Ocak Sayısı – 2012

Transkript

Ocak Sayısı – 2012
OCAK 2012
KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT
Tüm eserlerin tek tek yayın hakkı eser sahiplerine aittir.
Kapak tasarım ve dizgi: Hasan Hüseyin Beydil
Baskı: Ocak 2012
Kırmızı Siyah Kızılay – Ankara
[email protected]
“KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT”, bir fanzindir.
“KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT” ‘da yayınlanan tüm yazıların sorumlluğu “Eser sahiplerine” aittir.
Yayın kurulu “KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT” ‘a gönderilen yazıları yayınlayıp yayınlamamakta serbestir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
İÇİNDEKİLER
BÜROKRATİZM Mİ, BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ… - HASAN HÜSEYİN BEYDİL
ARTIK GERİ DÖNÜŞ YOK - ÖZGÜR ZORLU
FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME - MEHMET ALİ SALMAN
HAMDULLAH YOLDAŞ YAŞIYOR - HÜSEYİN GEVHER
SADECE BİR SOKAK - SULTAN GÜLİSTAN
12 EYLÜL ANILARI -1 - SÜLEYMAN DEPREM
ATİLLA ACARTÜRK - TÜLAY ACARTÜRK
2. BÜYÜK ALEVİ KURULTAYI ANAYASAYI BEKLERKEN; ALEVİLER - CUMA GÜRSOY
UNUTULAN KAVRAM SINIFSALLIK - AHMET CANBABA
ULUDERE, ULUDERE AKAN KANLAR NEREYE? - METİN UZUNÖZ
TOPLUMSAL DEMOKRASİ ÜZERİNE - TAYFUN İŞÇİ
ULUDERE - HÜDAYİ NABİT
KARANLIKTA AYDINLIĞI BULMAK - MİHRAC URAL
DİYARBAKIR'DA BİR FIRIN [AMED]
TÜRKİYE MESELESİNE DAİR TEZLER – LAJOS MAGJAR
MARAŞTAN BİR XABAR DAHA GELDİ ! - SüLEYMAN DEPREM
ULUDEREDE OTUZBEŞ SELVİ - ŞÜKRİYE ERCAN
BİLİRMİSİN - METİN UZUNÖZ
TEKRAR DOĞACAĞIM SÖZÜMÜ TUTMAK İÇİN - ADNAN BOZDEMİR
KADİM HİKAYELER- VENÜS - ATHURA HÜRMÜZ
YALNIZLIK – YÖN- ÖFKE – ÖLÜM - AHMET CANBABA
DERİN BİR SESSİZLİĞİN ALTINDA YATAN SIR PERDESİ… - GÖKHAN BİÇER
ÇOK, ÇOK KÜÇÜKTÜM ABİ - TÜLAY ACARTÜRK
BÜROKRATİZM Mİ, BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ…
Marks bilimsel sosyalizme ilişkin düşüncelerini
burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkileri temel alarak
bu sınıf çelişçisine yönelik çözümlemeler üretmiştir.
Ürettiği düşünceler üretici güçlere burjuvazi karşısında
en önemli kurtuluş klavuzu olmuştur. Kendisinden
önceki pek çok düşünürün, filozofun, ekonomisttin,
ütopik sosyalistin aksine ezen-ezilen, sömürensömürülen çelişkisi karşısında teori ve pratiğin
birlikteliği doğrultusunda kapitalizmin zor ile yıkılması
ve yerine de bilimsel sosyalist sistemin kurulmasını
savunmuştur. Devrime ilişkin belirlemeleri de üretici
güçlerin müttefikliği ile doğrudan kapitalist sistemin
yerle bir edilmesini savunmuştur. Tüketime değil
üretime dayalı, paylaşımcı, üretici, özgürlükçü, eşitlikçi,
sınırsız, sınıfsız, devletsiz, hiçbir zümre, sınıf, milliyete
dayalı olmayan insanlaşmayı kendisine öncelik alan
bilimsel sosyalizmi savunmuştur.
Kendinden önceki pek çok düşünürden,
filozoftan, ekonomistten, bilim adamlarından onların
ortaya
koyduğu
düşüncelerinden,
tezlerinden,
eserlerinden faydalanmıştır. Ondan öncekilerin ezenezilen, sömüren-sömürülen çelişkisi üzerine yaptıkları
çözümlemeleri incelemiştir ve bu çelişkinin çözümüne
ilişkin kurtuluşun bilimsel sosyalizmde olduğunu
disiplinize etmiştir.
Milliyetçilik ve din, kapitalizmin sistem olarak
yaşamını devam ettirmesinde en temel unsurlardandır.
Kapitalizmin ulus-devlet sistemi özellikle milliyetçilik ve
din üzerinden ayakta kalmayı başarmaktadır. Topluma
milliyetçilik ve dinsel düşünceleri en iyi şekilde
pazarlayarak onların sisteme bağlılığını sıkı sıkıya
garanti altına alır kapitalizm.
Marks kendinden önceki düşünürlerin aksine
tekrardan kaçınmıştır. Ütopik yaklaşımlardan uzak
durmuştur. Ortaya koyduğu düşünce sistemi doğru bir
bakış açısıyla incelendiğinde çok net görülecektir ki
düşünceleri bilimsel dayanaklarla ve tarihsel
gerçekliklerle desteklenmektedir.
Zaman zaman idealizmle, dualizmle, ve onun
savunucularıyla Marks’ın materyalist düşüncesi
karıştırılmaktadır ki bunu Marksist düşünceden gıdasını
alanlar arasından bile adeta bile bile bu saldırı
yapılmaktadır. Oysa Marks ve düşünce sistemi
idealizmle, düalizmle ilişkilendirilemez. Onun düşünce
sistemi kendinden önceki düşüncelerden nicel, nitel
olarakta, soyut ve somut olarak da
ayrılmaktadır. Marksizme ait birkaç eser okunarak
Marksizmi anladıklarını düşünenler onun eserlerinin
tamamını daha dikkatli ve özenli incelemelidir.
Hegel’in burjuvazinin hizmetinde olan ve dinle
olan bağını koparamayan düşünceleri açık ve nettir.
Hegel hiçbir eserinde ezen-ezilen, sömürensömürülen çelişkisinde çözüm olarak üretici güçlerin
burjuvazi karşısında devrimci bir tutum içinde devrim
yoluyla kapitalizmi yerle bir etmesini asla
önermemiştir. Kaldı ki kendisi doğrudan doğruya
burjuvazinin ideologları arasında yer almaktadır.
Özellikle de idealizmi aşamamıştır kaldı ki aşmayı da
düşünmemiştir. Hakim güçler karşısında adeta
“haddini” aşmamıştır. Ona bahşedilen ünvanlar, yaşam
tarzı, kariyerlere arkasını dönmemiştir.
Marks ise burjuvazinin hiçbir ünvanına, yaşam
tarzına, kariyerine dönüpte bakmamış kendisini üretici
güçlerin kurtuluşuna adamıştır. Bu amaçla da hem
teorik hem de pratik çalışmalarıyla bilimsel sosyalizm
adına yoldaşı Engels’le birlikte ömrünün sonuna kadar
mücadelesine devam etmiştir. Bu mücadeleyi
olağanüstü bir şekilde gerçekleştirmiştir.
Marks’ın ve Engels’in birlikte yaptıkları
çözümlemeler tüm dünyaya yayıldı. Tüm dünyadaki
üretici güçlerin kurtuluşuna referans oldu. İnsanlığın ve
doğanın
kapitalist
sistemin
sömürüsünden
kurtuluşununda en önemli referansı oldu, bilimsel
sosyalizm.
Lenin, Marks’ın ve Engels’in ortya koyduğu
bilimsel sosyalizmi, ilk olarak feodal ve kapitalist bir
sistemi yıkarak üretici güçlerin din, dil, ırk, mezhep,
milliyet ayrımı gözetmeksizin tüm bu farklılıklara
rağmen onlarca halkı özgür,eşit kılan sistemi yerleştirdi.
Bunu da devrimle gerçekleştirdi.
Marks’ın, Engels’in, Lenin’in üretici güçler ve
insan ve doğa için teorik ve pratik olarak ortaya
koydukları daha sonra onları ve düşüncelerini izleyenler
tarafından da dünyanın çeşitli ülkelerinde de sosyalist
devrimler gerçekleşmesini sağladı.
Bu devrimleri küçümsemek, basitleştirmek,
sıradanlaştırmak bu devrimleri inkardır. Üç gün bile
olsa burjuvazi karşısında yılmadan usanmadan savaşım,
üç gün bile olsa burjuvazinin hakimiyetini yerle bir
etmek dahi önemli ve değerlidir insanlık ve doğa adına.
Bu devrimlerin insanlığa ve doğaya
kazanımlarının inkarı insanlığın inkarıdır.
Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, inkar bu devrimleri
inkardır. Hem ideolog olarak hem önder olarak
devrimlere öncülük etmiş olanların her birinin
ödedikleri bedel insanlık adına ödenmiş bedellerdir.
Hayatları boyunca hiçbir ülkenin himayesine,
güdümüne girmeden son nefeslerine kadar mücadele
etmiş olan bu insanlar insanlığın tartışmasız en önemli
önderleridir.
Reel sosyalizmle, bilimsel sosyalizm arasındaki
farkı hala anlamamış olanların sosyalizm adına yazması
ya da konuşması sadece sosyalizme ihanettir hatta
hatta kapitalist işbirliğidir.
Kruçev’den sonra başlayan dönem ile onun
öncesindeki dönem karıştırılmaktadır. Lenin ve Stalin
dönemi arasında kalan dönemde uygulanan sistem
yaşanan en önemli sosyalizm deneyimdir. Kapitalizm
bilimsel sosyalizmin daha da yaygınlaşacağını anladığı
bir dönemde “kendi avrupa’sı”nda ve “abd’si”nde de
bedel ödenmesine rağmen faşizme göz yummuştur ve
ikinci emperyalist savaş insanlığa ve doğaya pahalıya
mal olmuştur. Bu savaş Stalin’in öngörüleri ve
Sovyetlerin çok ağır bedeller ödemesiyle son buldu.
Bugün liberal, demokrat, çağdaş bir avrupa birliğinden
bahsediliyorsa bugün işsizlik sigortası, sendika, sosyal
haklar vs gibi haklar var ise bu Stalin’in nazileri
avrupa’dan kazımasıyla gerçekleşmiştir. Buradan
Stalin’inin kurduğu bir avrupa birliği anlaşılmasın.
Emperyalizm ikinci emperyalist savaşı kendisine
evrilterek bugünün koşullarını yaratmıştır.
Bürokratizm; çeşitli çevreler “reel sosyalizm”
olarak dillendirsede doğrudan ya da dolaylı yoldan dahi
sosyalizmle ilgisi olmayan tamamen iktidarcı bir sistem
olan bürokratizm sadece Sovyetlerde kruçev’den
sonrası yaşanmış gibi görülse de pek çok ülke
bürokratizm üzerinden yönetilmektedir. Bu sistem
halende hemen hemen tüm dünyada yaşanmaktadır.
Bürokratizm kruçev’den sonra geliştirilen bir anlayıştır.
Bu anlayış sosyalizmden zamanla uzaklaşmayı
getirmiştir. Zamanla sosyalizme ihanetle, sosyalizme
zarar vermiştir. Bürokratizm, kapitalizme hizmet
etmiştir sosyalizme değil. Dolayısıyla aklı başında
bilimsel sosyalizmi savunan hiç kimse bürokratizmi
savunmaz. Dolayısyla kapitalizme karşı mücadele
ettiğini iddia edenlerin ağızlarına sakız edercesine reel
sosyalizm kavramını kullanarak sözde kapitalizme
eleştiri yaptıklarını düşüneceklerine bilimsel sosyalizmi
kapitalizme karşı savunmalıdır. Reel sosyalizm bilimsel
sosyalizmden sapma olsa da kapitalizm değildir ancak
kapitalizme sonuç itibariyle hizmet etmiştir.
Lenin sonrası Stalin, Dimitrov, Enver Hoca,
Tito, Mao, Castro, Che, Ho Chin Minn ve daha pek çoğu
üretici güçlerin öncülüğünde insanlığın ve doğanın
kapitalizm karşısında onurlu savaşımlar ve mücadeleler
vermişlerdir ve devrimlerini gerçekleştirmiş bilimsel
sosyalizme yani insanlaşmaya doğru yolculuklarını
belirli sürelerde olsa da kapitalizm karşısında zaferle
sonuçlandırmıştır. Özü ve esası itibariyle kapitalizm
karşısında elde edilen zaferler hiçbir dinin, mezhebin,
ırkın, milliyetin, cinsiyetin, coğrafyanın zaferi değil
insanlığın insanlaşma yolundaki zaferleridir. Bu
zaferlerin üç günü de üç yüz yılı da insanlık adına
önemlidir. Salt teorik ya da geçici zaferler ya da halen
devam eden kapitalizme rağmen devrim yaptık
demekte sosyalizme ihanettir.
Kapitalist devletler emperyalist emellerini
gerçekleştirebilmek adına her türlü teorik pratik
faaliyetleri yapar. Bu onun doğasıdır. Sömürüye dayalı
sistemini ayakta tutma adına tanrı-devlet-güç üçgenli
hegemonyasını devam ettirmek adına her türlü yola
başvurur. Çeşitli ülkelerin ittifakıyla kapitalizm devam
etmektedir. Burada temel olan hangi ülkenin neyi ne
kadar yaptığı kadar halen devam eden sömürü
karşısında mevcut bilimsel sosyalist çevrelerin tavrı ve
duruşu daha önemlidir.
HASAN HÜSEYİN BEYDİL
ARTIK GERİ DÖNÜŞ YOK
Artık
geri
dönemeyiz.
Vazgeçemeyiz.
Bildiklerimizi, gördüklerimizi, yaşadıklarımızı inkâr
edemeyiz. Şahit olduğumuz gerçekleri yok sayamayız.
Ezilen Halk’ın çoğunluğu belki korkutulup sindirilmiş
gibi görünebilir ama bu sistemin sahipleri çok iyi biliyor
ki asla öyle bir şey yok, aksi takdirde bu kadar baskı ve
zulüm neden? Eğer tamamen korkak ve sindirilmiş bir
halk ve proletarya varsa neden bu kadar vicdansızlık?
Çünkü yok öyle bir şey. Biliyorlar ki biz Bilimsel Sosyalist
Devrimcilerin binlerce yıldır yaşatmaya çalıştıkları
sistemlerini yıkacağını ve yerine İnsanca yaşayacağımız
bir toplumu her türlü olumsuzluklara rağmen Bilimsel
Sosyalist Devrimle gerçekleştireceğimizi biliyorlar. O
sebeple bir nefes dahi aldırmıyorlar. Bu baskı ve
zulmün sebebi bu yüzdendir. Bu sistemin gerçek
sahipleri olan aristokrat burjuvaların korktukları tek şey
biz Devrimcilerdir. Tek gerçek düşman olarak bizi
görürler ve kesinlikle de öyledir, bizim de nihai
düşmanımız: kapitalist sistemin ağa babaları aristokrat
burjuvazidir.
İşte yine o yüzdendir ki bir saniye bile
düşünmemizi istemiyorlar. Bir an dahi sorgulamayalım,
araştırmayalım, okuyup öğrenmeyelim istiyorlar.
Sadece faturalarımızı ödeyip ya da ödemek için deliler
gibi çalışalım istiyorlar. Sabahtan akşama kadar ücretli
kölelik yaptıktan sonra karnını dahi zor doyuracak üç
kuruş da para verdiler mi eline, düşün artık nereye nasıl
harcayacağını. Çünkü sadece çalışacak enerjin olmalı.
Daha fazla enerji almamalısın. Eğer iyi beslenirsen
ücretli kölelikten arta kalan zamanda nemelazım kitap
okursun, bilinçlenirsin, siyasi, politik, sendikal
faaliyetlere gücün kalır. Okuduğunu anlar, daha çabuk
anlar ve sorgulamaya başlarsın. Anlatmaya başlarsın.
Kafan daha iyi çalışır. Bu düzeni alt etmek için daha
güçlü olursun. Hormonların ona göre salgılanır. Dik
durursun. Ama bunu istemez burjuvazi. O sadık köleler
ister. Her istediğini yapacak köleler ve denekler ister.
Sesini çıkarmadan onlara itaat et, biat et ister. Sadece
onlar için üret ve onların zevklerine
sun ister.Bunun karşılığı olarak da lütfederek insanca
yaşamını sürdürebilmek için gereken asgari ücreti dahi
vermez. Bir insanın günlük alması gereken minimum
enerji için gerekli gıdayı almana dahi yetmez o ücret.
Senin on, on iki saatlik emeğinin karşılığı asla olmadığı
gibi, bırak emeğinin karşılığını, sadece kendilerini
tatmin etmek için besledikleri kedi, köpeğin masrafı
bile değildir o ücret.
Saatlerce çalışmaya karşın emeğinin hakkını
vermediği gibi, çocuklarını, eşini de sevmene izin
vermez, sevme ister. Seveme ister. Ya da uyurlarken
sev sevebilirsen. Sen eve dönebildiğinde ayakta
duracak halin varsa, aklın başındaysa belki çocukların
da sevilecek durumdaysa, bir umut seversin
çocuklarını, karını, kocanı. Onlarla anlaşmanı da
istemez. Seni ve çocuklarını cahil bırakır ki çocuklarınla
dahi iletişim kurama, anlaşama. Karı-koca ilişkilerinin
de aynı biçimde olmasını ister. Hatta arada cinnet
geçirip birbirinizi kesip doğrayın ki, her türlü kötü
şartlara rağmen okuyup-yazan, gerçekleri gören,
sorgulayanlar varsa moralleri bozulsun. Gardları
düşsün. Umutsuzluğa, çaresizliğe kapılsınlar diye. Halk
cahil kalsın korksun ister. Çünkü o zaman daha rahat at
oynatacaktırlar. Her yerden kontrol etmek ister seni.
Gece yatak odandan tut, arkadaş dost sohbetlerine
kadar her şeyini bilip kontrol etmek ister. Bir an bile
rahat nefes almana dahi tahammülleri yoktur. Neden
mi, çünkü çok iyi bilmektedirler ki, Bilimsel Sosyalist
Devrim’ in soluğu her an enselerindedir. İnsanlık onuru
her an enselerinde bekleyen bir özgürlük savaşçısıdır.
Bir an dahi rahat uyku yoktur onlara.
Onlar kim mi? Onlar büyük patronlar, onlar
mösyöler, leydiler, efendiler, büyük holdinglerinşirketlerin-tröstlerin sahipleri, ceoları.
Onlar kim mi? Onlar azizler, saintler, hocalar,
hoca efendi hazretleri. Onlar dadılarla, aşçılarla,
bahçıvanlarla, hizmetkârlarla devasa çiftliklerinde
doğup, büyüyüp yaşayanlar. Onlar senin emeğinin, alın
terinin, çocuklarının şekeri üzerine, hayalleri üzerine,
gelecek
insan
nesilleri
üzerine
kurdukları
imparatorluklarında yaşayanlar. Onlar hiçbir zaman
senden benden dahi haberi olmayanların, anneleri
babaları, dedeleri vs. Onlar, sadece para, güç, mevki
sahipleri değil, aynı zamanda sözde tanrı tarafından
kutsanmış çok özel şahsiyetler hatta peygamberler,
Mesihler, azizler.
Onlar ki, bir de sözde bütün evrenin gizli
bilgilerinin tek sahipleri. Onlar ki gelmiş geçmiş her
türlü oyunların, büyülerin, totemlerin aklınıza
gelebilecek ne kadar deli saçması varsa, o deli
saçmalarının yaratıcılarıdır.
Mitolojik, mistik, dini, gizlemli, sembolik, astrolojik,
destansı
masalların
kahramanlarıdır.
İnsanı
kandırmanın, sömürmenin, korkutmanın ustaları ve
bugün itibariyle, bu sitemde, devletlerin sahipleri,
kralları, tanrıları ve mirasçılarıdır.
Onlar, aşağı yukarı bütün Dünya’nın tek hâkimi
olan aristokrat burjuvalardır.
Bütün bu onlar kim sorusuna cevapları daha
da çoğaltmak elbette mümkün ama insanın aklına
başka bir kaç soru daha geliyor.
1) Bunlar kaç kişidir?
2) Peki o zaman nasıl oluyor da bu kadar
büyük bir güce sahipler ve bütün insanlığı
yönetebiliyorlar?
3) Evet nasıl olabiliyor bu işleyiş?
4) Bu sistem nasıl kurulmuş?
5) Bunca zamandır nasıl süregelmiş ve hala da
nasıl devam ediyor?
Sorular daha da çoğaltılabilir. Ama bizi gerçeğe
götürecek yolumuz için şimdilik bu sorular ve doğru
cevaplarıyla başlayalım.
Yukarıda bahsettiğimiz ekâbirler, belki hepi
topu beş bin kişiler. 5.000 kişi evet yanlışlık yok o kadar.
Bizi yöneten, bütün kaderimizi, geleceğimizi belirleyen,
ne yiyip ne içeceğimizi, kaç para maaş alacağımızı,
nereye gidip nereye gidemeyeceğimizi, ne söyleyip ne
söylemeyeceğimizi, bütün kanunları, yasaları, bütün
yaşayışımızı A’ dan Z’ ye istisnasız bütün hayatımızı
belirleyenler, aşağı yukarı 5 bin kişi. Hadi olsun 10 bin
kişi olsun da bazı arkadaşlar kendilerini beş binin içine
belki sokamayabilir, yüreklerine serin bir su serpilsin.
Neden on bine çıkardım, ne oldu da birden bu
sayı iki katına çıktı kısmı aslında diğer soruların da
otomatikman cevabı oldu. Ama nasıl bu kadar büyük
bir güce sahip olduklarını anlamak için biraz açalım.
İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar, beş bin ya da on bin
veyahut ta 100 bine giremeyecekler. Girdiklerini
sanacaklar ama yine de giremeyecekler. Bir iki ev
alınca, üç beş şirket sahibi olunca sınıf atladığını
zannedecekler ama aslında kölelikleri devam edecek.
Bunun farkında olmadan, yani anadan-babadandededen-nineden-büyük dede ve büyük nineden… İşte
bütün bu büyük büyükbabalar, dedeler, analar ve
ninelerden birisi Aristokrat ya da Burjuva olmadan bu iş
olmaz. Seni oraya asla ama asla almayacaklar. O
mertebeye çıkamayacaksın ama tabi zaten böyle bir
amacı da yoktur bizim küçük burjuvanın ya da hayalini
yeterli görür, haddini bilir, itaat eder. Zaten
efendilerine itaatsizlik etmesi mümkün mü? Tabi ki
mümkün değil.
Biz Marksistler hariç başka hiçbir doktrin, din,
doğma, öğreti, ideoloji vs hiç kimse tam olarak bu
sistemi başlangıcından bu güne kadar, bütün
ayrıntılarıyla ve gerçekliğiyle, kesin, net, gerçekçi,
bilimsel bir biçimde elle tutulur, gözle görülür şekilde
ortaya koyamaz. İlla bir tarafı eksik kalır ya da zaten
hedef şaşırtmak için, sistemin ve ya işbirlikçilerinin bir
aldatmacası, oyalamasıdır. En azından insani bir
işlevselliği ve gerçekliği olamaz. Hangi din, hangi
mitoloji, hangi efsane olursa olsun mutlaka bir tarafı
dediğim gibi eksik kalacaktır.
Zaten asıl meselelerden biri de o eksik kalan
kısmı görmekte, bilmekte, anlamaktadır. O eksikliği
görüp, bilip, anlayıp, yorumlayıp, başkalarına da
anlatmakta ve ya anlatabilmektedir. Ve nihayet hep
birlikte bu zulme bir son vermek için hep birlikte
yapılması gerekeni YAPMAK’ tadır.
Bazı konjonktürel sebeplerden dolayı şimdilik
hiçbir şey yapamadık ya da hiçbir şey yapılmıyor, ben
ne yapabilirim diyenler için, kendi kendimizi
umutsuzluğa sokmaya hiç ama hiç gerek yok, çünkü
bize hiçbir şey yapmıyoruz, ya da ne değişiyor ki, gibi
gelse de en azından, bu gerçeği bilmek dahi ciddi bir
şeydir. Bu insanlık dışılığı bilmek bile çok şeydir ki, bize
göre hiçbir şey yapamasak da, içinde zerre insanlık
kırıntısı varsa, bu zulme bir son vermek için o insanlık
kırıntısını koruyup, kollamak, geliştirmek, beslemek,
büyütmek bile çok önemlidir. Biz eğer insansak,
insanlaşmaya çalışıyorsak buna mecburuz. Bu bir şiir
olur, bir resim olur hiç fark etmez. Hatta sadece insan
olabilecek
ve
bu
gerçekleri
anlatacağımız,
öğreteceğimiz bebekler, çocuklar yetiştirmek, onların
anneleri, babaları, ağabeyleri, ablaları olmak bile, bu
haklı mücadelemiz için bir şeydir, çok şeydir. Ama
bugüne kadar senin inancın ne olursa olsun eğer içinde
kalan zerre insanlık kırıntısı varsa artık bu işleyişin böyle
devam edemeyeceğini görmelisin. Bilmelisin. Bu
bilinçte olmalısın.
Ne olursa olsun artık her şey net ortadadır,
alenidir. Hep birlikte görmekte ve yaşamaktayız.
Sistemin sahipleri ve diğer bütün yandaşlarının
inandıkları ve taptıkları değerler ortadadır. Söyledikleri
ve yaptıkları ortadadır. Kandırmacalar, yalanlar,
dolanlar, masallar, cennetler, cehennemler vs.
Hangisine inanacağın sana kalmış. Hangisi
kafana yatıyorsa, hangisi işine geliyorsa, hangisini
öğrettilerse ona inanacaksın elbette. Hangi coğrafyada,
hangi şartlarda, hangi ananın babanın çocuğu olarak
hangi medeniyette, hangi zamanda doğduysan, ona
göre yetiştirilecek ve ona göre yaşayacaksın. İlk
insandan bu yana bu böyle olagelmiştir.
Tarihsel bir zorunlulukla devam eden bu
gelişim, değişim, dönüşüm, evrim süreci, daha önceleri
de çok defa sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Tarih bu
faşist katliamlarla doludur. İlk ve orta çağ bunlarla
doludur. Ancak eninde sonunda evrim süreci işlemiş ve
insan medeniyeti bu sürece şahit olmuştur. Mesela
ortaçağ engizisyon mahkemelerinden geçmiştir.
İnsanlık, bütün bunlara rağmen faşizmin ne denli bir
bela olduğunu anlamıştır ya da anlamamıştır hiç önemli
değil, eninde sonunda süreç işleyecek ve
insanlaşacağız, bu böyle olacak. Ancak tabi ki bu
gelişimi sadece evrimsel sürece ve bu sürecin
dinamiklerine bırakırsak, insani gelişmeler ciddi
sektelere uğrar.
