Çift Püsküllü Uçurtma

Transkript

Çift Püsküllü Uçurtma
I
Gölün kıyısındaki büyük ahşap ev sessizdi. Bağ dönüşü
hayvanlar ahıra çekilmiş, avlunun iki kanatlı kapısı arkadan
sürgülenmişti. Evde yalnız alt kattaki mutfakta ışık vardı.
Ocağın karşısında evin küçük çocukları, ninelerinin çevresini
almış, yalvarıyorlardı.
– Ne olur nine, bir masal anlat!
ÇİFT PÜSKÜLLÜ UÇURTMA
Bizler Uzaktan Geldik
Bu Yurda Emek Verdik
– Aynı masal olmasın ama.
Ninenin pek canı istemiyordu masal anlatmayı:
– Ne anlatayım ki? Unuttum çoğunu.
Çocuklar üstelediler:
– Nohut oğlan’ı anlat! Muradına eremeyen güzel’i anlat!
– Sultan Kara Osman’ı anlat!
– Anlatmazsan gidip yatmayız!
Çocuk Romanı
Yalvarıp yakarmalara dayanamadı nine:
– Eh, hadi gönlünüz olsun. Sultan Kara Osman’ı anlatayım
size. Sonra yatak.
“Günümüzden nice yıllar önce, Kara Osman derler bir bey
oğlu varmış…”
Nine sözünü sürdürürken dış kapı hızla vuruldu. Avluda
tulumbanın başında elini yüzünü yıkayan çoban Ali koştu:
Çift Püsküllü Uçurtma
1/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
2/197
Suzan Albek
– Kim o?
Üçü, yer yatağında yan yana, yorganı başlarına çekmişler
uyur gibi yapıyor, arada gizlice başlarını çıkarıp annelerinin,
teyzelerinin, halalarının ne yaptığını gözetliyorlardı. Bütün
yüklük, sandık kapakları açılmış, yastıklar, battaniyeler,
örtüler ortaya dökülmüştü. Teyze pat pat bohçaları yere
atıyor, dizüstü oturan nine, durmadan konuşuyordu:
– Ben, bekçi… Aç kapıyı!
– Ne istiyorsun bu saatte?
– Sen Adem ağayı çağır, o bilir.
Ali’nin çağırmasına kalmadan, Adem ağa ve büyük oğlu
Mustafa aşağıya inmişlerdi bile. Koca kapıyı açtılar, bekçi
içeri girdi. Çok yavaş sesle Adem ağaya bir şeyler anlattı,
çıktı gitti. Evin bütün odaları aydınlandı birden. Üst katta
kadınlar, ellerinde lambalarla başladılar odadan odaya
koşuşmaya. Mutfakta kızlar ninelerine iyice sokulmuşlar,
hala çocukları Mehmet, Saffet, Rıfat avluya fırlamışlardı.
Adem ağa ağır ağır merdivenleri çıkarken, karısı telaşla indi
aşağıya, kızlarına seslendi:
– Gülbahar, Gülizar, Emine! Gelin yukarıya! Anne, sen de!
Emine karşı koydu hemen:
– Ninem masal anlatıyor, sonra geliriz.
Gülbahar ile Gülizar yalvardılar:
– Ninem Kara Osman’ı anlatıyor, n’olur dur azıcık!
– Benim işlemeli esvabım nerede? Kışlık mantomu da al,
kızların kalın pelerinlerini çıkar! Dokunma sırmalı bohçama!
*
Mevsim henüz güzdü. Neden en kalın kışlıkları çıkarıyorlardı
acaba? Gülizar yorganın altından ablasına sordu:
– Ne oluyor Gülbahar? Taşınıyor muyuz yoksa?
– Bilmem ki. Belki Serez’e dayımlara gidiyoruzdur.
Emine söze karıştı:
– Ya da gölün öbür başına, Hüseyin abimlerin fareli
değirmenine. Kızlar kıkır kıkır gülüştüler Emine’nin sözüne.
O sırada hızlı ayak sesleri duyuldu merdivenden, kapı açıldı,
Adem ağa göründü. Elinde dolu bir torba vardı. Arkasından
ağır bir sandığı indiren Mustafa göründü.
Nine çoktan susmuştu oysa.
– Biz gölün kenarına iniyoruz, bir saate kalmaz döneriz. Siz
de elinizi çabuk tutun, dedi Adem ağa.
– Kara Osman’ın sırası mı? Çabuk yukarı! Diyerek, anneleri
kızları kollarından çekiştirip aldı yukarı, vızıldayan
Emine’nin ağzına bir tokat vurdu. Hepsi sindiler, girdiler
usulca yataklarına.
Kızlar; Mehmet, Saffet ve Rıfat’ın; Mustafa’nın arkasından
ayakkabıları ellerinde, gizlice indiklerini gördüler. Dışarıda
kapılar açılıp kapandı, atlar kişnedi.
Çift Püsküllü Uçurtma
3/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
4/197
Suzan Albek
– Gidiyoruz çocuklar, haydi eve gidin, giydirsinler sizi…
Adem ağa ve oğlu Mustafa, gölün kenarına vardıklarında,
hısımları değirmenci ile iki oğlu Hasan ile Hüseyin’in
ellerinde çıralarla onlara doğru geldiklerini gördüler.
– Niye gidiyoruz? Nereye? Diye sordu Saffet.
– Gidiyor muyuz? Dedi değirmenci dayı.
Yanlarına gelen Mustafa, Rıfat’ı kucaklayarak yanıtladı:
– Evet, gün doğmadan önce, diye yanıtladı Adem ağa. Şunları
boşaltalım göle. Düşman eline kalmasın.
– Kaçıyoruz. Osmanlı ordusu yenilmiş, geri çekiliyormuş. Biz
de arkasından.
Taşıdığı torbayı koydu yere, ağzını açtı. Çıraların ışığında
parıldadı torbadakiler: Uzun kılıçlar, hançerler, silahlar…
Çocuklar anladılar, sustular. Çıralar sönmüş, göl her şeyi
yutmuştu. Hiç konuşmadan döndüler eve.
Delikanlılar sapları gümüş hançerleri, ağır kılıçları, palaları
ellerine alıp evirip, çevirip baktılar.
*
– Anı olarak bir iki tanesini yanımıza alsak olmaz mı? Diye
sordu Hüseyin, dedelerimizin anısı…
– Sakın ha… Dedi Adem ağa. Herkesi, arabaları didik didik
arıyorlarmış. Bekçi öyle dedi. Yanımıza ne silah ne değerli
eşya alacağız. Ancak yiyecek ve giyecek.
Atlar arabalara koşulduğunda şafak söküyordu neredeyse.
Mehmet, Saffet, Rıfat büyüklere yardım ediyor, erzak
çuvallarını iki arabaya bölüştürüyorlardı. Her iki arabaya
yataklar serilmiş, üstüne yastıklar bohçalar konmuştu.
Gülbahar, Gülizar, Emine kışlıklarını üst üste giymişler,
tulumbanın yanında bekleşiyorlardı. Anneleri evi son bir kez
dolaşıp çıkmıştı ki, Emine bağırdı birden:
Mustafa taşıdığı ağır sandığı açmış, içindeki bakır, tunç,
demir aletleri, eşyaları bir bir atıyordu göle. Biraz arkada,
çalıların arkasına gizlenmiş olan Mehmet, Saffet, Rıfat
korkuyla onları izliyorlardı. Ağır eşyalar göle düşünce güm…
güm… diye ses çıkarıyor, çevreye sular saçılıyordu. En
küçükleri Rıfat korkmuş, ağlamaya başlamıştı. İşini bitiren
Adem ağa sesini duyup geldi yanına:
– Bebeğim, sarı saçlı bebeğim Alime nerede?
– Ne işiniz var burada? Ben çağırdım mı sizi?
Adem ağa telaşlanıyordu,
Rıfat sesini kesti. En büyükleri Mehmet sordu:
– Haydi binin artık, geç kalıyoruz!
– Niye attınız dedelerimizin silahlarını Adem baba?
– Bebeğim! Bebeğim olmadan gitmem!
Çift Püsküllü Uçurtma
5/197
Suzan Albek
– Sus! Sus! Bohçadadır bebeğin. Ben bulurum yolda, dedi
annesi.
Emine kanmadı:
– Bebeğim! Bebeğim Alime’yi isterim!
Çift Püsküllü Uçurtma
6/197
Suzan Albek
Adem ağa öfkelendi,
– Haydi bulun şunun bebeğini de verin eline!
Emine kendini yere atmış bağırıyordu:
– Hü… Hü… Bebeğim! Sarı saçlı bebeğim!
– Bırakmıyacam işte! Emine bebeğini bıraksın, ben de
bırakırım.
Mustafa ağabey yetişti, çekti uçurtmayı. Renk renk püsküller
uçuştu havada. Rıfat iyice bastı yaygarayı. Tam o sırada
Saffet koşa koşa çıktı evden:
Mehmet’le Saffet şaştılar bu işe:
– Anne! Ninem yukarıda yüklüğün içinde oturuyor, o
gelmiyor mu bizimle?
– Pek şımarık oluyor bu kızlar. Bebeğiymiş… Kirli suratlı, pis
bi bez bebek işte!
– Ne? Sahi, nine yok ortada! Diye bağrıştı herkes.
Rıfat, hiç Emine’den yana bakmıyor, arabanın arkasında bir
şeyler yapıyordu. Rukiye teyze birden anladı işi:
– Gene Rıfat saklamış olmasın kızın bebeğini?
Gülbahar’la Gülizar bir ağızdan bağırdılar:
– O yapmıştır, o yapmıştır teyze! Rıfat! Rıfat!
*
Nine eski zamandan kalma işlemeli esvabını giymiş, başına
çiçekli yazmasını bağlamış, yanında bastonuyla yatakların
konduğu yüklüğün içinde bağdaş kurmuş oturuyordu.
Mustafa dikildi başına:
– Nine kalk! Gidiyoruz!
– Nereye gidiyormuşuz? Ben evimi bırakıp bir yere gitmem!
Az sonra, bir elinde sarı yünden örgülü saçlı bebek, öteki
elinde iki yanı püsküllü koskoca bir uçurtmayla döndü Rıfat.
Bebeği Emine’nin eline tutuşturup yürüdü arabaya doğru.
Annesi telaşla bağırdı arkasından:
– Neden bırakayım? Emine bebeğini götürüyor, ben de
uçurtmamı götürürüm.
Annesi tuttu çekti uçurtmayı. Bu kez Rıfat attı kendini yere,
yapıştı uçurtmasına:
7/197
– Nine haydi!
Dışarıdan Adem ağa öfkeyle sesleniyordu:
– Çabuk olun, ortalık ağardı!
– Rıfat! Rıfat! Bırak o uçurtmayı!
Çift Püsküllü Uçurtma
Mustafa koştu yukarı.
Suzan Albek
Mustafa çekti nineyi kolundan, nine bastonunu savurdu,
– Bırak beni! Bırak diyorum sana! Niye gidecekmişiz sanki?
Sırtına sopayı yiyen Mustafa bağırdı:
Çift Püsküllü Uçurtma
8/197
Suzan Albek
– Of! Vurma nine! Yolda anlatırım sana niye kaçtığımızı.
Haydi hop!
Mustafa ninesini kucakladığı gibi bir solukta indirdi
merdivenleri. Nine, bastonunu savura savura bağırıp
çağırırken arabanın üstünde buluverdi kendini. Herkes
yerleşmişti. Kızlar sokuldular ninelerine. Emine itti Rıfat’ı:
– Çek uçurtmanı, çıtaları batıyor bacaklarıma.
Adem ağa, bir arabayı; oğlu Mustafa, öbür arabayı sürecekti.
Çoban Ali avlunun kapısını açmış, kenarda bekliyordu. Onu
gören Rıfat seslendi:
– Adem baba, Ali gelmiyor mu bizimle?
Emine gene çıkıştı Rıfat’a:
– Niye Adem baba diyorsun benim babama? O senin baban
değil ki, benim babam. Senin baban ölmüş.
Rıfat iyice batırdı uçurtmanın çıtalarını Emine’nin
bacaklarına. Mehmet ile Saffet arabadan ellerini uzatmışlardı
Ali’ye:
– Ali! Ali! Haydi atla! Sen de gel!
– Hayvanlara iyi bak! Gene döneriz bir gün.
– Hoşça gidin! Güle güle!
– Karabaş’a iyi bak! Koyunlara da! Keçilere de!
– Sarı ineğe de! Sarman kediye de!
Ali, bir süre daha arabaların arkasından şapkasını sallayıp
döndü, avlunun kapısını kapayıp girdi içeri.
*
Gölün karşı yakasındaki değirmene vardıklarında güneş,
dağın arkasından ilk ışıklarını göstermişti. Değirmenin çarkı
durmuş, kapıya koca bir kilit asılmıştı. Savaklardan boşalan
su, çağıl çağıl aşağıya akıyor; kazlar, ördekler sazların
arasında dolaşıyorlardı.
Değirmenci dayı, karısı, küçük kızı Melek arabaya
yerleşmişlerdi. İki oğlu Hüseyin ile Hasan arabanın yanında
bekliyorlardı. Yeni gelenlerle selâmlaştılar. Adem ağa eliyle
dağı göstererek:
– Geceye kalmadan dağı aşalım, dedi.
– Olmaz çocuklar, bırakın Ali’yi, dedi Adem ağa. Annesi
bağda. Götüremeyiz onu. Hem ahırda hayvanlar var. Kim
bakacak onlara?
Mustafa şaklattı kamçıyı. Arabalar takırdayarak çıktılar
avlunun kapısından. Rüzgârından uçurtmanın kopuk
püskülleri, kuyruğu dağıldı avlunun dört bir yanına. Ali bir
süre koştu arabanın arkasından.
Çift Püsküllü Uçurtma
– Ali! Ali! Hoşça kal!
9/197
Suzan Albek
Kamçılar şakladı. Üç araba arka arkaya dağ yolunu tuttular.
Kimse konuşmuyordu. Nine atkısını gözüne kadar indirmiş,
herkese arkasını dönmüştü.
– Ninem küs bize, dedi Gülbahar.
– Ne olur barışsa da masal anlatsa bize, diye ekledi Gülizar.
Çift Püsküllü Uçurtma
10/197
Suzan Albek
Yol dikleşip, hayvanlar solumaya başlayınca Adem ağa indi
arabadan aşağı. Arkasından Mehmet, Saffet, Rıfat atladılar.
Değirmencinin oğulları geldiler yanlarına. Konuşup
gülüştüler, kamçılarını ölçtüler. Bütün gün dağ yolunu
izlediler, sulak yerlerde hayvanları dinlendirdiler,
çimenlerin üstüne yaygıları serip yemek yediler.
Yol dikleştikçe hava serinliyor, rüzgâr çam ağaçlarının
arasında uğulduyordu. Sıkıntıları dağılmıştı artık. Hafiften
bir türkü tutturdu çocuklar:
Esme, esme deli rüzgâr
Yarim yoldadır…
Hasan ekledi – Esme deli rüzgâr,
Uyur bizim Gülizar…
Çocuklar pek hoşlandı bu türküden hep bir ağızdan
tekrarladılar:
Esme deli rüzgâr…
Uyur bizim Gülizar…
Uykucu Gülizar…
Drama köprüsü Hassan,
Dardır geçilmez…
Soğuktur suları Hassan,
Bir tas içilmez…
At martini de bre Hassan,
Dağlar inlesin…
*
Hasan uzandı arabaya, Emine’nin bebeğini, Gülizar’ın eteğini
çekti, nine atkısının altından çıkardı bastonunu, vurdu
hafifçe oğlanların sırtına, bir gürültüdür gitti. Adem ağa
döndü arkasına:
– Susun bakayım! Nedir bu şamata? Gülizar! Hep senin
başının altından çıkıyor bunlar. Emine, sen de sabahleyin
Rıfat’a söylediğin kötü sözü duymadım sanma! Soracağım
sana!
Küstüler Gülizar ile Emine. Başladılar usul usul ağlamaya.
Nine hiç dayanamazdı kızların ağlamasına:
Gülizar ninesinin dizinden başını kaldırdı:
– Kim uyuyormuş? Yalancılar…
– Susun benim güzel kızlarım. Bak ben size masal
anlatacağım.
Hemen kestiler kızlar ağlamayı. İyice sokuldular ninelerine.
Nine başladı anlatmaya:
Hasan dürttü Mehmet’i:
– Oh! Ne güzel kızdırdık Gülizar’ı dimi?
Çift Püsküllü Uçurtma
Oysa kızdırma sırası kızlara gelmişti. Hep bir ağızdan
başladılar:
11/197
– “Evvel zaman içinde, Kara Osman derler, bir yiğit bey oğlu
varmış. İri yapılı, uzun kollu, kara bıyıklı bir güzel delikanlı
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
12/197
Suzan Albek
imiş Osman. Bey oğlu dedikse öyle kulu kölesi olan, asan,
kesen zalim bir bey oğlu değil. Yanındaki adamlarını,
toprağında yaşayanları korur, kimsenin hakkını yemezmiş.
Her yıl yaz gelince bunlar sürülerini, eşyalarını atlara,
develere yükler, yaylalara çıkarlarmış. Develerin çanları çın,
çın öter, koyunlar, kuzular meleşirmiş.”
– Ne bileyim şimdi? Yerimizi yurdumuzu bıraktık göçüyoruz,
sen bana Kara Osman’ın çıktığı dağların adını soruyorsun!
Erkek çocuklar arabaya iyice yaklaşmışlar, dinliyorlardı.
Saffet sordu:
*
– Hangi dağlara çıkarlarmış nine? Bu bizim çıktığımız
dağlara mı?
Nine düşündü:
– Yok, yok. Buralara gelmemişler daha. Böyle çamlık,
kestanelik dağlar ama neresiydi bilemedim. Irak yerler…
– İstanbul’dan da mı uzak nine? Diye sordu Mehmet.
– Hı… Hı… Çok uzak.
Mehmet üsteledi:
– Adını söyle o dağların nine, sen biliyorsun, bir kez söyledin.
Nine seslendi büyük kızına:
Yerimiz yurdumuz sözlerini işitince ninenin aklına gene evi
geldi. Canı sıkıldı, sustu. Kızlar bir iki vızıldadılar, sonra
uyudular birer birer.
Dağı aşıp, ovaya açılan dar boğazı uzaktan seçtiklerinde
vakit gece yarısını çoktan geçmiş, hava ayaza dönmüştü.
Adem ağa, değirmenci dayı, Mustafa arabaları bir düzlüğe
çektiler.
– Ateş yakıp, bir çay pişirsek, azıcık ısınsak, dedi Adem
ağanın karısı.
Adem ağa karşı çıktı:
– Sakın ha! Boğazda bekleyenler
geldiğimizi. Sabah karşılaşırız daha iyi.
var.
Anlamasınlar
Erkekler bir araya gelmiş bir şeyler konuşuyor, sardıkları
sigaralarını ceketlerinin altında yakıyorlardı. Aşağıda,
boğazın tam ucunda ateşler yanıyordu.
– Rukiye kız! Neydi o Kara Osman’ın çıktığı dağların adı?
Kadınlar, çocuklar
başlarına.
sımsıkı
çekmişlerdi
– Aman ne bileyim anne, hangi Kara Osman’mış o?
– Gülbahar! Gülbahar! Bak azıcık!
– Hani canım, hacı babamın kara kaplı kitabından okuduğu
Kara Osman.
Gülbahar Rukiye teyzesinin dürtmesiyle uyandı. Ortalık hâlâ
karanlıktı.
– Ne var teyze? Gidiyor muyuz?
Çift Püsküllü Uçurtma
13/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
14/197
Suzan Albek
yorganlarını
– Yok, yok. Bak dinle!
Rukiye teyze Gülbahar’ın kulağına bir şey fısıldadı, sonra
eline ufak bir kutu verdi, Gülbahar kutuyu aldı soktu
koynuna, iki kat oldu, sabaha kadar kırpmadı gözünü.
*
Gün doğarken üç araba yola çıktı. Aşağıda dar boğazın
girişinde karaltılar seçiliyordu. Yaklaşınca, karaltılar, silahlı
adamlar oldu. Hem de tepeden tırnağa silahlı. Bellerinde sıra
sıra fişeklikler, ellerinde uzun tüfekler, başlarında gözlerine
kadar indirilmiş yün başlıklar vardı.
Arabalar yaklaşınca bir silah patladı, “Dur! Dur!” diye bağırdı
biri. Çocuklar sıçrayarak uyandılar. Kadınlar başlarına
örtmelerini iyice çektiler. Nine başladı dua okumaya. Bir
yandan çocukların arkasını sıvazlıyor, “Korkmayın
yavrularım” diyerek duasını sürdürüyordu.
Adem baba arabayı durdurmuştu. İndi, gitti adamların
yanına. Mustafa, Değirmenci dayı, Hüseyin gittiler
arkasından. Silahlı adamlarla konuştular, kemerlerinden
kâğıtlarını çıkarıp gösterdiler. Silahlı adamlar geldiler
arabaların yanına. “İnin aşağıya” dediler. Kadınlar, çocuklar
indiler, çömeldiler yolun kenarına. Adamlar bir bir indirdiler
yorganları, yatakları, bohçaları. Didik didik aradılar. Yiyecek
sepetlerinde ne varsa döktüler tozun içine. Ellerindeki
bıçaklarla yatakları kesip, içini yere silktiler. Değirmencinin
arabasındaki un çuvallarını indirdiler, boşalttılar. Sıra geldi
herkesi aramaya. Adamlar kadınların örtmelerini çektiler,
baktılar boyunlarına altınları var mı diye. Emine ile Gülizar
Çift Püsküllü Uçurtma
15/197
Suzan Albek
annelerinin eteklerine sımsıkı yapışmış, Gülbahar gene iki
kat olmuş, yere kapanmıştı.
Adem ağa yaklaştı adamların yanına:
– Söyledim size, ne silah var ne para ne de altın.
– Koyunlarını ne yaptın? Satmadın mı yola çıkmadan önce?
Dedi bir adam.
– Hepsi duruyor avluda. Bağda üzümleri küfesiyle bıraktım.
Gidin, alın. Sizin olsun. Bırakın bizi geçelim.
Yolun kenarında duran Rıfat birden az ötede duran genç bir
çocuğa doğru koştu:
– Panayot! Panayot! Sen ne yapıyorsun burada? Biz
gidiyoruz. Ben uçurtmamı da götürüyorum. Bahara dönersek
bağda…
Panayot, hiç yanıt vermeden dönüp arkasını uzaklaşmıştı.
Rıfat kalakaldı orada. Sordu Saffet’e:
– Bu bizim Panayot değil miydi? Hani komşu bağdan.
Beraber uçurtma uçururduk.
Saffet bir şey söyleyemedi. Rıfat koştu arabaya.
Darmadağınık eşyaların arasından çıkardı parça parça olmuş
uçurtmayı, attı yere, bir tekme vurdu, kırdı iyice çıtaları.
Henüz yedi yaşındaydı ama kötü bir şeyler olduğunu,
gezmeye gitmedikleri anlamıştı.
Silahlı adamlar birer birer uzaklaştılar. Kadınlar, çocuklar,
eşyaları, yiyecekleri yeniden yüklediler arabalara. Hiç
Çift Püsküllü Uçurtma
16/197
Suzan Albek
konuşmadan bindiler. Adem ağa, atladı yerine söylene
söylene:
– Hepsi de tanıdık, komşu. Serez pazarına beraber inerdik.
Ne oldu bunlara böyle? Ne kötülük ettik onlara sanki?
*
Boğazı geçip ovaya inince derin bir soluk aldılar
arabadakiler. Atlar tırısa kalktı, yükselen güneş ısıttı
sırtlarını. Yol uzun süre biçilmiş tarlaların arasından
geçtikten sonra tekrar yükselmiş, iki yanında fundalıklar,
bodur meşeler başlamıştı. Çocuklar, gençler indiler
arabadan. Nine de davrandı yerinden:
– Bacaklarım uyuştu oturmaktan. Durun ben de ineyim, dedi.
Aldı kalın bastonunu, katıldı çocukların arasına. Taşlı bir
yokuşa varmışlardı. Çocuklar konuşup gülüşüyorlardı.
Değirmencinin oğlu Hasan seslendi Mehmet’e:
– E buffu buffu! E buffu buff!
Nine soluyordu: Hınkı mınkı tık tık! Hınkı mınkı tık tık!
Çocuklar ellerine birer sopa almış onun gibi taşlara vura
vura gidiyorlardı. Mehmet arada bir Değirmenci dayı gibi
öksürüyordu:
– E buffu buff!
Değirmenci dayı yaklaştıkça kamçısını Mehmet’in sırtına
şaklatarak şakaya katılıyordu. Adem ağa da dizginleri
gevşetmiş, rahatlamıştı. Kadınlar arabalardan çocuklara
börek, çörek, sepetten üzüm uzatıyorlardı. Saffet üzümünü
yerken şöyle dedi:
– Niye o kadar korktuk sanki? Hepsi komşularımız. Bize bir
şey yap… Sözünü bitirmemişti ki arabadan biri seslendi.
– Arkadan bir gelen var!
Hepsi durup arkaya baktılar. Siyah bir nokta gitgide
yaklaşıyordu.
– Dinle bak, nine ne diyor.
– Hınkı mınkı tık tık… Hınkı mınkı tık tık…
– Binin! Binin arabalara! Kaçalım! Diye bağrıştılar.
Nine bastonuyla tık tık taşlara vuruyor, soluk alırken hınkı
mınkı diye sesler çıkarıyordu.
İkinci arabayı kullanan Mustafa karşı çıktı:
– Dinle, dinle! Değirmenci dayı nasıl öksürüyor diye
yanıtladı Saffet.
– Hiç yararı yok. Nasıl olsa yetişir. Bizim yükümüz ağır.
Beklesek daha iyi olur.
– E buffu buffu! E buffu buff!
Gerçekten az sonra yetişti atlı.
Değirmenci dayı durmadan öksürüyordu:
– A! A! Bu bizim Panayot! Dedi çocuklar.
Panayot doğru gitti Adem ağanın yanına:
Çift Püsküllü Uçurtma
17/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
18/197
Suzan Albek
– Adem ağa kusura bakma.
– İsterseniz ayrılalım. Siz istediğiniz yoldan gidin. Ben
Mustafa’nın sözüne güvenirim, dedi, aldı dizginleri eline.
– Ne var ne istiyorsun?
– Şey.. Diyecektim ki.. Dağ yoluna sapmayın. Deli Zora’nın
çetesi orada. Sağ geçirmezler sizi. Dereyi izleyin daha iyi.
Değirmenci dayı kalakaldı orada. Hüseyin ile Hasan
seslendiler:
Adem ağa hiç yanıt vermedi. Panayot döndü Saffet’e:
– Haydi baba, düşünme. Ne gelirse başımıza beraber gelsin.
Ayrılmayalım birbirimizden.
– Bizim bağda düdüğünü bırakmışsın. Tut!
Değirmenci dayı bindi arabaya öksürdü: E buffu buffu! Buff!
Kemerinden uzun bir düdük çıkardı, attı Saffet’e. Sonra
çevirdi atının başını, geldiği gibi dört nala uzaklaştı.
Öndeki çocuklar sevinçle haykırdılar:
Arabalar ağır ağır kalktılar. Az sonra vardılar derenin
kenarına. Oradan yol ikiye ayrılıyor, biri kıvrıla kıvrıla dağa
doğru yükseliyor, öteki dere boyunca uzanıyordu. Yol
ağzında çektiler dizginleri. Adem ağa bir Değirmenci dayının
bir Mustafa’nın yüzüne baktı. Panayot’un söylediğine
inanalım mı gibilerden.
Dağ yolunun üstünde, ta uzakta, iki araba ağır ağır
ilerliyordu.
– Geliyorlar, geliyorlar! Hep beraber gidiyoruz!
– Hınkı mınkı tık tık… E buffu buffu buff… Atlar hızlandı:
– Takıdık takıdık…
– Deh oğlum deh! Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem!
Kamçılar şakladı:
– Şrakk… Şrakk…
– Dere boyundan yolu çok uzatırız, dedi Değirmenci dayı.
Mustafa:
– Biz Panayot’un dediği yoldan gidelim. Niye yalan söylesin?
Dedi.
Adem ağa çok düşünceliydi. Ya bu bir tuzaksa?
Kimseden ses çıkmıyordu. Adem ağa Değirmenci dayıya
döndü:
Çift Püsküllü Uçurtma
19/197
Suzan Albek
*
Dere boyunca uzanan taşlı, kumlu, kaygan yollardan gün
boyunca ilerledi arabalar. Boş tarlalara konup kalkan kara
kargalarla, kayaların üstünde dimdik duran keçilerden başka
canlı görünmedi.
Akşama doğru batıda bembeyaz, pamuk gibi bulutlar
yığılmaya başladı üst üste. Rıfat arabada yanında oturan
Emine’yi dürttü:
Çift Püsküllü Uçurtma
20/197
Suzan Albek
– Emine bak! Şu pamuk gibi bulutları görüyorsun ya işte
Allah Baba onların üstünde oturuyor, bize bakıyor.
Emine korktu:
– Birer tane saklasaydık biz de savaşırdık. Hem de o silahlı
adamları yaklaştırmazdık arabaya. Ben bir savururdum
kılıcımı.
Hasan ile Mehmet uzaklaştılar Saffet’ten.
– Hi… Sen görüyor musun onu?
– Tam görmüyorum ama beyaz sakalını görüyorum. Eğilip
gülümsüyor bana.
– Mehmet, kimseye söyleme, bende bir tane uzun hançer var.
Sakladım üstümde.
– Hi… N’olur göstersene! N’olur Hasan!
– Ne olur, eğilince bana da göster.
Hasan eğildi, Mehmet’in kulağına bir şey söyledi. Saffet
yetişti, uzattı kafasını aralarına:
– Kimseye söylemezsen gösteririm.
Ellerinde sopalarla arabanın yanında giden Mehmet, Saffet
ve Hasan’dan başka herkes arabadaydı. Değirmenci dayı
uyumuş, yerini oğlu Hüseyin almıştı. Mehmet ve Hasan usul
usul aralarında konuşuyorlar, Saffet onlara yetişip
konuştuklarını duymaya uğraşıyordu.
– N’olur Hasan bana da söyle! Bizim askerleri görünce
n’apıcaksın?
– Neden çekilmiş bizim askerler? Topları tüfekleri yok
muymuş?
O akşam ufak bir çamlığa çektiler arabaları. Her yan sessizdi.
Ama bir tedirginlik vardı hepsinde. Adem ağanın karısı
sızlanıyordu:
Hasan, Mehmet’ten iki yaş büyüktü. Hem değirmene gelip
giden herkesle konuşur, olan biteni öğrenirdi. Bilgiççe
yanıtladı:
– Varmış top tüfekleri ama gene de yetmemiş. Ayrıca
kumandanları iyi yönetmemiş orduyu.
– Keşke dedelerimizin kılıçlarını, silahlarını atmasaydık göle!
Verirdik bizim askerlere.
Saffet söze karıştı:
Çift Püsküllü Uçurtma
21/197
Suzan Albek
– Sus, sen küçüksün, karışma her şeye! Hem duyduklarını da
kimseye söyleme!
– Neden hep böyle kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde
kalıyoruz? Bildik bir köyde kalsak daha iyi değil mi?
Adem ağa yanıtladı:
– Bildik köy mü kaldı? Şu dağların arkası Bulgarya. Ondan
ötesi Allah kerim.
Çocuklar inmişler, ağaçların altında toplanmışlardı. Mustafa
elinde bir çakıyla yerdeki çam kütüğüne bir şeyler
kazıyordu. Epey uğraştı, sonra, tak diye çakısını kapadı.
Çift Püsküllü Uçurtma
22/197
Suzan Albek
Çocuklar geçtiler çam kütüğünün karşısına, heceleyerek
okudular: “Teşrinevvel 1912”
Bir hışırtı duyuldu o sırada ağaçların arkasından. Çocuklar
ürkerek kaçtılar. Birdenbire nereden geldikleri belli olmayan
iki silahlı adam göründü. Hüseyin çıktı önlerine:
– Ne var? Ne istiyorsunuz?
Adem ağa ile Değirmenci dayı geldi yanlarına. Bir süre
konuştular adamlarla. Ne istediklerini sordular. Silahlı
adamlar arabalara bir göz attılar, oturanları saydılar, gene
konuştular Adem ağayla. Sonra bir ağacın altına çekildiler,
yaktılar sigaralarını. Adem ağa yürüdü arabaya doğru.
Mustafa sordu:
– Deli Zora’nın eline mi düştüler öyleyse?
– Herhalde.
– Öyleyse Panayot kurtardı bizi.
– Öyle olacak.
Saffet’in yüreğini bir sevinç kapladı. Koca bir yatağı kaptı,
yerleştirdi arabanın birine, çıktı üstüne oturdu.
– Yolda size türkü çalıcam düdüğümle, dedi kızlara.
Emine ellerini çırptı:
– Oh ne güzel! Melek de gelir bizim arabaya. Elim üstünde
kimin eli var oynarız.
– Ne istiyorlarmış baba?
– Üç araba fazlaymış bize. Birini bırakın diyorlar. Bırakacağız
çaresiz. Haydi boşaltın arabanın birini.
– Akdoğan’la Sarıperçem’i verme baba. En güçlü onlar.
Benim atları ver.
İkinci araba boşaltıldı sessizce. Yataklar, yorganlar atıldı
yere. Saffet yaklaştı Mustafa ağabeyine:
– Acaba Panayot mu haber verdi geldiğimizi bu adamlara?
Tuzak mı kurdular bize?
– Sanmıyorum, dedi Mustafa. Dağ yolundan da gitseydik
buraya inecektik. Hem önümüzden dağ yoluna çıkan iki
arabanın da buradan geçmesi gerekirdi. Görünürlerde
yoklar.
Çift Püsküllü Uçurtma
23/197
Suzan Albek
Hepsi doldular iki arabaya, çocuklar bir arabaya toplandı.
Mustafa ve Hüseyin aldılar dizginleri. Bulutların arasından
süzülen ay ışığında kütüğün üstündeki yazı parladı:
“Teşrinevvel 1912”. Hüseyin atını kamçılarken söylendi
kendi kendine:
– Teşrinevvel 1912. Balkan Savaşı. Yenildik, yenildi koskoca
Osmanlı ordusu.
Boşalan arabaya keyifle yerleşen silahlı adamlar, yokuştan
aşağı sürüp gözden yitmişlerdi. Adem ağanın ağzını bıçak
açmıyordu. Çocuklar neşeliydi oysa. Rıfat, arabanın içinde
yumulmuş, kızlar ellerini üst üste koymuşlardı sırtına.
– Elim üstünde kimin eli var?
– Meleğin eli var!
Çift Püsküllü Uçurtma
24/197
Suzan Albek
– Bilemedin, kaldır, küp!
Rıfat bunu söylerken birden bulutlar yarıldı, koca bir ışık
demeti indi üstlerine. Tam o sırada tekerlekler kurtuldu
çamurdan, takır takır döndü. Çocuklar bağrıştılar:
Patır patır indi eller Rıfat’ın sırtına…
*
– Allah duydu ninemin dualarını! Yardım etti bize!
O gece, gündüzden biriken bulutlar birden boşalıverdiler
Balkanların üstüne. Şimşekler çaktı, gök gürledi. İki arabaya
sıkışmış olan çoluk çocuk, hısım akraba, iyice sokuldular
birbirlerine, yorganları, yaygıları örttüler üstlerine. Gene de
iliklerine kadar ıslandılar. Ertesi sabah da sürdü yağmur.
Selli yağdı, ip gibi yağdı, ahmak ıslatan yağdı. Çocuklar
arabalara inip bindikçe, çamura bulaştırdılar her yanı.
Yol gitgide kayganlaşıyor, atlar güçlükle ilerliyordu. Çoğu kez
tekerlekler balçığa saplanıyordu. O zaman hepsi birden inip
itiyorlardı arabaları.
– Haydi… Hop… Dayan! Bir daha…
Kızlar yolun kenarında ninelerinin eteklerine sarılıp
bekliyorlardı. Nine durmadan dua edip üflüyordu çevresine:
Hemen arabaları çektiler yolun kenarına. Atları çözüp
boyunlarına saman torbalarını taktılar. Eşyaları, yaygıları
serdiler çalıların üstüne kurusun diye. Anneleri Gülbahar,
Gülizar ve Emine’nin saç örgülerini çözdü, taradı. Sarı saçlar
altın gibi parıldadılar güneşin altında. Emine koynundan bez
bebeğini çıkardı:
– Oh neyse hiç ıslanmamış benim Alimem! Dedi.
O da bebeğinin yünden saç örgülerini çözüp yeniden ördü.
Erkek çocuklar, ayakkabılarındaki çamurları sopalarla
temizlediler, sonra oyuna daldılar. Yerdeki balçığı dört köşe
kesip aralarına otlar serptiler. Ellerini tepsi gibi yapıp
sundular kızlara:
– Allah yardımcımız olsun… Allah yardımcımız olsun…
– Haydi yağlı börek! Otlu börek! İsteyen yok mu yağlı, otlu
börekten?
Son kez arabaya dayandıklarında Emine yaklaşıp sordu
Rıfat’a:
Emine Rıfat’a yalancıktan para verip börek aldı, Alimesinin
karnını doyurdu, sonra dizinin üstünde sallayıp uyuttu.
– Hani bana bulutların üzerinde oturan Allah Baba’yı
gösterecektin?
Kadınlar sepetleri, torbaları çıkarttılar ortaya. Çalı çırpıyla
ateş yakıp çorba pişirdiler. Ekmek azalmış, değirmencinin
unları ziyan olmuştu. Sepetteki üzümler ezilmiş, suları
akmıştı. Gene de ne varsa hepsini iştahla yediler. Arta kalan
bir yarım ekmeği Hasan gizlice soktu koynuna.
Rıfat arabayı itti bütün gücüyle:
– Görünmüyor ki! Hem ninem o kadar çağırıyor, yardıma
gelmiyor bize.
Çift Püsküllü Uçurtma
25/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
26/197
Suzan Albek
Tam toplanmış arabaları düzene koymuşlardı ki bir takırdı
işittiler yolda. Az sonra yolun ucunda bir araba göründü,
yaklaştı, durdu yanlarında.
– Bunlar da bizim gibi göçenlerden. Korkmayın, dedi Adem
ağa.
Yeni gelenler de onlar gibi bir arabaya dolmuş kaçıyorlardı
Osmanlı ülkesine doğru. Erkekler bir araya gelip konuştular.
– Osmanlı ordusu perişan, dağılıyormuş. İşte şu yanda! Dedi
bir delikanlı. Eliyle kuzeyi, Balkan dağlarını gösterdi.
– Bazı birliklerimiz henüz çekilmemiş. Dağlarda çete savaşı
yapıyorlarmış, dedi bir başkası.
Hasan’la Mehmet büyüklerin arasına karışmış dinliyorlardı
söylenenleri. Hasan sordu:
– Ne yanda imiş acaba bizim askerler?
