jean Nouvel (son)

Transkript

jean Nouvel (son)
Louisiana Manifestosu
Mimarlık, 2005 yılında olduğu kadar mekânları geçersiz kılmamış,
bayağılaştırmamış, hırpalamamıştı.
Öyle ki, zaman zaman manzaranın yerini almaya, kendi başına
manzara yaratmaya ve bir başka yoldan onu gölgede bırakmaya
kadar vardırdı işi.
Bütün bunlar olup biterken, Louisiana’yla birlikte derin ve bir o
kadar da duygusal bir sarsıntı yaşandı.
Louisiana, hızla unutulmuş bir hakikatin canlı tanığı oldu:
Mimarlığın, gücünü aşkınlıktan aldığı hakikatine tanıklık etti.
Mimarlık coğrafyayı, tarihi, rengi, bitki örtüsünü, ufuğu,
ışığı ortaya çıkarır.
Bütün küstahlığı ve doğallığıyla dünyalıdır, canlıdır. Biriciktir.
Louisiana’dır.
Mikrokozmostur, kabarcıktır.
Hiçbir imge, hiçbir önerme ondaki derinliği gün ışığına çıkaramaz.
Onu deneyimlemek ve ona inanmak için orada olmalısınız.
Mimarlık, tam da dünyamızın küçüldüğü bir dönemde onun genişlemesidir.
Bütün yönlerde, giderek daha hızlı onu arşınladığımız bir dönemde,
bütün yöreleriyle tanıştığımız,
aynı küresel ağları dinleyip seyrettiğimiz,
aynı felaketler için aynı duyguları tattığımız,
aynı hit parçalarla dans ettiğimiz,
aynı maçları seyrettiğimiz,
küresel starlarıyla aynı filmlerin sağanağına yakalandığmız,
tek bir devlet başkanının bütün dünyayı yönetmek istediği,
klonlanmış alışveriş merkezlerinden çıkamadığımız,
perde-duvarların ardında çalıştığımız bir çağda...
Ve bütün bu indirgenmişlikten doğması gereken birkaç avantajın
bile, küresel öncelikler arasında yer almadığı bir dönemde.
Örneğin, neden aynı mecralardan eğitimde yararlanılmıyor ve
okuma-yazma bilmeyenlere daha hızlı, daha güvenli yollardan ulaşılmıyor?
Neden, salgın hastalıkların kurbanlarını kurtaracak ilaçlar,
zamanında yerine ulaştırılmıyor bir türlü?
Çünkü mimarlık, dünyanın etkili ve kârlı hale getirildiği, iktisadi
düzenin yüklüğünde yer alan ideolojinin insafına bırakıldığı bu yeni
koşullardan muaf değil.
Günümüzde küreselleşmenin etkileri giderek belirginleşiyor ve
egemen mimarlık anlayışı ne talep ettiğini açıkça ifade ediyor:
«Bağlamlara ihtiyacımız yok!»
Doludizgin yaşanan bu durumun anlamı hakkında en küçük bir
tartışma yapılmıyor: Kendi alanının sınırları adına söz alan mimari
eleştiri, estetiğe ve üsluba yönelik muğlak değerlendirmeler
yapmakla yetiniyor. Gerçekle ilgili çözümleme yapmaktan
vazgeçiyor ve asli, tarihsel sorunu bilmezden geliyor; o sorun ki,
giderek -daha yakıcı bir dille- vaziyet mimarlığının karşısına küresel
mimarlığı, özgün mimarlığın karşısına türetim mimarlığını çıkarıyor.
Günümüz modernliği, XX. yüzyıl modernliğinin her tür eleştirel
düşünceden yoksun birinci dereceden mirasçısı mıdır?
Günümüz modernliğinin tek marifeti, gezegenimizin dört bir yanına
yapayalnız nesneler saçmak mıdır?
Oysa tam tersine, uygun -şimdi ve burada- bir mimarlık yaklaşımı
önermek üzere, nedenleri, bağlantıları, uyum ve fark sorunlarını
araştırıyor olması gerekmez mi?
Louisiana, Davut’un Calut’a karşı vereceği bu yeni kavgayı
başlatmak için seçilmiş simgesel bir mekândır ve bu kavga, vaziyet
mimarlığı yandaşları ile bağlamsız mimarlığın vurguncularını karşı
karşıya getirmektedir.
