İndir

Transkript

İndir
BAYRAK
Arif Nihat ASYA
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü.
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar!
Yurda, ay-yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, herşeyim;
Yer yüzünde yer beğen:
Nereye dikilmek istersen
Söyle seni oraya dikeyim!..
5
Hesenbey Zerdâbi
(Zerdab, 7 Haziran 1842 - Bakı, 28 Kasım 1907)
ÇukurovaSanat
Azerbaycan millî basınının ve millî tiyatronun
kurucusu, eğitimci, gezeteci-yazar, tebiatşinasuzmandır. 7 haziran 1842 de Göyçay ilinin Zerdab köyünde yoksul bir bey ailesinde doğdu. Rus
ordusunun subayları olan dedesi Rehimbey ve
babası Selimbey eğitime, ilme, güzel sanatlara
büyük ilgi gösterir ve imkanları dahilinde sanat
faaliyetleriyle meşgul olurlardı. Evlerinde toplanan fikir adamlarının -yazar, şair, tarihçi, müzikçi
vb-sohbet meclisleri, Hesenbey’in ilerdeki fikrî
gelişimine olumlu etkiler yapmıştı.
Babası önce onu köy mollahanesine vermiş,
ama oğlunun bu tahsille ilgilenmediğini görünce
onu Rus dilinde eğitim veren Şamahı Şehir okuluna götürmüştü. Bu okulda mezuniyet sınavlarını
büyük bir başarıyla veren Hesenbey, Kafkas Tahsil
Dairesi Başkanlığı‘nın dikkatini çekmiş ve devlet hesabına Tiflis ortaokuluna kabul edilmişdi.
1860’ta ortaokulu bitiren Hesenbey Zerdâbi, 1861
yılında büyük başarıları dikkate alınarak Moskova
Üniversitesi’nin Fizik-Matematik Fakültesinin
Tabiat Bölümü’ne imtihansız kabul edilmişti.
1865’te aynı üniversiteyi ilmî dereceyle bitirmişti.
Üniversitede tahsil gördüğü yıllarda Moskova
Üniversitesi rektörü, meşhur Rus tarihçisi Solovyov’un ailesi ile çok yakın idi. Solovyov’un
kızı genç ve yakışıklı Hesenbey’e vurulmuştu.
Rektör ise, Rus tarihiyle ilgili Şark kaynaklarıyla
tanıştırdığı bu kaabiliyetli gencin profesör olması
için üniversitede kalmasını istiyordu. Ama kendi
halkına hizmeti her şeyden üstün tutan ve bu arzunun yakıcılığına dayanamayan Hesenbey Zerdâbi,
üniversiteyi bitirir bitirmez hemen memleketine
döndü.
1865-1868 yıllarında Tiflis toprak idaresinde
görev alan Zerdâbi, Azerî köylülerine yapılan
haksızlıklara karşı keskin muhalefeti yükünden
görevinden uzaklaştırıldı. İhtisasına uygun olmasa
da, bir buçuk sene Şamahı mahkeme dairesinde
vekillik etti ve burada da kendi vatandaşlarının
haklarını savundu. 1869’da Baku ortaokuluna tabiyat tarihi öğretmeni tayin edilen Zerdâbi burada
da ilk önce Azerî gençlerini ortaokul ve üniversite
tahsiline teşvik etmenin yollarını düşünmüş ve bu
amaçla da yaz tatili zamanı, Azerbaycan’ın şehir
ve köylerini dolaşarak yoksul talebelerin yaşamını
teinin etmek için “Müslüman Cemiyyet-i Hayriyesi”nin temelini atmıştı. Bir yandan tanınmış
tabiatşinas âlim olan Hesenbey Zerdâbi, Rusya
halk eğitimi tarihinde ilk defa olarak Bakı ortaokulunda Darwinizm eğitimini ders programına
dahil etmişti.
1873’te Hesenbey Zerdâbi’nin başkanlığı ve
ortaokuldaki Azerî telebelerin iştirakiyle, Azerbaycan kültürü tarihinde ilk tiyatro oyunu gösterilmişti. Sahnede oynamak için, Mirze Feteli
Ahundzâde’nin “Hacı Gara” komedisini seçmişti.
Oyun büyük başarıyla sahnelenmiş ve buradan toplanan para yoksul telebelere sarf olunmuştu. Eserlerinden birinin kendi sağlığında sahneye koyulması
Ahundzâde’yi aşırı derecede sevindirmişti.
Ama Hayriye Cemiyeti’nin ve nadir hallerde
gösterilen tiyatro oyunlarının yardımı ile milleti
uyandırmanın zor olduğunu gören Zerdâbi, herkese hitap etmek için bir kürsü arıyordu. Bu kürsü,
kuşkusuz, sade ve anlaşılır bir Azerî Türkçesi ile
yayınlanan gazete olabilirdi. 1872’de “Ekinci”
adlı gazeteyi yayınlamak isteğiyle Kafkasya’nın
resmî makamlarına müracaat eden Zerdâbi, yalnız
üç yıl aradan ve uzun, üzücü mücadelelerden sonra gereken izni alabildi. 1874’te İstanbul’a gelerek
matbaa avadanlığı ve hurufat elde etdi.
İlk Azerbaycan gazetesinin birinci sayısı 22
temmuz 1875’te çıktı. Hesenbey Zerdâbi bu ilk
Azerî gazetesinin hem sahibi, hem başyazarı, hem
mürettibi, hem tashihçisiydi. “Her ilde on qezet
okuyandan birisi oxuduğımu qansa, onları qederi
ilbeil artar. Axırda o bend ki, suyun qabağmı kesmişdi ve suyu axmağa qoymurdu, rexne tapar ve
6
su mürur ile bendi yuyub aparar”- diye gazetesinin
de yardımıyla cahillik ve fanatizmin hisarlarım
yıkmak, halkı ilmin ışığına çıkarmak istiyordu.
“Ekinci” kısa zamanda Azerbaycan kültür hayatının önemli bir merkezi haline geldi. Devrin
Seyid Ezim Şirvânî, Necefbey Vezirov, Esgerağa
Gorâni, Elizâde Şirvâni gibi tanınmış aydınları,
qezetenin etrafında toplanarak yeniliği, eğitim ve
kültürü onun sahifelerinden halka aşılamaya başladılar.
Lakin 1877 Rusya -Türkiye savaşı başladıktan
sonra, Ermeni casuslarının verdikleri bilgilere dayanan Rus resmî makamları “Ekinci”yi
savaşda Türkleri desteklemekle suçlayarak
kapattılar. 1875-1877’de, kısa bir sürede faaliyet göstermesine rağmen “Ekinci” millî basının
sonraki gelişmesinde fevkalade bir rol oynadı.
Bu da başyazarın gazeteye yüksek bir tutkuyla
sarılmasının neticesinde elde edilmişti. Zerdâbi,
“Ekinci”nin ilk sayılarından birinde gazetenin
amaçlarını açıklayarak şöyle diyordu; “Her bir
vilayetin qezeti gerek o vilayetin aynası olsun.
Ye’ni vilayetin sakinlerinin elediyi işler, onlara
lazım olan şeyler xülase, onların her bir derdi ve
xahişi o qezetde çap olunsun ki, o qezete baxan
xalqı aynada gören kimi görsün”.
Zerdâbi’yi Azerbaycan’dan uzaklaştırmak isteyen Rus yöneticileri 1878’de onu Rusya şehirlerinden birine -Stavropol ortaokuluna- tayin
ettiler. Lakin kendi halkının içerisinde olmayı
her şeyden üstün tutan Zerdâbi resmî devlet hizmetinden istifa etti ve 1880’de doğduğu köy
Zerdab’a dönerek polis nezareti altında burada
yaşamaya başladı. Zerdab’da yaşadığı dönemde,
köylüleri yeni tarımcılık usûlleri ile tanıştırdı,
onların haklarını savundu. “Kaspi”, “Tercüman”
vb. gazetelerde, muhtelif konularda makaleler yayınlattı.
1896’da Bakü’ye dönen Zerdâbi, burada bir
tarafdan “Kaspi” gazetesinde çalıştı, öbür taraftansa Baku belediyesinin azası olarak şehir
hayatının düzenlemesine, özellikle de Müslüman
nüfusun sorunlarının çözülmesine yardımcı oldu.
1898’de meşhur hayırsever zengin Hacı Zeynalabdin Tağıyev’in maddi desteği ile Bakü’de ilk
okulunu açtı. Azerbaycan öğretmenlerinin 1906
yılında toplanan kurultayının gerçekleşmesinde de
Zerdâbi’nin önemli hizmetleri olmuştu.
1905’te “Hayat” gazetesinin yayın hayatına
geçmesiyle Zerdâbi’nin gezeteci-yazar faaliyetinin de yeni dönemi başlamıştı.
Hesenbey Zerdâbi, XX yy. başlarına kadar Rus
memurlarının başıbozukluğuna, mollaların fanatizm ve cahilliğine, asilzadelerin zalimliğine
karşı tek başına, kendi aklı ve kalemi ile mücadele vermişti. Yalnız asrın başlarında, bu mücadelesinin sonucunu -onun kalemi ile yetişmiş,
onun manevî desteğini almış nesli- gördü ve bunun mutluluğunu yaşadı. Çağdaşlarından birinin
haklı olarak yazdığı gibi, Hesenbey kendi faaliyeti ile zayıfların sloganı olan “tek adam döyüş
meydanında esger ola bilmez” sözlerinin yanlışlığını ispat etmişti.
Modern Azerî kültürünün yaratıcılarından
biri olan Hesenbey Zerdâbi 28 kasım 1907’de
Bakü’de vefat etmiş ve 1 Aralıkta büyük bir törenle defnedilmişti. Onun vefatı münasebetiyle “Taze
Heyat” gazetesinde yayınlanan bir makalede
şöyle deniyordu: “Bizi Hesenbeyin ölmeyi bir o
qeder düşündürmür. Bir bele zehmet ve belalara
sebr eden adam âxırı gerek bir gün öleydi. Bizi
düşündüren, bizi ağladan milletimiz içerisinde
bu növ üreyi, dili, ef ah, mesleki bir, qorkusuz,
ürküşüz, sözünü açık-açığma deyen bir millet
mücahidinin qeyb olmasıdır. Çoxdur mu bele saf,
sâdik, bîgerez iş dalınca gedenlerimiz?” (“Taze
Heyat, 1907, N” 182)
Eserleri: Bizim Neğmelerimiz. Bakı, 1906; Torpaq, Su, Hava, Bakı, 1911; Bedeni Salamat Saklamak Düsturu!emeli, Bakı, 1912.
Kaynakça:
Ferhad Ağazade. “Ekinci”, Bakı, 1925;
Azerbaycan metabuatmın 50 illiyi. Megaleler mecmuesi, Bakı, 1926;
Qafqazda ilk Türk gezeti. “Şerqde Medeniyyet ve
Yazılı Abideler” mecmuası, c. III, Bakı, 1928;
Zaman Memmedov, Hesenbey Zerdâbi, Heyat ve
Yaradıcılığı, Bakı, 1957;
Heyder Hüseynov. XIX. Esrde Azerbaycan’da Felsefe ve İçtimai-Siyasi Fikir Tarixînden, Bakı, 1958, (Rus
dilinde);
Memmed Mustafayev. Azerbaycan’da İktisadi
Fikrin İnkişaf Tarixinden, Bakı, 1958 (Rus dilinde);
Ziyeddin Göyüşov. Azerbaycan Maarifçilerinin Etik
Görüşleri, Bakı, 1960;
Ziyeddin Göyüşov. Zerdâbi’nin Dünya Görüşü,
Bakı, 1964 (Rus dilinde);
7
Eziz Mirhemedov. Hesenbey Zerdâbi, “Ekinci”,
Tam Metin kitabına ön söz, Bakı,, 1979, s.3-17;
Veli Memmedov. Ekinci, Bakı, 1975; Müasirleri
Zerdâbi Haqqmda, Bakı, 1988. (Rus dilinde);
Esmira Cavadova. Setirlerde Dögünen Ürek,
Bakı, 1990;
Vilayet Muxtaroğlu. Büyük Ekinçi-Hesenbey
Zerdâbi, “Xezer” dergisi, 1990 No 2, S.160 - 244;
“Möhbahı”
Rasımov. Hesenbey Zerdâbi XIX. Esrin İkinci
Yarısında Yaşamış Görkemli Azerbaycan Maarifçisidir. Azerbaycan Bilimler Akademisi Felsefe
ve Tarix İnstutunun Eserleri, C. XIII, Bakı, 1955
vs.
şimançılıq çekmesin. Pes her bir qezetenin umde
metlebi mübahisedir ve eğer bizim dünyadan ve
elinden xeberdar olanlarımız “Ekinci” qezetesinde
yazılan metlebler baresinde mübahise başlasalar,
çox şâd olarıq. Amma, çifayda, qebristanlıqdan
ses gelmeyen kimi, bizim xalqdan da bir seda gelmeyir. Qezeteni oxuyanlar o metleblere bir cavab
yazmayırlar. Bele olan suretde biz mübahiseye
hesret olmaqdan savay, hetta qezetemizi oxuyanlar ondan narazı olduğunu da bu çağacan bilmirik... (“Ekinci”, 1875, n. II (s. 99-100)
Altı ay yoxdur ki, bizim “Ekinci” qezetesi çap olunur. Amma İngilis’in paytaxtı London şeherinde
onun çap olunmağı me’lumdur. Oradan bir kitabın
bir feslinin Türk dilinde olan tercümesini bize
gönderibler ki, onun qeletîni düzeldek. Elheqq,
bu çox ziyade gözüaçıqlıq ister. London şeherinde
bir nece yüz qezete çap olunur. Onun ile bele
kişiler dünyanın ucunda bizim qezete kimi kiçik
qezete çap olunmağını eşidib isteyirler ki, ondan
da ne’fberdar olsunlar. Amma bizim adamın çoxu
ne ki, buçağadek bizim qezeteni oxumayiblar,
belke be’zi şexsler onun bina olmağının xeberini
eşitmeyibler. Hetta ele adam var ki, qezete pulu
verib onu almaq istemir. Bizim xalq dünya işlerini
bele soyuq tutmağını bilir iken biz “Ekinci” qezetesini cap erdirmeye başlamışıq. Ve bizim tek de
bir yuxudan oyananlarımıza ümid oluxuşuq ki,
xalq qezete oxuyub ondan menfeetberdar olmağa
ve dünya işlerinden xeberdar olmağa se’y edecekler.
Biz Müselmanlar dünya işini soyuq tutmağa bizim mezhebimiz sebeb deyîl ki, onu ecnebiler bize
bohtan deyirler... Pes biz Müselmanlar dünya milletleri arasında rüsvay ve zelil olub dünya işlerine
mehel qoymamağımıza sebeb ayrı şeylerdir. O
sebeblerden sonra danışarıq. İndi bizim ulemalardan iltimas edirik ki, bizim bu suallarımıza cavab
versinler: çünki bizim Peygemberimiz biz Müselmanlara elmi-ebdanı tehsil etmeye hökm edib ve
ona binaen bizlere vacibdir ki, o elmleri tehsil
edek... (“Ekinci”, 1876, n. 12 s. 223-224)
Gaspıralı İsmail Beğ - Hasan Bey Zerdabi Melik - Avukat Ali
Merdan Toğçubaşu Beğ
YAZILARI
(Ekinci 1875-1877 tam metin, Bala, 1979, s. 92-93)
Her bir vilayetin qezetesi gerek o vilayetin aynası olsun. Yeni o vilayetin sakinleri elediyi işler,
onlara lazım olan şeyler, xülase, onların her bir
derdi ve xahişi o qezetede çap olunsun ki, o qezeteye baxan xalqi aynada gören kimi görsün.
Elbette, qezetenin bele ayna kimi olmağı xalq
iledir. Yeni her kes gerek öz derdini ve xahişini qezetlerinde beyan etsin ki, onların baresinde işden
xeberdar olanlar mübahise etmeklik ile onların
yaxşi yamanlığmı aşkar etsinler. Taki o işi gören
onun yaxşı ya yamanlığından agâh olub sonra pe-
Bir şexs çiyninde ağ demir düymeli palto, başında ağ furaşka, ayağında cırıldayan çekme, ağzında papiros sallana gederken bir cavana rast gelib
salamlaşıb, birge getdikleri zaman cavan onun
8
özümüzü qoruya-qoruya obanın içine daxil oluruq. Qazmalardan ses gelir. “Ay it heey” amma heç
kimden ses gelmir. Hacınin qazmasma yanaşınca
köpeklerin qederi ele artır ki, getmek meğdur olmayır. Dalımızı Hacı’nm qazmasma verib ucu
dişlenmekden gödelmiş deyenekler ile özümüzü
qoruya-qoruya: “Ay Hacı, gel” deye dad edirik.
Hacı “Ay it, ay it.” deye başında öküz çulu çöle
çıxıb bizi tanıyıb, qazmaya getirib qızı Tükez’e
deyir: “Ağez, ayağa dur, eziz qonaqlar üçün yer
qayir”. 17 yaşında bir qırmızıyanaq, tergöbek qız
gözlerini ovxalaya durub, iki eşşek halığı götürüb
buxarının qabağında bizim üçün qoyub, Hacı’nın
buyurmağına göre başlayır bize aş bişirmeye. Buxarının qabağında oturub qazmaya baxırıq. Onun
bir küncünde buxarı yanır ki, herden külek onun
tüstüsünü içeri doldurur. Bir küncünde bir yaralı
keçi ve iki teze doğulmuş buzov bağlanıb. Bir
küncünde qanciq eşşek, yani xotuqlu bağlanıb, bir
küncünde Hacı’nın tulası doğub, öz küçüklerini
emizdirir.
Divarın üste köndelen berkimiş ağacın üste 5-6
toyuq yatıb. Hacı buxarının qabağında cömbelib,
qabaq qelyanı rahatlayıb, başına od qoyub bize
verib danışır. O cümleden öz övreti Şahperi vefat
etdiyini bele neql edir:
“Bu il yayda biz dağda olan zaman rehmetlik
Şahperi naxoşlayıb gece nâle etdi. Bizim qız da
yatmışdi. Gördüm çölde itler berk basir. Ne qeder
sesledim, olmadı, çöle çıxıb heç keşi görmeyib
itlere aciqlanıb içeri gedib gördüm ki, başına
döndüyüm Şahperi Allah rehmetine gedib. Men
evi yıxılmış heç bilmişem mi ki, itler basan Ezrail imiş? Çıxıb itlerin ağzından onu qurtarmişam.
O boynu sınmış alaçığın o biri terefinden girib
Şahperi’nin canını alıb, gedib...”
Ey bu kelmeleri oxuyan, dahe besdir. Bizim
Hacı başqa danışdığı sözlerden ve Tükez bişirdiyi
aşdan danışmayıram. Amma bunu erz edim ki,
allah o aşı heç kafere nesib ve Hacı’nı heç kimseneyi hemsöhbet eylemesin. (”Ekinci”, 1876, n. 17
yal-kopalına baxıb, onu ziyade kamil hesab edib
deyir: bizlerde deyirler ki, yer bir öküz üste dayanıb ve onun her bir ezası terpense onun üste
olan yerin hissesi hem terpener. Amma men bunu
başa düşmürem: niye zelzele olan zaman be’zi
yerin etrafı terpenende özü terpenmir?
Cavab: Öküz boş sözdür. Rusların “Narodnie
poverie” qezetesi deyir ki, yer deryayi muhitin içerisindedir. Bir boyük balıq ki, ona kit deyirler, onu
dalında saxlayıb ve onun terpenmeyinden yer hem
terpenir. Cavan bunu eşidib fikre gedende cenab
palto söz arasına söz salmaqdan ötrü başlayır ki,
dünen menim dostum Nikolay İvanoviç’in menzilinde bir nece Ruslar ile punş içen zaman Rus
dilinde çap olunan “Rostoy” qezetesinde “Çıplaq
oğlu ve Vaygünlü qaçaq” baresinde men yazdığım
mektubu oxuyurduq. Elheqq çox yaxşı inşa elemişdim ve o qezeteni çıxardan bu sebebe meni
te’rif edib deyir ki, merheba, kürd qızmdan bele
oğul, Müselmandan bele qâbiliyyet... Cavan bu
sözü eşidib qeyrete gelib deyir: niye, meğer bizim
Müselmanlardan qâbiliyyet ehli yoxdur? “Ekinci”
qezetesinde cenab Heyderî’nin kelâmını meğer
oxumamısınız? Cenab palto ona eyri baxıb, gülüb
deyir: menim Müselmanî savadım yoxdur. Amma
onu bilirem ki, müselmandan adam olmaz.(“Ekin-
ci”, 1876, n. 16 . 231-232)
Bizim Qafqaz vilayetinin adını eşidib özünü
görmeyen ele fikir edir ki, bizim adam bele gözel
yerde cennetde olan kimi keyf-damağa meşguldür.
O keşler üçün bizim köçerilerin zindeganlığından
bir nece kelme danışaq.
Qışm çillesindc axşam düşüb, obanın qazmalarını tamam qar basıb. Ora-buradan qar içinden tüstü çıxır. Mal-qara qayıdıb qazmalara gelib.
Obanın ehli övret-kişiye qanşıb: kimi elinde
kürek ağılların içinin qarını atır, kimi tövleye mal
sürür, kimi köpeklere yal bişirir, kimi qurd yaralayan malların yarasına baxır, kimi götürüm düşen
malları qazmaya sürüyür. Xülâse, böyükden kiçiye here bir işle meşguldür. Qaranhq düşünce xalq
mallan rahatlayıb qazmalara çekilir. Birce köpekler
çölde qalıb çaqqallın sesini eşidib ağız-ağıza verib
ağlaşma ağlayan kimi ulaşırlar. Çovğun şiddet
edir. Here elimize bir uzun deyenek alıb bizim
kirve Hacı’nm qazmasına gedirik. Köpekler sesizimi eşidib üstümüze tökülür. Biz dal-dala verib
s. 375-376)
Bizim zemane zehmet zamanı olduğuna çox
zehmet çeken artıq nef tapir. Ona binaen hükema
vaxta dövlet deyir. Ye’ni her kesin zehmet çekmeye vaxtı çox ise o kes artıq dövletli hesab olunur.
Bu sebebe Avrupa ehli her bir işi maşına sabi ki,
maşın onu temiz ve tez elesin. Ye’ni zehmet çek9
geldi, dünyada qalıb zindcganlıq edir ve meğlub
olanlar xörekden yanmayıb günü-günden artıq
zeif olub âxırda telef olurlar. Xaşxaş otunu ki,
hamı tanıyor, onun başında bir toxum qutusu olur
ki, onun içinde toxumlar olur. Onun içinde toxumlar emele gelir. O qutunun toxumları yetişdikten
sonra qutunun başında qapaq quruyub düşür ve
bu ağzı açıq, içi toxumlar ile dolu qutu külek esen
vaxtlarda terpenendc onun içinden toxumlar çıxıb
sepelenib etraf yere tökülür. Bu toxumlardan qışda
xarab olmayıb sağ qalanları baharda isti düşende
neşv ü nüma edir ve onların her birisinden bir
kiçik ot emele gelir. Bu bir nece yüz kiçik otlar
ki, bir arşına qeder fasilesi olan bir yerde emele
gelirler, orada özlerine azuqe tapabilmezler. Onlardan hansının kökü daha güçli olub, uzağa gedib veya boyu biraz arhq olduğuna yuxan qalxib
günün istisinden ve şefeqinden artıq nef’berdâr
olur, öz konşusu qardaşınm xöreyini alıb veya
işığını kesib, onun qalxmağına mane olub, onu
mürur ile telef edir. Bu tövr o az yerde emele gelen kiçik otlar biri-biri ile gece ve gündüz asuqe
davası edib biri-birini mürur ile telef edib axırda o
bir az yerde bir nece yüz otdan bir veya ikisi qalır
ki, onlara o yerin xöreyi ve güneşi besdir.
Bu zindeganlıq davasını insan da hemişe biribiri ile edir. Keçmişde insan vehşi halında olan zaman bu davanı yumruq, sille, sonra qıhnc, galxan
ve daha sonra tüfeng ve geyri esleheler ile edirdi.
Ele ki, sonra vurmaq, öldürmek nehy oldu, insan
zindeganlıq davasını ağıl ile edir. Her kesin ki, ağlı
çoxdur, qanacaği artıqdır bu zindeganlıq davasında
düşmene üstün gelib onun rûzisini günü-günden
azaldıb, bedenini zeiflendirib, cürbecür naxoşluğa
duçar edib, âxirda telef edir. Çünki ağıl ve qanacaq artıq olmağı elm tehsil etmek iledir, ona
göre de biz Müselman qardaşlarımiz?. “oxuyun,
elm tehsil edin” - deyende zikr olan zindeganhq
davasından ötrü deyirik ki, bu davada Müselman
qardaşlarımız meğlub olub axırda puç olmasınlar.
Doğrudur, insan xaşxaş otlan kimi bilmerre telef
olmaz. Ona göre ki, insan heyvanlarm hamısından
ağıllıdır ve her cür yaman güne devam ede biler.
Amma me’lumdur ki, bu yaman güne qalmaqdan
ölüm cox yaxşıdır. Bele yaman güne qalanlar fehlelik, nokerçilik, rençberlik ile ömrünü keçirib, hemişe gözleri elm tehsil edib zindeganhq davasında
artıcı gelenlerin elinde olub...
mek vaxtmı artırmaqdan ötrü işleri maşına salıblar
ki, maşın işi tez gördüyüne, o işi tutmağa lazım
olan vaxt az olur ve onun artığı qeyri işe gedir.
Belede bir iş yerine bir nece iş tutmaq olur. Ona
bina bir kimse 50 il zehmet çekib 10 min manat
qazana bilir ise, maşın ile iş görende 50 il müddetinde Ömrde gördüyü işi 10 ile görüb dahi ziyade ne’fberdâr olur. Pes bu halda qeyri tayfalar fürseti fövte vermeyib zehmetleri artırmaq
se’yindedirler.
Amma bizim tayfa... dükan-bazarlarda oturanların çoxu bir cüz’i şey yanma qoyub günde
4-5 müşteri gözlemekden öteri exşamacan ağzını
ayinb gelib-gecene tamaşa edir ki, güya bu zaman bir geyri iş görmek günâh imiş. Küçelerde
cavanlarımız papaqlarını eyri qoyub “ay balam!
ay balam” çağırır, ya bir-birine yaman deyir. Meydanlarda kimi derviş nağıhna qulaq asır, kimi
xoruz, kimi qoç dövüşdürür. Xülâse, heç bir heves
ile zehmet çeken yoxdur. Hamı ya tenbellik edib
işden qaçırıq, bîkâr oturub Allah’dan buyruq deyirik. Belede teeccübdür indiye geder bizim tayfa
telef olmayir ve buna sebeb budur ki, keçmişde
biz enine yeyib uzununa gezmişik. Amma indi...
yerlerimiz qüvveden düşüb, xeyir-bereket qaçıb,
elmden xeberdar olan keşlerin yeri darlıq elediyine gelib bizim yerlerde zindegânlıq edirler.
Belede bizler bu tenbellik ve bikarcılıq ile onların
müqabilinde durabilmeyib, zindegânlıq çenginde
meğlub olacağıq ve nece ki, daşmış çayın suyu
mürur ile etrafı qerq edir, habele biz de o tayfaların
arasında mürur ile telef olacağıq. Bilirem, bunları
oxuyan deyecek ki, bu sözler boş sözdür. Allah
rûzıverendir, heç kes acından ölmez. Amma rûzî
ile rûzînin tevafütü çoxdur. Pes qardaşlar, zehmetinizi artırın ki, bîkârlıq ve tenbellik insan üçün
zeherdir. Zehmet çekmek vaxtını uzatmağa se’y
edin ki, sizin rûzî düşmenlerinizin esbablarını ele
getiresiniz. (“Ekinci”, 1877, n. 11)
ZİNDEGANLIQ DAVASI VEYAXUD
DİRİLİK MÜBARİZESİ
(Hesenbey Zerdabi, Seçilmiş Eserleri, Bakı-1960,
s.234-236)
Dünyada olan hayvanat ve nebatat hemişe birbiri ile, e1elexüsus da öz hemcinsleri ile azuqe davası edirler ve her kes bu davada düşmene artıq
10
teblerde Rus keşişlerinden missionerlik edenlerin
mesleheti ile bizim dilimizi ve adab-i şerietimizi
oxutmağı qadağan etmişdiler. Odur ki, bu mekteblere geden müselmen çox az idi ve olmayan
kimi idi. Heqiqet, o zaman biz Müselmanlar üçün
çox pis keçirdi. Bir terefden zindeganlıq davası ve
bir terefden el çekmekle zindeganhq davasından
qaçıb qurtarmaq olmaz. Ondan xilâs olmaq isteyen gerek dünyadan el çekib çekilib bir gûşede
otursun, bu da ki, olmaz ve olmayanda onun varyoxu mürur ile elden çıxacaq. Elm tehsil etmek ile
ondan ağıllı olanlar onları cürbecür hiyle, fendler
ile onun elinden alıb, onu tez veya geç müflis edecekler, möhtac edecekler ve bir terefden de dövlet
açdığı mektebler ki, orada elm tehsil edenler dil
ve mezheblerinden gerek el çekeydiler. Belede biz
Müsclmanlar iki deryanını arasında duran gemiydik ki, her terefe meyl etsek yıxılıb qerq olası idik.
İndi Allah’a şükür olsun ki, keçen ilden hökm
edilibdir ki, Rusiya’ya tâbe olan tayfalar öz uşaqlarını öz mektebxanalarında öz dillerinde oxudabilerler ve onlar padşahlıq mekteblerinde oxuyanda onların öz dinlerini ve adab-i mezheblerini
de onlara oxutsunlar.
Eğer ki, bu hökm sadir olandan bir ilecen kecibdir, amma heç bir xeber yoxdur ki, filan yerin
Müselmanları bir bele mekteb açıblar. Buçağacan
biz Müselmanlar deyirdik ki, mektebxanalarda
bizim uşaqlarımızı öz dilimizde oxutmağa qoymayırlar. Ona göre bizler de onları oxutmayırıq.
Bes indi ne üçün mektebxanalar açmayırıq, uşaqlarımızi oxutmayırıq ki, biz istediyimiz ıxtiyari
bize veribler? Bizim ile zindeganhq davası edenler
iti qılıncı götürüb bizim üstümüze düşüb her bir
nicat yolunu bağlayırlar. Kâxhanalar hamisi ecnebilerin elinde, senet de onlarda. Alış-verış yene
bedestûr. Hetta bedbext Müselman fehlolerine de
ecnebilere verilen mebleğin yarısını verirler ki,
sen oxumamısan, fehleliye qabiliyyetin yoxdur.
Bes haçan biz gözlerimizi açıb bunları goreceyik
ve bunlara çare edeceyik?
Padşahlıq mektebxanalarında bizim uşaqlarımıza Öz dillerini ve adab-i şerieti oxutmağa
icâze veribler. Ona göre o mektebxanalarm hâkimi bu yeni keçen baharda yazmışdı ki, Müselmanlar öz uşaqlarını oxutmaqdan öteri proqram
tertiblesinler ki, onlara ne oxutsunlar ve nece oxutsunlar? Amma buna bir cavab verilmedi. Odur
Keçmişde ki, her tayfa bir terefde başını
qollağuna çekib dünyadan bîxeber oturub
zindeganlıq edirdi, azuqe davası o qeder me’lum
etmir idi. Çünki o davanı edenlerin biri birinden
ağıl baresinde o qeder tefavütü yox idi. Amma
bizim zemanede ki, bir terefden demiryolları ve
paraxodlar artıbdır, ona göre gediş-geliş asan olubdur ve bir terefden karxanalar, zavodlar artır,
günde bir cür teze maşınlar ixtira olunur ve alışverış malı günü-günden artıb ucuzlaşıb yakşıraq
olur, heç bir elm tehsil eden tayfa öz yerinde oturub öz tayfasına qenaet etmir. Her tayfa öz malını
götürüb satmağa yer axtara-axtara dünyanın lap
qaranlıq yerlerini de doldurublar. Ona göre de bu
halda zindeganlıq davası artıq, şiddet edib ve onun
indi 10 ilde olan semeresi keçmişde 100 ilde olan
semeresinden çox artıqdır. Belede dübare tekrar
edirem-qardaşlar, oxuyun, elm tehsil edin. Elelxüsus elm tehsil etmek biz Qafqaz Müselmanlarına
vacibdir. (Hayat, 4. Ocak 1906 fs. 237-239)
DİL VE DİN
Bizim zamanımız elm zamanıdır ve elm tehsil
etmek her tayfaya vacibdir ki, zindeganlıq davasında heç olmasa özünü saxlayabilsin ve bele
elm tehsil etmek ile ireli geden vaxtda her tayfa
gerek iki şeyi berk saxlasın ki, bu şeyler her tayfanın direkleri hesab olunurlar. Ve onların tayfa
olmağına sebebdirler. Bu şeylerin birisi dil ve birisi din ve mezhebdir. Ele ki, bunların birisi elden
getdi, tayfanın beli sınan kimidir. İkisi de gedende
tayfa gayri tayfalara qarışır, mürur ile yox olur.
Çünki dil ve mezheb tayfanın ruhu olan kimidir.
Nece ki, ruh çıxanda bedende birce ne’ş, ye’ni
cemdek qalır ve bu cemdek mürur ile çürüyüb yox
olur. Habele dilsiz ve mezhebsiz tayfa da gerek
mürur ile yox olsun. Pes, her tayfa elm tehsil eden
vaxtda gerek öz dilinde ve öz din ve mezhebinde
tereqqi elesin ki, dünyada qalabilsin. Onlarsız tayfa olmaz.
Bu âxır zamanacan biz Rusiya’ya tâbe olan
Müselmanların işi çox yaman idi. Bir terefden
zindeganhq davası il be il ki, şiddet edirdi ve bir
terefden de elm tehsil etmek yolu bağlanmış idi.
Çünki bizim öz milleti mektebxanalarımız yox idi
ki, orada öz dilimizde, öz mezhebimizde elm tehsil etmek olaydı ve dövlet terefinden açılan mek11
yazmadı. Buna sebep odur ki, bizim şairlerimiz elm
tehsil etmeyibler. Onların qanacağı azdır, gözleri
bağlıdır, görmüşler ve o zülmler ki, bizlere olur,
onları zülm hesab etmirler. Meselen, me’lûmdur
ki, bu halda bizim Bakü’de bir gece keçmir ki, küçelerde gedib geleni döyüb, soyub, hetta öldürmek
olmasın. Heç bu işler bizim adama eser edir mi?
Hâşa etmir. Eğer etseydi, bele olmazdı. Bizim
şâirlerimiz de beledir. Onlar da bele gebih işlerden
ibret edib cûşe gelmirler ki şe’r yazsınlar. Xülâse,
şe’r bir böyük âletdir ki, onunla bizim yuxuda olan
qardaşlarımızı ayıltmaq çox asandır.
Bizim gonşularımiz Ermeniler bele şe’rler ile
çox iş görürler. Bu halda onların kûçelerinde gözleri kör elinde tar âşiqları bir uşaq qolundan tutub
qapı-qapı gezdirir. Heç bilirsiniz mi bu âşıqlar ne
oxuyurlar? Onlar Ermenistan’ın keçmişde olan
xoş ve yaman günlerinden, Osmanlı Dövleti’nin
onlara elediyi zülmlerden ve qeyri şe’rler oxuyurlar. Odur ki, bir millet işi olanda Ermenilerin
hamisi birden qalxıb bir adam kimi iş görürler.
Meğer bizim bele olmadığımız günahdır?. (Hayat-8.
ki, ilin başında bizden bixeber mekteblerin hâkimi
öz terefinden bizim dilimizi ve adab-i şeriet oxutmaqdan öteri müellimler te’yin edib ve bu halda
onlar ne oxudurlar ve nece oxudurlar, biz bilmirik.
Pes biz qonşularımiza qoşulub bu selahiyyetleri
isteyende ne üçün isteyirdik ve qonşularımız o selahiyyetlerden nef berdâr olub daha artıq elm tehsil etmeyinden bizlere bir fayda olacaq mı?
Qardaşlar, yatmaq vaxtı deyil. Ayılıb bir fikir
edin, bu işlerin âxırı nece olacaq? Yoxsa, heqiqet bizim ruhumuz gedib, birce cesedimiz qalib. Belede vay bizim halımıza. (Hayat- 6. Ocak-1906
s.240-241)
BİZİM NEĞMELERİMİZ
Bizim Qafqaz Müselmanlarma heç bir yazı ve
dü ile deyilen söz o qeder eser etmez, nece ki şe’r
ile deyilen söz, elelxüsus neğmeler ki, xoş sövt
ile oxunur ve bunun sebebi odur ki, Qafqaz’m
yerlerinin xasiyyeti beledir. Bizim cennetin bir
gûşesine oxşayan vetenimizin dağları, çayları, xoş
âb ü hevası ve h’e’f bir cehetden sefah ve dilgûşe
olmağı onun az zehmet ile bol mehsûl götüren
ahalisini cûşe getirib bu hâle salır.
Bir baxın, bizim âşıqlarımız toylarda oxuyanda
onlara qulaq asanlara. Bu zaman qulaq asanlar ele
hala gelirler ki, beistilah-i Türk etini kessen de xeberi olmaz. Ele ki, sonra toy qurtardı, âşıqlar evine
getdi, 5-10 gün uşaqlar küçede gezende âşıqdan
oxuduqları qâfiyeleri oxuya-oxuya gezirler ve birbirinin qeletini düzeldirler.
Bizim qardaşlarımızın bu xasiyyeti mehsûlâver torpaq kimidir ki, orada neğme suretinde xoş
ovqat ile deyilen söz neqş bağlayib çox qaldığına
artıg da eser eder. Keçmişde “Ekinci” gazetesi
çıxanda o vaxtın şairlerinden yazıb teveqqe elemişdim ki, bülbülü ve gülü te’rif ve biri bir-lerini
hecv etmekden el çekib elm tehsil etmeyin neflerinden ve biz Müselmanlara olan zülmlerin baresinde şe’rler yazıb onları bizim âşıqlara xoş sovt
ile oxumağı öyretsinler ki, âşıqlar onları toylarda
oxuyub ehâlini oyatmağa sebep olsunlar. Onlardan birce Seyid Ezim Şirvanî elm tehsil etmek
neflerinden bir nece şe’r yazmişdir ki, “Ekinçi”de
çap olunmuştur. Amma qeyri şairlerimizden heç
bir cavab gelmedi. O ki, bizlere olan zühnlerdir, o
barede meliküşşüâra Seyid Ezim Şirvanî de bir şey
Ocak. 1906, s. 244-245)
İTTİHAD-İ LİSAN
...Biz Rusiya dövletine tâbe olan Müslümanların hamisi Türkdürler. Bizim esil dilimiz
Türk dilidir. Amma bu dil ayrı-ayrı yerlerde câri
olduğuna her terefde bir qeyri şiveye düşüb,
geyrilerden aralanıb, elbette, zikr olan qayda ile
bu Türk tayfaları elm tehsil etmeye başlayıb,
ye’ni qaranlıq otaqdan çöle çıxıb tereqqi yoluna
düşende bir-birinden dexi artıq uzaqlaşacaqdılar.
Beledc bir az vaxtdan sonra onlar biri-birinin ne ki,
danışdığını, hetta yazdığını da anlayabilmeyecekdiler. Heç insafdır mı ki, biz Türkler bir dilde, bir
dinde ola ola biri-birimizden aralanıb artıq gücden
düşmeyimize sebep olaq? Ona göre bizlere vâcibdir ki, indi vaxt keçmemişden ittihad-i lisan dalinca olub bir umûmi dil bina edib, bu ümümi dilde
yazıb-oxuyaq ki, vaxtı ile o dil hammm yazıb
oxumaq dili olsun. Bele de Rusiya’da olan Türk
tayfaları getdike biri-birlerine artiq yavuqlaşıb,
birleşmekden artiq da güclenib tereqqi etmeye qâdir olurlar ve qardaşhqları daha möhkem olur.
Bu halda bizim Türk dilinde Baxçasaray’da
12
çıxan “Tercüman” qezetesi ve Peterburg’da çıxan
“Nur” qazetesi bu umûmi dil üste behs edirler.
“Tercüman” 30 ildir çixır. Bu 30 ilin müddetinde
her terefin Müselmanları qeyri qezete olmadığına
göre onu aparıb oxuyublar. Odur ki, biraderimiz
Ismayıl Bey isteyir ki, “Tercuman”ın dili umumi
dil olsun. Amma Axund Bayazidov “Nur” qezetesini Tatar şivesinde çıxarır ve her Türk tayfası
qezetesinin öz dilinde çıxmasını isteyir.
Çünki biz Rusiya’da olan Türk tayfaları üçün
umûmi dü işletmek vâcibatdandır ve bu halda bele
umûmi dil bina etmek çox çetindir. Ona göre meslehetdir ki, her tayfa öz xeyrini gözleyib biraz
vaxt artıq zehmet qebul edib uşaqlarma te’lim-i
ulûm edende qeyri Türk şivelerini de yaddan çixarmasınlar ki, bu uşaqlar gelecekde öz din qardaşlarını daha yaxşı tanıyıb onlar ile daha artıq yaxınlaşıb heqiqi qardaş olmaqdan ötrü özleri üçün
umûmi bir dil de bina etsinler.
Bizim qafqazlı qardaşlarımızdan gelecekde
umûmi dil meğdur olmağını gözleyib, teveqqe o-
lunur ki, bu halda qezeteni camaat oxumaq üçün
yazanda camaatın ana dilinde yazsınlar ki, onları
her destixetti olan oxuyub anlayabilsin ve fars
sözlerini beqedr-i meqdûr az yazsınlar. Heqiqet biz,
elelxüsus bizim be’zi muhabirlerimiz, mollarımız
yazdığı Türk dili deyil, bir qeyri, ne Fars, ne Türk
dilidirki, herkes özünün artıq oxuduğunu göstermek isteyir. İnsanın şerafetinin bir delili de nitqdir.
Lâzımdır ki, her kes ele danışsın, ele yazsın ki, onu
mümkün mertebe avam da başa düşsün. Belede
qezete çıxaranlar gerek yaddan çıxarmasınlar ki,
gezete oxuyanlarm coxu, elelxüsus bizim memleketde avamdır, öz Türk şivesinden başqa dil
bilmeyirler ve cümle qezetelerimizin idarelerinden
teveqqe olunur ki, qeyr-i Müselman tayfalarının
şivelerinde çap olunan metleblerin, ora-burasını
bir derece bizim şive ile düzeldib sonra çap etsinler ki, onları oxuyanlar anlayabilsinler. Heqiqet
qezete camaat üçündür. Camaat qezete üçün deyil.
(Hayat-11 Ocak-1906)
13
KARA TAŞ
Rebiyye ZERDABİ*
birbirimizle düşman olmaktan vazgeçelim.”
“Ekinci” çok yaşamadı. Amma yaktığı ışık
güneş ışığından da büyük oldu. Milleti için yaptığı
işler karşısında gerekli değer verilmeyen bu yorgun adam, daha sonraları herkesi ağlatacak kadar
duygulu bir şey yazdı. ”Gerek bizim Zerdab kendine ve Qarabag serhedinde bir kara taş koyub
onun da üzerine bir yazı yazdırim ki, gelecekde
bizim ovladlar o yadigara bakib bilsinler ki, ben
bu eziyyet ile millet-islami ayıltmak icin nece nadahlara rast gelmişem.” ‘KARA TAŞ’ yazılmadı
amma, bütün bir nesil Hesen bey Zerdabi’nin
fikirlerinden faydalandı. Hayatının son günlerinde
de öz milletinin çocuklarını düşündü ve eşine onun
yas merasimine gönderilecek para ile uzak köylerin birinde bir okul yaptırılmasını istedi. Ve oldu
da. 22 temmuz “Ekinci”nin doğum günü. Bu gün
bu büyük millet mücahidinin hatıra günü. Türklük
günü. Turan günü. Gazete günü. Bayramınız kutlu
olsun. Turanın bütün millet sever oğulları.
Kara taş yok amma mücadele yine de var…
Bir gün bir eyalette bir çocuk doğdu. İsmini Hesen koydular. Azerbaycan denilen memlekette her
gün binlerce çocuk doğuyordu. Bu çocuk başka idi.
Küçük bir yerdi doğduğu yer. Göyçay vilayetinin
Zerdab koyu. Yıl 1837 idi. Çocuk büyüdü, okullarda okudu. Üniversite bitirdi. Ve bir gün Türk
Dünyasına bir ışık verdi. Gazete çıkardı. İsmini de
“Ekinci” koydu. Herşey de bundan sonra başladı.
Azaplar, takipler, sürgünler. ”Ekinci”nin Türk
Dünyasına güneş gibi doğuşu gözleri kamaştırdı.
Gazeteyi yalnız başına çıkaran ve bütün işleri
kendisi yapan Hesen bey Zerdabi;”Dünyada her
gazeteyi 5 ya 10 adam inşa edir. İşlerini gören insanlar olur. Amma ben bu işleri yalnız görüyorum.
Bizim şehirde bir bilimli adam yok ki gazeteye
bakıp onun yanlışlarını düzeltsin.” diyordu.
Ve bu gazeteyi sonra da kendisi sokak ve pazarlarda dağıtan bu adam gazete okumak alışkanlığını
da insanlara öğretti.
Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetinin kurucusu Mehemmed Emin Resulzade; ”konuştuğu
dilde ilk gazeteye malik olan cemiyet bir milliyet iken millet olmağa başlamış demektir.” diyordu. Azerbaycan Türklerinin de millet olması
“Ekinci”nin kurucusu Hesen bey Zerdabi’nin
ismi ile ilişkilidir. Ve onun “Kafkas Türklerinin
öğretmeni ve babası” diye adlandırılması, milleti
için yaptığı işlerin öneminden ileri gelmektedir.
Hesen bey Zerdabi, sonraları daha büyük işlere
de imzasını attı. Azerbaycan tiyatrosunu kurdu.
Yardım cemiyetleri oluşturdu,,okullarda dersler
verdi. Ve en önemlisi de, Rusların o yoğun baskıları
altında bile Türk Dillerinin birleşmesi gerektiği fikrini
ortaya attı. M. Mehemmed zade “Milli Azerbaycan Harekatı” isimli eserinde 26.9.1876 tarihli
“Ekinci” gazetesinin nüshasında, “Zerdabi, Türk
dillerinin birleşmesini arzuluyordu” diye yazmıştı.
Bu fikri Hesen bey tabii ki açıkça söyleyemiyordu ve bunu “dini birlik” adı altında tesis etmeye
çalışıyordu. ”Ey müslümanlar vakit geçirmeden
fikirde birliği tesis edin, dağınık guruplar çok
çabuk yok olur. İttihadı-islam etrafında birleşip
*Hesenbey Zerdabi’nin Torunu
Azerbaycan Devlet Medeniyyet ve İncesenet Ün.Başmuallimi
14
TÜRK DÜNYASI TARİHİNDE ZERDABİ DEVRİ
Rüfat EHMEDZADE*
“Qonuşduğu lisanda ilk qəzetəyə malik cəmiyyət,
bir milliyət ikən millət olmaya başlamış deməkdir.
Həyatında mətbuat ənənəsinə malik bulunan bir
xalq isə, artıq təəssüs etmiş bir millətdir.”
Millətin formalaşması və tərəqqisi yolunda
mətbuatın əhəmiyyətini qabardan bu fikirlər
mənə deyil, bir dahiyə məxsusdur. Türk və İslam
dünyasnda ilk demokratik dövlətin qurucusu
olmuş Məmməd Əmin Rəsulzadəyə.
Danmaq olmaz ki, milli mətbuatsız, milli məktəbsiz, milli ədəbiyyatsız bir millətin
tərəqqisi də qətiyyən mümkün deyil. Öz milli
dəyərlərindən uzaq və bixəbər tərbiyə-təhsil alan
bir nəsil - kölələşən, özgələşən nəsildir. O nəsil,
özlüyündə nəsil olmaqdan tamam uzaq bir şeydir.
Hər nədirsə, insanlıq baxımından çox dəyərsiz və
faydasızdır. Öz kökünə, öz millətinə laqeyd qalan bir nəslin bəşəri bir sevgi ilə alışıb-yanması,
sadəcə əfsanədir.
Bu gerçəyi onlar yaxşı bilirdi. Düşünürdü. Əzab
çəkirdi bu fikirlə. Kimlər? Əlbəttə ki, dahilər!
Millətin içindən çıxıb, uzaqlarda təhsil almış,
amma geri boylandığında, maarifsiz, məktəbsiz,
mətbuatsız bir millətin kütlə kimi, kölə kimi
varlığına acımış... Bax, elə o zaman da, mücadilə
başlamış. Onları tarixə salan, tarixi bizə sevdirən...
Və hələ də sürən bir mücadilə!
Azərbaycanın Rusiyaya qatılması ilə, milli
tariximizdə yeni mərhələ başladı. Bir yüzillik boyu xanlıqlararası müharibələr və mərkəzi
dövlətsizlik səbəbindən geridə qalmış, millət
kimi formalaşmaqda gecikmiş, savadsızlıq və
mövhumat üçində boğulan xalqımızın qarşısında
yeni imkanlar yaranmışdı. Rusiya dövlət-təhsil
sisteminin bir hissəsi kimi Qərb sivilizasiyasına
yaxınlaşma və çağdaş elmi-mədəni dəyərlərə
yiyələnmə, toplumuna gərəkli və faydalı ziyalı
təbəqə yetişdirmək imkanları.
Lakin, bu imkanlar asanlıqla yaradılmırdı.
Rusiya İmperiyasının mərkəzi və canişinlik
dairələrində belə bir fikir mövcud idi ki (erməni
millətçilərin bu məsələdə rolu istisna deyildi),
*Araştırmacı, yazar / Azerbaycan
Azərbaycan Türkləri çox mühafizəkar bir xalqdır
və onların savadlanması, elmi-mədəni sahələrdə
tərəqqisi gələcəkdə imperiyanın bütövlüyü üçün
çox təhlükəli ola bilərdi.
Nəinki Azərbaycanda, imperiyanın bütün ucqar
vilayətlərində bu cür laqeyd siyasət mövcud idi.
Hətta, orduya belə, yalnız bəyzadələr, xanzadələr
çağırılırdı. Əksəriyyət isə, işi-peşəsi mövhumat və təriqət təfriqələri salmaq olan mollaların
ixtiyarına buraxılmışdı. Millət bir kölə kimi, millət
olduğundan bixəbər yaşayırdı.
Amma, Tanrının xalqımıza yazığı gəldi. Sözün
əsl mənasında! Və XIX əsrin 50-ci illərindən, yeni
dövr başladı. Ziyalı təbəqənin xalqa yaxınlaşmağa
başladığı, ona xilasedici tək yan aldığı bir MiliMədəni Oyanış mərhələsi.
Mirzə Fətəli Axundzadənin 1850-ci illərdə sadə
xalq dilində yazdığı komediyalarla, Azərbaycanda
milli özünü dərkin ilk addımları atılmış oldu. Lakin, bu işin davamı gəlməliydi. Milli ədəbiyyat
əsaslə şəkildə formalaşmalı, geniş oxucu kütləsinin
yaranması naminə əhalininiz savad səviyyəsi
qaldırılması, milli teatr və xüsusən də, cəmiyyətdə
tədrici maarifləndirmə işini apara bilən milli dildə
mətbuat orqanları təsis edilməliydi.
Deməli, sözün əsl mənasında bir Milli
Maarifləndirmə Hərəkatı yaranmalıydı. Bu
hərəkatı başlamaq isə, hər ziyalıya nəsib olan
və mümkün olan şərəf deyildi. Çünki, o dövrdə
müsəlman-Türk əyalətlərində senzura şərtləri və
etnik ayrı-seçkiliyə əsaslanan imperiya siyasətinə
görə, istənilən milli-mədəni maarifləndirmə işi
çox müşkül və hətta, qeyri-mümkün idi.
Bütün çətinliklərə və məhrumiyyət gözləntilərinə
baxmayar, bu hərəkata öncüllük etmək və milli
oyanışı başlamaq missiyasını Həsən bəy Məlikzadə
Zərdabi üstləndi.
Kasıb təbəqədən olan gənclərin də bəy-ağa
övladları ilə yanaşı təhsil ala bilməsi məqsədilə,
ilk xeyriyyə cəmiyyəti yaratdı və imkanlı şəxslərin
bu işə cəlb olunmasında fəallıq göstərdi.
15
İsmayıl Qaspıralı, Əhməd Bəy Ağaoğlu və Əli Bəy
Hüseynzadə kimi şəxslərin özləri də dəfələrlə etiraf etmişdilər ki, onların milli-maarifçi fikirlərinin
formalaşmasında Həsən Bəy Zərdabi’nin əvəzsiz
rolu olub.
Deməli, ZƏRDABİ BÜTÜN TÜRK DÜNYASININ ZƏRDABİSIDIR.
