Terkip ve İnşâ

Transkript

Terkip ve İnşâ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Haki Demir
FİHRİST
Takdim / Editör – 2
Sadırlardaki İlim - I / Ali Yurtgezen – 4
Genel Yayın Yönetmeni
Metin Acıpayam
İslam Medeniyetinin Mukaddimesi: Câmi
Ahmet Doğan İlbey – 7
Editör
Adnan Köksöken
Medeniyet Akademisi / Haki Demir – 10
Abonelik
Yıllık abone: 80 TL
Altı aylık abone: 40 TL
Medeniyet Akademisi İhtiyacı
A. Bülent Civan – 14
Medeniyet Akademisi Niçin Kurulamıyor? /
Faruk Adil – 19
Hesap Numarası
Metin Acıpayam
PTT K.Maraş şubesi -11093404-
Medeniyet Akademisinin Muhtemel Zararları
Nurettin Saraylı – 23
Mizanpaj
Atilla Fikri Ergun
Medeniyet Akademisi ve Medrese
İbrahim Sancak – 27
Baskı
Fikirteknesi Yayınevi
İrtibat
Tel: 0507 465 58 88
E-mail: [email protected]
[email protected]
Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com
Twitter: twitter.com/terkibinsadergi
Medeniyet Akademisi ve Müessese Fikri / Ebubekir Sıddık Karataş – 31
Medeniyet Akademisinin Asgari Faydası
Selahattin Adanalı – 33
Medeniyet Akademisi ve Siyasi Ufuk
Ahmet Selçuki – 36
Tamer Murat ile Musikimiz Üzerine Mülakat
Metin Acıpayam – 39
İdare adresi
İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı
Kat:1 no:4 K.MARAŞ
İslam Medeniyetinde Müzik Mektebi
Çağatay Haznedaroğlu – 41
ISSN: 2449 - 2999
Müzik Külliyesi / Metin Acıpayam – 43
‫ووو‬
Tabakat Çalışmaları / Hamza Kahraman – 46
‘Medeniyet Akademisi’ Kurmak Zaman, Enerji
ve Malî Kaynak İsrafıdır / Atilla Fikri Ergun – 51
Medeniyet Akademisi Tabii ki Bir Hayaldir
İlyas Taşkale – 55-57
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
1
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TAKDİM
larımızı unutmamızdır. Tabiidir ki unuttuğumuz mevzuu anlama imkanımız yok.
Editör – Adnan Köksöken
Fikirteknesi yayınevi ile Terkip ve İnşa dergisi kadrolarının en mühim hususiyeti,
“Mevzu Kaşifi” olmasıdır. Bir meseleyi, ikna
ve tatmin edici çapta izah etmek, bir meselede kayda değer fikir imal etmek başka bir
iştir, bir mevzuun olduğunu, olması gerektiğini, ona ihtiyaç duyduğumuzu keşfetmek
başka bir iş… Mevzu olmadığında, mevzua
ihtiyaç duyulmadığında, mevzuun ihtiyaç
olduğunun farkına bile varılmadığında imal-i
fikirde bulunmak beklenmez. Önce mevzuu
keşfetmek, ortaya çıkarmak, ihtiyacımız olduğunu göstermek gerekiyor.
Malumdur ki, mevzu yoksa fikir yoktur. Mevzu sahibi olmayan insanlar, ya ülkenin aktüalitesine yakalanır ya da dar çevresinin gündemine sıkışır. Hayat fazlasıyla yoğundur, o yoğunluk insan zihnini ve aklını
esir alır. Maişet sıkıntısıyla da sarmalanan
hayat mevzua geçit vermez. “Mevzu” sahibi
olmak, öncelikle bir mefkure (fikriyat) sahibi
olma şartına bağlıdır. Dünya görüşü olmayan, İslam’ı dünya görüşü çapında anlama
cehdi bulunmayan Müslümanlar, ya günlük
gelişmelerin girdabına yakalanır ya da birkaç
meseleye takılır kalır.
Fikirteknesi yayınevi ile Terkip ve İnşa dergisi kadroları, öncelikle İslam’ın mevzu haritasını keşfetmeye, mevzu listesini çıkarmaya, onları bir bilgi mimarisi içinde anlamaya cehdeden insanlardır. Meseleye bu
hacimde bakınca, ortaya çıkan şahsiyet hususiyetlerinden birisi de “mevzu avcısı” olmaktır. Bu hususiyet, çöktüğümüz son birkaç
asırdan sonra, diriliş çağımızın başlayacağı
bugünler için hayati bir mahiyet ve kıymet
taşımaktadır. Çöküşümüzün mühim sırlarından birisi idrak zafiyeti ise diğeri de mevzu9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Dergimizin bu sayıdaki mevzuu, Medeniyet Akademisidir. Medeniyet Akademisinin en bariz hususiyetlerinden birisi, mevzu
haritasını çıkarmaktır. İslam’ın mevzu haritası çıkarılmadan, mevzu listesini tezatsız bir
bilgi mimarisi haline getirmeden yapacağımız işlerin tamamı “parça fikre”, dolayısıyla
da tezatlara mahkum kalacaktır.
***
Yayınevi ve dergi kadromuz yeni bir
çalışma başlatmıştır; son devrin tabakatı…
Ümmetin kadim müktesebatında tabakat tarzı
eserler büyük bir yer tutar. Hem İslam tarihinin yazılmasında hem de her devrin haritasını
çıkarmakta harikulade tetkik eser mahiyeti
taşıyan tabakat, keza yeniden diriliş çağımızda da müracaat etmemiz gereken eser çeşididir.
Yirminci asır tabakatının yazılmamış
olması, bilgi kaosumuzu derinleştirmekte,
ufkumuzu daraltmakta, çıkış yolunu bulmayı
zorlaştırmaktadır. Yirminci asırda kimler var,
hangi mevzularda neler söylenmiş, külliyat
çapında mefkure telifini kimler yapabilmiş
ila ahir… Bilmediğimizi tetkik etmediğimiz,
idrak etmeye çalışmadığımız için, meseleleri
derinliğine tetkik ve izah eden bir alimimizi
veya mütefekkirimizi gözden kaçırmak büyük kayıptır. En küçük kaybımız, bir mevzuu
derinliğine izah eden bir mütefekkirimizden
haberimiz olmadığında, o mevzuu yeniden
konuşmaya çalışıyor, ehlinin izahlarını göz
ardı ediyor, böylece mesafe alamadan olduğumuz yerde patinaj yapıyoruz.
Bu çalışmayı da yayınevi ve dergi
kadrolarımızın başlatması, meseleye ne kadar
2
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
hacimli baktığımızı göstermesi bakımından
dikkat çekicidir.
İletişim: [email protected]
3
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
SADIRLARDAKİ İLİM – I
Ali Yurtgezen
İnsan, yeryüzü hilafetinin mütemmim
cüzü olarak kendisine sunulan “ilm”i ancak
usûlü dairesinde talim ve tatbik eylerse Cenab-ı Mevlâ’nın muradı istikametinde bir
imar ve inşa mesuliyetini hakkıyla yerine
getirebilecek, yeniden bir medeniyetin bânisi
olabilecektir. Bizim irfanımızdaki “el-ilmü
fi’s-sudûr lâ fi’s-sutûr” yani “ilim satırlarda
değil sadırlardadır” mütearifesi umumi olarak ilmin usulünü hulasa eder. Bu kelam-ı
kibar, ilmin mahiyetinden talim metoduna,
tasnifinden tatbikine kadar pek çok manayı
muhtevi olmakla şerhe muhtaçtır. Kısmetse
bu sayıdan itibaren zahirinden başlayarak
batınına doğru, birbirine bağlı mana mertebelerini izaha çalışmak niyetindeyiz. Gayret
bizden, tevfik Allah’tandır.
*Hıfz
İlmin sadırlarda yani göğüslerde /
kalplerde olması, evvela hıfz metoduna işaret
eder. Nitekim 12. asır İslâm âlimlerinden
İbnü’l-Cevzî, ilim tahsilinde hıfzın ehemmiyetine dair yazdığı bir eserinde, bütün ilimlerin, hususen de Kur’an ve Hadis’in hıfz edilerek öğrenilmesi lüzumundan bahisle, “İlim,
kitap satırlarına değil, sadırlara yazılmalıdır.”
ikazında bulunur. Bilhassa ayet ve hadislerin
hıfz edilmesi, değişmeyen ve değişmeyecek
doğruların her yerde ve her zaman hem mikyas olarak alınabilmesi için elzemdir hem de
kıymet bilmenin ifadesidir. Zira ancak kıymet ve ehemmiyet verilen şeyler muhafaza
edilir. Kıymeti bilinerek muhafaza edilen
hakikat ise ruhta meleke haline gelir. İmam
Şafi’nin, “İlim hıfz edilen şey değil, lâkin
hıfzdan hâsıl olan faydadır.” sözünü böyle
anlamak gerekir.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Hıfz, bir bilgiyi, bir metni hafızaya
alarak, yeri geldiğinde faydalanmak üzere
orada muhafaza etmek demektir. Bizim bunun yerine kullandığımız “ezber” ise hıfzedilen bilgiyi herhangi bir yazılı metne bakmadan okuma veya söylemeyi karşılar. Farsça
“göğüs” manasına gelen “ber” ile Türkçedeki
çıkma hali bildiren “-den” ekinin vazifesini
yapan yine Farsça “ez” ekinden müteşekkil
ezber kelimesinin “hıfz” yerine kullanılması
bizde galat-ı meşhur olmuşsa da istimaline
dikkat edilmelidir. İşin doğrusu, “hıfz” edilir;
hıfz edilen de “ezber”, yani “göğüsten” okunur.
Bizim medrese geleneğimizde hıfz
esastır. Kitap hocanın yerini tutmadığı gibi
ilk zamanlarda talebenin not alması dahi iyi
karşılanmamıştır. Bilahare unutkanlığın çoğalması sebebiyle yazıya ruhsat verilmiştir.
Modern zamanlarda bir tedris tarzı olarak
hıfza matuf tenkit ve reddiyeler, metodun
kendisinden ziyade aklı ve muhakemeyi devre dışı bırakıp idrake mani olan bir tavırla
alâkalı değilse eğer, hafızayı zayıflatan saiklerle baş edemeyen bir zihniyetin, yetişemediği salkımları koruk bilmesinden ibarettir.
Kaldı ki hıfzı kalıcı ve fonksiyonel kılan;
dikkat, alâka ve anlama cehdidir. Bunlar olmadan hafızaya alınan malumat belki çabuk
hıfz edilir ama çabuk da unutulur. Hıfzın
mutlaka lafzen olması gerekmez. Bazı ilim
dallarında mealen de olabilir. Lafzen hıfzın
konuşma kabiliyetini, mealen hıfzın ise muhakemeyi geliştirdiği söylenmiştir.
Hıfz, ilmî müktesabatın, lüzumu halinde gecikmeye mahal vermeden kullanılabilmesi için şarttır. Mevzuâtü’l-Ulûm’un
müellifi meşhur Osmanlı âlimi Taşköprülüzâde, hıfzetmek yerine kitap biriktirmenin
hazırcevaplığa mani olduğunu bir kıtasında
şöyle anlatır:
4
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Hıfz edüb cümle ulûmu olmazsan
hâzır-cevâb
Nef’i yokdur her ne denlü eylesen
cem-i kitâb
Hoş mudur bir meclise sen hâzır olub
Diyesin ki hânede kodum ulûm-i bîhisâb.
sin.” Bu sözler İmam-ı Gazali’yi “Hüccetü’l
İslâm” kılarak asırlar sonrasına tesir edecek
bir ilim adamı olma yoluna sevk eder. Hemen oracıktan geriye döner ve topladığı kitaplardaki ilimleri üç yıl boyunca hıfz ettikten sonra yeniden memleketinin yolunu tutar.
*Müşâfehe
Hıfz, âlimin ilmindeki rüsûhuna da
delalet eder. Büyük Hanefî âlimi İmam Serahsî’, dönemin hükümdarının bazı kararlarına karşı çıktığı için kuyu hapsine mahkûm
edilmiş fakat her gün düzenli olarak kuyunun
başına toplanan talebelerine, elinde hiçbir
doküman olmadığı halde ders vermeyi sürdürmüştür. Hatta bugün 30 küsur cilt halinde
basılmış bulunan “el-Mebsût” isimli dev eserini bu sırada ezberinden yazdırdığı rivayet
edilir. Bir meselenin halli için yazılı kaynağa
müracaat ihtiyacı hissetmeyecek şekilde
mevzuata hakim olması İslâm âlimlerinin
belli başlı vasıfları arasındadır. Bu hususta
İmam-ı Gazali’ye atfedilen şöyle bir hikâye
de anlatılır:
İmam-ı Gazali, Cürcan’daki tahsilini
tamamlayıp deve yükü kitaplar, notlarını
yazdığı defterler ile memleketine dönerken
yolda eşkıya baskınına uğrar. Soyguncuların
ne bulsa alacağını bilen İmam, tek mülkü
olan kitap ve defterlerini kurtarmanın telaşına
düşmüştür. “Ne olur kitaplarımı almayın!”
diye adeta yalvarır. Şakiler, kendileri için
değersiz kağıt parçalarından ibaret bu yüke
neden bu kadar kıymet verildiğini anlayamaz, sebebini öğrenmek isterler. İmam-ı Gazali, “Ben bunları senelerimi vererek tedarik
ettim. Bunlar sayesinde ilim sahibi oldum.
Kitap ve defterlerimi alırsanız harcadığım
onca emek, onca zaman heba olacak.” deyince eşkıya başı şöyle çıkışır ona: “Sen nasıl
ilim sahibisin ki bir takım kağıtlar elinden
alınınca sende ilim namına bir şey kalmıyor!
Demek ki kitapların olmayınca sen bir hiç9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
İlmin sadırlarda olması saniyen
müşâfehe metodunu, yani ilmin ehil bir âlimden yüz yüze şifahen / sözlü olarak ahz edilmesi keyfiyetini anlatır. Çünkü ilim âlimin
göğsündedir. Hadis-i Şerif’te, “Allah Teala
ilmi insanların arasından bir çırpıda çıkararak
almaz. Ancak onu âlimlerin ruhunu kabz
etmek suretiyle (tedricen) alır.” buyurularak
ilmin zail olması âlimin zevâline bağlanmıştır. İmam Malik, “İlim, rivayet yahut malumat çokluğu değildir; o, Allah’ın kalplere
koyduğu bir nurdur.” der. Âlimler bu nura
mazhar olan müttaki müminlerdir. Nitekim
“kulları içinde Allah’tan ancak âlimler haşyet
duyar”. Bizim irfanımızda akleden kalpte
damıtılıp kişide salih amel ve ahlâk-ı hamide
olarak tezahür etmeyen bilgiye ilim denmez.
Ol sebepten âlim, ilmiyle amel eden, imanı
kavi, olgun meyveler taşıyan dalın eğilmesi
gibi tevazu ile eğilen, edep timsali kâmil bir
kimsedir. Böyle bir kemâlât da bu kemâlatın
kaynağı ilim de görgü ile, kalbi âlimin kalbine ayna yapmak suretiyle kesbedilebilir. Hulasa ilim tahsili için bir âlimin rahle-i tedrisinde bulunmak gerekir. Müşafehedeki vicahi
temas, talebenin kendi kalbini âlimin göğsündeki ilim nuruna mazhar kılabilmesinin
şartıdır. Kalbi âlimdeki ilmin zuhuruna açık
tutmak, ciddi, samimi ve derin bir teveccühle, istifade niyetiyle ve şeksiz şüphesiz bir
emniyet hissiyle hocanın önünde diz çökmekle mümkün olur. Talebenin bu manada
kalbini açması, en zor meseleleri dahi kolayca ve çabuk anlamak gibi bir idrak keskinliği
ile de nasiplenmesidir. Sahabe-i kiramın,
5
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ulema-yı i’zâmın tarzıdır. Efendimiz
s.a.v.’den itibaren ilim öğretenler, tedris yahut tahsilin nihayetinde icazet verdikleri kimselere “göğüslerinde olanı aktardıkları”nı
söylemişlerdir. İlim erbabının eskiden birbirlerine bugünkü gibi “Hangi kitabı okudun?”
yerine “Kimden okudun?” diye sormalarının
da, sıhhatli bir icazet şeceresine sahip olmayan âlimin ilmine itibar etmemelerinin de
sebebi budur.
İletişim: [email protected]
6
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
İSLÂM
MEDENİYETİNİN
MUKADDİMESİ: CÂMİ
Ahmet Doğan İlbey
Medine, İslâm’ın yaşandığı ilk yer…
Bundandır ki Medine’yi anlamadan medeniyet anlaşılmaz. Medine’nin özü ve kalbi
câmidir.
İstikametini kaybedip modernleşme
dönemlerine kadar câmi Müslüman hayatının
kurucu görevini taşır. Bu ilâhî görevdendir ki
Mescid-i Nebevi eğitim ve tahsilin, devlet
idaresi ve şeklinin ölçüsü ve kaynağıdır. Ulvî
ve toplayıcı fonksiyonundan dolayı İslâm’ın
ve Müslümanların kuruluş ve ümmet oluş
merkezidir.
Efendimiz
Aleyhisselâtüvesselâm,
Medine’de inşa ettirdiği Mescidi-i Nebevi’yle hayatın merkezine mabet yerleştirerek
câmi merkezli bir medeniyet kurmuştur.
Câmi ile ev evvel İslâm’ı ve imanı muhafaza
etmeyi, sonra bu iman sayesinde cemiyeti
İslâmca bir hayata dönüştürmeyi buyurmuşlardır.
Bu vahyî sebepledir ki câmi merkezli
bir Medine, yâni medeniyet inşasıyla dinin
buyrukları câmide tahsil edilerek hayatın
temeli hâline getirmek, câmideki duruş ve
değerlerden neşet eden nizam ve müesseseler
kurup cemiyeti dinin emrettiği şekilde Müslüman millet hâline dönüştürmek, İslâm’ı
bütün olarak eğitim ve öğretim hayatının
esasları kılmak gayesini taşımışlardır.
Câmi, toplanma, bir araya gelme
mânasında “cem” kelimesinden doğma.
“Toplayan, bir araya getiren, yâni toplanma
yeri.” İslâm medeniyetinin şiarı, sûret ve
sîreti, yâni İslâm kimliğinin en temel unsurudur.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Öyle ki, câmi sadece ibadet yeri değil,
adâlet yeri, sosyal ve mânevî meselelerin
çözüldüğü istişare mekânıdır. Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Câmi İslâm medeniyetinin
doğurgan kurumudur, denebilirse ana rahmidir…” (Kıyamet Aşısı)
Câmi, kılınan namazlarla acı ve sevincin, kalp huşûsu ve kulluğun hesapsız
olarak paylaşıldığı, birlik ruhunun pekiştiği
yerdir. Omuz omuza saf olan Müslümanlar
câmide sulh ve sükûn içinde cem, yâni cemaat olurlar. Dinin ve ondan neşet eden medeniyetin ahrete kadar tek gayesi olan ümmet
üzere dünyayı ve ahreti mâmur kılmayı günde beş vakit câmide tâlim ederler.
İslâm’daki zahirî ve mânevî bütün
ilim, amel, fıkıh ahkâmı ve cümle Müslüman
hayatı câmideki esaslardan oluşur. Fert ve
cemiyet nâmına her ölçü câmiden alınır,
câmiden yansır hayatımızın bütün unsurları.
İşte bu topyekûn kurucu görevi sebebiyle
Medine'nin mâna ve isminden, sûret ve sîretinden neşet eden medeniyetin mukaddimesi
câmidir.
Câmi mihrabın etrafında kurulmuştur.
Tevhid, yâni birlik mihrapta tezahür eder;
mücerretten müşahhasa geçilen bir mânayı
taşır. Mihrap, nefisle mücadelenin mekânıdır.
Dinin ve ondan neşet eden medeniyetin bütün mücerret ve mânevî yönleri mihrapta
toplanır. Çünkü Müslümanın dünya hayatı
nefisle mücadele olduğundan mihraba yöneliş ve mihraptaki duruş dünya hayatının Müslümanca oluş ve istikâmet yeridir.
*İslâm medeniyetinin en temel sûret
ve sîreti câmidir
İslâm medeniyet tezahürlerinin muhteşem çağları olan Osmanlı’da medreseler ve
dergâhlar câmilerin etrafında milleti İslâmca
7
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
terbiye eden müesseseler olarak yer almış,
köyler câmi ve namazgâh merkezli olarak
kurulmuştur.
İslâmların hayat anlayışı böyle olduğu
içindir ki Asr-ı Saadet’ten çözülüş, yâni dinin
hayat ve devlet düzenindeki yekpâre vazifesi
ve tesiri azaltılana kadar eğitim öğretim müesseseleri olan medreseler, tekke ve dergâhlar, bedesten ve çarşılar, hattâ askerî eğitim
câmi merkezlidir. Câmilerin yanına açılan
imarethâne, yâni aşevi, şifâhâne ve kütüphâne medeniyetimizin câmi merkezli oluşunun bir başka veçhesidir.
Câmilerin, hususen şehirlerde taş yapı
olarak sağlam ve son derece estetik inşa
edilmesi, evlerin ahşap ya da topraktan yapılması İslâm’ın câmi merkezli medeniyet
oluşundandır. Bu sebeptendir ki câmi merkezli İslâm medeniyetinde mekân öncelikli
değildir. Müslümanlar, câmilerin etrafında
kurulan şehir ve köylerde İslâmca hayatlarını
minarelerden okunan ezana göre tanzim ederler ki medeniyetin mihveri de budur.
Bir diyarda câminin olması orada
İslâm medeniyetinin varlığına işarettir. Müslümanlar istikâmetini kaybedip, hayatları ve
şehirleri sekülerleştikçe câmilerin ümmet
inancının pekiştirildiği, dolayısıyla İslâm
medeniyetine aidiyetin her dem tazelendiği
mekân olma fonksiyonunu kendi elleriyle
azalttılar. Oysa câmiler ümmet ve millet olmanın en temel kaynağıdır.
İnsanların birbirinden üstün olmadığı
câmide anlaşılır. Hukuk, ahlâk, edep, nizam,
uyum câmide öğrenilir. Muhabbet ve birliğin
mekânıdır ki, maddî ve mânevî cihetiyle
İslâm medeniyet anlayışının esas kaynağı da
budur.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
İslâm medeniyet tasavvuru üstüne
mufassal çalışmalar yapan Haki Demir’in
görüşleri de câminin İslâmların hayat nizamının en temel kaynağı olduğuna dair güçlü
fikirler ihtiva ediyor:
“İslam şehrinin merkezi câmidir.
İslâm şehri inşa edilirken, şehrin tamamını
topladığı merkezinde, başları yere eğen, secde ettiren, kulluğu teşhir eden bir nizama
maliktir. Câmi, cemiyetin ve hayatın cem
olduğu ve tekrar geldiği yere döndüğü bir
merkezdir. Müslümanların teşkilât merkezi
olmaktan önce, mânevî karargâhıdır. Mânevî
karargâh, teşkilâttan önceki teşkilâtlılık hâlidir. Teşkilatlılık hâli, ruhi ve ahlâkî, itikadi
ve mânevî teşkilâttır. Ruhi-mânevî karargâhın inşası, hayatın topyekûn teşkilâtlanmasıdır.”
Ona göre, İslâm şehrinin merkezi valilik veya belediye değil, Müslümanları günde beş vakit bünyesinde toplayan, cemiyeti
ve hayatı mânevî merkezden idare edebilme
kudretine sahip olan câmidir:
“Şehir inşası, cemiyet inşasının mütemmimidir ve asıl olan cemiyet inşasıdır.
Cemiyet yoksa medeniyet yoktur. Câmi, hem
cemiyet, hem de şehir (medeniyet) inşası için
merkezi mevzudur.”
Seyyid Hüseyin Nasr’dan okuduklarımıza göre bütün müesseseler câminin tabiî
bir uzantısıdır. Sadece dîni faaliyet mekânı
değil, evlere, mekteplere, saraylara, çarşıya
açılan ve bu müesseseleri kendi ahkâmı ve
ölçüsü içinde birbirine bağlayan bir kapıdır.
