toplumsal cinsiyet rollerinin anlamlandırılış biçiminin kadın sanatçı

Transkript

toplumsal cinsiyet rollerinin anlamlandırılış biçiminin kadın sanatçı
Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Anlamlandırılış Biçiminin “Kadın
Sanatçı Kimliği”nin Oluşum Sürecine Etkileri**
Hasan SANKIR*
Abstract
Men and women are social entities and society has attributed some roles and behavior
patterns to both genders since their birth. These roles attributed to both gender are assumed
as a fact by society. Hence, it is possible to say that these roles and their arrangement
will always be present at any place where women and man appears. This is also true for
the process to build women identity in plastic arts. It has been observed that the general
views of social environment are affective during formation of the identity of a woman in
art.
Masculine parts of the social environment influence the mind and self-mechanisms.
Therefore, women perform their social mind on the basis of their social gender. This
puts women in secondary position in art area as in the case of other areas in every part of
the social life.
Key Words: Symbolic İnteractionism, Gender, Masculinity, Generalized Other, Meta
Perception, Self,
Özet
Kadınlar ve erkekler toplumsal birer varlıktır ve doğumlarından itibaren toplum her iki cinse
de bazı rol, davranış kalıpları, atfeder. Her iki cinse aktarılmış olan bu rol modelleri toplum
tarafından kabul edilmiş doğrular olarak görülür. Bu nedenle, kadının ve erkeğin olduğu
her yerde toplumsal cinsiyete (Social Gender) dair bu tür rol düzenlemelerinin de yer
alacağını söylemek mümkündür. Bu durum, plâstik sanatlar alanında kadın sanatçı
kimliğinin inşası süreci içinde geçerlidir. Sanat alanında kadın kimliğinin ortaya
konmasında sosyal ortamın genel özellikleri etkili olmaktadır.
Sosyal ortamın eril (Masculen) özellikleri kadınların zihin ve benlik süreçlerini
etkilemektedir. Bu nedenle kadınlar, sosyal benliklerini toplumsal cinsiyet rolleri
çerçevesinde gerçekleştirmektedirler. Bu durum toplumun çoğu alanında olduğu gibi sanat
alanında da kadını ikincil bir konuma sokmakta ve kadın sanatçı kimliğinin oluşum
sürecinde etkili olmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Sembolik etkileşimcilik,
Genelleştirilmiş diğeri, Dolaylı algı, Sosyal Benlik,
Toplumsal
cinsiyet,
Erkeksilik,
* Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü
**Bu çalışmanın oluşturulmasında yazarın “Sembolik Etkileşimci Yaklaşım Çerçevesinde Plâstik
Sanatlarda Kadin Sanatçi Kimliği” isimli Doktora Tez çalışmasından yaralanılmıştır.
1
1. Giriş
İnsanoğlu doğduğu andan itibaren kendini sosyal bir ortamın içerisinde bulur. Kendini
diğerlerinden farklı biri olarak algılayabildiği çocukluk yaşlarından itibaren içine
doğduğu bu sosyal ortamı algılar ve algıları dâhilinde tepkiler vererek sosyal eylemler
gerçekleştirir. Kendisi dışındakilerle gerçekleştirmiş olduğu bu toplumsal eylemler
sayesinde sosyal ortamın taşıdığı özellikleri ve bu ortamda sosyal olarak varlığını
ortaya koyup devam ettirebilmesi için gerekli olan araçsal sembolleri öğrenir. Bu
sayede kendini ve diğerlerini yine ve yeniden anlamlandırır. Gerçekleşmiş olan ya da
kendisinin gerçekleştireceği toplumsal eylemleri bu algıya göre değerlendirir/
anlamlandırır.
Kişinin kendisi ve kendisi dışındaki her şey hakkındaki düşüncesini oluşturan ve
belirleyen çeşitli etkenler vardır. Kişinin algıları bu etkenler arasında en belirleyici
olanıdır. Kişinin kendisi ve diğerleri hakkındaki algıları kişiyi bu sürecin hem öznesi
hem de nesnesi durumuna sokar. Kişi, kendini nesneleştirebilir, kendine dışarıdan
bakabilir (Miller, 1982: 6). Bu süreçlerin sonunda kişi kendisini başkalarıyla
özdeşleştirebilir, kendini onun yerine koyarak onun rolünü alabilir. Bu süreç birey için
sosyal ortamın ve sosyal davranışların diğerinin gözünde ne anlama geldiğini tahmin
etmesini sağlayacak bir kapasitenin gelişmesine olanak tanır. Diğerlerinin rolünü alan
birey, böylece kendi davranışının sosyal ortamdaki etkisinin ne olacağını tahmin etme
yeteneği kazanarak davranışları üzerinde daha fazla kontrol sağlar.
Sosyal etkileşimlerde kullanılan sembolik araçlar söz konusudur. En geniş ve en etkili
sembolik sistem dildir. Birey, dili kullanarak kendine diğerlerinin cevaplarını verebilir.
Kendini nesneleştirir ve diğerlerinin rolünü alır. Bu süreçler sonucu kimliğini var
edeceği benlik ve zihin süreçlerini ortaya koyar
Toplumsal cinsiyet rolleri sosyal ortamın vazgeçilemeyen özelliklerinden biridir ve
bireyin kimliğini ortaya koyma sürecinde etkilidir. Sosyal ortamda bireylerden
cinsiyetleri doğrultusunda ve buna bağlı olarak sosyal ortamın o cinsiyetten beklentisi
olan rol modellerine uygun kimlikler geliştirilmesi beklenir. Bu anlamda toplumsal
cinsiyet rolleri bireyin zihin ve benlik süreçlerini etkileyen en önemli araçsal
semboller bütünüdür. Bu araçsal semboller üzerinde eril söylemin iktidar kurması bu
araçları kullananların bu bakışın iktidarına maruz kalmalarına neden olmaktadır.
Sosyal ortamın her alanında olduğu gibi sanat alanında da kadınlar eril söylemin
iktidarına maruz kalarak kendilerini ikincil konumda bulmuşlardır. Kadınlar sanat
alanında da kendi benliklerini özgürce ortaya koymak ve sanatçı kimliklerini var
edebilmek için büyük çaba sarf etmek zorunda kalmışlardır. Sanat sosyal etkileşim
alanıdır ve gündelik yaşantıların bir yansımasıdır. Soysal benliği ve sonucu olarak
sosyal kimliğini ortaya koyan sanatçının faaliyetleri gündelik yaşamın toplumsal
sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Sanatsal üretim sosyal benliğin bir sonucudur.
Sanatçıyı var eden bu sosyal benliğin iki karakteristik özelliği ise sanatsal anlamda
sembolik iletişim biçimleri geliştirmeye yönelik doğası ve yeteneğidir. Sanatçıyı var
eden bu benlik süreci özünde toplumsal, sosyal bir nitelik taşır. Çünkü sanatın kendisi
de sanatçıda toplumsal bir düzene aittir ve sembolik bir dile sahiptir.
Sosyal ortamın bir üyesi olarak sanatçı, kimliğini, sosyal ortam içindeki konumunu,
sanatçı olarak rolünü, statüsünü ve imajını tanımlarken kendisiyle ve kendisi dışında
kalan tüm diğerleriyle ilişkisinde kendini anlama ve anlamlandırma süreci yaşar. Bunu
yaparken diğerlerinin sanatçı olarak kendisini nasıl gördüğü, nasıl değerlendirdiğini
hesaba katar. Sanatçının hesaba kattığı bu bilgiler benliğini ve sanatçı olarak kimliğini
ortaya koymada başvurduğu referans görevi görmektedir. Sanatçının sosyal ortamda
2
gerçekleştirdiği tüm iletişimler, etkileşimler ve sanat çalışmaları aracılığıyla elde ettiği
bilgiler sonucu diğerlerinin kendisi ve sanatı hakkındaki düşünceleri sonuç olarak
sanatçıda diğerlerinin kendisi ile ilgili izlenimlerinin bilgisine sahip olur. Toplumsal
cinsiyet rolleri bağlamında bu bilgiyi yorumlayışı sanatçı benliğini ve kimliğini ortaya
koymakta ve ayrıca sanatını icra etmekte son derece etkili olmaktadır.
Kadınların sanatçı olarak sosyal benlik ve zihin süreçlerini ortaya özgürce
koyabilmeleri ve bu bağlamda güçlü bir sanatçı kimliği var edebilmeleri sosyal ortamın
taşıdığı özelliklerle yakından alâkalı bir durumdur. Bu süreçte sosyal ortamın eril
özellikleri kadınların sanatçı kimliklerini var etme süreçlerinde erkeklere göre, daha çok
zorlanmakta ve kendilerini erkeklerin bakış açılarıyla değerlendirmek durumunda
kalmaktadırlar. Bu süreç kadınların özgür bireyler olarak sosyal ortamdaki yerlerini
almalarına olanak tanıyacak özgür ve güçlü zihin ve benlik süreçlerinin gerçekleşmesini
zorlaştırmakta kimi zaman ise engellemektedir. Kadınların sanatçılar olarak sosyal
ortamdaki yerini almaları özveriler dahilinde çalışmalarıyla mümkün olabilmektedir.
2. Araştırmanın Problemleri
1-Erkeklerin sosyal ortamda bulunan araçsal semboller üzerindeki iktidarı, zihin ve
benlik süreçlerini ortaya koymada aynı araçsal sembolleri kullanmalarından dolayı
kadınların kimliklerini var etme sürecinde güçlükler yaşamalarına neden olmakta
mıdır?
1.1. En önemli sembolik etkileşim aracı olan dil üzerindeki eril söylemin iktidarı,
kadınların kendilerini ifade ve zihin, benlik süreçlerini var etme süreçlerinde erkeklere
göre daha zorlanmalarına neden olmakta mıdır?
2. Kadınlar, toplumsal cinsiyet rollerini erkekler üzerinden mi tanımlamaktadırlar?
3. Toplumsal cinsiyet rollerini anlamlandırışlarından dolayı kadınlar, sanatı ve sanatçı
olmayı erkekler üzerinden mi tanımlamaktadırlar? Diğer bir ifade ile kadının kendi
varlığını algılayışı, erkeklerin kendisini (kadını) nasıl algıladığıyla ilgili bir durum
mudur? Bu durum kendi kimliğini/sanatçı kimliğini oluşturmada belirleyici midir?
3.1. Günümüzde plâstik sanatlar alanında kadın sanatçıların kimlik oluşumunda
ataerkil yapılanmanın etkisi devam etmekte midir? Bir başka deyişle kadın sanatçılar
halen kendilerini erkekler üzerinden mi tanımlamaktadırlar?
3. Kavramsal ve Kuramsal Çerçeve
3.1. Kavramsal Çerçeve
Sosyal Benlik:
Benlik kendimize yönelik inançlarımızın bütünüdür. Bireyin benliği ortaya koyabilmek
için her aşamada diğerlerinin varlığına ihtiyaç duyar. Birey sosyal bir ortam
içerisine doğar ve bu ortamı diğerleriyle paylaşır. Bu ortamda oynadığı
roller, sahip olduğu inanç ve değerler gibi kendine yönelik yapmış olduğu
değerlendirmeler, diğer insanların aracılığını gerektiren bir nitelik taşımaktadır.
“Kişisel düşünce, sadece paylaşılan anlamlar aracılığıyla diğerlerinin düşünceleriyle
girilen ilişkiyle var olur” (Miller, 1982:5). Birey benliğini, kendisini diğerlerinden
farklı biri olduğunu hissettiği çocukluk yaşlarından itibaren diğerleriyle
gerçekleştirdiği etkileşimler aracılığıyla geliştirmeye ve ortaya koymaya başlar.
Toplum, benlikleri olan insanlardan oluşur. Bununla beraber benlik, kişiler arası
ilişkiler içinde oluşur, korunur ve değişir. “Benlik” kavramı, bizim mutlak
değerimizden çok, diğerlerinin bizim hakkımızda düşündüklerinden çıkardığımız
şeylere bağlıdır”. Bu nedenle benlik, bir yapı değil bir süreçtir. Bu süreç elbette ki bir
etkileşim sürecidir. Sosyal ortamı paylaşan bireylerin birbirleriyle gerçekleştirdikleri
sosyal eylemler ve etkileşimler aracılığıyla birbirleri hakkında değerlendirmeler
3
yapabilmek için bilgiler, tanımlar elde ederler. Bu tanımlar, kişiyi kendi
davranışlarını yönlendirmeye ya da durumlarını devam ettirmeye zorlar. Mead’e
(1934) göre benliğin gelişimi, bireyin kendisine dışarıdan bakabilme yetisine kendisini bir
obje olarak görebilme kapasitesine bağlıdır ve bunu dil yeteneği sayesinde gerçekleştirir.
Birey sosyal ortamda sürekli diğerlerinin rolünü alır ve kendine diğerlerinin cevabını bir
anlamda vermiş olur. Dolayısıyla diğerlerinin rolünü alabildiği ölçüde kendine dışarıdan
bakmaya başlar ve kendini objeleştirir. (Hewit, 1979: 170).
Dolaylı Algı
Sosyal ortamın bir üyesi olarak birey kendi toplumsal kimliğini, sosyal ortam içindeki
konumunu, rolünü, statüsünü ve imajını tanımlarken kendisiyle ve kendisi dışında
kalan tüm diğerleriyle ilişkisinde kendini anlama ve anlamlandırma süreci yaşar. Bunu
yaparken diğerlerinin kendisini nasıl gördüğü, nasıl değerlendirdiğini hesaba katar.
Bireyin kendi benliği ile ilgili üç tür bilgi vardır ve bu bilgileri sosyal ortamda diğerleri
ve kendisiyle gerçekleştirdiği iletişim sonucu elde eder. Bunlardan ilki; kişinin kendisi
hakkındaki düşüncesidir. İkincisi; diğerlerinin kişi hakkındaki düşünceleridir.
Üçüncüsü ise; diğerlerinin kişi hakkındaki düşüncesinin kişideki düşüncesidir. Bu
üçüncü bilgi, ‘dolaylı algı’ olarak kavramlaştırılmıştır. Dolaylı algı kişinin sosyal
ortamda gerçekleştirdiği tüm iletişimlerle, etkileşimlerle elde ettiği bilgiler sonucu
diğerlerinin kendisi hakkındaki düşüncelerinin bireyde yarattığı etkidir. Birey bu etkiyi
anlamlandırarak, yorumlayarak kendini, sosyal ilişkilerini ve sosyal ortamı yeniden
algılayabilir ve yorumlayabilir. Sosyal eylemleri bu algının etkisi altında yeniden
yorumlamalara tabi olarak farklılaşabilmektedir.
