İç Sayfalara Gözat

Transkript

İç Sayfalara Gözat
ÖN SÖZ
Siyah öyle bir renktir ki bir rengi yoktur aslında.
Siyah, bir çocuğun sakin ve boş odasının rengidir. Gecenin
en ağır saatidir; sizi başka bir kâbusun içinde boğan ve esir
alan saati… Öfkeli, genç bir adamın geniş omuzlarını saran
üniformadır. Siyah çamurdur, aldığınız her nefesi izleyen,
sizi bir an olsun rahat bırakmayan bakışlardır, gökyüzünü
delercesine uzanan çitlerin titreşimidir.
Bir yoldur. Solgun yıldızların parçaladığı unutulmuş bir
gökyüzüdür.
Kalbinize doğrultulmuş yeni bir silahın namlusudur.
Chubs’ın saçlarının, Liam’ın morluklarının, Zu’nun gözlerinin rengidir siyah.
Yarınlara dair bir umudun; hem de yalanlar ve nefretle tükenmiş bir umudun rengidir.
İhanetin rengidir.
Onu kırık bir pusulanın yüzeyinde görür; hislerimi uyuş-
9
alexandra bracken
turacak kadar güçlü kederimde hissederim.
Kaçıyorum ama siyah, benim gölgem. Beni kovalayan, yiyip bitiren, kirleten gölgem… Hiç basmamış olmam gereken
bir düğme, hiç açılmamış olması gereken bir kapı, temizlenmeyen kurumuş bir kan lekesi… Yakılıp yıkılan bir binanın
kalıntıları… Ormana saklanmış bekleyen bir araba... Duman…
Yangın.
Kıvılcım.
Siyah, hafızamın rengi.
Bizim rengimiz.
Hikâyemizi anlatırken kullanacakları tek renk.
10
BİR
Şehir merkezinden uzaklaştıkça gölgeler de uzamaya
başlamıştı. Batıya, kalan günü turuncuya boyayarak batmakta olan güneşe doğru ilerliyordum. Kışın bu yanını hiç sevmiyordum; yani gecelerin giderek daha erken gelmeye başlamasını. Los Angeles’ın kirli havası, mor ve gri renkteki fırça
darbeleriyle boyanmış gibiydi.
Normal şartlar altında, mevcut üssümüze dönmek için
yürüdüğüm sokaklarda beni görünmez kılacak bu karanlığa
minnettar kalabilirdim; ancak saldırı sonrasında etrafa kurulan askerî üsler, toplama kampları ve elektromanyetik darbe
nedeniyle artık çalışmayan araba yığınları yüzünden şehir o
kadar değişmişti ki bu yıkıntılar arasında bir kilometre yürümek bile kaybolmaya yetiyordu. Şehrin o her zamanki lambaları etrafı aydınlatmadığından, geceleri dışarı çıktığımızda
önümüzü ancak askerî konvoyların ışıkları sayesinde görebiliyorduk.
Etrafıma hızla bakındıktan sonra hâlâ yerlerinde oldukla-
11
alexandra bracken
rından emin olmak için elimi ceketimin cebindeki fenerle tabancama götürdüm. İkisi de bana Er Morales’in hediyesiydi
ve sadece acil durumlarda kullanılacaklardı. Kimsenin beni
almasına ya da karanlıkta koşarken yakalamasına izin verecek değildim. Üsse geri dönmeliydim.
Yaklaşık bir saat önce Er Morales benimle karşılaşmak
gibi bir talihsizlik yaşamıştı. Kadın, otobanda tek başına nöbet tutuyordu. Gün doğumundan beri oradaydım. Devrilmiş
bir arabanın arkasında durmuş, yapay bir ışığın altında bir
elektrik akımı gibi parlayarak uzayıp giden yola bakıyordum.
Her saat başı, bana yakın bölmedeki kamyonetlerin ve arka
arkaya park edilmiş hâlleriyle ikinci bir duvar gibi görünen
askerî araçların içine girip çıkan üniformalı minik silüetleri
sayıyordum. Kaslarıma kramplar giriyordu ama yine de başka bir yerde bekleme isteğimi bastırmaya çalışıyordum.
