bir avuç ucube

Transkript

bir avuç ucube
ARALIK
2008
SAYI 15
GÖLGE | ARALIK ‘08
KAPAK İÇİ YAZISI
Tasarım harikası olmasa da güzel bir dergimiz var. Hatta dergi logosunu da değiştirmek
istiyoruz ama şimdilik daha güzeli yapılana kadar en iyisi bu…
Kasım ayının son haftasını Deviantart sitesinin “eskiztr” grubu Gölge karakterine ayırdı
çizimlerini. Farklı arkadaşlarımızdan Gölge’nin
güzelliğini bir kere daha gördük. Grup yöneticilerinin “Gölge karakteri nasıl yaratıldı?” sorusu
üzerine geçen sene bu günler geldi aklıma. İlk
kapağımız Mustafa Emre Özgen’in “Google sağ
olsun” kapağıydı. Google’den aldığı çok bilindik bir resmin üzerine Gölge logosunu koyarak
yapmıştı. Çok bilindik bir resim olmasa güzelliği
yadsınamazdı.
Sonrasında ikinci kapak için Şükrü
Bağcı’nın hazır bir resmini kullandık.
Üçüncü kapağı hayranı olduğum Kerem
Beyit’ten aldık. Onun da eski bir çizimiydi.
Dördüncü kapak için çok ünlü bir çizgi
romancımız “ben yaparım” dedi ve nedense kapağın üzerine yattı. Eh ne diyelim “veren el, alan Gölge’nin 4. sayı kapağı olarak da görebileceğiniz ilk Gölge eskizi.
elden üstündür”…
Biz de işte tam o sırada “Gölge nasıl olmalı” diye kafamızı yoruyorduk yayın kurulundaki arkadaşlarla.
Ben “Solomon Kane” dedim “az buçuk dişi olmalı ama pek de dişe gelmemeli.” Karakteri oturturken de Utku Tönel Hemingway’den iki cümle yolladı.
“Kasabadan ayrılırken, alevler büyümüş, gölgeler kısalmıştı; iş tamamdı.”
“Dövüş sona ermişti, gölgesi kazanmıştı.”
İlk Gölge karakteri böyle çıktı ortaya. Şükrü, Utku, Hemingway ve R.E.Howard olmasa
Gölge’de olmayacaktı belki.
Bu ayın kapağı A. Gökhan Gültekin’den geldi. Gölge’nin yanında esin kaynağı püriten
kahraman Solomon var. Biz farklı çizerlerin Gölge’yi çizdiğini gördükçe mutlu oluyoruz. Kim
bilir belki bir gün kendi hikâyesi de olur Gölge’nin, onun da çizgi romanını yapar arkadaşlar,
biz de keyifle okuruz.
Kış geldi gölgeler uzadı. Gölge internetten indirdiğiniz bedava bir dergi değil. Her bir
sayfasında emek, zaman ve yaratıcı insanların hayal gücü var. Bu da bizim için sandığınızın
daha pahalısına geliyor.
Umarız siz de gölgenizi yağmurlu günlerde suya çamura batırmaz, yaratıcı gücünüzle
gökyüzüne doğru salınmasına izin verirsiniz.
Gölge herkesin yazı-çizisine açık bir dergidir. Gölgelerinizi bekliyoruz.
A. Hamdi YÜKSEL
2
İÇİNDEKİLER
Kapak İçi Yazısı A. Hamdi YÜKSEL
Sayfa 2
Saklı Gerçekler Masis ÜŞENMEZ
Sayfa 4
Şeytan Aldı Götürdü Sadi GÜRAN
Sayfa 10
Şekerci Cengiz BOSTAN
Sayfa 12
Gölgesi Serdar KÖKÇEOĞLU
Sayfa 17
Hurdalık Yiğit SAVTUR
Sayfa 21
Bir Avuç Ucube
Utku TÖNEL
Sayfa 33
Rusalka Barış SAYDAM
Sayfa 36
Soluk Ve Ötesi
Ezgi GÜRÇAY
Sayfa 38
Gezici Festivalin Peşinde
Hasan Nadir DERİN
Sayfa 45
Recep Amcanın Marifeti Oğuz ÖZTEKER
Sayfa 57
Siyah Beyaz Volkan KURUT
Sayfa 62
Michael Crichton’un Ardından
Masis ÜŞENMEZ
Sayfa 80
Işığın Karanlık Yüzü
Bülent ERİŞ
Sayfa 82
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir.
İzinsiz alıntı yapılamaz,yayınlanamaz.
Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur
Editör: A. Hamdi Yüksel
Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen
http://golgedergi.blogspot.com
Artık Facebook’ta da şubemiz var.
Kapak: A. Gökhan GÜLTEKİN arkadaşımıza ait. telumaithor.deviantart.com
Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var.
Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres [email protected]
GÖLGE | ARALIK ‘08
SAKLI GERÇEKLER
“Uzun yıllardır kullanılan ışınlanma tekniği halkımıza büyük kolaylıklar sağladı, yolculuktaki zaman kaybını ortadan kaldırdı. Ancak getirdiği problemler de hep göz ardı ediliyor.
Kaçınızın tanıdığı birinden ışınlanmadan sonra haber alınamadı? Daha sonra bir çöplükte ya
da hiç olmaması gereken bir ülkede cesedi bulundu? Yıllardır devletler bu bilgileri saklıyor,
ancak buna bir dur demenin zamanı geldi arkadaşlar!”
Murat’ın bu sözleri dinleyici kitlesi tarafından büyük bir alkışla kesildi. Işınlanmaya
karşı olan bir kitlenin varlığı zaten biliniyor, kendini denek gibi hissedenler Murat’ın yanında
yer alıyordu. Aylardır yaptığı yeraltı toplantılarındaki katılım her geçen gün artıyordu. Bu duruma sevinse de, artık yasa dışı bir organizasyon olma yoluna girdiklerinden dolayı içerdeki
herkesten şüphe etmeye başlamıştı. Kim bilir kaç ajan var bu mekânda, diye düşündü Murat.
Onlar durdurmadan, eyleme geçmeleri için belki de son şansı kaçırmak üzereydiler.
“Artık zamanı geldi arkadaşlar, saklı gerçekleri gün yüzüne çıkarıp ışınlanmanın daha
güvenli bir hal alana kadar iptal edilmesine çalışmamız gerek.”
Kalabalık dağılırken Murat derin düşüncelere dalmıştı. Babasını o çöplükte buldukları zamanı hatırladı. Polisler fazla bir bilgi vermemiş, serserinin tekine suç atılmıştı. Oysaki
morgda gördüğü babasının cesedinde bariz farklar vardı. Bacağındaki doğum lekesi yok olmuştu ve sanki derisi çok daha pürüzsüzdü, tıpkı bir bebek gibi. Daha sonraki günlerde “Işınlanmaya Hayır!” el ilanları ve duvar baskıları tüm İstanbul’u
sarmıştı. “Geri sayım başladı...” yazıyordu bu ilanlarda. Terörle mücadele masasının emniyet
müdürü, Burak’ın eline bu ilanlardan birini tutuşturdu. “Ekibini topla ve araştırmaya başla,
kulağıma gelenler hiç iyi değil Burak!”
Genç polis komiserinin görev vermesinden önce zaten çalışmalara başlamıştı. Geçen
gece katıldığı konferansta örgütün başı olduğunu düşündüğü o genç adamla göz göze gelmişti. Şahıs konuşmasından hemen sonra bir anda yok olmuştu. Yasa dışı bir ışınlanma makinesi olmalı, diye düşündü Burak, ancak herkes ayrıldıktan sonra gizlice mekâna tekrar sızdı
ve tek bir kanıt bile bulamadı.
“Emredersiniz komiserim, konuyla ilgili raporu en kısa zamanda masanızda bilin,” diyerek ofisine döndü. Işınlanma, üniversitede okuduğu zamanlarda ne kadar büyük bir coşkuyla karşılanmıştı diye düşündü. Kısa zamanda tüm toplu taşıma araçları kaldırılarak devletin
denetiminde bulunan ışınlanma kapsülleri şehrin merkezlerine yerleştirilmişti. Belediyenin
arşivlerine girdi. “Yaklaşık her 8-10 km.’ye bir kapsül düşüyor. Denetimi imkânsız,” diyerek el
bilgisayarına not aldı. Masa monitörünün üzerine girdiği geri sayım ve ışınlanma kelimelerinden sonra ara yazısına bastı. Açılan sayfa aynı elindeki broşür gibiydi. Siyah arka plana kan
kırmızısı ile yazılmış iki cümleden ibaret. Oysaki geriye sayan bir saat bulmayı bekliyordu. En
azından onlar harekete geçmeden ne kadar zamanı kaldığını bilmek için.
Sayfayı yine de bilgisayar bölümüne gönderdi ve kısa bir not düşerek içeriğinde gizli
sayfalar olup olmadığını bulmalarını istedi. Beyin algılayıcısının kaskını kafasına takıp dün
geceyi düşünmeye başladı, grafik hafızasında kalan görüntüler karıncalar halinde ekrana
yansımaya başlamıştı. Murat’ın yüzü ekrana gelince durdu ve bu resmin bir çıktısını el bilgisayarına kaydettirdi. Resmi ana bilgisayara da göndererek şüpheli listesi ile karşılaştırılmasını istedi. Artık yapabileceği tek şey beklemekti.
Gazeteler, İstanbul’u saran bu el ilanları ile ilgili haberler yapıyorlar ve halkı dikkatli
olmaları konusunda uyarıyorlardı. Bir gazetede yapılan röportajda Işınlanma ve Ulaştırma
Bakanı “Işınlanma vatandaşlarımıza verilen en büyük hizmettir. En ufak bir tehlike olsa hiç
başlatmazdık. Avrupa ve Amerika’da yasak olması sizi kandırmasın, onlar da çalışmalara
başladılar ve en kısa zamanda Türk patentli bu mucizeyi tüm dünyada kullanılır kılacağız,”
diyordu.
Bilişim suçları merkezinden Burak’a telefon geldiğinde umutsuzluğa kapılmaya başla4
GÖLGE | ARALIK ‘08
mıştı. Şüpheliler listesinden bir sonuç çıkmamış, bilgisayara tüm vatandaşların veri tabanına
girmesi için komut vermişti. Ancak bu işlem en az 3-4 gün sürecek bu süreçte belki geri sayım çoktan bitecekti. Bilişim suçlarında görevli Zeynep Burak’a belki ilginç bir şey bulduklarını iletti. Ancak kızın hafif kıkırdayarak “Yanıma bir bardak kahveyle gelmezsen biraz işin
uzayabilir,” demesi Burak’ın biraz sinirini bozmuştu. Burak üstündeki stresi belli etmek için
“Zeynep lütfen ekranıma yolla bulduklarını, inan hiç zamanım yok, şef tepemde,” dedi. Kızın
bozulduğunu bilerek devam etti “Tamam şu iş bitsin söz seni akşam yemeğine çıkaracağım.”
Zeynep “Tamam Hoşça kal!” deyip Burak’ın ekranına bulduğu sayfayı yolladı.
“Project” şifresi ile girilebilen bu sayfada sadece bir İstanbul manzarasını çevreleyen
bir gökkuşağı fotoğrafı vardı. “Bu da ne ki şimdi?” dedi Burak sinirle masa monitörünün ekranında eliyle resmi büyütüp bir detay ararken.
Burak kafasını biraz toplamak için durdu ve aklına son bir fikir geldi. Sayfanın şifresi
Project ve Rainbow kelimelerini ekrana yazarak ara tuşuna bastı.
Project Rainbow: Philadelphia deneyi olarak da bilinir. Amerikan ordusunun yapıldığını
hiçbir zaman kabul etmese de birçokları tarafından ilk ışınlanma deneyi olarak görülmektedir.
28 Mart 1943’de yapıldığı var sayılan deney sonucu USS Eldrige adlı destroyer ışınlanarak
346 km ileride tekrar ortaya çıkmıştır.
Burak emniyetten çıkıp evin yolunu tuttu. “28 Mart acaba geri sayımın son günü müydü?” Bu ihtimali göz ardı edemezdi. “Beş gün var, elimi çabuk tutmalıyım. Ama nereden başlamalı? Yeni bir toplantı yapacaklarını sanmıyorum. Elim, kolum bağlı.”
Eve gittiğinde soğuk bir duş alıp bir duble rakı koydu masasına ve elindeki bilgilere
daldı. Bir tıkırtı duyduğunda “Kedidir,” diyerek uyandı. İçi geçmiş uyuya kalmıştı. “En az üç
saattir uyuyorum, rakı çarptı herhalde,” dedi içinden. En azından öyle sandı. Ancak karşısındaki siluetin “Hiç sanmıyorum Burak, yorgun olduğunu kabul etsen artık!” demesi ile ayaklandı. Silahını masada karanlığa alışmaya çalışan gözlerine inat el yordamı ile bulup siluete
çevirdi. Karşısındaki yavaşça başını öne doğru indirdiğinde onun örgütün geçen günkü toplantısındaki konuşmacı olduğunu anladı. “Nasıl girdin buraya?” dedi Burak.
“Işınlanma diyelim istersen. O çok sevdiğiniz teknoloji hani. İnsanları kobay olarak
kullandığınız.”
“Bu imkânsız, burada ışınlanabileceğin bir kapsül yok.”
”O zaman kendini neye inandırmak istersen ona inandır. Pencerenden girmişimdir belki 250. kata, ne dersin daha mı inandırıcı oldu?”
“Astral seyahat” Burak’ın kafasından geçen kelimelerdi. Mümkün olabilir mi? diye düşündü.
“Evet, olabilir,” dedi karşısındaki “Her şey mümkün olabilir! Kendimi tanıtmama izin
ver istersen. Ben Murat, bugün peşine düştüğün örgütün lideri olarak yazabilirsin el bilgisayarına.” Murat’ın bu kendini bilmiş tavrı Burak’ı sinir etmişti.
“Sen beynimi mi okuyorsun?” Burak şoktan kurtulurken elindeki silahı tekrar hatırladı
ve Murat’ın ayaklarına doğru bir el ateş etti. Murat acıyla inleyip yere düştü. Burak yanına
doğru geldiğinde ise gülmeye başlamıştı. “Madem astral seyahatteyim beni vurma şansın
yok unuttun mu?” dedi Murat yerden kalkarken “Ama yüzünün ifadesi oldukça eğlenceliydi.
Bir bilim adamı olarak silah kullanmakta hiç tereddüt etmiyorsun demek ki,” dedi.
Burak sinirli bir şekilde “Ne istiyorsun benden?” diye sordu.
“Oyunu bıraktıysak sadede gelelim. Peşimizi bırak ve içerden bilgi sızdır. Ne kadar kolay değil mi?”
“Sizler nasıl bir oyunun içindesiniz bilmiyorum ama beni ne sanıyorsun? Sizlere pabuç bırakacağımı mı düşünüyorsun?”
“İstesen de istemesen de bunu yapacaksın. Sonraki görüşmemize kadar hoşça kal.”
Burak irkilerek uyandı. Nasıl bir kâbustu bu? diye düşündü. Fazla çalışmanın böyle bir
yan etkisi olacağını biliyordu. Silahını kınına sokmak için elini masaya attığında silahın olmadığını gördü. Ayağa kalkıp etrafı incelediğinde silahını yerde buldu. Rüyasında ateş ettiği yeri
6
GÖLGE | ARALIK ‘08
net olarak hatırlıyordu. Yavaşça o yöne doğru gitti, gözlerini kaçırsa da ne göreceğini çok iyi
biliyordu. Yerde bir kurşun deliği vardı.
28 Mart geldiğinde örgütten olduklarından şüphelendikleri birçok kişiyi içeri almışlardı. Ancak kimseden doğru düzgün bir bilgi gelmiyordu. Örgütle bağını kabul edenlerin de
açıklamaları birbirini tutmuyordu. Bir tanesi tüm ışınlanma kapsüllerini yok edeceklerini söylerken bir diğeri kapsüllere güç veren şehir dışındaki enerji santralinin asıl hedef olduğunu
söylüyordu. Polis alabileceği her tür önlemi almış, saldırının nereden geleceğini bilmeden
bekliyordu.
Murat, Burak’tan aşırdığı kimlik kartı ile gizli dosyaların tutulduğu yere girdi. Uyumakta
olan polisin camına tıklayarak kimliğini gösterdi. “Emredin komiserim.” Polis uyku sersemliği ile kimliği doğru düzgün görmeyi başaramamıştı, ancak eğer kimlik doğrulaması isterse
karşısındaki polisinin üstlerine kendini görev sırasında uyuduğu için şikâyet edebileceğini
biliyordu. Bu yüzden en cana yakın tavrı ile yardımcı olmaya çalıştı.
“Bugün bildiğin gibi büyük bir saldırı bekliyoruz. Ancak ne olacağını hâlâ çözebilmiş
değiliz. İçeri girip daha önce göz atmaya fırsatım olmayan ışınlanma dosyalarına bakmak istiyorum.”
“Kayıtlarıma bakıyorum ama böyle bir dosya göremiyorum komiserim. Ancak içeri girmekte serbestsiniz belki daha bilgisayara girmediğimiz klasörler vardır.”
“Sağ ol, şu işler bir bitsin bana uğra, terörle mücadeleden Burak dersen gösterirler
ofisimi, hem belki sana daha uygun bir görev ayarlarız.”