– Şu yanda. Kırcaali’ye doğru…
– Bu geceyi bir geçirsek baskına uğramadan. Yarın tutarız
Dimetoka yolunu. Ah Meriç’i bir geçsek, dedi Adem ağa.
– Sakın Edirne yoluna girmeyin, dedi yeni gelenler. Oraya
yaklaşıyormuş düşman bir koldan.
Sonradan gelenler vedalaşıp bindiler arabalarına.
Hasan ile Mehmet bir köşeye çekilmiş fısıl fısıl
konuşuyorlardı. Sonra hepsi toparlandılar. Mustafa, nineyi
kucakladı, koydu arabaya.
Çift Püsküllü Uçurtma
27/197
Suzan Albek
Karanlık bastıktan sonra, dağ yamaçlarında yavaş yavaş
ilerlerlerken hep top, tüfek sesleri duydular arabadakiler.
Tepelerin arkasında kızıl alevler yükseliyordu. Geç vakit bir
dere yatağında durdular. Geçirdiler geceyi.
*
Gün doğarken değirmencinin karısının sesiyle uyandılar:
– Hasan! Hasan! Neredesin oğlum?
Gece nöbet tutup, sabaha karşı azıcık arabada uykuya dalmış
olan Hüseyin atladı yere. Önce sağa, sola, çalıların arasına
baktı. Geldi Adem ağaların arabasına, sordu:
– Hasan’ı gören var mı?
Kimse bilmiyordu Hasan’ın nerede olduğunu. Değirmenci
dayı, Adem ağa, Mustafa indiler, dolaştılar her yanı. Yok!
Yok! Çocuklar uyanmış, yorganın altından başlarını
çıkarmışlardı. Saffet, Mustafa’nın çekti kolunu:
– Mustafa ağabey, ben biliyorum Hasan’ın nerede olduğunu.
Mehmet itti Saffet’i:
– Sus, karışma her şeye. Bir şey bildiğin yok.
Saffet üsteledi:
– Ben duydum Mehmet ağabeyimle konuşurken. Bu gece
kaçtı Hasan. Orduya yazılacakmış. Düşmanları yenip
hepimizi kurtaracakmış. Hem hançeri de var. Gösterdi
Mehmet ağabeyime. Tüfek atmasını da biliyormuş.
Çift Püsküllü Uçurtma
28/197
Suzan Albek
Değirmenci dayı, Adem ağa duymuşlardı Saffet’in
söylediklerini. Mehmet yorganın altına tekrar girmiş, tortop
olmuştu. Adem ağa yaklaştı, çekti yorganı, yakaladı
Mehmet’i. Tuttu kulağından götürdü bir çalının arkasına.
Döndüklerinde Mehmet’in yanağında kıpkırmızı beş parmak
izi vardı. Annesi aldı Mehmet’i yanına:
– Hasan’ın kaçacağını biliyordun da niye söylemedin a
çocuk? Dedi.
– O benim arkadaşım. Hem kan kardeşim. Söyler miyim hiç?
Dedi Mehmet.
– Oh olsun öyleyse! Hak ettin tokadı! Dedi annesi.
Mehmet pişman değildi. Omuzlarını silkti:
– Olsun, hiç acımadı. Hem Adem babamın tokat attığı yerde
gül açarmış.
Değirmenci dayının karısı ağlayıp çığırmaya başlamıştı:
– Ah Hasan’ım! Ne yapacaksın şimdi dağlarda? Vururlar
seni…
Mustafa araya girdi:
– Üzülme teyze, koca adam, korur kendini.
– Ne koca adamı? On beşine yeni girdi daha Hasan’ım. Sen
onun boyuna ne bakıyorsun? Küçücük çocuk. Ah benim
Hasan’ım ne yaptın böyle? Aç çıplak dağlarda!
Mehmet atıldı:
– Aç değil teyze, koca bir çıkın yiyecek aldı. Gocuğunu da
giydi üstüne. Hem hançeri de var. Beni de götür dedim, sen
küçüksün dedi bana.
Emine arabadan başını uzattı:
Herkes elinden geldiğince avuttu kadıncağızı. Kızı Melek
geldi dizine başını koydu:
– Niye Adem baba diyorsun benim babama? O senin baban
değil. Senin baban ölmüş.
– Anne ben yanındayım. Hem Hüseyin ağabeyim de var.
Döner gelir Hasan ağabeyim bir gün.
Adem ağa duydu gene Emine’nin kötü sözünü. Yaklaştı
yanına. Bir gül de Emine’nin yanağında açtı. Hem beş
yapraklı.
Gene dövündü anası:
Hüseyin hâlâ arıyordu kardeşini. Yamaca doğru tırmanıyor,
elini gözünü siper edip uzaklara doğru bakıyordu. Adem ağa
çağırdı onu yanına:
– Boşuna arama! Çok olmuş gideli. Dönmez…
Çift Püsküllü Uçurtma
29/197
Suzan Albek
– Döner gelir de bizi nerede bulur? Çıktık artık gurbete…
*
Arabalar yavaş yavaş hareket etmişti. Değirmenci dayı
ağırdan alıyor, sanki Hasan bir yerden çıkıverecekmiş gibi
yolun iki kenarına bakınıp duruyordu.
Çift Püsküllü Uçurtma
30/197
Suzan Albek
Mustafa, Mehmet, Saffet arabanın yanında konuşarak
yürüyorlar, Emine ile Rıfat arabadan lâfa karışıyorlardı:
– Mehmet ağabeyim Hasan’ı ele vermediğine iyi etti değil mi
Mustafa ağabey? Dedi Rıfat.
Mustafa başını okşadı Mehmet’in. Pek gururlandı Mehmet.
Saffet’in başı yerdeydi. Utanıyordu azıcık lâf taşıdığı için.
Mustafa onun da gönlünü aldı:
– Saffet Hasan’ın kaçtığını haber vermeseydi, bütün gün onu
arayacak, yolumuzdan kalacaktık. Neyse, kapatın artık bu
sözü. Hiç Hasan’ın adını anmayın annesinin yanında.
Rıfat sordu:
– Dramalı Hassan türküsünü de söylemeyelim mi Mustafa
ağabey?
– Söylemeyin, söylemeyin, uykucu Gülizar türküsünü
söyleyin, dedi Mustafa. Gözleri uzaktaydı. Karşıda onlara
doğru yaklaşan iki siyah nokta görmüştü. Seslendi babasına
ve Adem ağaya, hemen durdular.
Karşıdan gelen atlılar ellerini kollarını sallayarak işaret
ettiler: “Dönün! Dönün!”
Arabadakiler bir soluk aldılar, düşman değilmiş diye. Oysa
atlıların getirdiği haber kötüydü:
– Elimizde Dimetoka’ya kadar geçiş kâğıdımız var, dedi.
Atlılar güldüler:
– Çok gördük öyle kâğıtları. Siz gene yolun altındaki karakola
görünmemeye bakın. Biz dağ yolundan ineceğiz ovaya. Siz
arabalarla gelemezsiniz. Artık ne yaparsınız bilemeyiz,
dediler.
– Çok da oyalanmayın. Bir düşman kolu da arkanızdan
durmadan ilerliyor. Ayaklar altında kalırsınız, diye eklediler.
Değirmenci dayı ile Adem ağa düşünüp kaldılar oracıkta.
Uzaktan gene silah sesleri duyulmaya başlamıştı.
– En iyisi, dere yatağına dönüp geceyi geçirmek, dedi
Mustafa.
*
Dar yolda arabaları güçlükle çevirip indirdiler dere yatağına.
Bütün gün beklediler orada. Güneş batarken Hüseyin
kardeşleriyle oturan Gülbahar’a seslendi:
– Gülbahar! Gülbahar! Gel azıcık, bir şey söyleyeceğim sana.
İkisi beraber biraz uzaklaşıp bir salkım söğüt ağacının altına
oturdular.
– Yolları tutmuşlar! Kimseyi geçirmiyorlar!
– Bu akşam sınırı geçeceğiz. Ya ölürüz ya kalırız, dedi
Hüseyin.
– Arkamızdan ateş ettiler, zor kurtardık canımızı.
Gülbahar hiç sesini çıkarmadı. Rengi sapsarıydı.
Adem ağa:
Çift Püsküllü Uçurtma
31/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
32/197
Suzan Albek
– Eğer savaş çıkmasaydı babam seni isteyecekti bana Adem
ağadan.
– Nereden buldun bunu? Erkek saati. Hem de gümüş.
– Biliyorum. Babam da vermeyecekti yaşım küçük diye.
– Teyzem verdi. Rukiye teyzem. Bir nişanlısı varmış. Sonra
ninem bozdurmuş nişanı. Teyzem de başka kimseyle
evlenmemiş. Nişanlısı vermiş ona bu saati giderken. Teyzem
korkuyordu üstünde taşımaya. Sen sakla dedi bana.
– Daha on üç yaşındayım.
– Ya teyzen kızarsa bana verdiğin için?
– Ben de on sekiz. Nişanlı dururduk sen on beşine gelinceye
kadar. İstersen beni şimdi nişanlın bil.
– Kızmaz. Nişanlandığımızı söylerim ona.
Gülbahar başını eğdi:
Gülbahar kıpkırmızı kesilmiş, iyice eğilmişti dizlerinin
üstüne. Hüseyin elini kemerine soktu. Bir şey çıkardı:
– Bak, bu büyükannemin yüzüğüymüş. Zümrüt hem. Çok
değerli imiş. Annem verdi. Al, tak parmağına. Nişanımız
olsaydı annem takacaktı zaten sana. Al hadi!
Gülbahar baktı usulca yüzüğe. Batan güneşin ışığı vurdu,
yemyeşil parladı taş. Hüseyin geçirdi yüzüğü Gülbahar’ın
parmağına. Gülbahar korktu birden:
– Yok, yok olmaz gerçekten, ya görürse askerler?
– Bir bez bağla üstüne. Yara var dersin.
Gülbahar’ın aklı yattı ama küt küt atıyordu yüreciği.
– Benim sana verecek bir şeyim yok… derken birden aklına
geldi Gülbahar’ın. Elini koynuna soktu, küçük kutuyu çıkardı,
açtı gösterdi Hüseyin’e:
– Bak ne var bende!
Küçük kutunun içinde bir cep saati vardı.
Çift Püsküllü Uçurtma
33/197
Suzan Albek
Gülbahar çok utandı nişanlandık dediği için, başını hiç
kaldırmadı, Hüseyin’in yüzüne bakamadı.
Güneş dağların arkasına inmişti. Gülbahar ile Hüseyin elele
tutuşup azıcık yürüdüler. Sonra birbirlerine gülümseyerek
ayrıldılar. Ötekilerin yanına döndüler. Nişanlıydılar artık.
*
İyice karanlık basınca erkekler bir araya toplandılar,
konuştular:
– Karakolun oraya varıncaya kadar yavaş kullanın atları.
Nöbetçiler kalabalık değilse dur işaretini dinlemeyin geçin,
dedi Adem ağa.
Mustafa ile Hüseyin oturdular arabacı yerlerine. Herkes
sessizce bindi arabalara. Gökyüzü bulutlu, kapkaranlıktı.
Karakolun soluk ışığı görünmüştü. İyice yaklaştılar. Hiçbir
hareket yoktu binada. Tam önüne gelmişlerdi ki “Dur!” diye
bir ses gürledi birden. O anda Mustafa şaklattı kamçıyı:
– Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem! Haydi aslanlarım
fırlayın!
Çift Püsküllü Uçurtma
34/197
Suzan Albek
Arkadan Hüseyin şaklattı kamçıyı. Atlar dört nala kalktılar,
arabaları iki yana savura savura yıldırım gibi geçtiler
karakolun önünden. Silahlar patladı arkalarından. Hepsi
sinmişti yorganların altına. Tepelerinde kurşunlar
vızıldıyordu. Karakolun ışığı gözden yitip silah sesleri
duyulmaz olunca, Mustafa’nın yanında oturan Adem ağa bir
soluk aldı:
– Acıktık! Acıktık!
– Çok şükür, çok şükür! Dedi, arkadaki arabaya seslendi:
Yol kenarlarında hep konup kalkan kargalar, bir de kötü
haber: Edirne düşmüş düşman eline. Kaçın! Kaçın! Hep
doğuya doğru. Bizimkiler güneye doğru iniyorlar.
– Hepiniz tamam mısınız?
Anneleri bir kuru ekmek parçası tutuşturuyordu ellerine. En
önemlisi atlar. Onlara iyi bakmak, sulamak gerek. Bir de
tekerlekler. Arada inip tamir ediyorlardı Mustafa ile Hüseyin.
Çocuklar da moladan yararlanıyorlardı çok önemli
ihtiyaçlarını gidermek için.
Sesler geldi arkadan:
*
– Tamamız. Tamamız.
Bir sabah uyanınca arabadakiler yemyeşil tepeler arasında
buluverdiler kendilerini. Ne yağmur ne çamur. Bembeyaz
kuşlar dönüp duruyorlardı tepelerinde. Çocuklar atladılar
arabalardan:
O zaman dizginleri çektiler Mustafa ile Hüseyin. Atlar
yavaşladı. Fakat durmadılar. Bütün gece gittiler öylece.
Yağmur altında, çamur içinde. Gün doğarken Meriç’in
kıyısındaki söğüt ağaçları göründü. Nehrin kıpkırmızı suları
yayıla yayıla güneye doğru akıyordu.
– Beyaz karga! Beyaz kargalara bakın! Diye bağrıştılar.
Adem ağa güldü:
Yol kalabalıklaşmıştı. Sıra sıra arabalar, atlar, eşekler,
yayalar. Göçenler sesleniyordu arabalardan:
– Beyaz karga olur mu hiç? Deniz kuşları bunlar. Martılar.
– Nazım Paşa, Edirne’den saldırıya geçmiş!
Çocuklar sevindiler:
– Yok! Yok! Çok kayıp vermiş Nazım Paşa, çekiliyormuş.
– Deniz mi? Nerede deniz?
Dimetoka’ya hiç sokulmadılar arabalar. Eski bir köprüden
aştılar Meriç’i. Sonra gene koca bir nehir, Ergene. Arkadan
uzun köprü. Sahiden upuzun, upuzun göz göz. Git git
bitmiyor. Hiç durmak, dinlenmek, konuşmak yok. Çocuklar
vızıldanıyordu bazen:
– Bu tepelerin arkasında…
– İstanbul’a mı geldik yoksa?
– Ne İstanbul’u? Daha Tekirdağ var denizin kenarında.
Değirmenci dayı yaklaştı Adem ağaya:
Çift Püsküllü Uçurtma
35/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
36/197
Suzan Albek
– Sağ olasın. Kurtardın bizi. O kalabalığın arasından nasıl yol
bulup gelecektik biz.
– Babamla birkaç kez geldik biz buralara gençliğimde. Hacı
Çakır amcama tütün getirmiştik. Köyü uzakta değil. Azıcık
dinlenelim buluruz, dedi Adem ağa.
Günlerdir gece gündüz araba kullanan Hüseyin ile Mustafa
kendilerini toprağın üstüne atıvermişler, derin bir uykuya
dalmışlardı. Az ötedeki yalağa atları sulamaya götürmek
Mehmet’e düştü. Yalağın başında üç beş koyunu ile bir çoban
duruyordu. Arabadakiler de inmiş, ellerini yüzlerini
yıkamaya gelmişlerdi. Çoban hepsinin yüzlerine baktı.
Yüzgeri etti, kaçtı uzaklara.
– Çoban korktu bizden. İnsan kılığından çıkmışız, dedi
Rukiye teyze.
Emine, Alimesi elinde gelmişti suyun başına. Bebeğin
yüzünün boyaları akmış, saçları kopmuştu. Rıfat çekti aldı
bebeği:
– Bu da çamur bebek olmuş. Ver yıkayayım, dedi.
Bebeği daldırıverdi yalağa. O zaman bebek yok oldu,
bumburuşuk bir bez ve yün yumağı oluverdi. Emine başladı
ağlamaya:
– Alimem! Alimemi isterim!
Rukiye teyze yatıştırdı Emine’yi.
– Sus, sus! Köye varalım, ben sana çok güzel bir bebek
dikerim.
– Ben Alimemi isterim!
Rıfat bir gülme kopardı:
Rıfat üste çıktı gene:
– Sen cadı kılığına girmişsin teyze. Ninem karga olmuş, kızlar
da karınca. Ha… Ha… Ha…
– Ben de uçurtma isterim!
Annesi çekiştirdi Rıfat’ı:
Çoban yavaş yavaş yaklaşmış, dillerini anlayınca selâm
vermişti. Adem ağa sordu:
– Sus terbiyesiz! O ne biçim sözler öyle.
– Susuz Müsellimli köyü çok uzak mı buraya?
Adem ağa girdi araya, yoksa iyice bir dayak yiyecekti Rıfat
annesinden.
Çoban bir tepeyi gösterdi, sonra koyunlarını toplayıp
uzaklaştı.
– Dokunma çocuğa, dedi. Çok şükür kurtulduk ya, gülsün
söylesinler azıcık.
*
Köyde bir kalabalık karşıladı gelenleri. Çoban, önceden köye
dönmüş iki araba yabancı geldiğini söylemişti. Köylüler
merakla çıkmışlardı yola. Adem ağa, amcası Çakır ağanın
Çift Püsküllü Uçurtma
37/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
38/197
Suzan Albek
evini sordu. Köyün sonunda koca tahta kapılı bir ev
gösterdiler. Arabalar takır takır girdi koca kapıdan avluya.
– Bizim avluya benziyor burası, dedi çocuklar.
Günlerdir hiç konuşmayan nine azıcık atkısını araladı, şöyle
bir baktı, tekrar örtündü.
Avluda tavuklar, kazlar, ördekler kaçışıyordu. Tek katlı
evden kadınlar, çocuklar çıktılar, gelenleri karşıladılar,
içeride oturan Hacı Çakır ağanın yanına götürdüler. Çok
yaşlıydı Çakır ağa. Gene de yeğeni Ademi tanıdı. Olan biteni,
nasıl kaçtıklarını sordu, öğrendi. Kadınlar başka odaya
dolmuşlar, çocuklar avluda kalmışlardı. Evden çıkan bir
delikanlı atları ahıra çekti.
*
Günler geçti, atlar iyice dinlendi, bakıldı, tüyleri parladı
yeniden. Çocuklar eve alıştılar, avluda Çakır ağanın torunları
ile koşuşmaya başladılar. Kadınlar akşamları lambanın
çevresinde çorap örüyorlar, nine usul usul konuşmaya
çalışıyordu. Gelgelelim hiç rahat etmeyen, alışamayan biri
vardı: Değirmenci dayı. Her akşam sofradan kalkarken
sarkık beyaz bıyıklarını sıvazlayıp “E buffu buf” diye
öksürüyor:
– Kesenize bereket. Kesenize bereket. Pek yük olduk size. Biz
de evimizi barkımızı bir bulsak. Diyordu.
Hacı Çakır ağa bu sözler üzerine “Estağfurullah!
Estağfurullah” diyordu durmadan. Çocuklar gülüşüyorlardı
gizlice “Hacı estağfurullah ağa” diye…
Çift Püsküllü Uçurtma
39/197
Suzan Albek
*
Hüseyin’e de çok uzun geliyordu bu konukluk. Arada bir
atları arabaya koşuyor, çıkıp gidip günlerce görünmüyor,
sonra bir akşam çıkageliyordu. Kimseyle konuşmuyordu.
Gülbahar’la bile. Gülbahar da nereye gittiğini soramıyordu
Hüseyin’e. Son kez bir hafta görünmedi Hüseyin. Hepsi telaşa
düştü. Sonra bir gece döndü geldi. Hacı Çakır ağayla, Adem
ağayla konuştu:
– Tekirdağ’da bir un değirmeni var. Orada iş buldum. Ufak
bir ev tuttum. Yarın götüreceğim bizimkileri. Çok iyilik ettin
bize. Sağol Çakır ağa!
– Estağfurullah! Estağfurullah! Dedi Çakır ağa. Kalsanız da
olurdu. Harp gene başlayacak gibi. Bizim büyük torunu
askere alırlar. Bize yardım edersiniz önümüzdeki mevsim.
Tarlada, bahçede.
Bir köşede onları dinleyen Mehmet söze karıştı:
– Bizi almazlar mı askere? Estağfurullah amca. Şey Çakır
amca? Beni, Mustafa ağabeyimi? Hüseyin ağabeyimi?
– Yok. Sen bir kere küçüksün. On üç var mısın?
Mehmet sıraladı:
– On dördüme gireceğim bu kış. Mustafa ağabeyim on sekiz,
Gülbahar on üç, Gülizar on iki, Saffet on, Emine ile Rıfat yaşıt,
yedi yaşındalar. Ya sen kaç yaşındasın Çakır amca?
Hepsi güldüler Mehmet’in sözlerine. Adem ağa kızdı azıcık
oysa:
Çift Püsküllü Uçurtma
40/197
Suzan Albek
– Seni büyüdün diye yanımıza alıyoruz. Sorulmayan bir sürü
lâf söylüyorsun. Haydi dışarı, git çocukların yanına, dedi
usulca Mehmet’e.
Mehmet utandı, çıktı yavaşça.
Değirmenci dayı öksürdü “E buffu buff” diye:
– İyi söylüyorsun, ama Çakır ağa, biz tarladan bahçeden pek
anlamayız. Değirmencilik bizim işimiz. Onun için gidelim,
kısmetimiz neredeyse görelim bakalım.
Bir süre daha konuştular odada, sonra herkes yatmaya
çekildi. Hava ayazdı. Gülbahar su almak bahanesiyle dışarı
çıkmış, avludaki kuyunun başında duruyordu. Hüseyin çıktı
avluya atlara bir bakayım diye. Gülbahar’ın yanına gitti.
Hüseyin kemerinden saati çıkardı. Kapağını açtı. Saatin ne
akrebi vardı ne yelkovanı.
– Bak saatin akrebi ile yelkovanı düşmüş arabanın
sarsıntısından. Ben gene kuruyorum ama. Tık tık işliyor bak!
Hüseyin saati tuttu Gülbahar’ın kulağına. Gülbahar geri
çekildi:
– Ay. Bırak o saati. Ninem akrepsiz, yelkovansız saat
uğursuzluk getirir der. Yola çıkmadan bizim duvar
saatimizin de akrebi, yelkovanı düşmüştü. Savaş çıktı sonra,
evimizi bırakıp göçtük işte.
Gülbahar Hüseyin’in elinden saati almak isterken hafif bir
tıkırtı duydu kümesin arkasından. Hüseyin seslendi:
– Nereye gidiyorsunuz? Diye sordu Gülbahar.
– Kim var orada?
– Tekirdağ’a. İş buldum bir değirmende. Biraz para
kazanayım, gelir seni alırım, on beşine girince.
Kümesin arkasından Rıfat fırladı birden. Arkasından Saffet,
Mehmet, Çakır ağanın iki küçük torunu gülüşerek kaçıştılar.
– Bakalım biz burada olacak mıyız? Babama toprak
vereceklermiş, gideceğiz biz de.
– Bizi gözetliyorlarmış, dedi Gülbahar, girdi içeri.
– Nereye giderseniz bulurum ben sizi. Yüzüğü saklıyor
musun?
– İşte, dedi Gülbahar. Sağ orta parmağındaki sargıyı çözdü.
Evin tepesindeki donuk aydan bir ışık düştü üstüne, pırıl
pırıl parladı yeşil taş.
Ertesi gün şafak sökerken Hüseyin, babasını, annesini,
kardeşi Melek’i bindirdi arabaya, çıktı yola.
*
“Ağlama Gülbahar ağlama,
Sevdiğin gene gelir ağlama”
– Ya sen? Sakladın mı saati Hüseyin?
Çift Püsküllü Uçurtma
41/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
42/197
Suzan Albek
Mehmet, Saffet, Rıfat avluda koşuşuyorlar, evin penceresinin
önüne gelince tekrarlıyorlardı türküyü:
“Ağlama Gülbahar ağlama,
Kara yazma bağlama”
Gülbahar pencerenin önünde yün örüyor, hiç başını kaldırıp
bakmıyordu çocuklara.
karşısına geçiyorlardı. Bir akşam çoktan beri erkenden
yatağına giren nine de geldi aralarına. Çocuklar hemen
aldılar çevresini.
– Nine n’olur masal anlat bize!
Ninenin hiç gönlü yoktu masal anlatmaya:
– Hepsi memlekette kaldı masalların, dedi.
– Pek haylaz oldu bu çocuklar… Azıcık oturup ders
belleseler. Köyde hocaya mı yollasak bu kış acaba? Dedi
köşede oturan Rukiye teyze.
Çocuklar inanmadılar elbet:
Çocukların annesi Ulviye hala:
– Koyun kalır, kedi köpek kalır memlekette.
– Saffet okuma yazma bilir. Hesabı da kuvvetlidir, oysa Rıfat
hiç başlamadı okumaya. Adem ağabeyime söylesek de bu kış
yollasa hocaya, dedi.
– Masal akılda kalır.
Akşamüzeri çocuklar içeri girince Gülbahar ile Gülizar
yakaladılar Rıfat’ı:
– Aklın pekâlâ başında anne, dedi Adem ağanın karısı Zekiye
yenge. Gelinliğinde çehiz sandığında kaç işlemeli esvabın
olduğunu, kaç oyalı yazman olduğunu bile biliyorsun daha.
– Oh ya! Oh ya! Saffet hocaya gitmeyecek, sen gideceksin.
Dersini bilemeyince uzun sopasıyla vuracak ellerine.
Yaramazlık yapınca kavuğunun altına kapatacak seni. Oh!
Oh!
Rıfat pek korktu hoca sözünden. Gitti büzüldü köşedeki
mindere. Kocaman, Serez’deki kilisenin çanı gibi koyu renkli,
ninesinin sandığı gibi ağır kokulu bir kavuk indi üstüne, her
yer kapkaranlık oldu. Rıfat uyuyup kaldı minderin üstünde.
Kış geceleri uzundu. Akşam bulaşığı bitince, kadınlar ellerine
işlerini alıp, içinde çıtır çıtır kütüklerin yandığı ocağın
Çift Püsküllü Uçurtma
43/197
Suzan Albek
– Masal memlekette kalır mı nine? Kazma kalır, kürek kalır,
– Ya aklım kalmadıysa, diye kurtulmaya uğraştı nine.
– Otuz tane oyalı yazmam vardı, dedi nine gülümseyerek.
Gülizar okşadı ninesinin buruşuk yanaklarını:
– Benim akıllı nineciğim. Hadi bize Hacı babanın kara kaplı
kitabından okuduğu masalları anlat. Önce Kara Osman’ı.
Nine dayanamadı artık:
– Hı… Nerede kalmıştık? Ne yapıyordu Kara Osman?
Çift Püsküllü Uçurtma
44/197
Suzan Albek
– Baştan anlat nine! Biz bilmiyoruz diye yalvardılar Çakır
ağanın torunları.
– “Evvel zaman içinde Kara Osman derler bir bey oğlu
varmış. Uzun boylu, yakışıklı, yürüyüşü heybetli imiş…”
Gülizar karıştı söze:
– Uzun kollu, kara bıyıklı olduğunu da söyle nine.
– “Hı… Uzun kollu, kara bıyıklı imiş. Savaşta güçlü, barışta
adalet sever ve hoşgörülü imiş.”
– Ne demek adalet sever? Hoşgörülü nine? Diye sordu
Emine.
– “Şu demek ki zapt ettiği yerlerde gavur, Müslüman
ayırmaz, herkesin hakkını verirmiş. Etrafına akıllı, bilgili
insanları toplar, bir iş yapacağı zaman onlara danışırmış.
Yaşlı babası ve halkıyla birlikte oturduğu, Söğüt denen yere
yakın bir tepenin üstünde, bir ulu şeyh otururmuş. Adı
Edebali. Bütün yöre halkının sevip saydığı bu bilgin adamın
evine sık sık gidermiş Kara Osman. Edebali’nin Malhatun
adında ay parçası gibi güzel bir kızı varmış…”
Bu kez Gülbahar kesti ninesinin sözünü:
– Geçen anlattığında Edebali’nin kızının adı Balâhatun dedin
nine.
– “Eh ben diyeyim Malhatun, siz deyin Balâhatun. Bu güzel
kız çok da marifetliymiş. Yakın bir kentte oturan bir Yahudi
hekimden her türlü şifalı otu kaynatıp ilaç yapmayı, yara
sarmayı, hasta bakmayı öğrenmiş. Şeyh kızıyım diye oturup
Çift Püsküllü Uçurtma
45/197
Suzan Albek
boş vakit geçirmemiş. Marifeti güzelliğine güzellik katmış
Malhatun’un. Kara Osman bir geldiğinde görmüş, aşık olmuş
kıza. İstemiş Şeyh Edebali’den. Şeyh vermemiş kızını
Osman’a. Ne yapsın Osman? Bir iki arkadaşına derdini
dökmüş, kimisi kıskanmış, ben alayım o güzel kızı demiş,
kimisi öğüt vermiş, git zorla kaçır kızı demiş. Osman
dinlememiş bu sözleri, sabretmiş beklemiş. Tam iki yıl. İki yıl
sonunda gene bir gün gitmiş Şeyh Edebali’nin evine, orada
yatıya misafir kalmış. Kara Osman düşünde testekerlek bir
ay görmüş. Ay Edebali’nin karnından çıkmış, yükselmiş,
yükselmiş, sonra inmiş Osman’ın yanına. O zaman her yer
aydınlanmış, Kara Osman, zümrüt gibi bir çimenlikte görmüş
kendini. Her yanda buz gibi sular, dereler akıyormuş.
Osman’ın belinden bir ulu ağaç yükselmiş, uzatmış dallarını
her yana. Dünyanın bütün ülkelerini, denizlerini
gölgelendirmiş koyu yeşil yaprakları. Üç denizin ortasında
bir büyük kent varmış. Adı İstanbul. Sanki zümrüt, yakutlarla
süslü bir yüzük biçimindeymiş. Osman tam yüzüğü almış
takıyormuş ki parmağına, uyanmış. Ertesi gün Edebali’ye
anlatmış düşünü Osman. Edebali bir akıllı, okumuş kişiydi
demiştik ya, hemen yormuş düşü. Sen büyük bir devlet
kuracaksın, Sultan olacaksın demiş ve vermiş kızını Kara
Osman’a.”
Nine masalını sürdürürken küçük çocuklar uyumuşlardı
birer birer. Mehmet, Saffet, Gülizar, Gülbahar gözlerini dört
açmışlar dinliyorlardı oysa.
– Nine, Kara Osman’ın nasıl yaylaya çıktığını anlatmadın bu
kez, dedi Mehmet.
– O da başka akşama, dedi nine.
Çift Püsküllü Uçurtma
46/197
Suzan Albek
Hepsi dinledikleri masalı düşüne
yataklarına, güzel düşler görelim diye.
düşüne
girdiler
*
Kış bastırmıştı. Adem ağa her sabah kalkınca pencereden
bakıyor.
– Ah şu karlar bir erise de Tekirdağ’a insem ne olacak bizim
durumumuz anlasam, diyordu.
Birkaç kez, azıcık güneş görünce atları arabaya koşmaya
kalktı, önledi Çakır ağa:
– Adem otur oturduğun yerde. Duymadın mı kahvede, Harp
yeniden başladı, 1913 yılı girdikten sonra. Düşman
burnumuzun dibinde. Yollar asker kaçakları, muhacirlerle
dolu. Bir yere gidemezsin, geceleyin duymuyor musun top
seslerini? Dedi.
Adem ağa üzgündü:
– Desene gitti bizim Rumeli elden, bir daha göremeyeceğiz
yerimizi yurdumuzu.
– Ne Rumelisi? Düşman Çatalca’ya yaklaşmış, neredeyse
İstanbul gidecek elden.
Gerçekten kanlı savaşlar oluyordu Trakya’da. Kahveye
çıkanlar hep kötü haberlerle geliyorlar, kuzeyden gelen top
sesleri gitgide yaklaşıyordu. Çocuklar bu seslere alışmışlar,
umursamıyorlardı artık savaşı. Ninenin anlattıkları onları
altı yüz yıl geriye götürmüştü. Osmanlı devletinin kurulduğu
yıllar. Zirvelerinden kar eksilmeyen çamlı dağlarda beyaz
Çift Püsküllü Uçurtma
47/197
Suzan Albek
atının üstünde Sultan Osman… Tepesinde koca bir şahin
kuşu izliyor nereye gitse. Arkasında askerleri. Bellerinde
upuzun kılıçlar. Yaman saldırıyorlar düşmana. Ama ayağının
altında yatan düşman “Teslim oldum” deyip aman diledi mi
elinden tutup kaldırıyorlar hemen, yaralarını sarıp,
bakıyorlar, dost ediyorlar düşmanı kendilerine. Hele
savunmasız
olanın,
kadınların,
çocukların
kılına
dokunmuyorlar.
Nine anlatıyordu akşamları ocağın başında:
“Sultan Osman yazları yaylaya çıkarken değerli eşyalarını,
halılarını, komşusu ve dostu Bilecik tekfuruna bırakırmış.
Yayla dönüşü de ona yaptıkları peynirden, yoğurtların en
iyilerinden, balların en güzel kokulu olanlarından getirirmiş.
Babası Ertuğrul Bey’den öğrenmişmiş bu iyilikbilirliği. Gene
bir yaz,Domaniç yaylasına çıkmaya hazırlanırlarken arkadaşı
Köse Mihal gelmiş yanına koşa koşa. Bilecik beyinin ona
düşman olduğunu, başka beylerle birleşip onu öldürmek
istediğini haber vermiş. Bir kurnazlık düşünmüş Osman o
zaman. Bilecik beyinin düğünü olacakmış Yarhisar
tekfurunun kızı Nilüfer’le. Sultan Osman da davetliymiş
düğüne. Hemen bir koyun sürüsü göndermiş armağan olarak
Bilecik tekfuruna. Düğünden sonra yaylaya çıkacağını
söylemiş, en iyi savaşçılarından otuz dokuz tanesine kadın
elbiseleri giydirip başlarına örtmeler örttürüp değerli
eşyaları yüklediği atlarla sokmuş Bilecik tekfurunun kalesine
arkadan. Oysa atların üstünde, değerli eşyalar var dediği
çuvallarda silah doluymuş. Bilecik tekfuru gelini almak üzere
çıkmış dışarı. Osman’ın askerleri de üstlerindekileri atıp,
zapt etmişler kaleyi. Sonra kaleden çıkıp öldürmüşler Bilecik
beyini. Güzel gelin Nilüfer atının üstünde kalmış ortada.
Çift Püsküllü Uçurtma
48/197
Suzan Albek
Sultan Osman’ın Malhatun’dan doğma kendisi gibi yiğit bir
oğlu varmış. Adı Orhan.”
Nine öykünün tam burasına gelmişken, bir top gürledi ki
bütün ev sarsıldı. Nine kapandı yere. Çocuklar kaçıştılar,
girdiler yataklarına. Tir tir titrediler yorganların altında.
Nine bir daha çıkmadı yatağından o günden sonra. Çocuklar
dört dönüyorlardı çevresinde:
Mart geldi, erimeye başladı karlar. Adem ağa bir sabah
erkenden girdi ahıra. Akdoğan’la Sarıperçem’in yelelerini
okşadı, çıngıraklar taktı boyunlarına, koştu arabaya. Atlar
kışın iyi bakılmış, güçlenmişlerdi. Adem ağa yanına
Mustafa’yı da aldı, sürdü arabayı Tekirdağ’a doğru.
On beş gün sonra, çocuklar köy meydanında oynarlarken,
çıngırak sesleri geldi kulaklarına. Çıktılar yola.
– Akdoğan’la
Mehmet.
– Nine su ister misin?
– Nine yoğurt getireyim mi sana?
Rıfat annesinin akşam yemeğinde önüne koyduğu elmayı
yemiyor, götürüp ninesinin yastığının altına koyuyordu.
Emine yeni bez bebeği Alimeyi sokuveriyordu ninesinin
koynuna:
– Nine bak Alime seni çok seviyor. Ben ninemle yatıcam
diyor.
Gülizar hep soruyordu:
Sarıperçem’in
çıngırakları!
Diye
bağırdı
Az sonra tepeden göründü araba. Mehmet, Saffet, Rıfat ve
Çakır ağanın torunları, atladılar arabaya önlerine gelince,
Mustafa keyifle kırbacı şaklattı, vardılar eve. Avlunun koca
kapıları açıldı. Herkes karşıladı gelenleri. En başta da
Gülbahar.
Araba yüklüydü. Bir bir indirdi çocuklar çuvalları. İki çuval
dolusu un. Lambalara gaz. Kadınlara, kızlara bir top çiçekli
basma. Çakır amcaya tütün. Çaya şeker. Çocuklara renk renk
ince kâğıtlar, dört tane uzun çıta. Daha neler, neler.
– Nine ne zaman iyi olacaksın? Ne zaman anlatacaksın bize
öykünün sonunu? Ne olmuş at üstündeki güzel gelin
Nilüfer’e?
– Nereden buldunuz bunları? Diye sordu hepsi.
Nine hep susuyor, uzaktan uzağa top seslerini duydukça,
dudaklarını kıpırdata kıpırdata dualar ediyor, üflüyordu
çocukların üstüne.
Yan gözle Gülbahar’a baktı, ekledi:
– Hüseyin’in değirmenine indik, dedi Mustafa.
– Değirmenin bütün hesaplarını o tutuyor, işleri iyi.
– Ya annesi? Değirmenci dayı? Melek?
*
– Hepsi, hepsi iyiler. Size de bu getirdiklerimizi armağan
gönderdiler.
Çift Püsküllü Uçurtma
49/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
50/197
Suzan Albek
*
Adem ağanın elinde bir gazete vardı. Girdi Hacı Çakır ağanın
odasına. Başladılar yüksek sesle okumaya.
– Bizim iznimiz olmadığına göre artık hiç geçemeyiz öbür
tarafa, geldiğimiz yere değil mi?
– Elbette geçemeyiz.
“Muhtar Paşa’nın Çatalca Müdafaası”. “Sulh imzalandı”.
“Enez’den Midye’ye çekilen hattın batısı Balkan devletlerine
kaldı.”
– Bir daha göl kenarındaki evimizi göremeyeceğiz.
– Midye neresi? Diye sordu Mustafa.
– Ben unuturum. Burası da güzel. Hem bizim yurdumuz.
Kimse kovamaz buradan bizi. Ama ninem unutmuyor. Hep
ah evim! Saray gibi, iki katlı evim! Diyor. Üzüntüsünden hiç
çıkmıyor yataktan.
Çakır ağa açıkladı:
– Midye Karadeniz kıyısında. Enez de Meriç’in denize
döküldüğü yer. İşte ikisinin arasını bıçak gibi kestiler.
– Biz de karıncalar gibi kaçıştık bu yana, dedi Adem ağa.
– Kimi karıncalar da ezildi o bıçağın altında, diye ekledi
Mustafa.