Devlet sarayı, mektepler, evler, çarşılar
ahkâm ve ahlâkını câmiden alınca cemiyetin
ve hayatın dinden ayrılması da mümkün değildir.
8
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Câmi ve hayat iç içe olunca devlet,
mektep, ilim ve her şey câminin ahkâm ve
esaslarından kopmayacaktır. Evde, mektepte,
çarşıda hayat tarzı ve muamele de câmiden
farklı olmayacaktır. Câmi ve hayat, câmi ve
eşya, câmi ve hâdise bir olunca İslâm medeniyeti kemâle erecektir.
İslâm şehrinin merkezinde ulu câmi
vardır. İslâm’ın ve Müslümanların varlığını
heybetli bir şekilde temsil eder. Bütün yollar
ulu câmiye çıkar. Şehrin ruhu ve kalbi burasıdır.
Evler câmiden unsurlar taşımakla beraber, câminin ihtişamını gölgelemeyecek
şekilde mütevazılık ve fânilik taşır. Câmiler
mimari ve iç tezyinatıyla muhteşemdir. Cemaatine ebedî âlem duygu ve huşûsunu yaşatır.
9
Muhammed Hamidullah’tan okuduklarımızda da câmi medeniyetimizin amel,
ahlâk ve şehir düzeni cihetiyle en temel ölçüdür. Bütün câmilerin yönü Kabe’ye dönüktür
ve birer Beytullah’tır. Müslümanların dîni
ihtiyaçlarını yerine getirmek için dünyanın
her yerinde câmiler, yâni Beytullah’lar inşa
etmek gerek.
Modernizmin pençesinde kıvranan
Müslümanlar, câmilere yabancılaştığı müddetçe Allah’a, kendine ve ümmetine yabancılaşacak ve dolayısıyla medeniyetine aidiyet
inancını yitirecektir.
Müslümanlar
câmiye
döndükçe
İslâm’a aidiyetleri güçlenecek ve medeniyet
değerlerini daha ziyade yaşatacaktır.
İslâm’ın, yâni Medine’nin tezahürü olan medeniyet bu olsa gerek…
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET AKADEMİSİ
Haki Demir
Medeniyet akademisi veya Daru’l Hikme
veya Beytü’l Hikme gibi isimlerinin kullanılacağı bir müessese… Böyle bir müesseseye
şiddetle ihtiyacımız var.
Medeniyet Akademisinin kadimdeki
“Daru’l Hikme” merkezlerinden veya medreselerden farkı, ümmetin bugünkü durumu ile
kadimdeki durumu arasındaki fark kadardır.
Medeniyet Akademisi bir medrese değil,
medreseyi de inşa edecek olan medeniyet
karargahıdır. Medeniyet karargahının siyasi
merkezi değil, ilim, irfan ve tefekkür teknesidir.
Ümmet, tarihinin hiçbir döneminde
bu kadar aşağılara düşmedi. Tarihte galibiyetlerimiz çoktu ama mağlubiyetlerimiz de
olmuştu fakat bugünün mağlubiyeti çok farklı bir mahiyet taşıyor. Tarihi umumiyetle
savaş meydanlarından okuma itiyadı edindiğimiz günden beri güç meselesine takıldık.
Osmanlı da böyle yaptı, cephelerdeki mağlubiyetler üzerine orduya dair sürekli bir ıslahat
hamlesine girdi ama mesela medreselerdeki
çürümeye aynı hassasiyeti gösteremedi. Çökenin devlet olduğunu zannetti, oysa medeniyet çöküyordu. Osmanlı, tarihteki ender
“medeniyet devletlerinden” birisiydi fakat
son dönemde bu anlaşılamadı. Medeniyet
çökerken “medeniyet devleti” muhafaza edilemezdi, nitekim edilemedi.
Mağlubiyetimizin temeli, idrak istidadımızı kaybetmemizdi. İdrak istidadımızı
kaybedince İslam’ı anlama maharetini kaybettik, böylece “bilgi ihtiyacını” kendi kaynaklarımızdan üretemez hale geldik. Bilgi
ihtiyacı çok şiddetlidir, üretilemezse ithal
edilir, aynen böyle oldu, biz tekrara düştük,
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
batı üretmeye devam etti ve nihayet hayatımızı işgal etti. Özet olarak bahsini ettiğimiz
mevzu, oryantalist taarruz gibi, epistemolojik
işgal gibi, bilgi ve ilim zehirlenmesi gibi,
idrak melekemiz olan akl-ı selimin kaybedilmesi gibi devasa meseleleri muhtevidir.
Kısacası çok ağır bir durumdayız, bilgi ve
ilim telakkimizi kaybettik, idrak ve tefekkür
yolunu kaybettik. Bu ağır durumdan çıkış,
kadimde misali olmadığı için tekrarlar ve
ezberlerle mümkün değil.
Son dönem Osmanlı alimleri, ilimde
derinleşen faziletli misalleri de dahil olmak
üzere “Büyük Terkip” mevzuundan uzaklaşmışlardı. Canhıraş bir mücadele yürüttükleri
malum, haklarını ihlal etmek istemeyiz, topyekun çöküş karşısında bir şeyler yapmak
kolay değil. Fakat “Büyük Terkip” gözden
kaçırılırsa, teşebbüslerin akim kalacağı bilinmeliydi.
“Büyük Terkip” medeniyet tasavvurudur. Medeniyet ve medeniyet tasavvuru
bahsini, İslam’ın her sahadaki mevzularının
idrak ve tatbik meselesi olarak, yani İslam’ın
en hacimli anlaşılması mevzuu olarak kabul
ediyor ve kullanıyoruz. Mesele, İslam’ın parça anlayışlara mahkum edilmemesidir, bütününe muhatap olmanın başka isimlendirmeleri de olabilir ve kullanılabilir. Büyük Terkip
olmadan, mesela gelmiş geçmiş en büyük
fıkıh alimi olmak meseleyi halletmeye kafi
gelmiyor, parçanın büyüklüğü, onu “parça”
olmaktan kurtarmıyor. Parçanın kıymeti,
bütünün yerli yerinde olması ve parçanın da
o bütündeki yerini doldurmasıyla mümkündür.
***
Büyük Terkip, önce bilgi ve ilim telakkisine muhtaçtır. Mesele ilim değil, öncelikle ilim telakkisidir. İlim telakkisi yoksa
10
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ilim, bilgiden ibarettir ve zaruri olarak kadimin ve onun bugüne intikal etmiş metinlerinin tekrarından ibaret hale gelir. Bugün ilim
adamı olarak piyasada bulunanlar unutmamalıdır ki Osmanlının son dönemindeki alimler
kadar ilimle mücehhez ve onlar kadar idrak
istidadına malik değillerdir. Onlar ki medeniyetin çöküşüne mani olamadılar, onların
talebesi olacak seviyedeki insanlar medeniyeti yeniden kuramazlar. Neden ve nasıl çöktüğümüzü bile bilmeden, üstelik çöküş neslinin alimleri kadar ilmi teçhizata sahip olmadan ne yapılabilir ki?
Büyük Terkip, hem ilim telakkisinin
tabii neticesi olarak hem de ilim telakkisinin
inşası için “İlimlerin Tasnifine” ihtiyaç duyar. İlimlerin tasnifini yapmadan ilim telakkisi oluşturamayacağımız gibi ilim telakkisini oluşturmadan ilimlerin tasnifini yapma
imkanımız da yok. Öyleyse her ikisi üzerinde, birbirini tamamlayan daireler halinde
ikisini bir keşif ve telif etmeliyiz. İlimlerin
tasnifini yapmadığımız sürece, bilgi sahasını
ve tefekkür alanlarını zapt altına alamayız.
“Hayat boşluk kabul etmez”, bilgi de boşluk
kabul etmez hikmetini muciptir ve bu cüz
nedense hatırlanmaz. Tüm bilgi sahalarını
çerçeve içine almadığımız takdirde, bilgi ve
ilim zehirlenmesinin (keşmekeşinin) önüne
geçemeyiz. Bu ihtimalde, batının veya başka
kültür iklimlerinin bilgi ve biliminin zihni ve
kalbi dünyamıza sızmasına mani olmak muhaldir.
Büyük Terkibin inşai unsurlarından
birisi de, “Mevzu Haritası”dır. Önce saf haliyle İslam’ın (Kitap ve Sünnetin) mevzu
haritası çıkarılmalı, bu ana harita başa alınarak İslam’ın; varlık, insan, hayat bahislerindeki büyük haritası çıkarılmalıdır. İhtisaslaşmanın oluşturduğu marazlardan birisi, bir
mevzuda derinleşen (ihtisaslaşan) kişinin
diğer mevzulara cahil kalmasıdır. Herkes
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
kendi ihtisas alanını mühim, hatta en mühim
görme temayülüne sahiptir, hal böyle olunca
Büyük Terkip gerçekleşmemekte, bilgi mimarisi imal edilememektedir. Terkip ve terkip kıvamı anlaşılamayınca her parça kendi
başına kalmakta ve bütüne doğru yürüyüş
akamete uğramaktadır. İslam’ın mevzu haritasından habersiz ilim ve fikir adamı iddiası,
büyük bir felaket ve bir o kadar da komikliktir.
Tüm bunlar muhakkak ki bir bilgi ve
ilim mimarisi gerektirir. Bilgi mimarisi, Büyük Terkibin nazari çerçevesidir. Mevzu haritasındaki illiyet silsilesi veya kıymet silsilesi veya kaynak silsilesi olarak isimlendirilebilecek tasnif, bilgi mimarisini kuracak ve
büyük terkibin nazari çerçevesini oluşturacaktır.
Nazari çerçevedeki bu temel meselelerin halledilmesi, öncelikle “Kadim Müktesebat”ın tedvinine ihtiyaç duyar. Kadim
Müktesebat tedvin edilmeden, ne ilim telakkisi kurulabilir, ne ilimlerin tasnifi yapılabilir, ne mevzu haritası çıkarılabilir ne de bilgi
mimarisi oluşturulabilir. Biz filozof değiliz,
felsefi metot kullanmayız, bu sebeple kadimi
inkar edemeyiz. Müslümanlar, öncekileri ret
etmez, üzerine bina eder.
***
Mevzuun nazari çerçevesini tamamlamanın ne kadar uzun süreceği, meseleye
vakıf olanlarca malum… Bu sebeple nazari
çerçevenin tamamlanmasını beklemeksizin,
birbirini murakabe altında tutmak şartıyla
tatbikat kısmının da gündeme alınması gerekir.
“İnşa Fikri”, “Müessese Fikri”, “Tatbikat Fikri”, nazariyat ile hayat arasındaki
irtibat ve illiyet köprüsüdür. Medeniyetimizin
11
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
çöküş sebeplerinden birisi de, bu fikirlerin
unutulmasıdır. Kadim müktesebattaki bilgi,
ilim, irfan ve tefekkür çok zengindi, yenileri
üretilmese ama inşa, müessese, tatbik fikri
sıhhatli, derin ve canlı şekilde yaşamaya devam etseydi medeniyetimiz yıkılmazdı. Ne
var ki idrak yoksa inşa ve tatbik muhaldir.
İlmi ve fikri faaliyet, inşa ve tatbik
faaliyetinden tecrit edildiğinde akim kalır.
Zira inşa ve tatbik, idrak faaliyetinin safhalarındandır ve son safhalarıdır. İlim, irfan, fikir
ile insan ve hayata dair bir şey inşa edilmiyorsa, insan ve hayata tatbik edilmiyorsa,
idrak iddiası yanlıştır. Zaten inşa ve tatbik,
idrak iddiasının imtihanıdır. İlim, irfan, tefekkür bahisleri, son safhası olan inşa ve tatbikten imtihan edilir, anlaşılıp anlaşılmadığı
bu imtihanda belli olur. Bu imtihana girmeyenlerin icazetleri yoktur, bir icazet iddiası
varsa, o sahtedir.
Unutulmamalıdır ki ezberi önleyecek
tek çare, inşa ve tatbiktir. Ümmetin imal ettiği tüm müktesebata sahip olunsa ama küçücük bir müessese inşa edilemese, küçücük bir
beşeri münasebete tatbik edilemese idrak
edilmiş olmaz. İslam’ın şahsiyetini, cemiyetini, devletini, nihayet medeniyetini inşa etmeyen, İslam’ı tüm bu sahalarda hakikate
uygun şekilde tatbik etmeyen, bu işlerde küçücük de olsa dahli olmayan kimse, İslam’ı
anlama iddiasında bulunamaz.
İnşa ve tatbikin bazı şartlar gerektirdiği malum… Bu şartlar olmayabilir, bulunamayabilir, bu ihtimalde inşa hamlesi ve
tatbik faaliyeti gerçekleştirilemeyebilir. Bu
anlaşılabilir bir durumdur, ne var ki bu durumda olan birinin, inşa ve tatbik ile ilgili
teklifinin olmaması anlaşılamaz, kabul edilemez. Görülüyor ki şartların olmaması, tefekkürün önüne sürülen en büyük mazeretlerden biri haline gelmiştir ve bu mazeret de
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
yaygın bir kabul zemini bulmuştur. Böyle
olmaz, mazeretlerle kaybedecek vaktimiz
yok, inşa ve tatbik ile ilgili teşkilat ve müessese tekliflerimizi imal etmeli ve piyasaya
sürmeliyiz. Bizim sahip olmadığımız şartlar
ve imkanlar başkalarında bulunabilir, onlar
tatbik edebilir. Fikir ve ilim adamları inşa ve
tatbikata dair tekliflerde bulunmazsa, fikir ile
imkan, müellif ile müteşebbis, nazariyat ile
tatbikat bir araya gelmez.
***
Mezkur meseleler, malumdur ki bir
veya birkaç kişinin muhayyilesine sığmaz.
Gelmiş geçmiş en büyük deha bile bu çaptaki
işlerin altından kalkamaz. En büyük hatalarımızdan birisi de, İslam’ı kendi ufkumuza
mahkum etmek. Bu çapta bir hamle, ancak ve
sadece seferberlikle mümkündür. Meselenin
büyüklüğü, fikir hasislikleriyle manevra
yapmaya manidir. Zaten meseleye biraz vakıf
olanlar, fikir hasisliğinden uzaklaşıyor.
Ümmetin meselelerini kökten çözmek, böyle bir çabayla hareket etmek için
medeniyet akademisi gerekiyor. Bu çapta bir
müesseseyi kurmanın ne kadar zor olduğunu
biliyoruz. Bugün itibariyle böyle bir müessesenin kurulamayacağını söyleyenler bile çıkabilir. Bununla beraber biliyoruz ki, fikir
olmadan fiil, müessese teklifi olmadan inşa
kabil değil. Bugün veya yarın ama bir gün
mutlaka kurulması gereken bu müessese üzerinde, bugün için nazari çerçevede de olsa
çalışmak lüzumuna inanıyoruz.
Fikirteknesi yayınlarından bu mevzuda iki kitap yayınlandı; “Medeniyet Akademisi” ve “Başyücelik Akademyası”… Medeniyet Akademyası şahsıma ait, Başyücelik
Akademyası ise Hamza Kahraman’ın “Büyük Doğu Devleti” seri kitabının ciltlerinden
birisidir. Fikirteknesi kadroları olarak, Me-
12
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
deniyet Akademisi bahsi üzerinde çalışmalarımız devam ediyor, edecek. Ümidimiz ve
duamız o ki, bu meselede katkımız, dahlimiz
olsun.
İletişim: [email protected]
13
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET
İHTİYACI
AKADEMİSİ
A. Bülent Civan
Bugün İslam âleminin içinde bulunduğu durum; bir taraftan fiili işgal, bir taraftan oryantalist taarruz ve bir taraftan da epistemolojik işgali resmetmektedir. Batı; Hıristiyanlık ve onun muharref tahakkümü olan
skolastik anlayışa karşı zaferini kazanıp kendi dışındaki dünyaya dönmüş, madde planındaki keşif ve tasarruflarıyla siyasi, iktisadi,
askeri ve kültürel sahada hakimiyet kurmuştur. Batı, İslam medeniyeti ile ilk karşılaşmasını Hıristiyanlığın hakim olduğu dönemde
yaşamış, Hıristiyanlık İslam’a karşı mukavemet edebilmenin ruhi ve akli kaynaklarını
üretememiş, asırlar süren kesintisiz mağlubiyet yaşamıştır. İslam’a karşı dayanamayan ve
Orta Avrupa’ya sıkışan Hıristiyan batı, İslam’a karşı mücadeleyi bırakıp Hıristiyanlıkla mücadeleye başlamıştır. Reform ve Rönesans hamlesi, Hıristiyan inançla İslam’a karşı
dayanamayan batının, zarureten kendi ruhi
kaynaklarına dönmesi ve onunla hesaplaşmasının neticesidir. Kendi bünyesinde Hıristiyanlığın hesabını gören batı, İslam’la hesaplaşmak için de oryantalizmi geliştirmiştir.
Batının İslam’a direnebilmek için Hıristiyanlıkla hesaplaşması doğrudur, zira Hıristiyanlık tahrif edilmiştir. Hıristiyanlık tahrif edildiği için muhteva olarak yanlıştır, bu
sebeple batının “Hıristiyanlığı doğru anlamalıyız” türünden bir cehd yerine onu tasfiye
etmesi kendisi için isabetlidir. Her ne kadar
Reform hareketi Hıristiyanlığı tashih etmek
mahiyetinde olsa da, dinin temel kaynaklarının olmadığı yerde tashih muhaldir. Batının
İslam karşısında direnebilmek için Hıristiyanlık üzerindeki operasyonlarının benzerleri, oryantalist projelerle İslam dünyasına sokulmuş, Müslümanların geri kalma sebebini
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
dinin temel kaynaklarında arıza olduğu şeklinde formüle edilmiştir. İslam’ı anlamakta
acziyet gösterdiğimizi unutan Mealci, modern selefi, Şia, Vehhabi gibi merkezkaç düşünceler, Hadis/Sünnet kaynaklarını imhaya
yönelmiştir.
Sahih İslam’ın meşhur adı olan Ehl-i
Sünnet, İslam tarihinin son bir-iki asrına kadar Müslümanları dünyanın zirvesine taşıyan
medeniyetler kurmuş olmasına rağmen, o
medeniyet müktesebatına savaş açan yerli
oryantalistler türemiştir. Türkiye’deki komünistlerin, tarihi, batılı kaynaklardan okuyup,
muharref Hıristiyanlık için haklı olarak söylenen “Din afyondur” ifadesini, İslam’ı hiç
okumadan ve anlamadan Anadolu’da kullanmasına denk bir cahillik, sadece üslup
farklılığı ile bazı Müslüman kisveli insanlar
tarafından tekrar edilmiştir.
14
Batı, 19.ve 20. Asırda İslam alemine
karşı üç ana cephe açtı, bu cephelerin içinde
sayısız mevziler mevcuttu. Üç ana cephede;
bilgi ve bilim telakkisini yaygınlaştırarak
epistemolojik işgali, oryantalist taarruzla dini
işgali, askeri harekat ile coğrafya işgalini
gerçekleştirmiştir. Batı, ikinci Dünya Savaşından sonra İslam aleminden geri çekilirken
yerlerine, mahalli halktan devşirip kendi kültürleriyle yetiştirdikleri Truva atlarını yerleştirmişlerdir. Geri çekilmeleri sadece “doğrudan işgali” bitirmek şeklinde olmuş, buna
mukabil yerli işbirlikçileriyle kurdukları devletlerin kalbini ve aklını işgal atlında tutmuş,
mesela oryantalizmi bizim okullarımıza
sokmuş, yeni nesil oryantalistleri kendi okullarımızda yetiştirmeye başlamıştır. Manzaraya bakın; adam kendi ülkemizdeki İlahiyat
Fakültesinde okumuş, mesela Tefsir profesörü unvanını almış, Müslüman bilim adamı
kisvesiyle karşımıza çıkmış ama baştan sona
oryantalistlerin bilgi disiplinini kullanmıştır.
Üstelik maaşı da Müslüman halkın vergile-
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
riyle ödenmiş, maaşını ödeyenlerin karşısına
ahlaksız ve fütursuz şekilde çıkıp, “Siz uydurulmuş dine inanıyorsunuz” ithamıyla perdelediği kendi uydurma dinini millete pazarlamaya başlamıştır.
Müslümanlar bulundukları durumdan
kurtulmak için hamleler yapmış olsa da zayıf
kalmıştır. Netice olarak batının felsefesi, bilgi telakkisi ve kültürü hayatımızı işgal etmiştir. Aydınlarımız kurtuluş çaresi aradıkça
reçete için yine batıya yönelmiştir. Batının
ideolojiler bataklığı haline gelen kültürel
dokusu, hem İslam alemine hem de dünyanın
geri kalanına ideoloji ihraç etmiştir. Kalbi ve
zihni kirlenen aydın ve yöneticiler, bu ideolojileri kurtuluş reçetesi olarak İslam halklarına
dayatmıştır. Batı, ideoloji olarak tek tip bir
düşünce üretmemiş, hem tez hem de antitez
mahiyetinde ideolojiler ürettiği için seçme
imkanı oluşmuş, bu da İslam alemindeki büyük tefekkür patlamasının kaynaklarını kurutmuştur. “Ne istersen var, derde devadan
gayrı” cinsinden sayısız felsefi görüş ortaya
atan batı, bir yandan oryantalist taarruzla
Müslümanların dini telakkilerini tahrif ediyor
diğer taraftan bilgi ve bilim telakkisini okullarımıza yerleştirerek zihni altyapımızı çökertiyor. Tezi de antitezi de üreten batı, dünyanın bir kısmının sosyalist, bir kısmının
kapitalist olarak savaşmasını temin etmiş,
buna karşılık kendi kültür kaynaklarına dönmelerini engellemiştir. Paranın iki tarafı olan
“yazı” ve “tura” yüzlerinin birbiriyle savaşması kadar abes… Ama insanlık bu abesle
bir asır (yirminci asır) yaşadı ve bu abes yüzünden yüz milyonla ifade edilecek insan
katledildi. Paranın hangi tarafının daha kıymetli olduğunun ne önemi var, nihayetin aynı
merkez bankasının bastığı bir meta…
En kötü ve zayıf zamanımızda bile
Anadolu’dan fikir yiğitleri çıktı ve meseleyi
teşhis etti. Cemil Meriç’in şu ifadesi ne kadar
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
sarih ve manalıdır; “Bu kavga Olympos
dağ’ının çocukları ile Hira dağı’nın çocukları
arasındadır. Ama Olympos tek yürek, Hira
mahzun” Evet İslam aleminin hali budur.
Başka bir fikir yiğidi daha vardı, o,
meseleyi çok daha ileri seviyede ele aldı ve
nizami bir teklifte bulundu. Merhum Necip
Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde “Başyücelik
Akademyası”nı teklif etti. Hala dikkate alınmayan o müessese teklifi, nihayet Hamza
Kahraman’ın “Büyük Doğu Devleti-3Başyücelik Akademyası” isimli eseri ve Haki
Demir’in “Medeniyet Akademisi” isimli eseri ile yeniden gündeme getirildi. Hamza Bey
doğrudan Başyücelik Akademyası üzerinde
çalışırken, Haki Bey meseleyi daha hacimli
şekilde ele aldı ve bir medeniyet karargahı
inşa etmek lüzumundan bahsetti. Haki Bey
Başyücelik Akademyasına atıf yapmamış
olsa da, Necip Fazıl ile fikri irtibatını ve nispetini bildiğimiz için, oradan aldığı ilhamla
müessesenin inkişafını gerçekleştirdiği kanaatindeyiz.
İslam aleminin mevcut durumunu
doğru teşhis etmek, yani zorlu bir hal muhasebesi yapmak, bu muhasebeden hareketle
ümmetin yeniden doğumunu sıhhatli şekilde
yaptıracak müessese teklif etmek gerekiyor.