Sevinçten ağzı kulaklarına varan polis heyecanla Murat’ı içeri aldı. Murat klasörlerle
dolu koridorlarda dikkatle dolaşmaya başladı. Aşağı yukarı bir saat sonra istediği klasörü
bulmuştu. “Rainbow Projesi 2” adlı klasörü hemen yere indirdi ve dosyalara göz gezdirdi.
Her sayfayı özenle elindeki cep bilgisayarına tarattı. Artık tüm gerçekler elinde idi. El bilgisayarından dosyayı e-mail programına ekleyip daha önceden hazırlamış olduğu gönderici
listesine yollamak için düğmesine bastı.
Dosya gönderiliyor... Ekranda çıkan bu yazı büyük bir ağırlığı almıştı üzerinden. Tüm
haber ajanslarının e-mail adresleri, insan hakları derneklerine birkaç dakika içinde bilgiler
ulaşacaktı. “Her şeye değdi, değil mi Burak? İstesen de istemesen de demiştim sana.”
Burak ofise geri döndüğünde etrafa tam bir karmaşa hâkimdi. Terörle mücadelenin o
ünlü 150 ayrı kanalı birden gösteren duvar boyu dev monitöründen tüm dünya aynı haberleri
geçiyordu. Binlerce isim, ışınlandıktan sonra ölü bulunmuş, on binlercesi beyin sarsıntısı ile
hastaneye kaldırılmış, bazılarından ise hiç haber alınamamıştı. Yer, zaman, tüm bilgiler haber
bültenlerindeydi. Kimse halkı bunun bir tesadüften ibaret olduğuna inandıramazdı artık.
“Burak neredeydin? Başardılar, hem de tek bir kan dökmeden, hatta bir yeri patlatmadan.” Komiser konuşurken Burak gözünü ekrandan alamıyordu. “Tuvaletteydim komiserim,
sanırım dün gece yediğim bir şey dokundu.”
“Şimdi senin boşaltım sorunundan daha büyük bir sorunlarımız var. Hükümete en büyük darbeyi vurdular.”
“Evet ve hâlâ o Murat denen adamı bulamadık. Kahretsin herif hayalet sanki. Yüz tanıma programından bile bir sonuç gelmedi. İlk defa başıma geliyor bu.”
“Artık kimsenin onun kimliğine ulaşabileceğini sanmıyorum. Darbeyi indirdiler ve tekrar köşelerine çekilecekler. Asıl problem şimdi neler olacak?” dedi Komiser.
Kısa zamanda savcılık ışınlanma adı altında yapılan bu cinayetlerin tüm sorumlularını
tutuklatmıştı. Hükümetin tüm üst düzey yöneticileri hakkında soruşturmalar açılmış, şehirdeki ışınlanma kapsülleri toplanıp silindirler altında ezilmişti.
“Sistemdeki ufak bir hatadan kaynaklandı her şey. On binde bir oranında çıkan ufak
bir hata. Hasıraltı edilmesi kolaydı. Başarsaydık tüm dünya bizden bu sistemi satın alacaktı.
Buna değerdi,” diyordu eski Işınlanma ve Ulaştırma Bakanı savunmasında.
Burak ofisinde oturmuş canlı yayınlanan mahkemeyi izliyordu. Geri sayım bitmiş ve
gerçekler ortaya çıkmıştı. Kendilerinin yapamayacağı bir şeyi o örgüt başarmıştı. Hem de
8
tereyağından kıl çeker gibi.
Bu sırada kapısı çalıp içeri bir polis girdi. “İyi günler komiserim,” dedi genç polis
Burak’a. Genç polis heyecandan kekelemeye başladı “Eee şey. Hani bana yanınıza gelmemi
söylemiştiniz. Yardımcı olmak için, ben aşağıdaki dosya bölümünden, hatırlamadınız mı?”
“Ben mi demiştim? Ne zaman inmişim ki oraya?”
“Sanırım hâlâ başınız yoğun. Hani o meşhur 28 Mart günü, ışınlanmayla ilgili bir şeyler
arıyordunuz. Neyse şey, ben sonra tekrar uğrarım komiserim,” diyerek ayağa kalkmaya hazırlandı polis.
“Sen ne saçmalıyorsun arkadaşım?” Burak artık sinirlenmeye başlamıştı, ekip kendisine oyun mu oynuyordu acaba. Nasıl bir şakaydı bu?
“Eee neyse, hoşça kalın.” Genç polis hızla dışarı çıktı.
Burak olanlara anlam veremedi, karşısındaki genci kırmış olmanın pişmanlığı vardı
suratında. Hemen Zeynep’i arayarak 28 Mart’ta dosya bölümüne yapılmış olan tüm giriş çıkışların video kaydını kendisine yollamasını istedi. Kız nazlanınca, akşam kendisini yemeğe
çıkarmak istediğini söyledi. Az sonra tüm videolar eline geçmişti. Saat 12:00 sıralarında bir
giriş görülüyordu, çıkış ise yaklaşık bir saati bulmuştu. Kimlik kaydına baktığında ağzı açık
kalmıştı.
“Şaşırmış gibisin.” Murat karşısındaki deri koltuğa oturmuş gülümseyerek ona bakıyordu. “Hatırlamıyor musun oraya indiğini? Hadi kendine gel artık. Benim var olmadığımı
ikimiz de biliyoruz. Astral seyahat ha! Hiç güleceğim yoktu Burak. Babanı morgda gördüğün
günü hatırla. O gün saklı gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için söz verdin kendine. Ancak
bunu başaracak gücü kendinde bulamadığından beni yarattın. Tüm o toplantıları yapan, her
şeyi planlayan sendin. Beni sadece korunmak için bir piyon olarak kullandın. Böylece beyin
okuyucuya girdiğinde alakasız bir insanın yüzünü verdin onlara. Sana demiştim istesen de
istemesen de bize yardımın dokunacak diye. Babamızın intikamını aldık, artık benimle işin
bitti.”
Burak artık her şeyi hatırlıyordu, sanki beyninin bir bölgesi tamamen açılmıştı. O gizli
toplantıları, Zeynep’le geçirdiği o ateşli geceleri hatırladı bir anda. “O her şeyi biliyor,” diye
düşündü, ancak ikinci karakterinden haberi yoktu. “Evet, yok” dedi Murat. “Şimdi ondan bu
görüntüleri silmesini iste, az önce gönderdiğin o çocuğu da buraya geri çağır, yakınında bir
iş ver ve o günden kimseye bahsetmemesini emret. Benden bu kadar, kendi ayaklarının üstünde durmayı öğren artık Burak.”
Murat karşısında bir anda yok olurken, Burak hemen telefona sarılıp Zeynep’i ve polisi
aramaya koyuldu...
“Umarım artık arkamda bir iz kalmamıştır baba. Umarım artık ikimiz de rahat
uyuyabiliriz,”dedi ceketini giyinip, Zeynep’in ofisine doğru ilerlerken.
Masis ÜŞENMEZ
www.otekisinema.com
İllüstrasyonlar
Gökhan ÇELİKOK
formandehit.deviantart.com
GÖLGE | ARALIK ‘08
ŞEYTAN ALDI GÖTÜRDÜ
Bant dergisinde farklı çizim tekniği ile hemen farkedersiniz Sadi Güran’ı. Şimdi de o çizgiler yine aynı kalemden çıkma
bir çocuk kitabına can verdi “Şeytan Aldı
Götürdü”. Kitabın hikayesini yazarı-çizeri
Sadi Güran’ın kaleminden okuyalım.
Çocuk kitabı yazma fikri yeni bir fikir değil benim için, zira illüstrasyonu en
coşkulu kullanabileceğiniz alan budur.
Çeşitli yayınevleriyle kitap çalışmalarımız
oldu ancak hem yazıp hem resimlediğim
ilk çocuk kitabı “Şeytan Aldı Götürdü”
oldu…
Fikri tetikleyen olay annemin kaybettiği spor ayakkabılarının tam bir yıl
sonra, binlerce defa baktığı bir yerden
çıkmasıyla benim (haliyle) “Şeytan aldı
götürdü, satamadan getirdi,” dememdi.
Cümle hikâyeyi tetikledi ve hikâye domino
taşı gibi oluştu kafamda. Yaklaşık 1 saat
içinde kitabın taslağı hazırdı.
Sanırım bir fikir heyecan verdiğinde
hikâye, metinler ve karakterlerin oluşumu çok hızlı gelişiyor. Bunu Deniz Cuylan’la “Netame”
isimli kitabımızı (elbette o kitap Şeytan Aldı Götürdü gibi bir saat içersinde çıkmadı) yaratırken de yaşamıştık.
Birkaç gün daha üzerinde oynadıktan sonra ilk eskizleri son dönemde beraber çalıştığım ve bu alanda vizyonunun çok geniş olduğunu bildiğim Enkidu yayınevindeki arkadaşlara
yolladım. Onlar da benimle aynı heyecanı paylaştılar ve beraber kitap üzerine çalışmaya başladık.
Elbette editöryel olarak benden daha yetkin olduklarından metinler üzerinde ufak değişiklikler yaptık (hikâyeye ve karakterlere sadık kalarak). Ben onların kelimelerimle oynamalarına izin verdim, onlar da karşılığında başkarakterimin adını olduğu gibi bıraktılar.
Hikâye Münür (Türkçede Münür yoktur, aslı Münir’dir ancak ben Münür konusunda ısrarımı korudum ve kazandım) isimli bir çocuğun oyuncakları arasında en sevdiği, eski püskü
(hatta çirkin) maymunu Kalınkaş’ı kaybetmesiyle başlıyor.
Önce annesine sonra ninesine soruyor ve ninesinin “Şeytan aldı götürdü,” demesiyle
hareket geçen Münür’ün hayal gücü bizi Maymun Kalınkaş’ı alakasız yerlerde satmaya çalışan Şeytan’ın mahalledeki yolculuğuna ve başarısızlığına götürüyor.
Tasarım sürecinin ardından, üretim sürecinde de detaylara özen gösterirken oldukça
keyif alarak çalıştım. Sonuç gerçekten içime sindi ve beni çok fazla tatmin etti diyebilirim.
Dahası, bundan sonraki kişisel çocuk kitaplarım ve yine çizimdeki bu dili kullanarak
yetişkinler içinde kitaplar resimleme fikrim için de iyi bir adım oldu.
10
Sadi GÜRAN
GÖLGE | ARALIK ‘08
GÖLGESİ
Anlatayım uzman bey...
Tam zamanını hatırlamıyorum ama kokorecin bitmesine yakın geldi. O zaman hava
bugüne göre daha soğuktu. Ben de bir iki müşteri daha doyurur, giderim diyordum. İyice
üşümüştüm. Bir müşteriye kokoreci uzattım arabaya döndüm; işte o zaman karşıma çıktı.
Ceketli, gömlekli, şık giyimli bir adamdı ama bakışları kabaydı. Hazırla bakalım, der gibi eliyle
işaret yaptı bana; klasik soruları geçip bir yarım ekmek hazırladım ben buna. Bir yandan da
yan gözle onu seyrediyorum, dev gibi bir adam. Ayağa kalkmış araba gibi. Fakat belli ki biraz
gergin, huzursuz. Aç gibi sıkıntıdan bir o yana bir bu yana dönüyor. Ben ekmeği uzatınca,
sonra öderim diyerek elinde yarım ekmekle yolun karşısına yürümeye başladı. O an anladım
ben niye sürekli yolun karşısına baktığını. Camları buğulu arabayla kara sokak kedisi vardı
sadece. Bir elini cebine atarak yolun karşısına geçti ve ekmeği arabadaki adama verdi. Konuşmadılar hiç, bakışmadılar pek. Bizimki ekmeği uzatınca gene yanıma döndü. Ben sana da
yapayım mı, der demez lafımı kesip, bir de ayran ver, dedi. Ayranı aldı eline yüzünü ekşiterek
geri verdi. Alkol olup olmadığını sorunca bir an polis olabilir mi diye de düşündüm. Ama
gececi olduğumdan polisleri tanırım, polis gibi yürümüyordu bu adam ve gölgesi bir tuhaftı.
O an adama hayır diyemedim ve zuladaki kendi biramı uzattım. Helal olsun dedi, ilk defa o
zaman gülümsedi. Ekmeği iştahla yerken gözü hemen ilerideki diskobara takılıyordu. Yutar
gibi yedi ekmeği, az torpil yaptım ona, tama yakın ekmeğe doldurdum kalan kokoreci. Ağzını
silerken saatine bakarak bir sigara yaktı. Pahalı sigaralardan biriydi. Valla her gün bir yenisi
çıkıyor ya, adı kim bilir neydi. Ama pahalı gibiydi renkleri, paketi. Söyle bakalım sen gece
burada mısın, diye sordu. İçki muhabbetsiz çekilmez ben de lafı lafla açarak konuştum. Yeni
olduğumu söyledim. Hatta eski yerden neden ayrıldığımı anlattım. Kulağı bendeydi ona şüphe yok ama gözü sürekli diskobardaydı. Bir iki de arabaya takılmıştı. Arabadaki kısa boylu
adam bir ara çıktı bir sigara içip yeniden arabaya döndü. Ben iyice lafa dalmıştım:
“Geceleri eskisi kadar müşteri olmuyor abi. Mekândan çıkan arabasına taksisine atlayıp gidiyor. Birkaç ay önce bir olay olmuş, tinerciler mekândan çıkan iki kadına saldırmışlar.
Mekânlar kalitedir ama sokak tekin değildir bakma.”
“Kimdir buranın ağası?”
“Öyle ağalık kalmadı abi, işler değişti. Buranın polisi çoktur...”
“Hani nerde o zaman polis?”
“Gecede iki defa gelirler, bir süre sokakta bekleyip giderler.”
“Bu sokağın ağası yok demek ki!”
“Ben bilmem abi. Vardır belki bir hesapçısı...”
Sustu sonra; az yürüdü geldi. Sıkıntısı uzayan titrek gölgesinden belliydi.
“Bitti mi etin, hadi gitsene sen.”
“Bitti aslında. Muhabbete daldım ya ondan…”
Biranın son yudumunu dudağından diliyle topladıktan sonra biranın tenekesini uzaklara attı:
“Bir mahallede şeytan varsa, elbet bir melek de vardır!”
“Doğru dersin.”
“Daha bir şey söylemedim ki, atlama sen hemen öyle. Hem sen ne bilirsin!”
Sesini yükseltti ya aniden elim ateşe değdi, etim yandı, dilim dondu. Sustu bir süre.
Sonra ailemi, çocuklarımı sordu. Bir kızım var, dedi, uzakta. Şimdi en büyük hayalim bir daha
onu görebilmek, dedi. Bu laf üzerine çok düşündüm ben. İnsan neden der ki onu? Der demez
yere çakılmıştı yüzü.
17
“Çocukları yalnız bırakmamak lazım. Çocuğunu yalnız bırakırsan ileride yalnız kalırsın.
Gece çocuklarını sev benim için.”
“Severim abi de, çok mu uzakta senin kız?”
“Uzakta değil ama bazen mesafeler yakın da olsa birine gitmek zor olabilir, “ dedi.
“Ne güzel söyledin ya...”
Ben mi onu tutuyordum o mu beni, hiç anlamadım. Adam beni tedirgin etmişti, hareketleri dikkat çekiciydi, sanki içinde zor zapt ettiği bir güç dışarı çıkmak için yer arıyordu. Bu
güçle uğraşırken ter içinde kalmıştı. Hayatının sınavını veriyor gibiydi ama dünyevi olmayan
bir şeyler vardı sanki onda. İnsan ondan en uzağa gitmek istiyor ama bir adım bile atamıyordu. Kalk git diyordum kendime. Öte yandan gidersem adamın işi bozulacakmış ucu da bana
dokunacakmış gibi geliyordu. Tarifi zor bu duyguların… Sonra sokak kalabalıklaştı, bardisko
dağılmıştı. Karşıdaki araba çalıştı ve bizimki iyice garipleşmeye başladı. Gözü mekândan çıkan kalabalıktaydı. Sonra küçüldü gözleri, sabitleşti. Gözlerinin hedefini aradım kalabalıkta.
Şimşekleri fark etmiştim. Gölgesi iyice coşmuştu. Sonradan fark ettim, araba onu yandan takip ediyordu. Sonrasını biliyorsunuz. İki el silah sesi duyuldu ve adam derhal arabaya atladı
kaçtı gitti. İşte böyle oldu cinayet beyim.
*
*
*
Kendini “uzman” diye tanıtan adam beni dinledikten sonra elimi sıkıp gitti. Bol bol not
almıştı, sadece nedense sigaranın markasını sormuştu bana. Bir daha da aramadı. Kırparak
söylediklerim işe yaramamıştı doğal olarak. Anlatamadım bazı konuştuklarımızı, keserek anlattım. Anlatırsam anlar, diye korktum. Aylar sonra Bakırköy’e hanıma elbise almaya gittiğimizde bir kez daha gördüm emanet gölgeyle gezen adamı. Ben bir dükkânın önünde sigara
içerken yanıma geldi, önce sesini çıkarmadı benimle birlikte vitrine baktı. Sonra kafasını çevirmeden; polise ötmedin, öteki yavşağa da eksik bilgi verdin doğru mu, dedi. Kafamı çevirmeye korktum vitrinden ona baktım. Anlattıkların bana kaldı, sözüm söz oldu, dedim.
Zaten anlatsam da kim inanırdı? Var mı bir ihtiyacın, dedi alçak sesle. Ben susunca eli
cebinde yolun karşısına geçti, vitrinden izledim. Gölgesinin ona ait olmadığı iyice belliydi.
Arabaya atladı gitti. Belli ki onu bekleyen âleme geri dönüyordu.
