HF152 - Hayatım Futbol

Transkript

HF152 - Hayatım Futbol
Yayın Koordinatörü
Emre Belözoğlu
İlker Yılmaz
16,5 yaşında Galatasaray formasıyla sahaya adım atan Emre Belözoğlu
o günden bu yana tartışılıyor. Galatasaray’dan ayrılışıyla, Fenerbahçe’ye
transferiyle, sakatlıklarıyla, hakemlerle, rakiplerle, medyayla ve
taraftarlarla diyaloguyla her zaman gündem oldu. Peki Emre her
yaptığıyla eleştirilmeyi hakediyor muydu? Belki de az bile eleştirildi,
belki de biraz ağır oldu. Bu sayıda kapağımızı Emre Belözoğlu’na ayırdık.
Başka bir pencereden bakmaya çalıştık.
Yazarlar
Ahmet Sercan Ergün
Aslıhan Karlıdağ
Bahadır Bozkurt
Emre Gürkaynak
Fırat Topal
Rafet Baran Eryılmaz
Serkan Akkoyun
Hayatım Futbol’un 152. sayısında ayrıca; ABD futbol ligi MLS’in dur durak
bilmeyen yükselişini, Tottenham’da sonunda kendini ispatlayan Harry
Kane’i, şampiyonlar Ligi’nde dolu dizgin giden Dortmund’un neden bu
sezon Bundesliga’da başarısız olduğunu, İspanya’da bir türlü kendini
parlatamayan Soriano’nun Red Bull Salzburg’daki yükselişini, 100. yılını
kutlayan sinemamızdaki futbol filmlerini ve Konak Belediyespor’un
masalsı yükselişindeki başaktör teknik direktör Hüseyin Tavur’un
röportajını bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#152 BU SAYIDA
Emre Belözoğlu
Manchester United’da oynayıp Fransız olsaydı, Türkiye’de efsaneydi!
Röportaj
Türkiye’ye kadın futbolunda ilkleri yaşatanlar: Hüseyin Tavur ve
Konak Belediyespor
Tottenham’ın En Golcü Taraftarı
Harry Kane hayalindeki formaya bomba gibi geri döndü
Bu Aşk Burada Bitmez
Dortmund’da işler yolunda değil ama her şeye rağmen:
“Kloppo du Popstar”
MLS’in Gelişimi
Bir zamanlar alay konusuydular belki ama ABD’nin futbolu
dur durak bilmiyor
Yeşil Sahadan Beyaz Perdeye
Türk sinemasının 100. yılında futbol üzerinden çekilmiş filmler
Avusturya’da Bir Katalan
İspanya’da bulamadığı çıkışı Avusturya’da yakalayan Soriano,
altın ayakkabıya göz kırpıyor
Serkan Akkoyun
O KADAR DA UZUN
BOYLU DEĞİL!
Manchester United’da oynayıp Fransız
olsaydı, Türkiye’de efsaneydi!
Profil HF152
“Şimdiki aklım olsaydı öyle yapmazdım. Ama öyle
yapmasaydım da şimdiki aklım olmazdı.”
Emrah Serbes
Doğum günümün üzerinden 2 gün geçmişti. Birkaç
ay önce Kopenhag’da UEFA Şampiyonu olan takım
şehre geliyordu. Gerçi kadrosunu değiştirmişti
biraz ama yine de aynı forma, aynı arma ve aynı
renkler vardı. Dönemdeki adıyla Türkiye 1. Futbol
Ligi’nin 13. haftasında Adanaspor sahasında
Galatasaray’ı konuk ediyordu.
Henüz 13 yaşında futbol delisi bir çocuk için
daha iyi doğum günü hediyesi olamazdı.
Galatasaray maçı için Adana 5 Ocak Stadı’nın kale
arkasındaydım. Tel örgülere ufak parmaklarımı
geçirmiş, örgülerin oluşturduğu baklava dilimleri
arasından gövdesi kırmızı, omuzları siyahsarı tasarımlı Galatasaray formasını izliyorum.
İçindekilerin yerine kendimi koyuyorum. Sonra
Hagi’yi görüyorum. Onun yerine kendimi
koyamıyorum, o kadar da değil, diyorum. Ümit
Davala çemberle tutturduğu saçlarını savurarak
koşuyor. Fatih Akyel gaddar, acımadan yıkıyor
Adanaspor forvetlerini. Taffarel, Küçük Hakan,
Hasan Şaş, Suat sakat oldukları için kendilerini
benden mahrum bırakıyorlar. Popescu. Son
penaltıyı gol yapınca sevineceğim derken ranzanın
üst katından aşağı düşmeme neden olan. Ne
kadar da uzunmuş? Galatasaraylı futbolcuların her
biri gözümde devasa kahramanlar. Ama bir tanesi
hiç büyümüyor. Zorluyorum, olmuyor. Ufacık
boyuna inat enine genişlemek isteyen baldır ve
bacakları ile bir sağa bir sola koşuyor. İkinci yarıda
da 14 senedir görüntüsü gözümün önünden
gitmeyen aşırtma golü atıyor. Hiçbir sergide
duvara asılamayacak sanata imza atıyor: Emre
Belözoğlu.
Hedefteki adam oldu
Yıllar sonra Emre Belözoğlu ile yine karşılaştım.
Bu sefer ne o sahada ne ben tribünde… Zaten
tel örgüler de artık kaldırıldı. Kavgaları, küfürleri,
sakatlıkları ile Türkiye’de reytingi hiçbir zaman
düşmüyor Emre’nin. Yaptıklarını dünyada
yapanların posterlerini şirketlerindeki odalarına
asan futbol entelektüelleri, tel tel dökülüyorlar
Emre olunca konu, nefret köşelerinden. Emre
Belözoğlu’nun Türkiye’nin en kariyerli, gelmiş
geçmiş en yetenekli, Avrupa’nın en top 3 liginde
-2’sinde çoğunlukla yüksek seviyede- forma giymiş
futbolcusu olduğunu itiraf edemiyorlar. Çünkü
Türkiye’nin futbol romantikleri, mum ışığında
izliyorlar futbolu ve mum dibine ışık vermez misali,
Emre’nin üzerine damlatıyorlar nefretlerini. Bu
bir Emre’yi aklama çabası değildir. Ama biraz
abarttınız.
Katil demek bu kadar kolay mı?
16 yaşında başlayan Galatasaray serüveninde
trenler yol arkadaşı oldu. 17’sine gelince artık
Galatasaray’ın profesyonel futbolcusuydu. Trenler
yetmedi onu Florya’ya kavuşturmaya. Mercedes
marka bir araba satın aldı. Bu arabayla, kimilerine
göre namaza yetişmek isterken, yaptığı kaza
sonucu bir kişinin hayatını kaybetmesine neden
oldu. Cenaze sahibi aile Emre’yi affetti. Çünkü bu
bir kazaydı. O dönem Fenerbahçe tribünleri Emre
için “Katil Emre” diye bağırdı. Emre’nin bilerek
ve isteyerek 17 yaşında hiç tanımadığı bir insanı
yolda arabasıyla çarparak öldüreceğine inandılar. O
insanlar iyiydi, Emre kötü…
Galatasaray taraftarını üzdü
“İmkânlar kısıtlı olunca insan daha azimli oluyor
istediklerini elde etmek için” diyordu Emre bir
röportajında. Galatasaray’da çok şey yaptı. 4 sene
üst üste şampiyon oldu. UEFA Kupası’nı kazandı,
yarı finalde kart görüp finale saha içinden değil de
tribünden yer ayırtmasına rağmen. Altyapılarda
sadece futbol eğitimi veren Türk sisteminin
mağdurlarından birisi de Emre’ydi işte. Çocuk
yaşta profesyonel oldu ve adrenalin seviyesi hep
en üst seviyelerdeydi. Omuzlarına sorumluluk
yüklendi. Ailesi, kişisel hırsları, Galatasaray’ın
başarısı derken çoğumuzun alışverişini bile
ailesinin yaptığı yaşlarda, her günü 1 hafta gibi
yaşadı. 21’e geldiğinde kendi dediği gibi, “35-36
yaşındaki bir futbolcunun tecrübesine” sahipti.
Büyürken olgunlaşamadı. Şımardı, erken ‘oldum’
dedi. “Sağlıklı yaşam için spor yapmıyorum”
diyerek aylar süren görüşmelerin ardından Burak
Elmas’ı hayal kırıklığına uğratıp Galatasaray’a
hiç para kazandırmadan Inter’e gitti. Taraftarlar
işte buna, yıllar sonra Fenerbahçe forması
giymesinden daha çok kızdı. Çünkü onların
çocuğuydu Emre ve kendilerini ihanete uğramış
hissettiler. Emre yanına birkaç kişisel eşya ve bolca
ego alarak İtalya’ya gitti.
İtalya’da vukuatlar
fırsatlar verdi. Bir süre bunları çok iyi kullandı ama
Roma maçında gördüğü kırmızı kartla birlikte artık
geri dönülemez bir yola girdi. Günümüz Emre’sinin
temelleri o günlerde atılıyordu.
