yusuf özkan ali safai mustafa zemani ile 2 gün
Transkript
yusuf özkan ali safai mustafa zemani ile 2 gün
Düşünceniz Genç Kalsın... Düşünceniz genç kalsın... DÜŞÜNCE & FİKİR DERGİSİ SAYI: 1 YIL: 1 YUSUF ÖZKAN “BAŞARILI, KARİYERLİ VE MUTSUZ!” ALİ SAFAİ İRANLI ALİMLER İÇİNDE BİR YILDIZ MUSTAFA ZEMANİ İLE 2 GÜN MART / 2013 Mahmoud Farshchian Editörden... Editörden... Editörden... Editörden... Bizi “söz” ile eğiten ve “diri” tutan Rabbin adıyla... İçinde bulunduğumuz teknoloji çağı nedeniyle her gün yeni bir iletişim aracıyla karşı karşıya geliyoruz. Metalaşan insanoğlunun içine düştüğü tüketim kültürü ve kendisiyle “yabancı”laşma hastalığı her geçen gün daha da derinleşerek ilerliyor. Batı kültürünün bize dayattığı bu yaşam tarzı karşısında sadece tüketen bir toplum haline gelen bizler, gelişen teknoloji ve kültürel etkileşim karşısında çare üretemiyoruz. Emperyalizm, kapitalizm, Siyonizm vb. karşısında bir varlık gösteremeyen biz Müslümanların ciddi bir zihin sorgulaması ve küresel sömürü karşısında söyleyecek sözümüzün olmaması nasipsizlik mi, yoksa tükenmişlik mi? Sözün kudretine inanan bizler, çağın hastalıklarına karşı söz söyleyemiyoruz. Teknoloji çağında batı üretir, bizler de tüketiriz. Köleleştirilmiş bir toplum haline getirilen bizler, kazancımızı kendi ellerimizle onların avuçlarına bırakıyoruz. Dünya siyasetini onlar şekillendirir, bizler hayata geçirir ve uygularız. Bilim-sanat, kültür- edebiyat, felsefe-kelam vb. alanlarda kadim kültürü yok saymış, geleneklerimizin tamamına sırt çevirmiş hale getirilmişiz. Bütün bunlar yaşanırken, biz Müslüman toplumuna karşı korkunç bir propaganda dili geliştirilmiş ve ne acıdır ki bu kirli propaganda başarılı olmuştur. Tefrika, tekfir, ötekileştirme, yok sayma ve yok etme hastalığı etkin hale gelmiştir. Her Müslüman artık bir batılı gibi düşünüyor, konuşuyor ve onun gibi hareket ediyor. Çünkü Müslümanlar olarak yönümüzü batının sihirli ve aldatıcı bakış açısıyla senkronize etmişiz. Haliyle bizim nasıl bakmamız ve nasıl görmemiz gerektiğini onlar belirliyor. Biz Müslümanlar, tüketen ama üretmeyen, konuşan ancak okumayan, uygulayan fakat araştırmayan, her türlü şeytani akımların saldırısına uğrayan ancak bir türlü savunma ve galip gelme hususunda düşünemeyen/ akletmeyen bir toplum haline gelmiş bulunuyoruz. Damarları kesilmiş bir ağacın birer yaprakları olan ümmetin fertleri, esen her rüzgârın karşısında Mart 2013 savrulmuşlardır. Bizler ve bizim gibi düşünen nice kişiler bu savrulmanın farkındadır. Fakat nereden başlayacağımızı ve hangi yolu takip edeceğimizi bilmiyoruz ve toplumu bilgeliğe, üretime ve kalkınmaya götürecek yönü bulamıyoruz. İşte, bu savrulmanın temel sebebi kendine yabancılaşma hastalığıdır. Bugün geldiğimiz noktada, yıllardır hor görülen, ötekileştirilen, sömürülen ve yokluğa/yoksulluğa mahkûm edilen bir toplumun uyanması kaçınılmazdır. Bu hastalığa karşı, “bizim de bir sözümüz var” diyebilmek adına genç beyinlerin/kalemlerin bir araya geldiği ve gidişatın karşısında “söz” söyleyebilecek bir ruhu canlı kılma öğretisi ayağa kalkıyor. Bizler, bir “Devrimci Bakış” temelini oluşturma arzusuyla çağın bütün kirlenmişliğine karşı “söz”ümüz olduğunu hatırlatmak için ayağa kalktık. Kendini sorgulamaktan korkan ve kendisinden uzaklaşan bir düşünceyi yok etmek ve kendimize gelmek için ayağa kalktık. Vahyin bedenleri dirilttiği ruhla ayağa kalktık. Yıkım ve ölüm üzerinde kurulu olan düzen ve düşünceye “dur” demek ve üzerine ölü toprağı atılmış bir medeniyetin ruhunu tazelemek için ayağa kalktık. Sözümüzün temelinde vahyi bilinci olmakla birlikte, çağın sihirli, aldatıcı ve gösterişe dayalı her türlü eylemlerine karşı “söz” söylemek için ayağa kalktık. Müslüman toplumun arasına serpiştirilmiş tefrika hastalığına çare üretmek için ayağa kalktık. Emperyalizm, kapitalizm ve ümmetin sırtına saplanmış Siyonizm hançerini kırmak için ayağa kalktık. Mezhep, cemaat ve etnik kimlikleri birbirine çatıştıran şeytani senaryoları etkisizleştirmek için ayağa kalktık. Küfrün tek millet olduğu bir dünya hayatında, Müslümanların tek ümmet olduğunu hatırlatmak için ayağa kalktık. İslam toplumu olarak, fikir, siyaset, sanat, edebiyat, teknoloji vb. alanlarda “bizim de sözümüz var” demek ve bu düşünceyi hayata geçirmek için “söz”ümüz var diyoruz. Baharın kendini hissettirdiği bugünlerde ve baharın yeni bir başlangıç olduğunu bilerek bizler de “yeniden başlamak” için sözümüzü kaleme alıyoruz. Sizin bir sözünüz var mı? O halde bize yazın, bize katılın! Allah yeniden başlayanlarla beraberdir. Söz/de ve öz/de kalın... 3 KÜNYE Düşünceniz genç kalsın... FİKİR VE DÜŞÜNCE DERGİSİ Yayın Süresi: AYLIK Yıl: 1 Sayı: 1 SAYFA KÜNYE 7/9 Sorumlu Yazı İşleri Müdürü & Editör Ferşid PİROZ Haber Müdürü Cafer Şiralinia SAYFA Aydın ALTAY Genel Yayın Yönetmeni Yusuf ÖZKAN Başarılı, kariyerli ve Mutsuz! 10/15 İranlı alimler içinde bir yıldız Mehmet GÜRHAN Tercüme Turgay CANDAN Sanat Yönetmeni Ferşid PİROUZ SAYFA Fatma BATKİTAR Fatma Zehra YÜCEL Kültür Sanat & Sinema 16/19 Sömürgecilik Ve İslami Uyanış Eyyüp Sultan SOYLU Dizgi & Tasarım ERS REKLAM İletişim SAYFA [email protected] Aydın ALTAY 16/23 Sen gidince... İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER 25 34 Hacer EFSA Kucaklaşmanın Kitabı 35 Hacer EFSA Dua Saatleri Kitabı 36/37 Veli TALİP Cem AKGÜL SİNEMA & TEKNOLOJİ SAYFA SAYFA Dilek BEYAZ Ahlak Felsefesine Kısa Bir Bakış Fatma BATKİTAR 29 İhtiyarın Son Üç Günü SAYFA SAYFA SAYFA SAYFA 26/28 SEYYİD KUTUP SAYFA 30/33 Mustafa Zemani ile 2 gün SAYFA Aydın Altay 38 Esmanur YILDIRIM Merhaba, Başarılı, kariyerli ve Koç’un Sabancı’nın, İbrahim Tatlıses’in, Seda Sayan’ın, Orhan Pamuk’un, Bush’un sadece bilinen anlamda başarılı oldukları için çok mutlu olduklarını söyleyebilir misiniz? SÖZ Yusuf ÖZKAN Mutsuz! Bugün zihnimizin ve duygularımızın işleyişini, ortalıkta bulaşıcı hastalık gibi dolaşan ‘ezber’lerimiz belirliyor. 6 Modern zihniyete kurban verdiğimiz, içeriği son derece maddi, dünyevi ve tek boyutlu doldurulan, eşeğin başucuna iliştirilmiş havuç gibi herkesi hayali bir mutluluk adına peşinden koşturan iki kavram: Başarı ve kariyer. Tevfik ve inayet bu başarının neresinde? Cevap yok… Manevi tekamül ve ruhani yükseliş kariyerinden ne haber? Cevap yok… Bugün zihnimizin ve duygularımızın işleyişini, ortalıkta bulaşıcı hastalık gibi dolaşan ‘ezber’lerimiz belirliyor. Zihnimizin ve duygularımızın işleyiş biçimi de hayat karşısındaki durumumuzu tayin ediyor: Mutlu, mutsuz, umutlu, çökmüş, kararsız, sıkıntılı olmak gibi. Geçen günlerde duyduğum bir slogan bazı şeyleri yeniden düşünmeme vesile oldu: ‘Mutlu olmak başarmak demektir.’ Tersinden söylenişini de duymuştum: ‘Başarmak mutlu olmak demektir.’ Aslında bu sloganlar da diğer pek çok benzerleri gibi çağın Mart 2013 Şu bir gerçek ki bugünkü tek boyutlu başarı anlayışı mutluluktan çok mutsuzluk ve sorun üretiyor. Çünkü insanın derin yanına, dikey boyutuna, sonsuzluk arzusuna hitap etmiyor. Mart 2013 ‘ezber’lerinden değil midir? Gerçekten başarı ve mutluluk arasında bu kadar doğrudan ve birebir bir ilişki kurulabilir mi? Bir defa daha en başta, başarılı olmak, mutlu olmak ne demektir, bunlar bir tanım kalıbında dondurulabilir mi? Günümüzün hakim görüşü, Amerikanvari anlayışların gölgesinde mutluluğu özellikle ‘başarı’ ve ‘kariyer’ odaklı ele almayı yeğliyor. Başarı ve kariyere bağlı olarak da mutluluğun peşisıra geleceği ima ediliyor. Gülücükler fırlatan reklam kahramanı kadın ‘Çocuk da yaparım kariyer deee’ diyerek aslında çocuk değil de kariyerin vazgeçilmezliğini zihinlerde bir daha pekiştiriyor. Peki bunları söylerken insan fıtratının ana unsurlarından olan ‘yaptığı herhangi bir işte sonuca ulaşma arzusunu, başarılı olma tutkusunu, işinde ilerleme isteğini’ reddetmeye mi çalışıyoruz? Asla; fıtratı red hayatı red demektir çünkü… Başarı deyince akla hemencecik ‘Belirli hedeflere ulaşmak için, yeteneklerimizi ve donanımlarımızı hazırlayarak adım adım ilerlemek’ vs gibi tanımlar geliyor. İşinde yükseliyorsan, şef iken müdür yardımcısı, daha sonra müdür, en sonunda da genel müdür olmuşsan müthiş başarılı sayılıyorsun. Kelime anlamı ‘bir yerden bir yöne doğru koşmak, bayrak yarışı’ gibi anlamlara gelen ve çoğu kere bitimsiz bir koşuyu ifade eden kariyerinde ilerlemişsen mutluluğu garantilediğin varsayılıyor. 