AGT levels5. The polymorphism is localized in exon 2 and methionine at position 235 is replaced by threonine6. The AGT T235 allele was reported to be significantly associated with essential hypertension in Caucasians, in Whites with a positive family history of hypertension and in Japanese populations2. Determination of ACE Genotypes by Conventional PCR Genomic DNA was amplified in a 50 µL reaction mixture containing; 75 mM Tris-HCl (pH 8.8), 200 mM (NH4)2SO4, 0.1% Tween20, 200 µM of each dNTP, 1.5 mM MgCl2, 50 pmol of each set of primers11, 1 unit of Taq DNA polymerase (Fermentas, Lithuania). The amplification cycle was carried out in an automated thermalcycler (MJ Research, USA). The amplification profile consisted of initial denaturation at 94 ºC for 5min followed by 35 cycles of 30 s at 94 ºC, 1min at 58 ºC, 1min at 72 ºC and a final extension time of 5min at 72 ºC. The PCR products were separated on 2% agarose gel in the presence of ethidium bromide and visualized with an UV light. Genotypes were analyzed according to presence or absence of the insertion allel, II (homozygote for the insertion allele-490 bp), ID (heterozygote-490bp and 190 bp) or DD (homozygote for the deletion allele-190 bp). All of DD genotypes were subjected to the second indepentent PCR amplification with a primer pair that recognize an insertion- Recently, different methods have been used for detection of mutations and polymorphisms such as conventional PCR and Real time PCR. However, conventional PCR-based testing formats involve multiple complex steps and therefore require considerable expertise to perform7. Other technique is Real time PCR, used for many different purposes, especially for quantifying nucleic acids and for genotyping. Due to the property of Real Time PCR, the process of amplification is monitored in real time by using fluorescence techniques8. Real Time PCR technologies offer quick and reliable detection of any target sequence during the detection of genetic polymorphisms9. Intercalated dyes, such as SYBR Green I and various probes are used for Real time PCR. Real Time PCR instruments measure fluorescence and can detect the SYBR Green I dye when it is intercalated with double-stranded DNA, allowing the detection of double-stranded 28 Marmara Medical Journal 2008;21(1);027-033 Ebru Alp, Sevda Menevşe Comparison of Conventional and Real Time PCR methods to determine the ACR I/D and angiotensinogen M235T polymorphisms specific sequence due to the preferentially amplification of D allele in the heterozygote individuals. Insertion specific PCR was performed according to Lindpaintner et al.12 In the presence of the insertion allele, PCR products are determined at 335 bp (II genotype). DD genotypes did not yield any products. followed by 45 cycles of denaturation (95 ºC for 10s, 20 ºC/s), annealing ( 55 ºC for 4s and 65 ºC for 13s, 20 ºC/s) and extension (72 ºC for 20s 2 ºC/s). For the analysis of the melting curve at the end of PCR, the reaction mixture was heated to 95 ºC, lowered to 60 ºC (at 20 ºC/s) and then the temperature was slowly raised to 98 ºC (at 0.2 ºC/s). The SYBR Green I fluorescence (F) was continuousuly measured during the temperature ramp and then plotted against temperature (T) to obtain melting curves for each sample. The melting curves were subsequently transformed to derivative melting curves [ -(dF/dT) vs T ]. Genotyping of M235T Polymorphism by Conventional PCR Genotyping was performed by PCR amplification of a region spanning the MspI site with oligonucleotide primers13 in 50 µl of reaction volumes containing 2.5 µl of DNA, 0.5 µM of each primer, 200 µM of deoxynucleoside triphosphate (dNTP), 5 µl of 10xPCR buffer (75 mM Tris-HCl (pH 8.8), 200 mM (NH4)2SO4, 0.1% Tween-20), 2.5 mM MgCl2, 1 U of Taq DNA polymerase (Fermentas, Lithuania), and water to a total volume of 50 µl. After an initial denaturation step of 94 ºC for 5min, 30 cycles were performed at 94 ºC for 30 s, 60 ºC for 1min, and 72 ºC for 1min. The reaction was completed by a final extension for 5min at 72 ºC. The PCR products (104 bp) were digested overnight with 10U of MspI (New England Biolabs, Beverly, MA, USA), separated on a 3% agarose gel containing ethidium bromide, and the fragments were visualized with a Kodak Gel Logic 100 Imaging System (Kodak Co., USA). The M allele was determined as 104 bp fragment and T allele was determined as two fragments, 73 and 31 bp. Hybridization prob protocol for M235T polymorphism PCR and melting curve analysis were performed LC instrument. The amplification mixture included 2 µl of DNA (40-80 ng), 4mM MgCl2, 1µl of reaction buffer (LightCycler Fast Start DNA Master Hybridization Probes 10X buffer; Roche Diagnostics, Germany), 10 pmol each of primers and 4 pmol each of probes (anchor probe and detection probe)14. The anchor probe was 5’ labeled with the LC-Red 640 fluorophore and phosphorylated (P) at its 3’ end to prevent probe elongation by the Taq polymerase. The detection probe was labeled at the 3’ end with fluorescein. The reaction mix was prepared in disposable capillaries (Roche Diagnostics, Germany). The amplification program consisted of initial denaturation at 94 ºC for 10min followed by 50 cycles of 94 ºC for 10s (Temperature Transition Rate 20 ºC/s), 57 ºC for 5s (Temperature Transition Rate 20 ºC/s) and 72ºC for 20s (Temperature Transition Rate 3ºC/s). After amplification, melting curve analysis was performed by heating the reaction mixture to 95 ºC, cooling the temperature to 40 ºC for 2min and then temperature slowly raised to 75 ºC at 0,4 ºC/s. During the melting curve analysis, single stranded DNA was monitored in channel F2. Fluorescence resonance energy transfer (FRET) occurred between the fluorescein dye and the detection dye LC-RED 640. Determination of ACE I/D allele by SYBR Green I dye Detection of ACE I/D polymorphism was carried out by Real Time PCR through a LC (Roche Diagnostics, Germany). PCR and melting curve analysis were performed in a final volume of 10 µl containing 2 µl of DNA (40-80 ng), 10 pmol each of the primers11, 1 µl of LC FastStart DNA Master mix SYBR Green I (Roche Diagnostics, Germany) and 4mM of MgCl2. The reaction was performed in disposable capillaries (Roche Diagnostics, Germany). The cycling program involves a initial denaturation step (95 ºC for 10min with a temperature transition rate of 20 ºC/s) 29 Marmara Medical Journal 2008;21(1);027-033 Ebru Alp, Sevda Menevşe Comparison of Conventional and Real Time PCR methods to determine the ACR I/D and angiotensinogen M235T polymorphisms temperature of D allele was at 83.79 ºC, while the melting temperature of I allele was at 91ºC. The DNA samples were genotyped by Real Time PCR technique and were determinated as all genotype concordant. All conventional and Real Time PCR results were shown in Table 1. RESULTS Genomic DNA was isolated from peripheral blood samples and the genotyping of ACE gene was performed by site specific ACE primers. In this study; 14 DD genotypes, 10 ID genotypes and 8 II genotypes were observed at the first round PCR with the conventional PCR technique (Figure 1A). The angiotensinogen gene region was amplified with site specific primers and PCR products were analyzed by RFLP technique. MM genotype, MT genotype and TT genotype are displayed in Figure 1C. To avoid mistyping, each sample having the DD genotype was amplified by insertion specific primers. After confirmation PCR (PCR was performed resulted in DD genotypes in first round PCR), 12 DD genotypes were found in concordance with the first round PCR and the remaining two samples were found as ID genotypes (mistyped DD genotypes in the first round PCR). Mistyped ratio of the first round PCR was 6%. (Figure 1B). Each sample, studied by Real Time PCR technique, was also analyzed with regard to melting temperature (T allele= 53.60 ºC, M allele= 62.82 ºC). MM, TT and MT genotypes are indicated in Figure 2B. According to conventional PCR and Real Time PCR results, 9 MM genotypes, 19 MT genotypes and 4 TT genotypes were detected. In conclusion, no difference was found between the Real time PCR and conventional PCR results. The same DNA samples were exposed to Real Time PCR technique and each sample was analysed with regard to melting temperature. II, ID and DD genotypes are indicated in Figure 2A. In ACE genotyping, the melting Figure 1: Agarose gel photographs of ACE I/D and AGT M235T polymorphisms. (A) Determination of ACE I/D alleles by conventional PCR. (Separated on a 2% ethidium bromide-stained agarose gel under UV light) M-100 bp DNA molecular weight marker; lane 4, 6- DD genotype; lane 1,3,5 - ID genotype; lane 2,7- II genotype. (B) Confirmation PCR of ACE DD genotypes by using insertion specific primers. M-100 bp DNA molecular weight marker; lane 1, 3, 4 - DD genotype; lane 2, 5 - ID genotype; (The two samples were mistyped the result of first round PCR). (C) Determination of M235T polymorphism by PCR- RFLP method. (Separated on a 4% ethidium bromide-stained agarose gel under UV light) M-100 bp DNA molecular weight marker; lane 1, 3- MT genotype; lane 4 - TT genotype; lane- 2, 5 MM genotype 30 Marmara Medical Journal 2008;21(1);027-033 Ebru Alp, Sevda Menevşe Comparison of Conventional and Real Time PCR methods to determine the ACR I/D and angiotensinogen M235T polymorphisms Table I. Comparison of Conventional PCR and Real Time PCR methods for determining ACE I/D polymorphism Conventional PCR First PCR Results Second PCR Results Final Results 8 II DD- DD : 12 8 II 10 ID DD- ID : 2 12 ID 14 DD 12 DD 8 II Real Time PCR ___ ___ 12 ID 12 DD Figure 2: Real Time PCR graphics of ACE I/D and AGT M235T polymorphisms. (A) Melting Curve Analysis of ACE I/D polymorphism with SYBR Green dye. Arrows demonstrates DD, ID and II genotypes at different melting temperatures. Water was used as a negative control. (B) Melting Curve Analysis of M235T polymorphism with hybridization probes. Arrows demonstrates TT, MT and MM genotypes at different melting temperatures. Water was used as a negative control. confirmation of all DD genotypes. According to Perna et al.16, the cause of mistyping is the preferential amplification of the shorter D allele. Similarly, Lindpainter et al.12 and Evans et al. improved confirmation PCR in order to avoid mistyping. Evans et al. used three primers, one of which is an insertion specific primer, to prevent preferential amplification (65 bp-D allele, 84 bp-I allele PCR product)17. However, optimization of primer concentration has became an important DISCUSSION Recently, genotyping of ACE has become important for the determination of several human cardiovascular disease and nephropaty disorders. Rigat et al.11 determined ACE I/D polymorphism and improved a rapid PCR test for ACE genotyping. However, Shanmugam et al.15 realized the possibility of mistyping ID heterozygotes with this PCR method. As a result, to avoid mistyping, an additional PCR amplification was developed for the 31 Marmara Medical Journal 2008;21(1);027-033 Ebru Alp, Sevda Menevşe Comparison of Conventional and Real Time PCR methods to determine the ACR I/D and angiotensinogen M235T polymorphisms problem. In our study, ACE genotyping was performed by site specific ACE primers as previously described by Rigat et al.11. Figure 1A shows the 7 of 32 individuals, including II, ID and DD genotypes. To avoid mistyping, each sample having the DD genotype was amplified by insertion specific primers12. While mistyping ratio was found 5% in the Rigat’s study, we found 6%11. Nevertheless, another ACE genotyping was performed by Lin et al. and the mistyping ratio was found as 20%18. We think that the high mistyping ratio is due to unsuitable PCR conditions. by Somogyvari et al.19. They used marked fluoresans and LCRed-640 probe at this technique. However, using fluoresans or other specific probes make the technique very expensive. Consequently, we prefer using SYBR Green I dye and two primers previously described by Rigat et al.11 used for conventional PCR. In our study, same DNA samples were performed by Real Time PCR technique and each sample was analysed with regard to melting tempereture. We found accurate genotype results for ACE I/D polymorphism at a single reaction. Besides the conventional PCR, rapid RealTime PCR genotyping of mutations or polymorphisms is more useful than standard PCR in laboratory investigations and diagnosis. Because it is highly accurate and less labor intensive, this technique can be applied to many quantitative analyses and detections of mutations and polymorphisms in the clinical laboratory. Different dyes and probes such as SYBR Green I and hybridization probes can be used for Real Time PCR. In ACE genotyping, Real Time PCR takes advantage of the fluorescent peculiarity of SYBR Green I dye and the melting curve analysis that allows the detection and distinction of different length of PCR products18. Thus, determination of ACE genotype can be carried out in a rapid and reliable way. Recently, Hiratsuka et al. have developed the Real Time PCR method for the determination of the ACE genotype10. In this study, while three peaks were indicated for I allele, one peak was observed for D allele. Due to preferential amplification of the shorter D allele, the melting peak for D allele was usually more evident than the three melting peaks of the I allele. Hence, mistyping of DD allele is still an important problem. Similarly, Lin et al. performed SYBR Green I-based method for genotyping of ACE gene18. This study is required for further optimization of the primer concentration, because this technique is based on the method by Evans et. al. who used the three primers mentioned above. Because of fluorescent property of SYBR Green I dye, sensivity of Real Time PCR and appropriate primer pairs and PCR conditions , ACE genotyping was performed seamlessly. In summary, the Real Time PCR based method provides a rapid and sensitive way for detection of ACE gene I/D polymorphism in clinical samples. Angiotesinogen M235T polymorphism is a genetic risk factor for cardiovascular disease. Rapid and reliable genotyping is important in the determination of the predisposition of the individual to cardiovascular disease. Lately, denaturing gradient gel electrophoresis, sequencing, or restriction endonuclease digestion are used for determination of this polymorphism. Real Time PCR and conventional PCR techniques for M235T polymorphism analysis was not compared in advance. According to the various studies, the PCR-RFLP technique is the usual method for detecting angiotensinogen M235T polymorphism. However, this process requires at least 4-6 h and includes various post amplification handling steps. The same steps are carried out approximately in 20 to 30 minutes by Real time PCR. On the other hand, post amplification handling step may associate with end product contamination. Besides, this process might result in an incomplete enzyme digestion. In Real Time PCR with no post-amplification processing, these potential problems are eliminated. In our study, angiotensinogen region was amplified with site specific primers and PCR products were analyzed using the RFLP technique. Apart from SYBR Green I dye study, hibridazation Probe technique was carried out 32 Marmara Medical Journal 2008;21(1);027-033 Ebru Alp, Sevda Menevşe Comparison of Conventional and Real Time PCR methods to determine the ACR I/D and angiotensinogen M235T polymorphisms 5. Since M235T polymorphism is a single nucleotide change, the hybridization probe technique is more suitable to get reliable results. Therefore, we used the hybridization probe technique that was previously described14. Each sample, studied by Real Time PCR technique, was analyzed with regard to melting temperature. We genotyped all samples and found very good concordance RFLP results. According to conventional PCR and Real Time PCR results, 9 MM genotypes, 19 MT genotypes and 4 TT genotypes were found. In conclusion, no differences were observed between the Real Time PCR and PCR-RFLP results. 6. 7. 8. 9. 10. In our study, the Real Time PCR is useful as a genetic test for especially ACE I/D polymorphism associated with blood pressure regulation, heart failure, heart attack and hypertension. This method offers an appropriate option for reliability and labor intensiveness. It seems suitable for both population-based screening and clinical diagnosis of the ACE I/D and M235T polymorphism. 11. 12. 13. ACKNOWLEDGEMENTS This study was partly supported by the Metis Biotechnology and the Department of Medical Biology and Genetics. We thank Dr. Ece Konac, Ilke Onen and Pinar Eryigit for reading and advice on the manuscript. 14. 15. 16. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 17. Rankinen T, Gagnon J, Perusse L, et al. AGT M235T and ACE ID polymorphisms and exercise blood pressure in the HERITAGE Family Study. Am J Physiol Heart Circ Physiol 2000; 279: H368–H374. Marteau JB, Zaiou M, Siest G, Visvikis-Siest S. Genetic determinants of blood pressure regulation. J Hypertens 2005; 23(12): 2127-2143. Pilati M, Cicoira M, Zanolla L, Nicoletti I, Muraglia S, Zardini P. The role of angiotensin-converting enzyme polymorphism in congestive heart failure. Congest Heart Fail 2004; 10: 87–93 Arima H, Kiyohara Y, Tanizaki Y, Nakabeppu Y, Kubo M, Kato I. Detection of angiotensin-converting enzyme gene insertion/deletion polymorphism from paraffinembedded tissues. Circ J 2002; 66: 1034–1036. 18. 19. 33 Ashavaid TH, Shalia KK, Kondkar AA, Todur SP, Nair KG, Nair SR. Gene polymorphism and coronary risk factors in Indian population. Clin Chem Lab Med 2002; 40: 975-985 Agachan B, Isbir T, Yılmaz H, Akoglu E. Angiotensin converting enzyme I/D, angiotensinogen T174MM235T and angiotensin II type 1 receptor A1166C gene polymorphism in Turkish hypertensive patients. Exp Mol Med 2003; 35: 545-549 Cockerill FR. Application of rapid-cycle Real-Time polymerase chain reaction for diagnostic testing in the Cclinical microbiology laboratory. Arch Pathol Lab Med 2003; 127: 1112-1120. Wilhelm J, Pingoud A. Real-Time polymerase chain reaction. ChemBioChem 2003; 4: 1120 -1128. Wittwer CT, Ririe KM, Andrew RV, David DA, Gundry RA, Balis UJ. The LightCycler: A microvolume multisample fluorimeter with rapid temperature control. Biotechniques 1997; 22: 176-181 Hiratsuka M, Kishikava Y, Narahara K, et al. Detection of angiotensin-converting enzyme insertion/deletion polymorphism using Real Time polymerase chain reaction and melting curve analysis with SYBR Green I on a Geneamp 5700. Anal Biochem 2001; 289: 300-303. Rigat B, Hubert C, Corvol P, Soubrier F. PCR Detection of the insertion/deletion of the human angiotensin converting enzyme gene (DCP 1) (Dipeptidyl Carboxypeptidase 1). Nucleic Acids Res 1992; 20: 1433–1346. Lindpaintner K, Pfeffer MA, Kreutz R, et al. A prospective evaluation of an angiotensin converting enzyme gene polymorphism and the risk of ischemic heart disease. N Engl J Med 1995; 332: 706–711. Morise T, Takeuchi Y, Takeda R. Rapid detection and prevalance of the variants of the angiotensinogen gene in patients with essential hypertension. J Intern Med 1995; 237: 175-180. Malin R, Wirta V, Hiltunen TP, Lehtimaki T. Rapid detection of angiotensinogen M/T235 polymorphism by fluorescence probe melting curves. Clin Chem 2000; 46 (6 Pt 1): 880-881. Shanmugam V, Sell KW, Saha BK. Mistyping ACE heterozygotes. PCR methods Appl 1993; 3: 120-121. Perna NT, Batzer MA, Deininger PL, Stoneking M. Alu insersition polymorphism: A new type of marker for human population studies. Hum Biol 1992; 64: 641-648. Evans AE, Poirter O, Kee F. Polymorphism of the angiotensin converting enzyme gene in subjects who die from coronary heart disease. Quart J Med 1994; 87: 211214. Lin MH, Tseng CH, Tseng CC, Huang CH, Chong CK, Tseng CP. Real Time PCR for rapid genotyping of angiotensin-converting enzyme insertion-deletion polymorphism. Clin Biochem 2001; 34: 661-666. Somogyvari F, Szolnoki Z, Marki-Zay J, Fodor I. Real Time PCR assay with fluoresan hybridization probes for exact and rapid genotyping of the angiotensinconverting enzyme gene insertion/deletion polymorphism. Clin Chem 2001; 47: 1728-1729 ORIGINAL RESEARCH THE PROTECTIVE EFFECT OF MELATONIN AND AMLODIPINE AGAINST CEREBRAL ISCHEMIA/REPERFUSION-INDUCED OXIDATIVE BRAIN INJURY IN RATS Hale Toklu1, Mustafa Deniz2, Meral Yüksel3, Meral Keyer-Uysal1, Göksel Şener1 1 Marmara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji, İstanbul, Türkiye 2Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji, İstanbul, Türkiye 3Marmara Üniversitesi, Sağlık Meslek Hizmetleri Yüksek Okulu, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: In the present study, we investigated the putative protective effect of melatonin and amlodipine against ischemia/reperfusion (I/R)-induced brain damage. Material and Methods: Wistar albino rats were subjected to 15 min of bilateral carotid artery occlusion followed by 24 h of reperfusion. Melatonin and amlodipine were administered in doses of either 10mg/kg ip or 50µg/rat icv just before reperfusion. After neurological examination the rats were decapitated. In the brain tissue samples, malondialdehyde (MDA) and glutathione (GSH) levels, myeloperoxidase (MPO) and Na+K+-ATPase activities, and luminol lucigenin chemiluminescence (CL) were determined. Brain edema was evaluated by the wet-dry weight method, and blood brain barrier (BBB) permeability was evaluated by the Evans Blue (EB) extravasation. Results: The neurological deficit was significantly improved in the melatonin and amlodipine groups when compared with the vehicle-treated groups. Ischemia/reperfusion caused a significant decrease in the brain GSH and Na+-K+-ATPase activity, which was accompanied with significant increases in the MDA level, MPO activity, and CL levels of the brain tissues. On the other hand, both melatonin and amlodipine treatment reversed all these biochemical indices as well as brain water content alterations induced by I/R. Conclusion: These findings suggest that both melatonin and amlodipine effectively modulate neurobehavioural and neurochemical changes in global ischemia, most probably by virtue of their antioxidant properties. Keywords: melatonin; amlodipine; brain; ischemia / reperfusion, lipid peroxidation İletişim Bilgileri: Prof. Dr. Göksel Şener, Marmara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi, Farmakoloji, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 34 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats SEREBRAL İSKEMİ/REPERFÜZYONA BAĞLI OKSİDAN BEYİN HASARINA KARŞI MELATONİN VE AMLODİPİNİN KORUYUCU ETKİLERİ ÖZET Amaç: Bu çalışmada melatonin ve amlodipinin iskemi/reperfüzyon (İ/R) ile oluşan beyin hasarına karşı olası koruyucu etkileri araştırıldı. Yöntem: Wistar Albino sıçanlar 15 dakika bilateral carotid arter oklüzyonunu takiben 24 saat süreyle reperfüzyona bırakıldı. Melatonin ve amlodipin 10mg/kg ip veya 50µg/sıçan icv dozlarında reperfüzyondan hemen önce uygulandı. Nörolojik tayin sonrası hayvanlar dekapite edildi. Beyin dokularında malondialdehit (MDA) ve glutatyon (GSH) düzeyleri ile myeloperoxidaz (MPO) ve Na+-K+-ATPaz aktiviteleri tayin edildi. Dokuda serbest radikal oluşumu luminol ve lusigenin kemiluminesans (KL) yöntemi ile ölçüldü. Beyin ödemi yaş/kuru ağırlık üzerinden, kan beyin bariyer (KBB) geçirgenliği de Evans Mavisi (EM) extravazasyonu ile değerlendirilidi. Bulgular: Çözücü uygulanan grup ile karşılaştırıldığında nörolojik bozuklukların melatonin ve amlodipin gruplarında düzeldiği belirlendi. İskemi/reperfüzyon beyinde GSH ve Na+-K+-ATPaz aktivitesinde azalma ve bununla birlikte MDA, MPO ve KL düzeylerinde artışa neden oldu. Buna karşılık melatonin ve amlodipin tedavileri tüm incelenen biyokimyasal parametrelerdeki değişimi ve İ/R nin neden olduğu beyin ödemini geri çevirdi. Sonuç: Bu bulgulara göre gerek melatonin ve gerekse amlodipin muhtemelen antioksidan özellikleri aracılığı ile global iskemiye bağlı olarak meydana gelen nörokimyasal ve davranışsal değişikleri module edebileceği düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: melatonin, amlodipin, beyin, iskemi / reperfüzyon, lipid peroksidasyonu in the clinical settings of I/R damage