İtalya, İngiltere ve ardından Türkiye. Devam eden
süreçte Emre’nin rotası bu oldu. İtalya’da ‘Boğazın
Maradonası’ ve ‘Diego’ lakaplarını aldı. İtalyan spor
programlarında Maradona ile kıyaslandı. 2003’te
San Siro’da atılmış en iyi gol, Emre’nin Lazio’ya
attığı aşırtma golü seçildi. O golü izlediğimde,
Adanaspor maçı geldi aklıma. Havadan süzülerek
yere inip, ağlarla buluştuğunda kale arkasındaki
13 yaşındaki İtalyan çocukla kucaklaştım. Inter’de
önce Cuper ardından Mancini ona çok önemli
Roma, birkaç gün önce Galatasaray’la oynamış ve
sahada adeta savaş çıkmıştı. Roma polisinin de
dâhil olduğu, Galatasaraylı futbolcuların resmen
dayak yediği olaylar sonrasında Emre, Inter-Roma
maçının 80. dakikasında Recoba’nın yerine oyuna
girdi. 90. dakikada ise Emerson’a… İtalyan basını
“Emre eski takım arkadaşlarının öcünü aldı”
derken bunun aslında bir başlangıç olduğunu
kimse bilmiyordu. Sırada Valencia maçı vardı…
Şampiyonlar Ligi. Emre, Inter forması ile
Valencia’ya karşı ilk 11 başlıyor. Dakikalar 14’ü
gösterirken Emre’nin hazırladığı pozisyon sonunda
Vieri skoru 1-0 yapıyor. Her şey Milano ekibi için iyi
giderken Emre’nin ruhunda kıpırtılar başlıyor. 57.
dakikada kendisine sert bir faul yapan Albelda’ya
kafa atmak, nedeni bilinmez bir şekilde Emre’nin
içinden geliyor. Hakem Markus Merk ise kırmızı
kartı ile Emre’yi ödüllendiriyor. 2001’de geldiği
Inter’le 2 sezon boyunca çok iyi işler çıkaran ve
takımın değişilmez isimleri arasına giren Emre bu
sürecin ardından düşüşe geçiyor. Bir sene sonra
Hollandalı Edgar Davids gelince forma iyice elden
gidiyor. “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan
gideceksin” der atalar. Emre de 2005 yılında
İngiltere’ye, Newcastle United’a gidiyor.
İngiltere’de vukuatlar
İtalya’da sadece kartlarla başı belaya giren
Emre’nin İngiltere’de dertleri daha da linç edilmeye
müsait hal aldı. Irkçılıkla suçlandı, aklandı. 3
ayrı dosya gitti FA’in önüne üçü için de “temiz”
raporu verildi. Daha sonra Türk mahkemeleri onu
‘ırkçı’ tayin etmiş olsa da İngiltere’de kendisine
yapılan suçlamalar asılsız çıktı. Sel halini alan bir
yağışlı hava sırasında cama Arap kızı çıkartan
çocuklar olarak, Emre’nin ırkçılık yaptığına tüm
samimiyetimizle inanıyor muyuz? Yoksa adını
8’e indirmek mi zor geliyor? Saha içinde rakibine
çift dalıp, kafa attığı için ırkçılık yapabileceğine
inanmak, orada olmadan, sadece karşı tarafın
söylemleri ile karar vermek mantıklı mı? Ya
da neredeyse hiçbir kararına güvenmediğiniz
Türk mahkemeleri Emre konusunda mı bir tek
Hammurabi ile yarışır hale geliyor? O çok kızdığınız
Emre’de olup da sizde olmayan çok önemli şey
aslında sorun: Samimiyet.
Devlet Güvenlik Mahkemesinde
yargılandı
İtalya günlerinde taşındığı evin odasını Galatasaray
forması ve posterleri ile donatmıştı Emre. Nazım
Hikmet okuyordu. Aynı zamanda Necip Fazıl
da… Yıllar sonra başucu kitabının konusunu
içeren Mevlana, Şems ayrı ilgi alanlarıydı.
Galatasaray’ın maddi sorun yaşadığı dönemde 50
bin lira yardımda bulundu. 2004/05 sezonunda
Galatasaray’a dönmek, 100. yıl kadrosunda yer
almak istedi. Inter’de de işler onun için kötü
gidiyordu ama Roberto Mancini izin vermedi,
takımda tuttu. Hagi’nin tavsiyesi ile topu daha
iyi hissedebilmek için kramponları çorapsız giyen
Emre, 2005 yılında ise adı Fenerbahçe ile anılırken
çok konuşulacak bir ziyaret yaptı: Amerika’ya gitti.
Haziran ayı içerisinde gerçekleşen bu ziyaret
kimilerine göre normal bir tatil kimilerine göre
ise transferi konusunda fikir danışma ziyaretiydi.
Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan Fethullah
Gülen’i ziyaret ettiği ve gönülden bağlı olduğu
hocasına akıl danıştığı iddia edilen Emre dönüşte,
Fenerbahçe’yi değil; Newcastle United’ı seçmişti.
Inter’de oynadığı dönemde Çanakkale’de yaşayan
bir vatandaşın şikâyeti sonucu DGM Savcısı Nuh
Mete Yüksel’e gidip ifade verdiler. Fethullah
Gülen’in kurduğu iddia edilen suç örgütünü övme
suçundan sorgulanan Emre (ve Hakan Şükür) delil
yetersizliğinden serbest kalmış ancak bu ilişki
Emre’nin üzerine müebbetle yapıştırılmıştı.
‘Fuck off’lar ilk değil
Kariyerini futbolu dışında bu çalkantılı olaylarla
bezeyen Emre son olarak Beşiktaş maçında
söylediği sözler nedeniyle gündem oldu. Küfürlü
şiirleriyle bilinen ölmüş şairlerin doğum günlerini
kutlayan bizim romantikler, enternasyonal
anlamda Emre’nin de dediği gibi ‘küfür’
sayılmayan bu ifadeler üzerinden kılıçlarını
keskinleştirdiler. Söz konusu Emre ise gerisi
tekme, tokattır. Vurun. Oysa ki Emre bu sözleri
Avrupa’da, Avrupa’da oynayan hemen hemen tüm
meslektaşları gibi defalarca söyledi ve tahmin edin
hiçbiri gündem oldu mu? Olmadı. Ceza geldi mi?
Gelmedi. Mesela…
Türkiye’nin Euro 2008 elemeleri için çıktığı Norveç
maçında Emre, kendisini Roma maçında kırmızı
kartla oyundan atan Markus Merk’e bir pozisyon
sonrası bu sözleri söyledi. Merk, Emre’yi ‘itirazı’
nedeniyle uyardı. Daha sonra Norveçli Iverssen de
aynı kelimeleri kullandı. Merk ise birçok Avrupalı
hakem gibi işine baktı.
Temeline inersek
“İnsandan insana, aman” der Terentius “ne
ayrılık.” Milli maçta atılan gol sonrası basın
tribününe hareket çeken de, Adanaspor maçında
13 yaşında çocukları kendisine hayran bırakan da,
eşi görülmemiş bir şekilde 32 yaşında Atletico
Madrid’e transfer olan da, kariyeri boyunca hiçbir
sezon 30’dan fazla maç oynayamayan da Emre
Belözoğlu. Ama 34 yaşındaki bu adamın temel
problemi, her gelişimini dışavurumsal yaşaması.
16 yaşında içine girdiği profesyonel dünyada
ne öğrendiyse, ne öğretildiyse bizlerle paylaştı.
Öfkeyi tanıdı sahanın ortasında öfkelendi. Küfür
öğrendi sahada etti. Dostlar edindi sahada kolladı.
Heybesine o kadar çok şey koydu ki asıl yapması
gereken şey bir süre sonra ikinci plana gitti;
futbol. Takım bir bedense o hep kalp olmak istedi.
Fakat Allah ona beyin olma donanımı vermişti.
Bu yüzden doku uyuşmadı, her seferinde hastayı
kaybettik.
Emre, Fatih Terim tedrisatından çıkıp Hagi
medresesinden mezun oldu. Futbolculuk
döneminde rakibine kafa atıp burnunu kıran -hem
de yetiştiği kulübün formasını giyen- pavyonda
olay çıkaran Fatih Terim, UEFA finalinde kırmızı
kart gören, hakeme yaka paça saldıran Hagi. İki
dahiyane futbol adamı, saha dışında iki sevimli
adam. Kısıtlı yetenek ama büyük yürek Fatih
Terim, dünyanın gelmiş geçmiş en yetenekli sol
ayaklarından Hagi. İkisini yan yana düşününce
aklınıza kim geliyor? Henüz 16 yaşındayken, asıl
mevkisi olan forvet arkasında Hagi var diye altyapı
hocaları tarafından defansif bölgeye çekilen,
burada başarılı olabilmesi içinde vücut yapması
için sürekli halter çalıştırılan Emre’nin yaşadığı
kasık ve üst kas sakatlanmaları da işte bu bilinçsiz
yetiştirilme tarzı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş
en yetenekli ve en kariyerli futbolcusu, tüm bu
yaşananlara rağmen 34 yaşında haliyle 20’lik
gençlere sahaya dar ediyor.
Dikkat edin…
Emre’yi eleştirelim. Emre’ye kızalım, uyaralım.
Ama bunu yaparken yazdığınız kalemi aslında
kimlerin tuttuğunu, çıktığınız televizyon kanalları
için hangi kanalları kullandığınızı, para ve imkân
için hangi insani hislerden vazgeçtiğinizi, mesleğe
yeni başlayan gençleri nasıl bu işlerden uzak
tutmaya çalıştığınızı, telefondan asgari ücretle
çalışan editörlere köşe yazdırdığınızı hatta
onu bile yapamayıp maçtan sonra yayınlanan
programlarınızdan derletip gazeteye bastırdığınızı
unutmayın.