İşte üzerinde bulunduğumuz bahis yani medeniyet akademisi mevzuu bu…
Tarihi silsilenin, irtibat ağının, nispet
zincirinin koptuğu bugün, öyle bir müessese
kurulmalıdır ki, kendi ruh köklerimize dönmemizi, kendi bilgi ve ilim telakkimizi inşa
etmemizi, kendi tefekkür havzamızı oluşturmamızı mümkün kılsın. Bu karargahın sevk
ve idaresindeki ilmi ve fikri keşif ve imal
faaliyetlerimiz, önce ülkeye sonra ümmete,
nihayet insanlığa yetecek külliyata ulaşmalıdır. Böylece tüm hayat alanlarına bilgi, ilim,
irfan ve fikir pompalayan kalb ritmiyle çalı-
15
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
şacak olan medeniyet karargahı, dünyanın
kendi ekseninde döneceği bir mihver haline
gelmelidir. Bu hususta fikir teknesi külliyatının “ilimlerin tasnifi” teklifi, meselenin bidayetini teşkil etmek cihetiyle oldukça mühimdir. Tasnif üstü tasnif başlığı altında çerçevelenmiş olan “Mutlak İlim”, “Nispi İlim”,
“İzafi İlim” tertibiyle tüm taşlar yerli yerine
oturmuştur.
Medeniyet Akademisi veya Başyücelik Akademyası veya Darü’l-Hikme gibi
isimlerin kullanılabileceği bu müessese, bir
ihtiyaç değil, artık açıkça anlaşılmaktadır ki
bir zarurettir. Bu zaruret görülmeden yapılacak her iş yarım, her hamle akim, her teşebbüs neticesiz kalır.
Bu mesele üzerinde başkalarının da
çalıştığını, yer yer kurulması için teşebbüslerde bulunulduğunu gördük. Zarureti veya
ihtiyacı gören sadece biz değiliz muhakkak
ki fakat ilk defa böyle bir müessesenin “niçin
kurulması gerektiğini”, “nasıl kurulabileceğini”, “hangi menzillere ulaşmak istediğini”,
“takip edeceği güzergahın ne olduğunu” teferruatlı şekilde ortaya koyan, bunu bir müessese fikri ve teklifi haline getiren Fikirteknesi kadrosu olmuştur. Burada birkaçına temas ettiğimiz soruların yüzlerce katı soru
sormadan ve cevaplarını ikna edici şekilde
izah etmeden kurulacak medeniyet akademisi
veya Darü’l-Hikme müessesesi, daha önceki
misallerinde olduğu gibi akim kalmaya mahkumdur. Ümmet için ümit ederiz ki teşebbüsler akim kalmaz ama tecrübe bize bunu göstermekte, müessesenin kendisi izah edilmeden “ne yapacağı” üzerinde durmak, kurulması ve yaşatılması için kafi gelmemektedir.
***
Külli anlayış çerçevesinde imal-i fikirde bulunmalıyız. Batının bilgi (epistemo9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
lojik) işgaline karşı, önce muhteşem ve muhkem bir tefekkür hattı inşa ederek zihni ve
kalbi dünyamızı tasfiye ve tesviye etmeliyiz.
Batının, en mahrem merkezimiz olan ruh
dünyamıza sirayet etmiş olan tesirini silkip
atacak, bunu yaparken aynı zamanda kendi
kaynaklarımızdan hareketle büyük terkibi
yani medeniyet tasavvurunu oluşturacak bir
hamle başlatmalıyız. Kadimden beri keşif ve
telif edilen bilgiyi tertip ve tedvin edecek,
kadim müktesebat ile irtibatını kuracak, bütün bunları ilimlerin tasnifi gibi nizami bir
çerçevede yapacak bir hamle… Muhakkak ki
bu çapta bir hamleyi gerçekleştirmek, aynı
kıymet ve hacimde bir müessese ile mümkündür. Bu müessese, tabii ki sahih İslam
olan Ehl-i Sünnet çerçevesinde bilgi, ilim,
irfan, hikmet ve tefekkür ihtiyacını karşılamalıdır.
Batı'nın oryantalist taarruzuna ve
epistemolojik işgaline karşı enfüsi ve afaki
cepheleri kurmamız gerekiyor. Enfüsi cephe
kendi bünyemizdir, afaki cephe ise taarruzumuzu mümkün kılacak mevzilerden oluşacaktır. Ferdi, içtimai, siyasi, medeni bünyelerimizi inşa etmek, bu sahaların tamamında
dünyaya karşı hamle ve taarruz istidadı kazanmak için bir karargaha ihtiyacımız olduğu
izahtan varestedir. “Medeniyet Akademisi”
ile kastımız budur.
***
Medeniyet akademisi, İslam'ı merkeze alarak çalışmalarını yürütür. Nazari çerçevede pergelin bir ucunu İslam’da sabitleyerek
diğer ucuyla tüm bilgi ve tefekkür sahalarını
zapt ve tasarrufu altına alacak bir ihata duvarı
inşa etmelidir. Tatbikat çerçevesinde ise pergelin bir ucu Anadolu coğrafyasındaki medeniyet karargahında sabitlenmek üzere diğer
ucu bütün İslam alemini kuşatacak çapta bir
daire çizmelidir. Bir taraftan Medeniyet Ta-
16
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
savvurumuzu geliştirmek diğer taraftan “ihata duvarında” bilgi gümrükleri kurmak şarttır. Bilgi gümrük kapılarının her biri birer
“bilgi karantinası” gibi çalışacak, “izafi ilimler” dahilindeki tüm bilgileri tenkit süzgecinden geçirecek, marazları tespit ile sıhhatli bir
bünyeye tahvil ederek tedavül vizesi verecektir.
Medeniyet akademisi öncelikle mevzu haritasını çizmelidir. Mevzu haritası (yani
mevzu) olmadan fikir, ilim, irfan olmaz.
Mevzularımızın başlığından bile haberdar
olmadığımız bir çağda yaşıyoruz. Mevzu
haritasından sonra üç safhalı bir planlama
yapılabilir; yakın vade, orta vade ve uzak
vade şeklinde… Her safha bir üst safhanın alt
yapısını oluşturacak, böylece inkişaf ve terakki mümkün kılınacak şekilde düzenlenmelidir. Yakın vade, mevzu haritasının “aciliyet
listesini” işaretler. Orta vade, artık inşa faaliyetinin başladığı safhaya isabet eder. Uzun
vade ise kemal ve keşif sürecini gösterir.
İslam coğrafyası yangın yerine dönmüş durumda. Hamiyet, gayret ve iman sahibi Müslümanlar canhıraş bir mücadele yürütüyor ama “ne yapacağını” tam olarak bilemediği için hazin hadiseler yaşanıyor. Mesela malını mülkünü satıp IŞİD saflarına katılan bir Müslüman, muhakkak ki güçlü bir
iman ve gayret sahibidir ama ne yapacağını
bilemediği, önüne bir güzergah haritası konulamadığı için imanının saf tezahürü olan cihadı yanlış saflarda gerçekleştirmeye çalışıyor. Göze aldığı tehlike ve fedakarlıklara
bakınca gıpta etmemek mümkün değil ama
sebep olduğu zararları görünce uzak durmaktan başka çare yok. Bu tür savruluşların temel sebebi, iman ile hayat arasındaki sahanın
doldurulmaması ve imanın ilim, irfan ve tefekkür mecralarında tezahür etme imkanlarının oluşturulamamasıdır. Derin idrak ve keskin şuur sahibi fikir ve ilim adamlarımız,
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
iman ile hayat arasındaki sahayı dolduracak
fikriyatı telif ve inşa etmediği için, on binlerce belki yüz binlerce Müslümanın IŞİD gibi
merkezkaç mevzilerde heba olması ağır bir
ıstırap mevzuudur.
Bu noktadan bakınca, medeniyet akademisinin kurulması, medeniyet tasavvurunun geliştirilmesi, medeniyet hamlesinin başlatılması ne kadar acil ve zaruri bir ihtiyaçtır.
Vahyin gelmesiyle başlayan süreç, önce Daru’l Erkam'da karargahını kurmuş, en son
Osmanlıya kadar ulaşan tarihi silsilede mütemadiyen bir merkeze sahip olmuştur. Medeniyet akademisiyle tekrar keşf-i kadime
çıkarak, tarihin derinliklerinden sahabeye
ulaşmak, oradan Efendimiz Aleyhisselatü
Vesselam ile vuslatı vaki kılmak şarttır.
Sadece Türkiye’de değil, tüm İslam
ülkelerinde Medeniyet akademisi benzeri
müesseselerin kurulması lüzumu açıktır. Bu
güzergahtan büyük terkip olan İslam medeniyet tasavvuruna ulaşmalı, böylece ümmetin
vahdetini de inşa etmeliyiz. Çabamız, nazargah-ı ilahi olan Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselama ulaşmak, oradan tevhide doğru hamle yapmak için ihtiyaç duyulan güzergah emniyetini temin etmekten ibarettir.
Medeniyet akademisi; ümmetin fikir
nöbetini tutacak, ilim ve irfan cephelerini
kuracak, akl-ı selim karargahıdır. Her türlü
epistemolojik tehlikeye karşı uyanık şuurdur.
Medeniyet akademisini, Necip Fazıl'ın 33
başbuğ veliler kitabında, Beyazıd-ı veliden
nakledilen şu menkıbeden anlamak kabil;
“Beyazid anlatıyor: - Benim zamanımda binlerce veli vardı. Hepsi de, ibadet, riyazet,
keşif ve keramet sahibi. Fakat asrın kutupluğu, bir demircinin, basit ve ümmi bir demircinin üzerindeydi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içerisindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs
17
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
başından ayrılmayan demirciyi göreyim dedim bir gün... Dükkânına gittim. Selam verdim. Beni görünce çocuklar gibi sevindi…
Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü. Ve benden
dua rica etti. Henüz keşif alemine girmemiş
olduğu için makamından habersizdi. Benden
dua isteyene dedim ki: “Ben senin ayaklarından öpeyim de sen bana dua et!”. Dedi: “Benim sana dua etmemle içimdeki dert hafiflemez ki!” Sordum: “Derdin ne, söyle, bir çare
arayalım?” Cevap verdi:'' Acaba kıyamet
gününde bunca insanın hali ne olur? Bunu
düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim
yok!” Demirci bunu söyledi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit
içimde bir nida duydum: “Bunlar, nefsim,
nefsim diyen hodbinlerden değildir; bunlar,
ümmetim, ümmetim diyenlerdendir!..” Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezer
gibi oldum. Anladım ki, böyleleri, Ezeller ve
Ebedler Peygamberinin kalbine doğrudurlar;
ve onun hakikatine mazharlardır...” Menkıbede kalbi Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam doğru olan demircinin, ümmeti, ümmeti
diyen ahlakı ve ufkunun, idrak edilip müesses hale gelmesine MEDENİYET AKADEMİSİ diyebiliriz.
İletişim: [email protected]
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
18
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET AKADEMİSİ
NİÇİN KURULAMIYOR?
Faruk Adil
Medeniyet akademisinin neden ihtiyaç olduğu muhtelif yazılarda izah edildi.
Niçin kurulamadığı üzerinde derinliğine bir
tahlil ve muhasebe yapmak gerekiyor. Niçin
kurulamadığı sorusu sıhhatli, doğru ve derinliğine cevaplanabilirse, nasıl kurulması gerektiği bahsi de vuzuha kavuşur zannındayız.
Medeniyet akademisinin kurulamamasının sebeplerini, nazari ve tatbiki sahada
ayrı ayrı tetkik etmeliyiz. Nazari ve tatbiki
sahanın birbirini derinden etkilediği, bu sebeple birbirinden tefrik etmenin zorluğunu
biliyoruz, bu hususa dikkat ederek meseleye
bakalım.
*Nazari (fikri) sahadaki kifayetsizlikler
Ümmetin meselelerinin ne kadar hacimli, girift, çetin olduğuna dair idrak zafiyeti yaşadığımız malum. Her şeyimizi kaybettiğimiz bir çağda, her şeyimizi tekrar keşfetmek, yeni hal için yeniden inşa etmek, bu
çalışmaları sıfırdan başlayarak değil kadim
müktesebatımızı tedvin ederek yürütmek
ihtiyacı içindeyiz. Kadim müktesebatın tedvin edilmesi, ümmetin keşif ve telif faaliyetlerinin ne olduğunu ve nerede kaldığımızı
tespit için zarurettir. Nerede kaldığımızı bilmeden nereden başlayacağımızı bilmemiz
muhal… Bu manada sadece kadim müktesebatın tedvini bile medeniyet akademisinin
kurulmasını ihtiyaç olmanın çok ötesinde bir
zaruret haline getiriyor.
İlimlerin tasnifi gibi, mevzu ve ıstılah
haritası gibi, yeni ilimlerin kurulması ihtiyacı
gibi birçok mesele büyük çaplı müessese ve
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
hamleleri gerektiriyor. Bir çırpıda saydığımız
mevzu başlıklarının her biri, büyük kadroların istihdamını şart kılıyor. Bu altyapılar kurulamayınca, tefekkür faaliyeti savruk, hatta
sapık sahalara kolaylıkla giriyor ve orada inat
ediyor.
Meseleyi bu çapta anlayan insanların
azlığı, “fikri ve ilmi zaruret” bahsinin gündeme gelmesine mani oluyor. Meseleyi bu
çapta anlamayanların yaptığı ve yapacağı
fikri ve ilmi faaliyet, maalesef “parça fikir”
mahkumiyetini, bunun zaruri neticesi olarak
eklektik anlayışları yaygın hale getiriyor,
nihayet külli anlayışa ulaşmak ve onu kuşanmak imkansızlaşıyor.
Sıhhatli anlayış sahibi fikir ve ilim
adamlarının da belli başlı sahalarda, yani bir
veya birkaç sahada çalışması, ihtisaslaşmaya
gömülmesi, “parça fikir” olmasa da “parça
faaliyet” meselesini hatırlatıyor. “O mevzu
ile başkaları ilgilensin, benim çalıştığım sahaya bile zamanım yetmiyor” itirazı fiilen
doğrudur ama bu doğru, “külli anlayış”ın
yerli yerinde olduğu zaman dilimleri için
caridir ve bugün her Müslüman fikir ve ilim
adamının külli anlayışı kuşanması zarurettir.
Külli anlayışı kuşanmanın zorluğu tabii ki
malumumuzdur. Külli anlayışı hakkıyla kuşanabilmek, “büyük mütefekkir” olmayı gerektirir. Zaten bu sebepledir ki “medeniyet
akademisi”nin fikir babası Necip Fazıl’dır ve
İdeolocya Örgüsü isimli kitabında “Başyücelik Akademyası” başlığıyla teklif etmiştir.
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dehası da
olsa bir insan ömrüne sığmayacak kadar meselelerimizin olduğunu anlayan sadece Necip
Fazıl mı çıktı bu ülkede?
Az ya da çok imal-i fikirde bulunanlar, ilim, irfan ve tefekkür sahasındaki telif ve
keşif çalışmalarının belli bir bilgi telakkisi
çerçevesinde yapılması gerektiğini, bilgi te-
19
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
lakkisinin medeniyet tasavvuru üst başlığı
altında yerli yerine oturtulması lüzumunu,
bunun için ilimlerin tasnif edilmesi, mevzu
haritasının çıkarılması gibi temel meselelerin
hallinin zaruretini görmüyorlar mı? Ve görmüyorlar mı ki, bu işler yalnız başına yapılamaz, müşterek çalışmalar yapılmalı, müşterek çalışmaların yapılmasını mümkün kılan
müesseseler kurulmalı…
*Tatbiki sahadaki manialar
Nefs, ilim ve tefekkürden de beslenebilen bir varlıktır. Öyle ki nefs, her şeyden
beslenir, her şeyi kendi eksenine alır, her şeyi
kendine mal edebilir. İbadet, mesela namaz
bile nefsin kibirlenmesine sebep olabilmekte,
“namaz kılıyorum veya bakın nasıl namaz
kılıyorum” türünden kibrine malzeme yapabilmektedir. Bir insanın herhangi bir sahadaki müktesebatı arttıkça, nefsinin gıdası artmaktadır. Bu meyanda, ilim veya fikir müktesebatı artan insanların nefslerinin zayıfladığı, zayıflayacağı zannı yanlıştır. “Ben biliyorum veya ben anlıyorum” zannı nefisten kaynaklanmakta, nefs aklın idrakini de böylece
bloke etmekte, kendine malzeme yapabilmektedir. Özellikle “idrak mevzuu”; giriftliği, zorluğu ve kıymeti cihetinden insanlara
fark atabilmenin ender imkanlarından birini
oluşturur. Ender imkan, imtiyaz gibi nefs için
bal kıymetindedir, nefs bu imkanın peşini
asla bırakmaz.
İdrak etmek, edebilmek gerçekten
üstünlüktür. “Bilenlerle bilmeyenler, idrak
edenlerle edemeyenler” muhakkak ki eşit
değildir. Alim ile cahili, mütefekkir ile normal insanı eşitleyen anlayış, o kadar temel
bir hata yapar ki ondan sonra yapacağı her iş
yanlış olmaya namzettir. Nefs tam bu noktada müdahale eder ve insanın hakkı olan bu
hususiyeti kendi karargahına taşır. Nefs üstünlük hususiyetini tasarrufu altına aldığı
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
andan itibaren, üstünlüğün mesuliyeti ve mükellefiyeti artırıcı özelliğini imha ederek
onun üzerinden imtiyaz iddiasında bulunur.
Üstünlüğü imtiyaza tahvil eden nefs, ulaşılmaz bir kibir inşa eder.
Alimin fitnesi ilmi, mütefekkirin fitnesi fikridir. Nefs, alimi ilmiyle, mütefekkiri
fikriyle yoldan çıkarır. Nefs, kibirlenmek için
insandaki istidat, maharet ve müktesebatı
arar bulur, bunu keşfetmekte de büyük beceri
sahibidir. İdrak edenin üstünlüğü, başka idrak
sahiplerine karşı değil, idraksizlere karşıdır.
Bir ilim veya fikir adamı, diğer ilim ve fikir
adamlarına karşı üstünlük edasına sahipse,
belli ki nefsi tarafından işgal edilmiş, ilmi ve
fikri nefsinin meşgalesi haline gelmiştir. Meselenin merkezinden kaydığı, sıhhatini kaybettiği nokta burasıdır.
Fikir ve ilim adamlarının müşterek
çalışmalar yürütememesi, mesela bir müessese çatısı altına girememesi, idrak zafiyetinden değil, nefsin tesirindendir. İdrak zafiyetinden bahsedilen kişilerin fikir ve ilim adamı
olması beklenmeyeceği için, fikir ve ilim
adamı dendiğinde müşterek çalışma yapamamanın tek izahı kalır; nefsin tasallutu…
Halk bir arada yaşıyor, yaşayabiliyor.
İlim ve fikir sahibi olmayan insanların birlikte iş yaptıkları, müşterek çalışmayı başardıkları ama fikir ve ilim adamlarının bir araya
gelemediği bir ülke veya zamanda yaşıyoruz.
Bunun tam tersi olması gerekirken, fikri ve
ilmi seviye arttıkça içtimaiyatın azaldığı ve
ferdiyetin arttığı, ferdiyetin de ruh merkezinde bir şahsiyet terkibi değil, nefs merkezinde
bir kibir kumkuması haline geldiği görülüyor. İlim ve fikrin vahdeti temin ve tesis etmesi beklenir, vahdet olmasa bile müşterek
çalışmayı mümkün kılması gerekir, bunlar
arttıkça müşterek çalışmanın zorlaşması, fikrin ve ilmin kendisinden beklenen maksadın
20
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
zıddını gerçekleştirdiğini görmek hüzün vericidir.
İlim ve fikir adamlarının hepsi, yoğun
şekilde halkı tenkit etmekte, onlara tavsiyede
bulunmaktadır. İnsanlardan birisi çıkıp da,
“Siz niye bir araya gelemiyorsunuz?” diye
sorsa veya itiraz edecek olsa, mazeretlere
sığınmanın dışında hiç kimsenin doğru dürüst
cevabı yoktur. Muhataplarının (okuyucular,
dinleyenler, takipçiler) bu soruyu yoğun şekilde sorsa ve zorlasa mesele muhtemelen
yine hallolur. Müellif cehd etmiyor, okuyucu
zorlamıyor, hamle başlamıyor.
Halkın yapıp da münevver camianın
yapamadığı “müşterek çalışma”, anlaşıldığı
üzere fikri ve ilmi bir mesele olmayıp, sadece
ahlaki bir bahistir. İdrak ve tefekkür krizi
yaşadığımız hususunda tereddüt yok ama
anlaşılan o ki idrak ve tefekkür krizinden
daha derin şekilde ahlak krizi yaşıyoruz. Ahlak krizini ise münevver camianın daha derin
yaşadığını teşhis etmek ne kadar ağır bir ıstıraptır.
İslam, hem hayat hem de tedrisat için
ahlakı idrak ve tefekküre mukaddem kılmıştır. Önce “nasıl yaşayacağımızı” bilmeli, bu
sorunun cevabını ahlak olarak kuşanmalıyız.
Sonra niçin yaşayacağımızı bilmeli, bunun
tefekkürünü gerçekleştirmeliyiz. Malumdur
ki “nasıl” sorusunun cevabı ahlak, “niçin”
sorusunun cevabı fikirdir. “Niçin” sorusunun
“nasıl” sorusuna mukaddem göründüğü malum, niçin yaşayacağımızı bilmeden nasıl
yaşayacağımızı nasıl bilebiliriz? Soruyu böyle soranlar, Peygamberlik müessesesini anlamayan, ona da özü itibariyle ihtiyaç hissetmeyen, böylece Sünnet-i Seniyye’den
uzaklaşan ve farkına bile varmadan felsefi
metoda yakalananlardır. Risalet müessesesi,
“nasıl” yaşamamız gerektiğinin haritasını
çizmiş, “niçin” yaşamamızı gerektiğinin iza9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
hını da onun içine zerk etmiştir. İslam’ın ve
İslami tefekkürün felsefeden temel farklarından birisi budur; İslam, niçin sorusunun cevabını “nasıl” sorusunun muhtevasına gömmüştür. Bu sebeple usul esasa mukaddem
olduğu gibi, ahlak fikre mukaddemdir, zaten
ahlak usulün en geniş halidir.
Biraz bir şeyler anlayan fikir ve ilim
sahipleri, Kitab-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de tayin ve beyan buyurulan ahlakı ihmal
ve ihlal etmekte, idrak ettikleri zannıyla kendilerini ahlakın üzerine çıkarmakta, böylece
Sünnetullah’a ve Sünneti Resulullah’a muhalif bir ahlak teklifinde bulunmaktadır. Bunu
sarahaten yapmadıkları malumumuz fakat hal
ve tavırlarının bu noktaya savrulduğunu anlama zamanı gelmiş olmalıdır. Hiç kimse
yeni bir ahlak teklifinde bulunamaz, böyle bir
cüret hiçbir Müslümanın kalbi ve zihni dünyasında yeşeremez. Nefsin müdahalesiyle
meselenin bu noktalara savrulmasına ise her
Müslüman azami dikkat ve ihtimam göstermelidir.
*Nefse rağmen müessese fikri geliştirilemez mi?
Çağ nefs çağıdır, anladık. Anlamadığımız nokta ise şu; nefse rağmen müessese
fikri geliştirmek mümkün değil mi? Gayrimüslimler tamamen nefs merkezli yaşamalarına rağmen teşkilat ve müessese kurabildiklerine göre, nefsi dikkate alarak yeni müessese fikri geliştirmek bir ihtiyaç değil midir?
Biliyoruz, nefs için yapılan işten “manevi
hasıla” sahibi olunmaz. Fakat, yapanlara manevi fayda temin etmese de, ümmete fayda
temin edecek bir müessese geliştirmek mümkün değil midir? Yani Allah rızası için değil
de, “cömert adam” desinler diye infak yapan
bir kişinin, manevi fayda sahibi olmasa da
fakire faydası olduğu gerçeğindeki gibi, ümmete faydası olacak bir müesseseyi, münev-
21
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ver camianın nefsini de tatmin edecek şekilde
kurmak düşünülebilir mi?
