Hasan FEHMİ Divanı
Transkript
Hasan FEHMİ Divanı
ISBN : 978-9944-62-674-3 1 İçindekiler Önsöz ………………………………………………………................. 9 Giriş ………………………………………………………………….. 11 1. Ya Rabbi beni ağyare saldırma …………………………………. 13 2. Bey’at-ı Hakk’ı Muhammed’den kılanlar merhaba …………….. 18 3. Geldi Muhyiddin hakikat alem içre ağniya ……………………... 22 4. Ey zahid gel zühdünü ko aşka eyle iktida ……………………….. 26 5. Ey merd-i kamil bulunma gafil…………………………………... 29 6. ‘Nahnü akrabü’ hitabetti Cenab-ı Kibriya………………………. 32 7. Doğdu ol şems-i hakikat, saldı aleme ziya………………………. 36 8. Yanıp yakıldım ateş-i aşka………………………………………. 40 9. Dervişler daim çekerler cefa…………………………………….. 44 10. Ezelden bu aşka oldum mübtela…………………………………. 47 11. Dilruba vaktin seherinden doğar envar bana…………………… 50 12. Ey dilara, bağ-ı lütfun verdi neş’e canıma……………………… 53 13. Mürşidim Ali Rahmi bildirdi beni bana…………………………. 57 14. Bak şu Hakk’ın hikmetine, nice dert verdi bana………………… 61 15. Herkesin bir sevdası var, biri mal olmaz bana………………….. 65 16. Yine yaz oldu, gönül açtı bahar eşcar bana …………………….. 68 17. Hak buyurdu ‘fezküruni’ emre taat etsene ……………………… 71 18. Surette dört terkibim, sirette hem beş tenim…………………….. 75 19. Derman arama derdine, derdin yeter derman sana……………... 80 20. Bugün erdi bana imdad, uyandı gönlüm oldu şad………………. 86 21. Firkatin narına yandım ya Resulullah medet……………………. 92 22. Gel ey aşık-ı biçare cihanda gezme avare ……………………… 97 23. Gir kamil gönlüne cennet dilersen ……………………………… 102 24. Sabah namazına hazır olanlar ………………………………….. 108 25. Gezme avare, bakma ağyare ……………………………………. 113 26. Sen bir aşıksın ma’şukun nerde ………………………………… 116 27. Behey arzu-yu dildare …………………………………………... 120 28. Gel ey kardeş sen de gafletten uyan ………………..…………… 124 29. Gelin derviş olalım, ilm-i irfan bulalım…………………………. 127 30. Ey gönül tefekkür eyle ………………………………...………… 131 31. Ey gönül sen aşkı yar et……………………………….………… 136 32. Ey üftade gönlünden de Lailaheillallah…………………………. 141 33. Gelin tevhid edelim Lailaheillallah…………………………….... 146 34. Ey kardeş gel de Allah, zikredin dedi Allah……………………... 150 35. Ey şeyda-yı Hak de Allah Allah…………………………………. 154 36. Zikrederim dost seni, derim Allah Allah………………………… 157 37. Seherde meskanede her nefes derim Allah………………………. 160 38. Geldi dile dildarım dedim elhamdülillah………………………... 165 39. Gönül Tur-i sinasından tecelli etti çün Allah……………………. 170 40. Bu alem mebdei sensin, evvelsin ya Rasulallah………………..... 181 41. Bir aceb sırra eriştim eyvallah………………………………....... 187 42. Aşkın meyinden bir kadeh içtim…………………………………. 193 43. Gönül şehr-i sarayında gözüm gördü dilarayı…………………... 198 44. Nevm-i gaflette olanlar mürde mareler gibi…………………….. 202 45. Nefret etme karga bülbül halinden………………………………. 207 46. Ali’dir Muhammed yolunda yoldaş……………………………… 211 47. Muhammed birliğe edince sala………………………………….. 216 48. Meded senden meded mürşidim Ali……………………………... 227 49. Takdir-i Hüda sebtetti ceza……………………………………… 230 50. Ela ey aşık-ı mahbub diyem sana ki icmali……………………… 233 51. Ölmeden evvel ölüp kabre giren anlar bizi……………………… 236 52. Ey talib-i Hak aşık ol aşık……………………………………….. 240 53. Geldi bir nur maşrikiden tulu-i afitab gibi……………………… 243 54. Gel ey aşık-ı Hakkani ki gördün kendini fani…………………… 249 55. Rah-ı aşka salik olmak takdir-i ihsan gerek……………………... 253 2 56. Hasrete veda etti ol hüsn-i hilkat ehl-i hal………………………. 259 57. Ey gönül uslanmaz mısın……………………………………….. 265 58. Canımı terk eyleyip canana geldim ya Rasul……………………. 270 59. Yoktan geldim dünyaya………………………………………….. 273 60. Derviş olan Hakk’ı bulur dediler………………………………... 277 61. Ben aşkın narına pervane geldim………………………………... 284 62. Uluhiyette ehad………………………...………………………... 288 63. Her zaman bülbül gibi efgan edeni severim …………………….. 292 64. Mest ü medhuş olmuşum ben aşık-ı biçareyim …………………. 299 65. Ne acebtir zikrine tembel terahi sevmezem …………………… 303 66. Gönlümün kararı yoktur her saat bir haldeyim ………………… 309 67. Bu aklın maverasından ki nurdan bir saray gördüm …………… 311 68. Gönül Allah’ı yad eyle, müsemmasın şuhud eyle ……………….. 314 69. Senin ismin biri Ahmed çü geldin aleme rahmet ………………... 319 70. İlahi feth-i bab eyle künuz-ı ilm-i hikmetten …………………….. 322 71. Her nefeste Hakk’ı zakir olmayan ………………………………. 326 72. Eya ey abid-i Rahman ediptir Hak bize ilan ……………………. 330 73. Bir yüze verdim gönül her dem ona divane ben ………………... 334 74. Hayvanlığı terk etmeden insanlık arzularsın …………………... 337 75. Aldır beni aldır beni, dost yoluna döndür beni ………………… 341 76. Ey gani Mevla ey hikmet-i Yezdan ……………………………... 344 77. Hoş geldin ey ilmimin irfanı sensin hoş geldin ………………… 350 78. Salik rah-ı Hakk’a merdane gelsin …………………………….. 353 79. Kuruldu ol bezm-i ezel ikrarın verenler gelsin ………………… 357 80. Hamdülillah ilm ile irfana erdim ben bugün ………………….. 360 81. Bülbül gibi efgan edip esmada kalan……………………………. 362 82. Zümre-i ehl-i Melamet dersi Hak’tan aldılar……………………. 365 83. Her ne ki görür gözün bil vech-i Rahman onda var……………... 370 84. Nuş ettim badeyi pirim elinden…………………………………... 376 85. Uyan bu nevm-i gafletten ey can………………………………… 381 86. Bulmak istersen felah Rabbine kul olmak yeter…………………. 386 87. Ey hocam benim sualim çoktur ………………………………... 391 88. Kesret-i alem senin hep birliğini andırır ……………………..... 408 89. Cümle alem yok iken ol var olan Mevla nedir …………………. 411 90. Şer-i pak-i Ahmedi’de ilm-i ledün gizlidir …………………….. 416 91. Nevnihal gülzarımız var zevk-i canan bizdedir ………………… 422 92. Yüzüm tuttum sana ya Hazreti Pir ……………………………... 424 93. Abdest alan su ile onun dışı pak olur …………………………… 431 94. Kamil mürşid olanın sözleri Kur’an olur …………………. 435 95. Her kime açılsa hicab hep gördüğü didar olur …………………. 440 96. Edelim Hakk’a hamdiyyet ……………………………………. 444 97. Ey zahid gel zühdünü bırak sultan-ı aşka ulaş ………………….. 451 98. Gel hocam boş yere eyleme salış ………………………………. 455 99. Aşıklara aşkı Hak bahşeylemiş ……………………………….. 460 100. Dervişlik yolu pek hoştur ………………………………………... 463 101. Esti çün bad-ı saba kalmadı gayrı heva…………………………. 467 102. İmam-ı kevneyn ol şefaat kanı Muhammed …………………….. 472 103. Ağlama gönül ağlama …………………………........................... 477 104. Geçtim mülk-i fenadan gönlüm Allah’a döndü …………….… 481 105. Ariflerde ar olmaz hiç bir şeyden kahrolmaz ……………….…. 485 106. Mekteb-i irfana erdi yolumuz ……………………………….….. 490 107. Ervahi alemde saflar kuruldu …………………………….…….. 496 108. Cümle sevda-yı hakiki aşk-ı şinas geldiler ……………………… 502 109. Dersi Ahmed’den aldı ol Nur Muhammed Pirimiz ……………… 508 110. Çün bezm-i ezel açıldı bugün …………………………...….…… 511 3 FİHRİST (BAZI KONULARA GÖRE) A Ademe secde 176,177,178---244,245 Adem'in Yaratılması 87,88,89---166,167,168---412,413 Aklın mertebeleri 118---160,161---212,213---301,302---311 Ashabı Kehf 397,398,399 Aşk 40,41,42,43,44,45,46,47,48,49,50,51---82,83,84---89,90,91---113,114--117,118--203,204- 240,241,242 299,300,301--324--334,335,336,337,338,339,340,341,342,343---353,354---460,461 Aşk Meclisi 208,209---243,244---357,358,359---438,439 Aşk Meydanı (Meclisi) 29,30,31---501,502 Atatürk 279---445,446---499,500,501,502,503,504,505,506 Atatürk İlke , İnkilapları ve Melamilik 104,105,106---277,278,279---502,503,504,505,506 B Besmele 377,378,379,380---407 Biat 18,19 C Cemaatçılk,Tarikatçılık 104,105,106--147,148,149--293,294,295,296,297---316,317---334---362,363---426,427,428,429--502,503,504,505,506 Cumhuriyet ve Tevhid 104,105,106---277,278,279---426---444,445,446,447,448,449,450---502,503,504,505,506 D Daim, Orta ve Vakit Namazı 120,121 Dervişlik 44,45---127---277,278,279,280,281,282,283--304,305--463,464,465,466 Dert, Dertli 61,62,63---80---265,266,267,268,269---292,293---299---334 Dinin Zahir ve Batını 387---416,417---424,425---444,445 E Ebu Leheb ve iki Oğlu 214,215 Ebu Süfyan 144,145 Ehlibeyt, Evladı Resul 92,93,94---189,190---211,212,213,214,215--224,225,226,227,228,229--336--359--438-472,473,474,475,476--499--511,512,513,514 Eyüp Sultan (Eyüp El Ensari) 220,221,222,223,224,225 Eyüp Sultan (Eyüp El Ensari) İstanbul' a nasıl geldi. 220,221,222,223,224,225 F Fatiha Suresi 4 165,166 Fıkıhçılar 387,388,389,390,391---454,455,456 H Hz. Musa ve Yuşa 456,457,458,459---469,470 Hz. Hasan 224,225 Hz. Hüseyin 217,218,219,220,221,222,223,224,225---238,239 Hz. Ebu Bekir 227,228 Hz. Ömer 227,228 Hz. Osman 221---227,228 Hz. Salih 231 Hızır-İlyas 188 Hz. Yunus 394,395,396,397 Hz. İsa 394,395,396,397 Hz. İdris 394,395,396,397 Hz. Yakub 284,285---399,400,401,402,403---514,515 Hz İbrahim 284---404,405,406---419 Hz. Nuh 404,405,406 Hz.Ali 211,212,213,214,215,216,217,218,219,220,221,222,223,224,225,226,227,228,229 --- 447,448-472,473,474,475,476,477,478,479,480 Hz. İbrahim-İsmail 284 Hz. Yakup-Yusuf 284,285---399,400,401,402,403---514,515 Hz. Musa 71,72---285---394,395 5 Hızır- Musa 49---179,180---317---457,458 Hz. Pir ( Pir seyyit Muhammed Nur ) 19,20---59,60---424,425,426,427,428,429,430---444,445,446,447,448,449,450---474---499,500,501--507-511,512,513,514,515,516 Hz. Muhammed S.A.V 18,19---36,37,38,39---80---92,93,94---181,182,183,184,185,186---319,320,321--350,351,352---424,425,426---472,473,474,475,476---499,500,501,502---506,507 Hz.Eyüp 401 İ İhlas Suresi 288,289 İman 114,115---129---199,200---273---337,338---417 İmamı Birgivi 172,173,174---219 İnsanın Yaratılışı 87,88---97,98---151,152---267---388,389---472,473 İnsanı Kamil 260,261---493,494 K Kevser 65---157,158 Kılık Kıyafet 257---275---293,294---304---389---462---502,503,504,505 Kulun Mükellefiyeti 344,345,346,347,348---413,414,415,416,417,418,419 Kader 78,79---253,254---346,346,347,348---372 Kalp 84,85---202,203---309,310 Kadızadeler 173---219 Kamil Mürşid 27,28---33,34---57---81,82---97,98,99,100,101,102,103,104,105,106,107---138,139---156--175,176-179,180--226--233,234--237,238--258 270,271--307,308--338,339,340---353---357,358---373---386,387---435,436,437,438,439--478,479-492,493--515,516 L Lokman A.S 399,400,401 M Melamilik Üç Dönem Değildir 365,366---429 6 Miraç 84---136---182,183---217---358---373,374---393,394---406 Mervan 218,219 Muaviye 105---144---218,219,220,221,222,223,224,225,226---279---505 Muhiddin Arabi 22,23,24,25---426,427,428,429,430 Melamilik ve Melamiler 78,79---129,130---147,148,149---240---277,278,279---365,366,367,368,369---375--392,393,394--445,446-463,464--484 Müceddit 22,23---189,190---499,500 Muhkem ve Müteşabih Ayetler 255,256---391,392--N Nakıs Mürşid (Kamil Olmayan Mürşit) 33,34---99,100---104,105,106---138---148,149---160---170,171---195---233,234---283--293,294--307,308-339,340--362--384,385 432,433,434,435,436,437,438--446,447---444---487---490,491---502,503--Nokta 360---371,372---384---493,494---509,510--P Peygamberlik 22---102,103---211---214,215---270,271,272---424,425,426,427,428--Pir Seyyit Muhammet Nur Hz. 18,19---36,37,38,39---80---320,321---350,351,352---424,425,426,427,428,429,430--472,473,474,475,476-499,500,501,502 R Rabıta Yapmak 33---104,105,106---245,246---437,438--Resulullahın Evladı 176---404,405,406---92,93,94,95,96 S Salavat 38,39---229---506,507--Süleyman-Belkıs 231,232---355,356---404,405---468,469--Süfyan (Ebu Süfyan) 144,145---230,231 Seb'al mesan (Tekrarlanan Yedi Ayet) 106,107,108---122---174,175---406,407--Ş Şirk (Açık ve Gizli Şirk) 7 42---58---111---116,117---125---151,152---241---330,331,332,333---342---354---363,364--372,373-399,400,401 Şura (Meclis) 220,221,222,223,224,225---447,448---502,503,504,505,506,507 T Tarikat 128,129---195,196,197---294,295,296,297,298---316---362---444,445,446,447--Tekkeler 148---293,294,295,296,297---426,427,428,429---463---487,488---502,503--Tenzih Teşbih 100---306,307---199,200---408,409--Tin Suresi 174,175---304 T.C Devleti 104,105---277,278,279,280---427,428---444,445---502,503,504,505,506--T.C. Tevhid üzerine kurulmuştur. 502,503,504,505,506 Tekrarlanan Yedi Ayet 189,190---406,407 Tenzihciler Teşbihciler 165,166---199---437,438--Tevhid (Şeriat Tevhidi ve Hakikat Tevhidi) 129---136---141,142---148,149---246,247--V Veliler, Velilik 18---22,23---211,212,213,214,215,216,217,218,219---312---424,425,426,427,428,429,430--Vahdeti Vücut 24---32---77---134---170,171,172,173,174---426,427,428,429--Vahdeti Vücut ve Türk Devletleri 170,171,172,173,174---426,427,428,429--Vahdeti Vücut ve Osmanlılar 24---170,171,172,173,174---426,427,428,429 Y Yusuf - Zeliha 53---119---196,197---338,339---399,400,401,402,403--Yezit 220,221,222,223,224,225---505 Z Zikir,Zikir ehli 29,30---71---127,128,129,130,131,132---138,139---150,151,152,153,154,155,156,157158,159,160,161,162,163,164---326---431,432---437---452,453---486,487,488---491,492 Zındıklar 255,256,257---436--Zülkarneyn 285,286---397,398,399--Zahitler 26,27---161,162---257---362,363---451---462---499--- 8 Önsöz Cenab-ı Hak; insanlığı, onların arasından seçtiği peygamberler vasıtasıyla uyarmış, insanların hakkında neyin iyi ve faydalı, neyin kötü ve faydasız olduğunu, peygamberlere yaptığı vahiyle bildirmiştir. Ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed Efendimizin zuhuruyla, insanlığa peygamberlerin gelmesi tamamlanmıştır. Hz. Resulullah Efendimizin bu alemden unsur bedeniyle ayrılmasından sonra tebliğ ve irşad; velayet yoluyla insan-ı kamil olan veliler tarafından ifa edilmiştir. Kıyamete kadar da edilecektir. İnsan-ı kamil olan bu veliler, her zaman ve bu gün dahi, kamil olmayan, nakıs / eksik insanlar tarafından istismar edilmiş ve edilmektedir. Her köşede, bu şerefli irşad görevini yapan mürşid-i kamilin taklitçileri mevcut olup, Hak talipleri ve aşıklarının ilahi sevgiliye vuslat yolunun üzerinde oturup, onları şaşırtmaya devam etmektedirler. Unutulmamalıdır ki, gerçeği, hakikisi olan bir şey taklit edilir. Hz. Resulullah Efendimizin zuhurundan evvel, onun yaşadığı coğrafyada sahte peygamberlik vakası yoktu. Hz. Peygamber’in zuhur edip müminlerin teveccühüne mazhar olmasıyla beraber sahte peygamberler de çıktı ve halen çıkmaya devam etmekteler. İşte velayetle irşad makamı olan mürşid-i kamil’lik; ehil olmayan sahte mürşidler tarafından, her zaman olduğu gibi bugün de suiistimal edilmeye devam ediliyor. Bunlar, çeşitli organizasyonlarla halka zamanın insan-ı kamili olarak tanıtılıp, siyasi, ekonomik vb. beşeri menfaatler sağlanıyor. Mazhar oldukları kemalat ve marifet irşadıyla insanlığı aydınlatan Muhiddin Arabi, Mevlana Celaleddin, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Hacı Bayram, Niyazi Mısri ve Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri... gibi mürşid-i kamil olan veliler zincirinin altın halkalarından biri olan Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretlerinin zuhuruyla özellikle Anadolu Melamiliği üzerinde derin tesirleri olmuş ve halen olmaktadır. Hasan Fehmi efendinin dedeleri Aslen Bursa’nın tomat nahiyesindendirler. Rumelinin fethiyle ataları Rumeliye göçüp iskan olunmuştur. Atalarının kurduğu şimdiki Makedonya devletinin iştip vilayetine bağlı Muşansa köyünde 1885 yılında doğan Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretleri, 9 balkan harbinden sonra atalarının kurduğu yurdu bırakıp İzmir’e yerleşmiş ve 1951 yılında İzmir’de vefat etmiştir. Şerhine memur olduğumuz Hasan Fehmi Tezdoğan Divanı’nın şerh edilmesi (açıklanması), 10 Ramazan’da başlayıp, dört ay sonra 09.02.2005 tarihinde tamam oldu. Hz. Peygamber Efendimiz “Peygamberler günah işlemez fakat hata yaparlar.” Buyurmuştur. Peygamberler dahi hata yapabildiğine göre, bizlerin hataları kim bilir ne kadardır! Her tevil, tefsir ve tabir hataya ihtimalli olup, başka bir şekilde de yorumlanabilir. Biz mazhariyetimiz nispetinde gayret ettik ve bu Hasan Fehmi Divanı Şerhi, hatalarıyla doğrularıyla meydana geldi. Umarım ki, ehl-i aşka, meslek-i Resul-ü Melamiyye muhiplerine ve müntesiplerine faydalı olur. Başta, yüksek ahlak ve kemalatı ile gece ve gündüz hiç üşenmeden bizlerin müşküllerini halleden, yetişmemde en büyük katkısı olup, madden ve manen elimden tutarak bugünlere ulaşmamda sayılamayacak kadar emeği ve fedakarlığı olan Demir Ali Serbest Efendi’ye; Meslek-i Resul-ü Melamiyye ruhaniyetini, zevk ve neşesini Prizren’deki Abdülmalik Hilmi Hazretleri’nin tekkesinde irşad olup yetişerek, nasiplendiği bu yüce ruhaniyeti Salihli’ye taşıyıp bizleri de irşad eden mürşid-i kamil, Türk-İslam aşığı ve mücahidi Kemal Zurnacı Hazretleri’nin ve geçmiş bütün büyüklerimizin ruhaniyetine; Ve cümle ehl-i zikre, ehl-i tevhide ithaf ediyorum. Nejdet ŞAHİN 10 Giriş Kur’an’da “Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” buyrulur. (Tin, 4-5) Niyazi Mısri Hazretleri: Gökte uçar iken yere indirdiler Çar anasır bendlerine vurdular Nur iken adım Niyazi koydular Ta ezelki itibarım kandedür? Yine ehlullahtan Aşık Mustafa: Beka-yı mülkünden eyledim teşrif Bu dar-ı fenaya imtihan için. Gece gündüz daim muradım budur Cemal-i pakini anlamak için. Demişlerdir. İşte bu ve benzeri beyanlardan da anlaşıldığı gibi, yeryüzü olan bu imtihan alemindeki her insan; Hakk’ın varlığından yaratılmış olup, et ve kemikle bedenlenerek, bu imtihan alemine, yani yeryüzüne indirilmiştir. Bu yaratılış “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) beyanından anlaşıldığı gibi en güzel yaratılıştır. İnsan, bedenlenip yeryüzüne gelince, kendi varlığının Hakk’ın varlığından ayrı olduğunu zannetti ve cehaletle varlığını kendine nispet ederek, asli hakikatini; cehlin ve zanların oluşturduğu nispet varlık kafesine hapsederek gizli şirk işledi. Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz: “…Ümmetimin gizli şirkinden korkarım.” buyurmuştur. İşte, kulun bu gizli şirkten kurtulması; tevhid kelimesini dil ile söylemekle yetinmeyip tevhidin hakikatine yükselmesini gerektirir ki, bunun başkaca bir çaresi yoktur. Çünkü bir kimse hangi ilimleri tahsil ederse etsin, eğer tevhid-i hakiki irfaniyetiyle makam-ı insanı bulup, insan-ı kamil olmamışsa; gizli şirkin ehlidir ve bilmeden cehaletle, Cenab-ı 11 Hakk’ın kendindeki ve cümle eşyadaki varlığına ortaklık ederek gizli şirk işler. Kulun, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle gizli şirkten kurtulup kamil bir insan olması; ancak cümle eşyada mevcut olup, aynı zamanda kendi asli hakikati olan Rabbine vuslat etmesiyle mümkündür. Bu itibarla kulun, Rabbine bu imtihan aleminde kavuşmasından daha ziyade onu mutlu edecek bir keyfiyeti olmaz. Çünkü bu keyfiyet, kulun yaradılışının yüce gayesine ulaşıp, cümle alemlerde Rabbine vuslat zevkiyle ebediyen var olmasıdır. Her insan, yaradılışının yüce gayesine yakınlaştığı nispette huzur ve mutluluğu bularak, cehalet ve zanlarından hasıl olan manevi hastalıklardan, rahatsızlıklardan ve gizli şirkten kurtulup felaha ulaşır. Bu da, Muhammedi bir kulluk mazhariyetiyle insanın yaratıcısına yani Rabbine kavuşup vuslat etmesiyle mümkündür. Kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine vuslat kulluğuna ulaşmayan her insan; mevki ve makamı ne olursa olsun, hangi ilmin alimi olursa olsun, eksiktir ve insan-ı kamilin mazhar olduğu felah ve mutluluktan mahrumdur. Çünkü insanı Rabbine kavuşturmayan cümle anlayışlar “en güzel yaradılış” olan insanı sınırlayıp gayriyetin, yani Rabbinden başka olan heveslerin esiri ve mahkumu eder. İşte bu mahkumiyetten kurtulup, kulun yaradılış gayesine ulaşarak, ideal olan felah ve mutluluğa mazhar olması, eksiklerini giderip insan-ı kamil olmasıyla mümkündür. Tevhid aydınlığı olan bu eser; okuyucusuna, insanın Muhammedi bir kullukla nasıl insan-ı kamil mertebesine ulaşacağını tarif eder. Ayrıca bu eser, geçmişte ve günümüzde her zaman var olan, makam-ı insan kemalat ve marifetiyle uzaktan ve yakından hiç bir alakaları olmadığı halde, çeşitli organizasyonlarla halka “zamanın mürşidi, insan-ı kamili” gibi unvanlarla tanıtılarak; milletimizin Allah dostlarına duyduğu derin muhabbeti istismar eden, siyasi, ekonomik ve beşeri menfaatler sağlayan taklitçi, sahtekar ve nakıs mürşitler ile gerçek Allah dostu olan insan-ı kamili açık bir şekilde tanıtarak, bunları ayırt edebilmesini okuyucuya gösterir. Bunun için, ehl-i kemalin buyurduğu gibi: “Bu eser, su değildir fakat su arayana pınarı gösterir; ekmek değildir fakat aç olana fırını gösterir.” Vesselam… 12 Bismillahirrahmanirrahim * * * 1 Ya Rabbi beni ağyare saldırma Bu'd firkatin narına yandırma Mutad et kalbimi zikrinle daim Uyandır nevm-i gaflete daldırma Ya Rabbi, beni ağyare saldırma… Ağyar; yardan, sevgiliden gayri olanlardır. “Ey Rabbim, senden gayrı olan şeylerle meşgul olmayayım, bu konuda bana yardım et.” demektir. Bu'd firkat narı; uzaklık, ayrılık ateşi demektir. Aşığın, maşukundan uzak ve ayrı kalması, aşığa nasıl azap ve ateş ise, aynı şekilde Rabbinden uzak ve ayrı kalması kulun ateşidir / narıdır. Bu itibarla “Ey Rabbim, senden uzak ve ayrı kalmak narı ile bende tecelli etme.” buyruluyor. Devamla “Mutad et kalbimi zikrinle daim / Uyandır nevm-i gaflete daldırma…” Yani “Ey Rabbim, benim kalbimi zikr-i daim zevkinin tadıyla uyandır, gaflet uykusunda olmayayım, daim zikrin uyanıklığını bana ihsan et.” demektir. Bad-ı seher-i aşkını kalbimde Estir erisin ol şirk-i hafiye Şems-i hakikatin tığını saldır Açılsın marifet gülün soldurma Bad-ı seher-i aşk; sabah seherde esen latif ve tatlı yelin muhabbeti demektir. Mana itibariyle ise; zikr-i daim ve tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat keşfi irfaniyetinin kalbe yerleşmesiyle hasıl olan aşk-ı ilahiye beni 13 mazhar kıl ki, şirk-i hafi yani gizli şirkten kurtulayım, demektir. Çünkü Hz. Resulullah Efendimiz: “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli şirkinden korkarım.” buyurmuştur. Hasan Fehmi Hazretlerinin, ilahi aşkla erisin dediği şirk-i hafiye, Hz. Resulullah’ın ümmeti için korkup endişe ettiği, gizli şirk işleyenlerden olmamaktır. Gizli şirkin çaresi tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Zikr-i daim uyanıklığıyla tevhid mertebelerinin irfaniyetine ulaşmayan kimse gizli şirkten arınmış olmaz. ‘Şems-i hakikat tığını saldır / Açılsın marifet gülün soldurma’ demek ise: Beni tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar kıl. Tevhid-i hakiki keşfi aydınlığıyla, enfus - afak her nereye baksam, Rabbimi müşahede etme marifetinin zevkine mazhar olayım, demektir. Çünkü ilm-i tevhidin marifeti haricinde kalan cümle anlayışlar fani, geçici olduğundan solar. Bu geçici olup solan anlayışlar, kulu Rabbine kavuşturmaz. Tevhid-i hakiki marifeti ise kulu Rabbine vasıl eder ki, bu vuslat ebedi, yani baki olup solmayan bir marifettir. Bu aynı zamanda meslek-i Resul irşadıyla hasıl olan Muhammedi bir kulluk olduğundan, bu kulluğun marifeti ebedi olup cümle alemlerde devam eder ve kul cümle alemlerde daima Rabbine vuslat zevkiyle yaşar. Çünkü hadis-i şerifte: “Allah kuluna bir çok nimet verir fakat geri alabilir. İki nimet vardır ki, Allah kuluna verdi mi onları geri almaz. Geri almak, Allah’ın şanından değildir. Bu nimetlerin birincisi, kulun kalbi zikr-i daimle kuruldu mu onu bir daha durdurmaz, diğeri ise; Allah kuluyla arasındaki perdeyi kaldırdı mı, bir daha örtmez.” Buyrulmuştur. Özümü özünden olduğun bildir Sözümü sözünden olduğun bildir Emraz-ı averi gözümden kaldır Biri bir göreyim, iki sandırma Kur’an-ı Kerim’de “…Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu kıvama erdirip içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad, 71-72) Başka bir ayette ise “…kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 9) buyrulmaktadır. Bu ayetlerin beyanından anlaşılacağı gibi, herkesin özü yani ruhu, Cenab-ı Hak’tan olup, Hakk’ın harici ve gayrısı değildir. Fakat insan cehaletle, kendisini Hakk’ın varlığından ayrı zanneder. Bu cehalet ve zanlardan kurtarmak için peygamberler, pirler; alimler insanlara tebliğ ve irşadda bulunurlar. İnsanı bu cehalet ve zanlardan kurtaracak tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Ki, ancak tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşan kimse, kendi nefsinin, yani öz varlığının Hakk’ın gayrisi olmadığını müşahede eder ve kendi özü ile Hakk’ın özünün aynı olduğuna arif olur. İşte Hasan Fehmi 14 Hazretleri, Beni öyle bir keşf-i irfaniyete mazhar kıl ki, özüm nasıl özündendir, sözüm nasıl sözündendir, ben bileyim.” diyor. Emraz-ı aver; şaşılık hastalığıdır. Gözleri şaşı olan kimseler, gözlerinin kaymasından dolayı bir olan eşyayı, yani bardak, sandalye, masa vb. iki tane olarak görürler. Mana itibariyle şaşı olanlar ise, kendini, cümle varlığı ve eşyayı; Hakk’ın varlığının harici zannederek, Hakk’ın varlığından ayrı görür. Yani hakikatte tek olan varlığı ikileştirir. İşte Hasan Fehmi Hazretleri: “Ben senin varlığını, kendimin ve eşyanın varlığından gayrı, iki ayrı varlık olarak görmeyeyim. Bir’i bir göreyim, iki zannetmeyeyim.” diyor. Çünkü Allah bütün mevcudatta ve malumatta, yani bilinen, görülen ve görünmeyen her yerde efal, sıfat ve zat tecellisiyle zahir olduğundan, Allah’tan başka bir varlık yoktur. Bunu beyanla Kur’an’da “…O’nun veçhinden / yüzünden başka her şey helaktadır, yokluktadır…” (Kasas, 88) Buyrulmuştur. Allahualem. Hadis-i kudsinde kim buyurdun sen Sevdiğin kuluna hep verirsin sen Gözünden görmeye göz olursun sen Bu zümre kullardan beni ayırma Cenab-ı Hak, hadis-i kudside “Bir kulum bana nafilelerle öyle bir yaklaşır ki, onun görmesine göz olurum, işitmesine kulak olurum; yürümesine ayak, tutmasına el olurum. O benimle görür, o benimle işitir, o benimle yürür, o benimle işler.” Buyuruyor. Fehmi Efendi Hazretleri, bu kudsi hadise atıfta bulunarak “Ey Allah’ım, beni de kudsi hadisinde bahsettiğin sana nevafille yakın olmuş kullarından eyle, beni o kulların irfaniyetinden ve onlarla arkadaşlıktan mahrum bırakma, ben o kullarınla daima beraber olayım.” diyor. Sehab-ı cehlimi kaldır arada Nur-ı irfan ziya salsın her yandan Göreyim cemalin ben ben olmadan Sözümü serab-ı zille kaydırma Nasıl ki bulut güneşin ışığını engelleyip, gündüzü karartıyorsa; irfaniyetin aydınlığına da, cehalet bulutu engeldir. Çünkü cehalet, kulu ariflerden, ehl-i kemalden uzaklaştırarak, mürşid-i kamilin irfaniyetinden ve irşadından istifade edemeyerek cehlin karanlığında kalmasına sebep olur. İşte bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri “Cehalet bulutu aramıza girmesin, Rabbim ben daima seninle beraber olma irşadının aydınlığı içinde olayım ve göreyim cemalini, ben ben olmadan...” diyor. 15 Ehl-i tarikatın ve ehl-i zahirin en alimleri, bu alemde Hakk’ın isimleri, fiilleri, sıfatları ile zuhur ettiğine ve Allah’ın zatının mevcut olmayıp mevhum olduğuna inanarak, kendi varlıklarını Hak’tan ayrı zannederler. Bunlar, sıfatıyyun olarak da tabir edilir ki, bunlar makamat-ı tevhidin müşahedesinden mahrum olduklarından, kendi varlıklarını Hakk’ın varlığından ayrı bilir ve öyle inanırlar. Hasan Fehmi Hazretleri “Ehl-i tarik ve ulema-i zahir gibi, seni kendi varlığımdan ayrı olarak bilmeyeyim; ben fenafillah yokluğu, hiçliğiyle nispet varlığım olmadan göreyim senin güzel yüzünü, cemalini...” diyor. ‘Gözümü serab-ı zille kaydırma’ demek ise: Serap, daha ziyade sıcağın harareti ile görünen su, yeşillik vb. hayaldir ki, karşıdan baktığında var zannedersin, fakat gider bakarsın ki biraz evvel görünenin aslı yoktur. Serap göz yanılması olup, aslı olmayan şeydir. İşte bu alemde ve cümle alemlerde Hak’tan gayrı görünen her şey seraptır. Aslolan Hak’tır, çünkü Hak’tan gayrı yoktur. İşte Hasan Fehmi Hazretleri “Benim gözümü serap olan gayriyete, senden başkasına kaydırma, ben Hak’tan gayri görmeyeyim.” diyor. Vaslına muhabbet nimettir bana Birliğe ulaşmak izzettir bana Hicab-ı cenneti set çekme bana Huri gılman ile beni kandırma Bir kulun mazhar olacağı en yüce nimet, Rabbine vuslat etme sevgisidir, muhabbetidir. Çünkü ancak bu muhabbet, kulu, yaradılışının yüce gayesine, yani Rabbine kavuşturur. Mecnun’a ‘Hz. Ali mi haklı idi yoksa Muaviye mi?’ diye sorulunca, Mecnun cevaben: “Bütün güzellikleri kendisinde toplayan Leyla haklıdır.” diyor. Çünkü aşığa maşukunun muhabbetinden daha ziyade zevk olmaz. Onun için Fehmi Efendi “Hakk’a vuslat muhabbeti nimettir bana.” diyor. Kul için rütbelerin en yücesi, izzetlisi ise Rabbin katıdır. Yani makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kulun, Hak tecellisinde yok olup, Rabbine kavuşmasıdır. Bir kula bundan daha üstün bir makam olmaz. Bu itibarla ‘Hakk’a vuslat keşfiyle, birliğe ulaşmak izzettir bana’ buyrulmuştur. ‘Hicab-ı cenneti set çekme bana / Huri, gılman ile beni kandırma’ sözünün anlamı ise şöyledir: Misal olunur ki, padişahın biri, cariyelerinden bir tanesini daha fazla sever, iltifat edermiş. Padişahın bu cariyeye olan iltifatı diğerleri tarafından kıskançlığa sebep olmuş ve dedikodular padişahın kulağına gelmiş. Padişah da, peki öyle ise diyor ve bir imtihan yapıyor: Bütün 16 cariyeleri hazine odasına götürüp “Bugün benim ihsan, bahşiş günümdür. Herkes en çok neyi seviyorsa hazinemden onu alsın.” diyor. Bunun üzerine herkes, hazineden bilezik, taç, kemer, kolye vb. alıyor. Padişah “Herkes en sevdiğini aldı mı?” Diye sorunca, onlar da ‘Aldık.’ diyorlar. Fakat padişahın iltifat ettiği cariye hiç bir şey almamış. Padişah ona “Sen neden hiç bir şey almadın?” Diye sorunca, cariye cevaben “Ey Padişahım, ben senden başka hiç bir şeyi sevmiyorum. Sen, herkes sevdiğini alsın, dedin. Ben senin hazinelerini ve mülkünü değil, ancak seni seviyorum.” diyor. O zaman padişah diğer cariyelere dönerek “Benim buna iltifatımın sebebini şimdi anladınız mı?” diyor. Bu itibarla, ehl-i ukbanın kulluk ve ibadetteki amacı, Allah’ın mülkü olan ahirette cennet nimetlerine mazhar olmak için olup; ehl-i tevhid-i hakiki ariflerinin kulluğunun amacı ise, bu alemde Rabbine vuslat edip, cümle alemlerde vuslattan ayrılmamaktır. Fehmi Efendi Hazretleri, Cenab-ı Hakk’a hitaben: “Aramıza cennet, huri, gılman mülkün girmesin; beni hiç bir tecelli senin vuslatından ayırmasın.” diyor. Bu mevzuda, Yunus Emre Hazretleri ise: Cennet Cennet dedikleri, birkaç evle bir kaç huri İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni buyurmuştur. Mahvedip Fehmi’yi mahz-ı zat eyle Bekada baki kıl, izzu cah eyle Cemalin keşfedip dilküşad eyle Hicr ile berzahta beni durdurma “Benim cehaletle var zannederek, kendime nispet ettiğim varlığımı ve anlayışlarımı, mahvet. Yani fenafillah keşfi irfaniyetiyle nispet varlığım yokluğa ersin. Beni zat-ı ilahi vuslatına mazhar kılmakla şereflendir. Beka olan, senin ebedi varlığınla beni ihata edip sar. Güzel yüzün olan cemal güzelliklerinin keşfini bana ikram, ihsan et. Gönlüm senin güzelliklerinle mutlu ve coşkun olsun.” diyor. Berzah perde demektir ki “Seninle aramızda hicr (ayrılık) perdesi olmasın!” diyerek, Fehmi Efendi Hazretleri; bu ilahinin her beytinde yüksek bir irfaniyet ve kemalatla, alemlerin Rabbi olan Allah’a niyazda bulunuyor. Allah, bu güzel duaların kabulü icabetine bizleri de mazhar etsin. 17 * * * 2 Bey’at-ı Hakk’ı Muhammed’den kılanlar merhaba Buldunuz iman-ı kamil, cümle yaran merhaba Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: “O sana biat edenler var ya; onlar gerçekte Allah ile bey’atlaşıyorlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Kim ahdini / bey’atını bozarsa, döneklik ederse, kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Kim Allah’a verdiği sözde durursa, Allah ona büyük bir ecir / ödül verecektir” (Fetih, 10) Buyrmuştur. İşte bu ayet, ashabın Hz. Peygamber Efendimizle yapmış oldukları bey’atı, antlaşmayı beyan ediyor ve yapılan bu bey'atın, hakikatte Allah’la yapılıp, Allah’ın elinin onların ellerinin üzerinde olduğunu açıklıyor. Çünkü peygamberler aynı zamanda veli olup, onların fenafillah keşfiyle nispet varlıkları olmayıp; bekabillah mazhariyetiyle Hakk’ın, hidayet tecellilerinin en kemalli zuhuru olan insan-ı kamil olduğu gibi, nübüvvet mertebesiyle de, vahyin mazharı olup Allah’ın elçisidirler. Kur’an’da “…Resulümüze düşen apaçık bir tebliğden başka bir şey değildir.” (Teğabün, 12) buyrulmuştur. Bu itibarla peygamberler, vahye tabidirler ve ancak kendisine vahyolunanı tebliğ ederler. Peygamberin yaptığı tebliğe her kim bu şuurla biat ederse, onun biatı hakikatte Allah’adır. Çünkü ayette “Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur…” (Nisa, 80) buyrulur. Peygamberlerin mazhariyeti vahyi tebliğ olduğundan, onların tebliğ ve telkini Allah’ın emir ve sözüdür. Bu itibarla vahyi, yani Allah’ın emir ve sözünü tebliğ edenle, Allah’ın emir ve sözünü kabul edenin yaptığı bey’atleşme, anlaşma; hakikatte Allah’la yapılmış olur. İşte bu aynı zamanda “Onlar gerçekte Allah ile bey’atleşiyorlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir…” ayetinin mahiyetidir. Vesselam. Onların ellerinin üstündeki el, Allah’ın elidir, demek ise şöyledir: El, kudretullahın mazharı olup, Allah’ın kudret eli onların ellerinin üstündedir, demektir. Çünkü kulun ellerinden zuhur eden her faaliyet, ancak Allah’ın kudretiyle açığa çıkar. Allah’ın kudreti olmadan hiç bir faaliyet olmaz. Bunun için imanın şartlarından biri, hayrın ve şerrin Allah’ın kudretiyle olduğuna iman etmektir. İster hayır olsun, ister şer olsun, her bir iş ve oluş; mutlaka kudretullaha muhtaçtır, kudret-i ilahi olmadan hiç bir iş ve oluş olmaz. Bey’atleşme de Allah’ın razı olduğu hayırlı bir faa18 liyet olduğundan, Allah’ın rızası ve kudret eli, Hz. Muhammed (sav)’le bey’atleşenlerin üzerindedir. Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah Efendimizden görmüş olup, aldığı telkin ve tarifname bizzat Hz. Resulullah Efendimizdendir. Bu itibarla Hz. Pir, Resulullah Efendimizin halifesidir. Meslek-i Resul mürşid-i kamili ise, Hz. Pir’in halifesidir. Bu itibarla mürşid-i kamilin telkini, Hz. Muhammed (sav)’in telkinidir. Yani Hz. Peygamber Efendimiz ashaba nasıl telkin etmişse, kamilin telkini onun aynıdır. Kim, meslek-i Resule dahil olup, mürşid-i kamilin emr-i ilahiden ibaret olan telkinine biat etmişse, o biat Hakk’a ait olup, Hz. Muhammed (sav)’le ashabın yapmış olduğu biatin aynıdır. Çünkü biat / anlaşma, emri ilahi olan telkine ve tarife riayet için yapılır. Hem mürşid hem de salik, telkin olan emr-i ilahiye riayet etmekle mükelleftirler. Eğer telkine riayet ederlerse, her ikisi de istifade ederler, riayet etmezlerse her ikisi de faydalanamazlar, zarar ederler. “Kim ahdini / bey’atini bozarsa, döneklik ederse; kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Kim Allah’a verdiği sözde durursa Allah ona büyük bir ecir / ödül verecektir.” (Fetih, 10) Beyanındaki gibi bey'atleşenler; ahitleşmeye riayet etmez de verdiği sözde durmazsa, kendi nefsine kötülük etmiş olur. Her kim ki bey’atine sadık olursa, Allah ona iyilikler verir. Velhasıl Fehmi Efendi, bey’atını böyle bir anlayışla yapanlara hitaben “Bey’at-ı Hakk’ı Muhammed’den kılanlar merhaba / Buldunuz iman-ı kamil, cümle yaran merhaba!” diyor. İman üç kısımdır: Birincisi, taklidi iman. İkincisi, istidlali / delilli iman. Üçüncüsü hakiki / kamil imandır. Taklidi iman, imanın en zayıfıdır, istidlali iman ulema-yı zahirin ve ehl-i tarikin imanıdır. Çünkü onlar isimlerini ve eserlerini Hakk’a delil yaparlar. Îman-ı kamil ise; arifin yani ehl-i kemalin imanıdır ki, bu iman-ı kamil, meslek-i Resule dahil olup, Muhammedi bey’atla mazhar olunan, telkine sadakatle bulunur. Yaran; dost, ahbap demektir.İşte Hasan Fehmi Hazretleri, kendisi gibi iman-ı kamile ulaşan, cümle ehl-i kemale ‘Merhaba!’ diyor. Varis-i nebidir ol Nur Muhammed esfiya Gün gibi doğdu bu alem yüzüne saldı ziya Hadis-i şerifte “Alimler, nebilerin varisleridir.” Buyrulmuştur. Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, Hz. Resulullah Efendimizin varisidir. Hz. Pir, seyr-i sülukun fenafillah mertebelerini Hz. Resulullah’ın misal-i vücudundan, bekabillah mertebelerini ise Hz. Resulullah’ın vücud-u unsurundan görmüş olup, vücudu Nur-u Muhammed (sav) zuhuruna da mazhar olduğundan, esfiyadır, yani tertemizdir. Hz. Pir’in şahsında zahir 19 olan ruhaniyet ve kemalat, bu alemi, güneşin karanlığı aydınlatması gibi aydınlatıp parlatmış ve halen aydınlatıp parlatmaktadır. Oldu imam ehl-i aşka verdi müezzin sala Kıldılar dört farz namazı okudu gad efleha Hz. Pir Efendimizin zuhurundaki meslek-i Resul telkin ve irşadı, Allah aşıklarının imamıdır. Müezzin ise, zamanın davetçisi olan kamil mürşiddir. Her ehl-i aşk, kamilin davetiyle o telkin olan imama uymuşlardır.Bunu beyanla Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadar’lı Hacı Kadir Bey “Hiç kimse, insanlığını davetsiz açığa çıkaramaz.” demiştir. ‘Kıldılar dört farz namaz, okudu kad efleha’ sözünün anlamı ise şöyledir: Kuranda “Kad efleha men tezekka ve zekerasme rabbihi fesalla. Nefsini / benliğini arındıran, gerçekten kurtuluşa ermiştir. O Rabbinin adını anmış / zikretmiş, namaz kılmıştır.” (A’la, 14–15) Buyrulur. Bu itibarla her kim ki, zamanın kamil mürşidinin irşadına mazhar olursa o, zikr-i daim ve ilm-i tevhidin keşfi irfaniyetiyle, gayriyet kirinden, yani gizli şirk pisliğinden arınıp tertemiz olur. Dört tekbirle, yani mürşid-i kamilin dört makam teveccühü telkiniyle, namazın hakikatine mazhar olur demektir. Geçtiler zevk-i fenadan buldular zevk-i beka Kıldılar vahdette namaz ettiler miraç Hakk’a Hadis-i şerifte: “Müminin namazı miraçtır.” buyrulmuştur. Makamat-ı tevhidin fena makamları olan tevhid-i efal, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat keşfi irfaniyetiyle, cehaletle var zannettikleri nispet varlıklarından arınıp geçenler; ölümsüzlüğe, yani ebediyet olan bekabillaha mazhar olurlar ve Hakk’a vasıl olup, hep Hakk’ı müşahede ederek, Hak’la ebediyet, yani beka bulur ve ölümsüz olurlar. İşte bu, kulun Rabbiyle vuslatı ve miracıdır. Bu miraç, aynı zamanda, vakit namazlarının hakikati olan vahdet namazı olup, kulun “…Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır…” (Bakara, 115) Kur’an beyanındaki gibi, kurb-u feraiz / farz yakınlık mertebesine ulaşıp, halkı batın ve Hakk’ı zahir müşahedesiyle, hep Hak görmesidir. Vesselam. Sıdre-i münteha olmaz aşığa durak makam Geçtiler kavseyne onlar ettiler canı feda Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid'inde, Hz. Resulullah’ın miraca giderken yolculuğundan ve yol arkadaşlarından bahseder. Bu yolculukta Sidre-i Münteha’ya vardıklarında Cebrail’in Hz. Peygambere ‘Benim 20 makamım burasıdır, buradan ileri gidersem baştan aşağı yanarım.’ demesine karşılık Hz. Resulullah Efendimiz: Ta ezelden bana aşk oluptur delil Yanar isem yanayım ben ey Halil buyurur ve Refref isimli vasıtayla birlikte, Cebrail’in cesaret edemediği sidre-i münteha makamını geçerler. Bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri de: “Aşık olanlar, sidre-i münteha makamında durmazlar. Onlar cesaret ve azimle, tevhid makamlarından bir makamın ismi olup, Kur’an-ı Kerim’de ‘Kabe Kavseyn’ olarak ifade edilen makama ulaşırlar ve zevklenirler.” Diyor. Ol yüzü bedr-i münir ahz.eyledi şemsten ziya Cümle erbab-ı ulumun kalbine verdi cila Hz. Pir; ayın, güneşten olan parlaklığı ile gecenin karanlığındakilere yol göstermesi gibi, hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle, cehalet karanlığındakilerin yolunu aydınlatmış, ehil olanların kalbini zikr-i daim ve makamat-ı tevhid telkin ve irşadıyla parlatmıştır. İşte Hz. Pir’den zahir olan kemalat aydınlığı ve ışığı, hidayetin baş mazharı olan Hz. Muhammed (sav) güneşindendir demektir. Cilve-i maşuka sabretmek gerektir aşığa Bir cefası içre Fehmi’ye gelir yüz bin sefa Cilve-i maşuk, Cenab-ı Hakk’ın tecellilerinin nev’idir. Çünkü tecellide celal var, cemal var; kimi tecelliler nefse zor gelir. Fakat aşık olan kimse; gerek celal, gerekse cemal tecellilerin ilahi sevgiliden olduğuna, arif olduğu için sabreder. Kur'an’da “Dedi ki; ben içimi doldurup taşan hüznümü, kederimi ancak Allah’a arz ederim...” (Yusuf, 86) buyrulmuştur. Bu itibarla, aşığın ilahi sevgiliden başkasına yönelmemesi, onun sabrıdır. İşte böyle sabreden aşığa, yüce sevgili cemaliyle tecelli ederek, kayda gelmeyecek bir irfaniyet ve zevke mazhar kılar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Fehmi’ye bir cefası içre, yüz binlerce sefa gelir.” diyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 21 * * * 3 Geldi Muhyiddin hakikat alem içre ağniya Kapısında padişahlar oldular kul ve keda Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi kastediliyor ki; Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra bu alemde zuhur eden irfaniyetin, hikmet ve kamalatın membaı arifler silsilesinin en parlak veli şahsiyetlerindendir. Ehl-i kemal ve ehl-i hakikat, kendisinden ve eserlerinden çok istifade etmişler ve etmektedirler. Onun eserleri ariflerin ve ehl-i kemalin baş tacı olup, ehl-i kemal kendisini “Şeyh-ül Ekber / Büyük Şeyh” olarak vasfetmişler ve vasfetmektedirler. Peygamberlik üç türlüdür: Birincisi nebi, ikincisi resul, üçüncüsü ululazim peygamberlerdir. Nebi peygamber; sadece nebidir. Vahyin muhatabı olup; kendisine müracaat edenlere vahyi tebliğ ederek halkı irşad ederler. Ben nebiyim diyerek halka peygamberliğini açıkça ilan etmezler. Nebi peygamberler çok olup; aynı zamanda bir çok nebi olduğu gibi, bir aileden birkaç kişi de nebi peygamber olabilirler. Resul peygamberler ise; hem nebi, hem de resuldürler. Resul peygamberler kendisini gizlemez, açıkça peygamberliğini ilan eder ve ben Allah’ın resulüyüm, der. Hatta inkar edenlerle savaş dahi eder. Zamanında mevcut olan kitapla hükmeder ve dine bulaşmış olan fazlalıkları atıp, eksikleri tamamlarlar. Ululazim peygamberler ise; hem nebi, hem resul, hem de ululazim peygamber olup, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Resulullah Efendilerimiz gibi; kendisine kitap ve şeriat indirilen peygamberlerdir. Bunlar yaklaşık 600 senede bir gelirler. Peygamberlerin varisi olan ilim sahipleri de üç sınıftır: Birincisi, nebi peygamberler mesabesinde olan veliler. İkincisi resul peygamber mesabesinde olan veliler. Üçüncüsü ise, ululazim peygamberler mesabesinde olan velilerdir. Nebi mesabesindeki veliler her devirde var olup, çokturlar. Aynı aileden ve aynı beldede birden fazla olabilirler. Resul mesabesinde olan veliler çok olmayıp nadirdirler ve dine sirayet etmiş olan hurafe, bidat, gelenek vb. dinden ayırarak, fazlalıkları çıkarırlar, eksikleri ise tamamlarlar. Her yüz yılda bir gelen müceddit / yenileyici bunlardan olup, bu veliler; Kur’an, vahiy ve Peygamber Efendimizin ahlakına uygun bir şekilde tebliğ ve irşadda bulunurlar. Ululazim pey22 gamber mesabesinde olan veliler ise; her yüz yılda bir gelen mücedditlerdendir ki, bunlar yaklaşık 600 senede bir gelirler ve dine sirayet etmiş olan hurafe, bidat, eksik ve fazlalıkları dinin gerçeğinden ayırırlar. Bu velilerin dinin hakikati ile yaptıkları telkin ve irşadlarının tesirleri yüzyıllarca sürer. İşte, Hz. Resulullah Efendimizden yaklaşık 600 yıl sonra Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri zuhur etmiş ve ehl-i kemal ve ehl-i hakikat üzerinde çok tesiri olmuştur. Ehl-i aşk kendisinden çok istifade etmişlerdir ve halen etmektedirler. Muhiddin Arabi Hazretlerinden yaklaşık 600 sene sonra ise Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri zuhur etmiş olup, zuhuru irşadıyla halen ehl-i aşkı ve ehl-i kemali aydınlatmaktadır. Allah bizleri de böyle velilerin irşadı himmetlerine mazhar kılsın. Hasan Fehmi Hazretleri: “Ehl-i hakikat olan Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri, kemalat ve marifette çok zengindi. Kendisine zamanın padişahları, devlet reisleri biat etmişler, ona mürit olmuşlardır. Padişahların ona olan hürmeti, kölenin sahibine olan hürmeti ve bağlılığı gibiydi.” buyuruyor. İlmi ağzından Resul’ün aldı ol alicenab Eyledi ihsan ona ol Fahr-i Alem Mustafa Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi gibi Hz. Resulullah’ın halifesi olan pirlerin süluku; bizzat Hz. Peygamber Efendimize olup, seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah Efendimizden görürler. Nitekim Hz. Pir Efendimiz de seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah Efendimizden görmüştür. Bu itibarla ‘Şeyh-ül Ekber, Resulullah Efendimizin yüce ihsanına mazhar oldu ve ilmi ol Resulün ağzından aldı.’ Buyruluyor. Yani Şeyh-ül Ekber, Hz. Resulullah’ın telkin ve irşadına mazhar oldu, demektir. Rüşd-i alem oldu asrında bilenler bildiler İstidadı tam olanlar eylediler iktida Fehmi Efendi Hazretleri: “Şeyh-ül Ekber, yaşadığı çağda / zamanda en kemalatlı ve marifeti en yüksek olan büyük bir mürşiddi. Her kim onu bu vasıfları ile tanıdıysa, o yüce şahsiyetten istifade ettiler.” buyuruyor. Nitekim bizim de kanaatimiz aynı olup, Şeyh-ül Ekber’in yetiştirdiği halifelerin ve ehl-i kemalin gayretleriyle Osmanlı Devlet’inin kuruluşu sağlanmış ve Osmanlı Devletinin yapılanmasına sayısız fayda ve katkıları olmuştur. Şeyh-ül Ekber'in irşadına mazhar olan erlerin ve ehl-i 23 kemalin irşadlarıyla yol göstermeleri; Osmanlı’nın yükselme dönemindeki fütuhat ve adaletle idaresinin manevi harcı olmuştur. Allahualem. Ol güruh-ı akl olan sofular onu bilmedi Ona zındıktır demekle düştüler hep mehlika Kendisini ve bilgisini herkesten yüksek gören, kibirli ve enaniyet sahibi sofu kimselere, bu kendi halleri perde oldu da, o yüce şahsiyetteki kemalattan ve irfaniyetten istifade edemediler. Hatta zındık, dinden çıktı gibi gerekçelerle, Şeyh-ül Ekber’e eziyet ederek Şam şehrinde şehit ettiler. Bugün dahi bu aynen böyledir ki; ehl-i tevhid-i hakiki ve arifler, Şeyh-ül Ekber’den istifade ederler, cahil sofular ise, onu zındık vb. isimlerle vasıflandırarak, ondan ve eserlerinden istifade edemezler ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetinden mahrum, Hak’tan ise mahcup kalırlar. Bahr-ı ahdardır makam-ı Hızr’a yoldaştır o pir Nevm-i gafletten uyandırdı nice yüz bin Musa Bahr-ı ahdar, yeşil deniz demektir. Yeşil, ilm-i marifetin rengidir ki, Hz. Şeyh-ül Ekber’in makamı, ilm-i marifet mazhariyetidir ve Şeyh-ül Ekber marifetullahın ummanı, denizi idi. Bir seyahatinde bir şahıs ile sohbet ediyor, fakat bir türlü o şahsı ikna edemiyor. Birden Hızır Aleyhisselam zuhur ediyor ve seccadesini açıp yerden yukarda, havada namaz kılmaya başlıyor. Şeyh-ül Ekber, Hızır’a niye böyle havada namaz kıldığını sorduğunda, Hızır cevaben: “Karşında her şeyi akılla anlamanın mümkün olduğunu iddia eden o şahsa aklın her şeye yetmediğini göstermek için böyle yaptım.” diyor. Bu olayı gören o inkarcı şahıs, ikna oluyor ve iman ediyor. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Şeyh-ül Ekber’in Hızır’la yol arkadaşlığı vardır. Nasıl ki, Hızır Hz. Musa’nın müşküllerini hallettiyse, Şeyh-ül Ekber de yüz binlerce kişinin müşküllerini hallederek, onları irşadıyla, gaflet uykusundan uyandırdı.” diyor. Ab-ı hayat menbaıdır kendisi haydır müdam Etti ihya dini ilmiyle yeniden ol sima Ab-ı hayat ölümsüzlük içeceğidir. Onu her kim içerse, ebediyen ölümsüz olur. Hz. Pir Efendimiz “Ab-ı hayat, ab-ı tevhiddir.” diyor. Bu itibarla, tevhid-i hakikinin keşfine her kim mazhar olursa; o şahıs ölümsüzleşir, ebediyen diri olur. Yunus Emre Hazretlerinin: “Yunus öldü diye sala verirler / Ölenler hayvandır, aşıklar ölmez.” dediği gibi, Fehmi Efendi Hazretleri de bu 24 sırra işaretle, Muhiddin Arabi Hazretleri için ‘haydır müdam; yani her zaman, daima diridir.’ diyor. Çünkü insan-ı kamil makamı birdir ve değişmez. İnsan-ı kamil, her zamanda ve halen mevcut ve zahirdir. Vesselam. Bahr-ı ilmine kayık salmak bana mümkün değil Eyle himmet Fehmi’ye yolundayım çün bir feda Şeyh-ül Ekber Hazretlerinin marifeti çok yüksek idi ve arifler onun marifetinden çok istifade ettiler ve etmektedirler. “Onun ilim denizinde yüzmek, bana mümkün değil.” diyerek Hasan Fehmi Hazretleri, tevazu gösteriyor, tenezzül ediyor. “Yolumuz Şeyh-ül Ekber’in yoluyla aynıdır, ben bu meslek-i Resul yolunun hizmetçisi, kölesiyim.” diyor ve Hz. Şeyh-ül Ekber'in ruhaniyetinden himmet, yardım istiyor. Allah, bizleri de böyle ehl-i kemal ve ehl-i hikmetle arkadaş kılıp, himmetlerine mazhar etsin. 25 * * * 4 Ey zahid gel zühdünü ko aşka eyle iktida Göresin hep ehl-i aşk olmuşlar halka mukteda Zahit, fazla ibadet eder, suret-şekil düzer, perhiz eder. Bu halini de kemalat zanneder, kendisi gibi olmayanları eksik görür. Sakallı olmayı, şalvar ve hicaz fistanı giymeyi marifet bilir. İşte böylelerine hitaben Fehmi Efendi: “Ey zahit, gel bu zühdünü terk et, alemde eksik aramayı bırak, aşk ehli ol. O zaman görürsün ki, halka yol göstermiş olan, başta peygamberler olmak üzere, İmam-ı Azam gibi mezhep imamları, Şeyh-ül Ekber, İmam-ı Gazali, Mevlana ve Hz. Pir gibi cümle ehl-i kemal hazretleri; hepsi aşk ehli olup, halkı irşad ederek aydınlatmış ve yol göstermişlerdir.” buyuruyor. Cümle kervandır bu alem ehl-i aşktır rehnüma Gel karib ol kaçma zinhar kalırsın bineva Eski zamanlarda bir memleketten başka bir memlekete seyahat yahut yük taşımak gibi nakliye işleri için kervan oluşturulurdu. Taşıma ve seyahat bu kervanlarla yapılırdı. Kervanın yolunu şaşırıp da yanlış yerlere gitmemesi için, her kervanda mutlaka gidilecek yolu tanıyan bir yol gösterici, yani rehnüma olurdu. Hadis-i şerifte: “Alimler gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyar iseniz doğru yola girersiniz.” buyrulmuştur. Gemilerin açık denizlerde, kervanların ise karada, gece yollarını doğrultup menzillerine sağlıklı bir şekilde varmak için, hep yıldızlara baktıkları gibi cümle ehl-i aşk; bu alemde cehalet karanlığında ve zan içinde olanların doğru yol göstericileri, yani rehnümasıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Ey zahid kişi, gel ehl-i aşka yakın ol, onlarla arkadaşlık yap, sakın aşıklardan uzaklaşma. Yoksa cehalet ve zan karanlığında kalırsın, yaradılış maksadına eremez ve varman gereken menzili bulamayıp çaresiz kalırsın.” diyor. Çünkü ‘yuhibbune’ geldi ol gani Hak’tan bize Nidelim gayre muhabbet çün değil emr-i Hüda Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, Allah’la sevişen kimselerden bahsederek: “…yuhibbühüm ve yuhibbunehu / Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever…” (Maide, 54) buyuruyor. Kur’an aynı ayette, dinin mücahidi olarak, Allah’la sevişen bu topluluğu örnek olarak gösteriyor. Başka 26 bir ayette ise “…iman sahipleri ise, Allah’a sevgide çok kararlı ve taşkındırlar…” (Bakara, 165) beyanı vardır. İşte gerçek iman sahibi olan Hak aşıkları, Allah’tan başka hiç bir şeyi sevmeyip, Allah’ı ise şiddetli bir sevgiyle yani aşkla severler, muhabbet ederler. Bunu beyanla “Allah’ı sevip ona muhabbet etmek Kur’an’ın beyanı olup, Hakk’ın emridir. Biz nasıl gayriyete, yani Hak’tan başkasına muhabbet edebiliriz ki; Hak’tan başkasına muhabbet etmek Allah’ın hidayet yolu olmadığı gibi, emr-i ilahi de değildir.” buyruluyor. Etme rağbet perhize sen gel beru ey hoşimend Niceler perhizle bunda oldular Hak’tan cüda Bazıları az yiyip içmek veya çeşitli gıdaları seçmek suretiyle perhiz yaparak, keramet sahibi olmaya çalışırlar. Böyle perhizle keramet aramak, hemen hemen bütün dinlerde vardır. Böyleleri perhizle elde ettikleri bazı halleri kemalat zannederler. Hakikatte ise kulun en büyük kerameti, vahyin ışığında Hz. Resulullah Efendimizin güzel ahlakı ile ahlaklanıp, yaratılışının amacı olan kulluğa ulaşıp, Rabbine vuslat etmesidir. Fehmi Efendi Hazretleri, böyle perhizle keramet peşinde koşanlara hitaben: “Ey güzel yaradılışlı kimse, böyle perhize rağbet etme, çünkü nice kimseler perhiz edip suret düzerek, kendi nefsinde ve cümle varlık ve eşyada mevcut ve zahir olan Cenab-ı Hak’tan ayrı kalıp Rabbi’ne kavuşamadılar.” diyor. Ruz u şeb taat ibadet eylemez vasl-ı lika Aşk ile yoldaş olanlar buldular derde deva Gece gündüz ibadet etmek de, seni yaradılışının yüce gayesi olan, Rabbi’ne vuslata götürmez. Cenab-ı Hak, hadis-i kudside: “Beni talep edene bulunurum, kime bulunursam onu aşık ederim, kimi aşık edersem onu arif ederim, kimi arif edersem onu vasıl ederim, kimi vasıl edersem onu katlederim, kimi katledersem onun diyeti ben olurum, benimle onun arasında fark olmaz.” buyurmuştur. Bu ve benzeri beyanlardan açıkça anlaşıldığı gibi, Hakk’a vuslat derdinin devası, çaresi, Hak talibi ve Hak aşığı olmaktır. Bunu beyanla “Aşk ile yoldaş olanlar, yani aşk-ı ilahiye mazhar olanlar; kulun Rabbi’ne vuslat derdine devayı buldular.” Buyruluyor. Ara bul mürşid-i kamil çünkü oldur Haknüma Hep erenler füyuzat oldu ol yüzden hida 27 Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na kavuşmaya / varmaya vesile arayın, O’nun yolunda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz” (Maide, 35) buyuruyor. Bu ayette ifade edilen ‘vesile’ye ehl-i zahir tarafından bir çok mana verilmiştir. Fakat ehlullaha göre ‘vesile’den maksat mürşid-i kamildir. Mürşid-i kamile biat edip onun telkin ve tarifi olmadan daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyeti hasıl olmaz. Tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olmayan da Hak’tan gafil kalır, Hakk’a vuslat edemez. Velhasıl cümle geçmiş ve mevcut ehl-i kemal olan arifler, mazhar oldukları kemalat ve marifet feyizlerine, ancak mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla erişilebileceği konusunda ittifak etmişlerdir. Cenab-ı Hakk’ın hidayetinin baş mazharı Hz. Resulullah Efendimizdir. Onun her zaman ve bugünkü hidayet temsilcileri ise mürşid-i kamil ve alimlerdir. Fehmi Efendi Hazretleri: “Mürşid-i kamili bulup, onun irşadına mazhar ol, ehl-i kemal olan cümle erenler o kamilin irşadıyla hidayetin feyizlerine ulaştılar.” diyor. Talibi’yle sohbet eyle her sözüne tut sima Sehpa-yı aşkın şarabın içirir her dem sana Hasan Fehmi Efendi Hazretlerinin bir lakabı ve mahlası da ‘Talibi’dir. Zamanın kamil mürşidi olan Fehmi Efendi talibi lakabıyla: “Benimle sohbet edip sözlerime kulak vererek irşad olursan, aşk-ı ilahinin şarabını içerek, her zaman Allah aşkıyla hasıl olan feyizlere ve marifete mazhar olursun.” diyor. Allahualem. 28 * * * 5 Ey merd-i kamil bulunma gafil Ol Hakk’a vasıl aşk meydanında Aşk meydanı, ehl-i kemalin ve ariflerin buluştukları meclistir. Oradaki sohbet ve muhabbet hep ilahi sevgiliye dair olduğundan, aşıklar ve ehl-i kemal, o meclisten keyiflenerek, zevklenerek istifade ederler. Yakın manadaki aşk meydanı ise; aşıkla maşukun, sevenle sevilenin, yani sevgililerin buluştuğu ve cilveleştiği yerdir. Maşuk, aşığa güzelliklerini kulun enfusında ve afakında gösterir. Çünkü Kur’an’da: “Onlara ayetlerimizi afaklarında ve enfuslarında göstereceğiz. Ta ki onun hak olduğu, kendilerine ayan beyan / apaçık belli olsun.” (Fussılet, 53) buyrulmuştur. Bu itibarla aşk meydanı, kulun enfusu ve afakıdır. Bunu ifade ederek “Ey dürüstlük, kamillik iddiasında olan kişi, aşk meydanından gafil olma, o meydanda güzelliklerini gösteren ilahi sevgiliye kavuşmaya gayret et.” buyruluyor. Ver kalbe cila et nefsin imha Oldur haknüma aşk meydanında “Kalbini işgal etmiş olan Hak’tan gayri muhabbetleri, yani nefsin masiva isteklerini imha et; çünkü o istek ve arzular, seni Hakk’a götürmez. İlahi sevgiliyle aranda perde olur.” Buyruluyor. Nefsin imhası ise şöyledir: Kur’an’da “İman edenlerin kalbleri Allah’ın zikri ile mutmain olur. Şüphesiz kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzur ve sükun bulur” (Ra’d, 28) Başka bir ayette ise “…hem de kalbleri Allah’ın zikri karşısında yumuşar. Bu Allah’ın kılavuzudur ki, onunla dilediğini hidayete erdirir…” (Zümer, 23) buyrulmaktadır. Bu itibarla nefsin imhası, kalbi zikir ile mümkündür. Çünkü kalbi zikir, daim zikri hasıl eder ki, böyle bir kul; zikr-i daimle, kalbindeki masiva / gayriyet muhabbetini yok eder ve Allah muhabbetini hakim kılar. Böylece o kalb muhabbetullahla cilalanıp parlar. Çünkü hadis-i şerifte “Kalbler demir gibi paslanır. Nasıl ki demir cilalanırsa kalbin cilası da zikrullahtır.” buyrulmuştur. Velhasıl haknüma, doğru yolu gösteren demektir ki, kulu Hakk’a vuslata götürecek olan doğru yol, zikr-i daimdir. Bunu beyanla “Aşk meydanında zikr-i daim elde etmeye bak, sen Rabbi’ne ancak zikr-i daim uyanıklığıyla kavuşursun.” demektir. Et nefsle savaş irfana ulaş 29 Ver can ile baş aşk meydanında Hz. Resulullah Efendimiz, Uhut muharebesinden dönerken buyurdular: “Küçük harpten büyük harbe gidiyoruz. Ashap dediler ki ‘Aman ya Resulullah, bundan daha büyük harp olur mu?’ Resulullah Efendimiz buyurdular: ‘Biz belli bir yerde, belli bir zamanda, belli bir düşmanla savaştık. Halbuki nefs, her zaman, her yerde bizimle olup; bize kötülük eder. Onun için nefs ile savaş büyük harptir.” Hz. Pir Efendimiz buyurdular ki: “Zikr-i daim, cihad-ı ekber, hac’ül ekberdir.” Yani büyük harptir, büyük Hac’dır. Nefs ile savaş zikr-i daim iledir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Nefs ile savaşta gevşeklik gösterme, daim zikirle öyle bir irfaniyet elde et ki canını ve başını ver.” diyor. Yani makamat-ı tevhid irfaniyetiyle canın, başın ve cümle varlığının Hakk’a ait olduğuna arif ol, demektir. Bul irfan kanın göstersin yarın Yok eyle varın aşk meydanında İrfan kanını bulmak, mekteb-i irfana dahil olup, mürşid-i kamilin telkin ve irşadına mazhar olmak, demektir. Ki, bir kimse ancak kamilin irşadıyla, tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat keşfi irfaniyetine ulaşırsa, o zaman kendinin ve cümle varlığın yokluğuna / fenasına arif olur ve yarini, yani ilahi sevgiliyi görüp müşahade eder. Bülbül ol güle düş dilden dile Cevre sabreyle aşk meydanında Bülbülün dün ü günü ötmesi, inlemesi, hep gülün kokusu ve muhabbetiyle olduğu gibi, sen de meslek-i Resule dahil olup, ruh-u Muhammed (sav) mazhariyeti için bülbül gibi gayret et. Çünkü kul, gayretin mazharıdır. Bunu beyanla sen böyle gayret edip, Allah muhabbeti ararsın, ehl-i zikirle ve ariflerle buluşur sohbet edersin. Fakat senin bu haline cahil halk, bu şaşırmış sapıtmış, diyerek dedikodu üretirler ve böylece dilden dile düşersin. Eski arkadaşların vardır, onların anlayışlarına senin halin ters gelir ve seni kınarlar, tenkit ederler, hatta seni terk ederler. Bütün bunlar sende sıkıntı meydana getirir ki, bunlara karşı sabreylemek, cevre sabreylemektir. Vesselam. Arama izzet çün buldun zillet Ol imiş devlet aşk meydanında 30 Hadis-i şerifte üç defa “Fakirlik benim iftiharımdır.” buyrulmuştur. Hz. Peygamber Efendimizin iftihar ettiği bu fakirlik, nispet varlık itibariyledir ve miraçta söylenmiştir.Aynı zamandan bu fakirlik nispet-i efal, nispet-i sıfat ve nispet-i vücut fakirliği olduğundan üç defa beyan edilmiştir. Yine miraçta Cenab-ı Hak “Bana ne hediye getirdin ey Habibim?” Diye sorduğunda Hz. Resulullah: “Yarabbi senin hazinelerinde olmayan bir hediye getirdim.” dedi. Melekler, Allah’ın hazinesinde olmayıp, onun kulu Hz. Muhammed (sav)'in hazinesinde olan bu hediye nedir, diye merak ve telaş ettiler. Hz. Resulullah Efendimiz devamla “Yarabbi senin hazinende her şey vardır, olmayan ise yokluktur. Ben sana yokluğumla geldim.” buyurmuşlardır. Bu itibarla bir kulun iftihar edip de öğüneceği en yüce makamı onun nispet varlık yönüyle olan yokluğu ve fakirliğidir. Bunu ifadeyle ‘Sen aşk meydanında zillet olarak böyle bir fakirlik, yokluk bulduysan, bundan daha yüce bir izzet, rütbe ve devlet arama.’ buyruluyor. Fehmi et sohbet gitsin cehalet İrfandır cennet aşk meydanında Hasan Fehmi Hazretleri “Ehl-i kemal ile sohbete riayet et ki, cehalet ancak sohbet ile gider.” diyor. Çünkü mekteb-i irfanda sohbetler, soru ve cevap şeklinde olur.O meclistekilerin ve saliklerin müşkülleri, sualleri cevaplandığı ve hallolduğu nispette cehaletleri gider, irfaniyete mazhar olup arif olurlar. Cennetler sekiz olup, dördü amel cenneti, dördü irfan cennetidir. Amel cennetlerine, kıyametten sonra alem-i ahirette, her kul güzel amelleri nispetinde mazhar olacaktır. İrfan cenneti ise, tevhid-i hakikinin keşfiyle elde edilen irfaniyet zevkiyle bu alemde girilen ve hangi alemde olursa olsun bir daha çıkılmayan cennettir. Cennet-i irfan zevki, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kulun Rabbine vuslatıyla hasıl olur ki, Hakk’ın olmadığı hiç bir mekan, alem olmaz. Allah görünen ve görünmeyen cümle alemlerde mevcut olduğu için, kim bu alemde cennet-i irfana girdiyse, bir daha çıkmaz ebediyen orada olur. İşte, mekteb-i irfana dahil olup, arifler meclisinin sohbetine iştirak eden Hak aşıkları, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, Hak’tan gayrı müşahede etmediklerinden, onlar aşk meydanında ilahi sevgiliyle buluşmuş olup, daima irfan cennetindedirler. Allahualem. 31 * * * 6 ‘Nahnü akrabü’ hitabetti Cenab-ı Kibriya Fehmi’de gör bu rumuzdan ibret al ey bivefa Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim'de “…venahnü akrabü ileyhi min hablilveriyd…/ Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf, 16) buyurmuştur. Fehmi Efendi Hazretleri: “Bu ayette beyan edilen Allah’ın kula yakınlığının nasıl olduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın bu hitabının hikmetini anlamaya bak, buna kayıtsız kalıp vefasızlık etme.’ diyor. Ve devamla ‘Gel ben sana bu ayetin ne remz ettiğini açıklayayım, sen de ibret al.” buyuruyor. Kurb-i nevafille erdi hep bu sırdan esfiya Gördüler Hak ile Hakk’ı cümle eshab-ı safa Kurb-i nevafil, nafile yakınlığı demektir. Cenab-ı Hak, kudsi hadisde: “Kulum, bana nafilelerle öyle bir yaklaşır ki, onun görmesine göz olurum, işitmesine kulak olurum, tutmasına el olurum. O benimle görür, o benimle işitir, o benimle tutar, işler.” buyuruyor. Ki, kulun bu mazhariyeti kurb-u nevafil yakınlığıdır. İşte bu yakınlığa mazhar olması için kulun, cümle nispet varlık şirkinden arınıp esfiya yani tertemiz olması gerekir. Ashab-ı safa ise, tertemiz arınmış olanlar demektir. “Makamat-ı tevhid irfaniyetiyle gizli şirkten arınıp safiyete ulaşanlar, kurb-u nevafil yakınlığının sırrına vakıf oldular ve Hak’la Hakk’ı müşahede ettiler.” buyruluyor. Abdi zahir ol şuhud et Hakk’ı batından müdam Ol vücud-ı vahidin emrinde et ahde vefa Abdi zahir, yani halkı zahirinde, Hakk’ı batınında müşahede etmek; vücut birliğine, vahdet-i vücuda ters değildir. Çünkü burada zahir olan halk, Hakk’ın vücudundan zahir olan Bir’in çokluğudur, yani vahdetin kesretidir. Fehmi Efendi Hazretleri: “Meslek-i Resul telkinini imam edip ona uy ve mazhar olduğun teveccühdeki ahdine vefasızlık etme.’ Diyor ve devamla: ‘Halkı zahirinde, Hakk’ı batında müşahede marifetiyle, vahdeti vücudun, yani ‘Bir’ olan Hakk’ın emir ve yasaklarına riayet et.” diyor. 32 Kalb-i safvetle yanaş mürşide, bezl-i himmet al Kenz-i mahfiden olur zahir kan-ı irfan sana Hz. Resulullah Efendimiz miraçtan döndüğünde: “Size üç hediye getirdim. Biri dinin zahiri olan ilm-i şeriattır ki, bunu herkese açıyorum. İkincisini isteyen ise beni tenhada bulsun. Üçüncüsü kendime aittir.” buyurmuşlardır. Hz. Resulün tenhada vereceğim dediği hediye, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid telkinidir. İrşatla görevli olan sahabe-yi kiramdan bazısı: “Ben Resulullah’tan iki ilim tahsil ettim, birini herkese açıyorum, ikincisini isteyen beni tenhada bulsun.” demiştir. Bunlar makamat-ı tevhidi telkin ve tarif etmeye yetkili olan sahabelerdi ve irşadlarını zaman-ı saadetlerinde yapmışlardır. Bugün dahi, zikr-i daim ve makamat-ı tevhidi telkin eden mürşid-i kamili tenhada bulanlar, kamilin irşadı himmetiyle gizli hazinelerin sırrına ererler. Gizli hazine, cümle varlık ve eşyada mevcut ve apaçık olmasına rağmen, Rabbini görüp müşahade edemeyen kul’dan gizlenmesidir. İşte Rabbını böyle bir gafletle görüp müşahade edemeyenlere hitaben Fehmi efendi “Tertemiz bir kalble, art niyetsiz olarak mürşid-i kamile git ve onun irşadı olan himmetinden, yardımından istifade et. Çünkü mürşid-i kamilin yardımı, irşadı olmadan gizli hazineyi bulamaz ve marifet ve kemalat zenginliğine kavuşamazsın.” buyruluyor. ‘Festekim kema ümirte’ dedi çün Kur’an’da Hak Telkine eyle riayet Kamil’e et iktida Mürşidler ikidir; biri kamil mürşid, diğeri nakıs / eksik mürşiddir. Nakıs mürşidler, müridi kendine bağlar ve kendini rabıta yaptırır. Mürid de, bu rabıta ile mürşid bana nazar eder, beni olumsuzluklardan koruyup irfaniyet sahibi yapar diye bekler. Halbuki, mürşidi resim veya hayal ile rabıta yapmak, şirk-i celidir. Allah’a açıkça şirk, ortak koşmaktır ve en büyük günahtır. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Bu şekilde mürşidi rabıta yapmak küfürdür.” buyuruyor. Çünkü Kur’an’da “…Allah’a şirk / ortak koşma, çünkü Allah’a şirk / ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) Başka bir ayette ise “Şu bir gerçek ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder…” (Nisa, 48-116) buyrulmuştur. Bu itibarla nakıs, kamil olmayan mürşidin fotoğraf veya hayalinden kendini müridine rabıta yaptırması; en büyük zulümdür, açık şirktir ve küfürdür. Vesselam. 33 Kamil mürşid ise; saliki her şeyin ve herkesin asl-ı hakikati olan Allah’a bağlar. Salike, kendi nefsinde ve cümle varlık ve eşyada mevcut olan Rabbine vuslat rabıtası telkin ve tarif eder. Mürşid-i Kamil, Cenab-ı Hakk’ın emrinden başka bir şey emretmez. Kamil mürşid Kur’an-ı Kerim’le asla çelişmez, Kur’anla onun marifeti aynıdır ve Kur’an denetimine her hal ve anlayışıyla açıktır. O Kur’an ile denetlenmekten kesinlikle rahatsız olmaz. Mürşid-i kamil, Kur’an’ın emir ve yasaklarını emrediyorsa, o emir ve tavsiyeler Cenab-ı Hakk’ındır. Bu itibarla kamil olan mürşidin emrini tutmamak, Hakk’ın emrini tutmamaktır. Kur’an’da “Festekim kema ümirte…/ Emrolunduğun gibi dosdoğru yürü…” (Hud, 112 ve Şura, 15) buyrulmuştur. Fehmi Efendi Hazretleri, bu ayeti delil ederek “Mürşid-i kamil, sana ne telkin ve tarif etti ise, ona uy ve riayet et.” diyor. Nehr-i cari ol sülukunda yüzün ummana tut Sil süpür siva kazuratın canın bulsun lika Nasıl ki devamlı akan nehirlerin amacı denize kavuşmak ise, senin de amacın Cenab-ı Hakk’a kavuşmak olsun, yüzün daima Hakk’a yönelsin ve seni Hak’tan alıkoyacak ve uzaklaştıracak her türlü kötü huyları, anlayışları sil süpür, ki ancak o zaman Rabbine vuslat edersin. Şer’i esas üzre kur, tevhid sarayın yüce kıl Çık otur taht-ı dilarada nazar et her yana Hiç kimse Allah’ın emir ve yasaklarına, şeriat ahkamına uymasa, herkes kaytarsa, meslek-i Resulü Melamiye saliki olan bir ihvan; tek başına da kalsa, kesinlikle şeriat ahkamına uyar. Orucunu tutar, vakit namazlarını kılar vb. emr-i ilahiye muhakkak uyar ve yasaklarından kaçar. Taht-ı dilara, sevgilinin mekanıdır, yani salikin gönlüdür. Tevhid sarayı ise, tevhidin mertebeleridir ki, Allah ancak bu mertebelerin keşfi irfaniyetiyle salikin gönlünde vechini, yani yüzünü gösterir. Fehmi Efendi Hazretleri “Sen de şeriat ahkamına kesinlikle riayet et, ahlak ve muamelatın şeriat üzere olsun, imanın ise makamat-ı tevhidin müşahedesiyle hasıl olan irfaniyetle olsun ki, o zaman taht-ı dilara olan gönlündeki her tecellide ilahi sevgiliye nazar edip, sevgiliyi her bir yanda, yani her tecellide görürsün.” diyor. Hak yolunda ol mücahid bula gönlün inşirah Bin maarif Refrefine edegör azm-i beka 34 Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Zikr-i daim cihad-ı ekberdir / büyük harptir.” diyor. Bir kimse hangi mertebede olursa olsun, daima onu kötülüğe sevk edecek tecellilere muhatap olur. Ancak o kimse, kötülüğe sevk eden o tecelliye kendisi uyar veya uymaz. İşte Hak yolunda olanlar, zikr-i daim mazharı olduklarından, daima uyanıktırlar ve daim zikir uyanıklığıyla, onları ilahi sevgiliden ayıracak veya kötülüğe götürecek tecellilere karşı cihad-ı ekberle mücahittirler. Maarif Refrefi ise; tevhid mertebelerinin keşfinden hasıl olan kemalat ve marifettir. Ancak bu marifetle salik, bekabillaha, yani her bir tecellide Rabbine vasıl olmakla, Rabbin ebediyetine kavuşur. Bu itibarla “Sen de zikr-i daim mücahidi ol ki, gönlün hidayet tecellilerine açık olsun, bin marifet bineğine, yani makamat-ı tevhidin keşfiyle ulaşılan o marifet, seni bekaya yani ölümsüzlüğe götürsün.” buyruluyor. Talibi söyler dilinden Hak ile biiştibah İşitir kulağı Hak’tan her kelamı mutlaka Hasan Fehmi Hazretleri, Talibi mahlasıyla “Cenab-ı Hak bana kurb-i nevafil yakınlığını ihsan etti, hiç şüphem kalmadı ki, Cenab-ı Hak, söyleyen dilim, işiten kulağım oldu. Her ne kelam işitirsem Hak’tandır.” diyor. Allah, cümlemizi bu zevklere mazhar kılsın. 35 * * * 7 Doğdu ol şems-i hakikat, saldı aleme ziya Feyzine mazhar olanlar, buldular hayyü’l beka Allahualem, Fehmi Efendi Hazretleri, Resulullah Efendimizin zuhurunu kast ederek “O’nun zuhuru aynı güneşin aydınlığı gibi cümle alemi aydınlattı.” diyor. Işık veren her bir şey, güneş doğduğu zaman güneşin ışığında kaybolur. Çünkü güneşin aydınlığı her bir ışık ve aydınlıktan daha parlak ve daha aydınlıktır. Bu itibarla, Hz. Resulullah Efendimiz, zuhuruyla insanlığı güneş gibi aydınlatıp yol göstermiş ve insanlığa ışık olmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz, gelmiş geçmiş cümle peygamber ve evliyanın, güneş gibi en aydını ve en ziyalısıdır. Bu itibarla her kim ki, Nur-u Muhammed’in feyz ve aydınlığına mazhar olursa o kimse ölümsüzlüğe, ebedi diriliğe ulaşır. Teşnedil olana sundu ilm-i ledün kevserin Doğdu hikmet kalblerinde, buldular zevk-i feza Mevlid-i Şerif’inde Süleyman Çelebi Hazretlerinin; Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır Bu gelen tevhid-i irfan kanıdır. Buyurduğu gibi; Hz. Resulullah Efendimiz ilm-i ledün ve tevhidin memba-yı hazinesidir. Kur’an’da “Hiç kuşkusuz biz sana kevseri verdik…” (Kevser,1) Buyrulmuştur. Kevser, ebterliğin, yani sonu olan, kesikliğin zıddı olup ölümsüzlüktür, ebedi devamlılıktır. Bu kevser devamlılığına kul, ilm-i ledün, yani ilm-i tevhid irfaniyetiyle ancak ulaşabilir. H. Fehmi Hazretleri “Her kim ki candan, samimiyetle ilm-i ledün, yani ilm-i tevhidin irfaniyetini isterse, o kevsere mazhar olur ve onların kalblerinde makamat-ı tevhid keşfiyle hasıl olan hikmetle, hudutsuz nihayetsiz bir zevk bulurlar.” diyor. Bunu beyanla Kur’an’da: “O, hik36 meti dilediğine verir ve kendisine hikmet verilmiş olana çok büyük bir hayır verilmiş demektir. Gönül / kalb ehillerinden başkası düşünüp anlayamaz.” (Bakara, 269) Buyrulmuştur. Merhaba ya Mustafa, ey nur-u alem merhaba Merhaba ya kurrete’l ayn-i habib-i esfiya Hz. Peygamber Efendimizin her isminin bir hikmeti olduğu gibi, Mustafa ismi; zat-ı ilahi mazhariyetiyle hasıl olan bir arınmışlığı ve safiyeti remzeder. Nur-u alem, cümle alemlerin ışığı aydınlığı demektir. Vücud-u Nur-u Muhammed (sav) her alemde mevcuttur; çünkü alemler Nur-u Muhammed’den yaratıldığından, alemler Nur-u Muhammed’in tafsilidir. Merhaba, hazırda ve mevcutta olana denir. İşte H. Fehmi Hazretleri, ‘Mustafa’ve Nur-u Muhammed’ mazharıyetiyle hz Resulullah’ın bu alemdeki hazır ve mevcut olan zuhuruna merhaba diyor ve devamla “Sen bütün gelmiş ve geçmiş arınıp da safiyete ulaşmışların sevgilisisin, göz bebeğisin.” Diye sesleniyor. Kenz-i Rahman’dır vücudun, sırr-ı hikmet sendedir İlm u irfan bize bahşetti dilin ey dilküşa Rahman, kemaldir. ‘Senin zuhurun cümle kemalatın hazinesidir. Eşyanın iç yüzünü bilmek olan hikmetin sırrı da sendedir. Senin ağzından zahir olup çıkan ilim ve marifet bizlere ihsandır, bağıştır, ey gönülleri açan sevgili!’ buyruluyor. Çünkü cümle peygamberler ve evliyalarda zahir olan marifet ve kemalat, Nur-u Muhammed mazhariyetiyledir. Vesselam. Sen Habibullah olupsun sevmeyen kimdir seni! Can feda etmiş yolunda yürür nice bin keda Cenab-ı Hak, hadis-i kudside: “Ben gizlilikte bir hazine idim bilinmekliği sevdim, muhabbet ettim, halkı halk ettim (yarattım).” diyor. Halk, yaratılmış demektir. Kulun yaratılmasından maksat, Hakk’ın sevgisi / muhabbeti mazhariyetiyle Rabbine arif olmasıdır. Rabbine arif olduğu nispette kullar, Hakk’ın sevgisine / muhabbetine muhatap olur ve Cenab-ı Hak tarafından sevilir. İşte yaratılan / halk olan cümle kullar içinde, yaratılma gayesine en uygun kulluk kemali Hz. Resulullah Efendimizde zahir olduğundan, Allah’ın en ziyade sevgisine / muhabbetine o mazhar oldu. Habibullahlıkla, Allah’ın sevgilisi olmakla şereflendi. 37 Müminler, Hz. Resulullah’ın ahlak ve tabiatına uygun bir kul oldukları nispette Allah’ın sevgisine, muhabbetine mazhar olurlar ve Cenab-ı Hak’la karşılıklı sevişirler. Böyle kullar hakkında Kur’an’da “Onlar Allah’ı sever Allah da onları sever…” (Maide, 54) buyrulmuştur. Yine Kur’an’da “O peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha yakındır.” (Ahzab, 6) Buyrulur ki, cümle müminler Hz. Resulullah’ı severler. Hakiki / gerçek müminler ise, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle Hz. Peygamber efendimizi canından, kendi nefsinden daha fazla severler. Bunu beyanla, Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’e hitaben: “Ey Ömer, canından daha fazla sevmedikçe beni sevmiş olamazsınız.” Buyurmuştur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri de: “Sen Habibullah’sın, seni kim sevmez, seni canından aziz tutan binlerce aşığın yolunda kul ve köledir.” diyor. Ruh-ı pakine varır, günde nice yüz bin sala Sensin ol mürşid-i alem, sendedir derde deva Kur’an’da “Şu bir gerçek ki, Allah ve melekleri, o peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de O’na salat u selam edin ve teslim olun.” (Ahzab, 56) buyrulmuş olduğundan, Hz. Resulullah Efendimize selam edip, salavat getirmek Allah’ın emridir. Bu itibarla cümle İslam alemi, Resulullah Efendimize her zaman, her fırsatta selam eder, salavat getirir. Ehl-i şeriat, salavatı kelime olarak, hakikat ve mahiyetinden habersiz bir şekilde yapar. Fakat arifibillah ve ehl-i kemal, salavatın hakikati mahiyetine vakıf olarak salavat getirirler. Salavat, hazır ve mevcut olana hitap olup şöyledir: “Allahümme salli ala Seyyidina Muhammed ve ala ali Seyyidina Muhammed. (Ey Allah’ım, bu zamanda Nur-u Muhammed’in zuhuruna mazhar olanı, onun arkadaşları ve ashabını selamete çıkar, onlara kalb-i selim esenliği ver.) Kema salleyte ala İbrahim ve ala ali İbrahim inneke hamidun mecid. (Nasıl ki, Hz. İbrahim ve arkadaşlarına, ashabına verdiğin gibi, onları hanif, yani tevhid-i hakiki keşf-i irfaniyet selametine, esenliğine mazhar kıl.) İnneke hamidun mecid. (Ey bütün övgülere layık olan Allah ve dilediğini istediği gibi öven Allah’ım, bu selameti ve esenliği, ancak sen icat eder ve meydana getirirsin, verirsin.) Allahümme barik ala Muhammedin ve ala ali Muhammed kema barekte ala İbrahim ve ala ali İbrahim İnneke hamidun mecid. (Ey Allah’ım, bugün Nur-u Muhammed’e mazhar olanı ve arkadaşlarını bereketlendir. Nasıl ki Hz. İbrahim ve arkadaşlarını haniflik, tevhidin hakikati müşahedesi ve kemalatıyla bereketlendirdiğin gibi. Ey bütün övgülere layık olan ve istediğini istediği gibi öven, yücelten Allah’ım, bu bereketi ihsan ve icat edecek olan ancak sensin.)” 38 İşte ehl-i şeriat böyle bir anlayışla salavat getirebilir mi? Getiremez. Salavatı ancak nur-u Muhammed mazharı olanlar böyle getirirler. Velhasıl gerek ehl-i zahir sureta, gerekse ehl-i kemal irfaniyetle, Hz. Resulullah’ın ruh-i pakine her gün yüz binlerce selam ederler. Mürşid-i alem Hz. Peygamber Efendimizdir. Çünkü tüm zamanlarda ve alemlerde, gerek peygamberlik gerekse velilikle yapılan davet ve irşat, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle yapılmıştır ve yapılmaktadır. Hadis-i şerifte “Allah beni nurundan; müminleri de benim nurumdan halk etti.” buyrulmuştur. Bu itibarla Allah’ın hidayetiyle zuhurunun baş mazharı Hz. Resulullah olduğu için, tüm zamanlarda yapılmış, yapılan ve yapılacak hidayet tebliğ ve irşadı, Hz. Muhammed (sav)’e ait olduğundan Hz. Resulullah mürşid-i alemdir. Hz. Peygamber Efendimiz, unsur bedeniyle peygamberlerin sonuncusu ve ahir zaman Resulü olarak zuhur etmiş olduğu için, kıyamete kadar cümle müminlerin hepsi Resulullah Efendimizin irşadları ve yol göstermesiyle dert ve müşküllerine deva bulurlar. Bu itibarla tüm insanlığın yaradılış gayesine ulaşma derdinin deva ve çaresi Hz. Resulullah Efendimiz olup; bütün insanlık alemi, kulluk kemaline ulaşmakta ona muhtaçtır. Vesselam. Baş açık yalın ayak, kapında mücrim bendeyim Kıl şefaat Fehmi’ye, ol günde kim ruz-i ceza Fehmi Efendi Hazretleri: “Ey hidayet zuhurunun baş mazharı olan Resul, senin zuhur-u ulviyetin ve yüceliğin karşısında ben günahkar, aciz bir köleyim. Tebliğinle haber verdiğin ahiretteki o büyük haşr gününde beni unutma, Fehmi’ye şefaat et!” diyerek niyaz ediyor. Allah, cümlemizi Resulullah Efendimizin şefaatine mazhar kılsın ve ayırmasın. 39 * * * 8 Yanıp yakıldım ateş-i aşka Kül olup savruldum harman-ı aşka Aşk ikidir: Biri aşk-ı ilahi, diğeri aşk-ı mecazidir. Aşk-ı mecazi; Cenab-ı Hakk’ın gayrısına, Allah’tan başka şeylere, yani karşı cins, tabiat, güzel sanatlar, spor, siyaset vb. duyulan sevgidir, muhabbettir. Aşk-ı ilahi ise; Cenab-ı Hakk’a olan samimi muhabbet ve sevgidir. Bunu beyanla Kur’an’da: “…Gerçek müminler Allah’ı her şeyden daha çok / kararlı ve taşkınlıkla seviyorlar...” (Bakara, 165) Buyrulmuştur. Pir Seyyit Muhammet Nur Hazretleri “Aşk-ı ilahinin üç mertebesi vardır: Birincisi aşk, ikincisi vahle, üçüncüsü ise heymandır. Aşk odur ki: Aşığın sevgilisine karşı bütün varlığı, mevcudiyetiyle yönelmesidir. Vahle ise, bütün varlığı ve mevcudiyeti ile sevgilisine yönelmekle beraber kendinden geçmesidir. Heyman, aşığın bütün varlığı, mevcudiyetiyle sevgilisine yönelip de kendinden geçtikten sonra, maşukunu, sevgilisini kendinde görüp müşahede etmesidir.” buyurmuştur. Bu itibarla H. Fehmi Hazretleri: “Aşk-ı ilahi benim varlığımı aldı. Benim nispet varlığım kalmayıp, bu aşk-ı ilahi harmanında kül olup savruldum.” diyor. Aşıka cennet aşkıdır anın Meftun olmuş yürür gülzar-ı aşka Padişah, Mecnun’un haline acıyıp çağırtmış ve “Bugün sana ne istersen ihsan edip vereceğim. Hazinelerimden ne istersen, cariyelerden en güzellerini seç. Sen ne istersen vereceğim, dile benden ne dilersen.” demiş. Mecnun cevaben: “Ey padişahım, bana bir adet koyun postu ver.” Demiş. Padişah “Yahu ben sana hazinelerimi açtım, sen ise benden isteyecek başka bir şey bulamadın mı ki koyun postu istiyorsun, ne yapa40 caksın postu?” diyor. Mecnun: “Padişahım, ben koyun postunu sırtıma alıp Leyla’nın koyunları arasına karışacağım ve Leyla’ma bakıp onu seyredeceğim.” diyor. İşte aşığın cenneti, onun aşkıdır. Ki o aşk, onu sevgilisine götürür ve kavuşturur. Çünkü aşk-ı ilahiye mazhar olan aşıkta gayriyet muhabbeti olmaz. Aşık her nereye yönelse, hep sevgilisi olan Allah’ı zikreder ve ondan başkasına bakmaz, daima ilahi sevgiliyle beraber olur. Vesselam. Gülzar, gül bahçesi olup Peygamber Efendimizin ruhaniyetinin zahir olduğu meclis demektir. Aşıklar bu meclisin ehil ve bağımlıları olduklarından, aşıkların bulunduğu yer gül bahçesi olup, hep gül kokar. Çünkü ehl-i aşkın gıdası Ruh-u Muhammed’dir. Gül kokusu ise Hz. Resulullah’ın kokusudur vesselam. Zahidin zühdü cennettir ona Onun için varamaz meydan-ı aşka Zahit, suret ve şekil düzer; fazla ibadetle, riyazatla meşgul olur ve o meşguliyetten zevk alır. Halkın, kendisi için; sakalı, cübbesi, teseddürü ne güzel, fazla ibadet yapıyor, demesinden keyiflenir. İşte bu keyfiyet zahidin cennetidir. Fakat zahidin böyle keyf alıp kendini beğenmesi, aynı zamanda ona perde olur. Çünkü alem-i halka bakar ve kendisi gibi şekil, kıyafet teseddür düzerek, fazla ibadetle uğraşan, sarıklı, cübbeli yok. Böylece başkalarını eksik görerek, kendini beğenir. İşte bu ahvali zahide engel olur ve aşk meydanına varıp, aşıklara karışamaz. Böylece aşıkların ruhaniyetinden, irfaniyet ve kemalatından istifade edemez demektir. Hakk’a varılmaz ucub kibrile Yandır onları suzan-ı aşka Kendini beğenmeyi ve böbürlenmeyi bırak, bu halini terk et. Çünkü ayette “Yeryüzünde kasılıp kabararak yürüme…” (İsra, 37) Buyrulmuştur. ‘Böyle varlık ve enaniyetle Hakk’a kavuşamazsın, sen aşk-ı ilahiye mazhar olmaya bak ki Allah aşkı, nispetlerini, enaniyetini ve kibrini yaksın.’ buyruluyor. Mağrur olma sen arifim diye Sohbetten kaçma gel irfan-ı aşka Bazıları vardır ki, kitap okumuş, bazı cemaat veya tarikata girmiştir ve bunu bir ayrıcalık ve irfaniyet zannederek gururlanır. İşte bu hal ve anlayış, irfaniyet olmayıp, ariflik değildir. Çünkü Kur’an’da: “Büyüklenerek insanlardan yüzünü çevirme, yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü 41 Allah, kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman, 18) Buyrulur. Bir kimse, mekteb-i irfana dahil olur da, ehl-i aşk ve ehl-i kemal ile sohbet ederse, onun müşkülleri çözülüp, cehaleti gider ve irfaniyete mazhar olur. Bunu beyanla H. Fehmi Hazretleri: “Gururlanıp kendini beğenerek arifibillah ve ehl-i kemalin sohbetinden kaçma, gel sen de dahil ol mekteb-i irfana ki, ilahi aşka mazhar olasın.” diyor. Çünkü ilahi sevgili, mekteb-i irfan irşadı olan zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle müşahede edilir, ilahi sevgilinin güzelliği görülmeden ilahi aşk tahakkuk etmez. Vesselam. Kır sen taptığın nefsin putların Kalb-i selim ol gel berdar-ı aşka Nefsin putları gizli şirktir. Hz. Resulullah Efendimiz: “Ben ümmetimin açık şirkinden değil, gizli şirkinden korkarım.” buyurmuştur. Gizli şirk nedir? Gizli şirk, kulun cehaletle, cümle faaliyette Allah fail iken, ben failim; cümle sıfatta mevsuf Allah iken, ben mevsufum; cümle varlıkta Hak mevcud iken, benim kendi nispet varlığım var, zannetmesidir. İşte kuldaki nefsin putları, bu gizli şirktir. Nefsin putlarından kurtulmak makamat-ı tevhid irfaniyetiyle mümkündür. Çünkü irfaniyetle hasıl olan ilahi aşkla kul, cehaletle var zannettiği nispetlerini fena ederek, yokluğuna arif olur. Kalbi, Rabbiyle vuslat selametine ve esenliğine ulaşır. Bunu beyanla Kur’an’da: “Bir gündür ki o, ne mal, ne oğullar fayda verir. Yalnız kalb-i selimle Allah’a varan kurtulur.” (Şuara, 88-89) buyrulmuştur. Bu itibarla “Zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle hasıl olan ilahi aşkla, nefsin gizli şirk putlarını kır, kalb-i selimle nispetlerini fena / yok edip, ilahi sevgili olan Rabbine vasıl ol.” demektir. Allahualem. Kalayla Fehmi ahlak kabını Onu mesken eyle sultan-ı aşka İmam-ı Gazali Hazretleri, İhya-u Ulumiddin adlı eserinde bir misal verir: “Padişahı herkes evinde misafir etmek ister. Çünkü padişahın bir eve misafir olması, o ev için hem büyük itibar ve şereftir hem de padişah, gittiği evi ihsan ve bahşişlerle ihya eder. Onun için padişahı herkes misafir etmek ister, fakat padişah her eve gitmez. Gidecek olduğu eve gitmeden evvel gözcüler, istihbaratçılar gönderir ve onlar davetçinin evinin padişahı ağırlamaya uygun olup olmadığına bakarlar, bilhassa evin temizliğine dikkat edip, evin iç dış temizliğine bakarlar. Haydi dışı 42 temizdir, fakat onlar içeriye de bakarlar, eğer evin içerisi de temizse padişaha ‘Sultanım sizi davet edenlerden filancanın evi pistir, filancanınki temizdir, zat-ı alinize layıktır.’ Derler. Sonra padişah da içi ve dışı temiz olan o eve misafir olur, şereflendirerek o evi ihya eder.” Ehl-i kemalin hedefi fenafillah olmaktır. Yani nispet varlığından arınıp, Peygamber Efendimizin ahlakı ile ahlaklanmaktır. Onun için onların zahirleri, Kur’an buyrukları, Hz. Peygamber Efendimizin sünnetleri ve vahiyle çelişmeyen şeriat ahkamıdır. Ehl-i kemal, Kur’an-ı Kerim’de ne emredilmiş ve ne yasaklanmışsa; ne eksik ne fazla, harfiyen uyar. Batınları da zikr-i daimle pak olduğundan, ehl-i kemalin iç ve dışları tertemizdir. Hadis-i kudside Cenab-ı Hak: “Ben yerlere ve göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyurmuştur. Bunu beyanla, Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere: “Kalayla ahlak kabını, yani dışın şeriat ahkamıyla; için de zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle tertemiz olsun ki, Hak aşkına mazhar olup, kulluğun Hakk’a mesken, mekan olsun.” diyor. 43 * * * 9 Dervişler daim çekerler cefa Hak için başa gelir her bela Aşkın ile yar eyledin beni Oldu bu gönlüm ona mübtela Dervişlerin cefası şöyledir: Rivayet olunur ki, Şems-i Tebrizi Hazretleri, memleketinde yaşar iken muhabbet, sohbet edecek kimse bulamamış. Çünkü şeriatın muvahhidi çok olup, cümle Müslümanlardır. Muvahhid-i hakiki ise, her zamanda azdır. Şems-i Tebrizi Cenab-ı Hakk’a yalvarıyor: “Yarabbi, bana hakikatten haberli, tevhid-i hakiki arkadaşı verip ihsan et ki, onunla sohbet, muhabbet edeyim.” diye niyaz ediyor. Cenab-ı Hak ilhamla: “Ey Şems, ben sana istediğin gibi arkadaş, yaren verirsem, sen bana ne verirsin?” diyor. Hz. Şems “Ey Rabbim, sen bana yaren ver, ben sana başımı veririm.” diyor. Sonra ilham ile Tebriz’den Konya’ya gidip Hz. Mevlana ile buluşuyor ve onunla sohbet muhabbet yarenliği ederken, Hz. Mevlana’nın oğlunun da içlerinde olduğu kimseler “Bu derviş Şems geldi, bizim hocamızı yoldan çıkardı, ifsat etti.” deyip, dedikodu ürettiler. Hz. Mevlana’yı Şems’in elinden kurtaralım diyerek, Hz. Şems’in başını kesip şehit ettiler. İşte dervişlerin cefası böyledir. Halk onların aşk ve irfaniyetinden habersiz olduklarından, dervişler halk içersinde sohbet yareni bulamaz ve daima ehl-i aşk ve hakikat ehli ararlar. Fakat o da nadir ve bulunması zor olduğundan cefa ve sıkıntı çeker. Bütün bu cefalar ne içindir? Hak içindir. Çünkü derviş Allah aşkına mazhar olduğundan, Cenab-ı Hakk’a yani ilahi sevgiliye müpteladır. Daima ilahi sevgiliyle beraber olup, asla ayrılmak istemez, vesselam. Bir de meslek-i Resul dervişlerinin irşatla görevli olanları vardır ki, onların irşat ve tebliğinden rahatsız olanların tepki ve davranışları da dervişlere sıkıntı, eza ve cefa verir. Fakat onlar Kur’an’ın “…onlar Allah yolunda mücahede / gayret ederler, hiç bir kınayanın kınamasından 44 korkmazlar…” (Maide, 54) beyanına mazhar olduklarından, onların irşat maksatları hiç bir şahsi ve beşeri menfaat olmaksızın ancak Hak içindir. Çünkü Kur’an’da “Biz seni sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. De ki; bu hizmetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben ancak dileyen kişinin Rabbine doğru bir yol tutmasını istiyorum” (Furkan, 5657) Başka bir ayette ise: “De ki, ben buna karşılık sizden yakın akrabamı / ehlibeytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura, 23) Buyrulmuştur. Yine Kur’an’ın bir çok ayetinde peygamberlerin dilinden “…Ben bu iş için sizden bir ücret / ödül istemiyorum. Benim ücretim / ödülüm yalnız alemlerin Rabbindendir” (Şuara, 109,127,145,164,180) beyanı vardır. Meslek-i Resul dervişlerinin irşat maksatları, asla şahsi, maddi, siyasi vb. menfaatler için olmayıp; ancak Hak içindir. Çünkü meslek-i Resulde irşat olmak isteyenin gayesi de Hak’tır. İrşat edenin gayesi de Hak’tır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Dervişler, Allah aşkına müptela olduklarından, Hak için onların başına cefa, bela gelir.” buyuruyor. Nice divane olmasın gönül Göründü ey dost zülüfün bana Can ile başım feda uğruna Yeter bir görsem cemalin bana Zülüf; güzelin, sevgilinin örtüsünün altından çıkan ve yüzünde görünen saçılardır. H. Fehmi Hazretleri: “Ey dost, ey ilahi sevgili, cümle varlık ve suret örtüsünden senin zat-ı ehadiyetinin zuhuru olan tecelli sıfatını gördüm. Senin tecelli eden bu güzelliğine gönlüm nasıl dayanır? Canımı da, başımı da vereyim; zülfün olan tecelli sıfatını gösterdiğin gibi zat-ı ilahi tecellisine de beni mazhar kılıp, aramızdaki örtüyü tamamen kaldır ve tüm güzelliğinle, cemalinle beni şereflendir.” diyor. Aşk deryasının filkine bindim Gark olsa cihan bir seyran bana Nadan ne bilsin aşkın halinden Ona da ihsan eylesin Hüda Bir kimse gemiye binip de denize açılsa; gemide iken tufan olup tüm kara parçası su altında kalsa, karada yaşayan ne kadar varlık varsa boğulup tufanda helak olur, fakat deniz içinde gemide olana bir şey olur mu? Olmaz. Hasan Fehmi Hazretleri: “İlahi aşk, beni cümle masivadan, gayriyetten yani nispet varlıklardan uzaklaştırdı. Ben şimdi ilahi aşk denizinde 45 ilahi sevgiliyle beraberim. Cehalet yüklü olup, kendime ve aleme nispet varlık izafe eden eski anlayışlarıma tufan olmuş, ben hiç duymam. Çünkü makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle Rabbı’mın tecellisinden başka bir şey görmem. Benim görüp, seyrettiğim ancak ilahi sevgilinin güzelliğidir.” diyor. Nadan, cahil demektir. Yani zikr-i daim ve ilm-i tevhid-i hakikiden habersiz olandır. İşte böyle kimseler aşk-ı ilahiye mazhar olan aşığın halini bilir mi? Bilmez. Hz. Mevlana’ya aşkı sorduklarında: “Ben ol da bil!” demiştir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri: “Allah, nadana da aşk-ı ilahi hidayetini versin. O da aşık olup, aşk ehline karışsın.” diyerek niyazda bulunuyor. Şarab-ı hüsnün layezalinden Sundu bir kadeh ol saki bana Görünce hüsnün her yüzden Fehmi Sevda-yı aşkın yerleşti cana “Saki bana bir kadeh sundu, ikram etti ki; onun sarhoşluğuyla sevgilimin hudutsuz olan ezeli ve ebedi güzelliğinin perdesi açıldı.” Sözlerinin anlamı şöyledir: Saki mürşid-i kamildir. Kadeh, salikin gönlüdür, şarap ise mürşidin ilm-i marifetle olan irşadıdır. Sarhoşluk ise, mürşidin irşadıyla salikin gönlünde meydana gelen hoşnutluk olan zevk-i ilahidir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: “Kamilin irşadıyla zat-ı ilahiye vasıl oldum. O makamın keyfiyetiyle, her yüzde, yani her tecellide zat-ı ilahinin mevcudiyet yüzünün güzelliğini görmekle, sevda-yı aşkın yerleşti canıma.” buyuruyor. Bu konuda İmam-ı Gazali Hazretleri: “Aşk-ı mecazda dahi bir güzelin güzelliği bilinmeden, görünmeden o güzele aşık olunur mu? Olunmaz. Önce güzellik bilinir, görülür ve aşk ondan sonra hasıl olur.” diyor. Devamla: “Güzeller güzeli olan Allah bilinmeden ve görülmeden nasıl sevilir de ona aşık olunur? Hakk’a aşık olmak için, Hakk’a arif olup onu görmek gerektir. Cahiller Hakk’a arif olmayıp, onu göremediklerinden onu sevemezler, Hak aşkından mahrum olurlar.” buyurmaktadır. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 46 * * * 10 Ezelden bu aşka oldum mübtela Bana ihsan etti ol gani Mevla Onulmaz derdime eylerim deva Bana ihsan etti ol gani Mevla ‘Ezel’den maksat, alem-i ervahtaki “Elestü birabbiküm / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 172) hitabıdır. Cenab-ı Hak ruhlar aleminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurduğunda, cümle ruhlar: “Evet!” dediler. Sonra yeryüzüne geldik ve dağıldık. Aynı ayetin devamında Cenab-ı Hak “Bu hitabı ne için yaptım; haberimiz yok demeyesiniz diye.” buyuruyor. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Ruhlar aleminde evet demekle mazhar olduğum ilahi aşka müptela oldum, tutuldum ve aşk-ı ilahi onulmaz, çaresi olmayan derdime çare, deva oldu.” diyor. Onulmaz, çaresiz dert, kulun Rabbine vuslat derdidir. İlahi aşka her kim mazhar olursa, o aşk, hiç bir ilacın, yani bilgi ve anlayışın deva olamadığı Hakk’a vuslat derdine deva olur ve ancak ilahi aşk kulu Rabbine kavuşturur. Velhasıl kulun Rabbine kavuşma derdinin devası aşktır. Aşk olmadan hiç bir marifet, bu derde deva olmaz ve kulu Rabbine kavuşturmaz. Bu itibarla aşk, Allah’ın kuluna yaptığı ihsanların en kıymetlisidir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Ezel olan ruhlar aleminde, Gani Mevla’mın, yani zenginliğinin sınırı olmayan dostumun; zenginliğinden bana ihsan edip bağışladığı ilahi aşkın müptelası oldum.” diyor. Aşk oluptur benim yolumda Burak Yokuşu düz eder geceyi işrak 47 Yakın eder her ne var ise uzak Bana ihsan etti ol gani Mevla Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid’inde miracı anlatırken nakleder: Sidre-yi müntehada Hz. Resulullah’a Cebrail: ‘Ben buradan daha ileri gidemem, eğer gidersem yanarım.’ demesine, Hz. Peygamber Efendimiz: Ta ezelden aşk oluptur bana delil Yanar isem ben yanayım ey Halil Buyurur. Aşk-ı ilahi, miraç yolculuğundaki kulun Burak’ıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Hakk’a vuslat yolculuğum olan miracımda aşk-ı ilahi benim Burak’ım oldu. Yolculuğumdaki zorluk ve cümle müşküllerimi Burak’la aşarak hallettim.” diyor. Demir Ali Efendi: “Yolculuktaki zorluklar Karanlık, yokuş ve uzaklıktır. Ki, zahiren yapılan yolculuk dahi; karanlık, yokuş ve uzak olursa zordur.” buyurmuştur. Bu itibarla Burak olan ilahi aşk, cehalet karanlığından kulu kurtarıp, tevhid-i hakiki irfaniyetinin aydınlığına çıkarır. Yokuş ise, kulun nispetlerinin tesiriyle hasıl olan müşkülleridir ki, Burak olan aşk-ı ilahi, kulun cümle nispet varlık yokuşunu fena irfaniyetiyle düz eder. Uzaklık ise, kulun; Rabbini bilinmez, gözükmez zannı uzaklığıyla, mevhum olarak kaydetmesidir ki, Burak cehalet karanlığını ve yokuşu giderdiği gibi, kulu kendi nefsinde ve cümle varlıkta mevcut olan Rabbine vuslat’a ulaştırır. İşte bunu ifade ederek “İlahi aşk Burak’ı, yokuşu düz edip, geceyi işrak ettiği gibi uzak olanı da yakın eder.” buyruluyor. Hakk’a aşık olan denildi aşık Hakikat aşına aşk olur kaşık Büyüğe döşektir, küçüğe beşik Bana ihsan etti ol gani Mevla ‘Hakk’a aşık olana denildi aşık...’ Bizim aşktan kasıt ve maksadımız Hak aşkıdır, biz ancak Hakk’a aşık olanı aşık kabul ederiz, demektir. Hz. Pir Efendimiz “Kur’an-ı Kerim dört ilim, yedi makam üzre inzal oldu.” Diyor. Bu ilimler; birincisi ilm-i şeriat, ikincisi ilm-i tarikat, üçüncüsü ilm-i hakikat, dördüncüsü ise ilm-i marifettir. Fehmi Efendi Hazretleri: “İlahi aşk kaşığıyla ilm-i hakikat, yani tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olunur. Büyüklerin, yaşlıların döşekte; küçük bebeklerin de beşikte sallanmakla rahat ettikleri gibi, 48 fenafillah ve bekabillah salikleri, hep ilahi aşkla rahat edip, irfaniyet ve kemalata ulaşırlar.” buyuruyor. Aşk ile tevhidde görenler staj Uyanır onların kalbinde sırac Olur onlar akran içinde sertaç Bana ihsan etti ol gani Mevla Aşk ile tevhid stajı görmek: Kamilin telkinine kesinlikle riayet ve ihvanlarla, arif ve ehl-i kemalle sohbet edip, telkini pekiştirmektir. Hangi salik böyle yaparak, sadakat gösterirse, onların kalbleri aydınlanır, parlar ve diğer ihvanlar içinde baş tacı olur. Böyle bir aşık, bu ahvalinden istifade ettiği gibi, diğer salikler, aşıklar da ondan istifade ederler. Aşk oldu Fehmi’nin yolunda rehber Onunla Hızır’a eyledi sefer Ondan etti ilm-i ledünnü ezber Bana ihsan etti ol gani Mevla Kur’an’da: “Musa genç arkadaşına dedi ki: İki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan dinlenmeden yürüyeceğim yahut seneler ve seneler harcayacağım.” (Kehf, 60) Beyanı vardır. Hz. Musa iki denizin birleştiği yere geldiğinde “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik. Musa ona dedi ki; sana öğretilen ilmi / rüştü / kemalatı bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” (Kehf, 65-66) Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Musa’nın ilm-i ledün öğrenmek için Hızır’la buluşup, birlikte yolculuk yapmaları ve ayrılmaları beyan ediliyor. Hızır, ilm-i ledünün mazharı ve alimi olan kimsedir. Burada şöyle bir müşkül hasıl oluyor ki, Hz. Musa ululazim bir peygamber iken, nasıl ilm-i ledün bilemez? Bu konuda, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, özetle: “Ledün ikidir: Biri ilmi, diğeri kevnidir. Hz. Musa ilm-i ledüne mazhar olup, ilm-i ledünü bilirdi. Fakat Hz. Musa’nın üç müşkülü vardı ki, bu müşküllerin çözülmesi için ledün-ü kevniye gerektiğinden, Hızır’la buluştu ve ledün-ü kevniye ile müşkülleri halloldu. Hz. Musa’nın birinci müşkülü: ‘Annem beni doğurduğunda, Firavun’un katliamından kurtarmak için bir sepet içerisinde Nil nehrine bıraktığında ben neden boğulmadım?’ İkinci müşkülü ise: ‘Kavga eden arkadaşına yardım ederken birisini öldürdü; tövbe ettiği halde acaba bundan dolayı günahkar oldu mu?’ Üçüncü müşkülü ‘Şuayip (as)’ın kızlarına bir ücret almadan yardım etti ve koyunlarını suladı. Acaba bu yardımından dolayı ne gibi bir ecir, mükafat görecek?’ İşte Hz. Musa, 49 Hızır’la buluşup birlikte yapmış olduğu yolculukta, ledün-ü kevniye ile bu müşküllerini halletti.” buyuruyor. Bu itibarla, tüm zamanlarda ve bugün dahi mürşid-i kamil, ledün ilminin mazharıdır ki, ilm-i ledün, ilm-i tevhid-i hakikidir. Bu itibarla her zamanın kamili, o zamanın Hızır’ıdır. Hani ya ‘Hızır ölmez, her zaman sağdır’ denilmesi, bundan dolayıdır. Bunu beyanla H.Fehmi Hazretleri: “Aşk-ı ilahi bana rehberlik etti ve onunla Hızır’a yani zamanın mürşid-i kamiline gittim ve ilmi ledünü / ilm-i tevhid-i hakikiyi öğrendim.” diyor. Velhasıl bu beyitlerin tamamı bize aşk-ı ilahinin kıymetini, değerini ve ehl-i kemal ve ariflerdeki Hak aşkının tesirini anlatıyor. Allah, cümlemize ilahi aşkı ihsan eder, inşallah... * * * 11 Dilruba vaktin seherinden doğar envar bana Senden artık gönlüm içre bir muhabbet yok bana Envar, nurlar demektir. Vaktin seherinde envarın doğması; kulun kalbine zikr-i daim zevkinin yerleşmesi demektir. Zikrullah hangi kulun kalbine yerleşirse, o kalbte Hak’tan gayriye muhabbet kalmaz. Bunu beyanla H.Fehmi Hazretleri: ‘Ey sevgili ilahım, daim zikrin nuru, aydınlığıyla, gönlümde senden başkasına, yani ağyar, masiva sevgisi kalmadı. Artık benim gönlümde ancak senin sevgin / muhabbetin var.’ diyor. Cenab-ı Hak, hadis-i kudside: “Kimin ki kalbinde Allah yoktur; ben onun iki cihanda hasmıyım. Kimin ki kalbinde Allah vardır; ben onun iki cihanda dostuyum.” buyurmuştur. Ta ezelden ben senin aşık-ı üryanınım Cilve-i gamzen okundan yara açtın sen bana Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Hakka kavuşuncaya kadar altı merhale vardır ki, bunlar; muhip, mürid, salik, talip, aşık ve vasıldır.” Buyuruyor. Muhip o dur ki, Hak muhabbetini duydu mu dinler, muhabbetten zevk alır. Bu hal muhipliktir, sahibi muhiptir. Mürit: Muhabbetten zevk almakla beraber, muhabbeti arar muhabbetin kaynağını araştırır, ki bu hal müritliktir, bu halin sahibi mürittir. 50 Salik: Kişinin zevk alıp da, aradığı muhabbetin kaynağını bulması ve intisap etmesidir. Kim ki mürşid-i kamili buldu ve telkine mazhar olduysa, o kimse süluk ehli olur. Bu halin sahibine salik denir. Talip: Tevhid-i ef’al keşfine mazhar olmaktır ki, tevhid-i ef’al saliğinin hali talipliktir. Aşık: Tevhid-i sıfat makamının keşfi irfaniyeti olup, bu makamın keyfiyeti aşktır. Bu makamın keyfiyetine ulaşan ise aşıktır. Vasıl (Kavuşan): Tevhid-i zat makamının keşfi irfaniyetine mazhar olmaktır. Bu makamın zevki vuslattır, vuslat edene ise vasıl denir. Vesselam. Herkesin ezelinde, doğuştan aşk vardır. Aşkın olmadığı hiç bir kimse yoktur. Her insan mutlaka bir şeyleri sever, muhabbet eder. Kimi para, kimi evladını, kimi mal, kimi tabiat, kimi siyaset, kimi güzel sanatlar vb. Eğer insanda aşk olmazsa bunları sevebilir mi? Sevemez. İşte herkeste bulunan bu aşk, mecazi aşktır, gayriyet aşkıdır. İşte bu aşk, kula perde olur ve kulu Rabbine vuslata götürmez. Kulda var olan bu aşkın, ilahi aşka dönüşmesi gerektir. Bunun için ehl-i kemalin meclis ve sohbetine katılanlar ilahi sevgiliye vuslat derdiyle yaralanıp, kamilin zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadıyla, ezelinden, yani doğuştan kendinde var olan mecaz aşkı ilahi aşka dönüşür. Böylece o kul, aşk-ı ilahi mazhariyetiyle Hak aşığı olur ve Rabbine kavuşur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Ta ezelden sen bana aşk verdin, fakat bu aşkı ben gayriyete sarf ettim. Ancak mürşid-i kamilin meclisine dahil olduğumda aşk-ı ilahiye mazhar oldum, ve o mecliste açığa çıkan, senin güzel yüzünün cilve-i gamze oku olan derd-i ilahiyle yaralandım, yani ilahi sevgiliye vuslat derdiyle dertlendim.” diyor. Sen mürid-i mürşidansın verdiler bir ad bana Mahvolup suretle esma oldu Hak mihman bana Fehmi Efendi Hazretleri, iki mürşidden ders almış ki bunu beyanla: “İki mürşidin müridi oldum, zikr-i daim ve makamat-ı tevhidin irfaniyetiyle benim suretim; yani kendime nispetle ne ismim ne de varlığım kalmayıp fena buldu, mahvoldu. Fakat bu mahv u fena kulluğuma, ilahi sevgili misafir oldu ve ben ilahi sevgiliye, yani Rabbime kavuştum.” diyor. Çünkü kudsi hadiste Cenab-ı Hak: “Ey kulum, sen yok olmadıkça, bana kavuşamazsın. Ben tecelli etmedikçe, sen yok olamazsın.” buyurmuştur. Herkese kırk erbain verdiler doksan bana Hubb-ü Hak’tan elli lira bir ceza çok az bana 51 Gafil, cahil ihvan ve saliklerin; halk-ı alemi, ehl-i şeriatı ‘Sen cahilsin, sen hayvansın, sen şöylesin, sen böylesin...’ deyip, gaflet ve cehaletle taciz etmelerinden dolayı, Mürşid-i Kamil, Arifibillah Fehmi Efendi Hazretlerini tutuklayıp hapsediyorlar ve doksan gün hapis yatıyor. Elli lira da para cezası veriyorlar ki, işte bu hadise beyan ediliyor. Vahdetin kesreti doğan üç gün eyledi devam Doğdu gün mağribden, oldu her cihet seyran bana Kesret, çokluk demektir. Bir kesret vardır ki, kendi nefsimiz ve bu cümle alemde her ne varsa, cehaletle var zannettiğimiz tüm nispet varlıklardır. Bir de Cenab-ı Hakk’ın kendi ‘Bir’ olan zatından zuhura getirdiği ve birliğini bozmayan kendi kesret ve çokluğudur, yani vahdetin kesretidir.Üç günden maksat,cem,hazretülcem ve cemmülcem olan üç bekabillah makamı mazhariyetidir. Çünkü bu üç bekabillah mertebeleri vahdetin kesretini zuhura getirdiği mertebelerdir. Bu itibarla “Ben bu üç beka mertebesinin marifetiyle her nev-i tecelliden Rabbimi seyredip müşahede ediyorum, cümle tecelliler benim seyranım oldu. Her cihet, yani her nevi ismin mahiyet-i sırrı, bana açılıp ayan oldu.” demektir. Allahualem. Bahr-ı ‘ev edna’ ya saldık gemimiz tutmaz tufan Fehmi kadrin kim bildi ise etti Hak ihsan ona Kur’an-ı Kerim’de “Sümme dena fetedella, fekane kabe kavseyn ev edna / Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi belki ondan da yakın.” (Necm, 8-9) buyrulmuştur. Ehl-i kemal “Bu ayetler, meslek-i Resulün beka makamlarının Kur’an’daki beyanıdır.” demişlerdir. Sümme dena; makam-ı cem, fetedella; makam-ı hazret-ül cem, kabe kavseyn; cemülcem, ev edna; ehadiyet makamıdır. İşte ‘ev edna’ makamı olan ehadiyet makamı, Hz. Resulullah Efendimize mahsus olup, ancak Hz. Peygamber Efendimizin telkin ve müsaadeleriyle bu makama teberrüken girilerek ziyaret olunur. Hiç bir mürşit ehadiyet makamını telkin ve tarif edemez. H. Fehmi Hazretleri “Kim ki meslek-i Resulün kadrini, kıymetini bilir ve sadık olursa, Allah ona cümle meratib-i ilahi keşfin zevkini ihsan eder.’ diyor ve devamla ‘Ben de bu ihsanı ilahi mazhariyetiyle ‘makam-ı ev edna’ olan, ehadiyet makamına kayık saldım ‘ev edna’ denizinde yüzüyorum.” buyuruyor. Cenab-ı Hak, bizlere de bu mertebelerin keşif ve zevklerini ikram ve ihsan eder inşallah. 52 * * * 12 Ey dilara, bağ-ı lütfun verdi neş’e canıma Tal’at-ı nurun hayat bahşeyledi dilhaneme Hz. Yusuf (as) Mısır melikine köle olarak satıldı. Hz. Yusuf beşer olarak yaratılmışlar içinde en güzel idi. Melikin karısı Zeliha, Yusuf’a aşık oldu, bunu bütün halk duydu ve Zeliha’yı tenkit ettiler kınadılar. Nasıl olur da bir efendi kölesine aşık olur, diye dedikodu ürettiler. Zeliha dedikoduları duydu ve onlara ‘Siz dedikodu üretiyorsunuz lakin Yusuf’umun güzelliğinden haberiniz yok, onu hiç görmediniz. Haydi benim davetlimsiniz, buyrun misafirim olun da size Yusuf’u göstereyim.’ Dedi. Sonra onlar da geldiler ve Zeliha onları güzelce ağırladı ve meyve ikram etti ve Hz. Yusuf’a seslenip çağırdı. Hz. Yusuf geldiğinde orada yabancıları görünce hemen geri gitti. İşte o anda Hz. Yusuf’u görenler onun güzelliğinin verdiği şevkle kendinden geçtiler ve meyve yerine hep ellerini kestiler de ellerini kestiklerinin farkına varmadılar. Bir müddet sonra kendilerine geldiklerinde baktılar ki hep elleri kan revan içinde kalmış. O zaman Zeliha onlara “Siz Yusuf’umu bir an gördünüz ve bakın ne hale geldiniz, ya ben hep Yusuf’la beraberim, ben ne yapayım? Onun güzelliği karşısında nasıl dayanırım, Yusuf’un güzelliğine aşık olmamak mümkün mü?” dedi. İşte Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de hikayelerin 53 en güzeli olarak vasıflandırdığı Zeliha’nın Yusuf’a olan aşkı özetle böyledir. Hakikatte ise Hz. Yusuf, ruh güzelliğini remzeder. Ruh güzelliği vahdet zevkidir, yani cümle tecellide vahdetten ayrılmayıp Hakk’ın zuhurunda vahdetle neşelenmek ve zevklenmektir. Bu itibarla böyle bir ruh güzelliğine mazhar olup, cümle tecellide vahdet müşahedesiyle zevklenen Fehmi Efendi Hazretleri: “Ey gönlümü alan sevgili, ey yüzü aydın, ey hidayet zuhurunun otağı, senin ihsanındır beni neşelendiren, gönlüme hayat veren.” diyor. Ruy-ı hüsnündür görünen sevmemek imkan mı var? Her bakışta zevk-i tezyid eyledi irfanıma Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: “Allah’ın yüzünden başka her şey fanidir…” (Kassas, 88) buyuruyor. Her kim, bu ayette ifade edilen hakikate mazhar olursa, o kimse Hakk’ın güzel yüzünden başka bir şey görmez. Bir kulun ulaşacağı en yüce zevk Hakk’ın güzel yüzünü müşahede etmektir. Velhasıl Cenab-ı Hakk’ın güzel yüzünü görüp de sevmemek olur mu? Olmaz. Çünkü onun güzelliğini seyretmenin verdiği zevkten ala bir zevk olmaz, cümle aşıklar, arifler, o zevkin bağımlılarıdır. Bir cemali nice yüz bin şekle nakkaş eyledin Cümle nakkaş içre bir yüz görünür didarıma Fehmi Efendi Hazretleri: “Sen teksin, birsin, fakat zuhurunda yüz binlerce sayıya gelmeyecek kadar suretler ve kesret var. Bu suretlerin çokluğu ve kesret alemi beni aldatmaz, bu suretlerde ve cümle varlıkta ben ‘bir’ olan senin güzel yüzünü görürüm.” buyuruyor. Mekteb-i irfanda zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olan arifibillaha varlıklar perde olur mu? Olmaz. Çünkü o cümle varlıkta hep Rabbini görür. Vuslat-ı ma’şuk yanında zevk-i cennet kandedür? Bağ-ı cinan, huri-gılman hiç görünmez aynıma Vuslat-ı maşuk, aşığın sevgilisine kavuşması demektir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “İlahi sevgiliye kavuşup, onunla beraber olmanın keyfiyet ve zevkine mazhar olmuşum. Amel cennetinin bağı bahçesi, huri ve gılmanı benim gözüme hiç görünmez.” diyor. Niyazi Mısri Hazretlerinin: Bu günkü cennet-ül irfana dahil olsa uşşak Yarınki vaat edilen huri ve gılmanı neyler Buyurduğu gibi. 54 Leşker-i aşk uğrayıp her varlığım etti harab Hubb-i Hak’tan gayrı bir şey gelmez artık kalbime Leşker-i aşk, aşkın askeri, ordusu demektir.Ki salikin ilahi aşk mazhariyetiyle muhatap olduğu hidayet tecellilerdir. Yani gerek enfusta gerekse afakta zuhur eden Cenab-ı Hakk’ın müşahedesiyle hasıl olan irfaniyettir. Fehmi Efendi Hazretleri: “Bana ilahi aşkın askeri, ordusu uğradı ve tüm nispet varlığımı harap etti, yani fena edip, gayriyeti kaldırdı. Artık benim kalbimde Hak’tan ve O’nun sevgisinden başka bir şey kalmadı.” diyor. Nisbet-i vücud mahvoldu, siretim buldu beka Ol beka ilinde ben hamdeylerim subhanıma Bir kimsenin nispet vücudunun mahvolması, fenafillah keşfi irfaniyetiyle mümkündür. Her kim fenafillaha mazhar olursa, onun nispet vücudu, varlığı kalmaz ve onun mevcudiyeti Hakk’ın tecellisi olur. Hak tecellisi, ölümsüzlük ve ebediyet olan bekadır. İşte ehl-i kemalin kulluğu, irfaniyeti, beka olan Hakk’ın tecellisidir. Çünkü ayette “…ve ona kendi ruhundan üfledi. İşitme gücü verdi, gözler ve gönüller verdi. Ne kadar da az şükredersiniz...” (Secde, 9) buyrulmuştur. İşte kulun sireti, Hakk’ın ruhundan üflediği ruh olması itibariyle ölümsüzdür, bekadır. Fehmi Efendi diyor ki: “Cehaletle kendime nispet edip, var zannettiğim vücudumun fena bulmasıyla hasıl olan kemalat ve marifetle, beka tecellisine mazhar oldum. Ki, bu beka mazhariyeti benim siretimdir, canımdır. Bütün noksanlardan münezzeh olan Allah’a hamd ederim, onu överim, onun şanını yüceltirim!...” İhtiyacındır bilinmek Fehmi’yi var eyledin Ta ezelden bu hitabı söyledin kulağıma Kur’an’da “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık…” (Duhan, 38-39) buyrulmuştur. Hadis-i kudside ise Cenab-ı Hak “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.” diyor. İşte bu ilahi beyanlardan anlaşılıyor ki Allah, halk-ı alemi, kendisini bilmesi için yaratmıştır. Bu itibarla kulun yaratılış / halkiyat gerekçesi olan Rabbini bilmesini, Fehmi Efendi ‘ihtiyacındır bilinmek’ şeklinde ifade etmiştir. Bu ihtiyaç haşa, acziyet anlamında olmayıp, sevmek, istemek veyahut ta sevip de istemek anlamındadır. Çünkü zatı tekliğiyle hiç birşey yaratmadan evvel, cenab-ı Hak kendi kendini bildiği halde, 55 yarattığı kullarının kendisini bilmesini sevmiştir, bilinmesine muhabbet etmiştir. Bu itibarla kul, Rabbini bilmekle muhabbetullaha mazhar olur. Allah’ı bilenler ikidir: Biri ehl-i şeriat ve tarikatçıların bilişidir ki; Hakk’ın eserlerinin, ef’alinin, isimlerinin ve sıfatlarının bu alemde zuhur ettiğini ikrar ederler. Fakat müsemma, fail ve mevsuf olan Hakk’ın zatını mevhum, yani bilinmezlikle kaydederler. Bu itibarla ehl-i şeriat ve tarikatçılar, zat-ı ilahiden mahcupturlar / perdelidirler, vesselam. Allah’ı bilenlerin diğeri ise, daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olan arif ve ehl-i kemaldir ki, bunlar ehl-i hakikat olup, kendi nefsinde ve cümle varlık ve eşyada Hakk’ın ef’ali, esması ve sıfatıyla beraber, zat-ı ilahinin fail, müsemma ve mevsuflukla olan zuhurunu müşahede edenlerdir. Kulun yaratılışının yüce gayesi olan, kendi nefsinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbine vuslat edip, Rabbini müşahede eden bunlardır ki, kulun yaradılışının yüce gayesinin kemali bunlarla açığa çıkıp zahir olur. İşte böyle bir kemalatın mazharı olan Arifibillah H. Fehmi Hazretleri “Bilinmekliğini muhabbet ihtiyacınla Fehmi’yi var eyledin.” diyor, vesselam. ‘Ezelden bu hitabı söyledin kulağıma’ demek ise: Ezelden maksat ruhlar alemidir, hitap ise ruhlar alemindeki “…Elestü birabbiküm…/ Rabbiniz değil miyim?.” ( Araf, 172) hitabıdır. Bu hitap, mekteb-i irfanda mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla bu alemde tekraren yapılır. Her kim bu irşada ve irfaniyete mazhar olursa, o kul yaratılış gayesine ulaşmış bir irfaniyetle, ezel olan ervah alemindeki hitabın cevabını burada verir. Yani bu alemde arifibillah irfanıyla “Elestü” hitabını “bela / evet” diyerek cevaplar. Allahualem. 56 * * * 13 Mürşidim Ali Rahmi bildirdi beni bana Ol irşad-ı manevi bildirdi beni bana Kur’an’da “Kendi nefsini bilmeyenlerden başka artık kim İbrahim’in din ve milletinden yüz çevirir…” (Bakara, 130) buyrulmuştur. Demek ki kendini bilenler, ancak İbrahim milleti olan ehl-i tevhiddir. Hz. Peygamber Efendimiz “Kim nefsini / kendini bilirse o Rabbini bilir.” diyor. Bir kimsenin Rabbini tanıması, ancak kendini tanımasıyla mümkündür. Niyazi Mısri Hazretleri “Sen seni bilmektir pire ülfetten garaz” buyurarak, mürşide gitmekten gayenin, kendimizi bilmek olduğunu bize açıkça beyan etmektedir. Salikin, mürşid-i kamile intisap etmesinin yegane doğru amacı, kendini bilmek ve Rabbine arif olmaktır. Mürşid-i kamilin yegane doğru irşadı ise, her şeyin ve salikin asli cevheri olan Rabbi ile saliki buluşturmaktır. Yani salikin kendinde mevcut olan Rabbiyle vuslatının irşadıdır. Salik bu amaçla mürşid-i kamilin telkin ve irşadına sadakatle riayet ederse, o salik, nefsini/kendini bilir ve asli cevheri olan Rabbine arif olarak vuslat eder. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri, mürşidi olan Ali Rahmi Efendi Hazretlerinin irşadına mazhar olduğundan ‘Ol irşad-ı manevi beni bana bildirdi.’ diyor. 57 Aşktır bana bidayet yokluk oldu nihayet Erdi Hak’tan inayet bildirdi beni bana Allah’ın inayeti ve yardımıyla aşk-ı ilahiye mazhar oldum ve bu mazhariyetle nispet varlığımın yokluğuna yani fena-yı tama ulaştım. Sermayemdir yokluğum Hak varlığıdır karım Gönlümdeki mihmanım bildirdi beni bana Hz. Resulullah Efendimiz, miraçta Cenab-ı Hak ile buluştuğunda, Cenab-ı Hakk’ın “Bana ne hediye getirdin?” diye sormasına “Ya Rabbi, senin hazinelerinde olmayan, yokluğumla geldim.” dedi. Bu hediyeye Cenab-ı Hak çok memnun oldu ve hudutsuz bir şekilde ikramda bulunup, kendi varlığıyla tecelli edip, Resulullah Efendimizi şereflendirdi. Fehmi Efendi Hazretleri “Yokluk benim yegane sermayemdir. Fakat bu yokluk sermayesiyle Hakk’a kavuşmak, benim kazanç ve karımdır. Gönlümdeki ilahi sevgili, tecellisiyle bildirdi beni bana.” buyuruyor. Çünkü hadis-i kudside Cenab-ı Hak “Ey kulum sen yok olmadıkça bana kavuşamazsın, ben tecelli etmedikçe sen yok olamazsın.” diyor. Terk edince varlığım gitti gönül darlığım Zevk ile irfanlığım bildirdi beni bana Bir kul, kendinde ve cümle varlıkta, eşyada mevcut olan Rabbinden ayrı kaldığı nispette gönül darlığı devam eder, mutlu ve rahat olamaz. Çünkü kul, makam-ı insana ulaşıp insan-ı kamil olmadıkça felah bulup hür olamaz ve cehaletle kendine ve cümle eşyaya varlık nispet zannından kurtulamaz. Kul, ne zaman kendisini Rabbinden ayıran nispet varlıkları terk ederse, onun rahatsızlığı, gönül darlığı biter ve gönlü gayriyetten arınmış olarak Hakk’ın otağı evi olur. Çünkü hadis-i kudside “Ben yerlere ve göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyrulmuştur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Nispet varlığımı terk etmekle, kalbimdeki darlık gitti ve Rabbimle vuslatta olmanın zevk ve irfaniyeti bildirdi beni bana.” diyor. Oldum tevhide davet hemen ettim icabet Ol sıdk ile şahadet bildirdi beni bana Hz. Peygamber Efendimiz “Ben ümmetimin şirk-i celisinden / açık şirkinden değil, şirk-i hafisinden / gizli şirkinden korkarım.” Diyor. Şirkin çaresi tevhiddir. Şirk iki olduğu gibi, tevhid de ikidir: Biri tevhid-i 58 şer’i, yani şeriatın tevhididir; bu genel tevhid olup, kelime-yi tevhidi dil ile ikrar edip, kalb ile tasdik etmektir. Ki, cümle Müslümanların tevhididir. Diğeri ise, tevhid-i hakiki olan özel tevhiddir. Şeriat tevhidine davet, müezzinler tarafından yapılır ki, bu davete icabet, kulu şirk-i celiden, yani açık şirkten kurtarır. Tevhid-i hakikinin davetçileri ise, mürşid-i kamildir. Hangi kul, kamil mürşidin davetine icabet eder de salik olursa, mürşid-i kamilin telkin ve irşadına mazhar olur ve şirk-i hafiden, yani gizli şirkten kurtulur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Mürşid-i Kamili buldum, ona intisap ettim ve makamat-ı tevhid telkinine ve irşadına mazhar oldum. Telkine sadakat gösterdim ve makamat-ı tevhidin müşahedesiyle hasıl olan irfaniyet ve kemalat, beni gizli şirkten kurtarıp, beni bana bildirdi.” buyuruyor . Neylem ben bu dünyayı hem istemem ukbayı Buldu gönül Mevla’yı bildirdi beni bana Bu beyitlerde ifade edilen dünya, bu tabiat aleminde nefsimize hoş gelen ve bizi Hak’tan ayıran beşeri lezzetlerdir. Ukba ise, alem-i ahiret ve ahiretteki amel cenneti nimetleridir. Gerek dünya gerek ahiret nimeti Hakk’a varmaya, kavuşmaya engeldir. Hz. Peygamber Efendimiz “Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haram; hakikat ehline ise, ikisi de haram.” buyurmuştur. Çünkü ehl-i dünya, bir iş yaparken sadece kar ve beşeri menfaat gözetir. Ahireti düşünmeyip, bu iş haram mıdır helal midir bakmaz. Onun için ahiret ona haram olur. Ehl-i ukba ise, bir iş yaparken ahireti gözetir, harama ve helale dikkat eder. Haramı işlemez, helal olanı yapar. Bütün bunları yaparken nefsini cehennemden koruyup, amel cennetinin nimetlerine kavuşup, o nimetlerle nefsini lezzetlendirmek için yapar. Böylece ehl-i dünya gibi hareket etmediğinden, ehl-i dünyanın hali ona haram olmuş olur. Hakikat yani ehl-i tevhid-i hakiki arifleri ise, haram ve helale dikkat eder, harama asla yanaşmayıp, helal olana muhakkak tabi olur. Ahkamın ve Kur’an’ın emirlerini ne eksik ne de fazla, tam olarak yapar. Bunları yaparken asla ehl-i dünya ve ehl-i ukba gibi nefsini dünya ve amel cennetlerinin nimetleriyle lezzetlendirmek için yapmaz. Emr-i ilahi olduğu için Allah’ın emir ve yasaklarına, Resulullah Efendimizin ahlak ve tabiatı olduğu için sünnete riayet eder. Çünkü ehl-i tevhid-i hakiki; bu alemde zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle Hakk’a vuslat etmiş olup, onların gönüllerinde Hak’tan başka hiç bir şey kalmamıştır. Onlar her an cennet’ül irfanda ilahi sevgiliyle vuslatta olmanın zevkiyle yaşadıklarından, gerek dünya gerekse ahiret zevki için kulluk yapmazlar. Bu 59 itibarla tevhid-i hakiki ehline, dünya ve ukba ehli gibi kulluk yapmak haram olur. Fehmi Efendi Hazretleri, bu manaya işaretle: “Neyleyim ben bu dünyayı da ukbayı da, çünkü benim gönlümde Hak’tan başka bir şey olmayıp, gönlüm Mevla’yı, yani dost olan Allah’ı buldu!” diyor. Fehmi buldu vahdeti ol dost ile halveti Nur Muhammed himmeti bildirdi beni bana Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, meslek-i Resul-ü Melamiyyenin tarifini, telkinini bizzat Hz. Peygamber Efendimizden görmüştür. Meslek-i Resul-ü Melamiye mürşid-i kamilinin telkin ve irşadı; Hazreti Pir Efendimizin şahsında tasnif ve tarif edilen marifetin aynıdır. Herkes kulluğunu kemale ulaştırmak için bu marifete muhtaçtır. Çünkü hiç kimse meslek-i Resul irşadı olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşmadan Rabbine vuslat edemez, makam-ı insanı bulup insan-ı kamil olamaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Kendimi bilmem, vahdeti-Bir’i bulmam ve dostum olan Rabbime kavuşmam, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında zahir olmuş olan Meslek-i Resul irşadı mazhariyetiyle olmuştur. Bu itibarla beni bana bildiren Hz. Pir’in irşadı, himmetidir.” diyor. Allah, cümlemizi Hz. Pir’in himmetine mazhar kılsın. 60 * * * 14 Bak şu Hakk’ın hikmetine nice dert verdi bana Çün ezelden dertli idim yine dert verdi bana Kur’an’da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?.. Evet sen bizim Rabbimizsin biz buna şahidiz…” (A’raf, 172) Buyrulur ki, bu hitap ve cevap ruhlar aleminde olmuştur. Ruhlar aleminde herkes, Rabbin hitabına evet dedi ve şahit oldu. Hz. Pir Efendimiz “Ruhlar alemindeki bu şahitlikte ilim vardı, fakat marifet yoktu. İlim akılla elde edilir, marifet ise müşahedeyle elde edilir.” diyor. Bu imtihan / şahadet alemine gelen herkes, Rabbini görüp ona şahit olmak potansiyeliyle doğar. Bu potansiyel ve kabiliyeti insanı, yeryüzünde Rabbine halife olma ademiyetiyle mükellef yapar ki, bu mükellefiyete insandan başka yaratılan hiç bir mahluk muhatap değildir. Bu aleme bedenlenerek doğup gelen herkes, ruhlar alemindeki hitabı ve şahitliğini cehalet ve gafletle unutarak ademiyet potansiyelini ve mükellefiyetini hapseder. Çeşitli dertlere muhatap olur ki, bu dertler gayriyetten hasıl olan dertlerdir. Bu gayrıyet dertleri, kulun ezeliyle, yani bedenle bu aleme doğmasıyla başlayan dertler olduğundan ezel derdidir. Bu dertlerden kurtulmanın çaresi ise, Hak aşıklarıyla, ehl-i kemalle arkadaş olup onların meclisine dahil olmak ve cehalet ve gaflet içinde olduğunu anlamaktır. Çünkü cahil ve gafil olduğunu bilen kimse ancak ‘Ruhlar 61 aleminde muhatap olduğum hitap ve yapmış olduğum şahitlik nedir? Cenab-ı Hak nasıl bilinir ve ona nasıl kavuşulur, alemlerin Rabbini görerek nasıl şahit olurum?’ diyerek, Allah derdiyle yeniden dertlenir. Böyle dertlenmek insanı terakki ettirdiğinden, derd-i ilahi kul için rahmettir. Çünkü bu dert, kulu Rabbine vuslata ulaştırır ve kul arif, kamil bir insan olur. Bu itibarla Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid’inde: Bu Süleyman kuluna rahmet et Ehl-i derdin sohbetine mahrem et. Diyor. Kendisinin de dert ehli olup, dertliler meclisinde dertlilerle beraber olabilmesi için Allah’a niyaz ediyor, Allah’tan yardım istiyor. Bunu dikkate alırsak ezel derdi, cehalet ve gafletten hasıl olan gayrıyet derdidir. ‘Yine dert verdi’ beyanındaki dert ise, derd-i ilahidir, vesselam. Bir de irşadla görevli olan velilerin muhatap olduğu dert vardır: Bunların irşadından rahatsız olanlar, onun irşadını engellemek için çeşitli zorluklar ve engeller çıkararak dert üretirler. Çünkü irşadla görevli olan cümle peygamberler ve veliler, yaptıkları tebliğ ve irşad yüzünden zorluklar ve engellere muhatap olmuşlar ve dertlenmişlerdir. Fehmi Efendi Hazretleri de zaman zaman böyle zorluk ve engellerden dertlenmiştir. Allahualem. Aradım buldum tabibi sıdk ile uydum ona İçirdi sehpa-yı camı ol imiş derman bana Her kim ki dert ehli olup dert sahibidir, daima derdine derman arar. Her derdin bir doktoru vardır. Derd-i ilahinin tabibi ise, kamil mürşiddir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Aradım buldum zamanın mürşid-i kamilini, kamil bana teveccühte bulunup, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyet kadehinden ikram etti, telkin ve irşada bulundu. Ben de kamilin telkinine sadakat gösterip uymakla, müşküllerim hallolup irşad oldum, derdim de derman buldu.” buyuruyor. Nice bir derttir acaib mübtela oldum ona Geldiğince hatırıma hiç rahat vermez bana Dert ehli rahat olmaz, çünkü derdini hatırladıkça araştırır sorar; Cenab-ı Hak nasıl görünür, nasıl bilinir, ona nasıl kavuşacağım... gibi müşküllerle dertlenir ve dertlerine cevap, yani çare bulduğu nisbette irfaniyete terakki ederek arif ve kamil olur demektir. Yine tuttu eski derdim ne olur bu hal bana 62 Kaynayıp taştı içerden mevc urur derya bana Fehmi Efendi Hazretlerini çok meşgul eden bir müşkülü hasıl olmuş ki, onu beyan ediyor. Hem de “Bu dert ve müşküllerin zuhuru Hak’tandır. Nasıl ki, denizin dalgası denizden ayrılmadan dalgalanırsa, bana da bu müşküller, cümle varlık ve eşyada mevcut olan Hak’tan gelir.” buyuruyor. Böyle bir derde giriftar olmamış hiç kimse de Depreşir eski yareler dert olur derman bana Bir çok mesleğin taraftarı, müptela ve dertlisi vardır. Mesela futbol ve diğer spor dallarının taraftarları, siyaset ve tabiat meraklıları ve dertlileri pek çok olur. Fakat Cenab-ı Hakk’a kavuşmanın meraklısı, dertlisi çok azdır, bazı memleket ve muhitlerde ise hiç bulunmaz. Bunu göz önüne alarak ehl-i kemal “Hakk’ı bulmak kolaydır, Hakk’ı bulduranı bulmak zordur.” demişlerdir. Fehmi Efendi Hazretleri “Bu dert yani derd-i ilahi, aynı zamanda benim dermanımdır.” diyor. Çünkü dermanı, çareyi kim arar? Elbette dertli olan arar ve aradığı için de dermana kavuşur. Derd-i ilahiye bulaşmamış bir kimse, derman-ı ilahiyi arar mı? Aramaz ve aramadığından ilahi dermanı da bulamaz. Bu itibarla Allah derdi, aynı zamanda kulun dermanıdır. Öyle bir ma’şuka aşık olmuşum hiç misli yok Görmeyince hub cemalin dü cihan zindan bana Her güzellik bir şekilde temsil edilir ve misallendirilir. Mesela, falancanın gözlerinin güzelliği ceylana benzer, huyu melek gibidir, kaşı yay gibidir, boyu fidan gibidir... şeklinde misallendirilir. Fakat güzeller güzeli olan Cenab-ı Hakk’ın bir şeye benzetilip de misallendirilebilmesi için, Hakk’ın eşi, dengi ve benzeri olması icap eder. Kur’an’da “O doğmadı, doğurmadı. Onun eşi ve benzeri yoktur.” (İhlas, 3-4) buyrulmuştur. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Benim ilahi sevgilim hiç bir şeye benzemez. Ben onun güzel yüzü olan cemalini görmezsem, iki cihan yani gerek bu alem gerekse alem-i ahiret bana zindan olur.” diyor. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın güzelliğini görmek, onun cemaline kavuşmak, bir kulun ulaşacağı en büyük nimet ve mazhariyettir. Vesselam. Neylerim evrad kuyudat var iken ol yar bana Görmezem nücum ziyasın çün doğar envar bana 63 Hz. Pir, özetle: “İbadet üçtür: Birincisi, abidin ibadetini nefsi ile nefsinin menfaati için yapmasıdır. İkincisi, abidin ibadetini nefsi ile Hakk’ın rızası için yapmasıdır. Üçüncüsü ise abidin ibadetinde abid, ibadet ve mabut bir olur.” diyor. Nefsiyle nefsi için ibadeti, ehl-i şeriat olan avam-ı nas yapar ve bunlar daima nefsini ahiret nimetleriyle lezzetlendirmeyi düşünür. Nefsiyle Hak rızası için ibadeti ise, şeriat alimlerinin bazısı ve bazı tarikat ehilleri yaparlar. Bunlar, kulluk ve ibadetlerini nefsiyle Allah rızası için yaparlar. Abidin, ibadetin ve mabudun bir olduğu ibadet ise, ehl-i hakikat olan insan-ı kamilin ibadet ve kulluğudur. Çünkü onlar, daim zikir ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, kendi nispet varlıkları olmadan Hakk’a vuslat zevkiyle yaşarlar. İşte mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri, Hakk’a vasıl olduğundan “Fazla ibadet ve tesbihatla kaydedilerek nefisle, yani nispet varlık zannıyla yapılan kulluğu ne yapayım? Çünkü ilahi sevgiliyle vuslattayım. O hep benimle beraberdir. Benim kulluğumda gayrıyet olmayıp, ibadet eden, ibadet ve ibadet edilen birdir.” diyor ve devamla “Gündüz güneşin aydınlığına kavuşan kimsenin, yıldızların aydınlığını arayıp özlememesi gibi; Hakk’a vuslat irfaniyeti doğdu bana, Hak’tan gayriyetle ve nefisle yapılan kulluğa dönüp de bakmam.” buyuruyor. Öyle bir çeşm-i siyaha mail oldum ben bugün Her nazarda çeşm-i dilara hayat verir bana “Ben ilahi sevgilimin, vahdetinden açığa çıkardığı tecellilerindeki güzelliğine, cemaline tutulup bağlandım. İlahi sevgilinin her tecellisindeki güzelliğiyle bana görünmesi, benim hayat kaynağımdır, beni yaşatandır.” buyruluyor. Çünkü aşık olana cehennem, sevgilisinden ayrı kalmasıdır. Bu itibarla Hak aşıklarının ve ehl-i kemalin her daim aradığı, ilahi sevgiliye vuslat olan cennet-ül irfan zevkidir. Vesselam Niceler geldi ve geçti ol yüze kör oldular Talibi gördüm dese de hiç kanar olmaz bana Fehmi Efendi Hazretleri: “Rabbini göremeden, ona kavuşup vuslat etmeden, bir çok kimse bu aleme geldi ve geçti. Yani yaradılışının icabı olan kulluğu yerine getirmeden, Rabbinden mahcup ve perdeli bir hal ile kör olarak bu alemden göçtüler,fakat ben bu alemde Rabbimden perdelenmedim ve ilahi sevgilinin müşahedesine asla doyup kanmadım, ona bakmaktan ise hiç usanmadım.” buyuruyor. 64 * * * 15 Herkesin bir sevdası var biri mal olmaz bana Aşıkım ol bimisale misal olmaz yar bana Herkes doğuştan aşkın mazharıdır. Çünkü halkiyetin sebebi aşktır, muhabbettir. Hadis-i kudside “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim; halkı yarattım.” buyruluyor. Bu itibarla halk edilip, yaratılan her şeyde, herkeste muhabbet / aşk vardır. Fakat herkes muhabbetini bir şekilde açığa çıkarır. Kimi karşı cinse, kimi tabiat, kimi servet, kimi mevki makam, kimi siyaset, kimi güzel sanatlar vb. Ehl-i kemalin muhabbeti ise Hakk’adır. Daha evvelki beyitlerin açıklanmasında beyan edildiği gibi, Hak’tan gayrı olan bir şeyin, mutlaka dengi benzeri vardır ve misallendirilir. Cenab-ı Hakk’ın ise dengi, benzeri olur mu? Olmaz. Çünkü ayette: “O’nun eşi ve benzeri yoktur.” (İhlas, 4) buyrulmuştur. Mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri: “Herkesin bir sevdası, muhabbeti var. Bir şeylere aşık olmuşlar ve gereğini yapıp muhabbetlerini açığa çıkarıyorlar. Benim aşkım, muhabbetim ise, eşi benzeri olmayıpta hiçbir varlıkla misallendirilemeyen ilahi sevgiliyedir, gayriyete muhabbetim yok. Gayriyet bana yar olmaz.” buyuruyor. Bilmezem nedir kusurum küstü cananım benim 65 Rahat olmaz dertli gönül gülmeyince yar bana Aşık olanın rahatsızlığı, maşukunu, sevdiğini görememekten, ayrı kalmaktandır. Aşığa sevgilisi yakın olurda, görünürse hiç bir derdi ve rahatsızlığı kalmaz. Fehmi Efendi; yari, sevgilisi olan Cenab-ı Hak’tan ayrı kalınca, kusuru kendisinde arıyor ve ‘kusurum nedir bilmezem’ diyor. Yarin gülmesi ise, aşığa sevgilinin yakın olup görünmesidir. Allahualem. İçmez isem gamze-i nazından onun kevseri Bağ-ı cennette olursam görünür zindan bana Kevser, süreklilik veren, kulu ebediyete kavuşturan içkidir ve makamat-ı tevhid müşahedesinden hasıl olan keyfiyettir. Cenab-ı Hak,meratibi ilahi olan, tevhid mertebelerindeki tecellisiyle ancak müşahede edilir. Bunu beyanla “Makamat-ı tevhidle zahir olan ilahi sevgiliyi müşahede etmekle hasıl olan, zevk-i ilahiden ayrı kalırsam, beni amel cennetinin bağ ve bahçelerine koysanız da bana zindan olur.” deniyor. Bu konuda Niyazi Mısri Hazretleri: Aşk ile tamuda olmak cennetidir aşıkın Lakin cennette olsa da tamudur aşksız ona buyurmuştur. Kısmeti ruz-ı ezelde kullara bahşeyledin Kimseye dost olmayan bir tali’i verdin bana Ruz-u ezel “Elestü birabbiküm / Rabbiniz değil miyim?…” (A’raf, 172) hitabının yapıldığı ervah alemidir. Şu anda bu hitabın tekrarı, mekteb-i irfanda mürşid-i kamilin irşadıyla yapılmaktadır. Kulluk yokluktur, acziyettir, hiç kimsenin kendine ait varlığı yoktur. Fakat Hakk’a arif olanların haricindekiler, cehaletle kendinin ve cümle alemin nispet varlığının olduğunu zannederler. Arifibillah ise, tevhid-i hakiki keşfiyle bilir ki, kendinin ve alemin nispet varlığı yoktur ve cümle varlık Hakk’ındır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Elestü hitabının tekraren yapıldığı kemalat ve irfaniyete, mürşid-i kamilin irşadıyla mazhar oldum. Kendimin ve cümle alemin fena / yokluk keşfi irfaniyetinin, Allah’ın kullarına en yüce ihsan ve bağışı olduğunu anlayarak, Allah’tan gayriye dost olmadım.” diyor. Ve Cenab-ı Hakk’a hitaben “Böyle bir talih ve kısmetle tecelli ederek beni şereflendirdin.” buyuruyor. 66 Mahzeninde olmayan bir yokluğu verdin neden? Ol hazine-yi gınadan mı gelir yokluk bana? Hz. Ebubekir (ra): “Hamd Allah’a mahsustur. Allah, kullara kendi acziyetini / yokluğunu itiraftan başka bir yol vermedi.” diyor. Demek ki kulun en kemallisi, yokluğunu idrak ve keşfedendir. Cenab-ı Hak, kendinden başka hiç bir şey yaratmadığı gibi, kendi varlığı başka bir yere de intikal etmedi. Cenab-ı Hak kendi varlığında tecelli ederek görünmezlikten, yani batından zahir olup, açığa çıkarak göründü. Cehaletle var zannedilen cümle nispet varlıklar, Hakk’ın batından / gizlilikten açığa çıkardığı kendi tecellisidir. Cahiller, bu tecellilerin her birine ayrı ayrı vücut nispet ederek, Allah’a şirk koşuyorlar. Arifibillah ise, kendinde ve cümle alemde Rabbinden başka bir şey görmeyip, kendinin ve alemin nispet vücudunun olmadığını müşahede ederek zevk eder. Peygamber Efendimiz miraçta “Allah’ın hazinesi varlık hazinesidir, orada olmayan tek şey yokluktur.” buyurmuştur. Fehmi Efendi Hazretleri: “Senin mahzeninde olmayan, bendeki yokluğu neden verdin? Yokluk, senin hudutsuz zengin olan hazinenden mi gelir bana?” diyerek soruyor. Cevaben deriz ki; evet, kulun yokluk irfaniyeti de Hakk’ın varlık hazinesinden gelir, çünkü Hakk’ın vücudundan gayrı varlık yoktur. Cümle alem denilen her bir tecelli, zat-ı ilahinin zuhurudur. Vesselam. Bilir iken cümle varlık hep senin muhtaç benim Aciz ü naçar olursam niçin gelir gam bana? Kur’an’da: “…küllü şeyin halikun illa vecheh…/ O’nun yüzü / veçhi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) buyrulmuştur. Bu itibarla kulun varlığı Hak’tır. Kul ise mazhar-ı esmadır. Esmanın ise vücudu olmaz. Çünkü esma sıfat-ı ilahinin zuhurudur. Kul mazhariyeti icabı zat-ı ilahinin zuhuru olan fiillerden ve esmalardan etkilenir. Muhiddin Arabi Hazretleri “Hak zuhurdan ibarettir, kul ise kabulden ibarettir.” diyor. Bu konuda Hz. Pir “Vahdet tekessür etmeyince ayanda zahir olmaz. Ol kesret, Hz. Maşuk’un zatıdır. Ol meratib iki kısımdır: Biri müessiredir, esma-yı zatiye ve evsafı fiiliyedir ve birisi de müteessiredir; elvan-ı hissiye ve akliyedir.” buyurmuşlardır. İşte görmek, işitmek, tatmak, koklamak ve dokunmakla beşi zahir olan; vehim, hayal, idrak, hafıza ve akıl ile beşi de batın olan duygularla kul, esma-yı zatiye ve evsaf-ı fiil tecellilerinin tesiriyle müteessirdir,yani etkilenir. Velhasıl 67 cümle varlık Hakk’ın iken, kulun aciz ve naçar olup etkilenerek, gamlanması mazhar-ı esma olup kulluğun icabındandır. Yokluğu varlık bilirsen izzetin oldur senin Fehmi bildinse bu remzi dü cihan bostan sana Kur’an’da “Allah gani / zengindir, yoksul / fakir olan sizlersiniz…” (Muhammed, 38) buyrulmuştur. Bu itibarla yokluk kulluğa ait olup, varlık ise Cenab-ı Hakk’a aittir. Bir kimsenin kendinin ve alemin yokluğunu idrak etmesi, yani fenafillah’a ulaşıp Allah’ta yok olması, kulun en yüce izzetidir, makamıdır. Çünkü bu imtihan aleminde, yoklukla Rabbine vasıl olup kavuşan bir kul, bu alemde ve cümle alemlerde hep Hak’la beraber olur ki, kulun Hakk’a vuslat etmesinden daha yüce bir keyif ve zevki olmaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek: “Ey Fehmi! Fenafillah yokluğunu; kulluğun en yüce makamı olduğunun idrak ve şuuruna erersen, bil ki bu irfaniyet en ala kıvançtır. Bu keşif ve irfaniyetten hem bu alemde, hem de ahirette nasiplenirsin. Bu keyfiyet, dünya ve ahireti sana, cennetin bağı, bahçesi.yani bostanı yapar.” diyor. * * * 16 Yine yaz oldu gönül açtı bahar eşcar bana Açtı evrak libasıyla göründü ol dost bana Yine yaz oldu gönül... Vahdetin kesret-i zuhuruna mazhar oldum. Yani Hakk’ın, vahdetinden kendi kesreti olan halkı zahir ettiği irfaniyet ve kemalata gönlüm ulaştı, demektir. Ki bu, kulun kurb-u nevafil marifetiyle Rabbine yakın olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Kulum bana nafilelerle öyle yaklaşır ki, onun görmesine göz olurum, işitmesine kulak, tutmasına el olurum..” buyurmuştur. Nevafil yakınlığı; Hakk’ın ruh vahdaniyetine kendi kesretiyle suret, aza ve isimlenerek bedenlenip, halk olarak zahir olmasının müşahedesidir. İşte bu halk zuhuruyla vahdet, batın olur ve görünmez. Görünen ise cümle alem-i kesret olan halktır. Fakat bu halk, kulu Rabbinden ayırıp ta hicap / perde olan halk olmayıp, vahdetin kesreti olan halktır. Vesselam. ‘Bahardaki ağaçlar gibi açtı evrak libasıyla göründü...’ sözünün manası ise şöyledir. Kışın gövdesi, yani bedeni açık olan ağaçlar, bahar geldiğinde yapraklarını zahir ederek açığa çıkarır ve yapraklarla kendi 68 çıplak olan bedenini, gövdesini örter. Baharda ağaca bakıldığında gövdesi görünmez, aynı yapraktan elbise giymiş gibi hep yapraklar görünür. Velhasıl, kurb-u nevafil yakınlığını beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Benim dostum olan Allah, vahdetinin örtüsü, yani elbisesi olan kendi kesret-i halk zuhurunun sırrıyla göründü bana.” buyuruyor . Öyle bir gülzare düştüm ki zevk-i cinan bana Harir atlasla donanmış hem bakar ol dost bana Fehmi Efendi: “Hakk’ın kesret-i zuhuru olan halk içerisinde, hidayetin baş mazharı Nur-u Muhammed’in zahir ve hakim olduğu meclisi buldum. Gülzar, yani gül bahçesi olan o mecliste olmak, benim cennetimdir. Çünkü oradan bana cennet-ül irfan zevkleri gelir.” diyor. ‘Harir atlasla donanmış bakar ol dost bana...’ demek ise: “Cenab-ı Hakk’ın vahdetinden zahir ettiği kesret alemindeki en ziyalı ve kemalatlı tecellisi olan Nur-u Muhammed’in mazharı olan insan-ı kamille bakışırız.” demektir. Bu bakışma, kamilin meclisinde saliklerin ve ehl-i irfanın birbirlerinin irfaniyet ve kemalatlarından istifade etmeleridir. Çünkü ehl-i kemalin meclisinde sual sorulması da, cevap verilmesi de hep irfaniyet ve kemalatla olduğundan, o mecliste bulunan herkes faydalanıp zevk-i ilahi ile zevklenirler. Nasibim ruz-i ezeldendir göründü ol bana Anın için her nazar gamze eder ol yar bana Ruz-i ezel ‘elestü’ hitabıdır ki, Kur’an’ın “Hani Rabbin adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp kendi nefislerine şahit tutarak ‘Ben Rabbiniz değil miyim?’ Onlar; evet sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahidiz dediler…” (A’raf, 172) beyanıdır. İşte ruhlar alemindeki bu ahitleşmenin ve şahitliğin tekrarı, bu alem-i şahadette mürşid-i kamilin irşadıyla yapılır ki; bu aynı zamanda saliklerin kendi nispet varlıklarından kurtulup makam-ı insanla doğmasıdır. Hz. İsa “İnsan iki defa doğar; bir anasından, ikincisi ise kendinden. Kim ki kendinden doğmazsa melekut aleminin sırrına eremez.” buyurmuştur. Demek ki ariflerin, anasından doğmakla başlayan bir suret, beden yaşı vardır, bir de mekteb-i irfana dahil olup, kendinden doğmasıyla başlayan bir yaşı vardır. Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, ikinci doğumunu beyanla: “Ruz-i ezelden, yani cehaletle var zannettiğim nispetlerden kurtulup, makam-ı insanla doğduğum günden beri, kendimde ve cümle eşyadaki her tecellide, ilahi sevgili gamze ederek bana gözükür ve beni zevklendirir.” buyuruyor. 69 Cümle alemden müberradır görünen yar bana Saray-ı şehr-i hakikatte görünür ol bana Hz. Pir Efendimiz: “Kur’an-ı Kerim, dört ilim, yedi makam üzre inzal olmuştur.” diyor. Bu dört ilim; ilm-i şeriat, ilm-i tarikat, ilm-i hakikat, ilm-i marifettir. Yedi makam ise; mekteb-i irfandaki yedi tevhid makamıdır. İşte mekteb-i irfana her kim dahil olursa, bu dört ilme ve yedi tevhid mertebesine mazhar olur. Bir kul, ancak tevhid-i hakiki irfaniyetiyle hakikat ehli olup, hakikat şehrine girebilir. Ki, hakikat şehrine giren, hep Hakk’ı görür, Haktan gayrı görmez. Bunu beyanla Fehmi Efendi: “Hakikat şehri sarayında, ilahi sevgilim; müberra, yani safiyetle görünür bana.” diyor. Sofular vasf-ı cemalinden sual eder bana Edemem tarif kemalin mahiyet olmaz ona Sofu, fazla ibadet ve virtlerle meşgul olup ta bu halini beğenip, kendisi gibi olmayanları eksik görüp de beğenmeyen kimsedir. Ki, sofu bu hal ve anlayışıyla Cenab-ı Hakk’ın cemalini göremez. Çünkü cemal-i ilahiyi görmek, ancak zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşıp, insan-ı kamil olmakla mümkündür. Sofu kimse, sofuluğunun kendisine perde olmasıyla cemal-i ilahiyi göremediği gibi, daim zikir ve tevhid mertebelerinin irfaniyetinden de mahrum olduğu için, insan-ı kamilin marifet ve kemalatının gafili ve cahilidir. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Sofu kimse, bana sofuluğuyla cemal-i ilahiyi soruyor. O kemalatın mahiyetine sofulukla ulaşılmaz.” diyor. Çünkü o kemal ve irfaniyete, ancak mürşid-i kamilin irşadı mazhariyetiyle insan-ı kamil olunmakla ulaşılır. Görmüş olsa sofu ol yüzü nedir evrad ona? Unuturdu taat evrad can verirdi ol ona Bir kula Cenab-ı Hakk’ın güzel yüzüne, cemaline kavuşmaktan daha ziyade bir nimet, devlet olmaz. Çünkü cemal-i ilahiye kavuşmak, kulun yaradılışının yüce amacıdır. Fazla ibadet etmekten, tesbihattan keyif alan sofu kimse, eğer cemal-i ilahinin müşahedesiyle zevk-i ilahiye ulaşmış olsa, fazla ibadet ve tespih çekmek gibi virdlerini ve sofuluğunu terk edip unutur, hatta canını verir ki, cemal-i ilahi müşahedesinden ayrılmayayım, diye. Gel götürem seni ol yare ki mahremdir bana Talibi’nin derdine düş sözleri burhan sana 70 Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. O’na ulaşmak / kavuşmak isterseniz bir vesile arayın…” (Maide, 35) Buyurmuştur. Şeyh-ül Ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri, bu ayeti tefsir ederken “Vesile’den maksat mürşid-i kamildir. Ki ancak onun irşadı ile Hakk’a kavuşulur.” diyor. Bu itibarla zamanın mürşid-i kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri: “Talip olanı, yare, yani ilahi sevgiliye meslek-i Resul irşadıyla götürürüm.” diyor. Bizlere hitaben de “Sen yeter ki, dert ehli olup, mürşid-i kamili ara bul ve onun telkin ve irşadına mazhar olmaya bak. Ancak kamilin irşadıyla, yani burhan / yol göstericiliğiyle, ilahi sevgiliye kavuşursun.” buyuruyor. * * * 17 Hak buyurdu ‘fezküruni’ emre taat etsene Gafil olma her nefeste Hakk’a zakir olsana Kur’an’da “Fezküruni ezküruküm veşküruni ve la tekfürun / Beni zikredin ki sizi zikredeyim. Şükredin bana sakın küfretmeyin” (Bakara, 152) buyrulmuştur. Cenab-ı Hak, bu ve benzeri bir çok ayet-i kerimesinde, Allah’ı zikr etmemizi emretmektedir. Fakat herkes bir şekilde yaptığı virdlerle ve tesbihatla meşguliyeti, Allah’ın emri ve kulu gafletten uyandıracak olan zikrullah zanneder. Cenab-ı Hak bize, nasıl ve hangi esma ile zikretmemiz gerektiğini, yani kulu gafletten uyandıracak zikrullahın nasıl olacağını “Siz Allah’ı ayakta iken, oturur iken, yatar iken O’nu zikredin” (Nisa, 103) ayetiyle açıkça beyan ediyor. Bu itibarla Cenab-ı Hak, Allah ismiyle ve her nefeste, her zamanda daim zikretmemizi emretmektedir. Çünkü yaşayan bir insan, nefes alıp verdiği müddetçe ya ayaktadır ya oturur ya da yatar. Başka bir durumu, pozisyonu var mıdır? Yoktur. İşte Allah bizlere ayakta iken, oturarak, yatarak, kendisini her nefeste ve daima isimleri içerisinde Allah ismiyle zikretmemizi emrediyor. 71 Fehmi Efendi Hazretleri, buna işaretle: “Hakk buyurdu ‘Fezküruni / beni zikredin’ siz de Allah’ın bu emrine uyup her nefeste, zikr-i daimle Allah’ı zikredip, gafil olmayın.” buyuruyor. Çün buyurdu Hak Teala sem-i kalbi açsana ‘Kad fetenna kavmeke’de sen rumuzu bilsene Hz. Musa Tur’a, Cenab-ı Hak’la konuşmaya gittiğinde, kavmini Harun (as)’a emanet etmişti. Kavminden adı Samiri olan biri, altından buzağı yaptı. Hz. Harun’un ikaz ve gayretine rağmen kavmi, Samiri’nin yaptığı altın buzağıya taptı. Hz. Musa Tur’dan gelince gördü ki, kavmi onun öğütlerini ve tebliğini unutup buzağıya tapıyorlar. İşte bu olay üzerine Cenab-ı Hak “...kad fetenna gavmeke min ba’dike ve edallehümüssamiriyyü / Kavmini tam bir biçimde imtihan ettik, Samiri onları sapıttı.” (Taha, 85) buyurmuştur. Samiri’nin altından yaptığı buzağı, nasıl ki o kavmin peygamberlerinin vahiyle olan tebliğ ve irşadından yüz çevirmelerine sebep olduğu gibi, Hz. Musa kavminin Samiri’nin buzağısıyla muhatap olduğu imtihan, her zamanda, bu gün dahi her an olmaktadır. Bu günkü vahyin tebliğcisi alimler ve mürşid-i kamildir. Her kim ki mürşid-i kamilin tebliğ ve irşadından uzak kalırsa, o kimseyi irşad olmaktan alıkoyan her ne varsa onlar Samiri’nin buzağısı gibi olup, o kimseyi zikr-i daim ve ilm-i tevhid irfaniyet ve kemalatından mahrum ve mahcup eder. Fehmi Efendi Hazretleri bunu beyanla ‘Bu alem imtihan alemi olup, sen de her an imtihan olmaktasın. Kulluğun irfan ve kemalinden seni uzaklaştıranları terk edip kalb kulağını aç, vahiy ve ilham irşadıyla şereflen.’ buyuruyor. Çünkü kamil olan mürşidin irşadı, Kur’an rehberliğiyle olup, kesinlikle vahiyle çelişmez. Sem-i kalb, kalb kulağı demektir ki, kalbe enfus ve afaktan gelen ilham ve irşada duyarlı olup, kulak vermektir. Vesselam. ‘Lillahi’l-emru cemia’ kelamın fehmetsene Geç ikilik nispetinden fail Allah bilsene Kur’an-ı Kerim’de “…Lillahil emru cemia... / İşlerin tümü Allah’ındır” (Ra’d, 31); başka bir ayette ise “…Sizi de fiilinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) buyrulmuştur. İşte bu ve benzeri ayetlerden anlaşılacağı gibi, kulun kendine ait fiili olmayıp tüm oluş ve fiillerin faili Allah’tır. Çünkü bir fiilin olabilmesi için kuvvete ihtiyaç vardır, hiç bir fiil kuvvetsiz, kudretsiz meydana gelmez. Ayette “… bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlaya72 caklarını (şimdiden) idrak etseler ” (Bakara, 165) buyrulmuştur. Ki, imanın şartlarından birisi de, hayır ve şerrin Allah’ın kudretinden meydana geldiğine iman etmektir. Hayır ve şer dediğimiz de bir iş ve oluştur. Bu itibarla Allah’ın kudreti her bir şeyi ve her kimseyi kuşatmış olup, herkesteki ve her şeydeki iş ve oluş, Allah’ın kuvvet ve kudreti ile olmaktadır. Bu itibarla tüm işlerin ve oluşun faili Allah’tır. İşte her fiilin faili Allah olduğu halde cahiller; kendine ve alem-i halka nispetle, fiil-i mustakiliyesi var zannederek, bir olan Hakk’ın fiillerini, kendinin ve halk-ı alemin işi olarak görerek ikileştirir. Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olunmadan her işin failinin Allah olduğu anlaşılmaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Ara bul tevhid-i hakiki irfaniyetini ki, bu ikilikten kurtularak her işin failinin Allah olduğunun müşahedesine ulaş.” diyor. Çünkü mevsuf Hak oluptur böyle nazar etsene Hem ‘semi’ül basir’ oldur ayne’l-yakin görsene Allah’ın sıfat-ı subutiyesi sekizdir: Hayat, ilim, irade, kudret, kelam, görmek, işitmek, tekvin (yaratmaktır). Allah’a ait olan bu sıfatlar aşınmaz, eskimez, değişmez ve sabittir. Bu sıfatlar nerede var olup zuhur etmişse, o sıfatların mevsufu Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de sıfat-ı subutiyenin Hakk’a ait olması hususunda bir çok ayet vardır ki, bunlardan bazıları şu ayetlerdir: Hayat sıfatı için “Allah’tan başka ilah yok, Hay’dır O, sürekli / daim diridir..” (Bakara, 255). İlim sıfatı için “De ki, ilim ancak Allah’ın indindedir / katındadır..” (Mülk, 26). Görme ve işitme sıfatı için “…kuşkusuz / şüphesiz O’dur semi / işiten, O’dur basir / gören.” (Mü’min, 56). İrade sıfatı için “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz…” (İnsan, 30). Kelam sıfatı için “…Allah Musa'ya kelime kelime söz söylemişti.” (Nisa, 164). Kudret sıfatı için “Bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) idrak etseler.” (Bakara, 165). Tekvin sıfatı için “O’nun işi bir şeyi yapmak / yaratmak istediğinde ol der, o şey de oluverir.” (Yasin, 82). “…iş ve oluşun tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31). İşte cümle sıfat-ı subutiyenin mevsufunun nasıl Allah olduğunun anlaşılması için mürşid-i kamili bulup, onun zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle olan irşadına mazhar olmak lazımdır. Başka türlü cümle sıfatlarda Allah’ın nasıl mevsuf olduğu bilinmez. Cümle ilimler akıl ile tahsil edilir. Fakat ilm-i tevhid marifet-i müşahedeyle, yani görerek tahsil edilir. Kullar Allah’a üç şekilde yakın olurlar: Birincisi ilm’el yakınlıkla. Bunların Hakk’a yakınlığı, tahsil ettikleri ilimlerle, Hakk’a eserlerini 73 delil yapmakla olup, bunlar nefislerinde ve cümle alemde mevcut olan Cenab-ı Hak’tan mahcup / perdelidirler ve Rabbini göremezler. İkincisi ayn’el yakınlıktır. Ki cümle fiilde ve sıfatta fail ve mevsuf olan Hakk’ı müşahede etmektir. Üçüncü yakınlık olan Hakk’el yakınlık ise, cümle varlıkta Hak’tan gayrı müşahede etmemektir. Bu itibarla makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, cümle sıfat-ı subutiyede mevsufun Allah olduğu müşahedesine ulaşmak, ayn’el yakınlık müşahedesi olduğu için, Fehmi Efendi Hazretleri “İşiten, gören O’dur. Cümle sıfatta mevsufun Cenab-ı Hak olduğunu görüp nazar et de ayne’l yakın müşahedesine ulaş.” diyor. Çün vücudun Hakk’a mazhar zatına mahvolsana Yok edip kendi vücudun ‘küntü kenz’i bulsana Cenab-ı Hak, hakikatte kendinden başka hiç bir şey yaratmadı. Bizim, var zannettiğimiz cümle alem ve varlık olan her şey, zat-ı ilahinin zuhur ederek açığa çıkmasıdır ki, tecelli olarak açığa çıkan her şeyin vücudu zat-ı ilahidir. Açığa çıkan tecellinin kendine mahsus vücudu olmaz, tecellinin varlığı zat-ı ilahinin görüntüsüdür ki, Allah bu görüntülerle, yani kendi zatından olan zuhuruyla zatını perdeleyip gizler. Bu gizleme Hakk’ın tecellisini hudutsuz bir şekilde isimlendirip, ef’aliyle şekillendirmesiyle meydana gelen cümle varlık ve suretlerle olur. İşte bu varlıklar ve suretlerle tecelli ederek Cenab-ı Hak, zatını örtüp gizler. Her kim ki, bu suretlere vücut nispet eder de kendisinin ve cümle alemin varlığını zat-ı ilahiden ayrı zannederse, o kimse Allah’ın zatından mahcup / perdeli olur. Böylece kendindeki küntü kenz / gizli hazine olan zat-ı ilahi tecellisini müşahede etmekten mahrum kalır. Kulun vücudunun zat-ı ilahi zuhuruna nasıl mazhar olduğuna arif olması için, zikr-i daim ve tevhid-i zat makamının keşfiyle, kendinin ve cümle varlığın fenasının / yokluğunun irfaniyetine ulaşması gerekir. Bunu beyanla “Gizli hazine olan zat-ı ilahiyi, kendi nispet varlığını fena ederek bulsana.” buyruluyor. ‘Küllü men aleyha fanin’ sırrın agah olsana Baktığınca şeş cihette vech-i Hakk’ı görsene Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Küllü men aleyha fan ve yebga vechü rabbike zülcelali vel’ikram / yeryüzündeki herkes / her şey fanidir, yokluktadır. Celal ve ikram sahibi Rabbinin veçhi / yüzü bakidir.” (Rahman, 26-27) buyurmuştur. Bu beyan-ı ilahiden de anlaşıldığı gibi mevcutta Rabbin yüzünden başka bir veçhe (yüz) / varlık yoktur. Bizim var zannettiğimiz cümle varlıklar ise, kendi cehlimizden olup, zandan ibarettir. Halbuki Kur’an’da “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez” (Yunus, 74 36) buyrulur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: “Cehalet ve zandan kurtul, makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle ‘küllü men aleyha fan / her şey fani…’ ayetinin sırrına vakıf ol, her tarafta, her yerde ve her tecellide Hakk’ın veçhini / yüzünü müşahede edip, gör.” diyor. Talibi sırr-ı hüviyyet membaından içsene Bir zaman çıkıp bekaya Hakk’ı zahir görsene ‘Hüviyet sırrı membaı’ ölümsüzlük, yani ebediyen diri olmanın kaynağı demektir. Ki, bu memba zamanın mürşid-i kamilidir. Her kim, zamanın kamil mürşidinin telkin ve irşadına mazhar olursa, sırr-ı hüviyet membaından içmiş olur. Çünkü bir kimse, ancak kamilin irşadı olan daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid müşahedesiyle Hakk’ın zuhurunda kendi varlığını fena ederek, daima Hak’la olup, Hak’tan başka görmeme marifetine ulaşır.Yani “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır…” (Bakara, 115) ayetinin hikmet ve hakikatine erer ve zahirde hep Hakk’ı görür. Velhasıl kim, kamilin irşadına mazhar olur da, makamat-ı tevhid keşfiyle Hakk’ın zuhurunda kendini kaybedip fena ederse, o kul Hak’la ebediyen beka bulur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, Talibi mahlasıyla kendini muhatap ederek bizlere “Sırr-ı hüviyet membaı olan zamanın mürşid-i kamilini bulup, onun irşadıyla kendinin ve cümle alemin yokluğunda, Hakk’ı zahiren / apaçık görsene.” diyor. * * * 18 Surette dört terkibim sirette hem beştenim Ol vücud-ı cevherim Hakk’a etti inkılap Terkip, karışım demektir. Suretin dört terkibi ise; hava, su, toprak ve ateştir. Bu dört terkip aynı zamanda tabiat aleminin aslı olduğu gibi, suretimizin yani ceset / beden varlığımızın da aslıdır. Siretteki beş ise, manevi vücudun beş hasleti olan hafa, ruh, nefs, kalb ve sırdır. Bu beş haslet insanın hakikatidir ve her insanda bu hasletler potansiyel olarak mevcuttur. Fakat bu beş haslet, insan-ı kamilde faal ve aktiftir. Bu itibarla, fenafillah mazhariyetiyle insan-ı kamilin kendi nispet varlığı olmadığından; gerek unsur / beden varlığı, gerekse siret varlığı Hakk’ın zuhurundan ibarettir. Çünkü tabiatın aslı olan hava, su, toprak ve ateş; Hakk’ın tecellisi olduğu gibi, hafa, ruh, nefs, kalb ve sır ise Cenab-ı Hakk’ın açığa çıkıp göründüğü mertebeleridir. 75 İşte insan-ı kamilin yokluğunda bu mertebelerin kemalatı zahir ve mevcut olduğundan dolayı, Fehmi Efendi Hazretleri: “Makamat-ı tevhidin keşfiyle arif ve vakıf oldum ki; gerek mana, gerek suret itibariyle vücud-u cevherim, yani varlığımı oluşturan hasletler Hakk’a aittir. Cehaletle kendime nispetle var zannettiğim vücud varlığımdan kurtulup Hakk’a döndüm, yani vücud-ı cevherim Hakk’a inkılap etti.” diyor. Hakk’ın sureti olan hem odur siret bana Vücudum bulmaz fena suretimdir bir serab Hakk’ın sureti, sıfat-ı subutiyesidir. Ki bunlar hayat, ilim, irade, kudret, basar (görmek), semi (işitmek), kelam ve tekvindir. Allah’a ait olan bu sıfat-ı subutiye eskimez, değişmez ve aşınmaz. Allah’ın zat-ı sıfat tecellisiyle açığa çıkıp, zahir olması itibariyle sıfat-ı subutiye Hakk’ın suretidir. Her insanda bu sıfatlar mevcut olup, her kul Hakk’ın bu sekiz sıfat-ı subutiyesinin potansiyel olarak mazharıdır. Bir kul öldüğü zaman, kulun ceset varlığından bu sıfatlar ayrılır ki, cesette göz vardır fakat görmez, kulak vardır işitmez, ayaklar mevcuttur yürümez. Çünkü görünürde kulun göz, kulak, el, kol gibi azalardan oluşan sureti / cesedi vardır, fakat sireti olan sıfatlar yoktur. İşte her insanın sireti bu sıfatlar olduğu için, kul gerek bu alemde gerekse ahiret aleminde siretiyle var olur. Suret, yani beden varlığımızın mahiyeti topraktır, siret bedenden ayrıldığında, beden yine toprağa dönerek toprak olur. Bu itibarla kulun bedeni bu aleme ait siretinin elbisesi olup, berzah, ahiret ve başka alemlerde olmayan bir hayal ve seraptır. Fakat kulun sireti berzah, ahiret diğer alemlerde varlığını ebediyen devam ettirir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hakk’ın sureti olan sıfat-ı subutiyesi, benim siretim ve asli vücudumdur. Bu aslım ve siretim asla fena bulmaz ve yok olmaz. Benim et kemikten ibaret ve serap olan bedenimdir, suretimdir, fena bulup yok olan.” diyor. Ben var oldum varlıktan nefholdum zat-ı Hak’tan Zikr-i “Ene’l-Hak” bana ondan oldu istilab Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu kıvama erdirip ruhumdan üflediğimde önünde secde ederek eğilin.” (Sad, 71-72) başka bir ayette ise “Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 9) buyurmuştur. Bu ve benzeri ayetlerde de açıkça beyan edildiği gibi, bizim asıl varlığımız Hakk’ın kendi ruhundan üfleyip / nefhettiği kendi ruhudur. Bedenimiz de Hakk’ın tecellisi olduğundan, gerek beden, gerekse ruh / can varlığımız, her şeyin asli hakikati olan Hakk’ın zat-ı mevcudiyeti dahi76 lindedir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Nefholdum zat-ı Hak’tan, yani benim varlığım Hakk’ın zat-ı mevcudiyetinden gayrı değil.” diyor. Zikr-i Ene’l Hak ise ‘Ben Hakk’ım!’demektir ki, bu aynı nehrin denize akarak, denizde kaybolup da ‘Ben denizim’ demesi gibidir. Kul, kendi varlığını Hakk’ın varlığında fena / yok ederse, o kulun kendi varlığı kalmaz. O kulda zahir olan Hak olur ve Hak kendisi “Ene’l Hak” (Ben Hakk’ım!) der. İşte cümle ehl-i kemal, makamat-ı tevhidin keşfiyle “Ene’l Hak” sırrına arif olduklarından, Fehmi Efendi Hazretleri: “Benim varlığım, Hakk’ın varlığından gayrı olmayıp, zat-ı ilahinin nefhası, yani tecellisidir. Ki, mazhariyetimden zahir olan ‘Ene’l Hak’ zuhuru, Hakk’ın kendi sözüdür.” diyor. Çünkü Ene’l Hak sözünü kula nispet etmek, küfürdür. Vesselam. Madem ki kul Hak olmaz, kul Hakk’ın gayrı olmaz Kul çün ayn-ı Hak olmaz kimdir kul kimdir Çalap? Kul, Hak olmaz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın başlangıcı ve sonu olmadığı gibi, yaratılmışlardan hiç bir şeye benzemeyen “Bir”dir. Kul ise, başlangıcı sonu olduğu gibi, aciz ve benzerleri çok olandır. Bu itibarla kula Hak demek, Hakk’ı kayıtlamak olduğundan küfürdür. Ve en büyük ve affedilmeyen günah olan şirk-i celidir, açık şirktir. Kur’an’da “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biliyoruz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) başka bir ayette ise “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid, 4) buyrulmuştur. Bu ve benzeri Kur’an beyanlarından da anlaşılacağı gibi, Cenab-ı Hak, kuldan ayrı da değildir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Kul kimdir? Çalap yani Allah kimdir? Kul Hakk’ın aynı mıdır, gayrı mıdır?” Diyerek, bizlere sual sorup, müşkül arz ediyor ki, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Mutlak olan Allah’tır, mukayyet olan ise kuldur.” buyurmuşlardır. Kulun varlığı Hak’tır kul esmadan elyaktır Cismin hiç hükmü yoktur döner suda bir dolap Kur’an’da “O doğurmamış ve doğmamıştır.” (İhlas, 3) buyrulmuştur. Hakikatte Allah’ın varlığı, O’na hiç bir yerden gelip intikal etmediği gibi, O varlığını kendinden başka kimseye vermedi ve O’nun varlığı kendinden başka bir şeye ve yere de intikal etmemiştir. Yani Allah, kendi varlığından başka bir şey zuhura getirmemiştir. Bu itibarla, Allah her anda ve her zamanda vahdet-i vücuddur. Ayette “... 77 Zahirdir O, her şeyde apaçıktır. Batındır O, gözlerden gizlenmiştir...” (Hadid, 3) Buyrulmuştur ki, Hakk’ın batın-ı mutlak olan sıfatlarıdır. Zahiri ise ef’alidir ki, her fiil esmalarla isimlenerek kayıtlanır ve suretlenerek zahir olur. İşte böylece mutlak olan sıfatlardan mukayyetlikle zahir olan suretler, kuldur. Bu itibarla mukayyet olan kulun varlığı, mutlak olan Hakk’ındır. Kul ise ancak esma mazharıdır. Esmanın ise tesiri vardır fakat vücudu olmaz. Çünkü esma, sıfatın taallukundan, yani sıfatın ilgilenmesiyle meydana gelir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Kulun varlığı Hak’tır.” diyor ve devamla: “Kul denilen cümle varlık ise, Hakk’ın tecellisi olup, esmaya layıktır. Yani kul, varlığı olmayan bir isimden ibarettir.” diyor. Cismin hükmü yoktur suda döner bir dolap... sözünün manası ise şöyledir: Su, Hakk’ın vahdet-i vücududur, ki Hak, mutlak olan batınından suretlenerek cisim olarak mukayyetlikle kul olarak zahir olur ve görünür. Kul ise aciz ve muhtaç olup tecellilerin tesiri hakimiyetinde, müteessir ve mahkumdur. Bu itibarla kulun hükmü olmaz, hüküm Allah’ındır. Kur’an’da “Allah, hakimlerin en güzel hüküm vereni değil mi” (Tin, 8) buyrulmuştur. Şeyh-ül Ekber ise “Hak zuhurdan, kul ise kabulden ibarettir.” demiştir ki, Hak hakim olup zuhuruyla, kul ise aciz ve mahkum olup kabulü ile, vahdet-i vücud suyunda bir dolap döner, demektir. Hak faildir hem muhtar kulda yoktur ihtiyar Onun için ehl-i Hak etmedi hiç ittirab Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Sizi de, amellerinizi de / fiillerinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) “İş ve oluşun tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31) buyurmuştur. Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı gibi, her fiilin / işin faili Allah’tır. Madem ki her fiilin faili Allah’tır; o halde kulun emir ve yasak mükellefi olması nedir denirse? Bizde şöyle deriz: Kulun mükellefiyeti, bir fiilin oluşunu istemesi ve neticesini kabul etmesindendir. Mesela, bir kimseye iyilik etmek de fiilullahtır, kötülük etmek de fiilullahtır. Her iki fiilin faili Allah’tır. Fakat kul kötülük yapmayı ister, o fiilin / işin zuhurunu ister ve neticesini kabul ederse, Allah, kulun isteğine göre kudretiyle o fiili zuhura getirir ve o fiilde fail olur. Fakat o fiilin zuhurunu istediği ve neticesini kabul ettiği için, mükafat ve mücazat mükellefiyeti kula ait olur. Kur’an-ı Kerim’de “O gün, insanlar yapıp ettikleri kendilerine gösterilsin diye kümeler halinde ortaya fırlayacaklardır. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür.” (Zilzal, 6-8) buyrulmuştur. Bu itibarla mükellef kuldur. 78 Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir Bey “Allah, kulun iradesine ve fiiline cebir / mecburiyet kullanmadı.” buyurmuştur. Çünkü kulun irade ve fiilinde cebir/mecburiyet olsaydı kulun mükellefiyeti olmazdı. Fehmi Efendi Hazretleri “Hak failliğinde muhtardır. Çünkü bir fiilin meydana gelmesi için kuvvet / kudret, irade ve ilim gerekir ki; Allah ilmin, iradenin, kudret ve kuvvetin sahibi olup; failliğinde muhtardır.” buyuruyor. Kulun failliğe ihtiyarı olmaz. Çünkü bir iş yapmak için önce kudret / kuvvet sahibi olmak gerekir. Kulluk ise, acziyet ve yokluktur. Bu ifadeyle “Tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle, bu mevzuda ehl-i hakikat hiç şüpheye düşmeyip, ittirab etmediler, yani yalpalamadılar.” buyruluyor. Fehmi Hakk’ı arif ol hem kadere bağlı ol İhtiyarın terk eyle işleme günah sevap Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kader, Allah’ın kudretiyle zuhura getirdiği fiilullahtır.” diyor. Demek ki, kudret-i ilahi ile zuhur eden cümle iş ve oluşa kader denir. Sevap ve günah işlememek ise şöyledir: Meslek-i Resul-ü Melamiye salikleri, Kur’an-ı Kerim-in cümle emir ve yasaklarına kesinlikle riayet ederler, ahkam-ı şeriata muhakkak uyarlar ve Resulullah Efendimizin güzel ahlakı ile ahlaklanmaya gayret ederler. Bu itibarla Melamiler, haram olana ve günaha asla yanaşmazlar. Yani günah ve haram işlemezler. Cümle alem-i halk Kur’an’ın emrine ve ahkama riayet etmese, Melamiler tek başına da kalsa mutlaka ve kesinlikle Kur’an’ın ve ahkamın emrine uyar ve yasaklarından kaçar. Fakat cümle meşru, sevap olan ahkamı yerine getirirken, ehl-i zahir gibi amel cennetinin nimetlerine mazhar olayım diye bunları yapmaz, emr-i ilahi olduğu için yapar. Hakk’a arif olan Melamiler, her fiilin failinin Allah olduğunu müşahede ettiği için, yapmış olduğu cümle sevapları da Hakk’a nispet edip sahip çıkmadığından, onun sevabı da olmaz. Böylece sevabı Hakk’a nispet ettiği için, günah ve harama asla yanaşmadığı için, arifibillah olan Melamiler, günah ve sevap işlemezler. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere, Allah’ın kudretiyle zuhura gelen her fiilin kader olduğuna vakıf olmamızı, sevap ve günah işlememe irfaniyet ve kemalatına ulaşmamızı tembih ediyor. Allahualem. 79 * * * 19 Derman arama derdine derdin yeter derman sana Fark ile eyle iftihar zillet yeter devlet sana Burada bahsedilen dert, derd-i ilahidir. Hakk’ın bize yakınlığı nasıldır, zuhuru nedir, her şeyi ihata etmesi nasıldır gibi, Allah’ı tanımaya ve ona kavuşmaya yönelik müşküller, problemler ve dertlerdir. İşte her kimki derd-i ilahiyle dertlenirse, o dert onu çareye, Rabbine arif olmaya ve Rabbine vuslat dermanına götürür. Derdi olmayan, çare, derman arar mı? Aramaz. Bu itibarla derd-i ilahi, kulun aynı zamanda dermanıdır, vesselam. Hz. Peygamber Efendimiz “Fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır.” buyurmuşlardır. Hz. Resulullah Efendimizin üç defa buyurduğu fakirlik, maddi 80 fakirlik değildir. Çünkü Resulullah Efendimiz tüccar olup, ticaret yapardı. Hiç fakir kimse sermayesi olmadan tüccarlık yapabilir mi, yapamaz. Hz. Peygamber Efendimiz, madden fakir değil, zengindi. Çünkü Kur’an’da “Seni fakir buldu da zengin etmedi mi?” (Duha, 8) Buyrulmuştur. Hz. Pir “Resulullah Efendimiz için, bazı kimseler madden fakirdi, yok hasırda yatardı, ekmek bulur katık bulamazdı, derler. Bunların hepsi uydurma, yalan olup Hz. Peygambere iftiradır.” diyor. Hz. Resulullah Efendimize madden fakirdi demek, yukarıdaki ayeti inkar etmektir. Velhasıl burada kastedilen ve Hz. Peygamber Efendimizin iftihar ettiği fakirlik, maddi olmayıp, ehl-i kemalin fenafillah keşfi irfaniyetiyle, kendine nispet ettiği varlığının fenası / yokluğu itibariyle olan fakirliktir. İşte Hz. Resulullah Efendimizin öğündüğü fakirlik böyle bir fakirlik olduğu içindir ki, Hasan Fehmi Hazretleri: “Derd-i ilahi ile dertlen, bu dert aynı zamanda sana ilahi derman olur. Fenafillah fakirliğine ulaş. O fakirlik ve yoklukla öğün ki, bu düşkünlük ve fakirlik sana en yüce makam ve devlettir.” buyuruyor. Zevkine uydur kulluğu Hak’tan ata bil yokluğu Mahv eyle sen ağyarlığı hep görünen dildar sana Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri “İster farkta, ister cemde, hangi makamda olursan ol, kula Rab olma; Rabbe kul ol.” buyuruyor. Hakikatte Allah’a yapılan en ala kulluk, kulun cehaletle kendine nispet ederek var zannettiği varlığının tevhid-i hakiki irfaniyetiyle yokluğunu keşfetmesidir. Bu keşif ve irfaniyet ise, vehbi yani Hakk’ın bağış ve hediyesidir. Cümle ilimler ise, irfaniyet gibi bağış yani vehbi olmayıp, akılla tahsil edilir. Ağyar, Hakk’ın gayrısı olan her şey demektir. İşte bu gayriyet ancak, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle fena edilip mahvedilerek, cümle eşyada mevcut olan ilahi sevgili müşahede edilir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Ağyar olan cümle gayriyeti zikri daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle mahvet ki, her tecellide ilahi sevgili sana gözüksün. Bu irfaniyet ve kemalatı kendim tahsil ettim zannetme, Hakk’ın sana bir ihsanı ve hediyesi olduğuna arif ol.” diyor. Çünkü Kur’an’da “Ey Rabbimiz! Bizi doğruya ve güzele yönelttikten sonra kalblerimizi bozup eğriltme ve bize katından bir rahmet bağışla. Sen, yalnız sen vehhabsın, bol bol bağışta bulunansın.” (Al-i İmran, 8) Buyrulmuştur. Allah, cümlemizi böyle bağış ve ihsana mazhar kılsın. 81 Dünya ile ukbayı bırak var ol, kuru sevdayı bırak Ol beni zakir dedi Hak işte yeter canan sana Ehl-i dünyanın kulluğu, nefsinin bu alemdeki heva ve lezzetleri içindir, dünya menfaati içindir. Ukba ehlinin kulluğu ise, nefsini ahiretteki amel cennetinin nimetleriyle lezzetlendirmek içindir. Gerek ehl-i dünya, gerekse ehl-i ukbanın hali, anlayışı; kulu yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine vuslata götürmez. Bu itibarla dünya ve ukba sevgisiyle ifa edilen kulluk ve yapılan ibadet, kulu ilahi sevgiliyle vuslata götürmediği için kuru sevdadır. Kulu canana, yani ilahi sevgiliye götürecek olan kulluk, daim zikir uyanıklığıyla ifa edilen kulluktur. Çünkü zikr-i daim yolundan / tarikinden başka Hakk’a giden yol yoktur. Bu itibarla kul, ancak zikr-i daim mazhariyetiyle Rabbine vasıl olup yaradılışının yüce gayesine ulaşır. Kur’an’da Cenab-ı Hak “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim…” (Bakara, 152) Buyuruyor. Velhasıl “İlahi sevgiliye kavuşup, O’nun sevgisine, muhabbetine mazhar olmak istersen, ehl-i dünya ve ehl-i ukba kulluğunu bırak, zikr-i daime mazhar ol.” demektir. Dinle güzel mürşid sözün aç gözlerin hem gör yüzün Uydur izine hep izin şeyhin yeter burhan sana Mürşid-i kamilin yüzü, hidayetin zuhur yüzüdür. Hidayetin baş mazharı Hz. Resulullah Efendimizdir. Onun temsilcisi de, alimler ve mürşid-i kamildir. Mürşidin vazifesi Hakk’ın emrini tebliğden ibarettir. Bu itibarla mürşid-i kamilin emrini tutmamak, Hakk’ın emrini tutmamaktır. Çünkü kamil olan bir mürşidin irşadı Kur’an’la olduğundan, Kuran’la olan telkin ve irşad Hak ve gerçektir. Velhasıl bunu beyanla “Mürşid-i kamilin izi olan telkinine uy. Çünkü o hidayetin zuhur yüzüdür ki, mürşid-i kamilde telkine riayetle kemalat ve marifete ulaşmıştır. Bu itibarla kulluğunu kemale ulaştırmada mürşid-i kamil, senin en büyük dayanağın ve delilindir. Çünkü Kur’an’da ‘Emr olunduğun gibi dosdoğru ol…’ (Hud, 112 – Şura, 15) buyrulur. Sen de kamilin izi olan telkine dosdoğru olarak uy, yani telkini eksiltmeden ve ona ilave yapmadan, aynen riayet et.” demektedir. Aşkı yar et yoldaş yeter kalbi zikrin haldaş yeter Kıl tefekkür sırdaş yeter ihsan eder irfan sana Aşk ehli ol, yani muhabbetin, muhabbet-i ilahi olsun. Çünkü Hakk’a kavuşmak için bütün menziller ve merhaleler, ancak aşk-ı ilahi ile aşılır. Kalbi zikrin hali ise şöyledir: Kalbi zikir, her nefeste zikr-i daimi hasıl eder. Hz. Pir “Zikr-i daim, iman-ı huzurdur.” diyor. Îman-ı huzur, kulun 82 zikr-i daim uyanıklığıyla her an, her nefeste Allah’ın huzurunda olmasıdır. Bu itibarla kalbi zikrin hali iman-ı huzurdur vesselam. Tefekkür ise, esrar-ı ilahiyi düşünmek ve araştırmaktır. Kalbi zikre mazhar olmuş gönüllerde yapılan tefekkür, ilahi tefekkürdür ve ancak ilahi tefekkürden fikrullah hasıl olur. Çünkü Kur’an’da “Gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler / tefekkür ederler.” (Al-i İmran, 191) Buyrulmuştur. Demek ki ayakta, otururken ve yatarken, yani her zamanda, her pozisyonda ve her nefeste zikr-i daimle Allah’ı zikreden bir kulun tefekkürü ancak ilahi sırra ulaşır ve yaratılanı abes, boş görmeyip, her şeyi yerli yerinde müşahede eder. Bunu beyanla Erzurumlu İbrahim Hakkı: Hak şerleri hayreyler Zannetme ki gayreyler Arif onu seyreyler Görelim Mevla neyler Neylerse güzel eyler Diyor. Velhasıl, bu beyitlerde Hak yolculuğunda yoldaşın aşk-ı ilahi olsun ki, o zaman yolculuğun kolay olur. Kalbi zikirle zikr-i daim zevki haline ulaşmaya bak. Tefekkürle ilahi sırları araştırarak, hasıl olan müşküllerini ehil olanlara sor, o zaman irfaniyet lütuf ve ihsanına, yani bağışına mazhar olursun buyruluyor. Aşk ile olsun pazarın ko nefsin hep arzuların Ver gıdasın murg-ı ruhun ondan doğar envar sana Murg-ı ruh, ruh kuşu demektir. Ruh, ikilik kabul etmeyen vahdet’ir/ bir’liktir. Her kim bu bir’liğe yükselirse, ruh kuşu yani murg-ı ruh olur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Bir kimse süfliyete düştü mü nefs tabir olunur, ulviyete yükselirse ruh tabir olunur.” buyurmuştur. Murg-ı Ruh’un gıdası zikr-i daim ve muhabbetullahtır. Kişi bunlarla meşgul olursa ruha yükselip, terakki eder ve ruha mensup olur, aksi olursa nefsin arzusuna uymuş olur ve ehl-i nefs olur. Vesselam. Envar ise, nurlar demektir ki, ruha yükselen kimse ruh vahdeti’nin/birliği’nin irfaniyetiyle nurlanıp, aydınlanır. İşte bunu beyanla: “Süfliyete düşme, düşersen orada eğlenme. Sen zikr-i daim ve Allah aşkıyla hemdem ol, o zaman ulviyete yükselir ve ruha mazhar olup vahdet’le aydınlanır, nurlanırsın.” buyruluyor. 83 Aşk ile sen ol arkadaş nefsinle et daim savaş Kıl tarumar nefs askerin olsun emin yollar sana Hz. Resulullah Efendimiz “Nefisle savaş, büyük harptir.” Buyurmuştur. Nefisle savaş, neden büyük savaştır? Çünkü nefis her an bizimledir ve bir gaflet buldu mu hemen bizi ifsat eder, kötülüğe götürür. Nefsin askeri ise, kalbe gelen ve bizi kötülüğe sevk eden havatır ve fikirlerdir. Bunu beyanla “Süfliyete düşüp de nefsine uyma, gönlüne gelen olumsuz fikirlerle, seni kötülüğe götürecek olan anlayışlarla, zikrullah ve fikrullah ile savaşarak onları tarumar et. Sen aşk-ı ilahiye bağlı olup onunla arkadaş ol, o zaman Hak yolculuğun güvenli, emniyet içinde olur.” buyruluyor. Bin sen ol aşk Burağına azmeyle dost iklimine Kurban olursan uğruna yakın olur uzak sana Hz. Resulullah Efendimiz miraca giderken ona daima Burak arkadaşlık etti ve menzilleri hep Burak’la aştı. Bundan dolayı Mevlid-i Şerif’te “Ta ezelden aşk oluptur bana delil.” buyrulur. Burak, kuldaki aşk-ı ilahidir. Bunu işaret ederek “Burak olan Allah aşkıyla Hak yolculuğuna çık, seni Allah’tan alıkoyan nispet varlığını ve cümle gayriyet olan masivayı kurban ederek kes at. O zaman görürsün ki, uzak zannettiğin ilahi sevgili sana yakınmış, hatta seninle berabermiş.” demektir. Çünkü Kur’an’da “…O nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid, 4) “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf, 16) Buyrulmuştur. Allah der isen her nefes kalbin olur beyt-i akdes Onda huzur et kıl namaz ehven olur miraç sana Beyt-i akdes, temiz ev demektir. Zahiren Mescid-i Aksa’ya Beyt-i Akdes denir. Hakikatte ise kamil müminin kalbi beyt-i akdestir. Cenab-ı Hak, hadis-i kudside, böyle kalbi beyt-i akdes olan kamil mümin için: “Yerlere göklere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” diyor. Müminin kalbi her nefeste daim zikre mazhar olursa, onun kalbi beyt-i akdes olur ve o kalbe Cenab-ı Hak misafir olur. Böylece o kul zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle miraç ederek Rabbine kavuşur. Hz. Resulullah Efendimiz miraca giderken, Mescid-i Aksa'da cümle peygamberlere imam olup, iki rekat namaz kılmıştır. Fehmi Efendi Hazretleri buna atıfta bulunarak “Kalbin Beyt-i Akdes olduysa, sen de orada huzur edip namaz kıl, o zaman miraç sana kolay olur.” diyor. Bu 84 mevzuda Hz. Pir’in ikinci kuşak halifelerinden olan Prizren Rahovesli Malik Hilmi Hazretleri: Mescid-i Aksa'yı bulduk Mustafa mihrabımız Kıldılar vusta namazın cümleyi yaranımız. Buyurmuştur. Vusta namazı orta namazı demektir. Hakikat itibariyle vusta namazı, kulun kalbinde vahdet olan Hak zuhuruyla, kesret olan halk zuhurunun toplanıp, cem olması kemalatıdır. Bu kemalata ulaşan kula Cenab-ı Hak, uluhiyetinin tüm sırrını açarak göstermesiyle, o kul miraç yapar. Böylece o kulun kalbine uluhiyet mertebesiyle Allah sığar. Böyle bir kul, nübüvvet marifetiyle şereflenir ve nebilerin kıldığı vusta namazı irfaniyetine mazhar olur. Vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Her nefeste daim zikirle kalbin gafletten uyanıp beyt-i akdes kemalatına ulaşsın, o zaman vusta namazı kemal ve marifetiyle kolaylıkla miraç yaparsın.” diyor. Nedersin sen mülk-i fena eyle talep azm-i beka Ondadır ol vasl-ı lika didar olur ihsan sana Mülk-ü fena, Allah'tan gayrı olan her şeydir. Gayriyetin sonu vardır. Bir gün fena bulur, yok olur. Çünkü ayette “Yer üzerinde bulunan herkes fanidir.” (Rahman, 26) buyrulmuştur. Beka mülkü ise, her yerde mevcut olan Hakk’ın varlığıdır, O’nun başlangıcı da sonu da yoktur. Yine Kur’an’da “O evveldir, başlangıcı yoktur. Ahirdir O, sonu yoktur…” (Hadid, 3) buyrulur. Fehmi Efendi Hazretleri: “Allah'tan gayriyi ne edeceksin? Çünkü cümle gayriyet fanidir. Sen baki ve ebedi olan Rabbini isteyip, talep et ki, o zaman ilahi sevgilinin güzel yüzünü görüp, O’na vuslat ihsan ve bağışına erersin.” diyor. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Allah kuluna bir çok nimet verir fakat geri alabilir. İki nimeti vardır ki verdi mi bir daha geri almak şanından değildir. Biri, kulun kalbini zikrullah ile kurdu mu bir daha durdurmaz; biri de, kul ile arasındaki perdeyi açtı mı bir daha örtmez.” buyurmuştur. Bir kulun mazhar olabileceği en büyük nimet, zikr-i daim ve Rabbine vuslat nimeti olup, bu Cenab-ı Hakk’ın kuluna olan yüce bir ihsanıdır. Vesselam. Fehmi sen çıkma kesrete halvet edip düş vahdete Eriş ol ulu Hazret’e vuslat yeter seyran sana Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere: “Seni Rabbinden ayıran, gayriyet, masiva kesretine çıkma, gayriyet kes85 retinden hayır ve fayda olmaz sana.” diyor ve devamla “Sen, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle, vahdetle halvet et, yani Rabbine vasıl ol ki, bu vuslat zevki sana yeter.” buyuruyor. Çünkü bir kul için Rabbine vuslat zevkinden, daha ziyade bir zevk asla olmaz. Vesselam. * * * 20 Bugün erdi bana imdad uyandı gönlüm oldu şad Dilerim bar-i Mevla’dan vere her salike irşad İmdat, yardım istemektir. İmdada ermek ise yardımın gelmesidir, yardıma mazhar olmaktır. ‘Bu gün bana imdadın ermesi...’ sözü ise; salikin bir müşkülünün çözülüp hallolması ve irşada mazhar olmasıdır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri, makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle irşad olup, neşelenip zevklenmiş ki, onu ifade ediyor. Ve devamla “Dilerim dost olan Allah’tan, her salikin böyle müşkülleri çözülüp imdadına erişilsin, o da irşad olup, ilahi zevkle şenlensin.” diyor. Behey aşık şuurun ne bu seyranda şuhudun ne Çü vardın ‘Kabe kavseyn’e o zevkten var mı bir müzdad? 86 Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “Sümme dena fetedella, fekane kabe kavseyni ev edna” (Necm, 8-9) buyurmuştur. Bu ayetler mekteb-i irfandaki seyr-i sülukun beka makamlarının beyanıdır. “Sümme dena” makam-ı cem, “Fetedella” Hazret-ül cem, “Kabe kavseyn” Cemm-ül cem, “Ev edna” ehadiyet makamıdır. Fehmi Efendi Hazretleri: “Ey Hak aşığı, ilahi sevgilinin göründüğü bu mertebelerin hangisi senin müşahedendir? Bu meratibin hangi zuhuruyla ilahi sevgiliyi seyredip görüyorsun?” diye soruyor. Ve devamla “Eğer Kabe kavseyn’le,yani ‘cemmülcem’ marifetiyle açığa çıkan müşahedeye mazhar olduysan, var mı bu keyfiyetten daha ala bir zevk?” diyor. Müsemmasın cem-i esma sana talim olundu bil Sen ol arifi billahsın sana insan denildi ad Her insan esma itibarıyla, Hakk’ın Cami isminin mazharı olup,bu mazhariyetle tüm varlık alemi olan isimleri kendinde toplar. Yani her insan, potansiyel olarak, tüm esmaya camidir. “Kabe kavseyn” makamının keşfine ulaşan insan-ı kamil ise, bu potansiyel mazhariyetin açığa çıkıp, aktif olduğu şahsiyettir. Bu itibarla insan-ı kamil, cümle varlığın, yani esmaların mahiyetine arif olup tanıdığı gibi, ehil olanlara da tanıtır. ‘insan-ı kamil’ marifet ve kemalatına ise “Kabe kavseyn” irşadıyla ulaşılır ki, bu makamın müşahedesiyle ancak uluhiyet sırrı kula ayan olur.İşte bu marifete ulaşan insanı kamil, aynı zamanda “Allah Adem’e isimlerin tümünü öğretti…(Bakara, 31) hikmeti mazharıyetiyle, ademiyet sırrına vakıftır. Bu itibarla arifibillah olan insan-ı kamile hitaben: “Tüm esma sende toplandı, yani cem-i esmanın mahiyet-i sırrına agah ve vakıf oldun.” buyruluyor. Senin mülkün tımarında melekler oldular memur Ki sen mesned-i ademsin mülk içi hep sana münkad Kur’an-ı Kerim’de “Sizi evvela topraktan, sonra bir damla sudan, sonra kan pıhtısından yaratan, sonra sizi bebek olarak annelerinizin karnından çıkaran O’dur. Siz sonra yiğitlik çağına varırsınız. Daha sonra ihtiyarlayasınız diye sizi büyütür. Bazınız ihtiyarlamadan evvel ölür. Bunları muayyen olan zamana erişip tevhid delillerine akıl erdiresiniz diye yapar.” (Mü’min, 67) “Biz insanı balçık durusundan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargah olan döl yatağında bir damlacık yaptık. Sonra o damlacığı bir embriyoya / kan pıhtısına dönüştürdük. Sonra o embriyoyu / kan pıhtısını bir et parçası haline getirdik. Nihayet o kemiğe 87 de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. Yaratıcıların en güzeli Allah’ın kudret ve sanatı ne yücedir.” (Mü’minun, 1214) buyrulmuştur. İşte bu ve benzeri ayetlerde beyan edilen, insanın suret, yani beden olarak yaratılışında Cenab-ı Hak, melekleri memur kıldı ve insanın beden ve suret halkiyetinde hep melekler çalıştılar. Çünkü melekler kuvva mazharı olup, mazhariyetlerinin gereğini, icabını yerine getirmekten başka bir şey bilmezler. Mesela göz görmekten başka, kulak işitmekten, rüzgar esmekten, yağmur yağmaktan başka bir şey bilmeyip varlıklarının icabını yerine getirmeleri gibi. Bu itibarla insanın suret olarak yaratılmasının her evresinde kuvva mazharı olan melekler, mazhariyetleri gereği memurdurlar. İşte bunu beyanla “Senin mülkün tımarında melekler oldular memur.” buyruluyor. Daha sonra beyitte ifade edilen “Sen mesned-i ademsin, mülk içi hep sana münkad” ifadesinin hikmeti, manası ise şöyledir: Cenab-ı Hak meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 30) buyurdu ve Allah Adem’in suretini yarattıktan sonra “Onu kıvama erdirip, içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad, 72) beyanından da anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hak Adem’e kendi ruhundan üfledi. Yine “Allah Adem’e isimlerin tümünü öğretti…” (Bakara, 31) Buyrulmuştur ki, böylece Hz. Adem’in halkiyeti hem suret, hem de ruh itibariyle tamamlandı. Cenab-ı Hak meleklere, yaratıpta, kendi ruhundan ruh üflediği Adem’e secde edin dedi. Melekler hepsi birden secde ettiler, fakat İblis etmedi. Bu mevzu ayette “…meleklerin hepsi toptan secde etmişlerdi. İblis etmemişti. O kibre sapmış ve inkarcılardan olmuştu. Allah dedi: ‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi?’ (Sad, 73-75) olarak beyan edilir. Cenab-ı Hak, Adem’den başka her ne yaratmışsa “kün” yani ol emriyle yaratmıştır. Bu konu Kur’an’da “O’nun şanı şudur ki; bir şeyin olmasını isteyince ona ‘ol’ der, o da derhal oluverir.” (Yasin, 82) ayetiyle beyan edilir. İşte her şey “kün” yani “ol” emri ile yaratılmasına rağmen Cenab-ı Hakk’ın halifesi olan Adem’in halkiyeti, böyle ol emriyle olmayıp özel bir halkiyettir. Adem’in yaratılışında üç özellik vardır: Bunların birincisi “Allah’ın iki eliyle” yaratılmasıdır. İkincisi, Cenab-ı Hakk’ın “kendi ruhundan ruh üflemesi.” Üçüncüsü ise, Allam’el esma / alemlerin tüm isimlerinin öğretilmesidir. Herkes bu aleme insan olarak doğması itibariyle sureta ademoğludur. Fakat Adem-i kemalata, yani ademiyete mazhar değildir. Çünkü Ademiyet özeldir ki, hangi insan yukarıda beyan edilen bu üç özel halkiyete mazhar olursa, ancak o kimse ademiyeti bulur ve Hakk’ın halifesi olan ademlikle var olup “adem” olur. 88 Bu Ademi halkıyet şöyledir: Adem’e Allah’ın ruhundan ruh üflenmesi mevzuunda Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir Bey “Cem’i ilimlerin keşfine mazhar olmaktır.” diye mana vermiştir. Yani mekteb-i irfanda kulun, fena makamlarının keşfi irfaniyetine ulaşıp, kendine nispet ettiği ef’al, sıfat ve vücut şirkinden kurtulup, tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat irşadıyla mazhar olduğu safiyettir. Hangi salik mekteb-i irfanda bu fena makamlarının irfaniyetine ulaşırsa, o salike Adem’e üflenen Hakk’ın ruhu üflenmiş olur. Vesselam. Adem’in ‘Allah’ın iki eliyle yaratılması’ ise: Cenab-ı Hak cümle alemlerdeki tecellilerini celal ve cemal ana isimlerinin tesiriyle meydana getirir. Ayette geçen Allah’ın iki elinden maksat; celal ve cemal esmalarıdır. İnsandan başka yaratılan her ne varsa nakıs / eksiktir. İnsan ise cümle isimlere tesir eden, celal ve cemal isimlerini de kendinde toplayan mazhar-ı kemaldir. İşte Adem, celal ve cemalin zuhurunu kendinde toplayan bir kemal olarak yaratılması itibariyle, Allah’ın iki eliyle yaratılmıştır. Vesselam. Allam’el esmanın öğretilmesi ise şöyledir: Esma ikidir. Biri Hakk’a ait olanlardır ki; Rab, Rahman, Malik, Settar vb. isimlerdir. Diğeri ise, halka ait olan insan, melek, taş, toprak, bitki, hayvan vb. gibi olan isimlerdir. Bir de halka ait olan isimlerden; korku, cesaret, sevinmek, üşümek vb. gibi his ve duygulara ait isimler vardır. İşte bu Hakk’a ve halka ait olan cümle isimlerin mahiyetinin marifetine mazhar olmak “allam’el esmanın” yani alemlerin tüm isimlerinin öğretilmesidir. İşte Hz. Adem, böyle özel bir halkıyet marifetiyle, meleklere onların kendi mazhariyetlerinden bahsedip, haber verdi. İşte melekler kendilerinde olmayan bu Ademiyete, yani Ademi marifet ve kemalata secde ettiler. Hacı Kadir Bey Hazretleri “Adem, Allah’ın cem, hazret-ül cem ve cemm-ül cem zuhuruna halife oldu.” buyurmuştur. Velhasıl herkesin insan olmak itibariyle, yani sureta ademoğlu olarak halkiyetinde / yaratılmasında meleklerin memur olduğu bir fevkaladelik vardır. Çünkü insan, Allah’ın iki eliyle yaratıp potansiyelinde Cenab-ı Hakk’ın halifeliğini ve ademiyet sırrını barındıran bir şahsiyettir. Her kim ki, mekteb-i irfana dahil olup, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, Adem-i ruhun üflenmesine ve allemel esmanın / alemlerin isimlerinin mahiyeti sırrına ulaşırsa, o kul, bu Ademi marifetle, meleklerin bir kuvva mazharı olduğunu ve Hakk’ın halifesi olan Adem’e meleklerin nasıl boyun eğip, secde ettiğine arif olur. Allahualem. Celali perdesidir hep cemalin setreder daim Cehennem gör hicab oldu giremez cennete ifrad 89 Cenab-ı Hakk’ın kendi zatından esmaya, yani mülk alemine zuhuru, celal ve cemal olan iki ana isminin tesiriyledir. Bu iki ana isim sonra detaylanır, bir çok ismi meydana getirir. Mesela cemalin zuhur ve tesirinden hidayet, hadi, ihsan, rahim, gafur, affedici vb. gibi. Celalin zuhur ve tesirinden ise, mudil, kahhar, cebbar vb. isimler gibi. Cenab-ı Hak, celal zuhuruyla cemalini setretti, yani perdeledi, fakat bu perde cahilleredir. Arifler ve ehl-i kemal, makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olduklarından, onlara celal perde olmaz. Onlar her tecellide daima Cemal-i İlahiyi müşahede ederler ve bu cemal müşahedesi onların cennetidir. İşte irfan cenneti denilen cennet, bu müşahedenin keyfiyet ve zevkidir. Bir kulu Cemal-i İlahi müşahedesi olan cenneti irfandan her ne ayırırsa, bu ayrılık; celalin zuhuru olan mudil mazhariyetiyle oluşan dalalet ve gaflettir. Bu gaflet cemal-i ilahi müşahedesine mani olduğundan kulun cehennemi olur. İşte bir kimse, ism-i celalin tesirinde olan mudile tabi olup, dalalet ve gaflete düşer de, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olmazsa, o kimsenin gaflet ve cehaletle kendinin ve alemin zannettiği nispeti varlıklar ona perde / hicab olur ve o kimse cemal-i ilahi müşahedesine ulaşamaz ve irfan cennetine giremeyip, irfan cennetinden mahrum olur. Bu varlık dağı ardında haber aldınsa Şirin’den O dağı delmeye ancak kişi kim olmalı Ferhat Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı vb. ehl-i kemalin eserlerinde bahsettikleri, ilahi aşkın aşığı ve maşuğudurlar. Ferhat, sevgilisi Şirin’e kavuşabilmek için kendisine şart koşulan dağı delmiştir. Hakikatte Şirin,ilahi sevgilidir. İlahi sevgiliyi müşahede edip ona kavuşmak, cümle ehl-i aşkın yüce gayesidir. Bu itibarla Ferhat, aşk-ı ilahiyle hasıl olan azim ve gayrete mazhar olmayı ve Hak aşıklığını ifade eder. Dağ ise, kulun gaflet ve cehaletle kendine nispet ettiği benlik, varlık dağıdır. Bunu beyanla “Nispet varlık dağın, seni Şirin’inden, yani ilahi sevgiliden ayırıyor. O dağı, daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle delmek, eritip fena etmek gerektir ki, ancak o zaman Şirin’in olan ilahi sevgiliye kavuşabilirsin. Fakat bunu yapabilmesi için kulun, Ferhat gibi aşk-ı ilahi, azim ve gayret-i ilahiye mazhar olmalısı gerekir” buyruluyor. Zülüf-i maşuku görmek kifayet etmez aşığa Yanar içi olur büryan ki vuslattır hemen maksad Maşukun zülfü, Cenab-ı Hakk’ın mutlak vücud varlığından açığa çıkardığı tecellileridir. Zat-ı ilahinin zuhuru sıfatlardır. Sıfat-ı ilahinin 90 zuhuru esmadır. Esmanın tecellisi ef’aldir. Bir kimse ef’al, sıfat ve esma müşahedesine mazhar olursa, onun bu müşahedesi, ilahi sevgilinin, yani maşukun güzelliği ve zülfünün müşahedesidir. İşte bu maşukun zülfü olan, ef’al, esma, sıfat tecellisini görüp, müşahede etmek güzeldir. Fakat maşuk olan zat-ı ilahiye vuslat değildir. Onun için aşık olan, bu tecellilerin müşahedesiyle yetinmez ve daima müsemma, fail ve mevsuf olan zat-ı ilahiye kavuşmak ister, maşukuna vuslat arar. Bu aşk, bir nar-ı muhriktir olunmaz arzuya teşbih Ki cennet arzusunda hem o zevke ermedi zühhad Hz. Mevlana’ya “Aşk nedir, bize tarif et.” diyorlar. O da cevaben: “Ben ol da bil.” buyuruyor. Fehmi Efendi Hazretleri de “Bu aşk öyle yakıcı bir ateştir ki, bunu ben bir şeylere benzetip de anlatamam.” diyor. Demek ki aşkı anlamak için çare, aşık olmaktır. Rivayet edilir ki; Rabia Hatun’a birisi musallat olup, onu nerede görse, onun güzelliğinden bahsedip, ilan-ı aşk ediyormuş. Rabia Hatun da içinden ‘Şunu bir imtihan edeyim, bakalım söylediklerinde samimi mi, değil mi?’ diyor. Bir gün yolda yürürken o şahıs yanına gelip, yine güzelliğinden bahsedip ilan-ı aşk edince, Rabia ‘Sen beni güzel görüp, sevdiğini söylüyorsun. Ama benim arkamdan gelen bir kız kardeşim var, o benden daha güzeldir.’ diyor. O şahıs arkaya dönüp ‘Hani nerede?’ dediği anda, Rabia Hatun o şahsa tokadı patlatıyor ve ‘Sen bana ilan ettiğin aşkında samimi değilsin, başka bir güzelin adını duymakla benden yüz çevirdin.’ diyerek iyi bir ders veriyor. İşte Allah’tan başka istek, arzu ve maksadı olan kimseler, ilahi sevgiliye kavuşamazlar. İster nefsimizi lezzetlendirdiğimiz bu alemin dünya nimetleri olsun, isterse ahiretteki amel cennetinin nimetleri olsun. Bunların hepsi ilahi aşka ve ilahi sevgiliye vuslata perdedir. Bunun için zahidler, kulluklarını amel cennetinin nimetleri için yaptıklarından, aşk-ı ilahiden ve Allah’a vuslat zevkinden mahrum olurlar. Okuyan ders-i maşuku o bildi halet-i aşkı Olur Fehmi gibi Mecnun eder Leyla’yı dilde yad Daha evvelki beytin açıklamasında ifade edildiği gibi, ilahi aşkta Mecnun aşıklığı, Leyla ise ilahi sevgiliyi remzeder. Ders-i maşuk ise sevgilinin göründüğü, Hak aşıklarının, ehl-i kemalin meclisi ve salikin gönlündeki makamat-ı tevhid müşahedesiyle hasıl olan irfaniyettir. Her kim ki, mürşid-i kamili bulur ve onun telkini olan zikr-i daim ve tevhid mertebelerinin irşadına mazhar olursa, ancak o kimse, ilahi aşkın ne 91 olduğunu bilir ve kendisi de Mecnun olup Leyla’sı olan ilahi sevgiliyle muhabbet eder sevişir. Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri bunu beyanla “Fehmi gibi Mecnun olanlar, her zaman ve her yerde Leyla’yı anar, yani ilahi sevgiliyi zikredip onunla vuslat arar.” diyor. * * * 21 Firkatin narına yandım ya Resulullah medet Vuslatın aşkıyla doldum ya Resulullah medet Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve çok merhametlidir. Şunu da söyle: Allah’a ve resulüne itaat edin…” (Al-i İmran, 31-32) İşte bu ayetler bize, Allah’ı seviyorsak Hz. Resulullah’a uymayı ve O’na tabi olup, O’nun tabiatından olmamızı beyan ediyor. Hz. Resulullah’a itaat etmek, ona uyup, onun tabiatından olup, ona kavuşmak için, Hz. Peygamber Efendimizi bulmak gerektir. Bu buluşma, ehl-i zahirin iman-ı taklitle; Hz. Muhammed (sav) Emine vali92 demizden doğdu, Abdullah’tan oldu, 63 yıl yaşadı ve bu alemden göçtü, anlayışıyla olmaz. Peygamber Efendimizi böyle iman-ı taklit gibi bilmek, Hz. Peygamberi sadece unsur ve beşer yönüyle bilmektir. Bu inanç taklittir, hakiki değildir. Hz. Resulullah Efendimizi hakiki olarak bilmek ise, hazır ve mevcut olarak bilmektir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimizin varlığı, sadece unsurdan ibaret değildir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Hz. Resulullah’ın üç vücudu vardır: 1. Vücud-u nuraniyesi, 2. Vücud-u misali, 3. Vücud-u unsurudur.” Diyor. Hz. Resulullah’ın unsur varlığı, Mekke’de Emine’den doğan, Abdullah’tan olan, 63 yıl yaşayıp Medine’de bu alemden göçen vücududur. Misal vücudu ise, her kim Hz. Peygamberi rüyasında görür ise o gördüğü Hz. Resulullah’ın misali vücududur. Nurani vücudu ise, görünen bu alemin ve tüm alemlerin aslıdır ki, hadis-i şerifte “Allah evvela benim nurumu yarattı” buyrulmuştur. Bu beyandan da anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber Efendimizin vücud-u nuraniyesi, cümle alemin halkiyetinden evvel olup, her zamanda ve halen cümle alemin aslıdır. Çünkü Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Sen olmasaydın, sen olmasaydın alemleri yaratmazdım.” buyurmuştur. Bu itibarla Hz. Resulullah Efendimiz vücud-u nuraniyesiyle, cümle alemde mevcut olup, her zaman sağdır, diridir. Bu müşahedeye ulaşıp vücud-u nur-u Muhammed’e mazhar olmak için, meslek-i Resule dahil olup, hidayet-i nur-u Muhammed irşadıyla evlad-ı Resule karışmak gerektir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Selman bendendir, ben Selman’dan.” Buyurmuştur. Yani Selman kendine mahsus değerleri bıraktı, telkin ve tebliğe uyarak benden oldu. Îman, irfaniyet, ahlak ve tabiat olarak Selman’da ben zahir oldum, demektir. Bu marifet ve ruhaniyete mazhar olan başka sahabeler de vardı ve bu sahabelerle soyca her hangi bir şekilde akrabalığı olmadığı halde Hz. Peygamber Efendimiz; bu sahabeler için de “Ehl-i Beytimdir / ev halkımdandır.” buyurmuşlardır. Bunlar, manevi Ehl-i Beyt ve evlad-ı Resuldürler. Vücud-u nur-u Muhammed’e mazhar olup, onu müşahede etmek için, meslek-i Resule dahil olup hidayet-i nur-u Muhammed irşadıyla evlad-ı Resul’e karışıp, manevi evlad-ı Resul olmakla mümkündür. Çünkü böyle manen evlad-ı Resul olanlar geçmişte, gelecekte ve bugün dahi mevcuttur. Bu konu hakkında Kur’an-ı Kerim’de “Muhammed Allah’ın resulüdür, onunla beraber olanlar inkarcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün, Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde eseri vardır. Bu onların Tevrat’taki nitelikleri. İncil’deki nitelikleri de şöyle; tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş, filiz kalınlaşıp gövdesi üzerine dikildi. 93 Ziraatçıları imrendirsin…” (Fetih, 29) beyanı vardır. İşte bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber Efendimizin varlığı, unsur bedenle zuhurundan evveldir. Çünkü Tevrat Hz. Peygamberin unsur bedenle bu alemdeki zuhurundan yaklaşık 1200, İncil ise 600 yıl öncedir. Ayette Hz. Muhammed’le beraber olanların, yani evlad-ı Resul’ün Tevrat’ta da aynı Kur’an’daki gibi olmak üzere, İncil’de ise ekinle misallendirilip vahyedildiği ve onların vasıfları olarak da rüku ve secde edip Allah’tan hoşnutluk dilemeleri ve yüzlerinde secde izi / alameti taşımaları beyan ediliyor. Bu itibarla Hz. Muhammed (sav) ile beraber olan evlad-ı Resul, bu vasıflarla geçmişte olduğu gibi, her zamanda ve bugün dahi hazır ve mevcuttur. Evlad-ı Resul’ün vasfı olan rüku ederek secdeye kapanmaları, Allah’tan hoşnutluk istemeleri ve yüzlerindeki secde izinin / alametinin anlamı ve hikmeti ise şöyledir: Rüku; kulun, vahdetin kesret-i zuhuruna kavuşması irfaniyetiyle boyun eğip Rabbini tesbih edip övmesidir. Secde ise kulun, gerek vahdet, gerek kesret tecellilerine vakıf olarak Allah’ın karşısındaki yokluğunun marifet ve kemalatıdır. Çünkü ayette “Secde et ve yaklaş.” (Alak, 19) Hadis-i şerifte ise “Kulun Allah’a en yakın olduğu an, secde anıdır.” buyrulmuştur. Bu rüku ve secde irfaniyet ve kemalatıyla teçhiz olup, cümle tecelliye arif olan evlad-ı Resul, fenafilah yokluğuna ulaşmış olan kulluklarında Allah’tan daima hidayet hoşnutluğunun zuhurunu isterler. Her zamanda ve bugün dahi evlad-ı Resulün simalarında / yüzlerinde bu marifet ve kemalat zahir olup ışıldar ve parlar, bunların yüzlerindeki secde izi işte bu irfaniyet ve kemalattır. Ki, bunlar ehl-i tevhid-i hakiki arifleri ve ehl-i kemal tarafından tanınıp bilinirler. İşte hidayet-i nur-u Muhammed’in her zamanda ve bugünkü mazharı evlad-ı Resul-ü manevi olup, Hz. Resulullah Efendimizin vücudu nuraniyesi bu kemalat ve ruhaniyette mevcuttur. Bu itibarla manen evlad-ı Resul olan Fehmi Efendi Hazretleri: “Ya Resulullah, senden ayrı olmak bana nardır, ateştir. Ya Resulullah, sana kavuşup seninle beraber olmanın muhabbet ve aşkıyla doluyum. Nur-u vücuduna vasıl olmamda bana yardım et. ” diyor. Nice takat getirir ol can senin medhin duyar Yandı gönlüm külhan oldu ya Resulullah medet Fehmi Efendi Hazretleri “Senin her zamanda mevcut olan vasfını, methini, muhabbetini canında / ruhunda duymuş ve bulmuş kimsede nasıl takat ve derman kalır ki, benim gönlüm, vücud-u nur-u Muhammed’e vuslat aşkı ateşine mekan oldu, Ya Resulullah.” diyor. Ruz u şeb ağlar dururum çağırırım el’aman 94 Bab-ı lütfundan kerem kıl ya Resulullah medet Hz. Resulullah buyurdu ki: “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan yarattı.” Burada ifade edilen nur, hidayet nurudur. Hz. Pir “Hidayetin baş mazharı Hz. Resulullah Efendimizdir. O’nun temsilcileri ise alimler ve kamil mürşitlerdir.” diyor. Fehmi Efendi Hazretleri “Senin nur-u hidayetine o kadar muhtacım ki, gece ve gündüz çağırırım. İkram kapından bana ihsan et, ikram et.” diyor. Burada ifade edilen ikram kapısı, mürşid-i kamil ve onun meclisidir. Hidayet-i nur-u Muhammed orada zahir olur. Bu itibarla hidayet-i nur-u Muhammed mazhariyeti olmadan yapılan kulluk nakıstır, eksiktir. Gerçek kulluk ise ancak kulun hidayet-i nur-u Muhammed mazhariyetiyle yaptığı kulluktur. İşte böyle bir kulluk mazhariyeti için Fehmi Efendi Hazretleri, Hz. Resulullah Efendimizden medet, yani lütuf ve yardım istiyor. Dert senin derman senindir yoluna bunca keda Onun için can verirler ya Resulullah medet Kur’an’da: “O Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha dost, daha yakındır…” (Ahzab, 6) buyrulmuştur. Hz. Resulullah Efendimiz Hakk’ın hidayet zuhurunun baş mazharı olup, davet ve tebliği hep bu hidayettir. Cümle müminler bu hidayete mazhar olmak için dertlenirler ve bu hidayet mazhariyetiyle derman bulurlar. Müminler hidayet-i nur-u Muhammed yolunda kulluk yaparak, bu yolun kölesi olurlar, gerek zahiren gerekse batınen hidayet-i nur-u Muhammed uğrunda can, baş verirler ve şehit olurlar. ‘Men raani’ sırrına vakıf oluptur aşıkan Cümlenin muradı sensin ya Resulullah medet Kur’an-ı Kerim’de iki türlü imandan ve müminden bahsediliyor: Biri umumi olarak iman-ı taklit ve istidlal / delillerle iman edip de mümin olanlardır, diğeri de gerçek iman ile gerçek / hakiki mümin olanlardır. Ki, bunları Kur’an “Gerçek / hakiki müminler ancak o kişilerdir ki; Allah’ı zikrettiklerinde kalbleri titrer ve onlara Allah’ın ayetleri okunduğunda, bu onların imanlarını arttırır ve onlar yalnız Rablerine güvenip / tevekkül ederler.” (Enfal, 2) “İşte gerçek / hakiki mümin olan onlardır…” (Enfal, 4) ayetlerindeki beyanla tarif edip vasıflarından bahsediyor. Başka bir ayette ise “Ey iman edenler, iman edin…” (Nisa, 136) buyrulur. Bu ayetteki mana şöyledir: Ey iman-ı taklit ve istidlal ile iman etmiş olan müminler, hakiki / gerçek imana ulaşan mümin-i hakiki olun demektir. Çünkü ancak iman-ı hakikiye ulaşan gerçek müminler Rabbini görüp, müşahede ederler. Hakiki iman ile mümin olup Hakk’ı görüp 95 müşahede etmek için, hidayet-i nur-u Muhammed’e mazhar olmak gerektir. Bunu beyanla, Peygamber Efendimiz “Men ra’ani fegad real Hak / Beni gören Hakk’ı görür.” Buyurmuştur. İşte Hakk’ı görüp, O’na kavuşmak için hidayet-i nur-u Muhammed mazhariyeti gerektiği için, meslek-i Resuldeki cümle aşıkların muradı, nur-u Muhammed mazhariyetidir. Allahualem. Nefsimin kesret-i cürmünden yüzüm daim siyah Günbegün artmakta isyan ya Resulullah medet Bir kimse kul olmak itibarı ile acizdir. Tesir altındadır. Beşer yönüyle imkan alemi olan tabiatın tesiriyle müteessirdir. Bu itibarla kul daima günaha, isyana aday ve müsaittir. Bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri ‘Ben acizim, hataya, günaha, isyana müsaidim. Bana yardım et ya Resulullah.’ diyor. Bin haya ile kapında Talibi şefkat umar Eyle ihsan kıl şefaat ya Resulullah medet Kur’an-ı Kerim’de “O’nun katında bizzat kendisinin izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz.” (Sebe, 23) buyrulmuştur. Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı gibi, şefaat Allah’a aittir. Ancak Allah’ın izin verdikleri şefaat edebilir. Yine Kur’an’da “Onlar için dua et, çünkü senin duan onlar için bir sükunettir / güvendir…” (Tevbe, 103) buyrulmuştur. İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri ‘Bu ayetle Hz. Resulullah Efendimize şefaat yetkisi verilmiştir.” diyor. Aciz olan kul, günah, isyan ve hataları için şefaate muhtaçtır. Gerek bu alemde, gerekse alem-i ahirette, ancak Hz. Resulullah Efendimiz şefaat eder. Velhasıl kul hata ve kusurdan ari olmayıp; hata, kusur ve acizliğiyle kuldur. Fehmi Efendi Hazretleri: “Çok utanıyorum, kapından şefkat bekliyorum, bunun bedel ve karşılığını ödeyemem, bana ancak sen şefaatinle ihsan edersin. Bu alemdeki şefaatini ve büyük gün olan ahiretteki şefaatini benden esirgeme, ya Resulullah!’ diyor. Cenab-ı Hak, cümlemizi Hz. Resulullah Efendimizin dünya ve ahiret şefaatine mazhar kılsın. 96 * * * 22 Gel ey aşık-ı biçare cihanda gezme avare Var iken derdine çare ara bul onu bir yerde Kur’an-ı Kerim’de “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) buyrulmuştur. Ki bu ayette bahsedilen abdiyet, kulluktur. Sahabe-yi kiramdan İbni Abbas (ra.) “Bu ayetteki abdiyetten maksat, ehl-i tevhid ve arif olmaktır.” diye yorumlamıştır. Hz. Pir’in ikinci kuşak halifelerinden Prizrenli Hacı Kamil Toska Hazretleri “Bu ayetteki abdiyette, yani kullukta üç hikmet vardır: 97 Birinci hikmet, amel-i salihtir. İkinci hikmet, yakaza ki, zikr-i daim uyanıklığıdır. Üçüncü hikmet ise, tevhid-i mabuddur.” diyor. Amel-i salih, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de yapın ve yapmayın dediği, kulun yapmasından ve yapmamasından razı olduğu cümle emirleri ve yasaklarıdır. Yakaza ise, Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve yasaklarına riayetle beraber, zikr-i daim uyanıklığıdır. Tevhid-i mabut ise, ibadet ettiğin ve zikrettiğin Allah’ı tevhid-i hakiki irfaniyetiyle tevhid etmektir. Demek ki kulun yaradılışının ideal amacı, Allah’ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmak olan ahkama riayetle beraber, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Rabbine kavuşmasıdır. Ki, bu aynı zamanda şahadet alemi olan bu aleme gelişimizin yüce gayesidir. Bu itibarla: ‘Ey derdine çare bulamayan çaresiz ve gayriyet aşkına tutulmuş olan kimse! Bu alemde başı boş gezme, ömrünü boş yere harcama, vakit var iken derdine çare bul. Çünkü senin yaradılışının yüce bir gayesi var ve yaratılışının o yüce gayesine ulaş.’ buyruluyor. Çün dersin aşıkım ben de hani Hak sevdası sende? Duran huzurda bir merde eder mi boş yere secde? Muhabbetin ziyadesi ve şiddetlisine aşk denir. Herkeste aşk vardır, aşksız kimse olmaz. Çünkü kulların yaradılışı aşk iledir.Bunu beyanla Hadis-i kudside “Ben bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.” buyrulur. Cenab-ı Hakk’ın muhabbeti, herkeste yaratılışından potansiyel olarak vardır. Bu muhabbetini karşı cinse aşık olmak veya mala mülke, mevkie veya güzel sanatlara vb. muhabbet ederek veya ahiret nimetine rağbet ve muhabbet ederek açığa çıkarır. Halbuki muhabbet, aşk; Allah’a olursa ancak kulu yaradılış gayesine götürüp yaratıcısına kavuşturur. Mert huzurunda durmak ise, kamil bir mürşidi bulup, onun meclisine dahil olup, onun irşadına mazhar olmaktır. Secde ise tevazu göstermeyi ve kulun acziyet ve yokluğunu ifade eder. Secdenin iki yönü vardır, biri vakit namazlarında yapılan secdedir ki, bu secde kalıbın secdesi olup, bedenle belli vakitlerde yapılan secdedir. Kur’an’da “Onlar namazda daimdirler.” (Mearic, 23) Buyrulur. İşte secdenin ikinci yönü, ayette beyan edilen daim namazın secdesidir. Daim namaz vakit namazının hakikatidir ki, kulun her an Hakk’ın huzurunda olmasıdır. Bunu beyanla Yunus Emre Hazretleri: Aşk oldu imam bize, gönül cemaat Kıblemiz dost yüzüdür, daimdir salat. 98 diyor. Daim namazın secdesi, kulun Rabbine vuslat / kavuşma yakınlığını ifade eder. Çünkü ayette “Secde et ve yaklaş” (Alak, 19) buyrulmuş olup, hadis-i şerifte ise “Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır.” beyan edilir. Bu itibarla secdenin hakikati, kulun her anda ve her tecellide Rabbine vasıl olmasıdır. Bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri ‘Ey kendini Hakk aşığı zanneden kimse, Hakk aşkına mazhar olmak istersen, mürşid-i kamili ara bul. O mert şahsiyeti bulanlar, kalıp ve bedenle yaptıkları secdeyle yetinmeyip, secdelerini hem zahiren, hem de hakikat üzere yaparak; secdenin hakikati marifetiyle Hakk’a yakın olup, Hak’tan gafil olmayanlardır.’ diyor ve devamla ‘Sen de onlara karış da secdenin hakikatine ulaş.’ buyuruyor. Sakın sen kendini hardan şefaat umma gel körden Atar aşağı bir yerden geçer ömrün boş yerde Hz. Pir’in ikinci kuşak halifelerinden Prizren Rahovesli Abdülmalik Hilmi Hazretleri ‘Seni Hakk’a götürecek olan mürşid kimdir bildireyim ki, sen de bu ölçülerle onu ara bul.’ diyor ve devamla: ‘1. İlm-i şeriatın mürşidi, 2. Tarikat mürşidi, 3. Hakikat mürşidi olmak itibarı ile üç türlü mürşid vardır. Bunlar halkı irşad ederler. Şeriat mürşidinin anlayışı şudur: Allah bizi ve alemi yaratmıştır. Allah bu alemde isimleri ve sıfatları ile zahirdir ve bizi imtihan etmektedir. Alem-i ahirette cennet veya cehennemine muhatap olacağız bilgisi ve anlayışıdır. Bu anlayışın sahibi kendini Hak’tan ayrı zanneder ve Hak’tan mahcuptur, perdelidir. Şeriat yolunun mürşidinin irşadı, seni Hakk’a götürmez. Tarikatın mürşidi ise, Cenab-ı Hakk’ı ehl-i şeriat gibi bilip, onlar da Hak’tan mahcup ve perdelidirler. Yaptıkları bazı tesbihat ve virdlerle hal elde ederler ve bu hali kulluğun yüce kemalatı zannederek Cenab-ı Hakkı, o halle kaydederler. Tarikat mürşidi de kendini Cenab-ı Hakk’ın gayrı zanneder ve kendisi Hakk’a vasıl olmamıştır. Tarikat mürşidinin irşadı da, seni Hakk’a vuslata götürmez. Çünkü kendisi Hak’tan perdelidir, mahcuptur vesselam. Cenab-ı Hakk’ın cümle alemlerde ve bu alemde mevcut olan zuhuru; birincisi zat tecellisi, ikincisi sıfat tecellisi, üçüncüsü esma tecellisi, dördüncüsü ef’al tecellisiyledir. Hakk’ın zuhuru bu dört tecellinin harici değildir. İşte Hakikatin mürşidi, nispet varlığını fenafillah keşfi irfaniyetiyle fena edip, kendi nispet vücudu olmaksızın Hakk’a vuslat etmiş, zat, sıfat, esma ve ef’al tecellisiyle mevcut olan Cenab-ı Hak’la var olup, Hakk’ın bu tecellilerinin müşahedesiyle arifibillahtır. İşte bu mürşidin yolu seni Hakk’a vuslata götürür. Çünkü kendi Hakk’a vasıl olduğundan, onun telkin ve irşadıyla sen de cevheri aslın olan Rabbine kavuşursun.” 99 diyor. Velhasıl Abdülmalik Hilmi Hazretlerinden özetle naklettiğimiz bu mana ve hikmeti beyanla Fehmi Efendi diyor ki: ‘Sakın kendini hardan / dikenden, yani cehil dikeninden ki, diken Hak’tan mahcup / perdeli olan kör ve cahil mürşit demektir. İşte böyle bir mürşidden yol göstericilik ve irşad bekleme, seni rüya tabiri, tesbihat ve bazı virdlerle, vehimlerle oyalayıp avutur ve sen de Rabbine vuslat derdine şifa bulamayıp, yaratılışının yüce gayesine ulaşamazsın, kalırsın yarı yolda ve ömrün boşa geçer.’ Ara bir mürşid-i kamil olasın ilmine nail Bilişin cümle et zail erersin zevke her yerde Kur’an-ı Kerim’de “…eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun” (Nahl, 43) “…sorun zikir ehline eğer bilmiyorsanız” (Enbiya, 7) başka bir ayette ise “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na varıp kavuşmaya vesile arayın. O’nun yolunda mücahede / gayret edin ki felaha / kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 35) buyrulmaktadır. Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri ‘Bu ayette ifade edilen vesileden maksat, mürşid-i kamildir.’ diyor. Bu itibarla arifibillah Fehmi Efendi ‘Mürşid-i kamili ara bul, onun zikr-i daim ve ilm-i tevhid irşadıyla, sen de cehalet ve zanlarından oluşan anlayışlarını terk et. Onun telkin ve irşadına riayet et, o zaman nefes alıp verdiğin her yerde ve her zamanda, Rabbine vuslat zevkine ulaşırsın.’ buyuruyor. Seni iğfal eden cahil o Hak’tan kendisi gafil Bu sözler hep sana vafir tutarsan pendimi sen de Peygamberler, veliler ile filozoflar arasındaki fark şudur: Filozoflar teori üretir, fikir üretir, fakat ürettiği teoriye kendisi uyar veya uymaz. Peygamberler ve veliler ise tebliğ ettiklerine evvela kendileri kesinlikle iman eder ve uyar. Sonra tebliğ ederler. Yani peygamber ve veli tebliğ ettiğini kendi nefsinde yaşar. Çünkü ayette “Resul, Rabbi’nden kendisine indirilene inanmıştır, müminler de…” (Bakara, 285) buyrulmuştur. Bu itibarla mürşid-i kamil tebliğ ve telkin ettiğine kendisi de iman eder ve o irfaniyetle yaşar ve mazhar olduğu kemalat ve marifetle salikleri irşad eder. Cahil, nakıs mürşid ise, mekteb-i irfanın irfaniyetinden kendisi mahrum olup, Hak’tan da mahcuptur. Tevhid-i hakiki müşahedesine ermediği için, her yerde mevcut olan Cenab-ı Hakk’ı göremeyip Hak’tan gafildir ki, onun kendisi irşada muhtaçtır. Bunu beyanla Fehmi Efendi ‘Sözlerimi tut, öğütlerimi sakın yabana atma, bu sözler sana kafi gelir. Mürşid diye gidecek olduğun kimse kendi Hak’tan gafil ve mahcup 100 olmasın, zikr-i daim uyanıklığıyla kendi Hakk’a arif olsun dikkat et.’ diyor. Arama Hakk’ı sen nerde çu mevcuddur o her yerde Arada sen iken perde Allah’ın nerde, sen nerde? Zahir ulema zan ile Hakk’ı tenzih eder. Onlara Hakk’ı nerdedir diye sorsan; sağdan, soldan bütün yönlerden, taraflardan münezzehtir der ve Hakk’ı ‘ötelerin ötesidir’ diyerek mevhumlukla, görünmezlikle kaydeder. Tarikat ehli ise, Allah’ı teşbihle kaydeder, bunlar mürşidine veya bazı kimselere uluhiyet, rububiyet isnat eder ve Hakk’ı şahıslara benzeterek teşbih edip, kaydederek küfrederler. Velhasıl ehl-i zahirin tenzih olan itikadı eksik, yanlış olup, ehl-i tarikatın teşbihi batıl ve küfürdür. Doğru itikat ise, Hakk’ı kulun kendi nefsinde ve cümle alemde müşahedeye götürecek olan, tevhid-i hakiki irfaniyet ve kemalatıdır. Tevhid-i hakiki müşahedesi olmadan Hakk’ın mevcuttaki zuhuru bilinip gözükmez. İşte bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Sen tenzih ve teşbih ile Hakk’ı sağda solda arama, o her yerde mevcuttur. Kendi nispet varlığın Hakk’a vuslat etmene engel ve perdedir.’ diyor. Ve devamla ‘Zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, var zannettiğin nispet varlıkları fena etmedikçe, kendinde ve cümle alemde, eşyada mevcut olan Allah’ı ayrı, kendini ayrı zannedersin.’ diyor. Bu sözler hep seni irşad oku gönlünü eyle şad Gidersin bir gün ansızın Fehmi bulunmaz ol yerde Kur’an-ı Kerim’de “O gün geldiğinde siz üç sınıfa ayrılacaksınız. Biri uğurlulardır (ashab-ı meymene), uğurlular ne iyi haldedir. Diğeri uğursuzlardır (ashab-ı meş’eme), uğursuzlar ne kötü haldedir. Ve (sabikun) ileri gidenler, hedefe varanlardır. İşte (mukarribun) Allah’a yakın olanlar onlardır.” (Vakıa, 7-11) buyrulmuştur. Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi bu imtihan aleminde insanlar üç sınıf olup, bu üç hal ve anlayış üzere bu alemden göçerler. Hadis-i şerifte “Siz nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz.” buyrulmuştur. Hz. Mevlana “Ey oğul, sen neyi seversen ondansın, ey oğul sen neyi seversen o sun, ey oğul sen ancak sevdiğin şeysin.” diyor. Bir kimse, bu imtihan yeri olan şehadet aleminde hangi şuur ve anlayışa mensup olursa, yani hangi itikat, anlayış onda hakim ve galip olursa; o anlayış ve itikatla bu alemden göçer. İşte mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri, bize ‘Bu beyitlerde anlattıklarım, hep sizin aydınlanmanız için irşattır. Sözlerimi tut ki, bu alemde gönlün Hakk’a vuslat sevinç ve neşesiyle dolsun.’ 101 diyor. Ve devamla ‘Bir gün emr-i Hak vaki olur da bu alemden göçersin ve gitmiş olduğun berzah / kabir aleminde Fehmi Efendi gibi mürşid-i kamil bulamazsın.’ buyuruyor. Çünkü tebliğ ve irşad bu alemdedir. Cümle peygamberler, alimler ve mürşid-i kamil, bu alemde zuhur edip, insanları davet edip, tebliğ ve irşad ederler. Allahualem. * * * 23 Gir kamil gönlüne cennet dilersen ‘Fedhuli’ buyurdu Kur’an içinde Kur’an-ı Kerim’de “Ya eyyetühennefsül mutmainneh, irci’i ila rabbiki radıyeten mardıyyeh, fedhulii fii ibadii, vedhulii cennetii. / Ey emin 102 ve mutmain olan nefs! Sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön. Has kullarımın arasına dahil ol. Onlarla beraber cennetime gir.” (Fecr, 27-30) buyrulmuştur. “Fedhulii” gir, dahil ol demektir. Buradaki ”Fedhulii” gir benim has, kamil ve arif kullarımın arasına, sen de o has kullar gibi arif ve insan-ı kamil olarak, dahil ol benim irfan cennetime, demektir. Çünkü cennet ikidir: Biri amel cenneti, diğeri irfan cennetidir. Amel cennetine alem-i ahirette, amel-i salih yani iyi ve güzel işler mukabilinde girilir. Cennet-ül irfana ise, bu alemde zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle dahil olunur. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bu günkü cennet-ül irfana dahil olmak istersen mürşid-i kamili bul, onun gönlüne gir, yani onun irşadına mazhar ol, bu aynı zamanda Kur’an’ın ”Fedhulii” emridir.’ diyor. Ol humapervazın sayesinde dur Nail-i refah bul irfan içinde Humapervaz, yüksek giriş yeri / mahalli olup, zamanın kamil mürşidi demektir. Çünkü kamilin marifeti Hakk’a taalluk ettiğinden makamı yüksektir. Şeyh-ül Ekber “İnsan-ı kamilin bir yüzü Hakk’a, bir yüzü halka bakar.” diyor. Bu itibarla mürşid-i kamilin mazhar olduğu telkin ve irşadı Hak’tır. Kamil Unsur, beşer yönüyle ise halktır, kuldur. Bu itibarla salik, ancak mürşid-i kamilin hak/gerçek olan irşadıyla ulviyete yükselir ve ruha mazhar olur. Çünkü ruh vahdettir, ve ruha mensup olanın gayriyeti kalmaz. Bunu beyanla ‘Mürşid-i kamile salik ol, çünkü kamilin telkin ve irşadından hasıl olan müşahede ve irfaniyetle ancak, bugünkü irfan cennetinin refah, saadet ve mutluluğuna erişirsin.’ buyruluyor. ‘Men raani’ çün buyurdu ol Resul Gör ne cevher var sedef içinde Hz. Resulullah Efendimiz “Men re’ani fegad re’al Hak / Beni gören Hakk’ı görür.” buyurmuştur. Resul, elçi demektir ki, vazifesi Hakk’ı ve Hak’tan geleni tebliğ etmektir. İşte ancak Resul tebliğinin irşadına mazhar olan kula Rabbi gözükür. Bu itibarla son peygamber olan Hz. Resulullah Efendimizin tebliğ ve irşadına mazhar olanlar ancak Hakk’ı görebildiklerinden, her kim Hz. Resulullah’ın tebliğ, telkin ve irşadına mazhar olmuşsa, o kimse Rabbini görür. Hadis-i şerifte “Alimler nebilerin varisleridir.” buyrulmuştur. Bugün Hz. Resulullah Efendimizin tebliğ ve telkini, varis-i Resul ve varis-i Resul’ün halifeleri olan veliler tarafından yapılmaktadır. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Nübüvvet ikidir: Biri nübüvvet-i risale, diğeri ise nübüvvet-i teşri’adır. Nübüvvet-i risale, ahir 103 zaman peygamberi Hz. Muhammed (sav) Efendimizle son bulmuştur. Nübüvvet-i teşri’a ise veliler tarafından kıyamete kadar devam eder.” Diyor. Velhasıl nübüvvet-i teşri’a her zamanda mevcut olan makam-ı nübüvvetin insan-ı kamil olan veliler tarafında açıklanmasıdır. Bu itibarla, bir kimse nasıl ki Hz. Resulullah’ın tebliğ ve telkiniyle Hakk’ı görüp, müşahede ederse, nübüvvet-i teşri’a mazharı olan mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla Cenab-ı Hak müşahede edilip, gözükür vesselam. Beyitte beyan edilen sedef, bazı denizlerde yaşayan ve içerisinden inci, mücevher çıkarılan deniz mahlukudur. Dalgıçlar denize dalıp, o mahlukun kabuğu içindeki mücevheri çıkarırlar. Fakat her sedefte mücevher bulunmayıp, bazılarında bulunur, bazılarında bulunmaz. Bu itibarla her alim sedef gibidir. Mücevher ise zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Her zamanda alimler çoktur fakat tevhid-i hakiki arifi çok azdır, her zaman mürşidler çoktur, kamil mürşid ise pek azdır ve zor bulunur. Hiç bir kimse mürşid-i kamilin telkin ve irşadı olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle arif ve kamil bir kul olmadan Rabbini göremez, Rabbine kavuşamaz. Bu itibarla ilim sahibi olan alimler içerisinde, ancak tevhid-i hakiki arif ve kamilinde Hakk’a vuslat cevheri / incisi vardır. Bunu beyanla: “Men re’ani/Beni gören Hakk’ı görür.” Resulullah sözünün mana ve hikmetine ulaşıp, Cenab-ı Hakk’ı müşahede cevherine ulaşmak istersen, alim olan sedefler içerisinde, ancak mürşid-i kamil sedefinde bu cevher bulunur buyruluyor. Allahualem. Oku ezber ilm-i ledün dersini Hikmet tulu etsin vicdan içinde İlm-i ledün; ilm-i tevhid-i hakikidir. Hikmet ise, her şey olan halkı ve her şeyi halkeden Hakk’ı yerli yerinde görmek marifetidir. Mesela sual edilir ki “Allah bu eşyanın aynı mıdır, yoksa gayrı mıdır?” Yine cevap verilir ki “Allah eşyanın hem aynıdır, hem gayrıdır.” Fakat ‘Bu Hakk’ın ayniyeti nasıldır, gayriyeti nasıldır?’ diye sorsan herkes bilemez. İşte bu ve benzeri Cenab-ı Hak’la ilgili meseleleri, ancak zikr-i daim ve ilm-i tevhid irfaniyetiyle, hikmete mazhar olanlar bilir. İşte bu ehl-i hikmetten olan Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir Bey, yukarıda ifade edilen soruya cevap olarak: “Allah bu eşyanın zatı itibariyle aynıdır, Allah esma itibariyle bu eşyanın gayrıdır.” buyurmuştur. Velhasıl hikmet ehli Allah’ın tecellilerine arif olup, her şeyi yerli yerinde görendir. Vicdan ise, Hak’tan başka hiç bir gayriyetin olmadığı tertemiz bir kalb demektir. Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” 104 Buyurmuştur. Tevhid-i hakiki irfaniyetiyle arif ve hakiki mümin olanlar vicdan ehlidir. Vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “İlm-i ledün, yani tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine ulaş ki, kalbin vicdan olup, halkı ve Hakk’ı yerli yerinde görmek marifet ve hikmet aydınlığına kavuşsun.’ diyor. Hakikat mürşide eyle intisab Bulasın dermanı derdin içinde Ehl-i kemal “Her köşede mürşidim diyen çoktur, lakin binde birinin irfanı yoktur.” demişlerdir. Hz. Mevlana ise “Her beyaz elbise giyeni doktor sanma, kasaplar da beyaz elbise giyer.” buyurmuştur. Hz. Pir Efendimiz “Hakk’ı bulmak kolaydır, lakin bulduranı bulmak zordur.” diyor. Hakiki / gerçek mürşit hususunda Bahaeddin Nakşibend Hazretleri “Hakiki mürşit ile nakıs / eksik mürşit arasındaki fark şudur ki; eksik / nakıs mürşit müridini kendine bağlar, kamil mürşit ise müridi Allah’a bağlar.” buyurmuştur. Bu itibarla eksik / nakıs mürşit pek çoktur. Çeşitli nam ve isimlerle anılırlar. Yaptığı ise müritlerine esma çektirip, fazla ibadet yaptırmak, rüyalarını tabir ederek kendisini rabıta yaptırmak. Yani müridin, fotoğrafla veya hayalen mürşidinin suretini gözünün önüne getirmesidir. Müridinin beşeri işleri dahil, başarılarının kendisinden olduğunu ima edip söylemek veya bazı tabilerine söyletmek yoluyla inandırırlar. Müridin başarısızlıklarının ise kendi sadakatsızlığından olduğunu, mürşidine sadık olsa idi bu başarısızlığın olmayacağını, mürşidinin nazar edip müridi her zaman her yerde gördüğünü ve onu kötülüklerden koruduğunu telkin ederek; siyasi, ekonomik, beşeri mevki ve makam menfaati sağlar. Bazısı da şekil, suret düzüp, sakal bırakıp sarık sararak, cübbe, Hicaz fistanı giyerek, kendilerini yaşadıkları toplumdan farklı gösterirler. Özellikle ekonomik ve siyasi menfaat sağlayanları ise, Cumhuriyete, laikliğe, Atatürk’ün devrim ve ilkelerine olan düşmanlıklarını, kinlerini din haline getirmiş olup, cumhuriyet ve kurucusu ile uğraşıp, ona düşmanlığı dava, cihat, hizmet vb. isimlerle vasıflandırarak yüce bir gaye edinirler. Bu uğurda gayrimüslimlerle dahi ittifak etmekten çekinmezler. İslam dinine en fazla hizmet etmiş ve evrensel / cihanşümul din haline gelmesinde en büyük etken olup, Hz. Peygamber Efendimizin “Mehmet (Muhammed)” ismi ile anılan ve ordusu Mehmetçik (Muhammedcik) olan, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber Efendimizin methine, övgüsüne mazhar olmuş Türk milletinin evlatlarını kendi devletlerine hasım ve düşman ederler. Bunlar çeşitli unvan ve isimlerle faaliyet gösterip; hizmet, dava, burs, kurs deyip fakirliği öne sürerek halkı soyarlar. Fakirin, yoksulun, 105 garibin zengindeki hakkı olan zekat, kurban, sadakalar vb. yardımları kendi organizasyonlarına kanalize edip aktararak, zekat ve yardımın fakire, yoksula gitmesini engelleyip fukaraya zulüm ederler. Kur’an’da “Gördün mü o dini yalan sayanı, işte odur yetimi itip kakan. Yoksulu doyurmayı özendirmez o, vay haline o namaz kılanların ki namazlarında gaflet içindedir onlar. Onlar riyaya sapandır, onlar gösteriş yaparlar ve onlar yardıma, zekata engel olurlar.” (Maun, 1-7) buyrulmuştur. İşte Maun suresinin ayetleri bunların tarifini en güzel bir şekilde yaparak bize bildiriyor. Bu saymış olduğum ahval ve vasıfların hepsi veya bazıları eksik / nakıs mürşitlerin, tarikat ve cemaat önderlerinin faaliyet ve vasıflarıdır. Vesselam. Bazıları da, Ehl-i Beyt sevgisi ile dolu olduklarını söyleyip, abdestsizliği, Kur’an’ın açık emrine rağmen namazsızlığı, oruçsuzluğu vb. Allah’ın açık emirlerine riayet etmemeyi, bir marifet, kemalat gibi teşhir ederler. Muaviye’nin kurmuş olduğu babadan oğula geçen saltanatı, şeyhlik, post sahipliği, dedelik, babalık, çelebilik vb. isimler altında soyundan gelene intikal ettirerek; Ehl-i Beyt’i şehit eden lain ve zalimlerin geleneğini yüz yıllardır devam ettirirler. Hz. Mevlana’ya Şemsi tebriziyi şehid edenlerin içinde olan oğlu Alaeddin için, “Alaeddin senin oğlun değil mi?” diye sorduklarında Hz. Mevlana “Benim oğlum soyumdan gelen değil, yolumdan gelendir.” buyurmuştur. Eğer soya itibar edilmiş olsaydı, Kur’an’ın Tebbet suresinde cehennem ehli olduğu açıkça beyan edilen Ebu Leheb, Hz. Peygamberin amcası olup; Ebu Leheb’in iki oğlu da Peygamber efendimizin damatları idiler ki, bunlara itibar edilirdi. Hz. Ali (kv) Şah-ı Velayet unvanını, Hz. Peygamber Efendimize damat olup, soyca akrabası olduğu için almadı. Hz. Peygamber Efendimize ilk iman edenlerden olduğu ve Hz. Peygamber’in yolunda yürüyüp, kendisinde Ruh-u Muhammed kemaliyle zahir olduğu için velilerin şahı, imamı oldu ve Hz. Peygamber’in alenen bir çok methine ve takdirine mazhar oldu. Velhasıl Ehlibeyt yolunda olduğunu iddia edip faaliyet gösteren eksik, nakıs mürşitler ve önderler, cehaletle yoldan gelene değil soydan gelene itibar ederek; dedelik, babalık, çelebilik, şeyhlik vb. unvanlarla saltanatını devam ettirerek, beşeri olarak menfaatlenirler. İmam-ı Ali Keremullahu Veche’nin sabah namazında mescitte şehit edildiğini görmezden gelip, mescitlerin varlığına karşı olup muhalefet ederler. Velhasıl yetersiz, nakıs mürşidin vasıfları o kadar çok ki, saymakla bitmez. Hakiki mürşit ise Hakk’ın emrini, vahyin ışığında ve denetiminde telkin eder. Her şeyin ve müridin asli cevheri olan Cenab-ı Hakk’a vuslat yolunu gösterir. Kamil mürşidin siyasi, ekonomik, beşeri hiç bir menfaati olmaz, vesselam. 106 İşte Fehmi Efendi Hazretleri bu beyitlerde bizlere hitaben, ‘Hakiki mürşide, yani kamil mürşide git, onu bul ve onun irşadına mazhar ol. Rabbine kavuşma derdin, o zaman sana derman olur.’ diyor. Mürşide bende ol Hakk’ı seversen ‘Fettebiuni’ dedi Kur’an içinde Kur’an-ı Kerim’de “Kul in küntüm tühibbunallahe fettebi’unii yuhbibkümullahü ve yağfirleküm zünubeküm vallahü gafurün rahiim / De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun / uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin. Allah gafur (çok affedici) ve rahimdir.” (Al-i İmran, 31) buyrulmuştur. “Fettebi’unii” demek, bana tabi olun demektir. Yani bu ayet her kim Allah’ı seviyorsa peygambere tabi olup, O’nun tabiatından olması emrediliyor. Zamanın mürşid-i kamilinin marifeti, meslek-i Resul telkin ve seyr-i süluku olup, Kur’an ve Hz. Resulullah Efendimizin ilim ve marifetinin harici değildir. Her kim ki mürşid-i kamili bulur da meslek-i Resul irşadına mazhar olursa, o kulda Ruh-u Muhammed (sav) galip ve hakim olur. Ve böyle bir kimse, Peygamber Efendimizin tabiat ve ahlakı üzere olan bir kulluk gayesiyle yaşar. Vesselam. ‘Seb’a-i mesan’ dersidir tevhid Fatiha okundu mushaf içinde Seb’a-i mesan, yedi ayet demektir. Kur’an’da “ve legad ateynake seb’an minelmesanii velkur’anel’aziim / Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve şu büyük Kur’an’ı verdik.” (Hicr, 87) buyrulur. Burada ifade edilen ‘tekrarlanan yedi ayet’ tevhidin yedi mertebesidir. Çünkü Hz. Adem’den bu zamana kadar gelmiş geçmiş cümle peygamberler ve veliler, bu yedi tevhid makamının keşfi irfaniyetine mazhar olmuşlardır. Bir insan ancak bu yedi tevhid makamlarının keşfi irfaniyetiyle, insan-ı kamil olur. Cümle peygamberler insan-ı kamil içinden seçilir ve sonra peygamber olup, vahye mazhar olur. Bu itibarla ayette Peygamber Efendimize hitaben ‘Biz seni, cümle insan-ı kamil olan velilerde ve peygamberlerde tekrarlanan yedi ayete mazhar kıldık ve yüce Kur’an’ı sana vahyettik, indirdik.’ buyruluyor. Onun için ehl-i kemal “Her şey değişir fakat insanın makamı değişmez.” demişlerdir. Çünkü makam-ı insan, makamat-ı tevhiddir ve insan bu makamlarla insan-ı kamil olur. İşte bunu beyanla: ‘Meslek-i Resul-ü Melamiye dersi, Seb’a-i Mesan’dır, yani tevhidin yedi mertebesinin keşfi olan derstir buyruluyor’. Fatiha Suresi Kur’an’ın cemiyetli bir suresidir ki, Hz. Ali (Keremullahu 107 Veche) “Kainatın esrarı kitaplarda mevcuttur. Kitapların esrarı Kur’an'dadır. Kur’an’ın esrarı Fatiha Suresi’ndedir. Fatiha’nın esrarı besmelededir...” buyurmuştur. Velhasıl Fatiha Suresi Hakk’ın ve halkın sırr-ı mahiyetini kendinde cem edip, toplayan bir suredir. Allah her şeyi en iyi bilendir. Sözlerime kulak tutan aşıklar Arif olur onlar akran içinde Mürşid-i Kamil Hasan Fehmi Hazretleri ‘Hak aşıkları sözlerimi dinleyip, mekteb-i irfan telkinine riayet eder de o öğütlere kulak verir, tutarsa, onlarda irfaniyet hasıl olur, ve onlar insanlar içerisinde arifibillah olur.’ diyor. Fehmi sana ilm-i hikmet vehbidir Berk urur irfan gönlün içinde Beyazıt Bestami bir gün vaazında, hikmetli mevzulardan bahseder. Vaazın sonunda kendisini dinleyen medrese alimleri “Biz bunca kitap okuduk, senin bahsettiğin mevzuları görüp tahsil edemedik, sen bunları nereden öğrendiysen söyle, biz de oradan öğrenelim.” derler. Beyazıt Bestami cevaben “Bana Allah öğretti.” der. Alimlerin “Sana Allah’ın öğrettiğine dair bir delilin var mı?” demelerine karşılık Beyazıt Bestami; Peygamber Efendimizin “Bir kimse bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediğini öğretir.” hadisini söyler ve “İşte ben bunlardanım, bana Allah öğretti.” der. Cümle ilimler tahsil edilerek elde edilir ve o ilmin alimi olunur. Mekteb-i irfanda mürşid-i kamilin irşadıyla hasıl olan zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyeti ise vehbidir / bağıştır. İşte bu irfaniyet, ilm-i hikmet marifeti olup, Allah’ın arif ve kamil kullarına lütfudur. Vesselam. Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere; gönülleri aydınlatan, tevhid-i hakiki irfaniyet ve hikmetinin bağış / vehbi olduğunu, yani Allah’ın Vahhab ismiyle olan tecellisi olduğunu beyan ediyor. Çünkü Kur’an’da “…sen yalnız sen Vahhab’sın; bol bol bağışta bulunansın.” (Al-i İmran, 8) buyrulmuştur. Allah bizleri ve cümle ihvanı bu bağışlara mazhar kılsın. * * * 24 Sabah namazına hazır olanlar Onlardır ef’al-i Hakk’a verenler 108 Fail Hak’tır diye huzur ederler Yalvar kul Allah’a seher vaktinde Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde Kur’an-ı Kerim’de “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” (Hicr, 87) buyrulur.İşte bu ayette beyan edilen “tekrarlanan yedi ayet” Hz. Adem (as)’dan beri, bütün nebilerde ve insan-ı kamil olan velilerde tekrarlanan yedi tevhid makamatıdır. Cümle peygamberler ve veliler, bu tekrarlanan yedi ayet mazhariyetiyle insan-ı kamildirler. Vesselam. İşte meslek-i Resul-ü Melamiyye’de, bu “tekrarlanan yedi ayet” olan tevhidin yedi mertebesi telkin ve tarif edilir. Zamanının Mürşid-i kamili olan Hasan Fehmi Hazretleri bu ilahide, yedi tevhid mertebelerini namaz vakitlerine teşbih ederek / benzeterek beyan ediyor. Kur’an-ı Kerim’de “…işlerin tümü Allah’ındır...” (Raad, 31) “…sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır.” Saffat, 96) buyrulmuştur. İşte Kur'an’daki bu ve benzeri ayetlerle Cenab-ı Hak, kulların kendine ait nispeti fiillerinin, işlerinin olmadığını bizlere beyan ediyor. Fakat bunun mahiyetinin nasıl olduğunun anlaşılabilmesi için mekteb-i irfanda, tevhid-i ef’al makamının müşahedesine ve irfaniyetine ulaşmak gerektir. Her kim, zikr-i daim uyanıklığı ile tevhid-i ef’al irfaniyetine mazhar olursa, cümle ef’alin Hakk’a ait olup, her fiilin failinin Allah olduğunu müşahede eder. Seher vakti, zikr-i daimdir. Çünkü zikir salikine tevhid-i hakiki güneşi henüz doğmamış olsa da, o güneşin aydınlığı hissedilip, tığı / ışığı görünmeye başlar. Bahar, yazdan önceki mevsimdir. Baharda cümle tabiat dirilir, hayat bulur. Fakat yaz mevsimindeki meyvelerin olgunluğu olmaz. Bahar vakti mana yönüyle, salikin gönlünde zikr-i daim ve tefekkürle hasıl olan, neşe ve zevk-i ilahi diriliğidir. Bu hal ise imanı huzurdur ki, kul dualarını böyle iman-ı huzur hali olan zikrullah ve fikrullah uyanıklığıyla yaparsa muteber olur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Seher ve bahar vaktinde Allah’a yalvar, niyazda bulun; bu vakitler kıymetlidir.” diyor. Öğle namazını kılan mü’minler Her sıfatı Hakk’a nisbet ederler Her nazar mevsufu şuhud ederler Yalvar kul Allah’a seher vaktinde Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde 109 Cenab-ı Allah’ın sıfat-ı subutiyesi sekizdir: 1. Hayat 2. İlim 3. İrade 4. Kudret 5. Kelam 6. Basar (görmek) 7. Semi (işitmek) 8. Tekvin (yaratmak). İşte Allah’ın mevsuf olduğu (sıfatlandığı) bu değişmeyen,eskimeyen,aşınmayan ve Allah’ın zat’ı ile sabit olan sıfatların zuhuru, bizde ve cümle alemlerde mevcuttur. Ancak Mesleki resul’ Seyr-i süluk ile arifler, tevhid-i sıfat makamının müşahedesinden hasıl olan irfaniyetle, her sıfatı Hakk’a nispet ederek, kendinde ve her yerde, her gördüğünde sıfatların mevsufu olan Hakk’ı müşahede ederler. Velhasıl, Öğle namazına teşbih edilerek bu keyfiyet beyan ediliyor. İkindi namazın cemaatle kıl Vücud Vücudullah, gayri yoktur bil Cümle alem fani, Hak’tır baki bil Yalvar kul Allah’a seher vaktinde Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde Cemaat ile kılınan namazlarda, tüm cemaat imama uyar, imam da ifna olur ve tek vücut olarak hareket ederler. İşte bu görünen ve bizim var zannettiğimiz varlıkların kendi vücutları fanidir, yoktur. Tüm varlığın vücudu Vücudullahtır, gayri değildir. Bunu beyanla Kuranda, “Herkes fanidir / yoktur, baki / var olan Rabbin celal ve kerem yüzüdür.” (Rahman, 26-27) buyrulur. Bu itibarla Arifibillah Mürşid-i Kamil Hasan Fehmi Hazretleri; ikindi namazına teşbihle, cümle alemin varlığının fani, Hakk’ın zat-ı mevcudiyetinin ise baki olduğunun keşfi irfaniyetiyle, arif olmamızı bizlere tembihle beyan ediyor. Fakat bir kulun bu müşahedeye ulaşması, ancak tevhid-i zat makamının keşfi irfaniyetine mazhar olmasıyla mümkündür. Allahualem. Akşam namazını imamla kılan Onlardır Allah’ı hem zahir gören Hak söyler ‘Enel Hak’ kulun dilinden Yalvar kul Allah’a seher vaktinde Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde Şeriat emrine göre, bir kimsenin cemaatle beraber imama uyup, imama tabi olması, hakikatte kulun cümle nispet varlığını Hak’ta fena etmesidir. Fenafillah olan kul, vücudullah zuhuruna mazhar olur ve o kulun dilinden Cenab-ı Hak “Enel Hak / Ben Hakk’ım!” der. Bu söz, kula ait bir söz değildir. Cenab-ı Hakk’ın kendinden kendine söylediği bir sözdür. Kur’an’da “Allah şahittir kendisinden başka ilah olmadığına. 110 Meleklerle, adil alimler de…” (Al-i İmran, 18) buyrulur. Başka bir ayette ise “Doğu da batı da Allah’ındır, yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanı vardır. İşte bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı gibi, böyle bir tecelliye mazhar olan kulun dilinden Hak “Ene’l Hak” söyler ki, bu keyfiyet aynı denizin, bir dalgadan “Ben denizim!” demesi gibidir. Velhasıl makamat-ı tevhid mertebelerinden bir mertebenin hal ve müşahedesini, Fehmi Efendi Hazretleri, akşam namazına teşbih ederek beyan ediyor. Yatsı namazında eyle sen huzur Muhammed yüzünden Hak zahir olur Hak batın ile halk zahir olur Yalvar kul Allah’a seher vaktinde Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde Vahdet’in kesret-i zuhuru olan müşahede ifade ediliyor. Allah kendi vücud tekliğinden, yine kendi kesretini, çokluğunu zuhura getirdi ve bu zuhuruna halk dendi. Neden halk? Çünkü halkiyettir,yaradılıştır,ve Halik olan Allah’ın kendi vücud birliğinden kesretle / çoklukla olan zuhurudur, yani açığa çıkmasıdır. İşte bu keyfiyetin anlaşılması, tüm zamanlarda ve bugün dahi, halkiyet yani yaradılışta, Nur-u Muhammed (sav) mazhariyetiyle ancak mümkündür. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretlerinin “Muhammed yüzünden Hak zahir olur.” buyurması, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle, Cenab-ı Hak bilinir ve cümle tecellilerde Cenab-ı Hak müşahede edilir ve görünür, demektir. Halk zahir Hak batın demek ise; Allah kendi vahdaniyetinden, yani bir’liğinden halk olarak kesretle / çoklukla zuhur edince, halk olan bu zuhuru isimlenerek bilindi. İşte çeşitli isimlerle açığa çıkan cümle varlık denilen halk zuhuruyla, Allah bir’liğini, vahdaniyetini gizledi ve böylece Hak batın / gizli, halk ise zahir / açık oldu demektir. Yatsı namazına teşbih edilerek, makamat-ı tevhide dair bir müşahede beyan ediliyor. Salat-ı vitiri kılan muhakkak Evvel, ahir, zahir, batın olur Hak Kalmaz şirkin, abid ma’bud olur Hak Yalvar kul Allah’a seher vaktinde Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde Kur’an-ı Kerim’de “Hüvel’evvelü vel’ahirü vezzahirü velbatın… O evvel / ilk, ahir / son, zahir / açık ve batın / gizlidir.” (Hadid, 3) buyrul111 muştur. Cenab-ı Hak bu ayette, gizli olanın da, aşikar olanın da, evvel ve ahir olanın da Allah’ın zatı olduğunu “Hu” ismiyle beyan ediyor. Çünkü “Hu” gayb-ı mutlak hüviyetin ismidir. Bu müşahedede Allah vahdet-i vücudunda zat-ı mevcudiyetiyle evveldir; Allah, zat-ı mevsufluğuyla zuhura getirdiği sıfatlarıyla batındır; Allah, zat-ı müsemmalığıyla zuhura getirdiği isimleriyle ahirdir; Allah, zat-ı failliği ile zuhura getirdiği ef’aliyle zahirdir. Bu müşahedede Cenab-ı Hakk’ın vahdeti, yani aynı sırf tevhid olan Hak tecellisiyle, halk olan kesret tecellisi, salikin gönlünde cem olup toplanır. Allah evvel ve batın tecellisi ile mutlaktır, kaydedilemez. Allah ahir ve zahir tecellileriyle ise mukayyettir. Allah’ın ahir ve zahir olan halk zuhuru, kendi isneyniyetidir / ikiliğidir ve mutlak olan vahdeti’ni Bir’liğini bozmaz. Bu itibarla, Allah’ın Bir’liğini,yani vahdeti’ni bozmayan,ve kendi zuhuru olan halk kesreti / çokluğu, şirk değildir. Fail olan Allah’a fiilleri şirk olur mu? Olmaz. Bu keyfiyet, aynı bir kimsenin elinin kolunun, başının, kulağının vb. azalarının vücudundan olması gibidir. El, kol, baş, ayak kişinin vücut birliğini bozar mı? Bozmaz. Vücudun tekliğine kusur mudur? Değildir. Velhasıl beka makamlarının müşahedesindeki halk,yani kesret olan isneyniyet / ikilik zuhuru şirk değildir. Fehmi Efendi Hazretlerinin bu beyitlerde, vitir namazını teşbih ederek ifade ettiği bu beka, ittihat makamının müşahedesinde, gerek mutlak / kayıtsızlık, gerek mukayyet / kayıtlı tecellide, mevcut Allah’tır. Vesselam. Gizli şirk nedir? Vahdeti yani tevhid birliğini bozan cümle anlayışlar gizli şirktir. Gizli şirk, cehaletle Hak’tan gayri zannedilen cümle varlıklara, Hak’tan ayrı vücut nispet etmektir. Kim ki kendinin, alemin ve eşyanın kendine nispetle varlığının var olduğunu zannederse, o kimse gizli şirk işler,ve gizli şirk ehlidir. Gizli şirkin çaresi tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Her kim zikr-i daim uyanıklığıyla, makamat-ı tevhidin fena mertebeleri olan tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat makamlarının keşfi irfaniyetine mazhar olursa, o kulda gizli şirk kalmaz. O kul gizli şirkten kurtulup, ehl-i tevhid-i hakiki arif ve kamili olur. Çünkü fenafillah olmuştur. Hz. Pir Efendimiz “Fenafillah olan hem ariftir hem de kamildir.” buyurmuştur. Teheccüd namazı farz değil sana ‘Yetim malı’dır yakar baştan başa Teberrüken kılar Fehmi, yok haşa Yalvar kul Allah’a seher vaktinde Yalvar kul Allah’a bahar vaktinde 112 Kur’an-ı Kerim’de “Sana mahsus / özgü bir ibadet olarak gecenin bir kısmında o Kur’an ile teheccüd kıl / uyanık ol. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama / Makam-ı Mahmud’a ulaştırır.” (İsra, 79) buyrulmuştur. Ehl-i kemal, bu ayetin muhatabının Hz. Resulullah Efendimiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Makam-ı Mahmud, Hz. Peygamber Efendimize mahsus bir makamdır ki, o makama ancak Hz. Resulullah’ın müsaadesiyle teberrüken girilir ve seyr-i sülukun son makamıdır. İşte teheccüd namazıyla teşbih edilerek ‘Yetim olan Hz. Resulullah’a mahsus Makam-ı Mahmud’a girmek bizim ne haddimizedir? O makama ancak, Hz. Peygamber Efendimizin telkin ve müsaadesiyle teberrüken girilir, bunun başka bir yolu yoktur.’ buyruluyor. Allahualem. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 25 113 Gezme avare bakma ağyare Bul derde çare aşk ateşinde Bakma sol sağa olma sen karga Ver zevk dimağa aşk ateşinde Ey Allah’ın kulu! Başı boş dolaşıp Allah’tan başka şeylerle meşgul olma, senin yaradılışının bir amacı var ki; Allah seni Hakk’a yönelip Hakk’a kavuşasın diye yaratmıştır. Çünkü Kur’an’da “Biz gökleri, yeri ve bunların arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık.” (Duhan, 38-39) buyrulur. Kudsi hadiste ise, Cenab-ı Hak “…bilinmekliğimi muhabbet ettim; halkı yarattım.” Diyor. O halde sen ilahi aşka mensup ol, Hak’tan gayrisine bakma. Nasıl ki bülbülün her anı, hep gül ile meşguliyet ise, sen de öyle ol ve hep meşguliyetin ilahi sevgili olsun. Karganın meşguliyeti ise, hep leştir. Karga leşi sever ve hep leşin peşinde yaşar. Hz. Peygamber Efendimiz “Dünya leştir…” buyurmuştur. Dünya, kulu Hak’tan ayıran her şeydir, yani gayriyettir. İşte sen karga gibi leşe tamah edip, dünya olan ağyarla meşgul olma. Hak aşkıyla, yaratılış amacın olan Rabbini bulup, Rabbine kavuşmaya bak. Nasıl ki miraca giderken “Peygamberin gözü bir tarafa kaymadı, sağa ve sola bakmadı.” (Necm, 17) ise, sen de sağa sola yani Hak’tan başkasına bakmayıp aşk-ı ilahiyle zevkullaha ulaş, demektir. Bul işin fendin bulasın kendin Gör ol hu bendin aşk ateşinde Bakma uzağa düşme tuzağa Dal gülşen bağa aşk ateşinde Hu, Cenab-ı Hakk’ın gayb-i mutlak ismidir. Hu bendi ise, fenafillah müşahedesidir ki, salik tevhid mertebelerinden tevhid-i zat keşfi irfaniyetiyle ancak Hu bendine ulaşır. Hz. Peygamber Efendimiz “Kim kendini bildi o rabbini bildi.” Buyurmuştur. Bir kimse, ancak zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid makamlarının irfaniyetiyle, kendini bilebilir ve Rabbine arif olur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Sen öyle bir fend, marifet elde et ki, kendini bilip de Rabbine arif olanlardan ol.” diyor ve devamla “Bu marifeti de uzakta arama, yani böyle veli kullar eskiden varmış, şimdi bu zamanda olmaz gibi zan ve anlayışla hareket etme, aldanırsın. Sen her zamanda mevcut olan, ehl-i aşkın meclisini bulup, oraya dahil ol, bu marifet orada bulunur. Çünkü orası gül bahçesidir, orada Ruh-u Muhammed (sav) zahir olur.” diyor. Sanma sen gayrı Hak senden ayrı 114 Bul bu esrarı aşk ateşinde Aşıksan candan korkma sen nardan Yan çık evhamdan aşk ateşinde Kur’an-ı Kerim’de “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir...” (Hadid, 4) ve “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (İsra, 60) buyrulur. Bu itibarla “Hak seninledir, Hakk’ı senden ayrı zannetme, bu sırra arif ol.” Buyruluyor. “Kulu Hak’tan ayıran cehaletidir. Cehalet ise, ilim olmayıp hayal, vehim ve zandır. İşte bunlar seni Hak’tan ayıran perdedir. Sen sadakatle ilahi aşkın aşığı ol, ancak o zaman cehalet, vehim ve zanlardan sıyrılıp kurtulursun. İlahi aşk ateşinden korkma, çünkü ilahi aşkın ateşi cümle gayriyeti yakıp, seni gayriyetten kurtarır ve yaratılışının yüce gayesine ulaştırır.” Demektir. İstersen yari kaldır hicabı Seyret cananı aşk ateşinde Oku akaid, anla fevaid Bul sen hakayık aşk ateşinde Yaradılışının yüce maksadına ermek, yani ilahi sevgiliye kavuşmak istiyorsan, sevgiliyle aranızdaki cehalet perdesini ilahi aşk ile yok edip kaldır. O zaman ilahi sevgiliyi görüp seyredersin ve ona kavuşursun, buyruluyor. Dinimizin buyrukları dört ana esas üzeredir: 1. İman (Akaid) 2. İbadet, 3. Ahlak, 4. Muamelattır. Ehl-i aşk ve ehl-i kemalin ibadette, ahlakta ve muamelatta, ehl-i şeriatla arasında hiç bir farkı olmaz. Çünkü ehl-i aşk, şeriat ahkamına ve toplumun genel kabulü olan örfe, herkes gibi riayet eder. Ehl-i aşkın ahkama tabi olan halkla arasındaki fark, iman ve itikat yönündendir. Îman, akaid olarak da isimlendirilir ki, iman üç kısımdır: 1. Taklidi iman, 2. İstidlali (delilli) iman, 3. Hakiki iman. Taklit iman, avamın imanı olup, imanın en düşük derecesidir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “İmanı taklit olan kimse, imanı uğruna başını verirse o iman ancak o zaman fayda verir.” buyuruyor. İman-ı istidlal ise, tarikatçıların ve ulema-i zahirin imanıdır ki, bunlar eseri sahibine delil ederler, yani yaratılmışı yaratıcıya delil yaparak iman ederler. Îman-ı hakiki ise, ilahi aşka mensup olanların ve insan-ı kamilin imanıdır. Ehl-i aşk olan kamilin irfaniyeti, iman-ı hakikidir. Îman-ı hakiki ise, kulun Rabbini kendinde, cümle varlık ve eşyanın mevcudiyetinde bulup, Rabbine kavuşmasıdır. İşte bu Îman-ı hakikiye ,ancak makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle ulaşılır. Bunu beyanla Arifibillah Hasan Fehmi Hazretleri “Akaid oku, yani tevhid-i hakiki keşfi 115 irfaniyetiyle iman-ı hakikiye ulaş ve Cenab-ı Hakk’ı bulup ona vasıl ol.” diyor. Fehmi kıy cana gir bu meydana Yan ol pervane aşk ateşinde Pervane, kendini cesaretle, fütursuzca ateşin ışığına atan kelebektir. Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Sen de pervane gibi cesur olup fütursuzca, gir bu aşk meydanı olan ehl-i kemal ve ehl-i aşkın meclisine, onlara karış. Cehaletle var zannettiğin kendi nispet varlığını, ilahi aşk ateşiyle yakarak ifna edip fenafillah kemalat ve irfaniyetine mazhar ol.” buyuruyor. * * * 116 26 Sen bir aşıksın ma’şukun nerde Haber almışsın uzak bir yerde Sil gözünü gör ma’budun nerde Abid olur mu ma’buda perde Halk-ı alemin, ilm-i zahirle olan Allah bilgisi şöyledir: Allah cümle alemi ve bizi yarattı, Hakk’ın yaratmış olduğu her şey mevcut ve meydandadır. Fakat Hakk’ın kendisi ise mevhumdur, görünmez. İşte Allah bilgisi ve anlayışı böyle olduğundan ehl-i zahir, kendini ve cümle alemi Hakk’ın gayrı zanneder. Bu itibarla, Fehmi Efendi Hazretleri: “Ey ilm-i zahirle kendisini Hakk’a aşık zanneden kimse! Nerede ilahi sevgilin? Nerede sevip de kendinden uzak ve mevhum zannettiğin maşukun? Bu hal ve anlayışınla maşukun olan ilahi sevgili sana uzaktır. Eğer gözün bu anlayışla bakarsa, ibadet ettiğin ilahi sevgiliyi kendinden ayrı zannettiğin için, onu göremezsin. Gözünü sil, yani bu anlayıştan terakki ederek bu halini terk et, kendi nefsinde ve her yerde mevcut olan mabut, ilahi sevgili, hiç kula perde olur mu?’ diyor. Çünkü Kur’an’da “…Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (İsra, 60) buyrulur. Şirk sekri sende tuğyan eylemiş Yol bulamazsın zevk-i tevhide Soyun dal sen de bahr-ı muhite Cevher bulunmaz her bir nehirde Hz. Peygamber Efendimiz “Şirk ikidir: Biri şirk-i celi / açık şirk, diğeri şirk-i hafi / gizli şirktir. Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım.” buyurmuştur. Şirk; ortakçılık, ortak olmak demektir. Açık şirk ehli şunlardır: Kelime-i tevhid olan “Lailaheillallah Muhammeden Resulullah / Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir.” Demeyip, böyle iman etmeyenlerdir. Bugünkü şirk-i celi / açık şirk müşrikleri, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan ateistler, Hıristiyanlar, Yahudiler vb.dir. Açık şirkten kurtulmanın çaresi iman ederek “Eşhedü enlailaheillallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhu ve resuluhu” deyip, kelime-i şahadet getirerek Müslüman olmaktır. Gizli şirk ehli ise, Müslüman olduğu halde imanı gereği, dili ile kelime-yi tevhidi, yani “Lailaheillallah Muhammeden Resulullah” der. Fakat cehalet ve zanla, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk’ın varlığına bilmeden ortak olur ve gizli şirk işler. Gizli şirkten kurtulmanın çaresi ise, kulun kendi nefsinde ve afakında mevcut olan Rabbine vuslatıdır. Bu da ancak daim zikir ve tev117 hidin hakikati olan makamat-ı tevhid müşahedesi ve zevkiyle mümkündür. Bahr-ı muhit, her şeyi ihata edip kuşatan uçsuz bucaksız büyük deniz demektir ki, mürşid-i kamili remzeder. Çünkü kamilin kemalatı, her şey denilen cümle tecellileri ihata ettiğinden bahr-i muhittir. Bu itibarla ‘Ey gizli şirk ehli olan kişi, sen gizli şirkin çaresi olan tevhid-i hakiki marifetini kendi kendine tahsil edemezsin. Mürşid-i kamili bulup, onun irşadı olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaş ki, ancak o zaman Rabbine vuslat zevkine mazhar olursun.’ buyruluyor. ‘Her bir nehirde cevher bulunmaz’ demek ise; her ilmin alimi, nehrin etrafını belli bir sınırla faydalandırdığı gibi, alim de ihtisas sınırı dahilinde etrafına faydalı olur, fakat her alim, tevhid-i hakiki cevherine arif olmaz. Çünkü mücevher, nehir derinliği ve sınırlarında olmayıp denizden çıkarıldığı gibi, tevhid-i hakiki cevheri de her alimde olmaz, ancak bahr-i muhit olan mürşid-i kamilde bulunur, demektir. Bülbül zevk almaz altın kafeste Nice durursun sen bu zulmette Uçur şad eyle murg-ı ruhunu Seyran eylesin enfus afakta Mürşid-i kamil Hasan Fehmi Hazretleri ‘Bülbülün bulunduğu kafes onun gerçek vatanı olmadığı için, bülbülün kafesi altından bile olsa zulmet ve zindandır.’ diyor. Bu itibarla bir kimse, hangi rütbede ve mevkide olursa olsun, kendi suret ve nefsinde mevcut olan Hakk’ın varlığından ayrı ise, o kimsenin benliği / sureti, ona kafes ve zindan olup, o kimsenin zulmeti olur. Nasıl ki bülbülün kurtuluşu, felah ve mutluluğu kafesini terk edip asli vatanına uçup kavuşmasıysa, Fehmi Efendi Hazretleri ‘Senin varlığın da kendine nispetle sana zulmet olup, senin eziyet ve huzursuzluğundur. Senin huzurun, felah ve kurtuluşun, cehaletle kendinin zannettiğin cümle nispet varlık kafesini ifna edip, ulviyete uçup yükselmendedir, yani asli vatanın olan, kendinde ve cümle varlıktaki Rabbine yükselip kavuşmandadır.’ diyor. Çünkü kulun en yüce mutluluğu ve hürriyeti, enfus ve afakta Rabbine vuslat edip onu seyretmesidir. Allahualem. Aşık olanlar irfan buldular Zevke erdiler aklın ardında Mecnun olmadan Leyla bulunmaz Akıl kalır mı dar-ı mahbubda 118 Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Akl-ı maaş, akl-ı mead ve akl-ı kül / kamil olmak üzere, akıl üçtür.” diyor. Akl-ı maaş; dünya maişetiyle ilgili olan akıldır. Yani ticaret, sanatkarlık, ziraat, idarecilik gibi beşeri işlere taalluk eden akıldır. Akl-ı mead, uhrevi akıldır ki, akl-ı mead olan kişi, bir iş yapacağı zaman ahireti gözeterek, haram ve helale dikkat ederek yapar. Akl-ı kül / kamil ise; Rabbinden gayrı görmez, Rabbine vasıl olan akıldır. Akl-ı kül olan, daima Rabbiyle beraber olup ondan ayrılmaz, vesselam. Mecnun, aşk-ı ilahinin sembolü olan aşıktır. Leyla ise, ilahi aşkın maşuku olan ilahi sevgilidir. ‘Her kim ki, aşk-ı ilahiye mazhar olursa, o kimse tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle ilahi sevgiliye vuslat zevkine erer. Bu itibarla akl-ı maaş ve akl-ı meadla Leyla, yani ilahi sevgili bulunmaz’ buyruluyor. Demek ki Leyla’yı, illaki aşk-ı ilahi mazhariyetiyle Mecnun olup, akl-ı küle ulaşanlar bulup, ona kavuşur. Mürüvvet ettin beni bu derde Her kim koyduysa olsun cennette Mecnun’a bir şey sual olunmaz Yazmadı kalem levh-i mahfuzda Mecnun, bir gün oturmuş yazı yazıyor. Demişler ki ‘Ne yazıyorsun ey Mecnun?’ ‘Leyla yazıyorum.’ demiş. Deftere bakıyorlar hep Leyla... Leyla... yazmış. Demişler ki, böyle yazı mı olur, yazı dediğin bir şeylerden bahseder. Mecnun cevaben: ‘Ben Leyla'dan başka yazılmaya layık bir şey görmüyorum.’ demiş. Bu itibarla, “Mecnuna bir şey sual olunmaz”.Demek, aşığın aşkı anlatılamayıp, ancak aşık olunmakla bilinir demektir. Bunu beyanla Hz. Mevlana: kendisine aşkı soranlara “Ben olda bil” buyurmuştur. Levh-i mahfuz, muhafazalı levha demektir. Levh-i mahfuz, kulun ilahi marifete mazhar olmuş gönlüdür. Ki her kim Allah aşkıyla ilahi marifete mazhar olursa, o kul gönlündeki her tecellide ilahi sevgiliden, yani Rabbinden gayrı görmeyip, her daim cümle tacellide Rabbiyle vuslatta olmasıdır. Kalem ise, kendisinde mevcut olan mürekkebi, kelimelerle isimlerle açığa çıkarır.Mana yönüyle kalem, kulun kesretle meşgul olmak hali olup, bu hal üzere olanın nazarında hep esma, suret ve halk vardır. Çünkü kalemle yazmak isim ve kelimeleri açıkladığından kesret icap eder. Levhi mahfuz ise kulun gönlündeki cümle tecellide Allah’la vahdet hali olduğundan; kalem levhi mahfuzda yazmaz. Yani nazarında halk ve suret kesreti olan kulun marifeti, levhi mahfuz kemalatına ulaşamaz demektir. İşte aşığı bu keyfiyet ve zevke ulaştırıp terakki ettiren Allah derdidir ki, derd-i ilahi her kimde varsa, ancak o dertli bu menzilleri bulur ve ilahi marifete mazhar olur. Vesselam. 119 Allah derdi; adı, unvanı ve makamı ne olursa olsun ağyar dertlilerinde,yani hak’tan başka şeyle dertlenende asla bulunmaz ve böyle kimselerden elde edilmez. Derd-i ilahi, ancak Allah aşıklarından ve dertlilerinde bulunur ve ancak onlardan elde edilir. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Beni derd-i ilahiyle kim dertlendirdiyse, Allah ona iyiliklerde ve ihsanda bulunup, cennetini ihsan etsin diyor. Cemal-i yare bakarken Fehmi Tevhid hançerin duymadı canda Hz. Yusuf’u satın alan melikin karısı Zeliha'yı arkadaşları, bir asilzade köleye nasıl aşık olur, diye kınadılar. Bunun üzerine Zeliha onları evine davet edip, ellerine bıçak verip meyve ikram etti ve Yusuf’u çağırdı. Onlar da Yusuf ’un güzelliğini görünce mest oldular ve ellerindeki bıçaklarla ellerini kestiler de hiç farkına varmadılar. Yusuf Suresi’nin (30-31.) ayetlerinde bahsedilen ve özetleyerek anlattığımız bu hadiseyi, Hasan Fehmi Hazretleri, bugünkü muradı üzere tevil ederek “Hakk’ın cemal tecellisinin müşahedesinden hasıl olan sarhoşluk zevkine mazhar oldum. Cehalet ve zanlardan oluşan nispet varlığımı tevhid-i hakiki irfaniyet hançeriyle kesip, Hakk’a vuslata erdim.” diyor ve devamla “Tevhid-i hakiki hançeriyle nispet varlığımın fena olup kesilmesi, zahiren bıçakla bir azamın kesilmesi gibi bana acı vermedi.” diyor. Çünkü tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Rabbin cemalini gören kul, zevkullaha mazhar olur ki; bir kul için bundan daha ala bir zevk, asla olmaz. Allahualem. 120 * * * 27 Behey arzu-yu dildare Hakk’a yalvar seherlerde İçip hamra-yı peymane Hakk’a yalvar seherlerde Hz. Ali, arkadaşlarından olan Kümeyl’e teveccühle makamat-ı tevhid telkin ederken, Kumeyl “Biraz daha ya imam.” deyip daha makam ister. Hz. Ali telkin eder, sonra biraz daha ister. Hz. Ali yine telkin eder, biraz daha ister. Hz. Ali yine telkin eder ve Kümeyl’e “Mumunu söndür ya Kümeyl, güneş doğdu.” buyurur. İşte tevhid güneşi, fena-yı tam olan tevhid-i zat mertebesinin keşfi irfaniyetine mazhar olmaktır. Bu güneşin sabahı, seheri ise, zikr-i daim ve tevhid-i ef’al mertebesi irfaniyetidir. Bu itibarla “Ey ilahi sevgiliye talip olan salik! Sana nasip oldu da aşk mertebelerinden bir kadeh şarap içtin ki, tevhid-i ef’al telkinine mazhar oldun. Uyanık ol, seherde yapılan dua daha makbuldür, reddedilmez. Gayretin ve yakarışın, tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetine ulaşmak olsun.” demektir. Be hey Leyla’ya divane Değildir böyle merdane Yanıp aşka ol pervane Hakk’a yalvar seherlerde Pervane ateşin ışığına, kendini cesaretle ve fütursuzca atan kelebek vb.dir. Bu itibarla “Ey Leyla’ya, yani ilahi sevgiliye aşık olan kimse, bu yolun merdi, ilahi aşkla pervane gibi cesur ve fütursuz olanlardır.” buyruluyor. Seherlerde ‘sel sebil’ iç sen İkincide ‘rahik’ iç sen Üçüncüde ‘tesnim’ iç sen Hakk’a yalvar seherlerde Sel sebil, rahik, tesnim... Bu üç şey cennet nimet ve içeceklerindendir ve ehl-i cennet bunlarla gıdalanıp zevklenir. “Seherdeki duan ve yakarışın, bu imtihan aleminde daim zikirle irfan cennetine dahil olup, sel sebil olan cennet-ül ef’al, rahik olan cennet-ül sıfat, tesnim olan cennet-ül zat, ilahi zevkine ulaşmak olsun.” buyruluyor. 121 Seherin vaktidir bu hem Seherin sohbetidir hem Seherin zevkidir bu hem Hakk’a yalvar seherlerde Seher vakti, karanlığın uzaklaşıp, aydınlığın açığa çıkıp da güneşin doğmaya başladığı vakittir. Mana yönüyle ise seher vakti, cehalet karanlığının bitmekte olduğu zamandır. Bu vakitte zikr-i daimle uykudan uyanan salik, tevhit güneşinin doğuşuna ve aydınlığına şahit olur. İşte bunu ifade ederek “Hakk’a bu seher vaktinde yalvar ki, makamat-ı tevhid irfaniyet ve aydınlığına kavuş.” buyruluyor. Seher sohbeti, tevhid-i hakiki marifetiyle yapılan sohbetdir. Seher zevki ise, zikr-i daim ve tevhid mertebelerinin müşahedesinden hasıl olan zevk-i ilahidir ki, sohbetin tevhid sohbeti olsun, zevkin de zevk-i ilahi olsun, demektir. Seherde uykudan kalk sen Salat-ı subhu kıl hem sen Ki ‘fail Hak olur’ bil hem Hakk’a yalvar seherlerde Bazı büyükler “1. Vakit Namazı, 2. Daim namaz, 3. Vusta Namazı olmak itibariyle namaz üçtür.” demişlerdir. Vakit namazı, günde beş defa unsur bedenle yapılan ibadet olması itibariyle bir ameldir, fiildir. Daim namaz ise, tevhid-i hakiki müşahedesinden hasıl olan irfaniyettir. Vusta namazı ise fenafillah ve bekabillah marifet ve kemalatını cem eden keyfiyet ve zevktir. Bu beyitte ifade edilen “salatı subhtan” maksat sabah namazıdır ki, vakit ve bedenle yapılan fiili bir ibadettir. Hasan Fehmi Hazretleri “Seherde kalk, sabah namazını kıl. Fakat kıldığın namazda ve her fiilde failin Allah olduğuna arif ol.” Diyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “…sizi de, amellerinizi de halk eden Allah’tır” (Saffat, 96) buyrulmuştur. Her fiilin failinin Allah olduğu, ancak zikr-i daim uyanıklığı ile tevhid-i ef’al makamının keşfi irfaniyetiyle anlaşılır. Seherde terk et eşgali Yanıp derdile et ahı Çü gördün zülf-i Leyla’yı Hakk’a yalvar seherlerde Sen Leyla olan ilahi sevgilinin tecelli-yi ef’al olan zülfünü müşahede ettiysen, kendinin ve başkalarının nispet işlerinin, fiillerinin olmadığına arif ol. Gayretin, derdin ve yakarışın, ef’al-i ibadiyi, ef’ali ilahide ifna etmek olsun. 122 Gel ey derd-i biçare Sakın aldanma ağyare Konuş benimle ey yare Hakk’a yalvar seherlerde Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Arif olanı yine arif olan anlar.” buyuruyor. Tevhidin hakikatine ait olan dert ve müşküller, ağyarla çözülmez. Çünkü ağyar, kendini Hakk’ın gayrısı olduğunu zanneder. Ağyar hangi ilmin alimi olursa olsun, bu anlayışıyla, ehl-i tevhidin dert ve müşkülüne çare olamaz. Çare ancak kendinde ve cümle tecellide Hakk’a arif olanlardadır. Bazı büyükler “Bir velinin kabri ziyaret edildiğinde yapılacak olan en faydalı dua “Allah’ım, ziyaret edilen bu veli kulun, yaşamış olduğu zamanda, nasıl ki irfaniyet ve kemalatıyla etrafını aydınlatmışsa; bugün böyle mevcut olup da yaşayan veli, arif kullarınla beni yar ve arkadaş et.” Duasıdır, demişlerdir. İşte zamanının mürşid-i kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri “Ey derdine hiç bir kimsede çare bulamayan Allah dertlisi! Ağyara sakın aldanma, gel benimle konuş sohbet edelim, arkadaş olalım ki, senin derd ve müşküllerine çare olayım.” diyor. Çünkü derd-i ilahinin devası, ancak ve ancak mürşid-i kamilin irşadıdır. Nice evliyalar geldi Seherin subhunu kıldı Bize remzin beyan etti Hakk’a yalvar seherlerde Kur’an-ı Kerim’de “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı verdik” (Hicr, 87) buyrulmuştur. Bu tekrarlanan yedi ayet, meslek-i Resulde telkin edilen yedi tevhid mertebesidir. Cümle peygamberlerde ve evliyalarda bu yedi mertebenin keşf-i kemalatı tekrarlanmıştır ve halen insan-ı kamil olan velilerde tekrarlanmaktadır. Her zamanın evliyası, bu tekrarlanan yedi makamla refiüd derecad olan makam-ı insanı bulmuş ve insan-ı kamil olmuşlardır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Tevhid mertebeleriyle mücehhez olan nice evliyalar bu aleme geldiler ve sabah namazını vaktinde unsur bedenle kıldılar, hem de sabah namazının hakikat ve hikmetini açıklayıp, Hak taliplerini, aşıklarını irşad ettiler. Biz de bu irşaddan nasiplendik.” buyuruyor. Gel ey sen Talibi daim Huzur-ı Hakk’a dur daim Olasın dost ile kaim Hakk’a yalvar seherlerde 123 Huzur-u Hak'ta daim durmak, daim namaz demektir. “Onlar namazlarında daimdirler.” (Mearic, 23) ayetinin hakikati bunu beyan eder. Daim namaz, vakit namazı gibi bedenle yapılan fiili bir ibadet olmayıp, makamat-ı tevhid müşahedesiyle kulun gayriyetten kurtulup, her daim Hak’la beraber olma irfaniyetidir. Bunu beyanla Yunus Emre Hazretleri: Aşk oldu imam bize gönül cemaat Kıblemiz dost yüzüdür daimdir salat diyor. İşte Arifibillah Hasan Fehmi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Ey Talibi! Yani ey Hakk’a talip olan kul; talep ve yakarışın, daim namazla, kendinde ve cümle varlıkta mevcut ve zahir olan Hakk’a vuslat edip, daima Hak’la olmak olsun.” diyor. Allah, her şeyi en iyi bilendir. 124 * * * 28 Gel ey kardeş sen de gafletten uyan Mümin olan durmaz zindan içinde Hazreti Peygamber Efendimizin “İnsanlar gaflettedir, öldükleri zaman uyanırlar.” Buyurması üzerine sahabe “Ya Resulullah, gaflette olmak zarardır. Bu zarardan kurtulmak için ne yapalım?” dedi. Hz. Peygamber Efendimiz de cevaben “Ölmeden evvel ölün. Ben size ölmeden evvel ölmüş fakat sizler gibi yiyip içer, gezer ve alışveriş yapanlardan birini göstereyim: Ebu Bekir’e bakın, o onlardandır.” buyurmuşlardır. Gaflet, uykudur. Uyuyan kimsenin kendinde ve etrafında olan biten gerçeklerden haberi olur mu? Olmaz. Uyuyanın önce uyanması gerekir ve ancak uyandıktan sonra kendinde ve etrafındaki olan biteni görür. İşte burada ifade edilen gaflet, bizim kendimizde ve cümle alemde mevcut olan Rabbimizi görmemize ve Rabbimize kavuşmamıza mani, engel olan cehalet uykusudur. Cahil kimsede gayriyet ve masiva hakim olup, o hep bunlarla meşgul olur. Masiva dünyadır. Dünya ise, kulu Rabbinden ayıran her şeydir. Hadis-i şerifte “Dünya kafirlere cennet, müminlere zindandır.” Buyrulmuştur. Bu itibarla bir mümin, cehalet uykusundan zikr-i daimle uyanıp, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle gayriyet olan dünyayı terk etmezse, makam-ı insanın felah ve mutluluğundan mahrum olur. Böyle bir mümin rahatsız ve mutsuz olup, ağyar olan dünyası ona zindan olur. Bunu beyanla “Ey mümin kardeşim, seni gaflet uykusundan uyandıracak olan zikr-i daime mazhar olmaya bak. Gayriyet, masiva olan dünya sana zindandır, orası senin olman gereken makam değildir.” buyruluyor. Yakıp varlık dağın şöyle merd ol kim Gerdanı kan eyle irfan içinde Hz. Resulullah’ın İbn-i Abbas’a “Vücudunu kayırma” demesi üzerine İbn-i Abbas “Ya Resulullah, vücudum kusur mudur?” dedi. Hz. Resulullah Efendimiz de “Vücud gibi günah olmaz.” buyurmuştur. Burada ifade edilen vücut, cehaletle var zannettiğimiz nispet varlığımızdır. Allahualem. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Gayriyet olan varlık dağını, aşk-ı ilahi mazhariyetiyle yakıp yok etme 125 mertliğini göster de, gerdanı kan eyle, yani nispet vücut varlığını tevhid-i hakiki irfaniyetiyle fena et, kurban et.” diyor. Benlik ile Hakk’a tuğyan eyleme “La tüşriku” dedi Kur’an içinde Kur’an-ı Kerim’de “va’büdullahe ve la tüşriku… / Allah’a ibadet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın…” (Nisa, 36) buyrulmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz ise “Şirk ikidir: Biri açık, diğeri gizlidir. Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım.” demiştir. İşte Hz. Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi biri açık, biri gizli olmak üzere iki türlü şirk vardır. Açık şirkin çaresi “Lailaheillallah Muhammeden Resulullah” demek olan kelime-i tevhittir. Her kim ki, kalb ile inanıp dil ile tevhidin kelimesini söylerse açık şirkten kurtulur; fakat gizli şirkten kurtulmaz. Gizli şirkten kurtulmanın çaresi ise, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmaktır. Ancak bu irfaniyet, kulu tevhidin hakikatine ulaştırır ve gizli şirkten kurtarır. Velhasıl mekteb-i irfanı bulup tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olmayan kimse, cehaletle kendinin ve alem-i halkın nispet varlığı, benliği var zannederek gizli şirk işleyip, Kur’an’ın “şirk koşmayın” emrine uymamış ve tuğyan etmiş olur. Vesselam. Mevla’yı ararsan zahirde ara Göresin Anka’yı ol Kaf içinde Büyüklerimiz Kaf dağının, dağların en yükseği olduğunu söylemişlerdir. Anka’nın ise Kaf dağına çıkabilen ve orada yaşayan bir kuş olduğunu haber vermişlerdir. Kaf dağı, mazhar-ı celal olup, Rabbin cemal yüzünü örten tüm nispet varlıklardır, yani cehaletle var olduğunu zannettiğimiz kendi varlığımız ve cümle alemin varlığıdır. Anka ise, bizim kendimizde ve alemin varlığında mevcut olan Rabbin cemal yüzüdür. Mevla dost demektir, Mevla cemal mazharı olup, Rabbin cemalinin açığa çıktığı mahaldir. Ki, zamanın İnsanı kamili’ni remzeder. Bu itibarla her zamanda mevcut ve var olan Mevla mazharı olan kamil’i bulunamaz zannetme, Mevla’yı zahirde yani cümle varlığın mevcudiyetinde ara bul. Çünkü ancak Mevla’yı bulmakla, Kaf celali olan cümle nispet varlıkta zahir olan cemal Anka’sı, yani Rabbin cemal yüzü gözükür. Demektir. Balıklar ummanı arayıp gider Nice görsün kendin umman içinde 126 Bir zaman balıklar toplanmış sohbet ederlerken derler: “Duyarız ki, deniz adında bir su ülkesi varmış, acaba bileniniz var mıdır, bu deniz denilen su ülkesi nerdedir ve ona nasıl gidilir?” İçlerinden biri “Bunu bilse bilse ancak büyük balık bilir, bir de ona soralım.” demiş ve büyük balığa gidip denizi sorduklarında: “Siz bana, denizin yani suyun olmadığı bir yer gösterin de ben de size o ülkeden bahsedeyim.” demiş. İşte kendimizin ve cümle alemin varlığında mevcut olan Hakk’ın varlığı; denizin balıkları ihata edip, kuşatması gibi bizi kuşatmıştır. Bu itibarla “Sen de balıkların uzaklarda deniz araması gibi Hakk’ı mevhumda ve kendinden uzakta arama, mevcutta, kendi nefsinde arayıp da bul. Bu müşahedeye ulaşman için, balıkların büyük balığa gidip danışmaları gibi, sen de zamanın mürşid-i kamilini ara bul ki, onun irşadıyla sen, kendi nefsinde ve cümle alemde Hak’tan başka bir varlık olmadığını görürsün.” demektir Çünkü Kur’an’da ”…Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (İsra, 60) “…O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid, 4) buyrulmuştur. Hakikat güneşi doğmuş üstüne Nice görsün şemsi sehab içinde Şems güneş, sehab ise, bulut demektir. Güneşin aydınlığı açık havada olur. Bulutlu havada güneş aydınlatır mı? Aydınlatmaz. Çünkü bulut güneşe engel olur ve güneş mevcut olduğu halde görünmez. Hz. Peygamber Efendimiz “Rabbiniz apaçıktır. O’nu örtecek bir şey yoktur.” buyurmuştur. Bu itibarla “Cehalet ve zan bulutları olan kimse, kendi varlığında ve cümle alemde mevcut ve apaçık olan Rabbine nasıl kavuşup da Rabbini görsün? Görebilir mi? Göremez. Çünkü cehil ve zanlarından oluşan bulutlar, ona engel ve perde olur.” buyruluyor. Gel ey Fehmi sen de Hakk’ı fehmeyle Gör ne cevherler var vicdan içinde Cenab-ı Hak, bir hadisi kudside “Ben yerlere göklere sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyurmuştur. Vicdan, gayriyetten, masivadan arınmış ve Cenab-ı Hakk’ın evi olmuş, içerisinde Allah’tan başka hiç bir şeyin olmadığı bir gönüldür / kalbtir. İşte böyle bir vicdanla mümin olan kul, her bir tecellide Cenab-ı Hakk’ı görür, bu yüzden bütün tecelliler ona cevher olur. Çünkü her tecellide Rabbin yüzü olan cemal ile zevklenir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Hakk’a arif ol ve öyle bir kemalat elde et ki, sen de ehl-i 127 vicdan olup, her tecellide Rabbin cemaliyle müşerref olmanın ilahi zevkine mazhar ol.” diyor. * * * 29 Gelin derviş olalım ilm-i irfan bulalım Zikre meşgul olalım de Lailaheillallah Tevhid ikidir: Biri tevhid-i şer'i, biri tevhid-i hakiki. Tevhid-i şer'i; ehl-i şeriatın tevhididir ki “Lailaheillallah Muhammeden Resulullah” derler ve tevhidin kelimesini kalb ile tasdik edip dil ile söyleyerek tevhid ederler. Biri de tevhid-i hakiki ehilleridir ki; bunlar Lailaheillallah kelimesinin iç yüzünü, Ruh-u Muhammed mazhariyetiyle Muhammedi bir kulluk ile araştırırlar ve tevhidin hakikati ile meşgul olup, tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle tevhidin hakikatine ulaşanlardır. İşte gerçek derviş olan kimse, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olandır ki, bunlara derviş derler. Bu itibarla Hasan Fehmi Hazretleri “Biz de derviş olalım, zikr-i daim ve tevhidin hakikati ile meşgul olalım.” diyor. Emreder Kur'an’da Hak ‘fezküruni’ dedi bak Oku ondan bir sebak de Lailaheillallah Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “fezküruni ezküruküm… / Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim.” (Bakara, 152) buyurmuştur. Eğer salik zikr-i daime sadık olursa, zikrullah muhabbetine mazhar olur ki kulun zikri, zikrullaha gayretidir. Zikrullah’la Muhabbetullaha mazhar olması ise, Hakk’ın kulu zikretmesidir. Başka bir ifadeyle ise, her kim ki, kalbi zikre aşinadır, onda zikr-i daim hasıl olur, her kim ki daim zikre mazhar olursa o kimse Rabbine vasıl olur ve onun müşahedesinde, zikir, zakir ve mezkur bir olur. Yani anmak, anan ve anılan arasında fark kalmaz. Allahualem. Zikredenler mest olur Allah ile dost olur Her murada rast olur de Lailaheillallah 128 Hadis-i Kudside: “Melekler sordular: Ya Rabbi senin dostların kimdir? Ne yaparlar? Cenab-ı Hak buyurdu ki; onlar beni zikredenlerdir. Melekler, Ya Rabbi zikreden dostların seni bilirler mi, görürler mi? demelerine karşı Cenab-ı Hak, bilmezler, görmezler dedi. Melekler yine, Ya Rabbi o dostların seni görselerdi ne yaparlardı? diye sormalarına Cenab-ı Hak; Beni daha fazla zikrederlerdi. Melekler yine, Ya Rabbi onların yanlarında bazı kimseler var fakat onlardan değiller, diye sordular. Cenab-ı Hak; onların hatırına o kimseler de onlardandır.” Buyrulmuştur. Kur’an’da ise “O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unuttular da Allah da onlara nefislerini / kendilerini unutturdu. İşte fasıkların / yoldan çıkmışların ta kendileridir onlar.” (Haşr, 19) Başka bir ayette ise “Ey iman edenler mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Kim böyle bir şey yaparsa hüsrana uğrayan / asıl zarar edenler onlardır.” (Münafikun, 9) Başka bir ayette “Allah’ın zikrine karşı kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte onlardır açık bir dalalet / sapıklık içindekiler.” (Zümer, 22) buyrulmuştur. Velhasıl zikr-i daimle meşgul olan kimse Allah'ın dostluğuna mazhar olur. Her kim ki Allah’ın dostluğuna mazhar olursa, o kimse kulluğun en büyük muradına erer. Çünkü Kur’an’da “Gözünüzü açın Allah’ın velileri / dostları için hiç bir korku yoktur. Mahzun da olmaz onlar.” (Yunus, 62) buyrulur. Bülbül olan zar olur yanar içi nar olur Sonunda gülzar olur de Lailaheillallah Zikr-i daim ehli olan, bülbül gibidir; her nefeste zikreder. Kamil mürşidin misyonu, meslek-i Resul tebliği ve irşadıdır. Yani onun telkin ve irşadı, hidayet-i nur-u Muhammed’dir. Her kim, mürşid-i kamilin telkiniyle daim zikre mazhar olursa, o da Nur-u Muhammed hidayetine mazhar olur ve gül bahçesindeki güllerden olur, gülleşir, gül kokar. Yani evlad-ı Resule karışıp, manen evlad-ı Resul olur ve onda Muhammedi bir kulluk zahir olur, demektir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimizin mübarek kokuları gül kokusuydu. Teri dahi gül kokardı. Bu itibarla gülü koklamak sünnet kabul edilmiştir. Güle bülbül olalım bülbüle gül olalım Doğru yolu bulalım de Lailaheillallah Doğru yol, ilm-i tarikattır. Her kim ki, mürşid-i kamili bulur ve zikri daim telkinine mazhar olur da zikrullaha iman ederse, ancak o kimsenin ilmi tarikat ilmidir, kendisi de tarikat ehlidir. Çünkü zikr-i daimden başka 129 hiç bir yol, kulu Rabbine vuslata götürmez. Bu itibarla, her kim ki zikr-i daime mazharsa o kimse tarikat ehlidir. Yoksa “Ben filanca büyüğün adıyla anılan yoldayım.” demekle tarikat ehli olunmadığı gibi; şu kadar esma çekmek, şu kadar nafile ibadet yapmak, rüyalarını şeyhe anlatmak, sakal, şekil, suret düzmek de tarikat ehli olmak değildir. Bunu beyanla “Gel zikr-i daim yolunu bulalım; bülbülün, gülün hasretiyle çığırdığı gibi zikr-i daimle meşgul olalım. Gül olan Nur-u Muhammed’in mazharı olup, biz de bülbül olanlara gül olalım.” buyruluyor. Lafz-ı tevhid nedelim taklidi terk edelim Sırr-ı tevhid bilelim de Lailaheillallah Lafz-ı tevhid, iman edip, dil ile “Lailaheillallah” demektir. Îman üç kısımdır: 1.Taklit iman, 2. İstidlal / delilli iman, 3. Hakiki iman. Taklit iman ehli olan, kendisine anasından, babasından, hocasından tarif edildiği gibi takliden “Lailaheillallah ” der ve onun şuhudu takliden ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ kelimesinden ibarettir. İstidlal / delilli iman ehli ise, kelime-yi tevhidi dil ile söyler, kalb ile tasdik eder. Fakat onun şuhudu Allah’ın yarattıklarını delil yaparak, delil ile ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ deyip, yaratılmışı yaratandan ayrı zanneden bir anlayıştır. Hakiki iman ehli ise, Muhammedi bir kullukla daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Lailaheillallah dediğinde, onun şuhudu ‘Allah’tan başka mevcut yoktur’ müşahedesi ve marifeti olup, o Allah’tan gayrı görmeyendir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri bunu beyanla, tevhidin lafzında / kelimesinde kalmayıp iman-ı taklidi terk edelim de, iman-ı hakikiye mensup olup tevhid-i hakikinin sırrına erelim, diyor. Çünkü Kur’an’da “Ey iman edenler! iman edin…” (Nisa, 136) buyruluyor ki, bu ayetteki mana “Ey iman-ı taklit ve istidlal ile iman etmiş olan müminler, hakiki / gerçek imana ulaşan mümin-i hakiki olun.” demektir. Nakşibendi şöhretin Melami’dir siretin Talibi’nin zimmetin de Lailaheillallah Nakşi, nakışı bilene, yani nakışa aşina ve arif olana denir. İşte bu görünen cümle varlık Cenab-ı Hakk’ın zat, sıfat, esma ve ef’al tecellilerinden başka bir şey değildir. Her bir tecellisinde Cenab-ı Hak tekliğini ilan etmiştir ve tecellileri eşsiz bir sanat eseridir, yani nakıştır. Her tecelli kendi zuhurunda Hakk’ın tekliğini taşır ve hiç biri diğerine benzemez. Hiç bir iş ve oluş böyle olmayıp, ancak Hakk'ın eser ve nakışı böyledir. İşte Hakk’ın zat, sıfat, esma ve ef’al tecellilerine ve cümle tecellideki olan nakışına, ancak meslek-i Resul-ü Melamiyye telkin ve irşadıyla 130 Melamiliğe ulaşanlar vakıf olur. Çünkü Melami, fenafillah irfaniyet ve kemalatına mazhar olmuş, kötü huyları terk edip iyi huylara bezenip, Peygamber Efendimizin ahlakı ile ahlaklanmış kimsedir. Bu itibarla meslek-i Resul-ü Melamiyye’de Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin üçüncü kuşak halifesi olan Hasan Fehmi Hazretleri “Benim Hakk’ın tecellilerindeki nakışına olan aşinalığım, marifet ve kemalinden hasıl olan zahirdeki nam ve şöhretim, siretimin Melamiliğe ulaşmış olup Melami olmamdandır. Benim kimlik mahiyetim, zimmetim budur.” buyuruyor. 131 * * * 30 Ey gönül tefekkür eyle Esrar-ı Hakk’ı fehmeyle Ol beyt-i kalbe ver cila Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Cenab-ı Hak, Kur’an’daki bir çok ayette tefekkür etmemizi emreder, tavsiye eder. Resulullah Efendimiz “Bir saat tefekkür, yetmiş sene yapılan ibadetten efdaldir.” buyurmuşlardır. Bazı büyükler “Bir kalb zikr-i daime mazhar olmuşsa o kalb ile esrar-ı ilahiyi düşünmek tefekkürdür, ancak o kalbe ilahi ilham gelir ve o kalbte fikrullah hasıl olur.” demişlerdir. Çünkü Kur’an’da “Aklını işleten gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken daima Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler.” (Al-i İmran, 190-91) buyrulmuştur. Bu itibarla bir kalb zikrullahtan mahrumsa o kalb, ancak felsefe üretir, fikrullah üretmez vesselam. Ol beyt-i kalbe ver cila... demek ise, kalb evini cilala, parlat demektir. Bunu beyanla Hz. Resulullah “Kalbler demirin paslandığı gibi paslanır, nasıl ki demirin cilası var ise kalbin cilası da zikrullahtır.” buyurmuştur. Dolayısıyla zikrullahtan mahrum olan bir kalb kirli ve paslı olup, bu kirin pasın giderilip o kalbin cilalanıp parlaması için, zikr-i daim telkinine mazhar olması gerekir. Kulun her azasını bir sebeple yaratan Cenab-ı Hak, kalbi ise beytullah yani Allah’ın evi olarak yaratmıştır. Çünkü kudsi hadiste: “Ben yerlere göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyrulmuştur. Zikrullahla temizlenip, cilalanmış olan müminin kalbi ancak, esrar-ı Hakk’ı, yani Allah’ın sırlarını tefekkür eder ve onun kalbine Allah misafir olup, onun kalbi Hakk’ın evi olur. Herkes zikrullahtan bahsederek bir takım esmalar çeker ve buna zikrullah der. Kur’an okur, sohbet eder, bunlara zikrullah der ki, bunlar zikirdir, fakat zikrullah değildir. Peki zikir ile zikrullah arasındaki fark nedir? Zikir genel ifadedir ki, bu genel ifadeyle namaz, Kur'an, hac gibi ibadetler de zikirdir. Zikrullah ise başlı başına özel ve bir büyük ibadettir. Çünkü Kur’an’da “Kitaptan 132 sana vahyedileni oku, namazı yerine getir. Çünkü namaz çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki zikrullah daha büyüktür.” (Ankebut, 45) buyrulur. Zikrullahın özel olması şu itibarladır ki, zikrullah kitaplardan, sohbet veya vaaz ve konferanslardan öğrenilmez. Kur’an-ı Kerim’de “…eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (Nahl, 43) Başka bir ayette ise “…hadi sorun zikir ehline eğer bilmiyorsanız.” (Enbiya, 7) buyrulur. Başlı başına büyük ibadet olan zikrullah, ancak ehil olanın, yani mürşid-i kamilin telkin ve tarifiyle öğrenilir. Kamilin öğrettiği zikrullah, daim zikirdir, çünkü daim zikri “Siz Allah’ı ayakta iken, oturur iken ve yatarken zikredin.” (Nisa, 103) beyanıyla Kur’an buyurur. Velhasıl bu ve benzeri ayetlerin beyanına göre kulun, daim zikre mazhar olması emrediliyor. Çünkü insan nefes alıp verip yaşadığı müddetçe, ya ayaktadır, ya oturur, ya da yatar. Başka bir pozisyonu olur mu? Olmaz. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Gönül / kalb ehli ol, her nefeste zikr-i daimle kalbini cilalandır ki, kalbin fikrullah ile tefekkür edip Hakk’ın evi olsun.” diyor. Zikrullah nefsin öldürür Hem seni sana bildirir İrfanla seni doldurur Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Hz. Peygamber Efendimiz Uhud Muharebesi'nden dönerken “Küçük harpten büyük harbe gidiyoruz.” buyurdu. Ashabın “Aman ya Resulullah, Uhud'dan daha büyük harb mi olur. Yenen yenilen belli değil.” demeleri üzerine Hz. Resulullah “Uhud’da belli bir düşmanla, belli bir mevkide, belli bir zamanda harp ettik. Fakat nefis ise, yaşadığımız müddetçe her zamanda, her yerde, her mekanda bize düşmandır. Onunla harb etmek ise büyük harptir.” buyurdular. İşte nefs ile olan büyük harp, zikr-i daimle yapılır ve nefs, zikrullah uyanıklığıyla mağlup olur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Zikr-i daim, cihadı ekberdir. Hacc-ul ekberdir. Çünkü salik nereye dönse Allah der, her daim Allah’ladır.” Diyor. Hadis-i şerifte “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Bu kendini bilmek irfaniyetine, ancak her nefeste zikr-i daim ve tefekkürle esrar-ı ilahiyi araştırmak yoluyla ulaşılır. Başka bir yol, kulu, kendini bilme irfaniyet ve kemalatına götürmez. Esrar-ı tevhidi bilmek Eyledi da’vet Muhammed Çünkü eyledin icabet 133 Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Hz. Peygamber Efendimiz miraçtan geldiğinde “Size üç hediye getirdim: Biri umumidir, herkese açıyorum. İkincisi özeldir, kim talep ederse beni tenhada bulsun. Üçüncüsü ise kendime aittir.” buyurdular. Birinci, herkese ait olan hediye, ilm-i şeriattır ki umuma yani herkesin zahirine hitap eder. Ulema-yı zahir tarafından herkese tebliğ edilir. İkinci hediye ise özeldir ki, ilm-i tevhid-i hakikidir. Tevhid-i hakiki umuma, yani herkese ait olmayıp, özeldir ve ancak talep eden kimseye öğretilir. Sahabeden bazıları “Ben Hz. Resulullah’tan iki ilim öğrendim, birini herkese açıyorum diğerini öğrenmek isteyen ise beni tenhada bulsun.” demişlerdir. Bu beyandan anlaşıldığı gibi bazı sahabeler Hz. Peygamber Efendimizi tenhada bulup, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid telkinine mazhar olmuşlardır. İşte bu özel olan tevhid-i hakiki davet ve irşadı, bu gün hidayet-i nur-u Muhammed mazhariyetiyle, insan-ı kamil olan veliler tarafından yapılır. Her kim bu davet ve telkine icabet eder, kamil mürşidin irşadına mazhar olursa, tevhidin hakikati sırrına arif olur. Gir sen irfan-ı cennete Gark ol safa-yı izzete Ermek dilersen devlete Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Cennet iki türlüdür: Biri amel cenneti, diğeri ise irfan cennetidir. Amel cenneti, kulların amel-i salihleri mukabilidir ki, oraya ancak ahiret aleminde, iyi ve güzel amellerle girilir. Cennet-ül irfana ise bu alemde zikrullah, fikrullah ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle girilir ve bir daha oradan çıkılmayıp daim cennet-ül irfanda zevklenilir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Cennet-ül irfana dahil olup, orada olmanın zevkine ulaş. Bir kula bu makam ve mevkiden daha sefalı bir izzet, devlet yani rütbe ve itibar olmaz.” diyor. Çünkü cennet-ül irfana dahil olan bir kul, hep Hak’la olup, cemalullahla zevklenir. Vesselam. Sıvadan kalbin eyle pak Tecelli etsin hubb-i Hak Sücud-ı kalb odur mutlak 134 Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Kalbinde Hak'tan başka hiç bir şey kalmayıp tertemiz olsun. Tevhidi hakikinin keşfi her kimde hasıl olursa, o kimsenin kalbinde gayriyet olmaz. O kulun kalbi pak olup Hakk’ın muhabbetine mazhar olarak hep Hak’la olur. Kalbin secdesi ise, kulun Hakk’ın karşısında kendi fenasının, yani acziyet ve yokluğunun müşahedesi ve irfaniyetidir. Tevhid et Hakk’ı Hak ile Ef’al sıfat-ı zat ile Gir ol vücud-ı vahide Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Cenab-ı Hakk’ın vücudu vahid’dir, bir’dir, yani vahdet-i vücuttur. Bir/Vahdet olan vücudun zuhuru mahiyet ise, Hakk’ın ef’al, sıfat ve zatıdır. İşte bunlar nedir, nasıldır? gibi müşküllerin cevabı ancak zikrullah, fikrullah uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle vahdet-i vücuda girip, gark olmakla hallolur. Başka türlü asla hallolmaz. Mahvet vücudun kıl fena Fena-yı tamda bul beka Yetmez mi sana bu safa Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Kudsi hadiste Cenab-ı Hak “Ey kulum! Sen yok / fena olmadıkça bana kavuşamazsın. Ben tecelli etmedikçe sen yok / fena olamazsın.” buyurmuştur. Vücudun mahvı, kendimizin ve cümle alemin nisbi varlığının fenasına, yokluğuna arif olup keşfetmekle olur. Bizim kendimize ve cümle aleme ait olup da var zannettiğimiz cümle varlıklar, Hakk’ın zuhurundan başka bir şey değildir. İşte makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kendi nispet varlığımızın yokluğunun anlaşılması, kulun fenasıdır. Hakk’ın kulun yokluğundaki zuhuru tecellisi ise bekadır. Bu keşfe ve marifete ulaşıp mazhar olmak ise, kulluğun en ala sefasıdır. Vesselam. 135 Uyandır kalbin arif ol Salat-ı hamse dahil ol Huzur-ı Hakk’a kaim ol Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Kur’an-ı Kerim’de “Müminlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın / dikkat edin, kalbler ancak zikrullah ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Bu itibarla Fehmi Efendi “Zikr-i daimle kalbin uyanık olsun ki, bu uyanıklık ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle arif ol. Salat-ı hamse, beş vakit kılınan namazdır ki; sakın beş vakit namazı terk etme.” diyor. Çünkü Kur’an’da “…Namaz müminler üzerine vakti belirlenmiş bir farz olmuştur.” (Nisa, 103) Buyrulur. Bütün alem-i halk, beş vakit namazı terk edip de kılmasa, bir tek daim zikir ve tevhid-i hakiki arifi kalsa, o beş vakit namazı kılar asla terk etmez. Aynı zamanda böyle bir arif, daim zikir ve tevhid-i hakiki kemalatıyla bir an dahi Hak’tan ayrı olmaz. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Sen de daim zikirle kalbini uyandır, beş vakit namazını kıl, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle hep Hak’la ol, yani sen Hakk’ın zuhuruyla var olduğuna vakıf ol.” buyuruyor. Fehmi’nin sözün yad eyle Sırrına ermek cehdeyle Ol dil ve canı şad eyle Her nefes zikrullah eyle Kalb ile fikrullah eyle Arifbillah Hasan Fehmi Hazretleri “Sözlerimi hatırla ve güzel sesinle bu ilahileri okuyup sözlerimin dışı ile yetinme, sözlerin içine, hikmetine ulaşıp da sırrına vakıf ol. Gayretin bu olsun ki, o zaman zikrullah ve fikrullahla kalbin ve ruhun şenlenir, mutlu olur, felah bulursun.” buyuruyor. Çocuklar cevizin dışı ile oynayıp avunurlar, olgun insan ise cevizin içiyle ilgilenir. Velilerin ilahileri de ceviz gibidir ki, içi mana ve hikmet yüklüdür. Kamil, olgun kimse velilerin sözlerindeki mana ve hikmetle meşgul olur. Vesselam. 136 * * * 31 Ey gönül sen aşkı yar et Bin ol Burağa seyran et Akl-ı Cibril’in burhan et De Lailaheillallah De Lailaheillallah Kelime-yi tevhid olan Lailaheillallah’ın mahiyeti, ehl-i şeriata göre; Allah’tan başka ilah yoktur, Allah beni ve cümle alemi yaratandır, anlayışıdır. Ehl-i şeriat, eserini delil yaparak Allah’a iman eder, kendini ve cümle alemi Allah’tan ayrı zanneder. Ehl-i hakikate göre ise, Lailaheillallah demek, mevcutta Allah’tan gayri yok, demektir. Ehl-i tevhid-i hakiki kendini ve cümle alemi Hakk’ın gayrısı olarak görmeyip, Kur’an’ın “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (İsra, 60) “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid, 4) ayetlerinde beyan edilen mana ve hakikatin şuur ve müşahedesiyledirler. Yani onlar, daim Hak’la vuslattadırlar. Hakk’a vuslat ise miraçtır. İşte bu miraca ulaşmak için kulun, ehl-i şeriatın tevhid anlayışından tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine yükselip, terakki etmesini gerektirir ki, bu yükseliş ve terakki kulun miracıdır. Hz. Peygamber Efendimizin nasıl ki miraca giderken bazı yol arkadaşları olduysa, müminin miracında da bu yol arkadaşları mevcuttur. Müminin miraç yolculuğunda, aşk-ı ilahi Burak’tır. Her aşk burak değildir. Ancak ilahi aşk Burak’tır. Cebrail ise, akl-ı Resuldür. Her akıl, akl-ı Resul olmaz, ancak Muhammedi olan bir akıl Cebrail’dir. Çünkü Cebrail vahyin mazharıdır. Cebrail olan bir akıl, kesinlikle vahye tabi olup Kur’an’a bağlı olan akıldır. Miraç yolculuğunda bir de Refref vardır ki, ehl-i kemal ona zevk-i ilahi demişlerdir. İşte Lailaheillallah’ın hakiki mahiyeti olan Hakk’a vuslat yolculuğu, yani miraç; aşk-ı ilahiye aşina olmakla, akl-ı Muhammedi’ye nail olmakla ve zevk-i ilahiye mazhar olmakla yapılır. Hasan Fehmi Hazretleri, kendi gönlünü muhatap ederek bizlere bunu ifade ediyor. Hicr-i kesretten uzlet et Fakr-i fenada sohbet et Bahr-ı vahdete vuslat et De Lailaheillallah De Lailaheillallah 137 Hz. Resulullah “El fakru fahri, el fakru fahri, el fakru fahri.” Buyurmuştur. Yani üç defa “Fakirlik benim iftiharımdır.” demiştir. Bu fakirlik, nispeti varlığın fenası, yokluğu olan fakirliktir. Yani kulun fenafillaha ulaşmasıdır. Yoksa, Hz. Resulullah Efendimiz, zahiren mal mülk itibariyle zengindi ve tüccarlık yapardı. Hiç fakir olan kimse tüccarlık yapabilir mi? Yapamaz. Ayrıca, muharebelerden gelen ve Hz. Resulullah’ın payına düşen ganimetler de vardı. Velhasıl Hz. Peygamber Efendimiz zahiren fakir olmayıp, zengindi. Onun iftihar ettiği fakirlik ise manevidir, yani fenafillah fakirliğidir. İşte bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri “Cümle varlık kesreti olan kendine ve cümle aleme cehaletle nispet ettiğin varlıklardan uzlet edip uzaklaş ve Hz. Peygamberin iftihar ettiği fenafillah fakirliğine er.” Diyor. “Sohbetin fenafillah irfaniyet ve kemalatıyla olsun ki, o zaman vahdet denizine yani Hakk’ın birliğine vuslat edip, kavuşursun.” buyuruyor. Bu faniye bak al ibret Seraptır ancak şuhud et Beka-yı zatı vatan et De Lailaheillallah De Lailaheillallah Serap, sıcağın hararetinden peydah olan, var gibi görünen fakat yaklaşıldıkça olmadığı anlaşılan, hayal olan görüntülerdir. İşte Allah’tan gayrı / başka bir her şey seraptır, var gibi görünürler, fakat araştırıp da Hakk’a yakınlık hasıl olunca hiçbir şeyin nispet varlığının olmadığını, var gibi görünenlerin ise fenasını / yokluğunu görürüz. Kur’an-ı Kerim’de “O’nun yüzü/veçhi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) buyrulmuştur. Zat-ı ilahi her şeyin aslıdır. Zat-ı ilahiye nispetle her şey fenadır / yoktur. Hakk’ın zatı ise bekadır. Bu itibarla “Kendine ve cümle aleme nispetle varlıkların serap olduğunu görüp, onların fenasını / yokluğunu idrak et, Hakk’ın zatı bekadır. Bu beka olan tecelli zat keşfi irfaniyetinin zevkine ulaş bu müşahede ve zevki vatan et.” buyruluyor. Yoksun yokluğuna sabret Varlığın Hak’tandır şükret Hak’la Hakk’ı hem fikret De Lailaheillallah De Lailaheillallah 138 Yokluğun sabrı hakkında Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri “Sabır, nefsini gayriye şikayetlerden hapsetmektir.” buyurmuştur. Yani şikayette muhatap, gayriyet olmayıp aynı Hak olursa, işte bu sabırdır. Bu sabır ancak yoklukla, yani fenafillah irfaniyetiyle yapılan bir sabırdır. Kim yokluğuyla Hakk’ın varlığına kavuşursa, o kul Hak’tan gayrı görmez ve şikayetin daima Hakk’a yapıldığı bir sabra ulaşır. Vesselam. Hz. Peygamber Efendimiz miraçta “Rabbimi Rabbimle gördüm.” Buyurmuştur. Bu itibarla miraç edip Hakk’a kavuşan bir kulun müşahedesinde; Hak, Hakk’ı görür, Hak söyler ve işitir. O kul daima Hak’la olup Hakk’ı fikreder. Çünkü onun müşahedesinde gayriyet olmayıp hep Hak vardır. Kur’an’da “Zikredin beni ki zikredeyim sizi; şükredin bana, sakın küfür / nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152) buyrulmuştur. Şükür, nimete yapılır. Kulun Hakk’a vuslatı ise, en büyük nimetidir. Bu itibarla “Yokluğunla, fenafillah irfaniyetiyle sabret. Enfus ve afaktaki cümle varlığın Hakk’ın zuhuru olduğunun müşahedesine ulaştırdığı için Allah’a şükret. Böyle bir kullukla tefekkürün gayriye olmayıp, daima Hak’la Hakk’a olsun.” buyruluyor. Allah de her nefes zikret Oynasın kalb-i basiret Murg-ı ruhun alsın lezzet De Lailaheillallah De Lailaheillallah Herkes zikrullahtan bahseder. Günümüzde, büyük küçük mevcut bir çok tarikat mürşidi, cemaat lideri, kulu maksada ulaştıracak olan zikrullah diye bazı esmaları söylemeyi ve tesbih çekmeyi mensuplarına telkin eder veya vekillerine telkin ettirirler. Bu tarikat, cemaat mürşitleri, liderleri çok saltanatlı olup, çeşitli enformasyonla kamil insan, büyük mürşit, zamanın gavsı, asrın hatta bin yılın en büyük üstadı, müceddidi gibi vasıflarla, halka, kamuoyuna lanse edilirler. Fakat bu kadar saltanat ve debdebeye rağmen zikrullahı kendileri de bilmez. Tarifleri de öğretileri de kulu maksada ulaştıran zikrullah değildir. Kendi zikrullahtan gafil olan bir mürşit, nasıl başkalarına zikrullah telkin edebilir? Onun kendisi, zikrullah telkin ve irşadına muhtaçtır. Vesselam. Kulu yaratılış maksadına ulaştıracak olan zikrullah, falancanın dediği gibi şu kadar esma çekmek, fişmancanın söylediği gibi fazla ibadet etmek, şekil, sakal, sarık, suret düzmek değildir. Cenab-ı Hak, 300-500 gibi rakamlarla kendisinin zikredilmesini istemiyor. Kur’an’da “...bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı size öğrettiği gibi zikredin. (Bakara, 239) Buyrulur. Zikrullah, aynı Kur’an-ı Kerim’de tarif edildiği 139 gibidir. Kur’an beyanıyla, kulun yapması istenen zikir, zikr-i daimdir. Çünkü “…siz ayakta iken, oturur iken, yatar iken Allah’ı zikredin…” (Nisa, 103) buyrulur. Yaşayan bir insanın başka bir pozisyonu var mıdır? Yoktur. Bir kişi nefes alıp verdiği müddetçe ya ayaktadır, ya oturur ya da yatar. Başka bir ayette ise “Aklını işleten / gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken daima Allah’ı zikrederler…” (Al-i İmran, 191) beyanı vardır. Demek ki Cenab-ı Hak, kullarından kendisini sayı ile değil, her nefeste zikr-i daimle zikretmesini istiyor. İşte bunu beyanla Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid’inde “Her nefeste Allah adın de müdam” buyurur. Cenab-ı Hak, bizden hangi azamızla ve hangi ismiyle O’nu zikretmemiz gerektiğini ise Kur’an’da şöyle beyan ediyor: “Gerçek mümin olanlar ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiğinde kalbleri titrer...” (Enfal, 2) “Onlar öyle insanlardır ki, Allah zikredilince kalbleri titrer…” (Hac, 35) Başka bir ayette ise “Müminlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın / dikkat edin, kalbler ancak zikrullah ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) İşte bu ve benzeri ilahi buyruklar bize Cenab-ı Hakk’ı kalb ile ve isimleri içerisinde Allah ismiyle zikretmemizi beyan ediyor. Çünkü kalb vücudun merkezidir. Bir ülkenin başkenti gibidir, başkentte kim iktidar olursa o ülkenin diğer şehirleri de onun hakimiyetine girer. İşte bizim varlık ülkemizin başkenti kalbtir. Eğer bir kulun kalbinde zikrullah hakim olursa, o kulun vücudunun tamamında hakimiyet Allah’ın olur. Yani vücudun diğer azaları da kalbdeki zikrullah hakimiyetine girer ve Allah’a boyun eğer. Vesselam. Burada kast edilen kalb, kan pompası olan kalb değildir. Vücud-u manevinin hasleti olan kalbdir. Cenab-ı Hakk’ın isimleri içinde Allah ismi, mertebe itibariyle uluhiyet mertebesinin ismidir. Yani Hakk’ın uluhiyet mertebesindeki ismi Allah’tır. Allah, esmaya nispetle ise ism-i celaldir. İsm-i celal zuhuru yakıcıdır ki, kulun kalbindeki zikir Allah ismiyle olursa, zikrullah o kalpteki Allah’tan gayrı olan muhabbetleri yakıp yok eder. Demek ki Cenab-ı Hak kullarına, azalar içinde merkezi aza olan kalb ve makam-ı uluhiyetin adı olan Allah ismiyle, her nefeste daim olarak kendisini zikretmesini bildiriyor, emrediyor. İşte zamanın kamil mürşidi olan her kim ise, o muhakkak zikr-i daime aşinadır ve zikr-i daim ancak onun telkin ve irşadıyla öğrenilir. Çünkü bir mürşit kamil ise, kesinlikle Kur'an’a tabidir. O Kur'anla çelişen hiç bir şeye onay vermediği gibi, Kur’an harici ne eksik ne fazla bir şey emir ve tavsiye etmez. O ancak Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de emrettiklerini telkin ve tarif ederek irşad eder. Vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Her nefeste zikr-i daimle öyle bir basiret elde et ki, kalbi titreyen müminlerden ol. O zaman Murg-i 140 ruhun / gönül kuşun ruhaniyete yükselip, ruhani gıdalarla lezzetlenip zevklenir.” buyuruyor. 141 Tefekkür eyle bir saat Bir saatin olsun bin saat Budur ol makbul ibadet De Lailaheillallah De Lailaheillallah Hadis-i şerifte “Bir saat tefekkür, yetmiş yıl yapılan ibadetten efdaldir.” Buyrulmuştur. Bu beyan ediliyor. İbadet kulluk demektir. Yetmiş yıl ise ortalama, yaklaşık bir insanın bu imtihan alemindeki ömrü müddetidir. Kulluktan, yani ibadetten yüce amaç ise, kulun yaratıcısıyla yani Rabbiyle buluşmasıdır. Bir insanın kalbinde zikr-i daim varsa, o kalpteki tefekkür fikrullah olur. Bu itbarla ancak zikr-i daim ve fikrullah mazharı olan kul, Rabbine kavuşarak kulluğun yüce gayesine ulaşır. Fakat bir kulun kalbinde zikrullah ve fikrullah yoksa, onun bu alemdeki ömrü müddetince yapmış olduğu kulluk / ibadet, onu asla Rabbine kavuşturmaz ve böyleleri Rabbinden ebediyen mahcup / perdeli olur. Çünkü Kur’an’da “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsra, 72) buyrulmuştur. Bu itibarla bir saat tefekkür, kulu Rabbine kavuşturduğundan, zikrullah ve fikrullahtan yoksun olarak, yetmiş yıllık, yani bir ömür yapılan ibadetten / kulluktan efdaldir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bir saat tefekkür, bin saat olur.” Diyor. Burada bin saattan maksat bir ömür yapılan kulluk / ibadet demektir. Allahualem. Fehmi fehminde sen sabret Kulsun Rabbine taat et Fakr-i devletine fahret De Lailaheillallah De Lailaheillallah ‘Ey, Hz. Peygamber Efendimizin iftihar ettiği fakr-u devlet olan fenafillah yokluğunu, fakirliğini bulan kul! Bu anlayış ve irfaniyetini muhafaza et. Çünkü kulluğun zirvesi olan yokluğa ermişsin. Alemlerin Rabbine böyle bir kullukla itaatten sakın ayrılma. Lailaheillallah kelimesi olan tevhidin hakikatine, yani Allah’tan gayrı her şey fanidir / yoktur, müşahede ve zevkine ulaşmışsın. Bu kemalatı, kulluğun en yüce rütbesi. devleti bilerek iftihar et.” Diyerek Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap edip, bu beyitlerin cümlesiyle bizlere tembih ve irşatda bulunüyor. Ruhu şad olsun. 142 * * * 32 Ey üftade gönlünden de Lailaheillallah Berk eylesin dilinden de Lailaheillallah Hadis-i şerifte “En efdal zikir Lailaheillallah.” Buyrulmuştur. Hz. Pir’in dördüncü kuşak halifelerinden Prizren Rahovesli Hacı Süleyman Efendi Hazretleri “Dil ile ‘Lailaheillallah’ demek şeriat zikridir; daim zikir ise tarikattır, tarikatın zikridir. Hakikatin zikri ise ‘Semme vechullah’ yani kulun her nereye dönerse dönsün orada Allah’ın yüzünü müşahede etmesidir. Marifetin zikri ise her şeyi yerli yerinde görmektir.” buyurdular. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Ey Hakk’a meyletmiş / üftade kul, dilinde kelime-i tevhid parlasın, gönlün ise tevhidin hakikatiyle dolsun.” diyor. Devlet-i eman budur kamil-i iman budur Cenneti açan budur de Lailaheillallah Hadis-i şerifte “Kim Lailaheillallah derse cennete girer.” Buyrulmuştur. Lailaheillallah, imandır. Cennete imansız girilir mi? Girilmez. İşte müminin cennetini açan imdadı, devlet-i amanı onun imanıdır. İman ise üçtür: En zayıfı taklidi imandır. İkincisi iman-ı istidlal / delilli imandır. Üçüncüsü ise kamil imandır. Hangi kul kamil imana ulaşmışsa o, Lailaheillallah’ın hakikatine ermiş olur ve daim cennet-ül irfanda Rabbinin müşahedesiyle zevklenir. Şeytanı senden koğar eder emrullaha yar Kalbinde hikmet doğar de Lailaheillallah Bir gün Hz. Peygamber Efendimiz mescidin kapısında İblis’i gördü ve ‘Ne yapıyorsun burada?’ dedi. İblis cevaben: ‘Şu namaz kılanın namazını bozacağım, fakat şuradaki uyuyan yüzünden içeri giremiyorum.’ dedi. Hz. Peygamber, uyuyanın hikmet ehli olduğunu gördü ve “Hikmet ehlinin uykusu, cahilin ibadetinden efdaldir.” buyurdular. Kelime-yi tevhidin sırr-ı hakikatini, her kim araştırırsa, o araştırma; kulu yeryüzünde yaşayan Allah’ın velilerine / dostlarına götürür ve onu Allah dostlarıyla arkadaş eder. O da Allah velilerinden olur. Her kim Allah’ın veliliğine / dostluğuna kavuşursa, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfanıyetiyle hikmete mazhar olup oda ehl-i hikmet olur. 143 Kur’an’da “Hikmeti kime dilerse ona verir, kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Gönül / kalb sahiplerinden başkası düşünüp anlayamaz.” (Bakara, 269) buyrulur. İşte hikmete mazhar olan kimse kesinlikle emrullaha, yani Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eder, ona şeytan yanaşamaz ve şeytan ondan kaçıp uzak olur. Lailaheillallah lafzını tevhid sanma Evrad esmada kalma de Lailaheillallah “Dil ile ‘Lailaheillallah’ demek tevhidin lafıdır, kelimesidir. Sen de tesbihatla veya çeşitli virdlerle, dil ile ‘Lailaheillallah’ demeyi tevhid zannetme. Bu yaptığın virdler ve tesbihatlar tevhidin hakikati değildir.” buyruluyor. Bu lafız suretdurur içi hikmet doludur Dosta vuslat buldurur de Lailaheillallah “Lailaheillallah” kelimesi, tevhidin suretidir, yani tevhidin elbisesidir. Tevhidin içi, yani hakikati ise, sırf irfaniyet ve hikmettir ki, kulu ancak bu hikmet mazhariyeti dost olan Rabbine vuslat ettirir. Çünkü zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin müşahedesiyle kul, kendinin ve cümle alemin nispet varlığını fena eder ve Rabbine vasıl olur. İşte böyle bir hikmete ulaşan kul ‘Lailaheillallah’ dediğinde, onun müşahedesinde Allah’tan gayri varlık olmaz, vesselam. Ma’nası ab-ı hayat içenler görmez memat Münkir Nekir’e cevap de Lailaheillallah Pir Seyyit Muhammed Nur’ul Arabi Hazretleri “Ab-ı hayat, ab-ı tevhiddir.” Buyurmuştur. Her kim ki tevhidin hakikatine mazhar olursa, o Ab-ı hayata, yani ölümsüzlüğe kavuşur. Bu alemde “Ölmeden evvel ölünüz.” hadisinin sırrına ulaşıp, ölümsüzleşir ve o hep Hak’la yaşayıp, Hak’la var olur. Bu imtihan aleminden göçenler üç hal üzeredirler: Birincisi günah ehlidir ki, görevli melekler bunların amellerini, sevap ve günahlarını ölçüp tartarlar. Günahı fazla olanlar durumlarına göre azap içinde berzah / kabir cehennem çukurunda kıyameti beklerler. İkincisi sevap ehli olanlardır ki; görevli melekler, bunların da sevap ve günahlarını ölçerek hesabını görür. Sevap ehlinin sevabı fazla olduğundan, bunlar da durumlarına göre güzellik ve rahatlık içerisinde berzah / kabir cenneti bahçelerinde kıyameti beklerler. Üçüncüsü ise, bu alemde zikr-i daim ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle, ölmeden evvel Hakk’a kavuşanlardır. 144 Ki, bunlar bu alemde ve cümle alemlerde hep Hak’la olup; Hakk’a vuslat müşahede ve zevkiyle yaşayanlardır. Bunların mazhar olduğu bu ölümsüzlük marifetine melekler yükselemezler. Onlar günaha yanaşıp günah işlemediklerinden, günahları olmaz, yaptığı sevabı da kendine nispet etmeyip her fiilin faili olan Allah’a nispet ettiklerinden, onların hesabını verecekleri sevapları da olmaz. Bu itibarla melekler, onlara sual, hesap soramazlar. Melekler, ancak cehalet ve zanna tabi olup kendi nispeti varlığından geçmemiş olan sevap ve günah ehlinin hesabını görebilirler. İşte bunu beyanla “Ab-ı hayat içenler, yani zikr-i daim uyanıklığıyla tevhidin hakikatine ulaşanlar, ölümsüz olurlar; Nekir, Münker isimli meleklerinin sorgusuna muhatap olmazlar.” buyruluyor. Cennete asan çıkar alem-i ervaha uçar Kabrine rahmet saçar de Lailaheilllallah Cennetler ikidir: Birisi amel cenneti ki; salih, güzel amellerle alem-i ahirette müminler ona dahil olurlar. Diğeri ise cennet-ül irfandır ki; bu alemde ‘Lailaheillallah’ın hakikatine ulaşan ehl-i tevhid-i hakiki arifleri cennet-ül irfana dahil olur. Alem-i ervah, ruhlar alemi demektir. Ervah alemi birlik, yani vahdet alemidir. Bir kul, ruhlar alemine tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat irfaniyetiyle yükselir. Hangi kul tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olursa, bu alemde cennet-ül irfana girer ve tevhidin keşfi irfaniyetiyle vahdete yani alem-i ervaha ulaşıp, ruha mensup olur. Ruha mensup olanın beden ve sureti ise, onun kabridir. İşte Vahdet / Bir’lik ruhaniyeti, onun suret, beden kabrinden zahir olur ve etrafına rahmet saçar. Yani tevhidin hakikatine ulaşan arif ve ehl-i kemalden zahir olan hal ve kelam, tevhidin hakikati ruhaniyetiyle yüklü olup, kendine ve halk-ı aleme rahmet, iyilikler saçar. Çünkü ondan hidayete yönelik iyilikler ve güzellikler zahir olup, açığa çıkar. Demektir. Yakın eder uzağı atar yoldan tuzağı Siler hesap mizanı de Lailaheillallah Her kim ki tevhidin hakikatine ermedi ise, o kimse Hakk’ı kendinden ve cümle alemden uzak, öteler ötesi olarak zanneder. Kur’an-ı Kerim’de “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (İsra, 60) “…biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) buyrulduğu halde, böyle kimseler Rabbini, cehalet ve zan tuzağı ile, kendinin ve alemin gayrısı zanneder. 145 İşte kulun yaradılış amacı olan Rabbine kavuşma yolundaki tuzak budur. Bu tuzağı bozmanın çaresi ise Lailaheillallah’ın hakikatine ermektir. Kul ancak tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, kendini ve alemi Rabbinden uzak ve ayrı görme tuzağından kurtulur. Çünkü hadis-i şerifte “Hesap günü gelmeden hesabınızı görün.” Buyrulmuştur. Hesap ve sual kulun nispetlerinedir. Bir kimse, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle nispet varlığını fena eder ve Rabbine vasıl olursa, cehaletle var zannettiği cümle nispet varlığından kurtulup ‘ölmeden evvel ölüm’ sırrına vakıf olur. Böyle bir kul, günah ve haramın her türlüsünden uzak olup bunları işlemez, Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle uyar ve ahkama riayet eder. İşte böyle bir kimsenin, işlemediği için günahı olmaz. İşlediği sevabı ise nefsini cennet nimetlerinden lezzetlendirmek için yapmayıp; ilahi sevgilisi olan Allah emrettiği için yapar ki, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Hakk’a arif olduğu için yaptığı sevap ve iyilikleri Hakk’a nispet eder. Böyle Arif ve ehli kemalin hesap, mizan için sevap ve günahı olmaz. Allahualem. Budur mü’mine Burak kuş gibi geçer Sırat Nar-ı nirandan beraat de Lailaheillallah Ahiretteki cennet nimetleri mazhariyeti ve cehennemden nefsini korumak amacıyla olan kulluk, ehl-i nefsin kulluğudur. Tevhidi hakiki ile ruha mensup olan Arif ve ehli kemalin kulluğu ise, Hak vuslatıdır. İşte Budur mümine Burak... sözünün manası: Lailaheillallah’ın hakikatine eren mümin, nefsini ahiret nimetlerinden lezzetlendirmek ve cehennem azabından halas etmek için kulluk yapmaz. O, Burak olan ilahi aşk mazhariyetiyle, tevhid-i hakiki keşf-i irfaniyetiyle Arif olup, dünyada, ahirette ve cümle alemlerde hep Hakk’a vuslat keyfiyetiyle yaşadığından; soru, hesap ve cehennem ateşinden beraata mazhar olur demektir. Cehl-i Süfyan’ın kaçar irfanın kanat açar Dost iklimine uçar de Lailaheillallah Ebu Süfyan, Hz. Hamza’nın ciğerlerini söktürüp de yiyen Hind’in kocası olup, Muaviye’nin de babasıdır. Ehlibeyt’i Kerbela’da şehit eden Yezid’in dedesidir. Ebu Süfyan’ın ömrünün tamamına yakını, Hz. Peygamber Efendimize karşı mücadeleyle geçmiştir. Kızı Habibe iman edip Hz. Resulullah’la evlenmiştir ve müminlerin annesi olmuştur. Ebu Süfyan, kızı Habibe validemizin evine girmek istediğinde, Habibe validemiz “Sen pissin, murdarsın, bu eve giremezsin!” diyerek onu 146 koğmuştur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “…müşrikler pistir.” (Tevbe, 28) buyrulur. Cehl-i Süfyan sözü ise; hidayeti Nur-u Muhammed’in zahir olduğu mekteb-i irfan meclisinden, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki ariflerinden kişiyi uzaklaştıran, cümle zan ve vehimlerden oluşan anlayışlardır. Bu itibarla “Lailaheillallah’ın hakikatine arif olursan, seni mekteb-i irfandan ve evlad-ı Resul olan tevhid-i hakiki ariflerinden alıkoyup uzaklaştıran, Cehl-i Süfyan’ın olan körlük ve taassubun senden kaçar gider. Sen O zaman, tevhid-i hakiki irfaniyet ve aydınlığına kavuşursun. O irfaniyet seni, dost olan Rabbine yükseltip kavuşturur.” buyruluyor. Fehmi’ye haldaş budur yolunda yoldaş budur Dilinde dildaş budur de Lailaheillallah Lailaheillallah’ın hakikat-i sırrına ulaşan bir kulun nispeti varlığı kalmaz, o kul; Allah’ın varlığıyla var olup, arif ve kamil bir insan olur. Bu itibarla, Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri “Benim kulluğum, tevhidin hakikati aydınlığıyla yürüyüp, konuşmak ve hallenmektir.” Diyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 147 * * * 33 Gelin tevhid edelim Lailaheillallah Hakk’a doğru gidelim Lailaheillallah Lailaheillallah, tehvidin lafzıdır, kelimesidir. Fehmi Efendi “Geliniz, tevhidin lafzından, tevhidin hakikatine yönelelim ve Hakk’a vuslata gidelim.” diyor. Çünkü bir kul, ancak tevhidin hakikatine ulaşırsa Rabbine vasıl olup, kavuşur. Dertlerimizin dermanı tenlerimizin canı Canlarımızın cananı Lailaheillallah Kur’an-ı Kerim’de “…ve insanın yaratılışına çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu. Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi. Sizin için işitme gücü, gözler ve gönüller vücuda getirdi.” (Secde, 7-9) buyrulmuştur. Ruh, Türkçede can demektir. Çamurdan yaratılan bedeni, teni ayakta tutan ruhtur, candır. Ki Ruh Hakk’ın kendi ruhundandır. Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin ikinci kuşak halifelerinden Prizren Rahovesli Abdülmalik Hilmi Hazretleri: ‘Nefs ruh ile zindedir.’ Buyurmuştur. Bunu beyanla mutlak varlık olan ruh, her bir varlığın özü ve aslıdır. Bir kulun derdi eğer Allah’a kavuşmak olursa, o derdin dermanı ancak kulun Allah’a kavuşmasındadır, yani çare Allah’tır. Çare başka yerlerde olmaz, çünkü Allah cümle varlığın asl-ı hakikatidir. Bizim canımız olan hayatımız da Allah’ın hayatından ayrı değildir. Çünkü ruh / can, cümle varlıktaki hayatla açığa çıkar. Bu itibarla cümle canların cananı Allah’tır. İşte bunun anlaşılması için kulun Lailaheillallah’ın hakikatine vakıf olması gerektir. Allahualem. Hakk’a doğru gidelim Hak’la Hakk’ı bulalım Hak yolunda ölelim Lailaheillallah” Ölüm ikidir: Biri izdirari ölüm, yani mecburi ölümdür.” Küllü nefsin zaikatülmevt... / Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran, 185) ayetinin hükmüdür ki, doğan ve yaşayan her şeyin bir zaman sonra ölmesi, yani bu alemden ayrılmasıdır. Diğer ölüm ise, ihtiyari ölümdür. 148 Bu ölüm, Hz. Peygamber’in “Ölmeden evvel ölünüz.” beyanındaki ölüm olup, kulun bu ölümle ölüp veya ölmemesi, kendi elindedir, ihtiyarındadır. Kul isterse ölür, isterse ölmez. İşte burada ifade edilen Hak yolunda ölmek, ihtiyari ölümdür, kulun ölmeden evvel ölmesidir. Her kim ki, ölmeden evvel ölürse, Hakk’a vuslat eder, Hakk’ın ebediyeti olan bekasına kavuşur. O kulun gayriyeti olmadığından, onun müşahedesinde hep Hak olup, Hakk’ı görür, Hak işitir, Hak söyler; yani onun irfaniyeti, hep Hak’la Hak olmaktır ki; böyle bir irfaniyet ve kemalat bulalım, buyruluyor. Nar-ı aşka dalalım yanalım kül olalım Bahr-ı vahdet bulalım Lailaheillallah Süleyman Çelebi Hazretleri mevlütte “Her kimde aşk nişanı vardır, akıbeti maşukunu er görür.” Diyor. İşte Aşk-ı ilahiye mazhar olan kulun kendine ve aleme nispet ettiği varlığı fena bulup, kül olur ve vahdet denizini yani Rabbin Bir’liğini bulur. Bunu beyanla “İlahi aşka mazhar olup, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hakk’ın vahdetini, bir’liğini bulalım.” buyruluyor. Sular gibi akalım kuşlar gibi uçalım Dost ile buluşalım Lailaheillallah Zikir ve tefekkür kanatlarıyla kanatlanalım ve tevhidin hakikatine uçup yükselelim. Suların hiç bir engel tanımadan, gayret ve azimle denize kavuşmak için aktığı gibi, biz de gayret edelim. Mümin kulun yegane dostu / mevlası olan Cenab-ı Hak’la buluşup, ona vuslat edelim... Sular gibi çağ u çağ dolaşalım dağ u dağ Bulalım umman-ı Hak Lailaheillallah Suların; dağların, yücelerinden çağlayarak engine akıp, ovada nehir olması ve nehrin de denize akıp, denize gark olması gibi, biz de nispet varlık dağımızın yüceliğinden, zikr-i daimle çağlayarak akalım, tenezzül ovasına inip, tevhid-i hakiki irfaniyet nehriyle ummana, yani Hakk’a kavuşup, gark olalım. Demektir. İçelim meyhaneden olalım divaneden Çıkalım bu haneden Lailaheillallah Meyhaneden maksat, kamil mürşidin meclisidir. Orada ehl-i aşk, sohbet ve muhabbetullahla meşgul olduğundan o meclisten ancak tevhid149 i hakiki irfaniyeti tahsil edilir. İşte Hasan Fehmi Hazretleri “Böyle bir meyhane bulalım, biz de oraya dahil olup, o meclisin muhabbetinden istifade edip nasiplenelim de bu nispet varlık hanesinden kurtulup çıkalım. Varsın cahiller kınayıp, bize divane, sarhoş desin.” diyor. Bu itibarla ehl-i hakikat olan Melamiler; halkın dediğine değil, Hakk’ın dediğine bakar ve onu gözetirler. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de Melamiler hakkında “Ey inananlar, içinizden kim dininden dönerse Allah onun yerine öyle bir kavim getirir ki; Allah onları sever, onlar Allah’ı severler, onlar müminlere karşı boyunları büküktür, mütevazi ve merhametlidirler. Kafirlere karşı başları dik / izzetlidir. Onlar, Allah yolunda mücahede ederler, dil uzatanın levminden / kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine yönelttiği bir lütuftur / ihsandır…” (Maide, 54) buyrulur. Tac u tahttan geçelim keçe külah nidelim Nurdan hırka giyelim Lailaheillallah Tac u taht, keçe külah; bunlar eskiden tekkelerdeki dervişlik ve mürşidliğin alametleridir. Orada mürşidler özel kıyafet giyer, özel oturakta, yani tahtta vb. otururlardı. Halen günümüzde bu tekke geleneğini sürdürenler vardır. Bu zevatın itibar ve kıymetleri, başındaki taç, takke, sarık ve oturdukları post, minder, taht icazet vb. dir. Bunların mensupları ilme, irfaniyete ve kemalata kıymet vermezler. Tacı kim giyip, başına sarığı kim sarmışsa, tahtta / postta kim oturmuşsa ona biat ederler. O biat ettikleri mürşitlerinden, şeyh ve liderlerinden yanlış işler, cehalet vb. şeyler zahir olsa dahi itiraz etmezler. İtirazı taca, taht’a ve makama saygısızlık veya sadakatsizlik olarak değerlendirirler. İlme ve irfaniyete kıymet vermediklerinden onların mürşitleri, kendine biat edenlerin bu körü körüne teslimiyetlerini, biatlerini istismar ederek, maddi, siyasi ve ekonomik vb. beşeri menfaat temin eder. Bu tür uygulamalar, İslam dininin hem zahirine, şeraitine, hem de hakikatine terstir. Dinimiz, ilme değer verilmesini ister. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer, 9) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz: “Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen, ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın.” buyurmuşlardır. Yine Kur’an-ı Kerim’de emanetin ehline verilmesi emredilir. (Nisa, 58) Bu emanet ilim emaneti de olur, başka emanetler de. Bunu beyanla Hz. Pir Efendimiz “Tevhid gibi emanet olmaz.” buyurmuştur. Melamiler, ehl-i hakikat olup, taç, külah, sarık, post, taht, diploma, icazet gibi şeylere bakıp da insana değer vermezler. Melamiler, ancak 150 insandaki ilim ve irfaniyete değer verirler. “Hikmet, müminin kaybolmuş kendi malıdır.” hadisinde beyan edildiği gibi hareket edip ilim ve irfaniyeti nerede bulurlarsa, o kemalat ve irfaniyete hürmet ederler. Kişinin adı, unvanı ne olursa olsun. Hz. Ali’nin dediği gibi ‘Söyleyene değil, söylenene bakarlar.’ Ehl-i tevhid-i hakiki olan Melamiler, surete yani özel kıyafete, post’a, taht’a itibar etmedikleri gibi, bunlardan bir medet de beklemezler. Sohbet ve zikir etmek için tekke, zaviye gibi özel mekan aramazlar. Çünkü, onlar daim zikir ehli olduklarından, her nefeste ve her yerde zikrederler. Sohbet ve muhabbetlerini ise gerek kahvehanede, gerek işyerinde, gerek kaldırımda yapıp, ilim ve irfaniyetin var olduğu herkesle ve her yerde sohbet ederler. Melamilerin amaçları ilim, irfaniyet, hikmet ve Muhammedi kulluk mazhariyetidir. Bu itibarla “Şekil ve surete, yani keçeye, külaha, taca, tahta, posta, iltifat etmeyelim. Nurdan hırka olan tevhid-i hakikinin irfaniyet ve kemalat elbisesini giyelim.” buyruluyor. Karga bülbül halinden anlamaz hiç razından Talibi’nin sözünden Lailaheillallah Karga, leş yiyici, sürü halinde yaşayan bir kuş olup, leşin cazibesiyle hep birden öterek çığıran mahluktur. Peygamber Efendimiz: ‘Dünya leştir.’ buyurmuşlardır. Ehl-i dünya olan kimse, cehaletle kendinin ve cümle alemin varlığının Hak’tan ayrı olduğu zannındadır. Bu itibarla ehli dünya, kendi nispet varlığını aziz tutar ve o nispet varlık zannı onu Hak’tan ayırarak, onun dünyası yani leşi olur. Leşe ise ancak kargalar hürmet ederler. Bu gibi kimselerin meclislerinde herkes, kendi varlığını diğerinden daha üstün gördüğünden, kimse kimseyi dinlemez, her birinin nispet varlık ve benliklerinin oluşturduğu ‘leş’in cazibesiyle birbirlerini dinlemeyip hep birlikte konuşurlar, yani kargalar gibi çığırıp gürültü ederler. Bülbüller ise, gülün aşk ve cazibesiyle tek tek öterler. Gülün kokusu ise Resulullah Efendimizin kokusu olup, Nur-u Muhammed zuhurunu remzeder. İşte ehl-i aşk ve tevhid-i hakiki arifleri, bülbül gibi zikr-i daim ile meşgul olurlar ve Nur-u Muhammed’in zahir olduğu kemalat ve irfaniyeti ararlar. Onların meclisinde, hep birden konuşulmaz. Bülbülün tek tek öttüğü gibi, biri konuşur, diğerleri dinlerler, böylece onların meclisinde zahir olan marifet ve kemalattan meclisteki herkes istifade eder. Bülbülün yani ehl-i aşk olan ariflerin yüce gayesi, Muhammedi bir kullukla Hakk’a kavuşmaktır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Karga gibi olan kimse, bülbül gibi daim zikreden aşk ehlinin dilinden ve 151 halinden anlamaz.” diyor. Çünkü bülbül olanın halinden, ancak bülbül olan bilir ki, Hz.Pir ‘Arifi, yine arif olan bilir.’ buyurmuştur. * * * 34 Ey kardeş gel de Allah zikredin dedi Allah Her nefeste de Allah budur makbul indallah Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildiği gibi Cenab-ı Hak, kullarından öyle adetle, 300 kere 500 kere gibi çeşitli rakamlarla zikredilmesini istemiyor. Kur’an’ın (Al-i İmran, 191- Nisa, 103) ayetlerindeki apaçık beyanında Allah, kendisinin “Ayakta iken, oturur iken, yatar iken…” zikredilmesini emrediyor ve kulun, yaşayıp nefes alıp verdiği her yerde ve her zamanda, yani her nefeste zikr-i daimle Allah’ı zikretmesini de örnek olarak beyan ediyor. Zikrin olsun zikrullah fikrin olsun fikrullah Hubbun olsun hubbullah hiç kalmasın gayrullah İmam Gazali Hazretleri “Sen neyi seversen sev, bir gün ayrılacaksın. Neyi istersen iste, bir gün yok olacaktır. Sen öyle bir şey sev ki, hiç senden ayrılmasın. Öyle bir şey iste ki, hiç yok olmasın.” diyor. Kur’an-ı Kerim’de ise “O’nun vechinden / yüzünden başka her şey helaktadır, yokluktadır…” (Kasas, 88) buyrulur. Demek ki Cenab-ı Hak’tan gayri ve başka olan her şey fenadır, yokluktur. İşte H. Fehmi Hazretleri: “Fani ve yok olan gayriyeti, yani Allah’tan başka hiç bir şeyi zikretme, tefekkür etme ve sevme” diyor. Ve devamla “İlla ki zikrin, fikrin ve sevdiğin, ancak ve ancak Allah olsun ki, kalbinde gayriyet yani Allah’tan başka hiç bir şeyin muhabbeti kalmasın.” buyuruyor. Çünkü kulun kalbindeki zikir Allah ise, ism-i celal olan Allah zikri kalpteki tüm gayriyet ve masiva sevgisini yakıp yok ederek muhabbetullahı hakim kılar. Aşkın olsun aşkullah zevkin olsun zevkullah Seyrin olsun seyrullah çünkü oldun ehlullah Kur’an-ı Kerim’de “Gerçek inananlar Allah’ı her şeyden daha çok şiddetle seviyorlar…” (Bakara, 165) buyrulmuştur. Şiddetli sevgiden 152 maksat, aşktır. Bunu beyanla bizlere “Allah’tan başkasına muhabbet edip de aşık olma, aşkın Allah aşkı olsun, seyrin yani yolculuğunda Allah’a vuslat yolculuğu olsun, zevkin zevkullah olsun. O zaman sen de yeryüzündeki ehlullah, yani Allah’ın veli / dost kullarına karışıp, onlardan olursun.” buyruluyor. Çünkü Kur’an’da “Gözünüzü açın Allah’ın velileri / dostları için asla bir korku ve hüzün yoktur.” (Yunus, 62) buyrulur. Allah de avaz eyle ten kafesin çak eyle Can kuşun azad eyle vuslat etsin illallah Kur’an-ı Kerim’de “Biz insanı en güzel surette / biçimde yarattık, sonra aşağıların en aşağısına indirdik. Kim iman eder, amel-i salih işlerse, ona sınırsız / kesintisiz iyilikler, ecirler vardır.” (Tin, 4-6) buyrulmaktadır. Niyazi Mısri Hazretleri ise: Gökte uçar iken yere indirdiler Çar anasır bendlerine vurdular Nur iken adım Niyazi koydular Ta ezelki itibarım kandedür? Diyor. Yine ehlullahtan Aşık Mustafa; Beka-yı mülkünden eyledim teşrif Bu dar-ı fenaya imtihan için Gece gündüz daim muradım budur Cemal-i pakini anlamak için. Demiştir. İşte bu beyanlardan da anlaşıldığı gibi, bu yeryüzü olan imtihan alemindeki her insan; Hakk’ın varlığından yaratılmış olup, et ve kemikle bedenlenerek bu imtihan alemi olan yeryüzüne indirilmiştir. Bu halkiyet / yaratılış “Biz insanı en güzel biçimde yarattık sonra onu aşağıların aşağısına indirdik…” (Tin, 4-5) olarak beyan edilen en güzel halkıyettir / yaratılıştır. Velhasıl insan, bedenlenip bu aleme gelince, kendi varlığının Hakk’ın varlığından ayrı olduğunu zannetti ve cehaletle varlığını kendine nispet ederek ruhunu / canını kendi nispet varlık kafesine hapsetti. Çünkü bu suret, yani beden ve ten gaileleriyle meşguliyet, insanı kendi hakikatinden yani ruhunun / canının aslı olan Hak’tan ayırdı. Cehaletle kendinin ve cümle alemin varlığını Hak’tan ayrı zannederek Allah’a gizli şirk koştu ve kendine zulmetti. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de“Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o emaneti kabul etti / yüklendi, çünkü o çok zalim ve çok cahildir” (Ahzab, 72) buyrulur. 153 Yine kuranda “Allah’a şirk koşma, çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) beyan edilir. İnsanın muhatap olduğu bu en büyük şirk zulmü, kulun kendinde ve cümle varlıkta mevcut olan aslına, yani Rabbine tevhidi hakiki keşfi irfaniyetiyle vuslat etmesiyle sona erer. Rabbına kavuşanın canı, ten ve suretlere cehaletle vücut nispet etmesiyle oluşan, kafesten azad olarak hürriyetine kavuşur. İşte böyle bir kul ancak lamekan, yani hiç bir mekanla ve nispet varlıkla kayıtlı olmayan bir irfaniyet ve kemalata ulaşır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Zikr-i daimle her nefeste Allah de ki, senin ruhunu / canını işgal edip, sarıp sarmalayan cehalet ve zanla kendine nispet ettiğin suret / ten kafesi kırılıp, canın asıl vatanı olan Rabbine vuslat hürriyetiyle azad olsun, özgür olsun.” diyor. Kalb evini pak eyle ravza-i rıdvan eyle Hur’ile gılman ile zevke er sen abdullah Kur’an-ı Kerim’de “İnananların kalbleri zikrullah ile tatmin olur; gözünüzü açın, kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Hz. Ali: “Îman, kalbte karanlık içinde beyaz bir noktadır. Kim onunla meşgul olursa o beyaz nokta büyür, bütün kalbi kaplar ve o kalbte karanlık gider, iman aydınlığı hakim olur.” Diyor. Mümin kulun kalbi Beytullah’tır, yani Allah’ın evidir. Bunu beyanla Niyazi Mısri Hazretleri: Padişah konmaz saraya Hane mamur olmadan Diyor. Yani bir kulun kalbi zikrullah ve fikrullah ile aydınlanmadan, alemlerin padişahı olan Allah, o kulun kalbine gelmez, misafir olmaz. Bu itibarla: “Allah’ın evi olan kalbin, zikrullah ve fikrullahla tertemiz olsun ki, bu alemde cennet-ül irfan nimetleriyle zevklenen bir keyfiyetle Abdullah, yani Allah’a kul olasın.” buyruluyor. Madem ki ben bende yok sen senlikte sende yok Hak’tan gayri nesne yok hep görünen vechullah Gerek ben, gerek sen, yani kulun kendi varlığı ve cümle alem dediğimiz her şey, Hakk’ın zuhurundan ibarettir. Allah kendi vahdetinden / bir’liğinden tecelli edip kesreti / çokluğu, yani cümle alemleri halk etti. İşte bu halkiyet, aynı zamanda ben veya sen dediğimiz, kulun kendi varlığı ve cümle alemlerdir ki; gerek ben denilen, gerekse sen denilen her şey, Allah’ın tecellilerinden başka bir şey değildir. Çünkü Kur’an’da 154 “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır…” (Bakara, 115) buyrulur. Eğer Allah, yarattığı cümle mahlukata ve kullarına ‘Ben varlığımı sizden alıyorum, ayrılıyorum.’ demiş olsa, kulun kendi varlığıda dahil, yaratılmış olan hiç bir şey, hiç bir varlık kalmaz. Bu itibarla gerçek kulluk, hiç bir şey olmamaktır, yani yokluktur. Ki, kul ancak böyle bir yokluk / fena irfaniyetine ulaşırsa ‘vechullahı’ yani hep Allah’ın yüzünü müşahede edip görür. Allahualem. Aç gözün ibretle bak görünen değil mi Hak Fehmi’nin sözü mutlak zahirim dedi Allah Kamil olan bir mürşit, Kur’an’la telkin ve tarif eder. Onun marifeti, vahiyle çelişmez. O, her ne telkin ve tarif etmişse, vahiyle izah ve irşadını yapar. O daim zikir telkin etmişse ‘Şu ayete göredir, Allah faildir diyorsa bu ayetlerdir’ diyerek onun Kur’an’ın emri veya beyanı olduğunu açıklar. Bu bakımdan kamil mürşit, Hakk’ın emrinden ve Hak’tan başka bir şey telkin ve tarif etmez. O her ne emrederse, Kur’an dahili olup, Hakk’ın emridir, Kur’an emri olan ise mutlaktır. Ayet’te”… zahirdir O. Her şeyde aşikardır / apaçıktır…” (Hadid, 3) buyrulur. Cenab-ı Hak, bu mutlak beyanıyla, kendisinin ‘zahir’ yani apaçık, aşikar olduğunu söylüyor. Bu itibarla, Mürşid-i Kamil Fehmi Efendi Hazretleri “Benim mesleki resul telkini olan sözüm, Kur’an dahili ve Kur’an beyanı olup, mutlaktır diyor. Ve devamla Zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid müşahedesiyle öyle bir kemalata mazhar ol ki; her nereye baksan ‘zahir’ yani apaçık, aşikar olan Rabbini gör.” buyuruyor. 155 * * * 35 Ey şeyda-yı Hak de Allah Allah Ver kalbe berrak de Allah Allah Kur’an-ı Kerim’de “Biz gökleri, yeri ve arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık. Ama onların çokları bilmiyorlar.” (Duhan, 38-39) buyrulmuştur. Kudsi hadiste ise Cenab-ı Hak “…bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.” Diyor. İşte bu ilahi beyanlar, kulun halkiyetinin / yaradılışının, yüce gayesinin Hakk’ı bulup da O’na kavuşmak olduğunu söylüyor. Hadis-i şerifte “…kalbin cilası zikrullahtır.” Buyrulur ki, bu beyandan açıkça anlaşıldığı gibi, bir kalb ancak zikrullahla cilalanıp berrak olur. Bu itibarla “Ey yaradılışının gayesi zikrullah ve Hakka kavuşmak olan kul, senin kalbin ancak zikrullah ve fikrullahla parlayıp berraklaşır.” demektir. Leyl ü neharda her bir zamanda Cümle mekanda de Allah Allah Leyl ü nehar, gece - gündüz demektir. Gecede ve gündüzde, her yerde, her zamanda ve her bir mekanda, Allah’ı Allah ile, yani uluhiyet makamının ismi olan Allah’ı, ism-i celal olan Allah’la zikretmek gerektir. Çünkü Kur’an’da “Şu bir gerçek ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde gönül ehli için çok ibretler vardır. Gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler…” (Al-i İmran, 190-191) buyrulmuştur. Mevlid-i Şerif’te Süleyman Çelebi Hazretlerinin de: Allah adın zikredelim evvela Vacip oldur cümle işte her kula 156 dediği gibi Allah’ın kullarından yapmasını istediği ve Kur’an-ı Kerim’de emredilen zikrullah, daim zikirdir. Çünkü nefes alıp da yaşayan bir kul, ya ayaktadır ya oturur ya da yatar. Yaşayan bir insanın başka bir pozisyonu olur mu? Olmaz. Demek ki bir kul, hangi zaman ve mekanda olursa olsun, onun hiç bir faaliyet ve pozisyonu zikr-i daime engel değildir. Çünkü ayette “Seçkinlerden, erlerden öyleleri vardır ki; ticaret yaparlar. Onların ticaretleri Allah’ı anmalarına, namazı kılmalarına, zekatı vermelerine engel değildir…” (Nur, 37) Buyrulur. Bu ayette beyan edilen alış verişten maksat, kulun tüm beşeri faaliyetleridir; yani tüccarın ticareti, memurun memuriyeti, ev hanımının ev işleri, çiftçinin ziraatı vb. hiç bir beşeri faaliyet ve mekan zikr-i daime mani / engel olmaz. Bunu beyanla “Gece ve gündüz her zaman ve mekanda Allah de.” buyruluyor. Zakir ol Hakk’a fikretme başka Arif ol Hakk’a de Allah Allah Zakir, zikreden demektir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri ‘Kalbi zikir, daim zikri hasıl eder.’ diyor ki, her kim kalbi zikre devam ederse, daim zikre mazhar olur. Her kim ki daim zikre mazhar olursa, o kul Rabbine vasıl olup, arif ve kamil bir insan olur. Bunun başkaca bir yolu yoktur. Bu itibarla “Allah’ı zikret, tefekkür et ki, Hakk’a arif olasın.” buyruluyor. Hu dolu camdan iç dost elinden Aksın dilinden de Allah Allah Hu, Cenab-ı Hakk’ın gayb-ı mutlak ismidir. Hak gayb-ı mutlak hüviyeti / kimliğiyle cümle alemlerde mevcut olup, Hu tecellisiyle her yerdedir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “uluhiyet, hüviyet tahtında mündemiçtir.” diyor. Yani Allah olan uluhiyet makamı, gayb-ı mutlak olan hüviyet makamının içindedir. Çünkü Hu olan gayb-ı mutlak hüviyet sırf zattır. Kul, kendi yokluğunda zat-ı ilahiye vuslat etmedikçe kamil ve arif olamaz. ‘Hu dolu camdan / kadehten iç dost elinden’ sözü ise; salikin, kamilin irşadıyla zat-ı ilahi tecellisine mazhar olmasıdır. Bu itibarla “Dost, zamanın kamil mürşididir ki, onu bul, zikr-i daim uyanıklığıyla Hu, yani gayb-ı mutlak olan ilahi zata vuslat kemaline ulaşs” buyruluyor. Bülbül ol seste çağır kafeste Her bir nefeste de Allah Allah 157 Kafesteki bülbül daima asıl vatanın hasretiyle öterek, çığırır. Çünkü bülbül kafeste hürriyetten mahrumdur. Onun hürriyeti, kafesinden uçup vatanına kavuşmasıdır. Bir kulun kafesi ise, onun cehaletle kendine ve cümle aleme nispet ettiği varlıklardır. İşte bu varlıklara mustakil vücut nisbet etmesi, kulu, vatan-ı asliyemiz olan Cenab-ı Hakk’tan ayırarak ona kafes olur. Hz. Peygamber Efendimiz. “Vatan sevgisi imandandır.” buyurur ki, burada beyan olunan ‘vatan’ kulun asli cevheri olan Hak varlığıdır. Başka bir hadis-i şerifte ise ‘Dünyada gurbetçi olun.’ Deniyor. Peygamber Efendimizin bu beyanı; Cehaletle sana dünya olan kendine ve aleme nisbet ederek bu tabiat aleminden nefsinle tattığın lezzetlere takılıp kalma, senin asli vatanın cenabı Hakk’ın varlığıdır Sen bu alemde geçicisin, misafirsin, sen burada gurbetçi olduğunu bil ve asli vatanın olan Rabbini ara ve ona vasıl ol, demektir. Çünkü bir kulun hürriyeti, huzur ve mutluluğu, ancak asli vatanına, yani Rabbine kavuşmasıdır. Kulun buna mazhar olmasına engeli, yani kafesi, onun cehaletle var olduğunu zannettiği kendinin ve cümle alemin nispet varlığıdır.Bu itibarla “Asıl vatanın olan Rabbinden seni ayıranın,yani kafesinin nisbet varlığın olduğunu bil. Her nefeste zikr-i daim uyanıklığı ile bu kafesten kurtulup, vatanına yani Rabbine kavuşma hürriyetine ulaş” demektir. Fiilin et zail Hak olsun fail Gör Hakk’ı zahir de Allah Allah Cenab-ı Hak, zatı ile evveldir, sıfatları ile batındır, esması ile ahirdir, fiilleri ile zahirdir. Bu itibarla zahir olan, yani apaçık görünen Hakk’ın fiilleridir. Çünkü Kur’an’da ‘..işlerin tümü Allah’ındır...’ (Ra’d, 31) Başka bir ayette ise ‘sizi ve fiilinizi yaratan Allah’tır.’ (Saffat, 96) buyrulur. Her kim zikr-i daim uyanıklığıyla, tevhid-i ef’al makamının müşahedesine ulaşırsa, o kimse kendine ve aleme nispet ettiği cümle fiilleri, fena-yı ef’al müşahedesiyle fena edip, her fiilde failliği ile zahir olan Rabbini apaçık görür. Bunu beyanla “Kendine nispet ettiğin fiillerini fena-yı ef’al müşahedesiyle terk et, çünkü kendindeki ve alemdeki her fiilde failliği ile zahir yani apaçık olan Hakk’ı müşahede et.” demektir. Ol Fehmi zakir kalb olsun tahir Konsun misafir de Allah Allah Cenab-ı Hak, kudsi hadiste “Ben yerlere göklere sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyurmuştur. Mümin kulun kalbinin misafiri Allah’tır. Bir kulun kalbinde eğer zikr-i daim olmazsa, o kalbde gayriyet, masiva muhabbeti galip ve hakim olur ki, kalbin kiri bunlardır. 158 Bu konuda Hz. Resulullah Efendimiz “Kalbler demir gibi paslanır, demir nasıl cilalanırsa kalbin cilası da zikrullahtır.” buyurmuştur. İşte hangi mümin kulun kalbi zikr-i daime mazhar ve aşina olursa, onun kalbinde gayriyet ve masiva muhabbeti kalkar ve o kalb zikr-i daimle tahir, yani tertemiz olur. Allah, ancak böyle bir mümin kulun kalbine misafir olur. İşte Fehmi Efendi bunu beyanla kendini muhatap ederek bizlere “Zikr-i daimle Allah’ı zikret ki, kalbin tahir, yani tertemiz olup, Rabbin sana misafir olsun.” diyor. Allahualem. * * * 36 Zikrederim dost seni derim Allah Allah İçtim tesnim kevseri derim Allah Allah Hz. Peygamber Efendimiz “Allah bir kula bir çok nimet verir fakat geri alabilir. Allah’ın iki nimeti var ki, bir kere verdi mi, bir daha geriye almak onun şanından değildir. Bu nimetin biri, kulun kalbini zikrullah ile kurdu mu bir daha durdurmaz. Diğeri ise, kul ile arasındaki perdeyi kaldırdı mı, bir daha örtmez.” diyor. Kur’an’da ise “…zikrullah büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyrulur. Bu itibarla, zikr-i daim hem büyük ibadet, hem de ebedi bir ibadettir. Zikrullah her alemde; yani bu alemde, berzah aleminde ve alemi ahirette devam eden ve yapılabilen bir ibadet olması itibariyle büyük ve ebedi ibadettir. Kulla Cenab-ı Hakk’ın arasındaki perdeyi kaldıran ise makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetidir. Bu müşahede ve irfaniyet, zikr-i daim uyanıklığıyla devamlı olduğu için, kul, cümle alemlerde Rabbini görüp müşahede eder. Namaz, oruç, hac, zekat vb. ibadetler ise, bu imtihan alemine mahsus olan ibadetlerdir. Bu alemde emr-i ilahiye riayet ederek bu ibadetleri yapan ecre mazhar olur, yapmayan ise, emr-i ilahiye isyan ederek günahkar olur. Kul bu alemden berzah veya ahiret alemine göçtükten sonra bu ibadetler yapılmaz. Çünkü bu ibadetler, üzerinde yaşadığımız ve imtihan alemi olan yeryüzünün zamanı, vakti ve kulun unsur bedeniyle kayıtlı olan ibadetlerdir. Zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyeti ise, sadece bu alemde değil, cümle alemlerde devam eden, sürekli bir kulluktur. Bu itibarla Kur’an’da: “Biz sana kevseri verdik, Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Sana ebter / soyu kesik, diyenler ebterdir / soyu kesiktir.” (Kevser, 1-3) buyrulmuştur. Kevser, süreklilik demektir ki, zikr-i daim ve tevhid-i 159 hakiki keşfi irfaniyeti, cümle alemlerde devam eden süreklilik olduğundan Kevser’dir. Bunu beyanla Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri “Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Kevser’den içtim, yani Kevser’e mazhar oldum ve bu mazharıyetle ‘Allah’ derim.” buyuruyor. Ey Hüdavend-i cihan anılırsın bimekan Senden sana her zaman derim Allah Allah Zikr-i daime mazhar olan bir kul, ayakta, otururken ve yatarken; her nefeste, her zamanda ve her mekanda, Allah ile Allah’ı zikreder. Yani ism-i celal olan Allah’la uluhiyet makamı olan Allah’ı zikreder. Bu itibarla “Ey cihanın sahibi olan Allah’ım, senden sana, her zamanda ve mekanda zikr-i daimle seni zikrederim.” demektir. Ne göktesin ne yerde ne mürdesin ne zinde Sen mevcutsun her yerde derim Allah Allah Makamat-ı tevhidin irfaniyetine mazhar olmayan kimse, Cenab-ı Hakk’ı ya gökte ya yerde, ya ötede ya beride ya da görünmez zannederek kayıtlar. Makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetine mazhar olan arif ise, Hak’tan gayrı görmez, yani onun Hakk’ın mevcudiyetinden başka müşahedesi olmaz. Ne şarktasın ne garptasın ne sağda ne soldasın Bilir iken bendesin derim Allah Allah Kamil mürşid H. Fehmi Efendi Hazretleri “Sen ne doğu, ne batı, ne sağ, ne sol ile kayıtlı değilsin. Bütün taraflarda ve cümle varlıkta var olan senin mevcudiyetin olduğu gibi, benim varlığımda da var olan sensin.” Diyor ve böyle bir müşahedenin kemalatıyla “Her nefeste seni zikrederim.” buyuruyor. Çünkü Cenab-ı Hak Kur’an’da “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır…” (Bakara, 115) buyurduğu gibi “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir.” (Hadid, 4) Başka bir ayette ise “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır.” (İsra, 60) beyanı vardır. Aşkın ile dolmuşum yanıp büryan olmuşum İlelebet beyhuşum derim Allah Allah 160 Senin ilahi aşkının mazhariyetiyle yandım, nispet varlığım fena bulup yok oldu ve beyhuş oldum, yani ebediyen kendimden geçtim demektir. Aşk ile pazarım var bimisal bir yarim var Her nazar ihsanı var derim Allah Allah İhsan, karşılıksız vermek, bahşetmek demektir. Buradaki ihsandan maksat, yüce Allah’ın kuluna olan bahşişi, lütfu ve ihsanıdır. Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri “Allah’ın kullarına üç türlü ihsanı vardır: Birincisi; olaylara kulun şefkatle bakmasıdır ki, bu umumi / genel ihsandır. İkincisi, sen Allah’ı göremiyorsan, Allah seni her an görüyor gibi kulluk etmendir ki, bu şeriatın ihsanıdır. Üçüncüsü ise, her bir varlık ve tecellide kulun, Rabbini görüp müşahede etmesidir. Ki bu, en büyük ihsandır.” Diyor. Bu itibarla “Aşk-ı ilahi, beni emsalsiz olan ilahi sevgiliyi her tecellide görüp müşahede etmeye ulaştırdı ve ben bilirim ki, bu yarimin, ilahi sevgilimin bana en yüce bağış ve ihsanıdır.” buyruluyor. Ey kerim ü zü’l-fettah zikrin Fehmi’ye miftah Etti gönlümü iftah derim Allah Allah “Ey kerem sahibi, ikram edici Rabbim, hidayet tecellisinin ebedi nimeti olan zikr-i daim ve tevhidin hakikati ile gönülleri açan cömert Allah’ım; benim cehalet, zan ve ağyarla kaplı gönlümü, meratib-i ilahinin keşfi irfaniyetine açtın. Böyle bir kullukla her nefeste Allah derim.” buyruluyor. Allah bizleri de bu keşif ve irfaniyete mazhar kılar inşallah. 161 * * * 37 Seherde meskanede her nefes derim Allah Bu beyt-i dilhanede her nefes derim Allah Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin halifesi olduğunu söyleyen bazı mürşitler; Hz. Pir’in şahsında zuhur eden meslek-i Resul-ü Melamiyye telkin ve tarifinde kalbi zikir olmasına rağmen, büyük bir gaflet veya yanılgıyla ihvana kalbi zikri telkin etmeyip, cehri (dil ile yapılan) zikri tarif ediyorlar. Dil ile yapılan cehri zikir, ancak o kimsenin yalnız dilini uyandırır. Kalbi zikir ise kalbi uyandırır. Kalb uyanırsa, bütün azalarla birlikte kulun vücudu uyanır ve o kimse makamat-ı tevhid müşahedesine istidatlı / hazır olur. Bu itibarla, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri ‘Kalbi zikir, daim zikri meydana getirip, hasıl eder.’ buyurmuştur. Velhasıl dil ile yapılan zikir, kalbi zikir olmadığından saliki daim zikre ulaştırmaz. Çünkü Kur’an “Îman edenlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Şüphesiz kalbler ancak zikrullahla tatmin / huzur ve sükun bulur.” (Ra’d, 28) diyor. Beyt-i dilhane, gönül evi demektir. Cenab-ı Hak kudsi hadiste, müminin gönlünün kendi evi olduğunu beyan etmiştir. Yunus Emre Hazretleri bu konuda “Hak durağı gönülde, ayeti var Kur’an’da…” dediği gibi, başka bir beytinde ise “Kabe mi yeğ gönül mü yeğ? Ben ey derim ki gönül yeğ. Çün gönüldür Hak durağı” buyurmuştur. Bu itibarla 162 Fehmi Efendi Hazretleri “Cenab-ı Hakk’ın evi olan kalbimde, zikr-i daimle her nefes Allah derim.” buyuruyor. Dünyada yok pazarım ukbaya yok nazarım Dilde daim ezkarım her nefes derim Allah Hadis-i şerifte “Dünya ehline ahiret haram. Ahiret ehline dünya haram. Hakikat ehline ise her ikisi de haram.” buyrulmuştur. Hz. Pir Efendimiz ise “Aklın üç mertebesi vardır: Akl-ı maaş, akl-ı mead, akl-ı kül / kamildir.” Diyor. Akl-ı maaş olan yalnız dünyayı gözetir. Akl-ı maaş, bir işte eğer kar ve menfaati varsa, o işi hemen yapar ve yaparken de öyle hak - hukuk aramaz, haram helal olduğuna bakmaz. Böylece alem-i ahireti gözetmediğinden ahiret ona haram olmuş olur. Akl-ı mead olan kimse, bir işi yaparken, ahireti gözetir. Nefsini cehenneme muhatap etmemek ve cennetin nimetlerinden de mahrum kalmamak için kulluk yapar ve bir iş yaparken hak - hukuk ve haramı helali gözeterek meşruluk arar. Yalnız dünyayı gözetmediği için dünya ona haram olmuş olur. Akl-ı kül / kamil olan ise, bir işi yaparken ne akl-ı maaş gibi yalnız dünyayı gözetir, ne de akl-ı mead gibi nefsi için ahiret nimetini gözetir. Akl-ı kül, Hakk’a vasıl olmuş kamil insanın aklıdır. Kamil bir kimse, emr-i ilahiye Allah’ın emri olduğu için kesinlikle uyar. O, kulluğunda dünyevi ve uhrevi her hangi bir menfaat gözetmez. Onun kulluğu asla emr-i ilahiden ayrılmamaktır ve asla haram, günah işlememektir. O her zaman helal olan meşru faaliyetle meşgul olur. Hakk’a arif ve vasıl olduğu için, yaptığı helal, meşru fiilleri Hakk’a nispet eder, kendine nispet etmez. Bu itibarla, o akl-ı maaş gibi sırf dünya, akl-ı mead gibi nefsi için ukba menfaati gözetmediğinden, aklı kül’e / kamile, dünya da ahiret de haram olmuş olur. Çünkü akl-ı kül, tevhidin hakikatine ulaşmış olduğundan, o daima Hakk’a bakar, o hep Hak’la vuslattadır. Bunlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de “İleri gidenler, hedefe varanlardır (sabikun). İşte Allah’a yakın (mukarribun) olanlar onlardır.” (Vakıa, 10-11) buyruluyor. Bunu beyanla, akl-ı küle mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri “Dünya ve ukbaya nazarım yok, yani dünya ve ukbaya bakmam.” diyor. Havf ederler cahiller mahzun olur zahidler Lahavf olur aşıklar her nefes derim Allah Havf, korku demektir. Cahillerin korkusu ise şöyledir: Cahillere cehaletleri engel olur ve onlar, ehl-i zikirden ve Allah dostlarından uzak kalırlar. Ehlullaha yakın olursak şaşırırız, sapıtırız, halk bize şöyle der, 163 böyle der korkusuna kapılarak, ehl-i zikre ve Allah’ın dostlarına karşı peşin hükümlü olurlar. Onların bu hali, yeryüzündeki Allah’ın velilerinden / dostlarından, ehl-i kemalden onları uzaklaştırarak, zikr-i daimden ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden, dolaysıyla Hakk’ı müşahededen mahcup ve mahrum olarak gafletle yaşatır. İşte cahillerin bu havf yani korku ve vehimleri, onları aşk-ı ilahiden ve Hakk’a vuslattan mahrum eder. Mahzun olmak ise, hüzünlenmektir. Zahid şekil, suret düzerek, fazla namaz kılmak, fazla oruç tutmak, tesbihat vb. ile yapmış olduğu kulluğunu, herkesin kulluğundan üstün görür. Kendini ve kendisi gibi olmayanları küçük görüp aşağılar ve bu anlayış ve hal üzere yaşarlar. Zahidler, daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden nasiplenmemiş olduklarından, Hak’tan mahcup / perdelidirler. Zahidler, makam-ı insana ulaşıp da Hakk’a vasıl olmadıklarından, alem-i ahirette cennette dahi olsalar, Hakk’a vasıl olamamanın hüznünü yaşarlar ve mahzun olurlar. Vesselam. Allah’a aşık olanlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de “İman sahipleri ise Allah’a sevgide çok şiddetli / kararlı ve taşkındırlar…” (Bakara, 165) buyrulur. Başka bir ayette ise “Allah’ın velileri / dostları için asla bir korku ve hüzün yoktur.” (Yunus, 62) beyanı vardır. Her nefeste daim zikirle Allah deyip, ilahi aşka mazhar olanlar, Allah’ın dostlarından / velilerinden olup, onlara gerek bu alemde, gerekse alem-i ahirette korku ve hüzün olmaz. Çünkü aşık, hangi alemde, hangi mekanda ve her nerede olursa olsun, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki keşfi mazhariyetiyle daima Rabbiyle beraberdir. Bu itibarla “Aşıklar lahavf olur, yani aşıklar korkmaz.” buyruluyor. Allah derim hep candan sensin benden zikreden Bildim gayrı yok senden her nefes derim Allah Oruç, namaz, hac, zekat... Bunlar zahiren yapılan, bedeni ve mali ibadetlerdir. Bu ibadetleri yapabilmek için kudrete / kuvvete ihtiyaç vardır. Kudretullah yani Allah’ın kuvveti olmadan hiç bir fiil yapılamaz. Çünkü Kur’an’da “…bütün kuvvet Allah’ındır…” (Bakara, 165) buyrulmuştur. İmanın şartlarından biri de, hayır ve şerrin Allah’ın kudretiyle meydana geldiğine iman etmektir. Onun için kudret-i ilahiyle meydana gelen her iş ve oluş, fiilullahtır. Bu itibarla namaz, hac vb. ibadetler de fiilullahtır. Vesselam. Bir de namaz, hac gibi zahir olmayıp, batın olan ibadetler vardır. Zikrullah da batın ibadetlerdendir. Zikrullah için dahi, kudrete / kuvvete ihtiyaç vardır. Bu itibarla, zikrullah da, kudret-i ilahi ile meydana gelen bir fiilullahtır. 164 Fehmi Efendi Hazretleri “Ben zikrullahla meşgul olup Allah derim, fakat benden zikreden sensin, çünkü sen her fiilin failisin.” buyuruyor ve devamla “Bende ve cümle alemde, mevcut olan da sensin ve senden gayrı varlık yok.” diyor. Çünkü Kur’an’da “O’nun vechinden / yüzünden başka her şey helaktadır, yokluktadır…” (Kasas, 88) buyrulmuştur. Hadis-i şerifte ise “Gökten bir ip sarkıtılsa evvela Allah’a değer.” buyrulur. Allahualem. Gitti cehl-i dalalet geldi nur-u hidayet Erdi Hak’tan inayet her nefes derim Allah Dalalet, mudil esmanın zuhurudur ki, mudilin baş mazharı İblis, yani Şeytan’dır. Hidayet de, had-i esmanın zuhuru olup, hidayetin baş mazharı ise Hz. Muhammed (sav)’dir. Cehaletle olan her şeyde dalalet, yani İblislik vardır. Hidayete dair olan her şey ise, Muhammedi’dir. Bu itibarla Hz. Peygamber Efendimiz “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan yarattı.” Buyurmuştur. Meslek-i Resul-ü Melamiyye salikinin kalbindeki zikr-i daim, mayayı Muhammed’dir. Salik telkine sadakat gösterir de o maya kabarırsa, o salik hidayet-i Nur-u Muhammed’e mazhar olur ve Muhammedileşip, evlad-ı Resul olur. Bu itibarla, bir kimse zikr-i daime mazhariyetiyle salik olursa, onun dalaletle oluşmuş olan cehalet ve zanları gider, hidayetin nuruna, aydınlığına kavuşur. Bu da ne ile olur? Kulun salik olup, zikr-i daimle her nefes Allah demesiyle ve Allah’ın inayeti, yani yardımıyla olur. Hu derim ya Hak derim ya Hayye’l kayyum derim Ev edna’nın bahrında her nefes derim Allah Esmalar / isimler iki kısımdır: Biri Hakk’a delalet eden isimler ki, Hu, Hak, Samed, Musavvir gibi olan isimlerdir. Diğer isimler ise, halkiyete / yaratılana delalet eden, yani halka ait olan isimlerdir ki, onlar da iki kısımdır: Bir kısmı insan, ağaç, taş, kaya, yer, gök vb. isimlerdir. Diğer kısmı ise, esma-i hissiye tabir olunur ki, korkmak, sevinmek, utanmak vb. gibidir. İşte bu isimlerin sırr-ı mahiyetine, makamat-ı tevhidin beka mertebelerinin keşfi ve ilm-i marifet mazhariyetiyle ulaşılır. Bu aynı zamanda kulun, makam-ı ınsan mazharıyetiyle insan-ı kamil olmasıdır. Vesselam. Ev edna; makamat-ı tevhidin ve beka mertebelerinin en son makamıdır. Beka mertebeleri Kur’an’ı Kerim’de “Sümme dena fetedella fe kane Kabe kavseyn ev edna’ (Necm, 8-9) olarak, beyan edilmiştir. ‘Sümme dena’ makam-ı Cem’dir. ‘Fetedella’ makam-ı Hazret-ül Cem. 165 ‘Kabe gavseyn’ makam-ı Cemm’ül Cem. ‘Ev edna’ ise, makam-ı ehadiyettir. Ehadiyet makamı, Hz. Resulullah Efendimize mahsustur ki, bu makama ancak Resulullah Efendimizin müsaadeleri ve himmeti ile teberrüken dahil olunur. Velhasıl makamat-ı tevhidin, fena ve beka mertebelerinin keşfine, cümle esmaların sırr-ı mahiyetine ‘Ev edna’ olan ehadiyet denizine, zikr-i daimle her nefeste Allah demekle ulaşılır. Bunun başka bir yolu yoktur. Allahualem. Yandım aşkın narına yok oldum dost varına Fehmi’yim dildarıma her nefes derim Allah Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri “Aşk-ı ilahi ateşi, benim nispet varlığımı yok etti. Tevhidin fena mertebelerinin müşahedesiyle, benim kulluğumda gayriyet kalmadı. Mevla’m / dostum olan Allah’ın zuhurunda fena / yok oldum.” Diyor ve devamla “Böyle yok / fena olmakla öyle bir tecelliye yani beka marifetine, kemaline ulaştım ki, bu mazhariyetle her tecellide ilahi sevgilinin güzelliğini seyrederek, her nefes Allah diyorum.” buyuruyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 166 * * * 38 Geldi dile dildarım dedim elhamdülillah Gördü gözüm didarın dedim elhamdülillah Cenab-ı Hak, Fatiha suresinde “Elhamdü lillahi rabbil alemin, errahmanirahim, maliki yevmiddin / Hamd alemlerin Rabbi Allah’adır. Rahmandır, Rahimdir O. Din gününün maliki, sultanıdır O.” (Fatiha, 1-4) buyurmuştur. Hamd, övünmek demektir ve övünmek ancak alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Çünkü; makam-ı uluhiyetin, rububiyetle olan tecellisi, mevcudata mahsustur. Yani, mevcut olan her şey rububiyettir. Rahmaniyeti ise, umumun / genel nimetin icadına mahsustur. Rahimiyeti, ahiret nimetinin icadına mahsustur. Malikliği ise, mülk tasarrufuna mahsustur. İşte Fatiha suresinin bu ayetlerinde Allah, makam-ı uluhiyetle olan zuhuru, tecellisiyle, ben buyum ve övünmek Allah’a mahsustur, yani Allah’a ait bir keyfiyettir, diyor. Peki Allah uluhiyet zuhuruyla böyle olunca kula ne kalır? Bu konuda, Hz. Ebubekir “Hamd Allah’a mahsustur, Allah kula ancak kendi acziyetini / yokluluğunu itiraftan başka bir yol vermedi.” buyurmuştur. Demek ki, Hakk’ın uluhiyeti karşısında kula kalan şey, acziyet ve yokluktur. Bu itibarla ideal, kamil bir 167 kulluk, yokluk / fena irfaniyet ve şuuru ile Allah’a hamd etmek, Allah’ı övmektir. Daha sonraki ayetlerde “İyyake nağbüdü ve iyyake nestain / Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 5) buyruluyor. Yani senin zuhurun karşısında yokluğumuza / acziyetimize arif olup, bunun farkındayız, bizim kulluğumuz hiçliğimizdir ve bizim hiçlikle olan kulluğumuzda zahir olup görünen sensin. “İhdinassıratal müstakim / Dosdoğru giden yola ilet bizi.” (Fatiha, 6) Yani, bize zuhurunla himmet / yardım et ki, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki marifetiyle insan-ı kamil mertebesine ulaşan, dosdoğru yolda yürümemize yardımcı ol. “Sıratallezine en’amte aleyhim gayrilmağd’ubi aleyhim veladdallin / Kendilerine nimet sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna.” (Fatiha, 7). Yani makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle nimetlendirdiklerinin yoluna ilet. Seni mevhumlukla, görünmezlikle kaydedip, tenzih edenlerin yoluna yönlendirme, seni herhangi bir şahsa veya başka bir şeye benzeterek, seni suret ve eşya ile kaydedip de, teşbih edenlerin yoluna da iletme bizi, demektir. İşte Fatiha suresinin ‘Malikiyevmiddin’e kadar olan kısmı, cümle mevcutta tecelli edip zahir, yani apaçık olan Hakk’ın uluhiyetine aittir. Bu itibarla hamd, yani övünmek, ancak Allah’a mahsustur. ‘İyyake nağbüdü’den itibaren olan kısmı ise, kulluğun, yokluk ve acziyet şuur ve marifetiyle olan duasından ibarettir. Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, işte böyle bir irfaniyet ve kemalat mazhariyetiyle “İlahi sevgili gönlüme geldi, gönlümde ilahi sevgiliden gayrı hiç bir şey kalmadı, ilahi sevgiliyi görüp, O’na kavuşmamın zevk ve neşesiyle, Elhamdülillah.” diyor. Seni sanırdım ayrı benden uzak bir Tanrı Bildim değilsin gayrı dedim elhamdülillah Zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmamış olan bir kimsede; adı, şanı, unvanı, ne olursa olsun cehalet hakimdir. Cehalet ilim olmayıp, zandır ve zanlardan meydana gelir. Kur’an’da “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez.” (Yunus, 36) buyrulur. Zan ehli, Cenab-ı Hakk’ı mevcutta değil, mevhumda, ötelerin ötesinde, yani uzakta, kendinin ve cümle alemin varlığından ayrı zannederek tenzih eder. Kendinin ve cümle alemin mevcudiyetinde zahir, apaçık olan Rabbini görünmezlikle ve mevhumlukla kaydeder. Fakat hangi kul, tevhid-i hakiki keşfi ifaniyetine ulaşırsa o, Rabbini mevhumla değil, kendinin ve cümle alemin mevcudiyetinde müşahede eder ve Rabbinden gayrı görmez, vesselam. 168 Erdi ilmim birliğe yer kalmadı benliğe Doldu gönlüm senliğe dedim elhamdülillah Makamat-ı tevhid irfaniyetiyle bende masivadan, gayriyetten eser kalmadı, tüm nispet varlığım fena bulup yok oldu ve Hakk’ın tecellisi mazhariyetiyle gönlüm Hak’la doldu. Demektir. Sen bu halkı var ettin zatına burhan ettin Adem’i mir’at ettin dedim elhamdülillah Hadis-i Kudsi’de “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı halk ettim.” buyruluyor. Bu kudsi beyanında Cenab-ı Hak, kendinin bilinmesi için, halkı yarattım / halk ettim diyor ki, bu halkıyet / yaratma şöyledir: Cenab-ı Hak, kendi zat-ı ehadiyetinden sıfatlarına, sıfatlarından esmaya, esmadan da ef’aline tecelli ederek, ef’aliyle zahir olmasıdır. Bu zahir olup yaratılan halktır, cümle alemdir. Cenab-ı Hak, zuhuru olan bu halktan, yani cümle yarattıklarından hiç ayrılmadı ve cümle alemde kendi zati varlığıyla her anda mevcuttur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Gökten ip sarkıtsalar evvela Allah'a değer.” Diyor. ‘Zatına burhan ettin’ demek ise, zat-ı ilahiye kavuşup vuslat etmeye yarattıklarını delil yaptın demektir.Ki bu zahir olup da görünenler, fiilullahtır. Peki bir iş / fiil kuvvetsiz, iradesiz, ilimsiz, yani sıfatsız olur mu? Olmaz. Peki, ilmi, iradesi, kuvveti olanın, vücud-u zatı olmaz mı? Olur. Bu itibarla, Hakk’ın zatına sıfatları, sıfatlarına ef’ali, ef’aline de cümle alem-i halk delildir, burhandır. Velhasıl, Cenab- Hak kendi zat-ı ehadiyetinden, halk-ı alemi halk etti. Fakat zat-ı mevcudiyetiyle halktan hiç ayrılıp çekilmedi ve cümle alem-i halkta zat-ı mevcudiyetiyle her zaman zahirdir. İşte her kim ki, zikr-i daim uyanıklığıyla tevhid-i hakiki irfaniyetine ererse, o kul kendinin ve cümle halk-ı alemin mevcudiyetindeki zat-ı ilahiye kavuşup, vuslat eder. Vesselam. ‘Ademi mir’at ettin’ demek ise, Adem’i ayna yaptın, o aynada göründün demektir. Zat-ı ilahi, cümle alemde ve eşyada zahirdir, fakat bu alemlerdeki ve eşyadaki zuhuru, kemaliyle değildir. Allah’ın halk ettikleri içinde zat-ı ilahinin kemaliyle zuhuruna, sadece Adem mazhardır. Çünkü Allah, yarattıkları içinde yalnız Adem’e halifem dedi. Bu konu Kur’an’da “Allahu Teala meleklere ‘yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi.” (Bakara, 30) olarak beyan edilir. Adem’in halifeliği konusunda, yani Adem, Cenab-ı Hakk'ın neyine halife oldu? mevzuunda; Hz. Pir’in ilk halifelerinden olan Tikveş Kavadarlı Hacı Abdülkadir Bey “Adem, 169 Allah’ın cem, hazret-ül cem ve cemm’ül cem ile zuhuruna halife oldu.” buyuruyor. Kur’an’ın “O’nun şanı şudur ki; bir şeyin olmasını isteyince ona ‘ol’ der, o da derhal oluverir.” (Yasin, 82) beyanındaki gibi, Cenab-ı Hak cümle alemi ve her şeyi “kün / ol” emriyle yaratmıştır. Adem’i ise cümle alemin ve her şeyin ruhu olarak yaratmıştır. Bu itibarla cümle alem beden olup, Adem ise o bedenin ruhudur. Nasıl ki insan bedenini ayakta tutan ruh ise ve ruh bedeni terk ettiği zaman, o insanın bedeni dağılıp toprak oluyorsa, işte cümle alemi ayakta tutan Adem’dir ve bu alemde Adem var olduğu müddetçe bu alem dağılmaz, yani kıyamet kopmaz. Ne zaman ki Adem yeryüzünü terk ederse, o zaman kıyamet kopar ve bu alem dağılır. Çünkü cümle alemin yaradılış sebebi ademiyettir. Adem’in halkiyetinde üç özellik vardır: Birincisi Kur’an’ın “Onu kıvama erdirip, içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad, 72) Beyanındaki gibi, Cenab-ı Hakk’ın Adem’e kendi ruhundan ruh üflemesidir. İkincisi “İki elimle yoğurdum” (Sad, 75) beyanında olduğu gibi, Hakk’ın Adem’i iki eliyle yoğurmasıdır. Üçüncüsü de “Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti…” (Bakara, 31) ayetinin beyanındaki gibi, Allah’ın Adem’e allem-el esmayı, yani alemlerin isimlerinin mahiyetini öğretmesidir. İşte Adem kendine mahsus yegane özel olan halkiyetle Cenab-ı Hakk'ın kemal tecellilerinin mir’atı / aynası oldu. Yani Cenab-ı Hak kemal zuhuruyla Ademiyet mir’atında / aynasında göründü. Demektir.Aşık Sezai Hazretlerinin buyurduğu gibi: Ademde koydu Hak kemalatı Her ne dilersen dile, Ademden dile Gösterir anda türlü halatı Her ne dilersen dile Ademden dile İşte bu ademlik,yani ademiyet insan suretinde ve her zamanda Hakk’ın mir’atı, yani kemal aynası olarak mevcuttur. Allahualem. Tendir bu cana beden candır canana beden Sensin sultan hükmeden dedim elhamdülillah Ten, suret-beden varlığımızdır. Ruh ve can aynıdır; ruh, Türkçede can demektir. Sureti ayakta tutan candır. Can olmazsa suret, ceset olur, dağılır ve toprak olur. Kur’an’da “…ve insanın yaratılışına çamurdan başladı, sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu, sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi, işitme gücü verdi, gözler ve gönüller verdi. Ne kadarda az şükrediyorsunuz.” (Secde, 7-9) buyrulmuştur. 170 Bu ve benzeri ayet beyanlarından anlaşıldığı gibi, kulun canı / ruhu, Hakk'ın kendi ruhundandır. Bu itibarla kulun tenini-suretini ayakta tutan, kulun ruhu / canı olduğundan, canın bedeni kulun teni, suretidir. Çünkü kulun canı, ancak bedenle varlığını gösterir. Kulun canı ise, Hakk’ın kendi ruhundan üflediği ruh olduğu için, Cenab-ı Hak, ruhunu kulun canıyla zahir edip açığa çıkarır. Böylece kulun canı cananın, yani Hakk’ın ruhuna beden olur. İşte bunu beyanla “Tendir cana beden, candır canana beden.” Buyruluyor. ‘Sensin sultan hükmeden...’ sözü ise; eğer alemlerin sultanı olan Cenab-ı Hak, kullarından varlığını çekip alsa, kulun ne canı, ne de ten ve sureti kalır. Bu itibarla Cenab-ı Hak, kulun tüm varlığına ve her şeye hükmeder. Çünkü Kur’an’da “'Allah hakimlerin en iyi hakimidir.” (Tin, 8) buyrulmuştur. Sen zahir hem nihansın ariflere ayansın Bildim bende mihmansın dedim elhamdülillah Kur’an-ı Kerim’de “O evveldir, O ahirdir, O zahirdir ve O batındır….” (Hadid, 3) buyrulmuştur. Allah evvelliği ve batınlığı ile mutlaktır. Ahir ve zahirliği ile mukayyettir. Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Ben yerlere göklere sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” diyor. Bu beyandaki Hakk’ın mümin kulun kalbine sığması, Hakk’ın gerek mutlak, gerekse mukayyet tecellilerinin keşfi olan fenafillah ve bekabillah marifetiyle, insan-ı kamilin gönlünde tecelli edip mihman, misafir olmasıdır. Çünkü böyle bir marifetle arif olan ehl-i kemale, Cenab-ı Hak ayandır, yani apaçıktır. Onlar gerek mutlak gerek mukayyet, her tecellide daima uluhiyet mertebesiyle zahir olan, Hakk’ı görüp müşahede ederler. Fakat bir kimse, zikr-i daim uyanıklığıyla, tevhidin fena ve beka mertebelerinin keşfi irfaniyetinden mahrum ise, hangi ilimleri tahsil ederse etsin, hangi unvanla teçhiz olursa olsun, her tecellide zahir, apaçık olan Rabbini asla görüp müşahede edemediğinden, Rabbi ona nihan, yani gizli olur. Velhasıl Cenab-ı Hak mekteb-i irfandan nasiplenen ariflere ayan, yani apaçıktır. Mekteb-i irfandan nasiplenmeyenlere ise nihandır, gizlidir. Bu itibarla, arifibillah ve insan-ı kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Ey Rabbim, sen arif olanlara apaçık ayansın, cahillere ise nihan, yani gizlisin. Bende ise daima mihman, misafir olduğun için dedim Elhamdülillah.” buyuruyor. Kenz-i mahfiden bir ses etti Fehmi’ye nefes Her zamanda yeknefes dedim elhamdülillah 171 Kenz-i mahfi, gizli hazine demektir. Yani zamanın kamil mürşididir ki, onun nefes-i irşadıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Gizli hazineyi buldum, onun nefesine, yani telkin ve irşadına mazhar oldum ve mazhar olduğum zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, her zaman ve her yerde Allah'a hamd ederim.” buyuruyor. * * * 39 Gönül Tur-i sinasından tecelli etti çün Allah Erişti saika salik hemen oldu fenafillah Kur’an’da “Musa bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de kendisiyle konuşunca şöyle yakardı: ‘Rabbim göster bana kendini göreyim seni’ dedi. ‘Asla göremezsin beni, ama şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin.’ Rabbi dağa tecelli edince onu parça parça etti ve Musa saikaya tutuldu / baygın vaziyette yere yığıldı. Kendine gelince şöyle dedi: ‘Tesbih ederim o yüce varlığını, tövbe edip sana yöneldim, iman edenlerin ilkiyim ben.” (A’raf, 143) Buyrulmuştur. Bu beyitlerde Hz. Musa’nın saikaya tutulmasının bu gün bize hitap eden hikmet ve hakikati yönüyle, enfusi anlam veriliyor ve salikin gönlünde Cenab-ı Hak tecelli ederse, gönlündeki nispet varlık dağı yok olur ve o salik fenafillah saikasına tutulup, fenafillah olur, buyruluyor. Burada saikadan maksat, tevhid mertebelerinin cazibesidir. Bu cazibeye tutulan kulun gizli şirk olan nispet benliği fena / yok olur. 172 Fenafillah bulan salik olur nefsine hem faik Bulur bir sermed-i varlık görür hep ‘semme vechullah’ Hadis-i şerifte “Kim nefsini bildi o Rabbini bildi.” buyrulmuştur. Her kim zikr-i daimle, tevhidin fena mertebeleri olan tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat keşfiyle fenafillah irfaniyetine ulaşırsa, ancak o salik nefsini bilir, yani nefsine faik olur ve aynı zamanda Rabbine arif olur. İşte böyle bir irfaniyete mazhar olan salikin kendi nispet varlığı fena bulup kalmadığından o, yokluğuyla Hakk’ın mevcuttaki zuhurunun müşahedesine erişir ve Kur’an’ın “Feeynama tüvellu fesemme vechullah / Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanı mazhariyetiyle, o her nereye baksa, Hakk’ın vechinden / yüzünden başka bir şey görmez. Yani hep ‘Seme vechullah’ görür. O ‘küntü kenz-i mahfi’den hemen zahir olur bir nur Ona vahdet vücud derler olur zahir cemalullah Vahdet-i vücud, vücut bir’liği demektir. Allah’ın görünen ve görünmeyen cümle alemlerdeki bir / vahit olan mevcudiyetidir. Bazı kimseler ve bazı ulema-yı zahir, vahdet-i vücud anlayışını bir fraksiyon gibi, sapık bir ideoloji gibi göstermeye çalışırlar, bir de bunu din adına yaparlar. Bu sığ görüşlüler, vahdet-i vücud iman ve irfanının, Şeyh-ül Ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri ile başladığını söylerler. Cümle peygamberlerin ve Yunus Emre, Mevlana, Niyazi Mısri, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, İmam-ı Gazali gibi daha saymakla bitiremeyeceğimiz gelmiş geçmiş ve mevcut ne kadar insan-ı kamil olan veli varsa cümlesinin, vahdet-i vücud iman ve irfaniyetine mazhar olduklarını görmezler. Cümle Peygamberler ve insan-ı kamil olan veliler, vahdet-i vücud keşfi marifetine mazhardırlar. Çünkü vücudun vahit olduğunu Allah vahiyle bildirmiştir. “O’nun yüzü / vechi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) “Her şey fanidir / yoktur, baki / var olan Rabbin celal ve kerem yüzüdür.” (Rahman, 26-27) “O evveldir, O ahirdir, O zahirdir ve O batındır.” (Hadid, 3) İşte bunlar ve benzeri tüm ayetler, vahdet-i vücudu beyan eder. Fakat bu sığ görüşlü sözde alimler, Kur’an’ın müteşabih olan ayetlerinin tevilini bilmedikleri gibi, hesabına geldiğinde Kur’an’ın muhkem açık hükümlü ayetlerini bile tevile kalkışarak çarpıtırlar. Kur’an’ın batın yorumu olan müteşabih ayetlerin tevilini bilmediklerini bilmezler ve öğrenmeye de gayret etmezler. Kur’an’ı yüzünden Arapça okumayı, 173 tecvit ve Arapça bilmeyi en büyük marifet zannederler. Bunlar Kur’an’ın sadece bir fıkıh kitabı gibi olduğunu halka lanse ederler ve İslam demek fıkıh demektir, anlayış ve zannındadırlar. Bunlar Kur’an ve İslam’ın muhabbet, aşk yönünden gafil olup, Kur’an’ın batın yorumunu da bilmezler. Bu gafiller sıkılmadan vahdet-i vücud anlayışını sanki batıl bir itikat, sapık bir anlayış gibi gösterip, yapmış oldukları akıl almaz tevillerle kamil insanlara, gelmiş geçmiş, Muhiddin Arabi, İmam-ı Gazali, Hz. Mevlana, Niyazi Mısri vb. ehl-i kemale dil uzatırlar. Hakk’ın varlığı Bir’dir, yani vahdet-i vücuttur. Bir kimse bu marifete mazhar olsa da olmasa da vahdet-i vücud değişmez. Gelmiş geçmiş ve mevcut tüm arifibillah ve ehl-i kemal’in, vahdet-i vücud marifet ve kemalatına mazhar olduklarını görüyoruz. Onun için bu irfaniyete vakıf olan ehl-i hakikat arasında vahdet-i vücud ihtilafı asla olmaz. Yunus Emre divanını okursak onun da vahdet-i vücud marifetine mazhar olduğunu görürüz. Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sini ve diğer eserlerini okuyanlar da vahdet-i vücud zevkini tadar. Keza İmam-ı Gazali, N. Mısri, Muhiddin Arabi, Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Seyyit Muhammed Nur hazretleri gibi, daha sayamayacağımız kadar çok olan veliler ve insan-ı kamil, vahdet-i vücud zevk ve neşesinde olup, bu konuda aralarında hiç bir ihtilaf olmadığı gibi, hepsi vahdet-i vücud hususunda müttefiktirler. Vahdet-i vücud konusunda, zikr-i daimden ve makamat-ı tevhid müşahedesinden mahrum olup, tekrarlanan yedi ayetin irfaniyet ve kemalatına erememiş olan, adı, sanı, unvanı ne olursa olsun, nakıs mürşitler, cemaat önderleri, ilm-i zahir alimleri vb. ihtilafa düşerler ve vahdet-i vücudu cehalet, gaflet ve zanla reddederler. Bu itibarla beytin manası şöyledir: Künt-ü kenz, gizli hazine demektir. Gizli olan hazine ise, bu alem-i kesrette Bir, vahit olan Allah’tır. Yani vahdet-i vücuddur. Her kim, daim zikir uyanıklığıyla tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşırsa, ancak o kul, bu alem-i kesrette mevcut olan vahdet-i vücudu hazinesini bulur ve cemalullahı müşahede eder. O vahdet-i vücud dersin oku insan-ı kamilden Ona ümmü’l kitap derler okunur onda ilmullah Vahdet-i vücud mazhariyeti cümle alemlerde ve eşyada Hak’tan gayrı hiç bir varlık görmemektir. İşte kulu bu müşahedeye ulaştıracak olan irfaniyet vahdet-i vücud dersidir. 16. Yüzyıla kadar İslam dünyasında, özellikle Türk medreselerinde, vahdet-i vücud anlayışı hakimdi ve bu anlayış doğrultusunda eğitim yapılıyordu. Bu yüzden İslam dünyası, özellikle Türkler, bütün ilim dallarında, ekonomide, devlet idaresinde, 174 denizcilik, astronomi, musiki, vb. cümle ilim ve faaliyetlerde, dünyanın önünde ve önderiydiler. Çünkü eğitimde vahdet-i vücud imanı hakim olduğundan, cümle eşya ve varlıkla meşguliyet, Allah’tan ayrı olarak görülmüyordu. Meşru olan hangi ilim tahsil edilip onunla meşgul olunsa, Allah’ın gayrısı olarak görülmediğinden, Allah’la meşguliyet olarak değerlendiriliyor ve ibadet olarak kabul ediliyordu. İşte bu her türlü meşru ilim ve faaliyetin ibadet olarak görülüp, vahdet-i vücud iman ve anlayışla yapıldığı için bütün ilimlerde ve cümle faaliyetlerde başarılı olundu ve bütün bilim dallarında dünyanın önünde ve önderi olundu. Bu itibarla Türklerin yükseliş dönemlerinde, vahdet-i vücud imanına mensup olan alimlerin ve ariflerin, devletin ve medresenin, yani eğitimin başında olduğunu görüyoruz. Mesela Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in mürşidi ve kayınbabası olan Şeyh Edebalı, vahdet-i vücud imanı taşıyan bir mürşiddir. Onun damadı ve müridi olan Osman Gazi’nin de vahdet-i vücud irfanından ayrı olduğu düşünülemez. Çünkü Ahi şeyhi olan Edebalı, Ahilerin piri olan Ahi Evran’ın halifesidir. Ahi Evran ise, vahdet-i vücud kamil mürşidi olan Sadrettin Konevi’nin yakını ve dostudur. Osman Bey’in oğlu olan Orhan Gazi’nin devletin başına geçmesinden hemen sonra, vahdet-i vücud imanı taşıyan Davud-i Kayseri’yi İznik medresesinin başına getirip baş müderris tayin etmiştir. Davud-i Kayseri’nin, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerinin Füsusulhikem adlı eserini şerh edip, Orhan Gazi’nin zamanında, Hindistan’da bastırılması, Orhan Gazi’nin de vahdet-i vücud irfaniyetinden nasipli olduğunu gösterir. Molla Fenari gibi, Osmanlının yükselmesinde ilim ve irfanıyla büyük katkısı olan şahıs, vahdet-i vücud ariflerinden olup, babası vahdet-i vücud kamillerinin en ziyalı halkalarından olan Sadreddin Konevi’nin halifelerindendir. Bilindiği gibi Sadrettin Konevi, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerinin hem evlatlığı hem de halifesidir. Aynı zamanda Hz. Mevlana’nın mürşitlerindendir. Vasiyeti gereği Hz. Mevlana’nın cenaze namazını Sadrettin Konevi Hazretleri kıldırmıştır. Yavuz Sultan Selim ve Fatih’in şiir ve ahvaline baktığımızda, vahdet-i vücud imanına mensup olduklarını görüyoruz. Bunların en yakınlarında, hep vahdet-i vücud imanı taşıyan alim ve ehl-i kemal ariflerinin olduğunu müşahede ediyoruz. Bunlar ve daha sayamayacağımız kadar çok olan vahdet-i vücud arifi olan devlet ricali sayesinde İslam dini, evrensel bir din oldu ve tüm insanlığı aydınlattı ve aydınlatmaktadır. Fakat zamanla devletin ve medresenin, yani idarenin ve eğitimin başına vahdet-i vücud iman ve irfaniyetinden mahrum ve gafil olan devlet adamları ve alimler geçtiler. Bun175 ların devlete ve medreseye hakim olmalarıyla beraber, Türk Devletleri ve İslam dünyası çöküşe geçti ve bütün ilim dallarında önderliği kaybedip dünyanın gerisinde kaldık. Çünkü vahdet-i vücud anlayışına ulaşamayıp da onu reddedenler, Allah’ın zatını, kendinin ve alemin gayrısı olarak zannettiğinden, ilimleri de ikiye ayırdılar. Bir kısmına dünyevi, bir kısmına ise uhrevi veya manevi ilimler dediler. Bütün ilimleri ve faaliyetleri zat-ı ilahi ile meşguliyet olarak değerlendirip, ibadet olarak gören vahdeti vücud irfaniyetini medreselerden okullardan çıkardılar. İbadet olarak kabul edilen bütün bilim dallarındaki araştırma ve geliştirme faaliyetlerine son verilip, ezbercilik, yani Kur’an’ı yüzünden tecvitle Arapça anlamadan okumak gibi şekil ve suretle meşgul olmayı, bir kemalatmış gibi lanse ettiler. Ödemiş ilçesinin Birgi kasabasındaki mezarı bu gün türbe haline getirilen İmam-ı Birgivi ve talebeleri, Kadızadeler’le beraber, bu konuda o kadar fütursuz davrandılar ki, vahdet-i vücud imanı taşıyan bir çok velilere akıl almaz boyutlarda işkence ve zulüm yaptılar. Kendileri gibi olan devlet ricaline yaptırdılar ve birçoğunu şehit ettiler. İşte bu zihniyet, matbaa ve bir çok teknik ve modern gelişmeden Türk ve İslam dünyasını mahrum ettiler. Dolaysıyla İslam dünyasının aşağı yukarı bütün bilim dallarında geri kalmasına sebep oldular. Bu gün dahi bu vahdet-i vücud irfaniyetinden gafil, İmam-ı Birgivi ve Kadızade zihniyetinin devamı; İslam dünyasının en büyük problemidir, vesselam. Bütün ilimlerin faydası vardır, fakat sınırlı yani hudutludur. Doktor olursun, mühendis olursun, bu ilimlerden ancak bu alemde faydalanırsın. Manevi ilimleri tahsil edersen, cennet ve cennetin nimetleri hududu dahilinde faydalanıp, istifade edersin. Bu itibarla manevi ilimlerin de faydası sınırlı olup, kulu Rabbine kavuşturmaz. Kulu Hakk’a vasıl edip kavuşturacak olan ilim, tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Tevhid-i hakiki irfaniyetiyle ancak cümle ilimler ve meşguliyetler, kula sınırsız fayda verir ve bu mazhariyetle kulun tüm hal ve faaliyetleri onun ibadeti olur. Çünkü ilm-i tevhid irfaniyetine ulaşan bir kul vahdet-i vücud müşahedesine mazhar olur ve Rabbinden gayrı görmez. Bu itibarla “Allah’tan ayrı olmamak şartıyla kulun tüm faaliyet ve meşguliyetleri ibadettir.” Demişlerdir. Bunu beyanla “Zamanın kamil mürşidini bul, o ümmü’l kitap, yani ilimlerin anasıdır, onun ilmullah olan meratib-i ilahi telkin ve irşadıyla vahdet-i vücud müşahedesine ulaş.” buyruluyor. O “seb’a-i mesan” dürrü o kenz-i mahfiye kondu O bir beyt-i emindir kim durur onda sırrullah 176 Kur’an-ı Kerim’de “Ve legad ateynake seb’an minelmesani velkur’anel’aziym / Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” (Hicr, 87) buyrulur. Seb’a-i Mesan dürrü; yedi eşsiz mücevher / inci olup, ayette beyan edilen, tekrarlanan yedi ayettir. Kenz-i mahfiden murat ise, tekrarlanan yedi ayet cevherine mazhar olan insan-ı kamildir. Yedi mücevher, Allah’ın mertebeleri olduğundan Mürşidi kamilin irşadındaki marifet ve kemalatla açığa çıkan Allahın sırrıdır, yani sırrullahtır. Bir çok müfessir, bu tekrarlanan yedi ayetin, Fatiha suresi olduğunu söylerler ki, bu doğru değildir. Çünkü Kur’an, bütün surelerin toplamıdır ve surelerin toplamına Kur’an denir. Fatiha da bir sure olduğu için, Kur’an’ın harici olmayıp Kur’an’ın dahilidir. Bu itibarla “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” ayetinin beyanı, aynen açıklandığı gibidir. Yani ‘Ey Allah’ın elçisi Muhammed! Biz sana cümle peygamberlerde ve insan-ı kamilde tekrarlanan yedi ayet mazhariyetini ve artı olarak yüce Kur’an’ı verdik, vahyettik.’ demektir. Çünkü Kur’an Hz. Muhammed (sav)’e inmiştir. Diğer Peygamberlere de tekrarlanan yedi ayet ve Tevrat, tekrarlanan yedi ayet ve İncil, tekrarlanan yedi ayet ve diğer kitaplar ve sayfalar vahiy olmuştur. Çünkü, Hz. Adem’le Hz. Resulullah Efendimiz arasında ne kadar kitaplı veya kitapsız peygamber gelip geçmişse, ayette beyan edilen ‘tekrarlanan yedi ayet’ mazhariyetiyle hepsi de insan-ı kamildir, velidir ve artı olarak onlara vahiy geldiği için peygamberlik verilmiştir. Velhasıl son peygamber olan Hz. Muhammed (sav) de, bu tekrarlanan yedi ayet mazhariyetiyle insan-ı kamildir ve kendisine Kur’an-ı Kerim vahyolmuştur. Bu tekrarlanan yedi ayete, sadece peygamberler mazhar olmayıp, cümle insan-ı kamil olan veliler de mazhardırlar. İlk insan olan Hz. Adem’den bu zamana kadar, ne kadar insan-ı kamil gelmiş geçmiş ve mevcut ise, hepsi de ‘tekrarlanan yedi ayetin’ sırrına mazhar ve aşinadırlar. Kıyamete kadar gelecek olan cümle kamil insanda bu yedi ayetin marifet ve kemalatı tekraren zahir olacaktır. Bu gün dahi halen olmaktadır. Çünkü tekrarlanan yedi ayet, mevcutta kendisinden başka varlık olmayan Hakk’ın, zat-ı ehadiyetinin / tekliğinin, yedi meratiple olan zuhur ve tecellisidir. Bu makamlara, yani tekrar edilen yedi ayetin marifetine, her zamanda mazhar olan insan-ı kamil mevcuttur. Bu kemalat her ne kadar yedi mertebe ile zuhur ederse de, Hakk’ın zat-ı ehadiyeti olan vahdet-i vücuduyla asla çelişmez. Çünkü Hakk’ın varlığı Bir’dir, yani vahdet-i vücuddur. Vesselam. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kur’an dört ilim ve yedi mertebe üzere inzal olmuştur.” Buyurur. Bu dört ilim, ilm-i şeriat, ilm-i tarikat, ilm-i hakikat ve ilm-i marifettir. Yedi mertebe ise, tekrarlanan 177 yedi ayettir, yani meslek-i Resul’de telkin edilen yedi meratib-i ilahidir. Bu dört ilim ve yedi mertebeye, ancak insan-ı kamil mazhardır. İşte bu mazhariyetle insan-ı kamil, beyt-i emindir. Kur’an’ın ifadesiyle ‘emin belde’dir. Ayette “Vettini vezzeytuni ve turi sinine ve hazelbeledil’emin. Legad halaknel’insane fi ahseni takvim. Sümme redednahü esfele safilin. / İncire, zeytine, Tur dağına ve o emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin, 1-5) buyruluyor. Ruhu şad olsun insan-ı kamil Kemal Zurnacı Hazretleri, bu konuda “İncir ilm-i hakikattir, zeytin ilm-i şeriattır, Tur ilm-i tarikattır, Emin Belde ise ilm-i marifettir. Bir salik, hakikat-i ilahiye keşfine mazhar olup, hakikatin kendi farkı olan şeriata ulaşır da, o vahdet ve kesreti kendinde cem eden Tur’u Sina yoluyla, öyle bir marifete kavuşur ki; o salik ‘emin belde’ yani insan-ı kamil olur.” buyurmuştur. İşte böyle bir kemalatla “emin belde” olan insan-ı kamil, aşağıların aşağısı olan bu imtihan aleminde ve insan suretinde gizlidir, yani gizli hazinedir. Çünkü o, Allah’ın mertebeleri mazharıyetiyle Hakk’ın kemal zuhuru olup, hadis-i kudside buyrulan “İnsan benim sırrımdır, ben insanın sırrıyım.” Mazhariyetiyle sırrullah yani Allah’ın sırrıdır. Velhasıl bu alemde ‘Seba’i mesan’ olan yedi tekrarlanan ayet cevheri, yedi tevhid mertebesi mazhariyetiyle, Allah’ın sırrı ve gizli hazine olup, insan suretinde gizli olan Emin belde; insan-ı kamildir ki, bu beyan ediliyor. Allahualem. O mir’at-ı Muhammed’dir görünmez masiva onda O bir nur-ı mücelladır odur mazhar-ı zatullah Mir’atı Muhammed, Hz. Muhammed (sav) aynası demektir. Hz. Resulullah Efendimiz “Ben bu alemden geçtikten sonra beni kabirde aramayın, bulamazsınız. Benim varisim olan ilim sahiplerini bulun, ben ordayım, beni orada bulursunuz.” buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte ise “Selman bendendir, ben Selman’dan.” buyruluyor. Yani Selman bende eridi, Selman’ın kendine mahsus cahiliye değerleri, zanları kalmadı, onda zahir olan kemalat, ruhaniyet bana ait olan Nur-u Muhammed’tir. Bugün dahi meslek-i Resul telkin ve irşadına mazhar olan bir kimse, Selman-ı Farisi gibi Nur-u Muhammed mazharıyetiyle evlad-ı Resul-ü maneviye karışıp, manen evlad-ı Resul olur. Her kim evlad-ı Resule karışırsa, Muhammedi bir kulluğa kavuşur ve Muhammedi kulluk ahvaliyle yaşar. İşte böyle bir kulluğun mir’atında / aynasında Nur-u Muhammed gözükür. Çünkü hadis-i şerifte “Allah beni nurundan, 178 müminleri de benim nurumdan yarattı.” Buyruluyor. Nur-u Muhammed’le yaratılmak, kulda masiva, yani Allah’tan gayrı hiç bir şey bırakmaz ve o kul mazhar olduğu kemalat ve irfaniyetle, Allah’ın zatına vasıl olup, insan-ı kamil olur. Velhasıl insan-ı kamil marifetine mazhar olan meslek-i Resul mürşid-i kamili, bu marifetin hem mazharı hem de tebliğcisi olması itibariyle, mir’atı Muhammed’dir. Çünkü o, nur-u Muhammed mazhariyetiyle zat-ı ilahiye vasıl olduğundan, onda masiva, gayriyet olmaz. Allahualem. Ara bir mürşid-i dana seni hem eylesin agah Hem ihsan eylesin her gah bulursun tez visalullah Hiç zaman geçirmeden, bu imtihan alemi olan yeryüzünde yaşayan ve evvelki beyitlerin açıklamasında vasıflarından bahsettiğimiz, meslek-i Resul kamil mürşidini bulup; onun irşadına mazhar ol, ancak o zaman visalullah bulursun, yani Allah’a kavuşursun. Odur sırr-ı nefahtü hem nefholdu Adem’e ol dem Buyurdu edeler secde melekler Adem’e Allah Kur’an-ı Kerim’de “Velcanne halaknahü min gablü min narissemum. ve iz gaale rabbüke lilmelaiketi inni halikun beşeran min salsalin min hamein mesnun. feiza sevveytühü ve nefahtü fihi min ruhi fega’u lehu sacidin. / Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere, ben kupkuru bir çamurdan değişken cıvık balçıktan bir insan yaratacağım, onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp kendi ruhumdan içine üflediğim zaman önünde hemen secdeye kapanın.” (Hicr, 27-29) buyrulur. Bu eyetlerde Adem’in suret / beden varlığının yaratılmasından sonra, Rabbimizin Adem’e kendi ruhundan üflediğini ve meleklere Rabbimizin ‘Adem’e secde edin!’ emri beyan ediliyor. Bu Allah’ın emrine melekler riayet ettiler, fakat İblis riayet etmedi. İblisin emr-i ilahiye riayet etmemesi onun cahilliğindendir. Eğer cahil olmasaydı Adem’in alleme’l esma, yani alemlerin mazhariyetlerinden haber vermesindeki kemalat ve marifeti anlar ve secde ederdi. Haydi Adem’deki kemalat ve irfaniyeti anlayamadı, hiç olmazsa secde emrinin Rabbin emri olduğunu bilip, Rabbin emrine uyup secde ederdi. İşte İblis’in cehli ona engel oldu da, Rabbin emrini çiğnedi ve Adem’e secde etmeyip huzur-u ilahiden, yani Rabbin huzurundan lanetlenip, kovuldu. Fakat melekler Rabbin emrine riayet edip, Adem’e boyun eğdiler, secde ettiler, vesselam. 179 İşte bu beyitlerde, bu kuran beyanının bugünkü murat ve hikmetine işaret ediliyor. Bugün Ademliğin yani ademiyetin mazharı, meslek-i Resul irşadıyla makam-ı insana ulaşan zamanın insan-ı kamilidir. O cümle esmanın ve meleklerin mazhariyetlerinin mahiyet-i sırrına vakıf ve ariftir. Ondaki bu kemalata secde etmek gerekir ki, bu secde namaz secdesi gibi bir secde olmayıp, bu secdeden maksat, ademi kemalata tenezzül ve tevazulu olup, kabullenmektir. Kulun İblis gibi cehaletle hareket edip de, Hakk’ın cemal-i vechini gösterdiği ademiyetten lanetlenip kovulmaması için, ademi kemalatı, yani ademiyeti tevazu ve tenezzülle kabullenmesi gerekir. Çünkü Rabbin Adem’e kendi ruhundan ruh üflemesi itibariyle, ademiyet Rabbin kemal zuhurudur ki, o kemalata saygı gösterip de kabul etmek, Allah’ın emridir. Çünkü kulun halkiyetinin gayesi, ademi marifet ve kemalatla Rabbine kul olmasıdır. Niyazi Mısri Hazretlerinin; Saldın şikare (ava) çün beni Adem olup bulam seni buyurduğu gibi, ademiyete mazhar olmadan hiç bir kul, insan-ı kamil olamaz ve halkiyetinin yüce amacı olan Rabbına kavuşamaz. Allahualem Ara bul Adem’i nerde tenezzül eyle et secde Geçip kibrinden et tevbe suçun afveylesin Allah Kur’an’da “Meleklerin tümü toplu halde secde ettiler, İblis müstesna. O secde edenlerle birlikte olmaya karşı çıktı.” (Hicr, 30-31) buyruluyor. Bu ayetlerde buyrulduğu gibi melekler Allah’ın emrine uyup, Adem’e secde ettiler, fakat orada bulunan İblis emr-i ilahiye uymadı ve secde etmedi. Kendi aklıyla kıyas yaptı ve ben Adem’den önceyim, çünkü Adem topraktan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım, dedi. Ateş topraktan önce yaratıldı, toprak daha sonradır diyerek, cehaletle kendi kendine kıyas, yani mukayese yaptı ve Adem’in kemalat ve marifetini göremedi ve secde etmedi. Böylece İblis Allah’ın emrini çiğneyip isyan etti ve Allah’ın huzurundan lanetlenip, kovuldu. Bu itibarla her zamanda ve bu gün, bir kimse; ben kendi kendime yaradılışımın yüce amacına ulaşıp, Rabbin huzurunu bulurum, kendi anlayış ve bilgilerimle Rabbime vuslat ederim deyip de, böyle kıyas, yani mukayeseleriyle hareket ederse, o kimse İblis gibi yapmış olur. Ademiyetten mahrum kalıp, Rabbine kavuşamaz. Bir kimsenin bu alemde Rabbine vasıl olmaması, onun Allah’ın huzurunu ebediyen bulamaması ve Allah korusun, Rabbin huzurundan kovulmasıdır. Çünkü Kur’an’da 180 “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsra, 72) buyrulur. Bunu beyanla “Sen de bu günkü ademiyetin zuhurunu ara bul ve nerede buldunsa hemen secde et, yani tenezzül edip kabullen. Sen de ademi kemalat ve marifete mazhar ol.” deniliyor. “İblis gibi kibirlenme, bu hal ve anlayışından tevbe edip bu ahvalini terk et ki, Rabbin huzurundan, Rabbine vuslattan mahrum olmayasın.” Demektir. Odur ab-ı hayat bahri içenler oldular naci Bulup hayyü’l ebed baki beka ender bekabillah Üzerinde yaşadığımız bu alem yeryüzüdür. Kulun bu aleme mahsus olan ahvali ise dünyadır. Her kulun dünya ömrü vardır. Bu ömür, bu dünyada yani yeryüzünde kulun yaşadıklarıdır. Kullar içinde akl-ı maaş olanlar vardır ki, onlar hep bu dünyayı gözetirler; ahiret aleminin varlığına inanmayıp, daima dünyada nefislerinin tabiattan aldığı lezzetlerle meşguldürler. Bu dünyanın değer ve lezzetlerinden başka bir şey bilmeyip ve inanmadıklarından bunlar, ehl-i dünyadır. İşte böyle ehl-i dünya olanların anlayış ve zannına göre insan, yani kul ölümlüdür ve bir gün hayatı biter, yok olur. Bir de kullar içinde, akl-ı mead olup ahirete iman edenler vardır. Bunlar vahye ve peygambere tabi olup, dünya hayatından sonra ahiret yaşantısının devam edeceğine inanırlar ve kulun cennet nimetleri ile gıdalanıp ahirette ölümsüz olarak yaşayacaklarına iman ederler. Beka, ölümsüzlük demektir. Bu müminler, ahiret hayatının bekasına iman ettiklerinden, ahiretteki beka hayatı için amel-i salih, yani iyi-güzel işler üretirler. Günah işlememeye gayret ederler ve Allah’ın razı olduğu emirleri yapar, yasaklarından kaçarlar. Fakat bu müminler, kendi varlıklarını Hak’tan ayrı zannettiklerinden, Hak’tan mahcup / perdelidirler ve Hakk’a vuslat edemezler. Bunlar ehl-i ukba olup, nispet varlıklarıyla ahirette cennet nimetleriyle ebediyen diri, yani nefsi ile bekada olurlar, vesselam. Kullar içinde makam-ı insanla akl-ı küle mazhar olanlar vardır. Onların kulluklarının amacı, ne bu dünyanın lezzetleri ne de amel cennetin nimetleri olmayıp, kulluklarının yüce gayesi, Hakk’a vasıl olup, hep Hak’la, ebediyen var olmaktır, yani bekabillaha ulaşmaktır. İşte bunlar tevhid-i hakiki ehli olup, bu alemde Hakk’a vasıl olduklarından, gerek dünyada, gerekse ahirette daima Hak’la var olup, bekabillah marifet ve zevkiyle yaşarlar. Bu itibarla beka hayatı ahiret hayatıdır. ‘Beka ender beka’ ise, kulun bekabillah marifet ve kemaline mazhar olmasıdır. 181 Ab-ı hayat, ölümsüzlük yani beka suyudur / içeceğidir. Hz. Pir Efendimiz “Ab-ı hayat, Ab-ı tevhiddir.” diyor. Bu itibarla hangi kul, kamil mürşidi bulur da onun irşadıyla zikr-i daim ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine ulaşırsa, o kul; Ab-ı hayattan, ölümsüzlük suyundan içip naci olur, yani kurtuluşa erip ölümsüzlüğe kavuşur ve beka ender bekaya, yani bekabillaha mazhar olur. Gel ey Fehmi ara bir yar seni Allah’a etsin yar Musa ol etme sen hiç ar ki Hızr’a göndere Allah Kur’an’da “Bir zaman Musa genç dostuna / arkadaşına dedi ki: İki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan, dinlenmeden yürüyeceğim; yahut gerekirse seneler ve seneler harcayacağım…” (Kehf, 60) Buyrulur. Böyle azimli ve kararlı bir yolculuktan sonra Hz. Musa, iki denizin birleştiği yere vardı. “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik. Musa ona dedi ki: Sana öğretilen rüştü / ilmi / kemalatı bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” (Kehf, 65-66) İşte bu ayetlerde beyan edilen, Allah katından bir rahmet ve lütufla ilm-i ledün mazharı olan kul, Hızır’dır. Bu kulun Hızır olduğunda, bütün gelmiş geçmiş veliler ve ehl-i kemal ittifak etmişlerdir. Hızır’ın mazhar olduğu ilim, ilm-i ledündür. İlm-i ledün, lügatca ilm-i batın demektir. İlmi tevhid-i hakiki irfaniyeti ilm-i ledün marifetidir.Bu bakımdan tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olan mürşid-i kamil, Hızır olup, bu alemde her zaman mevcuttur. Hz. Musa (as) Allah’ın emriyle Hızır’a gitti ve giderken büyük bir azim ve kararlılık göstererek arkadaşına, yani Yuşa’ya, gece gündüz hiç dinlenmeden gerekirse senelerce yürüyeceğim ve Hızır’ı muhakkak gidip bulacağım dedi. Bu konuda hiç ar etmedi, yani ‘Ben peygamberim, benim bilgim bana yeterlidir.’ deyip de, büyüklenmedi. Hızır’ı bulunca da ona, Allah katından bir lütuf, ihsan olarak sana öğretilen ilm-i ledünle beni irşad etmen, yani bana da mürşitlik yapıp ilm-i ledünü öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı? Dedi. Sonra Hızır’la anlaşıp beraber yolculuk yaptılar ve bu yolculuğunda ledünü öğrenip, yani ledünle irşad olup müşküllerinden kurtuldu. Bu Kur’an beyanının, bu gün bize hitap eden murat ve hikmetini beyanla, Fehmi Efendi Hazretleri “Sen de Hz. Musa gibi olup, büyüklenmeyip, tevazulu ol ve ar etme, zamanın Hızır’ını, yani kamil mürşidini bul, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle irşad olup rüşde / kemalata mazhar ol.” diyor. 182 * * * 40 Bu alem mebdei sensin evvelsin ya Rasulallah Nübüvvet hatemi sensin ahirsin ya Rasulallah Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Resulullah (sav) Efendimiz’in vücudu üçtür: Birincisi vücud-u unsuru; yani beden, beşer 183 vücududur. İkincisi, vücud-u misali, ki rüyada görülendir. Üçüncüsü ise, nur-u vücududur.” diyor. Hadis-i şerifte “Allah evvela bir cevher yarattı, o cevherden de cümle alemleri yarattı.” buyrulmuştur. Ehl-i kemal büyükleri, bu yaratılan ilk cevherin Nur-u Muhammed olduğunu beyan etmişlerdir. Yine Hz. Resulullah Efendimiz “Allah evvela benim nurumu yarattı.” buyurmuştur. İşte bu beyanlardan da anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hakk’ın kendi varlığından ilk zuhur-u halkiyeti, Nur-u Muhammed’dir. Allah cümle alemleri Nur-u Muhammed’in tafsili olarak yaratmıştır. Allah’ın varlığı yani uluhiyet, beş varlıkla zahirdir: Bunlar; zat, sıfat, esma, ef’al ve ahkam varlığıdır. Bu varlıkların kemali, vücud-u Nur-u Muhammed’le zahir olmuştur. Alemler dediğimiz cümle varlıklar, Nur-u Muhammed’den yaratılması itibariyle tafsilat-ı Muhammed’tir, yani Nuru Muhammed’in detaylanmasıdır. İşte cümle alemlerin evveli, Nur-u Muhammed (sav) olması itibariyle “Bu alemin mebdei / başlangıcı sensin ya Resulullah.” buyruluyor. Kur’an-ı Kerim’deki “O, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur…” (Ahzab, 40) Beyanına göre ise, Hz. Peygamber Efendimiz, unsur beden vücudu itibariyle, nebilerin, yani peygamberlerin sonuncusu / ahiridir. İşte bu itibarla “Alemin mebdei / başlangıcı ve nübüvvet hatemi yani nebilerin sonuncusu sensin ya Resulullah.” buyruluyor. Cem’i kurb-i feraizde batınsın Hak olur zahir Nevafil kurb-i hazrette zahirsin ya Rasulallah Hz. Pir efendimiz “Hakikat-i ilahiye zattır, hakikat-i Muhammediye sıfattır, hakikat-i Ademiye esmadır.” diyor. Ehl-i kemalin Allah’a yakınlığı ise, iki mertebenin neşesiyledir: Yakınlığın biri, kurb-u feraiz / farz yakınlığıdır ki, seyr-i sülukun cem mertebesi halidir. Bu yakınlık, Hak zahirinde, kul, yani halk ise batında cem müşahedesidir. Yani Allah’ın kulu olan Hz. Peygamber Efendimiz de dahil, yaratılan yani halk olan her ne varsa batın olup, kulun kuvvesinde Hak zahirdir. Bu makamın hal-i neşesinde, salikin nazarında hep Hak vardır ve daim Hak görür. Diğer yakınlık ise, kurb-u nevafil yakınlığı olup, seyr-i sülukun hazret-ül cem mertebesinin hal ve neşesidir. Hazret varlık demektir ki, bu mertebenin yakınlığı; Cenab-ı Hakk’ın kendi vahid / Bir olan bedeninden, cümle alem-i kesreti yani cümle varlığı yaratarak, halkı zuhura getirip, halkı zahirinde, Hakk’ı batında müşahededir.Bu mertebenin yakınlığı Hakk’ı batın, halk-ı alemi ise zahirinde cemdir.Bu mertebenin müşahedesinde halk zahir olduğu için, hakikat-i Muhammediye ve aynı zamanda ruh-u cemadat (ki topraktır), ruh-u nebatat (ki bitkilerdir), ruh-u hayvan (ki hayvanlardır), ruh-u insan ve insanlığa ait olan mümin, münafık, kafir vb. cümle huylar ve ahlaklar, melek, şeytan, varlık olan cümle kesret alemi, ve Nur-u Muhammed 184 zahirdir. İşte bu itibarla “Makam-ı hazret-ül cemde, yani nevafil kurb-i hazrette zahirsin, makam-ı cem olan kurb-i feraizde ise batınsın, ya Resulullah.” buyruluyor. Allahualem. Senin esrar-ı mi’racın fenafillah olan bildi Bekabillah bulan erdi o zevke ya Rasulallah Hz. Peygamber Efendimizin miracı ikidir: Biri cismanidir ki, bu cismani olan miraç Kur’an’da “Bütün varlıkların tesbihi o kudretedir ki, kulunu gecenin birinde Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür. Bu, ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek/onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir…” (İsra, 1) ayetiyle beyan edilir. Bu, mucize olarak gerçekleşen ve Hz. Peygamber’in alemleri şereflendirmek için yaptığı miraçtır. Bu miraç sadece ve sadece, yalnızca Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz alemlerin aslı olduğu için, alemler varlıklarını muhtaç olduğu o yüce şahsiyeti görüp, onunla yani Hz. Muhammed (sav)’le şeref bulmak istedikleri için, bu cismani miraç mucize olarak vukua gelmiştir. Diğer miraç ise, Hz. Resulullah Efendimizin ruhani miracıdır. Necm Suresindeki “Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi belki ondan da yakın. Böylece vahyetti kuluna vahyettiğini, kalb yalanlamadı gördüğünü.” (Necm, 8-11) “And olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 18) Ayetleriyle beyan olunan miraçtır. İşte Hz. Resulullah’ın bu ruhani miracını, cümle peygamberler yaptığı gibi, cümle insan-ı kamil olan veliler de yaparlar. Çünkü bu ruhani miraç, kulun kendi hakikatine yönelip Rabbine vasıl olması, yani kavuşmasıdır. Her kim ki, kendinin ve cümle alemin nispet varlığının yokluğunu, makamat-ı tevhidin fenafillah keşfi irfaniyetiyle bilip arif olursa, o kul yine makamat-ı ittihadın müşahedesiyle bekabillaha, yani Hakk’ın ebedi, baki olan varlığına kavuşur ve o daima Hak’la yaşar, hep Hakk’ı görür ve bekabillahla zevklenir. İşte bu fenafillah ve bekabillah kemalat ve marifeti, Hz. Peygamberin ruhani miracı olan mazhariyet olduğundan, Fehmi Efendi Hazretleri “Senin miracının sırrını, fenafillah olan bildi, bekabillah bulan zevkine ulaştı, ya Resulullah.” diyor. Makam-ı kabe kavseyn’e nebiler hep ayak bastı ‘Ev edna’ sırrına sadr-ı eminsin ya Rasulallah 185 Kur’an’ın “Kabe kavseyn ev edna / iki yayın beraberliği gibi, belki ondan da yakın.” (Necm, 9) beyanındaki “Kabe kavseyn” seyr-i sülukun cemm-ül cem mertebesidir. Bu mertebenin kemalatı aynı zamanda makam-ı nübüvvet marifeti olması itibariyle, cümle nebiler yani bütün peygamberler bu mertebenin marifetiyle peygamberlik yapmışlardır. Çünkü bu makamın kemalatı, cümle enbiyada mevcuttur. Aynı ayetteki “ev edna” beyanı ise, makamı ehadiyettir. Bu makam sadece ve sadece Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. İster nebi olsun, ister veli olsun, her kim olursa olsun, bir kul bu makama ancak Hz. Resulullah Efendimizin müsaadeleriyle, teberrüken dahil olur. Bu itibarla ‘Kabe kavseyne’ nebiler hep ayak bastı ‘Ev edna’ sırrına ancak sen sadr-ı eminsin, yani ‘ev edna’ (ki makamı ehadiyet) senin özel makamındır, ya Resulullah.” demektir. Sen ol bir şah-ı kevneynsin kamu kullar sana muhtaç ‘Samed’ ismine mazharsın şefi’sin ya Rasulallah Bu dünya alemi, ahiret alemi ve bütün alemler, varlıklarını Hz. Resulullah Efendimize muhtaçtırlar. Çünkü kudsi hadiste “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım / halketmezdim.” buyrulmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz, vücud-u nur-u Muhammed’le unsur yani suret aleminin evveli olup, cümle varlıklar vücud-u Nur-u Muhammed’den halk olmuştur. Mana alemi, yani kulun makam-ı insanla halkiyeti ise, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle başlayıp, vücud-u Nur-u Muhammed’e ulaşmasıyla kemal bulur. Çünkü Hz. Resulullah “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan halk etti.” buyurmuştur. İşte Cenab-ı Hakk’ın kudsi hadisteki Hz. Resulullah’a hitaben iki defa “Sen olmasaydın, sen olmasaydın...” buyurmasındaki hikmet; sen olmasaydın beden varlığımız, yani bu unsur, suretler alemi olmazdı, demektir. İkinci sen olmasaydın hitabı, mana itibariyledir ki, müminin Nur-u Muhammed mazhariyetiyle yaratılışıdır, yani kulun makam-ı insanla halk olup, insan-ı kamil olmasıdır. Bu itibarla, gerek suret gerek mana aleminde yaratılan cümle kul ve varlıklar, var oluşlarını Hz. Muhammed’e muhtaçtırlar. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, Muhammedi kulluğa meyledip ona itibar etmesi, Hakk’ın vahdaniyetinde kendi kendisini bildiği halde, halk kesreti içerisinde Muhammedi bir kullukla, kendi bilinmekliğine ve müşahedesine muhabbet etmesindendir. Bunun için Allah, cümle alemleri yarattı ve yarattıklarından sadece Hz. Muhammed olan zuhuruna, halkiyetine habibim / sevgilim dedi. Bu itibarla cümle varlıklar, var oluşlarını Cenab- 186 ı Hakk’ın habibi/sevgilisi olan Hz. Muhammed kulluğuyla bilinip müşahede edilmek muhabbetine / aşkına muhtaçtırlar ki, Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid-i Şerif’inde: Gel habibim sana aşık olmuşam Cümle halkı sana ata kılmışam buyrulur. Hz. Peygamber Efendimiz peygamberlerin sonuncusu olup, kendisinin bu alemde unsur vücudu ve peygamberlikle zuhurundan, kıyamete kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm insanlık, O’nun ümmetidir. Yani ümmet-i Muhammed’dir. Hz. Peygamber Efendimiz, İslam dininin zahir ve batın tebliğ ve irşadıyla, cümle ümmet-i Muhammed’i günah, şirk, isyan, küfür vb. hastalıklardan kurtarıp şifa dağıtmış ve dağıtmaktadır. Kur’an’da “Onlar için dua et, çünkü senin duan onlar için bir sükunettir / güvendir.” (Tevbe, 103) buyrulur. İşte Hz. Peygamber Efendimiz, bu ve benzeri ayetlerdeki beyanlardan da anlaşıldığı gibi şefaatin mazharı olup, dünyada şifa dağıtmaktadır. Ahiret aleminde de şifa dağıtacaktır. Bu itibarla şah-ı kevneyndir, yani dünya ve ahiretin sultanıdır. Çünkü bu dünyada ümmeti Muhammed onun tebliğ ve irşadıyla şifa bulur, ahirette ise Hz. Adem’den kıyamete kadar gelmiş geçmiş tüm insanlık O’nun şefaatiyle şifa bulup istifade eder. Samed, Allah’ın isimlerindendir, yani esma-yı hüsnadandır. Samed tecellisi, muhtaç olanların ihtiyaçlarını arz ettikleri ve ihtiyaçlarını giderdikleri Hakk’ın zuhurudur. İşte Hz. Resulullah, Samed isminin mazharı olması itibariyle tüm insanlığa ve cümle kullara yukarıda beyan edildiği gibi şifa dağıtır. Allahualem. Makam-ı Mahmud’un sırrın sana bahşeyledi Allah Reis-i enbiya sensin imamsın ya Rasulallah Kur’an-ı Kerim’de “Sana mahsus / özgü bir ibadet olarak gecenin bir kısmında o Kur’an ile teheccüd kıl / uyanık ol. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama / Makam-ı Mahmud’a ulaştırır.” (İsra, 79) buyrulmuştur. Bu ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi Makam-ı Mahmud, yalnız Hz. Resulullah Efendimize mahsus olan bir makamdır. Yani Hz. Resulullah Efendimizin, makam-ı ehadiyet mazhariyetiyle övülüp Mahmud ismini almasıdır. Cenab-ı Hak, bu mertebeyi yarattıklarının içinde sadece ve sadece Hz. Resulullah Efendimize ihsan, ikram ve bahşetmiştir. Cümle peygamberler, Resulullah Efendimize mahsus olan bu Makam-ı Mahmud’a Hz. Resulullah’ın izniyle teberrüken dahil olup, Hz. 187 Resulullah’ı Makam-ı Mahmud marifet ve zevkiyle ziyaret etmişlerdir. İşte Hz.Fahr-i Kainat Efendimiz, Hakk’ın yalnız O’na bahşettiği bu makam-ı Mahmud mazhariyetiyle, cümle enbiyanın, peygamberlerin imam ve reisi olup, şah-ı enbiyadır. Sen ol bahr-ı hakayıktan çıkan bir dürr-i yektasın Sarraflar kıymetin takdir edemez ya Rasulallah Dürr-i yekta, eşsiz, paha biçilemeyen mücevher demektir. ‘Sarraflar kıymetini takdir edemez’ demek ise; cümle sarrafların sermayeleri, o eşsiz mücevheri satın almaya yetmez, demektir. Mana ve hikmet itibariyle: “Ya Rasulullah sen, Cenab-ı Hakk’ın zat mevcudiyetinden zuhura gelmiş öyle bir kemalatsın, öyle bir şahs-ı kamil-i mücevhersin ki, senin zuhurundaki kulluğunun kemal-i marifetine muhtaç olmayan yoktur. Cümle mana aleminin sarrafı olan ehl-i kemal ve ilim-irfan ehli, senin kemalatın karşısında aciz kalıp, senin marifetinin hudut ve sınırına erişemeyip bitiyor.” demektir. Bu mevzuda Yunus Emre Hazretleri: “Çulhalar dokumadı, terziler dikemedi, donunu Muhammedin.” buyurmuştur. Velhasıl, bütün insanlık Muhammedileştiği nispette insandır ve Allah’a kuldur. Bu itibarla “Ya Resulullah, kimse senin zuhur-u kemaline hudut çizemez ve seni takdir edemez. Hiç bir kulun ilmi, irfaniyeti, senin marifet ve kemalatının sınırlarına ulaşamaz.” buyruluyor. Ol bahr-ı ilmin emvacı yedi kat gökleri aştı Ol sahra-yı ama’nın Anka’sısın ya Rasulallah Kur’an’daki “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an-ı indirdik.” (Hicr, 87) beyanının mazhariyetiyle, Hakk’ın zat-ı ehadiyetinin zuhuru olan yedi kat göklerin, yani yedi meratib-i ilahinin hudutsuz tecellilerinin mahiyetine, ancak senin kemalat ve marifetin ulaşır. Senin şahsında zahir olan kulluk ancak, o ilahi tecelliler sahrasına ve sonsuzluğuna uçup yükselir, ya Resulullah, demektir. Sen ol mahbub-u hazretsin seni vasfedemez Fehmi Sen ol mahzen-i hikmetsin hakimsin ya Rasulallah Kur’an’da “Hikmeti kime dilerse ona verir, kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Gönül / kalb sahiplerinden başkası düşünüp anlayamaz.” (Bakara, 269) buyruluyor. Hikmet, Allah’ın mevcuttaki cümle tecellilerini birbirine karıştırmadan, yerli yerinde müşahede ihsanına kulun mazhar olmasıdır. İşte ehl-i hikmet ve mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Sen, 188 Cenab-ı Hakk’ın mahbubu, sevgilisisin, seni ben nasıl tarif edebilirim ki? Ben seni vasfetmekten acizim.” Diyor ve devamla “Sen ilm-i hikmetin kemaline mazhar olan bir şahsiyetsin. Ehl-i kemal ve ehl-i irfanda hakim olan ilahi tecelliyi yerli yerinde görme hikmeti, senin marifet ve kemalatındır. Çünkü cümle ehl-i hikmette Nur-u Muhammed zuhuruyla sen hakimsin, ya Resulullah.” buyuruyor. Batılı bir düşünür, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerinin eserlerini okur ve Şeyh-ül Ekber’i severmiş. Fakat bu şahıs “Hz. Muhammed’in bir kitabı, yani Kur’an’ı var, Muhiddin Arabi’nin ise, 600 küsur kitabı olmasına rağmen Şeyh-ül Ekber, ne zaman Hz. Muhammed’den ve kitabı olan Kur’an’dan bahsetse, kaybolup yok oluyor. Şeyhül Ekber’in bunlar karşısında niçin kaybolup, yok olduğunu bir türlü anlayamadım.” diyor. İşte Hz. Resulullah Efendimiz, cümle arif, kamil, hikmet ehillerinin ve pirlerin hakimidir. Onlar bu hakimiyetle şeref bulur, yücelirler ve o hakimiyette yok olurlar, vesselam. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 41 Bir aceb sırra eriştim eyvallah 189 Buna esrar-ı aşk derler eyvallah Kur’an’da “Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o emaneti kabul etti / yüklendi…” (Ahzab, 72) buyrulmuştur. Hadis-i kudside ise Cenab-ı Hak “İnsan benim sırrımdır, ben insanın sırrıyım.” diyor. İnsan, Allah’ın kemal tecellisine mazhar olması itibariyle ‘cami’ isminin mazharıdır. İnsandan başka yaratılan hiç bir mahluk, buna mazhar değildir. Hakk’ın kemal tecellisini kendinde toplayıp, emaneti yüklenen insanın sırrı, Hak’tır. Kulun yokluğunda zahir olması itibariyle ise, Hakk’ın sırrı insandır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ilahi aşkın böyle tuhaf, acayip sırrına eriştiğini ifade ediyor. Bunu alim avam bilmez eyvallah Buna ilm-i irfan derler eyvallah Ehli kemal üç türlü mektep / okul vardır demiştir ki, Bu okullar: 1. Mekteb-i Sübyan, yani ilkokuldur, orada harfler tanıtılıp okuyup yazma öğretilir. 2. Mekteb-i Medrese, yani meslek öğrenilen yüksek okul, üniversite vb. Burada meslekler öğretilir. Öğretmenlik, edebiyat, mühendislik, doktorluk vb. ilimler öğretilir. 3. Mekteb-i İrfan’dır. Burada öğretilen ilm-i tevhid irfaniyetidir. Bu okulda harflerin hikmeti, mahiyeti ve kulun kendisinin ve cümle eşyanın iç yüzü öğretilir. Böylece mekteb-i irfanda kul, kendinin ve cümle varlığın hakikatine arif olur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Allah’ım bana bu eşyanın içyüzünü öğret.” buyurmuştur. Bir kimsenin, eşyanın iç yüzünü / hakikatini ve kendinin / nefsinin hakikatini öğrenmesi için, mutlaka mekteb-i irfana dahil olup, mürşid-i kamilin telkin ve irşadına mazhar olması gerektir. Kul ancak o zaman kamilin irşadı olan zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, kendinin ve eşyanın hakikatine ulaşıp, arif ve kamil bir insan olur. Velhasıl, mekteb-i irfana dahil olmayıp, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmamış olanlara avam denir. Avam, hangi ilmin alimi olup hangi mevki ve makamda olursa olsun, mekteb-i irfandaki ilm-i irfan irşadından nasiplenmemiş olduğundan, esrar-ı ilahiye arif olamaz. Buna sırr-ı Kur’an derler eyvallah Bunu ehl-i hicab bilmez eyvallah 190 İmam-ı Gazali Hazretleri “Kur’an’ın, neresinden okursanız okuyun, ya Hakk’ın zatından, ya sıfatlarından, ya da ef’alinden bahseder. Ki bu Kur’an’ın sırrıdır.” diyor. Hadis-i şerifte “Kur’an ve insan ikiz kardeştirler.” buyrulmuştur. Hazreti Pir ise “İnsan Kur’an’ın metnidir / özetidir.”diyor. Bu itibarla bir kimse mekteb-i irfan irşadına mazhar olursa, kendi nefsinde ve cümle alemdeki zat-ı ilahi, sıfatı ilahi ve ef’ali ilahi tecellilerinin müşahedesiyle arif olur. İşte böyle arif bir kul, Kur’an’ın ikiz kardeşi ve Kur’an’ın sırrı olur. Fakat bir kimse mekteb-i irfan irşadından nasiplenmezse, o kimse Hakk’ın zat, sıfat ve ef’al tecellilerinden hicaplı / perdeli olur, sırr-ı Kur’an’ı bilemez. Bunu ehl-i sevab bilmez eyvallah Bunu Hızr u İlyas bilir eyvallah ‘Ehl-i sevap’ sevaplar karşılığında nefsini cehennemden kurtarıp, amel cenneti nimetleriyle lezzetlendirmek için kulluk yapanlar demektir. Böyle sevap ehli olan kimse, esrar-ı ilahiye vakıf olmaz. Çünkü onun, nefsini cehennemden kurtarıp cennet nimetleri sevdasıyla olan kulluğu, Rabbine kavuşmasına engel olur. Hızır ve İlyas (as) ab-ı hayat, yani ölümsüzlük suyu içmiş olup, her zaman sağdırlar. Hızır velidir. İlyas ise nebidir / peygamberdir. Hızır velayetle, Hz. İlyas ise nübüvvetle kıyamete kadar ehil olanları irşad ederler. Bunlar, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyeti olan ab-ı hayatla bu gün dahi diri ve ölümsüz olup, ebediyen sağdırlar. Bunu beyanla, Yunus Emre Hazretleri: Yunus öldü diye sala verirler, Ölenler hayvandır aşıklar ölmez Demiştir. Bu itibarla “Esrar-ı aşkı ve sırr-ı ilahiyi, nefsinin amel cenneti nimetlerinden istifadesi için kulluk yapan ehl-i sevap bilmez. Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle ab-ı hayata kavuşmuş olan Hızır ve İlyas bilir.” buyruluyor. Buna vasl-ı beka derler eyvallah Buna sırr-ı Mustafa derler eyvallah Hazreti Peygamber Efendimizin her isminin bir hikmeti vardır. ‘Mustafa’ ismi ise, halk isneyniyetinden, ikiliğinden eser kalmamış bir arınmışlığı ifade eder. Hangi kul böyle bir arınmışlığa ulaşırsa, vasl-ı bekaya, yani Allah’ın ebediyetine kavuşup, ebediyen Allah’la diri olur. 191 Bunu Al-i Aba bildi eyvallah Buna seb’al mesan dendi eyvallah Al-i Aba; Hazreti Peygamber’in örtüsü / abası altında olanlardır. Ehl-i Beyt, evlad-ı Resul demektir. Pençe-i Al-i Aba ise, Hz. Resulullah’ın örtüsü / abası altındaki beş kişi demektir. Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Peygamberle beraber bu beş kişi, pençe-i Al-i Aba’dır. Hıristiyan rahipler, Hz. Resulullah’ı yalancılıkla itham ettiler. Bunun üzerine vahiy geldi ve “De ki; oğullarınızı ve oğullarımızı, kadınlarınızı ve kadınlarımızı, kendinizi ve kendimizi alıp meydana çıkalım. Kim yalancı ise lanetleşelim / Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun diyelim.” (Al-i İmran, 61) Buyruldu. Bu ayet vahyedilince, Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i alıp, hep beraber beş kişi, Hıristiyan rahiplerle lanetleşmek için meydana çıktılar. Fakat Hıristiyan rahipler korktular ve meydana çıkmadılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber Efendimiz abasını sırtından çıkararak, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’i örttü ve “Benim Ehl-i Beyt’im / Ev halkım bunlardır.” dedi. İşte “Pençe-i Al-i Aba” Hz. Peygamber’in yüce örtüsünün altında olan Ehl-i Beyt’tir. Ehl-i Beyt üçtür: Birincisi, yukarıda ifade edilen Hz. Peygamber Efendimizin kızı, damadı ve torunları olan “pençe-i al-i aba”dır. İkincisi; Hz. Peygamber’in soyundan olmayıp Nur-u Muhammed’e mazhar olanlardır. Bunlar, Peygamber Efendimizin “Selman benim Ehl-i Beytimdir.” hadis-işerifinde beyan ettiği gibi olanlardır. Bunların soyca Hz.Resulullah’la her hangi bir akrabalığı olmadığı halde Ehl-i Beyt olanlardır ki, hz. Peygamber efendimizin “ehlibeytimdir”dediği Salmandan başka sahabelerde vardı. Fakat bunların içinde Selman-ı Farisi, İran’lı bir göçmen olup, Hz.Peygamber’le soyca herhangi bir yakınlığı, akrabalığı olmadığı gibi, o coğrafya ile de bir ilgi ve alakası olmaması yönünden çarpıcı bir örnektir. Bu itibarla, Hz. Peygamber’in soyundan gelmeyip de Nur-u Muhammed (sav)’e mazhar olanlar da evlad-ı Resuldür, Ehl-i Beyt’tir. Çünkü bunlar, Nur-u Muhammed abasına / örtüsüne bürünmüş olduklarından, bunlara Ehl-i Beyt-i manevi veya evlad-ı Resul-ü manevi denir. Yine Hz. Resulullah Efendimiz “Selman bendendir, ben Selman’dan.” buyurmuştur. Yani, Selman’da kendi cahiliyetine ait hiç bir anlayış ve hal kalmadı, Selman bana tabi olup benim tabiatımdan oldu ve Selman’da var olup gözüken benim ahlak ve tabiatım, benim ruhaniyetimdir, demektir. İşte her kim ki, meslek-i Resul’e dahil olursa, o kimsede cehalet kalmaz, onda hz.Resulullahın ahlak ve tabiatı galip olup, 192 Nur-u Muhammed mazhariyetiyle o kimsede, evlad-ı Resul ve Ehl-i Beyt-i manevi olur. Kur’an’da“ve legad ateynake seb’an minelmesanii velkur’anel’aziim / “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an-ı indirdik.” (Hicr, 87) Buyrulmuştur. Evlad-ı Resul’ün, meslek-i Resul irşadıyla mazhar oldukları irfaniyet, işte bu tekrarlanan yedi ayet, yani ‘Seb’al mesan’ irfaniyetidir. Bu itibarla Nur-u Muhammed mazharı olan Evlad-ı Resul ancak, bu ayette ifade edilen, ‘Seb’al mesan” yani / tekrarlanan yedi ayet’in marifet ve kemalatı üzere olan kullukla yaşarlar. Ehl-i Beytin üçüncüsü ise; Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi ve Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri gibi olup, Hz. Peygamber Efendimizin hem soyundan gelip hem de Nur-u Muhammed’e mazhar olan evlad-ı Resuldür ki, gavs ve mücedditler bunlardan zuhur eder. Velhasıl, sırr-ı ilahi olan ‘Seb’al mesan’ yani ‘tekrarlanan yedi ayet’in marifet ve kemalatına, Nur-u Muhammed abası / örtüsü ile örtünen, evlad-ı Resul / Ehli Beyt mazhar olur. Vesselam. Buna ilm-i Hüda derler eyvallah Buna sırr-ı Kur’an derler eyvallah “Bu öyle bir ilim ve irfaniyettir ki, Hüda-i İlahi’nin, yani Allah’ın hidayetle olan zuhurudur. Bu hidayet mazhariyeti aynı zamanda Kur’an’ın sırrıdır.” buyruluyor. Çünkü Seb’al mesan, yani tekrarlanan yedi ayet; yedi meratib-i ilahi olup, bu mertebelerin keşf-i marifetiyle kul, insan-ı kamil olur. İnsan-ı kamil ise, Hz. Resulullah’ın “Kur’an ve insan ikiz kardeştir” beyanı mazhariyetiyle Kur’an’ın sırrıdır. Bu itibarla, hangi kul meslek-i Resul’de meratib-i ilahinin müşahedesine ve marifetine ulaşırsa o, Kur’an’ın esrarına vakıf olur. Bu bir kenz-i ahfadır kim eyvallah Bu bir mülk-i bekadır kim eyvallah Cümle halk-ı alemin mevcudiyetindeki Allah’ın sırrı, insan-ı kamile açıktır, ayandır. Kamil, mazhar olduğu marifet ve kemalatla eşsiz bir hazinedir. Her kim zamanın kamilini bulur ve onun irşadına mazhar olursa, o kendinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbine kavuşur. Kulun Rabbine vasıl olup kavuşması ise, öyle bir yüce mülktür ki, bu aynı zamanda kulun bekaya ulaşıp ölümsüzleşmesi, daima diri olması demektir. Bu bir fazl-ı Hüda’dır kim eyvallah Buna ihsan-ı Hak derler eyvallah 193 İlimler iki şekilde tahsil edilir: Biri kesbidir ki; kulun gayretiyle kitaplardan, okullardan, örflerden, mürşitlerden vb. ilim öğrenmesidir. Diğeri ise vehbidir, yani kulun karşılıksız bahşiş ve ihsan’a mazhar olmasıdır. Bunu beyanla hadis-i şerifte “Siz bildiklerinizle amel edin, Allah bilmediklerinizi size öğretir.” buyrulmuştur. Yani kulun kesb edip de öğrendiği bilgiyle kulluk, ibadet yaparken, bilmediklerine arif olması ona vehbidir, bağıştır. Bunu beyanla Kur’an’da “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik.” (Kehf, 65) buyrulur. Bu itibarla vehbi olan irfaniyet, Cenab-ı Hakk’ın fazilet ve cömertliğinden kuluna hidayet zuhuruyla karşılıksız yaptığı ihsandır. Mesela bir kimsenin, mürşid-i kamilden aldığı telkini ezberleyip, hıfz etmesi kesbidir. Fakat kamilden tahsil ettiği ilmin müşahedesinden hasıl olan irfaniyet, vehbidir. Velhasıl kulu Rabbine ulaştırıp kavuşturacak olan irfaniyet, yüce Allah’ın fazlından yaptığı karşılıksız hidayet lütuf ve ihsandır. Bu ise, bir kulun mazhar olabileceği en ala bahşiştir. Allah, cümlemizi vehbi olan bu bahşiş ve ihsana mazhar kılsın. Buna dad-ı Hak derler eyvallah Bu bir ahd-ü vefadır kim eyvallah Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “O sana biat edenler var ya; onlar gerçekte Allah ile bey’atlaşıyorlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Kim ahdini / bey’atını bozarsa, döneklik ederse; kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Kim Allah’a verdiği sözde durursa, Allah ona büyük bir ecir / ödül verecektir.” (Fetih, 10) Buyuruyor. Bu alemde mürşid-i kamilin telkin ve irşadı, emr-i ilahi tebliğinden başka bir şey değildir. Kamil olan bir mürşid, kat’iyyen Allah’ın emrinin harici bir şey telkin etmez. Asla vahye ters düşmez. Kamil’den alınan telkin emr-i ilahi olması itibariyle, telkine riayet etmek, Hakk’ın emrine riayet etmektir. Kamilin gerçek mazhariyeti bu olup, salik de böyle bir inanç ve anlayışla telkini kabul ederse, o ahidleşmeden / anlaşmadan ancak, kemalat ve maksat hasıl olur. Çünkü, gerek kamilin telkini, gerekse salikin kabulü, Allah’ın emri ve Allah’ın kendi mertebesinden başka bir şey değildir. İşte hangi kul böyle bir ahidleşmeye mazhar olur da ahdine vefalı, yani sadık olursa, o meratib-i ilahi keşfi marifetiyle arifibillah olup, insan-ı kamil olur ki, bu dad-ı Hak’tır, yani Hakk’ın karşılıksız vergisidir. Buna ilm-i felah derler eyvallah 194 Buna feyz-i necat derler eyvallah Sırr-ı ilahiye mazhar olmak, bir insanın yegane ve nihai huzur ve mutluluğudur. Çünkü insan, meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle, makam-ı insana ve aynı zamanda sırr-ı ilahiye arif olur. Bir insanın erişebileceği daha ala başka bir mutluluk olmaz. Bunu beyanla “İnsanın mutluluk ve felahı, kurtuluş ve necatı, makam-ı insana ulaşıp esrar-ı ilahiye vakıf ve arif olmasıdır.” buyruluyor. Bu bir sırr-ı safadır kim eyvallah Bu Fehmi’ye atadır kim eyvallah Arifibillah, insan-ı kamil Fehmi Efendi Hazretleri “Esrar-ı ilahiye arif olup, bu irfaniyetle zevklenip sefa sürmek bana atadır, yani bana Hakk’ın hediyesidir. Ki, o hediyenin sevinç ve zevkiyle yaşıyorum.” diyor. Allah, bizleri de böyle hediyelere mazhar kılar inşallah. * * 195 * 42 Aşkın meyinden bir kadeh içtim Sarhoş göründüm ağyare karşı İlahi aşk içkisinden bir kadeh içmek; meslek-i Resul’e dahil olup, teveccüh görerek salik olmak ve daim zikir uyanıklığından nasiplenmektir. Hak’tan gafil olup, daim zikir ve tevhid-i hakikiye uzak ve aşina olmayan kimselerin anlayışına göre; meslek-i Resul’de salik olmak, tuhaflıktır, acayipliktir yani sarhoşluktur. Ehl-i zikri ve ehl-i tevhid-i hakikiyi yanlış, şaşırmış hatta sapık olarak değerlendirenler de vardır. Bunlar Hak’tan gafil ve mahcup/perdeli olan ağyar kimselerdir. Bunların hep meşguliyetleri Hak’tan başka olan şeylerledir, yani gayriyetledir, vesselam. Bu beyte enfusi bir mana daha verecek olursak o da şöyledir: Tevhid-i hakiki marifetine mazhar olan kimsenin hali, daha evvelki cahiliye anlayışına ters gelir. Çünkü o zamanki anlayışı gayriyet ve masiva ile doludur ve Hak’tan gafildir. Cenab-ı Hakk’ı mevhum olarak kaydeder. Fakat makamat-ı tevhide süluk ederse, Hakk’ın kendinde ve cümle alemde, eşyada mevcut olduğunu müşahede eder. İşte bu irfaniyet, gayriyet içeren eski cahiliye anlayışına göre terstir, sarhoşluktur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Salik olup da aşk-ı ilahiye mensup olunca, Hak’tan gafil olan ağyar, beni tuhaf, acayip yani sarhoş gördü.” diyor. Mir’at-ı ef’al gösterdi sun'un Nakkaşın gördüm gergefe karşı Nakkaş, nakış yapana denir. Gergef ise nakış yapılan mahaldir, yerdir. Bu beyitte makamat-ı tevhidin iptida müşahedesi olan tevhid-i ef’al mertebesi beyan ediliyor. Kur’an’da “Onlara enfus ve afaklarında ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki, Hak ayan beyan belli olsun / görünsün.” (Fussılet, 53) Buyrulur. Bu beyan mazhariyetiyle Fehmi Efendi Hazretleri “Tevhid-i ef’al aynasında / mir’atında, fail olan Allah’ı enfusta, yani kendi nefsimde ve afakta, yani cümle alem gergefinde, her fiilin faili olarak gördüm.” diyor. Bu itibarla bir salik, tevhid-i ef’al müşahedesine ulaşır, kendinde ve cümle alem gergefinde, Cenab-ı Hakk’ı her fiilin faili olarak müşahede ederse, gergefteki her nakışta nakkaşı görmüş olur. Vesselam. Necm ü kamerdir şemsin sıfatı Durdular kıyam zatına karşı 196 Necm yıldız, kamer ise ay demektir. Yıldızların ve ayın ışığı kendinden olmayıp güneştendir, onlar ancak güneşin ışığını yansıtırlar. Eğer güneşin ışığı olmasa ay ve yıldızda ışık ve aydınlık olmaz. Bu itibarla Hakk’ın zatı cümle varlıkta mevcut olmasa, bu alemde ne sıfat, ne de ef’al olur. Ef’al ve sıfatın varlığı zat-ı ilahiyle ayaktadır. Bülbüle gelse baharın zevki Nice sabreder ol güle karşı Bahar, mevsimler içinde kıştan sonra gelir ve tabiat yeni bir çehreye bürünür, bütün bitkiler ve hayvanlar kış uykusundan uyanırlar. Bülbül ise, baharda daima aşık olduğu gül ve kokusuyla meşgul olur. İşte bir kimse, meslek-i Resule dahil olup, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid müşahedesine mazhar olursa, o kul cehalet kışı olan gaflet uykusunu terk ederek, bahar mevsimi doğuşuyla, yani daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle uyanır. O kulda hidayet-i Nur-u Muhammed galip ve hakim olur. Bülbülün daim ötüp, gül ve gül kokusunu aradığı gibi, o kul da zikri daim uyanıklığıyla, hidayet-i Nur-u Muhammed’in zahir olduğu ehl-i kemali ve onların meclisini arar. O, gül kokan Nur-u Muhammed zuhurunun zevkine mazhar olmaya gayret eder ve bu konuda sabretmez, sabırsızdır. Olsa muhabbet vasl-ı mahbubdan Cennet kurulur aşığa karşı Mecnun, Leyla’nın işçilere sırayla yemek dağıttığını görür ve işçilerin arasına karışarak yemek almaya gider. Herkes yemeğini alırken sıra Mecnun’a gelince, Leyla elindeki kepçeyle Mecnun’a vurup, onu kovar. Bunun üzerine diğer işçiler Mecnun’a “Leyla sana niçin vurdu?” dediklerinde Mecnun “Leyla’m bana sizinki gibi sıradan değil, özel muamele yaptı.” der. İşte her kim aşk-ı ilahiye mazhar olursa, o aşığın cenneti de, zevk-i sefası da, mahbubunun / sevgilisinin ona teveccüh ve muhabbetidir. Yani ilahi sevgilinin, aşığın aşkına karşılık vermesidir ve aşık ile maşukun karşılıklı sevişmeleridir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever…” (Maide, 54) buyrulmuştur. Şems-i hakikat doğmuş görünse Muhabbet olmaz esmaya karşı Tarikat ve cemaat ehli bazı kimseler, Allah’ın isimlerinden bazı isimleri adetle, sayı ile tesbih ederek, o isimlerle meşgul olur ve bu meş197 guliyetten keyif alırlar. Bazı tad ve haller elde ederler, ve Hakk’ı o halle kaydederler, bunu da kemalat bilirler. Böyleleri cümle esmanın müsemması olan zat-ı ilahiden gafil ve mahcup olup, zat-ı ilahiyi mevhum zannederek, mevcut kabul etmezler. Tevhid-i hakiki ehli olan ise, zat-ı ilahiye her tecellide mevcut olarak müşahede ederek vasıl olduğundan, mevcutta ve cümle alemlerde zat-ı ilahi olan müsemmadan gayrı görmez. Bunu beyanla “Bir kul, tevhid-i hakiki irfaniyetine ve aydınlığına kavuşursa, ehl-i esma gibi esma ile kayıtlı olmaz, daima müsemma ile beraber olur. Çünkü ehl-i tevhid-i hakiki, tarikatçılar ve cemaatçiler gibi esma ehli olmayıp, cümle esma, ef’al ve sıfat tecellilerinde zat-ı Hakk’a vasıl olduğundan, müsemma olan zat-ı ilahiden başkasına muhabbet etmez.” buyruluyor. Pervane duymaz zevk-i vuslatı Yandı kül oldu cemale karşı Pervane, ateşin ışığına kendini fütursuzca, cesaretle atıp ve o ateşte yanıp kül olan kelebek vb. dir. Çünkü pervane ateşin ışığını gidilecek yol zanneder ve bu zanla ateşe kendini atarak yanıp kül olur. Bütün tarikat ve cemaatlerde, mürşidin irşadı ile cemal-i ilahi müşahede edilir anlayışı vardır. Bu itibarla, nakıs / eksik bir mürşide intisap edenleri, o cahil şeyh, esmaları şu kadar bu kadar sayı ile çektirerek, fazla ibadetler yaptırarak, rüya tabirleri vb. uygulamalarla beklentiye sokarak avutur. Mürit de onun bu ve benzeri virdlerinden, şeyhin nazarından medet umar, yani irfaniyete mazhar olacağını, cemal-i ilahiyi müşahede edip Rabbime kavuşurum zannı ile bekler ve cemal-i ilahiyi görüp Rabbine vasıl olamadan yanıp kül olur, helak olur. Böyle kamil olmayan nakıs mürşidden irşad bekleyen kimse, Allah’ın cemalini müşahededen mahrum olarak bu imtihan alemindeki ömrünü heba ederek tamamlar. Fakat kim, kamil bir mürşid bulursa, o kamil olan mürşid; salike, zikr-i daim ve makamat-ı tevhidi telkin eder. Zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle o salik cemal-i ilahiyi müşahede eder ve Rabbine vuslat edip, vuslat zevki ile zevklenir, vesselam. Bu itibarla zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan bir kimse, adı sanı ne olursa olsun, taraftar ve müntesipleri ne kadar çok olursa olsun, hangi cemaat ve tarikatın ehli veya müridi, müntesibi olursa olsun, Allah’ın cemalini göremez ve Rabbine vuslat zevkini tadamaz. Böyle bir kişi pervane gibi, nakıs / eksik şeyhlerin peşinde, kendisini doğru yolda zannederek helak eder, yani yakıp da kül eder, demektir. Bu beyite ikinci bir mana verecek olursak şöyledir: Aşk ikidir ki, birisinde aşık sevgilisinden aşkına karşılık görür ve sevilir. Böyle olan 198 aşkta aşık, sevgilisiyle vuslat zevk ü sefası sürer. Diğerinde ise, aşık aşkına karşılık göremez, sever, fakat sevgilisinden sevgisine karşılık görmez. İşte böyle olan aşığın hali zordur, ızdıraplıdır, çünkü aşkına maşukundan karşılık göremediği için zevk-i vuslatı tadamaz Allahualem. Vuslat-ı yarla halvet olanlar Bakmaz hiç gözü ağyare karşı Bir kulun, Rabbine vuslat etmesinden daha ala ve ziyade zevki olmaz. Her kim ki bu keyfiyete mazhar olursa, Rabbinden başka görmeyip, hep Rabbine bakarak, ilahi sevgiliyle halvet eder ki, onun gözü ağyar görmez. Zeliha’ya sor halet-i aşkı Oldu divane Yusuf’a karşı Hz. Yusuf, Zeliha'nın hizmetçisi, kölesi idi. Hz. Yusuf, suret olarak yaratılmış kullar içinde en güzelidir. Zeliha Yusuf'’un güzelliğine tutulup, aşık oldu. Bu olay şehirde duyuldu ve arkadaşları ‘Sen asil bir insansın nasıl olur da bir hizmetçiye, köleye aşık olursun.’ dediler ve Zeliha’yı kınadılar. Zeliha da ‘Siz Yusuf’un güzelliğinden habersiz olarak konuşuyorsunuz, eğer Yusuf’u görseniz böyle söylemezsiniz.’ Dedi ve onları evine davet etti. Arkadaşları evde otururlarken Yusuf’u çağırdı, Yusuf gelince orada bulunanlar Yusuf’un güzelliği karşısında mest oldular, kendilerinden geçtiler ve ellerindeki meyve bıçaklarıyla ellerini kesip kan revan içinde kaldılar da farkına varmadılar. O zaman Zeliha onlara ‘Siz Yusuf’u biraz gördünüz de ne hale geldiniz, ya ben ne yapayım, her daim Yusuf’u görüp onunla beraberim.’ diyerek aşkını, halini beyan etti. İşte Kur’an-ı Kerim’in Yusuf suresinde daha geniş ve detaylı olarak beyan edilen Zeliha’nın Yusuf’a olan aşkı, özet olarak böyledir. Yusuf, cemal-i ilahi güzelliğini remzeder. Zeliha ise cemal-i ilahiye aşık olanı remzeder. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Aşk-ı ilahiye her kim mazhar olup aşık olmuşsa, o Zeliha gibidir, onun aşkını ve halini ancak Zeliha olan bilir.” Diyor ve devamla “Zeliha olan ise, Yusuf’un, yani ilahi sevgilinin aşkından divane olandır.” buyuruyor. Çünkü Yusuf ikilikten arınmış ruh güzelliğini remzeder. Vesselam. Ehl-i aşkı sen sanma serseri Muhabbeti var Allah’a karşı Hz. Yusuf’un güzelliğini görmeyenlerin Zeliha’yı kınadıkları gibi, ağyar muhabbetiyle, yani Allah aşkından başka şeylerle meşgul olup aşk199 ı ilahiden nasiplenmemiş olanlar, ehl-i aşkı divane, sarhoş, serseri gibi görürler. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Ey aşk-ı ilahiden gafil ve mahrum olan kimse, sen ehl-i aşkı tenkit edip de onların halini hor görme. Çünkü onlar, Allah'tan başkasına muhabbet etmezler, onlar ancak muhabbetullah yani aşk-ı ilahiyle gıdalanıp zevklenirler.” diyor. Fehmi aşıksan ma’şukun tanı Doldur kadehi ol yara karşı Kadeh salikin kalbidir, saki ise kadehi dolduran mürşid-i kamildir, içki ise kamilin mazhar olduğu marifet ve kemalatla olan irşadıdır. Bir salik o marifet ve kemalat irşadından istifadelendiği nispette Rabbine arif olur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Sen, aşk-ı ilahiye mazharım, Hak aşığıyım diyorsan, mürşid-i kamilin irfaniyetle olan irşad içkisini kalb kadehine doldur. Ancak o irşad seni yarine, yani ilahi sevgiliye götürür ve kavuşturur.” buyuruyor. * * * 200 43 Gönül şehr-i sarayında gözüm gördü dilarayı Nice inkar edem zahid ki gördüm ben o bedrayı Manevi vücudun özelliği beş olup, bunlar: Hafa, ruh, nefs, kalb ve sırdır. Gönül şehr-i sarayı ise, kalb mertebesinin halidir. Bu makamın müşahedesinde “Ben yerlere ve göklere sığmam ancak mümin kulun kalbine sığarım.” kudsi hadisinde buyrulduğu gibi Allah, mümin kulun kalbine / gönlüne sığar. Kalb, dönücü demektir ki, kalb daima esmalara döner. Çünkü esmaların mahiyeti kalbde zuhur eder ve kalb hep o mahiyetlere döner. Esmaların mahiyeti ise ikidir: Biri, mahiyeti Hak olan isimler, diğeri ise mahiyeti halk olan isimlerdir. İşte kalb, daima gerek Hakk’a, gerekse halka döner. Bir kul, gönül şehr-i sarayı olan kalb makamının kemalatına mazhar olursa, kalbin daima döndüğü esmaların mahiyetine vakıf olur ve müsemma olan Allah’ı her ismin zuhurunda müşahede eder. Saray, sultanın / padişahın evine denir ki, cümle alemlerin sultanı olan Cenab-ı Hakk’ın sarayı insan-ı kamilin gönlüdür. Böyle kamil bir kul, ancak gönül şehr-i sarayındaki cümle esmada uluhiyetle zahir olan Hakk’ı, yani ilahi sevgiliyi görür. Zahid, kulluğunu fazla ibadet yapmakla ve şekil düzerek ifa ederek, bunu en yüce kemalat zanneden, Hakk’ın mevcuttaki müşahedesinden perdeli ve gafil olan kimsedir. Bu itibarla insan-ı kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Makam-ı kalb müşahedesiyle, kalbimin döndüğü cümle esma tecellisinde, ilahi sevgiliyi ayın bedir hali gibi, yani ayın on dördü gibi görüyorum.” diyor ve bu alem-i mevcutta Cenab-ı Hak görünmez diyen zahid kimseye hitaben de “Senin perdeli olduğun ve göremediğin ilahi sevgiliyi ben görüyorum ve gözümün gördüğünü nasıl inkar edeyim...” diyor. Çünkü Hz. Resulullah Efendimiz “Allah, kuluyla arasındaki perdeyi kaldırdı mı bir daha örtmez.” buyurmuştur. Benim ol aşık-ı berdar benim ol arif-i esrar Benim ol vasıl-ı didar eden seyran o dergahı Cenab-ı Hak hadis-i kudside “Talep edene bulunurum, kime bulunur isem onu aşık ederim, kimi aşık edersem onu arif ederim, kimi arif edersem onu vasıl ederim, kimi vasıl edersem onu katlederim, kimi kat- 201 ledersem onun diyeti ben olurum, kimin diyeti olursam onunla benim aramda fark kalmaz.” buyurur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Benim mazhar olduğum ilahi aşk, beni idama götürdü, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hz. Resul’ün buyurduğu ‘ölmeden evvel ölüm’ sırrına ulaştım ve gönül dergahında ilahi sevgiliye kavuşup, vasıl oldum ve gönül dergahımdaki ilahi sevgiliye bakıp daima onu seyrediyorum.” diyor. Allahualem. Benim ilm-i şuhudumdan hep oldu aciz alimler Onunçün kaldılar mahcup görünmez derler Allah’ı İlim ve marifet arasındaki fark şudur: İlim akılla tahsil edilir, marifete ise müşahede ile ulaşılır. Marifete mazhar olan arifte mutlaka ilim vardır, fakat her ilim sahibinde marifet olmaz. Marifete ancak zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin müşahedesiyle ulaşılır. İşte zikr-i daim ve tevhid-i hakiki marifetinden mahrum olanların bazısı, Cenab-ı Hakk’ı teşbih ederek şahsa, eşyaya veya bir mahluka benzeterek kaydederler ki, bunlar daha ziyade tarikat ve cemaat ehilleridir. Bazıları da Hakk’ı tenzih ederek, bilinmezlik ve görünmezlikle mevhum olarak kaydederler ki, bunlar daha çok ehl-i şeriat ve zahir ilimlerin alimleridir. Bu zahir alimlerin en bilgilisi, bu alemde Allah’ın eserleri mevcut ve zahirdir, fakat Allah mevhumdur, der ve Allah’ı mevhumlukla kaydederler. Bunlardan bazıları ise, Hakk’ın ef’al, esma ve sıfatlarının zahir olduğunu söyler, fakat zat-ı ilahiyi, yani fail, müsemma ve mevsuf olan zatı göremeyip, mevhum zanneder. İşte böyleleri, Cenab-ı Hakk’ın kendisindeki ve cümle alemdeki zuhurundan mahcup, yani perdeli olduklarından Allah görünmez derler. Çünkü cümle varlıkta Hakk’ı müşahede etmek marifetine, bir kul, ancak zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle ulaşır. Bu itibarla arif ve kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Benim tevhid-i hakiki marifetiyle ulaştığım müşahededen mahrum olan alimler, Hak’tan mahcup / perdeli olduklarından, Allah gözükmez derler.” diyor. Gerek alim gerek zahid ki bilmez nefsini tahkik Onun imanı hep taklit eder inkar “ev edna”yı Hz. Pir Efendimiz “İman üçtür: Birincisi; iman-ı taklit, ikincisi; iman-ı istidlal / delilli iman, üçüncüsü ise; imanı tahkik / hakiki imandır.” Diyor. İmam-ı Gazali Hazretleri bu üç imanı şöyle misallendirmiştir: “Bir kimseye yolun ilerisinde bulunan karartıyı gösterdiler ve şu karşıda görünen karartı Ahmed’in evidir, içinde Ahmet oturur dediler. O da; ana, baba, öğretmen gibi benim için iyilik düşünüp de kötülük düşünmeyen 202 kişiler bunu söylüyor diye, bu söylenene inanır ve karşıdaki karartıyı Ahmet’in evi olarak kabul eder ve şu karşıdaki karartı Ahmet’in evidir, der. İşte bu iman taklittir. İkinci kişiye de aynı şeyleri söylerler, o da söyleyenlerin iyi niyetli olduklarını görür. Fakat ya karartı başka bir şey ise, diyerek araştırmaya başlar ve evin yanına yaklaşır, evde tüten dumanı görür ve içeriden gelen sesleri işitir, bunları delil yaparak şu karartı Ahmet’in evidir der. Bu imanı istidlaldir, yani delilli imandır. Üçüncü şahsa da aynı şeyleri söylerler, o da söyleyenlerin iyi niyetli olduklarını görür ve ikincisi gibi o da araştırır, evin dumanını ve evin içinden gelen sesleri iştir, fakat bu sesler ya Ahmet’in değilse, diyerek kapıyı açıp evin içine girer ve evin içinde Ahmet’i görür. Ondan sonra, şu karartı Ahmet’in evidir, der. İşte bu iman-ı tahkiktir, yani hakiki imandır.” buyurmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz “Rabbiniz apaçıktır O’nu örtecek bir şey yoktur.” Diyor ki, bu alemde Rabbimiz, zahir olup, apaçıktır. Fakat imani taklit ve iman-ı istidlal ehli olan alim ve zahid kimseler, apaçık olan Cenab-ı Hakk’ı göremeyip, taklit ve delillerle Allah’a iman ederler. Hadis-i şerifte “Kim nefsini bilirse o Rabbini bilir.” Buyrulmuştur. İmanı tahkik olan kimse, ancak makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle nefsini, yani kendini bilir ve Rabbine arif olup, Rabbini görür. Kur’an’da “Sümme dena fetedella fekane kabe kavseyni ev edna / Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi belki ondan da yakın.” (Necm, 8-9) Buyrulur. Bu ayetler Resulullah Efendimizin miraçtaki Allah’a yakınlığını ve seyr-i sülukun bekabillah mertebelerini beyan eder. ‘Kabe kavseyni ev edna’ iki yayın arası kadar yaklaştı hatta daha da yakın, demektir. ‘Kabe kavseyni’ ehadiyet-ül kesret tecellisidir ki, ehadiyet-ül kesret, Hakk’ın mukayyetliğindeki teklikle olan zuhurudur, yani Hakk’ın kayıtlarla olan tecellisindeki tekliğidir. ‘Ev edna’ ehadiyet-ül ayn tecellisidir ki, ehadiyet-ül ayn; Hakk’ın mutlak gayb tekliğidir. İşte bu irfaniyete ancak, meslek-i Resul-ü Melamiyye’de, fenafillah ve bekabillah mertebelerinin müşahedesiyle hasıl olan kemalat ve marifetle ulaşılır. Velhasıl iman-ı taklit ve iman-ı istidlal ehli olan alim ve zahidler, nefsine yani kendine arif olmayıp da Rabbini müşahede edemediğinden ‘ev edna’ makamını ve keyfiyetini inkar ederler. Allahualem. Buna seyr-i süluk eden okur derslerini her dem Gönül levhinde arifler eder ezber ‘ev edna’yı Bu beytin izahı bir önceki beyitle beraber yapıldı. Meslek-i Resul’de makamat-ı tevhid seyr-i süluku ile ancak ‘ev edna’ yani ehadiyet sırrına ulaşılabilir, demektir. 203 Bu mümkinat serabdır hep vücud-ı Hak ile kaim Meratible olur zahir muhittir cümle eşyayı Serap; sıcağın, hararetin tesirinden, insanın yeşillikler, nehir, su, deniz görüp; onlara doğru yürüdükçe görünenlerin gerçekte mevcut olmayıp da, hayal olduğunun anlaşılmasıdır. İşte bu görünen cümle varlıklar seraptır, yani var gibi görünür, fakat araştırıp hakikatine bakınca, kendimize ve cümle aleme nispetle varlığımızın olmadığı anlaşılır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “O’nun yüzü / veçhi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) buyrulmuştur. Onun için Hz. Peygamber Efendimiz “Allah’ım bana eşyanın iç yüzünü / hakikatini bildir.” buyurarak dua etti. Dolayısıyla bizlere de bu görünen varlıkların, eşyanın içyüzünü, yani hakikatini araştırarak ulaşmamızı tembih etmiş oldu. Meratip, mertebeler demektir. Kendimizde ve cümle alemde Cenab-ı Hak mertebeleriyle, yani meratib-i ilahi ile mevcuttur ve Cenab-ı Hak kuluna bu mertebeleriyle gözükür. İşte bu eşyanın nasıl serap olduğu, var gibi görünen mümkinatın, yani cümle varlığın vücudu nasıl Hak’la kaim / ayakta olduğu ve Cenab-ı Hakk’ın cümle eşyayı nasıl kuşatıp ihata ettiği, ancak meslek-i Resul’de meratib-i ilahinin müşahedesinden hasıl olan irfaniyetle anlaşılır, başka türlü anlaşılması mümkün değildir. Çünkü makamat-ı tevhid, meratib-i ilahidir. Allahualem. Gel ey Fehmi vücudundan eser bırakma varlıktan Fena ender fena ol kim sıvasız gör müsemmayı Ehl-i zahirin ilmi, bu alemin ve kendi vücudunun nispet-i varlığına hükmeder. Ve herkes kıyametten sonra ahirete intikal edecek imanıyla, kendine nispet vücud verdiği gibi, ahiret alemine, cennete ve cehenneme dahi nispet vücud isnat eder. Ehl-i zahirin fena anlayışı kendinin ve herkesin nispet varlığının, bu alemde fani, yani geçici olup nispet varlığının ahirete intikal edecek anlayışıdır. ‘Fena ender fena’ ise; kulun kendinin ve cümle alemin yokluğuna / fenasına mazhar oluşunun irfaniyet ve kemalatıdır. İşte her kim ki, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin müşahedesiyle, böyle bir irfaniyete mazhar olursa, o kul kendinin ve cümle alemin nispet varlığının fenası / yokluğu müşahedesiyle gayriyetten, yani masivadan kurtulur. ‘Fena ender fena’ marifetiyle, cümle esmada müsemma olan zat-ı ilahiye vasıl olur ve zat-ı ilahi zuhurundan gayrı görmez, vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere, böyle bir marifet ve kemalata ulaşın, diyor. Allahualem. 204 * * * 44 Nevm-i gaflette olanlar mürde mareler gibi Kördür onun gönlü gözü çeşm-i amalar gibi Üç türlü kalb vardır: Birincisi ölü kalbdir. Kalbi ölü olan kimse, Allah’tan, peygamberden habersiz olup, harama, helale bakmadan nefsinin bu tabiattan aldığı hayvani lezzetler peşinde yaşar. Böyleleri için Kur’an-ı Kerim’de “Biz cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibi hatta onlardan da aşağıdırlar. İşte onlar ne yaptıklarını bilmeyenlerdir.” (A’raf, 179) Buyrulmuştur. İkincisi, hasta kalbdir. Kalbi hasta olan kimse, kulluğunun noksanlığını bilen kimsedir, yani Allah beni O’nu zikredeyim diye, O’nu bulup O’na kavuşayım diye yarattı, fakat ben bunlara ulaşamadım, kemal bir kulluğa eremedim, anlayışında olan kimsedir. Böyle kimselerin gayretleri nispetinde kalbleri hastalıktan kurtulur. Üçüncüsü ise diri kalbdir. Diri kalb, zikr-i daimle gafletten uyanıp, tevhid-i hakiki irfaniyeti ile aydınlanmış olan kalbdir. Hz. Peygamber Efendimiz “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” Buyurunca, ashab sordu: “Ya Resulullah, gafletten kurtulmak için ne yapalım?” Hz. Peygamber “Ölmeden evvel ölünüz. Ölmeden evvel ölmüşlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir'e bakın, o sizin gibi yer içer, gezer fakat ölmeden evvel ölmüşlerdendir.” Buyurmuştur. Bir kimseyi gafletten uyandıracak olan, kalbi zikirle hasıl olan zikr-i daimdir. Zikr-i daimle gaflet uykusundan uyanan bir kul, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle ölmeden evvel ölüm sırrına ulaşarak, nispet varlığından kurtulur ve alemlerin Rabbine vasıl olur. Böyle Rabbına kavuşan ise, Alemlerin Rabbinden gayrı görmeyip dünya ve ahiret cümle alemlerde Rabbın ebedi diriliği ile yaşar. Velhasıl zikr-i daimden mahrum olan kimse gaflet uykusunda olduğundan, onun kalbi kördür. Yine Bir kimse Rabbine vuslat edip, zahir ve batın cümle hisleriyle Rabbını görmezse, hakikatte amadır/kördür. Bunu beyanla kalbi, zikr-i daimle gafletten uyanıp, Rabbine vuslat müşahadeyle dirilmemişse, o kul, mürde mare, yani hasta ve ölüdür. onun gönlüde gözüde kördür. Buyruluyor. 205 Almadı onlar nasihat her muraddan bineva Kalb-i mahtum bitefekkür aynı mevtalar gibi Kim ki, bu alemde mürşid-i kamili bulup onun nasihatinden yani zikr-i daimle olan irşadından nasiplenmediyse, onun kalbi Hakk’a kapalı olup, Hakk’ı tefekkür edemez. Çünkü zikr-i daimle uyanmış olan bir kalb, layığı ile Allah’ı tefekkür eder ve ancak o kalbe hidayet yüklü ilham gelir. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de “Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde gönül / kalb ehli için çok ibretler vardır. Gönül / kalb ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler / tefekkür ederler…” (Al-i İmran, 190191) buyrulur. Bu itibarla, her kim ki bu alemde mürşid-i kamilin nasihat ve irşadından nasiplenmemişse, onun kalbinde zikr-i daim uyanıklığı olmaz ve kalbi layıkıyla Allah’ı tefekkür edemez. Allah’ı tefekkür etmeyen bir kalb ise, hidayet ilhamına mahtum, yani kapalı olup, ölü / mevta gibidir. Ta ezelden bu harabe niceler dayf oldular Buldular fena nihayet dud-ı semalar gibi Kur’an-ı Kerim’de “Biz insanı en güzel surette yarattık ve aşağıların aşağısına indirdik. Kim iman eder, güzel işler yaparsa ona hudutsuz ecirler vardır.” (Tin, 4-6) buyrulmuştur. Bu ayette beyan edilen Aşağıların aşağısı ise şöyledir; Bir aşağı alem, bu yeryüzüdür, dünyadır. Diğer aşağı alem ise, kulun unsur bedenidir. İşte bir insan bu yeryüzüne bedenlenerek doğmakla, aşağıların aşağısına indirilmiş olur. Bu harabe ve ‘aşağıların aşağısı’ olan tabiat alemine, herkes anasından doğarak misafir olarak gelir. Her kim, bu alemde yaradılış gayesine uygun olarak, Muhammedi ahlakla yaşayıp, cehaletle var zannettiği nispet varlıkların yokluğunu keşfeder de fenafillah irfaniyetine ulaşırsa, o‘aşağıların aşağısı’ olan tabiat alemindeki nispet varlık kaydından kurtulur. Böyle bir kimse Hakk’a yükselerek, dud-ı sema, yani ulviyette göklerde uçan kuş gibi olur. Çünkü o kul ruha ulaşır ki, ruha mensup olan ikilikten kurtularak Hakk’a yükselir ve Hak’tan gayrı görmeyip, hep Hakk’ı seyreder. Duydu aşıklar kulağı dost visalinden haber Zar u giryan oldular hep dildar şeydalar gibi 206 Aşığın gayesi ilahi sevgiliye vuslattır. Aşık, maşukuna yani ilahi sevgiliye kavuşayım diye zikrullah ve fikrullah ile zar ve giryan eder, yani ağlar, inler ve derd-i ilahiyle dertlenir. Ne zaman ki maşuku olan Rabbine vasıl olursa, o zaman da maşukuna vasıl olma sevinç ve neşesiyle zevklenir. Pir Seyyit Muhammet Nur Hazretleri “Aşk iki türlüdür: Birinde aşık, aşkına karşılık göremez, sever fakat sevilmez, bu aşıklık zordur. Diğerinde ise, aşık aşkına karşılık görür, hem sever hem de sevilir.” diyor. Bu itibarla “Maşukuna kavuşmak için zar u giryan edip inleyen aşık, sevgilisiyle vuslata mazhar olduğu zaman, dildar şeyda, yani vuslat zevk ve neşesiyle şen şakrak olur.” buyruluyor. Arif olan buldu irfan canına can eyledi Lem’an etti nur-ı tevhid dürr-i yektalar gibi Canın can olması demek; kulun kendinin ve cümle alemin yokluğunda Hakk’ın varlığına kavuşmasıdır. Kulun bu hal ve irfaniyetle arif olması, çok kıymetli olup, eşsiz paha biçilemeyen bir mücevher gibidir. İşte arif olanlar, böyle bir kıymetli keyfiyete mazhar olurlar. Onların irfaniyeti, tevhid-i hakiki irfaniyet ve aydınlığından başka bir lem’an, yani pırıltı ve aydınlanma değildir. Allah, her şeyi en iyi bilendir. Dost cemalin görmeye can attılar pervane veş Kül edip savurdular ol varlığı harman gibi Pervane kendini ışığa, ateşe cesaretle fütursuzca atar ve ateşte yanarak kül olur. İşte arif olanlar da, makamat-ı tevhid müşahedesiyle, kendi nispet varlığını Hakk'ın varlığında cesaretle fena ederek yokluğa ulaşırlar. Yani nispet varlıklarını tevhid-i hakiki irfaniyet ışığında kül edip harman gibi savururlar; dost olan Hakk’ın cemalini görüp de ona kavuşmak için... İhtiyar-ı mevt edenler buldular vasl u lika Daldılar ol bahr-ı zata mevc-i deryalar gibi İhtiyar-ı mevt, kulun hadis-i şerifte buyrulan “Ölmeden evvel ölünüz.” hikmetine mazhar olmasıdır. Her kim, ölmeden evvel ölüm hikmetine ulaşırsa, dalgaların denize kavuşması gibi, Hakk’ın zatına kavuşur. Çünkü dalgalar denizden ayri değildir, dalgaların kendilerine nisbetle vücudu ve varlığı olmaz, dalgaların varlığı denizdir. 207 Kulun varlığı da zat-ı ilahi denizinin hariç ve gayrisi değildir. Fakat kul cehaletle kendi varlığını zat-ı ilahiden ayrı zanneder. İşte her kim ki, ihtiyari mevt eder, ölmeden evvel ölürse; o kul, kendi varlığının zat-ı ilahiden gayrı olmadığına arif olur ve zat-ı ilahi denizine dalarak zat-ı ilahiye vuslat eder.Demektir. Açtılar kanat bekaya ettiler azm-i visal Sır olup alem gözünden murg-ı Ankalar gibi Hz. Mevlana “İnsan-ı kamilin bir ayağı yerdedir diğer ayağı ile on sekiz bin alemi gezer.” diyor. Bu itibarla insan-ı kamil’in beşer olmak itibarı ile diğer insanlardan bir farkı olmaz, o cümle beşeri aktivite, faaliyet ve ibadet bakımından her insanla aynıdır. Fakat insan-ı kamilin beşerden, yani diğer insanlardan farkı, irfaniyet ve kemalatıdır. İnsanlar onun bu irfaniyet ve kemalatına vakıf değillerdir. İşte arif ve kamil olan kul, kendinin ve alem-i nisbetin fenası ve yokluğunda Hak’la Hak olmak müşahedesinde olduğundan onun kulluğu bekadır, yani ebediyettir, ölümsüzlüktür. Bunu beyanla ehl-i kemal, Anka kuşu gibi, zikrullah ve fikrullah kanatlarıyla Hakk’ın beka olan varlığına uçup vasıl olurlar ki, halk-ı alem onların bu hal ve irfaniyetine vakıf olmadığı için, onların kemalatı halk-ı alemden gizlidir, sırdır. Çünkü halk, ehl-i kemalin ancak beşer olan yönünü, yani sabit olan ayağını bilirler. Diğer irfaniyet ve kemalat ayağının seyrinden mahrumdurlar, mahcupturlar. Yumdular dünyaya gözün masivadan bihaber Tuttular vahdette mesken ferd ü yektalar gibi Hz. Pir Efendimiz “Karun gibi nice zengin insan vardır, fakat dünya ehli değildir. Kapı kapı dolaşan, dilenen nice fakirler vardır fakat dünya ehlidir. Peki dünya nedir? Kulu Hak’tan ayıran her ne ise o, dünyadır.” diyor. Demek ki kulu Rabbinden ayıran her ne varsa o masivadır, dünyadır. Her kim ki zikr-i daim ve makamat-ı tevhid müşahedesine ulaşırsa, Hak’tan gayrı görmez, onda gayriyet kalmadığından gözü dünyaya, masivaya kapalıdır. O mazhar olduğu eşsiz irfan ve kemalatla Hakk’ın Bir’liğinde, vahdette mesken tutar ve hep Hak’la Hak’ta olur. Hubb-i fillahtır muhabbet dillerinde gayrı yok Açılmış irfan yüzlerinde gül-i ranalar gibi Ariflerin ve ehl-i kemalin aşk ve muhabbeti, gayriye olmayıp hep Allah’adır. Sohbetleri ise hep Hak sohbetidir. Onların yanına gidenlere 208 gül gibi kokarlar. Çünkü onlar Nur-u Muhammed mazharıdır. Bu itibarla Hz. Resulullah’ın kokusu gül kokusudur ki, gülü koklamak sünnet olarak kabul edilmiştir. Fehmi mahremdir hakikat bahrının gavvasıdır Libas-ı şer’i büründü giydi dibalar gibi Mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri: “Cümle halk-ı alemde gizli olan Cenab-ı Hakk’ın varlık denizine ben gavvas yani dalgıç olup daldım, hakikatin sırrına ulaştım ve o kemalatla yaşıyorum. İşte benim mürşidliğim, bu kemalatın irşadıdır.” Diyor ve devamla “Ahlak-ı Muhammed (sav) kumaşından yapılmış elbiselerin en güzeli olan Hakk’ın emir ve yasaklarına riayet, yani şeriat elbisesini giyinerek göründüm.” buyuruyor. Allahualem. 209 * * * 45 Nefret etme karga bülbül halinden Yan gülün narına bülbüller gibi Mest olmuştur onlar gül cemaline Mestane ol sen de bülbüller gibi Bülbül, gülün aşkı ile daim çığırıp öter. Bülbül, gül ve gülün kokusu ile meşgul olup, gülün mest ü sekranı, yani sarhoşudur. Mana yönüyle ise bülbül, meslek-i Resul’e dahil olmuş, her nefeste zikr-i daimle Nur-u Muhammed’in bağımlısı ve tutkunu olandır. Bir kulun Nur-u Muhammed’e mazhariyeti, meslek-i Resul-ü Melami irşadıyla hasıl olur ki, o irşadla kul zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşır. Karga ise leşin peşinde, leşle meşgul olan bir hayvandır. Hadis-i şerifte “Dünya leştir…” buyrulmuştur. Hz. Pir ise, “Kulu Hak’tan ayıran her ne ise, o dünyadır.” diyor. Mana itibariyle karga, ehl-i dünya, yani leşle meşgul olanlardır. Meslek-i Resule dahil olmayıp, Hak’tan başka şeylerle uğraşan, yani gayriyetten arınmamış olan kimse, karga mesabesindedir. Karga daima leş arar ve leşle meşgul olmayı sever. Gül bahçesindeki güllerin kokusu kargayı ilgilendirmediği gibi, gülle meşgul olanı da hor görüp sevmez. Yani Nur-u Muhammed mazharı olan ehl-i zikri ve ehl-i kemali hor görür ve beğenmez. Bunu beyanla “Ey kalbi gayriyet, masiva dolu olan kimse, sen meslek-i Resule dahil olmuş, bülbül gibi her nefeste zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Nur-u Muhammed mazharı olan gül cemalin tutkunlarına, sarhoşlarına kızıp, onlardan nefret etme. Sen onlara kızıp onlardan nefret edeceğine, meslek-i Resul’e dahil ol da, sen de Nuru Muhammed’le açığa çıkan gül cemalin mestanesi yani sarhoşu ol.” buyruluyor. Ol şeyda bülbüle sen ta’n eyleme Ah ile zarından bizar eyleme Ol bir sırra ermiş inkar eyleme Yan gülün narına bülbüller gibi 210 Mestane ol sen de bülbüller gibi Ey ağyar olan kimse, Allah derdiyle ah u zar eden, yani her nefeste zikr-i daimle neşelenen ehl-i kemale sen kızma, onları hor görüp hakaret etme. Bu hal ve anlayışın sana fayda vermez. Kur’an’ın “Benliğini / kendini sabah akşam Rabbinin yüzünü/vechini isteyerek ona yalvaranlarla beraber tut / ol. Eğreti dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırıp uzaklaştırma ve sakın kalbini zikrimizden gafil koyduğumuz boş arzularına uymuş kişiye boyun eğme / uyma…” (Kehf, 28) buyruğuna uy da, gözünü açıp bak. Onlar tevhid-i hakiki sırrına vakıftırlar ki, o sırrı inkar etme. Senin yapman gereken, onların sırrına mazhar olmaya gayret etmektir, buyruluyor. Bülbüller geçtiler senin meskenden Durulmaz ol yerde kokmuş laşeden Koksana sen de bir gül menekşeden Yan gülün narına bülbüller gibi Mestane ol sende bülbüller gibi Arif ve ehl-i kemal olanlar, avamın halini bilirler, çünkü oradan yani avamlıktan geldiler. Fakat avam olan arifin halini bilmez; çünkü avam, tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmamış olandır. Tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olanlar, Hakk’ın mevcuttaki varlığından perdeli olup onlar, cehaletle kendinin ve alemin nispet varlığını var zanneder ve zanla hükmederler. Her kim kendinin nispet varlığını var zannederse, o daima kendini beğenir. Böyle kimselerin oluşturduğu meclis, aynı kargaların topluluğu gibi olup, o meclisteki herkes kendini beğendirmek için gayret edip, kendisine bilgili, alim vb. desinler diye hep birlikte konuşurlar, böyleleri dinleyici olmaz ve aynı kargalar gibi, hep birden konuşup çığırarak şamata ederler. İşte meslek-i Resul irfaniyet ve kemalatının hakim olmadığı meclislerde, kendini beğenen kişiler, öğrenmeyi düşünmeyip hep öğretmek istediklerinden, onların meclislerinden istifade edilmez. Meslek-i Resul ariflerinin ve ehl-i zikrin meclisinde ise, aynı bülbüllerin tek tek ötüp, diğerlerinin öteni dinlemesi gibi, bir bir konuşulur ve biri konuşur, diğerleri dinler. Onların meclisinde serbestçe soru sorulur, tek tek cevaplanır. Onların meclisinde olan herkes soru sorabildiği gibi, herkes cevap da verebilir. Çünkü ehl-i zikrin meclisindeki herkes, ilham ve doğuşun zuhuruna adaydır. Kamil mürşit de dahil, herkes o meclise istifade etmek ve öğrenmek için gelirler. Bunu beyanla Hadis-i şerifte “Allah’ı anmak için bir araya gelenleri Cenab-ı Hak, melekleri vasıtası ile kuşatır, onların arasına şeytan giremez. Bu kuşatma 211 Arş’a kadardır ve o topluluk dağılana kadar o meclise ilham ikram olunur.” buyrulmuştur. Ruhu şad olsun, Arifibillah Kemal Zurnacı Hazretlerinin bulunduğu bir mecliste idik. Bir soru soruldu ve Kemal Efendi “Düşünelim, her kim cevaplamak isterse buyursun, cevaplasın.” dedi. O anda benim yanımda yeni ihvanlardan birisi oturuyordu ve bu yeni ihvan soruya cevap vermek istedi. Ben yanımda olan bu ihvana ‘Sen sus, yenisin, sen dinle.’ dedim. Benim bu davranışıma Kemal Efendi kızdı ve bana “Neden sözünü kesiyorsun? Belki Allah bu sorunun cevabını, bu ihvanın mazhariyetinden bize ikram edecek.’’ dedi. İşte ehl-i zikrin, ehl-i kemalin meclisi böyledir. Onların meclisindeki herkes doğuş ve ilhamın adayı olup, herkes söz sahibidir. Onlar bülbüller gibi tek tek konuşur ve o meclisteki doğuş ve ilham zuhurundan mürşid-i kamil de dahil, herkes faydalanıp, istifade ederler. Ağyarın meclisinde ise, masiva ve benlik galip olduğundan, o mecliste gayriyet, yani nispet varlıkların kokusu olan, leş kokusu hakimdir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Ey gayriyetle meşgul olan kimse, senin hal ve anlayışını, her nefeste zikr-i daimle bülbül olan arifler bilirler ki, gayriyet kokusu, leş kokusudur. Gül cemal bülbülleri, yani Nur-u Muhammed mazharı olan ehl-i zikir; leş kokusundan rahatsız olup uzak dururlar. Sen ise, ehl-i zikre yakın ol, meslek-i Resule dahil olup Nur-u Muhammed’e mazhar olmaya bak.” diyor. Hiç güller yanından sen geçmez misin Güllerin kokusun hissetmez misin Bu kokmuş laşeden vazgeçmez misin Yan gülün narına bülbüller gibi Mestane ol sende bülbüller gibi Gül cemal olan Nur-u Muhammed mazharı ehl-i kemal, daim zikre mazhar olduklarından, hep Allah iledir. Onlar bir araya geldiklerinde Allah’tan başkasından bahsetmezler. Bunlar kahvehanede, sokakta, evde, herhangi bir yerde birbirleriyle karşılaştıklarında Allah muhabbeti yaparlar. Kim bunların sohbetine kulak kabartırsa Hak muhabbetinden başka bir şey duymaz. Çünkü onlar Muhammedi kulluğun mazharıdırlar ve onlarda hidayeti Nur-u Muhammed galip ve hakimdir. Bunu beyanla “Ey meslek-i Resulden nasiplenmemiş kimse, ehl-i zikre, ehl-i kemale yakın ol, onlardan istifade et. Vazgeç, leş kokup seni Hak’tan ayıran ve dünyan olan ağyar leşinden.” Buyruluyor. Seherlerde Fehmi uyuyup yatma 212 Gafiller narına kendini atma Huzur et abid ol Hak ile Hakk’a Yan gülün narına bülbüller gibi Mestane ol sende bülbüller gibi Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Bülbülün seher vaktinde, gün aydınlığını hasretle beklediği gibi, kalbin zikr-i daimle Hakk’ın kemal ve marifet tecellilerinin aydınlığına açık olsun. Gaflet edip de ağyarın cehalet ateşine kendini atma. Sen seherdeki bülbüller gibi, zikr-i daimle uyanık ol ki, tevhid-i hakikinin irfaniyet güneşi sana doğsun. Ve bu irfaniyetle Rabbine kavuşup, bütün ibadetlerin ve cümle kulluğun Hak’la, Hakk’a olsun.” buyuruyor. Çünkü gayriyeti, cümle nispet varlığı fenafillah keşfiyle ifna eden ehl-i kemalin nazarında, Hak’tan gayrı olmadığı için, emr-i ilahi olan cümle ibadetleri Hak’la Hakk’a olur. Allahualem. 213 * * * 46 Ali’dir Muhammed yolunda yoldaş Ledünni ilminin sırrında sırdaş ‘Ev edna’ bahrının seyrinde kardaş Canımın içinde cananım Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Hz. Resulullah Efendimiz “Ya Ali, sen benim yanımda Musa’nın yanındaki Harun gibisin.” buyurmuştur. Hz. Ali, Resulullah Efendimizin hem zahiren hem de mana itibarı ile en yakınıdır. Hz. Peygamber Efendimize ilk iman edenlerdendir ve Hz. Peygamberin peygamberliğini icrasında, son nefesine kadar hep en yakınında, onun yoldaşı olmuştur. Mana, hikmet itibariyle ise; Hz. Ali velayetin sembolü ve kamil mürşidin imamıdır. Hz. Pir Efendimiz “Nübüvvet iki türlüdür: Biri nübüvvet-i risale, biri nübüvvet-i teşri’adır.’’ diyor. Nübüvvet-i risale; Hz. Resulullah Efendimizle hatemdir, son bulmuştur ve bir daha resul gelmeyecektir. Nübüvvet-i teşri’a ise; peygamberlik misyonunun peygamber olmayan insan-ı kamil olan veliler tarafından açıklanmasıdır. İşte bu insan-ı kamil olan veliler, seyr-i süluk ile makam-ı nübüvvete ulaşır ve nebilere vahy edileni beyan edip, ehil olanları kıyamete kadar nübüvvet-i teşria ile irşad ederler. Cümle peygamberlerin ve insan-ı kamil olan velilerin nübüvvet-i teşri’a mazhariyeti, ilm-i ledün yani ilm-i tevhid irfaniyetidir. Her peygamber, peygamberliğinden evvel tevhid ehlidir, yani insan-ı kamildir, sonra peygamberdir. Hz. Peygamber Efendimiz, tevhidin sırrı olan ledün ilminin sırrını, seyr-i süluk ile sahabeden bazılarına ve başta Hz. Ali’ye bizzat telkin ve tebliğ etmiştir. Bu itibarla, Hz. Ali’nin mazhar olduğu ilm-i ledünle / ilmi tevhidle Hz. Resulullah’ın ilm-i ledünü / ilm-i tevhidi aynıdır. İşte beyitte ifade edilen ‘ledün ilminin sırrında sırdaş’ beyanındaki mana budur. 214 ‘Ev edna’ Kur’an-ı Kerim’de Necm Suresi'nde geçen ve Hz. Resulullah Efendimize mahsus olan ehadiyet makamıdır. O makama ancak Hz. Resulullah’ın müsaade ettiği şahıslar teberrüken girerler. İşte velilerin şahı olan Hz. Ali de, bu ‘makam-ı Ev edna’ yı yani ehadiyet mertebesini ziyaret etmiştir ki, ‘Ev edna bahrının seyrinde kardeş’ denmekle bu keyfiyet beyan ediliyor. ‘Canımın içinde cananım Ali / Her dem gönlümdeki mihmanım Ali’ sözü ise “Hz. Ali'nin padişahı olduğu velayet’in ve makam-ı insan mertebelerinin keşfi irfaniyeti gönlümde yer tuttu, ve gönlümden hiç bir zaman ayrılmayan misafirim oldu.” Demektir. Yani “Hz. Ali’nin marifet ve kemalatı, benim kulluğuma asıl ve can oldu.” Demektir. Allahualem. Ali’ye Hak dedi Haydar-ı kerrar Ona mensub oldu dildar Zülfikar Muhammed gönlünde yer tuttu ol yar Canımın içinde cananım Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Hz. Resulullah “Bizimle her yerde ve her zaman beraber olan nefisle yapılan cihat / harp, cihad-ı ekber / büyük harptir.” buyurmuştur. Hz. Ali, hem zahiren yapılan muharebelerde, hem de Hz. Resulullah Efendimizin buyurduğu nefisle yapılan büyük harpte, çok kahramandı. Hz. Ali’nin kılıcının adı Zülfikar’dı ve iki çatallı ucu olan bir kılıçtı. Bu kılıç velayet imamının marifet kılıcıdır ki, bir ucu Hakk’ın vahdet tecellilerinin sırrına, diğer ucu ise Hakk’ın kesret tecellilerinin sırrına mazhariyeti remz eder. Cümle mürşid-i kamilin imamı olan Hz. Ali, işte bu marifet kılıcıyla kendinin ve ona tabi olanların cehalet ve zanlarını keser ve cehlin kalelerini bu marifetle fethederek, Nur-u Muhammed mazhariyetine açar. Bu itibarla Hz. Ali’nin Zülfikar’ı yani marifet kılıcı ile olan fetih ve irşadından dolayı Hz. Resulullah’ın gönlünde daima yer tutmuştur. Cümle enbiyanın ve evliyanın tebliğ ve irşadından amaç, cehaleti giderip, hidayeti nuru Muhammedi zuhura getirmek içindir. Çünkü hidayetin baş mazharı hz. Resulullah (s.a.v) dir. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. Ali’nin sırrına akıllar ermez Eren dahi olsa meydana vermez Alem Haydar olsa kör olan görmez Canımın içinde cananım Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali 215 Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Aklın üç mertebesi vardır: Bunlar; akl-ı maaş, akl-ı mead, akl-ı kül / akl-ı kamildir.” diyor. Akl-ı maaş olan; dünya maişetini gözetir ve dünyevi fayda, zarar nedir, ne değildir ona bakar. Akl-ı mead ise, ahireti gözetir. Yani bir iş yaparken, nefsinin cehennemden halas olup, amel cennetin nimetlerine mazhar olması için, haram ve helali gözetir. Akl-ı kamil ise, daima Hakk’ı gözetir ve Hak’tan gayri görmez. Velilerin padişahı olan Hz. Ali'nin sırrına akl-ı maaş ve akl-ı mead olan vakıf olabilir mi? Olamaz. Onun sırrına, yani makam-ı velayet irfaniyetine, ancak akl-ı kül / akl-ı kamil mazhariyetiyle insan-ı kamil olan vakıftır ki, o da ehli olmayana bu velayet sırrını açıp, beyan etmez. ‘Alem Haydar olsa kör olan görmez’ demek ise; akl-ı kamile ulaşmayan kimse, sırr-ı velayetten perdeli olduğundan, makam-ı velayetin körüdür, demektir. Ali’dir tarikat yolunda rehber Hakikat burcunda eyledi siper Ona ilka oldu nutk-ı peygamber Canımın içinde cananım Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Daha evvelki beytin açıklamasında bahsi geçtiği gibi, nutk-u Peygamber, meslek-i Resul telkini olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid, aynıyla ehil olan sahabeye telkin edildi. Fakat bazı sahabeye ve Hz. Ali’ye bizzat Resulullah Efendimiz telkin ve tarif etti. Yani Hz. Ali seyr-i süluku bizzat Peygamber Efendimiz’den gördü. Hz. Ali, Peygamber efendimizin bu telkin ve irşadıyla, marifet ve kemalata mazhar olup, makam-ı velayetin imamı olmuştur. Her zamanın Kamil olan bir mürşidi, işte bu kemalat ve velayet mazhariyetiyle irşat ederek, Hak aşıklarının Hakk’a giden yolunu açar ve aydınlatır. Bu itibarla tarikat, ki Hakk’a giden yoldur, tarikatın yol göstericisi olan mürşid-i kamilin velayetiyle hz. Ali’nin velayeti aynı olup, her zamanki kamil mürşidin irşadında imam olması yönüyle hz Ali, tarikat yolunun rehberidir. İlm-i hakikat ise velilerin mekanıdır, cümle veliler orada eğlenip, hakikat şehri nimetleriyle lezzetlenlenerek, daima Hak’la Hak’ta olurlar ve hep Hakk’ın zuhurunu görürler. İşte Hz. Ali, Bu hakikat şehrinin burcunda, yani ehli hakikatın gönlündeki irfaniyet ve kemalatın en yüceliğinde her zaman imamdır. Adem var olmadan Muhammed ile 216 Birlikte idiler sırr-ı mübhemde İkisi bir geldi vech-i Adem’de Canımın içinde cananım Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Peygamberlik hem velayet makamını, hem de nübüvvet makamını kendinde cem eder. Şehr-i velayetin ve şehr-i nübüvvetin kemali nebiliktir, peygamberliktir. Yani peygamber olan kimse, hem velidir hem de nebidir. Velayetin şahı Hz. Ali olup, nübüvvetin şahı ise Hz. Muhammed (sav)’dir. İşte bu velayet ve nübüvvet kemalatıyla ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem yaratıldı. Yani velayet ve nübüvvetten Adem-i kemalat, ademiyet zuhura geldi. Gerek velayet, gerekse nübüvvet marifeti, zat-ı ilahiden hasıl olup açığa çıkmıştır. Bu itibarla Adem yaratılmadan evvel velayet ve nübüvvet, sırr-ı mübhem olan Hakk’ın zatında mevcuttu. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Cümle peygamberlerin şahı ve imamı Hz. Muhammed’le cümle velilerin imamı Hz. Ali, birlikte sırr-ı mübhemde, yani zat-ı ilahi mevcudiyetindeydiler.” Diyor ve devamla “İkisi bir geldi vech-i Adem’de, yani ikisi de adem suretinde yaratıldılar.” buyuruyor. Ki, hem peygamberlerin şahı Hz. Muhammed, hem de velilerin şahı Hz. Ali, Mekke’de, aynı coğrafyada ve aynı zamanda, beşer, yani adem suretinde; biri peygamberlerin hatemi olarak, biri velilerin şahı ve imamı olarak, ikisi birlikte yeryüzünde zahir olup açığa çıktılar, tebliğ ve irşatta bulundular, demektir. Allahualem. Zuhur edip geldi şah-ı enbiya Ona hemdem oldu Ali Murteza Ali şahdır Muhammed’dir şehinşah Canımın içinde cananım Ali Herdem gönlümdeki mihmanım Ali Evvelki beyitin açıklanmasında beyan edildiği gibi, Peygamberlerin sonuncusu ve şahı Hz. Muhammed (sav) bu aleme gelince, velilerin şahı olan Hz. Ali ona ilk iman edenlerden olduğu gibi, aynı zamanda Hz. Resulullah’ın amcasının oğluydu ve kızı Fatma ile evlenerek de damadı oldu. Hz. Ali hakkında Hz. Peygamber Efendimiz “Alemlerin Rabbi olan Allah, benim mevlamdır / dostumdur. Ben kimin mevlası / dostu isem, Ebu Talib’in oğlu Ali de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim dostumdur, Ali’ye düşman olan bana düşmandır. Ruhu ruhumdur, kanı kanımdır, cismi cismimdir.” buyurmuştur. 217 Hz. Ali, Hz. Resulullah’ın yanında her an yer almış ve O’na hemdem yani en yakınında olmuştur. Bu hemdem olma yani yakınlık hali, soy yakınlığından ibaret değildir. Soy yakınlığında, yani soy akrabalığında kemalat olmuş olsaydı, Hz. Resulullah’ın amcası olan Ebu Leheb iman ederdi. Ki, hakkında Kur’an-ı Kerim’de “Elleri kurusun Ebu Leheb’in, zaten kurudu ya, ne malı kurtardı onu, ne kazandığı, alevli bir ateşe yaslanacaktır o, karısı da öyle odun hamalı olarak gerdanında / boynunda bir ip olacaktır, onun en sağlam fitillisinden.” (Tebbet suresi) Buyrulur. Ebu Leheb’in iki oğlu olan Utbe ile Uteybe, Hz. Peygamber’in Rukiyye ve Ümmü Gülsüm adlarındaki iki kızıyla evli olup, Hz. Resulullah’ın damadı idiler. Hz. Resulullah’a düşmanlıklarından, iki Peygamber kızına eziyet ettiler ve boşadılar. Eğer Peygamber Efendimize damat olmak ve ona soy itibariyle akraba olmak yeterli olmuş olsaydı, bunlar küfre düşmezlerdi, iman ederlerdi. Bu itibarla Hz. Ali’nin Resulullah Efendimize yakınlığı soydan ibaret olmayıp, O’na iman edip, sadakat ve teslimiyetindendir. Hz. Ali bu iman ve teslimiyetle, vücud-u nur-u Muhammed’e mazhar olup velilerin şahı ve imamı olmuştur. Peygamberler hem velidir hem de nebidirler. Veliler ise, yalnız velayet sahibidirler, peygamber değillerdir. Hz. Ali makam-ı velayet kemalatı mazhariyetiyle cümle velilerin imamı ve şahıdır. Hz. Resulullah ise, makam-ı Mahmud mazhariyetiyle hem cümle velilerin, hem de cümle peygamberlerin şahıdır, yani şehinşahtır, şahların şahıdır. Çünkü gerek veliler gerekse peygamberler, velayet ve nübüvvetlerini Nur-u Mahammed mazhariyetiyle açığa çıkarırlar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Ali şahtır, yani velilerin padişahıdır, Hz. Muhammed ise, hem cümle velilerin, hem de cümle nebilerin şehinşahıdır, yani padişahların padişahıdır.” diyor. Fehmi ol şahın yolunda kurban Ondandır elimde bulunan ferman Dertli olan canlar buldular derman Canımın içinde cananım Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Mürşid-i kamil Hasan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ol şahın, yani Hz. Ali’nin yolu olan meslek-i Resul’ün irşadı yoluna kurban, yani teslim olduğumdan, o yolun marifet ve kemalatına ulaştım. Benim mürşidliğim, yetkim ve fermanım, bu irşad marifetidir.” diyor ve devamla “Cümle Hak aşıkları ve dertlileri, bu kemalat ve marifet irşadıyla dertlerine derman buldular.” buyuruyor. 218 Çünkü meslek-i Resul’ün zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadıyla, cümle veliler insan-ı kamil oldukları gibi, aynen bugün dahi zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle insan-ı kamil olunmaktadır, bunun başkaca yolu yoktur. Vesselam. * * * 47 Muhammed birliğe edince sala Ali Zülfikar’ı saldı dört yana Ol gürüha dahil buldular felah Medet ya Muhammed şahımdır Ali Herdem gönlümdeki mihmanım Ali Cenab-ı Hak, kullarını insanların içinden seçtiği elçiler vasıtasıyla uyararak, iyiyi ve kötüyü kullarına haber verir. Bu elçilik, peygamberlik ve velilik olarak zahir olup tahakkuk eder. Peygamberlerin sonuncusu, ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed (sav)’dir, kıyamete kadar başka bir peygamber gelmeyecektir. Velayet yoluyla irşat ise, her zamanda yapılmıştır ve yapılmaktadır. Velayetle olan irşada nübüvvet-i teşri’a denilmiştir. Bu irşad, makam-ı nübüvvetin, peygamber varisi olan ilim sahibi veliler tarafından açıklanması, tebliğ ve irşadıdır. Çünkü hadis-i şerifte “Alimler nebilerin varisidir.” buyrulmuştur. Başka bir beyanında Hz. Resulullah “Allah beni nurundan; müminleri de benim nurumdan yarattı.” diyor. Ki bu yaradılış, Hakk’ın zat-ı ehadiyet nurundan zuhura getirdiği, bu alem-i kesretteki hidayet tecellisinin baş mazharı Hz.Muhammed, ve nuru Muhammed mazharı olan kamil mürşit ve alimlerdir. Bu itibarla kamil mürşit, irşadını hidayet-i Nur-u Muhammed olan mazhariyetle yapar ki, kamil mürşid olan velilerin imamı Hz. Ali’dir. Hz. Ali’ye tabi olan kamilin irşadı ise, Zülfikar olan marifet kılıcıyla cümle cehalet ve zanları keserek, makamat-ı tevhid marifetiyle salikleri aydınlatmaktır. Bu irşad halen zamanın mürşid-i kamili tarafından, insanın var olduğu her yerde ve her alemde yapılmaktadır ve yapılacaktır. İşte her kim ki, kendi zamanındaki kamil mürşidin irşadıyla makam-ı velayetin keşfi irfaniyetine ulaşırsa, o ebediyen kurtuluşa erip felah bulur. Medet, imdat dilemek, yardım istemek demektir. Kamil mürşid, Hz. Peygamber 219 Efendimizin baş mazharı olduğu hidayet nurunu temsil eder ve nur-u Muhammed’le saliklerin, taliplerin ve aşıkların imdadına yetişip, onları irşad ederek aydınlatır. Bu itibarla kulun medeti, yani yardımı Nur-u Muhammed’dir. Bir kimse, Nur-u Muhammed’e ancak kamil mürşidin irşadıyla mazhar olur. Bu mazhariyetle kul, velayet şehrine dahil olup, Hz..Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesinin aydınlığına kavuşur. Böyle arif ve kamil bir kulun, her an gönlündeki mihmanı, misafiri Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet keşfi marifetidir. Hakikat şehrinde durduk namaza Aşıklar kıblesi ‘semme vechullah’ Dört tekbirle cümle uyduk imama Medet ya Muhammet şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Hz. Peygamber Efendimiz “Namaz müminin miracıdır.” buyurmuşlardır. Vakitlerle kılmamız emir ve farz olan namazda kıbleye, yani Beytullah’a yönelmemiz ve namaz esnasında Allah’tan başka bir şeyle meşgul olmamamız, ilm-i şeriata göre miraçtır. İlm-i hakikate göre ise miraç, namazın iç yüzü, mahiyetidir. Bu mahiyet kulun Rabbine kavuşup, Rabbini müşahade etmesidir. Hakikat şehri, meratib-i ilahinin dört teveccühle ulaşılan mertebesidir ki, o mertebeye ulaşan kulun müşahedesinde Hak’tan başkası olmaz. Kur’an’ın “Feeynema tüvellu fesemme vechullah / Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanındaki mazhariyetle, hakikat şehrine dahil olan kul, hep Hak’la olup Hak’tan başka görmez. İşte bu müşahede ve ahval hakikat şehridir. Bu hakikat şehrine meslek-i Resul’ün dört teveccühüyle, yani dört telkiniyle ulaşılır ki, beyitte ifade edilen dört tekbirden maksat budur. Bu şehrin imamı ise, tabi olunup uyulan telkinattır. İşte ilahi aşk mazhariyetiyle bu makama ulaşan kulun müşahedesinin yönü, yani kıblesi ‘semme vechullahtır ki, o her nereye dönüp yönelse Allah’ın vechini görür. Muhammed’e Kur’an indirdi Allah ‘La taknetu’dedi ‘min rahmetillah’ Biz mahrum olmayız şahımız penah Medet ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali 220 Kur’an-ı Kerim’de “kul ya ı’badiyellezine esrafu ala enfüsihim la taknatu min rahmetillahi, innallahe yağfirüzzünube cemiia, innehü hüvelğafurürrahim. Ve eniibuu ila rabbiküm ve eslimu lehü min gabli en ye’tiyekümül’azabü sümme la tünsarun. / De ki; ey kendilerinin / nefislerinin aleyhinde haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder, şüphesiz ki O çok affedicidir, çok merhametlidir. Size azap gelip çatmazdan evvel Rabbinize dönün, O’na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.” (Zümer, 53-54) buyrulmuştur. Allah, kullarını kendisinin razı olduğu bir kullukla, Rabbine yönelmesi ve O’nu bulup O’na vasıl olması için yaratmıştır. Kulun Allah’ın razı olduğu bir kullukla meşgul olması kendinin / nefsinin menfaatinedir. Kulun halkiyetinin amacı olan Rabbini bulup, Rabbine kavuşması, kendisi için en büyük rahmettir, iyiliktir. Tersini yapar da bu imtihan aleminde Allah’ın razı olmadığı bir kullukla meşgul olursa, kendisine en büyük kötülüğü ve zulmü yapmış olur. Bu itibarla her kul, Allah’ın rahmetine kavuşma ve kendine zulüm etme potansiyeline, yeteneğine mahzardır. Kul son nefesine kadar, Allah’ın rahmetine kavuşabilir, çünkü kulun, Allah’ın rahmet ve iyiliğine kavuşup kavuşmamasını, bu imtihan aleminde yaptığı kulluğuyla kendisi belirler, vesselam. ‘Keremallahu veche’ Allah’ın kerem, ikram yüzü demektir. Bu ikram, kulun mazhar olabileceği en yüce rahmet ve iyilik olan Allah’ın cemaline kavuşmasıdır. İşte cümle sahabeler içerisinde ‘keremallahu veche’ unvanı sadece cümle velilerin imamı olan Hz.Ali için kullanılır. Hz.Ali’nin ‘Keremallahu veche’ yani Allah’ın kerem yüzüne mazhar olması, Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesi irşadıyla, ancak kulun Allah’ın cemalini görüp ona vasıl olmasındandır. Hz. Ali’ye tabi olan her zamandaki mürşid-i kamilin velayetle olan telkin ve irşadı da, kulu cemal-i ilahiye vuslat, ve onu müşahede ikram ve rahmetine kavuşturur. Bu itibarla cümle veliler, cemal-i ilahi ikramına mazhar olmuşlardır. Bir kulun bu imtihan aleminde mazhar olabilecek olduğu en yüce rahmet bu ikrama mazhar olmasıdır. Çünkü Allah, kullarını kerem yüzünü bulup, cemaline kavuşsunlar diye yaratmıştır. Her kul bu alemde son nefesine kadar bu rahmete kavuşabilme potansiyeliyle yaratılmış olduğundan, veliler şahı Hz. Ali’ye tabi olan, Allah’ın cemalini ikram ettiği mürşid-i kamili bulduk. Onun irşadı olan makam-ı velayet irfaniyetiyle, Allah’ın cemaline kavuşma ikram ve rahmetinden asla ümit kesmeyiz demektir. Ehl-i Beyt’i kasteyledi ol Mervan Susuzluktan şehid oldular sıbyan 221 Aşıklar ciğerin kıldılar büryan Medet ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Mervan adındaki şahıs, Emir-el Mü’minin Hz. Osman (ra)’ın katibiydi. Zamanın Mısır valisi, zalim birisi olup halka zulüm ederdi. Halk, valinin zulmünden bıkmıştı ve Medine’deki Emir-el Müminin Hz. Osman’a valiyi şikayet etmek üzere bir heyet gönderdiler. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi seçkin sahabeler toplanıp Mısır’dan gelen heyeti dinlediler ve onları haklı bularak Mısır valisini azledip, onun yerine Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed’i Mısır valisi olarak tayin ettiler. Mervan, Hz. Osman’ın seçkin sahabelerle beraber aldığı bu kararı beğenmeyip, Mısır Valisi’ne bir mektup yazar ve mektupta “Yeni vali olarak Mısır’a gelen Hz. Ebubekirin oğlu Muhammed ve maiyetini gelir gelmez öldür.” Der ve mektuba da Hz. Osman’ın mührünü basar. Mektubu bir göndericiye teslim eder ve ‘Bu mektup devlet sırrıdır, bunu çabuk Mısır valisine götür.’ der. Mektubu Mısır’a götüren görevliyle vali olarak yeni atanan Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed, yolda bir konaklama esnasında karşılaşırlar. Hareketlerinden şüphelendikleri görevlinin üzerini ararlar ve Mervan’ın yazıp Hz. Osman’ın mührü ile mühürlediği mektubu bulurlar. Mektubu okurlar ki, kendilerinin öldürülmelerini yazıyor ve mektupta Emir-el Müminin Hz. Osman’ın mührü var. Oradan hemen Medine’ye geri dönerler ve seçkin sahabelerle görüşüp, Hz. Osman’a ‘Bu mektubu sen mi yazdın?’ diye sorarlar. Hz. Osman ‘Ben yazmadım ve göndermedim. Fakat mühür benimdir, benden habersizce mührümü kullanmışlar.’ der. Ve mektubun Mervan tarafından yazıldığı anlaşılır. Valinin değiştirilmesini isteyen Mısırlılar ve Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed’in de bulunduğu heyet, Emir-el Müminin Hz. Osman’dan, Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini isterler. Hz. Osman ise ‘Mahkeme edelim ve öyle cezalandıralım.’ der. Ve çıkan arbedede Hz. Osman Kur’an okurken Mısırlılar tarafından şehit edilir. Velhasıl Mervan denilen bu şahıs, Muaviye’nin akrabası olan çok tehlikeli fitneci ve münafık birisi idi. Bulunmuş olduğu mevkiyi, makamı her zaman evlad-ı Resul, Ehl-i Beyt aleyhinde kullanmış olan, Ehl-i Beyt aleyhinde yalana dolana baş vuran fitne başlarından birisiydi. Onun gibilerinin ürettiği fitne, Ehl-i Beyt’in Kerbela’da susuzluktan çoluk çocuk demeden şehit olmalarına sebep olmuştur. Aşıkların ciğeri yanmıştır. Böyle Mervanlar her devirde olmuştur ve halen de vardır. Bunlar, yani bu Mervan misyonu, bulunmuş oldukları beşeri mevkileri, makam222 ları, daima Ehl-i Beyt, evlad-ı Resul aleyhine kullanmış ve halen de kullanmaktadırlar. Bu Mervan misyonu, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerini, Nesimi Hazretlerini ve daha nicelerini şehit etmişlerdir. Niyazi Mısri Hazretlerine, Mervan evladı ve Muaviye-Yezid zürriyeti olan Kadızadeler, çok zulüm ettiler ve nice evlad-ı Resul’ü işkence ve zulümle şehit ettiler. Bu gün dahi etmektedirler. Kadızadelerin fikir babası, bugün Ödemiş ilçesinin Birgi beldesinde mezarı türbe haline getirilen İmam-ı Birgivi’dir. Onun öğretileriyle nice velilerin kanı akıtılmış ve evlad-ı Resul-ü manevi işkence görüp şehid edilmiştir. Hadis-i şerifte “Her peygamberin bir firavunu vardır, benim firavunum ise Ebu Cehil’dir.” Buyrulmuştur. Her peygamberin firavunu olması gibi, her zamanda ve bu gün dahi, evlad-ı Resul’ün de Mervan’ı, Muaviye ve Yezid’i vardır. Evlad-ı Resul her zaman diridir, çünkü kevsere mazhardırlar. Vesselam. Ol Yezid Muaviye etti hıyanet Ederiz canına binlerce lanet Şehid oldu imamlar koptu kıyamet Medet ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümde mihmanım Ali Muaviye kimdir? Muaviye’nin babası Süfyan, annesi ise Hz. Hamza’nın şehid edilmesinden sonra ciğerlerini söktürüp yiyen Hind’dir. Muaviye, bazı tarihçilere göre Mekke’nin fethedilip Mekkeliler teslim olduktan sonra Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür. Mekke’nin fethi miladi 630’dur. Hz. Peygamber Efendimizin bu alemden geçmesi ise miladi 632’dir. Yani Mekke ay hesabı ile Hz. Peygamber’in vefatından bir buçuk sene evvel fethedilmiştir. Bu itibarla Muaviye, Hz. Resulullah’ın nübüvvetini tamamlamasına 1,5 yıl kala Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür. Muaviye için ‘vahiy katibi’ derler ki, bu yalandır. Çünkü Muaviye Müslüman olduğunda Hz. Peygamber Efendimiz’in peygamberliği aşağı yukarı tamamlanmıştı. Muaviye’nin annesi, babası ve bazı yakınlarının ömrü hayatları Hz. Peygamber’le muharebe ve mücadele etmekle geçmiştir. Müslümanlar güçlenip de Mekke feth edilip Mekkeliler teslim olmak mecburiyetinde kalınca, bunlar Müslüman oldular veya öyle göründüler. Bunlar Peygamber Efendimiz ile yaptıkları muharebe ve mücadelede, başta Hz. Hamza olmak üzere bir çok Müslümanı şehit ettiler ve kendileri de çok kan kaybettiler. Onun için Kerbela faciasından sonra Muaviye’nin oğlu Yezid “Bedir’de kaybettiklerimizin intikamını aldık, kanları yerde kalmadı.” demiştir. 223 Hz. Ali, Emir-el Müminin olduğu zaman Muaviye Şam’da vali idi. Hz. Ali, devletin başı olarak Şam valisini değiştiriyor, Muaviye’nin yerine başkasını vali olarak atıyor. Fakat Muaviye bu karara ve emre uymayıp Emir-el Müminin olan devletin başı Hz. Ali’ye isyan ediyor. Hz. Ali hakkında Hz. Resulullah Efendimiz “Alemlerin Rabbi olan Allah, benim mevlamdır / dostumdur, ben kimin mevlası isem Ebu Talib’in oğlu Ali de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim dostumdur, Ali'ye düşman olan ise bana düşmandır. Ruhu ruhumdur, kanı kanımdır, cismi cismimdir. Ey insanlar, size iki emanet bırakıyorum. Birisi Kur’an, diğeri Ehl-i Beyt’imdir. Bu emanetlere sarılın ki, bunlar cennetin Kevser havuzunda buluşurlar.” buyurmuştur. Peygamber Efendimizin bu ve benzeri bir çok apaçık beyanları ile kıymeti ifade edilen veliler şahı Hz. Ali’ye karşı Muaviye, bazı olayları bahane ederek, kendi aşiretinden ve bir çokları da Hıristiyanlardan oluşmuş bir ordu topladı. Kur’an sahifelerini mızraklarının uçlarına taktırıp Kur’an’ı ilk defa siyaset ve şahsi çıkar için kullandı. Kendi devlet başı olunca Ehl-i Beyt’e ve seçkin sahabeye çok zulüm etti. Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeyi sürgün edip, göçe zorladı. İşte o göç neticesiyle Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeler, Türk yurtlarına göç ederek, Türk Milletine Medine misyonunu, yani ruh-u Muhammed’i taşıyıp getirdiler. Muhammedi ruh mazhariyetiyle Türk Milleti, Muhammed isminin kısaltılmışı olan ‘Mehmet’ ismini alıp, milletler içerisinde Hz. Muhammed’in ismiyle anılan yegane millet oldu. Asker ve ordusu ise, Mehmetçik / Muhammedçik ismiyle yeryüzünde yegane anılan ordu oldu. Türk milleti Kur-an’ı ve İslam’ı kendi hayat nizamı haline getirip, milli kültür ve örfüne, geleneğine kilimin ilmiği gibi işleyip Kur’an ve İslam’la yaşadı ve yaşamaktadır. Hz. Peygamber Efendimizden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar, devlet başkanı; Kur’an’ın emri olan “İşlerini şura ile yaparlar…’ (Şura, 38) ve “Kuşkusuz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) Buyruğu ile hareket edildi ve ehil olan her kim ise onlar, devlet başkanı yani Emir-el Müminin oldu, mevki, makam sahibi oldu. Hatta Hz. Ali’ye yaralı iken, henüz şehid olmadan evvel ‘Hz. Hasan’a biat edelim mi?’ diye sordular. Hz. Ali cevaben “Hayır, benim oğlum olduğu için biat etmeyin, ancak o makama ehilse ve ehil olana biat edin.” dedi. İşte dört halife ve Hz. Hasan’ın devlet başkanı olması, şura ile yani Meclis kararıyla ve ehil olmalarındandı. Bu yönetim cumhuriyet idaresi idi. 224 Hz. Hasan istifa edip de Muaviye devletin başı olunca kendisi ile antlaşma yapıldı ki, Muaviye’den sonra yine şuraya / meclise danışılıp, ehil olan devletin başına getirilecek şartı kondu ve bu şekilde antlaşıldı. Fakat Muaviye bu antlaşmaya uymayıp bozdu ve cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği, aşiretçiliği ihya edip diriltti ve oğlu Yezid’i padişah yaptı. Şura / meclis kararıyla emanetin ehil olana verilmesi kuralını çiğneyerek iptal etti, yani cumhuriyeti yıktı. Ondan sonra gelen padişahların da işine geldiği için, bu padişahlık olan aşiret yönetimi, 1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Yani Peygamber Efendimizle başlayıp, dört halife ve Hz. Hasan dönemine kadar devam eden ve Muaviye’nin yıkıp ortadan kaldırdığı, emr-i ilahi olup meclise / şuraya danışmak olan cumhuriyet yönetimi, 1923’te ancak tekrar Türk milleti, tarafından Atatürk’ün liderliğinde kuruldu ve inşallah kıyamete kadar devam edecektir. İşte Muaviye'yi, yok vahiy katibi, yok efendim büyük sahabe gibi gösterenler, onun yaptığı ihaneti görmezden gelip, kıytırık kelimelerle, mesela ‘Hz. Ali muhakkak haklı idi, fakat Muaviye de haksız değildi.’ gibi ifadelerle Muaviye'yi aziz tutanlar, o padişahlık sisteminin devamını kendi kabile ve aşiretinin menfaat ve bekası için, Muaviye'yi büyük ve aziz göstermişlerdir. Uydurma hadislerle yüzyıllardır İslam alemine yalan söylemişler ve zulüm etmişlerdir. Bunlar halen misyon olarak devam ediyor ve her fırsatta Cumhuriyet ve kurucusu olan Atatürk’e düşmanlık yapıyorlar. Her fırsatta bugün dahi Ehlibeyt’e ve evlad-ı Resule saldırıyor ve hor görüyorlar. Ne yazık ki, bazı ehlibeyti temsil iddiasında olan kurumlar, tarikatlar, şahıslar; Muaviye geleneği olan babadan oğula soy takibi ile intikali, çelebilik, babalık, dedelik vb. isim ve ünvanlarla halen devam ettiriyorlar. Medine-i Münevvere’de Mescid-i Şerif yapılırken Hz. Resulullah Efendimiz, sahabeyle birlikte kerpiç taşırdı. Sonra ashaptan Ammar İbni Yaser çıkıp “Ya Resulullah, senin kerpicini dahi ben taşırım, sen taşıma.” dedi. Hz. Resulullah da kabul etti. Diğer sahabeler birer kerpiç taşırken Ammar İbni Yaser iki kerpiç taşırdı. Sonra Hz. Resulullah Ammar İbni Yaser’in üstünde kalan tozu toprağı sildi, oradaki kalabalık olan sahabenin gözü önünde ve hepsinin duyacağı şekilde “Senin şehadetin, taife-yi bagiye (yani asiler, isyancılar) tarafından olacaktır. Sen hak, doğru tarafına çekeceksin, onlar ise batıl tarafına çekecektir.” buyurdu. Ve sonra aynen öyle oldu, Ammar İbni Yaser, Hz. Ali tarafında yer aldı ve Muaviye taraftarlarınca şehid edildi, vesselam. Yezid kimdir? Yezid Muaviye’nin oğlu ve veliahdı olup, Muaviye’den sonra gelen Emevi Devleti’nin başı, padişahıdır. Yezid 225 kötü olduğu için hiç kimse evladına Yezid ismini takmayıp, Yezid ismiyle isimlendirmez. Kur’an’da: “Peygamberlik yapmamdan dolayı sizden herhangi bir ücret istemiyorum, ancak benim yakınlarımı sevmenizi istiyorum…” (Şura, 23) buyrulur. Bu ayetteki yakınlarımdan maksadın Ehl-i Beyt olduğu, hadis-i şerifte beyan edilmiştir. İşte Kur’an’ın sevmemizi istediği, Hz. Peygamber’in ‘Size emanet ediyorum.’ dediği Ehl-i Beyt’i, evlad-ı Resul’ü işkence ile şehit eden bu şahıs, sahabeye de bir çok zulüm yapmış, eziyet etmiştir. Yezid saltanatı zamanında “Oğlan kardeşin, kız kardeşiyle evlenmesi caizdir.” diye ferman yazdı. Hangi ulema “Kardeşin kardeşle evlenmesi caiz değildir.” der ise katletti. Ehl-i Beyt’e kim muhabbet ederse onu dahi katledin, dedi. Yaptığı zulümler ciltleri dolduracak kadar çoktur, saymakla bitmez. Fakat yapılan bu zulümler, maalesef medrese ve bazı ulema-i zahir tarafından hafif, vaka-i adiye gibi gösterilmiş veya zulmün boyutları gizlenerek olduğu gibi söylenmemiştir. Hizmet ettikleri devlete, padişaha siyaseten yakın olmak ve menfaatlenmek için Muaviye ve Yezidin yaptığı zulmün dehşetini ve boyutlarını çarpıtarak, yalan rivayetlerle sanki zulmün sahibi başkası imiş gibi veya ‘O kadar da değil canım, Muaviye ve Yezid’in siyaseten de olsa haklı tarafları vardır. Onlar da sahabedendir, onların makamları yüksek olduğundan aralarındaki ihtilafa bizim aklımız ermez.’ gibi yalanları söylemişlerdir. ‘Evliyanın en büyüğü, Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’den daha aşağı derecededir.’ uydurmalarıyla, Muaviye ve Yezid’i neredeyse haklı idiler noktasına kadar getirmişlerdir. Emevilerin bazı zalim padişahlarını İslam için fetih yapan kahramanlar olarak lanse etmişlerdir. Seçkin sahabelerin onlar ile beraber olduğunu ima eden yalan rivayetlerle desteklemişlerdir. Bunların en çarpıcı olan yalanlarından birisi de ‘Hz. Peygamber’in evinde misafir olduğu sahabe Eyüp Sultan Hazretleri, yaklaşık olarak yüz yaşlarındayken Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte İstanbul’a geldiler ve Eyüp Sultan Hazretleri, Emeviler’le beraber surlara hücum ederken şehit oldu.’ yalanıdır. Prizren Rahoves’teki Melami tekkesinde yüksek bir eğitim alan ve 1950’li yıllarda Salihli’ye yerleşip, bizlere Muhammedi ruhaniyeti taşıyan Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Hazretleri: “Tarih iki türlüdür: Biri yazılı tarihtir, diğeri ise rivayet tarihidir. Rivayet tarihine göre, hicrette Resulullah Efendimizin evinde misafir kaldığı sahabe olan Hz. Eyyüb-el Ensari, Yezid ve Emevilerin Kerbela’daki Evlad-ı Resul katliamından, Hz. Hüseyin’in iki kızı olan Zeynep ve Rukiye’yi kaçırıp kurtarmış. Fakat Yezid, evlad-ı Resul olan kızları ondan istiyor ve Eyüp El Ensar da kızları alıp Kuzey Afrika üzerinden o günkü İspanya kralına sığınıyor. Kral, Hz. Peygamberin arkadaşına hürmet ediyor, fakat Eme226 viler Hz. Eyüp El Ensar’ın izini bulup, İspanya kralından kendilerine teslim edilmesi için baskı yapıyorlar. Kral da, Hz. Eyüp El Ensar’a “Ben bu baskılara daha fazla dayanamam, seni teslim etmek zorunda kalırım. Sen Bizans devletine sığın, o devlet güçlüdür, seni korur.” diyor. Ve Hz. Eyüp, iki küçük peygamber torunu olan kızları alıp Bizans’a yani İstanbul’a gidiyor. Bizans kralından da hürmet görüyor, Bizans’ta Peygamber torunu olan kızlarla yaşıyorlar. Fakat zamanla kızlar büyüyüp ergenliğe erişince Kral, Hz. Eyüp’e “Bu kızları Bizanslı erkeklerle evlendirelim.” diyor. Bunun üzerine Hz. Eyüp sıkıntı ve müşküle düşüyor. Bir tarafta evlad-ı Resul, nesl-i Peygamber, diğer tarafta kendilerini Emevilerin şerrinden koruyan, barındıran, iyilik eden de olsa gayrimüslimler. Kraldan düşünmek için biraz müsaade istiyor. Ve bu esnada kısa aralıklarla 40 gün içinde Hz. Zeynep ve Hz. Rukiye vefat ediyorlar. Ve şimdiki Koca Mustafa Paşa semtinde olan kabirlerine Hz. Eyüp el Ensari tarafından defnediliyorlar. Daha sonrada Hz. Eyüp vefat ediyor ve onu da surların yanına defnediyorlar. İstanbul’un fethinde kabri bulunup şimdiki Eyüp Sultan Türbesi olarak tezyin ediliyor. Ve Türk milletinin gönlüne ve vatanına kavuşuyor.” buyurdular. İşte Kemal Efendi Hazretlerinin anlattığı rivayet budur. Ve “Aksini iddia edenlere sorun bakalım: Koca Mustafa Paşa semtinde türbeleri bulunan Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiyye, oraya nasıl gelmişlerdir?” dedi. İşte Yezid ve Emevilerin yaptığı zulümleri gizlemek için, medresenin yazılı tarihlerindeki düzmeceye göre ‘Yaklaşık yüz yaşındaki Eyüp El Ensari Hazretleri, Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte geldi ve surlarda şehid oldu.’ demişler ve halen demekteler. Böyle diyenlere biz de soralım: Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiye, İstanbul Koca Mustafa Paşa semtine nasıl geldiler? Elbette Yezid ve Emevi zulmünden kaçarak geldiler. Vesselam. Hz. Resulullah Efendimiz rüyasında Ümeyye oğullarının, yani Muaviye zürriyetinin, Mescid-i Nebevi’nin minberine bevlettiğini yani işeyerek pislettiğini gördü. Bunun üzerine Kur’an’ın “…sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lanetlenmiş bulunan o ağacı da insanları deneme / imtihan dışında bir sebeple göndermedik…” (İsra, 60) ayeti inzal oldu. Ve Resulullah Efendimizin rüyasını Cenab-ı Hak, vahiyle tabir ederek, rüyada gördüğünün lanetlenmiş ağaç olduğunu beyan etmiştir. İşte bu kuran beyanı itibarıyla, cümle ehl-i kemal, Muaviye’ye ve Yezid’e lanet ederler. Bizler de, bugün dahi var olan bu Muaviye ve Yezid misyonuna lanet edip, onların hile ve şerrinden Allah’a sığınırız. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Muaviye de, Yezit de ihanet edip 227 hain olduklarından, Muaviye’nin de Yezid'in de canlarına binlerce lanet ederiz.” diyor. Hasan’la Hüseyin ciğerpareler Aşıklar kalbinde açtı yareler Tabibler bu derde bulmaz çareler Medet ya Muhammed şahımdır Ali Herdem gönlümdeki mihmanım Ali Muaviye, devletin başına emir olunca, Hz. Hasan’ın karısına ‘Sen, emir karısıydın, Hasan’ı öldürürsen, seni alıp tekrar emir karısı yaparım.’ diyerek aldattı ve Hz. Hasan'ı karısına zehirleterek şehid ettirdi. Sonra bu kadın Hz. Hasanı öldürdü diyerek, onu öldürttü. Muaviye'nin, oğlu Yezid’i veliaht emir ilan etmesine, Hz. Hüseyin itiraz etti. ‘Muaviye ile Hz. Hasan arasında yapılan anlaşmanın gereğine uyulup, şurayı yani seçici meclisi kurmalarını ve Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın seçilmelerindeki gibi, şuraya yani seçici meclisin kararına uyalım ve ehil olanı seçelim, şura kimi seçerse onu devletin başı yani Emir-el Mümin yapalım.’ dedi. Zaten Muaviye’yle Hz. Hasan, Muaviye’den sonra şuraya gidilmesi, yani meclisin seçtiği kimsenin devletin başına getirilmesi şartıyla anlaştığı için, Hz. Hasan devlet başkanlığından istifa etti ve yerini Muaviye'ye bıraktı. İşte Hz. Hüseyin bu anlaşmayı kastetti ve Yezid’in oldu bittiyle ilan edilen emirliğini, padişahlığını kabul etmedi. Kufe tarafındaki halk, Hz. Hüseyin’i devletin başına ehil olanı seçmek için, şurayı kurmaya, yani seçici meclise başkanlık yapmaya davet etti. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, bütün maiyeti ve ehlibeytle yani kadın, çoluk çocuk hep beraber Kufe’ye doğru Medine'den yola çıktılar. Bazıları, Hz. Hüseyin’in halife olmak yani emir-el müminin olmak için yola çıktığını söylerler. Bu asla kesinlikle doğru değildir. Dava; halifelik, emirlik olsaydı; ağabeyi Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin, tartışmadan kolayca emir-el mümin, yani devlet başkanı olurdu. Bu itibarla Hz. Hüseyin’in, yani Ehl-i Beyt’in davası,kuran emri olan şurayı / meclisi toplayıp, meclisin kararıyla emanetin layık olana, ehline verilmesi davasıdır. İşte bu meclisi toplamak için yola çıkan Ehl-i Beyt, Kerbela mevkiine gelince Yezid'in adamları tarafından kuşatıldılar. Hz. Hüseyin: ‘Bizden ne istiyorsunuz? Bırakın seçici şurayı yani meclisi toplamak için Kufe’ye gidelim.’ dedi. ‘Olmaz.’ dediler. Hz. Hüseyin ‘Peki, geri Medine'ye dönelim.’ dedi. Yine ‘olmaz’ dediler. O zaman Hz. Hüseyin: ‘Peki bizden ne istiyorsunuz?’ dedi. Onlar: ‘Yezid'e biat etme228 nizi, Yezid’in emirliğini, padişahlığını tanımanızı istiyoruz. Yoksa sizi öldüreceğiz. Ya Yezid’e biat ya da ölüm.’ dediler. Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezid’e biat etmedi. Kadın, çoluk çocuk hepsi birden işkenceyle kılıçtan geçirilerek şehit edildiler. İşte seçme ve seçilme hakkı olan seçici meclis ve şuraya, yani cumhuriyet idaresine Ehl-i Beyt, böyle değer verdi ve vermektedir. İşte bu beyitler bunu beyan ediyor. “Ehl-i Beyt’in katliamından ve onlara yapılan zulümden, ehl-i aşk, her zaman ve bugün dahi mahzundur, dertlidir.” buyruluyor. Ali'nin şöhreti denildi Haydar Marifet kılıcı ismi Zülfikar Bu esrarda Fehmi eyledi ihbar Medet ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Haydar, diri olan ve aslan manasına gelir. Hz. Ali (kv) Haydar’dır, bugün dahi onun misyonu diridir. Çünkü makam-ı velayetin mürşid-i kamili ve Evlad-ı Resul’ün ilm-i marifet kılıcı olan Zülfikar’la, cehl-i münafık olan Mervanlığa, cehl-i Muaviye isyancılığına ve cehl-i Yezid zalimliğine karşı diri olup, Haydar’dır. Yani aslanlar gibi her nefeste, gerek kendi nefsimizde gerekse afakta, evlad-ı Resul’ün, cihad-ı ekberle mücadelesi devam etmektedir ve edecektir. Evlad-ı Resul her zamanda, bugün ve yarın da, ahirette de Haydar olup, diridir. Allah, bizleri ve cümle ihvanı, Evlad-ı Resul’den ayırmasın. Amin. 229 * * * 48 Meded senden meded mürşidim Ali Dermanım Muhammed tabibim Ali Hitab-ı ezelde ikrarım Ali Meded ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Daha evvelki beytin açıklamasında izah edildi ki, hidayet zuhurunun baş mazharı Hz. Muhammed (sav)’dir. Onun temsilcileri kamil mürşid ve alimlerdir, ki bunlar hidayet yolunu tebliğ ve telkin ederler. Makam-ı velayetin şahı ve imamı Hz..Ali’dir. Velayet mertebesi ise, kamil mürşidin telkin ve irşadı ile açığa çıkar ki, her kim bu irşada muhatap olursa, ancak o makam-ı velayeti bulur ve veliliğe mazhar olur. Hitab-ı ezel, alem-i ervahtaki yani ruhlar alemindeki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahidiz …” (A’raf, 172) hitabıdır. Fakat kul bu imtihan alemine gelince, ruhlar alemindeki ahitleşmeyi ve hitabı unuttu. İşte kamilin telkin ve irşadı olan, Hz. Ali’nin şahı ve imamı olduğu makam-ı velayet mazhariyeti, aynı zamanda bu alemin tesiriyle unuttuğumuz ruhlar alemindeki hitabın tekraren ikrarıdır. Mürşid-i kamilin irşadı Nur-u Muhammed mazhariyeti ile olduğundan, derman Nur-u Muhammed’dir. Kulun dahil olduğu makam-ı velayette imam Hz. Ali olup, salik de o makam-ı velayet kemalatıyla şifa, deva bulduğu için, 230 tabip de, ikrar da Hz. Ali’dir, yani velayet irfaniyeti mazhariyetidir. Allahualem. Muhammed Mustafa alem serveri Ebu Bekir, Ömer, Osman yareni Hakikat sırrında Ali mahremi Medet ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Hz. Peygamber, hidayetin baş mazharı olmak itibarı ile bütün müminlerin serveri yani baş tacıdır. Nur-u Muhammed, Hz. Ebubekir'de sıdkıyet kemaliyle zuhur etti. Nur-u Muhammed Hz. Ömer'de fark kemaliyle zahir oldu, Nur-u Muhammed Hz. Osman’da haya ve iki nur mazhariyetiyle kemal-i zuhur etti, Nur-u Muhammed hakikat sırrı olan makam-ı velayet kemaliyle Hz. Ali’de zahir oldu. İşte Hz. Resul’ün bu dört yareni, arkadaşı olan insan-ı kamil sahabeler, mazhar oldukları bu kemalat mertebeleri ile, Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimizin, hem zahiren hem de manen en yakını idiler. Ki bu beyan ediliyor. Ol Hasan, Hüseyin, Ali evladı Şehid olup uğruna verdiler canı Gönülden sevenler buldu necatı Medet ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Hz. Peygamber Efendimiz. veda haccı dönüşünde bir hutbe verdi: “Alemlerin Rabbi olan Allah benim mevlamdır / dostumdur. Ben kimin mevlası isem Ebu Talibin oğlu Ali de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim dostumdur, Ali'ye düşman olan bana düşmandır. Ruhu ruhumdur, kanı kanımdır, cismi cismimdir. Ey insanlar, size iki emanet bırakıyorum: Birisi Kur’an, birisi Ehl-i Beytimdir. Bu emanetlere sarılın, ki bunlar cennetin Kevser havuzunda buluşurlar.” buyurdu. Kur’an-ı Kerim’de ise “Allah’ın iman edip salih amel işleyenlere müjdelediği işte budur. De ki, ben bu tebliğime karşılık sizden akrabamı sevmeniz dışında bir şey istemiyorum.” (Şura, 23) buyrulmuştur. Bu ayetteki beyanda kastedilen akraban kimlerdir, diye sorulması üzerine cevaben Hz. Resulullah “Ehlibeyt’imdir.” demiştir. Bu itibarla, Ehl-i Beyt’i sevmek, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber Efendimizin açık emir ve tavsiyesidir. Hz. Mevlana “Neyi seversen ondansın, neyi seversen o’sun, sen ancak sevdiğin şeysin.” Buyurmuştur. Her kim Ehl-i Beyt’i severse 231 onlardan olur, yani o da evlad-ı Resul ve Ehl-i Beyt-i manevi olur ve kurtuluşa erip, necat bulur. Muhammed mahzen-i sırr-ı ilahi Ali gevherlerin sakisi veli Bize ihsan etti ab-ı kevseri Medet ya Muhammed şahımdır Ali Her dem gönlümdeki mihmanım Ali Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ehadiyet sırrına, Makam-ı Mahmud mazhariyetiyle ancak Hz. Resulullah ermiştir. Hz. Peygamberden gayrı kim olursa olsun, o mülk-ü ehadiyet mertebesine, ancak vücud-u nur-u Muhammed mazhariyetiyle ve teberrüken dahil olabilir. Kevser suyu, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyeti demektir. İşte vücud-u nur-u Muhammed’e ulaşmak, kevser suyu, yani daim zikir uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle ancak mümkündür. Saki, kadehi doldurana denir. Kadeh ise salikin gönlüdür. Mürşid-i kamil olan veli, Hz. Ali’ye tabi olduğu için, onun velayetle yaptığı irşad, aynı Hz. Ali’nin irşadıdır. Bu itibarla kulu Nur-u Muhammed mazhariyetine ulaştıracak zikr-i daim ve tevhid-i hakiki, yani ab-ı kevser irşadı, aynı Hz. Ali’nin irşadıdır. Her kim ki, kamil olan bir mürşide varıp onun zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irşadına muhatap olursa, o salikin gönlü Hz. Ali’nin ikramı olan ab-ı kevser bağış ve ihsanına mazhar olur. Allahualem. Muhammed ruhuna hezaran sala Sıdk ile diyenler buldular felah Talibi kuluna buldur sen necat Medet ya Muhammed şahımdır Ali Herdem gönlümdeki mihmanım Ali Hezaran sala, binlerce salat-ü selam demektir. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında salavatın manası açıklandı. Muhammedi ruha bugün her kim mazharsa, Nur-u Muhammed’in şahsında zuhur ettiği o kimse, evlad-ı Resuldür. İşte salat u selamın muhatabı, böyle evlad-ı Resul olanlardır. Her kim ki, böyle bir şuur ve irfaniyetle evlad-ı Resul’ü mevcut bilerek, salat u selam ederse, o kimse de Nur-u Muhammed mazharı ve evlad-ı Resul’den olup, felaha yani kurtuluşa erer. Hz. Resulullah’ın “Selman benden, ben Selman’dan.” beyanına, o zamanki muhatap nasıl ki Selman-ı Farisi idiyse, bugün de Nur-u Muhammed 232 mazharı her kimse o, evlad-ı Resul’dür ve salavatın bu günkü muhatabı odur. İşte bir kula, evlad-ı Resul’e dahil olup Ehlibeyt-i manevi olmaktan daha ala bir felah ve kurtuluş olur mu? Olmaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Böyle bir kemalatla salavat getirenler, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle felah buldular, evlad-ı Resul’e karıştılar.” diyor ve devamla, Talib’i mahlasıyla “Bizi de böyle bir necatla, kurtuluşla şereflendir.” diyerek niyaz ediyor. Allah, her şeyin en iyisini bilir. * * * 49 Takdir-i Hüda sebtetti ceza Olunur kaza hükm-i ezeli Takdir-i Hüda, ilahi kader demektir. Kader; Allah’ın kudretiyle zahir olup açığa çıkan her şeydir. Her fiilin oluşumu için mutlaka Allah’ın kudretine / kuvvetine ihtiyaç vardır. Kur’an’ın “…bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) idrak edebilselerdi / anlayabilselerdi.” (Bakara, 165) Beyanından da anlaşıldığı gibi, tüm kuvvet / kudret Allah’ındır. Bu itibarla Allah’ın kuvvetinin / kudretinin haricinde hiç bir fiil zahir olmaz. Onun için imanın şartlarından birisi de, hayır ve şerrin Allah’ın kudretiyle zahir olduğuna iman etmektir. Kader oluştur, olmuş ve olan her şey kaderdir. Yani fiilullahtır / Allah’ın işidir. Kaza ise, bir fiilin meydana gelmeden evvelki, ilimdeki ezeli mevcudiyetidir. Bir fiil ilm-i ezelde iken kazadır. Fiilin kudret ile açığa çıkması ise kaderdir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, bir cezaya muhatap olmuş ki “Bu muhatabı olduğum ceza, böylece kaza ve kaderdir.” diyor. Ezeli Süfyan hep oldu beyan Etmedi iman oldu şeytani 233 Ebu Süfyan, Muaviye’nin babasıdır. Hz.Peygamber Efendimize iman etmedi. Ömrünün sonunda iman edip etmediği ise tartışmalıdır. Ömrünün büyük bir bölümünde, Hep Hz. Peygamber Efendimiz’in aleyhinde uğraştı, daima Hz. Resul’ün ve sahabelerinin aleyhinde oldu. Ebu Süfyan’ın kızı olan Habibe, Hz. Peygamber Efendimize iman etti ve Peygamber Efendimiz’le evlenip müminlerin annesi oldu. Ebu Süfyan Medine’ye gittiğinde kızının, yani Habibe validemizin yanına uğradı. Fakat peygamber eşi olan Habibe validemiz, babasını eve sokmadı ve “Baba, bu ev Peygamber evidir. Sen murdarsın, pissin, bu eve giremezsin.” Dedi ve babası olan Ebu Süfyan’ı Peygamber evine sokmayıp, kovdu. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “…müşrikler pistir…” (Tevbe, 28) buyrulur. Bugün dahi bu Süfyan misyonunu devam ettirerek, o misyonu temsil eden gizli şirk ehil ve mensupları vardır. Bunlar nübüvvet-i teşri’a mazharı olan kamil mürşidin şahsında zahir olan meslek-i Resul irşadına inanmazlar. Kendileri inanmadığı gibi, daima zamanın kamili ve evlad-ı Resul aleyhinde faaliyet gösterirler. Bu itibarla zamanının kamil mürşidi olan Fehmi Efendi Hazretleri, şeytana uyan bir zamane Süfyan’ı ile karşılaşmış ki, onu beyan ediyor. Şol ki Semud’dur mezhebi yoktur Fesadı çoktur etti tuğyanı Semud kavmi, Hz. Salih (as) zamanındaki bir kavimdir. Bu Semudlular Hz. Salih’ten mucize göstermesini istediler. “Kayadan dişi ve gebe bir deve çıkar. ” dediler. Eğer böyle bir mucize gösterirse ona iman edeceklerini söylediler. Salih (as) dua etti ve mucize olarak kayadan hamile bir dişi deve çıktı. Ve sonra o deve doğurdu ve süt verdi. Buna rağmen Semud kavminin büyük bir çoğunluğu verdikleri sözde durmadılar ve iman etmediler. Hz. Salih’e iman eden müminlere de fesat çıkarıp, zulüm yaptılar. Hz. Salih (as) onlara çok nasihat etti fakat dinlemediler. Cenab-ı Hak Hz. Salih’e, iman eden müminlerle beraber Semudlular’dan ayrıl, dedi. Sonra Allah, Semud kavmini ve yurtlarını helak etti. İşte Kur’an’da bahsedilen bu özetlediğimiz Semud kavmi kıssasının bize hitap eden bugünkü murat ve hikmet yönü ise şöyledir: Bir memlekette kamil bir mürşid zuhur ederse, onun telkin ve tebliğine iman edenler olduğu gibi, kamilden hakikati duydukları halde fesat çıkarıp, inanmayanlar da çok olur. Çünkü kamil olan mürşid, Kur’an harici hiç bir şey emretmez ve tebliğ etmez. İşte bazıları Kur’an’ın gerçek olan emrini, mürşid-i kamil tebliğ ve nasihat etmesine rağmen, onu dinlemez ve emr-i ilahiye karşı gelerek fesat çıkarırlar. Hakikat karşısında Semud234 lular gibi haddi aşarlar ve hakikatin isyancısı olurlar. Fehmi Efendi Hazretleri; zamanın Semud’u cinsinden olup, Hak ve hakikati duyduğu halde onu inkar edenle karşılaşmış ki, onu beyan ediyor. Şol ki Belkıs’tır imanı hastır Gör nice bildi ol Süleyman’ı Belkıs, Yemen tarafında bir ülkenin melikesi, kraliçesi idi. Hz. Süleyman ise, Filistin’de hem peygamber hem de padişah idi. Kuş dilini bilir, kuşlara ve cinlere, rüzgara dahi hükmederdi. Cenab-ı Hak, gelmiş geçmiş insanlığın en büyük zenginliğini Hz. Süleyman’a verdi. Emrindeki Hüthüt ismindeki bir kuş, Hz. Süleyman’a Belkıs’tan ve ülkesinden haber getirdi. Süleyman (as) da, Belkıs’a bir mektup gönderdi. Ve peygamberliğinden ona haber verdi. Bunun üzerine Belkıs, vezirlerini topladı, onlara danıştı ve netice olarak Hz. Süleyman’ın tebliğ ve davetine uydu ve Süleyman’ın ülkesine gidip, Hz. Süleyman’la evlendi. Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen ve bizim özetlediğimiz Belkıs ve Hz. Süleyman (as)’ın kıssasının bu günkü murat ve hikmeti ise şöyledir: Bir kimse, iman-ı taklitten ve iman-ı istidlalden, yani taklit ve delilli imandan, zamanın mürşid-i kamili tarafından iman-ı hakikiye davet edilir. O da davet edenin sözlerine, tebliğine bakar ve araştırır; eğer Kur’an’a ve hakikate uygunsa o tebliğ ve telkin irşadına uyup, iman-ı hakikiye ulaşarak insan-ı kamil olmasıdır. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, Rumeli’ye gittiğinde Prizren’de ulemanın seçkinlerinden bir heyet kuruluyor ve o heyet Hz. Pir’i imtihan ediyor. Hz.Pir heyetin sorduğu her suali Kur’an’dan muradı ilahi üzerine cevaplıyor, fakat ulema, her cevaba tefekkür edip düşünmeden peşin hükümle itiraz ediyorlar. Sonunda Hz. Pir ayağa kalkıyor ve ulema heyetine “İnadınız küfre ulaştı.” diyor ve o meclisi terk ediyor. Hz. Pir meclisi terk edince, mecliste ve heyette bulanan ve sonradan Hz. Pir’in damadı olan Hacı Abdurrahim Efendi’ye heyetin diğer üyeleri: “Başka zaman çok konuşuyor ve malumat sergiliyorsun, fakat (Hz. Pir’i kast ederek) Arap Hoca’ya hiç laf etmedin ve itirazda bulunmadın, çok pasif kaldın.” diyorlar. Hacı Abdurrahim Fedai Hazretleri cevaben “Ne konuşaydım ki, Arap Hoca hep doğru konuştu, doğru olana nasıl itiraz edilir?” diyor ve arkasından yaya olarak kilometrelerce yürüyüp Hz. Pir’i buluyor. “Bana bu ilm-i tevhid-i hakikiyi öğret.” diyor ve onun irşadına teslim oluyor. Velhasıl Belkıs’ın imanı ve Hz. Süleyman’a biat ve kavuşması, Hacı Abdurrahim Fedai Hazretlerinin hal ve anlayışıyla Hz. Pir Efendimize intisap etmesi gibidir. Allah, her şeyin en iyisini bilir. 235 Talibi zevkte mülk-i vahdette Bu can kafeste etti seyranı Hasan Fehmi Hazretleri, Kırklareli’nde sohbet ederken, zahir ulemadan birisi onun meclisine geliyor, itiraz ediyor. Fehmi Efendi ayetleri delil gösteriyorsa da, müftülükte görevli olan o zat itirazında inatla ısrar ediyor. Bunun üzerine Fehmi Efendi Hazretleri, o şahsa ‘Hak ve hakikat beyan edildiği halde hala inat ediyorsun.’ diyor. Sonra o şahıs Fehmi Efendi’yi şikayet ediyor, onun iftirası ile Fehmi Efendi hapse giriyor. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Benim suretimdir hapishaneye konulan.” diyor ve devamla “Ben ruhumun / canımın kafesi olan suretlerde, yani cümle varlıkta, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle Rabbime, yani mülk-ü vahdete vuslat ettim, bu suret kafesinde Rabbimi müşahede ve ona vuslat zevkiyle yaşıyorum.” diyor. * * * 50 Ela ey aşık-ı mahbub, diyem sana ki icmali Kamu bir noktadır cümle bu alemde nihan etti Ey ilahi aşka mensup olduğunu söyleyen kimse, dikkat et dediklerime, sana özet olarak söyleyeyim ki, bu görünen ve görünmeyen cümle alem bir noktadır. Yani ‘Bir tek’ varlıktan ibarettir. Fakat bu cümle alem dediğimiz görüntülerde ve eşyada, yani cümle varlıklarda, o bir olan nokta, gizlenip saklandı. Onun vech-i cemalini celal-i ihticab etti Ki bu sırdan sıfat esma ki zatına hicab etti O noktanın zuhurundaki bir / vahid olan güzelliği, onun cemal yüzü olup, o yüzü yine kendi zuhuru olan celali ile perdeledi, yani örtüp gizledi. Zatında tek / ehad olan Allah, zatından sıfatlarına, sıfatlarından esmaya / isimler alemine tecelli ederek, isimlerdeki tecellinin tesiri ile kendi zatını örttü. Çünkü sıfatlar çeşitli olup, isimler ise varlığın kesretini / çokluğunu iktiza ve icap ettiğinden, cümle varlıklarda mevcut olan zat-ı ilahiyi müşahedeye engel olurlar. Celal esması ana isimlerden olup, ism-i mudili zuhura getirir. Mudil mazharı olan ise, dalalete yani yanılgıya düşer. Yanılgı ise cehalettir. İşte kulun cehalet ve zanla kendine ve cümle 236 aleme nispet ettiği varlıklar ve eşyalar, Allah’ın zatını, apaçık zahir olmasına rağmen perdeler, yani hicab eder. Hakikat bir şecerdir kim ne maşrıki ne mağribi Onun zıll-ı hayalinden sıfatını beyan etti Kur’an-ı Kerim’de “Allah göklerin ve yerin nurudur, onun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil bir sırça içerisindedir, sırça inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yapılır. Bu ağacın yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar, nur üzerine nurdur O. Allah dilediğini kendi nuruna kılavuzlar. Allah insanlara örnekler / misaller verir. Allah her şeyi bilmektedir.” (Nur, 35) buyrulur. Fehmi Efendi Hazretleri, bu ayet-i kerimeyi ilahideki beyitlerle tevil etmiş ve ayetin iç yüzünü yorumlayıp, hakikatini açığa çıkarmıştır. Bu itibarla, bu ayette ifade edilen doğuya ve batıya mahsus olmayan zeytin ağacı, Fehmi Efendi’nin dediği ‘hakikat’ ağacıdır. Yani Hakk’a vasıl olup, tevhid-i hakiki irfaniyet ve kemalatına mazhar olan insan-ı kamildir. İnsan-ı kamil, doğuya, batıya mahsus olmaz, yani illa şu coğrafyada, şu aşiret veya soyda, veya şu tarikat veya cemaatle kayıtlı olmayıp; hiç bir yön, taraf, coğrafya ve soy-sop vb. ile kayıtlanamaz, demektir. Bu itibarla her kim ki, mekteb-i irfanda seyr-i süluk görüp de, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyet ve kemalatıyla Rabbine vasıl olup, her tecellide Rabbini müşahede edip tanıyorsa, o insan-ı kamildir. İşte doğuya ve batıya mahsus olmayan hakikat ağacı, böyle bir insan-ı kamil olan şahıstır. Bazılarının dediği gibi ‘Bunun yolu falanca geçmiş büyüğün adıyla anılan yoldur veya babası şöyle alim imiş, dedesi veli imiş.’ gibi unvanlarla faaliyet gösteren her kim olursa olsun; eğer tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmamışsa, unvan ve rütbesi ne olursa olsun, sarığı ve cübbesi ne kadar büyük olursa olsun, bunlar Hak’tan ayrı ve hakikatten uzak kimseler olup, hiç biri ehl-i kemal olmayıp, insan-ı kamil değildir. Bunlar eksik, yani insan-ı nakıstırlar. Velhasıl; bir kimsenin insan-ı kamil olması, onun soyu-sopu, babası, sureti vb. ile değildir. İnsanı kamil yapan, tahsil ettiği zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki mertebelerinin müşahedesinden hasıl olan irfaniyet ve kemalattır. İşte hakikat ağacı olan insan-ı kamilin zılli, yani gölgesinden sıfatını beyan etti demek; insan-ı kamilin sureti bir gölgedir, hayaldir ki, bugün var, yarın yoktur. Bu itibarla zıldir, hayaldir. Fakat onun mazhariyetinde Cenab-ı Hak, sıfat-ı sübutiyesinin tamamını aktif olarak zuhur edip, açığa çıkardı. Kamil olmayan nakıs insan ise, sıfatı subutiyenin tamamına mazhardır fakat bu mazhariyet potansiyeldir, aktif bir mazhariyet 237 değildir. Çünkü zikr-i daim uyanıklığıyla ilm-i tevhid irfaniyetine ulaşmayan kimse ‘ilim’ sıfatını kemaliyle açığa çıkarmamış, yani zuhura getirememiş olduğundan insan-ı nakıstır, yani eksiktir. Fakat kamil insanda ilimlerin anası olan ilm-i tevhid irfaniyeti mazhariyetiyle, sıfat-ı subutiyenin tamamı faaldir, aktiftir. Bunu beyanla “Suret beden varlığı zıl, hayal ve gölge olan insan-ı kamilde, Allah, sıfatlarının cem’ini / tamamını kemal ile açığa çıkardı.” demektir. Bu ekvan bir fener misli içinde zattır şem’i Ziyası fi’line benzer, bu alemden cila etti Daha evvelki beytin açıklamasında geçen ve ayette ifade edilen kandil misalini, Fehmi Efendi Hazretleri, fenere benzeterek “Bu görünen kainat ve cümle varlık bir fenere benzer ki, fenerde görünen ışık, cümle varlığın aslı olan Allah’ın zatıdır. Zat-ı ilahiden gayri varlık yoktur.” diyor. Ve devamla “Zat-ı ilahi, cümle varlığın güneşi olup, o güneşin ışığı yani zuhuru fiilullahtır. Bu alemde fiilullah zahir, yani apaçık olmakla parlıyor.” demektir. Çünkü Kur’an’ın “…iş ve oluşun tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31) Ayeti bu hakikati beyan eder. Behey aşık nedir aşkın bana bildir nedir fikrin? Bu manadan haber bilsen nice esrar beyan etti Ey kendisini Hak aşığı olarak gören ve nitelendiren kul, bu anlattıklarımdan haberin var mı? Zikr-i daim uyanıklığıyla tevhidin hakikatine ulaştın mı? Ulaşmadıysan, ulaşmaya gayret et. Benim anlattıklarım hep sırr-ı ilahidir ki, anlattıklarımın mana ve hakikat-i irfaniyetine mazhar olmaya bak... Edenler zar u efganı bulurlar gül ü gülzarı Çün oldular bülbül canı onunçün can feda etti Gül kokusu, Hz. Resulullah Efendimizin mübarek kokusudur, Peygamber Efendimizin teri gül gibi kokardı. O bakımdan gül koklamak sünnet kabul edilmiştir. Gülzar ise gül bahçesidir. Hz. Peygamber Efendimizin ruhaniyetinin zahir olduğu yerdir. Yani Nur-u Muhammed’e mazhar olanların meclisidir. Orada hep gül kokusu hakimdir. İşte her kim ki, derd-i ilahi ile inleyip, ilahi derde tutulursa, Muhammedi ruhaniyetin zahir olduğu meclisi bulur ve Nur-u Muhammed’e mazhar olur. Böyle arif ve kamil bir kul, ilahi derde tutulmuş olan başka aşık ve dertlileri de irşad edip aydınlatarak onlara can olur, dertlerine derman ve şifa olur. Böyle bir kemalata ulaşmak için, illaki canı feda 238 etmek gerekir. Yani nispet varlıkların fenasını / yokluğunu keşf ederek, fenafillah olmakla mümkündür. Bu Talibi talep kıldı maarif kenzini buldu Hakayık remzini bildi bilen remzi imam etti Fehmi Efendi Hazretleri, Talibi mahlası ile “Bu Talibi talep kıldı, kemalat ve marifetin hazinesi olan kamil-i mürşidi buldu, onun irşadıyla tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaştı.” Diyor ve devamla “O kamilin irşadı ve tevhid-i hakiki remzi olan telkini imam edip, ona uydu.” buyuruyor. * * * 51 Ölmeden evvel ölüp kabre giren anlar bizi Haşrolup haşrolmadan mahşer gören anlar bizi Hadis-i şerifte “Siz ölmeden evvel ölünüz.” buyrulmuştur. Hz. Pir’in ikinci kuşak halifelerinden, Prizren Rahovesli Abdulmalik Hilmi Hazretleri “Ölüm iki türlüdür, biri ıztırari / mecburi ölümdür ki, Kur’an’ın “Her nefis ölümü tadacaktır…” (Al-i İmran, 185) Beyanıyla sabit olan ve yaşayan herkesin istese de istemese de mutlaka ölmesidir. İkincisi ise; mevt-i ihtiyaridir ki, kulun kendi isteğiyle ilim ve irfaniyetle ölmesidir.” buyuruyor. İşte ‘ölmeden evvel ölmek’ zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle ulaşılacak bir marifettir. Bu marifet nispet varlığımızın, yokluğunun / fenasının keşfidir. Haşr, toplanmak demektir ki, haşrolmak ikidir: Biri büyük haşır, diğeri ise küçük haşırdır. Büyük haşır; bu aleme gelmiş ve geçmiş herkesin kıyametten sonra berzah / kabir aleminde toplanmasıdır. Bu aynı zamanda kulun mahşeridir. Bu günde, yani mahşerde, Cenab-ı Hak herkese “Bu gün mülk kimindir?” (Mü’min, 16) diye soracaktır. Hiç kimse bu soruya cevap veremeyecek ve susup kalacaklardır. Cenab-ı Hak, kendi kendine cevap vererek “Kahhar olan Allah’ındır…” (Mü’min,16) diyecektir. Küçük haşır ise; zikr-i daim ve tevhid mertebelerinin müşahedesiyle ariflerin, daha bu alemde kendi yokluklarını fenafillah irfaniyetiyle keşfedip, Hakk’ın zuhuru olan beka mazhariyetiyle “Bu gün mülk kimindir? Vahid ve kahhar olan Allah’ındır…” (Mü’min, 16) beyanındaki hikmete arif ve vakıf olmakla, 239 berzah / kabir alemindeki mahşer gününün mahiyetini bu alemde görmesidir. Bu itibarla, Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri diyor ki: “Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle ölmeden evvel ölüp de, bekada Hakk’ın tecellisinde haşrolup, mahşeri bu alemde görenler, yani küçük haşırla haşrolanlar anlar bizi…” Murg-ı Anka ismi ne bülbül olanlar anlamaz Mavera-yı Kaf olup Anka olan anlar bizi Murg-ı Anka, Anka kuşu demektir. Kaf Dağı’nın ise; dağların en yükseği olduğunu ve bu dağa ancak Anka kuşunun yükselebildiğini ehl-i kemal beyan etmiştir. Kaf dağının en yüce dağ olması, kulun nispet varlığından oluşan benliğinin dağı olmasındandır. Çünkü o benlik olan Kaf dağı, kulun Rabbini müşahedesine ve Rabbine kavuşmasına yegane engeldir. Onun için Kaf dağı, dağların en yükseğidir ve Kaf dağının yüksekliğine, Anka kuşunun haricinde hiç bir kuş uçup yükselemez. Kaf dağı yüksekliğine ancak bir tek Anka kuşu uçup yükselir, denmesindeki hikmet ise: Kul hiç bir hal, anlayış ve ilimle benlik dağına ulaşıp varamaz. Ancak Anka kuşu olup, yani zikr-i daimle makamat-ı tevhidin keşfi kemaline eren bir kul, benlik dağına yükselip o dağı aşarak Rabbine vasıl olur, demektir. Yoksa tevhidin hakikatine mazhar olmayan bir kimse, hangi ilmi tahsil ederse etsin Kaf dağına yükselemez. İşte Anka kuşunun, bülbül olan, yani Anka kuşunun sadece adını işitmiş olup fakat mahiyetini bilmeyenler, Arifin ve ehl-i kemalin halini bilir mi? Bilemez. Bunu ifadeyle deniyor ki: “Anka kuşunun sadece ismini duyup da mahiyetinden habersiz olanlar, bizi anlamaz. Zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin irfaniyetiyle, nispet varlık dağını fena ederek aşmış olan ehl-i kemal bizi anlar.” İlm ü irfan mahzen-i Hak’tan gelir sanma kitap Cümle ilm ü irfana mahzen olan anlar bizi İmam-ı Şarani Hazretleri, bir muamma deyişinde: “Abdest al gaybın suyu ile, bulamazsan teyemmüm et toprak ile kaya ile.” diyor. Bu muamma olan şiiri Kemal Zurnacı Hazretleri açıklarken: “Şeriat hükmünce, su varken teyemmüm edilmez, ancak suyun olmadığı yerlerde toprakla taşla teyemmüm edilir. Gaybın suyundan maksat, zamanın kamil mürşididir. Topraktan maksat ise, geçmiş ehlullahın, velilerin eserleri ve kitaplarıdır. Kayadan maksatsa, ulema-yı zahirin şeriata dair fetvalarıdır.” Buyurmuşlardır. Bu itibarla velilerin kitaplarını, eserlerini okumak, ulema-yı zahirin fetvalarına uymak teyemmüm gibidir. Bunlardan istifade edilir, lakin ne kadar istifade olunursa olunsun, yalnız 240 kitapları okumak ve Şeriat’ın fetvalarına riayet, bir kulu Rabbine vuslata götürmez. Ulema-yı zahirin, şeriat alimlerinin vahye uygun olan fetvaları ile amel etmekte ve geçmiş velilerin eserlerini okuyup araştırmakta da muhakkak fayda vardır. Fakat ne kadar faydalı olursa olsun, yalnızca o fetvalara uymakla ve kitap okumakla bir kul, yaradılışının yüce gayesine ulaşıp Rabbine kavuşamaz, vesselam. Kamil mürşit hakkında Kur’an’da “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik.” (Kehf, 65) buyrulur. Bu ayetin beyanından da anlaşıldığı gibi, kamilin ilm-i ledün yani ilm-i tevhid-i hakiki mazhariyeti, Hakk’ın rahmet ve lütfu olup, Hak’tandır. İşte bu mazhariyetle kamil olan bir mürşid, aynı zamanda ilim ve irfaniyetin mahzeni ve kaynağı olup, gayb aleminin sırrıdır. Ondan abdest alanlarda, yani onun irşadına mazhar olanlarda hiç bir günah, şirk, isyan vb. pislik, kir kalmaz. Onlar, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, Rabbine arif ve vasıl olurlar. İşte zamanın kamilini bulup onun irşadına mazhar olmadan, ben kendi kendime velilerin kitaplarını okuyarak veya yalnızca şeriata riayet ederek Cenab-ı Hakk’a vasıl olurum, dersen; böyle bir anlayışla Rabbine kavuşamazsın. Hakk’ın ilim ve irfan mahzeni olan zamanın mürşid-i kamilini bul ve onun irşadına mazhar ol. O zaman, halkiyetinin gayesi olan kulluğa ulaşıp, Rabbine kavuşursun. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Sen zannetme ki, ilm-i tevhid irfaniyeti kitap okuyarak elde edilir. Bu ilm ü irfaniyete mazhar olmak, Hakk’ın lütuf ve ihsanıdır. Bizi ancak, ilm-i tevhid irfaniyetine mazhar olan insan-ı kamil anlar.” buyuruyor. Biz o zerreyiz muhit şemse karıştı varımız Ol hakikat şemsine ilhak olan anlar bizi İnsan-ı kamilin suret, beden varlığı küçük ve ufaktır, onun sureti bu kainatın içinde toz zerresi gibidir. Fakat mazhar olduğu kemalat ve marifetle, cümle alemi ve her şeyi, yani her bir tecelliyi ihata eder, kuşatır. Çünkü o ilahi kemalatın mazhardır. Kamil insanın kendi nispet varlığı olmaz, o güneş gibi apaçık olan zat-ı ilahiye gark ve vasıl olduğundan, onda gayriyet olmaz. Fehmi Efendi Hazretleri “Güneşin apaçık aydınlığı gibi hakikat ve zahir olan Hakk’ın zatına, fenafillah irfaniyetiyle kavuşup ilhak olan anlar bizi.” diyor. Derya-yı ab-ı hayattan içmişiz ermez memat Umman-ı ab-ı hayatta gavvas olan anlar bizi 241 Ab-ı hayat, ölümsüzlük suyu, içeceği demektir. Hz. Pir “Ab-ı hayat, ab-ı tevhittir.” buyurmuştur. Her kim, tevhidin hakikati müşahedesine ererse, o kul Hakk’a kavuşur ve Hakk’ın varlığı ile bu alemde ve her alemde Hay olur, yani ebedi diri ve ölümsüz olur. Umman-ı ab-ı hayat, zamanın kamil mürşididir. Kulu Hakk’a kavuşturacak olan tevhid-i hakiki marifeti, ancak kamil mürşidin irşadıyla hasıl olur. Gavvas, dalgıç demektir. Bu itibarla, mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Her kim gavvas, yani dalgıç olup da kamil mürşidin gönlüne girip, meratib-i tevhid irfaniyetine mazhar olduysa, ancak o anlar bizi.” diyor. Söylenen bir kuş dilidir bilmeğe irfan gerek Tevhidi murg-ı zebandan ders alan anlar bizi Hz. Ali ile Hz. Fatma, tevhid sohbeti yaparlarken, bunları dinleyen Hz. Hüseyin: “Ey benim anam babam, sizinle Arapça olan aynı dili konuştuğumuz halde, ben neden sizin konuştuklarınızı anlayamıyorum?” diyor. Hz. Ali “Biz Arapça, fakat kuş dili konuşuyoruz, bu bir ilimdir, bu durumu git dedene, yani Hz. Resulullah’a söyle.” diyor. Hz. Peygambere ağlaya ağlaya giden Hz. Hüseyin durumu anlatıyor ve “Bu kuş dili olan ilmi bana da öğret.” diyor. Hz. Resulullah da “Var git babana selam söyle, sana kuş dili ilmini telkin ve tarif etsin.” Buyuruyor. Bunun üzerine Hz. Hüseyin tekrar babası Hz. Ali’ye gelip makamat-ı tevhidin telkin ve tarifini bir defada alıp öğreniyor. Velhasıl kuş dili, tevhid-i hakiki irfaniyetinin lisanıdır, dilidir ki zikr-i daimle meratib-i tevhid irfaniyetine ulaşmayan, ehl-i zikrin ve ehl-i tevhidin sohbetini ve halini anlayamaz. Murg-ı zeban, gönül kuşu demektir. Mürşid-i kamili remzeder. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Kuş dili, tevhid-i hakiki lisanı olan bir irfaniyettir. Bu irfaniyetin mazharı olan murg-ı zebandan, yani mürşid-i kamilden ders alıp da irşad olan anlar bizi.” buyuruyor. Fehmi’yi siretle görmek kimseye olmaz nasib Bi huruf u lafz u savt sohbet bilen anlar bizi Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid’inde geçer: Bi huruf u lafz u savt ol Padişah Mustafa’ya söyledi bi iştibah. Yani Hz. Peygamber Efendimiz, miraçta Cenab-ı Hak’la harfsiz, sessiz ve sözsüz bir şekilde konuştu, buyruluyor. Bu, kulun Rabbine 242 yükselip, Rabbine vuslat zevki olan bir keyfiyettir ki, sesle, lafla, harfle anlatılamaz. İşte böyle bir müşahede ve kemalata mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri: “Benim siretimi / içyüzümü görmek, yani mazhar olduğum irfaniyet ve kemalata ulaşmak herkese nasip olmaz. Bu kemalatı, Hakk’a kavuşup miraç zevkine ulaşanlar bilir ve ancak onlar anlar bizi.” diyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 52 Ey talib-i Hak aşık ol aşık Ver kalbe ferah aşık ol aşık Ey Hakk’a kavuşmaya arzulu ve talip olan kul! Hakk’a vasıl olman için muhakkak ilahi aşka mensub olman gerekir. Bu, ilahi aşksız olmaz. İlahi aşk nasıl elde edilir? Sualine İmam-ı Gazali Hazretleri “Aşk-ı mecazda dahi bir güzelin güzelliği bilinmeden, görülmeden ona aşık olunmaz. Bilinen ve görülen güzelliğe aşık olunur.” diyor. Ve soruyor: “Güzeller güzeli olan Allah bilinmeden ve görülmeden nasıl sevilir ve ona aşık olunur?” Demek ki Cenab-ı Hakk’a aşık olmak için, onu tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, kendimizde, cümle varlık ve eşyadaki mevcudiyetine arif olup, Hakk’ın mevcudiyetteki güzelliğini görmek gerekir. Bu aynı zamanda kalbin ferahıdır, sevinç ve mutluluğudur. Terk et hevayı olma mürai Ol sen Melami aşık ol aşık Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Kişi ulviyete yükselirse ruh tabir olunur, sufliyete düşerse nefs tabir olunur.” diyor. 243 Heva, istek ve arzu demektir. Ruh ulviyeti, ikiliği olmayan, birlik, vahdet halidir. Nefis sufliyeti ise, kendindeki ve cümle eşyadaki Hakk’ın mevcudiyetinden mahcup / perdeli olup, daima tabiat lezzetleri ile lezzetlenmek ister. Tattığı bu tabiat lezzetlerini, en ala bir kulluk keyfiyet ve zevki zannederek, ahireti dahi bu tabiat lezzetleriyle kayıtlar ve nefsiyle yaptığı ibadetler karşılığında, ahirette nefsini lezzetlendirecek nimetler mazhariyeti için kulluk yapar. Ehl-i nefs, işte böyle bir kulluk anlayışıyla Rabbinden perdeli / mahcup olur, Melamilik, fenafillah, yani nispet varlığını fena edip onu Hak’tan ayıran ikilikten arınıp, Bir’le, yani Allah’ın varlığıyla var olup, Hz. Resulullah Efendimiz’in ahlakı ile ahlaklanmaktır. Bu itibarla “Melami ol ki, sen o zaman nefsin hevasından kurtulup, ruha mensup olursun ve Rabbine kavuşup daima Rabbinle vuslatta olmanın zevkine ulaşırsın.” demektir. Arkanda yük var kalbinde çirk var İlminde şirk var aşık ol aşık Hz. Resulullah Efendimiz “Ben ümmetimin açık şirkinden değil, gizli şirkinden korkarım.” diyor. Kur’an-ı Kerim’de “Allah kendisine ortak / şirk koşulmasını affetmez.” (Nisa, 48,116) buyrulmuştur. Şirk ortaklık, ortakçılıktır. Allah’a şirk koşmak ise ikidir: Biri Hz. Peygamber Efendimizin buyurduğu açık şirktir ki, açık şirkin deva ve çaresi şeriatın tevhididir. Açık şirk ehli olan kimse “Lailaheillallah Muhammeden Resulullah” kelime-yi tevhidini kalbiyle tasdik edip, dili ile söylemekle müşriklikten kurtulur. Şeriat tevhidi dahiline girmiş olur. Onun için Kur’an-ı Kerim’de tevhidin dışında kalmış olan ehl-i kitaba, yani Hıristiyan ve Yahudilere hitaben “De ki, ey ehli kitap, sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze / kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim…” (Al-i İmran, 64) buyruluyor. İşte bu ayetin muhtevası, kelime-i tevhiddir. Çünkü ehli kitap ve müşrikler, Hz. Resulullah’a iman etmediklerinden, yani “Muhammeden Resulullah” demedikleri için, Hatemennebi / son peygamber olan Hz. Muhammed (sav)’in tebliğindeki tevhidden mahrum olduklarından “Lailaheillallah” ta demiyorlar. Onların iman edip tanıdığı Allah, beşere yani Hz. İsa’ya ve Hz. Üzeyir’e benzetildiği için, Allah’a açıkça şirk koşuyor ve müşrik oluyorlar. Çünkü Kur’an’da “Yahudiler, Üzeyir Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlar da Mesih Allah’ın oğludur, dediler…” (Tevbe, 30) buyrulur. İşte böyle açık şirk ehli olan müşrikler, yukarıda geçen Al-i İmran-64. ayetinin davetine uyarlar da “Allah’tan başkasına kulluk etmezler, Allah’a hiç bir şeyi 244 ortak etmezlerse ve birbirlerini, yani beşer olanları Rableştirmezlerse” onlar da Hz. Muhammed’in tebliğine uymuş olup ‘Lailaheillallah’ın mümini olurlar. Velhasıl her kim kelime-yi tevhidi söyler ve iman ederse, o kimse açık şirkten kurtulup, şeriatın tevhidine dahil olur. Böyle şeriat tevhidine dahil olup, açık şirkten arınan bir kul, Hz. Peygamber’in ümmeti için korktuğu gizli şirkten kurtulmuş olmaz. Bir kimsenin şirk-i hafi, yani gizli şirkten kurtulması için, tevhidin hakikatine daim zikir uyanıklığı, meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle ulaşması gerekir. Kul, ancak o zaman gizli şirkten kurtulur ve sırtındaki nispet varlık yükü gider. Kalbinde çirk, yani gayriyet muhabbeti kalmaz ve ehl-i tevhid-i hakiki olur. Böyle tevhid-i hakikiye mazhar olanın ilmindeki gizli şirk de kalmadığından o, şirkin açığındanda gizlisinden de kurtulur. Allahualem. Fehmi bu yerde varlıktır perde Çare bu derde aşık ol aşık Kulun Hakk’a vuslatına engel, nispet varlığıdır. İşte Hakk’a perde olan nispet varlıklardan kurtulmak ve Hakk’a vuslat etmek istersen, bunun çaresi Allah aşkına mensub olmaktır. Hz. Pir “Hakk’a kavuşmak için muhip, mürid, salik, talip, aşık ve vuslat olmak üzere altı merhale vardır.” buyuruyor. Kulun Hakk’a vuslatı, kesinlikle ilahi aşkla mümkündür. Bunu beyanla Süleyman Çelebi Hazretleri: Her kimde ki aşk nişanı vardurur Akıbeti maşukunu er görür Diyor. Yani aşk-ı ilahiye kim mazharsa, o mutlaka maşuku olan ilahi sevgiliye kavuşur, demektir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Nispet varlıktan kurtulup da Rabbine kavuşmak istersen aşık ol aşık.” diyor. 245 * * * 53 Geldi bir nur maşrikiden tulu-i afitab gibi Ref’edip zulmet-i cehli etti münevver bizi Doğudan doğan güneşin, karanlığı giderip günü aydın ettiği gibi, kamilden doğan hakikatin kemalat ve irfaniyet aydınlığı da, bizlerdeki cehalet zulmünün karanlığını yok edip, ref etti buyruluyor. Yani kamil mürşid, irşadıyla bizi aydınlatıp, gün gibi nurlandırdı, demektir. Edelim elhamdülillah şahımız alicenab Evveli hüznile gamdı şimdi hal etti bizi Allaha hamd edelim ki, kamil mürşidin yüce alicenap irşadına mazhar olduk. Daha evvel Hak’tan gaflet cehliyle gam ve kederle hüzünlenmiş bir kullukla yaşarken, kamilin yüce telkini ve irşadıyla, tevhidin hakikatine erdik. Gaflet ve cehaletten kurtulup, tevhid-i hakiki coşkunluğuna ve zevkine ulaştık. Kal’e geldi cümle ihvan ettiler söz iftinan Hem ifakat buldu emraz etti hoş vücud bizi 246 Hz. Resulullah Efendimiz “Allah’ı zikretmek için bir araya gelenleri melekler arşa kadar kuşatır. O meclise şeytan giremez ve onlar dağılana kadar o meclise nur iner.” diyor. Ehl-i zikrin, ehl-i kemalin meclisinde her ihvan, ilham ve doğuşa adaydır. Onun için kamil olan mürşid, meclisteki cümle ihvanın kemalatından istifade edilmesi için, her ihvanın soru sormasına ve cevap vermesine müsaade eder. Bu mevzuda Hz. Pir “Mefkure katili olmayın.” buyurmuştur. Bazı mürşidler ise, mecliste kendinden başka ihvana söz vermez, fazla soru sordurmaz, sadece kendisi uzun uzadıya konuşur. Bu doğru değildir. Bu vaizin vaazıdır ve konferans konuşmacılığı gibidir. Kamil olan mürşid cemi’ül kelimle, yani az kelime ile çok şey anlatmaya dikkat ederek, ihvanın soru sormasını ve cevap vermesini engellemez. Böylece cümle ihvanın ilham ve doğuşundan mürşitde istifadelenir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz böyle yapmıştır. Rivayetlere bakın, en uzun hadis bir sayfadır, mesela veda hutbesi gibi. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin “Niyazi Mısri Divanı Şerhi” adlı eseri, Hz. Pir’in meclisteki sohbetlerinin bazı ihvan tarafından kaleme alınmasıyla meydana gelmiştir. Eserde görüldüğü gibi, Hz. Pir’in meclisteki sohbetleri kısadır, fakat çok mana ve hikmet yüklüdür. Öyle mecliste uzun uzadıya laf edip çok konuşmak, ariflerin ve ehl-i zikrin meclisini işgaldir. Bu ise kemalat ve marifet değildir. Bu itibarla “Kamil’in irşadıyla manevi hastalıklarımız iyileşti. Tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olan cümle ihvan, arifane bir şekilde soru sorup, cevap vererek, doğuş ve ilhama mazhar oldular. İhvanların dilleri çözüldü. Ayetler, hadisler söyleyip ilahi okumakla, hoşnut olup zevk-i ilahiye gark oldular.” demektir. Bir şeceri aşı etmiş idi ahlat istiab Geldi kamil himmetiyle etti has rumman bizi Rivayet olunur ki, birisi armut satarmış. Satar iken de ‘Allah’ın armudu bir lira, Muhammed’in armudu beş lira’ diye bağırırmış. Bunu duyan birisi geliyor ve ‘Sen nasıl söylüyorsun öyle? Hz. Muhammed Allah’tan büyük mü ki, Allah armudu ucuz bir lira, Muhammed armudu ise pahalı beş lira?’ diyor. Armutçu ‘Haşa ben böyle bir şey söylemedim.’ diyor ve armutları göstererek ‘Bu dağ armudu ki ahlat da denir, bir liradır; diğeri ise aşılı olan sulu armut beş liradır. Bu aşısız Allah vergisi olan ucuz, Muhammed aşısı ile aşılanmış olanı ise pahalıdır. Benim dediğim budur.’ der. İşte her insan, ahlat gibi yaratılmış olmakla Allah’ın kuludur. Fakat kim ki kamilin himmet ve irşadıyla Nur-u Muhammed aşısına mazhar 247 olursa, işte o aşı ile aşılanan kimse, Mevlana Hazretlerinin buyurmuş olduğu ‘Hamdım, piştim, yandım…’ sırrına mazhar olur. Yani kemale erer ve insan-ı kamil olur. Bunu beyanla “Kamil mürşidin aşısı olan irşat ve himmeti, bizi hamlıktan kemale, yani insan-ı kamil irfan ve olgunluğuna ulaştırdı.” buyruluyor. ‘Ve nefahtü fihi min ruhi’ bu sırdır bilsene Çünkü bunda lanet oldu etmeyen ikrar bizi Bakara Suresinde, 30’dan 34. ayete kadar özetle şöyle buyrulur: Cenab-ı Hak, meleklere ‘Yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Melekler ‘Ya Rabbi, kan dökücü, fesad çıkaran mı yaratacaksın?’ dediler. Cenab-ı Hak sordu ‘Siz allame’l esmayı yani alemlerin isimlerini bilir misiniz?’ Melekler ‘Ya Rabbi senin bildirmediğin bir şeyi biz bilemeyiz.’ dediler. Ve Allah, Adem’e ‘Allame’l esmayı oku.’ dedi. Adem okudu. Allah meleklere ‘Adem sizin büyüğünüzdür, secde edin.’ dedi ve melekler secde etti, İblis ise etmedi. Emr-i ilahiye karşı geldi. Hicr suresi 34. ve 35. ayetlerde ise “Allah’ın İblisi huzurundan kovduğu ve lanetlediği” beyan edilir. İşte bu Kur’an beyanlarından da anlaşıldığı gibi İblis, Hz. Adem’deki kemalat ve marifeti göremedi ve Allah’ın emrine itaat etmediğinden, huzur-u ilahiden kovulup, lanetlendi. Hz. Adem’in yaradılışındaki fevkaladeliklerden birincisi “Ve nefahtü fihi min ruhi / kendi ruhumdan ruh üfledim.” (Hicr, 29) Mazhariyetidir. İkincisi ise “İki elimle yoğurdum.” (Sad, 75) Yani Allah’ın iki eliyle yoğrulması. Üçüncüsü de “allame’l esmanın / alemlerin isimlerinin tümünün öğretilmesidir.” (Bakara, 31) İşte Adem, bu üç özellikle diğer mahlukattan yani yaratılanlardan farklı yaratılmış olduğu için, mazhar olduğu kemalatla meleklerin kendi mazhariyetlerinden ve asıllarından onlara haber verdi. Melekler de kendilerinde olmayan bu Ademi kemalat ve marifete, Allah’ın emrine itaat edip, secde ettiler. İşte bu Ademi kemalat ve marifete, her zamanda ve bugün dahi, insan-ı kamil mazhardır. Bu itibarla, her kime Ademi ruh üflenmişse o kulda fena-yı tam irfaniyetiyle gayriyet kalmaz ve Ademi safiyullah arınmışlığına, safiyetine ulaşır. Böyle bir kul, ehl-i hakikat olup, daima Hakk’ın huzurunda olur. Fakat bir kimse “ve nefahtü fihi min ruhi / kendi ruhumdan ruh üfledim” sırrına ermezse, yani ona Ademi ruh üflenmezse, o kimse bu imtihan aleminde, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk’a kavuşamaz. Yani Allah'ın huzuruna giremez ve Hak’tan mahcup / perdeli ve mahrum olarak, Hak ve hakikatten kovulmuş yani lanetlenmiş olur. 248 Bu itibarla, Ademiyet sırrının mazharı ve mürşid-i kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri “Bizim mazhariyetimiz ‘Ve nefahtü fihi min ruhi / kendi ruhumdan ruh üfledim’ ayetinin sırrıdır. Bizim irşadımızı ikrar etmeyenler, Hakk’a vasıl olamaz ve kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk’ı müşahededen ve Hakk’a vuslattan, kovulmuş, lanetlenmiş olur.” diyor. Ehl-i suret cennetinden biz feragat eyledik Hem kelam-ı Hak’tan aldık ruh-i has etti bizi Ehl-i suret cenneti, amel cenneti demektir. Ehl-i suret ise; kendine ve aleme nispet vücud verip, zan ehli olan kimselerdir. Bunlar, nefislerinin tabiattan aldığı lezzetlerle ahiretini de kaydedip, işledikleri salih / iyi, güzel amelleri karşılığında ahirette kendilerine verilecek olan köşk, huri, gılman, yiyecek, içeceklerle lezzetlenip zevk ve sefa sürmek için kulluk yaparlar. Kur’an’ın vaad ettiği amel cennetinin ehilleri bunlardır. Tevhid-i hakiki ehli olan ehl-i kemal ise, emr-i ilahiyi Allah emrettiği için muhakkak yapar ve karşılığında amel cenneti nimetlerinden köşk, huri, yiyecek ve içecek vb. hiç bir şey beklemez. Bu itibarla ehl-i suret olan amel cenneti ehlinin hal ve beklentilerinden tevhid-i hakiki ehilleri feragat etmişlerdir. Onlar nispet varlıklarının yokluğunu fenafillah irfaniyeti ile keşfettiklerinden, daima Hak’la vuslattadırlar. Onların cenneti Hak’la beraber olmak olan, irfan cennetidir. Vesselam. Eğer bir mürşid, kamil ise, ihvana ne telkin ve tarif ederse, mutlaka Kur’an-ı Kerim'deki ayetiyle beraber telkin eder. Yani mürşid-i kamil, sadece ve sadece Hakk’ın emrini telkin eder. İhvana, müritlere kendini rabıta yaptırmaz, yani kendine bağlamaz, Allah’a rabıta yaptırır. İhvanın kendisiyle Rabbi arasında hiç bir kimse olmaksızın Rabbine vuslat etmesini, Kur’an ayetleriyle tarif ve telkin eder. İşte her kim, kamil mürşidin telkinine uyar Hakk’ı rabıta eder ve Rabbine vuslat ederse, o kimse Ruh’a mensup olur ve Hak’tan gayrı görmez. Kamil mürşid, Hakk’ın emrinden başka telkin etmediği için, onun telkini olan kelam haktır, yani gerçektir. İşte bunu beyanla “Kelamı haktan / gerçekten aldığımızdan, ruh-u has, yani bizi ruha mensub etti.” buyruluyor. Kazaeynin kamileyninden olundum bir vekil Bilmedi eşrar bu emri pürziya etti bizi Hasan Fehmi Hazretleri, iki mürşid-i kamilden de irşad etmek yetkisi almış, yani mürşid tayin edilmiş ki, onu beyan ediyor. İşte iki kamilin himmet ve irşadına mazhar olan Fehmi Efendi Hazretlerindeki 249 marifet ve kemalatı, ancak Hakk’a talib olanlar bildi ve onun irşadından istifade edip, aydınlandılar. Fakat gönlünde Hak talebi, Hakk’a vuslat derdi olmayan, kalbi masiva ve gayriyet muhabbeti ile dolu olan ve kendine kötülük edip, Hak ve hakikatten mahrum olan şer kimseler; kamil mürşid Fehmi Efendi’nin mazhariyetini tanıyıp, bilemediler ve onun irşadından istifade edemediler. Pirimiz Kutb-ı Cihan’ın himmetidir şüphe yok Bahr-ı ilmin cur’asından etti mestane bizi Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah Efendimizden gördü ve tahsil etti. Onun halifeleri de aynı seyr-i süluk ile irşad olup, irşad ettiler ve bugün dahi etmektedirler. Kutup, yol gösterici bir yıldızdır ki, karanlıkta, özellikle denizde ve çöldeki gece yolculuğunda insanlar, o kutup yıldızına bakıp yollarını düzeltirler. Zamanında bir çok insan-ı kamil yetiştiren ve sosyal yönden de olumlu faaliyetleri olan tekkeler, olumlu fonksiyonlarını yitirip bazı şahısların, sülalelerin, aşiretlerin beşeri menfaat sağladıkları kurumlar haline geldi. Halkın manevi ve ruhani ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldikleri 19. ve 20. yüzyılda, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin ve halifelerinin yaptığı irşad ve tebliğ faaliyetiyle, halkı tarikatların, şeyhlerin tasallutundan kurtarıp, tevhid-i hakiki yolu ile aydınlatmış, kulun Hakk’a vuslatını telkin ve tarif etmiştir. Bugün dahi mevcut olan halifeleri, telkin ve irşadlarıyla, halkı doğru yol olan tevhidin hakikatiyle aydınlatmaktadırlar. Her kim, Hz. Pir’in şahsında tasnif ve tarif edilen Meslek-i Resul'e dahil olursa, tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olur. İşte Hz. Pir Efendimiz, zuhuru ile Kutup Yıldızı gibi, cehalet karanlığındakilere tevhid-i hakikinin telkin ve irşad aydınlığıyla yol göstermektedir. Bunu beyanla Fehmi Efendi “Biz de cihanın kutbu olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin telkin ve irşadının himmetine, yani yardımına mazhar olduk. Onun şahsında zahir olan ilim ve irfaniyet deryasından gönül kadehimizi doldurduk, Hakk’a vuslat zevki ile mest ve sarhoş olduk.” diyor. Ehl-i aklın cennetini Talibi etme harab Bu nidayı guş edenler su-i zan etti bizi Hz. Peygamber, ilm-i tevhid-i hakikiyi her sahabeye açmadı, az sahabeye makamat-ı tevhidi telkin etti. Onun için sahabe içerisinde tevhid-i hakikiye mazhar olan seçkin sahabeler olduğu gibi, şeriat tevhi250 dine dahil olan avam sahabeler de vardı. Avam sahabe, seçkin sahabeden çok fazla idi. Şeriatın tevhidi herkese, umuma telkin edilir ki, İslam dinine şeriat tevhidine iman edilmeden girilmez. Yani “Lailaheillallah Muhammeden Resulullah” imanıyla mümin olunmadan Müslüman olunmaz. Tevhid-i hakiki ise özeldir, herkese telkin ve tarif edilmez, ancak talep edene telkin edilir. ‘Ehl-i akıl’dan maksat, akl-ı meaddır, yani ahiret aklıdır. Her kim aklı meaddır, onun kulluğunun gayesi, nefsini cehennemden halas edip, nefsini amel cennetin nimetleri ile lezzetlendirmektir. Ehl-i tevhid-i hakikinin gayesi böyle olur mu? Olmaz. Onların gayesi, bu alemde Hakk’a vasıl olup Hak’la ebediyen var olmaklıkla beka bulmaktır. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Akl-ı meadın, eğer ki tevhid-i hakikiye yakınlığı ve muhabbeti yoksa, onun halini bozma, tevhide çağırmakta ısrar etme.” diyor. Çünkü onun Allah’ın emrine uyması, yasaklarından kaçması, onun yüce gayesi olan amel cennetine onu götürür ve o cehennemden uzak olur. O, bu haliyle Hak’tan perdelidir, fakat onun cehennemde olmasından iyidir. Eğer bir kimse zikr-i daim ve tevhid-i hakikiyi talep etmeden ona açılırsa, tevhid-i hakikiyi anlayamaz, anlamadığı gibi ehlullaha karşı kötü niyet, sui zan beslemesine sebep olabilir. İşte bunu beyanla “Ehl-i aklın, yani akl-ı meadın cennetini harap etme.” buyruluyor. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Sırr-ı ilahiyi ehil olmayana açıklamak pek fenadır, kötüdür ki, açan kimse sureti katiyette / kesinlikle cezaya müstahak olur. Şeriattaki sirkat cezası (el kesme) gibi cezalanır ve onun tevhidden eli kesilir.” diyor. Allah, cümlemizi böyle cezalara muhatap olmaktan muhafaza etsin. 251 * * * 54 Gel ey aşık-ı Hakkani ki gördün kendini fani Odur Allah hüve’l-baki odur ol vacib-i mutlak Ey, aşk-ı ilahi mazhariyetiyle kendi nispet yokluğunu keşfeden ve fenafillah olan kimse! Senin yokluğunda var olup tecelli eden baki / ölümsüz olan Allah’tır. Ki o, aynı zamanda vacib-i mutlak olan varlıktır. Her kim ki, kendinin ve alemin nispet yokluğunu / fenasını müşahede ederse, o kimse Hakk’ın beka tecellisiyle şereflenir. ‘Ene’l Hak’ sırrına er bak ki sanma sen olupsun Hak Velakin sensin ol mazhar ki Hak der senden Ene’l Hak Ehl-i kemalin Allah’a yakınlığı, iki mertebenin hali ve neşesi iledir: Biri kurb-u feraiz, yani farz yakınlıktır; diğeri ise kurb-u nevafil, ki nevafil yakınlığıdır. ‘Ene’l Hak’ kurb-u feraiz makamının yakınlığı, 252 neşesi ile her insan-ı kamilin görüp, zevklendiği, fakat ehlullahtan Hallac-ı Mansur’un ismiyle özdeşleşmiş ve sembolleşmiş olan makamın halidir. Hallac-ı Mansur ‘Ene’l Hak’ (Ben Hakk’ım) dedi. Sonra halk ona “Sen nasıl Hak olursun, tövbe et.” dediler. Fakat Mansur tövbe etmeyip “Ene’l Hak”demekte ısrar etti ve idam edildi. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Mansur, hem şeriata, hem de hakikate aykırı olduğundan cezalandırıldı. Şeriat alimlerinin ve ehl-i hakikat olan mürşidi ve dayısı Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin fetvalarıyla idam edildi.” diyor. Yani bazılarının söylediği gibi Hallac-ı Mansur, sadece şeriat ulemasının fetvasıyla değil, ehl-i kemal ve hakikat alimlerinin de fetvasıyla idam edildi. Çünkü Mansur, Ene’l Hak dediği zaman kendinde değildi. Onun dilinden, mazhariyetinden, Cenab-ı Hak; Ene’l Hak dedi. Fakat sonra Mansur, kendine geldiği halde, Ene’l Hak demekte ısrar etti. Bu makamın haline vakıf olan Cüneyd-i Bağdadi ve ehl-i kemal, Mansur’u ikaz ettiler. Fakat Mansur, ehl-i kemalin ve mürşidi olan Cüneyd-i Bağdadi’nin ikazını dikkate almadı, hata etti ve idam edildi. Vesselam. Bazı büyükler, kulun ‘Ene’l Hak’ mazhariyetini, ateşteki kızgın demirle misallendirmişlerdir. Demir ateşin hararetiyle, ateşte dura dura kıpkırmızı kor olur ki, o zaman demir ‘ben ateşim’ dese doğrudur, çünkü demirde o an ateşlik galiptir ve değdiği yeri yakar. Fakat demir soğuduğu zaman da, ben ateşim derse, bu doğru değildir. Çünkü demirde ateşin galibiyeti kalmamıştır ve değdiği yeri yakmaz. Demir bu haliyle, ben ateşim demekte ısrar ederse, ateşliğini ispat edemez. Onun hali demirliktir, demire ise ateş denmez. Velhasıl mürşid-i kamil Hasan Fehmi Hazretleri, Ene’l Hak sırrı olan kurb-u feraiz neşesine ulaşan salike diyor ki: “Sen Hak değilsin, fakat senin mazhariyetinden ‘Ene’l Hak’ (Ben Hakk’ım) diyen, Cenab-ı Hak’tır.” buyurarak, bu makamın ehli olanların dikkatini çekiyor. Allahualem. Ki sen bir mazhar-ı tamsın olur kuvvende Hak zahir Ki sen ol abd-i batınsın olursun Hak’ta mustağrak İşte hangi salik, bu Ene’l Hak yani kurb-u feraiz makamına ererse, Hakk’a gark olur ve batın olan kulun kuvvesinde Hak zahir olur ki, bu makamın hali, müşahedesi böyledir, buyruluyor. Bu yerdir alem-i berzah dahi hem alem-i ervah Bu yerdir ruhların kabri ki nurla defn olundun bak Berzah alemi, bu alemden geçen, yani bedenden ölümle ayrılan ruhların toplanıp, kıyameti beklediği yerdir. Bu itibarla berzah’a kabir alemi 253 de denir. Berzah alemi ile ruhlar aleminin aynı olması, her iki alemde cümle ruhların cem olması, yani toplanması yönüyledir. Fakat her iki alem aynı olsada hitapları kemalat itibarıyla farklıdır. Ki, Ruhlar aleminin hitabı “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 172) hitabıdır. Berzah aleminin hitabında ise, Cenab-ı Hak “Bu gün mülk kimindir? Vahid ve kahhar olan Allah’ındır.” (Mü’min, 16) beyanıyla, kendi hitabına yine kendi cevap verecek. Çünkü bu makamda Hak zahir olduğundan, her şey Hakk’ın zuhurunda batına girip, defnolur. Bunun için Cenab-ı Hak, kendi zuhuruyla hitap edip, yine kendi zuhuruyla cevap verir. İşte gelmiş geçmiş bütün ruhlar, cem olup, alem-i berzahta haşr günündeki bu hitabı beklediklerinden, berzah alemi aynı zamanda ervah alemidir. Çünkü cümle ruhlar ervah alemindede cem olur. Kabir alemi denilen de alem-i berzahtır. Yoksa kabir alemi, cesetlerin defnedildiği mezarlıktaki çukur değildir. Bu bahsettiğimiz haşr kıyametten sonra olan büyük haşır dır. Küçük haşır ise; ehlullahın seyri süluk ile müşahede ettiği kurb-u feraiz mertebesinin neşesi ve halidir. İşte hangi salik bu makama ererse, küçük haşrın bu alemde müşahedesine ulaşıp, Hakk’ın zuhur-u nurunda defnolur, yani batın olur. Vesselam. O kabr-i vahdete düşmek varıp bir ile birleşmek Visal-i dosta erişmek ne güzeldir ne güzel bak Vahdet kabrine düşmek; Bir’in, yani tevhidin kabrine düşmek demektir. Kulun tevhidin hakikatine mazhar olup, Hakk’ın Bir / vahid olan vücuduna kavuşup, vahdet-i vücud mevcudiyetine vuslat edip kaybolmasıdır. Bu aynı zamanda Hakk’ın zuhurunda batın olan kulun irfaniyetinde, Hakk’ın kendi mevcudiyetinde, kendini müşahede etmesidir. İşte “Kulun bu vahdete vasıl olma kemali, ne güzeldir!” buyruluyor. O yerden açılır perde görürsün yerini nerde? Bulursun cennetü’l irfan bakarsın gördüğün hep Hak Hz. Peygamber Efendimiz “Allah, bir kul ile kendi arasındaki perdeyi kaldırdı mı bir daha örtmez.” buyurmuştur. Hakk’ın mevcuttaki varlığı ile kul arasındaki perde, kulun cehaletle kendine ve aleme nispet ettiği varlıklardır, yani cümle eşyadır. İşte her kim ki, zikrullah uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kendinin ve alemin var zannettiği cümle varlık ve eşyanın fenasını / yokluğunu keşfederse, Rabbi ile arasındaki perde kalkar ve o kimse, Hakk’a kavuşur. Hakk’a kavuşan kul ise, bu alemde cennet-ül irfana dahil olup, hep Hakk’ı görür ve ebediyen Hak’la zevklenir. 254 Bu yerdir şehr-i hakikat bu yerde zahir olur Hak Gören Hak’tır görünen Hak muhittir ol bila ıtlak Kur’an-ı Kerim’de “Allah şahittir ki, Allah’tan başka ilah olmadığına, melekler bir de adil alimler şahittir.” (Al-i İmran, 18) Buyrulur. Bu beyan kurb-u feraiz makamının halidir. Bu makam zuhuruyla Cenab-ı Hak, cümle halkı kuşatıp halk batın olduğu için, Hak kendi zuhurunda kendini müşahade eder. Bu itibarla gören de Hak görünen de Hak olduğundan, Allah, kendinden başka ilah olmadığına yine kendisi şahitlik eder. İşte bu mertebenin keşfine ulaşan bir kulun, görenin ve görünenin Hak olduğundan hiç bir şek ve şüphesi kalmayıp nazarında hep Hak olduğu için, bu makam hakikat şehri olarak da vasfedilir. Çünkü hakikat şehrine ulaşan bir kul, hak’tan başka hiçbir şey müşahade etmez. Allahu alem. İlahi varlığınla hep zuhur et bende ol zahir Kamu zerratımızla hem bizi et zatına ilhak Fehmi Efendi Hazretleri “Ey Allah’ım, cümle tecelli-i varlığınla bende zuhur et ki, ben cümle kuvvelerim ve azalarımla zuhurunda batın olup, zat-ı İlahiye vasıl olayım, ilhak olayım!” diyerek niyaz ediyor. Gel ey Fehmi sen ol agah bu yerdir sırr-ı feynama Nere dönsen hemen Allah o yüzden hali yer yok bak Kur’an-ı Kerim’de “Feeynama tüvellu fesemme vechullah… / … nereye dönerseniz dönün orada Allah’ın vechi / yüzü vardır…” (Bakara, 115) buyrulmuştur. İşte bu ayette yukarıda da bahsettiğimiz, kulun, Allah’a kurb-u feraiz yani farz yakınlığı ile olan müşahedesi beyan ediliyor. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Aç gözünü arif ol ‘Feeynema’ ayetinin sırrı, farz yakınlık olan kurb-u feraiz makamı halidir ki, nereye dönersen dön, hep Allah’ın yüzüdür. Allah’tan Başka bir yüz yok.” diyor. Allah her bir şeyi en iyi bilendir. 255 * * * 55 Rah-ı aşka salik olmak takdir-i ihsan gerek Derd-i Hak’ka sabır olmak vüs’at-ı vicdan gerek Aşk-ı ilahiye mazhar olmak, yüce Allah’ın ihsanıdır ve ihsanların en yücesindendir. Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Beni talep edene bulunurum, kime bulunursam onu aşık ederim, kimi aşık edersem onu arif ederim, kimi arif edersem onu vasıl ederim, kimi vasıl edersem onu katlederim, kimi katledersem onun diyeti ben olurum, kimin diyeti ben olursam onunla benim aramda fark kalmaz.” diyor. Demek ki Cenab-ı Hakk’ı, her kim talep ederse, Allah ona aşkını ihsan eder, yani bağışlar. Aşk-ı ilahiye mazhar olan kulu, o aşk Rabbine vuslata ulaştırır. Onun için aşk-ı ilahiye mazhar olmak, Allah’ın büyük bir nimeti ve ihsanıdır. 256 Bunu beyanla Niyazi Mısri Hazretleri “Enbiyaya ve evliyaya aşk oluptur rehnüma” diyor. Yani aşk, peygamberlerin ve evliyaların yol göstericisidir, yolunu açandır buyuruyor. Derd-i Hakk’a sabırlı olmak için vüsat-ı vicdan gerektir, çünkü ‘vicdan’ Hakk’a vasıl olup, tecelliyi gayrı görmeyen kalbe denir. Sabır ise, kulun muhatap olduğu olumsuzlukları ve dertlerini, Hak’tan gayriye şikayet etmemesidir. Bu itibarla ilahi aşk ihsanıyla kul gayriyetten kurtulup, Rabbine vasıl olur da, şikayetini Rabbine yaparsa ancak sabretmiş olur ki, bu beyan ediliyor. Kahrı lütfu bir bilenler buldular feyz ü necat Hayrı şerri Hakk’a nispet alima irfan gerek Hayır ve şer Allah’ın kudretiyle zahir olup meydana çıkar. Bu imanın şartlarından biridir. Hayır ve şer, kahır ve lütuf aynıdır. Hayır ve şerrin halkıyetine dair iki hakim görüş ve itikat vardır: Biri der ki, kul kendi nefsi ile şer veya hayrı talep eder, Cenab-ı Hak da kulun talebine, isteğine göre hayrı veya şerri zuhura getirir. Hayır ve şer, kulun isteğine göre yaratıldığından hayrın da şerrin de neticesine kul muhataptır, der. Ve böyleleri, kendi varlığını Hakk’ın varlığından ayrı görüp, kendinin ve alemin varlığına nispet vücut verir. Diğer itikat ise: Cenab-ı Hak, bir kul için ne isterse onu yaratır, Allah şerri zahir ederse, o kul mecburen şer işler; Allah hayrı zahir ederse, o kul mecburen hayır işler anlayışıyla, Hayrın ve şerrin halkiyetinde kulun bir fonksiyonu yoktur, der. .İşte bu iki itikat ve görüş batıldır, yanlıştır. Doğrusu ise şöyledir: Hayır da şer de Allah’ın kudretiyle zahir olur ve hayır da şer de fiilullahtır. Hiç bir fiil Allah’ın kudreti, kuvveti olmadan açığa çıkıp zahir olmaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “İşlerin tümü Allah’ındır…” (Ra’d, 31) “Bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) anlayabilselerdi.” (Bakara, 165) Buyrulmuştur. Bu itibarla hayır olsun, şer olsun tüm işler Allah’ın kudreti ile meydana gelen, fiilullahtır ve cümle fiilin faili Allah’tır. Her fiilin faili Allah iken, kulun mesul olması ise şöyledir: Kulun bir işi yapabilmesi için kuvveti, kudreti yoktur, fakat kul bir işin olmasını ister ve o işin neticesini kabul eder. Ve o iş, kulun isteğine göre hayır veya şer olarak kudretullah tarafından yaratılarak zahir olur. İşte o işin yaratılmasını, yani zuhurunu isteyip neticesini kabul ettiği için, şerrin muhatabı da, hayrın muhatabı da kul olur. Bu itibarla, hayırda da, şerde de, her fiilin faili Allah’tır. O fiilin zuhurunu talep edip, neticesini kabul ettiği için kul, mesul ve mükelleftir. İşte doğru itikat böyledir ki, bu da ancak tevhid-i hakiki irfaniyetiyle anlaşılır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Böyle bir irfaniyete 257 mazhar olanlar kurtulur, yoksa her ilim sahibi alim olmakla, hayrı, şerri, yani kahrı ve lütfu Hakk’a nispet edemez. Hayrı, şerri Hakk’a nispet etmek için mekteb-i irfana girip tevhid-i hakiki irfaniyetiyle arif olmak gerektir.” buyuruyor. Mahz-ı tevhidi bulamaz olmayınca bir delil Ol hakikat şehrine hem varmağa irfan gerek Mahz-ı tevhid; tevhidin hakikati, özü demektir. “Lailaheillallah” tevhidin kelimesidir, bir de tevhidin hakikati yani özü vardır. Bu öz olan hakikat şehrine delilsiz, yani mürşid-i kamilin delilliği olmadan varılamaz, demektir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “Eğer siz bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun…” (Enbiya, 7, Nahl, 43) buyrulmuştur. Başka bir ayette ise “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na ulaşmak / kavuşmak isterseniz bir vesile arayın…” (Maide, 35) Buyrulur. Bu mevzuda Yunus Emre Hazretleri: Müftüler kadılar geldiler, Cümle kitapları kodular, Sen bu ilmi nerden aldın dediler, Mürşid-i kamile varmadan olmaz. Diyor. İşte gerek Kur’an beyanları, gerekse bu yolun büyükleri ve cümle ehl-i kemal, tevhidin hakikatine ulaşmak için mürşid-i kamili arayıp bulmak ve onun irşadına mazhar olmak gerektiğinde ittifak ederler. Mürşid-i kamilin misyonu, aynı zamanda mekteb-i irfandır. Bu itibarla, tevhidin hakikati olan hakikat şehrine, ancak mekteb-i irfan irşadıyla arif olanlar varabilirler. Dil verilmez her görünen zındığa etme iman Ders-i tevhidi okutmak kamile ferman gerek Zındık, şu itikatta olan kimselerdir: Cenab-ı Hakk’ı eşya ile kayıtlayıp, nefsini fena etmeden, nefsine Hak der ve Hakk’ı kendi nefsi ile kayıtlar, mürşidin varlığını ifna etmeden ona da Hak, Rab diyerek, mürşidini de Hak olmakla, Rab’likle kaydederek küfreder. Bunlar, Kur’an’ın açık beyanlarına ve Meslek-i Resul’ün telkinine bakmazlar ve bunları ölçü yapmadığı gibi, kendi akıl ve mantığına göre teviller uydururlar. Dinin zahirini, muhkem yönünü inkar edip, akıl almaz tevillerle muhkemi, yani şeriatı inkar edip kaldırırlar. Kur’an bunlar hakkında “…Kalbi eğri ve bozuk olanlar Kur’an’ın muhkem, anlamı açık ayetlerini bırakıp 258 müteşabih ayetlerini kalbindeki eğriliğe hastalıklara göre tevil eder…” ( Al-i İmran, 7) Buyurur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, zındıklar hakkında: “Bir taife vardır ki, taife-i batıniyedir. Kur’an’ı yalnız enfusa hasreder. Afakiyeyi tanımazlar. Namaz enfusi, oruç enfusi, keza farz-ı ilahinin hepsi enfusidir derler, afakiyeyi inkar ederler. Cebrail akl-ı Resuldür, İsrafil himmet-i Resuldür derler ve öyle afakta bunların aslı olmayıp, murat enfusidir der ve afakiyeyi inkar eder. İşte taife-i zındık gibi bunlar kafirdir. Halbuki Kur’an’ı enfusa hasreden küfreder.”diyor. (Niyazi Mısri Şerhi, s. 289) İşte Hz. Pir’in buyurduğu gibi, bu kimseler küfür içindedirler. Bu zındıklar ehl-i zahirden çıkmaz, daha çok mürşide gidenlerden, yani mürşidin bir şekilde yanında olanlardan ve tarikatçılardan çıkar. Bunların bazısı abdest, oruç, vakit namazı gibi, Allah’ın açık emirlerini yerine getirmezler ve bunu da bir kemalat ve marifet zannederler; ben daim abdestliyim, daim namazdayım, daim oruçtayım gibi ifadelerde bulunurlar. Abdest namaz gibi emr-i ilahi ile kendisini mükellef görmez. Bunlar avam içindir ve onlar mükelleftir, der. Abdestsiz, namazsız ve oruçsuz olarak yaşarlar ve bu hallerini etraflarına bir kemalat ve marifetmiş gibi dayatırlar. Bu zındıklardan bazıları da vardır ki, itikat olarak diğerleriyle aynı olmakla beraber, namaz kılar oruç tutarlar, fakat bunları neye yapıyorsun denildiğinde, halk-ı alem bir şey demesinler diye yapıyorum, taş attırmayayım diye yapıyorum der. Yani itikadı abdestsiz namazsız olanla aynı olup, namazı abdesti Allah emrettiği için yapmaz. İşte bu zındıklar, birde alem-i halkı irşad etmeye ve onlara mürşitlik yapmaya kalkarlar, sohbetlerden ve kitaplardan hafızalarında olup, ezberledikleriyle insanları irşada çalışırlar. Bu zındıkların itikat ve ahvalleri bozuk ve sapkınlık olup, itikatlarının ve hallerinin kendilerine ve etraflarına hiç bir faydası olmadığı gibi, çok zarardadırlar ve etraflarına da çok zarar verirler. Ehl-i kemal olan arif ise, gerek nefsinde kendinin, gerekse afakta cümle alemin nispet varlıkların olmadığını, mürşidinin varlığı da dahil cümle varlığın Hakk’ın zuhuru olduğunun müşahedesine, fenafillah marifetiyle ulaşmış bir kuldur. O telkinin baştan sona emr-i ilahi olduğunun şuur ve anlayışıyla Kur’an’ın teviline, batın yorumuna vakıf olup, Kur’an’ın zahir, açık emirlerine, kesinlikle uyar ve yasaklarından kaçar. O daima abdestli olup, vakit namazını yer yüzünde hiç bir kimse kılmasa, Ramazan orucunu hiç bir kimse tutmasa, arif ve ehl-i kemal olan kılar ve tutar, bunları emr-i ilahi olduğu için yapar. Allah’ın diğer cümle emirlerine riayet ettiği gibi, Allah’ın yasakladıklarından uzak olup kaçar. Allah’ın emirlerini ne eksik yapar, ne de fazla, Kur’an nasıl söylemişse aynen öyle yapar. Kur’an’la ters düşmeyen ve çelişkili olmayan cümle 259 şeriat ahkamına kesinlikle uyar. Ehl-i kemal olan arifin, Kur’an’la hiç bir çelişkisi olmaz. Hz. Peygamber Efendimiz, emr-i ilahiyi nasıl tatbik etmişse aynını yapmaya gayret eder. Ahlak-ı Muhammedi, onların giysisi olup, marifet ve kemalatı ise Nur-u Muhammed’dir. Hz. Resul’ün “Allah beni nurundan yarattı, müminleri de benim nurumdan yarattı.” Beyanındaki gibi, onlar meslek-i Resul mazhariyetiyle Nur-u Muhammed’le halk olmuş hakiki, gerçek müminlerdir. Hidayeti Nur-u Muhammed, ehl-i kemalin, ehl-i irfanın canıdır, ruhudur. Meslek-i Resulün zahir ve batın marifeti,böyle olan insan-ı kamilde zahir olur, vesselam. İşte ilm-i tevhid dersi, insan-ı kamil olan böyle bir mürşidden tahsil edilir ki; onun elindeki ferman, onun marifeti ve kemalatı olup, ihvan ve salikleri, o ferman olan marifet ve kemalat irşadıyla aydınlatıp, makam-ı insana ulaştırır. Bazıları bir şekilde elde ettikleri icazete (diploma vb.) sahip olmayı, kemalat ve marifet zanneder ki, bu icazet ve diploma saliki irşad etmez. Saliki irşad edip aydınlatan mürşidin marifetidir, kemalatıdır. Eğer mürşitde kemalat yoksa, icazet ve diploma işe yaramaz. Tıp ilmine, marifetine mazhar olmayan bir kimse, tıp fakültesinden icazet (diploma) almış olsa, o diploma doktorluk yapar mı? Yapmaz. Hastalara şifa verir mi? Vermez. Eğer doktorun marifeti varsa, doktorun o marifetidir hastaları iyileştirip fayda veren. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: “Gönlünü her mürşidim diyen kimseye açma. Yani ona uyup, tabi olma. Zındıklar da, seni irşad edelim derler, sakın bunlara inanma. Tevhid-i hakiki dersini okutmak için lazım olan mürşid-i kamilin fermanı, onun irfaniyet ve kemalatıdır. Seni irşad edecek olan ancak o kemalat ve irfaniyettir.” diyor. Allahualem. Zühd ü takva ile bulunmaz zevk-i tevhid mahzeni Kenz-i bipayanı bulmak uğruna kurban gerek Zahid şu kimselerdir ki; fazla ibadetler yapar, şekil düzer, sakallı olmayı, Hicaz fistanı giymeyi, başına sarık vs. dolamayı, takkeli olmayı, kadın ise saçının telini göstermemeyi kemalat zannederler. Bunların kadınları, avret mahallinin örtülmesini, halkın genel kabulü olan kılık kıyafetlerle yapmayıp, mensup oldukları tarikatın, cemaatin, şeyhin işaretine göre, kara çarşaf veya elbise giyer ve şeyhinin işaretine göre başını, saçını bağlayarak o cemaate, tarikata aidiyetini ifade eden kılıkla kendilerini teşhir ederler. Bunlar Hıristiyanlıktaki rahibelerin, saçını ölünceye kadar kimseye göstermeme itikatlarında olduğu gibi; rahibelerin iki örtü kullanmalarını cahilce taklit ederek saçını bağlar ve Hıristiyan itikadı olan saçının telini göstermemeyi, körü körüne takliden uygularlar. Toplumun genel kabul260 lerine uymayan kıyafetleri giyerek, içinde yaşadıkları halktan farklı olduklarını vurgularlar. Bu hallerini de bir marifet zannederek, kendileri gibi olmayanları tenkit ederler, beğenmezler. Kendi anlayışları dışında kalanları irşada muhtaç zannedip, halk-ı alemi kendilerine benzetmeyi gaza, hizmet, cihad gibi isimlerle isimlendirip, ömürlerini halk-ı alemi kendileri gibi şekil suret düzmeye teşvik ederek geçirirler. Bu gibiler daima bulundukları cemiyette uyumsuzluk ve fesat üretirler ve bu hal ve faaliyetlerini de, irşad olarak değerlendirirler. Kendilerini doğru dindar olarak görür, kendilerinden olmayanları ise, sapık, gafil, yanlış yolda olarak değerlendirirler. Bir de bu anlayış ve hallerini, takva olarak kabul ederler, vesselam. İşte bu ahvalini zühd, takva olarak zanneden bu zevat, bu anlayışla, tevhid-i hakiki irfaniyet ve zevkini bulamazlar. Tevhid-i hakiki marifetiyle kulun Rabbine vuslat hazinesine ulaşması için, cehaletle kendine ve aleme nispet ettiği varlığı, benliğini fena edip, kurban etmesi gerektir. Adeta evrad ve esma oldu vuslata muhal Vuslat-ı dost uğruna candan geçip berdar gerek Fazla ibadet etmekle; yani beş vaktin haricinde, gece gündüz namazlar kılmak, ramazan orucu haricinde oruç tutup, şu kadar adet bu kadar adet tesbih çekmek gibi virdler, iyidir ama seni Rabbine kavuşturup vuslata götürmez. Çünkü bu haller kulun Hakk’a vuslatına muhaldir, engeldir. Dost olan Hakk’a kavuşmak için, aşk-ı ilahinin dar ağacında / idam sehpasında, seni Hak’tan ayıran benliğini, nispet varlığını fena edip, kendinden geçmen gerek. Sıyt ve şöhrette kalanlar bulmadı Fehmi reşad Aşıkın maşuk yolunda yer ile yeksan gerek Sıyt ile şöhrette kalmak şöyledir: Bir kimse, halk bana şöyle alim, böyle bilgili desinler maksadıyla ilim tahsil ederse, böyle kimseler sıyt ve şöhrette kalır, yani şan ve şöhretinin esiri olur. Böyle bir sevdası ve maksadı olan kimseler, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle irşat olamazlar. Rabbine kavuşmak isteyenler ancak, tevhid-i hakiki marifetiyle irşad olup, reşad bulur. Bu itibarla ilim ve irfaniyet mazhariyetinden maksat, ilahi sevgiliye kavuşmak olursa, ancak o kul irşad olur ve kulluğun kemalini bulur, yani insan-ı kamil olur ve ilahi sevgiliyle vuslat keyfiyetiyle yaşar. Velhasıl bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “İlahi aşk mazhariyetiyle bir aşık, ilahi sevgilinin yolunda kendi nispet varlı- 261 ğından geçer de fena-yı tam irfaniyetiyle nispet benliğini yerle yeksan ederse, o zaman irşad olur ve kemal bulur.” buyuruyor. Her şeyin en iyisini Allah bilir. * * * 56 Hasrete veda etti ol hüsn-i hilkat ehl-i hal Alem-i ervaha uçtu dünyada görmek muhal Bu alemden göçenler, ya alem-i berzahta, ya da alem-i ervahta yani ruhlar alemindedirler. Berzah alemi ile ruhlar alemi aynı yer / mekan olup, hitapları farklıdır, fakat bu farklılık kemalat itibariyledir. Alem-i berzahta eğlenenler ehl-i nefstir. Bunlar hakkında hadis-i şerifte “Sizin kabirleriniz ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyrulmuştur. Başka bir hadiste ise Hz. Peygamber Efendimiz “Siz nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.” diyor. İşte bir kimse bu alemde yaşarken iyilik 262 vasfı kazanmış olarak berzaha, yani kabir alemine intikal ederse, Hz. Peygamber’in cennet bahçesi dediği Ala-yı İlliyyin’de, hoşluk ve rahatlık içinde nefsiyle kıyameti bekler ve haşrolur. Fakat bir kimse bu alemde yaşarken kötülük üretip, kötü bir vasıf kazanır da, kötü vasıfla alem-i berzaha intikal ederse, Hz. Peygamber’in cehennem çukuru dediği, Siccin’de rahatsızlık ve azap içinde, nefsiyle kıyameti bekler ve haşrolur. Alem-i ervaha, yani ruhlar alemine göçenler ise “Ölmeden evvel ölüp” de, daha bu alemde nefsin hevasından kurtulup, fena-yı tam irfaniyetiyle ruha mensup olanlardır. Ruha mensup olan kulda gayriyet olmadığı için gerek bu alemin, gerekse berzah aleminin varlığı, ona perde olmaz ve onu vahdetten ayırmaz. Çünkü ruh ikilik kabul etmeyen ‘Bir’lik yani vahdettir. Ruha mensup olan, cümle alemlerde hiç bir mekanla kayıtlı olmayıp, ancak Hak’la kayıtlıdır. Vesselam. Bir kimse ikilikten kurtulamayıp gizli şirkle yaşarsa, o ehl-i nefstir. Ve bu alemden sonra o, berzaha nefsiyle intikal eder. Fakat bir kimse daim zikir uyanıklığı ile tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetine ulaşırsa o, daha bu alemde ruha mensup olur. Ruha mensub olan bir kulun bedeni bu alemden ayrılsa da o, ruhlar alemindedir, yani alem-i ervahtadır ve cümle alemlerde vahdet hal ve zevki ile yaşar. Bunu beyanla “İyi yaratılışlı, geçimli ve ruha mensub olup, kendini özleten yüce şahsiyet, ervah alemine uçtu, yükseldi. Dünyada yani bu alemde artık onun suret ve bedeni görünmez.” buyruluyor. Evlad-ı Gavs Muhammed Nur’dur onun şöhreti İsmi Hakkı idi Hakk’a eyledi azm-i visal Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin torunu olup, Hakkı Baba olarak bilinen Arifibillah, insan-ı kamil olan muhterem şahsın, bu alemden Hakk’a yürüdüğü ve Hakk’a kavuştuğu beyan ediliyor. Peki ehl-i kemal bu alemde Hakk’a vasıl oldukları halde nasıl oluyor da, onun bu alemden geçmesi Hakk’a vuslat olarak değerlendiriliyor? Diye sorulsa, şöyle cevap veririz: Cümle ehl-i irfan ve ehl-i kemal, bu alemde tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hakk’a kavuşmuşlardır ve Hak’tan gayrı görmezler. Fakat kul, suret ve beden varlığıyla, tabiat aleminde olduğu müddetçe, bu alemin tesiri, suret, beden varlığıyla devam eder. Ehl-i kemal, bu alemde kaldığı ve yaşadığı sürece, beşeri tesirlerden, yani sıcaktan, soğuktan ve hastalıklardan vb. etkilenir. Hiç bir beşer olan kul, bunun haricinde değildir. Bu itibarla ister peygamber, ister veli olsun herkes suret, beden varlığıyla, bu şahadet aleminde tabiatın tesirindedir. Fakat cahiller bu tesir ve tecellilere vücut nispet ettiği için, bu tesir ve tecelliler, cahillerin Hakk’ı görüp 263 Hakk’a kavuşmalarına engel, perde olur. Ehl-i kemale ise, bu tesir ve tecelliler perde olmadığından onları Hak’tan alıkoymaz ve ayıramaz. İşte kamil bir kul, izdirari ölümle bu beden varlığından ayrılmasıyla, tabiat tesirlerinden de kurtulup meratib-i ilahi keşfi marifetiyle bu alemde kavuştuğu Rabbiyle cümle alemlerde var olur. Velhasıl ehl-i kemalin bu alemden geçmesine ‘Hakk’a vasıl oldu’ denmesindeki maksat, ehl-i kemalin, suret, beden varlığıyla şahadet alemindeki tabiat tesirlerinden de kurtulup, vasıl olduğu Hakk’ın mevcudiyetiyle her yer ve alemlerde var olmasıdır. Allah, her şeyi en iyi bilendir. Sır olup alem gözünden rıhlet etti vahdete Zikr ü fikr ile müzevvak asla etti insilal Hakkı Baba Hazretleri, bu alemden zikrullah ve fikrullah ile zevklenmiş bir kullukla, gizlice alem-i ervaha, yani vahdete göçüp yürüdüğü için, bu alemde unsur, yani beden varlığıyla sır olup görünmez. Nur Muhammed’den okumuş idi ilm-i lahutu Kamil-i zaman idi ol ilmi hilmi bimisal İlm-i lahut; ilm-i manevi, yani tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Hakkı Baba Hazretlerine makamat-ı tevhidi, bizzat dedesi olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri telkin etmiş ki, o beyan ediliyor. ‘Yumuşak huylu ve tevazu ehli olan o eşsiz şahsiyet, zamanın insan-ı kamili idi.’ buyruluyor. Her zamanda insan-ı kamil, mevcuttur. Hz. Pir efendimiz “Bu şahadet aleminde Kamil’in mevcudiyeti olduğu müddetçe kıyamet kopmaz.” diyor. Çünkü aynı zamanda kulun imtihan yeri olan şahadet aleminin var oluş gayesi, insan-ı kamildir. Kur’an’daki “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet / kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) beyanının tefsirinde, seçkin sahabeden İbni Abbas (ra): “İbadetten / kulluktan maksat, arif olmak, tevhit ehli olmaktır.” Diyor ki, ancak zikr-i daim ve meratib-i tevhidin keşfine ulaşan bir kimse, hem arif hem de kamildir. Bu itibarla kulun yaradılışının gayesi insan-ı kamil mertebesine ulaşarak, insan-ı kamil olmasıdır. Ehl-i kemal, insan-ı kamili mumla tarif etmişlerdir. “Eskiden tekkelerde büyük mumlar olup; günlerce yanar, aydınlık verirdi. Mum bitince onun yerine konan yeni mum, hariçten bir ateşle yakılmazdı. Yeni mumu eriyen eski mumun ateşinden yakarlardı, böylece mumun ateşi hiç değişmez, mumun bedeni değişirdi. Bu böyle tekrarlanarak devam 264 ederdi.” Mum insan-ı kamilin suret ve bedenidir, suret bu alemden geçmekle devamlı değişir. Mumun ateşi ise, insan-ı kamilin kemalatı, marifetidir. Kamilin marifet ve kemalatla olan irşadı, hep aynı olup hiç değişmez. Bu itibarla yüzlerce yıl evvel yaşamış olan insan-ı kamilin telkin ve irşadındaki irfaniyetle, ondan sonra ve halen yaşayan insan-ı kamilin telkin ve irşadındaki irfaniyet aynıdır. Bu itibarla, her zamanda insan-ı kamil vardır, bunların zamanları ve suretleri farklıdır, fakat irfaniyet ve kemalatları aynıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi, Hakkı Baba Hazretleri için “Zamanın insan-ı kamili idi.” diyor. Kenz-i irfan idi gönlü memlu-i hikmet idi Akıtırdı dil ve lebinden daim ab-ı zülal “İrfaniyetin hazinesiydi o, gönlü hikmet yani makam-ı tevhidin keşif ve marifetiyle doluydu. Onun dilinden ve dudaklarından, yani ağzından dökülüp çıkan kelam, sohbet, tatlı bir su, yani bal gibiydi.” buyruluyor. Hz. Pir: “Bir mürşit eğer kamil ise, onun sohbeti seni dünya gailelerinden çekip çıkarır, mürşit eğer kamil değilse, onun sohbeti seni dünya gailelerinden çekip çıkaramaz.” diyor. Bu itibarla Kamilin sohbeti çok tatlı olup, onun sohbet ve irşadı saliki zevkullaha ulaştırır. Her sözü ab-ı hayat can bahşederdi aşığa Kibir kin yok idi herkesle ederdi hasbıhal Nasıl ki balıkların hayat kaynağı su ise, Hak aşıklarının da hayat kaynağı Allah aşkıdır, muhabbetidir. Mürşid-i kamilin söz ve irşadı, Cenab-ı Hakk’ın kemal-i zuhurudur ki, o irşad Hak aşığına ab-ı hayat olup, onu bekaya, yani ölümsüzlüğe mazhar eder. Bunu beyanla “Mürşid-i kamil olan Hakkı Baba Hazretleri, kibirsiz, alçak gönüllü, herkesle diyalog kuran, hoş sohbet biri olup, onun sohbet ve irşadı Hak aşıklarına ab-ı hayat, yani ölümsüzlük bahşederdi.” Demektir. Hızır idi kim görenin artar idi rif’atı Sıdk ile teslim olanlara verir idi neval Rıfat; yükselmek, terakki etmek, neval ise bağış demektir. Kur’an’da “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik.” (Kehf, 65) buyrulur. Cümle ehl-i kemal, Allah’ın rahmet ve lütfundan ilm-i ledün öğrenmiş olan bu kulun Hızır olduğunda ittifak etmişlerdir. Hızır zamanın kamil mürşidi olup, ilm-i ledün ise, ilm-i tevhid irfaniyetidir. Ayet-i kerimede “Allah dilediğine hikmet verir. Her kime hikmet veri265 lirse ona bir çok hayırlar da verilir. Bunu ancak kamil akıllılar / gönül ehli hatırlar.” (Bakara, 269) buyruluyor. Hikmet, Allah’ın cümle varlıktaki mevcudiyetinin meratib-i ilahi müşahedesiyle, kulda hasıl olan kemalattır. Bu, cümle alemlerde kulu Rabbinden ayırmayan bir mazhariyettir, bağıştır. Bu itibarla “Hakkı Baba Hazretleri, zamanın Hızır’ıydı ki, her kimle görüşse o kimse onun sohbet ve irşadı ile terakki ederdi. Onun telkinine ve tebliğine sadakat gösterenler hikmet ve bağışa mazhar olurlardı.” buyruluyor. Nefhasından hay olup vecde gelirdi mürde dil Feyz alırdı sohbetinden ehl-i dil ali rical Dil, kalb demektir. Kalbin ise üç hali vardır: Birincisi ölü kalb, ikincisi hasta kalb, üçüncüsü ise sağlam, yani sağlıklı kalbdir. Ölü olan kalb sahibi, Hak ve hakikatten bihaber, tabiat lezzetleriyle nefsini meşgul edip, ne için yaratıldığını ve ölümü hatırına getirmeksizin yaşayandır. Hasta kalb sahibi ise, ahirete iman eder, yaptığı her işte haram helal meşruiyeti arar, fakat insan-ı kamil olamamış kimsedir. Sağlam kalb sahibi ise, zikr-i daimle kalbinde ağyar muhabbeti kalmayıp, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Rabbine vasıl olmuş ve her tecellide Rabbini müşahede eden arif ve ehl-i kemaldir. İşte Hakkı Baba’nın sohbet ve irşadı, cehaletle kaplı, ölü kalbleri cehaletten kurtarıp marifet ve kemalat mazhariyetiyle diriltirdi. Diri ve sağlam kalbli olan seçkin erler, onun sohbetinden feyz alırdı, irşad olup istifade ederdi. İhtiyar-ı mevt ile daim ederdi iftihar Hubb-i dünya yok idi söylemezdi kıyl u kal Daha evvelki beyitlerin açıklamasında beyan edildi ki, ölüm ikidir; biri mecburi ölüm, diğeri ise ihtiyari ölümdür. Hz. Peygamber Efendimiz “Ölmeden evvel ölünüz” diyor. İhtiyari mevt, işte bu peygamber buyruğu olan ve kulun kendi isteğiyle, mecburi ölüm gelmeden evvel ölmesidir. Hubb-u dünya sözüne gelince: Kulu Rabbinden ayıran her bir şey ona dünyadır. Hubb ise sevgisidir. Bu itibarla bir kulda onu Rabbinden ayıran her ne varsa, onun sevgisi hubb-u dünyadır. Bunu beyanla “Ölmeden ölüm sırrına vakıf olan Hakkı Baba Hazretleri, onu Hak’tan ayıracak şeylere muhabbet etmez, daima Allah muhabbetine itibar ederdi, halkın dedikodusunu yapmazdı.” Demektir. Alim idi arif idi abid idi ol hümam Lem’an ederdi yüzünden Ahmed-i hüsn-i hisal 266 Her ilim sahibi olan alim, arif değildir. Fakat her arif ilim sahibidir. Her ilim bir okuldan tahsil edilir ve tahsil edilen ilme göre, o kişi tıp alimi, edebiyat alimi, mühendisliklerin alimi olur ve tahsil ettiği ilimden, bu alemde faydalanır. Bu alimlerden bazıları da ahirete iman ettiği için, bu ve benzeri meşru ilimlerle meşguliyetin sevabı ile amel cennetinde nefsini hoşnut edip zevklendirmekle istifade eder ve böylece tahsil ettiği ilimden bu dünyada ve ahirette faydalanırlar. Arifin irfaniyeti ise, mekteb-i irfanda meratib-i ilahi müşahedesinden hasıl olur ki, bu müşahededen başka hiç bir müşahede kulu asla irfaniyete ulaştırıp arif yapmaz. Her kim bu mazhariyetle arifibillah olursa, o arif, gerek bu alemde gerekse ahirette Cenab-ı Hak’tan ayrı olmayıp, hep Hak’la yaşar, vesselam. Abid, kul demektir. Hakikatte kulluk, belli vakitlerde ifa edilen ibadetlerden ibaret olmayıp, her zamanda olmalıdır. Bu, kulun daim zikir uyanıklığıyla, her an Allah’la olmasıdır. İşte her kim zikr-i daim ve ehl-i tevhid-i hakikidir, o kul daim uyanık olup, meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle, Hak’tan ayrı olmadan yaptığı her meşru iş ve faaliyeti ibadet olur. Böyle bir irfaniyetle arif olanlar, her türlü kötülük, haram ve günahtan uzak olup, iyiliğin her türlüsüne ve emr-i ilahiye yakın olurlar. Peygamber Efendimizin ahlakı ile ahlaklanmak, ariflerin hedef ve gayesidir. Çünkü Hz. Resulullah Efendimizin bir sünneti vardır ki, bütün sünnetleri kapsar; o da güzel ahlaktır. Hadis-i şerifte “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.” Başka bir hadiste ise “Din güzel ahlaktır.” Buyrulmuş olup, cümle ehl-i kemal ve ehl-i irfan Hz. Resulullah Efendimizin ahlakı ile ahlaklanmış bir kullukla yaşadıklarından onlarda ahlak-ı Resul zahir olur. Hakkı Baba Hazretleri de bu zümreden olduğu için, alim ve arif olup, onda Hz. Peygamber Efendimizin güzel ahlakı zahir olup, parıldardı. Çünkü geçti dünyadan ol ehl-i fadl-ı zül kemal Bağrımız yaktı firakı gönlümüz oldu melal Kamil insanın sureti, yani ancak beden olan et ve kemiği bu alemden göçer, toprak olup gözden kaybolur. Yoksa kemalat ve irfaniyeti, her zamanda, daima zahir ve mevcuttur. Hz. Mevlana “Beni kabir çukurlarında aramayın, orada bulamazsınız. Beni ariflerin gönüllerinde ve meclislerinde bulursunuz.” diyor. Yani bendeki var olan kemalat, ehl-i kemalin gönlünde ve meclisinde her zaman mevcut ve zahirdir, o kemalata mazhar olursanız beni bulur ve görürsünüz, demektir. Bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri’nin “Hakkı Baba bu alemden göçtü ve ayrılığı ile bizi üzdü.” demesi, suret ayrılığı itibariyledir. Yoksa Hakkı Baba’da zahir olan marifet, her zaman ehl-i kemalde mevcuttur. 267 Çok müteessir olduk ama nedelim hükm-i kader İltimas yok imtiyaz yok kimseye vermez mahal Kulun iki türlü istidadı / kabiliyeti vardır: Biri tekvini, yani mecburidir. Diğer ise, teklifidir ki, bunda mecburiyet yoktur. Mesela Allah emreder ve emrini kula teklif eder. Kul ister yapar ister yapmaz. İstidadı / kabiliyeti, o teklifi yapmaya da yapmamaya da müsaittir. Buna teklifi istidat / kabiliyet denir. Diğeri tekvini istidat / kabiliyet ise teklif edilmez, mecburen yapılır. Bu insanın doğması, cinsiyeti, büyümesi, yorulması, acıkması, yaşlanması ve ölmesi gibi mecbur olduğu hal ve kulluğudur. İşte kulun bunlara da istidadı / kabiliyeti olduğundan doğar ve ölür. Her iki istidat da, Allah’ın kudreti ile zuhura gelmesi itibariyle kaderdir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Çok üzüldük ama ne yapalım ki, herkes kul olmak itibarı ile tekvine muhatap ve mazhar olarak doğar ve ölür, bu konuda hiç kimseye iltimas ve kayırma olmaz.” diyor. Çünkü peygamber de olsa veli de olsa kul “Her nefis / benlik ölümü tadacaktır…” (Al-i İmran, 185) ayeti hükmünce yaşarlar ve bu alemden geçerler. Vesselam. Fehmi ol murg-ı Huma’nın mevtini kıldı beyan Hem binüçyüz altmışbeş hicriydi tarihine sal Hasan Fehmi Hazretleri, mürşid-i kamil ve evlad-ı Resul olan yüce şahsiyet Hakkı Baba Hazretlerinin, alem-i ervaha yükselip, bu alemden geçmesinin Hicri 1365 takvim yılında olduğunu beyan ediyor. Ruhu şad olsun, himmeti üzerimize olsun. * * * 57 Ey gönül uslanmaz mısın Uçar yorulmaz mısın Hiç bir dala konmaz mısın Dertli gönül deli gönül Düştün dilden dile gönül Gönül ve kalb aynıdır. Her azanın yaratılışının bir sebebi, hikmeti vardır. Kalbin yaratılışının sebebi ise, Allah’a mekan olmaktır. Çünkü hadis-i kudside Cenab-ı Hak “Ben yerlere göklere sığmam ancak mümin 268 kulumun kalbine sığarım.” buyurmuştur. İşte bir kimse böyle kamil bir mümin olursa, onun gönlünü Allah kendine mekan yapar ve o kalb Allah’ın evi, yani Beytullah olur. İşte kalbin yaradılışının amacı budur. Bir mümin kulun gönlü, beytullah oluncaya kadar, o kul dertlidir ve rahat edemez. Çünkü o, benim Allah’ım nerede, uzak mı yakın mı, yakın ise bu yakınlık nasıldır, Hakk’a vuslat nedir, nasıldır, mümkün müdür? Gibi müşküllerle dertlenir ve bu dertlerine çare araştırır, sorar. İşte bu dertlinin hali, onu dilden dile düşürür, yani halk onun dedikodusunu yaparak dillerde dolaştırır. Onun daldan dala konması ise; kulun, müşkül ve dertlerine şifa, çare buluncaya kadar nerede bir alim, arif varsa ona gidip derd-i müşkülüne çare aramasıdır. Yani ehl-i kemali bulmak için araştırma yapıp arayıp sormasıdır. Velhasıl dert, derd-i ilahi olursa kulu daldan dala kondurur, dilden dile düşürür, fakat bu dert aynı zamanda kulu terakki ettirir. Senin vatanın nerede Mekan tutmazsın bir yerde Nasıl girdin sen bu derde Dertli gönül deli gönül Düştün dilden dile gönü l Bir kimse, ehlullahın bir eserinden okuyarak veya birinden işiterek, kulun asıl vatanı Allah katı olup, gerçek kulluk ise bu alemde Rabbine vasıl olmasıdır anlayışına ulaşırsa; o kimse Hakk’ı araştırmaya başlar ve böylece derd-i ilahiye dahil olur. Hadis-i şerifte “Vatan sevgisi imandandır.” buyrulmuştur. Bu hadis, anlamı batın olan hadislerdendir. Kulun vatanı, kendi hakikatidir yani aslıdır. Çünkü Allah, kulun suretini kendi mülkünden, canını, yani ruhunu ise kendi ruhundan yarattı. İşte bu yaradılışın sebebi ise, kul asıl varlığı olan Hakk’ı arasın, onu bulup ona kavuşsun diyedir. Çünkü hadis-i kudside Allah “Bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı halk ettim / yarattım.” buyuruyor. Bu beyandan da anlaşıldığı gibi, kulun asli vatanı olan Rabbini arayıp bulması ve ona kavuşması, hep muhabbetullahla olur, yani Allah aşkı, muhabbeti ile mümkündür. İşte bir kul, derd-i ilahi ve muhabbetullaha mazhar olursa, her türlü gayriyet, meşguliyet ve muhabbeti onu tatmin etmez ve onu rahatlatmaz. Bu itibarla dert ve aşk ehli, bunlardan uzak olur, yani gayriyet ve masivayı kendine mekan yapmaz, orada durup eğlenmez. Onun mekanı, asıl ve hakiki vatanı olan Rabbin katıdır, Rabbine vuslattır, vesselam. Bunu beyanla “Derd-i ilahiye mazhar olan kimse, vatan-ı asli olan Rabbine kavuşması için gayriyeti, masivayı mekan tutmaz.” buyruluyor. Bu 269 manaya işaretle Kur’an-ı Kerim’de “Gözü bir tarafa kaymadı, sağa ve sola dönmedi.” (Necm, 17) beyanı vardır. Gözün kaymaması, kulun Rabbinden gayriye itibar etmemesi ve daima Rabbine bakıp, onu müşahede etmesidir. Allahualem. Senin aslın neslin var mı Bu yerde mahremin var mı Senin derdin bilen var mı Dertli gönül deli gönül Düştün dilden dile gönül Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid’inde: Bu Süleyman kuluna rahmet et, Ehl-i derdin sohbetine mahrem et buyurmuştur. Dert ehli, Adem (as)’dan bu zamana kadar hep var olmuştur ve halen vardır. Ehl-i dertle beraber onların meclisinde olmak, bir kula rahmettir, iyiliklerin en alasıdır. Çünkü dertlinin müşkülleri, o meclistekilerin irşadıyla çözüldüğünden, dertli orada derdine deva, şifa bulur. İşte o şifa kulu terakki ettirerek aslına, yani Rabbine kavuşturur. Gönlünde derd-i ilahi olanın mahremi, gizliliği, ehl-i dert olmayanlaradır. Yoksa dertlinin hali, ehl-i derde ayan olup açıktır. Nasreddin Hoca Hazretlerinin “Damdan düşenin halini ancak damdan düşen bilir.” buyurduğu gibi, dertlinin haline ancak ehl-i dert aşinadır. Vesselam. Yardan ayrıldın yastasın Gurbet ilde kafestesin Yanar için hasrettesin Dertli gönül deli gönül Düştün dilden dile gönül Kur’an-ı Kerim’de “Biz insanı en güzel surette / biçimde yarattık, sonra aşağıların en aşağısına indirdik. Kim iman eder, amel-i salih işlerse ona sınırsız / kesintisiz iyilikler, ecirler vardır.” (Tin, 4-6) buyrulmuştur. Cenab-ı Hak, kendi varlığından yarattığı kulu aşağıların aşağısı olan bu şahadet alemine, yani yeryüzüne, tabiat alemine indirdi. Kul bu tabiat alemine bedenlenip, suretlenerek doğar. Sonra akıl baliğ olur ve geldiği asıl vatanını unutur. 270 Kul bu alemlere gelmeden evvel, Allah’ın varlığıyla var iken çok mesut ve mutlu idi. Fakat kul, bu aleme bedenlenip suretlenerek gelince, bu tabiat aleminin tesirinde kalır ve asıl vatanını unutup, cehaletle kendinin ve alemin nispet varlığını var zannederek, nefsini, her yerde ve kendinde mevcut ve zahir olan Allah’tan ayrı zanneder. İşte kulun cehlinden hasıl olan bu zannı, onu Hak’tan ayırmakla beraber, onu nispet varlık kafesinde hapsederek onun zulmü olur. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de “…insan onu yüklendi, çünkü o pek zalim pek cahildir.” (Ahzab, 72) buyrulur. Kulun kendini Hak’tan ayrı zannetmesi, aynı zamanda asıl vatanından uzak gurbette olmasıdır. İşte bu şahadet alemi, kulun en çabuk terakki edebildiği alem olduğundan dır ki, peygamberler bu alemde geliyor, halkı Hakk’a davet ediyor. Alimler, kamiller bu alemde zuhur edip halkı irşad ediyorlar. Bütün bu irşad ve tebliğin gayesi, kulun cehaletten ve zulümden kurtulması içindir. Bunu beyanla Niyazi Mısri Hazretleri “Bunca enbiya ve evliya geldi halkı davet eyledi / Vahdetin sırrını bildirmektir ol davetten garaz” diyor. Bu imtihan aleminde Kulun irşad olmasının yüce gayesi, Hakk’ı tanımak ve Hakk’a vuslattır. İşte her kim ki bu alemde, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, cehalet ve zanla oluşan nispet varlık kafesinden kurtulursa, o kul gurbette olduğunun farkına varır, hasret edip, asli vatanına, yani Rabbine kavuşur. Allahualem. Yarini gördüğün var mı Divanda durduğun var mı O sırdan haberin var mı Dertli gönül deli gönül Düştün dilden dile gönül Yar, sevgilidir. Divan durmak, mürşid-i kamilin huzurunu bulmaktır. Sır ise, kamil’in telkinidir. Kamil bir mürşidin görevi, kendisinin mazhar olduğu zikr-i daim ve meratibi ilahiyi talep edene telkin ve tarif etmesidir. Ancak o telkinin irşad ve irfaniyetine ulaşanlar, sırr-ı ilahiden haberdar olur. Bu itibarla, her kim ki bu alemde, kamil mürşidin huzurunu bulur ve onun irşadına mazhar olursa, o divanda durmuş olur, sırrı ilahiden de haberdar olup, yarini görür, yani ilahi sevgiliyi müşahade eder, vesselam. Bu yerde bir garipsin sen Görünür ki aşıksın sen 271 Kişi bağrı yanıksın sen Dertli gönül deli gönül Düştün dilden dile gönül Hadis-i şerifte “Gurbette garip olun.” buyrulur ki, kul Rabbine vasıl olmadığı müddetçe gurbettedir, gariptir. İşte bu alemin tesirinde kalıp asıl vatanımızı unutmadan, bizi vatanımıza yani Rabbımıza kavuşturacak kulluk yapmak gerektir. Bu da Allah derdine ve Allah aşkına mazhar olmakla mümkündür. Çünkü kulu Rabbine ulaştıracak ve Rabbine kavuşturacak olan aşk-ı ilahi ve derd-i ilahidir. Bu itibarla, gurbette olduğunu anlayan bir kimse, asıl vatanına kavuşma aşkına, derdine düşer ve asıl vatanının hasretiyle onun bağrı yanık olur. Fehmi etme zar u giryan Bulunmaz derdine derman Yeter sana bu dert derman Dertli gönül deli gönül Düştün dilden dile gönül Derd-i ilahinin, derman ve çaresi yine Allah derdidir. Çünkü ancak dertli olan bir kimse derdine çare ve derman arar, dertli olmayan çare arar mı? Elbette aramaz. Onun için, Rabbine kavuşma derdi her kimde varsa, o dert onu dermana, yani Rabbine vuslata götürür. Kulun Rabbine vuslatı kadar kıymetli bir derman ve şifa olmaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Derdine çareyi başka yerde arama, derd-i ilahinin çaresi, dermanı yine derd-i ilahidir.” diyor. Bu konuda, Hz. Pir’in ikinci kuşak Halifelerinden Prizrenli Hacı Ömer Lütfü ise “Buldunsa eğer derd-i beladan terakki, bir derdine bin derdini kat, ey dil-i şeyda (deli gönül).” buyurmuştur. 272 * * * 58 Canımı terk eyleyip canana geldim ya Rasul Derdimi sende bulup dermana geldim ya Rasul Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildiği gibi, nübüvvet ikidir: Biri nübüvvet-i risale ki; Hz. Resulullah ile son buldu. Diğeri, nübüvvet-i teşria ise; bütün zamanlarda ve halen var olup, kıyamete kadar devam edecektir. Nübüvvet-i teşria, makam-ı nübüvvetin ve peygamberlerin getirdiklerinin veli olan insan-ı kamil tarafından açıklanmasıdır. Hz. Peygamber 273 Efendimiz “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan yarattı.” Diyor. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Hakk’ın hidayetle tecellisinin baş mazharı Hz. Muhammed (sav)’dir; onun temsilcileri ise mürşidi kamillerdir, alimlerdir.” Buyurmuştur. Nur-u Muhammed, işte bu temsilcilerde zahir olur. Bu itibarla, zamanının kamil mürşidini bulan Hasan Fehmi Efendi, hidayet-i Nur-u Muhammed zuhuruna hitaben “Canımı terk ettim, yani cehalet ve zanlardan oluşan anlayışımdan geçtim de sana geldim, ey Elçi!” diyor ve devamla “Ey Nur-u Muhammed hidayetinin mazharı olan elçi, senin irşadın canıma candır, senin irşadının aydınlığıyla bilirim ki, beni sana getiren derdimin dermanı, çaresi sendedir.” diyor. Nur-ı vechinden zuhur edip eser bad-ı saba Misk-i amberle dolup reyhana geldim ya Rasul Mürşid-i kamildeki nübüvvet-i teşria irşadına mazhar olmak, aynı zamanda gerçek / hakiki müminin, insan-ı kamil olarak hidayeti Nur-u Muhammed’le yaradılmasıdır. Böyle bir yaradılışa muhatap olmak, kulun en ala keyfiyetidir. İşte böyle bir mazhariyetle Fehmi Efendi Hazretleri “Senin hidayet-i Nur-u Muhammed vechinden zahir olan hidayet yelleri, misk-i amberdir, yani eşsiz bir güzelliğinin kokusudur. O kokuyu koklamaya ve o emsalsiz kokunla dolup, mest olmaya geldim, ey elçi!” diyor. Gece gündüz zar ederdim bir kere görsem deyu Leyla’nın Mecnun’uyum didara geldim ya Rasul Mecnun’un dün ü günü, bütün derdi hep Leyla’dır. Mecnun’un dili Leyla söyler, gözü Leyla arar. Mecnun’un figanı ve meşguliyeti hep Leyla’dır. Leyla ilahi sevgilidir ki, cümle Hak aşıklarının gayesi, daima ilahi sevgiliyi görüp ona kavuşmaktır. İlahi sevgilinin zuhuru, açığa çıkıp görünmesi ise, meslek-i Resul’ün telkini olan meratib-i ilahi ile olur ki, Hakk’ın makamlarıyla tecelli edip, kuluna görünmesidir. Bu makamların müşahedesine, ancak zamanın nübüvvet-i teşria mazharı olan mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla ulaşılır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Aşk-ı ilahi mazhariyetiyle ben Mecnun’um, Leyla’m olan ilahi sevgiliyi, telkin ve irşadınla göster bana, ey nübüvvet-i teşria elçisi!” diyor. Ta ezelden cur’ayı nuş ettirip verdin bana Devredip ol aşk ile devrane geldim ya Rasul 274 Hz. İsa (as): “İnsanın iki doğumu vardır; biri anasından, biri de kendinden doğmasıdır. İnsan kendinden doğmazsa, kainatın ve mana aleminin esrarına vakıf olamaz.” Diyor. Ehl-i kemalinde iki yaşı vardır; bir yaşı herkes gibi bu aleme unsur bedeniyle anasından doğmasıyla başlar ve ömrü boyunca devam eder. İkinci yaşı ise, hidayet-i Nur-u Muhammed yaradılışı ile, yani kamil mürşidi bulup da salik olmasıyla başlar ve Hakk’ın varlığıyla var olup, ölümsüzlükle yani beka olan ebedi dirilikle devam eder. İkinci yaşın yaradılış başlangıcı, Hak aşıklarının ezelidir. Bu ezelde mürşid-i kamil, salike zikr-i daim uyanıklığıyla tevhid-i hakiki irfaniyet kadehinden içirir ki, salik o irfan içkisinin tesiriyle ilahi aşkın sarhoşu olur. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, “ta ezelden”, yani meslek-i Resul’e intisap ederek “İlahi aşkla makamat-ı tevhidin telkin ve irşadı için sana geldim, ey elçi!” diyor. Çün ezel bezminde gördüm yüzünü ey dost senin Ol nazar etvariyle ikrara geldim ya Rasul Ezel bezmi, alem-i ervah yani ruhlar aleminde Cenab-ı Hakk’ın kullar ile “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahidiz…” (A’raf, 172) ahitleşmesinin yapıldığı yerdir. Orada, yani ruhlar aleminde herkes, cümle kullar Rabbin bu hitabına “evet şahidiz” dediler. Fakat yeryüzüne, yani imtihan yeri olan bu şahadet alemine gelince, Rabbımın bize yaptığı hitabı, verdiğimiz cevabı ve o ahitleşmeyi, antlaşmayı unuttuk. İşte unuttuğumuz bu ahitleşme, bu alemde kamil mürşidin irşadıyla tekrar edilir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Ben ezel bezmindeki yani ruhlar alemindeki hitabın tekrarına mazhar olmaya, ikrar vermeğe geldim, ey elçi!” diyor. Nar-ı firkat yaktı canım seyredip geldim sana Kalmadı ad ile sanım sen şaha geldim ya Rasul Daha evvel ki beyitlerin açıklanmasında ifade edildi: Hz. Peygamber Efendimiz “Selman bendendir, ben Selman’dan.” buyurmuşlardır. Yani Selman’da eski cehaletinden bir şeyi kalmadı eridi. Selman’da görünen, zuhur eden benim ruhaniyetimdir, yani Nur’u Muhammed kemalat ve marifetidir, demektir. Bu itibarla Hasan Fehmi Hazretleri “Bende cahiliye dönemime ait olan zanlarım, şan ve şöhretim kalmadı, ey hidayet 275 mazharı padişah, senden ayrı kalmak bana ateştir, sana, yani hidayet-i Nur-u Muhammed zuhurunu görmeye geldim, ey elçi!” diyor. Talibi kulun kapında olmuşum naçar garib Fahr-i tammın izzetin ihsana geldim ya Rasul Fehmi Efendi Hazretleri, Talibi lakabıyla, hidayet-i Nur-u Muhammed zuhuruna hitaben “Senin kapında garip, çaresiz, aciz ve muhtacım. Sen kainatın yegane iftiharsın ki, yüce makamına, senin hidayet-i şefaatine muhtaç olmayan yoktur. Sana geldim. Sen bana şefaat-i hidayetini bağışlayıp ihsan et!” buyuruyor. Allah, cümlemizi bu ihsan ve bağışa mazhar kılsın. Amin. * * * 59 Yoktan geldim dünyaya Bir beş on gün seyrana Seyran nedir bilmedim Gafil bulunup kaldım Cenab-ı Hak, kendi zat-ı ehadiyetinde, teklikte iken; tecelli ederek, cümle alem-i kesreti yani çokluk alemini yarattı. Bu kesret / çokluk aleminde, yaratıcısını yani Rabbini bilip, Rabbine kulluk etsin ve O’na kavuşsun diye insanı yarattı. İşte kulun halkiyetinin nihai amacı ve seyranı budur. Yani kulun Rabbine kavuşup, hep O‘nu seyretmesidir. 276 Bir kimsenin, yaradılışının yüce gayesini bilmemesi ve Rabbine kavuşup, O‘nu müşahededen uzak kalması ise, kulun en büyük gafletidir. Bu gafletin en büyük gaflet olmasının sebebi, kulun bu alemdeki Rabbini müşahade edememe gafletinin, alem-i berzahta, alem-i ahirette ve cümle alemlerde ebediyen devam etmesindendir. Bu itibarla Kur’an’da “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsra, 72) buyrulmuştur. Tanrı birdir anladım Hak Muhammed belledim Gayba iman eyledim Taklit eyleyip kaldım Bir kimse, kelime-i şehadet ki “Eşhedü en Lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu” yani “Ben şahidim, Allah’tan başka ilah yoktur, şahidim ki Hz. Muhammed Allah’ın elçisi ve kuludur.” Kelimesine; kalbiyle inanıp diliyle ikrar ederse, o kimse Müslüman olup, İslam’a dahil olmuş olur. Fakat böyle bir Müslümanın imanı, taklittir. Anasını, babasını, hocasını vs. taklit ederek Hakk’ı mevhumda zanneder. Îman-ı taklit, bir hüsnü zandır. Yani iyi bir zandır. Kur’an-ı Kerim’de “…ve gerçekten zan, Hak’tan yana hiç bir fayda vermez.” (Necm, 28) Başka bir ayette ise “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu da şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez…” (Yunus, 36) buyrulmuştur. İman-ı taklitten iman-ı hakikiye terakki edip yükselemeyen bir kimse, bu alemdeki halkiyetinin amaç ve gayesine eremez ve makam-ı insanı bulup insan-ı kamil olamaz. Vesselam. Dünyayı attım arkaya Gönül verdim ukbaya Cennet için duaya Elim kaldırıp kaldım Her kul, bu imtihan aleminde yiyip içer ve lezzetlenir. Çoluğuna çocuğuna, aile ve akrabalarına muhabbet duyar, tabiattan aldığı bu beşeri haz ve lezzetlerden doğal olarak tat alır. İşte nefsine tatlı gelen bu ve benzeri her türlü lezzetlerle kul, ahirette de beraber olmak isterse ve kulluğunu bu şuur ve anlayışla yaparsa, o kimse ehl-i ukbadır. Ehl-i ukba olan kimse, yaptığı her türlü kulluk ve ibadetin karşılığında, alem-i ahirette cehennem ateşinden uzak olup, amel cenneti nimetleriyle, nefsini bu alemde tattığı lezzetlerle lezzetlendirmek beklentisi içinde olur. İşte böyle bir anlayışla kulluk yapan kimse, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yapar 277 da yasaklarından kaçarsa, bu haliyle nefsini cehennem azabından korur ve amel cennetinde salih amelleri karşılığında nefsini lezzetlendirir, fakat onun bu hali de onu yaradılışının yüce amacı olan Rabbın müşahadesine ulaştırmaz, vesselam. Cennetteki huriler Hep bakire dururlar Bir gün bana verirler Gönül eyleyip kaldım Daha evvelki beytin açıklamasında izah edildi. Cennüt’ül amel nimetleriyle nefsini lezzetlendirmek istek ve arzusu, ilm-i şeriat çerçevesinde meşrudur. Fakat böyle bir anlayış, o kimseyi kulluğun yüce gayesine götürmez ve kulu Rabbine kavuşturmaz. Böyle bir anlayıştaki kimse, Rabbine vasıl olup, onu müşahade etmekten hasıl olan keyfiyet ve kemalattan mahrum kalır. Cennet zevki pek hoştur Surette kalan boştur Sirete yol bulmadım Dağlar dolaşıp kaldım Suret, kulun kendine ve aleme nispet ettiği cümle varlıklar ve eşyadır. Siret ise, kendimizin ve cümle varlığın iç yüzüdür. Hz. Peygamber Efendimiz “Ey Allah’ım, bana bu eşyanın iç yüzünü bildir.” buyurmuştur. Eşya, görünen varlıklardır. Cümle varlıkların ve kendi varlığımızın iç yüzü Hak varlığıdır ki, bu hadis-i şerif bize, bu hakikati araştırmamızı ve Hakk’ı bulup ona kavuşmamızı tembih ediyor. Bu itibarla Cenab-ı Hakk’ın varlığı, bu cümle eşyanın ve suret varlığımızın siretidir, yani iç yüzüdür. Bu hakikate ulaşmanın yolu ise, daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin irfaniyet yoludur. Her kim, zikr-i daim ve tevhidin irfaniyetine eremezse, bu suretlerde, yani cehaletle kendinin ve alemin var zannettiği, nispet varlık ve benlik dağlarında dolaşıp durur. Hakikati bulamaz ve eşyanın aslı olan Hakk’a kavuşamaz. Cennet bugün göktedir Zevki yüksek yerdedir Ben karanlık bir yerde Yolu şaşırıp kaldım Kur’an-ı Kerim’de “Ey emin ve mutmain olan nefs! Sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön. Has kullarımın arasına dahil ol. 278 Onlarla beraber cennetime gir.” (Fecr, 27-30) Buyruluyor. Bu ilahi beyanda bahsedilen cennet, kulun bu alemde girebileceği cennet-ül irfan dır. Bu konuda Niyazi Mısri Hazretleri: Bu günkü cennet-i irfana dahil olsalar uşşak, Yarınki vaad olan huri ve gılmanı neylerler Diyerek, bizlere cennet-ül irfana bu alemde dahil olup zevklenmemizi beyan ediyor. Beyitte geçen ‘cennet bugün göktedir’ ifadesinden maksat, irfan cennetidir. Ona bu alemde dahil olunur. Gök, ulviyettir ve kulun yükselerek ruha mensup olmasıdır. Ruh gayriyet iktiza etmez, birliği ve vahdeti icap eder. Bir kul, ancak vahdete ulaşıp Rabbine vuslat etmesiyle cennet-i irfana dahil olur. Bunu beyanla “Bu günkü dahil olunacak olan cennet-i irfana giremedim, beni oraya götürecek, yükseltecek olan zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşamayıp, o yüce marifetin zevkinden mahrum olarak, cehalet karanlığı içinde şaşırdım kaldım.” demektir. Aşık oldum cennete Ermedim ol devlete Fehmi gibi üftade Kuru sevdada kaldım Her kim ki ehl-i ukbadır, bu hal; onu kulluğunun kemaline, yani yaratılışının yüce gayesi olan Rabbini bulmaya ve Rabbine kavuşmaya götürmez. Ehl-i ukbanın hali, onu bu alemde Rabbine kavuşması gibi bir kıymetli makam ve devletten mahrum eder. Bu itibarla kulun aşk ve sevdası, Allah’a olmayıp eğer muhabbetullahın gayrisi ise, nefsini amel cenneti nimetlerinden lezzetlendirme sevdası da dahil, hepsi kuru sevdadır. Çünkü bu sevgilerin kuru sevda olması, kulu gayriyetle sınırlayıp yaradılışının yüce maksadına, yani Rabbine vasıl etmemesindendir. Vesselam. 279 * * * 60 Derviş olan Hakk’ı bulur dediler Gel gönül gel biz de derviş olalım Dervişlik yolunda kurban olalım Gel gönül gel biz de derviş olalım Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım 280 Daha evvel ifade edildiği gibi, mektep / okul üçtür: Birincisi, mekteb-i sübyan, yani ilköğretimdeki çocukların okuludur. İkincisi mekteb-i medrese, yüksek okul, fakülte gibi meslek okulları vb. dir. Üçüncüsü ise, mekteb-i irfandır. Mekteb-i irfanda kendimizin ve görünen varlık aleminin, eşyanın içyüzü öğretilir. Evvelce tekkelerde verilen eğitim mekteb-i irfan eğitimiydi, ki buraya mensup olanlara derviş denilirdi. Sonra tekkeler bu fonksiyonlarını yitirdiler. Mekteb-i irfan öğretiminden uzaklaşıp, birer fitne ve fesat üreten kurumlar haline geldiler. Çok isabetli bir kararla, fitne ve fesat yuvaları haline gelen tekkeler resmen kapatılarak, cahil şeyhlerin mürşit kisvesi ile halktan beşeri ve siyasi menfaat temin etmelerine son verildi. Halbuki tekkeler fonksiyonlarını yitirmeden evvel ilim ve irfan yuvası olup, halka hizmet üretmişlerdir. Dervişler, Hz. Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmayı gaye edinerek yaşamışlar ve sosyal adaletle hizmetin, en güzel örneklerini sergilemişler ve yaşadıkları toplumun örnek şahsiyetleri olmuşlardır. Verdikleri irfan eğitimiyle tekkelerin bünyesinden Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahi Evran, Niyazi Mısri vb. gibi daha nice kamil insan çıkmıştır. Bunlar ve diğer cümle ehli kemalin hepsi de derviş idiler, vesselam. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerine, fonksiyonlarını yitirmiş fakat faal olan tekke ehli: “Tekkelerin verdiği eğitim tarzı olan perhiz, çile, erbain çıkarmak gibi yüzyıllardır devam eden eğitim metotlarını neden tatbik ettirmiyorsunuz?” diye soruyorlar. Hz. Pir onlara cevaben: “Orduların iki zamanı vardır: Biri sulh zamanıdır, diğeri ise savaş zamanıdır. Sulh zamanında askere; sağa dön, sola dön, selam dur, elbisen düzgün olsun gibi eğitimlerin verildiği zamandır. Savaş zamanında ise, asker böyle şeylerle, yani sağa sola şöyle dön, elbisen ütülü olsun gibi eğitim tarzıyla oyalanmaz. Askere silah verilir, nasıl kullanılacağı öğretilir ve ona düşman gösterilerek cepheye sürülür. Bundan sonrası askerin gayretine, beceri ve kabiliyetine kalmıştır. Ya düşmanı vurup rahat eder ya da düşmanın elinde helak olur.” Demiştir ve devamla “Derviş olan ehl-i zikir ve ehl-i tevhid manevi askerdir. Bu çağda ilimde ve fende çok hızlı gelişmeler olmaktadır ve olacaktır. Hızlı gelişmelerin olduğu bu zaman, manevi asker olan dervişlerin harp zamanı olup, öyle erbain çıkarmak, çile çekmek, post, taç, hırka gibi şeyler ile uğraşılacak bir vakit olmadığı için bu türden uygulamaları iptal edip kaldırdık. Onun için biz ihvanımızı, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadıyla teçhiz edip silahlandırıyoruz.” Buyurmuştur. Melami dervişleri, daim zikir silahı ile silahlanıp, ilm-i tevhid irfaniyetiyle teçhiz olup, Hakk’a vuslat kemal ve neşesiyle yaşarlar. Velhasıl her kim ki, zikr-i daim silahı ile silahlanır da, tevhid-i hakiki marifetine 281 mazhar olursa, o kimse nefs düşmanını yener ve büyük harbi kazanır. Çünkü hadis-i şerifte “Nefisle savaş cihadı ekberdir / büyük harptir.” Buyrulur. Zikr-i daime ve makamat-ı tevhid irfaniyetine aşina olan bir derviş, ilim ve fennin bu kadar geliştiği zamanımızda kendi nefsiyle olan harpte asla şaşırmaz ve yaradılışının yüce gayesine ulaşarak, Hakk’a kavuşur ve kamil bir insan olur. Bu itibarla zamanımızda artık tekkelerin ve zaviyelerin fonksiyonları kalmamıştır. ‘Eski tekke geleneğini devam ettiriyoruz’ diyen ve ‘Biz şucuyuz - bucuyuz, filanca geçmiş mürşid-i kamilin yoludur yolumuz.’ diyerek, geçmişteki ehl-i kemalin isimlerini kullanıp, onların adlarının itibar ve şöhretinin arkasına saklanarak, mevcudiyetlerini devam ettiren tarikat ve cemaatlerdeki eğitim ve öğretim; kişiyi, insan-ı kamil mertebesine götürüp ulaştıracak olan daim zikir ve makamat-ı tevhid irfaniyet ve kemalatından mahrumdur. Müntesiplerinin kemale ulaşmalarının önünde engeldirler. Yani kulun yaradılışının gayesine ulaşmasında onu, eski tekke metotları olan tesbihat, kılık, şekil, suret vb. ile oyaladıklarından, insan-ı kamil yolunun, yol kesicileridirler. Kur’an-ı Kerim’de “Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alışveriş, onları Allah’ın zikrinden, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymaz.” (Nur, 37) Buyrulur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri ise: “İki ayaklı bir tekke olunuz.” diyor. Yani ayette de açıkça beyan edildiği gibi, ticaret, alışveriş vb. gibi beşeri aktivitenizi aksatmadan, zikr-i daimle ve tevhid mertebelerinin müşahedesiyle yaşayın demektir. Velhasıl zamanımızda Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında zahir olan Meslek-i Resul-ü Melamiyye irfaniyetinden nasiplenmiş ve Melami dervişi olarak bilinen ehl-i irfan ve ehl-i kemalden her biri, iki ayaklı bir tekkedirler. Bunlardan her biri, daim zikir ve tevhidin hakikatinin keşfi ile aydınlanmış olup, içinde yaşadıkları toplumun örfüne uygun hareket eden bir yaşantıya sahiptirler. Gerek düğün-dernek vb. cemiyetleri, gerekse günlük yaşantıları, içinde yaşadıkları toplumun meşru yaşantısının aynıdır. Giyim ve kuşamları ahlaka uygun, Allah’ın emir ve yasaklarına ters düşmeden, bu gün içinde bulundukları toplumun genel kabulleriyle yaşayan haldeki giyim ve kıyafetlerdir. Hz. Pir “İçersinde yaşadığınız toplumun aydınlarının kıyafeti ne ise, o kıyafet sizin kıyafetinizdir, o kıyafeti tertemiz giyin.” buyurmuştur. İşte bugünkü aydın insanların kıyafeti ne ise, Melami dervişlerinin kıyafeti de odur. Melamiler, devletine ve cumhuriyet sitemine bağlı olup, cumhuriyet sistemini, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber Efendimizin mirası olarak kabul ederler. Cumhuriyet rejimini Hz. Resulullah’tan sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan’ın uyguladığı ve 282 Hz. Hüseyin’in ve Ehl-i Beyt’in uğrunda şehit olduğu rejim olarak görürler. Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber’in mirası olan cumhuriyeti Muaviye’nin yıkıp kaldırarak, yerine padişahlığı, saltanatı, yani cahiliye geleneği olan aşiret ve kabile yönetiminin ihya edilmesi olarak kabul ederler. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını; Muaviye’nin isyan ederek yıktığı cumhuriyet rejimini, Peygamber Efendimiz’den 1300 yıl sonra tekrar ihya edenler (diriltenler) olarak görürler. Velhasıl vasıflarını ifadede aciz kaldığımız bu günkü zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olan Melami dervişleri; Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında zahir olan mekteb-i irfana dahil olup, daim zikir ve makamat-ı tevhidin irfaniyetiyle Hakk’ı bulmuş ve Hakk’a kavuşmuşlardır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, gönlünü muhatap ederek bizlere, herkim ki böyle bir derviş olursa, o Hakk’ı bulur diyor ve devamla “Gel gönül, biz de derviş olalım, yani zikr-i daim ve ehl-i tevhid-i hakiki olalım ve böyle bir dervişliğe mazhar olmak için eski cahiliye anlayışlarımızı terk ve kurban edelim.” buyuruyor. ‘Men raanii fekad raalhak’ demiş Muhammed’i gören Hakk’ı görürmüş Dervişlikten maksat bu esrar imiş Gel gönül gel biz de derviş olalım Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım Hz. Peygamber (sav) “Men raanii fekad raalhak / Beni gören hakkı görür.” Buyurmuştur ki, bu beyitte bu hadisi şerife atıfta bulunuluyor. Başka bir hadiste ise Peygamber Efendimiz “Allah beni kendi nurundan, müminleri de benim nurumdan yarattı.” diyor. İşte hangi mümin, Nur-u Muhammed’le yaratıdılışa ulaşırsa, o mümin muhatap olduğu hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle, Hakk’ı müşahede edip görür. Nur-u Muhammed’le yaradılış mürşid-i kamilinin irşadında mevcuttur. Bu itibarla, hangi mümin kimse, zamanın kamilini bulur onun nuru Muhammedi irşadına mazhar olursa, mümin o irşad mazhariyetiyle, Hakk’a arif olur ve Rabbini müşahede edip görür. Bu aynı zamanda, dervişliğin maksat ve gayesidir. Çünkü cümle ehl-i kemal olan dervişlerin maksadı, Muhammedi bir kullukla Hakk’ı bulup Hakk’a vasıl olmak ve Hak’tan gayrı görmemektir. Allahualem. Meslek-i Resul’e biz de uyalım Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olalım 283 Muhabbet bahrından hisse kapalım Gel gönül gel biz de derviş olalım Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım Hadisi şerifte “Ümmetim 73 fırka olacaktır. 72’si dalalette, biri hidayette. O da Fırka-yı Naciye’dir.” ‘Fırka-yı Naciye kimdir ya Resulullah?’ diye sorulmasına, Hz.Peygamber efendimiz“Ehl-i sünnet vel cemaattir.” buyurmuşlardır. Şimdilerde bir çok tarikat, cemaat vb. bu hadis-i şerifi delil göstererek, kendilerini ehl-i sünnet ve’l cemaat olarak isimlendiriyorlar. Peki ehl-i sünnet vel cemaat gerçekte kimdir? diye sorulursa şöyle deriz: Hz. Ayşe validemize ‘Bize Resulullah’tan bahset.’ Dediklerinde Hz.Ayşe“Siz Kur’an okumaz mısınız? Kur’an Resulullah’ın hayatıdır.” demiştir. Hiç bir peygamber, kendisine vahy edilenin haricinde olmamıştır. Ayette “Resul, Rabbinden kendisine indirilene inanmıştır, müminler de hepsi Allah’a onun meleklerine, kitaplarına, Resullerine inanmışlardır…” (Bakara, 285) beyan edildiği gibi, Allah’tan gelen vahye, evvela Resulullah iman eder, sonra müminlere inandığını tebliğ eder. İşte Kur’an-ı Kerim’de vahiyle emir ve tavsiye edilen her şeye, önce Hz. Peygamber inandı ve inandığıyla yaşayıp vahyin haricine hiç çıkmadı. Bu itibarla şu anda din adına her kim ne yaparsa yapsın, bunlar kendilerinin ehl-i sünnet vel cemaat olduğunu istediği kadar söylesin, bir inanç ve davranış eğer Kur’an’la çelişiyorsa, o inanç ve davranış Muhammedi olmadığı gibi, sünnet hiç değildir. Çünkü hiç bir peygamberin hadis ve sünneti, kendisine vahy edilenle çelişmez. Bilakis Hz. Peygamberin hadis ve sünneti olarak rivayet edilenler, vahye, yani Kur’an’a uygun olanlardır. Bunu beyanla sahabeler, Hz. Resulullaha ‘senden önceki peygamberlerin yapmadıklarını onlara isnat ettiler, söylemedikleri sözleri söyledi dediler, senden sonra senin hakkında da böyle yapılacakmı” diye sormalarına, Hz. Resulullah, “elbette benim hakkımda da böyle uydurmalar olacaktır” dedi. Sahabeler, ‘ o zamanda sünnet ve hadisin uydurmamı gerçekmi olduğunu nasıl ayırd edelim’ dediklerinde, Hz.Peygamber “Bir söz ki duydunuz, Kur’an’a terstir; altında benim mührüm de olsa atın, o söz bana ait değildir, bir söz ki duydunuz Kur’an’a uygundur; her kim söylerse söylemiş olsun, o söz benimdir.” buyurmuşlardır. İşte bu günde ve her zamanda ehl-i sünnet vel cemaat olmak, Kur’an’a uygun itikat, hal ve davranışlar içinde olmaktır. Adı ve sanı ne olursa olsun, taraftarlarının adedi ne kadar fazla olursa olsun, itikat, 284 ahlak, ibadet ve davranışları Kur’an’a uymayanlar ehl-i sünnet değildirler, vesselam. Meslek-i Resul, Nur-u Muhammed mazharıyetiyle mürşid-i kamilin zamanında yaptığı telkin ve irşadıdır. Meslek-i Resul dervişlerinin ahlak, muamelat ve itikatları, asla Kur’an’a ters düşmeyip, kesinlikle Kur’an’la çelişkili olmaz. Onun için kamil olan bir mürşidin telkin ve irşadı, muhakkak Kur’an’la ayniyet olup Kur’an’dandır. Bu itibarla “Meslek-i Resul’e biz dahil olalım. Ehl-i sünnet olan, Kur’an yoluna gidelim. Muhabbetullah deryasından hisse kapalım.” buyruluyor. Meslek-i Resuldeki irşadla hasıl olan aşk, muhabbet, ilahi aşk ve muhabbetullahtır. Bu itibarla Kur’an’da “…Müminler ise Allah’a muhabbette çok kararlı / şiddetli ve taşkındırlar…” (Bakara, 165) buyrulur. Bu aşk dedikleri bahr-ı ummandır İçinde cevheri, zevk-i vicdandır Bu benlik davası aşka perdedir Gel gönül gel biz de derviş olalım Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım Aşk-ı ilahinin hududu olmaz. Çünkü Allah’tan başka neyi seversen sev, o yaratılmış olduğundan onun hududu / sınırı olur ki, bir gün ondan ayrılırsın. Çünkü Allah’tan başka her şey fanidir. Eğer Allah’ı sever ve ilahi aşka mazhar olursan, Allah ebedidir, onun sonu, yani hudut ve sınırı yoktur. Vicdan, şuna denir ki; bir kimse kalbine gelen havatır ve tecelliyi Hak’tan gayrı görmezse, o kimsenin kalbi vicdandır ve Rabb’ın müşahadesinden hasıl olan zevk de, zevk-i vicdandır. İşte bu aşk-ı ilahiyle zevk-i vicdana ulaşmanın engeli ise, kulun cehaletle var zannettiği nispet varlığı ve benliğidir. Bu tevhid muhabbetine doyulmaz Muhabbetten kaçan insan sayılmaz Mürşidsiz kimseye İslam denilmez Gel gönül gel biz de derviş olalım Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım Her insanın, biri hayvani diğeri insani olan iki yönü vardır. Hayvani yönümüz; anamızdan doğmamız, büyümemiz, yememiz, içmemiz, çocuk sahibi olmamız vb. yönümüzdür ki, bütün bunlar, insanın hayvani olan yönüdür. Diğer insani yönü ise, iman eder, ilim tahsil eder, terakki eder 285 ve lisanla konuşur. Bu gibi haller hayvanda olmayıp, yalnız insana mahsustur ve kişinin insan yönüdür. İşte bir kimse, insan olmak yönü ile terakki eder ve Rabbin katına kadar yükselebilir. Yani emr-i ilahiye uyar, yasaklarından kaçarsa, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hakk’a vuslat eder ve vuslatla zevklenir ki, bu keyfiyet makam-ı insandır. Beyitte ifade edilen ‘muhabbetten kaçan insan sayılmaz’ demek, cahil olan bir kimse hayvan yönü ile yaşayıp, muhabbetullahtan ve makam-ı insan’dan mahrum kalır, kamil insandan sayılmaz demektir. Hadis-i şerifte ‘En hakiki / doğru mürşid Kur’an’dır.’ buyrulmuştur. Bu itibarla mürşid-i kamilin telkin ve irşadı hep vahye dayanır ve hep Kur’an’dandır. Hz. Peygamberimiz “İnsan ve Kur’an ikiz kardeştir.” Diyor. Bu hadis’te Kur’an ile ikiz olduğu beyan edilen insan, insan-ı kamildir ki, ondan asla Kur’an harici bir telkin, irşad ve irfaniyet zahir olmaz. Çünkü insan-ı kamilin sırrı ile, Kur’an’ın sırrı aynıdır. Bu itibarla bütün Müslümanların, ehl-i İslam’ın mürşidi Kur’an’dır ki, cümle müminler Kur’an’ın gösterdiği itikat, ibadet, ahlak, emir ve yasaklara uyarlar. Eğer bir kimse Kur’an’la olan irşadı reddederse, o kimse İslam dışıdır ki, ona İslam denilmez. Bütün imamlar, pirler, müçtehitler, kamiller, veliler ve cümle ehli zikir, Kur’an’ın hizmetindedirler ve vahyin ışığından istifade ederler ve etmişlerdir. Hiç birisi Kur’an’ı aşmaz ve aşamaz. Bu itibarla, cümle velilerin ve müminlerin mürşidi Kur’an-ı Kerim’dir ki “Mürşidi Kur’an olmayana İslam denilmez.” demektir, Allahualem. Muhabbet ne imiş nadan ne bilir İnsanlık remzini hayvan ne bilir Anadan kör doğan gündüz ne bilir Gel gönül gel biz de derviş olalım Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım Muhabbetullahı, cahiller anlamaz ve bilmezler. Ancak mekteb-i irfana dahil olup da zikrullah ve fikrullahla tevhid-i hakiki keşfine mazhar olan muhabbetullahı bilir ve Allah muhabbetiyle zevklenir. Amalık / körlük ikidir: Biri görür iken sonradan görmez olmasıdır ki, böyle kör olanlar, daha evvelden görür olduklarından dolayı eşyayı, renkleri ve geceyi, gündüzü bilir. Diğeri ise anadan kör doğanlardır. İşte anadan kör doğan gündüz aydınlığını renkleri vs. bilir mi? Bilmez. Anadan kör doğanın, gündüz aydınlığını bilmediği gibi, hayvan yönüyle meşgul olup hayvaniyetle lezzetlenen kimse de, kamil insanın makamını bilmez. Yani makam-ı insan irfaniyetinden mahrum kalır ki, bu alemde makam-ı insan irfaniyetine ulaşamayanlar ebediyen gafil ve hakikatin 286 körü olarak meratib-i ilahi aydınlığından istifade edemezler. Bunlar Hakk’a kavuşamadığından, Hakk’tan mahrum ve perdeli olup, Hakk’ı göremeyen kör olurlar. Çünkü Kur’an’da “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsra, 72) buyrulur. Talibi’yim bunda söylerim diraz Gelsin o fasıklar etsin itiraz Bu meclise dahil olamaz kallaş Gel gönül gel biz de derviş olalım Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım Fasık; bozuk, bozulmuş demektir. Bir kimse hayvaniyet yönü ile yaşayıp da, makam-ı insanı bulmadığı halde arif, kamil bir insan olduğunu söyleyip, böyle bir kimliğe bürünmesi bozukluktur, fasıklıktır. Bunlar, makam-ı insan olan tevhid mertebelerinin irfaniyet ve kemalatına mazhar olmadıkları halde, takliden insan-ı kamil gibi görünürler. Bazıları da mürşid-i kamilin telkinine muhatap olduğu halde, telkine riayet etmez ve telkini kendi hevasına göre tevil ve tahrib edip, ehl-i kemali taklit ederek, etrafına kamil bir insanmış gibi görüntü vererek halkı irşad edip, mürşitlik yapmaya kalkar. İşte bunların bu hali de, kamilin telkinine ihanet olup, Meslek-i Resul’e kalleşliktir. Halbuki arif ve ehl-i kemal olmak, bilmediğini bilmek ve bilmediğini öğrenmek icap eder. Ehl-i kemalin meclisinden, ancak bilmediğini bilenler istifadelenirler ve terakki edip irfaniyet ve kemalata mazhar olurlar. Ehl-i kemal olmadığı halde bilgiçlik iddia edenler, kamilin irşadından ve ariflerin meclisinden istifade edemezler. O meclisin ruhaniyetine asla yaklaşamazlar. Bu konuda Hz. Mevlana “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.” Buyurmuştur. Allah, her şeyi en iyi bilendir. * * * 61 Ben aşkın narına pervane geldim İsmail’im canı kurbana geldim 287 Kur’an’da Saffat suresi 100’den 107. ayete kadar özetle şöyledir: Hz. İbrahim, gördüğü bir rüya üzerine oğlunu Allah’a kurban etmek istedi. Oğlu Hz. İsmail’e “Seni söz verdim ki Allah’a kurban edeceğim.” Dediğinde oğlu İsmail, “Babacığım ellerimi bağla ki, bakarsın can havliyle sana karşı gelirim.” diyerek teslimiyet gösterdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, İsmail’in yerine gökten bir koç indirdi ve Hz. İbrahim o koçu kurban etti. İşte bu Kur’an beyanının bu günkü murat ve manasına işaretle, Fehmi Efendi Hazretleri: “Ben de ilahi aşk ateşinin ışığına, yani mürşid-i kamilinin telkin ve irşadı olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhidin irfaniyet ve kemalat aydınlığına, pervane gibi cesaretle, fütursuzca daldım ve ona intisap ettim.” diyor. Ve devamla “Hz. İsmail’in Hz. İbrahim’e karşı göstermiş olduğu sadakat ve teslimiyet gibi, ben de kamilin telkin ve irşadına kurban olmaya, yani bendeki cehalet ve zanlardan oluşmuş nispet varlığımı kurban edip, cehalet ve zanlardan arınıp kurtulmaya geldim.” buyuruyor. Leyla’nın zülüfü göründü bana Mecnun’um ben bunda divane geldim Leyla’nın zülfünün görünmesi, ilahi sevgili olan Hakk’ın tecelli ef’alinin, tecelli sıfatının, zikr-i daimle uyanmış olan aşığa görünmesidir. Bunu beyanla, Mecnun nasıl Leyla’dan başka sevmez, görmez, duymaz da hep Leyla ile meşgul ise, ben de ilahi sevgilinin zülüflerini gördüğümden beri başka bir şeye, yani gayriyete bakamaz oldum, daima ilahi sevgiliyle beraber olmak sarhoşluğuna, divaneliğine ulaştım demektir. Yakup gibi ağlar iken Kenan’da Yusuf’un didarın görmeye geldim Kenan memleketinde yaşayan Hz. Yakup’un on iki oğlu vardı. Biri Hz. Yusuf idi. Fakat Yakup (as)’ın Yusuf’a olan sevgisini Yusuf’un diğer kardeşleri kıskandı ve Yusuf’u öldürürsek babamızın sevgisini, muhabbeti bize yönelir, dediler. Sonra Yusuf’u öldürmekten vazgeçip, yol üzerindeki bir kuyuya bıraktılar. Yoldan geçen bir kervan, kuyudaki Yusuf’u gördü, kuyudan çıkardı ve Mısır’a götürdü. Kardeşleri ise babaları Hz. Yakup’a “Yusuf’u vahşi hayvanlar parçaladı, öldürdü.” Diyerek yalan söylediler. Sonra Hz. Yusuf, Mısır’da padişah oldu. Hz. Yakup ise, Yusuf’un yokluğuna çok üzüldü, ağladı ve ağlamaktan gözlerine perde indi. Kuran’da özetle böyle beyan edilen bu kıssanın, bu günkü hikmet ve muradı şöyledir: Hz. Yusuf’un güzelliği, ruh güzelliğini yani Allah’ın 288 cemal yüzünü remzeder. Hz. Yakup’un hali ise ruh güzelliğine, yani cemal-i ilahinin müşahedesine arif ve vakıf olup da ondan bir müddet ayrı ve mahrum kalan kemal ehlini remzeder. Kenan ili ise, suretin, yani unsur vücudun gaileleridir. İşte bir kimse, cemal-i ilahi güzelliğine arif ve vakıfsa, o suretin tesir ve gailesine rağmen daima cemal-i ilahiyle olmak ister ve o güzelliği, ruhaniyeti arar. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Ehl-i kemalin meclisinde zahir ve mevcut olan, cemal-i ilahi tecellisine, yani Yusuf‘un güzelliğine talibim. O güzelliği görmeye geldim.” Diyor ve o ruhaniyet zuhurunu aradığını beyan ediyor. Musa olup bir dem asayı alıp Emr ile Firavn’ın cengine geldim Hazreti Resulullah “Her peygamberin bir firavunu vardır. Benim firavunum da Ebu Cehil’dir.” buyurmuştur. Her zamanda Nur-u Muhammed’in mazharı olan insan-ı kamil vardır. Onun firavunu da Nur-u Muhammed’in zuhuruna, gerek kendi nefsinden, gerekse afaktan gelen her türlü engellemelerdir. İşte arif ve kamil bir kul, firavunuyla, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki marifetiyle cenk eder. Bunu beyanla Hz. Resulullah “Nefisle yapılan harp büyük harptir / cihaddır.” buyurmuşlardır. Fehmi Efendi Hazretleri “Hz. Musa, firavunla hangi hidayet mazhariyetiyle ve kemalatla mücadele etmişse, ben de bugün aynı hidayetle, yani tevhid-i hakikinin irfaniyet ve kemalat asasıyla, bu günkü firavunla cenge, yani harb etmeye geldim.” diyor. Şol Zülkarneyn gibi alem gezerken Memba-i mağribin gölüne geldim Kuran’da özetle; Zülkarneyn’e yeryüzünde bir saltanat ve güç verildiğini, mağrip yani batıya sefer edip orada bir toplulukla karşılaştığı, güneşin balçıktan bir göle battığını gördüğü; maşrık, yani doğuya sefer edip orada güneşten saklanmayan bir toplulukla karşılaştığı; daha sonra söz dinlemeyen bir topluluğun olduğu yere gittiği ve Yecüc-Mecüc bozgunculuğundan korkan bir topluluğa yardım ettiği beyan edilir. (Kehf, 83–98) Ayetlerinden özetlediğimiz Zülkarneyn’in kıssası, bu günkü mana ve muradı itibariyle şöyledir: Ehl-i kemalin Allah’a yakınlığı iki mertebenin hal ve neşesiyledir: Biri vahdet hali olan Hakk’ın zuhurunda kulun batın olmasıdır, yani kurb-u feraiz mertebesi yakınlığıdır. Diğeri, Hakk’ın kendi bedeninden 289 halkı ihraç, zahir edip de o halk zuhurunda Hakk’ın batın olmasıdır. Ki, bu da kurb-u nevafil mertebesi yakınlığıdır. Yecüc-Mecüc’ten korkan topluluk ise, daim zikir ve ilm-i tevhid irfaniyetinden nasiplenmemiş olanların topluluğudur. Zülkarneyn’in alem gezmesi ise, Allah’ın bu yakınlık mertebeleriyle olan tecellilerine arif ve aşina olmasıdır. Bu itibarla memba-yı mağrip gölü, kurb-u nevafil neşesidir. Bu marifet mazhariyetiyle Zülkarneyn, vahdetin kesretle olan zuhuruna arif ve vakıftı. İşte Zülkarneyn’e verilen saltanat bu iki yakınlık kemalat mazhariyetidir. Yecüc-Mecüc’ten korkanlar, yani Hakk’ın kendi nefsimizdeki ve mevcuttaki tecellilerinden gafil ve perdeli olanlardır ki, bu gibiler her zamanda Zülkarneyn’in şahsında beyan edilen kemalat ve irfaniyetin irşadına muhtaçtırlar. Çünkü tevhid-i hakiki irfaniyetiyle ancak kul, Yecüc-Mecüc olan gayriyet ve masivadan ebediyen kurtulur. Bunu beyanla Arifibillah Hasan Fehmi Hazretleri “Zülkarneyn, hangi marifetle alemleri gezip doğuya, batıya ve Yecüc-Mecüc’ten korkanlara gittiyse, o kemalat ve marifet, bu gün beni de bu alemlerde gezdiriyor.” diyor. Ve devamla “Bu seyrimde mağribe yani batıya gittim, oradaki gölden su içtim. Yani kurb-u nevafil makamının keşfine mazhar oldum.” buyuruyor. Allahualem. Bir gece Muhammed ile miraçta ‘Ev edna’ bahrini seyrana geldim Ev edna; Hz. Resulullah’a mahsus olan ehadiyet makamıdır. O makam, seyr-i sülukun yani fena ve beka mertebelerinin sonuncusudur. İster nebi, ister veli olsun, hiç kimse o makamı telkin edemez. Makam-ı ehadiyete, Hz. Peygamber Efendimizin müsaadeleriyle ve teberrüken girilir. Demek ki Hasan Fehmi Efendi, Hz. Peygamber Efendimizin müsaadeleriyle, bu makamda Peygamber Efendimizi ziyaret etme hidayetine mazhar olmuş ki, onu beyan ediyor. Kenz-i mahfi idim ilm-i ezelde Talibi’yim tende mihmane geldim Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir Bey “Hiç kimse insanlığını davetsiz açığa çıkaramaz.” buyurmuştur. Bu hidayet davetçiliği her zamanda ya bir peygamberin ya da insan-ı kamil olan bir velinin unsur bedeniyle açığa çıkar ve etrafını o hidayet kemalatıyla irşat ederek aydınlatır. Bunu beyanla zamanın mürşid-i kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri “Benim suretimde, tenimde misafir olup, davet ve irşadımda zahir olan kemalat, cümle enbiya ve evliyanın mazhar olduğu hidayet yüklü irfaniyet ve kemalatın aynıdır.” diyor. 290 * * * 62 291 Uluhiyette ehad Sensin Allah’ım benim Senin şanındır samed Sensin Allah’ım benim Kureyşliler, Hz. Resulullah Efendimize ‘Senin bizi davet ettiğin ilah nasıldır?’ Diyerek sual sordular. Bunun üzerine “Kul hüvallahü ehad, allhüssamed, lem yelid, ve lem yuled, ve lem yekün lehü küfüven ehad. / De ki; o Allah’tır, bir tektir. Allah’tır sameddir. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır O. Hiç bir şey O’nun dengi / benzeri değildir” (İhlas suresi) inzal olmuştur. Demir Ali Efendi “Zat-ı ilahiye ehaddır. Sıfat-ı sübutiye uluhiyettir. Ef’al-i ilahiye ise samedaniyettir.” diyor. Bu itibarla, Allah sayıyla, rakamla ifade edilemeyen bir tekliktir, Ehaddır. Hakk’ın ehad olan zatı tekliğinden zuhuru tecellisi ise, uluhuyettir, yani Allah’lığıdır. Hz. Pir Efendimiz “Uluhiyet mevcudat ve madümata şamildir.” buyuruyor. Yani uluhiyet, mevcut olup görüneni de görünmeyeni de kuşatır, demektir. Zatı-ı ehadiyetin, sıfat-ı sübutiye zuhuruyla görünen ve görünmeyenlikteki tecellisi uluhiyettir, yani Allah’tır. Ve her şey dediğimiz cümle alemleri, varlıkları ve eşya olan halkı Allah yaratır. Yani bunlar uluhiyetten yaratılıp, halk olunur ki “şey” eşyanın cem’i, yani toptan ismidir. Bir varlığın adı hatırlanmadığında o varlık, şey olarak ifade edilir. İşte ‘her şey’ dediğimiz de isimlerden meydana gelen cümle varlık ve alemlerdir. Demek ki, görünen ve görünmeyen ve mazhar-ı esma olan cümle alemleri ve varlıkları meydana getiren sıfatı sübutiyedir ve cümle sıfatta mevsuf Allah’tır. Bu itibarla uluhiyette ehad demek, cümle sıfat-ı sübutiyenin mevsufu olan Allah’ın zatı tek’dir, ehaddır demektir. Samed ise, cümle ihtiyaçların arz edildiği yer demektir. Allah samed olmak itibariyle, onun ihtiyacı kendisinden yine kendisinedir. Bu itibarla, Hakk’ın mutlak yönü sıfatlarıdır, mukayyet yönü ise esma ve ef’alinden oluşan eserlerdir. Yani fiillerin isimlenmesiyle oluşan suretlerdir ki, bütün suretler mukayyettir, yani birer kayıttır. Hakk’ın, batın olan mutlakıyetinden zuhura getirdiği mukayyet olan suretlere kul ve halk denildi. Cenab-ı Hak, mutlak yönüyle halka emretti ve mukayyet olan halktan kulluk istedi. Mukayyet olan ise, kul ve aciz olduğu için mutlakıyete yönelip ondan yardım ister ve ona sığınarak, ona kulluk eder. Bu itibarla Hak, batın yönüyle mutlak ve mabuddur; zahir yönüyle ise mukayyet olup abiddir, kuldur. İşte samed olan Allah’ın ihtiyacı kendi zahirinden kendi batınınadır, vesselam. “Doğurmamıştır, doğurulmamıştır O.” Beyanının manası ise: Allah’ın varlığı, O’na başka bir yerden gelip intikal etmediği gibi, 292 Allah’ın varlığı kendi varlığından başka bir yere de gidip intikal etmedi, demektir. Her şey dediğimiz cümle varlıklar, Allah’ın tecellilerinden başka bir şey olmaması itibariyle “Hiç bir şey O’nun dengi / benzeri değildir” buyrulmuştur. Bu itibarla Allah zat-ı mevcudiyetiyle, eşi, benzeri ve dengi olmayan tekdir / ehaddır. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Sen, benim Allah’ımsın, uluhiyette ehadsın ve samedaniyetinle şan alırsın, ben seni böyle bilirim.” diyor ki, samedaniyetin şan alması, uluhiyetin ef’ali ile zuhur eden hiç bir tecellisinin, birbirinin aynı olmamasıdır. “…O her an yeni bir iş ve oluştadır.” (Rahman, 29) beyanındaki gibi, Allah’ın şanı, her tecellideki tekliğidir. Bu aynı denizin dalgası gibidir ki, deniz devamlı dalgalanır; fakat hiç bir dalga bir diğerine benzemez. Her gelen dalga tektir. Allah, her şeyi en iyi bilendir. Dünyayı var etmeden Adem’ i halk etmeden Ruhlar ‘beli’ demeden Sensin Allah’ım benim Dünya, bu yeryüzü alemi ve ahvalidir. Dünya da bir halkiyettir / yaratılmadır. Bütün her şey dediğimiz bu varlık alemi, uluhiyetin tecellisi olan yaradılıştır. Bu itibarla Allah her şeyi, cümle varlık alemini, kendi varlığından zuhura getirip halk ettiği gibi, Hz. Adem’i de yeryüzünde kendi halifesi olarak yarattı. Ruhların ‘beli’ demesi ise, alem-i ervahta ruhların halk edilip “elestü bi Rabbiküm – kalu bela / Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet sen bizim Rabbimizsin biz buna şahidiz.” (Araf, 172) ahitleşmesidir. Ruhlar aleminde Cenab-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna herkes istisnasız “bela / evet” dediler. İşte alem-i ervahtaki bu ahirleşme dahi bir halkiyettir, yaratılmadır. Çünkü halk dediğimiz her şey yaratılmış olan demektir. Cümle halkiyetin aslı sıfat-ı sübutiye olup, sıfat-ı subutiyenin mevsufu ise Allah’tır. Görünen ve görünmeyen her ne varlık ve alem varsa, sıfatların zuhurudur. Bunlar yaratılmadan önce Allah vardı. Yani, esma ve ef’al ile tecelli etmeden evvel Allah, cümle sıfatlarda mevsuf olarak mevcuttur demektir. Allahualem. Ben bir cüz-i akdemim Ruhundan üflenmeyim Güneşten bir zerreyim 293 Sensin Allah’ım benim Cüz-i akdem; evvel / önce ve önemli küçük varlık demektir. İnsan, suret-beden varlığı yönüyle, güneş sistemi dahili olan bu alemde çok küçüktür, zerredir. Fakat suretini ayakta tutan ruhu, hakikati yönüyle ise, çok şerefli ve uludur. Kur’an-ı Kerim’de “Onu kıvama erdirip, içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad, 72) buyrulmuştur ki, insanın ruhu Cenab-ı Hakk’ın ruhundan üflenmiş olması itibariyle, insan kıymetli ve şereflidir. Bu mevzuda Hasan Sezai Hazretleri: “Gerçi nazarda görünür sugra, Ol imiş amma alem-i kübra, Surette katre manada derya, Her ne dilersen dile Adem’den dile buyurur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Ben senin ruhundan olmaklıkla varım / zindeyim. Varlığımın kıdemi, önem ve kıymeti bundandır. Yoksa bu unsur aleminde suret olarak bir zerreyim. Gerek suretim gerekse ruhum, senin varlığının gayrsı olmayıp, benim ilahım, Allah’ım sensin. Uluhiyetinle bende sen zahirsin.” Diyor . Ben katreydim yol aştım Akıp nehre ulaştım Çağlayıp bahre düştüm Sensin Allah’ım benim Katre, damla demektir. Dağın yüceliğinde su, bir damladır, sonra damlalar akarsu ve dere olur, dereler nehir olur, nehir de denize ulaşıp deniz olur. Fehmi Efendi Hazretleri “Kendi varlık dağımın yüceliğinden, tenezzülle eriyip ehl-i kemalin, ariflerin meclisine dahil oldum. Mazhar olduğum zikr-i daim ve meratib-i tevhid keşfi irşadıyla, cehalet ve zandan oluşan nispet varlıklardan kurtulup hakikat denizine, yani zat-ı ilahi mevcudiyetine vasıl oldum.” diyor. Fehmi’de sen alimsin Her umurda hakimsin Sen duyar, sen görürsün Sensin Allah’ım benim Kur’an’da “…şüphesiz / kuşkusuz Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Nahl, 74) buyrulur. Cenab-ı Hak bir çok ayette ilim sahibi olup, alim olduğunu beyan eder. Yine Kur’an-ı Kerim’de ki “Gaybın anahtarları 294 O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. O karada ve denizde olanı da bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşemez…” (Enam, 59) beyanından da anlaşılacağı gibi, Allah ilmiyle her umurda, yani emrinde ve cümle kullarında hakimdir. Yine Kur’an’da “…Allah kullarından görücüdür.” (Al-i İmran, 15-20) buyrulur. Fakat zahir alimler, bu ve benzeri ayetleri tercüme ederken, tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olduklarından, “Allah kullarını görücüdür.” veya “Allah kullarını en iyi şekilde görür..” gibi manalar vererek, kendi anlayışlarına göre yorumlu tercüme yapıyorlar. Ehl-i kemal olup, ilimde derinleşmiş alimler ise, bu ayetleri “Allah kullarından görücüdür.” olarak tercüme ederler ki, bu ayetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi Allah, cümle kullarından görendir. Başka bir ayette ise “Kuşkusuz / şüphesiz O her şeyi işitir ve bilir.” (Şuara, 220) buyrulur ki, kullarından gören ve bilen Allah, aynı zamanda kullarından duyup da işitendir. Velhasıl bu ayetlerin mahiyetini zikri daimle makamat-ı tevhit keşfi irfaniyetine ulaşmayanlar anlayamaz. Her kim, meratib-i ilahinin tevhid-i sıfat mertebesinin keşfi irfaniyetine ererse o; Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelam, Görmek, İşitmek ve Tekvin olan; cümle sıfat-ı sübutiyenin kendindeki ve afaktaki zuhurunda mefsuf’un Allah olduğu müşahedesine ulaşır. İşte böyle bir kimse kendinde ve cümle alemdeki sıfatı subutiyede mefsuf olan cenabı Hakk’ı görüp müşahade eder. Ki bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Fehmi’de sen alimsin, sen duyar, sen görürsün.” diyor ve devamla “Meratib-i ilahi müşahedesiyle anladım ki, senin uluhiyetin, cümle sıfat-ı subutiye ile görünen ve görünmeyen bütün alemlerde ve bende mevcut olduğundan, sen benim Allah’ımsın.” diyor. Ruhu şad olsun. * * * 295 63 Her zaman bülbül gibi efgan edeni severim Açılıp güller gibi handan olanı severim Bülbül daima gülün derdi ile öter, figan eder. Çünkü onun maşuku, sevgilisi güldür. İnsanın yaradılışının bir gayesi, maksadı vardır. Bu gaye Hakk’ı tanımak ve O’na kavuşmaktır. Ayette “Biz gökleri, yeri ve arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık ama onların çokları bilmiyorlar.” (Duhan, 38-39) Başka bir ayette ise “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet / kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) buyrulmaktadır. Sahabeden İbni Abbas (ra) ve bazı büyükler, bu ayette ifade edilen abidlikten / kulluktan maksadın, arif ve muvahhid-i hakiki olmak olduğunu buyurmuşlardır. İşte insanın halkiyatının gayesi arifibillah olmak ve ehl-i tevhid-i hakiki olmaktır. Kulluktan maksat budur. Bir kimse kulluk kemaline ancak makam-ı insanla ulaşır. Makam-ı insan ise, Nur-u Muhammed mazhariyetidir. Bu itibarla, meslek-i Resul’ün kemalat ve marifeti, hidayet-i Nur-u Muhammed olduğundan, onun gül kokusu, ehl-i zikrin ve aşıkların yegane gıdasıdır ve cümle ehl-i aşk, Nur-u Muhammed’in bülbülüdür. Ehl-i tevhid-i hakiki ariflerinde zahir olan irfaniyet, gül kokusu olan Nur-u Muhammed mazhariyetidir. Onlar bu mazhariyetle efgan ederler, yani sohbet edip irşat olurlar ve irşat ederler, vesselam. Gülün handan gibi açılması demek ise, Nur-u Muhammed neşesinin, salikin anlayışında, sohbet ve tavırlarında açığa çıkması demektir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Meslek-i Resul’e dahil olmuş, zikrullah ve muhabbetullahla bülbül gibi figan edip meşgul olanı ve açılıp güller gibi handan olanı severim.” diyor. Misl-i behime olup bidert olanı sevmezem Mübtela-yı biilaç dertlileri çok severim Misl-i behime, hayvan gibi yiyip içen ve tabiatla meşgul olup, nefsinin istek ve hayvani lezzetlerinden başka şey düşünmeyen kimse demektir. Bunlar, hep hayvani istek ve arzuları galip olan, fakat insanın makamı nedir, gerçek kulluk ve yaratılışının gayesi nedir, diye düşünmeyip, böyle dertleri olmayan kimselerdir. Biilaç dertli demek, ilacı bulunmayan derde düşmüş olan demektir, yani Allah derdi ile dertlenmiş olandır. 296 Allah derdinin haricindeki cümle dertlerin, her yerde bir ilacı ve çaresi vardır, bulunabilir. Fakat Allah derdinin çaresi, ilacı ise zikr-i daim ve makamat-ı tevhit irfaniyetidir. Bu da ancak kamil mürşitte bulunur, başka bir yerde, yani eczanede, doktorda, her alimde ve her bir mürşidde bulunmaz. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Hayvani bir yaşantıyla yaşayıp, yaradılış gayesini araştırmayıp, derd-i ilahiyle dertlenmeyenleri sevmem, her yerde ilacı bulunmayan bir dert olan derd-i ilahiyle dertlenenleri severim.” diyor. İzzü cah ile küşad mağrurları ben sevmezem Fakrile fahreyleyip izzet bulanı severim İzzücah ile küşad mağrur olmak; kendini ulu, büyük göstererek gururlanmak ve bu halinden keyif almak demektir. Kuran’da “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme, yeryüzünde kasılarak yürüme, çünkü Allah kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman, 18) Buyrulmuştur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Cehaletle var zannettiği nispet varlığıyla öğünen, benliğiyle büyüklenip böbürlenen mağrurları ben sevmem.” diyor. Hz. Peygamber Efendimiz miraçta üç defa “Fakirlik benim iftiharımdır.” buyurdu ki, bu fakirlik maddi anlamda değildir. Maddi anlamda Hz. Peygamber Efendimiz zengindi. Burada üç defa tekrar edilerek beyan edilen fakirlik, nisbet varlık itibariyledir. Bu fakirlik kendine nisbet ettiği fiillerin yokluğu / fenası fakirliğidir. İkincisi, kendine nispet ettiği sıfatların fenası / yokluğu fakirliğidir. Üçüncüsü ise, kendine nispet ettiği vücudun fenası / yokluğu fakirliğidir. Velhasıl Hz. Resulullah Efendimizin iftihar ettiği fakirlik, fenafillah fakirliğidir. Fehmi Efendi Hazretleri “Böyle fenafillah fakirliğiyle makam-ı izzete, yani kulluğun kemaline ulaşıp da o fakirlikle iftihar edenleri severim.” diyor. Tac ile hırka giyip suret düzeni sevmezem Tac-ı nurani olup beka bulanı severim Eskiden tekkelerde özel kıyafetler giyerlerdi. Şeyhler taç giyer, tahtta, postta vb. yerlerde otururdu. Müritler ise, o tekkeye mahsus olan ve oraya aidiyetlerini ifade edip belirten kıyafetler giyerlerdi. Bugün dahi bazı tarikatlar ve cemaatler bu uygulamayı devam ettiriyorlar. Özel kıyafetler giyiyorlar, sarık sarıyor, taç giyip posta çıkıp şeyhlik yapıyorlar. Bu tavır ve hallerini de sanki bir kemalat ve marifetmiş gibi etraflarına, ilgi alanlarına teşhir edip gösteriyorlar. Mensubu oldukları 297 tarikat ve cemaate aidiyetlerini belirten, adeta tek tip üniforma gibi kıyafetler giyip, kendilerini bu kıyafetlerle teşhir ediyorlar. Bunlar, İslam ahlakına uygun ve toplumun genel kabulü olan kılık ve kıyafetleri de giymeyip, halk içinde tefrika, yani ayrımcılık yapıyorlar. Bu yaptıklarını, bir de imanımızın gereği gibi ifadeler kullanarak, kendilerini dindar, dinine ne kadar düşkünmüş gibi gösteriyorlar. Bunların hiç biri kemalat değildir. Kamil, olgun bir Müslüman, İslam ahlakına uygun ve içinde yaşadığı toplumun genel kabulleri olan kılık, kıyafetleri giyerek avret yerlerini, cinsiyet azalarını örter. Eğer halkın genel kabulü, ekvator ülkelerindeki gibi peştamal sarmaksa onunla örtünür; takım elbise giymekse onu giyer, kutuplarda ise o halkın giydiği kürk kıyafetleri giyer, vesselam. Kamil, olgun bir mümin, suret düzmekte kemalat aramaz. Onların tacı, irfaniyet ve kemalatlarıdır. Muhammedi ahlak ise, hal ve tavırlardır. Onlar Hakk’a vuslat bekasıyla, yani ölümsüzlükle şereflenenlerdir. Bu itibarla, Fehmi Efendi Hazretleri “Taç ve hırka ile, yani şekil-suret düzmekle, kılık kıyafetle uğraşanları sevmem, meratib-i tevhid irfaniyetiyle aydınlanmış, nurlanmış ve ölümsüzlüğe kavuşup, beka bulanı severim.” diyor. Ruz u şeb esma ile şaşkın olanı sevmezem Ol müsemmadan haberi var olanı severim Ruz u şeb esma ile şaşkın olmak; sabah, akşam sayı-adetle Allah’ın isimlerinden bazı isimleri ve salavatı günde üç yüz, beş yüz defa söyleyip sayıyla tespih çekmektir. Böyle tespih çekmeler, adı sanı ne olursa olsun, bugün dahi bir çok tarikat ve cemaatlerde devam etmektedir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olup açığa çıkan Meslek-i Resul-ü Melamiyyedeki zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden habersiz olan cümle tarikat ve cemaatlerde; ufak tefek değişikliklerle bu uygulamalar halen vardır ve devam etmektedir. Yani adetle sayıyla esma-yı hüsnadan bazı isimleri tespih ile anarlar ve bunu da, kulu kemale ulaştıracak olan zikrullah olduğunu zannederler. Bu, Kuran’da beyan olan ve Allah’ın kullardan yapmasını istediği zikr-i daim değildir. Kuran’da “Bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı, size öğrettiği gibi zikredin.” (Bakara, 239) Buyrulur. Zikrullah, Kur’an’ın emri olup; nasıllığını ve niceliğini her mürşidin bilmediği, ancak mesleki Resul’ün irşadından nasiplenmiş olan mürşid-i kamilin, Kuran’ın denetiminde, vahiyle çelişmeden tarif ettiği daim zikirdir. İşte kulu kemale ulaştıracak olan zikrullah, daim zikirdir. Eskiden tekkelerde herkese ilm-i tevhid-i hakiki eğitimi verme imkanı olmadığından, tekkenin kapasitesine göre talebe alınıp kabul edi298 lirdi. Fakat tekkelere müracaat çok fazla olduğu için, müracaat edenleri elemeye, imtihana tabi tutarlardı. Bundan maksat, hem müracaat edenlerden samimi olanları tespit, hem de sayıyı kapasiteye göre azaltmaktı. İşte bu tesbihat, yani Allah’ın isimlerinden bazılarını sayı ve adetle çekip anmak, o zaman eleme metodu olarak uygulanırdı ki, fazla ibadetler de yaptırılırdı. İşte bunlara dayanan dayanır, dayanamayanlar memleketlerine geri dönerlerdi. Sabır ve sebat edip kalanlara ise, tekkenin gerçek eğitimi olan daim zikir ve makamat-ı tevhid telkin ve tarif edilirdi. İşte, tekkeye gidip de oranın gerçek eğitimi olan daim zikir ve makamat-ı tevhid irşadına mazhar olamadan, memleketlerine geri dönenler; kendilerine eleme ve imtihan amacıyla, adetle, üç yüz, beş yüz, bin, iki bin her ne kadarsa, çektirilen bu tesbihatları ve fazladan yaptırılan ibadetleri, o tekkenin gerçek eğitimi olarak algılayıp, bu tesbihat ve fazla yapılan ibadetleri memleketlerinde de devam ettirerek, başkalarına da öğretirlerdi. Yani ben falanca tekkenin mürşidine gidip biat ettim, onun dersi budur deyip, bu virdleri ve dersleri o mürşidin gerçek irşadı zannederek devam ederlerdi. İşte bu gün dahi devam ettirilen bu usuller, nakıs / eksik yani kamil olmayan, fakat mürşitlik yapan kimseler tarafından, geçmiş meşhur velilerin isim, unvan ve popülaritesi kullanılarak, biz falanca geçmiş büyüğün yolundayız, diyerek devam ettiriliyor. Yani Hz. Mevlana’nın Yunus’un, Hacı Bektaş Veli’nin, Bahaeddin Nakşibend’in, Muhiddin Arabi’nin, Hacı Bayram Veli gibi kamil insanların isimleri kullanılarak, bu tesbihatlar ve fazla ibadetler devam ettiriliyor. İşte her kim ki, böyle kamil olmayan nakıs bir mürşide varırsa, ona da bu tesbihatlar, yani esmalar şu kadar bu kadar çektirilir ve bunlar kulluğun marifet ve kemalatıymış gibi ona empoze edilir. Eğer mürit, kendisine yapması söylenen fazla ibadetleri ve esmaları yapar da, bende bir gelişme olmadı derse, fazladan yaptırılan ibadetleri ve tesbihatı arttırırlar, sonra tekrar arttırırlar ve mürit bunları yapamayacak hale gelir. O zaman da, sen bunları yapsaydın gelişirdin, olgunlaşırdın derler. O mürit de, ben derslerimi yapamadım, yapsaydım bende kemalat hasıl olurdu anlayış ve evhamına kapılarak yaşar. Kamil olmayan o mürşidi, cemaati terk edemez. Ömrü nakıs, kamil olmayan şeyhten, mürşidden nazar, himmet beklemekle geçer. Böyle bir mürit, hayatın akışı içinde bir iyiliğe muhatap olursa bunun, şeyhinin himmet veya nazarıyla olduğu ona ima edilir veya doğrudan söylenir. Yine mürit hayatın akışı içinde her hangi bir olumsuzluğa, kötülüğe muhatap olursa, bunun şeyhine sadakatsizliğinden olduğu ona söylenir veya ima edilir. Velhasıl, nakıs, kamil olmayan bir mürşide mürit olup, gece gündüz sayıyla tesbihat ve fazla ibadetle meşgul olanlar, halkiyatının, yani yaradılışının gayesi olan kulluğun kemal ve marifetini bulamaz, şaşırmış bir 299 şekilde yaşarlar. Böyle bir kimsenin vehim ve zanları ona engel, perde olur ve gerçek kamil mürşidi arayıp bulmaktan ve onun daim zikir ve makamat-ı tevhid marifetiyle olan irşadından mahrum kalır. Bu itibarla “Gece gündüz esma çekip de, bu halini bir marifet zanneden şaşırmış kimseyi ben sevmem. Zikr-i daimle makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşıp, cümle esmaların müsemması olan makam-ı uluhiyetten haberdar olup, Hakk’a vasıl olanı severim.” buyruluyor. Dört duvar içinde halvet eyleyeni sevmezem Dost ile cilvette halvet eyleyeni severim Daha evvelki beyitlerin açıklamasında geçtiği gibi, eskiden tekkelerde verilen eğitim metotlarından biri de halvettir. Yani müridi hücreye, dört duvar arasına kapatırlar ve perhiz yaptırırlardı ki, buna halvet denirdi. İşte bu ve benzeri eski tekke geleneklerini kaldıran Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Yirminci yüzyıl ilimde, fende çok gelişmelerin olacağı asırdır.” buyurarak; böyle çile çekip, halvete kapanmak gibi eğitim metotlarını kaldırmış ve salike doğrudan zikr-i daim ve makamat-ı tevhidi telkin etmiştir. Her kim ki, Pir Seyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnifi ve tarifi açığa çıkmış olan meslek-i Resul’e dahil olursa, ancak o kimse, zikr-i daim uyanıklılığına kavuşabilir ve tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle, kendinde ve her yerde mevcut olan Hakk’a arif ve vasıl olur. İşte daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşan bir kulun halveti, cümle halk ve eşyada Hak’tan gayrı görmemesidir. Cilveti ise, Hakk’ın tecellilerinin müşahedesiyle neşelenip coşmasıdır. Niyazi Mısri Hazretlerinin; Halvetten ettim rıhleti Kesrette buldum vahdeti, Pazarda kurdum halveti, Ruz-u şebim iyd u berat dediği gibidir. Niyazi Mısri Hazretleri: ‘Dört duvar arasında bir hücrede yapılan halvetten kaçtım, ben kesrette / çoklukta vahdeti, yani halkta Hakk’ı buldum. Ben bu halveti; tenhada, hücrede değil, pazarda, yani beşeri yaşantımın faaliyet ve aktivitesini terk etmeden yaptım. Böyle bir irfaniyete erişince, gecelerim berat gecesi, gündüzlerim ise hep bayram oldu.’ diyor. Çünkü Cenab-ı Hak, kulun her faaliyetinde, aktivitesinde ve her yerde mevcut ve apaçıktır. Ayette “O zahirdir…” (Hadid, 3) Buyrulmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz ise “Rabbiniz apaçıktır. O’nu 300 örtecek hiç bir şey yoktur.” diyor. İşte kulluğun yüce kemalat ve marifeti, cümle varlık ve eşyada mevcut ve zahir olan Hakk’a arif ve vasıl olmasıdır. Bu itibarla “Tenhaya çekilip de hücrede halvet etmeyi bir marifet zanneden kimseyi sevmem. Gerek kendi nefsinde, gerekse afakta, yani cümle varlıkta mevcut ve dost olan Hakk’a kavuşup, daima Hak’la cilvet edeni severim.” demektir. Talibi der ki kafeste papağanı sevmezem Cism-i Kaf’tan içeri Anka olanı severim Papağan kendisine öğretilen kelimelerin anlam ve mahiyetini bilmeden, takliden konuşan ve kafeslerde tutulan bir kuştur. Ehl-i kemal olan büyükler, Kaf dağı, dağların en yücesi olup, o dağa ancak Anka kuşunun yükselip ulaşabildiğini beyan etmişlerdir. Cism-i Kaf, cehaletle nisbet vücudu var zannedilen suretlerdir; kulun kendi nispet benliği ise, onun Kaf dağıdır. İşte bu nispet varlık Kaf’ına; zikr-i daim ve meratib-i ilahi irfaniyetiyle, nispetlerin yokluğuna arif olup, kendi yokluğunda Rabbine kavuşmuş olmakla Anka olan ehl-i kemal çıkıp yükselir. Anka olup, suret Kaf’ını aşıp da Rabbine vasıl olan ehl-i kemalin sureti ve cismi, ona kafes olmaz, yani onun cümle tecellide Rabbini müşahedesine engel ve perde olmaz. Hz. Peygamber Efendimiz “Allah’ım bana eşyanın iç yüzünü / mahiyetini bildir.” Buyurmuştur. Eşya denilen cümle varlıklardır ve cümle varlığın hakikat-i mahiyeti Hak’tır. Eğer Cenab-ı Hak, eşyadan varlığını almış olsa hiç bir varlık kalmaz. Bir kimse mevcuttaki Hakk’ın varlığına vuslat edip, O’nu müşahede edememişse, o kimse eşyaya vücut nispet eder, cehaletle kendinin ve alemin zannettiği varlık, onun kafesi olur ve varlık kafesinin gaileleriyle yaşar. Böyle bir kimse, Kur’an’ın, Hz. Peygamber Efendimizin ve velilerin beyanlarının mahiyet ve hakikatinden habersiz bir şekilde, aynı kafeste kendisine öğretilenlerin mahiyetini bilmeden konuşan papağan gibi, takliden kulluk yapar. Kur’an-ı Kerim’de “O’nun yanında nelere ibadet, kulluk ediyorsunuz. Sadece birtakım isimlere ki adlarını siz ve atalarınız koymuştur…” (Yusuf, 40) Buyrulur. Mevcut olan Hakk’ın varlığından gafil olanlar, cümle isimlere nispet varlık izafe ederler, yani isimlere cehaletle nispet vücut verirler. Her kim, böyle cehaletle kendine ve aleme nispet vücut isnat ederse; o varlık, kendisine perde olup, bu cisim ve suretler onun kafesi olur ve o kul, Rabbine kavuşamaz. Böyle bir kimsenin hali, aynen kafesteki papağan kuşunun takliden konuşup da söylediğinin mahiyetinden gafil olarak yaşaması gibi olduğundan, Hasan Fehmi Hazretleri “Kendine ve aleme nispet vücut isnat ederek Hak’tan gafil ve 301 perdeli olanı sevmem; suret ve cisim Kaf’ını aşıp, Rabbine vuslat etmiş ehl-i kemali severim.” diyor. Allahualem. 302 * * * 64 Mest ü medhuş olmuşum ben aşık-ı biçareyim Dertliyim derdim içinde arzu-yu dermaneyim Aşık olanın çaresi hiç bir yerde bulunmaz. Onun çaresi, illaki maşukudur, ilahi sevgilidir. Dertlinin isteği, arzusu da illaki derdine dermandır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Allah aşkı ile sarhoş, mest olup kendimden geçtim. Fakat derd-i ilahiye de mazhar olup, dert içinde kaldım ve derdime derman arıyorum.” diyor. Meleklerde aşk vardır, fakat dert yoktur. İnsan ise, hem aşka hem de derde mazhardır. İşte insanın melekten üstünlüğü, dertli olabilmesidir ki, dert insana terakkiyet getirir. Meleklerde dert olmadığı için terakki edemezler. Onun için melekler, emir ve yasaklarla mükellef değildirler. Melekler kendilerine sadece emredileni yaparlar ve o emri yapmamayı bilmezler, kuvva mazharıdırlar. İnsan ise hem emre, hem de yasağa muhatap olduğundan, emir ve yasakla mükelleftir. İşte insan, bu dertlenebilme mazhariyetiyle terakki ederek yükselir de, meleklerden üstün olur. Alçalarak, hayvanlardan aşağı da olabilir. Velhasıl bir kulu hayvanlıktan kurtaran Allah aşkıdır, meleklerden ileri götüren ise Allah derdidir. Çünkü dertli olan araştırır, sorar ve çareyi bulur. Yani derd-i ilahi, dertliyi arzu ettiği derman-ı ilahiye götürür. Vesselam. Dün ü günü asker-i aşk davet ettim haneme Yağma oldu hep imaret şimdi ben uryaneyim Aşk askeri, aşığın aşk-ı ilahi ile ulaştığı hidayet yüklü marifetidir. Allah aşkı kulu, Allah hakkındaki cehalet ve zanlardan oluşan, sağlam kale gibi anlayışlardan kurtarıp, ilahi sevgiliye götürüp kavuşturur. Kulun kendi varlığını Hak’tan ayrı zannetmesi onun imaretidir. Bu cehalet ve zanların oluşturduğu kale gibi olan imaret, aşk-ı ilahinin kulu ulaştırdığı hidayet marifetiyle yağma olup, hep dağılır. Yani aşığın fenafillah keşfi irfaniyetiyle cümle nispet varlıklardan soyunarak, üryan olup, kendine nispetle varlığının kalmamasıdır. Allahualem. Aşıkım aşka giriftar yanarım her subh u şam Terk edip mal ü menali bir aceb viraneyim 303 Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri “Kulu Hak’tan ayıran gayriyet muhabbeti, üç esas üzeredir: Bunların birincisi; mal, mülk sevgisidir. İkincisi, aile efradı, ev halkı, çoluk çocuk sevgisidir. Üçüncüsü; can sevgisidir.” diyor. İşte bu muhabbetler kulda gayriyet ve masivayı oluşturur ve kulu Rabbinden ayırır. Fakat her kim ki, aşk-ı ilahiye mazhar olursa, o kulda, onu Rabbinden ayıran gayriyet, masiva muhabbeti kalmaz. Onun muhabbeti, aşkı Allah’a olur ki, böyle bir aşk, kulu mal mülk, evlad-ı iyal ve nispet varlık olan can sevgisinden uzaklaştırır da o aşık, ilahi sevgiliden başkasına muhabbet etmez. Böylece ilahi aşk kulun, gayriyet, masiva olan nispet varlığını virane yapar, vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Aşk-ı ilahiye mazhar olduğumdan beri, gece ve gündüz ilahi sevgilinin aşkıyla yanıyorum, mal u menal olan gayriyeti terk ettim de nispet varlığım viran oldu.” diyor. Ta ezelden döndü kaldı üstüme bu aşk benim Yıktı varlık şehrini baştan başa viraneyim Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı halk ettim / yarattım.” diyor. Bu itibarla her kulun ezelinde, yani yaratılışında muhabbetullah, Allah aşkı vardır. Kul, ancak yaradılışından mazhar olduğu bu aşkla, yaratanını, yani Hakk’ı bulup da O’na kavuşabilir. Fakat kul, Rabbine arif olmak olan yaradılış maksadından uzaklaşır da, mazhar olduğu bu aşkla Rabbine vuslat aramazsa, onun muhabbeti daima masivaya, gayriyete olur. Bu itibarla, herkes muhakkak bir şeyi sever. Kimi mala, kimi karşı cinse, kimi tabiata, kimi güzel sanatlara, spora vb. muhabbetini, aşkını sarf ederek harcar. Kulun her bir meşguliyetinin temelinde muhakkak muhabbet, aşk vardır. Halbuki kulda yaratılışından, yani ezelinden var olan aşk ve muhabbet, kulun yaratıcısını yani Rabbini bulup, O’na kavuşması içindir. İşte her kim ki, ta ezelden, yani yaratılışından beri kendinde var olan muhabbetle, kamil bir mürşid bulur da onun irşadı olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi marifetiyle şereflenirse, o kulun muhabbeti muhabbetullah, aşkı ise ilahi aşk olur. İlahi aşkla şereflenen kulun ise gayriyeti kalmayıp, nispet varlığı baştanbaşa yıkılır, viran olur. Allahualem. Maşukun gamze-i çeşminden dokundu bir kabes Yaktı kül etti vücudum sanki bir pervaneyim 304 “Maşukum, ilahi sevgilim bana göz kırptı. Öyle bir tecelli etti ki, pervanenin ateşte yanıp kül olması gibi, nispet vücut varlığımı yakıp kül etti.” demekle, Fehmi Efendi Hazretleri; fenafillah keşfi marifetine ulaşıp, fena-yı tam zevkine mazhar olduğunu beyan ediyor. Yana yana aşk oduyla külli pürnur olmuşum Cism-i sadeften içeri gizli bir dürdaneyim Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Aşkın üç mertebesi vardır: Birincisi aşk, ikincisi vahle, üçüncüsü ise heymandır. Bir kimse maşukuna zerresine varıncaya kadar teveccüh eder, yönelirse o hale aşk, o halin sahibine de aşık denir. Bir kimse maşukuna zerresine varıncaya kadar teveccüh ettikten sonra kendinden geçerse, ona vahle denir. Bir kimse zerresine varıncaya kadar maşukuna teveccüh ettikten sonra, kendinden geçip, maşukunu kendinde müşahede ederse, ona heyman denilir.” buyurmuştur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Aşk ateşiyle yandım, nispet varlığım kalmayıp fena buldu ve yokluğumda zahir olan ilahi sevgilinin tecellisiyle baştan başa nura gark oldum.” Diyor ve devamla “Cisim, sedef varlığımda, yani suretimdeki kıymeti eşsiz olan değer ve kıymetim, ilahi sevgilinin güzelliğinin ışığı ve parıldamasıdır.” buyuruyor. Çünkü kamilin nispet varlığı olmadığından, o Hakk’ın kemal zuhuruna mazhar olur ki, onu kıymetlendiren bu mazhariyetidir. Allah, her şeyi en iyi bilendir. Cümle alem halkı bunda bilmediler sırrımı Talibi aklın verasında gezip seyraneyim Hz. Pir “Akl-ı maaş, akl-ı mead, akl-ı kül / akl-ı kamil olmak üzere aklın üç mertebesi vardır.” buyurmuşlardır. Akl-ı maaş, dünyaya yönelik olan akıldır ki, akl-ı maaş olan kimse, hep dünya menfaatini gözetir. Akl-ı mead ise, ahirete yönelik olan akıldır ki, o daima ahireti gözetir. Bir iş yaparken, haram mı, helal mi ona dikkat eder. Çünkü onun kulluk gayesi, nefsini cehennemden uzak tutarak, amel cennetinin nimetleriyle lezzetlendirmektir. Akl-ı kül ise, ehl-i kemalin aklıdır ki, akl-ı kül mazharı olan emr-i ilahiye riayet eder, yasaklardan kaçar, şeriat ahkamına kesinlikle uyar. Fakat onun nazarında Hak’tan gayrı olmaz, o hep Hakk’ı müşahede eder ve hep Hak’ladır. İşte akl-ı maaş olan ehl-i dünya ve akl-ı mead olan ehl-i ukba; ehl-i kemalin bu sırrı marifetini, bilir mi? Bilmez. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Aklın maverasında, yani akl-ı maaş ve 305 akl-ı mead olan halkın ulaşamadığı bir marifet ve sırra mazhar oldum ki, onlar benim bu sırrımı bilemediler.” diyor. 306 * * * 65 Ne acebtir zikrine tembel terahi sevmezem Can ve dil zikrine mağruk olanı ben severim Kur’an’da “Zikrullah büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyrulmuştur. Başka bir ayette “Ey müminler, Allah’ı çok zikredin.” (Ahzab, 41) deniliyor. Yine Cenab-ı Hak, Musa (as)’a hitaben şöyle buyuruyor: “Sen ve kardeşin ayetlerimi götürün, benim zikrimde gevşeklik etmeyin.” (Taha, 42) buyuruyor. Bunlar gibi daha başka bir çok ayette Cenab-ı Hak, zikrullahla daim uyanık olmamızı, Allah’ı zikretmekte tembellik ve gevşeklik göstermemizi emir ve beyan ediyor. İşte bu beyanlardan da açıkça anlaşıldığı gibi, zikrullah büyük ibadettir. Zikrullahın nasıllığı ve niceliği, ancak kamil bir mürşidin telkin ve irşadıyla bilinir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Zikrullah konusunda tembellik, gevşeklik gösterenleri sevmem. Salike nasıl telkin ve tarif edilmişse, aynen o şekilde zikredip, zikrullaha gark olanları severim.” diyor. Kalbi mat hem dili rabt olanları hiç sevmezem Feth-i kalb-i dilküşa olanları çok severim Kur’an’da “Müminlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın / dikkat edin, kalbler ancak zikrullah ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) buyruluyor. Bu itibarla, Fehmi Efendi Hazretleri “Kalbi zikrullahtan donuk, yani mahrum ve gafil olup, diliyle cehri/açık zikri yapmayanları sevmem.” Diyor ve devamla “Kalbi, zikr-i daim mazhariyetiyle, hidayete açılmış olanları çok severim.” diyor. Çünkü hidayet yüklü ilham ve doğuşlar, uyuyan gaflet içindeki kalblere gelmez, ancak zikr-i daimle uyanık olan kalbde zuhur eder. Zühd ile dembeste olmuş sofuları sevmezem Meydan-ı tevhid içinde demgüzarı severim Sofu, şekil ve suretle uğraşan, dinin şekliyle meşgul olmayı kulluğuna gaye edinmiş kimsedir. Bu itibarla, şekil ve suret düzerek, kulluğun yüce gayesi olan Rabbine kavuşmaktan mahrum kalmış, kalbinde zikr-i daim olmayan, meratib-i tevhid keşfinden mahrum olup, bu halini de 307 dindarlık ve kemalat zanneden sofuları sevmem. Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle demgüzarı / yaşayanı severim. Bağlanıp suretle hem gümrah olanı sevmezem Ahsen-i takvim sıfatla var olanı severim Kur’an’da “Vettini vezzeytuni ve turi sinine ve hazelbeledil’emin, legad halagnel’insane fi ahseni takvim, sümme radednahü esfele safilin. / İncire, zeytine, Tur dağına ve o emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin,1-5) buyrulmuştur. Cenab-ı Hakk’ın yemin ettiği bu kıymetli değerlerle insan, ahsen-i takvim yani en güzel surette yaratılmıştır. Başka bir ifadeyle, insan bu güzel surete, yani ahsen-i takvim vasfına, Hakk’ın bu yemin ettikleriyle mazhar olur. Bu değerlerin mana ve hikmeti ise şöyledir: İncir, hakikat-i ilahiye mazhariyetini remzeder. Zeytin, farkı, yani vahdetin kesretine mazhariyeti remzeder. Tur, nebilerin seyranı olan makam-ı nübüvvet kemaline ulaşan mazhariyettir. Emin belde ise, hakikat-i ilahiyi, vahdetin kesretini ve makam-ı nübüvveti ziyaret edip de, bunların keşfinden hasıl olan marifetullahı remzeder. İşte insanı ahsen-i takvime ulaştıran marifet budur. Bunu beyanla “Kulluğunu, suret düzüp, saçla sakalla, kılık kıyafetle uğraşıp da şekil ve surete bağlamış olanı sevmem, ahsen-i takvim marifetine mazhar olanı severim.” buyruluyor. Allahualem. Efkar-ı dünya ile dil hastayı hiç sevmezem Daima mesrur olup dilşad olanı severim Efkar-ı dünya, dünya fikirleri demektir. Hz. Pir Efendimiz “Dünya, seni Allah’tan alıkoyan her şeydir.” buyuruyor. Demek ki dünya denilen gayriyettir, masivadır. Yani Hak’tan başka olan şeylerdir. Dil, kalb demektir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bir kimse ki, onun kalbi gayriyet ve masiva fikirleriyle dolmuş da dünyayla hastalanmışsa onu sevmem. Bir kul ki, kalbi zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyet ve sevinciyle zevklenmiş ve keyiflenmişse, ben onu severim.” diyor. Şol ki kargadır misal-i ehl-i aklı sevmezem Daima bülbül gibi zar-ı ehl-i aşkı severim Bülbül gülün aşığıdır. Gülün aşkı ile daim öter. Karga ise leş yiyici mahluktur. Karga daima leş arar. Leşin kokusu leş yiyene en tatlı olup o, leşten daha tatlı başka bir tat, lezzet bilmez. Bir kimse zikr-i daim uyanıklığıyla meratib-i tevhidin kemaline ermedikçe, o kimse her yerde 308 mevcut olan Hak’tan gafil olup, ehl-i dünyadır. Hz. Peygamber Efendimiz ise“Dünya leştir.” Buyurmuştur ki, kulu, mevcuttaki Hakk’ın varlığından ayıran her ne ise, onun dünyasıdır, yani leşidir. Ehl-i akıl demek, kendi anlayış ve bilgilerini en doğru kabul edip de kendini beğenen, benliğini aziz tutan demektir. Bu itibarla, ehl-i dünya olan kimse, karga misali kendini beğenip, leş olan gayriyetle meşguldür. Gül kokusu Hz. Resulullah’ın kokusudur. Bülbül, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid mazhariyetiyle Hz. Peygamber’in gül kokusuna aşık olup, o aşkla efgan ederek gülün kokusu ile meşgul olandır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bülbül gibi ruh-u Muhammed’in gül kokusuna aşık olanı severim, karga gibi kendi aklını ve benliğini yüce tutarak, üstün gören ehl-i dünyayı sevmem.” buyuruyor. Ucb u kibr ile bürünmüş dilazarı sevmezem Meslek-i tevhidde derviş dilşikarı severim Kur’an-ı Kerim’de “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme, yer yüzünde kasılarak yürüme, çünkü Allah kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman, 18) buyrulmuştur. Ucb, kendini beğenmektir. Dilazar ise, gönül kırmaktır. Bir kimse nispet varlığıyla kendini beğenerek bir söz söylerse, o söz gönül kırar. Bir söz ki, tevazu ve meratib-i tevhid irfaniyetiyle, yani fena-yı tam kulluğuyla söylenirse, o söz nurlu, aydınlatıcı olur. Böyle bir söz, kulu irşad eder ve o kulun gönlü Allah’ın evi olur. İşte böyle gönül ehli olup, gönlünde Allah olanlara derviş denir. Dervişler hep Hak’la neşelenir ve zevklenirler. Velhasıl Cenab-ı Hakk’ın büyüklenenleri sevmediği gibi, Fehmi Efendi Hazretleri de “Ucb kibirle kendini beğenerek gönülleri incitenleri sevmem, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle derviş olup, gönülleri irşad ederek aydınlatanı severim.” diyor. Şol ki garazla ibadet eyleyeni sevmezem Bigaraz olup cemale yar olanı severim Ehl-i nefis olan kimsenin kulluğu, nefsini cehennemden halas etmek ve nefsini amel cenneti nimetleriyle lezzetlendirmek içindir. Onun kulluktan maksat ve garazı budur. Makamat-ı tevhid müşahedesiyle arif olup da ruha mensup olanın kulluğu ise, daima Allah’ın cemali, yani Allah’ın güzel yüzünün müşahedesidir, hep Cemalullah’la olmaktır. Onun kulluğunun yüce maksadı budur. 309 Arifibillah, Allah’ın emrettiklerini yapar, yasakladıklarından kaçar, fakat bütün bunları Allah’ın emri olduğu için yapar. O, ruha mensup olduğu için, nefsini amel cennetinin nimetleriyle lezzetlendirmek gibi maksadı, garazı ve beklentisi olmaz. Çünkü arifibillahın Hakk’ın cemalinden başka maksat ve garazı yoktur. Bu itibarla, ehl-i nefis; kulluğunu, nefsini tabiat lezzetleri ile kayıtlamış olup, bu lezzetlerle cennette de beraber olmak istediğinden, ibadetlerini bu maksat ve garazla yapandır. Fehmi Efendi Hazretleri “Böyle kimseyi sevmem, arifibillah olup da Allah’ın cemaline yar olanı, aşık olanı severim.” diyor. Dünya ve ukba için bülbül olanı sevmezem Vech-i baki’ye yanıp pervaneyi ben severim Akl-ı maaş olan kimse, hep dünyayı gözetir, yani dünyevi kar-zarar menfaatini gözetir. Akl-ı mead olan ise, ahireti; yani öldükten sonra dirileceğim, yaptıklarımın hesabını vereceğim imanıyla, bir iş yaparken dine uygunluk arar. Haram mıdır, günah mıdır, sevap mıdır ona bakar ve nefsini bu tabiat aleminin lezzetleriyle, ahirette de lezzetlendirmek ister. Akl-ı kül ise, fenafillah irfaniyetiyle kendi yokluğunda Rabbine vasıl olmuş kamil insandır. Onun, vech-i paki olan Hakk’ın güzel yüzünü görmekten başka maksadı olmaz, haram ve helale kesinlikle dikkat eder. Fakat onun yüce gayesi vech-i paki olan cemalullahın müşahedesidir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Dünya ve ukba maksat ve gayesiyle şakıyan, konuşan kimseyi sevmem. Fenafillah keşfi irfaniyetiyle cemalullaha tutkun olup, kendi nispet varlığını Allah aşkı ile yakıp kül etmiş olanları severim.” diyor. Dili ikrar kalbi inkar Müslümancı sevmezem Ahdini ifa edip sadık olanı severim ‘Dili ikrar, kalbi inkar’ demek şöyledir: Bir mümin, dili ile “Lailaheillallah” yani Allah’tan başka ilah yoktur, der. Fakat onun anlayışı, Allah; sağdan, soldan, alttan, üstten münezzehtir zannı olup, Hakk’ı mevhumlukla kaydedip tenzih etmektir. Böyleleri Cenab-ı Hakk’ın kendindeki ve cümle alemdeki mevcudiyetine arif ve vakıf değillerdir. Bir de “Lailaheillallah” dediği halde, Allah’ı kendine veya başka birine; mesela şeyhine, eşyaya, herhangi bir yaratılana benzeterek kaydedip teşbih edenler vardır ki, bunlar fenafillah keşfinden mahrum olduklarından, Allah’ı mahluk, yaratılanla kaydederek Allah’a açık şirk koşarlar. İşte bu tenzih ve teşbihle Allah’ı kaydederek bilenler, Allah’ı, kelime-yi tevhidi söyleyerek tevhidi dille ikrar ettikleri halde, anlayış ve zanlarıyla tenzih 310 ve teşbih ettiklerinden, kalplerindeki itikat ve anlayışla dillerindeki ikrar çelişir.Böyleleri dillerindeki ikrarı kalplerindeki itikatla inkar ederler. Zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhid marifetiyle dili “Lailaheillallah” dediğinde, kalbindeki Allah’tan gayrı varlık yoktur iman ve müşahedesiyle arifibillah olanlar ise, tevhid-i hakiki mümini olur. Bunlar kendinin ve cümle varlığın mevcudiyetinde Hakk’ı tevhidin hakikatiyle, yani gerçek tevhitle tevhid eder. İşte ahdine sadık olanlar bunlardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ruhlar aleminde bütün Adem zürriyetine hitap etti. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, sen bizim rabbimizsin biz buna şahidiz …” (Araf, 172) beyanında olduğu gibi, her kul Cenab-ı Hak’la ahitleşti. Sonra bedenlenerek bu yeryüzüne geldik. Fakat bu aleme bedenlenip de gelince tabiatın tesirinde kaldığımızdan ruhlar alemindeki ahdimizi unuttuk. İşte her kim, bu alemde her zaman mevcut olan mürşid-i kamili bulur da onun irşadına mazhar olursa, o kimse bu alemde, ruhlar alemindeki ahitleşmenin tekrarına muhatap olur ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle “Lailaheillallah” kelime-i tevhidinin hakikati olan “Allah’tan gayrı yoktur.” müşahedesi ve irfaniyetine erer ve Rabbinden gayrı görmez. Böylece ruhlar alemindeki ahdinin gereğini yerine getirmiş sadıklardan olur. Velhasıl, bir kimse tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle aydınlanmazsa, onun dili ile kalbi, ya Rabbini tenzih ederek ya da teşbih ederek daima çelişki içindedir. Bu gibiler hakkında Yunus Emre Hazretleri: La şerike okursun, şirke şerik katarsın Bire iki demeyi kimden fetva tutarsın Diyor. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Tevhidin hakikati irfaniyetiyle aydınlanmış, ahdine sadık olanı severim. Tevhidin hakikatinden mahrum kalmış, dil ile kalbi aynı olmayanları sevmem.” buyuruyor. Talibi der mesleğinde reyb edeni sevmezem Baş ve can feda edip lareyb olanı severim Allahualem, Fehmi Efendi Hazretlerinin burada meslek olarak ifade ettiği Meslek-i Resul’dür. Kamil mürşidin telkini, meslek-i Resul irşadıdır. Bir kimse yaradılışının yüce gayesine, yani insan-ı kamil olmaya, ancak meslek-i Resul irşadıyla ulaşabilir. Her zamanda mürşid-i kamil vardır ve mevcuttur. Fakat sahte ve taklitleri pek çoktur. Onun için sahtesi çok olduğundan, kamili bulmak zordur. Sahte, nakıs mürşitlerin ahvaline, davranışlarına bakarsın, onun betliği ve çirkinliğinden ürküp, bu sefer gerçeğinden de şüphe edersin. 311 Bilinmelidir ki, gerçeği olan bir şeyin taklidi ve sahtesi olur. Kul, bu imtihan aleminde gayret edip mürşid-i kamili bulacak ki, onun meslek-i Resul telkin ve irşadı mazhariyetiyle yaratılışının yüce gayesine ulaşıp, insan-ı kamil olsun. Reyb, şüphe demektir. Bir kimse, bu taklit ve sahte mürşitlerin hal ve davranışlarına bakıp da kamilden ve onun telkininden reyb / şüphe ederse, o meslek-i Resul telkin ve irşadından mahrum kalır, dolayısıyla yaratılışının yüce gayesi olan kamil insan mertebesine ulaşamaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Kamil mürşidin, meslek-i Resul olan telkin ve irşadından reyb / şüphe edeni sevmezem. Kamili bulup da onun telkininden şüphe etmeyerek, irşadına mazhar olup, kendine nispet ettiği varlık ve benliğini fenafillah marifetiyle feda edeni severim.” diyor. Çünkü meslek-i Resul irşadı, tamamen emr-i ilahi olup, Kur’an’la ayniyettir. Kamil olan bir mürşidin irşadı, emr-i ilahi ve Kur’an’la asla çelişkili olmaz. Bu itibarla kamilin emrini tutmamak emr-i ilahiyi tutmamaktır, kamilin telkininden reyb, şüphe etmek, emr-i ilahiden şüphe etmektir. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 312 * * * 66 Gönlümün kararı yoktur her saat bir haldeyim Bazı firkat bazı hasret bazı mihnet içreyim Gönül, Arapça kalb demektir. Kalb dönücüdür, devamlı tekallüb eder, yani döner. Peki nereye döner? Hep esmaya döner ki, esmanın tecelligahı, yani zuhur yeri kalptir. Esmanın kalpte zuhuru, iki mertebeyledir: Biri esma-yı Hakkiye, biri esmayı halkiyedir. İşte kalbin dönücü olması bu itibarladır ki, kalb bazen esma-yı Hakk’a döner, bazı esma-yı halka döner. Hz. Pir’in birinci kuşak halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir Bey Hazretleri “Esma-yı halkiye de ikidir: Biri ağaç, taş, insan, Ahmet, Mehmet gibi ismin cisimle görüntüsüdür. Diğeri ise, esma-yı hissiye ki, sevinmek, korkmak, cesaret, üzülmek gibi ismi var olup fakat görünmeyip de tesiri olan isimlerdir.” diyor. Bu itibarla, bazen Hak esması zuhur eder. Gönülde Hakk’ın tesiri galip ve hakim olur. Bazen de halk esması tecelli ve tesir ederek gönülde halkın tesiri galip ve hakim olur. Velhasıl kalbin dönücülüğü ve gönlün kararsızlığı, hep aynı hal üzere olmamasındandır. Esmanın vücudu olmaz. Esmanın müsemması, her yerde ve zamanda mevcut olan zat-ı ilahidir, Hak zatı ve sıfat-ı subutiye tecellisiyle mutlaktır. Esma ve ef’al tecellisi ile mukayyettir, yani kayıtlıdır. Cenab-ı Hak, mukayyet olan tecellisi ile halktır. Mutlak olan tecellisiyle Hak’tır. Bu itibarla Hak’la halk arasında, ancak esma farkı vardır. Yine Hacı Kadir Bey Hazretleri “Bu eşya yani halk Hakk’ın aynı mıdır, gayrı mıdır? Hem aynıdır hem de gayrıdır. Vücut itibariyle aynıdır, zuhur yönüyle, yani esma itibariyle gayrıdır.” diyor. Velhasıl bu bahsettiğimiz kalbden maksat kan pompası olan kalb değildir. Vücud-u manevinin hasleti / özelliği olan kalptir ki, bu kalb sırrına vakıf ve mazhar olana gönül ehli denir. İşte gönül ehli olan Hasan Fehmi Hazretleri “Gönlümün kararı yoktur, her saatte, yani her zamanda bir haldeyim. Çünkü kalbim her anda bir tecelli ile gerek Hakk’a gerek halka dönüyor.” diyor ki, halk esması gönülde galip ve hakim olduğunda 313 mihnet, firkat hasıl olur, yani zorluklar ve ayrılıklar zahir olup, kula tesir ederek onu etkiler. Vesselam. Bazı mahrum bazı mağmum bazı mahkum olurum Bazı gurbet bazı vuslat bazı cennet içreyim Bazı gafil bazı cahil bazı alim olurum Bazı ifrat bazı tefrit bazı evsat içreyim Bazı şakir bazı zakir bazı mezkur olurum Bazı kesret bazı vahdet bazı halvet içreyim Vahdet, esma-yı ilahidir. Vahdet kalpte tecelli ederse, Hak galip ve hakim olur ki, Hak alimdir, mezkurdur / zikredilendir. Kalbde halk esması galip olursa, onun tesiri kulluktur. Kul ise zakir / zikreden olur, cahil olur. Tefrit yani aşırılık eder. Evsat ki, bazen de orta halli olur. Mağmum / üzgün, vuslat / kavuşma ve mahkumluk; bunlar hep kulluk halleridir. İşte ‘bazı kesret bazı vahdet bazı halvet içreyim’ demek, gönlümde Allah, bazen halk esmasıyla tecelli eder, bende kesret hakim olur. Bazen Hak esmasıyla tecelli eder, bende vahdet hakim ve galip olur ki, bu tecelliler ilahi sevgiliyle olan vuslattan beni ayırıp alıkoymaz. Demektir. Bazı fakir bazı bahil bazı sehi olurum Bazı zengin bazı şadan bazı hayran içreyim Bazı zahid bazı zındık bazı sünni olurum Bazı arif bazı ma’ruf bazı irfan içreyim Bazı menfur bazı mergup bazı aşık olurum Bazı giryan bazı üryan bazı seyran içreyim Bazı inkar bazı ikrar bazı şekte olurum Bazı havfsız bazı gamsız bazı müzeyya içreyim Fehmi’nin halleri çoktur binde birin demedim Bazı gökte bazı yerde bazı perde içreyim İnsan-ı kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri, evvelki beyitlerin açıklamasında beyan edildiği gibi Allah’ın gönlündeki Hak ve halk isimleriyle, yani vahdet ve kesret tecellilerinin tesirini kastederek “Fehmi’nin halleri çoktur binde birin demedim, bazı Hak tecellisi tesiriyle gökte, bazı halk tecellisi tesiriyle yerdeyim.” buyuruyor. Cenab-ı Hak “ehad” tekli314 ğini kulunda, ya sırf aynı tevhid tecellisi ile ya da halk tecellisi ile zuhura getirir. Ki, bu alemde kula düşen, daima Muhammedi bir kullukla yaşama gayreti olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz: “Ey kalbleri çevirici olan Allah’ım, benim kalbimi hidayet üzere sabit kıl.” buyurmuşturyor. Allah, cümlemizi hidayetine mazhar kılıp, hidayetten ayırmasın. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 67 Bu aklın maverasından ki nurdan bir saray gördüm İki alemde misli yok ki dünya ile ukbadan Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildi ki, üç türlü akıl vardır: Bir, akl-ı maaş, bu akıl dünyaya taalluk eder. İki, akl-ı mead ki ukbaya yani ahirete taalluk eder. Cehennemden nefsinin halasını ister ve cennetin nimetlerine mazhariyet arar. Üç, akl-ı kül yani aklı kamil’dir ki, Hakk’a vasıl olan akıldır. Bu akla mazhar olan Allah’tan gayrı görmez. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Aklın maverasında, yani akl-ı maaşın ve akl-ı mead anlayışlarının eremedikleri bir irfaniyete, keyfiyete ulaştım. İki alemin, yani dünya ve ahiretin nimetleriyle mukayese edilemeyip, nurdan bir saray olan makam-ı insana mazhar olup onu gördüm, yani insan-ı kamil mertebesine ulaştım.” diyor. Nazar ettim ona, gördüm dışında mana-yı hikmet İçinde türlü ni’met var gelir daim müheyyadan ‘Dışında mana-yı hikmet gördüm’ demek şöyledir: Allah, sıfat tecellisiyle mutlak ve batındır, esma ve ef’al tecellisiyle ise zahir ve mukayyettir. Bu itibarla, zahir olan her şey, yani mukayyet olan suretler, batın olan sıfat tecellisiyle zahir olup, açığa çıkar. Müheyya, hazır olandır; dış, açık/zahir olandır; iç ise batındır. Ehl-i kemal, bu tecellileri meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle tanıdığından, dışa, yani zahire de baksa, mana ve hikmet görür, yani her suretin mukayyet bir teklikle açığa çıktığını müşahede eder. Çünkü hiç bir suret diğerine benzemez. İçe, yani batına baktığında ise, cümle suretlerin müheyyadan, yani hazır, mevcut ve batın olan Hakk’ın mutlakıyetinden zahir olup, meydana geldiğini görüp müşahede eder. Vesselam. 315 Onun aşıkları nakşi okurlar ders-i maşuku İçerler came-i aşkı şarab-ı layezaliden ‘Aşıkları nakşi okur ders-i maşuku’ demek; meratib-i insan mazhariyetiyle kamil insan olanların; aynen nakış yapan nakkaşın, nakışın her bir düğüm ve ilmeğine arif ve vakıf olması gibi, zahir ve batın olan her tecellide Hakk’ı tanıması ve arif olması demektir. İşte bu nurdan saray olan insan-ı kamil müşahedesine ulaşanlar, layezal şaraptan içip de mest olurlar. Yani bitip tükenmez ilahi aşka mensup olup da o aşk mazhariyetiyle sarhoş olup, ebediyen zevklenirler. Onun ismi hakikattir ki masivadan ol paktır Ona giren lamuhaftır ne kim ula ve uhradan Kur’an-ı Kerim’de “O gün geldiğinde siz üç sınıfa ayrılacaksınız. Biri uğurlulardır. (Ashabı meymene) Uğurlular ne iyi haldedir. Diğeri uğursuzlar (Ashabı meş’eme). Uğursuzlar ne kötü haldedir. Ve (sabikun) ileri gidenler, hedefe varanlardır. İşte (mukarribun) Allah’a yakın olanlar onlardır” (Vakıa, 7-11) buyruluyor. İşte bunlar bu alem-i şahadette, yani imtihan aleminde cümle insanların elde ettiği vasıflardır ki, bunların biri uğursuz, yani ehli günahtır. İkincisi, uğurlu yani sevap ehlidir. Üçüncüsü ise, yaratılışının yüce gayesi olan hedefe varıp da açık ve gizli şirkten makamat-ı tevhid irfaniyetiyle arınmış, kendinin ve alemin mevcudiyetinde Rabbine kavuşmuş olan hakikat ehilleridir. Ki, onlarda gayriyet, masiva olmaz. Bu gibi Allah’ın veli kulları hakkında Kur’an’da “Haberiniz olsun ki Allah’ın dostları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Yunus, 62) buyruluyor. İşte dünya ehlinin, dünya nimetlerinden mahrumiyet korkusu, ahiret ehlinin cennet nimetlerinden nefsini lezzetlendirememe endişe ve korkusu, ehl-i hakikat olanlarda bulunur mu? Bulunmaz. Çünkü bu endişeler, masiva, gayriyet icap eder ki, ehl-i hakikat gayriyetten arındığı için böyle korku ve endişelerden muaf olup, onlar hakikat şehrinde Rabbi ile vuslat keyfiyetiyle yaşarlar, vesselam. Onun zerrin libasından giyer uşşakları her an Göremez haşa a’malar müberradır bu esmadan Hak aşıkları, hakikat şehrinde yaşadıklarından, onlar hep Hak’ladırlar. Onların elbiseleri, altından daha kıymetli olan kemalat, marifet elbisesidir. Çünkü altın yalnız bu alemde geçerli olup başka alemlerde geçmez. Ehl-i aşkın marifeti ise, cümle alemlerde geçerli olduğundan kıymet ve değerine paha biçilmez. İşte cehaletle her bir esma 316 ve suretin nispet vücudunu var zannederek, Hakk’ın kendindeki ve cümle varlıktaki mevcudiyetinden gaflet eden, Hakk’ın gafili ve Hakk’ın körü olanlar, bu marifet elbisesini giyemezler, onu ancak Hak aşıkları giyer. Demektir. Çün esamada kalan kimse ne bilsin ol müsemmadan Bakar gözü görür suret haber bilmez muammadan Esmada kalan kimse ‘bu alemde Allah, esmaları ile zuhur eder, fakat müsemma olan zat-ı ilahi ise mevhumdur’ anlayış ve itikadında olan ehl-i tarikat ve ehli zahirdir. Bunlar bu itikatta olmakla beraber, bazı esmaları halka olup zikrederler veya sayı ile tesbih ederler ve bu esmaların tesiri ile hallenirler. İşte bu hallerini de, kulluğun yüce kemali olduğunu zannederler. Halbuki Cenab-ı Hak, bu alemde esmalarıyla zuhur ettiği gibi, müsemma olan zatı ile de zahir ve mevcuttur. Kulluğun kemali ise, cümle esmanın müsemması olup, her bir tecellide zahir ve mevcut olan zat-ı ilahiye vuslat etmesidir. Bu itibarla ehl-i esma olan kimse, müsemma olan zat-ı ilahiyi mevhum zannettiğinden, cümle esmada mevcut ve zahir olan müsemmayı göremez. Çünkü onun müsemma olan Hakk’ın zatına arif ve vasıl olabilmesi için, zikr-i daim uyanıklığıyla meratib-i tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olması gerekir. Bunu beyanla “Esmada kalan kimsenin gözü bakar, eşya ve suret görür, müsemmadan, yani cümle suretlerin aslı, hakikati olan zat-ı ilahiye vasıl olmadığı için müşkül içinde kalıp, bu muammayı çözemez.” demektir. Bu bir sahra-yı vahdettir ona herkes ayak basmaz Sanır mısın sen ey Fehmi bilir herkes bu ahfadan Sahra-yı vahdet, Hakk’ın sonsuz birliği, sınırsız-hudutsuz vahdetidir. Bu vahdete ancak zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle ulaşılır. Başka türlü bu sahra-yı vahdete ayak basmak mümkün değildir. Onun için, Hakk’ın bu eşyadaki ve cümle varlıktaki ahfasına / gizliliğine ancak makamat-ı tevhidin müşahedesine ulaşan ehl-i kemal ve ehl-i irfan vakıf olur. Herkes bu eşyadaki Hakk’ın gizliliğine / ahfasına arif ve vakıf olamaz, demektir. Allahualem. 317 * * * 68 Gönül Allah’ı yad eyle müsemmasın şuhud eyle Ol dilşikarı seyreyle bu mir’at-ı müreyyadan Gönül ve kalb aynıdır. Kalb, Allah’ı yad etmek yani zikir etmek içindir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın zikri ile kalbler mutmain olur; dikkat edin / gözünüzü açın kalbler ancak Allah’ın zikri ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. İşte bu ve benzeri ayetler, bizlere Hakk’ın yad edilmesinin yani zikredilmesinin; isimlerinden Allah ismiyle, azalarımızdan ise kalb azasıyla olması gerektiğini beyan ediyor. Çünkü “Allah” ismi makam itibariyle uluhiyetin ismidir. Esma itibariyle ise ism-i celaldir. Kalb ise Cenab-ı Hakk’ın beyti yani evidir. Hakk’ın evi olan müminin kalbindeki gayriyet ve masiva muhabbeti, ism-i celalle bertaraf olur ve o kalbde Allah muhabbeti hakim olur. Sonra o gönülde makamat-ı tevhid irfaniyetiyle uluhiyetin yani Allah’ın tecelliyi ef’al, tecelli-yi sıfat ve tecelli-yi zat müşahedesi hasıl olur ki, cümle esmanın müsemması olan Allah, bu tecellilerle şuhut edilir, görülür. Ve Kur’an’ın “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır, O’nu göreceklerdir.” (Kıyamet, 22-23) beyanı tahakkuk eder. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, kendi gönlüne hitab ederek bizlere “Esma itibariyle celalin, makam itibariyle uluhiyetin ismi olan Allah’ı zikret / yad et ve müsemma olan uluhiyetin tecellilerini, gerek enfus gerek afak müreyyasında / aynasında müşahede edip, gör.” diyor. Çünkü Kur’an’da “Onlara enfuslarında ve afaklarında ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki, Hak ayan-beyan belli olsun / görünsün.” (Fussılet, 53) buyrulmuştur. Nedersin ol gözü çünkü biri iki görür daim O görmez mahbubun yüzün yüzündeki mücelladan Cenab-ı Hak, vahdet-i vücuddur. Yani vahdaniyetiyle hazır ve mevcuttur. Bu görünen kesret / çokluk alemini, vahdet’in tecellileri 318 meydana getirmektedir. İşte kullara perde olup, vahit / bir olan Hakk’ı göstermeyen, vahdetin tecellileri ile hasıl olan çokluğun,kesretin parlaklığı ve cilasıdır. Kul, kesret alemini oluşturan tecellilerin her birine müstakil vücut nispet ederek, cümle eşyanın mevcudiyetindeki vahdeti, yani bir olan ilahi mahbubu, sevgiliyi göremez. Çünkü eşyaya ve kendine, Hakk’ın varlığından ayrı vücut isnat ederek; cümle varlığı ve eşyayı Cenab-ı Hak’tan gayrı zanneder. İşte böyle zan ehli olanlar, vahdet-i vücut olan varlığı ikileştirerek, iki görürler. Bunu beyanla H.Fehmi Efendi Hazretleri “Kendine ve eşyaya müstakil vücut nispet ederek, bir olan varlığı iki olarak gören gözü ne yapacaksın? ‘Bir’ olan ilahi sevgiliyi görmeyen gözün, sana faydası olmaz.” diyor. Kişi mahbubunu görse nikabsız onu seyretse Tanır ol onu her yerde nice yüz bin musaffadan Kul, ilahi sevgiliyi, yani Rabbini bir kere görüp seyretse, ondan sonra her zamanda ve cümle alemlerde hep Rabbini görür ve seyreder. Kendinin ve alemin varlığı, onun Rabbini görmesine nikab / perde olmaz. Bu konuda ehl-i kemal şöyle bir misal vermiş: “Padişah tebdil-i kıyafetle, yani kılığını kıyafetini değiştirip halkın arasına karışsa ve ‘ben padişahım’ dese, ona kimseler inanmaz. Padişah böyle halk kıyafeti giymez, pahalı kıymetli elbiseler giyer, onun padişahlık tacı, kaftanı olur, derler ve böylece yanı başlarındaki padişahı görmezler. Fakat kim ki padişahın sarayına girmiş, orada bizzat padişaha hizmet etmiş ve padişahı yakından görmüşse, padişah hangi kıyafeti giyerse giysin, o kıyafetin içindeki padişahı tanır.” İşte, alemlerin padişahı ve her yerde mevcut olan Hakk’ı, kim ki, meratib-i ilahi irfaniyetiyle görüp seyrederse, o kulun Rabbini müşahede etmesine hiç bir tecelli perde / nikab olmaz. O Rabbini, cümle alemlerde ve her bir tecellide tanır ve müşahede eder. Kime ref-i hicap oldu gözü mahbubunu gördü Ona sor mahbubun vasfın ki sorma gözü a’madan Bir göz ki, eğer Rabbini görmediyse, hakikatte kördür / amadır. Çünkü o hep eşyayı gördü, kendine ve aleme vücut nispet etti ve Rabbini mevhum, yani görünmezlikle kaydetti. İşte ama olan böyle kimselere sen, ilahi sevgiliyi nasıl bulup göreceğini sorma, çünkü o, kendi göremedi ki sana nasıl tarif etsin. Sen nispet varlık hicabını / perdesini, fena-yı ef’al, fena-yı sıfat ve fena-yı zat keşfiyle kaldırmış; tecelli ef’al, tecelli sıfat ve tecelli zat marifetiyle, bu alemin mevcudiyetinde ilahi sevgiliyle 319 buluşmuş olan arif ve kamil kimselere, ilahi sevgiliye nasıl ulaşıp, vuslat edeceğini sor; onlar Hakk’a vasıl olduklarından, sana Hakk’ı telkin ve tarif ederek seni irşad edip aydınlatırlar. Demektir, Allahualem. Ki maşuk ismine aşık olan bilmedi maşukun Yüzün gören odur aşık sen aşkı sor o şeydadan. Cenab-ı Hak kudsi Hadiste “..Muhabbet ettim halkı yarattım…” diyor. Bu itibarla yaratılmış olan herkeste muhabbet, aşk muhakkak vardır. Herkes muhabbetini / aşkını bir şekilde açığa çıkarıp, zahir ederek yaşar. Bazı tarikat ve cemaatlerde, Allah’ın bazı (Ya Hak, Ya Hay, Ya Kayyum vb.) isimlerini zikrederek veya tesbih çekerek, Allah’a muhabbet ederler ve aşklarını açığa çıkarırlar. Fakat andıkları ismin müsemması olan Allah’ı bilmez ve görmezler. Yani ilahi sevgilinin yüzünü görmeden, yalnız ismiyle avunup meşgul olurlar. Günümüzde çeşitli etiket ve unvanlarla anılan tarikat ve cemaatler, bu şekilde tesbih çekmeyi ve esmaları zikretmeyi kulluğun kemalatı zannettiklerinden, ilahi sevgiliyi, maşuku görmekten mahrum ve mahcupturlar. İşte böyle kimselerin Hakk’a olan aşkı, sevgilinin yüzünü göremeden, yalnızca isminedir. Hak aşığı olan bir kul, ancak zikr-i daim ve meratib-i tevhid irfaniyetiyle maşukunu, yani Rabbini görüp ona aşık olabilir. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Her kim ki kendinin ve cümle alemin mevcudiyetinde Rabbini müşahede ettiyse, o gerçek aşıktır. O, ismini zikrettiği ilahi sevgilinin güzelliğini görerek aşkını açığa çıkarır. Eğer sen de aşk-ı ilahiye mazhar olmak istersen, böyle arif ve ehl-i kemal olandan aşk-ı ilahiyi sor.” Diyor ve devam ediyor: “Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olmamış, Allah’ın sadece isminden haberdar olan kimselere sorma, çünkü onlar maşuk olan ilahi sevgiliyi kendileri göremediler ki, aşkı sana nasıl tarif etsinler.” buyuruyor. Hezaran mevcin içinde görünmez tal’at-ı derya O bahri seyreden gözler payın aldı ‘ev edna’ dan. Hezaran mevc, binlerce, sayıya gelmeyen deniz dalgası demektir. Bu alemdeki dalgalar, cehaletle Hak’tan ayrı zannedilen nispet varlıklardır, cümle eşyadır. Hakikat’te bunların kendi varlıkları yoktur. Cümle eşya ve varlık olarak zannedilen, gayb-ı mutlak olan zat-ı ilahi mevcudiyetidir. Bunu beyanla, zat-ı ilahinin her bir tecellisinin müstakil vücudu var zanneden kimse, vahdet denizinin binlerce dalgasına vücut isnat etmekle, 320 denizin ‘Bir/vahdet’ olan hakikat ve mahiyetini göremez, böyle kimsenin gördüğü ise, nisbet varlıklarının olduğunu zannettiği binlerce dalgadır. Fakat hangi kul, dalgalara müstakil vücut nispet etmez de dalganın vücudunun olmadığına arif olup, cümle dalgadaki görünen vücudun ‘tek deniz’ olduğunu görürse, kulun ulaşabilecek olduğu en yüce kemale ulaşır. Hatta Hz. Resulullah Efendimize mahsus olan ve ayette “ev edna” yakınlığı olarak beyan edilen makama teberrüken dahi yükselerek, o kemalat ve marifetten payını alıp, nasiplenir. Buyruluyor, Allahualem. Bu dağ-ı Kaf-ı enfusta görenler murg-ı Anka’yı Geçerler mavera-yı Kaf olan sevda-yı Anka’dan İlm-i tevhid irfaniyetine ulaşamayan kimseler; Ehlullahın çeşitli kitaplarında ve menkıbelerinde bahsettiği Kaf dağını ulaşılamaz, bilinemez; bilenler ise geçmişteki büyük zatlardır, bu zamanda kimse bu sırra vakıf olamaz, anlayışındadırlar. Fakat kim ki, mekteb-i irfanda tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine ulaşırsa, o kimse; kendi benliğinin, dağların en yücesi olan Kaf dağı olduğunun kemalat ve marifetine mazhar olur. Böyle bir marifetle ruha mensup olanlar, murg-u Anka olarak da vasf edilir ki, bunlar kendi benlik ve suret Kaf’ının hakikatine ulaşıp, cümle eşyanın sırrı mahiyetine ermiş olanlardır. İşte böyle bir marifete mazhar olanlar, Kaf dağı bu gün bilinmez, onu geçmiş büyükler bilirdi anlayışından geçerler, böyle bir anlayış ve zandan uzak olup, böyle ifadelerde bulunmazlar. Çünkü onlar, tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle kendi nefs Kaf’ının murg-ı Anka’sı olmuşlardır. Allahualem. O bahr-ı ab-ı hayattan içenler oldular hep hay Ki Hızr’a oldular hemdem beka buldular ifnadan Ab-ı hayat, ölümsüzlük suyu, içeceği demektir. Ab-ı hayat, ancak Hızır’dan içilir ve kim içerse ölümsüz olup ebediyen Hakk’ın varlığıyla beka bulur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Ab-ı hayat ab-ı tevhiddir.” diyor. Yani ab-ı hayat tevhid-i hakiki keşfi irfaniyeti demektir. Hızır ise, zamanın kamil mürşididir; ab-ı hayat olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid marifeti ancak onun irşadıyla hasıl olur. Her kim ki, zamanın Hızır’ı olan kamil mürşidi bulur da onun irşadıyla zikr-i daim ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetine mazhar olursa, onun kendi nispet varlığı kalmaz. O tecelli-yi ilahiye mazhar olur ki, Allah’ın tecellisine kavuşan kimse, ölümsüzlükle şereflenir ve Hakk’ın varlığıyla ebediyen var olup, bekabillah marifetine mazhar olur. 321 Yine ol cilve-i mahbub muhatap oldu karşımda Mukavves kaşların oku yaralar açtı bağrımdan Mahbubun, sevgilinin mukavves / yay gibi olan kaşları: İlahi sevgilinin bir kaşı sırf tevhid tecellisidir. Bir kaşı da halk yüzüdür, ki bu, görünen alem-i kesrettir. Tecelli, açığa, meydana çıkmak demektir. Allah’ın tecellileri, ya aynı sırf tevhiddir, ya da halk kesretiyledir. Allah’ın halk olan kesret tecellisi, bir celal diğeri celal olan iki ana büyük isminin tesiriyle olur. Ki, Cemal tecelli kula tatlı gelir. Celal ise yakıcıdır, kula tatlı gelmez, acıdır, acıtır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, “Aynı sırf tevhid ve kesret-i halk olan kaşlarından mahbubum cilve etti, yani ilahi sevgilim bana tecellileriyle göründü, kesret tecellisinin celal tesiri olan oku, beni yaraladı, üzdü.” diyor. Bilirim maşukum daim benimledir değil gayrı Niçin eder gönül zarı uzak değil visalinden Kul, varlık itibariyle Hakk’ın varlığından gayrı değildir. Kul bu irfaniyete mazhar ve arif olsa da, unsur beden itibariyle bu alem-i kesretin, yani tabiatın tesirinde olur ve soğukta üşür, sıcakta yanar, hasta olur, acıkır, uykusu gelir vb. İşte bunlar, kulun unsur bedeniyle bu alemde muhatap olduğu tesirlerdir. Bir kimse peygamber olsun, veli olsun, alim olsun, cahil olsun; beşer olması itibariyle bu tesirlerin etkisendedir. Peki, vücut Hakk’ın olduğu halde bu tesirler nedir? Denirse, bunun cevabı şöyledir: Cümle vücut vücudullahtır ve gayrisi yoktur. Vücudun zuhuru olan kesret alemi dediğimiz halk, isimlerden meydana gelir ve alem dediklerimizde hep isimler demektir. İsmin vücudu yoktur, çünkü Müsemma olan zat’ın zuhurudur. Ancak ismin tesiri vardır ki, her isim açığa çıkarken kendi özelliğinin tesiri ile zuhur eder. Soğuk ismi, soğukluğuyla tesir eder, sıcak da isimdir, sıcaklıkla tesir eder, uyku ismi uykuyla zahir olup tesir eder vb. Bu itibarla kul da bir esmaya mazhar olup, aciz ve müteessir olduğundan, bu tesirlerden müteesir olup etkilenir. Bu itibarla kulun vücudu Hak’tır, kul Hakk’a arif ve vasıl olup, Hak’tan gayrı görmese de, esma mazharı olduğundan, bu kesret alemindeki cümle tecellilerin tesirinde olur. İşte Fehmi Efendi Hazretlerinin “Sevgilimden ayrı olmayıp vuslatta olduğum halde, niçin gönlüm zar eder, inler de üzülürüm?” Buyurmasının izah ve anlamı budur. Allahualem. Bu aşk zincirini Fehmi ezelden taktı boynuna 322 Şikayet eylemez asla ki razı oldu halinden Her insanın halkiyeti, yaratılışı Allah’ın aşk ve muhabbetiyledir. İşte her kim ki, yaradılışından kendinde var olan bu muhabbeti, kamil mürşidin telkin ve irşadıyla, muhabbetullaha yani ilahi aşka dönüştürüp de maşukuna terakki ettiyse, o kul hep maşuku olan ilahi sevgiliyle beraber olur. Aşığa maşukla beraber olmasından daha ziyade zevk, keyif olur mu? Olmaz. Bu itibarla aşık bu halinden asla hiç şikayet etmez. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Aşk-ı ilahiye mazhar oldum, bu halimden razıyım, asla şikayet etmem.” diyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 69 Senin ismin biri Ahmed çü geldin aleme rahmet Sadakatle sana biat eden dönmez misakından Hz. Peygamber Efendimizin isimlerinin her birinin ayrı bir güzelliği ve hikmeti vardır. ‘Ahmed’ ismi de Hz. Resulullah’ın ilmi hakikat zuhurundaki ismidir. Kul ilmi hakikat irfaniyetiyle hakikat-i ilahiye ulaşırsa, o Resulullah’ın Ahmedi, yani Ahmed ismiyle zahir olan rahmetine de mazhar olur. Bu itibarla Mürşid-i kamilin tevhid-i hakiki irşadında, Hz. Peygamber Efendimiz, Ahmed isminin yani Ahmedi rahmetiyle mevcut olduğundan, kamile biat edip de onun tevhid-i hakiki irşadına mazhar olanlar, Hz. Resulullah’ın Ahmedi rahmetine kavuşmuş olur. Misak, ahitleşmek, sözleşerek anlaşmaktır. Her kim kamil mürşidle ahitleşir de bu ahitleşmeye sadık kalırsa, o salik, Ahmedi rahmet mazhariyetini ebediyen terk etmez. Hayat bahşeyledin nice ölüler eyledin ihya Dirileri fenafillah uyandırdın niyamından Hz. Resulullah “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” buyurdu. Bunun üzerine ashab ‘Ya Resulullah, uyuyan kimse zarardadır. Bu zarardan kurtulup, uykudan uyanmak için ne yapalım?’ diye sordu. Peygamber Efendimiz de “Ölmeden evvel ölün. Ben size ölmeden evvel ölmüş olup da sizin gibi gezen, yiyen, içenlerden birini göstereyim. Ebubekir’e bakın; o onlardandır.” buyurmuştur. İşte bu alemde cehalet ve 323 zanla meşgul olup, kendi nefsindeki ve mevcuttaki Rabbinden gafil olanlar, hakikatte ölüdürler, nice hakikatin ölüsü olanlar, Ahmedi rahmetle ihya olup dirildi ve fenafillah irfaniyetiyle gafletten uyanıp, ölmeden evvel ölerek Hakk’a kavuşarak ebedi diriliğe ulaştılar. Demektir. Senin ol bahr-ı ilminden bilenler bildi bir zerre İçenler içti bir katre şarab-ı has zülalinden Senin bahr-i ilmin; senin ilim denizin demektir. Bu ilim denizi, Hakk’ın hidayetinin baş mazharı Hz. Resulullah Efendimizdir. Peygamberler ve veliler, Hz. Resulullah’ın baş mazharı olduğu hidayetten nasiplenerek, tebliğ ve irşada bulunurlar. İşte her zaman ve bugün dahi insan-ı kamil olan velinin irşadı, bu hidayet üzeredir ki, bu irşada muhatap olan her salik, kabiliyetine göre bu hidayet zuhurundan istifade eder. Şarab-ı has zülal, katkısız, has içki demektir. Katkısız şarap, ilm-i tevhid-i hakiki irfaniyeti olup, o irfaniyetten nasiplenenler katkı olan cümle masivadan, gayriyetten arınıp hep Hak’la olmak zevk ve sarhoşluğuyla yaşarlar. Vücud-ı kabr-i kuddusü ziyaret edene müjde Şefaatin olur vacib işittiler lisanından Hz. Resulullah “Her kim benim kabrimi ziyaret ederse ona şefaatim vacip olur.” buyurmuşlardır. Bu hadisin anlamı batın ağırlıklıdır. Çünkü bu hadis-i şerif zahir anlamıyla değerlendirilirse Hz. Peygamberin kabrinin olduğu coğrafyada ve Medine şehrinde yaşayanlara bir avantaj olur ki, bu ilahi adalete terstir. Bu hadis-i şerifin batın anlamı ise: Nur-u Muhammed her kimde mevcut ve zahirse kudsi kabir, o kimsenin suret varlığıdır ki, zamanın insan-ı kamili demektir. İşte Nur-u Muhammed mazharı olan böyle bir insan-ı kamil olan veliyi, kim ziyaret edip bulur da onun irşadına mazhar olursa, o da Nur-u Muhammed’den nasiplenerek; şirk, isyan, günah vb. manevi hastalıklardan kurtulup şifa bulur, şefaate mazhar olur. Hitab-ı bezm-i ezelde görenler gördüler yüzün Ol şemsten bedr olanlar geçerler hep masivasından Hitab-ı bezm-i ezel; ruhlar alemindeki Cenab-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim…” (Araf, 172) hitabıdır. Bu hitabın tekrarı bu alemde, Nur-u Muhammed’in mazharı olan kamilin irşadıyla yapılır. Bunu beyanla “Ben senin Nur-u Muhammed yüzünün zuhurunu, kamilin 324 irşad aydınlığında gördüm. O güneş gibi olan aydınlığından nasiplenerek irşad olanlar bedir / ayın on dördündeki gibi parlayıp Nur-u Muhammed mazhariyetiyle cümle masivadan / gayriyetten geçip kurtulurlar.” Buyruluyor. O kabr-i manevi içre vücudun görseler zühhad Atardı şem’a pervane gibi canın ferahından Zühhad; zahidler demektir. Zahidler; fazla ibadet yaparlar, şekil ve suret düzerler, kendileri gibi olmayanları beğenmezler, herkesi eksik fakat kendilerini beğenip bu hallerini kemalat bilirler. İşte “Bu günkü kamilin suretinden zahir olan irşadla, Nur-u Muhammed aydınlığını zahidler bir görseler, zahidliklerini terk edip pervane gibi, yani fütursuzca ve cesaretle o irşad irfaniyeti aydınlığına, sevinç ve neşeyle atılırlar.” buyruluyor. O kabri bildiler Fehmi cihanda ancak arifler Şefaat buldular onlar kim o sultanla likasından Nur-u Muhammed mazharı ve kabr-i kuddus-i manevi olan kamil mürşidin şahsını, her zamanda ve bugün, ancak arifibillah, yani Allah’a arif olanlar bilirler. Ve onlar, Nur-u Muhammed sultanının kemalatından irşad olup istifade ederler, cümle şirk, isyan, günah vb. manevi hastalıklardan kurtulup, marifetullahla şefaat bulurlar. Demektir. 