Mesela feodalizmden kapitalizme dönüşmüş
ve artık evrim süreciyle doğru orantılı gelişerek,
faşizmin de evirilerek ortadan kalkması, kaybolması
beklenirken öyle olmamış ve homosapiensler
karanlıktan kurtulup insan olamamışlardır. Bunun
yegâne sebebi de 10.000 yıllık alışkanlıklar ve inançlar
yığını altında, egemen güçler tarafından ezilen halkların
bu insanlaşma sürecine nasıl olumlu katkı yapacaklarını
bilmemeleridir. Böyle bir savaşta nasıl bir strateji ve
taktik geliştireceklerinden bihaber olmalarıdır. Ve
dolayısıyla egemen güçler bütün bu gelişmenin önüne
geçmek, engellemek için ellerinden gelen her türlü
çabayı ortaya koymaktadır. Çünkü ellerinde
bulundurdukları nimetleri insanlıkla asla paylaşmak
istememektedirler. Ve şu da bir gerçektir ki kapitalizm,
bu nimetleri sadece kendi elinde tutmak ve istediğinin
kullanımına sunmak için, süreci istediği gibi öteleme ve
insanları kandırma konusunda çok da başarılı olmuştur.
Ta ki bundan 150–160 yıl öncesine Marksist
İdeoloji’ ye kadar bu tamamen böyleydi. Bütün aşiret,
kabile toplumlar, devletler, krallıklar ve medeniyetler
için bu böyle olmuştur. Taşa, ateşe, güneşe, toprağa,
mitolojik tanrılara, aşk tanrısından tutun da savaş
tanrısına oradan kendinden başka tapınanı olmayan
Narsisyus’ a kadar daha kimler ve neler. Mesela, çok
tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere gelene kadar,
hayvana dahi tapınmışlığımız var ve hala da Hindistan’
da kutsal varlık olarak ‘ineğe’ yarı tapınma şeklinde
devam etmektedir.
Bugün itibariyle ise -evrimsel sürecin gereği,
zorunlu tarihsel gelişimden dolayı- tek tanrılı dinlerde
popüler olan, dünyaca bilinen ve kabul gören birkaç
inanç, kitap veya peygamber karşımıza çıkıyor.
Musevilerin
Tevrat’ı,
İseviler’
in
İncil’i
ve
Müslümanların Kuran’ı. Bir de Müslümanlarca
dördüncü olarak bilinse ya da kabul edilse de, esasında
Tevrat’ın bir parçası olan Davut’ un Zebur’ u var. Bu üç
din kadar yaygın olan, hatta inanan sayısı olarak
Müslümanlık ve İsevilikten sonra 3. gelen, geçmişi M.Ö
3.000 yıllarına kadar dayandırılan, genel geçerde
dünyanın en eski dini olarak kabul gören Hinduizm’ i de
burada saymadan geçmemek gerek. Ayrıca bu
dördünden ya da beşinden başkaca İLK tek tanrılı din
olarak kabul edilen İranlıların, Pers İmparatorluğunun,
Kürtlerin, bir kısım Ermenilerin ve Süryanilerin de dini
olan, Zerdüşt peygamberden, Zerdüştilik’ ten ve
tanrıları Ahura Mazda dan da bahsetmeden geçmek
olmaz. Bu saydıklarımdan ayrı, dinleşmemiş birçok
inanış da var tabi ki. Budizm’inden tutun da Taoizm’ ine
ve oradan Şamanizm’ e artık Satanizm’ e kadar daha da
devam eder gider.
Bu çok genel ve yüzeysel bilgilerden sonra asıl
meselemize gelelim. Yazımın başından hatırlayacağınız
üzere nasıl oluyor da bu kadar yıl, yüzyıllar boyunca bu
sömürü bu kulluk devam etmiş ya da bu dereceye nasıl
gelebilmiş- i, anlamak ve anlatmak ve değiştirmek,
dönüştürmek ya da yıkıp yeniden yapmak için, ister
istemez bir temel oluşturmak zorundayız. Bu gelişimi,
değişimi belirli bir tarihsel sürece bağlamalıyız, yoksa
hayatımızı, sadece öylece, kendi başına sürece
bırakamayız. En azından süreci hızlandırmak adına,
Marksist öğretiyi Leninizm’ le birleştirmek gerekiyor.
İnsanlaşmak adına, emekçi ve ezilen halkların zaferi
adına ilk ama büyük bir adım olan Bilimsel Sosyalist
Devrim’ i gerçekleştirmek için, Marksist Leninist
İdeolojinin neden vazgeçilmez tek gerçeklik olduğunu
bilmek, anlamak, yorumlamak, anlatmak ve YAPMAK
için teorik ve pratik bir ideolojimizin temellerinin
sağlam olması gerekiyor.
Bu sebeple yüzeysel de olsa, tarihsel süreci bir
yerden başlatmamız ve bugüne kadar getirmemiz
gerekmektedir. Çünkü geçmişten bugüne kadar
yaşanan bütün bu yıllar, yüzyıllar, binyıllar gün be gün
yaşandı ve bugüne geldi. Öyle birilerinin kitaplarında
anlattığı gibi bir günde şak diye, bu evren, bu dünya, bu
düzen kurulup da bugünkü sahiplerine alın sizin olsun
diye teslim edilmedi. Gün gün, an be an oluştu,
oluşturuldu. Tarihsel süreci bir yerden başlatmak
zorundayız çünkü insanlık tarihini ya da yazılı tarihi
bırakın bir yana, en azından Dünya gezegeninin ve ilk
canlının oluşumundan bu yana gelişen evrim sürecini
ve felsefeyi kurmak, anlamak, anlatmak için de bu
gereklidir.
Egemen güçlerin, sürecin işleyişini kontrol
altına aldığı sanısı yaratmak için ortaya attığı, sanki
kapitalizmden olumlu bir farkı varmış veya yeni bir
gelişmeymiş gibi gösterdiği sitemin adı Liberalizm’dir.
Liberalizmin, yeni kavramları da, küreselleşme
(globalleşme), sözde özgürlükler, demokrasi, barış,
eşitlik, kardeşlik, çevrecilik vs diyerek akıl karıştırmaya
ve zaman kazanmaya çalışmaktadır. Neredeyse bu
kavramların hepsi biz Marksistler’ in kullandığı
terminolojiye aittir. Bizim kullandığımız dili resmen
çalarak ya da sadece bazı eski söylemlerine makyaj
yaparak bir sürü içi boş kavram türetmektedirler.
Bunun da sebebi akıl karıştırmaktır. Bizim ortaya
koyduğumuz değerlerin içini boşaltma çabasıdır. Asıl
amaç kavramların içi boş birer kelime haline getirerek,
neredeyse tamamen ellerinde tuttukları yazılı ve görsel
medya sayesinde, insanlık için bir buluş, olumlu bir
gelişme gibi gösterip, allayıp süsleyip yüzlerce, binlerce
yıllık emperyalizmi, köleliği, faşizmi liberalizm adı
altında devam ettirme isteğidir. Böyle diyerek
egemenliklerini devam ettirmek isteyen bugün için
sistemin sahibi konumundaki aristokrak burjuvazi,
bunu ezilen halklara, emekçilere, öğrencilere ve tüm
insanlığa yutturmaktadır.
Şimdi bugüne nasıl gelindiğine, aristokrat
burjuva devletin ve türevlerinin nasıl bu denli
devamlılığı olduğuna gelmek ve onu bilmek, anlamak
ve yenmek istiyorsak, başlangıç olarak karşımızda ki
düşmanı iyi belirlememiz gerekiyor. Onların silahlarını
ve yöntemlerini iyi bilmemiz gerekiyor.
Birincil olarak, asıl düşman ARİSTOKRASİ ve
BURJUVAZİDİR. Bunların dinlerini bilmeden, dillerini
bilmeden, öğretilerini, büyülerini, yöntemlerini,
taktiklerini bilmeden, bu dinlere inanan, inandığını
sanan, bu dinlerin peygamberlerine ya da tanrılarına
tapan, kulluk eden, beyinleri, gönülleri esir edilmiş
ezilen halkın uyanışını asla sağlayamayız. Bu dinlerin
bugün ki mirasçılarını bilmeden onları ve öğretilerini
bilmeden, o öğretilerin etkilerini iyice özümsemeden
bir zafere ulaşmak sadece hayaldir. Bunların kendi
aralarında ki şifreleri çözmeden bir zafere ulaşmak
mümkün değildir. Ayrıca yıllar yılı büyük çabalarla
kurdukları, büyüttükleri, geliştirdikleri, her şeyiyle
şimdilik kendilerine ait olan bu dünya ve dünya
nimetlerinden en üst derecede faydalanabilme, bilgi ve
becerilerini de kesinlikle küçümsememeliyiz. Çünkü o
akıl ve kurgu becerisidir ki yüzyıllardır bugünlere kadar
bu aristokrat burjuva devletin sistemini yaratmıştır.
Düşman asla ama asla küçümsenmeyecek tuzaklar ve
kurnazlıklar hazırlamıştır. Olası bütün alternatifleri
düşünmeleri için bütün imkânlarını seferber etmiştir ve
etmektedir. Bütün bilim insanları, kimyacısından
fizikçisine, matematikçisinden tarihçisine, sanatçısına
varıncaya kadar sistemin elinde tutsaktır. Ama gönüllü
ama tutsak ederek insan beynini en üst seviyede
kullanabilen insanları, bilim ve sanat insanlarını esir
almış, ama gönüllü ama zorla kendi hizmeti ve bekası
için çalıştırmaktadır. Edebiyatçılar, sanatçılar, yazarlar,
çizerler, yazılı- görsel medya neredeyse tamamen
bunların elindedir. Ayrıca bu propaganda araçları
yetmezmiş gibi bir de silahlı güçleri de unutmamak
gerekir. Her türlü kandırmaca ve zorunlulukla kendi
halklarına zulmedecek, yine kendi çocuklarımızdan bize
karşı her türlü teknoloji ve silahla donatılmış bir
orduları dahi vardır. Üç kuruşa kendi halkını gözünü
kırpmadan öldürecek, işkence edecek, akla hayale
gelmeyecek
iğrençlikler
yapacak
lejyonerler
beslemektedirler. Ekonomik ve siyasi baskı ve oyunlarla
kendi çocuklarımızı kendi çocuklarımıza kırdırtmak gibi
neredeyse fantastik filmlerde gördüğümüz büyücüler
tarafından büyülenmiş gibi, gözleri ve gönülleri sağır
cellâtları yine bizim bağrımızdan söküp almakta ve
yetiştirmektedir.
İlkel komünal toplumların mülkiyeti paylaşarak
yaşadığı aşiret ve kabile liderlerinden, şehir devlet ve
aristokrasinin doğuşuyla köleliğe ve oradan da kralın
aynı zamanda dinsel bir ilah olarak aristokrasinin
yönetim kadrosunu oluşturduğu feodalizme kadar ve
nihayet üretici sınıfın ezilen ücretli köle olduğu ve
burjuvazinin bütün mülkiyete hâkim olduğu kapitalizme
kadar süregelmiştir. Artık Marksist Leninist ideoloji
sayesinde sömürülen ve ezilen tutsak halklar buna
kayıtsız kalmayacaktır. Bilimsel Sosyalist Devrim‘i
gerçekleştirerek komünizm ve üst komünizme doğru
insanlaşma mücadelemiz sürecektir.
İnsanlığı, bütün halkları, gizli, gizemli
bilinmeyen, anlaşılmayan dillerle kandırarak, çeşitli
örgütlerle, sözde doğaüstü bilgilere ve güçlere sahip
olduklarına inandırarak ve inanmayanlarıysa silah
zoruyla, kılıçtan geçirerek, yakarak bugünlere gelmiş bu
canilere karşı elbette bizim de her cephede savaşacak
ve bizi -ezilen tutsak halkları- zafere kesinlikle
ulaştıracak teori ve pratiğe sahip çelik iradeli
YOLDAŞLARIMIZ vardır. Ve niceleri de yetişmekte ve
gözlerini kırpmadan bu zulme dur demek için, sınıfsal
mücadele bilinciyle, insanüstü bir savaş vermektedirler.
Bütün bunlara karşı bizim de ideolojimiz Marksist
Leninist İdeolojidir. Daha bir buçuk asır dahi
olmamasına karşın Dünya insanlığının kurtuluşu için bir
aydınlık, bir güneş olan Marks, Engels, Lenin ve Stalin
yoldaşlarımız, bütün o şarlatanların, canilerin korkulu
rüyası olmuş, onları bütün bu olumsuz şartlara rağmen
Çarlık Rusyasında dahi alt etmişlerdir. Başarıya
ulaşmışlar ve 70 yıl gibi ciddi bir süre de bunu
sürdürebilmişlerdir. Yolumuz, yönümüz, ideolojimiz
budur. Denizlerin, Mahirlerin, İboların ve isimleri
yazarak dahi buraya sığmayacak kadar büyük bir ordu
olmuş Devrim Şehitlerimizin yolu budur. Dünyada,
temelde Marksist Leninist İdeolojinin rehberliğinde
teorik ve pratik desteğinde başarılı olmuş daha nice
Sosyalist Devrim vardır. Bunlara da zaman içerisinde
değineceğimizi şimdiden bilmenizi istiyorum. 2011
yılında doğan ve 2012’ yılında da Hasan Yoldaşımın
insan üstün gayretleri ile hayatına devam eden
K.I.R.M.I.Z.I.S.İ.Y.A.H BİLİM EDEBİYAT VE SANAT’da bu
yazılarımı sizlerle, yukarıda bahsettiğim düşmanlarımıza
rağmen paylaşacağım. Şunu unutmayın ki bu
K.I.R.M.I.Z.I.S.İ.Y.A.H BİLİM EDEBİYAT VE SANAT
kesinlikle hiçbir kar amacı gütmeyen, hiçbir yerden
icazet almayan, tamamen EZİLEN HALKLARIN SESİ’dir
ve öyle de kalacaktır. Özgürlüğümüzü ve gücümüzü de
buradan almaktayız. Hepinize tekrar merhaba diyorum
ve hepinizi en devrimci duygularımla selamlıyorum.
ÖZGÜR ZORLU
FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME
Ben 1981 birinci ayında 22.ci seyar jandarma
tugayında 76 gün göz altında tutuklandım.
Kaldığım günler içinde çeşitli işkencelerden
geçtim ve maruz kaldım, Elektirik, askı, çırılçıplak
soyulmak, balta sapı ile farankaya koymak, üzerime su
fışkırmak yanı sıkmak, meydan dayağı çırılçıplak karın
üzerinde saatlerce bırakmak, gözler bağlı eler kelepçeli
halde, ihtıyacını geçirmek için gönlerce bekletmek, tek
hücrede kalmak beton zemin özerinde kalmak,
ölmemek için az yemek vermek. Gönlerden sonra aynı
işkenceden kardeşim A. T. 120 gün işkenceden kalmış
ve benden daha fazla çeşitli işkenceden geçmişti.
Tutuklama tarihi 20/02/1981. Ben ve kardeşim
A. T. beraber tutuklandık. Diyarbakır askeri mahkeme
de. Savcı soruşturmadakilerden daha fazla bizi
zorlayarak isnat edilen suçların kabullenmesi için, nafile
ne kadar inkar etsekte yine savcı kendi bildiğini yazdı
ve tutuklama istemiylen hakime sevketti ve hakimde
aynen savcı gibi bizden suçu kabul edip etmediğini
sorup karar tutuklama ya karar verdirtdi.
Evet gelelim fasulyanın faydalarına. Diyarbakır
cezaevine bizleri teslim ederken daha cezaevi idaresi
teslim alma işlemlerini bitirinceye kadar ama ne
meydan dayağından geçirdiler. Demiyorsun bu da
hoşgeldin misafirperverliğini gösteriyorlar bizlere. Tabi
bir yüzbaşı ile co (yüzbaşının köpeği) bize yaklaşıp,
yüzbaşi ilk sorusu ‘’kaç tane asker öldür dünüz’’ dedi
bize ‘’biz kimseyi öldürmedik ‘’demeden yine
yüzbaşinin huzurunda yine meydan dayağı ,yemeye
devam ediyorduk tabi 20 ‘ye yakın askerler etrafımızı
sarmışlar, sanki kaplumpağa yakalamışlar herkesin
elinde jop, balta sapı, deynekler bu daha cezaevi giriş
işlemleri, bitinceye kadar ama bir yandan cezaevinde
yükselen sesler sanki askeri birlik içinde askeri marşlar
sol sağ yürüyüş bir yandan gelen sesler birbirlerini
kovar gibi cezaevin için de sesler birbirlerine yankı
yapıyordu. İşlemlerimiz bitince göya bizleri arayacaklar,
komut, soyunun çırılçıplak elbiselerimize baktılar. Bir
yandan cepleri yırtıyorlar bir yandan ceketlerimizin
yağalarını yırtıyorlar bir yandan gömleklerin yağaları ve
kollarını yırtıyorlar bir yandan cepler yırtılıyor goya
arıyorlar. Tabi o arada coyuda unutmayalım, co gelip
bizi okşuyordu oda hoşgeldin demek istiyordu. Yani
coyu yanımıza getirip gözdağı vermek istiyordu amma
allah yukarda coyun insafı daha fazlaydı. Elbiseler
araması bitikten sonra yine sıra bize geldi. Komutlan sol
sağlan uygun adımlarlan yürütmesini istediler, ama
bizde acemi olduğumuz için komuta uymuyorduk. Ama
ne görelim o 20 asker birden yangın söndürme gibi bize
saldırmaya başladılar, hem vurarak hem de yürüyün
komutu ile ta hücreye kadar, elbiselerimizlen top oynar
gibi idareden ta hücrelere kadar yere sürükleyip
getirdiler. Bizleri hücreye koyup birinci kat birinci
hücreye benlen kardeşim, hücrelerin altaki lağam
boruları tıkatmışlardı, hücreler 4 kat idi her bir kat ta 10
tane hücre vardı alt kattakiler hücreler yukarda gelen
bis su ve tuvalet pisliğler hücrelerin içine kadar
birikmişti. Bizde adımımızı atıp hücrenin içinde somye
gibi yüksek bir taş vardi birisi yatacak şekilde, benlen
kardeşim o beton zemin özerinde oturduk ve koku
içinde ikimizde çırılçıplak, elbiselerimizi de top oynar
gibi ayaklan bize verdiler ama elbiselerimiz aylarca
gözaltında kaldığımız için zaten bir yandan bitler, bir
yandan kirli yani af edersin o elbiseler hayvan bile o
elbiseler kokusunda dayanamaz vazyeteydi. Bir yandan
da askerlerin top oynar gibi hücreye getirinceye kadar
elbiselerimiz bir yandan da o lağam suyunun içinden
geçirme tabi o arada idare bülümünden bizleri meydan
dayağı ile getirdikleri zaman co’da bize eşlik etti ta
hücreye kadar. Askerler bizleri hücreye koyunca kapiyi
kilitnenip gittiler. Benlen kardeşim, elbiselerimizi giyip
120 gönden sonra benlen kardeşim bir birlerimize sarıp
hal hatırımızı sorduk. Ama kardeşimin yüzü pas tutmuş
gibi yüzü o vaziyeteydi tabi o arada başımıza gelenleri
bir birimize soruyorduk.
O arada karavana kulpu sesi geldi meyer,
yemek vakti olduğunu bilmiyorduk hücre üst katında
şak şak mazgal sesi hücrelere ses yansıtıyordu kapı
açılınca bir ses geldi tekmil verdi bizde acemi olduğu
için bilmiyorduk. Meyer, asker içeri girerken tekmil sesi
geldiği zaman herkes ayağa kalkıp esas duruşa
geçmeleri gerekirmiş, bizde bunu yapmadığımız için
ceza durumuna düşmüşüz, ama biz bunun farkında
olmamışız.
Meyer, yemek dağıtmak için yukarı katlardan
tutuklu olan kişilerden karavana dağıtıyorlarmış
askernezaretinde. Meyer,dikatttttttttt sesi geldiğinde
asker içeri girmiş bizde bilmiyorduk. Yukarda ki ses
örnek isim M. V. T. ‘’emir et komutanım’’ bizde bu
nedir kendi kardeşimize sorduk acab burda askerler mi
bir birlerine mi diyorlar, meyer cezaevi kuralı öyleymiş.
O yukarda gelen ses tutukluymuş hücrelere yemek
dağıtacakmış. Bir baktık asker ve bir sivil sivilin elinde
bir karavana asker ‘’kabınızı uzatın’’ dedi ‘’kabımız
yok’’ dedik, asker o sivile ‘’gel’’ dedi bir ara kayboldular
yine geldiler sivilin elin de bir servis tabakası ile bir
kaşık bize korkuluk arasında bize uzattılar bizde servis
tabakasını korkuluk arasında uzatık o elinde karvana
olan sivil kişi sanki gönülsüz yemek dağıtır, biz yüzülen
sanki kızgın gibi yemek dağıtıyordu, hem de yüzünü
çevirerek yemek dağıtıyordu böyle göz ucuylan gibi
tabakamıza bir kemçe yemek bırakti. Gitiler benlen
kardeşim sıraylan o tek kaşıklan yemek yemeye
başladık ama yemekte ne vardi sanki sıcak su gibi az
yağlı başka yemeyin içinde bişe yoktu, ekmek yoktu,
zaten göz altında yemek doğru dürüst yoktu, benlen
kardeşim iskelet gibi olmuştuk. Tabi sıraylan tek
kaşıklan yemeyimizi bitirdik, ama kabı başımızın ucuna
bırakmak zorunda kaldık çünkü hücre içi pis sudan
dolayı aşağıya bırakamazdık. Meyer biz yemeyi
yememeyi gerekirdik yemek duası okuyunca biz yemeyi
yerken, her hücreden dikattttttttttttt sesi geliyordu
meyer asker hangi hücrenin ününde geçse veya dursa
dikat çekip ve hücredekiler ayağa kalkıp asas duruşa
geçmeleri gerekir ve tekmil okumaları gerekir.
Hücredekiler karvana dağıtımı bitikten sonra bir baktık
yemek duası okundu meyer, tutuklular esas duruşta
asker süylüyor tutuklular tekrarlıyor tabi ki yemek duası
okuyan askerde birinci kata indi ve okuyor bizde
oturmuştuk cezaevi kuralı bilmediğimiz için ceza
durumuna düşmüşüz. Tabi o arada asker bize küfür
edip ayağa kalkın esas duruşa geçin ve yemek duasını
okuyun dedi bizde zorunlu olarak dediklerini yapmak
zorunda kaldık ve yemek duasında sonra asker ‘’zıkım’’
olsun dedikten sonra tutuklularda ‘’saolun’’ dedi ve
asker gitti. Meyer yemek dağıtan tutuklu kimseye
bakmayacak kimseylen konuşmayacak ve kimsenin
yüzüne bakmıyacakmış, sonradan anladık bunu. Tabİ
karvana esnasında cezaevinde her yerde dikattttttttt
sesleriylen bir birlerinin sesini kovar gibi sesler
yükseliyordu ‘’af edersin eşek çukurda kalırsa
atalarımızın bir lafı var diyorlar sahibinden daha eyisi
yoktur’’ meyer hangi koğuşa karvana giderse hem dikat
çekilir hemde, karvana koğuşa girdikten sonra yemek
duası okunur ve yemekten sonra birde sayım saatı
başlar birden sesler yükseliyor dikkat sesi ile 1,2,3,4,5
tabi sayılar yükseliyor buda anlamadığımız koğuş sayımı
imiş tabi daha 1 gecemiz olmadığı için bilmiyorduk tabi
gide gide sesler bize de yaklaşıyormuş bizim
bulunduğuz hücreye meyer 1 koğuştan başlamış sıra ile
ta koğuşlar bitinceye kadar sıra bizede gelirken aksine
bizde hücre 1 kat 1 hücrede olduğumuz için bizden
sayım başlaması gerekirdi. Başlarında bir asteymen
nübetçi subay koluğu takılı sanki savaşa gider 15-20
asker ile hücre içine girdiler, bizde acemi olduğu için
böyle korku içinde kendilerine bakıp acaba bizleri ne
yapacaklar meyer, bizde ayağa kalkıp esas duruşa geçip
dikattttttt çekmemiz gerekirdi ve 1,2 dememiz
gerekirdi. Başlarında ki asteymen bizlere köfür ederek’’
kalkın ayağa ulannnnn’’ deyip hem de arada küfür edip
bize dedi ki ‘’kendinizi sayın’’ bizde 1,2 deyip o yoğun
askerler hücre merdivenlerden yürürken sanki deprem
olur gibi hücrelerin merdivenlerde yürüdüğü zaman
ayak sesler rap rap seslerden hücreleri salatiyordu o
heybetli yürüyüşlerinden o arada sayılar 40,50 civari
yükseliyor, bizde o çoğulan seslerden ve sayılardan
dolayı demek ki biz yalnız deyiliz hücrelerde birazda o
cesaret aldık ama sesizlik sanki kimse yokmuş gibi
hücrelerde ses yok, kimse kimseyi çağırmıyor bir
sesizlik hakim cezaevinde sayım sesi kesildikten sonra
yine bulunduğumuz hücredekiler gibi sesizlik
cezaevinde hakimdi, bizde saat olmadığı için gece vakti
bilmiyorduk bir ara hücre kapısı şak şak açıldı bir çavuş
ile yine bir grup askerlerlen içeri girdiler ve
bulunduğumuz hücre kapısını açtılar kimin elinde jop
kimi elinde balta sapı deynek kapıyı açar açmaz bana ve
kardeşime hücre içinde saldırmaya başladılar ve bizleri
dövmeye başladılar bizde neye uğradığımızı şaşırıp
kaldık suçumuz ne olduğunu bilmiyorduk. Ama o arada
çavuş dedi ki ’’yeni geldiniz cezaevi kuralını
çiniyorsunuz, emir idiatsızlık yapıyorsunuz’’ tabi onlar
bizi iyi düvünceye kadar yine hücre kapımızı kilitleyip
gitmeye çalıştılar ama askerler baktığımızdan sanki yaz
ortasında susuz kalmış gibi ter içinde kalmışlar o kış
ortasında bizleri döverken tabi bizde korkudan hücrede
bulunan kişileri çağırmıyoruz kimin ne olduğunu
bilmiyoruz o geceyi benlen kardeşim beton özerinde
sabahlandık.
MEHMET ALİ SALMAN
HAMDULLAH YOLDAŞ YAŞIYOR
Hamdullah ERBİL, 5 ocak 1952 tarihinde doğdu.
AFŞİN`in Kötüre Köyünde öğretmenlik yapan babasını daha 5
yaşında çocukken kaybetti.Hepimizin Hoşgom dediği Hoşey
teyze ile birlikte Hamdullah ile 4 kardeşini Kötüre`nin en
varlıklılarından olan Bektaşi Bilgesi Karaca Hüseyin (MELULİ)
resmen nufusuna aldı, sunduğu sınırsız olanak ve sevgiyle
onlara babasızlığın mağduriyetini yaşatmamaya çalıştı.
Hamdullah ERBİL önce evde Karaca Emmi`den, daha
sonra ilk, orta ve yüksek öğrenimi yıllarında iyi bir eğitim aldı.
Kişisel olarak kendini geliştirmesi,yetişmesi dönemlerinde
olanaksızlıklar setiyle yüzyüze gelmedi. Tümünün Dede dediği
Karaca Emmi kendisine ve kardeşlerine bütün olanaklarını
sevgisiyle bezeyerek sundu. Bu
destek Hamdullah`lar
tarafından da eşdeğerde bir saygıyla karşılık bulurdu.O`nun
DEDE dediği Karaca Emmi ile ilişkileri öylesine güzel bir
ahenklilik gösterirdi ki tanığı olan herkesi imrendirirdi.