Buna değecekti. Tek bir asker bana hem üsse dönmek için
ihtiyacım olan silahları sağlayacak hem de sonunda bu lanet
olası şehirden çıkış yolunu bulmamda yardımcı olacaktı.
Bir zamanlar bir banka şubesi olan tuğla yığınına tırmanmadan önce etrafa bakındım. Elime sivri bir şey batınca dişlerimi sıkarak acıyla inledim. Eskiden bir tabelanın parçası
olduğu anlaşılan, yere düşmüş metal C harfine öfkeyle bir
tekme savurdum. Ama bunu yaptığıma anında pişman oldum. Metalden yükselen ses etraftaki binalarda yankılanırken, çevredeki fısıltıları ve ayak seslerini bastırdı.
Binanın patlamadan etkilenmeyen tarafına atladım hemen.
En yakındaki sağlam duvarın arkasına çömeldim.
“Temiz!”
12
ateş çemberİ
“Temiz…”
Arkama baktığımda sokağın karşısında yürüyen askerleri gördüm. Kasklarını saydım. Yirmi kişiydiler. Giriş kapıları
parçalanmış ofis binalarını ve mağazaları teftişe çıkmışlardı.
Gizlenecek yer? Hızlıca etrafa saçılan eşyalara baktıktan sonra
daha ne yaptığımın farkına bile varamadan koyu renk ahşap
masalardan birinin arkasına gizlendim. Dışarıdaki enkazın
çatırtısı kesik kesik aldığım nefeslerin sesini bastırmaya yetiyordu.
Burnumda duman, kül ve benzin kokusuyla olduğum yerde kalıp uzaklaşan seslere kulak kesildim. Saklandığım masanın altından çıkıp kapıya doğru ilerlerken hâlâ gergindim.
Devriyenin yolun aşağısındaki yıkıntıların arasında dolaşmaya devam ettiğini görebiliyordum ama daha fazla bekleyemezdim. Boşa harcayacak bir dakikam bile yoktu.
Askerin beynine girip istediğim bilgiyi aldığım anda göğsümün üzerindeki ağırlık birden kalkmıştı. Bana otobandaki
açık noktaları öyle net bir biçimde tarif etmişti ki elime siyah
kalemle bastıra bastıra işaretlenmiş bir harita verse ancak bu
kadar olurdu. Bundan sonra yapmam gereken tek şey hızla
zihninden çıkmaktı.
Eski Çocuk Birliği ajanlarının bunun işe yaramış olmasından hoşlanmayacaklarını biliyordum. Çünkü onların tüm girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı ve bu arada yemek stokları da giderek azalıyordu. Cole, en azından denememe izin
vermeleri için onları defalarca zorlamıştı ve ancak tek başıma
gitmem koşuluyla buna izin vermişlerdi. Yakalanma ihtimaline karşı başkasını riske atmak istemiyorlardı. Şimdiye dek
şehirde dikkatsizce dolaştıkları için iki ajanı çoktan kaybet-
13
alexandra bracken
miştik.
Bense dikkatsiz değildim ama giderek daha da çaresiz hissediyordum. Ya şimdi harekete geçecek ya da açlıktan ölecektik.
Amerikan Ordusu ve Milis Kuvvetleri, genişletilmiş otoban sistemini de kullanarak Los Angeles şehir merkezinin
etrafına güçlü bir bariyer kurmuştu. Yılan gibi kıvrılarak uzayan sinsi, betondan canavarlar, şehri çevreliyor ve bizi dış
dünyadan koparıyordu. 101 numaralı yol kuzeye ve doğuya,
I-10 güneye, 110 da batıya gidiyordu. Karargâh’ın kalıntılarından yeryüzüne çıktığımız anda kaçsaydık bir şansımız olabilirdi belki ama şimdi… Tıpkı Chubs’ın dediği gibi hepimiz
savaş nevrozu yaşıyorduk. Chubs herhangi birimizin hareket
edebilmesinin bile şaşırtıcı olduğunu söylüyordu.