7 Bu tek boyutlu tanım ve anlayışların karşısında mesela, eğer kendini çocuklarına ve eşine adamış, ailesi için yaşayan bir ev hanımı isen, para kazanmıyorsan, işe gitmiyorsan sana otomatik olarak başarısız, kariyer yapmamış sıradan, beceriksiz bir insan muamelesi pekala yapılabiliyor. O yüzden ev hanımı hanımefendiye ‘Mesleğiniz nedir?’ diye sorulduğunda, hanımefendi bir suçlu psikolojisiyle ezilip büzülerek kısık sesle ‘ev hanımıyım’ diyebiliyor. Başarı ve kariyer tek boyutlu olarak ele alınıyor. Piyasa koşullarına endeksli, ekonomik karşılığı olan, ölçülebilir değerlere dayanan, sonuca kilitlenip süreci ihmal eden, insanın metafizik ve sonsuzluk boyutunu inciten anlayış kalıpları (paradigmalar) düşünceleri ve duyguları kodluyor… İnsanın şimdi ve burada, kendisi olmak, içindeki potansiyeli açığa çıkarmak, yeteneklerini açığa çıkarmak, yani hayatın anlamını ve özünü emmek için yaşaması, kendini dünyadan çok ahirete hazırlamak, tarlasını sonsuzluk hasadı için çapalaması neden bir başarı ve kariyer olarak değerlendirilmiyor? 8 Bilindik anlamda başarılı olanların çok mutlu Mart 2013 Şu bir gerçek ki bugünkü tek boyutlu başarı anlayışı mutluluktan çok mutsuzluk ve sorun üretiyor. Çünkü insanın derin yanına, dikey boyutuna, sonsuzluk arzusuna hitap etmiyor. Mart 2013 olduklarını da kim söylüyor? Tam tersine günümüzde pek çok başarılı saydığımız kişinin ne kadar mutsuz, ne kadar problemli olduğunu, başzarı uğrunda ne bedeller ödediğini medyadan görüyor, okuyor, duyuyoruz. Koç ve Sabancı’nın, İbrahim Tatlıses’in, Seda Sayan’ın, Orhan Pamuk’un, Bush’un sadece bilinen anlamda başarılı oldukları için çok mutlu olduklarını söyleyebilir misiniz bana? Fakat yanlış anlaşılmasın ki biz bunları söylemekle başarısız olmaya, yeteneksizliğe, olduğun yerde durmaya övgüler düzüyor değiliz… Şu bir gerçek ki bugünkü tek boyutlu başarı anlayışı mutluluktan çok mutsuzluk ve sorun üretiyor. Çünkü insanın derin yanına, dikey boyutuna, sonsuzluk arzusuna hitap etmiyor. Bu yönde bir hedef göstermiyor, sadece dünya hayatının sınırları içinde kalan, öteye geçmeyen, insanı daha üst hakikatlere taşımayan başarı ve kariyer tanımları insanı en sonunda mutsuz ediyor. Ömrünün en güzel elli yılını şirketine, başarıya, kariyere adamış iş adamı ya da iş kadını, maddi anlamda her şeye ulaştıktan sonra derin bir boşluk duygusuyla ölümün kapısında şunu soruyor: “Bütün bunlar ne içindi peki?” Belki de bu yüzden yakın zamanlara kadar ‘başarı’ yerine ‘muvaffakiyet’ kavramı kullanılıyordu toplumumuzda. Baş olmak, başat olmak, başaklı olmak, baş arı olmak gibi çağrışımları işaretleyen başarı karşısında, elinden geldiğince gayret ve emek sarf ederek sonucu Allah’ın tevfikinden (yardımından, yaratmasından, takdirinden) bilmek şeklinde özetlenebilecek muvaffakiyetin tercih edilmesini düşünmek lazımdır. Belki de tevekkül ile tembelliği birbirine karıştırmayan, gayretiyle yeteneklerini sonuna kadar açarak başarısını (ektiği domateslerin büyümesini mesela) Rabbinden bilen sükunetli babaannem; hırs kumkuması, yarı erkekleşmiş, sürekli tedirgin yaşamaktan psikolojik dengeleri bozulmuş, başarısını narsizme (bir tür kendine tapınma) başarısızlığını depresyona dönüştüren modern kariyer ve bariyer düşkünü bayandan daha mutluydu… Ne dersiniz? Belki de bu yüzden eskiler, ‘Tevfik refik ola’ derlerdi durup durup… Kim bilir? 9 İranlı alimler SÖZ İranlı alim Ali Safai Hayeri’nin düşüncesi, hayat tarzı ve toplumsal davranışı çeşitli düşünce yapılarındaki birçok düşünürü ve İran toplumunu hayran bırakmıştır. Onun düşüncelerinin Türkiye’deki düşünen insanların arasında da kendine yer bulmasını, eleştiri ve değerlendirmeye mazhar olmasını ve fikir alışverişi için bir zemin oluşturmasını ümid ederim. İran'da İslam devrimi'nin zaferinden sonra çeşitli sebeplerle dini düşünce alanında boşluklar meydana gelmiştir. Ali Şeriati, İslam devrimi’nden bir sene önce Londra’da şüpheli bir şekilde vefat etmişti. Düşünür din adamlarından da, Mutahhari, Beheşti ve Müfettih, savaşın ilk iki yılında suikaste kurban gittiler. Sade bir yaşama sahip ve halkça sevilen bir din adamı olan Üstat Talegani de İslam devrimi’nin zaferinden sonra sadece 8 ay yaşadı ve hastalık nedeniyle vefat etti. Diğer din adamlarından çoğu da mecburen siyasi makamlarda yer aldılar ve düşünce sahasından uzaklaştılar. Mücadele döneminde İslam devrimi’nde fazla da etkisi olmayan geleneksel fıkıh alanları, tamamen Kum İlim Medresesi’ne hakim oldu. Devrim’in zaferinden sonraki senelerde Kum İlim Medresesi, Şia ulemasının merkezi olarak Necef Medresesi’nin yerine geçmişti. Özellikle devrim’den sonra halk arasında oluşan din adamlarına saygı, din adamları için zararlıydı da aynı zamanda. Birçok din adamı kendine özel bir yer edindi ve halktan uzaklaştı. İmam Humeyni için din adamlarının sade yaşaması ve halkla oturup kalkması çok önemliydi. Ama Birçok din adamı kendine özel bir yer edindi ve halktan uzaklaştı. İmam Humeyni için din adamlarının sade yaşaması ve halkla oturup kalkması çok önemliydi. 10 Mart 2013 içinde yıldız halktan uzaklaşma afeti, zamanla bazı din adamlarının başına bela oldu. Yavaş yavaş öyle hale geldi ki halka yakın ve samimi olmaya çalışan din adamları, alimliğe özel statüyü yok saymakla suçlanıyorlardı. Bu şartlarda, Üstad Ali Safai gibi bir şahsiyet ortaya çıktı. Bu şahsiyet, İnkılap’tan sonra din adamlarının birçoğunda artık görülmeyen özelliklere sahipti. O, bir İslam düşünürü ve mütefekkiri idi ve eğitimle ilgili yeni görüşlere sahip etkili bir mürebbi. Bazı din adamları, onu halka ve öğrencilerine fazla yakın ve samimi olmakla ve din adamlığının gerektirdiği statüyü muhafaza etmemekle suçladılar. Diyorlardı ki neden dini düşüncelere sahip olmayan ve iyi namı olmayan bazı yüzler, onun sohbetlerine gidip geliyorlar? Neden evinin kapısı her zaman açık ve kim isterse rahatlıkla oraya gidebiliyor? Neden o birçok Perşembesini bazı öğrencileri ve Kumlu gençlerle futbol oynayarak geçiriyor? DÜŞÜNCE ALANINDA SAFAİ Ali Safai Hayeri, 1952 yılında dünyaya geldi. Babası ve dedeleri, İran’ın meşhur din alimlerindendi. Ali Safai de tahsilini tamamladıktan sonra hemen dini ilimler medresesine gitti. Ali Safai Hayeri, 1952 yılında dünyaya geldi. Babası ve dedeleri, İran’ın meşhur din alimlerindendi. Ali Safai de tahsilini tamamladıktan sonra hemen dini ilimler medresesine gitti. Başlangıç dini derslerini babasından öğreniyordu. Tam o günlerde Kur’an ve Nehcülbelağa ile yakınlaştı.İslam tarihini çok ayrıntılı olarak öğrendi ve derslerini başarıyla geçti. Onun ilginç özelliklerinden biri de, ilk gençlikte medrese ilimleri tahsilinin yanında edebiyatla da tanışmasıydı. Çocuk edebiyatını o zamanın çocuk dergileri düzeyinde okudu, sonra daha da ileri giderek çeşitli dönemlere ait edebiyat şaheserleriyle ilgilendi. Kafka ve Sadık Hidayet’in eserleri ve düşünceleriyle, nihilist analizlerle, egzistansiyalist (varoluşçu) ve Marksist görüşlerle tanışması, ilk gençliğindeki geniş çaplı okumalarının getirisiydi. Mart 2013 11 “Kısa bir sürede oldukça fazla edebiyat okumam, benim için daha çok şu sebeple zaruriydi ki, doğulu ve batılı bilim adamları ve ediplerin, savaşın esiri ve makine ve hızın sarhoş ettiği insan zihnini, edebiyatla beslediklerini hissediyordum” 12 Kendisi diyor ki: ‘Kısa bir sürede oldukça fazla edebiyat okumam, benim için daha çok şu sebeple zaruriydi ki, doğulu ve batılı bilim adamları ve ediplerin, savaşın esiri ve makine ve hızın sarhoş ettiği insan zihnini, edebiyatla beslediklerini hissediyordum ve Allah’ı inkar, dini inkar, peygamberliği, vahyi ve ahireti inkar esasını; mizah ve alayların içine veya insani acıya, toplumdaki zulüm ve haksızlıklara ve yaratılıştaki farklılık ve ayrımcılığa dair analizlerinin arasına döktüklerini hissediyordum. Kafka ve Hidayet’in sözleri, Batılı ve Latin Amerikalı nihilistlerin analizleri ve yeni varoluşçuların ve Marksistlerin projeleri ve bunların hepsinin bir birleşimini edebiyat dilinden işitmeli ve cevap vermeliydim.’ 