Hiç kuşkusuz bu karşıtlık, küresel ile yerelin karşıtlığından çok daha
derin ve karmaşıktır.
Özgüllük, bütün bilginin güncelleştirilmesine bağlıdır.
Mimari bilgi, doğası gereği çeşitlidir ve bütün uygarlıklarla
bağlantılıdır; mimarların kültür birikiminde ön önemli payı
yolculuklar tutar.
Öyle ki, Yunanistan’a, Roma’ya ya da Mısır’a yapılmış yolculukların
etkileri, hemen hemen bütün ülkelerde dikkat çeker.
Louisiana da, Kaliforniya’ya yapılmış bir yolculuğun ürünüdür;
burada bile, tekil bir durumu yorumlayabilecek önerinin araçlarını
bulup ortaya çıkarmak için, birbirinden uzak bilgileri çaprazlamak
gerekmiştir.
Kuşkusuz türetim mimarlığı, XX. yüzyılda benimsenen basitlik
yanlısı modern ideolojinin işlevselliğinde yeşermekte ve onun
dışkısı, humusu sayesinde boy atmaktadır. Atina Şartı, Moskova’nın
komünizmi kadar insancıl olmaya heves ediyordu; ne var ki
fanatiklerin, edepsizlerin, yozlaşmışların hazırladığı dogma
karikatürleriyle, bunaltıcı bir siyaset ve bir şehircilik miras bırakıldı
bizlere.
Bu topraklarda yaşamanın verdiği haz adına, bölgeleri, ağları, kıyım
kıyım doğranmış arazileri temel alan şehircilik anlayışına karşı
mücadele etmeliyiz. Bütün kıtalarda, bütün iklimlerde kentlerin
kimliğini yok eden bu otomatik çöplüğe karşı mücadele etmeliyiz;
çünkü o çöplük büro klonlarıyla, konut klonlarıyla, ticaret klonlarıyla
besleniyor; o çöplük, düşünmeyi ve görmeyi engellemek için
önyargılı düşüncelerin, önyargılı bakışların yolunu bekliyor aç gözlerle.
Bütün bu türetim kurallarına, mimarlık kurallarına (evet, mimarlık
kurallarına da!) karşı çıkmalıyız; çünkü mimarlık, bütün ölçeklerde
varlığını sürdürürken şehirciliğin esamesi okunmuyor; şehircilik,
türetilmiş sayısız mimari yapının zeminini hazırlamak için
geliştirilen köleleşmiş makro-mimarlığın travestisinden başka bir şey
değil. O çirkin makyajıyla! Bu kör kuralların yerine, yaşanmış
manzaranın yapısal çözümlemesine dayanan kurallar koymak gerekiyor.
Duyarlı, şiirsel kurallar getirmeliyiz; renklerden, özden, ayırt edici
özelliklerden söz edecek, özgüllük yaratacak yönelimler bulmalıyız;
yağmurla, rüzgârla, denizle ve dağla ilişki kuran öznellikler
oluşturmalıyız. Zamanın ve uzamın sürekli değişkenliğinden söz
edecek kurallar; bize miras kalan kaosun mutasyonuna, değişimine
yön verecek ve kentlerimizin bütün fraktal ölçeklerine özen
gösterecek kurallar. Bu duyarlı kurallardan yararlanarak türetme
ideolojisine meydan okuyabiliriz; bu kurallar sayesinde, çeşitli
alanlarda bağımlılık yaratmak için egemen hegemonya tekniklerini
çoğaltmaya meyleden, böylelikle bütün taşımacılık, enerji ve su
şebekelerini akıl almaz boyutlara ulaştırmaya çabalayan ve
ağırlaştıran ideolojiye meydan okuyabiliriz.
Çünkü özgüllük ideolojisi, ötekinin tersine özerkleştirmeyi
hedeflemektedir; o yerin ve o anın kaynaklarından yararlanmayı,
maddi olmayana ayrıcalık kazandırmayı amaçlamaktadır.
Başka yerlere değil de, o yere ait olandan nasıl yararlanabiliriz?
Karikatürleştirmeden farklılaştırmayı nasıl başarabiliriz?
Derinliklere nasıl ulaşabiliriz?
Büyük boyutların mimari tasarımını yapmak, hiçlikten yola çıkarak
icat etmek anlamına gelmez.
Mimarlık dönüştürmektir; orada var olanın ve ondan öncesinin
mutasyonunu düzenlemektir.