include free radical scavengers. INTRODUCTION Ischemic stroke is the third cause of death and the most common cause of neurological disability. The majority of strokes result from embolic or thrombotic obstruction of the cerebral vasculature1. Ischemic brain damage was regarded simply as the outcome of reducing the oxygen supply of neurons and other cells below the threshold for adequate energy production to allow their survival and early reperfusion has been believed to be beneficial to reduce infarct extension and neurological damage. There is a large body of evidence to indicate that much of the ischemic damage is mediated by active processes, many of which lead to or result from the production of free radicals and other highly reactive oxidizing chemical species. Reperfusion, on the other hand, is more detrimental to the ischemic tissues where leukocytes play an important role in the development of ischemia/ reperfusion (I/R) injury by releasing various chemical mediators such as proteases, reactive oxygen species and lipid-derived mediators1. Thus free radical ablation for the treatment of reperfusion injury has found its first clinical application in the prevention of postischemic tissue injury and agents proposed to be useful Melatonin, the chief indolamine produced by the pineal gland, has been shown to be an effective antioxidant and free radical scavenger2,3. There is a substantial body of evidence for the protective effect of melatonin and its metabolites against DNA, lipids, and proteins, which are the result of a number of endogenous and exogenous free radical generating processes4,5. In addition, besides directly neutralizing a number of free radicals and reactive oxygen and nitrogen species, melatonin stimulates several antioxidative enzymes (e.g., superoxide dismutase, glutathione peroxidase and glutathione reductase), which increase its efficiency as an antioxidant. The marked protective effects of melatonin against oxidative stress are aided by its ability to cross all biological membranes. That is, melatonin, may reach to its highest concentrations in the nucleus of the cell where it, protects DNA from free radical damage6. Ca2+ channel blockers are widely used agents in the treatment of a variety of cardiovascular diseases. They could also be effective pharmacotherapeutic agents for some types of 35 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats brain dysfunction by regulating neuronal Ca2+ homeostasis. Among Ca2+ channel blockers, dihydropiridine (DHP) derivatives play an important part and are usually used for the treatment of hypertension. However, research of the non-hypotension effects of DHP derivative Ca2+ channel blockers has attracted more attention in recent years, especially for their effect on neuroprotection. Amlodipine, besides being a Ca2+ channel blocker, has also antiinflammatory-antioxidant and 7,8 antiapoptotic activity . It has been shown that pretreatment of isolated cortical neurons with amlodipine prevented cell death during hypoxia and reoxygenation9. Futhermore, chronic administration of amlodipine in spontaneously hypertensive rats has been shown to reduce the oxidative stress in brain10. In a recent study amlodipine treatment was also found to be effective both in reducing the size of the ischemic lesion and in improving the neurological score in apolipoprotein E-deficient mice11. and 6- amlodipine (ip; 10mg/kg)-treated I/R group. Under anesthesia (100 mg kg-1 ketamine and 0.75 mg kg-1 chlorpromazine; intraperitoneally), the bilateral carotid arteries were occluded for 15 min to induce ischemia and then subjected to reperfusion for 24 h. Melatonin and amlodipine were administered in a dose of either 10mg/kg ip or 50µg/rat icv just before reperfusion. 24h after the reperfusion period, neurological examination scores were recorded and the first set of rats were decapitated. Brain tissue samples were taken for the determination of malondialdehyde (MDA) and glutathione (GSH) levels and myeloperoxidase (MPO) and Na+-K+-ATPase activities. The formation of reactive oxygen species in the brain tissue samples was monitored by using the chemiluminescence (CL) technique with luminol and lucigenin probes. In the second set, blood brain barrier (BBB) permeability was studied by the Evans blue (EB) method, and in the third set, brain water content was assessed. Based on these findings, the present study was conducted to demonstrate the beneficial effects of amlodipine given icv or ip against I/R-induced brain tissue damage and also to compare these effects with those of melatonin. Neurological Examination The neurological examination scores were conducted according to Bederson’s modified neurological examination test12,13. We used a twenty-point neuro-score to assess motor and behavioural deficits. Briefly, the consciousness, performance in a smooth climbing platform, extremity tonus, walking and postural reflexes, circling and response to the nociceptive stimuli were assessed. For walking and posture tests, rats were allowed to move about freely on the floor and were observed. In the circling test, the rats were held gently by the tail, suspended one meter above the floor, and observed for forelimb flexion. Normal rats extend both forelimbs towards the floor. The rotation degree and time was measured. Finally the response to the nociceptive stimuli was assessed by the tail-immersion test in 56ºC water. All behavioural tests were conducted by a ‘blinded’ investigator. The sequence of testing animals by a given task was randomized for the animals. MATERIAL AND METHOD Surgical procedure and treatment Male Sprague Dawley rats weighing 250 to 300 g, were fasted for 12 h, but allowed free access to water before the experiments. The animals were kept in individual wire-bottom cages, in a room at a constant temperature (22 ± 2ºC) with 12-h light and dark cycles, and fed with standard rat chow. The study was approved by the Marmara University School of Medicine Animal Care and Use Committee. The rats were divided into three sets of groups of 18 each: 1- vehicle-treated sham operated control (C) group, 2- vehicle-treated ischemia-reperfusion (I/R) group 3- melatonin (icv; 50µg/rat)-treated I/R group, 4- melatonin (ip; 10mg/kg)-treated I/R group, 5amlodipine (icv; 50µg/rat)-treated I/R group 36 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats K+-ATPase activity17. The reaction was initiated with the addition of the homogenate (0.1 ml) and a 5-min preincubation period. at 37º C was allowed. Following the addition of Na2ATP and a 10- min re-incubation period, the reaction was terminated by the addition of ice-cold 6 % perchloric acid. The mixture was then centrifuged at 3500 g, and Pi in the supernatant fraction was determined by the method of Fiske and Subarrow17. The specific activity of the enzyme was expressed as nmol Pi mg-1 protein h-1. The protein concentration of the supernatant was measured by the Lowry method18. MDA and GSH assays The tissue samples were homogenized with ice-cold 150 mM KCl for the determination of the MDA and GSH levels. The MDA levels were assayed for products of lipid peroxidation14 and the results are expressed as nmol MDA/g tissue. GSH was determined by the spectrophotometric method, based on the use of Ellman’s reagent15 and the results are expressed as µmol GSH/g tissue. MPO activity MPO activity in tissues was measured by a procedure similar to that described by Hillegas et al.16. Samples of brain tissues were homogenized in 50 mM potassium phosphate buffer (PB), with pH 6.0, and centrifuged at 41,400 g for 10 min. The pellets were then suspended in 50 mM PB containing 0.5 % hexadecyltrimethylammonium bromide (HETAB). After three freeze and thaw-cycles, with sonication between cycles, the samples were centrifuged at 41,400 g for 10 min. Aliquots (0.3 ml) were added to 2.3 ml of reaction mixture containing 50 mM PB, o-dianisidine, and 20 mM H2O2 solution. One unit of enzyme activity was defined as the amount of MPO present that caused a change in absorbance, measured at 460 nm for 3 min. MPO activity was expressed as U/g tissue. Chemiluminescence (CL) assay To assess the role of reactive oxygen species in CLP-induced tissue damage, luminol and lucigenin CL were measured as indicators of radical formation. Measurements were made at room temperature using Junior LB 9509 luminometer (EG&G Berthold, Germany). Brain homogenates were put into vials containing PBS-HEPES buffer (0.5 M PBS containing 20 mM HEPES, pH 7.2). ROS were quantitated after the addition of enhancers such as lucigenin or luminol for a final concentration of 0.2 mM. Luminol detects a group of reactive species, i.e. .OH, H2O2, HOCl radicals and lucigenin is selective for O-2 . Counts were obtained at 1 min intervals and the results were given as the area under curve for a counting period of 5 minutes. Counts were corrected for wet tissue weight (rlu/mg tissue)19,20. Na+-K+-ATPase activity Since the activity of Na+-K+-ATPase, a membrane-bound enzyme required for cellular transport, is very sensitive to free radical reactions and lipid peroxidation, reductions in this activity can indirectly indicate membrane damage. The measurement of Na+-K+-ATPase activity is based on the measurement of inorganic phosphate released by ATP hydolysis during the incubation of homogenates with an appropriate medium containing 3 mM ATP as a substrate. The total ATPase activity was determined in the presence of 100 mM NaCl, 5 mM KCl, 6 mM MgCl2, 0.1 mM EDTA, 30 mM Tris HCl (pH 7.4), while the Mg2+ATPase activity was determined in the presence of 1mM ouabain. The difference between the total and the Mg2+-ATPase activities was taken as a measure of the Na+- Evans Blue (EB) assay for blood brain barrier (BBB) permeability To evaluate the BBB integrity, EB dye was used as a marker of albumin extravasation12. Briefly, EB dye (2% in saline, 4 ml/kg) was injected via the jugular vein 24h after the induction of reperfusion and it was allowed to remain in circulation for 30 min. At the end of the experiments, the chest was opened and rats were perfused transcardially with 250 ml of saline at a pressure of 110 mm Hg for approximately 15 min until the fluid from the right atrium became colourless. After decapitation, the brain was removed. Then, each brain was weighed for quantitative measurement of EB-albumin extravasation. 37 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats The brain samples were homogenized in 2.5 ml phosphate-buffered saline and mixed by vortexing for 2 min after the addition of 2.5 ml of 60% trichloroacetic acid (TCA), to precipitate the protein. The samples were cooled and then centrifuged for 30 min at 1000 g. The supernatant was measured at 620 nm for absorbance of EB using a spectrophotometer (Shimadzu UV1208, Japan). EB was expressed as μg/mg of brain tissue against a standard curve. neurological signs when compared with the sham group. However, melatonin and amlodipin when given icv, improved the neurological signs while ip treatment was effective only with melatonin (Fig. 1). MDA and GSH assays The brain MDA, which is an index of tissue lipid peroxidation, was found to be significantly higher in the I/R group than that measured in the sham- operated control group. Treatment with melatonin and amlodipine decreased the elevated MDA level significantly and brought back to control level (Fig. 2a). However, ip amlodipine treatment did not go back to control level. Brain water content Brain edema was evaluated by the dryingweighing method based on the measurement of the water content of the brain12. The rats were decapitated at 24h and the whole of the brains were taken. Immediately after being removed, the brain tissue was placed on filter paper for the removal of excess water. The porcelain capsule was dried in the incubator. Then the tare was calculated. Afterwards, the brain tissue was placed in the porcelain capsule and re-weighed. Next, the brain tissue in the porcelain capsule was put in an incubator with a constant temperature and humidity to be dried for 24 h at 100 ºC. 24 h later the dried brain in the porcelain capsule was re-weighed. The percentage of water was calculated according to the following formula: %H2O = [(wet weight−dry weight)/wet weight]×100. The endogenous antioxidant, GSH level in the brain tissue, was decreased significantly due to I/R as compared to the levels measured in the sham- operated control group, while both melatonin and amlodipine treatment significantly reversed this GSH reduction (Fig. 2b). MPO activity MPO activity, an index for neutrophil infiltration, showed an increase as a result of I/R. All the treatments, except ip amlodipine, significantly reduced MPO activity (Fig. 3a). Na+-K+-ATPase activity The Na+-K+-ATPase activity was significantly reduced in the I/R group. The pump activity was preserved by the icv treatment of melatonin and amlodipine (Fig. 3b). Statistical Analysis Statistical analysis was done using a GraphPad Prism 3.0 (GraphPad Software, San Diego; CA; USA). All data are expressed as means ± S.E.M. Groups of data were compared with an analysis of variance (ANOVA) followed by Tukey’s multiple comparison tests. Values of p<0.05 were considered as significant. Chemiluminescence (CL) assay The luminol and lucigenin CL significantly increased in the I/R group. All the treatments significantly reduced the luminol CL almost to control levels (Fig. 4a), whereas lucigenin CL was significantly reduced in ip and icv melatonin and also icv amlodipine (Fig. 4b). Although there was a reduction in the lucigenin CL of the ip amlodipine group, it was still significantly higher than the control. RESULTS Neurological Examination The neurological examination scores were significantly higher in the ischemiareperfusion group showing deterioration of 38 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats Figure 1: Bederson’s modified neurological examination scores at 24h following cerebral ischemiareperfusion. Each group consists of 6 rats. ** p<0.01, *** p<0.001 vs sham group; + p<0.05, +++ p<0.001 vs vehicle-treated I/R group. Values are represented as mean ± SEM. Figure 2: a) Malondialdehyde (MDA) and b) Glutathione (GSH) levels in the brain tissue of vehicle-, melatonin- or amlodipine-treated I/R groups at 24h following cerebral ischemiareperfusion. Each group consists of 6 rats. * p<0.05, *** p<0.001 vs sham group; + p<0.05, ++ p<0.01, +++ p<0.001 vs vehicle-treated I/R group. Values are represented as mean ± SEM. Figure 3: a) Myeloperoxidase (MPO) and b) Na+-K+ATPase activities in the brain tissue of vehicle-, melatonin- or amlodipine-treated I/R groups at 24h following cerebral ischemia-reperfusion. Each group consists of 6 rats. * p<0.05, ** p<0.01, *** p<0.001 vs sham group; + p<0.05, +++ p<0.001 vs vehicle-treated I/R group. Values are represented as mean ± SEM. 39 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats treatments failed to protect BBB integrity (Fig. 5a). EB assay for BBB permeability The EB content of the brain significantly increased in the vehicle-treated I/R group, indicating the change in BBB integrity. Only icv melatonin treatment could significantly reverse EB extravasation. The other Brain water content Brain edema was significantly higher in vehicle-treated I/R group. The increased brain water content was significantly reversed by all treatments except ip amlodipine (Fig. 5b). Figure 4: a) Luminol and b) lucigenin chemiluminescence levels in the brain tissue of vehicle-, melatonin- or amlodipine-treated I/R groups at 24h following cerebral ischemiareperfusion. Each group consists of 6 rats. * p<0.05, *** p<0.001 vs sham group; + p<0.05, +++ p<0.001 vs vehicle-treated I/R group. Values are represented as mean ± SEM. Figure 5: a) Evans blue (EB) and b) water content of the brain tissues of the rats at 24h following the cerebral ischemia-reperfusion. Each group consists of 6 rats. * p<0.05, ** p<0.01, *** p<0.001 vs sham group; + p<0.05 vs vehicle-treated I/R group. Values are represented as mean ± SEM.. *p<0.05 vs sham; + p<0.05 vs vehicle. Values are represented as mean ± SEM. 40 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats tool indicating the involvement of free radicals. The two CL probes, luminol and lucigenin, differ in selectivity. Luminol detects H2O2, OH-, hypochlorite, peroxynitrite, and lipid peroxyl radicals, whereas lucigenin is particularly sensitive to superoxide radical20. In the present study, increases in luminol- and lucigenin- CL levels support the notion that brain injury induced by I/R involves toxic oxygen metabolites and melatonin treatment decreases these elevations by its antioxidant action. Furthermore amlodipine treatment also decreased the CL, indicating that besides calcium antagonism, amlodipine also has an antioxidant effect. In accordance with the increases in ROS, the brain MDA level was significantly increased, indicating the presence of enhanced lipid peroxidation due to I/R injury, while the levels of tissue glutathione declined, demonstrating the depletion of the antioxidant pool. Several studies have demonstrated that I/R in the brain is associated with lipid peroxidation, which is an autocatalytic mechanism leading to the oxidative destruction of cellular membranes22,23. Glutathione, on the other hand, is an important constituent of intracellular protective mechanisms against various noxious stimuli including oxidative stress24. Because of their exposed sulfhydryl groups, non-protein sulphydryls bind a variety of electrophilic radicals and metabolites that may be damaging to cells. It has been proposed that antioxidants, which maintain the concentration of reduced GSH, may restore the cellular defense mechanisms, block lipid peroxidation and thus protect against the oxidative tissue damage25,26. In the present study, melatonin as well as amlodipine when given icv or ip, decreased the MDA levels and restored the I/R-induced depletion of GSH levels, indicating that neuroprotective effects are due to their antioxidant properties. It has been demonstrated that amlodipine besides its Ca2+ antagonistic activity also has an antiinflammatory and antioxidant effect7. In the study of Yamagata et al.9, pretreatment of DISCUSSION Acute ischemic stroke is a leading cause of death and long-term disability in adults. Treatment strategies for limiting neuronal injury after a stroke are difficult to develop, primarily because the pathophysiology involved is not yet well understood21. Several mechanisms of neuronal injury in strokes have been proposed, including increased excitotoxicity, calcium overload, protein inhibition and the formation of free radicals. Preclinical and clinical studies have demonstrated that free radical scavengers have neuroprotective effects on ischemic stroke. The results of the present study demonstrate that amlodipine, like melatonin, has protective effects on I/R-induced brain injury. The increased neurological scores indicating impaired neurological symptoms are reversed by this treatment. As the oxidative injury on cellular structures is reduced by both treatments, the intracellular antioxidant glutathione, which is otherwise oxidized during the process of inactivating free radicals, is not changed. Moreover I/Rinduced elevation in MPO activity and luminol and lucigenin CL values are inhibited by these treatments, indicating that the neuroprotective effects of melatonin and amlodipine are neutrophil-dependent and also due to their antioxidant action. Experimental and clinical studies have shown that any harmful tissue event (infection, trauma, hypoxia) is perceived by macrophages and monocytes, which in turn secrete cytokines such as interleukin-1 (IL-1) and tumour necrosis factor-alpha (TNF-). These cytokines activate inflammatory cells (neutrophils, macrophages/monocytes, platelets, mastocytes) which release large amounts of toxic oxidizing substances, namely reactive oxygen species (ROS), and cause cellular injury via several mechanisms including peroxidation of membrane lipids, as well as oxidative damage of proteins and DNA6. It is difficult to quantitate oxygen radicals because of their reactive nature and short lives; however, luminol- and lucigeninenhanced CL is a simple and reproducible 41 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats peroxidation31. Our results showed that I/R caused a significant inhibition on the enzyme activity which is accompanied with membrane damage due to increased lipid peroxidation. In agreement with our findings, Mrsic et al32 have previously shown that global cerebral ischemia induced a statistically significant decrease of the hippocampal Na+-K+-ATPase activity starting from 1 to 168 h of reperfusion. Furthermore, maximal enzymatic inhibition was obtained 24 h after the ischemic damage. As an antioxidant, melatonin and also calcium antagonist amlodipine decreased the peroxidation of membrane lipids, Na+-K+ATPase activity was found to be restored. isolated cortical neurons with amlodipine prevented cell death during hypoxia and reoxygenation. Futhermore, chronic administration of amlodipine in spontaneously hypertensive rats has been shown to reduce the oxidative stress in brain10. The neutrophils seem to act as an amplifier of the initial reperfusion reaction and are considered as an important factor in the damaging cascade that takes place upon reperfusion. It is well documented that I/R elicits an acute inflammatory response characterized by the activation of neutrophils27. Since activation of neutrophils might lead to the generation of reactive oxygen metabolites, prevention of neutrophil accumulation might also result in reduced lipid peroxidation. In the present study, elevated levels of MPO activity, which is an index of tissue neutrophil infiltration suggest that I/R induced brain damage is neutrophildependent while melatonin and amlodipine significantly reduced the I/R induced augmentation in tissue MPO activity, which resulted in decreased lipid peroxidation and MDA levels as given above. Cerebral ischemia causes cell swelling and breakdown of the blood-brain barrier. Generation of ROS contributes to endothelial and cellular dysfunction, resulting in increased BBB permeability and lifethreatening cerebral edema33,34. In the case of ischemia, irreversible tissue damage and BBB breakdown leads to the extravasation of serum proteins and vasogenic brain edema development. Thus ischemic brain edema is initially cytotoxic and later vasogenic in nature34. Cerebral ischaemia and postischaemic reperfusion cause cerebral capillary dysfunction, resulting in edema formation and haemorrhagic conversion. Cytotoxic edema results from energy failure, and vasogenic edema occurs when the blood vessels are damaged. Proteases and free radicals are the end result of a molecular injury cascade. The tissue EB content, which is used for the evaluation of altered BBB permeability, is accepted by some researchers as a parameter that indicates the intensity of the injury35. We have found that cerebral I/R caused a significant increase in the BBB permeability at 24h after the reperfusion. Although, all of the treatments seem to decrease the altered BBB permeability, only icv administration of melatonin caused a statistically significant reduction. As mentioned before, the BBB breakdown permits extravasation of plasmalike fluid into the extracellular space. Besides these, the failure of the Na/K pumps, and the altered electrolyte balance of the cell, may Na+-K+-ATPase, a maintainer of electrolyte and fluid balance in cells, organs and whole body, is an integral membrane protein that couples the hydrolysis of ATP to the vectorial transport of Na ions K ions across the plasma membranes. A number of events, like decrease in ATP levels, increase in intracellular Ca2+, exitotoxicity, altered arachidonic acid release and metabolism, mitochondrial dysfunction, acidosis, and edema, predispose the brain to the formation of free radicals during cerebral ischemia28. After reperfusion, these events can set off a cascade of other biochemical and molecular sequela such as the xanthine-xanthine oxidase reaction