20 yaşında, ‘Yeni Nesil’ dergisindeki yazı dizisi ‘Sorumluluk ve Yapıcılık’ adında bir kitap olarak yayınlandı. Bu kitap onun eğitime bakış açısını gösteriyor. Devrim’in zaferine bir iki sene kala ve İnkılap’tan sonra onun adıyla yayınlanan kitaplar dillere destan oldu ve birçok insan bu kitapların yazarını görmek için Kum’a yolcu oldu. Safai, ‘ Büyümüştü, büyümeyi düşünmeden.’ Mart 2013 ZORLA OKUMAYA KARŞI Biz susamadan önce içtik ve iştahımız gelmeden ve sorularla boğuşmaya başlamadan önce kendimizde çok şeyi biriktirdik. Manalara ulaşmadan önce kelimelere ulaştık, böylece şiştik ve fazla şeye sahip olmamıza rağmen hasta ve halsiziz ve zihin tembelliğine ve fikir oburluğuna duçar olmuşuz. Mart 2013 Ali Safai, şöyle inanıyordu:’ Hiçbir şey, bu mecburi okumalardan ve tavsiye ile kitap okumak kadar verimsiz değildir.’ Diyordu ki: ‘Biz susamadan önce içtik ve iştahımız gelmeden ve sorularla boğuşmaya başlamadan önce kendimizde çok şeyi biriktirdik. Manalara ulaşmadan önce kelimelere ulaştık, böylece şiştik ve fazla şeye sahip olmamıza rağmen hasta ve halsiziz ve zihin tembelliğine ve fikir oburluğuna duçar olmuşuz. Bunların ilacı, düşünceleri yapılandıracak esasi sorular oluşturmaktır, böylece yapılanmış düşüncelerle okumalara bir çeki düzen verilir ve bunlar hazmedilir ve özleri alınır.’ Belki de Safai’nin ilgilendiği en temel mesele, dinin insan hayatındaki yeri ve zaruretidir. O, sadece din ve dindarlığın iyi bir mesele olduğunu ispatlamanın yeterli olmadığına inanıyordu. Diyordu ki : ‘Din ve dindarlığın insan hayatının zaruretleri olduğunu ispatlamalıyız. İnsanlar bir gün bazı iyi şeylerden vazgeçme kararı alabilirler ama zaruretlerden vazgeçemezler.’ Dine başvurmanın zaruretini ispatından sonra onun ilgilendiği diğer mesele, dini konuları Müslümanlar’ın bugünkü dünyası için dini kaynaklara dayanarak teorize etmek ve kullanılır hale getirmektir. Kendisinin İslam’daki düşünsel, irfani, ahlaki, eğitimsel, sosyal, siyasi, ekonomik, hukuksal, cezai ve hükmi düzenler hakkında tartışmaları vardır. DİNİ KAYNAKLARA DAYANMA O, dini kaynaklara da yeni bir bakışla bakılması gerektiğine inanıyordu: ‘ Biz Kur’an’da bazı kelimelere rastlıyoruz. Bu kelimeler bizim dilimizde ve günlük konuşmalarımızda da geçiyor ve sonuçta kriz başlıyor ve kör düğümler ortaya çıkıyor, çünkü biz adetlerimizden kaynaklanan manalar çıkartıyoruz. Biz sade ve dindar görünümlü olan herkese mümin diyoruz. Ve cömert olan herkese muhsin diyoruz, boyun eğen herkese sabırlı diyoruz ve ağzı tesbihiyle birlikte açılıp kapanan herkese zakir ve şakir diyoruz. Biz mümin, müttaki, muhsin, sabırlı, zakir, şakir gibi kelimelere böyle mana veriyoruz.’ O, bu kelimelerin her birinin yüksek anlamlarla Kur’an’a yerleştirildiğine inanıyordu: ‘Biz mana ve maksada ulaşmadan kelimelere ve lafızlara ulaştık ve boş lafızlara alıştık ve karşılaşmalarımızda bunlarla birbirimize karşı böbürlendik. Eğer düşüncemiz faal halde olsa ve devamlı kaynasaydı ve konuları ve kavramları anlasaydık, o zaman her yerde kelimeleri arardık; 13 “Biz yolu, planı ve metodu düşünmemiştik. Hedefi çok düşünmüştük ama bizi ulaştıracak planı asla. Bu plan hep başkalarına aitti ve onların programıydı. Ve ben bu ateş almayı ve yanmayı defalarca görebiliyordum.” 14 bir kelimeye ulaştığımız anda, ondan faydalanırdık ve suya ulaşmış susuzlar gibi kelimeleri damla damla tadardık ve içimize çekerdik.’ Onun Kuran’ı anlama konusunda görüşleri vardır. Marksizm ve Egzistansiyalizm gibi modern dünyanın meşhur ekollerinin eleştirisine dair görüşleri vardır, aynı şekilde sanat ve eleştiri hakkında da. O, bu eleştirilerde de İslami kaynaklara dayanmıştır. Yazılarında şöyle geçer: ‘ Düşüncemin kaynakları, amacı ve gidiş yolunun sadece her türlü dış eklemeden değil; hatta İslam’ın, Müslümanlar’ın uygulamasıyla karışmasından bile uzak kalması konusunda çok titizdim. Yazılarda İslami terbiye, İslam felsefesi, İslam irfanı, İslam ahlakı ve İslam fıkhı ve edebinin, nasıl Müslümanlar’ın terbiye, felsefe, irfan, ahlak, fıkıh ve edebinden ayrıldığını görebilirsiniz. O kadar sıkı tuttum ki sadece doğu ve batının karşısında değil kendi geleneklerimizin karşısında da durdum. Sadece düşüncemin kaynakları, amaçları ve mecraları ile ilgili titizlik yapmakla kalmadım, düşüncemi beyan etmek için kullandığım kelimelerin de metinden olmasına çalıştım. Ve hatta yazılarda bir tane emperyalizm kelimesi kullanmadım. Çünkü ben böyle düşünmemiştim ki bu dille yazayım.’ Başka bir özelliği de düşüncelerini açıklarken slogandan kaçınmasıydı. Ona göre İslamcılık güzel sloganlarla özetlenirse kısa zamanda çekiciliğini kaybeder. ‘Benim düşüncem’ adlı kitabında şöyle yazmıştır. ‘ 1971 senesi kışında Seyyid Kutub’un makalesi sloganla doluydu ve iltifat ve övgüyle. İslam ve geçmişte sahip oldukları, Batı ve sahip olduklarına dair. O kadar biliyorum ki odadan çıktığımda evrilmiştim ve çok karışık bir haldeydim. Sinirli ve asi idim. Tüm bu sloganlardan dolayı sinirli ve bu kadar tekrardan dolayı isyanda idim. Korkulu ve istekli idim. Seyyid ve diğerlerinin metod olmaksızın omuzlandıkları yükten dehşete düşmüş ve bir metod bulmaya çok istekli. Görüyordum ki uyanış zamanımız olarak adlandırılan Seyyid Cemal'in döneminden bugüne kadar bizim her zaman hedefimiz vardı ama yol, yöntem, plan ve metod başkalarına aitti ve sonuçta kar ve menfaati de onlara ait. Biz yolu, planı ve metodu düşünmemiştik. Hedefi çok düşünmüştük ama bizi ulaştıracak planı asla. Bu plan hep başkalarına aitti ve onların programıydı. Ve ben bu ateş almayı ve yanmayı defalarca görebiliyordum. Bir asır içinde defalarca yanmak, Osmanlı hükümetinin yanışı ve parçalanışı, İran’ın yanışı ve kaybedilişi, Meşrutiyet’te yanmak, ve tüm ‘İslami’ denilen topraklardaki yanış ve Ortadoğu savaşında yanmak ve..... Ben görüyordum ki Seyyid’in mukaddes uyanışının sonucu Mart 2013 Osmanlı’nın parçalanışı oluyor, İran’ın meşrutiyeti oluyor. Ve her ikisi de Britanya’nın yemi oluyor. Neden?’ SOSYAL VE EĞİTİMSEL METODU O Hz. Ali’nin rivayet ettiği şekilde Peygamber (sav) hakkında şöyle söylerdi: ‘ Peygamber, hastalarını arayan bir tabiptir ve ilacını yanında taşır.’ Mart 2013 O şöyle inanıyordu: ‘ Mücadele için, güç ve insan gerekiyor. Ben, bizim mücadeleci yetiştirmek için düşmana bağımlı olduğumuzu ve onların gittiği yoldan gittiğimizi görüyordum, oysa onların yolu bizim işimize yaramıyor ve bizim yükümüzü gideceği yere ulaştıramıyor.’ Safai’ye göre Müslüman toplumun güçlere ihtiyacı vardır ve din adamlarının en önemli görevi bu güçleri oluşturmak ve yetiştirmektir. Bu güçler sadece dindarlık iddiasında bulunan kişilerin arasından çıkmaz ve yeteneklerin çoğu çeşitli sebeplerle İslam’dan yüz çevirmiş kişiler arasında bulunabilir. Hayatı boyunca bu gruptan birçok insan, başlangıçta onun mütevazi ve samimi davranışı sebebiyle ona yaklaştılar. Ve sonraları dini araştırmalara başladılar ve kendileri yeni birer din adamı oldular. O Hz. Ali’nin rivayet ettiği şekilde Peygamber (sav) hakkında şöyle söylerdi: ‘ Peygamber, hastalarını arayan bir tabiptir ve ilacını yanında taşır.’ Din alimlerinin oturup halkın onlara müracaat etmesini beklememeleri gerektiğini düşünüyordu. O Peygamber’in müminlere yardım etme metodunu anlatıyor ve kendi de müminlere yardım ediyordu. Böyle olmanın gereği, çok tevazuya sahip olmaktı ve o da öyleydi, hatta din adamlarının hürmetini hiçe saymak iftirasına uğramak pahasına. Onun davranışları ve kendine has görüşleri bir grubu ondan uzaklaştırıyordu. Diğer taraftan çok çeşitli insanların oluşturduğu geniş bir yelpazeyi de ona çekiyordu. Kum ve başka şehirlerin talebelerinden geniş bir grup, sinema yönetmenleri ve sanatçılardan geniş bir grup, üniversite hocalarından sokaktaki halka, ve insanlar arasında çok da iyi namı olmayan birçok insana kadar. Ama onun davranışı bu insanları iyi namlı insanlara çevirdi. 2000 yılı Haziran ayında Gorgan-Meşhed yolunda bir trafik kazasında vefat etti. Ama şimdi, yıllardır aramızda olmamasına rağmen düşünceleri, İranlı gençler ve düşünürler arasında çok daha fazla taraftar bulmaktadır. 