Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468 Utku Uraz AYDIN1 28 ŞUBAT

Transkript

Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468 Utku Uraz AYDIN1 28 ŞUBAT
Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
Utku Uraz AYDIN1
28 ŞUBAT MUHTIRASI VE YENİ ŞAFAK GAZETESİ
BİR YAYIN POLİTİKASININ ANALİZİ
Özet
28 Şubat 1997 muhtırası, alışıldık darbe biçimine sahip olmamakla birlikte,
artık kapanmış olduğu sanılan askeri müdahaleler evresinin bir halkasını teşkil
eder. Seçilmiş hükümetin bir “irtica” tehdidi oluşturduğu algısıyla, onu askeri
hierarşiye tabii kılmaya dönük düzenlemeler, TSK çağrısıyla düzenlenen brifingler
ve sivil laik kesimleri seferber etmeye dönük yoğun bir medya kampanyasıyla,
sonrasında Türkiye rejimini tanımlayacak temel niteliklerden biri olacak “askeri
vesayet” tesis edilir. Şüphesiz islami karakteri giderek belirginleşen hükümete karşı
bu müdahale muhafazakâr kesimler tarafından dirençle karşılanır. Bu çalışmada
Yeni Şafak gazetesinin, 28 Şubat MGK toplantısının önemli bir dönüm noktasını
oluşturduğu Refah Partisi-Türk Silahlı Kuvvetleri ve daha genel bir açıdan İslamimuhafazakâr kesimler/laisist kesimler arasında cereyan eden gerilimi hazırlayan
koşullar ile bu toplantıda alınan kararlar karşısında izlediği yayın politikasının bir
analizi yapılıyor. Bu amaçla, MGK toplantısının 3 ay öncesinden başlayıp 3 ay
sonrasına kadar yani Kasım 1996 ile Mayıs 1997 arasında gazetede yayınlanan
haberler ve köşe yazıları inceleniyor. Değerlendirme kısmında gazetenin yayın
politikasının devlet-toplum ve merkez-çevre ikiliğine dayanan “devlet-merkezli”
tarih okumasıyla ilişkisi sorgulanıyor.
Anahtar kelimeler: Yeni Şafak, 28 Şubat muhtırası, Milli Güvenlik Kurulu,
Refah Partisi, Necmettin Erbakan, Susurluk kazası
1
Arş.Gör.Dr.,Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü., [email protected]
Utku Uraz Aydın
FEBRUARY 28 MEMORANDUM AND YENI ŞAFAK NEWSPAPER
AN ANALYSES OF AN EDITORIAL POLICY
Abstract
The memorandum of February 28, 1997, though not actually was a typical
coup, accounts for a link in the chain of military interventions which was thought
long gone. Based on the belief that the elected government was posing a "reaction"
threat; the "military tutelage" which would ultimately become one of the
fundamental characteristics defining Turkey's regime, was constructed through
amending regulations that would make the government abide by the rules of
military hierarchy, by briefings held down by the call of the TSK (Turkish Armed
Forces) and with the help of an intense media campaign to mobilise the civilian
secularists. Surely this intervention against the government, whose Islamic
character was increasingly becoming evident, met with the resistance by
conservatives. This study analyses Yeni Şafak Newspaper's approach towards the
events that elevated the tension between fractions and put the Welfare Party and
the Turkish Armed forces; in a wider aspect, the Islamic-conservatives and the
laicist people up against each other; and its editorial policies in the face of the
decisions made by February 28 NSC(National Security Council) meeting, which
set a milestone in the whole process. In this regard, the newspaper articles and
columns published between November 1996 and May 1997 gets examined. The
relation between the editorial policies of the newspaper and "state-centric" history
reading, which is based on state-society and centre-periphery dichotomy, is
questioned in the evaluation part of the study.
Keywords: Yeni Şafak, February 28 Memorandum, National Security
Council, Welfare Party, Necmettin Erbakan, Susurluk Accident
Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde her askeri müdahale çapı ve menzili, yani derinliği ve
kalıcılığı açısından farklılıklar arz etmekle birlikte birer kırılma noktası teşkil eder. Bunlar,
müdahaleyi önceleyen dönemin siyasal-toplumsal bağlamının çatladığı yahut tümüyle
feshedildiği ve yeni güç ilişkilerinin kurulduğu momentlerdir. 28 Şubat 1997 muhtırası, yahut o
vakitlerde sıkça tanımlandığı haliyle “postmodern darbesi”, hem açık darbeleri gereksiz kılacak
düzenlemelerle Milli Güvenlik Kurulu’nun siyasal hayattaki belirleyiciliğini pekiştirerek bir
“kesintisiz darbe rejimi”ni tesis etmede (İnsel, 1997), hem de bu “askeri vesayet”e ve darbe
tehditlerine karşı demokratikleşme ve milli irade söylemleri altında 2002’den beri yaşanan
dönüşüm açısından belirleyici bir uğrak olmuştur. Bu bağlamda izlerinin canlı, etkisinin baki
kaldığı, siyasal güncelliğini koruyan bir hadisedir.
Giriş: Kriz ve Süreç
Türkiye’de doksanlı yılların bir politik analizinin vazgeçilmez birincil tespiti her halde bu
döneme damgasını vuranın derin bir siyasal hegemonya krizi olduğudur. Ne var ki bu krizin
kökleri yetmişlerin sonunda meydana gelen bunalıma kadar uzanır. Yetmişli yılların sonunda,
içe dönük sermaye birikim rejiminin krizi, geleneksel partilerin temsil ettikleri kesimler
tarafından ikna edici bulunmamasının bir ifadesi olarak siyasal temsil krizi ve burjuvazinin tâbi
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
450
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
sınıfların rızasını üretmedeki açmazlarının sonucu olarak bir hegemonya krizinin iç içe
geçmesiyle, nadir rastlanır, tam teşekküllü bir organik kriz baş gösterir (Akça, 2009). Bunu
aşmaya dönük olarak, 24 Ocak kararlarıyla temeli atılan, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin
yarattığı baskı ortamında da uygulanmaya konan ihracata dayalı birikim rejimi ve ona tekabül
eden devletin ve toplumun neoliberal dönüşümüne dayalı hegemonya projesi2 seksenli yılların
sonuna kadar büyük oranda “başarılı” bir biçimde hayata geçirilmiştir. Neoliberalizm, devletin
kurumsal mimarisinin yeniden düzenlenmesi, iktisadi alanın yeniden yapılanması, işçi
hareketinin sendikal ve siyasal gücünün kırılması, otoriter bir piyasa toplumunun
şekillendirilmesi ve bu topluma uygun tüketimci ve rekabetçi bir birey modelinin
gerçekleştirmesiyle hâkimiyetini kurmayı başarır (Özkazanç, 2005; Boratav, 2005). Bununla
birlikte Anavatan Partisi’nde (ANAP) cisimleşmiş olan ve bir milliyetçi-muhafazakâr-liberal
koalisyona dayalı Yeni Sağ projenin çözülmesiyle birlikte, 2002 yılında AKP iktidara gelinceye
kadar sürecek olan bir siyasal hegemonya krizi baş göstermiş olur. Burjuvazinin çıkarlarını
temsil edebilecek ve tâbi toplumsal kesimlerin rızasını üreterek neoliberal birikim stratejisini
“istikrarlı” biçimde uygulayacak bir siyasal aktörün 20. yüzyılın son on yılı boyunca kendini
ortaya koyamamış olmasının, yani açıkça bir siyasal temsil krizinin meydana gelmesinin,
burada üzerinde uzun uzadıya durmayacağımız, çeşitli nedenleri var. Fakat bunların başında
gelen, ve büyük oranda diğerlerini tetikleyen/pekiştiren Yeni Sağ projenin hem ekonomik hem
siyasal anlamda fazlasıyla dışlayıcı olması, toplumun geniş katmanlarının neoliberal ekonomi
politikalarının uygulanmasına ve bunun için gerekli olan otoriter devlet yapısının mevcudiyetine
dair rızasını devşirmekte başarısız olmasıdır. Neoliberalizmin yarattığı tahribatın ilk sonuçları
emek hareketinin 89 bahar eylemleri ve Zonguldak madenciler greviyle yeniden dirilmesiyle
kendini göstermeye başlar. Öte yandan Cumhuriyetin kuruluşundan beri süren ve 12 Eylül
darbesiyle pekişen Kürt sorunu PKK’yla birlikte tekrar gündeme gelir. Bu aynı zamanda
doksanlı yıllarda Milli Güvenlik anlayışının yeniden şekillenmesine ve iç savaş ortamında
askeriyenin siyasal gücünün giderek artmasına neden olur (Paker, 2010; Öngen, 2004). Sınıf
bilincinde ve sınıfsal aidiyet hissiyatında yaşanan gerileme ise giderek dinî ve kültürel
kimliklerin ön plana çıkmasında önemli bir rol oynar. Bunun yanı sıra, muhafazakâr değerlerin
Yeni Sağ’ın anlayışına uygun olarak kutsanmasının ve Türk-İslam sentezinin askeri rejim
altında resmi ideolojiye eklemlenmesinin yarattığı meşruiyetten de faydalanarak, Kemalist
batıcı-laisist otoriter modernleşme sürecinde iktidar bloğundan dışlanmış olan İslami-
İtalyan marksist Antonio Gramsci tarafından geliştirilen hegemonya kavramı, Bob Jessop tarafından
“farklı sınıf-bağlantılı (ama zorunlu olarak sınıf-bilinçli olmayan) güçlerin, belirli bir sınıfın (ya da sınıf
fraksiyonunun) ‘politik. entelektüel ve ahlâkî sözcülüğünde çağrılmasını ve örgütlenmesini içerir.”
Jessop’a göre böylesi bir liderlik “genel çıkar ile özel çıkar arasındaki soyut çatışma problemini
çözebilecek belirli bir ‘hegemonik projenin’ geliştirilmesini” gerektirir. Dolayısıyla hegemonik projeler
tâbi sınıfların yanı sıra diğer egemen sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının, hegemonik sınıfın (veya sınıf
fraksiyonunun) uzun vadeli çıkarlarının sürdürülmesi için onayını ve etkin desteğini inşa ve seferber eten
“ulusal-popüler eylem programları”dır –dolayısıyla yalnızca ekonomik meseleleri indirgenemezler.