19
Serdar KÖKÇEOĞLU
İllüstrasyon
Sarp SÖZDİNLER
sarpsozdinler.deviantart.com
GÖLGE | ARALIK ‘08
BİR AVUÇ UCUBE
Savaş çocuğu olmak zor. Zor zamanlarda doğmak, zorluklar içinde büyümek, zar zor
hayatta kalmak ve en kötüsü zoraki bir yaşama içgüdüsüyle dolu olmak. Bunlar herkesin
kaldırabileceği şeyler değil. Nitekim de öyle oluyor. Şimdilerde doğan çocukların yarısından
fazlası daha ilk yaşını doldurmadan ölüyor –çoğunlukla da öldürülüyor. Kısıtlı gıda ve kirlenmemiş yaşam alanlarının azlığı bunu bir zorunluluk yapıyor. Savaş, söylenebilecek tüm
yalanları tükettiğinden, yeni doğanlar için geriye bir tek gerçek kalıyor; acı, çıplak bir gerçek.
Yaşam savaşı.
Ne büyük bir ironidir ki, savaş çocuğu olarak adlandırılan nesil hiçbir zaman Büyük
Savaş’ı görmedi. Her biri dünyadan arta kalanların içine doğdu. Nükleer patlamalar ve gökten yağan hastalıkların sadece hikâyelerini duydular ya da geride bıraktıklarına şahit oldular.
Tüm bildikleri, duyduklarından ibaretti ve onlar için daha iyi bir dünya hayallerinde bile mümkün değildi. Kendilerine öğretilen; hayatta kalmaya çalışmaktan ibaretti. Yapabilecekleri tek
şey de buydu.
Ama bazen, şanslı oldukları günlerden birinde, hiç beklenmedik bir şey olur ve savaş
çocuklarının içinde, atalarından kalma bir yanı; umudu uyandırırdı. En kötüsü de buydu. Tüm
zorluklar yeterli değilmiş gibi, bir de körpecik çocukların aklına umut doluverirdi. Onları cesaretlendirir, beklentilerini yükseltir ve daha sıkı çalışmalarını isterdi. Ama karşılığında verdiği tek şey, daha çok zamandı.
*
*
*
Bu şanslı günlerin bir tanesi de, hiçbir yerin ortasındaki bir köyün kenarından geçiyordu o gün. Gözcüler kulelerinden “Kervan! Bir kervan geliyor!” diye bağrıştıklarında ilk
heyecanlanan tüccarlar olmuştu. Kimsenin köyünden ayrılmaya dahi cesaret edemediği bir
dönemde tanımadıkları bir yerlerden –neresi olduğu önemli değil, ne de olsa dünyaları yirmi
kilometre çapındaydı– gelen bir kervan her zaman biraz korku ve çokça merakla karşılanırdı.
Biraz alışveriş, hatta ticaret tanrıları onları seviyorsa, çok alış az veriş bile yapabilirlerdi.
Ama yabancılar biraz daha yaklaşıp, görünüşleri az çok seçilir olduğunda hareketlenenler korucular oldu. At sırtında köye yaklaşan bir grup her zaman için işgalci, ya da bir
yağmacı güruhuyla pekâlâ benzeşebilirdi. Konuşmalar yapıldı, kararlar alındı, köydeki tek
dürbün bulunup getirildi ve sonuç herkesin beklediğinden farklı bir şey çıktı.
“Sirk! Bu bir sirk!”
Şimdi heyecanlanma sırası çocuklardaydı.
Kısa bir bağırış çağırışın ardından ihtiyar heyeti, kendilerine iyi bir gece geçirteceklerini ve bunun için para almayacaklarını söyleyen kumpanyayı köye kabul etti. “Biraz ekmek ve
su,” demişti yabancıların başındaki on iki parmaklı adam, ellerini yalvarır bir edayla açarak.
Çevresini saran kalabalığa kendi acayipliğini kabul ettirmek ister gibiydi.
Arabalarını köy meydanına çekip, derme çatma sahnelerini doğrultuncaya dek akşam
olmuştu. “Pek güzel, pek güzel,” diyordu on iki parmaklı adam, “geceleyin olur asıl bu işler.”
Dediği gibi de oldu. Etrafını donatan rengârenk bayraklar, allı morlu kurdeleler ve sayısız çaputlar, yanan ateşlerin ışığında sahne, canlanmış gibi görünüyordu. Tüm gözler sahneye çevrilmişti ve fazladan parmakları olan adam, perdenin arasından köylüleri gözlüyor, meraklarını biraz daha arttırmak için, gösteriyi biraz daha geciktiriyordu. Fazladan bir parmakla
toplanmış olan bahşişleri saymak da ayrı bir keyifti doğrusu ve bu yapay gecikme her zaman
için bahşişleri arttırırdı. Ön sıralarda bekleşen çocuklardan ilk mızmızlanmaları duyduğunda,
tam kıvamına geldiklerini anladı. Daha fazla bekletmeden, yerinden fırlayarak ellerini iki yana
açıp, yüksek sesle tüm köy ahalisini selamladı.
Görmeliydiniz. Tüm gözler ilgiyle sahneye çevrilmişti. Herkes birbirine “Ne çıkacak?”
diye soruyordu, “Kim gelecek?” ya da “Ne göreceğiz?” On iki parmaklı adam onları daha
fazla bekletmedi.
33
GÖLGE | ARALIK ‘08
“Hanımlar ve Beyefendiler, hoş geldiniz! Öncelikle bu geceyi bize bağışladığınız için
teşekkür ederim ve akşam yemeği için hepinize müteşekkirim. Umarım, sunacağımız küçük
gösterilerle bize sunduklarınızın bedelini bir nebze olsun karşılayabiliriz.”
“Hiçbir zaman sözü uzatmayı sevmem ve bu gece de bir istisna değil. Öyleyse bir an
evvel işe koyulalım. Daha fazla beklemeden; karşınızda kuzeyden, çok daha kuzeyden, büyük
kraterin ve tüm o parlak yeşil toprakların içinden, radyoaktivitenin tam kalbinden gelen bir
adam, bir muamma, bir süperadam! O, evet işte ta kendisi; alkışlarınızla Yeşil Dev!”
Bu anonsla birlikte sahneye ucuz ve ebat olarak oldukça küçük gelen bir süper kahraman kostümü içerisinde, iri yarı bir adam çıktı. Yüzü gözü, ya da sağlam olan tek gözünden
geriye kalan her neyse, yara bere içindeydi. Derisi, pul pul olmuş ve yer yer dökülmüştü.
Herkes nefesini tutmuş, dikkatle adamı inceliyordu. Fazladan parmaklı adam da, gergin bir
bekleyiş içinde, köylüleri süzüyordu; acaba diye geçiriyordu aklından ve daha fazla beklemeden Yeşil Dev’e numarasını yapmasını işaret etti. Adam da beklemeden eldivenlerinden
birini çıkardı ve ortaya gecenin karanlığında yemyeşil parıldayan bir el çıktı. Bir meşale ya da
bir işaret fişeği gibi elini başının üzerinde salladı, en arkadakilerin bile görebildiğinden emin
olmak istiyordu. Sonra kalabalıktan derin bir şaşkınlık ifadesi yükseldi, hemen ardından da
patlama gibi bir alkış. On iki parmaklı adam artık rahattı. Derin bir oh çekti ve gülümseyerek
gece boyunca sürecek olan işini yapmaya devam etti.
“Şimdi de karşınızda, uzaklardan, denizin öbür ucundan bin bir zahmetlerle ve sayısız
uğraşlarla özel olarak getirttiğimiz, geçmişin mucizelerinin kanıtı ve gerçek bir efsane; Tepegöz!”
“Bitmedi! Doğunun kalbinden ve göklerin gözünden yeryüzüne değen bir parça. Pek
kıymetli ve dünyada tek! Gözlerinizin kamaşmasına hazır olun çünkü karşınızdaki şahin başlı
Horus!”
“Gördüklerinize inanamayacaksınız! Bu kez çok daha tanıdık ve çok daha tehlikeli bir
yerden; Tuz Çölünden, her zaman söylenenlerden ama görülmeyenlerden bir tanesini göreceksiniz. Kendisini bizzat ben, ellerimle yakaladım! Hiç de kolay olmadı! Cehennemin kapılarından, Kerberus!”
“Gösteri dünyasında en iyi numarayı en sona saklamak adettendir, sizi beklettiğim
için üzgünüm. Fakat az sonra görecekleriniz için hazırlıklı olun. Az sonra misafirimiz olacak
kişiye dikkatle bakın; çünkü o aramızda yürüyen bir tanrı. Hindistan’dan buraya uzun bir yol
geldi ve bu fazladan kollarınız olduğunda daha da zor olmalı. Hanımlar ve beyler, dizlerinizin
üzerine çökün; karşınızda Vişnu!”
*
*
*
Curcuna sona erdiğinde, sabahın ilk ışıkları köyün üzerine damlıyordu. Gece boyunca gördükleri karşısında yorgun düşen köylüler yataklarına henüz gidiyorlardı. Tüm savaş
çocuklarıysa uykuya dalmadan önceki son soluklarında o gün kendilerine gösterilenler için
tanrıya şükrettiler ve içleri umutla doldu. Radyoaktif Ucubeler Kumpanyası da, işlerini bitirmenin tüm yorgunluğu ve bir kez daha umut pazarlamanın kârıyla, geldikleri yönün aksine
doğru ilerliyordu.
Utku TÖNEL
kendime.blogspot.com
İllüstrasyon
Yunus KOCATEPE
yunuskocatepe.deviantart.com
GÖLGE | ARALIK ‘08
RUSALKA
Peri masalları, genç kızlar, düşler, tutkular ve hayatın gerçekleri…
Anna Melikyan’ın katıldığı bütün festivallerde ilgiyle karşılanan, gerçeküstü öğelerle
süslü, masalsı filmi Rusalka; hikâyesinden çok anlatımıyla öne çıkıyor. Yönetmen, denizde
doğan bir kızın çocukluğundan başlayarak genç kız oluşuna kadar ki dönemi masalsı ve naif
bir sinema diliyle ekrana taşıyor. Alisa’nın yaşına göre filmin anlatım yapısını belirleyen yönetmen, yaş gruplarının karakteristiklerine göre yaşamı bizlere aktarıyor. Örneğin Alisa’nın
18. yaş günü, çocukluktan çıkarak genç kız oluşunun da bir habercisi oluyor.
Çoğu zaman çevresindeki insanlardan izole bir şekilde yalnız başına dolaşan ve kendi
iç dünyasında gezinmekten büyük keyif alan Alisa’nın yaşamındaki küçücük anlar tek tek
ekrana taşınarak, Alisa’nın iç dünyası seyirciye tanıtılıyor. Bu sayede bizlerde, Alisa’nın kimsenin girmesine izin vermediği ve dış dünyaya kapadığı o özel dünyasında rahatça gezinme imkânı yakalıyoruz. Alisa’nın kendine kurduğu o büyülü evrenin içinde olmak ve onunla
birlikte rahat ve güvenlikli bir şekilde o masalsı evrende gezinmek oldukça keyifli olsa da,
onun yalnızlığına ortak olmak aynı zamanda bir burukluk hissi de yaratmıyor değil. Babasının
olmayışına ve annesinin ilgisizliğine karşın, Alisa’nın dış dünyada yapayalnız yaşamaya ve
kendi tutkularını gerçekleştirmeye çalışması oldukça kırılgan çabalar ve bunları izlerken eğlenceli anların ardında hep bir melankoli de gizliden gizliye varlığını hissettiriyor. Filmin kimi
yerinde Alisa’nın sevincine ortak olmanın verdiği coşkunluğu yaşarken, kimi zaman da onun
yalnızlığını paylaşmanın getirdiği hüzünle sessizleşiyorsunuz.
Yönetmen Melikyan, Alisa’nın dönemlerine göre görselleştirdiği Alisa’nın iç dünyasını
sinematografik olarak da oldukça etkileyici bir biçimde beyazperdeye taşıyor. Denizden gelen bir kız motifine uygun bir şekilde mavinin yoğun olarak kullanıldığı filmde; yönetmenin
Alisa’nın dışa kapalı kendi özel dünyasını seyircilere açmak için reklâm sloganlarını kullanması ve filmin pek çok yerinde hızlı bir kurguyla Alisa’nın değişen iç dünyasını ve o değişimin
hızını aktarması çok başarılı. Büyük şehrin kaotik yapısını, insan kalabalığını, tüketim çılgınlığını ve reklâmlarla yapılan propagandaları Alisa’nın masalsı hikâyesinde eriterek; bir yandan
da şehre uzak olmadığını, aslında dış dünyanın gerçekliğine de hâkim olduğunu gösteriyor.
36
Bir genç kızın yaşamını, fantastik öğelerle süslü bir anlatımla birleştiren ve detaylara
verdiği önemle dikkat çeken yönetmen Melikyan; Rusalka’yla eğlenceli olduğu kadar da hüzünlü bir hayat hikâyesi anlatıyor. 1.7 milyon dolar gibi cüzi bir bütçeye sahip olan film, hikâyesinin sıradanlığına karşın anlatımının zenginliği ile öne çıkıyor. Anlatımı ve sinematografisi
ile sıkça Amelie’yle karşılaştırılan Rusalka, kuşkusuz bir Amelie olmaktan oldukça uzak. Ama
Amelie kıyasıyla filmi küçümsemekten çok, filmin kendi artılarını ve farklılıklarını anlamaya
çalışmak daha sağlıklı olacaktır. Sonuçta Rusalka’nın kendine ait ve farklı bir atmosferi var.
Gerek filmin anlatımı, gerekse de Rus insanının kendine özgü mizahi anlayışı oldukça şaşırtıcı sonuçlar doğuruyor. Filmin benzetildiği diğer filmlerin daha genel bir karakteristiğinin
olduğunu düşünürsek, Rusalka daha farklı ve özgün bir yerde duruyor. Rusalka; bağımsız bir
başyapıt değilse bile, senenin keyifle izlenecek filmlerinin başında geliyor. Barış SAYDAM
burnout.blogcu.com
GÖLGE | ARALIK ‘08
SOLUK ve ÖTESİ
“Cansel, benim İrfan.”
Işıkyönder Caddesi’nin akıcı trafiğinde yarım metre sağımda yürüyerek konuşan koyu
yeşil tişört ve yer yer eprimiş blucinli adama baktım.
“Hangi İrfan?’’
Sırtımı verdiğim kızgın yaz güneşi kısa saçlarımın açıkta bıraktığı enseme ateş topcuklarından masaj yapmaktaydı. Adamın yüzü aşinaydı, ama nereden olduğuna çıkaramamıştım.
“Bana bakma. Dosdoğru yürümeye devam et. Fazla zamanımız yok. Takip ediliyor olabiliriz.”
Sesinden kim olduğunu anlamıştım. Saçları kirlenmiş ve çok uzamıştı. Kocamın radyodan arkadaşıydı ve bir zamanlar evimizden hiç çıkmayan biriydi. Onu en son kocamın cenazesinde görmüştüm. Ne bu hal, demeye kalmadan eliyle sus işareti yaptı. Bakışlarından buz
gibi ürkütücü gizem salvoları saçılmaktaydı. Gülme duygum sönüvermişti birden. Vahim bir
şeyler olmaktaydı. “Dinle, fotoğraflarına bir hal olduğunu biliyorum. Bundan hiçkimseye bahsetme. Haber almış olabilirler. Senin peşine de düşeceklerdir.”
Arkamızda ilerleyen birini fark edince sözlerine ara verdi. Adam cebinden çıkardığı bir
mendile alnını silerek yanımızdan geçti ve uzaklaştı. İrfan adamı belli etmeden süzmüştü.
“Şimdi konuşamayız” diye devam etti. “Tam bir hafta sonra bu saatte Halıcılar iş hanının yanındaki boş duran mavi binaya gel. Eskiden gazete binası olan yer hani. Hiç kimseye
karşılaşmamız ve solan fotoğraflarla ilgili tek laf etme. Ve eğer bir şekilde… Bir şey olur da
benle görüşemezsen, şu adrese git ve ne yaparsan yap Asal Güvenlikten uzak dur.”
Bir şey sormama fırsat bırakmadan ceketimin sağ cebine bir kâğıt sokuşturdu. Bunu
öyle usta bir kıvraklıkla yapmıştı ki, tanımasam onu maharetli bir göz bağcısı ya da işbilir bir
yankesici sanabilirdim.
38
Tanıdığım İrfan böyle nahoş muziplikler yapabilecek biri değildi. Fotoğraflardan da haberi vardı üstelik. Kadınlar takımının davetlisi olduğum futbol müsabakasına boşvererek eve
döndüm. Az önceki konuşma iç dengemi allak bullak etmişti.
*
*
*
Turfanda kocam Selim’in radyo konuşmalarına bir devam edip, iki ara verdiği zamanlardı. Güvenlik aşkına yerleştirilen gözetleme aparatları en şahsi alanlara kadar yayılan mahremiyet zımparalayıcılarıydı. Belediyelerin şüpheli gördükleri şahısların evlerine -onların haberi
olmadan- izleme sistemi yerleştirme yasasına karşılık küçük bir grup meydanlara çıkmıştık.
Üstümüze sıkılan tazyikli sular, otuz altı saat gözaltına almalar ve işsiz bırakma tehditleri falan bizi yeni niyetlere ayıktıran duş tesiri yapmıştı.