Genelleştirilmiş Diğeri
Sembolik etkileşim yaklaşımına göre bireyin benlik sürecini ortaya koyabilmesinin
gereği başkalarının varlığı, sosyal ortamın varlığıdır. Benliğin ortaya konma sürecinde
tanıma, sınıflandırma ve değer biçme gibi süreçleri sadece diğerleriyle girdiğimiz
etkileşimden geçerek öğreniriz. Sosyal benlik de etkileşim içerisinde gelişir ve
etkileşimin süreci ve sonucu tarafından tanımlanır. Kim olduğumuzu ve belirli
etkileşim bağlamlarında ne yaptığımızı tanımlamak için diğerlerini genelleştiren
(generalized other) bir anlayış geliştiririz. Bu, genelde insanların ne umdukları ve
bizim eylemlerimize nasıl değer biçtiklerine dair bir anlayıştır. Bu bağlamda roller,
belirli davranış ve beklentileri belirli pozisyon etiketlerine bağlar. Merkezde
etkileşimler bizi erkek veya kadın, anne veya kız çocuk, satıcı veya müşteri olarak
kendimizi tanımlamaya ve bunlarla ve tamamlayıcı tanımlarla davranış kalıplarını
birleştirmeyi öğrenmeye götürür. (Knowles, 1982:6).
‘Diğerlerinin rolünü alma’nın içerisinde diğerlerinin yapacaklarını öngörme ve
kendisinden bekleneni kestirebilme yetileri yer alır ve “rol alma/yerine geçme süreci,
sosyal davranışın bir çok üyesi tarafından anlamları paylaşılan sembolleri gerektirir”
(Miller, 1982:21).
Benlik Farkındalığı
Benlik farkındalığı nasıl ki başkalarının ve çevremizdeki tüm canlı cansız şeylerin
farkına varabiliyorsak kendimizin de tıpkı bir nesne gibi farkımıza varabilmemizdir.
Nesnel bir benlik farkındalığına ulaştığınızda gerçekte ne olduğunuz ile ne olmak
istediğiniz konusunda bir karşılaştırma yaparsınız. Benlik farkındalılığı sonucu
insanlar kendilerini fiziksel görünüm, entelektüel edim, atletik beceri ya da ahlâksal
bütünlük içerisinde olanlar gibi çeşitli standartlarla karşılaştırmalarına neden olur.
Başkalarının kişiler hakkında düşündükleri, görünümleri ve başkalarına nasıl
göründükleri bu anlamda önemlidir. (Macrea, Bodenhousen ve Milne, 1998: 579)
Kendini Nesneleştirme
Sosyal ortamın aktörü olan birey, kendisi hakkında da (diğer) nesneler gibi düşünme
4
kapasitesine sahip olabilir; Mead’in terimleriyle, kendi nesnemiz olabiliriz. Yani,
kendimiz hakkında, etrafımızdaki dünyadaki nesneler (ve diğer insanlar) hakkında
düşünebildiğimiz gibi düşünebiliriz, belirli bir durumda bir geri adım atabilir ve önceki
yaptıklarımız üzerinde düşünebiliriz ve mevcut bir durumda diğerlerinin bize nasıl
bakacağını ve bizi nasıl gördüklerini zihnimizde canlandırabiliriz. Bu, kendilikbilincidir. Bu süreç aynı zamanda bireyin kendisini kendisine sunma yeteneğidir.
Sosyal ortamın parçası olan birey kendilik bilinci sayesinde kendisini ve diğerlerini
değerlendirerek sosyal davranışlar ortaya koyar. Sosyal ortamda birey benliğini ancak
gerçekleştirdiği sosyal ilişkiler vasıtasıyla geliştirebilmektedir. Böylece toplumsal
organizasyonun üyeliği; düşünme, kendi eylemlerini değerlendirme, kendi kendinin
bilincine vararak hareketlerini yönlendirme zorunluluğu getirmektedir. (Mead, 1934:
261)
Toplumsal Cinsiyet Rolleri
“Cinsiyet” biyolojik kadın-erkek ayrımını anlatırken “toplumsal cinsiyet” erkeklik ile
kadınlık arasında buna paralel ve toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye gönderme
yapmaktadır”. “Fakat bu terimin kapsamı, ilk ortaya çıkışından beri, yalnızca
bireysel kimliği değil sembolik düzeyde erkekliğin ve kadınlığın kültürel idealleri
ve yapısal düzeyde ise kurumlar ve örgütlerdeki cinsel iş bölümünü içine alacak kadar
genişlemiştir” (Marshall, 1999: 98)
3.2. Kuramsal Çerçeve
Sembolik etkileşim yaklaşımına göre ‘benlik’ ve ‘kimlik’ birbirinden tamamıyla
ayrılabilen iki farklı kavram olarak görülmez aksine bu yaklaşıma göre ‘benlik’ ve
‘kimlik’ bir bütünü var eden ve de birbirinden kolayca ayrılamayacak şekilde bir yapı
sergiler. Bununla birlikte, “Benlik” (self), sosyal ortamda toplumu oluşturan bireylerin
her birinin gerçekleştirdikleri sosyal etkileşimlerden elde ettikleri sosyal deneyimlerle
şeklini bulan ve her an kullanabileceği yeniden üretip şekil verebileceği potansiyelidir.
Sosyal yaşamda bireyin gerçekleştirdiği tüm sosyal etkileşimler kendisine, içinde
bulunduğu ortam, kendi ve diğerleri hakkında bilgiler, deneyimler sunar. Bu
deneyimler kişinin bu ortamdaki rehberi, yol göstericisi, pusulası görevini yerine
getiren benliği ortaya koymaktadır. Benliğin dışarıya yansıyan kısmı kimlik ise, sosyal
olarak şekillenmiş bu potansiyelin bireyin tercihleri doğrultusunda ortaya koymuş
olduğu ve diğerlerine özellikle yansıtmak, göstermek istediği seçilmiş tercihlerinden
oluşur. Fizikî çevre, sağlık şartları, biyolojik miras gibi diğer faktörlerin yanı sıra, tüm
sosyal faktörler, benliğin oluşumuna katılırlar. Bunların yanı sıra gurup tecrübesi ve
ferdîn kendine has olan tecrübesi de kişiliğin gelişmesini devam ettirir. (Bilgiseven,
1982: 151).
Mead’ e göre insan toplumunu anlamak için yapılması gereken şey, insan kişiliğinin en
özel iki yanı olan zihin ve benliğin varlığını bu ikisi sayesinde sürdüren toplumun
süregelen toplumsal süreçlerin birer parçası olarak görülmesidir. Zira, Mead, Darwin'in
evrim teorisinden etkilenerek oluşturduğu bu görüşünde insanlara has tüm zihinsel
yeteneklerin onların karşılaştıkları mevcut ortamlara uyumlarını kolaylaştırmaya
yönelik davranışlar olduğunu vurgular. (Mead, 1934:2)
Bu anlayışa göre, insanlar içine doğdukları dünyaya 'uyum sağlamak' için mevcut
imkânları kullanan 'faydacı' varlıklardır; başka bir ifadeyle, bireye özgü şeylerin çoğu
dünyaya uyum çabalarının ürünüdür. "İnsanların varlıklarını sürdürmelerini sağlayan
temel bir adaptasyon biçimi olarak düşünme" anlayışı sağlar. Böylece, insanlara has
özelliklerin, örneğin dili kullanma, kendini bir nesne olarak görebilme ve muhakeme
kapasitelerinin adaptasyon ve uyum süreçlerinin ürünleri oldukları söylenebilir. Zihin
ve benlik, davranışçıların çoğu kez yaptıklarının aksine, göz ardı edilemez. (Mead,
1934:2)
5
Sosyal davranışçı yaklaşıma göre, kadınların ya da erkelerin genel olarak belirli bir
konuda benzer davranış ortaya koymaları üyesi oldukları sosyal grubun o konu üzerine
genel tutumlarının ipuçlarını verir. Bir başka ifadeyle örneğin, sosyal davranışçı
yaklaşıma göre kadınların kimi durumda erkeğe göre ikinci plânda olması hem
kadınların hem de kadınların ve erkeklerin oluşturduğu büyük grubun cinsiyet
ayrımcılığı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan durum ve davranış biçimlerinin genel
özelliklerini verir. Mead’ e göre bir bireyin davranışı onun üyesi olduğu toplumsal
grubun davranışı olarak anlamak mümkündür. Bu durumda ortaya çıkan somut
durumun değerlendirmesini kadınlar ve erkekler açısından iki farklı anlama ve sonuca
dayalı bir şekilde sosyal davranış yaklaşımına göre değerlendirebiliriz.
Yine bu anlayışa göre, insanların sahip oldukları nitelikleri anlamak için özel önemde
olan faktör, çevre koşullarına adaptasyon ve uyum sonucunda oluşan davranışların
pekiştirilmesidir. Kadınların ve erkeklerin benliklerini/kimliklerini oluşturma süreçleri
ve örnek olarak verilen cinsiyet ayrımcılığı çevre koşullarına adaptasyon ve uyum
yaklaşımı ile açıklanması söz konusu olabilir. Sonuç olarak Mead’e göre, toplumsal
grubun düzenli davranışlarını ona ait tekil bireylerin davranışlarıyla değil, daha ziyade
grubun düzenli davranışlarına göre açıklanabilir. Bu durumda kadınların ve erkeklerin
davranışları bir sosyal grup olarak ortaya konan düzenli davranış örüntülerine göre
anlamlandırılabilir. Tüm bu anlamlandırma ve tanımlama süreçleri sağlıklı bir zihnin
varlığına işaret eder. Zira ancak sağlıklı bir zihin tüm bu süreçlerin işlerliğini sağlar.
Mead’in davranışçı yaklaşımı zihin konusunda etkileşime dayalı bir anlayış ortaya
koyar. (Mead, 1934:3)
Mead’e göre kişi diğerleriyle gerçekleştirmiş olduğu etkileşimler sayesinde, kendini
sosyal ortam içindeki bir nesne olarak görme kapasitesine sahip olur. Ona göre, benlik;
başlangıçta, doğum esnasında yoktur. Benlik, sonradan edinilen ve gelişen bir şeydir
ve toplumsal deneyim sürecinde etkinliklerle birlikte ortaya çıkar. Benlik dili kullanma
ve diğerlerinin rolünü alma kapasitesinin ürünüdür. Mead’e göre, sosyal ben bireylerin
diğerlerinin hareketlerini okudukları veya onların tutumlarını edindikleri bir süreçtir ve
bu süreçte belirli durumdaki belirli bir nesne tipi olarak bir benlik imgesi bir benlik
resmi üretilir. Bu benlik imgesi bireyde belirli tepkiler üreten davranışsal uyaran olarak
işler. Ayrıca bireyin tepkileri diğerlerinin başka tepkilerine yola açar ve bir bireyin rol
almasını mümkün kılan, böylece yeni benlik imgeleri ve yeni davranışsal uyaranlar
üreten hareketlerin sergilenmesiyle sonuçlanır. (Ritzer, 2005: 489)
Birey bu süreçte kendini doğrudan algılamaz Birey, aynı toplumsal grubun diğer
üyelerinin bakış açısından veya bir bütün olarak ait olduğu toplumsal grubun genel
bakış açısıyla yani dolaylı olarak algılar. Kişi, toplumsal bir deneyim ve davranış
ortamı veya bağlamı içindeki diğerlerinin kendisine ilişkin tutumlarını dikkate alarak
kendisi için bir nesne hâline gelir. Sosyal ortamda belirli durumlarda benlik
imgelerinin üretilmesi zamanla bireyin kendini nesneleştirmesinden dolayı kendine
yönelik kalıcı tutumların geliştirilmesine neden olur. Birey, etrafındaki diğerlerinin
hareketlerini onların kendisine karşı tutumları ışığında seçici olarak yorumlarlar ve
böylece davranışları bir tutarlılık kazanır. Mead, kişinin bir nesne olarak kendisine
ilişkin istikrarlı tutumlar geliştirmesini tam veya birleşik benlik olarak terimleştirir.
Ancak bu tam benliğin katı bir yapı olmadığını kabul eder. Ona göre, farklı toplumsal
bağlamlarda tam benliğin farklı yönleri daha açık bir biçimde gözlenir. Böylece kişi
izleyicilere bağlı olarak farklı ‘temel benlikler’ sergileyecektir. (Ritzer, Smart, 2003:
220)
Burada çalışmamızı ilgilendiren önemli nokta sosyal ortamda davranışların
değerlendirilmesi ve bu süreç sonucu benlik imgelerinin ortaya konmasında araç olarak
kullanılan araçsal sembollerin genel özellikleridir. Başka bir ifadeyle, sahip olduğumuz
bu araç nasıl davranmamız gerektiğinin bilgisini bize vermektedir ve bir anlamda
6
sosyal ortamdaki davranışlarımızın belirlenmesi üzerinde etkiye sahiptir. Bu noktada
son derece işlevsel ve önemlidir. Fakat bu araçsal sembollerin genel özellikleri aynı
olay için kadınlar ve erkekler üzerinde farklı sonuçlar ortaya çıkmasına neden olabilir.
Bu araçsal sembollere örnek olarak, toplumsal cinsiyet rollerini düşündüğümüzde aynı
olay kadınlar ve erkekler için farklı sonuçlar ortaya çıkartabilmektedir. Bu noktada
kadınların ve erkeklerin aynı sosyal ortamı paylaşmalarına rağmen benliklerini var
etme ve kimliklerini ortaya koyma süreçlerinde farklı etkileşimlere ve
değerlendirmelere maruz kaldıkları ortaya çıkmaktadır. Son olarak sosyal ortamın
değerlendirmesinde kullanılan araçsal sembollerin eril ya da dişil özellikte olması bu
araçları kullananları etkilemekte ve bireylerin sosyal dünyayı anlamlandırılışı buna
göre belirlenmektedir.
4. Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Sosyal Benlik/Kimlik
4.1. Sembolik Etkileşim Yaklaşımı Çerçevesinde Sosyal Benlik ve Toplumsal Kimlik
Sembolik etkileşim yaklaşımı kökenleri psikolojik geleneğe dayanan bir Amerikan
sosyoloji ekolüdür. Bu ekolün kurucusu George Herbert Mead olmakla birlikte yaşamı
süresince çalışmalarını kitaplaştırmamış, fakat kendisinden sonra öğrencisi Blumer,
çalışmalarını derlemiş ve sembolik etkileşim yaklaşımını kuramsal olarak geliştirmeye,
tamamlamaya çalışmıştır.
Çalışmamızda, kişinin toplumsal varoluşu, toplumsal kimliği, ele alınırken yapmaya
çalıştığımız, benlik ve toplumsal kimlik kavramını birbirinden ayrı, bağımsız
yapılar, süreçler olarak ortaya koymak değildir. Çalışmanın yaklaşımı, benlik ve
kimliği bir bütünü oluşturan iki vazgeçilmez unsur olarak ele almaktadır. Benlik ve
sosyal kimlik kavramlarının oluşturdukları bütün; sosyal ortamda diğerleriyle
gerçekleştirilen sosyal etkileşimlerden elde edilen ve bireyin her an kullanabileceği bir
potansiyel olarak ortaya çıkan şeydir. Bu noktada kimlik, birinin diğeriyle
gerçekleştirdiği ilişkiden çok daha karmaşık ve üst bir yapı sergilemektedir.
