haberler... haberler... haberler... haberler

Transkript

haberler... haberler... haberler... haberler
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İÇİNDEKİLER
Prof. Dr. Cahit Kavcar
Mehmet Genç
Faik Ay
Bekir Özgen
Mehmet Rayman
Prof. Dr. Osman Gökçe
Ahmet Cengiz
Prof. Dr. Şadan Gökovalı
T. Ayhan Çıkın
Etem Oruç
Muharrem Karataş
Rahim Gür
Rıza Yetim
Mustafa Ağır
Ahmet M. Egemen
Hüseyin Yaşar
Emin Ugunlu
Nabide Kılınç
Şadiye Dönümcü
Bahtiyar Takkalı
Mevlüt Kaplan
Ali Kaya
Mehmet Karabacaklar
Av. Hüseyin Özbek
Turgut Dereli
Muammer Özler
Fuat Keyik
Prof. Dr. Kemal Kocabaş
Hatice Yücel
Sevim Karaman
M. Cevat Turan
Prof. Dr. Ramazan Demir
Hüseyin Uysal
Tahsin Şimşek
Av. Sabri Kuşkonmaz
Ahmet Nuri Doğan
Metin Güven
Yeliz Güldal
Nurettin Özkan
Şener Tek
Zekeriya Yavuz
Salih Gözek
Cuma Esentürk
Mertcan Deliktaş
Ayla Tarhan Kavrukkoca
Müjgan Tutan Katlan
Orhan Arık
Esat Ersöz
Azmi Ermiş
Haberler
Osmanlıca Düşkünlüğü .................................................................................................2
Sağım Solum Kravatlı Afrika ........................................................................................3
Kime Göre Biz Kimiz ? .................................................................................................4
Eğitim ve Barış..............................................................................................................6
Paslaşma ......................................................................................................................7
Bitmeyen Kavga ve Bir Uzay Profesörü ........................................................................8
Kara Elmas .................................................................................................................10
Cazkırlar’dan Profesörlüğe..........................................................................................11
Uğur Mumcu ..............................................................................................................12
Bitmeyen Yarış ...........................................................................................................13
Özdemir İnce Öğretmenime .......................................................................................14
Boz Urbalılardı............................................................................................................15
Suç Kimde ? ...............................................................................................................16
Köy Enstitülü Gözüyle 17 Nisan .................................................................................17
Aydınlanma Işığı .........................................................................................................18
Biliyor musunuz? .......................................................................................................20
Onların Hepsi Köy Enstitülüydü..................................................................................21
Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik ....................................................................................24
Medya Huzurevi Algısını Nasıl Yönetiyor? ..................................................................26
Vay Anam....................................................................................................................27
Atatürk Olmasaydı ......................................................................................................29
Gazi Dedem ................................................................................................................30
Dolu Dolu Yaşamak.....................................................................................................32
Son Umudumuz Anzak ..............................................................................................33
İzmir’e Yolculuklarım (2) ...........................................................................................34
Datça’da Gün Batımı ..................................................................................................35
Öğrencim Küçük Baba Olmuş ....................................................................................36
Yaşar Kemal’in Ardından .............................................................................................38
Yaşar Kemal Bodrum’da .............................................................................................40
Magoli Rufer Eyüboğlu, Yaşar Kemal .........................................................................41
Peşinden .....................................................................................................................41
Milli İrade, Millet İradesi Demek Değildir ..................................................................42
Teslim Olmadan ..........................................................................................................43
Gerçeğin Savaşı...........................................................................................................44
Diziler, Kostümler ve Sürdürülebilir Vasatlık .............................................................48
Clara Zetkin’den Ayşe’ye ............................................................................................49
Ne Yapacaksın İki Lirayı .............................................................................................51
Kravat .........................................................................................................................52
Berkin’e ......................................................................................................................53
Adabelenliyiz Biz Adabelen Biziz ...............................................................................53
Görmeyen Gözler .......................................................................................................54
Güzel Kız ....................................................................................................................55
Paradoks ....................................................................................................................55
Damla ........................................................................................................................56
Rüyalarda ..................................................................................................................56
Ustam ........................................................................................................................56
Öğretmen Olmak .......................................................................................................57
Zülfikar Ortaç .............................................................................................................58
Senin Kimsen Yokmu?.................................................................................................60
...................................................................................................................................61
Eskişehir'de bir girişim:
“Bu kitap herkesin!..
OKU-BIRAK
Bir kitap da sen bırak"
Ülke genelinde yaygınlaştırılmalı.
Okuyan toplumda demokrasi olur!..
-1-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Önce Dilimiz
OSMANLICA DÜŞKÜNLÜĞÜ
Prof. Dr. Cahit KAVCAR
Ankara Üniversitesi
• Ülkemizde 2003 yılında, şimdiki iktidarın ikinci
yılında açılan ve sayısı bugün 88'e ulaşan Sosyal
Bilimler Liselerinde de okutuluyor Osmanlıca dersi.
Hem de zorunlu ders olarak. O zamanki temel gerekçe,
arşivlerdeki belgeleri okuyacak eleman yetiştirmekti. O
liselerde okuyup da arşivde çalışan bir tek mezun var mı
bugün? Onlar okuyup anlıyorlar mı acaba Osmanlıca
metinleri? Bakanlık en küçük bir araştırma, inceleme
yaptı ya da yaptırdı mı? Osmanlıca sevdalıları ne diyor
bu sorulara? Şimdiki temel gerekçe ise mezar taşları
okumakmış! Komik değil mi?
• 28 harften oluşan Arap alfabesine Farsça “p, ç, j”
harflerini eklemiş, Osmanlılar da 31 harften oluşan bu
alfabeyi alıp kullanmışlardır. Bu harflerin bağımsız
şekli ile sözcüğün başındaki, ortasındaki, sonundaki
şekilleri farklıdır ve bunları öğrenmek yeni harfler
kadar kolay değildir. Bunlar biliniyor mu?
Giriş
Aralık 2014 başında toplanan Millî Eğitim
Şûrası'nın Din Şûrasına dönüştüğü ve ağırlığı
Osmanlıcanın oluşturduğu görülmektedir.
“Osmanlıca” dersini Şûranın en önemli konusu haline
getirenler, ya Osmanlıcanın ne olduğunu bilmiyorlar
ya da bilinçli ve kasıtlı olarak bilmezden geliyorlar.