Mimarlık,
kendi kendini icat etme eğilimi taşıyan yerlerin
tortullaşmasını kolaylaştırmak, onları gün ışığına çıkarmak,
yönlendirmektir.
Doğa tarihini, coğrafyayı, yaşanmış tarihi ve geçmiş yaşamın izini
sürmektir.
Yaşayan bir mekânın soluğunu ve nabzını özenle dinlemektir.
Bütün bu ritimleri yorumlayıp yaratmaktır.
Mimarlık fizik, atom ve biyolojideki sürekli değişkenliğin
dönüştürülmesi olarak algılanmalıdır.
Makro ve nano-fizik alanındaki keşiflerle her geçen gün başımızı
biraz daha döndüren ve ölçülere sığmayan evrenimizin ortasında yer
alan bir parçacığı dönüştürmektir mimarlık.
Bir alan ya da mimari bir yapı; dönüştürme hangi ölçekte olursa
olsun, yaşayan bir parçacığın mutasyonu hakkında öngörüde
bulunulamayacağını o parçacığa nasıl yansıtabiliriz?
İnsanlık durumuna özgü bu gizemi nasıl görünür hale getirebiliriz?
Görünür öğeleri, yani bulutları, bitkileri, her boyuttan canlı varlıkları
işaretlerden, yansımalardan, kültürlerden yararlanarak nasıl
evcilleştirebilir, o öğeler arasındaki mikro-bağlantıları nasıl
kurabiliriz?
Derinlerde saklı olanı, ruhu çağıracak titreşimi nasıl yaratabiliriz?
Hiç kuşkusuz, şiir yazar gibi çalışmak gerekir, zira «anın
metafiziğini» üretebilen tek şey şiirdir. Hükmedilir olanın sınırlarına;
gizeme, kırılganlığa, doğala; zamanın zararlarına, patinaya; değişen,
nitelik kazanarak yaşlanan malzemelere; ulaşılabilir olanın sınır
beyanı olarak mükemmel olmayana yönelemeliyiz.
Heyecanı öldüren mimari yapılar, Louisianalı olamaz onlar;
onlar, olsa olsa küresel sanatçı-mimarların elinden çıkmıştır,
tekrarın efendileri yapmıştır onları; duygusal iktidarsızlığın en has itirafı olan şu
mükemmel, kuru, ebedi ayrıntının efendileri. «Hükmettikleri» ayrıntıyı
yeryüzündeki mimari yapıların muhtemel doğası karşısındaki
duyarsızlıklarının kanıtlar gibidirler.
«Hükmederken» hâkir görürler.
Çünkü ağırlık ve debdebe, mimari bilgiçliğin vektörleridirler.
Oysa ayrıntı, tıpkı yapının bütünü gibi, dünyayı icat etmek, yerinden
oynatmak, zenginleştirmek için bir fırsattır; dokuları, ışıkları,
tekrar ederken,
muhtemel olmayan teknik buluşmaları yeniden düzenlemek,
kurgulamak, kışkırtmak için bir vesiledir ayrıntı.
Ne var ki türetilmiş ayrıntı, tıpkı türetim mimarlığı gibi bizlere
prefabrik ortamlar sunar. Her tür kuşkudan, tehlikeden yoksun,
yapılabilir olan ile duyarlı olanın sınır çizgisinin çok uzaklarında, her
yerde var olabilecek, her yerde kendini sattırabilecek, tekdüzeliği
bulaştıran, farkları öldüren ve ölçüsüzce çoğalan ortamlarda yaşıyoruz.
Basitleştirici düşüncenin, dizgeselin, güven telkin edenin bağrında yaşıyoruz.
Baştan çıkarıcılığın mutlak koşulu olan doğallıktan uzağız.
Lousiana mimarlığı ikililik içinde ve diyalog ortamında tekilliği yaratır;
belli bir durum karşısında tekilliği icat eder.
Lousiana tavrı, «sanatçı imzası» olarak yutturdukları biçimsel
tekrarlara ve reçetelere bel bağlamış, her fırsatta her yere tepeden
inip uyum sağlayabilen sanatçı-mimarların takındığı tutumun
tam tersidir.
Buna karşılık, küresel bir olgu haline gelen bu tekrarlar,
XX. yüzyılın özerk, kopuk, yerellikten uzak ve müzelerdeki boş
bölmelerin matematiği içinde yer almak için tasarlanmış sanat
geleneğinin devamı niteliğindedir.