15 SÖMÜRGECİLİK VE İSLAMİ UYANIŞ İslam bireysel hayatla beraber, toplumsal hayata da rengini vermek isteyen bir dindir. Batılılar bireysel özgürlük çerçevesinde dini hayata izin vermektedirler; 16 SÖZ Ferşid PİROUZ Uyanış… Sözlük anlamı uykudan uyanma eylemi olan uyanış, kavramsal olarak kişinin bir konuya karşı bilinçlenmesi ve şuurlanmasıdır. Biz bu yazıda “uyanış”ı kavramsal anlamda bilinçlenmek, şuurlanmak anlamında kullanacağız. İslami uyanış, son zamanlarda medyada ve toplumda çokça kullanılan bir terim olarak gündeme gelmektedir. Uyanıştan maksat kişinin ve toplumun, İslam’ın mesajlarının aslına uygun olarak yaşamasının mümkün kılınma çabasıdır. İnsan hayatının, bireysel ve toplumsal olmak üzere iki boyutu vardır, İslam bu iki boyutu birbirinden ayırmaz. İslami uyanış hareketleri İslam’ın şekillendirdiği - kültür, siyaset, ekonomi vs bir toplum inşa etmeyi amaçlamaktadır. İslam bireysel hayatla beraber, toplumsal hayata da rengini vermek isteyen bir dindir. Batılılar bireysel özgürlük çerçevesinde dini hayata izin vermektedirler; fakat toplumsal kurumlarda İslam’ın en küçük varlığına tahammül edemeyen Batılılar, Hristiyanlık’ta yaptıkları reformasyonu İslam’a da uygulamaya çalışmaktadırlar. İslam ve Müslümanlar, Batılıların bu dayatmasına teslim olmayarak dinlerini toplum bazında da yaşamak için mücadele vermektedir. İslam, zulüm karşısında tüm Müslümanları sorumlu kılarak, haksızlık karşısında susmayı “dilsiz şeytanlık” addederek ve toplumsal yükümlülükleri vesilesiyle, özü gereği bireysel hayatla sınırlandırılamayacağını da göstermektedir. Bütün bunlardan dolayı tarih boyunca sömürü ve zulüm karşısında Müslümanlar sessiz kalmamış ve direnmişlerdir. Mart 2013 “İslami Uyanış”ı üç döneme ayırarak incelemek mümkündür; ilk dönem sömürgeciliği, modern dönem sömürgeciliği ve post modern sömürgecilik. İlk dönem sömürgecilikte, Müslüman coğrafyasının her türlü doğal kaynağı hiç bir şeyden çekinmeden ulu-orta arsızca sömürülmüş ve istila edilen her türlü zenginliğin yerine, sömürü karşısında gafil avlanan Müslüman halka fakirlikten, cehaletten, nefretten, kavmiyetçi taassuptan ve fikri alanda geri kalmışlıktan başka bir şey bırakılamamıştır. Modern dönem sömürgecilikte ise, koyun postuna bürünmüş hileli maskeleriyle Batılılar, doğal kaynaklarla yetinmeyip sahip olduğumuz kadim gelenek, kültür ve fikri değerlerimizi de bizden alarak, bunların yerine modern cephenin yeni inançları olan Emperyalizm’i, Nasyonalizm’i, Skolastisizm’i ödünç bırakmışlardır. Post-modern sömürgecilik olarak adlandırdığımız dönemde ise, şimdiye kadar devrim kavramını sadece kendilerine ait bir kavram olarak gören ve yücelten Batılılar, İran’da Müslüman halk tarafından “Müslüman”ca bir hayat yaşamak gayesiyle gerçekleştirilen İran İslam Devrimi’yle şaşkına döndüler. Ve sömürgecilikte yeni bir dönem başlattılar. Elbette ki yeni ve parlak olan Demokrasi, Liberalizm, Aydınlanma ve İnsan hakları sloganlarıyla uygulamaya koydular. Bu dönem sömürgeciliğin karakteristik özelliği ise, doğrudan müdahale yerine Batılılar’ın menfaatlerini gözeten kişilerin desteklenerek her alanda etkin hale getirilmesidir. Bu sömürü düzenine karşı toplum tarafından büyük ilgi gören cihat, islami direniş, islami kurum ve kuruluşların kurulması gibi öngörülemeyen tepkiler gösterildi. Genel anlamda Müslümanlar’ı yüceltmek ve şereflerini kurtarmak için Mart 2013 17 başlatılan eylemlerin adı “İslami Uyanış” oldu. Bundan sonraki bölümde İslami Uyanış’ı farklı yönleri ile ayrıntılı olarak ele alacağız. SÖMÜRGECİLİĞİN İLK DALGASI ve AKTİF DİRENİŞ İlk sömürü döneminde işgalcilerin gelişi karşısında sadakat ve saadet coğrafyasının halkı başlangıçta gafil avlandı fakat daha sonra yavaş yavaş sömürgeciliğe karşı farklı tepkiler geliştirilmeye başlandı. Her zaman sömürgecilik karşısında müslüman ülkeler öncü adım oldular ve direnişin asli aktörlüğünü üstlendiler. Hindistan’da Tipu Sultan adındaki hükümdar İngiliz sömürgesi karşısında önemli bir hareket oluşturdu. Tipu Sultan sömürüye karşı ilk olarak aralarında Türkiye, Arabistan gibi Müslüman ülkelerin olduğu bir blok oluşturmak istedi, 18 İlk sömürgecilik özellikle de İngiliz sömürgeciliğine karşı büyük bir direniş sergilenmiştir. Bu direnişi bir kaç alanda görmek mümkündür; aktif direniş, müslüman halkın dini duygularının yaralanması sonucunda âlimlerin fetvaları ve halkın sömürü karşısında kurduğu gruplar. Hindistan’da Tipu Sultan adındaki hükümdar İngiliz sömürgesi karşısında önemli bir hareket oluşturdu. Tipu Sultan sömürüye karşı ilk olarak aralarında Türkiye, Arabistan gibi Müslüman ülkelerin olduğu bir blok oluşturmak istedi, maalesef bu planını çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleştiremedi. Tipu Sultan bu isteğini gerçekleştiremediyse de, tek başına İngiliz Mart 2013 sömürgeciliğine karşı koydu ve en azından sömürgeciliği bir süre geciktirmeyi başardı. Onun dünya devi o l a n İngiltere karşısındaki başarısı oldukça önemlidir. Tipu Sultan, bu alanda gösterdiği büyük cesaret ve kahramanlık örneğinden dolayı Hindistan tarihine adını bir kahraman olarak yazdı. Ancak Tipu Sultan sonrasında İngilizler, Hindistan’ı istila ederek büyük şirketler aracılığıyla sömürgeciliğe başladılar. Afrika’da ise Ömer Muhtar, İtalyan zulmüne ve sömürüsüne karşı silahlı mücadele başlattı ve uzun süren bir silahlı direniş verdi. Bu direnişin sonucunda “Çöl Aslanı” olarak isimlendirildi. Ömer Muhtar’ın Libya’da İtalyanlara karşı başlattığı direniş kıyamı ülkede bulunan kabileler arasında da büyük destek gördü. Ömer Muhtar’ın başlattığı kıyam, Osmanlı’nın büyük imparatorluğundan geriye bir şeyin kalmadığı ve İngiliz, Fransız ve İtalyan sömürgeciliğinin İmparatorluk’tan bir pay kapmanın peşinde oldukları bir döneme tekabül etmekteydi. Sömürgecilik karşısında Ömer Muhtar’ı, Afrika’nın direniş sembolü olarak isimlendirebiliriz. ‘İslami Uyanış’ konusuna devam edeceğiz... Mart 2013 19 Aydın ALTAY Sen Gidince… SÖZ Süslü kelimelerle ve yürek ikliminden uzak duygularla seni anlatıyor sensiz kalan bu âlem, Seni bilmeden seni tanımadan… Seni anlayamayanlar seni öyle anlattılar ki; bir anda kendimizi kaybettik ve takatten kesildi dizlerimiz. Ümidimiz kalmadı, mümkün müydü seni özümsemek, seni bedenimizde kendimizle bütünleştirmek? Hep seni anlayamayanlar anlattı seni, onlar anlattıkça bizler tanıyamadık, uzaklaştık senden. Bir elçi olduğunu unutarak, bir kul olduğunu unutarak, bir insan olduğunu görmezden gelerek anlattılar, öyle ki Allah’tan gelen vahyi sanki sadece sana gelmiş gibi anladık, bizi bağlamıyordu, biz peygamber değil idik ne de olsa… Ancak seni taklit etmek gerekiyormuş, evet, Payımıza “taklit” etmek düşmüştü. Şimdi iyi taklit ediyoruz, zahiri olarak senden hiç farkımız yok. Bizim bu halimizi görsen ne yapardın doğrusu merak ediyorum, senin üzüleceğini düşündükçe de kendimden utanıyorum. Ancak seni taklit etmek gerekiyormuş, evet, Payımıza “taklit” etmek düşmüştü. Şimdi iyi taklit ediyoruz, zahiri olarak senden hiç farkımız yok. Sen ki nice sıkıntılarla, nice çilelere, nice eziyetlere katlandın, ama yılmadın, çünkü rabbine verdiğin bir söz vardı, ya biz? Senin huzurunda sana verdiğimiz sözün neresindeyiz? Kirlenen dünyanın kirli amellerle meşgul ve her gün bir az daha kirlenerek bu günü yarına taşımaya çalışıyoruz. Sen gittikten sonra eski adetlerine geri dönenlerin siyasetine kurban edildik. Dünyalıklarına tapınanlar içimizi kemirdiler, işaret ettiğin kurtuluş yolunu görmezden geldiler. Emanetlerin hep kendi iktidarları için kullandılar, üstelik adını kullanarak, hem iftira hem de bu çirkin adetleri sana ithaf ederek iftira attılar… Lisanınla aktardığın her ayet nice taş kalpli insanları hidayete erdirirken; bizler kılıçlarla hidayet yolunu tercih ettik. Sen şehirdin, insanların hayat bulduğu şehir, İnsanın kalbi misali bir şehir. Seni görmek ve bilmek için, anlayabilmek için inşa ettiğin şehir ve bu şehrin kapısı… Önce sana açılan kapıyı kırdılar, önlerinde oluşan koca boşluğu görünce de tekrar o kapıya yöneldiler fakat kapı çoktan kırılmıştı… Sığınılacak şehir “kapı”sız, kapısız olan şehir her türlü fesatlığa açıktı artık. Bir kere yetim kalmıştık sen gittikten sonra, hangi yana yöneldiysek ihanetlerle oluşan duvarlara çarpıyordu yüzümüz, öyle ki adeta kör 20 Mart 2013 olmuşçasına. Sahipsiz ve yalnızlaşan bu toplumu sensiz, sancağını eline alanları da başsız bıraktılar. Sen kurtuluşumuz için “Nuh’un gemisi”ni göstermiştin fakat