İlk kitabımın zar zor yayımlandığı günlerdi. Nasıl diyet yapmalı, köşeyi en kısa zamanda
nasıl dönerim, olumlu düşün dünyayı cennet eyle v.b. başlığı taşıyan kitapların haricindekiler
çoktan çaptan düşmüştü. Huxley, bir an gelecek kitap okuyan kalmayacak, derken kehanette
bulunmamıştı aslında. Kitabım, onca tanıdığımıza rağmen tektip medyanın aparatlarında reklâma yatmadı. Yayınevi masrafını zor çıkardı ve ikinci bir kitap için isteksizleşti. Sandığımdan
az etkilendim. Mahremiyetine sahip çıkmayanların dünyasında, bunu konu edinen bir kitaba
yaşam şansı yoktu.
Fakat şansım başka yönden yüzüme gülmüştü. Kocam Selim’le evde deli gibi okuyor,
dalgaboyu tutan dostlarımızla sonu gelmez tartışmalar icra ediyorduk. Televizyon izlemeyen,
interneti gramla kullanan, tektip medyanın yayınlarına karşı kulaklarına pamuk tıkayan kronik
muhaliflerdik. Henüz çocuğumuz yoktu. İşten artırdığımız zamanı gönlümüzce terbiye etmekteydik. Harika günlermiş. Bir gün kocam araba kazasında ölüverdi. Diğer sürücünün hatası
olduğu kanıtlandı. Yetmişini devirmiş emekli bir veterinerdi. Kazada o da öldüğünden ekstra
bir ceza almadı.
İnsan çok sevdiği birini ansızın yitirdiğinde ne yaparsa ben de onları yaptım. Dayanamayacağımı ve ölmeyi düşündüğüm günler yaşadım. Sonra kendimi toparladım ve eski
alışkanlıklarımla hayata tutunurken, yenilerini tedavüle sokma konusunda yavaş davranmaktaydım. Zaten o günlerde olan birşey hayatımı tümden altüst edecekti.
İlk değişimler sırasında bakarkör olduğumu sonradan anlayacaktım. Yığınla belirti vardı. Konduramıyordum. Küçük bir basım hatası ya da ışık kesintisi sandığım şey şiddetli bir
grip öncesindeki masum bir boğaz gıcıklanmasıydı. Şüphenin suya batırılmış bir şamandıra
gibi yükselmesi Kuşadası’nda gerçekleşti. Üç arkadaşımla bir haftalık stres boşaltması için
gittiğimiz tatil kasabasının sadece merkezinde bile binin üzerinde gözetleyici kamera vardı.
Buna rağmen o kadar çok fotoğraf çektirmekteydik ki, bazılarını basılı kâğıt üzerinde görmeyi
istememiz kadar normal bir şey yoktu. Kartlara ve CD’ye basılmış fotoğrafların tamamında
biraz soluk çıkmıştım.
32 kartta da tek soluk çıkanın ben olduğumu kimsenin fark etmemesi bir diğer şoktu.
Beynin içindeki resim değerlendirme merkezinde minik bir arıza diye değerlendirmek mümkün değildi. Çünkü herkesi gerçek boyutlarında ve kıvamında görmekteydim. Arıza, benim
suretime yönelikti. En yakın arkadaşım Meral’den fotoğraflara üçüncü kez bakmasını istediğimde, yüzümü ilk kez dikkatle süzerek, ‘İyi misin?’ diye sorunca mevcut durumun yaygarasını yapmamam gerektiğini kavradım.
Sabah çıktığımız yelkenli turundan midem rahatsızlandı bahanesiyle ilk ayak bastığımız kara parçasında gruptan ayrıldım. Bu arada çenemi tutarak meraktan gebermeme rağmen solan suretimden diğerlerine söz etmemeyi başarmıştım. Bir araçla şehir merkezine
döndüm. Dijtal kameramı bir Alman turist çiftin eline tutuşturarak üç beş pozumu çekmelerini
söyledim. Sonra hard diskin üzerine çevredeki insanların suretlerini dondurdum. Ardından
ilk rastladığım fotoğrafçıda bütün malzemeyi kartın üstüne bastırdım. Gün ışığı karabasan
gibiydi. Tek ben soluktum. Dondurma yiyen altı yaşlarında küçük bir çocuğa başını okşayarak yaklaştım ve bunlardan hangisi parlak, hangisi soluk diyerek iki fotoğraf kartı gösterdim.
Çocuk hiç tereddütsüz parmağını benim bulunduğum yere dokundurunca delirmediğimi, çok
GÖLGE | ARALIK ‘08
başka bir sürecin içinde bulunduğumu anlayarak
otelime gittim. Olanları anlatmak için anneme gitmek istemiştim fakat babamla birlikte New York’ta
yaşayan teyzeme gitmişlerdi. Kronik migren cinsinden her zaman geçerli bir bahane pusulası yazdım ve bavulumu toplayarak sevgili metropolüme
döndüm.
En sonuncu dijital fotoğraf albümüm ilk
soluklaşma tarihini hemen anlatıverdi. 8 aylık bir
mazisi vardı. Yetişkinlere kapalı bir değişimdi bu,
ama değişimi üzerinde kimseye belli etmeden test
yaptığım beş küçük çocuktan üçü de görebilmişti.
Garip ve diriltici bir gerilim hali yaşamaktaydım.
Bu neyin işaretiydi? Kocam sağ olsaydı keşke.
Ama diğer yandan… Onun fotoğrafları soluk değildi. Belki de o da asla göremeyecek ve bana
inanması mümkün olmayacaktı.
İrfan o ana kadar soluk fotoğraflardan söz
eden ilk yetişkindi ve yüzündeki endişe ifadesi bir tusinami dalgası kadar vurucuydu. Meralle
eski sevgiliydiler. Sık sık görüşmekte olduklarını biliyordum. İrfan fotoğraf işini arkadaşımdan duymuş olabilirdi.
*
*
*
Bir hafta sonra İrfan’ın tarif ettiği yere gittim. Camları yer yer kırılmış pencerelere raptiye ile tutturulmuş çimento poşetlerinin lime limeliğine bakılırsa bina bir hayli zamandır boş
durmaktaydı. Bir müddet hiçbir şey yapmadan sokağın başında bekledim. Durduğum açı nedeniyle binadaki herhangi bir pencereden görülmem mümkündü. Fakat ne işaret eden oldu,
ne de yanıma gelen. On dakika sonra caddede kısa voltalar atmaya başlamıştım bile. Sonunda dayanamadım ve binaya girdim. Yerdeki bir kaç kırık ampul, eprimiş yeşil ördek başı
renginde bir koltuk, ayaklarının birkaçı parçalanarak oraya buraya savrulmuş sandalye ve
bol miktarda un çuvalı haricinde katlarda kayda değer bir şey yoktu. Hayal kırıklığım, çok
profesyonelce aldatılmış olduğum düşüncesiyle sarmaş dolaştı.
Eve geldiğimde düşünmeye başladım. İrfan birden dev bir süpriz pastadan çıkmış olamazdı. Evden çıkışımı bekleyerek takip etmişti. O gün endişe soluyan gözlerinde beni koruyup kollamak, en azından bir şeylere karşı uyarmak isteğini görmüştüm. Ellerim belimde
odanın ortasında dikilerek düşüncelerime alternatifler yarıştırıyordum. Başına bir şey geldi
düşüncesi beynimde bir balon gibi patlamıştı ki, birden kapının ziliyle yerimden zıpladım. İşte
gelmişlerdi. Beni bulup, kapıma dayanmışlardı. Ne vardı o Allahın belası fotoğraflarda? O
binaya girdiğimi de görmüşlerdi mutlaka. Parmaklarımın ucunda yürüyerek kapıya yaklaştım
ve delikten gözetledim. Kapıcıydı. İrfan’a sayıp sövmek geldi birden içimden. Kapıcı selam
vererek binanın dış cephe boyasıyla ilgili ödemeyi hatırlattı. Parasını büyük bir memnuniyetle
ödeyip, bir miktar da bahşiş verdim.
Bir dakika kadar sonra internet kanalıyla izlediğim haberlerde İrfan’ın fotoğrafıyla karşılaştım. Saçları kısaydı, tıraş olmuştu ve üstünde o çok sıklıkla giydiği mor gömleği vardı.
Birkaç sene öncesinin fotoğrafı olmalıydı. Haberi okuduğumda soluğum tıkandı adeta. İrfan
Kanatlı (32) adlı tanınmış radyocu dün akşam iki sokak serserisi tarafından öldürüldü yazmaktaydı. Olan olmuştu. Sokak serserisi mavaldı. Onların işiydi bu, takip edenlerin. Mahsus
böyle şık görünümlü bir fotoğrafını basmışlardı ki, şehirli adama uyuşturucu kullanan haytaların saldırıldığı süsü verilsin. Ellerim titrer bir vaziyette İrfan’ın verdiği adresi alarak cüzdanıma koydum, cüzdanımı da sırt çantama. Solan suretim pis kokular salmaktaydı. Hazırlanıp
çıkıyordum ki, kapının zili yine zırıldamaya başladı. Kapıcı başka bir ödemeyi hatırlatmaya
gelmiş olmalıydı. Belki ben kendimi fotoğraf avcılığına kaptırmış giderken yan komşum Berna çoktan doğum yapmıştı bile. Altın parası toplanacaktı mesela. Öyle birşey olmalıydı.
40
Geliyorum, diyerek kapıyı açtım. Kapının takılı kalan zinciri gerildi ve şak diye bir ses
çıkardı. Zinciri takan ben değilmişim gibi aval aval bakakalmıştım. Kapının ardındaki kısa
saçlı, takım elbiseli, ciddi yüzlü tipler sadece yüzümü görebilmekteydiler.
“Cansel Hanım. Asal Güvenlik’teniz. Biraz konuşmamız mümkün mü?”
Adamların seslerindeki tonda üzerime yönelik aşırı bir tehdit sezmemekteydim. Bu
arada sarışın soluk benizli tip polis kimliğini çıkarıp, bana uzattı. Erol Binacı’ydı adı.
“Arkadaşınız İrfan Kanatlı’yla ilgili. Belki biliyorsunuz, öldürüldü.’’
Adamlar gerçekten polisti. Ama haberler sokak serserilerinin katil olduğunu belirttiğine göre, bu neyin soruşturmasıydı? Birden İrfan’ın sözleri beynimde patladı. Bu gelenlerden uzak durmamı söylemekteydi. Onları orda biraz daha bekletecek bir bahaneye ihtiyacım
vardı. Altıma bişi giymem gerekli, diyerek kapıyı örtmeye niyetlendim ki, önde olanı kıllandı
ve hemen atılarak tüm gücüyle kapıya abanmaya başladı. Ben de tersi yönden itmekteydim.
Zincir sayesinde kapıyı içerden örtmeyi başarabildim. Kapatır kapanmaz, yumruk ve tekme-
GÖLGE | ARALIK ‘08
ler yağmaya başladı. Sırt çantamı kaparak, pencereye yöneldim. İkinci katta oturduğum için
memnundum şimdi. Bahçedeki ağaca atladığımda kapı büyük bir gürültüyla kırıldı. Ensemde
soğuk parmaklarını gezdiren ölüm korkusu aşağıya atlama tereddütümü parçalamıştı. Allahtan idmanlıydım. Hemen kalkarak ardıma bakmadan koşmaya başladım. Durmadan koştum,
kalabalık sokaklardan geçerek ve insanların arasına karışarak. Yeterince uzaklaştığıma emin
olunca bir dükkâna girip, donlara çoraplara bakıyor gibi yaparak vitrinden soluk soluğa etrafı
süzdüm. Yoklardı. Her yerdeki sofistike kameralara rağmen hızım ve yaptığım zigzaglar sayesinde yakayı ele vermemiştim.
*
*
*
Bu zamanda özellikle büyük şehirlerde fotoğrafçı mı kaldı, diye düşünülebilir. Ama turistlerin epey tabanlarını eskittikleri bu hanın yedinci katında bir tane var. Beyazın üzerine soluk maviyle yazılmış Solmaz’ı kolaylıkla okuyorum. ‘Fotoğrafcısı’ tamlananı ise hak getireydi.
Vitrinde eski ve ağır demir ütüler, ayaklı dikiş ve eski ahşap körüklü fotoğraf makineleri,
aşınmış ve yazıları seçilemez hale gelmiş birçok madeni parayla burayı antikacı dükkânı filan
sanabilirsiniz. Ama elimdeki adres fotoğrafçı olduğunu söylüyordu. Kapıyı yavaşca aralayıp,
içeri girdim. Girişte yaygarayı basan Çin pazarı malı çan sesi ödümü patlattı. Zaten her an
paniğe kapılıp tabanları yağlamaya ya da aşırı stresten düşüp bayılmaya hazırdım.
“Neye bakmıştınız?”
Tezgâhtaki kız yanı başımda belirmişti. Yirmi ortalarında, esmer, balık etinde bir kızdı.
Kendisine ne kadar güvenebileceğimi bilmiyordum, fakat başka çıkış yolum da yoktu. Adresi
İrfan’dan aldığımı söyleyip, fotoğraflardan bahsettiğimde, dönüp kapıyı kilitledi ve kapalıyız levhasını çevirdi. Apar topar uzun holü geçerek bordo perdelerin kapı vazifesi gördüğü
karanlık bir odaya girdik. Eski eşyaların arasından ilerlemenin rahatlatıcı etkisine rağmen,
sinirlerim o kadar gerilmişti ki, gösterdiği koltuğa adeta yığılıverdim. Kapıyı kilitlemiş olduğu
için kendimi bir nebze daha güvende hissetmekteydim.
“Sizi takip etmiş olabilirler mi?”
“Hiç sanmıyorum. Yıllarca spor yapmışlığım var. Cehennemden kaçar gibi kaçtım.”
Kızın gülümsemesi tam çözümleyemediğim bir yan anlama sahipti. İçeri giderek bir
bardak su getirdi.
“Burasını bilmiyorlar. Adım Elvan. Müteveffa arkadaşınız sizden söz ettiydi. Yazık
oldu.”
Sorular beynimde raks edip durmaktaydı ve herbiri diğerinden daha bir önemliymiş
gibi birbirlerinin sırasını kapmaya bakıyordu. Bunu anlamış olacak ki, “Koray Bey şimdi gelecek, istediğin her şeyi anlatır,” diyerek arka odalardan birine gitti.
Koray Bey 34, 35 yaşlarında, atletik görünümlü yakışıklı bir tipti. Bir tabure çekip, karşıma oturduğunda sıyrılan ceketinden belinde taşıdığı tabancayı gördüm. Sonra ceketi çıkarıp, kolunun altında katladı. Sıcak yaz gününde bu ceket o tabancaya kılıftan başka birşey
olamazdı.
“Canınızı zor kurtarmışsız,” diyerek sözüne başladı. “Yazık İrfan sizin kadar şanslı değildi. Süreci tamamlamaya zamanı olmadı. Eşinizin arkadaşıymış. Sizi uyarmak için...”
İçim burkuldu birden. Yaptığımız o uzun, gece sohbetlerindeki samimi çoşkusunu ve
çocuksu iyimserliğini hatırlamıştım. Gittikçe daha güzel ve uzaklaşan anılar katarı gibi anımsıyordum o günleri.
“Cansel Hanım, siz okuyup araştıran bir insansınız. Fotoğrafları bozmanız boşuna değildi. Şirketler uzun zamandır yeniçağ kameraları üzerinde çalışmaktalar. Bina giriş, çıkış ve
halka açık alanlar yetmedi, evlerin içine kadar süzüldüler.”
Adam, anlamadığım bir nokta var mı diye yüzümü sık sık taramaktaydı.
“Bu şirketlerden birkaçı uzun zamandır duygu ve niyet yakalama hünerini edinmiş kameralar üzerinde çalışıyordu. Fakat kameraların donanımı amaçlarına erişmek için gerekli
teknik bilgiye sahip değildi. Ve sistemin yanında yer alan bilimadamları yeni birşey düşündüler. İnsanların metabolizmalarında yaratacakları bir değişimle yeni dönem kameralarına
ruhumuz çırılçıplak teslim edilecekti. Birkaç sene önce gıda sektörünün gündemde magazin
42
haberleri kadar yer etmesi boşuna değildi yani. Genleriyle oynadıkları yeni ürünler haricindeki gıdaların içeri girişi yasaklandı. Üç, dört senedir bağırsaklarımız sadece bu ürünleri enzimlemekte.”
“GDO’lardan mı söz ediyorsunuz? Ben onların sadece alerjik tepkimelere yol açtığını
sanıyordum.”
“Adı önemli değil aslında. GDO ya da yeni deyişle GOD. Genetikle Oynayan Densizler.
Soyundukları iş mutlak yönetme ve mutlak kontrol. GDO’lar başka niyetlerin tezahürüydü.
Belki de bu yeni fikrin realize edilmesinin ilk adımıydı. Her neyse, bu genleriyle oynanmış
yeni ürünlerle auramız izlenebilir hale getirildi. Yani kirişlerden çevik bir kedi gibi gizli gizli
süzülerek duygu odalaramıza girdiler. Her şey cemaat ve cemiyetlerin ve karşı takım olarak
ifadelendirdikleri herkesi görüşlere açmak içindi. Bazılarımız işlerine çomak sokana kadar
tabii.”
Anlattıklarını takip edebiliyordum, fakat tüm bunların fotoğraflarla bağıntısı ne olabilirdi?