Öncelikle Osmanlıca yandaşları “Eski Yazı” ile
Osmanlıca’yı birbirine karıştırıyorlar, “Eski
Türkçe”den ise hiç haberleri yok. Önce kısa birer
tanım yapalım. Osmanlıca, Arap alfabesiyle
yazılan, Arapça, Farsça (İran dili) ve Türkçe
karışımı, aydınlar arasında ve saray çevresinde
kullanılan, halka yabancı bir yazı dilidir. “Eski
Yazı” ise Arap alfabesiyle Türkçe yazılan, Harf
Devrimi'nden önce kullanılan yazıdır. Eski yazıyı
bilmek; Osmanlıca’yı okumak, anlamak ve yazmak
için kesinlikle yeterli değildir. Eski yazıya halk
arasında “Eski Türkçe” denir. Eski Türkçe alfabeyi
bilmek, Osmanlıca metinleri okuyup anlamak için
yetmez.
Bilinmesi Gereken Temel Noktalar
• Osmanlıca ile halkımızın yerinde bir deyişiyle
Eski Türkçe’yi karıştırmamak gerekir. Arapça, Farsça,
Türkçe bilmeden Osmanlıca öğrenilemez. Eski yazıyı
öğrenen bir kişi Arapça öğrenmiş olmaz. Çünkü Arapça
ayrı bir dildir.
• Ülkemizde Osmanlıca’yı en iyi bilenler,
üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ile Tarih
bölümü mezunlarıdır. Çünkü uzmanlık alanları bunu
gerektirir ve onlar Türkçenin yanı sıra az çok Arapça ve
Farsça da öğrenirler.
• Arap alfabesinde sesli harf sayısı çok azdır ve bu
alfabe Türkçenin yapısına uygun değildir. Örneğin
“kef” ve “lam” harfleriyle yazılan bir sözcük “gel, gül,
göl, kel, kil, kül…” biçiminde okunabilir. Doğru biçimi
ise sözün gelişinden anlaşılır. Çocuklar bunu yapabilir
mi? Yapmaları gerekir mi?
• Bilim tarihçisi bir gazeteci yazar çok haklı olarak
şu iki soruyu soruyor: “Osmanlıcanın liselerde
öğretilmesini isteyenlerin, Osmanlıcanın geçirdiği
evrimden haberleri var mı? Öğrencilere hangi
Osmanlıca’yı öğretmeyi düşünüyorlar?” (Bahadır).
Türkçenin ve Osmanlıcanın gelişme evreleri,
dönemleri konusunda temel kaynakların başında,
büyük dilci Agâh Sırrı Levend'in kaynakçada belirtilen
önemli eserine bakılmalıdır.
• Önemli bir konu ve soru da şu: şimdilik seçimlik
denilen ama kısa zamanda zorunluya dönüşecek olan
Osmanlıca dersini kim verecek? Kim öğretecek
• Osmanlıca yaklaşık %75-80 Arapça ve
Farsça’dan, %20-25 Türkçe’den oluşan karma bir
dildir. Elbette ki bu oranlar dönemlere ve yazarlara
göre değişiklik gösterir. Sözgelimi Tanzimat'tan sonra
ve Millî Edebiyat döneminde Türkçe oranı yükselir.
• Karma bir dil olduğu için, bu üç dilden birini
örneğin Arapça’yı çok iyi bilen bir kişi Osmanlıca
metinleri okuyup anlayamaz. Üç dili de az çok bilmek
gerekir. İmam hatip okulu mezunları, hatta özel ilgisi
ve merakı olanların dışında ilahiyat fakültesi
mezunları da Osmanlıca metinleri, örneğin Fuzuli'nin
“Su Kasidesi”ni, Baki'nin “Kanuni Mersiyesi”ni
kolay kolay okuyup anlayamazlar. Çeşitli nesirleri
anlayamazlar. Osmanlıca diye diye nutuk atan üst
düzey yöneticiler de doğru dürüst bilmez
Osmanlıca’yı. Şûra üyelerinin büyük çoğunluğu hiç
bilmez. EĞİTİM BİR-SEN yöneticilerinden bilen var
mı acaba?
Peki, yarım yamalak eski yazıyı öğrenen
çocuklar, nasıl okuyup anlayacak eski metinleri? Çok
anlamsız ve gereksiz bir şekilde yorulmaktan, boşuna
emek vermekten, eziyet çekmekten başka çocukların
eline ne geçecek? İlgililer bunu biliyor mu?
-2-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Osmanlıca’yı? Dışarıdan, örneğin
Arabistan'dan “ithal” öğretmen mi gelecek?
İmamlar ya da imam hatip mezunları mı girecek
derse? Öğretmen sorunu kolay bir iş mi
sanılıyor?
Sonuç
İyice düşünülmesi gereken önemli bir soru
da şu: Öğretilecek Osmanlıca ülkenin hangi
sorununa çare olacak, hangi soruna çözüm
getirecektir? Bugün ülkemizde nitelikli eğitim,
nitelikli öğretmen, bilimsel eğitim, araştırma,
dış dünya ile yarışma, PISA sınavları, laik
eğitim gibi birçok temel sorun varken niçin
onlar görmezden geliniyor ve Osmanlıca öne
alınıyor? Yoksa gizlenen ve bizim bilmediğimiz
başka amaçlar mı var? Laik Cumhuriyetin
devrim yasalarından Harf Devrimini, onun
ardından Dil Devrimini yok etmek mi yoksa
uzak hedef?
Alfabe konusu, Cumhuriyeti ve devrimleri
bir türlü içine sindirmeyen, bunlara saldırmak
için fırsat kollayan kimi çevrelerce zaman
zaman gündeme getirilir. Hem de birtakım
kılıflar uydurularak ve gerçek niyetler
gizlenerek. Neymiş, “kadın” sözcüğü “q” ile
yazılmalıymış vb. Bu son şûra da çok uygun bir
fırsattı ve onu değerlendirmeye kalkıştılar
anlaşılan. Sözün özü bu… Ama Harf Devrimini
yok etmeye bu şûranın da, her an fırsat kollayan
çevrelerin de gücü yetmez. Bu çok iyi bilinmeli.
Yer İstanbul Asker Hastanesi. 1. Dünya Savaşı'nda yaralanmış
gazilerimize gelen mektuplarının, hastane imamı tarafından
okunması...
Harf ve Dil Devrimi neden gerekli idi?! Yanıtı yeterince açık değil mi?
Sağım solum
kravatlı
Afrika
Mehmet GENÇ
Birkaç Kaynak
1-Atabek, Erdal (15 Aralık 2014), “Uygarlığın
Neresindeyiz?”, Cumhuriyet Gazetesi.
2-Bahadır, Osman (12 Aralık 2014), “Hangi
Osmanlıcayı Öğreteceksiniz?”, Cumhuriyet Bilim
Teknoloji, sayı 1447.
3-Bursalı, Orhan (14 Aralık 2014), “Ekranda
İnönü Üzerine Bir Yalan”, Cumhuriyet Gazetesi.