4.1.1. Sembolik Etkileşim Yaklaşımı Çerçevesinde “Zihin” (Mind)
Mead’ e göre insan toplumunu anlamak için yapılması gereken şey, insan kişiliğinin en
özel iki yanı olan zihin ve benliğin varlığını bu ikisi sayesinde sürdüren toplumun
süregelen toplumsal süreçlerin birer parçası olarak görülmesidir. Zira, Mead, Darwin'in
evrim teorisinden etkilenerek oluşturduğu bu görüşünde insanlara has tüm zihinsel
yeteneklerin onların karşılaştıkları mevcut ortamlara uyumlarını kolaylaştırmaya
yönelik davranışlar olduğunu vurgular. (Mead, 1934:2)
Bu anlayışa göre, insanlar içine doğdukları dünyaya 'uyum sağlamak' için mevcut
imkânları kullanan 'faydacı' varlıklardır; başka bir ifadeyle, bireye özgü şeylerin çoğu
dünyaya uyum çabalarının ürünüdür. "İnsanların varlıklarını sürdürmelerini sağlayan
temel bir adaptasyon biçimi olarak düşünme" anlayışı sağlar. Böylece, insanlara has
özelliklerin, örneğin dili kullanma, kendini bir nesne olarak görebilme ve muhakeme
kapasitelerinin adaptasyon ve uyum süreçlerinin ürünleri oldukları söylenebilir. Zihin
ve benlik, davranışçıların çoğu kez yaptıklarının aksine, göz ardı edilemez. (Mead,
1934:2)
Mead’ e göre bir bireyin davranışını, onun üyesi olduğu toplumsal grubun davranışı
olarak anlamak mümkündür. Mead’in sosyal davranışçı yaklaşımını özetleyen bu
anlayışı tersten ifade edersek 'öznel davranış'ı anlamak için genel davranışçı ilkelerin
kullanılabileceğini anlamına gelir. İnsanların tür olarak kendilerine has nitelikleri söz
konusudur. Bu nitelikler, diğerlerince de paylaşılan ve bireyin biricik özelliği olarak
görülmeyen, öznel olmayan ve ortaya çıkan davranışı açıklayan pekiştirici süreçlerin
7
ürünüdür. Böylece, insanların sahip oldukları nitelikleri anlamak için özel önemde olan
faktör, çevre koşullarına adaptasyon ve uyum sonucunda oluşan davranışların
pekiştirilmesidir. Mead’e göre, toplumsal grubun davranışı onu oluşturan tekil
bireylerin davranışlarıyla açıklamaz; daha ziyade, sosyal grubu meydana getiren her
tekil bireyin davranışlarını mevcut topyekûn grup etkinliği bütününe göre analiz
edilebilir. Yani, toplumsal grubun düzenli davranışlarını ona ait tekil bireylerin
davranışlarıyla değil, daha ziyade bireyin davranışları toplumsal grubun düzenli
davranışlarına göre açıklanabilir. (Ritzer, Smart, 2003: 220)
Mead'in Zihin (Mind) Anlayışı
Zihin, bir ortamda nasıl davranmamız gerektiğinin ve o ortama nasıl uyum
sağlayabileceğimizin bilgisinin saklı olduğu anlamlı sembollerin; dil, mimikler,
toplumsal cinsiyet rolleri, anlamlı davranışlar ve tüm bunların oluşturduğu davranış
örüntülerinin öğrenilmesidir. Zihin aynı zamanda, bir sosyal ortamda diğerleriyle
etkileşimin sonucunda ortaya çıkan bir davranışsal tepki türüdür.
Mead’e göre zihnin gelişebilmesi için belirli evrelerden geçmesi gerekmektedir. Sosyal
ortamın içerisine doğan bebek hayatta kalabilmek için başkalarına ihtiyaç duyar.
Başkaları da diğerlerine ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle en başından itibaren zihin bir
benliğin toplumla zorunlu bağlılığın ve etkileşim süreçlerinin bir ürünüdür. Toplum
varlığını dili kullanarak başkalarının rollerini alan (genelleştirilmiş diğeri) aktörlerin
sayesinde sürdürür. Bu ortamda bebek ihtiyaçlarını sembollerle donatılmış olan bir
sosyal dünya da karşılamak zorundadır. Bebek, diğerlerinin bilinçli terbiyesi ve basit
sınama-yanılmalar neticesinde, ihtiyaçlarını (örneğin, besin, anne) karşılamakla ilişkili
nesneleri belirtmek için anlamlı sembolleri kullanmaya başlar. Diğer dürtülerini
karşılayabilmesi için bebeğin nihayetinde dili daha yüksek düzeyde kullanabilmesi ve
anlama kapasitesi geliştirmesi gerekir ve dili kullanabildiğinde diğerlerinin
hareketlerini okumaya ve onların yardımlarından faydalanmaya başlayabilir. Küçük
çocuklar bilinçli olarak düşünmeye, üzerinde düşünmeye ve tepkileri zihinde
canlandırmaya ancak rol-almayı öğrendikten sonra başlayabilir. Başka deyişle, Mead'in
zihin olarak terimleştirdiği en temel davranış kapasitelerini bu sayede sergilemeye
başlayabilirler. (Mead, 1934:7)
Mead’e göre, sosyal ortam ve diğerlerinin varlığı yani sosyal etkileşim zihinden
bahsedebilmenin temel koşuludur. Ona göre, 'zihin' bir toplumsal ortamda diğerleriyle
etkileşimin ürünü olan bir davranışsal tepki türüdür. Etkileşim olmasaydı zihin var
olamazdı. (Mead, 1934:177). Ona göre, insanlar arasında diğer canlılardakinden nitelik
olarak farklı bir iletişim biçimi gelişmiştir. Bu iletişim anlamlı sembolleri içerir.
Anlamlı sembolleri kullanma kapasitesi insanı diğer türlerden ayırır. Zihin, bireyin
olgunlaşırken anlamlı sembolleri kullanma kapasitesinin giderek gelişmesi sürecinde
ortaya çıkar. Bu noktada sosyal ortamda bulunan ve iletişimi sağlayan bu anlamlı
sembollere örnek olarak toplumsal cinsiyet rolleri verilebilir. Toplumsal cinsiyet rolleri
kadınlar ve erkekler için anlamlı semboller içermektedir. Bir sosyal grubun tüm
üyeleri için benzer anlamlar ifade etmekte ve buna bağlı olarak üyeler benzer
durumlarda benzer davranışlar ortaya konmaktadır. Sosyal ortamda pek çok
hareket/davranış ortaya koyduğumuz düşünüldüğünde bu davranışların anlamlı
sembollerin kullanımıyla değerlendirilmesi sonucu ortaya toplumsal cinsiyet rolleri
çıkmaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri toplumun üyelerinin sosyal ortamdaki
hareketleri üzerinde belirleyicidir.
Diğerlerinin rolünü alma süreci ve zihin:
Mead’e göre organizmalar anlamlı sembolleri zihin yoluyla değerlendirirler ve belli
durumlarda benzer uyarana benzer tepkiler verirler. Mead, bu durumu organizmaların
sembolleri zihin yoluyla değerlendirmesi sonucu ortaya çıkan anlamlı ve uzlaşımsal
8
hareketler/davranışlar olarak belirler. Ona göre, anlamlı sembolleri değerlendirmemize
olanak tanıyan şey dilin kendisidir. Ona göre, dilin temelini anlamlı sembollerin
oluşturmaktadır. Dil sayesinde iletişim kurar, başkalarının rollerini alabilir, kendimizi
ifade edebilir ve zihnimizde her türlü düşünme aktivitesini gerçekleştirebiliriz. Dilsel
iletişimin temeli seslere dayanmaktadır, zira sesler gönderen ve alıcı tarafından kolayca
işitilebilir, böylece benzer bir davranış eğilimini harekete geçirebilir. Ses dışındaki
başka semboller de benzer davranış eğilimini harekete geçirebilmeleri bakımından
önemlidir. Örneğin, kaşlarını çatmak, yumruklarını sıkmak, sert bir ifade, hepsi,
gönderenler ve alıcıların benzer tepkileri için bir uyaran hizmeti görmeleri bakımından
önemlidir. Benliğin var olabilmesi için zihnin gerekliliği söz konusudur. Başkalarıyla
gerçekleştirilen etkileşimler sayesinde zihin ve benlik kapasiteleri ortaya konur. Bu
noktada zihin, benlik ve dil arasında önemli karşılıklı ilişkiler söz konusudur. İnsan
yavrusu ancak temel dil kapasitesini kazanınca bir zihne sahip olabilir. (Mead, 1934:
604)
Zihin sosyal ortama uyum sağlama ve onun parçası olma adına anlamlı sembolleri
değerlendirir. Anlamlı sembollerin dil aracılığı ile zihin tarafından değerlendirilmesi
sonucunda somut tepkiler yönlendirilebilir, tasarlanabilir ve ertelenebilir. Bu süreçte
zihin anlamlı sembollerin kullanıldığı, değerlendirildiği bir iç konuşma süreci
gerçekleştirir. Zihnin bu kapasitesi doğuştan gelmez; başkalarıyla etkileşime ve onların
anlamlı sembollerini yorumlama ve kullanma yeteneği kazanmaya bağlıdır. Zihin
tarafından anlamlı sembollerin dil vasıtasıyla değerlendirmesi aynı zamanda bireyin
benliğini ortaya koyma sürecinin de bir parçasını oluşturmaktadır. Sosyal ortamın
aktörleri olarak kadınlar ve erkekler bahsi geçen bu süreci günlük hayat rutinlerinde
çok kere tekrar etmektedirler. Bireyler zihin aracılığıyla sosyal ortamda karşılaştığı
somut tepkileri değerlendirerek yönlendirebilir. Bu yüzden, zihin anlamlı sembollerin
kullanıldığı bir 'İçsel hareketler konuşmasıdır' çünkü zihin sahibi bir birey kendisiyle
konuşmaktadır. Zihnin bu kapasitesini başkalarıyla gerçekleştirilen etkileşimlerle ve
onların anlamlı sembollerini yorumlama ve kullanma yeteneği sayesinde elde etmiştir.
(Ritzer, 2005: 488)
Zihnin oluşum ilkeleri:
Birey zihin ve benlik sahibi diğerlerinin oluşturduğu bir ortam içerisine doğar ve bu
ortamın düzenlilikleri kendisinden önce belirlenmiştir. Zihin ve benlik bu anlamda
diğerlerinin varlığına ihtiyaç duyar. Bireyin içine doğduğu sosyal ortam zihin ve benlik
süreçlerini etkilerken bireyin ortaya koyduğu zihin ve benlik süreçleri de toplumu
belirlemektedir. Mead, insanların bebeklikten itibaren diğerlerine ve içine doğduğu
topluma nasıl uyum sağladığını anlamaya çalışırken sosyalleşme sürecinin temel
özelliklerini betimleyen bir dizi önerme geliştirir. Bu önermelerde,
bebeklik
aşamasından itibaren bireyin zihin sürecini ortaya koyarak nasıl bir kimlik
geliştirdiğini ve toplumun bir parçası haline geldiğini ortaya çıkartmaya çalışır.
-Birey düzenli bir aktörler topluluğundan meydana gelen bir ortama uyum sağlamak
zorunda olduğu için anlamlı hareketlerin etkisine, daha fazla maruz kalır.
-Bir birey ihtiyaçlarını düzenli bir aktörler topluluğu içerisinde karşılamaya çalışırken
anlamlı hareketleri nasıl okuması ve kullanması gerektiği ile ilgili ihtiyaçlarının
karşılanmasına daha fazla seçici değer yükler.
-Bir birey anlamlı hareketleri kullanmayı ve okumayı öğrendikçe kendi ortamı içindeki
diğerlerinin rolünü alma yeteneği artar ve böylece, ihtiyaçlarını iletmek ve bunları
karşılamak için bağımlı olduğu diğerlerinin tepkilerini daha kolay tahmin etme
kapasitesi geliştirmiş olur.
-Bireyin rol alma ve anlamlı hareketleri kullanma kapasitesi arttıkça kendisiyle iletişim
9
kurma kapasitesi artar.
-Bireyin kendisiyle iletişim kurma kapasitesi arttıkça çevresindeki nesneleri örtük
olarak ifade etme, uygun olmayan tepkileri engelleme ve ihtiyaçlarını karşılayacak
tepkileri seçme ve böylece uyum sağlama kapasitesi artacaktır.
-Bir bireyin bu tür düşünceli davranışlar sergiledikçe tepkilerini kontrol etme ve
böylece süregelen bu düzenli topluluklar içinde diğerleriyle iş birliği yapma yeteneği
artar.(Turner ve diğerleri, 2007: 518)
4.1.2. Sembolik Etkileşim Yaklaşımı Çerçevesinde “Benlik” (Self)
Benliğin Yapısı
Benlik, insanların karşılıklı etkileşimleriyle ortaya çıkan ve bireyin, çevresindeki
olguları değerlendirmesine, anlamlandırmasına, ayırt etmesine olanak sağlayan şeydir.
Benlik, bir anlamda, kimliktir diyebiliriz. Benlik ayrıca bireylerin, kendilerini, kendi
düşüncelerinin, tarzlarının, seçimlerinin sonucunda ortaya çıkan nesneler olarak
görmelerine olanak tanır. Kısaca birey benlik aracılığıyla kendini nesneleştirerek,
kendine herhangi bir şeye bakıyormuş gibi bakabilir ve değerlendirebilir.
Mead’e göre kişi diğerleriyle gerçekleştirmiş olduğu etkileşimler sayesinde, kendini
sosyal ortam içindeki bir nesne olarak görme kapasitesine sahip olur. Ona göre, benlik;
başlangıçta, doğum esnasında yoktur. Benlik, sonradan edinilen ve gelişen bir şeydir
ve toplumsal deneyim sürecinde etkinliklerle birlikte ortaya çıkar. Benlik dili kullanma
ve diğerlerinin rolünü alma kapasitesinin ürünüdür. Mead’e göre, sosyal ben bireylerin
diğerlerinin hareketlerini okudukları veya onların tutumlarını edindikleri bir süreçtir ve
bu süreçte belirli durumdaki belirli bir nesne tipi olarak bir benlik imgesi bir benlik
resmi üretilir. Bu benlik imgesi bireyde belirli tepkiler üreten davranışsal uyaran olarak
işler. Ayrıca bireyin tepkileri diğerlerinin başka tepkilerine yola açar ve bir bireyin rol
almasını mümkün kılan, böylece yeni benlik imgeleri ve yeni davranışsal uyaranlar
üreten hareketlerin sergilenmesiyle sonuçlanır. (Ritzer, 2005: 489)
Birey bu süreçte kendini doğrudan algılamaz Birey, aynı toplumsal grubun diğer
üyelerinin bakış açısından veya bir bütün olarak ait olduğu toplumsal grubun genel
bakış açısıyla yani dolaylı olarak algılar. Kişi, toplumsal bir deneyim ve davranış
ortamı veya bağlamı içindeki diğerlerinin kendisine ilişkin tutumlarını dikkate alarak
kendisi için bir nesne hâline gelir. Sosyal ortamda belirli durumlarda benlik
imgelerinin üretilmesi zamanla bireyin kendini nesneleştirmesinden dolayı kendine
yönelik kalıcı tutumların geliştirilmesine neden olur. Birey, etrafındaki diğerlerinin
hareketlerini onların kendisine karşı tutumları ışığında seçici olarak yorumlarlar ve
böylece davranışları bir tutarlılık kazanır. Mead, kişinin bir nesne olarak kendisine
ilişkin istikrarlı tutumlar geliştirmesini tam veya birleşik benlik olarak terimleştirir.