Yalıtılabilir sanat eserlerinin tersine, bu özerk mimari yapılar,
durağan girişik ortamlar oluşturmaya mahkûmdurlar; tuhaf kolajlar
ya da ani aksırıklar gibi birdenbire beliriverirler ve ne yazık ki,
gerçeküstü duyarlılık oralara pek uğramaz...
Mimarlık, bazı insanların iradesi, arzusu ve bilgisiyle
belli bir dönemde belli bir yeri değiştirmektir.
Mimarlık hiçbir zaman tek bir kişinin işi değildir.
Her zaman belli bir yerde, kuşkuşuz biri ya da birileri için,
ama aynı zamanda herkes için mimari yapılar oluştururuz.
Belli bir üslubu benimseyerek mimarlığı sınırlandırmaya
son vermeliyiz artık.
Çağımız kuşku duyan, arayan ve hiçbir zaman bir şeyler bulduğu
düşüncesine kapılmayan mimarlara ihtiyaç duyuyor; kendini
tehlikeye atan, deneyselciliğin değerlerini yeniden arayıp bulan, inşa
ederken icat eden, kendini de şaşırtan, kendi penceresindeki küfü
görüp onu yorumlamayı beceren mimarlara. Kibirli kentlerin
kozmetiğiyle uğraşmayı, kendini estetisyen sanan mimarlara bırakalım.
Mimarlık, kendi aurasını söylenemez olanda ve
kargaşada bulmalıdır.
Yaratıcılıktaki kusurda!
Mimar oradan oraya akıp savrulmadıkça,
işini tamama erdirdiğini anlayamaz;
bir yanı yaratıcılık bir yanı değişim,
bir yanı doğrulama bir yanı çağrışım,
bir yanı inşa bir yanı katılım,
bir yanı kurgulama bir yanı sızma,
bir yanı konumlama bir yanı üst üste yığma,
bir yanı berraklık bir yanı belirsizlik,
bir yanı toplama bir yanı sapma,
bir yanı kaligrafi bir yanı meşk, hatta karalama...
Mimarlığın kadim hedefi olan hükmetmekten, sonsuza dek iz
bırakmaktan vazgeçip, bir yerlerde yaşamanın verebileceği hazzı
aramaya yönelmeliyiz.
Ancak unutmayalım ki, baskının, davranış dayatmanın bir aracı da
olabilir mimarlık.
Hiç kimsenin bu haz arayışını sansürlemesine izin vermeyelim;
bedenlerimizin ve zihinlerimizin serpilmesi için elzem olan teklifsiz
ve mahrem alanlara hiç kimsenin müdahale etmesine
asla fırsat vermeyelim.
Kendi kimliğimizi tanımlayalım.
Her kadının ve her erkeğin kendi bünyesinde oluşturduğu
gizil bir güç âlemi vardır.
Kendimizdeki gizil gücün farkında olalım ve bilelim ki o, diğer
bireylerin gücüne eşittir; çoğunlukla keşfedilmemiştir
ve şiirsel olduğu için kaygı vericidir.
Zincirlere, korselere, hazır yaşam alanlarına hayır!
Bizleri sayısallaştıran sayısal mimarlığa hayır!
Klonlanmış kentlere, küresel işyerlerine, önceden başkalarının
ikâmet ettiği evlere hayır!
Yolculuklarımızdan vazgeçmek istemiyoruz;
kendiliğinden müzikleri dinlemek,
insanlar kadar meskûn manzaraların tadını çıkarmak,
kendi kültürlerini yaratan erkekler ve kadınlarla tanışmak,
bilinmeyen renkleri keşfetmek için.
Mimarlık çeşitliliğin kabıdır; yaşamla ve olaylarla yenilenen,
yaşamı ve olayları emen sürekliliğin ta kendisidir.
Değişikliğe uğratılamayan mimari yapılar, bulundukları yerle ve
barındırdıkları şeylerle bütünlük sağlayamazlar.
Mimari yapı, hem kendinin hem de başkalarının içine işlemelidir.
Hem kendini hem de başkalarını etkilemelidir.
İçine alıp dışına yaymalıdır.
Kendini konumlayabilen, odaklanabilen mimari yapıları sevelim.