and phospholipase activation, leading to the overproduction of free radicals29. Since this membrane-bound enzyme requires phospholipids for maintenance of its activity and is susceptible to structural changes due to lipid peroxidation30, assessment of the Na+K+-ATPase activity is also used as an index for oxidant-induced tissue injury and lipid 42 Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats also contribute to brain edema, and pathological changes in the cellular function33,34. In the present study, brain edema was significantly higher in the vehicletreated I/R group parallel to the inhibition of Na+-K+-ATPase activity. The increased brain water content was significantly reversed by all treatments except ip amlodipine treatment. Since brain edema causes an increase in intracranial pressure and leads to neurological deficits, we have assessed neurological examination scores at 24h. The neurological examination scores which were significantly higher in the ischemia-reperfusion groups, indicate that I/R was the cause when compared with the sham group. However, melatonin and amlodipine when given icv, ameliorated the neurological signs while ip treatment was effective only with melatonin. poor transport through the blood brain barrier37. On the otherhand, melatonin readily penetrates the blood–brain barrier and diffuses into neurons and glia equally38, it was considered worthwhile to investigate whether melatonin affords protection against ischemic reperfusion injury in rats. Moreover, in the present study, the effects of systemic versus local amlodipine were evaluated in regard to a well-known potent antioxidant, melatonin. In conclusion, the present study demonstrates that melatonin (icv, ip) and amlodipine (icv) neuroprotective effects against cerebral ischemia-reperfusion injury, which may be attributed to their activities on preserving the oxidant-antioxidant status and electrolyte balance, improve the neurological scores. Acknowledgement: The authors are grateful to Sibel Muratoglu, the department manager in Mustafa Nevzat Drug Company, for supplying amlodipine. In the previous reports, accumulating data suggested that Ca+ channel antagonists may show neuroprotection via beneficial effects in endothelial function and reduction in ischemic lesion size in addition to the neurological improvements11. However, in this study, ip administration of amlodipine was ineffective while icv administration was more efficient. This may probably be due to the chemical characteristics of amlodipine. Amlodipine has an amino 3-oxygen group on the dihydropyridine ring. This is an alkaline group and presents itself in ionization state under physiological conditions; this special group of amlodipine can engender electrostatic interaction between amlodipine and membrane phospholipids36. High lipid solubility and the chemical structure of amlodipine has been suggested to inhibit membrane lipid-peroxidative damage. Furthermore, it has been reported that this effect of amlodipine does not depend on modulation of the calcium channels36. Furthermore, Uchida et al.37 reported that [3H]-amlodipine showed high affinity specific binding in the mouse brain in vitro, and its binding parameters were comparable to those of [3H]-nimodipine. However, the failure of amlodipine to produce CNS effects in vivo is considered to be mainly ascribed to Funding: The authors are grateful for the support given to the work by the Marmara University Research Fund (Project no: SAG041/ 131102). REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 43 Matsuo Y, Onodera H, Shiga Y, et al. Role of cell adhesion molecules in brain injury after transient middle cerebral artery occlusion in the rat. Brain Res 1994;656:344-352. Tan DX, Manchester LC, Reiter RJ, et al. Significance of melatonin in antioxidative defense system: reactions and products. Biol Signals Recept 2000;9:137-159. Chauvin G, Vannier G, Gilad E, et al. Melatonin is a scavenger of peroxynitrite. Life Sci 1997;60:169-174. Tan DX, Manchester LC, Terron MP, Flores LJ, Reiter RJ. One molecule, many derivatives: a never-ending interaction of melatonin with reactive oxygen and nitrogen species? J Pineal Res 2007;42:28-42. Manda K, Ueno M, Anzai K. AFMK, a melatonin metabolite, attenuates X-ray-induced oxidative damage to DNA, proteins and lipids in mice. J Pineal Res 2007;42:386-393. Reiter RJ, Tan DX, Manchester LC, Qi W. Biochemical reactivity of melatonin with reactive oxygen and nitrogen species. A review of the evidence. Cell Biochem Biophys 2001;34:237-256. Yoshii T, Iwai M, Li Z, et al. Regression of atherosclerosis by amlodipine via anti-inflammatory and anti-oxidative stress actions. Hypertens Res 2006;29:457-466. Marmara Medical Journal 2009;22(1);034-044 Hale Toklu, et al. The protective effect of melatonin and amlodipine against cerebral ischemia/reperfusion- induced oxidative brain injury in rats 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. Liu LL, Li QX, Xia L, Li J, Shao L. Differential effects of dihydropyridine calcium antagonists on doxorubicininduced nephrotoxicity in rats. Toxicology 2007;231:8190. Yamagata K, Ichinose S, Tagami M. Amlodipine and carvedilol prevent cytotoxicity in cortical neurons isolated from stroke-prone spontaneously hypertensive rats. Hypertens Res 2004;27:271-282. Hirooka Y, Kimura Y, Nozoe M, et al. Amlodipineinduced reduction of oxidative stress in the brain is associated with sympatho-inhibitory effects in strokeprone spontaneously hypertensive rats. Hypertens Res 2006;29:49-56. Mogi M, Iwai M, Chen R, et al. Amlodipine treatment reduces stroke size in apolipoprotein E-deficient mice. Am J Hypertens 2006;19:1144-1149. Toklu HZ, Keyer Uysal M, Kabasakal L, et al. The effects of riluzole on neurological, biochemical and histological changes in early and late term of sepsis in rats. J Surg Res 2008; Doi:10.1016/j.jss.2008.03.013. Bederson JB, Pitts LH, Tsuji M, Nishimura MC, Davis RL. Rat middle cerebral artery occlusion: Evaluation of the model and development of a neurological examination. Stroke 1986;17:472-476. Beuge JA, Aust SD. Microsomal lipid peroxidation. Methods Enzymol 1978;52:302–311. Beutler E. Glutathione in red blood cell metabolism. A Manuel of Biochemical Methods, Grune and Stratton, New York, NY: 1975:112–114. Hillegass LM, Griswold DE, Brickson B, AlbrightsonWinslow C. Assessment of myeloperoxidase activity in whole rat kidney. J Pharmacol Methods 1990; 24: 285295. Reading HW, Isbir T. The role of cation activated ATPase in transmitter release from the art iris. Q J Exp Physiol Cogn Med Sci 1980;65:105-116. Lowry OH, Rosenbrough NJ, Farr AL, Randall RJ. Protein measurements with the folin phenol reagent. J Biol Chem 1951;193:265-75. Ohara Y, Peterson TE, Harrison DG. Hypercholesterolemia increases endothelial superoxide anion production. J Clin Invest 1993;92:2546-2551. Davies GR, Simmonds NJ, Stevens TR, et al. Helicobacter pylori stimulates antral mucosal reactive oxygen metabolite production in vivo. Gut 1994;35:179–185. Read JS, Hirano T, Davis SM, Donnan GA. Limiting neurological damage after stroke. Drugs Aging 1999;14:11–39. Candelario-Jalil E, Alvarez D, Merino N, León OS. Delayed treatment with nimesulide reduces measures of oxidative stress following global ischemic brain injury in gerbils. Neurosci Res 2003;47:245-253. Ozkul A, Akyol A, Yenisey C, et al. Oxidative stress in acute ischemic stroke. J Clin Neurosci 2007;14:10621066. 24. Ross D. Glutathione, free radicals and chemotherapeutic agents. Pharmacol Ther 1988;37:231-249. 25. Gilgun-Sherki Y, Melamed E, Offen D. Oxidative stress induced-neurodegenerative diseases: the need for antioxidants that penetrate the blood brain barrier. Neuropharmacol 2001;40:959-975. 26. Wu G, Fang YZ, Yang S, Lupton JR, Turner ND. Glutathione metabolism and its implications for health. J Nutr 2004;134:489-492. 27. Hendriks JJ, Teunissen CE, de Vries HE, Dijkstra CD. Macrophages and neurodegeneration. Brain Res Rev 2005;48:185-195. 28. Homi HM, Freitas JJ, Curi R, Velasco IT, Junior BA. Changes in superoxide dismutase and catalase activities of rat brain regions during early global transient ischemia/reperfusion. Neurosci Lett 2002;333:37-40. 29. Kim GW, Kondo T, Noshita N, Chan PH. Manganese superoxide dismutase deficiency exacerbates cerebral infarction after focal cerebral ischemia/reperfusion in mice: implications for the production and role of superoxide radicals. Stroke 2002;33:809-815. 30. Koner BC, Banerjee BD, Ray A. Organochlorine pesticide-induced oxidative stress and immune suppression in rats. Ind J Exp Biol 1998;36:395-398. 31. Tuna M, Polat S, Erman T, et al. Effect of anti-rat interleukin-6 antibody after spinal cord injury in the rat: inducible nitric oxide synthase expression, sodium- and potassium-activated, magnesium-dependent adenosine5\'-triphosphatase and superoxide dismutase activation, and ultrastructural changes. J Neurosurg 2001;95:64-73. 32. Mrsic-Pelcic J, Pelcic G, Vitezic D, et al. Hyperbaric oxygen treatment: the influence on the hippocampal superoxide dismutase and Na+,K+-ATPase activities in global cerebral ischemia-exposed rats. Neurochem Int 2004;44:585-594. 33. Kempski O. Cerebral edema. Semin Nephrol 2001; 21: 303-307. 34. Unterberg AW, Stover J, Kress B, Kiening KL. Edema and brain trauma. Neuroscience 2004;129:1021-1029. 35. Kaptanoglu E, Okutan O, Akbiyik F, et al. Correlation of injury severity and tissue Evans blue content, lipid peroxidation and clinical evaluation in acute spinal cord injury in rats. J Clin Neurosci 2004;11:879-885. 36. Mason RP, Walter MF, Trumbore MW, Olmstead Jr. EG, Mason PE. Membrane antioxidant effects of the charged dihydropyridine calcium antagonist amlodipine. J Mol Cell Cardiol 1999;31:275–281. 37. Uchida S, Yamada S, Nagai K, Deguchi Y, Kimura R. Brain pharmacokinetics and in vivo receptor binding of 1,4-dihydropyridine calcium channel antagonists. Life Sci 1997;61:2083-2090. 38. Reiter RJ. Oxidative damage in the central nervous system: protection by melatonin. Prog Neurobiol 1998;56:359–384. 44 ARAŞTIRMA YAZISI ÜLSERATİF KOLİTTE DİVERTİKÜLOZİS PREVALANSI Oya Yönal, Özlen Atuğ, Yeşim Özen Alahdab, Hulya Över Hamzaoglu Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi,İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Gastroenteroloji Bilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Giriş ve Amaç: Kolonik divertikülozis; sigmoid kolon kontraktiltesi ve lümen içi basıncındaki artış nedeni ile barsak duvarında kalınlaşma ile karakterize bir hastalıktır. Kolonun anatomik özellikleri, yaşla kolon duvarındaki ortaya çıkan değişiklikler, motor disfonksiyon, intraluminal basınç artışı ve az lifli diyet divertikül oluşumuna katkıda bulunabilir. Ülseratif kolitli hastalarda kronik inflamasyon nedeniyle barsak duvarının kas tonusu ve kontraktilitesi azalır. Ayrıca kronik kolitte dışkı sulu, intrakolonik basınç düşüktür. Bu çalışmanın amacı ülseratif kolitli hastalarda kolonik divertikülozis prevalansını saptamak ve kontrol grubu ile karşılaştırmaktır. Yöntem: Elli yaşından büyük 100 ülseratif kolitli hastanın kolonoskopi sonuçları divertikül varlığı açısından retrospektif olarak değerlendirildi ve kolorektal kanser için tarama kolonoskopisi yapılan 100 hastanın sonuçları ile karşılaştırıldı. Bulgular: Ülseratif koliti olan hastaların 1/100’inde (%1) , koliti olmayanların ise 28/100’inde (%28) kolonik divertikülozis saptandı ( p<0.0001) Sonuç: Elli yaşından büyük ülseratif kolitli hastalarda kolonik divertikülozis prevalansı anlamlı olarak düşüktür. Bu bulgu muhtemelen barsak duvarındaki kronik inflamasyon ile ilişkilidir. Anahtar sözcükler: Ülseratif kolit, Divertikül PREVALENCE OF COLONIC DIVERTICULOSIS IN ULCERATIVE COLITIS ABSTRACT Background and Objective: Colonic diverticulosis is characterized by abnormal thickening of the large bowel wall, excess luminal pressure and an increase in sigmoid contractility. The anatomic features intrinsic to the colon, alterations in the colonic wall with aging, motor dysfunction and increased intraluminal pressure, may all play role in the development of diverticulosis. In ulcerative colitis (UC) chronic inflammatory activity causes reduction in bowel wall muscle tone and contractility. Patients with UC often have liquid stools and low intracolonic pressure. The objective of this study was an evaluation of the frequency of colonic diverticulosis in patients with UC and a comparison with that of a control group. Material and Method: Colonoscopic findings of 100 patients older than 50 years with ulcerative colitis were retrospectively evaluated for the presence of diverticulosis and compared with those of 100 patients who underwent colonic cancer screening colonoscopy. Results: Colonic diverticulosis was present in only 1 of 100 patients with UC (1%) and in 28 of 100 patients (28%) without ulcerative colitis (p <0.0001). Conclusion: Patients over 50 years of age with UC show a significantly lower frequency of colonic diverticulosis, suggesting that the motor changes produced by chronic bowel wall inflammation of UC may prevent divertuculosis. Keywords: Ulcerative colitis, Colonic diverticulosis İletişim Bilgileri: Dr.Oya Yönal Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Gastroenteroloji Bilim Dalı, Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 45 Marmara Medical Journal 2009;22(1);045-048 Marmara Medical Journal 2009;22(1);045-048 Oya Yönal, ark. Ülseratif kolitte divertikülozis prevalansı ÜK’li hastalarda divertikül prevelansının düşük olması beklenebilir4 GİRİŞ Kronik divertikülün patolojik tanımı ilk kez 1849’da Cruveilhier tarfından yapılmıştır1. Barsak duvarının dışarıya doğru kesecik halinde çıkmasına divertikül, barsak duvarında çok sayıda kesecik olmasına ise divertikulozis denir. Divertiküller gerçek ve yalancı olmak üzere iki çeşittir. Gerçek düvertiküllerde barsak duvarının dışarıya doğru keseciklenen yerinde barsağın üç tabakası (mukoza, kas tabakası, dış zar) bulunur. Yalancı divertikülde ise sadece mukoza ve submukoza bulunur. Kolonun divertikülleri yalancı divertiküllerdir2. Kolonun divertiküler hastalığı belirti vermeyebilir, dışkı şekli ve dışkılama alışkanlığındaki değişiklikten ciddi kanama, ciddi infeksiyon ve hatta perforasyon ve peritonite kadar değişen birçok klinik tabloya neden olabilir. Bu çalışmanın amacı, ÜK’li hastalarda kolonik divertikülozis prevalansını saptamaktır. GEREÇ-YÖNTEM Marmara Üniversitesi Hastanesi Gastroenteroloji polikliniğine başvuran 50 yaşından büyük ÜK’li hastaların ve kolorektal kanser için tarama kolonoskopisi yapılan hastaların kolonoskopi sonuçları divertikülozis varlığı açısından retrospektif olarak değerlendirildi. Yaş ve cinsiyet açısından benzer olan 100 ÜK’li hasta ( sol kolon tutulumu, yaygın veya pankolit) ve ÜK’i olmayan, kolorektal kanser taraması için kolonoskopi yapılan 100 hasta çalışmaya dahil edildi. Distal ÜK’li hastalar çalışmaya alınmadı. Divertiküler hastalığın patogenezi multifaktöriyeldir. Kolona ait anatomik özellikler, yaş ile birlikte barsak duvarında ortaya çıkan değişiklikler, motor disfonksiyon, intraluminal basınç artışı ve az lifli diyet divertikül oluşumuna katkıda bulunmaktadır2. Divertikül sıklığı 40 yaşının üzerinde olanlarda artmaktadır. Altmış yaşının üzerinde olanların otopsi serilerinde erişkinlerin %50’sinde divertiküle 3 rastlanmıştır . İstatistiksel değerlendirmede sürekli veriler ortalama ± standart sapma olarak ifade edildi. Sürekli veriler t testi, süreksiz veriler Chisquare test kullanılarak karşılaştırıldı. P<0.05 ise gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR ÜK grubundaki 100 hastanın yaş ortalaması 58.7±8.7 yıl, kadın/erkek oranı 48/52, hastalık yaşı ortalaması 8.2±6.1 yıl, hastaların %20’si pankolit, %10’u yaygın tutulumlu ve %70’i sol kolon tutulumlu olarak saptandı. Kontrol grubunda ise yaş ortalaması 59.8 ± 9 yıl, kadın/erkek oranı 54/46 olarak tesbit edildi. ÜK’i olan hastaların 1/100’inde (%1) ve ÜK’i olmayanların ise 28/100’inde (%28) kolonik divertikülozis saptandı ( p<0.0001) (Tablo I). Kolonik divertikülozisde sigmoid kontraktilitesi ve lümen içi basıncındaki artış nedeni ile kolon duvarı kalınlaşır. Ülseratif kolitli (ÜK) hastalarda kronik inflamasyon nedeniyle barsak duvarındaki kasların tonusu ve kontraktilitesi azalır. Ayrıca kronik kolitte intrakolonik basınç düşüktür. Bu nedenle 46 Marmara Medical Journal 2009;22(1);045-048 Oya Yönal, ark. Ülseratif kolitte divertikülozis prevalansı Tablo I: Hasta gruplarının özellikleri ÜLSERATİF KOLİT KONTROL Hasta Sayısı (n) 100 100 Yaş Ortalaması (ortalama ± SS yıl) Cinsiyet K/E 58.7±8.7 59.8±9 NS 48/52 54/46 NS Ortalama Hastalık 8.2±6.1 süresi (ortalama ± SS yıl) 1 Divertikülozis (%) yok 28 P - <0.0001 NS=anlamlı değil, p≥0.05, SS standart sapma grubunun kolonoskopileri ile karşılaştırmışlar, 85 ÜK’li hastanın 7’sinde ( %8.2) ve 85 kişilik kontrol grubunun 24’ünde (%28.2) divertikulozise rastlamışlardır ( p<0.001). Lahat A. ve arkadaşlarının7 çalışması inflamatuar barsak hastalıklarında uzun süreli inflamasyonun düşük divertikulozis prevalansı ile birlikte olduğunu göstermiştir. Bu çalışmada 314 inflamatuar barsak hastası (ülseratif kolit, Crohn koliti, indetermine kolit) ile 1023 kontrol grubu divertikulozis prevelansı açısından değerlendirilmiştir. İBH subgrupları arasında divertikulozis sıklığı açısından fark bulunmamış ancak İBH grubu kontrol grubu ile karşılaştırıldığında divertikulozis prevelansının istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük olduğu görülmüştür (sırası ile %3.5, %15, p<0.001)7. TARTIŞMA Kolonun divertiküler hastalığı oldukça yaygındır. Yaş, cinsiyet, ırk, yaşanılan yerin coğrafik özellikleri divertikül oluşumunda rol oynar5. Divertikül sıklığı yaş ile artmaktadır ve batı toplumlarında 50 yaşın üzerinde olanlarda insidansı %20-50 arasında saptanmıştır6 . Az lifli diyetle beslenen Batı toplumlarında divertiküle daha sık rastlanır. Az lifli diyet dışkı hacmini azaltır, kolonu daraltır. Daha küçük hacimdeki dışkı kitlesini hareket ettirmek için intraluminal basıncın daha yüksek değerlere ulaşması gerekir. Ancak diyetteki lif miktarının divertikül etyolojisindeki ve tedavisindeki yeri açıklığa kavuşmamıştır6. Kolonik divertikülozisde kolon kontraktilitesi, intrakolonik basınç ve duvar kalınlığı artmışken ülseratif kolitli hastalarda kronik inflamasyon nedeniyle kas tonusu, kontraktilitesi ve intrakolonik basınç azalır. Bu nedenle ülseratif kolitli kimselerde divertiküllere daha az rastlanması beklenir. Rispo A. ve ark. bu hipotezden yola çıkarak yaptıkları bir çalışmada 45 yaşından büyük ÜK’li hastaların kolonoskopilerini kontrol Divertikülü olan hastaların bazılarında özellikle sigmoid kolon mukozasında ÜK ile karışabilen patolojik değişiklikler 8 saptanmıştır . Bu değişiklikler sigmoid colitis-associated diverticulosis (SCAD) terimi ile tanımlanmıştır. Klinik ve endoskopik özelliklerine göre gerçek ülseratif kolitten ayırt edilebilir. Bazen bu vakalar 47 Marmara Medical Journal 2009;22(1);045-048 Oya Yönal, ark. Ülseratif kolitte divertikülozis prevalansı ülseratif sigmoidite dönüşebilmektedir9. Biz bu çalışmada ülseratif kolit ile divertiküle bağlı kolon mukoza değişikliklerinin karışması ihtimalini ortadan kaldırmak için distal ÜK’li hastaları çalışmaya almadık. KAYNAKLAR 1. 2. Şimdiye kadar Türk populasyonunda ÜK’li hastalarda divertikülozis prevelansını araştıran bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmada ilk defa Türk populasyonunda ÜK’li hastalarda divertikül prevalansının tarama amacıyla kolonoskopi yapılanlara göre anlamlı derecede azalmış olduğunu saptadık. Kontrol grubunda 50 yaş üzerindeki bireylerde divertikülozis sıklığının %28 olduğunu belirledik. Bu sıklık batı toplumlarındaki divertikül prevelansına (%2050) benzer. Benzerliğin nedeni toplumumuzun beslenme alışkanlıklarının batılılarınkine benzemesi olabilir. 3. Sonuç olarak, ÜK’li hastalarda kolonik divertikülozis prevalansı anlamlı olarak düşüktür. Bu bulgu muhtemelen barsak duvarındaki kronik inflamasyon ile ilişkilidir. 8. 4. 5. 6. 7. 9. 48 Cruveilhier J. Traite d’anatomie pathologique generale. 1849; Vol 1: 593. Feldman M,Friedman L, Sleisenger M. Diverticular disease of the colon. In: Hodgson S, Dudlick M, eds. Gastrointestinal and Liver Disease. 7th Edition. Philadelphia: Saunders, 2002: 2100-2112. Painter NS, Burkitt DP. Diverticular disease of the colon, a 20th century problem. Clin Gastroenterol 1975; 4:3-21. Rispo A, Pasquale L, Cozzolino A, et al. Lower prevalence of diverticulosis in patients with ulcerative colitis. Dis Colon Rectum 2007;50(8):1164-1168. Martel J, Raskin JB, NDSG ;History, incidence, and epidemiology of diverticulosis. J Clin Gastroenterol 2008; 42 (10) :1125-1127. Braunwald E, Fauci AS,Kasper DL,Hauser SL, Longa DL, Jameson JL. Harrison’s Principles of Internal Medicine. 15th edition. Chapter 289. USA: McGraw-Hill, 2001: 1695-1696. Lahat A, Avidan B, Bar-Meir S, et al. Longstanding colonic inflammation is associated with a low prevalence of diverticuli in inflammatory bowel disease patients. Inflamm Bowel Dis 2007;13(6): 733-736. Ye H, Losada M, West AB . Diverticulosis coli: update on a "Western" disease. Adv Anat Pathol 2005;12 (2):74- 80. Makapugay LM, Dean PJ. Diverticular diseaseassociated chronic colitis Am J Surg Pathol 1996;20(1):94-102. CASE REPORT TREATMENT OF SYNCRONEOUS TRIPLE GENITOURINARY TUMOR WITH LAPAROSCOPIC NEPHROURETERECTOMY AND CONVENTIONAL RADICAL CYSTOPROSTATECTOMY Hasan H. Tavukcu1, Cem Akbal1, Suheyla U. Bozkurt2, Levent Türkeri1 1 Marmara Üniversites, Tıp Fakültesi, Üroloji, İstanbul, Türkiye 2Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Synchronous triple primary tumor occurring in the kidney, urinary bladder and prostate is a very rare condition in the practice of Urology. We have reported combined laparoscopic nephroureterectomy with a standard open radical cystoprostatectomy as an effective and reliable operation technique in patients with triple genitourinary tumors and high-risk co-morbidities. Keywords: Triple tumor, Laparoscopy, Treatment SENKRONİZE ÜÇLÜ GENİTOÜRİNER SİSTEM TÜMÖRÜNÜN LAPAROSKOPİK NEFROÜRETEREKTOMİ VE STANDART RADİKAL SİSTOPROSTATEKTOMİ İLE TEDAVİSİ ÖZET Aynı anda böbrek, mesane ve prostat da tümör saptanması ürolojide nadir karşılaşılan bir durumdur. Bu çalışma aynı seansta uygulanan laparoskopik nefroüreterektomi ve standart açık radikal sistoprostatektominin üçlü genitoüriner sistem tümörü olan yüksek riskli olgularda uygulanabileceğini göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Üçlü tümör, Laparoskopi, Tedavi laparoscopic radical nephroureterectomy and a standard approach cystoprostatectomy without the occurrence of urinary diversion. INTRODUCTION Synchronous triple primary tumor occurring in the kidney, urinary bladder and prostate is a very rare condition in the practice of Urology. Most synchronous triple urogenital tumors have been reported by Japanese urooncologists1. According to the review of Takada et al., ten cases of triple urogenital tumor have been reported in Japan until 20021. Herein, we present an end-stage renal failure patient with synchronous triple primary tumor occurring in the kidney, urinary bladder and prostate, treated with CASE REPORT A 62-year-old male patient with known coronary artery disease, who was being followed on a chronic dialysis program, admitted to the emergency room with gross hematuria. The digital rectal examination was normal and the PSA value was 1,52 ng/mL. Ultrasound revealed a 4 cm solid mass at the left postero-lateral wall of the bladder and İletişim Bilgileri: Hasan H. Tavukcu, M.D. