kur`an-ı kerim - Mehmet Bozkurt

Transkript

kur`an-ı kerim - Mehmet Bozkurt
1
27
BASIMA HAZIR İSMİNİ AÇIKLAMADIĞIM BİR KİTABIMDAN BÖLÜM:
KUR’AN-I KERİM:
Kur’an-ı Kerim ve bilimsel bilginin ilişkisi konusunda, Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu bütün konular, bugün
bilimsel olarak bütünüyle ispatlanmış olmasa bile, Kur’an-ı Kerim’in yaratılış hakkında verdiği bilgilerle, evrenin
oluşumu konusundaki çağdaş bilgiler arasında, hiçbir surette en ufak bir zıtlık bulunmadığı, bütün bilimsel
verilerin Kur’an-ı Kerim’ı daha iyi anlayabilmemiz konusunda bize yardımcı olduğu ve bilimsel verilerle Kur’an-ı
Kerim arsındaki ilişkinin de bu açıdan değerlendirilmesinin en doğru yol olduğu ifade edilebilir. Kur’an-ı Kerim’in
yaratılış konusunda bize bildirdiği ile ilmin verileri arasındaki uyum olduğu, ilmi verilerin, Kur’an-ı Kerim’ı
anlamada yardımcı olduğu ve de Kur’an-ı Kerim ile ilmi verilerin herhangi bir çelişki göstermediği açık bir şekilde
görülmektedir. Anlaşılmaktadır ki bilim, tabiat kanunlarından hareketle birçok konuda yeni bilgiler elde etmiş, bize
birçok konuda yarar sağlamıştır. Yaratılış konusunda da bizim anlayışımızı kolaylaştırmıştır. Fakat bilim, yaratılış
başladıktan sonrası için bize bilgi verebilmektedir. Yaratılış öncesi hakkında bilimin bize bir şey vermesi mümkün
değildir. Çünkü bilimin kullandığı kriterleri ve tabiat kanunları da zaten yaratılışla birlikte meydana gelmiştir. Bu
nedenle onların da yaratılmış kabul edilmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla yaratılış öncesi için tek kaynağımız, ilahi
kaynaklı bilgiler olmakta ve bunları da doğru bir şekilde, Allah tarafından bildirdiği şekliyle aslını koruyan Kur’an-ı
Kerim’de bulmak mümkündür.
Kesinlikle bilmeliyiz ki, Kur’an-ı Kerim ne demişse, bildirdiğinin mutlaka bir bilimsel sebebi, yani gerçekliği
vardır. Bu nedenle de, bizim Kur’an-ı Kerim’de bildirilen haberlerin arkasındaki bilimselliği araştırmamız gerekir.
Bu, Müslümanların bilim dünyasına olan borcu olup, geçmişte yaşanan İslam medeniyet güneşinin yeniden
doğması için, yapılması gereken de budur. (Ahmet Musaoğlu, age, s. 12) Burada şunu da belirtmek gerekir
ki, Kur’an-ı Kerim’de, bir konuda hazır bilgi verilip son nokta konulamaz. Kur’an-ı Kerim’in her zaman düşünme ve
araştırmanın önünü açan ve hep daha ileri gitmeyi teşvik eden bir üslubu vardır. Kur’an-ı Kerim, metodu gereği bu
konuda inanca esas teşkil edecek temelleri verir ve ayrıntılara girmez. O, bir Astronomi kitabı, bir Fizik kitabı
değil, insanı Rabb’inin hidayetine götürecek işaret taşlarını gösteren bir rehberdir. (Faruk Yılmaz, “Kainatın
Yaratılışı”, s. 260) Yani Kur’an-ı Kerim bir konuda temel işaretleri vermekte, sonra bunlar üzerinde
düşünülmesini ve orada Allah’ın sanatının mükemmelliğinin görülmesini istemektedir. Birçok ayette göklerin ve
yerin yaratılması, Allah’ın varlığının en büyük delillerinden biri olarak sunulmaktadır.
Bütün evren, kendisini mükemmel bir yaratıcının yarattığını adeta bize haykırmaktadır. Evrenin kendi
kendine meydana geldiğini iddia edip, bir yaratıcıyı kabul etmeyen kimselerin olmasının iki nedeni olabilir.