4-Demir, Veli (15 Aralık 2014), “Cumhuriyet
Eğitimini Bitirme Şûrası”, Cumhuriyet Gazetesi.
5-Erinç, Orhan (13 Aralık 2014), “Mezar Taşı
Uydurması”, Cumhuriyet Gazetesi.
6- Kavcar, Cahit (Kasım 2007), “Yazı Devrimi ve
Türkçenin Yaşaması”, Çağdaş Türk Dili Dergisi, Sayı
237.
7-Kongar, Emre (11 Aralık 2014), “Osmanlıcayı
Dayatanlar”, Cumhuriyet Gazetesi.
8-Levend, Agâh Sırrı (2010), Türk Dilinde
Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara: Dil Derneği
Yayını.
9-Tavşanoğlu, Leyla (14 Aralık 2014), “Pazar
Konuğu Kemal Ateş'le Görüşme”, Cumhuriyet
Gazetesi.
[email protected]
Sezdim seni… kendince apayrı anlam gibisin
Üşenmeden alıp güneşe tutsam, baksam doyasıya
Çekirdeği görünen Malatya kaysısından öte
Zemheri soğukta Datça yamaçlarında falan
Çoban aldatan günümde yeniyetme dal gibisin
Kavradım seni… “küçük annem” dediğim tatsın
Varılan menzil hep ötelenen öteki kendimizdir
Akdeniz'in zil çalan eteklerinde değilsen eğer
Ola ki Aydın dağlarında şaşkın bir erik dalısın
Onca şair dil dökse sen nesin ne değilsin'e dair
Sen orada, ben burada geriye erişilmez aşk kalır
Anla beni… sağım solum kravatlı Afrika
Gayrı finansal sabıkalarım kredi kartlarımda
Terzideki kıç ölçüm bile polis kayıtlarında saklı
Google amcam senden daha iyisini bulur diye
Teknolojiye ipotekli sana sakladığım gülüşlerim
-3-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
KİME GÖRE BİZ KİMİZ?
Faik AY
değişik yörelerde kullanılmaktadır. Türkün beşiği
Orta Asya olmuş, oradan dünyanın dört bir yanına
serpilmişlerdir.Ancak;
Son zamanlarda özellikle de kimilerinin Ulu
Hakan, kimilerinin de Kızıl Sultan dediği 2.
Abdülhamit Türkler için “ETRAK-I Bİ İDRAK”
diyerek onları aşağılamış, düşünceden ve
algılamadan yoksun olduklarını belirtmiştir.
Aşağılamalarına rağmen Türk adını
kullanamamazlık edememiştir. Kendi soyunun
varlığından haberdar değildir. Hükümdarlığı
zamanında kaybedilen topraklarda bugün 15 ayrı
devlet hüküm sürmektedir. Türk'ten o kadar
uzaklaşmıştı ki, sarayda Müslüman Türkler yerine,
Türk olmayan Müslümanlar (Arnavut, Boşnak,
Hırvat, Çerkez, Pomak, Arap vs… ) ile azınlıklar
görevlendirilmiştir.
Kendilerini Türk olarak görmeyen halen
Mardin Büyükşehir belediye başkanı olan Ahmet
Türk, Türk olan soyadını değiştirmemektedir.
Aşiretinin adı da Türk'tür. O da aşireti de bu
ülkenin ekmeğini yemekte, her türlü nimetlerinden
yararlanmaktadır. Her halde mensup olduğu Türk
aşireti yüzyıllardır var. Kürtleşmiş Türk olmasın?
Ziya Gökalp de Diyarbakırlı bir Kürt olmasına
rağmen “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabını
yazarak Türklerin nasıl olmaları gerektiğini
vurgulamaktadır.
Geçenlerde yitirdiğimiz efsane Yaşar Kemal
de Kürt'tür. Kendi ifadesiyle ününü, Türk diline ve
Türk yazarı olarak adlandırılmasına borçlu
olduğunu belirtmiştir.
Orta Asya'da devleti kuranlara dünya
tarihçileri Türk, Türk yurdu, Türkeli derler.
Kurdukları devletlere de Göktürk, Uygur, Kutluk,
Türkistan, Türkmenistan demişlerdir. Dikkatinizi
çekerim adların hepsi Türkçedir. Güncel olarak dile
getirilen 16 devleti kuran ve yıkan devletlerin hepsi
Türk devletleri olarak anılmaktadır. Bizimkiler her
ne kadar Türk adını anmakta sıkıntı çekiyorlarsa da
1285 yıl önce Bilge Kağan, Kültigin, Yuluğ Tigin,
Yakın geçmişte Cumhuriyet Gazetesi'nin
Bilim Teknik ekinde Sayın Doğan Kuban'ın bir
yazısını okudum. Konusu, öz olarak “Biz kimiz,
başkaları bizim için ne diyor?”
Kendisi için, “Babam Midillili bir göçmen,
annem Kafkasyalı Çerkez, ben ise İstanbul
doğumlu öz be öz Türküm diyor.” Hepimizin
geçmişini araştırsak, buna benzer sonuçlar çıkar.
Bugün yeryüzünde 300 milyon Türkçe
konuşan ve Türk olarak adlandırılan insan var.
Bunların arasında kendilerini Türk olarak kabul
edenler olduğu gibi, inkârcılar da vardır. Ne kadar
inkâr edilirse edilsin gerçeği şöyle veya böyle dile
getirirler.
Yüce Atatürk, hiçbir ayrım gözetmeden
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran herkesi, Türk
şemsiyesi altına almıştır.
Türk adı yeni ortaya çıkmış bir kavram
değildir. Ancak bu addan rahatsız olanlar ( Millet
yerine ümmeti yeğlerler.) Türk adını mümkün
olduğu kadar kullanmayıp ötelemeye çalışıyorlar.
Yerine Osmanlı’yı Osmanlıca’yı yerleştirmeye
çalışıyorlar. TV dizileri Osmanlı ile yatıp
kalkmakta. Osmanlı tokadı, Filinta, Diriliş
Ertuğrul. Osmanlıca tartışmaları vs… sanki bunlar
Türk değil.
Bunlar, Osmanlı’yı da bilmiyorlar. Peki,
Osmanlı kim? Öz be öz Türk. Orta Asya dan
Anadolu'ya ne zaman geldikleri kesin olarak
bilinmeyen Üçokların Kayı boyu kolundan bir
Türkmen aşireti. 11 ve 12. yüzyıllarda Anadolu'da
barındıkları ile ilgili kanıtlar var. Selçuklu sultanı
bunları Bizans'a komşu vilayetlere uçbeyi olarak
görevlendiriyor. Ancak Kayı aşiretinden bir devlet
doğuyor. Namık Kemal de vatan kasidesinde “Bir
devlet yarattık bir aşiretten” diyerek bir devletin
kuruluşuna işaret etmektedir. Kayı aşireti devlet
kuran bir Türkmen aşiretidir.