Bu tür bir düşüncenin ne kadar çirkin
göründüğü malum, ne var ki kendimize faydası olmuyorsa ümmete faydası olsun bari…
Kendi derununda netice vermeyen hamlenin
içtimai fayda imal etmesinin zorluğu da malum… Ne ki, “Allah, kafiri de dinine hizmet
ettirir” ölçüsünce, bu ihtimallerin üzerinde
durmak gerekir mi? Bir tekliften bahsetmiyoruz tabii ki, sesli düşünme temrinleri yapıyoruz. Ümmetin acil meseleleri karşısında canhıraş bir cabanın belki de sıhhatli olmayan
tezahürleridir bunlar.
İletişim: [email protected]
22
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET AKADEMİSİNİN MUHTEMEL ZARARLARI
Nurettin Saraylı
Medeniyet akademisi veya buna mümasil müesseseler azami dikkat ve ihtimam
ister. Yanlış bir anlayış ve çerçeve oluşturulması halinde zararının faydasından fazla
olacağı bilinmelidir. Maksadın elde edilmesi
için gösterilecek cehd kadar, maksada muhalif neticelerin zuhuruna mani olacak gayret
de şarttır. Özellikle de müessese fikrinin zirvesi olan medeniyet akademisi veya medrese
gibi ilmi ve fikri bünyelerde dikkatin ve ihtimamın çok keskin olması gerekir.
Fikrin ve ilmin teşkilatlanması ve
müesseseleşmesi, teşkilat ve müessese fikri
olmayanların elinde, fikri ve ilmi öldürücü
müdahalelere sebep olur. Fikrin ve ilmin bir
çerçeveye ihtiyacı olduğu doğrudur ama aynı
nispette de hürriyete ihtiyacı vardır. Teşkilat
ve müessesenin ayarlarındaki milimetrelik
sapmalar, tefekkürün muharrik kuvvetini
imha eder, tefekkür faaliyetinin ihtiyaç duyduğu sahayı daraltır ve yok eder.
Müessese, bir fikrin nizami şekilde
bünyeleşmesidir, nizami şekilde tatbikatıdır.
Fikir müessesesi olan medeniyet akademisi
gibi misaller ise, fikrin keşif ve telif faaliyetlerinin nizami çerçeve ve bünyesidir. Fikrin
nizami tatbikatı ile nizami telifi çok farklı iki
müessese çeşidine tekabül eder, tatbikat belli
başlı bir fikrin hayata geçirilmesidir, telif ve
keşif çalışması ise fikrin imaliyle ilgilidir.
Tatbikattaki nizam-hürriyet muvazenesi nizam merkezinde kurulurken, imal-i fikirde
nizam-hürriyet muvazenesinin ağırlık merkezi hürriyettedir. Her ikisinde de nizamhürriyet muvazenesinin lüzumu ve bulunması, sığ idrakler tarafından birbirine karıştırılmasına sebep olmaktadır. Oysa tüm unsurlar
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
aynı olsa ama ağırlık merkezi farklı noktada
bulunsa, ortaya bambaşka bir terkip çıkar.
Müessese fikrimizin olmadığı, İslam’ı
hayata tatbik etmek için müesseseye ihtiyaç
bile duyulmadığı, müessese ve teşkilat ihtiyacını hissedenlerin ise birbirinin kopyası
dernek ve vakıflara yöneldiği bir vasatta,
tatbik müessesesi ile telif müessesesini birbirinden tefrik etmek ne kadar zordur. Muhakkak ki bu mevzulardaki temel mesele, inşa ve
müessese fikridir. Müessese fikri üzerinde
çalışmadığımız için, hangi sahada hangi çeşit
müesseseye ihtiyacımız olduğunu bile bilmiyoruz.
***
Tatbikat müesseselerinin nizami hususiyeti, özellikle de kendi içimizde mücadele sürecini yaşadığımız günümüzde askeri
disiplinlere kadar ulaşmaktadır. Askeri müesseselerin tabiatı, emrin tartışılmasına müsaade etmeyecek kadar yoğun bir disiplin ister.
Silahlı müessese olup olmaması bir tarafa,
kendi devletimiz olmadığı için her müessesemizin bir şekilde mücadeleye ayarlı bünye
özellikleri taşıması, tatbikat müesseselerindeki itaat yoğunluğunu tabii olarak artırmaktadır. Mücadeleye ayarlı müesseseler; iktisadi, içtimai, siyasi veya askeri olmasına bakılmaksızın disiplini önceler. Son bir asırdır
yoğun mücadele devrinde yaşıyor olmamız,
olmayan müessese fikrimizi mücadele tecrübesinin vesayeti altına almış, böylece yoğun
bir itaat ve disiplin meselesine kilitlemiştir.
Mücadele tecrübesi, silahlı veya silahsız olmasına bakılmaksızın askeri mahiyet
taşır. Askeri mahiyet taşımasa bile askeri
müesseselerin bir kısım hususiyetlerini ödünç
alır. Müslümanlar, Cumhuriyet kurulduğundan günümüze kadar son beş-on yıl hariç
olmak üzere ontolojik illegaliteye mahkum
23
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
edilmiştir. Ontolojik illegalite, Müslümanların illegal faaliyetlere niyetlenmemesi ve
girişmemesi halinde bile siyasi rejim tarafından düşman kabul ve ilan edilmesidir. Kemalist siyasi rejim, yakın zamanlara kadar Müslümanları ontolojik tehdit olarak kabul ettiği
için, Müslümanların kanunlara riayet etmesi
halinde bile her an suçlu olarak derdest edilme ihtimalini mevcut tutmuştur. Bu durum,
kaçınılmaz olarak kurulan her müesseseyi
mücadele teşkilatı haline getirmiş, ontolojik
illegaliteden dolayı da askeri mahiyet kazandırmıştır. En munis ve mutedil olan Müslüman cemaat ve gurupların bile en yakın darbe
olan 28 Şubat sürecinde ontolojik illegaliteye
maruz kalması ve operasyon görmesi, akıl
bünyemizi, kendimize bile itiraf etmesek de
askeri özelliklerle doldurmuştur.
Seksen yıllık mücadele tecrübemiz,
müesseselerimizi ister istemez askeri disipline hapsetti. Türkiye’de Müslümanlar, seksen
yıldır birkaç istisna hariç illegal örgüt kurmamış, kurulan bir-iki örgüt de itibar görmemiştir. Doğrudan illegal örgüt kurmayan
Müslümanlar, kurdukları müesseselerin, yürüttükleri mücadelenin mahiyetinden dolayı
askeri özellik taşıdığının farkına varmadılar.
Müslümanların kurdukları teşkilat ve müesseselerdeki itaat yoğunluğu, Türk Silahlı
Kuvvetlerindeki ve herhangi bir illegal örgütteki askeri disiplinden az değildir. Kanuni
çerçevede kurulan ve illegal niyet taşımayan
ve faaliyet yapmayan teşkilatların, şeklen
askeri mahiyet taşımamasından dolayı üretilen tecrübenin askeri mahiyette olduğu anlaşılmamıştır. Sığ idrakin genel yapıya hakim
olması, şekle mahkum olmasıyla neticelenmiştir.
***
Teşkilat ve müessese fikrimiz yok, bu
sahalarda yapılan çalışma yok, yani bir te9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
fekkür alanı olarak kabul edildiğine ve üzerinde çalışılması gerektiğine dair bir emare
yok. Bunlar olmayınca, kitabiyat yok, kitabiyat yoksa fikir ve ilim yok. Kitabiyat, fikir ve
ilim olmadığında geriye kalan sadece tecrübedir. Seksen yıllık tecrübemiz ise mücadele
sahasına sıkışmış durumdadır ve fikir ve ilim
hareketi mahiyetini taşıyan bir tecrübe de
bulunmuyor. Dikkat çekici olan nokta, tecrübenin bile kitabiyatı yok, yani tecrübe şifahen
nakledilmekte, şifahen nakledildiği için nakledenin idrak sığlığı ile malul hale gelmektedir.
Tecrübeyi bile kitabi altyapıya kavuşturamadığımız doksan yılın sonunda, medeniyet akademisi gibi fikir ve ilim müessesesi
kurma teklifinde bulunmak zordur. Üretilen
tecrübenin sadece itaat merkezli olduğu dikkate alınırsa, fikir müessesesinin de bu tecrübe üzerine kurulması ihtimali yüksektir, bu
ihtimal gerçekleştiğinde ise o müessese kurulmamış olur. Benzer bazı müessese kurma
teşebbüslerinin yaşandığı ama bir türlü devam etmediği, aslında ise kurulamadığı görüldü. Müessese fikri olmadan, “Ne yapalım?” sorusunun cevabını arayan bir gayretle
yola çıkıldığı için akim kalmıştır.
***
Medeniyet akademisine; bilginin,
ilmin, tefekkürün dağılmaması, dağılmasından dolayı derin tenakuzlara savrulmaması,
tenakuza savrulduğu için bilgi ve idrak kaosuna yol açmaması için ihtiyaç duyuyoruz.
Gerçekten içinde yaşadığımı tefekkür vasatı,
ağır bir liberalizasyon neticesinde, izahsız,
çerçevesiz, delilsiz şekilde “Ben böyle düşünüyorum, sen öyle düşünebilirsin” deme pervasızlığını doğurdu. Tefekkür hürriyetini,
nispetsiz, ölçüsüz, usulsüz düşünme zanneden bir güruh peyda oldu. Tam bir materyalist liberal gibi, hiçbir ölçüye tabi olmayan
24
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
veya ölçüleri kadim usulü umursamadan kafasına göre anlama hevasına kapılan bir güruh… Herkesin istediği gibi anlama imkanı
(hürriyet diyor bazıları buna) olmasına rağmen ilmi ve fikri çalışmaların sığlıktan kurtulamamasının sebebinin, ölçü tanımazlık, usul
bilmezlik, çerçevesizlik olduğu da bir türlü
anlaşılmıyor. Anlaşılmıyor çünkü tefekkür
yok, zihni git-gellerini fikir zanneden güruhun batmamak için çırpınmasına, çırpındığı
için de batmasına şahit oluyoruz.
Teorik serkeşlik ve serseriliği fikir
hürriyeti zannetmeye başladık. Hiçbir hürriyetin nizamdan bağımsız olamayacağını,
nizamı umursamayan hürriyet anlayışının ise
hayvani iştiyaklardan ibaret olduğunu anlamak, çok ciddi bir tefekkür cehdi istiyor.
Medeniyet akademisinin kuruluşunda
ve idaresindeki muhtemel marazlar; itaat
merkezli doksan yıllık tecrübe birikimiyle,
ona isyan eden bugün bazı kesimlerdeki fikri
serkeşlik ve serseriliktir. Nizami çerçeve
olmadan kurulacak medeniyet akademisi
liberal serserilikle bilgi, ilim, fikir imalinin
dağılmasına sebep olur. Nizami çerçeve biraz
sıkı tutulduğunda ise tefekkür cehdinin ve
faaliyetinin ihtiyaç duyduğu sahayı bulamaması muhtemeldir ki bu durumda tefekkür
sıkışır ve yok olur.
Medeniyet akademisi, birilerinin başköşeye oturup fikir dikte etmesi değildir muhakkak. Bununla beraber İslami tefekkürün
çerçevesi oluşturulmaksızın herkesin istediği
gibi düşünmesini mümkün kılan bir müessese
de değildir. Bir Müslümanın muhayyilesinde
doğan ve ağzından dökülen fikirlerin İslami
mahiyet taşıdığını söylemek mümkün değil.
Yani sahibinin Müslüman olması, fikrin İslami mahiyet taşıması için kafi şart olabilir
mi? Özellikle de bugünün dünyasında Müslümanların zihni dünyalarının oryantalist
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
taarruza maruz kaldığı, epistemolojik işgalin
her milimetre karesine kadar ulaştığı, akl-ı
selimin imha edilip yerine pozitif aklın ikame
edildiği bir vasatta, sahibinin Müslüman olması fikre İslami mahiyet kazandırmaz. Bu
noktadan bakınca, İslami tefekkürün ne olduğu, nasıl bir çerçeveye sahip olması gerektiği, ölçülerinin, nispetlerinin ve usulünün
tespit edilmesi lüzumu açık bir ihtiyaçtır.
Nizami çerçevenin ne kadar derin bir
ihtiyaç olduğu doğrudur ama doksan yıllık
tecrübe birikiminin itaat merkezli olması da
fikir hürriyetini inkıtaa uğratan bir maniadır.
Birinin zararını görüp, diğerinin tuzağına
yakalanmak sığ idraklerin akıbetidir. İfrat ile
tefrit arasında nizam-hürriyet muvazenesini
kuracak bir çerçeveyi keşif ve inşa etmemiz
gerekiyor.
Tefekkürü boğacak kadar nizam
mengenesini sıkmayacak, bilgiyi dağıtmayacak kadar nizami çerçeveyi genişletmeyecek
nizam-hürriyet muvazenesi… Tefekkürün
muharrik kuvvetini oluşturacak kadar tazyik,
teşvik ve iltifat etmeli ama “düşünüyormuş
gibi” sahteliklere ve ucuzluklara müsamaha
gösterilmeyecek bir bünye…
Birkaç teşebbüste kurulma ihtimali
yok gibi görünen medeniyet akademisi çapındaki müessese, ısrarla peşine düşülmesi,
mütekamil kıvam bulunana kadar takip edilmesi gereken bir Anka kuşudur. Ehemmiyetini ve lüzumun anlayanlar için zaten vazgeçilmesi kabil olmayan bu Anka kuşu yakalanabilirse birçok işin ne kadar kolay olduğuna
herkes şaşıracaktır.
Medeniyet akademisi zorluğundan
dolayı vazgeçilebilir bir iş değil. Zorların
zoru bir iş olduğu malum, kaçıncı teşebbüste
netice alınacağı ise meçhul… Buna rağmen
peşi bırakılmaması ve muhakkak kurulması
25
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
gereken bir müessese… Zor işlerden kaçmayı
itiyat edindiğimiz birkaç asırdan beri ucuza
mahkum olduk, artık ucuzculuktan kurtulma,
zoru başarma zamanı gelmiş olmalıdır.
26
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET
VE MEDRESE
AKADEMİSİ
İbrahim Sancak
Niçin doğrudan medreseden bahsetmiyoruz da, medeniyet akademisinden bahsediyoruz. Medrese kurulsa medeniyet akademisine ihtiyaç kalır mı? Medeniyet akademisi, medreseye giden güzergahın ara menzili mi yoksa medreseden daha ilerideki bir
menzil mi? Medreseyle birlikte medeniyet
akademisinden bahsediyorsak aralarındaki
fark nedir, medresenin olduğu yerde medeniyet akademisine niçin ihtiyaç hissedilir?
Medeniyet akademisi ile medrese
arasındaki farklılıkların birkaçını misal cinsinden açıklayalım.
*Medeniyet akademisi medrese değil,
fikir teknesidir
Öncelikle medeniyet akademisi medrese değildir, medresenin üstünde bir müessesedir. Medeniyet akademisi; bilgiyi, ilmi,
fikri, irfanı yoğuracak bir teknedir. Medeniyet akademisi, özellikle tefekkürün yoğrulduğu, harmanlandığı, terkip edildiği, tahrik
ve teşvik ile iltifat ve mükafata tabi tutulduğu
bir karargahtır.
İslam tarihi, tefekkürün, medrese ve
tekke tarafından temsil ve telif edildiğini
gösterir. İslami tefekkür kendi mecrasını
oluşturamamış, ilim ve irfandan mecralarının
mütemmimi olarak kalmıştır. Muhakkak ki
bu bir zafiyet değildir, aksine ilim ve irfan
tarafından kuşatıldığı için sıhhat ve istikamet
şartını mütemadiyen muhafaza etmiştir. İslami tefekkürün ayrı bir mecra haline gelemediğine dair tespitimiz tenkit olarak anlaşılmamalıdır.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
On dört asırdır ilim ve irfan (tasavvuf) mecrası tarafından temsil edilen İslami
tefekkür, aklın ufkuna ulaşmış, insanoğlunu
hayrete düşüren keşifler yapmıştır. Tefekkürün medrese ve tekkede ulaştığı zirve, mesela
batıdaki felsefi mecranın ulaştığı zirvenin
milyon kat ilerisindedir. Hal böyleyse derdimiz nedir, İslami tefekkürü ilim ve irfan
mecralarından ayırma teşebbüsüne niçin ihtiyaç duymaktayız? Bu, doğru ve çetin bir soru, hakkıyla cevaplanamazsa teklifin bir
kıymeti kalmaz.
Kadimde medreseler, ilimle birlikte
tefekkür merkezleriydi ve aynı zamanda
ümmetin de keşif karargahlarından biri haline
gelmişti. O kadar yoğun bir telif ve keşif faaliyeti yürüttüler ki, bir müddet sonra medreseler ilmi müktesebatın tahsilini bile hakkıyla
yapamaz hale geldi. Medreselerin bünyelerindeki zafiyetler bir tarafa, muhteva ve şekil
olarak mütekamil bir medrese bile ilmi müktesebatın tahsilini ikmal edemeyecek noktaya
ulaştı. Düşünün ki bir medrese, talebelerine
ömür boyu tahsili mecbur tutsa ümmetin ilim
müktesebatını nakledemez hale geldi. Hatırlanacağı üzere o meşhur sözü de bu noktada
söyledi; “Gök kubbe altında söylenmedik söz
kalmadı”.
İşte kırılma noktası burasıydı. Bu
sözün söylendiği zamana kadar medreselerde
tatbik edilen tedrisat usulü (usul ilimleri değil, tedrisat usulü) artık müktesebatın altından kalkamaz olmuştu. Tedrisat usulü değiştirilemedi, geleneğin tedrisat usulü doğruydu
ama müktesebat artmıştı, doğru olduğu için
ondan vazgeçilemedi. Doğru olması başka
bir meseleydi, farklı müktesebat hacimleri
için eksik kalması farklı bir mesele… Müktesebat belli bir hacme ulaşıncaya kadar doğru
ve sıhhatli bir netice vermişti ama müktesebat aşırı derecede artınca yükü taşıyamaz
27
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
hale geldi. Kadim tedrisat usulünden vazgeçmek gerekmezdi ama onun inkişafı şarttı.
luyla mümkündür ve keşif olmadan ilim yoktur.
Tefekkür mecrasına ihtiyacımız olan
nokta burasıdır. İslam tefekkür mecrası açılmalı, İslami tefekkür bir çerçeveye alınmalı,
usul ve tedrisatı keşif ve telif edilmelidir. Ve
bu mesele, kurulacak medreselerde ayrı bir
mecra ve ders olarak okutulmalıdır. Bu yapılamadığı için neler olduğuna kısaca bir bakalım.
İslam tefekkür mecrası açılmayınca,
felsefenin yeryüzündeki tek tefekkür mecrası
olduğu vehmi galip geliyor. Bunun tabii neticesi olarak felsefeye hikmet muamelesi yapılmaya, o olmadan tefekkürün mümkün
olmayacağına meyleden Müslümanlar, mesela İlahiyat fakültelerinde felsefe derslerine
ihtiyaç hissediyor. Kurulması düşünülen
medreselerde tefekkür dersleri verilemeyecek, tefekkürsüz ilim olmadığı, olamayacağı
için de felsefe meselesi yine gündeme gelecektir. Ya felsefeye karşı kuru bir ret tavrı
konulacak veya ona teslim olunacaktır ki her
iki ihtimal de birbirinden beter.
İslam ilim müktesebatının hacmine
bakınca insanın gözü korkuyor. İslam’ı birazcık olsun anlamak için bir insan ömrünün
kafi gelmemesi, hem kadim müktesebatın
hem de kadim usulün terkine sebep oluyor.
Mealci gibi, modern selefi gibi, Vehhabi gibi,
Şia gibi merkezkaç düşüncelerin zuhurunun
bir sebebi de budur. Lisan bilmemek, müktesebatı oluşturan kaynaklara ulaşamamak gibi
zorluklar bir tarafa, müktesebatın hacmi insanı o yolun dışına itiyor. Kırık dökük sürdürülmeye veya yeniden kurulmaya çalışılan
medrese namzetleri, eski tedrisat usulü ile
devam etmekte ısrarcı davranıyor, böylece
kadim müktesebattan ulaşabildikleri metinleri ezberlemek zorunda kalıyor. Ezberlemek
veya öğrenmekle iktifa etmek zorundalar zira
kadim müktesebat, öğrenme (veya ezberleme) sürecinin bitmesini mümkün kılmadığı
için idrak safhası başlayamıyor.
İlim, hem derinlik hem de genişlik
buuduna sahiptir ama tefekkür sadece derinlik buudunu temsil eder. Bu sebepledir ki
tefekkür; Mutlak İlim olan Kitab-ı Kerim vee
Sünnet-i Seniyye ile Nispi İlimler olan mesela Tefsir, Fıkıh, Kelam gibi ilimler arasındaki
köprüdür. İlim dendiğinde nispi ilimler kastedildiği müddetçe tefekkür ilimden daha
kıymetlidir ve ilmin insan derunundaki kaynağıdır. Çünkü keşif, idrak ve tefekkür yo-
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
*Medeniyet akademisi ilimle değil
ilim telakkisi ile meşgul olur
28
Medeniyet akademisi, tefekkür karargahı olduğu için doğrudan ilimle değil, ilim
telakkisi ile meşgul olur. İlim telakkisi ile
meşgul olan akademi, yeni bilgi sahalarının
oluşması halinde yeni ilim dallarının keşif ve
inşasını üstlenir.
Medrese tabii ki ilim telakkisiyle
meşgul olur. Fikirteknesi külliyatındaki ilimlerin tasnifine dair teklifin dikey tasnif kısmının zirvesinde yer alan “terkip ilimleri”,
İslam maarif nizamının zirvesini terkip ilimleri medresesinin işgal etmesini gerektirir.
Terkip İlimleri Medresesi kurulduğunda medeniyet akademisi vazifesini üstlenebilir.
Terkip ilimleri medresesi dışındaki herhangi
bir medrese çeşidinin medeniyet akademisinin yerini tutması kabil olmaz.
Medeniyet akademisi, doğrudan ilimle, ilimlerin tedrisatı ile meşgul olmaz, onun
işi daha yukarıdadır. Bilgi ve ilim telakkisi,
ilimlerin tasnifi, mevzu ve ıstılah haritası,
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
tedrisat usulü gibi, ilmin üstünde yer alan ve
ilme kaynaklık eden meselelerin müessesesidir.
*Medeniyet akademisi tedrisat ile
meşgul olmaz
Medreselerin vazife yoğunluğu tedrisattadır. Kadimden beri böyle olagelmiştir.
Muhakkak ki medreseler yeniden inşa edilirken tedrisatın dışında ve üstünde tefekkür
sahalarını da ihtiva ve ihata edecek şekilde
bir müessese şeması ve mesuliyet listesi hazırlanmalıdır. “Terkip İlimleri Medresesi” de
tam olarak bunun için hazırlanmıştır.
Terkip ilimleri medresesi veya medeniyet akademisi veya darü’l Hikme gibi isimlerle zikredilmesi mümkün olan böyle bir
müesseseye ihtiyacımız var. Tedrisata gömülmeyecek, tefekkür ve ilmi harmanlayacak, irfan ile sarıp sarmalayacak bir müessese… Medeniyet akademisinin medreseye
mukaddem olduğuna dair düşüncemizin temel sebebi, hali hazırda medresenin olmaması, yeni medrese fikrinin de ufukta görünmemesidir. Medeniyet akademisi, medreseyi de
kuracak müessesedir. Yoksa Fikirteknesi
külliyatının ilimlerin tasnif haritası birçok
meselenin izahı ve çözümüdür, o tasnifin
maarif nizamındaki karşılığı olan terkip ilimleri medresesi meselenin nihai müessesesi
olarak tespit edilmiştir.
*Medeniyet akademisi keşif ve terkip
karargahıdır
Keşif ve terkip karargahına ihtiyacımız var. Keşif ve terkip, hem ilmin hem de
tefekkürün zirvesidir. Belli bir dönemde bu
zirveye tırmanacak insan sayısı zaten azdır.