En pis Emre’yse kabul. Çünkü en çok kiri en temiz
olan gösterir.
“Bana doğru gelen hiçbir şey yoktur ki yanlış gibi de
gelmesin”
Montaigne
Aslıhan Karlıdağ
KADIN FUTBOLUNUN
AVRUPALI YILDIZI
Türkiye’ye ilkleri yaşatan Konak
Belediyespor Kadın Futbol Takımı’nın
teknik direktörü Hüseyin Tavur, 2. Lig’de
başlayan başarı masalını anlattı
Röportaj HF152
Konak Belediyepor Kadın Futbol Takımı’nın teknik
direktörü Hüseyin Tavur’la kamp yaptıkları otelde
bir araya geldim. Hüseyin Hoca ile, 2. Lig’de averaj
takımı olan Konak’ın, iki yıl üst üste şampiyonluğa
giden yolcuğuluğunu ve Şampiyonlar Ligi’nde
Avrupa’nın en iyi 16 takımından biri olma
hikayesini konuştuk.
Aslıhan Karıdağ: Konak Belediyespor Kadın Futbol
Takımı maceranız nasıl başladı?
Hüseyin Tavur: 2005 yılında Konak Belediyespor
erkek takımını çalıştırmaya başladım. 2007 yılında,
ben erkek takımını çalıştırırken Konak Belediyespor
yönetiminden kadın takımını çalıştırmam için
teklif geldi. O zaman, kıramayacağım insanlar
araya girdiği için kabul etmiştim. Ama şimdi
burada bu takımla çalıştığım için oldukça
mutluyum. Bu takımla unutamayacağım
başarılara imza attık.
Kadınlar futboluna hizmetlerim 2007 öncesine
dayanıyor. Aynı zamanda beden eğitimi öğretmeni
olduğum için çalıştığım okulda spor şöleni
kapsamında kız futbol takımı kurmuştum. Benim
takımım üç yıl üst üste eğitim bölgesi şampiyonu
oldu. Bu çalışmalarımın sonucunda üç dört tane
oyuncumu Konak Belediyespor’a vermiştim.
-Konak Belediyespor’u 2. Lig’deyken aldınız
ve o yıl 1. Lig’e çıktınız. Ardından 3.lük, 2.lik ve
şampiyonluk geldi. Teknik direktör olarak sürekli
yükselen bir grafiğiniz var. Bu başarınızı neye
bağlıyorsunuz?
Yaptığım her işte en iyisini yapmaya çalışıyorum.
Felsefem çok çalışmak, tabi oyuncuların buna
ayak uydurması da çok önemli. Ben Konak
Belediyespor Kadın Futbol Takımı’na ilk
geldiğim zaman, tabiri caizse dalga geçilen bir
takımdı. Hatta ben bu takımda antrenörlüğe
başladığımda, dışarıdan çok tepkiler aldım.
Herkesten 10, 15 gol yiyen bir takımla çalışmamı
insanlar yadırgamışlardı ve yol yakınken
bırakmamı telkin ediyorlardı. O günlerden,
Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kalan, iki yıl üst
üste şampiyon olduğumuz günlere geldik.
Bizim çalışmalarımızın yanında yönetim de
ekonomik anlamda önemli bir destek sağladı.
Yönetimin ekonomik desteğini çok verimli
kullandığımı düşünüyorum. Bu ligdeki oyuncuları
neredeyse ayakkabı numaralarına kadar
tanıyorum. Dolayısıyla hep nokta transferler
yaptım ve takımın kadrosunu güçlendirdim.
-Geçen yıl şampiyon olduktan sonra Türkiye’de bir
ilki gerçekleştirip Şampiyonlar Ligi’nde tur atlamak
istediğinizi söylemiştiniz. Paris Saint-Germain
bile gruplardan sonra bir tur ilerleyebilmişken
Konak Belediyespor son 16’ya kalmayı başardı.
Şampiyonlar Ligi’ndeki başarı öyküsünü anlatır
mısınız?
Hiç kimse bizden böyle bir başarı beklemediği
için üzerimizde pek bir baskı ve stres yoktu.
Kura çekildiğinde, grupları incelediğimde ben
çok umutlanmıştım. Oyuncularıma hep şunu
söyledim; “Sizler, eğer bunu başarırsanız bugüne
kadar Türkiye’de gerçekleştilmeyen bir işi
gerçekleştireceksiniz. Ve ileride çocuklarınıza
anlatabileceğiniz, biz bu ülkede bir ilki yaptık
diyebileceğiniz bir olay var karşınızda”.
İlk maçımız Sofya maçıydı ve 2-0 kazandık.
Sarajevo maçında, ilk yarıyı 1-0 mağlup
kapamıştık. Üstelik hakem de kötü bir
yönetim gösteriyordu. Özellikle ikinci yarıdaki
oyunumuzu, o atmosferi, o müthiş tempoyu
hiç unutmayacağım. Belki ilerde çok iyi yerlere
geleceğim ama bir anım istendiğinde hep bu
maçı anlatacağım. Çok müthiş bir maçtı. Stada
girdiğimizde çalınan müziklerle, soyunma
odası koridorlarına asılmış rakip oyuncuların
dev posterleriyle, psikolojik baskı oluşturmaya
çalışmışlardı. Özellikle ikinci yarıda çok iyi bir
oyunla galip geldik. İkinci maçtan sonra gruptan
çıkmayı garantiledik. Üçüncü maç formalite
maçına döndü.
-Bu yıl Şampiyonlar Ligi’nde son maçta Zürih
karşısında alınan mağlubiyetle bir üst tura
çıkma şansını kaybettiniz. Durum hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Bu yıl Şampiyonlar Ligi’nden çok talihsizce, hak
etmediğimiz şekilde elendiğimizi düşünüyorum.
Maçın 15. dakikasında bir penaltı golüyle geriye
düştük. Ardından bir topumuz direkten döndü.
Altıpastan 3-4 tane gol kaçırdık. Biz bu maçın ilk
yarısını 3-1 önde bitirebilirdik. Ama top bir türlü
kaleye girmedi, o gün futbol şansı yanımızda
değildi. Zürih tabi ki çok iyi bir takım, bizi şansa
yendiler diye bir şey söylemiyorum kesinlikle.
Ama skor 1-0’ken bir gol bulabilsek maç çok farklı
bitebilirdi. Ama maalesef 4-1 yenildik.
Ayrıca, grup maçlarının Letonya’da oynanması
da bizi çok etkiledi. İzmir’deki 37-38 derecelik bir
sıcaklıktan, 19-20 derecelik bir havaya gittik. Bu
oyuncularda fizik olarak bir düşüş ve yorgunluğa
sebep oldu. Onu atlatmaya çalıştık, buna rağmen
ilk iki maçımızı kazandık. Zürih maçının olduğu
gün İzmir’de kışın yaşamadığımız gibi bir hava
vardı.
-Konak Belediyespor’dan Şampiyonlar Ligi’nde
çeyrek final bekleniyordu. Bu gerçekçi bir beklenti
miydi sizce?
Bu beklenti maalesef çok gerçekçi değil.
Türkiye’de insanlar Avrupa’daki kadınlar futboluyla
Türkiye’deki arasındaki farkı bilmiyorlar maalesef.
Geçen yılki başarımızdan sonra beklentiler
çok yükseldi. Geçen yıl kimse bizden bir başarı
beklemiyordu. Biz geçen yıl son 16’ya kalarak zaten
çıtayı otomatik olarak yükselttik. Dolayısıyla bu
yıl insanlar, sizin için başarı çeyrek final demeye
başladılar.
-Avrupa’daki rakiplerinizi izleme şansınız
oluyor mu? Erkek futbolunda olduğu gibi rakibi
oyuncularınıza izlettirip taktiği bunun üzerine
kurabiliyor musunuz?
Bir arkadaşım var, o bulabildiği 90 dakikalık maç
görüntülerini bana gönderiyor. Bu görüntüleri
seyrediyoruz, analizleri yapıyoruz tabi ki
ama tamamen kendi imkanlarımızla oluyor.
Federasyonu aradığımızda şu takımın maç
görüntülerini istiyoruz dediğimizde pek sonuç
alamıyoruz. Örneğin bu yıl Zürih’in hiçbir 90
dakikalık maç görüntüsünü elde edemedik.
-Türkiye Ligi’nde bu yıl da şampiyonluk yarışı
Ataşehir ile Konak arasında geçecek diyebilir miyiz?
Şampiyonluk yarışına katılacak başka takımlar
olabilir mi?
Ereğlispor eski gücünde değil. Adana İdman
Yurdu ile Trabzon İdmanocağı güçlü takımlar ve
şampiyonluk yarışına ortak olabilirler. Ataşehir
Belediyespor çok önemli silahları olan bir takım.
Şampiyonluktaki en büyük rakibimiz Ataşehir
Belediyespor olacak diye düşünüyorum.
-Hakan Tartan görevden ayrıldıktan sonra Sema
Pekdak, Konak Belediye’nin başkanı oldu. Bu
değişim size nasıl yansıdı?
Yönetimsel olarak çok büyük bir değişim olmadı.
Çünkü başarılı bir takım var ve yeni yönetim de bu
takımı devam ettirdi. Ama belediyeler kanununda
yapılan değişiklikle belediye bütçesinin binde
12’sini spor kulüplerine aktarım izni verildi. Bu da
Konak gibi bir ilçede devede kulak gibi kaldı. Bunun
sebep olduğu maddi sıkıntıları yaşıyoruz maalesef.