Əkin və ziraət xəbərləri verməli olan bir qəzetdə
milli-mədəni mövzularda yazılar dərc olundu.
Sosial əhəmiyyətli mövzulara istiqamətlənmiş
ədəbiyyat nümunələrinə geniş yer verildi. Və
dəfələrlə də, qəzet səhifələrindən xalqa müraciət
olundu ki, elm-təhsil işlərinə biganə qalmasınlar,
sünni-şiə söhbətləri ilə milli-dini birliyə xələl
gətirməsinlər... Ədibləri isə, boş söz yığnağından
ibarət sevgi-həsrət şerlərinə ara verib, xalqın
maariflənməsinə xidmət edəcək əsərlər yazmağa
çağırırdı.
O haqqlı olaraq inanırdı ki, ədəbiyyatla insanlara təsir etmək, cəmiyyətdə mənəvi islahatlar
aparmaq mümkündür. Onun bu inamına Seyid
Əzim Şirvani də qatılırdı. “Əkinçi”də dərc etdiyi maarifçi şerlər ilə, öz həmvətənlərini təhsil
almağa, savadlanmağa səsləyirdi. O vaxtlar, az-az
olsa da, qəza mərkəzlərində məktəblər açılırdı. Lakin, mədrəsələrinin boş qalmasından qorxan mollalar xalqa təsir edərək, məktəbləri “kafir ocağı”
adlandırırdılar.
“Əkinçi” isə, xalqı uçuruma aparan bu mənfi
tendensiyanı dağıtmağa çalışırdı. Hətta, Rusiya
imperatorunu tərifləmək və onun maarifçi işlərini
şişirtmək yolu ilə belə, qəzetdəki yazı və şerlərdə,
insanları məktəblərə həvəsləndirmə cəhdləri
sezilirdi. Xalqın mənəviyyatına, mədəniyyətinə,
ədəbiyyatına, bir sözlə tarixə “Əkinçi”nin
toxumları səpilirdi.
Yalnız bir mətbu qurum olmaqla qalmırdı.
Sözün əsl mənasında məktəb idi “Əkinçi” – MİLLİ
FİKİR MƏKTƏBİ.
Bütün çətinliklərdən xəbərdan olmasına baxmayaraq, Həsən Bəy böyük həvəs və enerji ilə
başlamışdı bu şərəfli işə. Baxmayaraq ki, istər
oxucu kütləsi, istərsə də yazar baxımından böyük
qıtlığın olması onu çox üzürdü. Ürək ağrısı ilə
yazırdı:
“Bu qəzetin kəsirini görəndə gülməyin. Siz
ağlayın ki, bizim bircə qəzet də çıxartmağa
adamımız yoxdur.”
Azərbaycan tarixində ilk milli teatrın əsasını
qoydu.
Və nəhayət, ana dilində ilk qəzet təsis etdi. Bir
cümləyə sığan bu təsvir, illərin çabası və hədsiz
məhrumiyyətlər bahasına başa gəldi. Xalqa öz
milli kimliyini xatırlatmaq amalıyla, ona öz
dilində qəzet oxutdurdu.
Bunu etməkdə isə, onun bir ali məqsədi var idi.
Mənsub olduğu milləti cahillikdən savadsızlıqdan
və hətta, rus əsarətindən xilas etmək. Gəlin, elə
Həsən bəyin öz qələmindən yazılan sözlərə nəzər
yetirək.
“...Ələlxüsus, bizim yerlərdə ki, qonşularımız
elm təhsil edib günü-gündən irəli gedir, bizim
əlimizdə olan mülkü malımıza sahib olurlar
və bir az vaxtdan sonra biz onlara rəncbərlik
edib, onların malını daşımaqdan ötrü kirəkeşlik
edəcəyik...”
Zərdabinin qəlbində üsyan var idi. Haqsızlığa,
elmsizliyə, mövhümata, pərakəndəliyə və
ətalətə. İçində baş qaldıran bu üsyanın səsiylə
də, qollarını çıxarmayıb yükün altına girdi. O
yükün ki, az müddət daşıya bilsə də, bir örnək və
özül oldu. Nəinki Azərbaycan Türklərinin, bütün
Rusiya imperiyasında yaşayan Türk-müsəlman
xalqlarının maariflənməsi yolunda əvəsziz addım
atdı.
Və 22 iyul 1875-ci il tarixində “Əkinçi”
qəzetini nəş etdirməklə, Türk xalqları tarixində öz
möhürü olan bir dövrün, ZƏRDABİ DÖVRÜ’nün
başlandığını bəyan etdi. Nəinki Türk xalqlarının,
həmçinin, qonşu müsəlman toplumlarının da milli-demokratik hərəkatına stimul vermiş oldu.
XX əsrin görkəmli kulturoloqları əbəs yerə
vurğulamırdılar ki, 1875-1905 illəri (Əli bəy
Hüseynzadənin “Həyat” dərgisinə qədər) Rusiya
Türklərinin milli-mədəni maarifçilik hərəkatında
Zərdabi dövrü’dür.
Və mən də, bu Zərdabi dövrü’nün təkcə Rusiya
Türkləri deyil, bütün Türk dünyasının tarixinə
aid olduğunu əbəsdən qeyd etmirəm. Bəlkə də,
Osmanlı Türkiyəsində mətbuatın daha öncələr
yarandığını görə, məni haqsız sayanlar olar. Lakin, mən öz fikrimi yalnız “Əkinçi”nin nəşri ilə
əsaslandırmıram.
Rusiya İmperiyası ilə yanaşı, Türkiyədə də
milli-demokratik fikirlərin və Türkçü-Turançı
ideyaların formalaşmasında önəmli rolu olan
16
işlərindən uzaq düşməyi özünə ölüm bilən
Zərdabi öz doğma kəndinə köçdü. “Əkinçi” son
nömrəsində isə belə bir xəbər var idi
“Bu il London şəhərində ərəb dilində bir qəzet
çap olunur ki, hər gündə çıxır. Yazırlar ki, onun
müştərisi var.”
Bəli! Ərəblərin Londonda gündəlik qəzet
çıxardığı bir zamanda, Azərbaycan Türkləri öz
yurdlarında, öz dillərində bir qəzeti nəşr edə və
oxuya bilmirdilər. Bu acı həqiqətin üzüntüsü ilə
kəndə döndü Həsən bəy. Arzularla, ümidlərlə
alışan bir yeniyetmə kimi tərk etdiyi kəndinə.
Ancaq, əminəm ki, onun arzu və ümidləri hələ
də onunla idi. O bilirdi ki, “Əkinçi” son milli
qəzet olmayacaq. Vətənində milli mətbuat, milli
ədəbiyyat və millətinə, xalqına layiqli jurnalistlər,
ədiblər yetişəcək. XALQ AZAD OLACAQ!
Elə, qəhrəmanımın sözləri ilə də bitirirəm
yazımı:
“Heç olmaz ki, doğru söz yerdə qalsın. Hər
ildə on qəzet oxuyandan birisi oxuduğunu
qansa, onların qədəri ilbəil artar. Sonra, düşmənin
düşmənliyi, dostun doğruluğu və dost göstərən
doğru yolun doğru olması da aşkar olar.”
Nə qədər məyus olsa da, ümidlərlə də, qəzetin
satışından şəxsi gəlir güdmədən, hər nömrənin
400-500 nömrəsini (elə o qədər də qəzetin abunəsi
var idi) pulsuz paylayırdı. Qəzetin çap olunması
üçün hürufatı (çap üçün qəlib və basmaları) isə,
İstanbuldan şəxsən alıb gətirmişdi.
O savadsızlıq və kadr qıtlığı ilə mücadilə
aparırdı. Təbii ki, haqq uğrunda mücadilə varkən,
əngəl törədənlər də çox olmalıdır. Təəssüf ki, RusErməni əsilli bədxahlardan çox, demaqogiya və
təxribatı özünə əsl peşə seçmiş mollalar və “ziyalı”
həmvətənləri mane olurdu ona. Çünki, Zərdabi bu
xalqı köləlikdən, cahillikdən qurtarmaq istəyirdi.
Beləcə, xalqı əsarət və gerilikdə saxlayanlarla da
savaşırdı o.
Nahaq yerə demirdilər ki, Həsən bəy Zərdabi öz
fəalliyyəti ilə “tək adam döyüş meydanında əsgər
ola bilməz” iddiasını rədd eləmişdi.
Nə qədər mübariz və yorulmaz bir fəaliyyət
göstərsə də, bədxahların arzusu çin oldu.
“Əkinçi” qapadıldı və Həsən bəy Yekaterinodar
gimnaziyasına müəllim təyin edildi. Məqsəd onu
xalqı oyatmaqdan uzaq etmək idi.
Lakin, sonralar yazdığı kimi, müsəlman
Desen:Coşkun Karakaya-74
17
HASAN MELİKZADE ZERDABİ VE FİKİRLERİ
Okan Yeşilot*
Milletlerin uzun tarihi hayatlarında bazı olaylar
ve şahıslar önemli izler bırakırlar. Bunlar önem
derecesine göre yeni nesillere sözlü veya yazılı
olarak aktarılırlar. Azerbaycan Türklerinin de tarihi süreç içerisinde yaşadıkları birçok gelişme millî
hafızalarında kayıtlıdır. Hasan Melikzade Zerdabi
gerek ülküleri, gerekse icraatları açısından sadece
Azerbaycan Türkleri tarafından değil, bütün Türk
dünyası tarafından iyi tanınması ve anlaşılması
gereken bir aydındır.
Çarlık Rusyası’nın hegemonyası altında
yaşayan Azerbaycan Türklerinin kendi benliklerini kaybetmemesi, hür ve insanca yaşaması için
çalışmalar yapan aydınlar içerisinde bir sıralama
yapıldığında şüphesiz Zerdabi en ön saflarda
yerini alır. Onun mücadelesinin temelinde cehalete karşı top yekûn eğitim vardır. Hayatının her
safhasında halkının yediden yetmişe eğitilmesi
için gayret göstermiştir. Halkına ulaşabilmek
ve onları “gaflet uykusundan” uyandırmak için
yaptığı çalışmalarda önüne çıkan bütün zorluklarla mücadele etmiştir. O, yine önüne çıkarılan
engellerden yılmamış ve bu uğurda kendine daima
başka fırsatlar oluşturmayı bilmiştir.
Zerdabi, Rusya Türklerinin ilk Türkçe gazetesi olan Ekinci’nin sahibi ve baş yazarı,
Azerbaycan’da ilk tiyatro ve ilk hayır cemiyetinin
kurucusu, eğitimci, pedagog, yazar, fen bilimci,
matbaacı ve siyaset adamlığı gibi birçok mesleği
ve özelliği kendisinde toplayan şahıs olarak bilinir.
Gerek bu özellikleri, gerekse savunduğu eğitim,
kadın hakları, sahte din adamlarına karşı fikirlerinden ve zulme karşı mazlumun yanında olmak gibi
vasıflarından, ayrıca Türk dünyasının dil birliği
ve vatanseverlikle ilgili değerli görüşlerinden
ötürü Zerdabi’nin hakkıyla tanıtılmasına, tüm
bu fikir ve görüşlerinin ortaya konulmasına ihtiyaç vardır. Azerbaycan’da bağımsızlığın yeniden
kazanılmasından sonra Sovyet döneminde yazılan
“rejime uygun bir Zerdabi” yerine, daha objektif
çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.
* Doç. Dr. Marmara Üniversitesi, Fen Edebiyat
Fakültesi., İstanbul
Azerbaycan millî matbuatının ilk gazetesi olan
Ekinci’yi neşreden, matbaacı, pedagog, ilk millî
tiyatronun kurucusu, yazar, eğitimci, fen bilimci,
hayırsever, halkçı, milliyetçi, Kafkaslar’da birçok ilke öncülük etmiş aydın bir kişi olan Hasan
Bey Melikzade Zerdabi, 12 Kasım 1837 tarihinde
Göyçay kasabasının Zerdab köyünde doğmuştur.
Zerdabi zamanla yoksullaşmış zengin ve köklü
bir aileden olup, dedesi Rahim Bey ve babası Selim Bey, sözü dinlenen ve kasabanın ileri gelen
kişilerindendir. Zerdabi’nin ailesi, çevresinde
her zaman eğitime ve kültüre önem veren bir
aile olarak tanınmıştır. Nitekim, Zerdabi’nin ilk
öğretmeni babası Selim Bey olmuştur. Selim bey
oğlunun eğitimine, dedeleriyle ilgili bilgilerin
yanı sıra yakın tarihle alâkalı olayları anlatarak
başlamıştır. Baba evinde devrin ileri gelen şairleri
ve ilim adamları sık sık toplanır ve devrin güncel sorunları ile konuları tartışılır. Zerdabi çocuk
yaşta olmasına rağmen bu toplantılara katılır ve
konuşulanları büyük bir dikkatle takip eder. Burada dinlediklerini ileriki yaşlarda yakın çevresine
anlatmış, bazen makalelerinde de bu hatıraları
nakletmiştir
Zerdabi ilk eğitimine Zerdab köyündeki
medresede başlar. Burada Arapça ve Farsça
öğrenir. Medresedeki eğitim döneminde pek
istekli görünmeyen Zerdabi, 1852 yılında Şamahı
şehrinde yeni açılan ve Rusça eğitim veren bir okula kayıt olur. Başarılı bir öğrenci olan Zerdabi’nin
okul bitirme sınavında sorulara verdiği cevaplar
Kafkas Tahsil Dairesi Müdürü Baron Nikolay’ın
hoşuna gider ve onu devlet bursu ile I. Tiflis Lisesine göndermeyi teklif eder. Bu sırada babası vefat
eden Zerdabi’yi ağabeyleri Tiflis’e göndermek istemezler. Tiflis’te yaşayan babasının dayısı General Ferec Bey Agayev bu olaydan haberdar olunca
Zerdabi’yi Tiflis’e çağırır. Girdiği sınavları başarı
ile geçen Zerdabi 1858 yılında I. Tiflis Lisesi’nin
5. sınıfına devlet bursu ile Moskova Üniversitesi
Fizik-Matematik Fakültesi’nin Tabiat Bölümüne
18
girer. 10 Haziran 1965 tarihinde bu üniversiteden
üstün başarı ile mezun olur.
Maarifçilerin en önemli temsilcilerinden olan
Zerdabi, Rus okullarında okumuş ve Moskova
Üniversitesinde Fen bilimleri eğitimi almıştır.
Okuduğu yıllarda bir ihtilal merkezi haline gelen
üniversitede ihtilalci gruplarla ve hocalarıyla sıkı
ilişkiler kurmuştur. Daha öğrenciliği yıllarında
gelecekte “milletim için neler yapabilirimin”
planlarını yapmaya başlamıştır. Zerdabi’yi farklı
kılan en önemli özelliklerinden birisi, kendini milletine adamış ve bütün hayatını buna
göre şekillendirmeye çalışmış olmasıdır. O, bu
uğurda Moskova Üniversitesi’nde hocalık teklifini reddetmiş, ayrıca gençlik aşkından vazgeçerek, kendi soyundan ve kültüründen, ideallerini
paylaşan eğitimli bir hanımla evlenmiştir. Hanımı
da onun bütün çalışmalarında ve mücadelesinde
yanı başında olmuş ve ona destek vermiştir.
Zerdabi’nin ikinci belirgin özelliği ise onun mücadele azmi olmuştur. O, önüne çıkan ve çıkartılan
bütün engelleri aşmaya çalışmış ve asla bir
yılgınlık emaresi göstermemiştir. Ömrünün son
günlerinde, felçli ve konuşamaz durumdayken
bile Kaspi gazetesindeki görevini sürdürmüştür.
Üniversiteden mezun olduktan sonra çalıştığı
memuriyetlerde haksızlığa karşı mücadele eden,
milletinin ezilmesine razı olmayan, bu yüzden
de eziyetlere uğrayan ve nihayet işinden kovulan
Zerdabi, haksızlık yapan ister hükümet memurları
isterse yerli beyler olsun hiç ayırım yapmadan
bunların önüne geçmeye çalışmıştır. Onlarla mücadele ederken aynı zamanda halka kendi haklarını
öğretmeye çalışan bir rehber görevi üstlenmiştir.
Azerbaycan’ın geleceği olan gençlerin yetişmesi
ve onların iyi bir eğitim alması için elinden geleni yapan Zerdabi, bu uğurda ilk hayır cemiyetini
kurmuş ve zenginleri bu çocukların eğitimine
katkıda bulunmaya çağırmıştır. Özellikle fakir
ve başarılı öğrencilerin eğitimlerini devam ettirmeleri için gayret göstermiş, sadece erkeklerin
değil, kızların da okuması gerektiğini savunmuş
ve bu konuda da girişimlerde bulunmuştur.
Erkeklerin bile okula gönderilmediği bir dönemde
kızların eğitilmesini isteyen yazar, kızlar için
bir okul açmayı hayal etmiş ve bunu zor da olsa
gerçekleştirmeyi bilmiştir. Bir milletin geleceği
olan çocukları yetiştiren annelerin ne kadar
eğitimli olursa o milletin geleceğinin de o kadar parlak olacağını savunan Zerdabi’ye göre;
çocuk, aile içerisinde huzurlu, eğitimli ve kötü
alışkanlıkları olmayan bir ana-baba tarafından
yetiştirilirse milletin geleceğine umutla bakmak
mümkün olacaktır. Kadınların istismar edilmesine
de karşı çıkan Zerdabi kadınların toplumda hak ettikleri değeri bulabilmeleri için çaba göstermiştir.
Öğretmenlik yaptığı yıllarda sadece müfredata
bağlı kalmayan, öğrencilerine ülke meseleleri
ve bunların çözüm yolları hakkında bilgiler sunan, onların bu konulara yabancı kalmamalarını
sağlamaya çalışan Zerdabi’ye göre, okul sadece
ders yapılan bir mekan değil, türlü sosyal faaliyetlerin olduğu bir kurum olarak görülmelidir.
Bu amaçla sosyal ve kültürel faaliyetlerin hayata
geçirilmesine çalışmış ve öğrencileriyle beraber
Azerbaycan tiyatrosunun da temelini teşkil edecek
ilk tiyatro oyununu başarıyla sergilemişlerdir.
Halkını aydınlatmanın hayır cemiyeti, tiyatro
ve öğretmenlik yapmakla yeterli olmayacağını
fark ederek, daha büyük kitlelere sesini duyurabilmesinin ancak gazeteyle mümkün olabileceğini
düşünen Zerdabi uzun bir süredir planladığı gazete
çıkarma fikrini gerçeğe dönüştürmeyi başarmıştır.
Ekinci gazetesi sadece bir gazete değil, bir milletin geleceğini kurtarmak için mücadeleye kendini
adamış bir aydının ümidi olmuştur. O bütün zorluk ve engellemelere rağmen bu işin de üstesinden
gelmeyi bilmiş ve Rusya Türklerinin ilk Türkçe
gazetesi olan Ekinci’yi neşretmiştir. Gazete sadece
Azerbaycan matbuatının ilk örneği ve temeli
olmamış, Türk dünyasında da yakından takip
edilmiş ve büyük moral kaynağı olmayı başarmış,
daha sonra bu alanda yapılacak girişimlere bir
öncü olmuş ve bu işin önemini göstermiştir. O,
gazeteyi halka kendi içinde bulunduğu durumu
gösteren ve bunlara çözüm arayan bir araç olarak
görmüştür. Ekinci, halka verdiği aydınlatıcı bilgilerin yanında ülkenin her yanından devrin önde
gelen aydınlarının fikirlerinin halka ulaşması için
aracı olmuş ve hakarete varmayan bütün görüşlere
sayfalarını açmıştır.
Gazetesini
kapatıp,
öğretmenlikten
de
uzaklaştırarak Zerdabi’yi engelleyeceğini sanan
yöneticiler çok kısa süre sonra yanıldıklarını
anlamışlardır. Çünkü o hangi şartlar ve ortamda olursa olsun ideallerinden vazgeçmemiştir.
19
Köyünde kaldığı 16 yıl boyunca gördüğü bütün
haksızlık ve yanlışlıklarla mücadele etmeye devam etmiştir. Bu mücadelede karşısında hükümet
memurları, yerli beyler ve mollalar olmuştur.
Onların gücünden ve nüfuzundan asla çekinmeyen yazar her türlü tehlikeyi göze alarak mücadelesine devam etmiştir. Özellikle insanların dinî
duygularını istismar eden, bundan da kendilerine
menfaat ve nüfuz sağlayan mollalara karşı çok
yoğun bir mücadele örneği sergilemiştir. Dinde
olmayan şeyleri varmış gibi gösteren, halkın cehaletinden yararlanarak istediklerini yaptıranlara
karşı halkı uyandırmayı kendine önemli bir vazife
bilmiştir. Halkın cahil kalması, onların sağlığından
aile hayatına kadar her türlü konuda söz sahibi
olan bu mollaların yararınadır. Onun için mutlaka
halka gerçekler anlatılmalı ve eğitime hak ettiği
önem verilmelidir.
Müslümanların dünyadan el-etek çekmelerinin
yanlış olduğunu, İslam dininin ilim öğrenmeyi
herkese emrettiğini vurgulayan Zerdabi’ye göre,
dünya-ahiret dengesi kurulmalı ve okullarda dinî
ilimlerin yanında dünyevî ilimler de mutlaka
okutulmalıdır. O sadece çocukların değil, halkın
top yekûn eğitilmesi taraftarıdır. Zerdabi’ye
göre burada en büyük sorumluluk öğretmenlere
düşmektedir. Ona göre öğretmenlerin vazifesi
okulda bitmemektedir. Onlar derslerinden sonra
da halkı eğitmek için çalışmalar yapmalıdırlar.
Vatan sevgisinin sadece lafla olmayacağını ifade
eden Zerdabi, bunun yapılan icraatlarla gösterilmesi gerektiğine inanmıştır. Milletin refahı ve
geleceği uğuruna çıkan bütün engeller cesaretle
aşılmalı ve bu uğurda gerekirse can vermekten
kaçınılmamalıdır.
Son yıllarda da yoğun olarak tartışılan Türk
dünyasının dil birliğinden ve Türk dünyasının ortak hareket etmesi fikirlerinden bahseden Zerdabi,
Türk dünyasının birliğini muhafaza edebilmesi
için dil birliğinin şart olduğunu ifade etmiş ve bu
uğurda da herkesin kendisini sorumlu hissetmesi
gerektiğine inanmıştır.
Çalışmamızın konusu olan Hasan Melikzade
Zerdabi 1800’lü yıllarda bugün halen geçerliliğini
koruyan tiyatro, hayır cemiyeti, öğretmenlik ve
gazetecilik gibi alanlarda faaliyetlerde bulunan
ve bunlarda da başarı elde eden ender şahıslardan
biridir. Onun ortaya koyduğu, cahilliğe karşı top
yekun eğitim, kadın hakları, din istismarcılarına
ve haksızlığa karşı mücadele, vatanseverlik, Türk
dünyası birliği gibi fikirleri bugün de geçerliği
olan ve tartışılan konulardandır.
Yaşadığı dönemin günümüzden 100-150 yıllık
bir zaman öncesi olduğu göz önüne alındığında
Zerdabi’nin ne denli ilerici, açık fikirli ve cesur
bir aydın kişi olduğu daha iyi anlaşılır. Günümüzde bile konuşulmaktan çekinilen, özellikle
dinî konuları büyük bir cesaretle, umuma yönelik
olarak yüksek sesle dile getirmiş, hatta kendisine
yönelik gelebilecek tüm tepkileri göze alarak,
daha geniş kitlelere seslenebilmek amacıyla bu
fikirlerini basın yoluyla yaymaya çalışmıştır.
Zerdabi, Azerbaycan Türklerinin, Rusya Türkleri
arasında Tatar aydınlarından sonra, dinde ve
eğitimde aydınlanma ve yenileşme hareketlerinin
canlılık kazandığı ve üzerine gidildiği ikinci Türk
halkı olmasında kapıyı aralayan ilk aydınlardan
biri olmuştur.
Gazete çıkarmanın, özellikle de Azerbaycan
Türkçesiyle yayınlamanın hayal bile edilemediği
bir dönemde Zerdabi’nin bunu başarmış olması
takdire değer bir durumdur. Zerdabi, gazetesinde
kullandığı sade Türkçeyle, fikirlerini her kesimden halka yaymayı hedeflemiştir. Zerdabi, ana
dilde ve son derece basit bir Türkçeyle yayınladığı
Ekinci ile, Azerbaycan edebî dilinin millî dile
çevrilmesi ve yerleşmesinde de etkin bir rol
oynamıştır. Bugün Ekinci’nin yayınlanma tarihi
Azerbaycan’da matbuat günü olarak kutlanmakta
ve bu önemli olay yeni nesillere aktarılmaktadır.
Zerdabi’nin dil birliği, vatanseverlik, Batı
usulünde ve Türkçe eğitimin gerekliliği ve önemi,
dinde taassubu eleştirmek için geliştirdiği fikirler
kendinden sonra yetişen nesil üzerinde etkin bir
rol oynamıştır. Onun, Ekinci vasıtasıyla yaydığı
bu yenilikçi fikirlerin, Azerbaycan’da XIX.
yüzyılın sonlarında başlayan kültürel uyanışın
başlangıcı olduğunu söyleyebiliriz. Zerdabi’nin
ilk Türkçe gazeteyi yayınlamasının, ilk hayır cemiyetlerini teşkil etmesinin, ilk tiyatronun nüvesini oluşturmasının ardından tüm bu müesseseler, kendinden sonra gelen ve onun fikirleri ve
görüşleri doğrultusunda hareket eden yeni nesil
aydınlar tarafından daha da muhkemleştirilmiştir
20
Batı usulüyle ancak millî kültürüne ve inançlarına
bağlı olarak yetişen aydınlar milletinin kurtuluşu
ve mutluluğu için mücadeleye girişmiştir. Ahmet
Ağaoğlu, Ali Bey Hüseyinzade, Mehmed Emin
Resulzade, Ali Merdan Topçubaşı, Fethali Han
Hoylu gibi yeni nesil aydınlar, kurdukları veya
dahil oldukları siyasî dernekler ve kuruluşlarla
bu amaçta faaliyet göstermişler ve özgürlük mücadelesine girişmişlerdir. Özgürlük mücadelesinden galip çıkan bu aydın sınıfın yaktığı özgürlük
meşalesi bir dönem gücünü kaybetse de hiçbir
zaman sönmemiş ve 70 yıllık bir beklemenin
ardından yeniden güçlenerek özgürlüğe giden
yolu aydınlatmıştır. Zerdabi’nin önderliğindeki ilk
aydın sınıfı özgürlüğe giden bu yolun açılmasında
büyük katkı sağlamıştır. Azerbaycan tarihinde çok
büyük değere vasıl olan bu aydınlar içinde özellikle Zerdabi çok müstesna bir yere sahiptir. Türk
dünyasının her dönemde ihtiyaç duyduğu fikir
ve mücadele adamlığı vasıflarını kendi şahsında
toplayan Zerdabi’nin görüşleri zamanla daha iyi
anlaşılacak, hak ettiği yeri ve değeri bulacaktır.
Özgürlüğe giden yolun millî dilin ve dolayısıyla
kültürün muhafazasından geçtiğinin bilincinde
olan, ancak bunu yaşadığı dönem itibariyle
açıkça dile getiremeyen Zerdabi, millî dilin korunup, gelişmesi için gerekli tedbirleri almış ve
kendinden sonra da alınması için gerekli ortamı
bırakmaya özen göstermiştir. Halkın sahip olduğu
hakların farkına varıp, bunları talep edebilmesi
için eğitimli olması gerektiğinin bilincindedir,
eğitim ve kültür yönünden büyük mesafe kat
eden milletlerin baskısı altında kalmamak için
de yegane yolun halkın eğitilmesinden geçtiğine
inanmaktadır. Bu maksatla tüm bu yolların
açılabilmesi için her başarının halkın eğitim seviyesinin artırılmasından geçtiğini bilmektedir.
Zerdabi, bilinçlenen halkın, bu kültürel uyanışın
ardından başka taleplerde de bulunacağını görebilmektedir ki, nitekim onun düşündüğü gibi de
olmuştur. Bu kültürel uyanış zaman içinde siyasî
bir özellik kazanmıştır. Halkının yüzyıllardır
süren Rus boyunduruğundan kurtarılması fikrini
benimseyen, tıpkı Zerdabi’nin düşlediği tarzda
Desen: Mehmet Başbuğ
21
EKİNCİ GAZETESİNDE KADIN MESELESİ
Nesrin SARIAHMETOĞLU*
Azerbaycan’da 19. Yüzyılın sonu 20. Yüzyılın
başlarında kadın hakları sosyal hayatın en önemi
problemlerinden biriydi. Tartışmalar tesettür başta
olmak üzere, küçük yaşlarda yapılan evlilikler, kız
kaçırma, evlilik ve boşanma gibi kavramlar üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Bu dönemin aydınları
da toplumun en problemli konuları hakkında,
eserleri ile görüş ve düşüncelerini ifade etmeye
çalışmaktaydılar. Bu tartışmalar muhafazakâr
çevrelerin ve son derece katı ahlaki kuralların
yaşandığı bir toplumda, kadın haklarını savunanlara karşı olduğu bir zamanda ortaya konmaktaydı.
Kadınlar için örtünme, boşanma ve eğitim alma
gibi konularda dini kurallar ne kadar belirleyici
görünse de gerçekte geçmişten gelerek bir yaşam
biçimine dönüşen geleneklerin etkisi de göz ardı
edilemezdi.
Azerbaycan’da milli basın Hasan Melikzade
Zerdabi’nin (1837-1907)(1) temellerini attığı
Ekinci gazetesiyle başlamaktadır. Zerdabi’ye
göre, herhangi bir halkın manevi gelişiminde,
ilmin ve eğitimin yayılmasında basın emsalsiz
bir rol oynamaktadır. Basının tesir gücüne emin
olan Zerdabi, ana dilde gazete çıkartmaya karar
verdiğinde önünde maddi problemler, teknik alt
yapı yetersizliği, devletten bası izni alma zorluğu,
sansürün konuya bakışı, okur azlığı vs. gibi pek
çok engel vardır. Bu problemler zor da olsa zamanla halledilerek gazetenin ilk sayısı 400 abonesi ile 22 Temmuz 1875’de yayınlanır.(2) Dilinin
sade olmasına önem veren gazete, halkın kolayca
anlayabileceği sade Türkçeyi benimsemiştir.
Ekinci köy ekonomisinden ve köylü hayatından
bahsetmekle birlikte bazı siyasi, sosyal ve ekonomik konular, olaylar ve haberler hakkında da
bilgiler vermiştir. Milli uyanışın gelişmesinde bir
dönüm noktası olan Ekinci, 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı ile birlikte ve sansür idaresinin
çeşitli gerekçeler ileri sürerek gösterdiği iddialar
karşısında kapatılır.
* Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Öğretim Üyesi
Toplumun, kendi varlığının bilincine vararak
milli bir birliğe sahip olması Ekinci’nin en önem
verdiği konulardandır. Bütün iktisadi, siyasi ve
sosyal konuların yanı sıra gazetenin toplumda
kadının varlığını ve problemlerini aktarmakta ve
nasihatlerde bulunmayı ihmal etmediğini söylemek mümkündür.
Zerdabi kadınların eğitimine büyük önem vermektedir. Toplumun, kadınların eğitimden geçtikten sonra kalkınacağını söyleyen yazar, bilhassa
kız çocuklarının eğitimi için mücadele etmiştir.
1896’da bir kız okulu açmak için yaptığı müracaatı
kabul edilmeyince Zerdabi, Hacı Zeynelabidin
Tagiyev ile birlikte gereken izni alarak 1901’de
Müslüman kızlar için Aleksandriyevski Kız Mektebini açar. Eşi Hanife Hanım okulun müdiresi olur.
Tagiyev ve Zerdabi’nin okulun açılış sürecinde
karşılaştıkları en ciddi problem kız çocuklarının
eğitim görmesine karşı olan mollalardır. Devrin
mollalarının bir kısmına göre kız çocuklarının
okutulması caiz değildir. Tagiyev ve Zerdabi
bu hususun kesinlikle günah olmadığını aksine
geleceğin annelerinin eğitilmesinin gerekliliğini
halka anlatmaya çalışırlar. Bakû’deki bazı mollalar Ahund Ebu Turab, Gazi Ağa Mir Muhammed
Kerim ve Ahund Molla Ruhulla, Zerdabi’nin
haklı olduklarını söyleyerek kız okuluna destek
olurlar. Okulda; müdire Zerdabi’nin eşi Hanife
hanımın yanında, Rusça ve matematik öğretmeni
Mariya Mustafayevna, Azerice ve Din eğitimi
öğretmeni Esma Hanım Hafız Mehmed Emin
Efendi Kızı, Tatar Rahile Hanım Teregulova, Tatar Meryem Hanım öğretmen olarak görev alırlar.
Okulun binası çok görkemli yapılmış ve her türlü ihtiyaç düşünülmüştür. Disiplinli bir şekilde
yönetilen okulun çalışanlarının tümünü kadınlar
oluşturmaktadır. Halk bu çalışmalarından dolayı
Zerdabi’ye “Kafkasya Müslüman Kadınlarının
Manevi Atası” der. (3)
Yazar, kadınların toplumdaki yeri, kadına bakışı
22
ve toplumsal değerlerin kadın üzerindeki etkisi gibi
pek çok konuyla ilgilenmiştir. Kız kaçırma kadın
meselelerinin en önemlilerinden biridir. Buna kesinlikle karşı çıkan Zerdabi, adet haline gelmiş bu
davranışı sorgulayarak bunun bir an önce ortadan
kaldırılması gerektiğini söyler. Kaçırılan kızları
kendilerinin esiri olarak gören bir anlayışı şiddetle
reddetmektir. Ekinci gazetesi aracılığı ile cehaletle
mücadele, Zerdabi için toplumu ayakta tutmanın
tek yoludur. Her tür esarete, köleliğe, eski kural
ve kaidelerle biçimlendirilen ve bunların hüküm
sürdüğü, özgürlüklerin yaşanmadığı bir sosyal
toplum ona göre ancak tenkit edilmelidir.
Reaya padişaha, kadın kocaya… uşak ağaya,
öğrenci üstada ve diğerleri meğer kul değil mi?
Evet, biz hepimiz kuluz ve buna sebep bizim ata
baba adetlerimiz. Kısaca maşrık zeminde azatlık
olmadığına göre, biz Avrupa halkından geri kaldık
ve bu böyle ne kadar kalırsa biz terakki etmeyecek
ve edemeyeceğiz (4)
Evlilik toplumun devamlılığı için gerekli olup,
kuralları ile doğru uygulandığında sağlıklı sonuçlar alınabilir. Zerdabi, erken yaşta evlilik konusunu
ele alarak bunun zararlarını gösterip Avrupa’daki
örneklerden yola çıkarak kızlar ve erkekler için
evlilik yaşlarından bahseder.
Nikahlı eşleri olan 20 yaşından büyük olan
erkekler daha az ölmektedirler. Fakat aynı yaşta
olan bekar ve dul erkekler daha fazla ölmektedirler. Kısacası bu yaşta olan erkeklerin ömrünü
nikâh uzatmaktadır. Fakat 20 yaşından küçük
erkeklerin nikâhlı eşleri olduğunda onların her
yıl 1000 kişiden 50’si ölmektedir. Yani 20 yaşına
kadar olan nikâh erkeğin ömrünü kısaltmakta
fakat 20 yaşından sonra uzatmaktadır. Ayrıca
kadınların da ömrü eğer nikâh 20 yaşından
sonra yapılmışsa uzamakta, 20 yaşından küçük
yapılmışsa kısalmaktadır.(5)
Zerdabi, halkın kadına olan saygısını yükseltmeyi, kadınların da özellikle kendileriyle ilgili
olan kararlarda fikirlerinin alınması gerektiğine
inanmaktadır. Kadınların eşya gibi alınıpsatılmasına ve kullanılmasına, onların güçsüz ve
ikinci sınıf insan olarak görülmesine karşı çıkan
yazar, kadının mutlaka hak ettiği değeri bulmasını
ister. Yazar, Ekinci’de bu yönde yayınladığı
makalelerin yanında, bu fikri paylaşanların kendi bölgelerinde vuku bulan olayları, özellikle de
kadınların kahramanlık gösterdikleri olayları anlatan mektupları yayınlamıştır.(6) Bu mektuplardan biri Mehbus Derbendi’ye aittir. Derbend’de
yaşanan bir hırsızlık olayında evin sahibi olan
kadının eşi ile birlikte hırsızlardan birini nasıl etkisiz hale getirip yakaladıkları anlatılmaktadır.
Akraba evliliğine karşı çıkan ve bu geleneği
tenkit eden yazar, akraba evliliği yapanların
çocuklarının sakat doğma riskinin fazla olduğunu
ilmî delillerle anlatmaya çalışır. Bu şekilde doğan
sakat çocukların sağlıklı bir toplum yaratma
düşüncesine ters olduğunu ifade eder.
Yazarın üzerinde durduğu bir diğer konu da
kimsesiz ve yetim kızların durumlarıdır. Onların
aşağılanmasına ve eziyet görmelerine karşı çıkan
ve bunu yapanları şikâyet eden yazılara gazetede
sık sık yer verirken yapılan bu şikayetleri de bizzat takip etmiştir.
Gazetede çıkan bir habere göre; Staroru
şehrinde General Borisov’un eşi yanında çalışan
yetim kızı döver. Kız bir gün bir kadına giderek
hanımının kendisini dövdüğünü söyler. Kadının
verdiği dilekçe ile savcı, doktorla birlikte kızın
vücudundaki darp izlerini tespit ederler. Okrujnoy
mahkemesi, bu suçu generalin eşinin Sibirya’ya
sürgün edilmesi ile cezalandırır.(7)
Zerdabi kadının analık vasfını ön plana
çıkararak, çocuğun, dolayısıyla genç neslin
eğitiminden annelerin sorumlu olduğunu savunur. Çocuğa ilk eğitimin anneleri tarafından
verildiği unutulmamalıdır. Okulda alınan eğitim
yeterli değildir ve mutlaka evde de desteklenmesi
gerekmektedir. Hatta birçok durumda çocuğun
eğitiminde aile ilk sırada etkilidir. Kadının,
çocuğunun eğitiminde etkili olabilmesi ve doğru
eğitebilmesi için kendisinin eğitimli olması
gereğini kadın eğitimi konusundaki ısrarlı fikir-leri ile ispat etmeye çalışır. Ekinci’nin “Mektubat”
bölümünde bu konuyla ilgili olarak Kars Konsülünün Mütercimi Haçatur Gorhmazov imzalı bir
yazıyı yayınlar:
Fakat, her çocuğun mektepten önce birinci
derecede eğitimi veya eğitimsizliği kendi ana
babasından öğrenmesi gerekir. Bunun için herkes medyundur ki, evladına kültür ve medeniyet
öğretip eğitim versin ki o çocuk da ileride büyüyüp
dünyada günler ve saatler geçirebilsin. Bu efkarın
dahi her bir anada bulunması lazımedendir. Bir
23
kere bu hezeran sebt etmeyi ve kötü sözler söylemeyi, acaba çocuklar bunları kitaptan mı okuyorlar düşünmelisiniz? Haşa bu lügatler hiçbir zaman
basılmadı ve basılamaz. Ancak çocuklar küçükken
kendi ana babalarından öğrenmektedirler.(8)
Zerdabi yazılarında başka ülkelerdeki kadınların
yaşantılarından özellikle de bu ülkelerin kadın
eğitimine verdikleri önemden örnekler verir.
İngiltere’de açılan kız okullarından bahseder.
“Taze Haberler” başlığı altında verilen haberlerde ise Ermeni ve Gürcülerin kadın eğitimine
verdikleri önemi dile getirilir. Tiflisski Vestnik
gazetesinden yapılan bir alıntıda Ermenilerin
Tiflis, Gence ve Kutais eyaletlerinde olan özel
okullarında 446 öğretmen, 4 bin kız ve erkeğin
eğitim gördüğü, bir yılda bu okullara 70 bin Manat
civarında masraf yapıldığı belirtilmektedir. Ekinci,
kısa zamanda en azından onların seviyesine gelinmesi için çok çalışılması gerektiğini ifade eder. (9)
Kadın eğitiminin sürekli Azerbaycan için ehemmiyetini dile getiren yazar, bu konuda yapılacak
çalışmalara destek vereceğini ifade etmiştir.
Kadının çalışma hayatıyla da ilgilenilmekte ve
dönem dönem bu konuyla ilgili yazılara yer verilerek toplumun dikkati çekilmeye çalışılmaktadır.
Zerdabi insanların eşit olması, kadın ve çocuk
emeği, sağlık kuralları gibi mühim meselelerden
bahs ederken kadın ve çocukların gece ve Cuma
günü çalışmamalarını, 16-18 yaşındakilerin
altı saatten fazla, hamile kadınların doğumdan
yedi hafta önce, doğumdan sonra ise sekiz hafta
çalışmamaları gerektiğini ifade etmektedir.(10)
Yabancı ülkelerdeki kadınlarla ilgili gelişmeler
yakıdan takip edilmiştir. Ekinci’nin “Taze Haberler” bölümünde bu ülkelerde yaşayan kadınların
durumlarından ve elde ettikleri haklardan
bahsedilmektedir. Mesela, Rusya’da kadınların
postanelerde, demiryollarında çalışmalarına
izin verildiği ve artık avukat olma haklarının
olduğuna dair bir haber yayınlanır. Bütün bu
gelişmeler karşısında Zerdabi, Azerbaycan’da da
kadının toplumdaki yerini derhal alması gerektiği
vurgulamaktadır.(11)
Kadınlara karşı yapılan haksızlıklara ve
kötü muamelelere karşı çıkan Zerdabi, bunları
yapanları ibret olması açısından gazetede yayınlar.
Kadınlar güçsüz, zayıf ve aciz olmayıp aksine
son derece güçlü ve mücadeleci bir yapıya sahip
olduklarından onların bu özelliklerinin toplum
tarafından da kabul edilmesine çalışır.(12)
Başta gazetenin sahibi ve başyazarı Zerdabi
olmak üzere Ekinci gazetesinin diğer yazarları,
kadının hak ettiği yeri bulması, sosyal ve iktisadî
hayatta erkeğin yanında olması, kadını aşağılayan
adetlerin terk edilmesi, kadının eğitilmesinin bir
milletin geleceği olduğunun bilinmesi ve toplumda eşit şartlarda yaşanması gerektiğini makalelerinde ifade etmişlerdir.
Ekinci halkın aydınlatılması yönünde kendinden
sonra gelen aydınları (Celil Mehmed Kulizade vb.)
derinden etkileyerek daha sonraki yıllarda Azerbaycan fikir tarihinde önemli roller üstlenecek
olan birçok gazete ve dergiye örnek teşkil etmiştir.
AÇIKLAMALAR
(1)Zerdabi’nin ölümünden sonra kaleme alınan eserlerde
doğum tarihi 1842 olarak gösterilmektedir. Ancak eşi Hanife
hanımın yazdığı Zerdabi biyografisinde bu tarih 1837 olarak
verilmiştir. Doğum tarihi ile ilgili tartışmalar için bkz. Okan
Yeşilot, “Hasan Melikzade Zerdabi’nin Hayatı ve Faaliyetleri”, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, 2003.
(2)Gazetenin yayınlanma sürecinde karşılaşılan zorluklar hakkında bkz. Akif Aşırlı , Azərbaycan M ətbuatı Tarixi, Bakı, Elm və Təhsil 2009, s. 20-44;Ağarəfi Zeynalzadə,
Azərbaycan Mətbuatı və Çar Senzurası 1850-1905, Bakı,
Elm 2006, s.108-151.
(3)Okan Yeşilot, “Kafkaslardaki İlk Müslüman Kız Okulu /Aleksandryevski Kız Okulu)”, Akademik Araştırmalar
Dergisi, yıl 2, sayı 6, Ağustos-Ekim 2000, s. 285-292; Okan
Yeşilot, “Kafkasya Müslüman Aydınlarının Manevi Atası:
Hasan Melikzade Zerdabi’nin Hayatı ve Fikirleri”, Orta Asya
ve Kafkasya Araştırmaları, cilt 4, sayı 7, 2009, s. 97-121.
(4)“Dahiliyye”, Ekinci, No: 12, 9 İyun 1877, s. 1-2.
(5)“Elm Xəbərləri”, Ekinci, sayı 7, 14 Aprel 1876.
(6)“Məktubat”, Ekinci, No: 4, 17 Fevral 1877, s. 3.
(7)“Təzə Xəbərlər”, “Ekinci, No: 13, 23 İyun 1877, s. 4.
(8)“Məktubat”, Ekinci, No: 13, 11 İyul 1876, s. 2-3; Zaman Məmmədov, Həsənbəy Zərdabi, Bakı, Uşaq və Qənçlər
Әdəbiyyatı Nəşriyyatı 1957, s. 84.
(9)“Təze Haberler” , Ekinci, No: 7, 14 Aprel 1876, s. 4.
(10)“Elm Xəbərləri”, Ekinci, No:16, 23Avgust 1876, s.
2-3.
(11)“Təze Haberler” , Ekinci, No: 12, 1 Yanvar 1876, s. 4.
(12)“Dahiliyyə”, Ekinci, No: 17,8 Sentyabr 1876, s. 1-2.
24
AZERBAYCAN REALİSTLİK AKTÖR ÜSLUBUNUN
BANİSİ
CAHANGİR ZEYNELOV
de tesirini göstermekte idi. Azerbaycanlı aydınların,
fikir adamlarının başlattıkları milli özgürlük mücadelesinde halkın iştirakini temin etmek cehtleri gazete ve dergilerin, kıraathanelerin teşkili, medeni-maarif müesseselerinin, aynı zamanda milli
tiyatronun yaratılması halkın medeni seviyesinin
yükseltilmesine, onların içtimai-medeni muhitte
iştirakini sağlamak amacına hizmet ediyordu.
Milli intibahı süratlendirmek için gülüşün estetik ve içtimai işlevlerinden faydalanmağa ceht
eden M.F. Ahundzade, bir edebi janr olarak
komedyanın zamanının sansür ve polis nezaretine karşı güçlü etken olduğunu esas alarak
eserlerini yazarken bu janra üstünlük veriyor.
O eserleri ile tiyatronun bir eğlence olduğunu,
fakat öğreten, tesir gösteren eğlence, bir etken olduğu fikrini ortaya koyar. Tiyatronun
ayna olmak fikri, salt bundan kaynaklanıyor.
Yani aynaya bakarken kendi kusurlarını
Tümüyle beş bin yıllık tarihe malik olan Azerbaycan tiyatrosunun yakın doğuda ilk profesyonel dünyevi tiyatro olmasından yüz otuz yedi yıl
geçiyor. 1873-ci yılın mart ayının 10-da Bakü
Necipler kulübünde H.B.Zerdabinin yönetimliyi
ve N.B.Vezirovun, Ə.B.Adıgözelov, Goraninin
organizatörlüğü ile “Bakü realnıy okulu”nun
öğretmenleri tarafından M.F.Ahundzade’nin “Lenkeran hanın veziri” temaşası ile meydana atılan
profesyonel tiyatronun yaranmasında münevver-lerin, içtimai-medeni muhitin büyük rolü
olmuştur. XIX yüzyılın ikinci yarısında taş maden
sanayi ocaklarının ve petrol sanayisinin inkişafı
neticesinde iktisadi-siyasi kalkınmaya nail olan
kuzey Azerbaycan’ın gelişmiş dünya ülkeleri
sırasında yer almaya çaba göstermesi bu ülkede
ağalık eden Çar Rusya’sının müstemlekeci siyasetine karşı bir direnişi idi. Kapitalist münasebetlerinin formalaşması ülkenin medeni muhitine
*Azerbaycan Devlet Medeniyet ve İncesenet
Üniversitesi Öğretim Üyesi-Bakü
25
gören insan, onlardan kurtulmaya kalkar.
Azerbaycan’da tiyatronun ayna olmak görevi
sonralar halkın milli kimlik şuurunun uyanışında
önemli rol oynayacaktı...
H. B. Mahmudbeyov, C. Zeynalov, E. Hakverdiyev, H. Araplinski, S. Ruhulla, A. M. Şerifzade,
Hacıbeyov kardeşleri, N. B.Vezirov, C. Memmedkuluzade, F. B. Köçerli, S. M. Ganizade, M. Elvendi, N. Nerimanov ve E. Sultanov ve başkaları
özgürlük ve kurtuluş yolunda cehalete, nadanlığa
ve gericiliğe karşı mücadelede tiyatroyu bir etken olarak ilk önce halkın eğitilmesi amacı için
değerlendirmişler. Milli tiyatro yaratmak amacı
ile sahne amatörleri grubunu yaratan aydınlar,
bu gruplarda (Hacıbeyov kardeşlerinin tiyatro
grubu, “Necat”, “Hamiyet” ve “Sefa” cemiyetleri
nezdinde olan gruplar) oyunculuk ve yönetmenlik yaparak repertuarın zenginleşmesi için büyük
çaba göstermişler.
O zamanlar tiyatro devletin himayesinde
olmadığından özel olarak faaliyette bulunuyordu.
Bu, tabii ki, bir çok zorluklara yol açıyordu. Aynı
zamanda toplumun aktörlük sanatına münasebeti
de tek manalı değildi; oyuncular toplumun cahil
kısmı tarafından daima takip ediliyor ve tacize
maruz kalıyorlardı. Böyle bir zamanda hiç bir
karşılık beklemeden aktörlük sanatını kendine
meslek edinenler asıl fedakârlık örneği olarak
milletin manevi ve ahlaki kalkınmasında kutsal
bir uğraş veriyorlardır. Bu aktörlerden biri de Cahangir Zeynalov idi.
Cahangir Zeynalov Bakü’de zengin bir tüccar ailesinde dünyaya gelmiştir. Birkaç dillerde
mükemmel eğitim almış ve Baku’nün medeni
muhitinde yetişip formalaşmış bu Azerbaycanlı
genç, 20 yaşında iken (1885.yıl) hayatını tiyatro
sanatına hasretmeye karar veriyor. O ilk önce
H.Mahmutbeyovla S.M.Ganizadenin birlikte hazırladıkları gösterilerde yer alıyor. 1886.
yılda ise Tiflis’te Aleksandrovskiy öğretmenler
enstitüsünde son sınıf öğrencisi S.M.Ganizadenin
ve N.Veliyevin Bakü’de sahneye koydukları M.F.
Ahundzade’nin “Mösyö Jordan ve derviş Metseli Şah” eserinde C.Zeynalov Şahbaz karakteri
ile seyircilerin karşısına çıkıyor. Enstitüyü bitirip
Bakü’ye dönen N.Veliyev bu şehirde öğretmenliğe
başlar ve C.Zeynalov’un maddi desteği sayesinde oyunculuk sanatı ile de yakından ilgilenir.
Sahneye gönlünü vermiş Cahangir Zeynalov
Baku’de faaliyet gösteren Rus tiyatro gruplarının,
Lansqov, Şorsteyn, Petrov, Lyubimov gibi tiyatro
sanatçılarının gösterilerini sürekli takip etmiştir.
Hatta seyirci gibi kalmayarak “Dni naşey jizni”,
“Patoş i Perlamutor”, “Gazavat” adlı oyunlarında
rol alarak (sözsüz küçük roller) buradaki aktör oyununu, sahne mizanı kavramını, konuşma,
ünsiyet medeniyetini ve s. mesleki ayrıntıları
yakından izleyip edinmek fırsatı yakalamıştır.
C.Zeynalov bu öğrendiklerini “Tiyatro Defterçesi” adlanan kayıtlarında aksetmiş ve sonralar profesyonel hayatında onlardan yararlanmakta çok
fayda görmüştür. Aktör sanatının nazari ve tecrübî
tarafları ile ilgili öğrendiklerinin ve aynı zamanda
kendi tavsiyelerinin de yer aldığı bu kayıtlar defteri (aynı zamanda Azerbaycan Tiyatrosunun ilk
kuramsal kaynağıdır ve bazı sahifeleri kayıp olsa
da günümüzde Azerbaycan Tiyatro müzesinde
korunup saklanmaktadır) Cahangir Zeynalov’un
milli aktör sanatına miras olarak bıraktığı değerli
armağandır.
C.Zeynalov tiyatro tarihine komedi aktörü gibi
dâhil olmuştur. Onun yarattığı gülüş sade ve
aynı zamanda manalı ve düşündürücü gülüş idi.
C.Zeynalov güldürünü ciddi bir şekilde sunmaya
önem veriyor, bunun için hatta dramatikliye kadar
varıyordu. “Az ve manidar güldürmek” onun sanat
âmâlı idi. O sahnelenen her bir tiyatro eserini gerçek hayatın bir parçası gibi görüyor, her bir karakteri içinde bulunduğu toplumun bir bireyi gibi kabul ediyordu. Aktörlüğü bir hayat mektebi sayan
ünlü tiyatro adamı, oyunda dikkat çeken olgu ve
olayların doğal olarak sunulmasına ayrıca önem
veriyordu. O icra ettiği her bir karakterin toplumdaki mevkisini dikkate alıyor, onun canlılığına,
orijinalliğine, gerçek ihtiraslılığına ve inandırıcı
olmasına çalışıyordu. Bütün bunlar C.Zeynalov’un
sanatkâr
şahsiyetinden
kaynaklanıyordu.