Türk adı Osmanlı’dan önce de, Kayılar’dan
önce de vardı. İnsanlığın varoluşundan bu yana
-4-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Anadolu'yu da Türk yurdu olarak görür. Zaten dünya
İpekyolu üzerinde yer alan coğrafyaya Türkeli,
Türkistan, Türkmenistan, Türki devletler der.
Yüzyıllar önce değişik medeniyetlerle
Anadolu'dan ayrılıp dünyanın dört bir yanına dağılan
yurttaşlarımıza dünya ''TURCO'' der. Hatta yakın
geçmişte Arjantin Devlet Başkanının adı da El Turco
idi. Çünkü onun ailesi de yüzyıllar öncesinden
Anadolu'dan göç eden yurttaşlarımızdandır.
Tarih okuyanlarımız bilir. Osmanlının Avrupa'da
ilerleme dönemlerinde Hıristiyan aileler yaramazlık
yapan çocuklarını “Türkler geliyor, uyumazsanız sizi
Türklere veririz.'' diye korkuturlarmış. Onlar için
Anadolu'dan gelen kim olursa olsun Türk'tü.
Türkiye de Kürtleşmiş Türkler olduğu gibi,
Türkleşmiş Kürtler de vardır. Hepsi yurt içinde TC
kimlik cüzdanını, yurtdışında da TC pasaportu
taşırlar. Dünyanın algısı bu yöndedir.
Türkiye insanının ortak paydası TÜRKÇE olan
dilidir.
İşgal yıllarında (1918-1922) Ege Bölgesi'nin
pek çok yerinde yerli Rumlar ile sonradan
yerleştirilmiş Rumlar vardı. Özellikle kıyı
kesimlerde Çeşme, Karaburun, Urla, Seferihisar,
Ayvalık, Edremit vs… yoğun bir Rum nüfusu vardı.
Bunlar Rumca bilmez Türkçe konuşurlardı. İşgal
zamanında Rumlara Rumca öğretmek için
Yunanistan'dan öğretmenler getirilir. Karaburun'un
Saip köyünde de Rum öğretmen derse başladığında
Saipli Rumlar Rumca konuşmayı reddederler. Derler
ki: “Bizim ne güzel Türkçe dilimiz var, başka dil
istemeyiz.”
Anadolu'da Rum nüfusunun yoğun olduğu
yerlerden biri de Karamandır. Eski Yunanistan
başbakanı Konstantin Karamanlis de Karaman'dan
Yunanistan'a göç etmiş ailelerdendir. Yunanlı yazar
EVANGELİA BALTA'nın ( balta soyadına dikkat,
Türkçedir) İş Bankası yayınlarından yeni çıkan
''GERÇİ RUM İSEK DE RUMCA BİLMEZ
TÜRKÇE SÖYLERİZ'' adlı kitabı Anadolu'yu yurt
edinmiş bütün insanların ortak paydalarının Türk Dili
olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
İsmet Zeki Eyüboğlu'nun “Tanrı yaratan
topraklar ANADOLU” kitabında'' bilgi kızların
çeyiz sandığı değildir.'' ifadesi yer alır. Bilgi
kullanıldığı ve yararlanıldığı sürece faydalı olur. Ben
de bu düşünceyle çeyiz sandığımı size açtım.
Herkesin payına düşeni alması dileğiyle…
Tonyukuk adına Orta Asya'da Orhun nehri kenarına
diktikleri anıtlara “Tanrı Türk'ü korusun” ibaresini
yazmışlardır. Dikkat ederseniz bu isimler de
Türkçedir.
Selçuklular Türk”tü. Ama saray dili Farsça ve
Arapça idi. Halk hiç bir şey anlamıyordu. İdare
edenle idare edilen arası tamamen kopuktu. Bunu
sezen vezir Karamanlı Mehmet Bey bir sultan
fermanı yayımlıyor ve diyor ki: “Bundan böyle
sarayda, bağda bahçede, çarşıda pazarda Türkçe
konuşulacaktır.”
Gazneliler zamanında da bir bilge olan
Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügat-ı Türk adıyla bir
sözlük hazırlıyor. Bu sözlükle Gazne Devletinde
bulunan Araplara Türkçe öğretmeyi amaçlıyor.
Halen kullandığımız pek çok sözcük o sözlükte yer
almaktadır.
Günümüzde Türklükten kaçıp Osmanlı’ya
veya başka yerlere sığınanların Atatürk'ün
tanımladığı Türklükten başka gidecek yerleri
yoktur.
Dinsel kayıtlarda da Türk adı vardır. Örneğin
Nuh peygamberin 3 oğlu vardır. Birinin adı Yasef.
Yasef'in oğlunun adı Türk'tür. Bu nereden
kaynaklanabilir. Nuh Tufanı olayı Anadolu
kaynaklıdır. Nuh'un gemisi halen Ağrı Dağında ya
da Cudi Dağında aranmaktadır. Anadolu insanının
Yasef'in oğlu Türk'ten türediği iddia edilmektedir.
Yine Hz. İbrahim'in babasının adı Azer.
Azer'in Türk olduğu bilinmektedir. Hz. İbrahim'in
Urfa kaynaklı olduğu Urfa Kralı Nemrut tarafından
mancınıkla yanan ateşin içine atıldığı, kutsal olan
peygamber Hz. İbrahim'in yanmayıp kor halindeki
odunların balığa dönüştüğü ve bugün bu balıkların
Balıklıgöldeki balıklar olduğu rivayet
edilmektedir. Bu söylenceye göre de Anadolu
insanının Hz. İbrahim'in babası Azer'in (Türk'ün)
torunları olduğu söylenir.
Hz. Muhammed'in karşıtları ile yaptığı
Hendek savaşında(627) Müslümanları
barındırmak için kurulan Sahra Çadırlarının adı
“GUBBA TÜRKİYA” yani Türk Çadırı.
Peygamberimizin, deve kervanlarıyla ticaret için
Şam'a Bağdat'a Halep'e, Acem illerine gittiği
bilinmektedir. Araplar Müslüman olmadan önce de
İpekyolu'nu kullanıyorlardı. Bu nedenle göçebe
Türklerin çadırlarını örneklemeleri doğaldır.
Anadolu'ya veya Anadolu'dan başka yerlere
gidenlere başkaları Türk gözüyle bakar.