Ancak bu tam benliğin katı bir yapı olmadığını kabul eder. Ona göre, farklı toplumsal
bağlamlarda tam benliğin farklı yönleri daha açık bir biçimde gözlenir. Böylece kişi
izleyicilere bağlı olarak farklı ‘temel benlikler’ sergileyecektir. (Ritzer, Smart, 2003:
220)
Mead, kendisinin benliğin toplumsal kurulumu üzerine görüşlerini ve beraberindeki
“benlik basitçe toplumsal tavırların yalın bir örgütlenmesinden ibaret değildir”
şeklindeki inancını, “ferdi ben”, “sosyal ben” diğer ifadeyle “ben” ve “beni/bana”
arasındaki ayrımı ortaya koyarak netleştirmeye çalışmıştır. “Ben” ve “beni/bana” (me)
zorunlu bir şekilde toplumsal deneyimle ilişkilidir. Ancak ben organizmanın ötekilerin
tavırlarının karşı yanıtıdır; beni ise üstlenilen, ötekilerin bir dizi örgütlü tavırlarıdır.
(Coser, 2008: 299)
10
Mead’e göre, (Mead, 1934: 198) sosyal ben; sosyal ortamda bir kişinin belirli bir
durum içindeyken sergilediği davranışlar sonucunda ürettiği benlik imgesi dir. Sosyal
ben diğerlerinin tutumlarının, davranış örüntülerinin, toplumsal ilişkilerin yapısının
bilgisini kısaca toplumun bilgisini içermektedir. Zira tüm bunlar bireyin ortaya
koyduğu davranışlarına yönelik yorumlarını etkilerler. Örneğin bir kütüphanede
yüksek sesle konuştuğumuzda diğerlerinin hayret dolu bakışlarıyla ve
beklide
tepkileriyle karşılaşırız ve böylece bulunduğumuz yerin sessiz kalma konusunda belirli
kuralları olduğunu kavrarız. Bu gibi durumlar, belirli bir durumda, kişilerin
diğerlerinin hareketlerini değerlendirerek bir anlamda onların rollerini alarak sosyal
ortamın özelliklerinin kavranması sonucunda ortaya çıkan sosyal ben imgeleridir.
'Sosyal ben'den farklı olarak, 'ferdi ben' davranışların somut sergilenişidir. Kişi
kütüphanede yüksek sesle konuştuğunda bu 'ferdi ben'dir ve aynı kişi kendi yüksek
sesine tepki verildiğinde eylemin 'sosyal ben' evresi devreye girer. Mead 'ferdi ben'in
sadece deneyimler sırasında bilinebileceğini vurgular, zira 'ferdi ben'in gerçekte ne
yaptığını bilmek için 'sosyal ben' imgelerinin gelmesini beklememiz gerekir. İnsanlar
hareketi yapıncaya ('ferdi ben') kadar diğerlerinin beklentilerinin ('sosyal ben') gerçekte
nasıl somutluk kazanacağını bilemezler.
İnsanlar sosyal ortamda bu gibi durumlarla çok kez karşılaşırlar. Sosyal ortamın
aktörleri olarak kadınlar ve erkekler içinde bulundukları sosyal ortamın pek çok
özelliğini bu yolla içselleştirirler. Bu ortamlarda eylemlerde bulunur, kendilerini
nesneler olarak algılar ve eylemlerinin sonuçlarını değerlendirirler. Aynı zamanda
diğerlerinin kendi eylemlerine yönelik tepkilerini yorumlar ve böylece bir diğer
durumda nasıl bir davranış ortaya koymaları gerektiğine yönelik bir anlayış belirlerler.
Bir sonraki benzer durumda bu tecrübelerini kullanan birey yeniden eylemde bulunup
kendi eylemleri hakkında bir benlik imgeleri üretmiş olur. Tüm bu süreç Mead’in
yaklaşımının temel çıkış noktası olan; bireylerin içinde bulundukları sosyal ortama
adaptasyon süreci yani sosyal ortama uyum sağlama ve onun bir parçası haline gelme
çabalarıyla örtüşmektedir. (Ritzer, 2005: 832)
Mead’in ortaya koyduğu benlik imgesi sürecine göre, sosyal ortamın aktörleri daha
önce karşılaşmadıkları bir durumla karşılaştıklarında zihinlerinin geliştirmiş oldukları
uyum kabiliyetleri sayesinde ortaya çıkan durumu değerlendirerek sosyal ortama ya da
o ana ait sınırlılıkları, belirlenmişlikleri, kuralları ya da beklentileri öğrenmiş olur ve
bir sonraki benzer durum için uygun olan davranış örüntüsü modelini zihnine
yerleştirmiş olur.
Burada çalışmamızı ilgilendiren önemli nokta sosyal ortamda davranışların
değerlendirilmesi ve bu süreç sonucu benlik imgelerinin ortaya konmasında araç olarak
kullanılan konvansiyonel sembollerin genel özellikleridir. Başka bir ifadeyle, sahip
olduğumuz bu araçlar nasıl davranmamız gerektiğinin bilgisini bize vermektedir ve bir
anlamda sosyal ortamdaki davranışlarımızın belirlenmesi üzerinde etkiye sahiptir. Bu
sembolik araçlar son derece işlevsel ve önemlidir. Fakat bu araçsal sembollerin genel
özellikleri aynı olay için kadınlar ve erkekler üzerinde farklı sonuçlar ortaya çıkmasına
neden olabilir. Bu araçsal sembollere örnek olarak, toplumsal cinsiyet rollerini
düşündüğümüzde aynı olay kadınlar ve erkekler için farklı sonuçlar ortaya
çıkartabilmektedir. Bu noktada kadınların ve erkeklerin aynı sosyal ortamı
paylaşmalarına rağmen benliklerini var etme ve kimliklerini ortaya koyma süreçlerinde
farklı etkileşimlere ve değerlendirmelere maruz kaldıkları ortaya çıkmaktadır. Son
olarak sosyal ortamın değerlendirmesinde kullanılan araçsal sembollerin eril ya da dişil
özellikte olması bu araçları kullananları etkilemekte ve bireylerin sosyal dünyayı
anlamlandırılışı buna göre belirlenmektedir.
Benliğin oluşum ilkeleri:
Bireyin içine doğduğu sosyal ortamın özellikleri benlik süreçlerini belirlemektedir.
11
Birey içinde bulunduğu ortamda gerçekleştirmiş olduğu etkileşimler aracılığıyla
benliğini var eder. Bu nedenle ortamın özellikleri etkileşimler üzerinde belirleyicidir ve
bu özellikler etkileşimler yoluyla bireyin benliğini belirler. Mead’ insanların
bebeklikten itibaren diğerlerine ve içine doğduğu topluma nasıl uyum sağladığını
anlamaya çalışırken sosyalleşme sürecinin temel özelliklerini betimleyen bir dizi
önerme geliştirir. Bu önermelerde, bebeklik aşamasından itibaren bireyin benlik
sürecini ortaya koyarak nasıl bir kimlik geliştirdiğini ve toplumun bir parçası haline
geldiğini ortaya çıkartmaya çalışır.
-Bireyler düşünceli davranışlar sergiledikçe anlamlı hareketleri daha kolay okuyabilir,
daha kolay rol alabilir ve kendisiyle daha kolay iletişim kurabilir.
-Bir birey anlamlı hareketleri okuyabildiği, rol aldığı ve kendisiyle iletişim kurduğu
ölçüde kendini belirli bir ortamdaki nesne olarak görebilir.
-Birey pek çok farklı özel diğerinin rolünü almayı öğrendikçe kendisini diğer birçok
kişinin eğilimleriyle ilişki içinde bir nesne olarak görebilir.
-Rolünü alabileceği diğerlerinin perspektifi genelleştikçe birey kendini giderek daha
fazla toplumun genel değerleri, inançları ve normlarıyla ilişki içinde bir nesne olarak
görebilir.
-Hem özel diğerleriyle hem de genel perspektiflerle ilişki içinde bir nesne olarak
kendisine ilişkin imgeleri istikrar kazandıkça, birey daha bilinçli olarak rol alabilir ve
davranışsal tepkileri daha istikrarlı olur.
-Bir nesne olarak kendisine yönelik tepkileri istikrar kazandıkça ve kendisini özel
diğerleriyle olduğu kadar genel perspektiflerle de ilişki içinde görebildikçe, birey
tepkilerini daha fazla kontrol edebilir ve böylece süregelen ve düzenli topluklar içinde
diğerleriyle daha fazla iş birliği kapasitesi kazanabilir. (Turner ve diğerleri, 2007: 518)
4.2.Toplumsal Cinsiyet ve Roller
Günlük yaşantımızın bir parçası olarak hemen her gün, pek çok insanla karşılaşırız.
İnsanlarla karşılaştığımız an onların kadın ya da erkek olduklarına dair bir fikrimiz
olur. Onları kadın ya da erkek olarak kimlikleme çalışmamız neredeyse engellenemez
bir süreçtir. Bu süreç çoğunlukla kendiliğinden ve üzerinde çok düşünülmeden
gerçekleşir. Cinsiyete ilişkin ilk ipuçlarını fizikî özellikler, dış görünüş ve giysiler
aracılığı ile kolayca elde ederiz. Aslında cinsiyetimize yönelik ipuçları bizler daha
bebekken oluşturulmaya başlanmaktadır.
Yeni doğan çocuğun biyolojik bir cinsiyeti vardır, ama henüz toplumsal cinsiyete sahip
değildir. Çocuk büyürken toplum da, çocuğun önüne cinsiyete uygun kurallar,
şablonlar ya da davranış modelleri dizisi koyar. Belirli toplumsallaştırma etkenleri de
ya da failleri- özellikle aile, medya, arkadaş grupları ve okul- söz konusu bu
beklentileri ve modelleri somutlaştırarak çocuğun bunları sahipleneceği ortamları
hazırlar. Çeşitli öğrenme mekanizmaları da işin içine girmektedir: koşullanma,
öğretim, model alma, özdeşleşme, kuralları öğrenme gibi. Toplumsal modeller ya da
kurallar, ayrıntıları ne olursa olsun, az ya da çok içselleştirilirler. Bunun sonucunda,
normalde belirli bir cinsiyetin toplumsal beklentileriyle örtüşen bir toplumsal cinsiyet
kimliği ortaya çıkar. Toplumsallaşma kavramları ile cinsiyet rolü kuramı arasında
büyük bir yakınlık bulunduğu açıktır (Oglesby ve Hill, 1993: 718).
Cinsiyet ile edinilmiş kimlik kişilerde içinde yaşanılan toplumun onlara uygun gördüğü
şekillerde var olmaktadır. Yani kişi doğum ile kazanmış olduğu cinsiyet kimliğini daha
12
sonra toplumsal yaşantısı sonucu kazandığı özelliklerle bütünler. Kişi böylece kendisi
hakkında sahip olduğu düşüncesini yani kadın ya da erkek olarak sahip olduğu
cinsiyetle ilgili yorumlamalarını içinde bulunduğu toplumun ortak değer ve inanışları
ile belirgin hale getirir.
Kadın ve erkek arasındaki ayrım toplumsal yaşamda evrensel bir örgütleyici ilkedir.
Çocuklar olarak, erkek ve kızlardan farklı beceriler öğrenmeleri ve farklı kişilikler
geliştirmeleri beklenir. Yetişkinler olarak, erkek ve kadınlar karı ya da koca, anne ya
da baba olarak belirgin bir biçimde farklı cinsiyet ilişkili roller üstlenirler. Kültürler
neyin erkeksi ya da kadınsı olduğuna yönelik tanımlar barındırırlar. Bunla birlikte
cinsiyet farklılık ya da benzerliklerini vurgulamalarında faklılıklar olmakla birlikte
toplumsal yaşamı yapılandırmak, kurgulamak için cinsiyetin kullanımı tüm kültürlerde
temeldir. (Yoder, 1999:68).
Kadınlık ve erkeklik, tanımlanmış toplumsal rollerdir. Kadınlık ve erkeklik, bir
karşıtlık ilişkisiyle kurulur. Kadın, özel alana ait, doğaya yakın, seyredilen, edilgen,
tüketen, bağımlı kavramlarıyla anlamlandırılırken, erkek; kamusal alana ait,
kültür ve teknolojiye yakın, seyreden, etken, üreten ve özgür kavramlarıyla
anlamlandırılır. Ancak; üretilen bu anlam, sosyal ortamın eril özelliklerinin baskın
geldiği bir yaklaşımdır ve eril söylemi onaylayacak kodlamalara dayanır ve kadının
tarihsel görünürlüğünü azaltan neden de budur.
Cinsiyetçi iş bölümü de içselleştirilmiştir. Pilot ya da cerrah denildiğinde akla genel
olarak kadın gelmemekte, çünkü bu işler kadınsı bulunmamaktadır. Ancak, anaokulu
öğretmeni, hemşire, hostes denildiğinde akla kadın gelir. Bu koşullanmalar kadın ve
erkeklerin kendilerini konumlamaları açısından da belirleyen olduğu için, cinsiyetçi iş
bölümünde onay mekanizması işlemektedir (Bahsin, 2003:45).
Özel alan, ‘mahrem’ olarak anlamlandırılmış ve bunun bir sonucu olarak da fazla
deşifre edilmemiştir. Ancak; ev ve ailenin içerdiği özel alanla özdeş anlamlandırılan
kadının, tarihin kayıtlara geçirilişinde yer almayışı ya da marjinalleştirilerek yer
verilmesinin temelinde, mahremiyetten çok, eril yapı tarafından, kadının ilgi
alanlarının, eylemlerinin, beğenilerinin değersiz görülmesi ve bu yönde
anlamlandırılması nedenini arayabiliriz. Kamusal alan, takım elbiseyle simgelenen
erkeğin dünyası, özel alan ise kadının dünyasıdır. İmayla kamu alanına gittikçe artan
oranda önem yüklenirken, özel alan önemsizleştirilmiştir. (Işık, 2002:43).
Sosyal ortamda bireyler sosyalizasyon süreci içerisinde toplumsal cinsiyet rollerine
ilişkin pek çok girdiyle donatılırlar. Sosyal ortamın eril özellikleri sosyalizasyon
sürecinde öğrenilen cinsiyet rollerini de belirler. Eril yaklaşım böylece kendi varlığını
meşrulaştıracak ve devamlılığını sağlayacak cinsiyet rollerinin var olmasını sağlar.
Kadınlar genellikle düşük bir statü sergilemekte ve toplumda önemli roller
gerçekleştirebilecekleri
alanlardan
uzak
tutulmakta
ya
da
bu
roller
gerçekleştirildiğinde fark edilmemekte, görmezden gelinmekte ya da
yok
sayılmaktadır. Ev ve aile içerisine konumlandırılanın kadın olmasına karşın, bu
etkinliği görünmemekte ayrıca ekonomik ilişkilerin üretiliş şeklinden dolayı aileye
sahip olan, aile içindeki egemen karakter, erkek olmaktadır. Kadın özel alanda
ortaya koyduğu somut üretime karşın ailenin sosyal temsilinde ikincil bir konuma
oturtulmakta ve daha çok tüketicilik özelliğiyle tanımlanmaktadır. “Ev kadınları
olarak tanımlanan ve hizmet gören kadınların gerçek yaşamsal işlevleri ve en önemli
rolleri ev için daha çok şey satın almaktır” (Rakow, 1995: 22).