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Üroloji, Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 49 Marmara Medical Journal 2009;22(1);049-051 Marmara Medical Journal 2009;22(1);049-051 Hasan H. Tavukcu, et al. Treatment of syncroneous triple genitourinary tumor with laparoscopic nephroureterectomy and conventional radical cystoprostatectomy Grade III hydroureteronephrosis of the left kidney with 3-4 mm parenchymal thickness. Cystoscopy revealed that the patient had a 5 cm solid papillary tumor at the left posterolateral wall of the bladder. The patient underwent an incomplete transurethral resection of the bladder tumor. Pathology report revealed a pT1 Grade III tumor. The patient underwent an abdominopelvic computed tomography (CT) without contrast material and chest x-ray. The CT revealed a suspicious mass in the left distal ureter and the left bladder wall had a huge solitary mass. There was no evidence of metastatic disease or lymphadenopathy. The left kidney was tumor free (Figure IA-B). We discussed treatment options with the patient and decided to perform a laparoscopic radical nephroureterectomy due to the left distal ureter tumor and conventional radical cystoprostatectomy without creating a urinary diversion, because he was on a chronic dialysis program. A left radical nephroureterectomy was performed via a four port transperitoneal approach and the left ureter was mobilized and divided. A radical cystoprostatectomy with a bilateral extended pelvic lymph node dissection was performed using a standard approach. The right renal unit and ligated right ureter were left within the patient. The operation time was five hourswith blood loss of 500 cc There were no intra or postoperative complications and the patient was discharged on postoperative day four. A pathology report revealed a synchronous triple tumor in the kidney, urinary bladder and prostate. The kidney pathology revealed a 1.2 cm tubular-type clear cell renal cell carcinoma at the left lower pole, pT1N0 with Fuhrman Grade 2. Bladder pathology revealed a highgrade invasive urethelial carcinoma with carcinoma in-situ, stage PT2bN0. Prostate pathology revealed a prostatic adenocarcinoma composed of small atypical glands with a Gleason score of 3+3 (Figure IIA-B-C). This diagnosis was confirmed by negative staining of the neoplastic glands with high molecular weight cytokeratin immunohistochemistry (34âE12). The lymph nodes were tumor free. Control MRI sections did not reveal any tumor recurrences or late complications during the follow-up period of the patients and he did not receive any adjuvant treatment modality. Figure I A-B: CT scan of kidney and bladder 50 Marmara Medical Journal 2009;22(1);049-051 Hasan H. Tavukcu, et al. Treatment of syncroneous triple genitourinary tumor with laparoscopic nephroureterectomy and conventional radical cystoprostatectomy Figure II: A-B-C: II A Clear cell renal cell carcinoma with tubular pattern (arrow) surrounded with adjacent renal parenchyma (H&E, x100) II B: High grade urothelial cell carcinoma showing disordered architecture and nuclear pleomorphisim (H&E, x 100). II C: Prostatic adenocarcinoma composed of small atypical glands (arrow) (H&E, x 100) cystoprostatectomy and pelvic lymphadenectomy with the creation of an ileal loop3. DISCUSSION Both the conventional and laparoscopic approach in urology is now an acceptable option for kidney, bladder and prostate surgery, with excellent functional and oncological outcomes2. Although the atomic bomb explosions of Hiroshima and Nagasaki have been shown as responsible factors for synchronous multiple tumors in the Japanese population, the only nuclear event that would have affected the Turkish population happened in 1986 in Chernobyl, near the north-eastern area of Turkey. Our patient’s hometown was on the north side of Turkey. However, he had not visited his hometown since 1970. Deng et al. reported simultaneous laparoscopic management of three urological malignancies3. Japanese uro-oncologists prefer a standard approach open radical nephroureterectomy with a hilar lymph node dissection and total cystoprostatectomy with a pelvic node dissection as the radical treatment for their patients. In our case, we decided to perform a laparoscopic radical nephroureterectomy via the four port transperitoneal approach, and a standard, open, radical cystectoprostatectomy with a pelvic lymph node dissection, without urinary diversion. Although our patient’s age was 62, he had multiple co-morbidities, including chronic renal failure and coronary artery disease. Therefore, reducing the operation time with minimal morbidity was the main factor for choosing this operation combination for our patient. Although the operation time was five hours in our case, eleven hours with 800 ml of blood loss were reported by Deng et al. for patients who underwent combined laparoscopic radical nephrectomy, Combined laparoscopic nephroureterectomy with a standard open radical cystoprostatectomy is both an effective and reliable operation technique in patients, like our patient, with triple genitourinary tumors and high-risk co-morbidities. REFERENCES 1. 2. 3. 51 Takada T, Honda M, Momohara C, Komori K, Fujioka H. Synchronous triple urogenital cancer (renal cancer, bladder cancer, prostatic cancer): a case report] Hinyokika Kiyo 2002 ;48(4):239-342 Hasan WA, Abreu SC, Gill IS. Laparoscopic surgery for renal cell carcinoma. Expert Rev Anticancer Ther 2003; 3(6):830-836. Deng DY, Meng MV, Grossfeld GD, Stoller ML.Simultaneous laparoscopic management of 3 urological malignancies. J Urol 2002; 167(5):21252126. CASE REPORT ANEURYSM OF EXTRACRANIAL INTERNAL CAROTID ARTERY: A CASE REPORT Koray Ak1, Selim İsbir1, Mehmet Bayramiçli2, Atike Tekeli1, Süheyla Bozkurt3, Sinan Arsan1 1 Marmara University, Cardiovascular Surgery, İstanbul, Türkiye 2Marmara University, Plastic and Reconstructive Surgery , İstanbul, Türkiye 3Marmara University, Pathology , İstanbul, Türkiye ABSTRACT A 42 year old man was referred to our hospital with a pulsatile left neck mass which had been diagnosed and treated as a reactive cervical lymphadenopathy for 3 months before referral. Diagnosis of an extracranial aneurysm of the left proximal internal carotid artery was made by magnetic resonance imaging angiography and digital subtraction angiography. Open surgical repair was performed by resection of the aneurysm and interposition of a reversed segment saphenous vein graft. Extracranial carotid artery aneurysms are uncommon pathologies and still challenging to diagnosis and treatment strategy. Awareness of this rare pathology in the differential diagnosis of head and neck masses would facilitate the diagnosis and prevent complications like cerebral thromboembolism. Surgical treatment is still regarded as a gold standard in the treatment of these cases. In this report, we presented a patient with an incidentally diagnosed aneurysm of extracranial internal carotid artery. Keywords: Extracranial internal carotid artery, Aneurysm, Surgical treatment EKSTRAKRANIYAL INTERNAL KAROTIS ARTER ANEVRIZMASI: OLGU SUNUMU ÖZET 42 yaşında erkek hasta hastanemize sol boyun bölgesinde yerleşim gösteren pulsatil bir kitle ile gönderildi. Hasta kliniğimize gönderilmeden önceki dönemde başka bir merkezde reaktif servikal lenfadenopati nedeniyle 3 ay süreyle takip ve tedavi edilmiş. Ekstrakraniyal internal karotis arter anevrizması tanısı manyetik rezonans anjiyografi ve dijital substriksiyon anjiyografi ile konuldu. Anevrizma rezeksiyonu ve ters çevrilmiş safen ven interpozisyonu uygulanarak açık cerrahi onarım yapıldı. Ekstrakraniyal internal karotis arter anevrizmaları nadir görülen patolojiler olup halen tanı ve tedavilerinde bir takım zorluklar yaşanmaktadır. Nadir olarak rastlanan bu patolojilerin ayırıcı tanıda akılda tutulması hem tanının kolaylaşmasına hem de anevrizmaya bağlı gelişebilecek serebral tromboembolism gibi birtakım komplikasyonların engellenmesine sebep olacaktır. Cerrahi onarım bu hastaların tedavilerinde hala altın standart olarak yerini korumaktadır. Bu olgu sunumunda, tesadüfen tanısı konmuş bir ekstrakraniyal internal karotis arter anevrizma vakası sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Ekstrakraniyal internal karotis arter, Anevrizma, Cerrahi tedavi İletişim Bilgileri: Koray Ak, M.D. Marmara University, School of Medicine, Cardiovascular Surgery, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 52 Marmara Medical Journal 2009;22(1);052-055 Marmara Medical Journal 2009;22(1);052-055 Koray Ak, ark. Aneurysm of extracranial internal carotid artery: a case report INTRODUCTION Extracranial carotid artery (ECA) aneurysms are extremely rare vascular lesions. The pathogenesis of these aneurysms can be inflammatory, traumatic, congenital, or previous operations like tonsillectomy. Atherosclerosis and traumatic cause has been shown to be a leading pathology in adults1,2. We reported an adult patient with an ECA aneurysm that was successfully treated by resection and a reversed segment saphaneous vein graft interposition. CASE REPORT 42 year old man admitted to an otolaryngologist with the symptoms of the infection of the upper respiratory tract (URT). According to the data obtained from the previous medical reports of the patient, hyperemia over the retropharyngeal region and a solid, weakly pulsatile mass situated anterior to the left sternocleidomastoid (SCM) muscle were detected on physical examination. It was reported to be poorly mobile, nontender and semi-solid in consistency. The mass was thought to be a regional lympadenopathy (LAP) related to the present infection. Diagnosis of viral URT was made and oral supportive medications were prescribed. After 3 months, he was referred to our hospital for further evaluation because of the persistence of the mass. Our physical examination revealed a pulsatile solid cervical mass located anterior to the left SCM muscle with the same previous characteristics. There was no audible bruit over the left carotid region. Diagnosis of a saccular aneurysm of left internal carotid artery (ICA) was made by MRI angio which revealed a partially thrombosed saccular aneurysm (27 mm x 25 mm x 40 mm in size) (Figure 1. a). An arteriogram revealed a saccular aneurysm originating from the proximal-portion of the left ICA (Figure 1. b). Under appropriate general anesthesia a transverse neck incision centered over the bifurcation was made and the aneurysm was carefully dissected and exposed (Figure 2. a). The lumen of the aneurysm was partially filled by chronic and organized thrombus. Despite the ICA is redundant in length, proximal and distal ICA segments next to the stalk of the aneurysm were quite tortuous and calcified. Reversed saphaneous vein interposition was performed after aneurysmectomy and removal of the tortuous ends of the ICA (Figure 2. b). The time of carotid clamping was 24 minutes. The rest of the operation was completed in a standard fashion. Patient was discharged from hospital on the third postoperative day without any neurological deficit. He was still doing well 3 years after operation. Pathologic evaluation of the aneurysm revealed diffuse atherosclerotic changes occupying the medial and adventitial layers of the aneurysm. Figure 1: a. Cervical MRI angio demonstrating mass which shows a regular contrast enhancement between left ICA and ECA , b. Selective arteriogram of left ICA showing a saccular aneurysm originating from the proximal left ICA (MRI: magnetic resonance imaging, ICA: internal carotid artery, ECA: external carotid artery). 53 Marmara Medical Journal 2009;22(1);052-055 Koray Ak, et al. Aneurysm of extracranial internal carotid artery: a case report Figure 2: a. Operative view of the proximal ICA aneurysm (ICA: internal carotid artery), b. Operative view showing repaired ICA aneurysm by resection and saphaneous vein interposition. Arrow indicates the reversed segment saphaneous vein graft (ICA: internal carotid artery). endarterectomy, cranial nerve dysfunction, dysphagia, dizziness, tinnitus, carotid bruit and hemorrhage are the other symptoms frequently encountered in these patients1. The diagnosis of the ECA aneurysms presenting as a mass in the neck or pharynx is challenging to some extent and sometimes may be mistaken for a LAP, neoplastic or inflammatory lesions of the neck3,4. It has been known that when the sac of the aneurysm is full of thrombus or calcified or has a narrow ostium, pulsation over the mass may be absent. Even excessive manipulation during the physical examination may cause an iatrogenic embolic event. DISCUSSION Extracranial carotid artery (ECA) aneurysms are rare entities confronting vascular surgeons in clinical practice. It has been reported that only 0.1 % to 2 % of all surgical procedures of the ECAs was performed for ECA aneurysms1,2. After excluding the cases with pseudoaneurysm related to the previous carotid endarterectomy, atherosclerosis continues to be the most common pathology. Other etiologic factors are trauma, carotid dissection and fibromuscular dysplasia, pregnancy and the like2. The clinical presentation of the patients with ECA aneurysms varies from accidentally detected neck mass to neurological symptoms related to the rupture of the aneurysm. Majority of patients with an atherosclerotic pathology present with a hemispheric symptom2. Otherwise they are not easily recognized in the absence of neurological symptoms. El-Sabrout et al reported that almost all patients with ECA aneurysms are symptomatic and neurological symptoms related to cerebral ischemia occur as leading presenting symptoms in 41% of the patients2. Furthermore anterior cervical pulsatile mass, infection after previous carotid Due to the high rate of cerebral embolic complications and mortality, surgical treatment is strongly advocated in the treatment of patients with ECA aneurysms whenever the diagnosis is made. Only in cases of postdissection or posttraumatic aneurysms, it is advised to postpone the surgical procedure at least 3 months after the occurrence of the lesions1. Different surgical procedures can be applied with respect to the extent and type of the aneurysm and some of which are resection and end to end anastomosis or grafting, aneursymorraphy, 54 Marmara Medical Journal 2009;22(1);052-055 Koray Ak, et al. Aneurysm of extracranial internal carotid artery: a case report extracranial-intracranial bypass or ligation of ICA. Even though the selection of the type of the procedure should be individualized, resection and interposition of a venous graft is the most commonly applied surgical procedure2. Using a shunt during the surgery may be beneficial in patients with a contralateral carotis stenosis, history of stroke or prolonged duration of the carotid clamping. In these risky patients, continuous electroencephalographic monitoring is used to determine whether the use of a shunt is essential or not during the repair. According to a meta-analysis by Rosset et al2, surgical reconstruction of the ICA aneurysms resulted in a stroke risk of 6% and a mortality risk of 1.2% which were shown to be incommensurable with the risks of the nonoperative treatment. Recently, certain endovascular therapies like graft stenting, endovascular balloon occlusion and coil embolization are gaining popularity in the treatment of ECA aneurysms. Initial reports were so pessimistic for preferring endovascular procedures in the treatment of these aneurysms due to the high risk of cerebral embolization and early occlusion of the endograft5. However, endovascular treatment of extracranial carotid artery aneurysms offers an advantage over open surgical therapy in terms of surgical dexterity especially in patients with distal ICA involvement and pseudoaneurysms related to previous CEA. Major drawbacks of these procedures are that we still don’t know the long term results exactly and more clinical data should be gathered to clarify their place in the management of ECA aneurysms. In conclusion, the possibility of an ECA aneurysm should be always kept in minds in the initial evaluation of the patients with a neck mass. These aneurysms have a dismal progression if left untreated. The satisfactory results of present endovascular and open surgical techniques justify an aggressive approach in the treatment of these patients. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 55 El-Sabrout R, Cooley DA. Extracranial carotid artery asneurysms: Texas Heart Institute experience. J Vasc Surg 2000:31:702-712 Rosset E, Albertini JN, Magnan PE, Ede B, Thomassin JM, Branchereau A. Surgical treatment of extracranial internal carotid artery aneurysms. J Vasc Surg. 2000; 31: 713-723. Karas DE, Sawin RS, Sie KC. Pseudoaneursym of the external carotid artery after tonsillectomy. A rare complication. Arch Otolaryngol Head Neck Surg 1997; 123: 345-457. Zhou W, Lin PH, Bush RL, et al.Carotid artery aneurysm: evolution of management over two decades. J Vasc Surg. 2006; 43: 493-496. Hertzer NR. Extracranial carotid aneurysms: a new look at an old problem. J Vasc Surg. 2000; 31: 823825. CASE REPORT DIAGNOSIS, TREATMENT, RADIOLOGIC AND PATHOLOGIC FINDINGS OF SPLENIC ANGIOSARCOMA: A CASE REPORT Özgür Ekinci1, Özlem Okur1, Fikret Aksoy2, Gökhan Demiral2, Taner Evcimik1, Haydar Yalman1, Rafet Yiğitbaşı1 1 Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim Araştırma Hastanesi, 3. Genel Cerrahi Kliniği, İstanbul, Türkiye 2Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim Araştırma Hastanesi, 2. Genel Cerrahi Kliniği, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Although primary splenic angiosarcomas are the most common malignant nonhematopoietic tumors of the spleen ,they are extremely rare tumors with very poor prognosis. These tumors are highly aggressive and lethal, present with widespread metastasis or splenic rupture. Definitive diagnosis and treatment is surgical and survival is significantly improved when splenectomy is performed prior to rupture. Diagnosis, radiologic and pathologic findings and treatment of a patient with primary splenic angiosarcoma are presented. Keywords: Angiosarcoma, Spleen, Immunohistochemistry, Imaging SPLENİK ANJİOSARKOMANIN TANISI, TEDAVİSİ, RADYOLOJİK VE PATOLOJİK BULGULARI:OLGU SUNUMU ÖZET Primer splenik anjiosarkomalar dalağın hematopoetik sistemle ilişkili olmayan en sık malign tümörleri olmasına karşın oldukça nadir görülmekte ve prognozu son derece kötüdür. Bu tümörlerin seyri oldukça agresif ve ölümcül olup yaygın metastazlar veya dalak rüptürü ile karşımıza çıkarlar. Kesin tanı ve tedavi cerrahi ile olur ve rüptür öncesi uygulanan splenektomi yaşam süresini anlamlı şekilde uzatır. Primer splenik anjiosarkomalı bir hastanın tanı, radyolojik patolojik bulgular ve tedavisini sunuyoruz. Anahtar Kelimeler: Anjiosarkoma, Dalak, İmmünhistokimya, Görüntüleme INTRODUCTION Primary malignant splenic mesenchymal tumors are extremely rare1. These tumors, the most common being angiosarcoma, are highly aggressive2. Patients present with widespread metastasis or splenic rupture, the latter being lethal2. Significant improvement of survival with splenectomy prior to rupture makes early diagnosis a necessity. Symptoms, signs, radiologic and pathologic findings of primary splenic angiosarcoma are presented. CASE REPORT A 50 year-old male patient was admitted with left upper quadrant pain, fatigue and weight loss of 7 kg in 2 months. His physical examination revealed a painful, palpable spleen 6 cm below the left costal margin on the mid axillary line. Peripheral blood count revealed a hemoglobin level of 9.8 g/Dl, hematocrit level of 30.1%, a platelet count of 129000/mm3 and a white blood cell count of İletişim Bilgileri: Gökhan Demiral, M.D. Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim Araştırma Hastanesi, 2. Genel Cerrahi Kliniği, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 56 Marmara Medical Journal 2009;22(1);056-058 Marmara Medical Journal 2009;22(1);056-058 Özgür Ekinci, et al. Diagnosis, treatment, radiologic and pathologic findings of splenic angiosarcoma: a case report 7300/mm3. Liver function tests were within normal limits except for mildly elevated LDH levels. Peripheral blood smear revealed schistocytes and thrombocytopenia which were suggestive of microangiopathic hemolytic anemia. Bone marrow aspiration biopsy and core biopsy were normocellular. On ultrasonography(USG), the spleen was extremely enlarged and filled with multiple irregular contoured nodular lesions, the largest being 55x38 mm in size, located on the lower pole of the spleen. These lesions were thought to be metastatic. On the abdominal computerized tomography(CT) the spleen was extremely enlarged, the longest axis being 17 cm and filled with diffuse hypodense lesions, which were thought to be secondary to a lymphoproliferative disease like lymphoma or to a primary splenic malignant tumor(Figure 1). On abdominal magnetic resonance imaging(MRI), the spleen was extremely enlarged, containing multiple hemorrhagic and necrotic lesions which were suggestive of primary splenic angiosarcoma(Figure 2). Multiple bone lesions were observed which were thought to be metastatic. Fine needle aspiration biopsy(FNAB) revealed a few atypical spindle cells suggestive of splenic angiosarcoma. Splenectomy was performed for definitive diagnosis and treatment. The splenectomy specimen was 22x16x7 cm in size, and had a smooth capsula. On the cut surface, a white tumoral lesion of 10 cm in diameter was observed with uneven sharp borders which completely replaced splenic parenchyme. The rest of the parenchyme was cystic, hemorrhagic and necrotic. Histopathologic examination revealed hemorrhagic infarcts and solid tumoral lesions which completely replaced the splenic parenchyme. Atypical spindle cells and pleomorphic cells were observed in these solid lesions. These cells had a hyperchromatic nucleus and an irregular nuclear membrane. The tumoral lesions consisted of freely anastomozing papillary and classical, characteristic vascular channels. On immunohistochemical examination, these lesions stained positive for factor VIII, CD34, CD31, vimentin, and CD 68, which presented the diagnosis of angiosarcoma. The Ki proliferation index was less than 25%. Figure 1: Abdominal CT: extremely enlarged spleen; the longest axis being 17 cm. Figure 2: Abdominal MRI showing extremely enlarged spleen with multiple hemorrhagic and necrotic nodules: 57 Marmara Medical Journal 2009;22(1);056-058 Özgür Ekinci, et al. Diagnosis, treatment, radiologic and pathologic findings of splenic angiosarcoma: a case report histiocytic differentiation marker (CD68 and/or lysosyme) makes the diagnosis10. Histologic angiosarcoma studies must include mitotic ratio, cellularity, cellular pleomorphysim, dimension of necrosis and vascular differentiation. Only the mitotic ratio, KI 67 proliferation index, determines prognosis. Because of the rarity of this tumor, no specific regimen of chemotherapy has been employed in enough cases to enable the drawing of conclusion to the effect on survival6. However, empiric use of multiagent chemotherapy can be offered to patients with metastatic disease6. DISCUSSION Primary splenic angiosarcomas are the most common malignant nonhematopoietic tumors of the spleen2. They are tumors of vascular origin, characterized by masses of endothelial cells displaying cellular atypia and anaplasia, characteristic of malignancy3. The incidence is only 0.14-0.25 cases per million4. The age group for this malignancy is 50-59 years, with a slight male predominance5. Patients usually present nonspecific symptoms like left upper quadrant pain and fatigue5. Physical examination reveals a left upper quadrant mass and tenderness and microangiopathic hemolytic anemia is observed on laboratory examinations2. Although presenting symptoms are nonspecific and are often confused with lymphoma, considerations for treatment and prognosis is quite different6 and surgery provides the definitive diagnosis and treatment6. These tumors are highly aggressive and lethal, present with widespread metastasis or splenic rupture2. There is no correlation between spontaneous splenic rupture and the age or sex of patients, the size of spleen and degree of anemia6. Improvement of survival by splenectomy before development of splenic rupture makes early diagnosis a necessity7. USG determines the cystic or solid nature of the tumoral mass and is the first investigation method to diagnose malignancy8. CT provides the basic information about this organ9. MRI, by virtue of its superb soft tissue contrast and lesion characterization, is used for splenic lesions in which differential diagnosis was not reached by CT9. FNAB alone cannot make but supports the diagnosis of angiosarcoma if it is clinically suspected . Definitive diagnosis is made by histopathologic and immunohistochemical examination of the spleen. Microscopical examinations reveal freely anastomosing papillary and classical characteristric vascular channels lined by masses of endothelial cells displaying cellular atypia and anaplasia, characteristic of malignancy3. Immunohistochemically, at least 2 vascular proliferation markers (CD34, FVIIIAg,VEGF3 and CD31) and at least 1 REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 58 Wick MR, Scheithaver BW, Smith SI. Primary nonlymphoreticular malignant neoplasms of spleen. Am J Surg Pathol 1982; 6:229-242. Rosai J. Spleen. In: Rosai J. Ed. Rosai and Ackerman’s Surgical Pathology. Volume 2. 