bizi karanlık bir denizin tufanında boğulmaya terk ettiler. Artık her birimiz farklı kıyılara düşmüştük ve artık tamamen yabacılaşmıştık, yabacılaştırılmıştık… Parçalanmış bir ümmet senin yokluğunda seni unuttu, ya bir karikatür çizeri hatırlatıyor, ya bir film, ya da sana atfedilen “özel gece”ler… Yokluğunu hissetmemek için hep sınırlı günlerle oyalıyoruz şimdi. Doğum gününde “yâd” etmek düştü payımıza. Sembolik programlar, mevlitler, seni yüzeysel anlatan kitaplar, ezberlenmiş sözcükleri bir araya getirerek ve adına şiir denilen istismar dolu kasetlerle servetimize servet katıyoruz. “Kutlu doğum haftası” kadardır yürek çarpışımız, kalbimize girdiğin için değil, cebimize girdiğin kadardır sana olan sevgimiz. Kadrini ve yokluğunda ne gibi bir yoksullukla baş başa kaldığımızı anlayamadan tertiplenen “kadir geceleri”miz, bir türlü akıl makamında düşünmeden,”siz hiç tefekkür etmez misiniz?” uyarıyı dikkate almadan, kalbimizin miracına yönelmeden; senin çıktığın “miraç gecesi”ni köşe başlarında satılan kandil simitleriyle geçiştiriyoruz. Oysa sen hayatımıza yön veren ve bize her hareketinle, her eyleminle örnek olarak gönderilen seçilmiş elçiydin de biz bir türlü anlayamadık, anlatamadık… Mart 2013 21 Seni anlamayan kalplerimizi ancak taklit etmekle teselli ediyoruz, senin gibi konuşur, senin gibi giyinir, senin gibi tebessüm ederiz, hatta bir tel sakalın ve hırkan için ağlamaktan şişer gözlerimiz, üstelik ahlakınla ahlaklanmadan. İsmini taverna müzikleri eşliğinde duyarız. Şimdi seni anlamayan kalplerimiz merhametten uzak ve taş gibi katı, sert… Seni anlamayan kalplerimizi ancak taklit etmekle teselli ediyoruz, senin gibi konuşur, senin gibi giyinir, senin gibi tebessüm ederiz, hatta bir tel sakalın ve hırkan için ağlamaktan şişer gözlerimiz, üstelik ahlakınla ahlaklanmadan. İsmini taverna müzikleri eşliğinde duyarız. Ne anlama geldiğini düşünmeden kafamızı sallar, zikir çekeriz. Artık çarşı-pazarlarda tek sermayemiz din olmuştur. Sat sat bitmez, ne de olsa Allah’ın dini, kolay kolay biter mi? Para karşılığında düzenlenen “gözyaşı geceleri” her Ramazanda kurulan çadırlar, bu çadırlarda milyonlarca fakir doyurulacağına çarçur edilen servet, camii yanlarında kurulan eğlence merkezleri birer karnaval havasıyla geçiştirerek; Ramazan ve Oruç’un insanlar üzerindeki etkisini böylece kırıyoruz. Gazeteler, radyolar ve televizyonlarda “Ramazan pidesi” gibi sadece Ramazan geldiğinde hatırlanan konular işleniyor boy boy… 22 Mart 2013 Şimdi seni anıyoruz her yıl bu vakitlerde olduğu gibi. Merasimler, mevlitler, kasideler, özel geceler… Bir haftalık “sen”li günleri kutlarken; senin öğretilerine kulaklarımızı tıkıyoruz. Bu köhne yaşantıya itiraz edenleri ise ashabın Ebazer gibi dışlıyoruz, yetmiyor gibi ezberleri bozanları da tekfir ederek Allah’ın avukatlığına soyunuyoruz. Bunca ayet ve hadisleri ezberleyen bizler; nedense “vahdet”in neye yaradığını bir türlü aklımıza getiremiyoruz. Hayatın boyunca bize verdiğin tavsiye ve nasihatleri unutarak İslam adı altında ırkçılığın en alasını yine biz yaparız. Karunları aratmayan servetimiz, saraylarımız, villalarımız, dört çarpı dört jeeplerimiz ve her yıl turizm turları umre ziyaretlerimiz… Yokluğunda senin yaşantını yaşayamayan bizler; Ancak seni taklit ederiz, senin gibi olmasa da görsellikte senden farkımız yok. Sağdan başlarız hep, evimize sağ adım atarak gireriz, sağ elimizle kaşığı tutarız, sağ elimizle para verir üstünü sağ elimizle alırız, sağdan gireriz… Yemek tabağının dibini bir lokma ekmekle siler sünnetleriz. Cübbelerimiz, sarıklarımız ve kılıç kabzası ölçüsünde sakallarımız, ne kadar da sana benzemişiz. Ey büyük elçi, hala “ümmetim” diyor musun? Bunca pespayeliğe rağmen bizi “ümmet”in olarak kabul ediyor musun? Kur’anı mecid bizi “Müslüman” olarak tanımlarken; biz bu isimle yetinmeyerek yanına “sağ”ı da koyduk, olmadı “muhafazakâr”lığı da yamaladık. üstünlüğün “takvada” olduğunu söyledin, biz ise Sağda durduk, kavmimizi yücelttik. Âlemlere geldin Allah’ın kelamıyla Allah’a davet ettin, biz ise kavmimizin yüceliğin anlattık, bize boyun eğmelerini istedik. İtiraz edenleri tekfir ettik, “din düşmanı” yaftasıyla damgaladık. Sağcıydık hep,Sağcıları “ashab-ı kehf” mertebesine koyduk, üstelik “sağ” kalmasını tavsiye edilen ayetlere inat. Sen “ümmetim” dedin son nefesine kadar, biz “millet” demeyi tercih ettik, ne de olsa “sağcı” olmak “Türk” olmak senin övdüğün kavimlerdi…(!) Oysa sen merhameti, şefkati, insanca yaşamayı, zalime karşı mazlumun yanında olmayı, ezilenlere, yoksullara sahip çıkmayı öğretmiştin. Biz ise kafamızı kuma gömerek “bize dokunmayan yılanın bin yıl yaşamasına” razı olduk. Sen gittin biz bittik, sen gittin biz değiştik, sen gittin eski alışkanlıklarımıza yöneldik, sen gittin biz çoğaldık. “bir”likten ayrıldık. Şimdi tarikatlarımız var, cemaatlerimiz var, mezheplerimiz var, hak olan ve hak olmayanlar(!)… Oysa biz hakkın “bir” olduğuna inanmıştık. Ey büyük elçi, hala “ümmetim” diyor musun? Bunca pespayeliğe rağmen bizi “ümmet”in olarak kabul ediyor musun? Mart 2013 23 AHLAK FELSEFESİNE KISA BİR BAKIŞ SÖZ Bir zamanlar bir insan vardı. Ne rahat bir yaşam! İstediğini istediği zaman alabiliyor, istediğini yiyebiliyor en azından yeryüzündekilere herhangi bir hesap vermiyordu. Karşısında bir kişi yoktu ki ona göre davransın... Böyle mi devam edecekti. Sizde biliyorsunuz bundan sonraki hikâyeyi. Bir, iki, üç… Derken milyarlara ulaştık. Dilek BEYAZ İnsanlık bu uzun serüven içerisinde yeryüzünde hayatını sürdürürken ‘mutluluk’ kelimesiyle karşılaştılar. Neden insan mutlu olmak ister ki? Kendi kendine giden bir yaşamın isteseler de ellerinde olmadığını gördüler. Doluya koyuyorlardı almıyor, boşa koyuyorlardı dolmuyordu bu mutluluk. Acı çekerken de bir mutluluğun olduğunu fark ettiler. Mutluluk bir kedinin kuyruğu muydu da onun peşinden koştukça o kaçıyor haline bırakıldığında o sizinle mi geliyordu. Neydi bu mutluluk? Bana göre olan mutluluk sana göre olmuyor. Mutluluklar adeta kavga ediyor, ortalık toz dumana kesiyordu. Allah’ını seven birisi yok mu? Dedi insanlık… Mutlu bir yaşamın sürdürebilmesi için ahlaklı olmalıyız dediler. Ahlak neydi o zaman? Mutlu bir yaşamın sürdürebilmesi için ahlaklı olmalıyız dediler. Ahlak neydi o zaman? İnsanlık topluluk haline geldiği zaman aralarında alıp vermeden, birlikte yaşamaktan, komşuluktan kısacası yapılacak bir sürü işlerde belli kaidelerle olması gerektiği anlaşıldı. Bu kaidelere insanlık iyi dedi, kötü dedi. İyilik ahlaklılık olarak tanımlanırken kötülükte ahlasızlık olarak tanımlandı. İnsanlık tarihinde iyi olan değerliydi. Peki değerli olanı nasıl kararlaştıracaktık? Bir görüşe göre değerli olan haz verici (hedonizm) olmalıydı. İnsan o fiili yaparken ruhsal ve bedensel zevk içinde olması gerekirdi. Epikurus da hazcıydı ama o yeri geldiğinde başlangıçta bize haz veripte sonra bizlere çok fazla ziyan veren şeylerin olduğuna da dikkat çekti. Örneğin esrar içmek başlangıçta bir haz verse de daha sonra insanın bedenine ne gibi zararlar açtığı görüldüğünde salt hazcı düşüncenin bu düşünceyi enine boyuna düşünmesini gerekirdi. Hayatımızda başlangıçta acı veren ancak daha sonra haz veren şeylerde yok muydu? Kişinin kendi yaşamı için çalışması. Çalışmak başlangıçta zor ve acı verici olmasına rağmen kişinin yaşamında kendi ayaklarının üzerinde kalarak kimseye muhtaç olmaması kadar herhalde büyük bir mutluluk ve haz olamazdı. Bize acı veren ve yaparken haz aldığımız ahlakı davranışlarımız yok muydu? Ölüm hiç kimse için haz verici bir olay değildir ancak çocuğunu depremin zararlı etkisinden korumak için bir annenin çocuğunun üstüne yumulması o kişi için haz verici bir olay olmamakla birlikte bizim gözümüzde bu olayın ne kadar değerli olduğu da su götürmez bir gerçektir. Aristo’ya göre haz salt değerli değildi. Ancak değerli bir davranışa eşlik eden bir nitelikti. Spinoza, “iyi olanlar ancak biz onu arzu edersek iyi olur diyor.” Öyleyse, burada bir görecelik problemi ortaya çıkıyordu. İnsana göre değişebilir miydi İyiler? Sadece modern toplumda değil, insanlık serüvenine baktığımız zaman güçlü insanların yaptığını halk değerli, yapmadığını da değersiz görüyor. İşlerin direkt sahip olduğu şeylerden dolayı iyilik değişebilir miydi, bu ne kadar ahlaklı olabilirdi? Konuya devam edeceğiz. Mart 2013 25 SEYYİD KUTUP Bir düşünür olmasının yanı sıra düşüncelerini eyleme de dönüştüren, bu uğurda hayatını veren bir aksiyon adamıdir Seyyit Kutub 26 Bir düşünür olmasının yanı sıra düşüncelerini eyleme de dönüştüren, bu uğurda hayatını veren bir aksiyon adamı Seyyit Kutub, 1906’da Asyut kasabasına bağlı Kalia köyünde doğdu. Çok dindar ve birikimli bir aileye mensuptur. Dini eğitimini bizzat babası Hacı İbrahim Kutub’tan almıştır. Köydeki medreseden aldığı eğitimin yanı sıra babası tarafından da özel bir eğitime tabi tutulmuş ve henüz on yaşına basmadan Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiştir. İki kız kardeş ve bir erkek kardeşi vardır. Erken yaşlarda babasının vefatı üzerine ailenin sorumluluğunu üstlenmek durumunda kalmıştır. Annesi ve kardeşleri ile Kahire’ye taşındıktan sonra annesini de kaybeder ve bu kayıp Seyyit Kutub’u derinden etkiler. El-Ezher Üniversitesinde orta ve lise tahsilini yaptıktan sonra Daru’l-Ulum Fakültesi’ni bitirir. 