Oysa ben hareket etmek zorundaydım. Kendimi bırakmayıp bizi bir an önce buradan götürmek zorundaydım. Ama
onun karanlığa hapsolmuş yüzü gözümün önünden bir türlü
gitmiyordu. Elimin tersiyle gözlerimi kapatıp, başımın zonklamasını ve midemin bulantısını unutmaya çalıştım. Başka bir
şey düşün. Herhangi bir şey... Baş ağrılarım dayanılmaz bir hâl
almıştı. Yeteneklerimi kontrol etmeye başladıktan sonra ortaya çıkanlardan çok daha beterdi.
Duramazdım. Güçsüz bacaklarımla yavaş yavaş koşmaya
başladım. Yorgunluğun acısını boğazımda ve ağırlaşan göz
kapaklarımda hissetsem de ve hatta içimden bir ses bana pes
etmek üzere olduğumu söylese de adrenalin devam etmemi
sağlıyordu. Sahi en son ne zaman bizi çevreleyen bu kâbustan
kaçabilecek kadar derin bir uyku çekmiştim?
14
ateş çemberİ
Asfaltı sökülen yollar ordunun henüz temizlemediği beton
parçalarıyla kaplanmıştı. Arada bir renkli şeyler çarpıyordu
gözüme: Kırmızı bir topuklu ayakkabı, bir çanta, birinin bisikleti. Hepsi de etrafa saçılıp unutulmuş eşyalardı. Bunlardan bazıları yakındaki pencerelerden fırlayıp düşmüştü yola.
Bu yüzden bir yüzleri yakınlardaki patlamalarla kararmıştı.
Yıkımın yarattığı israf mide bulandırıcıydı.
Bir sonraki dört yol ağzına koşarken bakışlarımı Olive Sokağı’na çevirdim. Üç sokak ilerideki Pershing Meydanı’nda
ışıklar yanıyordu. Eski park şimdi toplama kampı olarak kullanılıyordu. Burası, şehrin geri kalanı alev alev yanarken alelacele hazırlanmıştı. Çitlerle çevrelenmiş bu zavallı insanlar,
Başkan Gray, Çocuk Birliği’ne ve ona karşı birleşen eski politikacıların oluşturduğu Federal Koalisyon’a saldırdığı sırada
çevre binalarda çalışıyorlardı. Güya kendisine karşı gerçekleştirilen suikast girişiminde iki tarafın da parmağı olduğu
gerekçesiyle yapmıştı bu misillemeyi. Bu kampların her birini
inceliyor, Cate ve diğerlerini bulmaya çalışıyorduk. Bu arada
da içerideki kalabalık, isteği dışında orada tutulan sivillerle
gün geçtikçe daha da büyüyordu.
Ama Cate yoktu. Saldırıdan önce Karargâh’tan ayrılıp
şehirden çıkmayı başaramamışlarsa bu çok iyi saklandıkları
anlamına geliyordu; çünkü onları bulamıyorduk. Hatta acil
durum iletişim prosedürlerimizle bile…
Az ileriden, başka bir küçük askerî konvoydan yükselen
telsiz cızırtısı ve tekerlek gürültüsü kulaklarıma ulaştı. Askerler yanımdan geçene kadar saklanmak üzere bir SUV’nin
arkasına girip çıtımı çıkarmadan bekledim. Botları yere her
bastığında havayı tebeşirimsi bir toz kaplıyordu. Ayağa kal-
15
alexandra bracken
kıp üzerimi silkeleyerek koşmaya başladım.
Biz –yani Birlik ya da ondan geriye kalanlar– birkaç günde
bir yer değiştiriyor; bir depoda hiçbir zaman fazla uzun kalmıyorduk. Su ve yiyecek bulmak ya da kampları gözlemek
için dışarı çıktığımızda birinin bizi izlediğine dair en ufak bir
şüphemiz olursa hemen yer değiştiriyorduk. Akıllıca olduğunu kabul ediyorum ama artık ne zaman nerede olduğumuzu
takip edemiyordum.