Odada merakla bu sözleri dinleyen Saffet’le Rıfat korktular
bu sözlerden, çıktılar dışarı. Mehmet sordu:
– Mustafa ağabey, o kadar toprağı nasıl çizmişler? Biz kaç
günde geldik oralardan.
– Akılsız Mehmet! Sahiden çizmiyorlar ki toprağı. Haritanın
üstünde çiziyorlar, sınır oluyor. Sonra o haritaya göre bazı
yerlere nöbetçi kuleleri koyuyorlar. O kulelerdeki askerler
hep gözetliyorlar sınırın iki yanını. Bir yandan öbür yana
kimseyi geçirmiyorlar. Geçmek isteyeni vuruyorlar. Geçme
izni olursa başka tabi.
Çift Püsküllü Uçurtma
51/197
Suzan Albek
– Unut artık orayı. Burada onun gibi bir ev yaparız bir gün.
– Dizleri tutmuyor, yürüyemiyor, diye düzeltti Mustafa.
– Yok. Ben biliyorum. Herkes yattıktan sonra kalkıp
dolaşıyor odada.
– Ne hınzırsın sen, Mehmet. Herkesi gözetlersin. Seni o
sınırdaki kulelere koymalı.
– Ne iyi olur Mustafa ağabey, alırım elime tüfeği, şöyle…
Şöyle… Mehmet elini gözüne siper edip iki yana bakar gibi
yaptı. Dan… Dan… Silah attı.
Adem ağa kaldırdı gazeteden başını:
– Mehmet! Kes şamatayı! Büyüklerin
davranacağını öğrenemedin hiç!
yanında
Mehmet usulca süzüldü dışarı.
– Ya senin işin ne oldu Adem? Diye sordu Çakır ağa.
Çift Püsküllü Uçurtma
52/197
Suzan Albek
nasıl
– Bizim gibi bu son savaşta göçenlere Anadolu’da toprak
dağıtıyorlarmış. Ama İstanbul’a gitmek lazımmış bunun için.
Toprak, tohum, gereç, her şey verecekmiş Padişah’ımız.
– Burada da kalsanız olurdu.
– Ben topraksız, sürüsüz olamam Çakır amca! Biz kalabalığız.
Burada çayır, tarla dar. Kusura bakma. Ben birkaç gün sonra
Mustafa’yla tekrar giderim Tekirdağ’a.
– Ya oradan nasıl gideceksin İstanbul’a?
– Hüseyin, değirmenden gemiyle un yolluyormuş İstanbul’a.
Ben sizi bindiririm, dedi.
Adem ağa ile Mustafa birkaç gün sonra tekrar çıktılar yola.
*
Bahar gelmiş, iyice yerleşmişti tarlalara, bahçelere,
bostanlara. Çakır ağanın ambarından torba torba kavun,
karpuz, fasulye, domates, biber tohumları çıkarılmış
yığılmıştı avluya. Evde nineden başka kim varsa hepsi
yayıldılar bostanlara. Kimi çapa yapıyor, kimi küfeyle gübre
taşıyor, kimi kürekle su arklarını açıyordu. Emine, Rıfat ve
Çakır ağanın küçük torunu kargaları kovalıyorlardı. Yeni
çıkan fideleri yemesinler diye.
En önde Zekiye yenge, elinde tohum torbası, durmadan
eğilip kalkıyor, bir yandan da mırıldanıyordu:
– Boş duranı Allah sevmez, boş duranı Allah sevmez!
Hiç boş duran, işten kaçan yoktu oysa. Gülizar, Gülbahar
kıpkırmızı yanmışlar, ışıl ışıl mavi gözleri çıkmıştı ortaya.
Çift Püsküllü Uçurtma
53/197
Suzan Albek
Akşamları hepsi yorgun argın, bahçedeki tulumbada iyice bir
yıkandıktan sonra giriyorlardı içeri. Akşam yemek yendi mi
oğlan çocuklar acele dolaptan çıtaları, uçurtma kâğıtlarını
çıkarıp oturuyorlardı yere. Hüseyin’in unundan koca bir
çanak doldurmuşlardı. İçine azıcık su koyup karıştırınca
oldu bir güzel zamk. Çıtalar ölçüp biçildi. Ufak çivilerle
çapraz çakıldı. Renkli kâğıtlar dört köşe kesildi, parmak
parmak hamurla yapıştırıldı. Saffet pek titizdi:
– Bulaştırmayın kâğıtları! Pisler! İnce sürün hamuru.
Haydi bir kavga! Eller, yüzler un içinde. Hamur kabı kilimin
üzerine devrilince, Çakır ağanın büyük gelininden bir güzel
dayak! Terlikle, şöyle, yalancıktan. Oğlanların çıplak
bacaklarına vura vura.
Anneleri un vermez oldu artık. Ziyan ediyorlar diye. O zaman
çocuklar erik, kayısı ağaçlarının çatlaklarından sızan sarı,
topak zamkları topladılar, bir kabın içinde, ateşte eritip,
zamkların en kuvvetlisini elde ettiler: Adı ballı zamk. İyi
yapışmasına yapışıyordu da ballı zamk, bazen de yanlış yere
yapışıyordu. Örneğin, ninenin tülbendinin kenarına. Ya da
kızların eteğine, bazen de kedinin kuyruğuna. Gene bir kavga
kopuyordu o zaman.
Bitişik odada kızlar, teyzeler, halalar yazlık başörtülerinin
kenarına renk renk oyalar yapmışlar, Hüseyin’in gönderdiği
basmadan giysiler dikmişlerdi. Kalan parçalardan da
Alimeye çeşit çeşit, kırmalı, karpuz kollu, pilili entariler
yapıldı, süslendi kız.
Çocuklar günlerce uğraştıktan sonra bitti uçurtmalar.
Rıfatınki kendi boyunda. Sarı, kırmızı, mavi kâğıttan. İki
Çift Püsküllü Uçurtma
54/197
Suzan Albek
tarafında ikişer püskül. Öbür uçurtmalar daha küçük. Ama
olsun, her çocuğun bir uçurtması var. Tümü yedi tane. Bahçe
işleri biraz hafifleyince bir gün akşama doğru, uçurtmaların
kuyruklarını toplayıp çıktılar köyün arkasındaki yeşil tepeye.
– Eh, hayırlı olsun. Ne tarafta toprak verdiler size?
– Baş tut! Baş tut!
– Bak, işte burası. Eskişehir’den de öte. Alpu köyü.
– Geri git, geri git! Bırak şimdi! Bırak diyorum sana!
– U… Eskişehir neresi… Burası neresi… Pek uzakmış.
Birden hışırdayarak yükseldi uçurtmalar. Hele Rıfatınki
neredeyse bulutlara değecek. İpini de öyle çekiyor ki, Rıfat’ın
ayakları yerden kesiliyor. Etraftan koşuştular çobanlar! Hiç
böyle güzel şey görmemişlerdi! Tepenin ardındaki uzak
köyden çocuklar geldiler.
– Olsun, uzaklığına uzak ama tren yolunun hemen kenarında.
Trenin gittiği yer iyi yerdir.
– Ta bizim köyden göründü. N’olur verin, bir kez de biz
uçuralım! Dediler. Rıfat verdi ipi çocukların eline. Hiç biri
beceremedi uçurmayı. Uçurtma başladı takla atmaya. Rıfat
aldı ipi tekrar eline. Rüzgârın yönünü ayarladı, saldı ipi
sonuna kadar. Uçurtma süzüle süzüle yükseldi, küçücük bir
nokta oldu gökyüzünde. Rıfat seslendi:
– Mehmet ağabey! Saffet! Uçurtmamı Tekirdağ’dan Hüseyin
ağabey görür mü ki?
Adem ağa koynundan bir tomar kâğıt çıkardı, açtı sedirin
üstüne. Parmağıyla çizili bir yer gösterdi:
– İnşallah öyledir.
– Kireççi Çiftliği adı. Arazisi geniş, kırk dönüm. Binaları hazır.
Bak burada bile belli. Araç gerecimizi, tohumumuzu aldık mı
toprağı işlemesi bizden.
– Eh, Allah kuvvet versin. Mustafa nerede ya?
– İstanbul’da indiğimiz yerde, bizim memleketten
akranlarını gördü. Burada iyi iş var, para kazanıyoruz
demişler. Mustafa ben de kalayım İstanbul’da, biraz para
yapayım, size yardımım olur, sonra gelir bulurum sizi dedi.
– İnşallah bulur, inşallah bulur.
Rıfat’ın uçurtması Tekirdağ’dan göründü mü bilinmez ama
İstanbul’dan dönen Adem ağa köye varmadan çok önce
gördü uçurtmayı. Şaklattı kamçıyı, hızla girdi köye. Yanında
Mustafa yoktu. Herkesle selâmlaşıp Hüseyin’in yolladığı bir
araba eşyayı yıktı kapının önüne Adem ağa. Sonra girdi Çakır
ağanın yanına:
– Tapumuzu aldık, dedi keyifle.
Çift Püsküllü Uçurtma
55/197
Suzan Albek
Adem ağa sıkılmıştı Çakır ağanın inşallahından, kuşkulu
sözlerinden. Neyse ki o sırada çocuklar girdi odaya,
uçurtmalarının kuyruklarını toplayıp dolaba yerleştirdiler
güzelce, Adem ağanın elini öptüler, hoş geldin dediler.
– Adem baba, Adem baba, Padişah’ı gördün mü? Diye
sordular.
Çift Püsküllü Uçurtma
56/197
Suzan Albek
Adem ağa çocuklara altında Padişah’ın Tuğra’sı basılı
kâğıtları gösterdi:
– Hiç iş yapar mı canım Sultanlar, Şehzadeler, dedi Adem
ağa.
– Görmedim ama bakın işte imzası.
Çocuklar pek şaştılar. Emine söze karıştı:
Çocuklar üstüne eğildiler kâğıtların. Hiçbir şey anlamadılar
ya, anlamış gibi başlarını salladılar.
– Koyunları, keçileri sağmazlar mı? Biber ekmezler mi?
Gülizar kahve getirmişti babasına:
– Hayır, hayır. Hele öyle işleri hiç yapmazlar.
Çocukların şaşkınlığı büsbütün arttı:
– Padişah’ın sarayını gördün mü baba?
– Ya ne yer, ne içerler?
Adem ağanın aklı çiftliğindeydi:
Adem ağa kırmadı çocukları gene yanıtladı:
– Hı… Hı… Gördüm, gördüm.
– Canım, onların parası, altını çok. Her şeyi dışarıdan alırlar.
– Ya Sultan Hanımları? Sarayda atlas elbiseler, sırmalı
terliklerle dolaşan Sultan Hanımları? Şöyle uzaktan bile
olsun.
Adem ağa duymuyordu hiç:
– Aldıklarını pişirmezler mi?
– Ne yaparlar Sultan Hanımlar akşama dek?
– Hı… Hı… Gördüm, gördüm.
– Hiçbir şey yapmazlar dedim ya, diye lâfı kesmek istedi
Adem ağa.
– Ne iş yapıyorlardı?
– Ama annem diyor ki boş duranı Allah sevmezmiş.
– Kim ne iş yapıyordu?
– Rukiye teyzem de diyor ki çalışmayanın eli kolu
büzülürmüş.
– İşte Sultan hanımlar, baba!
Çakır ağa dayanamadı artık, bir gürledi:
Gülbahar, Emine ve Çakır ağanın torunları da gelmişlerdi
Adem ağanın yanına.
– Ne yaparlar
Gülbahar.
Şehzadeler,
Çift Püsküllü Uçurtma
Sultanlar?
57/197
Diye
Suzan Albek
tekrarladı
– Susun! Çıkın bakayım. Nerede görülmüş çocukların
babalarına bu kadar çok soru sorduğu? Çıkın dışarı!
Çocuklar çekiniyorlardı Çakır ağadan. Hemen çıktılar dışarı.
İçeri odada minderin üstüne oturdular, gece yarısına kadar,
Çift Püsküllü Uçurtma
58/197
Suzan Albek
İstanbul’u, sarayları, ipek halılar üstünde sırmalı terlikleriyle
dolaşan Sultanları konuşup durdular.
*
Atlar dinlendi. Gurbet yolları göründü gene göçmenlere.
Çakır ağa çok kaygılıydı. Bir akşam sordu Adem ağaya:
– Bu yıl ekinin yok, hayvanın yok. Önümüz kış. Nasıl
bakacaksın bu kadar çocuğa?
– Ben de düşünüyorum, dedi Adem ağa. Mehmet’i, Hüseyin
yanına istiyor. Bana yardım etsin diyor.
– Nasıl gideceksiniz bu kadar yolu? Yükünüz ağır.
O gün Saffet’le Rıfat’ta bir huysuzluk. Akşama kadar türlü
bahane bulup ağladılar, uçurtma uçurmaya bile çıkmadılar.
Anneleri şaşırdı ne oldu bu çocuklara diye. Sonunda iş
anlaşıldı. Yolculuk sözü edilince Rıfat attı kendini yere,
tepine tepine ağlamaya başladı:
– Ben kalmam Çakır amcanın evinde! Ben kalmam burada!
Çakır ağanın gelini yatıştırmak istedi Rıfat’ı:
– Niye kalmazmışsın bakayım? Ne yaptı size Çakır dede?
Rıfat bağırdı gene:
– Trenle de gidilir ama ben atsız, arabasız ne yaparım orada?
– Sevmiyorum onu. Estafinşallah, Furulşallah, İnşafurullah,
Şallahfurul, Lahestafur diye bir şeyler söylüyor. Kalmam
onun evinde.
İyisi mi ağır ağır gideriz arabayla.
Annesi çekiştirdi Rıfat’ı:
O gece Adem ağa karısıyla da uzun uzun konuştu ne
yapacaklarını. Nine hastaydı. Onu götüremezlerdi. Fakat
Çakır ağanın evinde herkesin işi başından aşkındı. Kim
bakacaktı nineye?
– Sus edepsiz! Utanmaz! Bu kadar iyilik etti bize Çakır amca!
Karısı Adem ağaya, Ulviye ile çocukları Saffet ve Rıfat’ı da
bırakmayı önerdi. Adem ağa bir şey söylemedi.
Emine annesinin yanında uyur gibi yapıp hepsini dinlemişti
konuşulanların. Ertesi sabah yetiştirdi Saffet’le Rıfat’a:
– Oh ya! Babam sizi götürmüyor yeni çiftliğimize! Zaten sizin
babanız değil ki o, bizim babamız. Götürmez elbet.
– Sevmiyorum. Sevmiyorum onu. Öksürürken sakalı titriyor.
Annesi yerin dibine geçti utancından, yakaladı kolundan
Rıfat’ı:
– Sus! Yoksa şimdi seni karanlık dolaba kapatacağım! Tövbe
de bakim!
Rıfat gerçeği söylemek zorunda kaldı sonunda:
– Tövbe! Tövbe! Seviyorum Çakır amcayı ama ben Adem
babamdan ayrılmam. O nereye giderse ben de giderim.
Saffet de başlamıştı ağlamaya:
Çift Püsküllü Uçurtma
59/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
60/197
Suzan Albek
– Ben de ayrılmam Adem babamdan, bizi de götürsün
Palpu’ya.
torbanın üstüne içindekinin resmini yapıyordu. Bu patlıcan,
bu kırmızı büber, bu kına çiçeği, bu karpuz.
Adem ağa gürültüyü duyunca girmişti odaya. Hemen
sustular Saffet’le Rıfat. Adem ağa oturdu sedire, bir dizine
Saffet’i aldı, bir dizine Rıfat’ı:
Kadınlar mutfakta günlerdir çalışıyorlardı. Koyunların yağlı
mayıs sütünden peynirler, yoğurtlar yapılmış, torbalara,
çömleklere basılmıştı. İki koyun kesilip etinden kavurma
yapılmış, tenekeye doldurulmuştu. Rıfat ile Saffet arada
mutfağa bir koşu girip, birer ikişer atıştırıyorlardı
kavurmaları. Geçerken torbadan bir parmak yoğurt, üstüne
gene kavurma.
– Benim öksüz kuzularım. Kim demiş ben sizi bırakırım diye.
Kim demiş, o Emine kız mı? Ben gösteririm ona. Kim yardım
edecek bana çiftlikte? Yarın büyür, aslan gibi delikanlı
olursunuz, bütün işi size bırakırım. Ben köşeme çekilir,
dinlenirim. Zaten o çiftliğin yarısı sizin, annenizin. Siz de
bizim gibi göçmen değil misiniz?
Adem ağa sırtlarını sıvazladı çocukların, yanaklarını öptü.
Sert bıyıkları diken gibi battı çocukların yanaklarına. İkisi de
kıvançla indiler Adem babalarının dizlerinden. Kurumlana
kurumlana çıktılar odadan. Saffet hiç bakmadı kızlardan
yana. Rıfat bir güzel dilini çıkardı, nanik yaptı Emine’ye.
O akşam Adem ağa karısına:
– Annenin yanına Rukiye’yi bırakırız. Ulviye, Saffet ve Rıfat’la
gelecek bizimle. Çiftliğin yarısı onların. Emek versinler, sahip
çıksınlar şimdiden topraklarına, dedi.
*
Yol hazırlığı başladı. Bohçalar, yaygılar, yorganlar gene
döküldü ortaya. Emine Alimesinin renk renk basma
elbiselerini dürdü, küçücük bir bohçanın içine koydu. Gülizar
ufak ufak torbalar dikmiş; içine, bostana ektikleri bütün
sebzelerin, bahçeye ektikleri bütün çiçeklerin tohumlarını
koymuştu. Elindeki mor kalemi tükürükleyip her bir
Çift Püsküllü Uçurtma
61/197
Suzan Albek
– Pek de güzelmiş, pek de güzelmiş! Diyorlardı.
Anneleri yakaladı mı elindeki oklavayla vuruyordu ellerine:
– Daha yola çıkmadan yarısını bitirdiniz. Haydi bakayım,
dolaşmayın ayak altında. Çıkın dışarı! Fırına çalı çırpı taşıyın!
Sizi haylazlar sizi!
Kızlar hamur tahtasının kenarına diz çökmüş, böreklerin
kıymasını koyuyor, tahta kaşıkla her bir yufkanın üstüne yağ
gezdiriyorlardı. Hiç döküp saçmadan. Arada, bir kaşık
kıymayı, ağızlarına götürdükleri oluyordu elbet. Böylece
hazır oldu tepsi tepsi börekler, çörekler, kuru yufkalar, saç
örgüsü biçiminde kurabiyeler. Hepsi de Hüseyin’in unundan.
Yola çıkmadan üç gün önce Mehmet’i, Tekirdağ’a giden bir
komşunun arabasına bindirip yolladılar Hüseyin’in yanına.
Mayısın son günü, gün doğarken kalktılar ev halkı. Adem ağa
Saffet’le beraber atları arabaya koştu. Erzak çuvalları,
tenekeler, çömlekler, atların yemi yüklendi. Rıfat özenle
bohçaların üstüne yerleştirdi uçurtmasını.
Çift Püsküllü Uçurtma
62/197
Suzan Albek
“Yükünüz pek ağır, atlar nasıl çekecek” diyenlere:
– Hüseyin ağabeyimi görecek miyiz? Diye sordu Rıfat.
– Güçlüdür bizim Akdoğan’la Sarıperçem, hiç korkmayın!
Diye karşılık verdi Saffet.
– Hayır, Tekirdağ’dan geçmiyoruz. Sulh olunca, Çatalca
üstünden açıldı İstanbul yolu.
Kızlar yatağında oturan ninelerine dönüp dönüp sarıldılar.
– Gene düşman kesecek mi yolumuzu Adem baba? Diye
sordu Rıfat.
Emine sordu:
– Düşman çekildi. Hiç korkmayın.
– Masalın sonu ne olacak nine?
Nine hiç sesini çıkarmıyordu. Gülbahar okşadı ninesinin
yanaklarını:
– Öyleyse Çakır amcam niye verdi sana o koskoca tüfeği?
Rıfat, Adem ağanın oturduğu yerin altındaki tüfeği gösterdi.
– Çiftliğimize yerleşince babam gelip alacak seni nine, dedi.
– Ha, o mu şey. Av tüfeği o. Belki yolda avlanırız.
Kadınlar birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Çocuklar Çakır ağanın
elini öptüler. Herkes vedalaştı. Adem ağa dizginleri aldı eline.
Saffet oturdu yanına. Avlunun kapıları açıldı ardına kadar.
Araba ağır ağır çıktı. Ev sahipleri arkalarından kovalarla su
döktüler, su gibi akıp kolaylıkla gitsinler diye.
Saffet söze karıştı:
*
– Çakır amca gece yola çıkmayın, belki eşkıya çıkar karşınıza
dedi.
Gülizar ile Gülbahar korktular:
– Eşkıya mı? Ay ne yaparız karşımıza çıkarsa?
– Deh aslanlarım deh! Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem!
Saffet döndü arkasına:
Atlar yelelerini savura savura kuş gibi uçuyorlardı.
Çıngıraklar çıngır çıngır. Çocuklar kıvançlı. Kıkır kıkır
gülüyor, arada itişip kakışıyorlar. Emine ile Rıfat çoktan
barışmışlar. Bir Adem ağanın karısı dertli:
– Siz saman torbasının altına saklanırsınız. Ben kalkarım
ayağa, alırım elime tüfeği “Savulun! Yoksa vururum!” diye
bağırırım. Hepsi kaçarlar.
– Darmadağın olduk, darmadağın. Annemi, Rukiye’yi
bıraktık. Mustafa’m İstanbul’da. Görecek miyiz bari onu?
“Saffet pek büyüdü, güçlendi, bizi koruyacak sırasında” diye
mutlu oldu kızlar.
– Koskoca kentte nereden buluruz onu? Dedi Adem ağa.
Çift Püsküllü Uçurtma
63/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
64/197
Suzan Albek
Bütün gün sürdü Adem ağa arabayı. Arada su başlarında
dinlendiler, yediler, içtiler. Arabaya binince yeniden coştular,
bir türkü tutturdu çocuklar:
“Bize bu ayrılık Mehmet!
Pek yaman oldu! Aman aman…”
– Susun, susun, dedi Gülbahar. Mehmet türküsü söylemeyin,
ağlar Ulviye halam. Hani nasıl Hassan türküsünü söyleyince
ağlıyordu Değirmenci dayının karısı?
– Mustafa türküsü söylemeyelim annem ağlar, dedi Emine.
Rıfat ekledi:
– Hüseyin türküsü söylemeyelim Gülbahar ağlar. En iyisi hiç
türkü söylemeyelim.
*
Güle söyleye, uyuya uyana uzun yolları aştıktan sonra
arabadakiler bir sabah bir tepeyi aşınca, masmavi denizi
gördüler karşılarında. Hiç konuşmadan bakakaldılar. Bir
görünüp bir kayboldu deniz. İstanbul’a vardılar.
– Serez çarşısından büyük müdür çarşısı?
– Ya Padişah’ın sarayı? Nerede sana toprak veren Padişah’ın
sarayı?
Sirkeci’den yandan çarklı araba vapuruna arabayı sokunca
gösterdi Adem ağa:
– İşte görüyor musunuz? Deniz kenarındaki taştan yapıları?
İşte onlar, saraylar.
Çocuklar koyu mavi denizin kıyısındaki bembeyaz, upuzun,
her yanları süslü, fenerli, kuleli saraylara şaşkınlıkla baktılar.
Bir de incecik, yüksek minareli camileri gördüler.
Rıfat eğildi Emine’ye:
– Emine bak, mezin ezan okumaya çıkınca minareye, şu
beyaz bulutun üstünden Allah baba görünecek. Eğilip mezine
gülümseyecek. Ben ninemin dualarından birini okursam,
bana da gülümser. Bak, bak. İyi bak şimdi. Mezin çıktı
minareye. Elini koydu kulağına.
Ulviye hala duydu bu sözleri:
Edirne kapısından girip, doğru Sirkeci’ye sürdü Adem ağa
arabayı:
– Sus, sus oğlum. Tövbe de! Kimse göremez Allah’ı. O
hepimizi duyar, görür, biz onu göremeyiz.
– Buralarda hiç oyalanmaya gelmez. Araba vapuruna binip
doğru Üsküdar’a! Dedi.
– Madem Allah her şeyi duyuyor, niye öyleyse mezin o kadar
yüksekten sesleniyor ona?
Kızlar vızıldandılar:
– Sus, sus dedim. Tövbe tövbe. Müezzin Allah’a seslenmiyor,
bize sesleniyor.
– Hiç görmeyecek miyiz İstanbul’u?
– Ne diyor? Ben anlamıyor ki.
Çift Püsküllü Uçurtma
65/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
66/197
Suzan Albek
– Haydi toplanın! Namaza gelin! Önce elinizi, ayağınızı
yıkayın, temiz olun. Yüreğinizi temiz tutun en başta. Dua
edin, namaz kılın, diyor.
Ulviye hala oğluna bunları anlattıktan sonra seslendi Adem
ağaya:
– Yerimize varınca Rıfat’ımı hocaya göndersek ağabey. Hem
okuma yazma öğrenir hem dinimizi. Saçma sapan sorular
soruyor durmadan.
– Hiç merak etme. Hepsini yollayacağım bu kış hocaya.
Kızları da, dedi Adem ağa. Sonra ekledi:
– Akıllı çocuk soru sorar. Varsın sorsun. Sen de anlat iyiyi,
doğruyu. Üsküdar’a yaklaşmıştı araba vapuru. Saffet birden
bağırdı:
– A! A! Bu ne? Denizin ortasında küçücük bir kule var! Bakın
bakın!
Hepsi baktılar o yana. Beyaz küçücük bir kule. Yanında da
gene küçücük bir odası var. O sırada yanlarına gelen
vapurun biletçisi anlattı:
“Bu Kız Kulesi. Evvel zamanda, Bizans İmparatoru’nun bir
güzel kızı varmış. İmparator’un müneccimbaşısı bir gün kötü
bir haber vermiş, ‘Senin kızını bir yılan sokup öldürecek’
demiş. Bunun üzerine Bizans İmparatoru denizin ortasına bu
kuleyi yaptırmış, kızını içine kapatmış. Ama bir gün kayıkla
bir sepet üzüm gelmiş kıza. Sepetteki üzümlerin arasından
bir yılan çıkarmış başını, sokmuş, öldürmüş kızı!”
Çift Püsküllü Uçurtma
67/197
Suzan Albek
Çocuklar gene kral kızı, sultan düşlerine dalmışlardı ki vapur
yanaştı Üsküdar’a.
*
Üsküdar’dan öte gene uzun, tozlu yollar başladı. Dağlar,
bayırlar aştı arabadakiler. Yağmur yağdı ıslandılar, güneş
açtı kurudular. Bir tepenin üstünde giderken, kara bir yılan
gibi kıvrıla kıvrıla giden treni gördüler bir gün. Yol indi,
trenin yanına vardı. İstasyonda bekleyen tren, düdüğünü
çaldı, oflaya poflaya kalktı.
Saffet çaldı kırbacı:
– Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem! Geçin şu kara canavarı!
Bir hızla geçtiler treni. Lokomotifin makinisti onlara baktı,
güldü. Kürek kürek kömür attı ocağa. Bacadan kıvılcımlar
sıçradı. Hızlandı tren, geçti arabayı. Bir yokuşun başında
tekrar gördüler onu. Her yanından buharlar fışkırıyor,
tekerlekleri ağır ağır dönüyordu. Makinist arabayı görünce
öttürdü düdüğünü lokomotifin:
Düdüüüüt!! Düt! Düt!
Yokuşlardan ine çıka
Canım çıktı, canım çıktı
Taka taka, taka taka,
Pof pof… Puf puf… Tıs…
Bütün gün izlediler, yitirdiler gözden treni.
*
Çift Püsküllü Uçurtma
68/197
Suzan Albek
Bir sabah koca bir göl açılıverdi önlerinde. Çevresi sazlık.
Karabataklar, cam gibi durgun suya batıp batıp çıkıyorlar.
Hemen çektiler arabayı gölün kenarındaki çayırlığa.
Yanlarına eşeğiyle pazara giden bir köylü geldi, selâm verdi.
Gölün adını sordular.
– Sapanca Gölü, dedi köylü. Eski zamanda bu gölün ortasında
bir kent varmış. Sonra batmış. Şimdi berrak havalarda köyün
camisinin minaresinin tepesindeki ay görünür, diye anlattı.
Çocuklar merak ettiler gölün ortasındaki batık kenti. İyice
kıyıya indiler. Ellerini gözlerine siper ederek baktılar. Gölün
ortasında hafif bir sis vardı. Hiçbir şey göremediler.
– Ben görüyorum gölün ortasında parlak bir şey, dedi Rıfat.
Kimse inanmadı. Köylü onlara sepetinden iri, kırmızı erikler
verdi.
– Haydi uğurlar ola! Bir daha gelişinize görürsünüz gölün
ortasındaki ayı, dedi.
Çayıra oturmuş Alimesiyle oynayan Emine “Gölün
ortasındaki ayı” sözünü duymuştu birden. Başını kaldırdı:
– A! A! Gölün ortasındaki ayı mı? Nasıl gitmiş oraya ayı? Yüze
yüze mi? Diye sordu.
*
Günlerce gittiler, dar boğazlara girdiler, renk renk sivri
kayalar, karanlık oyuklar, mağaralar gördüler. Çamlı
dağlarda soğuk sular içtiler. Çakıllarını yaya yaya akan
Sakarya Nehri’nin kıyılarında atları suladılar, ellerini,
yüzlerini, ayaklarını yıkadılar.
Bir gün araba, yeşil dağları arkada bırakıp tıkır tıkır indi bir
sarı ovaya. Bir dört yol ağzında Adem ağa durdu, oradan
geçen köylülere yolu sordu:
– Şu yol Söğüt’e oradan Domaniç Yaylası’na gider. Şu da
Eskişehir’e, dedi bir köylü.
– Domaniç… Domaniç… diye tekrarladı Rıfat. Gülizar, neydi
Domaniç?
Gülizar da düşündü kaldı:
– Dur bakim. Neydi Domaniç? Gülbahar sen duymuş muydun
Domaniç’i?
– A, bilmiyor musun? Hani ninemin anlattığı masalda bir bey
oğlu vardı. Her yaz halkını bir yaylaya çıkarırdı. İşte o yayla
Domaniç.
Saffet bağırdı birden:
Hepsi gülmekten yerlere yattılar, çayırların üzerinde
yuvarlandılar.
– Bakın! Bakın! İşte Kara Osman develeri!
– Ha! Ha! Ha! Gölün ortasındaki ayı! Yüzen ayı!
Karşıdan sıra sıra develer boyunlarındaki çanları tongurdata
tongurdata, lap lap geçip saptılar Söğüt yoluna.
Emine kızdı, somurttu. Bindi arabaya. Hepsi neşeyle
yerlerini aldılar.
Gülizar sordu babasına:
Çift Püsküllü Uçurtma
69/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
70/197
Suzan Albek
– Ninemin anlattıkları masal değil de sahi miydi acaba?
– Elbet sahiydi kızım.
Rıfat katıldı:
– Ben gördüm Kara Osman’ı! En öndeki deveye binmişti.
Upuzun kolları vardı. Yere kadar!
– İşte Eskişehir. Orada hükümet dairesinde işimiz var. Haydi
bakalım, çoğu gitti, azı kaldı.
Vardılar Eskişehir’e. Köprübaşına. Akdoğan’la Sarıperçem
tam köprüye adımlarını atmışlardı ki resmi giysili, başı
kasketli, omzu tüfekli iki kişi çıktılar arabanın önüne:
– Durun! Durun! Nereye gidiyorsunuz?
– Her şeyi görürsün sen! Uydurukçu! Dedi Emine.
Adem ağa dizginleri çekti:
– Çok eskiden yaşamış Kara Osman, diye söze başladı Adem
ağa. Çok, çok eskiden. Yüzyıllar önce. Babası Ertuğrul Bey ile
buralara gelmiş. Osmanlı Beyliği’ni kurmuş. Beylik, olmuş
koca bir devlet. Buralara sığmaz olmuşlar. Yelkenli gemilere
binip Rumeli’ne geçmişler. Bizim dedelerimiz de işte o
zamanlar gitmişler oralara. Şimdi gene döndük eski
yurdumuza.
– Hükümette işimiz var. Oraya gidiyoruz. Kalıcı değiliz.
Ninemin anlattığı böyle değildi, dedi Gülbahar. Masaldı o.
Hem çok güzel bir masal. Kara Osman’ın askerleri Bilecik
beyinin kalesinde saklandıkları yerlerden çıkmışlar, kaleyi
zapt etmişler. Yarhisar beyinin kızı Nilüfer’i almaya giden
Bilecik beyini öldürmüşler. Nilüfer kalmış atın üstünde. Ah
nasıldı acaba masalın sonu?
– Siz bekleyin beni burada, dedi. Adamlarla beraber
uzaklaştı.
– Ninem hasta olmasaydı anlatacaktı, dedi Gülizar.
– Keşke ben de gitseydim beraber, dedi Saffet, arabadan
atladı, başladı koşmaya. Arkasından seslendiler:
Adem ağa koynundan torbasını çıkardı, kâğıtlarını gösterdi.
– Arabayla geçemezsin. Kadınlar, çocuklar kalsın burada, sen
gel bizimle, dediler silahlı adamlar.
Adem ağa arabayı dere kenarında gölgelik bir yere çekti:
Önce öyle kalakaldılar arabanın içinde. Ulviye hala tasalandı:
– Acaba niye götürdüler ağabeyimi?
*
Konuşa konuşa varmışlardı ovanın ortasına. İki yanı hışır
hışır kavaklarla, salkım söğütlerle çevrili Porsuk Nehri,
tepelere yaslanmış bir kente doğru akıyordu. Adem ağa
kırbacı ile gösterdi:
Çift Püsküllü Uçurtma
71/197
Suzan Albek
– Saffet! Saffet! Çabuk buraya gel! Eğer izin verselerdi Adem
baba alırdı seni yanına.
Saffet döndü. Öbür çocuklar da indiler arabadan. Dereye
ayaklarını sarkıttılar. Köprü gibi suyun üstüne yaslanmış
söğüt ağaçlarının üstüne çıkıp zıpladılar. Saffet, incecik
Çift Püsküllü Uçurtma
72/197
Suzan Albek
dallar kopardı. Uçurtma çıtası gibi çapraz birleştirdi, oldu bir
çark. Bir ucundan çarkı sapladı dere kenarındaki çamura. Su
çarptıkça tıpkı Hüseyin’in değirmeninki gibi döndü Saffet’in
çarkı. Emine ile Gülizar su naneleri topladılar, verdiler
annelerine. Hemen orada çalı çırpı toplayıp ateş yaktılar,
üzerine çaydanlığı oturttular. İçine naneleri attılar. Mis gibi
bir koku yayıldı çevreye. Ekmek peynirlerini yedikten sonra
bardak bardak içtiler nane çayından.
Gülbahar tepedeki evleri seyrediyordu.
Çocuklar çimenlere serilip uykuya daldılar. Anneleri
tasalıydı; gözleri hep yoldaydı.
Akşam olurken Adem ağa çıkageldi. Yanında silahlı adamlar
yoktu.
– Ne oldu? Niye götürdü o adamlar seni? Niye bizi
geçirmediler? Diye sordular hepsi.
– Niye merak ediyorsunuz hemen? Dedi Adem ağa. Bizden
önce çok göçmen gelmiş buraya. Her yer dolmuş. Artık
istemiyorlarmış
kimseyi.
Dereyi
atlatmıyorlarmış
göçmenlere. Sanki kalacaktık biz de!
– Hükümete vardın mı?
– Elbette. Gözümle gördüm, tapuya geçmiş bizim çiftlik.
Kâğıtlarımı mühürlediler. Yarın sabah doğru Alpu’ya.
73/197
Adem baba kentin çarşısından kendine tütün, kahve almıştı.
Kızlara bir kutu renk renk iplik. Saffet’le Rıfat’a birer güzel
çakı.
Hava sıcaktı. Yorganlarına sarınıp yattılar çimenlerin üstüne.
Bütün gece sinekler vızıldadı üstlerinde. Her yanlarını
soktular, kabarttılar. Ertesi sabah kaşına kaşına çıktılar yola.
Saffet bir ara sordu Gülbahar’a:
– İstanbul’daki saraylar gibi kocaman evleri var. Göz göz
pencereleri. N’olur gitseydik oraya! Kimbilir çarşısı ne
güzeldir! Dedi.
Çift Püsküllü Uçurtma
*
Suzan Albek
– Abla, Adem baba neler almış çarşıdan. Hani hiç parası
yoktu biz kaçarken?
– Çakır amca ödünç vermiş. Kesesi para dolu. Sakın kimseye
söyleme.
Yol tozlu, iki yandaki tarlalar kıraçtı. “Akşama varmadan
varırsınız Alpu’ya” demişlerdi Adem ağaya. Oysa git git
bitmiyordu yol. Bir yerde üç dört top ağaç, biraz yeşillik
gördüler mi bağırıyorlardı çocuklar “İşte geldik! İşte bizim
çiftlik!”. Oysa yanından geçiveriyorlardı ağaçların. Yeşillik
gitgide azalıyordu. Toprak sapsarı, çatlak çatlaktı. Çukur
yerler ise bataklık. Adem ağa arabayı dikkatle kullanıyor,
hayvanları batağa sokmamaya uğraşıyordu. Bir ara gene
tren yolunu gördüler. Yol yanından geçiyordu.
*
Karanlık bastıktan sonra vardılar Alpu istasyonuna. Köylüler
Adem ağayı istasyonun arkasındaki kahveye buyur ettiler.
Hoş beşten sonra biri sordu:
Çift Püsküllü Uçurtma
74/197
Suzan Albek
– Padişah efendimiz size nereyi verdi?
II
– Kireççi Çiftliği’ni…
Adem ağanın yanıtı üzerine bir sessizlik oldu kahvede.
Herkes önüne baktı. Sonra yavaşça konuştular:
– Eh… Hadi hayırlısı olsun…
Adem ağa ve ailesini o gece yollamadılar çiftliğe. Muhtarın
evinde konuk ettiler.
Sabah erkenden yola düştü Adem ağa ailesiyle birlikte.
Muhtar atına bindi, önlerine düştü. Üç çeyrek saat yol
gittiler, bir tepeyi aştılar, vardılar bir sazlığa. Sazlığı
dolanınca, toprağı çatlak çatlak, tepsi gibi dümdüz bir yere
geldiler. Ne bir ağaç ne bir yeşillik vardı üstünde. Bir yıkık
duvar, birkaç kalas. İşte o kadar.
– İşte geldik, dedi Muhtar.
Adem ağa kalakaldı:
– Yanlış olmasın? Kireççi Çiftliği’ne mi geldik?
– He ya, Kireççi Çiftliği. Arazin geniş. Bu sazlıklar, arkadaki
tepeler, şu yandaki kırmızı kayalıklar hep senin.