Onlar ise yüksek zeka ve dehaların aynı zamanda mücerret tefekkür istidadı taşıyanlarından ibarettir.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Belli bir dönemde bir ülkede doğan
deha sayısı zaten birkaç elin parmaklarını zor
geçer. Onların da bir kısmı, gençlik ve tedrisat süreçlerinde yok olur gider, genellikle de
cinnet geçirir. Yüksek zekaların içinde mücerret tefekkür istidadı olanlar da ayrıca azdır. Netice olarak tefekkürün zirvesine tırmanan insan sayısı nadirattandır.
Bir ülkenin en kıymetli hazinesi, bu
nadir bulunan insan cinsidir. Üç-beş tane
deha, otuz-kırk tane mücerret tefekkür istidadına sahip yüksek zeka bir ülkenin ilim ve
tefekkür yükünü taşıyabilir. Bunlar, keşif ve
terkip maharetine sahip insanlardır. Bunların
fark edilememesi, tespit edilememesi, doğru
tedrisat müesseselerine alınamaması ve istidat ve maharetlerinden faydalanılamaması, o
ülkenin her yıl dünyaya yetecek kadar petrolünü denize dökmesinden daha büyük bir
zarardır.
Bu kadar kıymetli ve bu kadar ender
bulunan insan cinsi olan dehalar, mümkün
olan en erken yaşta tespit edilmeli, mümkün
olan en erken yaşta murakabe altına alınmalı,
mümkün olan en erken yaşta talim ve terbiyeye başlanılmalıdır. Keşif ve terkip mahareti, talim ve terbiye ile elde edilemez, onun
için öncelikle istidat gerekir. Bu sebeple dehaları arayıp bulmaktan başka çare yoktur.
Mücerred tefekkür istidatları bulunduktan sonra, onların normal tedrisat süreçlerine tabi tutulmaması, ayrı tedrisat koridorları
açılması ve zirveye hızlı şekilde çıkmalarının
sağlanması lazım. Medeniyet akademisinin
talebelikten başlayan kadroları bunlardır.
Medeniyet akademisi, zekasının kendisinin bile zapt ve teskin edemediği insanları bulup, onların önüne bitmez tükenmez bir
ufuk ve güzergah koymalıdır. Hatta ufuk
çizgisinin bile görünmeyeceği bir güzergah
29
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
haritasının ortasına bırakmalı, mütemadiyen
keşif ve terkip faaliyetiyle meşgul etmelidir.
Ortaya çıkacak olan eser ve neticeler herkesin şaşkınlık ve hayretle seyredeceği cinsten
olacaktır.
İletişim: [email protected]
30
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET AKADEMİSİ
VE MÜESSESE FİKRİ
Ebubekir Sıddık Karataş
Medeniyet akademisi mevzuunda ısrarımızın birçok sebebi var, en mühim birkaçından birisi de, teşkilat ve müessese fikridir.
Teşkilat ve müessese fikri maalesef, başlık
olarak bile gündeme gelmeyen mevzulardandır. Teşkilattan herkes bahseder, zira zarureti
müşahhas mahiyet taşır ve birkaç kişi bir
araya geldiğinde bir teşkilata ihtiyaç duyar.
Teşkilata ihtiyaç duymakla teşkilat fikrine
ihtiyaç duymak başka meselelerdir. Herkes
bir fikrin tatbikatı, propagandası, yaygınlaştırılması için teşkilata muhtaçtır ama teşkilat
fikri nedense gündeme gelmez. Teşkilat ve
onun ileriki safhası olan müessese fikri olmadığı, oluşturulamadığı için kurulan teşkilatlar yaşayamaz.
Türkiye, ya fikirsiz hareketlerin kumkumasına savrulmuş ya da saf fikir ile hayat
arasında münasebet kuramayanların anlamsız
iddialarına kapılmıştır. Fikirsiz hareketlerin
keşmekeşinden teşkilat ve müessese fikri de
çıkmaz tabii ki ama saf fikir sahiplerinin hayat ile münasebet kurmak için ihtiyaç duydukları teşkilat ve müessesenin “fikrine” malik olmamaları anlaşılır gibi değil.
Teşkilat fikrin taşıyıcısı, müessese ise
tatbikatıdır. Teşkilat ile fikir harekete geçer,
müessese ile kök salar. Fikir, fertte şahsiyet
haline gelir, teşkilatla ferdi aşar, müessese ile
içtimai bünyesini inşa eder. Fertte şahsiyet
haline gelmesi ilk hamledir ve zarurettir ama
teşkilat ve müessesesini kuramamış fikir içtimai bünye haline gelememiştir.
Medeniyet akademisi fikrin teşkilat
ve müessesesidir. Bir fikrin temsil ve tatbik
edilmesi için kurulan teşkilat ve müessese9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
lerden farklıdır, o, bizzat fikrin müessesesidir. Yani fikrin keşif, telif ve tatbik edileceği
müessesedir. Bir fikrin taşıyıcısı değil, bir
fikrin imal merkezidir.
Osmanlının son bir-iki asrında fikrin
ve ilmin müesseseleri yozlaşmıştı, bu sebeple
koca medeniyet çöktü. Son bir asırda ise fikrin müessesesi veya fikir müessesesi kurulamadı. Fikir müessesesi kurma maharetimiz
sıfırın altında seyrediyor, bu sebeple mesela
üniversitelerimiz ilmin müessesesi değil bir
bürokratlar kumkumasıdır.
Fikrin müessesesini kuramadığımız
için, fikri temsil eden, fikri taşıyan, fikri mücadeleyi yürüten müesseseler kurma imkanımız zaten yoktu. İkinci cinsten birçok müessese kurma teşebbüsünde bulunuldu, hala o
cinsten müesseselerin olduğu zannına kapılanlar da mevcut. Fikir müesseseleşmeyince,
fikri taşıyacak müessese inşası zaten muhal…
Fikir ve ilim müessesesi; protesto,
gösteri, tartışma, basın açıklaması yapmak
gibi, siyasi tavırlar almak gibi işlerle meşgul
olmak için kurulmaz. Fikir müessesesi; pratikteki tüm tartışmaların dışında ve üstünde
kalarak, temel meselelerle meşgul olmak,
temel tercihleri tayin, hakikati tetkik ve tahkik etmek gibi asıl ve asil işlere yönelir. Medeniyet tasavvuru, varlık, insan, hayat ve
bilgi telakkisi, ilimlerin tasnifi ve yenilerinin
inşası gibi vazifelerle meşgul olur. Hakikati
saf haliyle tetkik ve ilan etmek gibi bir vazifeyi üstlenecek bir fikir karargahının olmaması, bugünkü ihtilafların kahir ekseriyetinin
sebebidir.
Tabii ki fikrin müessesesini inşa etmek, teşkilat fikrinin zirvesidir. Fikir teşkilatlandığında, fikrin her sahadaki taşıyıcı ve
tatbik edici teşkilatlarını kurmak kolaylaşır.
31
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Fikrin teşkilatını kuramamak, fikirle teşkilat
kurmayı imkansız derecesinde zorlaştırır.
***
Fikir ferdi idrak süreçlerinin neticesidir. İki kişilik idrak olmaz, her idrak süreci
muhakkak ki ferdin derununda işler. Bu cihetten bakıldığında fikrin müesseseleşmesi
zordur. Fakat unutulmamalıdır ki fikir ferdi,
fikriyat ise istişari faaliyetin neticesidir. Fikriyat, yani dünya görüşü, yani temel telakkiler, yani büyük mefkureler ferdin enfüsi dünyasından doğmaz, ferdin enfüsi dünyasında
mayalansa bile icmai tertip ve tedvine ihtiyaç
duyar. Cem edilmeyen, üzerinde icma olmayan ferdi fikirler dünya görüşü haline gelemez, mefkure seviyesine yükselemez.
Müessese fikri ile inşa fikri kardeştir.
İnşa fikri yoksa teşkilat ve müessese fikri
telif etmek kabil olmuyor. İnşa fikrinin ilk
neticesi, teşkilat ve müessese fikridir, teşkilat
ve müesseselerle hayatın inşası mümkün hale
gelir.
Müessese fikri ile inşa fikri arasındaki
münasebet, her ikisi de birbirinin hem sebebi
hem de neticesi olacak kadar girift ve derindir. İnşa fikri olmadığında müessese fikri
telif edilemeyeceği gibi, müessese fikri olmadığında inşa fikrinden bahsetmek kabil
değildir.
Medeniyet akademisi, inşa fikri ile
müessese fikrinin zirvesidir.
***
Fikri fikriyat haline getiremeyen, bunun hayalini kurmayan, bunun için teşebbüste bulunmayan idrak, çıktığı yolculuğun başında, ilk safhasında, yani fikir merhalesinde
akamete uğramıştır. Fikriyata doğru akmayan
fikir, doğru da olsa parça halinde kalmaya
mahkumdur, parça ise bütündeki yerini bulamadığı müddetçe parça kıymetini bile muhafaza edemez. Fikir fikriyata doğru akmıyorsa, ferd cemiyete doğru akmıyor demektir. Fikir ile ferd baş başa kaldığında, murakabe imkanından mahrum olacağı için nefsin
tasallutundan kurtulamaz, doğru olup olmadığını anlayamaz.
Medeniyet akademisi, fikir teknesidir,
fikirlerin yoğrulacağı tekne… Bir fikir başka
bir fikirle temasa geçmediği müddetçe nefsin
katıksız gıdası haline gelir. İhtiyacımız, fikirlerin temas etmesinden de öte, fikirlerin yoğrulacağı bir teknedir. Bir fikir teknesi olmalı,
fikirleri yoğura yoğura ifrat ve tefrit kutuplarını yontarak tek bir hamule haline getirmeli,
oradan bir fikriyat imal etmelidir.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Medeniyet akademisi, aynı zamanda
müesseselerin anasıdır. Medeniyet akademisi, fikrin ana rahmi, müesseselerin ise atölyesidir. Müslümanların, müessese inşa eden
müesseseye ihtiyacı vardır.
Medeniyet akademisi, medeniyet tasavvuru üst başlığı ile tüm nazari çalışmaları
yapacağı gibi, keşif ve telif ettiği nazariyatın,
ferdi karşılığı olan şahsiyeti, içtimai karşılığı
olan cemiyeti, ikisi arasındaki irtibat ve münasebeti tesis edecek müesseseleri inşa etmekle mükelleftir.
Medeniyet akademisi öncelikle tek
hamur halinde bir medeniyet tasavvuru oluşturur, sonra o hamurdan ferd, cemaat, cemiyet, ümmet istikametindeki inkişafı gerçekleştirecek tüm teşkilat ve müesseseleri inşa
eder, o istikametteki tüm hamleleri tertip
eder, tüm faaliyetleri sevk ve idare eder.
İletişim: [email protected]
32
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET AKADEMİSİNİN ASGARİ FAYDASI
Selahattin Adanalı
Hamiyetperver beş-on Müslüman bir
araya geliyor, bir şeyler yapmak istiyor, “ne
yapalım” sorusunun ilk cevabı “bir dernek
veya vakıf kuralım” şeklinde oluyor. Teşkilat
nedir, müessese nedir, fikrin temsili ve tatbikatı nedir gibi soruların peşine düşmeden,
yani sadece ne yapalım sorusunun peşinden
giderek ulaştıkları nokta dernek veya vakıf…
Güzergahın dernek veya vakfa uğraması ve
orada demir atmasının bir sebebi de, mevcut
mevzuatta kanuni teşkilat modeli olarak bu
ikisinin olması… Şirket, okul vesaire gibi
kanuni teşkilat modelleri olsa da, onların
şartları ağır olduğu için dernek ve vakıfta
karar kılınıyor. Dernek veya vakıftan önce
veya sonra sorulan diğer soru da şu; “faaliyet
alanımız ne olsun”… Yine teşkilat ve müessese fikri olmadığı için, mevcut dernek ve
vakıflara bakılıyor, umumiyetle mevcut olanların bir benzeri kuruluyor, ya yardım derneği veya talebelerle ilgilenecek bir iş kolu…
Aslında ayrı ve yeni bir dernek kurmak için yola çıkanlar, mevcut olanlara itiraz
edenler ve yeni bir şeyler yapmak isteyenlerdir. Ne var ki başlangıçta yeni bir şeyler
yapmak isteyenler, bir müddet sonra mevcut
teşkilatları taklit etmeye, onların yaptıklarını
yapmaya, yani tekrara başlıyorlar. Çünkü
fikir ve teklif sahibi olmadan başkalarını tenkitle yola çıkmışlardır. Allah Azze ve Celle,
fikir ve teklif sahibi olmadan başkalarını tenkit edenleri, hayatlarının herhangi bir safhasında tenkit ettiklerini taklit etmeye mahkum
ediyor. Bu fasit daire onlarca yıldır tekrarlanmasına rağmen insanlar hala aynı eksende
yuvarlanıp gidiyor.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Herkes hatırında tutsun; tenkit, teklif
sahibinin hakkıdır. Fikir ve teklifi olmayanların tenkit hakkı yoktur, fikir ve teklif sahibi
olmadan tenkit edenler nefsin ve şeytanın
tuzağına düşerler.
***
Birkaç kişi bir araya gelip tefsir dersleri veriyor. Başka birkaç kişi de bir araya
geliyor fıkıh dersleri veriyor. Tefsir dersleri
veren, talebelerini fıkıh dersi için diğer guruba göndermiyor, fıkıh dersi veren de talebelerinin tefsir dersi alması için ötekine göndermiyor. Bir araya gelip müşterek bir müessese
kuramıyorsunuz, tamam bunu anladık, peki
talebelerinizi diğer guruba gönderip başka bir
ilmin tahsilini yapmalarına neden mani oluyorsunuz. Bu nasıl bir kafadır ki, dipdiri bir
nefs, derin bir hasislik, tahammül edilmez bir
kıskançlıkla talebelerinizi yarım bırakıyorsunuz?
Verdikleri dersin muhtevası ve derinliğinden bahsetmiyoruz. Neticede herkes
kendi seviyesince bir şeyler yapmaya çalışıyor. İnsanın idrakince bir şeyler yapmaya
gayret etmesi ancak takdir edilir. Büyük bir
mefkure örülememesini kanıksadık da, hocaların talebeleri üzerinden nefslerini tatmin
etmesi anlaşılır gibi değil.
Unutmayın; alim olmak, entelektüel
olmak değildir, yani sadece bilgiyle meşgul
olmaktan ibaret değildir. Ahlakı kuşanmamış
bir kişi, dünyanın en bilgili insanı da olsa,
İslam ıstılahındaki alim şahsiyet haline gelemez.
***
Birkaç kişi bir araya gelip dergi çıkarıyor. Dergi biraz tuttuğunda başka yazar
almıyor, bir avuç yazarla iktifa ediyorlar.
33
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Hani fikirleri var ya… Oysa ne olabilir ki, bir
avuç insanın fikir yekunu ne olabilir? Mevzu
haritasını çıkarmayı akledememiş insanlar,
her şeyi anladıkları vehmiyle boğuşup duruyorlar. Okuyucularını kendi ufuklarına mahkum etme cürmünü işlediklerini bile fark
etmeden yaşayıp gidiyorlar. Heyhat…
Derginin ne olduğunu bilmeyenler
tabii ki arkalarını bir külliyata yaslama ihtiyacı hissetmiyorlar. Normal şartlarda dergi
çıkaracak kadronun tek tek olmasa bile toplamının bir külliyatı olması gerekir. Bundan
vazgeçtik, bari sırtınızı bir külliyata dayayın.
Derginin yazar kadrosuna bakıyorsunuz, toplamının kitap sayısı yazar sayısı kadar yok.
Ayıp oluyor ama… Hiç değilse bir mevzuda
kitaplık çapta fikri olmayan adam, gerine
gerine, böbürlene böbürlene, kibirlene kibirlene fikir satıyor. Ama ayıp oluyor beyler…
Dergilerle meşgul olanlar hatırından
çıkarmasın; her dergi aslında bir fikir hareketidir. Ülkemizde ise dergiler, fikir kımıltısı
bile olamıyor.
***
Her gün gazete köşelerinde herkese
akıl verenler var bir de… Hükümete akıl veriyor, muhalefete akıl veriyor, münevverlere
akıl veriyor, halkı ise zaten azarlayıp duruyor. Köşe yazısındaki dil ve üsluba bakınca
zannedersiniz ki arkasında beş yüz ciltlik bir
külliyat var. Adamı araştırıyorsunuz ortada
kitap yok.
Gazetelerdeki köşe yazarları ve televizyonlardaki yorumcuların kahir ekseriyetinin “Cin Ali” seviyesinde birkaç eser yok.
Eser sahibi olanların sayısı az olduğu gibi,
onların da eser sayısı bir-iki elin parmaklarını
geçmiyor. Ne var ki memleketin efkar-ı
umumiyesi, gazetelerdeki köşe yazarları ve
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
televizyonlardaki programcı ve yorumcular
tarafından oluşturuluyor. Bu ne kadar çirkin
bir durum… İşin ilginç tarafı, köşe yazarları
ve yorumcuların sürekli insanları “okumamakla” itham etmesi… Oysa kendisi de
okumuyor, okumuyor çünkü köşe yazısından
başka bir şey yazamıyor. Yani ya okumuyor
ya da kitap yazacak kadar anlayamıyor. Türkiye, kitap telif edemeyen, yani kitabı olmayanlara “yazar” denilen bir ülkedir.
Unutmayın, bir ülkenin efkar-ı umumiyesi, “kitapsız” yazarlar tarafından oluşturuluyorsa, o ülkeden hiçbir halt olmaz.
***
Bir ümitle üniversitelere bakıyorsunuz, aman Allah’ım… Adam profesör olmuş
ama kitabı yok. Nasıl olabilir bu diye hayret
ve şaşkınlıkla biraz daha tetkik ediyorsunuz,
profesör olmak için sahasında keşif ve telif
çalışması yapma şartının olmadığını görüyorsunuz. Ya kitap diye bakıyorsunuz, profesör
olmak için kitabının olması da gerekmiyor.
Adamın işi “ilim”… Düşünün, ülke adama
profesörlük unvanı veriyor, üstüne bir yığın
para ödüyor, bunlara mukabil taş taşımasını
istemiyor tek istediği şey ilmi çalışma ve
eser… Bir tarafta kitap yazıp kendi parasıyla
bastırmak zorunda olan cehd sahibi insan
diğer tarafta itibar ve para ödenen ve asli işi
de ilim olan adam…
Meydan yerine çıkıp, “Kitapsızlar”
diye bağırmak geliyor insanın içinden… Kitapsızlar, yani esersizler, yani keşifsizler,
yani cehdsizler, yani samimiyetsizler. Bu
ülkede YÖK bir üniversiteye rektör adaylarını seçerken kitap sayısına bakmıyor, Cumhurbaşkanı rektörü tayin ederken eser sayısına bakmıyor, üniversitede akademisyenler
rektör seçerken telif çalışmasına bakmıyor.
Bu ülkede televizyoncular adamı programa
34
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
çıkarırken kitap sayısına bakmıyor, gazeteler
köşe yazarı ararken kitap sayısına bakmıyor,
konferansa çağıranlar adamın kitap sayısına
bakmıyor. Halde kabzımallık yapacak adam
arayanlardan bahsetmiyoruz, bahsini ettiğimiz her mesele doğrudan tefekkürle alakalı
ama tefekkür istidadını arayan yok.
***
Kitap, yani fikir, yani ilim yok çünkü
bunları arayan, bunlara itibar eden yok. Bir
tane kitabı olmayan rektör, yüz tane kitabı
olan Necip Fazıl’a tercih ediliyor. Bu bir
yanlışlık değil, bu bir hastalık… Kitaba meyletmeyen, kitaba itibar etmeyen, kitaba kıymet vermeyen anlayış bedevidir. Koca koca
binalar yapıp adına üniversite denmesinin bir
anlamı yok.
Yanlışı konuşarak düzeltebilirsiniz,
hastalığı konuşarak tedavi edemezsiniz. Hastanın hasta olduğunu bilmesi, tedaviye ihtiyaç duyması gerekiyor. Fakat kalb ve akıl
hastalığı bedeni hastalığa benzemez, kimse
akıl hastalığına yakalandığını kabul etmez,
herkes kendi fikrinin farklı bir anlayış olduğunu iddia ediyor. Fikir farklılığı ile marazi
meyilleri birbirinden tefrik ve temyiz edecek
bir seviyenin ve merciin olmadığı ülkede ne
yapılabilir? Ki bunun en bariz farkı, kitaba
kıymet verip vermemek değil midir? Hangi
anlayışta olursanız olun, ilmi ve fikri mertebe
ve mevkiin ölçüsü kitap değil midir, kitaplık
çapta fikir telifi değil midir? Bu kadar açık
bir delil varken ve akli maraz sabitken, hastanın hastalığını kabul etmesini bekleme lüksümüz olabilir mi? Gerektiğinde beyaz gömlek giydirip akıl hastanesinde zapt altına almak tedavini ön şartı değil midir?
Bir medeniyet akademisi veya ismi
her ne olacaksa, sadece seviye tespit ölçüsü
olarak telif ve keşif eser meselesini ikame
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
etse birçok problem çözülmüş olur. Böyle bir
ölçü ikamesi tefekkür hayatımızı ilerletir mi
bilmem ama en azından sahtekarları teşhis
eder. Sahtesinin musallat olmasına mani olmak, aslının zuhuru için ilk şarttır. Aslı zuhur
eder veya etmez ama sahtesi itibar görmez.
İlmi ve fikri kıymet tespitinin esere
göre yapılması, esere meyledilmesini, esere
kıymet verilmesini, eser cehdini teşvik eder.
En azından bu kadarının yapılması bile çok
büyük bir kıymettir ve insanlara keşif ve telif, hamle ve hareket iştiyakı aşılar. Kitaba
doğru bir akış, kitabi kıymet imalini artıracaktır.
Türkiye’de üniversite, kuruluşunca
yozlaşmış durumdadır. Kuruluş maksadı ilim
ve fikir imali değil, batının değerlerini bu
ülkeye nakletmektir. Buna ayarlı öyle kıstaslar caridir ki, İngilizce bilmeyen bir akademisyenin seksen tane kitabı var ama Yardımcı Doçenttir, İngilizce bilen bir akademisyenin hiç kitabı yoktur ama profesördür ve rektördür. Bu doğrudan doğruya müstemleke
eğitim sistemidir ve devşiremedikleri insanları “aşağıda” tutmak için tertip edilmiş bir
tuzaktır. Mesele yabancı dil düşmanlığı değil,
zaten bir ilim adamının bırakın tek yabancı
dil bilmesini birkaç tane bilmesi lüzumu da
açıktır. Ama adam bir şekilde yabancı dil ile
ünsiyet kuramamıştır, buna mukabil külliyat
çapında eseri vardır ama Yardımcı doçent
olarak zapt altına alınmıştır. Türkçe, birkaç
yüz kelimeden ibaret kabile dili midir ki yabancı dil bilmediğinizde eser veremeyesiniz
veya verdiğiniz eserlerin bir kıymeti olmaya… Bu mesele, kanun metinlerine girmiş bir
ihanettir. Ayrıca ülkeye ve millete yapılmış
en büyük hakarettir.
İletişim: [email protected]
35
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET KADROSU VE
SİYASİ UFUK
Ahmet Selçuki
Müslümanlar seksen-doksan yıldır
“kadro” yetiştirmekle meşguller. Birçok cemaat ve gurup, “Neden şu işleri yapmıyorsunuz?” türünden sorulara karşı, “Kadro yetiştiriyoruz” türünden cevaplar veriyorlar. Bu
cevap yanlış değil, kadro yani insan olmadan
yapılacak iş ne olabilir ki? Muhakkak ki bir
iş yapılacaksa o işin kadrosunun yetişmiş
olması gerekiyor, aksi takdirde kasaba ameliyat yaptırmak zorunda kalınıyor ve ortaya
cerrahi tedavi değil kıyma makinası çıkıyor.