-5-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
EĞİTİM ve BARIŞ
Bekir ÖZGEN
[email protected]
TANIM: Dar anlamda “barış”; devletler
arasında savaş olmaması, dostluk ilişkileri
kurulması durumudur. Geniş anlamda ise; toplumda
çatışmasız, kavgasız, bir yaşam ortamı
sağlanmasıdır. İnsanların yarınlara güvenle
bakabilmesi, erinç ve gönenç içinde insan gibi
yaşayabilmesidir. Bu da tüm halkların ortak
idealidir.
Bu anlamda eğitim, insanın şeytansal yanlarını
törpüleyip meleksel yanlarını güçlendirme; başka
bir tanımla insanlaşması sürecidir.
İnsan, nasıl insanlaşır pekiyi? Ağırlıklı olarak
akıl ve doğrularla ulaşılabilecek bu adresi bulmak
kolay mı?
Birey, özgür ve üretken değilse, insanlaşamaz.
Kendisi ve çevresiyle barışık olamadığı sürece,
uygarlaşma yolunda atacağı adımlar yetersiz
kaldığı gibi, erdem ve güzellik alanlarında da yaya
kalır.
GİRİŞ: Tarihin sayfaları hep savaş ve barışı
yazar. İnsanoğlunun evrensel güvenine,
özgürlüğüne ve kardeşliğine yönelik yığınlarca
yapıtlar yazılmıştır. İncelemeler yapılmış, filmler
çevrilmiştir. Besteler, güfteler söylenmiştir.
Atasözleri ve deyimler üretilmiştir.
Savaşı ve kötülükleri önlemek adına uluslar
arası örgütler kurulmuştur. Ne ki, savaş
durmamıştır, durdurulamamıştır. İnsan insanı,
kardeş kardeşi vurmayı sürdürmüştür. Belli ki, bu
iki karşıt olgu, hem bireysel hem de toplumsal birer
gerçekliktir. Ve ikisini de yaratan insanın kendisidir.
Öte yandan barışın dostunun az, düşmanının
çok olduğu da bir gerçektir. Bu da barışın büyük bir
bedeli olduğunu ortaya koymaktadır. Özveri gibi,
yüreklilik gibi, dayanç gibi, kararlılık gibi, sevgi
gibi çoğu erdemin birlikteliğine işaret etmekte;
büyük ücretler ödenerek satın alınabildiğini ortaya
koymaktadır. Bu nedenle de barışın ödülünün,
bütün ödüllerin üstünde olduğu söylenebilir.
BARIŞ İÇİN EĞİTİM: Bireyin değişimini
sağlama görevi eğitimden beklene gelmiştir.
Çağdaş eğitim, bilimsel bilgiyi yaratıp teknolojiyi
insanın hizmetine sunarken, yerküreyi bir anlamda
küçültmüş bulunmaktadır. Dünyada olup bitenler
ayağımıza kadar gelmiş; yemek odamıza,
salonumuza girmiştir. Yaşam büyük ölçüde
kolaylaşmıştır. Ne var ki, yaşamın temel ilkesi olan
barış ihmal edilmiş; neredeyse unutulmuştur. Barış
eğitimi, bir türlü, çağdaşlığın olmazsa olmazı
yapılamamıştır. Bireyin bilişsel, duyuşsal ve
becerisel davranış niteliklerinin barış içinde gelişip
gerçekleşebileceği uslara yerleştirilememiştir.
Demokrasi öne çıkarılmak istenmişse de,
demokrasinin ön koşulu olan barış, göz ardı edile
gelmiştir. Barış eğitimi verilemeyince de, savaşlar
meydanı boş bulmuş; gittikçe azgınlaşmış; peşinde
yıkımlar, ölümler, acılar ve gözyaşları bırakmıştır.
Bu olumsuz gidişin yarın da süreceğini
savlamak bir kehanet değildir. Zira demokrasi
sancağını elinde bulunduranlar, silah endüstrisini de
tekellerine almışlardır. Ulusal gelirlerini büyük
ölçüde silah satımından elde eder olmuşlar;
gönençlerini başkalarının hastalığından,
kıyımından, ölümünden sağlar duruma
gelmişlerdir. Bugün, dünyadaki toplam silah
satışının büyük çoğunluğunun yoksul ülkelere
yapılmakta olması bunun kanıtıdır. Ve ne yazık ki,
savaşın neden olduğu sağlık harcamaları
astronomik rakamlara ulaşmıştır.
Evrensel boyutlu bir barış eğitimi verilmezse,
öyle görünüyor ki, daha çok savaşlar yaşanacak,
dünya kıyımlar üzerine kıyımlar görecektir.
OLAYIN TÜRKİYE BOYUTU: Bugünkü
görüntüsüyle, ne yaygın ne de örgün eğitimde,
kendi toplum dokumuza uygun bir barış eğitimi
yürüttüğümüz söylenebilir. Böyle olduğu için de
bencilliğin kaba yöntemlerle dışavurumu olan
savaş, her fırsatta kendini gösterebilmektedir. Bir
anarşi furyası başlamıştır. Trafik anarşisi, sığınmacı
anarşisi, pompalı tüfek anarşisi, yargı anarşisi almış
başını gidiyor. Kavga derseniz, hiç bitmiyor. Evde,
sokakta, parlamentoda hızını kesmiyor. Küslükkırgınlık mı? Salgın ve çok yaygın. İktidarla
-6-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
muhalefet, okuyanla okumayan, Türk'le Kürt,
Aleviyle Sünni birbirlerine yan bakmayı
sürdürüyorlar.
Politikacılar, iktidarlarını yurttaşların
ötekileştirilmesi üzerine kurabiliyorlar. Barış için
savaşmazlarken, savaş için barışmayı marifet
sayabiliyorlar.
Bu durumda yurttaşımız şaşkın. Sonucu
kınıyor, ama barış eğitimini kurumsallaştıracak
olanın devlet; barış düşüncesini halka yayacak
olanın da eğitim olduğunun ayrımında değil.
Pekiyi, biz bir kavga, yaptırım toplumu
muyuz? Öyleyse eğer, niçin? “Dayak cennetten
çıkmadır,” diyen bir disiplin anlayışını
benimsediğimiz için mi? Yine bu nedenle mi, bir
yandan evde eşimizi, spor alanlarında rakiplerimizi
dayaktan geçirirken; öte yanda sayıları az da olsa
kimi öğretmenlerimiz, okulda öğrencilerini
dövmekten vazgeçmiyorlar. Gelin hiç olmazsa bu
noktada dürüst olalım. Ve barış eğitimini vermekle
yükümlü olan eğitim ordumuzun, kendilerinin de
durmadan cezalandırılmakta olduğunu itiraf
edelim. Bol ceza alırlarken, neredeyse hiç ödül
almadıklarını kabul edelim.