Arkada sıra sıra yükselen çıplak tepeler vardı. Adem ağa bir
türlü inanamıyordu çiftliğin orası olduğuna:
– Bana ahır, çiftlik binası hazır demişlerdi.
– Sen yaparsın. Sen yaparsın, dedi Muhtar. Ben sana köyden
bir iki alet göndereyim. Haydi bana müsaade.
Muhtar atının başını çevirdi, uzaklaştı.
Çocuklar indiler arabadan. Saffet atları çözdü, çekti yıkık
duvarın gölgesine. Ulviye hala, Zekiye yenge oturup kaldılar
arabada.
– Baba sahi kalacak mıyız burada? Diye sordu Gülbahar.
Bir kızdı Adem ağa, bağırdı:
Çift Püsküllü Uçurtma
75/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
76/197
Suzan Albek
– Haydi inin aşağıya! Ne duruyorsunuz orada!
Hepsi inip yıkık duvarın dibine çömeldiler. Ulviye hala ile
Zekiye yenge örtmelerini iyice yüzlerine çekip başladılar
usul usul ağlamaya.
*
Az sonra bir araba göründü karşıdan. Birkaç köylü, kazma,
kürek, el arabası, orak indirdiler. Bir de buz gibi bir testi su.
Hemen taşıdılar içeri eşyaları. Serdiler yatakları.
Gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızlara baka baka daldılar
uykuya. O kadar yorgundular ki üstlerine bulut gibi konup
kalkan sivrisinekleri hiç duymadılar.
Ertesi gün gene geldi Alpu köylüler. Bu kez kalın sırıklar,
tahtalar getirdiler. Ahırın önüne sırıklarla bir çardak
kurdular. Tahtaları çakıp bir sıra yaptılar altına. Saffet
çakısını çıkardı, sordu:
– Hiç durma Adem ağa, hemen saz kes. Biz de sana yardım
edelim. Yıkık duvarın üstünü ört. Çek hayvanları. Kendine de
bir kulübe yap sazdan. Az sonra güneş yükselince duramaz
olursun.
– Baba tarih kaç? Yazayım şuraya.
Rıfat ile Saffet köylülerle birlikte girdiler sazlığa. Orakla
sazlığı biçip biçip yığdılar. Öğleyin güneş asıldı kaldı
tepelerine. Bir kızıştı ki toprak, buram buram tüttü. Hepsi
yıkık duvarların gölgesine sıkışıp ikindiyi beklediler. Güneş
kireçli tepelere doğru alçalınca gene bir gayret:
– Yok yok, öyle değil, dedi Saffet. Serez’deki mektepte
okuduğumuz gibi…
– Haydi oğlum yüklenin sazlara. Orağı getir buraya! Kazmayı
al!
– Önce kulübenin yerini çizin. Dört köşesine dört direk dikin.
– Öre öre geçir sazları sırıkların arasından. Bir alttan bir
üstten.
Akşama doğru yıkık duvarların üstü örtülmüş, ahır olmuştu.
Hemen aldılar içeri atları. Kulübenin dört yanı sazla örülmüş
ama tepesi açık kalmıştı.
Adem ağa düşündü:
– Bin üç yüz… kaç bakayım.
– Hı… Haziran 1913.
Saffet çardağın ön direğine kazıdı tarihi.
Alpu köylüler oturmuşlardı tahta sıraya. Gülizar kahve yaptı,
Adem ağa tütün ikram etti. Kâğıtlara sarıp içtiler, konuştular:
– Sağ olun. Siz olmasaydınız ne olacaktı halimiz, dedi Adem
ağa.
– Sen sağol Adem ağa. Şimdilik bu kadar oldu.
– Kışın barınamazsınız saz kulübede. Temmuz geçsin, biz
harmanımızı kaldıralım, kerpiç keseriz beraber. Bir ev
yaparsın kendine.
– Zararı yok, ne yapalım, yarın bitiririz, dediler.
Çift Püsküllü Uçurtma
77/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
78/197
Suzan Albek
– Kerpiç nasıl şey ki? Diye sordu Saffet.
– Öğreniriz, öğreniriz, dedi Adem ağa.
Köylüler gene buz gibi bir testi su getirmişlerdi.
– İki gündür suyumuzu siz getiriyorsunuz, yerini söyleyin de
bizim çocuklar taşısın artık, dedi Adem ağa.
– Su, köydeki çeşmeden. Uzak. Taşıyamazlar. Şurada şeytan
yarığında bir su var emme, ağır, gazlı. İçemezsiniz. Daha
ötede, Cevat Bey’in değirmeni var. Çavlanın önünde. Oluk
oluk akar su. Dağdan gelir. Emme, o da uzak. Hem Cevat Bey
yaklaştırmaz kimseyi değirmene.
Adem ağa Saffet’le köye inmiş, bol sütlü keçi, iki kuzusuyla
bir koyun almıştı. Rıfat’la Gülizar arkadaki kireçli tepelerin
aralarında cılız otluklara götürüyorlardı hayvanları. Azıcık
otla beslenip gene de bol süt veriyordu sakallı keçi. Her
sabah taze süt içen Emine, azıcık kendine gelmiş, Alimesini
kucağına alıp çıkmıştı çardağın altına. Annesi pek dertliydi:
– Nereden geldik bu kıraç yere? Önümüz kış. Ekinimiz yok.
Erzağımız azaldı. Ah başımın kara yazısı. Otursaydık ya Çakır
ağanın köyünde.
Adem ağa kızıyordu bu yakınmalara:
Köylülerden gençten biri içini çekti:
– Hanım dur bakalım. İlk günler böyle olur. Çok şükür kendi
toprağımız var. Çalışır işleriz. Hem Eskişehir’de söylediler,
siz gidin, biz yollarız arkanızdan tohumluk, erzak, dediler.
– İşte böyle bizim halimiz Adem ağa. Rezillik. Bu toprağın altı
su doludur. Kulağını dayasan duyarsın. Uğuldar durur.
Emme biz çıkarıp kullanmayı bilmeyiz.
– İnşallah yollarlar, dedi
Söyleniyordu durmadan:
*
Akşam olunca Alpu köylüler arabalarına binip gittiler.
Gülbahar, Gülizar, Emine, anneleri, hala geldiler çardağın
altına. Kızlar ipliklerini çıkardılar. Oya yapalım
tülbentlerimize dediler ama beceremediler. Saz kesmekten
elleri kanamış, derileri yüzülmüştü. Emine kucağında
Alimesi ile yere çömelmiş, hiç konuşmuyordu. Birden
devrilip uzanıverdi yere, koştular, yüzüne su serptiler. Hiç
gözünü açmadı Emine. Taşıdılar kulübeye. Üç gün ateş içinde
yandı kızcağız.
karısı.
Ama
hiç inanmadı.
– Padişah efendimiz şimdiye kadar bakmamış da bu
topraklara, biz geldik diye mi bakacak? Ah nerede bizim
bağlık, bahçelik memleketimiz! Onu da düşmana kaptırmış
işte!
Rıfat’la Gülizar bir köşede fısıl fısıl konuşuyorlardı:
– Kimseye söyleme. Yarın sabah erkenden.
*
Ertesi gün karanlıkta kalktı Rıfat. Torbasına biraz peynirle
iki yufka koydu, dürttü Gülizar’ı:
– Haydi geliyor musun?
Çift Püsküllü Uçurtma
79/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
80/197
Suzan Albek
Gülizar kalktı, örtmesini aldı, çıktılar dışarı. Güneş doğarken
kireçli tepelere varmışlardı.
– Neredeymiş bu gazlı su? Yoruldum ben, dedi Gülizar.
yüzlerine. Söğüt ağaçlarının arasında koca bir değirmen
gördüler karşıda. Arkadaki yardan gürül gürül bir su iniyor,
uğuldayarak değirmenin çarkını döndürüyordu. Azıcık daha
yaklaşıp seslendiler:
– Azıcık daha. Bak kızıl kayalar başladı işte!
– Kimse yok mu orada?
Biraz daha yürüdüler, kayaların üstüne çıktılar. Derken “Fıs”
diye bir ses geldi kulaklarına. Baktılar ki iki kaya arasından
bembeyaz bir duman yükseliyor. Duman kesildi mi de su
püskürtüyor kaya.
– Geldik şeytan yarığına! Diye bağırdı Rıfat.
Koskoca bir çoban köpeği çıktı birden değirmenin yanından.
Bir havladı ki ödleri koptu çocukların. Ters yüzü kaçtılar,
indiler dere yatağına yuvarlana yuvarlana. Nefes nefese
vardılar kireçli tepelerin eteğine. Gülizar ağlamaya
başlamıştı:
Uzattı elini suya. Uzatmasıyla da çekmesi bir oldu:
– Çok mu korktun? Diye sordu Rıfat.
– Ay yandım! Sıcak bu su!
– Yok ondan değil. Karnım ağrıyor.
Sular, kayaların üstünden akıp küçük küçük havuzlar
yapmışlardı kat kat. Gülizar en alttaki küçük havuza uzattı
elini:
– Oh olsun! Ben sana dedim gazlı sudan içme diye.
Öğle olmadan dönmüşlerdi çiftliğe. Gülizar hemen girdi
yatağa. Bir ateş… Bir ateş…
– Oh ne güzel masmavi. Hem soğumuş buradaki su, dedi.
Eğildi lık lık içti sudan. Rıfat bağırdı:
– Kız içme! Zehirlenirsin. Gazlı su o.
– Hiç de değil. Çok susadım, gazlı da olsa içerim.
Oturdular kayanın üstüne, ekmeklerini, peynirlerini yediler,
uzun süre yarıktan çıkan beyaz dumanı seyrettiler.
*
O gün Adem ağa ile Saffet, av tüfeğini alıp erkenden yaban
ördeği avına gitmişlerdi sazlıklara. Atları sulamak Gülbahar
ile Ulviye halasına kalmıştı. Atlar dolaşırken Gülbahar
sazların arasına eğildi, baktı. Gümüş gibi bir balık sıçrayıp
tekrar daldı suya. Burada su tertemiz, berrak, diye düşündü
Gülbahar. N’olur içsem? Yüzü koyun yattı, içti kana kana.
Ulviye hala bağırdı tepesinde:
– Haydi şimdi Cevat Bey’in değirmenine gidelim, dedi Rıfat.
– Kız deli misin? İçilir mi o su? Sülük dolu içi.
Şeytan kayasından indiler, uzun süre kurumuş bir dere
yatağını izleyip bir vadiye vardılar. Bir serinlik çarptı
Çift Püsküllü Uçurtma
81/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
82/197
Suzan Albek
Dönüşte Gülbahar’ın dişleri takır takır birbirine çarptı, o da
girdi yatağa.
*
Akşam Adem ağa ile Saffet bir torba dolusu yaban ördeği ile
döndüler avdan. Adem ağa kıvançla karısına seslendi:
– Burada toprağımız var. Bırakıp nereye giderim?
– Buralara sizden önce de göçmenler geldi. Doksan üç
harbinden sonra. Hiç biri barınamadı. Ya gidip Eskişehir’e
yerleştiler ya dağlara.
Adem ağa iyice şaşırdı, dertlendi.
– Şu ördekleri bir güzel yol, pişir. Doysun çocuklar!
Beyaz sakallı adam şöyle dedi:
– Kızların ikisi de hasta. Ateşten yanıyorlar!
– Ben Mihalıççıklıyım. Kime sorsan bilir, demirci Ali ağa diye.
Al çocuklarını gel bana. Bir çaresine bakarız.
Adem ağa belki bir çare, bir ilaç bulurum diye indi Alpu
istasyonuna. Kahvede köylüler derdini sordular.
– Kızlarım hasta, dedi. Önce en küçük hastalandı. Şimdi de
büyükler. Biri gazlı sudan içmiş, biri sülüklü sudan. Ateş
içindeler.
– Sağol, sağol, dedi Adem ağa.
Gülbahar ile Gülizar günlerce titrediler. Bir yandılar bir
üşüdüler. Ayağa kalktıkları zaman bir deri bir kemik
kalmışlardı. Sakallı keçinin sütü bile canlandıramadı onları.
Köşede oturan beyaz sakallı biri söze katıldı:
*
– Ne gazlı su ne sülüklü su Adem ağa. Sinek! Sinek! Burası
sıtmalıktır. Sinek sokar, sıtma tutar herkesi.
Temmuz geçmiş, Alpu köylüler harmanı kaldırıp kerpiç
kesmeye gelmişlerdi Adem ağaya.
– Ne yapsam ki? Ne ilaç bulsam?
Önce ahırın yanına vıcık vıcık, sapsarı balçık taşıdılar. İçine
saman sapı karıştırdılar. Malayla düzlediler. Tahtayla kalıp
kalıp kesip, bıraktılar güneşe kurumaya. Arkadan Adem ağa,
Saffet ve Rıfat giriştiler işe. Yüzlerce kerpiç kestiler.
– Ne fayda edecek ilaç? On beş gün sonra tekrar yatarlar.
– Bırakayım ölsün mü çocuklar?
– Yok öyle demedim, Adem ağa. Allah esirgesin, emme, bu
bataklıkta yaşanmaz. Sivrisinek kaynıyor her yerde. Dağa
çıkar çocuklarını. Atalarımız ne güzel bilmişler, kışın ovalara
inmişler, yazın yaylalara çıkmışlar. Hem hayvanları sağlıklı
yaşamış hem kendileri.
Çift Püsküllü Uçurtma
83/197
Suzan Albek
– Kızlar da pek çürükmüş. Hep hasta oluyorlar. İyi ki biz
geldik Adem babayla Palpu’ya, diye böbürlendi Rıfat.
– Biz yaparız evi, dedi Saffet. Memleketteki gibi iki katlı.
Kızlar girer içine otururlar, iş işlerler, dikiş dikerler.
Çift Püsküllü Uçurtma
84/197
Suzan Albek
– Hiç ağaç yok ama evin önünde Saffet abi. Şu tepede bir
küçük ağaç var. Eğri büğrü ya zarar yok. Biz onun arkasına
küçücük bir ev yapsak.
– Bahçesi de olsun bu evin. Çiçek dikelim, dedi Gülizar. Koştu
aşağıya. Bir süre sonra üstü çiçek resimli küçük torbasıyla
döndü. Tohumları serpti evin önüne.
– Hadi gidip bakalım, dedi Saffet.
– Hayvanlar girip çiçekleri yemesin, dedi Saffet. Çakısını
çıkardı, çalılardan ufak çubuklar kesip bir çitle çevirdi evin
bahçesini.
Koştular küçük kireçli tepeye. Tek bir çam ağacı vardı küçük
tepenin üstünde. Cılız, renksiz. Orman kesilmiş, yakılmış, bir
o direnmiş kalmış olmalı orada.
– Bir yağmur yağsa erir gider bu ev dedi Gülbahar.
– Ay ne güzel ağaç! Bizim ağacımız olsun bu! Dedi Saffet.
Rıfat kızdı:
Ertesi sabah erkenden el arabasıyla iki kez kerpiç taşıdılar
ağacın altına. Önce evin yerini çizdiler: Şurası iki oda. Bir
mutfak, helâ. İkinci katta iki oda, ortada sofa.
– Hiç de değil. Biz çok güzel kuruttuk kerpiçleri güneşte. Taş
gibi oldu. Çapraz direk koyduk.
Emine gene de güvenemedi. Aldı Alimesini içeriden.
Önce çapraz direkler diktiler, kapı pencere yerlerini boş
bırakıp kalan yerleri kerpiçle doldurdular. Çalılardan
kestikleri ince çubuklarla ikinci katın tabanını yaptılar. Çatıyı
çalılarla örtüp, üstünü çamurla sıvadılar. Üç günde bitti ev.
Kimse görmesin diye sazlarla kapadılar üstünü. Bir
akşamüzeri çağırdılar kızları:
Vın… Vın… Vın…
– Gelin bakın ne göstereceğiz size,diye.
Rıfat annesinin üstünde ekmek pişirdiği ocaktan yanar bir
çırpı çekti:
Tepeye varınca Saffet’le Rıfat kaldırdılar sazları, küçük ev
çıktı ortaya:
– Çabuk dizilin! Savaş çıktı! Sivri mızrak ordusu geliyor!
– Hi… Ne güzel yapmışsınız, dedi Gülizar.
Çocuklar birer yanar çalı aldılar ellerine. Sazlıktan yana
bulut gibi gelen sivri mızrak ordusunun karşısına çıktılar.
Sivrisinekler alevlerde kavrulup pıtır pıtır döküldüler yere.
– Tam benim Alimeme göre ev, dedi Emine.
Dikkat! Dikkat! Sivrisinek ordusu geliyor!
Rıfat bağırdı:
Alime girdi kapıdan seslendi:
– Oh! Ne güzel! Serin serin. Burası benim evim olsun!
Çift Püsküllü Uçurtma
*
85/197
Suzan Albek
– Yaşasın! Yendik sivri mızrak ordusunu!
Çift Püsküllü Uçurtma
86/197
Suzan Albek
Derken sazlığın üstünden bulut gibi bir sivrisinek ordusu
daha geldi.
– Aman Adem ağa, bu kadar çoluk çocuk nereye gideriz? Kim
alır bizi?
Arkadan bir daha, bir daha!
– Bir tanıdığım var. Demirci Ali ağa. Çağırdı Mihalıçcığa. Dağ
havası iyi gelir, dedi. Yarın götürür sizi bırakırım. Arkadan
biz geliriz.
– Çabuk geri çekilin! Düşman yardım aldı! Dedi Saffet.
Hepsi çardağın altına çekildiler. Sivrisinekler saldırdı
yeniden.
Adem ağa bunları söyledikten sonra çağırdı Saffet’i yanına:
Vın… Vın…
– Ben yarın erkenden kızları, annenizi dağa götüreceğim. Siz
koyunları, keçileri otlatın, erkenden dönüp kapatın ahıra.
Ben karanlığa kalmadan döner gelirim, dedi.
Kızlar başlarındaki tülbentleriyle kapadılar yüzlerini. Gene
de sivri mızraklılar, burunlarını, çenelerini, gözkapaklarını,
boyunlarını deldiler. Nokta nokta kan oldu tülbentleri. Kaçıp
saklandılar saz kulübeye. Sivri mızraklılar sazların
arasındaki deliklerden girip hücum ettiler.
– Ben bakarım hayvanlara, hiç merak etme Adem baba, dedi
Saffet.
Saffet:
– Rıfat pek oyuncu. Oraya buraya gider, üzer Saffet’i.
– Yenildik! Kaçalım dağlara! Diye bağırdı. Başladı Rıfat’la
beraber küçük kireçli tepeye doğru koşmaya. Kadınlar, kızlar
tutsak düştüler sivri mızraklılar ordusuna. O akşam hepsi
serildiler yataklara. Emine, Gülizar, Gülbahar. Arkadan
anneleri, Ulviye hala. Ağustos başında aralıksız sürdü sivri
mızraklıların hücumu.
Adem ağa kararlıydı:
Adem ağa çok kaygılıydı. Köyden acı bir ilaç getirdi. Adı
Sulfata. Hepsi yuttular. Boşuna! Hep sivri mızraklılar savaşı
kazandı.
Ulviye hala razı gelmedi:
– Artık koca çocuk oldular. Onların yaşındakiler dağlarda
sürü otlatıyorlar. Bir gün yalnız kalmakla ne olurmuş? Dedi.
Ulviye hala ile Zekiye yenge çaresiz boyun eğdiler Adem
ağaya. Güçlükle kalktılar, gerekli birkaç giyeceği bohçalara
koydular, yiyecek sepetlerini hazırladılar. Ertesi sabah gün
doğarken Adem ağa atları arabaya koştu. Arabanın içine
yataklar serildi. Hastalar yattılar. Ulviye hala çocuklara sıkı
sıkı tembih etti, uzaklara gitmeyin diye. Araba çıktı yola.
– Bu böyle olmayacak, dedi Adem ağa bir akşam. Sıcaklar
geçinceye kadar sizi dağa götüreyim.
*
Karısı karşı koydu:
Çift Püsküllü Uçurtma
87/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
88/197
Suzan Albek
Saffet’le Rıfat erkenden çıkardılar küçük sürüyü otlatmaya.
Öğlene doğru koskoca bir kara bulut geldi oturdu kireçli
tepelerin üstüne. Gün boyunca saçaklandı, saçaklandı,
aşağıya doğru gümbürdeyerek inmeye başladı. Saffet’le Rıfat
hemen keçiyi, koyunu, kuzuları toplayıp indiler aşağı. Tam
ahırdan içeri girmişlerdi ki koca koca damlalar inmeye
başladı saçaklı kara buluttan. Yağmur bütün gün yağdı,
gitgide hızlandı, hızlandı. Ahırın iki yanından seller indi. Hiç
dışarı çıkamadı çocuklar. Hayvanların arasına büzülüp
oturdular. “Neredeyse Adem baba gelir” diye beklediler
durdular. Karanlık bastı. Kulakları hep atların çıngırak
sesinde. Oysa yalnız su sesi vardı. Çağıl çağıl.
gelip bir kolunu sardı yolun üstüne. Öyle bir yağmur bastırdı
ki göz gözü görmez oldu. Üstlerine seller, çakıl taşları indi
tepelerden. Yolu çamur kapladı. Arka tekerlekler saplandı
içine. Adem ağa istediği kadar şaklatsın kamçıyı, hepsi
itsinler arabayı, boşuna. Kıpırdayamadı atlar. Yağmur durup
bir köyden yardım geldiğinde, bir gün bir gece geçmişti,
Adem ağa çiftlikten ayrılalı. Gün doğarken bin bir zahmetle
vardılar Mihalıççığa.
“Gidelim bakalım, kulübemiz ne oldu” dediler, yağmur biraz
hafifleyince. Bir çatırtı duydular o sırada. Koştular baktılar.
Bir de ne görsünler? Saz kulübenin çatısı çökmüş. Her şey
çamur içinde;bohçalar, sandıklar, erzak torbaları… Derken
bir çatırtı daha, yerle bir oldu ahırın önündeki çardak.
– Rıfat! Rıfat! Neredesin?
Yalnız ahır dayandı bütün gece yağan yağmura, oluk gibi
inen sellere. Sabaha karşı duvarlar da indi birdenbire. Saffet
suların üstünde yüzen bir kalasa tutundu, çekti Rıfat’ı. Tahta
kaydı suların üstünden aşağıya doğru. Bir ara keçinin başı
geçti Rıfat’ın eline, sonra karıştı sulara. Saffet’in boynuna sıkı
sıkı sarılan Rıfat “Keçiler, kuzular meleşiyorlar” diye bağırdı.
Koca bir dalga yuvarlandı üstlerine.
*
Adem ağanın arabası Alpu’dan çıkıp, Mihalıççık yoluna
girince bir serinlik çarpmıştı yüzlerine. Yokuş başlamış, atlar
kıvrıla kıvrıla yükselen yolu tırmanmaya başlamıştı. Yolun
yarısını almışlardı ki kuzey yönünden koca bir kara bulut
Çift Püsküllü Uçurtma
89/197
Suzan Albek
*
Tutunduğu tahta, bir tümseğe çarpıp durunca gözünü açtı
Saffet:
Rıfat, az ötede suyun yüzünde kalmış çalılıklara tutunmaya
uğraşıyordu. Saffet, yanı başında yüzen bir dalı itti, çekti
kardeşini. Tümseğin üstünde bir soluk aldılar, oradan
taşların üstüne basa basa bir yamaca tırmandılar. Sakallı
keçinin sesi geldi kulaklarına:
– Me… Me…
Sakallı keçi yamacın üstünde, sivri bir kayanın tepesinde
dimdik duruyordu. Çocuklar sarıldılar keçinin boynuna.
Ortalık ağarmıştı. Seller yanlarından akıp gidiyordu. Bir kara
nokta gördüler yamacın karşı ucunda. Koştular, koştular.
Keçi de arkalarından. İki atlı bir arabanın yanında buldular
kendilerini.
– Adem baba bizi almaya geliyor! Diye bağırdı Rıfat.
Çift Püsküllü Uçurtma
90/197
Suzan Albek
Arabacı durdu önlerinde. Arabası ağır bir yükle dolu, yaşlı
bir arabacıydı bu. Islanmamak için başına kalın bir kilim
örtmüştü.
– Nereye gidiyorsunuz bu yağmurda? Diye bağırdı çocuklara.
– Evimizi sel yıktı, kaçtık, dedi Saffet.
– Kalkın! Haydi kalkın! Durdu rahmet.
Arabacı üstlerindeki yaygıyı çekmiş, sarsıyordu Rıfat’la
Saffet’i. Çocuklar gözlerini ovuşturarak doğruldular. Ortalık
apaydınlık, gök masmaviydi. Güneş batı yanına dönmüştü.
– Buradan ötesi Çatacık. Benim daha çok yolum var. Siz inin,
şurada bir köy var, sorarsınız yolunuzu, dedi arabacı.
– Atlayın arkaya.
*
– Ya keçimiz?
– Verin onu da buraya!
Arabacı keçiyi aldı yanına. Çocuklar çıktılar arabadaki ağır
çuvalların arasına.
– Ananız babanız nerede sizin?
Saffet’le Rıfat şaşkınlıkla indiler. Arkadan keçiyi indirdi
arabacı. Keçi geldi başını tosladı Rıfat’a. Rıfat o zaman
kendine geldi azıcık. İki yanına bakındı. Tepelerinde ağır ağır
dallarını sallayan çam ağaçlarını gördü. Arabacı tekrar
seslendi:
– Ha… Durun, karnınız açtır sizin.
– Yaylaya gittiler. Gelip bizi alacaktı babamız, dedi Saffet.
– Yaylaya mı? Hangi yaylaya?
Açtı torbasını, iki büyük yufka çıkardı, içlerine iki topak
peynir koyup ellerine verdi.
– Domaniç, dedi Rıfat.
– Sağol! Sağol! Uğurlar ola! Dedi Rıfat’la Saffet.
Saffet düzeltti:
Arabacı atlarını kırbaçlayıp uzaklaştı.
– Yok Domaniç değil. Başka cık’lı bir yer.
Çocuklar bir ağacın altına oturup iştahla yediler ekmeklerini.
Keçi otladı çimenlerde. Şırıl şırıl bir su sesi geliyordu
kulaklarına. Az ötede bir kayanın dibinden fışkıran bir pınar
gördüler. Kana kana içtiler suyundan. İyice canlanmışlardı.
İki yanı çamlık dar bir yoldan yürümeye başladılar. Keçi de
sıçraya koşa izliyordu onları. Uzun süre gittikten sonra
çamlar seyreldi, bir köy göründü uzakta. Eşeğinin üstünde
– Çatacık mı? Ha… Benim yolum da orası. Haydi çabuk!
Örtün çuvalların üstünü. Islanmasın haşhaşlar. Siz de girin
altına. Haydi deh!
Rıfat’la Saffet yaygının altına girdiler, sıkıştılar çuvalların
arasına. Acı, ağır bir koku geldi burunlarına. Derin bir
uykuya daldılar.
Çift Püsküllü Uçurtma
91/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
92/197
Suzan Albek
köye doğru giden bir adama rastladılar, selâm verip
sordular:
– Bu ne köyü amca?
Sündiken Dağları’na. Köylerde demir işi
Arkasından gideceksen tarif edeyim yolu,
Mihalıççık’lı.
yapmaya.
dedi bir
– Dur hele, dedi Adem ağa. Alpu’da bir işim var. Gidip
geleyim de sonra ararım demirciyi.
– Alapınar.
Saffet sordu:
Adem ağa telaşla karısını, kardeşini, kızlarını Mihalıççık’taki
tek hanın bir odasına yerleştirdi, dört nala tekrar tuttu Alpu
yolunu.
– Adem ağa geldi mi bu köye acaba?
– Hangi Adem ağa oğlum?
Geç vakit istasyona varıp kahveye girince
selâmladılar:
– Kireççi Çiftliği’nin sahibi Adem ağa.
– Bilemedim a oğul! Sen şu çiftliğe sor. Gelen konuk oraya
iner önce, dedi köylü, sonra sopasıyla çok uzakta, bir dağın
eteğinde büyük bir taş yapıyı gösterdi.
– Geçmiş olsun! Geçmiş olsun! Adem ağa! Dediler.
Gün batıncaya kadar yürüdüler Saffet’le Rıfat. Çiftliğin
yanına vardıklarında karanlık basmıştı. Çoban köpekleri
havlıyordu içeride. Çocuklar korktular, yanaşamadılar. Alçak
bir dam altında saman yığınları gördüler. Sakallı keçi başını
daldırıp başlamıştı samanları yemeye. Bir ip parçası buldular
orada, samanlığın direğine bağladılar keçiyi, kendileri de
sokuldular samanların altına. Uykuya daldılar.
– Ne var? Ne oldu ki?
Adem ağa kaygılandı:
– Bilmiyor musun? Senin çiftliği sel götürdü.
– Ne sel mi götürdü? Ya çocuklar? Çocuklar ne oldu?
– Ne çocuğu? Sen çocuklarını toplayıp götürmedin mi
Mihalıççığa?
– Saffet’le Rıfat’ı bıraktım, dedi Adem ağa. Dönecektim o
gece. Araba çamura saplandı, ancak döndüm.
*
Vardığı gün Adem ağa, Mihalıççık’ta demirci Ali ağayı sordu
rastladıklarına:
– Hı… Demirci Ali ağa yazın pek buralarda durmaz. Emme,
bu yıl bir konuğu gelecekmiş, onu bekledi. Gelmeyince on
gün kadar önce topladı eşyasını, çoluğunu, çocuğunu, çıktı
Çift Püsküllü Uçurtma
köylüler
93/197
Suzan Albek
– Biz baktık senin çiftliğine. Havuz gibi dolmuştu. Kimseyi
göremedik.
Adem ağa yığılıp kaldı kahvenin kapısının dibine.
Çift Püsküllü Uçurtma
94/197
Suzan Albek
– Meraklanma, yarın sabah gider iyice ararız, dedi Alpu
köylüler.
– Hiç böyle şey görmedim. Ağustos ayında yağmur yağar, sel
indiği olur bayırdan, emme, havuz gibi dolar mı toprak?
– Yok, yok, kalamam yarın sabaha. Gidip arayacağım
çocukları.
Hâlâ dere yatağından uğul uğul su iniyordu aşağıya.
Alpu köylüler yalnız bırakmadılar Adem ağayı. Ellerine
çıralar aldılar, doldular arabaya.
– Günahına girmiyeyim emme, Cevat Bey yapmış olmasın bu
işi?
– Git, git… Nasıl yaparmış?
Çiftlik kapkaranlıktı. Her yanı doldurmuş olan su, deniz gibi
hışırdıyordu. Arkadaki dere yatağından hâlâ oluk oluk su
iniyordu. Adem ağa elindeki yanar çırayı savurarak bağırdı.
– Değirmenin savaklarını kapatıp aşağıya doğru koyverdi mi
suyu, bütün Alpu’yu sel alır.
– Rıfat! Saffet!
– He ya… Düşünemedimdi.
Kireçli tepeler yankılandı: Rıfat! Saffet!
– E… Niye yapsın Cevat Bey bu domuzluğu?
Sonra gene su sesi. Ne çocuklar var ne koyun ne kuzu ne
keçi. Dönüşte Adem ağa durmadan yakındı arabada:
– Bilmezliğe gelme. Herkesin toprağında gözü vardır onun.
Hele Kireççi Çiftliği’nde kimseyi barındırmaz.
– Ah benim öksüz kuzularım! Düşman önünden kaçırdım da
kendi yurdumuzda yitirdim sizi!
– Ne ister ki bu fakirin toprağından?
Alpu köylüler avutmaya uğraştılar:
– Beğenemedin mi o toprağı? Siz onun batak olduğuna ne
bakıyorsunuz? Altı maden dolu. Benim gençliğimde bu
demiryolunu yapan Alamanlar geldi buraya. Ellerinde bir
makina kutusu, dolaştılar durdular. Yerin altında bir şey
varmış. Radyo mu, radyon mu ne. O makina üstünde da da da
da diye dolaştıkça, ses verirmiş yerin altından.
– Dur hele Adem ağa, hele sabah olsun, belki bir yere
sığınmışlardır.
– Pek akıllı çocuklardı onlar. Selin ortasında dikilip duracak
değiller ya!
*
Köylüler pek şaştılar bu işe:
Sonra Adem ağaya duyurmadan konuştular aralarında:
Çift Püsküllü Uçurtma
Yaşlı bir köylü söze karıştı:
95/197
Suzan Albek
– Ay… Deme Ahmet emmi… Nasıl ses verirmiş ki o yerin
altındaki taş?
Çift Püsküllü Uçurtma
96/197
Suzan Albek
Yaşlı köylü söyleniyordu gene:
Söz Cevat Bey’e gelince hepsi aynı kanıdaydı Alpu köylülerin.
– Sonracığıma… Haydarpaşa’daki şimendifer sarayında
oturan Alamanların başı, gene bir makina kutusundan zil
çalıp emir veriyormuş. Buradaki Alamanlar da “Ya mayn her,
Ahzo, ahzo…” diye patır patır konuşup duruyorlardı. Ben
kulağımla duydum Alpu istasyonunda.
– Cevat Bey bu iş için kıydıysa çocukların canına, Allah
komaz yanına, dediler.
– Ne diyormuş ki şimendifer sarayındaki Alaman?
– Muhtar, al bunu. Hepiniz şahit olun. Rıfat’la Saffet’ten
haber getirenin bu altın, dedi.
– Bulduğunuz madenleri çıkarın, getirin bana diyesiymiş.
Boşuna mı yaptılar buraya demiryolunu? Padişah
efendimizden izin almışlar, bütün madenleri taşıyacaklarmış
memleketlerine.
Daha gençten biri söze karıştı:
– Sade madenleri değil. Hani bizim buralarda üstleri koca
koca kız resimli mermer taşlar var ya onları da taşıdılar
Haydarpaşa’ya.
Yaşlı köylü sözü aldı:
– Hani o resimli taşlar neyse ya madenlerimize yazık. Onları
götürüp makine yapıyorlarmış, sonra pahalı pahalı
satıyorlarmış tekrar bize.
– Eh bize bırakacak değiller ya madenleri. Ya yabancılara
yarıyacak ya Cevat Bey’e, dedi öteki.
Muhtar sert sert konuştu:
– Hadi kesin gayri… Anlamadığınız lâfa karışmayın. Madem
izin vermiş Padişah efendimiz, alırlar elbet madenleri.
Geç vakit kahveye döndüklerinde Adem ağa elini kemerine
soktu, koca bir altın çıkardı, koydu masanın üstüne:
Adem ağa ertesi sabah erkenden çıktı Mihalıççık yoluna.
*
Çiftliğin yanaşması elinde kürekle erkenden gelmişti duvarın
dibindeki samanlığa. Direğe bağlı bir koca keçi görünce
şaşakaldı. Bu da nesi ki diye küreği daldırdı saman yığınına.
Samanlar kıpır kıpır oynadı. Bir kürek daha atayım dedi, geri
geri gitti saman yığını. Yanaşmanın ödü koptu, attı küreği
kaçtı içeri.
Çiftlikten adamlar çıktılar. Önce çözdüler keçiyi aldılar içeri,
sabah kısmeti bu diye. Arkadan şöyle bir yokladılar
samanları. İki baş geldi ellerine, çektiler, çıkardılar.
Çocukların saçları da saman gibiydi. Üstleri, başları da tüm
saman.
– Keçi sizin mi? Nereden geldiniz siz buraya? Diye sordu
adamlar.
Aldılar çocukları götürdüler çiftlik evine. Genç bir adam
kapıyı açtı, o da sordu kim olduklarını.
– Selden kaçtık. Gece korktuk kapınızı çalmaya, dedi Saffet.
Çift Püsküllü Uçurtma
97/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
98/197
Suzan Albek
– Anneniz babanız yok mu sizin?
– Çok ıslandık selden, diye Saffet söze başlarken yanındaki
genç adam çekti kolunu:
– Adem babamız var, dedi Rıfat.
– Hiç anlatma, Hoca Efendi bilir zaten, dedi.
Genç adam güldü:
Saffet’i aldı yanına, bitişik odada sıcak bir tarhana çorbası
içirdi.
– Hepimizin Adem babası var, dedi.
– Adem baba gelip bizi alacaktı, çiftliği sel bastı.
Bu sözlerden kimse bir şey anlamamıştı.
– Gelin bakalım içeri, dediler.
Rıfat üç gün ateşler içinde yandı. Başına sirkeye batırılmış
tülbent koydu, elini ayağını tuzla uğdu, Rukiye hanım. Rıfat
iyileşip gözünü açınca sordu hemen Saffet’e:
– Adem babayı buldun mu?
Çocukları, pencereleri kalın perdelerle örtülü, upuzun bir
odaya aldılar. Dipteki sedirde, biri sarıklı sakallı iki kişi
oturuyordu.
– Gelin bakalım yanıma, dedi bir ses.
Rıfat’ın eli Saffet’in avucunda tir tir titriyordu. Saffet güçlükle
yürüyen kardeşini çekti:
– Kardeşim hasta galiba. Bütün gece titredi. Hem…
– Sen iyi ol da beraber ararız, dedi Saffet.
Evin oğlu genç adam:
– Mavi Hoca ne derse o olur burada. Bir şey söylemeyin,
azıcık bekleyin, dedi.
Mavi Hoca kendi görünmedi, bir haber yolladı:
Sedirde oturan sarıklı adam seslendi:
– “Küçük çocuk daha hasta. Kalsın burada. Ağabeyi bir
dolaşıp arasın ailesini. Yeni ay çıkmadan dönüp gelsin.”
– Rukiye! Gel şu çocuğu al!
– Ya keçim? Diye sordu Saffet.
İçeriye iri yarı, şalvarlı bir kadın girdi, çömeldi yere.
– O da kalsın burada, dedi evin oğlu gülerek.
– Rukiye teyze sen mi geldin? Dedi Rıfat, başını kadının
dizine koydu.
Saffet’in üstüne siyah bir aba verdiler, başına koyun
postundan bir kalpak geçirdiler “Dağ havası çarpar, başaçık
gezilmez” dediler, torbasına azığını koydular, selâmetlediler.
Beyaz sarıklı adam eğildi, başparmağı ile Rıfat’ın iki kaşının
arasını ovuşturdu. Rıfat gözlerini kapadı, uyuyuverdi.
Çift Püsküllü Uçurtma
99/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
100/197
Suzan Albek
Saffet çam dallarından bir sopa kesti eline. Çıktı ulu ağaçların
hışırdadığı dağlara doğru. Yollarda rastladığı köylülere,
çobanlara Adem ağayı, annesini, yengesini, Gülbahar,
Gülizar, Emine’yi sordu. Akdoğan’la Sarıperçem atlarımızın
adı, dedi. Kimse yanıt vermedi. Kapısını çaldığı bir köy
evinde çocuklar korktular bu yüzü gözü güneşten yanıp
kavrulmuş, gözleri kıpkırmızı olmuş çocuğu görünce.