Şehrin doğu yakasına yoğun bir sessizlik hâkimdi. Pershing Meydanı’nın yakınındaki makineli tüfek seslerinden ya
da şarjör gürültüsünden daha sinir bozucuydu bu. Elimi cebimdeki fenerimden ayırmıyordum ama yine de onu dışarı
çıkartmaya cesaretim yoktu; hatta dirseğim betona sürtündüğünde dahi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Yeni Ay.
Elbette.
Haftalardır üzerime çöken ve kulağıma karanlık şeyler fısıldayan o huzursuzluk hissi şimdi göğsüme saplanmış bir
bıçak gibi yakıyordu canımı. Yavaş yavaş tenime batıyor ve
önüne çıkan her şeyi parçalıyordu. Zehirli havayı ciğerlerimden atmak için öksürerek boğazımı temizledim. Bir sonraki dört yol ağzında kendimi durmaya zorlayarak eski bir
ATM’nin içine girdim.
Nefes al, dedim kendi kendime. Derin bir nefes al. Kollarımı
ve ellerimi sallamaya çalıştım ama öyle ağırlardı ki… Gözlerimi kapatıp uzaktan gelen helikopterin sesine odaklandım.
İçimden bir his –ısrarcı ve can sıkıcı bir his– bana Bay Sokağı’ndan dönmemi ve Yedinci Sokak’a varana dek Alameda
Sokağı’ndan ilerlememi söylüyordu. Alameda Sokağı, Jesse
Sokağı’ndaki üssümüze ve Santa Fe Caddesi’ne daha düz şe-
16
ateş çemberİ
kilde çıkan bir yoldu. Detayları diğerlerine daha erken anlatıp
bir plan yapabilir ve buradan kaçabilirdik.
Ama beni izleyen ya da takip eden birileri varsa onlardan
Yedinci Sokak’ta kurtulabilirdim. Ayaklarım bedenimin kontrolünü ele geçirdi ve Los Angeles Nehri’ne, yani doğuya doğru ilerlemeye başladım.
Mateo Sokağı’ndan Yedinci Sokak’a doğru giden gölgeleri
gördüğümde çok ilerlememiştim. Bir anda durdum. Sokağın
orta yerine yığılıp kalmadan önce bir posta kutusuna tutunmayı başardım.
Derin bir nefes aldım. Kıl payı kurtulmuştum. Yavaşlayıp
sokağın boş olduğundan emin olmadığımda böyle oluyordu işte. Nabzım şakaklarımda atıyordu. Uzanıp şakaklarımı
ovuşturdum. Ilık ve yapış yapış bir şey bulaşmıştı alnıma ama
umursamadım.
İki büklüm bir hâlde ilerleyerek askerlerin ne tarafa gittiğini anlamaya çalıştım. Zaten üssümüze çok yakınlardı. Geldiğim yoldan geri dönersem üsse onlardan önce varıp diğerlerini uyarabilirdim.
Ama askerler birden… durdu.
Dört yol ağzında, yıkık dökük bir hırdavatçının kırık pencerelerinden binaya giriyorlardı. Bir kahkaha duydum önce
ve sonra sesler. Damarlarımda akan kan bile yavaşlamıştı.
Bunlar asker değildi.
Dükkâna doğru ilerlemeye başladım. Pencerelere ulaşıp
içeri atlayana dek elimi binanın duvarından ayırmadım.
“…bunu nereden buldunuz?”
17
alexandra bracken
“İnanamıyorum, dostum!”
Tekrar kahkahalar yükseldi.
“Aman Tanrım, simit görünce bu kadar sevineceğim hiç
aklıma gelmezdi!”
Gizlendiğim yerden baktım. İçeride bizim ajanlarımızdan
Ferguson, Gates ve Sen bir yiyecek yığınının önüne çömelmişlerdi. Eski bir Deniz Komandosu olan Sen önündeki cips
paketine o kadar haşin davranıyordu ki paket neredeyse paramparça olmuştu.