Bize ışığı okutan, hissettiren;
topografyayı, bulunduğu toprak parçasının derinliklerini, rüzgârı,
gökleri, suları, ateşleri, kokuları, ağaçları, otları, çiçekleri,
yosunları bizimle buluşturan;
o yerin alışkanlıklarını ve geleneklerini hatırlayan
ve aynı zamanda dünyamızla bilgi alış verişinde bulunan;
bağrında yaşamış insanları ve yılları
bize gösteren mimari yapıları sevelim.
Böylesi mimari yapılar kendi zamanlarıyla uyum içinde yükselirler:
XX. yüzyılın ilkörneklerinde inat edenler, artzamanlılık hastalığına
yakalanmış olanlardır; kendi zamanlarını duyumsamayı reddederler.
Her mimari yapı kendi zamanına aittir. Bizler, bir yandan onun
ölümlü ve geçici olduğunu düşünürken diğer yandan da
canlı olmasından kuşku duyarız.
Ve bu yüzden, karanlıklardan çıktığını düşünerek ona bakar
ve günü gelince oralara döneceğini hayal ederiz.
Vaziyet mimarlığı, özgün mimarlık, Louisiana mimarlığı geçmişle
gelecek arasındaki bu bağı kurar; mineral ile bitkisel, anlık ile
sonsuzluk, görünür olan ile olmayan arasındaki bu ağı dokur. O,
kendi yaşayacağı dokunaklı ve yavaş yıkımı hatırlatmayı bilen bir
görünüp kaybolma alanı yaratır.
Ondaki bu zaman bilincine, barındırdığı yeni yaşamların şaşkınlığı,
bütün şafakların ve günbatımlarının yüce ahengi, kaçınılmaz
gevşeklik ve çöküş saatlerinin kayıtsızlığı eklenir.
Louisiana’daki mimari yapılar düşlerin eseridir, sessizdir; hem
unutulmuşluğun hem de arkeolojinin yıkıntılarıdır onlar. İkircikli
geçmişin yeniden yorumlanmasına vesile olmuşlardır.
Louisiana’daki mimari yapılar bizi heyecanlandırırlar, çünkü canlı
oldukları hayal edilerek tasarlanmışlardır. Her tür güvenlikten uzak,
dayanıklı, zaman zaman umutsuz, yıkıma uğramış, hatta katledilmiş
gibidirler. Ancak asla unutulmamışlardır. Yeniden doğmak için
kendini ateşlerde yakan Zümrüdüanka gibi, onlar da geride uzayıp
giden sonsuzluğu düşündürürler bize...
Lousiana yapılarının malzemesindeki belirsizlik, yalınlık ve hatta
yoksulluk, bu mimarlığın bütün iktisadi ortamlarda var olabileceği
umudunu verir bize. İşte bu nedenle, küresel siyasetin yüzkarası
gecekondu mahallelerine bile sızabilirler...
Ve yoksulluğun zorunlu iğretiliğindeki güzelliği görmek,
umutsuzluğa yol açan koşulları unutmak değil;
en aşırı ortamlarda yaşamın gücünü ve gururunu görmektir.
İnsanoğlunun uçsuz bucaksız derinliklerinin kendini böyle
göstermesi heyecan vericidir.
«Rancho» ve «favela» sakinlerinin yüksek çözünürlükte yaşam
makinelerinin formatladığı beton sefer taslarını değil de, doğal,
değerli, gelişigüzel, evrimleşmeye uygun evleri neden tercih
ettiklerini yeni yeni anlamaya başlıyoruz.
Keşfetmek bir görevdir, anlamak yoğun bir arzu ve itiraz etmek
evrimin önkoşulu.
Bizler, duygularımızla düşünüyor ve düşüncelerimizle duyuyoruz.
Kıvılcımlar çelişkilerden doğuyor.
Duyular duyguları yaratıyor.
Duygular aşkı, aşk ise yaşama, paylaşma, verme ve yaşamımızı öteki
yaşamlarda sürdürme arzusunu doğuruyor.
Mimarlık birbirine bağlamaktır, ait olmaktır, iç içe sokmaktır,
evetlemek ve hayırlamaktır.
Mimarlık uyumlu kılmaktır aynı zamanda; çünkü uyum her zaman
gevşetici değildir ve tasavvur edilemeyecek bir hazzın, umudun
ötesine geçen bir umudun, düş kurma yetimizin kaynağı da olabilir
uyum. İyimserlik, zeki kuşkuları ya da dürüst umutsuzlukları
fethetme gücüne ulaştıran olasılıkdışı ve bir o kadar da elzem bir öğedir.