“Şeytan gibi biri geldi” diye bağrışarak kapıyı kapadılar
yüzüne. Bir çiftlikte köpekler saldırdı üstüne. Saffet kaçtı,
kaçtı, çıktı daha yukarılara. Akşamüzeri bir kesiklik geldi
bacaklarına. Ulu bir kestane ağacının dibinde, kurumuş
yaprakların üstüne kıvrılıp yattı. Sivri mızraklılar onun
kanına da titreten ateşin zehrini koymuşlardı çoktan.
Yol ormandan çıkmış, döne döne, tepelerin arasında çanak
gibi bir yere inmişti. Çanağın ortasında çıkrıklı kuyular vardı.
Üstleri başları paramparça adamlar, sepetlere binip bu derin
kuyulara iniyorlar, ta aşağıdan bağırıyorlardı:
*
– Sabun kesiyoruz, sabun. Kil sabunu, dediler beyaz adamlar.
Mihalıççık’tan yola çıkıp, araba ormanın içine dalınca Gülizar
ile Gülbahar, azıcık gözlerini açmışlardı. Emine ise hâlâ ateş
içinde ölü gibi yatıyordu. Ulviye hala dimdik oturuyordu.
Adem ağa Alpu dönüşü, Saffet’le Rıfat’ı bulamadığını
söyleyince:
– Benim çocuklarım abdal mı selin önünde dikilip kalsınlar?
Kaçmışlardır. Hem ben dün gece gördüm düşümde. Ala bir
atın sırtına binmişler, yel gibi geliyorlardı bu dağlara doğru,
dedi.
Bu söz üzerine kızlar ve anneleri ferahlamışlardı biraz. Oysa
Adem ağa çok kaygılıydı, uzun bıyıklarını çiğniyor,
söyleniyordu kendi kendine:
– Düşman önünden kaçırdım, bütün Rumeli’den geçirdim de
kendi yurdumda yitirdim öksüz kuzularımı.
Çift Püsküllü Uçurtma
101/197
Suzan Albek
– Çek ipi çek!
Çıkrıklar çıkır çıkır işliyor, kuyudaki adamlar yerin altından
kovalarla beyaz bir çamur çıkarıyorlardı. Yukarıdaki
adamlar çıkan çamuru kalıp kalıp kesip üstüne bir damga
vuruyorlar, sonra çuvallara dolduruyorlardı. Elleri, yüzleri,
saçları bembeyazdı adamların. Adem ağa selâm verip:
– Kolay gele! Ne iş tutarsınız? Diye sordu.
Uzattılar, altı kalıp verdiler Adem ağaya.
Adem ağa gene sordu:
– Demirci Ali ağayı bilir misiniz?
– Bilmez olur muyuz? On gün önce geldi. Kazmalarımızı
biledi. Küreklerimizi tamir etti. “Beni soran olursa arkamdan
gelsin” dedi, diye yanıtladılar.
Adem ağa beyaz sabuncularla vedalaştı gene düştü yola.
Başladı yeniden mis gibi çam ormanları. Akşama doğru kıraç
bir tepenin yamacında bir köy göründü karşıdan. Bir duman,
bir yanık kokusu geldi burunlarına.
– Sorgun köyü! Dedi Adem ağa.
Çift Püsküllü Uçurtma
102/197
Suzan Albek
Köyde koca koca ateşler yanıyordu. Herkes çamurdan
çömlekler, güveçler yapıp pişiriyordu. Kadınların, erkeklerin,
çocukların elleri, yüzleri kapkaraydı. Yaptıkları çömlekleri
bir yandan eşeklere yüklüyorlardı pazara götürmek için.
Daha yüklerken yarısı kırılıyordu kapların. Büsbütün
kararıyordu hepsinin yüzleri.
Dışları kara, içleri aktı Sorgun köylülerin. Konuk gelen bu
garip yolcuları ağırladılar, yedirdiler, içirdiler, yatırdılar.
Adem ağa Demirci Ali ağayı sorunca aynı yanıtı verdiler
onlar da.
Ertesi gün köyden çıkınca bir uzun yol gittiler Sündiken
Dağları’nda. Bir köye vardılar ki her yanı taşlık. Ne bir ağaç
var ne bir yeşillik! Akşamleyin uzak yerlerde otlayan koyun
keçi sürüleri döndü köye. Gülizar ile Gülbahar konuk
oldukları evin kızlarına sordular:
– Siz ekip biçmez misiniz? Ay çiçeği, kuşka büber, domates,
patlıcan?
– Neymiş onlar? Neymiş onlar? Biz bilmeyiz.
Bilmediğimiz şeyi yemeyiz, diye yanıtladılar.
Bir gün yel, bir tohum getirse, o tohum bir duvarın dibinde
yeşerip bitse, büyüyüp bir ağaç olsa, çocuklar söküverirmiş
hemen zehirlidir diye. Sebze meyve bilmedikleri,
yetiştirmedikleri için dişleri çarpık çurpuk, oyuk oyuk,
kazma gibi, gedik, çürükmüş hepsinin. Dişleri çürükmüş ama
yürekleri sağlammış o köylülerin. Ellerinden geldiğince
ağırladılar konuklarını, soğuk ayranlar içirdiler. Adem ağa
gene sordu Demirci Ali ağayı:
Çift Püsküllü Uçurtma
103/197
Suzan Albek
“Yedi gün önce geldi, kazmamızı, küreğimizi biledi, gitti. Beni
soran olursa arkamdan gelsin dedi”, diye yanıt verdiler.
Taşköylülerle vedalaşıp çıktı Adem ağa yola. Gülbahar,
Gülizar, anneleri, Ulviye hala canlanmış, dirilmişlerdi dağ
havasından. Atlar yorulmasın diye indiler arabadan. Konuşa
konuşa yürüdüler:
– Ah Mustafa’m neredesin? Diye yakındı Adem ağanın karısı.
– Ah Mehmet’im! Ah Saffet’im, Rıfat’ım nerelerdesiniz? Diye
seslendi Ulviye hala.
Mustafa! Rıfat! Saffet! Diye yankıladı kayalar. Çamlar
uğuldadı, yitti sesler. Gülizar dürttü Gülbahar’ı:
– Ya Hüseyin? Hüseyin nerelerde?
Gülbahar bir çam ağacının arkasında gizlice orta
parmağındaki bezi çözdü. Baktı zümrüt yüzüğüne. Her yana
ışıklar saçtı yeşil taş. Gülbahar tekrar bağladı bezi
parmağına. Geçtikleri yerlerde kimseye göstermemişti
yüzüğünü.
Emine gene serilmiş yatıyordu arabada Alimesiyle. Yolda
rastladıkları yaşlı bir köylü:
– Bu çocuk iyileşmez. Onu Arap dede türbesindeki yatıra
götürün gelmişken, dedi; sopasıyla karşıda yemyeşil bir
tepeyi gösterdi. Adem ağa çevirdi atların başını tepeye
doğru. Az gittiler, uz gittiler, vardılar yeşil tepeye. Tepenin
üstünde bir türbe, içinde upuzun bir mezar vardı. Adakları
olan köylüler türbenin demirlerine çaputlar bağlamışlardı.
Çift Püsküllü Uçurtma
104/197
Suzan Albek
Gülizar türbenin çevresini şöyle bir dolaşayım derken,
birden uzun boylu bir Arap çıktı karşısına. Kız bir çığlık attı,
sarıldı annesinin eteklerine. Adem ağa yetişti, selâm verdi
Arap’a:
– Aleyküm selâm! Dedi koca Arap. Ak gözlerini devire devire.
Ben bu türbeyi beklerim bin iki yüz yıldan beri, diye ekledi.
Gülizar ile Gülbahar merakla yaklaşmışlardı babalarının
yanına:
– Ne? Ne? Bin iki yüz yıldan beri mi?
Koca Arap uzun bir sırığın üstüne yaptığı çentikleri saydı:
Tam bin iki yüz kere üç yüz altmış beş. Eder dört yüz otuz
sekiz bin… Adem ağa “Bu arap azıcık bunamış” dedi içinden,
belli etmedi inanmadığını.
Arap anlattı:
– Benim adım Emirül Omar. Ama Arap dede derler burada
bana. Bin iki yüz yıl önce Bizans kafiriyle dövüşmek için
Arap ordusuyla geldik bu ülkeye. Arkadaşım şehit düştü.
Gömdük buraya. O gün bu gündür, yani dört yüz otuz sekiz
bin gündür beklerim arkadaşımın başını.
– Ya ne yer ne içersin Arap dede? Diye sordu Gülbahar.
– Bana yemek içmek gerekmez, dedi Arap.
Adem ağa gene güldü içinden “Bu Arap azıcık değil, iyice
bunamış. Arkada koca bir testi suyla bir bakraç yoğurt var”.
Çift Püsküllü Uçurtma
105/197
Suzan Albek
Gülbahar ile Gülizar iyice korkmuşlardı bu bin iki yüz yıldan
beri hiç yiyip içmeden yaşayan Arap’tan. Koştular arabaya.
Emine şöyle bir gözlerini araladı, tekrar yumdu.
Arap’ın duasını alıp çıktılar yola. Beş gün olmuştu, ulu
çamları gökyüzüne değen Sündiken Dağları’na çıkalı. Beşinci
günün akşamı, dağların Sakarya Nehri’ne bakan yamacındaki
Sarıyar köyüne vardılar. Adem ağa hemen sordu Demirci Ali
ağayı.
“Yedi gün önce buraya geldi. Pekmez kazanlarımızı, yoğurt
bakraçlarımızı tamir etti. Ben Beypazarı’na dükkan açmaya
gidiyorum. Beni soran olursa gelsin arkamdan, dedi, üç gün
önce gitti” diye yanıtladılar.
Sarıyar köyü bağlık bahçelikti. Kadınlar, çocuklar uzun
sopalarla ceviz çırpıyorlar, sepet sepet elma taşıyorlardı.
Hepsi kırmızı yanaklı, beyaz, düzgün dişliydiler.
Akşam konuk kaldıkları evde, başı beyaz tülbentli, nur yüzlü
bir nine sedirde oturuyordu. Köyün kızları çevresine
toplanmışlar, hep beraber ilâhi söylüyorlardı:
Taştan çıkar türlü sular
Ayağında neler biter
Cahil gönül taştan beter
Yola gelmez gelir değil.
Boz yapalak devlengece
Emek yemen erte gece
Onun işi köstebektir
Salıp ördek alır değil.
Çift Püsküllü Uçurtma
106/197
Suzan Albek
Sedirin bir köşesinde yatan Emine, bu tatlı sesleri duyunca
açtı gözlerini, beyaz tülbentli nineyi gördü. Günlerdir ilk kez
kalktı yerinden, ninenin yanına gitti, seslendi:
– Yok oğul… Domaniç çok uzak buraya. Burası Yörük Yaylası.
Biz yazın burada oturan Yörükleriz. Bize tuz getiren
deveciler bulmuşlar seni. Şükür iyileştin.
– Gülizar, Gülbahar abla! Ninem buradaymış!
– Düş görmüşüm, dedi Saffet. Uzun bir düş.
*
Rahat bir uykuya daldı yeniden.
Domaniç yaylasında Karakeçililer, Kızılkeçililer, Akkoyunlular, Karageyikliler… Develer, develer… Üstlerinde kilimler…
Boyunlarında çanlar, bir o yana sallarlar, bir bu yana… Dan…
Dan… Dan… En önde Kara Osman, atın üstünde, belinde
kılıcı. Hepsini koruyan, yaylaya çıkaran Kara Osman…
Develer, boyunlarında çanlar. Dan… Dan… Dan… Bir o yana…
Bir bu yana… Dan… Dan…
Çan sesleri kesildi birden. Develer durdular. İki kol, kestane
yaprakları üstünde kıvrılmış yatan çocuğu usulca kaldırdı,
devenin üstüne yerleştirdi. Tekrar yola çıktı develer. Lap…
Lap… Lap…
Gece yaylaya vardılar gelenler. Çocuğu bir kara kıl çadıra
yatırdılar. Sabah ağzına taze süt akıttılar. Üstünü sıkıca örtüp
bastırdılar. Günler geçti. Bir gece gözünü açtı Saffet. Kıl
çadırın tepesinde pırıl pırıl parlayan yıldızları gördü. Ertesi
sabah kaldırdı başını. Başucunda beyaz sakallı bir dede
vardı.
Ertesi sabah, dede çadırdan dışarıya seslendi:
– Delibalta! Delibalta!
İri yarı, kara kaşlı genç bir adam girdi çadıra. Dede ona bir
şey söyledi. Delibalta Saffet’i bir kilime sardı, kucakladı
götürdü. Bir yamaçta, tek, koyu yeşil, yüksek bir çam
ağacının altına yatırdı. Belinden bıçağını çekti, sapladı ağacın
gövdesine. Saffet gözlerini açmış, merakla bakıyordu.
Delibalta ağacın budağını iyice oydu, içinden bembeyaz,
uzun, reçine kokan bir kabuk çıkardı, verdi Saffet’e:
– Soymuk bu. Ye. Hiçbir hastalığın kalmaz.
Saffet gülümsedi:
Saffet üç gün yattı ulu çamın altında, soymuk yedi. Gücü
yerine geldi. Bir akşamüzeri, işlerini bitiren Yörük çocukları
geldiler, oturdular çevresine. Saffet’e kim olduğunu, nereden
geldiğini sordular. Saffet bir bir anlattı olanları. Balkan
Savaşı çıkınca nasıl evlerini bıraktıklarını, dedelerinin
silahlarını nasıl göle attıklarını, Balkan dağlarında
arkalarından nasıl düşmanın geldiğini, hepsini, hepsini…
Çocuklar gözlerini aça aça dinlediler. Biraz ötede oturan bir
çocuk sordu Saffet’e:
– Neresi burası? Domaniç yaylası mı? Kara Osman mı getirdi
beni buraya?
– Sen böyle uzak yerlerden geldiğin için mi saman saçlı, çini
gözlüsün? Bizim dilimizi konuşuyorsun ama hiç
– İyileştin mi oğul? Dedi, elini alnına koydu.
Çift Püsküllü Uçurtma
107/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
108/197
Suzan Albek
benzemiyorsun bize. Saffet’in öyküsünü başından beri
izleyen Delibalta şöyle dedi:
başını. Çamların arasından kavun dilimi gibi bir ay
görünüyordu. Hemen koştu çadırdaki dedeye:
– Saçının, gözünün rengi neyine gerek! O da bizim gibi bir
Adem oğlu işte!
– Dede! Dede! Ben yeni ay çıkmadan çiftliğe gidip kardeşimi
alacaktım. Ay çoktan çıkmış. Geç kaldım. Ne olur bana yolu
gösterin gideyim.
Saffet, Adem oğlu sözünü pek sevdi. Adem babasının onları
arabasıyla Alpu’ya nasıl getirdiğini anlattı. Büyük
çocuklardan biri:
– Biz buralıyız, dedi. Dedem diyor ki, biz sürülerimizi otlata
otlata bin yıl önce gelmişiz Anadolu’ya. Yazın yaylalarda,
kışın ovalarda oturmuşuz. Gene oturuyoruz işte. Bütün bu
dağlar bizim.
İyice arkadaş olmuştu Saffet çocuklarla. Uzun uzun
konuştular. Söz bitince Saffet, yanında oturan çobanın
elinden kavalını aldı, üfledi, denedi, öyle bir hava çaldı ki,
hepsi susakaldılar. Çadırlardan kadınlar, kızlar çıkıp geldiler
yanına. Sordular:
– Bu ne havası? Ne kadar yanık çaldın?
Saffet başını eğdi:
– Bu, bilmediği memlekette anasını babasını yitirenin havası.
Tekrar aldı kavalı eline. Bu kez daha da yanık, daha da uzun
çaldı; kadınlar, kızlar dayanamadılar, ağlaştılar, sordular:
– Ya bu dokunaklı türkü ne?
Dede düşündü:
– Yalnız yolu bulamazsın. Biz toplanıyoruz artık. İki gün
sonra ineceğiz. Beraber ineriz. Senin söylediğin hangi çiftlik?
– Alapınar köyünün yakınındaki çiftlik.
– Orada birkaç çiftlik var. Hangisi ola?
İki gün sonra göç başladı. Çadırlar sökülüp eşya yüklendi
develere. Sürüler koyuldu yola. Koyunların, keçilerin
çıngırakları çın çın çınladı dağlarda.
Saffet Delibalta’nın devesine binmişti. İndiler Alapınar
köyünün yanına. Dağın yamacında etrafı duvarlarla çevrili
çiftlik binası görününce Saffet indi deveden. Dedeyle,
Delibalta’yla, herkesle vedalaştı. Yörükler ağır ağır
uzaklaştılar.
Saffet vardı çiftliğin kapısına. Bir gece yattıkları samanlık
yoktu yerinde. Sopasıyla vurdu kapıya. Ses yok. Gene vurdu,
vurdu, vurdu… Hiç ses gelmedi içeriden. Saffet kalakaldı
orada. Gitgide uzaklaşan deve çanlarını işitti: Dan… Dan…
Dan…
– Bu, kardeşini bilmediği kimselere bırakıp gelenin türküsü,
dedi. Kavalı bıraktı elinden, fırladı, kaldırdı gökyüzüne
Çift Püsküllü Uçurtma
109/197
Suzan Albek
*
Çift Püsküllü Uçurtma
110/197
Suzan Albek
Sarıyar köyünde birkaç gün kalıp dinlendikten sonra Adem
ağa tekrar atları koştu arabaya. Sabah yola çıkarken Ulviye
hala:
Sarıyar köylü tuttu eşeğini yularından berrak suların
köpürdüğü iri taşlara basa basa geçti karşıya. Adem ağa
arkasından indi aşağıya, kolaylıkla geçirdi arabayı.
– Bu gece düşümde Saffet’i gördüm. Bir ağacın altında
oturmuş, düdüğünü çalıyordu, dedi.
Gülizar usulca sordu Gülbahar’a:
– İnşallah bir haber alırız, dedi Adem ağa.
Köyden çıkarken eşeğiyle bir köylü düştü önlerine:
– Sakarya Nehri’ni geçeceğiz. Siz bilmezsiniz, kimi yerde
coşkun akar, kimi yerde sığlaşır su. Ben size yolu göstereyim,
dedi.
Arabanın yanında bir yandan eşeğini dehleyip bir yandan da
konuştu köylü:
– Buraların ıssız, yolsuz olduğuna bakmayın siz. Nice yıllar
önce kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan. Ertuğrul Bey’in
oğlu Sultan Osman, Söğüt yöresinde beyliğini güçlendirip,
oralara adalet, düzen getirdikten sonra, seferlere çıkmaya
başlamış…
Kızlar Sultan Osman sözünü duyunca doğrulup hemen kulak
vermişlerdi. Köylü sürdürdü sözünü:
– Burada Samsa Çavuş adında, Sultan Osman’ın bir arkadaşı
otururmuş. Sultan Osman Göynük seferine çıkacağı zaman,
gelmiş ona. Samsa Çavuş işte buradan, nehrin sığlaştığı
yerden geçirmiş Sultan Osman’la adamlarını.
– Kara Osman’ı bildiğine göre, masalın sonunu da biliyor mu
acaba Sarıyarlı amca? Hani Orhan’la Nilüfer’i. Sorsak anlatır
mı?
– Eh hadi size uğurlar ola Adem ağa. Pek oyalanmayın
yollarda. Ben görmedim ya, eşkıya vardır derler buralarda.
Sarıyar köylü bunları söyleyip uzaklaşmıştı bile.
Nehri aştıktan sonra yol dikleşmiş, iki yanda sivri, sarp
kayalar yükselmişti. Tam, kayalık, dar bir geçide girmişlerdi
ki bir nal sesi duydular arkalarından. Dönüp baktılar
korkuyla. Nehri aştıkları yerde bir atlı dört nala geliyordu
onlara doğru.
– Eşkıya olmasın? Diye sordu kadınlar. Kızlar sindiler
yaygının altına. Adem ağa şaklattı kamçıyı, atlar ok gibi
fırladı. Uzun süre gittiler savrula savrula. Arkalarındaki atlı
yetişti yetişecek. Cepkeni uçuşuyor havada, elini kolunu
sallıyor. Adem ağa yavaşladı birden:
– Bu adam bir şey söylüyor gibi. Silahı da yok elinde.
Çekti dizginleri. Atlı geldi, durdu yanlarında, selâm verdi:
– Size bir haberim var Adem ağa!
– Adem ağa mı? Nereden bildin adımı?
Çift Püsküllü Uçurtma
111/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
112/197
Suzan Albek
– Sizi arıyorum kaç gündür. Mavi Hoca yolladı beni.
– Mavi Hoca mı? O da kim?
– Allah sizden razı olsun. Söyle Mavi Hoca’ya, kalsın Rıfat
yanında. Bir yolum düşerse ben gelir görürüm.
– Oku mektubu, anlarsın.
Atlı döndü geriye, tam uzaklaşıyordu ki Adem ağa seslendi
arkasından:
Atlı koynundan mühürlü bir mektup çıkardı, Adem ağaya
uzattı.
– Dur! Dur! Dönüşte Alpu köye uğra. Muhtarı gör. Ondan bir
altın alacaksın. Senin hakkın.
Adem ağa bir yandan mektubu okuyor, bir yandan “Şükürler
olsun! Şükürler olsun!” diye söyleniyordu. Mektubu bitirince
seslendi arkasına:
Atlı elini göğsüne bastırıp uzaklaştı.
– Gözümüz aydın! Bulundu çocuklar!
Kızlar, anneleri sevinçle bağrıştılar, sarıldılar Ulviye halaya.
Adem ağa açıkladı mektubu:
– Saffet’le Rıfat selden sonra Mavi Hoca’nın kardeşinin
çiftliğine sığınmışlar. Saffet bizi aramaya çıkmış.
Dönmeyince Mavi Hoca akrabalarıyla birlikte Rıfat’ı da
götürmüş Eskişehir’e, evine. Çocuk güven altındadır, izin
verirseniz kalsın burada, okuma yazma öğrensin, diyor.
Bir kıvanç, bir mutluluk geldi arabaya. Güldüler, söylediler,
türkü çağırdılar:
Boz yapalak devlengece
Emek yemen erte gece
Onun işi köstebektir
Salıp ördek alır değil…
Sarıyar’daki ninenin türküsü. Hiç anlamıyorlardı ne demek
olduğunu, gene de çok hoşlarına gidiyordu sözleri.
Adem ağa şaklatıp kırbacını, bağırıyordu dağlara doğru:
– Sağ olsun, sağ olsun. Ne mübarek adammış. Çocuğu
korumuş, bize de haber salmış merak etmeyelim diye, dedi
Ulviye hala.
– Hey! Hey! Buldum öksüz kuzularımı! Kızlarım da iyileşti!
– Ya Saffet? O nerede şimdi? Diye sordu kızlar.
– İyileştiler dağların havasından.
– Hiç merak etmeyin, dedi Adem ağa. Ondan da bir haber
çıkar yakında.
Ulviye hala ekledi:
Sonra atlıya döndü:
Gülizar başını uzattı:
Çift Püsküllü Uçurtma
113/197
Suzan Albek
Karısı sözün sonunu getirdi:
– Pınarların suyundan.
Çift Püsküllü Uçurtma
114/197
Suzan Albek
– Sarıyar’ın elmasından.
Emine şaşırdı:
– Elmas mı? Elmas mı vardı Sarıyar’da? Neden bana
göstermediniz?
Ablaları gülüştüler:
– Elmas değil. Elma! Elma!
O akşam kavun dilimi gibi bir ay doğdu çamların arkasından.
*
Beypazarı’na varınca, hemen buldular Ali ağanın çarşı
içindeki demirci dükkanını.
– Geleceğinizi biliyordum, dedi Ali ağa.
Götürdü evine yerleştirdi, Adem ağayla ailesini.
Adem ağa atları tımar etti, nalları yeniletti, bir süre dinlendi.
Bir gece konuştular demirci Ali ağayla:
– Var birkaç şey. Sarıyar köylüler benden bir pekmez kazanı
istediler. Onu oraya bırak. Bir tas pekmez al. Onu götür Arap
dedeye. Taş köylülere yoğurt bakracı aldım. Onu götür. Sana
bir torba yoğurt verirler. Sorgun köylülere bir kürek yaptım.
Onu götür. Bir çömlek verirler sana. Yoğurdun yarısını ye,
yarısını doldur çömleğe, indir kuyudan kil sabun çıkaranlara.
Sana bir sepet sabun verirler. Götür onu teslim et
Mihalıççık’taki Ayşe bacıma. Ayşe bacım üç çift çorap verir
sana. Bir çiftini sıcacık giy ayaklarına, birini Alpu’daki
Durmuş dayıma götür, birini de dönüşte getir bana.
Adem ağa demircinin söylediklerini bir bir tuttu aklında.
Kazanı, bakracı, küreği yükledi arabaya, çıktı yola. Günlerce
gitti. Yağmur indi, dolu yağdı, yel esti. Hiç durmadı Adem
ağa. Şaklattı kırbacı “Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem!”
Vardı Ali ağanın dediği yerlere. Emanetleri verdi.
Alpu istasyonunda geçit bekçisi tam geçidi kapatıyordu ki
yetişti Adem ağa.
– Çabuk geçir arabanı, az sonra tren gelecek, dedi bekçi.
– Yok, olmaz. Gidip bulacağım Saffet’i. Elbet bir bilen vardır
nerede olduğunu.
Adem ağa arabayı bir kenara çekip çıktı istasyona. Bir
köşede üstü kara abalı, başı koyun kalpaklı biri, sopasına
dayanmış oturuyordu. Adem ağa “Bu da kim? Bir bakayım”
derken, kara lokomotif göründü, düdüğünü çala çala geldi
durdu. Köşede oturan birden fırladı yerinden, atladı trene.
İşte o zaman anladı Adem ağa. Koştu atladı trene.
– Eh öyleyse, sen bilirsin.
– Saffet! Saffet! Nereye gidiyorsun?
– Götürülüp getirilecek bir şeyin var mı?
Saffet trenin kalabalığında gözden yitmişti. Adem ağa
herkesi ite kaka koştu oraya buraya. Tam hareket memuru
– Güz geldi, bu dağlar yol vermez. Yağmur bir inerse selden
geçilmez. Vazgeç Alpu’ya inmekten Adem ağa!
Çift Püsküllü Uçurtma
115/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
116/197
Suzan Albek
elindeki yuvarlak işareti kaldırmış, kampana çalmıştı ki iki
çuval arasında yakaladı Saffet’i, çekti abasından. Tren
hızlanırken, attı kucağında Saffet’le kendini yere.
– Niye bindin trene? Beni görmedin mi?
Haziran boyunca güneşin altında kesip kuruttukları onca
kerpiç, akıp gitmişti. Saffet koştu çiftliğin arkasındaki tepeye
doğru. Küçük kireçli tepenin üstündeki kerpiç ev, olduğu gibi
duruyordu. Çevresinde otlar yeşermişti. Saffet oturdu küçük
evin yanına, eğildi penceresinden baktı, sonra başını
dizlerine dayayıp bir ağlama tutturdu. Adem ağa geldi
yanına, başını okşadı Saffet’in:
Saffet’in hiç sesi çıkmıyordu.
– Niye ağlıyorsun?
– Ben seni aramak için geldim nerelerden.
– Alimenin evi… Rıfat’la beraber yapmıştık.
Saffet başını kaldırdı:
– Hı… Rıfat.
– Ya Rıfat? Rıfat’ı aramadın mı?
Saffet daha da arttırdı ağlamasını:
Adem ağa hafifçe gülümsedi:
– Rıfat’ı yitirdim. Onu dağda bir çiftliğe bıraktım. Orada bir
renk hoca vardı.
Silkelenip bindiler arabaya. Saffet yüzü koyun yumuldu.
Adem ağa sordu:
– Hı… Rıfat.
– Bir renk hoca mı?
Saffet’i çekti yanına oturttu, elini omzuna koydu.
– Haydi gidelim bizim Kireççi Çiftliği’ne.
– Ya Rıfat? Aramıyacak mısın onu baba?
– Hı… Rıfat…
Kireççi Çiftliği’nde eskiden yapıların olduğu yerde, sular
çekilmiş, fakat yerinde vıcık vıcık bir balçık oluşmuştu.
Ahırın duvarının tek tük taşları ve birkaç sırıktan başka bir
şey kalmamıştı ortada. Saffet bir sırığı çekti çıkardı
çamurdan. Sırığın üstünde belli belirsiz bir yazı vardı. İyice
baktı Saffet, okudu: “Haziran 1913”
Çift Püsküllü Uçurtma
117/197
Suzan Albek
– Evet, şey, Mavi Hoca. Kocaman sarıklı. Korkunç bir adam.
Görmeden her şeyi bilirmiş. Yeni ay doğmadan gel, kardeşini
al, dedi bana. Geç kaldım. Sonra gittim baktım ki çiftlik
kapalı. Kimse yok. Alapınar’da herkese sordum, kimse
bilemedi Rıfat’ın nerede olduğunu.
– Hı… Rıfat.
– Alpu’ya inerken, çiftliğin yanaşmasını gördüm. Rıfat’ı Mavi
Hoca Eskişehir’e götürdü dedi.
– Sen de bunun için mi biniyordun Eskişehir trenine?
Çift Püsküllü Uçurtma
118/197
Suzan Albek
– Evet, gidip bulacaktım Rıfat’ı. Mavi Hoca kaçırdı onu.
Keçimi de vermedi.
– Öhö, öhö… Sakallı keçi.
Adem ağa oturdu Saffet’in yanına:
– Üzülme oğlum. Biz haber aldık Mavi Hoca’dan. Rıfat’ın
rahatı çok iyi.
Saffet birden kesti ağlamayı:
Sakarya Nehri’ni aşınca geçti Adem ağanın yerine. Bir
şaklattı kırbacı. Akdoğanla Sarıperçem hemen tanıdılar,
coştular, yel gibi uçtular, bir salladılar ki çıngıraklarını, sanki
dört atlı araba geliyor. Çıngır çıngır girdiler Beypazarı’na.
Herkes karşılamaya çıktı. Saffet sarıldı annesine, yengesine,
Gülbahar Gülizar ablalarına, Emine kardeşine. O akşam
bayram ettiler Ali ağanın evinde. Saffet bir ara sordu
annesine:
– Niye baştan bunu söylemedin bana Adem baba?
– Rıfat’ı bilmediğim insanlara bıraktım diye kızmadın mı
bana?
– E… Ne yapalım, sen beni göre göre trene atlayıp arkandan
koşturur musun? Ben de böyle eğlenirim seninle işte.
– Yok, yok… Ben gördüm düşümde Rıfat’ımı. Hocanın
karşısında oturmuş, sallana sallana ders belliyordu.
– Hı… Rıfat, Hı… Rıfat diye.
– Hoca vurmuyor mu sopasıyla Rıfat’a?
Saffet bunu söyleyerek atıldı Adem babasının kucağına, öptü
yanaklarından. Diken gibi bıyıklar, battı yüzüne gözüne.
– Eh, arada şöyle bir dokunuyor omzuna. Zarar yok.
Kardeşin okuma yazma öğrensin de…
Saffet’in biraz daha rahatladı içi.
*
Bindiler arabalarına, tuttular yolu. Alpu’da köylüler önlerini
kestiler. “Gözün aydın Adem ağa” dediler, sonra sordular:
– Mihalıççığa gidecek birkaç çuval malımız, sandığımız var.
Götürür müsün?
Adem ağa ile Saffet yüklediler çuvalları, sandıkları. İndire
bindire köyleri dolaşa dolaşa aştılar dağları. Saffet attı kara
abayı üstünden, pınarlarda yüzünü gözünü yıkadı, çini
gözleri çıktı ortaya ışıl ışıl.
Çift Püsküllü Uçurtma
119/197
Suzan Albek
*
Adem ağa taşıdığı mallardan kazandığı parayla bir küçük ev
kiraladı Beypazarı’nda, çoluğunu çocuğunu yerleştirdi.
Saffet’i Ali ağanın yanına çırak verdi. Kendisi de kış
bastırmadan birkaç kez gitti geldi. O köye tuz, öbürüne yağ,
bir ötekisine kil sabunu, gaz. Her geçişinde Arap dedeye bir
tas pekmez götürmeyi unutmadı.
Adem ağa yollardayken Saffet evin erkeği oluyordu. Sabah
erkenden iş başı. Demirci körüğünü şişirip şişirip pof puf
Çift Püsküllü Uçurtma
120/197
Suzan Albek
üfletiyor ateşin üstüne. Sonra, örse ateşte kıpkırmızı olmuş
demiri koyuyor. Bir ustası vuruyor, bir Saffet.
Akşam yorgun argın dönerken, eve ne gerekiyorsa hepsini
alıyordu. Kadınlar hiç çarşıya çıkmazdı o kasabada. Akşama
kadar evin işini yapar, ekmek yoğurur, yemek pişirir, sonra
oturup dikiş diker, iş işlerler, çorap örerlerdi.
Evi tertemizdi Adem ağaların. Pencerelerine örtü perdeler
asmışlar, arkadaki bahçeyi düzeltip kışlık lahana, soğan,
havuç ekmişlerdi. Hiç sokağa çıkmıyorlardı ama herkes
tanıyordu Adem ağanın kızlarını, “Altın saçlı kızlar”,
“Hamarat kızlar” diye ün salmışlardı. Bir de kızın birinin, bir
parmağı sakatmış, hep bez sarılı gezermiş, dediklerine göre.
Adem ağa son bir kez, geç vakit Mihalıççık’tan dönerken iki
silahlı adam dikildiler karşısına:
– Hey! Dur! Adem ağa sen misin?
Adem ağa çekti dizginleri. Hiç tanımıyordu adamları.
– Hayrola ağalar, bir şey mi diyeceksiniz?
– Bizim değil, Cevat Bey’in bir diyeceği var, “Kireççi Çiftliği
batak oldu, onun işine yaramaz artık, satsın bana” diyor.
Adem ağa korktuğunu belli etmedi, direndi:
– Osmanlı Sultanı bana bir toprak verdi, daha ekmedim,
biçmedim, nasıl satarım?
– Nasıl olsa satacaksın, boşuna bekleme.
121/197
– Ne düşüneceksin? Cevat Bey bekliyor, haydi düş önümüze.
Adem ağa yalvardı, yakardı, “Evden beklerler, bu kez
salıverin” dedi. Silahlı adamlar insafa geldiler:
– Biz peşindeyiz. Çabuk git gel, dediler, bıraktılar Adem
ağayı.
Adem ağa eve dönünce anlattı karısına olanları.
– Aman ne yapacaksın o bataklığı? Kızlarımız az kalsın
ölüyordu orada. Sat gitsin.
– Osmanlı Sultanı bana bir toprak verdi, daha ekmedim,
biçmedim, nasıl satarım?
*
Çift Püsküllü Uçurtma
– Hele izin verin ağalar, bir düşüneyim.
Suzan Albek
– Osmanlı Sultanı seni düşünseydi tohumunu, sabanını
gönderirdi arkandan. Öldün mü kaldın mı diye sordururdu
bir kez. Hani nerede? Dedi karısı.
Adem ağa içinden “Doğru söylüyor bizim hanım” dediyse de
ses çıkarmadı. Bir daha da gitmedi dağlara. Arkadan kar
bastırdı. Dağlar bembeyaz oldu. Saçaklardan hançer gibi
buzlar sarktı. Adem ağa işsizlikten ofladı, pofladı, sıkıntıdan
patladı. Bir gün aklına bir şey geldi, seslendi Emine’ye:
– Emine kız! Hiç aklına gelmiyor mu senin okuyup yazmak?
Koca kız oldun, bebek oynamaktan başka bir şey
bilmiyorsun!
Emine bir kaçtı, iki kaçtı, sonunda oturdu babasının dizinin
dibine. Babası eline bir defter, bir de küçücük kalem verdi.
Çift Püsküllü Uçurtma
122/197
Suzan Albek
– Yaz bakayım… Elif be…
Emine baktı yan gözle Alimesine. “Alimeciğim, babam
bıraksa da saçlarını örsem” diye geçirdi içinden.
bir araba yaklaşıyordu. Atlar Akdoğan’la Sarıperçem.
Yelelerini savura savura geliyorlar. Ama arabayı süren Adem
ağa değil. Genç bir adam. Kızlar koşuştular sokağa. Hepsi bir
şey geçirdi aklından. Hele Gülbahar!
– Önüne bak! Yaz benim dediğimi! Elif üsre…
– Mustafa! Mustafa’m! Diye bağırdı anneleri.
Emine gene Alimesini düşündü “Bir kırmalı elbise diksem,
altına şalvar giydirsem buranın kadınları gibi Alimeme.”.
– A! A! Mustafa ağabey gelmiş!
Ellerine vurdu babası dikkat vermiyor diye. Öyle böyle, kış
sonuna kadar Emine zar zor söktü okumayı.
O akşam gene bir bayram oldu Adem ağanın evinde.
Komşular toplandılar Adem ağanın büyük oğlu İstanbul’dan
gelmiş diye. Kadınlar bir odada, erkekler bir odada.
Saffet, demirci ocağının karşısında ter döktü, durmadan
çalıştı, çabaladı, baktı eve, henüz on bir yaşındayken. Çok
yoruldu ya buna karşın pazuları güçlendi, demir gibi oldu,
boyu uzadı. Kızlar da boy attı selvi gibi. Hele Gülizar ablasını
geçti. Onlar da çalıştılar durmadan, komşulara dikiş diktiler,
bir sap ipliği ziyan etmediler. Ulviye hala ile anneleri büyük
konakların böreğini, ekmeğini pişirdiler, ne yapıp ne edip
zar zor kışı geçirdiler.
Nisan geldi. 1914 Nisanı. Kar kalkar kalkmaz Adem ağa
arabasını tamir etti. Atları çıkardı ahırdan. Beypazarı’ndan
siparişleri aldı. Evdekiler çekine çekine tembih ettiler:
– Cevat Bey’in silahlı adamları çıkarsa karşına, inatlaşma.
Sattım gitti de. Ne yapacaksın o bataklığı?
Günler geçti, dönmedi Adem ağa. Evdekiler suskun,
beklediler. Bir akşamüzeri hepsi bahçede çapa yaparken bir
şıngırtı geldi kulaklarına. Koştular kapının önüne. Karşıdan
123/197
“Balkanlarda karışıklık!” Gençlerden biri sordu:
– Balkanlar neresi?
*
Çift Püsküllü Uçurtma
Mustafa annesine, kardeşlerine armağanlar; babasına da bir
gazete ve tütün getirmişti İstanbul’dan. Herkes toplanınca
aldı eline gazeteyi, yaşlı adamlar, sakallarını sıvazlayarak,
okuma yazma bilmeyen gençler “Mustafa o kara kara yazıları
nasıl söküyor” diye şaşarak ama hepsi de sessizce, saygıyla
dinlediler:
Suzan Albek
Adem ağa anlattı:
– Rumeli… Vaktiyle Osmanlı ordusu güçlüyken zapt etmiş
oraları. Gel gör ki düzen bozulup ordu zayıflayınca bir bir
elden çıkmış Balkan ülkeleri. Biz de malımızı mülkümüzü
orada bırakıp kaçtık Anadolu’ya.