“Aradıkları fotoğraflar değil haliyle. Fotoğrafları bozanların kendileri. Fotoğraflar bizi ayıktırmak için kozmozun bir jokeriydi belki. Birbirimizi bulmamız için oltadaki yem vazifesi gördüler. Hepimiz o gıdalarla beslendik ve gözlendik de. Fakat bazılarımızın vücudu bu besinlere
karşı antikor üretti ve onların güvenlik dediği mutlak kontrol ağından sıyılmayı başardık.”
“Yani vücutlarımızı mı istiyorlar? Ya da vücudumuzda tepkimeye yol açan o şeyi bulmak?”
“Tam üstüme bastınız. Gelin, göstereyim.”
Arkamızda duran genişce masanın üstündeki kırmızı örtüyü sıyırdı ve güvenlik kame-
GÖLGE | ARALIK ‘08
ralarının görüntülerini kaydeden aparatlara bakmamı söyledi. Üç kameradan ikisi ön ve arka
girişi güvenliklemekteydi. Sonuncu ekrana dikkat etmemi söylerek içinde bulunduğumuz
odadaki kameranın önüne geçti. Hayretten ağzım bir karış açık kalmıştı. Ekran hiçbir şey göstermemekteydi. Şimdi sen geç kameranın karşısına, dediğinde denileni rüyada gibi otomatik
olarak yerine getirdim. Cihazı yanıma getirdiğinde ikinci bir şok dalgasıyla sarsıldım. Şeffaf
hortlak geri gelmişti. Fotoğraflardaki solukluğun kat kat ötesinde, neredeyse görünmez durumdaydım.
“Vücudunuz tekâmülünü tamamlamak üzere. Buraya gelebilmenizi sandığınız gibi çevikliğinize değil, şeffaflığınıza borçlusunuz. Yakında ben ve Elvan gibi sürecinizi tamamlayıp,
kameralara tamamen görünmez hale geleceksiniz. Biz bir şekilde sisteme karşı antitez üreten
endemik kişileriz. Yaklaşık 27 kişi var. Bütün dünyadaki şeffafların sayısı hakkında bir bilgim
yok ama fotoğraflarını görerek ortalığı ayağa kaldıranlar keklik gibi birer birer avlanıyor. İşte
hepimizin burda olma sebebi bu. Örgütlendik. Kurnazca mücadele edeceğiz. Solukların sayısı giderek artacak. Engelllemek için uğraşmaları başarı sağlamayacak. Maddenin yapısı böyle. Biliyorum hiç hoş bir duygu değil ama Cansel Hanım, artık o sıradan yaşamınıza devam
edemeyeceksiniz. Evinizi, eşyalarınızı ve alışıldık düzeninizi az önce son kez gördünüz.”
Başımı tevekkülle salladım ve kendimi tutamayarak derin bir iç geçirdim. Hayatı birdenbire doksan derece farklı bir yöne çevrilen herkes gibi heyecanlı ve sayısız soru işaretleriyle yüklüydüm.
Koray Bey düşüncelerimi okuyormuş gibi cesaret verircesine gülümsedi ve “Bir kahve
içer misiniz?” diye sordu.
“Vallaha ne desem ki Koray Bey,” dedim.
Adam gülümsemeye devam ederek diktafona eğildi ve “Elvan Hanım iki kahve lütfen.
Sütsüz,” dedi ve yüzüme baktı. “Süt ürünleri şeffaflaşma sürecini yavaşlatıyor da. Umarım bu
sizin için sorun olmayacaktır.”
Buraya geldiğimden beri ilk kez içten gülümsedim. Sorunlar arasında böyle uçurumlu
farkların olması bize evrenin bir şakası olmalıydı.
44
Ezgi GÜRÇAY
İllüstrasyonlar
A.Gökhan GÜLTEKİN
telumaithor.deviantart.com
GEZİCİ FESTİVAL’İN PEŞİNDE KARS’TA
Bu yıl, Ankara’yı aşıp Antalya’ya açılan film
festivali takip serüvenim, geçtiğimiz ay Gezici
Festival’i takip etmek için Kars’a gitmemle devam
etti. Öncelikle bunun nasıl olduğunu anlatmak gerek.
Ankara Sinema Derneği’nin düzenlediği Gezici Festival her yıl yolculuğuna önce Ankara’dan
başlardı. 13 yıldır bu böyle devam etmişti 14. yılda
da böyle olacaktı elbette. Ankara’da düzenlenen her
film festivalini takip eden bendeniz de bu yıl da 31
Ekim–6 Kasım tarihleri arasında Ankara’da düzenlenecek olan festivali merakla ve heyecanla bekliyor, filmler ve program hakkında bilgi edinmek için
hemen her gün festivalin İnternet sitesine giriyordum. Günün birinde festivalin durakları içinden
Ankara’nın çıktığını gördüm ve bunu basit bir yanlışlık olarak görme eğilimi ile daha doğrusu bunun
gerçek olduğunu hissederek ama bir hata olduğunu
umarak festival yönetimi ile iletişime geçtim. Ne yazık ki sponsor bulunamaması ve sinemalarla anlaşma sağlanamaması gibi nedenlerle bu yıl festival’in Ankara’da yapılmasından vazgeçildiği
bilgisini aldım. Ancak sağ olsunlar beni Kars’ta konuk edebileceklerini söylediler. Bunun
üzerine zaten Gezici Festivali takip etmek için ayırmış olduğum iznimi bu şekilde kullanmaya
karar verdim. Buradan, nazik davetleri için festival yönetiminden başta Başak Emre ve Ahmet
Boyacıoğlu olmak üzere festival yönetimindeki herkese teşekkürlerimi bir kez daha sunarım.
Festivalin Kars ayağı 7 Kasım’da başlamıştı. Ancak ben ancak 8 Kasım’da Kars’a gidebilecektim. Bu nedenle günlüğümüz 8 Kasım’dan başlayacak:
8 Kasım 2008 Cumartesi:
08:45 – Bu saatte film olur mu demeyin, yoktu zaten. 8:45 Ankara-Kars uçağının kalkış saati.
Normalde böyle bir şeyi belirtmeye gerek yok ama hayatında hiç uçağa binmemiş bir şahsiyet olarak bu deneyimimin de bir film festivaline giderken olması tam benim gibi bir sinefile
uygun bir hareketti. Uçağa binmeden önce bir miktar heyecanlıydım doğrusu ama gördüm
ki yolu kısaltması bir yana uçak otobüsten çok daha rahat bir ulaşım aracıymış, hiç heyecan
yapmaya, tedirgin olmaya gerek yokmuş. Böylece festivalin ilk katkısı bir daha belli bir mesafenin üzerindeki yerlere uçakla gitme kararını almış olmam oldu.
Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra Kars’a ulaştık, oradan yine festival için gelmiş birkaç kişi
ile birlikte bizi bekleyen araca bindik ve kalacağımız otele vardık. Başta listede adımın olmaması gibi ufak bir karışıklık olsa da biraz bekledikten sonra odama yerleştim.
16:30 – Otele yerleşme, dinlenme, yemek yeme ve festivalde gidilecek filmleri ve katılacak
etkinlikleri belirleme belli bir zaman aldı. Bu yüzden ilk seansları pas geçmek zorunda kaldım. Ama sonradan kaçırdığım filmleri telafi edecek şekilde bir program yaptım zaten. Günün
benim için ilk filmi Goran Marković’in Bosna-Hersek savaşının en sıcak döneminde bir kumpanyasının savaşın her cephesiyle ayrı ayrı yaşadıklarına tanıklık eden Turne (Turneja) isimli
GÖLGE | ARALIK ‘08
filmiydi. Eli yüzü düzgün bir film olmasının dışında çok da önemli bir özelliği yoktu doğrusu.
Filmden önce yayınlanan Skhizein isimli animasyon ise bir göktaşının çarpması sonucu her cisme 91 cm. uzaklıkta kalan bir adamla ilgili şahane
bir kısa filmdi. Zaten festival sonunda seyircilerin
oylarıyla en iyi kısa film ödülünü de aldı.
19:15 – Turne’nin hemen sonrasındaki seansta
Gezici Festival’in her yıl değişmez bir bölümü
olan “Kısa İyidir” bölümündeki kısa filmlerin bir
kısmının gösterimi vardı. Gezici Festival söz konusu olduğunda her zaman söylediğim gibi kısa
film seçkilerinin yine çok iyi olduğuna bir kez daha tanıklık ettik. Üstelik yine bu festivalin bir
prensibi olarak tüm filmler 35 mm. kopyalardan gösteriliyordu. Seansın en iyi filmi Oyuncak
Ülkesi (Spielzeugland) isimli 2. Dünya Savaşı sırasında bir Alman ve bir Yahudi çocuğun
arkadaşlığı üzerinden yola çıkan bir filmdi. Seansın aksaklığı ise Çağla Zencirci’nin muhtemelen 2 bobinden oluşan kısa filmi Ata’nın önce sonunu, sonra da başını izlememiz oldu.
Durumun farkına varınca parçaları birleştirmek mümkündü elbette ama biraz can sıkıcı oldu
tabii ki. Ama gösterimden sonra ertesi günkü kısa film seansında bu filmin tekrar gösterileceği de söylendi.
21:30 – Bir sonraki seansta yılın önemli Türk filmlerinden
Tatil Kitabı’nın gösterimi vardı. Her ne kadar filmi daha önce
izlemiş olsam da gün içinde film gösterimlerinde görmüş olduğum Taner Birsel’in söyleşiye katılacağını düşünerek filmi tekrar izlemek istedim. Kars’ta akşam yemeği yiyecek bir
yer bulmak, yemek beklemek ve yemek sürecinde film başlamıştı bile ama daha önce izlediğim için bunu çok önemsemedim ve filmin son 1 saatini tekrar izledim. Bir ailenin bir
yaz süresince başından geçenleri ve bu olaylar sonrası yaşadıkları değişimleri ama bir yandan da aslında hiçbir şeyin
değişmediğini anlatan film yine aynı keyfi verdi bana ancak
filmden sonra bir söyleşi olmadı ne yazık ki.
23:00 – Doğrusu Kars’a sadece film izlemek için gelmiştim.
Ancak otelde elime verilen programda gördüm ki festivaldeki yan etkinlikler de çok zenginmiş. Her gece olan konserler
de bu etkinliklerden biriydi. Cumartesi gecesi Mazlum Çimen konseri vardı. Konser mekânına vardığımda türküler başlamıştı bile. Sahnede çok uzun
kalmayan Çimen yine de kalitesini gösterdi, yanına sinema dünyasından arkadaşlarını da
çağırdığı ve beraber çalıp söyledikleri anlar da gayet keyifliydi doğrusu.
9 Kasım 2008 Pazar:
10:00 – Festivalin yan etkinliklerinden bahsedince, gezilerden de bahsetmeden geçmeden olmaz. Festival konukları için hemen her gün bir de gezi düzenlemişti. Aslında festival Ankara’da
olduğu zaman has bir sinefil olarak sabah çok erken saatlerdeki çocuk filmleri seansları da
dâhil olmak üzere izlemediğim hiçbir filmi kaçırmamaya çalışacak, hatta daha önce izlediğim
kimi filmleri de araya sıkıştıracak şekilde bir program yapmaya çalışırım. Ancak bu kez bir
daha Kars’a gelmek mümkün olmaz belki de diyerek gezilerin bazılarına katılmaya karar verdim. İçimde kaçırdığım filmlerin acısı baki kalmak şartıyla.
46
Pazar sabahı gezi mekânı Ani Harabeleri idi. Çok değişik dönem ve kültürlerden yapıların olduğu harabeler gerçekten çok ilginçti. Kilise, cami gibi yapıların yanında Zerdüştlerin tapınmak için kullandıkları yerler bile vardı. Ama en az yapıların ilginçliği ve manzaranın güzelliği
kadar ilginç olan bir diğer nokta da harabelerin Ermenistan sınırının burnunun dibinde olması idi. Gerçekten güzel ve görülmesi gereken bir yermiş.
14:15 – Ani Harabeleri gezisinden sonra bir sonraki seanstaki filme zar zor yetişebildik. Salona girdiğimde uzun film öncesinde yayınlanan Tek Notalık Adam isimli kısa film bitmek üzereydi. Arkasından gelen film ise Mika Kaurismäki’nin Üç Bilge Adam (Kolme Viisasta Miestä)
isimli filmiydi. Hayatlarında farklı sorunlar yaşayan üç eski arkadaşın bir karaoke barında
geçirdikleri bir geceyi anlatan film, belirgin bir hikâyesinin olmayışı ve sinemasal açıdan da
çok önemi olmayışıyla vasat bir film görüntüsü çiziyordu. Filmde yer alan her üç karakter de
hatta sonradan hikâyeye dâhil olan kadın da birer şarkı söylüyorlardı. Filmin seyir açısından
ilginç noktalarından biri, bu şarkıların sonunda Kars izleyicisinin alkışlaması sonucu yaşandı
doğrusu.
16:30 – Bir sonraki seanstaki film festivalin konukları arasında yer alan ve cana yakınlığı ile
dikkat çeken Christophe van Rompaey’nin Moskova Belçika (Aanrijding in Moscou) isimli
filmiydi. Film orta yaşlı ve üç çocuğu olan bir kadınla genç bir kamyon şoförünün aşkını
anlatıyordu. Gayet keyifli ve eğlenceli bir film olması dışında çok fazla bir özelliği olmayan
film zevkle izlenen ama geriye çok fazla bir şey bırakmayan filmlerden biriydi. Seyircilerin bir
kısmının filmde ufak bir lezbiyenlik teması oluştuğunda ayıplayan tepkiler gösterdiğini de
belirtmeden geçmemek gerek.
19:15 – Bir sonraki seans için tercih ettiğim film artık bir kült sayılan Karşınızda Spinal Tap
GÖLGE | ARALIK ‘08
(This is Spinal Tap) idi. Spinal Tap isimli uydurma bir rock grubunun hikayesini bir belgesel
tadında anlatan bu filmden çeşitli parçaları izlemiştim zaman zaman ama tümünü izlemek hiç
kısmet olmamıştı. Demek ki Kars’ta izlemek varmış. Gerçekten de hem çok eğlenceli hem de
gösteri dünyasının ipliğini pazara çıkaran bir filmdi. Ancak belki de o saatte Fenerbahçe-Galatasaray maçı olmasından dolayı, seyircinin filme ilgisi çok azdı.
21:30 – Festivalde gece seansları Türk filmlerine ayrılmıştı. 19:00’da Kars Sineması’nda gösterilen film, 21:30’da da Kars Sanat Merkezi’nde tekrarlanıyordu. Ben de genellikle 21:30’daki
gösterimleri tercih ettim. Pazar gecesinin Türk filmi, Derviş Zaim’in yeni filmi Nokta idi. Minyatür sanatından beslenen Cenneti Beklerken’den sonra bu kez hat sanatından beslenen bir
film yapan Zaim, bu filmi ile özellikle biçimsel bir denemeye imza atarak hat sanatında el kaldırmadan yazı yazılması gibi kamerasını kaldırmadan (yani tek bir çekimle) tüm filmi kurguluyor. Bu arada bir suç ve ceza hikâyesi de anlatıyor. Sadece kamera kullanımı ile bile ilgiliyi
hak eden film yılın başarılı Türk filmleri arasına girecek belli ki. Kişisel not: Sabahki uzun ve
yorucu geziden sonra epey yorulmuş olmalıyım ki gayet iyi bir film olasına rağmen zaman
zaman uykuya yenik düştüm. Gösterime girdiği zaman mutlaka tekrar izlenecek.
Film sonrasında başrol oyuncusu Mehmet Ali Nuroğlu ve filmin müziklerini yapan Mazlum
Çimen ile bir söyleşi vardı. Genellikle filmin çekim koşulları, mekân kullanımı ve elbette müziklerin yapımı konusunda bilgiler verdiler.
00:00 – Gecenin sonunda Gevende konseri ile coştuk, eğlendik. İlk defa canlı olarak izlediğim
grup gerçekten başarılı bir performans çıkardı.
10 Kasım 2008 Pazartesi:
Pazartesi sabahı için Çıldır Gölü gezisi organize edilmişti. Ancak bu kez filmleri kaçırmamak
için bu geziye katılmamayı tercih ettim. Hem bir yandan iyi de oldu. Sabah otelde, daha önce
sadece sanal olarak yazıştığım ya da sadece yazılarını okumuş olduğum kimi isimlerle muhabbet etme, beraber yemek yeme fırsatı buldum.
14:15 – Günün benim için ilk filmi 60’larını hatta 70’lerini geçmiş insanların da âşık olabileceğini hatta gayet aktif bir cinsel yaşamlarının da olabileceğini gösteren, son derece içten ve
doğal bir film olan Bulutların Üstünde (Wolke Neun) idi. Bu yaştaki insanlar arasında geçen
bir aşk üçgenini anlatan film özellikle yaşlı insanların cinselliğini göstermekten çekinmemesi
ile dikkat çekiyordu ancak sonunda geldiği nokta ahlakçı bir nokta olarak kalıyordu. Ancak
filmin en çok aklımda kalan tarafı ne yazık ki seyircinin tepkisi oldu. Festivalde bu güne kadar
izlediğim filmlerde de konuşan, telefonu çalan seyirciler normalde alıştığımın ve tolere edebileceğim sınırın üzerindeydi. Festivalin seyircilere ücretsiz olmasından ötürü salondan sık
sık çıkanlar ve ara ara girenler de oluyordu. Ancak bu filmdeki kadar bir gürültü hiç olmamıştı. Ne yazık ki seyirci filmdeki çıplaklık ve cinsellik dozuna, konuşmaktan gülüşmeye kadar
farklı tepkiler verdiler. Değişik insanların defalarca uyarması sonucunda büyük bir grup arka
arkaya sinemayı terk ettikten sonra filmi huzurlu bir şekilde izleyebildik sonunda ama dikkat
dağılmıştı bir kez.