Kadro yetişmeli, yetiştirilmeli… Fakat sorulan soruların içinde “Medeniyet hamlesi neden başlatılmıyor?” sorusu olmadığından mıdır bilinmez, medeniyet kadrosu ile
ilgili hiçbir ufuk ve teşebbüs yok. Sebebi
malum; medeniyet tasavvuru olmadığı için
medeniyet kadrosuna ihtiyaç duyulmuyor.
Öyleyse silsile vuzuha kavuşuyor, önce tefekkür ve tasavvur, sonra kadro, sona hamle… Anlaşıldığı üzere bu silsilenin başında
da, tefekkür ve tasavvuru keşif ve telif edecek mütefekkir kadrosu… Bu nokta dikkat
çekici bir paradoksa işaret ediyor, kadro yoksa tefekkür ve tasavvur olmuyor, tefekkür ve
tasavvur olmayınca kadro yetişmiyor. Bu
fasid daireyi kıracak ve bir noktasından sahaya girecek olan mütefekkir kafaların yetişmesi şart…
***
Siyasetin nihai ufku, medeniyet inşasıdır. Bir siyasi kadronun ufkunda medeniyet
tasavvuru ve inşası yoksa o siyasi kadronun
maksadı en iyi ihtimalle Müslümanların günlük işlerini halletmekten, ihtiyaçlarını karşılamaktan ibarettir. İktidarın nefsi tahrik edici
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
hususiyeti de hatırlanırsa, medeniyet ufkuna
gözünü dikmeyen, o ufka doğru canhıraş bir
gayretle yürümeyen kadrolar, kudret ve iktidar ile nefsin buluşmasından ortaya çıkan
dehşetengiz tuzaktan kurtulması fevkalade
zordur.
Medeniyet ufkunun en bariz hususiyeti, insanların önüne uzun bir güzergah açmasıdır. İktidar olmak gibi yakın menzilleri
ufuk edinen kadrolar, ara menzilde rehavete
ve nefsinin tuzaklarına düşmekten kurtulamazlar. Güzergahın uzun olması, mücadeleyi
kesintisiz kılar ve iktidarın nefsi tatmin ve
tahrik edici özelliklerini ortadan kaldırır ve
mesuliyet his ve şuurunu harekete geçirir.
***
Medeniyet ufku siyasi kadrolar için
temel seviye ölçüdür. Bir siyasetçi medeniyet
tasavvurundan, medeniyet hamlesinden, medeniyet inşasından bahsetmiyorsa, nefsinin
peşinde koşuyor, menfaat ve iktidar talebinden başka bir şey düşünmüyor demektir.
Medeniyet, İslam’ı anlamanın en hacimli çerçevesidir. Nazari çerçevede medeniyet tasavvuru, tatbikatta ise medeniyet hamlesi İslam’ı anlama ve tatbik etme bahsinde
nihai menzildir. Bir siyasetçi medeniyet ufkundan habersizse, onun idrak seviyesi çok
sathidir.
Biliyoruz, son zamanlarda siyasi iktidarın önde gelenleri tarafından bahsedilmeye
başlandığı için medeniyet meselesi “moda”
haline geldi. Fikirteknesi kadrosunun yıllar
öncesinden başladığı çalışmaları da, muktedirlerin meseleyi “moda” haline getirdiği
bugünün ucuzluğuna kurban gitmek üzere…
Bunun ne kadar ıstırap verici bir duygu olduğunu izahtan aciziz.
36
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Siyasi kadroların medeniyet meselesini ucuza getirmeden, moda olmasını yaygınlık ve muteber olmasından ibaret bir fayda
olarak değerlendirmesini temenni ederiz.
Kendilerinin oluşturduğu modanın cazibesine
kapılıp, ucuz birkaç lafla geçiştirmeleri halinde, kendi seviye testlerini kendilerinin
yapmış olacağını hatırlatırız.
Medeniyet akademisi benzeri bir müessesenin kurulması, devlet imkanları olmadan kurulabilirse de yavaş ilerler. Devletin,
meseleyi kamu kuruluşu haline getirmeden,
mensuplarını bürokrat yapmadan, hiyerarşik
kontrol altına almadan, imkanlarını temin ve
itibarını ikame etmek gibi bir katkısının olması mümkün ve doğrudur. Medeniyet inşasından bahseden bir siyasi kadronun, medeniyet akademisi bir müesseseye ihtiyaç duymaması, ya seviyesizliğinin alameti ya da
samimiyetsizliğinin…
Mesele bizim bahsini ettiğimiz medeniyet akademisi değil. Mesele, medeniyet
inşasından bahsedip de, bunu yürütecek bir
karargaha ihtiyaç duymamaktır. Hangi isim
altında ve nasıl kurulursa kurulsun, bu kadar
mühim bir mevzuun gündeme gelmemesi,
bunun için bir teşebbüste bulunulmamasıdır.
Bu zafiyet, tabii ki bir seviyesizlik alametidir
aynı zamanda.
***
Medeniyet ufku siyasi kadrolar için
samimiyet ölçüsüdür. Samimiyet nasıl ölçülür? Bunun bir yolu, formülü var mı?
Binlerce siyasetçinin dinden bahsettiğini biliyor ve şahit oluyoruz. Siyaseti dinin
aracı haline getirmekle dini siyasetin aracı
haline getirmek arasındaki fark ve ölçü nedir? Ağzını her açtığında İslam’dan, İslami
meselelerden bahseden bir siyasetçinin, dini
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
istismar etmediğini, menfaatleri ve mevki
talepleri için dini suiistimal etmediğini nasıl
anlarız? Adamın kalbini bilme, niyetini anlama, asıl maksadını keşfetme mahareti kimde var?
Samimiyetin ölçülerinden birisi, fikre
kıymet vermektir. Fikir, ilim, hikmet, irfan
gibi İslam medeniyetinin temel kıymet ölçülerine itibar etmeyen bir insanın samimi olmadığı açık değil midir? Bir Müslüman, fikir, ilim, irfan, hikmet gibi temel mikyas
kaynaklarının kıymetli ve muteber olduğunu
anlamayacak kadar idraksiz olabilir mi? Bu
kadar idraksiz bir insanın siyasi kadrolara
katılması, makam sahibi olması, eline kudret
araçlarının verilmesi, hem kendisi hem de
buna sebep olanlar için samimiyetsizlik alameti değil midir? İslam’ın her metninde bu
bahisler temel mesele olarak zikredilmesine
rağmen, bu mevzularda “bilmemek mazeret
olabilir mi?”
Cahillik ve idraksizliğin mazeret olmadığı yerler vardır. Bir ülkeyi idare edecek
makamlara oturanların cahillik ve idraksizlik
mazereti, hayatında bisiklet bile sürmemiş
birinin uçakta kaptanlık yapmasına benzer.
Bazı meselelerdeki cahillik ve idraksizliğin
bedeli çok ağırdır ve telafisi de yoktur. Her
kim ki cahil ve idraksiz şekilde uçak kaptanlığı yapmaya teşebbüs eder, her kim ki cahil
ve idraksiz birini uçak kaptanı yapar veya
sebep olur, her ikisi de, düşen uçakta ölen
insan sayısınca katildir. Devlet yönetmek,
birkaç yüz kişilik yolcu kapasiteli uçakta
kaptan olmaktan çok daha mühim, hassas ve
mesuliyetli bir iştir.
Samimiyet, insanı önce mesuliyet
hissi ve şuuru ile teçhiz eder. Mesuliyet his
ve şuuru da “insana bilmediğini” bilme mahareti kazandırır. Bilmek gayret ve çalışma
işidir, idrak ve tefekkür ise bunlarla birlikte
37
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
istidat işidir. Bir insanın tefekkür istidadı
olmayabilir ama samimiyse anlamadığını
anlama maharetine sahiptir, bu maharet ise
bisiklet bile sürmemiş birisini uçak kaptanlığına heves etmekten alıkoyar.
İletişim: [email protected]
38
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TAMER MURAT İLE MUSİKİMİZ ÜZERİNE MÜLAKAT
Metin Acıpayam: Klasik müziğimizin insanı içine alıp berrak ve saf duyguların
dünyasına taşıdığını biliyoruz. Bizdeki musiki, gayet tedrici ve manaperest iklimde var
edilmiştir. Nefs’e dokunmadan ruhu okşayan
ve zevk-i selimi, sanati manada inşâ eden
musikimiz, vakar vakumlayan hususiyete
sahiptir. Buradan hareketle ne söylemek istersiniz?
Tamer Murat: Derginizin bu sayısının kapak dosya konusu, Medeniyet Akademisi başlıklıdır. Biz de meselemizi konuşurken kapak dosya konunuz üzerinden hareket
edelim. Medeniyet Akademisinden kastınız,
İslam Medeniyet Akademisidir şüphesiz. Bu
açıdan bakıldığında görülecektir ki, İslam
Medeniyet tarihimizin merkezinde musiki
vardır. Türk musikisi birçok makamdan
meydana gelmiştir. İnsanın tüm mizaç ve
meşrep haritasını sizin de belirttiğiniz üzere
burada bulabilirsiniz. Kadim tarihimizin ilk
yıllarına bakılırsa görülecektir ki, musikimizin tüm makamlarında insanın hatta tüm
mahlûkatın mizaç hususiyetlerini görebilirsiniz. Yani musikimizin her makamı ve her
perdesi, aynı zamanda insandır, hayvanattır,
nebatattır. Kadimde yırtıcı hayvanların hüzzam makamıyla uysallaştırıldığı bilinmektedir. Yani buradan anlıyoruz ki, insanın terbiyesinden ziyade hayvanların bile terbiyesini
sanatla yapan ecdadın çocuklarıyız.
Sualinizde olan Zevk-i Selim meselesine hususiyetle değinmemiz gerekiyor. Selim, lügatte; Sağlam kusursuz, doğru, tehlikesiz, zararsız, kurtulmuş, temiz, samimi gibi
müsbet manaları içinde barındırır. Zevk-i
Selim ise, temiz ve kusursuz zevk anlayışıdır.
Bu anlayışı musikimizden başka yerde bulamazsınız. Ney’e baksanız, hasretin zevkini
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
tattırır. Ut’a baksanız vuslatın. Hasretler,
vuslatlar çoğaldıkça zevk-i selimi hissedersiniz. Zira hakiki sevgilinin hasreti de temiz
zevk ve keyif verir beşere.
Metin Acıpayam: Divan edebiyatımızda her bir eser, musikidir aslında. Özellikle Nazım Hikmet’le başlayan ve Orhan
Veli denilen “rakı şişesinde balık olmak isteyen” şahsiyetsiz topluluğun başındaki “garip” adamın “garip” akımından beri, ortada
ne şiir kaldı, ne de kalıcı eser. Hakikiler silinip gidince, ortada zevksiz ve musikiden
habersiz onlarca “şair” çıkıverdi. Bir zamanlar Alman bir mütehassıs ile mülakat yapmıştım. Bu mülakatta; “Yahya Kemal’i bilmeyen
Türk çocuğu düşünülemez” diye cümle kullanmıştı Alman Profesör. Buradan hareketle,
klasik şiir-klasik müzik münasebeti hakkında
ne söylersiniz?
39
Tamer Murat: Musiki usulünden habersiz şiir şiir değildir. Yukardan aşağıya
tuvalet istifiyle tasnif edilmiş türdür serbest
şiir. Zira şiir, musiki ile beraber dökülür müessirin kalemine. Musiki bestekârları, şiirdeki
zevk-i selimi musiki ile nişanlayarak eserini
ortaya koyan büyük ustaların ismidir. Serbest
şiir müptezelliği, evvela hayatımızdaki “nizami” alt yapıyı çökertmiştir. Bizim medeniyetimiz usûl ve muvazene medeniyetidir.
Şiirimiz ise, usûl ve muvazene halinin sanatlaştırılmış ruhi tezahürlerinden ibarettir. Bu
sebepten dolayıdır ki, bugün büyük besteler
yapılamıyor, hep mazide üretilenler tüketiliyor. Oysa hayat her zaman yenilenmeyi ister.
İslami sanat hiçbir zaman “madde” den hareket etmez. Evet, ilhamın bazı noktalarda istifade ettiği madde, sanatımızın tümünü işgal
edemez. Onun ilham kaynağı ruh ve kalptir.
Ruhun ve kalbin yegane gıdası ise klasik
musikimizdir. Necip Fazıl’ın “şair” tanımına
aynen katılıyorum. Şair o kimsedir ki, tüm
arayışını O’nu bulmak için gerçekleştirsin. O,
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
tüm mahlukatın efendisidir. İlahi sevgilinin
ta kendisidir. Klasik musikimizin nihai durağı O’dur. Uğruna âlemlerin yaratıldığı sevgilidir. Bâki olanı talep eden, bâki kalır. Geçici
zevk ve nefs peşinde olanlar ise “an” ı yaşayan, ve bir lahzada silinmeye mahkum olan
geçici şahıslardan ibarettir.
Metin Acıpayam: Klasik müzikte
güfte-beste münasebetinden ne anlamamız
gerekiyor?
Tamer Murat: Beste-güfte münasebeti zarurettir. Birbirinden ayrı düşünülemez.
Biri birinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır
adeta. Nizamiliği görmek isteyen musikimizdeki beste-güfte münasebetine bakabilir.
Böyle bir ahenk görülmeyen şeydir. Saz musikimizin bile bir dili, usûlü vardır. Zaten
usûl yok ise, musiki yoktur.
Metin Acıpayam: Kadim tarihimizde
“su” ve “musiki” sesi ile tedavi uygulamaları
mevcut. Bu tatbikat hakkında neler söylemek
istersiniz?
Tamer Murat: Buradaki inceliği görüyor musunuz Metin bey? Şu hassas idrake,
şu safiyane cemiyete… Ahh… ahh… Bu
meseleler neler kaybettiğimizi gösteriyor
bize. Beynin ve ruhun bütün topoğrafyasını
çeken atalarımız (Allah hepsinden razı olsun)
beynin tezahürü olan ruha bu kadar hassasane yaklaşma istidadını gösterebiliyor. Müzik
ruhun derinliklerine inerek, ruhi kıvamı perçinleyen bedi sanatlar bünyesindedir. Mevzuyu buradan alırsanız elbet “Müzik ruhun
gıdasıdır.” Hemde çok çok faydalı gıda. Lakin müzik derken musikimizi hususiyetle
vurgulamak gerekiyor. Yoksa Batı’nın müzik
anlayışının ruhla yahut ruhi kıvamla ne alakası olabilir? Bugün birçok ruhi hastalığın
tedavisi musikimizdedir. Zira musikimizin
sahipleri, musikinin ilk zamanlarında tüm
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
insan mizaç haritasını çıkartmışlar, bu haritaya göre perdeleri kurmuşlardır. Musikimiz,
anksiyet bozukluklarında ve depresyonda
gerilimi azaltarak şizofren ve otistik şahıslarda iletişimi ve uyarılabilirliği artırmaktadır.
1154 yılında Şam’da açılan ilk tıp
hastahanesi olan Nurettin Hastahanesi’nde
akıl hastalarının müzikle tedavi edildiğini
biliyoruz. Bu tedavi usulünün 18. Yüzyıla
kadar geldiğini kayıtlarda görmekteyiz. Evliya Çelebi’nin 1648’lerde Seyahatnamesinde
belirttiği gibi “hüznün yok edilmesi için
(‘def-i gam’ için) günde üç defa güzel sesli
hanende ve sazendelerin fasıl” yaptıklarını
görüyoruz. 3. Selim zamanında Gevreklizade
Hasan Efendinin çocuk psiklojisi ve hastalıklarında musiki makamlarını incelediğini ve
bunu bir kitap haline getirdiğini görüyoruz.
Bu kitapta mesela “rast” makamının felç hastalarına iyi geldiğini, ıstafan makamının zekayı açtığını, büzürk makamının korkuyu
azalttığı gibi bir çok bilgiye şahit oluyoruz.
13. Yüzyılda yaşayan Safiyüddin Abdülmümin “Zübde-i Makale-i İlm-i Musiki” isimli
kitabında “kuşluk vaktinde rast makamının,
ikindi vaktinde ırak, gün batımında ısfahan,
akşam neva gibi…” makamların sürekli dinlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Hatta
ilginç tespitlerden biriside insanların renklerine göre musiki makamlarına ihtiyaç duymasıdır. Misalen; esmerlerin rast, kumral ve
sarışınların kuçek makamı ve benzerlerinden
etkilendikleri yazılıdır.
Metin Acıpayam: Teşekkür ederiz
hocam
Murat Tamer: Rica ederim.
40
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
İSLAM MEDENİYETİNDE
MÜZİK MEKTEBİ
Çağatay Haznedaroğlu
Müzik, insanlık tarihinin her döneminde var olduğu kabul edilen, ferdi ve içtimai bünyenin altyapısını oluşturan ilim ve
sanat dalıdır. Bedii sanatlar dahilinde müziğin ayrı hususiyetler dahilinde tetkik edilmesinin zaruret olduğu hakikati, onu diğer sanat
dallarından tefrik etmiştir. Müziğin sanati
gücü o kadar tesirlidir ki, onun etkisinden
kurtulan herhangi bir mahlükat yoktur. Sadece insan muhayyilesine değil, hayvanat ve
hatta nebatata kadar umumi varlığa tesir eden
yine müziktir.
İslam medeniyeti huzur medeniyetidir. Huzuru sağlayabilecek her türlü ilimirfan-hikmete sıkı sıkıya sarılır, onu İslam
bilgi ve sanat telakkisinde aynileştirmek suretiyle tetkik ederek terkip kıvamına ulaştırır.
Şüphesiz ümmetin, müzik ve hususiyetle
musiki meselesine duyarsız ve alakasız kalması düşünülemezdi. Kitabi çapta tetkik ve
terkip edilmesi gereken “İslam Medeniyetinde Müzik ve Musiki” ve “Medeniyet Akademisinin Müzik Mektebi” başlıklı bu çalışmamız elbette mecmua yazısında geniş hatlarıyla incelenemeyecektir. Yakın zamanda
müzik ve musiki meselemizle alakalı yeni
çalışmalar ve eserlerimizin yayınlanacağı
müjdesini bu vesileyle söyleyelim.
***
İslam Medeniyetinde Önemli Müzik Müesseseleri
Mehterhâne
Özellikle Hunlar zamanında “Tuğ”
olan ve vurmalı çalgılarla nefesli çalgılardan
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
oluşturulmuş askerî mızıka okulu Fatih Sultan Mehmet zamanında “Mehterhane” adını
almıştır.
Mevlevîhane
Duy şikayet etmede her an bu ney,
Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.
Ney sesi tekmil hava oldu ateş,
Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!
Olgunun halinden ah, anlar mı ham?
Söz uzar, kesmek gerektir vesselam.
Bu sözler Hazreti Mevlana’dan…
Mevlevîhaneler klasik tasavvuf mahzenlerinden ziyade tabiri caizse tam bir müzik müessesesidir. Pirlerin piri büyük mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevî’nin müziğe ve
raksa tarikatında yer vermesiyle beraber vecdin musikisi bahsi açılmış oluyordu. Vecd,
aşk halidir. Aşkın vecd haline tekamülüyle
başlayan safha sekr ve onun akabinde sahv
haliyle dirilişini tevhidle yakalayan eşrefi
mahluk (insan) müziği ve musikiyi tevhidi
güzergahta buluşturarak vecd ve musikinin
ulvi münasebetini kurmuş oluyordu… Vecdin musikisine kulak veren aşıkların kulağı
havass-ı zahireden yani beş duyu organındaki
“kulak” tan değildir şüphesiz. O kulak; derunun, batının kulağıdır…
Enderûn-i Hümâyûn
Enderûn, bir şeyin iç tarafı, iç yüzü
gibi manalara gelmektedir. Kadim İslam Medeniyetinin zirvesi olan Osmanlı İslam Medeniyeti ise “iç” e aşıktır. İç oluş sağlanmadan “dış oluş” sağlanmaz hakikatinden yola
çıkarak “deruna” gayet ehemmiyet atfedilmiştir.
Müzik bahsiyle alakalı olmak kaydıyla, Enderûn-i Hümâyûn mektebine, 2. Murat
41
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
zamanında eklenen Müzik dersleri, Enderûn-i
Hümâyûn’u tam bir müzik okuluna dönüştürmüştür. Zira ecdadımız, insanın zihni ve
ruhi gelişme inkişafında müzik ve musikinin
gayet büyük bir tesirinin olduğunu idrak etmekteydi. Bu sebeptendir ki, tımarhanelerde
musikiyle beraber tedavi uygulamaları tatbik
edilmişti.
Alâeddin
Yavaşça
Enderûn-i
Hümâyûn’daki müzik eğitimleriyle alakalı
olmak üzere, aşkın meşk ve vecd haliyle yaşanmasını şu sözlerle değerlendirmektedir:
Hocanın önünde diz çökülür, meşk edilecek
eserin usûlü tekrar tekrar vurulur, hoca kendisi vurur, beraber vururlar böylece usûl iyice
yerleşirdi. Daha sonra eserin tek satırı usul
vurmak suretiyle ezbere alınıncaya kadar
çalışılır ve ikinci satırada geçilmezdi. Hoca
öğrencisine bir tek satırı usûl vurarak çalışmasını ve ertesi gün gelmesini söylerdi. Büyük bir eserin meşki neredeyse bir aya yakın
sürerdi. Böyle meşke katılmış kişide usûl en
ufak detayına kadar yerleşir, bastığı perdeler
ise kaymamak üzere sağlam hale gelirdi. Bu
usulün şu dümüne şu hece geliyor, “düm-teke” dediği zaman şu melodiye isabet ediyor,
bu böylece satır satır çalışılıp yerleştiğinde,
kusursuz da ezberlenmiş oluyordu.”
Not: Sayfalarımızın darlığı sebebiyle
diğer müzik müesseselerinden olan; Muzıkayı Hümâyûn, Dârülbedâyi gibi müzik mekteplerine değinemiyoruz.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
42
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MÜZİK KÜLLİYESİ
Metin Acıpayam
-Müzik Encümeni ve Müzik Külliyesi NizamnamesiBirinci Fasıl
1. Madde: Müzik sanatını bedii sanatlar dâhilinde öğretmek ve kadim İslam
tarihinde muteber müzik eserlerinin tetkikinin yapılıp yayımlanması ve musikiyle beraber hayatın ihya ve inşâ edilmesi maksadıyla
Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığınca ilim ve ihtisas erbabından oluşturulmuş
müzik encümeninin teşkili ve “İslam Medeniyet Akademisi Etrafında Müzik Külliyesi”
adıyla açılmıştır.
2. Madde: Müzik Encümeni ilgili
Bakanlık müessesesince seçilmiş bir başkan
ve üç ikinci başkan ile uygun sayıda âzâdan
oluşturulmuş fahrî bir ilmî heyettir. Encümen
başkanının ve yardımcılarının muhakkak
surette ehl-i tasavvuf olmaları zarurettir.