Dolayısıyla bu, hem seferber edilen toplumsal güçlerin –kimi ödüller elde etmenin yanı sıra–tavizler
vermesini, hem de hegemonik sınıfın veya sınıf fraksiyonunun kısa vadeli çıkarlarının (“ekonomikkorporatif”) feda edilmesini içerir. Hiçbir zaman tamamlanmış sayılamayacak ve her daim inşa halinde
olan hegemonya aynı zamanda birikim stratejisiyle de yakın bir ilişki içindedir. Bunların özdeş olmadığı
vurgulayan Jessop’a göre her birinin hedefe ulaşmak için diğerine ihtiyaç duyduğunu ve birbirlerini
karşılıklı olarak koşullandırdığını belirtir. Bkz. B. Jessop, « Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve
Hegemonik Projeler », Devlet Teorisi. Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, çev. Ahmet Özcan, Ankara :
Epos, 2008, p.263-293.
2
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
451
Utku Uraz Aydın
muhafazakâr hareket ise giderek radikalleşerek güç kazanır ve özerk bir aktör olarak siyaset
sahnesinde arz-ı endam eder.
Kurumsal siyasal alanda İslami hareketin, Milli Görüş kökenli temsilcisi olan Refah
Partisi (RP), nedenlerini yukarıda kısaca hatırlattığımız bu siyasal hegemonya krizinin
ortasında, 1994 yerel seçimlerinde aldığı galibiyetin ardından 1995 genel seçimlerinden oyların
yüzde 21.38’iyle birinci parti olarak çıkar. RP’nin sağ-muhafazakâr Doğru Yol Partisi
(DYP)’yle Haziran 1996’da kurduğu koalisyon hükümeti, daha ilk baştan toplumun laisist
kesimleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından kuşkuyla karşılanır. Fakat gerilim,
hükümetin ve RP’ye bağlı belediyelerin somut veya sembolik hamleleriyle ve Başbakan
Necmettin Erbakan ile RP’nin başka yöneticilerinin partinin İslami kimliğini teyit etmeye veya
pekiştirmeye dönük açıklamalarıyla artar. Bunların arasında öncelikle Başbakan Erbakan’ın
Müslüman dünyayla ticari ilişkileri geliştirmek üzere (ve ileride bir kısmıyla D-8’i kuracağı)
İran, Malezya, Singapur, Pakistan, Endonezya, daha sonrasında da Mısır, Libya ve Nijerya gibi
ülkelere yaptığı ziyaretleri sayabiliriz. Erbakan’ın deyimiyle (esas olarak Doğan ve Bilgin
gruplarından müteşekkil) “kartel medyası” özellikle Genelkurmay’ın “bölücü ve irticai
terörizmi destekleyen ülkeler” listesinde bulunan İran seyahati ve Libya Devlet Başkanı
Muammer Kaddafi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin İslami geçmişini terk edişi ve Kürtlerin
bağımsızlığının gerekliliği üzerine beyanatta bulunduğu Libya gezilerini bir karşı propaganda
biçiminde işlemekten geri kalmaz. Bu sırada “İslami tehdit”e karşı ilk kitlesel gösteri, Mustafa
Kemal’in ölüm yıldönümünde, bir milyon insanın katılımıyla gerçekleşir. Laisist cephenin
tepkisini çeken diğer eylemler arasında şunları saymak gerekir: Başbakanlık konutunda
düzenlenen ve 51 tarikat ve cemaat temsilcisinin geleneksel kıyafetlerle katıldığı iftar yemeği;
Taksim meydanına cami yapma tasarısı (Erbakan’in deyimiyle “İstanbul’un fethini tamamlamak
için”); Devlet memurları ve üniversite öğrencileri için başörtüsü takmayı ve sakal uzatmayı
sağlayacak, ve Ramazan ayında çalışma saatlerinin değiştirilmesini hedefleyen yasal
düzenlemelerin yapılması projesi; “Yanlış”, “Devletin haysiyetini sarsacak”, “halkı paniğe sevk
edecek” haberlerin yayımlanması halinde cumhuriyet tarihinin en ağır hapis ve mali cezalarının
verilmesini kapsayan “sansür yasa tasarısı”. Fakat en çok hatırlanacak ve bir anlamda laisist
kesimler açısından “bardağı taşıran son damla” işlevi görecek olan olay, RP’ye ait Sincan
belediyesinde düzenlenen Kudüs gecesidir. İran Büyükelçisi’nin de katıldığı ve duvarların
Hamas ve Hizbullah afişleriyle süslendiği gecede Filistinlilerin yürüttüğü “cihat”ı konu alan bir
oyun sergilenir. Belediye başkanının “şeriatın bir ilaç gibi” verileceğine dair sözleri ve RP
militanlarının basına karşı sert ve şiddet içeren tavırları da medyada bolca yer alacak
konulardandır.
Öte yandan RP’nin tabanının yoğun olduğu kentlerde pompalı tüfek satışlarının arttığı
konusunda veya yine bu partinin 10 binlerce silahlı milis gücüne sahip olduğuna dair merkez
medya tarafından dolaşıma sokulan bilgiler, laisist kesimlerin korkularını pekiştirmeyi sağlar.
Böylece askeriye o dönem “silahsız kuvvetler” adıyla anılan ve medya, üniversite, yargı, işveren
örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve sendikalardan oluşan geniş bir sivil desteği arkasına almayı
başarır. Bu arada 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen kaza sonucu devletin içinde
bulunduğu yasadışı ilişkilerin ortaya çıkmasıyla birlikte oluşan kitlesel tepki, hükümetin bu
olayı açığa çıkarmaktaki gönülsüzlüğünün de katkısıyla giderek RP karşıtı bir seferberliğe
dönüşür. Nihayet, Sincan sokaklarında yirmiye yakın tankın dolaşmasının ve Cumhurbaşkanı
Demirel’in Erbakan’a “son uyarı” niteliğindeki mektubunun ardından 28 Şubat 1997 tarihinde
Milli Güvenlik Kurulu toplantısı gerçekleşir.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
452
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
Şunu vurgulamak gerekir ki, 12 Eylül gibi açık bir askeri darbeye başvurmadan ordunun
bizzat bir “iç devlet hükümeti” olarak faaliyet göstermesini sağlayan, Anayasa’yı ihlal ederek
TSK’nın bu gücünü pekiştiren gelişmelerden biri, RP’nin teşkil ettiği düşünülen “irticai tehdit”
karşısında MGK Genel Sekreterliği bünyesinde Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin
(BKYM) kurulmasıdır. “BKYM’yi Meclis’in sorumluluk alanı dışında bırakan, fiilen
Başbakan’ı BKYM’ye ve askeri hiyerarşi içinde Genelkurmay Başkanına karşı sorumlu kılan,
Meclis’in olağanüstü hal ve sıkıyönetim konusunda karar verme yetkisini elinden alan” BKYM
yönetmeliği 9 Ocak 1997 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanır (İnsel, 1997). Dolayısıyla
askeriyenin hamleleri cephesinden bakılacak olursa BKYM yönetmeliğinin yayımlanmasıyla
başlayan süreç 28 Şubat MGK toplantısı, Haziran 1997’de TSK’nın vereceği irtica brifingi ve
“bölücü ve irticai faaliyetlerin, eşit ve birinci derecede öncelikli” olduğunu ifade eden Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi’nin yayınlanmasıyla devam edecektir (Sevinç, 2000).
Dokuz saat süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Anayasa’da bulunan genel laiklik
ilkesine dair çeşitli hatırlatmaların yanı sıra hükümete, İslami hareketin gelişmekte olan maddi
ve kurumsal gücünün kırılmasına dönük bir dizi “tavsiyede” bulunulur. Her ne kadar tavsiyeleri
desteklediğini belirtse de Necmettin Erbakan bunları uygulamakta direnince TSK’nın
pozisyonlarının sözcülüğünü yapan laisist medya tarafından RP’ye karşı zaten başlamış olan
ideolojik seferberliği giderek güç kazanır. Bu arada, yukarıda belirttiğimiz gibi, Milli Güvenlik
Siyaset Belgesi’nde “irtica”nın “bölücülüğün” yanı sıra en önemli iç tehdit haline geldiği ve
bunun dış tehditten de tehlikeli olduğunun belirtilmesiyle Milli Askeri Stratejik Konsept’te
önemli bir değişikliğe gidilir. Sonunda, Haziran 2007’de Erbakan görevinden istifa etmek
zorunda kalır3.
Bu dönem zarfında merkez medyanın, belirli iktidar odaklarının da desteğiyle ürettiği ve
dolaşıma soktuğu cumhuriyetçi-laisist söylem karşısında, farklı eğilimlerden gelmekle birlikte
İslami basın, Türkiye’de kronikleşmiş bir refleks halini almış olan askeri müdahale karşısında
düzenli ve yaygın bir yayın yapma kapasitesine sahip yegâne organları oluşturuyordu. Elbette
geçerken şunu belirelim ki, merkez medyanın çeşitli unsurlarında (esas olarak da Yeni Yüzyıl ve
Radikal’de) kalem oynatan çeşitli köşe yazarları askeri müdahaleye karşı sivil siyasetin (büyük
oranda RP’ye eleştirel yaklaşmakla birlikte) savunuculuğunu yapmıştır4. Fakat hem haberleriyle
hem de yazılarıyla bütünlüklü bir “askeri vesayet” eleştirisine dayalı bir yayın politikası takip
edebilecek organlar İslami akıma yakın olanlardı.