Yiyecekleri var. Bunu bir türlü anlayamıyordum. Burada yemek yiyorlar. Bu düşünce o kadar şaşkınlık uyandırıcıydı ki
neler döndüğünü anlamam zaman aldı.
Yemekleri bize getirmiyorlar.
Grup olarak her dışarı çıktıklarında yaptıkları şey bu muydu? Ajanlar yiyecek bir şeyler bulmaya giderken çocukları
götürmemekte o kadar ısrar ediyorlardı ki ben çocuklardan
biri yakalanırsa grubun yerini söyler diye korktuklarını sanmıştım. Ama gerçek sebep bu muydu yani? Bulduklarını önce
kendileri yesinler diye miydi?
Soğuk, buz gibi bir öfke parmaklarımı pençelere çevirdi.
Kırık tırnaklarım avuçlarımı keserken hissettiğim acı midemin bulantısının yanında bir hiçti.
“Tanrım, çok güzelmiş,” dedi Sen. İri bir kadındı. Uzun
boyluydu ve kalın derisinin altından kasları seçiliyordu. Yüzünde hep… her şeyi biliyormuş gibi bir ifade olurdu. Çocuklardan biriyle muhatap olmaya tenezzül ettiği zamanlarda ise
genelde bağırıp çağırırdı.
Her saniye öfkem daha da artsa da sessizce bekledim.
18
ateş çemberİ
“Geri dönmeliyiz,” dedi Ferguson ayağa kalkarken.
“Bir şey olmaz. Stewart bizi başından defetmeye kalkışsa
bile Reynolds onun yine boşboğazlık etme ihtimaline karşı
gözünü üstünden ayırmıyor.”
“Ben ondan çok diğerini düşünüyorum…”
“Sülük’ü mü?” dedi Gates bir kahkaha atarak. “En son o
gelecek. Tabii dönmeyi başarırsa.”
Kelimeyi duymamla kaşlarımı kaldırmam bir oldu. Sülük.
Ben. Yeni bir lakaptı bu. Daha önce çok daha kötü isimlerle
seslenilmişti bana. Asıl kafama takılan şey, yakalanmadan şehirde dolaşabileceğime bile inanılmamasıydı.
“Diğerlerinden çok daha kıymetli,” dedi Ferguson. “Sadece an meselesi…”
“An meselesi olan bir şey yok. Bize itaat etmiyor ve bu yüzden de o bir yük.”
Yük. Çığlık atmamak için yumruğumu sıkıp ağzıma götürdüm. Birlik’in yüklerle nasıl başa çıktığını iyi bilirdim. Aynı
şekilde bunu deneyecek cesareti olan ajana neler yapabileceğimi de…
Ellerini yere koyarak arkasına yaslandı. “Planımızda bir
değişiklik olmayacak.”
“Güzel.” Gates bitirdiği cipsin paketini fırlatıp attı. “Bunların ne kadarını götürüyoruz? Ben bir simit daha yiyebilirim…”
Bir paket çubuk krakerle bir paket sosisli sandviç ekmeği...
Onlar yiyecek bulmak ve bilgi edinmek üzere dışarı çıktığında çocuklara bakmak için kalan bir avuç ajan ve on yedi çocuk
19
alexandra bracken
için götürdükleri şeyler bunlardı.
Onlar ayağa kalkmak üzere harekete geçince duvara iyice yaslanarak pencereden dışarı çıkmalarını dinledim. Ayağa
kalkıp peşlerine takıldığımda bile yumruklarımı sıkıyordum.
Depo nihayet görünene dek aramızda az bir mesafe kalacak
şekilde onları takip ettim.
O son sokaktan geçmeden önce Sen başının üzerinde bir
çakmak yakarak çatıdaki gözcünün onu görmesini sağladı.
Karşılığında kısık bir ıslık sesi duyuldu. Bu, devam etmelerinde bir sakınca olmadığı anlamına geliyordu. Kadın diğerlerinin ardından yangın merdivenine tırmanmadan evvel onu
yakalamak için koşmaya başladım.