Bütün bu olumsuzluklar yetmiyormuş gibi, bir
de ders kitaplarının içeriklerinden kaynaklanan
savaş ağırlıklı yaklaşımlar var. Tarih dersleri,
öğrencilerimize cengâverlik ve dövüş dersleri
olarak okutulmakta. İlkokul Sosyal Bilgiler
yapıtlarında savaşlara ayrılan yer, barışa
ayrılanların on katını geçmektedir. Savaşların
nedenlerine, sınıfsal kökenlerine yeterince
değinilmemekte; tarih ile uygarlık bağıntısı
kurulamamaktadır.
ÇÖZÜM: Ülkemizi ve dünyamızı kavga ve
savaş belasından kurtaracak en etkili yatırımın,
tutarlı bir “barış eğitimi” olduğu söylenebilir.
Araştırmalar, kişilerin, düşman imgesinden ancak
ve ancak eğitim yoluyla arındırılabileceğini
kanıtlamaktadır.
ÖNERİLER: Barış eğitimi için:
Örgün ve yaygın eğitim aracılığıyla etkin bir
demokrasi eğitimi yaşama geçirilmelidir. Bunu
yaparken, gençlere özgürlük ve sorumluluk birlikte
verilmeli; şiddetin nedenleri, etkileri ve sonuçları
üzerinde durulmalıdır. Demokrasinin bir uzlaşma
rejimi olduğu herkese, yaşanıp yaşatılarak
benimsetilmelidir. Bireylerin özgün olduğu, birinin
diğerine benzemediği, farklı değer ve düşünce
dizgeleriyle yaşama bağlandıkları; bu olgunun da
doğal olduğu algılatılabilmelidir.
Eğitimin özel ve genel amaçları arasındaki
insan hakları, devletlerarası hukuk, değişik
kültürlere saygı öne çıkartılabilmelidir. Ders
konuları bu doğrultuda seçilip, işlenebilmelidir.
Savaşların yengini olmadığı vurgulanmalı;
utkunun cephelerde değil, ancak beyinlerde
kazanılabileceği anlatılabilmelidir.
“Yurtta barış, Dünya'da barış” isteminin
ancak tutarlı bir barış eğitimiyle
gerçekleştirilebileceği düşüncesi, önce yönetenlere
kabul ettirilebilmelidir. Yoksa ezilen, ırzına geçilen,
açlığa tutsak ettirilen, kobay gibi kullanılan ve de
öldürülenlerin arkalarından ağlamaktan öte
yapabilecek bir şey kalmayacaktır.
Unutmamalıyız ki, barış, onurla elde
edilmezse, barış olmaktan çıkar.
PASLAŞMA
Mehmet RAYMAN
[email protected]
kutup düğmeleri
buz iliğinden pişkin zamanlar
gelir dayanır çatal kapıya
içerden dışarı bakanların yakasını
kimselere söylemeden ilikle
dik tutmaktan başka
soğuk rüzgarlara kapadım yakamı
o gün bu gün yalnızlığın içindeyim
oysa herkesin içinde bilirim
yüksek ökçeden giden hayatı
üstü başı yırtık
yerden göğe kadar doğal tasarım
ölümsüzlük içerir kabuğun içi
gözlerimi toplayan damla
yere düştüğüne pişman olma
-7-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
BİTMEYEN KAVGA VE
BİR UZAY PROFESÖRÜ
Prof. Dr. Osman GÖKÇE
[email protected]
Ege Üniversitesi'nde çalışırken, beğendiğim
ve saygı duyduğum bir bölüm başkanımız vardı.
Kendi sözcükleri ile usulî, vicdanî ve ilmî olmakla
övünürdü. Ben de hocamı böyle bilirdim. Türban
konusu o günlerde çok sıcak ve gündemin başındaki
konu idi. Sınıfa başörtülü giren iki öğrenci için
tutanak tutmamı daha önce bana bir kaç kez
söylemişti. Hocayı kırmamaya çalışmış, sesimi
çıkarmamış, fakat dediğini de yapmamıştım. Bir tür
duymazlıktan gelmiştim.
ortaya çıkan sorunun yalnızca bir baş örtme sorunu
olmadığını, bunun çok temel bir sorunun sıradan bir
göstergesi olduğunu sizler de ben de biliyoruz. İşte o
temel sorun beni çok ilgilendiriyor ve
kaygılanıyorum. Ama o sorunla böylesi yöntemlerle
başa çıkılabileceğini de sanmıyorum. Bir zamanki
çıkarları gereği cumhuriyet ve laiklik karşıtlarını,
yobazları, bağnazları kullananlar ve din
istismarcılığı yapanlar, başta Cumhurbaşkanı
(Süleyman Demirel) olmak üzere konuyu buraya
getirenler bugünkü çıkarları gereği şimdi de
cumhuriyetçileri, laik ve çağdaş düşüncede olanları
kullanmak istiyorlar. Ortada dönen dolabı iyi bilip
biz işimize bakalım hocam.” dedim.
Bir gün çay saatinde bütün bölüm elemanları
çay salonundaydık. Hoca bir sohbet havasında
duyurmak ve uyarmak için konuyu bütün topluluğa
dönerek anlattı. Birincilerin adını verip
ikincilerininkini
vermeden: “ İçinizden
bazı arkadaşlar sınıfa
başörtülü giren
öğrenciler için
yönetimin tutulmasını
istediği tutanağı
tutmaktadırlar. Fakat
bazıları bunu henüz
yapmamaktadır. Oysa bu
bir YÖK emridir. Lütfen
o hocalarımız da
gereğini yapsınlar.”
dedi.
Hoca çok üzüldü.
Tek bir söz söylemedi.
Çayını yarıda bıraktı ve
çekti gitti. Buz gibi oldu
ortalık. Daha sonra da
uzun bir zaman bana bu
konuda tek bir şey
söylemedi. Kızgınlık ve
kırgınlık izi taşıyan hiç
bir davranışta da
bulunmadı. Olayın
özünü o da biliyordu. Bu
çay salonu olayından
uzunca bir süre sonra sık sık odama gelir oldu,
birbirimize daha da yaklaştık ve bu konuları sık sık
konuşur olduk. Daha sonraki gelişmeleri birlikte
yaşadık, birlikte gördük. Doğrunun yeneceği
umudunu hiç yitirmedik. Birbirimizi hiç suçlamadık.
Sağıma soluma bakındım. Kimseden hiç bir ses
çıkmıyordu. Hocanın tutanak tutmuyorlar dediği
hocalardan en azından birisi bendim. Bu uyarı
üzerine bana göre söz bana düştü ve bende de sabır
taşı çatladı. Oradakilerin tümüne dönerek: “Değerli
arkadaşlar, hocamın sözünü ettiği asilerden birisi
benim.” dedim gülmeye çalışarak. Hocama da
dönerek: “Hocam, ben hocayım, saltanat zaptiyesi
değilim. Üniversitede yönetimsel bir görevim de
yok. Elimden geldiğince, sizlerin de bize
öğrettiğiniz yolda iyi bir hoca olmaya çalışıyorum.