Özetle, sembolik etkileşimci yaklaşım, biyolojik cinsiyetin doğuştan,
cinsiyetin ise toplumsal ve öğrenilmiş olduğuna vurgu yapmaktadır.
13
toplumsal
Sembolik
etkileşimci yaklaşım, kadın ve erkeğe özgü davranış beklentilerinin ve tutumların
cinsiyet rolleri olarak nasıl sosyalleştirildiği üzerine çalışmaktadır. Buna göre,
toplumun kurumları tarafından kadına ve erkeğe uygun aktiviteler belirlenmektedir.
Bunu gerçekleştiren toplumsal kurumların eril özellik taşıyor olması beraberinde
ortaya konan toplumsal cinsiyet rollerinin erkekleri daha avantajlı bir konuma
taşımaktadır. Böylece toplumsal cinsiyet rolleri ve dil gibi sembolik araçları kullanarak
erkekler sosyal ortam üzerinde kendi iktidarlarının ihtiyaçlarına yönelik tasarruf
gücünü elde etmiş olmaktadırlar. Bu güç sayesinde sosyal ortamı kendi ihtiyaçları
doğrultusunda kadınların ikinci plânda kalacağı ve kendi iktidarlarının onayını ve
devamlılığını sağlayacakları bir şekilde yeninden üretilmesine olanak sağlamış
olmaktadırlar.
Tüm bu süreçlerin yaşanması yanı sıra kadınlar sanayi devrimiyle başlayan ve
günümüze kadar devam eden süreçte çalışma hayatında var olmalarıyla birlikte kendi
sosyal konumları ve buna bağlı olarak erkeğin tahakkümünde olan kamusal alanda
yerlerini alabilmek için zor ve güçlü bir mücadele içerisine girmişlerdir. Bu süreçte
önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Fakat günümüz açısından halen kadın ve erkeğin
eşit koşullarda sosyal ortamı eşit bir şekilde paylaştıklarını söylemek mümkün
değildir. Kadınlar bu anlamda önemli kazanımlar elde etmiş olsalar da sosyal ortam
halen erkeğin tasarrufu altında ve kadının ikincil plânda olduğu bir alan olarak
yeniden üretilmeye devam edilmektedir.
5. Plâstik Sanatlarda Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Kimliği
5.1. Sanat Tarihi ve Toplumsal Cinsiyet
Yeryüzünde ilk insanın ortaya çıktığı günden günümüze geçen sürede kadınların ve
erkeklerin yapıp etmelerinin birikimli toplamı kültür tarihini oluşturur. İnsan felsefe,
tarih, sanat, bilim vb. gibi alanlarda yaratıcı etkinliklerde bulunmuş ve insanlık tarihini
bu üst birikimiyle yönlendirmiştir. Tarihin bu etkinlik süreci içerisinde farklı
dönemlerinde dünyanın farklı köşelerinde bu çalışmalara pek çok insan katılmış
olmakla birlikte hemen hepsinin ortak bir özelliği söz konusudur. Bahsi geçen süreci
gerçekleştirenlerin ezici çoğunluğu erkelerden oluşmaktadır. Kadınların bu süreç
içerisinde yer almaması bir anlamda aklın ve kültür yaratımının yalnızca erkekler
tarafından mı kavramsallaştırılabileceği sorusunu akla getirmiştir.
Eril söylemin ve egemen kültürün baskısına maruz kalan kadınlar kendilerini
tanımalarına ve benliklerini ortaya koyabilmelerine olanak sağlayacak özgür sosyal
ortamdan uzak kalmışlardır. Eril yaklaşımın ve egemen kültürün sembolik mesaj
bombardımanı altında kendini tanımlamaya çalışan kadın bunu gerçekleştirirken
farkında olmadan eril söylemi de bir anlamda meşrulaştırmış olmaktadır. Bu süreç
sonunda kadınlar kendi benliklerini kendi imgelerini erkekler kadar özgürce ve
toplumsal yapının her alanını kapsayacak bir biçimde ortaya koyma şansına sahip
olamamaktadırlar.
Tarihin Eril Yüzü
Toplumun organik belleği yoktur ve dolayısıyla her toplumun olayların kaydını tutan
birine ihtiyacı vardır. Ancak olayların kaydının tutulması demek aynı zamanda onların
seçmeye ve yorumlamaya tabi tutulması demektir. Bu anlamda her türlü tarih,
geçmişin bir “yeniden kurgulanması’nı içerir ve dolayısıyla kolaylıkla bir ideolojik
aygıta dönüşebilir. Bu ideolojik aygıtın kullanımı, tarihe geçecek olayların, kişilerin
yerlerin vs. kısaca tarihin konusunun belirlenme sürecinin de ideolojik olması
anlamına gelir. Böyle olunca, Tarihin öznesi, e d e n i , e y l e y e n i olarak gösterilen
insan genellikle beyaz, batılı ve erkek olmuştur. Tarihçiliğin bir "meslek" olarak
gelişiminde çok önemli rol oynayan pozitivist tarihçilik, bir bütün olarak gündelik
14
yaşamı görmezlikten gelirken kadınları da yok saymıştır. Bir kere, tarihçilik mesleği
erkeklere özgü olduğu gibi, kapsadığı alanlar da eril olarak algılanmıştır. Tarih dışına
itilip deneyimleri marjinalleştirilenler, elbette yalnızca kadınlar değil; tüm "altta
kalanlar"; örneğin köleler, köylüler, proleterler, zenciler, vb. belirli zamanlarda tarih
dışı bırakılmışlardır. Dolayısıyla, bu anlamda Tarih, bütün evrensellik iddiasına karşın
kısmî bir tarih, göreli bir tarih olmuştur. (Berktay, 2003:20).
Tarihin yazımı sürecinde tarihin konusu olarak gerçekleştirilen seçimler tarih yazımı
ile iktidar arasında bir ilişkiyi ortaya koyar. Bilgi ve iktidar arasındaki güçlü ve
kaçınılmaz ilişki tarihin dünyayı tanımlama, anlamlandırma isteği sonucunda onu,
iktidar ilişkileri ağının önemli bir parçası olarak işlevselleştirmiştir. Tarih çoklukla
iktidarın devamlılığını ve meşruluğunu desteklemek durumunda kalmaktadır. İktidarın
ve sosyal hayatın akışının devamlılığı için gerekli olan düzenlemelerin
gerçekleştirilmesine yönelik ortaya konulan tüm yaklaşımlar eril bakışın gördüklerini
yansıtmaktadır. Kadının tarih içindeki konumu ve görevi eril söylemi onaylayacak
şekilde yapılan cinsiyet rollerinin bir gereği olarak belirlenmiştir. “Geleneksel
kaynaklarda (kütüphane koleksiyonları, devlet arşivleri, mahkeme kayıtları, sayım
belgeleri, sivil toplum kuruluşlarının a r ş i v l e r i , dini k u r u l u ş ar ş i v l e r i v b . )
kadının gö rü nme z l i ğ i , bu kayıtlarda kadına ait bilgi olmadığından değil, kadına
ait belgelerin tarihçilerin ilgi alanının dışında kalmasından, su yüzüne
çıkarılmamasından kaynaklanmaktaydı” (Mardin, 2002:184).
Tarih disiplininin de içinde yer aldığı sosyal bilimler, "dünyayı tanımlama,
anlamlandırma ve açıklama amacı taşır. Sosyal bilimlerin bu yaklaşımı aynı zamanda
iktidar ağı ilişkilerinin önemli bir öğesi olmasını sonucunu doğurur." Belirli bir
"zümre"nin perspektifinin merkezîleştiği böyle bir alanda, geriye kalan kişi, olay ve
olguların kapsam dışında bırakılması da bu egemenliğin somut göstergelerinden
biridir. Eril söylemin bakış açısını yansıtarak kurgulanan tarihçilik içerisinde kadın ve
kadın deneyimlerinden bahsedilmemesinin sebebi bu çerçevede netlik kazanır. Ancak
kadınlar tarihi süreç içerisinde gerek tarihi süreçteki etkin rolleri, gerekse toplumların
varlıklarını sürdürebilmeleri açısından önemli konuma sahiptirler. Buna rağmen
kadının tarih yazımından bütünüyle dışlanmış olması tarihin bir iktidar alanı, tarih
yazımının ise "iktidar edimi" olduğunu açıkça göstermektedir (Berktay, 2003: 19-20).
Sanat Tarihinin Eril Yüzü
Geleneksel sanat tarihi incelendiğinde şu gerçekler ortaya çıkmıştır: Özelikle
modernist sanat tarihçiler kadın sanatçıları görmezden gelmişler, kadınların yaptığı
sanatı zanaatla ilişkilendirerek, kadınları sadece el becerileri gerektiren işlerden
bahsederken kullanmışlardır. Bu ilişkilendirmeyi açıklarken de kadınların yaratıcılık
gerektiren işlerden yoksun oldukları için zanaatla uğraştıklarını iddia etmişlerdir.
Kadın sanatçıları sanat tarihine konu olarak alan ilk kişi Vassaridir. Sanat tarihi
açısından dönemin sanatçılarını ele almak üzere hazırlanan nadir kapsamlı
çalışmalardan biri 1550 yılında yazılan "Le Vite Piú Eccellenti dei Pittori, Scultori e
Architettori" ("Ünlü Ressam, Heykeltraş ve Mimarların Yaşamları") isimli çalışmadır.
1550 yılında gerçekleştirilen ilk baskısında hiç kadın sanatçıya yer verilmezken, 1568
yılında genişletilmiş ikinci baskısında onüç kadın sanatçıya yer verilmiştir. Bu
çalışmada Vassari, sanatın gelişimini 13. yy.'dan 16. yy.'a kadar olan dönemde
incelemiş ve dönemin sanatçılarını hayat hikâyeleri ve eserleriyle birlikte ele almıştır.
Vassari’ nin eseri sayesinde Rönesans döneminde yaşayan ve ilk kez toplum tarafından
kabul gören kadın sanatçıları tanıma imkânı doğmuştur.
Ancak, 1970’ li yıllara kadar Vassarinin bu çabası zincirleme bir reaksiyon
yaratmamıştır. Uzunca bir uyku döneminden sonra ilk kez 1970’ li yıllarda, cinsiyet
15
temelli sorgulamalar doruk noktasına çıkmıştır ve bu çerçevede kadınların sanat
dünyasında yer almamış olmalarının nedenleri araştırılmıştır. Bu araştırmalardan en
önemlisi Linda Nochlin tarafından 1973 yılında yayınlanan “Niçin Büyük Kadın
Sanatçı Yok?” adlı makaledir. Bu makale, sanat çevrelerince oldukça fazla dikkat
çekmiştir. Nochlin’e göre, tarihte Manet ve Michaelangelo ayarında büyük kadın
sanatçı olmamıştır. Bunun nedeni olarak ise, eğitim ve kurumların, yeteneği ortaya
çıkaracak fırsat eşitliğini kadınlara sağlamaması olarak açıklamaktadır.
Tarihsel Süreçte Plâstik Sanatlarda Sosyal Ortam ve Kadının Benlik İnşası Çabaları
Sanat tarihinde tüm özverileriyle var olmaya çalışan kadın sanatçılar mevcut eşitsiz
ortamda sanatsal faaliyetler ortaya koyarak erkek sanatçılarla rekabet etmek
durumunda kalmışlardır. Özellikle plâstik sanatlar alanında ünlü erkek sanatçılarla
ilişkilerinde, eş, kardeş ya da sevgili olarak sanatsal çalışmalarda bulunan kadın
sanatçılar çoğunlukla erkeklerle aynı düzeyde, hatta bazen onlardan üstün olarak
değerlendirilen çalışmalar ortaya koyarak sanat tarihinde biz de varız diyebilmişlerdir.
Kadının ve erkeğin yeteneklerinin eşit ölçüde verimli ve paralel geliştiği durumların
yanı sıra, genellikle “kadın yeteneğinin” ilgili erkek partner (eş, sevgili, baba, kardeş)
tarafından sömürüldüğü ve yok edilmeye çalışıldığı hatta yaratıcı payının dışlandığı ve
geriye itildiği sanat tarihinde çeşitli örneklerle gözlemlenmiştir (Stephan, 1989: 11).
Kadının eril söylem tarafından görünmez olarak algılandığı böyle bir sosyal ortamda
kadın sanatçılar da kurallarını erkeklerin koyduğu sanat alanında varlık gösterebilmek
için kendisine uygun görülen biçimde tüm olumsuzluklara rağmen çalışmalar ortaya
koymaya gayret göstermişlerdir. Bununla birlikte erkeklerin hâkimiyetindeki bir alan
olarak algılanan sanat alanı içerisinde varlık göstermeye çalışan kadın sanatçılar, eril
söylem tarafından kadın olmalarını tescilleyecek bir şekilde çalışmaları kadın çalışması
olarak algılanmış bir anlamda sanat eseri bile olsa ötekileştirilmiştir.
Yaratma edimi yalnızca erkelere has bir özellik değildir. Sanat tarihinde kadın
sanatçılarının gerekli koşullar sağlandığında plâstik sanatlar alanında verilen
eğitimlerle desteklenmesi durumunda ve de ünlü erkek sanatçılarla çalışabilme fırsatı
yakaladıklarında kendilerini geliştirebildikleri sanat tarihi adına değerli çalışmalar
ortaya koyabilmişleridir. Kadınların birey olabilmelerinin önündeki engeller aşılarak
özgün ve bağımsız bir biçimde benliklerini ve kimliklerini var etmeleri gerekmektedir.
Kadın sanatçı olarak var olabilmek aynı zamanda kadın kimliğini özgürce var
edebilmekle mümkündür.
Bu yüzyılın ortalarına kadar durum kadın sanatçıların alehine işlemeye devam
etmiştir. Sanat tarihi incelemelerinde Rönesans’tan önce kadınların plâstik sanatlarla
nasıl ve ne derece ilgilendiklerine dair çok az bilgiye rastlanmaktadır. Fakat,
Rönesans ile birlikte yukarıda da değindiğimiz üzere kadınların sanat alanında
çalışmalar ortaya koydukları bilinmektedir. Ancak, o dönemde de kadın sanatçılar
için sanat alanında çalışma yapmalarına yönelik gerekli imkânların sunulmadığı hatta
ket vurucu, engelleyici bir atmosfer yaratıldığı görülmektedir. Buna rağmen varlık
göstermeye çalışan kadın sanatçıların ise güçlüklerle karşılaştıkları görülmüştür.