Hamdullah ERBİL bence birey olarak yüzyüze geldiği
olanaksızlıklara isyan ederek devrimciliği seçmedi. O, kendsini
içinde yaşadığı toplum bütününün bir parçası olarak gördü ve
bu bütüne düşman oligarşik azınlığın emperyalist-kapitalist
dünyanın diğer parçalarındaki çıkar ortaklarıyla birlikte sürekli
katmerleşerek artan sömürü ve baskı mekanizmasına karşı
ulusal ve toplumsal kurtuluşu hedefleyen devrimin engebeli,
dolambaçlı, sarp yolunda mücadele etmeye karar
veren,Mahir ÇAYAN`ın ``Devrimciler liderdir`` görüşüne tıpatıp uyan bir devrimciydi.
Hamdullah ERBİL ile ikimiz de Maraş`lıAfşin`liydik.Tanıştığımızda ben Maraş`ta öğretmenlik yapan
TÖB-DER Başkanı amcamın yanında lisede okuyan bir
öğrenciydim.Evimize Hamdullah`tan önce bana Pazarcık`lı bir
köylü dostumuz olduğu söylenen yengem ve amcamın Doğan
diye seslendiği Malatya Beyler Deresi`nde 26 Ocak 1976
tarihinde Hasan Basri TEMİZALP ve Yusuf Ziya GÜNEŞ ile
birlikte çok erken kaybettiğimiz İlker AKMAN gelirdi. Ben,
İLKER`i Doğan olarak tanıdığım zamanlar TSİP`in Maraş`ta il
örgütü öncesi açılan KİTLE GAZETESİ EĞİTİM BÜRO`sunda
kendini ifade eden az sayıdaki ``Genç Sosyalist`` çalışması
içindeydim.Yanlış hatırlamıyorsam74- 75 yılı öğrenim
dönemiydi,Hamdullah`la ilk tanıştığımızda O`na öylesine
ısınmıştım ki, ağzından çıkan her sözü büyük bir sempatiyle
dinliyor,her hareketini aynı biçimde izliyordum.Bunda çok
saydığım ve devrimci,sosyalist gıdayı kendisinden aldığım
amcam Durdu GEVHER ile yakınlığını görmemin de önemli
etkisi vardı. Amcam TSİP`liliğime bir şey demese de memnun
da görünmüyordu. Hamdullah ERBİL ile ilişkilerimiz ilerledikçe
amcamın memnun görünmeyen tavrını, TSİP`lilik ve THKPC`liliğin ne demek olduğunu daha iyi anlamaya başladım.
Hamdullah ERBİL ile 75 yılı başında tutsak edildiği
77 yılı sonuna kadar dışarıda, 80 yılı başından 12 Eylül Askeri
Faşist darbesine kadar Mamak Cezaevinde çok yakın ve yoğun
olmak üzere,Kan Kanseri`nden kaybettiğimiz 16 temmuz 93
tarihine 18 yılı içine alan yoldaşlık bağımızdan,son
zamanlarda kimi konularda farklılaşan görüşlerimizi tartışsak
bile hiç bir şey kaybetmedik.Niyette tasfiyecilik olmadıktan
sonra nasıl kaybedebilirdik ki? Şimdi de kısaca niye
kaybetmediğimizi anlatmaya çalışayım.
1976 yılı 26 ocağında, Malatya-Beylerderesi`nde
İlker AKMAN, Hasan Basri TEMİZALP ve Yusuf Ziya GÜNEŞ
katledildiler. Katliamın ardından Hasan Basri TEMİZALP`i
Maraş`ta nasıl sonsuzluğa uğurladığımızı Afşin`de
kendisine anlattığımda Hamdullah`ın ``Beylerderesi Bizim İçin
Yeni Bir Kızıldere`dir. Onlar`ın boşluğunu doldurmak kolay
olmayacaktır. Hasan Basri’leri yaşatmak biz yoldaşlarının
boynunun borcudur.Bundan böyle sorumluluğumuz daha da
artmıştır.Uzun söze gerek yok,işimize asılacak,çalışacak ve
kazanacağız!`` sözleri aradan geçen 33 yıla karşın olanca
tazeliğiyle aklımdadır.
Hamdullah ERBİL, yaşamı boyunca,her zaman
yukarıda özetini verdiğim sözlerine uygun bir pratik
sergilemiştir. Maraş sınırları içindeki çalışmalarımızda
kullandığımız motosikletle yolculuğumuz süresince genellikle
Mahir`ler için söylenen``Birden çoğuz,çoktan biriz, Ne evveliz,
ne ahiriz, Hepimiz birer Mahir`iz ile başlattığı Deniz`ler,
İbrahim`ler Sinan`lar, Ulaş`lar için yakılan ağıtlar, tüm dünya
ve Türkiye`de söylenen marşlar,türküler dilinden, dilimizden
düşmezdi. O, türkü ve marş coşkusunda yaşamı, içtenliği, ağır
başlılığa yoldaş kabına sığmazlığı, sempatikliği kişiliğinde
birleştirmiş bir devrimciydi.
Hamdullah ERBİL,sosyal ve siyasal ilişkilerinde
sorumluluk düzeyi oldukça yüksek,dayanışmayı,paylaşmayı
pratikleştiren bir devrimciydi. İlişkisi olan bir yakını veya
yoldaşının başı derde düştüğünde, söz gelimi hapse
düştüğünde,zaman geçirmeden, onunla da,ailesiyle de
sorunlarını paylaşan, yalnız bırakmayan bir devrimciydi.
Hamdullah ERBİL, teorik, pratik, teknik eğitime
büyük önem veren,mevcut bildikleriyle yetinmeyen,çok yönlü
ve
sürekli
kendini
geliştiren,öğrendiklerini
sürekli
paylaşan,kısacası öğrencilikle öğretmenliği bir arada götüren
bir devrimciydi.
Hamdullah ERBİL, 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi
sonrası tahliye olduğunda kendi bireysel yaşamına
çekilen,çevresine kendi yaptıklarını yapmamayı öğütleyen,
devrimci, sosyalist değerlerin tasfiyesine soldan eklenenlere
alternatif tavrın pençesine düştüğü ölümcül kan kanseri
hastalığına bakmadan son nefesini verdiği ana kadar
temsilcileri arasında yerini alan bir devrimciydi.
Hamdullah ERBİL,yaşadığı ağır tutsaklık koşullarının
etkisiyle pençesine düştüğü hastalığının dışarı koşullarında
tedavisi için başlattığımız Özgürlük Kampanyasının
gerçekleşen devrimci dayanışmayla başarıya ulaşmasının
ardından yoldaşları ve dostlarınca çıkarıldığı Avrupa
ülkelerinde ve Türkiye`de can derdine düşmeden,her anı;
dağılan yoldaşlarını ve dostlarını toparlama,yeniden,
birlikte,birleşik devrimci savaşı Kürt Özgürlük Hareketiyle
enternasyonalist dayanışma anlayışıyla gündemleştirmek için
değerlendirmeye çalıştı. Bu günden O`nun çalışmalarına şöyle
bir baktığımızda; o günden ne kadar doğru bir yönelim içine
girdiğini kolaylıkla tespit ve teslim edebiliriz.
Evet bu kısa yazıyla, Hamdullah ERBİL ile yoldaşlık
bağlarımızdan hiç bir şey kaybetmememizin kısa özetini
anlatmaya çalıştım. O`nun baskıdan,sömürüden arınmış,
sınırsız, sınıfsız bir dünyada özgürleşmiş bireylerin `Bir ağaç
gibi tek ve hür, Bir orman gibi kardeşçesine`` yaşama doğru
uzun yolculuğumuzdaki önder yerini anlatabildiysem ne
mutlu bana.
HÜSEYİN GEVHER
SADECE BİR SOKAK
Yokuşu çıktım, rüzgar dindi. Otoyolların
uğultusu daha az duyuluyor. Neden bu heyecan bu
tedirginlik neden? İçimde hüzünlü bir ezgi var ne garip
daha önce hiç duymadığım sözlerini bilmediğim garip
hüzünlü bir ezgi. Yüreğimi dağlıyor boğazım da bir şey
var yutkunamıyorum,ağlayamıyorum, darmadağınığım
toparlayamıyorum beynimi. Sanki onlarla tekrar
karşılaşacakmışım gibi heyecanlanıyorum. Kolay değil
neredeyse yirmi yıl olacak görmeyeli. Bacaklarım
titriyor sokağa doğru yürüyorum sanki dün gibiydi
beşimizin birden bu sokakta yürüyüşü, bizimdi bu sokak
her köşesinde sohbetlerimiz, acılarımız, hayallerimiz
daha doğrusu her köşesinde anılarımız var bu sokakta.
Bu sokakta kaldı hepsi, okula giderken elektrik direğinin
önünde buluşur hep birlikte giderdik, okul dönüşü iki
katlı bir gece kondu vardı onun bahçe duvarına yaslanır
sohbet ederdik. Hiç ayrılmak istemezdik. Benim ev
onların evlerine yaklaşık bir km uzaktaydı daha
yukarıdaydı.
Lise birinci sınıf öğrencisiydik 15 yaşındaydık
ve her onbeşinde olanlar gibi coşkulu heyecanlıydık.
Acılarımızda sevinçlerimizde öfkelerimiz de ortaktık.
Biri içimizden birine kötü bir şey yaptı mı artık
hepimizin düşmanıydı. Birde ortak düşmanımız devletti.
Daha çocukluğumuzda devleti düşman belledik. Bilerek
ya da bilmeyerek öyle belledik işte. Düşmanımızdı
tastamam, haklı sebeplerimizde vardı, daha
çocukluğumuzdan bildik devletin kolluk kuvvetlerinin
nasıl mahallemizdeki kişilere işkence yaptıklarını,
dövdüklerini gözlerimizle gördük sokaklarda. Üstelik
Şükran’ın amcasını öldürmüşlerdi, Songül’ün büyük
abisi cezaevindeydi ne zaman çıkacağı da belli değildi
müebbet. Gönül’ün babası 12 Eylül Askeri faşist
darbesinden hemen sonra cezaevine girmiş 7 yıl
kaldıktan sonra çıkmıştı, çıkmıştı çıkmasına ama artık
sağlıklı biri değildi, ağır işkence gördüğünden kaynaklı
sakat kalmıştı çok zor koşullarda yaşıyorlardı. Benimde
teyzem cezaevindeydi. Sadece bunlar bile düşman
olmamız için yeterli sebeplerdi.
Sevdalıydık hepimizde varlığımızdan haberi
dahi olamayan kişilere sevdalıydık, aynı okuldaydık
üstelik. En hesapsız olduğumuz yıllar hiçbir beklentinin
içine girmeden sadece sevdik. O dönem ki bütün
sevdalılar gibi Ahmet Kaya dinleyip sevdamızı daha da
pekiştirirdik. Hem başka sevdamızda vardı ‘’doruklara
sevdalandık’’ hep birlikte. Şükran ne kadar güzel içli
söylerdi Ahmet Kaya türkülerini birde Şivan Perwer’in
Xezal türküsünü. Bu arada hepimizde Kürtçe biliyorduk,
kürt olduğumuz için. Birimizin evinde toplandığımızda
hemen Şivan Perwer’in kasetini takardık dinlemeye
başlardık bu sanki bize eylem gibi gelirdi. Cuma günü
okullar kapanacağı zaman istiklal marşı okunurdu, biz
istiklal marşı okunurken Hernepeşi okurduk sessizce
sadece yanımızdakilerin duyacağı tonda. Bazen çavbella
bazen de bir mayıs işçi marşı olurdu bu. Sonra sanki çok
büyük bir eylem yapmışçasına mutlu olurduk.
Coşkuluyduk, yeni bir dünya kurmak gibi isteğimiz ve
özlemimiz vardı. O dönem yeni dünyadan algıladığımız
(teorisizdik hem de çok) eşitlik ve özgürlük üstüne
kurulmuş bir dünya. Sadece bu kadarını biliyorduk, hem
onca akrabamız ailemiz bunu istediği için ölmüş ya da
cezaevinde yatmıyormuydu. Daha bir çok şeyin tam
anlamını ve adını bilmeden de olsa bunu istiyorduk işte.
Bu istemenin çok tehlikeli olduğunu da biliyorduk.
Korkmuyorduk aksine Deniz’lerin, Mazlum’ların,
Kaypakkaya’ların akibeti bize de daha çok mücadele
etme arzusu uyandırıyordu.
Hep birlikte bir karar aldık Hernepeş marşını
bilme olasılığı olan arkadaşlarla görüşecektik ve onlarla
Cuma günleri istiklal marşı okunurken bir arada durup
birlikte okuyacaktık. Hemen bunu gerçekleştirdik ve 13
kişiye ulaştık. Bu karar yine bu sokakta okul dönüşü her
zaman ki yerimiz olan iki katlı gecekondu bahçesinin
duvar dibinde alındı. Hemen ilk istiklal marşında diğer
13 arkadaşla bir araya geldik. Ali hoca okulumuzun
solcu hocalarındandı. İstiklal marşı okunduğunda
yanımızda duruyordu. Şimdi düşünüyorum da bizi hep
korumaya çalışırdı, 19 mayıs gibi etkinliklerde okulun
bahçesi sivil polisle dolardı Ali hocada bizim yanımızdan
ayrılmazdı. Neyse kaldığım yerden devam edeyim
anlatmaya. Ali hoca arkası bize dönük duruyordu hazır
ola geçtik marşı okumak için istiklal marşı okunmaya
başladı bizde her zaman ki gibi sessizce başladık
hernepeşi okumaya sesimiz bu kez daha çok çıkıyordu
yanımızda ki diğer arkadaşlar şaşırıyor üstiklal marşını
okuyamıyorlardı. Ali hocanın halini hala unutamam
yalvarır bir sesle çocuklar nolur susun nolur
yalvarıyorum benim için susun yapmayın diyor. Tabi biz
hiç umursamadık ve sadece etrafımızdakilerin duyacağı
tonda o günde söyledik. Marş bittiğinde Ali hoca
kıpkırmızı olmuştu sadece baktı bize bir daha olmasın
dedi çekti gitti. Tabi biz yine çok büyük bir şey yapmış
gibi mutluyuz. Aramıza yeni katılan arkadaşlar da zevkli
heyecanlı oluyor artık hep yapalım dediler. Pazartesi
okula gittiğimizde Ali hoca bizi spor salonuna çağırdı,
gittiğimizde okulun diğer solcu hocaları olan 3 hoca
daha vardı. Bize bakışları sevecendi ama kızgın
görünmeye çalışıyorlardı. Yaptığımız şeyin çok güzel ve
onur verici olduğunu ama bir o kadar da tehlikeli
olduğunu sağcı hocalar böyle bir şeyle karşılaşırsalar
bizi savunamayacaklarını sağcı hocaların hiç tereddüt
etmeden bizi direk polise teslim edeceklerini falan
anlattılar daha bi dolu şey anlattılar şuan net
anımsayamadığım. Ama çıkarken bizim söylediğimizi
çok net hatırlıyorum hocam biz devam edececeğiz
devam etmekle de kalmayıp bir gün bütün okula 1
Mayıs İşçi marşını istiklal marşı yerine okutacağız dedik
ve çıktık. Evet bunu çok istiyorduk bütün okulun 1
mayıs marşını bağıra bağıra okumasını. Hernepeşi
okuyamazlardı Kürtçe bilenlerin sayısı çok azdı. O
yüzden 1 mayıs marşını okumalıydık. Hocaların
yanından ayrıldığımızda hepimizin ortak düşüncesi
onların korkak olduğu ve bizi de kendileri gibi korkak
yapmak istemeleriydi.
1 Mayıs İşçi Bayramına bir hafta kalmıştı ve biz
o zamana kadar bir çok kişiye ulaşıp bu hafta sonu
istiklal marşı yerine 1 mayıs marşını okuyacağımızı ve
bizimle birlikte olmalarını söylüyorduk. Sayımız baya
artıyordu üstelik bir kişiye söylemeye giderken yirmi
kişi falan birlikte gidiyorduk, sayımızın çok daha fazla
olacağını anlatıyorduk korkmasın diye rahatça bağıra
bağıra okusun diye. Bir yandan da marşı yazıp
hazırlamıştık herkese veriyorduk zaten bilmeyen yok
gibiydi. Alevilerin ve solcuların çoğunlukta olduğu bir
mahalle okuluydu sorunumuz yoktu. Çok heyecanlıydık
Cuma gününü iple çekiyorduk ve artık o gün gelmişti o
büyük gün. Okulun yarıdan fazlası katılacağını
söylemişti bu bizi çok mutlu etti zaten dedik diğer yarısı
da bize eşlik eder. Tüm öğrenciler okulun bahçesinde
her zaman ki gibi toplandık istiklal marşını okumak için,
bir birimize bakıp gülümsüyorduk, sanki birazdan fırtına
kopacaktı heyecanlıydık, fırtına koparmasak da güçlü
bir rüzgar estirecektik.
Rahat hazır oldan sonra müzik hocamız başladı
istiklal marşını okumaya bizde bağıra bağıra’’ günlerin
bugün getirdiği baskı zülüm ve kandı’’ diye okumaya
başladık. Baktım herkes okumaya başladı istiklal
marşını okuyanlar sustular müzik hocamız biraz daha
söyledi ve o da sustu. Bütün öğretmenler aramıza girip
bizi susturmaya çalışıyorlardı solcu olan hocalarımız
yalvararak susun nolur susun yeter tamam anladık
başardınız uzatmayın artık tamam bu kadar bitti dedik
ve sonuna kadar okuduk. sağcı hocalar sayımızın
çokluğundan olsa gerek hiçbir şey yapamadılar.
Hocalarımız panik tedirgin koşturuyorlar yanımıza gelip
çabuk evinize gidin sakın sokağa çıkmayın bugün diye
nasihat ediyorlar, kimisi kızıyor bu kadar da olamaz ki
bu delilik, devrimcilik değil diye bize kızıyor. Aldıran kim
nasıl mutluyuz nasıl özgür hissediyoruz kendimizi Ali
hoca geldi yanımıza tebrikler çok iyiydi ama ben öldüm
biliyormusunuz çokcuklar dedi. Tabi biz o kadar
mutluyduk ki kimseyi hiçbirşeyi gözümüz görmüyordu.
Başarmıştık ve yine sanki çok büyük bir eylem yapmış
gibi hissediyorduk gururla yürüdük yine bu sokağa.
İşte yıllar sonra yine bu sokaktayım artık
beşimiz değil ben tek başımayım bu sokakta! diğer dört
arkadaşım liseden iki yıl sonra yurtdışına iltica ettiler.
Daha dün gibi buralarda gülmelerimiz. Ne kadar çok
severdim o zamanlar bu kenti bu sokakları, buraları bu
kenti güzelleştiren sevdiren onlardı. Aradan neredeyse
20 koca yıl geçti artık onlar yoktu. En kötüsü bu sokakta
onlar olmadan yürümek yapayalnız bir başıma. Boğazım
hala düğüm düğüm. Ağlayamıyorum, yanıyorum içim
kavruluyor burada böyle bir başına kalmak. Ahmet
Telli’nin dizeleri geliyor aklıma, ‘’gidenler nerede
kaldılar, özledim gülüşlerini bir kenti Telli’nin dizeleri
geliyor aklıma, ‘’gidenler nerede kaldılar, özledim
gülüşlerini bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki,
onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan’’.
SULTAN GÜLİSTAN
12 EYLÜL ANILARI -1
Günlerden 27 ocak 1982
bir kış günü. Elbistan, Ceyhan
nehrinden yükselen buharların
bıyıklarımızda donduğu, yürürken
buzlarda kaymadan yürümeye
çalıştığımız bir günün telaşı
içindeyiz.
12
Eylül
faşist
cuntasının
yarattığı
kaos
ortamında her an göz altına
alınabileceğimiz tedirginliği ile
yaşamımızı
sürdürme
gayretindeyiz. Akşam saat 8
sıralarında Gecekondu evleri
arasında dolaşırken sivil polis
aracının dolaştığını fark ederek,
görünmemek
için
yönümü
değiştirdim. Bu arada kimi
aradıklarını da merak ettiğim için
uzaktan gözlemeye başladım.
Garip bir hisle beni aradıkları
duygusuna
kapıldım.
Ara
sokaklardan
fazla
göze
görünmeden şehir merkezindeki
kendi evime doğru yürüyerek
gitmeye
başladım.
Evimin
yakınına
geldiğimde,
evimin
etrafının çevrildiğini ve mahalle
muhtarı, karakol bekçisi ile bir
polis timinin evi sardığını gördüm.
Polisin beni bu şekilde aramasını
gerektirecek
biçimde
suçlu
olduğuma anlam veremiyordum.
Çünkü ben ne cinayet işlemiştim
ne de herhangi bir çatışmaya
girmişliğim var. Eve gitmezsem,
hane halkına eziyet edebilirler
düşüncesiyle
kaçıp
izimi
kaybetme fikri arasında bir süre
gidip geldim. Benim yüzümden
annem, eşim ve çocuklarımın
eziyet görmelerine gönlüm razı
gelmediği için, eve gitmeye karar
verdim. Rahat bir eda ile eve
doğru yürüdüm. Beni gören
polisler bütün silahlarını bana
yönelterek, dur! Kimsin! Diye ikaz
ettiler. Adımı söyleyerek evime
geldiğimi ve onların benim
kapımda ne aradıklarını sordum.
Hemen beni ablukaya alarak, evi
arayacağız deyip, benimle içeriye
girdiler. Evi talan edercesine
dağıtarak aramaya başladılar. Bu
arada
evdekilerin
özellikle
çocukların o, korkuyla neler olup
bittiğini anlamaya çalışan ürkek
bakışlarını hiç unutmuyorum. Bu
korkuyu çocuklarıma yaşatan
devletin benin devletim olduğu
konusunda hala ikna olmuş
değilim. Aramalar bittikten sonra
beni karakola götüreceklerini
söylediler. Geri dönemeyeceğimi
bildiğim için, beni soğuktan
koruyacak kalın giysilerimi giydim
ve evdekilerin ürkek, üzgün ve
sonu belirsiz bir yola gittiğimi
çaresiz izleyişleri eşliğinde ilçe
jandarma karakoluna doğru yola
çıktık.
İlçe
jandarma
komutanlığı binasına geldiğimizde
saat gece yarısı olmuştu. Benimle
birlikte oraya getirilen başka
insanlar da vardı. Aralarında
tanıdığım kimse yoktu. Bizi bir
merdiven boşluğuna tıkıştırdılar.
Normalde 5-6 kişinin oturarak
ancak sığabileceği bu yere tam 17
kişi yerleştirdiler. Tavanı alçak
olduğundan ancak oturarak ve
birbirimize sokularak yerleşmeye
çalışıyorduk çaresiz. Kimliklerimizi
toplayıp gittiler. Sabaha kadar o
şekilde bekledik. Sabah mesaisi
başladığını kapı ve askerlerin
koşuşturmalarından anladık.
Mesai ile birlikte ilçe
jandarma komutanı bizi teker,
teker sorgudan geçirdi. Ancak bizi
ilçede
mahkemeye
yollamayacağını biliyordum. Bizi
Maraş sıkıyönetim komutanlığı
sorgulayacaktı. İlk sorgu ve liste
oluşturulduktan sonra yemek
molası verildi. Dışarıda bizim
akıbetimizi
merak
eden
yakınlarımız
beklemekteydi.
Eniştemin getirdiği dürüm ve
ayranı yerken bir taraftan da
bundan sonra neler olabileceğini
düşünüyordum. Öğleden sonra
saat 16.00 da askerler bizi dışarıya
çıkarıp sıraya dizdiler. Bu arada
bizi bekleyen yakınlarımızla göz
göze
işaretlerle
anlaşmaya
çalışıyorduk.Çünkü
yaklaştırmıyorlardı. Biraz ötede
bekleyen 302 mercedes bir
otobüse binmemizi ve Maraş’a
götürüleceğimiz söylendi.
Beni nelerin beklediğini
bilmediğim bir tedirginlikle, 4-5
saat süren bir yolculuktan sonra,
Maraş kız öğretmen okulunun
önünde
duran
otobüsten
diğerleriyle birlikte indirdiler ve
sıraya girmemizi istediler. Dış
kapıdan sıra halinde okulun
bahçesine giriş yaptık. Bizi getiren
görevli askerler buradaki sivil
kişilere tutanakla teslim ettikten
sonra ayrıldılar. Artık yeni kişilerin
elindeydik. Bu kişilerin bize
yaklaşımı çok sert ve düşmanca
idi. Hemen etrafımızı sardılar.
Ellerinde kirli bezlerle yaklaşan
birisi adımı sorarken gözlerimi
elindeki bezle bağlamaya başladı.
Artık hiçbir şey görmüyordum ve
dünyam
gerçek
anlamda
kararmıştı.
Birisi
kolumdan
tutarak beni bilmediğim bir yere
doğru
götürmeye
başladı.
önümde merdiven olduğunu
söyleyerek dikkat etmemi isteyen
görevli beni seslerin yankılandığı
bir
geniş
salona
götürdü.
Olduğum yerde durmamı söyledi.
Nerede
olduğumu
merak
ediyordum. Ellerimle çevremi
kontrol ederken, yuvarlak bir
demir direğe dokunduğumu fark
ettim. Bağlantılarıyla birlikte bir
idam sehpasıymış hissi uyandırdı
bende. Belirsiz bir korkuyla
irkildim.
Biraz toparlanmaya
çalışarak yorumlamaya başladım.
Olamazdı.
Sorgulamadan
yargılamadan
yapamazlardı,
aklımdan geçen kötü senaryoyu
diye
düşündüm.
Biraz
sakinlemiştim. Daha sonra o demir
direğin, okulun basketbol sahasının
pota direklerinden birisi olduğunu
anlayana
kadar
tedirginliğim
geçmemişti. Salondan uğultulu sesler,
ara sıra küfürler geliyordu ama ne
olduğunu anlamak imkansızdı. Çünkü
gözlerim kapalıydı. Neye mal olursa
olsun etrafımda neler olduğunu
görmek istiyordum. Bu bilinmezlik
beni kahrediyordu. Ellerimle göz
bandımı yukarı doğru biraz sıyırdım.
Aynı anda ense köküme şiddetli bir
tokat darbesiyle yere yıkıldım. Görevli
hem vuruyor hem de ağza
alınmayacak
küfürler
ediyordu.
Görevlinin tokadından ve küfründen
çok, o kısacık zaman aralığında
gördüklerimden dehşete kapılmıştım.
Salonun iç çevresini kuşatmış
ellerinde otomatik G3 silahlarla
askerler dört köşeyi tutmuşlar.
Salonun ahşap parke zemininde
oturan 7-8 kişi yorgun ve perişan
durumda. 3-4 kişi ayakta ileri geri
yürüyorlar ama dokunsan yıkılacak
derece bitkinlikleri durumlarından
belli oluyordu. En korkunç görüntü bu
ayaktakilerin
sırtına
yapıştırılan
yafta.! O yaftada şunlar yazılıydı.
“DURMAK, OTURMAK, KONUŞMAK,
YEMEK, İÇMEK YASAK!”. Bu yazılan
kelimeler sanki birer kurşun olup
beynime saplanmıştı. Bu görüntünün
yarattığı korku ve dehşet, bana
vurulan
tokatların
acısını
unutturmuştu. Biraz duraklayan bu
kişiler görevli askerler veya sivil
polisler tarafından küfürle karışık sert
bağırışlarla ikaz ediliyorlardı. Daha
sonra bu kişilerin işkence ve
sorgularda konuşmadıkları ve bilgi
vermedikleri için cezalandırıldıkları ve
sırtlarına bu yaftanın asıldığını
öğrendim. Bu durum bende hem
onların direnişine saygı hem de
bende direnme gücü yaratmıştı.