Kimsenin nasıl giyindiği, nasıl bağlandığı beni
ilgilendirmiyor. Üstelik başörtüsü adı altında
Işıklar içinde yatsın Prof. Dr. Metin Talim
Hocam.
*
Benim bu konudaki haklılığım ya da haksızlığım
çok önemli değildi. Ama daha sonra üniversitemizde
bir olay yaşandı ki bu çok önemliydi. Fen Fakültesi
Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümü Prof. Dr.
Renan Pekünlü başörtüsü nedeniyle hapse girdi.
-8-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Özetlemeye çalışacağım:Türban ya da başörtüsü
sorunu 1951'de İmam-Hatip okullarının, kız
öğrencilere dinî eğitim almaları için, kurs
düzenlemesi ile başlamış ve 1960' ların sonu ve
1970' lerin başında gündeme çıkmıştır. Olayın
bitmeyen kavgasının kronolojisi şöyledir:
• 1982 - YÖK, yayınladığı kıyafet genelgesi ile
türbanı yasakladı.
• 1984 - YÖK, kıyafet genelgesindeki
başörtüsü yasağını kaldırdı.
• 1987- Yükseköğretim Kurumları Öğrenci
Disiplin Yönetmeliği'ne bir madde eklendi.
Üniversitede çağdaş kıyafet ve görünüm dışında bir
kıyafet ve görünümde bulunmak disiplin suçu
sayıldı ve türban yasaklandı. Ayrıca öğretim
elemanlarından bu durumu izleyip gerektiğinde
soruşturma açılması da istendi.
• 9 Şubat 2008- Üniversitelerde türbana
serbestlik getirenAnayasa değişikliği kabul edildi.
• 5 Haziran 2008- 9 Şubat 2008 Tarih 5735
Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın bazı
maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun'un
1. ve 2. maddeleri, Anayasa'nın 2, 4. ve 148.
maddeleri gözetilerek iptal edildi, türban yasağı da
kalkmadı.
• 13 Aralık 1983-21 Aralık 1987- 45. Hükümet
(1. Özal Hükümeti) 'in başörtüsünü serbest
bırakmak için YÖK yasasında yaptığı değişiklik
veto edildi.
Menderes döneminde yani 1950'lilerde Celal
Şahin adında bir güldürü sanatçımız vardı. Dönemin
kalkınma övünmelerinin gerçek yüzünü ve yapılan
yolsuzlukları “Kaldır kaldırımı-İndir kaldırımı”
nakaratlı bir şarkı ile dile getirir ve herkesi hem
güldürür hem düşündürürdü. Bu kez de “Yasakla
türbanı-Serbest bırak türbanı” biçiminde bir
gözbağcılık çıktı ortaya. Aslında Celal Şahin'in
anlattığı ile bu sonuncusu arasında çok da bir ayrım
yok. Örnekler değişik, ama işin özü aynı. Bir gerekçe
uydur. İster kaldırım yapıyorum diye, istersen herkes
inancına göre yaşamalıdır diye ahkâm kes ve türban
da türban diye dayat. Şamata çıkar, gürültü kopsun
ve gözü açıklar malı götürsün. Bu ne iş böyle
denmesin. Bu işlerin aslı hep böyle.
• 27 Aralık 1988- 46. Hükümet (2. Özal
Hükümeti) tarafından çıkarılan 3511 Sayılı Yasa ile
yükseköğretimde türban serbest bırakıldı.
• 1989 - Özal hükümetinin çıkardığı yasa
zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren 'in
başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından
iptal edildi ve böylece türban yasağı kalkmadı.
• 1990 - Başörtüsüne izin veren üçüncü kanun
çıktı ve fakat Anayasa Mahkemesi'ne götürüldü,
kanun reddedildi ve türban yasağı yine kalkmadı.
• 1997 - 15 Eylül'de YÖK Başkanlığı'nın bir
genelgesi ile türbanlı öğrencilerin okullara
alınması yasaklandı.
• 1998 - 28 Şubat sürecinde bütün
üniversitelerde YÖK tarafından türbanlı
öğrencilerin kampüs içinde dolaşmaları
yasaklandı. Bu yasağı uygulamayan rektörler
hakkında soruşturma açılacağı bildirildi.
Dönem işte böylesi bir dönemdi. Benim
köyümde böylesi durumlar için “Batman (8 kiloluk
eski bir ağırlık ölçüsü) çağala (çakıla) karışmış.”
denirdi. Bul bulabilirsen sel yatağında, çakıllar
içinde taş batmanı, ayır ayırabilirsen birbirinden.
Toplumda da büyük küçük belirsiz, bilen bilmeyen
belirsiz, yetkili yetkisiz belirsiz oldu. İnançlı
inançsız belirsiz. Kimin ne söylediği belirsiz. Yani
batman çağala karışmış. Ruhsatî (1835-1911) nin
Sivas'tan seslendiği gibi “Dünyanın gidişi acaip
• 29 Haziran 2004- Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi de, açılan bir dava üzerine, Türkiye'de
üniversiteye türbanlı girişin yasaklanmasının
hukuka uygun olduğuna dair karar verdi.
-9-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
yapmış. Bir durum tesbitinde bulunmuş yalnızca.
Ama nasıl oluyorsa eğitim ve öğretime engel
olmaktan cezalandırılmış, 2 yıl 1 ay hapis yemiş!..
Suç uydurmak, suçlu bulmak hukukun uzmanlık
alanı oldu ülkemizde. Foça Cezaevi'nde ıslah
ediliyor şimdi bir uzay profesörü!.. Örtünme gibi
bir dinsel anlayış adına bir bilim insanının hapse
girdiği bir ortamda bilim ve üniversiteden kimse
bir iyilik beklememelidir. Din, Bilim, Üniversite
ve Bitmeyen Kavga!..
oldu-Koyun belli değil, kurt belli değil”.
Türbanla ilgili gelişmeler böylece sürüp
giderken, son olarak yasalara karşın, YÖK Başkanı
Yusuf Ziya Özcan'ın türbanın üniversitelerde
serbest bırakılması ile ilgili genelgesi de Danıştay
tarafından iptal edildi.
Danıştay'ın, öğretmenlerin okulda türban
takmasını uygun bulmayan kararı hakkında
“Efendi sen kim oluyorsun, buna Mecelle karar
verir” diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
AİHM'nin kararından sonra da “Mahkemenin bu
konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme
hakkı din ulemasınındır. Açarsın o dinin
mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna,
Hırıstiyansa o dinin mensubuna sorarsın, bunun
dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı? Varsa
saygı duymak zorundasın. Ben diyorum ki dinde
bunun yeri vardır!” açıklamasını yaptı (Türkiye
gazeteleri, 15.Kasım.2005).