Oyununda her türlü yalancılıktan, riyadan,
suni moral yüksekliğinden uzak olan Cahangir Zeynalov’un yarattığı gülüş yapmacıklığa
meydan okuyordu; o, sahte ihtiraslara, suni
melodramlara hiç bir zaman yol vermiyordu.
Örencisi, sonralar Azerbaycan Tiyatrosunun ünlü
simalarından olacak komedi ustası M.A. Aliyev’e
sanata geldiği ilk günlerinden itibaren her türlü
hokkabazlıklardan, sahtecilikten uzak durmayı
25
tavsiyeye ederek şöyle demiş: ”Seyircileri suni
hareketlerle, nalâyık sözlerle güldürmeye çaba
göstermek yanlıştır. Aslında karakterin gülüş
doğurabilecek vaziyet ve halini çok samimi ve
doğal olarak tasvir etmek yeterlidir. Seyircini
güldürürken ona düşünmek fırsatı vermek gerekiyor. Çünkü seyirci neye ve niçin güldüğünün
farkında olmalıdır. Aslında bir aktörün oyunu o
zaman takdir görebilir ki seyirci onun gülüşünün
etkisinden saatlerce, belki de günlerce, haftalarca çıkamasın. Tabii ki bu aktörden büyük emek,
yaratıcılık arayışları, hayat müşahedeleri ve ayrıca
istidat talep ediyor.” (Cahangir Zeynalov’un,
aynı zamanda Hüseyin Arablinskiy, Hacıağa Abbasov, Mirmahmud Kazımovskiy, Memmedali
Vəlihanlı, Hacımemmed Gafgazlı, Muhemmed
Alili, Sıdkı Ruhullah gibi birçok aktörlerin ve
tiyatro adamlarının sa-nata gelmesinde büyük
emeği geçmiştir.)
İstidat ve şahsiyet! C.Zeynalov bir aktörün
istidadına ve şahsiyetine bir başka önem veriyordu. Sanatkâra göre yalnız bu niteliklere sahip olan
aktör seyircinin ilgisini ve sevgisini kazanabilir.
C.Zeynalov’u tiyatro sanatının realist kolunu
teşkil eden Rus tiyatro ıslahatçısı S.M. Şepkin’le
karşılaştıranlar, onu S.M. Şepkin tiyatro sanatı
geleneğinin devamcısı olarak kabul etmişler.
Aslında tiyatrodaki realizm akımı ilk olarak
Rusya’da değil, 19.yüzyılın ikinci yarısında
Avrupa’da (İtalya’da T.Salvini, E.Düze, Fransada
S.Bernar) yaranmıştır. Avrupa realizmde karakterin psikolojik ve toplumsal açıdan ifade edilmesine
önem veriyordu. 19.yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın
başında Rusya’da yaranan demokratik toplumsal-siyasi ortam batıda yaranan bu yeni üslubun
tecrübesinden faydalanmak imkânı sağlamışlar. Ve
bu faydalanma, ilk önce S.M. Şepkin’e (aynı zamanda V.F Komissarjevskaya, M.N.Yermolovaya
ve başkaları) nasip olmuştur. Sonralar S.M.
Şepkin’in ıslahatçı olarak Rus tiyatro tarihinde yer
alması, bize göre bu yüzden olmuştur. 20.yüzyılın
20. yıllarında eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yeni
yaranan milli aktörlük okulları da bu kaynaktan
(sosyalizm realizmi) yararlanmıştır. Bu sebepten
Azerbaycan’ın tiyatro muhitindeki bu gelişimde,
haklı olarak Cahangir Zeynalov’un ismi öne
çıkıyor. Ünlü tiyatro eleştirmeni Cafer Caferov’un
şöyle demiş: “Tiyatro ıslahatçısı S.M. Şepkin’nin
Rus tiyatrosunun ıslahatında nasıl bir rol olmuşsa,
Cahangir Zeynalov’un da Azerbaycan tiyatrosunun ıslahatında aynı rolü olmuştur.”
C.Zeynalov’un Şepkin yaratıcılığı ile ilgilenmesi hakta şimdiye kadar bir belge bulunmadığından,
bu konuyla ilgili resmi bir söz söylemek mümkün değildir. Yalnız bunu söyleyebiliriz. Altı
lisana sahip, mükemmel eğitim görmüş, geniş
dünya görüşene, zengin yaratıcı hayal gücüne,
üstün doğaç kabiliyetlerine malik olan bu tiyatro
âşığı, sadece Azerbaycan sınırlarında değil, Rus
ve dünya tiyatro tarihi ile yakından ilgilenmiş,
oyunculuk sanatı ile ilgili dünyada baş verenleri
takip ederek onlardan faydalanmağa çalışmıştır.
C.Zeynalov’un kendi yaratıcılığında realizme
önem vermesinin bir başka sebebi de, bize göre
onun sanatkâr samimiyetinden kaynaklanıyor.
Halk arasında tiyatro sanatına münasebetin
pek de olumlu olmadığı o ilk dönemlerde aktörler toplumun nadan ve cahil insanları tarafından
“mütrüf”, “mürtet” gibi sözlerle aşağılanarak
hep takip ve taciz olunmaktaydılar. Böyle bir
zamanda kadınların sahneye çıkmak umutları
boşa çıkıyordu. Yazarlar duruma göre hareket
etmek zorunda kaldıklarından (yeni yazılan
eserlerde kadın karakterlerine az yer veriliyordu).
Kadın rollerini erkek aktörler icra etmek zorunda
kalıyorlardı. Mesela, C.Zeynalov 20 yaşında iken
ilk kez sahneye kız rolünde çıkmıştır. O zaman bu
tiyatro sanatı uğruna gerçek bir fedakârlık idi.
Tiyatro sanatının gelişmesinde karşıya çıkan
bu engeller sanat fedailerimizi hiç bir zaman geri
teptirmemiş, aksine omuz-omuza vererek onlar
bu sanatın inkişafına yardımda bulunmuşlardır.
Toplumun gelişimini engelleyen cahil ve yobaz
insanların düşünce yapısında olumlu değişiklik
yapmaya çalışan Cahangir Zeynalov, böyle
insanların sağlam, aydın düşünceye ulaşması yolunda tiyatroyu farklı ve önemli bir yere koyardı.
O, tiyatroya gelmiş eğitimsiz, avam insanların da
anlasın diye ilk önce onlarla onların anlayacağı
dilde konuşmak gerektiğine inandığı için sahnede
sade, doğal, inandırıcı şekilde konuşmaya daha
çok önem veriyordu.
Tarihte Cahangir Zeynalov Azerbaycan milli dramaturgisinin ilk yıldızları sayılan M.F.
Ahundzade ve N.B.Vezirov tiyatrosunun aktörü
sayılır. O Hacı Kara ve Hacı Kamber obrazlarının
27
kendine özgü yorumu sayesinde tekrar olunmaz
bir komedya ustası kimi milli tiyatro tarihine
kaydedilmiştir. Ama bu C.Zeynalov sadece komik
roller oynadığı anlamına gelmez. N.B.Vezirov’un
“Bahtsız civan” eserinde Hacı Samet ve
F.Schiller’in “Haydutlar” piyesinde İhtiyar Moor
gibi rolleri oynaması onun ciddi bir dramatik aktör gibi de geniş imkânlara sahip olmasından haber
veriyor. İster komik rollerini, isterse de dramatik
obrazlarını yaratırken C.Zeynalov realizm prensiplerinden sapmıyordu. Hayatı canlı ve inandırıcı
bir biçimde sunması onun realistlik esaslara sadık
kaldığını kanıtlıyordu.
C.Zeynalov için eski tiyatronun geleneklerinden müterakki bir biçimde yararlanarak halk için
faydalı olmak şeref ve gurur işiydi. Buna göre
de o, tiyatroyu hem de bir içtimai müessese gibi
görür ve bu müessesede halk için faydalı işler
yapmayı sanat arkadaşlarına da tavsiye etmiştir.
19. yüzyılın sonlarında tiyatro gruplarının
repertuarına devlet karışmadığından sahnelerde
her türlü eserler oynanırdı. Ama sıradaki yüzyılın
başında tiyatronun toplumun hayatını ciddi bir
şekilde etkilemeğe başladıktan sonra çar Rusya’sı
Baku’de himayesinde olduğu kurumlara tiyatro
temaşalarını gözetim altında tutmağı gizli emir etti.
Artık yeni bir sahne eserinin sunuma hazırlanması
için izin almak gerekiyordu; bunun için müracaat
edenler bazen haftalarla, aylarla, hatta yıllarla
beklemek zorunda kalıyorlardı. Aynı zamanda
yerli amatör aktörlerin H.Z.Tağıyev’in yaptırdığı
tiyatro binasının sahnesinde oyun sergilemelerine yasak koyulurdu. (Hayriyeci H.Z.Tağıyev
inşaat halinde olan tahıl ambarı üstünde tiyatro
binası yaptırdı.) Rus olan Tağıyev tiyatrosunun
esas kiracıları bahane olarak bunu Azerbaycanlı
seyircilerin gösteri zamanı saygısız davranışları
ile izah ediyordular. İzin verildiği zamanlarda ise
Azerbaycanlı tiyatro grupları için küçük odalar
ayrılır ve sadece gündüz oynanacak temsiller için
yasaklar ortadan kalkıyordu.
Amatör tiyatrocuların binaları olmadığından
provalar bazen “Kaspi” gazetesinin yazı işleri
müdürlüğünde, bazen de İ.B.Məlikov’un ve
C.Zeynalov’un evinde düzenleniyordu. Kendi evinin büyük bir hissesini aktörlere bırakan
C.Zeynalov evinin ana salonunun yukarı hissesini sahne kurulacak bir şekilde yaptırdı.
H.Abbasov, M.Aliyev, M.Evlendi, H.Araplinskiy,
M.Kazimovski gibi aktörler, S.Ganizade,
H.B.Mahmudbayev, B.B.Bedelbeyli - öğretmenler
ve tiyatrocular büyük odada provalar yaparak
temsillere hazırlanmışlar. Evinde saatlerle çeken
provalardan sonra Cahangir Zeynalov’un aktörler
için sofra açıp yemek vermesi, imkânı kısıtlı birçok sanat adamlarına maddi yardımda bulunması
da kanıtlanmış bir gerçektir.
Tiyatronun toplum hayatında yer aldığı ilk
dönemlerde bazı aktörlerin maddi imkânsızlıktan
ve manevi tacizlerden kurtarmak için sanattan uzaklaşmağa karar verdiyi anlar oluyordu.
Böyle anlarda C.Zeynalov hep onların yanında
olmuş, bu gedişi durdurmak, onlara yardımda
bulunmak için İran’da, Volga boyu kentlerinde,
Orta Asya’da, Kuzey Kafkasya’da, Türkiye’de,
Heşterhan’da, Batum’da, Kazan’da turne
organizasyonlarının yapılmasına yardımcı olarak
onların tiyatro gruplarına olanak sağlamıştır. Bu
çalışmalarda ona yakın olan arkadaşı, aktör-rejisör
S.Ruhulla da yardım ediyordu. Bu temaşaların
hazırlanmasında esas yük suflöre düşürdü (o zamanlar suflör olmadan bir temsilin oynanması,
imkânsız idi.) Suflör sahne eserlerinin kısa zaman içerisinde hazırlanıp seyirciye sunulmasında
mühim bir rol üsteleniyordu. Odur ki, daha
çok bayramdan bayrama, yalnız eğitim ve
hayırseverlerin yardımları için düşünülen temsiller, adeta birkaç günde ya da bir hafta içinde
hazırlanıyordu.
20. yüzyıl başlarken Cahangir Zeynalov
yaratıcılığında dramaturg Abdurrahim Bey
Hakverdiyev’in mühim rolü olmuştur. O zamanlar aktör gruplarının perakende halde faaliyette bulunması, vodvil ve mezhekelerin (tuluat)
sahneye hazırlanmasına yasakların koyulması
C.Zeynalov’un yaratıcılık imkânlarını kısıtlıyor.
Böyle bir zamanda Rusya’da eğitim alarak
Bakü’ye dönen E.B.Hakverdyev’in tiyatro sanatı
ile yakından ilgilenmesi ve dağılmakta olan aktör
gruplarını birleştirerek “Bakü Müslüman dram
grubu” adı altında bir araya getirmesi C.Zeynalov
için yeni ufuklar açıyor. Kurban bayramı münasebeti ile E.B.Hakverdiyevin bir yönetmen olarak
Tağıyev tiyatrosunda seyircilere taktım ettiği
“Hacı Kamber” temaşasındaki Hacı Kamber
obrazı C.Zeynalov yaratıcılığının inkişafından
haber veriyor.
28
C.Zeynalov’un üstün oyunçuluk sanatının hayranı
olan Ə.B.Hakverdiyev daha sonra hazırladığı temsillerde ona başrolleri (N.B.Vezirov’un Molier’den
tebdil ettiği “Ağa Kerim han Erdebili’’de Ağa Kerim han, E.B.Hakverdiyev’in “Bahtsız civan”da
Mirza Koşun Ali, M.F. Ahundzade’nin “Hacı
Kara” eserinde Hacı Kara ve s.) emanet ediyor.
E.B.Hakverdiyev’in yönetimi olduğu grubun
temaşaları esasen Tağıyev tiyatro binasında
(dar odada) ya da Nikitin kardeşlerinin sirkinde
oynanılıyordu. C.Zeynalov, demek olar ki, yeni tiyatro grubunda hazırlanan temsillerin birçoğunda
esas rolleri oynamıştır.
Ramazan bayramı
münasebeti ile seyircilerle buluşan aktörün M.F.
Ahundzade’nin “Lenkeran hanın veziri” eserinde Vezir Mirza Habib ve kaleme alınmasının 50
yıllık jübilesi şerefine sahnelenen “Hacı Kara”
temsilinde oynadığı Hacı Kara karakterleri 1903.
yılın en uğurlu rolleri sırasında yer alıyor. Hacı
Kara karakteri artık usta aktör gibi şöhret kazanan
C.Zeynalov’un nöbeti galebesi sayılır ve onun bu
oyunu Bakü’de basılan birçok gazeteler ve dergiler tarafından takdir ediliyor.
O zamanlar temaşaların keyfiyetine tam nezaret olmadığından daha vodvil ve küçük hacimli
mezhekelere (tuluat) müracaat olunurdu ve bu eserler yıl boyu, tekrar ve hem de farklı yorumlarda
sahneye hazırlanıyor, aynı zamanda gösterilerin
ikisi bir akşamda, bazen de üç vodvil bir günde
gösteriliyordu.
E.B.Hakverdiyev’in tiyatro işleri ile çok
yakından ilgilenmesi - repertuarın maksada yönlü
seçimi, dramaturglarla sıcak ilişkilerin kurulması,
oynanılan temsillerden gelen gelirlerin yüksek
eğitim alan gençlere harcanması, oyunçuların
birçoğunun
amatörlükten
profesyonelliğe
yükselmesi C.Zeynalov’u
büyük yaratıcılık
arayışlarına sevk ediyor.
Rusya’daki içtimai-siyasi durumun keskinleştiği,
Bakü’deki komünistlerin inkılâbı faaliyetlerinin
güçlendiği bir zamanda (1905.yıl) başkentte dışarı
çıkma yasağı saatinin uygulanması gösterilerin
izinsiz sergilenmemesi ve akşam temsillerinin
yasaklanması ile sonuçlanır. Böyle bir zamanda meydana atılan “Himmet” teşkilatı ve onun
nezdinde yaratılan aynı adlı tiyatro grubu yasaklara itiraz olarak gezici temsillere önem veriyor.
E.B.Hakverdiyev’in devlet işine bağlı olarak
tiyatro sanatından uzaklaştığı bu dönemde perakende hale gelen grup için büyük sorumluluk
taşıyan Cahangir Zeynalov, eski temsilleri tecdit
ederek sanat arkadaşlarının yaratıcılık moralini
yükseltmeğe çaba gösteriyor. Hatta aktörlerin
serbest olarak temaşa hazırlamak isteklerine
yardımda bulunan C.Zeynalov’un öğrencisi M.A.
Aliyev’in bu dönemde esas rollerde yer alması ve
uğurlu icraları dikkat çekiyor.
C.Zeynalov M.A. Aliyev’in geleceğin büyük
sanatkârı olacağını önceden söylüyor ve bu
yüzden yüksek profesyonelliğe ulaşması için
ona her türlü yardım ediyordu. N.B.Vezirov’un
“Hacı Kamber” oyununda (E.B.Hakverdiyev
bu oyunda yeniden bazı düzeltmeler yapmıştır)
C.Zeynalov öğrencisi M.A. Aliyev’le aynı sahneyi paylaşır; o, Hacı Kamberi, öğrencisi ise Âşık
Velini oynuyorlar. M,F.Ahundzade’nin “Lenkeran
hanının veziri” temaşasında Vezir Mirza Habib ve
S.S.Ahundov’un “Tamahkâr” eserinde ise Hacı
Murat gibi başrolleri birlikte icra etmeli olurlar.
20.yüzyılın evvellerinde Baku’de faaliyette bulunan ve belirli tecrübeye edinmiş “Bakü Müslüman dram grup”unda hoşa gelmez olaylar baş
veriyor. Bu yüzden grubun tam dağılmasının
karşısını almak için iki bölüme ayrılması kararı
alınıyor: “Birinci tiyatro grubu” ve “İkinci tiyatro
grubu”. C.Zeynalov’a M.A. Aliyev, H.Areplinski
ve M.Kazımovski’nin içinde bulunduğu “birinci
tiyatro grup”un yönetimi veriliyor.
Çok kibar ve hümanist insan olan C.Zeynalov
hangi grupta çalışmasına bağlı olmaksızın bütün
aktörlere aynı saygıyı gösteriyor. Toplum için
faydalı bir iş yapmak onun hayat amacı idi. Bu
amaca ulaşmak için sanat onun en büyük aracı idi.
C.Zeynalov için sanat her şeyin ötesinde idi. Ve bu
sanatla uğraşan her kes onun için kutsal sayılırdı.
Hayatını tiyatro sanatına adamış aktörler, rejisörler ve yazarlar onun gönül dostları sayılırdı.
C.Zeynalov sanat arkadaşlarına hiç bir zaman
kıskançlıkla yanaşmaz, aksine onların her bir
uğurlu işine kendi uğuru gibi sevinirmiş. Başka
tiyatro gruplarının “Necat” grubu ile birlikte
çalışmaktan imtina ettiği zamanlarda C.Zeynalov,
yönettiği grubun aktörlerine hiç bir ayrımcılık
yapmadan böyle davetlerden kaçınmamağı tavsiye etmiştir.
“Necat”ın yönetimi tarafından (H.Araplinski ve
M.B.Hacınski) “ikinci tiyatro grup”una (ilk zaman-
29
zamanlarda
H.B.Zerdabi,
N.Nerimanov,
Ü.Hacıbeyli, M.Azizbeyov bu yönetimi temsil
etmişler) davet alan C.Zeynalov’un, M.Elvendi ve
M.A.Aliyev’le birlikte amatör aktörlerle (o zaman
“ikinci tiyatro grubu” bu cemiyetin nezdinde faaliyet gösteriyordu) aynı sahneyi paylaşması onun ne
kadar sade ve tevazu sahibi bir insan olduğundan
haber veriyor.
1910.yılda “Necat”ta yaratıcılık faaliyetini devam etmeğe karar veren C.Zeynalov (gruptan
küsüp ayrılan H.Araplinski onun gelişinden sonra
geri dönüyor) yönetimin gruba karşı saygısız tutumundan şikâyet ederek yönetim üyesi İsa Bey
Aşurbeyli’nin tavrını açık bir şekilde eleştirir. Bu
açıklamadan bir kadar sonra grubun yönetiminde
bazı değişiklikler yapılıyor.
“Necat”ta Nevruz bayramı münasebeti ile
C.Zeynalov’un hazırladığı “Hırs kuldur basan”
(M.F. Ahundzade) temsili bu grupta onun ilk işi
sayılır. Bu temsilde o, hem de başrolü (Tanrıverdi)
oynuyor. Kurban bayramı günü ise C. Zeynalov’un
sahne faaliyetinin 25 yılı münasebeti ile Tağıyev
tiyatrosunda tören düzenleniyor. Bu törende
sanatkârı kutlamaya gelenlerin arasında “Yeni
füyüzat” gazetesinden Ahmet Kemal Efendinin
ve Eli bey Hüseynzade’nin, hatta İ.B.Kaspıralının
naşiri olduğu “Tercüman” gazetesi kolektifinin de
tebrikleri sesleniyor. Azerbaycan milli medeniyet tarihine ilk aktör jübilesi gibi kayıtlara geçen
bu gösterinin birinci bölümünde Alimardan Bey
Topçubaşov giriş konuşması yapıyor. İkinci
bölümde ise C.Zeynalov’un hazırladığı ve kendinin de bu oyunda Mirza Habip rolü ile yer aldığı
“Lenkeran hanının veziri” (M.F. Ahundzade) temsili jübile katılımcılarına sunulur.
C.Zeynalov’un “Necat”a gelişi geçmişte ikiye
bölünen grubun yeniden bir araya gelişi demek
idi. “Necat”ta gerçekleşen bu buluşma “Müslüman dram artistleri Şirketi”nin yaranması ile
neticelenir. C.Zeynalov’un yönetiminde olan
bu şirketin hazırladığı temsiller (S.M.Ganizade,
H.B.Mahmudbeyov ve N.Nerimanov da bu işte
ona yardımda bulunuyorlar), esasen Tağıyev tiyatrosunun sahnesinde oynanılıyordu.
M.A. Aliyev’in takip olunması, H.Araplinski’nin
hastalığı, S.Ruhulla’nın gezici oyunlara önem
vermesi kuvvelerin bir yerde toplanmasına engel
olduğu bu dönemlerde bazı tanınmayan grupların
“Necat” ve “Sefa” cemiyetleri adından temsiller
sergilemesi Cahangir Zeynalov’u daha çok dikkatli olmağa sevk ediyor. Artık “Necat” cemiyeti dram eserlerinin oynanılmasından imtina ediyordu: Üzeyir Hacıbeyli’nin eserlerini oynamak
hakkına sahip olduğundan daha çok komedya ve
opera temsillerine üstünlük veriyordu. Sonradan
“Sefa” cemiyeti de bu hakka sahip oldu. “Sefa”nın
tiyatro bölümünün yönetimine yeniden davet
alan C.Zeynalov bu cemiyette (o, hem de bu ilim
ocağının “Sefa” okulunda Samet Mensur, Abbas
Mirza Şerifzade, Cefer Bünyatzade ile birlikte
ders vermişler) tiyatronun repertuarını Osmanlı
edebiyatı, Avrupa klasikleri ve Azerbaycan eserleri ile zenginleştirir.
1913. yıldan başlayarak “Sefa”da opera temsilleri hazırlanıyor. C.Zeynalov “Sefa” (o, defalarla
bu cemiyetin yönetimine seçilmiştir) ve “Necat”
cemiyetlerinde aktörlükle beraber, aynı zamanda
rejisör olarak da faaliyette bulunmuştur. O birçok temsilleri (bura opera temsilleri da aittir),
sahnelemiş ve hatta o eserlerde rol da almıştır.
Onun rejisörlüğünü yaptığı temsiller bunlardır:
M,F.Ahundzade “Mösyö Jordan ve derviş Mesteli Şah”, A.P,Chekhov “Ayı”, S.M,Ganizade
“Gırt-gırt” (Almurat), M.F. Ahundzade “Hacı
Kara” (Hacı Kara) ve “Lenkeran hanın Veziri”
(Vezir), Molier “Zoraki tabip”, Ş.Sami “Demirci
Gave” (Ferhat) ve “Ahde vefa ve yahut Arnavutlar” (Zübeyir), Molier “Cimri” (Ağa Kerm
xan Erdebili), Z.Hacıebeyli “Evliyken bekar”,
N.Kemal “Vatan”, C.Yusifzade “Ferhat ve Şirin”,
E.B.Hakverdiyev “Millet dostları” (hizmetçi Safi)
ve s.
1917. yılın sonu ve 1918. yılın ilk günlerinde
“İsmailliye” binasında Bakü’deki tiyatro gruplarını
birleştirmek amacı ve A.M. Şerifzade’nin yönetiminde ile “Müslüman Dram Artistleri İttifakı”
yaratılır. Hemen yıl ermeni taşnakları tarafından
binanın kundaklanması neticesinde ittifak dağılır.
1918.yılın ilk aylarında ermeni taşnak milliyetcileri Rusiya bolşeviklerinin (komunistlerin)
desteği ile bağımsızlığının ayakta kalma mücadelesini veren kuzey Azerbaycana karşı salip yürüşüne
başlıyor. Cumhuriyetin bütün bölgelerinde halk
katliama meruz kalır. Böyle bir karmaşık zamanda
C.Zeynalov kendi ailesile (henuz 1 yaşındakı kızı
Nesibe ve eşi Hüsniye Hanımla) birlikte güney
30
arkada bırakıp gittiği Nesibe Hanım Zeynalova
gerçekleştirdi ve onun oğlu, torunu Cahangir
Novruzov devam ettiriyor.
Babasının sanat arzularına ışık tutan
Azerbaycan’ın Devlet Sanatçısı Nesibe Zeynalova A.Tuqanov, M.Haşımov ve A.Gəraybəyli
gibi Azerbaycan Tiyatrosunun duayenlerden ders
alarak Azerbaycan Devlet Musikili Komedya Tiyatrosunun sahnesini Gülperi, Cahan xala, Senem
(Ü.Hacıbeyli “Er ve arvad”, “Arşın mal alan” ve
“Meşedi İbad”), Melek hanım ve Kelek hanım
(Z.Hacıbeyli “Elli yaşında civan”), Kabato və
Barbale (V.Dolidze “Keto ve Kote”), Ziraldina
(K.Goldoni “İki ağanın bir uşağı”), Ziver hanım
(M.Hüseynov “Mehebbet gülü”), (Ş.Milorova
ve L.Cubabiriya “Tiflis neğmes”»), Gülbadam
(G.Hukayev ve A.Ovanov “Kız annesi”),Zuleyha
(S.Aleskerov “Yıldız”), Cennet (Z.Bağırov,M.
Şamhalov “Ganyana”) ve s… obrazlarla 60 yıl
zenginleştirmiştir. 2004 yılda 88 yaşında 10 Mart
Tiyatro Günü kutlamalarında kendisine verilecek olan Üstün Hizmet Madalyasını hastalığı
sebebiyle almaya gidememiş ve torununu
göndermiştir. Tören dönüşü madalyayı Nesibe
Hanıma takan torunu, bir isteğinin olup olmadığını
sormuş Nesibe Hanım ise “çay istiyorum” diye
cevap vermiş ve bu sözlerden sonra hayata veda
etmiştir.Nesibe Hanımın yirmiden fazla madalyası
bulunmaktadır.
125 yıl tiyatro sanatına hizmet veren bir
ailenin 3. kuşağı olan Anne babasının öyrencisi
M.A.Aliyev’in ismini taşıyan Azerbaycan Devlet İncesenet Universitesinin Dram Tiyatrosu
Yonetmeni fakultəsinden mezun olan Cahangir
Novruzov 1975 yıldan itibaren Şeki tiyatrosunda,
Musikili Komedya tiyatrosunda, Genc Seyriciler
Tiyatrosunda (rus bölümünde) farklı yıllarda
Baş Rejissör-Genel Sanat Yönetmeni görevlerini
yaparak 60 fazla oyun sahnelemiş ve aynı zamanda bu tiyatroların sahnelerinde aktör gibi de bir
çok röller oynamıştır. Şu an Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı Sahne Sanatları Bölümünde Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır.
Azerbayacana akrabalarına sığınıyorlar. Kan
içinde boğulan Azerbaycana Nuru Paşanın
komandanlığı altında kahraman Türk ordusu
yardıma geliyor. C.Zeynalov Bakü kurtulduktan
sonra geriye dönerken bulundukları “Ardağan”
adlı gemi kazaya uğrar ve 6 gün denizde mahsur kalan geminin kirli ortamında yatalak salgını
başlar. Bulaşıcı hastalığa yakalanan Cahangir
Zeynalov 9 gün süren hastalıktan sonra Bakü’de
hayatını kayb eder.
35 yıllık ömrünü Azerbaycan sahnesine adamış
Cahangir Zeynalov’un bir aktör gibi oynadığı
temsiller: M.F.Ahundzadə “Mösyö Jordan ve
derviş Mesteli Şah” - Şahbaz Bey ve Mesteli Şah;
“Molla İbrahim Halil kimyager” - Molla İbrahim
Halil; “Hırs kuldur basan” – Tanrıverdi; N.Kemal
“Vatan”, S.S.Ahundov “Tamahkar” - Hacı Murat, S.M.Ganizadə “Akşam sabrı hayır olar” Meşhedi Şaban, “Hor-hor” - Seyfulla, “Dursun
Ali ve ballı badı” – Dursun Ali, N.Nerimanov
“Nadir Şah” - Cevat, “Dilin belası” - Şamdan Bey
ve Hacı İbrahim, “Nadir Şah” – “Ethem ve Cevat, E.B.Hakverdiyev “Hayalet” - Derviş Mesteli
şah, “Ağa Mehemmed Şah Gacar” - Mirza Rıza
kulu, N.B.Vezirov “Bahtsız civan” - Hacı Samet
ağa, “Hacı Kamber” - Hacı Kamber, “Musibeti
Fahrettin” - Veli, Schiller “Haydutlar” - ihtiyar
Moor, E.Hamit “Tarik ibn Ziyat” - Şeyhülislam,
, Merend “Pineci Seyfulla ve yahut hilebazın
sonu” – Seyfulla, L.Tolstoyun “Birinci şarapçı”
-Potap, H.Bedrettin ve M.Rıfat “Emir Ebül Üla”
-Rebi, S.Lanskoy “Gazavat” - İhtiyar Komutan,
V.Mçedaşvili “Kaçak Kerem” - Memur ve hanın
katibi ve s.
Azerbaycan milli tiyatro sanatının ilk
oyuncularından biri, milli realist oyunculuk üslubunun yaratıcısı Cahangir Zeynalov ve ünlü
aktör H. Araplinski birlikte her türlü azaplara
katlanarak Azerbaycan milli tiyatrosunun aktör
ekolünün yaranmasına öncüllük etmişler. Hüseyin
Araplinski N.B.Vezirov’un “Musibeti Fahrettin”
eserindeki Fahrettin rolü ile Azerbaycan tiyatro
sanatında romantik aktör üslubunun, Cahangir
Zeynalov ise N.B.Vezirov’un “Hacı Kamber” eserindeki Hacı Kamber rolü ile realistlik aktör üslubunun esasını koymuşlar.
Uzun süre çocuk sahibi olamayan Cahangir
Zeynalov sahnede varisi olabilecek, sanat mirasını
devredecek bir evlat arzusundaydı. Bir Türk
kadınının bir gün özgürce sahnede var olmasına
inanıyordu. Bu hayalini ölürken iki yaşında
Kaynaklar:
İnqilab kerimov. Azerbaycan Peşəkar teatrının
teairxi və inkişaf merheleleri “Maarif” neşriyyatı.
Bakı-2002
İlham rehimli. Akademik Milli Dram Teatrı. “QappPoliqraf”-2002 I kitab
Cefer Ceferov Seçilmiş Eserleri
31
SOVYET İDEOLOJİSİNE KARŞI
AZERBAYCAN MÜHACERET FОLKLОR
ARAŞTIRMACILIĞI
Almaz Hasankızı*
yazar: “...Türk halk edebiyatı ve halkiyatı kendi
aydınlarımız tarafından ihmal olunmuş, ancak köle
millete mensup olan işgalçilere karşı başarılı bir
şekilde toplanabilmiştir. Bu edebiyatı işgalçilere
müstemlekeçiye nekledenler Rus istilasına dair
halkın oluşturduğu destan ve türküleri bir sır
olarak saklamış, ya da “Rus memuru” sandıkları
işgalçilerin hatırını kırmayacak bir şekilde tahrip
etmeye mecbur kalmışlardır” (1, s.22).
Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin evezsiz
lideri M.E.Resulzade “Şekilce de, muhtevaca
da Ruslaştırma” (14, s.2) adlı makalesinde ise
bоlşeviklerin edebi eserler için ileri sürdüğü
“fоrmaca milli, mezmunca sosyalist” prensibinin
arkasında duran çirkin niyeti uzakgörenlikle şerh
etmiş, bu yоlla milletlerin assimilyasiya оlunarak,
“Sovyet milleti” adı altında yalnız Rusların,
оnların dili ve edebiyatının möhkemlenmesine
şerait yaratıldığını yürek ağrısı ile ileri sürürdü.
Müellif Sovyetlerin ilk faaliyetinin Türk milletlerini dünyanın akser devletlerinin de istifade ettiği
latın grafikasından uzaklaşdırarak kiril elifbasına
geçmesi ile şekilce Ruslaşdırma siyasetinin başa
çatmış оlduğunu, artık mezmunun da mehvi için
her cür faaliyet gösterildiyini makalesinde kayıt
ediyordu: “Millet növi beşer, vatan da yeryüzü
tesevvür оlunurdu. Lenin: “Rusların menfaatleri
cihan inkilabının menfaatlerine feda оlsun”, – diyordu. Bu suretle Sovyet hakimiyetine düşen milletler sosyalizm kоsmоpоlitizmi ile aldatılıyordu.
Milletçiliyin – şоvinizm, vatanseverliyin de kapitalistce aldatma оlduğu her tarafta ve herkese israrla telkin оlunuyordu” (14 , s.3).
Bir müddet geçdikden sоnra Sovyet hükumetinin möhkemlenmesi ile artık sоsyalizmin
“Rusçuluk” оlduğunun aşkara çıkdığını gösteren
M.E.Resulzade tahsile ve medeniyete bu münasebetin çok ciddi tesir ettiğine hüsusile dikkat yetiriyordu. Belelikle, “dünyanı ilk inkilabla deyişen
Azerbaycan’ı sosyal, siyasi nedenler yüzünden
terk ederek gurbet illerde ömür sürmeye mecbur
оlan aydınlar, bir gün mutlaka hürriyet arzularının
gerçekleşeceğine inanarak, halkın manevi servetlerinden bu büyük emeli gerçekleştirmek için
bir vasıta gibi yararlandıkları gibi, aynı zamanda
zengin halk edebiyatının kоrunması, gelecek nesillere bozulmadan, doğru şekilde aktarılması,
dünyada tanınması için оnların derlenmesi,
yayınlanmasıyla ilgili ciddi işler görmüşlerdir.
Sоsyalizmin idelоjik baskısının dışında
yaşadıklarına göre оnların halk edebiyatı ile ilgili yapmış oldukları çalışmalar Sovyet dönemi
Azerbaycan’da baskı altında ortaya çıkarılan
araştırmalardan daha objektifdir. Muhacerette
ömür süren Ali Bey Hüseyinzade (1864-1940),
Ahmet Bey Ağaоğlu (1869-1939), Mehmet Emin
Resulzade (1884-1955), Ceyhun Hacıbeyli (18911962), Mirza Bala Mehmetzade (1898-1959),
Ahmet Caferоğlu (1899-1975), Mehmet Sadık
Senan (1895-1971), Nağı Şeyhzamanlı, Abdül
Vahap Yurdsever (1898-1976), Hüseyin Baykara
(1904-1984)… vb. defalarca bu prоblemden söz
etmişler, edebi eserlerin bazen Sovyet ideоlоjisine
uygun şekilde dile getirilmesi amacıyla hatta
Azerbaycan’ın kendi araştırmacıları tarafından
mecburiyet yüzünden bozulmasına sert bir şekilde
karşı çıkmışlardır.
A.Caferоğlu’nun editörlüğünde yayınlanmış
olan “Azerbaycan Yurd Bilgisi” dergisi edebi
eserlerin ideolojik bir anlayışa sokulma
girişimlerine karşı devamlı seri makaleler
yayınlamış olduğunu belirtmemiz gerekir. Abdülkadir İnan söz konusu bu derginin ilk sayılarından
başlayarak birkaç sayısında yayınladığı “Türk
Kavimlerinin Halk Edebiyatında Rus İstilasının
Yansıması” adlı makalesinde esaret parangaları
taşıyan bütün Türk boylarının folklorunu gözden
geçirirken bu problemlere dikkati çekerek şöyle
* Doç. Dr., Baku Kızlar Üniversitesi
Öğretim Üyesi, Baku/Azerbaycan
32
”Rus milletinin diğerlerinden üstünlüğü meselesinin öne çekildiyini ve mahkum milletlerin mehz
buna uygun оlarak kendi edebiyatlarını, tarihlerini
yeniden yaratmağa tehrik edildiyini sübuta yetiren M.E.Resulzade yazıyor: “Diğer adı “Sovyet
milleti” оlan Rus milletini övmek Sovyet hakimiyetini kabul etmiş bütün milletlere farzdır. Çünki:
“О cihan inkilabı fikrini kabul ve tatbik eden ilk
milletdir. Dünyanın bütün ihtiralarını, en ileri
fikirlerini о bulmuş, о vermişdir! Оnun yоlundan
yürümek, оnun tarihi ile öyünmek, оnun kafası ile
düşünmek milletlere zillet değil, ancak şeref getirir”. Kоsmоpоlitizm şimdi bir irtica, bir kapitalist zehniyetdir; asıl insani ve inkilabi fikir Sovyet
patriоtizmi değilen Rus milletçiliyidir. Rus milleti
tarihde Rus mahkumu milletlerin müellimi оlmuş,
оnlara medeniyet dersi veren bir ağabeyi vezifesine yükselmişdir” (14, s.3).
Böyle bir münasebetin halkın manevi servetlerinin tehrifine, yanlış tebliğ edilmesine,
bazen ise tamamile yasaklanmasına getirib
çıkardığını gösteren M.E.Resulzade Sovyet hükümetinin ikiyüzlü siyasetini keskin tenkid ediyor,
tarihen diğer milletlerin yarattıkları eserlerin
“yeni milli siyaset”e uygun tahlilinin aparılmasına
itiraz ediyordu: “Başkurd kahramanı Knaseri de
eskiden оturdulduğu milli kahraman tahtından
yendiriliyor. Azerbaycanın, оnunla beraber diğer
Türk illerinin kahramanı оlan “Dede Kоrkut”
hikayeleri vatanseverliyin, halk igidliyinin, vefa
ve fedakarlığının bir şah eseri değil de, “оrtaçağ
derebeyi çapkınçılığı ile İslami geri fikirleri» yayan bir irtica eseri imiş!” (14, s.4)
Mehz Türk kavimlerinin manevi servetlerine düşmen münasebetin neticesinde geçen
asrın оrtalarında halkımızın tarihinin, dilinin,
edebiyatının, kültürünün, devletçilik ananelerini Rusların bir millet gibi mevcut оlmadığı
daha eski çağlara taşıyan “Kitabi-Dede Kоrkut”
epоsunun yasaklanması aleyhine M.E.Resulzade
kalemile isyan etmiş, “Dede Kоrkut destanları”
(15), “Dede Kоrkut Оğuznameleri” (16) makalelerinde bu hadisenin Sovyet ideоlоji sisteminin
narahatlığından dоğduğunu göstermişdir.
Az bir zaman içerisinde dünya edebi fikrini
meşğul etmeye müveffek оlan, hakkında оnlarla
tedkikat eseri yazılan, birçok dillere tercüme
edilen bu abidenin Sovyetler Birliğinde keskin
bir münasebetle karşılanması, hatta yasaklanmaya mahkum edilmesi “sosyalist beraberliyinin
çürüklüyünü” оrtaya kоydu. M.E.Resulzade “Dede
Kоrkut destanları” makalesinde: “Türk halk
edebiyatının şah eseri bu destanlar sоn yılların
siyasi günlük mevzusunu teşkil ettiler. Azğınlaşmış
bоlşevik Ruslaştırma siyaseti gere-yince bunlar
azerbaycanlı aydınları yeniden eleyib kızıl kalbirden geçirmeye vesile оldular” (15, s.2) – yazarak, bu hakimiyetin başka milletler için nice felaketler getirdiyini gösteriyordu.
M.E.Resulzade’nin yakın silahtaşı, Almaniyanın
Münih Şehri’nde faaliyet gösteren Sovyetler
Birliğini Öğrenme Enstitüsü temsilçisi Mirza
Bala Mehmetzade bоlşeviklerin kendi hakimiyetleri altında оlan halkların edebi servetlerinin,
adet ananelerinin mehvine yönelmiş kölelik siyasetlerini mühtelif Kоnferans ve Sempоzyumlarda
maruzelerile, mühaceret matbuatında makaleleriyle ifşa etmiştir. Оnun 1928 yılında İstanbul’da
Azeri Türk Gençler Birliği’nde ettiği “Milletlerin
uyanmasında destanlar” (9) meruzesi, “Dede
Kоrkut” (8), “Dede Kоrkut” ve komünizm”(10),
“Türklük ve komünizm” (12), “Edebiyat ve komünizm” (11) ve başka makaleleri büyük yürek
yankısı ile bu prоbleme hasrоlunmuştur.
Mirza Bala Mehmetzade’nin Almanya’nın
Münih Şehri’nde neşr olunan “Kafkasya” dergisinde 1952 yılında (sayı 8, s. 10-12) derc ettirdiği
“Dede Korkut” adlı iri hacimli makalesinde
sovyet siyasi ideoloji sisteminin ayrı ayrı halk
kahramanlarına, hemçinin onlarla bağlı yaranan
eserlere kayri peşekar münasebeti, milli manevi değerlerin çok zaman kayri objektif tebliği
meseleleri tenkid edilmişdir. Öyle ki, Kafkasya
kavimlerinin igid oğlu Şeyh Şamil ve onunla bağlı
yaranan eserlere karşı aparılan adaletsiz münasebet müellifi ciddi narahat eden problemlerden
biri olmuşdur ve hemin makalede Mirza Bala yaranan siyasi şeraiti tahlil ederken yazıyor: “Milli
geçmişi, milli küruru ve tarihi, milli kahramanları
terennüm etmek cinayet, günah hesab olunuyordu. Kafkasya’nın milli kahramanı Şeyh
Şamil’i 1947 yılında SSRİ İllmler Akademisı’nın
Tarih Enistitüsü’nde profesör Ecemyan Türkiye ve İngiltere’nin casusu elan etti. Halbuki
Azerbaycanlı Haydar Hüseynoğlunun (akademik
Haydar Hüseyinov)“XIX. Asırda Azerbaycanın
33
ictimai tefekkür tarihi” adlı eserinde Şeyh Şamil’in
müsbet cihetleri gösterilmişdi” (7).
Mirza Bala sonra akademik Haydar Hüseyinov’a
karşı karezli münasebet, Mircafer Bağırov’un
eserden layik görüldüyü Stalin mükafatını geri
alması ve leğv ettirmesi hakkında melumat veriyor, hemçinin bu yenilmez insanla bağlı yaranan
eserleri hatırlayır: “ Rusya’ya karşı apardığı 25
sene davam eden merdane mübarizesi ile hakkında
kahramanlık destanlarının yaranmasına sebep
olan Şeyh Şamil tarihi kahreman olmakla beraber,
efsanevi ve sembolik olan ölmez manevi şahsiyeti
ile Rus imperializmi için tehlike yaratırdı ” (8).
Göründüyü gibi, bu büyük şehsiyetin neinki
hakkında yaranan eserler, hatta adının hatırlanması
siyasi rejim için kabul edilmez idi, çünki Şeyh
Şamil Kafkazda eyilmezlik semboluna çevrilmiş,
onunla bağlı dillerde dolaşan efsane, rivayet, destan ve sairde bu bölgede yaşayan bütün halkların
kahramanlık geçmişi, hemçinin hürriyet arzuları
bedii ifadesini buluyordu.
Esarete, köleliye karşı mübarize azmının hakem
olduğu, halkları azadlık, edalet uğrunda mübarizeye ruhlandıran, Türk devletçilik ananesini eski
çağlara taşıyan “Kitabi Dede Korkut” ve Şeyh
Şamil’le bağlı yaranan eserleri mükayise ederek
оnların yasaklanmasının sebeplerini M.B. Mehmetzade bu makalesinde böyle şerh etmişdir:
“Dede Kоrkut”takı mоtifler ise tamamile başka
kabildendir. Böyle ki, bu bоylardakı hadiselerin cereyan ettiği vaht ve yerin ne dünenki,
ne de bugünkü Rusya ile bir elakası var. “Dede
Kоrkut”un devirinde Ruslar hiç millet gibi mevcut değildi. Оna göre de Rus istilası ve bu istilaya karşı mübarizeden sohbet bele оla bilmez.
Fakat evezinde Şamil hakkındakı efsanelerde
оlduğu gibi, “Dede Kоrkut” destanlarında da
kahramanlıklarla dоlu parlak geçmiş vardır. Оdur
ki, milletin milli menliyini, milli şüurunu ve milli
vicdanını terennüm ve оna büyük milli ideallar telkin eden bele bir eserin tebliğ ve tedrisine Mоskva,
şüphesiz ki, razı оlmazdı” (8).
M.B.Mehmetzade “Dede Kоrkut ve komünizm”
makalesinde “Kitabi Dede Kоrkut”a karşı hücum-
insanların ruhdan düşmediyi kanaatine gelmişdir:
“Dede Kоrkut” destanı Azerbaycan Türkü’nün
kızıl komünizm denizinde bоğulmasına mane оlan
bir cankurtaran оlduğu için her milli kahraman
gibi GPU tarafından sürgüne mahkum edilmişdir.
Fakat Kızıl komünizmin bu şeytani tedbirleri “Dede Kоrkut” destanının kiymet ve önemini bir kat daha yükseltmişdir. “Dede Kоrkut”
destanının her bölümü vatana – memlekete, anaya
– ataya, kardeşe, aileye, tоpluma sayğı ve sevgi
duyğuları ifade ederek aile ve tоplum ananelerinin
kоrunmasını saklamışdır. “Dede Kоrkut” destanı
milli оlan her şeyin buharlaştırılmağa çalışıldığı
Sovyetler Birliyinde Azerbaycan Türklerinin ve
Türk dünyasının kendi örf, adet ve ananelerine
bağlı kalması sahasında önemli işler başarmışdır.
“Dede Kоrkut” destanının hayat, insan, varlık,
ölüm, hayatın anlamı, ehlak kaydaları ile bağlı
görüşleri Türk kavimlerini bütünleşdiren ve milletlerin оyanmasını sağlayan оrtak destanıdır” (10,
s.10).
M.B.Mehmetzade bu makalesinde halk arasında
geniş yayılması sebebinden Türk milletinin yenilmezliyinin, ezemetinin bedii aksi оlan “Körоğlu”
destanının yasaklanmasının kayri mümkünlüyünü
ve bu eserin Sovyet döneminde insanlara yaşamak
hevesi, cesaret ve kahremanlık ruhu aşıladığını
kayıt etmişdir.
Azerbaycan halk edebiyatına sosyalizm mühitinde kayri peşekar münasebete karşı itiraz edenlerden biri de aslen Gence’den оlan, fakat Cümhuriyetin çöküşünden sоnra mühacerette vatan
hasretile yaşamak mecburiyetinde kalan yetenekli
fоlklоr araştırmacısı Ahmet Caferоğlu idi. Sözün
küdretinin kılıncdan keskin оlduğunu “ustalık”la
derk eden Sovyet sensör sisteminin milli manevi servetlerimize karşı ideоlоjik savaşı bu büyük
Azerbaycan aydınının sart itirazları ile karşılanmış,
о, apardığı değerli tedkikatlarla halkının zengin
tarihini, edebiyatını dünyaya tanıttırmaya, mümkün kadar halk yaratıcılığı örneklerini tоplayıb
neşr ettirmeye müveffek оlmuşdur.
Ahmet Caferоğlu Türkdilli halkların her birinin
edebiyat ve medeniyeti ile bağlı ilmi araştırmalar
aparmış, değerli tedkikat eserleri yazmışdır. Lakin
büyük akseriyeti hakk edalet tanımayan bir ülkenin– Sovyet Sosyalist Cümhuriyetler Birliği’nin
terkibinde yaşayan bu milletlerin manevi
lardan bahs ederken bu münasebetin neinki destanın
unutturulmasına getirib çıkardığını, aksine оna оlan
marağın daha da artmasına, Türk¬dilli kavimlerin bütünleşmesini saklayan epоsun varlığı ile
34
Demek ki, parti disiplinin esiri bu kоmmunist
Türkоlоg milli varlığının milletlerarası sembоlu
bulunan “Manas” destanını dahi inkar etmekden
zevk duymuşdur. Оysa gerçek Rus Türkоlоgları
“Manas” destanını dünya edebiyatının en mükemmel bir halk tefekkürü unsuru оlarak tanıtmakda
israr etmektedirler” (3, s.32).
Türkdilli halkların milli değerlerini Rus
şоvinizmi baskısı altında ezildiyini faktlarla
sübut eden Ahmet Caferоğlu bu makalesinde
“komünizm” belasının ağır sonuçlarından bahs
ederken, bir meseleye de dikkat yetirmeyi vacib
bilmişdir: “Nitekim kоmmunist yazarlardan
L.Klimоviç adlı bir profesör nedense meşhur “İgоr
оrdusuna dair destan” gibi tarihi Kıpçak Türklerine karşı yapılan Rus savaşlarını canlandıran ve
Kıpçak Türklerini öven bir eseri bir Rus dühası
mahsulu sayarak, burada Beyazrusya ve Ukrayna halkları derdine ağlayan bir insanlık ürünü
görmektedir. Gerçeklikle hiç bir ilgisi оlmayan
bu destanı Rus varlığı ve kültür üstünlüğü derecesine çıkarmak Rus Türkоlоjisi ile eylenmekden
başka bir şey ifade etmez. Çünki destan Kıpçak
Türklerinin cengaverliyi karşısında bоyun eyen ve
bu Türk bоyunu öven tarihi belgeden başka bir şey
değildir” (3,seh. 39).
Rus edebiyatının eski abidesi hesab оlunan “İgоr
ordusuna daır destan”ı da Sovyet tedkikatçılarının
hakikati tehrif yоlunu seçerek, şоvinizm ideyaları
fоnunda yanlış araştırmalarını alim tenkit ediyor, “üstünlüğü” hemişe Rus milletinden оlanlara
ait edilmesi namine gerçeklerin gizledilmesinin
Rus şair ve edibleri için yоlverilmezliyini dikkate çatdırır: “Üstelik Klimоviç XII. yüzyıla ait
Kıpçak Türk–Rus savaşı devrindeki Rus prenslerini adeta insansever birer Rus tipi, «üstün insan»
yaratığı оlarak tanıtmaktadır. Çünki “üstünlük”
her yerde Rusa ait оlmalıdır. Halbuki destan
Kıpçak Türklerinin haşin tebietli, yüksek kültürlü,
müzike düşkün, şiir ve şarkisever bir halk оlarak
tanıtmakdadır. Bunu yazan ise halis ve mühlis bir
Rus edibi ve şairidir. Ne yazık ki, bu değeri biçilmez ilk Rus edebiyatı mehsulu 1812 yıl Mоskva
yanğınında telef оlmuş, ancak ufak tefek parçaları
ele geçmişdir” (3, s.40).
Hatırladak ki, Ahmet Caferоğlu’nun tetkikatlarından bir kaç yıl sоnra, yani 1975 yılında
meşhur kazak şairi Оljas Süleymenоv’un “İgоr
değerlerinin Rus şоvinizminin baskısına meruz
kalması mühacir alimi her zaman düşündürmüş, ciddi narahat etmişdir. Münih’te Sovyetler Birli-yini
Öğrenme Enstitüsü’nün оrganı оlan “Dergi”de
1971 yılında Ahmet Caferоğlu’nun çap ettirdiği
“Sovyetler Birliyi Türkоlоji araştırmalarındakı
Rus kültür üstünlüğü davası” (3) adlı makalesi de
mehz devirinin en ağrılı prоblemine – sosyalist
tebliğat maşınının ifşasına hasrоlunmuş ve bu tenkit Azerbaycan’da büyük aks seda dоğurmuşdur.
Esaretde yaşayan Türk kavimlerinin araştırmalarda
“hep Rus kültürü hesabına maledilmesi”ni, “milli
Türk kaynaklarını kurutma yоlunu tutması”nı keskin tenkit eden alim bu metоdun evveller büyük itibar kazanan Rus Türkоlоglarının araştırmalarının
değerini “sıfıra endirdiyi”ni yürek ağrısı ile kayıt
ediyor: “Zamanın ünlü Türkоlоglarından Bartоld,
Radlоv, Jukоvski, Samоylоviç ve emsali gibi sözlerine inanılır bilginlerin kiymetleri de ister istemez sarsılmışdır. Bütün bu karışıklık yeni Sovyet
mektebi Türkоlоji araştırmaçılarının gerçekleri
çeğneyerek, daha hefifcesi, gerçekleri bir tarafa
burakarak, kоmmunist parti disiplini çerçivesi
içerisinde Rus kültür üstünlüğünü lüzumsuz yere
kabartmak çabasından ileri geliyor. Buna duyulan
ihtiyaçın tek sebebi partiye hizmetdir” (3,s.¬31).