1933’te aynı fakültede edebiyat dalında öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar. O dönemde “Yeni Fikir” adı altında bir dergi çıkarır. 1941’de sosyoloji doktorası yapmak üzere Maarif vekaleti tarafından Amerika’ya gönderilir. Yine aynı dönemlerde Müslüman Kardeşler cemaatine müntesip olur ve devamlı olarak İhvan’ın gazete ve dergilerinde insanları islama davete başlar. 1945’te Amerika’dan döndükten bir süre sonra da, tamamen bu cemaate katılır. 27 Kasım 1954 İhvan-ı Müslim, Mısır devlet başkanına suikast düzenlemekle suçlanır bir çok Müslüman Kardeşler mensubuyla birlikte Seyyit Kutub da tutuklanarak ceza evine konulur ve yapılan yargılama sonucunda ağırlaştırılmış SÖZ Fatma BATKİTAR Mart 2013 “Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem” işlerde çalışmakla birlikte on beş yıl ağır hapis cezasına çarptırılır. Burada bir çok işkenceye tabi tutulur, ailesine mensup kişiler tutuklanarak, işkence edilir ve özür dilemesi karşılığında serbest bırakılacağı teklifi sunulur fakat Seyyit Kutub davasından dönmeyip düşüncelerini savunmaya devam eder. On yıl hapis yattıktan sonra dönemin Irak başkanı Abdusselam’ın Cemal Abdunnasır’ı ziyareti sırasında Seyyit Kutub’un serbest bırakmasını istemesi üzerine Seyyit Kutub, 1964 yılında serbest bırakılır. Fakat serbest kaldıktan bir yıl sonra 1965 yılında “Yoldaki İşaretler” kitabını yayınlayınca tekrar tutuklanır ve 22 Ağustos 1966 yılında Seyyit Kutub’a idam cezası verilir. Pakistan, İngiltere, Lübnan, Ürdün, Sudan ve Irak gibi ülkelerdeki birçok dini otorite ve grup kararı tepkiyle karşılar ve yapılan gösterilerle Cemal Abdunasır’dan kararını tekrar gözden geçirmesi istense de bu çabalar bir sonuç vermez ve maalesef Seyyid Kutub’un idam kararı 29 Ağustos 1966’da infaz edilir. Seyyit Kutub, kararı “Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah’a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım, bir tağutun hükmünü asla onaylamayacaktır.” diyerek karşılar. Daha sonra bu sözleri bir şiar olarak insanlar arasında büyük bir kabul görür. Seyyit Kutub geride başta hapishanede yazdığı “Fizilal’i Kur’an” olmak üzere bir çok önemli eser bırakmıştır. Bıraktığı eserlerin yanısıra kendisinden sonrakilere inandığı dava uğruna her türlü güçle savaşmayı, kararlılığı, dürüstlüğü ve cesareti de Mart 2013 27 Türkçe’ye çevrilen eserleri: Fizilal’il Kur’an Yoldaki İşaretler İslamda Sosyal Adalet Din Budur İslam Düşüncesi İlkeleriEsasları (3 cild) İstikbal İslamındır Kadın ve Aile İslam ve Emperyalizm İslam-Kapitalizm Çatışması 28 miras bırakmıştır. Kitapları bir çok dile çevrilmiş ve hemen hemen tüm kitapları Türkçe’ye kazandırılmıştır. Yaşadığı dönemdeki sorunları analiz etmiş ve Batının İslam Ümmeti arasına yaymak istediği fitneye karşı İslam “Ümmeti fikrini” savunmuştur. Batılı fikirleri şiddetle eleştirmiş ve Müslümanın hayatında kural koyucunun İslamdan başkası olamayacağını şu sözlerle belirtmiştir; “İslam bir tanedir bunun ortası yok. İslam, yarısı islam diğer yarısı cahiliye olan bir islamı kabul edip rıza göstermez. İslamın bakışı açıktır; Hak birdir ve şirk kabul edilmezdir. Hüküm ya Allah’ın ya da cahiliyenindir ve kanun ya Allah’ın ya da heva ve hevesin.” Aynı zamanda “Amerika islamı” kavramını ilk defa kullanan düşünürdür ve biri gerçek İslam, bir diğeri de Amerika İslamı olmak üzere iki İslamın var olduğunu söylemiştir. Bu konuda; “ Bu günlerde Amerikalılar yine islamı hatırladılar, onlar İslami ülkelerde, Ortadoğuda ve Afrika’da komünizmle savaşacak bir islama ihtiyaç duymaktadırlar... Tabi ki emperyalist Amerika ve işbirlikçilerinin istedikleri islam, emperyalizmle savaşan islam değil aksine komünizmle savaşacak islamdır...” Kutub islam ümmetini siyonizm tehlikesine karşı da çokça uyarmış ve bu konuda uyanık, mücadeleye hazır ve hazırlıklı olunması gerektiği konusunda uyarmıştır. Siyonizm konusunda oldukça karamsardır ve batılı bir çok düşünürün farklı maskeler altında siyonist emeller için çalıştığını belirtmiştir. İdama götürülmeden bir kaç gün önce bir arkadaşına müslümanların siyonist tehlikesine dikkat etmeleri gerektiğini söylemiş ve dar ağacına giderken bile müslümanları uyarmıştır. Mart 2013 SON ÜÇ GÜNÜ SÖZ İHTİYARIN Hiç bu kadar büyük bir hevesle kitap okumamıştı... Akşam oldu ihtiyar elindeki son mermeri de bitirdi ve dinlenmeye koyuldu. Başucundaki kitabı aldı, titreyen lambanın alevinde okumaya başladı. “Bir ihtiyarın son üç günü” diye bir romandı... heyecanla okumaya devam ederken birden gözleri son yaptığı mermerin üstündeki yazıya takıldı. “Dün...” “Bugün...” “Yarın...” diye yazmıştı sadece... Öyle ya; hayat zaten üç günden ibaret diye mırıldandı. Mermerden yaptığı ve üzerine bir bez parçası serdiği soğuk yatağına uzanıp, dükkanın tavanındaki örümcek ağlarını izleyerek uykuya daldı. Sabah uyandığında aklına ilk gelen şey köprüye gitmek oldu. Köprüden yeni şeyler öğrenerek dönüyordu hep, aralarında farklı bir rabıta vardı. Bir köşeye oturup suyun akışını seyrederek derin düşüncelere daldı. Farkında olmadan uzun süre öylece kalmıştı. Dükkana döndüğünde son yaptığı mermeri aldı baktı tekrar... Köşesine vasiyet niyetine ufak bir not düştü: ( Bu mermeri benim kabrime dikin...) Ve üç gün sonra vasiyeti yerine getirildi. Mart 2013 29 Mustafa Zemani ile 2 gün İran sinemasının tanınmış ismi ve Hazreti Yusuf filmi ile dünyada ün yapan Mustafa Zamani ile geçirdiğimiz 2 günlük gibi zaman diliminde İran’ı, İran sinemasını, oyunculuğu ve hedefleri konuştuk. 7söz dergisi olarak kültür sanat ve manevi değerlere verdiğimiz önem, insan için yol belirleyici ve doğru istikamet üzere hareket etme çabası içinde olduğumuzu göz önünde bulundurarak bu söyleşi bir anlamda birçok kişinin kendine hedef belirlemesine de yardımcı olacağını düşünüyoruz. Bu gaye ve düşünceyle kelimeler arasında bir takım eksik vurgular ve yanlış anlaşılmaya sebebiyet verecek ifadelerden dolayı herhangi bir önyargı oluşturmamasını istiyoruz. SÖZ Aydın Altay Mustafa Zamani ile geçirdiğimiz 2 günlük gibi zaman diliminde İran’ı, İran sinemasını, oyunculuğu ve hedefleri konuştuk. 