Birincisi, evreni yeterince tanımamaları ve ondaki mükemmel düzen ve işleyişi idrak edememeleridir. İkincisi de, o
kimselerin kalıplaşmış önyargılarından kurtulamamaları ve her şeyi bu önyargıları ile değerlendirmeye
çalışmalarıdır. Eğer önyargılarından arınmış bir şekilde gerçekten evreni anlamak amacı ile araştırıp anlamaya
çalışsalar, onun bir yaratıcısının olduğunu bizzat evrenin kendisi, onlara söyleyecektir. Evrenin yoktan
yaratılmasının gaybi olan kısmını en iyi Allah bilir. Bunu bilmek bizim görevimiz de değildir. Biz yaratılmaya
başlamasından sonra olan durumunu, dönemlere ayırarak Kur’an-ı Kerim’in verdiği bilgiler ışığında açıklamaya ve
anlamaya çalışacağız. Müslüman olarak bu durum, önemli bir görevimizdir.
Allah, o güzel sanatını müşahede etme fırsatı olarak her insana belli bir ömür vermiştir. Bu ömrü iyi
değerlendirerek onun sanatının güzelliklerini müşahede etmek ve onun idrakine varmak, insanı mutlu eder. Fakat
bunların içinde olup da, hiç birinin farkına varamayan insan ise boş gelir, boş gider. İnsan ister bilimsel bir yol
izleyerek gerçeği bulsun ve isterse başka bir şekilde gerçeğin idrakine varsın, Allah’ın sanatını takdir etmemesi ve
onun karşısında hayran kalmaması mümkün değildir. Ama insan, ömrüyle sınırlı olduğu gibi, düşüncesiyle, aklıyla
ve diğer her yönüyle sınırlı bir varlıktır. Bazı konular vardır ki, insanın anlama ve idrak boyutunu aşmaktadır. Bu
konularda insan, belli bir noktaya kadar düşünerek görüşünü belirtmekte, bu aşamadan sonra ise her şeyin
2
yaratıcısı olan ve her şeyi en iyi bilen, Allah’a havale etmekten başka bir çaresi kalmamaktadır. Ayrıca hidayet
Allah’tandır. Allah’ın hidayet vermediği insan için her şey tesadüften ibarettir. Böyle bir insan için yapılacak hiçbir
şey yoktur.
Gerçek bilinmelidir ki, hiçbir insan için Allah’tan başka dost ve yardımcı yoktur. Allah’tan başka hiçbir İlah da
yoktur. Kendisine sığınılacak, yardım istenecek ve karşılık beklenecek tek mutlak varlık O’dur. Her nereye
dönersek, Allah oradadır. Emin olun ki, siz de dahil olmak üzere, tüm insanlar çok yakında Allah’a hesap
verecektir.
Evrenin her noktasında kendini belli eden “yaratılmışlık” evrenin kendisinin bir ürünü olamaz. Örneğin:
Bir böcek kendi kendisini var etmemiştir. Güneş sistemi, bitkiler, insanlar, bakteriler, alyuvarlar ve kelebekler
kendi kendilerini yaratmamışlardır. Bütün bunların tesadüfen var oldukları söz konusu değildir. Dolayısı ile bugün
gördüğümüz her şey yaratılmıştır. Ancak gözümüzde gördüğümüz şeylerin hiç biri yaratıcı değildir. O halde
yaratıcı, gözümüzde gördüğümüz her şeyden başka ve üstün bir varlıktır. Kendisi görünmeyen, fakat yarattığı her
şeye varlığını ve vasıflarını gösterdiği üstün bir güçtür. İnsan kendisine en yakın olan varlığın yine kendisi
olduğunu sanarak yanılır. Oysa Allah bize, kendimizden bile daha yakındır.
Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “Can boğaza geldiğinde, onu geri döndürsenize!” “Oysa siz o
zaman bakıp durursunuz.” “Biz ise ona, sizden daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz.” (Vaki’a,
56/83-84-85) buyurmaktadır.
Ayette, öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret hayatını inkar edenleri, kimsenin kaçamadığı ölüm gerçeğini
düşünmeye ve öleni geri çevirmeye inkarcıları davet etmektedir.
“Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz,
ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) buyurmaktadır.