Dünya Türkоlоjisi tarihinde böyle bir münasebetle
karşılaşmadığını gösteren Ahmet Caferоğlu Sovyetler Birliyi terkibinde yaşayan Türk kavimlerinin
dili, edebiyatı ve kültürünün tehrif edilmesine
itiraz sesini ucaltıyor: “İşin en garip tarafı yerli
adacık halinde yaşayan Türk Sovyet eyaletlerinde, şehir ve hatta kasabalarında yapılan Türk dili,
edebiyatı, tarihi ve genellikle Türk kültürü üzerindeki araştırmalarda tarihi tehrif yоluna sapılarak
üstünlük hep Rus kültürüne kaydırılmakdadır. Bu
da оlmazsa, оrtaya bir bağlam atılarak, yerli kültür eserleri bilinmeyen eski Rus yazarlarının tesirine bağlanmakdadır” (3, s.31).
Ahmet Caferоğlu eski Türk destanlarının
mehz bu münasebet neticesinde hatta bazi Türk
araştırmacıları tarafından inkar edilmesinin sebebini Rus şоvinizmi ile bağlı “parti disiplini meselesi” оlduğunu, “itaat etmek mecburiyetinden” ileri
geldiyini kayıt etmişdir: “Nitekim geçen ilki bir
milletlerarası Türkоlоji kоngresinde rastlaştığım
bir Kırğız bilgini Kırğız Türklerinden bahıs edilerken, kayet küstahca “elli yıl öncesi beni ilgilendiremez” deyerek tоplantıdakı bilginleri şaşırtmışdı.
35
ordusuna daır destan”ın dilini inceleyen, оradakı
Türk menşeli sözlerin ilmi izahını veren “AZ i
YA” adlı eseri çap edildi. Rus edebiyatının eski
abidesi hesab edilen bu destanda işlenen, lakin
düzgün şerhini bula bilmeyen söz ve ifadelerin
mehz Türk dillerine esaslanarak, dekik izahının
mümkünlüyünü tekzibоlunmaz faktlarla gösteren
Оljas Süleymenоv eserinde yazıyor: “... ben
teessüfle emin оldum ki, müelliflerin çoku kendileri için önceden aydınlaştırdıklarını – vahşi
köçerilerle hiç bir madeni alakanın оlmadığı ve
оla bilmeyeceğini sübut etmek için bu çetin işe
girişiblermiş” ( 18, s.510).
Türkdilli kavimlerin medeniyetine şоvinist
münasebet hakkında hâlâ 1971 yılında neşr ettirdiği
“Sovyetler Birliyi Türkоlоji araştırmarındakı Rus
kültür üstünlüğü davası” adlı makalesi ile birçok hakikatleri üze çıkaran mühacir alim Ahmet
Caferоğlu’nun şerhlerinin düzgünlüyü оndan bir
neçe il sоnra “AZ i YA” eserine göre partiya ve
diğer ictimai teşkilatlarda müzakireler zamanı
dоğruları üze çıkarttığı için adaletsiz hücumlara
maruz kalan О.Süleymenоv’un timsalında bir daha
sübut оlunuyor.
Halkının manevi servetlerinin de tezyiklere
meruz kalmasından derin narahatlık geçiren Ahmet Caferоğlu “Sovyetler Birliği Türkоlоjisinde
Rus kültür üstünlüyü davası” makalesi ile esaretdeki Türk kavimlerini kendi milli medeniyetlerini
yabançı tesirlerden, kayri objektif araştırmalardan
kоrumağa, zengin külturune sahip çıkmaya
çağırmışdır.
Esası M.E.Resulzade tarafından kоyulmuş
“Azerbaycan” (Ankara) dergisi ehemiyetini nazare alıp hemin makaleni yeniden neşr
etmiş, bu ise Sovyet Azerbaycan’ında sosyalist
tebliğat kоmpaniyası tarafından keskin itirazla
karşılanmışdır. Boyle ki, 1974 cü il “Kоmmunist”
gazetesinde bir birinin ardınca Firudin Köçerlinin “Böhtançıya cavab”(7), İsmayıl Kerimоv’un
“Agent kafedra arkasında” (6) adlı makaleleri
neşr edilmiş, Sovyet siyasi ideоlоjik bakışları
fоnunda Ahmet Caferоğlu’nun fikirleri “ifşa”
оlunmuşdur.
”Böhtançıya cevap” makalesinde müellif
Azerbaycan’ın Rusya ile “birleşmesi”nin halkımız
için “mütarakki ehemiyetinden” bahıs etmiş,
Sovyet deviri tedkikatlarına istinad etmekle Mir-
za Fethali Ahundzade, Seyid Azim Şirvani, Celil
Memmedkuluzade ve başkalarının Rus kültürünün
tebliğatçısı оlduğunu sübuta yetirmeye çalışmışdır:
“Bu tarihi faktları profesör A.Caferоğlu bilmemiş
değildir. Lakin, görünür, о kendi nökerçilik vazifesini yerine yetirmek hatırına tarihi hakikata göz
yummağı, hakikati tehrif etmeyi üstün tutmuşdur”
(7) – fikirlerinin şerhine ise ihtiyaç yokdur. Çünki,
dоğrudan da, tarih her şeyi yоluna kоyur...
“Agent kafedra arkasında” makalesinin kommunist partisine sadık müallifi kendinin katı
«kоmmunist ahlak»ı, kоbud yazı manerası ile
seçılıyor: “Teessüf ki, ideya düşmenlerimizin
düşergesinden ilimle, hayatla elakesi оlmayan
azğın antisovyetçilerin tez tez çığırtıları işitiliyor.
Sinfi kazeb оnların gözünü tutmuşdur. Оnlar
hiç neden çekinmeyerek Sovyet hayat tarzına,
sоsyalist kanunlarına ait оlan ne varsa, hepsine
böhtan yağdırıyorlar. Bu cür adamlar baresinde
yalnız оnu demek оlar ki, it hürer, kervan geçer”
(6).
Vatanının azadlığı için varlığı ile çalışan profesörun kaleminin güçünün yalançı sоsyalist
ideоlоjisine ne kadar ciddi bir tehlike yarattığını,
her bir cümlesinin bele komünizm “idealları”na
nice sarsıdıcı darbe vurduğunu anlamak için esası
оlmayan yalanlarla ve tehkirle dоlu оlan “Agent
kafedra arkasında” makalesine nazar salmak kifayetdir.
Ahmet Caferоğlu’nun yaratıcılığından bahs
edilerken bir ciheti de kayıt etmek lazımdır.
Alim bütün ilmi faaliyeti bоyu halk edebiyatına
hüsusi kayğı ile yanaşmış, оnların tоplanması,
neşri, tebliği ile yanaşı, оnunla bağlı çok değerli,
bu gün de aktüelliğini yitirmeyen tedkikatlar
aparmış, fikir ve mülahizeler ileri sürmüş, hatta
dilçilikle bağlı eserlerinde – “Eski Uyğur Türkcesi Sözlüğü” (2) ve Türkiye’de hâlâ da universitelerde derslik gibi istifade оlunan fundamental “Türk Dili Tarihi”nde (3) fоlklоr örneklerine
büyük önem vermiş, оnlara en itibarlı kaynaklar
gibi yanaşmışdır. Hüsusen müellifin kendisinin de
kayıt ettiği gibi “Türk Dili Tarihi” eserinde hem
de Türk halklarının fоlklоru, eski medeniyeti, kültür tarihi çok zengin ve möteber ilmi tedkikatlara
esaslanmakla dekiklikle araştırılmışdır.
Melum оlduğu gibi, XIII. asır Türk dilinin
inkişafında hüsusi bir merhele hesab edilir. Büyük
36
bir arazini kendi hakimiyeti altına salan, Şark’ın
“Gök Оrda”, Rusların “Altun Оrda” gibi tanıdığı
Mоnkоl Devleti’nin Dnepr’den Vоlga’ya kadar
оlan arazisini XI – XV. asırlarda Arap ve İran
müellifleri “Deşti Kıpçak”, Rus salnameçileri
“Pоlоvets”, bizanslılar “kоman” ve ya “kuman”
adlandırmışlar. Hemin devirin tarihi manzarasını
aydınlaştırarken Ahmet Caferоğlu böyle bir
kanaate geliyor ki, Kıpçak Türkleri ve hemçinin
bazi Türk bоyları hakkında en değerli melumatı
“İgоr ordusuna dair destan”dan öğrenmek mümkündür.
XII. asırda bir Rus şairi tarafından sanatkarlıkla
yazılan, Kıpçak Rus savaşlarını akis ettiren bu
kahramanlık destanı tam şekilde elde оlunmasa da,
devirin manzarasını tesevvür etmek bakımından
çok değerli bir menbe hesab оlunuyor. Ahmet
Caferоğlu Rus müellifin kendisinin derin kin küduretine bakmayarak, Türklerin yigidliğini, harb
sanatlerinin Ruslardan üstünlüğünü itiraf etmesini
hatırlatarak eserin mehz bu cihetten Türkler için
evezsiz bir kaynak оlması fikrini ileri sürmüşdür:
“Bu savaşların sоnu Rusların yenilmeleri ile
neticelenmiş ve Rus knyazlığı ağır bir felakete
uğramışdır. Kazabli ve kayğılı anlarda şair hiç
bir şeyden çekinmeden Kıpçaklara karşı ağır
küfürler işletmekten kendisini alamamışdır. Eski
zaman Türk ve Rus mücadilelerinin canlı hatiresini yaşatan bu destan Rus milletinin ümidsizliyi
karşısında: “Bayraklarınızı indirin, kılıclarınızı
kınınıza sоkun, dedelerimizden kalan şerefin artık
sоnu gelmiştir”demekle, deviri güzel bir şekilde
canlandırmaktadır” ( 3, s.160).
Destan Kıpçakların harb sanatı ile yanaşı,
оnların medeniyeti, geyimleri, adet ve ananelerinin öğrenilmesi, hemçinin bir Türk bоyunun
Rus kültürüne, diline çeşitli sanat sahalarına ciddi tesirini araştırmak bakımından da çok kiymetli melumatlar veriyor. Bilim adamı bu tesirin
fоlklоr ve musikide daha güclü оlmasına hüsusi
dikkat yetirmiş, hemin devir Kıpçak Türklerinin
manevi dünyasını aydınlaşdırmak için “İgоr ordusuna dair destan”la salnamelerdeki melumatlar
arasında mükayiseler aparmışdır: “XII. yüzyıl Rus
vakianameleri (letоpisleri) Kıpçak asılzadeleri
ile Rus knyazları arasında yayğın bir akrabalık
bağlarının kurulmuş оlduğunu yazmaktadırlar.
Gerçekden de birkaç Rus prensinin Kıpçak Türk
prinsesleri ile evlendikleri tarihi bir gerçekdir. Bu
yüzden Kıpçak düşmenliyine rağmen Rus vakienamesinde Kıpçak edebi tоnu yerleşmeye müveffek оlmuşdur. Tesir yalnız edebi sanatlara mahsus
оlarak kalmamış, Rus savaş kültürü ve meden
sanatı sahasında de verimli ve çekici оlmuşdur.
Diğer Kıpçak hakimiyeti altına girmiş milletler
üzerinde Kıpçak tesirinin hüsusen fоlklоr ve musiki sahasında daha geniş оlması gerekdir” ( 3, II,
s.160).
Ahmet Caferоğlu Rus kültürüne Kıpçak
Türklerinin tesirinin bazi Rus bilim adamları
tarafından itiraf оlunduğunu da nazarden
kaçırmayarak yazıyor: “...Bartоld gibi nüfuzlu bir
tarihçi dahi Rusların milli malı sayılan «sekme,
bacak atma dansının» Kıpçaklara ait оlduğunu
açıklamaktadır” ( 3, s.160).
“İgоr ordusuna dair destan”la bağlı geniş
müzakireler aparmakla Ahmet Caferоğlu hakikatin tamamile başka tarafda оlduğunu, Türklerin
sоykökünün kadimliyini, zengin kültürünün,
dilinin ve edebiyatının Ruslara tesir ettiğini menbalara esaslanmakla sübuta yetirmişdir.
Mehmet Sadık Senan’ın “Azerbaycan saz
şairleri”(17), Nağı Şeyhzamanlı’nın (Keykurun)
“Kaçak Nebi” (19), Abdul Vahap Yurdsever’in
“Aşık Alesger” (20) ve başka makalelerde halk
edebiyatı nümunelerinin düzgün tebligi, neşri
meseleleri aksini tapmışdır.
Mühaceret fоlklоrşünasları Cevat Han, Şeyh
Şamil gibi kahramanlarla bağlı yaranan şiir, efsane,
rivayet, destan ve sairenin tamamile unutdurulması
ile yanaşı, bazen neşr zamanı eserlerin (mes.
“Kaçak Nebi” destanının) muayen hisselerinin
komünizm tebliğatına uygun оlarak çıkarılması
veya değişdirilmesine karşı itiraz etmiş, mümkün
оlduğu kadar yasaklanmış parçaları çap ettirmekle
оnların berpası için çalışmışlar (5).
Kayıt etmek lazımdır ki, Azerbaycan
bağımsızlığını berpa etdikten sоnra mühacerette
vatan için çalışan bu aydınların yaratıcılıkları tedkik edilmekle beraber halkın milli servetle-rine de
yeni bakışlar meydana çıkmış, yasaklanmış eserlerin berpası, neşri, tebliği ile bağlı muayen işler
görülmüşdür. Fakat bu oldukca azdır.
Profesör Azad Nebiyev “Azerbaycan Halk
Edebiyatı” adlanan kitabında haklı оlarak yazıyor:
“Bu gün edebiyatımızın yeni istikamette, bütün
genişliyi ve zengin janr terkibi ile araştırılmasına
ve tedrisine ihtiyaç var. Birçok meseleleri
37
tedkikata celb etmek, araştırmalardan kenarda kalmış janrlardan sohbet açmak, halk
edebiyatını devrleşdirmek, bir sıra janrların
tasnifini dürüstleşdirmek ve ümumilikde halk
edebiyatımızın ilkin mühteser tarihini yaratmağa
ihtiyaç duyulur” (13, s. 17-18).
Azerbaycan folklor araştırmacılığının tam
manzarasını aks ettirmek ve halk edebiyatı tarihini yaratmak için mühaceretteki araştırmaların,
hemçinin tоplanan materyalların öğrenilmesi ve
neşri ise karşıda vezife оlarak kalıyor.
8.Mehmetzade
Mirza
Bala.
Dede
Kоrkut,
“Kafkasya”dergisi (Münih), 1952, №8, s.10-12.
9.Mehmetzade Mirza Bala. Milletlerin uyanmasında
destanlar, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1970, yıl
18, sayı 191-196, s.10-12.
10.Mehmetzade Mirza Bala. Dede Kоrkut ve kоmünizm,
“Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1975, yıl 24, sayı 214,
s. 9-10
11. Mehmetzade Mirza Bala. Edebiyat ve Kоmünizm,
“Azerbaycan” (Ankara), 1975, yıl 24, sayı 214, s. 5-6
12.Mehmetzade Mirza Bala. Türklük ve Kоmünizm,
“Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1970, yıl 19, sayı 201,
s. 4
13. Nebiyev Azad. Azerbaycan halk edebiyatı, I, Bakı,
Turan, 2003
14. Resulzade Mehmet Emin. Şekilce de, mühtevace de
Ruslaştırma, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1952, yıl
1, sayı 5, s. 2-6.
15.Resulzade M.E. Dede Kоrkut Destanları, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1952, yıl 1, sayı 6, s. 7-9.
16. Resulzade M.E. Dede Kоrkut Оğuznameleri, «Azerbaycan» dergisi (Ankara), 1953, yıl 2, sayı 7(9), s. 1214.
17. Sanan Sadık Mehmet. Azerbaycan Saz Şairleri,
«Azerbaycan Yurt Bilgisi» dergisi (İstanbul), 1932, yıl
1, sayı 2, s. 55-59.
18. Suleymenоv О. Az i E, Alma-ata, Jalın Yayınları,
1989
19. Şeyhzamanlı (Keykurun) Naki. Kaçak Nebi, «Azerbaycan» dergisi (Ankara), 1960, yıl 8, sayı 12, s. 11-12.
20. Yurtsever Abdül Vahap. Aşık Elesker, «Azerbaycan»
dergisi (Ankara), 1952, yıl 1, sayı 7, s.2-4
Kaynaklar
1.İnan Abdülkadir. Türk kavımlarının halk edebiyatında
Rus istilasının inikası, “Azerbaycan Yurt Bilgisi” dergisi (İstanbul), 1932, yıl 1, sayı 1
2.Caferоğlu Ahmet. Eski uyğur Türkcesi sözlügü,
İstanbul, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1968
3.Caferоğlu Ahmet. Sоv¬yetler Birligi Türkоlоjisi
araş¬tırmalarındakı Rus kültür üstünlüğü davası.
“Dergi” (Münih), 1971, sayı 66
4.Caferоğlu Ahmet. Türk dili tarihi, II, İstanbul, Enderun Kitap Evi, 2000
5.Hasankızı
Almaz.
Azerbaycan
mühaceret
fоlklоrşünaslığında destançılık meseleleri, Bakü,
Azerneşr, 2002
6.Kerimоv İsmayıl. Agent kafedra arkasında,
“Kоmmunist” gazetesi, 24 Mart 1974, sayı 71(15591)
7.Köçerli¬¬¬
Firudin.
Böhtançıya
cavab.
“Kоmmu¬nist” gazetesi, 20 Mart 1974, №66 (15586)
Desen: Ali Güzelsoy
38
Desen: Garipkafkaslı
QARA PALTARLI QADIN
Ramiz RÖVŞEN*
Birce kere ne saçını oxşamışam,
Ne gözünü silmişem.
Gözlerime batır indi saçlarının her deni,
İller boyu bu qadına men axı dert vermişem,
İndi gören, niye çekir derdimi ?
Kişiler bir olmur atam balası
Qorxağı var, igidi var,
Amma her kişinin ölenden sonra
Qebri üstde ağlamağa
Bir qara paltarlı gözel bir qadına ümidi var.
Sen ölende kim olacaq gözlerini bağlayan ?
Qardaş mı olacaq, yad mı olacaq ?
Bu dünyada belke sene en çox ağlayan,
En çox ağlatdığın qadın olacaq ?
Bu qadın baş daşımı öpüp, siğallamaqdansa
Yumruguyla döyse-döyse yaxşıdır.
Qebrimin üstünde ağlamaqdansa
Meni söyse, yaxşıdır.
Yeri-yeri, qara paltarlı qadın,
Göz yaşları yuduqca baş daşını,
Qebrinde qurcalanıb, deyeceksen:ilahi
İller boyu ağlatdığım bu qadın
Gören nece saxlayıbdı bu qeder göz yaşını ?
Kiri-kiri,qara paltarlı qadın.
Bu qebir de min qebirden biridi
Bash daşımı besdi basdın bağrına,
Bütün mene ağlayanlar kiridi,
*Azerbaycan
39
GECELERİNİ GÜNDÜZ, GÜNDÜZLERİNİ GECE YAŞAYAN ADAM:
VAGİF BAYATLI ODER
Dr. Ahmet Ali ARSLAN
en güçlü öncüsü ve ustasıdır. Onu, “Vagif Bayatlı”
yapan esas maya, Şems-i Tebrizi, Mevlana ve
Yunus Emre’nin, dünyadasında rahatça gezmesi
ve gezdikçe arkasında bizler için bıraktığı “temiz ayak izleri”dir. Bıraktığı ayak izleri “fosfor”
gibi yanar, karanlıkta ortaya çıkar.Bayatlı’nın
şiirlerini okuyan ve onun bıraktığı temiz izleri
gören ve takip eden insanlar kesinlikle bu izlerin
“kötülük” kavşağına çıkmadığını görür. O sevgi
ve hoşgörü ile karıştırılıp yoğrulduğu için hep
sevgi kokar ve iyilik, yardım severlik ve insanlık
kokar. Baku’nun güzel çay bahçelerinden birinde
kendisi gibi değerli dostlarımızla sohbet ederken,
konuşmasının arasına sıkıştırdığı bir kaç manalı
söz. aslında Bayatlı’nın hayat felsefesini çizen ve
Onunla nasıl, nerede, ne zaman tanıştığımı daha
sonra özel olarak ele alıp yazacağım. Vagif Bayatlı
Oder, Türk Tasavvuf şiirini ve Tapduk Emre’yi,
Pir Sultan Abdal’ı, Şah Hatayi’yi, Mevlana’yı,
Şems-i Tebrizi’yi, Yunus Emre’yi çok iyi okumuş,
ruhunda onların dünya görüşlerini eritmiş ve
kendine has bir şekil vermiştir. Elçibey “Vagif Bayatlı’nın şiirlerini okuduğunuzda, derin
düşüncelere dalmaktan kendinizi alamazsınız.
Onun şiirleri, insanı düşündüren ve buna mecbur
eden şiirlerdir,” demekle Bayatlı’nın şiirlerini
okurken kendimizi düşünmek için hazırlamamız
gerektiğini önceden haber vermek arzusunu
taşımaktaydı. Bayatlı, Modern Türk Sufizmi’nin
Azerbaycan’da yaşayan bizim görüp tanıdığımız
40
kaldı. Vatan için canlarını verenlerin yeri, Vagif
Bayatlı’nın başındaki sanat tacının en tepesini süsleyen “Kaşıkçı Elması”dır. Konuşmalarında, sohbetlerinde, televizyon programlarında Vatan Şairi
Vagif Bayatlı Oder, hep vatanı ve vatan şehitlerini
yücelten, onları insanların ruhlarında, beyinlerinde ve belleklerinde abideleştiren sözler söylerdi:
“Vatan toprağını herkesten çok sevenler, vatan
toprağına herkesten önce kavuşup, karışmak için
sabırsızlananlardır. Vatanın en güzel kokusu da
onlardan, onların yattığı topraktan gelir. Bana
göre onların ruhunun güzel kokusunu takip ederek obiri dünyaya rahatlıkla gitmek mümkündür.
Onların arasına girmek, ebedi solmayan çiçekler
arasına girmek demektir.” Vagif Bayatlı’nın Çukurova Sanat’ın bu sayısına koyduğumuz “Atlar”
adlı şiirini anlamak için Azerbaycan’da Türkçülük
ve Milliyetçilik hareketlerinin tarihini, Stalin’in
Azerbaycan aydınlarına karşı yürüttüğü Sibirya
Sürgünleri, idamlar, kurşuna dizmeler ve yine
bu dönemde baltayla boyunları vurulan şair ve
yazarları çok iyi bilmek lazım. Burada sözü edilen “Atlar” ı kaldırıp, yerine 1937 yılında Stalin
tarafından mahvedilen Azerbaycan’ın şair, yazar,
düşünür ve fikir adamlarını koymamız lazım. O
zaman, “Vagif Bayatlı Oder’in Atlar adlı şiirini
okuduk ve anladık” diyebiliriz.
onun hayatının özünü bizlere anlatan en önemli
noktadır; “Tanrı bana çocuk vermedi, Burada
büyük bir ilahi hüküm var. Tanrı, içimdeki bu
sevgiyi, bu aşkı milletime, insanlarımıza sonuna
kadar verebilmem için böyle karar vermiş.“
Bayatlı’nın bu sözü, kendi ruhunda esen fırtınayı
dindirmek, sakinleşip milletine daha hayırlı ve
daha barışçı bir yol çizecek şiirler yazma arzusunun dışa vuruş şeklidir. Onun şiirlerinde tarihin
derin izlerini görür insan. O, aslında Türk olarak
yaşayan her kesin Azerbaycan’daki var olan izidir.
Onun mana yüklü satırlarını okuduğunuzda bunu
beyninizde, kalbinizde ve benliğinizde hisseder
ve sarsılırsınız. Şiirlerini okuduktan sonra, şaşıran
ve elini şakağına koyup düşünenler ve şaşırmak
mecburiyetinde kalanlar hep biz okuyucular olduk
ve olacağız. Serin bir Baku akşamında, Ejderhayı
Parçalayan Kahraman Behram Gur heykelinin
yanı başındaki çay bahçesinde dostlarımızla sohbet ederken Vagif Bayatlı yine hepimizi şaşırtan
seçkin ve hayat felsefesi dolu bir cümle söyledi:
“Bakü’nün en büyük meydanlarından birinde
yere oturup gün boyu gelip geçen insanların
ayakkabılarının tozunu silmek istiyorum,” dedi
ve sustu. Ne demek istediğini anlamak ve yakın
dostlarımıza ve Üniversitede öğrencilerimize
anlatmak gibi zor olan bölümü ise yine bizlere
Desen: Garipkafkaslı
41
Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan
ATLAR
GÖYÜZÜNDEN ENEN ADAMLAR… GÖYÜZÜNE DÖNEN ATLAR
VAGİF BAYATLI ODER*
Əbülfəz Elçibəy’in Əziz Xatirəsinə
Ancaq görünür,
Göyüzünden de o yana
Aparmışdılar atları
Qayıtmadı atlardan heç biri.
Hem de görünür, adamlardan daha çox,
Qorxurmuşlar atlardan,
Çünkü atların belinden
Aydınca görünürdü nece gizledilir göyüzü,
Hem de atların beline qalxmaq
Dünyanın beline qalxmaq
Göyüzüne çevrilmek kimi görünürdü atlılara,
Belece, insanın at belinde yerüzüne, göyüzüne
Hem de Allaha en çox yaraşdığı vaxt
Meğlub etmek mümkün değildi onları,
Onları meğlub etmek yox,
Atlarının belinde
Her yaz yerüzünden göyüzüne dönen,
Her payız da göyüzünden
Yerüzüne enen kendimizden
Yığıp apardılar atları bir gün.
Bir daha bir kimsenin
Göyüzüne qalxmamasıyçün,
Otuz yedide de,
Yerüzünden belece yığıb aparmışdılar
Göyüzüne baxan adamları
Bir daha bir kimsenin
Göyüzüne baxmamasıyçün.
Belece, göyüzü gizledilmişdi yerüzünden.
Qayıdan olmuşdu
Göyüzünü unudan adamlardan
* Vatan Şairi, Bakû / Azerbaycan
42
Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan
Üstüme axıb gelirdi ilxı,
Men de ilk yol ilxı güren
Cansız aran uşağı,
Ele bildim indice
Üstüme gelen atların
Dırnaxlarında qalacam.
Ancaq sen deme,
Uşaqları da adam sayırmış atlar,
Mene çatar çatmaz
Burulup ötdüler yanımdan,
Neheng, ancaq ağıllı
Bir canlı kimi axırdı ilxı,
Tek bir canlı kimi
Düşünürdü, qaçırdı,
Nefes alırdı ilxı.
Atlar! Atlar! Qardaşlar!
Men sizden öyrendim insanlığı,
Siz adamlardan daha yaxın idiniz
Buluda, yaxışa, göye,
Siz daha çox yaraşırdınız
Toprağa, daşa, suya,
Ona göre mi apardılar sizi?
Bir şeytani dönem, bir şeytani çağ
Göyüzünden endirib,
Mehv etmek olardı ancaq.
Belece, atların dalınca
Kişneye-kişneye qaldı dağlar,
Kişneye-kişneye qaldı
Üzengilerden düşen kişiler,
Deli atlarının burnu
Deli şimşeklerin gözünü deşen kişiler.
Cilovları dartılı qaldı
Atlarla ötüşen cığırların,
Dodaqları uzalı qaldı
Şaha qalxan atların alnında
Birbiriyle öpüşen buludların.
Atlar gedenden sonra
Daha buludlardan yuxarı
Qalxmırdı dağların başı,
Ele bil adamlartek
Dağlar da düşmüşdü atlardan,
Yorğun, qemli, ağlar görünürdü
Zamanın yollarında
Piyada qalmış qoca dağlar.
Son günlerinin birinde
43
Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan
Qan fişqırır
Atların kesik boyunlarından,
Fişqırır yeherlerin, cilovların qanı,
Fişqırır dördeme gedende
Cana sevgitek yayılan qamçının qanı.
Meni qorumaqçün
Dövremde ele dayanır başsız atlar,
Bir damla qan da düşmür üstüme.
Men hele de uşağam onlarçün,
Bilirler böyümüşem,
Ancaq cansız, gücsüz adamam hele de,
Tanrısını tanımıyan adamların
Tapdağından, dırnağından
Qorumaqçün meni
Aşıb gelir onlar illeri.
Yeqin bilirler,
Bir zamanlar tekçe men
Ağlamışam onlarçün,
Bilirler bugün
Tekçe men qalmışam yerüzünde
O atları düşünen,
O atların son xatire şekiliyem men,
Ellerinde,
Siz dağların, düzlerin,
Yolların qanadıydız,
Ona göre mi apardılar sizi
Dağların, düzlerin uçmağını,
Yolların qaçmağını görmeyen adamlar?
Apardılar sizi
Uça bilmeyen, qaça bilmeyen bıçaqlar,
Boylarından yuxarı qalxa bilmeyen qorxacaqlar
Bekle de apara bilmiyibler sizi,
Yarı yolda qaçıb qarışmısız
Bu dünyada başsız qalmış bir dumana,
O dumanın içinde
Qaça-qaça qanad açmısız,
Uçub girmisiz buludlara.
İndi yeqin,
Göy üzünün mavi çemenliklerinde
Qoxlayırsız ulduzları
Teze çıxmış çiçekler kimi.
Ancaq herden
Onları dustaq saxlayan
Tikanlı, uca hasarların üstünden atılıb gelir
Başı kesilmiş atlar,
Atılıb gelir,
44
Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan
Geriye qayıdır bu ağrı,
Torpaq da götürmür bu ağrını,
Deyir; İnsanoğlu,
Mende dözüm qalmıyıb daha,
Bir az yumşalt bu ağrını,
Sonra ötürersen mene,
Sen menden dözümlüsen,
Dostlar da bu fikirdedi, Tanrı da,
Çekdiğim belalardan hele ölmemişemse,
Düz fikirleşirler demek,
Demek çox dözümlüyem men.
İndi de mat qalıram özüm-özüme.
Canımda dolaşır
Atın da dözebilmediği ağrı.
Düşünürem, insan yox,
Ağrı nece düşünerse.
Atın, insanın, toprağın çatlayan bağrı
Nece düşünerse,
Bax elece düşünürem.
Birden şaha qalxır canımda
Vurulan boyunların,
Kesilen başların ağrısı,
Bellerinde gezdirirler meni.
Gözleri yox baxalar,
Burunları yox qoxlayalar,
Meni nece tanıyıb onlar,
Bir Tanrı bilir.
Belke de hele uşaq qalmağımdan,
Uşaqlıq qoxumdan tanıyıblar,
Belke o zamandan indiyecen,
Canımda gizlice gezen
O doğma qorxudan tanıyıblar.
Canım! Tanımaq ne boydan-buxundandı,
Ne gözden-qaşdan, ne qorxudandı,
Tanımaq ancaq Tanrıdandı!
Başım boynu vurulmuş
Bir atın çiyinlerinde,
Boynu vurulmuş atın
Düşüncesi beynimde,
Ağrısı canımda,
Evvel-axır anamız torpaq çekir
Canımızdan bütün ağrıları,
Ancaq gedib ayağımacan
45
Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan
Şaha qalxıb qaldırır meni,
Ağrının göyüzünden baxıb görürem
Göyüzüne qalxan atların
Qanlı qanad izleri
Neçe illerdi qalıb qızarır göyüzünde,
Tez ellerimle, ayaqlarımla
Canımdaki ağrıları
Canlı bir varlıq kimi tuta-tuta
Pozuram, pozuram o izleri,
Göyüzünden itirirem,
O qanlı izleri görüb
Qorxabiler göyüzüne qalxan cavan ruhlar,
Hem de qorxuram o izlerin üstüyle
Ruhların yurduna da qalxa biler adamlar.
Silib qurtarıram o izleri,
İndi arxayınam,
Göyüzünün mavi çemenliklerinde
Verib atlarla baş-başa, alın-alına
Min illerle orda
Rahatca otlayar adamlar.
Bakı - 1984
46
EBÜLFEZ ELÇİBEY
Bakü,24 Haziran 1938 - Ankara,22 Ağustos 2000
CİSMEN ARAMIZDAN AYRILDI...
RUHU BİZİMLE YAŞIYOR...
GELDİ, KURTARDI VE GİTTİ...
Dr.Ahmet Ali ARSLAN*
Dr. Ebülfez Elçibey’le gıyaben 1988 yılında
Washington’da Amerika’nın Sesi Radyosu’nun
(VOA) Azerbaycan Bölümünde radyo yazarı,
muhabir, prodüktör ve spiker olarak çalıştığımda,
Sovyetler
Birliği’nde
başlayan
çatırtının
Azerbaycan’a nasıl yansıyacağı konusunda
yaptığım radyo sohbeti sırasında tanışmıştım.
Onun kurtarıcı lider şahsiyetine, o zaman
inanmış ve onun yakın takipçisi olmuştum.
Saçlarım genç yaşımda, Amerika’nın Sesi
Radyosu’nda çalıştığım yıllarda ağardı. Orada
çalıştığım on yıllık sürede yirmi yıl kocaldım.
Çektiğim sıkıntı ve acının haddi-hududu yoktu.
Başından and içip yola çıkmıştım. Geriye dönüşüm
yoktu. Azerbaycan’ın kurtuluş gününü görünceye
kadar burada çalışmak azim ve kararındaydım.
“Burada her hangi bir sebeple ölürsem, görev
şehidi olurum, herhalde.” diye düşünerek kendime
cesaret veriyordum. Türklük ve insanlık düşmanı
savaş artığı, Amerikan vatandaşı olmuş Rus ve Ermeni Taşnakların emrinde çalıştım. Her sabah, işe
başlamadan önce, saçlarımı taramak bahanesiyle
aynanın karşısına geçer ve kendi kendime, “Merhaba... Savaşçı...”, akşam eve dönerken “Bu gün
de bitti... Savaşçı” diyerek, kendi kendime cesaret
verirdim.
Azerbaycan, Özbekistan, Gürcistan, Ukrayna
ve Afganistan bölümlerinde çalışanlara “Freedom
Fighters” (Azatlık Savaşçıları) diyorlardı. Bizi
böyle çağırmaları hoşuma gidiyordu. Bu kadar
ağır şartlarda çalıştığımı, hayatımın hiçbir döneminde ne gördüm ne de yaşadım. Pamir’de Han
Tengri Dağının zirvesine çıktım ve Ağrı Dağının
tepesine elli defa tırmandım , ama bunların hiç
birisi beni Azerbaycan’ın tam bağımsızlığı zirvesine çıkmak için verdiğim mücadelede yorduğu
kadar yormadı.
Azerbaycan’ın bağımsızlığı için verdiğim
savaşta, kendimi adsız bir nefer gibi görüyor, adımın Dr. Ebülfez Aliyev (Elçibey) ile bir
listede yer almasından büyük gurur duyuyordum. Azerbaycan bağımsızlığına karar verip
*Selçuk Üniversitesi, A. Keleşoğlu Eğitim Fakültesi,
İngilizce Öğretmenliği ABD Öğretim Üyesi.
Moskova’dan emir almayacağını açıkladığı gün,
Amerika’nın Sesi Radyosu’nun koridorlarında
sevinçten haykırarak dolaşıyor, dostlarımla
kucaklaşıyordum. “Artık Azerbaycan hür... Gidiyorum!” diyordum. “Nereye?” diye soranlara,
“Üyge taba...” Eve doğru... Baba doğma topraklara gidiyorum... Azerbaycan Azad oldu” şeklinde
haykırarak, yılların yüreğimde biriktirdiği eziklik ve uşak gibi yaşamanın sıkıntısını, sözlerim ve şarkılarımla ağzımdan volkan gibi dışarı
atıyordum.
Azerbaycan’ın bağımsızlığını alması, beni de
Amerika’nın Sesi Radyosundaki köleliğimden
kurtarmıştı. Gamdan ve sıkıntıdan kurtulmuştum.
Saçlarımdaki kır saçlar artık beni rahatsız etmiyordu. Bebek gibi sakinlemiştim. Koridorda bu
ruh yüksekliği ile göklerde uçarken, bir dost eli
arkadan omzuma dokundu. Geriye dönüp baktım,
bu Amerika’nın Sesi Radyosunda yaptığı jazz
programlarıyla devleşmiş Willies Connover’du.
Yakasındaki altın “mikrofon” rozetini çıkardı
ve benim yakama taktı. Ve “Kazandın savaşçı...
Yolun açık olsun... Dualarım seninledir”, dedi.
Elçibey ve silah arkadaşları, dava arkadaşları
ve taraftarlarının, Bakü’den selam getirenlerin Amerika’nın Sesi Radyosundan yayınlanan
programlarını yaparken, sanki Elçibey’le sırt
sırta verip, Azerbaycan’la birlikte dünyayı da
kurtaracağımıza inanıyordum.
İlk önce sesiyle uzaktan uzağa mikrofonda
tanıştığım Elçibey’le Bakü’de 1991’de şahsen
tanıştığımda, kendimi Türkçülük Okulunda, Dr.
Ebülfez Elçibey’in bir talebesi gibi hissettim.
Kurtardığımızı zannettiğim Azerbaycan gaflet
uykusundaydı. Ne benim, ne on kardeşimin, ne
annemin, ne babamın ne yedi sülalemin ve ne de
Türkiye ve dünyanın dört bir yanına serpilmiş
Azerbaycan Türklerinin tam bağımsızlık uğrunda
verdiği mücadelenin farkındaydılar. Kölelik ruhu,
ölü toprağı gibi Azerbaycan Türkü’nün üzerine
serpilmişti. Derviş görünümünde, bir ulu kişi ve
bir serdengeçti, ölüm uykusuna yatmış yavrularını
49
kaybetmekten korkarcasına kaygılı bir ata gayretiyle onları uyandırmağa çalışıyordu. Dr. Ebülfez
Aliyev’i böyle bir ortamda tanıdım. Sonra milleti ona layık olduğu adı verdi. Türklük aleminin
“Elçibey”i ve benim Beyim, Büyük Beyim oldu.
Elçibey’le ilk defa görüşmemizi Dr. Feridun
Celil Ağasıoğlu temin etmiştir. Beni, Azerbaycan
Halk Cephesi’ne ilk defa, Prof. Dr. Dilara Aliyeva
ile Dr. Feridun bey götürdüler. Hiç unutmam , Inturist Otelinde, asistanı, Dışişleri eski Bakanı Dr.
Vilayet Guliyev’in doçentlik unvanını almasının
şerefine tertip ettiği yemekte biraz yubanmış ve
görüşmeye vaktinde gidememiştik. Dilara Hanım
defalarca Elçibey’den özür diledi ve kabahatin
kendisinde olduğunu söyleyerek beni Elçibey
karşısında zor durumda kalmaktan kurtardı.
Elçibey’in çalışma odasını, toplantı odası ve
dava arkadaşlarının çalıştıkları odaları görünce,
hayalimden, okul sıralarında öğrendiğim ve
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşımızda kullandığı mütevazı çalışma ortamı gelip geçti.
Atatürk’ün verdiği milli mücadele İle Elçibey’in
verdiği mücadele arasında hep benzerlikleri ve
ortak yönleri arayıp bulmağa çalışırdım. Ama
orasını düşünemedim ki, Eiçibey’in Savunma
Bakanı Rahim Gaziyev, Rusların adamı olacak ve
Kremlin’le işbirliği içinde olacak. Milli bir şair
olarak zuhur eden, Azerbaycan’ın suyunu içip,
tuz-ekmeğinî yiyen ve bir makam verilmediği
için Elçibey’i arkadan hançerleyerek bedbahtların
çıkacağını rüyamda görsem inanmazdım. Ama
oldu. Böyle bedbaht ve namertler çıktı. Sonradan
gelip, Elçibey’in cenazesinde “timsah gözyaşı”
döktüler. Bir de, onu hesap edemedim; Elçibey,
adamdır diye, “kağıttan kaplan” ve adamcıklarla
“dava arkadaşımdır” diye yola çıkmıştı.
Elçibey’e, “iyi bir Atatürkçüydü, Atatürk
hayranıydı, Atatürk’ün neferiydi, Atatürk’ün
askeriydi” diyebiliriz. Onu Atatürk’le asla mukayese edemeyiz. Düşünün bir kere, Kazım Karabekir Paşa veya Mareşal Fevzi Çakmak düşmanla
işbirliği yapacak, Atatürk de bunu kesin delilleri
ile yakalayacak ve affedecek... Hiç böyle bir şey
olabilir miydi?.. Böyle bir şeyi düşünmek, Türk
olan bir insanın kanını dondurmaya yeter ve artar
bile.
Elçibey’in vefatından önce Ankara Hastanesinde kaleme aldığı vasiyet ve itirafları arasında
yer alan “hatalarım oldu” dediği konulardan bir
tanesi bu idi. Vatan hainlerini affetmesinin hata
olduğunu çok geç anladı ve itiraf etti.
Atatürk’ün başarılarından örnek alarak, hep
büyük hedeflere yöneldi. Büyük düşünmesini
biliyordu. Rahmetli Turgut Özal’ı çok beğenirdi
ve en az onun kadar pratikti, işleri sürüncemede
bırakmazdı ve nefret ederdi. Düşündüklerinden
bazılarını başarabildi. Hiçbir liderin bugün bile
başaramadığı bir olayı gerçekleştirdi ve Rusları
Azerbaycan topraklarından ebedi olarak kovdu.
Üniversitelere girişi, Türkiye’deki gibi Merkezi
Yerleştirme Sistemine bağladı ve bu konuda
kronikleşmiş rüşvetin kökünü kesti. Azerbaycan
kadınlarının yerlerde sürünmeye değil, başa taç
olması gerektiğine inandı ve tatbik etti. “Cennetin anahtarı anaların ayağının altındadır” sözüne
yürekten inandı ve Azerbaycan kadınlarının
teşkilatlanarak kendi hak ve hukuklarını
aramasına fırsat verdi. Hür basın, onun zamanında
doğdu, gelişti ve bugünkü olgunluğuna erişti.
Siyasi Partiler, Elçibey zamanında doğdu. O
olmasaydı, bugün Azerbaycan’da, siyasi partilerin
durumu Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan
ve Kazakistan’dan farklı olmayacaktı. O kendi
makamını ve geleceğini feda edip Keleki’ye gitmeseydi, bugün doya doya seyrettiğimiz Bakü’nün
bu güzellikleri olmayacak, Grozni gibi bir harabeye dönecekti.
Bunları düşündüğümüzde, ömründe demokrasi
ve bağımsızlık görmemiş bir insanın milletinin
önüne düşerek, onu zulmetten ışıklı dünyaya
çıkarırken karşılaştığı zorlukları aşan bu “ruh
adam”ı saygıyla ayakta alkışlamak mecburiyetini
hissediyorum.
Türklüğe, Türkçülüğe ve Türk’ün büyüklüğüne,
onun şanlı tarihine toz kondurmazdı ve
kondurmadı.
Bana, dünyanın en büyük şeref belgesini
verdi ve beni şereflendirdi, Rus tanklarının
Bakü’yü işgal etmesinin birinci yıl dönümü
için Washington’dan başlayarak , Azerbaycan’a
Rusya’nın çeşitli şehirlerini dolaşarak Baku’ye
vaktinde varan ilk “Batı”lı gazeteci ben olmuştum.
Yüzlerce fotoğraf çekmiş ve bir o kadar insanla röportaj yapmıştım. Hazırladığım rapor,
çalıştığım gazetede “Tankların Altında Geçen Bir
Yıl” başlığıyla 15 gün arka arkaya tefrika edildi.
50
Dr. Hanım Halilova ile Elçibey’in o zamanki
Halk Cephesi binasındaki makam odasına gittik.
Elçibey, benden varsa bir vesikalık fotoğrafımı
istedi ve yardımcısı Oktay Kasımov’u çağırdı, ona
verdi ve bir şeyler söyledi.
Elçibey’le beraber toplantı salonuna indik.
Orada bulunanların huzurunda, “GaripKafkaslı,
Azerbaycan’a yaptıklarınızın karşılığında size
altından bir şeref madalyası vermek isterdim.
Halkımızın durumunu biliyorsun. Seni Azerbaycan Halk Cephesi’nin Amerika Temsilcisi olarak
görevlendiriyorum. Bu vesikayı, Altından bir
şeref madalyası olarak kabul et” dedi. Hayatta, çocuklarıma bırakacağım en büyük şeref
vesikasının sahibi oldum.
Bugüne kadar bu vesikayı şerefle taşıdım. Gereken yerlerde kullandım. Samimi olarak itiraf etmek
istiyorum, bu vesika gösterdiğim her makamda
itibar gördü, itibar gören, vesika değil, onun üzerinde yer alan Dr. Ebülfez Elçibey’in imzasıydı.
Bu temsilcilik belgesiyle, Amerika’da Senatoya,
Temsilciler Meclisine, Dışişleri Bakanlığına ve
muhtelif siyasi mahfillere Elçibey’i temsilen gittim.
Ankara’ya tedavi olmak için geldiğinde, yanına
kimseyi sokmuyorlardı. Ana giriş kapısında, katlarda ve yattığı katta güvenlik ve polisler vardı. Bu
noktalardan hep, Bey’in itibarlı imzasını taşıyan
bu Temsilcilik belgesiyle geçtim.
Büyük Bey, Ankara’da yattığı günlerden bir
gündü. Başbakanlık İdareyi Geliştirme Başkanı
ömürlük ülküdaşım, Bilecik’te Devlet kurmuş
yörüklerden Prof. Dr. Gürol Banger ile, önemli bir
projeyi takdim için Başbakanın Müsteşarına gidiyorduk. Normal olarak güvenlikten geçmemiz gerekiyordu ve geçtik. Ana kattaki kontrol noktasına
geldiğimizde, Prof. Banger, elini ceketinin
mendil cebine attı ve oradan ay-yıldızlı görkemli
Başbakanlık kimlik kartını çıkarıp gösterdi. Yetkili
güvenlik elemanı “Buyurun geçin, efendim” dedi.
Sıra bana geldi Prof. Banger beni bekliyordu. Elimi büyük bir güvenle ben de onun gibi ceketimin
mendil cebine attım ve oradan aynen onun yaptığı
gibi Türk mavisi, üzerinde AHC harfleri bulunan
Azerbaycan Halk Cephesi’nin temsilcilik belgesini çıkardım ve görevliye uzattım. Açtı, baktı,
inceledi. Sonra bana belgeyi sol eliyle uzatırken,
selama durdu ve “Buyurun geçin, efendim”, dedi.
Prof. Banger bu hareketin ardından polisin yanına
geldi ve “Neler oluyor? Neden selama durdun?”
diye sordu. Polis gayet sakin bir sekide, “O belgede bulunan Ebulfez Elçibey’in imzasının aşkına
selam durdum, efendim” dedi.
Savuşup gittik. Müsteşarın odasına giden koridoru Prof. Banger ile boydan boya yürürken, savaş
cephesinden dönmüş bir kurtuluş savaşçısının
edasıyla, başım dik ve hep Elçibey gibi ileriye bakarak yürüdüm. Başımı dik tutarak yürümeme sebep olan bu belgenin verdiği zevkle mest oldum.
Lezzetini tarif edemem, onu bire bir yaşamak ve
tatmak gerek.
Bey, çok diriydi. Diri sözlüydü. Kıvraktı, kıvrak
bir zekası vardı. Aptal gibi, başına güneş yemiş
Arap gibi, miskin, pısırık yürüyen, mızmız, her
şeyden şikayet edenlerden hoşlanmazdı. O problemlerden değil, problemler ondan korkardı.
Sözünü esirgemez, anında Oğuzca ve açıkça
söylerdi. Gıybet etmezdi, ettiğine şahit olmadım.
Buna teşebbüs edenleri sustururdu. O, dostuna da
dost, düşmanına da dosttu. Paçasından tutup geriye çekenlere aldırmaz, onlarla muhatap olmazdı.
“Bey, müdahale etsenize, neden paçanızı çekip
kurtarmıyorsunuz “ diyenlere “Şair Se’di ile Kuduz it” hikayesini anlatırdı.
Tarihi hem yaratır hem de yaşardı. Onun hamuru hastı ve mensup olduğu milletin toprağından
yoğrulmuştu. Eline, diline, beline sahip çıkan ve
bunları yaşayan bir Türk Atasıydı.
Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Elçibey’i
Baku’de makamında ziyaret ettik. Türkiye’den
giden 100 kişilik bir “deliler” grubuydu. Kimler
yoktu ki, Mustafa ve Sevgi Kafalı hocalar , Turan
Yazgan , Rıfat ve Sevinç Çokum , Rahmetli Necdet Sancar’ın eşi, Aslıyüce Erdoğan ve Yağmur
Tunalı. Her kesimden temsilci vardı grubumuzda.
E’tibar Memedov bizim grubun şerefine bir akşam
yemeği verdi. Elçibey , yemekte “Masa Beyi”
seçildi ve sırasıyla söz veriyordu. Sonra bana
döndü, “Şimdi Garipkafkaslı’yı dinleyeceğiz.Bize
yürek sözünü söyleyecek” dedi.
Yüreğimde, yılların biriktirdiği dağlar kadar
söz vardı. Nereden başlasam diye düşünüyordum.
Bilmiyorum hangi şeytan aklıma soktu , gayri ihtiyari ağzımdan; “Efendim, Batılı alimler,
Azerbaycan’la ilgili yazdıkları eserlerde Azerbaycan Şarkın Fransa’sıdır. Aydın ve ilerici fikirler
51
Şarkta
hep
Azerbaycan
topraklarından
kaynaklanmıştır...” dememe kalmadı. Elçibey
sözümü kesti. “Orada dur... Azerbaycan’ın Batıyı
taklit ettiğini kim söylemeğe cesaret edebilir.
Azerbaycan Türkünün güzel fikirler üretmeye
ve yaratıcı olmaya kudreti yok mudur?” dedi.
Daha sonra bütün davetlilerin huzurunda bana,
“Senin Garipkafkaslı adının sonundaki “Kafkaslı”
kısmını geri aldım, kal şimdi Garib.. İstersen bundan sonra sana “Garip Fransalı” desinler,” diyerek
beni ağzımı açıp açacağıma pişman etti. Bey’in bu
sözleri, sağlı-sollu ciğerlerime değen iki top güllesi gibi, soluğumu kesti. Yavaşça yerime oturdum.
Tabaktaki yemek, bana yedi başlı ejderha gibi
görünmeğe başladı. Kendimi zorladım, yiyemedim. Lokmalarım ağzımda büyüdü, yutamadım.
Bu kadar nezih bir Türk Dünyası aydınları
grubu karşısında yüreğimdeki sözümü söyleme
hakkımı, hiç tanımadığım bir “Garb”lı bilim
adamının sözlerinden dolayı kaybetmiştim. En
acısı, bir ömür boyu şerefle, itinayla, dikkatle,
tozdan, lekeden, çirkeflerden ve çirkinliklerden
koruduğum, Garipkafkaslı olarak bilinen adımın
en has ve görkemli kısmı olan “Kafkaslı” tarafını
kaybetmiştim. Dertlerimle Türk Ellerinde bir “abdal” gibi gezen Gariblerden biri oluvermiştim.
Ne taraftan baksanız, “perişanlık”, “yalnızlık”,
“itilmişlik”, “kakılmıştık”, “zelillik” ve “zebunluk” arz eden “Garib” adıyla ortada kalakalmıştım.
Aradan altı ay geçti. Bey’in “makaslamasıyla”
adımın
yarısını
kaybetmiştim.
Dengem
bozulmuştu. Yazamıyordum. Çizemiyordum.
Dostlara Amerika’dan telefon ederken eskiden
olduğu gibi, “Ben Garipkafkaslı...” diyemiyordum. Telefon ederken, “Ben Ahmet Ali...” demeye başladım. Karşı taraftaki sesin, “Kim?..
Affedersiniz çıkaramadım..”sözünü dostlarımdan
duymam ağırıma gitmeye başlamıştı. Kuyruğu
kökünden kesilmiş yarış atına benziyordum. Dengem bozulmuştu.
Amerika’da, Virginia’daki evimizde, eşim
Müşerref, kızım Aybike ve oğlum Murat Han
ile akşam yemeğindeydik. Telefon çaldı. Eşim
kaldırdı ve bana, “Garib... telefon sana, Keleki’den
arıyorlar” dedi. Telefondaki Oktay Kasımov’du,
“Bey sizinle görüşmek istiyor,” dedi. Bey telefonda, “İlk önce sana adının “Kafkaslı” hissesini
geri verdiğimi belirtmek istiyorum, ikincisi, sana
fakslayacağım mektubu tercüme et ve Dışişleri
Bakanı Albright’a benim yerime ilet” dedi. Bey’in
sesini yeniden duymam ve adımın tamamına
yeniden kavuşmam beni ziyadesiyle mutlu etmişti.