Bu çalışmada amaçlanan, İslami basın içerisinde yazar kadrosunun entelektüel niteliği,
Zaman gazetesi kadar devletçi reflekslere sahip olmayışı ve Milli Gazete gibi partizan bir hat
izlememesi hasebiyle özgün bir konumda bulunan Yeni Şafak gazetesinin, 28 Şubat MGK
toplantısının önemli bir dönüm noktasını oluşturduğu Refah Partisi-Türk Silahlı Kuvvetleri ve
daha genel bir açıdan İslami-muhafazakâr kesimler/laisist kesimler arasında cereyan eden
gerilimi hazırlayan koşullar ile bu toplantıda alınan kararlar karşısında izlediği yayın
politikasının bir analizini yapmaktır. Bu amaçla, Kasım 1996 ile Mayıs 1997 arasında gazetede
Refah Partisi’nin politikalarını eleştirmekle birlikte esas olarak TSK’nın hamlelerine odaklanan bir
perspektif içerisinde tüm bu kriz sürecinin günü gününe analizleri için bkz Ali Bayramoğlu, 28 Şubat Bir
Müdahalenin Güncesi, İstanbul: İletişim, 2007.
4
Liberal/sol liberal köşe yazarlarının 28 Şubat sürecindeki tutumları hakkında Bkz. U. Uraz Aydın,
Gauches, Libéralisme et Démocratie. Les Mutations des Intellectuel Turcs (1980-2008), Yayımlanmamış
doktora tezi, INALCO/Marmara Üniversitesi, 2009.
3
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
453
Utku Uraz Aydın
yayınlanan haberler ve köşe yazıları incelenmiştir. Çalışmanın yazımı aşamasında, kronolojik
bir sıra takip etmenin gazetenin yazarları arasındaki tutum benzerliklerini veya farklılıklarını
yeterince vurgulayamayacağını, dolayısıyla yayın politikasının genel hatlarını berrak bir
biçimde sunamayacağı düşüncesiyle, temaları esas alan bir bölümlemeyi tercih ettik. Böylece,
bu süreci oluşturan çeşitli olaylar arasında, Yeni Şafak gazetesinin ön plana çıkardığı konuları,
izlekleri açısından bir bütünlük oluşturacak şekilde belirli kümelerde toplayarak bunların
haberlerde nasıl ele alındığını ve köşe yazılarında nasıl yorumlandığını inceledik. Söz konusu
kümeleri şu şekilde ayrıştırdık: Susurluk kazası–Devlet-Çete ilişkileri–Bir dakika karanlık
eylemleri; Ordu–Darbe tartışmaları–MGK Kararları; Refah Partisi–Necmettin Erbakan.
I. Devlet ve “Çete”
Susurluk kazasının en çok işlenen boyutlarından biri, ortaya çıkan devlet-mafya-aşiret
ilişkilerinde ordunun (ve özellikle JİTEM’in) rolüdür. Bu konunun medya tarafından ön plana
çıkarılmaması eleştirilirken, MGK toplantılarında gündeme alınmaması da sorgulanıyor (Kiras,
14.03.1997; Taşgetiren, 05.04.1997). Mustafa Karaalioğlu, Milli Güvenlik Kurulu’nun asker
üyelerinin “ülkenin bölünmez bütünlüğü ve Atatürk ilkeleri” konusundaki hassasiyetlerinin
devamı olarak, ordunun bazı üyelerinin bulaştığı iddia edilen kirliliği temizlemek için ilk adımı
atması gerektiğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Madem ki bazı olayların çözüme
kavuşması için asker iradesi vazgeçilmez olmuştur, bu irade çetelerin ve bağlantılarının ortaya
çıkarılması için de harekete geçirilmelidir” (Karaalioğlu, 27.03.1997). İsmet Özel daha imalı bir
biçimde ordu-çete ilişkisini şu şekilde dile getiriyor:
Ben birilerinin bizi asıl meseleye kafa yormaktan uzaklaştırdıklarını söylüyorum. (...)
Eğer bir toplumda siyasi gücü kullanan kesimlerden biri, aynı işlevi göre başka bir kesimi kirli
addetmekle kendi temizliğini bahane temin edebiliyorsa olayın farklı bir açıdan
değerlendirilmesi gerekir. Biz Türkiye’de demokrasiye tahammülsüzlük suretiyle demokrasi
şampiyonluğunun yapıldığını hep göregeldik. Bence toplumu temizleyeceğim diyenler
programlarına önce kendi bedenlerini ve bütün çamaşırlarını yıkamayı almalıdır: Ne demek
istiyorum acaba? (Özel, 4.12.1996)
Ahmet Taşgetiren ise çok daha açık bir ifadeyle, konunun neden MGK toplantılarında
gündeme gelmediği, istihbarat kurumları arasındaki çatışmayla, güvenlik kurumlarının içindeki
çeteleşmeyle, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile terör ilişkileriyle MGK’nın neden
ilgilenmediği sorularını sıraladıktan sonra şöyle devam ediyor:
MGK bütün bu olup bitenlerden bugüne kadar hiç haberdar olmadı mı? Devlet içine çete
girdi de, sistemin en üst istişare organının gündemine bu konu gelmedi mi? Yoksa herşey
MGK’nın bilgisi içinde cereyan etti de o yüzden mi MGK’nın kılı kıpırdamadı? (Taşgetiren,
05.4.997)
Aynı vurguyu şu başlıklarda da görebiliriz: “İşin ucu Genelkurmay’da mı?” (Şahin,
23.11.1996), “Darbe isteyen Susurluk’a baksın” (Karaalioğlu, 27.3.1997), “Tanklar Susurluk’u
işgal edemez” (08.2.1997), “Asker Susurluk’un neresinde?”(13.2.1997), “Orduya da dokunun”
(10.12.1996), “JİTEM yine karanlıkta kaldı” (Şahin, 05.4.1997), “Temizlik Devlete Lazım”
(Mahçupyan, 08.12.1996).
Susurluk kazası sonrasında Başbakan Erbakan’a bu ilişkileri açığa çıkarmada önemli bir
rol biçiliyor. Başbakan bu beklentileri yerine getiremediği ölçüde de eleştiriliyor.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
454
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
Bu doğrultuda Erbakan’ın ve RP’nin “Bir Dakika Karanlık” eylemlerine karşı tavrı de
kimi yazarlarca olumsuz karşılanıyor. Ocaktan, bugüne dek geniş toplum kesimlerinin sözcüsü
ve sivil inisiyatiflerin tek umudu olduğunu iddia etmiş olan RP’nin, temiz toplum ve hukuk
devleti isteyen, çetelerin açığa çıkarılması ve cezalandırılmasını talep eden sivil eylemler
karşısında, bunlar aslında hiç de kendisini hedef almıyor iken, “gereksiz bir alınganlık
göstererek ‘otoriter devletçilik’in avukatlığına soyunduğu”nu ileri sürüyor (Ocaktan,
17.02.1997). Taşgetiren’e göre ise, Erbakan başlangıçta çeteleşmeye karşı bir hareket olarak
“görünen” Bir Dakika Karanlık eylemlerine sahip çıksaydı, bu hem RP açısından olumlu bir
toplumsal açılım olurdu hem de hareketin temiz toplum talebiyle sınırlı kalarak, CHP
kitleleriyle buluşup laiklik eylemleri haline gelmesi engelleyebilirdi (Taşgetiren, 21.02.1997).
Bu eylemlere daha farklı bir yaklaşım Ali Bulaç’tan gelir. Bu eyleme katılanların samimi bir
biçimde savundukları daha açık bir toplum talebine saygı duyduğunu ifade etmekle birlikte
Bulaç, Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık anlayışının sembolik bir okumasını yaparak,
harekete öncülük edenlerin niyetlerinde şüphe duyduğunu belirtiyor:
Karanlık, Allah’tan bir nur, yani Aydınlık ve ışık olan Kur’an’ın ifadesiyle
“zulumaat”tır. Zulumaat’ta baskı, zulüm, hile, desise ve yalan var. “Bir dakika
karanlık” sembolünü geliştirenler bana güven vermiyor, varolan bir krizi
derinleştirip bunu kısa süreli müdahalelerle uzun vadeli siyasi çıkarlara tahvil
etmek istiyorlar. (...) “bir dakika karanlık” üzerinden “kısa süreli askeri darbeye”
göndermede bulunuyorlar ve bunu simgelerin diliyle kitlelerin zihnine empoze
etmeye çalışıyorlar. (Bulaç, 26.02.1997)
İbrahim Kiras da Bulaç’ın çıkarsamasına dayanarak, buradan, başta Erbakan olmak üzere
RP’lilerin bu eylemlere “çok sert tepki vermesini anlayışla karşılamak” gerektiği sonucuna
varıyor. Bir ayla sınırlı olacağı açıklanan eylemlerin Mart ayına kadar devam ettirilmesi kararını
da Bulaç’ın bu sembolik okumasını haklı çıkardığını ileri sürüyor (Kiras, 02.03.1997) .
M. Han Kayani ise, kazanın uzaktan kumandayla düzenlenmiş olmasının çok büyük bir
ihtimal olduğu ve amacın, NATO’nun yeni “anti-İslam projesi” doğrultusunda Türk
Gladio’sundaki anti-komünist kanadı açığa çıkarıp tasfiye ederek anti-İslam kanadı ayakta
tutmak olduğunu ileri sürüyor. Erbakan’ın da muhtemelen böyle düşündüğünü ve Susurluk
kazasına bu yüzden temkinli yaklaştığını iddia etmekle birlikte, başbakanın olayların üzerine
giderek halkı arkasına alması, ve böylece ülkeyi yıllardır çete usulü ile idare edenleri tasfiye
etmesi gerektiğini belirtiyor (Han Kayani, 11.4.1997).
Ali Bulaç’ın “Devletlerin Gizli Silahı Gladio” (18.12.1996) ve Servet Aşkın’ın
“Çokuluslu Suç Örgütü” (Aşkın, 20.11.1996) isimli dizi yazılarının yanı sıra, “Devlet çetesinin
resmi belgeleri” (06.04.1997) adı altında TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu’nun
genel değerlendirme kısmını gazetenin içinde on dört sayfalık bir broşür olarak vererek, Yeni
Şafak çeteleşme meselesine, pedagojik bir açıdan da ciddiyetle eğildiğini gösteriyor.
Susurluk konusuyla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir diğer husus, kaza sonrasında
ortaya çıkan veya yaygınlaşan kimi kavramların başka alanlara da aktarılarak kullanılmasıdır.