Genç çocuk tekrar sordu:
– Neden zayıflamış ki şanlı Osmanlı ordusu?
Çift Püsküllü Uçurtma
124/197
Suzan Albek
Adem ağanın komşusu Şakir efendi yanıtladı:
– Avrupalılar ilimde ilerlemiş, yeni icatlar yapmışlar. Biz geri
kalmışız. Topları, tüfekleri, hep yenilemiş, buhar makinasıyla
işleyen gemi, şimendifer yapmışlar bir de üstelik. Biz
yetişememişiz onlara.
Bakkal Haydar efendi kızdı bu sözlere:
– Bunlar hep şeytan işi, şeytan işi…
– Madem şeytan işi, neden trenin odasına kurulup
gidiyorsun Ankara’ya? Hadi de bakalım Haydar efendi? Diye
sordu Şakir efendi.
Adem ağa sözü değiştirdi:
– Balkanlarda bir ateş yandı mı kıvılcımı her yana sıçrar. Bir
savaş çıkmasa bari…
– Elbette ya, dedi Şakir efendi. Biz onda da geri kalmışız. İki
yüz bilmem kaç yıl. Kâğıt kitap yüzü pek az görmüşüz, cahil
kalmışız.
– Şimdi yetişeceğiz diye uğraş dur!
Gençler aralarında konuşmayı sürdürürken Haydar efendi
söylenip duruyordu:
– Yetişip de n’olacakmış sankim? İşte bi gazata getirdiler,
hepiniz anlar anlamaz başladınız konuşmaya. Ben sokmam
evime gavur icatlarını. Şeytan işi bunlar, şeytan işi.
– Şeytan işi değil Haydar efendi. Akıl işi akıl! Diye çıkıştı
Şakir efendi.
Mustafa’nın İstanbul’dan getirdiği kahve pişirilip, tepsiyle
dağıtılınca fincanlar, kesildi tartışma.
*
Haydar efendi sert sert konuştu gene:
– Böyle şeyleri konuşmak bize düşmez. Nemize lazım. Biz
alış verişimize bakalım. Devlet işlerini Padişahımız bilir.
Bir genç söze karıştı:
– Doğru diyorsun ya Haydar amca, biz de olan biteni
anlayalım diye böyle koca koca kâğıtlara yazıları, resimleri
basmışlar, adını gazata koymuşlar, her yana dağıtmışlar.
Keşke anam babam okutsaydı da ben de anlasaydım bunları.
– Kâğıtların üstüne o kara harfleri dizmeyi de mi Avrupalılar
icat etmiş? Diye sordu bir başkası.
Çift Püsküllü Uçurtma
125/197
Suzan Albek
Mustafa boş gezmedi Beypazarı’nda. Adem ağa “Saffet kışın
çok çalıştı, sanat öğrendi ya epey yoruldu. Mustafa girsin de
demirciliğe, Saffet azıcık dinlensin.” diye düşündü. Büyükler
neye karar verirse o olurdu o yıllarda. Mustafa geçti demirci
körüğünün başına, Saffet oturdu arabada Adem babasının
yanına.
Mayıs başında bir sabah çıktılar yola. Biraz gittikten sonra
Adem ağa döndü Saffet’e:
– Duyduğuma göre Mavi Hoca baharda gelirmiş çiftliğe.
Rıfat’ı da getirmiştir. Ne dersin, bir arayalım mı? Sen yolu
bilir misin?
Çift Püsküllü Uçurtma
126/197
Suzan Albek
– Bilirim, bilirim, dedi Saffet kıvançla. Çatacık ormanlarından
geçeceğiz. Sonra Alapınar köyü…
Saffet bunu söyleyerek upuzun yattı çayırın üstüne, derin bir
uykuya daldı. Adem ağa atları çözdü otlasınlar diye…
Buldular reçine kokulu Çatacık ormanlarını. Gece Alapınar’a
varamadılar, başka bir köye indiler. Ertesi sabah köylüler
tarif etti çiftliğin yolunu. Ta… karşıda, şu iki tepenin ardında,
dediler. Adem ağa ile Saffet bütün gün dolaştılar. Sisler
arasında koca çiftlik binasını bir gördüler bir gözden
yitirdiler. Tam varıyoruz dediler, önlerine aşılmaz bir yar
çıktı. Geri dönüp dağı dolanalım dediler, gürül gürül akan bir
çavlanın dibinde buldular kendilerini. Şaşırıp kaldılar. Atlar
yoruldu, terledi, kişnediler. Bir ulu kestane ağacının altına
çekti Adem ağa arabayı. Saffet pek sıkıntılıydı:
Güneş alçalıp hava serinleyince Saffet açtı gözünü. Üstünde
masmavi bir gök. Gökte iki yana oynayan bir şey. Saffet
ovaladı gözlerini. İki yana oynayan şey kuş değil. Kırmızı,
sarı, mavi renkli. Altında saçak saçak bir kuyruk. Saffet
fırladı yerinden:
– Baba dönelim istersen, ben bilemedim yolu, dedi.
– Baba! Bak! Bak!
Mavi gökte uçan alçaldı, alçaldı, tepelerinde sallandı. İki
püskül bir yanda, iki püskül öte yanda.
– Uçurtma! Çift püsküllü uçurtma, diye bağırdı Saffet.
– Neden o? Bu kadar yol geldik. Elbet varacağız sonunda.
– Bu kadar dolaştım, hiç görmedim bu dağlarda uçurtma!
Dedi Adem ağa.
– Bir garip çiftlik bu. Bir kez geldim, içi insan doluydu. Bir
kez geldim, in cin yok. Bu kez de bir görünüp bir yok oluyor.
– Rıfat’ın uçurtması! Başka kimse bilemez burada çift
püsküllü uçurtma yapmayı.
– Yok canım, biz yanlış yol tuttuk.
*
– Mavi Hoca görmüştür bizi. Engel çıkarıyordur önümüze.
Gidip Rıfat’ı almayalım diye.
– Aklını mı yitirdin oğlum? Nasıl görür o bizi?
– O görürmüş oturduğu yerden her şeyi. Bizim çiftliği sel
bastığını da görmüş.
– Sen korkmuşsun bir kez Mavi Hoca’dan.
– Başımda da bir ağırlık var ki…
Çift Püsküllü Uçurtma
127/197
Suzan Albek
Hemen atladılar arabaya. Uçurtmayı izleyerek, dolandılar
ormanı. Önlerinde geniş bir toprak yol açıldı. Gökyüzünde
uçurtmanın ipi belirdi. Bir tepeyi dönüverince, önlerine
çıkıverdi kalın duvarlar arkasındaki çiftlik binası. Uçurtma
hışırdıya hışırdıya alçaldı, indi duvarların ardına. Daha araba
çiftliğe varmadan, kapının iki kanadı ardına kadar açıldı.
Atlar yavaşlayarak girdiler içeri. Çift püsküllü uçurtma bir
duvara dayanmış duruyordu. Avlunun orta yerinde de ipini
saran Rıfat.
Çift Püsküllü Uçurtma
128/197
Suzan Albek
Adem ağa kenara çekti arabayı. İndi, bağrına bastı öksüz
kuzusunu. Arkasından Saffet sarıldı kardeşine. Çiftlikten
adamlar çıktılar, buyur ettiler gelenleri.
Mavi Hoca, gene upuzun, perdeleri kapalı odanın dibindeki
sedirde oturuyordu. Adem ağaya yer gösterdi yanında.
Kahve içtiler, konuştular:
– Bu da bizim sakallı keçi.
O gece Adem ağa ile Saffet konuk kaldılar çiftlikte. Yola
çıkarken Rıfat “Ben de geleyim sizinle” demedi. Pek
değişmiş, incelmiş, düşünceli bir çocuk olmuştu. Kızlara
selâm söyledi. Annemin, yengemin, Mustafa ağabeyimin
ellerinden öperim, dedi. Tam araba kapıdan çıkıyordu ki
seslendi arkalarından:
– Oğlunuz Rıfat, akıllı çocuk. Akranlarıyla okuyor yanımda.
Ayrıca şehirde dükkânımıza bakıyor. Şimdi de çiftlikte her
işe koşuyor.
– Palpu’ya uğrayacak mısınız? Çiftlikteki küçük kerpiç ev
duruyor mu acaba?
Adem ağa pek gurur duydu bu sözlerden:
Saffet evet anlamına başını salladı.
– Gene isterseniz kışın kalsın yanınızda. Yalnız bu kez
götürsem, annesi görse…
Arabada iki küçük keçi meleşiyordu. Biri siyah biri
kahverengi. Mavi Hoca koydurtmuştu. “Bunlar sizin
keçileriniz, kızlara götürün” diye.
Mavi Hoca izin vermedi:
– Rıfat henüz okumayı tam sökemedi. Şimdi giderse, tekrar
baştan başlar. Ben yarım iş sevmem. Türkçe, Arapça iyice
okuyup yazmayı öğrensin, ondan sonra gider.
Adem ağa karşı çıkamadı bu söze.
Mavi Hoca ile Adem ağa konuşurlarken Rıfat, çiftliği
gezdirmişti Saffet’e. Karanlık basmış, çoban otlaktan
dönmüştü koyunları, keçileriyle. Rıfat tüyleri ipek gibi, biri
kahverengi, öteki siyah iki yavru keçiyi yakaladı:
– Bak, bunlar bizim sakallı keçinin yavruları, dedi.
Koca bir keçi geldi, tos vurdu Rıfat’ın arkasından. Rıfat
gülerek ekledi:
Çift Püsküllü Uçurtma
129/197
Suzan Albek
*
Güz geldi. Beypazarı’nın çocukları kırlardan alıç toplayıp ipe
dizdiler, boyunlarına astılar. Hem gezdiler, hem dişlediler
yemişleri. Kadınlar, damlara tarhana, bulgur serip
kuruttular. Cevizlerin yeşil kabukları çürüdü, içleri patır
patır döküldü çimenlerin üstüne. Beyaz bulutların arasından
leylek sürüleri kanatlarını hışırdatarak uçtular güneye
doğru.
Bir akşam kasabanın davulcusu çıktı ortaya. “Ramazan değil
bayram değil. Bu davulcu niye çıktı” diye birbirlerine sordu
kadınlar. Yüreklerine bir korku düştü. Davulcu vurdu
tokmağı:
Çift Püsküllü Uçurtma
130/197
Suzan Albek
– Güm güm de güm güm! Seferberlik ilan edildi, seferberlik!
Padişahımız ferman gönderdi. On sekiz yaşından yukarı, kırk
yaşından aşağı kim varsa askere yazılacak! Güm güm de güm
güm!
– N’olurmuş nişanlanırsam? Sen nişanlanmadın mı kendi
kendine Hüseyin ağabeyimle?
Davulcu tokmağını vurdukça, kasabadaki delikanlıların
yürekleri kıvançla yerinden oynadı. Meydanda toplanıp
türküler söylediler. Atlara binip dolaştılar yollarda. Kadınlar
dizlerini dövdüler. Kızlar nişanlılarına çevre, mendil, kuşak,
çorap gönderdiler gizlice. Onları unutmasınlar diye.
– O zaman savaş vardı. Belli olmaz, ya ölür ya kalırız dedi
bana Hüseyin. Onun için verdi yüzüğü.
Bir akşam Gülbahar ile Gülizar bahçeyi çapalarlarken, beyaz
bir at üstünde genç bir adam geçti. Dimdik, kara bıyıklı.
Gülizar attı çapasını, kaçtı içeri. Beyaz atlı tekrar geçti evin
önünden, dört nala. Gülizar baktı perdenin arkasından,
seslendi Gülbahar’a:
– Gülbahar, gördün mü Şakir efendinin büyük oğlu Osman’ı?
Gülbahar girdi odaya:
Gülbahar kıpkırmızı kesildi:
– İyi ya işte, şimdi de savaş çıktı. Seferberlik o demek. Hem
annem babam bilmiyor mu senin elinde yüzük olduğunu?
Hep sarıp sakladığını? Gülbahar’la Gülizar konuşurlarken bir
tıkırtı oldu. Yatakların arkasına gizlenmiş onları dinleyen
Emine fırladı birden, çıktı odadan. Doğru koştu annesine:
– Anne! Gülizar ablam nişanlanacakmış. Kimle biliyor
musun? Şakir amcanın oğlu Osman’la. Mendil yollayacakmış
ona.
Annesi vurdu Emine’nin ağzına:
– Sus bakim, o ne biçim söz! Ablası dururken nasıl
nişanlanırmış Gülizar?
– Hı… Gördüm n’olmuş?
– Yakışıklı, değil mi? Uzun boylu, kara bıyıklı. Tıpkı Kara
Osman gibi.
– Hiç de değil, azıcık şişman. Kolları kısa. Bıyıkları da yeni
çıkıyor, incecik.
Akşam Gülizar ile Gülbahar sıkıştırdılar Emine’yi.
– Seni lâf taşıyıcı seni. Bir daha Alimene entari dikersek
senin!
Emine omuz silkti:
– Gözleri kapkara. Hep bizim eve baktı, dedi Gülizar. Keşke
ben de ona bir çevre işleyip yollasaydım!
– Dikmezseniz dikmeyin. Ben büyüdüm artık. On yaşıma
giriyorum. Gülizar ablamdan sonra ben de nişanlanacağım.
– Kız, kendi kendine nişanlanıyor musun yoksa?
Kaçtı kurtuldu ablalarının ellerinden, kapıdan seslendi
Gülbahar’a :
Çift Püsküllü Uçurtma
131/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
132/197
Suzan Albek
– Oh ya… Hüseyin ağabey gelip seni almıyor ya…
*
Davulcu son kez vurdu tokmağını bir sabah. Mustafa, demirci
dükkânında aletlerini yerine yerleştirdi, meşin önlüğünü
çıkarıp duvara astı. Caminin önünde askere yazıldı akranları
ile. Ertesi gün evdekilere sarıldı, helâlleşti, sırtına torbasını
vurup çıktı gitti.
Artık Beypazarı’nda kalan yaşlı erkekler, hep haber sordular
gelen gidenden. Bakkal Haydar efendi bile yalvardı her
gidene:
– Aman unutma gazata getir!
Kış yaklaştı, yollar geçilmez oldu, gazete getiren azaldı. Ama
nasıldır bilinmez savaş haberleri yayıldı Beypazarı’nda:
“Osmanlı devleti Teşrinievvel ayında katılmış Cihan
Savaşı’na. Alamanların yanında. Şöyle olmuş: Alamanların
koca bir zırhlı gemisi, Osmanlı bayrağını çekmiş direğine.
Toplarını dikip çıkmış Karadeniz’e. Bunun üzerine Ruslar
demişler ki: Tamam. Osmanlı devleti saldırdı bize. Haydi her
yanımız sarılmış düşmanla. İngiltere’den, Fransa’dan en
büyük zırhlı gemiler açılmış denize.”
“Doğu Anadolu’da, Sarıkamış’ta savaş başlamış.”
Böyle anlattılar kahvede, olanları. Uçan kuştan aldıkları
habere göre.
1915 yılı. Savaş başlamakla durmaz ya yaşam. Araba
tekerleğine çember gerek. Köylüye kazma kürek. Atlara nal,
kapılara kilit. Saffet, Mustafa’nın yerine gene girmişti demirci
Çift Püsküllü Uçurtma
133/197
Suzan Albek
dükkânına. Körükledi ateşi, eğdi büktü demiri, iyice usta
oldu bu işte.
Kızlar, kadınlar yazdan biriktirdikleri koyun yünlerini
eğirdiler, beş şişle çorap ördüler. Belki karlar içinde dövüşen
askerlere bir götüren olur, dediler.
Bir haber geldi gene uçan kuşun kanadında: “Enver Paşa
daha ordumuz hazır değilken, askerlerin kışlık giysisi
yokken emir vermiş saldırın diye. Hepsi kırılmışlar, dağlarda
donup kalmışlar. Darmadağın olmuş doksan bin kişilik ordu.
Yaralananları, sağ kalanları trenlere doldurup geri
yolluyorlarmış. İstanbul’dan gelen tren de güneye sağlam
asker taşıyormuş. İyice kızışmış her cephede savaş.”
Bu sözleri duyan Adem ağa çıkardı ahırdan atını arabasını.
Karısı örttü başına atkısını. Baktılar ki Beypazarı’ndan,
köylerinden kimin oğlu askere gitmişse koşmuş atını
arabaya ya da eşeğine binmiş, sepet sepet yiyecekler
yüklenmiş, hepsi iniyorlar akın akın tren yoluna doğru; kar,
yağmur, çamur demeden, oluk oluk, Alpu’dan öte Sarıköy
istasyonuna.
Asker anaları, babaları dizildiler demiryolunun iki yanına,
bekleştiler. Kara tren geldi durdu önlerinde. Kolları,
bacakları, başları sarılı askerler sarktılar kapılardan. Ekmek,
su, tütün dediler. Bekleşenler ne varsa ellerinde verdiler.
Sordular hep bir ağızdan:
– Mihalıççık’tan Ali’yi gören var mı? Beypazarı’ndan
Mustafa’yı? Osman’ı? Mahmudu? Mehmet? Mehmet? Orada
mısın?
Çift Püsküllü Uçurtma
134/197
Suzan Albek
– Hangi Mehmet teyze? Çok Mehmet…
– Alpu’dan muhtarın oğlu Mehmet! Durmuş’un oğlu Veli!
Herkes bağrışırken böyle, arkadaşları kara sakallı, kara
bıyıklı, eli kolu sargılı bir asker indirdiler. Hepsi koşuştu.
Şakir efendi zor tanıdı Osman’ı. Aldı, yatırdı arabasına.
Düdük çaldı, döndü tekerlekler, ağır ağır kalktı tren. Şakir
efendi arabayı sarsmadan, yavaşça çıktı yola.
Adem ağa ile ötekiler iki gün daha beklediler. Kimse çıkmadı
trenlerden. Döndüler geri.
Şakir efendinin oğlu bir ay yattı. İyileşince de hiç görünmedi
meydanda. “Sağ kolu kopmuş” dediler. Adem ağa gitti geçmiş
olsuna. Biliyordu ya gene de sordu Mustafa’yı. Osman eğdi
başını “Ben Sarıkamış kuşatmasından önce yaralandım. Geri
yolladılar. Mustafa Sarıkamış’a gidenler arasındaydı. Oradan
sağ dönen olmadı bizden. Ama bilinmez ağam, belki bir gün
çıkar gelir.”
“Kolum kopuk. İstemez artık beni Gülizar” diyesiymiş
Osman.
Gülizar duydu söylenenleri. O akşam fısıl fısıl konuştular
Gülbahar’la. Gece oturdu, bir çevre biçti Gülizar. Her bir
köşesine bir çiçek işledi. Her bir çiçeğin bir yanında bir
yaprak, öbür yanı kesik. Ertesi sabah kimseye göstermeden
komşunun küçük oğluyla çevreyi yolladı Osman’a.
Haftasına kalmadı, söz kestiler Şakir efendi ile Adem ağa.
Koca bir nişan sepeti geldi Gülizar’a. İçinde işlemeli bohçalar,
renk renk giysiler, gümüşler, kuru yemişler.
Harman sonuna kararlaştı düğün.
*
Hiç döner mi karlı dağlarda savaşa giden?
Adem ağa ellisine varmış, çökmüştü. Atları da yorgundu
dağları aşmaktan. Oysa şehre gidip Gülizar’a biraz çeyiz
düzmek gerekiyordu. Adem ağa “Bu son gidişim olur” diye
düşündü. Ulviye halayı da aldı yanına. “Gitmişken Rıfat’ı da
görürüz” dedi.
Mart ayında karlar eriyip seller inerken dağlardan, yeşeren
tarlalarda, bahçelerde hep savaşa gidip de dönmeyen
askerlerin türküsünü çağırdı kadınlar, kızlar.
Eskişehir’e varınca Mavi Hoca’nın evini dükkânını sordular
önlerine çıkanlara. Şehrin en tepesinde, çok pencereli,
koskoca bir ev gösterdiler. Dükkânı Köprübaşı’nda dediler.
*
Mavi Hoca’nın Köprübaşı’ndaki dükkânına vardılar ki ne
görsünler? Rıfat geçmiş bir masanın başına, elinde kalem,
koca bir deftere çatır çatır hesap tutar. Rıfat onları görünce
hemen kalktı yerinden. Sarılıp ağlaştılar, konuştular. Adem
ağa Mustafa’nın Sarıkamış’ta şehit olduğunu söyledi.
Bahar temizliği başlamış, evler badana edilmiş, pencereler
kapılar açılmıştı. Gülizar ufak torbalarında kalan tohumları
dikmiş, saksıları dizmişti pencere kenarına. Komşu kızları
gelmiş, konuşuyorlardı pencerenin dibinde:
Çift Püsküllü Uçurtma
135/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
136/197
Suzan Albek
– Biliyorum. Başınız sağ olsun, deyince Rıfat, şaşırıp kaldı
Adem ağa:
– İşleriz. Sen, ben. Saffet. Küçük evin yanına gerçekten bir
kerpiç ev yaparız. Bu ev gibi, kocaman.
– Sen nereden biliyorsun?
– Hele şu savaş bir bitsin, iyi günler göreceğiz inşallah.
– Mavi Hoca söyledi.
Bir süre kalıp çarşı işini bitirdikten sonra, dönüş yolunu
tuttular Adem ağa ile kardeşi. Rıfat öptü ellerini, herkese
selâm söyledi. “Ben de geleyim sizinle” demedi.
– O nereden biliyormuş?
– O bilir. Mayısta çiftliğe çıkınca gelecektik sizi görmeye. İyi
oldu siz geldiniz. Artık Gülizar’ın düğününe geliriz. Hoca
efendi olur derse…
O gece hep beraber Mavi Hoca’nın evine gittiler. Ağırlandılar,
saygı gördüler.
Bir akşam Rıfat sordu Adem ağaya:
– Alpu’daki çiftliğe gidiyor musun hiç baba?
– Elbette. Her geçişimde uğruyorum. Niye sordun?
– Küçük ev duruyor mu tepede diye. Hem de hiç Cevat Bey’in
silahlı adamları karşına çıktı mı diye…
– Bunu da mı biliyorsun sen? Bir daha görünmediler, iki
yıldır.
– Mavi Hoca haber saldı Cevat Bey’e. “Adem ağayı rahat
bıraksın” dedi.
– Hı… Şimdi anladım niye peşimi bıraktıklarını. Çok şükür.
Orası bizim toprağımız. Kendi öz malımız. Bir gün işleyeceğiz
elbet göreceksin.
Çift Püsküllü Uçurtma
137/197
Suzan Albek
*
Alpu’ya varınca, istasyon memuru bir zarf tutuşturdu Adem
ağanın eline. Mektup Tekirdağ’dan atılmıştı. Uzun süre
yollarda kaldığı belli idi. Adem ağa açtı zarfı okudu tekrar
tekrar.
Mektup Hüseyin’dendi. 1914 kışında ninenin öldüğünü
yazıyordu. Kendi annesinin ve babasının da öldüğünü
yazdıktan sonra şöyle diyordu:
“Cihan Savaşı çıktıktan sonra Tekirdağ’da bir tümen kuruldu.
Bu yıl bir yarbay getirildi tümenin kumandanlığına, adı
Mustafa Kemal.”
“XIXuncu tümeni güçlendireceğim. Savaşa katılınca, bu
tümenle, Balkan Savaşı yenilgisinin utancını yeneceğiz” dedi.
Bu söz üzerine bütün gençler askere yazıldı. Bizim Mehmet
de yaşını büyütüp yazıldı. Zaten değirmen işini hiç
sevmiyordu. Gözü hep askerlikteydi. Kardeşim Hasan gibi.
Ben de yazılmak istedim askere, almadılar. Sen askere un
yetiştireceksin dediler. Değirmenin sahibi öldü. Bütün
hisseyi ben aldım. Şimdi değirmenin tümü benim. Onun için
değirmenin başında kalmak zorundayım.
Çift Püsküllü Uçurtma
138/197
Suzan Albek
XIXuncu tümen kumandanı Mustafa Kemal, askerlerini iyice
yetiştirdikten sonra, İstanbul’dan gelen emir üzerine
Gelibolu’ya götürdü. Düşman Çanakkale’den saldırırsa onlar
savunacaklarmış.”
Herkese ayrı ayrı selâm yazıyordu Hüseyin.
“Harman sonunda işlerim hafifleyince, eğer savaş ateşi her
yeri sarmamış olursa gelip sizi göreceğim” diyordu.
Döndükleri akşam Adem ağa evde bu mektubu okuyunca
Gülbahar bir kızardı, bir sarardı, hiç başını kaldıramadı.
Emine ile Saffet birbirlerini dürttüler “Güzün, Hüseyin
ağabey Gülbahar’ı almaya gelecek!”.
*
Harman sonunda Gülizar’ın düğünü oldu. Tam Şakir
efendinin avlusuna yemek kazanları kurulmuş, kuzular
kızartılmıştı ki, iki yağız atın çektiği güzel bir araba durdu
kapının önünde. Mavi Hoca ile Rıfat indiler içinden. Düğün
sahipleri koşuştular, baş köşeye buyur ettiler. Haber bütün
Beypazarı’na yayıldı:
“Osman’la Gülizar’ın düğününe ünlü bilgin Mavi Hoca gelmiş.
Hem de koca bir altın takmış Gülizar’ın boynuna. Düğüne
bereket gelmiş, pilavlar, kuzular yenmiş yenmiş, bitmemiş,
yeniden dolmuş kazanlar.”
Saffet’in Mavi Hoca’dan korkusu geçmişti artık. Adem
babasına sordu:
– Acaba görmeden, işitmeden, oturduğu yerden nasıl
bilirmiş her şeyi? Sorsak ayıp olur mu?
Konuşmanın kuralları vardır. Pat diye söze girilmez,
kimsenin lâfı kesilmez, el kol sallanmaz, esnenmez, yerli
yersiz gülünmez. Adem ağa bilirdi bu kuralları. Sırası gelince
konuştu:
– Ne iyi ettiniz de geldiniz Hoca efendi! Nasıl da bildiniz tam
şu günlerde düğünümüz olduğunu?
– Bunda bilinmeyecek ne var? Harman sonu olur düğünler.
Tarlasında ürünü olan harmanını yapar, buğdayını doldurur
çuvallarına, götürür satar değirmene. Bir bölümünü de
kendine ayırır. Buğdayın, arpanın parası ile düğün tedariki
görür. Hem, herkes ekin biçerken, yağmur yağmadan
harmanımı kaldırayım diye durmadan çalışırken, olur mu
düğün? İşler bitip herkes bir oh deyince çalınır davullar.
– Doğru, doğru, dedi oturanlar.
Ulviye hala pek kıvançlıydı:
– Çalışkan oğlum, akıllı oğlum Rıfat’ım sayesinde, diyor,
durup durup bağrına basıyordu Rıfat’ı.
Çift Püsküllü Uçurtma
Gece Mavi Hoca Adem ağanın evinde konuk kaldı. Tertemiz
yataklar serildi yere. Üstüne kenarları dantelli, bembeyaz
çarşaflar konuldu. Yatmadan önce, Mavi Hoca, Şakir efendi,
Adem ağa uzun uzun konuştular, yanlarına Saffet’le Rıfat’ı da
aldılar.
139/197
Suzan Albek
– Doğa yasası bu, dedi Şakir efendi. Savaşta bile bir yanda
askerler dövüşür, kırılır, bir yanda sanki hiç bir şey olmamış
gibi tohum ekilir, ekin biçilir, düğün yapılır:
Çift Püsküllü Uçurtma
140/197
Suzan Albek
Bir yanda savaş
Bir yanda kaynar aş.
Çalışalım diye…
Öyle değil mi Rıfat?
– Doğru, doğru, dediler odadakiler.
Rıfat yanıtladı saygıyla:
Savaş sözü açılınca, Mustafa’sını andı Adem ağa. Mavi
Hoca’ya sordu:
– Evet, öyledir Hoca efendi.
– Ya nasıl bildiniz oğlum Mustafa’nın Sarıkamış’ta şehit
olduğunu?
– Askerlik şubesinden öğrendim. Hem
olduğunuz için madalya verecekler size.
şehit
babası
Saffet cesaretini topladı:
– Kusura bakmayın Hoca efendi, bir soru da ben soracağım
size: sizin çiftliğinize ilk geldiğimizde nasıl bildiniz Rıfat’ın
hasta olduğunu?
– Tir tir titriyordu çocuk.
Bir sessizlik oldu, Mavi Hoca yeniden söze başladı:
– Bunları niye sorduğunuzu biliyorum. Mavi Hoca görmeden,
işitmeden her şeyi bilir derler çevremdekiler. Cahil oldukları
için onların okuyamadıklarını ben okuduğum için
kitaplarımda bir giz, bir sihir var sanırlar. Oysa gerçek değil
bu.
Allah bize göz vermiş, görelim diye,
Kulak vermiş, işitelim diye,
Akıl vermiş, gördüğümüzü, duyduğumuzu anlayalım diye,
Dil vermiş, bildiğimizi öğretelim diye,
El ayak vermiş, öğrendiğimizi uygulayalım,
Çift Püsküllü Uçurtma
141/197
Suzan Albek
Herkes susmuş, dinliyorlardı bu bilgece sözleri. Yalnız kızlar,
kadınlar giremiyordu içeri. Sanki Tanrı onlara aynı aklı
vermemiş söylenenleri anlamak için.
Mavi Hoca sürdürdü sözünü:
– Memlekette olup bitenlerle ilgileniyor musunuz?
Duydunuzsa Çanakkale’de nisan ayından beri kanlı
çarpışmalar oluyor. Mustafa Kemal çıkartmıyor düşman
askerini karaya.
Mavi Hoca uzun uzun anlattı Çanakkale savaşlarını, Osmanlı
devletinin nasıl karışıklık içinde olduğunu.
Birkaç gün dinlendikten sonra, Mavi Hoca Rıfat’ı da yanına
alarak döndü çiftliğine.
Herkes etkisinde kalmıştı Mavi Hoca’nın anlattıklarının.
– Gene de hepimizden başka bir şey var bu hocada, dediler.
– Elbette okumuşluk başka şey, dedi Adem ağa. Rıfat da onun
yanında yetişip büyük adam olacak inşallah.
Saffet gocundu bu sözden:
– Ben de akılsız değildim. Başımıza bunca iş gelmeseydi ben
de okurdum, hesabımı kuvvetlendirirdim.
Çift Püsküllü Uçurtma
142/197
Suzan Albek
– Sen eksik anladın oğlum, dedi Adem ağa: Mavi Hoca da
söyledi ya el işlemezse, ortaya iş çıkmazsa kaç para eder
akıl? Okuma? Biliyor musunuz, Mihalıççık’tan ötede,
Sarıköy’de bir ulu kişinin mezarı var. Hani Yunus Emre’nin.
Yunus Emre bir yandan okumuş, bir yandan dağdan odun
taşımış hocasına. Hem de taşıdığı odunların hiç biri eğri
büğrü değilmiş. Hepsi bir boyda. Diyeceğim şu ki, sade
çalışmak da yetmiyor. İşini özenerek, severek, düzgün
yapacaksın.
O sırada içeri giren Emine söze karıştı:
– Zaten Rukiye teyzem der ki, çalışmayanın eli kolu
büzülürmüş. Şöyle işte…
– Emek olmayınca yemek olmazmış, dedi Ulviye hala.
– Yemek! Yemek! Haydi gelin! Yemek, diye seslendi Adem
ağanın karısı. Gülizar’ın düğününden kalan fıstıklı üzümlü
pilavları bitiremedik bir türlü. Bir koca tepsi de baklava geldi
Şakir efendilerden.
Hepsi toplandılar yer sofrasının çevresine. Attılar pilava
kaşığı.
*
Ertesi akşam Adem ağa kahveye çıkınca, Mavi Hoca’nın savaş
konusunda anlattıklarını şöyle yorumladı hiç bir şeyden
haberi olmayanlar için:
“Biz harbe girince İngiltere, Fransa en güçlü savaş gemilerini
getirip dizmişler Çanakkale Boğazı önüne. Bu gemilerin bir
topları varmış ki hedefini hiç şaşırmazmış. Dümdüz edermiş
Çift Püsküllü Uçurtma
143/197
Suzan Albek
vurduğu yeri. İşte bu gemiler boğazın iki yakasında
siperlerde yatan askerlerimizin tepesine günlerce mermi,
bomba yağdırmışlar. Eh, artık kimsede can kalmamıştır
bizim karşımıza çıkacak, haydi şimdi karaya askerlerimizi
çıkaralım demişler, oysa pek yanılmışlar. Oradaki Osmanlı
askerlerinin başında bir kumandan varmış: Mustafa Kemal.
Düşman sahile askerini çıkarmaya başlayınca bir emir
vermiş “Evlatlarım” demiş “Canınızı vereceksiniz, bir adım
ilerletmeyeceksiniz düşmanı.” Kendisi de elinde silahıyla
geçmiş başlarına. Öyle bir saldırmışlar ki karaya çıkanlara,
bir adım ilerletmemişler. Düşman bu kez başka bir yerden
askerlerini karaya çıkarmayı denemiş. Gene püskürtmüş
bizimkiler.” Kahvedekiler can kulağıyla dinliyorlardı Adem
ağanın anlattıklarını. Birkaç gün sonra bir gazete geldi. 10
Ağustos 1915 tarihliydi:
“Conkbayırı’nda, Anafartalar’da kanlı çarpışmalar sürüyor.
Mustafa Kemal’in birlikleri karşısında düşman, çok kayıp
verdi. Bütün Avrupa gazeteleri bu savaşlardan söz ediyor”
diye okudular. Adem ağanın yüreği hop etti birden. Baharda
Hüseyin’den aldığı mektup aklına geldi. Mehmet!
Gelibolu’dan kalkan askerlerle birlikte Çanakkale’yi
savunmaya giden Mehmet! O nerede acaba? Mustafa
Kemal’in yanında olmasın?
Elinde süngü, Conkbayırı’ndan aşağı koşuyor Mehmet.
Düşmana karşı.
Deniz kenarında, kumların üstünde serilip kalmış Mehmet.
Sarı saçları kana bulanmış. Dalgalar bir gelip bir gidiyor,
ıslatıyor ayaklarını…
Çift Püsküllü Uçurtma
144/197
Suzan Albek
III
*
Savaş haberleri ile geçti 1915 yazı. Trenler Osmanlı
İmparatorluğu’nun her bir köşesinden durmadan asker
götürdüler; yaralı, yenik, umutsuz askerleri geri getirdiler.
Savaş uzadıkça kıtlık başladı. Ne şeker ne lambalarda
yakacak gazyağı ne yeterli yiyecek vardı. Adem ağa mal
taşıyamaz oldu köylere. Çekildi evine. Bir akşam hızla çalındı
kapısı. Açtılar, baktılar bir komşu. Arabasından bir çuval un,
birkaç dolu teneke, bir top kumaş indirdi:
– Adem ağa, bunları sana gençten biri Alpu’ya getirmiş. Ne
zamandır dururmuş muhtarda. Ben gidince verdiler bana,
dedi.
Yıllar geçti: 1916… 1917… 1918…
Bir gün davulcu çıktı gene, ne bayram ne ramazanken:
– Güm güm de güm güm. Harp bitti! Mütareke ilan edildi!
Güm güm de güm güm.
Kadınlar birbirlerine sordular:
– Mütareke de neymiş ki?
– Ateş kes demekmiş. Artık askerler dövüşmeyecekmiş.
Savaş bitmiş.
– Savaş bitmiş de n’olmuş. Gidenler geri gelecek mi?
Yükü aldılar içeri. Un çuvalının kenarına yapışık yeşil kâğıtta
belli belirsiz “Tekirdağ” yazısını okudular.
– Hüseyin gelmiş ya da yollamış olmalı bunları, dedi Adem
ağa karısına. Alpu’ya kadar geldiyse buraya neden gelmedi
ki?
Gülbahar’ın yüreği güm güm vurdu: Hüseyin Alpu’ya kadar
gelip neden buraya gelmedi? Bir iş var bunda. Belki de bozdu
nişanı.
Öğrenemediler Hüseyin’in Alpu’ya kadar gelip neden
Gülbahar’ı almaya gelmediğini.
– Savaş bitmiş de biz yenmiş miyiz düşmanı?
İhtiyar adamlar kaygıyla başlarını salladılar:
– Yok… Nerede… Yenik saymışlar bizi. Her yere düşman
girmiş. Daha da girecekmiş. Lokma lokma bölmüşler Osmanlı
mülkünü.
Çok kötü günler göreceğiz diye kaygılanırken yaşlı kişiler, bir
umut doğdu 1919 yılında:
“Çanakkale’de düşmanın önünü kesen Mustafa Kemal Paşa
Samsun’a çıkmış.”
“Erzurum’da, Sivas’ta vatanını seven, aklı eren kişileri bir
araya toplamış, nasıl kurtaralım yurdumuzu diye çare
düşünmeye başlamışlar.”
Çift Püsküllü Uçurtma
145/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
146/197
Suzan Albek
Bir haber yayıldı Beypazarı’nda: “Adem ağaya bir kez konuk
gelen, Eskişehirli Mavi Hoca var ya, yanındaymış Mustafa
Kemal Paşa’nın. Sivas’taki toplantıya o da katılmış.”
“Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelmiş.”
Adem ağa bir akşam kahvede can kulağıyla konuşmaları
dinlerken Nallıhan ilçesinden sözü geçer bir ağa girdi içeri:
– Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya girdi, yakınımıza geldi diye
ne sevinir durursunuz? Padişahımıza baş kaldırmış o.
Paşalığı felan da kalmamış. Ondan yana olanlar
görünmesinler gözüme! Dedi.
Adem ağa ile onun gibi düşünenler donakaldılar. Bir daha da
çıkamadılar kahveye.
O günden sonra Beypazarı’na, Bolu dağlarından,
Nallıhan’dan eli bıçaklı, omzu fişekli bilmedikleri adamlar
indiler.
Adem ağa evine kapandı güzden. Geçti oturdu köşeye. Kızları
canı sıkılmasın diye çorap örmeyi öğrettiler babalarına. Pek
güzel becerdi Adem ağa bu işi. Çorabın orta yerine kırmızı
iplikle gül bile kondurdu. Akdoğan’la Sarıperçem arka
arkaya öldüler bir gün. Adem ağa istese de bir yere
gidemezdi artık.
*
147/197
Adem ağa mumu üfledi, açtı kapıyı. Gelen Rıfat’tı bir de at
üstünde tanımadığı bir adam ve çift atlı bir araba. Hemen
atları çözüp ahıra çektiler. Arabadan Rıfat’ın getirdiği bir
çuval erzağı indirdiler. Evdekiler, annesi “Rıfat gelmiş” diye
konuşunca:
– Susun, dedi Rıfat. Kimse bilmeyecek geldiğimi.