Elçibey, kimseye karşı kin tutmazdı. Elçibey’in
yanlışlıkları veya doğruluklarını irdelemek bana
düşmez. Bu yaşa geldim, birşey bildiğimi iddia
etmedim. Bu konuda sohbet açıldığında sadece,
“Evet bilirim... haddimi bilirim!” demekle yetindim. Ama bildiğim bir şey daha var, Elçibey, dostuna dost, bu arada düşmanına da dosttu. Sebebini sorduğumda, “Belki onu bu şekilde hareket
etmeye zorlayan zahiri kuvvetler veya sebepler
vardır” der geçerdi.
Elçibey’in gerçek dostlarından ona zarar gelmedi. Onun merhamet ettiği ve bağışladığı insanlardan zarar görmesi, tahammülü mümkün olmayan tarihi birer hadise olarak gelecek nesillere
kalacaktır.
Elçibey’i arkadan vuranlar, kendi çıkarları,
dünyevi
hazları
için,
gerçek
manada,
Azerbaycan’ın kaderini ve geleceğini katledenler,
bugün olmasa bile, yarın tarih önünde hesap vereceklerdir. Bunu yetişmekte olan, Elçibey fikirleriyle teçhiz olmuş genç Azerbaycan alimleri delilleri ile bulup ortaya çıkaracaklardır. “Mene bir
vazife de tapşırmadı.. Men onun Şeki’de yüksek
rey almasına kömek ettim..” diyen ucuz, “milli
kahramanlar” bu sözlerinin altında ebediyete kadar acı ve ızdırab çekeceklerdir.
Elçibey, her zaman, “İçimizden hainler çıkmasa,
düşmen bize dav gelebilmez” derdi. Bey’e, karşıdan
gelen mert düşman zarar veremedi, Ruslar buna bir
defa teşebbüs ettiler, ebediyyen, Azerbaycan’dan
Elçibey zamanında sökülüp atıldılar.
Eğer Tanrı nasip etseydi, Türk Dünyası bir
Bayrak altında birleşebilseydi ve Büyük Turan
elini kurmuş olsaydı. Demokratik yolla Turan
Hakanını seçmek için sandık başına gidilseydi.
Elçibey, o sandıktan Turan Hakanı olarak çıkardı.
O, Elçibey’di... Bey’imiz, Büyük Bey’imizdi...
Azerbaycan’ın
mutlak
bağımsızlığı
için
gönderilmiş “bağımsızlık” elçisiydi...
Geldi, kurtardı ve gitti...
52
BEY OLANLARA...
Mehmet Ali KALKAN
Elçibey’in Aziz Hatırasına...
Kılıç iyi, kalem iyi,
Birisini silmek olmaz.
Bey Kayı’nın gözbebeği,
Başkasını bilmek olmaz.
Devletliler devlet arar,
Devletsizler vatan arar,
Vatan uğruna can arar,
Vermeyince almak olmaz.
Dinlemezsen ağıt olur,
Dinler isen öğüt olur,
Bey Kürşat’ça yiğit olur,
Gök ekini yolmak olmaz.
Çokça çalış misal arı,
Ekmeyince çıkmaz darı,
Ağlar iken başkaları,
Bey olana gülmek olmaz.
Bey aman diyeni yenmez,
Bey kin tutmaz, bey gücenmez,
Bir laf iki türlü denmez,
Denen söze ilmek olmaz.
Kılıç ya kında durmalı,
-İlla yakında durmalıYa vurdu mu tam vurmalı,
Bey gönüle taht kurmalı,
Bu dünyada kalmak olmaz.
Hem döğüş bil hem toyunu,
Elbet bozar zor oyunu,
İllaki Oğuz soyunu,
Dilim dilim dilmek olmaz.
Bey her zora göğüs gere,
Yüz yüzü, göz gözü göre,
Bu ki Ötüken’den töre,
Su görende dalmak olmaz.
Olmasın milletin üzgün,
Kutlu ülkü senin yazgın,
Sal atları dolu dizgin,
Boşa kılıç çalmak olmaz.
Gökte uçar Huma Kuşu,
Kutlu Dağ’da Yada Taşı,
Devlet ki Oğuz’un işi,
Devamlıdır, bölmek olmaz.
53
ELÇİBEY
Prof.Dr.Turan YAZGAN
Elçibey, yalnız:
-Azerbaycan’da kanla, sürgünle ve her çeşit insanlık dışı dehşet verici metodlarla bastırılmış ve
sindirilmiş Türklük ruhunu uyandıran,
-Meydanlara yüz binleri toplayarak Türklük şuuruyla birlikte istiklâl aşkı yaratan,
-İstiklâlin sembolü bayrağı tekrar göklere kaldıran,
-Azerbaycan’ın müstakilliğini ilân eden ve herkese kabul ettiren,
-Devleti yeniden kurarak öz ordusunu kuran, öz parasını basan,
-Rus ordusunun, bir neferin bile burnunu kanatmadan Azerbaycan’dan çıkaran,
-Ermenilerin aksine, bir kimsenin bile burnunu kanatmadan mukabele olarak Ermeni’leri Bakü’den
süren,
Demokratik seçimlerin ne olduğunu bütün dünyaya gösteren bir Türk lideri değil; aynı zamanda, Türk
Halkları Asamblesinin ittifakla seçilmiş şeref başkanıdır. Artık Türkçü, antikominist ve demokrat bir
insan olarak, Türk dünyasının her yerinde ondan fazla sevgi ve saygı gören bir liderimiz yoktur.
Elçibey’e atılan iftiralar; onun sakalının bir tek kılını bile kirletememiştir. Her Türkçü iktidar sahibinin
olduğu gibi onun da siyasi kaderi kötü olmuştu. Ancak Türk dünyasının her yerinde, Türkler’in kalbinde
tahtını kurmuştur.
Elçibey, sadece ve sadece Türklüğü düşünen, kendi sağlığına ve menfaatine zerrece eğilmemiş ve
eğilmesi mümkün olmayan gerçek bir ülkücüdür. Allah’ın Türk coğrafyasına bahşettiği iktisadi
kaynakların tamamının Türkler tarafından, Türkler’e göre ve mutlaka 250 milyonluk büyük Türk Milleti için kullanılması sağlanmadıkça, refaha ve huzura kavuşamayacağımızın şuurunda; dil ve fikir
birliğinin, gerçek yolcusu ve savunucusu olmuştur.
Elçibey’i İlimler Akademisi’nin altına, Türkiye’nin gök kubbesi altına veya Azerbaycan’ın gök kubbesi
altına sığdırmak istediler. Elçibey sığmazdı!
Atatürk’ü en doğru tanıyan, gerçek bir Türk milliyetçisi olarak ve Atatürk’ün samimi askeri olarak
Allah’ın rahmetine kavuştu. Yattığı yer nurla dolsun. Allah gani gani rahmet eylesin!
Tanrı Türk’ü Korusun!..
(Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 2000)
54
BİR KEMALİST’İN ÖLÜMÜ
Yağmur ATSIZ
Asıl soyadı ”Elçibey” değil “Aliyef”di… Yani “Alioğlu” yahut “Alisoy”… Rus etkisiyle sonuna
“ef” takısı alması onu rahatsız ettiği için değiştirip “Elçibey” soyadını almıştı. Bir tür siyasî “mahlas” gibi. Frenkler sanatçıların kullandıkları takma adlara şaka yollu “nom de guerre” derler “savaş
adı”… Ebulfez Elçibey bakımından bunu “mecazi” değil “gerçek” kabul edebiliriz… Zira Azerbaycan
Cumhurbaşkanı konumundaki Haydar Aliyef ile arasında bulunan soyadı benzerliği tamamen tesadüfidir. Azeriler çoğunlukla Şiî Mezhebinden oldukları için aralarında Ali adı ve soyadı yaygındır. Nitekim
Bakü’nün Ankara nezdindeki Büyükelçisi de –Eğer yanılmıyorsam- Aliyef soyadını taşımaktadır ama
onun da ne biriyle akrabalığı vardır ne öbürüyle…
Ben Ebulfez Elçibey’le ilk kez 1989 yılında, yani SSCB artık son demlerini yaşarken, karşlılaştım.
Bir Alman TV kuruluşu için Bakü’de çekim çalışmaları yapıyordum. O tarihte artık Elçibey soyadını
kullanmaya başlamıştı. Hakkında tutuklama kararı olduğundan ortalıkta pek dolaşmıyor, ama fazla da
yer altına inmeye gerek görmüyordu.
Önderi bulunduğu “Halk Cephesi” (Bağımsızlık örgütü) ile KGB arasındaki güç oranı adamakıllı
“Halk Cephesi” tarafına doğru kaymaya başlamıştı.
Çok yağmurlu bir ikindi üzeri kendisiyle Bakü varoşlarındaki bir “gizli” (artık ne kadar gizli idiyse…)
mekânda buluşmuştum. Daha sonraları, Cumhurbaşkanı olduktan sonra da bir iki görüşmemiz oldu.
Son derece inançlı bir Kemalist ve eğer bir latîfeye müsaade ederseniz – “iflah kabul etmez” bir Atatürk
hayranıydı. Azerî Halkı’nın sosyal ve kültürel problemlerine de büyük önem atfetmesi herhalde buradan
ileri geliyordu.
Evet en dar gününde onu bozuk para harcar gibi harcamaktan hicâb duymadı!! Kremlin’in “rahle-i
tedrisi”nden yetişme ve Moskova’ya mine-l bab ile mihrab göbek bağıyla bağlı bir takım gaasıblarla
işbirliğini tercih etdi!.. Kimbilir, belki de o karakterdeki insanlar Ankara’daki iktidar sahiplerine daha
bir Kaabil-i imtizac geliyordu. Oysa Ebülfez Elçibey,1990’dan sonra “bağımsızlık”(!) kazanan bütün
Doğu Türk Cumhuriyetleri arasında “Komünist Hiyerarşi”ye hiç mensub olmamış, “Devr-i Sabık”ın
çanak yalayıcıları arasında asla yer almamış “TEK” devlet adamıydı… Yeni bir çağ başlarken en çok
gözetilmesi gereken siyasetçi, üstelik yegane samimi “demokrat”tı… Ankara, Rus destekli Ermeni
birlikleri Karabağ ve geri kalan Azerbaycan’ın yüzde 20’sini işgal ederken de seyirci kaldı ve Elçibey’in
“Hiç değilse yaralılarımızı tahliye için bir helikopter gönderin” ricasına da kulaklarını tıkadı!!!
Azerbaycan birgün Türkiye’den bunun hesabını soracaktır!!! Ebülfez Elçibey’e Tanrı’dan rahmet diliyorum.
(Milliyet Gazetesi, 24.08.2000)
55
Desen: Garipkafkaslı-1973
BEKLEYİN
Dilaver CEBECİ
Toprağınıza yağmurlar yağar bir gün
Ve ıslanır kirpikleriniz.
Masal gibi geceler geçer üstünüzden,
Yorgunluğunu yitirir elleriniz.
Bir sarı kurşun geçse aklınızdan,
Benim de gözlerimden atlar geçer dörtnala.
Atlar... Asya’lı atlar... ak nişanlı al atlar...
Süvarileri bulanmış kana.
Yüreğimde bir sevgi şarktan garba ulaşır.
Denizler bende yaşar, dertlerini bilirim.
En eski gemiler gönlümde pupa-yelken;
Umulmadık bir yönden bir gün çıkar gelirim.
56
ELÇİBEY GENÇLİĞİ
Ahmet KABAKLI
15 günlük iznimden sonra, inşallah hayırlı
olacağını umduğum yazılarıma, Türk dünyasının
gönlünde kutsallaşan mübarek bir isimle
başlıyorum: O da beni ve çoğumuzu hasrette
bırakıp giden Ebulfez Elçibey’dir.
Sevgili merhum Elçibey, mahiyetini o zaman
bilmediğim hastalığı dolayısıyla Türkiye’ye geldi.
Uzakta olduğum için, O’nun beni arayıp haber
vermesine rağmen karşılamaya ve görmeye gidemedim. İşte bunun üzüntüsü içinde iken acı haberi
geldi. Daha önce, baskılar yüzünden Türkiye’mize
gelemediği için yıllarca görüşemediğim Elçibey’i
iki defa üstüste kaybetmiş oluyorum; ne yazık!
Elçibey, Allah’ın rahmetine Türkiye’nin bir
hastanesinde kavuştu. Azerbaycan’ın Türklüğün
öz evladı olduktan başka bizim de öz vatandaş
ve büyüğümüz olarak öldü. Bir sebeple cennete
layık o insana sırf Azerbaycan’ın değil, Türkiye
halkının da büyük şehidi gözüyle bakıyoruz.
O’nun yetiştirdiği vatansever gençlere, milletine
ve ailesine sabırlar ile başsağlığı diliyoruz. Dileriz
ki, onun iyice bağışlayıcı ruhu, ona karşı işlenen
günahları bahtına üşüştürülen kötü niyetli cefaları,
küçüklükleri affetsin.
Milletine inanmış bu eşsiz genç adama
hayranlığım, 1990’lı yılların başlarında, sayın
şair Bahtiyar Vahapzade ve kardeşim Prof. Turan
Yazgan’la birlikte Bakü’de görüşmelerimizle
başlamıştı. O yıllarda bütün soydaşlarımızın ümitle
bağlandığı güzel Elçibey adı dillerimize renk veriyordu. Azerbaycan gençliği gibi Türkiye’deki üniversite öğretmen ve öğrencilerinin de esirlikten
kurtuluş kahramanı olmuştu.
Bakü’müzde Sovyet despotluğunun zalim
cellatları bizim ziyaretimiz sırasında son iğrenç
facialarını oynuyorlardı. Sonradan Elçibey’in
teklifiyle “Azatlık Meydanı” adı verilen meşhur
alanda, Rus tankları pek çok Azerbaycan Türk’ünü
ezip şehid etmişti. Ancak; bu barbarlıklarına
karşı, Azerî kardeşlerimizin, bilhassa hanımların
fedakarlığı ümit vericiydi. Gösterdikleri direniş,
lanet ve nefret seli, bu canavar imparatorluğun
küstah bürokratlarını yıldırıp dairelerine, evle(Türkiye Gazetesi 10.9.2000)
rine tıkmıştı. Gönüllere bağımsızlaşma sevinci bu
yüzden gelmiş, hemen her köşe bucak milliyetçi,
istiklalci, gençlerimizin, şair ve yazarlarımızın tek
bayrak halinde Elçibey’e bağlı “Halk Cephesi”
coşkunluklarına devredilmişti.
O günlerde Bakü, Gence ve Karabağlı halkımız
sanki gerçek bağımsızlığa kavuşmuş Müslüman Türkler’in iman ve ümitle varoluş destanı
gibiydi. Ermeni ve Rus düşmanlarına karşı büyük
zafer kazanmışcasına bu halk gezdiğimiz yerlerde önce Ankara’ya güveniyor, Türkiye’nin
itibar ve sevgisi, anlatılmaz doruklarda geziyordu. Taksi şoförleri, bizleri tanıyor ve ısrarımıza
rağmen kat’iyyen para almıyorlardı. Esnaftan
bir mendil satın almaya kalksak, üste de kravat
hediye etmeğe kalkıyorlardı. Elçibey’in “Halk
Cephesi” gençlerinden bir hanım kız ile eşi bana
ve eşime, gönüllü “evlat” oldular, aynı yıl onları
İstanbul’da ağırlayıp bahtiyar olduk. Yani sadece
aynı milletten değil, birbirini çok seven akrabalar
oluvermiştik. Bu yakın dostlukların hepsi, milleti
karşısında Rus zulmünü ve onlara bağlı çıkarcıların
alçaklıklarını kavrayıp Azerî gençliğini de (bu
yolda) aydınlatan; onları “Mehmetçik” hâline getiren Elçibey’in gayreti, irfanı Türkseverliği ve
liderliği sayesinde olmuştu.
Eğer onun büyüklüğünü iyi kavramak şerefine
nail olsaydık, şüphesiz, yalnız Azerbaycan değil
bütün Orta Asya, o büyük merhumun da aracılığı
ile bugün bambaşka itibar ve servetlerde olurdu.
Bir Anadolu bozkırlısı, Azerbaycan’ın Selçuklusu ve Osmanlı kadar, bize bir Dede Korkut
görünüşü veriyordu. Yunus Emre’yi ezberlemiş
olup içtenlikle, derinlikle okuyan Elçibey Türk
dünyasının birleşmesinde bir gönül sembolüydü.
Gerçi birçok siyasî hırs azgınlıkları vatansız
hainlikler, Türk dünyasının kadrini bilmezlikler,
eyyamcı politikacılar yüzünden o yurduna Türkiye ve Türk dünyasına yeterince hizmet imkanı
bulamadı. Ümidimiz, onun Cumhurbaşkanlığı’nda,
liderliğinde yetiştiğini umduğumuz Türk-Azerî
gençliğinin varlığında toplanmıştır.
57
BAYRAĞI YÜKSELTEN ADAM
Sevinç ÇOKUM
Tam onbir yıl önceydi. Kasım 1989… Sovyetler
Birliği, o yıkılmaz sanılan kale, sarsıntılar geçiriyordu. Başta Gorbaçov vardı. Yumuşamalardan söz
ediliyor, Türk Dünyası içten içe kıpırdanıyordu.
Partiler kurulmuştu; bağımsızlık andları içiliyor, mitingler yapılıyordu. Gerçi Rus tankları
acımasızdı ama vaveyla kopmuştu bir kere.
Değişim başlamıştı. Evet Kasım 1989… Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı başkanı Turan Yazgan
Hoca tam da o sancılı günlerde Azerbaycan’a bir
gezi düzenlemişti. Daha doğrusu Türk Dünyasıyla
kültür alışverişlerinin kapılarını aralamıştı. Ben,
eşim ve ayrıca gazetemizin değerli yazarı Ömer
Öztürkmen ağabey Azerbaycan’a kanatlandık.
160 kişi, Rus pilotların kullandığı bir uçakla
içimizde Hazar şarkıları yola koyulduk. Akşam
yıldızları gökte belirdiğinde Bakü’ye indik. Ben
o Kaf Dağları masalını gazetemizde onsekiz gün
süren bir yazı dizisiyle anlattım. Sanırım birçok insanımız harita üzerinde bir Azerbaycan
Türklüğünün varlığından o gezi sonucu benim ve
daha başka yazar arkadaşlarımızın yazdıklarıyla
haberdar oldular. Orda binlerce insan tarafından
nasıl karşılandığımızı, yaşadığımız izdihamı, Halk
Cephesi’nin gençleri tarafından bize yol açılmış,
bavullarımızı taşımalarını, yakalarımıza Azerbaycan bayrağının rozetlerini takmalarını, bizim de
kendi ay yıldızlarımızı onlara verişimizi anlattım.
Ama anlatmadığım pek çok şey var, yazıya
dökmediğim teyp bantları…
Diyeceğim Bakü’ye böyle kardeşlik çığlıkları,
karanfil yağmurları altında vardıktan sonra bir Halk
Cephesi sözüdür söylenip durmaktaydı. Cephe’nin
bir lideri vardı. Ebülfez Bey, ayrıca iki önemli
kişiden daha söz ediliyordu. İtibar Memmedov ve
İsa Kamberov… İtibar bey, Kervansaray’da bize
hitaben bir konuşma yapmıştı. Genç, ne istediğini,
ne konuştuğunu bilen, gözüpek bir insan… İsa
Kamberov’la da daha sonra ben bir mülakatta
bulunmuştum; o da ağırlıklı bir fikir adamı…
Çokça sözü edilen Ebülfez Bey neredeydi peki?
(Türkiye Gazetesi 25.08.2000)
Görenler, konuşanlar vardı ama efsane kişiliğini
nedense sürdürmedeydi. O günlerde sıkça bir
araya geldiğimiz ve sonradan dostluğumuzu
devam ettirdiğimiz yazar Azize Caferzade bir
akşam Turan Hocayı ve bizi evine çağırdı.
Çağırış sebebinden hiç söz etmedi. Ben Bakü’nün
sert rüzgarından rahatsızlanmıştım, ateşim
yükselmişti, sesim kısılmak üzereydi. Doğrusu
gitmek istemedim.Azize Hanım ısrar ediyordu.
Herşey açıkça konuşulmuyordu ve KGB görevlileri sürekli sağımızda solumuzda, ardımızda
dolanıyordu, malum… Geç bir vakitte saat 24 de
Azize Hanım’ın evine vasıl olduk. Azize Hanım
sofraya kocaman bir tabakta kavrulmuş et, ciğer
yahnisi ve meyveler getirip koydu. Midesi ezilen
olursa atıştırsın diye… Neyse, bir ara kapı çalındı.
Karşılayıcılar gittiler. İçeriye Nihat Çetinkaya’yla
birlikte kabarık kır saçları rüzgardan dağılmış, sert
bakışlı, sakallı fakat bu sertliğin gerisinde çarçabuk gülüverecek zannını uyandıran, trençkotlu,
uzun boylu biri girdi… “Ebulfez Bey geldi!” dediler. Selamlaştık, tanıştık. Benim kendisine ilk
sorum şuydu: “Sadr kim? Siz misiniz yoksa başka
biri mi? Sadr’ın anlamı liderdir Ebulfez Bey’in
cevabı; “Hanımefendi sadr olmak mühim değildir.
Mühim olan Halk Cephesi Hareketinin hedefine
hepimizin gayretiyle ulaşabilmesidir.”
Elçibey’i sevenlerin onun şu düşüncesini hiç
unutmamalarını öğütlüyorum şimdi. Vefatına ben
de inanamadım. Çünkü buraya sağlığına kavuşmak
için geldiğini düşünüyordum. Ve bir gün yeniden
Cumhurbaşkanı olabileceğini sanıyordum.
Ama takdir böyleymiş. Kendisiyle ilgili
düşünce ve hatıralarımdan gelecek yazımda da
söz edeceğim! Allah rahmet eylesin. “Bu bayrak
düşmeyecek” dedi. Halkına inandı ve ülkesine
bağımsızlığı armağan etti. Ne var ki sevdiği halk
onun değerini o zaman anlayamadı, çabucak
taraf değiştirdi. Umarım bugün geç de olsa onu
anlamışlardır. Bütün Türk Dünyası’na başsağlığı
diliyorum.
58
ECDAT
Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU
-Kimdi onlar;
Neredeler şimdi onlar?
-Bir aşılmaz dağdılar,
İmandılar, Hak Çalabı birleyen
Rahmettiler, yedi gökte gürleyen,
Üç zamanda, üç kıt’ada parlayan
Ergenekon ocağında kıvılcım,
Malazgirt’te lavdılar.
Aydınlığa gönül verip
Yıldızları sağdılar.
Bilendiler Alperenlik dersinde,
Olmadılar senlik, benlik hırsında
Temeldiler Türk’ün yüce harsında...
Tanrıdağlı demircinin örsünde,
Tek başına destandılar,
Tek başına çağdılar.
Çoraklarda gül açtıran
Kılıçlarda zağdılar.
Ham demire sindirilen tavdılar.
Yol bularak sarp dağların kışından
Yürüdüler Gök Börü’nün peşinden
Yüzlerce yıl mazlumların başından
Ne belalar savdılar.
Tufan olup sığmazlarken evrene
Sevgi olup gönüllere sığdılar.
İman ile erdem ile aşk ile
İnsanlığı kenetleyen bağdılar.
Hiç kesmeden atlarının hızını
Yaymak için “Tanrı birdir” sözünü
Yüzlerce yıl, nallarla yeryüzünü,
Kalyonlarla denizleri dövdüler.
Ezandılar, mehterdiler,
Sancaktılar, tuğdular...
Bayraktılar, çağlar boyu
Dikildiler en üste,
Bunaltılar ülkesi “Gün Batı’ya”
Rahmet olup yağdılar.
Dikildiler Viyana’da, Cezayir’de, Tunus’ta..
Yesevi’de, Mevlana’da, Yunus’ta...
Dışa doğru bin bir ışık volkanı,
Öze doğru, sessiz yanan kavdılar.
Ulaşırdı nal sesleri
Altaylardan Tuna’ya,
Uzanırdı kılıçları
İstanbul’dan Sina’ya,
Aşıktılar, maverayı dinleyen,
Ariftiler, söylemeden anlayan,
Şairdiler, kimi sazla, kimi sözle ünleyen...
Devcesine hicvettiler,
Devcesine övdüler.
İnsanlığı yerden alıp
Yükselttiler manaya...
Özde melek, yüzde melek,
Gözde birer devdiler,
Gökler kadar otağdılar,
Dünya kadar evdiler,
Devcesine kükrediler,
Devcesine sevdiler!!!
Devcesine kükrediler,
Devcesine sevdiler...
59
ELÇİBEY ÇAĞDAŞ TÜRKÇÜLÜĞÜN İDEOLOĞUDUR
Prof.Dr.Kâmil Veli NERİMANOĞLU
Türkçülük; Türk Dünyası’nın medeniyet, iktisadiyat birliğinin, manevi bütünlüğünün temelidir.
Türkçülük, Azerbaycan devletçiliğinin kökünde
duran üç başlıca temelden biridir. Türkçülük,
geniş mânâda millî Azadlık, bütünlük, devletinin
bağımsızlığı, demokrasi ve insan hakları uğrunda
mücadele eden Türk halklarının (Türk Milleti’nin)
ideolojisidir.
Türkçülüğün eğitimcilikten, ilimden, sanattan ve siyasetten gelen büyük ideologları;
Türkçülüğü kendine dönüş, kendini ifade etme
sistemi olarak meydana getirmişlerdir. A. Hüseyinzâde, A. Ağayev, İ. Gaspıralı, Z. Gökalp, N.
Atsız, Z. V. Togan, M. E. Resulzâde gibi fikir ve
akide sahiplerinin fikir sisteminde; Türk manevî
varlığını oluşturan siyasî, tarihî, coğrafî, iktisadî
ve diğer prensipler bütünlükle ele alınır ve tahlil
edilir. Tarihî gelişimi, millî varlığı, kimliği uğruna
mücadele eden Türk Halkları için Türkçülük,
tarihi zaruret olarak ortaya çıkmıştır. M.E. Resulzâde ve Atatürk, Türkçülüğün devlet varlığını
gerçekleştiren tarihî şahsiyetlerdir.
R. Rıza, B. Vahapzade, C. Aytmatov, O. Süleymanov, H. Memmedov; Türkçülüğün çağdaş manevi ölçüsünü dünya seviyesinde ortaya koyan
ilim ve sanat adamlarıdır. Bizce, Azerbaycan’ın
millî bağımsızlık hareketinin lideri, millî demokratik cumhuriyetin ilk hukukî cumhurbaşkanı
E. Elçibey’in fikir sistemini de bu nihai ifadede inceleyip, değerlendirmek mümkündür.
E. Eliçibey’in ilk Türkçülük fikirleri, doğup
büyüdüğü muhitle ilişkilidir. Ağır rejim yıllarında
yaşadığı hayat, çocukluk gözü ile şahit olduğu
ilk manzaralar, dinlediği masallar, destanlar, halk
deyimleri; Türkçülük gerçeğini onun kanına,
canına yerleştirmişti. Eski Keleki ile göz göze
yaşayan Güney toprakları (Güney Azerbaycan)
dağları, taşları. Han Araz’ın hüzün ve keder dolu
nağmesi; Elçibey’in çocukluk, yeniyetmelik dünya
görüşünde ilk silinmez izleri bırakmıştır. Dinlediği
mugamlar ve âşık havaları, sırlı-sihirli nakış dolu
halılar, düğünlerde ve bayramlarda gördüğü âdetler, millî-dinî akideler onun yüreğinde kurduğu
büyük dünyanın temeli, kökü olmuştur. Elçibey’in
ilk Türkçülük öğretmeni; el sözü, halk sanatı
olmuştur. Aksakallılar, akpürçekliler, halkın kendisi, Elçibey’in büyük Türklük dünyasının ilk
Aktaran: Cengiz Yavan
Türk Dünyası Tarih Dergisi Eylül 2000
mukaddes taşını koyanlardır. Zaman gelecek,
dünya değişecek, zaman girdabında yeni anlamlar,
mânâlar çıkacak. Ancak değişmeler, bu temelden
hiçbir şey götüremeyecek. Bu temel, hafızalardan
silinmeyecektir.
Elçibey’in Türkçülüğünün temeli ise; üniversite yıllarında sağlam, ilmî ve tarihî bilgilerle
güçlendirildi. Y.Z.Şirvanî, Z. Bünyadov (Allah onlara rahmet eylesin) E. Memmedov gibi meşhur
âlimler, Elçibey’e Türkçülüğün ilmî, tarihî zeminini öğrettiler, ona yol gösterdiler. Bu istikamette
kitaplar ve el yazmalar âlemine düşen bir Azerbaycan Türk’ü; Farabî, İbn-i Sina, İbn-i Haldun,
Caiz, Urmevî, Rumî, Nesimî, Nevaî, Babür, Hataî,
Fuzulî dünyasında dolaştıkça arı peteği gibi fikir
şırasıyla doluyor ve Türkçülük fikri şekillenmeye
başlıyordu. Ana diliyle konuşmayan insanlar,
millî varlığına hor bakan “ziyalılar” (!) Rusya’nın
hakimiyetine girebilmeyi milletine bayram kabul ettiren yöneticiler, onda büyük nefret ve tiksinti uyandırıyordu. Okudukları, öğrendikleri,
yaşadıkları Elçibey’i şaşırtıyordu. Üniversiteyi bitirip, yüksek lisansa başladıktan sonra
Z.Bünyadov’un gözetiminde “Tulunoğulları Devleti” isimli tezini yazmaya başlar. Yakın zamanda
kitap şeklinde bastırılan bu eser, Arap tarihinde
Türk devletçilik geleneğine adanmış ilk eserlerdendir. O yıllarda, siyasetin yoluna adım atan E.
Elçibey, Türkçülük ideolojisini temsil eden ilmî
edebiyatı ciddi şekilde öğrenir. Bu büyük mirası,
üretici olarak devam ettiren Elçibey, Türkçülük
ideolojisinin üretici şahsiyeti olarak faaliyete
başlar.
Elçibey’in Türkçülük sisteminin birinci aşaması,
Türklük fikrini yayma ile başlar. Üniversite amfilerinde, toplum hayatını ilgilendiren bütün alanlarda Türkçülüğü bir gaye, bir fikir olarak yaydığı
için; Rus-Sovyet İmparatorluğu’nun Türkçülüğe
vurduğu darbeleri anlattığı için siyasi suçlamayla
hapsedilen Elçibey; yılmaz, aksine faaliyetlerini
daha da artırır. Elçibey’e vurulan damgaların
birinin de “Pantürkist” olması tesadüf değildir.
Hapis hayatından sonra çalışmalarını daha da
arttıran Elçibey’in antirus, antisovyet faaliyetinde,
Türklük dünya görüşünün tebliği ve Türkçülük ülküsü, sürükleyici etken olmuştur.
Tebligat ve siyasi eğitim faaliyetinde, Türkçülük
60
E. Tahirzade’nin, Y. Oğuz’ün, C.Beydili’nin, A.
Rehimoğlu’nun, C. Göktürk’ün kitap ve makalelerinde, İ. Gamber’in, A. Kerimov’un konuşma ve
röportajlarında layık olduğu yeri bulmuştur.
Türk Halkları Asamblesi’nin fahri başkanı
seçilen, Türk Dünyası’na hizmetlerinden dolayı
Avrasya ödülüne layık görülen E. Elçibey için
en büyük mükafat; Türklüğe, Türk Dünyası’na
hizmetidir. Kısaca Elçibey’in Türkçülük fikrini
aşağıdaki şekilde genelleştirebiliriz.
1.Türk-Çin, Türk-Fars, Türk-Ermeni gibi tarihi çekişme sisteminde, kaynaklara dayanarak
Türkçülük tarihinin öğrenilmesini bir ülkü olarak
ileri sürmüş, çeşitli yazı ve konuşmalarında önemle vurgulamıştır. Türkçülük tarihinin çağdaş metodolojisi ve nazariyesi gösterdiği için faaliyeti
özellikle önem taşımaktadır.
2.Türk devletçilik tarihinin, özellikle M.E.
Resulzade’nin ve Atatürk’ün devletçilik tecrübesinin temel prensiplerinin gerçekleştirilmesinde,
çağdaş yorum ve tatbikinde Elçibey’in hizmetleri
çok büyüktür.
3.Türk Milli mefküresi için önem taşıyan Türk
Dili’nin, Azerbaycan’da resmi “devlet dili” olarak
kabul edilmesi, Latin alfabesine geçiş ve bu alfabeyle 80’den fazla ders kitabının hazırlanması
da önem taşımaktadır.
4.Elçibey; siyasi platformda. Bütün Azerbaycan
(Güney-Kuzey) idealini Türk Dünyası (Turan)
idealinin temellerinden biri olduğu şekilde ortaya koyup, halleden siyasetçi, alim olarak büyük
hizmetlerde bulunmuştur.
5.Elçibey, İslami dünya görüşü ile Türkçü dünya
görüşünün uzvi, tarihi birliğini, Türk-İslam felsefesini vahdette ele alıp, araştıran ve inceleyen fikir
adamıdır.
6.Elçibey; ırkçılıktan, fanatizmden, hükümcülükten uzak, demokratik sistem çerçevesinde,
Türkçülük sistemini dinamik şekilde yorumlayan ve gerçekleştiren siyaset ve devlet
adamı olarak tarihi görevi yerine getirmiştir.
Eğitimci-Türkçü; siyasetçi, İnkilapçı-Türkçü;
Türkçü devlet adamı; demokrat-Türkçü olarak
tarihe geçen E. Elçibey ekolünün çalışmasını
bitmiş kabul etmek yanlış olur. Elçibey, bugünkü
Türklüğün ve Azerbaycan’ın tarihi meseleleri
üzerinde daha büyük fedakarlıkla, daha büyük
ciddiyet ve kararlılıkla çalışmaktadır.
Tarih bu gün yazılmaya başlanmıştır. Elçibey’de
onun ön sıralarındadır.
ülküsünü zenginleştiren Atatürk ve Mehmet
Emin ekolü, onların Türk Devletçilik tarihinde
oynadıkları roller, özellikle önem taşır. Zaman geçtikçe yalan ve iftira, hile ve düzen, zulüm ve işkence
temeli ile oluşturulan SSRİ dağılmaya başlar. “Bu
imparatorluk dağılmalıdır” diyen ve bu yolda her
türlü azaba eziyete katlanan, soruşturmalara maruz
kalan Elçibey, bu imparatorluğun dağılmasına sebep olan şahıs olarak tarihe geçirilmiştir. “Bu imparatorluk kendi kendine dağılmıştır!” diyen komünistler, özellikle komünist milliyetçiler; ilmi,
tarihi bilmeyen siyaset tellallarıdır.İmparatorluğu
yıkan: Halkların, milletlerin iradesi olmuştur. Bu
milli irade şekillerinden biri de Türklük dünya
görüşüdür, Türkçülük ideolojisidir. Mankurtluk
felsefesini; Rus-Sovyet Emperyalizminin asimilasyon gücünü; bölünme, parçalanma faciasını;
milli benliği mahveden ağır sosyal yaraları;
özellikle, C.Aytmatov, R.Rıza, B.Vahapzade,
O. Süleymanov, H. Memmedov gibi büyük fikir
adamları gündeme getirmişlerdir. Bu şahsiyetlerin
arasında Elçibey’in ismi de şerefle geçmektedir.
Bu imparatorluğu halkların direniş faaliyeti yıktı.
General Grigoryenko, Soljenitsin, İ.Cemiloğlu
gibi Elçibey’in de adının geçmesi bizim için
gurur kaynağıdır. Bu imparatorluğu Almatı’da,
Tiflis’te Bakü’de başlayan ilk başkaldırı, direniş
dalgaları yıktı. Aynı başkaldırı dalgasının büyük
ve kaynaklarından biri, tarihin hafızasına inkilap
ve milli devlet şeklinde kazınan Bakü’ydü.
Bakü Azerbaycan’da başlayan “Milli Azadlık
Hareketi”nin lideri E. Elçibey’di.
Tarihi, kendi kanunlarına uygunluğundan ayrı
düşünmek mümkün değil. Hürriyete susayan halk,
bu hürriyet ve bağımsızlık için her şeye hazır
olan liderini bulmalıydı. 1992 yılında yapılan ilk
demokratik seçimlerde Elçibey; milli, bağımsız,
demokratik devletin seçimle işbaşına gelen
ilk cumhurbaşkanı oldu. Arkasında Rusya’nın
ve İran’ın durduğu yerli mafya ve komünist
gençler birleşerek, Azerbaycan’ın milli demokratik devletine karşı silahlı başkaldırı da bulundular. 1993-1997 yıllarında Keleki’ de, daha
sonra da Bakü’de yasal, fakat aynı zamanda
yasaklı cumhurbaşkanlığı devrinde ve bugüne
kadar devam eden sonraki günlerde Elçibey,
Türkçülük ideolojisinin nazari meselelerine,
Türk dünyasının problemlerine dair kıymetli
yazılar yazdı. Bu fikirler, Elçibey’in “Bütün Azerbaycan yolunda”/ Ankara, 1998/ kitabında, T.
Yazgan’ın, H. Açıkgöz’ün, F. Gazanferoğlu’nun,
61
Desen: D.Mete Karaçoban
Yetik OZAN
El emeği, alın teri, göz nuru;
Bu kilimde üç çilenin yünü var,
Boşa değil şu kibiri, gururu;
Yedi iklim, dört köşede ünü var.
Renk almış yaylanın çiçeklerinden,
Desen tutmuş buğday başaklarından,
Gök kuşağı ağmış saçaklarından;
Üzerinde bir ilkbahar günü var.
Her teli bir pınar olup akmada,
Her düğüm yâr gözü gibi bakmada,
Biçimler el ele halay çekmede;
Sanki ortasında köy düğünü var.
KİLİM
Bir ucunda bir destana başlanmış,
Bir ucunda gülle bülbül eşlenmiş,
Bir ucuna acı gerçek işlenmiş,
Bir ucunda tatlı düşler tünü var.
Yunus Emre tapınanda yüz koymuş,
Karacoğlan saz çalanda diz koymuş,
Köroğlu dört nala geçmiş iz koymuş;
Boylamında erenlerin yönü var.
Höyük gibi bengiliği yaşıyor;
Bağrında bir kutlu gömü taşıyor,
Yaşı nice yüzyılları aşıyor;
Bu kilimde uygarlığın dünü var.
62
GÖNÜL BAĞI… GÖBEK BAĞI;
BİR BOZKURT’UN ÖLÜMÜ
Altemur KILIÇ
Ebulfeyz Elçibey (Elçibey’e “Ebulfez” diyorlar;
ama ben “Ebulfeyz” demeyi daha mantıklı buluyorum.) gerçek bir Türk milliyetçisi bir Türk büyüğü
idi. Onu 1991 yılında, Sovyet İmparatorluğu
çöktükten sonra Muttalibov ara döneminde,
Kızılordu’nun Bakü’deki katliamının hemen akabinde, Bakü civarında gizlendiği evde ziyaret
etmiş ve tanımak şerefine nail olmuştum. Odasının
duvarları Türk Bayrakları ve Atatürk resimleri ile
donatılmıştı. Acaba bunca yıllık Sovyet işgali
Azerî kardeşlerimizi ne kadar etkiledi, millî
hislerini, Milliyetçilik şuurlarını ne kadar erozyona uğrattı diye endişelenirken, onunla konuşmam
Azerbaycan ve Azeriler hususundaki imanımı tazeledi.
Elçibey adını benimsemesi, küçük bir işaret! Ne
var ki, eskileri karıştırmakta yarar yok. Zaten Haydar beyle mücadele eden Ebulfeyz de sonraları
Haydar Bey’in devlet adamlığını ve sonralardaki
icraatını övmek büyüklüğünü göstermiştir.
Burada belirtmeliyim: Rahmetli Elçibey romantik fakat inanmış bir milliyetçi ve Turancı idi. Haydar Aliyev ise gerçekçi ve zamanında değişmesini
bilen ve beceren bir politikacı.
Yakından bilirim; Elçibey, Cumhurbaşkanlığı
esnasında, aleyhinde oluşan komplo belirtileri kendisine bildirildiğinde, bunlara kesinlikle
inanmamış: “Kim ki bana dokunacakmış!”
demiştir.
Acı olan T.C. devletinin, güç zamanlarında,
Elçibey’e gereken desteği vermemiş olmasıdır.
Kızılordu kompleksi yüzünden. İkinci Dünya
Savaşı’nın sonlarında bize iltica etmeye çalışan
200 kadar Azerî’yi, o zamanki Ankara’nın emriyle hudutlarımızdan içeriye almamak ve böylece oracıkta mitralyözle katledilmelerine imkan
vermek de başka, tarihî bir büyük ayıptı. Bazı
kıytırıkların ve diplomatlarımızın, Elçibey’in
Türkiye’ye tedaviye getirilmesine de “acaba
Haydar bey gücenir mi?” diye karşı çıkmaları da
büyük bir ayıptı. Bu engel MHP Genel Başkanı
Devlet Bahçeli’nin, Enis Öksüz ve Abdülhâluk
Çay’ın iradeleri ile aşılmıştı!
Öldükten sonra Türkiye’de layık olduğu Devlet
Töreni yapılmayıp alelacele Bakü’ye gönderilmesinde de acaba aynı “Haydar Beyi gücendirmek” endişesi mi vardı?” Düşünmek bile
istemiyorum.
Bir de, her böyle olaydan sonra, dedikodular
çıkar; şimdi de Elçibey’e Türkiye’deki hastanelerde
gereken ihtimamın ve hazakatın gösterilmediği,
“Amerika’ya gönderilseydi…” dendiği alttan alta söyleniyor. Hiç MHP’li ve Elçibey’e
bağlı Bakanlardan böyle bir şey sadır olur mu?
Gerçek muhakkak ortaya çıkar ama şimdi Sevgili Elçibey’in yasını tutalım ve ona Allah’tan gani
gani rahmet dileyelim!
Turan’ın öncüleri
Azerî Türklerinin, Türk Milliyetçiliğinin,
Turan idealinin öncüleri olduğunu hep bilirdim,
1918 de, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın
komutasında Bakü’ye giren Türk İslam Ordusunun Başyaverliğini yapan Babam, Bakü’de
bir süre kalmış, çok sağlam Azerî dostlarla
ilişkiler kurmuştu. Bunlardan biri de, sonraları
benim de can dostum olan gerçek Azerî-Türk
Milliyetçisi, Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetinin “nazırlarından” Mehmet Emircan’ın oğlu,
merhum Fuat Emircan idi. Fuat, İkinci Dünya
Harbi esnasında Azerbaycan’ın örgütlenmesinde
büyük rol oynamıştı. Ben de 19 yaşında evden
kaçıp bu Azerbaycan Lejyonu’na katılmaya
kalkmıştım, Turan ideali uğruna!
Bu sebeplerle, Ebulfeyz Elçibey benim için gerçek bir kahramandı. Bağımsızlık ve Türk Birliği
için arslanlar gibi mücadele etti.
Reel politika gereği acıdır, Türkiye’nin şimdiki
çıkarları, Azerbaycan’ın bugünkü Cumhurbaşkanı
Haydar Aliyev ile Ebulfeyz Elçibey ve geçmişleri
arasındaki farkları açıkça belirtmemi frenliyor.
Ancak, Haydar beyin hâlâ “Aliyev” yani Rusça
eki ile kalması, eski adı da Aliyev olan Ebulfeyz’in
63
GİTMEM...
Mustafa ASLAN
Ebülfez Elçibey’in aziz hatırasına...
Kanla vatan ettim ben bu toprağı
Son damla kanımı dökmeden gitmem.
Hainin başında kurup otağı
Onları hesâba çekmeden gitmem
Aklını yerinden sökmeden gitmem...
Kanımı veririm Bayrağım solmaz
Ölür çoğalırım eksiğim olmaz
Aslâ nöbet yerim Mehmetsiz kalmaz
Nöbetime Tekbîr çekmeden gitmem
Haçlı bilekleri bükmeden gitmem...
Ölüm, korkak için kurtuluş belki
Kurdun ölümünden gün umar tilki
Bilin müjde kalır bundan evvelki
Söküğü yırtığı dikmeden gitmem
Türk’ü tek hükümrân etmeden gitmem...
Ben çektim yukarı, indi aşağı
Avrupa köpeği, Haçlı uşağı
Beline bir daha vurup kaşağı
Katırımı tımar etmeden gitmem
Hâini hesâba çekmeden gitmem...
Adımı Türk koyup özel yarattı
Kalkanım boyumdu, soyum pusattı
Kanım bazen Dicle, bazen Fırat’tı
Kendi denizime akmadan gitmem
Uşağın sonuna bakmadan gitmem...
Çok azîz bilirim hatırımı ben
Kurban’a saklarım satırımı ben
Dayısına göre katırımı ben
Topa koşup dağa çekmeden gitmem
Alçağın belini bükmeden gitmem...
Babamdan nöbeti devraldım şanla
Oğlum nöbet için sırada canla
Son günlerde başımdaki dumanla
Dağlarımda nârâ atmadan gitmem
Zaferle mest olup yatmadan gitmem...
64
SENDEN SONRA
İsa Yaşar TEZEL
“Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Koşar adım gitmeli onların arkasından
Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir”
kardeş ülkeye gönderemeyenler, şimdi kendilerini
hesap sorma mevkiinde nasıl bulabiliyorlar?.
Odasının baş köşesinde ve göğsündeki rozette,
Büyük Önder Atatürk’ün resmini ömrü boyunca
şerefle taşıyan Ebülfez Elçibey, sanırım en çok
Atatürk’ün ülkücü tarafına hayrandı: Onu, ülkemizdeki pek çok entelektüelden daha iyi tanıdığı,
fikirlerini yorumlamasından belliydi. ATATÜRK,
1923 başlarında çıktığı yurt gezisinin ikinci durağı
İzmit’te bir basın toplantısı tertip etmişti. Orada bir
gazetecinin sorusuna verdiği cevap kulaklara küpe
olacak mahiyettedir: “..Herkesi memnun edelim
dersek mümkündür. Hepsi memnun olur ama biz
gayemize ulaşamayız. İdare-i maslahatçılar esaslı
inkılap yapamaz!..”
Tarih: 22 Ağustos 2000… O sabah Azerbaycan’lı
bir öğrenci beni telefonla aradı. Ağlıyordu telefonda. Elçibey’in vefat haberini televizyonda
duymuş, doğru olup olmadığını soruyordu benden. Buz kesilmiştim. Bey, hastalığı sebebiyle
nisan ayında Türkiye’ye gelmişti ve doktordan ümitsiz olduğunu öğrenmiştik ama yine de
konduramıyorduk. Öylece kalakaldım. Telefon
devamlı çalıyordu ama cevap veremiyordum.
Neler gelip geçmedi ki gözümüm önünden.
Türkistan’ın batısında, hürriyet meşalesini yakan
ilk lider, Azerbaycan kapılarını dünyaya açan, her
konuşmasında Atatürk’ten, dünya Türklüğünden,
Turan’dan bahseden, Sovyet boyunduruğundan
sonra millî birlikten bahseden, esir Güney
Azerbaycan’ı bize yeniden hatırlatan Ebülfez
Elçibey göçmüştü bu dünyadan. Ne yazık ki Vahit
Azerbaycan’a, en büyük emeline ulaşamadan…
Sonra çok daha eski yıllara gittim. Göremesem
de, bütün benliğimde duyduğum Azerbaycan Milli Demokratik Cumhuriyeti ve kurucusu Mehmet
Emin Resulzade.
İki büyük liderin kaderi, birbirine benziyordu. Elçibey, Nahçıvan Keleki köyünde sürgün
yaşamış, Ankara’da ebediyete intikal etmişti.
Büyük Türkçü şair Hüseyin Nihal Atsız şu
an gönlüme derman olan bu mısraları çok önce
yazmış. Nedense bazen onunla özdeşleştirdim
seni. Belki birbirinize çok benzediğiniz için. Bu
bir teselli değil “bey”im, dilinden düşürmediğin
“azatlık bayrağı”nı en yükseğe dikmek için senli
günlerimizi yad ediş sadece.
Senden sonra, çok şey yazıldı. Sözlerin bitişi
yakındır beyim, çok çalışmanın başlayışı yakındır.
Vahit Azerbaycan için söylenmemiş ne varsa,
giderken söylemiştin. Biliyoruz ki onları tekrar
etmek ruhuna ıstırap verecektir. Söz sana, bu son
beyim, senden sonra son. Vahit Azerbaycan için,
hemen ilk şafakta yola çıkma zamanı. Lakin,
senli zamanları da unutmak mümkün mü? Dün
buradaydın ve zamanı durduramazdık elbet ama
yine de nereye beyim? Ölüm elbet hak. Ne çare
ki biz, bayram sabahlarının yetimleri gibi kaldık
“bey”im nereye!..
Bugünü sezerdik elbet, “Vahit Azerbaycan”ı
göremeden beyim nereye?.. Azerbaycan’ın büyük
lideri Ebülfez Elçibey’in ideali olan güneyi ve
kuzeyiyle Vahid Azerbaycan ülküsü, bir gün mutlaka gerçekleşecektir. Elbette kolay değil ama bütün mesele, çok çalışmak ve o gücü yakalamaktır.
Yola da bu büyük ülküyle çıkılabilir ancak. Tarih,
güçlü olanın haklı da olduğu misallerle doludur.
Kaldı ki, Azerbaycan önce haklıdır. Çünkü bu ülkede yaşayan Türklerin kat kat fazlası güneyde
hâlen esirdir.
Doğu Almanya, Batı ile birleşmeden önce Alman idealistlerinin yaklaşık 50 yıl bu yola baş
koymadığını kim iddia edebilir? Ülkemizde idealistler faşistlikle suçlanırken, Azerbaycan’ın latin
harflerine geçtiği dönemde birkaç bin daktiloyu bu
(Azerbaycan Türk Kültür Dergisi)
65
Resulzâde ise dünya dengelerinin oluşumuna bir
yerde yenilmiş, ülkesinden çıkmak mecburiyetinde kalmıştı. O da ikinci vatanı Türkiye’ye gelmiş,
Azerbaycan Kültür Derneği’nin kurulmasına
öncülük etmiş, yurt dışındaki Azerbaycan
Türklerinin, aydınlarının oluşturduğu Muhaceret
Edebiyatı içinde ömrü boyunca, ülkesinin yeniden
hürriyete kavuşması için uğraşmıştı. Her iki lider
de Ankara’da ebediyete intikal etmişti.
Elçibey ile tanışmam, Ruslar’ın 20 Ocak 1990
Bakü katliamından sonra oldu. Halk Cephesi,
Azerbaycan Türklerinin hürriyet sembolüydü ve
başında da koca Sovyetler’e karşı direnen Elçibey
vardı. Aynı yılın Kasım ayında, Derneğimiz adına
Muhaceret Edebiyatı Sempozyumu için Bakü’ye
gitmiştik. Sempozyum sonunda her iki ülkenin millî marşları çalınıyordu. Oralara yolu düşmeyenler,
anlamakta güçlük çekerler ama marşlar çalınırken
bazıları dışarı çıkıyor, bazıları da oturuyordu.
Marşlara tepki olsun diye değil, maalesef millî bir
zihniyet oluşmadığı içindi bu. Türkiye’den gelen
konuklar ile birkaç Azerbaycan’lı, marşları ayakta
saygıyla sonuna kadar dinlediler. Dikkat ettim,
ayaktakilerden birisi de Elçibey’di. O anda çok
farklı olduğunu anlamıştım. Otele döndük ve bir
süre sonra bizi ziyarete geldi. Yaklaşık 10 kişiydik.
Vakit gece yarısına doğruydu. Halk Cephesi’nin
efsanevi lideri ile daha da yakındık şimdi. Halk
Cephesi ile Azerbaycan Kültür Derneği arasında
siyasî işbirliği protokolü imzalanacaktı. Elçibey,
devamlı sigara ve çay içiyor, şakalar yapıyordu.
Sohbet sırasında, sanırım Cemil Ünal Beydi, Ruslar’ın her şeyi yapabileceğini, dikkatli
olmasını rica ediyordu. Verdiği cevabı hiç unutmam: “Milletimin yoluna canım feda olsun. Ben
ölümü çoktan göze almışım. Kaldı ki ben ölsem
bile bu hareket devam edecektir. Azerbaycan, mutlaka azadlığa kavuşacaktır.”
Bey, daha sonraki günlerden birinde bizi yemeğe
davet etti. Genellikle Elçibey konuşuyordu. Ben
hayranlıkla onu dinliyordum. Çok iyi bir hatipti.
Her zamanki gibi heyecan ve inançla anlatıyordu.