Masonlar ve JİTEM birer çete olarak tanımlanırken, başörtüsü takan öğrencilere ve hekimlere
uygulanan “zulüm” de çete işi olarak değerlendiriliyor. Darbe çağrısı yaparak gerilimi
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
455
Utku Uraz Aydın
tırmandıran kesimler (medya ve CHP) ise uyuşturucu tacirlerine gönderme yaparak “Kriz taciri”
olarak nitelendiriliyor.5
II. Ordu ve Darbe
Gazete sayfalarında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik esas eleştiri siyasi yaşam
üzerindeki ağırlığının demokratik sistem ile bağdaşmaması konusunda. İncelediğimiz dönem
zarfında, orduyla ilgili karşımıza çıkan ilk haberler Yüksek Askeri Şura ile ilgili. Gazete
“Türkiye bu hakları istiyor” manşetiyle verdiği haberde, kamuoyunun “henüz ciddi bir hazırlık
içinde” olmadığı gözlemlenen hükümetten beklediği haklar sıralanıyor. Başörtüsü sorununun
çözülmesi, memura Cuma izni verilmesi, insan hakları paketinin hazırlanması, düşünce
özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, kurban derisinde THK “terörü”nün önlenmesi
gibi maddelerin de bulunduğu listenin en başında YAŞ kararlarının yargı denetimine tabi
tutulması ve Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması talepleri yer
alıyor (Ural-Şahin, 20.11.1996). Bir idari kurum olan YAŞ’ın yargı denetiminden muaf olması
çeşitli köşe yazılarında da gündeme getirilip, “sağlıksız” ve “kabul edilemez bir durum” olarak
değerlendirilirken, “eşi başörtülü olduğu ve namaz kıldıkları için” altmış dokuz subayın
ordudan ihracının kararlaştırılması “Şura’da kıyım kararı” başlığıyla veriliyor (Dursun,
14.12.1996; Özcan, 14.12.1996; Karaalioğlu, 29.01.1997; “Şura’da Kıyım Kararı”, 11.12.1996).
YAŞ kararları ile 28 Şubat MGK toplantısı arasında Sincan olayları ile alevlenen darbe
tartışmaları karşısında, Yeni Şafak gazetesi bu tartışmanın suni olarak gündemde tutulduğunu ve
ordunun böylesi bir müdahalesini gerektirecek bir durum olmadığını vurguluyor. Ahmet
Davutoğlu, Türkiye’de herhangi bir darbeyi veya müdahaleyi meşru kılacak hiçbir objektif
şartın olmadığını belirtirken (Davutoğlu, 02.03.1997), Ali Bulaç, her biri temel insan hak ve
özgürlüklerinin kullanılmasıyla ilgili olan başörtüsü, mesai saatlerinin iftar vaktine göre
düzenlenmesi, Taksim ve Çankaya’ya cami inşa edilmesi, Hacca karayoluyla gitmek, Sincan
Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs gecesi gibi konuların sürekli gündeme getirilmesinin “kendi
performansıyla iktidar olma şansını elinden kaçırmakta olan çevrelerin gerilimi arttırma ve
mümkünse bir ara rejime kapıları aralama teşebbüsleri” olduğu görüşünü dile getiriyor (Bulaç,
05.02.1997). Bir diğer yazısında da, aynı meseleleri sıraladıktan sonra soruyor “bunlar bir askeri
müdahale gerekçesi olabilir mi? Hayır. Ama Türkiye’nin kendine özgü demokrasisinde bunların
her biri bir gerekçe olabiliyor” (11.02.1997). Benzer bir yaklaşımla Karaalioğlu da MGK’nın
yetkilerinin daraltılması, YAŞ kararlarının yargı denetimine tabi olması gibi taleplerinin altına
her gerçek demokratın imza atabileceğini belirterek şöyle devam ediyor: “Varsayalım bunlar
gerçekleşecek. Ordu bunları engellemek için darbe yapar mı? Ya da, üniversiteli öğrencilerin
başörtü özgürlüğü ve isteyenin kurban derisini istediği yere vermek için?” (Karaalioğlu,
29.01.1997). Davut Dursun ise RP’ye karşı yürütülen yıpratma kampanyasının bir “Tek Parti
refleksi”nin ürünü olduğunu ileri sürüyor (Dursun, 23.01.1997):
Bu konuda şu haber ve köşe yazılarına bakılabilir : Masonlara ilişkin : « Bunlar da çete » 19/01/1997 ;
« Gladio masonların emrinde », 20/01/1997 ; JİTEM’e ilişkin : Ahmet Taşgetiren, « Komisyona değil
medyaya ‘Ve Paşa konuştu…’ », 18/03/1997, s.5 ; Başörtüsüne ilişkin : « Susurluk-Cerrahpaşa omuz
omuza », 20/01/1997 (haber), A. Taşgetiren, « Sayın Başbakan’ı bir özgürlük nöbetine çağrı… »,
5/12/1996 ; « Kriz taciri » : 12/02/1997, 13/04/1997.
5
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
456
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
Her söze başlarken “demokrasi”yi, “insan haklarını”, “özgürlükleri”
dillerinden düşürmeyen kesimlerin, nasıl bir “Tek Parti refleksi” içinde
bulundukları, “resmi ideoloji”nin şekillendirdiği monolitik zihniyeti ortaya
koydukları, hala Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki toplumun bütün boyutlarıyla
yukarıdan aşağıya inşa edilmesi yöntemini benimsemekte oldukları, söz konusu
olaylar karşısında takındıkları tavır ve tutumlarıyla ortaya çıkmaktadır. (Dursun,
06.02.1997)
Köşe yazılarının yanı sıra, haberlerde de gerilimin suni biçimde tırmandırıldığı ve bunun
sakıncaları vurgulanıyor: “İş dünyası, son günlerde ortaya atılan darbe söylentilerinden rahatsız,
Maceraya Hayır!”(07.02.1997); “Medya darbe oyunundan vazgeçmiyor”(02.02.1997); “Bahane
arıyorlar” (05.02.1997); “Demokrasi dışı formüllere Türkiye’nin tahammülü yok. Hiç Boşuna
Uğraşmayın”(06.02.1997); “Kronik Kriz tacirleri’ne yeni oyuncak bulundu: Sincan olmadı,
pompalı verelim. Pompalı Komedisi” (12.02.1997); “Başkan Gül ve Orgeneral Bir’den darbeci
medyaya tekzip. Alkış Yalanı” (24.02.1997).
28 Şubat MGK toplantısının takip eden günlerde, Erbakan’ın da yansıttığı biçimde,
“Beklentilerin aksine gerginliğin değil uzlaşmanın hakim olduğu bildirildi. Gerginlik
çıkmadı”(01.03.1997);
“Türkiye tahriklere rağmen ‘demokrasi’ dedi. Darbe defteri
kapandı”(02.03.1997) gibi manşetlerle toplantının sorunsuz geçtiği açıklanırken üçüncü günden
itibaren, durumun aktarılandan farklı olduğu açığa çıkınca söylem değişiyor: “Tek particiler geri
götürmeye çalışıyor ama Türkiye demokraside kararlı. Geri Dönüş yok” (03.03.1997);
“MGK’da dile getirilen talepler değişik kesimlerce ‘kabul edilemez’ bulunuyor. Bir Daha
Düşünün!” (06.03.1997). Kararların anti-demokratik niteliği vurgulanıyor ve yeniden Tek Parti
dönemi ve CHP’nin yönetim mantığıyla ilişki kuruluyor.
28 Şubat kararları ile girilen yeni dönem gazetenin editörü tarafından “MGK’lı
demokrasi” olarak tanımlanırken, 18 maddelik uygulama talimatı, Tek Parti döneminden beri
CHP’nin savunageldiği ilkelerle büyük oranda benzerlik taşıdığı ve artık çok partili hayatla
başlayan demokratik dönemden geri dönülmeye başlandığı iddia ediliyor. Ancak, Türk halkının
“60-70 yıldır bu dayatmaları ve önüne konan ‘gerici’ engelleri aşarak” bugünlere geldiği de
belirtiliyor (Ocaktan, 03.03.1997; 31.03.1997). Taşgetiren ise toplumsal zemini “son derece
zayıf olan” MGK bildirisinin bir CHP perspektifi taşıdığını ileri sürüyor. MGK’nın bir istişare
organı olarak algılanamayacağını çünkü kararlarının “tartışılmaz, geri çevrilemez bir veri”
olarak kabul edildiğini ve bu nedenle bir darbe veya muhtıra gücüne sahip olduğunu yazıyor.
MGK kararları ile, “İslamcılar gelirse topluma bir hayat tarzı empoze ederler” gerekçesiyle,
topluma “laik yaşam tarzı”nın dayatıldığı görüşü savunuluyor (Taşgetiren, 03.03.1997;
26.03.1997; 21.03.1997). Bu kararların tartışılmaz olarak algılanmasının zihni alt yapısının
doğmasında ise üç etkileyici unsur olduğu belirtiliyor:
Birisi, millette elde edemediği sonucu, asker marifetiyle yaptırma eğilimidir.
Diğer ifadeyle, milleti asker eliyle terbiye etmektir. Bu CHP çizgisidir (...). İkincisi
rakibi asker eliyle dövme politikasıdır. Şu anda pek çok siyasetçinin, “Refah’ın
askerden bir şekilde dayak yemesi”nden müthiş bir heyecan duyduğu kesindir.