-Milli takımın bir türlü başarıyı yakalayamamasını
neye bağlıyorsunuz?
Bence Türkiye, kadınlar futbolunda şu an bir geçiş
döneminde. Nasıl erkek milli takımımız bir dönem
İngiltere’den sekiz yiyordu, biz de şu an o süreci
yaşıyoruz. Biz de mutlaka çok iyi yerlere geleceğiz
ama maç tecrübemiz çok az. En büyük eksikliğimiz
bu. Oyuncular ne kadar çok uluslararası maç
oynarsa, bu tecrübe milli takıma da yansıyacaktır.
Başarı zamanla mutlaka gelecektir. Ben hep şunu
iddia ettim, teknik anlamda Avrupa ile dünyayla
hiçbir farkımız yok. Belki teknik anlamda onlardan
daha iyi bile olabiliriz. Eksiklerimiz; maç disiplini,
organize olma, fizik olarak çok iyi olmamamız.
Bunları aştığımız zaman çok daha iyi yerlerde
olacağız. Ben buna inanıyorum.
-Geçen sezon oyuncular çok ciddi sakatlıklarda
karşılaştı. Gamze futbolu bırakmak zorunda kaldı,
Seval bırakma noktasına geldi. Sevgi en formda
olduğu dönemde sezonu kapattı. Bu sakatlıklarda
maçların suni çimde yapılmasının bir etken
olduğunu düşünüyor musunuz?
Suni çim özellikle kadınlarda, kasıkların ve dizlerin
bir numaralı düşmanı. Bizim sahamız da çok iyi
durumda değil, bu anlamda problemler yaşıyoruz.
Gönül ister ki doğal çimde oynayalım ama
İzmir’de doğal çim bir Alsancak kalmıştı, onu da
depreme dayanıklı olmadığı için elimizden aldılar.
Atatürk Stadı’nı bakıma aldılar, zaten bizi oraya
sokmuyorlardı. İzmir’de doğal çim sahası olan bir
tek Buca Arena Stadı var. Türkiye’de önemli bir
saha sıkıntısı olduğu bir gerçek.
En iyi oyuncularımı diz sakatlıklarından dolayı
kaybettim. Sevgi formunun zirvesindeyken
sakatlandı. Şampiyon olduk ama Sevgi’nin
eksikliğini hissettik, hala da hissediyoruz.
Gamze’nin de bize çok emeği geçti. Bizim de
mutlaka ona geçmiştir. Kariyerinin zirvesine
bizimle çıktı. Gamze yetenek anlamında bu ligin
üzerinde bir oyuncuydu ama o da sakatlıktan
dolayı futbolu bıraktı.
-Türkiye 1. Futbol Ligi’ndeki takım sayısının ve
takımların neredeyse her yıl değiştiğini görüyoruz.
Bazı kulüpler kapanıyor, yeni kulüpler kuruluyor ya
da bir kulüp sezonun ortasında ligden çekilebiliyor.
Bir teknik direktörün gelecek planlaması yapması
için oldukça zor bir ortam. Ligin başlayacağı tarih
dahi son dakikada belli oluyor. Bu durum sizin
planlamanızı nasıl etkiliyor?
Bu sorularla benim duygularıma tercüman
oldunuz. Biz kadın futbolunda Konak Belediyespor
olarak şanslı kulüplerden bir tanesiyiz. Ben de her
sene TFF’yle yapılan toplantılarda hep şunu dile
getirdim. Parayı pulu her şeyi bir kenara bıraktık.
Bize sadece ligin başlama bitiş tarihleriyle ilgili
önceden bir planlama yapın. Çünkü açıklanmadığı
için biz kendimize göre bir antrenman programı
yapıyoruz. Ama nerede zirveye çıkartacağız,
nerede düşüşe geçeceğiz ya da nerede dengede
gitmemiz gerekiyor bunları bilmiyoruz. Bize hayali
bir tarih söyleniyor. Biz o tarihe göre hazırlanıyoruz.
Sonra tarih değişiyor, bir daha bir yükleme
yapmak zorunda kalıyoruz. Tarihlerin önceden
bildirilmemesi hem benim açımdan hem de ligde
çalışan diğer antrenörler açısından hep sıkıntı
yaratıyor.
8 yıldır bu işin içerisindeyim. Şimdiye kadar hiç
kadın ligleri şu tarihte başlayacak denildiğinde
o tarihte başlamadı, hep ötelendi. Erkeklerde
profesyonel seviyeden U15’lere U13’lere kadar her
şey planlanıyor tarihler belirleniyor, neden kadın
futbolunda bu yapılamıyor?
-Ligdeki karşılaşmalara bölge hakemleri atanması,
hakemlerde ev sahibi takım lehine bir baskı
oluşturuyor mu? Sizin geçen sezon Karadeniz
Ereğlispor maçından sonra bu konuda bir
federasyona bir serzenişiniz olmuştu.
Ereğli örneğinden devam edersek, Ereğlispor
ile maçımız var ve atanan hakem Ereğlili. Kendi
takımının maçını yönetiyor. Ereğli de küçük
bir yer, ister istemez bir gönül kayıyordur diye
düşünüyorum. Ben hep şunu istedim, il dışından
tarafsız bölgeden hakemler gelsin. TFF bunu bir
türlü gerçekleştirmedi.
-Kadın ligi statüsünde 31.12.1985 ve öncesi doğmuş
olan en fazla 5 oyuncu şeklinde bir kısıtlama
bulunuyor. Federasyonun bu kısıtlamadaki amacı
nedir, siz konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sanırım burada amaç daha genç oyuncuların
oynamasını teşvik etmek. 29 yaşını geçmiş
oyunculardan bu saatten sonra bir şey olmaz
diye düşünüyorlar herhalde. Genç oyuncuların
takımlarda daha çok yer alması adına böyle bir
kural olduğunu düşünüyorum.
düşünmüyorum ama önceden PAF takım maçları
bu şekilde oynanırdı.
-Hem kadın hem de erkek takımları çalıştırmış bir
teknik direktörsünüz. Kadın takımında antrenman
tekniği olarak farklı bir yol izliyor musunuz?
-Futbolcu olmak isteyen kızlara ne tavsiye
edersiniz?
Antrenman tekniği veya taktik olarak kadın
ve erkek takımları arasında farklı bir yöntem
izlemiyorum. Kadınların fizik güçleri erkeklerden
farklı olduğu için sadece yükleme dozajında
farklılık oluyor.
-Futbol sahasının eni, boyu, kalenin boyutları
hatta futbol topunun çapı ve ağırlığı hep erkek
fizyolojisine göre belirlenmiş değerler. Tamamen
erkeklere göre dizayn edilmiş bir ortamda kadınların
mücadele etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu eşitlik olarak mı kadınlara haksızlık olarak mı
görüyorsunuz?
Sadece futbolda değil örneğin basketbolda da
bu böyle. Artık günümüzde kadınlar futbolunun
tempo anlamında, dayanıklılık anlamında erkekler
futbolundan hiçbir farkı yok. Ben doğru olanın bu
olduğunu düşünüyorum. Kondisyon anlamında
bir sıkıntı yaşamıyoruz. Hatta tempomuzu
artırmamız için gerekli olduğunu düşünüyorum.
Oyuncuların da hepsi erkeklerle aynı büyüklükte
sahalarda oynamayı istiyorlar.
-Avrupa’da kadınlara futbol oynama yasağının
1970’li yıllarda kalkmasıyla kadınlar için futbol
ligleri kurulmaya başlandı. Bizde kadın futbol ligi
ancak 1994 yılında kuruldu. Dolayısıyla Avrupa
takımlarıyla aramızda önemli tecrübe farkı var.
Aradaki bu açığı nasıl kapatabiliriz sizce?
Türkiye’de Süper Lig’de ve PTT 1. Lig’de yer alan
takımlara kadın futbol takımı kurma zorunluluğu
getirilmeli. O zaman birçok şeyi aşmış olacağız.
Türkiye Kadınlar 1. Ligi’nde Fenerbahçe, Beşiktaş
ve Galatasaray takımları olsa bu kız çocuklarının
futbola olan ilgisini de arttıracak. Ligin reklamı
da yapılmış olacak. Örneğin Fenerbahçe-Beşiktaş
derbisinden önce aynı takımların kadın takımları
maçı oynansa ne kadar güzel olur. İzin vereceklerini
Öncelikle çok küçük yaşta başlamalılar. Bir
kız çocuğu 6-7 yaşında futbol eğitimi almaya
başlamalı. Futbolcunun küçük yaşlarda futbolun
temellerini öğrenmesi çok önemli. Oyuncu
çok yetenekli de olsa 15-16 yaşından sonra
fiziğini geliştirebiliyorsunuz, oyun bilgisini
geliştirebiliyorsunuz.
-Sizin kişisel hedefleriniz nedir?
Geriye dönüp kadın futbolundaki geçmişime
baktığım zaman, bunu ego olarak algılamayın,
2 yıl takımı şampiyon yaptım. Türkiye’de hiç
gerçekleşmeyen bir şeyi başardım, Şampiyonlar
Ligi’nde takımım son 16’ya kaldı. Ama artık yavaş
yavaş erkek futboluna geçişim zamanı geldi diye
düşünüyorum. Belki bir iki sezona kadar gelen
teklifleri değerlendirebilirim.