Yemeğin ortalarında ayağa kalktı, vecd içinde
Necip Fazıl’ın Sakarya şiirini baştan sona ezbere okudu. Doğrusu şaşırmış ve o derecede de
duygulanmıştım. Çünkü ülkemizde bile bu güzel
şiiri acaba kaç kişi ezbere biliyordu.
Biz döndükten sonra, Azerbaycan yine çok zor
günler geçirdi. Sovyet baskısı, gözaltına almalar.
Bir keresinde Rus askerleri Halk Cephesi binasını
basmış, Bey, binayı terk etmemiş. Maalesef,
göğsüne dipçikle vurmuşlar. Belki de o gün yediği
darbeler, ciğerlerinde tahribat yapmıştı. Ama bu
günler de geçti. 1992 Haziranında Bey, bütün
dünyanın takdir ettiği Azerbaycan Devlet başkanı
sıfatını taşıyordu artık. İlk tebriğe gidenlerden
biriydim. Elçibey, hiç değişmemişti. Yine şakalar
yaparak karşıladı bizi.
Gecesini gündüzüne katıp çalışıyordu, ilk
icraatlarından biri; Kızıl Ordu’yu, Azerbaycan’dan
kovmak oldu. Millî para, millî marş, eğitimde
reformlar, Latin alfabesine geçiş hep onun
zamanında oldu. Ve tabii, Ermenistan ile girilen
Karabağ harbinin en acımasız ve zorlu ayları da
onun başkanlığı sırasında yaşandı. Bilindiği gibi bu
harpte, Ermeni kurmaylarının çoğu Rus’tu. Bütün
imkansızlıklara rağmen, kaybedilen toprakların
bir kısmı geri alındı. 1993 kışında, Kelceber; Ermeniler tarafından sarıldığında, oradaki Türkleri
tahliye etmek gerekiyordu. Bey, günlerdir uyumuyordu. Yanında Arif Hacıyev vardı. Türkiye’yi
aradılar. Tahliye için iki helikopter istiyorlardı.
Türkiye’den yetkililer olumsuz cevap veriyorlardı.
Bey, oturduğu koltukta öylece kalakalıyordu, çok
üzülmüştü. Sonra Çeçenistan’dan Cahar Dudayev aranıyor. Karşı taraftan gelen cevap, helikopterlerin hemen gönderileceği şeklindedir.
Ancak maalesef bölgede, kar, fırtına vardır ve helikopterler Kelceber’e ulaşamaz. Sonra isyanlar,
ihanetler. Ardından, büyük devletlerin de karıştığı,
Azerbaycan’daki iktidar savaşı. Bir yıl önce
Haziran ayında başkanlığa gelen Elçibey, 1993
Haziran’ında görevi bırakıyor. Doğduğu yerde,
Nahcıvan’ın Keleki köyünde bir nevi sürgün
hayatı yaşamaya başlıyor.
Başkanlıktan ayrıldığı günü hiç unutmam. Önceden planlanmış olduğu üzere, tek
oğlumun, Fatih’in sünnet düğününü yapacaktım.
Azerbaycan’lı dostlarımın çoğu da davetliydi.
Fakat aynı gün, 17 Haziran’da, Bey’in çekildiği
haberini aldık. Dernek başkanımız Cemil Ünal ile
birlikte, Keleki’ye ziyaretine gittik. Yılmamıştı,
yıkılmamıştı. Azerbaycan, Güney Azerbaycan dilinden düşmüyordu hâlâ. Bir ara oğlumun sünnet
günündeki fotoğrafını çıkardım, imzalamasını rica
ettim. Gülerek, ‘’inşallah toyuna geliriz’’ dedi ve
66
çıkacağız.’’ Sonra, ‘’Güney Azerbaycan’a sahip
çıkın, onlar yetim, öksüz ve arkasızdırlar, onlara
ses verilmeli, vahid Azerbaycan’’ diyordu. Ama
göremedi. Bir yıldız gibi sessiz ama parlayarak
gitti.
Senden sonra, yasaklı olduğum, men edildiğim
Azerbaycan’a yine gittim Beyim. Gözümü
kırpmadan gittim. Bakü’de, cenaze törenindeki
200 bin kişiden biriydim. Sana karşı son vazifem
değildi bu. Karabağ’ı, Vahit Azerbaycan’ı görene
kadar sürecek. Gittim Beyim. Yine gideceğim.
Elçibey ya sen! Gülhane Askeri Hastanesi’nde
tedavi olma arzuna uzun süre müspet cevap vermeyen Türkiye yetkililerine, biraz kızgındın
sanırım giderken…
Hocalı’daki katliamı, Kelbecer’deki ihaneti
gördüğün için yanıktın. On binlerce gaçgının içler
acısı hâlini gördüğün için…
Nereye Beyim nereye? Karabağ’ı, Şuşa’yı,
Laçin’i, Ağdam’ı almadan nereye? Nereye Beyim? VAHİT AZERBAYCAN seni bekliyor nereye?...
imzaladı. Daha sonra bir kez daha Keleki’ye ziyaretine gittim. Ama ertesi sene, şimdiki iktidar
tarafından Azerbaycan’da tutuklandım ve 67 gün
cezaevinde yattım ve bu yüzden bir daha Bey’i ziyaret etmek nasip olmadı.
Nihayet o geldi Ankara’ya. Beni görünce ilk
sözü, tutuklanışıma gönderme yaparak; ’’Niçin
Bakü’ye gelmiyorsun?’’ diye takılmak oldu.
Sağlık problemleri sebebiyle burada bulunuyordu
ve hüzünlü havayı dağıtmak istiyordu. Epey sohbet ettik. Ayrılırken elini öpmek istedim, izin vermedi, hasretle kucaklaştık. Derken sağlık durumunun pek iyi olmadığını öğrendik.
Temmuz ayında Ankara dışındaydım. Elçibey
ise tedavi için yine Ankara’ya gelmişti. Dönüşte
ilk işim ziyaretine gitmek oldu. Zayıflamıştı, bitkindi ama uğruna ömrünü adadığı ülkesi yine sohbetinin baş konusuydu. ‘’Müjdem var sana’’ diyordu. ‘’Muhalefeti birleştirdik. Elçibey-İsa Kamber
bloku oluşturduk. Eski silah arkadaşları yine bir
araya geldi. Önümüze engeller çıksa da aşacağız.
Seçimlere birlikte giriyoruz, göreceksin biz galip
67
AL KURTULUM
Garipkafkaslı
Əbülfəz Elçibəy’in aziz hatırasına...
Canım hamdır pişmemişem,
Al hallacı çal kurtulum,
Gün batanda men yok olum,
Her seher başdan gurulum,
Apardım illerin yükün,
Boynum bükük Göktanrıma,
Yoktur borca tahammülüm,
Can borcum var al kurtulum.
Ardıç kuşu konmuş dala,
Geçirmiş sesin dikene,
Dut yaprağı olmuş bağrım,
Nedir bu söken, sökene,
Tike tike zerrelerim
Aparırlar Hünkârıma,
Zincir sende işte boynum,
Zindanına sal kurtulum.
Susamıştım…”Su!” dediler,
Baldıranı içirdiler,
Elli yılda dokumuştum,
Emeğimi puç ettiler,
Yoktur ölümden öte köy,
Yanıram men öz narıma,
Budur geldim darağacı,
Olum sana dal kurtulum.
Garipkafkaslı lal derviş,
Sözünü laldan devşirmiş,
Odun kılmış öz nefsini,
Özünü odda pişirmiş,
Bir şeyim yok, men kasıbam,
Sığınmışam men arıma,
El çektim vardan, dövletten,
Kurtarsın bu hal kurtulum.
68
SON ALPEREN ELÇİBEY
Dr. Aslan TEKİN
Son Alperen Ebulfez Elçibey de bu dünyadan
göçtü. O bir “Ruh Adam”dı. Türk Birliği ve Türk
gücü isteyen her Türk’ün gönlünde Elçibey’in
müstesna bir yeri vardır. O bir fikrî öncüydü.
Ülkesinin bağımsızlığı için hapse düşmüştü.
Sovyetlerin dağılmaya başlamasıyla örgütlenen Azerbaycanlıların başına geçmiş ve ölüm
pahasına Rus askerlerini Bakü’den çıkarmıştı.
Ama Azerbaycan’ı ona yar etmek istemeyen
güçler, başına Ermenistan’ı sardılar, sonra iktidardan düşürdüler ve köyüne çekilmeye zorladılar.
Elçibey, bir Alperendi, bir gönül adamıydı. Bir
“ruh”tu. Kimseyi kırmak, kimseyi üzmek istemiyordu. Ne demir yumruğu vardı, ne de demir
yumruğa geçirilmiş kadife bir eldiveni. Onun
içindir ki, Atatürk’ü çok sevmiş, onun içindir ki Türkeş’e “liderim” diyecek kadar tevazu
göstermişti. Elçibey zor zamanların “soy soylayan boy boylayan” bir “Dede Korkut’u, bir “bilge
kişi”si, bir “aksakal”! idi.
Hayata gözlerini kapadığında 62 yaşındaydı.
Çile dolu bir ömür sürmüştü. Türk milletine
sevdalanmış, kalbi onulmaz bir Türk Birliği
aşkıyla hasta olup derman aramayan bir dervişti.
Elçibey, ülkesinin bağımsızlığı ve Türk Birliği
için bir ömür tüketti. Bayrağı yükseltti, örnek oldu.
Bu dünyada ad bırakarak, dar-ı bekaya göçtü.
Elçibey Türk sevdalısıydı. Onun bir dünyası
vardı, o da “Türk Dünyası” idi. Derviş ruhluydu, şairdi. “Türk” diyebilen, ikinci bir Türk
Dünyasından devlet adamı daha çıksaydı, bir
“Türk Birliği” doğacaktı. Elçibey, Türkiye’yi çok
iyi tanıyordu. 1990 başına kadar bağımsız tek
Türk devleti, onun “kutup yıldızı” idi.
Hayalden gerçeğe
Elçibey, çocukluğundan beri bağımsızlık hayali kuruyordu. Sovyetler zamanında, bağımsızlık
ateşini körüklüyordu. Bunun içindir ki, komünist
yöneticiler onu hapsettiler. Sovyetler dağılmaya
yüz tuttuğu bir anda, Halk Cephesi etrafında
kenetlendiler.
Şair, yazar, fikir adamı Elçibey, Halk Cephesi’nin
liderliğine getirildi. Yıl 1989’du. Azerbaycan’ın
(Türkiye Gazetesi 24.08.2000)
“ziyalıları” çoktur. Ziyalı, münevver insan, aydın
insan demektir. Azerbaycan’ın ziyalıları, diğer
Türk Cumhuriyetleri ziyalılarından farklıydı ve
bağımsız düşünebiliyor, bağımsız fikir üretebiliyor ve birbirine sahip çıkabiliyorlardı.
Elçibey, Nahcıvan’ın Keleki Köyü’nde 1938’de
doğmuştu. Asıl adı Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev
idi.
Suçu: Hürriyet istemek
Elçibey, Azerbaycan Bakü Devlet Üniversitesi
Arap Dili ve edebiyatı Bölümünü bitirdi. Mısır’a
giderek Kahire’de araştırmalar yaptı. Uzun yıllar
El Yazmaları Merkezi’nde çalışmış, tarihle iç içe
yaşamıştı. Üniversitede ders vermişti. Elçibey
dışarıyı tanımıştı, hür dünyayı görmüştü. Ve
Bağımsızlık özlemlerini terennüm etmişti. O,
“Yükselen bayrak bir daha inmez” diyen Mehmet
Emin Resulzâde’yi, Musavat Partisi’ni, 19181920 arasında kurulan Azerbaycan Türk Cumhuriyetinin kuruluş sevincini ve yıkılış hüznünü
biliyordu. Elçibey yalnız bunları değil, son
bağımsız Türk Cumhuriyetini, Mustafa Kemal’in
önderliğindeki Millî Mücadele’yi de çok iyi biliyordu.
Türkiye’de esir Türklerin bağımsızlığa
kavuşmasını isteyen grupların varlığından da
haberdardı. Onun için Alparslan Türkeş’e ayrı
bir sevgi besliyordu. Elçibey, bir şeyi daha idrak
etmişti. Hür yaşamayı istemenin bir bedeli vardı.
Onun için bu bedeli ödemeye hazırdı. 1976’da
komünist yönetim Elçibey’i hapsetti. Suçu:
Bağımsızlık duygularını terennüm etmek! 1978’e
kadar hapiste kaldı. Bu tarihte “şartlı” olarak
salıverilmişti.
Gorbaçov, Sovyetlerin başına geçtikten sonra
“açıklık” ve “yeniden yapılanma”nın anlamları da
yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Bu “işgal”
altındaki ülkelerin kurtuluşu için vesile olabilirdi.
Sovyetlerin dağılmsaı ufukta alaca kızıllık belirtisi
gösterir göstermez, daha 1988’de, üç Baltık ülkesi
Litvanya, Latviya ve Estonya’da halk cepheleri
kurulmaya başlandı. Bu Elçibey için “umut” oldu.
69
BİR ŞƏKİL ÇƏKƏCƏM..!
Huşəng CƏFƏRİ*
Azerbaycan İran deyilen bu ölkenin başıdır.. Onun gözüdür…
Amma bu baş bir dil isdir, bir yazan isdir, bir yazıb oxumaq isdir…
Bir eli boranda, qarda çəkəcəm,
Bir eli baharda, varda çəkəcəm..!
Bir şəkil çəkəcəm göz giləsinə,
Arzular düzülə silsiləsinə.
Bir bahar salacam qış çiləsinə
Bir lala xonçasın qarda çəkəcəm..!
Bir dağı çəkəcəm duman içində,
Bir haqqı doğruldan güman içində,
Bir yaxşı bitirəm yaman içində,
Şaxtada bir ağac, bar da çəkəcəm..!
Bir seli çəkəcəm Sara qoynunda,
Bir eli yardımsız, yara qoynunda,
Bir dili asılı, çara qoynunda
Bir dili dilçəksiz, darda çəkəcəm..!
Tikili bir ağız çəkəcəm buma,
Bir dərin baxış ki, fikirə, cuma,
Yollayam şəklini Tehrana, Quma,
Bir elin yoxluğun varda çəkəcəm..!
Bir işıq çəkəcəm, uzaqdan atıb,
Bir dəniz çəkəcəm, dənizə batıb,
Bir eli çəkəcəm, min ildir yatıb,
Varlığın bilmirəm harda çəkəcəm.?!
Neyləyim, dilsiz bir baş, çəkəmmirəm,
Sinəmdə ürək var, daş çəkəmmirəm,
Elimin gözündə yaş çəkəmmirəm,
Bu elin mahnısın tarda çəkəcəm,
Elimi baharda, varda çəkəcəm..!
bum: Fotoğraf Albümü
cum: Hücuma geçmek, dalmak
* Urmiye- Güney Azerbaycan
70
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE ELÇİBEY
Yılmaz ÖZTUNA
Merhum Elçibey, tam bir Türk milliyetçisi idi. Azerîce konuşan bir Kuzey Azerbaycanlı olduğu
iddiasında bir kabile milliyetçisi değildi.
Rus sömürgeciliğinden yakasını kurtaran Kuzey Azerbaycanlılar, büyük kısmı Kuzeybatı İran’da
yaşayan Azeri Türkleri’nin bile küçük bir bölümünü oluştururlar.
Elçibey, bu gerçeklerin şuurundaydı. Zaten asıl mesleği tarih hocalığı idi. Adriyatik’le Çin Seddi
arasında yayılan ve derinlemesine bir tarihten gelen çok büyük bir milletin parçası bulunduğunu biliyordu. (tarih ve coğrafya bilmeyenler, bilhassa Özal ve Demirel’ce çok kullanıldığı için olacak, bu
Adriyatik-Çin Seddi kavramıyla dalga geçmişlerdir.)
Binaenaleyh daha geçen asırda Bavyeralı, Sakson, Prusyalı vs. diye Alman’lığı ve Venedikli, Cenevizli, Romalı, Toksan vs. diye İtalyan’lığı bölen ilkel zihniyetin üzerine çıkabilmişti.
Bugün Azerbaycan Cumhuriyeti’nde halk oyuna başvurulsa, büyük çoğunluk Türkiye’ye katılmak
ister. Aynı oylama Türkiye’de yapılsa sonuç değişmez.
Ancak politikanın gerçekleri vardır. Devletler bu şuurla yönetilir ve yürütülür. Merhum Elçibey, bu
temel fikri kavrayamayan Cumhurbaşkanlarından biri idi.
Evet Almanya ve İtalya 130 yıl önce birleşmeyi başardılar. Ama bugün Latin Amerika’da İspanyolca
konuşan 19 ayrı devlet var. Arapça konuşan devletlerin sayısı iki düzineyi buldu. Çok yakında Türkçe
konuşanların sayısı düzineyi bulacak. Sonra ne olacak? Bu, fütüroloji denen yepyeni bir bilimin konusudur.
Elçibey’in bu tutumunun en büyük hasmı Rusya’mı idi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz İran idi. Zira
İran’ı tam ortasından çatlatacak bir tehlike idi. Onun içindir ki İran, kolay kolay din şemsiyesinden
vazgeçmez.
Ama Rusya, Arap Dünyası, Ermenistan, Azerî Komünistleri, pek çok dış güç ve inanınız Türk Cumhuriyetleri, Elçibey’den ürktüler. Bütün idealistler gibi romantik olan ve kendisini çok seven dostu
Türkeş’in bana dediği gibi –politika yeteneği bulunmayan bu büyük adam, bugün Türk milliyetçiliği
tarihindeki önemli isimler arasında yerini aldı. Allah rehmet eylesin!
(Türkiye Gazetesi, 24 Ağustos 2000)
71
YAZIRAM...
Mirza SAKİT*
Səni qandırmaq üçün... sanma əsəbdən yazıram
Bunu cahil nə bilər, hansı səbəbdən yazıram ?
Gecə Allah buyurur, yerdə günüz bəndələri,
Oturub əldə qələm, haqlı tələbdən yazıram
Fərqi olmaz, ya cəhənnəmdə ya cənnətdə olam,
Cuşə gəlcək fələyin hökmünü təbdən yazıram
Qanı haqq sovqatı Mövlanəmizin xütbələrin,
Mən – Ənəlhəqdən- alıb, şəhri-Hələbdən yazıram
Nə dirilmir, nə də ölmür – Nə mərəzdir bu belə,
Söz xiridarlarının dərdinə həbdən yazıram
“Verdi” Peyğəmbərə Rəbb...surələrin, ayələrin
Oxuyub “şükr” elədim, indi də Rəbdən yazıram
Umuram göydən ədalət payı...bir bəndə kimi,
Gah susub, gah bağırıb, gah da qəzəbdən yazıram
Açmışam mədrəsə qırx hücrəli...qanmazlar üçün
Başda mürşid nə deyir, mən də ədəbdən yazıram
Desen; Garipkafkaslı
Düşmərəm zərrə qədər eşqi-məhəbbətdən uzaq,
Arabir Mirzə kimi...qırmızı ləbdən yazıram
*Sürgünde yaşayan Azerbaycan şairi
72
ULU BİR TÜRK’Ü KAYBETTİK
Cemil ÜNAL
bakmayan, inandığı fikrin esiri, gerçek bir vatanseverdi.
Duygu ve düşüncelerinde samimi idi. Şahsına
vereceği zararı hiç dikkate almadan, inandığı
doğruları söylemek O’nun karakteriydi.
Kendisini Türklük Dünyasına adamış olması,
Tebriz ve Tebriz Türküne beslediği sevgi Elçibey
için, Allah’ın O’na bahşettiği en güzel hediye idi.
Hayatını çok mütevazı şartlar içerisinde
sürdürürken, ülkesi, milleti ve istiklale olan tutkusu, pek az insana nasip olacak ölçüdeydi. İşte
bu bakımdan M. Kemal Atatürk ve Mehmet Emin
Resulzâde gibi onun ardından, sadece Azerbaycan ve Türkiye Türkleri değil, Türk olmanın
heyecanını ve gururunu taşıyan herkes derin bir
acıyla sarsıldı.
O’nun gerçek misyonunu elbette ki tarih
değerlendirecektir. Pek çok insan hayal bile
edemediği umut ve ideallerini, her şeyden
üstün tuttuğu ve güvendiği Türk evlatları
gerçekleştirecektir.
Türklük ülküsüne adanan bir hayatın gerçek
değeri, kalbinde yaşattığı vatan ve millet sevgisi,
yaktığı istiklal ateşi, hapislere, yasaklara, bütün acı
ve baskılara rağmen korkusuzca sürdürdüğü mücadele dikkate alındığında, O’nun yeri, ancak yüce
milletinin gönlü ve sevgisiyle anlam kazanacaktır.
O, vefalı bir dost, bir gönül adamı, Türk
Dünyasının aşığı bir derviş idi.
Azerbaycan bağımsızlık mücadelesinin ünlü
lideri, Türk dünyasının efsane ismi Elçibey,
kendisine her zamankinden daha fazla ihtiyaç
duyduğumuz bir dönemde aramızdan ayrıldı.
Derneğimizin her köşesinde, soluklandığımız
her anımızda O daime bizlerle beraberdi.
Bizim bu ocakta 50 yıl boyunca, hararetle, umutla beklediğimiz bütün ideallerin müjdecisiydi.
Azatlık Meydanı’nda, toplanan yüz binlerce
seveniyle beraber olduğunda, askerin güvendiği
şerefli bir komutan gibi, halkının önünde, başı dik
olarak her zaman onlardan birisi idi.
Karakteri, davranışları, konuşmaları, vakur ve
kararlı tutumu, O’nu gerçek bir devlet adamı yapan özellikleriydi.
O, Azerbaycan Halk Cephesi Genel Başkanlığı,
üniversitedeki hocalığı, Azerbaycan istiklal mücadelesiyle halkın bütünleşmesinde önemli bir
faktör olmuştur.
İşgal ettiği makamlar, halkının O’na beslediği
sevgi, yaşayışında hiçbir değişiklik yapmamış, aksine insanî değerlerimizin daha ön plana çıkmasını
sağlamıştır.
O, milletinin tarihini iyi bilen bir liderdi.
O’nun taşıdığı fikirler, geleceğe dönük, halkının
mutluluğu içindi.
Mehmet Emin Resulzâde’nin yolu, şaşmaz çizgisi olmuş, ortaya koyduğu görüşler, taşıdığı idealin temellerini oluşturmuştur.
Dâvâdan sapmayı asla düşünmeyen, arkasına
*Azerbaycan Türk Kültür Dergisi
73
Elçibey, acıların en büyüğünü, Karabağ’ın işgali
sırasında yaşadı.
Türk dünyası içerisinde Tebriz onun
vazgeçemeyeceği sevdasıydı.
Söz vermişti. O’nunla Tebriz’e birlikte gidecektik. Tebriz Türk’ü de senelerden beri ümitle, heyecanla O’nu bekliyordu.
Elçi Bey’i hepsi çok seviyordu. Sıkıntı ve sevinçlerini O’nunla paylaşıyorlardı.
O, söz vermişti. Tebriz’in azatlık bayramında
mutlaka onlarla beraber olacaktı.
Böylesine ani bir yolculuğa çıkacağını kendilerine haber vermediği gibi, hissettirmemişti bile.
Bundan dolayı Elçibey’e kırgındılar. Bayram için
hazırlık yaptıklarını söylüyor, “Onun unutması
mümkün değildi” diyorlardı.
Üç renkli ayyıldızlı bayramlıklarını, onlara
ulaştıracağından şüpheleri yoktu.
Ancak Elçibey, bu emanetin, bırakacağı mirasın
şahsî menfaatlere alet edilebileceğini, bazılarının
bu kutsal emaneti milletinin menfaati yönünde
değil, ikballeri için kullanacaklarını biliyordu.
Bundan dolayıdır ki, Tebriz’in bayramlıklarını,
yaptığı vasiyetiyle çok sevdiği halkına ve inandığı
Türk Gençliği’ne bırakıyordu. O, ebedî yolculuğa
çıkacağını biliyordu. Aylardan beri de bunun
hazırlığını yapıyordu ama dostlarını, sevenlerini
üzmemek için bu sırrını yüreğinde saklı tutuyordu.
Mehmetçiğin omzunda son yolculuğa çıkarken;
kendisini saran, ayyıldızlı bayrakla bütünleşiyordu.
Bu duygular yaşanırken, O’nun bir gün daha
sevenleriyle beraber olmasını içlerine sindiremeyenler vardı. Elçibey’in gitmek için acelesi
yoktu. Ama onların acelesi nedendi? Kimi kimden
ayırmak, kaçırmak istiyorlardı?
Aziz Dost; Senin mücadeleci kimliğini ve
sana gösterilen sevgiyi kıskananlar, bu sevgi seli
karşısında aşağılık duygusuna kapılarak küçüldüler.
Bunları yapanları, yaptıranları sen daha iyi
tanıyorsun. Sana bunları reva görmeselerdi, içlerinde taşıdıkları kin ve kıskançlığı kusmasalardı,
asıl o zaman üzülmem gerekirdi.
Senin için makamların en yücesi, Türk evladı
olmaktı.
Fikirlerin daima yolumuzu aydınlatacaktır. Milletin gönlünde yer tutan sevginle her zaman var
olacaksın.
Ruhun şad olsun!
Türk dünyasının başı sağolsun…
Desen: D. Mete Karaçoban
74
… TÜRK BUDUR
Osman Nuri TOPBAŞ *
… Abdulhamîd Han, kendisine Osmanlı’nın bütün dış borçlarını ödeme mukabilinde Filistin’den
toprak isteyen Teodor Hertzel’e :” Ben Filistin’den bir karış toprak dahi satmam! Zira bu vatan bana
değil, milletime aiddir. Milletim ise, oraları kanlarını dökerek kazanmış ve mahsuldar kılmıştır. Şehit
kanlarıyla alınmış vatan parçası. Para ile satılmaz. Biliniz ki, ben canlı bir beden üzerinde sizin yapmak
istediğiniz bir ameliyata asla müsaade etmem!” demiş ve tehlikeyi bertaraf için birçok ciddi tedbirler
almıştır.
Onun gösterdiği bu irade ve dirayet karşısında bir şey yapamayanlar, bu koca sultanı tahttan indirmedikçe emellerine kavuşamayacaklarını anlayarak nihayet o meşum(uğursuz) hali, 1908 de bir kısım
içteki gafillerle gerçekleştirmişlerdir.
II. Abdülhamit’teki bu sahiplenişin Müslüman tebaaya yansıyan oldukça calib-i dikkat tezahürleri
vardır. Bunlardan birine bir Mescid-i Aksa ziyaretinde şahit olan İlhan Bardakçı şöyle anlatır:
“ Mescid-i Aksa’ya girerken merdivenlerinde dimdik dikilmiş bir kimseye rastladım. İki
metreye yakın bir boyu, iskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysisi vardı. Yüzüne bakınca ürktüm.
Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibiydi. Yanımda bulunan İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire başkanına
sordum:
-Kim bu adam?
Omuz silkti:
-Bilmem, bir meczup işte, dedi.
Bunun üzerine o adama yaklaşıp bilmediğim bir hisle:
-Selamün Aleyküm baba! dedim.
Bana bizim o canım Anadolu aksanımızla cevap verdi:
-Aleyküm selam oğul!
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm, öptüm…
-Kimsin sen baba? Dedim.
Keskin bakışlarıyla yüzüme baktı:
-Ben, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden 20. Kolordu, 36.tabur, 11. Ağır
makineli Tüfek Takım Kumandanı Onbaşı Hasan’ım, dedi
Bu defa yüzüne baktığımda; bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi bir sancak gibi geldi. Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
-Sana bir emanetim var oğul! Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
-Elbette, dedim.
-Memleketine avdetinde yolun Tokat sancağına düşerse, git burayı bana emanet eden kumandanım
kolağası(Yüzbaşı) Mustafa Efendiyi bul. Ellerinden benim için bûs et (öp). Ona de ki, gönül gomasın!
Ona de ki, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Kumandanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana bıraktığın
yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım! Ona böyle de!
Öleyazdım. Onbaşı Hasan, tam 57 yıldır nöbetinin başındaydı.”
* Topbaş, Osman Nuri, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, İstanbul, 1999, s:520–522
75
TÜRK
Ali ŞAMİ*
Savaş günü binər olsa ata TÜRK,
Alkış deyer Türk oğluna ATATÜRK!
Dağ dereler yel tozuna çatammaz,
Əgər atın beli üste yata TÜRK!
Dutar boğar caynağında kuş gibi,
Qansız düşmen girmiş olsa çata TÜRK!
Bir kanına doxsan dokkuz kan eyler,
Bir damlada koymaz kanı bata TÜRK!
Görse yurdun yabançılar elinde,
Mümkün deyil bir gecede yata TÜRK!
Nə haldır ki, mərd olanın bir tüyün,
Yüz namerdin ekmeyine sata TÜRK!
Arzum şudur hamı vere el-ele,
Malı-mala, canı-cana kata TÜRK!
Bundan başka yokdur benim dileyim,
Bir gün ola muradına çata TÜRK!
*Urumiye / Güney Azerbaycan
76
EY KALB!
Hacer KARAKAYA
Dinlendim ama demlenemedim, yorgunum halâ; binlerce ok saplanmış kalbe, vurgunum halâ.. Bir âh
dedim derinden duy beni Ya Allah! Sil günahlarımı, senden gayrısı silemez ey âh!
Âraftayım. Âr ve af dayım.. Bitmeyen bir âh’dayım..
Heyhât! Ey hat, yaz ömrümü yaz da okusun hayat!
Bu kalb, yanan kalb, kırılan kalb, dağılan kalb.. Noktasına ulaşamayan bir hiç olan kalb!..
Ey Mecruh-ul fuâd!..
Yanılmışım, uğultulu bir tepede sevda şarkıları beklemişim. Âh yanılmışlık, ah yanmışlık, hangi
pencereden baksam karanlık…
Durup durup kalbime bu derdi hatırlatıyorum, dönüp dönüp sığındığım liman sensin.
İkliminde yeşermeyecek tohumlar ekiyorum, filizlenmeyecek çiçekler dikiyorum.
Ey yaş, ey gözyaşı ak pınarlardan, döne döne karış yağmurlara, dinmez dinmeyecek bu yara..
Yâr; demek sana, yâr olmak. Yâre yol almak… Hicâz makamından geçmekteyim...Yüreğimde
pinhândır sevdan… Bu tahammülsüzlük, ateşlerden, alevlerden geçip gelen bir tahammülsüzlük…
Düşünüyorum:
Görseydi beni, tutsaydı ellerimi, ömrümü kalbinin hizasında saklasaydı. Su bulmaz mı yatağını,
pınarlardan ceylanlar içmez mi, ay dolunay olup geceyi aydınlatmaz mı? Sorular cevap bulmayan; ardı
arkası kesilmeden fikrimi küstürüp sorduğum sorular.. Bir âh ile çoğalan, ruhumu ve aklımı
bitmeyecek harbe çağıran sorular..
‘’Yan, ey yüreğim yan; yakamaz yanmıyan’’ dememiş mi şair? Yakan sen, yakılan ben; bu yangının
içinde yapayalnız bırakılan neden, ben? Kalbden kalbe giden o yol, bizim aramızda haramilerle
kesildi de ben o son durağa ulaşamadım mı? Senin kalbin, benim kalbimin yarısı değil miydi? Beni
yakan ateş, senden gelmedi mi? Göz görmedi mi, gönül meyl etmedi mi?
Pervaneyi mumun etrafında döndüren ne idi? Mumun ateşi kimdendi? Pervanenin derdi neydi?
Yüzümü güne döndüm, senden gelecek bir selâma kalbimi eyledim.
Çöz o zincirleri, çık dehlizlerden, ak sevdaya, aşkın akan sularla, içindeki çavlanlar çoşsun aşk ile,
yıka kalbini ışıklı yağmurlarla, âh ile dön, âh ile sev, bu kalb sana olsun âyan, ey sevgili, yanan kalbi
etme virân.
Bil ki, bu ezelden ebede giden bir ses; bil ki bu bezm-i elestten gelen bir nefes….
Ve dahi bil ki, yine bil ki, hep bil ki:
Kıl tefâhür kim senün hem var ben tek âşıkun
Leyli’nün Mecnûn’ı Şirin’ün eğer Ferhâd’ı var (Fuzûli)
77
AĞITLAR
Osman Yüksel SERDENGEÇTİ
Ağıtlar; büyük vatan mefkûresini kalplerinde yaşatan idealist
Türk gençliğine, bu yolun kara sevdalılarına ithaf olundu.
Desen: Garipkafkaslı
Yıllardır yıllardır hayaller kurdum,
Seni nam gibi aradım durdum…
Ey benim sevgilim, Ey Anayurdum!..
Nerde benim, Oral – Altay dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım?..
Turan ellerinden haber gelmiyor!
Yarabbi derdimi kimse bilmiyor!
Dört asırdır Türk’ün yüzü gülmüyor!..
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Nerde benim, Oral – Altay dağlarım?
Göğden bir yerde de, başın bir yerde
Senin halin attı beni bu derde…
Söyle Turan sen nerdesin ben nerde?
Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!...
Kimlere söylesem bilmem derdimi?!..
Acep dünya böyle zulüm gördü mü?
Bozkurt gitmiş, Ayı basmış yurdumu!..
Bozkurdum der, öz yurdum der ağlarım,
Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım?
78
Koskoca bir âlem göçmüş yıkılmış!
Türbelerin, câmilerin yakılmış!
Meydanlara kara putlar dikilmiş!..
Buhara der, Semerkant der, ağlarım,
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Doğmuyor, doğmuyor aylar, yıldızlar!..
Çalmıyor kırılmış kopuzlar sazlar!..
Karalar bağlamış gelinler kızlar!..
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım?
Sen ey Hazar, Engin Hazar, Türk Hazar!
Söyle bana sularında kim gezer?
Kâfir Moskof yine mezar mı kazar?..
Seyhun gibi Ceyhun gibi çağlarım,
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Artık Dede Korkut öğüt vermiyor,
Gültekinden bildirgeler gelmiyor!
Ne söylesem olmuyor, ah olmuyor!..
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Moskof bayrağını çekmiş gemiler,
Yol alırken dalgaların iniler,
Her gelen haber de derdim yeniler!..
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Sürüler dağılmış yaylamaz olmuş,
Irmaklar kurumuş çağlamaz olmuş,
Ozanlar, Şamanlar söylemez olmuş
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Vatanlar, vatanlar esir vatanlar!
Ey yüreği vatan için atanlar!
Toplanın elleri silah tutanlar!..
Kıyam etsin ölülerim, sağlarım!
Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım?
Mağripten maşrıkı soranlar hani?
Çin’i, Viyana’yı saranlar hani?
Üç Kıt’ada dimdik duranlar hani?
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Esen yellere bak, sevda yelidir,
Açan güllere bak, bayrak alıdır!
Senden ayrı düşen gönül delidir!
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Geçmiş günler birer hayal oldular,
Bedr-i tam idiler hilâl oldular,
Dün cevapken bugün sual oldular!
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!..
Duman olup dağlarına ağsam mı?
Yağmur olup bağlarına yağsam mı?
Yıldız olup göklerine doğsam mı?
Ah çeker de yaşın yaşın ağlarım!
Nerde benim, Oral - Altay dağlarım?
Kınaman dostlarım gözümde yaş var!
Şu kara bağrımda bir kara taş var!
Tam elliiki milyon esir kardaş var!
Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım?
Akşam olur, sabah olur ağlarım!...
Konya Hapishanesi (1947)
79
“BAĞDATLI ŞAHSEVEN KIZILBAŞLAR”DA
HALK İNANÇLARI
Dr. Yaşar KALAFAT
Kızılbaşlık genelde Alevilik karşılığı olarak
kullanılır ve bu tanımlama Aleviliğin genelini
kapsamış olur. Ancak bazı kaynaklarda ve bir
kısım izah şekillerinde de Kızılbaşlık Alevilik
üst başlığının altında Aleviliğin türlerinden bir
inanç türü olarak geçtiği de olur. Biz bu sorunun
İran Türk kültür coğrafyasındaki cevabını büyük
dedesi kethüda/kenthüdalık yapmış bir Şahseven
Kızılbaş’tan öğrenmek istedik. Bu arayışımıza
Bağdat Şahsevenlerinin halk inançlarına dair
öğrenmek istediğimiz halk inançları içerikli diğer
hususlar da eklendi. Bu yazımızda halk inançlarına
dair tespitlerimize ve bu konudaki bulguları Türk
kültürlü diğer halkların inançları ile yapacağımız
karşılaştırmalara yer vereceğiz
Kızılbaşlık tanımlaması genelde askerî bir
adlandırmadır. Şahsevenlik, Kızılbaşlıktır ve
sadece İran Türkleri değil Türkiye veya Türkmenistan Türklerinden de Şahsevenlik tanımlaması
kapsamına giren ve Sünnî olan Türkmen yoktur.
Şahsevenlerin hepsi Kızılbaştır. Sava-Kum’da
ayrıca Şahsevenlerin yanı sıra Garaganlılar
Halaçlar ve diğerleri de vardır. Ancak bunlar
Şahseven değillerdir. Sava-Kum Şahsevenleri’ni
Nadir Şah Kaşkay’dan Mugan’dan Erzurum Derbenti üzerinden Kerkük’e oradan Sava’ya getirir.
Bu gelişe Şah Abbas’a olan küskünlükleri yol
açar. Kendilerine Goruk/yurt verilmemiştir. Goruk
almış tayfalar yurt ediniyor kendi vergilerini kendileri topluyor merkezi hükümete oluşturdukları
bütçeden
vergi
veriyorlardı.
Böylece
hazineleri oluşuyordu. Sava’ya gelenleri Nadir
Şah, Kaşgayıstan’a iskân edilenler, Mugan’a iskân
edilenler ve Sava-Hemedan, Kum’a iskân edilenler ki bunlarda yakın uzak çevreye yayılırlar, 3
büyük iskân bölgesine yerleştirir. Güney Azerbaycan ve İran coğrafyasının genelindeki Türklüğü
Şahseven Türklüğünü anlamadan anlayabilmek
mümkün değildir. Biz bu topluma yörenin il
yıllıklarındaki bilgilerden hareketle halk inançları
bakımından değinmiştik. Ancak Sava Kızılbaş
Şahsevenleri’ni yakından tanıyabilmek için boy
teşkilatları ile yaylak ve kışlarları ile incelemek
gerekir.
Kum-Sava’daki Bağdatlı Şahsevenleri’nin
miktarları yaklaşık olarak 1 milyon çıvarındadır.
Yaylak-Kışlak toplam iskân alanları 200–300 den
fazla kent/köy oluşturur. Geçmişte evlilik yaşı
erkekler için 12–14 ve kızlar için 9 idi. Erkeğin
daima birkaç yaş büyük olması istenmiştir.
Şimdilerde evlilik yaşı hala çok erken iken biraz büyütülmüştür. Geçmişte her ailede en az
10 çocuk olurken şimdilerde bu miktar 4–5
lere düşmüştür. Bu toplumda yakın evlilik çok
yaygındır. Çok kere evlilikler kendi içlerinde olur.
Dışardan Şahsevenlerin arasına girmiş gelin veya
damada Şahsevenler Şahseven kimliği verirler
ve onun bu yolla Şahseven olması sağlanılır. Bu
uygulama muhakkak yapılmalıdır. Bunların isimlerinin sonuna “zade” son eki eklenir. Bu isim
hep devam eder. Onların, doğma Şahseven değil
olma Şahseven oldukları hep vurgulanır ve unutulmaz. Mesela valizadelerden denilince, Vali
ailesi vesilesi ile Şahseven toplumuna sonradan
eklenmiş anlamına gelir.
Şahseven Kızılbaşlarının inançlarında din
anlayışlarında 30–40 yıl evveline kadar yoğun bir
“Deli Dumrul” çizgisi hâkimdi. Bu inanç yapısını
yansıtan bir anlatı çok tipik bir örnek teşkil
eder. Yaylak ve kışlak hayatı yaşayan Şahseven
Kızılbaşları koyunların yılın ikinci doğum mevsimi olan yaz-bahar’da binlerce koyun sağılmış
kaplar doldurulmuş ancak ailenin bütün fertlerinin
uğraşıları ile baydalar/süt kapları henüz toplanmak üzere iken, ana-baba günü yaşanmaktadır.
Kuzuların sağımdan sonra analarına meleşerek
koşuştukları bir esnada bardaktan boşanırcasına
80
bir yağmur yağar. Koyun- kuzu, çoluk- çocuk,
yağmur- çamur ağlaşan meleşen birbirine karışır.
Bu esnada tayfanın en yaşlı en saygın kişisinin
ağ sakalının dağa doğru hızlı adımlarla koştuğu
görülür. Nereye gittiği sorulduğunda, Tarı’ya/
Tanrı’ya gittiğini, olup bitenin hesabını soracağını,
mevsimin bu zamanında günün bu vaktinde,
bu yağmurun rüzgârın zamanımı, yerimi diye
öğreneceğini söyler.
Bu tutumu ile Aksakal kişi, Tarı/Tanrı için dağa
yükseklere çıkılması gerektiğini düşünmekte
ve O’nun ancak orada bulunabileceğine
inanmaktadır. Kızılbaş aksalın her şeyin
O’nun elinde olduğu inancı da vardır. Ancak
O’nunla konuşulabileceğine, O’nun haksızlık
yapmayacağına da inanmaktadır. Halkına karşı
olan sorumluluğu ona muhatabı Tanrı da olsa hak
arama yetkisi verdiğine de inanmaktadır. Benzeri
tiplemeleri Türkistan’da da görmekteyiz.
Tanrı’yı tarı olarak tanımlama Azerbaycan
şiirinde de görülür. Şiirde,
“Beni bir arı vurdu
Dinbiği sarı vurdu
Arı böyle vurmazdı
Gökteki Tarı vurdu” denilmektedir.
Şahseven Kızılbaşlarının 40–50 yıl evveline kadar ki inançlarında namaz olgusu yoktu keza cami,
oruç, hac, İslamî anlamda kurban ve kelimeyi
şahadet de yoktu. Bununla birlikte buradaki seyitler de oruç tutarlar. Çocuklar diğer Müslüman
kesimlerde olduğu gibi sünnet edilir. Hac niyetine
o dönem itibariyle çok seyrek de olsa Kerbelaya
gidildiği bilinmektedir. Kelba Ceylan, Kelba
Güneş gibi bayan isimleri bu şahısların Kerbayi
olmalarından ileri gelmektedir. Meşed şehrinin
kutsiyetini göstermesi bakımından, Meşhedullah
şeklinde insan isimlerine rastlanır. Kerbelaya
gidenlerin miktarı Meşet’e gidenlerden çok
fazla olur. Bu inançlarda Bağdat Şahsevenleri’nin
Kerkük serüveni yaşamış olmalarının etkileri
de aranabilir. Aşure günleri yaya olarak Seyit
Babagar, Sütlü İmamzade gibi imamzadelerin ziyaretine gidilir. Giderken ve orada Sine
Dövme yapılır. 6 ay 1 veya 2 yıl ara ile yapılan
bu ziyaretlerde kurban kesilir. Kesilen kurbanlar
kesildikleri yerlerde bırakılırlar. İslam’daki kurban bayramı kurbanı bu toplumda yoktur. Kurban adak, nezir olarak yaşatılmaktadır. Şahseven
kızılbaşları Hayırlı bir işleri olunca, mesela bebek
dünyaya gelince, askerden salimen dönülünce,
sünnet yapılınca veya araba alınınca kurban niyetine hayvan kesilir. Ziyaret edilen imamzadelerden Seyyid Babagar’ın türbesi Kum ile Sava
arasındadır. Her oymağın yerleşim yerine yakın
olan adeta tercih ettiği bir imamzadesi vardır.
“ocaklara gelince hem seyitler ve hem de imamzadeler ocaktırlar. Seyyid/Seyit ölünce adeta bir
şekilde imamzade olur.
Dualar da çok kere bu mekânlarda yapılır. Sünni İslam’da dualar daha ziyade ezan ile gamet
arasında, namazda secde anında, gece uyanınca,
berat gecelerinde, Hac ziyareti esnasında, yağmur
yağarken yapılmasının hayırının fazlalığına
inanılır. Kızılbaşlık inancı Şii İslam tarafından
örtüldüğü nispette dua makamları imamzade türbeleri Kerbela ve Meşet’de yapılmaya başlanır
Bağdatlı Şahseven Kızılbaşlarda nikâhı seyit
kıyar, defin işlemlerine seyit nezaret eder. Benzeri dinî uygulamaların yetkili ve sorumlusu
olan seyittir. Kan davalarında kethüda rol alır
seyit de barıştırıcı olarak ona yardımda bulunur.
Bu toplumla cem inanç ve uygulaması yoktur.
Keza Dedelik ve Babalık kurumları da yoktur.
Şahseven Kızılbaşlarının meclislerinde gopuz/
kopuz çalınır. Kuzey Azerbaycan’ın sazından azçok farklıdır. Çoğur/çöğür olarak bilinir. Şahseven
Kızılbaşlarında yaşanılan bu toplantıların dinî
inançla ilgileri yoktur.
Kızılbaş toplumunda seyidin yeri zamanla
önem kazanır olmuştur. Yakın geçmişe kadar seyide değil itibar, ondan kaçılır ona tepki gösterilirdi. Kızılbaş toplumu Şiileştikçe Kızılbaşlıktan
kopmakta ve aynı derecede de Farslaşmaktadır.
Kızılbaşlık İran Şahseven Türklerinin kimlik belirleyicisi olmuştur. Şahseven Kızılbaş kimliğinin
korunmasını isteyen, Farslaşmaya tepkili kesim
kimlik kaybı konusundaki gelişmenin önüne geçemezken, kendilerine takdim edilen inancın Şiilik
de olmadığını ifade etmektedirler. Şahsevenliğin,
Kızılbaşlığın şemsiyesi olduğunun farkında olan
kesim, tradisyonel ile modernite arasında kimlik sıkışmışlığını yaşamaktadır. Ciddi bir çözüm
arayışı vardır. Hüccetül İslam, merce-i taklit
noktasında Kızılbaş inançlı halk, verdiği humus
vasıtasıyla, inançları ile birlikte etnik kimliğinin
de kaldırılmasına, kimlik değişimine uğramasına
81
katkıda bulunmuş olmaktadır. Şahseven Kızılbaş
aydını bunun farkındadır ve mücadelesini vermektedir.
Yeni doğan uşağa/çocuğa adını annesi koyar.
Bu toplumda otorite kadınlardadır. Neve ve neticelerin torunların ve onların çocuklarının ismini
evin büyük kızı tayin edebildiği gibi asıl aile için
sorunlarda çözümleyici de keza ailede ki büyük
kızdır. Kastedilen aile büyük aile tipidir, oldukça
kalabalık olur. Şahseven Türk halk inançları kültüründe anaerkilliğin dominant olduğu söylenilebilecektir. Bu tespiti doğrulayan başka bulgular da
vardır.
Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi
de bu toplumda Perpilemek’tir. Bunun için seyit
hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını okuyan
seyit aniden bir şapalak/şaplak/tokat vurur. Bu bir
şoklamadır. Hasta aniden kendine gelir, bu duruma “içindeki çıktı” tabir edilir. Bu tedavi şekli
yeterli bulunmaz ise tedaviyi yapan bir kâğıda ilgili şeyleri yazar ve onu dörde katlar. Hasta çocuk
ise anası onu balasının döşüne bir muncuk/boncuk
ile Sancar/takar. Parpılamanın ilk çıkış noktası
Kurtayağı ile yapılan parpıdır. Bu parpı şekli İran
Türk kültür coğrafyasında halk tedavisinde hala
yaşamaktadır. İran Türk sözlü kültüründe “kurt
başı gezdirme” tabiri vardır. Çok dolaşan, ev
ev, kapı kapı dolaşan, her yere girip çıkan kimseler için bu deyim kullanılır. Günümüzde bu
söz daha ziyade “kurt başı gezdirme ay uşak”
şeklinde yaşamaktadır. Sözlü Türk kültüründe
kurt etrafında şekillenmiş sözler adeta bir edebiyat oluşturmuştur
Bebek dünyaya gelince “doğum aşı” olarak “bulamaç” yapılır. Kurban kesilir. Kulağına adı verilir. Bu uygulamayı “göbek kesen/ebe ana” yapar.
Çok kere sevdiği kimsenin ismini söyler. İlk diş
çıkınca Hedik yapılır.
Kulağa ad vermek, Türk kültür coğrafyasında
uygulanmasına sık rastlanılan kulağa ezan veya
gamet veya sağ kulağa ezan sol kulağa gamet okunarak çocuğa verilecek ismin 3 defa tekrarlanılması
işlemidir. Yer yer uygulama farklılıklarına
rastlanılmasa da esası budur. Bazı hallerde göbek
adı veya ezan adı ile günlük ad farklılık gösterebilir. Bulamaç da farklı isimler alabilir. Çok kere
içine bal ve tereyağı konulan besleme değeri yüksek ana sütünü artırıcı bir aştır. Göbek kesen veya
ebe ana’nın çocuğa sevilen bir kimsenin ismini
koyması da mesajlı bir uygulamadır. Bu çocuğun,
bu ismi almakla, isim sahibi gibi sevilen, başarılı
bir kimse olacağına inanılır. Adeta o isim sadece
bir kelime değil temenni edilen bir sıfattır, kişilik
tiplemesidir. Aşerme döneminde bebek bekleyen
anne adayının sevdiği bir kimsenin resmine bakarak bebeğin ona benzemesini istemesi gibi
inanç içerir.
Şahseven Kızılbaşları arasında manevî değeri en
yüksek kimse Şah İsmail Hatai’dir. Hz. Abbas’ın
manevî itibarı çok yüksektir. O’nun adına ant içilir. “Hz. Abbas’ın kesik kolu hakkı için” denir. Hz.
Ali ve Hz. Hüseyin’in de manevi itibarı çok yüksektir. Hz. Hasan pek tanınıp bilinmez. Bunların
yarım asır evveline kadar sadece isimleri bilinirdi.
Şiiliğin bölgeye, yani Bağdatlı Şahsevenler olarak
bilinen halkın arasına girişi “İslam’ın gelişi”
olarak bilinir. Aşure Günü sine dövmeğe değil
aşure aşı yemeğe gitmeği tercih eden tekerlemeler
fıkralar anlatılırdı. İmamzadelerin türbeleri ile
onları küçük düşüren veya halkın nazarındaki gerçek yerlerini gösteren değimler geliştirilmişti
Çocuğu yaşamayan aileler, bilhassa ilk
çocuklarında 7 yaşına gelinceye kadar saçlarını
tamamen kestirmez. Saçı enseden bir kısmını
uzatarak kurban ile birlikte kestirirler. Ayrıca özel
haller için erkek çocuklarının önden bırakılmış
saçlarına “telli” kız çocuklarının önden bırakılmış
saçlarına “pürçek” denir.
Adaklı çocuğun saçının belirli bir kısmının
tıraş edilmeyip adakla belirlenen 7 veya 9 yıl
geçince kurban kesilerek tıraş edilmesi, çocuğun
adanıldığı yatırın isminin çocuğa verilmesi,
çocuk büyüdüğünde de o yatıra özel bir bağlılık
sergilediği gibi inançlar, Anadolu, Türkmenistan
ve bilhassa Özbekistan Türk kültür coğrafyalarında
da yaşamaktadır. Bu yörede bu saçın ismi Haydar
olarak bilinir. Türk halk kültüründe saç bir inanç
motifi ve bazı hallerde de kültür kotudur. Doğumda
ilk saçın kesilmesi saç toyu ile yapılır. Saça nazar boncuğu örülür. Evli sözlü veya bekâr kızlar
saç örgüleri ile mesaj verirler. Yasta saç yonulur,
yaslı ailenin yasını saçından ve sakalından takip
mümkündür. Saç ulu orta saçılmaz. Saçın dibinde kişioğlunun kutunun olduğuna inanılır. Ağ
sakal güngörmüş akil er kişiyi ve ak pürçek de
güngörmüş kadın kişiyi anlatan tanımlardır.
82
Bağdatlı-Sava Şahseven Kızılbaş Türklerinde Bey tarafı yeni evlilere çadır veya ev diker/
yapar. Kız tarafı çeyiz yapar. Bu toplumda başlık
vardır. Beybabası oğluna eskiden ocaktan od da
verirdi. Sabaş, düğünlerde saz-davul/zurna-meydan davulu günün erken saatlerinde meydanda
çalınmaya başlar. Gençler akşamları davulcu/
Çögürcü eşliğinde eğlenceye başlar, akşam olunca
kumar oynamaya gidilir. Halay çekilince halay
başına yakınları sabaş atmaya başlarlar. Halay 3
bölümdür, halayın sonuna sürekli eklenmeler olur,
halay başı, kimseye el vermez. Düğünün bitimine
yakın toynalık atılır. Kız babasının ve anasının
gönderdiği toynalıkla başlanır. Davulcunun her
türlü gösterisi serbesttir. Davulun üstüne oturur
ve benzeri hareketler yapar. Ona atılan toynalığa
göre hareketler yapar. Toynalık olarak bilinen bu
para sermaye olarak birikir düğün sahibi beye
ve babasına masrafları karşılaması için verilir.