“Ajan Sen!” diye fısıldadım sert bir şekilde.
Bir eliyle merdivene tutunan Sen diğer elini kemerinde
sakladığı silahına götürdü ve arkasına döndü. Onları izlediğim tüm süre boyunca kendi elimin de silahımın üzerinde olduğunu anlamam bir anımı aldı.
“Ne var?” dedi Gates, Ferguson’a devam etmelerini işaret
ederek.
Beni gördüğüne mutlu olmadın, değil mi?
“Size bir şey anlatmalıyım… Bu…” Sesimin titremesinin
öfkeden değil korkudan olduğuna inanmasını umuyordum.
“Cole’e güvenmiyorum.”
İşte bu ilgisini çekmişti. Karanlıkta parlayan dişlerini gördüm.
“Ne dedin?” diye sordu.
Bu defa gülümsedim. Beynine girdiğimde olanları umur-
20
ateş çemberİ
samadım. Ranzaları, eğitimleri, Karargâh’ı, ajanları hızla
kenara itiyordum. Saldırımın etkisi altında irkilip titrediğini
hissediyordum.
Aradığım şeyi bulduğumda hemen anladım. Bunu öyle
canlı bir şekilde hayal etmiş, öyle şeytani bir beceriklilikle
kurgulamıştı ki ben bile bu kadarını hayal edemezdim. Fikrin her yanı tuhaf bir parlaklıkla kaplıydı; ılık bir balmumuydu sanki bu. Sahneye arabalar girdi. Yüzlerini tanıdığım üst
kattaki çocukların hepsinin ağzı bağlanmıştı. Toz rengi askerî
giysiler. Siyah üniformalar. Bir takas.
Yüzeye çıktığımda nefes nefese kalmıştım. Ciğerlerime
yeterli miktarda oksijen gitmiyordu. Ancak Sen’in hafızasını
silip son birkaç dakikaya ait yanlış anılar yerleştirmeyi akıl
edebildim. Kendine gelmesini beklemeden onu itip merdivenlerden çıktım.
Cole… Zihnim çok hızlı çalışıyordu. Cole’e anlatmalıyım.
Bir de şuracıkta kafasına bir kurşun sıkma arzusuna teslim
olmadan önce bu ajandan uzaklaşmalıydım.
Bizden yemek saklaması, sessiz ya da daha hızlı olmazsak
veya onlara yetişemezsek bizi geride bırakacağına dair tehditler savurması yetmiyormuş gibi… Bizden sonsuza dek kurtulmak istiyordu. Tasmalarımızı bizi gerçekten kontrol edebileceğini düşündüğü tek gruba verecekti.
Ve karşılığında bir sonraki saldırısı için gerekli olan ödül
parasını istiyordu.
21
İKİ
Deponun ikinci katına ulaştığımda göğsüm alevlerle,
zihnim karanlık düşünceler ve endişeyle doluydu. Sen arkamdan tırmanırken yangın merdiveni gıcırdıyordu. Pencereden
yeterince hızlı geçemedim. Diğer bir deyişle ondan yeterince
hızlı uzaklaşamadım. İçerideki zayıf ışığın dışarıdan görünmemesi için pencereye astıkları cekete sürtünerek bacaklarımı çıkıntının üzerinden geçirdim ve içeri girdim.
Gözlerim, telaş içinde bir mum ışığından diğerine gidiyordu. Mumların arasındaki karanlığa bakmadan geçiyordum.
Çocuklar odanın her bir köşesinde kümelenmişti. Gates ve
Ferguson yemek vermeleri karşılığında onları köşeye sıkıştırmıştı sanki.
Cole’ü bulmalıyım, diye geçirdim içimden. Kahretsin. Ona
ihtiyacım vardı. Bunu bilmesi gerekiyordu. Bu işi çözmek için
bir yol bulmalıydık.