Rıfat’ın yanındaki adamın omzunda bir tüfek vardı. Rıfat’ın
başı bir örtüyle sarılıydı. İnce, uzun boylu, yakışıklı bir
delikanlı olmuştu Rıfat, daha on beşindeyken.
Adem ağayla birlikte odaya girdiler. Saffet de katıldı onlara.
Ulviye hala, Emine, Gülbahar şaşıp kalmışlardı Rıfat’ın
haline. Hemen koştular mutfağa, yemek hazırlamaya.
Rıfat tanıttı yanındakini:
– Ali bizim çiftlikte çalışır. Uğrayıp onu da aldım gelirken. Bu
dağlar güvenli değil artık bizim için.
– Burası da güvenli değil, dedi Adem ağa.
– Biliyorum. Her yer asker kaçağı, eşkıya dolu. En kötüsü,
Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olanlar da buralarda dolaşıyor.
Halkı kışkırtmaya uğraşıyorlar, dedi Rıfat.
– Mavi Hoca ne diyor bu işe?
1920 yılı Mart ayı sonunda yağmurlu bir gece, Adem ağa bir
at kişnemesi duydu evinin önünde. Biri pencereyi tıkırdattı.
Adem ağa kapıya koştu elinde mumla:
Çift Püsküllü Uçurtma
– Işığı söndür baba! Dedi dışarıdan biri.
Suzan Albek
– O yolladı beni sana. Bunu söyleyerek Rıfat kalktı yerinden,
kapıya pencereye baktı, oturdu:
Çift Püsküllü Uçurtma
148/197
Suzan Albek
– Hoca efendi selâm söyledi sana baba. Adem ağaya
ihtiyacımız var dedi.
– Çoktan beri yola çıkmadım. Bir yanlış iş yaparım, size de
zararım olur, dedi. Daha gençten birini bulun.
– Bana ihtiyacı mı varmış? Yaşlandım iyice. Atlarım öldü.
Saffet söze katıldı:
– O çift atlı arabayı sana yolladı Hoca efendi.
– Baba sen demez miydin bize, çalışmak günü kısaltır, ömrü
uzatır, diye.
– Ne? Arabayla atları bana mı yolladı? Nereden bildi ki
atlarımın öldüğünü?
Adem ağa yine karşı koymaya uğraştı:
Rıfat güldü:
– Çorap örüyorum ya işte.
– Akdoğan’la Sarıperçem Balkan Savaşı’ndan kaldılar. Üstelik
az yorulmadılar Sündiken dağlarında. Gene iyi dayandılar
bunca yıl. Rıfat çok tedirgindi. Gene pencereye gitti, perdeyi
kaldırıp baktı dışarı:
– Hiç yakışmıyor o iş sana. Sen değil miydin bizi baştan başa
Rumeli’den geçiren, düşmanın elinden kurtaran?
– Dinle baba, durum iyi değil. 16 Martta düşmanlar
İstanbul’u işgal ettiler. Millet Meclisi’ne zorla girdiler.
Karakollarda uyuyan askerlerimizi öldürdüler. Şimdi
Mustafa Kemal Paşa Ankara’da yeniden açacak Meclisi.
Bunun için pek çok vatansever insan, milletvekili, gazeteci,
öğretmen gizlice Ankara’ya kaçıyor. Tren yolu İngilizlerin
kontrolünde. Onun için çoğu Geyve, Göynük’ten gelip
buradan geçiyor. Sen taşıyacaksın onları. Bu günlerde çok
gelecek var.
– Mustafa Kemal Paşamızın buyruğunu dinlerim elbet. Mavi
Hoca’nın sözünü de. Ama bir kendimi toplayabilsem. Belki
Saffet’i de alırım yanıma.
Bu sözler yüreklendirmişti Adem ağayı:
– Yok! Olmaz, dedi Rıfat. Mavi Hoca ona ayrıca selâm etti.
Saffet sen bize katılacaksın!
– Size katılmak mı? Nasıl? Neye? Ben ne yapacağım? Babam
izin verir mi?
– Elbet babam izin verirse.
– Beypazarı’na sokmazlar onları.
– Yani ne demek size katılmak? Diye sordu Adem ağa.
– Sen orasını merak etme. Posta, telgraf bizim elimizde. Sana
bir haber geldi mi çıkarsın Ankara yoluna.
Adem ağayı bir korku almıştı:
Çift Püsküllü Uçurtma
149/197
Suzan Albek
– Mustafa Kemal Paşanın buyruğuyla yeni bir savaşa
katılacaklar! Kurtuluş Savaşı’na. Ülkenin her yanı düşman
işgalinde. Yunanlılar geçen yıl, yani 15 Mayıs 1919’da İzmir’i
işgal ettiler. Durmadan ilerliyorlar Anadolu’nun içine doğru.
Çift Püsküllü Uçurtma
150/197
Suzan Albek
Trakya da düşman işgalinde. Hüseyin ağabeyden niye haber
çıkmadığını anlamadın mı? Hepsi dağlarda, çete
savaşındalar. Bizim Susuz Müsellimliler, Çakır amcanın
torunları, hepsi…
Bu sözleri dinleyen Saffet’in güm güm vuruyordu yüreği.
– Ben de katılırım, ben de. Ama hiç silah almadım elime.
Ancak demir döverim.
– İyi ya… Bize de o gerekli. Askerin silahları tamir olacak,
top, kama yapılacak. Bütün zanaatkarları çağırıyor Mustafa
Kemal Paşa.
Saffet dimdik fırladı yerinden:
– Giderim, istediğinden iyisini yaparım o işlerin!
– Dur acele etme, dedi Adem ağa. Uzun uzun düşündü,
bıyıklarını sıvazladı:
– Ben yeniden yollara düşünce n’olur bu evin hali?
Başlarında erkek olmadan? Saffet de gidince?
Rıfat’ın konuşacak vakti yoktu artık. Ortalık neredeyse
ağaracaktı. Evdekilerle vedalaşıp yanındaki ile beraber çıktı,
karanlıkta kayboldu.
*
Rıfat gittikten iki gün sonra çarşıda posta memuruna rastladı
Adem ağa. Selâmlaştıktan sonra karşıdan seslendi posta
memuru:
Çift Püsküllü Uçurtma
151/197
Suzan Albek
– Adem ağa bizim odun erken bitti bu yıl. Büyük oğlan Selim
odun kesmeye gidecek yarın. Sen arabanla taşıyıverir misin
bize?
– Ne tarafa gidecek odun kesmeye Selim?
– Ankara yolunun sağında bir koruluk var ya… İşte oraya.
– Peki, alır getiririm. Selim yığsın bıraksın odunları.
– Yarın sabah yığar, sağol.
Adem ağa anladı işi. Ertesi sabah Mavi Hoca’nın yolladığı
atları çıkardı ahırdan, arabaya koştu, çıktı Ankara yoluna.
Yolun kenarındaki koruluğa varınca, atları çözdü, gizledi
ağaçların arasına. Karanlık basınca koruluğun biraz
ilerisinde bir araba durdu. İçinden 5 kişi indi. Araba hemen
geri döndü, inenler ağır ağır geldiler koruluğa. Hepsi iyi
giyimli, başları fesliydiler. Ellerinde çantaları, bavulları
vardı. Adem ağa karşıladı onları, bindirdi arabaya. İçlerinden
yaşlı olanı “Bizi Ayaş’a kadar götüreceksin” dedi
Bütün gece gittiler. Sabaha karşı bir çeşme başında başka bir
araba çıktı karşılarına. Yolcular o arabaya geçtiler, Adem ağa
döndü geri. Korulukta posta memurunun oğlu Selim’in
yığdığı odunları yükledi, döndü Beypazarı’na.
Adem ağa, hep değişik bir bahane bularak kimseyi
kuşkulandırmadan birkaç kez gitti geldi böylece. Hiç birinde
varamadı Ankara’ya kadar. İyi giyimli, okumuş, halli kişileri
hep belirli bir yere kadar taşıdı.
Çift Püsküllü Uçurtma
152/197
Suzan Albek
Bir gün bir haber yayıldı Beypazarı’na: Mustafa Kemal Paşa,
İstanbul’dan ve diğer illerden gelen milletvekilleri ile Büyük
Millet Meclisi’ni açmış.
Saffet pek anlamamıştı adamın ne istediğini. “Kendi götürse
ya pekmezini” diye söylendi. Akşam babasına konuştuklarını
anlattı.
Adem ağa “Meğer ben milletvekili taşımışım” dedi. İçin için
sevindi, kimseye bir şey söylemedi.
Adem ağa gene sıvazladı bıyıklarını:
Çarşıda, pazarda kabadayılık edip, dolaşan silahlı adamlar
çok öfkeli idiler:
– Meclis açmış Mustafa Kemal. Savaş hazırlığı yapıyormuş.
Ama nafile. Hele bir elimize geçirelim, götürüp teslim
edeceğiz Padişahımıza.
*
– Saffet oğlum, bu günlerde köylere demir işine gidicen mi?
Saffet bıraktı körüğünü döndü gelene:
– Ne yapacaksın amca?
– Şey… Arap dedeye bir adağım vardı da… Bütün kış
götüremedim. Bir tas pekmez. Sen götürüverir misin?
– Babam götürse olmaz mı? Benim burada işim çok. Ustam
hasta. Hem atım yok, arabam yok.
– Olmaz, olmaz. Adem ağa gitmez Mihalıççık yönüne.
İstersen benim eşeği veririm sana.
– Dur hele bir konuşayım Adem babamla.
153/197
Saffet ertesi gün Adem ağanın dediği gibi yaptı. Eşeğin
üstüne attı bir heybe. Bir gözüne demirci aletlerini, Arabın
pekmezini, öbür gözüne kendi eşyalarını koydu.
Beypazarı çarşısından geçerken sordular kahvedekiler:
– Saffet usta nereye?
Günler geçti. Bir gün Beypazarı’ndan bildik bir kişi Saffet’in
demirci dükkânına uzattı başını:
Çift Püsküllü Uçurtma
– Yarından tezi yok, çık yola oğlum. Ustana haber ver,
dükkânı kapa. Yanına birkaç parça eşyanı da al.
Suzan Albek
– Eh… Artık vakittir. Çıkıp köylünün kazmasını küreğini
tamir edeyim, hem de Arabın pekmezini vereyim.
Eşek ayağı ağırdır ata göre. Üstelik aklı da eşek aklı, huyu da
eşek huyu. Yol kenarında taze diken gördü mü, dayanamaz.
Bitirmeden kıpırdamaz yerinden. Saffet gece bir köye zor
vardı. Ertesi sabah tuttu Arap dede türbesinin yolunu. Tam
tepenin üstünde, selviler arasında türbe görünmüştü ki bir
at kişnemesi duydu. İndi eşekten. Birden bir çam ağacının
arkasından Rıfat çıkıp dikiliverdi karşısına. İki kardeş
sarıldılar, oturdular çamın dibine. Rıfat’ın beyaz atı arkada
otluyordu.
– Seni benim çağırdığımı anladın mı? Diye sordu Rıfat.
– Anlar gibi oldum. Ama, asıl Adem babam anladı. Bana,
yanına eşyalarını al dedi.
Çift Püsküllü Uçurtma
154/197
Suzan Albek
– İyi söylemiş. Ahmet usta Eskişehir’de bekliyor seni.
– Kim o Ahmet usta?
– Demiryolları atölyesinde bir usta. Mustafa Kemal Paşa
ordusunun top kamalarını yapıyor. Silahları tamir ediyor.
– Hı… Anladım şimdi… Mustafa Kemal Paşa yakında mı
açacak savaşı?
Önce Mavi Hoca’nın çiftliğine uğrayacaklardı. Tam
yakınındaki kestane ormanına varmışlardı ki bir tüfek
patladı arkalarından. Rıfat birden başındaki örtüyü çekti
gözlerine kadar, dehledi atını, yıldırım gibi daldı kestane
ormanına, gözden yitti. Saffet eşeğinin üstünde kalakaldı yol
üstünde. Arkasından, tepeden tırnağa silahlı üç atlı yetişti.
– Dur! Dur! Nereye gidiyorsun? Diye sordu baştaki.
– Belli değil. Hazırlanıyor daha. Hem Meclisin karar vermesi
gerek. Biliyorsun 23 Nisanda açıldı Meclis.
İkinci atlı ekledi:
– Bütün bunları nereden biliyorsun sen Rıfat.
Üçüncü atlı biraz geride duruyordu. O hiç bir şey söylemedi,
uzun uzun baktı Saffet’e.
– Mavi Hoca da Mecliste milletvekili. Ben de onun kâtibiyim.
Bütün yazılarını temize çekiyorum. Habercisiyim hem de. Sık
sık Eskişehir’e gelip gidiyorum.
– Yanındaki kimdi?
– Şey… Merhaba ağalar! Ne istediniz? Diye sordu Saffet,
korkusunu belli etmemeye çalışarak.
Saffet kardeşinin omzuna vurdu:
– Kimsin? Nereye gidiyorsun? Diye yineledi birinci atlı.
– Sanki sen ağabeysin, ben küçük kardeş. Beni kodun geçtin.
– Ben mi? Demirciyim… Köylere çıktım. Tamir işi yapmaya.
Azıcık dinlendiler çamın altında. Sonra Saffet atladı ata, Arap
dedenin pekmezini bıraktı döndü.
Atlı yaklaştı, yokladı eşeğin heybesini.
İki kardeş, bir at bir eşek çıktılar yola konuşa konuşa:
– Ya bu adamcağızın eşeğini nasıl geri vereceğim?
– Yanındaki kimdi? Kaçan?
Saffet iyice kuşkulanmıştı adamlardan. Yutkundu:
– Tasalanma, o eşeğin parası zaten verildi.
– Yanımdaki mi? Bilmem kimdi. Size rastladığım gibi ona da
rastladım yolda. Biraz hoşbeş ettik, geçti, gitti.
Saffet’in hiç aklı ermedi bu işe.
İkinci atlı yaklaştı:
*
Çift Püsküllü Uçurtma
155/197
– Gel bakalım bizimle. Anlarız tanıyıp tanımadığını.
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
156/197
Suzan Albek
Geride duran atlı yaklaştı:
– Kim o diye kalktı Adem ağa yerinden.
– Bırakın, bırakın geçsin demirci. Beklerler köylerde.
– Benim Adem amca aç...
Saffet baktı üçüncü atlıya. “Delibalta… Delibalta bu…” diye
düşündü. “Delibalta! Delibalta! Beni tanımadın mı?” sesi
boğazında dört düğüm oldu, çıkmadı.
Adem ağa kapıyı açınca başı siyah kalpaklı, eli çantalı, subay
kıyafetinde biri girdi içeri, hemen kapıyı kapadılar.
Atlılar Delibalta’yı dinlediler, daldılar kestane ormanına.
Saffet bütün gün dolandı durdu oralarda. Çiftlik binası sis
arasında bir göründü bir kayboldu gene. Karanlık basınca
Saffet yaklaştı çiftliğe, kapıyı tıklattı. Ali açtı kapıyı, buyur
etti. Rıfat’ın beyaz atı yalağın başında duruyordu.
– Ben tanımadın mı amca?
– Bilmem ki… Tanır gibiyim gözlerini. Buyur, gir içeri.
Gülbahar! Lambayı getir!
Gülbahar elinde lamba ile koştu. Yolcu kalpağını çıkardı.
Lambanın ışığında aydınlandı yüzü.
Gece ocak başında çorbalarını içerken Rıfat sordu:
– Hasan! Hasan! Nereden çıktın sen? Diye bağırdı Gülbahar.
– Seni bırakıp kaçtığım için kızmadın değil mi?
Adem ağanın dili tutulmuştu sanki. Odaya girdiler. Gülbahar,
Emine, anneleri, Ulviye hala aldılar Hasan’ın etrafını.
– Yok, anladım senin görünmek istemediğini.
– Mustafa Kemal Paşa’ya başkaldıranlar beni arıyorlar. Onun
için hep gizlenmek zorundayım. Seni tanımazlar nasıl olsa
dedim.
İki kardeş uzun süre konuşup yattılar. Ertesi sabah gün
doğmadan çıktılar yola.
Uzun yıllar geçmişti Hasan’ı görmeyeli. Ta… Balkan
Savaşı’nın başlamasından, 1912 yılından beri.
– Nerelerdeydin bunca yıldır? Diye sordu Adem ağa.
Hasan azıcık dinlendikten sonra anlattı olanları:
*
“Sizden ayrıldıktan sonra, dağlarda saklana saklana bizim
askerleri aradım. Bulunca aralarına karıştım, bir asker
elbisesi geçirdim üstüme. Edirne’ye gittim. Oradaki savaşlara
katıldım Nazım Paşa’nın yanında. Yenildik, Edirne düştü, geri
çekildik.”
Saffet Eskişehir’e gittikten birkaç gün sonra, gene tıkırdadı
Adem ağanın penceresi.
– Biz Susuz Müsellimli’ye varmıştık Edirne düştüğünde, diye
anımsadı Adem ağa.
Eskişehir’e varıp Saffet’i Ahmet ustaya götürdükten sonra,
Rıfat tekrar Ankara’ya döndü.
Çift Püsküllü Uçurtma
157/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
158/197
Suzan Albek
Hasan sözünü sürdürdü:
Hasan bir fırsatını bulup sordu Gülbahar’a:
“1913 yılında tekrar başladı savaş. Ben Çatalca cephesinde
Muhtar Paşa’nın yanında emir eriydim. Okuma yazma ve
kaçtığımız memleketin dilini iyi bildiğim için aldı yanına
beni.”
– Gülbahar, sen evlenmedin mi? Neden buradasın? Babanın
evinde?
– Biz duyduk attığınız topların gürültüsünü, dedi Ulviye hala.
– Kim söyledi sana evlendim diye? Evlenen Gülizar.
Çocukları bile var.
“Çok kırdık düşmanı. Ama gene de başarılı olamadık. Savaş
bitip Muhtar Paşa İstanbul’a dönünce beni de götürdü
yanında. Orada Askeri Mektep’e verdi. Cihan Savaşı sırasında
subay çıktım. Ondan sonra, o cepheden o cepheye…”
Gülbahar şaşırdı:
Bu kez şaşırmak sırası Hasan’daydı:
– Hüseyin ağabeyim söyledi. Üç yıl önce Tekirdağ’a gittim
gördüm onu.
Cephe deyince başladı Adem ağanın karısı ağlamaya:
Gülbahar sapsarıydı:
– Mustafa Sarıkamış’ta şehit düştü, Mehmet Çanakkale’de…
– Uydurmuş Hüseyin ağabeyin, dedi.
– Biliyorum… Hüseyin ağabeyim söyledi, dedi Hasan.
– Yok, uydurmadı. Savaş sırasında, 1915 güzünde gelmiş
Alpu’ya. Buraya seni almaya gelecekmiş. Alpu’da muhtar ona
“Adem ağanın büyük kızı evlendi” demiş. Ağabeyim de trene
binip tersyüzü dönmüş.
– Hüseyin… dedi Adem ağanın karısı. Gördün mü Hüseyin’i?
Niye aramadı bizi?
Hasan yanıt vermedi, Adem ağa sözü değiştirdi:
– Şimdi ne yapıyorsun? Buraya gelişinde bir iş var…
– Ankara’ya gidiyorum, dedi Hasan. Mustafa Kemal Paşa’nın
ordusuna
katılmaya.
Bizi
bekliyor
kumandanlar.
Arkadaşlarım da var. Koruluktalar. Ben hepinizi göreyim
diye geldim buraya. Ortalık aydınlanmadan çıkar mıyız yola
Adem amca?
Adem ağa arabayı hazırlamaya çıkmıştı bile.
Çift Püsküllü Uçurtma
159/197
Suzan Albek
Yaşlar boşandı Gülbahar’ın gözlerinden:
– Ah akılsız Hüseyin. Bundan sonra hiç gelmesin artık. Sekiz
yıl oldu nişanlanalı. Ben bekledim onu.
Gülbahar çıkardı parmağından yüzüğünü, uzattı Hasan’a:
– Al, götür bunu ona Hasan!
Hasan almadı yüzüğü.
Çift Püsküllü Uçurtma
160/197
Suzan Albek
– Ben bir daha görür müyüm bakalım ağabeyimi? Zaten
Trakya işgal altında. Kimbilir nerelerde o?
Gülbahar kaygıyla sordu:
– Öldü mü? Esir mi düştü? Neden yazmadı hiç bana?
– Bilinmez. Ben gene yazarım ona Ankara’dan. Belki varır
eline.
Anlasın yaptığı yanlış işi.
Çoban yıldızı yükselirken, Hasan ve korulukta bekleyen genç
subay arkadaşları, Adem ağanın arabasıyla tuttular Ankara
yolunu. Yeni bir savaş bekliyordu onları.
Adem ağa bir hafta dönmedi. Evde yalnız kalan Gülbahar,
Emine, anneleri, Ulviye hala çok korktular. Her gece
kapıların arkasına eşyaları yığdılar. Gene de tir tir titrediler
sabaha kadar. Sonunda çıkageldi Adem ağa. Gençleşmişti
sanki.
– Ankara’ya kadar gittim. Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı
gördüm. Kumandanları ile beraber askerlerini teftiş
ediyordu. Her yer subay dolu. Cephane, top, tüfek bekliyorlar
savaşmak için.
Kızlar merakla sordular:
– Nereden gelecek ki cephane?
161/197
Adem ağa evinde bunları anlatırken, Beypazarı kahvesinde
öyle konuşmuyorlardı Mustafa Kemal’e karşı olanlar:
– Neden savaşacakmışız yeniden? İstanbul’da sarayında
oturan Padişahımız savaşmayın diyor. Mustafa Kemal’i
dinleyen kâfirdir diyor.
Biraz aklı erenler şöyle diyorlardı:
*
Çift Püsküllü Uçurtma
– Biz taşıyacağız. Nerede bir depo, nerede silah kalmışsa,
boşaltıp kaçıracağız Ankara’ya. Yeni bir ordu kurdu Gazi
Paşa, ben de o ordudanım artık.
Suzan Albek
– Trakya, Batı Anadolu düşman çizmesi altında. Neredeyse
Eskişehir’e geliyorlar. Bakarsın yarın buradalar.
– Gelemezler, gelemezler diyordu burnunun ucunun ötesini
göremeyenler. Önümüz Sündiken dağları, arkamız Köroğlu
tepeleri. Hiç bir şey olmaz bize.
*
1920 yılının sonuna doğru, gene bir akşam, kahvede kötü
sözler iyi sözlerden daha geçerliyken, kapı açıldı, bir kar
fırtınası ile beraber tanımadıkları bir adam girdi içeri.
Üstünü başını silkeledi, şöyle bir selâm verdi, geçti boş bir
yere oturdu. Herkes susmuştu. Yeni gelenin kılığı, Cihan
Savaşı’nda cepheden dönen askerlerinkine benziyordu. Bir
kolu sargılıydı. Başındaki kalpağın altından da beyaz sargı
bezi görünüyordu. Yüzü yeşile çalıyordu. Hiç konuşmadı yeni
gelen. Yalnız, söze başlayanların yüzüne baktı teker teker.
Hepsi susakaldılar. Bir sıkıntı çöktü oturanların üstüne.
Çift Püsküllü Uçurtma
162/197
Suzan Albek
Yabancı adam ertesi gün, kasabanın bütün sokaklarını
dolaştı. Birkaç kapıyı çaldı, kimse açmadı. Onu gören
çocuklar korku ile evlerine kaçıştılar.
Kimse bilemedi yüzü yeşil renkli bu adamın kim olduğunu.
Kahvedekiler fikir yürüttüler:
neşelenmişlerdi. Oysa pek kaygılıydı Şakir efendi. Adem ağa
her gelişinde soruyordu:
– Adem ağa, sen pek gayretlisin, işler iyi diyorsun ama
düşman yaklaştı Eskişehir’e.
– Üç yıl önce Suriye cephesinde ölen, emmimin oğlu Ahmet
çavuşa benziyor…
– Sen tasalanma Şakir efendi, Mustafa Kemal Paşa’nın sağ
kolu İsmet Paşa, Eskişehir’e kurdu karargâhını. O tutuyor
batı cephesini.
– Sus… Sus… Tövbe de… Ölmüş adam geri mi geldi?
Eskişehir deyince hop ediyordu Ulviye halanın yüreği:
– Belki gelmedi ya… Göründü bize…
– Ya Saffet’im? O ne yapıyor orada? Düşmanın karşısında?
Ya Rıfat’ım?
– Ben 93 savaşında ölen büyük dayıma benzettim garibi!
– Iıhh… Ahmet çavuştu o. Biz bu vatan için öldük, siz
düşmandan yana oldunuz der gibi baktı bana…
O günden sonra kimse uğramadı kahveye. Kötü sözlüler, eli
bıçaklılar bir bir çekildiler Beypazarı’ndan.
– Sen merak etme. Ahmet usta Saffet’le beraber çoktan taşıdı
imalathanesini Ankara’ya. Gece gündüz çalışıyorlar. Bir iş
çıkarıyor ki Saffet, gören şaşıyor. Ünü yayıldı bütün
Ankara’ya. Rıfat dersen Meclis’te. Mavi Hoca’nın yanında
çatır çatır yazı yazıyor.
Ulviye hala uçtu kıvancından:
*
Uzun bir yolculuktan dönen Adem ağa ilk kez gündüz
gözüyle, gizlenip saklanmadan sokaklardan gümbür gümbür
geçerek geldi evine:
– İç isyanlar bastırıldı tümüyle. Artık Mustafa Kemal’e karşı
geleceklerin vay haline. Sıra geldi düşmanla savaşmaya.
Adem ağa sık sık yola gittiğinden bir süre önce evdekileri
Şakir ağanın evine taşımıştı. Gülizar, Gülbahar, Emine bir
araya
gelince,
azıcık
unutmuşlar
kötü
günleri,
– Ah ağabey, gördün de evlatlarımı neden söylemezsin?
– Sırası geldi, söyledim işte.
*
1921 yılı. Karanlık, soğuk ocak ayı. Düşman Bursa yönünden
geldi, dizdi askerlerini İnönü cephesine. İsmet Paşa’nın
emrinde kıyasıya dövüştü bizim askerler. Telgraflar çatır
çatır işledi:
– Cephane bekliyoruz! Cephane!
Çift Püsküllü Uçurtma
163/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
164/197
Suzan Albek
Tahta direklere bağlı telgraf telleri vın vın öterek haberi
ilettiler Ankara’ya “Cephane! Cephane!”.
Kadınlar, çocuklar kağnılara mermileri yükleyerek aşırdılar
dağlardan, yetiştirdiler bizim askerlere.
Aylarca alevler yükseldi İnönü ovalarından. Samanlıklar,
köyler yandı durdu. Bahar geldi, çiçek açamadı yanık, kavruk
ağaçlar.
Yaz başında yeniden kuvvet aldı düşman. Kütahya yönünden
saldırdı Eskişehir üstüne. İsmet Paşa geri aldı karargâhını.
– Kaçın! Kaçın! Çekiliyor ordumuz!
kapısını açtı. Ali evi dolaştı, çıktı tepeye yolu gözlemek için.
Ev bomboştu. Rıfat hızla çıktı yukarı kata. Bir dolabı açtı,
yazılı kâğıtları topladı içinden, koydu bir çantaya. Bir başka
dolabın kilidini açtı, üstü sedef kakmalı küçük bir sandık
çıkardı. Tam telaşla iniyordu ki merdivenlerden, arkadaki
çinko kaplı tahta boştan bir gürültü geldi. Rıfat koştu o yana.
Kara gözlü, kara uzun örgülü saçlı, on iki yaşlarında bir kız
çıktı karşısına.
Rıfat bağırdı:
– Kız Seher! Ne arıyorsun burada? Herkes kaçtı!
Seher, Mavi Hoca’nın ölmüş kız kardeşinin kızıydı.
*
– Havva abam bırakmadı beni!
Eskişehirliler başladılar göçe. Atlar, yaylı arabalar, kağnılar,
tatar arabalarıyla. Boyunları altınlı, kolları bilezikli kadınlar,
cepleri altın saatli adamlar kuruldular paytonlara. Haydi!
Kaçın! Hep Ankara yönüne!
Temmuzun yirmisi zerdali vaktiydi Eskişehir’de. Olgun, çilli
zerdaliler pat pat düşüyordu yolların üstüne. Kimsenin eli
değmemişti toplamaya.
Herkes karmakarışık, çoluk çocuk kaçarken Ankara’ya
doğru, bir atlı göründü karşı yönden. Beyaz bir at üstünde
genç bir adam. Arkasından bir atlı daha. Yoldakiler
bağrıştılar:
– Nerede o deli Havva?
– Arkada, çamaşır yıkıyor çamaşırlıkta.
– Kız akılsız! Sen onun deli olduğunu bilmiyor musun? Niye
kaldın?
– Bir şey olmaz, dedi Havva abam. Ocakta yemek var, gitme,
sen ona bak dedi bana.
– Bir şey olmaz olur mu? Düşman geliyor! Bütün zabitleri
yerleşir evlere.
– Dönün! Dönün! Düşman giriyor şehre neredeyse!
Bir gümbürtü koptu o sırada, evin bütün camları zangır
zangır titredi. Seher başladı ağlamaya. Rıfat tuttu, sürükledi
kolundan aşağı. Ali yuvarlanarak iniyordu tepeden:
Atlılar dinlemediler, sürdüler şehre. Dört nala vardılar
tepeye. Rıfat indi attan. Anahtarıyla Mavi Hoca’nın evinin
– Geliyorlar! Süvariler göründü yolun ucunda!
Çift Püsküllü Uçurtma
165/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
166/197
Suzan Albek
Hemen atladılar atlarına. Evin kapısını bile kapayamadan.
Rıfat aldı Seher’i atının arkasına. Hızla indiler yokuştan
aşağı. Bir tahta köprüden aştılar Porsuğu. Hiç durmadan
çıktılar Ankara yoluna. Seher durmadan ağlıyordu:
– Evet, öyle, diye başını salladı Adem ağa. Ankara,
Eskişehir’den, Sivrihisar’dan kaçan göçmenlere doldu.
Ankaralılar da daha doğuya göçmeye başladılar.
– Ya bi gören olursa beni böyle? Atın üstünde? İndir beni?
– Ankara emniyetli değil mi artık? Diye sordu Gülizar’ın
kocası Osman.
Rıfat döndü arkasına, öyle bir tokat indirdi ki kızın ağzına,
birden susuverdi Seher.
– Bilmem ki! Düşman kumandanı bu savaşta Ankara’ya
gireceğim, kalbinden vuracağım Anadolu’yu, diyormuş.
Az sonra göçenlerin son arabaları göründü önlerinde. Rıfat
yavaşladı, durdu bir arabanın yanında, indirdi Seher’i,
seslendi arabadaki kadınlara:
– Ya ordumuz nasıl?
– Alın bu kızı! Mavi Hoca’nın yeğenidir. Anasız babasız.
Akrabaları önceden çıkmışlar yola. Bulursanız verirsiniz.
Olmazsa Ankara’da teslim edersiniz.
Rıfat çevirdi atını dağlara doğru:
*
Ağustos ayı sonunda, Adem ağa Ankara’dan döndüğünde
yorgun, kederliydi:
– Eskişehir, Afyon düşman elinde. Ordumuz Sakarya’nın
doğusuna çekildi. Mustafa Kemal Paşa öyle emretmiş. Savaş
yeniden başladı, dedi.
Şakir efendi sordu:
– Ankara’dan düşmanın top sesleri duyuluyormuş doğru
mu?
167/197
Adem ağa sözünü kesti burada, seslendi:
– Emine, bir su getir bana!
Emine elinde su bardağı ile girdi içeri. Adem ağa sürdürdü
sözünü:
– Haydi Ali! Şimdi doğru çiftliğe!
Çift Püsküllü Uçurtma
– Mustafa Kemal Paşa geçti ordunun başına. Fevzi Paşa’yla
birlikte Polatlı’da karargâh kurdular.
Suzan Albek
– Çok yaralı taşınıyor cepheden Ankara’ya. Bereket versin
İstanbul’dan gelmiş, ak saçlı bir hanım var. Okuma yazma
bilen, elinden iş gelen kızları toplamış, hemşirelik öğretiyor
doktorların yanında. Onlar bakıyorlar yaralılara. Elleri dert
görmesin!
– Bir bakan olsaydı bana Cihan Savaşı’nda belki yaram
azmazdı, kesilmezdi kolum, dedi Osman.
Emine ayakta, elinde bardak dinliyordu bu sözleri: Okuma
yazma bilen, elinden iş gelen kızlar…
Ertesi sabah kahvaltıyı hazırlarken seslendi annesine:
Çift Püsküllü Uçurtma
168/197
Suzan Albek
– Düşümde Mustafa ağabeyimle
Yaralıydılar. Su istiyorlardı benden.
Mehmet’i
gördüm.
– Panayot niye geldin buraya? Ne güzel yerler bıraktık size.
Koca değirmen, tarlalar, bağlar.
– Su…
*
23 Ağustosta başlayan Sakarya Meydan Muharebesi,
aralıksız sürüyordu günlerdir. Düşman Sakarya boyunda
Kartaltepe’ye saldırdığı gün, Yüzbaşı Hasan, birliğinin
önünde, elinde tabancası koşuyordu tepeden aşağıya. Bir
topçu ateşi başladı karşıdan. Askerleri sıra sıra serildiler
tepenin yamacına. Birkaç adım daha koştu Hasan. Toplar
yeniden gürledi. Karnında bir sıcaklık duydu, yıkıldı sıcak
toprağın üstüne Hasan.
– Adem amcam küfesiyle bıraktı üzümleri bağda. Almadın
mı?
Karanlık basıp yıldızlar çakılınca gökyüzüne, gözünü açtı. Bir
ses duydu yanı başındaki çalılıktan. Yabancı bir dilde bir
şeyler söyledi biri inleyerek:
– Panayot niye geldin buraya? Burası bizim vatanımız.
– Su… Ne olur bir parça su…
Hasan anladı yabancı askerin dilini. Gülümsedi:
– Üzüm… dedi asker.
Ellerini uzattı, bir üzüm salkımını almak istercesine.
Hasan belinden matarasını çıkarmaya uğraştı, yapamadı.
Gene sordu:
Askerin elleri düşmüştü yere. Hasan bir soluk aldı, tekrar
düştü sırtüstü. Eli çarptı yabancı askerin buz gibi eline. İkisi
yan yana, hiç kıpırdamadan, pırıl pırıl yıldızlara bakıp
kaldılar.
*
– Ben bu dili bilirim. Balkanlardan…
– Su… N’olur su… diye tekrarladı ses.
Hasan doğruldu azıcık, onun diliyle sordu:
– Panayot sen misin?
İnledi yabancı asker:
Eylülde top sesleri duyulmaz oldu Ankara’dan. Düşman
çekildi Sakarya Nehri’nin batısına. Başladılar kaçmaya.
“Yenildik
ama
şimdilik!
Çıkmayacağız
girdiğimiz
topraklardan” dedi kumandanları. Yerleştiler Eskişehir
yöresine. Türk kumandanları: “Yendik ama kovalamayacağız
şimdilik. O gün de gelecek” dediler.
Zafer haberi tez ulaştı Beypazarı’na. “Çok kan döküldü
Sakarya tepelerinde” dediler. Emine’nin yüreği sızladı:
“Dağlarda kalan yaralılar ne yaparlar? Su isterler mi ki?
Yaramı sar derler mi ki? Anama yazın derler mi ki?”
– Hı… Su…
Çift Püsküllü Uçurtma
169/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
170/197
Suzan Albek
Ankara’ya yola çıkmaya hazırlanan babasının önüne dikildi
bir gün:
Gülbahar kucakladı, aldı arabaya. Şakir efendi ipek tüylü bir
keçiyi çeke çeke getirdi:
– Baba, ben de gideyim Ankara’ya seninle. O ak saçlı hanımın
yanında hemşirelik öğreneyim, yaralarını sarayım
askerlerin.
– ‘Selden kaçanın torununu’ götürmeyecek misiniz?
Adem ağa bir şey söylemedi. Sarıldı öptü kızını.
Bir ay sonra döndü.
– Haydi, toplanın çabuk, gidiyoruz, dedi karısına.
– Nereye gidiyoruz ki?
– Ankara’ya. Ev tuttum. Saffet, Rıfat gece yarısına kadar
çalışıyorlar, bir sıcak çorba pişirenleri yok. Bizim ne işimiz
var burada?
– Ya Gülizar’ım? Torunlarım? Diye sızlandı karısı.
– Gülizar’ının evi, barkı var. Otursun kocasıyla. Torunların
akşama dek çember çeviriyorlar sokakta.
*
Ulviye hala çocuklarımın yanına gidiyorum diye bohçalarını
toplamaya başlamıştı bile. Gülbahar ile Emine fısıl fısıl
konuşup gülüşüyorlardı. Birkaç gün içinde toplandılar.
Beypazarlı komşuları Adem ağanın temelli Ankara’ya
gideceğini duydular, dizildiler yollara. Kimi, koca bir sepet
ceviz uzattı kimi bir sepet yumurta kimisi de kangal kangal
sucuk. Saffet’in ustası Demirci Ali ağanın işe yaramaz koca
oğlu koltuğunun altında bir horozla koşa koşa yetişti.
Bembeyaz tüylü, kırmızı ibikli, kıvrık gagalı bir horoz.
Çift Püsküllü Uçurtma
171/197
Suzan Albek
Onu da koydular ite kaka arabaya. Gülizar koca bir saksı
sardunya yerleştirdi bohçaların arasına, “Çiçeksiz evin
neşesi olmaz” diye.
Gülüş, çağrış çıktılar yola. Gülizar’ın üç oğlu çemberlerini
çevire çevire, Ankara yoluna kadar koştular arabanın
arkasından. Horoz pek yamanmış. Yolda durmadan atladı
keçinin kafasına, her yanını gagaladı. Keçi sardunyanın
yapraklarını yedi bitirdi, pıtır pıtır pisledi, kirletti arabayı.
Güle kıza, ine bine vardılar Ankara’ya.
Adem ağa kalenin altında küçük bir ev tutmuştu. Eşyayı
indirdiler, horozu, keçiyi saldılar arka bahçeye. Bir ocak
yaptılar duvarın dibine. Üstüne kazanı koydular. Çalı çırpı ile
yaktılar kazanı.
Geç vakit Saffet geldi işçi tulumuyla. Eli yüzü kapkara.
Aylardır ilk kez yıkandı sıcak suyla. Annesinin uzattığı
tertemiz havluya kurulandı, sıcak bir çorba içti. Rıfat geldi
arkadan. Kolunun altında bir tomar kâğıtla. Yeni haberler
getirdi:
– Sakarya savaşında düşmanı püskürttükten sonra ordumuz,
büyük devletler, anladılar bizim gücümüzü. Elçiler yolladılar
Ankara’ya. Sulh anlaşmaları imzalanıyor teker teker.
– Düşman henüz sökülüp atılmadı Anadolu’dan, dedi Adem
ağa.