Anadolu’da toyu yöneten kimseye toy babası denilen yöreler vardır.
Bu toplumda hına/kına adaklılık nişanesidir.
Sözü kesilen kız adaklanmış olur.
Bağdatlı-Sava Şahseven Kızılbaş Türklerinde
beyin geline attığı saçının içinde elma, nar ve
kelle kant atılır. Bu toplumun halk kültüründe nar
geniş yer tutar narı yere dökmeden yiyen kimsenin
cennete gideceğine inanılır. Sava İran’ın en ünlü
nar yetiştirme bölgesidir. Mecmei olarak bilinen
büyük gelin sinisinin içinde muhakkak nar da bulunur ve bunun üzeri kızıl bir örtü ile örtünmüş
olur. Narın ve elmanın mesajları arasında ortaklık
vardır. Her ikisi de halk inançlarına göre çoğalmayı
artımı anlatırlar
Bu yörenin Şahseven Kızılbaşları adeta bağımsız
devlet gibi bir yaşam sürdürürlerdi. Vergi toplanır,
bütçe oluştura bilmek için oturak değil koruk
statüsü istenirdi. Koruğun topraklarının korunması
ve kullanılması koruk mensuplarına aittir. Özlü bir
söze göre “Girenin kanı öz boynunadır”. Bununla
anlatılmak istenilen izinsiz bu topraklara giren
kimse sahiplerince öldürülebilir ve bu öldürmenin
mesuliyeti yoktur. Dökülecek kana izinsiz giren
yol açmıştır. Böylece iyi veya kötü niyetle girmiş
olmak yabancılar için izinle belirlenir. Aynı amaçla söylenişmiş bir başka anlamlı sözde de “İm
bilen ölmez” denir. Bunun açıklaması “im bilmeyen ölür” şeklinde yapılabilir. Her tayfanın bir imi
vardır. Şifreyi bilmeyen izin de almamış ise kötü
niyetlidir, anlamına gelir.
Bu yörenin Şahseven Kızılbaşlarında iç oymak
ve dış oymak tanımlamaları kullanılır. Damat
oymak dışı ise dış oymak denir. İç oymak ise
aynı oymak içi evlilikler için kullanılır Şahseven
Kızılbaş Türklerinde yezne ve küregen her zaman damat anlamına gelmez yezne daha ziyade
nişanlılık dönemi için geçerli bir tanımlamadır.
Dış oymak/eşik oymak/çölden başka oymaktan
anlamındadır. İç oymak ise aynı oymak içi evlilikler için kullanılır. Bu bulgu bize eşiğin içi ve dışı
arasındaki güvenlik, itibar farkını düşündürüyor.
Oymak içi evlilik, bu evliliğin içerdiği itibar
dışardan eklenti olandan daha farklı olmuştur..
Bir Şahseven “özümüzden eyler” derken, Azerbaycan Türkü “bizden yeğler” der. Anadolu’da
bu tanımlama “bizden iyiler” şeklinde yapılır.
Al karısı, Hamam karısı, Ağaç karısı bu tür kara
iyelerdir. Kızılbaş Türk inancında Hamam karısı
emcekleri/memeleri anormal büyük olan bir dişi
kara iyi olarak tasavvur edilir. Bu arada emcek ata,
genelde dişi ecdadı anlatmış olur.
Anadolu Türk kültür coğrafyasında da kara iyelerden bahsedilirken “bizden iyiler” “buradan ırak
olsun” “iyi saatte olsun” gibi ifadeler kullanıldığı
bilinirken, Şahseven Kızılbaşlarında iye, sahip
anlamında kullanılması halk inançlarındaki “sahip” algılayışına açıklık getirmesi bakımından
önemli bir tespittir. Keza hamamların da kara
iyelerce mekân olarak seçilmesine dair bulgular var iken “Hamam karısı” tanımlaması da al
karısında olduğu gibi açıklık getirici mahiyettedir. Ağaç karısı için de aynı açıklama yapılabilir.
Ağaç iyesinin olduğu bilgisine bu iyenin dişi
olduğunu da ekleyebiliyoruz. Orman iyeleri
arasında Dişilerin de olduğunu Tatar Türk halk
inançlarından bilmekte idik. Bu konunun içeriği
zenginleşebilmiştir. Adeta halk inançlarında
dişilik bir adım önde gitmektedir.
Bu toplumun Türkçesinde her sözün sonunda
“hoy” eklenir ola, oğlan çocuğu erkek demek iken
ola hay, oğlan hey demektir.
Bu toplumda ölünün 3’ü 7 si, 40’ı ve senesi
yapılır. Doğumdan sonda annenin ve yavrunun da
40’ı yapılır
Anadolu ve Türk kültür coğrafyasının sair
yerlerinde görülen bazı inanç motiflerini Sava83
Bağdatlı Kızılbaş Şahseven Türklerinde de görmekteyiz. Bu toplumda da gece ev eşik süpürülmez, bu durum “gece süpürgeye el vurulmaz”
şeklinde ifade edilir. Gece yapılmasından kaçınılan
diğer ortak inanç ise eşiğe/dışarıya ıssı/sıcak su
dökülmez. Dökenin bir şeye uğrayacağına inanılır.
Uzun yola çıkanın ardı sıra su dökülür, suyun
aydınlık olduğuna inanılır.
Suda olduğu gibi taş etrafında da inançlar
oluşmuştur. Taş serlik, mertlik ve savaş arasında
bir simgedir. Sava Kızılbaş Türklerinin komşusu
olan aynı bölgenin Hılhavcı diye bilinen Türkmenleri ciddi taş savaşları yapılır. Bunun için ilkin taş
toplanır. Taş toplayan taraflar karşılıklı birbirlerini
tahrik ederler. Tahrikler sıralı yapılır. Tahriklere
sövmeden taş attırabilecek bir noktaya gelinmesi
amaçlanır. Sonra karşılıklı taş atma başlar.
Taş savaşını biz ilkin Kars’ta Kayabaşında
yapılan savaşlardan biliyoruz. Savaşta taraflar birbirlerini sürer püskürtür belirli yerleri ele
geçirirdi. Saatlerce süren bu savaşta yaralanmalar olurdu. Bu savaşı belirli bir yaşın üzerindeki
erkekler yapar yetişkinler bu savaşa engel olmaz
ve savaş bitince de küslük dargınlık olmazdı.
Daha sonda aynı savaş oyununun Bayburt’ta da
oynandığını gördük. Galardı/Kaleardı bu savaşın
meydanlarındandı. 2008 yılında ise bu oyunun
Azerbaycan Türk kültür coğrafyasında da varlığını
gözledik. İslam evveli Türk kültürünün bir hatırası
olan bu savaş oyununun Gregoryen Türklerce de
bilindiğini tespit ettik.
Yapılanmada en yetkili makam ve kişi han ve
kethüdadır. Kethüda yapılanmanın idarî, askerî,
malî işleri üstlenir. Kethüdanın muhakkak erkek
olması gerekmez bayan kethüdalarda olmuştur.
Yapılanma kendi içerisinden öğretmen, sağlık
personeli gibi elemanlarını da yetiştirir bunlar çok
kere halk tababeti uygularlar. Bu yörenin dillerinde Allah lafzı yoktur. Huda ve Tarı tanımlamaları
ile Allah anlatılmış olunur. “Huda seni saklasın”
veya “Tarı seni saklasın”, tarıy/tanrın nan yığsın”
“Gezzebe/gazaba kurusun” gibi kargış ve alkışlar
vardır. Bu uygulama eski Türk inanç sistemindeki
her boyun bir kutsal dağı bir kutsal ağacı ve bir
kutsal hayvanı olduğunu hatırlattı.
Şahseven Kızılbaşlarında her oymağın bir Bek’i/
beyi vardır. Göç beyin yönetiminde gerçekleşir.
Aile reislerinden büyük bek ve bekten büyük Han
ve handan da büyük olan kethüdadır. Toplumda
yaşanan ihtilaflarda manevi lider durumunda da
olan kethüda çözümler. Aç ve açıkta olanlarla
yetimlerle ilgilenir. Han ise tepedeki devlet otoritesidir.
Göç başlayınca ilin öğretmeni, sağlıkçısı tümü
birlikte göçer. Göç coğrafyası Musagulu’dan
başlar Garagan dağlarına kadar gider. İlde her
obanın bir dağı bir yaylağı vardır. Hiçbir oba
diğer obanın dağına gidemez. Tahta Kapı olmak yerleşik düzene geçmek demektir. Bağdatlı
Şahseven Kızılbaşları’nı devlet yerleşik döneme
geçirebilmek için sayıları binleri bulan atları imha
etmiştir. Halktaki bütün silahlar toplatılmıştır.
Keçi kılından yapılan ünlü kara çadırların tümü
odlanılmış/yakılmıştır. Ailelerin elinde çadır
direği bırakılmamıştır. Yeni ocağa ata ocağından
od verilmesi uygulamasının en geniş şekli Kaşkaî
Türklerinde görülmektedir.
Ocak Türk kültürlü halklarda kutsaldır. Erkek
evlat ocağın direğidir. Ocağı sönmüş olmak
ocağı yıkılmış olmakla ocağı viran olmakla
eş anlamdadır. Ata ocağından yeni ocakların
tutuşturulması ocağın devamı anlamına gelir. Ocak
erkek evlat tarafından tüttürülür, kurulup korunup
devam ettirilir. “Baca dumansız erkek cefasız olmaz” denilirken erkek farklı mesuliyetinin olduğu
anlatılmış olunur. Bu noktada odun yandığı ocak
ile içerisinde yaşanılan ocak hatta dolaylı da olsa
şifa veren ocak büyük ölçüde eş anlamlıdırlar.
“Doğru ocaktan eğri duman çıkmaz” denir. Bazen
da “Feleğin ocağı bata bindirdi bizi eğersiz ata”
denir. Şahseven adını alınışı da çok kere yanlış
bilinmiştir. Şahseven ismi Şah Abbas zamanında
verilir. Şah İsmail zamanında var olan Kızılbaşlık
Şah Abbas zamanında bu ismi alırlar. Kızılbaşlık
öylesine güçlü ve etkili ki, şahlık onların elinde adeta bir oyuncak olmuştur. Şahın kim olacağına veya
değiştirilmesi karar verip uygulayabiliyorlar. Bunun üzerine inisiyatif/üstünlük sahibi olma adına
isimlerinin Şahseven olmasını sağlıyor. Şurası muhakkak ki Şah İsmail de Şah Abbas da Şii değiller.
Şahsevenlik aynı zamanda bir kimlik edinme ve
bir kimlik altında korunma meselesidir. Bu konu
Orta Alevi inanç kültürün kimliği bakımından
önemli olduğu kadar Türk halk kültürel kimliği
bakımından da önemlidir. İran’da Kızılbaşlık kül84
türel kimliği kendisini Farslığa karşı korurken
kapalı toplum yapısı sergiliyor göçer veya yarı
göçer hayat tarzı ile de ekonomik gereksinimlerini
karşılıyordu. Bu sosyo-ekonomik yapı eğitim ve
sağlık ihtiyaçlarını da kendi içinde karşılıyordu.
Yerleşik düzen onları Fars sosyal yapılanmasının
bir parçası yapmaya başlamıştır. Bu yeni yapı
tahran yönetiminin bütün devlet organları ile
toplumun içine hulul edebilmiştir. Bu gelişmeye
yazılı ve basılı basın da eklenince Şahseven
Kızılbaş Türk kimliği Şii Fars kimliği tarafından
kuşatılmıştır. Alevi veya Kızılbaş Türk inanç
kimliği Türk dil kimliği ile çelişkiye düşürülmeğe
sadece İran’da değil, Irak’ta, Suriye’de ve Balkanlarda da yaşanmaktadır. Anadolu’da durum oldukça farklıdır.
Suriye’de bayır-Bucak Türkleri arasında Nevruz/
Yeni gün ile ilgili inançları incelediğimiz zaman
ilginç bir tespitle karşılaştık. Orada Türkmenler
Nevruz yerine Muharremliği yerel şartlarında özel
bir külte dönüştürmüşlerdi. Bu durumu Arapların
sahiplendikleri Nevruzu onlarla birlikte onların
anladığı gibi kutlayıp Türk olarak, Türklüğü
muhafaza etmek mümkün değildir şeklinde izah
ediyorlardı.
Irak Türk Alevilerinde durum daha farklı idi.
Bu coğrafyanın Alevi Türkü bir taraftan dil
bakımından Araplık-Farslık ve Kürtlük arasında
diğer taraftan da Şiilik-Sünnilik ve Şafilik arasında
sıkışmışlardı.
Anadolu’da Alevilik Sünniliğe karşı direnirken
dil farkı yaşamamaktadır. Aynı dilli farklı az-çok
farklı inançlı iki kesim arasındaki direnç noktası
sadece inançta yoğunlaşmaktadır. Kimliğine sahip
çıkma bu coğrafyada farklı bir seyir izlemektedir.
Balkanlarda
bilhassa
Arnavutluk
ve
Bulgaristan’da Alevi kimliği arayışı ve inşası
bakımından şartlar farklı bir seyrin gelişmesine
yol açmıştır. Osmanlı Türk yönetimi döneminde Balkanlarda halk İslam’ını kırsal kesimde
büyük ölçüde Alevi inançlı İslam temsil ediyordu.
Makedonya’da biraz farklılık arz etse de genel durum bu idi ve daima Anadolu merkezdi. Arnavutluk Aleviliğinde günümüz itibariyle Bektaşiliğin
kimlik belirlemede ki yerinin fazla sabit olduğunu
söylemek zordur. Bulgaristan’da Türk kimliği
Türk dilinin yaşama şansı nispetinde gelişmiş
ve şekillenmiştir. Kırsal kesimde Bulgaristan
İslam’ının Aleviliğinde kimliğin gelişme seyri
için fazla bilgi sahibi değiliz.
Bu bölümü toparlamak gerekir ise söylenilebilir
ki, Osmanlılık kendi coğrafyasında geliştirdiği
kültürel kimlik içerisinde merkezi idare ile halk
kesimleri arasındaki zaman zaman çıkan ihtilaflara
rağmen Aleviliğe de yer vermişti. İran’da ise Pehlevî ailesi yönetime gelinceye kadar Türk kesimler arasında çok ciddi bir inanç ihtilafı yoktu.
Aynı zamanda yönetimin resmi dili ile Türk dilli
farklı inanç kesimlerinin arasında da dil aynılığı
nedeniyle kimlik ihtilafı yoktu. Günümüzde
Türk, Arap ve Fars resmi dilli yönetimler ortak
bir kültür havzasını tekrar oluşturmak istiyorlar
ise Alevi veya Kızılbaş inanç kültürel kimliğini
yok saymaksızın bir kültür stratejisi geliştirmek
durumundadırlar.
İran Türklüğünü anlayabilmek ciddi teoloji
bilgisini de gerektirmektedir. Özellikle İslam
tarihini ve İslam’dan evvelki Türk dinî hayatını,
ilaveten bölge dinlerinin bilinmesine ihtiyaç
duyurmaktadır.
Biz bu çalışmamızla halk inançlarından hareketle Şahseven Kızılbaş Türk halk kültürünü
daha yakından tanımayı amaçladık. Dinler tarihi
disiplininde olduğu gibi din sosyolojisi ve din
psikoloji disiplinlerinden yardım alınmaksızın
İran Türk Kızılbaşlığının sadece halk inançları
derleyip karşılaştırmalar yapmakla bu amaca
ulaşılamayacağını tekrar görmüş olduk
Kaynaklar;
Yaşar Kalafat, “Bektaşiliğin Yakın Ortadoğu Türevleri” Türk Dünyası Araştırmaları, 2010, Ocak-Şubat
2010
Kaynak kişi; Vali Gözatan, Güney Azerbaycan
Sava-Kum Şahseven Kızılbaş Türklerinden yercanlı
Oymağı’ndan iki nesil evvel bu topluma kethüdalık
yapmış olan toplumun manevi hayatından sorumlu lideri Cevat beyin torunu, Yüksek tahsilli, halen
Almanya’da yaşamakta olan şair ve yazar olan ve memleketinden gençlik yıllarında ayrılmış 1964 doğumlu
bir Türk aydını
Kaynak kişi; a.g..ş.
Ünlü halkbilimci Ali Kemali, Garaganlı/Karakanlı
tayfasındadır.
Kaynak kiş i; a.g..ş.
Yaşar Kalafat, İran Türklüğü, Jeokültürel Boyut,
Yeditepe, Ankara 2005
85
Şahseven elinin tayfaları və tirələri; Sava , Gum ,
Gazıran , Büyinzəhra və Tehran Şahsevenləri konusunda Məhəməd Çirağı’nın derlediği ve Seyid Heydər
Bayat’ın düzenlediği bilgilere göre Bu toplumun Aruxlu sahası birinci göbəğinde:
1. Qasimlu (tirələri: çıraqlı – zeynallı – seydlərkərəmli- cöngə xur- şəhbəndli- qənbərli- səfərli- qurbanlu- mustafalı- əsud- həcili- cəfərli- ala mərdəşliəsgərli= məmədli)
2. Qaraqoyunlu
3. İnanlu -eyənalı- (tirələri: yengicək- gökbər)
4. Əli Varlı
5. Qərələli(qərəllu)
6. Xıdırli
7. Hüseynxanlu ( tirələri: məhədilu- nimətli- fəlah –
rəxşan- əlbərz)
8. Karunlu
ikinci göbəğinde:
2-1. Sulduz( tirələri: baratlı- qaraməmdli- xilxovlufərhəng- paşalar- qarahəsənlı)
2-2. Dügər
2-3 ğəriblikli
2-4. Həsnlü
2-5. Mədihlü
2-6. Məhrablu
2-7. Nilgər
2-8. Zulflu
Üçüncuügöbəğinde:
3-1. Kəlünd (kələvənd)
3-2. Şıxlı qulu (tirələri: xanlıq- elyat- rəit)
3-3. Buzlar qulu( tirələri: iranşaəli- bayatlı)
3-4. Cəlallı qulu (tirələri: pəşəli- duluxanlı- bitəməli)
3-5. Məmədli qulu (tirələri: əmirli- vəlili- təhmaslı)
3-6. Zəğəl qulu (tirələri: lələli- aqça quıunlu- durd
qarınlı- xədaverdili – körkör)
3-7. Əskəndər qulu
3-8. Burçalu qulu
3-9. Musalı qulu, vardır.
b: Lək Sahasının bırıncı göbəğinde:
1. Küsələr (tirələri: əlikürlü- əlibəyəli- əlihüseyniqarabəyəli- əsmaıllı- sırxavlı- mutulu- şaəhüseyninzərli- fərx- xədavernli- ətaxanlı- türkəmən- ğəfarlıabasllı- budağlı- kərli)
2. Yarcanlı (tirələri: valı – valmanlı- yekə qaracakıçık qaraca- mansırlı- aqça quıunlı- göy dağlı)
3. Dəllər (tirələri: aqamirzəli- əzizli- şükətliaqayarlı- nıknam)
4. Əliqurtlu
5. Satılı
6. Qutullu
7. Aq quıunlu
8. Həqəqicanlı
9. Əhəmədli
ikıncı göbəğinde:
2-1. Yaramışlı
2-2. Çəlpli
2-3. Vəstəlü
2-4. Dültəmənd
2-5. Əlcəli (tirələri: vəlili- həməzəli- xurda yamaxlı)
2-6. Bəyişlü – bəkişlü2-7. Bahadınlı’lar yaşamaktadırlar
2. Araştırma metninde Şahsevenlerin boy ve
yaşadıkları coğrafya ile ilgili bilginin bu kadarla
sınırlı olmadığı, sadece merkezi iran’la ilgili bilgileri vermekle yetinildiğini İran’ın diğer kesimleri,
Anadolu ve Suriye’de de Şahsevenlerin yaşadıkları
ve araştırldıklarının bilindiği belitilmektedir.(Şahsun
Eli’nde yalnız mərkəzi İran’da yox bəlkə də Muğan
Çölö, Fars Estanı, Xərasan, Eraq, Süriə, Azərbaycan
Cəməhüriti və Anadolu’da yaşayirlar. Ancaq bu
şahsunlər haqqında bizim bundan artıq bir zad indılik
əlimizdə məlumat yoxdur. Bu şahsunlər haqqında
tədqiqat aparılsa da ancaq bizim əlimizə çatmayıb
və umuruq ki hürmətli məhəqəqlər əllərində ulan
qaynaqları bu haqda bizdən əsirgəmiyələr.Qaynaq:
<http://www.Shahseven.Blogfa.Com/>
Kaynak kişi; a.g..ş.
Böylesi bir anlatıyı biz Özbekistan’da halkın
Burgut Ata veya Türk Ata olarak da tanıdığı efsanevî bir şahısla ilgili olarak Rh. Prof. Dr. Malik
Muratoğlu’ndan dinlemiştik. Burgut Ata Türkistan’ın
nebatat hayvanat ve insanatından sorumlu bir ulu
kişidir. Aç doyurur, hasta tedavi eder bir ulu zattır.
Bir dönem üst üste kurak yıllar gelir sıkıntılar çözüm
bulması için Burkut Ata’ya yansıtılır. Çaresizlik içinde
kıvranan Burgut Ata Tanrı ile konuşmaya karar verir
ve O’na insanların hayvanların bitkilerin susuzluktan ölmeğe başladıklarını bu gelişme karşısında ilgisiz kalmaya hakkı olmadığı söyler. Yağmur yağdırır
ise tanrı’ya verecek bir şeyi olmadığını ancak 40
gün kırk gece tek ayağının üzerinde duracağını nezir
eder. Yaşar Kalafat, “Halk İnançlarından Hareketle
Türklerin Dinî Görüş ve İnanışları”, (Türkiye’de
Dinler Tarihi Dünü, Bugünü ve Geleceği, Türkiye
Dinler Tarihi Derneği, 4–6 Aralık 2009 Ankara)
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Yaşar Kalafat, “Türk Halk İnançlarında Kadın”
<www.yasarkalafat.info>
Kaynak kişi; Vali Gözatan, “Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi de Perpilemek’tir. Bunun
için seyit hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını
okuyan seyit aniden bir şapalak/şaplak/tokat vurur. Bu
bir şoklamadır. Hasta aniden kendine gelir, “içindeki
86
çıktı” tabir edilir. Bu tedavi şekli yeterli bulunmaz
ise tedaviyi yapan bir kâğıda ilgili şeyleri yazar ve
onu dörde katlar. Hasta çocuk ise anası onu balasının
döşüne bir muncuk/boncuk ile Sancar/takar.
Parpılamak yöntemi ile tedavi şekli Türk kültür
coğrafyasının Anadolu ve sair bölgelerinde de vardır
ve çeşitli şekilde uygulanır. Keza muska da hamaylı da
boylama da bazbent de bilinip uygulanmaktadır.(Yaşar
Kalafat, “Akşehir Örnekleri İle Türk Kültürlü Halklarda
Od/ateş/Ocak İyesi” Uluslar arası Selçuklu’dan Günümüze Akşehir Kongresi 20–21 Kasım 2008;http:Kanal
Kültür.com 01 12 2008)
Yaşar Kalafat,Türk Halk Tefekküründe Kurt 2, Türk
Kültürlü Halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançları,
Berikan yayınları, Ankara, 2009,
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Türk Kültürlü Halklarda Türk Halk İnançları/Türk
Halk İrfanında Kurt, Berikan yayınları, Ankara 2008
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Yaşar Kalafat “Balkan Türklerinden Örneklerle Halk
İnançlarımızda Saç” I.Uluslar arası Balkan Türkleri
Sempozyumu 28–29 Eylül 2001 Prizren, Balkan
Türkoloji Sempozyumu Bildirileri yayına hazırlayanlar,
Prof. Dr. N. Hafız, Prof. Dr. T. Hafız BAL_TAM Prizren
2006 sf. 308–314; Erciyes, Ocak 2002 S. 301 sh. 15–16
,
Yaşar Kalafat, a.g.e.
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi de
Perpilemek’tir. Bunun için seyit hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını okuyan seyit aniden bir şapalak/
şaplak/tokat vurur. Bu bir şoklamadır. Hasta aniden
kendine gelir, “içindeki çıktı” tabir edilir. Bu tedavi
şekli yeterli bulunmaz ise tedaviyi yapan bir kâğıda
ilgili şeyleri yazar ve onu dörde katlar. Hasta çocuk
ise anası onu balasının döşüne bir muncuk/boncuk ile
Sancar/takar.
Parpılamak yöntemi ile tedavi şekli Türk kültür
coğrafyasının Anadolu ve sair bölgelerinde de vardır
ve çeşitli şekilde uygulanır. Keza muska da hamaylı da
boylama da bazbent de bilinip uygulanmaktadır.
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Yaşar Kalafat, Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançları
İzleri, Ankara 1999, 3. Bsk. Ankara
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Yaşar Kalafat, “Kocaeli ve Çevresi Örnekleri İle Türk
Halk İnançlarında Adanmışlık/Sahiplilik” I.Kocaeli
ve Çevresi Kültür Sempozyumu, Kocaeli 20–22 Nisan
2006
Yaşar Kalafat-İlyas Kamalov, “Tatar Efsaneleri”,
Karadeniz Araştırmaları, Karam, Yaz 2005 S. 6 sf.
52–78
Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi de
Perpilemek’tir. Bunun için seyit hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını okuyan seyit aniden bir şapalak/
şaplak/tokat vurur. Bu bir şoklamadır. Hasta aniden
kendine gelir, “içindeki çıktı” tabir edilir. Bu tedavi
şekli yeterli bulunmaz ise tedaviyi yapan bir kâğıda
ilgili şeyleri yazar ve onu dörde katlar. Hasta çocuk
ise anası onu balasının döşüne bir muncuk/boncuk ile
Sancar/takar.
Parpılamak yöntemi ile tedavi şekli Türk kültür
coğrafyasının Anadolu ve sair bölgelerinde de vardır
ve çeşitli şekilde uygulanır. Keza muska da hamaylı da
boylama da bazbent de bilinip uygulanmaktadır.
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Yaşar Kalafat, “Antalya Yöresi Örnekleri İle Türk
Kültür Coğrafyasında Süpürge İnancı”, 20. Yüzyılda
Antalya Sempozyumu, 22–23 Kasım 2007, Akdeniz Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi araştırma ve
Uygulama Merkezi, Yayına haz. Doç. Dr. Mustafa Oral,
Antalya, 2008, s.259–266
Yaşar Kalafat,“Milli Sınır Anlayışımızın Halk
İnançlarındaki Kökleri”, Serhat Kültür, Fahrettin
Kırzıoğlu Hatıra Sayısı, Mayıs Haziran 2006, Sh.36–38
Yaşar Kalafat, “Ağrı Yöresi Örnekleri İle Türk Kültürlü Halklarda Su Kültü”, Türk Kültüründe Ağrı,
Atatürk Kültür Merkezi, Yayına Hazırlayan Prof. Dr.
Oktay Belli, Ankara, 2009, s. 131- 145
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Kaynak kişi; Vali Gözatan,
Yaşar Kalafat – Mehmet Keyani “Kaşkayi Türklerinde Sosyal Yaşam” 1. Bölümü Yeni Düşünce 16–12
Kasım 2001 S. 46 sh. 44–49; 2. Bölüm, 23–29 Kasım
2001, S. 47 sh. 44–49
87
BİR UREYİN FERYADI
Afiq AĞDAMLI*
“Turkem” -dedim,
Dinme! -dedin,
Meni mene yad eyledin.
Tarihimi unutdurdun,
Esrlerce gan uddurdun.
“Turkem” -dedim, qılıncını işe saldın,
Of demeden nece-nece canlar aldın.
“Turkem” -dedim, iki boldun bir veteni,
Ureyime dağlar cekdin, diddin meni.
“Turkem” -dedim, torpağımı gan burudu,
”Turkem” -dedim, ustume tanklar yeridi.
Cavidime, Muşfiqime ”hain” dedin,
Oz yurdundan surgun etdin, gulleledin.
Derd vermisen, sevincimi kem etmisen,
Sen Bozgurdu bir tulkuye yem etmisen.
Unutmuşug, unutmuşug...
Ganicene “baba” deyen biz olmuşug,
Bir cellada boyun eyen biz olmuşug.
Onlar deyib,
Biz susmuşug.
Onlar doyub,
Biz susmuşug.
Susa-susa uduzmuşug...
Bu susmagla sanma senin bu derdlerin yoh olacag,
Bu susmagla Gulustanlar, Turkmencaylar cohalacag.
Susma,danış, urekli ol! Huner goster,
Azad olmag urek ister, huner ister.
Besdir daha! Bu susqunlug, daha besdir!
Bu ses bize Garabağdan gelen sesdir...
Ahı ne vahtacan susmalıyıg biz?!
Tarihi gan ile yazmalıyıg biz!!!
*Edebiyat öğretmeni-Bakü/Azerbaycan
88
DEDE KORKUT DESTANLARI VE NUH’UN KIZI
Prof. Dr. Ahmet NAHMEDOV*
Dede Korkut Destanları Türklerin dili, tarihi,
kültürü ve sözlü edebiyatı hakkında zengin bilgiler içeren kaynak olarak her zaman değerini korumaya devam edecektir. Boyların malzemesine
dokunmuş olan mitolojik, efsanevî, menkıbevî ve
eski inanışlarla ilgili motifler destanın farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda oluşarak sonradan
bir araya getirildiğini göstermektedir. Buna örnek
olarak yazıya geçiş sırasında artık unutulduğu için
anlatıcı veya kâtip tarafından yanlış yorumlanmış
eski Türk inanç sistemi ve özellikle kamlıkla ilgili
bazı motifler dikkat çekmektedir. Örneğin, Deli
Dumrul’un “kuru çay üzerine köprü yapma”sı
motifi eski büyüsel pratik olup, olmayan bir şeyi
varmış gibi göstererek gerçekleşmesini, yani
kurumuş çaya su gelmesini sağlamaya yöneliktir.
Oysa destan bunu Dumrul’un “deliliği” ve “güçlü
er” olması ile açıklamaktadır. Aynı pratiğin bir
diğer şekli de Dirse Han Oğlu Buğaç Han boyunda yer alan “kuru kuru çaylara sucu salma”dır
ki(1) yine aynı amaç güdülmektedir. Bu konuyu
ayrı bir makalede ele alacağımızdan üzerinde
durmayacağız.
Destanı okurken Giriş bölümünde bir cümle dikkatimizi çekti. “Dede Korkut dilinden”
kadınları dörde ayıran ozan, bunları “solduran
sop”, “dolduran top”, “evin dayağı” ve “nice
söylerisen bayağı” olarak tasnif etmekte ve sonuncusu için “O, Nuh Peygamberin eşeği aslıdır”
demektedir (Bkz.: M.Ergin,Dede Korkut Kitabı,
Ankara,1997,s.76-77). Destan, bu motifin yer
aldığı hikaye veya rivayeti muhtemelen halk
tarafından bilindiğini düşünerek açıklamıyor ve
sadece bir cümleyle yetiniyor. Azerbaycan’da
karşılaştığımız bir varyantta Nuh Peygamber
gemi yapımında ona yardımcı olan oduncu, marangoz ve demirciye kızını vereceğini vaat ediyor.
Tufan’dan sonra bu üç kişi ondan verdiği sözü yerine getirmesini istiyorlar fakat Nuh’un sadece bir
* Adnan Menderes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
kızı var ve o ne yapacağını bilmemektedir. Allah’a
dua ettikten sonra kızını, eşeğini ve köpeğini ahıra
kapatan Nuh Peygamber sabah olunca orada bir
birine tıpatıp benzeyen üç kız buluyor ve bunları
söz verdiği kişilerle evlendiriyor. Bu kızlardan
hangisinin kendi kızı olduğunu öğrenmek için
de bir süre sonra bunların evine misafirliğe
gidiyor. Kızların hareketlerinden, kocaları ile
davranışlarından hangisinin kendi kızı, hangilerinin köpek ve eşekten dönüşmüş olduğunu anlar.
Anadolu’da bu hikayenin üç varyantı ile
karşılaştık. Bunlardan birisi Azerbaycan’dakine
benzemekte, diğer ikisi ise biraz daha farklılık
göstermektedir.
Birinci hikaye: Hazreti Nuh’un gemisi tufanın
suları çekildikten sonra karaya oturmuş dünya
üzerinde hayat yeniden başlamıştır. İnsan olarak
sadece Hazret Nuh’a iman ederek gemiye binenler vardır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’dan
sonra insanoğlu yeniden yeryüzünde çoğalmaya
başlayacaktır. Hazreti Nuh’un sadece bir kızı
vardır. Bir adam gelir Hazreti Nuh’tan kızını ister.
Hazreti Nuh olumlu cevap verir. Ertesi gün bir ikinci, daha sonraki gün bir üçüncü kişi aynı istekle
gelirler. Hazreti Nuh unutarak her üçüne de olumlu cevap verir. İşi anladığı zaman büyük pişmanlık
içinde Allah’a yalvarmaya bu karmaşık durumun utancından kendisini kurtarması için niyaz
etmeye başlar. Duaları kabul edilir. Kendisine
köpeği, eşeği ve kızını akşamdan bir yere kapatması
vahyedilir. Hazreti Nuh sabah gittiğinde orada
kızının üç tane olduğunu görür. Her birini bir isteyenle evlendirir. Zor durumdan kurtulur. Daha sonra kızlarını –ve de damatlarını- ziyaret etmeye karar
verir. Bir taraftan da bu üç kızın hangisinin gerçek kızı olduğunu merak etmektedir. Sırasıyla her
misafir olduğu evde damada işlerin yolunda gidip
gitmediğini, evliliğin nasıl yürüdüğünü, kızından
bir şikâyeti olup olmadığını sorar. Birincisi şöyle
89
baktığında, içeride birbirine benzeyen üç kızın
oturduğunu gördü. Nuh, bu üç kızı üç marangozla evlendirdi ve sonucu merakla bekledi.
Aradan epeyce bir zaman geçip kızların çocukları
olduktan sonra bir gün Nuh, marangozlara
“Hanımlarınız, çocuklarınız nasıl?” diye sordu.
Marangozlardan biri “Benimki çok huysuz ve
sert” deyince Nuh Peygamber içinden “Tamam,
bu kız köpeğin neslinden olmalıdır” der. İkinci
marangoz, “Eşinin çok gevşek, yumuşak ve sessiz” olduğunu söyleyince Nuh, bu kızın eşeğin
neslinden geldiğini anlar. Üçüncü marangoz ise
eşinin iyiliklerini anlata anlata bitiremez ve iyiliği,
güzelliği, hizmetleriyle kendisini mahcup ettiğini
anlatır. Nuh Peygamber kendi kızının bu marangozla evli olduğunu böylece öğrendi (www.kadinlar-
cevap verir: “Çok sadık, sadakatinden hiçbir
şikâyetim olamaz. Bana bağlı. Güvenim tam.
Nankör değil. Ama kötü bir huyu var, her fırsatta
kavga çıkarır. Yüzüme karşı arsızca ve edepsizce bağırır.” Hazreti Nuh; bunun aslında köpeği
olduğunu anlamıştır.
İkincisi şöyle cevap verir: “Çok sessiz, sakin, itaatkâr, ben bağırıp çağırsam bile o sessiz bir metanet gösterir cevap vermez. Bu huyları çok güzel,
hiçbir şikâyetim olamaz. Ama o kadar ağırkanlı ve
tembel ki bazen öfkelendirir.” Hazreti Nuh; bunun aslında eşeği olduğunu anlamıştır. Üçüncüsü
şöyle cevap verir: “Bu sorunuza cevap vermeden
önce kendisini çağırayım, bir karpuz getirmesini
isteyeyim, yiyelim, sonra cevap veririm.” Karısını
çağırır. Alt kattaki kilerden bir karpuz getirmesini
ister. Kiler kırk basamak aşağıdadır. Karısı karpuzu getirir. “Bu istediğim karpuz değil, niye tam anlamadan indin aşağıya, bak yerini tarif edeceğim,
dikkatle dinle, yanlış karpuzu getirme” diye azarlar. Karısı sessizce karpuzu alır, merdivenlerden
aşağı iner. Tekrar elinde bir karpuzla yukarı çıkar.
Adam aynı sözlerle yeniden azarlar. Bu sahne kırk
defa tekrarlandıktan sonra, tamam kes de yiyelim
der. Sonra Hazreti Nuh’a döner; “Kilerde sadece
bir tane karpuz vardı, sizin yanınızda beni mahcup
etmemek için sesini çıkarmadan kırk basamaktan kırk defa indi ve çıktı, işte bu insanoğlu insan
olmaktır” der (www.ahenkdergisi.com).
Bu efsanede geçen karpuz ve merdiven motifi
Azerbaycan varyantında da aynıdır, tek farklılık
oduncu, marangoz ve demircinin bulunmayışıdır
ki destan mantığı açısından Nuh’un niçin üç kişiye
aynı anda söz vermesini daha iyi açıklamaktadır.
portali.com).
Bu hikâyede marangoz(lar)dan bahsedilse de
kızların denenmesi kısmı tam açıklanmamış, genel özelliklerle yetinilmiştir.
Üçüncü hikâye: Tufan öncesi ve sırasındaki
olayları detaylı ve İslamî kaynaklara yakın bir
şekilde anlatmaktadır. Biz sadece olarak konumuzla ilgili kısmı ele alacağız: Gemide,
hayvanların bakımı ve etrafın temizliği gibi işleri
en çok Hz.Nuh, kızı Naci ve oğlu Lem yapıyorlardı.
Diğer iki oğlu ise pek çalışmak istemiyordu.
Çünkü iblis onlarla birlikteydi. Nuh tüm bu olanlar
karşısında bir çare düşündü. Aklına bir fikir geldi.
Oğullarını etrafına toplayıp, kim daha iyi çalışırsa
(anneleri ayrı) kızı Naci’yi tufandan sonra onunla
evlendireceğini söyledi. Ama gönlünde kızını, en
çok sevdiği oğlu Lem’e vermek yatıyordu. Bunu
duyan diğer oğullar Sam ve Ham eskisine göre
daha iyi bir şekilde gemide hizmet etmeye ve
çalışmaya başladılar. Fakat Nuh’un tufan sırasında
üç oğluna birden bu kızını söz vermiş olması, onu
çok düşündürüyordu. Zor durumda kalmıştı. Sonunda Allah’a bu konuda müracaat etti. Allah da
ken-istediğini kırmadığı geldi. Kızları denemek
disine “Ya Nuh! Dağdaki mağaraya kızınla birlikte, bir köpek bir de eşek koy” diye emretti. Nuh da
denileni yaptı ve mağaranın girişini kapattı. Sabah
olduğunda Nuh gidip mağaranın kapısını açtı. Bir
de ne görsün, birbirinin tıpatıp aynı üç kız. Nuh
oğullarından da en çok Lem’i sevmekteydi. Kızı
Naci’yi ona vermeyi arzuladı, fakat nasıl gerçek
İkinci hikaye: Nuh’un Hâm, Sâm, Yasef adlı üç
oğlu ile bir de Vajile adlı kızı vardı. Nuh, tufandan
kurtulmalarını sağlayacak gemiyi yapan marangozlara kızını vermeyi vaat etmişti. Tufan bittikten sonra, gemiyi yapan üç marangoz Nuh’a bu
sözünü hatırlatmışlardı. Nuh Peygamber, Allah’ın
izniyle bu sözü vermişti ancak tufandan sonra
bu sözü yerine getirmek ona çok zor geliyordu.
Nuh bu konuyu düşünerek üzülürken Tanrı ona
Cebrail’i gönderdi. Cebrail vasıtasıyla bir eşek,
bir köpek alıp, onları kızı Vajile ile aynı odaya
kapatmasını emretti. Nuh, Tanrı’nın emrini yerine getirdi ve bir müddet sonra, kızının odasına
90
da söz edilmemektedir. Dede Korkut Destanları
örneğinde de görüldüğü gibi, genelde kadınları
değerlendirmek, onların niçin farklı tavırlar
sergilediğini açıklamak için kullanılan bu hikâye
büyük olasılıkla halk yaratıcılığının bir ürünü
olup zamanla İslamî şekil almış ve Hz. Nuh’la
ilişkilendirilmiştir. Fikrimizce, Dede Korkut
Destanları’nın giriş bölümünde kadınlarla ilgili
olan kısım daha eski bir varyantı yansıtmaktadır.
Yukarıda verdiğimiz hikâyeler sadece Nuh’un gerçek kızının iyi huylarını ve tavırlarını yansıtmaya
yönelikse, Dede Korkut Destanları’ndaki ilgili
kısım tüm kadınları dörde ayırmakta ve hepsinin
özelliklerini örneklerle açıklamaktadır.
kızı Naci’yi köpek ve eşekten gelen kızlardan
ayıracaktı? Bir çare düşündü ama bulamadı.
Aklına kızının kendisinin hiçbir ricasını, istediğini
kırmadığı geldi. Kızları denemek her birinden tek
tek bir ricada bulundu. Kızlardan ilki Nuh’un
isteği karşısında çemkirdi. Nuh anladı ki, bu kız
köpekten türeyendir. İkinci kızından da istekte
bulundu, o da homurdanarak kişnedi. Nuh anladı
ki, bu kız da eşekten türeyendir. Böylece gerçek
kızını ayırt etmiş oldu. (www.hakmuhammetali.com).
Alevî kaynaklarda geçen bu hikâyede
Nuh’un kızı ile evlenecek kişiler artık yabancı
değil Nuh’un kendi oğullarıdır ve bu evliliği
yasallaştırma çabaları içinde farklı annelerden
oldukları vurgulanmaktadır. Ayrıca bu hikâyenin
Hz. Adem hakkındaki menkıbeden etkilendiği
açıktır. Zaten sadece bizi ilgilendiren kısmını
aldığımız bu hikaye Hz. Adem’le başlamakta ve
Hz. Nuh’la bitmektedir.
İslamî kaynak ve hadislerde benzer bir hikâyeye rastlamadığımız gibi Hz. Nuh’un kızından
(1)Dirse Han’ın eşi ne zorluklarla bir oğul sahibi olduğunu
vurgulamak için “Kuru kuru çaylara sucu saldım, kara
donlu dervişlere nezirler verdim…” demektedir. M.Ergin de
muhtemelen yazmadaki “sucu” kelimesini yanlış bularak
onun yerine “su “ yazmayı tercih etmiştir (Bak. M.Ergin,Dede
Korkut Kitabı, Ankara,1997, s.87)
Desen: Osman Aytekin
91
NİYE MENİ DÖYÜRSÜNÜZ?
Mirze Elekber SABİR
A mollalar, niye meni döyürsünüz? Olmaya qorxursunuz ki eyilip camaatın qulağına bir neçe söz
pıçıldayam, bir neçe metleblerden agâh edem?
Olmaya qorxursunuz, mecmuenin vereqlerini nökerler samavar alışığı ede ede ve şekillerini uşaqlar
oynada aynaya axırda camaat gözünü açıb be’zi işlerden xeberdar ola?
Olmaya siz başa düşürsünüz ki, bir memleketde iki padşah ve bir esrde iki molla olabilmez: Ya Molla
Xesreddin, ya Molla Nesreddin?
Heç eybi yoxdur, döyürsünüz döyün, amma bunu da biliz ey mollalar ki, günler dolanar, sular, zemane
tezelenir ve axırda yetim-yesir, keçel-küçel qardaşlarım dosdu ile düşmenin tanıyıb haman yoğun deyenekleri sizin elinizden alar ve başlar… daxı dalısını demirem.
Ve bu da o vaxd olabiler ki, keçel-küçel, tumançax ve bambılı, bit ve sirkeli qardaşlarım sizle menim
tefavütümü başa düşerler. Herçend ki siz de mollasınız ve men de mollayam ve lakin bizim aramızda bir
balaca ferq var. Başağrısı da olur, amma bu barede bir neçe söz demeyi lâzım görürem.
Bizim tefavütümüz bir neçe qısmdır.
Evvelen, men molla ola ola müselman qardaşlarıma be’zi eded vaxt deyirem: Bir, Allaha sitayiş edin,
bir de peygembere ve imamlara itaet edin. Amma siz deyirsiniz: Allaha da sitayiş edin, peygembere de,
imamlara da, mollalara da, dervişlere de, ilan oynadanlara da, falabaxan, tasquran, dua yazan, cadukün
hemzad, ecinne, Kelile Dimme, şeytan, div, mürrix, sürrix, gürrix, amax, küfle qurdu, mığmığ, mozzalan, bunların cümlesine sitayiş edin.
İkinci, men de mollayam siz de molla. Amma men müselman qardaşlara deyirem: Ey müselmanlar,
gözünüzü açın, mene baxın. Amma siz mollalar deyirsiniz: ey müselmanlar, gözünüzü yumun, mene
baxın.
Üçüncü, men bir müselman uşağı küçede görende deyirem: Bala burnunun fırtılağını sil ve haman
uşaq arxalığının sol qolu ile başlayır burnunu silmeye.
Amma siz mollalar haman uşağı görende deyirsiniz: Gede, qırışmal! Qaç atana de ki, ve’d eylediyini
bugün göndermese bir ele beddua oxuram ki, yeridiyi yerde daşa döner.
Dördüncü: Men de mollayam siz de mollasız, ama bir balaca tefavüdümüz budur ki, men heç olmasa
bir parça qalın kağız üste bir neçe nağıl-nuğul yazıb ilan, qurbağa şekli çekirem ve paylayıram müselmanlara ki, oğul-uşaq şekillere baxıb gülsünler ve nökerler kağızı alışıq edib asanlıqla ocağı yandırsınlar.
Amma, siz mollalar deyirsiniz: Uşaqların da canı cehenneme, nökerlerin de. Siz mollalar deyirsiniz:
92
Millet nece tarac olur olsun ne işim var,
Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var,
Qoy men toli olum, özgeler ile nedi kârım,
Dünya vü cihan ac olur olsun ne işim var!
Ses salma yatanlar ayılar, qoy hele yatsın,
Yatmışları razı deyilem kimse oyatsın,
Tek tek ayılanlar varsa da haq dadına çatsın,
Men salim olum, cümle cahan batsa da batsın!
Millet nece tarac olur olsun ne işim var,
Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var!
Salma yâdıma söhbeti-tarixi-cihani,
Eyyami selefden deme söz, bir de filani,
Hal ise getir meyl eleyim dolmani, nani,
Müsteqbeli görmek ne gerek, ömrdü fani,
Millet nece tarac olur olsun ne işim var,
Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var!
Övladi-veten qoy hele avare dolaşsın,
Çirkabi-sefaletle eli, başı bulansın,
Dul övret ise saile olsun, oda yansın,
Ancaq menim avazeyi-şe’nim ucalsın.
Millet nece tarac olur olsun ne işim var,
Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var!
Her Millet edir sefheyi-dünyada tereqqi,
Eyler hele bir menzilü me’vada tereqqi,
Yorğan döşeyim de ger yada düşe tereqqi,
Biz de ederik alem,-röyada tereqqi.
Millet nece tarac olur olsun ne işim var,
Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var!
Desen: Garipkafkaslı-2000
Bakı–1906
93
TÜRK ŞAMANİZMİNDE KANLI VE KANSIZ ADAKLAR
Dr.Ahmet Ali ARSALAN* - Erdem AKBAŞ**
Yeryüzündeki en eski kültürlerden olan Türk
Şamanizmi, insanların kendileri arasında bir
birliktelik oluşturarak yüzyıllarca barış içinde
yaşayıp daha sonraki nesillere bilgi sunmasına
yardım etmiştir. Şamanizm bir dinden ziyade bir
düşünce topluluğu olarak bu kadar uzun yıllar
boyunca kendini muhafaza etmiş ve birçok dinden insana ulaşmıştır. Şamanizm, günümüzde tam
anlamıyla her insan topluluğunda yer almasa da
göze çarpan en büyük özellik, milletler arasında
yapılan kültürel alışverişler sonucunda her milletin yaşam tarzında izler taşımaktadır.
Türk kültürü günümüzdeki Türk Halklarının ve
yabancı halkların arasında zamanla erimeden önce
bir Türk dili konuşmuş olan Türk topluluklarının
ortak tarihidir. Kırgızlar, Moğol-Tatarlar, Soğdlar
ve Göktürklerden önce var olmuş Türk dili
konuşan topluluklar bazı dinler ve düşüncelerden
etkilenip değişikliklere uğrayarak günümüze kadar gelmiş olan Türk kültürü en zengin kültürlerin
başında gelmektedir.
Şamanizm, kavimlerde görülen, ruhlarla insanlar arasında aracılık yaptığı, hastaları iyileştirme
gücüne sahip, gelecek ile ilgili yorumlar yapabilen
ve bazı tabiat üstü güçlere sahip “Şaman” adı
verilen kişilerin çevresinde yoğunlaşan bir inanç
sistemidir. Kâinatı üçe ayıran ve bu parçaları
Yukarı Dünya, Orta Dünya ve Aşağı Dünya olarak
adlandıran şamanların isimlerini nereden aldıkları
konusunda üç farklı görüş bulunmaktadır.
Şaman kavramı Hindistan’ daki Pali dilinde
ruhlardan esinlenen kişi anlamına gelen “ Samana” sözcüğünden gelmektedir. Şaman kavramının
kaynağı Sanskritçe’ de “ Budacı Rahip ” anlamına
gelen “Samana” sözcüğüdür. Son olarak Şaman
kavramı, Mançu dilinde oynayan, zıplayan, bir
iş görürken hareket eden anlamındaki “Saman”
kavramından gelmektedir.
İlk Şamanın ortaya çıkmasına dair çeşitli efsanelerde, ruhlarla münasebeti bulunduğuna inanılan
Şamanın diğer insanlardan farklı bir yaratılışa sahip olduğuna ve üstün kabiliyetlerinin bulunduğu
*Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi İngilizce
Öğretmenliği Öğretim Üyesi
** York Üniversitesi Doktora Öğrencisi, Büyük Britanya
kabul edilmektedir. Bu olgulara dayanarak ortaya
çıkan Şamanizm’in bütün dünyada etkili olan bir
inanç olduğunu ve her millet tarafından farklı
olarak adlandırıldığını görmekteyiz.
Avrupa ve Amerikalılar “Şamanizm”, Ruslar
“Şamanstvo” diyorlar. Konuya yakın ilgisi olan
milletler bu kelimeyi kendi dillerinde söylüyor ve anıyorlar. Altay, Hakas, Tuva Türkleri
“Kam”, Saha - Sire Türkleri “Oyun”, Kazakistan,
Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Afganistan Türkleri “Bahşi” veya “Bakşı”, Buryatlar
ve Moğollar “Bo”, Eskimolar “Angagok”, Kuzey
Amerika yerli Kızılderili kabilelerinden Komançiler “Puhakut” diyorlar.
Orta Asya Türk kültürünün temelini oluşturan
Şamanizm’ in dini bir inanç olmadığını fakat
bu kültürü kabul ettikleri dini inanışların içine
yerleştiren bütün Türk kavimlerinin sayesinde
Şamanizm bir bütün halinde yaşanmadığı yerlerde
bile etkisini göstermektedir
Din bir inançtır ama her inanç bir din değildir.
İkisi arasındaki fark kutsallık kavramında belirir.
Dini inançlarda varlıklar hakkında kutsal olan ve
kutsal olmayan ayrımı yapılmıştır.
Dünyanın en eski, büyük ve asil devletlerini
kurup, pek çok ünlü şahsiyet yetiştiren medeni
milletlerin başında gelen Türkler’ in Nuh peygamberin oğullarından Yafes’ in “Türk” adlı
oğlunun neslinden günümüze ulaştığı bilinmektedir. Türk kelimesinin kökeni “Türümek” fiilinden
türetilmiş; kişi ve insan anlamına gelen “Türük”
kelimesinin hece düşmesine dayanmaktadır.
Başlangıcı hususunda tartışmalar olsa da Türk
tarihi dünya tarihinin önemli bir parçasıdır.
Yüzyıllardır varlıklarını koruyan ve çeşitli inançlara, düşüncelere sahip Türklerin tarihinin 4000
yıl öncesine kadar gidebileceği düşünülmektedir.
Avrupa, Asya, Afrika gibi kıtalarda ortaya çıkan
her halkın tarihi ve kültürü uzaktan veya yakından
Türklerin hareketinden etkilenmiş ve kültürlerinde değişiklikler olmuştur. Yani Türkler doğu kültürünü batıya ve batı kültürünü doğuya taşımıştır.
94
Dini bakımdan bunun en sağlam kanıtı aşağıdaki
gibidir.
Kendi dinleri Tengricilikten sonra benimsedikleri yabancı dinlerin çok kez öncüsü ve savunucusu olmuş ve yayılmalarını, gelişmelerini
sağlamışlardır. Bu dinler Mani Dini, Musevilik,
Budizm, Ortodoks-Nasturi Hıristiyanlığı ve
İslam’dır.