9th ed. Philadelphia: Mosby, 2004;:2036-2042. Cotran RS, Kumar V, Robbins S Pathologic basis of disease.5th ed. Philadelphia: W.B.Saunders, 1994: 510-516. Falk S, Krishan J, Meis JM. Primary angiosarcoma of spleen: A clinicopathologic study of 40 cases. Am J Surg Pathol 1993; 17:959-970. Autry JR, Weitzner S. Hemangiosarcoma of spleen with spontaneous rupture. Cancer 1975; 35:534-539. Smith VC, Usaf MC, Eisenberg BL, et al. Primary splenic angiosarcoma. Cancer 1985; 55:1625-1627. Karakas HM, Demir M, Ozyılmaz F, Cakır B. Primary angiosarcoma of spleen: in vivo and in vitro MRI findings. Clin Imaging 2001; 25:192-196. Wafula JM. Ultrasound and CT demonstration of primary angiosarcoma of spleen. Br J Radiol 1985; 58:903-907. Karakaş HM., Tunçbilek N, Ökten ÖÖ. Splenic abnormalities; an overview on sectional images. Diagn Intervent Radiol 2005; 11:152-58. Neuhauser TS, Derringer CA, Thompson LD, et.al. Splenic angiosarcoma: A clinicopathologic and immunophenotypic study of 28 cases. Mod Pathol 2000; 13:978-987. OLGU SUNUMU PERİMENAPOZAL OLGUDA RASTLANTISAL OLARAK SAPTANAN UTERİN ARTERİYOVENÖZ FİSTÜL : US, RENKLİ DOPPLER US VE BT BULGULARI Figen Palabıyık, Arda Kayhan, Serdar Serinsöz, Elif Hocaoğlu, Sibel Bayramoğlu Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji, İstanbul, Türkiye ÖZET Uterin vasküler lezyonlar, nadir izlenen ancak hayatı tehdit edebilecek vasküler patolojilerdir. Arteriyovenöz malformasyon (AVM), pre ve postmenapozal olgularda, en sık olarak nedeni bilinmeyen vajinal kanama ile ortaya çıkmakla birlikte asemptomatik kitle ile de karakterize olabilir. Uterin AVM tanısında altın standart anjiyografi olmakla birlikte, bu olgularda ultrasonografi (US) ve renkli Doppler US (RDUS) ilk planlanması gereken görüntüleme yöntemleri olup, ek olarak bilgisayarlı tomografi ( BT) ve manyetik rezonans görüntülemeler (MRG) de tanıya destek olmaktadır. Olgu sunumumuzda, adet görememe yakınması ile başvuran ve sağ over kisti ön tanısı ile izlenen kadın hastada, radyolojik görüntülemeler sonrası rastlantısal olarak saptanan uterin arteriyovenöz (AV) fistül, US, RDUS ve BT bulguları ile literatür eşliğinde tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Uterin arteriyovenöz malformasyon/fistül-US- renkli Doppler US- BT UTERINE ARTERIOVENOUS FISTULA COINCIDENTALLY DETECTED IN A PERIMENAUPOSAL WOMEN: US, COLOR DOPPLER US AND CT FINDINGS ABSTRACT Uterine vascular lesions are rare, but life-threatening vascular pathologies. In pre and postmenauposal women, arteriovenous malformations (AVM) commonly present with vaginal bleeding of unknown origin. Although angiography is the gold standard technique in the diagnosis of uterine AVM, gray scale US and color Doppler US (CDUS) should be the first choice modalities. In addition, computed tomography and magnetic resonance imaging may also be performed . We reviewed the US, CDUS and CT findings of a coincidentally detected AV fistula in a patient with amenorrhea and with a prediagnosis of right ovarian cyst. Keywords: Uterine arteriovenous malformation/fistula, US, color Doppler US, CT sunumlarında ya da sınırlı sayıda olgudan oluşan küçük serilerde bildirilmiştir2,3. GİRİŞ Arteriyovenöz malformasyon (AVM), hem arter hem de venlerin histolojik özelliklerini taşıyan ancak bir kapiller ağın mevcut olmadığı, farklı boyutlarda birbirine dolaşık damarların oluşturduğu yapılardır1. Uterin AVM' ler konjenital ve akkiz olarak sınıflandırılmış olup genellikle konjenitaldir4. Konjenital uterin AVM' ler, arter ve venler arasında anormal ilişkiye neden olan primitif kapiller pleksustaki anormal farklılaşma sonucu ortaya çıkmaktadır5. Genellikle herhangi bir yakınması olmayan sağlıklı kadınlarda izlenir ve hemodinamik olarak anlamlı bulguya yol açmaz6. Arteriyovenöz AVM' lerin büyük çoğunluğu konjenital olup, en sık beyinde yerleşmek üzere vücudun birçok bölgesinde tanımlanmıştır. Uterin AVM' ler nadir olup, literatürde tekli olgu İletişim Bilgileri: Dr. Arda Kayhan, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 59 Marmara Medical Journal 2009;22(1);059-063 Marmara Medical Journal 2009;22(1);059-063 Figen Palabıyık, Ark. Perimenapozal olguda rastlantısal olarak saptanan uterin arteriyovenöz fistül : US, renkli Doppler US ve BT bulguları (AV) fistüller ise akkiz olup, tipik olarak tek bir arterin tek bir ven ile birleşmesi sonucu oluşur7. AV fistüller, geçirilmiş pelvik cerrahi, kürtaj, rahim içi araç kullanımı, gebeliğe bağlı patolojik sebepler, geçirilmiş gestasyonel trofoblastik hastalık, endometriyum veya serviks kanseri gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Anjiyografi bulguları benzer olduğu için, olgunun öyküsü konjenital ve akkiz uterin AVM ayrımını yapmakta tanıya yardımcı olamamaktadır8. AVM olgularında ana semptom vajinal kanamadır. Vajinal değerlendirmede üfürüm ya da pulsatil kitle tanımlanabilir. Uterin AVM' lerin nadir izlenmesi ve semptomların spesifik olmaması nedeniyle tanı güçleşmektedir. Doğurganlık çağındaki kadınlarda açıklanamayan vajinal kanama, pre ve postmenopozal kadınlarda vajinal kanama ya da pelvik incelemede sonografik olarak anekoik yapılar izleniyor ise, uterin AVM olasılığı akılda bulundurulmalıdır. tanısı ile kliniğimize refere edildi. Olgunun öyküsünde 2 normal doğum, 1 sezeryan ve 1 kürtaj mevcuttu. Fizik muayenesinde patolojik bulgu saptanmayan olguya kliniğimizde transabdominal ve TV US, RDUS ile pelvik dinamik BT uygulandı. Olgunun transabdominal ve TV gri skala US incelemesinde; uterus ve her iki over sonografik olarak olağan olarak değerlendirildi. Uterus sağ anterolateral komşuluğunda 50x30 mm ve posterolateral komşuluğunda 40x30 mm boyutlu iki adet anekoik kistik lezyon saptandı (resim 1). RDUS incelemede, tanımlanan anekoik kistik yapıların uterin arter ve vene ait olduğu saptanarak color aliasing bulgusunun varlığı izlendi( resim 2). Spektral analizde AV fistülü işaret eden arter içinde yüksek hızlı, düşük dirençli arteriyal sinyaller, ven içinde türbülan ve arteriyalize akım mevcuttu( resim 3). Arter lümeninde Vmax 92.5cm/sn, Vmin 39cm/sn, RI 0.53 ve PI 0.91 olarak ölçüldü. İnceleme sırasında arter ile ven arasında yaklaşık 3 mm genişlikte ve 4 mm uzunlukta fistül traktı olduğu ve fistül lümeninin 278ml/dk debisi olduğu saptandı( resim 4)( resim 5). Olgu sunumumuzda, perimenapozal yakınmaları nedeniyle başvuran ve sağ over kisti ön tanısıyla radyolojik incelemeleri yapılan hastada, rastlantısal olarak saptanan uterin AV fistül gelişimini literatür bulguları eşliğinde tartışmayı amaçladık. RDUS incelemesini takiben olguya dinamik pelvik BT yapıldı. Uterus sağ lateral komşuluğunda 50x35 mm boyutlu, düzgün sınırlı ve anterior komşuluğunda 40x35 mm boyutlu lineer uzanım gösteren birbirleri ile ilişkili, arteriyal fazda diffüz kontrast tutulumu gösteren AV fistüle ait vasküler yapılar izlendi ( resim 6a-b). OLGU SUNUMU Adet görememe nedeniyle menapoz polikliniğine başvuran 43 yaşındaki olgu, transabdominal ve transvajinal (TV) gri skala US değerlendirme sonrası sağ over kisti ön Resim 1: Uterin AV fistülün gri skala US görüntüsü Resim 2: Uterin AV fistülün RDUS görüntüsü ve color aliasing bulgusu 60 Marmara Medical Journal 2009;22(1);059-063 Figen Palabıyık, Ark. Perimenapozal olguda rastlantısal olarak saptanan uterin arteriyovenöz fistül : US, renkli Doppler US ve BT bulguları Resim 3: Uterin AV fistülün spektral analizinde arter lümeninde yüksek hızlı ve düşük dirençli akım paterni Resim 4: RDUS incelemede uterin AV fistül traktı Resim 5: Uterin AV fistül traktının spektral analizi Resim 6a-b: Aksiyel planda BT incelemede, uterus sağ lateral komşuluğunda endoluminal kontrast dolumu gösteren AV fistüle ait görünüm 61 Marmara Medical Journal 2009;22(1);059-063 Figen Palabıyık, Ark. Perimenapozal olguda rastlantısal olarak saptanan uterin arteriyovenöz fistül : US, renkli Doppler US ve BT bulguları türbülan ve arterialize akım saptanır. Ayrıca fistül traktı her zaman izlenememekle birlikte eğer görülürse fistül traktındaki yüksek hızlı akım ve volüm ölçülebilir10. TARTIŞMA Uterin AV fistüller nadir izlenen ancak hayatı tehdit edebilecek uterin vasküler patolojiler olup vajinal kanamanın nadir sebeplerinden biridir9. Anormal vajinal kanamanın değerlendirilmesinde US ilk başvurulacak tanı yöntemidir, ancak gri skala incelemede saptanan bulguların spesifik olmaması ve görünümün pelvik bölgedeki diğer oluşumlarla ( sıvı ile dolu barsak segmentleri, over kistleri, hidrosalpinks, vb.) karışabilmesi nedeniyle tek başına yeterli değildir10,11. Tanının doğrulanması amacıyla gri skala US inceleme sonrasında RDUS da planlanmalıdır. Ek olarak kontrastlı dinamik BT ve MRG de uygulanabilir12. RDUS ile uterin AVM' nin pelvis içindeki uzanımı BT ve MRG ile kolaylıkla değerlendirilir10. Uterin AVM ve AV fistüller, dinamik BT incelemede arteriyal ve venöz fazda kontrast tutan ve birbirleri ile ilişkili vasküler yapılar şeklinde izlenir. MRG' de ise vücudun diğer bölgelerinde izlenen AVM' lerde olduğu gibi, spin eko sekanslarda karakteristik olarak, lezyon içindeki akım ile ilişkili, tipik multipl serpijinöz sinyal kayıp alanları izlenir. Serpijinöz sinyal kayıp alanları uterin AVM’yi oluşturan karışık damarlara karşılık gelir. Diğer bulgular; uterus volümünde artış, fokal uterin kitle, uterusun zonal anatomisinde distorsiyon ve belirgin parametrial damarlardır. Gri-skala US incelemede, miyometrium çevresindeki vasküler ya da tübüler yapılar izlenebilir ancak miyometrium içindeki ya da endometrial kanal düzeyindeki damarlar iyi seçilemeyebilir. RDUS incelemede karakteristik olarak, intramural spiral arterlerden normal periferal miyometrial akım alınır. Huang MW ve ark., 9 olgudan oluşan serilerinde, uterin AVM tanısının yalnız gri skala inceleme ile yapılmasının çok güç olduğunu ancak yine de ciddi menorajisi olan olguların ilk planda US ile değerlendirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir10. Uterin AV fistül tanısında referans standart anjiyografi olmakla birlikte US ve RDUS bulguları da önemlidir. Noninvaziv bir yöntem olan RDUS ile, anjiyografiye gerek kalmadan tanı konabilir10. Anjiografi embolizasyon düşünülen olgularda tercih edilmektedir. AV fistül embolizasyonu uterus ve over fonksiyonlarının korunduğu güvenilir ve etkili bir tedavi şeklidir14. RDUS incelemede AVM' lerin saptanması daha kolaydır ve color aliasing ya da belirgin ters akım olmak üzere iki paternde izlenebilirler. AVM' ler, herhangi bir kapiller ağ olmaksızın, arteryel kanın aniden düşük basınçlı venöz kanallara girdiği çok sayıda düşük rezistanslı birbirine dolaşık damar yollarının oluşturduğu yapılardır. Kan, bu ani basınç farklılaşmasında hızlı bir şekilde yol alır, bu da peak sistol sırasında yüksek hız oluşmasına yol açar. Düşük akım hızı, diastol sırasında çok düşük bir deselerasyona yol açar bu da arteryel akımın düşük vurulu olmasına neden olur. Bu hemodinamik süreç AV şantın klasik Doppler bulguları olan yüksek PSV, düşük vurulu arteriyal spektral akım formu ve pulsatil yüksek hızlı venöz akım formlarının oluşmasına neden olmaktadır13. Kısaca, spektral incelemede arter içinde yüksek hızlı, düşük dirençli sinyaller alınırken ven içinde Literatürde bildirilen serilerde olgular çoğunlukla anormal vajinal kanaması olan pre ve postmenapozal kadınlardan oluşmaktadır. Timmerman ve arkadaşları premenapozal kanaması olan 265 olguluk bir seride 9 hastada uterin vasküler patoloji saptamıştır15. Uterin vasküler patolojiler nadiren asemptomatik seyretmektedir. Özellikle tek bir arter ve veni ilgilendiren AV fistüllerde gri skala US ile tanı koymak ve diğer patolojiler arasında ayırıcı tanı yapmak zorlaşmaktadır. RDUS ile uterin AV fistül tanısı ise rahatlıkla konabilir. Sonuç olarak; adet görememe yakınması ile başvurup sağ over kisti ön tanısı ile kliniğimize gönderilen ve rastlantısal olarak AV fistül tanısı alan olgumuzda olduğu gibi, benzer olgularda asemptomatik olmalarına rağmen, olası AV fistül varlığı da akılda 62 Marmara Medical Journal 2009;22(1);059-063 Figen Palabıyık, Ark. Perimenapozal olguda rastlantısal olarak saptanan uterin arteriyovenöz fistül : US, renkli Doppler US ve BT bulguları bulundurulmalı ve tanıyı desteklemek üzere RDUS da gri skala US inceleme sonrası planlanmalıdır. KAYNAKLAR 8. Vogelzang RL, Nemcek AA, Skrtic Z, Gorrell J, Lurain JR. Uterine arteriovenous malformations: primary treatment with therapeutic embolization. JVIR 1991; 2:517-522. 9. Valenzano M, Foglia G, Tedeschi C, Paoletti R, Fulcheri E. Color Doppler sonography of uterine arteriovenous malformation. J Clin Ultrasound 2000; 28:146-149. 10. Huang MW, Muradali D, Thurston WA, Burns PN, Wilson SR. Uterine arteriovenous malformations: Grayscale and Doppler US features with MR imaging correlation. Radiology 1998; 206:115-123. 1. Powers JM, Horovpian DS. Central nervous system. In: Damjanov I, Linder J,eds. Anderson’s Pathology. 10th ed. St. Louis, Mo:Mosby-Year Book,1996; 2713. 2. Fleming H, Ostor AG, Pickel H, Fortune DW. Arteriovenous malformations of the uterus. Obstet Gynecol 1989; 73:209-213. 11. Nasu K, Fujisawa K, Yoshimatsu J, Miyakava I. Uterine arteriovenous malformation: ultrasonographic, magnetic resonance and radiologic findings. Gynecol Obstet Invest 2002; 53: 191-194. 3. Musa A, Hata T, Hata K, Kitao M. Pelvic arteriovenous malformation diagnosed by color flow Doppler imaging. AJR 1989; 152:1311-1312 12. Grivell Rm, Reid KM, Mellor A. Uterine arteriovenous malformations: a review of the current literature. Obstet Gynecol Surv 2005 Nov; 60(11):761-767. 4. Jain K, Jeffrey RB, Sommer FG. Gynecologic vascular abnormalities: diagnosis with Doppler US. Radiology 1991; 178:549-551. 13. Burns PN. Hemodynamics. In: Taylor KJW, Burns PN, Wells PNT,eds. Clinical Applications of Doppler Ultrasound. New York, NY: Raven,1995; 35-55. 5. Ishikawa T. Congenital arteriovenous malformations involving the pelvis and retroperitoneum: a case report. Angiology 1979; 30: 70-74. 6. Beller U, Rosen RJ, Beckman EM, Markoff G, Berenstein A. Congenital arteriovenous malformation of the female pelvis: a gynecological perspective. Am J Obstet Gynecol 1988; 159:1153-1160. 14. Yang JJ, Xiang Y, Wan XR, Yang XY. Diagnosis and management of uterine arteriovenous fistulas with massive vaginal bleeding. Int J Gynaecol Obstet 2005 May; 89(2):114-119. 7. 15. Timmerman D, Van den Bosch T, Peeraer K, et al. Vascular malformations in the uterus: ultrasonographic diagnosis and conservative management. Vascular malformations in the uterus: ultrasonographic diagnosis and conservative management. Eur J Obstet Gynecol Reprod Biol 2000 Sep; 92(1):171-178. Polat P, Suma S, Kantarci M, Alper F, Levent A. Color Doppler US in the evaluation of uterine vascular abnormalities. Radiographics. 2002 Jan-Feb; 22(1):4753. 63 CASE REPORT MULLERIAN DUCT CYST WITH IPSILATERAL RENAL AGENESIS: MRI FINDINGS Esra Meltem Kayahan Ulu, Ceyla Başaran, Fuldem Yıldırım Dönmez, Zeynep Güvenç, Bahar Güner, Mehmet Coşkun Başkent Üniversitesi Hastanesi, Radyoloji, Ankara, Türkiye ABSTRACT Müllerian duct cyst is an uncommon congenital anomaly in males. They are usually small, asymptomatic masses, located behind the upper half of the prostatic urethra. Here, we report the pelvic magnetic resonance imaging (MRI) findings of a patient with a giant Müllerian duct cyst with ipsilateral renal agenesis, incidentally detected from gastric symptoms. Keywords: Müllerian duct cyst, Prostate, Magnetic resonance imaging AYNI TARAFTA RENAL AGENEZİNİN EŞLİK ETTİĞİ MULLERIAN KANAL KİSTİ: MRG BULGULARI ÖZET Müllerian kanal kistleri erkeklerde seyrek olarak görülen konjenital anomalilerdendir. Genellikle küçük, asemptomatik kitlelerdir ve prostatik üretranın üst yarısının arkasından orijin alırlar. Bu olguda dev Müllerian kisti ve aynı tarafta renal agenezisi olan, insidental olarak tespit edilen olgunun MRG bulguları sunuldu. Anahtar Kelimeler: Müllerian kanal kisti, Prostat, Manyetik rezonans görüntüleme INTRODUCTION Müllerian duct cyst is an uncommon congenital anomaly of males. The cysts usually present as small, midline, cystic masses, behind the upper half of the prostatic urethra. They are usually asymptomatic. Rarely a Müllerian duct cyst may be associated with renal agenesis1. Here, we report the pelvic MRI findings of a patient with a giant Müllerian duct cyst with renal agenesis, incidentally detected from gastric symptoms. CASE REPORT A 25-year-old man applied to an emergency room with complaints of gastric pain. He had no urinary symptoms or history of prostatitis. In an abdominal ultrasonography the right kidney could not be visualized at the normal localization. A 15x6x3.8 cm multiloculated cystic mass was incidentally detected in the pelvis. It was laterally located, extending superiorly to the level of the right iliac artery and vein and compressing the bladder İletişim Bilgileri: Esra Meltem Kayahan Ulu, M.D. Başkent Üniversitesi Hastanesi, Radyoloji, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2009;22(1);064-067 64 Marmara Medical Journal 2009;22(1);064-067 Esra Meltem Kayahan Ulu, et al. Müllerian duct cyst with ipsilateral renal agenesis: mri findings anteriorly. Tc 99 m DTPA showed no uptake on right kidney. A pelvic MRI showed that the mass was hyperintense on T1 and T2 weighted images. It was located high above the base of the prostate. The right seminal vesicle was displaced superiorly by the multilobulated cystic mass. After IV contrast medium was given, the lesion did not show any contrast enhancement. There was no ectopic ureteral orifice or dilatation of the ejaculatory duct (Figure 1). The spermiogram showed an increase in the leucocyte count and a decrease in volume. Urine culture was normal. The overall diagnosis was Müllerian duct cyst with ipsilateral renal agenesis. As our patient had no symptoms, surgical resection was not recommended. Figure 1 Pelvic MRI shows a multiloculated, tubular, complex cystic mass in the right pelvis compressing the bladder posteriorly. It originated from the midline, high above the base of the prostate. It was hyperintense on T1 (A-D) and T2 (E) weighted images indicating mucinous material or hemorrhage. The cyst did not show any contrast enhancement (F). The right seminal vesicle was displaced by the mass superiorly (G). The right kidney was agenetic and the left kidney was hypertrophic seen on postcontrast fat saturated T1 weighted image (H). 65 Marmara Medical Journal 2009;22(1);064-067 Esra Meltem Kayahan Ulu, et al. Müllerian duct cyst with ipsilateral renal agenesis: mri findings In the differential diagnosis of our case, we diagnosed seminal vesicle cysts and prostatic cysts due to lateral location and utricle cyst due to midline location. Seminal vesicle cysts are unilateral and commonly protrude into the bladder. They are also associated with ipsilateral renal agenesis. Congenital prostatic cysts lie in the lateral lobe. They are rare and often associated with other anomalies4. In our case, the cyst originated from the midline, and the upper half of the prostate, clearly seen in coronal and sagittal MR images. In contrast, an utricular cyst rises from the verumontanum and communicates with the posterior urethra, a feature that helps distinguish it from a Müllerian duct cyst radiologically4. DISCUSSION Müllerian duct cyst results from focal failure of regression and focal saccular dilatation of the Müllerian duct, which is a midline cystic prostatic structure that neither communicates with the posterior urethra nor contains any sperm2. They are uncommonly associated with renal agenesis, but external genitalia are normal3. They are usually asymptomatic but may present in early adulthood with urinary retention, urinary tract infection, or symptoms of ejaculatory duct obstruction such as hemospermia. The peak clinical incidence of Müllerian duct cysts is in the age range of 2040 years. Few cases are reported in infancy4. Midline prostatic cysts are utricular and Müllerian duct cysts located behind the upper half of the prostatic urethra. Utricular cysts are the most common congenital cysts, occurring as a result of dilatation of the prostatic utricle. Most utricular cysts are diagnosed in childhood because of association with hypospadias, pseudohermaphroditism, and cryptorchidism. An utricular cyst rises from the verumontanum and communicates with the posterior urethra, a feature that helps distinguish it from a Müllerian duct cyst radiologically. In contrast, Müllerian duct cysts are connected to the verumontanum by a stalk but do not communicate with the posterior urethra. They extend above the prostate if large4. Carcinoma is a rare potential complication3. Diverticulosis of the ampulla of the vas deferens, seminal vesicle cysts, ectopic ureteroceles, and abscesses are cystic lesions seen on the lateral pelvis. If these cysts reach big sizes, they displace the bladder anteriorly and the colon posteriorly and cause symptoms5. In our case, the giant cyst was located high above the base of the prostate. The configuration of the cyst was tubular, growing toward the right pelvis and extending superiorly and the patient did not have symptoms of bowel or bladder obstruction. It was hyperintense on T1 and T2 weighted MR images showing mucinous or bloody fluid. The right seminal vesicle was displaced by the mass. Sonography, in particular transrectal sonography, is an excellent tool for the evaluation of müllerian duct cyst. In our case, because our patient had no symptoms and surgical resection was not recommended, transrectal ultrasonography was not performed. Transabdominal sonogram demonstrated the cystic mass clearly, but its origin could not be defined. MRI has been reported to be useful in the diagnosis of Müllerian duct cyst by showing signal characterization of the mucus or hemorrhagic cystic component6. On MRI the usual appearance of a Müllerian duct cyst is low T1 weighted and high T2 weighted signal intensity. However, they may show increased T1-weighted and T2-weighted signal intensity reflecting increased concentration of mucinous material or hemorrhage. Surgical excision of a Müllerian duct cyst depends on the size and location of the cyst and the presence of clinical symptoms. Almost 60% of adults diagnosed with a Müllerian duct cyst did not experience any cyst-related symptoms or ejaculatory-fertility impairment, so treatment was only recommended in symptomatic or infertile patients7. In conclusion, Müllerian duct cyst associated with ipsilateral renal agenesis is a rare urological anomaly. MRI accurately defines anatomic relationship when one is planning to excise a Müllerian duct cyst due to 66 Marmara Medical Journal 2009;22(1);064-067 Esra Meltem Kayahan Ulu, et al. Müllerian duct cyst with ipsilateral renal agenesis: mri findings 3. multiplanar imaging capacity, superior soft tissue contrast, and lack of ionizing radiation. Interestingly in our case, the giant Müllerian duct cyst was a complicated cystic mass, extending to the right pelvis, compressing the bladder minimally. 4. 5. 6. REFERENCES 7. 1. 2. Donkol HR, Monib S, Moghazy K. Müllerian duct cyst as a cause of acute infantile-onset epididymitis. Pediatr Radiol 2006;36:1197-1199. Moukaddam HA, Haddad MC, El-Sayyed K, et al. Diagnosis and treatment of midline prostatic cysts. J Clin Imag 2003;27:44-46. 