Bu duruma ilişkin çok sayıda örnek olmakla beraber Vassari’nin kitabında yer alan
sanatçılardan Marietta Robusti ve Aretemisia Gentilechi nin yaşamı çarpıcı örnek
olarak gösterilebilir. Bu kitaptaki bilgilerden döneminin sanatçıları arasında ismi geçen
Marietta Robusti’nin kadın olmasına ve toplumsal yapının tüm olumsuzluklarına
rağmen sanatsal çalışmalarını sürdürğü ve hatta İspanyol sarayından sipariş aldığını
(Grosenick, 2005: 11) öğrenmekteyiz. Bu anlamda bu durumu sanatçının başarısının
göstergesi olarak düşünebiliriz. Ancak, bu kitaptan, babası ve ustası olan Tintoretti’nin
kızının kendi çalışmalarının önüne geçmesini engelleyebilmek için onu zorla
evlendirdiğinin bilgisi de verilmektedir. Tintorettinin bu davranışı bir anlamda eril
16
söylemin iktidarına karşı çıkmaya cüret eden kızını mevcut cinsiyet rolleri anlayışına
kurban ederek cezalandırdığı şeklinde yorumlanabilir. Kızının da bu duruma direnç
gösteremeyerek boyun eğmesi bir bakıma mevcut toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden
üretilmesine katkı verici olduğu düşünülebilir. Çünkü, çevresindeki pek çok kadın için
bu durum kadının eş ve anne rolünün pekiştirilmesi için iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Ayrıca, kaderin yarattığı bir ironi olarak, Robisti’nin evliliğinin dördüncü yılında
doğum esnasında hayatını kaybetmesi onu, kadının annelik rolünün idolü olarak,
simgeleştirmiştir. Bu üzücü olay bile toplumsal cinsiyet ayrımcılığının yeniden
üretilmesi yolunda kullanılmıştır.
Bu dönem de kadın sanatçıların hemen hepsi pek çok sıkıntı çekmiştir. Bunların
arasında ikinci örnek olarak Artemisia Gentilesch’nin hayatı da gösterilebilir. O da
kadın ve kadın sanatçı olmanın en ağır bedellerini ödemiştir. Artemisia Gentileschi
ressam Orazio nun kızıdır ve babasının atölyesinde sanat eğitimi almıştır. Ne var ki,
ondokuz yaşına geldiğinde kendisindeki yeteneği fark eden babası Orazio tarafından
perspektif dersleri vermesi için tutulan Agostino Tassi’nin tecavüzüne uğramıştır. Bu
olayın üzerine mahkeme tarafından iffetsizlikle suçlanmış, hatta mahkeme salonunda
bekâret kontrolü yapılarak tacizin boyutu daha da büyümüştür. Gentileschi bu
yaşadıklarının izlerini ömür boyu taşıyarak, normal hayatta cezalandıramadığı erkeksi
dünyayı resimlerinde cezalandırdığı (Grosenick, 2005: 11) düşünülebilir. Çünkü,
Artemisia Gentileschi’ in tüm resimlerinde ya erkekleri öldüren ya da zarar veren
kadınları veya mahkeme salonunu yorumladığı görülmektedir.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu dönemde eril
söylemin iktidarına karşı çıkma cesaretini gösterip, sanatçı olarak ben de varım
diyebilen her kadının kendine özgü, zorluklarla ve acılarla dolu bir yaşam hikâyesi
olmuştur. Kadınlar, eril söylemin cinsiyet rolleri temelinde katı bir şekilde
kurumsallaştırmış olduğu sosyal ortamda kendilerini ve sanatçı kimliklerini var etmek
zorunda kalmışlar ve bu anlamda bazıları günümüzde de geçerli olan pek çok sorunla
karşılaşmışlardır.
Örneğin, sanat akademilerine kabul edilmemişler, sanat eğitiminde çok önemli bir yeri
olan çıplak model üzerinden çalışma imkânı bulamamışlar, sanat etkinliklerine kabul
edilmemişler, yaptıkları eserler sanat eseri olarak nitelendirilmemiş zanaat kapsamında
algılanmıştır, babaları, kocaları ya da sevgilileri yapılan çalışmaları sahiplemişler ve
kendi imzalarını atmışlardır. Kadın sanatçı başarılı olsa bile bu başarı kadının hanesine
değil onu yetiştiren erkeğin başarısı olarak lanse edilmiştir.(Ulusoy 1999: 64).
Böylelikle bu alanda performans göstermeye cesaret eden kadınlar bile
hep
erkeklerinin gölgesinde kalmışlardır. Erkekler bu cesareti cüret olarak algılamıştır.
Söz konusu duruma 20.yy dan da örnekler verilmesi mümkündür. Modern dönemde
sanat alanında var olmaya çalışan kadın sanatçılardan en popüler olanlarından ikisi
Camille Claudel ve Gwen John dur. İkisi de ünlü heykeltraş Rodin’in hem öğrencisi
hem modeli hem de sevgilisi olmuştur. Burada bu iki sanatçının örnek olarak
verilmesindeki neden benzer ortamlarda bulunmalarına karşın, kadının aleyhine olan
toplumsal cinsiyet tutumlarına karşın bu iki kadının gösterdikleri farklı vaziyet alışları
yüzünden farklı deneyimleri yaşamalarıdır. Dönemlerinde modern sanat tarihi
literatürnde her iki kadın sanatçının da sanatsal anlamda başarılı olarak
değerlendirilmelerine rağmen, Camille Claudel’un kendi benliğini ve kimliğini
oluşturmak açısından israrlı davranması ve Whitney’e göre (1994) dönemin sanat
kamusunun Claudel’in işlerini, Rodin’in işlerinden daha başarılı bulması bağlamında
bir anlamda Rodin’e rakip olması, onun Gwen John dan çok farklı bir hayat deneyimi
yaşamasına neden olduğu görülmektedir.. Tıpkı Gwen John gibi Camille Claudel de
Rodin’in sevgilisi ve modeli olmuş aynı zamanda birlikte çalışmışlardır. Rodin’in
17
stüdyosuna 1883 yılında asistan olarak giren Camille Claudel kendi heykel
çalışmalarını sürdürürken bir yandan da atölyesini paylaştığı sevgilisine de
çalışmalarında katkı sağlamıştır. Claudel’in 1880’lerde 1890’ların başında Rodin’e
sağladığı katkı onun insanüstü bir üretkenliği olduğu inancını ortaya çıkartmıştır.
Rodin ile çalıştığı süre boyunca Claudel’ın yaratıcı çalışmalarının büyük bir kısmı
ustası Rodin’in işleriyle büyük benzerlik göstermekteydi (Chadwick, 1996: 176) ve
hatta bir süre sonra Rodin’e ait olduğu söylenen işlerin aslında Claudel tarafından
yapıldığı söylentileri ortaya çıktı. Rodin bu durumdan büyük rahatsızlık duyarak bir
fırsatı değerlendirip, Claudelin ailesini de ikna ederek onu akıl hastanesine kapattı.
Claudel ömrünün sonuna kadar akıl hastanesinde kalmış ve böylelikle sanat alanından
tamamen koparılmış oldu.
XIX. yy.dan beri kadınlar tarafından verilen mücadelenin faydalarını ancak XX.yy.da
yaşayan kadın sanatçılar görebilmişlerdir. Bu yeni dönemle birlikte artık kadınlar
erkeklerle aynı sanat akademilerinde gidebiliyor, aynı uzmanlık alanlarına
başvurabiliyor, aynı sergilere katılıp ödüller alabiliyorlardı. Artık kadınlar sanat
dünyasında tek başına var olabiliyor ve sorumluluk alabiliyorlardı. Sadece kadınlar
tarafından yapılmış resimlerden oluşan ilk resim sergisi 1884 yılında Amsterdam’da
düzenlenmiştir. Daha sonraları Paris’te 1908 ve 1913 yıllarında yine sadece kadınların
eserlerinin sergilenebileceği daha ileri düzeyde sergiler için kadın
sanatçılara
davetiyeler gönderilmiş ve bunun sonucunda birçok sergi düzenlenmiştir. (Grosenick,
2005: 12)
XX. yy. cinsiyet ayrımcılığının ortadan kaldırılması konusunda önemli fikirlerin ortaya
konup tartışıldığı bir dönem haline getirmiştir Bu dönemde kadın hakları ve de kadın
sanatçılar için önemli kabullenişlerin gerçekleştirildiği bir yüzyıl olmuştur. Artık kadın
ile erkek arasında bir fark olmadığı fikri yaygınlaşmaya başlamış diğer bir anlatımla
eril söylemin kurguladığı toplumsal cinsiyet rolleri sorgulanır, tartışır bir hal almıştır.
Sanat alanında üstün sanat eserlerinin cinsiyet üstü olması gerektiği fikri savunulmaya
başlamıştır.
Kısaca özetlendiği üzere, kadınların Rönesans’tan bu güne toplumun hemen her
alanında olduğu gibi sanat alanında da varlık göstermeleri, çalışmalarını ortaya
koyabilmeleri ve bu anlamada kadın kimliğini var edebilmeleri çok uzun ve meşakkatli
bir sürecin sonunda gerçekleşebilmiştir. Günümüzde bile sanat tarihinde yerini almış
önemli kadın sanatçılar olmasına rağmen yinede kadınların bu alanda en az erkekler
kadar varlık gösterdiklerini söylemek güç olacaktır. Dünyanın çeşitli yerlerindeki
modern sanat müzelerinde yer alan sanatsal çalışmalar ipucu olarak kullanılırsa; henüz
sanatçı olarak kadınların çalışmalarının erkeklerin çalışmalarının yarısına bile
yaklaşamadığı görülür. Fakat dikkati çeken başka bir nokta ise erkek sanatçıların
ortaya koyduğu çalışmalarının büyük bir çoğunluğunun hala kadın bedeni ve cinselliği
üzerine olmasıdır. (Freeland, 2008: 121)
Kadınların toplumun her alanında olduğu gibi sanat alanında da karşı karşıya kaldığı
eşit olmayan sosyal koşullar benliklerini ve dolayısıyla kimliklerini özgürce ortaya
koyabilmeleri sürecini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu konuda erkeklerle
karşılaştırıldığında kadınların; görece daha fazla güçlükle karşılaştıkları, daha çok
zorlandıkları, dil, araçsal semboller gibi sosyal araçların eril nitelikler taşıması ve
sosyal ortamın eril özellikleri nedeniyle sosyal benliklerini, kimliklerini ortaya koyma
sürecinde erkekler kadar özgür olamadıkları söylenebilir.
18
5.2. Sembolik Etkileşim Yaklaşımına Göre Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Anlamlandırılış
Biçiminin Kadın Sanatçı Kimliğinin Oluşum Sürecine Etkileri Üzerine Tartışma
Bu bölümde, buraya kadar aktarılan “sosyal benlik ve kimlik” anlayışı çalışmanın
problemleri dahilinde ele alınıp tartışılacaktır.
1-Erkeklerin sosyal ortamda bulunan araçsal semboller üzerindeki iktidarı, zihin ve
benlik süreçlerini ortaya koymada aynı araçsal sembolleri kullanmalarından dolayı
kadınların kimliklerini var etme sürecinde güçlükler yaşamalarına neden olmakta mıdır?
Sembolik etkileşim yaklaşımına göre sosyal ortamda kadınlar tıpkı erkekler gibi
toplumu oluşturan diğer bireylerin her birinin gerçekleştirdikleri sosyal etkileşimlerden
elde ettikleri sosyal deneyimlerle şeklini bulan ve her an kullanabileceği yeniden üretip
şekil verebileceği benlik potansiyelini geliştirirler. Sosyal yaşamda kadın diğerleriyle
gerçekleştirdiği tüm sosyal etkileşimler kendisine, içinde bulunduğu ortam, kendi ve
diğerleri hakkında bilgiler, deneyimler sunar. Bu deneyimler kadının bu ortamdaki
rehberi, yol göstericisi, pusulası görevini yerine getiren benliği ortaya koymaktadır.
Kadın kimliği olarak tartışılan kavram ise benliğin dışarıya yansıyan kısmıdır. Sosyal
olarak şekillenmiş bu potansiyelin kadının tercihleri doğrultusunda ortaya koymuş
olduğu ve diğerlerine özellikle yansıtmak, göstermek istediği seçilmiş tercihlerinden
oluşur.
Kadınların benlik potansiyellerini ortaya koymaları için diğerlerinin varlığı bir
zorunluluktur. Kadınlar da tıpkı erekler gibi kuralları ve sınırları önceden belirlenmiş
bir sosyal ortam içerisine doğar ve bu ortamda sosyalleşerek ortamın bu anlamda
özelliklerini öğrenir ve içselleştirir. Sosyal ortamdaki deneyimleri sayesinde diğerleri
ve diğerlerinin kendi hakkındaki görüşlerine yönelik doğru olduğunu kabul ettiği
düşüncelere sahip olur. Bu noktada aynı zamanda sosyal ortamın kendisinden
beklentilerini de keşfetmiş olur. Yani Kadın kimliğini bu süreçte var ederken
diğerlerinin beklentilerini de hesaba katan bir süreç sonunda bir potansiyel ortaya
koymuş olmaktadır. Bu durum erkek için de benzer şekilde gerçekleşen bir süreçtir. Bu
süreçteki faklılık, toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında sosyal ortamın kadın ve erkeğe
yönelik farklı beklentilere sahip olması ve bu anlamda kadına ve erkeğe farklı roller
yüklemiş olmasıdır. Böylece kadınların ve erkeklerin benlik ve kimlik potansiyellerini
ortaya koyuş süreci benzer fakat ortaya çıkan benlik potansiyellerinin farklı olması söz
konusudur.
Tüm bu süreçte kadın, aynı zamanda kendisini diğerlerinin yerine de koymuş
olmaktadır. Kendisi ile ilgili sosyal ortamın beklentilerini keşfettiğini düşündüğü bu
süreçte diğerlerinden beklenilenleri de fark etmiş olur. Böylece başkalarının rolünü
almış olur. Başkalarının rolünü alma ya da genelleştirilmiş diğeri sürecinde kadınlar,
diğerlerinin hareketlerini okur veya onların tutumlarını edinirler. Böylece kadınlar bu
süreçte belirli durumdaki belirli bir nesne tipi olarak bir benlik imgesi bir benlik resmi
üretir. Bu benlik imgesi bireyde belirli tepkiler üreten davranışsal uyaran olarak işler.
Ayrıca bireyin tepkileri diğerlerinin başka tepkilerine yola açar ve bir bireyin rol
almasını mümkün kılan, böylece yeni benlik imgeleri ve yeni davranışsal uyaranlar
üreten hareketlerin sergilenmesiyle sonuçlanır. Tüm bu süreçlerin sonunda kadınlar bir
yandan sosyal ortamın bir parçası olmakta hem de bu ortamı sürekli ve yeniden
değerlendirerek sosyal etkileşimler gerçekleştirmektedirler.