Üçüncüsü ise “asker müdahale eder korkusu”dur. Bilhassa sağdaki politikacıların
sendromu budur. Bir darbe veya askeri müdahale yerine örtülü irade beyanları her
zaman tercih edilir. (Taşgetiren, 26.03.1997)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
457
Utku Uraz Aydın
Davutoğlu ise artık her MGK toplantısının küçük ölçekli hissedilmeyen müdahalelerin
ayar merkezi haline geldiğini belirterek, Türkiye’de sistemi sistem dışına çıkararak kontrol
altında tutmak isteyenlerin büyük ölçekli müdahalelerle etki alanlarını diri tutmak istediklerini
iler sürüyor. Ancak şok darbelerin riskini azaltır gibi görünen bu uygulamaların uzun dönemde
siyasi kültür ve meşruiyet açısından çok daha sakıncalı bir tablo ortaya çıkaracağını, halkın
siyasi katılımının yönlendirmediği sistem-dışı müdahalelerin kurumsallaşacağını vurgulayan
Davutoğlu, Türkiye’deki siyasi kültürün toplumsal bir meşruiyet zeminine oturmasını isteyen
herkesi bu tür müdahalelere karşı ortak bir tavır sergilemeye çağırıyor.(Davutoğlu, 02.03.1997)
Gerilimin sürmesi üzerine Nisan ayında birkaç gün üst üste haberlerde ve köşe
yazılarında siyasetle uğraşmanın bizzat orduya zarar verdiği görüşü işleniyor. “Siyaset orduyu
yıpratıyor” başlıklı haberde, medya ve muhalefetin, askeri tahrik ederek siyasetin içine
çekmesinin, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin halk nezdindeki saygın konumunu zedelediği belirtiyor.
Haber şöyle devam ediyor:
Dinle ilgili her şeyi ‘darbe nedeni’ olarak gösteren medyanın tavrı, halk
arasında ‘Ordu dine karşı mı?’ sorusunun sık sık sorulmasına yol açıyor. Bazı
subayların günlük politika ile ilgili açıklamaları da ordunun daha çok tartışılmasına
yol açıyor. Dış politikadan eğitime, kurban derilerinin toplanmasından başörtüsüne
kadar her şey ‘asker’ ile ilişkilendiriliyor. Bazı subaylar da bu eğilimi teşvik edici
tutumlar takınıyor. (23.04.1997)
Ocaktan ise ordunun siyasi aktörlerden biri olarak sahnede yerini aldığını belirtiyor.
Askerin de görüşlerinin, taleplerinin, endişelerinin olabileceğini fakat bunun dile getirileceği
yerin yetkili kurumlar olduğunu, ve demokrasilerde yetki ve sorumluluğu siyasal iktidarda
olduğunu yazıyor. Eğer eleştiriler kamuoyuna açık biçimde yapılırsa kamuoyundan da
eleştirilerin gelmesinin kaçınılmaz olduğunu bunun da orduyu yıpratacağını ifade ediyor ve
ekliyor: “Türk toplumunun ordu konusundaki hassasiyeti zedelenmemelidir” (Ocaktan,
14.04.1997). Taşgetiren de iki yazısında ordunun taraf haline gelmesinin sakıncaları üzerinde
duruyor. Yazara göre askerin tartışmalara bir taraf olarak katılması iki açıdan yanlış. Bunlardan
ilki, askerin herhangi bir insandan veya demokratik kitle örgütünden farklı olarak elinde silah
bulunmasıdır. Bir tarafın elinde silahın bulunduğu bir siyasi mücadelede, bu kesimin tavrını
açıklaması, “herkesin düşünce disiplininin kaybolması, demokratik yaklaşımların rafa
kaldırılması, tartışmaların askerin tavrına endeksli hale gelmesiyle” sonuçlanır (Taşgetiren,
11.04.1997). Taşgetiren, üniformalı ve elde silah yapılan her konuşmanın, oyların eşitliğini
ortadan kaldıran bir durum olduğu görüşünü savunuyor. İkinci sorun ise askerin vatan
savunmasındaki görevi sebebiyle, tüm toplumun ortak değeri olması ve ülkedeki fikir ve siyaset
kamplaşmaları içinde yer almasının onu tartışma konusu haline getirmesidir. Yazar yazısını
şöyle bir çağrıyla bitiriyor:
Sayın komutanlar, bizim orduya gösterdiğimiz özen ve kendilerini tartışmak
istemediğimiz kadar, kendilerinin de elde silah tartışmaya girmemeye özen
göstermelerini bekliyoruz. Sivilleşin, tartışalım. Lütfen orduyu tartışma dışı
tutmaya itina edelim. (Taşgetiren, 12.04.1997)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
458
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
Yeni Şafak gazetesinin orduya ve darbeye dair tutumunun, her ne kadar İslami basın
içindeki başka unsurlar kadar devletçi bir yaklaşıma sahip olmasa da, Türkiye’deki İslami
muhafazakarlığın milliyetçilik ve otoriterlik/devletçilikle olan iç içe geçmişliğinden azade
olmadığını görmek mümkün. Darbe karşısında demokratikleşme ve sivillik söylemi elbette
baskın olan, ancak ordunun güvenilirliğinin yıpratılmaması, halkın orduya dönük hassasiyetinin
zedelenmemesi de darbe karşıtı argümantasyonun sıklıkla tekrarlanan unsurları arasında
bulunuyor.
III. Refah Partisi-Erbakan
Refah Partisi ve Erbakan’a ilişkin haberler ve köşe yazılarında dikkat çekici olan, bunlar
çoğu kez bir iç tartışma üslubunda yazılmış olmasıdır. Yazıların önemli bir kısmında Erbakan’ın
kritik durumlarda nasıl bir tutum alması gerektiğine yönelik taktikler ve perspektifler sunuluyor.
Kendisinden beklenen tavırları gösteremediği taktirde de sert eleştirilerden kaçınılmadığını
görüyoruz. Ahmet Taşgetiren’in de belirttiği gibi Yeni Şafak’ın yaklaşımı, Erbakan’ı “hem
desteklemek, hem uyarmak” şeklinde özetlenebilir (Taşgetiren, 03.12.1996). Gazetenin,
Erbakan’a bu destek ve uyarıları iki başlık altında incelenebilir: Susurluk olayları ve
sonrasındaki gelişmeler ile MGK toplantısında doruğa ulaşan orduyla hükümet arasındaki
gerilim.
A) Susurluk
Susurluk kazasını izleyen günlerde, Erbakan’ın olayların üzerine gitme niyetinde
olmadığı anlaşılınca, hem başbakanın bu çekincesi açıklanmaya çalışılır, hem de her şeye
rağmen bu meselenin çözülmesinin elzem olduğu üzerinde durulur.
Ahmet Taşgetiren, “RP bir şeyler yapar” kanaati ile değil “Acaba RP bir şeyler yapabilir
mi?” sorusuyla tüm gözlerin RP’nin üzerine odaklanmış durumda olduğunu, partinin bu
meseleye bulaşmamasının mümkün olmadığını yazıyor. Hükümetin bu konudaki suskunluğunun
dayanılmaz olduğunu, Refah Partisi’nin muhalefet dönemlerinin neredeyse unutulduğunu,
Erbakan’ın gerekirse hükümeti bozma pahasına olayların üzerine gitmesi gerektiğini söyleyen
Taşgetiren Erbakan’a bir çağrıda bulunuyor: “Sayın Başbakan gün sizin gününüzdür. Lütfen
çıkın ve tüm ülkeyi dayanılmaz kokulara boğan şu ufunetli ortamı temizleyin; kahraman olun”.
Hala umutlu olmak istediğini belirttiği bir diğer yazısında Taşgetiren bir çağrıda daha
bulunuyor: “İktidar olabilmek için ayağınıza bir fırsat geldi, onu da Çiller’in manyetik alanı
uğruna heba etmeyin. Kirlenme dosyasının haşiyesi olma tehlikesi var. Gelin etmeyin. Biraz
cesaret lütfen. Doğrusu budur” (Taşgetiren, 07.11.1997; 08.11.1996; 18.11.1996). Gazetenin
editörü Mehmet Ocaktan ise, Erbakan’ın bu ülkenin başbakanı değilmiş gibi
davranamayacağını, bu kirli ilişkiler ağını bütün açıklığı ile ortaya çıkaracak demokratik bir
adım atması gerektiğini vurguluyor (Ocaktan, 11.11.1996). Kendisine yüklenen görevi yerine
getirememesi üzerine, Yeni Şafak yazarlarının umudu giderek tükeniyor, ve Refah Partisi’nin,
“demokrasiye en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde” “otoriter devletçiliğe” dört elle sarılarak,
devletin çeteler konusunda yeniden gözden geçirilmesi yönündeki “tarihi fırsatın” berhava
edildiği ileri sürülüyor (Taşgetiren, 17.03.1997; Ocaktan, 14.01.1997). Bulaç faili meçhul
cinayetler meselesinin, başörtüsü, Hacca karayoluyla gitmek, Taksim’e ve Çankaya’ya cami
dikmek ve kurban derileri kadar, “hatta çok daha önemli” olduğunu vurgularken (Bulaç,
18.12.1996), Taşgetiren, “sistemin çığlığı” olarak nitelediği Susurluk’un öneminin RP
tarafından anlaşılamadığını iddia ediyor. Kendisinden çok daha köklü bir “temiz yönetim”
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
459
Utku Uraz Aydın
operasyonu beklenen Erbakan’ın, yeterli projeden yoksun olduğundan “ürkek ve el yordamıyla
hareket ettiği izlenimi” verdiğini yazıyor. Ona göre RP’nin oturduğu sosyal tabanının
“Türkiye’nin hastalıklı yapısından bir özel bir çıkar umması söz konusu değildir” ve “olan
biteni görebilecek bir duyarlılığa sahiptir çünkü sistemdeki çarpıklığın bedelini en çok onlar
ödemiştir”. Ancak RP, bu yeniden yapılanma fırsatını kaçırmıştır, artık söz konusu olan
yalnızca sistemin “tamiri”dir. (Taşgetiren, 03.12.1996; 27.12.1996)
B) Laiklik Tartışmaları ve MGK
Refah Partisi bu konuda da yeterli projeye ve hazırlığa sahip olmamakla eleştiriliyor. Ali
Bulaç RP’nin, devletin merkezi alışkanlıklarını devam ettirdiğini ve hiçbir köklü tedbiri
gündeme getirmediğini düşünüyor. Yirmi yedi yıldır aktif siyasetin içinde olan ve sisteme en
yüksek perdeden meydan okuyan bir siyasi hareketin icraatlarının bu denli sınırlı olmasına
şaşırıyor:
Tabii ki kimse, Refah’tan “radikal” beklentiler içinde değil. Kimse Refah’ın
fevri, ani, rijid ve üzerinde yeterince düşünülmemiş adımlar atmasını istemiyor.