67 Pollack HM. Clinical Urography: An Atlas and Textbook of Urological Imaging, Vol 1. Philadelphia, PA:Saunders, 1990:751-759. McDermott VG, Meakem TJ, Stolpen AH, et al. Prostatic and periprostatic cysts: Findings on MR imaging. AJR 1995;164:123-127. Livingston L, Larsen CR. Seminal vesicle cyst with ipsilateral renal agenesis. AJR 2000;175:177-180. Li CC, Ko SF, Ng SH, et al. Symptomatic giant Müllerian duct cyst in an infant: radiographic and CT findings. Abd Imaging 2004;29:525-527. Coppens L, Bonnet P, Andrianne R, et al. Adult Müllerian duct or utricle cyst: Clinical significance and therapeutic management of 65 cases. Clin Urol 2002;167:1740-1744. OLGU SUNUMU KAVERNÖZ HEMANJİOMA BAĞLI ORBİTAL APEX SENDROMU Tolga Özdemirkıran, Ümit Tahtacı, Mehmet Çelebisoy İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, 2.Nöroloji Kliniği, İzmir, Türkiye ÖZET Orbital apex sendromu; optik kanal bölgesinde inflamatuar, infeksiyöz, neoplastik, travmatik, vasküler ve bazen iatrojenik nedenlere bağlı olarak 2,3,4 ve 6. kranial sinirler ile 5. kranial sinirin oftalmik dalının tutulumu ile karakterizedir. Tedavi altta yatan nedene bağlı olup biyopsi yol gösterici olabilir. Hemanjiomlar orbitanın en sık primer tümöral oluşumlarından olmasına rağmen ‘Orbital Apex Sendromu’nun bir nedeni olarak kavernöz hemanjiom saptanması oldukça nadirdir. Orbital Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG) kitlenin tanınmasında ve ayırıcı tanıda oldukça yararlıdır.Erken tanı ve cerrahi tedavi ile morbidite azaltılabilir. Anahtar Kelimeler: Kavernöz Hemanjiom, Oftalmopleji, Orbital tümör ORBITAL APEX SYNDROME DUE TO CAVERNOUS HEMANGIOMA ABSTRACT Orbital apex syndrome is characterized by the involvement of the 2th,3rd,4th and 6th cranial nerves with the paralysis of ophthalmic branch of the 5th cranial nerve due to inflammatory, infectious, neoplastic, traumatic, vascular and sometimes iatrogenic reasons in the ophthalmic canal region. Biopsy from the responsible lesion can guide the treatment and it may be very informative.Altough the hemangiomas are the most common primary tumors of the orbit, cavernous hemangiomas as a cause of the ‘Orbital Apex Syndrome’ is very uncommon. Orbital Magnetic Resonance Imaging (MRI) is a very useful tool to detect the mass lesion in the orbit and for the distinctive diagnosis. Morbidity can be decresed with the early diagnosis and early surgical treatment. Keywords: Cavernous hemangioma, Ophthalmoplegia, Orbital neoplasm kavernöz hemanjiom saptanması çok nadirdir. Kapiller hemanjiomlar çocukluk çağında, kavernöz hemanjiomlar ise daha ziyade erişkin dönemde görülürler. Kavernöz hemanjiomlar sinsi bir başlangıç ve gidiş gösterirler ve kapiller hemanjiomların aksine spontan olarak kaybolmaz ve iyileşmezler.Sınırları iyi çevrelenmiş kapsüllü bir yapıları vardır2.Görüntüleme tetkiklerinde kavenöz hemanjiomlar sınırları iyi belli olan, intrakonal orbital lezyonlar olarak belirirler. Orbital MRG incelemesinde bu lezyonlar T1’de hipointens, T2’de oldukça belirgin hiperintenstir ve hafif geç kontrastlanma GİRİŞ Orbital apex sendromu; optik kanal bölgesinde inflamatuar, infeksiyöz, neoplastik, travmatik, vasküler ve bazen iatrojenik nedenlere bağlı olarak 2.,3.,4. ve 6. kranial sinirler ile 5. kranial sinirin oftalmik dalının tutulumu ile karakterizedir1. Tedavi altta yatan nedene bağlı olup biyopsi yol gösterici olabilir. İnflamatuar etiyoloji olasılığında kortikosteroid kullanılabilir1. Hemanjiomlar orbitanın en sık primer tümöral oluşumlarından olmasına rağmen ‘Orbital Apex Sendromu’nun bir nedeni olarak İletişim Bilgileri: Dr. Tolga Özdemirkıran, İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, 2.Nöroloji Kliniği, İZMİR, Türkiye e-mail: [email protected] 68 Marmara Medical Journal 2009;22(2);068-070 Marmara Medical Journal 2009;22(1);068-070 Tolga Özdemirkıran, Ark. Kavernöz hemanjioma bağlı orbital apex sendromu gösterirler3-5. MRG incelemesindeki özellikler ile orbitadaki kitlenin olası doğası önceden tahmin edilebilir, kitlenin optik sinir ve oküler kaslar ile ilişkisi saptanabilir ve doğru bir cerrahi planlama yapılabilir. ilerleme göstermiş. Bu tablo ile kliniğimize başvuran olgu ileri tetkik ve tedavi amacıyla yatırıldı. Özgeçmişinde, 1968 yılında geçirdiği trafik kazası sonrası sağ kolda dirsek üstünden ampute edilmişti, soygeçmişinde önemli bir özellik yoktu. Her ne kadar kavernöz hemanjiomlar orbitada sıklıkla saptanan kitlelerin başında gelse de genellikle propitoz, ağrı ve görme kaybı ile kendini gösterir, nadiren diğer kranial sinirleri etkiler6,7.Sunulan bu vaka oldukça ileri dönemde başvurmuş olup, ‘orbital apex sendromu’ nun tüm klasik klinik özellikleri ve MRG de kavernöz hemanjiomun tipik özellikleri görülmüştür. Nörolojik bakısında sol pupil dilate, direktindirekt ışık refleksi alınmıyor, solda göz dibinde optik atrofi ile uyumlu görünüm mevcuttu. Sol gözde tam görme kaybı, propitozis ve sol gözde dışa, yukarı ve aşağı bakış tam kısıtlılığı saptandı.(Resim 1,a-d). Çekilen fotoğraflar için hastadan izin alındı. OLGU SUNUMU 68 yaşında erkek. Polikliniğimize sol gözde progresif görme kaybı, sol göz kapağında düşüklük ve sol gözde dışa bakamama yakınmalarıyla başvurdu. Öyküsünden 1 yıl önce sol gözüyle iyi görmediği için göz hastalıkları polikliğine başvurduğu, önemli bir neden saptanmadığı ve medikal tedavi verildiği öğrenildi. Ancak sol gözündeki bu görme kaybı zamanla artarak 2-3 ay içerisinde hiç göremez hale gelmiş. 6 ay sonra yakınları tarafından sol gözünün dışa gitmediği fark edilmiş. Bu yakınmalarından yaklaşık 3 ay sonrada göz kapağında düşüklük meydana gelmiş. Göz kapağındaki düşüklük başlangıçta hafif düzeyde iken zamanla Rutin hemogram ve biyokimya tetkikleri,sedimentasyon, tiroid fonksiyon testleri normal sınırlarda izlendi. Orbital MRG’sinde sol orbita apexinde 13x8mm çaplı, düzgün konturlu, minimal kontrastlanma gösteren, orbital kanal içerisine de uzanım gösterip çevre anatomik yapılara yayılmayan kavernöz hemanjiom ile uyumlu kitle saptandı (Resim 2a-d). Kanama riskinin çok yüksek olması nedeniyle biyopsi önerilmedi. Göz ve beyin cerrahisi klinikleri tarafından değerlendirilip konseyde tartışılan hastaya cerrahi operasyon planlandı ancak hasta bu tedaviyi kabul etmedi ve takibe alındı. Resim 1: a,b Solda pitozis, pupil dilate, direkt-indirekt ışık refleksi alınmıyor; c,d Yukarı ve dışa bakış felci. Resim 2: a-d Solda orbita apeksinde T1 de minimal kontrast tutan hipointens, T2 de hiperintest, sınırları oldukça düzgün, orbital kanala doğru uzanım gösteren kitle.(beyaz ok) 69 Marmara Medical Journal 2009;22(1);068-070 Tolga Özdemirkıran, Ark. Kavernöz hemanjioma bağlı orbital apex sendromu inceleme etiyolojinin yardımcı olabilir13. TARTIŞMA Orbital apeks, superior orbital fissur ve kavernöz sinus birbirlerine komşu yapılardır. Hastalık proçesinin kesin anatomik lokalizasyonlarını tanımlamak için kullanılırlar. Bu sendromların etiyolojileri benzerdir. Bu nedenle bu sendromları orbital apeks sendromu başlığı altında toplama eğilimi vardır1,6,7. Orbital apeks sendromu; 2.3.- 4.- 6. kranial sinirler ve 5.kranial sinirin oftalmik dalının tutulduğu sendroma verilen isimdir. Kavernöz sinus trombozu; 3.-4.6.kranial sinir hasarına ek olarak 5. kranial sinirin maksiller dalı ve okulosempatik lifler tutulur. Genellikle bilateraldir. Superior orbital fissur sendromu (Rochon Duvigneaud Sendromu); Zinn anulus çıkışı ve anulus dış bölümünü içine alır, optik sinir tutuluşu olmaz. Orbital apeks sendromundaki bulgular ise görme kaybı, oftalmopleji, periorbital ve fasial ağrı, proptosis, optik atrofi ve diplopidir6,7. belirlenmesinde Literatürde enfeksiyöz, inflamutuar, neoplastik, travmatik nedenlere bağlı olarak pek çok olgu sunulmuştur ancak kavernöz hemanjiom ile Orbital apex sendromu birlikteliği14 literatürde nadiren tanımlanmıştır ve bu nedenle olgu sunuma değer görülmüştür. KAYNAKLAR Orbital apex sendromuna yol açan başlıca nedenler; inflamatuar (Sarkoidoz, SLE, Churg Strauss sendromu,Wegener granulomatozisi8, Tolosa Hunt sendromu, dev hücreli arterit, orbital inflamatuar pseudotümör, tiroid orbitopatisi), infeksiyonlar ( Fungal infeksiyonlar: aspergillosis9, mucormycosis; Bakterial infeksiyonlar: streptokoklar, stafilokoklar, gram negatif basiller, anaeroblar, mikobakterium tuberkulosis; Spiroketler: triponema pallidum; Viruslar :Herpes zoster), neoplastik nedenler ( Baş ve boyun tümörleri: Nazofaringeal karsinoma, adenoid kistik karsinoma, skuamöz hücre karsinomu, sfenoetmoid sinüs mukoseli10; Nöral tümörler: Nörofibroma, meningioma, shwannoma; Metastatik lezyonlar: Akciğer , karaciğer, böbrek tümörleri ve malign melanom; Kutanöz malignitelerin perinöral invazyonu), iatrojenik ( sinonazal cerrahi, orbital ve fasyal cerrahi)11, travmatik (penetran-nonpenetran yaralanmalar, orbital apeks fraktürü)12 ve vasküler (karotid kavernöz anevrizma, karotid kavernöz fistül, kavernöz sinus trombozu) nedenlerdir. Lezyondan yapılan biyopsi ve patolojik 1. Kanski J J. Orbital Tümörler: Klinik Oftalmoloji. Çeviri Orağlı KM, ed. 4.Baskı Nobel Tıp Kitapevi. İzmir ,2001, 575-580. 2. Sklar EML, Ruiz A, Quencer R.M, Falcone SF. Structural neuroimaging.In:Bradley W G, Daroff R B, Fenichel G M, Jankovic J, eds.Neurology in Clinical Practice. Vol.1. 4th ed. Philadelphia: Butterworth&Heinemann, 2004 : 575 . 3. Yan J, Wu Z. Cavernous hemangioma of the orbit: analysis of 214 cases. Orbit. 2004;23(1):33-40. 4. Thorn-Kany M, Arrue P, Delisle MB, Lacroix F, Lagarrigue J, Manelfe C. Cavernous hemangiomas of the orbit: MR imaging. J Neuroradiol 1999;26:79-86. 5. D'Hermies F, Elmaleh C, Mourier K, et al. Cavernous hemangioma of the orbit. J Fr Ophthalmol 1993;16:195198. 6. Yeh S, Foroozan R.Orbital apex syndrome. Curr Opin Ophthalmol 2004;15:490-498. 7. Bray WH, Giangiacomo J, Ide CH. Orbital apex syndrome. Surv Ophthalmol 1987; 32:136-140. 8. Faucher D, Gauthier M, Chevrette L, Dube J. Orbital apex syndrome in a child with Wegener's granulomatosis. Arch Fr Pediatr 1985;42:305-307. 9. Fernandes YB, Ramina R, Borges G, Queiroz LS, Maldaun MV, Maciel JA Jr. Orbital apex syndrome due to aspergillosis: case report. Arq Neuropsiquiatr 2001;59:806-808. 10. Kumagai M, Hashimoto S, Suzuki H, Matsuura K, Takahashi E. Orbital apex syndrome caused by sphenoethmoid mucocele. Auris Nasus Larynx 2003;30:295-297. 11. Yeh S, Yen MT, Foroozan R.Orbital apex syndrome after ethmoidal artery ligation for recurrent epistaxis. Ophthal Plast Reconstr Surg 2004;20:392-394. 12. Zachariades N, Vairaktaris E, Papavassiliou D, Triantafyllou D, Mezitis M. Orbital apex syndrome. Int J Oral Maxillofac Surg 1987;16: 352-354. 13. Rosca TI, Pop MI, Curca M, et al. Vascular tumors in the orbit--capillary and cavernous hemangiomas. Ann Diagn Pathol. 2006;10:13-19. 14. Kashkouli MB, Imani M, Tarassoly K, Kadivar M. Multiple cavernous hemangiomas presenting as orbital apex syndrome. Ophthal Plast Reconstr Surg 2005;21:461-463. 70 CASE REPORT TOURETTISM IN A 73-YEAR-OLD MAN AFTER CORONARY ARTERY BYPASS SURGERY Volkan Topçuoğlu1, Ayşe Rodopman Arman2, Çağrı Yazgan3, Alper Arman4, Aylan Gımzal Gönentür1, Duygu Şahin Biçer5 1 Marmara University, School of Medicine, Psychiatry, İstanbul, Türkiye 2Marmara University, School of Medicine, Child Psychiatry, İstanbul, Türkiye 3 Ball Memorial Hospital, Muncie, Indiana, USA 4Haydarpaşa Numune Education and Research Hospital, Radiology, İstanbul, Türkiye 5Foundation of Marmara University, School of Medicine, İstanbul, Türkiye ABSTRACT We present a patient who developed motor and vocal tics eight months after coronary artery bypass graft surgery (CABGS). The patient demonstrated a few motor tics like picking, blowing his nose and a vocal tic in the form of shouting. He also described premonitory sensory urges. The significance of our case is the appearance of these tics for the first time after the CABGS in a 73 year-old male patient. The patient showed ischemic regions in the bilateral basal ganglia in the magnetic resonance imaging (MRI) and his single photon emission tomography (SPECT) examination revealed hypoperfusion in the right caudate nucleus and bilateral frontotemporoparietal cortex, which are the brain regions associated with tic pathogenesis. Although reaching a definitive conclusion is difficult since we do not have preoperative cranial imaging, we suggest that tics might have appeared as a result of a perfusion abnormality he had incurred during the CABGS. Keywords: Tourettism, Tics, Coronary artery bypass grafting surgery, Elderly KORONER ARTER BYPASS CERRAHİSİNDEN SONRA 73 YAŞINDAKİ BİR ERKEK HASTADA TOURETTİZM ÖZET Koroner arter bypass greft cerrahisinden (KABGC) sekiz ay sonra motor ve vokal tikleri gelişen bir olguyu sunuyoruz. Burnunu karıştırma ve sümkürme gibi birkaç motor tik ve bağırma şeklinde bir vokal tik görülen hasta, öncül duyusal uyaranlar da tanımladı. Bu tiklerin ilk kez KABGC'den sonra ortaya çıkmış olması olgumuzun önemli özelliğidir. Manyetik rezonans görüntüleme bilateral bazal gangliyonlarda iskemik alanlar ve tek foton emisyon bilgisayarlı tomografi incelemesi sağ kaudat nukleusta ve bilateral frontotemporoparietal kortekste hipoperfüzyon göstermiş olup, bu alanlar tik patogenezi ile ilişkili beyin bölgeleridir. KAGBC öncesi kraniyal görüntülemelerin olmaması nedeniyle kesin bir çıkarımda bulunmak güç olmakla birlikte, tiklerin KABGC sırasındaki perfüzyon anomalisinin sonucunda ortaya çıktığı öne sürülebilir. Anahtar Kelimeler: Tourettizm, Tik, Koroner arter bypass greft cerrahisi, Yaşlı İletişim Bilgileri: Volkan Topçuoğlu, M.D. Marmara University, School of Medicine, Department of Psychiatry, Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 71 Marmara Medical Journal 2009;22(1);071-075 Marmara Medical Journal 2009;22(1);071-075 Volkan Topçuoğlu, et al. Tourettism in a 73-year- old man after coronary artery bypass surgery INTRODUCTION Tics are sudden, repetitive movements, gestures or utterances that mimic some fragment of normal behaviour1. The most severe tic disorder is known as the Gilles de la Tourette syndrome [TS]. The Tourette syndrome is defined as multiple motor and one or more vocal tics. CASE REPORT A 73 year-old white male who was admitted to our psychiatric ward with complaints of being unable to resist the urge of picking his nose and involuntary startles. He complained of nasal discomfort such as plumpness, dryness, aching and described the sensation as if “a butterfly was flying” inside his nose. As a response to these sensations, he picked or blew his nose into a handkerchief. He said he knew his nose was clean, but he felt as if it was full of mucus. He said his mind was ordering him to rush to his nose. Besides picking his nose, he touched his nose and then his tongue, he shrugged his shoulders, had jerks on his legs and involuntary movements like jumping up suddenly while he was sitting. Sometimes, involuntary startles were accompanied by involuntary voices in the form of shouting. He felt uneasy before these movements, and aftterwards he felt relieved for a while. He reported that he was unhappy and had lost interest in life. He described pain in various parts of his body and added that he had lack of appetite and insomnia. Tics have been reported to occur in association with numerous different acquired and congenital neurological and neuropsychiatric disorders or on exposure to a variety of drugs. The term secondary tics or “tourettism” have been applied to these disorders2. The pathogenesis of TS and tourettism is described as a dysfunction of basal ganglia and its related cortical and thalamic structures which constitute the cortico-striatothalamocortical (CSTC) circuits3. CSTC circuits subserve many of our normal cognitive, behavioural and emotional repertoire. In cases of tourettism, also similarly noticed in TS cases, neuroradiographic studies of the central nervous system (CNS) have revealed abnormalities in the brain regions which constitute the CSTC3. Eight months prior to his current complaints he had had a CABG operation. He had had hypertension and chronic obstructive pulmonary disease for fifteen years and had coronary artery disease. He had smoked 1-2 packs of cigarettes for the past sixty years. He has cut down the amount since the operation but was still smoking 3-4 cigarettes everyday. He did not have any psychiatric illness until the operation including tics, obsessivecompulsive disorder (OCD) or attention deficit hyperactivity disorder (ADHD). A week after the operation, anxiety accompanied by restlessness, shortness of breath, and drowsiness arose. Because of these complaints he went to a doctor and was prescribed alprazolam 1 mg a day. For five months he took alprazolam in recommended dosage; during the first two months some of his complaints improved but later they recurred. While he was tapering the dosage, Neurologic injury, in the form of either stroke or more subtle neurocognitive impairment, is a frequent and potentially devastating complication of coronary artery bypass grafting surgery (CABGS). The etiology of CABGS-associated neurologic injury is likely to be multifactorial, with cerebral hypoperfusion and embolism being the major contributors4. Tourettism is a rare complication of CABGS. Within the literature, only one case, aged 15, has been reported to have a TS-like syndrome after cardiac surgery5. We present an elderly male case that developed motor and vocal tics after the CABGS. 72 Marmara Medical Journal 2009;22(1);071-075 Volkan Topçuoğlu, et al. Tourettism in a 73 year-old- man after coronary artery bypass surgery nose picking behavior, involuntary movements and shouting restarted. On admission, he had not been taking any psychotropic medication for a month. He was so embarrassed with these complaints that he avoided meeting his friends. In order to prevent himself from picking his nose he had tried to tie his hand, but that did not work. medulla oblangata, and patchy ischemic regions in the bilateral basal ganglia, bilateral periventricular white matter and in the centrum semiovale were detected (Fig. 1a and 1b). SPECT examination revealed mild hypoperfusion in the bilateral frontotemporoparietal cortex, decreased activity at the periventricular region and hypoperfusion on the right caudate nucleus (Fig. 2). He did not have preoperative cranial imaging examinations. During his admission to the hospital he was agitated, he looked rather anxious and he was in a depressed mood. His thinking process was normal. There was no disturbance in the thought content. No sign of a perceptual disturbance was detected. His short-term memory and concentration were slightly impaired. Other cognitive functions were intact. For the treatment of his involuntary movements, 1 mg risperidone was prescribed upon his admission to the hospital. It was increased to 2 mg a day and the treatment continued with this dosage. For his depressive symptoms, 25 mg fluvoxamine a day was initiated and it was increased to 200 mg a day. In order to control anxiety, 2 mg clonazepam a day was administered for the first 10 days of the treatment. After the second week of the treatment, the nose picking behaviour disappeared. He was discharged within six weeks and was prescribed 2 mg risperidone and 200 mg fluvoxamine. During his followup over the next 12 months, the tics did not reappear. However, anxiety and depressive symptoms persisted in spite of continued administration of his medication. In neurological examination, it was detected that his arms did not swing during walking properly. No other disturbance was detected during the examination. EEG was normal. In the carotid artery and vertebral system Doppler ultrasound examination, hemodynamically nonsignificant atheromatous plaques were detected in the right and the left CCA. In the cranial MRI cerebral and cerebellar atrophy; nonspesific focal chronic ischemic regions on the right half of the pons, on the left half of the Figure 1a ve 1b: Cranial MRI shows ischemic regions in the bilateral basal ganglia. 73 Marmara Medical Journal 2009;22(1);071-075 Volkan Topçuoğlu, et al. Tourettism in a 73 year-old- man after coronary artery bypass surgery Figure 2: SPECT examination reveals hypoperfusion in the right caudate nucleus and bilateral frontotemporoparietal cortex. between the operation and appearance of tics would be more likely to be expected. DISCUSSION We present here, a 73 year-old male patient who developed motor and vocal tics, anxiety and depression after CABG surgery. Basal ganglia are one of the watershed areas of the brain and are therefore among one of the most vulnerable regions in the brain known to develop vascular insult especially among the elderly patients during the CABG operation. The mechanisms of the injury to the CNS in a CABG operation include hypoperfusion, microembolism, macroembolism or a systemic inflammatory response7. It may be suggested that our patient had developed tourettism subsequent to his CABG operation, during which he may have received vascular insult to the basal ganglia and related brain regions. In these particular surgeries, increased age and hypertension are often considered as risk factors causing brain injury, both of which were present in our patient7. Bouts of picking and blowing his nose, touching his nose followed by his tongue, shrugging his shoulders, jerks in his legs, movements like suddenly jumping while seated were his motor tics. Utterances in the form of shouting were his vocal tics. He clearly defined premonitory sensory urges like dryness, aching, plumpness and a sensation as if “a butterfly was flying” inside of his nose. Premonitory sensory urges are antecedent sensory phenomena, like bodily sensations or an inner tension that cause a major source of distress in some individuals, such as the tics themselves6. Premonitory sensory urges are a major source of distress, and were also present in our patient. He felt very uneasy before the involuntary movements and could only find relief after completing them. The presence of motor and vocal tics which were noted to occur in bouts, as well as antecedent sensory phenomena are all considered to present evidence for making a TS like tic syndrome diagnosis in our patient. No personal history of TS or any other tic syndrome, as well as the absence of related disorders like OCD and ADHD, absence of the family history of any tic disorders, argue in favour of a cause and effect relationship of his CABG surgery and the tic syndrome. However, a shorter interval Tourettism may be of neurovascular origin8. Four reports have described cases of TS-like symptoms secondary to vascular lesions. Bleeker reported a 43 year-old man who developed such symptoms after an angiography9. Masso and Obeso described a 66 year-old man with post anoxic hemiballism and coprolalia10. Ward reported a 62 year-old woman with dysphasia and a suppressible urge to shake her arm11. A CT scan showed lacuner infarcts in the right superior cerebellar peduncle and left basal ganglia. More recently, Kwak and Jankovic described two young men who suffered a 74 Marmara Medical Journal 2009;22(1);071-075 Volkan Topçuoğlu, et al. Tourettism in a 73 year-old- man after coronary artery bypass surgery subcortical stroke with hemidystonia and tics; the MRI images showed that both men had infarction in the basal ganglia8. emboli formation. The recognition and careful study of tourettism cases may help our understanding of the neuroanatomical substrate and the pathogenesis of tic disorders. As far as we know, only one case has been reported in the literature that described tourettism after cardiopulmonary by-pass surgery with hypothermia. This adolescent boy, reported by Singer et al, also had inattentiveness and obsessive-compulsive behaviour along with TS5. To our knowledge; our case is the first one, where an elderly patient developed tourettism after CABGS. REFERENCES 1. 2. Although it is not known whether the patient's lesions existed before the surgery or is a result of it, ischemic regions in bilateral basal ganglia and hypoperfusion in the right caudate nucleus and in the frontotemporoparietal cortex might be significant findings implicating the role of these regions in the pathogenesis of TS and other tic disorders12. In a MRI study done in monozygotic twins with TS abnormalities of the caudate nucleus were found in the more severely affected twin3. Reduced perfusion either of the globus pallidus and putamen or of the basal ganglia as a whole have been reported in TS adults in functional imaging studies. PET studies have shown bilateral symmetrical increases or decreases of glucose utilization within the basal ganglia, and decreased activity in frontal, cingulate and insular cortices13. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. Diffusion weighted imaging (DWI) has proved to be the most reliable imaging examination in acute stroke to detect small foci of ischemia as well as to differentiate those from chronic nonspesific ischemic gliotic changes14,15. A dedicated MRI examination with DWI which could not be performed in our clinical setting, would have added invaluable data to document the structural as well as the pathophysiological evidence to the disease progression in our case. 12. 13. 14. 15. As a conclusion, since tourettism and other neuropsychiatric complications might occur post CABG, physicians must keep them in mind particularly with the elderly who carry risk factors for cerebral hypoperfusion and 75 Leckman JF, Bradley SP, Pauls DL, Cohen DJ. Tic disorders. Psychiatr Clin North Am 1997; 20: 839861. Kumar R, Lang AE. Secondary tic disorders. Neurol Clin 1997; 15: 309-331. Singer HS. Neurobiology of Tourette syndrome. Neurol Clin 1997; 15: 357-379. Scarborough JE, White W, Derilus FE, Mathew JP, Newman MF, Landolfo KP. Neurologic outcomes after coronary artery bypass grafting with and without cardiopulmonary bypass. Semin Thorac Cardiovasc Surg 2003; 15: 52-62. Singer HS, Dela Cruz PS, Abrams MT, Bean SC, Reiss AL. A Tourette-like syndrome following cardiopulmonary bypass and hypothermia: MRI volumetric measurements. Mov Disord 1997; 12: 588592. Cohen AJ, Leckman JF. Sensory phenomena associated with Gilles de la Tourette's syndrome. J Clin Psychiatry 1992; 53: 319-23. Taylor KM. Brain damage during cardiopulmonary bypass. Ann Thorac Surg 1998; 65: 20-26. Kwak CH, Jankovic J. Tourettism and dystonia after subcortical stroke. Mov Disord 2002; 17: 821-825. Bleeker HE.Gilles de la Tourette’s syndrome with direct evidence of organicity. Psychiatr Clin 1978; 11: 147-154. Masso JF, Obeso JA. Coprolalia associated with hemiballismus: response to tetrabenazine. Clin Neuropharmacol 1985; 8: 189-190. Ward CD. Transient feelings of compulsion caused by hemispheric lesions: three cases. J Neurol Neurosurg Psychiatry 1988; 51: 266-268. Sheppard DM, Bradshaw JL, Purcele R, Pantelis C. Tourette’s and comorbid syndromes: obsessive compulsive and attention deficit hyperactivity disorder. A common etiology?. Clin Psychol Rev 1999; 19: 531-552. Stoetter B, Blesa R, Chase TN. Regional abnormalities in cerebral glucose metabolism in Tourette’s syndrome [Abstract]. Neurology 1992; 42: 396. Winbeck K, Bruckmaier K, Etgen T, von Einsiedel HG, Rottinger M, Sander D. Transient ischemic attack and stroke can be differentiated by analyzing early diffusion-weighted imaging signal intensity changes. Stroke 2004; 35: 1095-1099. Gass A, Ay H, Szabo K, Koroshetz WJ. Diffusionweighted MRI for the "small stuff": the details of acute cerebral ischaemia. Lancet Neurol 2004; 3: 3945. CASE REPORT NEUROBLASTOMA DIAGNOSED AFTER SURGERY FOR A BENIGN CONDITION Tayfun Oktar1, Nihat Uluocak2, Ömer Acar1, Orhan Ziylan1, Haluk Ander1 1 İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye 2Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, Tokat, Türkiye ABSTRACT We report a case of neuroblastoma diagnosed in an 8-month-old infant who was being followed-up due to antenatal hydronephrosis. Postnatal imaging findings were suggestive of bilateral ureteropelvic junction (UPJ) obstruction. A left pyeloplasty was performed during the postnatal third month. An early postoperative computed tomography (CT) scan, performed because of considerable decrease in hemoglobin/hematocrit (Hb/Htc) values, revealed negative results for any kind of localized collection of fluid or tumor. At the postoperative fourth month, postnatal ultrasonography (USG) revealed a solid left adrenal mass. Blood and urine test results were suggestive of a neuroblastoma. On surgical exploration an adrenal mass was excised. Pathologic examination confirmed the diagnosis of neuroblastoma. The patient had stage 1 disease with favourable histopathologic features. This low-risk tumor, can be treated with primary surgery alone with excellent outcomes. Neuroblastomas either detected by mass screening programs or diagnosed incidentally on urinary tract imaging can be expected to be well localized and have a good prognosis. Keywords: Neuroblastoma, Incidental Diagnosis, Antenatal Hydronephrosis, Surgical Treatment, Screening Programs PYELOPLASTİDEN SONRA TANISI KONAN NÖROBLASTOM ÖZET Bu yazıda antenatal hidronefroz nedeniyle takip edilen ve pyeloplastiden sonra nöroblastom tanısı alan 8 aylık bir erkek çocuğun klinik özellikleri bildirilmiştir. Postnatal 3. ayda gerçekleştirilen sol pyeloplastinin erken postoperatif döneminde belirgin hemoglobin, hematokrit düşüşü olması nedeniyle çekilen tomografide tümör veya kolleksiyon lehine bulgu izlenmedi. Fakat postoperatif 4. aydaki kontrol ultrasonografisinde sol sürrenalde kitle görüldü. Kan ve idrar testleri nöroblastom lehine sonuçlandı. Bunların üzerine yapılan eksplorasyonda sol sürrenaldeki kitle eksize edildi ve iyi histopatolojik özelliklere sahip, evre 1 nöroblastom tanısı konmuş oldu. Bu vakada olduğu gibi insidental olarak veya tarama programları ile tanısı konan düşük riskli tümörler sadece cerrahi müdahale ile tedavi edilebilir. Anahtar Kelimeler: Nöroblastom, İnsidental Tanı, Antenatal Hidronefroz, Cerrahi Tedavi, Tarama Programları those diagnosed in later childhood1. The wide range of clinical presentations makes the diagnosis, clinical management and follow-up a challenge. Here, we report a case of a neuroblastoma diagnosed in an 8 months old INTRODUCTION Neuroblastomas are the most common extracranial solid tumor in children and accounts for 8% to 10% of all cancers in children. Patients diagnosed under 1 years of age (40%) have a much better prognosis than İletişim Bilgileri: Ömer Acar, M.D. İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 76 Marmara Medical Journal 2009;22(1);076-079 Marmara Medical Journal 2009;22(1);076-079 Tayfun Oktar, et al. Neuroblastoma diagnosed after surgery for a benign condition infant who was being followed-up due to antenatal hydronephrosis. CASE REPORT Our patient was being followed-up due to antenatally diagnosed bilateral hydronephrosis. Postnatal ultrasonography (USG), intravenous pyelography (IVP) and nuclear imaging (Tc99m DMSA and DTPA scan) findings were suggestive of bilateral ureteropelvic junction (UPJ) obstruction. Diminished renal parenchymal thickness and relatively low radiopharmaceutic uptake (30%) on the left side were the main findings. On the third postnatal month, a left pyeloplasty was performed. During the early postoperative period due to a considerable decrease in hemoglobin/hematocrit values (Hb: 7.2 gr/dl, Htc: 21%) a computerized tomography (CT) was carried out. The CT scan was negative for any retroperitoneal collection or space occupying lesion (Figure 1). The patient was followed conservatively and discharged from the hospital after an uneventful postoperative period. After discharge, the patient was recruited for follow-up visits at regular intervals. At the fourth postoperative month, USG revealed that a solid, hypoechoic mass, 3x2 cm in diameter, was located near the left adrenal gland. Initially it was considered to be a hematoma based on early postoperative findings and the benign radiologic appearance. A CT scan localized an adrenal, hypovascular mass, 3 x 4.5 cm in diameter, with regular contours (Figure 2). There was no sign of local invasion or calcification. Moreover, grade 3 hydronephrosis was still evident in the right pelvicalyceal system. The CT scan was negative for any lymphadenopathy or metastatic lesion. Vascularization was present on doppler USG which was the main criterion to distinguish the mass from a hematoma. Serum blood tests (for neuron-specific enolase, lactic dehydrogenase and ferritin) and urinary catecholamine metabolite levels (for homovanillic acid, vanillylmandelic acid) were supportive of a neuroblastoma. Based on these findings an open surgical exploration was performed. At this one session, a left adrenal mass was completely excised and a pyeloplasty was performed on the right side with two seperate flank incisions. Histopathological evaluation confirmed the diagnosis of a stroma poor, differentiated neuroblastoma with a favorable prognosis according to the Shimada classification1. The tumor measured 4 cm in its greatest dimension. The surgical margins were free of any tumoral invasion. After an uneventful postoperative period the patient was discharged from the hospital on the fourth day. A metastatic evaluation was carried out postoperatively with bone marrow aspirates, a chest CT scan, radionuclide bone scan and a metaiodobenzylguanidine (MIBG) scan. The patient had stage 1 disease with favorable histopathologic features. Figure 1: Early postoperative CT scan after pyeloplasty, demonstrating no sign of retroperitoneal collection or tumor 77 Marmara Medical Journal 2009;22(1);076-079 Tayfun Oktar, et al. Neuroblastoma diagnosed after surgery for a benign condition localized, low-risk and resectable tumor can undergo primary curative surgery. On the other hand, intermediate-and high-risk patients are treated with a multimodal approach that combines surgery, 1 chemotherapy and radiation . In our case, the patient was asymptomatic and the mass was discovered incidentally on follow-up imaging studies. Diagnosis of this localized, small tumor before 1 year of age is definitely expected to improve treatment outcome. Similarly, mass screening of infants (< 6 months of age) by using urinary catecholamine metabolites, has reduced the occurrence of disseminated tumors and increased neuroblastoma detection rates7. Screening for neuroblastoma mainly detects tumors that might have regressed spontaneously7,8. As for our case, a neuroblastoma detected by mass screening usually shows a good prognosis. This low-risk tumor in our case could be treated with primary surgery alone with excellent outcomes. Overall 5 year survival reaches 90% with supplemental treatment needed in only 10% of these patients1 On the other hand, mass screening may also detect unfavorable tumors in early stages. Figure 2: CT images 3 months after pyeloplasty, demonstrating an adrenal mass DISCUSSION As the most common extracranial solid tumors in children, neuroblastomas account for 8% to 10% of all cancers in children. The median age at diagnosis is 22 months and 80% of the children are diagnosed < 4 years of age1. Multiple cytogenetic abnormalities, amplification of the N-myc oncogene and changes in the normal diploid chromosomal content have been identified as a part of the disease process2. However, the exact pathogenetic mechanism remains uncertain. A variety of symptoms may be evident related to the site of the primary or metastatic tumor. Retroperitoneal and abdominal tumors (62%65%) may present as a palpable mass or may cause abdominal pain, weight loss, anorexia, vomiting and symptoms related to a mass effect3-6. One fourth to one third of patients with a neuroblastoma present with a localized disease. Treatment depends on clinical stage, resectability and histopathology. Those with a The prognosis for children with a symptomatic neuroblastoma is dependent both on age and stage, with children aged under 1 year and those with tumours of stages I, II, and IVS having a much better prognosis1. Comparisons of the yield of cancers detected by screening and the expected cumulative incidence of neuroblastomas throughout childhood suggest that screening overdiagnoses many nonprogressive cases, with consequent physical and psychological morbidity. In view of the lack of impact of screening programs on neuroblastoma mortality, and the fact that serious complications may arise from therapy, routine screening programs for children are not being supported9,10. Therefore in this particular age group imaging studies, carried out for a variety of reasons, 78 Marmara Medical Journal 2009;22(1);076-079 Tayfun Oktar, et al. Neuroblastoma diagnosed after surgery for a benign condition 3. should be interpreted cautiously bearing in mind unusual presentation types of neuroblastomas. To our knowledge, this is the first case of neuroblastoma diagnosed incidentally on follow-up imaging studies after urinary tract surgery. 4. 5. 6. CONCLUSION Neuroblastomas either detected by mass screening programs or diagnosed incidentally on urinary tract imaging for a variety of reasons can be expected to be localized and have a good prognosis. Urinary tract imaging, especially before 1 year of age, should be carried out cautiously bearing this possibility in mind. 7. 8. 9. 10. REFERENCES 1. 2. Lee KL., Ma JF, Shortlife LD. Neuroblastoma management, recurrence, and follow-up. Urol Clin N Am 2003: 30: 881-890. Schilling FH, Spix C, Berthold F. Neuroblastoma screening at one year of age. N Engl J Med 2002; 346: 1047-5103. 79 Alexander F. Neuroblastoma. Urol Clin North Am 2002; 27: 393-402. Castleberry RP. Biology and treatment of neuroblastoma. Pediatr Clin North Am 1997; 44: 919937. Simpson JK, Gaze MN. Current management of neuroblastoma. Oncologist 1998; 3: 253-562. Ritchey M. Pediatric urologic oncology. In: Walsh PC, Retik AB, Vaughan ED, Wein AJ, editors. Campbell’s Urology. 8th edition. Philadelphia: W.B. Saunders; 2002:2469-2475. Woods WG, Gao R, Shuster JJ. Screening of infants and mortality due to neuroblastoma. N Engl J Med 2002; 346: 1041-1046. Yamamoto K, Ohta S, Ito E. Marginal decrease in mortality and marked increase in incidence as a result of neuroblastoma screening at 6 months of age: cohort study in seven prefectures in Japan. J Clin Oncol 2002; 20: 1209-1214. Barrette S. Treatment complications in children diagnosed with neuroblastoma during a screening program. J Clin Oncol 2006; 24: 1542-1545. Chamberlain J Screening for neuroblastoma: a review of the evidence. J Med Screen 1994; 1:169-175. DERLEME ENDOKRİN HASTALIKLARDA ASİMETRİK DİMETİLARJİNİN (ADMA) Alev Eroğlu Altınova1, Metin Arslan2 1 Elazığ Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Bölümü, Elazığ, Türkiye 2Gazi Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Endokrinoloji ve MetabolizmaAnabilim Dalı, Ankara, Türkiye ÖZET Asimetrik dimetilarjinin (ADMA) insanda nitrik oksit biyosentezinin majör inhibitörüdür. Yapılan son çalışmalarda plazma ADMA düzeylerindeki artışın endotel disfonksiyonu ve artmış aterogenez ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Birçok endokrin hastalıkta kardiyovasküler riske katkıda bulunan artmış ADMA düzeyleri saptanmıştır. Bu derleme yazısında ADMA’nın diabetes mellitus, obezite ve tiroid disfonksiyonu gibi çeşitli endokrin hastalıklardaki rolü tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: ADMA, NO, Endokrin hastalıklar, Kardiyovasküler risk ASYMMETRIC DIMETHYLARGININE (ADMA) IN ENDOCRINE DISEASES ABSTRACT Asymmetric dimethylarginine (ADMA) is the major inhibitor of nitric oxide biosynthesis in humans. Recent reports have demonstrated that elevated plasma ADMA levels are associated with endothelial dysfunction and increased atherogenesis. Elevated ADMA levels, which contribute to an increased cardiovascular risk, have been reported in several endocrine diseases. The role of ADMA in various endocrine diseases such as diabetes mellitus, obesity and thyroid dysfunction are discussed in this review. Keywords: ADMA, NO, Endocrine diseases, Cardiovascular risk ADMA esas olarak böbrek yoluyla atılır ve ADMA birikimi ilk olarak renal yetmezlikli hastalarda bildirilmiştir5. Renal yolla atılıma ek olarak ADMA dimetilarjinin dimetilaminohidrolaz (DDAH) enzimi ile sitrüllin ve dimetilamine degrede olur. Bu enzimin aktivitesi detaylı olarak bilinmemekle birlikte, yüksek ADMA düzeylerine katkısı olabileceği düşünülmektedir2. ADMA ölçümü yüksek performans likid kromatografisi yoluyla yapılmaktadır6. GİRİŞ Nitrik oksit (NO) endotel kaynaklı en önemli vazodilatördür ve L-arjininden NO sentetaz ile sentez edilir1. NO’nun vasküler düz kas proliferasyonuna, trombosit agregasyonu ve vasküler süperoksit üretimine olumlu etkileri olduğu gibi antiaterosklerotik özellikleri de vardır2. NG-monometil-L-arjinin (L-NMMA) ve asimetrik NG, NG-dimetil-L-arjinin (ADMA) olmak üzere iki tip endojen NO sentetaz inhibitörü vardır. Dolaşan konsantrasyonu L-NMMA’dan 10 kat fazla olan ADMA, insanda NO biyosentezinin majör inhibitörüdür3. ADMA metile nükleer proteinlerin proteolizi sırasında ortaya çıkan aktif bir moleküldür. Simetrik dimetilarjinin (SDMA) ise biyolojik olarak inaktifdir4. NO sentetaz yolundaki dengesizliklere sebep olan ADMA artışının endotel disfonksiyonuna yol açarak aterogenezde önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir2,7,8. Sağlıklı gönüllülerde yapılan çalışmalarda İletişim Bilgileri: Dr. Alev Eroğlu Altınova Elazığ Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Bölümü, Elazığ, Türkiye e-mail: [email protected] 80 Marmara Medical Journal 2009;22(1);080-084 Marmara Medical Journal 2009;22(1);080-084 Alev Eroğlu Altınova, ark. Endokrin hastalıklarda asimetrik dimetilarjinin (ADMA) intraarteryel ADMA verilmesinin brakial arterde vazokonstrüksiyona yol açtığı gösterilmiştir9. Plazma ADMA düzeyleri ile karotis intima media kalınlığı arasında güçlü ve bağımsız bir ilişki bulunmuştur10. Geniş çaplı ve prospektif AtheroGene çalışmasında 1874 koroner arter hastasının incelenmesi sonucu yüksek ADMA düzeylerinin geleneksel risk faktörlerinden bağımsız olarak kardiyovasküler riskin güçlü bir göstergesi olduğu saptanmıştır11. Ayrıca 131 hasta ve 131 sağlıklı kontrolü içeren çok merkezli CARDIAC çalışmasında plazma ADMA düzeyinin kardiyovasküler hastalığı olan bireylerde olmayan bireylere göre %20 artmış olduğu gözlenmiştir12. Çoğu endokrin hastalıklarda endotel disfonksiyonu ve artmış ateroskleroz riski görüldüğünden dolaşan ADMA düzeylerinin bu hastalıklarda incelenmesi son yıllarda önem kazanmıştır. ADMA’nın endotel disfonksiyonu ile anlamlı derecede ilişkili olduğu rapor edilmiştir18. Bu hastalarda ADMA artışının sebebi olarak metiltransferaz aktivitesinin LDL kolesterol yoluyla artması öne sürülmektedir19. Ayrıca endotel hücrelerde yapılan in vitro bir çalışmada da okside LDL komponentlerinden birinin DDAH aktivitesini azaltarak ADMA düzeyini artırabileceği söylenmektedir20. Obezite Obez bireylerde yapılan çalışmalar ADMA artışının obezite ile kuvvetli bağlantısını işaret etmektedir. Eid ve ark’nın 563 yaşlı ve kardiyovasküler hastalık açısından yüksek riskli erkek bireylerde yaptığı bir çalışmada overweight erkeklerde plazma ADMA düzeyleri ile vücut kitle indeksi (VKİ) arasında kuvvetli bir ilişki saptanmıştır21. McLaughlin ve ark.’nın çalışmasında insülin rezistans sendromu olan obez kadınların insülin rezistansı olmayan obezlere göre yüksek ADMA düzeylerine sahip olduğu bildirilmiştir22. Ülkemizden bir çalışmada ise plazma ADMA düzeyi morbid obez hastalarda anlamlı şekilde yüksek bulunmuş ve gastrik bant operasyonu sonrası gelişen kilo verimiyle anlamlı düşüşler 23 bildirilmiştir . Hipertansiyon Hipertansif hastalarda yapılan çalışmalarda normotansif sağlıklı kontrollere göre yüksek plazma ADMA ve L-arjinin düzeyleri ve ADMA ile brakial arter kan akımı artışı arasında kuvvetli ve negatif bir ilişki rapor edilmiştir13. Sonuç olarak yazarlar ADMA ve L-arjininin endotel fonksiyonu ile ters ilişkili olduğu sonucuna varmışlardır. Ülkemizden yapılan bir çalışmada ise hipertansiyonu olan 34 hastada normotansif bireylere göre artmış ADMA ve azalmış NO düzeyleri 14 saptanmıştır . Achan ve ark.’nın yaptığı bir çalışmada sağlıklı bireylere düşük dozda intravenöz ADMA verildiğinde kalp hızında azalma, kardiyak outputta ve kan basıncında artma gözlemlenmiştir15. 75 esansiyel hipertansiyonlu hasta üzerinde yapılan başka bir çalışmada da plazma ADMA düzeylerinin endotel bağımlı brakial arter vazodilatasyonunun tek ve bağımsız bir göstergesi olduğu bildirilmiştir16. Diabetes Mellitus Endotel disfonksiyonunun insulin direnci ile ilişkisi bilinmekle birlikte patofizyolojik temel net değildir. Bu konuda ADMA artışının insulin direnci gelişimine katkıda bulunabileceği yönünde görüşler mevcuttur3. Şekil 1.’de ADMA, hiperglisemi ve endotel disfonksiyonu arasındaki mekanizmalar gösterilmektedir. Tip 2 diabetes mellituslu hastalarda plazma ADMA düzeyi üzerine yapılan çalışmalarda karşıt sonuçlar saptanmıştır. Örneğin, Krzyzanowska ve ark.24 tip 2 diabetli hastalarda artmış ADMA düzeyleri rapor ederken, başka bir çalışmada ise Pavia ve ark. tip 2 diabetli hastalarda azalmış ADMA düzeyleri saptamışlardır ve bu sonucun hastalarındaki artmış glomerüler filtrasyon hızı ve kötü glisemik kontrole bağlı olabileceğini savunmuşlardır25. Bunun yanında sonraki yıllarda yayınlanan bir makalede ise tip 2 diabetli hastalarda artmış ADMA düzeyinin miyokard enfarktüsü, Hiperlipidemi Hiperkolesterolemili hastalarda yapılan çalışmalarda artmış ADMA düzeyleri saptanmıştır17,18. Bunlardan birinde hiperkolesterolemili bireylerde metionin yüklenmesi sonucu gelişen hiperhomosisteinemik ortamda ADMA düzeyinin ortalama 2,03 µmol/l arttığı ve 81 Marmara Medical Journal 2009;22(1);080-084 Alev Eroğlu Altınova, ark. Endokrin hastalıklarda asimetrik dimetilarjinin (ADMA) serebrovasküler olay ve tüm nedenlerden ölüm gibi kardiyovasküler olaylar açısından güçlü bir gösterge olduğu ortaya koyulmuştur26. Diabetik komplikasyonlar açısından da makrovasküler ve retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlarla ADMA arasında kuvvetli ilişki saptanmıştır24,27. ADMA düzeyleri tip 1 diabetli hastalarda da incelenmiştir. Bu konuda tip 1 diabetli hastalarda artmış ADMA düzeyleri ve ADMA’nın VKİ, açlık kan şekeri, LDL kolesterol ve HDL kolesterol ile ilişkisi ortaya konmuştur28. Komplikasyonlar açısından ise Tarnow ve ark.29 erken diabetik nefropatili tip 1 diabetik hastalarda yüksek ADMA düzeyleri ve bunun glomerüler filtrasyon hızı ile negatif korelasyonunu bildirmişlerdir. Hipergliseminin ADMA artışına nasıl yol açabileceği tam olarak bilinmemektedir. Bu konuda hipergliseminin oksidatif stresi uyarıp ADMA’yı metabolize eden DDAH enzim aktivitesini bozduğu30 ve oksidatif stresin ADMA’yı sentez eden arjinin metiltransferaz ekspresyonunu etkilediği31 yönünde görüşler ortaya konmuştur. Metabolik Sendrom İnsülin direcinin temel mekanizma olduğu metabolik sendromda, ADMA artışının metabolik sendrom komponentleriyle olan yakın ilişkisi ADMA’nın insülin rezistans sendromu patogenezinde önemli bir nokta olduğu görüşünü ön plana çıkarmaktadır3. Fakat metabolik sendromlu hastalarda yapılan çok yeni bir çalışmada ADMA’nın metabolik sendrom patofizyolojisinde rolünün olmadığı fakat bu sonucun çalışma popülasyonunun etnik ve çevresel özelliklerine bağlı olabileceği bildirilmiştir32. Polikistik over sendromu Polikistik over sendromlu hastalarda ADMA düzeyini inceleyen az sayıda çalışma vardır. Bunlardan birinde polikistik over sendromu olan adolesanlarda kontrole göre benzer ADMA düzeyleri saptanmışken33, başka bir çalışmada da hormon tedavisi ile insülin direncinden bağımsız olarak ADMA düzeylerinde azalma olduğu birdirilmiştir34. Şekil 1: ADMA hiperglisemi ve endotel disfonksiyonu ile ilgili mekanizmalar (Chan NN, 2002, Diabetologia, 45: 1610) 82 Marmara Medical Journal 2009;22(1);080-084 Alev Eroğlu Altınova, ark. Endokrin hastalıklarda asimetrik dimetilarjinin (ADMA) 5. Hipopitüitarizm Hipopitüitarizmi olan hastalarda yapılan tek bir çalışma vardır35. Bu çalışmada yüksek ADMA düzeyleri saptanmış olup, ADMA konsantrasyonu glukoz tolerans testindeki 2. saat glukoz düzeyi ile bağlantılı bulunmuştur. 6. 7. Tiroid disfonksiyonu Tiroid disfonksiyonunda ADMA düzeyleri incelenmiştir. Hem hipertiroidili hem de hipotiroidili hastaları içeren bir makalede plazma ADMA düzeyleri her 2 grupta da kontrole göre anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur36. Başka bir çalışmada ise ADMA düzeyleri hipotiroid hastalarda normalken hipertiroid hastalarda artmış olarak saptanmıştır37. Ayrıca bu çalışmada tüm hastalar değerlendirmeye alındığında ADMA ile serbest T4 arasında anlamlı korelasyon rapor edilmiştir. Subklinik hipotiroidide ise yüksek ADMA düzeyleri görüldüğü ve Ltiroksin tedavisi ile normale döndüğü bildirilmiştir38. 