Almanya HF152
Bahadır Bozkurt
BU AŞK BURADA BiTMEZ
Alman futbolunun son dönemine damga vuran Borrussia Dortmund’da bu sene işler
yolunda gitmiyor. Herşeye rağmen dillerde tek bir şarkı var; “Kloppo du Popstar”
Aşk-ı kıyamet
Ligde aldığı üst üste yenilgilerle şampiyonluk
yarışında havlu atan Borrussia Dortmund’da
dalgalar iyice yükselmiş durumda. Kötü gidişatı
herkes bir nebze örtbas etmeye çalışırken St.
Pauli maçının ardından bir kadın taraftar tüm
gerçekleri su üstüne çıkardı. Jürgen Klopp’un
basın toplantısında birden ayağa kalkarken
dudaklarından “Siz, bizi kötü günlerimizden
kurtardınız, şimdi bu durumda sizi yalnız bırakacak
değiliz” mealinde sözler döküldü. Bu sözler üzerine
Kloppo küçük bir gülümseme ile şunları itiraf
etmek durumunda kaldı; “Böyle duygusal bir an
yaşıyorsak gerçekten krizdeyiz!”
Signal Iduna Park’ta, bu sezon hiç yenilmemiş
Borrussia Mönchengladbach’ı ağırlayan sarısiyahlılar, çok ihtiyaçları olan üç puana sonunda
kavuştu. Bu maçtan puan çıkaramasalardı şu
anda Bundesliga’nın en dibine batmış olacaklardı.
Mönchengladbachlı Kramer’in, Recep Çetin’i
bile kıskandıracak güzellikte orta sahadan kendi
kalesine gönderdiği gol, akıllara Ah Muhsin
Ünlü’nün bir dizesini getirdi; “Bir şey daha var, şans
bana güldüğünde dişleri döküktü.”
Bozulan düzen
Borrussia Dortmund, taktiksel anlamda en etkin
ismi Robert Lewandowski’den yoksun olarak
bu sezona başlamak zorundaydı. Bayern’e
transfer olan Polonyalı, Klopp futbolunun sahaya
yayılmasında en önemli mihenk taşlarından
biriydi. Topu ayağında tutabilen, hava toplarında
etkili, bunun yanında oyunu kenarlara taşıyarak
kenar oyuncularının ceza sahasına girebilecek
koridoru ortaya çıkaran komple bir forvet. Böyle
bir stili kaybetmek Dortmund’un bu sezon
zorlanmasının nedenlerinin başında geliyor.
Klopp, Lewandowski sonrası dönemde daha
statik, vuruş becerisi yüksek Ciro Immobile’yi
transfer etmeyi tercih etti. Ancak klasik
İtalyan stili gol makinesi istenilen randımanda
çalışamıyor. Bunun nedenlerinin başında da
Klopp’un bu sene hızlı ve dikine futbol felsefesini
daha üst noktalara taşımaya çalışması geliyor.
Klopp, kaleci Wiedenfeller’in ellerinden çıkan
topu, neredeyse 4-5 saniye içerisinde Reus ve
Aubameyang ile sonuçlandırmayı hedefliyor. Bu
kadar hızlı bir oyun içerisinde statik bir forvetin
görev yapmasını mümkün kılmıyor.
Klopp’un bir diğer sıkıntısı da orta sahada
bitmeyen sakatlıklar. Neredeyse iki sezondur
‘Süt Kardeşler’ Nuri ve İlkay sakatlıkları nedeniyle
birlikte görev alamadı. Oyunu iki yönlü oynayan
ve Klopp’un ne istediğini çok iyi bilen bu iki isim
yerine oluşan boşluğu, eski sarkık libero stili
oynayan Sebastian Kehl doldurmaya çalışıyor.
Kehl ile birlikte oynayan Bender de daha çok
savunmaya yardım etmeyi ön plana koyuyor.
Takımın hucüm hattını oluşturan Kagawa,
Mkhitaryan gibi ofansif oyuncuların defansif
anlamda eksik kalmaları ve skor yükünü
hala üstlenememesi de bir başka problemi
oluşturuyor. Bu iki oyuncu şu ana kadar toplamda
sadece 1 gol bulabildi. Sakatlık deyince, adını bile
yazmayı unuttuğumuz Jakub Blaszcykowski’yi
de es geçmemiz gerekiyor. Oynadığı zaman ilk
11’in değişilmezi olan ismin, simasını bile unuttuk
desek abartmış olmayız. Dünya Kupası bittiğinde
adı Barcelona ile anılan Mats Hummels’in
sakatlığı da eklenince bu sevimsiz parti Ruhr’un
sarı yakasının iyice canını sıktı. Defansa takviye
edilen Ginter’in bekleneni verememesi nedeniyle
bütün yükü Soktaris ve Subotic ikilisi paylaşmak
zorunda kaldı. Sakatlıklar nedeniyle canı sıkkın
olan Klopp’a bir darbe de yeni transfer ettiği
oyuncularının formsuzluğuyla eklendi ve ligde
istenen sonuçlar bir türlü gelmedi.
Şampiyonlar Ligi bizim işimiz
Ligde işler bu kadar kötü giderken Klopp,
Şampiyonlar Ligi’nde ipleri sıkı tutmaya kararlıydı.
Birbirine benzer, evinde huzursuz 3 ağır abinin
(Arsenal, Dortmund, Galatasaray) dertli meyhane
masasının dördüncü koltuğuna onların hikâyesini
dinlemeye gelen genç Anderlecht oturdu.
Dortmund bu kadar problemli takımlar arasında
daha diri bir duruş sergiledi. Açıkcası bu grupta
bu kadar rahat olmalarının nedeni üst üste
oynadıkları Galatasaray maçları. Bu maçlardan 6
puanı rahatça cebine koyan ekip, bir üst tura kadar
sorunlarını halletmeye çalışacak. Şampiyonlar
Ligi’nin Dortmund için ayrı bir önem taşıdığı kesin.
Avrupa futbolunda kendini göstermek isteyen
oyuncuların bu maçlarda motivasyonu daha
da yükseliyor. İki sezon önce tecrübe ettikleri
Şampiyonlar Ligi finalinin hala içlerinde bir uhde
olarak durduğunu söylemek gerekiyor.
Umut ve kaygı
Dortmund’un ligde üst üste alabileceği bir
galibiyet serisi güvenlerini yeniden kazandırıp,
yükselişe geçmelerini sağlayabilir. Puan
sıralamasının 15’inci basamağında yer alsalar
da hala ligin en çok korkulan ekiplerinin başında
olduklarını unutmamak gerekiyor. Dortmund’un
saha içerisinde bir şekilde işleri yola koyacağından
kimsenin şüphesi yok. Kloppo tüm taraftarların
gönlünde taht sahibi bir isim ve işleri yoluna
koyacak kadar kredisi var. Onun uykularını kaçıran
ise Götze ve Lewandowski’den sonra şimdi de
Reus’u transfer etmek isteyen Bayern Münih.
Beklenen kupaları kaldırmadığı sürece bu duyguyu
tatmak isteyen oyuncular Bavyera ekibine doğru
yol almaya devam edecek. Kloppo Bavyeralılara,
oyunu eşit oynayalım derken gerçek dünyadan
kopmuş tam bir romantik olduğunu söylemek
yanlış olmayacak. Futbolunu heavy metale
benzeten bir adama Hayatım Futbol ekibi olarak
Arif Susam’dan bir şarkı göndererek sesleniyoruz;
“Kınamayın bizi dostlar / Evliler de sevebilir /
Unuttuğu duyguları / Yeniden tadabilir.”
Dünya HF152
Fırat Topal
MLS VE GELiŞiMi
2014 sezonunun şampiyonunu belirleyecek olan MLS play-off mücadeleleri devam
ederken, son yıllarda büyük bir sıçrama yapan MLS’deki gelişimin altında yatan
temelleri inceledik
Sporting Intelligence firması geçtiğimiz yılın nisan
ayında yaptığı araştırmada Amerikan Profesyonel
Futbol Ligi ya da orijinal haliyle Major League
Soccer’ı dünyanın en iyi 7. ligi olarak gösterdi.
Firmanın araştırmasına göre Hollanda, Rusya,
Portekiz ve hatta Fransa ligleri MLS seviyesinde
değildi. Onları geride bırakan 6 ülke Almanya,
İngiltere, İspanya, İtalya, Meksika ve Brezilya
olmuştu. Peki nasıl oluyor da Avrupalıların çok
fazla önemsemediği, bizim ülkemizde ise esamesi
bile okunmayan (Çekleri, İzlandayı adam yerine
koymayan biz, “yankeeler” hakkında ne düşünüyor
kolayca tahmin edilebilir) bir lig bu derece yüksek
bir sırada kendisine yer bulabiliyordu. Bunu,
firmanın sıralamayı yaparken belirlediği kriterlere
bakarak kolayca anlamak mümkün. Maçları
stadyumdan ve televizyonlardan izleyen seyirci
sayısı, mali yapı ve istikrar, atılan gol, rekabet
oranı, uluslararası turnuvalarda başarı ve kullanılan
stadyumların durumu gibi başlıca kriterlerin
ele alınması ile oluşturulan listede, çizgisini
sürekli ileriye taşıyan MLS, Meksika’nın hemen
gerisinde yer aldı. Bu kriterleri tek tek ele alalım,
değerlendirme sonucunu daha iyi anlayacaksınız.