Ülkenin iç ve dış limitleri çok önemli. Kısa, orta ve uzun vadede yapılabilecek
şeyler, uygulanacak politika ve stratejiler var. Hiç küçümsemiyorum ama İslamcı
bir iktidarın alameti farikası “başörtüsü, karayoluyla hac ve kurban derilerinin
sivilleştirilmesi” değil, olmamalı. (Bulaç, 28.11.1996)
Ancak hükümetin “alameti farikasını” oluşturan bu konular Yeni Şafak açısından önemli
mücadele konuları teşkil ediyor. “Türkiye bu hakları istiyor” başlıklı manşet haberde
kamuoyunun hükümetten beklediği başörtülülerin rahatlıkla okuması ve askeri tesisleri
girebilmesi, memura Cuma izni verilmesi, devlet dairelerinde sakalın serbest bırakılması gibi
konularda istenilen sürati yakalayamadığı vurgulanıyor (20.11.1996). Bir diğer manşette ise
“Taksim’e cami ve başörtüsü yasağı gibi konularda seçilmiş hükümetin etkisiz kalmasına tepki”
olarak “Referanduma gidilsin” çağrısı yapılıyor.(28.01.1997)
Davut Dursun ise RP’nin başörtülü avukatların duruşmalara, öğrencilerin üniversitelere
girmelerini temin etmeye yönelik çabalarla, kendi sahiplerinin gönlüne su serpmesine karşın
zaman zaman merkez partileri gibi davranma eğiliminde olduğunu ve kendisini bu konuma
getirenleri unutuyor gözüktüğünü belirtiyor. “RP merkeze karşı kimliğini sürdürmeli ve
kenardakilerin temsilcisi olduğunu unutmamalıdır. Kenardakiler için RP hayati bir ihtiyaç ve
dayanak merciidir” deniyor. (Dursun, 23.11.1996)
Refah Partisi’nin tabanından gelen baskılar sonucu Taksim’e cami, başörtüsü, kurban
derileri gibi meselelerde gösteriye kaçarak gerilime prim verdiği konusunda görüşler mevcut
(Karaalioğlu, 01.02.1997). Taşgetiren, RP’nin izlediği iki farklı çizgi olduğunu düşünüyor.
Bunlardan ilki etkili güçler ile karşı karşıya gelmek söz konusu olduğunda gerilemek, susmak,
sinmek. Parti YAŞ kararları, Kriz Yönetim Merkezi, askere özel zam, İsrail’le anlaşmalar gibi
alanlardaki kendi çizgisini dayatamadığından ilkeli bir parti görüntüsünden uzaklaşmaktadır.
Refah, kendi tabanının duyarlılıklarını yansıttığı farzedilen popüler konularda (Taksim’e cami,
sokak defilesi...) ise gerilime prim vererek dişe diş mücadele etme yöntemini benimsiyor
(Taşgetiren, 03.01.1997). Böylesi bir politikanın tecride yol açacağı uyarısında bulunan
Taşgetiren yeni bir iktidar üslubu bulunması gerektiğini savunuyor:
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
460
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
“Yeni üslup” üzerine çok çok çalışmak gerekiyor, ama benim düşündüğüm
en genel çerçeve, “aktif diyalog” çerçevesidir. Pusmadan, sinmeden, içe
kapanmadan, tecrit olmadan, meydan okumadan, gösteriye kaçmadan, suçlamadan,
biçmeden, şefkatini ve sevgisini hissettirerek, Türkiye sevgisini en net biçimde
vurgulayarak, Türkiye insanı için bir asgari müşterek veya ortak değer mantığının
sözcüsü olarak her kapıyı çalmak. (Taşgetiren, 31.01.1997)
Yazara göre bu konudaki bir ortaklık laiklik konusunda da yeni uzlaşmalar doğurabilir.
Ayrıca RP ile organik bağı olmayan ama hayata aynı noktadan bakan insanlardan oluşan ve
partinin dışarıdan nasıl göründüğünü sorulabileceği bir “akiller meclisi” kurulması gerektiği de
vurgulanıyor (Taşgetiren, 31.01.1997). Ali Bulaç da, RP’nin kendisiyle organik bağı olmayan
insanları da dinleme alışkanlığına sahip olmamasına “yanıyor”. Öğretim üyesi Cüneyt
Akalın’ın, Radikal gazetesinde yayınlanan bir yazısındaki “RP’nin seksenlerden itibaren gerçek
yüzünü örtmek için bir makyaj yapmayı düşündüğü ve Bulaç gibi aydınları vitrine çıkardığı”
iddiasına karşı Ali Bulaç, RP’ye karşı en küçük bir eleştirinin dahi, Salih Kapusuz gibi kişiler
tarafından “biz onlara gösteririz, bu sözleri onlara yediririz” gibi tepkilerle karşılandığı
belirtiyor. RP eğer bir dinleme alışkanlığına sahip olsaydı, “belki bugün her şey çok daha farklı
olurdu” diyor Bulaç. (Bulaç, 13.03.1997)
28 Şubat MGK toplantısı sonrasında RP’nin alması gereken tutum konusunda iki farklı
yaklaşım sergileniyor gazete sayfalarında.
Mehmet Ocaktan, hükümetin sanki hiçbir şey olmamış gibi “bir aymazlık” içinde
olmasının bir garabet örneği olduğunu vurgulayarak, demokrasiyi zedeleyen bu muhtıra
karşısında daha onurlu davranıp istifa etmesi gerektiği görüşünü savunuyor. Ona göre böylesi
bir davranış hem demokrasinin namusunu kurtarırdı, hem de darbe ve dikta yanlısı medyaya bir
ders olurdu (Ocaktan, 03.03.1997). Taşgetiren de benzer bir yaklaşımla, RP’nin “MGK
hükümet kuramaz ve meclise model dayatamaz” ve “bu paketi sahiplenen parti varsa hodri
meydan” diyerek seçim istemesi gerektiğini yazıyor (Taşgetiren, 14.03.1997). M. Akif Aydın’a
göre ise Türkiye’nin iradesini atanmışlardan seçilmişlere teslim edecek tedbirlerin alınması bu
olayları önleyebilirdi. Ancak Refah Partisi “böyle bir strateji izlemedi. Aksine atanmışları
kuvvetlendirici ve onlara cesaret verici bir yol tuttu. En büyük yanlışı da bu oldu” (Aydın,
10.03.1997). Ömer Çelik ise, Mayıs ayında sürece ilişkin yaptığı bir değerlendirmede şöyle
diyor:
Artık RP üzerine düşen sorumluluğu yerine getirsin, her şeye hem evet hem
hayır diyerek sorunun çözülemeyeceğini görsün, hükümette kalma adına her şeye
teslim olmanın ahlaken doğru olmadığını umursamıyorsa siyaseten intihar
olduğunu farketsin (...) çözümü dillendirecek cesareti göstersin ya da sine-i millete
dönsün. Muhalefette ya da iktidarda olmaktan çok daha önemli olanın siyasal karar
olma süreçlerini etkilemek olduğunu artık çok geç olmadan öğrensin. (Çelik,
16.03.1997)
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
461
Utku Uraz Aydın
Karaalioğlu ise “Hoca istifa etsin” diyenlerin darbe lobisinin ekmeğine yağ sürdüğü
görüşünde. Çünkü hükümetin RP kanadının iradesiyle bozulması bu partiyi “protokole
uymayan, sadece iktidar olmak için muhataplarını kandıran, takiyyeci ve anti-demokratik bir
siyasal hareket” düzeyine indirir. Ayrıca istifa, darbe yapılmadan da MGK toplantılarının ya da
çeşitli askeri törenlerde verilecek mesajların dahi hükümetleri düşürebileceğini kanıtlar, ki
“buna ne Erbakan’ın ne de Çiller’in hakkı vardır”. (Karaalioğlu, 31.03.1997)
Erbakan’ın tutumuna karşı en sert çıkışlardan biri ise bir manşetten yapılmış: “Kamuoyu
Başbakan Erbakan’ın tavır koymasını bekliyor. Ne Yapacaksan Yap!”. Bu manşette, artık bir
yol ayrımına gelindiği ve Erbakan’ın ya askeri otoriteye boyun eğmesi ya da milletin iradesini
temsil edemeyen bu hükümeti bitirmesi gerektiği ifade ediliyor (24.04.1997). Bu haberin ilginç
olan kısmı ise bunun bir “haber”e dayanmaması; herhangi bir imza veya mahreç taşımaması,
kaynağının ve arka sayfada devamının bulunmaması, yani salt bir uyarı işlevi taşıması. Bir diğer
sert manşet de şöyle: “Gönüllü kuruluşlardan Başbakan Erbakan’a: bu imzayı atma. Halk Sizi
Affetmez”. (29.04.1997)
Erbakan’a yönelik en ağır eleştiriyi, sürecin başından itibaren en sert tepkileri veren M.
Ocaktan getiriyor. Ocaktan, siyasal sistem içinde ne partilerin, ne hükümetlerin ne de meclisin
artık ideallerle ve siyasal ahlakla ilişkisi kaldığını belirterek Refah Partisi’nin bile, sistem
tarafından kabul edilmek ve “derin devlet”le bütünleşmek uğruna bugüne kadar savunduğu
ideallerden kolayca vazgeçtiğini ileri sürüyor (Ocaktan, 28.04.1997). Ocaktan’a göre, “sığ
radikal söylemi” çıkarıldığı takdirde, Refah Partisi’nin diğer partilerden hiçbir farkı olmadığı
anlaşılacaktır. Yazı şöyle devam ediyor:
Zira şimdi anlaşılıyor ki, Refah Partisi bugün hiç de mantıklı açıklaması
yapılamayan muhalefetteki radikal söylemine rağmen, gerek koalisyonun oluşum
sürecinde, gerekse iktidarda sergilediği tavırla aslında “derin devlet”teki “iktidar
bloku”na katılmayı hedefliyormuş. Bu yüzden iktidarda sergilediği popülist anlayışla,
hem ‘merkeziyetçi devlet’ ve siyaset yapılarını daha da pekiştirmiş, hem de bu aktörlerin
toplumsal dokuyu tahrip eden yönlerini güçlendirmiştir. (Ocaktan, 12.05.1997)
IV. Genel Değerlendirme
Bir siyasi gazete olarak Yeni Şafak’ın, belirli bir politik hatta sahip olduğunu iddia eden
tüm kesimlerin kendilerini yeniden sınama fırsatı bulduğu, ve birçoğunun da (sağda ve solda)
eksenini yitirdiğine tanık olduğumuz bu son derece girift kriz sürecinde, belirli bir ideolojik
mevzii tutarlı biçimde, gerektiğinde siyasal ve ideolojik olarak yanında bulunduğu iktidarı da
eleştirerek savunduğunu ifade emek gerekir.