Zaman ilerledikçe salonda hava
soğumaya başladı. Üzerimdeki giysiler
kalın da olsa yetersiz gelmeye
başlamıştı. Çünkü salonun kalorifer
peteklerinin
tümü
sökülmüştü.
Mevsimim kış olmasına ve dışarıda
her tarafın buz tutmuş olmasına
rağmen bu petekler sökülmüştü.
Sadece yukarı katlara sıcak suyu
taşıyan borular mevcuttu. Bu boru
lar da salonun iki yerinde mevcuttu.
Ancak iki elimizle bu boruları
kavradığınızda
sadece
ellerimizi
ısıtabiliyorduk o da sırayla. Ama
sessizce
ve görevlilere mümkün
mertebe çaktırmadan. Bu arada
salonun yan tarafında bulunan sporcu
soyunma
odalarından
küfürler,
çarpma sesleri ve acı çığlıklar
duyuluyordu. Bu sesler ayniyle
beynimin içinde yankılanıyordu.
Soyunma odaları birer sorgu ve
işkence odasına dönüştürülmüştü.
Burası daha sonraları Diyarbakır
zindanlarıyla
birlikte
işkence
konusunda dünyada ve Türkiye de
nam salmıştır. Sorgucular görevlerini
gece yapıyorlardı. Gündüzleri genelde
rutin bürokratik işler yapıyorlardı.
Önemli sorguları gecenin geç
saatlerine denk getiriyorlardı. Her
örgüt için ayrı sorgu TİM’leri
oluşturulmuştu. Her tim kendi
konusuna hakim ve sorgulayacağı
örgütün politik yapısından tutun
örgütlenme biçimine kadar tüm
konularda özel eğitimle donanmış
uzman polislerden oluşturulmuştu. 12
mart
darbesinde
olduğu
gibi
“sosyoloji ders kitabını, sosyalizmin
eğitim kitabı ya da Karl Marx’ı kıral
markiz olarak yorumlayan polislerden
eser yoktu. Kısaca bu sefer işimiz
hayli zordu. Beni ne zaman sorguya
alacaklar, nasıl sorgulayacaklar, ne
soracaklar,
hangi
tür
işkence
uygulayacaklar ve bunun gibi sorulara
kafamda
bir
cevap
bulmaya
çalışırken, benden önce getirilenlere
yapılan işkence sesleri ve acılı çığlık
sesleriyle
beynim
uğulduyordu.
Uykusuzluk bir taraftan, açlık bir
taraftan, yaşam konusunda belirsizlik
ve tanıdık kimler var merakı bir
taraftan, kısaca cevapsız kalan
sorularla
uğraşırken,
yüksekteki
pencerelerden sızan ışıkla sabah
olduğunu anladım. Daha bana sorgu
sırası gelmemişti. Sorguya aldıkları ve
işkence ettikleri devrimcileri tekrar
salona
bırakıyorlardı.
Sorgusu
bitmeyenleri
koğuşlara
götürmüyorlardı.
Sorgucu polisler iki vardiya
çalışıyordu. Vardiya değişimi ve
yemek
saatlerinde
sorgulama
duruyordu.
Bizlere,
salonda
kaldığımız süre kaç gün olursa olsun,
sorgulama bitene kadar su ve tuvalet
dışında hiçbir şeye izin yoktu.
Öğleden sonra saat üç sıraları, bir
görevli ismimi söyleyerek bana doğru
geldi. Ense kökümden tutarak ve
eğilmemi
hem
söyleyip
hem
bastırarak göremediğim ama sorgu
odası olduğundan emin olduğum bir
odaya götürdü. İçeride beni orta
yerde durdurdu. Orda bulunan ikinci
kişi, güçlü olmaya gayret eden ve tok
bir ses tonu ile,
--Hoş geldin Süleyman Deprem!
--Artık burada başbaşayız! Ya adam
gibi sorduklarımıza doğru cevap
vereceksin. Efendi, efendi çekip
gideceksin. Ya da; ….. sözün sonunu
getirmeden bir elindeki sopayla diğer
avucuna vurarak şaklatmaya başladı.
Ben gözlerim hala kapalı durumda;
--Ne konuşmamı istiyorsunuz? Daha
buraya niçin getirildiğimi bilmiyorum.
Ben yasa dışı bir şey yapmadım.
Dememle birlikte çenem den güçlü
bir yumrukla sarsıldım.
---O...u çocuğu! Biz seni Cami
avlusundan mı getirdik? Pis vatan
haini! Kafamı bozma seni kötürüm
yaparım.!
Cevap vermeye çalıştıysam da, artık
beni dinlemiyor ve vurmaya devam
ediyordu. Sopayı bıraktı ve
--Soyun ulan! Diye bağırdı.
Soyunmak istemediysem de
zorla beni çırılçıplak soydular.
Gözlerim bağlı olduğu için neler
yaptıklarını veya neler yapacaklarını
bilmediğim için nerden ne tür bir
darbenin geleceğine kestirememenin
tedirginliği içindeyim. Beni duvar
dibine doğru iteklediler. Ardından bir
su musluğu açılması sesiyle beraber
çıplak vücuduma yüksek tazyikli su
sıkmaya başladılar. Gün 29 ocak ve
dışarıda hava -15 derece. Yerler buz
tutmuş. Akşamdan bu yana içerde
bile soğuktan kıvranırken, çıplak
bedenimde soğuk suyu hissedince
neye uğradığımı şaşırdım. Suyun
soğukluğu bir taraftan perişan
ederken, kalın siyah hortumuyla
yüksek basınçla püskürtülen suyun
tazyiki, vücudumda ağır baskı
yaratıyordu. Dayanılmaz soğuk ve acı
hissediyordum. Nefesim kesiliyordu.
Bu durumdan çok tedirgin olduğumu
da his ettirmek istemiyordum. Çünkü;
hangi
uygulamadan
çekindiğimi
anlarlarsa onu daha çok yapacaklarını
biliyordum. Tüm gücümü ve irademi
kullanarak bu durumdan fazla
etkilenmemiş hissini vermek için,
ellerimle yıkanıyormuş gibi yaparak
göğsümü ovaladım. Bu durum işe
yaramış olacaktı ki,
--Burasını ananın hamamı mı sandın
lan! eşek oğlu eşek! Diyerek hortumu
yere bıraktı. Beni çok rahatsız eden
bu
saldırıyı
savuşturmuştum.
Ardından ne geleceği meçhuldü. Hala
çıplaktım ve çok üşüyordum. Bir süre
sonra giyinmemi emrettiler. Dişlerim
takırdıyor. Titremelerimi kontrol
edemiyordum. Bir an önce giyinip bir
nebze soğuktan kurtulmak için telaşla
giyindim. Sanırım birinci işkence ve
sorgu safhası bitmişti. Ben giyinirken
sorgucular odayı terk etmişlerdi.
Giyinmek için gözlerimi açmam
gerekliydi.
Ancak
sorgucularım
kendilerini tanımamam için odadan
çıkmışlardı. Giyindikten sonra kapıdan
bir ses, -- Giyindiysen yüzünü duvara
dön! Diye gürledi. Ardından gelerek
arkadan tekrar gözlerimi bağladı.
Beni
salona
götürüp
itekleyerek bıraktı. Her hareketleri ve
yaklaşımları, aşağılama küçümseme
ve ağza alınmayacak küfürler
içeriyordu. Onların gözünde bir insan,
bir baba, bir anne veya bir değer
taşıyan kişi olarak hiçbir şey ifade
etmiyorduk. Hırsızlık, dolandırıcılık,
zina ve tecavüz suçlarından alınan
tutuklulara gösterilen hoşgörü bize
gösterilmiyordu. Birer kişisel hasım,
kan düşmanı muamelesi görüyorduk.
Zanlı veya “suçlu”lara , bir devlet
kurumunun göstermesi gereken
sorgulama kurallarından çok, kuralsız
bir çetenin sorgulama yöntemi
uygulanıyordu. Kesinlikle vatandaş
muamelesi görmüyorduk.
İki gün olmuştu geleli. Hiç
yemek vermediler. Karnım aç. Soğuk
su sıkıldığı için giyinmiş olmama
rağmen çok üşüyordum. Vücudum
normal ısısına kavuşmamıştı hala.
Gözlerim kapalı el yordamıyla
kalorifer tahliye borusunu aradım. Hiç
olmazsa ellerimi, sırtımı
ısıtır
umuduyla boruya yapıştım. Zamanla
biraz da olsa vücut ısım normale
dönmüştü ama açlık ve uykusuzluk
beni zorluyordu. 8 gün 8 gece böyle
devam etti. Sekizinci gün ben artık
açlık,uykusuz luk ve yorgunluktan
bitkin düşmüştüm. Yığılmış yerde
yatıyordum. Gündüz benim bu halimi
gören asker, sorgucu polislere
durumu bildirmiş onlarda numara
yapıyor olabileceğimi düşünerek beni
kaldırmak için zorladılar ve karnıma
iki tekme vurarak uyarmak istedilerse
de canımı dişime takarak tepki
vermedim.
Gerçekten
hasta
olduğuma kanaat getirip öyle
bırakmışlardı. Akşama doğru mesai
bitmek üzere iken, koğuştan sorgu
için sabah getirilen tutsaklar tekrar
koğuşa götürülmek üzere sıraya
dizilmeleri talimatıyla toparlandılar.
Onlara imreniyordum. Çünkü koğuşta
dinlenebilecekler.
Yemek
yiyebilecekler. Orda ki devrimcilerle
sohbet edebileceklerdi. Bu arada
polisler den birinin, “hasta biri vardı,
deprem miydi kimdi” diyerek
seslendiğini duydum. Umutlanmıştım.
Beni de koğuşa götüreceklerdi. Ama
ayağa kalkıp benim diyemezdim.
Numara yaptığım anlaşılır koğuşa
götürmekten vaz geçerler diye hiç
kımıldamadan bekledim. Beni kaldırıp
koğuşa götürülecek diğer arkadaşlarla
sıranın en sonuna yerleştirdiler.
Tekrar göze çarparım, beni geri
çevirirler düşüncesiyle sıranın arasına
girdim.
Bizi koğuşa sıra halinde
götürürlerken, 30-40 metre uzaktan
asker karavanasının (lahana kapuska)
kokusu açlığımın etkisiyle sevmediğim
halde müthiş cezp edici şekilde
geliyordu. Koğuşun kapısından içeri
girdiğimizde, göz bantlarımızı çıkarıp
çıktılar. Tüm tutuklu arkadaşları
görünce kendimi daha “özgür” ve
rahat hissetmiştim.
SÜLEYMAN DEPREM
ATİLLA ACARTÜRK
Demirlibahçe’de başladı sol görüşle tanışması,
Site Yurdu’nun sokaklarından korku salmaya faşistlere…
AİTİA’ne girdiğinde öğrenclerin faşist baskıları,
haksızlıkları görüp, okula gelip gidemeyen sol görüşlü
öğrencilere önderlik yaptı.
BAK-Der’in
başkanlığını,
YDG’nin
sorumluluğunu kısa sürede alması, kendine olan
güvenini etrafına yayması, gözü karalılığı, yiğitliği,
militanlığı saygı duyulması, devrimcilere önder oluşu
faşistlerin kabullenemeyeceği bir hareketti. Korkudan
yanına yaklaşamayan –ki yaklaştıklarında ne olduğunu
iyi bilirler – faşistler davadan yıldırmak için çok kurşun
sıktılar.
Faşistler nerede ise, Hukuk Fakültesi’nde mi,
Siyasal’da mı, Hacettepe Üniversitesi’nde mi, Eğitim
fakültesi’nde mi, Mamak’ta mı, Demirlibahçe’de mi,
Abidinpaşa’da mı, Madenoğulları’nda mı, Tandoğan’da
mı, Kızılay’da mı Atilla Acartürk oradaydı. Sadece
Ankara’da değil… Kısa sürede yiğitliği, militanlığı,
önderliği, korkusuzluğu tüm devrimci yapılarda sevgisaygı yarattı.
Her zaman ezilenlerin yanında oldu, düzene
karşı savaştı. Tam bağımsız Türkiye için mücadele verdi.
Ezilen dünya insanları için savaştı. Emekçilerin hakkını
savundu. Vazgeçmeden, Devrim ve Sosyalizm için
savaştı.
Düşüncelerini her an her yerde söyelrdi. Halkın
bilinçlenirilmesi ve ilk olarak da kendi ailelerimizden
başlamamız gerektiğini, dayanışma ruhumuzu hiçbir
koşulda kaybetmememizi söylerdi.
Sokaklara çıktı,meydanlarda oldu, hep ilk
sırada, fabrikalarda oldu, sendika çalışmalrına katıldı
işçilerle. Eşitlik istedi, özgürlük istedi, halkların
kardeşliğini savundu..
Yıllarca evimiz devrimcilerle doldu. Ne yiğit
yoldaşları ağırladı. Pırıl pırıl gençleri, umut dolu, sevgi
dolu, mücadele ruhlu.
Çok okurdu ve okuduklarını arkadaşlarıyla,
gençlerle paylaşırdı. Sevgi doluydu yüreği. Yaralanan
devrimci arkadaşlarını gördüğünde, kucakladığında
onları kanları içinde, duygularına faşistlere intikam
ekledi. Yoldaşları öldüğünde ise…
8 Şubat 1978… çapraz ateş sonucu vurdular
yiğit abimi.
9 Şubat 1978’de binlerce devrimci ilk defa
toplanan tüm devrimci yapılar, Karşıyaka’dan Atilla
Acartürk’ü uğurladılar yoldaşlarının yanına…
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm sloganlarıyla…
Atilla Acartürk’ü yaşatmanın en doğru yolu onun
taşıdığı mücadele bayrağını daha yükseklere çekilmesi
ile olacağı bilincini devam ettirmektir.
Ne yapmıştı da devlete, hain pusular
kurulmuştu. Ne yapmışlardı ki öldürülen yoldaşların
katillerini saklayarak, bağrına basarak çeşitli üst
kademelerde ödüllendirdi devlet, bakan, milletvekili,
dekan, zengin iş sahipleri yaptı. Mafya olanalrı
ödüllendirdi. Medikal şirketleri, temizlik şirketleri,
fabrikalar, büyük kurumlardaki temizlik ihalelerine tek
girip başkalarını sokmayanlara hep gözünü kapadı. Hep
faşistlere göz kırptı. Hiç birine dokunmadı…
Dokunmadı…
Halkın gözünü boyamak için, susturmak için
faili meçhul cinayetlerini soruşturma komsyonları
kurdu…
Sonuç yok… Sonuç sıfır…
Türkiye seninle gurur duyuyor dedirtecek
kadar rahat, serbest davrandıracaksın katili, slogan attı
diye işkence yapıp hapishanelerde çürüteceksin sol
görüşlü gençleri. Yaptıkları belli olan Oral Çelik’i özel
arabalarda kurulup, çeşitli yerleri kontrollerde
bulunduracak kadar geniş olacaksın.
Doğan Öz’ün katiliniin ticaretle uğraştığını
bilip, zenginliğine zenginlik kattığını bileceksin ki pek
çok katliamda da adı geçecek, pırıl pırıl gençlerimizi
asarak, öldürülmelerine göz yumacaksın olanlara ve
güçlü güvenilir devlet olacaksın…
Gençlerimizi hain pusularda silahlarıyla
öldürdükleri yetmiyormuş gibi uyuşturucu kaçakçılığıyla
yüzlerce kişinin canına kast edenler, binlerce aileyi
acılarıyla, kederleriyle, intikam duygularıyla kendi
içlerinde boğmadılar mı, boğmuyorlar mı?
Devletin sahip çıktığı katilleri, hangi mevkide
olursa olsunlar, hangi saltanatı sürdürürse sürdürsünler
cezasız kalmayacaklar… Bazen kurşunlara hedef
olacaklar,
bazende
kazalara…
Ecelleriyle
ölmeyeceklerini öğrenecekler ve unutmayacaklar…
Arşivlerde
gizlenen
bilgilerle
katilleri
saklayanlar, açıklamaya korkanlarda, bir gün o
arşivlerde
kendilerini
bulacaklarını,
namlunun
kendilerine de çevrileceğini unutmasınlar…
TÜLAY ACARTÜRK
2. BÜYÜK ALEVİ KURULTAYI
ANAYASAYI BEKLERKEN;
ALEVİLER
“Ayrı gayrı bilmeden yetmişiki
millete bir gözle bakan gönüllere aşk
ola!
“En al Hak” diyen Hallacı Mansur
aşkına!
Kerbela’da insan onuru adına serini
veren Şah Hüseyin aşkına!”
Bu duygu ve düşüncelerle
sizleri selamlıyorum.
Anayasa: Ülke idaresinde
uyulan temel kanun,toplumsal bir
sözleşmedir. Neden yeni bir Anayasa?
Çünkü varolan anayasa artık bir çok
ihtiyacı karşılamıyor. 12 Eylül askeri
faşist darbesi koşularında oluşan bu
anayasa
birçok
değişikliğe
uğramasına rağmen halen çok
eksikleri var. Değişen toplumsal
koşulara uygun çağdaş, laik, eşit
yurttaşlık haklarını kapsayan bir
anlayışa ihtiyaç olduğu kesin. Anayasa
konusunda bu güne kadar çok şey
yazıldı, söylendi daha da söylenecek,
doğal olarak. Her kesim kendi
bulunduğu yerden bakıyor. Bugüne
kadar anayasa konusunda en fazla
ceza çeken kesim sol, sosyalist
kesimdir. Alevilerdir, Kürtlerdir.
Yeni anayasayı kimler yapmalı?
-Anayasayı kurucu meclis yapmalı.
-Kurucu meclisi kimler temsil eder ya
da etmeli; Kürtler,Türkler, Lazlar,
Çerkeşler, Aleviler, kadınlar, gençlik,
sivil toplum kuruluşları, sendikalar,
dernekler, siyasi partiler. Her kuruluş
kendi hak ve özgürlüklerini talep
ederek yeni bir sosyal devlet
olgusunun
genişlemesini
katkı
sunmak zorundadır.
Osmanlıdan
günümüze
kadar beş anayasa yapılmıştır:
1-Kanuni esasi (23 Aralık 1876) 119
maddeden oluşmuştur. 7 kez
değişiklik yapılmıştır. (1909-1918).
2-Teşkilatı esasiye (20 Ocak 1921) 23
maddeden oluşmuştur. 1 kez
değişiklik yapılmıştır.
3-1924 Anayasası (20nisan-1924)105
madeden oluşmuştur.5 kez degişiklik
yapılmıştır. (1928-1937)
4-1961 Anayasası (Referandumla
kabulü 7 Kasım 1961) 157 madde, 22
geçici maddeden oluşmuştur. 7 kez
degişiklik yapılmıştır. (1969-1974)
5-1982 Anayasası (Referandumla
kabulü 7 kasım 1982) 177 maddeden
oluşmuştur. 16
kez
degişiklik
yapılmıştır. (1987-2008).
6-Değişiklik de yeni anayasada olacak.
Anayasanın tamamını ya da
bir kısmını ‘’tayğır’’ [bozmak] ‘’tebdil’’
[değiştirmek] ilga etme [ortadan
kaldırmak] veya teşebbüs etmek gibi
kavramlardan yıllarca bu ülkede
devrimciler hukuki suçlamalarla karşı
karşıya kaldılar ve yargılandılar. Ağır
bedeller
ödediler.
Anayasa
tartışmalarında sol ve sosyalistlerin
tutumu tartışılırken unutulmaması
gereken ilk olgu acı deneyimlerle
doludur.
Yaşadığımız
bu
acı
deneyimler bize gösterdi ki ülkedeki
devrimciler
anayasa
konusunda
özellikle 12 Eylül askeri faşist darbe
anayasası konusunda devrimcilerin
denemeye, test etmeye, ne hakları ne
de hadlerine vardır.
Özellikle
bu
anayasa
tartışmalarında devrimcilerin uzak
kalması söz konusu olamaz. Tam
tersine bu düzeni ve yapılan
politikaları iyi bilirler. Anayasa
konusunda hukuki, siyasal hattı
tartışmak
devrimcilerin
görevlerindendir.
Bu
anayasa
Alevileri, Kürtleri, diğer azınlıkları
ülkenin eşit yurttaşları olarak
görmediği sürece hep bir ayağı eksik
kalacak. Eşit yurttaşlık hakkı temel
haktır.
Görünen o ki her hükümet
kendi anayasasını yapmaya çalışıyor.
Şimdi de sıra AKP’ye geldi, giden
geleni aratacaksa, ‘’sivil dikta
anayasası’’ olacaksa hiç gerek yok.
Zaten bu anayasadan bizler yeterince
acı çektik.
Yeni anayasa daha özgür,
daha adil, toplumun her kesimin
kucaklayacak mı? HAYIR. Elbette
bizler 12 Eylül askeri faşist darbe
anayasasının değişmesini istiyoruz.
Şayet AKP kendi anayasasını oylatmak
istiyorsa ki görünen de o, bu ülke
açısından çok tehlikeli bir gidişat
olacaktır. Ülkemiz son yıllarda en
kötü, en gerici, en şeriatçı bir
hükümetle karşı karşıya. Bu siyasal
islamcı anlayış ülkeyi tekçi bir
anlayışla kendi dışında kimseye
tahammülü yoktur. Bu islamcı anlayış
kendi düşüncelerini hayata geçirmek
için her yolu denemektedir. Alevi
,Kürt, Romen vs açılımlarından
görülmüştür ki kendi Alevilisini, kendi
Kürdünü ve kendi Romenini yaratmak
istemektedir. Bu da tekçi bir
yaklaşımın kendisidir. Bu zihniyet tv
kanallarında Alevilere küfür ve
hakaret etmeyi marifet sayıyor. Özel
dershanelerde,
gazetelerde
son
günlerde hayatın değişik alanlarında
Alevilere saldırılıyor. Bu açılımlarda
ne Aleviler, ne Kürtler, ne de
Romenlerin herhangi bir kazanımı
oldu mu? Hayır.
Doğaya
ve
ekolojik
değerlere sahip çıkmalıyız. Hes’lere
karşı
yapılan
mücadeleleri
sahiplenmeliyiz. Bu mücadele diğer
anlamda da yoksul köylülere sahip
çıkmayıda bereberinde getirir. Çünkü
hes’lerle
birlikte
köylülerin
topraklarıda yok olacaktır.
Eşit yurttaşlık talebimiz yeni
anayasa da kabul görecekse (kabul
görmeli) gerçekleri araştırmalı ve
adalet komisyonu kurulmalı. Başta
Dersim, Sivas, Maraş, Çorum ve Gazi
katliamları
araştırılmalı
belgeler
ortaya çıkarılmalıdır. Bu bu baglamda,
taleplerimizi şöyle özetleyebiliriz;
-Madımak utanç müzesi
olmalı
-Cemevleri yasal statüye
kavuşmalı
-12 Eylül askeri faşist
darbesi ürünü olan zorunlu din
dersleri kaldırılmalı
-Diyanet işleri başkanlığına
lav edilmeli
-Alevi
köylerine
cami
yaptırma politikasından vazgeçilmeli
-Devlet
tekçi
anlayışı
dayatmamalı.
Yeni oluşacak anayasada
Alevilerin talepleri açıkça maddeler
halinde
belirtilmeli.
Tüm
bu
yaşadıklarımız Türk-İslam ideolojisi
adı altında Faşizm uygulanmaktadır.
Yaşadığımız
katliamlar
bunların
kanıtıdır. Özellikle tarikat-cemaat
ittifakı olan AKP hükümeti döneminde
tekelleşme, gericileşme , ayrımcılık,
dini motiflerin sürekli her yerde
işlendiği bir dönem olmuştur. Tv
kanallarında, gazetelerde bu faşist
zihniyetin ilericilere, demokratlara
ciddi saldırılar yapıltığını izliyor ve
okuyoruz.
AKP
hükümetini
eleştirenler öğrencilerin payına gaz,
jop
düşmektedir.
İşçilerin
ve
emekçilerin ise güvencesiz ortamda
çalışma zorunluluğu içinde, iş ve aş
güvenliği olmadığını görmekteyiz.
Kadınların bu dönemde daha fazla
cinayet ve tecavüz uğradığını yine
yaşayarak görüyoruz. Hatta bu ülkede
kadınlar işsizliğin sebebi olarak
görülmektedir. Onun için kadınları
eve hapsetme anlayışı vardır. Bu
durum AKP hükümeti tarafından
kadınlara yönelik ikinci sınıf muamele
anlayışının ta kendisidir.
Sosyal devletin her geçen
gün yok edildiği bir süreçte bir
kurultay yapacağız. Bu kurultayı
önemsiyoruz elbette. Bu arada bugün
sorunlarımız çözülmeyecek.
Eşit
yurttaşlık
taleplerimizin
yeni
anayasada var olması için çabalarımız
devam edecek. Bizleri yok sayan,
görmeyen gözlere diyoruz ki BİZLER
VARIZ VARDIK VAROLACAĞIZ.
Bu
sorunların
ancak
demokratik
hukuk
devleti
çerçevesinde çözüleceğini biliyoruz.
Onun için diyoruz ki eşit yurttaşlık
haklarımız ve yukarda saydığımız
taleplerimiz ancak demokratik bir
anayasa ile halkların hak ve
özgürlüklerinin güvenceye almasıyla
gerçekleşir.
Tüm
maddeleri
demokratik olsa da ülkemizin ortak
farklılıklarını tanımayan, onların hak
ve hukuklarını güvence altına
almayan bir anayasa asla demokratik
bir anayasa olamaz.
“SORMA BE BİRADER MEZHEBİMİZİ,
BİZ MEZHEP BİLMEYİZ YOLUMUZ
VARDIR ”
PİR SULTAN ABDAL KİMDİR?
Pir Sultan Abdal 16 yy.da
Sivas’ın Banaz köyünde ve Sivas
çevresinde yaşamış bir Halk ozanı
dır. Asıl adı Haydar’dır. Anadolu’da
yaşayan tüm Aleviler, Pir Sultan’ı
sever ve saygı duyar. Pir Sultan
Abdal’ı diğer ozanlardan ayıran yanı
pir oluşudur ki O bu sıfatı devrimci
karakterinden ve 12 imam yolunu
yaymaya çalışmasından alır. Bu
yüzden de halk ozanları arasında
osmanlının en büyük düşmanı
olmuştur.
Bu dönem aynı zamanda ,
osmanlılın sünnileştirme çabasının en
yoğun olduğu bir dönemdir.
Pir Sultan Abdal özelikle on
iki imamların isimlerinin yayılma
konusunda başarılı olmuştur. Pir
sultan halk ozanlılığının yanı sıra
osmanlı ya açıkça tavır alabilecek
kadar. DEVRİMCİ BİR KİŞİLİKTİR..
Pir Sultan Abdal halk
arasında
yedi
ulular
olarak
bilinenlerden biridir (diğerleri, Kul
Himmet, Yemini, Virani, Fuzuli, Seyit
Nesimi, Şah Hatayi) Pir Sultan Abdal
ile ilgili bu güne kadar on üç kitap ve
araştırma yapılmıştır.