Ayette, ölümden sonra diriliş ve ahiret hayatı hakkındaki haberler karşısında şüpheye düşen ve bunları
inkar edenlere, önce akıllarını kullanarak düşünmeleri tavsiye edilmiştir. Allah’ın, insanın hayatında ve varlığında
büyük önemi olan şah damarından daha yakın olduğu ilginç benzetme ile ifade edilmektedir. Yani Allah, bizim
canımız gibi bizimledir. Aslında can, Allah’ın üflediği nefhadan ibarettir.
“Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa,
onun bekçileri onlara: Size, (bu azap ile) korkutucu bir Peygamber gelmemiş miydi? diye
sorarlar.” “Onlar şöyle cevap verirler: Evet, doğrusu bize (bu azap ile) korkutan bir Peygamber
gelmişti…” “Ve: Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli
cehennemin mahkumları arasında olmazdık! diye ilave ederler.” (Mülk, 67/8-9-10)
Ahiret sahnelerini tasvir eden bu ayetlerde, cezanın ne derece şiddetli olduğunu daha iyi hissettirme
amacına yöneliktir. Dünyada Peygamberlerin çağrısına ve uyarılarına kulak tıkayıp inkar ve isyanlarını
sürdürmekte direnenlere, kıyamette, “Size bir uyarıcı Peygamber gelmemiş miydi?” diye sorulacağını bildiren
emir, aslında yaşayan insanlar için bir uyarıdır. Allah’ın insanlığa büyük lütfu olan aklını kullanarak, hak yolunu
bulmak gerektiğini ifade etmektedir.
“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de
sadaka verip iyilerden olsam!...” “Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münafikun, 63/10-11)
Kur’an-ı Kerim, yer yer dünyaya aşırı düşkünlük göstermenin tehlikelerine değinir. Değişmez bir gerçek olan
ölümle yüz yüze geldiği zaman insan, kendisine ek süre verilmesi için yalvarır. Ancak bu noktada sınav süresi
dolmuş, artık sıra değerlendirmeye gelmiştir. Ertelemenin asla mümkün olmayacağı açıkça bildirilmektedir. Bu
ciddi bir uyarıdır. Allah’ın takdir edeceği ölüm zamanı geldiğinde, ertelemenin imkansızlığına işaret edilmektedir.
3
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve
denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki
tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’am, 6/59)
Ayet, Allah’ın ilminin ne kadar geniş ve ne kadar kapsamlı olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
Gayb*ın (Gayb: Vasıtalı ya da doğrudan, duyu organları ile algılanamayan ve insanın yaratılış
kapasitesi dahilinde sahip olabileceği bilgilerle, özellikleri kavranamayan olay, nesne ve mekan
gibi şeylerdir.) anahtarları, yani gaybın hazinelerinin Allah’ın yanında olduğu ifade edilmektedir. Gaybı bilmek
Allah’ın tekelindedir. Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa
kadar her şeyi kuşattığını bildirmektedir. Apaçık bir kitapta olan Allah’ın her şeyi kuşatan ilminin sonsuz varlığına
işaret edilmektedir. Yaprak dahi O’nun izni olmadan düşmemektedir. İşte evrenin yaratıcısı bu denli evrene
hakimdir ve evren hakkında bilgi sahibidir.
Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, insanın mutlaka bir gün yaptıklarından dolayı hesap göreceği ve sonunda
mutlaka kendisi için ya cehennem ya da cennet takdir edilecektir. Cennet’teki hayat gibi, Cehennem’deki azap da
ebedidir. Cennet ve Cehennem’e intikalde insan bütününe ait dört unsur birlikte vardır. Yani insan Cennet’te ve
Cehennem’de de ruh, nefes ve beden birliği ile var olacaktır. Dünyanın sonu demek olan mahşer konusunda,
bilim adamlarının hiçbir zaman itirazları olmamıştır. Öldükten sonra dünyaya geri dönüş de bugüne kadar
mümkün olmadığına göre, bu dünyanın dışında başka bir dünyanın varlığını bütün dinler beyan etmektedir. O
halde diğer dünyada yaratıcı, mutlaka bir tasnif yapacaktır. Yaratıcının varlığını inkar eden bir varlığa, Allah’ın
mükafat vereceğini düşünmek gerçekten saflıktır ve akıl dışıdır. Kafir olarak yaşayan insanların haline acımamak
mümkün değildir. Ayrıca hayatına, İslam dışı yön verenlerin de haline acımamak mümkün değildir. Af dileyerek,
hayatımızın her hangi bir noktasında tevbe etmenin dışında bir yol yoktur. Allah’ın en çok hoşuna giden şeyin de,
kullarının tevbe etmesidir. Çünkü Allah, affedicidir, af etmeyi çok sever ve af dileyen kulunu da affeder. Yeter ki,
biz insan olarak, sadece ve sadece Allah’a kulluk etmek için yaratıldığımızı ve yaratıcımızı hatırlayabilelim. Ancak
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma (yürüme). Çünkü sen (ağırlık ve
azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin (boyun dağları aşabilir).”