Esasında, Yeni Şafak gazetesinin ve yazarlarının tüm bu kriz sürecinde aldıkları
tutumların temelinde yatan, bizzat siyasal pozisyon almanın, hatta siyasal düşünmenin zeminini
oluşturan, toplumsal güçleri belirli bir eksene göre saflaştırma biçimidir. Burada gayet belirgin
biçimde, Türkiye toplumunda yaşanan ve askeri müdahalelerin kökenlendiği bölünmenin bir
tarafına “seçkinler”, öte yanına ise “millet/halk”ın yerleştirilir. Bu, Türk muhafazakârlığının
klasik söylemiyle tümüyle uyuşur: Batılı modernleşmeyi zorla dayatan sivil ve askeri bürokratik
seçkinlerin karşısında geleneklerine bağlı mütedeyyin millet kutupsallaştırması, Cumhuriyetin
erken dönemlerinden itibaren benimsenen ve elbette Demokrat Parti döneminde giderek
kurumsallaşmış bir referans çerçevesi oluşturur. Burada bu iki kavramın ne denli birer “torbakonsept” olduğu üzerinde durmayı gerekli görmüyoruz. Ama bu konuda vurgulanması gereken
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
462
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
meselelerden biri, bu seçkin-millet karşıtlığının büyük oranda dinî-kültürel göndermelere sahip
olduğu ve örneğin siyasal ve iktisadi İslamî elitlerin herhangi bir eleştiri odağı oluşturmadığıdır.
Seçkinler kapsamına giren kesimler askeri zümre, medya patronları, siyasetçiler, bürokratlar
veya daha genel olarak devletten oluşmaktadır. Fakat o dönemde “yeşil sermaye” olarak anılan
burjuvazinin belirli fraksiyonlarının sahiplenilmesinde herhangi bir beis görülmez. Aynı
doğrultuda askeri vesayete karşı çıkan iş çevrelerinin beyanatlarını manşetten verme, ordudan
atılan subaylara sahip çıkma, darbe karşıtı büyük medya köşe yazarlarını veya siyasetçileri
övme gibi konularda da görebileceğimiz gibi, Yeni Şafak gazetesinin “bir kısım” seçkinle
herhangi bir sorunu yoktur.
Toplumsal güçleri tasnif etmek, temel çatışma dinamiklerini belirlemek ve dolayısıyla
saflaşmasının eksenini tespit etmek, stratejik yönelimler oluşturmak açısından ne denli elzemse,
tarihi yorumlamak açısından da bir o kadar aslîdir. Bu (batılılaşmış ve geleneklerine
yabancılaşmış) seçkinler ve (mütedeyyin) millet ayrımına dayalı kavrayış aynı zamanda tarihin
gelişme dinamiklerine dair bir okumayla da, yalnızca metodolojik olarak değil, karşıtlık
içerisinde kurduğu toplumsal güçler açısından da örtüşür. Merkez-çevre veya devlet-toplum
ikilikleri üzerine inşa edilen ve “devlet-merkezli” diyebileceğimiz bu analitik çerçeve seksenli
yıllardan itibaren hâkim hale gelmiştir. Bu türden bir okumanın temelinde Osmanlı
İmparatorluğu’ndan devralınmış bir “güçlü devlet geleneğinin” varlığı yatmaktadır. Bu bakışa
göre merkez/devlet/askeri ve sivil bürokrasi veya duruma göre Kemalist elitler olarak tarif
edilen güç odakları çevrenin, sivil toplumun, burjuvazinin, piyasanın özerkleşmesini
engelleyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin olağan bir demokratik rejime kavuşmasını engellemiştir
(Dinler, 2003; Akça, 2006). Bu tarih okuması çok incelikli bir tespitle Galip Yalman tarafından
“muhalif fakat hegemonik” olarak tanımlanır. Muhalifliği, özerk, kendi rasyonalitesine ve
çıkarlarına sahip, toplumdan kopuk ve onun taleplerini kale almayan ve Osmanlı
imparatorluğundan beri değişmemiş olan bir “güçlü devlet” imgesine karşı konumlanışından
ileri gelmektedir. Hegemonik boyutu ise bir yandan bu imgenin gerçek olduğuna
inandırmasından kaynaklanmaktadır; öte yandan da piyasayı ve sivil toplumu devletten
bağımsız ve bireysel özgürlüklerin gerçekleştiği alanlar olarak tarif ederek kamuoyunun
inşasında belirleyici bir pozisyona sahip oluşuna dayanmaktadır (Yalman, 2002a). 24 Ocak
kararlarıyla birlikte başlayan kapitalizmin yeniden yapılandırılması sürecine paralel olarak,
Türkiye’de devlet ve toplum ilişkilerinin tarihine dair bu okuma neoliberal projenin
meşrulaştırılmasına doğrudan katkıda bulunmuş ve devletin yeniden şekillendirilmesine yönelik
ideolojik taarruza dâhil olmuştur (Yalman, 2002b). Doksanlı yıllarda bu çalışmada tarif
ettiğimiz işlevi gördükten sonra ise, söz konusu tarih okuması Adalet ve Kalkınma Partisi
hükümetleri altında giderek otoriter bir yönetim biçimine evrilen bir iktidarın, daimi bir
mağduriyet ve tehdit altında olma söylemine eklemlenerek kültürel temelli ötekileştirmeye ve
her türden muhalefetin kriminalleştirilmesine meşruiyet sağlayan bir ideolojik çerçeve oluşturur.
Bu argümantasyona dayalı olarak siyasal iktidarın edimlerinin olumlanması ve bu bağlamda bir
oydaşmanın inşasında ise, artık anaakımlaşmış islami-muhafazakâr medyanın temel
unsurlarından biri olan Yeni Şafak da belirleyici bir aktör olarak yükselir. Ancak bu, başka güç
ilişkilerine dayanan bambaşka bir konjonktüre ait ve hâlâ farklı veçheleriyle araştırılmayı
bekleyen bir hikâyedir6.
Muhafazakar bir anaakım medya bloğunun oluşumunu hem siyasal-iktisat çerçevesinde hem de farklı
ideolojik yönleriyle (ahlakileştirme, otoritaryen kişilik, güvenlik politikaları, Kürt sorunu, yoksulluk
6
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
463
Utku Uraz Aydın
KAYNAKLAR
AKÇA, Ismet. Militarism, Capitalism and the State: Putting the Military in its Place in Turkey,
Boğaziçi Üniversitesi, yayınlanmamış doktora tezi, Istanbul, 2006.
AKÇA, İsmet “The articulation(s) and disarticulation(s) between militarism and capitalism in
the age of neoliberalism: The case of Turkey in the post-1980 period”, “Militarism:
Political Economy, Security, Theory”, Centre for Global Political Economy, University
of Sussex, Brighton, İngiltere, 14 – 15 Mayıs, 2009;
AYDIN, U. Uraz. Gauches, Libéralisme et Démocratie. Les Mutations des Intellectuel Turcs
(1980-2008), Yayımlanmamış doktora tezi, INALCO/Marmara Üniversitesi, 2009.
AYDIN, U. Uraz (der.). Neoliberal Muhafazakar Medya. İstanbul: Ayrıntı yayınları, 2015.
BALTA Paker, Evren . “Dış Tehditten İç Tehdide: Türkiye’de Doksanlarda Ulusal Güvenliğin
Yeniden İnşası”, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, der. Evren Balta Pakerİsmet Akça, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2010, 407-431.
BAYRAMOĞLU, Ali. 28 Şubat Bir Müdahalenin Güncesi, İstanbul: İletişim, 2007.
BORATAV, Korkut. 1980’lı Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, Ankara: İmge,
2005.
DİNLER, Demet. “Güçlü Devlet Geleneğinin Eleştirisi”, Praksis dergisi, no:9 Kış-Bahar 2013.
GRAMSCİ, Antonio. Gramsci Kitabı. Seçme Yazılar 1916-1935, (haz. David Forgacs), çev.
İbrahim Yıldız, Ankara: Dipnot yayınları, 2010.
İNSEL, Ahmet “MGK Hükümetleri ve Kesintisiz Darbe Rejimi”, Birikim, sayı 96, Nisan 1997,
s.15-18.
JESSOP, Bob. « Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonik Projeler », Devlet Teorisi.
Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, çev. Ahmet Özcan, Ankara : Epos, 2008, ss.263293.
ÖNGEN, Tülin .“Türkiye’de Siyasal Kriz ve Krize Müdahale Stratejileri. “Düşük Yoğunluklu
Çatışma”dan “Düşük Yoğunluklu Uzlaşma Rejimine”, Sürekli Kriz Politikaları, der.
Neşecan Balkan-Sungur Savran, Metis, İstanbul, 2004, ss.76-104.
ÖZKAZANÇ, Alev. “Türkiye’nin Neo-Liberal Dönüşümü ve Liberal Düşünce”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce. Liberalizm. İstanbul: İletişim, 2005, s.634-656;
SEVİNÇ, Murat. “Milli Güvenlik Kurulu ve 1997 Süreci”, Birikim, sayı 131, Mart 2000, s.6071.
YALMAN, Galip. “Hegemonya projeleri olarak devletçilik, kalkınmacılık ve piyasa”,
Liberalizm, Devlet, Hegemonya, Ed. E. Fuat Keyman, Istanbul :Everest, 2002..