Özetle, bireyin içine doğduğu sosyal ortamın genel özelliklerini öğrenerek kendini
nesneleştirmesi ve kendisini başkalarının gözünden görme sürecinde kullanılan
19
sembolik araçlar, ataerkil yapılanma nedeniyle eril özellikler taşımaktadır. İnsanlığı var
eden her iki cinsten biri olan erkekler bu durumun avantajlarını kendilerince
kullanırken kadınlar için durum bir dezavantaj oluşturmaktadır. Zihin ve benlik
potansiyellerinin ortaya konmasında kullanılan sosyal ortamın genel özellikleri, dil,
toplumsal cinsiyet rolleri, eğitim ve sosyalizasyon gibi çeşitli araçsal sembollerin
ataerkil zihinsel kodlar içeren eril bir bakış açısıyla kurgulanıp, yapılandırılmış ve
devamlılığının bu anlamda sağlanmış olduğu görülmektedir. Kullanılan bu araçların
eril özellikleri kadınların benlik ve kimlik potansiyellerinin ortaya konulma sürecini
sosyal ortamın genel özellikleri ve beklentileri doğrultusunda biçimlendirilmesi
sonucunu ortaya çıkartmaktadır. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak kadınlar,
kendilerini diğerlerinin gözünden görmeğe çalıştıkları zaman sanatçı, öğretmen,
mühendis, mimar olarak görülmekten daha çok kadın, anne, kız kardeş olarak görülme
eğilimini tespit etmektedirler. Sosyal ortam sürekli olarak kadınların kimliklerini
erkeklerin bakış açısına göre belirlemek, düzenlemek ya da en azından sosyal
kimliklerinden çok biyolojik kimlikleriyle algılanmak zorunda oldukları sosyal
süreçleri yine ve yeniden üretmektedir. Tüm bunların sonucu olarak kadınlar kimlik
potansiyellerini ortaya koyma sürecinde sosyal ortamın sembolik araçlarının eril
özelliklerinden dolayı daha çok zorlanmakta ve güçlüklerle karşılaşmaktadırlar.
1.1. En önemli sembolik etkileşim aracı olan dil üzerindeki eril söylemin iktidarı,
kadınların kendilerini ifade ve zihin, benlik süreçlerini var etme süreçlerinde erkeklere
göre daha zorlanmalarına neden olmakta mıdır?
Birey, sosyal ortamda anlamlı sembolleri zihin aracılığıyla değerlendirir. Ortamın
karakteristik özellikleri doğrultusunda ortaya konmuş olan bu anlamlı sembollere
tepkiler ortaya koyar. Bu süreçte anlamlı semboller dil sayesinde değerlendirilir. Dil
sosyal ortamın karakteristik özelliklerine sahip olan araçsal sembollerin en
önemlilerinden biridir. Birey, dil sayesinde iletişim kurar ve her türlü zihinsel
aktiviteyi gerçekleştirir. Böylece başkalarının rolünü alabilir, kendisini diğerlerinin
gözüyle görebilir ve kendisini nesneleştirebilir.
Benlik potansiyelinin ortaya konabilmesi zihinsel aktiviteye bağlıdır. Bu anlamda
sosyal ortamda başkalarıyla gerçekleştirilen etkileşimler sayesinde zihin ve benlik
potansiyelleri ortaya konmaktadır. Bunu mümkün kılan ise araçsal sembollerden biri
olan dil dir. Bu süreçte Zihin sosyal ortama uyum sağlama ve onun parçası olma adına
bir iç konuşma süreci gerçekleştirir. Böylece anlamlı semboller değerlendirilir ve
tepkiler ortaya konur. Tüm bu süreçlerin gerçekleşmesini sağlayan zihin doğuştan
gelmez, sosyal ortamda başkalarıyla gerçekleştirilen etkileşimler sonucu ortamda yer
alan anlamlı sembolleri yorumlama ve kullanma yeteneğinin kazanılmasıyla söz
konusudur. Bireyin benlik ve kimlik potansiyelini ortaya koyma ayrıca sosyal ortamın
sıradan bir üyesi olma sürecinde başvurduğu dil taşıdığı özellikler doğrultusunda bu
süreçte ve sonucu üzerinde belirleyici olmaktadır. Bireyin benlik ve kimlik
potansiyellerinin ortaya konmasında kullanılan dil sosyal ortamın karakteristik
özelliklerini taşımaktadır. Dil ataerkil yapılanma nedeniyle eril zihinsel kodlar
içermektedir. Bu durum yeryüzündeki her dil için geçerlidir. Zira, yeryüzünde şu an
kadının ve erkeğin eşit haklara sahip olduğu eşitlikçi bir toplum yapısı
görülmemektedir. Dilin taşıdığı eril özellikler bunu benlik ve kimlik potansiyellerinin
ortaya konması sürecinde bir araç olarak kullanan kadınları olumsuz yönde
etkilemektedir. Aynı süreçleri yaşayan ve aynı araçları kullanan erkeklere göre
kadınlar benlik ve kimlik potansiyellerinin ortaya konma süreçlerinde daha
zorlanmalarına neden olmaktadır. En basit zihinsel süreçleri bile gerçekleştirmek için
ihtiyaç duyduğumuz sembolik araç olarak dil taşıdığı eril özellikler nedeniyle
kadınların kendilerini ifade ederken ve diğerleriyle gerçekleştirdiği etkileşimleri
değerlendirirken kendilerini erkelerin bakış açısına göre konumlandırmak zorunda
20
kalmaktadırlar.
2. Kadınlar, toplumsal cinsiyet rollerini erkekler üzerinden mi tanımlamaktadırlar?
Sembolik etkileşim yaklaşıma göre, kadınların ya da erkeklerin genel olarak belirli bir
konuda benzer davranış ortaya koymaları üyesi oldukları sosyal grubun o konu üzerine
genel tutumlarının ipuçlarını verir. Bir başka ifadeyle örneğin, kadınların kimi
durumda erkeğe göre ikinci plânda olması hem kadnların hem de diğerlerinin
oluşturduğu büyük grubun cinsiyet rollerini ve buna bağlı olarak ortaya çıkan durum
ve davranış biçimlerinin genel özelliklerini verir. Mead’ e göre bir bireyin davranışı
onun üyesi olduğu toplumsal grubun davranışı olarak anlamak mümkündür. Bu
durumda ortaya çıkan somut durumun değerlendirmesini kadınlar ve erkekler açısından
iki farklı anlama ve sonuca dayalı bir şekilde sosyal davranış yaklaşımına göre
değerlendirebiliriz. Bu anlamda toplumsal cinsiyet rolleri kadınların ve erkeklerin
sosyal benlik potansiyellerini ve buna bağlı olarak kimliklerini ortaya koyma
süreçlerini sosyal ortamın belirgin özellikleri doğrultusunda belirlediği söylenebilir.
Sosyal ortamda bireyler sosyalizasyon süreci içerisinde toplumsal cinsiyet rollerine
ilişkin pek çok girdiyle donatılırlar. Sosyal ortamın eril özellikleri sosyalizasyon
sürecinde öğrenilen cinsiyet rollerini de belirler. Eril yaklaşım böylece kendi varlığını
meşrulaştıracak ve devamlılığını sağlayacak cinsiyet rollerinin var olmasını sağlar.
Kadınların benlik potansiyellerini ve buna bağlı olarak kimliklerini ortaya koyma
sürecinde sosyal ortamın eril özelliklerinin büyük ölçüde belirlemiş olduğu toplumsal
cinsiyet rollerine maruz kalmaktadırlar. Ayrıca, sembolik etkileşim yaklaşımı
dahilinde benlik ve kimliğin oluşum sürecinde bireyin kendisini diğerlerinin gözünden
görme ve değerlendirmesi, kendisini sosyal ortamın genel özellikleri dahilinde
nesneleştirmesi ve diğerlerinin kendisinden beklentileri olarak belirlediği ve dolaylı
algı olarak kavramlaştırılan süreçleri yaşaması dolayısıyla kadınlar kimliklerini var
etme sürecinde kendilerini eril söylemin belirleyiciliği altında yani erkekler üzerinden
değerlendirmekte ve tanımlamaktadırlar.
Özetle toplumun kurumları tarafından kadına ve erkeğe uygun cinsiyet rolleri
belirlenmektedir. Bunu gerçekleştiren toplumsal kurumların eril özellik taşıyor olması
ve beraberinde ortaya konan toplumsal cinsiyet rolleri erkekleri daha avantajlı bir
konuma taşımaktadır. Böylece toplumsal cinsiyet rolleri ve dil gibi sembolik araçları
kullanarak erkekler, sosyal ortam üzerinde kendi iktidarlarının ihtiyaçlarına yönelik
tasarruf gücünü elde etmiş olmaktadırlar. Bu güç sayesinde sosyal ortamı kendi
ihtiyaçları doğrultusunda kadınların ikinci plânda kalacağı ve kendi iktidarlarının
onayını ve devamlılığını sağlayacakları bir şekilde yeninden üretilmesine olanak
sağlamış olmaktadırlar. Kadınlar, sosyal ortamın en önemli araçsal sembollerinden
olan toplumsal cinsiyet rollerini kendilerini ve sosyal konumlarını algılarken
kullanmaktadırlar. Toplumsal cinsiyet rollerinin eril özellikleri dolayısıyla kadınlar
kendilerini ve sosyal ortamı algılayışları erkekler üzerinden gerçekleşmektedir. Bir
başka söylemle kadınlar
değerlendirmektedirler.
toplumsal
cinsiyet
rollerini
erkekler
üzerinden
3. Toplumsal cinsiyet rollerini anlamlandırışlarından dolayı kadınlar, sanatı ve sanatçı
olmayı erkekler üzerinden mi tanımlamaktadırlar? Diğer bir ifade ile kadının kendi
varlığını algılayışı, erkeklerin kendisini (kadını) nasıl algıladığıyla ilgili bir durum
mudur? Bu durum kendi kimliğini/sanatçı kimliğini oluşturmada belirleyici midir?
Kadının sanat alanında tıpkı toplumun pek çok alanında olduğu gibi ikincil plâna
itildiğini görmekteyiz. Kadınlar, sanatçı olarak kimliğini oluşturma ve bu kimliğin
diğerleri tarafından onaylanmasını sürecinde sosyal ortamın eril özelliklerini taşıyan dil
21
veya toplumsal cinsiyet rolleri gibi araçsal sembollerin kullanımı dolayısıyla güçlükler
yaşamaktadırlar.
Sembolik etkileşim yaklaşımına göre genelleştirilmiş diğerleri kavramı, kişinin sosyal
ortamı ve anlam sistemlerini algılayışını ve yorumlayışını içerir. Bu durum sosyal
ortamın bir parçası olan kadın sanatçılar içinde söz konusudur. Sanatçı olarak kadınlar
sosyal ortamı anlamlandıracak araçsal sembolleri öğrenir ve böylece; sanatçı olarak
kadın, toplumsal rolünün/rollerinin gereklerini, sosyal ortamın kendisini bir kadın ve
bir sanatçı olarak nasıl anlamlandırıldığını, kendisini onaylayıp onaylamadığını
önceden kestirebilir. Sanatçının cinsiyetlerinden kaynaklanan toplumsal rolleri, bu
rollerin gereği olan davranış kalıpları ve sanatçı olarak, içinde yer aldığı sosyal ortamla
etkileşimlerinde, kadın ya da erkek olmalarından dolayı nasıl algıladıkları ve bu algı
sonucunda kendilerine dönerek yaşam pratiklerini ve sanatsal çalışmalarını nasıl
yeniden şekillendirdikleri sosyal ortama egemen olan toplumsal cinsiyet anlayışı ve
toplumsal cinsiyet rollerin anlamlandırılış biçimine göre açıklanabilmektedir.
Sosyal ortamda sanatçı olarak kadınların kendi benliklerini ve kimliklerini var etme
süreci, parçası oldukları sosyal ortamdan farklı bir ifadeyle kültürden bağımsız olarak
gerçekleşemez. Benliğin ortaya konulup geliştirilmesi ancak sosyal ortamda
diğerleriyle gerçekleştirilen etkileşimlerle mümkün olabilmektedir bu da diğerlerinin
varlığını zorunlu kılar. Benlik, dolayısıyla sanatçı benliği ve kimliği sanatçının içinde
yer aldığı toplumun karakteristik özelliklerini taşır. Sanatçı sosyal ortamın bir parçası
olduğu ve bu ortamı diğerleriyle paylaştığı için sanatçının benliği, kimliği de bu
ortamın değer yargılarını tarihsel ve kültürel özelliklerini taşıyacak ve sanatçı bilerek
ya da farkında olmadan bu özellikleri ortaya koyduğu sanatsal çalışmalarına
yansıtacaktır.
Sosyal ortamın ve bu ortamdaki araçsal sembollerin eril özellikleri, ya da sanat
kurumunun eril yapısı gibi sosyal ortamın maskülen özelliklerinden
kaynaklanan pek çok nedenden dolayı sosyal ortamın kadınları, sanatçı olarak
görmeme veya başarılı sanatçılar olarak kabul etmeme gibi bir isteği, yaklaşımı
söz konusudur denilebilir. Sosyal benliklerini buna bağlı olarak kimliklerini var
etme sürecinde kadınlar erkeklerle eşit şartlara sahip değillerdir. Kadınlar
çoklukla kendilerini erkekler üzerinden tanımlamakta sanatçı olarak kendilerini
algılayışları, erkelerin kendilerini nasıl algıladıklarıyla alâkalı bir hal
göstermektedir. Kadınlar sosyal benliklerini tıpkı erkeler gibi içinde yaşadıkları
ve parçası oldukları sosyal ortamla etkileşimlerinden geçerek oluştururlar fakat
sosyal ortamın karakteristik özellikleri bu etkileşimlerin doğasını ve sonuçlarını
da belirler. Bu nedenle aynı ortamda benzer etkileşimler ortaya konsa bile
sonuç olarak kadınların ve erkeklerin ortaya koydukları benlik süreçlerinin
farklılaştığı söylenebilir.
3.1. Günümüzde plâstik sanatlar alanında kadın sanatçıların kimlik oluşumunda ataerkil
yapılanmanın etkisi devam etmekte midir? Bir başka deyişle kadın sanatçılar halen
kendilerini erkekler üzerinden mi tanımlamaktadırlar?
Kimliğin dili erkek bakış açısıyla yaratılmıştır dolayısıyla, kadının profesyonel
kimliğinin gelişimi ve oluşması sosyal ve tarihsel kuvvetler tarafından
biçimlendirilmiştir. Sosyal ortamın kadına uygun gördüğü rol onların kendilerini bir
birey olmaktan çok anne, eş ve ya kız kardeş, kız evlât gibi toplumsal cinsiyet
rolleriyle özdeşleştirmelerine neden olmaktadır. Bu durum sanatsal kimliğin
oluşumunu oldukça zorlaştırmaktadır. Kadınlık rolü ve sanatçı rolü arasındaki
uyumsuzluk sonunda kadınların ben kimim sorusunu sormasına neden olmakta ve
22
kadınlar profesyonel olarak ne yaptıkları konusunda endişe taşımaktadırlar. Kadınlar
sosyal ortamda sanatçı olarak benliğini kimliğini ortaya koymakta, bu kimlik ile sosyal
ilişkilerini, etkileşimlerini gerçekleştirmekte bir anlamda sanatçı olarak kendini sosyal
ortama takdim etmektedirler. Kendisi dışındakiler yani sosyal ortam ise kendisini bir
sanatçıdan ziyade bir kadın, anne, eş olarak biyolojik cinsiyet bağlamında algılamakta
daha istekli olduğunu belli eden mesajları sosyal ortamın her aşamasındaki
etkileşimlerle kadına göndermektedirler. Sosyal ortama sunduğu benlik tasarımı ile
sosyal ortamdan geri aldığı benliğine yönelik kendi yansıması çoğunlukla aynı
olmamaktadır. Kadın bu durumda kendini ve sanatçı kimliği sorgulamakta, sanatçı
olarak kimliğinden şüphe edebilmektedir. Bu durum kadının sağlıklı sosyal ilişkiler
gerçekleştirmesinin önüne geçmektedir. Oysa sosyal ortamın uygun gördüğü biyolojik
cinsiyet kalıplarına yönelik anne, eş gibi kadınlık rollerini gerçekleştirdiğinde onay
almakta, sosyal ödüllere ulaşmaktadır. Böylece kadın bir süre sonra onaylanan
davranışlarını daha çok benimsemeyi tercih etmektedir. Bazen de kendi olmayı daha
çok tercih etmekte ve sosyal ortamla ve eril söylemle bir mücadeleye girişmektedir.