3. Madde: Encümenin temel görevleri: Müzik sanatını ilim-irfan-hikmet ile beraber görüp değerlendirmek… Kadim İslam
Tarihinde “edvar” diye tabir edilen ve eski
müzik kitaplarını latinize etmek ve halkla bu
eserleri buluşturmak. Bu eserlerde bulunan
hüküm ve kuralları toplayıp bir araya getirerek musiki ve müzik meselesini nazariyat
şekline sokarak musiki şuuru verebilmek. Bu
şuuru teganni usulünün îka kuralları dairesinde icra olunmuş sebeplerinin elde edilişine
tevessül etmek, toplanan bilgilerin ve kayıtların lüzumuna göre ayda bir veya birden fazla
risale, kitap neşretmek ve geçmiş zamandaki
kadim eserlerin yayımlanmasına titizlikle
delalet etmek,
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Müzik Külliyesi’nde bediiyat sanatına muhatap olabilecek hakim öğreticiler yetiştirmek,
günümüzde resmi birimlerde öğretimi gerçekleştirilen müzik eserlerini tetkik ederek,
bu kapsamda ilmi, fikri, irfani usüllere uygun
olmayan müsveddeleri acilen ve süratle ders
programlarından çıkararak yerine milli, dini,
tarihi his ve idraki terakki ettirecek farik ve
mümeyyez eserler ikâme etmek, çeşitli derecedeki mektep ve kurumların müzik programlarını düzenlemek ve gerektiğinde müzik
öğreticilerini seçmek ve resmi raporlar hazırlamak, Külliyenin her yıl bütçesini tanzim ve
takip etmek, tercüme odaları kurarak harıl
harıl tercüme eserler yaptırmak. Tercüme
eserlerle müzik sahasında oluşan dünya irfan
yemişlerine alakasız kalmayarak, üretilen
bilginin ve telif edilen eserlerin İslam Medeniyeti ilim telakkisinin bedii şubesine kazandırmak, muntazam bir kütüphane ve bu oranda müze oluşturarak umumi istifadeye sunmak, milli müziklerimizden Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği lafızlarının başındaki “Türk” ismini kaldırarak, musikimizi ve
müziğimizi tüm dünyaya tanıtmak, bu maksatla dini musikimiz olan Tasavvuf müziği
ile beraber ümmetin ittifakla kabul ettiği musikimizi korumakla beraber, şiir ve inşâ bağlamında divan edebiyatı ve halk edebiyatımızda yazılan tüm şiir ve eserlerin bestesini
yaparak, onları günümüz müzik anlayışına
tahvil etmek.
1. Madde: Başkanlığın vazifeleri:
Haftada iki defa Müzik Encümeni’ni toplantıya davet ederek, müzik ve musiki ile alakalı
tüm ilim-irfan-hikmet konularını müzakere
edip karara bağlamak, alınan kararları Bakanlığa bildirmek ve müzakere gündemini
tayin etmek ve çeşitli konularla alakalı değerlendirmeleri takdim ve tehir değerlendirme
süresini tayin edip, tasniflemek, encümen
değerlendirmesinde ilmi bir konunun çözümünde çelişki ve sıkıntıların ortaya çıkma
43
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
durumunda dışarıdan ehliyet ve liyakat sahibi
kişiler davet edilerek mevzunun halli meselesini sağlamak. Dışarıdan davet edilen her
liyakat sahibi insan müzakere esnasında asli
encümen azası gibi birer oya sahip olurlar.
1. Madde: Başkan yardımcıları, Başkanlık Makamı’ndan havale edilecek konuların ilk tedkiklerini îfâ ve değerlendirmenin
esasını hazırlar ve başkandan bağımsız olmak
suretiyle encümene başkanlık etmek vazifeleriyle mükelleftir. Encümenin sekreterya vazifesi başkan yardımcıları tarafından îfâ edilir.
2. Madde: Encümen başkanları ve
âzâsı oylarında müstakil her birinin, klasik ve
tasavvuf müziğinin ilerlemesi ve tekemmül
etmesi konusunda karar verme ve bu kararı
Başkanlık Makamı’na bildirerek konunun
encümende değerlendirilmesini talep etme
salâhiyeti vardır.
3. Madde: Ülkede ve âlem-i İslam’da
hizmet gösteren müzik eğitiminin teftiş edilmesi encümen tarafından seçilecek otuz beş
âzâ tarafından Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür
Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı tarafından
tayin olacak kişiler tarafından fahri olarak
gerçekleştirilecektir.
4. Madde: Musiki ve Müzik Encümen Başkanlığı âzâsının vazifeleri fahrîdir.
Toplantı için Başkanlık tarafından gerçekleştirilecek davete geçerli mazerete dayanılmaksızın iki defa peş peşe katılmayan âzâ hakkında ağır müeyyideler tatbik edilir.
İkinci Fasıl
1. Madde: Müzik Külliyesi altı sınıflı
bir mektep olup, ders programı gereğince
tedrisâtta bulunacak ve tarihşinas ve müzik
telakkimize uygun olan beste tanzimine muktedir ve hakiki sanatkâr temini kazanmaya
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
yaraşır bayan ve erkek öğreticiler yetiştirilecektir. Külliyenin sanatkâr profilinin ufku
marifetullahı idrak edecek çapta ve seviyede
olmalıdır. Bu açıdan külliyenin sanat anlayışı, eserden müessire uzanan, müessirden tekrar eseri inşâ edecek olan terkip anlayışının
müziğe yansıyan tezahürüdür.
2. Madde: Külliye, bay ve bayanlara
mahsus olmak üzere iki kısım olup, her kısmı
ayrı ayrı binalarda bulunacaktır. Külliyenin
idarecisi ve öğretmenleri Musiki Encümeni’nce seçilir ve tayin işlemi yapılır. Külliyenin başkan ve başkan yardımcılarının kadın
olmamasına özellikle dikkat edilir.
3. Madde: Külliyenin ders yılı, on bir
aydan ibarettir.
4. Madde: Encümen tarafından verilecek karar üzerine oku tarafından satın alınacak müzik âlet ve edevâtı, bakanlıkça tedarik edilir; basılmasına ihtiyaç duyulacak müzik eserleinin esasları encümence hazırlanır
ve encümenin resmî mührü ile işaretlenerek
tasdik edildikten sonra Başkanlığa takdim
olunarak encümenin nezâreti altında basılarak yayınlanır.
5. Madde: Lüzum şartlarına hâiz olan
ya da olmayan hiçbir talebeden herhangi bir
ücret talep edilmeyecektir. Külliye tabiri caizse tam bir istidad arayıcısıdır. Müzik ve
Musikişinas her istidadı bünyesine almak
suretiyle kayıt işlemini gerçekleştirir.
6. Madde: Külliye, Perşembe ve Cuma günleri tatil edilir.
Üçüncü Fasıl
Vazifeleri
44
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
1. Madde: Külliye müdür ve yardımcılar kendilerine ait kısımları münhasır olmak
üzere umumi sevk ve idareden birinci derecede sorumludurlar. Memurlar ve müstahdemlerin görevlerini güzel bir şekilde yapabilmelerini sağlamak, külliye düzeninin teminini ve ilerlemesini sağlayacak tedbirleri
almak, külliyenin umumi durumuyla talebelerin kazanacakları ilerleme ve ders programlarının güzel ve tatbik edilip edilmediğini
gerekçelerini de içeren bir cetvel ile her hafta
başında Müzik Encümen Başkanlığı’na da
göndermek vazifeleridir.
2. Madde: Müdür ve yardımcılar; kütüphane ve müze ile ders araç gereçlerinin
güzel bir şekilde korunup korunmadığını
mütemadiyen teftiş ederek, bunun temini ile
alakalı tedbirler alır. Memurlardan ve müstahdemlerden birisinin görevlerini îfâ etmekte kusurunu gördüğü zaman gerekli ihtarda
bulunarak tesirini görmediği takdirde durumu
Müzik Encümeni Başkanlığı’na bildirir. Muallim ve talebelerin devam cetvellerini tanzim ile her ay sonunda Müzik Encümeni
Başkanlığı’na göndermek, külliye içerisinde
umumi edep kurallarının muhafazasına dikkat eder. Tâlimatnâme hükümlerine uymayan
talebelere gerekli uyarılarda bulunmak, uyarıları dikkate almayanları külliyenin düzenini
bozanları ilk olarak o günkü derse almamak,
tekrar halinde mutlaka Encümen Başkanlığı’na bildirmek; külliyenin temizliğine ziyadesiyle dikkat etmek de müdür ve yardımcılarının vazifelerindendir.
***
Not: “İslam Medeniyet Akademisi Etrafında Müzik Külliyesi” isimli müessese
modelimizin talimatnamesinin tümünü sayfalarımızın darlığı sebebiyle buraya alamıyoruz. Konuya alaka duyanlar, yakında yayım-
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
lanacak olan “Müzik ve Tatbikat” kitabımıza
bakabilirler.
Dördüncü Fasıl: -Talebeler Hakkında- (30 Madde)
Beşinci Fasıl: -Umumi Fasıl Heyetleri- (10 Madde)
Altıncı Fasıl: -Kütüphane ve Müze(7 Madde)
Yedinci
Fasıl:
Öğreticiler- (9 Madde)
Muallimler
–
Sekizinci Fasıl: -İmtihan ve Diplomalar- (8 Madde)
Dokuzuncu Fasıl: -Çeşitli Maddeler(5 Madde)
45
-ve Müzik Külliyesi Ders Programı-
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
TABAKAT ÇALIŞMALARI
cihetten kıymetlidir ama sadece bu sebeple
bile yaşatılması gereken bir mecradır.
Hamza Kahraman
*Çalışmanın Takdimi
Tabakat, İslam tarihinin harikulade
eser çeşitlerindendir. Bir devri, bir devrin
belli bir ilim ve tefekkür sahasını tarayan,
oradaki alim, arif, mütefekkir ve başka şahsiyet çeşitlerini muhtelif tasniflerde tespit eden
çalışma tarzı. Bu ümmet, ahir zaman ümmeti
olduğu için her meseleyi doğru yapmanın
usulünü keşif ve tertip hususunda yüksek
maharetle teçhiz edilmiştir. Tabakat çalışmaları, bir taraftan İslam tarihi için bulunmaz
bir kaynak kıymeti taşıdığı gibi bunun çok
ötesinde ehemmiyete sahiptir.
Belli bir dönemin müfessirleri için
hazırlanan Tabakat eseri, o devirdeki tüm
müfessirleri, hayatlarını, eserlerini tespit etmekle, tefsir ilminin o devirdeki (modern
dille söylemek gerekirse) dökümantasyonunu
oluşturmakta, hangi müellif ve hangi eserlerin olduğunu göstermekte, hangi müellifin ve
hangi eserin seviyesinin ne olduğunun anlaşılmasını sağlamaktadır. Bir nevi mevzu haritası, müellif haritası, eser haritası, seviye
mukayesesi yapmakta, bunları doğrudan
yapmasa bile Tabakat çalışmasının neticesinde bunlar ortaya çıkmaktadır. Ümmetin belli
bir devirdeki müktesebatını tedvin ve tertip
eden bu idrak, İslam tarihindeki ilim ve tefekkür sürecinin kesintisiz bin yıldan fazla
sürebilmesinin de izahıdır.
Tarihi savaş alanlarından takip edenler; ilim, irfan, tefekkür silsilesinin tarihin
özü olduğunu anlamazlar. Tabakat, ümmetin
idrak ehli tarafından keşif ve gelenekleştirilmiş, böylece bir çeşit medeniyet tarihi yazılmıştır. Tabakat eserleri muhakkak ki birçok
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Ümmetin Tabakat geleneği batı tarafından çalınmış ve çalındığı belli olmasın
diye Ansiklopedi haline getirilmiştir. Ansiklopedi ile Tabakat mukayese edildiğinde ansiklopedinin ne kadar sığ olduğu açıkça görülür. Ne var ki Müslümanlar Tabakat çalışmalarını bırakıp Ansiklopediye yöneldiği, Tabakat bahsi ve geleneği de unutulduğu için mukayese yapma imkanı bile kalmamıştır.
Tabakat eserleri ve geleneği, dikkat
ve idrakin bir kişi veya bazı kişiler üzerinde
kesifleşmesine mani olur ve belli bir devir
veya bilgi sahasında ne kadar kaşif ve müellif
olduğunu nazara verir. Bugünkü halimize
bakıldığında bu meselenin ne kadar mühim
olduğu görülmektedir. Tarihi devirler bir
tarafa, içinde yaşadığımız dönemde bile kimlerin olduğunu, kimlerin hangi kitapları telif
ettiğini, kimlerin hangi sahalarda ve mevzularda imal-i fikirde bulunduğunu bilmiyor,
umursamıyoruz. Bir müellife itibar ve itimat
etmemiz anlaşılabilir bir durumdur ama ümmetin aynı devir içinde imal ettiği müktesebata gözümüzü kapatmamız tam bir cahil
davranışıdır. Bir meseleyi, ümmetin mensuplarından filan şahsın derinliğine ve sıhhatli
şekilde izah etmiş olması, başka bir şahsa
itibar eden Müslümanlar için bir kıymet arz
etmez mi? Bu ne kadar dipsiz bir cahillik
alameti ve davranışıdır.
Ümmetin idrak ehli asırlarca önce bu
meseleyi teşhis etmiş, ümmetin alimlerini,
ariflerini, mütefekkirlerini devir ve muhteva
olarak tasnif ederek kayıt altına almıştır. Buna rağmen hicri on beşinci asırda bu kadar
derin bir cahil yaklaşımı ve davranışı göstermek bu ümmetin mensuplarına yakışmıyor. Belki de bu cahilce yaklaşımın temel
sebebi, yirminci asır Tabakatının yazılmamış
46
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
olmasıdır, zira Tabakat yazılmayınca kimlerin olduğu, kimlerin hangi meselelere yöneldiği ortaya çıkmamakta, bunları tespit etmek
fevkalade ferdi çabaları gerektirmektedir.
Başka müellifleri umursamayanlar Tabakat
meselesini gündemine almamakta, Tabakat
yazılamadığı için de başka müellifler umursanmamaktadır.
***
Fikirteknesi yayınevi ile Terkip ve
İnşa dergisi kadrosu olarak yirminci asır ve
devamı için Tabakat çalışmaları yapmaya
niyetlendik. Bunun için bir taraftan altyapı
kurmak çabasındayız, altyapı çalışmasının en
mühimi olan Tabakat usulü meselesinde yoğunlaşmış durumdayız.
Yeni bir Tabakat çalışması usul ve
çerçevesi geliştirmek niyet ve çabasındayız.
Tabakat usulü, bir “Usul-i Tefsir”, bir “Usuli Fıkıh” gibi hassas mesele olmadığı için,
yeni bir usul ve çerçeve geliştirme mevzuunda rahat çalışabileceğimiz bir sahadır. Ümmetin kadim tecrübesi ile birlikte yeni bir
usul ve çerçeve geliştirildiğinde Tabakat geleneği, tahmin edilenin çok üzerinde bir vazife üstlenecektir.
Yapmayı düşündüğümüz Tabakat
çalışması, belli bir bilgi ve ilim sahası ile
sınırlı olmayıp, yirminci asrı tüm cihetleriyle
kuşatıcı bir çerçeve oluşturma çabasıdır. Çalışmanın başlı başına bir külliyat haline geleceği, belki yüz cildi aşacak bir hacme ulaşacağı bugünden bakıldığında görülebilmektedir. Bunun ne kadar zaman alacağını umursamıyor, bizim ömrümüze sığıp sığmayacağını dert etmiyor, sadece çalışmayı başlatıp
götürebileceğimiz yere kadar taşımayı düşünüyoruz. Malumdur ki bir insan veya kadro,
ömrünü aşan işlere girmiyorsa, maksat ve
ufkunu dünya ile sınırlamış demektir. Fikirteknesi kadrosu ufkunu dünya ile sınırlandırmamakta azami hassastır.
Usul ve çerçeve oluşturma çabamızın
bir sebebi de, bizim başlayıp bitireceğimiz
bir iş olmaması ihtimalidir. İstiyoruz ki bir
mecra açalım, bir usul ve çerçeve oluşturalım, bizden sonra gelenler de ne yapacağını,
niçin yapacağını, nasıl yapacağını bilsin ve
kolaylıkla çalışmaları devam ettirebilsin.
Tabakat geleneğinin de inkıtaa uğradığı günümüzde, bu gelenek yeniden ihya edilirken,
kadime hürmet ve onunla irtibat içinde olmak
şartıyla yeni şartlarda yeni bir çerçeve oluşturulabilsin, bu da mümkün olduğunca kuşatıcı
olsun istedik.
***
Çalışması devam eden Tabakat usul
ve çerçevesini, bugün için ulaştığımız nokta
itibariyle iki ana başlık altında yayınlıyoruz.
“Ana harita” ve “Çerçeve”… Çalışmaların
henüz başındayız ve yayınladığımız metin
nihai halini almış değildir. Bu sebeple çalışmaya katılacak ve katkıda bulunacak olan
okurlarımızın, hem usul ve çerçeve mevzuunda hem de muhteva mevzuunda tenkit ve
tekliflerini bekliyoruz.
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
Büyük iddia sahibi olmamak gerektiği
malum… Kader vardır, kaderin olduğu bir
kainatta büyük iddia küçük insanların marazi
halidir. Ne var ki bir mümin, büyük iddia
sahibi olmaksızın büyük işler yapma cehdiyle
hareket etmelidir, dünyada mümkün olan en
büyük işi bu ümmetin mensuplarından birinin
yapmış olması gerekir. Büyük iddia sahibi
olmadan büyük işler peşinde koşmak, nefsin
putunu dikmek yerine ümmetin şerefini ikame etmek için çalışmaktır.
47
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Tabakat çalışması, bir geleneği ihya
ve yeniden inşa etmek gibi bir maksadı muhtevidir ama bundan ibaret değil. Yeni İslam
çağının eşiğindeyiz, öyleyse büyük işler
yapmakla mükellefiz. Yeni bir medeniyet
hamlesi başlatabilmek için kurulması lüzumuna inandığımız medeniyet akademisi veya
Başyücelik Akademyasının ilk işlerinden biri
kadim müktesebatın tedvin ve tertip edilmesidir. Bu işin büyüklüğü ve zorluğu malum,
çok sayıda kadroya ihtiyaç duyduğu da meçhul değil. İstedik ki, en azından içinde yaşadığımız çağın Tabakatını hazırlayalım, hem
müktesebatın tedvin ve tertibine bir hazırlık
olsun hem de tedvin ve tertip haritası oluşsun. Böyle bir çalışmanın yapılabilmesi, hem
mevzuun kendi kıymeti bakımından hem de
büyük hamlenin mümkün olduğunu göstermesi bakımından çok faydalı ve ümit verici
olur.
*Tabakat çalışmasının ana haritası
*Risale-i Nur külliyatı
*Diriliş külliyatı
*Cemil Meriç külliyatı
*Fikirteknesi külliyatı
*Oryantalist külliyat
İla ahir…
B- KÜLLİYAT MUHTEVASI
*Ana muhteva
*Muhteva haritası
3- KUR’AN İLİMLERİ TABAKATI
*Tefsir ilmi
*Hadis ilmi
*Siyer
*Kelam ilmi
*Fıkıh ilmi
*Lisan ilmi
*Maarif ilmi
*Hal ilmi
İla ahir…
1- ŞAHSİYETLER TABAKATI
4- TEVHİD İLİMLERİ TABAKATI
A- ŞAHSİYET ÇEŞİTLERİ
*Arifler
*Alimler
*Mütefekkirler
*Münevverler
*Sanatçılar
B- ŞAHSİYETLER LİSTESİ
*Alfabetik liste
*Tasnife göre liste
*Tarihe göre liste
*Tasavvuf
*Tarikat
*Menakıp
*Sohbet
*Edep
*Tevhid
*Şirk
*Mutlak varlık telakkisi
*Varlık telakkisi
*İnsan telakkisi
*Hayat telakkisi
5- BEŞERİ İLİMLER TABAKATI
2- KÜLLİYATLAR TABAKATI
A- KÜLLİYAT LİSTESİ
*Büyük Doğu külliyatı
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
*Ruhiyat
*Ahlak
*İçtimaiyat
*Tababet
48
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
*Musiki
*Siyaset
*İktisat
*Sanat
İla ahir…
2- KÜLLİYAT ÇERÇEVESİ
*Külliyatın tam listesi
-Alfabetik liste
-Ehemmiyet listesi
-Telif tarihi listesi
6- MÜSPET İLİMLER TABAKATI
*Külliyatın tasnifi
-Eser tasnifi
-Mevzu tasnifi
-Mecra tasnifi
*Riyaziye ve Matematik
*Fizik
*Kimya
*Astronomi
*Biyoloji
İla ahir…
*Külliyatın külliyatı
-Müellif ile ilgili yazılan eserler
-Külliyat ile ilgili yazılan eserler
-Fikriyatın tatbiki
-Külliyatın tesir sahası
*Tabakat çalışmalarında çerçeve
USUL VE ÇERÇEVE
3- KUR’AN
ÇERÇEVE
İLİMLERİNE
AİT
1- ŞAHSİYETLER ÇERÇEVESİ
49
*Çalışmaları devam ediyor
*Terceme-i hal
-Hayat hikayesi
-Ruhi hayatı
-Fikri hayatı
4- TEVHİD
ÇERÇEVE
İLİMLERİNE
AİT
*Çalışmaları devam ediyor
*Silsile
-Sarih silsile
-Tesir silsilesi
*Eserleri
-Eser listesi
-İlmi eserler
-İrfani eserler
-Fikri eserler
5- BEŞERİ İLİMLERE AİT ÇERÇEVE
*Çalışmaları devam ediyor
6- MÜSPET İLİMLERE AİT ÇERÇEVE
*Çalışmaları devam ediyor
*Mücadelesi
-Fikri mücadelesi
-Siyasi mücadelesi
-İçtimai mücadelesi
*Münasebetleri
-Münasebet ağı
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
7- ESER ÇERÇEVESİ
*Eserin teknik hüviyeti
-Baskı yeri, tarihi
-ISBN numarası
-Sayfa sayısı
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
*Kaynak ve mensubiyet tasnifi
-İslam ilim telakkisine tabi olanlar
-Batı bilim telakkisine tabi olanlar
-Eklektik kompozisyona tabi olanlar
*İslam bilgi telakkisindeki tarif ve
tasnif
-İrfan mecrasına ait
-İlim mecrasına ait
-Tefekkür mecrasına ait
*İslam ilim telakkisindeki tarif ve
tasnif
-Kur’an ilimleri mecrasına ait
-Tevhid ilimleri mecrasına ait
-Beşeri ilimler mecrasına ait
-Müspet ilimler mecrasına ait
*Derinlik tarif ve tasnifi
-Tetkik eser
-Telif eser
-Keşif eser
-Terkip eser
İletişim: [email protected]
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
50
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
‘MEDENİYET AKADEMİSİ’
KURMAK ZAMAN, ENERJİ VE
MALÎ KAYNAK İSRAFIDIR
Atilla Fikri Ergun
Bu bir “kayış koptu”, “şalterler attı”,
“burama kadar geldi” yazısıdır. Aslında bu
yazıda medeniyetin öncelikle fikrî zeminde
ihya yahut yeniden inşa edileceği mecranın
akademi değil mektep-medrese olduğunu, iki
ayrı koldan akademinin ve mektepmedresenin menşeini, bunların ifade ettikleri
anlamları, muhtevalarını ve işlevlerini anlatacak, ayrıca muhtevaya ve işleve ilişkin birtakım önerilerde bulunacaktım. Yine entelektüel düzeyde bir makale olacaktı. Seçim sonuçlarının ardından “Medine dönemi için”
‘Bismillah’ çeken Ehl-i Sünnet Müslümanları
görünce vazgeçtim ve entelektüel düzeyi de
boş verdim.
Hiç kimsenin şevkini kırmak istemem, bununla birlikte kendilerini ağır bir
yük altına sokmak üzere olan salih kulların
zamanlarını, enerjilerini, emeklerini, malî
kaynaklarını yok yere harcamalarına da gönlüm razı olmaz. Ayrıca gördüğümü bütün
çıplaklığıyla söylemekten de geri duramam.
Bu yüzden değil dokuz, otuz dokuz köyden
kovulmuşluğum vardır. Diyeceğim o ki, üzgünüm, ancak insanların iktidar delisi oldukları, aklın ve kalbin devre dışı kaldığı, gözlerin, gönüllerin kör olduğu zamanlarda ‘İslam
Medeniyet Hamlesi’ ve ‘Medeniyet Akademisi’ gibi fikirler iyi niyetli birer fantezi
hükmündedir ne yazık ki.
Halkın tercihiyle ilgili bir problemimiz yok, insanlar iki arada bir derede kaldılar, konjonktür öyle gerektirdi, terörle mücadeleden ve istikrardan yana tavır konuldu
falan filan, bütün bunları anlayabiliriz, ancak
“Medine dönemi için” ‘Bismillah’ çekme
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
absürtlüğünün ne izahı ne de anlaşılabilir bir
yanı var. Akıllar uçmuş, gözler kör olmuş,
Ehl-i Sünnet cûş-u hurûşa gelmiş, çekmiş
besmeleyi! Medeniyet Akademisi de nereden
çıktı?! Bu tür bir “aklın” olduğu yerde akademi, mektep-medrese, adına ne dersek diyelim iyi niyetli bir fantezi hükmündedir sadece.