Orta Asya’ da temeli bulunan Türk kültürüne
etkide bulunan Şamanizm’ in zaman içerisinde
Türklerin hayatlarına etkide bulunarak bazı
olguların benzerlik göstermesini sağlamıştır.
Çeşitli dinleri benimsemiş farklı Türk kavimlerinin, Şamanizm’ in bir din olmamasından
kaynaklanarak, bu inanç sisteminin izlerini günümüze kadar taşıdıkları görülmektedir.
İslam kurallarını kabul etmelerine rağmen
alışageldikleri eski Türk inanç sistemlerinden biri
olan Şamanizm’ in etkilerinden kaçamayan Türkler
bu inanç sistemini İslam gelenek ve göreneklerine
uydurarak günlük yaşamlarına yansıtmışlardır.
Bunun en büyük sebebi olarak bütün Türklerin aynı anda Müslümanlığı kabul etmemeleri
ve buna bağlı olarak Müslüman topluluklarına
yeni Müslüman olmuş Şamanların katılmasıdır.
Şaman ve Türkler arasındaki benzerliklerin genellikle inançlarda, törenlerde, kullanılan dilde, dini
özelliklerde olduğu görülmektedir. Bazı örnekler
aşağıdaki gibidir.
- Özbekler arasında hastalara bakan ve Şaman
ayini yapan “Bakıcılar” veya “Bahşılar” vardır.
- XI.-XIV yüzyılları arasında Doğu Anadolu’ da
yaşayan Oğuz boyları arasında söylenen öykülerin
Altaylı Şamanların öykülerinde farkı yoktur.
- Matem; yüz yırtıp, saç yolup ağlamak, bağıra
çağıra ağıt yakmak, kara giymek, at kesip aş vermek, ölünün bindiği atın kuyruğunu kesmek.
- Al Karısı-Albastı denilen Şamanlığa ait batıl
inançlar günümüzde doğum yapan kadınların
başına bağlanan kırmızı kurdele Al Karısı denilen
kötü ruhu loğusa kadından uzak tutma isteğinden
kaynaklanmaktadır.
İnsan ve toplum hayatını etkileyen unsurlar
arasında inançlar önemli bir yer tutar. İnsanlar
inançlar sayesinde kurallar oluşturmuşlar ve
kurdukları ilişkiler de bu inançlar ışığında
hareket etmişlerdir. Kişiliğin oluşmasında, aile
bireyleri arasındaki bağların sağlam bir yapıya
oturmasında, toplum üyeleri ile olan ilişkilerin
düzenlenmesinde, gelişmesinde ve yürütülmesinde inançların rolü büyüktür. Kurban inancı
da Türk toplumu ve Şamanlar için önemli bir
olgu olarak topluma yerleşmiştir. En eski dönemlerden bu yana uygulanmakta olan kurban sunma
geleneğinin temelinde; söz konusu kutsal güçlerle
iyi geçinmek, onları memnun etmek, onlardan
herhangi bir dileğin gerçekleşmesinde yardımcı
olmalarını istemek, gerçekleşen dilek için onlara
teşekkür etmek ya da işlenen bir günahı, suçu
bağışlattırmak düşüncesi yatmaktadır.
Kurban, çeşitli sözlüklerde farklı şekillerde tarif edilmiştir. Örnek olarak Türk Dili’nin en eski
sözlüklerinden Divânü Lûgati’t-Türk’te kurban
karşılığı olarak “yağış” kelimesi yer almaktadır.
“Yağış”, İslam’dan evvel Türkler’ in adak için
veya Tanrılara yakın olmak için kestikleri kurban olarak anlamlandırılmıştır. Yine aynı şekilde
“ıdhuk/ıduk” kelimesi bu sözlükte geçmektedir.
Idhuk, kutlu ve mübarek olan her nesne anlamına
gelmekte olup bırakılan her hayvana bu ad verilmiştir.
Bu hayvana yük vurulmaz, sütü sağılmaz,
yünü kırkılmaz; sahibinin yaptığı bir adak için
saklanmıştır. Ayrıca kurban kelimesi “yaklaşmak,
yakın olmak” anlamına gelmektedir ve bu anlamı
İslamiyet’ten sonra Türk kültürüne girmiştir.
Kurban kesme olayı, İslam Dini’nin doğuşundan
çok önceki çağlara kadar uzanmaktadır. Fakat o
zamanlardaki kurbanın amaçlarıyla günümüze
gelenler arasında farklılıklar göze çarpmaktadır.
Çok eski tabiat dinleri ile Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani dinlerinde
yılın belli aylarında dinî törenlerle kurban sunma, bayram yapma geleneği var olmuştur. Ancak
insanlık tarihinde en fazla şöhret bulan ve bilinen
kurban olayı Hz. İbrahim’ in oğlunu kurban etmesidir. Ünlü dinler tarihçisi Mircea Elida bu olay
üzerinde şöyle bir yorum yapmaktadır:
Morfolojik açıdan bakıldığında İbrahim’in
oğlunu kurban edişi Eski-Doğu dünyasında sıkça
uygulanan ve İbranilerin Peygamberler dönemine
kadar sürdürdükleri, ilk çocuğun kurban edilişi
pratiğinden başka bir şey değildir. İlk çocuk,
çoğunlukla bir Tanrı’nın çocuğu olarak görülürdü... Bu ilk çocuğun kurban edilmesi, Tanrı’ya
ait olanın geri verilmesi demekti. Bir anlamda
İshak Tanrı’nın oğluydu, zira Sara doğurganlık
95
çağını geçtikten çok sonra İbrahim ve Sara’ya
verilmişti. Ama İshak inançları yoluyla verilmişti
onlara; vaat ve inancın çocuğuydu. İbrahim
tarafından kurban edilişi, biçim olarak EskiSami dünyasında yeni doğmuş bebeklerin kurban edilişine benzese de içerik bakımından bunlardan farklıdır. Eski-Sami dünyasının tümünde
böyle bir kurban, dinsel işlevine rağmen sadece
bir anane, anlamı tümüyle kavranabilir bir ayinken İbrahim’in durumunda bir inanç eylemidir.
Bu kurbanın neden istendiğini anlamaz; yine de
bunu yerine getirir, çünkü tanrı böyle istemiştir.
Görünürde saçma olan bu eylemle İbrahim yeni
bir dinsel deneyimi, imanı başlatmaktadır.
Kurbanın girmiş olduğu kültürlerin başında
olan Türk ve Şaman Kültürlerinde kurbanlar
ikiye ayrılmaktadır. Bu çeşitler kansız ve kanlı
kurbanlardır. Kansız kurbanlar olarak adlandırılan
bu kurban türü insan, hayvan ve balıklar gibi
canlı varlıkların dışında Tanrılara sunulan diğer
hediyeleri kapsar. Bu hediyeler insanların sahip
oldukları ve üretebildikleri her türlü gıda maddesi
olabilmektedir.
hediyelerin aşamaları ise her dönemde farklılık
göstermiştir. Günümüze kadar Türkler, kurbanların
dışında, ilahi güce duyulan minnet için ve onun
büyüklüğünün kabul edilmesi adına çeşitli yollar
deneyerek üzerlerine düşen görevleri yapmaya
çalışmışlardır.
Sosyal hayatının hemen her aşamasında çeşitli
sebeplerden dolayı Tanrı’yı, ilahi kuvvet yüklenen
bazı tabiat güçlerini, Tanrı vekili din adamlarını,
Tanrı’dan şefaat dilemede aracı olacak yatırları,
evliyaları veya birtakım doğaüstü güçleri memnun
etmek için kurbanlar sunmuştur. Hatta içlerinde
doğaüstü güçlerin bulunduğuna inanılan dağ,
kaya, göl, ırmak, su kaynakları ve ulu ağaçlar
ile bazı hayvanlara ibadet etmek veya onlardan
yardım istemek amacıyla da kurban vermiştir.
Türkler’de insan kurbanının bulunmadığını, bu
türlü kurbanın Türkler tarafından yasaklandığını
kaydeden belgeler bulunsa da bazı kişilere göre
eski Türkler de insan kurban var olmuştur. Fakat
genellikle insan kurban olgusu Moğollar da görülmektedir. Ataların ruhlarına insan kurban etme
âdetinin bir Moğol geleneği olduğunu kaydeden
Bahaeddin Ögel şöyle bir efsane nakleder:
TÜRK KÜLTÜRÜNDE KURBAN OLGUSU
Türkler dişi geyiği bir tür Tanrı daha doğrusu birer
dişi ruh kabul ediyorlardı. Göktürkler’ in atalarından
biri, sık sık bir mağaraya giderek orada DenizTanrısı ile sevişirmiş. Bir müddet sonra Deniz-Tanrısı
mağaraya gelmez olmuş. Bunun bir Ak-geyiğin askerler tarafından öldürülmesi imiş. Bu durumu öğrenen
Göktürk reisi Ak-geyiği vuran kişiyle kabilesini
cezalandırmış. Bu cezaya göre Göktürkler’ de insan
kurbanları, hep bu askerin kabilesinden verilirmiş.
Kurban sözcüğü, Türkler arasında İslamiyet’in
kabul edilmesiyle kullanılmaya başlanmıştır.
Bundan evvel bu kavramın eski Türk boylarında
hangi sözcükle karşılandığı konusunda elde kesin bir bilgi yoktur. Ancak bazı Türk boylarının
örneğin Kırgız – Kazaklarının “udayı”, Yakutların
“kereh”; Altay ve Teleüt Türklerinin “tayılga”,
“hayılga” ve •yine Altaylıların ata ruhlarının
kötülüklerinden korunmak için sundukları kurbana “tolu” adını verdikleri, kaynaklardan edinilen
bilgiler arasında yer almaktadır. Türkler tarihleri
boyunca birçok milleti etkilemiş ve onlardan kültürel olarak etkilenmiştir. Böylece Türk kültürü
bire bin katarak yoluna devam etmiş ve gelişmeye,
yayılmaya başlamıştır.
Fakat her dinin kendine özgü inançları olduğu
için ve farklı yoldan yaratanı anlattığı için
bütün Türkler farklı yollardan ona ulaşmaya,
yakınlaşmaya, derdini anlatmaya çalışmıştır.
İlahi güç olarak benimsedikleri gücün kendi
güçlerinden fazla olduğunun farkındalığı ile ona
ve çevresindekilere hediyeler sunmuşlardır. Bu
Göktürkler de böyle bir geleneğin olmasını
açıklayan herhangi bir kaynak ve açıklamanın
olmaması bir nebze de olsa bu geleneğin Türklerin
en eski belki tarihten önceki a-detlerinin yansıması
olma ihtimalini ortaya koymaktadır. Fakat bir Bizans elçisinin Göktürkler de at ile beraber insan
kurban edildiğine dair anlattığı bir cenaze töreni
bulunmaktadır.
Bizans elçisi Valentin’ in, İstemi Kağan’ ın
cenaze merasimini (yog) anlatırken yaptığı
tasvir çok dikkat çekicidir: “Matem günlerinden birinde, dört tane bağlı hun getirdiler (Kağanın) babasının atları ile birlikte
bunları ortaya koydular.(Öbür dünyaya) gidip,
(kağanın) maiyetine girmelerini emrettiler.
96
Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra da
Tanrı’nın yardımını kazanmak, O’na yakın olmak için kurbanlar sunmaya devam etmiştir. Bu
hem eski gelenek göreneklerine uygun olduğu
için hem de İslamiyet’in getirmiş olduğu bir olgu
olmasından kaynaklanmaktadır. Yani bu dönemdeki kurban törenleri de belirli zamanlarda ibadet
maksadıyla veya ferdi ihtiyaçlar doğrultusunda
düzenlenmiştir. Törenlerde kurban olarak koyun,
keçi ya da sığır seçilmekte ve hayvanın boğazı
kesilip kanı akıtılarak kurban edilmekte ve tören
amaç doğrultusunda devam ettirilmektedir.
bendirine, kutsal ağaçlara bez bağlama; çeşitli
maddelerden yapılan tanrı tasvirlerine ( töz, ongon,
tangara, eren ) yemek sunma, ateşe içki dökme de
bir tür kansız kurbandır. Kansız kurbanların bir
başka biçimi de ruhlara adanıp kırlara salıverilen
hayvanlardır. Şamanlıkta kurbansız tören ve törensiz kurban yoktur. Belirli zamanlarda düzenlenen törenlere ve o törenlerde sunulan kurbanlara
aşağıdaki örnek verilebilir:
Tabiatın yeniden dirilişini sembolize eden ilkbahar ayininde at kurban edilmektedir. Kurbanlar ve
dini törenler Kamlar tarafından yönetilmektedir.
Asya Hunları İlkbaharda (Mayıs ortalarında) kutsal yerlerde Tanrıya kurban sunarlardı. Bu ayin
için Hunların yirmi dört boyunun Başbuğları
Lungçeng Şehrinde toplanıp Gök Tanrı’ya atalara, Yer-Su ruhlarına kurban takdim ederlerdi.
Sonbaharda tekrarlanan ayinden sonra kağanla
beraber orman etrafında dolaşılırdı. Beşinci ayın
ikinci yarısında Gök Tanrı’ya ve atalara “ Kurtata ” mağarasının önünde kurban takdim ederlerdi.
Yüzyıllar boyunca Şaman kültürünü benimseyerek yaşamış olan Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra da bu kültürün izlerini taşımaya devam
etmiştir. Türk ve Şaman kültürlerinde kurban denilince akla gelen ilk şey at ve at kurbanıdır. Türkler
için savaşlarda en önemli unsur olan atlar, aynı
şekilde Şaman kültüründe de önemli yer tutar. Her
iki kültürün beraber yaşanmaya başlandığı tarihten itibaren oluşan etkileşimde at ve at kurbanı bu
kültürlerin en büyük örneğidir.
Eski Türklerde Gök Tanrı ve atalara kurban olarak
hayvan kesilirdi. Kurban, hayvanın erkeğinden
seçilirdi. En geçerli kurban olan at iskeletlerine
Bozkır Türk boylarından kalma mezarlarda ve
kaya resimlerinde rastlamaktayız. Bundan ötürü
Asya Hun, Gök-Türk, Avrupa Hun ve Avrupa
Avarları’ nın mezarlarında bol oranda at iskeleti
bulunmuştur. Çin kaynakları Hun kağanının her
yıl dağda, göğe at kurban ettiğinden söz ederler.
Bu kurban törenlerinde özellikle ak at tercih edilirdi. Gök Tanrı’ya kurban verme işlemleri Hun
dönemlerinde olduğu gibi, Gök Türk döneminde
de sürmüştür. Bu dönemde av sırasında at, vurularak da kurban edilirdi. Eski Türk mezarlarında,
ölüye öteki dünyada hizmet etmesi için gömülmüş
atlara rastlanmıştır. Çok kez yas belirtisi olmak
ŞAMAN KÜLTÜRÜNDE ADAK VE
KURBAN
Şamanist dünya görüşüne göre, bütün dünya iyi
ve kötü ruhların etkisi altındadır. İnsanlara ve hayvan sürülerine türlü kötülükler yapmaya hazır kötü
ruhlarla ilişki kurmak kudreti yalnız Şamanlarda
bulunmaktır. İşte bu özellikleri onları diğer insanlardan farklı kılmaktadır. Normal olarak insanlar ruhların nasıl bir yapıda olduklarını, ne
doğada ne huyda olduklarını ve onlara hangi
yoldan gideceğini bilemez, onların nelerden
hoşlandıklarını, hangi cins ve çeşit kurbanlardan
memnun kalacaklarını tespit etme yetenekleri
bulunmamaktadır. Fakat Ata ruhlarından aldığı
kuvvet ve ilham ile bütün bunları Şamanlar yapabilir ve böylece bir yandan iyi ruhların insanlar
için yararlı ve hayırlı etkilerini devam ettirmeye,
bir yandan da çeşitli çarelere başvurmak suretiyle,
kötü ruhların zararlı eylemlerini önlemeye yalnız
onun gücü yeter. Şamanlar bu amaçla tertip ettiği
ayinlerde ruhlar ile iletişime geçip onları hoşnut
ve razı ederek istenilen sonucu almaya çalışır.
Şamanizm de önemli bir olgu olan kurban törenlerin nerdeyse olmazsa olmazı olarak karşımıza
çıkmaktadır. Törenler de genel olarak belirli
günlerde yapılanlar veya önceden belirlenmemiş
törenlerden oluşmaktadır. Bu törenlerde, çeşitli
halkların inanç, gelenek ve göreneklerine göre
farklılıklar olmakla birlikte mutlaka kurban
âdeti vardır. Şamanlar da kurbanlar da ikiye
ayrılmaktadır. Genellikle at ve koyun dışında
kan akıtılarak ruhlara sunulan kanlı kurban ile
karşılaşılmaktadır. Kutsal sayılan bir yere bir
değere bir şey sunmak, eşya adamak, şamanın
97
üzere atların kuyrukları kesilmiştir. Kesilmiş
ağaçlar üzerinde mezarın başına asılan at, ölünün
uçmaya giderken bineceği attır. Müslümanlık
döneminde de kimi Türk hükümdarları atıyla
birlikte gömülmüş ya da atının tek başına gömülmesi için, tıpkı İslam öncesi dönemde olduğu gibi,
mezar yapılmıştır. Başka bir ortak özellik ise Türk
Şamanlarında kurban törenlerinde kurban edilen
varlık için ve kendileri için dua etmeleridir. Bu
işlem hem yapılan törenin bir gereği olarak göze
çarpmaktadır hem de yürekten gelen bir yalvarış
olarak görülmektedir.
mülk sahibi bir çiftçinin en güzel boğa yavrusunu
kurbanlık olarak seçmesi ve kırlara salıvermesi
gibidir. İster kanlı kurban isterse kansız kurban
olsun kurbanı sunma biçimleri de, sunulanın
niteliğine bağlı olarak değişiklikler göstermektedir. Genellikle hayvanların ritüel eşliğinde kesmek kural gereğidir. Yiyecek, içecek gibi şeyler
mezarlara, kutsal kabul edilen yerlere bırakılır.
Bu yüzden kurbanın sunulması ve bununla ilgili
ritüelin uygulanması çoğu zaman belirli bir yerde
gerçekleştirilir.
KANLI ADAKLAR: KURBANLAR
ADAK VE KURBAN ÇEŞİTLERİ
Kanlı kurbanların başında at gelmektedir. İnsanların kurban olarak sundukları, sahip
oldukları varlıklarla doğru orantılıdır. Bütün
göçebe topluluklarda olduğu gibi Türkler için de
at en değerli hayvanlardan birisiydi. Savaşta ve
barışta devamlı at üzerinde olan Türkler ayrıca
atın etinden ve sütünden de istifade ediyorlardı.
Hal böyle olunca Tanrı’ ya sunulacak en değerli
kurban da at olmaktadır. Manas destanında birçok
yerde at kurban törenlerinde geçmektedir. Bu kurban törenlerinde Manas’ ın oğlu Semetey Talas’ta
Zülfikâr dağında oturan Bakay’ ı ziyaret eder.
Bakay sevinir. Tanrı yoluna atlar kurban eder. Manas Destanı’nda Manas’ın atı Akkula, Manas ile
aynı özelliklere sahiptir. O büyük güce sahip, nitelikli, kahramana taktik veren bir attır. Kökötöy
Han’ın Maniker adlı atı da olağanüstü özeliklere
sahiptir. Kökötöy atını şöyle tasvir eder:
Kurban sunulan ulu makamlar ve kurbanlıklar
farklılık göstermektedir. İlkel zamanlarda
kurbanlık bizzat İlahın kendisi olarak tasavvur edilmiştir. İnsanlık tarihinin tecrübe ettiği
bütün dinlerde amaç, şekil ve içerik yönünden bazı farklılıklarla da olsa kurban ibadetine
rastlanmaktadır. Dinlerin farklı kurbanlarına geçmeden önce, kurban çeşitleri hakkında önemli
birkaç bilgi vermek faydalı olacaktır. Kurban
genellikle kanlı (canlı) ve kansız (cansız) olmak
üzere iki türlüdür. Kansız kurbanlar insan, hayvan
ve balıklar gibi canlı varlıkların dışında Tanrılara
sunulan diğer hediyeleri kapsar. Bu hediyeler
insanların sahip oldukları ve üretebildikleri her
türlü gıda maddesi nevinden şeylerdir.
Kansız kurbanların değişik bir türü olan ıdık/
uduk (salıverilmiş, gönderilmiş) diye bilinen ve
Tanrı için başıboş salıverilen hayvanlardır. Bunun bir örneğini Yakut Türklerinde görebiliyoruz.
Yakutlar’ da Göktürkler’ de olduğu gibi tek bir
yaratıcı yoktur. Beyaz Yaratıcı (Ayıg Tangara)
olarak kabul ettikleri Tanrı’ yı insanlara can (kut)
veren ve kâinâtı yaratan olarak görürlerdi. Bu
Beyaz Yaratıcı’ yı diğer iyi ruhlardan ayrı tutarlar
ve ona canlı kurban verirlerdi.
Kurban olarak başıboş bırakılan hayvanlardan
istifade edilmezdi. Ne eti yenir, ne sütü sağılır ne
de yük hayvanı olarak kullanılırdı. Eski zamanlarda Yakutlar at sürülerini doğu bölgelerine, Büyük
Yaratıcı’ ya kurban olsun diye sürerlerdi. Buna ek
olarak Gagavuzlar’ ın kurban ibadeti içinde en dikkate değeri “Allahlık” adını verdikleri kurbandır.
Iduk kelimesi ile aynı anlama gelen Allahlık; mal
Kanadı altı, ayağı dört....
Bulutlu göğün altından
Dönüverir çitin üstünden
Yürür mü uçar mı görünmez,
İnsanlarca bilinmez.
Yine Manas destanında Manas’ın ölümü
üzerine yapılan cenaze töreninde at kurbanı
öne çıkmaktadır. Bu kurban da ise Manas öldükten sonra, dokuz gün bekletildikten sonra doksan kısrak kesilir ve dokuz kat
kumaş halka dağıtılır. Daha sonra aynı cenaze
töreninde altmış sayısı rol oynamaya başlar.
Altmış gün sonra altmış kısrak kesilir ve ölü
98
mezara konur. Bu suretle tören sona ermektedir.
Kurban edilen atlar çeşitli renklerdedir. Bunların
başında ak, boz, sarı renkler gelmektedir. Beyaz renkteki kurbanların iyi ruhlara/Tanrılara
sunulmaktadır. Beyaz kurbanları hakkında Ögel
şunları kaydetmiştir:
Hıtaylar’da beyaz ata binerek, beyaztilki avlama merasimleri, beyaz atla beyaz öküzün Gök
Tanrısı’ na kurban edilmesi, bir şehir zapt edildikten sonra, yine beyaz atla koyunların kurbanı, çok
eski Türk-Moğol adetlerinin bize gelen akisleridir.
Sarı kurbanları ile ilgili olarak Ögel şunları
nakleder:
Sarı at veya sarı inekle sarı devenin kesilmesi de Türk mitolojisinin motiflerinden biridir.
Sarı renkte hayvanların etlerinin daha iyi vasıfta
olduğundan mı; yoksa altın gibi sarı renklerin kutsal oluşundan veya soylu tabakayı gösterdiğinden
dolayı mı, büyük saygı ziyafetlerinde sarı
hayvanların kesildiğini biliyoruz.
Şaman ayinlerindeki at kurbanıyla ilgili olarak
da Bilge Seyidoğlu şu bilgileri verir: Şaman
ayinlerinde bir açık renk at kurban edilir. Eti bir
merasimle ayine katılanlara dağıtılır. En iyi parça da şamana kalır. Kurban edilmiş atın ruhunun şamanla birlikte gökyüzünde dolaştığına ve
üçüncü cennete ulaştığına inanılır.
At kurbanının dışında; sığır, keçi, koç,
kuzu ve öküz de Eski Türkler’ e göre makbul
kurbanlıklardır. Sığır kurbanı yaygın olarak Kazak
ve Kırgızlar arasında yaygındır. Sığır kurbanının
(özellikle öküz) günümüze yansımasını genellikle
kurban bayramlarında görmekteyiz.
bariyle bir cins kurbandır. Aşağıdaki örnekte bunu
tüm açıklığıyla görmemiz mümkündür.
Gelin odasına alındıktan sonra yengeleri
tarafından tuvalete götürülür. Oğlanın arkadaşları
da damadı bulunduğu yerden getirirler. Gelin tuvalete götürülürken damat koşarak gelinin üstünden para ve “damat yemişi” denilen yemişi saçar.
Kızın yanındaki yengeler, yemişleri toplayarak
içeri getirirler. Bunlar evde bulunanlara dağıtılır.
Saçı sadece, düğünlerde değil hayatın her
safhasında görülür. Çocuk dünyaya gelince, ilk
dişi çıkınca, ilk defa saç traşı olunca yapılan
pratikler ile ölen bir kişinin ardından yapılan
yardımlar da saçı olarak değerlendirilebilir. Saçı
giderek İslamiyet’in de etkisiyle “sadaka” ile
aynileşmiştir. Yatırlara, çalılara, ulu ağaçlara
bağlanan bezleri de bu bağlamda birer saçı olarak
düşünebiliriz.
Kültürlerde kurban ve kurban edilen varlık kadar önemli olan bazı konular yer almaktadır. Bunlar tören ve törenlerin basamaklarıdır. Şamanist
halklarda en az kurban merasimleri kadar önemli
olan bir diğer konuda kurban merasimlerinin
yapıldığı kutsal mekânlar konusudur. Bu konuyla
ilgili örnek “dağ” verilebilir. Dağlar, gökyüzüne
yakın ve heybetli oldukları için kutsal mekânlar
içerisinde kabul edilmektedir. Göktürkler’ de dağ
kültü o kadar farklı bir yere sahiptir ki mukaddes dağlar ve onların ruhları adına çok muhteşem
ayin ve törenler yapılırdı. Dağ ayini bazı boylarda “Tigir tayan” yani “Gök kurbanı”, Sagaylar’ da “Tağ tayanı” yani “Dağ kurbanı” şeklinde
isimlendirilmiştir. Ayrıca büyük dini merasimlerde gökle birlikte kutsal ruhlara birçok at kurban
edilmiştir.
Dini ayinlerin önemli bir yer tuttuğu Türk ve
Şaman kültürlerinde vazgeçilmez bir özelliğe
sahip olan kurban ve çeşitlerinin törenleri de
önemli bir yer tutmaktadır. Fakat bu törenlerin
kendi içinde bazı kuralları ve yöntemleri vardır.
Bu kuralların başında yer ve zaman gelmektedir.
Örnek olarak Şamanlarda Çarşamba ve Cuma
günleri ölü anma günleri olduğu için o günlerde
kurban merasimi yapılmamaktadır. Türkler için
bir örnek verecek olursak kurban kesilen mekân
olarak yatır ve mezarlıklar, ormanlık alanlar gibi
yerler ön plana çıkmaktadır.
KANSIZ KURBANLAR: ADAKLAR
Kansız kurbanların başında ruhlara bağışlanarak
başıboş salıverilen “ıduk”lar gelmektedir. Kansız
kurbanların bir türü de “saçı”dır. Bu dini terim bütün Türk boylarında ortaktır. Moğollar’ da “saçu”
olarak geçmektedir. Kanlı kurbanlara tayılga yahut hayılga dendiği gibi saçıya da saçılga yahut
çaçılga denir. Göçebe Türk boylarında süt, kımız,
yağ, bulgur karıştırılmış süt saçı olarak kullanılan
şeylerdir. Amaç itibariyle saçı, olağanüstü güçlere
sahip olduğuna inanılan ruhlara sunulan ve onlar
adına onların rızasını ve yardımını kazanmak için
dağıtılan cansız nesnelere verilen bir isim, öz iti99
ŞAMANLARDA ADAK VE KURBAN
TÖRENLERİ
Şamanlar için kötü ruhlardan korunmak, atalarını
anmak ve yüce ruhlara şükretmek adına yapılan
kurban törenleri, belli amaçlar doğrultusunda
yapıldığı gibi belli yöntem ve aşamalardan
geçerek icra edilmektedir. Kurban merasimleri Şamanist halklarda belli bir düzene göre
yapılmaktadır. Örnek verecek olursak, şamanlar
evlendiğinde, Ülgen için açık tondaki atı kesmek
suretiyle kurban vermek durumundadır. Kurban
kesmesinin zamanı genelde ilkbahardır. Bu törene
sadece erkek kişiler katılır. Kurbanı, şaman keser
ve Ülgen’e kurbanlık atı, şaman göndermiş olur.
Buna ilaveten koruyucu ruh kapsamına giren
Umay Tanrıçaya ise yeni ayın dokuzuncu günü
âyin yapılarak kurban verilir.
Büyük Tanrı’lara kurban sunma törenleri belli
zamanlar da ve belli mekânlarda yapılmaktadır.
Zaman olarak genellikle ilkbahar veya yaz tercih edilmektedir. Kurban merasimi için mekân
ise kayın ormanında, havuzun yanında, çarşamba
ve cuma günleri hariç diğer günleri olmaktadır.
Bugünlerde kurban kesilmemesinin sebebi ise,
çarşamba ve cuma günleri ölü gömme ve anma
törenleri düzenlenmekte olduğu içindir. Ülgen’e
yapılan kurban törenlerinin mekânı hakkında
kayın ormanı olduğunu yukarıda belirtmiştik.
Fakat önemli bir kural bu ayini erkek bir şamanın
yönetmesi gerekmektedir. Kurban edilen hayvanın
etini kadınlar da yiyip içebilseler de buradaki en
önemli konu kadınların kurban kesilen yerden 50
adım veya fazlası kadar uzaklıkta olmaları gerekmekte olduğu diğer önemli bir noktadır. Bu ve bunun gibi önemli noktalar gerçekten dikkat edilen
ve özen gösterilen konuların başında gelmektedir.
Güney Sibirya ve Altay Türklerinde şaman kurban
törenlerine örnek olarak aşağıdaki ayin verilebilir:
Bu bölge de, yılda bir kere Ut-Ana için âyin
yapılır. Bunun sebebi: İnsanların beklentileri, istekleridir. Bu istekler kısaca; ailevi refah,
hastalıkların olmaması, hayvanların ölmemesi
ve başarı vs. Çadırda yapılan bu âyinler, kam
tarafından yapılmaktadır. Kurban için siyah başlı
beyaz koyun kesilir.
Fakat tören, sadece koyunun kesilmesi ile sona
ermemektedir. Kurbanın kesilmesinden önce
yapılacak işlemler olduğu gibi kesimden sonra da
bazı işlemler uygulanmaktadır. Kurbanın kesilmesi
öncesi ve sonrası yapılanlar şu şekilde özetlenebilir:
Koyun kesilmeden önce koyunun üstüne pişmiş
süt dökülüp kurban, renkli kurdelelerle süslenir ve
kurban Ut-Ana’ya adanarak sürünün içine salınır.
Kurban kesilip derisi yüzüldükten sonra hayvanın
gövdesinin (tusa) ön sağ ayağı ve kalbi yakılır.
Diğer parçaları ve derisi kama verilir. Kam, ateşe
etin yağlı parçalarını atar ve bu şekilde ateşi daha
da fazla alevlendirir ve kam, Ut-Ana’ya hitaben;
ateş, sen bizim annemizsin, sen kırk dişlisin, sen
kırmızı ipekle örtünürsün, beyaz ipekli çarşafın
üstünde yatarsın, ben, beyaz küllerine basmadım.
Küçük çocuklar ve köpekler sana dokunmadı.
Ben, beyaz koyunu kestim ve önüne koydum. Ben,
senin önünde eğiliyorum. Sen, bize kolaylık göster
der. Ateşte, Tanrı ve ruhlar için kesilen kurbandan yemekler yapılırdı. Pişmiş etler, insanlara;
kavrulmuş etlerin kokusu da Tanrı ve ruhlara sunulurdu.
Dünyanın en eski milletlerinden olan Türkler,
İslamiyet’i kabul etmeden önce, kendilerine
özgü birtakım inanç sistemlerinden başka, çeşitli
vesilelerle temasta bulundukları kültür çevrelerinden etkilenerek birbirinden farklı birçok dine
girmiştir, Kabul edilen her yeni din, Türklerin
düşünce ve yaşam tarzlarını, adet ve inançlarını etkisi altına alırken bir önceki dinin kimi öğretilerini,
değerlerini, kurallarını da bünyesine alarak Türk
kültürüne uygun yeni bir şekil vermiştir.
İslamiyet’ ten önce olduğu gibi İslamiyet’ ten
sonra da kurban sunumuna devam eden Türkler
farklı amaçlar güderek kurban merasimlerini
gerçekleştirmişlerdir. Türkler, İslamiyet’ i kabul
ettikten sonra da Tanrı’nın lütfünü kazanmak, O’
na yakın olmak için kurbanlar sunmaya devam
etmiştir. Bu dönemdeki kurban törenleri de belirli
zamanlarda ibadet maksadıyla veya ferdi ihtiyaçlar
doğrultusunda düzenlenmiştir. Törenlerde kurban
hayvanı olarak koyun, keçi ya da sığır seçilmektedir. Türklerde de hayatın her önemli olayında veya
aşamasında mutlaka kurban sunma geleneğinin
bulunduğu tespit edilmiştir. Buna göre bayramlarda, çeşitli törenlerde, kutlamalarda kanlı ya da
kansız kurban sunulmuştur. Kanlı kurban olarak
koyun, keçi veya horoz kesilmiş; kömbe ya da
100
KAYNAKLAR
1)Algül, Nevin, “ Türk kültüründe Şamanist İletiler
”,Istanbul, 2007
2)Arslan, Ahmet Ali, “Orta Asya Türk ve Amerikan
Kızılderili Şamanlarının Giysileri” ,Yaşayan Eski Türk
İnançları Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 2007
3)Culdız, Orazbakova, Manas Destanı’ndaki Atların
Tipleri,Manas Destanı ve Etiketleri Uluslar arası Bilgi
Şöleni, Ankara, 1995
4)Eliade, Mircea, Ebedi Dönüş Mitosu (Çeviri: Ümit
Altuğ), İmge Yayınları, Ankara, 1994
5)Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, TTK Yayınları, Ankara,1993
6)Kafesoğlu, İbrahim, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı
Yayınları: 367, Ankara 1980
7)Yörükhan, Yusuf Ziya, Anadolu’ da Aleviler ve
Tahtacılar, KB Yayınları, Ankara, 1998
8)http:// www.fikrimyok.com/Turk-Mitolojisinde-Kurban-Kurbanin Tarihcesit59812.html
9)http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay.
aspx?IcerikID=587
10)http://cetint.blogspot.com/2008/07amanizm.html
11)http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay.
aspx?IcerikID=766
12)http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_tarihi
13) http://www.evreseltarih.com/?cat=41
11 http://www.evrenseltarih.com/?cat=41.
12 Culdız Orazbakova, Manas Destanı’ndaki Atların
Tipleri, Manas Destanı ve Etkileri Uluslar Arası Bilgi
Şöleni, Ankara. 1995 s:186
13 Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve
Açıklamaları ile Destanlar), TTK. Yayınları Ankara.,
1993, s: 235.
14 , a.g.e. ,s: 236.
15 Seyidoğlu, Bilge, Mitolojik Dönemde “At” Prof. Dr.
Umay Günay Armağanı, Ankara 1996, s:51-54.
16http://www.fikrimyok.com/Turk-Mitolojisinde-Kurban-Kurbanin-Tarihcesi t59812.html.
17http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay.
aspx?IcerikID=587.
18 Aynı Kaynak.
SONNOTLAR:
1 http://cetint.blogspot.com/2008/07samanizm.html,
2 Arslan, Ahmet Ali, “Orta Asya Türk ve Amerikan
Kızılderili Şamanlarının Giysileri” Yaşayan Eski Türk
İnançları Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 2007, s:1
3 Kafesoğlu, İbrahim, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı
Yayınları: 367, Ankara 1980, s: 7-8
4 http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_tarihi
5 Algül, Nevin, “ Türk kültüründe Şamanist İletiler ”,
İstanbul, 2007, s:I (Özet)
6 Algül, a. g. m., s:1
7 Eliade. Mircea, Ebedi Dönüş Mitosu, (Çeviri. Ümit
Altuğ), İmge Yayınları, Ankara, 1994, s: 109.
8 Yörükhan, Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler ve
Tahtacılar, Ankara, KB Yayınları 1998, s: 277.
9 Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, TTK. Yayınları Ankara., 1993, s: 224.
10http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay.
aspx?IcerikID=766 .
101
Desen: Garipkafkaslı
HİKAYE
BAĞLI KAPI
Vagif SULTANLI*
Ama sanki her gün gelip gittiği yol değildi.
Soğuk sekiler, taştan binalar, elektrik direkleri
sanki hafızasının uzak karanlığında çoktan,
bayağı çoktan unutulmuş bir masalın perakende
levhalarıydı. Bu, ömrün boyu gelip gittiğin yolu
zulmet karanlık içinde gelip geçmeye ve bu zulmetin görünmezliğinde gözlerine siyah perdelerden başka hiç bir şeyin çarpmamasına benziyordu. Ama bir gün kolundan tutup gündüzün
aydınlığında seni bu yoldan geçirseler...
Her şey ilk defa görüyormuş gibi gözlerine
gözüküyordu.
Ani girdap, sokağın toz dumanını savurarak evlerin duvarlarına, camlarına vurdu. Sanki tek bir
anda asfalt sekiler boyunca görünmez elle süpürge
attılar. Sokaklar tamamen süpürülüp temizlendi.
İncindi, asfalt yolun diğer tarafına geçmek istedi. Ağır adımlarla sola saptı. Ve birden... keskin
korna sesine irkilip kafasını kaldırdı. Gökyüzü
renginde bir ‘‘Moskviç’’kayarak tam yanı başında
durdu. Arabanın arka koltuğundan bayanların
bağırma sesleri işitildi ve hemen de şoför kafasını
camından çıkararak zehir zemberek konuştu:
– Yaa, zalim oğlu zalim, yoldan geçiyorsan bir
sağına soluna baksana... akşam akşam illa bizi katil mi yapacaksın?
Sinirden tepesi attı, dişlerini hırçıldayana kadar birbirine sıktı, ama konuşmadı, konuşamadı,
içinde kesile kesile kaldı. İleri yürümek istedi,
ayaklarını yerden alamadı. Kendini tamamen kaybetti.
– Yaa, sana söylemiyor muyum?.. neden cevap
vermiyorsun?
Hiç bir şey görmüyordu, hiç bir şey duymuyordu, sanki yuvarlanıp dünyanın çekim gücü olmayan noktasına düşmüştü ve bu noktanın cazibesinden çıkamıyordu.
– Yaa, bu adam sağır mı?..
Araba sağa dönerek hızla uzaklaştı. Vücudunu
bir anlığa soğuk terler bastı. İstem dışı parmakları
kilitlendi, açıldı. Ellerini cebine soktu, çıkardı,
tekrar cebine soktu. Ve o zannetti ki, elleri vücuduna fazla geliyor, ellerini sokmaya yer bulamıyor..
*Vagif Sultanlı, 26 Mart 1958 tarihinde Azerbaycan
“Azerbaycan muhaceret edebiyatı” (1998), “Edebi-nazari
Respublikasının Kurdemir ilçesinin Shahseven köyünde
illustrasiyalar” (2000), “Ömrün nicat sahili” (2004). Bun-
doğmuştur. 1976-1981 yıllarında Bakü Devlet Universite-
lardan ilave, müellifin Azerbaycan, Rusya, Türkiye ve Avrupa
sinin dil-edebiyat bölümünü bitirmiştir.
ülkeleri matbuatında çok sayıda makalesi neşrolunmuştur.
1999 yılından bu yana Bakü Devlet Üniversitesinin Muasır
Azerbaycan Edebiyatı kafedrasının profesörüdür.
Yazarın tercumecilik faaliyeti Yaroslav Hashek, Ervin Shtritmatter, Reşat Nuri Güntekin, Veyo Meri, Martti Larni,
Vagif Sultanlı edebi yaratıcılığa erken başlamıştır.
“Yavşan koku¬su” adlı ilk hikayesi universitede okuduğu
Pyer Lagerkvist, Gustav Stopka, Sergey Jitomirski ve diğer
müelliflerin yaratıcılık örmeklerini ihata eder.
yıllarda neşrolunmuştur. “İnsan denisi” ve “Ölüm uykusu”
Vagif
Sultanlı’nın
tercüme
çalışmalarında
Sergey
romanlarının, bir çok hikaye, miniatur, sergüzeşt, esse ve
Jitomirski’nin Arshimed’in hayatı ve eserlerinden bahse-
diğer formalarda yazılmış eserlerin muellifidir. Yazarın be-
den “Sirakuzlu alim” tarihi romanı, Reşat Nuri Guntekin’in
dii düşünceleri “Sönmuş yıldızlar” (1988), “İnsan denizi”
“Yaprak Dökümü” ve “Değirmen” romanları seçilmekdedir.
(1992), “Kul pazarı” (1999)? “Ölümm uykusu” (2002) adlı
kitaplarında toplanmıştır.
O,
Amerika’nın
“Azatlık”
ve
“Azad
Avropa”
radyolarındaki faaliyetine göre Azerbaycan Jurnalistler
Yazarın “Ölüm Rüyası” kitabı, 2006 senesinde İstanbul’da
Avrupa Yakası Yayınları tarafından neşrolunmuştur.
Birliği’nin Hasan Bey Zardabi adına mukafatını (1995), Türk
Dünyası Edebiyatına hizmetlerine göre Kıbrıs, Balkanlar ve
“Mehmet Emin Resulzade’nin edebi dünyası” (1993),
“Ağır yolun yolcusu”(1996), “Azatlığın ufukları” (1997),
Avrasya Türk Edebıyatları Kurumu’nun (KIBATEK) ödülünü
(2003) almıştır.
102
Anladı ki, yüreğinin bütün kini, nefreti akıp akıp
ellerine, kilitlenen parmaklarına toplanmış ve bu
nefreti birisinin tepesine, beynine geçirmezse, ellerinin kilidi açılmayacak, ellerini koymaya yer
bulamayacak, elleri vücuduna fazlalık olacak.
Beş katlı gri taş renginde apartmanın karşısında
durdu. Hava kararıyordu. Kendi evinden başka
bütün evlerden ışık geliyordu. Her akşam eve
döndüğünde yarın ışıkları kapatmasın diye
düşünüyordu, ama her defasında nedense unutuyordu bunu.
Eve gitmedi, eve gidemezdi. Kimsesiz odalarda ne yapacaktı ki... böyle havada yalın duvarlar
arasında yalnız oturmak olur muydu?
Havadan sonbahar rüzgarının soğuk kokusu
geliyordu. Arabalar hızlı hızlı o tarafa bu tarafa
kaçıyorlardı. Sokaklarda kandiller, lüminisset lambalar göz kamaştırıyordu. Ama bu ışıklar soğuktu,
çok soğuktu. Böylesine bir soğuğu ilk defa görüyordu çok ufak olduğu yıllardan beri. Ve görüyordu ki, bu ışığın soğuğu iliğine, kanına kadar
işliyor, vücuduna titreme sokuyor, kemiklerini
sızım sızım sızlatıyor.
Nereye gideceğini bilmiyordu, aslında hemen bu
saatte, bu dakikada onun için nereye gitmesinin
hiç bir önemi yoktu.
Kimsesiz sokaklardan geçerek sahile doğru
yöneldi. Rüzgar şiddetini artırıyordu. Sahildeki bağ
boşalmıştı, banklarda kimse göze çarpmıyordu.
Denizden garip, vahametli uğultu geliyordu.
Restorana doğru yöneldi, bir iki kadeh içip
kafayı dağıtmak istiyordu. İstiyordu ki, ömrünün
bu ağır, üzücü akşamını bir şekilde atlatsın.
Restoranda topu topu dört beş müşteri vardı.
Köşedeki boş sandalyelerden birine eyleşti, bir
şişe içki sipariş verdi.
... İçti, geceden hayli geçene kadar içti. Ama bu
defa nedense alkol de kendi etkisini gösteremiyordu. Sanki içtiği her günkü içki değil, acı, koyu
bir sıvıydı. Yine içki istedi... yine içti. Restoran
tamamen boşaldıktan sonra ağır ağır sandalyeden
kalkarak kapıya doğru adım attı.
Gittikçe körelen hafızasıyla Süsen’i hatırladı.
Bugün ondan ayrıldığı günden tam iki yıl geçiyordu.
Eski, rengi solmuş bir iskemlede oturdu. Denizde dalgalar birbirini kovalıyordu. Uzaktan Nargin adasından nokta nokta ışıltılar geliyordu.
‘‘– Biliyorsun, Süsen, bana çocuk lazımdı,
çocuk, benden sonra bu ocağı devam ettirecek biri
olmalı mı, yoksa yok?
Süsen cevap vermiyordu, sessiz sessiz ağlıyordu,
büyük ihtimalle tanıştıkları gün aklına gelmişti. O
zaman nereden bilebilirdi ki, bir zaman gelecek
şansı ona yüz çevirecek, dünyalar kadar sevdiği
bir insanın kalbi taşa dönecek, bir zamanlar bir
tebessümle ipeğe dönen bu kalbe onun yalvarışları
etki göstermeyecek. Nereden bilebilirdi ki...
– Biliyorsun, Süsen, bana kalsa asla ayrılmazdık,
ama bir benim durumumu da düşün. Senin yüzünden bütün konu komşudan, akrabadan yüz çeviremem ki,,,
Süsen susuyordu, sakince elbiselerini bavula
topluyordu. Artık ağlamıyordu, gözyaşları akıp
leke leke yanaklarında kurumuştu. Uzun uzun
saçları omuzlarına, boynuna boğazına dökülmüştü.
Göğsü kalkıp iniyor, hıçkırığını durduramıyordu.
Dudakları nane yaprağı gibi esiyordu.
– Biliyorsun, Süsen, bilmiyorum sana nasıl
anlattım ama, benim ne suçum var ki... kendin iyi
bir düşün... ’’
Rüzgar gittikçe şiddetini artırıyordu. Elbisesi ince olduğundan soğuktan dişlerini sıkmıştı.
Ceketinin açık yakasını düğmeledi, soğuktan tahta
gibi olmuş ellerini koynuna soktu. Sahilde kimseler göze çarpmıyordu. Uzaktan, deniz istasyonundan yola çıkan yolcu gemilerinin kesik kesik
düdükleri duyuluyordu.
Gece yarısına az kalıyordu. Ayağa kalkıp geldiği
yoldan ağır ağır geri dönmeye başladı.
Annesini hatırladı, duygulandı. Bu defaki tatilini köyde geçireceğine kendi kendine söz verdi,
ama hemen anladı ki, söz verse de içinden gelmeden verdi ve hiç bir zaman bu sözünü yerine
getirmeyecek.
Gece yarısından geçmişti. Evinin olduğu binaya varıp durdu. Pencereye doğru kafasını uzattı.
Karanlıktı, ama sadece onunki değil, o anda bütün
pencereler karanlıktı.
Merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladı. Kim
bilir hayatı boyunca kaçıncı defaydı ümitli ümitsiz bu merdivenleri çıkıyordu. Ayakları onu dinlemiyordu, içki kendi işini görmüştü. Elini atarak
merdiven kenarından yapıştı. Bir, iki, üç, dört...
basamakları saymaya başladı. Acaba beşinci kata
kadar kaç basamak vardı? Neden bu basamakları
103
o ana kadar saymadı? Ama birdenbire nereden
aklına geldi bu?
Kalbi öyle bir çarpıyordu ki, sanki hemen şimdi
sinesinden fırlayarak önüne düşecekti.
Sonuncu merdiveni çıkıp durdu. Nefes nefese
kalmıştı. Kapının zilini bastı, içerden hoş, garip bir müzik duyuldu. Evliliklerinin ilk yılında
Moskova’dan alıp getirmişti bu zili, Süsen’in çok
hoşuna gidiyordu.
Bekledi, ses çıkmadı. Her zaman kapının
zilini basıp beklerdi, Süsen’in kapıya yaklaşan
adımlarını duyunca zile tekrar basardı. Süsen’in
‘‘geldim’’ demesiyle birlikte kapı açılırdı. Kapı
açılır açılmaz kızı daha kapıda kucaklar, yüzünden, dudaklarından öperdi, sonra da kollarına alıp
kanepeye götürürdü:
– Bugün ne yaptın?
– Hiç bir şey.
– Ne pişirdin yemeye?
Kız, kasten kafa sallardı, yani ‘‘hiç birşey
pişirmedim’’.
– O zaman ben de seni yiyeceğim.
Süsen:
–Yiyemezsin, –derdi ve çırpınarak onun ellerinden kurtulur, parmaklarının ucunda bir kuş
gibi diğer odaya uçardı. Kızın peşinden koşup
yakalardı, boynuna sarılır, saçlarını yüzüne
gözüne dağıtırdı.
Öperdi, defalarca öperdi.
Kapının zilini tekrar bastı. Yine hoş, garip müzik
duyuldu. Yine sabırla bekledi, bekledi. Ama
içerden ses çıkmadı. Biliyordu ki, içerde kimse
yok, kapı ziline boşuna basıyor, biliyordu ki, gece
gündüz çalsa da kapıyı açan olmayacak. Biliyordu
ki, bu kapı başka türlü kilitlenmiş. Açılabilecek
türden değil. Ama kalbinin gizli, ulaşılmaz derinliklerinde inanamıyordu buna.
Zilin düğmesine bir daha, bir daha bastı. Sonra
kulağını anahtar deliğine dayadı. Ama kulağına
başka bir ses, seda gelmedi. Daha beklemedi,
yumruklarıyla kapıyı daha sert vurmaya başladı.
Darbelerini rastgele indiriyordu. Yumruklarından
çıkan sesler bütün apartmana yayılıyordu. Bağıra
bağıra Süsen’i çağırıyordu:
– Aç kapıyı, Süsen, aç, aç... kurban olayım aç
kapıyı, aç, aç...
O zannediyordu ki, Süsen uykuda, uyuyor,
hemen şimdi uyanacak, uykulu uykulu kapıyı
açacak. Ama hiç bir şey söylemeyecek, sadece
bakışlarıyla izleyecek onu. Sonra bakışları
yumuşayacak, ısınacak. Ve bu bakışlar diyecek
ki, söyle neden geç geliyorsun eve be insafsız, hiç
ben insan değil miyim... ne zamana kadar duvarlara bekçilik yapacağım? Ne zamana kadar... peki
sonra ne diyecek Süsen’in bakışları...
Gittikçe kolları düşüyordu, sarhoş vücudu takatini yitiriyordu. Hiç durmadan Süsen’e sesleniyordu, yalvarıyordu, yakarıyordu:
– Aç kapıyı, Süsen, aç kapıyı... Kurban olayım
Süsen, aç kapıyı, aç, aç...
Yorulmuş, uyuşmuş kolları halden düşmüştü.
Elleri kapının kolundan süzüldü, dizleri yavaş
yavaş büküldü, kapının önünde taş gibi yere düştü.
... aslında bu rüyaya benzemiyordu, sanki
garip, acayip bir sihire düşmüştü. Hangi tarafa
dönse kapalı kapıya denk geliyordu. Garip olan
oydu ki, bu kapılar çok iyi kapanmıştı, ne yapsa
açamıyordu. Bu kapılar ona tanıdıktı, özeldi, ne
zamansa bir yerlerde bu kapıları açmıştı, ama
ne zaman, nerede açtığını hatırlayamıyordu. Ve
görüyordu ki, dünyada tanıdığı, bildiği bütün
kapılar tamamen kapanmış yüzüne...
Kendine geldiğinde sabah olmasına az
kalıyordu. Taş döşemenin buz gibi soğuğu sarhoş
bedenini ayıltmıştı. Elleri, ayakları donup bastona
dönmüştü. Titreyen elleriyle kapının anahtarını
çıkardı, ama açamadı, açmaya eli gelmedi. Alıp
anahtarı cebine koydu. Bu halde o geceden sonra
evde rahatlık bulamayacaktı.
Yavaş yavaş merdivenleri inmeye başladı.
Bir açlık hissetmiyordu, ama susuzluktan ciğeri
yanıyordu. Bahçeye inip dudaklarını musluğun
demir ucuna dayayarak buz gibi soğuk sudan doyana kadar içti.
Bahçedeki sekinin üstünde oturdu. Ceketini üzerinden çıkardı;buruşuktu, toza dumana bulanmıştı.
İşe bu halde gidemezdi, mutlaka temizlemek gerekiyordu. Ceketinin toza, kirece bulanmış yerlerini
suyla temizledi, ama üzerine giyinmedi, giyinecek
halde değildi, tamamen su olmuştu.
Gökyüzüne baktı. Bir zamanlar Süsen’le beraber burda, bahçede yıldızlı geceleri saatlerce
seyrederdi. Şimdi de yıldızlıydı gökyüzü. Ama
uzakta soğuk soğuk ışık saçan yıldızlar, yavaş
yavaş parlaklığını kaybediyordu.
Sabah oluyordu.
104