16:30 – Günün bir sonraki filmi Rosa Rosa isimli ilginç bir kısa animasyon sonrası gösterilen
İçimdeki Çöl (Desierto Adentro) oldu. Yakın zamanda sinemalarımızda izlediğimiz ve beni
fazlasıyla çarpan bir film olan Yasak Bölge (La Zona) filminin yönetmeni Rodrigo Plá’nın yeni
filmi olan İçimdeki Çöl’ü merakla bekliyordum doğrusu. Tanrı’nın kendisini lanetlediğini ve
tüm çocuklarını elinden alacağını düşünen bir adamın kendisini ve çocuklarını dünyadan
soyutlamasını ve bunun sonucunda yaşananları anlatan film son derece güçlü sinema dili ile
dikkat çekiyordu. Filmin çok fazla dini simge kullandığı söylenebilir ancak hikâyesi gereği bu
gerekiyordu belki de. Zaten sonuç olarak körü körüne bir inanca bağlı olmanın kimi zaman
felaketlere yol açabileceği gibi bir yorum da çıkartılabilirdi filmden. Filmi izledikten sonraki
düşüncem yarışma filmleri içinde o ana kadar izlediğim en iyi film olduğuydu.
19:15 – Elio Petri’nin İşçi Sınıfı Cennete Gider (La Classe Operaia Va in Paradiso) filmi, şimdiye kadar çeşitli gösterimlerde sık sık karşıma çıkmış ama bir türlü izlemenin kısmet olmadığı
bir filmdi. Sonunda Kars’ta bu filmi izleyeceğim için heyecanlıydım doğrusu. Belki de yıllardır
merak etmiş olduğum bu filmden beklentimin yüksek olmasından dolayı umduğumu bulamadığımı söyleyebilirim. 1971 yapımı film ne yazık ki günümüze kadar tazeliğini sürdürememiş-
GÖLGE | ARALIK ‘08
ti. Petri’nin politik görüşlerinin geçerliliğini kaybettiğini iddia etmek kolay değil. Halen işçi
sınıfı filmde tasvir edildiği durumda belki ama galiba kapitalist sistem artık her şeyi o kadar
bariz şekilde yapmıyor. Artık daha incelikli sömürü yöntemleri geliştirdi. Belki de bu nedenle
film artık eskimişti. Ama yine de sonunda bu filmi izlediğime memnundum.
21:30 – Festivalden çok kısa bir süre önce yurtdışındaki bir festivalden Kültür Bakanlığı’nın
bir yetkilisi tarafından “bir Türk kızı bir Kürt erkeğine âşık olamaz” gibi saçma bir gerekçeyle
çıkartılmaya çalışılması ile gündeme gelen Gitmek filmi gecenin Türk filmi idi. Belgeselcilikten gelme bir geçmişi olan yönetmen Hüseyin Karabey bu ilk uzun metrajlı konulu filminde
belgeselci geçmişini de bir kenara bırakmadan İstanbul’dan Irak’a uzanan bir yolculuğun
izinde seyirciye hem bir aşk öyküsü hem de bölgenin gerçeklerini anlatıyordu. Başroldeki
Ayça Damgacı’nın gerçek hikâyesinden yola çıkarak olan yapılmış olan film gerçekten başarılı ve Türk sinemasında günümüz gerçeklerini anlatmaya yönelik önemli bir yapım olarak öne
çıkıyordu. Üstelik bunları slogancı ve tek taraflı bir bakış açısıyla değil aşk gibi gayet insani
bir durumun içine gömerek anlatıyordu. Filmden sonra Hüseyin Karabey ve Ayça Damgacı ile
yapılan söyleşide filmin yapım süreci, ne kadarının gerçek olduğu gibi noktalara değinildi.
00:00 – Pazartesi gecesinin sonu Replikas konseri ile geldi. Zaten kalitesini çoktan ispat etmiş bir grup olan Replikas yine çok iyi bir performansla bizi otellerimize gönderdi.
11 Kasım 2008 Salı:
10:00 – Salı sabahı bu kez Sarıkamış gezisi vardı. Öğleden sonraki Açlık filmine yetişeceğimizi öğrendikten sonra geziye katılmaya karar verdim. Doğrusu ilk geziye göre sönük kalan
bir gezi oldu. Sarıkamış’a gittikten sonra teleferikle belli bir yere çıktıktan sonra daha yukarı
çıkan teleferikler sezon açılmadığı için çalışmadığından dolayı etrafta anlamsızca dolanıp
Sarıkamış’ta bulunan bir otelde yemek yedik ve geri döndük. Ancak yine de gezi sırasında
çeşitli ülkelerden gelen ve film festivali düzenleyen kimi isimlerle konuşmak hoş bir deneyim
oldu.
16:30 – Festival öncesi en merak ettiğim film, Cannes’dan önemli bir ödülle dönen ve 1981
50
yılında Kuzey İrlanda’da yaşanan açılık grevlerini konu alan Açlık (Hunger) filmi idi. Sabah
Sarıkamış gezisinde filmi daha önceden izleyen birkaç kişiden de övgü dolu sözler duyunca merakım iyice artmıştı. Filmi izleyince gördük ki aldığı ödülü sonuna kadar hak etmiş.
Söz konusu açlık grevlerinin öncesinde hapishanede yaşanan şiddeti isimsiz mahkûmların
ve gardiyanların gözlerinden anlatan film gardiyanların mahkûmlara uyguladıkları şiddeti ve
mahkûmların yaşama koşullarını son derece gerçekçi ve bu nedenle aynı şekilde can acıtıcı şekilde aktarıyordu. Filmin ortasında açlık grevine hazırlanan Bobby Sands’in bir rahiple
olan uzun konuşmasına yer vererek seyirciye bir soluk alma fırsatı verdikten sonra Sands’in
açlık grevinde gün gün eriyişini ve ölüme giden yolculuğunu bu sefer daha sakin ama en az
filmin ilk yarısı kadar iç acıtıcı bir şekilde anlatıyordu. Tüm bunları yaparken de bir duygu
sömürüsü amacı gütmemesi de takdire şayandı. Ancak yaşanan olay doğal olarak insanın
içinde bir yerlere fena halde dokunuyor ve bir tokat yemiş hissi veriyordu. İzlenmesi son derece güç bu film o ana kadar izlediğim en iyi yarışma filmiydi kanımca, festival sonuna kadar
da bu görüşüm değişmedi. Konuştuğum pek çok kişi de bu görüşümü paylaşmıştı. Bu arada
filmden önce izlediğimiz Ayak Parmakları isimli kısa filmin de bu ağır filmden önce eğlenceli
anlar yaşattığını da söylemeden geçmeyelim.
19:15 – Açlık gibi bir filmden sonra insanın kendine gelmesi için bir ara vermesi lazımdı aslında ama o arayı kısa filmleri izleyerek vermeyi seçtim kendi adıma. Zaten diğer seçenek olan
Sonbahar filmini arka arkaya izlemek bünyeye ağır gelebilirdi. Bu seansta yer alan filmler
arasında dikkat çekenler massallara farklı açılımlar getirirken animasyon ve gerçek görüntüleri harmanlayan Yedi Kardeş (The 7 Brothers), otizme bir çocuğun bakış açısından yaklaşan
Aydaki Küçük Kardeşim sayılabilir. Bu arada yine muhtemelen gündüz yapılan gezi ve dün
geceki güzel konser nedeniyle bu seansta da zaman zaman içimin geçtiğini itiraf etmeliyim.
21:30 – Bir sonraki seanstaki film o kadar başarılıydı ki ne kadar uykum olursa olsun gözümü
ayıramadan izledim. Tema açısından adeta öğleden sonra izlediğimiz Açlık filminin bir devamı olan Sonbahar’da yönetmen Özcan Alper bir ilk filmden beklenmeyecek ölçüde olgun bir
sinema dili kullanmış. Sonbahar henüz çok genç yaşta hapse giren Yusuf’un hayata dönüş
operasyonları sonrasında sağlık problemleri yaşadıktan sonra tahliye edilmesi ile başlıyor
ve yıllar sonra evine geri dönmesini ve orada yaşadıklarını anlatıyor. Annesi, eski arkadaşları, yeni tanıştığı Gürcü kızı ve köydeki diğer insanlarla ilişkileri ile aslında Yusuf’un kendi iç
dünyasına bir yolculuk yapıyoruz. Senaryosu, görüntüleri ve oyunculukları ile hemen hemen
hiç aksamayan bu filmi gösterime girince kaçırmamak gerek. Filmi izlerken yine seyirci ara-
GÖLGE | ARALIK ‘08
sındaki konuşmalardan dolayı yerimi değiştirmek zorunda kaldığımı da not olarak düşeyim.
Bir gün önce izlediğimiz Gitmek ile birlikte yeni dönem Türk politik filmlerinin bir habercisi
olabilecek bu filmin yönetmeni olan Özcan Alper’in Gitmek filminin teknik kadrosunda olduğunu da ekleyelim.
Film sonrasında filmin yönetmeni, yapımcısı ve kurgucusu ile bir söyleşi yapıldı. Söyleşide
filmin seyirci tarafından da çok sevildiği belli oldu. Söyleşide filmin yapım sürecinden bahsedildi elbette, ayrıca karakterin politik geçmişinin neden daha fazla vurgulanmadığı, filmde bir
otosansür uygulanıp uygulanmadığı gibi konulara da değinildi.
00:00 – Salı akşamını nihayete erdiren konser Kırıka konseri oldu. İlk defa dinlediğim grup
gerçekten başarılı idi ama seyirci ile bir ilişkiye girmeyip genelde kendi kendilerine çalıp
söylüyorlarmış gibi oldukları için özellikle konserin ilk yarısında sönük bir performans sergilediler, ikinci yarıda ise biraz daha hareketli parçalar çalmalarının da etkisiyle seyirciyi coşturmayı başardılar yine de.
12 Kasım 2008 Çarşamba:
09:00 – Çarşamba sabahı Doğu Beyazıt gezisi düzenlenmişti ve gezi akşama kadar sürecekti.
İşte benim için festivalin en zor kararı bu geziye katılıp katılmamak oldu. Geziye katılırsam
kaçıracağım filmlerden İşçi Sınıfı Cennete Gider’i zaten iki gün önce izlemiştim, Aleksandr
Nevsky ise defalarca izlediğim bir filmdi. Ama hakkında çok iyi şeyler duyduğum Kar’ı kaçırmak istemiyordum doğrusu. Sonunda Kar’ın gösterime de girebileceğini de duyarak ve belki
de bir daha Doğu Beyazıt’a gitme fırsatımın olmayacağını düşünerek geziyi tercih ettim.
Doğu Beyazıt’a gidiş sırasında benim için tatsız bir sürpriz oldu. Ağrı Dağı’nın fotoğrafını çekmek üzere otobüsten inerken sakarlığım tuttu, merdivenlerinden kaydım ve sol bileğimde bir
acı hissettim. İlk aklımdan geçen, yıllar önce Uçan Süpürge Film Festivali’nde filmden filme
koşarken sağ bileğimi kırmam oldu. Burada da sol bileği bıraktık dedim ama neyse ki uzunca
bir süre devam eden bir ağrı dışında çok ciddi bir durum olmadı (hoş bu yazıyı yazdığım tarih
52
itibariyle düşüş olayının üzerinden 10 gün geçti ama ağrı epey azalmış olsa da tam olarak
geçmedi, neyse en azından kırmadık bileği). Hatta hemen arkasından Ağrı Dağı’nın fotoğrafını çekmeyi de başardım. Daha sonra Doğu Beyazıt’a gittikten sonra bir yemek yedik ve asıl
hedefimiz İshakpaşa Sarayı’na doğru yola çıktık. Bu arada Doğu Beyazıt’ı beklediğimden çok
daha gelişmiş bir yer olarak bulduğumu da eklemeliyim.
İshakpaşa Sarayı’na varınca rehber sarayın tarihçesi ile ilgili kısa bilgiler verdikten sonra
sarayı gezmemiz için bizi bir saat serbest bıraktı. Bir saat boyunca nereyi gezeceğiz diye
düşünürken gördüm ki meğerse bir saat azmış, sarayı adamakıllı gezmek için en az iki saat
lazımmış. Uzun uzun anlatmak boşuna, gidip görmek lazım. Dönüş yolunda ise Ağrı Dağı’nı
bir kez daha görüntüleme fırsatı bulduk. Üstelik bu kez bir yanda Büyük Ağrı, öbür yanda
Küçük Ağrı, ortasında da ay görünürken. Otobüsün hemen hepsi sinemacı ya da fotoğrafçı
olunca insanlar bu anı daha iyi bir açıdan fotoğraflayabilmek için kendilerini yerlere bile attılar. Kars’a varınca ben kendi adıma hemen bir eczaneye dalıp ağrımı dindirecek çözümler
aradım.
19:15 – Festivalin sahte belgeseller bölümünün önemli filmlerinden biri zamanında sinemalarda dağıtımcı bulamamış olan Ceza Parkı (Punishment Park) idi. Tam da 60’ların özgürlükçü
ortamında çekilen film, yakın gelecekte özgürlük taleplerinden rahatsız olan otoriter bir devletin suçlu saydıklarına hapis yatmak yerine Ceza Parkı adını verdikleri bir mekanda adeta
bir insan avında hedef olma seçeneğini sunmasını anlatıyordu. Aslında pek çok bilim kurgu
ya da aksiyon filmi ile benzer bir noktadan yola çıkan film içerdiği politik yoğunluk nedeniyle
zamanında tutucu kesimi oldukça rahatsız etmiş belli ki.
21:30 – Günün Türk filmi ise kendi adıma geçtiğimiz yılın en iyi Türk filmi saydığım Yumurta’nın
ilk halkasını oluşturduğu Yusuf üçlemesinin ikinci filmi olan Süt’tü. Yusuf’un gençlik döneminden bir kesit sunarken ilk gençlik bunalımlarını, annesiyle ilişkilerini, kasabadaki sıkışıp
kalmışlığını anlatan film ilk yarısı ile beni yine kendine bağlasa da ilerledikçe giderek izlenmesi daha zor bir hal aldı ve ne yazık ki beklentileri karşılamadı. Süt’ün Yumurta’dan çok,
yönetmenin bir önceki filmi olan ve benim pek ısınamadığım Meleğin Düşüşü’ne benzediği
söylenebilir. Ama hakkını vermek lazım görüntü çalışması ve oyunculukları yine birinci sınıftı. Hele Yusuf’u canlandıran Melih Selçuk tam bir keşif.
Film sonrasında Melih Selçuk ve anneyi oynayan Başak Köklükaya ile bir söyleşi vardı. Bu
söyleşide önce kendisini Yusuf’a yakın bulan bir seyircinin yorumlarından ve birkaç övücü
GÖLGE | ARALIK ‘08
cümleden sonra bazı seyircilerden son derece ağır ve bana göre bir kısmı da haksız yorumlar
duyduk. Aslında yönetmenin olmadığı bir ortamda bu eleştiriler yerini bulmadı ama oyuncular
ellerinden geldiğince filmi savundular. Benim merak ettiğim konu bu film Yumurta’nın 15 yıl
öncesini anlattığı halde neden günümüzde geçtiği idi. Öğrendiğimize göre Semih Kaplanoğlu
üç filmin de sinopsislerinin başında aynı zaman diliminde geçtiklerini özellikle vurgulamış.
Bilinçli bir seçim yani. Zaten hata olmayacak kadar çok yerde filmin bugünde geçtiğine dair
ipuçları vardı. Bu söyleşide öğrendiğimiz bir diğer nokta da Selçuk’un filmde oynamadan
önce bir önceki filmde Yusuf’u canlandıran Nejat İşler’i izlememiş olması oldu. Bu başarısını
daha da önemli bir hale getiriyor.
00:00 – Gecenin konseri herhalde hiç tartışmasız festivalin en iyi konseri idi. Baba Zula, nasıl geçtiği dahi anlaşılmayan 2 saat boyunca hem coştu, hem coşturdu. Murat Ertel zaman
zaman kendini masaların üstüne attı, zaman zaman boş masaları devirdi, bir ara da sahneyi
tümüyle Tuncel Kurtiz’e onun muhteşem sesine teslim etti. Bu anlarda Tuncel Kurtiz ve Hatice Aslan’ın karşılıklı döktürmesi ise görmeye değerdi doğrusu.
13 Kasım 2008 Perşembe:
13:00 – Festivalin son gününde yataktan kalmak bile zor oldu açıkçası. Bir önceki günün
yorucu gezisi ve daha da yorucu konseri etkisini böyle gösterdi. Eh biraz da içmiş bulunduk
haliyle. Böyle olunca hafiften sindirim sistemimizi de bozmuşuz tabii. Yani ilk seansa yetişmek zor oldu aslında.
Bu son gün festival sırasında Kars’ta çekilen kısa filmler gösterildi. Şu ana kadar değinmedik
ama festival sırasında gerçekleştirilen çeşitli atölye çalışmaları ile Kars bir şehir olarak da
tam bir festival havasını soludu aslında. Şehrin her yerinde birileri film çekiyordu hafta boyunca. İşte bu filmler bazıları tam da bitmemiş halleri ile Perşembe günü 13:00’dan itibaren
gösterildi. Belgeseller, deneysel filmler ve tek plan filmler olarak üçe ayrılan bu gösterimleri
ancak deneysel filmlerin ortasında yakalayabildim. Gerçekten içlerinde seyretmeye değer
filmler vardı. Özellikle Başak Köklükaya’nın oynadığı ve bir genç kadının kendi cinselliğini
keşfetmesini sadece bir dış ses ve evden çıkmak için üzerini değiştiren bir kadının görüntüsü
54
ile anlatan film oldukça başarılıydı.