Stadyum ve seyirci devrimi
MLS maçlarını içinde bulunduğumuz 2014
sezonunda stadyumlarda, ortalama 19 bin 149
kişi izliyor. Dünya üzerindeki tüm futbol ligleri
içerisinde en yüksek 9. rakam bu. Tüm spor
aktivitelerini işin içine kattığınızda da lig, ilk
15 şampiyona arasında bulunuyor. Salonların,
stadyumlara göre daha az kapasiteli olması
sebebiyle MLS, çoktan NBA ve NHL’i geride
bırakmış durumda. Henüz beyzbol ve Amerikan
futboluna rakip olacak durumda değiller ama
özellikle beyzbolun tahtını tehdit ettikleri şehirler
de var. Örneğin Seattle Sounders 2012 yılında 43
bin 144 seyirci ortalamasını yakalayarak oldukça
çarpıcı bir rekora imza attı. Şehrin beyzbol takımı
Seattle Mariners, aynı yıl 21 bin 258 seyirci
ortalamasıyla MLB’de mücadele etmişti. Tabii
burada doluluk oranlarını ve söz açılmışken
stadyumları da ele almak gerekiyor. 1999’da
Columbus Crew, futbol maçları için inşa ettiği Crew
Stadyumu’nu açtığından beri futbol karşılaşmaları
odaklı inşa edilmiş 12 stadyum daha hizmete girdi.
Gelecek sezon lige yeni katılacak olan Orlando City
SC, 2016’da tamamlanacak yeni bir stadyum inşa
ediyor.
Bugün MLS’de mücadele eden 19 takımdan
sadece 5’i başka sporlar için inşa edilmiş
stadyumlarda maçlarını oynuyorlar. Houston
Dynamo’nun 2012’de hizmete soktuğu, 22 bin
kişilik BBVA Compass Stadyumu, geçtiğimiz 2
sezonda yüzde 91’lik bir doluluk oranı yakaladı
ve kombine sahiplerinin sayısını 12 bine çekti.
Bu sayı şehrin MLB takımı Astros ve NBA takımı
Rockets ile yarışacak nitelikte. Ayrıca yeni kurulan
stadyumların lokasyonu da seyirci sayısında büyük
önem taşıyor. Yukarıda bahsettiğimiz Seattle
ve Houston’daki stadyumlar şehir merkezine en
fazla 4 kilometre uzaklıktalar. Öte yandan New
England Revolution’ın maçlarını oynadığı, 2002’de
hizmete açılmış, aslen Amerikan Futbolu maçları
için tasarlanmış (New England Patriots) Gillette
Stadyumundaki futbol maçları her hafta yüzde
22’lik bir doluluk oranı ile izleniyor ve stadyum
Massachusetts’in merkezine tam 45 kilometre
uzaklıkta.
İnşa edilen yeni stadyumlara belediyelerin de
büyük desteği var. Ülkede her şehrin desteğinin
yoğunlaşacağı tek takımı güçlendirme
alışkanlığı, futbol takımlarının da inşaatları kendi
bütçelerinden yapabilmelerini ve sponsorluk
anlaşmalarını beraberinde getiriyor. Lig 1996’da ilk
kez kurulduğunda takımlar, stadyumları, şehrin
diğer sporlarda mücadele eden takımlarından
kiralıyor ve yüksek kira bedelleri ödüyorlardı.
TV izlenme oranlarında da önemli bir mücadele
var. Meksika’nın Chivas Guadalajara kulübünün
MLS şubesi olarak kurulan Chivas USA’nın
geçtiğimiz sezon sonu kapanması ile, MLS’nin
izleyici kitlesinin % 33’ünü oluşturan İspanik
kökenli kesimde bir düşüş oldu. Ancak buna
rağmen MLS, TV izlenme oranlarında tepeyi
zorlamaya çalışıyor. Ülkede futbol yayınlarından
elde edilen toplam gelir 126 milyon dolar. Meksika
Ligi 50 milyon dolarla bu alanda açık ara lider. 20
milyon dolarlık bir paya sahip Premier League
ve 16 milyonu kapan La Liga, MLS yetkililerinin
hedefinde.
Mali tablo
Bu harcamalara rağmen MLS kulüplerinin mali
yapısı oldukça iyi durumda. Bunun en önemli
sebeplerinden birisi, ülkedeki diğer profesyonel
sporlarda da uygulanan “salary cap” uygulaması.
Takımların, bünyelerindeki oyuncuların çeşitli
kategorilere ayrılması sonucu ayırdıkları maaş
bütçesinin bir üst sınırı var ve oyuncu gruplarında
bu üst sınırı geçmek yasak. Toplamda da 3.1 milyon
dolarlık bir sınır var. Ancak her takımın, maaşı
bu 3.1 milyona dahil edilmeyen ve “designated
player” adı verilen 3 oyuncuyu transfer etme
hakkı var. Ligin yeni takımı Orlando City’nin
renklerine bağladığı Brezilyalı Kaká, 6 milyon
660 bin dolarlık maaşıyla ligin en yüksek ücretli
oyuncusu oldu. Thierry Henry geçtiğimiz aylarda,
ligin Avrupa ligleriyle aynı seviyeye gelmesi
için, bu uygulamadan vazgeçmesi gerektiğini,
mevcut sistemin takımları, önemli oyuncularını,
maaş bütçesinde yer açmak için göndermeye
zorunlu kıldığını belirtmişti. Lige 2017’de katılması
beklenen ve David Beckham’ın baş hissedarlardan
olduğu Miami kulübü de (Miami’nin bir önceki
kulübü Miami Fusion F.C., 2001 yılında kapandı)
bu maaş sınırına karşı olanlardan. Tabii Beckham
bu düşüncenin arkasındaki en önemli isim. Ancak,
ligin komiseri Don Barker, üst düzey oyuncuları lige
getirme uğruna mali yapıyı bozmak istemediklerini
söyleyerek bu fikre mesafeli yaklaştı.
Öte yandan, Avrupa’da top koşturmuş büyük
yeteneklerin MLS’ye gelme yaşı da geçmişten
bugüne oldukça düşmüş durumda. 2000
öncesinde, Eduardo Hurtado, Roberto Donadoni,
Carlos Valderrama, Walter Zenga gibi isimler, 30’lu
yaşlarının ortasında veya sonunda, kariyerlerini
kapatmak için MLS’ye gelmeyi tercih ediyorlardı.
2000/10 arasında bu yaş sınırı aşağı inmeye
başladı ve artık önemli yıldızlar 30’lu yaşların
başlarında veya 30’lardan önce ülkeye akın etmeye
başladılar. Avrupa’da oynayan yerli oyuncular da
ülkelerine daha erken dönüyorlar. Michael Bradley
26 yaşında, Roma’dan Toronto FC’yer transfer
oldu, Clint Dempsey de 30 yaşında Seattle
Sounders’a imza attı.
Yarışmacılık
MLS, son 11 sezonda 8 farklı şampiyon çıkardı.
Geride bıraktığımız 18 sezonda da 9 farklı
şampiyon var. D.C. United ve Los Angeles Galaxy
4’er şampiyonlukla zirvedeler. Şampiyonluklar
ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden
güneyine yayılmış durumda. Geçen 18 yılda Miami
Fusion, Tampa Bay Unity ve Chivas USA takımları
kapandı ama New York City F.C. ile Orlando City
2015’te, Atlanta, Los Angeles ve Miami takımları
2017’de lige katılacaklar (Los Angeles’ın ligde
zaten bir takımı var). Minneapolis, Las Vegas,
San Antonio ve Sacramento da planlar içerisinde.
Don Garber 2020’de 22 takıma ulaşmış bir lig
hedefliyor.
Ancak bu üst düzey yarışmacılığın artması için,
uluslararası başarının da eklenmesi gerekiyor.
Kuzey Amerika’nın, kulüpler düzeyinde en büyük
organizasyonu CONCACAF Şampiyonlar Ligi’nde,
MLS takımları henüz şampiyonluk kazanamadı.
2010/11 sezonunda Salt Lake City’nin oynadığı
final gelebildikleri en yüksek yer. Buna karşılık
Meksika takımları son 9 sezonu şampiyon olarak
kapatıyorlar.
ABD Futbolu’nun kaderini
değiştiren adam: Don Garber
1999 yılında NFL’nin 2. Başkanı Don Garber,
MLS Komiseri olarak göreve getirildi. Bu, ülke
futbolunun kaderinin değiştiren bir atama
olacaktı. Garber gelir gelmez ligi uluslararası
standartlara çekmek için eskiden kalan birçok
kuralı değiştirdi. 4. kaleci değişikliği, berabere biten
maçların uzatmaya gitmesi, orta sahadan topu
sürerek yapılan penaltı vuruşları gibi kurallar onun
zamanında tarihe karıştı. MLS’yi besleyen ve bir
anlamda 2. Lig gibi işleyen Kuzey Amerika Futbol
Ligi NASL’ı çekici bir hale getirdi. Katar örneğinde
görülen, tamamen şöhretli oyuncuları ve teknik
adamları ülkeye çekerek ligin kalitesini artırma
politikasının, kontrolsüz büyüme getireceğinin
bilincinde olduğundan, istikrarlı bir genişleme planı
yaratıldı. 2006 yılında ligdeki bütün takımlara
14, 15, 16, 18 ve 20 yaş altı takımlar oluşturma
zorunluluğu getirildi. MLS tarihinde ilk kez, bütün
takımları kapsayan yayın ihaleleri onun zamanında
yapıldı ve Amerikan profesyonel sporları için bir
devrim niteliğinde olan sponsorluk anlaşmalarına
imza atıldı. NBA, NFL, NHL, MLB’den farklı olarak,
MLS takımlarının formalarının ön tarafına reklam
alma uygulaması başladı. Garber’ın yaptıklarını
sadece lig için değil, ulusal takımın ilerlemesi
açısından da büyük önemi var. Ulusal takım, 1990
Dünya Kupası’ndan beri düzenlenen 7 kupaya da
gitti ve bunların 4’ünde gruptan çıkmayı başardı.