30 Mart 2013 - Selamun aleykum Mustafa Zemani: Aleyküm selamz - Öncelikle Türkiye’ye hoş geldiniz. Sizin gibi değerli bir sanatçıyı ve oyuncuyu ülkemizde misafir etmek son derece memnuniyet verici bir durum. Ben hemen sorularımıza geçmek istiyorum; öncelikle iran tarihi, medeniyeti, sanatı ve insanlık âlemine kazandırdığı değerler var. Bunu sinema sektöründe de görmekteyiz. Bunun başarısı ve sırrı nedir? Bu başarının size yansıması nasıl hasıl oldu? M. Zamani: Bence İran tarihi ve kültürü o kadar geniş Biz son 200 yılda layık olmayan bazı krallarımız vardı. Delikanlılık ve mertlik doğu insanına ait bir şeydir İranlılar, Osmanlılar, Romlar gibi. Mart 2013 ve büyüktür ki ben bunun bir parçası olamam . Ben olduğum yerde sadece İran kültüründen küçük bir parçayım. İran kültürü büyük değişimler yaşamış ve ben bunun nedenini tarihte başından geçen onca savaş olduğunu düşünüyorum. Biz son 200 yılda layık olmayan bazı krallarımız vardı. Delikanlılık ve mertlik doğu insanına ait bir şeydir İranlılar, Osmanlılar, Romlar gibi. Açıkçası ben mezhebi öne süren bir insan değilim bundan utandığım için değil çünkü kendime güvenemiyorum ve fıkhın veya İran kültürüne ters bir şey yaparım diye korkuyorum. Mesela bir yanlış yaparım ve hazreti muhammedin yolundan gidenbiri olarak gösterip bu müslüman mesela demelerinden korkuyorum . Bunun için çoğu zaman susuyorum ve arkadaşlarımdan da susmalarını istiyorum. Çünkü insan kamil biri olduktan sonra kendi büyüklüğünü ve önderini açıklamalı ve kendine çok güvenmesi gerekiyor . Çünkü sen o insanı kendine örnek alıyorsun ve hata yaptığın zaman onu gösterirler. ve dışardan bir Müslüman hata yaptı derler. Ama gerçekten bu son yıllarda elde ettiğim şeyleri Allah’a tevekkül ederek kazandım. ve bu slogan değil çünkü olan bir şey ve Allah’a tevekkül ederek olan bir şey . Allah’tan sonra da anne ve babanın hayır duasıyla . ve tüm ilahi kiteplarda bazı müşterek şeyler vardır; birincisi anne ve babadır ikincisi yaradanın büyüklüğü ve yüceliğidir üçüncüsü üçüncüsüde settarul guyub olmasıdır bunlar tüm ilahi kitaplarda müşterektir .Her kitapta demişki emin olun bir kul diğer kulun yaptığı yanlışı ve hatayı eleştirirse emin olsun ki yakın zamanda aynı yanlışı kendisi de yapar bu onun adaletinden bir parçadır . Ben kültürümde bunu öğrendim ki hataları görmemezlikten geleyim ve beni yaratana imanımı koruyayım ve her zaman anne ve babama karşı başımı eğeyim. Aynı zamanda büyük arzular edeyim ve büyük arzular 31 bozuyor . Ben bizim sinemamıza isim takmak istemiyorum bu İran sinemasıdır . Dün bir ortamda yapılan konuşmada „islami sinema” diye hitab ettiler. bende ne olursunuz isim koymayın dedim. çünkü bir yanlış olur ve o islamı karalamaya yeter . Bunun adı İran sineması ve eğer bu sinema necibse kendini gösterir. bırakalım kendileri aslı bulsunlar ve biz onlara adresi vermiyelim. Doğunu sineması insanın kalbine bağlıdır. biz buna bağlıyız ve rahatlıkla İran’ın doğu sinemasında önder olduğunu diyeblirim . bizimdir Allah’a inananlar olarak büyük arzular bize ait . Büyüklük yapmak için büyümemiz lazım. Allah’ın bana bu fırsattı verdiğinden memnunum ve ne mutlu ki bu fırsatı Yusuf Peygamber üzerinden bana verdi. Bunun üzerinden yedi yıl geçti ve ben hala halkın aziziyim. Bana soruyorlar; Yusuf’u hissedebildin mi? Bende cevapta dedim ki; ben Yusuf’un kendisiyim benim hayatım Yusuf , beni kimse tanımıyordu ve ben şuan istanbul’da bir büyük binanın içindeyim ve sen benimle röpörtaj yapıyorsun ve bu azizlik - İran halkı sinemaya nasıl bakıyor? Oyunculuk veya sinema konusunda imkanlar nasıl? M. Zamani- İran’da sinemaya halk tarafından yoğun bir ilgi var .ama ne yazıkkı İran medyasında güçler eşit değil .Çünkü Televiziyon’da büyük bir bütçe ayırlmış dizi ve filim için ve üçüncü Düya yada gelişmete olan halk sinemaya karşı pek büyüklük demektir . - İran sineması, doğu kültürü ve islami hassasiyetlerle son derece belirgin. Ancak batıya sinemasına karşı son derece başarılı. Bunu neye bağlıyorsunuz? M. Zamani - İran sineması İran’ın kültürüne ve doğuya bağlı . Doğu ve Batı kültürünün arasındaki fark içeriğe dönük yada dışa dönük olmaktadır . Biz doğu kültüründe ve tarihinde oyle insanlar gördük ki; tarih yazmiş ve ya teorizisyendir ama batı kültüründe daha çok insanlar dünyayı keşfetmek ister ve dışa açıktır ama doğu kültüründe insanlar daha çok kendilerini keşfetme peşindeler . Biz de farklı değiliz , Biz İranlıyız ve daha çok içten gelen sesleri anlıyoruz. Düşünceden gelen seslere karşı daha hassas ve önemsiyoruz .Onun için bizim etrafımızdaki karakterler ruhtur. Bu adamların insani ruhudur. Zamanımızda herkes kendi kültürünü tanıtmaya çalışıyor ben buna kültürel bencillik diyorum ve bu dünyamızı 32 bir istek göstermiyor .ve daha çok televiziyonu tercih ediyorlar. İran televizyonları dizi ve film konusunda çok güçlüdür .mesela Yusuf bu masrafla televiziyonda yayınlandı .Yaklaşık bir yıldır bu durum iyiye doğru gidiyor ve biz halka bu kültürü yerleştirmeye çalışıyoruz .Halk sinemayı tanımıyordu ve sanıyorlardı ki onları mutlu eden her film iyi bir filimdir . Şimdi isim takmışız: mesela bu filim aile filmi değil , bu filim saçma bir filim yada bu filim mübtezel olmuş ama ben mubtezel kelimesini kabul etmiyorum. çünkü biz filmin izinini İran İslam Cumhuriyetinden alıyoruz . şimdi bu kültür yerleşiyor. Televiziyon halkın sinemayı tanımasına izin veriyor ve sinema filimlerinin televiziyonda reklamı çıkıyor. önceden böyle değildi ve ben bundan çok mutluyum ve yetkililere teşekkür ediyorum. Çünkü halk filimleri tanıyor oldular iyi ve kötüyü seçe biliyorlar. İran’da sinema kursları iyidir ve birkaç sinema kursu vardır. ama benim düşüncem şu ki, sinemada tanınmış ve aktif kişilerin çoğu akademilk olarak buralara gelmediler ve daha çok kurslarda tecrübe kazanarak yetiştiler. Bir kaç Mart 2013 - Türkiye halkı sizi yakından tanıyor. Ülkemizde herhangi bir filmde oynama veya buna yönelik bir düşünceniz var mı? M. Zamani- Bu konuda birşey diyemem. ünlü kurs var ama yanlış da kullanıyor olabiliyorlar. çünkü bazı kurslara verilecek hiçbir şey yok ve isimleri ve şahısları kullanarak kurs açılıyor. halkta ona güvenerek oralara gidiyor ama pek bir şey öğrenmeden ordan ayrılıyorlar. Sinema kursları sadece bir alt yapıdır siz sinema kurslarını bitirseniz çünkü buna iznim yok. ama bir ihtimal verki bir Türk ürünü olan, İran ve Türkiye arasındaki kültür benzerliklerini anlatan bir projede yer alabilirim. Bu da son anlaşmalara bağlı. konuşmaları yaptık ve önümüzdeki ayda belli olur diye düşünüyorum. Bu konuyu fazla açamam ve buna iznim yok. ama bile sadece alt yapıyı güçlendirmiş olursunuz ve uzaktan birşey göremezsiniz . sinema sadece tecrübedir ve kesinlikle tecrübe etmen gerekiyor. sana tecrübeyle öğretiği şeyı asla hiçbir kitapta bulamazsın .ama eğtimi koruman lazım . - Biraz da oyunculuğu konuşalım. Sizin açıdan bakıldığında oyunculuğu hangi esaslar üzerinden değerlendirmeliyiz? M. Zemani- Oyuncu kafasını kullanarak gelişebilir ama bir yerde tıkanır kalır. Oyunculuk ve sanat insanın kalbinin ürünüdür. Aklı ve kalbı terazinin kefesine koyup akıl tarafı ağır basan insanlar sevilen insanlardan çok meşhur kişiler olurlar. Ben Yusuf’un rölünden hariç piskolojik hasta olan bir insanın rölünü de oynadım. başka bir yerde bir genç hırsızın rölünü de oynadım başka bir filmde ise hasta olan ve uyuşturucuya bağımlı hale gelmiş ve en sonunda aids hastalığına kapılarak ölen bir genç gazetecenin rölünü oynadım. Bunun için ben bu sene yılın oyuncusu seçimlerinde aday gösterildim. Benim hem Yusuf rölünü oynayıp hemde uyuşturucu bağımlısı ve aids’ten ölen bir genci oynamamın nedeni ruhumu korumam oldu. ve gençlere şunu diyebilirim ki kendi ruhlarını korusunlar. Siz ruhunuza hakim olduğunuz sürece iyi bir oyuncu olursunuz . kendinden razı olmazsan kameranın karşısına geçtiğinde bu yansır . Mart 2013 İrana’da Meleke diye bir proje var. onun üzerinde çalışıyoruz ve İran savaşını anlatan bir proje... - 7söz dergisi Adına size teşekkür ediyoruz. Okuyucularımız ve halkımız açısında güzel bir söyleşi oldu. Bu fırsatı bize verdiğiniz için teşekkür ederiz. M. Zamani- Aslında ben teşekkür ederim. Ben Türkiye’ye geldiğim günden bu yana beni yalnız bırakmadınız. Hep yanımda oldunuz. Sizinle dostluğumuz eskilere dayanıyor. Kendimi, ülkemi ve çalışmalarımı anlatma imkanı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Allah bizleri insani değerler üzerine düşünenlerden eylesin. Allah’ın selamı selatı onun resulü üzerine, peygamberin ehl-i beyti ve onun seçkin ashabı üzerine olsun. Allah’a giden hakikat yolu onun kelamıyla bulmak mümkündür. O en büyük mucize kurandır. Ona tabi olanlara selam olsun... 