“ BİLMEYENLER NE BİLSİN BİZİ,
BİLENLERE SELAM OLSUN. “
Ülkemiz
Anayasa
Referandumundan sonra yeni bir
sürece girmiştir. Eski ilişkiler değişmiş
siyasal islamcı anlayış tamamen
ülkeye hakim olmuştur.
Bu siyasal islamcılara karşı
kendi içimizde barışık, derli, toplu ve
ciddi bir duruşa ihtiyaç vardır . Bunu
yapacak güce ve bilgi birikimine
sahibiz.
Özellikle Sivas Katliamından
sonra Alevi hareketi ciddi bir şekilde
büyümüş ve Alevi toplumunda hatırı
sayılır bir noktaya gelinmiştir. Alevi
hareketi bağımsızlığını koruması
önemlidir. Onun bağımsızlığına gölge
düşürebilecek çabalar ve çeşitli
entrikalar, bundan önce olduğu gibi
bundan sonrada Alevi toplumunun
kendi tarihine, kültürüne, düşünce
sistemine bağlı yaklaşımı ile boşa
çıkarılacaktır.
Bizlere her zaman örnek ve
önderlik etmiş olan Pir Sultan Abdal
bilinci ve direnciyle birlikte, onun
özgürlük mücadelesini
topluma
kazandırarak, hizmet anlayışını ve
alevi hareketinin çıtasını yeniden
yükseltmeliyiz.
Sorunlarımızın
diz boyu
olduğu bir dönemde, birliğimize ve
dayanışmamıza, her zamankinden
daha çok ihtiyaç olduğu tespitini
yaparak, hoşgörüyü ve tahammülü
yeniden
Alevi
hareketine
kazandırmak, Alevi toplumunda birlik
oluşturmalıyız.
BOZATLI HIZIR YARDIMCIMIZ OLSUN.
Topluma
karşı
olan
sorumluk bilinciyle, önerilerimiz;
-Kişisel olarak siyasal ikbal peşinde
olmayacağız.
-Devletten de siyasi partilerden
.bağımsız politikalar oluşturacağız.
-Kolektif bir anlayışı hayata geçirmek
suretiyle, demokratik bir anlayışı
yerleştireceğiz.
-Dilimiz her zaman barış dili olacak,
kendi haklarımızı savunduğumuz gibi
başkalarının haklarını da koruyacağız
.Alevi kurumları ile dostça ilişkilere
önem vereceyiz.
İşsizliğin, yoksulluğun ve
yolsuzluğun diz boyu olduğu bir
süreçten
geçiyoruz.
Toplumsal
taleplerimizin
ancak
ülkemizin
demokratikleşmesi
ile
mümkün
olabileceğini, onun için mücadeleyi
yükseltmemiz gerektiği bilincini öne
çıkararak, eşitlikçi ve özgürlükçü bir
anlayışı hakim kılmaya çalışacağız .
BİRLİKTELİK
VE
DAYANIŞMA
DUYGUSUNU
YENİDEN
CANLANDIRMALIYIZ.
GELİN CAN LAR BİR OLALIM İRİ
OLALIM DİRİ OLALIM .
DÖNEN DÖNSÜN BEN DÖNMEZEM
YOLUMDAN
CUMA GÜRSOY
UNUTULAN KAVRAM SINIFSALLIK
Artık günümüzde gasp yapanlar, cinayet
işleyenler, sarhoş araba kullananlarda hiç utanma,
sıkılma kalmamış her şey o kadar olağanlaşmıştır ki
normal vatandaşlar suçlu gibi sokaklarda gezer oldu.
Gezerken sanki niye suçsuzsun utanmıyor musun bir
suç işlememeğe baksana çevrene herkes suç
işlemişken, herkesin bir suç işleme hakkı varken, sen
böyle ezilerek, sıkılarak aç susuz dolaşıyorsun. Seninde
çocukların okumak ister, sende en güzel yaşam içinde
gününü geçirmelisin diyorlar suçlular. İnsanın aklı
karışıyor birden. Çünkü siz sorunlar yumağı içinde
sorunlarla uğraşan kişilersiniz. Başınıza bir iş gelse
derdinizi, anlatacak bir merci var mı. Kanunlar suçlunun
yanında.
Örneğin Bilinmeyen bir nedenle kavga ettiği
arkadaşını ruhsatsız tabancasıyla göğsünden vuran
Burak Akpolat ifadesinde cinayeti isim yapmak
amacıyla işledim demiş. (gazetelerden). İşte şan, şöhret
isim nasıl yapılırmış görsünler. Bu isim yapma hastalığı
onun peşini bırakmaz hapishanede de koğuşun efesi
kesilir. Artık o kraldır.
Günümüzde demokrasi kendi içinde de bir kral
yarattı. Başbakanımız. O öyle bir kral ki kendi sınıfının
bilincinde. Eskiden bir tesettür sorunumuz vardı. O
mevcut düzenin sınıfsallığında yerini aldı. Uluslararası
sermaye ve finans kurumlarının açık pazarı haline
getirilmiş ülkemizde yatırım yapılarak faizden tatlı
karlar sağlayanlar bir gün bankalardan sermayelerini
çektiklerinde olan gene fakire fukaraya olacaktır. Çünkü
onlar kendi birliklerinin gücünü iktidarın safında yer
alarak göstermişler onların palazlanmasına, karşılık
kendilerine verilen sadakayı yeterli görmüşlerdir.
Ya hırsızların arsızlıklarına ne dersiniz.
Adaletsiz gelir dağılımının insanlar arasındaki
dengesizliğini doruk noktasına çıkaran varsıl ve yoksul
arasındaki fark hırsızlıkta da bir patlama yaratmıştır.
Teknolojinin gelişmesiyle kredi kartı kopyalamasında
bankalardan milyonlar çekilmiştir. Medyanın adeta
hırsızları bir kahraman gibi sergilemesi bundan sonraki
yapılacak hırsızlık olaylarında caydırmadan ziyade
özendirme güdüsü yaratmıştır. Hırsızların,Özel suç
işleme
tekniklerini
geliştiren
teknolojiden
yararlananların oluşturduğu sınıf içinde telefon dinleme
teşkilatı,sahte belgeler düzenleme teşkilatı, Karşıt
görüşlerden ve sivri dillilerden oluşanları susturmak için
özel suçlular yaratma teşkilatı gibi birçok sümen altı iş
yapma teşkilatları türemiştir.
İsyankâr duygularından dolayı evlerinden
kaçarak sokak çocuklarına karışan ve sokak çocuklarını
çoğaltan oluşumun sorunları günümüzde hala
çözümlenmemiştir. Binlerce sokak çocuğunu anormal
gören toplum, gene düzenin yarattığı zenginlerdir. Bu
serseri olarak görülenlerin
bir araya gelerek kurdukları rap gruplarının da müzik
yapmaya başlamalarıyla, önceleri gürültü, baş ağrıtıcı
müziğe benzemez bir şey olarak görülmüş, yaptıkları
müzikler tutulup ta para kazanmaya başladıklarında, o
sosyetenin görüşlerinde 360 derecelik bir görüş
değişikliği
yaratıvermiştir
nedense.
İsyankâr
duygularından arınmalarına karşın kullanmış oldukları
uyuşturucu alışkanlıklarından kurtulamamışlar sokak
çocukları, ama toplumun kaymak tabakasının
sempatisini kazanmayı başarmışlardır.
Yurdum insanı, devlet baba ne maaş layık
görürse onu almak zorundadır. Oysa halk yüksek
seviyeli insanlara bu seviyesizin demişler. Onlarda bu
seviye bizimmiş diyerek meclisteki karar güçlerini
kullanıp emekliliklerindeki maaşlarını 12 bin liraya
çıkartmışlardır. Şimdi bu bir sınıfsal farklılık değil midir?
Halkımız asgari ücret ile, emekli milletvekillerine verilen
ücret arasındaki farkı nasıl yorumlayacaklar?
Kadınlarımızın işkence görmeleri ve töre
cinayetlerine kurban verilmelerindeki mücadelenin
sınıfsallık payı, yok denecek kadar azdır. Medya yandaş
medya olduğu ve halkta sınıf bilinci oluşturulamadığı
sürece bu hep böyle devam edecektir. Kadınların
batıdaki gibi demokrasi anlayışına ulaşabilmeleri için,
en az iki yüz yıllık bir mücadele vermek zorunda
kaldıklarını unutmamaları gerekmektedir. Dünyanın
hiçbir yerinde de kadın sorunları çözülmüş olmamasına
karşın batı, doğu ile farklılıkları hiç dikkate almadan
kadınları özgürleştirme yolunda geri kalmış, itaatkâr,
bağımlı ve aciz olarak tanımlıyorlar.
Günümüz Amerika’sında gelir dağılımındaki
adaletsizlikle birlikte kapitalizme karşı başlanan
gösterilerin temelinde bilinçaltı bir sınıf mücadelesi
yatmaktadır. Unutulmuş gibi görünen bu kavramın gün
yüzüne çıkarılmasının zamanı çoktan gelmiştir. Dünya
nüfusunun 7 milyarı bulduğu günümüzde daha ne
kadar kazançların gizlenmesi için yardım dağıtılacak. O
yardımlarla oyalanan bir toplum daha ne kadar
sabredecek göz göre göre kendisinden bir şeylerin
çalındığına.
Önemli olan ezilenlerin safında yer almak.
Benim anladığım sınıf bilincinin özü budur.Sonrası
kendiliğinden gelir.
AHMET CANBABA
Not: Sevgili dost yürek. Derginin tekrar hayata
geçirilmesi oldukça anlamlı ve tarihi bir görev. Yayın
hayatında başarı dileklerimi sunarken yanınızda
olduğumu bildirir bir yazımla bir şiirimi göndererek
bilinçlenmeye bir damlacık katkı yapabilmenin
mutluluğunu yaşarım sanıyorum Sevgiyle, dostça kalın.
ULUDERE, ULUDERE AKAN KANLAR NEREYE?
35 insan ölmelimiydi? Bu kader mi? Bunların 17'si
çocuk en küçüğü 13 yaşında, elele ölüme gidiyorlar. Bunlara
kaçakçı deniyor. Sınır ticaretinin adı kaçakılık oluyor. Çok
Uluslu Şirketler(ÇUŞ) sınır tanımayan bir şekilde egemenlerin
hukukyla baldırı çıplakların açlığı, sefaleti uğuna dünyayı talan
ediyorlar.
Emperyalizme, hegomonik güçlere, kapitalizme,
onların ürettiği her türlü melanete karşı duruş gösterenlere
en acımasız şekilde davrananlar, kendilerini ifade olanağı
tanımayanlar onların direnme hakkını kullandıklarında
TERÖRİST diyorlar!..
Terörist ve terörizm kavramlarının içini boşaltıp,
hak, adalet, eşitlik, özgürlük mücadelesinde şiddet kullanmak
dışında alternatif bırakmayanlar itibarsızlaştırılarak TERÖRİST
deniliyor. Özellikle görsel medya'da manipüle edilerek
ülkenin yoksulları, ezilenleri, yedekleniyor. Egemenler,
ideolojik altyapı ile meşruiyetlerini oluştururlar. Egemenlere
karşı mücadele edenlerin onlara baş kaldırma cüreti dışında
silahları yoktur. Meşruiyetlerini haklılıklarından alırlar.
Mazlum-Der, ÇHD, TİHV, İHD, Türkiye Barış Meclisi,
KESK, TTB, ve DİSK'in 35 İnsanın katledilişinin ardından
bölgede yaptırdığı inceleme sonucu Şu anekdota dikkat
çekmek istiyorum: '' Şimdi soralım; yıllardır bölge insanının
geçimini kaçakçılıktan sağladığı ve bu alışverişi belli bir hat
üzerinde gerçekleştirdiği askerler tarafından bilinmesine
rağmen, bu insanlar bir gecede nasıl tanınmaz oldu? Yer
belirlemek için atılan işaret fişeği ve öldürmek için TOP'la
uyarımı olur? Bombalamadan sonra, haber verilmesine
rağmen neden asker bölgeye gitmedi?''
Sağlık görevlilerine geçiş iznini kim ve neden
vermedi? Madem bir operasyon söz konusuydu, sınıra giden
köylüler neden uyarılmadı? Yaşadıkları acı yetmiyormuş gibi,
çocuklarının cesetlerini kendi elleriyle toplayıp katırlara
taşıyan köylülere yetkililer seyirci kaldı?
Uzunca yukarıdaki DKÖ'lerinin sunduğu rapordan
kısa alıntıdan çıkarılacak sonuçları düşündüğümüzde, ERK'i
elinde bulunduran iktidar DEVLET (Baskı aracı) Terörist midir,
değil midir? Vijdanları körelmeyen, sol memenin altındaki
cevheri karartmayanların takdirine sunuyorum...
Roboski ve Gülyazı köylerindeki bombardımanda
arkadaşlarını yitiren Gülyazı Lisesi öğrencileri, ''Hayallerimiz
vardı'' diyerek, katliama tepki gösterdi. Öğrenciler, bugün
okula gittiklerini ve arkadaşlarının sıralarını boş gördüklerini
belirterek, '' Bu durumun hesabını kim verecek? Bu olayda
birsürü arkadaşımız hayatını kaybetti. Biri gider, bin gelir,
bunun hesabını soracağız'' dedi. Tazminat tartışmalarına da
değinen öğrenciler, ''Bizi tazminatla kandıramazlar,
hayallerimizi, arkadaşlarımızı bize geri verebilirler mi? AKP
geri veremeyeceklerini bizden alıyor ve bunun hesabını bize
verecek. Hayallerimiz vardı. Nevzat arkadaşımızın, Salih
arkadaşımızın, Cemal arkadaşımızın hayali vardı. Arkalarında
bıraktıkları arkadaşları olarak bizler hukukçu olup
arkadaşlarımızın hesabını devletten soracağız.'' diye
konuştular.
''Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'' liberalizm
anlayışının en iyi savunucusu olduğunu söyleyip toplumu ''
Piyasanın güçlü kollarına'' teslim eden AKP hükümeti bugün
kurumlardaki vesayeti kendi lehine çevirerek, adım adım
devletleşerek, egemenlik alanını genişleterek '' Köpeksiz
köyde değneksiz gezmek '' için toplumsal muhalefeti önceki
hükümetlerden farklı olmadığı gibi daha da ileri
uygulamalarla cendere altına almaktadır.Ergenekon, KCK ve
devrimci
Karargah
davalarıyla
toplum
kriminilize
edilmektedir.
İçişleri Bakanı'nın Tuval'e çizilen resimden, kağıda
yazılan şiirden, makaleden, sanat'dan bölücülük çıkartarak
paranoya hali yaşıyor olması '' Bu kış KOMÜNİZM gelecek''
diyen öncüllerinden farksız olduklarını gösteriyorlar.
Tekçi, imhacı ve inkarcı rejim AKP eliyle devam
ettiriliyor. Darbecilerden hesap soracağız, her konuda açılım
vb. Kamuoyunda yanılsama yaratarak MIŞ gibi davranışlarının
birbirini takip eden söylemlerden öteye gidemeyecektir.
İktidarları değerlendirirken, sınıfsal mevzilenmesine
göre değerlendiremeyenler hataya düşerler. Ülkemizdeki
sınıflar mevzilenmesinde AKP Büyük Burjuvazinin HER
kesiminin temsilcisidir. Çünkü burjuvazinin kendi arasında klik
çatışmalarının da AKP iktidarında rejimin sahiplenilmesi
temelinde uzlaşma içerisindedir. 35 Kürdün katliamı burjuva
medyada yankı bulmasına baktığımızda, bu daha da net
görünmektedir.
Ölümün
sıradanlaşmasını,
kanıksanmasını
isteyenler, ağız birliği ederek ailelerinin yükünü çocuk
denecek yaşta omuzlayan gençlere kaçakçı yaftası vurarak
vijdansızlık ölçüsünde karartmada bulunulmaktadır.Çok
Uluslu Şirketlere (ÇUŞ) izin verip ülkeyi YOK pahasına talan
ettirenler kime kaçakçı diyorlar bakalım:
Cemal ENCÜ: 16 Yaşında Lise öğrencisi ve kantin borcunu
ödemek için gitmiş.Serhat ENCÜ: 17 yaşında iki Üniversite
öğrencisi ağabeyine harçlık göndermek için.Hamza ENCÜ: 21
yaşında askerliğini yapmış, ailesine ekonomik katkı sunmak
için.Şerafettin ENCÜ: 16 yaşında Lise sonda, annesini
kaybetmiş, babasından para isteyemediği için.Bedran ENCÜ:
14 yaşında Ortaokul öğrencisi Şivan ENCÜ: 16 yaşında
babasından ayrılan annesine bakmak için.Aslan ENCÜ: 17
yaşında babası yaşlı, mayın'a basarak sakat kalan ağabeyine
bakmak için.Hüseyin ENCÜ: 19 yaşında evin en büyük çocuğu
ve borçlu babasına yardım etmek için. Selam ENCÜ: 22
yaşında Üniversiteyi yeni bitirmiş, sınavlara girecek yol parası
biriktirmek için.Fadıl ENCÜ: 19 yaşında diğer kardeşleri
gidiyor diye oda gitmiştir.
İçlerinden sadece 10 gencin durumu yansıtılarak
(geniş acılı hayat hikayelerinin tamamanı vermeden) Gecenin
zifiri karanlığında, soğuk, kar ve çamurda, ölüm korkusuna
rağmen, o gece ölüme gidilen yoldan vazgeçmeyenlerin
zorunluluğunu görmeyen körlere, sağırlara, vijdansızlara ne
söylenebilir ki!...
Onların hayalleri hayatlarını idame ettirmek içindi,
ama ama buradan toplumu sindirmek, korku salmak, imha ve
inkar rejimini devam ettirme medeti umanlar zulüm'ün ebedi
olmadığını tarihten ders çıkaramayanlar hanesine
yazılacaklardır.
Ezilenler, sömürülenler, mazlumlar adına bu gibi
olaylar korku duvarının aşıldığı '' Enginleri fethetme cesaretini
kuşanma'' için potansiyelin kendini dışa vurup bilince çıkardığı
günler olmuştur.
Karamsarlık ve yılgınlıkla değil, umudu yeşerterek
tünelin sonundaki ışığa erişilecektir. Bunun için HDK (Halkın
Demokratik Kongresi) ve bileşenler ''Bir Ses'de Sen ver''
Cumartesi etkinliklerini 07.01.2012 den itibaren başlatmıştır.
Dışarda kalma güç ver, bir ses de sen ol!.. Direnerek
her türden baskıları boşa çıkartalım.
METİN UZUNÖZ
TOPLUMSAL DEMOKRASİ ÜZERİNE
Bir sosyalist olarak amacımız sınıfsız, sınırsız,
sömürüsüz, savaşsız bir dünya yaratmak olabilir. Ancak buna
ulaşmak hiç kuşku yok ki toplum gerçeğine uygun
konumlanmaktan geçer. Ülke ve toplum gerçeğini, somut
koşulları dikkate almayan bir anlayış, başarısızlığa mahkûm
bir anlayıştır. Önemli olan bu ütopyamıza bizi ulaştıracak
yolda toplumsal gerçekliğin içinde bulunduğu koşullardır. Bu
koşullara uygun bir konumlanma olmaksızın azami hedefimizi
henüz hazır olmayan bir topluma dayatmak bu mücadelede
yalnızlığa mahkûm olmaktır.
İçinde
bulunduğumuz
somut
koşullarda
coğrafyamızın en önemli sorunu demokrasi sorunudur.
Demokrasi özü itibariyle sınıfsal bir sorundur. Demokratik
toplum sınıfların eşit ve özgür katılımını esas alır. Amacı
sınıfları yok etmek değil, sınıfların bir birlerini sömürmelerini
engellemektir. Demokraside eşitlik ilkesi vaz geçilmezdir.
Demokrasilerde hiçbir sınıf diğerinden üstün olmamalıdır. Her
birey gibi sınıflarda toplum karşısında eşittir.
Kapitalist sömürü sisteminin egemen olduğu bu
coğrafyada sömürüyü kolaylaştıran temel olgu işçi ve
emekçinin özgürce örgütlenme ve emeğini özgürce pazarlama
hakkının kısıtlanmış olmasıdır. Demokrasi, sınıflar arasındaki
rekabetin özgür ve eşit koşullarda sürdürüldüğü bir sistemdir.
Demokrasi bir sınıfın diğerini sömürme veya diğerini yok
etme rejimi değildir. Sınıf çelişkileri doğası gereği çatışmalı
bir çelişkidir. Demokrasi bu çelişkinin demokratik ilişkiler
içerisinde çözümlenmesinden yanadır.
Demokrasi sınıfsal çelişkide haksız rekabetin
temelini oluşturan tekelleşeme olgusuna şiddetle karşıdır.
Dünya ve ülke gerçeği bize sermayenin gücünün emek
karşısındaki eşitsiz konumunu göstermektedir. Demokrasi bu
eşitsizlik karşısında emeğin haklarının korunmasında
toplumun pozitif ayırımcı yaklaşımının gerekliliğini
sağlayabilmelidir. Bu nedenle de örneğin angarya usulü
çalışma veya insan yaşamını zorlayan mesai uygulamalarını(8
saatlik iş günü) pozitif bir ayırımcılıkla emekten yana
düzenler.
Demokrasi, eşitlik ilkesi gereği kapitalist özel
mülkiyet ilişkilerine karşı toplumsal üretim ve paylaşım
ilişkilerini esas alır bu temelde toplumun kolektif üretim ve
tüketimine ağırlık verir.( Kooperatifler halk komünleri vs.)
ancak bireyin özgür girişimini engellemez mülkiyet edinme
hakkına saygı duyar. Ve bu hakkı güvenceye alır.
Özetle demokratik muhalefet sınıfları yok etmeyi
değil, sınıfların eşitliğinin ve özgürlüğünün teminatıdır.
Demokrasi bu şekliyle aynı zamanda sosyalizme
açılan bir kapıdır. “Sosyalizm demokrasinin fırınında pişer”
Demokrasi sosyalizm değildir. Demokrasiden sosyalist
uygulamalar beklenemez. Demokrasi bir sınıfın diğerini yok
ettiği bir sistem değildir. Doğası gereği her sınıfın haklarını
koruyan bu sınıfların çelişkili niteliğine rağmen bir aradalığını
peşinen kabul eden bir sistemdir. Demokraside egemenlik
anlayışı kabul edilemez bu herhangi bir sınıfın topluma
egemenliği de olsa kabul edilemez.
Demokrasi sınıflar arası ilişkiyi demokratikleştiren
bir anlayıştır. Sınıflar arası demokratik ilişki, özünde sömürü
sisteminin panzehiridir. Varlığını emeğin artık değerine borçlu
olan sermaye, bu eşit ve özgür ilişkide varlığını uzun süre
sürdüremez. İşte bu nedenledir ki demokrasi sosyalizme
hizmet eder.
Demokrasi özü itibariyle iktidar ve devlet arasındaki
ilişkiden doğmuştur. Demokrasi özü itibariyle bir egemenlik
aracına dönüşen devlete karşı toplumun hak ve çıkarlarını
koruyan bir olgudur. Demokratik mücadele, esas olarak
egemen devlete karşı toplumun hak mücadelesidir. Toplum
gerçeği tek bir sınıf değildir. Her ülkenin kendi gerçekliğinde
farklı sınıflardan oluşur. Gerçek demokrasi her hangi bir
sınıfın demokrasisi değildir. Egemenlik sistemine karşı
toplumu temsil eder. Bu nedenle gerçek demokrasi her hangi
bir sınıfın demokrasisi değil, toplumsal demokrasidir.
Kuşkusuz egemen iktidar çoğu kez ülkemizde olduğu gibi
sermayenin iktidarı biçiminde şekillenmiştir. Bu nedenle de
toplumsal demokrasi sermayenin devletine karşı bir
mücadele anlamına gelmektedir. Bu gün toplumsal demokrasi
mücadelesinin hedefinde egemen kapitalist iktidar vardır.
Egemen iktidarlar çoğu kez sadece sınıfsal bir egemenlik
değildir. Sınıfsal egemenliğin yanı sıra kültürel inançsal
cinsiyetsel bir egemenlikte uygulamaktadır. Bu nedenle de
toplumsal demokrasi aynı zamanda farklılıklar üzerindeki tüm
egemenliklere karşı bir mücadeleyi esas alır. Bu nedenle
toplumsal demokrasi sadece bir sınıfsal demokrasi değil aynı
zamanda toplumsal demokrasidir.
Toplumsal demokrasi kendi içinde farklı demokrasi
anlayışlarını da barındırabilir. Bunlar burjuva demokrasisi ve
proleter demokrasi biçiminde olabilir. Bu sınıfların demokrasi
anlayışının topluma yansımasıdır ve kaçınılmazdır. Toplumsal
demokrasi bu farklı sınıf demokrasilerinin mücadelesinin
engeli değildir. Özgürlükçü bir anlayışla gerek burjuva
demokrasisi
gerekse
işçi
demokrasisinin
kendisini
konumlandırmasını engellemez.
Çünkü toplumsal demokrasi bir özgürlükler rejimidir
ve her türlü örgütlenme ve düşünce hürriyetini kapsar.
Ülkemizde sadece bir sınıf çelişkisi yoktur bunun
yanı sıra farklı kimlikler ve kültürler arası da çelişkiler
bulunmaktadır. Kültür, inanç, kimlikler özgürlüğünden söz
ediyorsak, her kültürün farklı nitelikte de olsa farklı sınıfları
barındırdığını görmek gerekir.
Demokrasi, her türden
inançsal, ulusal, cinsiyetsel özgürlükleri kendi içinde
barındırır. Demokrasi mücadelesi baskı altında dışlanmış
ötekileştirilmiş kimliklerin özgürlüğünü hedef alır. Bu
kimlikler, emek güçleri kadar, diğer farklı sınıf ve tabakalarıda
kendi içinde barındırmaktadır. Demokrasi sadece emekçilerin
kimliksel haklarını değil, aynı zamanda farklılığın bütün
kesimlerinin kimliksel haklarını esas alır.
Farklılıkların kendi kimliklerinde netleşmemesinin
hiç kuşku yok ki esas engeli asimilasyonist iktidar
politikalarıdır. Fakat şunu da görmek gerekir ki Farklı
kimliklerin netleşmemesinin bir diğer engeli de bu farklılıkları
öteleyip işçi sınıfı adına yanlış sınıf politikalarının
dayatılmasıdır.
Kimlikte netleşme kimlik içi sınıf mücadelesinin yok
sayılması değildir. Her kimlik kendi içinde farklı sınıfları taşır
ve bu mücadele doğası gereği engellenemez. Farklılıklar
üzerindeki baskı unutulmamalıdır ki, farklılıkların bütün
sınıfları üzerindeki bir baskıdır. Farklılıkların kendi
gerçekliğinde netleşip irade olması farklılıkların bütün
sınıflarının, ortak irade de buluşmasıdır.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, sadece
işçilerin kendi kaderlerini tayin hakkı değil, tüm ulusun- tüm
inancın- tüm kültürün kendi kaderini tayin hakkıdır. Baskı
altındaki farklılıkların özgürlük talebiyle ortak irade
oluşturmasına “sınıf işbirlikçiliği” damgası vurup karşı çıkmak
ne demokrasidir ne de sosyalizmdir. Maalesef farklılıkların
kendi kimliklerinde buluşmasının engellerinden biride bu
yanlış sınıfsal yaklaşımdır. Farklılıkların özgürlük mücadelesi
sınıf mücadelesinin engelleyicisi değil, sınıf mücadelesinin
besleyicisidir. Çünkü “başkalarını ezenler asla özgür
olamazlar” Biz ezilen emekçi kesimler elbette ki kimliklerin
oluşmasında ezilen emekçi kesimlerin inisiyatifi elinde
bulundurmasını arzu eder ve bunu teşvik ederiz. Ama bu
diğer sınıfların kimliksel haklarının tanınmaması anlamında
veya bu sınıfların engellenmesi anlamında olamaz. Çünkü
demokrasi kimliklerin iç işlerine müdahale eden bir anlayış
değildir. Şöyle ki bu gün Kürt demokrasi hareketi esas olarak
kendi kimliğinde buluşmuş tüm sınıfları temsil etmektedir.