2014 MLS Play-off mücadelelerinde şu anda
konferans yarı finalleri oynanıyor. New York
Red Bulls ve New England Revolution doğuda,
Los Angeles Galaxy ve Seattle Sounders batıda
kozlarını paylaşacaklar. Son şampiyon Sporting
Kansas City, yarı finallere kalamadı. Dolayısıyla
bu sezon, yeni bir şampiyon çıkaracak. Sezon 7
aralıkta bittiğinde tekrar Hayatım Futbol olarak
MLS’ye değineceğiz.
Profil HF152
Emre Gürkaynak
TOTTENHAM’IN EN GOLCÜ TARAFTARI
HARRY KANE
Yeni sezona, attığı 10 golle damga vuran Harry Kane, içlerinden biri olduğu Tottenham
taraftarının gönlünü fethederken, Teddy Sheringham’ın mirasını cebinde, ‘yeni Bale’
olmanın yükünü ise sırtında taşıyor
Harry Kane, 6 Kasım gecesi Tottenham’ın Avrupa
Ligi’nde aldığı 2-1’lik Asteras galibiyetine tek
golle katkı verirken; bu sezon 10. defa fileleri
sarsıyordu. Henüz kasım ayındayken çift haneye
ulaşan 21 yaşındaki oyuncu aynı zamanda
takımının en golcüsüydü ve White Hart Lane
çimlerine alışkın, Emmanuel Adebayor-Roberto
Soldado ikilisinin yeni sezonda toplam 4 golü
varken takıma ilaç olmuştu.
İyi performansı ve istatistikler Kane’in
yanındayken, hafta arasında Ada basını da yer
almak için farklı bir saf seçmedi. Tottenham
Teknik Direktörü Mauricio Pochettino kadro
rotasyonunu katı bir şekilde uyguluyordu ve bu,
Kane’in Premier League’in 11. haftasında, Stoke
City karşısında ilk 11’de yer almayacağı anlamına
gelebilirdi. Basın, işte bu noktada karşı görüş
belirtti. “Korkmayın, Harry Kane’i oynatmak,
onun kariyerini mahvetmez” ve “Kane Premier
League’de başlamayı hak ediyor” kullanılan
ifadelerin bazılarıydı sadece. Yeni sezonda
henüz bir Premier League maçına ilk 11’de
başlayamayan Kane, son dakikalarda biri asistle,
biri golle olmak üzere takımına iki defa üç puan
getirmişti ve Tottenham bu 6 puanı alamaması
halinde 8 puanla düşme hattında yer alacaktı.
Yani Kane için şimdi değilse ne zamandı?
Ama ‘ne zaman’ı aramaya gerek kalmadı. İngiliz
golcü, Stoke City maçına ilk 11’de başladı. Basın
taraf tutmazdı ve sahada onun yanında değildi.
Ama Kuzey Londra’da tribünler en çok onu
alkışlıyordu. Çünkü o da taraftarın içindendi.
Stada 15 dakikalık mesafede büyümüştü.
Stoke maçı Tottenham için kötü sonuçlanırken
tamamı etkisiz takımda Kane de sadece iyi
mücadele edebilmişti. Peki basını ve taraftarı
arkasına almış, İngiltere Milli Takım Menajeri
Roy Hodgson’a, “Böyle devam ederse onu A Milli
Takım’a davet ederim” dedirtmiş Harry Kane
kimdi?
Teddy Sheringham’ın Tottenham’la gollerini
sıraladığı 1993 yılında Walthamstow’da
doğan ve White Hart Lane yakınında büyüyen
Kane’in hayatı, hem daha sonrada idolü olarak
gördüğünü söylediği Sheringham’la hem de
ailesinin geri kalanı gibi taraftarı olduğunu
söylediği Tottenham’la sıkça kesişecekti.
Çocuk yaşta Tottenham altyapısına dahil olan
Kane, alt yaş kategorilerinden Sheringham’la
aynı pozisyonu seçmiş, gol atmayı sevmişti. “Her
zaman goller attım ve becerilerime güvendim.”
derken, o günleri de hatırlıyordu. İlerleyen
yaşıyla birlikte, Kuzey Londra’da A Takım’a
yaklaşırken, Tottenham için önemli bir isim
olmaya başlıyordu. Jermain Defoe’dan imza alıyor,
üst seviye oyuncularla iç içe olma fırsatı elde
ediyordu. Ancak üst seviyede rekabet, altyapıda
olduğundan daha fazlaydı.
A takıma alındığı 2011 yılında, Gareth Bale’nin
Şampiyonlar Ligi’nde Inter karşısında fırtına
gibi esip, hat-trick yaptığı maçı White Hart Lane
tribünlerinden izliyor, unutamadığı o günü, belki
de Leyton Orient’le başlayan kiralık takımlar
silsilesi boyunca sahaya yansıtmaya çalışıyordu.
Leyton’un ardından Sheringham’ın da yolunun
geçtiği Milwall’un yanı sıra Norwich City ve
Leicester City’de Tottenham’a dönmeyi bekleyen
Kane, Tim Sherwood döneminde, yetiştiği,
sevdiği takımda şans bulmaya başladı.
Pocchettino’nun, sezon başında takımın
kumandasına geçmesiyle birlikte bulduğu
şansları iyi şekilde kullanan Kane, spot ışıklarını
üzerine çekti. Gol repertuarı serbest vuruştan,
kafaya çeşitlilik gösteren, Beşiktaş’ı da sert
şutuyla avlayan Kane için kimi şimdiden yeni
Bale derken, kimi takımda yeteri kadar şans
bulamazsa ayrılacağını konuşuyor. İngiltere
U-21 Milli Takımı’ndaki partneri Saido Berahino,
A milli seviyeye çağırıldığını, annesinin
televizyonda görmesi üzerine öğrendiğini
söylerken, herkes Kane’in de yakında bir
seslenişle aynı durumdan haberdar olacağını
biliyor.
Belki Kane de tüm bu olanların farkında ancak
henüz aldırmıyor. Kendisi gibi Tottenham
taraftarı olan idolü Teddy Sheringham’dan
birkaç sene önce aldığı tavsiyeleri aklının bir
kenarına kazırken; tamamen Tottenham’a
odaklandığını söylüyor ve çocukluğunda okulda
kapıştığı Arsenalli arkadaşlarına, Arsenal’e gol
atarak selam göndermek istiyor…
Ahmet Sercan Ergün
Profil HF152
AVUSTURYA’DA BiR KATALAN
1970’li yıllarda Avrupa Altın Ayakkabı ödülünü kazanmak günümüze göre çok daha
kolaydı. Şimdi adlarını kimsenin hatırlamadığı ‘’golcüler’’; Romanya, Bulgaristan veya
Avusturya gibi düşük profilli liglerde tabir-i caizse çılgın atıyorlardı. Bugün yine bir
golcü, o yılları hatırlatan bir performansa imza atıyor. Ancak onun yaptıkları, geçmişe
nazaran oldukça etkileyici
Yıllardır imrenerek izlediğimiz Antonio Di Natale,
Francesco Totti ve daha öncesinde Alessandro
Del Piero gibi yaşlı kurtların önemli bir ortak
özelliği var: Gol. Ülkemizde ‘’Leblebici’’ olarak tarif
edilen-ki bu üç oyuncuyu sadece skorer olarak
tanımlamak futbolun doğasına ihanet olur- bu tip
forvetlere artık rastlanmıyor. Jonathan Soriano, bu
tanımlamaya en uygun isim. Geçen sezon Avrupa
Ligi ve Avusturya Ligi’nin gol kralı olan tecrübeli
oyuncu, Avrupa’nın büyük takımlarının takibinde.
Boşa harcanan seneler
Jonathan Soraino Casas, 24 Eylül 1985’te
Katalunya’nın başkenti Barcelona’nın El Pont
De Vilomara kasabasında dünyaya geldi.
Altyapı eğitimini Barcelona şehrinin üvey evladı
Espanyol’da alan oyuncu, ilk A takım deneyimini
2002/03 sezonunda Rayo Vallecano’ya karşı
alınan 3-1’lik galibiyette yaşadı. Ne var ki hala
Espanyol’un B takımında top koşturan Soriano
ancak 2005/06 sezonuyla birlikte A takıma
yükselebildi. A takımda da şansı yaver gitmeyen
ve sırasıyla Almeria, Poli Ejido ve Albacete gibi alt
lig takımlarına kiralanan oyuncu bir türlü istenen
çıkışı yapamamıştı. Espanyol B takımıyla 70 maçta
32 gole ulaşsa da, bu istatistik onu A takımın bir
parçası yapmaya yetmeyecekti.
Barcelona kariyeri
2009 Ocak’ta yine bir Segunda Liga takımı olan
Albacete’ye kiralanan oyuncu, sezon sonunda
Espanyol tarafından serbest bırakıldı. Artık 24
yaşındaydı ve düzenli oynayabileceği bir takıma
imza atma niyetindeydi. Beklediği teklif şehrin
büyük ağabeyi, Dünya devi Barcelona’dan geldi,
Soriano artık Barcelona için top koşturacaktı.