33 KUCAKLAŞMANIN KİTABI 34 SÖZ Hacer EFSA Latin Amerika’nın Kesik Damarlarından Fışkıran Bir Renk; Eduardo Galeano Ve Kucaklaşmanın Kitabı. Gençken futbolcu olmayı hayal eden ancak kendisini daha sonra kavganın, şiddetin, hapsin ve sürgünün göbeğinde bulan, 1940 Uruguay doğumlu Eduardo Galeano’dan kalbin ritmini bozan; dünya edebiyatının yapı taşlarından sayılan bir eser Kucaklaşma’nın Kitabı(Libro de los abrazos). İspanyolcadan çevirisi Nihal Yeğinobalı’ya aittir. Eser Can yayınları tarafından okura sunulmuştur. Yazar arka fonda Latin Amerika coğrafyası; sanattan dine, siyasetten bürokrasiye, korkulardan trajediye, yabancılaşmadan cesarete, dostluktan kardeşliğe kadar hemen hemen birçok konuya ustalıkla ve yüksek bir ifade gücüyle değiniyor. Gerek dünyaya gerekse Latin Amerika’ya has olan acıları, mutlulukları, hayalleri, kişisel anıları bilgece iç içe geçmiş şekliyle okura sunuyor. Kitap, ismi zikredilen kahramanlar ve onların kimlikleriyle de oldukça dikkat çekici.. Söz konusu kahramanlar kimi zaman sanatçı dostlar, mahkumlar, aydınlar, bazen ise bir çocuk bedenine girmiş olan “aziz” Galeano’nun kendisidir. Kitabın arka kapağında da notu bulunan Jay Parini şunları dile getiriyor; “bu büyüleyici kitapta yazarın yaşamının iskeleti, ete kana bürünüyor”. Ayrıca kitapta yer alan figürler yazarın kendi el çizimleri olup, edebi metnin derinliğini besleyen ve kitabın “havasını tamamlar” niteliktedir. Galeano’nun bu eseri, avuntusuz acıya, olağanüstü imgelere, hüzne ve başkaldırıya sahip çıkma mahiyetinde okunması gereken başyapıtlarından biridir. Mart 2013 Hacer EFSA DUA SAATLERİ KİTABI SÖZ Varlığını sanata ve şiire gark etmiş bir şair; Rilke Ve Dua Saatleri Kitabı Alman Lirik şiirinin öncülerinden Rainer Maria Rilke, Dua Saatleri Kitabı (Das Stundenbuch)’nı yaşamında dönüm noktası diye nitelendirilen Rusya seyahatinden sonra 1898’de yazmaya başlar ve o sıralar henüz 23 yaşındadır. Eser Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış, çevirisi ise Yüksel Özoğuz’a aittir. Rilke’yi 20. yüzyılın büyük Alman şairleri arasına yükselten Dua Saatleri Kitabı; ilk bakışta kaotik bir yapıya haiz mısralara sahip olmasının yanı sıra, muhteva bakımından da şairin Tanrı’yı arayış çabasındaki gelgitlerini büyük bir ifade gücüyle ve müzikaliteyle okura sunmaktadır. Şiirler herhangi bir başlığa tabi olmadan bağımsız bir düzen içerisinde tematik bir bütünlüğe sahiptir. Okuyucu şiirleri okumaya başladığında şairin lirik ben’inin, Tanrı’ya yakarışının, dualarının, sorularının, çalkantılarının dünyasına sürüklenecektir. Rilke’nin büyük bir ustalıkla kaleme aldığı uzun soluklu, tek nefeslik bu şiir kitabının mısraları arasında salınan ‘sen’ zamiri Tanrı’nın ta kendisidir. Dua Saatleri Kitabı, “saflık ve yücelik arayışı” ile Rilke şiiri açısından bir dönüm noktasını temsil eder. Bu yapıtının başarısı ile Rilke, dikkatlerin kendi üzerinde yoğunlaşmasını sağlamış ve sanat elitlerinin gözdesi konumuna gelmiştir. Rilke’yi anlamlandırmak ve ruhuna dokunabilmek için sanatını besleyen yalnızlığının kanalları arasında yolculuğa çıkmak gerekirse ilk durak şüphesiz Dua Saatleri Kitabı adlı eseri olur. Mart 2013 35 Yorum & Analiz: Veli TALİP Avaze gonjeshk-ha (Serçelerin Şarkısı) Yönetmen: Mecid Mecidi Senaryo: Mehran Kashani Vizyon Tarihi: 2008 Tür: Dram, Komedi Ülke: İran Tahran’ın dışında kırsal kesimde yaşayan ve deve kuşu çiftliğinde çalışan bir aile babasının hikâyesi… Maişet peşinde koşan bu adamın gözünden dünyayı görürken, en sade biçimde görebileceğimiz yaşamak derdidir. Çiftlikten kaçan deve kuşunun arkasından bakışı, çaresizce oturuşu yaşamak derdinin en keskin anlatımlarından biri olabilir. Peki, bu yaşamak, yaşayabilmek derdi neyin mecrasında neyin peşinde diye sorulduğunda yönetmen bize kendine has üslubu ile, İslami kimliğini göstererek Allah’ın emir ve yasakları cevabını vermektedir. Yönetmen bunu işten kovulduktan sonra Tahran’a yani şehre yani modernliğe girdiğinde; eline verilen fazla parayla aldığı eriklerin yere saçılmasıyla, kimseyle paylaşmadığı ve açgözlülüğünden topladığı hurda yığınının altında kalmasıyla, kalbi ferahladığı zaman kıldığı namazın ortasında bir ailenin ona soğuk meşrubat ikram etmesiyle, kapanan her kapının ardından yeni bir kapının açılmasıyla bize film boyunca Kerim’in gözünden anlatmakta… Yaşamak derdine düşen herkesin zevk alarak, fikir edinerek izleyebileceği müthiş bir uslup ve anlatım… Django Unchained (Zincirsiz) Yönetmen: Quentin Tarantino Senaryo: Quentin Tarantino Vizyon Tarihi:2012 Tür: Western, Aksiyon, Dram, Suç Ülke: ABD Film; Amerikan iç savaşının birkaç yıl öncesinde, kölelik sorunun henüz tartışılmaya başlanmadığı dönemde geçmektedir. Alman bir ödül avcısı olan Dr. Schultz’un aradığı suçluları teşhis edebilmesi için ihtiyacı olan köle için pazarlık yaptığı sahneyle başlar. Daha sonra Dr. Shultz’un köleliğe bakış açısıyla birlikte gelişen arkadaşlıkları onları kölenin yani Django’nun karısını aramaya kadar götürmektedir. Django ile giriştikleri bu yolda birçok iş yaparlar ve Djangoyu karısını kurtarmak için bir taktik savaşına hazırlar. Bu uzun filmde gelişen diyaloglar bizi alışılmadık bir tarih bakışına götürür. Kara mizah ile tarihe bakma tarzını Soysuzlar Çetesi’nde(2009) de bize gösteren yönetmen, bunun bir seri film olma ihtimaline götürmektedir. Klu Klux Klan örneği gibi tarihi alanda birçok şahıs ve zümreyi mizahi bir dille aşağılamıştır. Soysuzlar Çetesi’nde yaptığının Yahudi propagandası olmadığını, insani değerlere atfen tarihi olayları mizahi bir bakışla eleştirdiğini göstermektedir. Ayrıca etkileyici çatışma sahnelerinden vazgeçmemiş ve hemen hemen bütün filmlerinde olduğu gibi bu filminde de küçük bir rol almıştır. 3 BOYUTLU YAZICILAR SÖZ Evimizde heykelden diz protezine, otomobil yan sanayini parçalarından hareket kabiliyeti olan araç gereçlere kadar 3 boyutlu objeler yapmaya ne dersiniz? Bunları yapabilmek için gerekli olan sadece 3 boyutlu yazıcı ve objeleri tasarladığımız yazılım. Cem AKGÜL Nedir, Nasıl Çalışır 3 boyutlu yazıcılar bilgisayar çizimlerini objelere çeviren makinalardır. Bilgisayar destekli yazılım programında istediğimiz parçanın 3 boyutlu modelini oluşturuyoruz. Modeli daha sonra yazıcının programına yüklüyoruz. Yüklenen model yazıcı tarafından tarandıktan sonra plastik veya metal malzeme ile katman katman işleniyor . İşlem sonucunda 3 boyutlu obje meydana geliyor. Nerelerde Kullanılır 3 boyutlu yazıcılar dişçilik, mimarlık, havacılık, ayakkabı sanayi, mücevher, robot, heykel, aksesuar, müzik aletleri, inşaat mühendisliği, uçak, otomotiv sanayi, tıp sektörü gibi birçok alanda kullanılabiliyor. Faydaları 3 boyutlu yazıcılar ev tipi kullanımda ve sanayide birçok fayda sağlıyor. Ev kullanıcıları kendine özgü, başka kimsede olmayan objeleri ortaya çıkartabiliyor. Kullanıcıları, seri üretimin dayattığı standartlaşmanın dışına çıkartabiliyor. Sanayide kullanıldığı takdirde zamandan tasarruf, maliyet girdilerini düşürme, üretim hata oranını azaltma gibi faydaları var. 3D Desıngn Teknik Müdürü Erkan Ateş ‘’ GATA’da gelişmiş 3 boyutlu yazıcılar ile kemikler üç boyutlu hale getiriyor. Doktorlar meydana gelen parçaları insan vücuduna monte ediyorlar. Hem ameliyat sırasındaki riskler hem de iyileşme süreleri oldukça azalıyor” diyerek tıp alanında 3 boyutlu yazıcıların ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu dile getiriyor. Sakıncaları 3 boyutlu yazıcıların eleştirileri kanunsuz ilaç ve silah üretimi yapabilmeleri konusunda yoğunlaşıyor. Amerika’da 3 boyutlu yazıcı ile yapılan yarı otomatik silah 6 el ateş edebilme başarısını gösterdi. Sektörel Durumu Şuan ki 3 boyutlu yazıcı sektörü 1,3 milyar dolar civarında bu rakam 2020 yılında 5,2 milyar dolar olacağı tahmin ediliyor. Nasıl , Ne Kadara Temin Edilebilir Mart 2013 500 dolar ile birkaç milyon dolar arasında değişen 3 d yazıcılara İstanbul Avrupa ve Anadolu yakasında ki satış noktalarından ulaşabilir , kendi tasarımınız olan objeleri üretmeye başlayabilirsiniz. 37 Merhaba, Merhaba kaybolup giden umutlarım, hayallerim… Bugün yine yavaş yavaş size el salladım… Size, kaybolan hayallerime… Oysa ki yağmurda yağmıyor ama siz gidiyorsunuz bir akıntıya kapılmış gibi. Boş gözlerle gidişinizi izlemek çok acı verici.. Hayallerim parçalara bölündüğünde gözlerimi kapatıp “ Bir gün gerçekleşecekler” demek bile mutlu etmiyor artık. Ne kadar yakındasınız? Hayalimle ne zaman buluşabileceğim? Yıldızlar kadar görkemli olan hayallerim bir gün parlar mı? “Hayallerinin incinmesinden dolayı hayallerinden vaz geçmek zorunda olanlar için..” Esmanur Yıldırım 38 Mart 2013 z ESERLERİNİZİN DERGİNİZDE YAYINLANMASINI DİLERSENİZ.... LÜTFEN BİZİMLE İLETİŞİME GEÇİNİZ. ([email protected]) Düşünceniz genç kalsın... Düşünceniz genç kalsın...