Kürt demokrasi hareketine “kendi içindeki sınıflardan arında
gel” söylemi veya bu hareketin bütünlüğünü sınıfsal temelde
parçalamaya yönelik bir talep demokratik bir talep değildir.
Elbette ki bir sosyalist Kürt hareketinin önderliğini
sosyalistlerin yapmasına destek sunabiliriz.
Nitekim Kürt realitesi de sınıfsal temelde ulusal bir
hareket olarak gelişmiştir. Ancak bu destek Kürt hareketini
kendi içinde sınıfsal bir ayrışmaya zorlama temelinde bir
dayatmaya dönüşememelidir.
Türkiye’de demokrasi mücadelesi özünde imha ve
inkâra dayalı tekçiliğe karşı farklılıkların özgürce
netleştirilmesinden geçmektedir. Sistem her türlü farklılığı
yok sayan ve her türlü farklılık adına kendisini yetkilendirmiş
anti demokratik bir sistemdir. Türk –İslam sentezinde
kendisini bulan resmi ideoloji coğrafyamızdaki toplum
gerçeğinin inkârıdır. Bu inkâr ve ret ediş, her türlü farklılığı
etkilemiş ve ucube kişilikler yaratmıştır. Farklılıklar kendi
gerçekliğinden uzaklaşıp, resmi ideoloji ekseninde kendi
gerçekliğinden uzaklaştırılmıştır. Bireyler kendi gerçeğinden
uzaklaştırılmış, resmi insan tipine çekilmiş, özgür birey ilişkisi
yok edilmiştir. Bu gün ülkemizde hiçbir farklılık kendi kimliksel
özelliklerini taşımamaktadır.
Dönem bireylerin toplumun, sınıfların, inançların,
kültürlerin cinsiyetlerin kendisini sorgulamaya yöneldiği bir
dönemdir. Bu sorgulama ve kendin de netleşme yeni bir
toplum yaratma arayışının temelidir. Eski ve zora dayalı
tekçiliğin sorgulanıp dağılmaya başladığı, farklılıkların kendi
gerçeklikleri üzerinden bütünleşmeye başladığı bir döneme
giriyoruz. Özetle dönem zora dayalı birliğin yıkılma
dönemidir. Dönem yeni bir bütünleşme için eskinin
parçalanması ayrışması dönemidir.
Bilindiği gibi demokratik toplum farklılıklardan
oluşan bu toplumdur. O halde ülkemizde demokrasi
mücadelesinin ilk adımı farklılıkların ortaya çıkarılması adımı
olmalıdır. Bununda en temel yöntemi bireyin- toplumun
kendisi ile yüzleşmesidir.
Demokrasi çoğulcu bir
yapılanmadır. Farklılıkların olmadığı bir yerde demokrasi ye
ihtiyaçta yoktur.
Demokrasinin temeli farklılıkların örgütlülüğüne
dayanır. Demokratik toplum örgütlü toplumdur. Farklılıkların
kendi gerçekliklerinden kaynaklı talepleri üzerinden
buluşturulup örgütlü hale gelmesi demokrasi mücadelesinin
en temel zorunluluklarından biridir. Demokratikleşme
farklılıkların özgürce örgütlenmesinden başlar. Farklılıkların
kendi kimliklerinde örgütlenmesi çoğu kez burjuva milliyetçi
bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Bu büyük bir yanlış
anlamadır. Dünya emperyalist sisteminin dünya işçi sınıfı
üzerinden sağladığı sömürü kadar, varlığını ezilen halklar
sömürge- yarı sömürgeler üzerinden sağladığı da bir
gerçektir. Emperyalizme de temel karakterini veren farklı ülke
ve toplumlara uyguladığı emperyal politikalardır. Sömürü ve
baskı altındaki bu farklılıkların özgürlük arayışı asla
burjuvaziye hizmet değil, aksine sermaye dünyasının bastığı
zeminin çökertilmesidir. Ezilen farklılıkların kendi ekseninde
örgütlendirilmesi ve bu baskılara karşı mücadelesi özünde
dünya ve ülke kapitalist sisteminin güçten düşürülmesidir.
Ezilen farklılıkların hak arayışı ezilen sınıfların hak arayışının
önemli bir destek gücüdür. Topluma önderlik iddiasında
bulunan her parti veya siyasal yapılanma bu gerçeği görmek
ve bu farklılıkların örgütlenmesini kolaylaştırmak zorundadır.
Bu farklılıkların örgütlenmesine zemin oluşturmayan bir
siyasal yapı her türlü farklılığı kendinde hapseden ve her türlü
farklılıklar adına kendisini dayatan bir yapı olacaktır. Kendisini
nasıl tanımlarsa tanımlasın farklılıkların özgür iradesini
kararlarına taşımayan bir parti kendisini dayatan bir parti
olacaktır ve bunun demokrasiyle alakası yoktur. Eski tekçi
anlayışın devam ettirilmesine hizmet edecektir.
Bugün farklılıkların kendini arayışı başlamış, ancak
henüz kendi kimliklerinde netleşmemişlerdir. Toplumsal
muhalefetin ortak örgütlenmesini hedeflemiş tüm yapılar bu
durumu dikkate almak zorundadır. Farklılıklar kendi
eksenlerinde örgütlü olmadıkları gerekçesiyle tüm farklılıkları
aynı biçimde örgütlemeye yönelmek yanlış olacaktır.
Farklılıkların varlığı bir gerçekse bu gerçeğin örgütlenmesine
katkı sunmak tüm demokratların bir görevidir. Bu nedenle
Toplumsal muhalefeti örgütlemeye dönük her çaba bağrında
bu özgün örgütlenmelere yer açmak ve bu örgütlenmelerin
gelişmesine katkı sunmak göreviyle karşı karşıyadır.
Toplumsal muhalefet farklı farklı kesimlerin muhalefetinden
oluşur. Bu farklılıkların konumlanışlarını gözetir bir yaklaşımla
toplumsal muhalefetin birleştirilmesine, buluşturulmasına
gidilmelidir.
Farklılıklar olmadan farklılıklar adına kararlar almak,
farklılıkları yok saymak veya yok etmekle eşdeğerdir. Bu
nedenle
Toplumsal
demokrasi
farklılıkların
karar
mekanizmalarının buluşup ortak iradeyi oluşturması ortak
kararlaşmasıdır. Bu bir anlamda özerklik temelinde bir işleyişi
esas almayı zorunlu kılar. Bu nedenle de toplumsal
demokrasi, farklı iradelerin buluşup ortak iradeyi
oluşturmasıdır. Farklılıkların iradelerinden oluşmayan ortak
irade, ortak irade değildir. Tekçi bir iradedir. Doğal olarak ta
farklılıklardan oluşan toplumu temsil edemez Toplumsal
demokrasi Toplumun bütün farklılıklarının egemen iktidara
karşı mücadelesidir. Gerek sınıf, gerek ulus, gerekse inanç
nedeniyle toplum içerisindeki iktidar karşıtı güçler arası çelişki
elbette vardır. Toplumsal demokrasi bu çelişkilerin çözümü
için her türlü özgürlüğü ve demokratik ortamı sağlamakla
mükelleftir. Ancak bu farklılıklar üzerinden, farklılıkların bir
birlerini dışlaması veya toplumsal muhalefeti dağıtıcı
dayatmalar toplumsal demokrasiye uygun değildir. Toplumsal
demokrasi kendi içinde birçok çelişkiyi barındıran iktidar
tarafından dışlanmış ötelenmiş ve baskılanmış tüm güçlerden
oluşur ve bu güçlerin farklı nitelikteki hak arayışları toplumsal
demokrasinin özünü oluşturur. Bu gün en önemli ihtiyaç
toplumsal demokrasidir. Ve bu toplumsal demokrasi işçi sınıfı
demokrasisinin önünde bir engel değildir.
TAYFUN İŞÇİ
ULUDERE
-Sınır kaçakçılığı başka hiçbir geçim kaynağı olmayan sınır illeri için yaşamsal önemde ve gündelik bir iştir. Savaş
uçakları geçinmenin,başka hiç bir yolunu bulamadıkları için sınır kaçakçılığı yapan köylüleri bombaladı.Çoğu 15-16
yaşlarında 36 köylüyü öldürdü.Bu katliam en milliyetçi Türklere bile "Bu kadar da olmaz" dedirtecek seviyeye ulaştıKaçakçılık yapmanın yaşı yoktur, bazen mezarları bile yoktur.Çoğunun ne zaman ve nerede vurulduğu bilinmez.
Kaçakçılık son yıllarda biraz daha zorlaştı. Buda onların yollarının kapanması, yollarına atılan pusuların artması
ve ölümün bir an önce gelip bulması demektir.
İnsan hakları savunucularına göre 2009 yılında en az 90 ,2010 da 68 kaçakçı İran askerleri tarafından
öldürüldü,Gerçek rakamın daha da yüksek olduğu sanılıyor.
Her iki ülkenin saldırılarında onlarca kişi de yaralandı. Bugüne kadar her iki tarafta da bu cinayetlere ilişkin tek
bir yargılama sözkonusu olmadı. Türkiye ve İran tam bir cezasızlık içerisinde sınır hattında insanları öldürmeye devam
ediyor.
Uludere katliamının asıl amacı tek geçim kaçakçılık olan insanları korkutarak bu geçim kaynağını kesmek
midir,Van depremiyle başlayan göçlerin devamını bu yolla sağlamak mıdır,bilinmez?
Medyanın hali ortada .Devletler arasındaki savaşlar biter barış imzaları atılır ülkelerin sınırları da bellidir iç içe
yaşamıyorsundur zaten .Ticaret,ortaklık vs sağlanır olur biter ama halkların arasındaki düşmanlık buna benzemez..Gün
olur barış masasına oturabilmek için nefretle zehirlediğin düşman bellettiğin ‘’tebanı’’ikna edemezsin…
Bugün ana akım medyanın yaptığı nefret, kin ve intikam ve hükümete mazeret arama çabaları,düşünmeye bile
korkacağımız sonuçlara yol açar..Kısmen Van depreminde açığa çıkan sosyal medyada okuduğumuz, yüzümüzü kızartan
yorumlar buna iyi bir örnektir… .Velev ki kaçakçı değil teröristler; topyekün katletmeli midir niye kimse sormuyor? 2011
de iki kez kimyasal silah kullanıldı cesetler tanınmaz halde,aileler ölülerini alıp teşhis edemiyorlar.Yıllardır ölülerinin
atıldığı kuyuları arayan aileler düşünülürse Uludere’dekiler şanslı bile sayılır..Onlar geçimlerini sağlamaya çalışan zavallı
köylülerdi veya küçücük çoçuklar TMK mağduru olmasın,Ceylan yazık,Uğur’a 13 kurşun çok değil mi diye vicdan
rahatlattığımızın ve devlet eliyle işlenen diğer hukuksuzluklara meşruiyet kazandırdığımızın farkına ne zaman
varıcaz….Terörle mücadele adı altında yapılan vahşetlere göz yumulduğu sürece Uludere ne ilk ne son olucak..Bizler de
daha böyle çok sivil toplumculuk oynar,bir daha ki sefere görüşmek üzere dağılırız..Bu su götürmez devlet terörü ve
herkes payını alıcak..
HÜDAYİ NABİT
KARANLIKTA AYDINLIĞI BULMAK
Ne mi okuyorum? Kısaca anlatayım siz de okuyun.
Tek
servetim
binlerce
kitaptan
oluşan
kütüphanemdir. Kütüphanemi zindan günlerinden itibaren
toparlamaya çalıştım. Firar ederken bile yanımda katip vardı.
Sonra zindan da bıraktığım kitapları bile getirtip, sırtımda
taşıyarak sınırlara geçip mülteci olduğum ülkede korudum.
Arşiv yapmayı, kitap satın almayı okumayı esas alan
yönelimlerim, beni, kitapta özel mülkiyet haktır, ödünç verilse
de mutlaka geri alınmalıdır demeye kadar götürdü. Okumak
benim için özgürlüktür, güçtür, birikim moral ve kendini
tanımaktır; dünü bu güne, ilkeler çerçevesinde bağlamak,
soyutlamalarla, sentezlerle geleceği kurmak, tezler
oluşturmak kitap denilen tarihin kendisiyle ilgilidir.
Kütüphanemdeki her kitabın anlamı budur.
Büyük bir çoğunluğunu okuduğum altını çizerek
notlar aldığım kütüphanemde, aynı içerikte olan kimi kitapları
bir kenara koyarak zamanı gelince okurum dediğim olmuştur.
İşte o kitaplardan birini bu karanlıkta elime aldım. Şöyle bir
göz gezdirdim. Yayın evine baktım; “Hürriyet Vakfı Yayınları”
içim sıkıldı. Yazarı Norman Hampson, hiçbir kitabını
okumamışım, duymamıştım da.. Yazar arka kapağa ilgimi
çeken “Okuyucu bu kitabı, entelektüel bir gıda gibi değil de,
bir ziyafet çağrısı olarak görmesini isterim” diye, kısa bir not
düşmüş. Bu cümleyi okuyunca, “Şu karanlıkta, iddialı
olmaktan uzak bir kitap okumak yeterlidir” diyerek okuma
düzeneğimi sürdürmeyi uygun gördüm, sayfaları çevirdim.
Yayın kurulundaki isimleri okuyunca, biraz daha karıştırdım.
Ve sonuçta anladım ki, 35 yıldır okuduğum, özetler
çıkardığım, alıntılar yaptığım AYDINLANMA ÇAĞI ile ilgili,
derin bir araştırmayla karşı karşıyayım. Bu çağın öncesi ve
sonrasını, başlangıç ve yükselişini, çağı yaratan filozofları,
bilgeleri ve söylemlerini bir araya toplayarak okura özet
olarak sunmuş. Daha da ötesi, öyle soyutlamalar yapmış ki,
bir servet küpüyle karşı karşıya olduğunuzu hemen fark
edersiniz. Okumaya, satır satır altlarını çizmeye ve notlarımı
almaya, eski bilgilerimi canlandırarak sindiremeye koyuldum;
Karanlıkta AYDINLANMA ÇAĞINI böyle buldum.
Bir tarihi çağı anlatıyor olsa da, bu tür kitaplarda bir
ölçüde yazarını yorumlarıyla da karşı karşıya kalırsınız. Kitap
yazarının yorumlarının tümüne katılmadım, siyasal sonuçlarla
da birçok noktada farklı noktadayım ama öylesi bir özeti,
öylesi bir toparlamayı önüme sermiş ki, ufuklarıma yeni
ufuklar kattı demeyi abartı saymayacağım. Farklı okumalarla
vardığım sonuçları bu kitapta da görmem, soyutlamanın
önemi kadar, emeklerimin boşa gitmediğini göstermesi
açısından mutlu oldum; o da nedir bilir misiniz?
Hiçbir çağ, hiçbir uygarlık, hiçbir üretim tarzı ya da
sanat, edebiyat kültür akımı, verileri belirmiş olsa da
yaşanırken tüm yönleriyle anlaşılamaz, formüle edilemez…
Bu soyutlamayı yıllardır tekrar edip duruyordum. Bu
soyutlama, sınıf mücadelesi, tarihsel devrimler, yeni uygarlık,
devrimci küreselleşme ve emperyalist küreselleşme
arasındaki fark ve bunun yeni uygarlığa gidişte taşıdığı anlam,
Sosyalizm, özgürlük ve demokrasi, yabancılaşma vb gibi
toplumsal siyasal yaşamın en kritik belirlemeleri üzerine
gelişen kanaatlerimi, vardığım sonuçları çok iyi tanımlıyordu;
“Bilinmeyenin, henüz keşfedilmemiş olandan başka bir şey
olmaması”
“Aklın açık seçik idrakıyla yadsınan her doğma… yanlıştır”
“Kuşkuya temel teşkil eden şeyler de kuşkuludur; onun için
kuşkulanıp kuşkulanmamak gerektiğine de kuşkulanmalıyız”
“Aklın cesaretle kullanılması” gibi yüz binlerce değişik soyutla,
bilimin her bir dalında evrimin “uyumlu bütün” olması gibi,
uyumlu bütünsel bir teze, algıya yönelimi görmek güç
değildir: Aydınlanma çağı bu bütünün tecelli ettiği teorik ve
pratik tüm verilerde anlam buluyor.
Benim geldiğim medresenin jargonu, paradigmaları
son iki asır boyunca insan topluluklarının, Siyasal -ToplumsalEkonomik-Kültürel alanlarını yoğun olarak belirlemiş bir
medresedir. Ancak bu medrese, değişen çağa, gelişen yeni
uygarlık verilerinin yarattığı ilerlemeye adapte olma sorunu
yaşamaktadır. Kendini yadsıma dönemi içine girdiğini
söylemek de yanlış değil. Bu nedenle tarihi tüm yönleriyle
yeniden okumak bu çağın aydını için önemli bir sorumluluk.
Tarihin temel dinamiklerini, çağları ve üretim ilişkileriyle
kültürel toplumları, uygarlıkları ve bunların yükseliş ve
çöküşteki dinamiklerini yeniden soyutlamak, düzenlemek ve
tarihsel bir tez olarak algılamak gereklidir.
Malumunuz sürgünde mülteci olduğum ülke bu gün
direniyor. Dünyanın tüm şer güçleri üzerine çullanmış halkıyla
yönetimini teslim almak istiyor. Ama bu küçük ülke ve halkı
öylesine kenetli ve öylesine güçlü bir direniş sergiliyor ki
“toprak yeriz yine teslim olmayız” diyor. Bende bu ülkenin
onurlu halkıyla omuz omuza direniyorum.
Elektrik kesintisinde diremek, benim için bir yanıyla
okumaktır, yazmaktır da. Hayatım boyunca sıkıntıya girdiğim
zaman hep kitap okudum. En sağlam bilgileri, en yetkin
soyutlamaları ve kapsamlı ilişkilendirmeleri böylesi kesitlerde
edindim. Bir yandan direnirken diğer yandan üretmek işte
Suriye’nin bana kattığı tas tamam budur. Bu ülkede, anlı açık
yaşamak, devrimci onurla üretken olmak, mülteci olmanın
hassasiyetleriyle adın dahil, çok şeyi çevrenden gizlemek,
devlet ve devlet adamlarından uzak kalmak zor zanaattır. Kod
adıyla yaşamak erketede sinmek demektir. Açık vermemek,
sosyal çevrede akrabasız olmak, farklı ad ve soyadıyla toplum
içinde erimek demektir.
Devrimci ilkeler gereği, dostta olsa hiçbir devlete
güvenilmez, bu nedenle kimliğini ısrarla saklayıp yaşamak
gerek. Bütün bu öz verilerle birlikte, mülteci olduğun ülke ve
halkını savunmak, onlarla omuz omuza direnmek, işte dünden
bu güne gelen doğrularımızın arkasında durmak tastamam
budur. Karanlıkta kitap okurken, sizlerle bunu paylaşmak
istedim…
Sözünü ettiğim şey, karanlıkta aydınlığı bulmaktır,
ötesi değil…
MİHRAC URAL
DİYARBAKIR'DA BİR FIRIN [AMED]
''İhtiyacı olan askıdan Ekmek alabilir..''
(İnsanlığın Resmi)
ASKIDA KAHVE
Venedikte kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Barda,espressolarımızı içiyorduk.
İçeri giren müşterilerden biri, barmene "due caffee, uno sospeso" (iki kahve, biri askıda) dedi, iki kahve parası
verdi, bir kahve içip gitti, Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıt astı.
Biraz sonra içeri iki kişi girdi.Onlar da trio caffee, uno sospeso" (üç kahve, biri askıda) dediler,Üç kahve parası
verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler.
Barmen "askı ya yine bir küçük kağıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu.
Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski-püskü,belli ki yoksul bir kişi girdi ve barmene "uno caffee sospeso
"(askıdan bir kahve) dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu.Yoksul kişi kahvesini
içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen ise duvardaki askıya taktığı kağıtlardan birini kopardı,parçalayıp çöp
kutusuna attı.
Bu gözlemimizin sonunda, gözlerimizi yaşartan,fakat kesinlikle örnek almamız gereken bir İtalyan toplumsal
terbiyesi" öğrendik. Yardım etmek için insanların gereksinimlerini belirlerken, yalnızca yaşamsal gereksinimlerle sınırlı
kalmak zorunda değiliz. Bir Venedikli için, yaşamsal olmasa da kahve, günlük yaşamda önemli bir yer tutmaktadır. Kahve
içebilecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeydeki kişiler, kendileri bir kahve parası daha ödüyorlar.
Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar,kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul
eden kişiler ise huzurlu oluyor.
Yardım eden ile alan arasında, bu caffe-bar'daki garson gibi, köprü görevi yapan kişilerin ise güler yüzlü ve sevgi
dolu olmaları gerekiyor.
İçeri giren yoksul bir kişinin, "Bana askıda kahve var mı?" diye sormasına gerek bırakmamak için "askıda kahve
olduğunu" belirten kağıt parçalarını kolaylıkla görünebilen bir yere asmak ise bu olgunun çok zarif bir bölümünü
oluşturmaktadır.
Biz Türkler bu askıya birşeyler asamaz mıyız?
Bir Ekmek Fırınında, yada bir Bakkalda, yada bir Markette...
Askıda Ekmek
Kulağa hoş gelmiyor mu?
Askıda Ekmek uygulamasının
Ispartada 3 Fırın tarafından yapıldığını biliyormuydunuz!?.Not:Şimdi Diyarbakır'da başlamış..
TÜRKİYE MESELESİNE DAİR
TEZLER
Türkiye Meselesine Dair Tezler
Aralık 1929 - Şubat 1930
KEYK Doğu Sekretaryası’nın Türk
sorunu üzerine [Lajos] Magjar
tarafından hazırlanmış tezleri.
1.- Cihan harbinden sonra Rus
inkılâbının tesiri altında zuhur etmiş
olan türk inkilâbına, bir sıra burjuva
halkçılığı meselelerini halletmek
vazifesi
terettüp
ediyordu:
imperyalism tahakkümünü yıkmak,
köylülük meselesini halletmek, emlâk
ve erazi sahiplerinin ve imperyalizme
bağlı büyük burjuvazinin (komprador)
hakimiyetini
tecessüm
ettiren
hükümdarlığı devirmek, milliyetler
meselesini halletmek. Devleti dinden
ayırmak
kadınları
esaretten
kurtarmak, vs...
Cihan harbinin yarattığı vaziyet,
Türkiye'ye cebren kabul ettirilen
Sevres
muahedesi,
memleketin
ecnebi orduları tarafından işgali gibi
şe'ni
şerait
neticesi
olarak,
memleketin milli kurtuluşu ve
imperyalism tahakkümünün yıkılması
meseleleri Türkiye inkilâbının en kat'i
meseleleri oldular. Buna mebni milli
kurtuluş hareketi, imperyalisme karşı
mücadelesinde, Sosyalist Sovyet
Cumhuriyetleri ittihadına istinat
ediyordu. Böylece S.S.C.İ. ve halkçı
Türkiye,
imperyalisme
karşı,
mütevaziyen hareket ettiler.
2.- İnkilâbın elebaşılığı Anadolunun,
harp esnasında zenginleşmiş ve
sanayi burjuvazisisine istihale etmek
üzere
bulunan
orta
ticaret
burjuvazisine aitti. İnkilâp esnasında
bu burjuvazi diktatörlüğünü tahakkuk
ettirdi ve şehirli küçük burjuvazinin ve
köylülüğün hareketini sevkü idare
etti. Adetçe zaif, teşkilâtı fena ve sınıf
şuuru az inkişaf etmiş olan proletarya,
kendisi için bir sınıf olarak, bir
müstakil rol oynamağa muvaffak
olamadı.
En
mühim
sanayi
merkezlerinin o devirde itilâf
ordularının işgali altında bulunmaları
da
bu
muvaffakiyetsizliğin
amillerinden
biridir.
Anadolu
burjuvazisi diktatörlüğünü kemalist
teşkilâtı (mudafaai hukuk grubu)
vasıtası ile icra ediyordu. Kemalism
(millicilik) milli kurtuluş hareketini
sevkü idare eden imperyalism
aleyhtarı bir kuvvet olmak itibarı ile
inkişafının
ilk
devresinde
imperyalisme
karşı
mücadelede
inkilâpçı ve müspet bir rol oynadı.
3.- Kemalism, Rus inkilâbının yardımı
ile, imperyalisme ve irticaı temsil
eden, imperyalisme bağlı eski büyük
burjuvaziye ve büyük emlâk ve erazi
sahiplerine yaptığı ve kazandığı milli
kurtuluş muharebesinin neticesi
olarak, Türk Devletinin istiklâlini elde
etti.
4.- Türkiye müstakil bir Devlet olmuş
ise de başlıca şömendöferler, maden
istihracatının en mühim kısmı, en
büyük bankalar, limanlar, umumi
menafie
müteallik
işletmeler
(tramvaylar,
elektrik,
havagazi
fabrikaları, telefonlar, kanalisation,
v.s.), umumi düyun, harici ticaretin en
esaslı
mevkileri
el'an
ecnebi
sermayenin ellerinde duruyor. Hafif
sanayiin (mensucat, tütün) bir kısmı
da ona aittir. Türkiyede muhtelif sınai
işletmelere ve nakliyata vaz'edilmiş
bulunan yüz milyon altın liraya yakın
ecnebi sermayesinin en büyük kısmı
(takriben %50) birbirine bağlı olan
Fransa ve Belçika sermayesine aittir.
Mütebaki sermayelerin mühim kısmı
Alaman ve İngiliz sermayedarlara
aittir. Osmanlı borçlarının hamilleri de
yine
başlıca
Fransızlar
ve
Belçikalılardır. Harici ticaret sahasında
İtalyan imperyalismi, son seneler
zarfında en mühim vaziyetleri işgal
etmektedir.
Türkiye iktisaden imperyalismin bir
yarı-müstemlekesi halinde kalmıştır.
Türk sermayesinin sanayiin komanda
mevkileri için olan mücadelesi
(Anadolu demir yollarının satın
alınması, tütün rejisinin devlet
inhisarına kalbi, bir milli banka
vücude
getirmek
teşebbüsleri)
şimdiye kadar, ancak nispeten pek az
ehemmiyetle muvaffakiyet temin
edebildi. Milli banka sermayesi de
inkişafa başlamış ve bu banka
sermayesi milli sanayi sermayesi ile
kaynaşma yoluna girmiş olmakla
beraber bu sahada belli başlı mevkiler
elan ecnebi sermayesinin ellerinde
bulunmaktadır. Hatta son zemanlarda
ecnebi
sermayesi, işgal
ettiği
mevkileri
genişletmeğe
ve
sağlamlaştırmağa bile muvaffak oldu
(Umumî düyunun tanınması, İstanbul
şehir emaneti borçlarının tanınması,
Umumî düyuna karşılık İstanbul
gümrükleri
varidatının
dainler
idaresinin emri altına konması.)