16:30 – Festivalin sahte belgeseller kuşağında yer alan Kasım (Noviembre) filminin ilk saniyelerinde bu filmi izlemiş olduğumu anladım. Meğerse zamanında Ankara’daki Sinetek gösterimlerinde izlemişim. Ama tekrar izlemekten şikâyetçi olmadığım bir film oldu Kasım. Bir
amatör tiyatro topluluğunun kuruluşu, gelişmesi ve dağılmasını anlatan film özellikle topluluk üyelerinin üzerinden gerçek sanat nedir, sanat uysal ve sistemin suyuna giden bir şekilde
mi yapılmalı yoksa asi mi olmalı, sanat yaparken herhangi bir karşılık beklenmeli mi gibi sorulara cevap arayarak trajik bir sona doğru sürükleniyordu. Gerçekten başarılı bir film olarak
öne çıkıyordu.
19:15 – Bir sonraki seansta festivalin kapanış töreni ile daha önce izlemediğim bir filmi izlemek arasında bir seçim yapmam gerekiyordu. Tabii ki film izlemeyi seçtim ve Elio Petri’nin
Mülkiyet Artık Hırsızlık Değildir (La Proprietà Non è Più un Furto) filmine yollandım. Petri’nin
bu filmini diğerinden çok daha başarılı buldum doğrusu. Bu kez paraya alerjisi olan bir banka
memuru gibi absürt bir karakteri ön plana alarak kapitalist sisteme oklarını doğrultan yönetmen çok daha incelikli ve alt okumalara açık bir iş ortaya çıkartıyordu.
Ne yazık ki festivalde izlediğim bu son filmde seyirci açısından yine hoş olmayan deneyimler yaşadım. Konuşan seyircileri birkaç kez uyardıktan sonra en sonunda epey bir bağırmak
zorunda kaldım. Hoş olmadı ama kendi adıma rahatladığımı söyleyebilirim. Fakat başıma
geleceği bilmiyormuşum. Filmin son 20 dakikasında bir sonraki seansta gösterilecek Üç
Maymun’u izlemek isteyenler kapıya dayandılar ve kapı da içeriye direk sesleri geçiren bir
kapı olduğu için inanılmaz bir gürültü oldu. İşin ilginci ben artık sinirlerim alınmış bir şekilde
filmin bitmesini beklerken konuşuyor diye uyardığım kişilerden bazılarının gürültüden rahatsız olduğunu gördüm.
21:30 – Aslında festivalde Üç Maymun’u bir kez daha izlemek istiyordum ama yukarda bahsettiğim inanılmaz kalabalıkta film izlemek istemediğim için kendimi zorla salondan dışarı
attım (dışarı çıkabilmek yaklaşık 10 dakika sürdü) ve otele geri döndüm. Otelde ödülü kazananları öğrendim. Birincilik ödülünü İçimdeki Çöl, ikincilik ödülünü ve SİYAD ödülünü Sonbahar kazanmış. Doğrusu Açlık’ın ödül kazanamamasına inanamadım. Bir süre İnternet’te
oyalandıktan sonra Üç Maymun sonrasındaki söyleşiye katılmak için şehre geri döndüm.
GÖLGE | ARALIK ‘08
Söyleşiye filmin başrol oyuncusu Hatice Aslan ve görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki katıldılar. Bu söyleşide de genellikle filme övgüler geldi. Aslan orada olduğundan olsa gerek genellikle filmdeki kadın karakterin kullanılışına dair sorular geldi. Zaten basındaki eleştirilerin de
büyük ölçüde bu konu ile ilgili olduğu düşünüldüğünde şaşırtıcı olmadı.
00:00 – Festivalin son konseri ise Fatih Akın’ın Crossing the Bridge filmi ile tanıdığım Aynur’un
konseri idi. O filmde de sesine hayran olduğum Aynur bir kez daha sesi ile kendisine hayran
bıraktı. Üstelik birkaç kez hasta olduğunu vurgulamasına ve konserden önce içilen sigaraların azaltılmasını istediğini söylediği halde. Konseri birkaç kez bitirmeye çalışsa da seyircinin
yüksek ilgisi nedeniyle planladığı süreyi epeyce uzattı. Sonlara doğru aralarında Başak Köklükaya, Hatice Aslan ve Melih Selçuk’un da olduğu ünlü ünsüz pek çok konuğun katıldığı halay da pek eğlenceliydi doğrusu. Ayrıca konser sırasında Üç Maymun’un görüntü yönetmeni
Gökhan Tiryaki’yi tebrik etme şansı bulduğumu da eklemeliyim kendi adıma.
14 Kasım 2008 Cuma:
Artık festival bitmişti ve içimde uçağa binecek olmaktan dolayı bir heyecan değil bu güzel
festivalin bitmesinden duyulan hüzün vardı. Otelden ayrılırken bu bir haftada tanıştığım isimlerden görebildiklerime veda ederken içimden bir sonraki yıl tekrar gelmek kısmet olur mu,
diye düşünmeye başlamıştım bile. Hem bu sefer gezilerin de muhtemelen aynı yerlere olacağını kabul edersek, kendimi tümüyle filmlere verebilecektim.
56
Hasan Nadir DERİN
sinemamanyaklari.wordpress.com
RECEP AMCA’NIN MARİFETİ
Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir ay süreyle staj yapmak üzere, anne ve babamla birlikte
yaşadığım İstanbul’daki evimizden kalkıp, Ankara’ya geldim. Tabii ki tek niyetim bu olduğu
için başkenti seçmedim. Ankara, hem annemin memleketi, hem çocukluk yıllarımın geçtiği
şehirdi.
Üstelik çok sevdiğim dayım da burada yaşıyordu. Ben de bu zaman zarfında onun
evinde kalacaktım. Evli ve iki çocuklu bir adamdır dayım, ama aramızdaki on yedi yıllık yaş
farkına rağmen kafaca iyi anlaşırız; ruhu gençtir kendilerinin…
Hafta sonlarında İstanbul’a dönmüyor, kısa bir süre için geldiğim Ankara’nın tadını
çıkarmaya çalışıyor, çocukluk günlerimdeki eski mekânları ziyaret edip nostalji yaşıyor, yeni
yapılmış olan devasa alışveriş merkezlerini geziyor, arada bir sinemaya gidiyordum.
Sakarya Caddesi’ndeki birahaneleri keşfetmem de uzun sürmedi. Hele hele AS-KEYS
adlı bir yer vardı ki kısa sürede müşterisi oldum ve cuma, cumartesi akşamlarımı burada geçirmeye başladım.
Yaz mevsiminin ilk günlerini yaşadığımızdan havalar iyice ısınmıştı ve birahanenin
bahçesindeki ahşap masalardan birine oturup buz gibi biramı yudumlarken caddeden geçenleri seyretmek, fonda çalan rock müziğini dinlemek, ortama duhul olan güzel hatunları
göz ucuyla izlemek çok keyifliydi. Tüm günün yorgunluğunu üzerimden atıyor, dayımın evine
dönerken kendimi çok daha huzurlu ve dinç hissediyordum.
Ayrıca servis yapan kızlarla, masaların arasında bir balerin edasıyla dolanan Nesrin’le
ve göründüğünden daha hafif olan ahşap sandalyeleri tek eliyle kolayca havaya kaldırıp, ihtiyaç duyulan yere götüren iri yapılı Lale’yle, ortamın ağır abisi Uğur’la, girişteki Baybora’yla
samimiyeti ilerletmiş, barda servis yapan Ayça ile hoş bir muhabbet kurmuştum.
İşletme müdürü Nuri’yle ve mekânın sahibiyle de sohbetim vardı.
Gün gelip de AS-KEYS’deyken kendimi dayımın evindekinden daha mutlu hissetmeye
başlayınca, ortamın müdavimlerinden biri olup çıktım. Artık her akşam staj yaptığım mahkemeden çıkıp oraya gidiyor, yol üzerinde ekmek arası bir şeyler yiyordum.
Yıllar boyu ayrı kalmış olsam da gönlümde özel bir yeri olan Ankara’daydım. Daha da
önemlisi bana ilgi gösteren, geç kaldığımda masamı ayıran, herhangi bir nedenle gidemediğimde, “Haber versene kardeşim, gözlerimiz seni aradı,” diye gülümseyerek sitem eden, yaptıkları işin zorluğu nedeniyle çok yorulsalar da yüzleri daima gülen dostların arasındaydım.
İstanbul’da öylesine koşturmaca vardı ve herkes o derece kendi derdine düşmüştü ki,
maalesef kısa sürede Ankara’daki kadar değerli dostluklar kurulamıyor, büyük çoğunluk kendi menfaatini her şeyin önüne koyduğu için keyifli ve anlamlı arkadaşlıklar yaşanamıyordu.
Ülkemizin en güzel şehri ile başkenti arasındaki bariz farklardan biri de buydu benim
gözümde…
*
*
*
Stajımın sonuna doğru – keyif veren her güzel şey gibi bir gün bu da bitecekti ve
İstanbul’a dönecektim – AS-KEYS’e daha çok takılmaya başladım. Gece yarısına kadar orada
kalıyor, mekândaki değerli dostlarımla daha fazla vakit geçirmeye çalışıyordum.
Gene o akşamlardan biriydi…
Girişte, kapının önünde dikilen ve tipine göre müşteri seçen Baybora ile tokalaştık.
Ayaküstü bana bir fıkra anlattı. Aramızda böyle bir rekabet ve iletişim vardı; her akşam birbirimize bir veya en fazla iki fıkra anlatıyor, bu sayede dostluğumuzu pekiştiriyorduk.
Baybora, “Bak abi dinle, yeni bi’ tane öğrendim,” diyerek anlatmaya başladı. “Temel
ile İdris devlet dairesindeki bi’ işlerini halletmek üzere Ankara’ya gelmişler; e buraya kadar
gelmişken Bentderesi’ne de uğrayıp, biraz eğlenelim, diye düşünmüşler.”
“Ne özelliği var Bentderesi’nin?” diye sözünü kestim.
“Başkentin Karaköy’ü abi,” diye açıkladı. Anladım ben onu… Küçük bir çocukken aklı-
GÖLGE | ARALIK ‘08
mız ermezdi böyle şeylere…
“Neyse efendim uzatmayalım, önce Temel girmiş içeri İdris dışarıda beklemiş. Biraz
sonra işini bitirip, dışarı çıkmış. İdris dayanamayıp, merakla sormuş, ‘Nasıldı uşağım?’ ‘Vallahi benim hanımdan iyiydi,’ demiş Temel. Bunu duyunca İdris de zevk-ü sefa ortamına dalmış.
O da işini görüp dışarı çıkınca, bu kez Temel sormuş nasıldı diye. ‘Hakikaten senin hanımdan
iyiydi uşağım,’ demiş İdris!”
İkimiz birden bastık kahkahayı; böylece ben mağlup duruma düştüm.
“Bir bira yuvarlayayım, aklıma gelirse ben de sana anlatırım bir tane,” dedim ve barın
önündeki bahçeye girdim.
Her zamanki gibi, ahşap kaplı cephesinde aplik bulunan, sol dip köşedeki küçük masaya yerleştim.
Henüz yerleşmiştim ki, Nesrin geldi masaların arasında süzülürcesine.
“N’aber Yavuz? Nasılsın?”
“Sağ ol Nesrin, sende ne var, ne yok?”
“N’olsun ya, hep aynı şey işte…”
“Hayrola, canın mı sıkkın senin?”
“Müşterinin teki biraya su mu katıyorsunuz, light bira olmuş bu diye tutturdu. Ben de
hayır efendim hiç olur mu öyle şey filan derken, bırak kızım bana anlatma, demez mi? Şeytan,
boşalt bardağı kafasından aşağıya diye dürttü bir an… Frenledim kendimi, ya sabır çektim
sadece… İş değil bu ya… Zaten gideceğim buralardan, İtalya’ya yerleşeceğim.”
“Dur ya üzme sen tatlı canını, hangi zibidiymiş hele bi’ göster bakalım. Yarından tezi
yok bir kovuşturma başlatayım hakkında… Allah bilir zaman zaman arkadaşlarıyla hücre
evinde toplanıp, yüce devletimizi yıkma planları filan da yapıyordur bu şimdi…”
“Ay Yavuz sen de bi’ âlemsin yaaa… Ne hücresinden bahsediyorsun? Baksana adam
moruğun teki, evde karısından veya iş yerinde patronundan fırça yemiştir, gelip bize afra tafra yapıyor… ”
“Boş ver, salla gitsin! Önemli olan senin ruh sağlığın… Ha aklıma gelmişken Baybora
güzel bir fıkra öğrenmiş; söyle sana da anlatsın!”
İtin teki gibi sırıttım çünkü Baybora’nın utanıp, böyle bir şey yapamayacağını gayet iyi
biliyordum.
“Fark ettim zaten, temin kahkahayı patlattınız. Keşke herkes senin gibi güler yüzlü ve
neşeli olsa… Bira alıyorsun değil mi?”
“Evet, soğuk olsun lütfen…”
Bu kez itlik yapma sırası ondaydı.
“Her zaman susuz ve soğuktur bizim biramız!”
Arkasını dönüp, yanımdan uzaklaştı. Omzundaki dövme ve sevgiyle bakan kahverengi
gözleri kaldı aklımda…
Devasa hoparlörlerden Whitesnake’in solisti David Coverdale haykırdı, “Is this love…
That I’ve been searching for?”
“Acaba aradığım aşk bu mu,” diye ben de kendi kendime mırıldandım.
*
*
*
Üçüncü biramı yudumlarken mesanemin neden olduğu basınca daha fazla direnmemin anlamsızlığı karşısında pes ettim. Artık sintine boşaltmamın vakti gelmişti. İcraata geçmek üzere masamdan kalkıp, içeri girdim.
Hacetimi gidermek için Baylar’ın yerine uğramadan önce barda servis yapan Ayça ile
selamlaştım.
“Müzik harika, aynen devam edelim. God save the Queen!” dedim. O esnada Freddy
Mercury, “Don’t stop me now, if you wanna have a good time,” diyordu.
Sağ elinin başparmağıyla ‘tamam’ işareti yapıp, her zamanki gibi gülümsedi Ayça. Neşesi gözlüğünün ardındaki bakışlarına yansıdı. Nadiren görüşsek ve çok samimi olmasak da
hiç değilse hayatımdaki bir kişinin böylesine pozitif enerji yüklü olmasına şükrettim. Çünkü
kimi hastalıklar gibi mutluluk da bulaşıcıdır.
Tuvalete girer girmez karşı duvara monte edilmiş pisuvara yöneldim. Yarış için kulvara
giren hipodromdaki atlar gibi, iki hazneyi birbirinden ayıran mermer bölmenin yanında dikildim. Vücudumdaki sarı sıvıyı boşaltmaya başladım.
Derken bir gölge çöktü üzerime…
N’oldu lan, ampul filan mı patladı acaba, diye düşünürken, hemen yanımdaki ‘kulvarda’
GÖLGE | ARALIK ‘08
yerini alan adamı fark ettim. Benden en az yirmi santim uzundu ve alenen gölge ediyordu.
Daha da kötüsü, kuşbakışıyla benim ufaklığı dikizliyordu!
Eşcinsel miydi, yoksa benimkinde garibine giden bir şey mi vardı? Kim bilir belki de
aramızdaki boy farkına rağmen benim alet daha uzundu… Kıskanıyor muydu yoksa? Bir anda
sorular üşüştü aklıma.
Destursuz mekâna giren harem ağası gibi “Kim kesti seninkini?” diye sordu. Haremdeki cariyeler gibi kısa bir süre panik yaşadım ben de, sonra adamın patavatsızlığına öfkelendim.
“Şu anda sen kesiyorsun! Hoşuna gitti galiba!”
“Yok hocam, yanlış anladın…”
“Neyi yanlış anladım yahu; fındık faresini dikizleyen atmaca gibisin mübarek!!!”
Kalp atışlarım hızlanmış, alnımda ter birikmişti. En kısa sürede işimi bitirip, aleti yerine
yerleştirmek istiyordum ama o da kendi derdine düşmüş, fışkırttıkça rahatlıyor, rahatladıkça
daha da fışkırtıyordu.
Bunca zaman beklersen olacağı buydu, diye kendime kızdım. Üstelik şişenin kapağını
açmıştım bir kere… Tamamen boşalana kadar beklemekten başka çarem yoktu!
“Kusura bakma birader… Aslında kötü bir niyetim yok…” dedi herifçioğlu.
“Tamam ben kusura bakmayayım da, sen de benimkine bakma! Sevgilim bile bu kadar
dikkatli incelemiyor yahu…”
“Seninkini de Recep Amca kesti değil mi?”
Şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim. Neyse ki bu arada icraatım sona ermişti. Ufaklığı
çabucak pamuklu çamaşırımın içine yerleştirdim.
Gayri ihtiyari olarak, “Recep Amca da kim?” sözcükleri döküldü ağzımdan. Aleti göz
önünden kaldırabildiğim için epey rahatlamıştım.