Böyle bir tercih sosyal ortamın kendisini dışlamasıyla son bulabilmektedir.
Günümüzde bunu çok sık yaşamasak bile sanat tarihinde yakın geçmişte bu tür pek çok
örnek söz konusudur.
Sonuç olarak sosyal ortamın karakteristik özellikleri eril söylemin iktidarının onayını
ve devamlılığının sağlanmasını gerçekleştirmesi nedeniyle kadınlar
üzerindeki
olumsuz etkileri sürmektedir. Sosyal ortamın süregelen bu özellikleri değişmedikçe
kadınların benlik ve kimlik potansiyellerinin ve buna bağlı olarak kadın sanatçı
kimliklerinin ortaya konmasında yaşanan olumsuzlukların ortadan kalkması mümkün
görünmemektedir. Günümüz koşullarında feminizm gibi düşünce akımları ve bu
bağlamda ortaya çıkan feminist sanat anlayışı gibi yaklaşımlar dahilinde kadın hakları,
kadın sanatı, kadın çalışmaları gibi pek çok alanda kadınların bilinçli çalışmalar ortaya
konmasına rağmen sosyal ortamın eril özelliklerinin
halen
baskın
olduğu
görülmektedir. Sonuç olarak günümüzde plâstik sanatlar alanında kadın sanatçıların
kimlik oluşumunda ataerkil yapılanmanın etkisi devam etmekte olduğu görülmektedir.
Bir başka söylemle, kadın sanatçılar dil ve toplumsal cinsiyet rolleri gibi sembolik
araçların eril özelliklerinden
tanımlamaktadırlar.
dolayı
halen
kendilerini
erkekler
üzerinden
6.Sonuç
Sosyal ortamda birey, davranışlarını gerçekleştirirken, davranışının toplum tarafından
onaylanıp onaylanmadığını dikkate alır. Kişi, sosyal ortamda uyumlu ve dengeli
ilişkiler ortaya koyabilmek için onaylanacağını düşündüğü davranışlarda daha çok
bulunmayı tercih eder. Böylece kendine ve sosyal konumuna uygun Kabul gören
davranışları ve bunların ardındaki sembolik anlamları öğrenir ve kullanır. Bireyin
sosyal ortamda davranışları öncesi kendisinden beklenileni tahmin etmesine ve bu
anlamda beklentiler geliştirmesine olanak sağlayan genelleştirilmiş diğeri bilgisi,
benlikle ilgili bilgilerin elde edilmesi, kendisi için toplumsal rol(ler) edinmesi
açısından belirleyici bir etkinliğe sahiptir. Kişinin diğerlerini genelleştirmesi için gerek
koşul ise; üzerinde anlaşılmış, anlamları paylaşılan, ortak simgelerin, içinde bulunulan
toplumun geneli tarafından kullanılıyor olmasıdır. Tüm bu süreçler kişilerin içinde
bulunduğu ve aynı zamanda bir parçası olduğu sosyal ortamı anlamlandırması sağlar.
Sosyal davranışları, diğerlerinin gerçekleştirdiği sosyal eylemleri bağlamlarıyla birlikte
anlamlandırır, değerlendirir ve sonucunda kendi davranışını ortaya koyar.
Birey sosyal ortamda diğerlerinin rolünü alırken ve diğerlerinin kendisinden
beklentilerini tahmin ederken, paylaşılan anlamları tespit eder ve bunları kullanır. Bu
noktada dil önemli bir araç olarak ortaya çıkar. Dil, kapsamı en geniş olan simge
23
sistemidir ve bireyin benliğini kimliğini var edebilmesi için son derece önemlidir. Bu
bağlamda dil paylaşılan anlamlara sahip işaretlere ihtiyaç duyar. Dil sayesinde kendi
benliğini var eder ve diğerlerine sunar aynı zamanda kendine ‘diğerinin’ cevaplarını
verebilir, böylelikle de kendisi için ‘obje’ haline gelebilir. Kendisini nesneleştirmesi
dışarıdan kendine bakabilmesine imkân tanır ve böylece dışarıya verdiği mesajları ve
diğerlerinin kendini nasıl algıladığına yönelik bir fikri olur. Bu süreç sosyal konumunu
ve bu konumunun gereklerini, diğerlerinin bu konumdan beklentilerini anlamasına
kendine bu yönde bir yön vermesine neden olur. Bu nedenle benlik bir yapı değil bir
süreç olarak algılanmalıdır.
Kadın ve erkek arasındaki ayrım toplumsal yaşamda evrensel bir örgütleyici ilkedir.
Çocuklar olarak, erkek ve kızlardan farklı beceriler öğrenmeleri ve farklı kişilikler
geliştirmeleri beklenir. Yetişkinler olarak, erkek ve kadınlar karı ya da koca, anne ya
da baba olarak belirgin bir biçimde farklı cinsiyet ilişkili roller üstlenirler. Kültürler
neyin erkeksi ya da kadınsı olduğuna yönelik tanımlar barındırırlar. Cinsiyet ile
edinilmiş kimlik kişilerde içinde yaşanılan toplumun onlara uygun gördüğü şekillerde
var olmaktadır. Yani kişi doğum ile kazanmış olduğu cinsiyet kimliğini daha sonra
toplumsal yaşantısı sonucu kazandığı özelliklerle bütünler. Kişi böylece kendisi
hakkında sahip olduğu düşüncesini yani kadın ya da erkek olarak sahip olduğu
cinsiyetle ilgili yorumlamalarını içinde bulunduğu toplumun ortak değer ve inanışları
ile belirgin hale getirir.
Sosyal ortamda bireyler sosyalizasyon süreci içerisinde toplumsal cinsiyet rollerine
ilişkin pek çok girdiyle donatılırlar. Sosyal ortamın eril özellikleri sosyalizasyon
sürecinde öğrenilen cinsiyet rollerini de belirler. Eril yaklaşım böylece kendi varlığını
meşrulaştıracak ve devamlılığını sağlayacak cinsiyet rollerinin var olmasını sağlar. Bu
süreç sonunda ortaya çıkan durum olarak; aile içi cinsiyet rollerinin paylaşımında
erkeğin en önemli görevi, ailenin geçimini sağlamak; kadının ise, ev işlerini yapmak
ve çocukların ve evin erkeğinin bakımını üstlenmektir. Bu durum sosyal alanda
kadına ikincil bir sosyal konumu belirler. Böyle bir konum kadının bilimde sanatta,
felsefede ikincil olan, ya da görünmez olan kişi haline dönüştürmektedir. Kadın baş
rolü erkeğin oynadığı insanlık tarihinin sahnesinde, ikincil konumu ve senaryosunu,
seslendirmesini erkeğin belirlediği ya da en azından izin verdiği bir yardımcı rolü
yerine getirmiş olmaktadır. Tarih içerisinde yüzyıllar boyu kadın, kendisi hakkında
bilgi üretmeyen, kendisini ve çalışmalarını görünür kılamayan bir tarihsel anlayış
sürecinde ele alınıp nesnelleştirilmiş, yine bu süreç içerisinde kadına insanlığın
devamlılığını sağlayan biyolojik roller uygun görülüp erkeğin toplumsal egemenliğini
onaylayacak bir şekilde konumlandırılmak istenmişlerdir. Bu noktada tarih kadınların
ilgisini çekmiş sosyal bilimler alanında, "tarihte neden kadına dair bilgi yok",
"kadınlar gerçekten tarih içinde yoklar mı" sorularının peşine düşen feminist girişimler
ortaya çıkmaya başlamıştır.
Eril söylemin ve egemen kültürün baskısına maruz kalan kadınlar kendilerini
tanımalarına ve benliklerini ortaya koyabilmelerine olanak sağlayacak özgür sosyal
ortamdan uzak kalmışlar ve bu nedenle kimliklerini oluşturma ve bunu ortaya koyma
sürecinde yaşadıkları bu olumsuzlukları ve sonuçlarını da içselleştirmek zorunda
kalmışlardır. Sosyal ortamda sosyal ilişkilerle benliklerini var etmeye çalışan kadınlar
diğerlerinin kendisinden beklentilerini meşru olarak algılamış ve bilim, sanat, tarih gibi
alanları eril yaklaşımın faaliyet alanı olarak algılamak zorunda kalarak bu alanlardan
uzak kalmayı tercih etmişler, ısrar edenler ise bir şekilde kendileri ve ortaya koydukları
çalışmalar değersiz bulunmuş, görmezden gelinmiştir
Sosyal ortamın eril söylemi, kadınlara erkeğin ihtiyaçlarına uyan rolleri uygun
görmekte ve bu rollere uyum için kadının biyolojik doğasını kendisine karşı
kullanmaktadır. Bu süreç kadının bir birey olarak ya da bir sanatçı olarak benliğini var
24
etmesini kimliğini ortaya koymasını zorlaştırmaktadır. Sonuç olarak, benlik ve
kimliğin ortaya konma sürecinde kullanılan araçların üzerine eril söylemin iktidarı söz
konusudur ve bu araçlar eril özellikler taşımaktadır. Kadınların birey ya da kadın
sanatçı olma sürecinde benlik ve kimlik süreçlerini bu araçlar vasıtasıyla ortaya
koymak zorunda olmaları nedeniyle, kadınların tamamıyla kendilerini ifade eden
özgün benlikler ve kimlikler ortaya koyabilmeleri olası görülmemektedir. Toplumsal
ortamın özellikleri ve kadına yönelik bu haksızlığı bertaraf etmek adına ve kadınların
özgürce benliklerini ve özgün kimliklerini ortaya koymalarını sağlamak üzere
toplumsal cinsiyet rolleri ya da dil gibi sosyal araçlar üzerindeki eril iktidarı ortadan
kaldırılması ya da kadınların kendilerine bu anlamda yeni sosyal araçlar var
etmelerininin sağlanması gerekmektedir.
Kaynakça:
Bahsin, K. (2003). Toplumsal Cinsiyet. İstanbul: Kadınlarla Dayanışma Vakfı
Yayınları.
Berktay, F. (1998). Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak. İstanbul: Pencere Yayınları.
Berktay, F. (2003). Tarihin Cinsiyeti. İstanbul: Metis Yayınları.
Bilgiseven Â. K. (1982). Genel Sosyoloji. Kavramlar-Nazariyeler Bünye (Türkiye’de
Sosyal Tabakalaşma) Değişme ve Sosyal Gelişme. İstanbul.
Chadwick, W. (1996). Women, Art and Society. Singapur: Thames and Hudson.
Coser, L. A. (2008). Sosyolojik Düşüncenin Ustaları. Ankara: De Ki Basım Yayım.
Ecevit, Y. (1998) Türkiyede Ücretli Kadın Emeğinin Toplumsal Cinsiyet
Temelinde Analizi, 75 yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları,
Freeland, C. (2008). Sanat Kuramı (Fisun Demir, Çev.). Ankara: Dost Kitabevi
Yayınları.
Goethals, G. R., Darley, J. M. (1987). Social Comparison Theory: Self Evaluation
and Group Life. N.Y.: Springer-Verlag.
Goffman, E. (2004). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (Barış Cezar, Çev.).
İstanbul: Metis Yayınları.
Grosenick, U. (2005). Women Artists. London: Taschen.
Hewit, J. P. (1979). Self and Society: Symbolic İnteractionist Social Psychology. Ally
and Bacon Inc.
Işık, S. N. (2002). 1990’larda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Hareketi
İçinde Oluşmuş Bazı Gözlem ve Düşünceler. (Bora, A, Günal, A. der.).
İlyasoğlu, A., Akgökçe, N. (2001). Yerli Bir Feminizme Doğru. İstanbul: Sel
Yayıncılık.
Jones, A. (1998). Body Art/Performing The Subject. London : University of Minnesota
Pres.
Kağan, S. M. (2008). Estetik ve Sanat Notları (Aziz Çalışlar, Çev.). İzmir:
Karakalem Kitabevi.
Kalnicka, Z. (2006). Feminist Metaforlar. Felsefeye Ne Önerebilirler?. Kadın
Çalısmaları Dergisi, Sayı. 2.
Knowles, E. S. (1982). From Individuals to Group Members: A dialectic fort the
Social Sciences.
Lerner, G. (1993). The Creation of Patriarchy . Oxford: Oxford University Pres.
Lindaman, E. (1976). Images of Future. Toronto: Toronto Press.
Lynton, N. (2004). Modern Sanatın Öyküsü (Cevat Çapan, Sadi Öziş, Çev.). İstanbul:
Remzi Kitabevi.
Macrea, C. N., Bodenhousen, G. V., Milne, A. B. (1998). Saying no to unwanted thoughts:
Self –Focus and the regulation of mental life. Journal of Personality and Social
Psychology.
25
Mansfıeld, N. (2006). Öznellik-Freud’dan Haraway’e Kendilik Kuramları ( H.
Çetinkaya, R. Durmaz, Çev.). İstanbul: Aralık Yayınları.
Mardin, A. (2002) Hanımlar Aleminden Rozaya. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Marshall, C. (1999). Sosyoloji Sözlügü. İstanbul: Bilim Sanat Yayınları.
Mead, G. H. (1934). Mind, Self and Society. London: The University Of Chicago
Pres.
Miller, D. L. (1982). The Individual and the Social Self Unpublished Work of
George Herbert Mead. London: The University of Chicago Press.
Oglesby, C. A., Hill, K. L. (1993). Gender and Sport. Handbook of research on sport
psychology. New York: Macmillian Publishing company.
Rakow, L. (1995). Popüler Kültüre Feminist Yaklaşımlar: Ataerkinin Hakkını Teslim
Etmek. (S. İrvan, M. Binark der.).
Ritzer G. (2005). Encyclopedia of Social Theory. California: Sage Publications, Inc.
Ritzer G., Smart, B. (2003). Handbook of Social Theory. London: SAGE Publications
Ltd.
Stephan, C. (1989) Gender and Feminzm. New York: Oxford University Pres.
Taylor, S. E., Peplau, L. A., Sears, D. O. (2007). Sosyal Psikoloji. Ankara: İmge
Kitapevi.
Turner, H. J., Beeghley, L., Powers, C. H. (2007). Sosyolojik Teorinin Oluşumu.
İstanbul: Sentez Yayıncılık.
Tutal, N. (2001). Fransız Düşünürlerden Ötekilik Yaklaşımları. Kültür ve İletişim,
Sayı. 4.
Ulusoy, D. (1999) Plâstik Sanatlarda Toplumsal Cinsiyet. Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dergisi. Cilt:16 Sayı:2
Whitney, C. (1994). Women, Art and Society. Singapur: Thames and Hudson.
Yoder, J. D. (1999). Women and Gender: Transforming psychology. NJ: Prentice Hall.
26

Benzer belgeler