Burada ufak bir detayı atlamadan olmaz elbette,
Soriano’nun yeni takımı 3. ligde top koşturan
Barcelona B’ydi.
Barcelona B formasını iki buçuk sezon giyen
Jonathan Soriano, Katalanlar adına 79 maçta
55 gol kaydetti. Onun forma giydiği dönemde
Barcelona B, 11 yıl aradan sonra İspanya 2. Ligi’ne
döndü. Soriano asıl çıkışını 2010/11 sezonunda
yaptı. Takımı adına 30 gol kaydeden oyuncu,
nihayet kendini gösterme şansı bulmuştu.
Barcelona B ligi ilk 6 sırada tamamlayıp play-off
oynama hakkı kazansa da, statü gereği bu hakkını
devretmek zorunda kaldı.
Küllerinden doğan bir golcü
Aslında Soriano gibi bir oyuncu için ‘’küllerinden
doğmak’’ kalıbını kullanmak çok da yerinde
olmaz. 27 yaşına kadar İspanya’nın alt liglerinde
top koşturan bir oyuncudan beklentiler haliyle
düşük olacaktır. Onun kaderini değiştiren transfer
ise Avrupa’nın yükselen yıldızı Bundesliga’nın
gölgesinde kalan Avusturya Bundesliga’sına,
Salzburg’a gitmesiyle gerçekleşti.
2005 yılında Red Bull tarafından satın alınan SV
Austria Salzburg, son şampiyonluğunu 1996/97
sezonunda yaşamıştı. Satın alınmanın ardından
yükselişe geçen kulüp, Red Bull sonrası dönemde
tam 5 şampiyonluk elde etti. Ocak 2012’de takıma
katılan Soriano, ilk sezonunda lig ve kupa dublesi
elde etti. Takıma katılmasının üzerinden henüz bir
buçuk yıl geçmesine rağmen kaptanlığa getirilen
Katalan, bu motivasyonunun da katkısıyla
gollerini sıralamaya başladı. Kampl ve Mane’nin
hücumda desteklediği golcü oyuncu, özellikle
Avrupa Ligi’ne damga vuran oyunculardan biri
oldu. Geçen sezon UEFA Avrupa Ligi’nin gol kralı
olan tecrübeli oyuncunun adı İspanya Milli Takımı
için bile anılmaya başladı. Alt yaş gruplarında
İspanya forması giyen Soriano, Katalunya için de
4 kez forma giymişti. Kariyeri nasıl şekillenirse
şekillensin o, en iyi bildiği işi yapmaya devam
edecek. Sessiz sedasız gollerini sıralayacak,
değerini bilemeyenlere inat.
Futbol Kültürü HF152
Rafet B. Eryılmaz
YEŞiL SAHADAN
BEYAZ PERDEYE
Türk Sineması’nın 100. yılına tanıklık ettiğimiz şu günlerde futbol sahalarının sinema
sahnelerindeki izdüşümünü mercek altına aldık
Sinemanın ülkemize gelişi futbolla hemen
hemen aynı döneme rastlıyor. 1914’te çekilen
‘Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı’
isimli film, Türk Sineması’nın resmi başlangıcı
olarak kabul ediliyor. Sinemamızın 100. yılını
kutladığımız şu günlerde biz de Türk insanının en
büyük iki eğlencesi olarak kabul edebileceğimiz
futbol ve sinemanın birlikteliğine göz atmak, bu
birleşimin güzide örneklerini hatırlatmak istedik.
Sinemada maç yayını
Sinemanın doğduğu dönemlerde taşıdığı
en önemli amaçlardan biri de haber verme
amacıydı. Tüm dünyada, 20. yüzyılın başında
sanatsal içerikli filmlerin yanında dünyadaki
haberlerin derlendiği filmler de büyük ilgi
topluyordu. İşte sinemanın haber verme işlevi
ilerleyen yıllarda futbolla kesişti ve ilginç bir
yöne evrildi.
Televizyonun yaygın olmadığı yıllarda futbol
maçlarını takip etmek için radyodan ve
gazetelerden başka bir yol daha vardı, o da
sinemaydı! Maçların görüntüleri, genelde
oynandıktan bir gün sonra yayınlanıyordu.
Spiker koltuğunda ise Halit Kıvanç vardı. 1974
Dünya Kupası’nın naklen yayınlanmasıyla
sinemada futbol maçı izlemek tarihe karışsa da
bir neslin gençlik ve çocukluk anılarında sağlam
bir yer edindi.
Biyografik deneme
Futbolun Türk sinemasındaki ilk büyük
yansımasını 1965’te Atıf Yılmaz’ın
yönetmenliğinde çekilen Taçsız Kral filmiyle
görürüz. Ertem Eğilmez’in yapımcı, Safa
Önal’ınsa senarist olduğu film, Galatasaray’ın
efsane ismi Metin Oktay’ın hayatından kesitler
sunar. Gönül Yazar ve Ajda Pekkan gibi dönemin
meşhur kadın sanatçılarının da yer aldığı filmde,
Metin Oktay kendini canlandırır. Yıldızlarla dolu
kadrosuna ve döneminde büyük ilgi toplamasına
rağmen film Türk Sineması’nın kıymetli yapımları
arasında gösterilmez.
taçsız kral
Hababam Güm Güm Güm!
Kültür Bakanlığı’nın yaptığı 100 yılın en iyi 100
Türk filmi listesinde 2. sırada kendine yer bulan
Hababam Sınıfı’nda da futbolun geniş yer
tuttuğunu söylemeliyiz. 1957’de Rıfat Ilgaz’ın
yayınlanan romanından uyarlanan filmde,
Hababam Sınıfı’nın öğrencileri ön bahçede futbol
oynayarak müdür yardımcısı Mahmut Hoca’yı
kızdırırlar. Hababam’ın etrafında birleştiği bir
diğer şey de Fenerbahçe tutkusudur. Fenerbahçe
maçları için okuldan kaçan öğrenciler, okulun
bekçisi Veysel Efendi’yi her seferinde atlatmayı
başarırlar.
Hababam’ın Fenerbahçe tutkusu, kulüp
tarafından da yankı bulmuştu. Geçen sezon
oynanan Beşiktaş maçında açılan “Aç kapıyı
Veysel Efendi, Fener geliyor!” pankartı filme
bir göndermeydi. Aynı zamanda stadyum
hoparlörlerinden de gollerden sonra filmin Melih
Kibar imzalı müziği de çalınmıştı.
Futbol üstünden sistem eleştirisi
12 Eylül 1980’deki askeri darbe sonrasında
Türkiye’de yaşanan sosyal değişim sinemaya da
yansır. 1983’te kurulan Turgut Özal hükümetiyle
iktisadi olarak bambaşka bir yöne giren ülkede,
sosyal sınıflar arasındaki ilişki de değişikliğe
uğrar. “Benim memurum işini bilir” diyen
başbakanın ülkesi, ‘ya topçu ya da popçu’ olmak
hababam
isteyen gençlerle dolar. İşte bu değişimin en
net şekilde yansıtıldığı filmlerden biri 1985’te
çekilen Ya Ya Ya Şa Şa Şa’dır. Ümit Efekan’ın
yönettiği filmin başrolünde yer alan İlyas Salman,
futbolcu olma hevesiyle yanıp tutuşan bir kapıcı
çocuğudur. Babasının çalıştığı apartmanda
oturan Fenerbahçeli futbolcuya özenen, aynı
apartmandaki banka müdürünün kızına platonik
duygular besleyen İlyas’ın hayatı Fenerbahçe’yle
anlaştıktan sonra değişir. Şöhret basamaklarını
hızla tırmanan İlyas’ın karakterindeki değişim ve
elde ettiği başarı karşısındaki bocalaması filmin
temelini oluşturur. Gelir adaletsizliğini ve meşhur
olma sevdasını net bir biçimde ortaya koyan film,
futbol dünyasındaki figürleri de net bir biçimde
kullanır.
Sait Hopsait ve Kaleci Bülent
Aziz Nesin’in aynı adlı romanından uyarlanan
Gol Kralı, hem Kemal Sunal sinemasında hem
de Türk güldürü tarihinde özel bir yere sahiptir.
Parayı bulan futbolcunun değişmesini anlatması
açısından Ya Ya Ya Şa Şa Şa’nın öncülü sayılabilir.
1978 yapımı İnek Şaban da benzer bir temayı
içerir. Kaleci Bülent’in Galatasaray ile Fenerbahçe
arasındaki git-gelleri dönemin futbolcu profilini
tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serer.
Bir Anadolu portresi
Serdar Akar’ın 2000’de çektiği Dar Alanda
Kısa Paslaşmalar, futbolun merkeze alındığı
bir Anadolu portresi çizer. Güçlü kadrosu ve
yönetmenin attığı kusursuz imzasıyla son 20
yılın en çarpıcı filmlerinden biridir. Esnafspor’un
hikayesinin anlatıldığı filmde, aşka, zamanın
getirdiklerine ve mahalle kültürüne geniş yer
verilir. Futbolumuza sayısız isim kazandırmış
Bursa’da geçen filmde, Erkan Can ve Savaş Dinçel
başta olmak üzere baş döndürücü oyunculuk
performansları izleriz. Çarpıcı ismi ve Hacı
Hoca’nın efsaneleşmiş “Hayat futbola benzer
fena halde” repliği Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı
futbol ile sinemanın kesiştiği noktanın en
tepesine kondurur belki de.
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar

Benzer belgeler