5.- Müstahsil kuvvetlerin inkişafı aşağı
bir derecede bulunması, sanayiin
henüz inkişaf etmek üzere olması,
iptidai teraküm usullerini andıran bir
tarzda işçilerin zalimane istismarına
rağmen, memleket dahilinde sermaye
terakümünün
nispeten
yavaş
yürüyüşü, imperyalism tarafından icra
olunan
tazyik
ve
kemalist
burjuvazinin bizzat sınıfî tabiatı, onu
yeniden memlekete ecnebi sermayesi
çekmeğe mecbur etmektedir... Diğer
yol, sosyalism kuruluşu memleketi ile,
S.S.C.İ. ile cesurane bir yakınlaşma
yolu, işte onun sınıfî mahiyeti
dolayısıla halk fırkası hükümetine
kapalıdır.
Daima
bir
taraftan
imperyalism ile S.S.C.İ. arasındaki
tezatlardan, diğer taraftan bizzat
imperyalism içindeki tezatlardan
istifade etmeğe yeltenerekten halk
fırkası hassaten ecnebi sermayesine
teslim olmak istikametinde inkişaf
ediyor. Kemalism, inkişafının ilk
devresinde imperyalism aleyhtarı
mücadelede milli umumi menfaatleri
temsil ettiği halde, bu anda vaz'iyet
değişmiş olup, o artık ancak
burjuvazinin menfaatlerim temsil
etmektedir.
Kommunistlerin vazifesi yekdiğerine
muhalif iki cihanşümul sistem
arasında, imperyalisme aleyhtar
mücadeleyi sevkü idare eden S.S.C.İ.
ile imperyalism arasında halk
fırkasının
yaptığı
manevraların
içyüzünü
göstermektir.
Kommunistlerin
vazifesi
ayni
zamanda imperyalisme teslim olmak
yolunda ilerileyen halk fırkasına ve
onun hükümetine karşı mücadele için
kütleleri teşkilâtlandırmaktır. Buna
gittikçe daha ziyade zaruret hasıl
olmaktadır; çünkü rum, ermeni ve
türk, imperyalist sermayeye bağlı,
eski büyük burjuvaziyi tenkil ettikten
sonra ve yahudi (komprador)
burjuvazisine
karşı
mücadele
ederekten kemalist burjuvazinin bir
kısmı, bizzat kendisi ecnebi sermayesi
ile ortak ve onun komisyoncusu
(komprador) bir burjuvaziye istihale
ediyor. İmperyalismin memleket
iktisadiyatındaki
komanda
mevkilerinin
tasfiyesi
meselesi
halledilmiş değildir. Zaten kemalist
burjuvazi imperyalism önünde bu
meseleleri halletmekten acizdir.
Ancak ve ancak amele ve köylü
kütlelerinin imperyalisme karşı, ve
imperyalisme teslim olmakta bulunan
kemalisme
karşı
mücadelesi
memleketin
bil'ahare
tekrar
imperyalism tarafından esaret altına
alınmasının önüne geçebilir. Türk
iktisadiyatına komanda eden yeni
sevkül ceyşi merkezler zaptetmeğe ve
Türkiyenin Devlet olarak istiklâlini
tahdit etmeğe ve hatta onu büsbütün
istiklâlinden mahrum etmeğe uğraşan
imperyalisme aleyhtar mücadeleyi
ancak ve ancak amele sınıfı sevkü
idare edebilir ve onu bizzat halk
fırkası hükümetini yıkmak suretile,
sonuna kadar devam ettirebilir.
6.- Halk fırkası hükümeti aşarı kaldırdı
ve ayniyat vergisi yerine para vergisini
koydu. Milli ekalliyetlerin (rumlar,
ermeniler)
memleketten
dışarı
atılmaları, ve ermeni ve rum büyük
arazi sahiplerine ve hatta köylülerine
ait toprakların müsadere edilmesi,
hazinei hassaya ait çiftliklerin devlete
intikali
ve
bir
kısım
devlet
topraklarının
satılmasında
takip
edilen usul ve sui-istimalle, kemalist
burjuvaziden bir kısmının çiftlik sahibi
sermayedar vaziyetine geçmelerini ve
zengin
köylülerin
topraklarını
genişletmelerini mucip oldu. Muhtelif
tedbirler miyanında Kredi siyasetile
ve gümrük siyasetile halk fırkası köy
iktisadiyatında sermayedarliğin seri
inkişafını teşvik etti. Traktörlerin ve
sair ziraat alât ve makinalarının
intişarı, bilhassa izmir ve Adana
havalisinde sınai nebatat ziraatının
inkişafı, ziraat mahsulünü tahvil edici
sanayiin zuhuru, otomobilciliğin
yayılması, gittikçe adedi artan
mevsim amelelerinin ve daimi ziraat
amelelerinin istismarı, yarı-derebeyi
çiftlik sahiplerinin sermayedar çiftlik
sahiplerine süratle istihalesi, bir
zengin köylü tabakasının teşekkülübütün bunlar memleketin başlıca türk
mıntakalarında
sermayedarlık
münasebetlerinin
sür'atlı
bir
hamlesini işaret ederler.
Bir sıra esbap ve hadisat neticesi
olarak, istiklâl harbi bir köylülük
inkilâbına tehavvül edemedi. Milliinkilâp yarıyolda durdu. Milli inkilâbı
durduran
amillerin
başlıcaları
şunlardır:
1) İnkilâp daha ziyade bir istiklâl harbi
şeklinde cereyan etti.
2) Bu harp aynı zamanda imperyalism
acentaları olan rumlara ve ermenilere
karşı tevcih edilmişti. Anadolu türk
burjuvazisi
kütlelerin
içtimai
hoşnutsuzluğunu,
milli
tezatlar
yoluna doğru çevirdi ve milli meseleyi
kendine göre "halletti", yani birkaç
milyonluk milli ekalliyet ahalisini
öldürttü ve memleketten kovdu.
3)
Anadolunun
muhtelif
mıntakalarında inkişafın ve köylülük
münasebetlerinin
muhtelif
ve
mütenevvi olması da müessir
olmuştur (rumlar ve ermeiler büyük
arazi sahibi oldukları nispette, milli
mes'ele ile köylülük meselesinin
çapraşık olması; büyük bir kısım
köylülüğün murabaha sermayesinin
esiri bulunması).
4) Köylülüğün sınıfî şuur seviyyesinin
çok aşağı olması ve teşkilâtsız
bulunması ve bizzat çok zaif, teşkilât
ve siyasi tecrübe itibarıla geri olan
Anadolu amele sınıfının sevkü
idaresinden mahrum bir halde
olması.
7.- Bundan dolayı halk fırkası
hükümeti köylülük inkilâbı vazifelerini
halledemedi ve onları halledemezdi.
Asgari bir hesapla 50 dönümden az
toprağı olan 837.000 yoksul köylünün
elinde 1.715.000 ha arazi bulunduğu
halde, adedi bir kaç defa onbinleri
geçmiyen büyük çiftlik sahiplerinin
elinde
8.650.000
ha
arazi
bulunmaktadir.
Köylülük
münasebetlerinde
bilhassa
şark
vilayetlerinde ve bilhassa millî
ekalliyetlerle meskun olan havalide,
el'an derebeylik idaresi artıkları
hüküm sürmektedir.
Aynı zamanda sınıfî tehalüf türk
köylerinde hızlanmakta, ve zengin
köylü inkişaf etmektedir; yoksul
köylüler topraktan mahrum, yarıcılık
ve ortakçılık etmeğe mahkûm,
murabahacıya, çiflik sahibine ve
tüccara esir bir haldedir; ve günden
güne
yoksullaşmakta
ve
proleterleşmektedir. Tabii afetler,
kuraklıktan münbeis fena hasatlar ve
kıtlıklar bu inhilâli çabuklaştırıyorlar.
Ortahalli köylülerden bir kısmı yoksul
köylü vaziyetine düşüyorlar ve
onlardan
yalınız
bir
kaçı
zenginleşebiliyor. Aynı zamanda,
ziraat
işçileri
çoğalıyor;
sermayedarların ve köy ağalarının
büyük ziraat işletmelerinde gittikçe
daha fazla daimi ziraat işçisi
kullanılıyor. Mevsim amele ve
ırgatları, çapacılar ve hasat işçileri
gittikçe çoğalıyorlar. Bütün bu
proleter ve yarı-proleter tabakalarının
maruz bulundukları soygun son
derecede vahşiyanedir.
Orta Anadoluda köylü mülkiyeti
hakim mülkiyet şekli olmakla beraber,
yarıcılık ve ortakçılık tarzı istismarı
tatbik edilen büyük çiftlik ve arazi
mülkiyeti de oldukça mühim bir
mevki işgal eder. Şark vilayetlerinde
birkaç kurt bey ve şeyhinin
uzaklaştırılmış olması oralarda tabii
"rant" vasıtası ile istismar olunan
köylülüğün
şeraitini
değiştirmiş
değildir. Köçebe aşiretlerde yarıpederşahi münasebat derebeylik
boyunduruk ve istismarını bir
dereceye kadar örter ise de, hakikatta
onları daha ziyade vahimleştirir.
Kemalistler tarafına geçmiş olan
küçük arazi sahipleri tabakası, nahiye
ve kaza ağaları ve kodamanları, bu
itibarla, yarıderebeyi vaziyetindeki
büyük çiftlik ve arazi sahiplerinden hiç
de geri kalmazlar. Bu zengin
beylerden, topraklarını sermayedarlık
usullerile işletmeğe başlamış olanlar
da yine birçok fazla tarlalarını
murabaha şeraiti dahilinde yarıcı ve
ortakçılara terketmektedirler. Garp
ve
cenup
vilayetlerinde
sermayedarlığın nispeten suratle
inkişafı bile derebeylik bakiyelerini
tamamile ortadan kaldıramamıştır.
Halk
fırkası
hükümeti
Vakıf
mülkiyetini ilga etmedi; o yalınız Vakıf
emlâk ve eraziyi idare ve onlara ırsen
tesarruf
eden
mütevellilerin
hukukunu
tahdit
istikametinde
korkakça bazı teşebbüsler de bulundu
ve bu topraklara bağlı olan esir
marabalardan çekilen fahiş iratlerin
ve şehir emlakının gelirini onlarla
paylaşmaya kalkıştı.
Emlaki milliye namı altında külliyetli
mikdarlarda Devlete ait cesim
çiftliklerin ve arazinin mevcudiyetine
ve keza gayri mezru milyonlarca
hektar metruk arazinin bulunmasına
rağmen, istihsal alet ve makinalarını,
sulama tertibatının, çift hayvanatının
köylülüğün ekseriyetinde fıkdanına
veya noksanına mebni, bu boş
topraklar mevcut içtimai şerait içinde,
(köylülüğün büyük ekseriyetinin
murabahcı tüccar sermayesine esirlik
şeraiti altında) köylülük meselesinin
halli için bir esas teşkil edemezler.
Aynı zamanda arazi mülkiyetine ve
murabahacı tüccar soyguncularına
bağlı olan kemalist burjuvazi gittikçe
daha ziyade bunlarla kaynaşmaktadır.
Murabahacı tüccar sermayesinin
köylülüğü istismarı gittikçe genişliyor
ve derinleşiyor. Bu itibarla burjuvazi
köylülüğün
istismar
şekillerinin
idamesinde menfaattardır. Sınai
ziraat, sanayie ham mevat temin
ettiği nispette, sanayi scrmayeside
köylülerin bu şekillerde istismarından
kendi gayeleri lehinde günden güne
daha ziyade istifade etmektedir.
Müstahsil kuvvetler nispeten aşağı bir
seviyede oldukları cihetle, memleket
menabiinin güvenilemiyecek bir halde
bulunmasına;
ve
kemalist
burjuvazinin, bugüne kadar el'an
memleketin sermayedarca inkişafını
çabuklaştırmak
için
ecnebi
sermayesini
ciddi
bir
tarzda
çekememiş olmasına mebni, halk
fırkası mütemadiyen daha ziyade
kendi
taliini
büyük
arazi
sahiplerininkine ve murabahacı tüccar
sermayesininkine
bağlamak
mecburiyetindedir. Aynı zamanda
halk fırkası hükümeti mali siyaseti
vasıtası ile köylülüğün ana kütlelerini
bir müstemlekeci soygunu mevzuuna
kalbediyor; Bütün bir sıra Devlet
inhisarları tesis etmesi ve Devlet sınai
işletmeleri vücude getirmesi hep bu
maksatladır. Takip edilen gaye
kafiyen milli sanayii himaye değil,
fakat bir taraftan hazine gelirini
artırmak için, istihlâk mahsulatını
bahalıya satmak (kibrit, cıgara kağıdı,
tütün, ispirtolu içkiler, v.s.), diğer
taraftan da demiryolu inşaatına ve
Devlet sanayiine sarfolunmak üzere,
köy
iktisadiyatından
azami
miktarlarda sermaye kopartmaktır.
Bu hususiyetlere mebni Kemalist
burjuvazi
köylülük
meselesini
halletmekten âciz olmakla kalmıyor,
fakat o, siyasetile büyük erazi
sahiplerinin
iktidarını
sağlamlaştırıyor, mürabahacı tüccar
sermayesinin
ve
sınai
tüccar
sermayesinin
iktidarını
da
sağlamlaştırıyor.
Ziraatta
sermayedarlık
münasebetlerinin
inkişafına mütevaziyen, halk fırkası
hükümeti köylülüğün soyulması ve
ezilmesi usullerini takviye ediyor ve
yeniden yaratıyor.
Köylerde halk fırkası büyük arazi
sahiplerine ve zengin köylülere
dayanıyor. Zengin köylüler, bilhassa
sermayedarlığın
en
ilerilemiş
bulunduğu mıntakalardaki türk zengin
köylüleri, halk fırkası cephesinde
bulunuyor. Proletaryanın müttefikleri
yoksul köylü ve orta halli köylü
kütleleridir; takımıyla tekmil köylülük
değildir.
8.- Rum ve ermenilerin kahir
ekseriyetinin
memleketten
kovulmaları, şehirlerde işgal ettikleri
iktisadi mevkilerin zorla rum ve
ermeni burjuvazilerinin ellerinden
alınması, rum ve ermeni büyük arazi
sahiplerine ve köylülerine ait
toprakların
müsaderesi,
milli
ekalliyetlere
mensup
kütlelerin
katliam ettirilmesi, halk fırkası
hükümetinin milli mes'eleyi "halli"
için baş vurduğu çareler işte
bunlardır. Milli ekalliyetlerin hakim
sınıfları (kürt derebeyleri, rum ve
ermeni
burjuvazileri)
istiklâl
mücadelesi esnasında, imperyalismin
müttefikleri ve türk milli inkilâbının
düşmanları idiler. Bunlara karşı
mücadelede
Kemalistler
mazur
addedilseler bile, başlıca darbeleri
emekçi kütleler üzerine düştüğünü
kaydetmek icap eder. Zaten o
zamanki Kemalist teşkilâtı, bu emekçi
kütleleri inkilâptan tarafa çekmek
için, köylülük inkilâbı vazifelerini ve
milli ekalliyetler meselesini halli
istikametinde ufak bir teşebbüste bile
bulunmamıştır.
Maamafih
bazı
ekalliyetlerin
memleketten kovulmaları ve kısmen
imha edilmeleri, kürt isyanlarının
tenkili, cebru şiddetle türkleştirme
teşebbüsleri, milli meseleyi günün
meselesi olmaktan çıkaramadılar; o
el'an büyük bir rol oynuyor.
Memleketin gayri mütesavi inkişafı,
milli ekalliyetlerle meskun havalinin
(Kürdistan, Lâzistan) mutlak ve nispi
geriliği türk burjuva Devletinin
vahdetini
daima
tehdit
eden
amillerdir. Milli kurtuluş mücadelesi
devresinde, aksi-inkilapçi bir rol
oynayan milli ekalliyetlerin hakim
sınıflarına
karşı,
kemalismin
mücadelesi,
imperyalisme
karşı
mücadelenin bir cüz'ünü teşkil
ediyordu. Şimdi ise bilakis halk
fırkasının milli meseledeki siyaseti
mürteci
ve
aksi-inkilapçı
mahiyettedir. O, bu mes'eleyi milli
ekalliyetleri türkleştirmek ve barbarca
ezmek teşebbüslerile halledemez.
Yalnız amele sınıfı, milli ekalliyetleri
kendi mukadderatlerını - türk
Devletinden ayrılmak ta dahil olmak
üzere- serbesçe tayin hakkına malik
kılmak için olan mücadelesinde,
ekalliyet işçilerini, derebeylerin ve
kendi burjuvazilerinin nüfuzundan
kurtarmak ve bu hakim sınıfların
iktidarını yıkmak için, onların sınıf
mücadelesini
teşkilatlandırmak
suretile, milli ekalliyetler mes'elesini
halledebilecektir.
9.- Mevcudiyetinin ilk devresinde,
Kemalismin
muhtelif
müterakki
islahatlar tahakkuk ettirdi. Milli
istiklâli elde eder etmez hükümdarlığı
ve hilâfeti tahrip, softa ve hoca
takımının hukukunu tahdit, dini
devletten tefrik, büyük bir ihtiyatla
kadmların kurtuluşunu temin, aşarı
ilga etmek, cumhuriyeti kurmak gibi
teşebbüslere girişti ve bunları
başardı.
Fakat şimdiki devresinde, halk fırkası
artık inkilâbi kabiliyetlerini tamamile
sarfetmiş bulunuyor. Halk fırkası
tarafından kurulmuş olan cumhuriyet,
amansız bir tedhiş siyaseti takip
etmesi, amelelerin ve köylülüğün ana
kütlelerinin
sınıf
mücadelelerini
boğması, Anadolu burjuvazisinin
imperyalism ajanı büyük ticaret
burjuvazisi ile ve murabahacı ticaret
burjuvazisi ile ve aynı zamanda büyük
arazi sahiplerile haşır neşir olması ve
nihayet
türk
burjuvazisinin
imperyalisme teslim olmak yoluna
girmiş
bulunması
sebeblerile
hükümdarlık
irticaını
tecessüm
ettiren eski büyük burjuvaziyi ve eski
derebeyi büyük erazi sahiplerini
mağlup etmiş olmakla beraber bizzat
kendisi gittikçe daha mürteci ve aksi
inkılâpçı bir mahiyet almaktadır. Milli
inkilâbın ilk inkişaf devresinde
diktatörlüğünü imperyalisme ve
imperyalismin Türkiye'deki ajanlarına
karşı kullanmış olan, Kemalist
burjuvazi, hali hazırda onu bilhassa
amele sınıfına ve köylülüğün ana
kütlelerine
karşı
kullanıyor.
Türkiye'de bütün bir sıra burjuva
halkçılığı vazifeleri halledilmemiş
duruyor. Yalınız amele sınıfının ve
köylülüğün
ana
kütlelerinin
yapacakları inkilâp bu vazifeleri
halledebilir.
10.Gidişi
ağır
da
olsa,
sanayiininkişafı hergün daha ziyade
sanayi proletaryasını fabrikalarda
demiryollarında madenlerde, çoğalan
imalathanelerde,
asri
nakliyat
işletmelerinde tekasüf ettirmektedir.
Köy iktisadiyatında sermayedarlığın
inkişafı neticesi, ziraat proletaryasının
kesafeti de büyük bir mikyasta
artıyor.
Muhtelif
grevler
proletaryada
sınıfşuurunun uyanmakta olduğunu
işaret ediyorlar. Kemalist burjuvazinin
diktatorluğuna
karşı
meyusane
mücadelesinde,
amele
sınıfı
sindikalarını yaratmaya çabalıyor. O,
aynı zamanda pişdar teşkilatını,
kommunist fırkasını da kuruyor.
Kemalist
burjuvazinin
başlıca
hedefleri: Amele sınıfını teşkilâtsız bir
hale irca etmek, onun müstakil
teşkilâtlarını yıkmak, kommunist
pişdarını mahvetmek, proletaryayı
"kendisi için sınıf" olarak teazziden
menetmektir.
Amele
sınıfının
kesafeti, kuvveti, teşkilât ve şuur
derecesi
bilhassa
burjuva
diktatorluğuna karşı sınıf mücadelesi
içinde ziyadeleşirler. Halk fırkasına
karşı mücadelede, proletaryanın
sevkü idare edici rolü için elzem olan
şerait
gittikçe
daha
ziyade
olgunlaşıyor. Proletarya, kommunist
fırkasının idaresi altında, muharrik
kuvvetleri amele sınıfı ve köylülüğün
ana kütleleri olacak olan, halkçı
burjuva inkilâbında hegemonyayı
elinde tutacaktır. Mütenevvi ahval
dolayısıla (S.S.C.İ.'nin yakınlığı, köy
ahalisinin
oldukça
derin
tabakalaşması, garpta beynelmilel
inkilâpçı amele hareketinin, şarkta
milli kurtuluş mücadelelerinin inkişafı,
v.s.) bu halkçı burjuva inkılâbı suratle
sosyalist
inkılâbına
tahavvül
edecektir.
11.- Elyevüm halk fırkası derin bir
buhran
geçiriyor.
İnkilâbın
halledememiş olduğu meseleler sınıf
zıddiyyetlerini
vahimleştiriyor.
İmperyalismin soygunu memleketi
takattan düşürüyor. Halk fırkası
hükümetinin
harici
siyaseti,
memleketin beynelmilel vaziyetini,
onu muhtelif imperyalistlerin yakın
şarktaki
mücadeleleri
içine
sürüklemek suretile, gün geçtikçe
daha karışık bir hale getiriyor.
İmperyalistler Türkiye'nin güç bir
iktisadi vaz'iyette bulunmasından
bil'istifade gitikçe daha büyük metalip
ileri
sürüyorlar;
halk
fırkası
hükümetini gitikçe daha mühim
imtiyazlar vermeğe ve tamamile
teslim olmaya mecbur etmek için
uğraşıyorlar. Kendini buhran kıskacına
kaptırmış olan ve imperyalistlerin
mütezayit metalibini tatmin etmeğe
icbar edilen halk fırkası yeni
manevralarla kendine bir kaçamak
yolu araştırıyor ve S.S.C.İ.'na yeniden
yaklaşmak
teşebbüslerinde
bulunuyor.
Köylerin
murabahacı
tüccar
sermayesi tarafından soyulması yarıderebeylik esaretini doğuran, ziraî
münasebetlerin genişlemesini ardısıra
getiriyor.
Köylülüğün
harabiye
sürüklenmesi ve sanayinin çok ağır
inkişaf etmesi, dahili pazarın inkişafını
dar bir kadro içinde tahdit ediyor. Üç
sene üst üste fena mahsul alınması
derin bir kesatlığı mucip oldu. Bundan
başka son zamanlar artık zirai buhran
Türkiye'de mütezayit cihanşümul zirai
buhran şeraiti dahilinde inkişaf
ediyor. Sanayide de bir durgunluk
hüküm sürüyor. Osmanlı borçlarının
tanınması ve ödenmesi, menfi harici
ticaret
bilançosu,
iktisadiyatın
durgunluğuna
rağmen
bütçenin
tezayüdü mali buhranı mütemadiyen
vahimleştiriyorlar. Türk lirası seri bir
tempo ile kıymetini kaybediyor.
Halk fırkası hükümetinin buhranı
tahfif için ittihaz ettiği tedbirler
(ecnebi memleketlerden emtia ve
makina ithalatının tenkisi, ihracatın
teşvik ve tezyidi, bazı sanayi
şubelerini
bilhassa
mensucat
sanayiini suratle inkişaf ettirmek
teşebbüsleri, yerli malı istihlâki
lehinde şiddetli propaganda, sanayie
Devlet muavenetinin artırılması v.s.)
hali hazır buhranı mahsus bir
derecede tahfife müncer olamazlar.
İktisadi buhran halk fırkasını bir
taraftan ecnebi sermayesi önünde
teslim olmak yolunda, diğer taraftan
da amele sınıfını ve köylülüğün ana
kütlelerini şiddetle istismar etmek
yolunda mütemadiyen ileriye doğru
itiyor. Müstahsil kuvvetlerin aşağı
seviyyede bulunmaları, ve aynı
zamanda burjuvazinin suratle sanayii
inkişaf ettirmek arzusunu beslemesi
neticesi, amele sınıfının ve başlıca
köylülük kütlelerinin istismarı son
derecede vahşiyane bir mahiyet
taşıyor. Fakat bunun neticesi olarak,
amele sınıfının ve köylülüğün
mukavemeti de artıyor. Başlıca köylü
kütlelerinin
hoşnutsuzluğu
ziyadeleşiyor. Amele sınıfı içinde
kemalist burjuvaziye ve onun
hükümetine karşı düşmanlık hisleri
için için kaynıyor. Harabiye duçar olan
küçük burjuvazi mütemadiyen halk
fırkasından uzaklaşıyor ve çok defa
mürteci anasırın tesiri altına düşüyor,
iktisadi buhran ve halk fırkasının
içtimai temelinin darlaşması, yarıderebeyi büyük arazi sahiplerinin ve
imperyalisme bağlı ve inkilâp
tarafından zedelenmiş olan eski
büvük
ticaret
burjuvazisinin
(komprador)
muhalefetini
canlandırıyor. Milli sanayi sermayesi
ile milli banka sermayesinin bir arada
kaynaşması
vetiresi
başlamış
olmasına rağmen, bizzat kemalism
cephesinde burjuvazinin muhtelif
hızıpları arasında dahili bir mücadele
cereyan edip duruyor. Sanayi
burjuvazisi sınai mamulat üzerinden
alınan
gümrük
rüsumunun
yükseltilmesi lehinde bulunuyor.
Ziraat sermayedarları ve büyük arazi
sahipleri zirai mahsulâta yüksek bir
gümrük tarifesi konmasını istediler ve
bunu
elde
ettiler.
Ticaret
burjuvazisine gelince o umumiyetle
ithalata karşı yüksek bir tarife vazına
karşı
mukavemet
ediyor.
İmperyalisme bağlı yeni büyük ticaret
burjuvazisi gün geçtikçe daha ziyade
ecnebi sermayesi ile meczoluyor ve
halk fırkası hükümetini imperyalisme
teslim olma yolunda daha çabuk
yürümeğe icbar ediyor.
Fakat imperyalismin cihan harbinden
sonraki inkişafının üçüncü devresi
şeraiti içinde, milli inkilâbı müteakip,
milli kurtuluş mücadelesinin ve
proletaryanın sınıf mücadelesinin
hızlanış şeraiti dahilinde, ve amele
sınıfının ve köylülüğün mütezayit
mukavemeti
şeraiti
dahilinde,
imperyalistlerle bir anlaşma son
derecede
güçleşmiş
bulunuyor.
Mamafih
amele
sınıfının
ve
köylülüğün hoşnutsuzluğu henüz halk
fırkası hükümetini yıkmaya muktedir
bir kuvvet haline gelmiş değildir.
Denilebilir ki bu hükümet bugüne
kadar
inkilâp
kuvvetlerinin
teşkilâtlanmasına,
onların
halk
fırkasının hakimiyetini devirebilecek
bir derecede temerküz etmelerine
mani olmağa muvaffak oldu. Buna
mebni kommunistlerin esas vazifesi:
amele sınıfını teşkilâtlandırmak,
proletaryayı
seferber
etmek,
proletaryanın müstakil bir sınıfi
kuvvete istihalesini hızlandırmak işleri
üzerinde toplanır. Mütezayit geçinme
pahalılığı, hakiki (reel) ücretlerin
kuvvetli
azalışı,
işsizliğin
ziyadeleşmesi, fırkanın fealiyeti için
müstesna bir surette müsait şerait
yaratmıştırlar.