325 * * * 70 İlahi feth-i bab eyle künuz-ı ilm-i hikmetten Muhabbet kıl derunumda mücella eylesin irfan “Ey Allah’ım, ilim ve hikmet hazinesinin kapılarını bana aç.” demektir. Ki ilm-i hikmet; halkın, yani eşyanın iç yüzünü, hakikatini bilmek ve arif olmaktır. Onun için Hz. Resulullah Efendimiz ‘'Ey Allah'ım bana eşyanın iç yüzünü bildir.'' buyurmuştur. Bu itibarla “Ey Allah'ım, ilim ve hikmet hazinelerinin kapılarını bana aç, bende ilahi muhabbetin, aşkın zuhura gelsin ki, ben de meratib-i ilahi irfaniyeti aydınlığına kavuşup, ehl-i irfan, yani arifibillah olayım.” demektir. Nidem ben gayre muhabbet çu sensin maksad-ı aksa Mukaddes mahbubum sensin bu gözler hüsnüne hayran Ben yaradılışımın, kulluğumun yüce gayesinin; seni bulmak, sana kavuşmak olduğunun farkındayım, bilincindeyim. Ben gayriyete muhabbet etmem, sen benim kutsal ve bütün noksanlardan münezzeh olan ilahi sevgilimsin. Gözlerim senin güzel vechini / yüzünü gördü, senin güzelliğine hayranım, tutkunum, buyruluyor. O bir göz ki sana baktı nice gayre bakar bilmem O nur ki nur-ı vahiddir görür senle seni her an 326 Bir kimse, meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle Hakk’ın birliğine ulaşıp vahdet-i vücuda vasıl olduysa, onun gözü gayriyet görmez. Çünkü Hakk’ın varlığından gayrı varlık olmadığından, Hak kendi vahdetinde, birliğinde kendini yine kendi görür. Sahabe, Hz. Resulullah Efendimizin miraçta Hakk’ı görmesini konuşurken, kimi Resulullah baş gözü ile Hakk’ı gördü dedi; kimi kalb gözü ile Hakk’ı gördü, dedi. Hz. Ayşe validemiz ise “Hz. Resulullah ne baş gözüyle ne de kalb gözüyle gördü, miraçta Hak, Hakk’ı gördü.” buyurmuşlardır. Hz. Pir Efendimiz, Hz. Ayşe’nin “Hak, Hakk’ı gördü.” beyanını “Rububiyeti ile rububiyetini görmesidir.” diyor. Çünkü rububiyetin zuhuru mevcudata mahsustur ki, mevcutta her ne zahir olursa rububiyetle zahir olur. Bu itibarla görünen de gören de rububiyettir. Bu itibarla meratib-i ilahinin nuru, aydınlığıyla irşad olan kulun nazarında gayriyet olmayıp, hep vahdet olduğundan, her an Hakk’ın rububiyeti, rububiyetini görür ki, bu beyan ediliyor. Kani bir dil seni ansın kani bir can seni bulsun Kani bir göz seni görsün gören de sensin ey canan Ey ilahi sevgili; hangi bir gönül seni zikr-i daimle zikrederek uyandıysa, hangi bir kul nefsini bilip de seni bularak ve sana vuslat ettiyse, o kimsenin kendine ve halka nispetle sıfatları olmaz; yani hayatı, ilmi, iradesi, kudreti, görmesi, işitmesi, kelamı ve tekvini olmaz. Çünkü bu cümle sıfat-ı sübutiyenin mevsufu, ilahi sevgili olan Allah’tır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri Hakk’a vasıl olduğundan “Kulun cümle sıfatlarında ve görmesinde mevsuf sensin. Kulun gözünden, sen yine kendini görürsün, ey ilahi sevgili!” diyor. Hüdaya hangi dillerle seni zikreylesin kullar Seninle nutkeder diller seninle görür ol aynan Ey hidayetin kaynağı, hidayet verici olan Allah'ım, makamat-ı tevhidin marifeti hidayetine mazhar olanlar, kulun fenasına / yokluğuna ariftirler. Yok olan, seni nasıl zikredebilir. Kulun cümle sıfatlarında mevsuf sensin, her dilin mazhariyetinden nutkedip konuşan ve zikredensin. Her göz mazharından görende sensin ki, diller seninle zikreder, gözler seninle görür.Buyruluyor. Evvel ahir ve batınsın kamu esmada zahirsin Münezzehsin bilinmekten nice bilsin seni ifnan 327 Kur’an-ı Kerim’de “Hüvel’evvelü vel’ahirü vezzahirü velbatın… / O evvel / ilk, ahir / son, zahir / apaçık ve batındır / gizlidir.” (Hadid, 3) buyrulmuştur. Evvel, ilk olandır, zahir ise apaçık ve aleni olandır; batın, iç ve gizli olandır, ahir ise son olandır. Ehl-i kemal, vahdet-i vücuttaki evvellik, zat-ı ilahidir; ahirlik esmayı ilahidir; batınlık sıfat-ı ilahidir; zahirlik ise ef’al-i ilahidir, demişlerdir. Peki Hakk'ın vahdet-i mevcudiyeti böyle olunca kullara ne kalır? Kullara ancak yokluk kalır ki, kul bilse de bilmese de yokluktadır, fanidir. Fani olan, var olanı bilebilir mi? Bilemez. Varlığı, yine var olan bilir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Kulların seni bilmesinden münezzehsin, yani fani / yok olan, var olanı bilemez.” diyor. Çünkü Kur’an’da “…şüphesiz / kuşkusuz Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Nahl, 74) buyrulur. İlahi cud-i fazlından kerem kıl bizlere vuslat Cemalinle müşerref kıl olalım sahib-i heyman Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Aşkın üç mertebesi vardır: bunlar Aşk, vahle ve heymandır ki, aşık, bütün mevcudiyeti ile maşukuna teveccüh edip yönelirse, ona aşk, o aşkın sahibine aşık denir. Aşık bütün mevcudiyetiyle maşukuna yöneldikten sonra kendinden geçerse, bu hale vahle denir. Aşık bütün mevcudiyetiyle maşukuna yönelip ve kendinden geçtikten sonra maşukunu, ilah, sevgiliyi kendinde müşahede ederse bunada heyman denir.” buyuruyor. İşte arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, yüksek bir marifet ve kemalatla dua ederek, “Ey Allah'ım, senin yüce faziletinden, karşılıksız vericiliğinden bana ikram et ki sana kavuşayım. Güzelliklerinle, güzel yüzünle beni şereflendir, aşk-ı heyman mazhariyetiyle seni kendimde müşahede edeyim.” diyor. Tecelli-yi cemalinle münevver eyle kıl mağfur Ki ben yokta zuhur et sen çu sensin cümleye sultan Ey ilahi sevgili, ben sana aşık fenafillah olmuş bir kulum. Sen ise cümle alemde ve bende mevcut ve var olansın, cümle alemlerin melikisin, padişahısın. Beni bağışla, kusurlarımı affet. Yokluğum kulluğumda, cemalinle yani güzel yüzünün tecellisiyle zahir ol. Çünkü senin her şeye gücün yeter, sen her şeyde hakimsin, alemlerin sultanı ve hükümdarısın! Demektir. Senindir zir u ve bala senindir hem ve mafiha 328 Ki senden gayrı yok asla muhitsin Arş’ı ya Rahman Kur’an-ı Kerim’de “O Rahman olan arşı kuşattı…” (Taha, 5) buyrulmuştur. Allah, Rahmaniyeti ile umumu, her şeyi kuşatmıştır. Çünkü Rahman; esmanın başı, anası olan celal ve cemal isimlerinin ihatasıdır. İşte alemler dediğimiz her şey olan yerler, gökler ve arasındakiler, hep esma-yı ilahiyedir. Cümle esma celal ve cemal ana isminin tesiri ile zahir olup açığa çıkar ki, celal ve cemalin cümle esmayı tesiriyle ihata ederek kuşatması Rahmaniyettir. Hz. Pir Efendimiz “Rahman naam icadına hastır.” buyurmuştur. Yani her şey, her tecelli Rahmaniyet kuşatmasıyla gıdalanıp zinde olur, demektir. Bu itibarla “Ey ilahi sevgili, senindir yerler, gökler ve arasındakiler. Cümle varlıkta mevcut sensin, alemler asla senin gayrın değildir. Sen Rahmaniyetinle arşı, yeri, göğü ve arasındaki her şeyi ihata ettin.” Buyruluyor. Rahimsin şüphe yok asla habibin oldu müsemma Onunla cümle arifler buluptur suret-i insan Kur’an’da “Rahim’dir O... (Fatiha, 3) buyrulmuştur. Cenab-ı Hak rahmet-i Rahmaniyetiyle nasıl umumun icadına, yani dünya ve ahirete has olup da geneli, umumu ihata etmişse, Rahim rahmetiyle ise özeldir. Rahmet-i Rahim, müminlere ve ahirete mahsustur. Bu anlamda Hz. Pir Efendimiz “Rahim, ahiretin icadına hastır.” diyor. Ahiret, imanın şartından biri olup, müminin vasfıdır. Kur’an-ı Kerim’de “O, müminlere karşı Rahim’dir.” (Ahzab, 43) buyrulmuştur. Bütün peygamberlerin tebliğinin genel amacı, kulların Allah ve ahiret imanıyla mümin olup, amel-i salih işlemeleridir. Mümin hidayete mazhardır ki, Kur’an'da müminden, bir de gerçek müminden bahsedilir. (Enfal, 4) Mümin, imanın ve İslam’ın şartlarına inanıp da şeriata tabi olandır. Gerçek mümin ise, şeriata uymakla beraber iman-ı hakiki ile halkiyetinin gayesini bulmuş, meratib-i ilahi irfaniyetiyle makam-ı insana kavuşmuş olan, insan-ı kamildir. Gerek mümin, gerekse gerçek mümin, hidayetin mazharıdırlar. Hidayetin baş mazharı ise, Hz. Resulullah Efendimizdir. Kur’an’da “And olsun, içinizden size onurlu bir Resul gelmiştir. Sizi rahatsız eden her şey O’nu da üzer, üstünüze çok hırslıdır / düşkündür. Müminlere rauf ve rahimdir.” (Tevbe, 128) buyrulmuştur. Hadis-i şerifte ise “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan yaratmıştır.” buyruluyor. İşte bu yaradılışa mazhar olan müminlerde Hz. Resulullah’ın ahlak ve tabiatı hakim ve galip olduğundan onlar, makam-ı insanı bulup insan-ı kamil olurlar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Rahimiyetine habibin Hz. Muhammed (sav) müsemma oldu. Onun baş 329 mazhar olduğu hidayetle de, cümle arifler makam-ı insanı bulup, insan-ı kamil oldular.” diyor. Allahualem. İlahi hacetim senden bu Fehmi’ye nazar kıl sen Elimden tut de ‘ya abdi’ ki sensin lutfu çok mennan Fehmi Efendi Hazretleri, büyük bir vukuf ve marifetle yaptığı duasının sonunda diyor ki: “Ey Allah'ım! beni kolla, bana bir nazar et, sen bol bol karşılıksız verensin. Lütuf ve ihsan edersin, bana da kulluğunu lütfedip, beni kulluğuna kabul et.” diyor. Çünkü alemlerin iftiharı olan Hz. Resulullah Efendimiz “Şunu biliniz ki, ben Allah’ın kuluyum. O halde bana Allah’ın kulu ve resulü deyin.” buyurmuştur. Allah, cümlemizi Fehmi Efendi Hazretlerinin bu beyitlerdeki duası ile dua edenlerden eyleyip, bu marifet ve kemale mazhar kılsın. Amin * * * 71 Her nefeste Hakk’ı zakir olmayan Dedi Hak Kur’an’da ona ‘gafilan’ Kur’an’da: “…ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı zikredin…” ( Nisa, 103) ve “Aklını işleten gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken daima Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran, 191) buyrulmuştur. Bu beyanlardan da açıkça anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hak; ayakta, otururken ve yatarken, yani her nefeste daim zikirle kendisinin zikredilmesini, hem örnek gösteriyor hem de emir ve tavsiye ediyor. Bir kulun ayakta olmak, oturmak ve yatmak olan hal ve pozisyonundan başka bir hali olmadığı için, nefes alıp verdiği her ahval ve şartta, zikr-i daimle Allah’ı zikretmesi buyruluyor. Zikr-i daim haricindeki ibadetler, bir kulu o yaptığı ibadet müddetince gafletten uyandırır, o ibadetten sonra ise yine kulda gaflet galip olur. Fakat daim zikir, kulun her zaman her yerde uyanık olmasını sağlar. Bir kimse kusuru, günahı ancak gafletteyken işler. Bunun için kulun ideal uyanıklığı, her nefeste zikr-i daim uyanıklığıdır. Yine Kur’an’da “Rabbini içten yalvararak ve gizlice sesini yükseltmeden sabah akşam zikret, gafillerden olma.” Beyanı vardır. Fehmi Efendi Hazretleri, bu ayete atıfta bulunarak ‘Zikr-i daimle her nefeste 330 Hakk’ı zikretmeyenleri Kur’an, gafil olarak vasf etti.’ diyor. Çünkü zikr-i daimle gafletten uyanan bir kulun uyanıklığı ebedi olup, gerek bu alem gerekse ahirette ve cümle alemlerde, daim zikrin uyanıklığı devam eder. Hadis-i şerifte “Allah, bir kulun kalbini zikrullahla kurdu mu bir daha durdurmaz…” buyrulmuştur. Daim zikir haricindeki, namaz, oruç vb. ibadetler, bu alemde unsur bedenle yapılıp, berzah ve ahirette olmayan,yapılmayan ibadetlerdir. Bu itibarla zikr-i daim, kulun var olduğu cümle alemlerde yapılıp devam eden ibadet olmasıyla büyük ibadettir. Bunu beyanla Kur’an’da “Kitaptan sana vahyedileni oku, namazı yerine getir. Çünkü namaz çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki zikrullah en büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyrulur. Velhasıl her nefeste daim zikir uyanıklığı ebedi bir uyanıklıktır. Bu alemde zikr-i daimden mahrum olanın gafleti de ebedi bir gaflet olup, bu gaflet, bu alemde olduğu gibi ahirette ve cümle alemlerde de devam eder. Çünkü Kur’an’da “Bu dünyada ama / kör olan ahirette de kördür…” (İsra, 72) buyruluyor. Soyunup bahr-ı fenaya dalmayan Cahilandır cahilandır cahilan Bahr-ı fena; yokluk denizi demektir. Ehl-i kemal, kulun yaratılmasının yüce gayesini, kulun kendine ve aleme nispet ettiği varlıkların yokluğunu / fenasını müşahede etmesi içindir, demişlerdir. Yokluk denizi denilen fenafillah irfaniyetidir ki, ona ancak makamat-ı tevhid müşahedesiyle ulaşılır. Meslek-i Resul’de Melamilik, fenafillah irfaniyeti ve Hz. Peygamber Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmak olarak tanımlanır. İşte fenafillah keşfi irfaniyetinden mahrum olmak, başka ilimlerin alimi olunsa da, hakikate göre cehalettir. Bu cehaletle kulun; kendinde ve cümle alemin mevcudiyetindeki Hakk’ın tecelli-yi ef’al, tecelli-yi sıfat ve tecelli-yi zat müşahedesinden mahrum ve mahcup olmasından, üç defa cahildir, cahildir, cahildir, buyrulmuştur. ‘Fakru fahri’ devletine yol bulan Arifandır arifandır arifan Hz. Peygamber Efendimiz, üç defa ‘el fakru fahri / fakirlik benim iftiharımdır.’ buyurmuştur. Burada ifade edilen fakirlik, zahir anlamdaki mal-mülk fakirliği değildir. Çünkü Hz. Resulullah zahiren zengin olup tüccarlık yapardı. Kur’an’da “Seni fakir buldu da zengin etmedi mi?” (Duha, 8) buyrulur ki, Hz. Peygamber mal-mülk yönünden fakirdi, fakir331 likten hasır üstünde yatardı, ekmek bulur katık bulamazdı demek, bu ayetin beyanını inkar olup, Hz. Resulullah’a iftiradır. Hz. Peygamberin iftihar ettiği fakirlik, nispet varlığı itibariyledir, yani fenafillah fakirliğidir. Bugün dahi her kim fenafillah irfaniyetine ulaşırsa, o da Hz. Peygamber Efendimizin öğünüp iftihar ettiği fakirliğe mazhar olur. Bu fakirliğe mazhar olmak, tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat keşfi irfaniyetiyle arif olmakla ancak mümkün olduğu için, üç defa ‘ariftir, ariftir, ariftir’ buyrulmuştur. ‘Selsebil tesnim rahik’ten mest olan Muhibbandır muhibbandır muhibban Selsebil tesnim rahik; Kur’an’da beyan edilen cennet içkileridir. Mest olmak, sarhoş olup kendinden geçmek demektir. Muhip ise, seven demektir. Cennetler ikidir: Biri amel cenneti ki, alem-i ahirette kulun amel-i salihle yani yaptığı güzel amellerle girecek olduğu cennettir. Diğer cennet ise cennet-ül irfan olup, ehl-i zikir ve ehl-i kemal, bu alemde cennet-ül irfana dahil olurlar ve bir daha oradan ebediyen çıkmazlar. Onlar hangi alemde olurlarsa olsunlar daima irfan cennetiyle gıdalanıp zevklenirler. Kulun irfan cennetine girmesi için sel sebil olan cennet-ül ef’al, tesnim olan cennet-ül sıfat ve rahik olan cennet-ül zat zevk ve muhabbetiyle mest olup kendinden geçmesiyle mümkün olduğundan, üç defa ‘muhibbandır’ buyrulmuştur. Ol beka iklimine azmeyleyen Bu fenaya uğradı her salikan Hadis-i kudside ‘Ey kulum! Sen fena / yok olmadıkça bana kavuşamazsın, ben tecelli etmedikçe sen yok olamazsın.’ Buyrulmuştur. Bir kimse, Cenab-ı Hakk’a kavuşacağım. Rabbim, beni O’na kavuşayım diye yarattı anlayışına ulaşırsa, onun beka iklimine, yani Rabbine kavuşup, Rabbiyle ebediyet bulması için, mekteb-i irfan saliki olup, fenafillah keşfi irfaniyetine mazhar olması gerekir. Salik ancak o zaman beka iklimine, yani ebediyete ulaşıp Rabbine kavuşurak Rabbi ile yaşayarak bekaya ulaşır. Vuslat-ı maşuk ola değil asan Canı kurban eyledi hep aşıkan Maşuk; aşık olunan, sevgili demektir. Ki, ilahi sevgiliye kavuşmak kolay değildir. Hak aşıkları, ilahi sevgiliye kavuşmak için can kurban ettiler; yani fena-yı ef’al, fena-yı sıfat ve fena-yı zat keşfi irfaniyetiyle nispet varlıklarını terk ettiler. Buyruluyor. 332 İrfan-ı cennete nail olmağa Sevdiğin infak eyledi salikan İrfan cenneti, kulun mevcuttaki Rabbi ile kavuşmasından hasıl olan mutluluğun zevk-i keyfiyetidir. Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri “Bu alemde nefse en tatlı gelen mal-mülk sevgisi, aile efradı sevgisi ve can sevgisidir.” diyor. Bu sevgiler, kulun nispet varlığını meydana getirip, onu Rabbinden ayıran dünyası ve perdesi olur. Hakikate göre mal sevgisi, kulun nispet-i ef’alidir. Ev halkının sevgisi nispet-i sıfattır, can sevgisi ise nispet-i vücuttur. İşte cennet-ül irfanda Rabbine kavuşan salikler, daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, nefsin sevdiği bu nispet varlıklarını dağıtıp infak etmişlerdir. Yani fenafillah keşfiyle yokluğa ulaşmışlardır ki, bu beyan ediliyor Ol cemal-i pakine bülbül olan Meskeni olur onun bağ-ı cinan Cemal-i pak; Rabbin güzel yüzüdür. Kul, ancak Rabbine kavuştuğunda cemal-i pakini, yani Rabbinin güzel yüzünü görüp müşahede eder. Bunu beyanla Kur’an’da “Yüzler vardır o gün parıltılı Rabbine doğru bakan...” (Kıyamet, 22-23) buyrulur. Hak aşıkları, işte bu güzel yüzün tutkunu olup, o aşk ve muhabbetle yaşarlar, onların cenneti budur. Bir kul, daim zikirle uyanıp makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Rabbine kavuşursa, o Rabbinin güzel yüzünü görür ve cennet-ül irfan bağ ve bahçesinin bülbülü olup, o meskende ebediyen yaşar. Demektir. Yandı Fehmi şems-i zatın narına Yakmaz artık o cehennem bigüman Alem-i ahirette, amel cennetine ve cehenneme muhatap olanlar; bu alemde nispet varlığından geçemeyip kendini ve cümle alemi, zat-ı ilahi mevcudiyetinin gayrisi zannedenlerdir. Bu kimseler yaptıkları işler ve ürettikleri değerler karşılığında, ahirette nispet varlıklarıyla amel cennetine ya da cehenneme muhatap olacaklardır. Fakat bu alemde fenafillah irfaniyetiyle nispet varlıklarını ifna / yok ederek zat-ı ilahiye vasıl olanlar, bu alemde ve hangi alemde olurlarsa olsun onlar, daima zat-ı ilahi tecellisiyle zevklenirler. Böyle Allah’ın zatına vasıl olan arifler, bu imtihan aleminde ahlak-ı Muhammed ile yaşama gayretinde olup, kulu cehenneme muhatap edecek olan kötü işlere ve ahvale yanaşmazlar. Onlar böyle kötü işler yapmadıkları için, onları cehenneme götürecek günahlarıda olmaz. Arifler cümle sevap ve 333 iyilikleri işleyip yaparlar. Fakat bu yaptıkları sevap ve güzel işleri, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Rabbine nispet ettiklerinden, onların sevapları da olmaz. Bu itibarla,ariflerin sevap ve günahı olmadığından, ahiretteki amel cenneti ve cehennem onların mekanı, meskeni olmaz. Arifler cümle alemlerde, kendinin ve cümle eşyanın yokluğunda zatı ilahi mevcudiyetiyle var olan bir kullukla yaşarlar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Zat-ı ilahi tecellisinin güneş gibi aydınlık olan irfaniyetiyle, nispet varlığım ilahi aşkla yanıp fena bulduğu için, cehenneme yakacak bir varlığım kalmadı.” diyor. * * * 72 Eya ey abid-i Rahman ediptir Hak bize ilan Kalanlar şirk-i hafide bulamaz derdine derman Uyan ey Rahman’ın kulu, Cenab-ı Hak Kur’an’da “Şirk en büyük zulümdür” (Lokman, 13) Başka bir ayette ise “Şirkten başka olan günahı affedebilirim, şirki affetmem…” (Nisa, 48, 116 ) buyuruyor. Şirk Allah’a ortaklık, ortakçılık demektir. Bazıları şirki, riya, gösteriş olarak ifade ederler ki, bu doğru değildir. Bu şirk iki kısımdır hem biri şirk-i celidir bil Biri şirk-i hafidir hem bunu bilmedi cahilan Hz. Resulullah “Ben ümmetimin şirk-i celisinden (açık olanından) korkmam, ancak şirk-i hafisinden (gizli olanından) korkarım.” diyor. Bu itibarla şirk ikidir ki, biri celi yani açık olan, diğeri ise hafi / gizli olandır. Şirk günahının çaresi tevhiddir. Tevhid de ikidir: Biri şeriatın tevhididir ki ‘Lailaheillallah muhammedun resulullah’ kelimesini kalb ile tasdik edip, dil ile ikrar etmektir. Diğeri ise tevhid-i hakikidir ki, kelime-i tevhidi dil ile ikrar edip kalb ile tasdik etmekle beraber, tevhidin hakikat334 i mahiyetini müşahede etmektir. Bir kimse açık şirk ehli ise, İslam dininin dışındadır. O kimse Müslüman olur da, ‘Eşhedüenlailaheillallah veeşhedü enne muhammeden abduhu veresulühu’ diyerek, bu inancını kalple tasdik edip diliyle ikrar ederse, o kimse açık şirkten kurtulup Müslüman olur. Fakat böyle bir müslüman açık şirkten kurtulsada gizli şirk işler. Çünkü gizli şirkte olan bir kimse ise, ‘Lailaheillallah’ kelimesini diliyle söyleyip kalbi ile tasdik etmekle beraber ‘mevcutta Allah’tan başka varlık yoktur’ müşahedesi ve imanı olmayandır. İşte gizli şirk günahının çaresi, tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetidir ki, her kim zikr-i daim uyanıklığıyla meratib-i tevhid irfaniyetine ulaşırsa, o ancak gizli şirkten kurtulur. Zikr-i daim ve meratib-i tevhidin cahili olanlar, adı sanı, unvanı ve hangi ilmin alimi olursa olsun, gizli şirk ehlidirler. Vesselam. Odur şirk-i celi bil kim ederler saneme secde Bu alem maverasında nedir bilmezler ol subhan Yukarıda ifade edildi ki; şirk-i celi yani açık şirkte olan, İslam dininin dışında kalanlardır. Yani puta, eşyaya ve insana vb. tapanlardır. Bütün noksanlıklardan münezzeh olup da, bir, eşi ve benzeri olmayan Allah’a iman ve ikrarı olmayanlardır. Bunlar, bir olan Allah’ı teslis itikadı ile çoğaltanlar olduğu gibi “Yahudiler, Üzeyir Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlar da Mesih, Allah’ın oğludur dediler…” (Tevbe, 30) beyanındaki gibi Allah’ı şahıslaştıranlardır. Bazı zındıkların ve tarikatçıların, şeyhlerini ve bazı kişileri rableştirip ilahlaştırmaları gibi olan bu itikat ve anlayışların hepsi şirk-i celidir, yani açık şirktir. İşte bunlar, tek ve bütün noksanlardan münezzeh olup cümle alemlerin hakikati olan Allah’ı bilmezler. Buyruluyor. Gel ol şirk-i hafiden kim biraz sırlar edem ifşa İşitip olalar irşad okuyan cümle salikan Gizli şirkten bazı sırlar açıklayayım ki; cümle salik ve ihvan işitip irşad olsun, aydınlansınlar. İkidir şirk-i hafi hem biri ameldedir bil kim Biri itikadında hem buna şahiddürür Kur’an Fehmi Efendi Hazretleri, gizli/hafi şirki de ikiye ayırarak; biri amelde, biri itikattadır ve buna Kur’an şahittir, diyor. Amelde şirk odur bilkim edersin gayre muhabbet Uyarsın nefs hevasına olursun nefse abidan 335 Gece gündüz budur fikri ki doğmuş kalbine zikri Tasavvur etti kalbinde oyunbaz halleri her an Onlar Hakk’ın ‘mudillun’ esmasına mazhar olmuşlar Ol esma olanların Rabbi ederler secde gafilan Onlardır nefse arif değildir Rabbini bilmez Onlar ol ‘şerrü’d devab’tır ki etti nefisleri tuğyan Amelde şirk şöyledir: Allah’tan gayriye muhabbet edip, Allah’ın emirlerine itaat etmeyip, yasaklarından kaçmadığı gibi bunları inkar ederek, Allah’ın emrine uymanın, yasaklarından kaçmanın kula bir faydası olmaz, anlayışında olanlardır. Bu gibiler daima nefsin istek ve arzularına tabi olup, nefsinin kulu kölesi olurlar. Onlar günaha, yasağa, helale, harama bakmadıkları gibi; onların kalblerindeki zikir ve fikir, daima tabiattan nefsine hoş tatlı gelenleri anarak, onları düşünmek ve onlara sahip olmaktır. Velhasıl onların yaptığı ve yapacağı, nefsinin esiri olup, doğru olmayan, sapık, mudil, yani şeytanca işler, oyunlar ve hallerdir. İşte böyle ehl-i mudil, yani dalalette olanlar hakkında Kur’an “Kim Rahman’ın zikrini görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa, biz ona bir şeytanı musallat ederiz de ona can yoldaşı olur. Bu şeytanlar onları yoldan saptırırlar. Onlarsa, kendilerinin hala hidayet üzere olduklarını sanırlar.” (Zuhruf, 36-37) buyurur ki, Mudil esmasının baş mazharı İblistir. Böyle kimselerin terbiyeciside İblis olur ve onlar İblis’e tabidirler. Bunlar, Hz. Peygamber Efendimizin buyurduğu “Nefsini bilen Rabbini bilir.” irfaniyetindende gafil olup, bu peygamber beyanının sırrını bilmedikleri gibi, daima kötülük üretirler. Bunlar azgınlık ve isyan halindedirler. Demektir. İkinci şirk budur bil kim mutekidin itikadında Bu şirkin azamıdır kim bunu bilmedi zahiran Eder secde kuru yerde ki bilmez Rabbini nerde Olur kendi Hakk’a perde budur sahib-i kamisan Olur abid Hakk’ın gayrı ki kendi gayrı Hak gayrı Onlar ‘zenb-i vücud’dur hem erişemez onlara gufran Hafi / gizli şirkin ikinci kısmı ise, şeriat ehlinin itikadıdır. Ehl-i şeriatın ameli doğrudur. Çünkü onlar Allah’ın emir ve yasaklarına tabi olup, harama-helale dikkat ederek hassasiyet gösterirler. Bunlar 336 toplumun yararına faydalı işler, güzel ameller yaparlar. Fakat ehli şeriat itikatta gizli şirk işler. Şöyle ki, imanın üç boyutu vardır: Birincisi icmali iman, yani özet iman ki, bütün ehl-i İslam icmali imanda aynıdırlar, tartışmasız müttefiktirler. Bu da ‘Lailaheillallah muhammeden resulullah / Allahtan başka ilah yoktur, Muhammed Allahın elçisidir’ kelimesini kalbile tasdik edip dil ile ikrar etmektir. İmanın ikinci boyutu ise iman-ı tafsildir; yani Amentü dediğimiz Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete yani öldükten sonra tekrar dirilip ahirette yaşayacağımıza, hayrın ve şerrin, Allah'ın kudreti ile meydana geldiğine iman etmektir. Bu imandada Müslümanlar müttefiktirler, fakat bu imanda az da olsa ihtilaf vardır. Üçüncü boyut ise itikadi imandır ki; her Müslüman Allah'a iman eder. Fakat Allah nicedir, nasıldır, nerededir, mevcut mu-mevhum mu, bilinir mi - bilinmez mi, görünür mü-görünmez mi? Ahiret şöyledir, melekler böyledir... Gib anlayışlarla, Cenab-ı Hakk’ı, ahireti, melekleri ayrı ayrı vasıflandırmaktır. Kimi, melek kuş gibidir; kimi, nur gibidir; kimi de ahirette ameller suret bulup hizmet veya azap eder, der. Kimi, hayır öyle değildir der... İşte bu gibi birbirinden ayrı olan inançlar, imandaki detay farklılıklar olup itikadi imandır. İşte ehl-i şeriatın gizli şirki buradadır, yani itikatındadır. Bunlar Allah'a secde eder. Sorsan; Allah nerededir, mevcut mu, mevhum mu? Bilemez. Mevcut der, tarif edemez. Eseri mevcut, kendisi mevhum gibi anlayış ve zan içinde olup, kendine ve aleme Allah’tan ayrı vücut nispet ederek, kendini ve alemi Hakk’ın gayrisi olarak zanneder. İşte böyle kimseler Hakk’a vuslattan mahcup ve mahrum olup gizli şirk ehlidirler. Velhasıl bir kimse zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşmamışsa, o kimse hangi ilmi tahsil ederse etsin, hafi / gizli şirkten kurtulamaz. Allahualem. İlahi nice edelim sana tesbih u takdisler Ki biz fani zülaliz hem göründük cümlemiz bir can Alan sensin veren sensin gören ve görünen sensin İşiten söyleyen sensin yine sensin o Mahmudan Ey Allah’ım, nasıl senin şanını, yüceliğini dillendirip seni övebiliriz. Bizim variyetimiz yoktur, bu görünen her şey bir candır. Yani senin vahdet-i vücudundur, ve hiç bir şey senin gayrın değildir. Gören ve görünen sensin, alan veren sensin, işiten de söyleyen de sensin, bizim varlığımız ise fenadır, yokluktur. Mahmud olup öğülen sensin. Sen yine 337 kendini kendin översin. Aynı Hz. Resulullah Efendimizin “Ey Rabbim ben seni layıkıyla methedemem acizim, sen yine kendini methettiğin / övdüğün gibisin.” buyurması gibi... Vesselam. Bu Fehmi'nin haceti senden bana bildir ki ben bilmem Bilen ve bilinen sensin senindir ilm ile irfan Allah’ım, Fehmi'nin senden duası isteği şudur ki; fenafillah müşahedesiyle beni şereflendir, ilim senindir, bilen ve bilinen sensin, cümle varlığın senin tecellilerin olduğunun irfaniyetine ulaşan bir kulluğun kemaline beni mazhar kıl... demektir. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 73 Bir yüze verdim gönül her dem ona divane ben Yakarım sinemi onun aşkına pervane ben Bir yüze gönül verdim demek, Allah’a aşık oldum demektir. Daim zikir ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle her nefeste, her an ona bağlandım ve ilahi sevgilinin aşkına fütursuzca, cesaretle ve tereddütsüz girdim. Buyruluyor. Geç bu sevdadan dediler salma kavgaya başın Ben geçerim sevda geçmez uğradım emraza ben Müşrikler, Hz. Peygamber Efendimize, amcası Ebu Talib vasıtasıyla “Para istersen verelim, kadın istersen en güzel kadınlarımızı verelim, mevki-makam istiyorsan makam verelim, yalnız bu davadan vazgeç.” dediler. Ebu Talib bunu söylediğinde Hz. Resulullah cevaben: “Ey amcam, bir elime güneşi, bir elime ayı verseler, ben Hakk’ı tebliğ ve irşaddan vazgeçmem.” buyurdular. İşte, nasıl ki Hz. Peygamberin tebliğ ve irşadı, o tebliğe uymayanlara, müşriklere ters geliyor, onu anlayamıyor ve idrak edemiyorlarsa; bugün de ehl-i aşkın hali, sohbet ve davranışları, aşk ehli olmayanlara acayip ve ters gelir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bana, bu ilahi 338 aşktan ve ehl-i aşkla hemdem olmak sevdasından vazgeç, şaşırırsın, sapıtırsın, kaybın olur deyip; aşk-ı ilahiden nasiplenmemiş tarikatçıların, cemaatçilerin olumsuzluklarını bana örnek gösterip, sen de böyle olursun deyip vazgeçmemi söylediler.” diyor. Böyle kimseler bugün dahi ehl-i zikr ve ehl-i aşk olan ariflere, aynı şeyleri söylemeye devam etmektedirler. ‘Ben geçerim, sevda geçmez’ demek ise şöyledir: Aşk, muhabbet yaratılıştandır, herkeste vardır. Kimi aşkı ağyare harcar, israf eder, kimi de halkiyetinin gayesine ulaşmak için aşkı yar eder. Aşksız hiç bir kimse olmaz, kulun her faaliyetinde mutlaka aşk vardır. Kulun Rabbine kavuşması da aşkla olur. Fakat Hak’tan gafil olanlar, ehl-i aşkı şaşırmış, yanlış yolda gibi vasıflarla değerlendirerek, onları sağlıksız, yani emraza / hastalığa uğramış olarak görürler. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Her anda Allah aşkı ileyim ve bu aşkla doluyum. Gafillerin ve cahillerin nazarında ise, emraza uğradım.” diyor. Dost belasıdır başıma geldi nice bin bela Her bela geldikçe hamd ederim ol subhana ben Dost belası; Hak aşığının müşkülleridir, tevhid mertebelerinin müşahedesine dair dertleridir. Bu dertlerle hangi ihvan dertlenirse, o terakki ederek, irfaniyeti artar. İşte böyle ilahi dertlerle dertlendikçe, noksandan münezzeh olan Allah’a hamd ederim... Buyruluyor. Bir acep sevdaya düştüm ona çare bulamadım Çünkü mahbub bendedir düştüm neden sevdaya ben Aşk, muhabbet; sevgiliye kavuşurkende vardır, kavuştuktan sonra da vardır. Aşık sevgilisine kavuşuncaya kadar, onun aşkı, sevgiliye vuslat derdi ve merakıyladır. Fakat sevgiliye kavuştuktan sonra aşk ve muhabbet, vuslatın devamı içindir. Yani mahbubtan, sevgiliden ayrılmamak içindir. İşte Fehmi Efendi Hazretlerinin “Acayip sevda ki çaresi yok, sevgilimle, mahbubumla vuslatta olduğum halde; aşk, muhabbet devam ediyor.” buyurmasının anlamı böyledir. Allahualem. Yok vücudum çün bilinmez aşk odu nem yandırır Bulmadı derdime deva söyledim Lokman’a ben Kul, fenafillah irfaniyetiyle, tüm nispetlerinden kurtulsa da ilahi aşk devam eder. Aşk, fenafillah oluncaya kadar sevgiliye kavuşmaktır, fenadan sonra ulaşılan beka ise, cümle tecellide ilahi sevgiliyle beraber olmak zevkidir. Bu zevki kul, ancak kendi tadabilir. Zevkullahı, mürşid 339 olan Lokman dahi telkin edemez. Çünkü kamilin telkini ilimle olur, zevkle olmaz, ancak telkinin keşfi irfaniyetinden vuslat zevki hasıl olur. Bunu beyanla Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri “Tatmayan bilmez.” demiştir. Mahv-ı mahz oldum görünmez varlığımdan bir eser Çekseler dare bu cismi girmezem hiç havfe ben Azap ve ceza, kulun nispet varlığınadır. Hadis-i şerifte “Hesap günü gelmeden hesabınızı görün.” buyrulmuştur. Her kim ki, zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i ilahi irfaniyetiyle kendi nispet varlığından geçerse, böyle bir kul, yaradılışının yüce amacına bu alemde ulaşmış olur ve hesabını bu alemde görmüş olur. Cismin, yani bedenimizin bağı, tabiat alemiyle ve onun lezzetleriyledir. Hak’tan gafil olup, kendinin nispet varlığını var zannedenlerin korkusu, işte bu tabiat ve lezzetlerinden ayrılmaktır. Bu gibi kimselerin kulluğu, cisim-beden varlıklarıyla kayıtlı olup, nefislerindeki Rabbin varlığından gafletledir. Fakat nispet varlığını mahvedip, yani fena edip de Rabbine vuslat zevkini tadan ehl-i aşk ise, tabiat lezzetleriyle kulluğunu bağlamaz. Çünkü ehl-i aşkın kulluğu zevkullah mazharıyetidir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Tabiat ve onun lezzetleri ile gıdalanan, beden-cisim varlığımdan ayrılsam, yani bedenimi idam etseler, tabiat aleminden ayrılıyorum diye hiç korkup kaygılanmam. Çünkü ben, mahv-ı mahz oldum, yani fenafillah keşfiyle zevkullaha ulaştım.” diyor. Ölmüşüm ölmeden evvel erdi canım vahdete Ol beka-yı gülşen-i vahdetteyim yekdane ben Hadis-i şerifte “Ölmeden evvel ölünüz.” Buyrulmuştur. Ben bu Peygamber buyruğunu tuttum ve ölmeden evvel ölüp, vahdete, yani vahdet-i vücud keşfine ulaştım. O vahdet-i vücudun zuhuru olan beka-yı gülşeni, yani hiç bir zaman solup geçmeyen, her zaman diri ve var olan gül bahçesini, yani evlad-ı Resul’ün meclisini buldum ve Nur-u Muhammed mazhariyetiyle evlad-ı Resul’e karıştım. İşte bu mazhariyetle yek dane, yani eşsiz bir kemalat ve marifetle daima vahdette hakka vuslat zevkiyle yaşıyorum demektir. Gir bizim bahçeye gör bülbülleri efgan eder Cümle bülbüller içinde şeyda gör bir tane ben Bizim bahçedeki bülbüller, Hz. Resulullah Efendimizin ruhaniyetinin zahir olduğu meclistekiler demektir. O mecliste herkes 340 Allah aşkıyla ve derdiyle inler, efgan eder, yani zikreder, sohbet eder, müşkül sorar, cevaplanır ve cevap verir. ‘Cümle bülbüller içinde şeyda bir tane ben’ demek ise: Fehmi Efendi Hazretleri, bulunmuş olduğu o mecliste kimsenin vakıf olamadığı bir kemal ve irfaniyete mazhar olmuş ki, onu beyan ediyor. Allahualem. Mavera-yı akl içinde sohbet ettim dost ile Fehmi dediler bana çün vakıfım esrara ben Fehmi Efendi Hazretleri “Akl-ı maaş ve akl-ı meadın maverasında, yani dünya ve ukba akıllarının ulaşamadığı bir keyfiyet ve marifetle sohbet ettim. Çünkü meratib-i ilahi müşahedesiyle Allah’ın sırlarına arif ve vakıf oldum. Bu beyanlarımı ve sohbetimi ancak dost ve haldaşım olup Hakk’a kavuşmuş olan ehl-i kemal bilip anladığından, sözüm ve sohbetim onlaradır.” buyuruyor. Allahualem. * * * 74 Hayvanlığı terk etmeden insanlık arzularsın Rüşd-i Hakk’a ermeden Mevla ’yı arzularsın Hayvan, nefsinin tabiattan aldığı lezzetle yaşayan demektir. Onun yaşamı yemek, içmek, yavrularını doyurup sevmek, karşı cinse muhabbet etmek, yaradılışına uygun mutedil iklim aramak vb. den ibarettir. Her insanda bu hayvani hasletler vardır; yani yer içer, çoluk çocuğunu, ailesini sevip istikbalini düşünür, karşı cinse muhabbet eder, soğuktan ve sıcaktan etkilenir. İşte bir kimse, tabiattan aldığı hayvani lezzetleri, yaptığı kulluk ve ibadetlerinin karşılığı olarak ahirette de bekler de bu halini kulluğunun gayesi olarak anlarsa, bu kimse mazhar olduğu hayvaniyetle insanlığını sınırlamış olur. Halbuki kişinin mazhar olduğu bu hayvani hasletlerinden başka, insani yönü vardır. Kul insan olmak itibarıyla iman eder, bir lisanla konuşur, aklı ile ilim tahsil eder ve terakki ederek, yaradılışının yüce gayesi olan Mevla’sına kavuşur. Bu da ancak kulun, zikr-i daim ve meratib-i ilahi irşadıyla Hakk’a arif olup, insan-ı kamil olmasıyla mümkündür. Bu itibarla kulluğunun gayesini hayvani lezzetlerle kayıtlayan 341 kimselere hitaben “Hayvanlığı terk etmeden kamil bir insan olmayı arzularsın. Meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle irşad olmadan, Mevla’ya yani dost olan Hakk’a kavuşmayı arzularsın.” buyruluyor. Taklidi terk etmeden hem tahkike ermeden Sırr-ı Kur’an bilmeden irfanlık arzularsın İmam-ı Gazali Hazretleri “İman üçtür. Bunlar; iman-ı taklit, iman-ı istidlal/delilli iman, iman-ı tahkik / hakiki imandır.” buyurmuştur. Îman-ı taklit; anamızdan, babamızdan, hocamızdan duyduklarımıza takliden iman etmektir. Îman-ı istidlal, yani delilli iman ise; anadan, babadan ve hocadan duyduklarını taklitle yetinmeyip Cenab-ı Hakk’ın varlığına deliller bularak, Hakk’ın bu alemdeki eserlerini, bazı esma ve sıfatlarını delil yaparak iman etmektir. Îman-ı tahkik, yani hakiki iman ise; Hakk’ın mevcuttaki ef’al, sıfat, zat tecellilerinin müşahedesinden hasıl olan imandır. Sırr-ı Kur’an ise, tahkiki imana ulaşmış olan kamil insandır. Yine İmam-ı Gazali Hazretleri “Kur’an’ın sırrı şudur ki, Kur’an’ı nereden okursanız okuyun ya Allah’ın zatından, ya sıfatlarından, ya da ef’alinden bahseder.” diyor. İşte kamil insan, tahkik imana ulaşmış olmakla aynı zamanda Kur’an’ın sırrıdır. Bir kimse taklit ve istidlal imandan tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat makamlarının keşfi irfaniyetiyle tahkike, yani hakiki imana yükselemezse, Kur’an sırrı olan irfaniyetten mahrum olur. Bunu beyanla “Taklidi terk etmeden, tahkike ermeden Kur’an’ın sırrı olan irfaniyeti arzularsın.” buyruluyor. Sermayesiz bezirgan karı olmaz bir zaman Ne sergin var ne dükkan zenginlik arzularsın Sermayesiz bezirgan, sermayesi olmayan tüccar demektir. Tüccar olanın, yani ticaret yapanın mutlaka sermayesi vardır ki, o sermaye ile sergi, dükkan açarak kar eder. Hz. Ebubekir “Hamd Allah’a mahsustur ki, Allah kula kendi acziyetini / yokluğunu itiraftan başka bir yol vermedi.” buyurmuştur. Hadis-i kudside ise “Ey kulum! Sen yok olmadıkça bana kavuşamazsın…” buyrulur. Bu itibarla kulun sermayesi yokluğudur. Bir kul, ancak kendinin ve cümle alemin nispet yokluğuna arif olmakla, Hakk’ın kemal tecellisine mazhar olur. Yani, yokluk sermayesiyle Rabbine vuslat kemaline ulaşmış olur ki, mazhar olduğu bu marifet ve kemalat zenginliğiyle kul sergi ve dükkan açar. Yani başkalarını irşad ederek aydınlatır. İşte bunu beyanla “nispet varlığını fena etmeyen kimse, 342 sermayesiz tüccar gibi olup, sergisi ve dükkanı olmaz, yani kemalatla başkalarını irşad edemez, mürşidlik yapamaz.” demektir. Kuyuya atılmadan kervana katılmadan Kul olup satılmadan sultanlık arzularsın Hz. Yusuf on iki kardeştiler. Babaları Hz. Yakup’un Yusuf’a olan sevgisini diğer kardeşleri kıskanıp, O’nu öldürmeye kastettiler. Sonra öldürmekten vazgeçip yol kenarındaki bir kuyuya attılar. Bir kervan su içmek için kuyuya gelince baktılar ki, kuyuda bir çocuk var. Onu kuyudan çıkardılar ve Yusuf o kervanla Mısır’a gitti. Yusuf’u Mısır kralının sarayına sattılar. Hz. Yusuf sarayda yükseldi ve Mısır’a padişah oldu, vesselam. Kuyuya atılmak demek; kişinin cehalet kuyusunun karanlığında olmasıdır. Yani kulun yaradılışının yüce gayesinin Rabbine kavuşmak olduğu halde, bu vuslattan mahrum ve mahcupluğudur. Çünkü Cenab-ı Hak: “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık.” (Duhan, 38-39) buyuruyor. Hadis-i kudside ise “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.” diyor. Hangi kul, bu yaradılış gayesine ulaşmamışsa, cehalet kuyusundadır. Kulun bu kuyudan kurtulması için ariflerin, ehl-i kemalin kervanına yani arifler meclisini bularak onlara karışması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler, Allah’tan korkun O’na ulaşmak / kavuşmak isterseniz bir vesile arayın. O’nun yolunda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide, 35) buyrulur. Muhiddin Arabi Hazretleri, bu ayetteki ‘vesile’den maksadın, kamil mürşid olduğunu beyan etmiştir. Kul olup satılmaktan maksat, köle olmaktır. Yani mürşid-i kamilin irşadıyla kulun fenafillaha ermesidir. Sultanlık ise, kulun yokluğuyla mazhar olduğu kemalat ve marifet zenginliğidir. Velhasıl kişi kendi noksanlığını ve cehaletini anlayıp, zamanın ariflerinin ve ehl-i kemalin kervanına katılıp da mürşid-i kamilin irşadıyla fenafillah keşfine ermezse, bekabillah kemalat ve marifetinin sultanlığına ulaşamaz, demektir. Talibi evrad ile bir keçe külah ile Hemen bir hırka ile hilafet arzularsın Kamil olmayan, bazı nakıs / eksik mürşidler, eski tekkelerdeki geleneği devam ettirerek fazla ibadetler ve tesbihatla meşgul olup, taç, takke, külah, hırka vb. özel kıyafetler giyerler. Böyle şekil ve kıyafetlere 343 bürünmeyi de bir kemalat zannederek, kendisi irşada muhtaç olduğu halde, başkalarını irşad etmeye kalkarlar. Bazıları da, bir şekilde elde ettiği tarifname, icazet gibi şeylere sahip olmayı marifet ve kemalat zannedip, kendisi irşada muhtaç olduğu halde, başkalarına mürşitlik yaparlar. Böylelerin ve benzerlerinin bu hal ve davranışları asla kemalat ve irfaniyetle alakalı olmadığı gibi, bunların faaliyetleri kesinlikle mürşid-i kamil faaliyet ve irşadı değildir. Kamil mürşid, mekteb-i irfanda makamat-ı tevhid müşahedesi ve irfaniyetine mazhar olmuş olan insan-ı kamildir. Hilafet ise; her zaman mevcut olan insan-ı kamilin irşad devamlılığı olup, bu irşadcılık, yani mürşidlik ve halifelik manevidir, batıni yöndendir ki, kulun nefsinde mevcut olan Rabbine kavuşmasının irşadıdır. İşte insan-ı kamil, mazhar olduğu makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Hak taliplerini irşad ve aydınlatma devamlılığıyla halife olup, mürşitlik yapar. Kamil mürşid, her zamanda mevcut olup, mazhar olduğu irfaniyet ve kemalatı aktararak etrafını aydınlatır. Bir zamanlar Rumeli’de birisi, tekkenin mürşidi tarafından halife tayin edilerek irşadla görevlendirilir. Görevlendirilen kişi mürşidine: ‘Efendim, ben henüz arif olamadım. Başkalarını nasıl irşad ederim?’ diyor. Mürşidinin; edersin edersin, demesine rağmen, o başkalarını irşada yanaşmıyor. İnsaf ederek halife tayin edildiği halde, kendisine gelenlere mürşidlik yapmıyor. Bu itibarla bir kimse, bir şekilde ele geçirdiği icazet, diploma, tarifname vb. ile, halifeyim diyerek mürşidlik yaparsa, onun irşadından kemalat ve irfaniyet hasıl olmaz. Fazla ibadet yapıp, rakamla şu kadar bu kadar tesbih çekmekle, sarık sarmakla, tac-hırka-külah giymekle kamil bir mürşid olunmaz. İrşad, mürşidin icazeti, sakalı, takkesi, hırkasıyla olmayıp, mürşidlik eğer varsa, irfaniyet ve kemalatla yapılır. Böyle bir kamil, irşad devamlılığını sağladığından kendisinden önceki kamilin batıni yönden halifesi olur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, nakıs / eksik, kamil olmayan mürşidlere hitaben “Bazı virdlerle meşgul olup icazete sahip olmakla, keçe-külah-hırka gibi özel kıyafetleri giymekle kamilin halifesi ve mürşid-i kamil olunmaz.” diyor. 344 * * * 75 Aldır beni aldır beni dost yoluna döndür beni Bak yüzüme güldür beni aşıkın olayım senin Allah, cümle varlıkları ve insanı kendi varlığından yaratmıştır. Fakat insan, bu aleme gelip akıl baliğ olunca geldiği yeri yani Rabbini unutup, bu alemin gaileleriyle meşgul olur ve gayriyete yani Allah’tan başka şeylere muhabbet ederek, cehaletle Rabbinden ayrı ve uzak olduğunu zanneder. Bu imtihan aleminde kulun kurtuluş ve mutluluğu, asıl varlığını yani Rabbini bularak ona kavuşmasındadır. Kulun, dost olan Allah’a kavuşmasının yolu, daim zikir ve ilm-i tevhid irfaniyetidir ki, ancak bu yolla kul Rabbine kavuşur. Kulun Rabbine vuslat zevkine ulaşması, Allah’ın kulun yüzüne bakıp onu güldürmesidir. Bunu beyanla Hasan Fehmi Efendi Hazretleri, Allah’a niyaz ederek “Gayriyet muhabbetinden kurtulup, aşk-ı ilahi, mazharıyetiyle bana yardım et, güldür beni.” diyor. 345 Yandır beni yandır beni pervaneye döndür beni Senlik ile doldur beni hayranın olayım senin Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Bir kimse bütün mevcudiyeti ile maşukuna teveccüh ederse onun hali aşktır, o kimse aşıktır.” diyor. Bir kimse zikr-i daime mazhar olursa, her nereye dönerse, nerede olursa olsun nefes aldığı her yerde ‘Allah’ der ve Allah’la beraber olur. Pervane, cesaretle kendini ışığa ateşe vuran kelebek vb. dir. “Zikr-i daimin zevkiyle beni şereflendir ki, pervane gibi gayriyet muhabbetinden ilahi aşka dalıp senin hayranın olayım, bütün varlığımla sana teveccüh edeyim.” diyerek, Fehmi Efendi Hazretleri dua ediyor, Allah’tan yardım istiyor. Al beni benlik kalmasın senden gayrı var kalmasın Perde hicab hiç olmasın seyranın olayım senin Hadis-i şerifte “Allah kuluna bir çok nimet verir fakat geri alabilir. İki nimeti var ki, kime verirse bir daha geri almaz, bu nimetleri geri almak Allah’ın şanından değildir. Bunlardan birincisi, kulun kalbini zikrullahla kurdu mu bir daha durdurmaz. Diğeri ise, kulun gözünden ikisi arasındaki perdeyi açtı mı bir daha örtmez.” buyrulmuştur. Bu itibarla, Kulla Rabbi arasındaki perde kulun nispet varlığıdır, benliğidir. Bu perde ancak, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyeti olan ebedi nimetle kalkar. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, Cenab-ı Hakk’a duasında: “Aramızdaki perde olan nispet benliğim kalmasın, bu perdeyi kaldır ki, senden gayri varlık olmadığının keşfi marifetine ulaşıp daima seni görüp, seni seyredeyim.” diyor. Aşık oldum çün ben sana hub cemalin göster bana Bir kez bakam senden sana irfanın olayım senin Hz. Pir Efendimiz, aşkın vahle mertebesini “Aşığın, bütün mevcudiyeti ile maşukuna yöneldikten sonra kendinden geçmesidir.” diyerek tarif ediyor. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, Allah’a “Aşkın vahle mertebesi irfaniyetiyle cemalini, güzel yüzünü bana göster, yokluğumda senden yine seni müşahede etmek irfaniyetine mazhar olayım.” niyazında bulunuyor. Allahualem. Gurbete çıktım çağında düştüm kesret pazarında Bülbül gibi dost bağında figanın olayım senin Hz. Peygamber Efendimiz “Gurbette garip olun.” buyurmuştur. Yani bu alem-i şahadet olan imtihan alemini asıl vatan edinmeyin. Cümle 346 kesret ve alem-i halk, Hakk’ın zatından yaratılmış olduğundan, kulun vatan-ı aslisi Hakk’ın zatıdır. İşte bu alemde böyle bir şuurla yaşayan gurbetçi olun, demektir. Kesret iki türlüdür: Biri, cehaletle bu alemdeki varlıklara ve kendimize vücut nispet etmekle hasıl olan kesrettir ki, bu aynı zamanda gizli şirktir. Diğer kesret ise, Hakk’ın kendi vücut ‘bir’liğinden zahir olan cümle eşya ve halk kesretidir ki, buna vahdetin ‘bir’in kesreti denir. Bu kesretin müşahedesine ancak zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadıyla ulaşılır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Ben bu alemde gurbetteyim, bilirim ki bu alem-i şahadette geçiciyim, benim asıl vatanım sensin, bu görünen cümle varlıklar senin kesretle olan zuhurunun pazarıdır, bu alem-i kesretteki her varlık senin tecellindir.” diyor. Devamla “Bu kesret içinde ben, hidayet-i Nur-u Muhammed zuhuruyla evlad-ı Resul’e mazhar olup, evlad-ı Resul’ün meclisinde bülbül gibi figan eden bir kulluğa ulaşayım.” diyerek, Allah’a niyazda bulunuyor. Aşkını verdin sen bana yandım yakıldım ben sana Gece gündüz hep bir bana seyranın olayım senin Fehmi Efendi Hazretleri “Allah’ım, senin aşkın beni öyle bir marifete ulaştırdı ki, sen gece olan vahdetinle zuhur etsen de, gündüz olan kesretinle zuhur etsen de her tecellide seni tanıyıp müşahede ederim, benim bu müşahedem, seyranım hiç kesilmeyip ebedi olsun.” diyerek, dua ediyor. Talibi oldum ruyuna yandım yıkıldım uğruna Şefkat eyle ben kuluna kurbanın olayım senin “Allah’ım, ben senin güzel yüzüne talib oldum, kendime nispetle var zannettiğim varlığımın fenafillah keşfiyle yokluğuna arif oldum ve nispet varlığım yanıp yıkıldı, senin ‘beka’ olan ölümsüz varlığına kavuştum. Sen zuhurunla bana acı, merhamet et, şefkat göster ki, senin ebediyetin olan bekabillaha kurban, yani yakın olayım.” diyerek, Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, bu ilahinin bütün beyitlerinde, yüksek bir marifet ve kemalatla Allah’a niyazda bulunuyor. Allah, bizleri de bu yapılan niyazın, duanın icabetine mazhar kılsın. Amin. 347 * * * 76 Ey gani Mevla ey hikmet-i Yezdan Alemi bir ‘kün’den icad eyledin Dünyanın fenasın bildirdin bize Ukbayı kullara abad eyledin Cenab-ı Hak, cümle alemleri ‘kün’ yani ‘ol’ emriyle yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’de: “innema emrühu iza erade şey’en en yegule lehü kün feyekun. / O bir şey yaratmak istediğinde, O’nun işi sadece o şeye ‘ol’ demesidir. Hemen oluverir.” Yasin, 82) buyrulur ki, bu alem de ‘ol’ emriyle yaratılmıştır. Bu aleme gelen cümle peygamberler, ümmetlerine dünyanın-yeryüzünün fenasını / yokluğunu bildirmişler, insanın yeryüzünde geçici olduğunu, herkesin ahirete göçeceğini ve orada ebediyen yaşayacağını tebliğ etmişlerdir. Çünkü Kur’an’da “Şu eğreti dünya hayatı geçici bir nimetlenmeden ibarettir, ahiret ise sürekli, ebediyen durulacak yurdun ta kendisidir.” (Mü’min, 39) buyrulmuş olup, bu anlayış aynı zamanda imanın şartlarındandır. Her mümin, öldükten sonra ahirette dirileceğine ve ahirette ebediyen yaşayacağına iman ettiğinden, bu alemde ahiret yaşantısı için hayırlı 348 olacak kulluğu ifa etmeye gayret eder. Hadis-i şerifte “Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz, orada onu biçersiniz.” buyrulur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri: “Ey zenginliğine ve hikmetine hudut olmayan Mevla’m! Alemleri ve her şeyi bir ‘kün’ yani ‘ol’ demekle yaratansın, yeryüzünü, dünyayı (geçici) fani, alem-i ahireti ise baki (ebedi) olarak yaratıp, kulların, ahiret hayatına göre kulluk / ibadet yapmalarını bize beyan ettin.” diyor. İkiye ayırdın halk-ı cihanı Kafir biri ehl-i iman eyledin Kafiri narınla eyledin inzar Mümini cennetle ibşar eyledin İnsanın yaratılışında, potansiyel olarak iyilik ve kötülük yapmak vardır. İnsan iyilik ve kötülüğe müsait olarak yaratılmıştır. İyilikler, Allah’ın vahiy ve peygamberleri ile insanlara tebliğ ederek bildirdiği, gerek iman gerekse amel-iş olarak yapmamızı emrettikleri ve yasakladıklarıdır. Kötülük ise; gerek iman gerekse amelde Allah’ın emrettiğini yapmamak, yasaklarını çiğnemektir. Bizim nefsimize acı gelse de, emr-i ilahi ve Hz. Resulullah’ın tavsiye ve yasaklarına uymak; ebedi hayatımız için iyi olup, kulluğumuz için hayırlıdır. İşte her kim, Allah'tan, peygamberinden ve Kur’an'dan olan değerlere iman eder de gereğini yaparsa, insanlar içinde o mümindir ve müminin ebedi hayatta yani ahiretteki mekanı cennettir. Allah’tan, peygamberinden ve Kur’an’dan olan değerlere iman etmeyip de gereğini yapmayanlar, insanlar içerisinde kafirdirler ve kafirin ahiretteki mekanı ise cehennem narı / ateşidir. Vesselam. Asiye adlinle gösterdin azab Mutiye lütfunla ihsan eyledin Münkiri inkarda eyledin tuğyan Mümini ikrarda sebat eyledin Asi, isyan eden demektir. Her kim, Allah’tan ve peygamberinden olan değerleri inkar edip de o emirlere riayet etmezse, o kimse münkir ve asi olup ahiret yaşantısında azaba mazhar olur. Her kim, Allah’tan ve peygamberinden olanlara iman edip, emir ve yasaklara itaat ederse, mümin ve mutidir ki, ahiret hayatında iyiliklere ve cennetin güzelliklerine mazhar olur. İşte bunun böyle olması Cenab-ı Hakk’ın adaletindendir. Kur’an-ı Kerim’de: “O gün insanlar, yapıp ettikleri kendilerine gösterilsin diye kümeler halinde ortaya fırlayacaklardır. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür.” (Zilzal, 6-8) buyrulmuştur. 349 Herkes, bu alem-i şahadet olan yeryüzünde, ne yapar ne üretirse ahirette onu muhakkak görecektir. İyiliğine iyilikle, yani cennet ihsan ve ikramıyla muhatap olacaktır. Kötülüğüne ise kötülükle, yani cehennem azabıyla muhatap olacaktır. Velhasıl emr-i ilahiye uymamak, isyan ve tuğyandır, yani azgınlıktır. Emr-i ilahiye uymak ise, müminlik ve mutiliktir (itaattir). İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri: “Herkes iyiliğe ve kötülüğe müsaittir. Müminde kötülük pasif, iyilik aktiftir. Aside ise iyilik pasif, kötülük aktiftir.” diyor. Yani insanın yaratılışı, iyiliği de kötülüğü de kendinde toplayan bir yaratılıştır, halkiyettir. Allahualem. Alemi varlığına kıldın alamet İnsanı zatına mir’at eyledin Zahidin zühdünü alimin ilmin Arifin irfanın izhar eyledin Cenab-ı Hak, her şeyi kendi zatından yarattı ve bu yaradılış halen devam etmektedir. Yaratılan her şey, Hakk’ın varlığına bir delildir ki, bu konuda cümle müminler ittifak ederler ve bu alemi Allah’ın eseri olarak görürler. Müminler, bu eserleri delil yaparak eserin yaratıcısına, sahibine iman ederler. Bu istidlali (delilli) imandır ve geneldir, umuma mahsustur. Yaratılanlar içerisinde insan, mazhar-ı cami, yani Hakk’ın ve halkın sırrını kendinde toplayan bir yaratılıştır. Bu itibarla insan potansiyel olarak Allah’ın kemal tecellisine mazhardır. Bu yüzden Hakk’ın zat-ı zuhurunun keşfi ancak insan-ı kamilde zahir olur. Çünkü iman-ı kamile ulaşmış olan insan, Hakk’ın zati tecellisine mazhar olduğundan, Allah’ın kemal tecellisi insan-ı kamilin marifetinde açığa çıkar. İşte, zat-ı ilahinin mevcuttaki zuhuru, insanların kiminde zahidlik, kiminde alimlik, kiminde ariflik ve insan-ı kamil olarak zahir olur. Buyruluyor. Esma ef’al evsafındır görünen Kendini kendine ağyar eyledin Nadana evsafın eyledin hicab Aşıkı zülfüne berdar eyledin Zat-ı ilahinin açığa çıkması; sıfat, esma ve ef’al-i ilahiledir. Cenab-ı Hakk’ın tecellisi, kendi zatından sıfatlarına, sıfatlarından esmasına, yani isimlerinedir. İsimlerinden tecellisi ise, kendi ef’alinedir. Varlık alemi dediğimiz kesret olan halk-ı alem, Allah’ın bu zuhur ve tecellileriyle her an yaratılmaktadır. İşte bu yaradılışla Allah kendi zuhuru olan esma tecellisiyle, cümle esmanın müsemması olan kendi zatını örttü. 350 Cümle varlığın vücudu zat-ı ilahidir ve zat-ı ilahi tekdir. İşte tek olan zatın esmayla olan zuhuru, kesret / çokluk dediğimiz cümle alemleri ve halkı meydana getirerek halk edip yaratmasıdır. Bu yaradılma, celal ve cemal olan büyük ve ana isimlerin tesiriyle olur. Bu itibarla yaratılanlar, celalin tesirinde olan isimler ve cemalin tesirinde olan isimlerle zuhura gelirler. Bu yaradılışta insan ise, hem celal hem de cemal isimlerini kendinde toplayan bir kemaldir. Eğer insan, cemalin tesirinde olan hidayetle meşgul olur da Allah’ı, peygamberi ve insan-ı kamil olan velileri dinler, onların telkin ve irşadına mazhar olursa, Allah aşkına ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşıp kamil bir insan olur. İşte böyle kamil bir insan, ancak bu alem-i kesretin, yani cümle varlığın, tek olan zat-ı ilahiden, sıfat, esma ve ef’al ile olan zuhurunu görüp müşahede eder. Fakat insan, potansiyelindeki celal tesirinde olan mudil esmasıyla, yani dalaletle meşgul olursa, o kimsede cehalet, sapkınlık galip olur. Böylece yanılgıya düşüp isimlere, yani cümle varlığa Hakk’ın varlığından ayrı vücut nispet ederek, cehil ve zannından oluşan bu nispet varlıklar ona hicap / perde olur. O kimse, kendinde ve cümle eşyada zahir / apaçık olan zat-ı ilahinin sıfat, esma ve ef’al ile zuhurunu müşahede edemez. Vesselam. Bunu beyanla, potansiyelindeki hidayet mazhariyetiyle aşk-ı ilahiye mensup olan arif ve ehl-i kemal, aşkı ilahi tesiriyle nispet varlığını berdar ederek, fena ederler. Demektir . Cahildir ol gören kendini gayrı Arifin gönlünde mihman eyledin Zülfünün her telinde bağlı bir Mecnun Her birin bir yolda isar eyledin Cehlin vücudu olmaz, çünkü cehalet vücutsuz olan esmanın tesiriyle meydana gelir. Her kim, mudil / dalalet esması ile meşgul olursa ‘mudil’ isminin tesiriyle onda dalalet ve cehalet meydana gelir ve cahil olur. Böyle bir kimse, cehaletle kendi varlığını Hakk’ın varlığından gayrı zanneder. Fakat arif kişi, hidayet esmasıyla meşgul olduğundan, hidayetin tesiriyle zikr-i daim uyanıklığına ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşır ve insan-ı kamil olur. Böyle bir kul, kudsi hadisteki Cenab-ı Hakk’ın “Ben yerlere göklere sığmam, mümin kulumun kalbine / gönlüne sığarım.” Beyanına mazhar olur ve onun gönlünde Allah’tan gayrı hiç bir şey kalmaz. Böyle bir kamil insan, bu alem-i kesretteki her bir tecelliye arif olup, cümle varlık alemini Allah’ın tecellisi olarak görür. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Her kim, kendi varlığını Hakk’ın varlığından gayri zannederse, o cahildir.” diyor. 351 Zülüf, sevgilinin yüzüne sarkıp da görünen saçıdır. Cenab-ı Hak, mutlak olan yüzünden isimleriyle tecelli ederek cümle aleme tesir eder ki, bu tecelli eden isimler zülüftür. ‘Bir’ olan Hakk’ın zuhuru, isimlerdeki hudutsuz olan detay ve tafsilattan oluşan kesrettir. Bu itibarla Hakk’ın mutlak yüzünün zülfü, esmalardır. Her esma tecellisi zülfün tellerini meydana getirir ki, her esma tecellisi teklikle açığa çıkar. Bu itibarla, hiç bir tecelli birbirine benzemeyen güzellikle Allah’ın tekliğiyle zahir olur. Çünkü ayette “O, her an yeni bir iş ve oluştadır.” (Rahman, 29) buyrulmuştur. Her yaratılan insan, hayvan, yaprak, kar tanesi, deniz dalgası vb. yaratılışında / halkiyetinde tekdir. Bu teklik öyle bir tekliktir ki, onun gibi ne geçmişte yaratılmıştır, ne de gelecekte yaratılacaktır. Zülfün her bir teli olan isimlerin varlığı ilahi sevgiliden olup, muhabbetle/aşkla ilahi sevgili olan leylaya yönelik tecelli ettiği için, her ismin zuhurundaki muhabbet Mecnun’dur. Bunu beyanla ‘zülfünün her telinde bağlı bir mecnun’ buyruluyor. ‘Her birin yolda isar eyledin’ demek ise: Her isim, kendi isminin mazhariyetini açığa çıkarır, demektir. Yaprak ismi yapraklıkla, taş ismi taşlıkla, ağaç ismi ağaçlıkla vb. görünür ve tesir eder. İşte her ismin kendi mazhariyetiyle olan zuhuru, her bir tecellinin kendi yolundaki izharı yani açığa çıkmasıdır. Vesselam. Tedbiri kullara eyledin tavsif Takdir-i fevkinde ikdam eyledin Ne yapar kulların elinde ne var Pençesin kabzinde ikbaz eyledin Kur’an-ı Kerim’de “…bütün kuvvet Allah’ındır.” (Bakara, 165) buyrulur ki, kuvvet ve kudret aynıdır. Başka bir ayette ise “Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden yakalamış olmasın…” (Hud, 56) beyanı vardır. Bu ayetlerde ifade edilen, her bir tecellinin Allah’ın kudretiyle açığa çıkmasıdır. “İşlerin tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31) beyanından da açıkça anlaşıldığı gibi, her bir iş ve oluş Allah’ın kudret eliyle meydana gelir. İnsan da yaratılmış olmak itibariyle kuldur ve kulun kendine nispetle varlığı, vücudu olmaz. Çünkü cümle varlığın vücudu Hakk’ın zatıdır. İnsan, kemal bir yaratılış olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın emirlerine yasaklarına riayetle mükellef olduğu gibi, zat-ı ilahinin zuhuru olan sıfatı sübutiyenin cem’ine, yani tümüne mazhardır. Sıfat-ı sübutiye sekizdir: Bunlar; hayat, ilim, irade, kudret, semi (işitmek) basar (görmek), kelam ve tekvindir / yaratmaktır. Bu cümle sıfatların mevsufu Allah’tır. Kul olan insan ise, sıfatların zuhuruna mazhar, yani alettir. Peki, bu durumda sıfatların mevsufu Allah iken, 352 kulun mükellefiyeti nasıl olur? Şöyledir ki; kul bir işin olmasını isterde o işin neticesini kabul ederse, o işin yaratılmasından razı olarak Allah’a istidat göstermiş olur. Allah da ilmiyle kulun bu istidadını bilir, iradesiyle o fiilin yaratılmasını ister, kudretiyle o işi, fiili yaratır. Bu itibarla kulun isteği ve kabulü olan her ne ise, onun istidadıdır, kabiliyetidir. Allah her fiilini kulun istidat ve kabiliyetine göre kudretiyle açığa çıkarır, yaratır ki bu aynı zamanda kudret-i ilahinin zuhuru olduğu için takdir-i ilahidir. Kul olan insan, hidayet ve iyiliklere olduğu gibi “mudil” ve kötülüklerde istidat, kabiliyet göstermeye müsait bir potansiyeldir. Bu itibarla kul gösterdiği istidatla iş ve oluşun faili olmadığı halde mükelleftir, o iş ve oluşun mesulüdür. Onun için Cenab-ı Hak, cümle iş ve oluşu kuvvetiyle, kudretiyle açığa çıkardığı halde kullara peygamber gönderiyor, kitap gönderiyor ve kulların tedbirli olmasını emir ve tavsiye ediyor. Hangi kul bu emir ve tavsiyeleri tutarsa, onun potansiyelinde olan hidayetin tesirindeki amel-i salih ve güzellikler açığa çıkar ve bunların mükafatına mazhar olur. Hangi kul, emr-i ilahiyi tutmaz, ilahi tavsiye ve buyruklara aldırmazsa, potansiyelindeki mudilin tesirindeki kötü işler ve kötülükler açığa çıkıp zahir olur ve bunların cezasına ve azabına mazhar olur. Velhasıl kul, hiç bir iş ve oluşta fail olmayıp mesul ve mükellef olması itibariyle, her bir tecelliyi kudret eliyle kabzederek, kulun cümle fiilinde fail olan Allah, aynı zamanda kullarından iyiliğe ve kötülüğe tedbirli olmalarını tavsiye eder, buyruluyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. İlahi şükründen acizdir Fehmi Kendini izhara mazhar eyledin Hz. Peygamber Efendimiz “Allah bir kula bir çok nimetler verir, fakat geri alabilir. İki nimet var ki, Allah bir kula verdi mi, o nimetleri geri almaz. Bu nimetler; bir kulun kalbini zikr-i daimle kurdu mu durdurmaz, kulla kendi arasındaki perdeyi kaldırdı mı bir daha örtmez.” buyurmuşlardır. Şükür, mazhar olunan nimete karşı yapılır. Peki, bir kul için zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhariyet gibi nimet olur mu? Olmaz. Çünkü bütün nimetler geçicidir, hudutludur. Zikr-i daim ve tevhidin keşfi irfaniyeti sınırsızdır, ebedidir. Ayette “Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim; siz şükredin küfretmeyin.” (Bakara, 152) buyrulmuştur. Fehmi Efendi Hazretleri, bu ebedi nimetler mazhariyetiyle ‘Ey Allah’ım, sana nasıl şükür etsem yine de seni şükretmekten acizim. Senin hidayet-i zuhurunla kendi nispet-i varlığımın yokluğuna, arif olup, senin 353 kemal-i tecelline kavuştum, benim irşadımda zahir olup açığa çıkan kemalat ve marifet de, senin zuhurundur.’ diyor. * * * 77 Hoş geldin ey ilmimin irfanı sensin hoş geldin Hoş geldin ey ruhumun efrahı sensin hoş geldin Gece gündüz senin için zar ile giryan idim Hoş geldin ey Mısr’ımın sultanı sensin hoş geldin Hoş geldin, hazır ve mevcut olana denir ki; burada hoş geldin hitabının muhatabı Nur-u Muhammed s.a.v dir. Nur-u Muhammed, geçmişte gelecekte ve bugün dahi her zamanda mevcuttur. Hz. Resulullah Efendimiz, unsur vücuduyla annesi Emine’den doğmadan evvel de vücud-u nur-u Muhammed var ve mevcuttu. Nur-u Muhammed zuhuru, Hz. Adem’in halkiyetinde de vardı, kıyamete kadar da var olacaktır. Bu mesele Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan ediliyor: “Muhammed Allah’ın resulüdür, onunla beraber olanlar inkarcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün, Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüzlerinde secde eseri vardır, bu onların Tevrat’taki 354 nitelikleridir. İncil’deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş, filiz kalınlaşıp gövdesi üzerine dikildi, ziraatçıları imrendirsin…” (Fetih, 29). İşte bu ayette de beyan edildiği gibi Hz. Resulullah Efendimiz, unsur bedenle bu aleme gelmeden evvel, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle her zamanda var olan manevi evlad-ı Resul’ün vasıfları, Tevrat’ta ve İncil’de de apaçık beyan edilmiştir. Hz. Resulullah Efendimiz “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan yarattı.” diyor. Her peygamber Nur-u Muhammed’e mazhar olup peygamberliğini bu mazhariyetiyle yaptığı gibi, geçmiş, gelecek ve hazırda mevcut olan insan-ı kamil Nur-u Muhammed’e mazhardır. Bu itibarla manevi evlad-ı Resul’den olan Fehmi Efendi Hazretleri de, hazır ve mevcuttaki Nur-u Muhammed mazhariyetine hoş geldin diyor. İlim herkeste vardır, fakat her ilim irfaniyet değildir. İrfaniyet, kulun kendi nefsinin ve cümle alemin hakikatine arif olmasıdır. Ruhumun efrahı demek ise, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle neşeli ve sevinçli olup ferahlanmaktır. Mısr’ımın Sultanı demek: Her kişinin kulluğu onun ülkesidir. Mısır ülkesi ise verimlilik, bolluk ve bereketi remzeder ki, kemalat ve marifet zenginliğiyle hasıl olan kulluk demektir. Bu itibarla, gece gündüz hasretle arayıp da hazır ve mevcutta bulduğum Nuru Muhammed’e mazhar olmakla, ilmim irfaniyet oldu. Ruhum yani maneviyatım, sevinç ve neşe ile ferah bulup, kulluğumdaki marifet ve kemalatta Nur-u Muhammed hakim ve sultan oldu, diyen Fehmi Efendi Hazretleri, böyle bir mazhariyete hoş geldin diyor. Bunda gelmezden mukaddem talib-i cemal idim Kimse bilmezdi halimi ah ile figan idim Mest ü medhuş olmuş idim valehu hayran idim Hoş geldin ey canımın cananı sensin hoş geldin Nur-u Muhammed’in zahir olduğu yaradılışa, yani vahdetin kendi kesretinde zuhura getirdiği Cemiyet-i Muhammedi’ye ulaşmadan evvel, aşk-ı ilahinin vahle tecellisiyle kendimden geçmiş, hayran bir haldeydim ve Nur-u Muhammed’le zahir olan cemal güzelliğine talip idim. Fakat benim bu halimi kimseler bilmezdi, bu dert ve taleple ah edip figan edip inlerdim, buyruluyor. Cemiyet-i Muhammed’e kulun dahil olması için, fenafillah keşfiyle fena-yı tama ulaşması gerekir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, Nur-u Muhammed zuhuruna hitaben ‘Hoş geldin, fenaya ermiş olan kulluğumda, sen benim canımsın.’ diyor. Bunda gelmekten murad çünkim bize ihsanındır Baktığınca yüzümüze lütfile ikramındır Bizdeki zevk u safalar ilm ile irfanındır 355 Hoş geldin ey canımın cananı sensin hoş geldin Kur’an-ı Kerim’de: “O peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha yakındır.” (Ahzab, 6) buyrulmuştur. Hz. Resulullah Efendimiz, hidayetin baş mazharı olması itibariyle, gelmiş geçmiş ve mevcut cümle insanlık, yaradılışının yüce gayesi olan kulluğa ulaşması için hidayet-i Nur-u Muhammed’e muhtaçtır. Bunun başka bir yolu da yoktur. Cümle müminler bu hidayet mazhariyetiyle iman edip, Allah’a layıkıyla kulluk yaparsa, makam-ı insanı bulup insan-ı kamil olur. İhsan, karşılıksız bağış ve ikramdır. Bir kul için, Nur-u Muhammed mazhariyetinden daha büyük bir ihsan ve ikram olmaz. Bu itibarla Hz. Resulullah Efendimiz, Hz.Ömer’e hitaben: “Ey Ömer, canından daha fazla sevmedikçe beni sevmiş olamazsın.” buyurmuştur. Nur-u Muhammed mazhariyetiyle kulda hasıl olan irfaniyet ve kemalat, Allah’ın karşılıksız bir bağışı, lütuf ve ihsanıdır ki, insan-ı kamilin zevk ve sefası, işte bu kemalat ve irfaniyetten hasıl olur. Allahualem. Gelmeseydin bizlere sen, fark olunmazdı iman Bir gelişte gör ki nice alem oldu şadüman İstikbale çıktı nice hep cemil ü cavidan Hoş geldin ey ilmimin sultanı sensin hoş geldin Kulun Nur-u Muhammed’le halk olması, onun Muhammedi bir kulluğa ulaşmasıdır. Bu aynı zamanda kulun, iman-ı taklit ve iman-ı istidlal (delilli) den terakki ederek iman-ı kamile ulaşıp kamil bir mümin olmasıdır. Beyitte ifade edilen imanın farkı budur. Bu itibarla ‘Nur-u Muhammed mazhariyeti; bizi şadüman, yani sevince gark ederek, bizi neşelendiren tecellilere muhatap etti. Meratib-i ilahi keşfi marifetiyle makam-ı insanı bulduk ve yaradılışımızın yüce gayesine ulaşan Muhammedi bir kulluk marifetiyle şereflendik. Ey Nur-u Muhammed hidayeti! Sen ilim ve irfaniyetimizde hakimsin, sultansın.’ buyruluyor. Talibi sensiz cihanı neylesin ey padişah Ayırmam gözümü senden sensin bize rehnüma Kıl şefaat marifetle eyle bizi pürziya Hoş geldin ey canımın cananı sensin hoş geldin 356 Talibi mahlası ile Fehmi Efendi Hazretleri ‘Nur-u Muhammed mazhariyeti benim kulluğumda padişahtır ki, onunla makam-ı insanı buldum ve bu irfaniyetle yaşıyorum.’ diyor. ‘Hidayet-i Nur-u Muhammed’in olmadığı bir alemi, mekanı ve cihanı ne yapayım! Kul ancak hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle kemale erer ve Allah’a layıkıyla kulluk yapar. Gözümü asla senden ayırmam, çünkü bizim yol göstericimizsin. Zuhur-u marifetinle bize şefaat et ve bizi baştan başa aydınlat.’ buyuruyor. Allah, bizleri de hidayet-i Nur-u Muhammed’e mazhar kılıp, hiç ayırmasın. Amin. * * * 78 Salik rah-ı Hakk’a merdane gelsin Yansın nar-ı aşka pervane gelsin Salik, mürşid-i kamili bulmuş ve intisap etmiş olan kimse demektir. Rah-ı Hak ise, Cenab-ı Hakk’ın yolu demektir. Ki, bu yol zikr-i daim ve meratib-i tevhid yoludur. Nar-ı aşk, aşk-ı ilahi ateşidir. Pervane ise, ateşe ışığa cesaretle, fütursuzca kendini atan kelebek vb. dir. Merdane, mertçe demektir ki, içi dışı aynı olup, özü sözü bir olmaktır. Kamil bir mürşidin irşadı, insanın yaratılma gayesi olan, kulun kendinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbine vuslat etmesidir. Bu irşad, vahyin denetiminde, Kur’an’la ayniyet içersinde, Allah’ın emirlerini tebliğden ibarettir. Eğer 357 bir mürşidin irşadı böyle olmayıp, adetle tesbihat, şekil-suret düzmek, nazar etmek gibi olup, salikin siyasetine, maddiyatına hitap ediyorsa, o mürşidin irşadından irfaniyet ve kemalat hasıl olmaz. Bir salikin de, kamile ne için, hangi maksatla geldiğini bilip, bu konuda berrak olması lazımdır. Çünkü salik mürşid-i kamilin mazhariyetini bilirse, o zaman kamilin telkin ve irşadı, o salike fayda verir ve salik irşad olur. Bu itibarla salikin, yani kamile intisap edenin gayesi, Rabbine vuslat, yani yaratıcısına kavuşmaksa, ancak o zaman irşad hasıl olur ve salik Rabbine kavuşup kamil bir insan olur. Bir kimse keramet veya şan-şöhret sahibi olmak gibi veya şu hastalığım geçsin, maddi işlerim düzelsin, siyaseten yükselip mevki makam elde edeyim vb. amaç ve niyetle mürşid-i kamile intisap ederse, böyle bir kimsede irşad hasıl olmaz ve o salik kamil bir insan olamaz. Bu itibarla salik olan kimse, doğru dürüst, içi ve dışı bir olup Hak yolunda ne aradığını bilmesi gerekir. Eğer aradığı, Rabbine vuslat kulluğu ise bu uğurda ilahi aşka cesaretle, fütursuzca dalması gerekir. Buyruluyor. O varlık şehrine aşk askerini Yağmaya saldır ki virane gelsin Eskiden düşmana ait bir kale veya şehir, asker tarafından fethedilince ganimet olarak yağmalanırdı. Daim zikir uyanıklığından ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan herkesin, gaflet ve cehaletten oluşan gayriyet muhabbeti ve anlayışları vardır. Bunlar kişinin salik olup, zikr-i daim ve aşk mertebeleri olan tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat irfaniyetine mazhar olmasıyla ancak yok olur ve yerine Allah aşkı hakim olur. Tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, aşk mertebelerinin telkinine mazhar olmuş olan aşığa hitaben: ‘Sen de mekteb-i irfanda zikr-i daim uyanıklığına ve aşk mertebelerinin irşadına ulaşarak, ehl-i aşkın ve ehl-i kemalin sohbetine mazhar oldun. Mazhar olduğun irfaniyetle ilahi aşk askerini, gaflet, cehalet ve zanlardan oluşan nispet varlık şehrine saldırt ki cümle gayriyeti fethetsinler, nispet varlığını viran edip yağmalasınlar.’ Buyruluyor. Gönül kalesinde tevhid topunu Kur düşmana karşı uslana gelsin Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a şirk koşma. Çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) Başka bir ayette ise “Şirkten başka olan günahı affedebilirim, şirki affetmem.” (Nisa, 48,116) buyrulmuştur. Kulun en büyük düşmanı, affedilmeyen günah olan şirktir. Şirk ise, iki türlü olup, birisi açık şirktir, diğeri gizli şirktir. Açık şirkin çaresi, kelime-yi tevhidi kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. Bu aynı 358 zamanda şeriatın tevhididir. Gizli şirk ise, şeriat tevhidiyle mümin olanın, tevhidin hakikatinden gaflet etmesiyle oluşan şirkidir. Bu itibarla Hz. Resulullah Efendimiz ‘Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım.’ Diyor. İşte müminin en büyük düşmanı olan gizli şirkin çaresi, tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Her kim ki meratib-i tevhid müşahedesiyle, fenafillah irfaniyetine ulaşırsa, ancak o kul arif ve kamil olup, gizli şirkten kurtulur. Onun müşahedesinde, zat-ı ilahi mevcudiyetinden gayrı bir varlık olmaz. Bunu beyanla ‘Gönlüne meratib-i tevhidin irfaniyet topunu yerleştir, o zaman en büyük düşmanın oaln gizli şirkten kurtulursun.’ demektir. Sadakat tablını çaldır şehrine Hidayet askeri seyrana gelsin Sadakat tablı, sıtkıyet davulu demektir. Meslek-i Resul’e dahil olan ihvanın, telkinin bütününe muhakkak sadık olması gerekir ki, ancak o zaman meslek-i Resul irşadı hasıl olur. Sıtkıyet, makam itibariyle ise, kurb-u feraiz, yani farz yakınlık mertebesi olan halkı batında, Hakk’ı zahirinde müşahede etmektir. Bunu beyanla ‘Sıtkıyet mertebesinin halkı batında, Hakk’ı ise zahirinde müşahede etmek hidayetinin askeri olan irfaniyet, seni ziyaret edip, kulluğunda, makam-ı sıdkıyetin davulu çalınsın, yani bu mertebenin ruhaniyeti galip olsun.’ buyruluyor. İsrafil surunu can kulağına Nefheyle uyansın cevlane gelsin İsrafil, melektir, vazifesi ise sura üflemektir. Birinci sura üflediğinde kıyamet kopar, yeryüzünde hiç bir canlı kalmaz, herkes berzah alemine intikal edip orada haşr olur, yani toplanır. İkinci defa sura üflediğinde ise, o sesle herkes beka yurdu olan ahirete intikal edip, ahirette dirilerek orada ebediyen yaşar. Hakikat ve hikmet itibariyle ise, İsrafil’in suru birinci üflemesi, mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla ihvanın Hak’ta haşr olmasıdır. Yani ihvanın makam-ı ruh keşfine mazhar olmasıdır. İsrafil’in suru ikinci üflemesi ise, ihvanın kamilin telkiniyle kurb-u nevafil, yani Hakk’a nafile yakınlığına ulaşmasıdır. Çünkü ihvan, nevafil yakınlığında Hakk’ı batında, halkı ise zahirinde müşahede eder. Bu müşahedede halk, Hakk’ın kendi zuhurudur, halk olan varlıklar vahdetin kesretidir. Bu itibarla cümle halkı ve alemleri, Hakk’ın kendi vahdetinden açığa çıkan kesret meydana getirir. Ki, bu vahdetin kesreti olan halk, Hakk’ın kesret yüzü ve zuhuru olduğundan ebedidir. Hangi ihvan bu irfaniyete ulaşırsa halkla beraber olur, fakat onun halkla oluşu ona gayriyet olup onu Hak’tan ayırmaz. Bu itibarla Beyazıt Bestami Hazretleri ‘Ben 30 sene Hak’la konuştum; halk ise, beni halkla konuştum zannetti.’ buyurmuştur. 359 Bunu beyanla ‘Mürşid-i kamilin himmet ve irşadıyla, kurb-u nevafil makamına ulaş, vahdetin kesreti olan keşf-i irfaniyetle dirilerek Hakk’a kulluk yap, cevlanın bu olsun, yani kulluğun bu marifetle olsun.’ buyruluyor. Gönül sarayına eyle münevver Hazret-i Süleyman mihmane gelsin Saray, padişahların, sultanların yaşadığı mekandır. Gönül sarayı ise, alemlerin padişahının, yani Cenab-ı Hakk’ın mekanı olan mümin’in kalbidir. Çünkü Cenab-ı Hak, kudsi hadiste ‘Ben yerlere ve göklere sığmam. Ancak mümin kulumun kalbine sığarım.’ diyor. Hz. Süleyman, hem peygamber hem de padişahtı. Cenab-ı Hak kendisine, hiç bir kuluna vermediği bir zenginlik verdi. Şehrinin kaldırım taşları dahi altındandı. Kuşlara, rüzgara ve cinlere de hükmederdi. Mana ve hikmet itibariyle ise, mülk-ü Süleyman zenginliği, kamil bir imanla mümin olan kulun kalbinde “O, evvel / ilk, ahir / son, zahir / açık ve batın / gizlidir…” (Hadid, 3) ayetinin sırrıyla, Hakk’ın tecelli edip, kamil imanla mümin olan kulun kalbine sığması ve onun gönlünde zahir olmasıdır. İşte, hangi kulun gönlü böyle bir kemalat ve marifete mazhar olursa, latif ve kesif, yani görünen ve görünmeyen cümle tecellileri kemalatla tanıyarak hükmeder. Böyle bir kemalata ihvan, ancak kalb mertebesinin irşadıyla ulaşabilir ki, kalb ve gönül aynıdır. Bunu beyanla ‘Hakk’ın sarayı olan gönlünü makam-ı kalb marifetiyle öyle bir aydınlat ki, Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı gibi bir kemalat, marifet zenginliğiyle, görünen ve görünmeyen cümle tecellilere hükmeden bir kulluk, sana misafir olsun.’ demektir. Fehmi rah-ı aşkı etti aşikar Salik olan canlar irfane gelsin Rah-ı aşk, aşk yolu demektir. Bu yol; aşığı maşukuna, yani Rabbine kavuşturup, kulun Rabbiyle beka, ebediyet bulmasının yoludur. Cenab-ı Hak, heryerde ve zamanda mertebeleriyle zahir ve mevcuttur. Kulun bu mertebelerde mevcut olan Rabbini görmesi, zamanın mürşid-i kamilinin irşadı olan zikr-i daim ve meratib-i ilahi keşfi irfaniyetine ulaşmasıyla mümkündür. Bu itibarla zamanın kamil mürşidi olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Kulu Rabbine kavuşturup beka bulduracak olan ilahi aşk yolunu apaçık tarif ettim. Salikler, ihvanlar dikkat edip, bu aşk yolu mertebelerinin ruhaniyetine ve irfaniyetine ulaşıp, arif ve kamil olsunlar.’ buyuruyor. 360 * * * 79 Kuruldu ol bezm-i ezel ikrarın verenler gelsin Açıldı gülşen-i vahdet ol gülü derenler gelsin Kur’an-ı Kerim’de “Hani Rabbin ademoğullarından zürriyetlerini / soylarını çıkarıp “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da ‘Evet Rabbimizsin, şahit olduk.’ demişlerdir. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindi.” (Araf, 172) buyruluyor. Bu ayetin beyanındaki ahitleşme, ruhlar alemindeki ahitleşmedir ki, herkes; ruhlar aleminde alemlerin Rabbinin “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitabına muhatap oldu ve ‘evet biz buna şahidiz’ dedi. Fakat kul bu alem-i şahadete gelince, ruhlar aleminde kendisine yapılan hitabı ve verdiği cevabı, yani ahitleşmeyi unuttu. İşte bu alemde kamil olan mürşidin irşadı, ruhlar alemindeki ahitleşmenin tekrar yapılmasını sağlar. Her kim, mürşid-i kamilin irşadına mazhar olursa “elestü” hitabının bu alemde tekrarına muhatap olur ve 361 makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle gerek enfusunda gerekse afakında Rabbini müşahede edip, görerek “evet Rabbimizsin” diyerek şahit olur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bezm-i ezel denilen ruhlar alemindeki meclisi burada kurduk. Her kim ki ahdini, yani evet ikrarını tekrar vermek isterse gelsin.’ diyor. ‘Gülşen-i vahdet’ demek, gül bahçesinin birliği demektir. Gül bahçesi, Nur-u Muhammed’in zahir olduğu meclistir. Her kim o meclise dahil olursa, Nur-u Muhammed mazhariyeti olan bir kullukla vahdete, yani ‘Bir’ olan Hakk’a vasıl olup kavuşur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ervah alemindeki ikrarını tekraren vermek isteyenlere o meclisi kurduk. Meslek-i Resul irşadı ve Nur-u Muhammed mazhariyetiyle Rabbine vasıl olmak isteyenler gelsin.’ buyuruyor. Okundu birliğe ezan huzurda duranlar gelsin Olundu farza ikamet imama uyanlar gelsin Ezan, umumi ilan ve davettir. Ki, müezzin tarafından minareden açıkça yapılır. Ezan, Allah’ın birliğini ve cümle alemlerdeki mevcudiyetini ve büyüklüğünün ilanı olduğu gibi, Hz. Muhammed (sav)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğunun ilanıdır. Ezan aynı zamanda namaza ve felaha / kurtuluşa davettir. Hadis-i şerifte “Namaz müminin miracıdır.” buyruluyor. Miraç, Rabbin kulla buluşmasıdır, vuslat birliğidir. Rabbi ile ‘bir’ olmak, kulun ulaşabileceği en ala felahıdır / kurtuluşudur. İşte müezzin, ezanın mahiyetini ister bilerek ister bilmeyerek okusun, ezan Rabbi ile kulun buluşması olan namaza, yani miraç felahına davettir. İlm-i şeriata göre bir kimsenin abdest alıp da ezanın davetine uyarak, emr-i ilahi olan kıbleye yönelerek namaza durması, Allah’ın huzurudur ve o kulun miracıdır. Hakikatte ise Hakk’a davet, zamanın kamil mürşidi tarafından yapılır, her kim mürşid-i kamilin davetine icabet eder de salik olursa, zikr-i daime mazhar olur ve her nefeste zikr-i daim uyanıklığıyla onun imanı, iman-ı huzur olur. Çünkü her zamanda, her yerde ve her nefeste, nereye dönerse, nereye giderse hep Allah dediğinden, o salik daima Allah’ın huzurundadır. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, böyle iman-ı huzurda olanlara hitaben; makamat-ı tevhid irfaniyetiyle miraca, yani kendimizde ve her yerde mevcut olan Cenab-ı Hak’la kul’un vuslatına davet ederek ‘huzurda duranlar gelsin’ diyor. “Olundu farza ikamet imama uyanlar gelsin.” demek ise: Kamet farza davettir ki, kamilin davetiyle kulun Hakk’a farz yakınlık (kurb-u 362 feraiz) müşahedesine ulaşmasıdır.. İmama uymak ise, kamilin teveccüh ederek salike yaptığı telkin ve tarife uyup riayet etmesidir. Allahualem. Şarab-ı aşkı içenler mest olup meydana gelsin Şem-i tehvide can atan yanmağa pervane gelsin Fehmi Efendi Hazretleri ‘Meclisimize, aşk-ı ilahi içkisinden içip, kendinden geçen Allah aşkının sarhoşları ve tevhidin hakikatine cesaretle, fütursuzca dalıp, kendinin ve alemin nispet-i varlığını aşk-ı ilahi ateşiyle yakmak isteyenler gelsin, meratib-i tevhid irfaniyeti ile aydınlansınlar.’ buyuruyor. İlm-i esrarı bilenler mekteb-i irfane gelsin Muhabbet bahrına dalan dergah-ı seyrana gelsin Muhabbet bahrı; ariflerin, ehl-i kemalin irfaniyetle yaptıkları sohbet denizidir. İlm-i esrar, ilm-i tevhiddir. Mana-yı beyit ise şöyledir: ‘Her kim, Allah muhabbetini arıyor ve o muhabbet deryasına dalmak istiyorsa, irfan mektebi olan mürşid-i kamilin meclisine gelsin. İhvanlar içerisinde bilenler de bilmeyenler de oradadır. O mecliste bilmeyenler bilenlerden serbestçe müşkülünü,derdini sorar, bilenler de cevap vererek sohbet, muhabbet ve irşad hasıl olur. Böylece o mecliste bulunan herkes istifade eder.’ demektir. İlm-i esrar, Allah’ın sırrı ile alakalı olan ilimdir. Allah’ın sırları ilmi tevhid irfaniyetiyle bilinir. Ki, ancak bu irfaniyet mazhariyetiyle arif olanlara, mevcuttaki Hakk’ın sırrı açığa çıkar. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Allah muhabbetine dahil olup arif olan ve Rabbine arif olmak isteyen, kamilin meclisi olan mekteb-i irfana gelsin, Allah muhabbetinden istifadelensin.’ buyuruyor. Dost için cana kıyanlar meclis-i kübraya gelsin Kevser-i Ali’den içen Fehmi’den peymane gelsin Dost için cana kıymak; fena-yı ruh, beka-yı sır mazhariyetidir. Yani vahdet-i vücudun, kendi birliğinden meydana gelen kesretin / halk yüzünün açığa çıkmasıdır. Bu halkiyette; eğri, doğru, kafir, mümin, münafık, İblis vb. cümle halk zahir olduğu gibi, hidayet-i Nur-u Muhammed de zahirdir. Meclis-i kübra, Nur-u Muhammed’in zahir olduğu büyük meclis demektir. Kur’an’da “Biz sana kevseri verdik …” (Kevser, 1) Buyrulur. Bu meclisin içkisi Ali Kevser / yüce kevserdir. Kevser, Hz. Peygamber Efendimize mahsus olup, cümle evlad-ı Resul’ün, manevi ehli beyt’in, Muhammedi kulluk mazhariyetiyle ulaş363 tıkları devamlılıktır, ölümsüzlük suyu olan ab-ı hayattır, yani ab-ı tevhiddir. Bunu beyanla ‘Her kim ki, bu yüce kevserden içmek isterse, mürşid-i kamil Fehmi Efendinin irşadı olan irfaniyet ve kemalatla, gönül kadehini doldurup aydınlansın.’ buyruluyor. * * * 80 Hamdülillah ilm ile irfana erdim ben bugün Açılıp kalb-i basiret cana erdim ben bugün Tahsil edilen bilgilere ilim denir. İrfaniyet ise, zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhidin müşahedesiyle hasıl olur. Kul, irfaniyete ancak Hakk’ın bağış ve ihsanıyla mazhar olur. İrfaniyet, kulun kendi nefsinin, cümle alemin ve eşyanın hakikatine arif olmasıdır. Her ilimde irfaniyet olmaz. İrfaniyet, makamat-ı tevhid keşfiyle hasıl olup, kulun Rabbine kavuşup Rabbinden gayrı görmemesidir. Hamd ise öğünmektir. Övülmeye ancak Allah layıktır. Çünkü ayette “Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır.” (Fatiha, 2) Buyrulur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hamd / öğünmek Allah’a mahsustur ki, tevhid mertebelerinin müşahedesiyle irfana erdim, nefsimin ve cümle eşyanın aslı, hakikati olan cana, yani Rabbime vasıl oldum.’ diyor. Nokta-yı vahdette mahvedip vücudu şöyle kim Zerreydim gün katreydim ummana erdim ben bugün 364 Nokta, cümle harflerin aslıdır. Bütün harfler noktadan meydana gelir. Nokta, kalemi hareket ettirmeden bırakıldığında meydana gelendir ki, kalem oynatıldığında, o noktadan harfler, rakamlar ve şekiller çizilerek meydana gelir. İşte Hakk’ın zat-ı mevcudiyeti, cümle varlıkların ve alemlerin aslı olması itibariyle noktadır. Bütün alemler ve varlıklar, nokta-i vahdetten, yani “bir” olan zat-ı ilahiden zuhura gelmiştir ve nokta-yı vahdet olan zat-ı ilahi, her bir eşya ve varlıkta mevcuttur. Her kim ki, bu alemde makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetine ulaşırsa, o kulun nispet varlığı fena bulup yok olur ve nokta-yı vahdet olan zat-ı ilahiye vasıl olur. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Kendimin ve alemin yokluğuna, fenasına ulaştım. Fenafillah irfaniyetiyle kulluğum, gündüz iken, gündüzün aslı olan güneşe; damla iken denize gark oldu.’ diyor. Yani her bir varlığın asli mahiyeti olan Allah’ın zatına vasıl oldum, demektir. Hep görünen nokta-yı vahdette zatın gölgesi Yek nazarla cümleden Rahman’a erdim ben bugün Kur’an’da “Her şey fenadır (yoktur), ancak Rabbin yüzü olan celal ve kerem vardır.” (Rahman, 26-27) buyrulur. Bu ayet, Rabbin celal ve kerem yüzünden başka her şeyin ve hiç bir kimsenin varlığı, vücudu olmadığını beyan ediyor. Allah’ın zatından başka hiç bir şeyin vücudu, varlığı yoktur. Var ve mevcut olan zat-ı ilahidir. Bu görünen varlıklar ise, zat-ı ilahinin gölgesi olan isimlerdir. Çünkü gölgenin kendine ait vücudu olmadığı gibi, isimlerin de vücudu olmaz. Rabbin vechi / yüzü olan celal ve kerem ise şöyledir: Kerem ismi; ana isimlerden olan cemalin zuhuru olması itibariyle, cümle görünenler celal ve cemal tecellileridir. Zat-ı ilahi, alem-i kesrette bu ana isimlerle tesir ederek zahir olur ki, celal ve cemal mazhariyeti Allah’ın kemalidir. Kemalin her şeyi ihatası, kuşatıcılığı ise Rahmaniyettir. Bunu beyanla Kur’an’da “Rahman, arşı üstüva etti / kuşattı.” (Taha, 5) Buyrulur ki, Rahman, her şeyi kuşatan olması itibarıyla, her şey Rahman’ın nefesidir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Tevhid-i zat mertebesinin irşadıyla Hakk’ın zatından gayrı mevcud olmadığını, bu alemin ise zat-ı ilahinin gölgesi ve Rahman’ın nefesi olduğunun müşahedesine ve marifetine mazhar oldum,’ diyor. Ne acebdir, zevk ile bana içimden söylenir Ruh-i akdesle nüzul ilhama erdim ben bugün 365 Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kişi süfliyette olursa nefs, ulviyete yükselirse ruh tabir olunur.” diyor. Yani bir kimse kendine ve aleme cehalet ve zanla nispet vücud verirse, o zanlardan hasıl olan nispetler, o kimseyi Rabbinden ayırır ve süfliyete düşürür. Böyle bir kimse nefis ehli olup, kendini ve cümle alemi Hak’tan gayrı görür. Fakat bir kimse, daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, kendinin ve cümle alemin nispet varlıklarının yokluğunu, fenafillah mazhariyetiyle keşfederse, Rabbin zuhurundan gayrı birşey görmez. O her nerede olsa daima Rabbini apaçık müşahede eder. İşte böyle bir kul, ulviyete yükselir ve ruha mensup olur. Bu itibarla Ruh ikilik kabul etmeyen ‘Bir’liktir. Ruh-u akdes ise, zat-ı ilahi tecellisiyle gayriyetten arınmışlık demektir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ulviyete yükselerek, Ruh’a mensup olup; Ruh-u akdes ilham ve doğuşuna mazhar oldum.’ Diyor . Bunda gelmekten mukaddem Talibi didar idim Valehu hayran iken sen şaha erdim ben bugün Fehmi Efendi Hazretleri, Talibi lakabıyla ‘Zat-ı ilahiye vasıl olmazdan evvel, ilahi sevgilinin vechini, didarını arıyordum. İlahi aşkla valeh u hayran, yani kendimden geçtikten sonra ancak, ilahi sevgiliye, yani alemlerin Rabbi olan Şah’a ulaşıp, yani zat-ı ilahiye vasıl oldum.’ buyuruyor. * * * 81 Bülbül gibi efgan edip esmada kalan Onlardaki esma-yı müsemmadan haberim var Esma ehli, şu kimselerdir: Allah’ın isimleri ile meşgul olup, tesbih çekerler, halka kurup esma-ül hüsna zikrederler, meşgul oldukları isimlerin tesiri ile zevklenirler, hallenirler ve bu hallerini kemalat zannederler. Bunlar bu alemde Hakk’ın isimleri ile zahir olduğunu söylerler. Fakat isimlerin müsemması olan zat-ı ilahiden mahcup / perdelidirler. Bunlar genellikle tarikat ve bazı cemaat mensuplarıdırlar. Müsemma zat-ı ilahidir ki, daim zikir ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olunmadan, zat-ı ilahiye vasıl olunmaz. Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ancak, kamil olan mürşidin telkin ve irşadıyla ulaşılır. Makamat-ı tevhid marifetiyle arif olmayan mürşitler, nakıstır / eksiktir. Böyle nakıs mürşidler, kendisinden irfaniyet talep eden müritlerine, Allah’ın isimlerinden, yani esma-ül hüsnadan esma 366 çektirerek, fazla ibadetler yaptırır. Bunu da kulluğun yüce kemalatıymış zannederek, bu hallerini etraflarına teşhir ederler. Halbuki böyle mürşidlerin kendisi müsemmadan, yani zat-ı ilahiden gafil olup, kendisi irşada muhtaçtır. İşte zamanın mürşid-i kamili Hasan Fehmi Hazretleri, böyle ehl-i esma olanlara hitaben ‘Esmada kalmayın, esmada kalmak kulluk kemalatı değildir, marifet ve kemalat müsemma olan zat-ı ilahi keşfidir ki, benim irşadım müsemmadır, zat-ı ilahi irfaniyetidir.’ diyor. Her şam u seher mescidlerde boynun eğen Zahidlere cennet-i aladan haberim var Zahid olan kimse, fazla ibadetler yaparak, şekil suret düzer ve amel cennetinin nimetlerine ulaşmak için sevap biriktirir. Bu halini de kemalat zannederek, yaradılışının yüce gayesi olan kulluktan mahrum olur. Cennetler ikidir: Biri amel cennetidir; oraya alem-i ahirette girilir. Kul bu alemde yaptığı iyilikler, ürettiği güzel işler, değerler ve ibadetler nispetinde amel cennetinin nimetleriyle nefsini lezzetlendirerek, istifade eder. Diğer cennet ise, irfan cennetidir. Kul ancak, kendi nefsinin ve eşyanın hakikatine arif olmakla bu alemde irfan cennetine girebilir. İrfan cennetine girenler, kendi nefislerinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine kavuşanlardır. Onlar nerede ve hangi alemde olursa olsunlar, Rabbine kavuşmuş olduklarından, daima vuslat, yani zevkullah keyfiyetiyle yaşarlar. Kur’an-ı Kerim’de “Ey mutmain olan nefis, dön Rabbine, Rabbin senden razı sen de ondan razı olarak gir Benim kulluğuma / kullarımın arasına, gir benim cennetime.” (Fecr, 27-30) buyrulur. Yani, ey zikr-i daimle uyanmış, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle mevcuttaki Rabbin müşahedesine ermiş kulum, bu müşahede ve irfaniyetle gir benim arif kullarımın arasına. Senin yokluğa / fenaya ermiş kulluğundan Allah razıdır, sen de Allah'ın, senin yokluğundaki tecellisinden razı olarak, benim irfan cennetime dahil ol, demektir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bu ayetlerde beyan olunan irfan cennetinden, zahid kimselere haber veriyorum ki, gelip bu irşaddan nasiplensinler.’ diyor. Fakru fena ile mahvolup serden geçen Dervişlere mülk-i bekadan haberim var Fakru fena ile mahvolmak; yani serden geçip, can ve baş feda etmek şöyledir: Hz. Peygamber (sav) üç defa “El fakru fahri / fakirlik benim iftiharımdır.” Buyurmuştur. Bu hadiste beyan edilen fakirlik, nispet 367 varlık itibariyledir. Üç defa tekrar edilmesi ise, nispet varlığın üç tesiriyle kulun gizli şirk işlemesindendir. Birincisi, kendine ve aleme nispet ettiği fiiller yönündendir. İkincisi, kendine ve aleme nispet ettiği sıfatlar yönündendir. Üçüncüsü ise, kendine ve aleme nispet ettiği vücut yönündendir. İşte kul, bu varlıklar Hakk’ın iken, cehaletle sahip çıkar da kendinin zannederse, o kul gizli şirk işlemiş olur. Gizli şirkten kurtuluşun çaresi ise, makamat-ı tevhid irfaniyetidir. Her kim zikr-i daim uyanıklığına ve tevhid mertebelerinin müşahedesine ulaşırsa, kendindeki ve alemdeki Hakk’ın fiillerine, sıfatlarına ve zat tecellisine arif ve vasıl olur, gizli şirkten kurtulur. İşte ancak böyle arif bir kul, fenafillah keşfi irfaniyetiyle, kendine nispetle fiil, sıfat ve vücut varlığı olmayan bir fakir olur. Bu itibarla Hz. Peygamber Efendimizin üç defa tekrarlayarak iftihar ettiği fakirlik, böyle bir fakirliktir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, fenafillah irfaniyetiyle, serden geçip can ve baş feda etmiş ve nispet-i varlığı kalmayıp fakir olan derviş ve ariflere hitaben ‘Beka mülkünden, yani Hakk’ın cümle varlıkları ve eşyayı zahir edip, meydana getiren tecellilerinden, bekabillah mertebelerinden haberim var. Hangi derviş bu mertebelerin telkinine talip olursa, onu irşad ederim.’ diyor. Pervane gibi aşkın narına can atan Aşıklara vasl-ı likadan haberim var Pervane, daha evvelki beyitlerde ifade edildiği gibi kendini ışığa, ateşe cesaretle, fütursuzca atan kelebek vb.dir. Çünkü pervane ışığı yol zanneder ve Alevi gördüğünde hiç tereddüt etmeden kendini alevin ışığına atar. Ve yanar kül olur. İşte pervane gibi cesur olup Rabbine kavuşmak isteyen aşıkların, ilahi sevgiliye nasıl vasıl olup, kavuşabileceklerinden haberim var. Hak aşıklarını bu hususta irşad ederim, demektir. Kamil’in irşadı olmadan bir kimse Rabbine vasıl olamaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na varmak için vesile arayın. Bu yolda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide, 35) buyrulur. Dünya ve ukba hülyasından geçip bidar olan Talibi'ye sor lamekan ilinden haberim var Hadis-i şerifte “Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haram; hakikat ehline her ikisi de haramdır.” buyrulmuştur. Ehl-i dünya, akl-ı maaştır ki, daima dünya menfaatini gözetir, bir şeyde menfaati varsa 368 o işi yapar, o işi yaparken de haram-helal meşruiyeti aramaz. Ukba ehli ise, bir iş yaparken ahireti gözetir, sevap mıdır günah mıdır ona bakar, eğer sevap ise o işi yapar; günah ise yapmaz. Ehli ukba, nefsini amel cennetindeki, nimetlerden lezzetlendirmek için, haram helal meşruiyetiyle kulluk yapar. Ehl-i hakikat ise, ne ehl-i dünya gibi bu alem menfaatinden başka bir şey düşünmeyendir, ne de ehl-i ukba gibi amel cenneti nimetlerinden nefsini lezzetlendirmek için bir işi yapar. O, daima Hakk’a vuslat zevkiyle cümle alemlerde irfan cennetinde yaşar. Lamekan, mekansızlıktır, yani hiçbir mekanla kayıtlanmamak demektir. Ki, ehl-i hakikat, nispet varlık şirkinden arındığı için hiç bir mekanla, gayriyetle kayıtlı olmayıp, daima Hak’la olup, hep Hakk’a vuslat zevki ile yaşar. Ehl-i hakikat, daima meşru olan işleri yapar, Allah'ın emirlerini yerine getirir, yasaklarından ise kaçar. Fakat bunları yaparken ehl-i ukba gibi amel cennetinin nimetleri sevdasıyla yapmaz, aşık olduğu ilahi sevgili emrettiği için yapar. Asla Allah’ın emrinin dışına çıkmayıp, günah ve harama kesinlikle yanaşmaz. Herkes Allah'ın emrini çiğnese, ehl-i hakikat asla / katiyyen çiğnemez. Vesselam. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri, dünyada ve ahirette nefsini lezzetlendirmekten geçip, gönlü gözü uyanmış, Hakk’a vuslat marifetiyle lamekan / mekansızlık arayanlara hitaben ‘Bu aradığınız marifet ve kemalattan haberim var, kim talep ederse onu irşad ederim.’ buyuruyor. * * * 82 Zümre-i ehl-i Melamet dersi Hak’tan aldılar Zevklerine yok nihayet çünkü Hay’dan aldılar Zümre-i ehl-i Melamet, Melamiler demektir. Melamiler, halk arasında bir tarikat olarak bilinir, halk onları tarikatçı olarak görür. Fakat Melamilik tarikat değildir. Melamilik hakikattir. Bazıları Melamiliği üç devre / dönem olarak tasnif ederler ki, Melamiliği üç döneme ayırıp tasnif etmek, cehalettir, büyük bir yanılgıdır. Çünkü Melamilik fenafillaha ulaşıp, kötü huyları terk edip, güzel huylara sahip olarak Hz. Resulullah Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmaktır. İşte fenafillah irfaniyetiyle Hakk’a kavuşup Melami olmak, Hz. Adem’den Hz. Resulullah Efendimiz’e kadar, gelmiş cümle peygamberlerin değişmez vasfı olduğu gibi, gelmiş ve kıyamete kadar 369 gelecek olan cümle insan-ı kamil olan evliyanın da de müşterek, değişmez vasfıdır. Bu itibarla her zamanda Hakk’a kavuşmuş olan insan-ı kamil, muhakkak Melami’dir. Çeşitli zaman ve coğrafyada yaşamış olan veliler: Yunus Emre Hazretleri, Melami olduğunu beyan ediyor. Niyazi Mısri Hazretleri Melami olduğunu beyan ediyor. Muhittin Arabi Hazretleri, Nesimi Hazretleri, velhasıl Hakk’a vasıl olan cümle ehl-i kemal Melami olduklarını beyan ediyorlar. Bunlar değişik yolların, tarikatların müntesipleri olmalarına rağmen, hakikate vakıf ve Hakk’a vasıl olduklarından, Melamiliğe ermişlerdir, vesselam. Bu itibarla Melamilik, üç dönem veya belli zamanlara mahsus olmayıp, tüm zamanlardaki peygamberlerin ve ehl-i kemalin mertebesidir. 19. yüzyıldaki Melamiliğin seyr-i süluk tasnifi, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri tarafından yapılmış, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılda da halifeleri vasıtasıyla Melamiliği telkin ve tarif ederek, irşad etmişlerdir ve etmektedirler. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin tarifinde Melamilik; fenafillah olmak, kötü huyları terk edip güzel huylara sahip olup, Hz. Resulullah Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmak olarak telkin ve tarif edilir. Kur’an’da ise Melamilik hakkında “Ey inananlar, içinizden kim dininden dönerse Allah onun yerine öyle bir kavim getirir ki; Allah onları sever, onlar Allah’ı severler, onlar müminlere karşı boyunları büküktür / mütevazı ve merhametlidirler. Kafirlere karşı başları dik / izzetlidir. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, dil uzatanın levminden / kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine yönelttiği bir lütuftur / ihsandır…” (Maide, 54) buyrulur. Ehl-i kemal, bu ayetin Melamileri tarif ettiğini ifade etmişlerdir. Çünkü kınayanın kınamasına aldırmamak Arapça ‘levm’ kelimesidir ki, kınanmak manasında olup, melamet demektir. Melamiler Allah’ı sevdikleri gibi, Allah da onları sever, yani Allah’la sevişirler. Daima Cenab-ı Hak’la vuslatta olduklarından, onlar Hakk’ın kendilerini kınamasından, vuslattan mahrum olmaktan ve Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmemekten korkarlar. Halkın onları cehalet ve gafletle kınamasına aldırmadıkları gibi, cehalet ve zulme, irfaniyet ve kemalatlarıyla dik ve çetin durup, boyun eğmezler. Hidayet tecellilerine ve müminlere karşı ise, mütevazı ve hürmetlidirler. Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde “Melamiler; bunlara melametçiler de denir. Bu ad dahi lügat yönünden, bunlar için zayıf bir kelime olmuş olur. Bu gibi kişiler, Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün alemin tek efendisi bunların 370 arasındadır. İşte o büyük efendi de Resulullah Muhammed (sav) Efendimizdir. Bunlar, Hak Teala’nın emir ve yasaklarını bu alemde yerleştirdiler, kuvvetlendirdiler. Sebeplerini yerli yerinde açıkladılar. Yaramayanların da nedenlerini anlattılar. Dünya evine yarayacak hacetleri dünyaya bıraktılar, ahiret gününün hacetlerini de ahirete bıraktılar. Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla baktılar, gerçekleri birbirine karıştırmadılar.” diyor. Kendilerini Melami olarak adlandıran bizler ise; o makam-ı melametin adaylarıyız, melamet yolunun yolcularıyız, vesselam. Beyitte ifade edilen ‘Dersi Hak’tan aldılar, zevklerine yok nihayet’ beyanının manası ise şöyledir: Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Allah’tan korkun; O’na varmak için vesile arayın. Bu yolda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide, 35) buyrulmuş olup, bu ayette ifade edilen ‘vesile’ kelimesine müfessirler ve ulema-yı zahir, bir çok manalar vermiş ve yorumlar yapmıştır. Fakat ehl-i kemal, ayette geçen “vesile”den maksadın, insan-ı kamil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu itibarla, Allah’a kim kavuşmak isterse, insan-ı kamil olan bir mürşid bulması ve onun irşadına mazhar olması lazımdır, kamil mürşidi bulmak için de çok cehdetmesi gerektir. Bütün geçmiş ve mevcut ehl-i kemal olan veliler, Hakk’a vasıl olmak için mürşid-i kamil irşadının gerekliliğinde ittifak etmişlerdir. Çünkü kamil mürşidin telkin ve irşadı, Hakk’ın emrinden ve Hakk’ın mertebelerinden başka bir şey olmadığından, kamil mürşidin telkin ve irşadı gerçektir, haktır. İşte beyitte ifade edilen, Melamiler; dersi hay yani diri olup da yaşayan kamil bir mürşidden aldılar, onun gerçek, hak olan telkiniyle irşad olup zevklendiler, demektir. Allahualem. Reyn-i kalbi ettiler pak darb-ı zikr u fikrile Kıyl u kalden geçtiler hep hubb-i fillah aldılar Melamilerin amel ve itikatları, Kur’an’la ayniyet teşkil eder. Melamiliğe ait hiç bir değer, Kur’an-ı Kerim’le çelişmeyip, Kur’an’a ters değildir. Eğer kendisine Melami diyen bir kimsede, Kur’an ve Hz. Peygamber Efendimizin güzel ahlakına uymayan bir amel, itikat görülürse, bu Melamiliğe ait bir değer olmayıp, o şahsın kendine ait bir değerdir. Onun için Melamiler, zikrullahı; onun bunun filancanın, şu kadar şu esmayı çek veya şu virdi yap demesiyle yapmazlar, Kur’an’ın emrettiği gibi yaparlar. Zaten bir mürşit, eğer kamil ise, telkin ettiği zikir, muhakkak Kur’an-ı Kerim’e uygundur. 371 Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de “Müminlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın / dikkat edin kalbler ancak zikrullah ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) buyrulur. Bu ayette Cenab-ı Hak, zikrullahın kalble ve Allah ismi ile yapılmasını beyan ediyor. Çünkü kalb merkezi azadır ve Hakk’ın mekanıdır. Her insan potansiyel olarak buna mazhardır, fakat insan Allah’tan başka şeylerle meşgul olduğu için, kalbi gayriyet ve masiva muhabbetiyle, yani Allah’tan başka şeyler olan gayriyetle paslanıp, kirlenmiştir. Bu itibarla hadis-i şerifte “Kalbler demir gibi paslanır, nasıl ki demirin cilası varsa, kalbin cilası da zikrullahtır.” buyrulur. Mana-yı beyt şöyledir: ‘Melamiler daim zikre aşina oldukları gibi, darb-ı zikir yani şiddetli zikir ve tefekkürle kalblerindeki pası ve kiri temizleyip, gayriyet-masiva muhabbetinden ve dedikodusundan geçtiler. Onların gönülleri Allah aşkı ve muhabbetiyle doldu.’ buyruluyor. Nefsi hiçe saydılar kim fail Allah bildiler Gamze-i cilve-i mahbubtan atalar aldılar Kur’an’da “…işlerin tümü Allah’ındır…” (Ra’d, 31) ve “Sizi ve fiilinizi yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) buyruluyor. İşte bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı gibi, her işin faili Allah’tır. Fakat hiç kimse tevhidi hakiki irfaniyetine ulaşmadan, her fiilin failinin nasıl Allah olduğunu müşahede edemez ve arif olamaz. İşte Melamiler, makam-ı tevhid-i ef’al marifetiyle bu sırra vakıf olup, her fiilin faili Allah olduğunun keşfi irfaniyetiyle, cennet-ül ef’alde zevklenip ilahi sevgiliden hediyelere ve ihsana mazhar oldular. Buyruluyor. Her sıfatı mevsufu mutlaka nispet ettiler Ol cemali şemsi enverden tenevvür ettiler Her insan, Cenab-ı Hakk’ın; Hayat, ilim, irade, kudret, kelam, görmek, işitmek, tekvin (yaratmak) olan bu sekiz sıfat-ı subutiyesine mazhardır. İnsan mazhar olduğu bu sıfat-ı subitiyeyi, cehaletle kendinin zannederek, bunları kendine nispet eder. Halbuki Kur’an’ı Kerim’in bir çok ayetinde, cümle sıfat-ı subutiyenin mevsufunun Allah olduğu beyan edilir. İşte her kim ki, makam-ı tevhid-i sıfat mertebesinin keşfi irfaniyetine ulaşırsa, ancak o kul, her sıfatın mevsufunun Allah olduğuna arif olur. Bunu beyanla: Melamiler, her sıfat-ı subutiyenin mevsufunun, yani cümle sıfat-ı subutiye ile sıfatlananın Allah olduğuna arif olup, Hakk’ın cemalini, güzel yüzünü gördüler ve o güzelliğin, güneş gibi olan aydınlığıyla, aydınlandılar, nurlandılar. Buyruluyor. 372 Çün vucud-u Hakk’a mazhar zatına mahvoldular Havf-ı mevtten kurtulup Hay layezali aldılar Hz. Resulullah Efendimiz, İbni Abbas’a hitaben “Ya Abbas, vücudunu kayırma.” Dedi. İbni Abbas da: “Ya Resulullah, vücudum kusur mudur?” deyince, Hz. Peygamber Efendimiz: “Vücudun en büyük günahtır. Onunla hiç bir günah kıyas edilmez.” buyurdular. Kur’an-ı Kerim’de ise: “O’nun yüzü / vechi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) buyrulmuştur. Bu ve benzer ayetlerin beyanlarındaki hakikat gereğince ehl-i kemal, kendi nispet varlıklarının fenasına / yokluğuna, makam-ı tevhid zat keşfi irfaniyetiyle arif olur ve Hakk’ın zat-ı mevcudiyetinden gayri görmezler. İşte Melamiler de bu zümreden olup, tevhid-i zat irfaniyetiyle mevcutta Hak’tan gayrı görmedikleri gibi, zat-ı ilahiye vasıl olduklarından, onlarda ‘havf-ı mevt’ yani ölüm korkusu olmaz. Çünkü onlar, meratib-i tevhid kemalatıyla hadis-i şerifte buyrulan “Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına mazhar olup, ebedi diriliğe, ölümsüzlüğe ulaşmışlardır. Vesselam. Bir adem şehrine nispet varlığı selbettiler Kaf ademde cismi yok bir şekl-i Anka aldılar Kafdağı, dağların en yükseği olan nispet benlik dağıdır. Bu dağın yüceliğine ancak Anka kuşu, yani tevhid-i hakiki irfaniyetiyle aydınlanmış olan kamil, arif kimse yükselip ulaşır. ‘Kaf ademde cismi yok bir şekl-i Anka’ demek; kulun fenasında / yokluğunda, Hak’la var olma marifetine mazhar olmasıdır. İşte Melami’ler, nispet varlıkların yokluğunda, kendilerinde ve cümle alemdeki cisim ve suretlerde mevcut olan Hakk’ın tecellileriyle var olmakla, Anka kuşu gibi cümle suret ve cisim Kaf’ında, ruhaniyete yükselip ‘Bir’ ile ‘Bir’ oldular, yani Hak’la var oldular, demektir. Beyitteki “adem” kelimesi yokluk anlamındadır. Talibi fahr-i risalet fakrı tercih ettiler Fakrile fahreyleyenler yokluğa var aldılar Fahr-i risalet fakrı; Hz. Resulullah Efendimizin “Fakirlik benim iftiharımdır.” beyanıdır. Mahiyeti daha evvelki beyitlerin açıklamasında beyan edildiği gibi, Hz. Peygamber Efendimizin öğünüp iftihar ettiği bu fakirlik, nispet varlık yönüyledir. Melamiler, alemlerin iftiharı olan Hz. Resulullah Efendimizin iftihar ettiği nispet varlık fakirliğini tercih edenlerdir. Melamiler bu 373 fakirlikle, kulluğun yüce kemaline, yani fenafillaha ulaşıp, fenaya ulaşmış kulluk marifetiyle var oldular, demektir. Bu hususta arifibillah Hacı Bayramı Veli Hazretleri: El fakru fahri, el fakru fahri Demedi mi ol alemler fahri Fahrinin zikrin, fahrinin zikrin Fakru fenada buldu bu gönlüm buyurmuştur. * * * 83 Her ne ki görür gözün bil vech-i Rahman onda var Her ne işitse kulağın sırr-ı Subhan onda var Kur’an-ı Kerim’de “Her şey fanidir / yoktur, baki / var olan Rabbin celal ve kerem yüzüdür.” (Rahman, 26–27) buyrulur. Bu ayette ifade edilen ‘her şey fanidir’ yokluk anlamındadır ki, hiç bir varlığın kendine mahsus vücudu olmayıp, var olan ise ancak Rabb’in vechi / yüzü olan celal ve keremdir demektir. Kerem, cemal mazharı olması itibariyle 374 görünen celal ve cemaldir ki, bu iki ana ismin cümle isimlerdeki tesiri kemaldir. İsm-i kemalin cümle esmayı ve eşyayı kuşatması ise, Rahmaniyettir. Ayette “O Rahman olan arşı kuşattı…” (Taha, 5) buyrulmuştur. Demek ki; Allah rahmaniyetiyle her şeyi kuşatmış olduğundan, Rahman tecellisi cümle eşyada kuşatıcılıkla zahirdir. Hz. Pir Efendimiz ‘Rahmaniyet “naam” icadına hastır.’ diyor. “naam” gıda demektir. Güneşin her şeyi ısıtıp aydınlatması, yağmurun her şeyi ıslatması, soğuğun kimseyi ayırt etmeden üşütmesi vb. gibi, her bir şeyin ayırt edilmeksizin gıdalanıp nimetlenmekle olan zindeliği, Rahman icadıyla / tecellisiyle olur. Bu itibarla, görünen cümle varlıklar Rahman’ın nefesidir. Sırr-ı Subhan, kendisinde hiç bir noksanlık olmayıp, kemaliyle var olan Allah’ın sırrı demektir. Bunu beyanla ‘Gözümüz her ne görse, her şeyi ihata eden Rahman’ın vechi / yüzü onda vardır, kulağımız her ne işitse, noksanlıktan münezzeh olan Allah’ın kemal tecellisidir.’ buyruluyor. Baktığınca her bir eşyada bir esma görünür Her bir esmada şüphesiz bir müsemma onda var Zat-ı ilahinin kesretteki zuhuru, esma tecellisiyle olur. Mesela yaprak bir isimdir, insan ve rüzgar da birer isimdir, fakat bunların hiç birinin vücudu olmaz. Cenab-ı Hak esmaların oluşturduğu varlıklardan ve eşyadan eğer zatını ayırsa, hiç birinin varlığı kalmaz. Çünkü cümle eşya ve varlık, zat-ı ilahinin zuhurudur. Bu itibarla, kesret alemini meydana getiren cümle isimlerin müsemması, Allah’ın zatıdır. Her ismin kendine ait vücudu olmamakla beraber, bir tesiri vardır. Onun için bu aleme baktığımızda esmaların tecellisini görür ve tesirine muhatap oluruz. Çünkü, her eşya bir esma ile zahirdir. Esma ise sıfatın zuhuru olup, cümle sıfatın mevsufu zattır. Bunu beyanla ‘Görünen eşyadaki her esmada, müsemma olan zat-ı ilahi mevcuttur.’ buyruluyor. Bu huruf-ı halka bakma cümlesi bir noktadır Her ne harfi ki okursan nokta-i ba onda var Hz. Ali (kv): “İlim bir nokta idi, cahiller çoğalttı.” buyurmuştur. Nokta, kalemi kağıdın üzerine hareket ettirmeden bıraktığımızda meydana gelendir. Sonra kalemi oynatırsak hurufat, yani harfler ve şekiller meydana gelir. Fakat meydana gelen her harf ve şekil, meydana gelmeden evvel noktadır, sonra harf ve şekil olur. Bu gördüğümüz halkı, 375 yani cümle suretleri ve şekilleri zuhura getiren zat-ı ilahidir. Zatın zuhuru olmasa, suretler ve şekiller, yani halkiyet olmaz. İşte beyitte ifade edilen nokta, Allah’ın zatıdır. Bir ilim, zat-ı ilahiye taalluk etmezse, yani bir ilim ki mevsuf olan Allah’ın zat-ı mevcudiyetiyle ilgili değilse, böyle bir anlayış zandır, cehalettir. Cahil kimse, halka ve suretlere müstakil vücut nispet ederek, bir olan zat-ı ilahiden perdelenir, mahcup olur, kendine ve cümle alem-i halka vücut nispet ederek, tek olan zatı cehaletle çoğaltır. Beyitte ifade edilen ‘Her ne ki harf okursan onda nokta var’ sözü; bu eşyanın ve cümle halkın asıl varlığı Hakk’ın zatıdır, demektir. ‘Nokta-i Ba’ ise, Arapçada B harfinin altındaki noktadır. ‘B’ harfi; halkı, yani kesret alemini; altındaki nokta ise Hakk’ın sırf “zat” tekliğini remzeder. Bu itibarla, cümle harflerin oluşturduğu kesrette / çoklukta, tek olan zat var olup mevcuttur demektir. Allahualem. Arifin her bir kelamı tuhfedir aşıklara Tut kulağın her sözüne ilm-i irfan onda var Arifibillahın ve ehl-i kemalin sözleri, ilim irfaniyet yüklüdür. Ariflerin irfaniyeti, daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyeti olup, kulun kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbin müşahedesinden hasıl olur. Ariflerin irfaniyeti, Kur’an ve hadis-i şerifle çelişkili olmaz. Ariflerin irfaniyetiyle ancak Kur’an ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin şerhi, tefsiri ve tevili olur. Ayette ‘...onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar.’ (Al-i İmran, 7) buyrulur. Bu itibarla ilimde derinleşmiş olan ariflerin kelamı, ayet ve hadis ile ters düşmediği gibi bilakis ayniyet arz eder. İmam-ı Azam Hazretleri “Bir söz duyduğunuzda, yanında ayet veya hadis varsa o söz bizimdir, ayet ve hadis yoksa o söz bize ait değildir.” demiştir. Velhasıl Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ariflerin kelamını tut, onların her bir sözünde ayetler ve hadis-i şeriflerle oluşmuş ilim ve irfan olduğundan, onların sözleri Hak aşıklarına atadır / hediyedir.’ diyor. Kahrı lütfu sen ata bil ol sana Hak’tan hida Hayrı şerri hoş gör ancak sırr-ı hikmet onda var Kahır ve lütuf, bizim nefsimize hoş gelen ve hoş gelmeyen şeylerdir. Her bir isimin tecellisi celal ve cemal ana isimlerinin tesirinde olduğundan bazı isimlerin zuhuru bize hoş gelir, bazı isimlerin zuhuru ise kahır gelir, zor gelir. 376 Bu tecellilerin, yani kahrın ve lütfun Hakk’ın zuhuru olduğunu bilmek, sırr-ı hikmettir. Bu sırrı hikmete ancak Hakk’ın hida, yani hidayet zuhuru olan meslek-i Resul’deki zikr-i daim ve meratib-i tevhid irşadıyla ulaşılır. ‘Hayrı, şerri hoş gör’ demek ise; kahrı-lütfu Hak’tan gayriye nispet etme, Hakk’ın bir tecellisi olarak gör, demektir. Böyle bir müşahedeyle ‘Arif olman, Allah’ın sana hidayetle olan lütuf ve hediyesidir.’ buyruluyor. Allahualem. Zahidin zühdün kerih görme şükret haline Ol sana ibretnümadır hükm-i takdir onda var ‘Hayır ve şer Allah’ın kudretiyledir.’ Ki bu, imanın şartlarından biridir. Bu itibarla zahidin halinin de, senin arifliğinin de Hakk’ın tecellisi olduğuna arif ol. Bunların hepsi Allah’ın kudret ve kuvvetiyle zahir olup açığa çıkan takdirdir, kaderdir. Zahidin zahidliği, yani şekil ve suret düzüp, kendisi gibi olmayanları beğenmeyip de bu halini kemalat olarak bilmesi onun zühtüdür. Sen Allah’ın hidayet-i tecellisiyle nefsinin ve eşyanın hakikatine arif oldun. Zahidliğin de kudreti ilahiyle zuhura gelen tecelli olduğuna arif ol, ve arifliğine de şükrederek her tecelliden ibret al, buyruluyor . Lafz u surette kalanlar bulmadı fevz ü felah ‘Mutu kable’den haberdar olmadı, şirk onda var Hz. Peygamber Efendimiz “Ben ümmetimin açık şirkinden değil, gizli şirkinden korkarım.” diyor. Gizli şirk, cehaletle bu görünen cümle varlıklara, suretlere, vücut nispet etmektir. Halbuki Hakk’ın varlığından başka bir varlık yoktur. Çünkü Kur’an’da “Allah’tan başkasına kulluk yapma, O’ndan başka kulluk/ibadet yapılacak yoktur. Her şey fanidir / yoktur, var olan ancak O’nun vechidir / yüzüdür.” (Kasas, 88) buyrulmuştur. Hak’tan gayrı varlık olmadığını anlamak için hadis-i şerifte buyrulan “Mutu kable ente mutu / Ölmeden evvel ölünüz.” sırr-ı mahiyeti olan fena-yı ef’al, fena-yı sıfat, fena-yı zat müşahedesiyle arif olmak gerektir. Her kim ki, makamat-ı tevhidin müşahedesiyle bu irfaniyete ulaşmazsa, o kimse tevhidin kelimesinde, yani lafz-u suretinde kalır ve gizli şirk işler. Bunu beyanla “mutu kable” / ölmeden evvel ölünüz sırrından haberdar olup, gizli şirkten kurtularak feyz ü felah bulmak için, tevhidin hakikat-ı hikmetine arif olup, tevhidin kelimesinde, yani lafz ve suretinde kalmamak gerektiği, beyan ediliyor. İlmi evraktan alanlar Hakk’ı arif olmadı Vuslat-ı canan dilersen tevhid u irfanda var 377 İlmi evraktan almak; ben kitapları okurum ve kitap okumakla Hakk’a arif ve vasıl olurum, anlayışında olmaktır. Böyle bir anlayışla kitap okuyarak arif ve insan-ı kamil olunmadığı gibi, Hakk’a da vasıl olunmaz. Bu mevzuda Yunus Emre Hazretleri: Müftüler, kadılar geldiler, Cümle kitapları kodular, Sen bu ilmi nerden aldın dediler, Mürşid-i kamile varmadan olmaz Diyor. O zamanın müftü, kadı vb. gibi ulema-i zahir; Yunus Emre Hazretlerine gelip ‘Biz bunca kitap okuduk ve okumaktayız, fakat senin mazhar olduğun ilim ve irfaniyete ulaşamadık.’ demelerine cevaben Yunus ‘Bu irfaniyete ulaşmak, kamil bir mürşide intisap etmeden olmaz.’ diyor. Çünkü Kur’an’da: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na varmak için vesile arayın. Bu yolda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide, 35) buyrulmuştur. Muhiddin Arabi Hazretleri, bu ayette ifade edilen ‘vesile’den maksadın; insan-ı kamil olduğunu beyan etmiştir. Velhasıl ister o zamanda ister bu zamanda, tüm zamanlarda arifibillah olup Hakk’a vasıl olmak için, mürşid-i kamili bulup, onun telkin ve irşadı olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olmak gerektir. Bu itibarla çeşitli kitaplar okuyarak, yani ilmi evraktan alarak ben Hakk’a vasıl ve arifibillah olurum, anlayış ve zannında olanlar yanılırlar. Vuslat-ı canan, yani ilahi sevgiliye kavuşmak için muhakkak kamilin irşadına mazhar olmak gerektiği, beyan ediliyor. Şer-i pak-i Ahmed’e eyle riayet tut penah Armağan-ı miraç oldur Hak rızası onda var Hz. Resulullah Efendimiz, miraçtan döndüğünde: “Üç hediye / armağan getirdim. Biri, Allah’ın emir ve yasaklarıdır ki, bu hediye herkesedir/umuma aittir. İkinci hediyeyi isteyen beni tenhada bulsun. Üçüncüsü ise, kendi şahsıma aittir.” buyurmuşlardır. Herkese yani umuma ait olan hediye, Allah’ın vahiyle bildirmiş olduğu emir ve yasakları olup, Peygamber Efendimizin güzel, tertemiz ahlakında zahir olmuş olan uygulamalarıdır, şeriatıdır. Kısaca Kur’an ahlakıdır. Hz. Peygamber Efendimizin her sözü ve davranışı, yani hadis-i şerif ve sünnet olan her şey, Kur’an’la ayniyette olup vahyin pratiğe dökülmesidir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hz. Peygamber Efendimizin pak / tertemiz şeriatına, uygulamalarına riayet et. Yani Kur-an’da 378 buyrulan cümle emirleri tut, yasaklardan ise kaç, çünkü Allah ne emir etmiş ve her ne yasaklamışsa, bunlardan razıdır.’ diyor. Arif ve ehl-i tevhid-i hakiki olanlar Hakk’ın cümle emir ve yasakları olan şeriata muhakkak riayet ederler. Hiç bir kimse Allah’ın emir ve yasaklarına uymasa, ehl-i tevhid-i hakiki; Allah’ın emir ve yasaklarına muhakkak uyar ve Peygamber Efendimizin güzel ahlakı ile ahlaklanıp, O’nun tertemiz şeriatı ile yaşamaya gayret ederler. Bunları, yani emr-i ilahiyi ifa ederken, öyle avam-ı nas gibi amel cenneti aşkı ve nimetleri için yapmazlar. Aşık oldukları ilahi sevgili emrettiği için muhakkak yaparlar, geri durmazlar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Peygamber Efendimizin miraç armağanı / hediyesi olan tertemiz / pak şeriatına riayet eyle. Çünkü Allah’ın rızası onda var.’ diyor. Ol salat-ı hamseye sen ol müdavim zevk ile Bir sadeftir ol kim ancak dürr-i yekta onda var Kur’an-ı Kerim’de ‘Namaz müminler üzerine vakti belirlenmiş bir farz olmuştur…’ (Nisa, 103) buyrulmuş olduğundan, vakit namazları Allah’ın emri olup, cümle müminlere farzdır. Hz. Peygamber Efendimiz vakit namazları farz olmadan önce de Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in şeriatına uyarak, sabahları ve akşamları namaz kılardı. Büyüklerimiz, namaz beş vakit olarak emredilmeden önce, İbrahim ve İsmail (as)’ın şeriatına göre uzun uzadıya kıldığı namazlarda Hz. Resulullah’ın ayaklarının şiştiğini beyan etmişlerdir. Fakat namaz vakitlerle farz olduktan sonra Hz. Peygamber Efendimiz, sabah ve akşam uzun uzadıya değil, beş vakit olarak namazları kılmış ve kıldırmıştır. Dürr-i yekta, inci demektir. İnci denizde yaşayan sert kabuklu sedef denilen mahluktan çıkarılır. İşte nasıl ki sedefin içinde inci gizli ise, beş vakitte kılınan namazda mücevher gibi çok kıymetli hikmetler vardır. Hadis-i şerifte “Namaz müminin miracıdır.” buyrulur. Kulun Rabbine kavuşması olan miraç, namazın mahiyetinde gizlidir. İşte her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edip, beş vakit namazını kılar da zikri daim uyanıklığıyla tevhid mertebelerinin irfaniyetine ulaşırsa, o kul; namazın hakikat ve hikmeti cevherine arif olarak, miraca mazhar olup Rabbine kavuşur. Bunu beyanla ‘Beş vakit namazını kıl, sakın terk etme, fakat namazın hikmetini araştırarak hakikat-ı mahiyetine ulaş. Çünkü namazın mahiyeti, kulun Rabbine kavuşması olan miraçtır, ki miraç bir kulun mazhar olabileceği en kıymetli cevherdir.’ buyruluyor. Sordular Fehmi’ye sen derviş misin vergil haber 379 Bilmezem derviş nedir ben ilmimiz Kur’an’da var Daha evvelki beyitlerin açıklanmasında ifade edildi ki; eğer bir mürşit kamil ise, onun ilmi ve irşadı Kur’an’la çelişkili olmaz. Eğer mürşidin ilim ve davranışında Kur’an’la çelişki varsa, o mürşit kamil olmayıp nakıstır / eksiktir. Daim zikir ve meratib-i tevhid irfaniyeti Kur’an dahilidir, her tevhid mertebesi Kur’an’la ayniyettir. Gerçek derviş olan kimse, Kur’an’ın denetimine her haliyle açık olur, Kur’an denetiminden keyif alır, onun Kur’an’la çelişen bir fiil ve itikadı olmaz. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Kur’an ve insan ikiz kardeştir.” diyor. Bu itibarla Kur’an ve insan-ı kamil, aynı karakterleri taşır. Aralarında çelişki, zıtlık söz konusu olmaz. Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Herkes kendine derviş diyor. Ben onların dervişlikten ne kastedip ne anladıklarını bilmem, fakat benim Melami dervişliğim Kur’an’dandır.’ diyor. Her zamanda ve bugün, derviş olup Meslek-i Resul-ü Melamiye zevkine mensubum diyenler, eğer telkin ve tarife uyup sadık olurlarsa, onlardan Kur’an harici herhangi bir itikat, ahlak ve amel meydana gelmez. Eğer gelirse, bu Melamiliğin değil, o kimsenin kendi cehaletinden hasıl olan kusurudur. Vesselam. * * * 84 Nuş ettim badeyi pirim elinden Lezzetin misali Kevser’de meğer Aşkının şarabı mestan eyledi 380 Onun beyhuşluğu tahurda meğer Bade, içki demektir. Ki, salikin tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kamilin irşadına mazhar olmasıdır. Kevser ise, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle zinde olup lezzetlenmektir. Kamil mürşid, salike bir kadeh aşk şarabından içirdiğinde, salik o sarhoşlukla işini, güç ve kuvvetini kaybeder. İkinci kadehi içirdiğinde ise, salik görüp işitmesini de kaybeder. Üçüncü kadehte öyle bir sarhoş ve mest olur ki, kendini kaybeder. İşte bunu beyanla ‘Kamilden tahur olan tertemiz bir içki içtim, tadı kevserdi, beyhuş oldum, beni kendimden geçirip sarhoş etti.’ Buyruluyor. Yani zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadıyla kendimden geçip, yokluğumu anladım. Bu anlayışım beni öyle bir zevke ulaştırdı ki, cennetteki kevser havuzunun tadını aldım, onun sarhoşluğuyla cennet-ül irfana dahil olup zevkullah mazharıyetine ulaştım, demektir. Gönülden okudum aşk kitabını Anladım fıkıhın her sevabını Okudum çün ilmin yedi babını Böyle bir ikrarım veririm meğer Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “İlmin makam itibariyle nihayeti / sonu vardır. Fakat zuhur itibariyle nihayeti / sonu yoktur.” Diyor. İlmin makam itibariyle son bulması, makamat-ı tevhidin ikmalidir. Aşk kitabının okunması ise, kulun kendi nefsinin kitabını okumasıdır. Bunu beyanla Kur’an’da “Oku kitabını; bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin / öz benliğin yeter.” (İsra, 14) buyrulur. Bu kitabın okunması için ilmin yedi babı/kapısı olan, tevhidin yedi mertebesinin irşadına mazhar olmak gerekir. Fıkhın sevabı demek; ahkam-ı şeriatın emir ve yasakları demektir. Bu emir ve yasaklara riayet sevaptır. Sevap aynı zamanda doğru demektir ki, Allah’ın razı olduğu cümle faaliyetlerdir. Şeriat ahkamı olan sevap, hakikatin zuhuru olması itibariyle ehl-i kemale göre aynı marifettir. Ehl-i kemal sevabın hakikatine arif olduklarından, meşru olan her türlü faaliyetlerin ve ibadetlerin hakikatine arif olarak kulluk yaparlar. Bunu beyanla mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Yedi tevhid mertebesi marifetiyle, aşk kitabını yani kendimin / nefsimin kitabını okudum, şeriat sevabı olan, cümle emr-i ilahinin hakikati marifetiyle irşad oldum, her kim bu marifete talip olursa onu irşad ederim.’ diyor. Besmele şerife beda eyledim Yedi ayetini ezber eyledim Ehl-i süluk için ayan eyledim 381 Himmeti mürşidin rahıdır meğer ‘Mürşid-i kamilin irşadıyla besmele-i şerifin mahiyetine ulaşıp yedi ayetinin zuhuruna mazhar oldum’ demenin hakikat manası şöyledir: Besmele-i şerif, her meşru işin ve Kur’an’daki Tevbe Suresi hariç, her surenin de başlangıcıdır. Besmele’yi Allah, Rahman ve Rahim isimleri meydana getirir. Allah, esma itibariyle ism-i celaldir; Rahim ism-i cemaldir, Rahman ise ism-i kemaldir. Makam itibariyle ise celal, fena; cemal beka; kemal ise fena ve beka makamlarının cem’idir. Yedi ayet ise: Kur’an’da “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” (Hicr, 87) buyrulmuştur ki, bu tekrarlanan yedi ayet, daha evvel de açıklandığı gibi, cümle peygamberlerde ve velilerde tekrarlanan üçü fena dördü beka olan yedi makamat-ı tevhiddir. Çünkü cümle peygamberler ve insan-ı kamil olan veliler, bu yedi mertebenin keşfiyle insan-ı kamildir. tüm zamanlarda ve bu gün, insan-ı kamildeki marifet, bu yedi tevhid mertebesinin keşfi irfaniyetinin onların mazhariyetinde tekrarlanmasıdır. İşte bir kimsenin bu yedi ayet irfaniyetine mazhar olabilmesi için, mürşid-i kamili bulup, onun himmet ve yardımına, yani irşadına mazhar olması gerekir. Bunu beyanla, mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Salik olan ihvanlara, besmelenin ve tekrarlanan yedi ayetin hakikat-i mahiyetini açıkladım; biliniz ki, bu irfaniyet ve kemalata ulaşmak, ancak mürşid-i kamilin himmeti, yani irşadıyla mümkün olup, başka bir yolu yoktur.’ diyor. Yedi ayet bunda ispat olundu Üçü batın dördü zahir denildi Muhammed Ali’den tasdik olundu Tarik-i müstakim rahıdır meğer ‘Yedi ayet bunda ispat olundu; üçü batın, dördü zahir olması’ şöyledir: Allah’ın yedi sıfat-ı subutiyesinden üçü; hayat, ilim ve irade sıfatları batındır. Dördü ise; kelam, görmek, işitmek ve kudret sıfatları zahirdir. Bu zahirlik mazhariyet yönüyledir. Yani görme sıfatının mazharı olan göz, işitme sıfatının mazharı olan kulak, kelam sıfatının mazharı olan dil, kudret sıfatının mazharı olan elin zahirde olması itibariyledir. Bu sıfatların cem’i / toplamı her insanda mevcuttur, fakat her insan bu sıfatların zuhurunun kemaline mazhar olmaz. Bu itibarla insan-ı nakıs / eksik ve insan-ı kamil olmak üzere, insanlık iki mertebe üzeredir. İnsan-ı nakıs, sıfatların cemi’nin zuhuruna mazhardır fakat ilim sıfatının zuhuru onda kemal ile olmaz. Çünkü o, ilimlerin anası olan ilm-i tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olduğu 382 için nakıstır. Bir kimse ister dünyaya, ister ukbaya ait olan ilimlerle ne kadar alim olursa olsun, bu ilimlerin faydası dünya ve ahiretle sınırlıdır. Bu ilimler, kulu yaradılışının yüce gayesi olan makam-ı insana ulaştırmayıp, Rabbine vasıl etmediğinden kulu nakıs / eksik bırakır. Fakat ilm-i tevhid irfaniyetine mazhar olan bir kul, yaradılışının yüce gayesine erişerek, zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhid müşahedesiyle makam-ı insana ulaşarak insan-ı kamil olur ve cümle alemlerde Rabbi ile vuslatta yaşar. Böylece ilim sıfatı insan-ı kamilde kemaliyle zuhur ettiğinden, sıfat-ı subutiyenin cemi onda kemal ile aktif ve zahir olur. Bu itibarla yedi sıfatı subutiye, insan-ı kamilin şahsında ispatlanmış olur. Bir kişinin insan-ı kamil olabilmesi, daim zikir uyanıklığıyla tevhidin üçü fena, dördü beka olan makamlarının keşfi marifetine ulaşmasıyla mümkündür. Fena mertebeleri velayetin sırrı olup, bu mertebelerde Hakk’ın zat tecellisinden başka hiç bir şey görünmez. Bu mertebelerde fail, mevsuf ve mevcut olan zat-ı ilahiden başka her şey fena olduğundan, her şeyde zat-ı ilahi tecelli edip zahir olur ki, bu mertebeler aynı zamanda velayet mertebesidir. Velayet mertebesinin imamı ise Hz. Ali’dir. Her kim velayet makamının irfaniyetine mazhar olursa, onda Hz. Ali’nin imam olduğu velayetin sırrı zahir olur. Beka mertebelerinde ise, zat-ı ilahi vahdetin’den zuhura getirdiği kendi kesreti / çokluğu açığa çıkar. Hz. Resulullah ‘Allah beni nurundan müminleri de benim nurumdan yarattı.’ buyurmuştur. Bu vahdetten “bir”den yaratılan kesret alemi olan halk içerisinde, hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle vücud-u nur-u Muhammed’e ulaşmak, cümle peygamberlerin ve evliyanın yüce gayesi ve arzusudur. Vücud-u Nur-u Muhammed mazhariyeti ise, ancak dört beka makamının ikmal ve irşadıyla mümkündür. Fena makamlarındaki velayet sırrının imamı Hz. Ali olmasından ve beka makamlarının kemali irşadının vücud-u nur-u Muhammed mazhariyeti olmasından dolayı, tevhidin fena ve beka mertebelerinin kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Fena ve beka mertebelerinin keşfi irfaniyeti olan irşadımız, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den tasdikli, dosdoğru yoldur.’ diyor. 383 Selase besmele taksim olundu ‘Er-rahimü’ ilme’l yakın bilindi ‘Er-Rahmanü’ ayne’l yakın göründü ‘Bismillahi’ Hakk’al yakındır meğer ‘Selase besmele taksim olundu’ sözü; besmele üç bölümdür, demektir. Ki bazı ehli kemal, makam itibariyle Rahim, tevhid-i ef’al irfaniyeti olup ilmel yakınlıktır. Rahman, tevhid-i sıfat irfaniyeti olup aynel yakınlıktır. Bismillah ise, tevhid-i zat keşfi irfaniyeti olup hakkel yakınlıktır demişlerdir. Besmelenin mahiyeti olan bu makamlar, aynı zamanda eşyanın, cümle varlığın ve alemlerin aslıdır. Bu makamlar olmasa hiçbirşey olmaz, her şey bu üç makamla vardır. Bu itibarla besmele, her bir şeyin yani her varlığın aslı ve öncesidir. Bunun için dinimizde meşru olan her faaliyetin öncesinde besmele çekilerek başlanması öngörülmüştür. Allahualem. Münafık bu söze la deyip geçer Cevahir sözümü kara pul eder Furuhat eylese mangıra satar Onun aldangıcı unsuran meğer Münafık, özü sözü bir olmayıp, ikiyüzlü olana denir. Ehl-i suret olan kimse, Hakk’ı mevhum bilir ve cehaletle cümle varlığın ve kendisinin nispet müstakil varlığının olduğunu zanneder. Onun kendinde ve cümle alemde mevcut olan ‘Rabbime vasıl olayım, eşyanın hakikatine arif olayım’ gibi derdi ve düşüncesi olmaz. Ona ‘Allah nerededir?’ diye sorsan ‘her yerdedir’ der. Bu görünenler nedir? desen, her bir eşyaya müstakil vücut nispet eder. Yani sözüyle özü bir olmaz. Ona, bu görünen cümle eşya ve varlıklar Hakk’ın tecellisidir, desen ‘la’ yani ‘hayır’ der ve ehl-i kemalin mücevher gibi kıymetli, hikmet yüklü sözünün değerini bilmez ve kamilin irfaniyetinden istifade edemez. Hz. Ali: “Kimin gönlü hikmete açıksa, hikmetli sözü kim söylerse söylesin, hikmetli söz onun gönlünde yerleşip kalır. Kimin gönlü hikmete kapalıysa, ona Cebrail inip hikmetli söz söylese onun gönlünde hikmet yer tutmaz.” buyurmuşlardır. Çünkü cahil kimse surete, şekle bakar, fakat suret kişiyi aldatır. Yine Hz. Ali “Söyleyene değil, söylenene bak.” demiştir ki, kişinin suretine, mevki ve makamına değil, onun sözündeki hikmet ve kemalata bak, ona itibar et, demektir. Söyleyen değil, söylenen önemlidir. Bu itibarla, ehli suret olan kimseyi bu nispet varlıklar ve suretler aldatarak, kamilin hikmet yüklü irşadından istifade edemez, demektir. 384 Ehl-i akıl bunda idrak eylemez ‘Men aref’ten dersi almayan bilmez Talibi bu sözü kendinden demez Lisan-ı Hak ile söyledi meğer Akıl üçtür: Birincisi akl-ı maaştır ki, ehl-i dünyanın aklıdır. İkincisi akl-ı meadtır ki, ehl-i ukbanın aklıdır. Üçüncüsü akl-ı kül, yani kamil akıldır ki, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kendinin ve cümle eşyanın hakikatine arif olan insan-ı kamilin aklıdır. Beyitte ifade edilen ‘ehl-i akıl’dan maksat; akl-ı maaş ve akl-ı mead olanlardır. Bunu beyanla, ehl-i dünya ve ehl-i ukba olan kimse, şimdiye kadar anlatılan yedi ayetin ve besmelenin sırrını anlayıp da idrak edemez, çünkü mekteb-i irfana dahil olmayıp, tevhid-i hakiki irfaniyetinden uzak kalarak kendine / nefsine arif olmayanlar Rabbini bilemez ve ona kavuşamaz, demektir. Çünkü hadis-i şerifte “Men arefe nefse fekat arefe Rabbe / Kendini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Benim bu söylediklerimi, kendine ve Rabbine arif olanlar anlar ve idrak ederler. Çünkü, lisanım cümle lisanlarda kelam sıfatıyla zahir olan Hakk’ın kelamı olup, hakikat ve gerçeğin ta kendisidir.’ buyuruyor. 385 * * * 85 Uyan bu nevm-i gafletten ey can Sivaya muhabbet dünya dediler Nevm-i gaflet; gaflet uykusu demektir. Uyuyan kimse, etrafında olan bitenin farkında olmaz, ancak uyandığı zaman olayları görür ve bilir. Hadis-i şerifte “İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar.” buyrulmuştur. İşte bu alemde ölüm gelmeden insanın uyanıp, yaratılış gayesine uygun kulluk ifa etmesi gerekir. Kulun yaratılışının yüce gayesi, kendinin ve cümle varlığın hakikatine arif olup, Rabbine kavuşmasıdır. Hz. Pir Efendimiz ‘Kulu Hak’tan ayıran her ne ise, o dünyadır.’ diyor. Bu itibarla Hak’tan gayrı olan her şey masivadır, dünyadır. Bunu beyanla, ehl-i dünyaya hitaben ‘Gayriyete, masivaya muhabbet etmen dünya ehli olmandandır, bu hal ve anlayıştan uzaklaş, gaflet uykusundan uyan.’ buyruluyor. Her kulun ameli ecri sonunda Verilir adına ukba dediler Bir kul, bu alem-i şahadette her ne iş yapmış, ne amel işlemişse, bu amelleri onu ahirette karşılar. Eğer hayırlı ameller işlemişse, o ameller ahirette kulun cenneti olup onu rahatlatır ve mutlu eder. Eğer kötülük işlemişse, bunlar da kulun cehennemi olup, kulu rahatsız edip ona azap eder. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri özetle: “Kulun kötü amelleri ahirette yılan, çıyan, hınzır vb. mahluk gibi suretlenerek ona eziyet ve azap eder. O kulun bu alemde sinsi olmak hali varsa ahirette yılan suretinde, kinci bir kimse ise domuz, taklitçi ise maymun gibi suretlerden azap görür. Eğer amel-i salih yani güzel işler işlemişse, o güzel işler o kula hizmet eder ve rahat ettirerek mutlu eder.” diyor. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de: ‘O gün insanlar, yapıp ettikleri kendilerine gösterilsin diye kümeler halinde ortaya fırlayacaklardır. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür.’ (Zilzal, 6-8) buyrulur. Velhasıl bir kimse, bu imtihan aleminde işlemiş olduğu ameller mukabilinde alem-i ahirette azaba veya rahatlığa mazhar olacağına iman edip, nefsini cehennemden halas ederek amel cennetinin nimetlerine ulaşmak için kulluk yaparsa, onun bu haline ukba hali denir. Vesselam. 386 Sonu ecr-i hasen olsa bir işin Onu işlemeye sevab dediler Sevap, doğru demektir. Allah’ın, kulun işlemesinden razı olduğu cümle faaliyet ve işlerdir. Böyle işlerin sonunda kul, amel cenneti ecrine nail olur. Sonunda seyyie olan bir işe Onun da ismine günah dediler Günah, Allah’ın kullarından yapmasını istediği emirlere uymamaktır. Haram ise, Allah’ın yasak ettiklerini kulun çiğneyip riayet etmemesidir. Günah ve haram olan işlerin sonu, kulu ahirette cehenneme muhatap eder. Meyvesiz bahçeyi eyleme imar Çektiğin zahmete heba dediler Bir insanın bu alemde, yaratılışının yüce gayesine ulaşıp insan-ı kamil olması, kulluk bahçesinin en güzel meyvesidir. Gerek ehl-i dünya gerekse ehl-i ukba, kulun yaratılışının yüce gayesine ulaşamaz ve ma kam-ı insanı bulamazlar. Makam-ı insana kulu ulaştırmayıp, Rabbine kavuşmaktan alıkoyan tüm anlayış ve uğraşlar, hakikate göre zahmet olup, meyvesiz bahçe gibidir. Çünkü kulun yaratılışının yüce gayesine ulaşmaması kemalat olmayıp, eksikliktir. İnsanın gerçek kulluğu olan nefsinin ve cümle eşyanın hakikatine vakıf olup Rabbine vuslat etmesi ise kemalattır ve aynı zamanda kulun hürriyet ve kurtuluşudur. Kur’an-ı Kerim’de “Ve sabikun / ileri gidenler, hedefe varanlardır. İşte mukarribun/Allah’a yakın olanlar onlardır.”(Vakıa, 10-11) buyrulur. Kulu, Rabbine vuslat hedefine vardımayan hangi hal ve anlayış olursa olsun, onu kulluğun kemal ve marifetinden mahrum ettiğinden, bu alemdeki ömr-ü zamanını heba etmiş olur. Çünkü hadis-i şerifte “Dünya, ahiretin tarlasıdır. Ne ekerseniz onu biçersiniz.” buyruluyor. İbadet kozunun kabın kırmadan Ona da bir kuru dava dediler ‘İbadet kozunun kabının kırılması’ sözü: Bir kimsenin emr-i ilahiye uyup, yasaklarından kaçarak yaptığı kulluğun ve ibadetlerin hakikat-i mahiyetini araştırıp öğrenmeye çalışması, demektir. Mesela, Hadis-i şerifte “Namaz müminin miracıdır.” buyrulmuştur. Bu miraç nasıldır? Hac ibadetinde Allah’ın evini ziyaret ediyoruz. Peki, evin sahibini nasıl buluruz? Kelime-i şehadetin hakiki manasındaki şahitliğin, mahiyeti 387 nedir?.. gibi. İşte bir kimse, kulluğunun ve ibadetlerinin şeklinde kalmayıp, hakikat-i mahiyetini dert eder de araştırırsa, o kimse bu araştırmayla; yaptığı ibadetlerin hakikatine erer ve yaratılışının kemali gayesine ulaşır. Fakat kul, ibadetlerini yapar da hakiki mahiyetini dert etmeyip araştırmazsa, kulluğun kemalatına ulaşamaz. Arifibillah Kemal Zurnacı Hazretleri, bir misalinde: “Ceviz - ki bazı yerlerde koz da denir - Çocuklar, cevizleri şakırdatıp sayarak çeşitli oyunlar oynarlar. Çocukların ceviz elde etmelerinin amacı, cevizin adet ve dışı ile oynamak içindir. Fakat yetişkin, olgun bir insan, cevizin içi ile meşgul olup ilgilenir. Cevizin kabuğunu kırar, içine bakar ve içiyle gıdalanıp lezzetlenir. Yetişkin, olgun insanın ceviz elde etmesinin amacı, cevizin içi içindir.” buyurmuşlardır. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘İbadet kozunun/cevizinin kabuğunu kırmadan, yani ibadetini şekil ve dış suretiyle kayıtlayıp, yaptığı ibadetlerin hakikat-i mahiyetini araştırmamak kuru bir davadır.’ diyor. Çünkü şekil ve surette kalmak, o kimseyi kulluğun kemalat ve marifet gıdasından mahrum eder, vesselam. Emraz-ı gafleti senden ref’etmek Mürşidin telkini reva dediler Kur’an’da “Rabbini içten yalvararak ve gizlice sesini yükseltmeden sabah akşam zikret, gafillerden olma.” (Araf, 205) “Benliğini / kendini sabah akşam Rabbinin yüzünü / vechini isteyerek ona yalvaranlarla beraber tut / ol. Eğreti dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan kaydırıp uzaklaştırma ve sakın kalbini zikrimizden gafil koyduğumuz boş arzularına uymuş kişiye boyun eğme / uyma…” (Kehf , 28) buyrulur. Emraz-ı gaflet; gaflet hastalığı demektir. Ki, manevi hastalık olan gafletten kurtulmanın çaresi ve devası, mürşid-i kamili bulup, onun daim zikir uyanıklığı olan irşadına mazhar olmaktır. Çünkü zamanın hakikat davetçileri, kamil mürşidlerdir. Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir Bey “Hiç kimse, insanlığını davetsiz açığa çıkaramaz.” buyurmuştur. Katresin sen uzak olma bahirden Bu’d-i firkat narı cehennem dediler Katre, damla; bahr ise deniz demektir. Bu’d firkat narı ise, uzaklık ve ayrılık ateşi demektir. Hakk’ın kulda ve cümle eşyadaki mevcudiyeti deniz gibidir. Kul ise o denizde damla gibidir. Kulun, Hak mevcudiyetinden uzak kalıp, kendini ayrı zannetmesi cehalettir. Kulun Rabbine vuslat keyfiyeti ise, onun bu alemde dahil olunup ebediyen çıkılmayan 388 irfan cennetidir. Kulun kendini Rabbinden uzak ve ayrı zannetmesi, kendisine zulümdür. Çünkü kul, Rabbinden ayrı kalsın diye yaratılmamıştır ve bunda Allah’ın rızası da yoktur. Çünkü kul Rabbinden ayrı kaldığı müddetçe, rahatsız ve cümle nispet varlığın esiri ve kölesi olur. Kulun hürriyeti ise, Rabbine kavuşmasıdır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Hakk’ın deniz gibi olan mevcudiyetinde sen damlasın. Damlanın kendini denizden ayrı zannetmesi gibi, ayrı olmadığın halde, cehaletle kendini Hakk’ın varlığından ayrı zannetmen. Seni Rabbine vuslattan yani irfan cennetinden alıkoyan, cehli cehennemindir.’ diyor. Ve devamla ‘Damlanın denizden gayrı olmadığına vakıf olup denize kavuşması gibi, senin de cümle eşya ve varlıkta mevcut olan Rabbine arif ve vasıl olman gerekir. Yoksa cehaletle Rabbinden ayrı ve uzak kaldığın müddetçe sen, kendine zulüm edip, rahatsız olursun ki, bu halin cehl-i cehennemdir.’ buyuruyor. Arif ol seyreyle cemal-i yari İlm u irfan zevkin cennet dediler Bir kimse bugünkü cennet-ül irfana mazhar olmak isterse, mekteb-i irfana dahil olup zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle arifibillah olması gerekir. Arif mazhar olduğu irfaniyetle Rabbinin cemalini / güzel yüzünü görür ve irfan cennetinden gıdalanıp, zevklenir. Vesselam. Nokta-yı vahdeti şuhud eylemek Birliğe yetmeye vuslat dediler Nokta-yı vahdeti şuhud etmek ‘Bir’in noktasını görmek demektir. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında beyan edildi ki; nokta, zat-ı ilahidir. Nasıl ki bütün harf ve şekiller noktadan meydana geliyorsa, işte bu görünen suretler ve cümle varlık alemi de, hep zat-ı ilahiden zuhur edip açığa çıkıyor. Yani bu suretlerin ve cümle varlık aleminin aslı Hakk’ın zat tekliğidir. Zat-ı ilahiye kul, ancak makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle vasıl olup kavuşabilir ki, bu beyan ediliyor. Pekçe sarıl Fehmi ‘hablü-l metin’e Çünkü sana bugün imam dediler Kur’an-ı Kerim’de “va’tasimu bihablillahi cemi’a / Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın…” (Al-i İmran, 103) buyrulmuştur. Hablül metin; sağlam ip demektir ki, bu sağlam ip, Allah’ın ipidir. Ehl-i kemal, Allah’ın ipinin bir ucu kulda, diğer ucu ise Cenab-ı Hak’ta olmalıdır, 389 demişlerdir. İşte insan-ı kamilin mazhar olduğu zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyeti; hablül metin, yani sağlam iptir. Çünkü kul, zikr-i daim ve tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle ancak yaratılışının yüce gayesine ulaşır ve Rabbine vuslat eder. Salikin, mürşid-i kamilin zikr-i daim ve makamat-ı tevhid telkinine pekçe, yani sıkıca sarılması gerekir. Çünkü Rabbine başka bir yoldan vasıl olup kavuşamaz. Salik olana her ne emredilmişse onu muhakkak yapmalı, her ne yasak edilmişse ondan kesinlikle kaçmalıdır. Mürşid dahi, kendinde emanet olan telkinin emir ve yasaklarına, ne eksik ne fazla kesinlikle riayet edip uymak zorundadır. Mürşidin kendisine emanet edilen telkini, ne eksiltmeye ne de fazlalaştırmaya yetki ve salahiyeti yoktur. Mürşid de telkine uyduğu müddetçe istifadelenir, uymadığı zaman ise telkinin kemalatından istifade edemeyip zarar eder. Meslek-i Resul-ü Melamiye telkininin tasnifi, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında, Hz. Resulullah tarafından yapılmıştır. Gerek salik, gerek mürşid bu telkine uymakla ancak kemale ulaşabildiğinden, ne eksilterek ne de fazlalaştırarak telkini değiştiremezler, değiştirmeye asla yanaşmazlar. Kamil olan bir mürşid ise, böyle bir şeye tevessül etmekten kesinlikle haya edip çekinir. Fakat maalesef, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin Halifesi olduğunu söyleyen bazı nakıs mürşidler, Hz. Pir’in şahsında tasnif olan meslek-i Resul’ün telkin ve tarifine müdahalede bulunup, telkini kendi anlayışlarına göre eksiltiyor veya fazlalaştırıyorlar. Mesela bazıları; abdest, namaz, oruç vb. Allah emirlerini kaldırıp, telkin etmiyor. Kimisi, makamat-ı tevhidin şuhutlarını iptal ederek telkin etmiyor. Kimi ediyorsa da kendi anlayışına göre şuhutları tarif ediyor, kimi kalbi zikri telkin etmiyor, kimi sakallı ve takkeli olup şekil-suret düzmeyi marifet zannediyor. Bütün bu ve benzeri davranışlar, meslek-i Resule hizmet olmadığı gibi, ehl-i irfanın ve ehl-i kemalin hali değildir. Zamanın mürşid-i kamili olup, irşadıyla etrafındakilere yol göstererek aydınlatmakla imam olan Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek ‘Ey Fehmi, hablül metin olan sendeki zikr-i daim ve makamat-ı tevhid telkinine sımsıkı sarıl. Çünkü sen, zamanın imamısın, yol gösterici ve mürşidsin; kemalatının ve marifetinin devamı, ancak telkine kesinlikle riayetle mümkündür.’ diyor. 390 * * * 86 Bulmak istersen felah Rabbine kul olmak yeter İnsan-ı tahkik bulmağa sıdkile bir ikrar yeter Kur’an’da “Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah’a ve Resulüne icabet edin. Bilin ki, şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten yalnız O’na dönüp toplanacaksınız / haşr olacaksınız.” (Enfal, 24) Buyrulur. Bu ayetteki muhatap müminlerdir ve mümin dirilmeye çağrılıyor. Bu dirilme şöyledir: Bir kimse taklit iman veya istidlal / delilli imanla mümin olup, fakat iman-ı hakikiden gafilse; böyle bir müminin hakiki imanla dirilmesi ve hakikat ehli olarak yaşaması diriliğidir. Tahkik, hakikat demektir ki, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle insan-ı kamil olmaktır. İşte insan-ı kamile ulaşmak için, zamanın hakikat davetçisi olan mürşid-i kamilin telkin ve irşadına mazhar olup, onun irşadına sadakatle uymak gerek. Ancak o zaman felaha / kurtuluşa erip, kamil bir kulluğa ulaşırsın, buyruluyor. Allahualem. Hem kim aşık olsa güle bülbül gibi düşer dile Baktıkça bülbül ol güle ol zevk ona cennet yeter Bülbül, gülün aşığıdır. Onun için gece gündüz daima gül ile meşgul olup, gülün aşkıyla figan eder, öter. Bülbülün güle muhabbetinden dolayı olan figan ve feryadını herkes dinler ve böylece dilden dile düşer. Gül, Hz. Resulullah (sav) Efendimizi remzeder. Bülbül ise, hidayet-i Nur-u Muhammed’in zuhurunu bulmuş ve nasiplenmiş olan saliktir. Her kim, meslek-i Resulde salik olur da Nur-u Muhammed hidayetinden nasiplenirse; o kimse daima Nur-u Muhammed ruhaniyetiyle meşgul olur ve daima o ruhaniyetin zuhurunu arayarak, o ruha mensup olanları gözetir. Onun böyle Nur-u Muhammed mazharı olan ehl-i zikri ve ehl-i tevhidi arayıp da, onlarla sohbet etmesi; halk tarafından acayip görülür ve dedikodu edilerek, böylece o salik dilden dile düşer. Fakat salikin hidayet-i Nur-u Muhammed’e mazhar olup, onunla gıdalanması, o salikin cennetidir. Yani cennet-ül irfanıdır. O daima, her yerde ve her alemde 391 cennet-ül irfanda zevk-i ilahi ile yaşar. Çünkü cennet-ül irfana bu alemde giren, bir daha ebediyen çıkmaz. Allahualem. Aşık olan tezgah kurmaz ukba için bez dokumaz Hiç bir şeye vermez gönül matlub ona maşuk yeter Ukba için tezgah kurup bez dokumak, şöyledir: Bir kimse ibadet edip kulluk yaparken maksat ve gayesi; bu alemde tabiat nimetleri ile lezzetlendirdiği nefsini, cehennemden koruyup, amel cennetinin nimetleri olan huri, gılman, köşk vb. ile ahirette de lezzetlendirmek için yapmasıdır. Aşık olanın kulluğu ise, nefsini amel cenneti nimetleriyle lezzetlendirmek için olmayıp, maşuku olan ilahi sevgili ile gece gündüz, her zamanda her yerde, daima beraber olup ondan ayrılmamak içindir. Ki, aşık olan, tezgah kurup, ukba için bez dokumaz. Hiç bir şeye gönül vermez, matlub ona maşuk yeter, demek ise: Hak aşığının gönlünde Allah’tan gayrı bir şey olmadığından, o hangi alemde olursa olsun, maşuku olan ilahi sevgiliyle beraber olması dışında matlubu, yani istek ve talebi olmaz, demektir. İlm-i fıkıh ettin ezber almadın hiç Hak’tan haber Eyle bu eşyaya nazar oku sana Kur’an yeter İlm-i fıkıh, zahiri ilimdir. Dinin dış yüzü ile alakalıdır. Fıkıh ilmi; ibadetlerin ve sosyal meselelerin nasıl olması gerektiğini, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, hukuk çerçevesinde değerlendirerek; bu detayları bilmeyi icap eder, kulluğu bu ilimle kayıtlar ve kulun kurtuluşunu fıkhın / hukukun detaylarına vakıf olmaya bağlar. Maalesef dini, sadece fıkha uymak olarak gören bazı ulema-i zahir “İslam dini eşittir, fıkıh / hukuk.” kabul ederek, İslam’ın aşk ve iman-ı hakikat boyutunu ise yok kabul ederler. Hz. Peygamber Efendimizin, ilahi aşkla ve ilm-i hakikatle ilgili olan hadislerini ve yaşantısını, görmezden gelmişler, ilm-i hakikate ait olan hadis-i şerifleri, fıkıh ilmine uymuyor diye, zayıf, yalan hadis olarak ilan etmişlerdir. Halbuki ulema-i zahirin gafletle zayıf, yalan hadis olarak gördükleri hadisleri ve Peygamber Efendimizin yaşantısını; yüzyıllardır bu dinin yetiştirdiği İmam Gazali, Muhiddin Arabi, Mevlana, Yunus Emre, Niyazi Mısri gibi sayılamayacak kadar çok olan cümle insan-ı kamil ve arifler, baş tacı edip; irşad olmuşlar ve o hadislerle Hak yolundakileri irşad etmişlerdir. 392 Bugün dahi bu hadisler ehl-i kemalin baş tacıdır. İslam dini, gerek zahiri, gerek batını ile bir bütündür. Kulun zahiren, sosyal meseleleri için fıkıh gereklidir. Fakat kulun, hakikati ve yaradılışının gayesine ulaşıp insan-ı kamil olması için de dinin batınına ve hakikatine, yani zikr-i daim uyanıklığına ve ilm-i tevhid irfaniyetine muhakkak ihtiyaç vardır ve kesinlikle gereklidir. İlm-i fıkıh, Cenab-ı Hakk’ı iman-ı istidlal yani delilli imanla bilir ve Hakk’ın eserlerini mevcut; Hakk’ın zatını ise mevcut olmamakla yani mevhumlukla kayıtlar. Bazı büyükler “Allah’a ne kadar delil olursa, o kadar da şüphe olur.” demişlerdir. Delilli imanla Hakk’ı bilmek, eserlerini delil ederek Hakk’ı bilmektir. Bu iman ehli de şüpheden ari olup kurtulamaz. Böyleleri, her şeyi yaratan Allah’tır, çünkü bu yaratılanların bir beşer tarafından yapılması mümkün değildir, anlayışındadır. Ona ‘Cenab-ı Hak mevcut mu, yoksa mevhum mu?’ diye sorsan, eserleri mevcuttur, fakat Hakk’ın zatı mevhumdur, mevcut değildir der. Bu anlayışla delilli iman ehli olanlar, Hakk’ın kendi nefsimizdeki ve alemdeki zuhurundan, cümle eşyadaki mevcudiyetinden ve hakikatinden mahrum ve mahcuptur. Böyleleri, iman-ı hakikiye ulaşmadığı için, Cenab-ı Hakk’ı hakikatçe bilmez ve yaradılışının yüce gayesine eremeyip yaratana kavuşamaz, Rabbine vasıl olamaz. Velhasıl, yalnız ilm-i fıkhı tahsil ve ezber eden kimse, hakikat-ı ilahiden habersiz olup, insan-ı kamil olamaz. Çünkü bir kul, ancak zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhidin keşfi irfaniyetiyle Hakk’a vasıl olup insan-ı kamil olabilir. Beytin ikinci mısrası olan ‘Eyle bu eşyaya nazar, oku sana Kur'an yeter.’ denmesinin manası ise şöyledir: İmam-ı Gazali Hazretleri “Kur'an, Allah'ın zatından, sıfatından ve ef’alinden başka bir şeyden bahsetmez. Kur’an’ı nerden okursanız okuyun, ya ef’al-i ilahidir, ya sıfat-ı ilahidir ya da zat-ı ilahidir. İşte Kur’an’ın sırrı budur.” diyor. Bu görünen eşya dediğimiz her şey ve cümle varlık alemi, Allah’ın zatı, sıfatı ve ef’alinin harici değildir. Kim ki, ilm-i tevhidin irfaniyetine mazhar olmazsa, o kimse bu eşyaya bakıp nazar eder, fakat hep eşya görür ve Rabbinden mahcup olur, Rabbini göremez. Fakat her kim ki, daim zikir uyanıklığı ve ilm-i tevhidin keşfi irfaniyetine mazhar olursa, o kul kendine ve cümle eşyaya baktığında zat-ı ilahi, sıfat-ı ilahi ve ef’al-i ilahi zuhurunu görür. Ve böylece Kur’an’ın sırrı mahiyetine arif olur, demektir. Allahualem. Bu görünen mefhuma bak metn-i insandır bir kitab Ol kitabı her kim okur ol ders ona irfan yeter. 393 Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kur’an bir kitaptır, insan bir kitaptır, kainat bir kitaptır.” Buyurmuşlardır. Kur'an vahy-i ilahidir. Kainat ise tafsilat, çoğul ve detaydır. Fakat insan ise o tafsilatın metnidir, yani kainatın özetidir. İnsanın mahiyeti açığa çıktığında, cümle kainatın sırrı da açığa çıkar. İnsan, yaratılanlar içinde Cenab-ı Hakk’ın kemaliyle tecelli ettiği yegane varlıktır. Çünkü Kur’an’da ‘Biz insanı gerçekten en güzel bir biçimde yarattık.’ (Tin, 4) buyrulur. Bu itibarla insan, mazhar-ı cami olup, kainatın bütün sırrını kendinde toplayandır. Allah yarattıkları içinde insana en kemalli bir şekilde tecelli ettiğinden Cenab-ı Hak, kendi zat, sıfat ve ef’aliyle olan zuhurunun keşfine, insanı mazhar kılmıştır. Bu itibarla yaratılan her şey Hakk’ın mevcudiyeti dahilinde olup, insan ise, her şeyin, yani cümle varlığın nasıl Hakk’ın mevcudiyeti olduğuna arif olmaya müsaittir. Başka hiç bir yaratılan, insanın kemaline eş değerde yaratılmadığından; Kulun kendi mazhariyetini, yani kendi kitabını okuması gerekir. Bunu beyanla Kur’an’da “Oku kitabını, bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin / öz benliğin yeter.’ (İsra, 14) buyrulur. Hz. Peygamber Efendimiz ise “Kendini / nefsini bilen, Rabbini bilir.” diyor. İşte ‘Her kim ki kendi kitabını okur ve kendine arif olursa, bu irfaniyet o kimseye yeterlidir. Çünkü kendi kitabını okuyan ancak, bu eşyanın hakikati olan Rabbine arif olur.’ demektir. Duysa sofu Hak’tan haber evradını hep terk eder Zühd ü hevasından geçer ol aşk ona evrad yeter Sofu kimse, beş vakit namazla yetinmez; daha fazla kılar. Ramazan orucu ile kalmaz; daha fazla oruç tutar. Bir kere gitmekle ifa edilen hacca, daha fazla gider. Saç şöyle olacak, sakal böyle olacak der ve şekil suret düzer. Günümüzdeki sofu, binlerce yıldır milli benliğimizde İslam ahlakı ile yoğrulmuş, milletin genel kabulü olan kadın - erkek kıyafetlerini beğenmeyip, kendini toplumdan farklı gösteren özel kılık kıyafetler giyer. Bütün bu yaptığı virdleri, şekil ve suret düzmeyi, kılık-kıyafetle uğraşmak olan faaliyetlerini, kulluğun vazgeçilmez yüce gayesi zannederek kendinden ve kendi gibi olanlardan başkasını beğenmez. Kur’an’da “…iman edenler Allah’ı şiddet ve kararlılıkla severler…” (Bakara, 165) buyrulmuştur. İşte bu ayette ifade edilen şiddetli, kararlı sevgi, Allah aşkıdır. Sofu olan kimse aşk-ı ilahiden nasiplenmiş olsa, o aşk ona yeter. O zaman onun maşuku olan ilahi sevgili ile beraber olmanın dışında bir kulluğu olmaz ve yaptığı fazla ibadetleri, kılık kıyafet düzmeyi kemalat olarak değerlendirmez. Demektir. 394 Bilmek istersen kuş dilin gir kalbine Hak mürşidin O dili talim etmeğe Fehmi bugün muallim yeter Bir gün Hz. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebubekir ilm-i tevhid-i hakiki mahiyetinden sohbet ederlerken, orada bulunan Hz. Ömer dinliyor, fakat bir şey anlamıyor ve Hz. Peygamber’e soruyor: “Ya Resulullah, aynı lisanı konuştuğumuz halde neden sizin konuştuklarınızı anlayamıyorum?” diyor. Hz. Resulullah “Ey Ömer, bizim Ebubekir ile konuştuğumuz kuş dilidir de onun için anlamıyorsun. Bu bir ilimdir. İstersen sana da öğreteyim.” diyor. Ve Hz. Ömer’e kuş dilini, yani tevhidin hakikatini öğretiyor. Yine asr-ı saadette Hz. Ali ile Hz. Fatma tevhid sohbeti yaparlarken, bunları dinleyen Hz. Hüseyin “Ey benim anam babam, sizinle Arapça olan aynı dili konuştuğumuz halde ben neden sizin konuştuklarınızı anlayamıyorum?” diyor. Hz. Ali “Biz Arapça, fakat kuş dili konuşuyoruz, bu bir ilimdir, bu durumu git dedene, yani Hz. Resulullah’a söyle.” diyor. Hz. Peygambere ağlaya ağlaya giden Hz. Hüseyin durumu anlatıyor ve “Bu kuş dili olan ilmi bana da öğret.” diyor. Hz. Resulullah da “Var git babana selam söyle, sana kuş dili ilmini telkin ve tarif etsin.” buyuruyor. Bunun üzerine Hz. Hüseyin tekrar babası Hz. Ali’ye gelip makamat-ı tevhidin telkin ve tarifini bir defada alıp, öğreniyor. Kuş dili demek, tevhidin hakikati irfaniyetiyle konuşmak demektir ki, bu dili ancak makamat-ı tevhidin arifleri konuşur. Hz. Pir Efendimiz, bir seyahatinde maiyeti ile beraber bir handa konaklar ve sohbet ederlerken, handa konaklayan başka birisi sohbete kulak kabartıp dinler. Sonra Hz. Pir Efendimize ‘Sohbetini yaptığın bu ilmi, bana hemen şimdi öğret.’ der. Hz. Pir ‘Bu ilmi öğrenmek için sohbetlere katılman lazımdır, zaman gerekir, biz ise yeni tanıştık bu hemen olmaz.’ buyurur. O şahıs devam ile ‘Bu hemen olur, nasıl ki Hz. Hüseyin, Hz. Ali'den hemen tahsil etti ise şimdi de bu hemen olur.’ diyor. Hz. Pir Efendimiz ‘Hemen olması için Hz. Hüseyin gibi bir mürit olmak, Hz. Ali gibi mürşit olmak gerektir.’ diyor. O şahıs da ‘Senin karşında Hz. Hüseyin gibi bir mürit var ve ben karşımda Hz. Ali gibi mürşit görüyorum.’ diyor ve talebinde ısrar ediyor. Hz. Pir Efendimiz bu talep karşısında orada teveccüh açıyor ve tevhid-i hakikiyi tam olarak telkin ediyor ve bu şahıs telkini aldı diyor. Bunu beyanla; kuş dili olan tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmak için, hak ve gerçek olan doğru bir mürşid, yani kamil bir mürşidi bulup, onun irşadına mazhar olmakla mümkün olduğu, buyruluyor. Zamanın kamil mürşidi olan Fehmi Efendi ‘Bugün 395 bu kuş dilinin, yani tevhid-i hakikinin mürşidi, öğreticisi benim.’ diyor. Allahualem. * * * 87 Ey hocam benim sualim çoktur Aradım müşkilim halleden yoktur İşittim seni alim dediler Alemde nam ile şöhretin vardır Hoca, genelde dini ilimlere yakın olanlara denir. İşittim sana alim dediler, sözünün muhatabı; daim zikir uyanıklığından ve ilm-i tevhid-i hakikiden gafil olduğu halde zahir ilimlerle meşgul olup, zahir ilimlerin alimi olmayı yegane bir kemalat zanneden ulema-i zahirdir. Kur’an-ı Kerim’de “Kitabı sana indiren O’dur. O’nun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetler ise, müteşabihlerdir. Şu var ki kalblerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun yorumuna öncelik tanımak için kitabın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar bilir…” (Al-i İmran, 7) buyrulur. İşte ayetin beyanından açıkça anlaşıldığı gibi Kur’an ayetleri, anlamı açık olanlar ve anlamı batın, yani gizli olanlar olmak üzere iki kısımdır. Anlamı açık olan ayetleri herkes okuduğunda anlayabilir. Anlamı açık olmayıp da batın olan ayetlerin mana ve hikmetini ise, ancak tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşanlar bilir ve o ayetleri tevil ederek ayetin batınındaki hakikati açığa çıkarırlar. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim’de adı geçen her peygamberin bir serüveni, kıssası anlatılır. Peygamber kıssalarının bir muhkem, yani zahir yönü vardır ki, buna her Müslüman iman ederek kabul eder. Çünkü her peygamberin serüveni, kıssası kendi zamanında aynen olmuştur. Fakat bir de bu kıssaların her zamanda müminin anlaması gereken bir muradı ve hakikati vardır. Bu ayetlerin bugünkü muhatabı biz olduğumuz için, her peygamber kıssasının, bugünkü müminin istifade edip anlaması gereken murat ve hikmetinin açıklanması lazımdır. 396 Bu itibarla, her peygamber kıssasındaki rumuzun içyüzü ve hikmetinden istifade edilebilmesi için zahir ilimler yeterli olmayıp, Kur’an’ın zahir ve batın hakikatine arif olmak gerekir. Bu da zamanın mürşid-i kamilini bulup, daim zikir uyanıklığıyla meratib-i tevhid irfaniyetine mazhar olmakla mümkündür. Bu itibarla, Kur’an’ın ifadesiyle “tevili bilen ve ilimde derinleşmiş olan” zamanın mürşid-i kamili Fehmi Efendi Hazretleri, zahir ilimlerin tahsilini yeterli gören Hoca’ya, yani ulema-i zahire, hep Kur’an ayetlerinden ve peygamber kıssalarından sualler, müşküller soruyor. Bu sual ve müşküller bizlere de dert olup, bizler de Kur’an’ın zahir ve batın hakikatine vakıf olup, peygamberlerin kıssalarındaki bugün bizim için gerekli olan murat ve hikmetiyle irşad olalım diye. Çünkü Kur’an’da “And olsun ki, Resullerin hikayelerinde akıl ve gönül sahipleri için bir ibret vardır..” (Yusuf, 111) buyrulur. Namazda kıyam huzur-ı Hak ise Muhit ve muhatab var mı bir kimse Kimedir huzurun görmedin ise Huzursuz namazın encamı yoktur Namazda kıyam, iftitah tekbiri olan “Allahuekber!” ile başlar. Sonra kıraat, rüku, secde ve son teşehhüt ile devam eder. Namaz selamla biter. Namaza başlayan kimsenin kıbleye yönelmesi de farzdır. Çünkü ayette “…artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olsanız yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne döndürün…” (Bakara, 144) buyrulur. Mescid-i Haram Kabe’dir, yani Allah’ın evidir. İşte namazda Kabe’ye dönmek, evin sahibi olan Allah’tan başka kimseye yönelmeyip, yalnız Allah’a yönelmektir. Bu itibarla, tekbirle başlayıp selamla biten namazda kul, Allah’ın huzurunda olup, hep Allah’ladır. Çünkü namazda kul, hep Allah’la meşgul olup, Allah’a kıyam, rüku, secde eder ve Allah’ı tesbih ederek kıraat edip, Allah’a hamd ettiğinden; kulun namazdaki huzuru, Hakk’ın huzuru olur. Namazda, kulun yokluğunda Cenab-ı Hak zahir olup kulu ihata ettiğinden, Allah’tan başka bir muhatap olmaz. Bir kul namazın cümle erkanını emr-i ilahi olduğu için yaparsa, emr-i ilahiyi yerine getirmiş olur. Fakat ibadet edip de yöneldiği Rabbine kavuşup, O’nu göremezse, o kul Allah’ın emrini yerine getirmiş olmakla beraber, namazın encamına, yani namazın hakikati gayesine ulaşmış olmaz, demektir. Allahualem. Ahkam-ı şer’iyye cümlemize farz Elimizde asa başımızda taç Beş vakit namazdır mü’mine miraç Bu derde bir deva bulacak yoktur 397 Ahkam-ı şer’iye, Cenab-ı Hakk’ın açık, muhkem emirleridir ki, cümle Müslümanlara farzdır. Ehl-i şeriat genellikle Allah’ın emirlerini ve şeriat ahkamını, amel cennetin nimetlerine kavuşmak maksadıyla, bazıları ise Allah’ın rızası için yapar. Fakat meslek-i Resulde, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadına mazhar olan Melamiler ise, Allah’ın cümle emir ve yasaklarına, şeriat ahkamına kesinlikle uyup riayet ederler. Emr-i ilahiyi ve şeriat ahkamını yeryüzünde hiç bir kimse uyup yerine getirmese, Melamiler muhakkak yerine getirirler ve kesinlikle emir ve yasaklara, ne eksik ne fazla yaparak, riayet ederler. Bütün bu emir ve yasaklara riayet ederken, ehl-i zahir yani şeriat ehli gibi amel cennetinin nimetlerine mazhar olayım diye yapmazlar. Onlar aşık olup da vasıl oldukları ilahi sevgili emrettiği için, emir ve yasağa riayet ederler. Şeriat ahkamı, ehl-i hakikat olan Melamilerin başında taç olup, ellerinde asadır. Onlara göre şeriat, hakikatin zuhuru olan marifettir. Çünkü ehl-i hakikat olan Melamiler, şeriatın emrini yerine getirip yasaklarından kaçarken bütün bunların hakikat ve mahiyetine ariftirler. Hz. Peygamber Efendimiz “Namaz, müminin miracıdır.” Diyor. Her müslüman beş vakit namazın miraç olduğunu ifade eder ki, vakit namazı ilm-i şeriatın miracıdır, çünkü kul namaz kıldığı müddetince Beytullah’a yönelip Allah’la meşgul olur. Hakikatte ise miraç, kulun Rabbine kavuşup da Rabbini müşahede edip konuşmasıdır ki, bu aynı zamanda namazın hakikatidir. Ulema-yı zahire ve ehl-i şeriata ‘Namazın hakikati olan böyle bir miraçtan haberin var mı?’diye sorsan, onlar ‘Kul, Rabbine bu alemde kavuşamaz, görüşemez ve konuşamaz.’ diyerek, miracın hakikat keyfiyetini kabul etmeyip inkar ederler. Bunlar hakkında Kur’an’da ‘… Allah’a kavuşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar hüsrana uğramışlardır.’ (Yunus, 45) buyrulur. Başka bir ayette “… insanlardan büyük bir kısmı Rablerine kavuşmayı açık bir biçimde inkar ediyorlar.” (Rum, 8) Diğer bir ayette ise ‘Dikkat edin, onlar Rablerine kavuşma konusunda bir şüphe içindedirler….’ (Fussulet, 54) Beyanı vardır. Velhasıl, ehl-i şeriat ve ulema-yı zahir, miraç derdinin deva ve çaresi olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetinden mahrum olduğundan, kulun Rabbine kavuşması olan miracın hakikat ve mahiyetinden gafil ve habersizdirler. Halbuki Kur’an’da ‘Ey insan! Sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonunda O’na kavuşacaksın.’ (İnşıkak, 6) Buyrulur. Başka bir ayette ‘…onlar Rablerine kavuşacaklarına ve O’na döneceklerine kesin olarak inanırlar.’ (Bakara, 46) beyanı vardır. Diğer bir beyanda ise ‘Yüzler vardır, o gün parıltılı, Rabbine doğru bakan.’ (Kıyamet, 22-23) buyrulur. Bunlar ve benzeri başka cümle ayetler, kulun 398 Rabbine kavuşacağını açıkça beyan eder. Hz. Resulullah Efendimizin miraçta Cenab-ı Hak’la konuştuğunu, buluştuğunu ve görüştüğünü ifade eden ‘Rabbimi en güzel surette gördüm.’ ve ‘Rabbimi Halil’im / dostum suretinde gördüm.’ Beyanları olduğu gibi, biz kulların da Rabbimize kavuşabileceğimizi ifade eden “O gün Rabbinizi ayın on dördünde görüldüğü gibi göreceksiniz.” Beyanları vardır. Bu itibarla her namazda okunan “Ettahiyyatü lillahi vessalevatü vettayyibat, esselamü aleyke eyyühenebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühu. Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin. Eşhedüen Lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resuluh” duası, tamamen miraçta Peygamber Efendimizle Cenab-ı Hak arasındaki konuşmadır. Ki “ettehiyyatü lillahi vessalevatü vettayyibatü” mealen; Hz. Peygamber Efendimizin “Her türlü ta’zim ve hürmet, salavat ve dua ve bütün iyilikler Allah’a mahsustur.” demesidir. Bu beyanın hakikat ve hikmet yönü ise; cümle işler ve işlerim, cümle sıfatlar ve sıfatlarım, cümle varlıklar ve varlığım fenadır / yoktur. Benim ve alemin yokluğunda, cümle işlerinde, sıfatlarında ve varlıklarında mevcut ve var olan sensin, ey Rabbim!’ demektir. Kulunun kendisini böyle bir fena / yokluk irfaniyetiyle olan hürmet, tazim ve övgüsüne karşılık, Rabbi de ‘Esselamü aleyke eyyühenebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühu’ mealen ‘Ey nebim! Selamım, rahmetim ve bereketim sanadır.’ buyurur. Hakikat ve hikmet yönüyle ise; kulun yokluğunda / fenasında Allah, uluhiyyetinden rahmetini, selamet ve bereketini rububiyetiyle zuhur ederek, yani açığa çıkarak, kuluna görünmesi ve onu selamlamasıdır. Ki, bu Rabbi ile Hz. Resululah’ın arasındaki selamlaşmayı işiten Cebrail’in ‘Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin!’ Yani bu selamlaşma salih / iyi kullara da olsun.’ diyerek, miraçtaki Hz. Peygamber Efendimiz’le alemlerin Rabbinin kavuşup da selamlaşma irfaniyetine, salih / iyi kulların da mazhar olsun niyazında bulunup, cümle meleklerle beraber ‘Eşhedüen Lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resuluh’ buyurmalarıdır. İşte bu miraç keyfiyet ve hakikatine kul, ancak daim zikir uyanıklığı ve meratib-i tevhid irfaniyetine mazhar olmakla ulaşabilir. Zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan ehl-i şeriatın ve ulema-yı zahirin bilemeyip de inkar ettiği miraç derdinin deva ve çaresi, işte budur. Her kim ki, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, kendinin ve cümle varlıkların fenasını / yokluğunu keşfederse, o kulun yokluğunda, Rabbi zuhur eder ve o kul Rabbi ile buluşur, onu görerek konuşur ve miraç yapar. Allah, her şeyi en iyi bilendir. Ne rumuz Musa’nın Tur-i Sina’sı 399 Yunus’un girdiği balık kursağı Hazreti İsa’nın göğe çıkması İdris’in cennette kalması nedir? Tur-i Sina, zahiren bir dağın ismidir. Hz. Musa (as) bu dağda mukaddes vadi olan bir mahalde Cenab-ı Hak’la konuşurdu. Bunun hakikat manası ise şöyledir: Her kişinin kendi varlığı / vücudu, onun Turi Sina’sıdır. Cenab-ı Hak, her anda o kişinin varlığına tecelli eder, fakat herkes kendi varlığındaki Rabbin bu tecellilerine arif olmaz. Ancak her kim ki mukaddes vadiye ayak basıp da girerse, o kimse bu tecellilere arif ve vakıf olur. Mukaddes vadi, mürşid-i kamilin, saliki cümle nisbet varlıklardan temizleyip de arındıran daim zikir ve makamat-ı tevhid telkinidir. Her kim ki, mürşid-i kamili bulur da onun telkin ve irşadına mazhar olursa, kendi Tur-i Sina’sında, yani cümle varlığındaki Rabbin tecellilerini görmesine engel olan cehil ve zanlardan oluşan nisbetlerinden arınır ve insan-ı kamil olarak, kendi varlık Tur-i Sina’sında tecelli eden Rabbine kavuşur, onunla görüşür ve konuşur. Demek ki Hz. Musa, nasıl Tur-ı Sina’da vahye muhatap olup da Rabbi ile konuşup görüştüyse, makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olmuş kamil bir insan da, kendi varlığı olan Tur’da ilham ve doğuşa muhatap olup Rabbine vasıl olur, onunla görüşür ve konuşur. Velhasıl Hz. Musa’nın Tur-ı Sina’sının bugün bize hitap eden murad ve hikmeti böyledir. Allahualem. Hz. Yunus (as), kavmine peygamber olarak tebliğ için gönderildi ve kavmini Allah’ın azabı ile korkuttu. Fakat kavmi Hz. Yunus’un dediklerini dinlemedi. Bunun üzerine Hz. Yunus kavmini bırakıp gitti. Gittikten sonra ise kavmi, Yunus’a iman etti. Hz. Yunus bir gemiye bindi, fakat gemidekiler Yunus’u denize attılar, bir balık geldi ve Yunus’u kurtarıp karaya çıkardı. Hz. Yunus, balıkla beraberken “Allah’ım seni noksanlardan tenzih ederim, senden başka ilah yoktur, ben ise zalimlerden oldum.” diye tesbih ederdi. İşte Hz. Yunus’un kıssası / serüveni Kur’an’da özetle böyle ifade edilir. Bugünkü murad ve hikmet açısından bizim bu kıssadan ne anlamamız gerektiği ise şöyledir: Yunus’un denize atılması; bir kimsenin zahir ilimlerle meşgul olup da bu bilgilerle yetinmeyip, zamanın mürşid-i kamilini ve meclisini bulması ve o meclistekiler tarafından vahdet-i vücud denizine atılıp, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hakk’a vasıl olup, miraca ulaşmasıdır. Bu itibarla, Hz. Peygamber Efendimiz “Benim miracımla Yunus’un miracını ayırmayın, ikisi de birdir. Benim ki arş-ı alada, Yunus’un ki ise balığın karnında olmuştur.” buyurmuşlardır. Hz. Yunus’un miracının balığın karnında olması demek; vahdet denizinin 400 yüzücüsü, yani balığı olan mürşid-i kamilin irşadıyla yaptığı himmet ve yardım demektir. Çünkü kulun Rabbine kavuşması olan miraç, kamilin zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadına mazhar olmasıyla mümkündür. Kul, makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, Hz. Yunus’un yaptığı tesbihatın sırr-ı mahiyetinin idrak ve şuuruyla ‘Ey Allah’ım! Senden gayrı hiç bir varlık yok. Sen hiç bir şeye benzemezsin, ben ise acizim, cehalet ve zalim olmak bana aittir.’ Anlayış ve kemaliyle olan bir kulluğa ulaşır. İşte her zamanda ve bugün, vahdet denizinin mürşid-i kamilini bulan bir kul, onun irşadıyla böyle bir irfaniyete mazhar olur ve Rabbine kavuşup, Hz. Yunus’un miracı gibi miraç yapar. Vesselam. Hz. İsa’nın göğe çıkması hakkında Kur’an-ı Kerim’de “Allah şunu da demişti; ey İsa senin canını alacağım, seni kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden uzaklaştırıp arındıracağım…” (Al-i İmran, 55) buyrulur. Başka bir beyanda ise “Biz Allah’ın Resulü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük demeleri yüzünden, oysa ki onu öldürmediler, onu asmadılar da, sadece o onlara benzer gösterildi. Onun hakkında tartışmaya girenler, onunla ilgili olarak tam bir kuşku / şüphe içindedirler. Onların ona ilişkin bir bilgileri yoktur, sadece sanıya / zanna uymaktalar, onu kesinlikle öldürmediler. Tam aksine Allah onu kendisine yükseltti. Allah azizdir, hakimdir.” (Nisa, 157-158) buyrulur. Yahudiler, Hz. İsa’yı öldürmek için plan yaptılar ve teşebbüs ettiler. Allah da Hz. İsa’yı katına yükseltti, göğe çıkardı. Yahudiler ise Hz. İsa’yı öldüremediler, Hz. İsa’nın benzerini öldürdüler ve onun benzerini öldürmekle aynı zamanda şüpheye düştüler ve zannettiler ki, Hz. İsa’yı öldürdük. Gerçekte ise, Hz. İsa ölmedi. Allah katına göğe yükseltildi. Velhasıl Hz. İsa’nın göğe yükseltilme kıssasının zahiri, muhkem yönü böyle olup, hikmet ve bugünkü muradı yönünden ise şöyledir: Bir kimse eğer “Mutu kable en temutu / ölmeden evvel ölünüz.” hadis-i şerifinin sırrına arif olur da, kendinin ve alemin fenasının keşfine ererse, arif ve kamil olarak Allah katına yükselir ve Rabbine kavuşur. Böylece o kul Hz. Pir’in buyurduğu “fenayı nefs, bekayı ruh” kemaline erer. Her kim ruha mensup olursa, ruhun mekanı ulviyettir, göklerdir ki, ruh ancak orada, yani ulviyet ve göklerde gıdalanıp yaşar. Nefsin mekanı ise yeryüzüdür. İşte her zamanda ve bugün dahi ruha mensup olan bir kul ,göklerde, yani Rabbinden başka görmeyip hep Rabbiyle olup O’nun katında yaşar. Bu itibarla Hz. İsa’nın mucizesi olan Allah katına yükselip de göklere çıkmasının, bizlere hitap eden muradı ve mana-yı hikmeti böyledir. Allahualem. Cümle ehl-i kemal ve Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, Hz. İsa’nın kıyamete yakın yer yüzüne ineceğini ittifakla beyan etmişlerdir. 401 Hz. İdris’in cennette kalması rivayetlerde şöyle geçer: Hz. İdris Cebrail’e; beni cennete götür dedi. Cebrail, götürürüm ama cennette kalmayıp benimle beraber cennetten çıkacaksın, dedi. Hz. İdris de bunu kabul edip tamam diyerek anlaştılar. Böylece Hz. İdris’le Cebrail, birlikte cennette gezdiler, dolaştılar ve dışarı çıktılar. Dışarı çıkınca Hz. İdris Cebrail’e, ben cennette makasımı unuttum gidip alayım, diyerek cennete girdi ve bir daha geri gelmeyip cennette kaldı. Bunun üzerine Cebrail cennete girdi ve Hz. İdris’e, hani anlaşma yaptıydık, cennette kalmayıp beraberce dışarı çıkacaktık dediğinde, Hz. İdris, ben sözümde durdum ve seninle birlikte girdim ve birlikte çıktım, böylece sözümü yerine getirdim, fakat ben sana ikinci defa cennete girdikten sonra çıkmak için bir söz vermedim. Dedi ve cennetten çıkmayıp orada kaldı. Zahiren böyle beyan edilen Hz. İdris’in cennette kalmasının, bugün bizlere hitap eden mana ve hikmeti ise şöyledir: Cebrail’in bir ismi de Ruh’ul Kudüs’tür, yani temizlenmiş, tertemiz ruh demektir. Kulun, akl-ı Muhammed’e mazhar olmasıdır. Bu günde ve her zamanda kamil olan mürşid, Nur-u Muhammed mazharı olduğundan onda akl-ı Muhammed galip ve hakimdir. Kamil bu mazhariyetiyle salikleri, ihvanları irşat ederek yol gösterir ve kulun insan-ı kamil olup, yaradılışının yüce gayesine ulaşmasını telkin ve tarif eder. Salik en evvel zikr-i daimle şereflenir ki, kalbi zikir aynı zamanda maya-yı Muhammed’dir. Salikin kalbindeki zikr-i daim olan maya-yı Muhammed kabararak, makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle saliki cennet-ül irfana dahil eder ki, cennet-ül irfan ebedidir. İster bu alemde, ister berzahta, isterse alem-i ahirette olsun insan-ı kamil, daima cennet-ül irfan zevkiyle yaşar ve cennetül irfandan hiç çıkmaz. Çünkü kulun, cennetül irfanda Rabbine vuslat ve cemal-i ilahiyi müşahedesinden daha ala bir keyfiyet ve zevki olmaz. Kıssada geçen Cebrail’le Hz. İdris’in birlikte cennete girip, İdris’in cennette kalarak Cebrail’den ayrılmasının mana ve hikmeti ise şöyledir: Salik, irfan ve irşadında akl-ı Muhammed’in, yani Ruh’ul Kudüs’ün hakim ve galip olduğu kamil bir mürşide intisap ettiğinde, aralarında ahitleşirler ve salik, ilmin nihayeti olan makama kadar kamilin telkin ve irşadına muhtaç olduğu için, kamille beraberdir. Fakat salik, ilmin nihayeti olan makama, yani makam-ı insana ulaşınca, o da insan-ı kamil olur ve makam-ı insan marifetiyle hallenip, bu marifetle cennetül irfanda zevkullaha mazhar bir kullukla ebediyen yaşamasıdır. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. Nedir Ashab-ı Kehf’in mağarası Zülkarneyn'in iki yakın manası 402 Şark ile garba gitmenin esası Bu remzin hakikat hikmeti nedir? Ashab-ı Kehf, mağara arkadaşları demektir. Bu kıssa Kur’an-ı Kerim’de özetle şöyledir: Bir grup arkadaş, zalim kralın zulmünden kaçarak bir mağaraya sığınırlar ve mağaraya girdikten sonra dışarı çıkamazlar. Mağarada bir mucize olarak 309 yıl kalırlar ve sonra uyanırlar. Uyandıklarında birbirlerine, ne kadar uyuduk diye sorarlar. Kimi bir gün, kimi şu kadar, kimi az bir zaman uyumuşuz, dediler. Sonra şehre inip, üzerlerindeki parayla yiyecekler alıp gelelim diyerek gittiklerinde; şehir halkı onlardaki paranın çok eski ve geçersiz olduğunu söylediler. Onlar, o zaman mağarada üç yüz yıl uyuduklarını anladılar ve tekrar mağaraya girip, bir daha da çıkmadılar. Mağara arkadaşlarının sayılarında ihtilaf vardır. Bu konuda İbni Abbas (ra) “Yedi kişi idiler, bir de köpekleri vardı.” buyurmuştur. Büyüklerden bazıları ve Hz. Pir Efendimizin ikinci kuşak halifelerinden Prizren Rahovesli Malik Hilmi Hazretleri de aynı İbni Abbas gibi, yedi kişiydiler, diyor ve isimlerini şöyle vasf ediyor: “Abdül Hayat, Abdül İlim, Abdül Mürid, Abdül Semi, Abdül Basir, Abdül Kelam, Abdül Kadir ve köpekleri olan Kıtmir.” buyuruyor. Malik Efendi Hazretleri, mana ve hikmet itibariyle bunların, yani mağara arkadaşlarının; her insanın mazhar olduğu Allah’ın yedi sıfat-ı subutiyesi ve fiili olan suret, beden varlığımızdır, diyor. Bu itibarla Ashab-ı Kehf’in, hakikat ve hikmet yönünden bize hitab eden muradı ve manası şöyledir: Herkes bu alemde yaratılmadan evvel, asıl olarak Hakk’ın varlığında var olup Hak’la mevcut idi. Bu aleme yani imtihan alemine bedenlenerek gelen insan, tabiatın tesiriyle Hakk’ın varlığıyla var olduğunu unutarak, kendisinde zahir olan Allah’ın sıfat-ı subutiyesini cehaletle kendisine nispet ederek kendinin zanneder ve kendi hakikatine zulmeder. Bunu beyanla Kur’an’da “Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o emaneti kabul etti / yüklendi, çünkü o çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab, 72) buyrulur. İşte cehalet ve gaflet uykusuyla, dünya ömrü yaşantısının hakim olduğu bir kimse, ehl-i kemal şehrine yani ariflerin meclisine uğrarsa, o mecliste cehalet ve zulüm yüklü anlayışlar geçerli olmadığı gibi, hiç bir değeri de olmaz. Böyle bir kimse, o meclistekiler tarafından uyarılarak, cehalet ve zulüm karanlığından, benliği, aile efradı ve mal mülk muhabbetiyle hasıl olan gaflet uykusundan uyandırılır. Daim zikirle uyanıp makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşan kul, kendi varlığının Hak’tan ayrı olmayıp Allah’ın cümle sıfat-ı subutiyesinin mazharı olduğunun marife403 tine ulaşarak, kamil bir insan olur. İnsan-ı kamil, Hakk’ın varlığını ve sıfat-ı subutiyesini asla kendisine nispet etmeden ebediyen yaşayıp, böyle bir irfaniyet ve kemalattan bir daha asla ayrılmaz, vesselam. Kıssada geçen mağara, ömür mağarasıdır. Yedi arkadaş, Cenab-ı Allah’ın hayat, ilim, irade, kudret, görmek, işitmek ve kelam sıfat-ı subutiyesidir. Kıtmir ise, ef’al olan unsur bedendir. 300 yıl uyumak ise, insana gaflet veren 3 muhabbettir ki, bunlar; can, aile efradı, mal mülk sevgisi ve muhabbetidir, ki tafsilen 300 demektir. Allahualem. Zülkarneyn kıssası ise Kur’an’da özet olarak şöyledir: Zülkarneyn batıya sefer etti, orada bir topluluk gördü, onlara nasihat etti. Doğuya sefer etti, orada ise soyunup çıplak gezen kimselerle karşılaştı. Sonra Ye’cüc Mecüc’ ten şikayet eden bir toplulukla karşılaştı; onlarla beraber Ye’cüc Mecüc’ün aşamayacağı ve o topluluğa zarar veremeyeceği sağlam bir duvar inşa ettiler. Özetle beyan edilen bu kıssanın hakikat ve hikmet yönüyle bize hitab eden manası ise şöyledir: Cenab-ı Hakk’ın Zülkarneyn’e lütfedip bağışladığı bir güçle, yani mazhar olduğu marifetle batıya ve doğuya gitmesi; kulun Hakk’a yakınlık mertebeleri olan biri kurb-u nevafil, diğeri ise kurb-u feraiz yakınlığıdır. Her kim ki, bu alemde kamil bir mürşit bulur da zikr-i daim uyanıklığı ile makamat-ı tevhid müşahedesi irfaniyetine ulaşırsa, o irfaniyet ve kemalatla Zülkarneyn’in doğuya ve batıya yapmış olduğu seferin sırr-ı mahiyetine ulaşır. Doğu seferinin hikmeti, kul kendini ve cümle halkı batın, Hakk’ı ise zahir, yani hep Hak müşahede ederse “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır.” (Bakara, 115) ayetinin sırrına ve farz yakınlığa mazhar olup, Zülkarneyn’in doğu seferinin sırr-ı hikmetine ermiş olur. Kurb-u nevafil, yani Hakk’a nafile yakınlıktır ki, bir kimse makamat-ı tevhid müşahedesinde Hakk’ı batında cümle halkı ise zahirinde cem eden bir kemalata ulaşırsa; bu Hakk’ı batın, halkı zahirinde cem irfaniyetiyle “Kulum bana nevafille öyle yaklaşır ki, onun görmesine göz, onun işitmesine kulak, onun tutmasına el olurum.” kudsi hadisindeki sırra ve Zülkarneyn’in batıya olan seferinin mahiyetine ulaşmış olur. İşte Zülkarneyn’in doğuya ve batıya gitmesinin esası ve iki yakın manası budur. Yecüc Mecüc korkusu ile kendisine yardım isteyen topluluğun hakikat-i manası ise şöyledir: Bir kimse zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum ise, o kimse Allah’ın mevcuttaki tecellilerine vakıf olmaz. Gönlüne gelen bazı tecellilerden, yani Yecüc Mecüc havatırlarından rahatsız olur. Fakat mürşid-i kamile gider de onun irşadına mazhar olursa, o kulun mazhar olduğu tevhid-i hakiki irfaniyet 404 duvarıyla, Yecüc Mecüc olan havatırlardan meydana gelen rahatsızlığı ortadan kalkar ve o kul, ne kendinde ne de alemde Rabbinden gayrı görmez, vesselam. İşte Zülkarneyn’in batıya ve doğuya yaptığı seferlerin ve inşa ettiği duvarın, bugün bizlere hitap eden hakikat ve hikmeti böyledir. Allahualem. Lokman’a tabiplik eyledi ihsan Eyyub’e sabrile verildi derman Yusuf’u tenezzül eyledi sultan Yakub’un kör olma hikmeti nedir? Kur’an-ı Kerim’de Lokman kıssası şöyledir: “And olsun, biz Lokman’a şu yolda hikmet verdik: Allah’a şükret, şükreden kendi lehine şükreder. Nankörlük ederse şunu bilmeli, Allah ganidir, hamittir. Hani, Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Oğulcuğum, Allah’a şirk / ortak koşma. Çünkü Allah’a ortak koşmak, gerçekten büyük zulümdür. Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını önerdik. Annesi onu güçsüzlük üzerine güçsüzlükle taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yılda olmuştur. O halde bana ve ana babana şükret, dönüş banadır. Eğer onlar, hakkında hiç bir bilgin olmayan şeyi ortak / şirk koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme, onlarla dünyada örfe uygun geçin, ama bana yönelenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz banadır. Yapıp ettiklerinizi size haber vereceğim. Oğulcuğum şu bir gerçek ki, yaptığın bir hardal tanesi ağırlığında olsa, bir kayanın bağrına veya göklere yahut yerin bağrına konsa, Allah onu yine de ortaya getirir. Çünkü Allah latiftir, lütfu sınırsızdır; habirdir, her şeyden haberdardır. Yavrucuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü yasakla, başına gelene sabret. Çünkü bunu yapabilmek zorlu / önemli işlerdendir. Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme, çünkü Allah kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez. Yürüyüşünde doğal ol, sesini alçalt. Şu bir gerçek ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman, 12-19) İşte bu ayetlerde Hz. Lokman’a hikmet verildiği ve bu ihsan için Allah’a şükretmesi ifade ediliyor. Lokman mazhar olduğu hikmetle oğluna nasihat / öğüt veriyor, birinci nasihatinde; Allah’a şirk koşma, şirk en büyük zulümdür diyor. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder.” (Nisa, 48,116) buyurmuştur. Hz. Lokman’ın zahiren de tabip / doktor olduğunda alimler ittifak etmişlerdir. Bu itibarla halk arasında ‘Lokman Hekim’ olarak tanınmıştır. Lokman gerek tabipliğiyle / hekimliğiyle insanların zahiri, bedensel hastalıklarını, 405 gerekse kendisine Allah tarafından ihsan edilen hikmetle, cehalet, günah, şirk gibi hastalıkları da tedavi ederek, etrafına iyilik ve şifa dağıtmıştır. Bu kıssanın bugün bize hitap eden muradı ve hikmeti ise şöyledir: Lokman’ın oğluna hitaben yapmış olduğu bütün öğüt ve nasihatleri tüm insanlığadır, herkesedir. En büyük zulüm olan ve Allah’ın affetmediği yegane günah olan şirkten kurtulmak için, herkes Lokman’ın yapmış olduğu öğütlere, her zamanda muhtaçtır. Allah’a şirk / ortak koşmak iki türlüdür: Biri açık şirk olup, bir kimse ‘Lailaheillallah Muhammeden Resulullah’ der ve kalbiyle tasdik ederse açık şirkten kurtulur. Diğeri ise gizli şirktir ki, gizli şirkten kurtulmak ancak Hz. Lokman nasihatleriyle mümkündür. Her zamanın Lokman’ı, o zamanın mürşid-i kamilidir. Onun hikmetli telkin ve nasihatleriyle olan irşadı, kişiyi gizli şirkten kurtarır. Çünkü kamil olan bir mürşid, zahiren vahye uygun hal ve davranışlar, yani Kur’an’ın emir ve yasaklarına riayeti ve Hz. Resulullah Efendimizin ahlakını telkin ettiği gibi, batınen zikr-i daim ve makamat-ı tevhidi telkin ve tarif eder. Makamat-ı tevhid irfaniyeti olan “hikmet” ise, Hakk’ın bağış ve ihsanıdır. İşte her kim ki, zamanın mürşid-i kamilini bulur da onun irşadına mazhar olursa, Lokman’a ihsan edilen hikmet yüklü öğütlere muhatap olur ve o öğütlerin irşadından hasıl olan şifa ile en büyük affedilmeyen günah ve zulüm olan şirkten kurtulur, vahye uygun bir hayat sürer, yani Muhammedi ahlak üzere yaşar. Vesselam. Eyüp (as)’ın kıssası Kur’an’da özetle şöyledir: Hz. Eyüp, bir hastalığa muhatap oldu ‘bu şeytandandır’ dedi, sabretti. Allah vahyederek ‘Ayağını yere vur, oradan su çıkacak ve o su ile yıkan ve o suyu iç!’ dedi. Hz. Eyüp de vahye uydu, o suyu içti ve yıkandı, böylece hastalığı geçti ve derman buldu. Bu kıssanın mana ve hikmeti ise şöyledir: Herkesin başına gerek maddi gerek manevi dertler ve problemler gelir. Bunlara karşı insan inat ederek direnir ve buna da ‘sabır’ der. Halbuki yaptığı inattır. İnat ise, enaniyetten gelir ve nefsin alametidir. Fakat kul, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle nefsten kurtulur da ruha mensup olursa, onun kendi benliği fena bulur ve o kul her tecellide Rabbinden gayrı görmez. İşte böyle bir irfaniyete her kim mazhar olursa, her türlü derdini Allah’tan başkasına, yani gayriye şikayet etmez. İşte kulun hakikatte sabretmesi, derdini ve şikayetini Allah’a yapıp, gayriye yapmamasıdır. Her kim ki böyle bir sabırla sabrederse, Hakk’ın kemal tecellisine mazhar olur. Çünkü Kur’an’da ‘Sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal, 46) buyrulmuştur. Böyle bir sabırla sabredip Rabbine kavuşup da onunla beraber olanlar, cehalet yüklü şirk, günah, isyan vb. hastalıklardan arınır, tertemiz olarak Allah’ın lütfuyla insan-ı kamil olarak yaşar. İşte 406 Eyyüp’e sabırla verilen dermanın hakikat ve hikmetinin bugün bize olan hitabı böyledir. Allahualem. ‘Yusuf’u tenezzül eyledi Sultan’ demek ise şöyledir: Hz. Yusuf’un Kur’an-ı Kerim’deki kıssası hikayelerin en güzeli olarak belirtilir ki, özetle şöyle beyan edilir: Yusuf (as)’ın kardeşleri, babaları Hz. Yakup (as)’ın Yusuf’u sevmesini kıskandılar ve bir plan yapıp, Yusuf'u öldürmeye kastettiler, sonra yol kenarındaki bir su kuyusunun içine attılar. Yoldan geçen bir kervan su içmek için kuyuya yanaştığında kuyuda bir çocuk gördüler ve Yusuf’u kuyudan çıkardılar. Tam bu esnada etrafta gizlenen kardeşleri ortaya çıkıp kervan ehline ‘Bu çocuk bizim kölemizdi kaçtı, biz de onu arıyorduk, isterseniz size şu kadar paraya satalım.’ dediler. Kervancı baktı ki istenilen ücret çok az, caymasınlar diye onlara ‘Peki, mademki sizin kölenizdir, bende söylemiş olduğunuz bedelle alırım, fakat bir anlaşma yapalım.’dedi. Yusuf’un kardeşleri anlaşmayı kabul ettiler ve Yusuf’u çok ucuza sattıkları anlaşmayı imzaladılar. Kervancı da Yusuf’u Mısır melikinin sarayına yüksek bir bedelle sattı. Yusuf köle olarak Mısır sultanının sarayında hizmet etti. Padişahın karısı Zeliha, Yusuf’a aşık oldu. Fakat Yusuf, ona yüz vermedi, hep kaçtı ve “Ben Rabbimden korkarım.” dedi. Zeliha, aşkına karşılık göremeyince Yusuf’a iftira ederek zindana attırdı. Yusuf, zindanda yedi sene kaldı. Zindanda iken mahkumların rüyalarını tabir ve tevil etti. Ülkenin padişahı bir rüya gördü ve bu rüyadan çok etkilendi. Ne kadar tabir ettilerse de padişah tatmin olmadı. Zindandan tahliye olup da sarayda çalışan birisi padişaha, zindanda olan Yusuf’tan bahsedip rüyaları tabir ettiğini anlattı. Padişah ‘Yusuf’u getirin’ diye emretti ve Yusuf zindandan çıkıp saraya geldi, padişahın rüyasını tabir etti. Padişahın rüyası şöyle idi: Yedi tane zayıf öküz, yedi tane de semiz besili öküz gördü. Yedi zayıf öküz, yedi besili öküzü yediler, yuttular. İşte bu rüyayı Yusuf (as) tabir ve tevil ederek şöyle yorumladı: Yedi semiz öküz, yedi bol ve bereketli yıldır, yedi yıl çok mahsul olacak ülkede bolluk bereket olacak. Fakat bu bolluk ve bereketin ardından yedi kurak ve verimsiz yıl gelecek ve bereketli yıllardaki bolluğu yiyip yutacak ve kıtlık olacak, dedi ve padişaha tedbir almasını söyledi. Yusuf’un bu tabir ve tevilini padişah çok beğendi ve Yusuf’u ülkenin hazinelerinden sorumlu vezir yaptı. Yusuf, tedbirler aldı ve bereketli yılların mahsullerini depoladı. Kıtlık yıllarında halka dağıttı. Sonra Zeliha ile evlendi, Mısır ülkesinin sultanı, padişahı oldu. Vesselam. Yusuf’un Kur’an kaynaklı kıssasının özeti böyledir. Mana ve hikmet itibariyle bugün bize hitap eden yönü ise şöyledir: Hz. Yusuf, suret olarak yaratılmışların en güzelidir. Yusuf güzelliği, her kuldaki ruh güzelliğini remzeder. Ruhun zuhuru hayattır, hayatın belirtisi ise nefestir. 407 Çünkü Kur’an’da “..ve ona kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 9) buyrulur. İşte herkes Allah’ın kendi ruhundan üflediği ruhla diri olup, nefes alıp verir. Kul eğer cehalet kuyusunda ise, her nefesini çok ucuza, hatta bedavaya satar. İşte bir kimse, cehaletle bu alemde nefeslerini çok ucuza alıp verirken, ehl-i zikir ve ehl-i kemalin kervanına mensup olan ariflerin sarkıttığı ipi tenezzül edip de tutarsa, cehalet kuyusundan çıkar. Kervancı başı olan kamil mürşidin, her nefeste zikr-i daim telkinine mazhar olur ve nefeslerini layıkıyla değerlendirerek, her nefeste daim zikir uyanıklığı ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle, nisbet varlıklarını satarak fenafillah olur. Fenafillah olan kul, beka sarayının makamları olan Hakk’ın kendi zat tekliğinden zuhura getirdiği, kendi mülk-ü kesretine ayak basar ve bekabillah makamlarının keşf-i marifetiyle insan-ı kamil olur. Böyle bir kul, cümle tecellilere vakıf olarak, cümle eşyadaki tecellileri tanımak marifet ve kemalat hakimiyetiyle kendi varlığı olan ‘Mısır’ ülkesine padişah olur, vesselam. Bu itibarla Yusuf’un tenezzülü, ehl-i irfana ve mürşid-i kamile yapılan tenezzül olup, padişahlığı ise; mesleki resul irşadıyla mazhar olunan kemalat ve marifettir. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. Hz. Yakup (as)’ın kıssası özetle şöyledir: Yakup (as)’ın on iki oğlu vardı, biri Hz. Yusuf’tu. Hz. Yakup, Yusuf’u diğer kardeşlerinden daha ziyade severdi. Bunu kıskanan kardeşleri, Yusuf’u kervana sattıkları zaman, babaları Yakup’a yalan söyleyerek ‘Yusuf’u vahşi hayvanlar öldürdü.’ dediler. Fakat Yakup, çocuklarından kuşkulandı “Korkarım, siz Yusuf’uma bir kötülük yaptınız.” dedi ve her tarafta Yusuf’u aradı, sordu, ağladı, dua etti. Ve bir rivayete göre, gözlerine perde indi, kör oldu. Bunun üzerine oğulları ‘Ey baba, senin daha on bir tane oğlun var. Bir çocuk için fazla ağlayıp sızlıyorsun ve gelenden, geçenden Yusuf’u soruyorsun.’ dediler. Hz. Yakup da “Ben nebiyim! Benim Yusuf’umu kim aldı biliyorum, ben yine O’na soruyorum. Ben cahillerden değilim.” dedi. Yani Yusuf’u Allah aldı, beni yine Yusuf’uma kavuşturursa Allah kavuşturacak, demektir. Sonra kıtlık yılları olduğunda, herkes gibi Yakup’un memleketinde de kıtlık oldu. Oğulları; Mısır sultanı kıtlık çekenlere yardım ediyormuş. Biz de gidelim, isteyelim dediler ve Mısır’a gittiler. Yusuf’un karşısına vardıklarında O’nu tanıyamadılar. Yusuf ise onları tanıdı. Kendisini kervana ucuza sattıkları anlaşmayı onlara gösterdi ve hepsi mahcup oldular. Velhasıl Yusuf, onlara yardım etti ve babası Hz. Yakup’la kavuştular. Böylece Hz. Yakup’un nübüvvet kemalatıyla yaptığı duaları, ağlayış ve yakarışları kabul oldu. Yusuf’una kavuştu. Vesselam. Bu kıssa, hakikat ve hikmet yönünden ise şöyledir: Yusuf, ruh güzelliğini remzeder. Yakup ise ruha arif ve vakıf olan insan-ı kamildir. 408 Her kim ki, kendinin ve alemin, yani cümle varlığın hakikatinin Cenab-ı Hak olduğuna arif ise, böyle bir arif , her yerde ve her zamanda Hakk’ın cemal ve kerem zuhuru olan ruhaniyetin hidayet güzelliğini arar. Çünkü ariflerin gıdası, bu cemal ve kerem zuhuru olan ruhaniyetten başka bir şey değildir. Bu itibarla ehl-i kemal olan, daima ruha mensup olan ariflerle beraber olmak ister ve ehl-i zikri ve tevhid-i hakiki ehli olan ihvan arar. Böyle arif ve kamil bir kul, mazhar olduğu irfaniyetle Allah’tan başkasına, yani gayriyete iltifat ve itibar etmez. Onun gözleri Rabbin cemal ve kerem zuhuru haricine perdeli ve kördür. Velhasıl Hz. Yakup’un kör olmasının, bugün bize hitab eden hikmet ve manası böyledir. Allahualem. Süleyman kuş dilin bilirdi tamam Emrine musahhar idi hep cihan İbrahim’i yakmayan ol ateş heman Nuh kavmin gark eden ol tufan nedir? Hz. Süleyman (as), hem peygamber hem de padişahtı. O’nun öyle bir saltanatı vardı ki, kuşların dilini bilirdi ve kuşlara, cinlere, rüzgara dahi hükmederdi. Yaratılmış kullar içersinde en zengini olup, onun zenginliğine eş değerde hiç bir kimse yaratılmamış ve yaratılmayacaktır. Velhasıl Hz. Süleyman hiç bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın sahibiydi. Bu kıssanın bu gün bize hitap eden mana ve hikmeti ise şöyledir: Cenab-ı Hak, zat-ı ehadiyetinden tecelli ederek, ehadiyet-i kesretini zuhura getirdi. Hz. Pir: “Ehadiyet-i kesret, uluhiyettir. Mevcudata ve madumata şamildir.” buyurmuştur. Yani mevcutta görünen ve görünmeyen her ne varsa, uluhiyet mertebesi olan ehadiyet-i kesrettir. Bu marifet ve kemalata hangi kul ulaşırsa, görünen ve görünmeyen her bir tecellide uluhiyeti müşahede eder. Onun kemalatı, mevcutta görünen ve latif olup da gözle görünmeyen her bir tecelliyi ihata ettiği gibi, ehl-i nefs olan yerdekileri, ruha mensup olup da gökte uçanların hal ve keyfiyetlerini de kuşatan bir marifet ve kemalat saltanatıdır. İşte böyle bir kemalata mazhar olan kulun kalbi, Hakk’ın gah sırf tevhid, gah kesret-i halk tecellisiyle dolar. Ve Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu “Ben yerlere ve göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” mazhariyetiyle, onun kalbinde Allah’tan başkası olmaz. İşte bir kulun, mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla mazhar olabileceği en yüce marifet zenginliği budur. Böyle bir marifete ulaşan insan-ı kamil olur ve kuşların, yani ruha mensup olan gök ehillerinin dilinden 409 anladığı gibi, latif ve kesif, yani görünen ve görünmeyen her bir tecelliye vakıf olma hükümdarlığıyla, Süleyman padişahlığı ve zenginliğiyle her bir tecellide saltanat sürer. Allahualem. Hz. İbrahim’i yakmayan ateş şöyle rivayet edilir: Hz. İbrahim (as)’ın tevhidi tebliğinden rahatsız olan o kavmin reisi Nemrut, Hz. İbrahim’i cezalandırmak ve öldürmek için büyük bir ateş yaktı. Ateş o kadar büyüktü ki yanına yaklaşamadılar ve uzaktan İbrahim’i mancınıkla ateşe attılar. Hz. İbrahim ateşe atıldığında Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil ismindeki dört büyük melek geldiler, Hz. İbrahim’e yardım etmek istediler. Fakat İbrahim onlara ‘Rabbimle arama girmeyin!’ diyerek yardımlarını istemedi. Cenab-ı Hak, İbrahim’in bu halinden çok memnun oldu ve ateşe “Soğuk ve salim ol!” diye emretti. Böylece ateşin harareti kalmadı ve İbrahim’e zarar vermedi. Sonra ateş söndüğünde gördüler ki, İbrahim yanmamış, yeşillikler içerisinde oturuyor. İşte Hz. İbrahim’i yakmayan ateş kıssası böyle bir mucizedir, vesselam. Bu kıssanın bize hitap eden muradı ve hikmeti ise şöyledir: Hz. İbrahim ateşe atıldığında, Heyman makamında idi. Peki Heyman makamı nedir, diye sorulursa, bu konuda Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Aşkın üç mertebesi vardır: Aşk makamı; aşığın bütün mevcudiyeti ile maşukuna yönelmesidir. Vahle makamı; aşığın bütün mevcudiyeti ile maşukuna, sevgilisine yöneldikten sonra kendinden geçmesidir. Heyman makamı; aşığın bütün mevcudiyeti ile maşukuna yöneldikten sonra kendinden geçmesi ve maşukunu kendisinde görüp müşahede etmesidir.” diyor. Yani bir kulun daim zikir uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, Allah aşkına mensup olup, makam-ı Heyman olan Hakk’ın zahirde, kulun ise batında olduğu tevhid makamının müşahedesine ulaşmasıdır. İşte aşkın heyman mertebesinin hal ve keyfiyetine ulaşan bir kulun nazarında, cümle insan, melek ve her ne yaratılmışsa cümlesi batın olduğundan, onun müşahedesinde Hak’tan başka, yani maşukundan, ilahi sevgiliden gayri bir şey olmaz. O, ilahi sevgili olan Hak’tan başka hiç bir varlık görmediği için, Hak’tan başka hiç bir şey onu etkilemez, yani yakmaz. Çünkü aşığı yakan ateş, maşukundan ayrı kalmasıdır, yani gayriyet ateşidir. İşte İbrahim’i yakmayan ateşin bize hitap eden muradı ve hikmeti böyledir. Allah, her şeyi en iyi bilir. Cenab-ı Hak, Hz. Nuh’a vahy etti: “Bir gemi yap. Aileni ve iman edenleri gemiye bindir. Her kim iman etmezse, senin davetine icabet etmeyip gemiye binmezse, ben onları cezalandıracağım. Tufana gark olacaklar, boğulacaklar.” dedi. Nuh (as) da emre uydu, bir gemi yaptı. Gemiye ailesini ve iman edenleri davet etti. Sonra Allah’ın haber verdiği tufan oldu. Yerlerden, göklerden sular yağdı ve geminin dışında kalanlar 410 hep boğuldular. Kur’an’daki Nuh kavmini gark eden tufan kıssası özetle böyledir. Bu kıssanın mana ve hikmeti ise şöyledir: Gelmiş geçmiş bütün insanlığın tufanı, şirk tufanıdır. Çünkü Allah, şirk günahını affetmediğini ‘Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını affetmez.’ (Nisa, 48, 116) ayetlerindeki beyanıyla bizlere açıkça bildiriyor. Şirk ikidir; biri açık, diğeri ise gizli olan şirktir. Hz. Peygamber Efendimiz ‘Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım.’ buyurmuşlardır. Çünkü ‘Lailaheillallah Muhammeden Resulullah’ deyip de iman eden bir kimse, açık şirkten kurtulur, fakat gizli şirk tufanından kurtulamaz. Gizli şirk tufanından kurtulmak için kişinin, Hz. Peygamber Efendimizin “Benim Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Her kim onlara sığınırsa tufandan emin olur.” buyruğuna uyup, zamanın evlad-ı Resul’ünü bulup, evlad-ı Resul’e dahil olmasıyla ancak mümkündür. Nur-u Muhammed zuhuruna her kim mazharsa o, evlad-ı Resul-ü manevidir. Bu itibarla her zamanda mevcut olan insan-ı kamil, manevi evlad-ı Resul’dür. Bir kişinin, gizli şirk tufanından kurtulup insan-ı kamil olabilmesi için, meslek-i Resule dahil olup mürşid-i kamilin telkin ve irşadı mazharıyetiyle evladı resule karışması gerektir. Aksi takdirde Nuh kavmini gark eden tufan gibi, o kimse de gizli şirk tufanında boğulur. Vesselam. Madem ki mevcuddu Allah her yerde Muhammed niçin çıktı göklere İnsanın gözünden kalkarsa perde Tanrı görünmeyen bir taraf yoktur Hz. Peygamber Efendimizin miracı, ikidir: Biri Necm suresinde bahsedilen miraçtır. Bu miraç ruhani olup, kulun kendinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbine kavuşmasıdır. Cümle peygamberler ve ehl-i kemal, bu miracı, bu alem-i şahadette yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Diğeri ise ‘Bütün varlıkların tespihi o kudretedir ki kulunu gecenin birinde Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür. Bu, ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek / onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir. Hiç kuşkusuz O semidir, basirdir.’ (İsra,1) Beyanında bildirildiği gibi mucize olarak gerçekleşen miraçtır ve yalnızca Hz. Peygamber Efendimize mahsustur. Çünkü; cümle alemler Nur-u Muhammed’den yaratıldığından, alemler kendi varlıklarını muhtaç oldukları Hz. Muhammed (sav) ile şereflenmek istedikleri için bu miraç mucize olarak gerçekleşti. Hz. Peygamber Efendimiz, bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gitti ve alemleri şereflendirdi. Bu miracı, Hz. 411 Resulullah Efendimizden başka hiç bir kimse yapmadı. Velhasıl gökler, Hz. Muhammed’le şereflenmek istedikleri için bu mirac-ı mucize vukua geldi. İşte Allah, her yerde mevcut olduğu halde Hz. Peygamberin göğe çıkmasının sebeb-i hikmeti budur. Allahualem. Fehmi’nin müşkili çoktur sayılmaz Bu sırrı meydana koyan bulunmaz Kur’an’da ol yedi mesan bilinmez Besmele üç isim manası nedir? İnsan-ı kamil ve arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Kur’an’ın batınına yönelik peygamber kıssalarının mana ve hikmet yönünden teviline dair, benim böyle müşküllerim çoktur. Ey ehl-i zahir, sen de Kur’an’ın zahiri ile yetinme, yani Kur’an’ı yüzünden okuyup Arapça bilmekle ve zahiri tefsirini okumakla yetinmek sana kafi gelmesin. Sen de Kur’an’ın batınını dert edin, peygamber kıssalarının hikmet-i mahiyetini araştır. Niyazi Mısri’nin “Rumuz-u enbiyayı vakıf-ı esrar olana sor” dediği gibi, ilahi sırlara vakıf olan ariflere ve ehl-i kemale sorup onlara danış. Ar etme, senin de böyle müşküllerin olsun ve ehl-i irfan ve kamil tarafından çözülsün. Allah’ın sırları herkese açık / ayan değildir. Allah’ın sırlarına vakıf olanı bulmak ise zordur, çünkü taklidi / sahtesi çoktur. Hangisi kamil, hangisi taklit, bilinmesi ve ayırt edilmesi güçtür. Onun için bu sırrı meydana koyan bulunmaz, yani bulması zordur.’ Diyor. Kur’an’daki bilinmeyen ol yedi mesan, yedi ayettir ki, Kur’an’da şöyle ifade ediliyor: “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” (Hicr, 87). İşte bu tekrarlanan yedi ayet, daha evvelki beyitlerin açıklamalarında ifade edildiği gibi; gelmiş geçmiş cümle peygamberler ve ehl-i kemal, mazhar olmuşlar ve olmaktadırlar. Yedi ayet denilen meslek-i Resul’ün seyr-i süluku olan yedi meratib-i ilahidir. İşte her kim ki meslek-i Resule dahil olursa ancak o kimse tekrarlanan bu yedi ayeti bilir ve o ayetlerin tekrarına mazhar olur. Besmeledeki üç ismin manası ise, daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildiği gibi, besmeleyi; Allah, Rahman, Rahim olan üç isim meydana getirir. Esmaya nispetle yani isim itibariyle Allah ismi celaldir, Rahim ismi cemaldir, Rahman ismi ise kemaldir. Zat-ı ilahinin, mevcudiyetinden zuhuruyla meydana getirdiği cümle alemler dediğimiz esmalardır. Cümle esmanın hepsi de celal ve cemal esmasının tesiriyle zahir olur. Bu itibarla her bir tecelli, ya cemalle ya celalle açığa çıkar. İşte celal ve cemali cem eden mahal ise kemaldir. Kemal, makam itibariyle celal ve cemal tecellilerini kendinde toplayan olması itibariyle kemalin mazharı, insan-ı 412 kamildir. İnsan-ı kamil, bütün meratib-i ilahiyenin, yani celal olan fena, cemal olan beka mertebelerinin keşfi kemalinin kendisinde toplandığı şahsiyettir. Bu itibarla, besmele-yi şerifin üç ismindeki mahiyet, insan-ı kamilin makamı, mahiyetidir. Bütün insanlık, makam-ı insanı bulsun ve ona ulaşıp kamil bir insan olsun diye yaratılmıştır. Vesselam. Her şeyin doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. * * * 88 Kesret-i alem senin hep birliğini andırır Sun-i asarın senin ol ululuğun andırır Kesret-i alem; çokluk, cümle varlıklar alemi demektir ki, kendi varlığımız ve görünen cümle eşya hep Hakk’ın ‘Bir’liğini ifade eder. Çünkü Cenab-ı Hak, kendi zat-ı ehadiyetinden / tekliğinden, yine kendi kesreti olan bu çokluğa, yani varlıklar alemine tecelli ederek varlıkları ve cümle eşyayı meydana getirdi. Kendimizin ve cümle alemin var olduğunu zannettiğimiz vücudu, hakikatte Hakk’ın kendi kesret-i zuhurudur, yani çoklukla açığa çıkıp görünmesidir. Sun-i asarın demek, eserlerini meydana getiren sanatın demektir ki, Hakk’ın bu alem-i kesreti açığa çıkarması eserleriyle olur. Hakk’ın her bir tecellisi onun eseridir. Çünkü Hakk’ın tecellileri nihayetsizlik, yani hudutsuzluk olup sayıya gelmez ve sayılamaz. İşte Hakk’ın nihayetsiz olan bu eserlerinde, yine kendi ululuğuna ve yüceliğine yakışır bir halde zuhur ederek, her bir tecellisinde zatı tekliğini ilan eder. Bu itibarla hiç bir yaratılan diğerinin aynı olmaz. Her 413 bir yaratılış kendi tekliğiyle açığa çıkar. Kimse kimsenin aynı değildir. Hiç bir kar ve yağmur zerresi birbirinin aynı değildir. Hiç bir yaprak diğeri gibi olmaz vb. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri; Cenab-ı Hakk’a hitaben “Kesret-i alem senin ‘bir’liğindendir. Sanatın ve eserlerin, senin büyüklüğünü, ululuğunu ilan eder.” diyor. Birliğe yol bulmayanlar doğmuş amalar gibi Bastığı yeri göremez sağa sola saldırır Hz. Mevlana bir hikaye anlatır, özetle şöyledir: Veziri padişaha; bana izin ver de bazı kimseleri imtihan edeyim, sen de seyret, diyor. Padişah da izin veriyor. Vezir hayatında hiç fil görmemiş insanları toplayıp onlara; sizi filin yanına götüreceğim. Filin ahırı karanlıktır. Karanlıkta file yaklaşıp ona dokunarak tanıyın ve bana fili tarif edin, hanginiz fili daha iyi tarif ederse ona hediye verip ödüllendireceğim, diyor. Sonra onları filin ahırına götürüp ahırın karanlığında bırakıyor. Hayatında hiç fil görmemiş kimseler, ahırın karanlığında elleriyle file dokunarak fili tanımaya çalışıyorlar. Kimi bacağını, kimi hortumunu, kimi kulağını, kimi kuyruğunu, kimi karnını tutuyor. Sonra dışarı çıktıklarında vezir; filin nasıl olduğunu bana tarif edin, dediğinde başlıyorlar tarife… Bacağını tutan, fil direk gibidir; kuyruğunu tutan, fil yılan gibidir; karnını tutan, fil tepsi gibidir… diyerek fili tarif ediyorlar. Herkes kendi tarifinin doğruluğunda ısrar ve inat ettiğinden aralarında kavgaya tutuşuyorlar. Onları seyreden padişaha vezir; eğer ahırın karanlığını aydınlatan bir mum ışığı olsaydı, bunlar fili farklı tanımazlar ve aralarında ihtilaf olmazdı ve kavga etmezlerdi, diyor. İşte Fehmi Efendi Hazretleri de, cehlin karanlığında kalıp tevhidin hakikatine yol bulamayarak Hakk’ın birliğine ulaşamayanlar ama / kör gibidir, diyor. Eğer bir kimse tevhid-i hakiki aydınlığına ulaşmamışsa o kimse, Hakk’ın amasıdır / körüdür. Böyleleri kendi nefsinde ve cümle alemde mevcut olan Cenab-ı Hakk’ı bulup müşahede edemez ve cehalet karanlığında zanla yaşayıp Rabbine kavuşamaz ve sağa-sola saldırır. Çünkü tevhid-i hakiki irfaniyetiyle arif olamamış bir kişi, Hakk’ın cahili olup zanna tabi olur. Zan ehli olan kimse ise, kendi zanları doğrultusunda Allah hakkında iddialar üreterek etrafına rahatsızlık verir. Tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan zan ehilleri; ya tenzihte ya da teşbihte olmakla iki hal ve anlayış üzeredirler. Tenzihçiler, kendinde ve cümle alemde mevcut olan Hakk’ı bilinmezlik ve görünmezlikle kayıtlar. Teşbihçiler ise, Hakk’ı mürşidinin suretinde veya her hangi bir suretle kayıtlayıp, bu zan üzere olan anlayışında ısrar ederler. Bunlar hakkında Kur’an’da “…yalnızca zanna uyuyorlar. Zan ise Hak’tan yana 414 hiç bir fayda vermez.” (Necm, 28) Başka bir ayette ise “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu da şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez…” (Yunus, 36) buyrulur. Köstebektir Hak cemalin görmeyen ehl-i hicab Duysa tesir ol güneşten kendin yere daldırır Köstebek, toprağın altında yaşayan, güneş ışığından rahatsız olup ışıktan kaçan bir mahluktur. Hakk’ın cemalini görmeyip de Hak’tan hicaplı, yani perdeli olan kimse cehalet karanlığında, zanlarından oluşan ağyarla, yani Hakk’ın gayrı olanlarla meşgul olur. Böylelerine kendimizde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk’ın varlığından bahsedilse o, kulaklarını tıkar ve tevhid-i hakiki marifetinden mahrum kalır. Kulun yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine bu alemde vuslat etmesine dair sohbet, muhabbet olsa o oradan kaçar ve masiva-ağyar sohbetine başını daldırır. Velhasıl tevhid-i hakiki marifetinden mahrum, kendinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbinden mahcup, gafil kimseler; köstebeğin güneş ışığından kaçması gibi ehl-i zikirden, arif ve ehl-i kemalden kaçarlar. Vech-i paki şeş cihetten her nazar seyreyleyen ‘Kenz-i layefna’yı buldu kalbin irfan doldurdular Kenz-i layefna, tükenmez hazine demektir. Her kim yaratılışının yüce gayesine ulaşıp Rabbine bu alemde kavuştuysa, her bir tecellide Rabbini müşahede etmek gibi tükenmez bir hazine bulur. O böyle bir irfaniyet ve kemalatla, her nerede ve hangi alemde olursa olsun, Rabbine vuslat zevk ve keyfiyetiyle ebediyen yaşar. Halk-ı alem içre Fehmi’yi gördü görenler bir keda Bir hakikat mülke maliktir nihayet yokdurur Keda, köle demektir. Kölenin varlığı olmaz. Çünkü köle kendine sahip olmaz ve onu alıp satan sahibi vardır. Köle, çoluğuna çocuğuna da sahip değildir, sahibi onları da alıp satar. Köle mal-mülk de edinemez. Hakikatte ise köle; kulun nisbet varlığını oluşturan vücudu, sıfatı ve ef’ali itibariyle fenaya / yokluğa ulaşmasıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Herkes görür ve beni var zanneder, fakat ben köleyim, yani benim kulluğum yokluğumdur.’ diyor ve devamla ‘Yokluğumla öyle bir gerçek varlığa-mülke sahip oldum ki, onun hududu ve nihayeti yok.’ diyor. Velhasıl her kim, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle 415 nisbet varlığının yokluğuna yani fenafillah keşfine ulaşırsa, beka mülkü olan Allah’ın sınırsız, hudutsuz olan tecellilerinde Rabbini müşahede edip, Rabbine kavuşur. Allahualem. * * * 89 Cümle alem yok iken ol var olan Mevla nedir Ademi halk eyledi ta’lim olan esma nedir Ashab: “Ya Resulullah, alemler yaratılmadan evvel Allah nerede idi?” Diye sorduğunda, Hz. Resulullah Efendimiz cevaben “Altı ve üstü boşluk olan makam-ı amada? idi.” Buyurdular. Başka bir beyanlarında ise, Hz. Peygamber Efendimiz: “Allah vardı, onunla başka bir şey yoktu.” buyurmuştur. İşte bu ve benzeri beyanlardan da anlaşılacağı gibi, alemler yaratılmadan evvel Cenab-ı Hak, mutlak olan vahdetindeydi. Mutlak olan vahdetinden ‘Bir’liğinden; mukayyet yani kayıtlar alemini zuhura getirip yarattı. İşte bizim gördüğümüz cümle varlıklar, bu kayıtlardan ibaret olan ve Hakk’ın mutlak hüviyetinden tecelli ederek açığa çıkardığı alem-i mukayyettir. Bitki, toprak, insan, hayvan, rüzgar vb. Gibi bunların her biri kayıttır. İşte bunları mutlakıyetinden zuhura getiren Hak’tır. Demek ki Cenab-ı Hak, mutlak kimliği / hüviyetiyle her 416 zamanda ve her alemde mevcuttur. Zaman denilen de bir zuhurdur ve kayıttır, çünkü zaman da bir tecellidir. İşte cümle alem yok iken var olan Mevla, Hakk’ın mutlak hüviyetidir ki, her şey O’ndan meydana gelip yaratılır. Kur’an-ı Kerim’de özetle: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Melekler ‘Yarabbi, sen kan döken fesat çıkaran birini mi yaratacaksın?’dediler. Cenab-ı Hak Adem’e isimlerin tümünü öğretti ve alemlerin Rabbi, meleklere ‘Siz alemlerin isimlerinden haber verin!’ dedi. Melekler ‘Yarabbi, senin bildirmediğin bir şeyi biz bilemeyiz.’ dediler. Sonra Cenab-ı Hak, Hz. Adem’e ‘Oku alemlerin isimlerini!’ buyurdu. Adem meleklerin mazhariyetlerinden onlara haber verince Allah meleklere ‘Adem’e secde edin!’ diye emretti. Melekler secde ettiler, fakat İblis secde etmedi ve Allah’ın huzurundan kovuldu, yani lanetlendi.” Adem’in yaratılışı özetle böyle beyan edilir. Adem’in alemlerin isimlerini bilmesi, Allah’ın cümle tecellilerine arif olmasıdır. Ademiyet, Allah’ın gerek Hakk’a ait isimlerle, gerekse halka ait isimlerle ilgili cümle tecellisine arif ve aşina olma kemalidir. Adem bu itibarla meleklerden üstündür. Çünkü insanın makamı yüksektir. Melekler makam-ı insana vakıf olamazlar, erişemezler. Çünkü halkiyetleri nakıstır / eksiktir, yani kemal bir yaradılış değildirler. İşte Hz. Adem böyle bir kemalatla meleklere kendi mazhariyetlerinden haber verdi ve melekler böyle bir irfaniyet ve kemale boyun eğerek secde ettiler. İşte Adem’e talim edilen Allem-el esma, Allah’ın tecellilerinin her bir cibiliyyetine ve nevine arif olmak marifet ve kemalatıdır. Allahualem. Her neye baksa gözün kim Hak yüzüdür gayrı yok Enfus afak ve cümle görünen eşya nedir? Kur’an’da “Onlara enfuslarında ve afaklarında ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki, Hak ayan-beyan belli olsun / görünsün.” (Fussılet, 53) buyrulmuştur. Enfus, kişi yani şahsın kendisidir. Afak ise kişinin, yani şahsın dışındakilerdir. İşte bu Kur’an beyanında Cenab-ı Hak, ayetlerini kulun enfus ve afakında apaçık göstereceğini ve Hak olarak ayan beyan belli olacağını, yani açığa çıkarak gözükeceğini bize bildiriyor. İşte bu müşahade beyanıyla beyitte ‘Her neye baksa gözüm kim Hak yüzüdür, gayrı yok’ buyruluyor. Enfus, afak ve eşya nedir, diye soruluyor ki; enfus ve afak, yani kendimiz ve kendimizin dışı olup, Hakk’ın ayetlerini, yani belirtilerini ve varlığını gösterdiği mahaldir, yani Hakk’ın göründüğü yerdir. Eşya ise, bu görünen cümle varlıklardır. Görünen varlıklar, hakikatte Hakk’ın zuhurundan başka bir şey olmayıp, kulunun gerek enfu- 417 sunda gerekse afakında Rabbinin tecelli ederek ayan beyan görünmesidir. Vesselam. Ahsene’t takvimde çün halk etti insanı Hüda Kimi elsiz kimi gözsüz kimisi dilsiz nedir? Kur’an’da “Vettini vezzeytuni ve turi sinine ve hazelbeledil’emin, legad halakne-l-insane fi ahseni takvim. sümme redednahü esfele safilin. / İncire, zeytine, Tur dağına ve o emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin, 1-5) buyrulur. Kemal Zurnacı Efendi Hazretleri: “Tin, yani incir, hakikattir. Zeytin ise şeriattır. Tur tarikattır. Emin belde ise marifettir. Ahsen-i takvim, en güzel suretteki halkiyet, yani yaratılma; hakikate, şeriata, tarikata, marifete mazhar olmaktır.” buyurmuşlardır. Ahsen-i takvimle yaratılma, yani en güzel bir suretteki halkiyet, insan-ı kamilin yaradılışıdır, insan-ı kamil olmaktır. Bu alemde yaşayan ve akıl baliğ olan herkes, bu yaradılışa ulaşmaya müsait olarak halkedilmiştir. Yani kamil bir insan olma potansiyeli ergenliğe erişip de aklı olan herkeste vardır. Her kim bu makam-ı insana ulaşmayı isterse, o ancak ulaşabilir. Çünkü Cenab-ı Hak tarafından hadis-i kudside “Beni talep edene bulunurum, kime bulunursam onu aşık ederim, kimi aşık edersem onu arif ederim, kimi arif edersem onu katlederim, kimi katledersem ona vasıl olurum, kime vasıl olursam onun diyeti ben olurum, kimin diyeti ben olursam, benimle onun arasında fark olmaz.” buyrulmuştur. Bu itibarla, bir kulun ahsen-i takvim olan insan-ı kamil mertebesine ulaşması için, akıl baliğ olup Rabbine kavuşma istek ve talebinin olması yeterlidir, kafidir. Elinin, gözünün, dilinin olmayıp da özürlü olması, kulun Rabbine kavuşup, ahsen-i takvime yani insan-ı kamil makamına ermesine mani olmaz. Çünkü hadis-i şerifte “Aklı olmayanın dini olmaz.” buyrulur. Kul bu alemde imtihandadır. Kul, zahiren hangi sosyal kesime mensup olursa olsun, beden olarak gerek sağlıklı gerekse hasta özür veya engelli olursa olsun; eğer aklı yerindeyse, bulunmuş olduğu konuma göre yaradılışının yüce gayesine uygun kulluk yapmakla mükelleftir. Bitkisel hayatta dahi olsa kulun aklı başındaysa, kulluğunu yerine getirip ahsen-i takvime, yani makam-ı insana ulaşıp insan-ı kamil olabilir. Vesselam. Hakk’a arif olmak oldu dünyaya gelmek madem Kimi ikrar kimi inkar kimisinde şek nedir? 418 Herkes Rabbini bilmeye ve Rabbine vasıl olmaya potansiyelli ve müsait olarak yaratıldığından, İnsan, diğer mahluklar gibi mazhar-ı nakıs / eksik olmayıp mazhar-ı kemaldir, yani mazharı tamdır. Onun için insan, Allah’a kullukla mükelleftir. Bir kişi isterse gayret edip, kulluk ederek halkiyetinin yüce gayesine ulaşır ve Rabbine arif olur. İsterse kulluk etmeyip Allah’ın rızasına bakmaz, peygamberi dinlemez ve halkiyetinin yüce amacından uzak, günahkar ve zarar görenlerden olur. İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri “Her insanda iyilik ve kötülük yapma kabiliyeti vardır. İyi insanlarda kötülük pasif, iyilik ise aktiftir. Kötü insanlarda iyilik pasiftir, kötülük ise aktiftir.” Buyurur. Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir bey Hazretleri “Allah, kulun iradesine ve fiiline cebir kullanmadı.” buyurmuştur. Velhasıl kulun bu aleme gelişinde, doğuşunda yani yaratılmasında tekvin, mecburiyet vardır. Fakat kulun bu alemde iman edip mümin veya inkar ile kafir olmasında tekvin ve mecburiyet yoktur, teklif vardır. Bu itibarla, kul isterse teklif-i ilahiye uyup salih, mümin bir kul olur, isterse teklif-i ilahiye uymayıp şek ve inkar ederek asi veya kafir olur. Vesselam. Hak buyurdu ‘Ben kulun amalini halk eyledim’ Kimi cennet ile tebşir kimine niran nedir? Kur’an-ı Kerim’de “İşlerin tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31) Başka bir ayette ise “Sizi ve fiilinizi yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) buyrulmuştur. Kul bilse de bilmese de kendisini yaratıp halk eden Allah olduğu gibi, kulun fiillerini, yani amellerini de Allah yaratıp halk eder. Ki kuldan meydana gelen iyi, kötü her türlü cümle fiilin / işin faili Allah’tır. İşte her fiilin faili Allah olmasına rağmen, iyi işten ve kötü işten kul mükelleftir. Çünkü kul; bir amelin, işin olmasını murat ederek o işin olmasını ister ve o işin yaratılmasından razı olarak neticesini kabul eder. Allah da kulun isteğine göre o işi, kudreti / kuvveti ile halk ederek yaratır. Böylece o fiilin iyi veya kötü olup, kulu cennete ve cehenneme götürecek olmasını tayin eden, kulun o işi isteği ve neticesini kabulüdür. Çünkü Allah, kulun muradını, yani iyi veya kötü olan isteğini ilmiyle bilir ve kulun istek ve kabulüne göre, o işi kuvvet ve kudretiyle yaratarak meydana getirir. Velhasıl kuldaki her fiilin faili Allah olduğu halde, kulun mükellef olup cennetlik veya cehennemlik olmasının mahiyetine, daim zikir uyanıklığı ve meratib-i tevhid müşahedesiyle arif olunur. Allahualem. Cümle alem bir pazarda vüs’atince aldı mal 419 Sende fazla bende eksik ortada kavga nedir? Cümle alem denilen tüm varlıklar, Cenab-ı Hakk’ın vahdetinden, isimlerle olan tecellisi ve açığa çıkıp görünmesidir. Her isim kendi mazhariyetinin temsil ve tesiri ile tecelli edip açığa çıkar. Ehl-i kemal “Zat-ı ilahi isimlerin çeşitliliği ve fiillerin vasıfları ile kula tesir eder. Kul ise, akıl, zahir ve batın duygularıyla / hisleriyle etkilenir yani müteessir olur.” buyurmuştur. Kulun bu şekilde etkilenmesi acziyetindendir. İşte Hakk’ın esmalarının ve fiilinin bu çeşitliliğinden, kula mahsus olan beşeri münasebetler zuhura gelir ve kimi zenginliğe muhatap olup zenginlikle imtihan olur, kimi fakirliğe muhatap olup fakirlikle imtihan olur; kimi güzellik, kimi hastalık vb. ile bu alemde imtihan olur ve böylece sende eksik, bende fazla kavgası olan beşeri münasebetler zahir olup açığa çıkar. Vesselam. Fehmi mahbub vasfını işittiler hep koştular Adın işitmekle yalnız bir kuru sevda nedir? Ehl-i kemal: Allah’ın varlığı; zat, sıfat, esma ve ef’al tecellileridir, demişlerdir. Mahbub, sevgili demektir. Arifler ve ehl-i kemal, daima mahbub yani ilahi sevgilinin zat, sıfat, esma ve ef’al zuhuruyla gözükmesine koşarlar. Onların Hak’la vuslatta olmaktan başka meşguliyetleri olmaz. Çünkü ehl-i kemal, yaratılışının yüce gayesine uygun kulluk kemaline ulaşan insan-ı kamildir. Fakat bazı kimseler ise, Allah’ın yalnız ismini bilirler; Allah’ın zat, sıfat, esma ve ef’al tecellisini görüp müşahede edemezler. Dolayısıyla böyle kimseler, kulun halkiyetinin yüce gayesi olan kemalata ulaşmadıkları için onların kullukları nakıstır / eksiktir. Çünkü kulun, yalnız Allah’ın ismini bilmekle yetinmesi, o kulu makam-ı insana ulaşıp insan-ı kamil olmaktan mahrum bırakır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Öyle bir anlayış ve kemalata ulaş ki, ilahi sevgiliyle daima vuslatta ol. Sevgilinin yalnız ismini duymakla yetinip, ismiyle meşgul olmak, seni ilahi sevgiliye kavuşturmadığından kuru bir sevdadır.’ diyor. Allahualem. 420 * * * 90 Şer-i pak-i Ahmedi’de ilm-i ledün gizlidir Bir sadeftir ol kim anda dürr-i yekta gizlidir Sedef, denizde yaşayan, sert kabukları olan ve kabuğu açılınca içerisinden kıymetli inci çıkan bir deniz hayvanı ürünüdür. Şer-i pak-i Ahmed ise; Hz. Peygamber Efendimizin tertemiz şeriatı demektir. İlm-i ledün, ilm-i tevhid irfaniyetinin Kur’an’daki ismidir. Bu itibarla, Hz. Peygamber Efendimiz’in tertemiz şeriatının iç yüzü, mahiyetinde tevhid-i hakiki irfaniyeti gizlidir. Bu irfaniyet, kulun kendisini Hak’tan gayrı görmeyip, her an Hak’la beraber olup Hakk’a vuslat keyfiyetidir. Mesela, namazın hakikati miraçtır. Miraç ise, kulun kendi nefsinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbine kavuşmasıdır. Hac ibadetinin hakikati, 421 Allah’ı evinde ziyaret etmektir. Orucun hakikati, gayriyetten, masivadan perhizli olup bunlardan arınmaktır. Zekatın hakikati, kulun Hak’tan gayrı olan her şeyi fena etmesiyle ulaştığı bekabillah marifeti mülkünden fakirleri, yani Hak yolundaki ihtiyaç sahiplerini gözetmesidir… Velhasıl şeriatın emir ve yasaklarının hakikat-i mahiyeti, tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Bu itibarla şeriat, hakikatin zuhuru olan ayn-ı marifettir. Onun için ilm-i tevhid irfaniyetinden istifade etmemiş olan şeriat ehilleri, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eder, fakat bunların hakikat ve mahiyetini bilmezler. Zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olan arifler ise; Hz. Peygamber’in tertemiz olan şeriatına hiç kimse uyup riayet etmese, onlar bu emir ve yasaklarda gizli olan hakikat ve mahiyete arif olduklarından, kesinlikle şeriatın emir ve yasaklarına uyarlar. Çünkü şeriatın emir ve yasakları, ehl-i kemal tarafından irfaniyetle tasnif edilip düzenlenmiştir. Bu itibarla, şeriatta gizli olan ilm-i ledüne yani tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşan ehl-i kemal, şeriatın emir ve yasaklarının mahiyetine arif oldukları halde, kesinlikle şeriat emir ve yasaklarına riayet ederler. Tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olanlar ise, şeriatta gizli olan hakikati bilmeden emir ve yasaklara uyarlar, vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Sedefin sert kabuğu içindeki mücevherin gizli olması gibi, şer-i pak-i Ahmed’de ilm-i ledün / ilm-i tevhid irfaniyeti gizlidir.’ diyor. Ahmed ismi, Hz. Resulullah’ın ilm-i hakikatteki ismidir. Hakikat ise, tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Bu itibarla, şeriatın hakikatinde Hz. Peygamber Efendimizin adı Ahmed’dir. Allahualem. Aşıkın dün ü gün fikri mahbubun zikreylemek Gönlünün her köşesinde hubb-i Mevla gizlidir Aşık olan, sevgilisinden başka bir şeyle uğraşmaz ve meşgul olmaz. Çünkü sevgiliyle meşguliyetten aşk hasıl olur. İşte her kim ki, daim zikre mazhar olur da her nefeste zikrullahla meşgul olursa, onda aşk-ı ilahi hasıl olur ve onun gönlünde gayriyet muhabbeti kalmayıp, Allah’ın muhabbeti, yani Mevla / dost olan Allah aşkı hakim olur. Hz. Ali (kv): “Îman, kalbde karanlıklar içinde beyaz bir noktadır. Kim imanla meşgul olursa, o beyaz nokta büyür ve kalbin her tarafını kaplar ve o kalbte karanlık kalmaz.” diyor. Bunu beyanla, daim zikirle her nefeste Allah’ı zikreden Allah aşkına mazhar olup, onun kalbinde muhabbetullah zevki hakim olur, buyruluyor. Ehl-i istidlale sunun varlığına bir delil 422 Arifin her gördüğünde bir görünen gizlidir İstidlal, delil demektir. Ehl-i istidlal ise, eser ve sanatını delil yaparak Allah’a iman edenler demektir. Bu kimseler Cenab-ı Hakk’ın eserlerini ve eserlerdeki sanatını delil yaparak Allah’ı bilir ve iman ederler. Bunların en bilgilisi, bu alemde Hakk’ın esması, ef’ali ve sıfatları zahir olur anlayışıyla Allah’a iman eder. Fakat bunlar müsemma, fail ve mevsuf olan zat-ı ilahiden perdeli olup, zat-ı ilahiye vasıl olmadıklarından, Allah’ın zatı mevcut olmayıp mevhumdur, derler. Çünkü Allah’ın zatına bir kul, ancak makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle hasıl olan kamil bir imanla vasıl olur. Bu itibarla, imanı delilli olan ehl-i istidlal, eserlerini ve sanatını görüp, eserlerinde ve sanatında mevcut olan zat-ı ilahiden mahcuptur, perdelidir. Fakat iman-ı kamile mazhar olan arifler, zat-ı ilahiye vasıl olduklarından, onlar her tecellide mevcut olan Allah’ın zat-ı mevcudiyetinden gayrı görmezler. Vesselam. Hep celalin perdesidir oldu zahide nikab Gördü aşıklar celalinde cemalin gizlidir Cenab-ı Hak, vücud-u vahdetinden yani vücut‘bir’liğinden, bu alemde celal ve cemal isimleriyle zuhur edip, celal ve cemaliyle her tecelliye, yani cümle isimlere tesir etti. Kur’an’da "Herkes fanidir, baki olan Rabbin celal ve kerem yüzüdür." (Rahman, 26-27) buyrulur. İnsan ise, her iki ismin, yani celal ve cemalin tesirini kendinde topladığı için kemal isminin mazharı oldu. Bunu beyanla ayette “Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o emaneti kabul etti/yüklendi.” (Ahzab, 72) buyrulmaktadır. Birinci ayet; her şeyin fena, Rabbin yüzü olan celal ve kerem yani cemalin baki olduğunu beyan ediyor. İkinci ayet ise; ilahi emaneti ancak insanın kabul ettiğini, dağların ve taşların kabul etmediğini beyan ediyor. İnsanın yüklendiği bu emanet, hiç bir mahlukun mazhar olmadığı kemaldir. Bu itibarla, her insan potansiyel olarak kemalin mazharıdır. Kişi isterse mazhariyetinde olan ism-i celalin tesirinde olan mudil ismine tabi olup, dalaletle yaşayıp, hidayete yönelmez. İsterse cemal tesirinde olan hidayete tabi olup, hidayet üzere yaşayıp mudile tabi olmaz. İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri “Kötü kimselerde hidayet pasif, dalalet ve kötülük aktiftir. İyi kimselerde ise, hidayet ve iyilik aktif, kötülük pasiftir.” buyurmuştur. Arifler, aşk-ı ilahiyle daima hidayet üzere olmalarından dolayı, ariflerde dalalet hakim olmaz. Çünkü Hak aşıkları, daim zikir ve makamat-ı tevhid keşfi mazhariyetiyle arif olduklarından, 423 celal tesirinde olan mudilin zuhuru, onları dalalete düşürmez. Bu itibarla celal; aşıklara perde, nikap olmaz. Hak aşıkları, mazhar oldukları irfaniyetle, her bir tecellide Rabbin cemalini yani güzel yüzünü müşahede ederler, vesselam. Zahid ise; daim zikir ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle şereflenmemiş, fazla ibadetle meşgul olmayı, şekil ve suret düzerek, kendini beğenip kendi gibi olmayanları eksik görüp de beğenmeyen ve bu halini de bir marifet zanneden kimsedir. Zahid kimse, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, nisbet varlığının yokluğunda ve her tecellide mevcut olan Rabbini müşahededen mahrum ve mahcup olduğundan; her nereye bakarsa Rabbinden gayrı olan başka şeyler, yani masiva görür. İşte zahidin bu hal ve anlayışı, hakikatte celal tesirindeki ism-i mudilin zuhuru olan dalalettir. Bu dalalete tabi olmakla zahid, Rabbin cemalini görmekten mahcuptur, nikaplıdır. Allahualem. Cümle alem bir alamettir delil evsafına Varlığın bu varlığın hem sayesinde gizlidir Cümle alem denilen, esmalardır ki; cümle esmayı Allah, vahdaniyetinden yani ‘bir’liğinden zuhura getirdi ve halen getirmektedir. Esmanın vücudu olmaz fakat tesiri vardır. İşte bu tesirle insanlar her bir esmaya ayrı nisbet vücut verip, varlık izafe ederek, cehaletle esmaların vücudunun var olduğunu zanneder. Hakikatte ise, insanın var zannettiği cümle varlık Hakk’ın zuhurudur, yani açığa çıkmasıdır. Hakk’ın varlığı olmasa, kulun var zannettiği cümle nisbet varlıklar da olmaz. İşte, Hakk’ın zuhuru olan esmaların tesiriyle kendimize ve aleme nisbet ettiğimiz her şeyde, Cenab-ı Hak mevcuttur. Fakat cehil ve zan ehli olanlar, her tecellide mevcut olan Rabbini göremediğinden, Rabbin varlığı onlardan gizlidir. Vesselam. Vaslına azmeyleyen pervaneye yanmak nedir? Aşığa nar-ı suzanda bağ-ı canan gizlidir Hz. İbrahim’i Nemrut ateşe attığında, dört büyük melek Hz. İbrahim’e geldiler ve “Sana yardım edelim.” dediler. Hz. İbrahim de “Siz Rabbimle benim arama girmeyin!” diyerek, Rabbinden başkasına teveccüh etmedi. Cenab-ı Hak da Hz. İbrahim’in bu halinden memnun oldu ve ateşe “Soğuk ve salim ol!” buyurdu. (Enbiya, 69) Bunun üzerine ateş, Hz. İbrahim’i yakmadı ve sönünce; İbrahim’in yeşillikler içerisinde oturduğunu gördüler. Pervane, ateşin ışığına cesaretle tereddütsüz dalan kelebek vb.dir. 424 Fehmi Efendi Hazretleri “Rabbine vasıl olmaktan başka bir gayesi olmayan Hak aşığına yanmak nedir ki? Ateş ona Hz. İbrahim gibi, ilahi sevgiliyle buluştuğu yemyeşil bağ, bahçe olur.” diyor. Bu itibarla, burada bahsedilen ateşten maksat, kulu Rabbinden ayırmaya yönelik, kendimizden ve cümle alemden meydana gelen tecellilerdir. Ehl-i aşk her tecellide ilahi sevgiliyi gördüğünden, sevgiliyle meşk edip zevklenir. Böylece başkalarına cehalet ateşiyle perde olup Rabbinden ayıran tecelliler, aşığın ilahi sevgilisiyle buluştuğu bağı ve bahçesi olur. Hüsnüne meftun olan mecnunları kimler bilir? Evliyadır taht-ı kubabda o canlar gizlidir Cenab-ı Hak, hadis-i kudside “Gök kubbem altında benim evliya kullarım vardır. Onları ancak ben bilirim.” buyurmuştur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri ‘Gök kubbe altındaki evliya kullar olup, Hakk’ın güzel yüzüne aşkla tutulmuş olan mecnunları kim bilir?’ diye soruyor. Bu kulları, yine evliya olup da Hakk’a aşık olanlar, yani Allah’ın dostluğunu kazanıp O’na aşkla yönelmiş olanlar ancak bilirler. Fakat aşk-ı ilahiden mahrum olanlar, Allah aşkıyla mecnun olan velileri tanıyamadıklarından, o veliler onlara gizlidir. Çünkü Hz. Pir “Arifi yine arif olan bilir.” buyurmuştur. Hüsnünün mefhumu alem, metni insandır hemen Künh-i zatı hem sıfat-ı Rahman anda gizlidir Cenab-ı Hak, kendi zat-ı ehadiyetinden sıfatlarına, sıfatlarından esmaya, esmadan da ef’aline tecelli ederek, cümle varlık alemini zuhura getirmektedir. İşte varlık alemi dediğimiz cümle eşyada, Allah bu tecellilerle güzelliğini sergileyip açığa çıkarır. Bu yaratılanlar içerisinde Allah, insanı ise zatına ve sıfatlarının kemaliyle tecellisine mazhar etti. İnsandan başka hiç bir yaratılan bu tecellilere mazhar değildir. Bu itibarla cümle alem, Hakk’ın zat ve sıfatlarından ayrı olmamakla beraber; insandan başka hiç bir yaratılanda Allah, sıfatlarının kemaliyle tecelli etmemiştir. Her varlıkta sıfat-ı subutiye muhakkak vardır fakat eksik olarak mevcuttur. Mesela, hayvanda hayat sıfatı vardır fakat insanda olan ilim sıfatı yoktur; kudret sıfatı vardır, insandaki kelam sıfatı yoktur. İşte insan, Allah’ın sıfat-ı subutiyesinin kemal-i zuhuruna mazhar olması itibariyle alemin özetidir, metnidir. İnsanın kemali, sıfatların ceminin, yani toplamına mazhar olmasıyladır ki, bu mazhariyet her insanda potansiyeldir. Onun için iki türlü insan vardır: Biri, bu potansiyelle var olan her insandır ki, bunlar insan-ı nakıstır, yani eksik insandır. Diğeri, mazhar 425 olduğu potansiyeli, zikr-i daim ve ilm-i tevhid irfaniyetiyle aktif kılan insan-ı kamildir. Kur’an’da “Rahman arşı üstüva etti / kuşattı.” (Taha, 5) buyrulur. İnsan-ı kamilin kemal ve marifeti, her bir tecelliyi ihata edip kuşatması itibariyle, Rahman mazharıdır. Velhasıl bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bu alem, Allah’ın güzel yüzünü gösterdiği alemdir, bu alemin metni ise insandır.’ Diyor ve devamla ‘Cümle insanlar içinde Rahman mazharı olan insan-ı kamil gizlidir.’ buyuruyor. Mevc-i zatındır vücudum katresi bunca sıfat Katrenin her zerresinde bahr-ı umman gizlidir Cümle varlıklar ve benim vücudum, zat-ı ilahi denizinin dalgaları olup; sıfat-ı subutiye ise, bu dalgaların damlası, katresidir. Katrenin, yani damlanın her zerresi ise, esmalardır. O esmalarda bahr-ı umman, yani Allah’ın zatı gizlidir. Cenab-ı Hakk’ın zat-ı mevcudiyetinden başka varlık yoktur. Cümle alem denilen varlıklar ve eşya ise, zat-ı ilahi tecellisi olan sıfatlar ve sıfatların zuhuru olan esmalardır. İşte cümle esmanın müsemması ve sıfatların mevsufu zattır. Bu itibarla, her tecellide Allah’ın zatı mevcuttur. Allah’ın zatı olmasa, ne sıfat, ne de esma olur. Mesela; kudret sıfattır, kudrette mevsuf olan Allah’ın zatıdır. Kadir esmadır, kadir isminin müsemması da zat-ı ilahidir. İlim de sıfattır, ilim sıfatında mevsuf olan zat-ı ilahidir. Alim ise esmadır, alim isminin müsemması da zat-ı ilahidir, vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Her bir katrenin zerresinde bahr-ı umman gizlidir, yani her bir tecellide Allah’ın zatı denizi gizlidir.’ buyuruyor. Ki, bu gizlilik ehl-i kemale olmayıp cahilleredir. Allahualem. Mazhar-ı tam oldu insan mir’at-ı nüma-yı Hak Beyt-i Hak’tır kalbi anın anda Allah gizlidir Daha evvelki beytin açıklamasında ifade edildi ki; insan alemin metnidir. İnsanlar içinde ise, insan-ı kamil, Hakk’ın kemal tecellisine mazhardır. Cenab-ı Hak, hadis-i kudside “Ben yerlere göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyurmuştur. İşte insan-ı kamilin kalbi, beyt-i Hak’tır yani Hakk’ın evidir. Böyle bir kamil kulunda Allah, kemaliyle zuhur ettiğinden, onun irfaniyet ve müşahedesinde Allah, yani makam-ı uluhiyet mevcut olup O’na müracat edenlere, o kemalat ve irfaniyet irşadıyla yol gösterir. Bu itibarla insan-ı kamilin irşadında makam-ı uluhiyet, yani Allah gizlidir, buyruluyor. 426 Tal’atın ihsan buyurdun Fehmi’ye her zerreden Bir şuhudi zevktir ol akl u hayalden gizlidir Mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri ‘Allah bana ihsan etti de, insan-ı kamil marifetinin tal’atına / doğuşuna mazhar oldum ve zerre olan her tecelliden Rabbimi müşahede zevkine ulaştım. Bu ulaştığım keyfiyet ve irfaniyet, zan ehli olup da kendine ve cümle eşyaya varlık nisbet eden akl-ı maaş ve akl-ı meadın hayalinden gizlidir.’ diyor. Kur’an-ı Kerim’de “…ve gerçekten zan, Hak’tan yana hiç bir fayda vermez.” (Necm, 28) Başka bir ayette ise “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu da şu ki; zan, Hak’tan hiç bir şey ifade etmez…” (Yunus, 36) buyrulmuştur. Bu itibarla ehl-i tevhid-i hakiki olan arif ve ehl-i kemalin kulluk şuhud ve zevki, zan ehli olanlardan gizlidir. Vesselam. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 91 Nevnihal gülzarımız var zevk-i canan bizdedir Cismi berrak yüzü revnak huri gılman bizdedir Ravza-i rıdvan ve gurfe kasr-u çardak hücreler Evrak-ı yakut zeberced huld-i eşcar bizdedir Ab-ı kevser hem leben cümle asel ırmakları Selsebil rahik-i tesnim huld-i enhar bizdedir Zevk-i in’am ile perverde olan vildanları 427 Şabb-ı emred hadd-i lale nevcivanlar bizdedir Gülşen-i cennette cevlan eyleyen pertev cemal Dili bülbül yüzü pürnur dilgüzarlar bizdedir Dili hamuş aklı beyhuş eyleyen hub dilşikar Hak cemal ile müşerref bezm-i safa bizdedir Ölmeden Fehmi bu zevke nail oldu sanmayın ‘Mutu kable en temutu’ mevt-i ihfa bizdedir Cennetler sekizdir; dördü ahiretteki amel cennetleri, dördü ise bu alemde dahil olunan irfan cennetleridir. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında da ifade edildiği gibi, amel cennetleri; müminlerin bu alem-i şahadette salih / güzel amellerle, alem-i ahirette dahil olacakları cennettir. O cennete dahil olan her mümin, amel cennetlerinin nimetleriyle zevklenir ve keyiflenir. İşte, yukarıda ifade edilen tüm değerlerin hepsi de müminin nefsini lezzetlendireceği amel cennetleri nimetleridir. Ahirete iman edip de, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eden her kulun, işlediği salih / güzel işler, amel cennetinde güzel suretlerle suretlenip, o kulu cennet nimeti olarak gıdalandıracak ve onu mutlu edecektir. Fakat kul bu alemde güzel işler işlemez de kötü işlerle meşgul olursa, Allah’ın emirlerini dinlemez, yasaklarından kaçmaz da haram ve günah işlerse, işte o kötü işler de alem-i ahirette suret bulup, o kula eziyet ederek, ona cehennem azabı olacaktır. Bütün bunlar alem-i ahiretteki amel cennetinin değerleri ve cehennemin mahiyetidir, vesselam. Diğer cennetler ise irfan cennetleridir. Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle arif olan kul, bu alem-i şahadette irfan cennetlerine dahil olur. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de “Ey mutmain olan nefs, dön Rabbine, Rabbin senden razı sen de O'ndan razı olarak gir benim kulluğuma / kullarımın arasına, gir benim cennetime.” (Fecr, 27-30) buyrulmuştur. Cennet-ül irfanın makamı, ahiretteki amel cennetinden daha aladır. Çünkü bugün her kim makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle irfan cennetine girerse, her nerede ve hangi alemde olursa olsun, bir daha oradan çıkmaz. İrfan cennetlerinin zevk ve sefası, kulun Rabbine vasıl olup, Rabbinin tecellilerinden, bu alemde, berzahta, alem-i ahirette ve cümle alemlerde ayrılmayıp, daima Rabbin tecellilerini müşahede etmesidir. Bu itibarla bir kul için Rabbine kavuşup, Rabbiyle beraber olmaktan daha efdal bir keyfiyet, zevk ve sefa olmaz, vesselam. Ölüm ikidir: Biri “Küllü nefsin zaikatülmevt... / Her nefis ölümü tadacaktır…” (Al-i İmran, 185) ayetinin beyanı olup, yaşayan herkesin ölmesidir. Yani herkesin bir gün bu alemden ölümle ayrılmasıdır. Bu 428 ölüm, umumi olup herkesedir ve her canlı bu ölümü tadar. Diğer ölüm ise, Hz. Resulullah Efendimizin “Mutu kable en temutu / Ölmeden evvel ölünüz.” buyruğu olan ihtiyari ölümdür. Yani kulun kendi isteğiyle nisbet varlığını fena / yok etmesi olup fenafillah kemalatıdır. İşte, ölmeden evvel ölümün mahiyetine, ancak daim zikir ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle ulaşıldığından, ölmeden evvel ölmek, arifibillah ve ehl-i kemale mahsus olan özel ölümdür. Ehl-i kemal, ölmeden evvel ölüm sırrıyla, kendi yokluklarında Rabbine kavuşup irfan cennetleriyle zevklenirler. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘İrfan cennetindeki tüm nimetlere, mutu kable en temutu / yani “ölmeden evvel ölmekle” mazhar oldum, bu alemde irfan cennetine dahil olup bu nimetlerle gıdalanıp, zevklendim.’ diyor ve bizlere de, irfan cennetine ihtiyari ölüm dışında, yani ölmeden evvel ölmeyince dahil olunmayacağını, beyan ediyor. Allahualem. * * * 92 Yüzüm tuttum sana ya Hazreti Pir Bu can kurban sana ya Hazreti Pir Hz. Pir, 19. yüzyıl sonlarında vefat eden, 20. yüzyıl müceddidi / yenileyicisi olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleridir. Müceddid / yenileyici kimdir? Asr-ı saadette Hz. Resulullah Efendimize bazı sahabeler “Ya Resulullah, makamat-ı seyr-i süluk telkinini yazıyla kaydedelim, çünkü eksiltmeler ve ilavelerle telkinin aslı kalmayacak.” dediler. Hz. Resulullah bu öneriyi kabul etmeyip, cevaben: “Her 429 yüzyılda bir müceddid / yenileyici gelecek ve seyr-i süluk telkinini yenileyecektir.” buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de ise “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve şu büyük Kur’an’ı verdik.” (Hicr, 87) buyrulur. Bu ayette bahsedilen “tekrarlanan yedi ayet” müceddidlerin yeniledikleri seyr-i sülukunun yedi mertebesi olup, meslek-i Resul telkin ve irşadıyla tüm zamanlardaki tekrarıdır. Hz. Adem’den zamanımıza kadar cümle peygamberler ve insan-ı kamil olan veliler, tekrarlanan yedi ayete mazhar olmuşlardır ve olmaktadır. Peygamberlik, Hz. Muhammed (sav)’in zuhuruyla son bulmuştur. Hz. Resulullah, ahir zaman / son zaman peygamberidir. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberliğiyle kendisinden sonra gelecek peygamber arasındaki zaman diliminde yaşayan tüm insanlardır. Ahir zaman ise, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğiyle başlayıp kıyamete kadar olan zamandır. Hz. Resulullah’tan sonra peygamber gelmeyeceğinden, asr-ı saadetten kıyamete kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm insanlar, Hz. Muhammed ümmetidir. Bu itibarla kıyamete kadar tüm insanlık Hz. Resulullah’ın tebliğ ve davetine muhtaçtır. Hz. Resulullah’ın tebliğ ve telkini olmadan hiç bir kimse yaratılışının yüce amacına ulaşamadığı gibi, Allah’a layıkıyla kulluk yapamaz ve insan-ı kamil olamaz. Hz. Muhammed (sav)’in Peygamberliğiyle tamamlanan İslam dininin iki yönü vardır: Biri zahir, yani açık / dış yönüdür ki, bunun tebliği ulema-yı zahir tarafından, alenen cümle ümmet-i Muhammed’e yapılmaktadır. Dinin zahiriyle kulluk yapanlar, Kur’an’ın açık hükümleriyle meşgul olurlar. İslam dininin bir de batın / iç yönü vardır ki, ilmi ledün / ilm-i tevhid irfaniyetiyle ehl-i hakikat olanlar, Kur’an’ın açık hükümlerine uymakla beraber “tekrarlanan yedi ayetle” meşgul olurlar. İşte bu tekrarlanan yedi ayet, son peygamber olan Hz. Muhammed (sav)’den sonra, insan-ı kamil olan veliler tarafından meslek-i Resul seyri süluku olarak tebliğ ve telkin edilmiştir ve edilmektedir. Her asırda, yani her yüz yılda zuhur eden müceddid tarafından yenilenen “tekrarlanan yedi ayet” meslek-i Resul telkin ve irşadı olarak halen devam etmektedir ve kıyamete kadar devam edecektir. Bu asrın müceddidi, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleridir. Her zamanın müceddidi bizzat Hz. Resulullah Efendimizden seyr-i süluk görerek irşad olur. Bu itibarla her zamanın müceddid ve piri, Hz. Resulullah Efendimizin halifesi ve varisidir. İşte Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olan meslek-i Resul-ü Melamiyye telkini, bizzat Hz. Resulullah’ın telkin ve tarifidir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin zuhurundan sonra, onun şahsında tasnif olan meslek-i Resul’de her kim salik olup “tekrarlanan yedi ayet” olan makamat-ı 430 tevhid keşfi irfaniyetiyle irşad olursa, ancak o kimse kulluğun kemaline ulaşıp insan-ı kamil olur. Her peygamber, kendi devr-i zamanında yapmış olduğu tebliğle kendisinden evvelki cümle peygamberleri tasdik eder. Çünkü onun tebliği ve irşadı kendisinden evvelki cümle peygamberlerin irşad ve mesajını kapsadığından, bir kimse zamanın peygamberine iman etmekle, aynı zamanda cümle peygamberlerin tebliğ ve irşadına iman edip kabul etmiş olur. Fakat bazıları çıkıp; ben bu zamandaki peygambere değil de geçmiş zamandaki bir peygambere inanırım derse, o kimse ehl-i kitap gibi yanılıp, küfre düşer. Böyleleri zamanın peygamberinin irşadında, geçmiş cümle peygamberlerin tebliğinin mevcut olmasından gaflet etmekle, zamanın peygamberini inkar ederek kafir ve müşrik olur. Fakat her kim, zamanın peygamberine tabi olup ona inanırsa, cümle peygamberlerin tebliğini içeren nübüvvet irşadıyla, tevhid dininin mümini olur. Çünkü Peygamber Efendimiz, Tevrat okuyan Hz. Ömer’e hitaben “Musa kardeşim sağ olsaydı, bana tabi olurdu.” buyurmuştur. İşte bu itibarla, her zamanda ve bugün dahi bir kimse zamanın piri, müceddidi olan velinin telkin ve irşadına mazhar olmaz da, ben geçmişte, yüzyıllarca evvel yaşamış olan falanca veliye tabiyim veya filanca geçmiş kamilin yolundan gidiyorum anlayışıyla kulluk yaparsa, böyle bir kimse, İslam dininin ledünni / batın hakikatinden mahrum kalır ve yaratılışının yüce gayesine ulaşıp insan-ı kamil olamaz. Böylece geçmiş cümle pirlerin tebliğ ve telkini olan ‘tekrarlanan yedi ayet’in seyri sülukundan ve irşadından mahrum olur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Zamanın piri, müceddidi olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olan meslek-i Resul’e dahil oldum, cümle peygamberlerde ve insan-ı kamil olan velilerde tekrarlanan yedi ayetin irfaniyetine, zamanın müceddid olan Hz. Pir’in irşadıyla ulaştım. Yönümü, yüzümü zamanın pir’inden başkasına çevirmem. Senin zuhurundaki irfaniyet ve kemalata boyun eğdim, canım sana fedadır, ey Hz. Pir!’ buyuruyor. Visalin gülüne divaneyim ben Hu deyip gezerim ya Hazreti Pir Senin şahsında zahir olan hidayet-i Nur-u Muhammed’in tutkunu ve divanesiyim, Amacım daima Nur-u Muhammed mazharı olan bir kulluktur. Bu mazhariyetle Hakk’ın zatına gark oldum. Gayb-ı mutlak hüviyet olan zat-ı ilahiye vuslat zevk ve sarhoşluğuyla, Hu deyip gezerim, ey Hz. Pir! Demektir. Cemalin nuruna pervaneyim ben 431 Yakarım sinemi ya Hazreti Pir Cemal, Cenab-ı Hakk’ın ana isimlerindendir ve Hakk’ın güzel yüzü demektir. Cemal nuru olan güzel yüz, ancak hidayet mazhariyetiyle açığa çıkar. Hidayetin baş mazharı, Hz. Muhammed (sav)’dir. Onun temsilcileri ise, Hz. Resulullah’ın varisi ve halifesi olan Hz. Pir ve Hz. Pir’in halifesi olan mürşid-i kamildir ve alimlerdir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Senin varis-i Resul mazhariyetinle açığa çıkan Hakk’ın cemal aydınlığına, pervane gibi tereddütsüzüm fütursuzum, benim gönlüm sinem, o güzel yüz olan, cemalin hasret-i aşkıyla yanar, ey Hz. Pir.’ diyor. Yanarım aşkınla nar-ı suzanda Şikayet eylemem ya Hazreti Pir Ey Hz. Pir! Senin hidayet-i zuhurun olan irşadla benim nisbet varlığım yandı, kalmadı. Senin irşadının aşığıyım ve bu halimden asla şikayet etmem. ‘İzheb’ emrinden sen geldin davete Şanındır şefaat ya Hazreti Pir Peygamberlik üçtür: Birincisi nebiler, ikincisi resuller, üçüncüsü ise ululazim peygamberlerdir. Nebi peygamberler, her zamanda çok olurlardı; bir aileden birkaç kişi aynı zamanda nebi olabildiği gibi, bir şehirde birden çok nebi olabilirdi. Bu itibarla var olduğu rivayet edilen 124 bin peygamber, bu nebi peygamberlerle beraberdir. Nebiler, peygamberliklerini açıkça ilan etmezler. Ancak kendisine müracaat edip tabi olanlara, tebligatta bulunurlardı. Resul peygamberler ise, hem nebi hem de resuldür. Bunlar az olurlar, yüzyılda bir gelen peygamberler de, resul peygamberlerdendir. Resuller peygamberliklerini açıkça ilan edip, halkı davet ederler. Kendisinden evvel kitap ve şeriat getiren ululazim peygamberin kitap ve şeriatına tabi olarak peygamberlik yaparlar ve gerektiğinde savaş dahi ederlerdi. Ululazim peygamberler ise, hem nebi, hem resul olup, kendisine kitap ve şeriat verilen peygamberlerdir. Bunlar; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav) gibi olan peygamberlerdir. Bu kendisine kitap ve şeriat inen ululazim peygamberler çok az olup, 600 senede bir zuhur ederlerdi. Hz. Musa, Hz. İsa’dan 600 sene evvel zuhur etmiştir. Hz. İsa, Hz. Muhammed (sav)’den 600 sene evveldir, yani Hz. Resulullah Efendimizin zuhuru, Hz. İsa’dan 600 yıl sonradır. Kur’an-ı Kerim’de “Muhammed sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. O Allah’ın Resulü ve nebilerin 432 sonuncusudur…” (Ahzab, 40) buyrulur. Ki, son peygamber, Hz. Resulullah Efendimiz olduğu için, Hz. Resulullah’tan sonra kıyamete kadar tebliğ ve irşad, velayet yoluyla veliler tarafından yapılır. Veliler de üçtür: Birincisi, her zamanda çok olan ve bir ailede, bir şehirde birden çok olabilenlerdir ki, bu velilerin irfaniyeti, zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhidin müşahedesidir. İkincisi, her yüzyılda gelen müceddid / yenileyici velidir. Daha evvel de bahsedildiği gibi bunlar, zuhur ettikleri asrın yenileyicisi olan pirlerdir. Üçüncüsü ise, her yüzyılda bir gelen müceddidlerin içinden, 600 senede bir zuhur edenlerdir. Ki, bu velilerin tesiri, diğerlerinden daha çok olur ve kendisinden sonraki cümle veliler ve insanlar, bu tesir ve kemalattan istifade ederler. Hz. Resulullah Efendimizden 600 sene sonra, büyük veli Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri zuhur etmiştir. Şeyh-ül Ekber’in zuhurunun, gerek zahiren, gerekse batınen çok büyük tesirleri olmuştur. Zamanının ve sonrasındaki cümle veliler, Şeyhül Ekber’in zuhur-u kemalinden istifade etmişlerdir ve halen etmektedirler. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişinde, Muhiddin Arabi Hazretlerinin ve halifelerinin yetiştirdiği ilim ve fikir adamlarının, alperenlerin tesir ve rolü büyüktür. Cümle ehl-i kemal ve arifibillah olan veliler, Muhiddin Arabi Hazretlerini Şeyh-ül Ekber yani “büyük şeyh” olarak kabul ederler ve vasfederler. İşte Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri de, Şeyh-ül Ekber’den 600 sene sonra zuhur etmiş ve zuhuruyla gerek zahiren, gerekse batıni olarak çok büyük tesiri olmuştur. Mesela; tac ve hırka giymek gibi, çile çekip erbain çıkarmak gibi, yüzyıllardır devam eden bir çok tekke geleneklerini kaldırmış, bu tür geleneklerin uygulamasını iptal etmiştir. Bunun nedenini soranlara ise Hz. Pir “Bu yüzyıl (20. yüzyıl), ilim ve fende çok büyük inkişafların ve gelişmelerin olacağı yüzyıldır, bu asır ilim asrıdır.” demiştir. Yine yüzyıllardır tekkelerde virdler, tesbihat, çile ve riyazat olduğunu, fakat bunları neden telkin etmeyip kaldırdığını kendisine soranlara Hz. Pir “Ehl-i zikir ve ehl-i tevhid-i hakiki, manevi askerdir. Askerin ise bir sefer / savaş zamanı vardır, bir de sulh / barış zamanı vardır. Sulh zamanında askere; sağa dön, sola dön, selam şöyledir, elbise şöyle giyilir, ütüsü şöyle olur gibi eğitimler verilir. Savaş zamanında ise, askere böyle eğitim verilmez ve asker böyle şeylerle oyalanmaz. Savaş zamanı askere, en kısa yoldan düşmanı cephede nasıl yenip alt edeceğinin eğitimi verilir ve silahını nasıl kullanacağı gösterilir. İşte ilim asrı olan 20. yüzyılda manevi askerin sefer zamanı olduğundan, çile, riyazat, tac, hırka vb. ile uğraşacağı zaman değildir. Biz tekke geleneğinde bir sürü çile, riyazat gibi virdlerden sonra ancak telkin edilen zikr-i daimi, salike hemen telkin ediyoruz. Daim zikir uyanıklığı ve 433 makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle sadık olan ihvan, maksada ulaşır.” diye cevap vermiştir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin zuhuru, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başıdır. Zamanın ilim ve fikir erbabı kendisine iltifat ederek, ondan istifade etmiştir. Zamanın Şeyh-ül İslamı olan ilim adamları ve veliler, zamanın padişahı Abdülmecit dahi, Hz. Pir’e intisap etmiştir. Özellikle o zamanın askeri okullarında, kendisinin ve halifelerinin tesiri çok olmuş ve bir çok paşalar meslek-i Resul-ü Melamiye’ye intisap etmişlerdir. Bugün bazı siyasiler ve tarihçiler, Cumhuriyet’in kuruluşunun, tanzimatla başladığını ve bu sürecin devamıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğunu ifade ederler. Tanzimatın ise, Hz. Pir’e intisap eden padişah Abdülmecit’in zamanında ilan edilmesi, bu bakımdan anlamlıdır. Kanaatimizce, Osmanlı Devleti’nin dağılması esnasında canla başla çalışan ve görev yapan, Çanakkale’de, Yemen’de, Filistin’de, Trablusgarp’ta, doğuda ve nihayet kurtuluş savaşında başkomutan olarak görev yapan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Hz. Pir’in ve halifelerinin irşadlarındaki irfaniyet ve kemalat rüzgarından mutlaka etkilenmişlerdir. Hz. Pir’in zuhurundaki irfaniyet ve kemalat, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda manevi harç olduğu gibi, T.C devletinin yaşamasında da olmaya devam etmektedir. İşte Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, zuhuruyla manen ve madden büyük tesiri olan ve Şeyh-ül Ekber’den 600 sene sonra gelen müceddid / yenileyici olan velidir. 17 yaşındayken Hac dönüşü, bazı harikuladelikler yaşamış ve kendisine “izheb fi ehli Rum” yani “Rumeli’ne git!” denmiştir. Bunu emir kabul eden Hz. Pir, Rumeli’ne gelmiş, Türkçe konuşup, Türkçe irşad edip, bir Türk gibi yaşayıp, etrafını aydınlatarak manen şifa dağıtmıştır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “İzheb emrinle sen geldin davete, senin şanındandır şefaat / şifa dağıtmak, ey Hz Pir!” diyor. Gezerim alemde canım yok tende Sensin bu cisme can ya Hazreti Pir Meslek-i Resul-ü Melamiyye’nin, senin şahsında tasnif edilen telkin ve irşadı, benim canımdır, yani ben bu telkin ve irşadın irfaniyet ve aydınlığıyla yaşıyorum, ey Hz. Pir... Vasfını işittim çün arş istiva İlmin muhit oldu ya Hazreti Pir İnsan-ı kamilin irfaniyet ve kemalatı, Rahman mazharıdır. Kur’an-ı Kerim’de “O Rahman olan arşı kuşattı…” (Taha, 5) buyrulur. Arş, alem434 lerin en yükseğidir ki, arşı ve her şeyi Rahmaniyet kuşatmıştır. İnsan-ı kamil, arş dahil cümle tecelliye vakıf olan bir kemalat mazharı olması itibariyle, Rahman mazharıdır. Bu itibarla Hz. Pir’in zuhurundaki kemalat ve marifet böyle bir kemalat olup, arş dahil her bir tecelliyi ihata etmiştir ki, bu beyan ediliyor. Senin medhinden ben aciz bendeyim Vasfın kal’e gelmez ya Hazreti Pir Bazı kimseler, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerini, Melamiliğin üçüncü dönem piri olduğunu beyanla; birinci dönem Hamdun Kassar dönemi, ikinci dönem Bıçakçı Ömer Dede dönemi, üçüncü dönem olarak da Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleridir, derler. Bu tespit, isabetli ve doğru bir tespit olmayıp, tamamen yanlıştır. Çünkü Melamilik, insan-ı kamil mertebesi olup, insanlığın var olduğu her dönem içindir. Çünkü melamete ulaşmadan insan-ı kamil olunmaz. Bu itibarla, Melamilik üç dönem olmayıp, Hz. Adem’den kıyamete kadar her zaman ve her dönemdedir. Her asrın müceddidi, piri, Melami olduğu gibi, her zamanda mevcut olan insan-ı kamil, muhakkak Melami’dir. Bunun için Melamiliği üç dönem olarak ifade etmek cehalettir, vesselam. Fehmi Efendi Hazretleri ‘Senin mazhar olduğun kemalat ve marifete ben nasıl erişebilirim? Kutup yıldızının gece yolculara yol gösterdiği gibi, sen zuhurunla zamanın kutbu olup bize yol göstererek bizi aydınlatırsın. Ben senin zuhur-u kemalinin acizi ve muhtacıyım, senin kemal-i vasfını nasıl bilirim ve seni methedebilirim?’ diyor. Budur Talibi’nin daim niyazı Ayırma kapından ya Hazreti Pir Fehmi Efendi Hazretleri ‘Talibi’ mahlasıyla “Senden talebim, isteğim, irşadındaki kemalat ve irfaniyetten asla ayrı kalmamaktır. Bana bu konuda yardım / himmet et, ey Hz. Pir!” buyuruyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 435 * * * 93 Abdest alan su ile onun dışı pak olur Kalbi zikir olursa onun içi pak olur Abdest, temizliktir. Her kim, su ile abdest alırsa temizlenmiş olmakla beraber; onun kalbindeki kir, pas temizlenmez. Hz. Peygamber Efendimiz “Kalbler de demir gibi paslanır, nasıl ki demirin cilası var ise kalbin cilası zikrullahtır.” buyurmuşlardır. Demek ki, kalbin temizliği zikrullah ile mümkündür. Kalbin kiri masiva, yani gayriyet muhabbetidir. İşte her kim, kalbi zikre aşina olursa, o kimsenin kalbinden masiva, gay436 riyet muhabbeti uzaklaşır gider, yerine Allah muhabbeti gelip hakim olur. Böylece o kulun kalbi tertemiz-pak olur. Bir odanın içinde bir süpürge olmazsa Ona giren bir kişi bir daha girmez olur Evler her gün süpürge ile temizlenir, bu günlük temizliktir. Bir de aylık, yıllık temizlik yapılır ki, bu temizlikte halılar kilimler kalkar, perdeler vs. köşe bucak temizlenir. Eğer bir evde bu temizlikler yapılmazsa, pislik galip olur ve o ev pis kokar, insanı rahatsız eder. O eve bir gelen, bir daha gelmez. Kur’an’da “İnananların kalbleri zikrullah ile tatmin olur, gözünüzü açın kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyrulur. Kalbdeki zikr-i daim, günlük süpürgeyle yapılan ev temizliği gibidir ve kalb ancak zikr-i daimle arınıp tertemiz olur. Bazen arifler ve ehl-i kemal, bir araya gelirler ve halka olup darbi zikir yaparlar ki bu; evin, odanın aylık ve yıllık temizliği gibidir. Kudsi hadiste ‘Ben yerlere göklere sığmam, ancak mümin kulun kalbine sığarım.’ buyrulmuştur. Mümin kulun kalbi Allah’ın evidir. Bir kalb zikri daimle buluşmamışsa, o kalbde gayriyet ve dünya muhabbeti hakim ve galip olur. Hz. Peygamber Efendimiz ‘Dünya leştir.’ Diyor ki, bir kimsenin kalbinde, gayriyet, yani dünya muhabbeti hakimse, o kimseden leş kokusu zahir olur. Ehl-i zikir ve ehl-i kemal, o kokudan rahatsız ve uzak olurlar ve o kimsenin yanına uğramazlar. Bir bardağın üstüne yaldız cila verseler Necis olsa içinde suyu içilmez olur Bir bardağın dışı ne kadar temiz olursa olsun, eğer içinde bir kirlilik, pislik varsa o bardaktan su içilmez. Bunun gibi bir kimse dinin zahir / dış yönüyle meşgul olup da, ibadetlerin yalnız zahir / dışını ifa etmekle yetinip, iç yüzü mahiyetini araştırmayıp ibadetlerin hakikatine yönelmezse, böyle bir kimsenin dışı cilalı tertemizdir, fakat kalbi zikr-i daimden gafil olduğundan içi, yani kalbi gayriyet muhabbetiyle kirlidir, pistir. Böyle bir kimsenin kulluğuyla insan-ı kamil olunmaz. Böyle bir kimse, şöhretli bir alim de olsa, mürşid de olsa, ondan zuhur eden fikir ve anlayışlardan irfaniyet ve kemalat hasıl olmaz. Bu itibarla dışı cilalı olduğu halde içinde pislik bulunan bardaktan su içilmediği gibi, kalbi zikr-i daimden mahrum olan meşhur ve şöhretli mürşidlerin irşadı ile kulluğun kemaline ulaşılamaz ve insan-ı kamil olunmaz. Demektir. Pis sarayın içinde reis-i cumhur oturmaz 437 Sultan sarayı denen içi dışı pak olur Kur’an-ı Kerim’de: ‘Temizlenenler / arınanlar kesinlikle kurtulmuşlardır.’ (A’la, 14) buyrulur. İmam-ı Gazali Hazretleri İhya-u Ulumiddin adlı eserinde bir misal anlatır: “Padişahın ülkesinde yaşayan herkes padişahı evinde konuk etmek, ağırlamak ister. Çünkü padişah bir eve misafir olursa o ev çok itibarlı olur. Padişah da konuk olduğu eve ihsanda bulunur ve padişaha layık hediyelerle ihya eder, o ev ebediyen yokluk, fakirlik görmez. İşte bu nedenle herkes padişahı evine davet eder. Fakat padişah, bir yere gitmeden önce, gidin bakın beni davet eden şahsın evi, bizi ağırlamaya müsait midir, uygun mudur diye araştırma yapmak üzere görevliler yollar. Görevliler gizlice gelir araştırma yaparlar, araştırmada en çok temizliğe dikkat ederler. Evin dışı da içi de temiz mi, onu araştırırlar. Çünkü bazıları halk kınamasın diye, evlerinin dışını temizlerler fakat evin içini ihmal ettiklerinden o evin dışı temiz, içi pis olur. Görevliler, evlerin padişaha uygun olup olmadığını arz ederler ve padişah da gelen malumata göre hangi evin içi de dışı da temizse o eve konuk / misafir olur ve padişaha layık ihsan ve hediyelerle ihya eder.” diyor. Hadis-i kudside ise ‘Her kimin ki kalbinde Allah vardır, iki cihanda Allah onun dostudur. Her kimin kalbinde Allah yoksa, iki cihanda Allah onun hasmıdır.’ Buyurulur. Bir kulun elde edebileceği en büyük mükafat, alemlerin Rabbi olan padişahın, onun kalbine misafir olup, Rabbine vuslat edip kavuşmasıdır. Fakat bir kulun buna mazhar olabilmesi için, gerek zahiren gerek batınen tertemiz olması şarttır ki, dış / zahir temizlik kulun Allah’ın emirlerine uyması ve yasaklarından kaçmasıyla hasıl olur. İç / batın temizlik ise, her nefeste zikr-i daim mazhariyetiyle hasıl olur. Bunu beyanla Fehmi Efendi, reis-i cumhurun oturacağı ev gibi, alemlerin Rabbi olan sultanın bulunduğu mekanın içi de dışı da tertemiz, pak olur, diyor. Tefekkürle Tanrı’yı bir saat zikreylesen Yetmiş sene ibadet etmeden efdal olur Hadis-i şerifte “Bir saat tefekkür, yetmiş yıllık ibadetten efdaldir.” buyrulmuştur. Cümle ibadetler Allah’ın emri olduğu gibi oruç, namaz, hac, zekat gibi ibadetler, bu alemde ve belli vakitlerde, unsur bedenimizle yapılan ibadetlerdir. Kul bu ibadetleri yapmakla bu alemde Allah’ın emrini yerine getirmiş olur. Yaratılanların en şereflisi olan insanın makamı, cümle alemleri kendinde toplayan bir makam olduğundan insanın kulluğu / ibadeti, yalnız bu aleme mahsus olan ibadetlerden ibaret 438 değildir. Kur’an’da “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet / kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) Buyrulmuştur. Sahabenin büyüklerinden İbni Abbas (ra), bu ayette beyan edilen kulluk ve ibadetten maksadın arif ve tevhid ehli olmaktır, diye tefsir etmiştir. Hz. Pir’in halifelerinden Hacı Kamil Efendi Hazretleri ise “Bu ayetteki, kulluk ve ibadette üç hikmet vardır: Birinci hikmet, amel-i salihtir. Yani Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçmaktır. İkinci hikmet, amel-i salihle beraber yakaza halidir, yani zikrullah uyanıklığıdır. Üçüncü hikmet ise, amel-i salih ve zikrullah uyanıklığıyla beraber tevhid-i mabuddur.” diyor. Bu itibarla kulluğun yüce gayesi, Allah’ın emirlerine riayetle beraber, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle Rabbine vuslat etmesidir. Tefekkür-ü zikir ve kulun Rabbini müşahedesi, bu alem ve unsur bedenimizle kayıtlı ibadet olmayıp, dünya, berzah, ahiret ve cümle alemlerde devam eden ibadet olması ve kulu Rabbine kavuşturması itibariyle, bu alemde unsur bedenle yapılan yetmiş yıl, yani ortalama bir ömürlük ibadetten / kulluktan, daha efdaldir. Vesselam. Cehr-i kavl ile değil Tanrı’yı zikreylemek Mü’minin kalbinde ol bihuruf devran olur Cehri zikir, dil ile yapılan sesli zikirdir. Dil ile yapılan zikir, kulun yalnız dilini uyandırır ki, cehri zikir yapan kulun dili zikreder, fakat diğer azaları o zikre uymayıp gaflet eder. Kalbi zikir ise, kulun bütün azalarına tesir ettiğinden, cümle azalar kalbdeki zikre tabi olur. Çünkü kalb merkezi azadır. Kalbteki hakimiyet her ne ise, diğer azalar da o hakimiyete tabi olur. Bu aynı bir ülkenin başkentinde iktidar hakimiyet kiminse, ülkenin diğer şehirlerinin de o iktidarın hakimiyetine tabi olup, başkentte alınan kararlara uymaları gibidir. Bu itibarla kalb, kulun azalarının başkenti olduğundan; eğer bir mürşid kamilse, zikr-i daim hakimiyetiyle cümle varlığıyla gafletten uyanması için, salike kalbi zikir telkin ve tarif eder. Çünkü Kur’an’da “İnananların kalbleri zikrullah ile tatmin olur. Gözünüzü açın, kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Eğer mürşid, nakıs / eksik mürşid olup kamil bir mürşid değilse kendisi zikr-i daimden gafil olduğundan, salike kalbi zikri telkin etmez. Çünkü kendisi kalbi zikirden mahrum ve gafil olmasına rağmen mürşitlik yapanlar pek çoktur. Anlı-şanlı, meşhur bir çok tarikat ve cemaatlerde kalbi zikir yoktur. Onlarda var olan esma-ül hüsnadan, yani Allah’ın güzel isimlerinden bazılarını tesbihat ile şu kadar, bu kadar yani belli sayılarla tesbih etmektir ve bu isimleri cehri / sesli olarak dil ile zikredip, bunu kulluğun yüce gayesi ve kemalatı zannetmektir. 439 Hz. Pir Efendimiz “Zikr-i daim, kalbi zikirle hasıl olur.” buyurmasına rağmen, maalesef Melami olduğunu söyleyen bazı mürşidler, saliklere cehri, yani dille yapılan zikir tarif ediyorlar. Fakat gaflet ve cehaletle telkinden saparak, kalbi zikir tarif etmiyorlar. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Cehri / dille sesli yapılan zikirle, kalbte zikr-i daim hasıl olmaz. Zikr-i daim, kalbi zikirden hasıl olup, sessiz, harfsiz ve her nefesle yapılır.’ diyor. Fehmi, zikr-i Hakk’ı sen sanma öyle bulunur Ol bir pirden mü’minin kalbine ilka olur Kur’an’ı Kerim’de “…eğer bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun.” (Nahl, 43) Beyanı olduğu gibi, başka bir ayette ise “…sorun zikir ehline, eğer bilmiyorsanız ” (Enbiya, 7) buyrulur. Cenab-ı Hakk’ın muradı üzre olup, bir çok ayette bahsedilen zikrullahın mahiyeti ve nasıl olduğu, kitap okuyarak, ilim tahsil etmekle, nakıs şeyhlere ve cemaat önderlerine tabi olmakla öğrenilmediği gibi, meşhur ve kalabalık olan tarikat ve cemaatlere bağlanmakla da anlaşılıp öğrenilemez. Zikrullahın mahiyeti, her zamanda mevcut olup da, sahte ve taklitleri çok olan fakat samimiyet ve sadakatla arandığı zaman bulunabilen kamil bir mürşidin telkin ve irşadıyla öğrenilir, demektir. * * * 94 Kamil mürşid olanın sözleri Kur’an olur Nakıs mürşid olanın sözleri güman olur Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kur’an dört ilim ve yedi mertebe olarak inzal olmuştur.” diyor. Burada ifade edilen dört ilim; şeriat ilmi, tarikat ilmi, hakikat ilmi ve marifet ilmidir. Yedi mertebe ise, makamat-ı tevhidin; üçü fena, dördü beka olan yedi meratib-i ilahisidir. Bu dört ilmin alimlerinin ve mürşidlerinin irşadı, muhakkak Kur’an 440 kaynaklı, Kur’an’la ayniyet içerisinde ve Kur’an’ın denetimine açık olması gerektiği, beyan ediliyor. Hz. Resulullah Efendimiz, Muaz Bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken “Kur’an’la hükmet, sünnetle hükmet, Kur’an ve sünnete ters düşmeyecek bir şekilde kalbine danış ve öyle hükmet.” buyurmuştur. İmam-ı Azam Hazretleri “Bizim olduğu ifade edilen bir sözü duyduğunuzda; yanında bir ayet ve hadis arayın, ayet veya hadis varsa o söz bizimdir, yoksa o söz bizim değildir.” Diyor. Kamil mürşidin irşadı, Meslek-i Resul’ün tebliğ ve irşadıdır. O her ne telkin ederse, kesinlikle Kur’an kaynaklı olur. O, telkini Kur’an’la izah ederek, irşad eder. Çünkü Hz. Ayşe validemize “Ey validemiz, bize Hz. Resulullah’tan bahset.” dediklerinde, Hz. Ayşe cevaben “Siz Kur’an okumaz mısınız?” buyurmuştur. Velhasıl bir mürşid, irşadını Kur’an’la yapmaz da; ben falancadan böyle duydum, fişmanca şöyle söyledi gibi bir anlayışla mürşidlik yaparsa, marifetini Kuran’la izah edemezse, o mürşid nakıstır, eksiktir. Onun kendisi irşada muhtaçtır. Müridleri ne kadar kalabalık olursa olsun, Kur’an’la irşad etmeyen bir mürşid, Kamil mürşid değildir ve onun sözleri gümandır, boştur. Sözün dolusu ise, vahiye uygun olanıdır. Çünkü Hz. Resulullah “…Bir söz duydunuz ki, altında benim mührüm var fakat Kur’an’a uygun değil; o söz benim değildir. Bir söz ki duydunuz, Kur’an’a uygundur, o sözü kim söylemiş olursa olsun, benimdir.” Buyurmuşlardır. Uydun zındık sözüne mürşid dedin kendine Senden derviş olanlar bir kızıl şeytan olur Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Efendi, bir misalinde: “Yumurta bir değerdir, omlet olur, kaynatılır vb. Eğer yumurta kuluçkaya girer de civciv çıkarırsa, daha da değerlenir. Fakat kuluçkaya giren yumurta eğer civcivi çıkaramazsa, o yumurta çok pis koku yayar ve ondan artık ne omlet, ne kaynatma, ne yemek vb. olmayacağından çöpe atılır.” Dedikten sonra devamla “Ehl-i zahir olan halk, ahkam-ı şeriatla amel ederek yaşar ve Allah’ın emirlerine uyar, yasaklarından kaçarsa; onun bu hali yumurta gibidir ve iyi bir değerdir. Çünkü bu hal, kulu cehennemden koruyup cennet-ül amele mazhar eder. Fakat şeriat ahkamıyla amel eden bir kul, mürşid-i kamili bulur da zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kendi nispetlerinin fenasını / yokluğunu keşfedip, kendi yokluğunda Hakk’ın zuhuruna kavuşurak Hakk’a vuslat ederse, o ölümsüz olur ve Hakk’ın varlığıyla ebedi bir hayata kavuşur. Fakat bir kimse mürşid-i kamile varır da, onun telkinine mazhar olduğu halde, onun telkinine riayet etmeyip, telkin ve tarifi kendisi hevasına uydurursa, o kimse 441 bozulur ve zındık olur. Aynı kuluçkaya girip civciv çıkarmamış yumurta gibi çirkinleşir, ondan kerihlikler zahir olur.” Buyurdular. İşte böyle zındık kimsede şeriat ehlinin hal ve davranışları kalmadığı gibi, onda ehl-i kemalin hali ve irfaniyeti de olmaz. Zındık kimse, ehli şeriat tarafından reddedildiği gibi, arifibillah ve ehl-i kemal tarafından da meclisten reddedilip kovulur. Zındık kimse, meclislerden duyduklarıyla, sohbetlerden hafızasında olanları anlatarak veya bir şekilde eline geçirdiği diploma, icazet vb. ile mürşidlik yapar ve halkı bozarak ifsat eder, fitne çıkarır. Böyle zındıklar, bir de kendine halifeler, vekiller tayin eder ki, böyle bir zındıktan alınan hilafet, yetki vb. ile kim mürşidlik yaparsa, onun irşadından kemalat hasıl olmaz. Zındıklık, aynen İblis’in, Hz. Adem’deki marifetten gafletle Allah’ın emrine asi olup, Adem’e secde etmeyerek, Allah’ın huzurundan kovulup lanetlenmesi gibidir. İşte böyle bir zındıktan derviş olduğunu zannedenler, kulluğun kemalinden mahrum olurlar, yani ademiyet olan insan-ı kamil marifetinden gafil ve uzak oldukları için huzur-u ilahiyi bulamayıp, İblis gibi Allah’ın huzurundan kovulmuş, lanetlenmiş olurlar. Taklid ettin tevhidi girdin fasık rengine Sana yoldaş olanın meskeni niran olur Bir kimse, kamilin telkinine muhatap olmasına rağmen, tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle ikilik kabul etmeyen ruh birliğine ulaşamazsa, o kimse, nefsin tesirinde kalır ve tevhidi taklit ederek kendine uydurur. Böyleleri, tevhidin telkinini kendine uydurmakla, vahdetin ‘bir’liğin ruhaniyetine mazhar olmadığından, Hakk’ın ihsanı, lütfu olan irfaniyetten mahrum kalırlar. Bunlar meclislerde arif ve ehl-i kemalden duyduklarını taklit ederler ve takliden güzel sözler söylerler. Fakat bunlar irfaniyet ihsanından mahrum olduklarından, söylediklerinin hakikat ve hikmetinden gafildirler. Kamilden teveccüh gören ve ehl-i nefs olan tevhid taklitçileri, şeriat ehli gibi de olamaz. Çünkü böyleleri emr-i ilahi olan şeriat ahkamıyla kendini mükellef görmeyip, şeriat avama aittir anlayışıyla ‘Ben her an namazdayım, daim oruçluyum...’ gibi sözler söyleyip, Allah’ın emirlerini çiğnerler. Böyleleri avam-ı halkın yanına gittiğinde ehl-i tevhid kamilini taklit ederek, onlara mürşidlik yapmaya kalkarlar, fakat ariflerin yanında ise, ilham ve irfaniyet ihsanından mahrum olduklarından sus pus oturup, marifet sergileyemezler. Velhasıl telkine riayet etmeyen, daim zikir ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetinden mahrum, tevhid-i hakikinin taklitçisi olan zındığın sözlerine uyup da, ona yoldaşlık yapanın ahvali, anlayışı, onu cehennem azabına muhatap eder. 442 Allah cümlemizi, tevhid taklitçisi olan zındıklıktan ve zındıklarla arkadaşlıktan muhafaza etsin. Evrad ettin esmaya Tanrı dedin eşyaya Eşya bir masivadır gelir bir gün yok olur Hz. Peygamber Efendimiz “Allah’ım, bana bu eşyanın hakikatini bildir.” buyurmuştur. Bu hadis-i şerifte beyan edilen eşya, görünen cümle varlıklardır. Ki, her bir varlık, bir isimle açığa çıkıp görünür. Bu açığa çıkma, Hakk’ın mevcudiyeti dahilinde olduğundan, bu görünen ve eşya denilen cümle varlığın asli hakikati Hak’tır. Bunun anlaşılması ise, ancak makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle mümkündür. Bu irfaniyetten mahrum olanlar, ya tenzih ya da teşbih anlayış ve itikadında olurlar. Tenzihte olanlar mevcuttaki Hakk’ın varlığından mahcup / perdeli olduklarından, cümle eşyaya nisbet varlık isnat ederler ve gizli şirk işlerler. Bunlar Hakk’ı eşyadan tenzih ederek, mevhumlukla, bilinmezlikle ve görünmezlikle kaydederler. Teşbihçiler ise, genellikle mürşidin telkinine muhatap olmasına rağmen, tevhidin hakikati keşfi irfaniyetiyle, fenafillah olamayan kimselerdir. Ki bunlar, Hakk’ı eşyaya veya yaratılmış herhangi birine benzeterek teşbih ederler ve yaratılmışların bazılarını ilahlaştırırlar. Bunlar özellikle tarikat ve cemaat ehilleri olup, şeyhlerini, mürşidlerini ve önderlerini rableştirip, ilahlaştırırlar. İşte bu rableştirilen, ilahlaştırılan şeyh ve önderlerde zikr-i daim ve makamatı tevhid keşfi irfaniyeti olmadığından, cümle eşyanın hakikati olan Hak’tan mahcup / perdelidirler. Bunlar, kendisine gelen müritlerine ve taraftarlarına adetle esma çektirirler, fazla ibadetler yaptırırlar ve müritlerine, taraftarlarına şeyhlerini, yani kendilerini rabıta yaptırarak açıkça şirk işlerler ve müritlerine de açık şirk işletirler. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Mürşidi rabıta yapmak küfürdür.” diyor. Velhasıl tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan bu ve benzeri itikat ve anlayışlar; eşyayı yaratılmışı, yani fani olanı rableştirmek ve ilahlaştırmaktır. Halbuki cehaletle rabıta edilip, kendisinden olağanüstü davranışlar beklenerek rableştirilen şeyhler, önderler aciz ve ölümlü olup, bir gün yok olurlar. Demektir. Esmada kalan kişi suretledir her işi Dünya ukba teşvişi kalbinde pazar olur Kendi nefsinde ve cümle eşyada mevcut olan Cenab-ı Hak’tan perdeli olanlar, ikidir: Biri ehl-i dünya, ki akl-ı maaş olarak da ifade edilir. Diğeri ise, ehl-i ukbadır ki, akl-ı meaddır. Ehl-i dünya daima kar ve menfaat gözetir, onun kalbinde Allah ve ahiret tefekkürü olmaz. Onun 443 kalbinde daima kar ve menfaat duygusunun teşvişi ve gailesi olur. Ehl-i ukba ise, bir faaliyet yaparken ahireti gözetir, yapılan iş doğru mudur, günah mıdır, sevap mıdır ona bakar. Onun gayesi, nefsini cehennemden korumak, amel cenneti nimetleriyle nefsini lezzetlendirmektir. Ehl-i ukbanın kalbinde ise, amel cenneti nimetleri olan huri, gılman, köşk vb. teşvişi olur. Velhasıl Hak’tan gafil olup da esmaya varlık nisbet edenlerin kalbindeki pazar ya dünya, ya da ukbadır. Vesselam. Hak yoluna gidenler menhiyattan kaçarlar Şarab-ı aşk içenler her daim sekran olur Meslek-i Resul’e dahil olanlar, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi marifetiyle Allah aşkına mazhar olurlar ve aşk-ı ilahi zevk ve sarhoşluğuyla yaşarlar. Onların amelleri ise salih / güzel ameldir. Salih amel, Allah’ın emir ve yasaklarıdır ki, Hak aşıkları bu emirlere kesinlikle riayet ederler ve menhiyattan / yasaklardan kesinlikle kaçarlar. Aşıkların kalblerinde dünya ve ukba teşvişi olmayıp, onların kalblerinde daima Allah aşkının sarhoşluğu galip ve hakim olur. Buyruluyor. Fehmi şükret haline düştün güller bağına Ol gülistan içinde dost ile didar olur Şükür, nimete yapılır. Şükür, nimetin artmasını talep etmektir. Güller bağı, Hz. Muhammed s.a.v. ruhaniyetinin zahir olduğu evlad-ı Resul meclisidir. Bu itibarla, evlad-ı Resul-ü manevi olan Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap edip cümle meslek-i Resul ihvanına hitaben: ‘Şükret haline ki, kamil mürşidi bulup gülistana, yani gül bahçesi olan evlad-ı Resul meclisine dahil oldun. Nur-u Muhammed mazhariyetiyle ilahi sevgiliyi bulup, O’na kavuştun.’ diyor. Allah, her şeyin en iyisini bilir. 444 * * * 95 Her kime açılsa hicab hep gördüğü didar olur Gözüne sed olmaz serap hep gördüğü didar olur Hicap, perde demektir. Kulun halkiyeti, Hakk’ın varlığındandır. Fakat kul, bu şahadet alemine gelince kendi varlığının Hak’tan olduğunu unutur ve cehaletle fani olan, yani serap gibi yok olduğu halde var gibi görünen kendine ve cümle aleme vücut nisbet eder. İşte böyle bir kimsenin bu anlayışı, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbini görmesine ve ona kavuşmasına hicab / perde olur. Fakat kim ki, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olursa, onun gözünden serap olan nisbet varlık perdesi kalkar ve o hep ilahi sevgilinin güzel yüzünü görür. 445 Dünya ve ukbadan geçer vahdet ile kanat açar Şer ve sevabından geçer hep gördüğü didar olur Hadis-i şerifte “Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haramdır. Hakikat ehline ise, her ikisi de haramdır.” buyrulmuştur. Ehl-i dünya; bu alemdeki menfaati için haram - helal gözetmeyendir ki, bir iş yaparken sadece kar - zarar, mevki - makam vb. düşünür. Ki, böyleleri Ahireti, yani öldükten sonra dirileceğini hatırına getirmeyen kimse olduğundan, ahiret ona haramdır. Ehl-i ukba ise, bu alemdeki faaliyetlerini yaparken sadece dünya menfaatini düşünmeyip, ahireti gözeterek yaptığı işleri haram-helal meşruiyetine göre yapandır. Ehl-i ukba, günahlardan uzak olup, sevaba yakın olma gayretindedir ve nefsini cehennemden halas etmek, amel cenneti nimetleriyle nefsini lezzetlendirmek için kulluk yaptığından, dünya ona haramdır. Ehl-i hakikat ise, faaliyetlerinde haram ve günah asla işlememe gayretinde olup, şeriatın ahkamına, Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle riayet eder. Fakat bütün bunları, Allah emri olduğu için yapar. Çünkü ehl-i hakikat, kendinde ve cümle varlıkta mevcut olan Rabbine kavuşmuş olduğundan, onun nazarında Hak’tan gayrı olmaz. Bu itibarla ehl-i dünyanın ve ehl-i ukbanın hal ve anlayışı, hakikat ehlinde olmadığından, ona ehl-i dünya olmak da, ehl-i ukba olmak da haram olur. Bunu beyanla ‘Dünya ve ukba sevdasından geçen ehl-i tevhid-i hakiki, günaha asla yanaşmaz, sevabı kesinlikle yapar, fakat her fiili olduğu gibi sevabı da Hakk’a nisbet eder ve her tecellide ilahi sevgilinin yüzünü görür.’ buyruluyor. Söyler kelam bakar sana görmez gözü hiç masiva Vermiş gönül Hak’tan yana hep gördüğü didar olur Beyazıt-ı Bestami Hazretleri “Ben otuz senedir Hak ile konuşuyorum. Halk ise, halk ile konuşuyorum zannediyor.” Buyurmuştur. Kulla Rabbi arasındaki perde kalkarsa, o kul Hakk’ın mevcuttaki varlığına kavuşur ve o hep Hak’la olur. Böyle bir kulun gözü Hak’tan gayrı, yani masiva görmediğinden, onun gönlünde gayriyet olmaz. O, Hak’la söyler, Hak’la işitir ve o hep Hak’la olup, daima Rabbin güzel yüzünü görür. Ol sırra ermiş mutlaka kalbi secde etmiş Hakk’a Seyranı var Kaf’tan Kaf’a hep gördüğü didar olur 446 Sır; gizli, görünmez, bilinmez olandır. Kendimizde ve görünen cümle varlıklarda Hakk’ın mevcudiyeti vardır. Fakat bilinmez ve görünmez bir sırdır. İşte hangi kul, daim zikir ve tevhid-i hakiki keşfiyle fenafillah kemalatına mazhar olursa, o kulun kalbi Hakk’a secde etmiş ve secdenin hakikatine ermiş olur. Çünkü secde, kulun Allah karşısındaki en tenezzüllü, yani yokluğunun halidir. Fenafillah kemalatı, kulun hiç bir nisbet varlığı olmadan kendinin ve cümle alemin mevcudiyetinde Hak’tan gayrı görmemesi olup, kulun yokluğuyla Hakk’ın varlığına secdesidir. İşte böyle bir secdeyle kul, kendinde ve cümle varlıkta sır olan Rabbine kavuşmuşsa, o kendi benlik Kaf’ında ve cümle alem Kaf’ında daima mahbubu olan ilahi sevgilinin yüzünü görür. Görmez hiç ol nar-ı azab geçmeyecek köprü sırat Dünyada çün vermiş hesab hep gördüğü didar olur Kur’an-ı Kerim’de “O gün geldiğinde, siz üç sınıfa ayrılacaksınız. Biri uğurlular (ashabı meymene) dır. Uğurlular ne iyi haldedir. Diğeri uğursuzlar (ashabı meş’eme) dir. Uğursuzlar ne kötü haldedir. Ve (sabikun) ileri gidenler, hedefe varanlardır. İşte (mukarribun) Allah’a yakın olanlar onlardır” (Vakıa, 7-11) buyrulur. İşte bu ayetlerden anlaşılan, alem-i ahirette insanların üç hal üzere olacaklarıdır: Uğursuzlar / günahkarlar; uğurlular / sevapkarlar olup; hedefe varanlar ise, yaradılışının yüce hedefine ulaşan ehl-i kemaldir. Bu alem imtihan alemi olduğundan her kul, bu alemde imtihana muhataptır ve imtihanın neticesini ahirette görecektir. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de “O gün insanlar, yapıp ettikleri kendilerine gösterilsin diye kümeler halinde ortaya fırlayacaklardır. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür.” (Zilzal, 6-8) buyrulmuştur. Ki, herkes bu alemde yapıp işlediği günah ve sevap oranında ahirette hesaba muhatap olur. Görülen hesapta günahı çok olanlar cehenneme ve azaba, sevabı çok olanlar ise cennet nimetlerine ve mükafata muhatap olacaklardır. Böylece herkes, amel defterindeki sevap ve günahın hesabını vererek azaba veya mükafata muhatap olacaklardır. Ehl-i kemal olarak hedefe varanlar ise, bu alemde daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olanlardır. Bunlar günah ve kötülüğün her türlüsünden uzak olma gayretiyle yaşayıp, haram ve günah işlemezler. Bu itibarla bunların hesap defterlerinin günah tarafı boş olur. Ehl-i kemal her türlü iyiliği ve sevabı işleyip, amel-i salih olan, yani her türlü güzel işleri yaparlar. Bunlar kimseye kötülük yapmadıkları gibi, kötülük yapmayı dahi düşünmezler, tasarlamazlar. Çünkü zikr-i 447 daim onları uyanık tutar ve bu sayede onlar, kulu günaha yaklaştıran gaflete düşmezler. Ehl-i kemal tevhid-i hakiki irfaniyetiyle her fiilin failinin Allah olduğuna arif olduklarından, yaptıkları amel-i salihi ve sevapları, hep Hakk’a nisbet ederler. Böylece, hedefe varan ehl-i kemalin, hesap defterinin sevap sayfası da, günah sayfası gibi boş ve tertemiz olur.Hadisi şerifte buyrulan ‘Hesap günü gelmeden hesabınızı görün.’ mazharıyetiyle ehl-i kemalin defterinde hesabını verecekleri sevapları ve günahları olmadığından, onlar sırat köprüsü, sorgu ve suale muhatap olmazlar. Çünkü ehl-i kemal, bu alemde nisbet kayıtlardan arınıp, Hakk’a vasıl olduklarından, onlar beden varlığından ayrıldıktan, yani bu alemden göçtükten sonra aslına, yani Hakk’a yükselip Hak’la Hak olurlar. Allahualem. Bunlardır Hakk’ın kulları takdire bağlı işleri Kur’an okur hep dilleri hep gördüğü didar olur Hadis-i şerifte “Kur’an ve insan ikiz kardeştir.” buyrulur. Kur’an’la insanın ikiz kardeş olmaları, Hakk’ın ef’alinin, sıfatının ve zatının sırrını taşımalarındandır. Hakk’ın has kulları olanlar, makam-ı insana ulaşan insan-ı kamildir. Ki o, halkiyetinin yüce gayesine ulaştığından, potansiyelinde mevcut olan Kur’an’ın sırrı onda aktif olur. Bu itibarla, ehl-i kemalden Kur’an harici bir hal ve anlayış meydana gelmez. Onlar daim zikir uyanıklığı ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle, her işte Allah’ın fail olduğunu ve her işin Allah’ın kudretiyle zahir olan takdiri ilahi olduğunu keşfetmiş olduklarından, her tecellide Rabbin güzel yüzünü görürler, buyruluyor. Fehmi’ye ol haldaş olur yoluna ol can baş verir Sırrına ol sırdaş olur hep gördüğü didar olur Herkesin en ala ve en güzel kulluğu, Rabbinin didarını, güzel yüzünü görmesidir ve O’na vasıl olup kavuşmasıdır. Kulluğun en yüce mertebesi budur. Çünkü Rabbine vuslat kulun yaradılışının amacı olduğundan, kulu bu keyfiyetten daha ziyade mutlu edecek başka hiç bir mertebe olmaz. İşte bu kemale ulaşmak için, can-baş vermek gerek, yani meratib-i tevhid müşahedesiyle kulun, nisbet varlığından geçip, yokluğa yani fenafillah irfaniyetine ulaşması gerektir. Bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri ‘Fenafillah keşfine ulaşanlar, benim haldaşlarım ve sırrıma sırdaşlarım olup, bilirim ki onların gördüğü, hep mukaddes sevgili olan Rabbin güzel yüzüdür.’ buyuruyor. 448 * * * 96 Edelim Hakk’a hamdiyyet Vücuda geldi hürriyet Böyle bir gün gördü millet Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur 449 Kur’an ayetlerinin sırf batın anlamı olanları ve sırf zahir anlamı olanları olduğu gibi, hem zahir hem de batın anlamı olanları vardır. Hadis-i şeriflerin de aynı şekilde anlamı zahir / açık olanlar, anlamı batın / gizli olanlar ve anlamı hem açık hem de gizli olanları vardır. Velilerin kibar-ı kelamları da aynı şekilde; açık anlamlı, gizli anlamlı ve hem açık hem de gizli anlamlı olur. İşte kamil bir mürşid olan Fehmi Efendinin, bu beyitlerdeki beyanları, hem zahire hem de batına hitap eden kibar-ı kelamdandır. Bu itibarla beyitlerin zahir anlamı şöyledir: Allah’a hamd edelim ki, belli bir aşiretin, sülalenin yönetiminde olan millet, hürriyete, özgürlüğe kavuştu. Padişahlık idaresi sona erdi, belli soydan, sülaleden olmakla imtiyaz sahibi olma dönemi bitti. Herkesi becerisine, liyakatine göre değerlendiren, herkese seçme seçilme hakkı tanıyıp, halkın ülke yönetimine katılmasını sağlayan cumhuriyet idaresini ve hürriyeti gördük. Millet cumhuriyet rejimine kavuştu, demektir. Beyitlerin batın manası ise şöyledir: Şeyhlerin ve nakıs mürşitlerin tasallutundan, onlara bağlanıp ruhbanlar gibi onları rabıta yapmaktan; samimi insanları oyalayıp, kulun yaradılışının yüce gayesine ulaşmasına engel olup, Hakk’a vuslata giden yollarını kesen, aşk ehlini soyup, onlardan beşeri menfaat elde eden şeyhlerin ve tarikatçıların hakimiyet ve tasallud-u şerrinden, Hak aşıkları ve talipleri, Melamiliğin piri Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin zuhurundaki kemalat ve irfaniyetle kurtuldular. Aşıklar Hz. Pir’in meslek-i Resul-ü Melamiyye telkini olan irşadıyla, kulluğun kemali hürriyetine, yani fenafillah ve bekabillah marifetine ulaşıp, rabıtasını Rabbine vuslatla yapıp, Rabbine kavuşma zevkine mazhar oldular. Demektir. Yeni meclis meb’us oldu Bütün alem memnun oldu Eşkıyalar nabud oldu Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur Zahir / açık anlamı: Padişahlık rejimlerinde, padişahın mutlak hakimiyeti vardır. O, ne derse yanlış da doğru da olsa, herkes padişahın söylediğine uymak zorunda olup, fikir beyan edemezdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu, milletin hür iradesi ile kendi içinden seçerek gönderdiği milletin gerçek temsilcileri, milletin meclisinde toplandı. Fakat Millet Meclisinin oluşmaması, cumhuriyetin kurulmaması için, eski padişahlık rejiminden beşeri, siyasi menfaat sağlayan, kimi din adına, kimi halifelik adına; kimi ülkeye tasallutta bulunup işgal eden Hıristiyan haçlı emperyalistlerin beslemeleri olup, haçlılar adına, kimi 450 şahsi ekonomik çıkarı adına hareket eden tüm eşkıyalar, tesirsiz hale getirilip nabud / yok oldular.Millet ise, kendi meclisinin açılmasından memnun oldu demektir. Batın manası ise: İnsan-ı kamil olmayan ve makam-ı insandan gafil şeyhlerin, mürşidlerin ve önderlerin bulunduğu meclislerde kimseler konuşamaz ve fikrini beyan edemez. Onların olduğu yerde konuşmak, eksiklik, teslimiyetsizlik ve edepsizlik olarak değerlendirilir. O meclistekilerin kalblerine şeyhin nazar edip baktığını ve her ne lazımsa onu söylediği telkin edildiği gibi, müride; mürşidinden zuhur eden her sözü, fiili ve davranışı tereddütsüz kabul etmesi telkin edilir. Şeyhinin iyi veya kötü her ne yaparsa yapsın, bir hikmeti olduğu söylenip, müridden kabul etmesi istenir, vesselam. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin zuhuruyla hasıl olan kemalat ve marifet mazhariyetiyle ehl-i aşk ve hak yolcuları; böyle sahtekar, nakıs / eksik, kemalat ve irfaniyetten mahrum mürşit kılığındaki eşkıya şeyhlerin zulmünden kurtuldular. Meslek-i Resul’e dahil olmakla, Nur-u Muhammed’in zuhuruna mazhar olup, evlad-ı Resule karıştılar ve onlar da evlad-ı Resul-ü manevi oldular. Hak yolcuları ve aşıklar, yaradılışın yüce gayesine uygun kulluğa ulaşabilmek için, ehl-i kemal ve ariflerin meclisinde makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar oldular. Her türlü müşkül ve dertlerini o mecliste açıkça, defalarca ve serbestçe sordular, cevaplandılar, böylece deva bulup makam-ı insana terakki ettiler, kamil bir insan oldular. Asr-ı saadette ashab, Hz. Peygamber Efendimize hep müşküllerini serbestçe sorardı ve sorması teşvik edilirdi. Kadınlar da gelir soru sorarlardı ve cevap alırlardı. Bazen vahyin zuhuruna sebep olurlar, vahiyle aydınlanırlardı. Hz. Peygamber Efendimizin meclisi, karşılıklı sorucevap şeklinde olup, onun meclisinde öyle uzun uzun saatlerce vaaz, konferans verilmezdi. Hadis-i şeriflere baktığımızda en uzun hadisin bir sayfa kadar olduğu görülür. Mesela, Veda Hutbesi gibi. Velhasıl Hz. Resulullah’ın huzur-u meclisi, herkesin hürriyet içerisinde soru ve cevap ortamının olduğu ve herkesin fikrini serbestçe beyan ettiği bir meclisti. Bugün dahi, Mesleki Resul-ü Melamiyye’de Hz. Pir’in halifesi olan kamil mürşidin huzurunda, herkesin hür iradesiyle fikirlerini beyan edebildiği meclisler mevcuttur. Melamilerin meclisleri, her türlü sualin, derdin, müşkülün serbestçe beyan edilip, serbestçe cevaplanabildiği meclisler olması gereklidir. Çünkü Hz. Pir vasiyetinde “Tefekkür katili olmayın.” buyurmuştur. Velhasıl hidayet-i Nur-u Muhammed’in zahir olduğu ehl-i kemalin meclisinde, Hak talipleri ve ehl-i aşk rahat ve memnun olup zevk-i ilahi ile zevklenirler. Bu mecliste nakıs şeyhler, sahte mürşidler barınamaz. Çünkü onlar, o meclisteki ehl-i zikrin, ehl-i 451 kemalin ve ariflerin suallerinden, her ihvanın serbestçe fikir beyanından rahatsız olurlar ve o meclisten uzak durup kaçarlar. Bu itibarla nakıs şeyhler ve mürşitlik yaparak siyasi ve beşeri menfaat sağlayan eşkıyalar, ehl-i kemalin meclisinde barınamayıp nabud / yok olurlar. Niceler kasdına vardı Çare yoktur ilan oldu Bunu ihvan ayan gördü Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur Zahir mana: Evvelki beytin açıklamasında beyan edildi ki, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasına engel olmak için, ülke içinden ve dışından pek çok gayret gösterildi. Mustafa Kemal Atatürk’e ve Kuva-yı Milliye’ye engeller çıkarıldı. İşgalcilerin tayyareleri ile millete bildiriler dağıtılıp, Türk milleti Atatürk ve Kuva-yı Milliye aleyhinde kışkırtıldı. Bu ve benzeri bir çok faaliyetler yapıldı. Fakat bütün bu gayretlere rağmen şer güçler başarılı olamadılar ve Allah’a hamd olsun TBMM açıldı, cumhuriyet kuruldu, Türk milleti bunu açıkça görüp şahit oldu. Batın manası ise: Bu asrın yenileyicisi olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin ve onun varisi olan ehl-i kemalin irşad faaliyetlerinden, ehl-i tarikat ve özellikle tekke, tarikat, cemaat yapılanmalarıyla beşeri, şahsi menfaat temin edenler çok rahatsız oldular ve halen olmaktadırlar. Çünkü onlar, insan-ı kamilin taklitçileri olup, mürşid-i kamilin irfaniyet ve kemalatla olan irşadından kendileri gafil olup, o irşaddan nasiplenmemiş nakıs / eksik kimseler olduğu için, Hz. Pir’in varislerinden ve ehli kemalden çok rahatsız olurlar ve onları sevmezler. Prizren Rahoves’teki Hz. Pir’in halifelerinden Malik Hilmi Hazretlerinin tekkesi, tarikatçılar tarafından kurşunlanmıştır. Kurşun izleri yakın zamana kadar mevcuttu. Tarikat ve cemaatlerden beşeri menfaat sağlayanlar, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olan meslek-i Resul-ü Melamiyye irşad ve irfaniyetine mazhar olan ehl-i kemali sevmezler. Her ne isim ve unvanla olursa olsun, mesela olgun mürşid, veliyullah, zamanın gavsı vb. isim ve unvanlarla ortaya çıkan ve çeşitli enformasyonla halka takdim edilen önderler, şeyhler ve sahte, nakıs mürşitler; nakıslığını / eksikliklerini ortaya çıkarır endişesiyle, ehl-i kemalden rahatsız olup çekinirler. Falanca geçmiş büyüğün bugünkü temsilcisiyim, fişmanca büyüğün yolu budur deyip, bu tür faaliyetlerle ehl-i aşkın ve samimi müminlerin gönlünü iğfal ederek onları kendine bağlayıp, açık şirke gark ederek, iman özürlü hale getiren ve onlardan beşeri, siyasi her türlü menfaat sağlayanlar, Hz.Pir’in irşadına mazhar olmuş kamil insanı sevmezler. 452 Çünkü insan-ı kamil olan mürşidin, hiç bir beşeri, siyasi beklentisi ve menfaati olmadığı gibi, irfaniyeti ile, halka musallat olan sahte şeyhlerin, toplulukların, cemaatlerin iç yüzünü açığa çıkarır. Bu itibarla ehl-i kemal, sahtekar, nakıs mürşid ve cemaatçilerin, tarikatçıların tepkisine, kastına muhatap olurlar, vesselam. Fakat Hakk’ın talibi ve aşk ehli olan müminler, insan-ı kamilin zuhurundan memnun olurlar. Onun ilim ve irfaniyet yüklü sohbet ve irşadından istifade ederler. Onun kadrini kıymetini bilip, ehl-i kemalin varlığından keyif alırlar. Demektir Allahualem. Bize pir eyledi himmet Kalmadı ucb ile zulmet Kamu işler Hakk’a nisbet Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin zuhurundaki irşad yardımıyla / himmetiyle; kendimizi büyük, yüksek görüp beğenmekten, başkalarını ise hor ve küçük görmek cehaletinden kurtulduk. Kendi nisbet faaliyetimizin yokluğunu / fenasını anlayıp, Kur’an’daki “Bütün işler Allah’ındır…” (Ra’d, 31) “Sizi de fiilinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) ayetlerinin sırr-ı mahiyetine, tevhid-i ef’al müşahedesiyle, ef’al-i ibadiyi ef’al-i ilahide ifna ederek, yani kulun fiillerini Allah’ın fiillerinde fena / yok ederek, cümle işlerin failinin Allah’ın olduğu bir irfaniyete ulaştım, buyruluyor. Bugün oldu cumhuriyet Kalmadı harice minnet Oturdu tahtına millet Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur Zahir manası: Cumhuriyet; belli bir sınıfın, belli bir kabile ve aşiretin yönetimini reddeden halkın, kendi kendisini liyakatle, yani ehil olanlar ile yönetmesidir. Kur’an-ı Kerim de “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git…” (Al-i İmran, 159) “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır…” (Şura, 38) ve “Şu bir gerçek ki, Allah size, emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) buyrulur. İşte bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi Kur’an-ı Kerim “şura’yı / meclisi” emrederek, halka danışmayı, seçme ve seçilmeyi, yani ehil olanlar tarafından halkın idaresini öngörür. Bu itibarla Kur’an’ın açık emri olan ve Hz. Peygamber Efendimizin uyguladığı idare sistemi cumhuriyet olup, halkın kendi meclisini kurarak 453 ehil olanlar tarafından yönetilmesidir. Çünkü o zamana kadar aşiretler, kabileler ve onların reisleri toplumu yönetiyordu. Onlar ne derlerse o oluyordu, kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah vb. oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. Hz. Resulullah Efendimiz, bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan sopundan dolayı üstün olmayacağını söyledi, her türlü emanetin ehil / layık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurdu ve uyguladı. Hz. Peygamber Efendimiz, bu uygulamalarıyla cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı. Kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir veya reisi işaret ederek, şu sahabe veya bu sahabe devletin reisi olsun, demedi. Şurayı / meclisi, yani halkın ehil / layık olanı seçerek emir el mü’minin, yani halkın başkanı olunmasını tavsiye ve işaret etti. Halbuki o zaman Hz. Peygamber her kimi işaret etse idi, tereddütsüz o kimse emir-el mü’minin, yani devletin başkanı olurdu. Hz. Peygamber Efendimizden sonra, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, hatta Hz. Hasan’ın emirliği / başkanlığı, hep şura / meclis kararıyla, olmuştur. Bunlardan hiç birisi kendi oğlunu veya kardeşini, soyundan geleni tavsiye etmemiş ve emir yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine “Oğlun Hz. Hasan’ı emir yapalım mı?” diye sorduklarında, Hz. Ali cevaben “Benim oğlum olduğu için yapmayın, ehil ve layıksa öyle yapın.” demiştir. Bu uygulama, ta Muaviye gelinceye kadar devam etmiştir. Muaviye, Hz. Peygamberin bıraktığı şurayı / meclisi, yani halka danışmayı kaldırarak, oğlu Yezid’i kendisinden sonra emir, padişah yaptı. Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber’in apaçık uyguladığı şura / meclis mirasını, cümle ehl-i kemal olan sahabelerin ve ehl-i irfanın itirazlarına rağmen, Hz. Hüseyin’in, Ehl-i Beytin şehit edilmeleri pahasına, şahsi ve kabilesinin menfaati için yıkıp iptal etti. Buna karşı gelenleri sürgün etti, şehit etti, vesselam. Emevilerden sonra kurulan İslam devletlerindeki yönetim ve idareler, genellikle kabile ve aşireti esas olan bir yapı üzerine kuruldu. Bu uygulama, yaklaşık 1250 yıl, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ün emri ile TBMM dışına büyük bir pankart ile “İşleri ve yönetimleri aralarında şura iledir.” Ve ‘Emanetin ehillere verilmesi...’ mahiyetindeki ayetler asılmıştır. Böylece Muaviye’nin yıkıp kaldırdığı, Kur’an’ın emri ve Hz. Resulullah’ın mirası olan şura / meclis, yani halka danışarak, herkesin seçme ve seçilme hakkının olduğu cumhuriyet idaresi; tekrar Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile kurulmuş oldu. Velhasıl cumhuriyet, Kur’an emridir. Cumhuriyet, Hz. Peygamberin mirasıdır. Cumhuriyet Ehl-i Beyt’in, Evlad-ı Resul’ün davasıdır. Cum454 huriyet Atatürk ve arkadaşlarının Türk milletine hediyesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadrolardan, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, cümlesinden Allah razı olsun, ruhları şad olsun. İşte Hasan Fehmi Hazretleri, bunu beyan ederek “Bugün oldu Cumhuriyet / Kalmadı harice minnet / Oturdu tahtına millet...” diyor. Batın mana ise şöyledir: Hz. Pir’in zuhurundaki irşad ile tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine mazhar oldum. Cehaletle kendime ve aleme nispet ettiğim cümle varlığın yokluğuna, fenafillah müşahedesiyle ulaştım. Bekabillah marifetiyle vahdetin kesreti olan halkı zahirinde, Hakk’ı batında müşahedeyle; Cenab-ı Hakk’ın halk yüzü zuhura gelip fena-yı ruh, beka-yı sır zahir oldu. Demektir. Oldu bir bayram inde’n-nas İttihad-ı mecmuu’n-nas Yeni elbiseler libas Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur Zahir anlamı: Türk Milletinin birlik ve beraberliği ile yepyeni bir anlayışla, asırlardır devam eden aşiret ve kabile yönetiminin yerine, cumhuriyet kabul ve ilan edildi. Bu tarih aynı zamanda hem milletin gönlünde, hem de kanunen Cumhuriyet Bayramı olarak kabul edildi. Cumhuriyet Bayramı o günden bu yana kutlanmaktadır ve kutlanacaktır, demektir. Batın manası ise: Vahdetin kesret-i zuhuru olan halk, Hakk’ın vahdaniyetiyle ‘bir’liğiyle çelişmez, vahdet-i vücuda ters gelmez. Çünkü bu halk olan kesret, Hakk’ın kendi bedeninden zuhur etmesiyle meydana gelir, ki bu kesret gizli şirk değildir. Bu, tevhidle çelişmeyen ittihat mertebesidir ki “Bir’in kendi ikiliği olan bu keyfiyet, Bekabillah marifetidir. Her kim bu keşf-i marifete ulaşırsa, Cenab-ı Hakk’a nevafil yakınlığı ve neşesi olan bir bayram idrak ederek, yeni elbise olan, kurb-u nevafil makamının irfaniyetine ulaşır. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. Kelam-ı Talibi billah Bize ihda etti Mevla Bunu bilmezdi şeyh u şah Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında zahir olan irşadla, zikr-i daim ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetine mazhar oldum. Ki, bu Mevla yani dost olan Allah’ın bana hidayetiyle olan bir hediyesidir. Her kim, Hz. Pir’in irşadı olan meslek-i Resul-ü Melamiyye marifetine 455 ulaştı ise, bu hidayet hediyesine mazhar olarak makam-ı insana ulaşır ve insan-ı kamil olur. Pir Seyyit Muhammed Nur’un zuhurunu dikkate almayan ve meslek-i Resul-ü Melamiyye irşadından nasiplenmemiş ve Cumhuriyet’ten rahatsız olan şeyhler, sahte-nakıs mürşidler, halifelik ve padişahlık sevdasındakiler, bu hidayet ihsanı olan hediyeyi anlamadılar. Çünkü bunlar makam-ı insandan gafil olduklarından, Hakk’ın hidayetle zuhur-u ihsanı olan insan-ı kamilin kemalat ve marifetini bilemezler. Demektir. * * * 97 456 Ey zahid gel zühdünü bırak sultan-ı aşka ulaş Nefsin askerini mağlup eyleyip Hakk’a ulaş Zahidin zühtü şudur: Beş vakit namazla yetinmeyip, daha fazla ibadet yapar ve herkesten daha fazla namaz kılar. Sonra bakar ki kendisi gibi yapan yoktur, kendini farklı görerek beğenir. Böyleleri dini kıyafet adı altında toplumun genel kabullerinden farklı kıyafetler giyer, dini açıdan sadece avret mahallini örtmekten ibaret olan giyim ve kuşam konusunda, kendisini halktan farklı gösterecek şekilde kıyafetler düzerek giyinir. Sonra halka bakar. Kendisi gibi şekil, suret düzen azdır, ya da yoktur. Bundan gururlanarak kendini beğenir ve kendisi gibi fazla ibadet etmeyenleri, şekil ve suret düzmeyenleri hakir ve küçük görür. İşte zühd, böyle olup, bu halin sahibi zahiddir. Kur’an’da “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme, yer yüzünde kasılarak yürüme, çünkü Allah kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman, 18) beyanı vardır. Zahidin kendisi gibi olmayanları küçük görüp de kibirlenmesi, onun kulluğunu nefsaniyetin, yani nefs askerinin kuşatmış olmasındandır. İşte böyle bir hal ve anlayış, kulu kemale erdirip Rabbine ulaştırmaz. Kulu Rabbine kavuşturacak olan Allah aşkıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ey zahid gel, alemlerin sultanı olan Allah aşkına ulaş da, kendi nefsini aziz tutmak gibi olan halini terk edip, bu tür düşünce ve davranışlarını ilahi aşkla mağlup et ki, Hakk’a ulaşıp kavuşasın.’ diyor. Mescide varmak değil mi huri cennetten garaz Cennet-i irfana dahil olmayan bulmadı aş Daha evvel ki beyitlerin açıklamasında beyan edildi. Cennetler ikidir: Biri amel cennetidir ki, kul bu alemde işlediği güzel ameller ile ahirette cennet-ül amele dahil olur ve o cennetin nimetlerinden nefsini lezzetlendirir. Diğeri ise irfan cennetidir; kul bu alemde zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle irfan cennetine dahil olur ve bir daha oradan çıkmaz. Yani oraya dahil olan kul, hangi alemde olursa olsun daima irfan cenneti zevkiyle yaşayıp zevklenir. Bu itibarla, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetinden mahrum olanların kulluğu, ibadeti, sevaplarla amel cenneti nimetlerine kavuşmak için olduğundan, böyleleri bu günkü cennet-ül irfana dahil olamazlar, irfan cenneti zevkiyle gıdalanamazlar. Üç bölüktür muttakiler Hakk’a abid oldular Üçü üç türlü hevesle koydular secdeye baş 457 Allah’a kulluk yapanların kulluklarındaki amaç, üç hal üzeredir: Bu üç hal dahilinde secde ederler, kulluklarını ifa ederler, buyruluyor. Biri dünyada malı çok olsun eyledi dua Biri cennet arzusunda kendine verdi telaş Bu üç hal üzere kul olanlardan biri ehl-i dünyadır ki, onun ibadetten, kulluktan maksadı ve duası, hep dünya maişetidir. Diğeri ehl-i ukba olup, ibadetlerini, kulluğunu, nefsini cennet-ül amel nimetlerinden lezzetlendirmek gayesi ile yapar, telaş eder. Biri dünya ve ukba sevdasından geçtiler Hak rızasında ibadet eylediler bi telaş Üç hal üzere olanlardan bazıları ise, kulluklarını; ehl-i dünya gibi dünya malı artsın diye yapmadığı gibi, ehl-i ukba gibi nefsini amel cenneti nimetlerinden lezzetlendirmek için de yapmazlar. Onlar telaş ve gösteriş yapmadan, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için ibadet yaparlar. Yani onların kulluğunun yüce gayesi, Allah rızasıdır, buyruluyor. İki kısımdır Hakka arif olan hem ehl-i aşk Birisi kılmaz namaz Hak emrine eğmedi baş Mekteb-i irfana dahil olup, mürşid-i kamilin telkin ve tarifine muhatap olanlara arif ve ehl-i aşık denir. Bunlardan bazıları mürşid-i kamilin telkinine muhatap oldukları halde, o telkinin irşad ve irfaniyetine ulaşamazlar. Çünkü bunlar, mürşid-i kamilin telkinini imam edip de ona uyup riayet etmezler, emr-i ilahiye uymazlar, Allah’ın yasaklarından kaçmazlar. Bunlar abdest, namaz, oruç vb. ibadetleri ifa etmedikleri gibi, Allah’ın yasak ettiklerine de yanaşırlar. Bir de bu hallerini alem-i halka bir irfaniyetmiş gibi gösterip lanse ederler. Ayetleri, hadisleri ve velilerin sözlerini, çeşitli tevillerle çarpıtarak abdestsizliği, namazsızlığı, oruçsuzluğu bir marifet ve kemalat olarak ifade ederler. ‘Ben daim namazdayım, daim oruçtayım, her daim abdestliyim...’ gibi beyanlarla, vakit namazlarını kılmayı, ramazan orucunu tutmayı gereksiz görürler. Bunları, şeriat ehilleri ve avam tarafından yapılan ve yapılması gereken ibadetler olarak değerlendirirler. İşte bunlar, mekteb-i irfanı buldukları halde o mektebin irfaniyetinden irşad olamamış, nasiplenememiş zındıklardır. Bu zındıklardan bazıları ise, itikatları diğerleriyle aynı olduğu halde, namaz kılarlar. Fakat ‘Neden namaz kılıyorsun?’ diye sorulduğunda, halk-ı alem 458 bir şey deyip tenkit etmesin diye kıldıklarını söylerler. İşte bunlar da aynen diğerleri gibi zındıktır. Çünkü zındıklık, amelde olmayıp itikattadır. Bunlar, Kur’an’ın beyanı ile “Kalbleri eğri ve bozuk olanlardır…” (Al-i İmran-7) Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, böyle zındıklar hakkında, Niyazi Mısri Divanı Şerhinin 289. sayfasında: “Bir taife var, onlara taifeyi batıniye tabir olunur. Kur'an’ı yalnız enfusa hasrederler: Oruç dahil Allah’ın farz ettiklerini ‘murat enfusidir’ deyip zahirini afakını inkar ederler. ‘Cebrail, akl-ı Resuldür. İsrafil himmet-i Resul’dür. Yoksa öyle Cebrail’in, İsrafil’in aslı yoktur, bunlardan gaye / murat enfusi anlamlardır.’ der ve afakı inkar eder. İşte taife-yi zındık gibi bunlar kafirdir. Halbuki Kur'an’ı yalnız enfusa hasreden küfreder.” buyurmuştur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, mekteb-i irfana dahil olup, mürşid-i kamilin telkin ve tavsiyelerine muhatap olduğu halde kendilerini arif ve ehl-i aşk olarak niteleyen ve cahiller tarafından arif, aşık zannedilen, telkini nefsine uydurup irşad olamamış bu zındık taifesini beyanla ‘Hak emrine eğmedi baş.’ diyor. Arif olan emr-i Hakk’a eylemez asla hilaf Dinini ifa için Hak yolunda eyler savaş Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Şeriatsız ne tarikat, ne de hakikat olur. Şeriata muhalif olan, tarikata ve hakikate dahi muhaliftir. Çünkü şeriat, beyan-ı ilahiyedir.” Buyurmuşlardır. Mekteb-i irfan telkiniyle irşad olan arif, Allah’ın emir ve yasaklarına asla muhalif olmaz. Arif, dinin zahiri emir ve yasaklarını, hakikatin zuhuru olan marifet olarak görür ve değerlendirir. Çünkü dinin ahkamını Kur’an, Hz. Resulullah’ın sünneti, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi vb. gibi arifibillah ve ehl-i kemalin fetva ve görüşleri meydana getirmiştir. Hiç bir arif ahkama uymamazlık etmez. Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemez. Tüm insanlar Allah’ın emir ve yasaklarını terk etse, arifler asla terk etmez. Çünkü ahkama uymak, ariflerin kemal ve marifetlerinin dahilidir. Arifin en çok korktuğu şey, marifetullahtan ayrı kalıp uzak olmasıdır. Hadis-i şerifte ‘Nefsle cihat, büyük cihattır.’ Buyrulmuştur. Arif ve ehl-i kemal, her nefeste, her an zikr-i daimle gaflet ve cehalete karşı cihad-ı ekberdedir, yani büyük savaş vermektedir. Birisi ehl-i namazdır emr-i Hakk’ı bildiler Hak rızasın buldular attırmadılar dine taş 459 Hz. Pir Efendimizin ilk halifelerinden Hacı Kadir Bey Hazretleri “Allah kulun iradesine ve fiiline cebir kullanmadı.” buyurmuşlardır. Yani Cenab-ı Hak, kulu isteklerinde ve işlerinde serbest bıraktı, mecburiyete tabi tutmadı, demektir. Onun için Allah, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla kullara neyi isteyip yaparlarsa lehlerine, neyi yapmazlarsa aleyhlerine olacak olan emir ve yasaklarını bildirmiştir. Allah emrettiklerinin kul tarafından yapılmasından razıdır, yapılmamasından ise razı değildir. Allah, yasaklarına kulun riayetinden razıdır, yasaklarının kul tarafından çiğnenmesinden ise razı değildir. Allah’ın emirlerini çiğnemek günahtır, yasaklarını çiğnemek ise, haramdır. İşte mekteb-i irfan irşadıyla irfaniyet ve kemalata mazhar olanlar, kesinlikle bilerek günah işlemez ve kesinlikle harama yaklaşmazlar. Kemal Zurnacı Hazretleri: “Arif, nisbet varlığı olmayıp, Hakk’ın emirlerine harfiyyen riayet eden kuldur, Hakk’ın kölesidir.” buyurmuştur. Bu itibarla ‘Arifibillah ve ehl-i kemal olan kimse, Allah’ın emirlerine ve yasaklarına uyarak yaptığı kullukla, İslam dinine ve meslek-i Resul’e asla taş attırmaz.’ buyruluyor. Fehmi onlar iki yüzlü Zülfikar’ı çektiler Girdiler meydan-ı aşka kestiler binlerce baş Zülfikar, Hz. Ali’nin ucu iki çatallı olan kılıcının ismidir. Zülfikar, ilm-i marifeti remzeder. İlm-i marifet, kulun; Allah’ın vahdet ve kesret sırrını gönlünde cem etmesinin kemalatıdır. Bu itibarla Zülfikar’ın bir çatalı vahdet, bir çatalı ise kesret kemal ve marifetidir. Velilerden bazıları, bu kemalat ve marifete ulaşır. Fakat bir mürşid, eğer kamil ise, muhakkak bu kemal ve marifete mazhardır. Meydan-ı aşk, ehli kemalin meclisidir. Her kim ki, o meclisteki kamil mürşidin irşadına mazhar olursa, cehaletle elde ettiği anlayış ve zanları, mürşid-i kamilin irşadındaki marifetle kesilip atılır ve zan yerine irfaniyet hasıl olup, kemalat zuhur eder. İhvanın müşkülleri çözüldükçe irfaniyetin aydınlığı galip olur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Salikin cehaletinin eseri olan zan ve anlayışlarının binlerce başı, velayetin zülfikarı olan mürşid-i kamilin marifet kılıcıyla kesilir.’ buyuruyor. Allahualem. * * * 98 Gel hocam boş yere eyleme salış 460 Gördüğün seraptır fevkine danış Şol dolu bulutu gibi gürlersin Cehalet buzunu yağmura değiş Serap, sıcaklığın-hararetin tesiri ile meydana gelen ve aslı olmayan görüntülerdir, hayaldir. Yazın asfaltta giderken uzaklarda sanki su birikintisi varmış gibi görürüz, yol aldıkça böyle bir şeyin olmadığı anlaşılır. Çölde seyahat edenler de serap görür. Çölün harareti ile ilerisi su ve yeşillik gibi görünür, fakat ilerledikçe böyle bir şeyin olmadığı anlaşılır. İşte bunların hepsi hayal olup, göz yanılmasıdır, var gibidir fakat aslı yoktur. Kur’an’da “O’nun yüzü dışında her şey fanidir.” (Kassas, 88) ve “Her şey fanidir.” (Rahman. 26) buyrulur. Hakikatte Hakk’ın varlığından gayrı olan her şey, var gibi görünen seraptır. Yani ayetlerde beyan edildiği gibi fanidir / yoktur. Bunun anlaşılması için ehlini, yani kamil bir mürşidi bulup, daim zikir ve makamat-ı tevhid irşadına mazhar olunması gerekir. Ancak o zaman Hak’tan gayrı olan her şeyin serap olduğu anlaşılır. Hoca, genelde ilm-i zahirin alimlerine denir. Ehl-i şeriat ve zahir ulemaya göre, cümle varlığın müstakil vücudu olup, Allah’ın zatı cümle varlığın ve eşyanın haricindedir, mevhumdur. ‘Şol dolu bulutu gibi gürlersin’ sözüne gelince: Dolu yağarken gök çok şiddetle gürler ve buz parçası olan dolu, yağdığı yere faydadan çok zarar verir. İlm-i zahirin hocası, tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olduğundan, cehlin soğukluğuyla kendini ve cümle eşyayı Hakk’ın varlığından ayrı zanneder. Gürleyerek, yani yüksek sesle yaptığı vaaz, konferans ve nasihatleri, kulu yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine kavuşturmadığından, hakikat ilmine göre fayda vermez. Çünkü bu nasihatler, kulu kendi nefsinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine vasıl edecek olan bir kemalat ve marifet irşadı değildir. Yağmur ise rahmettir, iyiliktir, yağdığı her yere sayısız faydalar verir. Yağmurun, buz parçası olan dolu tanesi gibi değdiği yere zarar veren varlığı olmaz. Yağmur zerresi, değdiği yerde su olup suya karışır. Ki, bu aynı ehl-i tevhid-i hakikinin, kendi nisbet varlığını fena-yı ef’al, fena-yı sıfat ve fena-yı zat irfaniyetiyle Hakk’ın varlığında fena edip Hakk’a vuslat etmesi gibidir. Velhasıl Fehmi Efendi Hazretleri, ehl-i şeriat ve zahir uleması olan hocaya hitaben ‘Mevcuttaki Hakk’ın varlığından gafletle olan anlayış ve zanları terk et, tevhid-i hakiki kamili olan bir mürşide danış ve onun irşadıyla kendinin ve cümle eşyanın nasıl hayal ve serap olduğuna arif ol. Ki, dolu tanesi gibi olan nisbet varlığını, yağmur zerresi gibi eritip, kulluğunu yokluğa, fenafillah keşfi irfaniyetine ulaştır.’ diyor. Binip kürsüye va’zedersin halka 461 Hep doğru söylersin anlarsın yanlış Yağmur ol yere in benlik göğünden Sel olup nehirle deryaya karış Ulema-yı zahir, kulluk eder; fakat onun kulluk anlayışı, belli ibadetleri belli zamanlarda yapmaktan ibarettir. Zikrullah dendiğinde ise onun anladığı, adetle bazı Allah’ın esmalarını tesbihdir. Bu itibarla ulema-yı zahir olan hocanın kulluk edin dediğinde, söylediği doğrudur, fakat kulluğun hakikatine fenafillah keşfi irfaniyetiyle arif olmadığı için, kulluktan anladığı yanlış olur. Zikrullah telkinine mazhar olmadığından, zikrullah dediğinde söylediği doğru, fakat zikrullahtan anladığı yanlış olur, vesselam. Ehl-i zahir,daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid marifetiyle nispet benliğini fena etmeden, kulluğun kemaline ulaşıp insan-ı kamil olamaz.Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri,ilm-i zahir hocasına hitaben: Dosdoğru olan şeriattan vaaz edersin, şeriatın hakikatinden ise habersizsin. Benlik göğünden tenezzül et de, nisbet varlığını meratib-i tevhid keşfiyle eriterek, yağmur zerresi gib su ol. Tevhid-i hakiki irfaniyetiyle nehirleşerek, vahdet denizine karış, yani Hakk’ın ‘bir’liğiyle ‘bir’ ol buyuruyor. Güney ol güneşin tığından feyz al Yetişkin meyve ol kemale eriş Ki ilmin kemale ermek istersen Musa ol Yuşa’yla sen Hızr’a kavuş Kuzey soğukluk demektir, kuzeyden esen rüzgarlar havayı soğuturarak, buz’u ve don’u meydana getirir. Güney ise ılımanlıktır, güneyden esen rüzgarlar ve güneşin tığı / ışığı, donu ve buzu erittiği gibi verdiği sıcaklıkla meyveler gelişir, olgunlaşıp kemale erer. Bir kulu Rabbinden ayıran her ne anlayışı varsa kayıttır, nispettir; nispet ise cehalet ve zandır. Cehalet ve zan, ilim olmadığı gibi kulun nisbet benliğini, enaniyetini oluşturur. Bu aynen kuzeyin soğuk rüzgarlarıyla suyun donarak buz haline gelmesi gibidir. Güney ise ılımanlıktır, güneyden esen sıcak rüzgar ve güneş ışığı, berekettir. Ağaçlar güneydeki bu bereketle çiçek açar gelişir, meyveler olgunlaşır. Güney aynı zamanda yumuşak huyluluk ve tenezzül olup, aynen kamilden güneşin tığı, aydınlığı gibi açığa çıkan kemalat ve marifet irşadına teslimiyet demektir. Salik o irşada teslim olup telkine uyarsa, cehalet soğukluğuyla donmuş olan nisbet varlığı, fenafillah keşfiyle eriyip kemale erer ve insan-ı kamil olur, vesselam. Hz. Musa’nın, Yuşa ile Hızır’a gidişi, Kur’an’da şöyle beyan edilir: “Musa genç arkadaşına dedi ki; iki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan / dinlenmeden yürüyeceğim yahut seneler ve seneler 462 harcayacağım.” (Kehf, 60) Sonra Hz. Musa ve Yuşa iki denizin birleştiği yere geldiğinde “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik. Musa ona dedi ki; sana öğretilen ilmi / rüştü / kemalatı bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” (Kehf, 65-66). İşte Kur’an’da geçen bu meselenin bugünkü muradı ve hikmeti şöyledir: Bugünkü Hızır, ilm-i ledün yani ilm-i tevhid-i hakiki irfaniyetinin kamil mürşididir. Yuşa ise, salikin kamilin irşadına mazhar olmadan evvelki ilmi ve bilgisidir. Bu günün Musa’sı ise, tevhid-i hakiki irfaniyetini duyup da, o irfaniyetin kamilini kesin bir kararlılıkla arayan müriddir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri, ehl-i zahir hocasına hitaben ‘Sen de Hz. Musa gibi, mevcut olan bilgi ve anlayışlarınla yetinme, tevhid-i hakiki mazhariyeti için zamanın Hızır’ı olan kamil bir mürşide git ve onun irşadına mazhar ol, bu yolda Hz. Musa gibi kesin ve kararlı yürü.’ diyor. Deldir kayığı hem katlet gulamı Harabede kenzin setrine çalış Enbiya rumuzun bilmek istersen Bir kamil mürşidin eline yapış Hz. Musa Hızır’a kavuştuktan sonra birlikte yolculuk yaptılar. Yolculuk esnasında bir kayığa bindiler, fakat Hızır kayığı kırıp deldi. Kıyıya çıktıklarında Hızır, bir çocuğu öldürdü, katletti. Bir şehre geldiler, yiyecek içecek istediler, şehirde onlara yiyecek ve içecek veren olmadı, fakat Hızır şehirdeki harap olup yıkılmaya yüz tutmuş olan bir duvarı tamir edelim dedi ve tamir ettiler. Hz. Musa, gerek kayığın delinmesine, gerek çocuğun öldürülmesine, gerekse duvarın tamir edilmesine önce itiraz etti, sonra Hızır’la yaptığı ahitleşme gereğince sabretti. Sonra Hızır, Musa’ya; kıyıda kayıklara el koyan zalim hükümdarın beğenip de kayıkçıların o kayığını ellerinden almasın diye kırıp deldiğini ve öldürdüğü çocuğun, salih / iyi bir anne ve babaya sahip olduğunu, büyüyünce onlara zarar vereceğini, zarar vermemesi için onu öldürdüğünü söyledi. Yıkık duvarın yıkılması durumunda ise, duvarın altında iki yetime ait olan bir hazinenin açığa çıkacağını ve halk tarafından o hazinenin talan edilmemesi için duvarı yaptıklarını anlatıp izah etti ve sonra Hızır’la Hz. Musa ayrıldılar. İşte enbiya rumuzundan olan Hz. Musa’nın Hızır ile yaptığı yolculuğun zahiri özeti böyledir. Bugünkü muradı ve manası itibarıyla geminin delinmesi ise, bir kimsenin zamanın Hızır’ı olan kamil mürşidi bulup, ondan zikr-i daim ve meratib-i tevhid irşadına mazhar olmasıdır. Ki, kamilin bu telkin ve irşadına mazhar olan kulu nefs-i emmare olan zalim 463 hükümdar beğenmez ve onun kulluğunda hakim olup, hüküm süremez. Çünkü zikr-i daimle uyanan ve meratib-i tevhidin marifet suyu ile dolan bir kalbde nefs barınamaz, o kalbde ruh hakim olur. Ruh’un hakim olduğu kulda ise, daima hidayet üzere ikilik kabul etmeyen vahdet/bir’lik galip olur. Demektir . Çocuğun katledilmesi ise: Nefsin fenası ile zahir olan ruhun kendi kesretini açığa çıkarmasıyla, ruhun fena bulmasıdır. Hz. Pir, bu kemalata “Fena-yı ruh beka-yı sır.” diyor. İşte, sırrın zuhuru için ruh veledinin yani çocuğunun katli, yani fenası gerekir, vesselam. Harabedeki iki yetimin hazinesi ise şöyledir: Şehir halkı, şeriata tabi olan avam-ı nastır. Ehl-i kemal, avam ile görüşüp konuşur, fakat onlarla tevhid-i hakiki irfaniyet ve kemalatına dair sohbet/muhabbet edemediğinden, onlardan gıdalanamaz. Fakat ehl-i kemal, avamlıktan geldiği için avamın hal ve mertebesini bilir. Avamın mertebesi insan-ı nakıslıktır. İnsan-ı nakısın potansiyelinde, henüz açığa çıkmamış olan velayet ve nübüvvet sırrını içeren makam-ı insan hazinesi mevcuttur. İşte ehl-i kemal, bunu bilerek, makam-ı insan marifetinin avamda zahir olması ümidiyle onların mertebesine iner ve onlarla ahkam-ı şeriat ve Muhammedi ahlak çerçevesinde münasebet duvarı inşa eder. Ki zamanı vakti gelince, avamda gizli olan velayet ve nübüvvet hazinesi, makam-ı insan zenginliğiyle açığa çıkar da o zenginlikten muhtaç olanlar ihtiyacını giderirler diye. Velhasıl, Hızır’ın Musa’ya gösterdiği yıkık duvardaki define; her kişinin potansiyelinde mevcut olan velayet ve nübüvvet sırrını içeren makam-ı insanın kemalat hazinesidir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Zamanın Hızır’ı olan mürşid-i kamili bul, onun irşadı mazhariyetiyle deldir kayığı, katlet oğlanı ve harabede müşahedesine mazhar olduğun kemalat hazinesini Muhammedi bir kullukla gizle...’ diyor ve devamla ‘O zaman enbiyanın, yani peygamberlerin rumuzu sırrına da arif olursun.’ buyuruyor. Allahualem. Fehmi’nin sözleri sana hediye Kabul et sırrına ermeye çalış Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ey ehl-i şeriat ve ilm-i zahir hocası, ey bu satırları ve beyitleri okuyan kimse! İyi bil ki, bu sözler benim sizlere hediyem olup, hep hikmet yüklü ve senin kulluğunun kemale ermesi için çok lüzumludur. Bunları anlamaya çalış, ehline sor, soruştur, araştır ve sırrına ermeye gayret et...’ diyor. 464 * * * 99 465 Aşıklara aşkı Hak bahşeylemiş Vuslatın onlara ihsan eylemiş Cenab-ı Hak, kudsi hadiste: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı halk ettim.” buyuruyor. Bu beyandan da açıkça anlaşıldığı gibi, aşk herkesin yaradılışında vardır. Çünkü Allah, halkı yaratmayı muhabbetle yaptı. Muhabbet, Arapçada sevgi ve aşkın ifadesidir. Allah her bir oluş ve tecellide aşkla zahir olur. Bu itibarla herkeste mutlaka aşk vardır, fakat aşkını ağyare sarf eder. Ağyar, Hak’tan gayrı olandır. Ki, kimi karşı cinse, kimi tabiata, kimi cennete, kimi siyasete, kimi ticarete vb. gibi cümle oluşta muhabbet, aşk muhakkak vardır. Eğer bunlarda aşk olmazsa hiç bir şey açığa çıkmaz. İşte her kim ki, kamil mürşide gider ve onun irşadı olan zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, yaradılışından kendisinde mevcut olan aşkı, Hak aşkına dönüştürürse aşk-ı ilahiye dahil olmuş olur ve o kimseye ‘ehl-i aşk’ denir. Aşk-ı ilahiye mazhar olan bir kul ise, muhakkak Rabbine vuslat eder ki, bu Hakk’ın aşığa ihsan ve bahşişidir, vesselam. Aşık olan bunda gördü uhrayı ‘Mutu kable’ sırrın mahrem eylemiş Hz. Ali (kv) “Zannedersin suretin cirm-u sagir, sende cem olmuştur alem-i kebir.” diyor. Yani sen kendini küçük görürsün, fakat büyük alem sendedir, sende toplanmıştır. Niyazi Mısri Hazretleri ise: Kenz-i mahfi aşikar hep sendedir Yaz kış leyl ü nehar hep sendedir İki alemde ne var hep sendedir Gayre bakma sende iste sende bul Diyor. İnsanın makamı çok yüksek olup cümle alemlere camidir ki, bütün alemleri ihata eder. Uhra, ahiret demektir, makam-ı insan ahireti de ihata eder. Bir kimse, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle makam-ı insana mazhar olursa, o irfaniyetle haşrı neşri ve ahiretin mahiyetini bu alemde müşahede eder. Fakat aşık olan kulun bu irfaniyete ulaşması için “mutu kable en temutu / ölmeden evvel ölünüz.” hadis-i şerifinin muradı gereği zikr-i daim uyanıklığıyla, fena-yı ef’al, fena-yı sıfat, fena-yı zat keşfiyle, ölmeden evvel ölüm sırrına ermesi gerekir. Neş’e vermez zevk-i cennet aşığa Ol cemal-i yari seyran eylemiş 466 Cennet-ül amelin nimetleri ile ahirette nefsini lezzetlendirmek isteği, Hak aşığında olmaz. Çünkü aşık, kulun erişeceği en yüce mertebe aşk-ı ilahiyle ulaşıp, ilahi sevgilinin cemalini, güzel yüzünü görüp seyretmiş ki, bir kula bu keyfiyetten daha ala bir zevk olmaz. Cennet-ül berzahtan çıkan bir kişi Cennet-ül irfanda evtan eylemiş Hadis-i şerifte “Sizin kabirleriniz ya cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyrulmuştur. Cennet-ül berzah, yer yüzünde müminlerin ifa ettiği amel-i salih karşılığında kabir / berzah aleminde, kıyameti rahatlık ve huzur içerisinde bekleyecek olduğu mekandır. Cennet-ül irfan ise, kulun bu alemde kendinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbine vasıl olmasıyla dahil olup, zevkullaha mazhar olduğu cennettir. Bu irfan cennetine giren bir kul, hangi alemde olursa olsun, daima Rabbine vuslatla zevklenir. Gerek dünya, gerek berzah, gerekse ahiret alemleri birer kayıttır ki, her kayıt kula perdedir. Bu alemde meratib-i tevhid keşfi irfaniyetiyle gayriyetten kurtulan bir kula, cennet de olsa hiç bir mekan perde olmayıp Rabbinden ayırmadığından, o kul daima cennet-ül irfanda zevklenir ve hangi alemde olursa olsun, onun vatanı cennet-ül irfan olur. Bu itibarla, gerek berzah cenneti, gerekse ahiretteki amel cenneti kayıt ve perde olup, kulu Rabbinden ayıran gayriyettir. Hangi kul, onu Rabbinden alıkoyan gayriyetten zikr-i daim ve meratib-i tevhid keşfi irfaniyetiyle kurtulursa, irfan cennetinde yaşar ve onun vatanı cennet-ül irfan olur, demektir. Bu beyte bir mana daha verecek olursak, o da şöyledir: Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Cennet-ül berzah ve cennet-ül velaye aynıdır.” buyurmuşlardır. Cennet-ül berzah Hz. Adem’in Hz. Havva ile beraber yaşadıkları ve bir ağaca yanaşmalarının yasak olduğu, fakat bu yasağı çiğnediklerinden çıkarıldıkları cennettir. Bu cennet aynı zamanda velayet cenneti olmakla, cümle velilerin dahil olup gaflet ağacına yanaşmalarının yasak olduğu cennettir. İşte bu cennetten çıkarılan bir kul, yine Hz. Pir’in buyurduğu “fena-yı ruh beka-yı sır” keşfine mazhar olur. Bu sır, ebediyet yani beka olan vahdetin kendi kesreti olup, bu irfaniyete ulaşan vahdetin beka kesreti kulluğunu vatan edinip, cümle alemlerde ebediyen bu kulluk irfaniyetiyle yaşar. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Berzah cennetinden çıkan bir kul, cennet-ül irfanı vatan eyler.’ diyor. Allah, her şeyi en iyi bilendir. Gülzar-ı tevhide dahil olanlar 467 Hep sıfatın huri gılman eylemiş Gülzar-ı tevhid, tevhid-i hakikinin gül bahçesi demektir. Gül kokusu, Hz. Resulullah Efendimizin kokusudur. Her kim, meslek-i Resulde zikr-i daim ve makamat-ı tevhidin irşadına mazhar olursa, evladı Resul-ü maneviden olur. Evlad-ı Resul, Muhammedi bir kullukla, kendinde ve cümle eşyada zat-ı ilahinin sıfat-ı subutiye ile zuhurunu müşahede etmekle cennet-ül irfana girer ve irfan cennetinin nimetleriyle zevklenir. Hak cehennem vermez hiç bir kuluna Cahilin cehlini niran eylemiş Allah, cehenneme kimseyi mecbur etmez. Herkes kendisinin cehaletle ürettiği kötülük ve olumsuzluklarla cehenneme girer. Bu alemde bir kulu cennet-ül irfandan mahrum eden ise, onun cehaletidir. Eğer bir kul, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle cehaletten kurtulursa cennet-ül irfana dahil olur. Eğer kul, cehaletle yaşayıp da tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşamazsa, yaradılışının yüce gayesi olan makam-ı insana ulaşıp insan-ı kamil olamadığından, rahatsız ve mutsuz olur. İşte böyle bir kulun cehaletinden hasıl olan bu mutsuzluğu ve huzursuzluk ateşi, onu irfan cennetinden mahrum eden cehl-i cehennemi olur, vesselam. Fehmi girmez zahidler cennetine Kendine irfanı cennet eylemiş Zahid, gerek ibadeti ile gerekse şekil ve suret, elbise, kisve ile kendini teşhir eden ve bu halinden, böyle hareket etmekten hoşlanan kimsedir. O, ahirette amel cenneti nimetleriyle nefsini lezzetlendirmek amacıyla kulluk yapar. Ehl-i kemal, böyle hal ve hareketi sevmez ve hoşlanmaz, ehl-i kemal olan arifler, daima Hak’la vuslatta, cennet-ül irfan zevkiyle yaşarlar. Bunu beyanla Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri,diyor ki:‘Benim kulluğum,zahitlerin kulluk gayesi olan amel cenneti nimetleriyle lezzetlenmek olmayıp, meslek-i Resul irşadıyla ulaştığım cennetül irfandır.’ * * * 468 100 Dervişlik yolu pek hoştur İki kanatlı bir kuştur Dahil olmayanlar boştur Biz değiliz saçlı derviş Biz değiliz gafil derviş Tekkeler açık iken, orada ilm-i batın ve ilm-i tevhid eğitimi yapılırdı ve tekkede eğitim görenlere derviş denirdi. Tekkelerden Hz. Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli ve Niyazi Mısri gibi bir çok büyük veliler yetişmiş ve halka hizmet etmiş, irşadda bulunmuşlardır. Fakat sonradan tekkeler, ehil olmayan kimselerin eline geçti ve zulüm üreten cehalet yuvaları haline geldiler. Halka ve devlete zarar veren, pislik üreten, ilim ve irfaniyetten uzak hurafe yuvaları oldular ve devlet tarafından haklı olarak isabetli bir kararla kapatıldılar. 20. yüzyıl müceddidi Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri; tekkelerin fonksiyonlarını yitirmesinden sonra, çile çekmek, riyazat (yani perhiz yapmak), post ve taç mevcudiyetiyle ancak zikrullah yapılabilirliği ve posta, taca mutlak bağlılık vb. tekke eğitim sistemini kaldırmıştır. Hz. Pir’in telkininde, daim zikir ve makamat-ı tevhidin müşahedesi vardır. Yani hayatın akışını, kulun beşeri aktivitesini engellemeden, her nefeste zikrullah uyanıklığıyla Hakk’ın mevcuttaki müşahedesidir. Onun için Hz. Pir Efendimiz “İki ayaklı tekke olun.” diye vasiyet etmiştir. Melami dervişleri, özel kılık ve kıyafet giymedikleri gibi, saç ve sakalla uğraşmazlar. İçinde yaşadıkları toplumun, o zamanki kılık ve kıyafetinden başka kıyafet giymezler. Hz. Pir “İçerisinde yaşadığınız toplumdaki aydınların kıyafeti her ne ise, sizin kıyafetiniz odur.” buyurmuştur. Bugünkü aydının kıyafeti, erkek ise takım elbise, kravat veya spor kıyafet vb. dir. Kadın ise, medeni toplumun çoğunluk olarak kabul ettiği, ahlak ve örfe uyan kıyafetidir. Başındaki örtü yok şöyle bağlanacak, yok böyle saçın görünmeyecek, yok kara çarşaf vb. ile örtünmezler, sıradan herhangi bir kadının başını örtmesi veya giyinmesi ne ise onların kıyafetleri odur. Velhasıl Melami dervişleri, iman ve itikatta fenafillaha ulaşmayı, muamelat ve ahlakta ise Kur’an’ın emir ve yasaklarına kesinlikle riayetle beraber, ahkam-ı şeriata uymayı ve Hz. Peygamber Efendimizin ahlakı ile ahlaklanmayı gaye edinmiş olan, ehl-i hakikat ve ehl-i kemaldir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Biz öyle saçla, sakalla, kılık ve kıyafet düzmekle uğraşıp adı derviş olanlar gibi değiliz. Batınımız zikr-i daim ve 469 tevhid-i hakiki irfaniyeti olup, zahirimiz ise Kur'an emir ve yasağı olan ahlak-ı Resuldür. Biz zikr-i daim ve ahlakı resul kanatlarıyla ruh göğünde uçan bir kuşuz diyor. İşte böyle bir irfaniyete mazhar olmadıkları halde kendini derviş zannedenler ise, gaflet boşluğundadır.’ buyuruyor. Dervişler gittiği yere Atar adım göre göre Hiç basmazlar çukur yere Biz değiliz saçlı derviş Biz değiliz gafil derviş ‘Dervişler çukur yere basmaz, adımlarını görerek atar’ sözüyle ifade edilen şudur: Bir kimse namaz kılar, fakat namazın hakikat-i mahiyetini bilmez, yani kıyamın, rükunun, secdenin hakikat-i mahiyetinden habersizdir. Böyleleri oruç tutar, fakat orucun hakikatini bilmez, imsakın ve iftarın iç yüzü nedir bilmez. Velhasıl bu ve benzeri, Allah’ın emirlerinin hakikatinden mahrum olarak yapılan cümle ibadetlerdir ki, böyle yapılan kulluk ve ibadetler, gafletle çukura basmaktır. Fakat dervişler, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid marifetine mazhar olduklarından, cümle emr-i ilahinin iç yüzü hakikatini bilerek, emr-i ilahiye riayet edip, yasaklarından kaçarlar. Dervişler kıyam eder, kıyamın hakikatini bilir; rüku, secde, oruç, zekat, hac vb. her ne emr-i ilahiyi yaparsa yapsın, hakikatine arif olarak yaptıklarından, çukura basmazlar. Demektir . Dervişler giyerler hırka Günden güne gelir farka Açar gözün bakar Hakk’a Biz değiliz saçlı derviş Biz değiliz gafil derviş Kur’an-ı Kerim’de “Gerçek müminler ancak o kişilerdir ki; Allah’ı zikrettiklerinde kalbleri titrer ve onlara Allah’ın ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır ve onlar yalnız Rab’lerine güvenip / tevekkül ederler.” (Enfal, 2) buyrulmuştur. İşte bu ayetteki beyana mazhar olan dervişler, zikr-i daim uyanıklığıyla her an ilham ve doğuşa mazhar olup terakki ederler ve meratib-i tevhid keşfi irfaniyetiyle Hakk’a kavuşurlar. Buradaki ‘farka gelir’ demek; Cenab-ı Hakk’ı meratib-i ilahi ile olan tecellilerle müşahede ederler, demektir. Dervişin hırkası ise, Kur’an’ın emir ve yasakları olan, ahkamı şeriattır. Vesselam. 470 Dervişin hırkası nurdur Zevk ile Hak huzurudur Pirimiz Muhammed Nur’dur Biz değiliz saçlı derviş Biz değiliz gafil derviş Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif ve zahir olan meslek-i Resul-ü Melamiyye’deki dervişlikten maksat: Kulun batında, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle daima Rabbiyle olup; zahiri ise, Hz. Resulullah Efendimizin ahlakı ile ahlaklanıp nurlanmaktır. Demir Ali Efendi “Hz. Resulullah’ın bütün sünnetlerini ihata edip, içine alan bir sünneti vardır, o da güzel ahlaktır.” Buyurmuştur. Dervişin nurdan hırkası, cümle güzel huyları ve ahlakı kendinde toplayan Hz. Peygamber Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmasıdır. Dervişin hırkası üçtür Sakın sanma aba yündür Onu giyen has mümindir Biz değiliz saçlı derviş Biz değiliz gafil derviş Askerlikte, erden en yüksek rütbe olan mareşale kadar her rütbedekilere ‘asker’ denir. Derviş ise, zikir salikinden, cümle meratib-i ilahi irşadıyla hatm-ül makam olan, yani insan-ı kamil makamına kadar herkes derviştir. Burada ifade edilen üç hırka: Birincisi zikrullah hırkası, ki ilm-i tarikat olarak ta tabir olunur. İkinci hırka; meratib-i tevhidin keşfi müşahedesidir ki ilm-i hakikattir. Üçüncüsü ise; fena ve beka makamlarının keşfi olan ilm-i marifettir. Bu kemalat aynı zamanda insan-ı kamil makamıdır. İşte dervişin hırkası olan bu üç haslettir. İlm-i tarikat, ilm-i hakikat ve ilm-i marifetin kemalatı ile dervişler, halktan ve ehli şeriattan farklıdırlar ve bu üç hasletle has mümindirler. Kur’an’daki ifadesiyle “gerçek mümindirler” (Enfal – 4) Allah, her şeyin en iyisini bilendir. Dervişin hırkası ulu Hep cepleri irfan dolu Onlardır cennetin gülü Biz değiliz saçlı derviş Biz değiliz gafil derviş 471 Dervişlik, Hz. Ademden beri her zamanda ilm-i şeriat, ilm-i tarikat, ilm-i hakikat ve ilm-i marifet kemalatıyla, her peygamberle ve insan-ı kamille var olmuştur. Ki, dervişlerin irfaniyeti bu ilimlere arif olmalarıyla hasıl olur. Yoksa ben falanca geçmiş büyüğün adı ile anılan yoldayım, fişmanca büyüğün dediği sakal, cüppe, kılık ve kıyafeti giyiyorum demekle derviş olunmadığı gibi; ben soydan atadan, dededen aleviyim, melamiyim, nakşiyim, mevleviyim, halvetiyim vb. demekle de derviş olunmaz. Ahkam-ı şeriata riayetle beraber ilm-i tarikatın, ilm-i hakikatin ve ilm-i marifetin irfaniyeti her kimde varsa, adı sanı, soyu sopu ne olursa olsun o kimse, derviştir. Böyle bir kul, her zamanda var olan dervişlik marifet ve kemalatının bu günkü mazharıdır ve onun cepleri bu mazhariyetle ilim ve irfanla doludur, vesselam. ‘Dervişler cennetin gülüdür’ sözü ise; dervişler manen evlad-ı Resul olduklarından, onlarda hasıl olan Muhammedi kullukta, irfan cennetleri onların mekanı olup, orada zevklenirler, demektir. Allahualem. Fehmi’ye bir nasib olsa Varıp dervişliği bulsa Büyüklerin kulu olsa Biz değiliz saçlı derviş Biz değiliz gafil derviş Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, dervişliği bulmuş olup, bu dervişlik yolunun zamanındaki mürşid-i kamilidir. Ki, Kendini muhatap ederek bizlere ‘Varıp dervişliği bulun, bu dervişliği elde etmek için ilimirfan sahibi kimselerle, ariflerle tanışın, dervişlerle arkadaş olun, dervişlik irfaniyetine ulaşmaya çalışın ve o irfaniyetin kulu kölesi olup, siz de zamanın dervişi olun.’ Diyor. * * * 101 472 Esti çün bad-ı saba kalmadı gayrı heva Doğdu güneş maşrıktan hiç dolanmaz gün oldu Bad-ı saba, seher yeli demektir. Heva, istek ve arzulardır. Gayrı heva demek ise, Hak’tan başka şeyler olan, masivaya / gayriyete duyulan muhabbet istek ve arzulardır. Bir kimse zikr-i daime mazhar olursa, zikrullah onun kalbini temizler ve onun gönlünde Allah muhabbetinden başka, hiç bir gayrı heva, yani masiva muhabbeti kalmaz, vesselam. Maşrık, doğu demektir. Güneşin doğudan doğması ise, zikr-i daimle mutmain olmuş bir gönülde, meratib-i tevhidin keşfiyle hasıl olan aydınlığın, yani irfaniyet güneşinin doğmasıdır. Bir kul bu güneşin doğuşuna mazhar olursa, o fenafillah olur ki, nazarında Hak’tan gayrı olmaz. Her tecellide Rabbini müşahede eder. Gece ve gündüz de Hakk’ın tecellisi olduğundan, o her tecellide olduğu gibi, gece ve gündüzün zuhurunda da daima Rabbini görür olduğundan onun irfaniyet güneşi ebediyen dolanmaz, batmaz. Bu itibarla, cümle alemler Hakk’ın zuhuru, görüntüsü olduğu halde, bir kimse cehaletle Hakk’ın gayrisine muhabbet edip onlara varlık nisbet ederse, o varlığın vücudu, bir gün gelir batar ve yok olur. Fakat fenafillah irfaniyetiyle arif olanlar ise, hangi alemde olurlarsa olsunlar, Hak’tan gayrı görmediklerinden onların güneşi asla batmaz. Demektir. Gitti kış hiç kalmadı nihayetsiz yaz oldu İlk baharın bülbülü gülün dalına kondu Kış mevsiminde, cümle renklerle var olan çiçekler, dallar, meyveler batın olur; ağacın gövdesi ise açığa çıkıp zahir olur. Yazın ise, türlü türlü renk ve desenlerle çiçekler, meyveler açığa çıkar. Kışın çıplak ve apaçık / zahir olan ağaç gövdesi; yazın gövdeden zahir olan dallar, yapraklar ve meyvelerin zuhuruyla batın olup görünmez. Yani kış vahdetinin batın olup; çiçekler, yapraklar ve meyvelerin zuhuruyla nihayetsiz yaz kesretinin zahir olmasıdır. Bu hudutsuz kesret, kulun gönlünde meratib-i tevhid keşfiyle Hakk’ın vahdetle batın olup, cümle sıfat ve esmalar kesretiyle açığa çıkıp zahir olmasıdır. Bu kesrette toprak, ağaç, hayvan, cümle insan ahlakıyesı, mümin, kafir, münafık, İblis ve peygamber; yani yaratılan her şey zahir olur. İşte bu kesretin zuhurundaki gül ise, nuru Muhammed’dir . Bu hidayet-i Nuru Muhammed nerede zahir olursa, onun etrafında, yani o gülün dalında daima o gülün aşığı olan bülbüller olur, ve Nur-u Muhammed mazharıyetiyle meşk edip, onunla gıdalanır ve zevklenirler. Demektir . 473 Yok olmadan var olmaz var dahi yoktan olmaz Anladım çün ben beni hep görünen Hak oldu Hz. Pir Efendimiz “Kul, süfliyete düşerse nefs, ulviyete yükselirse ruh tabir olunur.” diyor. Nefs, kulun ikilikle yani gayriyetle olmasıdır. Ruh ise ikilik kabul etmeyen vahdettir ki, kulun Hak’tan gayrı görmemesidir. ‘Yok olmadan var olmaz’ demek: Kul nefsinin, yani nisbet varlığının fenasına / yokluğuna ulaşmadan Hakk’a kavuşup, Hakk’ın varlığıyla var olamaz, demektir. ‘Var dahi yoktan olmaz’ sözü ise; Hakk’ın beka, ebedi olan varlığı yokluktan meydana gelmez, demektir. Ki halkiyet yani yaratılma, Hakk’ın kendi batınından zahir olup / açığa çıkmasıdır. Bunu beyanla yaratılmış olan kullara hitaben, Hz. Resulullah Efendimiz: “ Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuştur. İşte her kim, makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle kendine arif olup, yokluğunda Hakk’ın zuhuruna mazhar olursa “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır…” (Bakara, 115) ayetinin sırrına erer ve hep Hakk’ı görür. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ne zaman kendimi bildim, o zaman anladım ki, yokluğumda Hak zahirdir ve görünen hep Hak’tır.’ diyor. Gül kokanlar gül oldu bülbüle didar oldu Kaf’tan Kaf’a hükmeden mülke Süleyman oldu ‘Gül kokanlar gül oldu bülbüle didar oldu’ demek: Gül kokan Nur-u Muhammed’in zuhurunu bulanlar, o hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle insan-ı kamil oldular ki, insan-ı kamil bu mazhariyetiyle gül olup gül kokarak, Hak talip ve aşıklarına, ehl-i zikir olan bülbüllere didar olup, onları irşad ederek aydınlatır, demektir. Hz. Süleyman, zahiren hem peygamber hem de padişah olduğundan, herkese, hatta cinlere, kuşlara, rüzgara dahi hükmederdi. Allah, bu alemde hiç bir kuluna vermediği bir zenginlik ve saltanatı Hz. Süleyman’a ihsan etti. Bunun mana ve hikmet yönü ise şöyledir: Gönül / kalb, cümle isimlerin zuhura geldiği, yani görünen ve görünmeyen cümle esma mülkünün mekanıdır, tecelligahıdır. Kaf ise, varlığı görünen ve görünmeyen cümle esmaların oluşturduğu varlıklardır. Nur-u Muhammed mazharı olan insan-ı kamilin marifet ve kemalatı, gönüldeki görünen ve görünmeyen cümle esma mülküne hükmeder. Ki, insan-ı kamil, rüzgar gibi tesiri olup görünmeyen, cin gibi mazhar-ı latif olan ve diğer gözüken cümle esma ve 474 varlıkların mahiyetini hikmetle tanıyarak hakim olmakla, Süleyman gibi Kaf’tan Kaf’a, yani cümle esma mülküne, hükümdar olur, demektir. Sır idi zahir oldu nur idi batın oldu Hep gönüller bir olup evvel ahir ol oldu Bir kul, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kendinin ve cümle nisbet varlığın yokluğuna / fenasına arif olursa, o kulun yokluğunda Hak, vahdetle zahir olur ki bu, kulun aynı zamanda makam-ı ruha mazhar olmasıdır. Kur’an’da “Allah göklerin ve yerin nurudur…” (Nur, 35) buyrulmuştur. Makam-ı ruh irfaniyetine ulaşan bir kul, her nereye yönelse daima Hakk’ı, yani Allah’ın nurunu görür, halkı göremez. Çünkü halk batında, yani sır olduğu için görünmez. Böylece nur zahir, sır ise batın olmuş olur. Sırrın zahir olması ise, kulun müşahedesinde Hakk’ın kendi vahdetinden tecelli ederek, halk yüzünü, yani cümle kesret/çokluk olan alemleri halk etmesi, açığa çıkarmasıdır. Bu irfaniyete ulaşan kulun nazarında Hak batın, kesret olan halk ise zahirdir. Bu müşahedede nur olan Hak batın, sır olan halk zahir olup göründüğü için; sır zahir, nur ise batın olur. Vesselam. Kur’an-ı Kerim’de “O evvel / ilk, ahir / son, zahir / açık ve batın / gizlidir…” (Hadid, 3) buyrulmuştur. Allah’ın evvelliği zatı, batınlığı ise sıfatları itibariyle olup, Allah’ın zat ve sıfat varlığı mutlaktır. Allah’ın ahirliği esma, zahirliği ise ef’al itibariyledir. Allah, esma ve ef’al zuhuruyla mukayyettir / kayıtlıdır. Kayıtlı olan her şey ise halktır, kaydı mümkün olmayıp da mutlak olan ise Hak’tır. Bir kul, bu kemalata mazhar olursa onun nazarında evvel yani mutlak olanla, ahir yani mukayyet olan arasında mahiyet farkı kalmaz, onun gönlünde hepsi ‘O’ olur, yani Allah olur demektir. Çünkü makamı uluhiyet, cümle esmayı kuşatır. Böyle bir irşada ve marifete ulaşan kul, aynı zamanda kudsi hadisteki ‘Ben yerlere göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.’ Beyanı mazhariyetiyle insan-ı kamil olur. Allahualem. Geçtim dünya deminden hem ukbanın seyrinden ‘Len terani’ yok bana güle gül didar oldu Kur’an-ı Kerim’de “Musa, belirlediğimiz vakitte gelip, Rabbi de onunla konuşunca şöyle dedi: ‘Ey Rabbim, bana görün sana bakayım.’ Allah ‘Len terani / Sen beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse sen beni göreceksin.’ dedi. Rabbi dağa gözükünce / tecelli edince dağ paramparça oldu ve Musa da bayılıp düştü. Ayılınca 475 ‘Seni tenzih ederim, beni bağışla ben inananların ilkiyim.’ dedi.” (Araf, 143) buyrulur. Dünya demi, kişinin kulluğunu dünya lezzetleriyle kayıtlamasıdır. Ukbanın seyri ise, kişinin kulluğunu amel cennetinin nimetleriyle kayıtlamasıdır. Kulluğunu gerek dünyada aldığı nefsin lezzetleriyle, gerekse nefsini ahirette amel cenneti nimetleriyle kaydedenlere, bu hal ve anlayışları perde olur ve “len terani / beni göremezsin” beyanına muhatap olarak, onlar kendinde ve cümle eşyada mevcut ve zahir olan Rabbini göremezler. Çünkü kudsi hadiste “Ey kulum! Sen yok olmadıkça bana kavuşamazsın. Ben tecelli etmedikçe / gözükmedikçe sen yok olamazsın.” buyrulmuştur. Bir kul, daim zikir ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle nefsini, yani nisbet varlığını fena edip yokluğa ulaşırsa, ancak o zaman kendinin ve cümle eşyanın mevcudiyetinde gayrı görmeyip, daima Rabbini görür. İşte ehl-i kemal olan ariflerin benlik, yani varlık dağı; tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat keşfi marifetiyle paramparça, yani fena / yok olduğundan, onlar fenafillah irfaniyeti baygınlığıyla, her tecellide Rabbini müşahede ederler ve ‘len terani / beni göremezsin’ beyanına muhatap olmazlar. ‘Len terani’ sözün muhatabı, dünya ve ukba kulluğuyla, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbinden perdeli olup da Rabbini göremeyenlerdir. Vesselam. Şimdi burada şöyle bir müşkül hasıl oluyor: Ehl-i kemal olan olan arifler, veliler “len terani” ye muhatap olmuyor ve Rabbini görüyor da, ululazim peygamber olan Hz. Musa ‘len terani’ yani ‘beni göremezsin’ sözüne nasıl muhatap olur? Demir Ali Efendi bu konuda “Her peygamber ehl-i kemal ve veli olmakla beraber, vahyin mazharı ve muhatabıdır. Bu itibarla Hz. Musa, ehl-i kemal ve veli olmakla her tecellide daima Rabbini görüyordu. Fakat Hz. Musa Rabbini ehadiyet makamı mazhariyetiyle görmek istediğinden ‘len terani’ sözüne muhatap oldu. Hz. Musa makamı ehadiyete mazhar olduğunda ise, Rabbine ‘Sana böyle iman edenlerin ilkiyim ben.’ dedi. Böylece Hz. Musa makam-ı ehadiyet mazhariyeti imanına, onun zamanında ilk erişen olduğunu beyan etti.” buyurmuşlardır. Makamı ehadiyet, Hz. Resulullah Efendimize mahsus olan bir makamdır. Bu makam, hiç bir mürşid tarafından telkin ve tarif edilemez. Bu makam, ancak Hz. Resulullah Efendimizin müsaadeleriyle ve teberrüken, bazı insan-ı kamil olan veliler tarafından ziyaret edilebilir. İşte bu ziyarete mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Len terani yok bana; güle gül didar oldu, yani gül kokulu Hz. Resulullah Efendimizin müsaadeleriyle onu, makam-ı ehadiyet keyfiyetiyle, teberrüken ziyarete mazhar oldum.’ buyuruyor. 476 477 Dostu buldum tenhada konuştum kana kana Talibi’den görünen kendisi canan oldu Daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, nisbet varlığının yokluğunda dostu / mevlası ile buluşan insan-ı kamil Fehmi Efendi Hazretleri ‘Dost olan Allah’ı, O’ndan başka hiç bir varlığın olmadığı tenhalıkta, yani meratib-i ilahi müşahedesinde buldum, görüştüm ve konuştum. Benim yokluğum-kulluğumda tecelli edip gözüken kendisidir, yani canımda can olan Mevlamdır.’ diyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 478 * * * 102 İmam-ı kevneyn ol şefaat kanı Muhammed Mana yüzünden etti nida Şah-ı Velayet Uyandı çerağ kalbimizde kalmadı zulmet Fesalli ala seyyidine ali Muhammed Fesalli ala mürşidina Şah-ı Velayet İmam-ı kevneyn, iki cihanın imamı demektir. Dünya ve ahirette şefaat eden imam, Hz. Muhammed (sav)’dir. Hz. Resulullah, vücud-u nur-u Muhammed’le cümle alemlerde ve tüm zamanlarda mevcut olduğundan, onun şefaati hem dünya hemde ahirettedir. Cümle peygamberlerin ve evliyaların tebliğ ve irşadında onun şefaati vardır. Çünkü hadis-i şerifte “Allah beni nurundan yarattı, müminleri de benim nurumdan yarattı.” Buyrulur. Allah’ın hidayet zuhurunun baş mazharı Hz. Resulullah’tır Onun temsilcileri ise, alimler ve kamil mürşidlerdir. Bu itibarla hidayet-i Nur-u Muhammed, cümle peygamber ve velilerdeki tebliğ ve irşadla zahir olmuştur ve olmaktadır. Bunu beyanla Mevlid-i Şerif’te Süleyman Çelebi Hazretleri: Hak Teala çün yarattı Adem’i Kıldı Adem’le müzeyyen alemi. Adem’e kıldı feriştehler sücud Hem ona çok kıldı lütfi ol ıssı cud Mustafa nurunu alnında kodu Bil Habib’in nurudur bu nur, dedi Kıldı ol nur anın alnında karar Kaldı anın ile nice ruzigar Sonra Havva alnını nakletti bil Durdu anda dahi nice ay u yıl Şit doğdu ana nakletti nur Anın alnında tecelli kıldı nur Erdi İbrahim ü İsmail’e hem Söz uzanır geri kalanı der isem 479 İş bu resmile müselsel muttasıl Ta olunca Mustafa’ya muntakil Geldi çün rahmetellil alemin Vardı nur karar etti hemin Tut kulak evsafına ey yar-ı din Bilesin kimdir o fahr-ül mürselin Buyurmuşlardır. Bu hikmetli beyanlardan da anlaşıldığı gibi, Nur-u Muhammed, Hz. Adem’le, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Resulullah Efendimizin unsur bedenle zuhuru arasındaki cümle peygamberlerde zahir olmuştur. Resululah Efendimizin unsur bedenle bu alemden ayrılmasıyla peygamberlik son bulduğundan, irşad ve tebligat, velayet yoluyla veliler tarafından yapılmıştır ve yapılmaktadır. Nur-u Muhammed, insan-ı kamil olan velinin irfan ve irşadında zahir olur. Cümle velilerin imamı Hz. Ali’dir. İmamı Hz.Ali olan velilerin, velayet yoluyla yaptıkları irşad, aynı zamanda hidayet-i Nur-u Muhammed’in mana yüzünden zuhurudur. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında izah edildiği gibi, evlad-ı Resul-ü manevi, Nur-u Muhammed mazhariyetiyledir. Nur-u Muhammed mazhariyetiyle evlad-ı Resul, tüm zamanlarda ve zamanımızda mevcut olup; hidayet-i Nur-u Muhammed’le irşad, evlad-ı Resul tarafından meslek-i Resul telkinatıyla her zaman yapılmıştır ve yapılmaktadır. Her kim meslek-i Resul’ün bu irşadına mazhar olursa, onun kalbinde cehalet ve zulmet kalmaz. Çünkü meslek-i Resul telkini, zikr-i daim uyanıklığı ve ilm-i tevhid irfaniyetidir ki, kulun gönlünde bunlar olursa, cehlin yerine ilim ve irfaniyet, zulmün yerine ise adalet hakim olur. İşte zamanında irşad olduğu evladı Resul’u selamlayan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Selam, efendilerin yücesi olan evlad-ı Resul’e! Selam, velayet irşadıyla zahir olan mürşitlerin imamına, şahına!’ diyor. 480 İlm-i medine ol Muhammed rehberi Ali Yoluna kurban ederiz canı dönmeyiz geri Eylemez ihsan, olmaz isen sıdkile kulu Fesalli ala seyyidina ali Muhammed Fesalli ala mürşidina Şah-ı Velayet Hadis-i şerifte “Ben ilimlerin medinesiyim / şehriyim, kapısı ise Ali’dir.” buyrulmuştur. İlm-i medine, ilimlerin şehri demektir. Her şehir gibi bu şehre de ancak bir kapıdan girilir ki, vücud-u nur-u Muhammed’in zahir olduğu şehre, Hz. Alinin imam olduğu kapıdan, yani velayet irşadıyla ulaşılır. Kulun velayet marifetine ulaşması ise ancak, can baş verip kurban olmasıyla, yani nisbet varlığını fenafillah keşfiyle fena / yok etmesiyle mümkündür. İşte ancak, sadakatle fenafillah kulluğuna ulaşanlar, Hakk’ın ihsanı olan ve Hz. Ali’nin imam, olduğu velayet’e ve Nur-u Muhammed’e mazhar olurlar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Nur-u Muhammed şehrine, rehber ve imamı Hz.Ali olan velayetin irfaniyet kapısından girdik ve asla buradan geri dönmeyiz.’ diyor ve devamla ‘Her kim Hakk’ın bu ihsanına mazhar olmak isterse zamanın velayetle olan irşadını bulup, o irşada sadık olsun.’ buyuruyor. Hamd ü senalar Rabbiye çün eyledi zuhur Pir Muhammed Nur sayesinde eyledik huzur İmanımız var kalbimizde kalmadı fütur Fesalli ala seyyidina ali Muhammed Fesalli ala mürşidina Şah-ı Velayet Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildi ki; her zamanın müceddidinin şahsında tasnif ve tarif olunan meslek-i Resul telkini, bizzat Hz. Resulullah Efendimiz’e aittir. Çünkü Hz. Resulullah’ın varisi ve batınen halifesi, zamanın müceddidi ve Piri’dir. Kamil mürşid ise, o Pir’in halifesidir. Bu asrın müceddidi Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleridir. Fehmi Efendi ise, Hz. Pir’in telkin ve irşadına mazhar olduğu gibi, aynı zamanda Hz. Pir’in halifesidir. Bu itibarla, Fehmi Efendi Hazretleri mazhar olduğu bu irşad irfaniyetiyle ‘Rabbimize hamd olsun, Hz. Pir’in şahsında zahir olan meslek-i Resul irşadıyla, cehalet ve zanlardan oluşan, cümle şüphe ve tereddütlerden kurtulup, kamil bir imanla huzura / felaha kavuştuk ve insan-ı kamil makamına ulaştık.’ diyor. Çünkü iman-ı taklit ve iman-ı istidlal ehli olup, meslek-i Resul irşadıyla kamil bir imana ulaşmayan bir kimse, daima şüphe, tereddüt ve zan içinde olur. Allahualem. 481 Hak nasib etti ol Resul’ün gördük yüzünü Sürmeler çektik gözümüze izin tozunu Görür gözümüz ol toz ile mahbub yüzünü Fesalli ala seyyidina ali Muhammed Fesalli ala mürşidina Şah-ı Velayet Kelime-i şehadet “Eşhedüen lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu / Ben şahidim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, ben şahidim ki Hz. Muhammed Allah’ın elçisi ve kuludur.” demektir. Şahadet demek, müşahede etmek, görmek demektir. Daha net bir şekilde kelime-i şahadeti ifade edersek “zahir,batın cümle hislerimle ve Görüyorum ki, Allah’tan başka ilah yoktur, görüyorum ki, Hz. Muhammed Allah’ın elçisi ve kuludur.” demektir. Bu konuda Yunus Emre Hazretleri: Gel ey kardeş Hakk’ı bulayım dersen Bir kamil mürşide varmadan olmaz Resul’ün cemalin göreyim dersen Bir kamil mürşide varmadan olmaz diyor. Kulun Rabbini ve Hz. Resulullah’ı görüp müşahede etmesi, ancak mürşid-i kamilin meslek-i Resul telkin ve irşadı olan daim zikir ve meratib-i tevhid keşfi marifetiyle mümkündür. Çünkü meslek-i Resul’ün telkin ve tarifi, Hz. Resulullah’a aittir. Bu itibarla, meslek-i Resul-ü Melamiyye yolu, Hz. Resulullah’ın yolu olup, telkin olunan meratib-i tevhid irfaniyeti ise, o yolun tozudur. Bu irfaniyet tozu, cümle ihvanın ve ehl-i kemalin gözünde sürmedir. Onlar, gözlerinin sürmesi olan meratib-i tevhid keşfi marifetiyle Rabbine vasıl olup Rabbini müşahede ettikleri gibi, vücud-u nur-u Muhammed’i müşahede edip görürler. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Allah nasip etti, meslek-i Resul-ü Melamiyye irşadına mazhar olduk. Zikr-i daim ve tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle gözümüz, Hakk’ın mahbubu / sevgilisi olan elçinin, yani Hz. Resulullah’ın yüzünü gördü.’ buyuruyor. Allahualem. Gel ey Talibi sen de oku ilm-i esrarı Kamili ikrar edenlerin kalmaz gümanı Pervaneye bak nice atar ateşe canı Fesalli ala seyyidina Muhammed Fesalli ala mürşidina Şah-ı Velayet 482 İlm-i esrar, meslek-i Resul-ü Melamiyede tahsil edilen ilm-i tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Hiç kimse tevhid-i hakiki irfaniyetini, kendi kendine kitaplardan veya ilm-i zahir mekteplerinden asla öğrenemez. Tevhid-i hakiki irfaniyeti ancak ve ancak zamanın manevi evladı Resulu olan, mürşid-i kamilinin irşadıyla hasıl olur. Bir kimse zamanında mürşid-i kamili bulup da onun irşadıyla aydınlanmazsa mevcuttaki Hakk’ın varlığına vasıl olamaz ve vücud-u nur-u Muhammed’e ulaşıp onu göremez. Bu itibarla, kulu mevcuttaki Hakk’ın ve Hz. Resulullah’ın müşahedesine ulaştırmayan, tüm anlayış ve bilgiler gümandır / boştur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere ‘Ancak evladı Resul’u manevi olan mürşid-i kamilin varlığını kabullenip, onun irşadıyla tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olanların gümanı kalmaz ve ancak onlar Hakk’a kavuşup, vücud-u nur-u Muhammed’in müşahedesine mazhar olur diyor. Ve devamla pervanenin tereddütsüzce,fütursuzca ve cesaretle varlığını ateşe attığı gibi sen de zamanındaki mürşid-i kamili bulup, onun irşadındaki marifet ve kemalata teslim ve sadık ol. ‘Selam, efendilerin yücesi olan evlad-ı Resul’e! Selam, velayet irşadıyla zahir olan mürşitlerin imamına, şahına!’ diyor. 483 * * * 103 Ağlama gönül ağlama Can u ciğerin dağlama Boş yere gönül bağlama Gel beru ey can gel beru İç dest-i Haydar’dan dolu Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) buyurmuştur. İbadet edene abid denir. Abid kul, ibadet ise kulluk demektir. İnsanın yaradılışının yüce gayesi, yaratıcısını bulup ona kavuşmasıdır. Kul, bu yüce gayeye ulaşmaya müsait olarak yaratılmıştır. Gayriyet; Hak’tan başka olanlar, yani masivadır ki, kulun yaratıcısına kavuşması kendisinin yüce menfaati olmasına rağmen, cehaletle yaratıcının harici olan başka şeylerle, yani gayriyetle meşgul olup, gayriyetle dertlenir ve huzursuz olur. Böylece kul, yaratıcısını bulma potansiyelini Hak’tan gayrı olanlara harcar ve ağyar için ciğer dağlar, yani dertlere, belalara muhatap olur. Demektir . ‘İç dest-i Haydar’dan dolu’ mısrasında anlatılana gelince: Doluyu / kadehi yaşayan, diri olanın elinden iç, demektir. Haydar, ebedi diriliktir ki, velilerin imamı olan Hz. Ali’nin lakabı olup, makam-ı velayet irfaniyetiyle irşad yapan zamanın mürşidi kamilidir. Çünkü onun irşadında Hz. Ali’nin imam olduğu velayet marifeti mevcut olup her kim onun irşadıyla aydınlanırsa oda haydar olup, ebedi dirilik keyfiyetiyle sarhoş olup zevklenir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, gayriyetle meşgul olup, gayriyetle dertlenip de yaratıcısına kavuşamayıp huzursuz olan kimselere hitaben: ‘Gayriyet olan boş şeylerle meşgul olup da ağlama. Boş, fani ve geçici olanlara gönlünü bağlama. Gel, velayet irfaniyetinin zahir olduğu her zamanda mevcut ve haydar olan mürşid-i kamilin meclisine, onun irşadı olan doluyla / kadehle ebedi diriliğe erip sende haydar ol, ve daima Hak’la Hak olma dirilik mazhariyetiyle sarhoş olup, zevkullaha ulaş!’ diyor. Ara bul mürşid-i kamil Dinle sözüne ol kail Sakın bulunma sen gafil 484 Gel beru ey can gel beru İç dest-i Haydar’dan dolu Her zamanda mevcut olan mürşid-i kamili bul ve onun telkinine riayet et, cehaletle hasıl olan gafletten daim zikirle uyanmaya bak. Ariflerden ve ehl-i kemalden yüz çevirmek gafletine de düşme... Çünkü Kur’an’da “Rabbini içten yalvararak ve gizlice sesini yükseltmeden sabah akşam zikret, gafillerden olma.” (Araf, 205) “Benliğini / kendini sabah akşam Rabbinin yüzünü / vechini isteyerek ona yalvaranlarla beraber tut / ol. Eğreti dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan kaydırıp uzaklaştırma ve sakın kalbini zikrimizden gafil koyduğumuz boş arzularına uymuş kişiye boyun eğme / uyma…” (Kehf , 28) buyrulur. Anla seni sen, sen nesin Cahil değilsin hem nesin Kaldır o varlık perdesin Gel beru ey can gel beru İç dest-i Haydar’dan dolu Kur’an-ı Kerim’de “Kendini / nefsini bilmeyenden başka kim İbrahim dininden / Hanif milletinden yüz çevirir….” (Bakara, 130) buyrulmuştur. İbrahim dini, tevhid dinidir. Hanif milleti ise, ehl-i tevhid demektir. İşte bu ayet beyanından anlaşıldığı gibi, kendini / nefsini ehl-i tevhid olanlardan başkası bilmez, ancak tevhid-i hakikiye mazhar olanlar bilir. Hz. Peygamber Efendimiz “Kim nefsini / kendini bilirse o, Rabbini bilir.” diyor. Bu itibarla, en büyük cehalet, kulun kendini bilmemesidir. Her kim ki tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olur da kendini bilirse Rabbini bilir, Rabbine arif olur. Yine ancak böyle arif bir kul cehaletle kendinin zannettiği nisbet varlığının Cenab-ı Hak’la kendi arasında nasıl perde olduğuna vakıf olur ve o varlık perdesini meratib-i tevhid keşfi irfaniyetiyle kaldırır. Allahualem. Mürşide uydur izini Kulak ver dinle sözünü Ayırma ondan gözünü Gel beru ey can gel beru İç dest-i Haydar’dan dolu 485 Kamil olan mürşidin izi, onun telkinidir. Cümle arifler ve ehl-i kemal, mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla irfaniyete mazhar olmuşlardır. Kamil olan bir mürşidin telkinatı, Hz. Resulullah Efendimizin temiz ahlakı olan şeriat ahkamı, daim zikir ve meratib-i ilahidir, ki bu telkin kamilde emanettir ve ancak ehil olanlara telkin ve tarif eder. Her kim ki, kamil mürşidin tarif ettiği telkine sadakat göstererek riayet ederse, irfaniyete mazhar olur ve o da arif ve ehl-i kemale karışır. Mürşid-i kamilin telkinine hem salik, hem de telkini yapan mürşit uymak zorundadır. Gerek salik, gerekse telkin eden mürşid, tarif edilen telkine uyarlar ve riayet ederlerse istifade ederler, riayet etmezlerse mürşid de salik de istifade edemezler ve irfaniyetten, kemalattan mahrum olurlar. Telkin ve tarife uymayan ne o mürşidde, ne de salikte irfaniyet ve kemalat hasıl olmaz. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de: “…Kim ahdini / bey’atını bozarsa, döneklik ederse, kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Kim Allah’a verdiği sözde durursa, Allah ona büyük bir ecir / ödül verecektir” (Fetih, 10) Buyrulur. İşte bu itibarla ‘Mürşid-i kamilin sözünü, telkinini dinle, gözünü aç ve ona uyup riayet et.’ buyruluyor İç aşk şarabın mestan ol Yüzün yere sür yeksan ol Bul sırr-ı tevhid irfan ol Gel beru ey can gel beru İç dest-i Haydar’dan dolu ‘İç aşk şarabını mestan ol’ sözü; tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat mertebelerinin keşfinden hasıl olan irfaniyet zevkiyle sarhoş ol, demektir. Çünkü tevhid-i sıfat, aşk mertebesidir. Tevhidin sırrı; kulun, kendine ve cümle aleme nisbet ettiği cümle varlığın yokluğunda Rabbinin mevcudiyetinin keşfi irfaniyetine ulaşmasıdır. Bu keşif ve irfaniyete ulaşmak için gayret et, ariflerle, ehl-i kemalle sohbet et, onlara müşküllerini sor, müşküllerin çözüldükçe irfaniyete mazhar olursun. Ar edip, ehl-i kemalin suretlerine bakıp kendini beğenerek onlardan uzak durma. Ehl-i kemalin belki rütbeleri yoktur, zengin de olmayabilirler, bu alemde ehl-i nefsin değer verdiği mevki, makam, şöhret vb. şeyler onlarda olmayabilir. Sen ehl-i nefs gibi hareket edip de arif ve ehl-i kemalden uzak olma, onlardaki irfaniyetten istifade etmek için eğil, tenezzül et ki; sen de aşk ehli olup, nisbet varlığının fenasıyla yüzün yer ile yeksan olsun. O zaman sen de arif olup, tevhid-i hakiki sırrına ulaşırsın. demektir. Sen güle karşı bülbül ol Dal bahr-ı aşka mecnun ol 486 Cemal-i yare meftun ol Gel beru ey can gel beru İç dest-i Haydar’dan dolu Gül, Hz. Resulullah Efendimizi remzeder. Çünkü Hz. Resulullah’ın teri gül gibi kokardı. Bu itibarla gül koklamak, sünnet olarak kabul edilmiştir. Bülbül ise gülün aşığı, tutkunudur. Bülbülün bütün gayreti, gülün dalında gülle beraber olmaktır. Meslek-i Resul-ü Melamiye’nin marifet ve kemalatı, Nur-u Muhammed’in zuhuru olduğundan, sen de Meslek-i Resul’e dahil olup, Nur-u Muhammed gülünün bülbülü ol. Bahr-ı aşk, aşk denizi demektir. İlahi aşkla aşık ol, yani ilahi sevgilinin mecnunu olup, ağyar muhabbetiyle meşgul olma, cemal-i yarla, yani ilahi sevgilinin güzel yüzünü gösterdiği meratib-i tevhid keşfi irfaniyetiyle zevkullaha mazhar olup, bu zevkin meftunu, bağımlısı ol... Fehmi gönülden kıl zarı Bülbül isen bul gülzarı Etme boşuna efganı Gel beru ey can gel beru İç dest-i Haydar’dan dolu Gülzar, gül bahçesidir. Nur-u Muhammed’in zahir olduğu meclistir. Çünkü o meclis, evlad-ı Resul-ü manevinin meclisidir. O meclisteki evlad-ı Resul’ün her biri gül koktuğu için onların bulunduğu yer gülzardır, yani gül bahçesidir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere ‘Gönlünüzdeki yüce gaye ve arzu, evladı Resul meclisini bulmak ve evlad-ı Resul’e dahil olup Nur-u Muhammed’in bülbülü olmak olsun. Bunun dışındaki hevesler, arzular boştur, faydasızdır.’ buyuruyor. 487 * * * 104 Geçtim mülk-i fenadan gönlüm Allah’a döndü İçtim ab-ı bekadan gönlüm Allah’a döndü Mülk-ü fena; geçici, fani olandır. Yani Hak’tan gayrı olan her şeydir. Ki, bu görünen tabiat alemi, unsur beden, mal, mülk, evlad, kardeş, ana, baba vb. hep geçicidir. Kulun nefsi, işte bu geçici fani olan değerlere meyillidir. Bunlardan meydana gelen zevk-ü sefa nefse hoş gelir ve kul ahiretini dahi bu zevkü sefa ile kaydedip, amel cennetinde nefsine hoş gelen bu lezzetlerle lezzetlenmeyi bekler ki, onun kulluğunun dünya ve ahiret gayesi, nefsini fani olanlardan lezzetlendirmek olur. İşte bunların hepsi kulu Hak’tan uzaklaştıran geçici, fani olan değer ve mülktür. Ab-ı beka ise, ölümsüzlük suyu demektir. Bu sudan içenler ölümsüzlüğe kavuşup beka bulurlar. Beka ise geçici ve fani olmayıp, cümle alemlerde mevcut olan Allah’ın ebedi varlığıdır. Bu itibarla ab-ı beka, yani ölümsüzlük suyu, ab-ı tevhid-i hakiki irfaniyetidir ki, her kim, zikr-i daim uyanıklığıyla bu irfaniyete mazhar olursa, ancak o kul, yaradılışının yüce gayesine ulaşıp Rabbine vuslat eder ve Rabbin ebedi baki olan varlığıyla var olup yaşar ve beka bulur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ben mülk-ü fenadan geçtim, yani geçici fani olan heveslerden uzaklaştım, ab-ı beka olan daim zikir ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle gönlüm, cümle eşyada mevcut olan Allah’a döndü, yani mevcut ve ölümsüz olan Hakk’a vuslata yöneldi.’ diyor. Kalbim sazı çalıyor ruha neş’e veriyor Cümle aza Hak diyor gönlüm Allah’a döndü Kur’an-ı Kerim’de “Gerçek müminler ancak o kişilerdir ki; Allah’ı zikrettiklerinde kalbleri titrer…” (Enfal, 2) buyrulur. Başka bir ayette ise “İnananların kalbleri zikrullah ile tatmin olur; gözünüzü açın, kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) beyan edilir. Kalbin sazı demek, kalbi zikir demektir. Demir Ali Efendi “Kalb bir ülkenin başkenti gibidir. Nasıl ki başkentte alınan kararlar, ülkenin diğer şehirlerinde de geçerli ve bağlayıcı oluyorsa, kalbdeki hakimiyet her ne ise, vücudun diğer azalarına tesir 488 eder ve cümle azalar kalbdeki o hakimiyete uyar.” buyurdular. İşte kalbin sazı, kalbdeki zikrullahtır. Ki, kalbi zikir zikr-i daimi hasıl eder ve Kalbinde zikr-i daim hasıl olan kul, zikrullahın zevkini vücudunun tamamında hissederek zevkullaha ulaşır. Hz. Pir Efendimiz “Her kim ki zikr-i daime sadık olursa, zikrullah tesiriyle, zakir/anan, zikir/anmak, mezkur/anılan hepsi bir olur.” buyurmuşlardır. Ben aşığım ezelden ta ‘elestü’ bezminden Ol dem ‘beli’ dedim ben gönlüm Allah’a döndü Cenab-ı Hak,kudsi hadiste “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı halk ettim.” Buyuruyor. Muhabbet, Arapçadır, muhabbetin Türkçe karşılığı ise, sevgi ve aşktır. Aşk, sevginin şiddetlisine denir. Bu itibarla Cenab-ı Hak, kendi zatı tekliğinden yarattığı cümle alem-i halkı aşkla yarattı. Ve yaratılan her şeyde muhakkak aşk vardır, herkes aşkın tesir ve cazibesiyle yaşayarak aktivite, faaliyet üretir. Bu itibarla kulun her faaliyetinin temeli muhakkak aşktır. Mesela ticaret yapar, temeli sevgidir, sanat üretir temeli sevgidir, karşı cins arar, çoluk çocuk arar, siyaset yapar, rütbe arar vb. her türlü faaliyetin temeli sevgidir, aşktır. Fakat bu aşk, her insanın yaradılışıyla beraber mazhar olduğu, doğasında ve tabiatında olan aşktır, ki bunlara ‘aşk-ı mecaz’ denir. Aşkı mecaz, Hak aşkından gayrı olan cümle sevgiler, muhabbetlerdir. Ki mecaz aşk, kulu Hakk’a kavuşturmaz. Kulu Hakk’a götürüp de vuslat ettirecek olan aşk, aşk-ı ilahidir. İşte insanın doğasında olan mecaz aşk, aşk-ı ilahiye dönüşürse ancak o zaman, o kul ilahi aşkla yaradılışının yüce gayesine ulaşıp, Rabbine vuslat eder. ‘Elestü’ hitabı ise; ruhlar aleminde bütün ruhların muhatap olduğu “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf, 172) hitabıdır. Bu hitaba herkes ruhlar aleminde muhatap oldu ve “Bela / evet Rabbimizsin, biz şahidiz.” Demişlerdi. (Araf, 172) İşte ‘elestü bezmi’ denilen ahitleşme / anlaşma budur. Fakat kul, ruhlar aleminden bedenlenip de yeryüzüne, yani şahadet alemine gelince, Cenab-ı Hak’la yapılan bu ahitleşmeyi, anlaşmayı unuttu. Bunun için bu alemde cümle peygamberler ve veliler, insanlara bu ahitleşmeyi hatırlatmak için tebliğ ve irşadda bulunurlar. Bu itibarla, kamil olan mürşidin irşadı da işte bu hatırlatmadır ve ruhlar aleminde yapılan elestü bezminin, ahitleşmesinin bu alemdeki tekrarıdır. Her kim bu alemde kamil mürşidin irşadına mazhar olursa, o kimsede, yaradılışından doğasında var olan mecaz aşk, zikr-i daim ve meratib-i tevhid keşfi irfaniyetiyle Allah aşkına dönüşür. Ve o kul arif olur ve her 489 tecellide Rabbini müşahede eder ki, bu müşahede aynı zamanda kulun, Rabbine evet / beli diyerek şahit olmasıdır. Allahualem. Terk ettim ben izzeti buldu gönlüm zilleti Nidem gayrı devleti gönlüm Allah’a döndü İzzet; mevki, makam ve büyüklenmek demektir. İzzetle büyüklenmek, insanın cehaletle kendisinin zannettiği nispet varlığından, benliğinden hasıl olur. Allah, kendini beğenerek yürüyenlerden olmamamızı emrediyor. (İsra, 37, Lokman,18). Zillet ise, alçak gönüllülük olup, büyüklenmemek, kibirlenmemektir. Ayette “…secde et ve yaklaş” (Alak, 19) Beyan edilir. Hz. Peygamber Efendimiz ise “Kulun Allah’a en yakın olduğu an, secde anıdır.” buyurmuştur. İşte zilletin en makbulü secde halidir. Secdenin hakikati ise, kulun meratib-i tevhid keşfi irfaniyetiyle, nisbet varlığının yokluğuna ulaşmasıdır. Kul, ancak bu yokluk irfaniyetiyle Rabbine vuslat eder. Rabbine vuslat ise, bir kulun fena / yokluk zilleti ile mazhar olabileceği en büyük rütbe ve devlettir. İşte böyle bir devlete mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Nidem gayrı devleti gönlüm Allah’a döndü.’ diyor. Ben bir sultan kuluyum ilm u irfan doluyum Bildim ki ben faniyim gönlüm Allah’a döndü Burada ifade edilen ‘sultan’ makam-ı uluhiyetin sahibi olan Allah’tır. Her şey ve herkes, bilsin veya bilmesin, yaratılmış olmak itibariyle Allah’ın kuludur. Fakat herkes, bu kulluğunun mahiyet ve hakikatini bilmez. Kimileri, kulluk; abdest, namaz, oruç vb. ibadetlerden ibarettir, der. Kimi kalb temizliği der. Kimi şöyle, kimi böyle söyleyerek kulluk anlayışını beyan eder. Ruhu şad olsun, Kemal Zurnacı Hazretleri: “Kul, köle demektir. Köle olanın malı, mülkü, ailesi ve kendi varlığı da olmaz. Köle, sadece sahibinin emirlerine son derece dikkat eder. Fenafillah keşfiyle arif ve kamil olan bir kimsenin de, köle gibi kendine ait nispet varlığı olmayıp, ancak sahibi olan Allah’ın emir ve yasaklarına dikkatle riayet eder.” buyurdular. İşte hakikatte kul, fenafillah olup yokluğu bulmuş olan ve Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle riayet eden kimsedir. Miraç’ta, Hz. Peygamber Efendimizin Cenab-ı Hak’a “Senin hazinelerinde olmayan bir hediye getirdim.” demesine karşılık; Cenab-ı Hak “Nedir o bana getirdiğin hediye?” diye sorunca, Hz. Resulullah “Ya Rab, hazinelerinde olmayan tek şey yokluktur, ben işte senin hazinelerinde olmayan 490 yokluğumla geldim.” buyurmuştur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri de ‘Alemlerin sultanı olan Allah’ın varlığından gayrı varlık olmadığına, kendimin ve cümle alemin faniliği / yokluğu irfaniyetiyle, arif oldum.’ buyuruyor. Oldum bir pir’e bende etti beni perverde Kalktı aradan perde gönlüm Allah’a döndü Pir, kamil olan mürşittir. Ancak kamilin telkin ve irşadıyla, Rabbi ile kul arasındaki cehil ve zan perdesi kalkar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri; mürşid-i kamili bulup, onun telkin ve irşadına mazhar olmuş ve o irşadla Rabbi ile arasında hiç bir perde kalmadığı için, gönlüm Allah’a döndü, diyor. Çünkü kamilin irşadı, zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i ilahi telkinidir.Ancak bu telkin keşfi irfaniyetiyle,kulla Rabbi arasındaki perde kalkar ve kul Rabbine vasıl olup, onu daima müşahade eder. Ben Fehmi’yim üftade bunda geldim irfane Ko desinler divane gönlüm Allah’a döndü Üftade, tenezzül düşkünlüğüdür. Tenezzülün en alası, kulun fenafillah keşfi irfaniyetiyle yokluğa ulaşmasıdır. Fehmi Efendi, ‘Benim kulluğum, nispet varlığımın fenasıdır / yokluğudur; ben bu yoklukla irfaniyete ulaştım.’ buyuruyor. Fakat Fehmi Efendi gibi ehl-i kemal olan ariflerin bu anlayış ve halleri, halk-ı aleme acayip ve ters geldiğinden, onları divanelikle, aykırılıkla, sapkınlıkla itham ederler. İşte böylelerine hitaben Fehmi Efendi Hazretleri ‘Onlar bana divane ve her ne derse desin, benim gönlüm Allah’a döndü, yani Rabbimle vuslata ulaştı.’ diyor. Melamilik ‘halkın kınamasına aldırmamak’ olarak da ifade edilir, ki doğrudur. Çünkü Melamiler; halkın değil, Hakk’ın dediğinden başka yapmamaya dikkat ederler. Onlar, Hakk’ın emir ve yasaklarına, ne eksik ne fazla aynen riayet ettikleri gibi, bunların hakikat ve mahiyetlerini yerli yerinde açıklarlar. Melamilerin imanı iman-ı kamil olduğundan, onlar daima Hakk’a vuslat irfaniyetiyle yaşarlar. İşte halk, Melamilerin bu hallerini dedikodu ederek kınar, fakat onlar da ayette ifade edildiği gibi “Kınayanın kınamasına aldırış etmezler.” (Maide, 54). Onlar daima Hakk’ı gözetirler. Çünkü onların kullukları, Muhammedi bir kullukla Hak’tan ayrı olmamaktır. Kur’an-ı Kerim’de “Muhammed Allah’ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün, Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk 491 ister dururlar. Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde eseri vardır …” (Fetih, 29) buyrulur. İşte Melamilerin kulluğundaki amaç ve hedef, bu ayette ifade edildiği gibi,her zamanda hazır ve mevcut olan manevi evlad-ı Resul’den olup, Hz.Resulullahla bu alemde beraber olmak ve hiç ayrılmamaktır. Vesselam . * * * 105 Ariflerde ar olmaz hiç bir şeyden kahrolmaz Kahrı lütfu bilmeyen hiç bir dem rahat olmaz Ariflerde ar olmaz, sözüyle anlatılan şudur: Ar, perdedir ki, Cenab-ı Hak’la arifin arasında perde olmaz, demektir. Kur’an’da “Onlara enfus / kendinde ve afaklarında / kendinin haricinde ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki, Hak ayan-beyan belli olsun / görünsün.” (Fussılet, 53) Buyrulur. Arif, bu ayette ifade edilen mana ve hikmete mazhar olarak, gerek enfusunda, gerekse afakında Hak’tan gayrı görmeyendir. Kur’an’da “İş ve oluşun tümü Allah’ındır…” (Ra’d, 31) “De ki; emir / iş ve oluş tümüyle Allah’ındır…” (Al-i İmran, 154) buyrulur. Başka bir ayette ise “Her şey yoktur, fanidir. Rabbin celal ve kerem yüzüdür var olan.” (Rahman, 2627) beyan edilir. İşte bunlar ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki; ister kahır, ister lütuf olsun, her bir tecelli Hak’tan gayrı olmayıp, Hakk’ın zuhurudur, yani Hakk’ın zat-ı tekliğinden celal ve kerem isimleriyle açığa çıkmasıdır. Kahır, ism-i celal tecellisidir. Kerem ise, ism-i cemal mazharıdır ki, lütuf’ta cemal tecellisidir. Bu itibarla bizim kahır ve lütuf olarak değerlendirdiğimiz olaylar,Rabbin celal ve cemalidir. Hakk’a arif olmayanlar, sen yaptın, yok şundan oldu, bundan oldu, falanca bunu dedi, şunu yaptı... zan ve anlayışıyla; cümle oluş ve faaliyetleri cehaletle Hak’tan gayriye nisbet ederek üzülür, kahrolur ve hiç rahat edemez. Halbuki hayır ve şerrin Allah’ın kudretinden meydana geldiğine inanmak, imanın şartlarındandır. İşte kahır ve lütfun, hayır ve şerrin, Allah’ın kudretinden olduğunu bilmek için daim zikir ve ilm-i tevhid irfaniyetine mazhar olmak lazımdır. Ancak bu irfaniyetle kul, enfus ve afaktaki tecellinin Hakk’ın zuhuru olduğuna ve hayrın da şerrin de Allah’ın kudretiyle zahir olduğuna arif olur ve gayriyete kahır olup üzülmekten kurtulur. Vesselam . Hak diyen gafil olmaz siler kalbin kir kalmaz 492 Kişi nefsin bilmezse ol Hakk’a arif olmaz Her azamızın bir yaradılış sebebi vardır. Kalbin yaradılış sebebi ise, Cenab-ı Hakk’a mekan olmasıdır. Çünkü hadis-i kudside “Ben yerlere ve göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyrulmuştur. Her insanın kalbi, Hakk’ı misafir etmeye potansiyellidir. Fakat bir kalb, masiva / gayriyet sevgisiyle dolmuşsa, o kalb sahibi, Hak’ tan gafil olur. Kalbteki masiva, gayriyet sevgisi olan kir ve pisliği temizleyecek olan ancak kalbi zikirdir. Kur’an’da “İnananların kalbleri zikrullah ile tatmin olur. Dikkat edin / gözünüzü açın, kalbler zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Hz. Pir “Kalbi zikir; zikr-i daimi meydana getirir.” diyor. Her kim ki, zikr-i daime mazhar olursa, o kimse gafletten uyanır, gayriyet olan kir ve pisliğin muhabbetinden kurtulup, o kalbinde muhabbetullahın hakim olduğu bir uyanıklığa ulaşır. ‘Kişi nefsin bilmezse ol Hakk’a arif olmaz’ sözünden maksat ise şöyledir: Kulun Hakk’a arif olması için, nefsine yani kendisine arif olması gerektir. Hadis-i şerifte “Kim nefsini / kendini bilirse, o Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de ise “Kendini / nefsini bilmeyenden başka kim İbrahim dininden / Hanif milletinden yüz çevirir….” (Bakara, 130) beyanı vardır. İbrahim dini, tevhid dini olup, Hanif ise tevhid ehli yani muvahhid demektir. İşte her kim ki, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kendini bilirse, o kimse Hakk’a arif olur. Her kim de daim zikirden ve makamat-ı tevhid irfaniyetinden mahrum olursa, o kendini / nefsini bilemediği gibi, Rabbini da bilemez, yani Hakk’a arif olamaz. Çağır Allah’ı seste Allah de her nefeste Can bülbülü kafeste ötmeyince şad olmaz Allah’ı sesle çağırmak, cehri, yani dille ve yüksek sesle zikir yapmaktır. Camilerde, tekkelerde ve umuma açık olan yerlerde cehri, yani dille, sesli olarak zikir yapılır. Dille yapılan cehri zikir, kulun yalnız dilini uyandırır, vücudun diğer azaları ise, zikirden gaflet eder. Fakat kalbi zikir, bütün azalara tesir ederek kulu gafletten uyandırır. Çünkü kalb, merkezi azadır, ki merkezin uyanmasıyla vücut kafesini oluşturan cümle azalar uyanır. İşte can bülbülü, kalbine her nefeste zikr-i daim yerleşmiş olan saliktir,ki salikin kalbi zikrullahla tatmin olunca,o muhabbetullahla zevklenerek mutlu ve şad olur, vesselam. Her nefeste daim zikir, kalbi zikirsiz hasıl olmayacağından, kalbi zikre gayret et ki; her nefeste daim zikire ulaş, buyruluyor. 493 Severim seni candan hiç çıkarmam gönlümden Sana inanmayanlar iman-ı kamil olmaz Zikr-i daim; masiva yani Allah’tan gayrı şeylerin sevgisini kalbten uzaklaştırır, yerine Allah muhabbetini hakim kılar. Fehmi Efendi bunu beyanla ‘Gönlümde daim zikirden hasıl olan muhabbetle seni seviyorum ve seni hiç gönlümden çıkarmıyorum.’ diyor. Çünkü daim zikre mazhar olan kul, her nereye gitse Allah der, nereye dönse Allah der ve hep Allah’ladır. Hz. Pir “Zikr-i daim, hacc-ı ekber ve cihad-ı ekberdir.” diyor. Daim zikirle, salikin gönlünde gayriyet / masiva muhabbetine yer vermemesi, cihad-ı ekberdir, yani büyük harptir. Salikin her nerede olursa olsun, her nefeste zikrullah mazhariyeti ise hacc-ül ekber, yani büyük hacdır. Çünkü hac, Beytullah’ı, yani evinde Allah’ı ziyarettir. Kalb Allah’ın evidir ki, kalbinde zikr-i daim olan kul, her nerede olursa olsun, her nefeste Allah’ı ziyarettedir, Vesselam. ‘Sana inanmayanın imanı kamil olmaz’ demek ise: Kamil mürşitten talim edilen zikr-i daime iman etmeyen kimsede, zikrullah uyanıklığı hasıl olmaz ve o kimse, tevhid-i hakiki irfaniyet ve kemalatına ulaşamaz, demektir. Böyle kimseler ancak laf üretir ve tevhidin lafzıyla, yani kelimesiyle meşgul olur. Velhasıl bir kimseyi iman-ı kamile götürecek olan mürşid-i kamil tarafından tarif edilen zikr-i daimdir. Bir kimse inanır da, kamilin zikr-i daim telkinine mazhar olursa, o kimsenin imanı, iman-ı kamile ulaşır. Eğer bir kimse zikr-i daim telkinine inanmazsa, o kimsenin imanı, iman-ı kamile ulaşmaz, demektir. Allahualem. Senden gayrı yok mabed kıblem sensin her cihet Huzurum ile’l ebed senden gayrı yar olmaz Mabed, ibadet yapılan yerdir. Ehli kitap olan Hıristiyanlar kiliseye, Yahudiler havraya gidip, taç, hırka, cübbe gibi özel kıyafetler giyerek, tahtta duran, elinde asa, tütsü mum vb. şeyler olan din adamlarıyla ibadet yapabilirler. İslam dininde ise, temiz olmak şartıyla, her yer mabettir. Yani bir Müslüman herhangi bir özel kıyafet giymeden, özel mekan gözetmeden, yeryüzünün her bir yerinde ibadetini yapabilir. Eskiden tekkelerde özel kıyafetler giyen ve başında taç, takke veya sarık, elinde asa olup da, post veya tahta oturarak zikir ve sohbet yapan şeyhler vardı. Bugün dahi bu geleneği, bazı nakıs / eksik, kamil olmayan mürşidler, şeyhler, cemaat önderleri veya onların vekil ve halifeleri devam ettiriyorlar. Bunlar özel kıyafetler içerisinde, özel mekanlarda faaliyet göstermektedirler. İbadetin ve zikrullahın, onların belirlediği özel kıyafetler ve özel mekanlarda 494 yapılmasının gerekli olduğunu, hatta bu kıyafet ve mekanların haricinde zikir yapılamayacağını dahi ifade edenleri vardır. Bunlar, bir de bu hal ve tavırlarını, ilgi alanlarına, etraflarına bir kemalatmış gibi empoze etmektedirler. Fakat kamil olan mürşitten kalbi zikir telkinini alıp zikr-i daime mazhar olanın, özel mabedi, özel kıyafetleri olmaz. O, yeryüzünün her neresinde olursa olsun, nefes alabildiği ve yaşadığı her yerde ve her nefeste zikreder. Onu hiç bir hal ve beşeri faaliyet, zikr-i daimden alıkoymaz. Hz. Pir’in “İki ayaklı tekke olunuz.” buyurduğu gibi, onlar iki ayaklı tekkedirler. Çünkü Kur’an’da “Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alışveriş onları Allah’ın zikrinden, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymaz…” (Nur, 37) Beyanı vardır. Bu itibarla zikr-i daim saliki, her nereye dönerse, Allah deyip de başka bir şey söylemediği için, daima Allah’la olur. Bunu beyanla Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Zikir salikinin kıblesi “semme vechullah”tır/Allah’ın yüzüdür.” diyor. Velhasıl zikr-i daime mazhar olan Fehmi Efendi, her nefeste ve her yerde ibadet, Allah’a kulluk yaptığı için ‘Senden gayrı mabedim yok, sen benim her tarafta, her cihette kıblemsin.’ diyor. ‘Huzurum ilelebet’ demek ise şöyledir: Hz. Pir “Zikr-i daim ehlinin imanı, iman-ı huzurdur.” buyurmuşlardır. Çünkü zikr-i daim, dünya ve ahiret dahil bütün alemlerde yapılabilen ve cümle alemlere mahsus olan büyük ibadettir. Bu itibarla Kur’an’da “Kitaptan sana vahyedileni oku, namazı yerine getir. Çünkü namaz çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki zikrullah en büyük ibadettir…” (Ankebut, 45) buyrulmuştur. Namaz, oruç, hac, zekat vb. ibadetler, bu alemde ve unsur bedenle yapmakla yükümlü olduğumuz ibadetlerdir. Bu alemden göçüp de, unsur bedenimizden ayrılmamızdan sonra bu ibadetler yapılmaz. Çünkü imtihan yeri bu alemdir. Her kim burada bu ibadetleri yaparsa, ahirette mükafat ve ecre mazhar olur, yapmazsa cezaya, azaba muhatap olur. Fakat zikr-i daim, cümle alemlerde yapılabilen büyük ibadettir. Hadis-i şerifte “Allah bir kula bir çok nimetler verir fakat geri alabilir. İki nimeti vardır ki, bir kuluna verdi mi geri almaz. Bu nimetlerin biri zikrullahtır, hangi kulun kalbi zikrullahla kurulmuşsa onu durdurmak Allah’ın şanından değildir. Diğeri ise, kul ile arasındaki perde kalktı mı bir daha onu örtmek Allah’ın şanından değildir.” buyrulmuştur. Velhasıl her kim ki, zikr-i daime mazhar olursa, onun imanı, iman-ı huzurdur. Çünkü o, bu alemde ve cümle alemlerde, daim zikrullah uyanıklığıyla ebediyen, ilelebet Allah huzurunda olur. Vesselam. Geldim vahdet ilinden zevki gitmez gönlümden Ben bir garib bülbülüm kimse bana yar olmaz 495 Hadis-i şerifte “Gurbette garip olun.” buyrulmuştur. Garip, asıl vatanından ayrı olan kimseye denir ki, onun hali gurbetliktir. Allah, cümle halk-ı alemi zat-ı tekliğinden yaratmıştır. Bu itibarla yaratılmış olan her şeyin aslı Hakk’ın varlığı olup, Hak, her şeyin vatan-ı asliyesidir. İşte hadis-i şerifte ifade edilen, siz bu alemde yaşarken, Hakk’ın varlığından zahir olduğunuzu bilin ve asıl vatanınızın Cenab-ı Hak olduğunu bilerek yaşayın, demektir. İşte böyle bir irfaniyete mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Geldim vahdet ilinden, zevki gitmez gönlümden, ben vatanından ayrı bir garip bülbülüm, kimse bana yar olmaz.’ diyor. Zikr-i daimin zevki, vahdet ilinin zevkidir, yani zevkullahtır. Bir kimse vahdet zevkiyle bülbül gibi her nefeste Allah derse, onun halini kimseler bilmez ve kimse ona yar olmaz. Çünkü zevkullaha mazhar olanın vatanı da, dostu da, yari de, Allah’tır. Vesselam. Ben Fehmi’yim ar etmem kuş gibi karar etmem Bu kafesten uçarım hiç beni gören olmaz Kuşların kararı, kapasitelerine göre belli bir yüksekliğe çıkabilmeleri ve belli bir mesafeye kadar uçabilmeleridir. Kafes ise, kulun cehaletle var zannettiği cümle alemin ve kendi nisbet varlığıdır. Bu alemde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine kavuşmayan her kul, bu nispet varlık kafesindedir. Bunlar, bu alemdeki ve ahiretteki kulluğunu nefsinin tabiattan aldığı lezzetlerle kayıtladıklarından, bu alemde ve ahirette nisbet varlık kafesinde yaşarlar. Kulun cehaletle var zannettiği nisbet varlık zanları, onun kafesinin hudutları ve kararı, yani menzili olur. Bu itibarla bunlar nisbet varlık kafesinden çıkamazlar, makam-ı insana yükselemeyip, insan-ı kamil olamazlar. Böylece yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine vuslattan mahcup ve mahrum kalırlar. Fakat her kim ki, mekteb-i irfana dahil olur da, kendine ve aleme, cehaletle nispet ettiği varlıklardan, zikr-i daim ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle kurtulursa; o nisbet varlık kafesinden çıkarak, ruha, yani ikilik kabul etmeyen Bir’liğe yükselir ve Rabbine vuslat eder. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Benim menzilim, kafesin içindeki kuşlar gibi belli mesafe ve mekanla kayıtlı değildir. Ben zikr-i daim ve meratib-i tevhid irfaniyetiyle cümle nispet varlık kafesinden kurtulup, Cenab-ı Hakk’ın hudutsuz, ebedi varlığına ulaştım, benim mazhar olduğum bu hal ve irfaniyet keyfiyetini, nisbet varlık kafesi içinde yaşayanlar bilemez, göremez.’ diyor. Allah, her şeyin en iyisini bilendir. 496 * * * 106 Mekteb-i irfana erdi yolumuz ‘Sümme dena fetedella’ okuruz Şer’i paka var mıdır hilafımız? Bir nazar et göresin erkanımız Mekteb-i irfan; mürşid-i kamilin mazhar olduğu seyr-i sülukun telkin ve irşadıyla hasıl olan irfaniyettir. Kuran’da: “Sümme dena fetedella / sonra iyice yaklaştı ve sarktı...” (Necm, 8) buyrulur ki, bu ayetler Hz. Peygamber Efendimizin miraçta Hakk’a olan yakınlığını beyan eder. Bu ayetlerin bu gün bize olan hitabı ise şöyledir: Ehl-i kemalin Hakk’a yakınlığı iki neşe ve hal iledir ki, biri ayette “sümmedena” olarak beyan edilen kurb-u feraiz, yani kulun Hakk’a farz yakınlığıdır. Bu yakınlıkta, kulun müşahedesinde kesret yani halk batın olup, Hak zahirdir. Diğer yakınlık ise, ayetteki “fetedella” beyanı olan kurb-u nevafil yani nevafil yakınlığıdır. Bu yakınlıkta kulun müşahedesinde vahdetin zuhuruyla hasıl olan halk kesreti zahir olup, Hak ise batındır. Bu yakınlık aynı zamanda, kulun vahdetin kesretini müşahede etmesiyle ulaştığı fark marifetidir. İşte ehl-i kemal olan ariflerin hali, ya vahdetin, ya da kesretin zahir olduğu bu hallerdir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim mekteb-i irfandaki tahsilimiz, tedrisimiz Kur’an’ın “sümme dena fetedella” beyanının sırr-ı mahiyeti olan, kulun Allah’a iki yakınlık halinin keşfi marifetidir.’ diyor. Şer-i pak, dinin tertemiz olan şeriatı, yani zahir yönü demektir. Allah’ın, kulların yapmasından razı olduğu emirler ve yapılmasından razı olmadığı yasaklarıdır. Şeriat ahkamını dört temel delil teşkil eder: Birincisi Kur’an’dır. İkincisi Hz. Peygamber Efendimizin sünnetidir. Üçüncüsü, icma-yı ümmettir, yani Kuran’a ve sünnete ters olmayıp, Kur’an ve sünnetle çelişmeyen alimlerin çoğunluk ittifakı ve toplumun genel kabulleri demektir. Mesela, Mevlid-i Şerif okunması gibi uygulamalardır. Dördüncüsü ise, kıyas-ı fukuhadır; yani alimlerin, hukukçuların Kur’an’la, 497 sünnetle ve icma-yı ümmetle çelişmeyip, mukayeseyle toplumun ihtiyaçlarına göre verdiği fetvalarıdır. Kamil olan bir mürşidin en evvelki telkini, Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riayet ve Hazreti Peygamber Efendimizin güzel ahlakıyla ahlaklanılmasıdır. Bu itibarla kamilin en evvelki telkini olan, pak tertemiz şeriat ahkamına riayet eden saliklerde ancak mekteb-i irfanın kemalat ve irfaniyeti hasıl olur. Yoksa bir salik tertemiz olan ahkamı şeriata uymazsa, o salikte mekteb-i irfanın kemalat ve marifeti asla hasıl olmaz. Bu konuda Niyazi Mısri Hazretleri “Hakikat nurdur, onun ziyasıdır şeriat / Ziya olmazsa nuru da yok bil / Hakikatin kıyasıdır şeriat.” diyor. Hz. Pir ise “Şeriatsız ne tarikat ne de hakikat olur. Şeriata muhalif olan tarikata ve hakikate dahi muhaliftir. Çünkü şeriat beyan-ı ilahiyedir.” buyurmuştur. Velhasıl Fehmi Efendi Hazretleri, bu beyitlerde meslek-i Resul-ü Melamiyye’ye şüpheyle bakanlara hitaben: ‘Zanla ve onun bunun lafıyla hareket etme, gel bizim hal ve anlayışımızı bize sorarak tetkik et, kafandaki zan ve müşküllerin çözülsün. Böylece Hz. Peygamber Efendimizin pak, tertemiz şeriatı ile hiç bir ihtilaf ve çelişkimizin olmadığını anlayıp görürsün.’ diyor. ‘Yezkürunallahe’ nin devranıyız Her nefeste zikrinin agahıyız Zatının şem’ine hep pervaneyiz ‘Fezküruni’ ayetin mazharıyız Bazı kimselerin demesiyle veya herkesin kendine göre yaptığı tesbihat ve virdler vardır. Özellikle kamil olmayıp, geçmişteki ehl-i kemal büyüklerinin isim ve unvanlarıyla faaliyet gösteren nakıs / eksik mürşitlerin, önderlerin veya onların vekillerinin, çeşitli rakam ve adetle yapılmasını söyleyip telkin ettikleri virdler ve tesbihatlar vardır. Bunlar, yapılan bu tesbih ve virdlerin, kulu yaradılışının yüce maksadına ulaştıracak olan zikrullah olduğunu zannederler. Halbuki Kur’an’da “…bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı, size öğrettiği gibi zikredin.” (Bakara, 239) Buyrulur. Cenab-ı Hak, kendisinin nasıl ve ne şekilde zikredilmesini, yani zikrullahın nasıl olduğunu bize Kur’an’ın “Ellezine Yezkürunallahe kıyamen ve ku’uden ve ala cünubühim…/ Onlar ayakta iken, oturur iken ve yatar iken Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran, 191). “… ayakta iken, oturur iken, yatar iken Allah’ı zikredin…” (Nisa, 103) ayetleri ile apaçık bir şekilde beyan ediyor. Bu itibarla Allah’ın Kur’an’da bu ve benzeri ayetleriyle bize emrettiği zikrullah; ayakta, oturarak ve yatarak yapılan zikrullahtır. Yine Kur’an’ın, bize örnek olarak gösterip de methettiği ehl-i zikir; Allah’ı ayakta, oturarak ve yatarak yani her 498 zamanda, her yerde, her pozisyonda ve her nefeste zikredenlerdir. Çünkü nefesi olupta yaşayan bir insan, ya ayaktadır, ya oturur ya da yatar. Başka bir pozisyonu olur mu? Olmaz. Bunu beyanla Mevlid sahibi Süleyman Çelebi Hazretleri “Her nefeste Allah adın de müdam” buyurur. Velhasıl “yezkürunallahe” nin devranıyız, demek; Kur’an’da örnek gösterilen ehli zikrin meclisine dahil olup, Hakk’ın emri olan zikrullaha mazhar olduk demektir. ‘Zatının şem’ine hep pervaneyiz’ sözünden maksat ise, zat-ı ilahiye vuslat keşfi irfaniyetinin talipleriyiz, demektir. Devranımız yani kulluk amacımız, zikr-i daim uyanıklığıyla Hakk’ın zatına vuslat etmektir. Bu yüce amaç doğrultusunda biz, pervane gibi fütursuz ve cesuruz, demektir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “fezküruni ezkürküm…/ siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim…” (Bakara, 152) buyuruyor ki, hangi kul zikr-i daime mazhar olursa, bu ayetin emrini yerine getirmiş olur. Ehl-i kemal “Zikrullah zakirde galip olursa, o galibiyette, zikreden, zikir ve zakir Bir olur.” buyurmuştur. Bu mevzu başka bir itibarla ise şöyledir, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kul, kendi yokluğunda zahir olan Rabbine kavuşursa, o kulun yokluğunda Hak zahir olur. Ki, yokluğuyla kul Rabbini, Rabbi ise tecellisiyle kulunu zikretmiş olur. Vesselam. Şeş cihetten görünür dildarımız Bahr-ı ummandan çıkar dürdanemiz Nice keşf olur bizim esrarımız Kenz-i mahfiden doğar irfanımız Kenz-i mahfi, gizli hazine demektir. Kudsi hadiste “Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı yarattım.” buyrulmuştur. Hz. Pir, bu kudsi hadisi “Ben süver-i malumatla zahir idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.’ olarak yorumlamıştır. Yani Cenab-ı Hak, zahirde suretlerle biliniyordu, fakat tevhid-i hakiki irfaniyetiyle bilinmek istediği için, kendinin Hakk’el yakın bilinmekliğini halk ederek yarattı. Ki, bu yaradılış ehl-i tevhid-i hakiki ve onların keşfi irfaniyetiyle halen devam etmektedir.Yani bu yaradılma; zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i ilahinin keşfi marifetiyle bu alemde ve her zamanda olmaktadır. Bu itibarla ‘kenz-i mahfiden doğar irfanımız’ buyrulması; bizim irfaniyetle olan aydınlığımız, daim zikir uyanıklığı ve Allah’ın mertebelerinin müşahedesinden doğarak, hasıl olup yaratılır, demektir. Bu irfaniyet, çok kıymetli, eşsiz bir mücevherdir ki, bu mücevher ancak bahr-ı umman olan kamil bir mürşitte bulunur ve ancak onun irşadıyla zahir olup açığa çıkar. Büyüklerimiz “Hiç bir deniz, mücevherini dalgalarıyla kıyıya atmaz, fakat dalgıcın dalmasını da engellemez.” 499 Demişlerdir. Yani bir mürşid eğer kamil ise, benim irfaniyetim şöyledir, ben kamilim, gelin sizi irşad edeyim gibi sözler söylemez. Kemalat ve marifetini bu şekilde açığa vurmaz. Ancak, dalgıcın dalarak denizden mücevher çıkarması gibi, Kamili bulan Allah dertlileri ve talipleri, ona müşküllerini sorar. Kamil de bu suallerin sorulmasını engellemeyip, marifetle o sorulara cevap verir. Ki, müşkülleri cevaplandığı nispette dertliler ve talipler aydınlanarak, tevhid-i hakiki irfaniyet mücevherine mazhar olup arif ve kamil bir insan olurlar. İşte bu irfaniyetten mahrum olanlar, kendi nefsinde ve cümle alemde mevcut olan ilahi sevgiliyi asla göremeyip ehl-i kemalin esrarına.yani sırr-ı irfaniyetine ulaşamadıklarından ‘Nice keşfolur bizim esrarımız’,yani Kamil’in irşadına mazhar olmayanlar, Arif’lerin sırrını nasıl bilebilir buyruluyor. ‘Şeş cihetten görünür dildarımız’ sözünün manası ise; Bahr-ı umman olan mürşid-i kamilin irşadıyla gönlümüzdeki ilahi sevgiliyi, bütün yönlerden ve cümle tecellide müşahede ederiz, görürüz, demektir. Cümle esvat-ı huruf noktasıyız Mevc-i derya katreler ummanıyız Gökteki necm ü kamer envarıyız Şems-i sırda kevkebin ziyasıyız Hazreti Ali (kv) “Sırr-ı ilahi, cümle peygamberlere inen kitaplarda mevcuttur. Kitaplardaki esrar Kur’an’da mevcuttur, Kur’an’ın esrarı Fatiha suresinde mevcuttur, Fatihanın esrarı Besmelede mevcuttur, Besmelenin esrarı “B” harfindedir “B” harfinin esrarı ise B harfinin altındaki noktadadır. İşte o nokta benim. İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” buyurmuştur. Eski Arap alfabesinde B harfi, altında bir nokta ile ifade edilir. Arap alfabesindeki diğer bir çok harfler noktalıdır. Kimi bir nokta, kimi iki nokta, kimi üç nokta, kimi içinde nokta, kimi dışında nokta vb. Velhasıl nokta olmazsa hiç bir harf okunmaz. Cümle harfler noktasına göre, bir ses olup Ahenkleşerek harf olur. Arap alfabesindeki nokta, Arapça rakamlarda ise sıfırdır. Sıfır, hiçlik ve yokluk ifade eder. İşte nasıl ki bir nokta; sıfır, yani varlığı olmadığı halde cümle harflere ses ve ahenk vererek onların okunmasını sağlıyorsa, Allah’ın sırrı da, kendi nispet varlığı olmayan insan-ı kamil tarafından bilinir ve okutulur. İnsan-ı kamil, mevcuttaki Hakk’ın tecellilerini müşahede ederek arif olandır, ki o her bir surette, her bir tecellide Rabbini gören kuldur. O, insanın yaradılışının yüce gayesine, fenafillah ve bekabillah marifet ve kemalatıyla ulaşmıştır. İşte bu kemalat mazhariyetiyle Hz. Ali “Ben ‘B’ nin altındaki noktayım.” Buyurmuştur. Bugün dahi insan-ı kamilin kemalat ve marifetine her kim mazharsa, o noktadır, ve ancak o insan-ı kamil, cümle tecellide Rabbini görerek tanır ve tanıtır. Böylece noktanın 500 cümle harflere ses vermesi gibi, kamil insan da marifetiyle cümle tecellilerin ahengi olur. Çünkü insan-ı kamil, eşya dediğimiz cümle varlıkta Rabbine kavuşmuş olup, Rabbini her tecellisinde görüp tanımasıyla, cümle eşyanın yegane ahengidir, vesselam. İnsan-ı kamil, aynı zamanda cümle alemlerin de ruhudur. Nasıl ki kulun bedenini ayakta tutan, ona renk, ahenk veren can ise; bedenden canın ayrılmasıyla bedenin rengi ve ahengi kalmayıp çürümesi gibi insan-ı kamil, bu alemde olduğu müddetçe kıyamet kopmaz, ancak yeryüzünde insan-ı kamil kalmayınca o zaman kıyamet kopar ve cümle alem dağılarak ahenk bozulur. Çünkü insan-ı kamil, bu alemdeki cümle varlığın yaradılışının yüce gayesi olduğundan, her şey denilen cümle varlık, bu yüce gaye içindir. Yüce gaye olan insan-ı kamil bu alemde var oldukça, bu alem de onunla birlikte var olur. Bu itibarla kudsi hadiste Cenab-ı Hak “Her şey insan içindir, insan ise benim içindir.” buyurmuştur. Bunu beyanla zamanın insan-ı kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Cümle harflere, tecellilere ses, ahenk veren noktayız.’ diyor. ‘Mevc-i derya, katreler ummanıyız’ sözü ise: Denizin dalgasındaki damla gibiyiz, fakat bizim damlalığımızda büyük deniz, okyanus mevcuttur, demektir. İnsan-ı kamil unsur beden itibariyle bir çok varlıktan çok küçük olup, bu alemde bir damla gibidir. Fakat insan-ı kamil, fenafillah irfaniyetiyle yokluğa ulaşıp, bekabillah kemal-i tecellisine mazhar olduğundan, bu mazharıyetiyle cümle alemleri ve varlıkları kuşatan büyük denizdir. Onun kulluğu, cemiyet-i ilahiyi ve cemiyet-i Muhammedi’yi gönlünde toplayıp cem eden ademiyet kemalatıdır. Bu, aynı deniz damlasının kendine ait varlığı olmayıp da, denizin ve dalganın o damlada zahir olup gözükmesi gibidir. ‘Gökteki necm ü kamer envarıyız’ demek ise şöyledir: Hadis-i şerifte “Alimler gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyar iseniz doğru yola girersiniz.” buyrulur. Bu itibarla ay ve yıldızlar ışığıyla, nasıl ki gecenin karanlığını nurlandırıp aydınlatarak, gece yolculara yol gösterip menzillerine ulaşmalarını sağlıyorsa, ehl-i kemal de cehalet karanlığındakileri kemalat ve marifetle aydınlatıp onları irşad ederek yol gösterirler, ve kulun insan-ı kamil menziline ulaşmasını sağlar, demektir. ‘Şems-i sırda kevkebin ziyasıyız’ sözüne gelince: Şems, güneş demektir. Kevkeb ise yıldız demektir. Güneş, Cenab-ı Hakk’ı, kevkeb ise insan-ı kamili remzeder. Nasıl ki yıldızın ziyası / ışığı kendinden olmayıp güneşin ışığını yansıtıyor ise, insan-ı kamilin irfaniyet ve kemalatı da kendinden olmayıp, Hakk’ın ona lütuf ve ihsanıdır. İşte kamil insan, Rabbin lütfu olan bu mazhariyetiyle halkı irşad ederek aydınlatır. Bunu beyanla mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim irşadımızda 501 zahir olan marifet, güneş ışığının yıldızdaki parlaması gibi, Hakk’ın hidayetle olan ihsanı ve lütfudur.’ diyor. ‘Fakr u fahri’ devletinin fahriyiz Fahr-i tammın izzetin sultanıyız Cümle mevcud-ı vücudun varıyız Talibi’yle yad olur elkabımız Hazreti Peygamber Efendimiz üç defa tekrarlayarak “Fakirlik benim iftiharımdır” buyurmuştur. Birinci fakirlik nispet-i ef’al itibariyledir; ikinci fakirlik nispet-i sıfat itibariyledir; üçüncü fakirlik ise nispet-i vücud itibariyledir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hz. Peygamber Efendimizin iftihar edip, övündüğü bu fakirliği meslek-i Resul-ü Melamiyyede fenafillah makam ve devletiyle bulduk ve bu fakirlikle, yoklukla iftihar ediyoruz.’ diyor. Ve devamla, alemlerin iftiharı olan Hz. Resulullah Efendimizin övünüp, iftihar ettiği fakirlik; bizim en yüce makamımız olup, biz o fena / yokluk fakirliği olan kullukla, sultanız. Fakat cümle varlıkta tecelli-yi ef’al, tecelli-yi sıfat ve tecelli-yi zatıyla mevcut olan Cenab-ı Hak, kemaliyle, bizim fakirlik olan kulluğumuzda zahir olur, buyurarak hakikatteki kimliğini açıklıyor ve ‘Halk ise beni, ancak Talibi lakabımla, yani isim ve suretimle tanır.’ diyor. 502 * * * 107 Ervahi alemde saflar kuruldu 'Elestü' hitabı nida olundu Onda ikrar eden bunda bilindi Allah Allah daim hu diyelim biz Allah Allah daim Hak diyelim biz Kur’an-ı Kerim’de “Hani Rabbin, Ademoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine şahit tutarak sormuştu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da: Evet Rabbimizsin, buna şahitlik ederiz. demişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ dememeniz içindi.” (Araf, 172) “Allah, birbirinize düşman olarak inin aşağı, sizin için dünyada belli bir süreye kadar bir yer ve geçimlik vardır, dedi. Allah şöyle buyurdu: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve tekrar oradan diriltilip çıkarılacaksınız.” (Araf, 24-25) Buyrulmuştur. Ervah alemi, ruhlar alemidir. Ayetlerde beyan edildiği gibi, Cenabı Hak alem-i ervahta gelmiş geçmiş ve gelecek cümle insanların ruhlarını yarattı ve ‘elestü bi Rabbiküm / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye onlara hitap etti, onlar da ‘kalu bela / evet, Rabbimizsin, buna şahitlik ederiz’ dediler. Sonra Cenab-ı Hak ruhlara, yeryüzüne inin dedi ve ruhlar bedenlenip suretlenerek bu aleme geldi ve kıyamete kadar da gelecektir. Fakat bu tabiat aleminin etkisi ve tesiriyle kul, ruhlar aleminde Rabbimiz tarafından yapılan hitabı, verdiğimiz sözü ve yaptığımız şahitliği unuttu. İşte cümle peygamberlerin ve velilerin tebliğ ve irşadının gayesi, bu gaflet ve unutkanlıktan kulu uyandırıp, bu imtihan aleminde kulun Rabbine vuslat etmesi içindir. Bu vuslatın gerçekleşmesi için kulun, mürşid-i kamilin irşadıyla bu alemde ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabını 503 işiterek ‘Evet, Rabbimizsin. Buna şahitlik ederiz.’ cevabını, marifet / kemalat mazhariyetiyle tekraren vermesi gerekir. Ancak o zaman bu hitabın, ikrar ve şahitliğin mahiyet ve hikmeti anlaşılır. Burada beyan edilen saflar, bu şahadet alemine mahsustur. Birinci saf peygamberlerin safıdır. İkincisi evliyanın safıdır. Üçüncüsü müminlerin safıdır. Dördüncüsü ise eşkıyaların safıdır. Elestü hitabını Cenab-ı Hak, peygamberlerin gavsının dilinden, birinci saftaki cümle peygamberlere yapar ve hitabı duyan peygamberler, evet derler. Evliyanın gavsından da ikinci saftaki evliyalara hitap eder ve hitabı işiten cümle veliler, evet derler. Evliyadan da, üçüncü saftaki müminlere yapar ve hitabı işiten müminler de evet derler. Dördüncü saftaki şakiler / isyancılar ise, hitabı duymadıkları halde müminleri takliden evet derler, vesselam. Hz. Pir Efendimiz ‘Ruhlar aleminde kulun ilmi vardı, fakat marifeti yoktu. İlim, akılla tahsil edilir, marifet ise müşahedeyle elde edilir.’ diyor. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ruhlar alemindeki hitabın açığa çıktığı meclisin saflarını kurduk, her kim ruhlar aleminde muhatap olduğu ‘elestü’ hitabını, yani verdiği sözü ve şahitliğini tekraren ikrar etmek isterse, meclisimize gelsin ve ikrarını versin.’ buyuruyor. “Allah Allah daim Hu diyelim biz Hak diyelim biz” demek ise şöyledir: Kuran’da ‘…unuttuğunda Rabbini zikret/an…’ (Kehf, 24) “Rabbini içten yalvararak ve gizlice sesini yükseltmeden sabah akşam zikret, gafillerden olma.” (Araf, 205) buyrulmuştur. Bu alemdeki gaflet ve unutkanlıktan uyanmak, zikrullahla mümkündür. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında beyan edildiği gibi, Cenab-ı Hak, isimlerinden ‘Allah’ ismiyle kendisinin zikredilmesini istiyor. Çünkü Allah, esma itibariyle ism-i celaldir ve kulun gönlündeki gayriyet muhabbetini ismi celal tesiriyle giderir. Allah, makam itibariyle ise, uluhiyettir. Uluhiyet, cümle isimleri kendinde toplayan makam olması itibariyle Rab, Allah’tır. Rahman ve Rahim Allah’tır, Gaffar, Musavvir vb. cümle isimlerden, makam-ı uluhiyet büyüktür. Cümle isimler, ancak uluhiyeti açığa çıkarırlar. Kur’an’da “İman edenlerin kalbleri Allah’ın zikri ile mutmain olur. Şüphesiz kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzur ve sükun bulur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Ancak mürşid-i kamilin telkin ve tarifiyle kulun kalbi zikrullahla şereflenir ve zikr-i daim mazhariyetiyle gafletten uyanır. Bunun için Fehmi Efendi Hazretleri: 'Her nefeste daima Allah diyelim.’ Diyor. ‘Hu ve Hak’ ise: Hu, gayb-ı mutlak hüviyet olan sırf zatı remzeder. Kalbi daim zikirle uyanmış olan kulun, makamat-ı tevhidin fena mertebelerinin keşfine ulaşıp, tecelli-i zat’a vuslat etmesinin irfaniyet ve kemalatıdır. Hak ise, tevhidin beka mertebelerinin marifetine mazhariyeti ifade eder. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bu alemde zamanın 504 kamil mürşidi tarafından ‘elestü’ hitabının tekraren yapıldığı meclis kuruldu, gözümüzü açalım da ikrar verenlerden olup, her nefeste zikrullah uyanıklığıyla fenafillah ve bekabillah kemalatına ulaşalım.” diyor. Bülbüllere açtı ilkbahar gülü Aşıklara esti seherin yeli Kuruldu muhabbet kadehler dolu Allah Allah daim hu diyelim biz Allah Allah daim Hak diyelim biz Bülbül, zikr-i daimle makamat-ı tevhide istidat hazırlamış olan zikir salikidir. İlkbahar gülünün açması ise; Nur-u Muhammed mazhariyeti olan bir kullukla, salikin tevhid-i ef'al keşfi irfaniyetine ulaşmasıdır. Zahiren de, bülbüller seher vaktini sever ve seher yeli estiği vakitte çok öterler. Zikr-i daimle tevhide istidat hazırlamış olan Hak aşıklarına, tevhid-i ef'al’in keşfi irfaniyeti seher yelidir. Aşıklar tevhid-i hakiki müşahedesiyle zevklenmekten daha ziyade hiç bir şeyden keyif almazlar. Çünkü tevhid-i hakiki irfaniyeti, ilahi sevgiliyle aşığın buluşmasıdır. Kuruldu muhabbet kadehler doldu, demek ise: ‘Mürşid-i kamil teveccühü açtı; ihvana miktarına göre meratib-i tevhid tarif ve telkin ederek, ihvanların gönül kadehleri muhabbetullah, yani zevk-i ilahi ile doldu.’ demektir. İçmişiz doluyu olmuşuz sekran Fikrimizde yoktur cennet ve niran Dilimizde ancak sohbet-i Rahman Allah Allah daim hu diyelim biz Allah Allah daim Hak diyelim biz İçmişiz doluyu olmuşuz sekran: Tevhid-i sıfat mertebesi, makam itibariyle aşk makamıdır. Cennet ve niran ise; cennet ve cehennem demektir. Beytin manası şöyledir: Bizim kulluğumuz, ehl-i ukba gibi nefsimizi cehennemden halas etmek ve cennet-ül amele girip, nefsimizi amel cenneti nimetleri ile lezzetlendirmek için olmayıp, sohbet-i Rahman’dır. Yani insan-ı kamilin, aşık olanlara irfaniyeti ve kemalatıyla yaptığı sohbet ve irşadıdır. Rahman mazharı olan kamil mürşid, bize aşk mertebesini telkin ve tarif etti. Mevsuf olan ilahi sevgiliye kavuşmanın zevk ve sarhoşluğuyla sekran olduk.’ Demektir . 505 İçelim badeyi sarhoş olunca Yakalım aşk odun suzan olunca Yanalım yanalım ta kül olunca Allah Allah daim hu diyelim biz Allah Allah daim Hak diyelim biz Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri; hakikate göre sarhoş kimseyi şöyle tarif etmiştir. “Bir kadeh içer ef'alini kaybeder; ikinci kadehini içer görüp işitmesini kaybeder; üçüncü kadehte ise kendini kaybeder.” diyor. En makbul cezbe, yani sarhoşluk; alem-i halk içinde Hakk'ı bulup, Hak’ta kendini kaybetmektir. O da ancak tevhid-i hakiki badesi, yani içkisinin sarhoşluğuyla olur. Tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle kulun, yokluğa / fenaya ulaşarak, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk'a vasıl olmasıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyet içkisiyle öyle bir sarhoş olalım ve aşk-ı ilahi hararetiyle öyle bir yanalım ki, nispet varlığımız Hakk’ın zat-ı mevcudiyetinde fenaya ersin ve kül olsun.’ diyor. Gelin ey kardeşler sürelim demi Fırsat elde iken durmayın geri Bize fayda vermez zahidin yolu Allah Allah daim hu diyelim biz Allah Allah daim Hak diyelim biz Zahid, kendi halini beğenerek, fazla ibadetlerle meşgul olarak şekilsuret düzer, halk-ı alemi beğenmeyip herkesi eksik görür, yalnız kendini beğenir. Zahidin kulluğu ise; ehl-i ukbanın kulluğudur. Yani nefsini cehennemden halas edip amel cennetinin nimetleriyle lezzetlendirmek kulluğudur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri ‘Gelin ey mümin kardeşler! Böyle zahidliğin faydası olmaz ve seni yaradılışının yüce gayesine, yani Rabbine kavuşturmaz. Sen aşk-ı ilahi içkisinden içerek aşk ehli ol ve zikr-i daimle makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaş.’ Diyor ve devamla ‘Ey ihvan, ey ruh kardeşim! Bu alem imtihan alemidir; zamanını, vaktini heba edip boşa harcama, meratib-i tevhidin irfaniyet ve zevkine ulaşma gayretinde ol.’ diyor. Pir Seyyidimiz ol Muhammed Nur-i Varis-i Resuldür gavstır zuhuru Bize talim etti sırr-ı tevhidi 506 Allah Allah daim hu diyelim biz Allah Allah daim Hak diyelim biz Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, Ehl-i Beyt’tendir, evlad-ı Resul’dür. Ehl-i Beyt, evlad-ı Resul ise üçtür: Birincisi süveri Ehl-i Beyt, yani soy itibariyle olup, Pençe-yi Al-i Aba’dır. Yani abanın altındaki beş kişidir ki, bunlar Hz. Resulullah’la beraber, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’dir. İkincisi; manevi Ehl-i Beyttir. Hz. Peygamber Efendimiz’in “Salman benim Ehl-i Beytimdir.” buyurduğu gibi ‘Ebubekir benim Ehl-i Beytimdir.’ buyurmuştur. Hz. Peygamber, başka sahabeler için de ‘benim Ehl-i Beytimdir’ demiştir. Başka bir hadis-i şerifte ise “Selman bendendir, ben Selman'dan.” buyruluyor. Ki, Hz. Peygamber’in bu beyanı, Hz. Selman’da cehaletten eser kalmadı, onda zahir olan irfaniyet ve kemalat bana aittir, demektir. Selman-ı Farisi, Nur-u Muhammed’in mazharı olduğu için, Hz. Peygamber Efendimiz “Selman benim Ehl-i Beytimdir.” Demiştir . Selman-ı Farisi gibi, Nur-u Muhammed mazharı olan başka sahabeler de vardı. Bunların Hz. Peygamber Efendimizle soyca herhangi bir akrabalığı olmadığı halde, onlar da evlad-ı Resul ve Ehl-i Beyt’tirler. Bunlara manevi ehlibeyt denir. Çünkü Nur-u Muhammed’in zuhuruna mazhar olmuşlardır. Bunlar her zamanda, yani tüm zamanlarda ve değişik ırklarda, soylarda mevcutturlar. Her insan manevi ehlibeyt, yani evlad-ı Resul olmaya adaydır, müsaittir ve potansiyeldir. Üçüncüsü ise; hem soyca, hem de manevi olarak Ehl-i Beyt yani evlad-ı Resul olmaktır. Bunlar, Hz. Peygamber’in halifesi olup; seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah’ın şahsından tahsil ederler. İşte müceddidler, yani yenileyiciler de bunlardandır. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, hem soy itibariyle, hem de manevi olarak evlad-ı Resul’dür, vesselam. Hz. Peygamber Efendimizin üç vücudu vardır: Birincisi, vücud-u unsurudur ki; 1.400 yıl evvel Abdullah’tan olup Amine validemizden doğup zahir olmuştur ve 63 yıl yaşamıştır. İkincisi, vücud-u misalidir. Her kim rüyasında Hz. Peygamber Efendimizi görürse, vücud-u misaliyle görmüş olur. Hadis-i şerifte “Her kim rüyasında beni görürse, beni görmüş olur. Şeytan benim suretime, kılığıma giremez.” buyrulmuştur. Üçüncüsü ise, Hz. Resulullah’ın vücud-u nuraniyesidir. Bu itibarla zamanın gavsı müceddidi olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, seyr-i süluku bizzat Hz. Peygamber Efendimizden görmüştür. Fena mertebelerini vücud-u misalinden telkin almıştır. Bekabillah mertebeleri olan, cem, hazret-ül cem ve cemm-ül cem makamlarını ise, vücud-u unsurundan telkin almıştır. Vücud-u Nur-u Muhammed mazhariyetiyle 507 de şereflenip, Hz. Resulullah’ın halifesi olmuştur. Her zamanın piri, müceddidi; Hz. Resulullah’ın halifesidir. Kamil mürşit ise, zamanın müceddidi olan pirin halifesidir. Velhasıl Hz. Pir Efendimizin zuhuru, zamanın müceddidi olduğundandır. Yüzyıllardır devam eden çile, riyazat, taç, hırka vb. tarikat geleneklerini zuhur-u kemalatı ile kaldırmıştır. Zamanın alimleri, müderrisleri Hz. Pir’in kemalatından istifade etmişler ve ona biat ederek irşad olup aydınlanmışlardır. Hz. Pir, o günkü devletin üst düzey bürokrasisinde etkili olmuş, şeyhülislamlar, yüksek rütbeli paşalar, hatta zamanın padişahı olan Abdülmecid dahi Hz. Pir’den telkin alıp seyr-i süluk görmüştür. Hz. Pir’in irşadıyla irfaniyete mazhar olan Padişah Abdülmecid, atalarının Niyazi Mısri’ye yaptıkları eziyet, sürgün ve zulümden dolayı Limni Adasına gidip, Niyazi Mısri Hazretlerinin türbesini tezyin etmiş ve ruhaniyetinden, ataları adına özür dilemiştir. Ve o zamanki Rusya muharebesini kazanmıştır. Gavs; kesretin ve vahdetin marifetini kendinde toplamış olandır. Hz. Pir, gavs marifet ve kemalatıyla zahirdir, vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Pir Seyyit’imiz Muhammed Nur, varis-i Resul'dür, Gavs'tır zuhuru. Bize talim etti sırr-ı tevhidi.’ diyor. Yani Hz. Resulullah Efendimiz, Hz. Pir’in şahsında, meslek-i Resul’ün telkini ve tarifiyle zahir oldu ve biz de Hz. Pir’in halifelerinden sırr-ı tevhidi talim ettik ve etmekteyiz. Allahualem. Gel ey Fehmi sen de Hakk’ı fikreyle Uyandır kalbini daim zikreyle Fenadan bekaya bir sefer eyle Allah Allah daim hu diyelim biz Allah Allah daim Hak diyelim biz Kur’an-ı Kerim’de ‘Gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler / tefekkür ederler.’ (Al-i İmran, 191) buyrulur. Ehl-i kemal, bu ayeti delil göstererek, bir kimsenin Hakk’ı tefekkür etmesi için, kalbi zikr-i daime mazhar olması gerekir. Bir kalbte zikr-i daim yoksa o kimseden zahir olan fikirler, felsefe olur. Felsefede ise isabet olabilir de olmayabilir de. Fakat kalbi zikr-i daime aşina olan kimse, ilhama mazhar olup, onda fikrullah zahir olur, demişlerdir. Fehmi Efendi Hazretleri kendini muhatap ederek bizlere ‘Kalbinizde zikr-i daim ve fikrullah uyanıklığı olsun. Bu uyanıklıkla fena ve beka olan tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetine ulaşın, kalbiniz bu makamların marifet ve kemalatına mazhar olsun.’ buyuruyor. 508 Allah, her şeyin en iyisini bilendir. * * * 108 Cümle sevda-yı hakiki aşk-ı şinas geldiler Bildiler bir gonca-yı hamra-yı gül şeydasıyız Sevda-yı hakiki aşk-ı şinas; Gerçek sevgi, muhabbet mazharı olan ilahi aşk ehil ve mensuplarıdır. Gonca-yı hamra-yı gül, kırmızı gülün tomurcuğu demektir. Mana yönüyle ise kırmızı, ilahi aşk mazhariyetiyle kulun nisbet varlığından geçmesini remzeder ki, Hidayeti Nur-u Muhammed kırmızı gülün’ün goncasına bülbül olan aşıklar, ilahi aşk mazharıyetiyle o gül’ün goncasına, öz’üne mazhar olan Kamil’in etrafında toplandılar, demektir. Çünkü cümle ehl-i aşk olan veliler, hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyeti olan bir kulluk irşadıyla zinde olup, arifane hayat yaşarlar ve makam-ı insana ulaşarak insan-ı kamil olurlar. Kur’an’da “O peygamber, müminlere nefislerinden / öz benliklerinden daha dost, daha yakındır.” (Ahzab, 6) buyrulur. Başka bir ayette ise “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. ” (Nisa, 80) beyanı vardır. Cümle ehl-i aşk, Hz. Resulullah’ı bu ayetlerde beyan edildiği gibi kendi nefislerinden daha fazla severler ve Allah’a itaat şuur ve irfaniyetiyle Hz. peygambere tabi olup, Muhammedi tabiat ve ahlak üzere olan kulluk gayretiyle yaşarlar. Vesselam. Devr-i inkılaba su-i fikrimiz yoktur bizim Medeniyet aşığıyız cumhuriyet yariyiz Osmanlı Devleti; Kur’an ve vahiyden kopuk, Hz. Peygamber Efendimizin ahlak ve öğretisinden uzaklaşmış olan sözde alimlerin, sözde 509 dervişlerin ve mollaların gayretleri, tesir ve katkıları ile geri kalmış, dağılmış ve yıkılmıştır. Milli Kuvvetler ve Cumhuriyetin kurucu kadroları, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere; böyle ehl-i medrese ve ehl-i tekke olan din adamlarından çok zarar görmüşlerdir ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti hala görmektedir. Kur’an ve vahyin dışı olan bu zihniyet; Cumhuriyetin kuruluşunu engellemek için Haçlılarla dahi işbirliği yapmışlardır. Türkiye Cumhuriyetinin yıkılması için, bu gün dahi halen Haçlılarla işbirliği yapmaktadırlar. Onun için Cumhuriyetin kurucu kadroları bu meseleyi çok isabetli ve doğru bir teşhisle, eğitimde Osmanlı Devletini yıkan ezberciliği ve Arapçacılığı terk edip, yerine modern ve medeni dünyanın eğitim metotlarını uygulamış ve medreseleri, tekkeleri lağvetmiş, kapatmıştır. Medresenin ve tekkenin Kur’an dışı hurafe yüklü faaliyetlerinden, şeyhlik, mollalık, hoca efendilik, mürşitlik, dedelik, babalık vb. unvanlarla, beşeri menfaat sağlayanlar, Cumhuriyeti ve inkılaplarını din dışı ilan etmişlerdir. Bunlar, cuma namazlarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde geçerli olmadığını söylemişlerdir ve halen böyle söyleyenler vardır. Seksenli yıllarda büyük bir cemaatin lideri, gazetelere yaptığı beyanatlarda “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dar-ül harp (harp edilmesi gereken ve İslam diyarı olmayan bir ülke) olduğunu beyan etmiş ve günlerce gazetelerde yazı serisi olarak yayınlanmıştır. İşte bu zihniyet Osmanlı Devletini çökertmiştir. Bu zihniyet, bu gün İslam dünyasının gözbebeği olan, Kuran’ın tavsiyesine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına en uygun sistem olan cumhuriyetle yönetilen devletimizin en büyük düşmanı ve tehlikelerindendir. Çünkü bu ülkeyi din adına dar-ül harp ilan etmek; bazı gafil şahıs ve gruplar tarafından, sanki küçük, önemli bir mesele değilmiş gibi görülür veya gösterilir. Fakat bu zihniyet, dar-ül harp ilanının arkasından verdiği fetvalarla, her Müslümanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin yıkılması için, cihat / mücadele etmesi gerektiği ifade edilir. Türkiye Devleti, dar-ül harp olduğu için, devlete vergi verilmemesi gerektiği söylenir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dar-ül harp olduğu için, devletten çalmayı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu malını yemeyi, ganimet malı ve helal olarak görürler. Dar-ül harp olduğundan yalan söylemek günah olmaz deyip, cumhuriyetimizi savunan şahıslara, ilim adamlarına ve kurumlara çeşitli iftiralar atarlar ve türlü hile ve desiselerle din dışı ilan ederler. Bu zihniyet, dar-ül harptır diyerek faizcilik yapmayı, gerektiğinde içki içmek, zina yapmak, yalan söylemek gibi açık haram ve günahların helal olduğunu ilan ederler. Türk milletinin evlatlarına, kendi devletleri olan Türkiye Cumhuriyeti devletini düşman gibi gösterirler. Kendi devletlerini ayakta tutan kurumlarını hasım olarak gösterirler, özellikle yeryü