Çift Püsküllü Uçurtma
172/197
Suzan Albek
– O da olacak, ordunun yeniden hazırlanması gerek. Çok
kayıp verdik Sakarya’da. Hastaneler yaralı dolu.
– Ben nereye giderim? Bırakır mı hiç annem babam? Dedi
Emine gülerek.
Rıfat bunu söyleyerek yan gözle Emine’ye baktı:
– Seni oğluma nikah ederim, aslan gibi Mustafa’ma!
– Bu kış çok iş var burada, dedi.
– Benim işim çok burada. Gelmem seninle. Haydi yatağa
bakalım!
*
Ertesi sabah Adem ağa erkenden Emine’yi götürdü ak saçlı
İstanbullu hanıma. Beyaz bir önlük verdiler. Emine hemen
başladı işe. Yara nasıl temizlenecek? Sargı nasıl sarılacak?
Öğrendi bir bir.
Herkes çalışırken boş durur mu Gülbahar? Ulviye hala?
Adem ağa top top bez getirdi. Bir de eski dikiş makinesi.
Geçtiler başına. Sargı bezleri, iç çamaşırları diktiler
askerlere. Bir ay sonra, Emine sevinç içinde döndü eve bir
akşam. Elinde, ortasında kırmızı bir ay dikili, beyaz bir başlık
vardı. Sarı örgülerini toplayıp üstüne giydi başlığı:
– Ben hemşire oldum artık. Hastanede çalışacağım. Maaşım
olacak, dedi.
O günden sonra koştu o hastadan o hastaya.
Sakarya savaşında bir bacağı kopmuş olan Nevşehirli
Satılmış çavuş ilk kez hemşire Emine’ye yaslanıp kalktı
ayağa:
– Hemşiranım, iyi olup çıkayım da seni de götüreyim
memleketime. Bağım, bahçem var. Gezersin azıcık, dedi.
Çift Püsküllü Uçurtma
173/197
Suzan Albek
Satılmış çavuş hep böyle takıldı Emine’ye. İyileşti, taburcu
oldu bir gün. Emine’nin adresini bir küçük kâğıt parçasına
yazdı, torbasına koydu.
*
Bahar geldi. 1922 baharı. Sarı, mor çiçekler açtı Ankara
kırlarında. Gülizar üç oğlunu alıp konuk geldi Ankara’ya.
Rıfat bir cuma günü oturdu, bulduğu kâğıtlarla çocuklara
koca bir uçurtma yaptı. Adem ağa köşeye oturmuş çorap
örüyordu beş şişle:
– Gazi Mustafa Kemal Paşa ne zaman hücum emri verecek
ordumuza?
Rıfat hiç sesini çıkarmadı, kesti uçurtmanın püsküllerini.
– Eskişehir kurtulmadı. Düşman çok zulüm yapıyormuş
köylerde. Bizim asker ne zaman yürüyecek o yana?
Rıfat büzdü püskülleri, taktı uçurtmanın iki yanına.
– Ah, Hasan Sakarya savaşında şehit düşmeseydi, belki şimdi
miralaylığa yükselirdi. Anlatırdı olup biteni bize.
Rıfat uçurtmanın ipini teraziledi, kaldırdı başını:
Çift Püsküllü Uçurtma
174/197
Suzan Albek
– Baba, kimse anlatamaz olup biteni. Savaş planları çok gizli
hazırlanıyor. Gazi Paşa bazen kumandanlarıyla çıkıyor
Ankara’dan, birlikleri teftiş edip dönüyor. Sorma artık bir
şey. Zaferi bekle.
30 Ağustos 1922. Dumlupınar. Güneşin altında kavrulan
ovada Türk ordusunun süngüleri parlıyor. Düşman ordusu
bozgun halinde. Otomobillerini, toplarını, tüfeklerini bırakıp
kaçıyorlar. Nereye gittiklerini bilmeden.
– Ah! Zafer! Zafer! Dedi Adem ağa.
31 Ağustos 1922. Düşman generalleri yollarını bile
bulamıyorlar artık. Ormanların içinde yaya kaçıyorlar.
Arkalarından yetişiyor bizim askerler.
Rıfat kalemini çıkardı, güzel yazısıyla “Zafer” yazdı
uçurtmanın bir köşesine. Çocukları aldı yanına, çıktılar
Ankara’nın kalesine. Saldılar ipi, uçurtma hışırdayarak
yükseldi, yükseldi, bir yel esti batından “Zafer” sallandı
Ankara Kalesi’nin üstünde.
*
Bütün yaz Adem ağanın evindekiler var güçleriyle çalıştılar.
Emine
yoruldu,
terledi
hastanede,
Saffet
silah
imalathanesinde,
Rıfat Meclis’te. Sade onlar mı yorulan?
Bütün Anadolu insanları… Karadenizliler İnebolu’ya
gemilerle cephane taşıdılar, boşalttılar. Kastamonulular
arabalarla taşıdılar Ankara’ya. Köylü kadınlar getirip dizdiler
kağnılarını. Cepheye cephaneyi taşımak için.
Birlikler güneye, batıya doğru yürümeye başladılar. Gizli bir
emirle. Gece yürüdüler, gündüz dinlendiler. Hiç görünmeden
cepheye varıp düşmanı ansızın bastırmak için.
Zafer haberleri yayıldı Ankara’ya. Telefonla, telgrafla, uçan
kuşun kanadıyla, batıdan esen rüzgârla, dağlarda yakılan
ateşlerle.
Düşman ordusundan geri kalanlar karmakarışık. Bir koldan
İzmir’e bir koldan Bandırma’ya akıyorlar. Yolları üstündeki
bütün köyleri, kentleri yakarak!
2 Eylül 1922. Eskişehir kurtuldu. İlk mızraklı süvariler,
yukarı mahallenin arkasındaki tepeden aşağı indiler.
Düşmanın yaktığı çarşıdan hâlâ alevler yükseliyordu.
9 Eylül 1922. Ordularımız İzmir’e girdi!
Ankara sokaklarında bütün halk ellerinde bayraklarla
koşuştular, ağlaştılar. Askerinle bin yaşa! Mustafa Kemal
Paşa!
26 Ağustos 1922. Büyük taarruz başladı, gürledi toplar.
Kocatepe’de Mustafa Kemal Paşa, ordusunun başında.
Kalpaklı, çizmeli. Savaş planını gözden geçiriyor dağın
tepesinde.
Çift Püsküllü Uçurtma
175/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
176/197
Suzan Albek
IV
Düşman işgali sırasında Ankara’ya göçenler geri dönmüş,
Mavi Hoca’nın evi dolmuştu yeniden. Rıfat’la Saffet geldiler,
doğru yukarı çıktılar, oturdular pencerenin dibindeki sedire:
Kolları, başı açık bir kadın, başka bir dilde avaz avaz
bağırıyordu:
– Tahta bardağımı aldı, parasını vermedi!
– Seher, bir kahve yap bize! Diye seslendi aşağıya Rıfat.
Kara Osman arkasında adamlarıyla uzun kollarını
sallaya sallaya geldi Pazar yerine, sordu kadına:
Seher yanıt verdi kapının arkasından:
– Kim aldı tahta bardağını da parasını vermedi?
– Ben kahve yapmam sana! Sen bana tokat attın.
– İşte! İşte şu adam!
Rıfat bağırdı:
– Kız! Kara kız! Ben seni atıma alıp kaçırmasaydım, ağzına
tokat atmasaydım, düşman seni öldürecekti Havva aban gibi!
Kara Osman’ın adamları yakaladılar satıcı kadının
parasını vermeyeni. İki değnek vurdular. Adam bıraktı
elinden bardağı. Tahta bardak yuvarlandı tangur
tungur aşağıya, kadının yanına kadar.
Seher koşarak indi merdivenlerden. Az sonra getirdi
kahveleri, tepsiyi kapının arkasından uzattı.
“Savaşta güçlü, barışta adaletli” diye bir ses geldi
Saffet’in kulağına. “Ninemin sesi” dedi.
Rıfat ile Saffet birkaç gün kaldılar Eskişehir’de. Malı mülkü
yanan, evlatları şehit olanlarla konuştular, dertleştiler.
Arkadaki Şeyh Edebali indi ağır ağır. Başı sarıklı,
bembeyaz top sakallı, güleç yüzlü.
Ankara’ya dönecekleri sabah, Saffet geçti oturdu üst kattaki
sedire, pencereyi açtı. Bir rüzgâr esti karşıdaki Bozdağ’dan.
Küme küme beyaz bulutlar gelip takıldılar minarelerin
tepesine.
– Nerede bizim kız? Nerede bizim kız? Diye sordu
rastladıklarına.
*
Kentin orta yerinde koca bir Pazar kurulmuştu. Bir
kalabalık, bir kalabalık. Develer, eşekler, atlar, arabalar
çekilmişti bir yana. Sebzeler öbek öbek yığılmıştı. Bir
köşede tahta kaşıklar, testiler, çömlekler satılıyordu.
Çift Püsküllü Uçurtma
177/197
Suzan Albek
Ay yüzlü, yay kaşlı Malhatun, başında kırmızı yollu
örtmesi, yelpeyelek koşuyordu yukarı doğru. Mavi
badanalı, alçak evlerden kadınlar çıkıyor, ellerini
uzatıyor, Malhatun’u çağırıyorlardı:
– Gel! Gel bize, hastamız var!
Mavi Hoca’nın evinin tam karşısında, Delibalta diz
çökmüştü taşların üstüne:
Çift Püsküllü Uçurtma
178/197
Suzan Albek
– Bağışla beni! Bağışla beni! Diye Saffet’e yalvarıyor,
yumrukları ile göğsüne vuruyordu:
– Bilemedim! Birlik oldum Mustafa Kemal’e
başkaldıranlarla! Sonra anladım kusurumu. Bağışla
beni!
*
Bir düdük sesi geldi uzun uzun. Bozdağ yönünden.
Rıfat seslendi aşağıdan:
Konuşa konuşa varmışlardı istasyona. Tren gelmiş,
bekliyordu. Bakım için, kömür almak için çok dururdu
Eskişehir’de.
Saffet’le Rıfat kalabalık arasından yol açtılar kendilerine, bir
kompartımanın önünde durdular. İçeride uzun boylu, zayıf
biri oturuyor, arada cebinden gümüş bir saat çıkarıp
bakıyordu.
Saffet Rıfat’ın kulağına bir şeyler söyledi, Rıfat eğildi, iyice
baktı kompartımandaki genç adama. “Tanıdım” dedi Saffet’e.
– Saffet! Neredesin? Vakit geldi, gidiyoruz!
Tren Alpu’ya yaklaşırken zayıf genç adam tekrar çıkardı,
baktı saatine, bavulunu alıp çıktı dışarı. Birine sordu:
Saffet sıçrayarak kalktı yerinden, indi aşağı. Kapının önünde
bir payton bekliyordu. Bindiler.
– Bu istasyon Alpu, değil mi?
– İstasyona! Dedi Rıfat arabacıya.
Saffet’le Rıfat önünü kestiler:
Yolda Saffet, Rıfat’a gördüğü düşü anlattı.
– Yok! Yok! Burası Alpu değil, Palpu! Alpu’ya çok var daha.
– Ninemin öyküleri bunlar. Biraz da tarih var içinde. O tarih
dönemi kapandı artık. Son buldu Osmanlı çağı. Şimdi yeni bir
dönem başlıyor, dedi Rıfat.
Biri söze karıştı:
– Biliyorum. Düştü zaten dedim ya. Sözünü ettiğin dönem
nedir?
Rıfat yabancı adamın kolunu yakalamış, bırakmıyordu:
– Kesin bilmiyorum. Mecliste çalışmalar yapılıyor. Yeni bir
yönetim düzeni getirilecek ülkeye.
– Adı ne olacak bu düzenin? Diye merakla sordu Saffet.
– Daha adı konmadı. Gelecek yıl belli olacak.
Çift Püsküllü Uçurtma
179/197
Suzan Albek
– Bırakın adamı insin! Buranın yabancısı. Palpu da neymiş?
Burası Alpu işte.
– Sen inanma başkasına, burası Palpu.
Alpu, Palpu derken tren kalkmıştı bile. Yabancı adam
şaşkınlıkla Saffet’le Rıfat’ın yüzüne bakakalmıştı.
– Hüseyin ağabey tanımadın mı bizi?
Çift Püsküllü Uçurtma
180/197
Suzan Albek
Hüseyin attı elinden bavulunu, sarıldılar birbirlerine. Bir yer
bulup oturdular kompartımanda. Saffet sordu:
– E… Burada kızlar on beş yaşında evlenirler. Nerede kaldın
Hüseyin ağabey?
– Hüseyin ağabey, Alpu’da ne yapacaktın?
Hüseyin, “Esirdim” diye anlatmaya başladı: “Bin dokuz yüz
on dokuz yılında düşman kuvvetleri, Trakya’ya girmeye
başladılar. Tekirdağ’a her giren işgal subayı geldi değirmene,
dikildi başımıza; bize çalışacaksınız, askerimize un
vereceksiniz diye. Bir süre dayandım, kaçtım sonra. Dağlarda
çete savaşı yaptık. Yenildik. Bin dokuz yüz yirmiden beri Batı
Trakya’da esirdim. Bu ekim ayı Mudanya Mütarekesi
yapılınca düşman esirleri ile değiş tokuş ettiler bizi, ben de
kurtuldum.”
– Sizi soracaktım. Adem amcayı. Neredesiniz diye.
Rıfat’ın şakacılığı üstündeydi. Savaş öncesindeki yıllarda
olduğu gibi:
– Gene Alpu muhtarına mı soracaktın? Geçen seferki gibi
doğru bilgi almaya?
Hüseyin eğdi başını:
*
– Neden sonra Hasan yazdı bana. 1915’de evlenen Gülbahar
değil Gülizar olduğunu.
Hüseyin bir bir sordu herkesi, Saffet’le Rıfat yanıtladılar:
Gülbahar evin taşlığını yıkayıp kapının önüne çıkmıştı,
komşularla konuşmak için. Ankara garına giren tren, uzun
uzun öttü.
– Ben savaş imalathanesinde baş teknisyenim.
Gülbahar seslendi içeriye:
– Ben de Büyük Millet Meclisinde kâtip. Emine hemşire.
– Ulviye hala! Duydun mu treni? Pek uzun uzun öttü. Bugün
biri gelecekmiş gibi doğuyor içime.
– Adem baba yaşlandı, oturuyor köşede. Beş şişle çorap
örüyor.
– Ya Gülbahar? Diye sordu Hüseyin çekinerek.
– Gülbahar evde kaldı, ihtiyarladı, dedi Rıfat.
Hüseyin pek bozuldu:
– Yirmi iki yaşındaki kız ihtiyarlar mı?
Çift Püsküllü Uçurtma
181/197
Suzan Albek
Gülbahar başının tülbendini düzeltirken kalın bir güneş ışını
çıktı bulutların arasından, vurdu yüzüğüne. Yeşil taş pırıl
pırıl parladı. Gülbahar kapıyı kapayıp girdi içeri.
Az sonra üç kişi göründü yokuşun altında. Ellerinde
bavullarla. En genci pırıl pırıl gözlü, incecik parmaklı, kalem
tutmaktan. Ortancası geniş omuzlu. Pazuları beliriyor
ceketinin altından. Belli yıllardır ateşin karşısında çekiç
salladığı. En büyükleri uzun boylu, zayıf. Sırtı hafifçe eğik,
yüzü solgun. Kolay değil iki yıl tutsak kalmak.
Çift Püsküllü Uçurtma
182/197
Suzan Albek
Vardılar kale dibindeki küçük evin önüne. Kapının el
biçimindeki tunç tokmağını vurdular: Tok! Tok! Tok!
*
O gece sabaha kadar oturdular Adem ağanın evindekiler.
“Dokuz yıl. Dokuz yıl oldu görüşmeyeli” dediler. Mustafa’yı,
Mehmet’i, Hasan’ı andılar, ağlaştılar. Hüseyin tutsaklığını
anlattı, Gülbahar sessiz dinledi hepsini. Rukiye teyzeden,
Çakır ağanın ailesinden haber sordular. Rukiye teyze hep
köydeydi. Yaşlandım, dayanamam yola diye gelmemişti
Hüseyin’le.
Ya Çakır ağanın torunları?
– Taktırdım işte. Geçti her şey.
Gülbahar yüzüğünü evirip çeviriyordu:
– Nerelerde dolaştık, ne korkulu, sıkıntılı günler geçirdik.
Korudum yüzüğümü, dedi.
Düğün günü kararlaştırıldı ama bir gelinlikle bitmiyordu iş.
Törelere göre, gelinin, düğünden bir gün önce sırmalı kadife
giymesi gerekirdi.
“Ah annemin sırma işlemeli eski zaman elbiseleri olsaydı
şimdi” diye hayıflanırken Adem ağanın karısı, kapı çalındı.
Açtılar. Elinde bir bohça tutan genç bir çocuk sordu:
– En küçüğü değirmende benim yanımda çalışıyor. Ben
esirken o döndürdü değirmeni, dedi Hüseyin.
– Hemşire Emine Hanım’ın evi burası mı?
Büyük torunların hiç biri dönmemişti savaştan.
– Bunu Nevşehirli Satılmış çavuş yolladı hemşiranıma, dedi.
Herkes yattıktan sonra Adem ağa Hüseyin’le düğün işini
konuştu:
Bohçayı bıraktı, gitti.
– Eh! Dokuz yıl nişanlılık yeter artık. Hemen yapalım
düğünü.
Bohçayı açıp baktılar ki ne görsünler? Vişne çürüğü kadife
üstüne, altın sırmayla işlenmiş bir esvap! Görülmemiş
güzellikte.
Hüseyin, büyük, beyaz bir kutu getirmişti bavulunda. Ertesi
sabah açtı kutuyu, Gülbahar’ın önüne mum çiçekli bir
duvakla, beyaz gelinlik elbisesini serdi. Sonra gümüş saatini
çıkarıp gösterdi:
– Bak saatin akreple yelkovanını taktırdım. Tıkır tıkır işliyor.
– Ben sana söylemiştim.
uğursuzluk getirir diye.
Çift Püsküllü Uçurtma
Akrepsiz
183/197
yelkovansız
Suzan Albek
saat
“Evet” dediler. Çocuk bohçayı bıraktı.
Düğün arifesi giydirdiler Gülbahar’a. Oldu bir dünya güzeli!
Düğün günü pilav kazanı kuruldu arka bahçeye. Başladı
konuklar gelmeye. Önce Mavi Hoca. Koca bir altın taktı
Gülbahar’ın boynuna. Gülizar’ınkinin aynısı. Arkadan İstiklâl
Savaşı’nın kumandanları geldi. Omuzları sırmalı, göğüsleri
madalyalı. Adem ağanın, Saffet’in, Rıfat’ın, bütün evdekilerin
savaş sırasında nasıl özveri ile çalıştıklarını biliyorlardı.
Çift Püsküllü Uçurtma
184/197
Suzan Albek
Adem ağanın da göğsünde madalyası vardı. Şehit oğlu
Mustafa için, yeğeni Mehmet için.
Adem ağa atlarını, arabasını çıkardı, doldurdu evdekileri,
bütün gece dolaştırdı Ankara’yı bir uçtan bir uca.
Saffet’in yanında çalıştığı Ahmet usta geldi. Kucağında kendi
dövüp yaptığı koca bir tunç havanla.
Ertesi gün kalktı erkenden.
Beypazarlılar sökün ettiler, armağanlarıyla: Üç çocuğuyla
Gülizar, kocası tek kollu Osman, Şakir efendi. Demirci Ali ağa
çok yaşlandığı için gelememiş, işe yaramaz koca oğlunu
göndermişti yerine. Gene kolunun altında beyaz, yırtıcı bir
horozla.
Aplu’dan köyüler geldi, başlarında yeni muhtarla. Kimi bir
topak tereyağı, kimi bir tulum peynir sundu “Çam sakızı,
çoban armağanı” diye. Alapınar çiftliğinden Ali geldi. Bir
çömlek manda kaymağı, yanında balla. Bir düğün oldu ki
saraylarda görülmemiş. Kale dibindeki küçük ev doldu doldu
boşaldı günlerce; köylü, kentli, milletvekili, asker, komşu,
hısım, akraba ile. Pilavlar günlerce yendi, yendi bitmedi.
Bir hafta sonra Hüseyin ile Gülbahar bindiler İstanbul
trenine. Hüseyin Gülbahar’a İstanbul’u gezdirdi. Ne istediyse
aldı çarşılardan. Bir gün beyaz yelkenli bir gemiye bindiler,
açıldılar Marmara’ya. Doğru Tekirdağ’a!
*
– Eh artık. Cumhuriyetimizi de kurduk. Geçti başına Gazi
Paşa, şimdi sıra geldi toprağımızı işlemeye, dedi.
Evdekiler şaşakaldılar bu söze:
– Aman Adem ağa, ne diyorsun? Toprağımız dediğin o
bataklık mı?
– Bataklık dediğin kurutulur. İşlemezsen senin olmaz o
toprak.
O kış Adem ağayı zor tuttular evde. Bahar gelince hazırladı
arabasını. Saffet’le Rıfat önüne geçmek istediler:
– Aman baba ne yapıyorsun? Bu yaşında, hem de arabayla
çıkılır mı yola?
– Neden çıkılmazmış?
Sarıperçem.
O
yolları
bilirler
Akdoğan’la
– Akdoğan’la Sarıperçem öleli yıllar oldu. Bunlar Mavi
Hoca’nın verdiği atlar.
Bir yıl geçti aradan.
– Olsun. At değil mi? Hepsi bir.
29 Ekim 1923. Gazi Mustafa Kemal Paşa, yeni yönetimin
adını koydu, Cumhuriyet! Ankara Kalesi’nden toplar gürledi.
Bayraklar asıldı her yana. Ellerinde meşalelerle çoluk çocuk
sokağa döküldü bütün Ankaralılar. Yaşasın Cumhuriyet!
Yaşasın Cumhuriyet!
– Ne yapacaksın tek başına oralarda? Bizim işimiz var,
memuruz. Gelemeyiz ki seninle.
Çift Püsküllü Uçurtma
185/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
186/197
Suzan Albek
– Niye tek başıma olacakmışım? Alpu köylüler var ya.
Ankara’da işleri oldukça uğruyorlar bana. Şimdi de ben
onlara gidiyorum. Evelallah çiftliği kurarız el birliğiyle.
Saffet’le Rıfat ne söyledilerse durduramadılar Adem ağayı.
Bindi arabasına tuttu Kireççi Çiftliği’nin yolunu.
*
Adem ağa elinde kazma kürek, Alpu köylülerle gece gündüz
çalıştı, su yolları açtı. Bir avuç toprak kuruttu ancak. Bereket
versin, yardım geldi Ankara’dan. Makineler, işçiler sazlığın
yarısını kurutuverdiler. Çıktı ortaya koskoca bir tarla.
Ağustosta Saffet’le Rıfat yetiştiler, bayram demediler, tatil
demediler, balçık kardılar, kerpiç kesip güneşte kuruttular.
Sivrisinekler rahat verirler mi hiç? Bulut gibi geldiler sazlığın
üstünden.
Ankara’ya tel çekildi, hemşire Emine ilaç yetiştirsin!
Kutu kutu ilaçla çıkageldi Emine. Dağıttı çiftliktekilere. Alpu
köylülere. Hepsi dirildiler. Sarıldılar kazma küreğe.
*
Üç yıl içinde bitti uzun çiftlik yapıları. Üzerine beyaz badana
çekildi. Önüne kuyu açıldı. Bir su fışkırdı ki yerin altından,
cam gibi parlak. Ne sülük var içinde ne sivrisinek yumurtası.
Yalnız bir gün Adem ağa çıkrığı çevirirken koca bir balık
sıçradı kovanın içinden. Herkes şaştı bu işe. Hiç balık çıkar
mı kuyudan?
Çift Püsküllü Uçurtma
187/197
Suzan Albek
Okumuş kişiler şöyle dediler: “Sündiken dağlarındaki
oyuklardan, yeraltına dereler akar. İşte bu balık o derelerin
balığı. Kapılıp sulara, girmiş yeraltına. Su yükselince çıkmış
kuyudan.”
Alpu köylüler aldırmadılar bu sözlere:
– Bu balık bereket balığı! Kireççi Çiftliği’ne bereket gelecek.
Darısı bizim başımıza! Dediler.
*
1933 yılında Eskişehir’e şeker fabrikası kuruldu. Mustafa
Kemal Atatürk açılış törenine geldi. Adem ağa koştu
Alpu’dan, Saffet’le Rıfat Ankara’dan. Geldiler, durdular
Atatürk’ün yanına. Atatürk tanıdı onları. Kurtuluş Savaşı
sırasında Ahmet ustanın harp imalathanesinde Saffet’in nasıl
çalıştığını gözleriyle görmüştü. Rıfat’ı Meclis’ten tanırdı.
Adem ağayı ününden. Ellerini sıktı, ne yaptıklarını sordu.
– Bu fabrikaya pancar yetiştireceğim, dedi Adem ağa.
– Biz de emekli olunca çiftliğe yerleşip yardım edeceğiz
Adem babamıza, dediler Saffet’le Rıfat.
Fabrikanın bacası minare gibi yüksekti. Yanına bir düdük
takılmıştı. Fabrika çalışmaya başlayınca, sabahları uzun uzun
öttü düdük. İşçiler akın akın girdiler fabrikanın kapısından.
Hükümet, tüm yöredeki çiftçilere pancar tohumu dağıttı.
Alpu
istasyonunun
konuştular:
arkasındaki
Çift Püsküllü Uçurtma
188/197
kahvede
Suzan Albek
köylüler
– Çok iyi tohummuş bu bize verdikleri. Bulgarlar iyi
dostumuzmuş. Onlar vermişler. Duydun mu Adem ağa? Dost
olmuşuz Bulgarlarla!
Sonbaharda dizi dizi vagonlar, Eskişehir’deki fabrikaya
pancar taşıdılar. Pancarlar fabrikanın bir yanından girdi,
öbür yanından şeker olup çıktı.
– Elbette dostuz, ne var bunda? Niye söylüyorsunuz bunu
bana?
Kadınlar bol şekerli baklava yaptılar, pişmaniye çektiler.
Akşam fabrika düdüğü çalıp da işçiler evlerine dönünce,
geçtiler sofralarının başına:
– Hani, yani, şey, dedi bir yaşlı köylü. Hani sen anlatmıştın ya
Adem ağa, Balkan savaşında Bulgarlar bize çok eziyet etti
demiştin.
“Elimizin emeği” dediler.
Çoluk çocuk yediler.
Adem ağa güldü:
*
– Balkan savaşı biteli yirmi yıl oldu. Zaten savaş bitip barış
oldu mu kin tutulmaz. Gazi Paşa da Yunan Başvekilini
Ankara’ya çağırıp ağırlamadı mı? Hepimiz Allah’ın kuluyuz.
Dost düşman diye ayrılmaz insanlar barışta. Hem komşuluk
da var. Şuradan denizi aştın mı Yunanistan. İstanbul’dan bir
adım attın mı Bulgaristan.
– Ya sen nasıl geldin oradan buraya? Bir adımda mı? Diye
takıldılar köylüler Adem ağaya.
– Ha! Ben mi? Dedi Adem ağa. Ben dura kalka ancak bir yılda
gelebildim.
*
Gülbahar nine bahçede, yanında oturan en küçük torunu
Rukiye’nin bebeğine elbise dikiyordu. İğneyi batırıp
çıkardıkça, eline çarpan güneş ışığının altında zümrüt
yüzüğü, bir parlayıp bir sönüyordu. Çocuklar ninelerinin
çevresine çimenlerin üstüne oturdular.
– Gülbahar nine, bize bir öykü anlatsana! Dedi Saffet.
– Ne anlatayım size? Dedi Gülbahar nine.
Rıfat atıldı:
– Samsa çavuşla Sakarya Nehri’ni nasıl aştınız, onu anlat!
Mehmet itti Rıfat’ı:
Alpu’nun şeker pancarı tohumu gerçekten iyi çıktı. Göz
alabildiğine uzanan tarlalar iyi sulanıp çapalanınca sımsıkı,
kurtsuz, deliksiz pancar, yemyeşil yaprak verdiler. Adem ağa
Alpu köylülerle birlikte çalıştıkça, günler kısa geldi, ömrü
uzadı.
– Hiçbir şey anlamıyorsun, sus sen. Samsa çavuşla Sakarya
Nehri’ni geçen Sultan Osman.
– Öyleyse Sultan Osman’ı anlat nine.
– Çok dinlediniz onu artık. Ezberlediniz.
Çift Püsküllü Uçurtma
189/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
190/197
Suzan Albek
Bebeğini giydiren Rukiye söze karıştı:
– Masalın sonunu söylemedin ki nine, Orhan’la Nilüfer
evlendiler mi bilmiyoruz.
– Hı… Hı… İşte onu anlat, diye yalvardılar Rıfat ile Saffet.
Az ötede kitap okuyan büyük torun Adem, başını kaldırdı:
– Hiç tarih okumadığınız belli. Elbet evlendi Sultan Orhan’la
Nilüfer. Osmanlı hanedanı öyle kuruldu. Onların oğlu Birinci
Murat. Bursa’yı başkent yaptı Orhan. Bursa’nın yanından
geçen çayın adı da Nilüfer Çayı.
– Ya bizim Palpu’daki çiftliğin yanından geçen derenin adı
neydi? Diye sordu Rıfat.
– Hiç coğrafya da bilmiyorsunuz besbelli. Onun adı da
Porsuk Çayı, diye yanıtladı Adem.
Hüseyin dede bastonuna dayana dayana çıkmıştı bahçeye.
Çocuklar bu kez ona doğru koştular:
– Dede, dede, bu yaz Kireççi Çiftliği’ne yollayacak mısın bizi?
– E buffu buffu! E buffu buf! Babanız izin verirse gidersiniz.
– Ben geçen yaz gittim babamla, dedi Mehmet. Öyle güzeldi
ki.
Beypazarı’ndan Gülizar ninenin torunları geldi. Neler yaptık
neler.
– Hi… Neler yaptınız anlatsana! Dedi Rıfat.
Çift Püsküllü Uçurtma
191/197
Suzan Albek
Mehmet oturdu çimenliğe, başladı anlatmaya. Konuşmayı
severdi Mehmet. Hem de biraz abartarak.
“Saffet dayıyla Rıfat dayının atları var ahırda. İki yavruları
olmuş. Birinin adını Akdoğan koymuşlar, birinin adını
Sarıperçem. Ben baktım onlara. Yemlerini verdim.
Sonra kızıl kayalardaki şeytan yarığına gittik. Gazlı sudan
içtik, başımızı da yıkadık, akşam hasta olduk hepimiz.”
– Hi… Ne güzel! Başka ne yaptınız? Diye sordu Saffet.
“Nevşehir’den Emine ninenin torunları geldi. Çok kalabalık
olduk. Bir akşam Rıfat dayının karısı Seher yenge, çok
gürültü yapıyorsunuz, başım tuttu, dedi. Bizi dışarı attı. Biz
de ertesi sabah balçık kardık, kerpiç kestik, güneşte
kuruttuk. Küçük kireçli tepenin üstüne kocaman bir ev
yaptık. Girdik içine oturduk.”
Rıfat sordu:
– Hepiniz sığdınız mı eve?
“Yok. Yalnız Hasan’la ben sığdık. Geceleri orada yattık. Emine
ninenin torunları sazdan bir kulübe yaptılar, onun içinde
oturdular. Saffet dayının torunları kireçli tepe bağının
ortasındaki gümede yattılar. Gece Dan…Dan… diye tüfek
atıldı oradan. Biz korktuk, koştuk gümeye. Meğer tilki gelmiş
bağa. Üzüm yemeğe. Onlar da tüfek atıp kaçırmışlar. O
günden sonra ben de gümede yattım. Tilki bekledim.”
Çocuklar bayılmışlardı Mehmet’in anlattıklarına. Oysa
Gülbahar nine kızmıştı:
Çift Püsküllü Uçurtma
192/197
Suzan Albek
– Niye atıyormuş sizi dışarıya Seher? O çiftlikte sizin de
hakkınız var. Yarısı bizim.
Mustafa sordu:
“Ne olacak öyleyse? Elden gidiyor çiftlik.”
Gene Mustafa buldu çözümü:
– Önce okur, iş sahibi olur, ondan sonra gidersiniz çiftliğe.
– Yarısı bizimse çiftliğin, pancar satılınca parasının yarısı
bize geliyor mu?
Çocuklar çok sevindiler.
Adem elindeki kitabı kapadı birden:
– Ben tarımcı olurum, dedi Mehmet. En iyi pancar tohumunu
seçerim. Hayvanlar için en iyi yoncayı yetiştiririm.
– Mustafa! Kentte oturup, çiftlikten hazır para gelsin diye
bekleyecek misin?
Pancarı çapaladın mı? Suladın mı? Emek verdin mi? Emek
vermeyince senin değil o çiftlik.
Hüseyin dede güldü:
– Ben maden mühendisi olurum, dedi Saffet. Yerin altındaki
madenleri çıkarırım. Sahi ne vardı o kızıl kayaların altında
Adem ağabey?
Adem yanıtladı:
– Radyoaktif bir maden olmalı. Örneğin uranyum. Bir yerde
kayaların, toprağın, hatta bitkilerin rengi birden kızıllaşırsa
bu bir işarettir. Orada uranyum var demektir.
– Doğru. Kim sürerse tarlayı,
O alır parayı…
– Öyleyse gidelim sulayalım, çapalayalım tarlaları, dedi
Mehmet.
Bu konu çok eğlendirmişti Hüseyin dedeyi:
– E buffu buffu! İyi hoş da, güzün okul açılınca ne olacak?
Çocuklar düşünüp kaldılar “Okulu bıraksak, büsbütün çiftliğe
mi yerleşsek” diye. Mustafa dedi ki:
– Hıh! Tamam işte, dedi Saffet. Ben elime makineyi alırım,
dolaşırım kızıl kayaların üstünde. Altındaki uranyum “Da…
Da… Da…” diye ses verir bana.
Adem güldü:
– O maden arayan alete “Geiger sayacı” denir. Madene
rastladığı zaman “Da… Da… Da…” diye ses çıkmaz, geiger
sayacının göstergesi oynar.
– Hiç babanız okulu bıraktırır mı size? Hani bir kez, kışın
Saffet okuldan kaçıp arkadaşlarıyla değirmene gelmişti.
Sonra n’oldu?
“Ya ben ne olacağım?” diye düşündü kaldı Rıfat.
Hepsi anımsadılar Saffet’in aldığı cezayı, gülüştüler.
Rıfat sevindi:
Çift Püsküllü Uçurtma
193/197
Suzan Albek
“Sen de su uzmanı ol” dediler.
Çift Püsküllü Uçurtma
194/197
Suzan Albek
– Şeytan yarığındaki sıcak suyun başına bir hamam yaparım,
yıkanmaya gelirsiniz, sizden para alırım.
– O da olur ya, diye eğlendi dedesi. Alpu’da daha
kurutulmamış bataklıklar var. Su kanalları açar, kurutursun
onları. Yeni tarlalar çıkar ortaya.
– Yalnız benim anlamadığım bir şey var, diye dede sürdürdü
sözünü. Hepiniz nasıl sığacaksınız o çiftlik yapısına? Bari
biriniz mimar olsaydı. Örneğin Mustafa. Bir çiftlik yapısı
kursaydı, hem bu kez kerpiçten değil! E buffu buffu!
Mustafa omuzlarını silkti:
– Ben gördüm o bataklıkları, dedi Mehmet. İçinde koca
boynuzlu mandalar yatıyordu.
– Ben istemiyorum mimar olmayı. Ben senin elektrikli
değirmeninde çalışacağım, dede!
Rukiye bebeğini bıraktı elinden, söze karıştı:
Çocuklar bağrıştılar:
– Ben doktor olacağım büyüyünce. Gelir size bakarım, ilaç
veririm.
– Biz de zaten istemiyoruz yeni çiftlik yapısı! Biz küçük
kireçli tepedeki kerpiç evde yatarız! Saz kulübede yatarız!
Hüseyin dede okşadı Rukiye’nin başını, sonra gene kitap
okumaya dalmış olan Adem’e sordu:
– Ben de gümede yatarım, dedi Adem. Yatağımı sererim
içine, başucuma bir testi suyla kitaplarımı koyarım. Gündüz
kitabımı yazarım, gece hem yıldızları seyrederim hem bağı
beklerim. Tilki gelip üzümleri yemesin diye. Keşke Adem
dede ölmeden düşünseydim bunu, doğrudan ondan
dinleseydim savaş öykülerini.
– Ya sen ne olacaksın Adem? Hep böyle kitap mı
okuyacaksın?
– Hı… Ben mi? Ben de çiftliğin, o yörenin tarihini yazarım.
Dedemiz Balkan savaşında düşmanın önünden kaçıp oraya
nasıl gelmiş. Cihan Savaşı’nda neler olmuş, Kurtuluş Savaşı,
hepsini yazarım.
Mustafa az önce
unutmamıştı:
Adem’in
kendisine
karşı
çıkışını
Saffet sözünü kesti Adem’in:
– Neden öldü Adem dedemiz?
– Yaşlandı, öldü.
Rıfat söze karıştı birden:
– Oturup kitap yazmak, çiftliğe emek vermek olur mu? Diye
sordu.
– Hüseyin dede, sen niye ölmedin?
– Elbette olur. E buffu buffu! Hem emek vermek hem de
verilen emeğin değerini bilmek olur.
Dede güldü hafifçe, sonra başladı öksürmeye “E buffu buffu,
E buffu buf!”
Çift Püsküllü Uçurtma
195/197
Suzan Albek
Çift Püsküllü Uçurtma
196/197
Suzan Albek
Gülbahar nine çok kızdı:
– O ne biçim söz Rıfat! Çabuk git buradan, gözüm görmesin
seni! Git tepede uçurtmanı uçur!
“Seher yenge gibi kızdı ninem” diye fısıldaştı Saffet’le
Mehmet. Bir yandan konuşurlarken Saffet, elinde çakısıyla
Hüseyin dedenin oturduğu tahta sıranın ayağına bir şeyler
kazıyordu. İyice oydu tahtayı, sonra geri çekildi, okudu:
“Haziran 1979. Saffet”.
Hüseyin dede yere dökülen yongaları görmüştü. Saffet’e
çıkıştı:
– Oğlum, senin hiç elin ayağın durmaz mı? Niye yonttun
sıranın ayağını öyle?
Saffet kapadı çakısını, koştu Rıfat’ın arkasından.
– Saffet , baş tut!
– İp sal! İp sal!
Hafif bir yel çıktı. Kırmızı, sarı, yeşil renkli çift püsküllü
uçurtma hışırdayarak yükseldi evin arkasından. Tepenin
karşısında kavun dilimi gibi bir ay doğmuştu. Uçurtma
sallandı iki yana, ayın ince ucuna takıldı kaldı.
SON
Çift Püsküllü Uçurtma
197/197
Suzan Albek

Benzer belgeler