Ben içleri kırmızı renge boyanmış iki lavabodan birinde ellerimi yıkarken, adam hâlâ
kulvardaydı. Sorumu cevaplarken sırtı bana dönüktü. Artık biraz önceki kadar korkmuş ve
tedirgin değildim. Kapıya ondan çok daha yakındım ve herhangi bir terslik anında kolayca
sıvışabilirdim. Fakat nedense – belki de adamın ses tonundaki dinginlikti buna sebep olan
– orada kalıp, söyleyeceklerini dinlemeye karar verdim.
“Recep amca, seneler önceki Etlik semtinin en sakar ama en ucuz sünnetçisiydi. Öyle
ki bu işi yapabileceğine dair bir belgesi veya yetkisi bulunduğundan bile şüpheliyim. Nasıl
yaptıysa sünnet ettiği her organı bir şekilde kenarından, köşesinden zedelemiş. Daha küçük bir veletken bunun farkına varmıştım. Çünkü mahalledeki oğlanların çoğu aynı şeyden
şikâyetçiydi. Şimdi seninkini de görünce – vallahi kasten bakmadın, öylesine gözüme ilişti
– onun da Recep Amca’nın bir marifeti olduğunu anladım. Ah ulan Recep Amca ah… Bir elime geçirsem seni… Söylesene birader haksız mıyım? Seninkini de Recep Amca tıraşlamadı
mı?”
Hiçbir şey söylemedim, haklı olduğunu zaten biliyordu!
Hızla tuvaletten çıktım ve o akşam kör kütük sarhoş olana dek bira içtim. Sayısını hatırlamıyorum bile…
*
*
*
Ertesi sabah müthiş bir baş ağrısı ve ağzımda kekremsi bir tatla uyandım. Ayrıca midem de ekşiyordu. Ancak hiç birini önemsemedim. Çünkü gözlerimi açar açmaz bir melek
gördüm karşımda.
Nesrin, üstün de uzandığım kanepenin kenarında dikilmiş, ellerini beline koymuş, bana
bakıyordu.
“Günaydın sarhoş beyimiz…” dedi gülümseyerek.
“Günaydın peri kızı! Neredeyim ben?”
“Dün akşam öyle çok içtin ki seni tek başına evine göndermeye cesaret edemedik. Daireyi paylaştığım kız arkadaşlarım da sorun olmadığını söyleyince, geceyi burada geçirmen
gerektiğine karar verdim. AS-KEYS’e en yakın ben oturuyorum.”
“Beni misafir ettiğin için teşekkür ederim.”
“Hiç sorun değil, yatar yatmaz sızdın zaten… Söylesene dostum, neden bu kadar içtin?”
Oğuz ÖZTEKER
[email protected]
İllüstrasyonlar
Şükrü BAĞCI
sembol.deviantart.com
GÖLGE | ARALIK ‘08
MICHAEL CRICHTON’UN ARDINDAN
Önceki sayılarımızda olduğu gibi yine bir ölümün
ardından ağıt yakmak bana düştü. 4 Kasım günü 66 yaşında aramızdan ayrılan Michael Crichton’un bizlere
bıraktığı eserlerini sizlere tanıtacak olmanın gururunu
yaşıyorum. Amerikalı yazar Crichton bir yazar, film yapımcısı, televizyon yapımcısı, tıp doktoru ve yönetmen
gibi birçok sıfatını yaşamı boyunca saygıyla taşıdı. Kitapları dünya çapında 150 milyonun üstünde sattı, televizyon dünyasına kazandırdığı ER dizisi ile büyük bir
başarı yakaladı.
Pek çokları sinemaya da çevrilen Küre, Kongo,
Av, Sessiz Tehlike, Zaman Tüneli ve Sıradaki gibi romanların yazarı Crichton asıl başarısını Jurassic Park’ın ve
devamı Kayıp Dünya’nın Spielberg ile sinemaya kazandırılması ile yakalamıştır. Jurassic Park’ta dev dinozorlara yer kürede yeniden hayat vermesi ile doksanlı yıllar
Crichton için oldukça verimli geçmiştir.
1966 yılında okul harçlığına yardım etsin diye başladığı yazarlık kariyerinde ilk dönemlerinde John Lange,
Jeffery Hudson takma adlarını kullanmıştır.
Yazarın eserleri genelde yüksek teknoloji ve bunun getirebileceği sorunlar üzerinde
durmaktadır. Bu bazen Jurassic Park’taki gibi biyolojik problemlerden bazen de The Andromeda Strain’deki gibi ordudan kaynaklanır. Ama her el attığı konuda mutlaka en kötü senaryo
bir şekilde ortaya çıkar ve onca bilim adamının geliştirdiği yüksek teknoloji bir anda dünyayı
yok etmek için harekete geçer. Birçok eserinde tıp deneyimlerinin ve eğitiminin etkisi görülmektedir. Romanlarındaki yüksek gerilim ve akıcı dili ile özellikle genç bilim kurgu okuyucularını türe ısındırmak için önemli bir isim olmuştur.
Ancak düşünülenin aksine Crichton asla bir teknoloji karşıtı değildir. Her zaman problemleri doğuran aç gözlü bir mühendis ya da bir çalışandır. Karakterleri arasında mutlaka
kendi görüşlerini anlatmak için bir önemli bilim adamı bulunur ve bu kişi teknolojiye saygının
yanında bir şüphe ile bakarak eksik yerlerinin geliştirilmesine çalışır.
Romanlarında aşk, bir alt metin olarak yer alsa da asla açıkça yaşanmaz. Kadın karakterler daha çok ana karakterin daha sempatik bulunması için vardırlar ve genelde tüm o kaçma kovalamaca arasında yardıma muhtaçtırlar. Ancak sürpriz bir şekilde bazı romanlarında
da kötü kadın karakterlere rastlarız.
Asıl ününü sağlayan filmlerine bakacak olursak yönetmenlik kariyerine Pursuit adlı
bir TV filmi ile başlayan Crichton 1973 yılında çektiği Westworld aldı film ile ilk 2D CGI efekti
kullanmıştır. Devam filmi Futureworld’de ise 3D CGI kullanımı ilk kez gerçekleşmiştir.
Kazandığı birçok ödülün yanında Jurassic Park ile dinozorları ünlü yaptığı için yeni
bulunan bir türe ismi Crichtonsaurus bohlini olarak verilmiştir.
Crichton’un Global ısınma ile ilgili görüşleri oldukça sıcak tartışmalara konu olmuştur.
Yazar çevrecilerin tepkilerini anlamsız bulmakta ve global ısınmaya şüpheci yaklaşmaktadır.
Çevrecilerin durumlarını bir bilimsel gerçeklikten çok dini bir yapılanmaya benzetmektedir.
Özellikle bu konuda kaleme aldığı The State of Fear çevreciler tarafından eleştiri oklarının
hedefi olmuştur. 1986-2000 yılları arası yapılan çalışmalarda Antarktika’da yapılan araştırmaların buzullarda soğuma göstermesi kitabın temelini oluşturur. Ancak bu araştırmayı yapan
ekip Crichton’u yaptıkları araştırmayı yanlış yorumladığı için eleştirmiştir.
Başkanlık yarışından çekildikten sonra çevreci çalışmaları ile tanınan Al Gore’un “Bebeğiniz ateşlendiğinde doktora götürürsünüz, doktorun verdiği reçeteyi yok sayıp, önemli
değil bir bilim kurgu romanında her şeyin yolunda olduğu söyleniyor demezsiniz!” sözleri
The State of Fear’e karşı çıkanlar arasında sıkça kullanılan bir argüman olmuştur.
80
Kendisine bu kadar karşı çıkılsa da uzun zaman önce yazdığı gelecek öngörülerinin de
başarılı olduğunu görüyoruz. Şimdi kendisinin günümüzde gerçekleşmiş olan en önemli 5
çılgın fantezisine bakalım:
1. Konuşan Goril (Congo-1980): Video zamanlarının
ünlü korku filmlerinden Congo’da gördüğümüz işaret
dili ile konuşup anlaşabilen goril figürü, özel merkezlerde eğitimle günümüzde 3000 kelime bilen ve düzgün cümleler kurabilen gorillerin ortaya çıkarılması
ile gerçekleşmiştir.
2. Kendini Yenileyebilen Robot (Prey-2002): Romanda konu alınan nano robotlar hasar anında kendilerini yenileyebilip, insanların başına bela olmaktadır.
Bilim adamları buna benzer bir teknoloji günümüzde
yaratmıştır, hatta bu robotlar uygun ham maddelere
ulaşarak kendilerini kopyalayabilmektedir.
3. Uzaydan Gelen Süper Böcekler (The Andromeda
Strain-1969): İlk romanında Crichton dünya dışı mikroorganizmaların insanlarda hastalıklara neden olmasını konu almıştı. Bu kadar zararlı bir virüs olmasa da
uzaydan gelen çeşitli mikroorganizmaların bazı rahatsızlıklara neden olduğu biliniyor. Bazı açıklanamayan
salgınların da uzaydan geldiğine inanılıyor.
4. Beyin Nakli (The Terminal Men-1972): Romanında
bir kaza sonucu beyin fonksiyonlarını kaybeden kahramanımıza nakil yapılıyordu. Günümüzde de beyin
nakli gerçekleştirilebilecek duruma gelindi. Özellikle
sağırların duyması, körlerin görebilmesi için gelecekte beyin naklinin bir çare olduğu düşünülüyor.
5. Klonlama (Jurassic Park-1990): DNA gibi bir kavramı 5 yaşındaki çocuğa öğreten Jurassic Park ile ilk
defa ölü bir canlının klonlanabileceği teorisi ortaya
atılmıştı. Belki de yazarın en önemli ön görüsü bu olmuştur. Romanlarında fantezilerden çok bilimsel gerçeklere yer veren ve yanlış ellerde ne gibi sonuçlar
doğurabileceğini anlatan yazar Michael Crichton ne
yazık ki kanserle verdiği savaşı kaybetti ve aramızdan ayrıldı. Ancak geride bıraktığı eserlerle hep bilim
kurgu sevenlerin yanında olacak. Kendisini Gölge eDergi yazarları olarak saygı ile anıyoruz.
Masis ÜŞENMEZ
www.otekisinema.com
GÖLGE | ARALIK ‘08
IŞIĞIN KARANLIK YÜZÜ
Işığın Karanlık Yüzü, iyi bir yazar olma yolculuğumdaki ikinci basamağım. Adına yakışır bir şekilde, aydınlık ve karanlık yönlerimi içinde barındıran bir roman.
Beş yıl önce yazmaya başladığımda benim için ulaşılması çok zor bir hedef, şimdi yayınlandığında elime alıp
gururla okşadığım bir parçam, on yıl sonra okuduğumda
keşkelerle dolu bir sürü cümle kuracağımdan emin olduğum bir geçmiş.
Öncelikle arka kapak yazısını sizlerle paylaşarak
başlamak istiyorum:
“Işığın ardındaki karanlık, yakın gelecekte şekillenmeye başlar. Işığın ardındaki karanlığa giden yolculuk, her geçen gün daha fazla bilinmeyenin çevresini
sardığı bir çıkmaza dönüşür. Karanlık, dünyayı ele geçirmeye çalışan gizli bir örgütü ve arkasındaki garip bilinmeyenleri içinde saklamaktadır. İsteksiz sürükleniş, sıradan bir insanı kimsenin tahmin edemeyeceği cevaplara
götürecektir. Bu cevaplara ulaşmaya başladıkça, iyiyle
kötünün arasında geçen büyük bir savaşın tam ortasında olduğunu fark eder. Savaş, ona aydınlık yüzleri gösterdiği gibi en karanlık yüzlerle de
tanıştıracaktır.”
Aslında bu satırlar romanımla ilgili önemli noktaları açıklıyor, tabii ki birçok soruyu da
içinde saklayarak uzaktan bakıyor okuyucuya. Işığın Karanlık Yüzü, benim için çok değerli.
Çünkü yazdığım ilk roman olma özelliğini taşıyor. Beş yıl önce, belki de hissettiğim ilk heyecanla şekillenmeye başlamıştı bölümleri. Yoğun iş temposunun içerisinde, birer ikişer sayfa
olarak yazılmıştı o acemilik günlerinde. Çok eksikleri vardı tabii. Sonrasında romanı bırakarak öykülerimi yazmaya devam ettim bir süre, yazımı geliştirebilmek için. Öyküler biriktikçe
yeniden heveslendim roman yazmaya. Araya ilk yayınlanmış romanım olan Gökkuşağının
Sekizinci Rengi girse de onun yazım, düzeltme ve yayın dönemleri içerisinde de sayısız defa
gözden geçirildi. Eklemeler, düzeltmeler yapıldı birçok defa. Gerçekten emek verildi anlayacağınız. Şimdi son halini alarak Truva Yayınları tarafından okuyucuya ulaştırıldı. Tüm bu
sebeplerden dolayı heyecanım iki kat daha fazla.
Sözlerime özeleştiri yaparak devam etmek istiyorum. Böylece hem kendimi rahatlatmış hem de ikinci romanımı tanıtmak adına doğru bir giriş yapmış olacağım. İyi bir roman yazabilmek için bazı değişmez kuralların var olduğuna inanıyorum. İlk olarak – denge – dediğim
özellik geliyor. Okuyucunun romanı bir solukta okuması aslında çok doğru değil, çok fazla
ayrıntı yumaklarıyla boğuşarak sıkılganlıkla okuması da. Bölümler arasında ve bölümlerin
içerisinde bir çeşit bariyerler olmalı. Yavaşlatan ve hızlandıran denge taşları… Bunu yapabilmek kolay değil. Çünkü yazarın kendisi, özeleştirisini iyi yapamadığından dolayı bu noktada
zorlanıyor. İkinci romanımın ilkine göre daha dengeli olduğunu söyleyebilirim ancak bu sefer
ibre birazcık hızdan yana ağır basıyor. Hikâye gerçekten çok hızlı bir şekilde şekilleniyor.
Bazı yerler okuyucunun damağında bıraktığı tatla birlikte aniden kayboluveriyor geçmişin
arasında… İkinci olarak duygusal yansımalar söz konusu. Bizim içinde bulunduğumuz tür,
yani Fantastik Edebiyat aslında duyguya çok ihtiyaç duymuyor gibi. Ya da öyle gözüküyor.
Aslında tam tersi bence. Tüm garipliklerin arasında en basit duygular bile önemli. Duygu
aktarımı konusunda her geçen gün daha fazla güçlendiğimi görmek beni mutlu ediyor. Son
olarak iyi bir kurgu geliyor tabii. Bu benim en iyi olduğum özelliğim. Işığın Karanlık Yüzü, net
bir şekilde okuyucuyu kendine hapsediyor bence. Merak unsuru her zaman en ön planda.
82
Bir sayfa sonrasını tahmin edebilmek yine mümkün değil. İlk sayfayı okuyan bir kişinin, son
sayfaya kadar bir solukta sürüklenmesi içten bile değil.
Romanımı kısaca anlatmaya çalışacağım yazımın bu bölümünde. Zaman; yakın gelecek
Türkiye. Yaklaşık olarak yirmi yıl sonrası. O günün özelliklerinden ve dünya yapısından uzun
uzun bahsetmek istemiyorum. Bu dünyayı okuyucuların yavaş yavaş içlerine sindirmeleri
daha doğru olacaktır. Olayların tam ortasında duran kişi İlkay Güneş isimli sıradan bir insan.
Alışılmış bir hayatın ortasında, her erkeğin istediği gibi mutlu bir yuva kurabilmeyi amaçlayan, belki de hayattan çok fazla beklentisi olmayan biri. Amcasının ölümüyle birlikte daha
önce hayal bile edemeyeceği bir maceranın içinde buluyor kendisini. Dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde aramaya başlıyor soruların cevaplarını. Bu macera aslında onun kendini ve
geçmişini bulma yolculuğunu da anlatıyor. Hayatının kırılma noktasından itibaren, kendisiyle
yüzleşmesine tanıklık ediyor okuyucu. Karşısında kendilerini Omnicus olarak isimlendiren
bir oluşum var. Dengenin öbür tarafını temsil eden bu oluşum, okuyucunun hayallerini boşa
çıkartmayacak gizemlerle dolu. Hayatın içerisinde öylece duran, beraberinde fantastik bir boyutta şekillenen gizemlerle… Benim yapmaya çalıştığım ve hayatımın sonuna kadar da yapacağım şekilde. Romanı okurken basitlikten karmaşıklığa, sorulardan cevaplara, Türkiye’den
dünyanın birçok ülkesine ve en önemlisi bilinmeyenden bilinenlere doğru yolculuğa çıkmaya
hazır olmanız gerekiyor. Bir roman tanıtımı bundan başka nasıl olabilir bilmiyorum. Her yazdığım satırı okuyucunun zevkini kaçırmamak için tekrar tekrar değerlendirmek gerçekten zor
bir iş. En iyisi son bir söz söylemek. 2028 yılında zevkli ve heyecan dolu bir maceraya hazırsanız Işığın Karanlık Yüzü’nü okuyun bence. Kendim yazdığım içim söylemiyorum.
Bu arada kitabın kapağında yazılı olan bir cümle var. “Türkiye’nin İlk Macera-Kurgu
Romanı” diye yazılmış. Belki tartışmaya bile gerek olmayan, belki de üzerinde çok tartışılması gereken bir konu bu. Peki, ben bu konuya açıklık getirecek miyim? Burada değil ama
çok yakında ve gerçekten bulunmaktan fazlasıyla mutluluk duyacağım bir platformda. O gün
geldiğinde görüşmek üzere.
Bülent ERİŞ