Malum, Medine, medeniyetimizin ilk
tohumlarının atıldığı, ilk örneğinin sergilendiği yer, bir diğer ifadeyle İslam Medeniyeti’nin merkez üssü; esaslı şehir. İslam şehirli,
şehre ait olan, tam tekmil şehirde yaşanılabilen bir din, bu yüzden olsa gerek ‘ed-Dîn fi’lmedîn’ denilmiş. Seçim sonuçlarının ardından “Medine dönemi için” ‘Bismillah’ çekmenin ilk absürtlüğü tam da bu noktada ortaya çıkıyor; çünkü iktidar, önceki üç dönemde
yürürlüğe koyduğu kentleşme politikaları ile
başta İstanbul olmak üzere şehirleri şehir
olmaktan çıkardı ve birer ucubeye çevirdi.
Sizin anlayacağınız şehir kalmadı ortada ki,
Medine’den ve medeniyetten söz etmek
mümkün olsun. İlaveten; son 10 yılda 2 milyon 573 bin futbol sahası kadar -yani 27 milyon 825 bin 64 dekar- tarım arazisi yok oldu,
imara, inşaata kurban gitti. Bu arazilerin üzerine yapılanlara bir bakın bakalım, medeniyetle ne kadar alakası var.
Medeniyetin çekirdeği ailedir, aile
kadın, erkek ve çocuk(lar)dan müteşekkildir
ve cemiyetin en küçük birimi, temel yapı taşı
sayılır. İçtimaî örgütlenme aileden başlar.
Dolayısıyla aile içinden başlayarak insaninsan ilişkilerini düzenleyecek bir hukuk lazımdır medeniyet için. Aksi halde İslam şehir
düzeninden ya da medeniyetinden söz edilemez. Çıkarılan -fecaat arz eden- kanunlar,
yanı sıra Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın “eşitlik” adı altında kadınla erkeğin
yerini değiştirmeye yönelik politikaları aileyi
dinamitledi. Ne Medine’si, hangi Medine?
51
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
Geride kalan on üç yıllık zaman zarfı
içerisinde ilahiyat fakültelerini ve Diyanet
İşleri Başkanlığı’nı modernistler istila etti.
İktidarın önceki üç dönemi, ilahiyat fakültelerinin fabrikasyon usûlü modernist zihinler
yetiştirdiği koca bir on üç yıldan ibaret. “Bizim Sünnîlik diye bir dinimiz yoktur” (Cumhurbaşkanı), “Kur’an’da Sünnîlik yok” (Diyanet İşleri Başkanı) demek âdetten oldu ki,
muhafazakâr modernleşmeci “aklın” söyleyip
yapacağı şey tabii olarak bundan ibarettir.
Oysa İslam medeniyet tarihi tartışmasız bir
biçimde Sünnîliğin tarihidir, İslam’ın gâvura
karşı cihadı, fetihleri, medeniyet kuran fıkhı
ve ilim-irfan merkezi şehirleri Sünnî’dir.
Modernist “akıl” İslam Medeniyeti’ni ihya
yahut yeniden inşa edebilir mi? Medeniyetten
anlamaz bile, kenti şehir, uygarlığı medeniyet
zanneder! Hal böyle iken, Ehl-i Sünnet’i cûşu hurûşa getiren, ona şükür namazı kıldıran,
“Medine dönemi için” ‘Bismillah’ çektiren
şey nedir?
Başbakan’ın Yeni Türkiye Buluşması’nda yaptığı konuşmayı hatırlayan var mı,
faize “bereket” dediği konuşmayı? Kısaca
hatırlatalım: “2002'de yüzde 56'ydı faiz, yüzde 12 sübvansiyon yapılıyordu, yüzde 47 faiz
alınıyordu esnaftan. Şimdi ise yüzde 50 sübvansiyon ile yüzde 4-5 civarında faizlere
kadar düşüldü. 2002’de faiz -dili sürçtü!- eee
kredi kullanan esnafımızın sayısı 63 bin civarındaydı ve gittikçe düşüyordu, şimdi 317 bin
geçen sene kredi kullanan esnafımız, toplamda da 1 milyon 100 bin esnafımız kredi kullandı bizim dönemde. Helal-i hoş olsun, Allah sayısını, bereketini artırsın. Kredi tutarının toplamı 2002'de 153 milyondu, şimdi
12,5 milyar, 2014'te kullanılan, yani 81 kat
arttı. İşte bereket bu!”
Devletin % 4-5 ile faizle kredi vermesi, esnafın da darda kaldığı, sıkıştığı için bu
krediyi alması, kredi kullananların sayısında
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
da patlama yaşanması -63 binden 317 bine,
toplamda ise 1 milyon 100 bine çıkması“bereket” mi? Başbakan buna “bereket” diyor ve “Helal olsun, Allah sayısını, bereketini artırsın” diye dua ediyor. Devlet tefeci,
Başbakan da duacısı mı? “Allah faizi yok
eder, sadakaları artırır” (Bakara: 276). Allah’ın va’di haktır ve O, Başbakan’ın “Helal
olsun, Allah sayısını, bereketini artırsın” dediği şeyi yok edecek!
Bankasız bir sistem düşünemeyenlerin İslam’dan ve İslam Medeniyeti’nden anladıkları şey faizin, sömürünün, küfrün yeşile
boyanıp dinî kılığa girmesinden başka bir şey
değildir. Banka olacak ve İslam olacak, İslam
Medeniyeti olacak, ikisi bir arada bulunacak;
insanlar kendilerini kandırabilirler ama Allah’ı kandıramazlar. İslam nokta-i nazarından
devlet faizle iş göremez, şu veya bu ad altında kumar oynatamaz, fuhşu vergilendirip
yasal hale getiremez; eğer aksi söz konusu
ise, bu şekilde devlet idare etmenin hiçbir
mazereti olmaz.
Faizli sistemin şemsiyesi altında “İslamî” nutuk atılabilir, ancak bu iki paralık
değer ifade etmez. Devletin neresi, hangi
kurumu İslamî, Diyanet İşleri Başkanlığı mı?
Bir yandan sistemi içselleştirerek, tahkim ve
takviye edip, diğer yandan “dünyaya kafa
tutuyoruz” izlenimi uyandırmaya çalışan
“akıl” helak kapısının kilidini çoktan açtı.
İsteyen bu kapıdan girer, tercihlerinin dünyevî ve uhrevî sonuçlarına da katlanır. “Medine dönemi için” Bismillah!
Bu kadarı kâfi; muhafazakâr tarzda
bir modernleşme öngören, kapitalist, kentleşmeci, kalkınmacı, ilerlemeci iktidarın önceki üç dönemde gerçekleştirdiği -İslam nokta-i nazarından asla kabul edilemeyecek olanicraatlarını tek tek sıralamaya kalkarsak ne
52
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
yer ne de zaman yeter. Buradan medeniyet
çıkmaz!
Şimdi, Müslüman ahaliye gelelim.
Halkımız modernleşmek, zengin olmak, sınıf
atlamak, makam-mevki, kariyer, konfor elde
etmek istiyor. Böyle olsun isterken “ne yardan vazgeçeriz ne serden” hesabı daha çok
şekil-şemaille alakalı olan birtakım dinî hassasiyetlerini de muhafaza etmeyi arzuluyor.
Olur, neden olmasın, olur ama bu şekilde
İslam Medeniyeti olmaz. Modern, uygar ve
demokratik bir “İslam” olur belki. Belki de
bunları konuşmalıyız artık. Nasıl modernleşmeliyiz, geleneği tedricen mi, yoksa radikal tarzda mı yok etmeliyiz, bir “salihler demokrasisi” var edebilir miyiz, modern uygarlığa nasıl, hangi tarzda entegre olabiliriz,
vesaire. Zaten bizim sözünü ettiğimiz türden
bir derdi de yok hiç kimsenin. Terkip ve İnşâ
dergisinde ele alınan -bu satırların yazarına
göre temel teşkil eden ve hayatî önem arz
eden- konular kimin umurunda, millet bizim
gibi kafadan gayri müsellah mı ki, alaka duysun?
Bu noktada meselenin daha iyi anlaşılması için bazı sosyolojik tahlillere yer
vermekte yarar var. Türkiye'nin eliti yok,
fikirden siyasete bu böyle. Köşe başlarını
tutanlar şehirli bile değiller. Dolayısıyla Türkiye için daha çok köylü-kasabalı bir toplum
denebilir. Köylü-kasabalı toplumdan hakiki
manada âlim, mütefekkir, arif, filozof, bilge
siyasetçi, sanatçı vs. çıkmaz, bu tür toplumların medenî kimliği ve kültürü de yoktur; sözünü ettiğimiz toplumlarda modernleşme
sonradan görme olmakla eş anlamlıdır.
Cumhuriyet elit, aristokrat bir kesim
var edemedi, bu ülkenin milyoneri de (Sakıp
Ağa) siyasetçisi de (Çoban Sülü) köylükasabalıydı ki, bugün de öyle. Mesela “Gerçek burjuvazi biziz” buyuran “Müslüman”
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
para babasının ve mensubu olduğu kulübün
hakikatte İslamî bir kökeni yoktur. Bunlar
genellikle taşradan büyük şehre göç etmiş ve
birtakım yollardan “yeşili” bulmuş olan para
babalarıdır. Yaşanan sıkıntı ve kargaşanın
temelinde yatan şey budur. Bir kısım köylükasabalı, çok partili sisteme geçildiği günden
bu yana eline geçen -hayal edemeyeceği büyüklükteki- fırsatla kumar oynayıp ülkeyi
bitirdi. Bu kumar bugün “Yeni Türkiye” adı
altında oynanıyor.
Türkiye’de çeperden gelenler merkezi
ele geçirdiler ve merkeze bir şekilde ayak
uydurup belli bir ölçüde dönüştüler. Bunu
yaparken merkezi de yağmaladılar. Modernleşmeyi iyi bir şey zannediyorlar, ancak hâl-i
hazırda tam olarak modernleşebilmiş de değiller. Bir yanları modern, bir yanları taşralı,
dolayısıyla “modern taşralılık” olarak adlandırabileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız
ki, bu, daha büyük bir facia.
AK Parti iktidarı Türkiye'de İslamcı
radikalizmin bitişi anlamına geldiği gibi,
geleneğin de muhafazakâr -“İslamî”- tarzdaki
modernleşme karşısında erimesi anlamına
geliyor. Daha önceki iktidarlar karşısında bu
ikisi (radikalizm ve gelenekçilik) güçleniyordu, zira Fransız tipi laiklik Müslüman ahaliyi
boğuyor, buna karşı tepki olarak direnç noktaları tahkim ediliyordu. AK Parti iktidarıyla
birlikte laikliğin bir başka biçimi -veya bir
başka “rahatlatıcı” yorumu- yürürlüğe konuldu, Müslüman ahali de bundan böyle her
işini sandık yoluyla halledebileceğini keşfetti
ve demokrasiyi içselleştirdi.
Başörtülü Hâkime'nin göreve başladığı, memurların çalışma saatlerinin Cuma
namazına göre düzenlendiği, askerlerin eğitimde "Rahim Allah, Kerim Allah..." diye
mehter marşı söyledikleri, komutanların Dağlıca Tabur Komutanı örneğinde olduğu
53
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
gibi- askere Kur'an ayetleriyle hitap ettiği
yerde radikal İslamcılar kimi hangi konuda
ikna edecek, gelenekçiler “İslam Medeniyeti”
diye kime söz dinletecek? Cûş-u hurûşa gelen Ehl-i Sünnet “Medine dönemini” ilan
edip besmeleyi çekmiş bile.
Başörtülü Hâkime demişken; cûş-u
hurûşa gelenler uygulamayı "İslamlaşma"
alameti olarak görüyorlar, oysa uygulama
demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin
gereği olarak yürürlükte, sistem içi kaynaşma
tamamlanıyor. Modernleşmenin ve bunun
tabii sonucu olarak zihin, kimlik, kişilik parçalanmasının tavan yaptığı yerdeyiz, dinî
vecibe olarak örtünen hatun kişi insanları
modern laik hukukla muhakeme edecek. Bu
satırların yazarı açısından sıkıntı yok, neticede bize bir hukuk lazım, daha iyisi yürürlüğe
girene kadar da mevcut hukuka riayet etmek
gerekiyor ki, iyi kötü halkın işleri görülebilsin. Hâkime Hanım adil olsun yeter ki. Sıkıntı “Medine döneminin” başladığını ya da
başlayacağını zannedip besmele çeken
“akıl”da.
Şimdi, bu “akla” İslam Medeniyeti’nden söz etmek henüz okuma yazma dahi
bilmeyen bir çocuğa üst seviye edebî yahut
felsefî bir eserden bahsetmekle eşanlamlıdır;
aklı almaz, kafası basmaz, başka bir şey zanneder, eline tutuşturulabilecek bir şey olsa
onu tıpkı bir oyuncak gibi kırıp parçalar. Orta
seviye bir akıl için Medeniyet Akademisi
gibi fikirler ağır gelir. Üst seviye aklı bulmak
ise çöplükte altın bulmak kadar zordur. Bulunan üst seviye akıl da köylü-kasabalı toplumda millete laf anlatacağım diye heba olur
gider. Üstat Necip Fazıl gibi sürünür. İki üç
nesil sonra zuhur eden yeni orta seviye akıl,
onun bıraktığı mirasın değerini bilmez, ithal
İslamcılar gibi fikirlerini yok yere eleştireni,
muhafazakâr modernleşmeci iktidar kadroları
gibi mirasını pratikte karşılığı olmayacak
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
şekilde siyasî propaganda malzemesi olarak
kullananı da çok olur üstelik.
Bu millet şimdiye kadar kime sahip
çıkmış, kimin değerini bilmiş, kime vefa göstermiş, hangi akıl, fikir, ilim, irfan sahibi
insanın sözünü dinlemiştir? Bu ülkede milletin alaka duymadığı, iktidarın da yatırım
yapmadığı tek alan fikir dünyası. Birtakım
düşüncelerin, anlayışların, eğilimlerin, icraatların yanlışlığını ortaya koyan iki cümleden
sonra -hatta belki de henüz işin başında- Medeniyet Mektebi’ni ilk taşlayacak olanlar da
bunlardır. “İnsanların almayı istemediğini
satma sakın” diyor İrfan Mektebi’nin Hintli
Şeyhi Baba Ferid; öğüt almak lazım.
Dergi, gazete, yayınevi neyse ne de,
Medeniyet Akademisi, Mektebi, Medresesi
falan kurulmasın kardeşim; zaman, enerji ve
malî kaynak israfıdır. Bir biz miyiz divanesi
Allah yolunun?! “Medine dönemi” için
‘Bismillah’ deyin, gerisine de karışmayın,
Reis’le Hoca ele ele verip kurarlar nasıl olsa
bir şekilde.
İletişim: [email protected]
54
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
MEDENİYET AKADEMİSİ
TABİİ Kİ BİR HAYALDİR
İlyas Taşkale
Medeniyet tasavvuru yani büyük terkip için medeniyet akademisine ihtiyacımız
var. Sebebi malum; çok büyük iş, çok çetin
iş, çok girift bir iş… Ümmetin ilim, irfan ve
tefekkür müktesebatını cem edecek, terkip
edecek, inşa ve tatbik için hazır hale getirecek, yeni şartlar ve hadiselerden dolayı yeni
bilgi alanları ve ilim dalları kurulmasına ihtiyacımız olup olmadığını tespit ile ihtiyacımız
varsa bunları kuracak bir müessese… Çok
büyük çok…
Burada bir sır gizli… Büyük işler
büyük teşkilatlara ve kadrolara ihtiyaç duyar.
Medeniyet tasavvuru ve muhtevasında mahfuz olan milyonlarca mevzu ile ilgilenecek
seviyeli kadrolar bir araya gelmeden meselenin halli kabil değil. Çok sayıda Müslüman
ilim ve fikir adamının bir müessese bünyesinde müşterek faaliyette bulunması ise bugünün şartlarında ve ahlaki seviyesinde medeniyet tasavvuru oluşturmaktan zor. İşte sır
burada… Bir araya gelemeyen fikir ve ilim
adamı çapındaki (!) kadroların böyle büyük
bir işi üstlenmesi ve gerçekleştirmesi muhal.
Meselenin tabiatına gömülmüş sırra
bakın… Ümmetin nazari ve tatbiki meselelerini önce izah edecek sonra tatbikat yolunu
gösterecek müessesenin inşası, maksadın
başında gerçekleşmesini mümkün kılan bir
giriftliğe sahip. Yani nazari ve tatbiki sahadaki büyük terkip, insani ve ahlaki sahada
vahdeti ilzam etmekte… Müthiş…
Büyük gayelerin nefs ile gerçekleştirildiği görülmüş iş değil. Büyük işler, derin
bir ahlak ve pervasız bir fedakarlıkla ancak
yapılabilir. Bugün yaşadığımız derin idrak
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
krizine denk başka bir kriz ise ahlaki krizdir.
Nedense ahlaki kriz hep gözden kaçar, her
nedense ahlaki kriz hep halkla ilgili olarak
görülür. Halkın ahlaki krizinden daha derin
olanını fikir ve ilim adamı nam kişiler yaşamaktadır. Halkın ahlak zafiyeti anlaşılabilir
ama münevverlerin ahlaki zafiyet ve krizi ise
anlaşılır gibi değil. Halk, el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyor, münevverler güya aklettiğini zannediyor. Akleden, fikreden, fehmeden bir münevver, büyük işlerin büyük
vahdet ile kabil olduğunu anlamaktan aciz
olabilir mi?
Mesele, sürekli ısıtılıp gündeme getirilen; gurupların, cemaatlerin, teşkilatların
birleşmesi değil. Mesele; ilim, irfan, tefekkür
faaliyetlerini bir havzada toplamak, birbirini
tetkik ve murakabe etmek, ihtiyaç halinde
müşterek imal-i fikirde bulunmak, ihtiyaç
halinde tenkit ve teklif müessesesini işletmek, ihtiyaç halinde vazife taksimi yapmak
ila ahir… Vazife taksimi yapmak derken,
birilerinin üstad olarak başköşeye oturup
emirler dağıtması gerekmez, zaten herkesin
meşgul olduğu sahalar var, meşguliyet sahaları aynı zamanda vazifeleri olur.
***
Müşterek teşebbüslerin ne kadar zor
olduğu malum... Çağ, nefs çağıdır, biliyoruz,
derin bir ahlak krizi yaşadığımız doğru. Meselenin zorluğu, işin zorluğundan değil, nefslerin hoşuna gitmemesindendir. Üç-beş kitap
yazanın üstatlık tasladığı bir zaman dilimindeyiz. İnsanların haline bakınca, sanki yaptıkları işler nefslerinin gıdasıymış gibi görünüyor, yani nefslerini beslemek için iş yapıyor gibi bir halleri var. Aksi halde ümmetin
devasa meseleleri olduğu, o meselelerin yalnız başına altından kalkılamayacağı anlaşılmayacak bir mevzu değil. Bunu bile bile
mikroorganizmalar gibi bölünmek ve ayrı
55
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
ayrı yaşamak çabası neden? Yoksa bilmiyor,
anlamıyor, ümmetin meselelerini yalnız başına halledebileceklerini mi düşünüyorlar?
Yok canım, bu kadar akılsız olamazlar.
Müşterek çalışma meselesi gündeme
geldiğinde, nefler zihinleri vakumluyor, ilk
akla gelen sorular; “Kim kimin emrine girecek, kim kimin bünyesine iltihak edecek, kim
üstad olacak ila ahir”… Çok ayıp… Ümmetin çetin meseleleri bu türden zihni dünyaların altından kalkacağı cinsten bir hadise midir?
Bir fikir ve ilim adamı, beş tane, on
tane, yirmi tane kitap yazmış. Kitapların
muhtevası ve seviyesi bir tarafa bu kadar
kitapla ümmetin meselelerinin kaç tanesini
çözmüş olabilir ki? Kime hava atıyorsun,
insanlardan ne bekliyorsun? Sahaya çıkan
herkes, mücedditlere gösterilen hürmeti istiyor, sadece hürmet istese ne gam, İslam ahlakının asgari esasıdır o, aynı zamanda bağlılık da istiyor. Herkesin kendini dinlemesini,
kendi düşüncelerini tekrarlamasını istiyor.
Haline ve tavrına bakınca zannedersiniz ki
bin ciltlik külliyatı var.
Hiç kimse başkalarının eserlerini
okumuyor. Birkaç kitap yazıyor, sonra da
kendi yazdıklarını okuyor. Başkalarını okumadığı için, “Vay be nasıl yazmışım” edalarıyla üstatlık pozları veriyor. Başkalarını
okuyanlar önce dehşete düşüyor, sonra ne
yapacağını şaşırıyor, bir müddet sonra nefslerinin bulduğu bahanelerin peşine takılıyor. O
kadar komik laflar ediyorlar ki, çevrelerindeki insanların o komik laflara itibar etmesi,
ancak marazi bir ruh dünyasıyla açıklanabilir. Fakat marazi zihin yapısı yaygın olduğu
için, kimse hastalıklı zihin ve akıl bünyesine
savrulduğunu anlamıyor. Çünkü başkaları da
kendiler için benzer şeyler söylüyor, marazi
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ
zihin yapısının yaygınlığı, o tavrın hastalık
olarak teşhisini zorlaştırıyor.
Bizim anlamadığımız mesele şu; on
beş yirmi kitap yazanlar bir tarafa, elli altmış
kitap yazanların bile ümmetin devasa problemleri karşısında, canhıraş bir çalışma içine
girecekleri yerde üstad edalarıyla sırça saraylar inşa etmesi ve oraya çekilmesinin ruhi
altyapısının bir Müslüman şahsiyette nasıl
kurulabileceğidir? Kadimdeki mücedditler
bile hayatlarını o kadar mütevazı yaşamışlar,
o kadar canhıraş bir çalışma içine girmişler,
dağdaki çobanın bile görüşebileceği ve derdini anlatabileceği bir asudelik hayatlarına
hakim olmuştur. Ümmetin kurtarıcıları edasına sahip adamlar, nefslerinin bitmez tükenmez talepleriyle gerilmekten kırılacaklar.
İslam’ın neresinden çıkarıyorsunuz bu edaları, tavırları, davranışları? “Bu ümmetin efendileri, bu ümmete hizmet edenler” değil miydi? Bizim bilmediğimiz hangi kitapları okuyor da bu hale geliyorsunuz?
***
Medeniyet akademisi tabii ki bir hayaldir. İçinde bulunduğumuz cemiyetin ahlaki seviyesinde medeniyet akademisi gibi büyük müesseselerin inşası ve idaresi, hayal
ufkunun bile ötesinde görünüyor. Münevver
camianın idrak ve ahlak zafiyetiyle malul
olduğu bir çağda, medeniyet akademisinden
bahsetmek havanda su dövmek değil midir?
Havanda su mu dövüyoruz? Evet…
Ne kadar zor bir işten bahsettiğimizi biliyoruz. Ama başka bir şey daha biliyoruz; ümmetin meseleleri bu kadar zor ve çetin… İnsanları aldatmak istemiyoruz, hayal ufkunun
ötesinde bir işten bahsediyor olsak da, bugünkü meselelerimizin bu kadar zor olduğunu söylemek istiyor, bunun bilinmesini arzuluyoruz. Elli altmış kitap yazmakla, onların
56
TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ
okunmasını talep etmekle ümmetin kurtulamayacağını, kurtuluşun ne kadar zor olduğunu, bunun için ne kadar çetin işlerin altından
kalkmak gerektiğini teşhis ediyoruz. İnsanları
aldatmak, aldatarak üç kuruşluk keyfimizi
yaşamak yerine hem kendimizi hem de insanları rahatsız etmeyi doğru buluyoruz.
İletişim: [email protected]
57
9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ

Benzer belgeler