Kadercilerin, hüzünlülerin, spekülatörlerin sıkıcı yapılar üretmesine
ve kendilerini tekrarlamasına engel olmalıyız.
Tekrarlar, tıpkı psikanalizde olduğu gibi mimarlıkta da marazidir;
çünkü yaşam yalnızca değişimle mümkündür.
Öncülüğün çırakları, mimarlığın çırakları:
Bu tehlikeli mesleğe girmenizin tek nedeni,
klişeleri çoğaltmak değil farklılaştırmak olsun!
Yıkmak değil yapmak olsun!
Kendi hayatınızı kazanırken başkalarının hayatlarını sınırlandırmayın!
Eğer belli bir kenti ya da yeri sevmediyseniz, orayı hemen terk edin.
Canını bağışlayın!
Eğer niyetiniz vermek değil de almaksa, başka alanlara yatırım yapın!
Edepsizliğin bile sınırları olmalı.
Mimarlık, benliğinizin en derinlerinde size sunulan bir armağandır.
Mimarlık dünyaları yaratmaktır; dünyaları, küçücük hazları, küçücük
duyguları icat etmektir; gerçekliğin derinliklerine küçük kaçışlardır.
Bırakın mimarlığın coşkusu baki kalsın! Değişen evrende
titreşimleriyle yankılansın mimarlık!
Yaşam boyu yönlerin ve arzuların peşine düşmüş göçerler için geçici
sığınaklar kursun mimarlık!
Ömrümüzü daha iyi nasıl değerlendirebilir, nasıl vurgulayabilir ve
nasıl kucaklayabiliriz?
Ne yapıp da dinginliği, sükûneti, hazzı ve esrikliği, sarhoşluğu,
esenliği, neşeyi taşa yansıtmalı?
Her şeyden önce, şu soğuk makine-konutlardan ilelebet uzaklaşmalı!
Bizi çağıran öylesi derinlikler, nefesimize katacak öylesi
yükseklikler, özenle bezenecek öylesi bir doğa var ki!
Üretim sistemlerinin klonladığı otomatik mimarlığı ele vermeliyiz!
Dört bir yandan saldırmalıyız ona! Yok etmeliyiz!
Bütün ruhsuzluğuyla, reddedilmeyi ve -her iki anlamda- hal’edilmeyi
hak ediyor!
Rastlantlaşmalar ve fırsatlar, keşfedilecek buluşmalara, yaratılacak
ortamlara hayat veriyor!
Kuru mimari yapılar birer dayanağa dönüştürülmeli; tekil, yoldan
çıkmış, patlamaya hazır, altüst edici stratejiler için birer yola çıkış
noktası olarak kullanılmalı!
Louisiana tarzı mimarlığın görevlerinden biri de tamamlamak,
yoldan çıkarmak, çeşitlendirmek, değiştirmektir; oysa türetim
mimarlığı, yapıların bünyesinde barınacak ömürleri hiçbir zaman
hayal edemez.
Louisiana gibi yapalım!
Direnelim!
Muhtemel olmayanın tarafını tutan mimari yapılar talep edelim!
Praksis ile şiiri bütünleştirerek bulunduğu yere damgasını vuran,
kendi kaderini oraya bağlayan mimari yapılar.
Şu küçücük toprak parçalarında Louisiana gibi yapalım!
Şiirsel bir paradoksun yüreğinde kendini hissedip zamansallıkla ve
ışıklarla çarpışmaktan, buluşmaktan kaçınmayanlar gibi
davranalım...
Katsura’dan Louisiana’ya...
Petra’dan Sanâ’ya...
Venedik’ten Manhattan’a...
Chartres’dan Ronchamp’a...
Balıkçı kulübelerinden bedevi çadırlarına...
Rio’daki favelalardan Ruhr’daki sanayi yıkıntılarına...
Söze dökülmesi imkânsız olanın şairi Paul Valéry’nin, birkaç yalın
sözcükte toparladığı şu mucizevi çelişki, Louisiana kimliği taşıyan
mimari yapıları ve ortamları da tanımlamıyor mu:
«Zaman parıldıyor ve düşler ki bilgi».
Jean Nouvel, Haziran 2005
Louisiana Manifestosu