Fırkanın başlıca ve derhal ifa edilecek
vazifesi:
proletaryanın
iktisadi
savaşlarına meydan vermek, onları
teşkilâtlandırmak ve sevku idare
etmektir. Fırka bu vazifeyi başarmak
için, fabrika komitaları, sendikalar
yaratmak, ve onlar vasıtası ile,
kütlelerle rabıtasını takviye etmek
mecburiyetindedir.
Kommunist
fırkası, amele sınıfını geçici gündelik
metalibi lehinde mücadele için
seferber
etmek,
bu
metalibi
mücadelenin nihaî gayeleri ile
bağlamak, sınıfı mücadele esnasında
onu teşkilâtlandırmak ve sınıf
şuurunu
tavlamak
suretlerile,
proletaryayı en esaslı mücadelesi
olan, halk fırkasına karşı mücadele
vaziyetine isal edebilir. Ancak
köylülüğün başlıca kütlelerini geçici
gündelik metalipleri için olan
mücadeleleri esnasında ve bu
mücadeleleri zirai inkilâp programına
bağlamak süretiledir ki kommunist
fırkası onları seferber etmeğe,
teşkilâtlandırmağa,
mücadele
esnasında, amele sınıfı ile köylülüğün
ana kütleleri beyninde, amele
sınıfının idaresi altında bir ittifak
yaratmağa muvaffak olur. Ve ancak
kommunist
fırkasının
rehberliği
altında vücut bulan bu amele ve köylü
ittifakı ardı sıra şehirlerin yoksul
ahalisinin
ana
kütlelerini
de
sürükleyebilir.
12.- Milli kurtuluş hareketi baş
gösterdiği zaman, kommunist partisi
henüz
mevcut
değildi.
Ancak
imperyalism aleyhtarı mücadelenin
burjuva
rehberliği,
Ankara'da
muntazam bir hükümet şeklinde
tebellür ettikten sonradır ki, bütün
memlekette dağınık bir halde
bulunan muhtelif kommunist unsurlar
ve gruplar, muharebe patırtıları
esnasında, emekçi kütleler üzerinde
bir tesir icra edebilecek bir tek fırka
halinde
teşkilâtlandılar.
Fakat
marxist-leninist nazariyat ile pek az
ülfeti
olan
küçük-burjuva
münevverleri tarafından Ankarada
yaratılan bu teşkilât (halk iştirakiyun
fırkası), itilaf ordularının işgali altında
bulunan amele merkezlerinden tecrit
edilmiş olmasına mebni, bir küçükburjuva köylü fırkası mahiyetini
almakta gecikmemiş; ve -istiklâl
mücadelelerinin ilk merhalesinde çok
kuvvetli olan- yoksul köylü haraketini
kommunisme doğru çevirmek, ve
onun
başında,
milli
kurtuluş
haraketinin
hegemonyasını
elegeçirmek hedefi üzerine bütün
gayretlerini teksif etmişti. Halk
iştirakiyun fırkasının "yeşil ordu'"
(kemalistlere hasım, yoksul köylülerin
inkilâpçı teşkilatı) ile ve onun
elebaşılarıla kaynaşmasının sebebini
burada
aramak
lâzımdır.
Kommunistlerden yardım gören "yeşil
ordu"nun bir ara kemali ve
taraftarlarını yenmesine ve onların
yerini tutmasına ramak kalmıştı.
Bu teşebbüsün mağlubiyeti ve
S.S.C.İ.'de bulunan harp esirleri
arasından
KB.nin
[Komünist
Beynelmineli] müzahereti ile doğmuş
olan Türkiye kommunist fırkasının baş
teşkilâtçılarından "onbeş" mücahidin,
kemal
ve
yaranı
tarafından,
kahpelikle kurulmuş bir tuzağa
düşürülmeleri
ve
canavarcasına
boğazlattırılmaları,
kommunist
teşkilâtını tali rola irca etmişti
(kânunusani 1921). Fakat kommunist
propagandasının,
kütlelerin
alâkalarını
ve
muhabbetlerini
uyandırmış olduğunun en iyi delili,
amele inkilâbının öz mücahitlerinin
her türlü faaliyetini zalimane bir
tarzda bastırdığı aynı sırada, Ankara
hükümetinin bizzat kendisi bir sahte
komünist fırkası teşkiline ihtiyaç
hissetmiş olmasıdır. Bu kaba hileye
müracatten maksat Anadolunun
emekçi kütlelerini K.B.inden ayıran bir
duvar vücuda getirmek ve kommunist
propagandası kendilerine tesir etmiş
olan işçileri ve köylüleri aldatmak ve
teşkilatsız bir halde tutmak idi.
Bütün bu müddet esnasında,
1919'dan bil'itibar teşekkül etmiş
olan genç türk marksistlerinden
mürekkep bir grup (III. Beynelmilel
grupu), milli ekalliyetlere mensup
anasırdan mürekkep bir inkilâpçı
sendikalist teşkilât ile (beynelmilel
işçiler ittihadı) teşriki mesai sureti ile,
İstanbulda ve civar vilayetlerde amele
sınıfı arasında, müsmir bir neşriyat ve
teşkilât fealiyeti sarfediyordu. İnkilap
hareketlerinin
marksist-leninist
prensipleri türk işçileri arasında
tamim ve türkiyaya tatbik eden, ilk
sınıf mücadelesine müstenit meslek
birliklerini yaratan ve imperyalist
işgali
altında
inleyen
emekçi
kütlelerle anti-imperyalist cephede
çarpışan amele mücahitleri arasında
tesanüt ve irtibatı temin eden o idi.
İstiklâl
harbinin
zaferindenberi
mevcudiyetini
bütün
tethişlere
rağmen idame eden ve el'an bugün
kommunist
hareketinin
başında
bulunan fırkanın, K.B.nin Türkiye
şubesinin esas nüvesi bu gruptan
müdevverdir.
Beyaz tethişin mütevalî darbeleri
T.K.P.nin faal kadrosunda birçok
tahribat ika etmiştir. Maamafi bütün
bu cebrü şiddet -onu zaman zaman
zafa duçar etmekle beraber- günden
güne inkişaf etmekten ve büsbütün
bir proletarya fırkasına tahavvül
etmekten men'edemedi. Bu inkişafta
üç merhale tefrik olunabilir:
1. 1925'te, tam bir burjuva
diktatörlüğü ve müstesna kanunlar
idaresi teessüsüne kadar geçen
müddet zarfında, mutlak bir tarzda
kanun
haricinde
yaşamak
mecburiyetine
irca
edilmezden
evvelki, dört senelik devrede,
kommunist fırkası çok iyi bir
propaganda ve fikriyat faaliyeti
sarfetti; taktik hatalarına düşmüşse
de peyderpey bunları bizzat kendisi
tashih, ve amele sınıfının inkilabi
hareketini bilfiil sevkü idare etti.
2. 1925-1927 devresinde fırkanın
merkez komitası artık kendisine
terettüp eden vazifeleri başaracak bir
seviyyede bulunmuyordu. En azimkar
azalarının mahkum edilerek haraket
haricine atılmış olmasından, o son
derecede zaif bir hale gelmiş, istiklâl
mahkemelerinin
tethişkâr
kararlarından gözü korkmuş ve kuvvei
maneviyesi
kırılmıştı.
Böylece
kendisini
kaptırdığı
yılgınlıktan
münbeis musırrane hareketsizliği
(Pasivite) mazur göstermek ihtiyacı ile
o içtimâi-iktisadi vaz'iyetin bir
menşevikce takdirine saplanmış ve
tam manası ile tasfiyeci (likidasyonist)
bir fikriyat ileri sürmüştü. Bu devrede
fırkanın tamamiyle inhilâl etmemiş
olmasını mahalli teşkilâtların yılmaz
dayanıklığına
ve
kommunist
gençliğine mensup mücahitlerin
sebatlı faaliyetine borçluyuz.
3. T.K.P. muhacerette bulunan
K.B.ninbila kaydü şart itimadını haiz
mahkûm rehberlerin idaresi altında
1927'de, bu korkak ve fikriyat itibarı
ile tereddiye uğramış amirleri
başından attı: ve tecrübe edilmiş ve
K.B.nin hattına sadık fırka ve
kommunist gençliği mücahitlerinden
mürekkep yeni bir idareci kadronun
rehberliği altında yeniden inkilabi
mücadelelere atıldı. Bu dönümün
tatbikinden münbeis hiyanetler,
kütlevi tevkifat ve mahkûmiyetler
fırkanın inkişafını sekteye uğratmak
şöyle dursun ona büyük bir hız
verdiler
ve
işçiler
nezdinde
kommunismin itibarını yükselttiler.
Bu
suretle
belini
doğrulttuğundanberi, fırka, beyaz
tethişe ve halk fırkası diktatörlüğünün
başıboş soygununa karşı sistemli bir
mücadele yürütmekle beraber, kendi
teşkilâtını sağlamlaştırmağa ve sanayi
işçileri içine gittikçe daha derin bir
tarzda kök salmağa itina etmektedir.
Bu fealiyet onu mütemadiyen resmi
makamatın günden güne şiddetlenen
takiplerine ve tecziyelerine maruz
kılıyor. Denebilir ki T.K.P. ile halk
fırkası hükümeti arasında fasılasız ve
amansız bir mücadele devam edip
duruyor. Bu çarpışmaların çetinliği
fırkaya, muhtelif zamanlarda kendi
safları arasına sokulmayı becermiş
olan T.K.P.nin tabiî serpilmesine engel
teşkileden
tekmil
unsurları,
oportünist tasfiyecileri, küçük burjuva
siyasetçilerini,
troçkistleri
veya
sadece bilavasıta polis hesabına
çalışanları
tedricen
meydana
çıkarmak ve bunlardan kommunist
teşkilâtlarını temizlemek imkânını
verdi. Son zamanlar, bu safra (balast)
anasırdan arta kalanlar, uzun müddet
evvel fırka haricine atılmış bütün
murtetler (renegat) ile birleşerek,
amele sınıfı içine nifak tohumlari
ekmek ve böylece K.B.nin Türkiye
şubesini, dahilî çekişmeler ve
kavgalarla yıkmak maksadı ile bir
"polis provokasyonu fırkası" teşkil
ettiler. Bir taraftan bu caniyane
teşebbüs, diğer taraftan muhtelif
vilayetlerde
yeniden
yapılan
kommunist tevkifatı, T.K.P.nin elan
bugün bile şüpheli veya doğrudan
doğruya polise bağlı bazı anasırı ihtiva
ettiğini göstermektedirler.
Bu şerait altında T.K.P.ye atideki
vezaif terettüp etmektedir:
T.K.P. bu kovulmuşlar (renegat)
teşkilatına karşı bütün azmi ile
mücadele etmeli; onu sevkü idare
edenleri, burjuvazinin ve halk fırkası
polisinin,
yüzlerine
kommunist
maskesi geçirmiş uşakları olarak
merhametsizce teşhir etmeli ve bu
nikabı yırtmalıdır; o, yenibaştan
teşkilâtlanma fealiyetini daha ziyade,
hizipçilik mücadelelerinden ve polis
provokasyonlarından hariçte kalmış
sınai işletmelere doğru tevcih etmeli;
her nevi işletmelerde amelenin
işleme şartlarını ve herşeyden evvel,
halı hazır iktisadi buhranla ve türk
lirasının kıymetini kaybetmesi ile
alakadar
olmak
üzere
ücret
meselelerini (altın esasına müstenit
hakiki ücret şiarı) çok yakından tetkik
etmeli; iktisadi metalip hareketlerini
inkişaf ettirmek maksadı ile (halk
fırkasının elinde olsun veya olmasın)
el'an kanunî bir mevcudiyete malik
tekmil
amele
cemiyetlerinde
kommunist fraksiyonlarının faaliyetini
şiddetlendirmeli;
bundan
mada
işletmelerde
filiyat
komiteleri,
metalip mücadele komiteleri vs.
teşkiline başlamak ve bunlar delaleti
ile ameleyi iktisadi mücadelelere
sevketmek, grevler ilan ettirmek ve
siyasi kütlevi nümayişler yaptırmak
suretleriyle yeni meslek birlikleri
teşkili lehinde fasılasız bir faaliyet
sarfetmelidir. Sendikalar (meslek
birlikleri) arasında usüllü sebatkâr bir
çalışma ile ancak, fırka kütleleri
nüfuzu altına alabilecek ve sevkü
idare edeceği sınıf mücadelelerinde
teşkilâtçılık kabiliyetleri ve proletarya
davasına fedakârlıkları sabit olan genç
ameleleri içine alarak kadrolarını
tazelemeğe ve kuvvetlendirmeğe
muvaffak olacaktır.
Fırkanın yenibaştan teşkilâtlanması
işinin,
halkçı
merkeziyetçiliğinin
iptidai şartı olan ve onsuz hiçbir
bolşevikleştirme tedbirinin tahakkuk
ettirilmesi mümkün olmayan bir
demir disiplin parulası altında
cereyan etmesi elzemdir. Fakat bu
disiplin, fırkanın kanun haricinde
çalışmak
mecburiyetinde
bulunmasından
münbeis
gizlilik
şeraitine zarar iras etmiyecek bir
tarzda, fırka önünde duran hayati
meselelerin hücrelerde ve mahalli
komitelerde geniş bir halkçılık
dairesinde münakaşa olunmasına
mani olmamalıdır.
Kovulmuşlara (renegat) oportünist
tasfiyecilere, ve sair kemalist
burjuvazi ajanlarına karşı mücadelede
en büyük muvaffakiyet teminatı, bu
mücadeleyi asla bir tekkeci (sekter)
zihniyetiyle
yapmayarak,
gerek
merkez komitasının, ve gerek havali
teşkilatlarının işlerini ve fealiyetlerini
gayet ciddi bir nefsi tenkide tabi
tutmak suretiyle, yapmak olduğunu
bir an bile unutmamak icap eder.
Böylece, TKP rehber kadrosunun
mazinin ve halin hatalarını tashih
etmek ve aynı hatalara bir daha
düşmemek, hususundakı sarsılmaz
iradesi hakkında, şuurlu ve namuslu
kommunist
ameleler
nezdinde
kuvvetli bir kanaat hasıl olarak,
mütekabil itimat kuvvvetlenecek ve
fırkanın itibarı ziyadelenecektir.
Komintern arşivKomünist Enternasyonal Yürütme
Komitesi Doğu Sekretaryası f.495, op.
154
Aralık 1929 - Şubat 1930 KEYK Doğu
Sek. KEYK Doğu Sekretaryası’nın Türk
sorunu üzerine Magjar tarafından
hazırlanmış tezleri. Rusça - Fransızca
CD: 34 Klasör: 4_6 Belge: 486-526
MARAŞTAN BİR XABAR DAHA GELDİ !
ULUDEREDE OTUZBEŞ SELVİ
Yıl bin dokuz yüz tetmiş sekiz.
Maraş’tan bir haber geldi.
Cellatlar iş başında.
Derisi yüzülecek Nesimi,
Asılacak
Hallacı-ı Mansur,
Bedrettin
Ve Pir Sultan aramakta.
Kapı,kapı, sokak, sokak.
Hainler pusuda.
Mazlum, kan uykuda.
Erkan-ı a-a-li,
Tıkamış kulaklarını
Duymamakta.
Caniler cihat ister.
Katiller can alır.
Devlet yok!
Destek yok!
Silah yok!
Sinmiş kuytuya vatandaş
Çaresiz, bekler.
Cellat,
Canını ne zaman alır?
Maraş
Sivas
Gazi
Çorum
Soruma cevap arıyorum.
Ölüm yolunda otuzbeş selvi vardı.
Otuzbeş…
Ömrün yarısı değil sonu..
Otuzbeş…
Eve ekmek götürmeyi aşmayan hayaller
Otuzbeş…
Gecenin karanlığında döküldü yapraklar
Otuzbeş…
Kökler yerde, başlar yıldızlarda
Otuzbeş…
ama bir hain karanlık vurdu onları
Otuzbeş…
Ne kökleri yerde, ne başları yıldızlarda
Otuzbeş…
Selviler sallanmıyorlar rüzgârda.
Otuzbeş…
Gök kuşağının renkleriyle sarıldı her biri
Otuzbeş…
Geldikleri yere döndüler sessiz sitemsiz
Otuzbeş…
Bombalar, füzelerden çok kanlı akıllar katletti onları
Otuzbeş…
Marş’a, Sıvas’a katıldılar tabur tabur
Otuzbeş…
Zilan’a, Çorum’a taşıdık onları
Otuzbeş…
Bu topraklar onların dönüş hikayeleriyle dolu
Otuzbeş…
Helalleşmemişlerdi geri geliriz diye
Otuzbeş…
Bilmezlerdi kendi topraklarında katledileceklerini
Otuzbeş…
Hepimiz vurlduk Uludere’de hepimiz
Yetmiş milyon kana bulandı ellerimiz
Tetikçiler kadar bizde suçluyuz
Savaşsız, özgür
Ve
Kardeşçe yaşamak,
Daha çok mu zaman alır?!
SüLEYMAN DEPREM
ŞÜKRİYE ERCAN
BİLİRMİSİN
sen cezaevi nedir bilirmisin
senelerin dört duvar arasında geçmesini
sen falaka nedir bilirmisin
açlık nedir bilirmisin
sen hücre nedir bilirmisin
oralarda farelerle ekmeğini paylaşmayı
ışık sızmayan nemli havasında
kalabilirmisin sen
gardiyan nedir bilirmisin
dışarda statün ne olursa olsun
içerde herşeyden mahrum
mahkum olmak nedir bilirmisin
sabah akşam sıraya dizilip
sayılmak nedir bilirmisin
kulağı çınlatan demir kapının sesini
demir parmaklıklar arasından
gökyüzünü seyretmeyi bilirmisin.
tek dostun olan ranzaya uzanıp
geçmişini düşünüp
kadere isyan etmiş mahkumları
anlayabilirmisin sen
cezaevi tuzağı nedir bilirmisin
insani duyguların yok oluşunu
hayata küsmenin manasını bilirmisin
bilemezsin elbet.
dışarıya hep özlemle bakmak
ışığa hasret gitmek
hep karanlığı yaşamak
özgürlüğe susamak
bilemezsin elbet.
çünkü isteklerin tek kelimeyle hallolmuş
özgürlüğü sınırsız yaşamış
yarınlara güvenle bakmışsın
başka yaşamı düşünmezsin elbet
en güzel kızlarla gezmiş
her gün değişik kıyafetlere bürünmüş
saçların özel kuaförlerde yapılmış
aklın hep havalarda gezmiş
hayatta çile çekmemişsin
elbette anlayamaz bilemezsin.
biz hep bu hayatı tatmış
hayata ezilerek alışmış
daha doğarken kaderimiz çizilmiş
her acıya göğüs germiş
biz böyle dünyada yetişmişiz
birgün güneş bizede doğacak
yarınlarımız umut dolacak
Bu esaret zinciri kırılacak
ÖZGÜR olacağız.
METİN UZUNÖZ
(VAN CEZAEVİ – 1982)
TEKRAR DOĞACAĞIM
SÖZÜMÜ TUTMAK İÇİN
Sana söz veriyorum
Güzel bir dünya kurmak için
Ben ölsemde ben doğacağım
Sözümü tutmak için
Açlık ve sefalet olmayan dünya
En gururlu hediyemiz olacak
Ben o dünyayı göremesemde
Yeniden doğacağım hasret düşlediğim dünyam için
Belki kapana kısılmış çaresiz durumda
Yılgınlık aşımı vursalarda bana
Damarlarımda durmayan kızıl kanımla
Sana söz veriyorum yeni bir dünya için.
ADNAN BOZDEMİR
(VAN CEZAEVİ – 1982)
KADİM HİKAYELER
VENÜS
Ve daha önce sarıldık
Ve sıkıca tutunduk
Aşılmaz dağların karlı zirveleri arasında
koyakların, ulaşılmaz yerlerinde,
ateşle aydınlanmış mağaralarımızda,
korkuyla titreyerek çoğu zaman,
usulca sokulmuş birbirimize beklerdik.
Yeri göğü inleten ve canhıraş çığlıklar atan
gözü dönmüş canavarların, hepsi bizi gözlerdi
kimi ulu ağaçların tepesinden,
göklerin maviliklerinden ve bulutların,
karlı ak tepelerin aralarından,
vızıldayarak, kükreyerek üzerimize uçar,
kimi toprağı yararak can nefesimizi alırdı.
İşte böylece gökyüzüyle yalnız kalabilmek için fırsatlar
kollar, mağraların içine doğrudan yıldızlara bakan
bacalar
açmaya başladık
Aramızdan birçoğu ölürken daha hızlı da üremek
yanlıştı;
bu yüzden kalanlar oluştu:
Kalanlar kendilerini her türlü tehlikeden uzak tutmak
için günlerce yıldız bacalarında kalmış, pek
çok kereler avlanmada ustalaşmış, 7 si erkek, yedisi
kadın çok akıllıca sözler söylemeye başlamışlar
herkese birer değişik taş verip, üzerine büyülü sözler
söylemişler
bu sözler yıldız dilinde o devirlerde dünyaya gelen dalga
ışını içerisinde
ilahi ve yaşamsal olan sonsuzluğun birinci günü ezgisini
taşımaktaydı….
Ve ışık farklı kaynaklardan hep ulaştı öncülerine
İşittim, duydum yakarını,
sevgi adına sevdalandığın,
o güzelim kokulu kır bahçelerini,
gördüm yaşadım serin pınarların gençliği armağan
etmelerini.
Saygıdır önadı yaşamı idrak edebilmenin,
mabedidir her hane, her orman, her mağara
ulaşınca bana, asırların bilgeliği altında
ve bunca güzelliğinin karşısında
aşktır duygum sevdalısıdır derinliğinin,
mucididir yeni heveslerin
Venüsümdür göklerde yıldızım.
varisiyimdir tüm sevgilerinin
ATHURA HÜRMÜZ
DERİN BİR SESSİZLİĞİN ALTINDA YATAN SIR PERDESİ…
Derin bir sessizliğin altında yatan sır perdesi…
Bakışlarının kimsesiz hali,
Suskunluğunun sadakati…
Hafifçe gülümsemen
Ve o kaçamak bakışlar
Seni sana anlatmaya yetmeyen birkaç sözcük…
Derin bir sessizliğin altında yatan yüreğim…
Bakışlarına yelken açışım
Kimsesiz suskunluğumun kalb atışları…
Hafifçe bana bakman
Ve tekrari gülümsemen…
Beni bana anlatmaya yetmeyen sevgin.
Ve birkaç parça yürek sancısı…
Derin bir sessizliği yüreğinde taşıyan uçurum…
Kanatlarımın takatsiz uçuşu.
Kollarında uyumam
Sessizce ninni söyleyişin
Fısıldaman kulaklarıma
Ve o kimsesiz bakışlarım…
Gözkapaklarımın sancısı…
Beni sana getirmeye kalkışan yüreğim
Ve o bildik melodi…
Bakışlarının altında yatan sır perdesi…
Kaç katlı suskunluk.
Kaç yürek çarpıntısı beni sana anlatmaya yeter,
Kaç kelime bozar bu suskunluğun dilini…
Şimdi dokunmak istiyorum kelimelere ve yüreğine…
Bir kelimede olsa dinlemek istiyorum gözlerine
bakarak,
Saçlarına dokunarak,
Diline ve yüreğine
Dolanarak…
Gelsem kaçacak bakışların
Ve o kimsesiz zaman
Ve o kimsesiz zamanların suskun kızı…
GÖKHAN BİÇER
YALNIZLIK -- YÖN
ÖFKE -- ÖLÜM
Yalnızlık
Azalmaktır.
Kendine yabancılaşmaktır.
Tek başına kalmaktır bir istasyonda.
Bir köşeye çekilip,
Herkese yol vermektir.
Suskunluktur.
İçini dökmektir dağlara.
Sevgiden yoksunluktur.
Yarın korkusunu yaşayıp,
Kendinden uzaklaşmaktır.
Tutsaklığıdır canın tene.
El yordamıdır karanlıkta.
İçindeki sürek avına sabırdır.
Bir soluktur efkara.
Akrepsiz yelkovanıdır yaşamın.
Teslim olmaktır iç dünyaya.
Yön;
Önünü, ardını bilmektir.
Yanılmalarını ortadan kaldırıp,
Bulunduğun yere gitmektir.
Rüzgarda duman olup tütmektir.
Deniz feneridir açık denizlerde,
Yüreklere sızı düşerken.
Yakamozdur
Işıktan yol yol.
Karanlıkta
Bir yeri eşerken
El feneri,
Aydınlıkta yanılgıya düşerken
Tanyeridir
Yön.
Batarken güneş gibi
Bir gruba dönüşmektir ufukta.
Kuzey yıldızıdır gecede,
Sonsuzluklarda pusula.
Öfke;
Gülde dikendir.
Bazen son sözün,
Bazen iki gözün
İki çeşme.
Akarken kuruyan pınardır bazen.
Yakamozlarla dinlenirken
Birden delilenen tusunamidir denizde.
Bir mum ışığı gibi titreyen aydınlıktır.
Boradır,
Tipidir.
Gözü karadır,
Sözü yaradır.
Kontrolden çıkışıdır aklın.
Lav püskürten yanardağdır.
Patlamaya hazır bombadır öfke
Ölüm;
Gözyaşına dokunup
Kullanılmış bir bedene dönmektir.
Birazda tarih olup,
Yanarken sönmektir.
Tepki vermeyen ettir.
Şuurun kaybolmasıdır sonsuzlukta.
Fotoğraflarda surettir.
Bir ilmektir.
Yaşamdan
Kendini
Silmektir.
Ölüm…
AHMET CANBABA
ÇOK, ÇOK KÜÇÜKTÜM ABİ
Çok, çok küçüktüm abi
seni kaybettiğmde
YÜREĞİM ÇOK BÜYÜKTÜ
hala çok küçüğüm abi
yıllar yıllar geçti
kolay olmayacağı belli idi
yüreğim daha mı küçüldü?
Oysa;
Mitinglerden kaldı
fitiller yüreğimde
gece afişlerinde
sabah buluşmalarında
uyumadan
hazırlanış
korsan mitinglere
yaşam kurşun misali
gözler, o gözler
çakmak çakmak
gözler, o gözler
çakmak çakmak
korku yok
telaş var
yoldaşları koruma adına furukolardan
devrim sevdası düşmüş yüreğe
mücadelede yaşamanın nedeni
devrim olmalı
ölmenin nedeni Devrim ve Sosyalizm
Ellerinden, ayaklarından değil
gözlerinden vurmalı faşistleri
kör kuyulardan çıkartıp anıları
boş sözlerden vazgeçmeli
dayanışmayı eylemlerde yaşatmalı
bir daha yürekler dağlanmadan
diyorum ya abi,
kalmadı kurşun gireccek yer
“makinalı gerek, top gerek Atilla Acartürk’ü”
unutturmak için
biliyorsun ya abi
“Sen benim yaşamımdaki en büyük güzelliksin”
TÜLAY ACARTÜRK

Benzer belgeler