(İsra, 17/37)
Diğer bir ayette de: “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira
Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 31/18) buyurmaktadır.
İnsan olarak sahip olmamız gereken erdemlerden uzaklaşmamalıyız. Bu uzaklaşma bir başkaldırı ve bir
karşı duruştur. Allah bu durumda, haddini aşan kullarına hep haddini bildirmiştir. İnsanlık tarihi bunun canlı
şahididir. 21.yüzyılın ilminin henüz açığa çıkarmadığı kimi gerçekler karşısında düşünüyor ve içten gelen bir
heyecanla diyoruz ki: Bu bilmediklerimizi bilen; yalnız bilmekle kalmayıp yaratan ve üstelik bizleri şaşkına
çevirecek, rakamlarla ifadeyi imkansız kılacak kadar sayısız, fakat dengeli ve ölçülü bir biçimde yaratan, Allah’ın
ilmi ne kadar yüce ve kudreti ne kadar eşsizdir! Şüphesiz O’nun, bir şeyin olmasını istediğinde, ona sadece “ol”
demesi yeterlidir.
Pakistanlı büyük bilgin Prof. Dr. Fazlur Rahman, “İlimden, Felsefeden Dine” adlı eserinde
”Nihai sorular” diye bir kavram geliştirerek; “Ben Kimim?”, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?”,
“Bu alem nasıl oluşmuş?”, “Bu alemde benim yerim nedir?” Bunlar ve bunlara benzer soruların, insan
yaşamının belirli bir noktasında, insanın kafasında bir sorun olacağını ve bu soruların cevaplarını arayacağını
ifade ederek ve bu sorulara ulaşma yaşı, her insan için farklıdır. Kimi insan yirmisinde, kimi kırkında ve kimi daha
sonraki yaşlarında bu sorulara ulaşabildiğini söylemektedir.
Daima yeniyi arayan, bilinmezi bilinir kılmaya çalışan insan, günün birinde gözünü kendi üzerine çevirir.
Kendi varlığını anlamlandırmak, kendisini evrende bir yere yerleştirmek ve evrendeki konumuna göre kendi
dışındaki dünyayı okumak ister. Bu istek onu kendine dönmeye, kendini anlamaya, kendini çözmeye ve kendini
bilmeye yöneltir. İnsanın kendini bilme yönelimi, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifadesiyle “Rabbini bilme” yolunda
4
atılan ilk adımdır. Allah, insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır. İnsan
serbest iradesi ile ya bu kabiliyetlerini güzel kullanarak “Kamil İnsan” olacak, ya da aksi yöne yönelerek canlıların
en aşağı mertebesinde yer alacaktır.
Sonuç olarak, akıl ve vicdanı olan, zulüm ve büyüklenme sebebiyle inkar etmeyen her insan, evrenin ve
evrende yaratılan bütün varlıkların, çok büyük bir düzen ve uyum ile yaratıldığını kavrayabilecek bir anlayışa
sahiptir. Yeter ki Allah, hiç kimsenin kalbini, gözlerini ve kulaklarını mühürlemesin İnşaallah..! Şüphesiz ki, başarı
Allah’ın yardımı ile olur..!
“Hamd (övme ve övülme), Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Fatiha, 1/2)
Eğitimci, İlahiyatçı, Araştırmacı Yazar Mehmet BOZKURT
www.mehmetbozkurt.com.tr