“Ufak bir teşekkür fena olmazdı,” dedi Gates alaycı bir tavırla. Ağzından dökülen kelimeler, sessiz odadaki kalın toz
22
ateş çemberİ
tabakasını havalandırmıştı sanki. Çocuklardan sessiz teşekkürler yükselmeye başladı. Bakışlarını yerden ya da birbirlerinin üzerinden ayırmıyorlardı. Daha önce kendime itiraf
etmek istemediğim şeyi artık görebiliyordum. İşin sonunda,
yani ajanlardan eğitim alarak geçirdiğimiz onca zaman ve
onca mücadelenin sonunda, bizim harcayabilecekleri birer
çek olduğumuzu anladıkları an her şey heba olmuştu.
Aradığım üç yüzü çok geçmeden buldum. Vida kendi devriyesinden, bronz teninde açılmış derin bir kesikle dönmüştü. Chubs onun yarasıyla ilgileniyordu. Yanında siyah bir sırt
çantası vardı. Yaşadığım rahatlama duygusunu saklamak için
dudağımı ısırdım. Çantanın içinde Clancy’nin elinden son
anda kurtardığım araştırma duruyordu. Annesinin IAAN
hastalığına bir tedavi bulmak üzere topladığı grafikler, tablolar ve tıbbi terimlerden oluşan çalışmasıydı bu.
“Anneanne, inan bana, oyalanmayı hemen kesmezsen senin…”
“Temizlememe müsaade et!” diye itiraz etti Chubs.
Liam sırtını duvara yaslamış; kollarını ise kırdığı dizlerinin
üzerine koymuştu. Yüzünde saldırıdan beri kaybolmayan o
sert ifade vardı ve göz ucuyla Gates’i izliyordu. Getirilen yiyeceklere uzanmadı. Kendisine uzatıldığında da alıp Chubs’a
verdi.
Ajanlar onları da takas edecekti. Ya bu gece onlara rastlamasaydım? Durup Sen ve diğerlerinin konuşmalarına şahit olmasaydım? Bizi uyutup önümüzdeki günlerde pazarlığa girişeceklerdi. O zaman yapabileceğim hiçbir şey kalmayacaktı.
Neden herkesi koruyabileceğimi düşünmüştüm ki? Üstelik
23
alexandra bracken
daha tek bir çocuğu, benim için en değerli insanı bile koruyamamışken… Jude…
Sen, içeri girerken omzuma çarptı. Hissetmedim bile.
Hayattaydım, biliyordum ama bir önemi yoktu. O anda bir
tünelde, bizi ezmek isteyen yıkık duvarların arasındaydım.
Uzaktan gelen çığlıklar, göremez olmuş gözler ve paramparça
olan betonun kükreyişi peşimi bırakmıyordu; toprak, önüne
çıkan her şeyi toza, dumana boğarak âdeta sağanak bir yağmur gibi yağıyordu tepemize. Kapattığım gözlerimin önünde çilli bir surat belirmişti, kendi hayatının sonunu izleyen
o baygın kahverengi gözler. Her şeyi gördüm ve hiçbir şey
buna engel olmadı. Nasıl olduğuyla ilgili gözümde canlandırdıklarımı unutturacak kadar kuvvetli, güzel bir anı yoktu
yeryüzünde. Jude’un nasıl sonsuza dek karanlığa kayıp gittiğini…
O an dünyayla aramdaki bağın koptuğunu ve boşlukta
savrulduğumu hissettim. Bedenimdeki her bir sinir alev almış, hücrelerim birbirleriyle yarışa tutuşmuştu. İçimdeki baskı öylesine artmıştı ki altında ezileceğimden şüphem yoktu
artık. Çevremdeki herkesin buna şahit olacağı düşüncesi ise
her şeyi daha da kötüleştiriyordu.
Bileğimdeki dokunuş başta anlamayacağım kadar nazikti.
Ama beni kapıya döndürmeye yetecek kadar sağlam, dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettiğimde beni tutacak kadar
kuvvetliydi.
Koridor, içerideki odadan en az on derece daha soğuktu.
Öyle sessiz ve karanlıktı ki damarlarımda kaynayan kanın sıcaklığını hissetmiyordum artık. Yalnızca birkaç adım atıp içe-
24

Benzer belgeler