YALMAN, Galip. « The Turkish State and Bourgeoisie in Historical Perspective: A Relativist
Paradigm or a Panoply of Hegemonic Strategies », The Politics of Permanent Crisis.
söylemi, LGBTI hakları, sendikal örgütlenme…) inceleyen çalışmalar için bkz.: U. Uraz Aydın (der.),
Neoliberal Muhafazakar Medya, İstanbul: Ayrıntı yayınları, 2015.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
464
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
CLASS, Ideology and State in Turkey, Sungur Savran- Nesecan Balkan (ed.), New
York : Nova Science Publishers, 2002.
Köşe Yazıları
AYDIN, M. Akif. « Refah’ın başına bunlar neden geldi », 10/03/1997, s.2.
BULAÇ, A. « Refah’ın Ankarası’nda 100 bin insan », 28/11/1996, s.2.
BULAÇ, A. « Faili meçhuller », 18/12/1996, s.2.
BULAÇ, Ali. « Devletlerin Gizli Silahı Gladio » (yazı dizisi), başlangıç tarihi : 18/12/1996.
BULAÇ, A. « RP’yi sabote etmek », 05/02/1997, s.2.
BULAÇ, A.. « Neden rahatsızlar », 11/02/1997, s.2.
BULAÇ, A.. « ‘Bir dakika karanlık’ kaç yıl sürecek », 26/02/1997, s.2
BULAÇ, A. « Komplocular ‘şifremizi nasıl da çözüyor ?’ », 13/03/1997, s.2.
BULAÇ, Ali. « İmam Hatipler ve din eğitimi », 25/03/1997, s.2.
ÇELIK, Ömer . « Muhtıra ! », 16/03/1997.
DAVUTOĞLU, Ahmet. « Darbe söylentileri ve müdahalenin kurumsallaşması », 02/03/1997
s.5.
DAVUTOĞLU, A. « Medya hangi zafere koşuyor ?», 05/03/1997, s.5.
DAVUTOĞLU, A. « İmam-Hatip Liseleri üzerine », 16/03/1997, s.5.
DAVUTOĞLU, A. « Dayatmacı eğitim felsefesi », 26/03/1997, s.5.
DAVUTOĞLU, A. « Yeni bir halk üretmek », 27/03/1997, s.5.
DAVUTOĞLU, A. « Tek boyutlu eğitim ya da kaybettiğimiz ufuklar », 30/03/1997
DAVUTOĞLU, A. « Mağdurlar dengesizliği », 02/04/1997, s.5.
DAVUTOĞLU, A. « Eğitimde devşirme zihniyeti », 07/05/1997, s.5.
DAVUTOĞLU, A. « Medyanın gücü ve rolü », 21/05/1997, s.5..
DURSUN, Davut. « RP, sorular ve kenardakiler… », 23/11/1996, s.3.
DURSUN, Davut, «Yüksek Askeri Şura ve sivil iktidar », 14/12/1996, s.3.
DURSUN, Davut. « Tek Parti refleksi aşılmadıkça », 23/01/1997, s.3.
DURSUN, Davut. « Çok partili sistemde devam eden « Tek Partililik », 06/02/1997, s.3.
HAN Kayani, M. « Susurluk, kaza mı tegah mı ? », 11/4/1997, s.8.
KARAALİOĞLU, Mustafa. « Şura’da kıyım kararı », 11/12/1996, s.5.
KARAALIOĞLU, Mustafa. « Darbe söylentileri », 29/01/1997, s.5.
KARAALIOĞLU, Mustafa. « Hoca’nın stratejisi », 01/02/1997, s.5.
KARAALIOĞLU, M. « Darbe isteyen Susurluk’a baksın », 05/02/1997.
KARAALIOĞLU, Mustafa. « MGK Susurluk’u konuşsa », 27/03/1997, s.5.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
465
Utku Uraz Aydın
KARAALIOĞLU, M. « Hükümet neden bozulmaz », 31/03/1997.
KIRAS, İbrahim. « Bir dakika karanlık, ‘Kürt sorunu’, ‘Kıbrıs sorunu’ ve darbe », 2/03/1997, s.
KİRAS, İbrahim. « Susurluk Şubat’ta bitmişti », Yeni Şafak, 14/03/1997, s.5.
OCAKTAN, Mehmet. « ‘Derin Devlet’te yol kazası », 11/11/1996, s.3.
OCAKTAN, M. « Susurluk oyunları », 30/12/1996, s.3.
OCAKTAN, M. « ‘Derin Devlet’te kara delikler », 14/01/1997, s.3.
OCAKTAN, M . « Refah’ın yeni rotası », 17/02/1997, s.3.
OCAKTAN, M. « MGK’lı demokrasiye alışalım », 03/03/1997, s.3
OCAKTAN, M. « Sanıyorlar ki… », 31/03/1997, s.3.
OCAKTAN, M. « Krize koşar adım », 14/04/1997, s.3.
OCAKTAN, M. « Nereye Kadar… », 28/04/1997, s.2.
OCAKTAN, M. « Refah mı krizi, kriz mi Refah’ı besliyor ?», 12/05/1997, s.2..
ÖZCAN, Mustafa. « Ordunun tepkisi », 14/12/1996, s.9.
ÖZCAN, M. « Engizisyon », 02/03/1997, s.9.
ÖZEL, İsmet. « Toplumu temizlersek geriye ne kalır ? », 04/12/1996, s.3.
ÖZEL, İsmet. « Medyatik sabuklama », 25/12/1996, s.3.
TAŞGETİREN, A. « Susma, sustukça… », 07/11/1996, s.5.
TAŞGETİREN, A. « ‘Devlet çürümüştür’ sözü ne anlama geliyorsa », 08/11/1996, s.5.
TASGETIREN, Ahmet. « En kötüsü ve en doğrusu », 18/11/1996, s.5.
TASGETIREN, A. « Özgürlük en çok bize lazım ! », 19/11/1996, s.5.
TASGETIREN, A. « Erbakan en önemli adam », 03/12/1996, s.5.
TASGETIREN, A. « Sayın Başbakan’ı bir özgürlük nöbetine çağrı… », 05/12/1996.
TASGETIREN, A. « RP hazırlıklı olsaydı. », 27/12/1996, s.5.
TASGETIREN, A. « Bir zorlu tercih », 03/01/1997, s.5.
TASGETIREN, A. « TÜSİAD paketinde Aşil’in topuğu », 23/01/1997, s.5.
TASGETIREN, A. « Yeni bir iktidar üslubu bulmak », 31/01/1997, s.5.
TAŞGETIREN, A. « RP, medya ve yönetim », 7/02/1997.
TAŞGETIREN, A. « RP’nin Susurluk tereddüdünün sebebi », 21/02/1997, s.5
TAŞGETIREN, A. « MGK sonrası gerilime bir daha bakmak », 01/03/1997.
TAŞGETIREN, A. « Bir CHP hükümeti programı », 03/03/1997, s.5.
TAŞGETIREN, A. « Komisyona değil medyaya ‘Ve Paşa konuştu…’ », 18/03/1997, s.5.
TAŞGETIREN, A. « RP’nin kriz yönetimi üzerine », 14/03/1997, s.5.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468
466
28 Şubat Muhtırası ve Yeni Şafak Gazetesi Bir Yayın Politikasının Analizi
TAŞGETIREN, A. « Gündem o kadar yüklü ki… », 17/03/1997, s.5.
TAŞGETIREN, A. « ‘Yaşam tarzı’ dayatması », 21/03/1997, s.5.
TAŞGETIREN, A. « MGK’nın etkisinin kaynağı ve demokrasi », 26/03/1997, s.5.
TAŞGETİREN, A. « Çeteleşmeyi devlet ne kadar ciddiye alıyor », 05/04/1997, s.5.
TAŞGETIREN, A. « Orduyu taraf haline getirmemek », 11/04/1997, s.5.
TAŞGETIREN, A. « Askerler konuşsun ama, lütfen silahsız ! », 12/04/1997, s.5
Haber, yazı dizisi, mülakat, rapor
Aşkın, Servet, « Çokuluslu Suç Örgütü » (yazı dizisi), başlangıç tarihi : 20/11/1996.
« Alkış Yalanı », 24/02/1997.
« Asker Susurluk’un neresinde ? », 13/02/1997.
« Bahane arıyorlar », 05/02/1997
« Bir daha düşünün! », 06/03/1997.
« Bunlar da çete » 19/01/1997.
« Darbe defteri kapandı », 02/03/1997.
« Gerginlik çıkmadı », 01/03/1997.
« Geri Dönüş Yok », 03/03/1997.
« Gladio masonların emrinde », 20/01/1997.
« Halk sizi affetmez », 29/04/1997.
« Hiç boyuna uğraşmayın », 06/02/1997
« Kriz taciri », 12/02/1997.
« Maceraya Hayır ! », 07/02/1997.
Mahçupyan, Etyen. « Temizlik Devlete Lazım », (mülakat), 8/12/1996.
« Medya darbe oyunundan vazgeçmiyor », 02/02/1997.
« Ne yapacaksan yap ! », 24/04/1997.
« Orduya da dokunun », 10/12/1996.
« Pompalı komedisi », 12/02/1997.
« Referanduma gidilsin », 28/01/1997.
« Siyaset orduyu yıpratıyor », 23/04/1997.
« Susurluk-Cerrahpaşa omuz omuza », 20/01/1997.
Şahin, Ali. « İşin ucu Genelkurmay’da mı ? », 23/11/1996.
Şahin, Ali. « Jitem yeni karanlıkta kaldı », 5/04/1997.
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 449-468
467
Utku Uraz Aydın
« Tanklar Susurluk’u işgal edemez », 8/02/1997.
TBMM Araştırma Komisyonu Raporu, « Devlet çetesinin resmi belgeleri », 06/04/1997.
«Türkiye bu hakları istiyor », 20/11/1996.
Ural, Taceddin -Ali Şahin, « Türkiye bu hakları istiyor », 20/11/1996.
468
SOBİDER
Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 449-468