8. 9. 10. 11. Sonuç ADMA en güçlü NO sentetaz inhibitörüdür ve dolaşan düzeyindeki artış endotel disfonksiyonu ve ateroskleroz ile yakın ilişkilidir. Birçok endokrin hastalıkta ADMA artışının olduğu ve bu hastalıklardaki artmış kardiyovasküler riske katkıda bulunduğu görülmektedir. Gelecek çalışmalar ADMA birikimine yönelik temel mekanizmaların ortaya konmasına yönelik olmalıdır. Bu sayede endokrin hastalıkların tedavisinde daha başarılı sonuçlara ulaşılabilir. 12. 13. 14. 15. KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 16. Palmer RM, Ferrige AG, Moncada S. Nitric oxide release accounts for the biological activity of endothelium-derived relaxing factor. Nature 1987; 327: 524-526. Böger RH. The emerging role of ADMA as a novel cardiovascular risk factor. Cardiovasc Res 2003; 59: 824-833. Chan NN, Chan JC. Asymmetric dimethylarginine (ADMA): a potential link between endothelial dysfunction and cardiovascular diseases in insulin resistance syndrome?. Diabetologia 2002; 45: 16091616. Vallance P, Chan N. Endothelial function and nitric oxide: clinical relevance. Heart 2001; 85: 342-350. 17. 18. 83 Vallance P, Leone A, Calver A, Collier J, Moncada S. Accumulation of an endogenous inhibitor of nitric oxide synthesis in chronic renal failure. Lancet 1992; 339: 572-575. Pettersson A, Uggla L, Backman V. Determination of dimethylated arginines in human plasma by highperformance liquid chromatography. J Chromatogr B Biomed Sci Appl 1997; 692: 257-262. Ito A, Tsao PS, Adimoolam S, Kimoto M, Ogawa T, Cooke JP. Novel mechanism for endothelial dysfunction: dysregulation of dimethylarginine dimethylaminohydrolase. Circulation 1999; 99: 30923095. Miyazaki H, Matsuoka H, Cooke JP, et al. Endogenous nitric oxide synthase inhibitor: a novel marker of atherosclerosis. Circulation 1999; 99: 11411146. Calver A, Collier J, Leone A, Moncada S, Vallance P. Effect of local intra-arterial asymmetric dimethylarginine (ADMA) on the forearm arteriolar bed of healthy volunteers. J Hum Hypertens 1993; 7: 193-194. Furuki K, Adachi H, Matsuoka H, et al. Plasma levels of asymmetric dimethylarginine (ADMA) are related to intima-media thickness of the carotid artery: an epidemiological study. Atherosclerosis 2007; 191: 206-210. Schnabel R, Blankenberg S, Lubos E, et al. Asymmetric dimethylarginine and the risk of cardiovascular events and death in patients with coronary artery disease: results from the AtheroGene Study. Circ Res 2005; 97: e53-e59. Schulze F, Lenzen H, Hanefeld C, et al. Asymmetric dimethylarginine is an independent risk factor for coronary heart disease: results from the multicenter Coronary Artery Risk Determination investigating the Influence of ADMA Concentration (CARDIAC) study. Am Heart J 2006; 152: 493.e1-e8. Perticone F, Sciacqua A, Maio R, et al. Asymmetric dimethylarginine, L-arginine, and endothelial dysfunction in essential hypertension. J Am Coll Cardiol 2005; 46: 518-523. Curgunlu A, Uzun H, Bavunoğlu I, Karter Y, Genç H, Vehid S. Increased circulating concentrations of asymmetric dimethylarginine (ADMA) in white coat hypertension. J Hum Hypertens 2005; 19: 629-633. Achan V, Broadhead M, Malaki M, et al. Asymmetric dimethylarginine causes hypertension and cardiac dysfunction in humans and is actively metabolized by dimethylarginine dimethylaminohydrolase. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2003; 23: 1455-1459. Takiuchi S, Fujii H, Kamide K, et al. Plasma asymmetric dimethylarginine and coronary and peripheral endothelial dysfunction in hypertensive patients. Am J Hypertens 2004; 17: 802-808. Böger RH, Bode-Böger SM, Szuba A, et al. Asymmetric dimethylarginine (ADMA): a novel risk factor for endothelial dysfunction: its role in hypercholesterolemia. Circulation 1998; 98: 18421847. Böger RH, Lentz SR, Bode-Böger SM, Knapp HR, Haynes WG. Elevation of asymmetrical dimethylarginine may mediate endothelial dysfunction during experimental hyperhomocyst(e)inaemia in humans. Clin Sci (Lond) 2001; 100: 161-167. Marmara Medical Journal 2009;22(1);080-084 Alev Eroğlu Altınova, ark. Endokrin hastalıklarda asimetrik dimetilarjinin (ADMA) 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. Böger RH, Sydow K, Borlak J, et al. LDL cholesterol upregulates synthesis of asymmetrical dimethylarginine in human endothelial cells: involvement of S-adenosylmethionine-dependent methyltransferases. Circ Res 2000; 87: 99-105. Jia SJ, Jiang DJ, Hu CP, Zhang XH, Deng HW, Li YJ. Lysophosphatidylcholine-induced elevation of asymmetric dimethylarginine level by the NADPH oxidase pathway in endothelial cells. Vascul Pharmacol 2006; 44: 143-148. Eid HM, Arnesen H, Hjerkinn EM, Lyberg T, Seljeflot I. Relationship between obesity, smoking, and the endogenous nitric oxide synthase inhibitor, asymmetric dimethylarginine. Metabolism 2004; 53: 1574-1579. McLaughlin T, Stühlinger M, Lamendola C, et al. Plasma asymmetric dimethylarginine concentrations are elevated in obese insulin-resistant women and fall with weight loss. J Clin Endocrinol Metab 2006; 91: 1896-1900 Konukoglu D, Uzun H, Firtina S, Cigdem Arica P, Kocael A, Taskin M. Plasma adhesion and inflammation markers: asymmetrical dimethyl-Larginine and secretory phospholipase A2 concentrations before and after laparoscopic gastric banding in morbidly obese patients. Obes Surg 2007; 17: 672-678. Krzyzanowska K, Mittermayer F, Krugluger W, et al. Asymmetric dimethylarginine is associated with macrovascular disease and total homocysteine in patients with type 2 diabetes. Atherosclerosis 2006; 189: 236-240. Paiva H, Lehtimaki T, Laakso J, et al. Plasma concentrations of asymmetric-dimethyl-arginine in type 2 diabetes associate with glycemic control and glomerular filtration rate but not with risk factors of vasculopathy. Metabolism 2003; 52: 303-307. Krzyzanowska K, Mittermayer F, Wolzt M, Schernthaner G. Asymmetric dimethylarginine predicts cardiovascular events in patients with type 2 diabetes. Diabetes Care 2007; 30: 1834-1839. Malecki MT, Undas A, Cyganek K, et al. Plasma asymmetric dimethylarginine (ADMA) is associated with retinopathy in Type 2 diabetes mellitus. Diabetes Care 2007; 30: 2899-2901. Altinova AE, Arslan M, Sepici-Dincel A, Akturk M, Altan N, Toruner FB. Uncomplicated type 1 diabetes is associated with increased asymmetric dimethylarginine concentrations. J Clin Endocrinol Metab 2007; 92: 1881-1885. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 84 Tarnow L, Hovind P, Teerlink T, Stehouwer CD, Parving HH. Elevated plasma asymmetric dimethylarginine as a marker of cardiovascular morbidity in early diabetic nephropathy in type 1 diabetes. Diabetes Care 2004; 27: 765-769. Lin KY, Ito A, Asagami T, et al. Impaired nitric oxide synthase pathway in diabetes mellitus: role of asymmetric dimethylarginine and dimethylarginine dimethylaminohydrolase. Circulation 2002; 106: 987992. Maas R. Pharmacotherapies and their influence on asymmetric dimethylargine (ADMA). Vasc Med 2005; 10(Supp.1): S49-S57. Garcia RG, Perez M, Maas R, Schwedhelm E, Böger RH, López-Jaramillo P. Plasma concentrations of asymmetric dimethylarginine (ADMA) in metabolic syndrome. Int J Cardiol 2007; 122: 176-178. Demirel F, Bideci A, Cinaz P, et al. Serum leptin, oxidized low density lipoprotein and plasma asymmetric dimethylarginine levels and their relationship with dyslipidaemia in adolescent girls with polycystic ovary syndrome. Clin Endocrinol (Oxf) 2007; 67: 129-134. Charitidou C, Farmakiotis D, Zournatzi V, et al. The administration of estrogens, combined with antiandrogens, has beneficial effects on the hormonal features and asymmetric dimethyl-arginine levels, in women with the polycystic ovary syndrome. Atherosclerosis 2007; baskıda Krzyzanowska K, Mittermayer F, Schnack C, Hofer M, Wolzt M, Schernthaner G. Circulating ADMA concentrations are elevated in hypopituitary adults with and without growth hormone deficiency. Eur J Clin Invest 2005; 35: 208-213. Arikan E, Karadag CH, Guldiken S. Asymmetric dimethylarginine levels in thyroid diseases. J Endocrinol Invest 2007; 30: 186-191. Hermenegildo C, Medina P, Peiró M, et al. Plasma concentration of asymmetric dimethylarginine, an endogenous inhibitor of nitric oxide synthase, is elevated in hyperthyroid patients. J Clin Endocrinol Metab 2002; 87: 5636-5640. Ozcan O, Cakir E, Yaman H, et al. The effects of thyroxine replacement on the levels of serum asymmetric dimethylarginine (ADMA) and other biochemical cardiovascular risk markers in patients with subclinical hypothyroidism. Clin Endocrinol (Oxf) 2005; 63: 203-206. DERLEME PİLONİDAL SİNÜS HASTALIĞI VE TEDAVİSİNE YENİ BİR BAKIŞ Ekmel Tezel, Hasan Bostancı, Cem Azılı, Osman Kurukahvecioğlu, Ziya Anadol Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi, Ankara, Türkiye ÖZET Günümüzde edinsel bir hastalık olarak kabul edilen ve en sık sakrokoksigeal bölgede görülen Pilonidal Sinüs Hastalığı’nın tedavisinde yeni bir cerrahi sınıflama ve tekniğin tartışması amaçlanmıştır. 2006 yılından itibaren kliniğimizde kullanmaya başladığımız yeni sınıflandırmaya göre, intergluteal sulkusun sınırları “Naviküler Bölge” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlamada cerrahi girişimin hedefi, intergluteal sulkusun ortadan kaldırılmasıdır. Klasik yöntemlerle kıyaslandığında daha sınırlı bir girişim olarak kabul edilebilecek olan bu tekniğin uygulandığı hastalar daha kısa sürede iyileşmekte ve işlerine dönebilmektedirler. Tekniğin rutin kullanıma girmesinden sonra serimizdeki hastalar, geç dönem komplikasyon ve rekürrens oranları açısından da izlenecektir. Anahtar Kelimeler: Pilonidal sinüs, Naviküler bölge A NEW PERSPECTIVE FOR PILONIDAL SINUS DISEASE AND ITS TREATMENT ABSTRACT Pilonidal disease is an acquired disorder that commonly affects the sacrococcygeal area. The aim of this report is to discuss a new type of classification and surgical technique for this disorder. Since 2006, a new classification depending on the borders of the intergluteal sulcus named as the “Navicular Area” has been used in our clinic. According to this new technique, the main goal of surgery is to destroy the anatomical patency of the intergluteal sulcus. When compared with the conventional procedures, our technique can be considered to be “limited” with its great advantage of rapid healing and shorter period to return to work. Our aim is to carry out a long-term follow-up of patients in order to clarify the rates for long-term complications and recurrence. Keywords: Pilonidal disease, Navicular area yerlerinde, örneğin aksillada, inguinal bölgede, umbilikusta, boyunda ve hatta parmak aralarında da görülüyor olması lokal mikrotravma faktörünü ön plana çıkarmaktadır1. Nitekim hastalık kadınlarda da görülürken aşırı kıllı erkeklerde rastlanmayabilmektedir. Sakrokoksigeal bölgede çok sık görülmesi de bu teoriyi desteklemektedir. GİRİŞ Etiyopatogenez ve Hastalığın Doğal Seyri Pilonidal sinüs hastalığı (PS) en sık sakrokoksigeal bölgede görülür. Geçmişte konjenital olduğu düşünülmüşse de artık edinsel bir deri hastalığı olduğu kabul edilmektedir. Erkeklerde, 40 yaşın altında ve özellikle şöför, asker ve öğrenci gibi meslek gruplarında daha sık görülmesi hastalığın hormonal predispozisyon yanı sıra kıl yoğunluğu ve lokal mikrotravma gibi faktörlerin de katkısıyla geliştiği hipotezini desteklemektedir. Vücudun diğer kıvrım Meslek gereği uzun süreli oturur durumda kalan kişilerde intergluteal sulkus (ya da diğer bir ifadeyle natal yarık –natal cleft-) sürekli havasız ve nemli kalmakta, bu bölgede negatif İletişim Bilgileri: Dr. Ekmel Tezel Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi, Ankara, Türkiye e-mail: [email protected] 85 Marmara Medical Journal 2009;22(1);085-089 Marmara Medical Journal 2009;22(1);085-089 Ekmel Tezel, ark. Pilonidal sinüs hastalığı ve tedavisine yeni bir bakış basınç oluşmakta ve en önemlisi kişi oturma biçiminde küçük değişiklikler yaptığında yahut şöförlerde olduğu üzere küçük sarsıntılarla kronik mikrotravmaya maruz kalmaktadır. Bu ortam ilk aşamada sulkustaki epidermis hücrelerinin dökülmesine bilahare bu bölgenin maserasyonuna ve sonuçta nemli artıkların kıl follikülerinin ağızlarını tıkamasına yol açmaktadır. Ağzı kapanan kıl follikülerinin içinde mikro abse gelişmesi eğer kişisel hijyen şartları kötüyse (yani kişi sık yıkanmıyorsa) kaçınılmaz bir sonuçtur. Akut mikro abseler çoğu kez hasta tarafından fark edilmeden tekrarlar durur ve zaman içerisinde kronikleşir. Bu akut ya da kronik abselere dökülen kılların girmesi mikro odağın giderek milimetrik ve zamanla makro boyutlara gelmesine yol açar. Abse artık deri sınırlarını aşar ve aerop bakterilerin de üremesi için elverişli bir ortama sahip olan deri altı yağ dokusu içerisinde ilerlemeye başlar. Kronik PS’te çok sık görülen multiple ağızların ve deri altı yağ dokusundaki içi kılla dolu keselerin gelişimi, yıllar içerisinde mevcut ortam koşullarının düzeltilmemesinin bir sonucudur. Kıllar hem kronik irritasyon hem de yabancı cisim reaksiyonu ile yara iyileşmesini engelleyerek hastalığın gelişiminde önemli bir rol oynarlar. Ancak her PS’te kıl bulunmayabilir ki bu oran %2550 arasında bildirilmektedir2. epitelyal debri ve taze granülasyon dokusu içerir. Sinüs traktları da yine granülasyon dokusundan oluşur ve çevresinde nötrofil, lenfosit ve plazma hücreleri infiltrasyonu vardır. Bazen makrofajlar da görülür. Yabancı cisim dev hücreleri patolojik incelemelerde sıklıkla karşımıza çıkar. Sinüs duvarlarında deri ekleri (kıl follikülleri, ter ve yağ bezleri ve musculi arrectores pilorum) bulunmaz1. Malign transformasyon çok nadirdir, yassı hücreli karsinom ve verrüköz karsinom geliştiği bildirilmiştir1 Klinik Sınıflandırma ve Cerrahi Tedavi Yıllar içerisinde tedavi hastalığın etiyopatogenezi üzerinde değişen anlayış ile birlikte ciddi değişiklikler göstermiştir. Bugün daha çok oranda cerrah intergluteal sulkusu ortadan kaldıran girişimleri uygular olmuştur. Terk edilmekte olan geniş ve derin eksizyonlar, orta hatta primer yaklaştırma ve açık bırakma ile sekonder iyileşmeyi beklemek gibi girişimler sadece kozmetik, psikolojik ve medikal sorunlara değil aynı zamanda yüksek rekürrens nedeniyle işten kalma ve hastane masrafları ile birlikte yüksek bir ekonomik maliyete yol açmaktadır. Öte yandan sulkusu ortadan kaldıran romboid eksizyon ve Limberg flebi veya eliptik eksizyon ve Karydakis ya da V-Y ilerletme flebi gibi girişimlerde etiyopatogenezde rol oynamayan, iyileşme potansiyeli olan derin dokular da çıkarılmaktadır3,4. İlki aynı zamanda belirgin kozmetik sorunlara sahiptir. Bu girişimlerde özellikle ekstensif hastalıkta uygulama zorlukları ortaya çıkmaktadır. Etiyopatogenezde yukarıda değinilen yeni anlayış göz önüne alındığında hastalığa yol açan intergluteal sulkusun düzeltilmesi ve sadece hastalanan derinin çıkarılması daha rasyonel bir yaklaşım gibi görünmektedir2. Hastalık kimi zaman tek bir sinüs olarak semptom vermeksizin, fark edilmeden yıllarca kalırken kimi zaman akut abse ile kendini belli eder. Ağrı ve şişlik hissi vardır. Hastaların çoğu bunu basit bir “sivilce” sanır. Bu abselerin büyük kısmı spontan düzelirken bir kısmı hastayı hekime yönlendirecek kadar belirgin olabilir. Çoğu pilonidal abse ilk drenajda içerdeki birikmiş kıllar temizlenmez ise nüksetme meylindedir. Bir kısım PS’ler ise akut abse oluşumunun daha silik atlatarak kronik akıntı ile kendini belli eder. Bu hastalarda kaçınılmaz olarak daha kompleks sinüs ve fistül traktları ile karşılaşılır. Bugüne kadar hastalığın yaygın kabul görmüş bir sınıflandırması yapılmış değildir. Hastalığın doğal seyri ve yayılımı göz önüne alınarak yapılacak bir sınıflandırma sadece kolay uygulanabilir olmakla kalmayacak kolayca hatırlanabilir de olacaktır. Bu amaçla klinik gözlem ve deneyimlerimizi de kullanarak 2006 yılından itibaren yeni bir sınıflandırmayı kliniğimizde kullanmaya Patoloji Sinüsler çoğu kez orta hatta yerleşen, içleri çok atlı yassı epitelyum ile döşeli küçük açıklıklardır. Kist kaviteleri ise kronik granülasyon dokusu ile döşelidir ve kıl, 86 Marmara Medical Journal 2009;22(1);085-089 Ekmel Tezel, ark. Pilonidal sinüs hastalığı ve tedavisine yeni bir bakış başladık. Bu sınıflandırma sakrokoksigeal bölgenin anatomisinde yeni bir anlayışa – naviküler bölge konseptine- dayanmaktadır. yapılması tarafımızdan tarif edilerek kliniğimizde başarıyla uygulanmakta olan bir yöntemdir (iki aşamalı girişim). Naviküler bölge intergluteal sulkusun sınırlarını belirler. Yüzüstü (jackknife) pozisyonda yatan bir hastanın her iki kalçası ortaya doğru bastırıldığında temasın her iki tarafta en lateral çizgileri intergluteal sulkusun lateral kenarlarını oluşturur (Şekil 1). İnferiorda sınırını anal üçgenin arka kenarları oluşturur. Anal üçgen anatomik olarak koksiksin ucu ile her iki tuberositas ischii arasındadır. Hastanın kalçaları bastırılırken bir kalemle her iki temas hattı çizilip bırakıldığında ortaya gemi burnuna benzer bir şekil çıkar. Bu nedenle bu bölgeye naviküler (gemi gibi) bölge adını vermeyi uygun bulduk5. Tip IV: Bir ya da daha çok sinüs ağzının naviküler bölge sınırları dışında olduğu olgulardır. Bu hastaların öyküsünde birçok kez abse oluşumu, drenaj ve akıntı atağı vardır. Yine bu hastalarda bazı sinüs ağızlarında aktif inflamasyon olabilir. Tedavi bu durumda iki aşamalı girişimdir. Eğer inflamasyon yoksa tek seansta Bascom prosedürü ve lateral ağızların ayrı eliptik insizyonlarla çıkarılması ve primer kapatılması önerilir6. Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta posterior ağızların perianal fistül ile karışabileceğidir. Ayırıcı tanıda zorlanılan olgularda detaylı MR inceleme oldukça yararlıdır. Naviküler bölge konseptine göre sınıflandırma: Tip I: Asemptomatik sinüs ağızları (pit) vardır. Bu hastalarda daha önce ne akıntı ne de abse öyküsü bulunur. Pitler hemen daima naviküler bölgede, özellikle de orta hatta yer alırlar. Tedavi gerektirmezler. Biz bu hastalara iyi kişisel hijyen (sık banyo, temiz ve pamuklu iç çamaşırı, geniş ve rahat pantolon ile uzun süreli oturmaktan kaçınma) ve lokal kıl temizliği öneriyoruz. Tip V: Pilonidal sinüs cerrahisi sonrası rekürrens gelişmiş olgulardır. Önceki girişimin başarısızlığının en büyük nedeni hastanın naviküler bölge genişliğinin doğru tayin edilememesine bağlı olarak zamanla intergluteal sulkusun tekrar oluşmasıdır. Bu bakımdan ilk girişimde naviküler bölge sınırlarının doğru saptanıp lateralizasyonun ve sulkus düzleştirilmesinin hastanın anatomisine uygun şekilde yapılması gerekir. Biz önceki girişim ne olursa olsun bu olgularda Bascom prosedürünü veya eğer presakral yağ doku kaybı söz konusuysa Karydakis flebini uyguluyoruz. Ancak nüks bazen başarılı bir sulkus düzleştirmesi sağlanmışken de genelde orta hatta, katlantı yerlerine uyan noktalarda tek bir pit olarak ortaya çıkabilmektedir. Bu durumda sadece pit eksizyonu yeterli olabileceğinden öncelikle denenmesi önerilmektedir. Tip II: Akut pilonidal abse gelişmiş olgulardır. Bu abseler mutlaka orta hattın dışında, lateral bir insizyon ile drene edilmeli ve mümkün olursa içerisindeki kıllar temizlenmelidir. Tedaviye sık pansuman ve oral 1 ya da 2. kuşak sefalosporinler veya sulbaktam-ampisilin ile devam edilir. Abse düzeldikten sonra definitif cerrahi tedavi gerekir. Hasta Bakımı ve Cerrahi Teknik: Preoperatif profilaksi için 1 gr Sefazolin ve 0,5 gr Metronidazol IV olarak uygulanır. Lokal ya da spinal anestezi altında yüzüstü pozisyonda önce naviküler bölge çizilir (Şekil 1). Her iki gluteal bölge flasterlerle iki yana açılır. Naviküler bölgede asimetrik eliptik kesi ile sadece pitleri içeren cilt çıkarılır (Şekil 2A). Bu sırada intergluteal sulkusta orta hattan karşı tarafa geçilmemelidir. Eksize edilen cilt altında sinüs ağızları daha net olarak görülerek içerisinde kıl bulunan Tip III: Daha önceden abse denajı ya da akıntı öyküsü olan naviküler bölge sınırları içerisinde bulunan pitlerle kendini belli eden PS olgularıdır. Eğer inflamasyon yoksa Bascom (cleft lift) prosedürü uygulanır. Bazen bu hastalarda bir sinüs ağzında kronik inflamasyon ve akıntı olabilir. Bu hastalarda önce kronik inflame sinüsün çıkarılması ve aynı seansta kılların mümkün olduğunca temizlenmesi daha sonra semptomların yatışmasını takiben Bascom girişimi 87 Marmara Medical Journal 2009;22(1);085-089 Ekmel Tezel, ark. Pilonidal sinüs hastalığı ve tedavisine yeni bir bakış sinüsler kürete edilir ve tüm yabancı cisimler ortamdan uzaklaştırılarak sinüsler temizlenir, granülasyon dokusu kıl içermediğinden emin olunarak yerinde bırakılır. Takiben flep hazırlanır (Şekil 2B). Flep hazırlanırken karşı taraf naviküler bölge sınırının geçilmemesine dikkat edilmelidir. Hemostazı takiben flasterler açılarak gluteal bölgeler serbestleştirilir. Dren konulacak ise vakum dren en alt plana yerleştirilir. Derin cilt altı dokular 2/0 ya da 1/0 vicyrl, yüzeyel cilt altı dokular ise 4/0 vicyrl ile yaklaştırılır. Cilt duruma göre primer matress veya continue 3/0 prolen ile kapatılır (Şekil 2C). Şekil 1: Pozisyon ve naviküler bölgenin çizilmesi Şekil 2: A. Eliptik insizyon ve pitlerle birlikte çıkarılan deri. B. Flep diseksiyonu. C. Derinin kapatılması sonrası ortaya çıkan dikiş hattı 88 Marmara Medical Journal 2009;22(1);085-089 Ekmel Tezel, ark. Pilonidal sinüs hastalığı ve tedavisine yeni bir bakış Pit eksizyonu yönteminde ise lokal anestezi altında pit küçük ise 11 numara bistüri ucu ile kübik olarak çıkarılır. Eğer pit moskito ucu girecek kadar geniş ise klemp ucu sokularak bistüri ile pit çevre deri ile birlikte çıkarılır. Moskito klemp ile pit içindeki kıllar temizlenir ve bu işlem her pit için tekrarlanır. Sonuç PS’ün cerrahi tedavisinde son on yılda oldukça önemli gelişmeler görülmüştür. Bascom’ın etiyoloji ve patogenez üzerine 1980’lerde başlayan çalışmaları yeni bir anlayışın doğmasına ve bu yönde tedavi seçeneklerinin gelişmesine yol açmıştır. Hastalar bu yeni anlayış sonucunda, daha sınırlı girişimlerle tedavi edilebilmekte, daha kısa sürede iyileşmekte ve işlerine dönebilmektedirler. Önümüzde bizleri bekleyen görev bu yeni anlayışın rutin uygulaması sonrası oraya çıkan komplikasyon ve rekürrens oranlarını saptamaktır. Ameliyat sonrası analjezi için narkotik analjezik kullanımı önerilmez. Hem ağrıyı gidermek hem de flepte oluşacak ödemi azaltmak amacıyla meloksikam 2x7,5mg po 5 gün süre ile verilir. Sonrasında 1x7,5mg verilerek yedi güne tamamlanır. Lokal anestezi ile yapılan cerrahi sonrası mobilizasyon hemen mümkün olur. Spinal ya da genel anestezi uygulanan olgularda ise mobilizasyon postoperatif 8. saatten sonra önerilir. İlk gün hastanın oturtulmamasına özen gösterilmelidir. Bacakların ilk üç hafta boyunca açmaması önerilir. KAYNAKLAR 1. 2. Operasyon sonrası erken dönemde oral serbest rejim başlanır. Motilite yavaşlatıcı bir preparat kullanımı gerekli değildir, defekasyon için özel bir önlem gerekmez. Ancak defekasyon sonrası temizliğe dikkat edilmesi yeterli oldukça önemlidir. Hastaların mutlaka sadece tuvalet kağıdı kullanması önerilir. Gerektiğinde ıslak bebek mendilleri kullanılabilir. Erken postoperatif dönemde defekasyon olduğunda pansuman değişimi gerekebilir. 3. 4. 5. 6. Hasta dren konulmamış ve lokal anestezi ile yapılmışsa ise postoperatif iki saat gözlem sonrasında, dren kullanılmış ise ya da spinal/genel anestezi almışsa 24. saatte genelde dren çekilmesini takiben taburcu edilir. Postoperatif beşinci günde kontrole çağırılır. 14-21. günler dikişlerin alınması için uygun olan günlerdir. 89 Chintapatla S, Safarani N, Kumar S, Haboubi N. Sacrococcygeal pilonidal sinus: historical review, pathological insight and surgical options. Tech Coloproctol 2003;7:3-8. Bascom J, Bascom T. Failed pilonidal surgery. New paradigm and new operation leading to cures. Surgery 2002;137:1146-1150. Petersen S, Koch R, Stelzner S, Wendlandt TP, Ludwig K. Primary closure techniques in chronic pilonidal sinus. Dis Colon Rectum 2002;45:14581467. Bozkurt MK, Tezel E. Management of pilonidal sinus with the Limberg flap. Dis Colon Rectum 1998;41:775-777. Tezel E. A new classification according to navicular area concept for sacrococcygeal pilonidal disease. Colorectal Dis 2007;9:575-576. Tezel E. Cleft lift procedure with excision of pits for extensive sacrococcygeal pilonidal disease. Colorectal Dis 2006;8:72.