-----------------------------*Prof. Dr. Osman Gökçe,10.02.2015, Bornova,
[email protected]
kara elmas
Başbakan şeriatı, şeri hukuku yani ilahî
kanunu işaret ediyordu. Buna göre, değiştirilemez
ilahî kanunlar gökten indiğine ve kutsal kitaplarda
yazıldığına göre üniversitelerde hukuk
fakültelerine de gerek yoktu. Allah'n gönderdiği
hukuktan üstün bir hukuk olamazdı çünkü!..
Ahmet CENGİZ
[email protected]
acının adı kara elmastır
tragedyanın
sevdadır yer altına gizli
aşkların en tutkulusu
dededen toruna
Görüldüğü gibi hükümetler dahil siyasal
İslamın gündeminden türban bir türlü çıkmıyordu.
24 saat türban oyunu oynanıyor ve 24 saat türban
İslam'ın bir numaralı sorunu olarak gündemi işgal
ediyordu.
Bütün bu baş döndürücü gelişmelerden sonra
işin özeti şu idi ki türban üniversitelerde fiilen
serbest ve ancak hâlâ yasal olarak yasaktı. Prof. Dr.
Renan Pekünlü de sandı ki hiç değilse Ege
Üniversitesi'nde yasal yasak uygulanır. Öyle ya 23
Mart 2011 tarihli bir yazıyı fakültelerin duvarlarına
astırarak (türban yasak) diyordu rektörlük. Ne
cehalet!...
Evet doğru olmak, doğruyu bilmek, doğru
olanı ve yasal olanı yapmak ne cehalet!..
Gökyüzünün sırlarını araştıran Astronomi
Profesörü Rennan Pekünlü de çok cahilmiş
meğer(!).. Devlete inanmış, YÖK'e güvenmiş,
rektörlüğünün verdiği talimata uymuş ve öğretim
elemanlarına görev olarak verilen, yukarıda benim
asilik gösterip yapmadığımı söylediğim bir görevi
-10-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“Ayhanlama”
CAZKIRLAR'DAN
PROFESÖRLÜĞE
Prof. Dr. Şadan GÖKOVALI
Bizim Menteşe dağları becenedir, gereğinden
Vakteriştiğinde, hatta zamanı biraz geçtikten
fazla ıssızdır. İnsanın az, dağ tanrılarının bol olduğu
sonra, iki – üç cigara içimi yakındaki köy okuluna
cangallardır. Göklerinde, kanadından kaval yapılan
verilir Ayhan. Bizim oralarda, “Çalının ardı gurbet”
kartallar, kapuzlarında çatal boynuzlu ceylanlar gezer.
derler. Gurbete salınmıştır Ayhan'cık. Düşe kalka
Yol kesen, hak getire. İnsan görseniz, şaşarsınız. Yörük
mektebe gidip gelir Ayhan. Öğretmeni onu, o da
kızı Ferayi'yi gören Menteşe oğlu Firuz Bey'in
okuyup yazmayı kısa sürede beller. Ne harika bir
şaşırdığı gibi. Düzenlerinde ekin yerine diken,
dünyadır bu! Konuştuğun kişinin sesini duyar, kibrit
aklanlarında yemiş yerine çalı, karaçalı, kızılçalı
çöpü gibi resmini çizdiğinde, gözüne görünür.
egemendir. Meyve yerine olsa olsa incir (ficus carica),
Karain'de, Beldibi'nde, Göbeklitepe'de, Çayönün'de,
dağ çileği (arbutus unedo), yaban mersini (murtus
Alacahöyük'te, Çatalhöyük'te ve benzeri mağara ve
communis), ahlat (pirus piraster) boy gösterir. Bunlar
kayaaltı sığınaklarında yapıldığı gibi, Tanrı'nın işine
kültürize edilmemiş cennet yemişleridir. Dikenler
karışır, yaratma işine kalkışmış gibi olur. Yaratmanın
çarığınızı deler, çalılar çakşırınızı yırtar. Bu dereli
heyecanına, yaratanın işine karışmanın ürküsüne
tepeli yerler tekin değildir. Özbaşına dolaşmak caiz
kaptırmıştır kendisini. Alimallah, klanın bireyleri bunu
değildir!
sezse, kendisini tanrı yerine koyduğu için ya linç ya da
aforoz eder bizimkini!
Geceleri taa uzaklarda,
ağaçlar arasında çoban ateşleri
Düzene göre “ilk”den
göz kırpar gezgine. Bir umut
sonra “orta”! İyi de, ortamektep
ışığıdır yolunu bulamamışa.
daha uzak. Çalıyı aralayıp
Demek ki; oralar da az biraz da
geçecek, çarıkların siftah
olsa, tüten ocaklar vardır.
olarak asfalt zamkına
yapışacak. Köprüsü var mı yok
Bu körez ışıkların
mu belirsiz. Bencik Çayı'nı
göründüğü yerleşim
geçecek. Ahiköy'e varacak,
yerlerinden biri, köy küçüğü
ortaokul kapısında Atatürklü
Cazkırlar'dır. Ürünü artmaz,
Türk Bayrağına selam
dölü çoğalmaz. Eğir eğir
duracaksın. Müdür şöyle bir
pazara, doğur doğur mezara.
saçını okşayıp:
Halkın kısm-i küllisi (büyük
T. Ayhan Çıkın gençliğinde
çoğunluğu) ,
bur çimdik
-“Cazkırlar'dan Ayhan
Fakir Baykurt ile bir yemekte.
kâğıda bir çizgi çizmiş,
Çıkın”, diye kayda geçirecek.
askerdeki oğluna iki satır
Orta sıraları bambaşkadır.
mektup yazabilmiş değildir. Şehirde eline bir kağıt
Her otun, her taşın, her hayvanın, her memleketin ayrı
tutuşturulsa tapu mu, ihbarname mi bilemez!..
birer adını, hatta kimilerini resimleriyle görüp
Cazkırlar'da Çıkınların bir oğlu olur. Adını
öğreneceksin! Hemen köye dönüp, köylülerine
“Ayhan” koyarlar. Eski Türklerde baba tanrıya “Gün
anlatabilse bunları:
Han”, ana tanrıçaya “Ay Han” dendiğini bilmeden.
-“Essah mı Ayhan,” derler, “bu dünyada başka
Ayhan, akıllı uslu bir çocuktur. Yoldaş yokluğundan
memleketler mi, ormanlarda bildiklerimizden ayrı
oğlaklarla, civcivlerle oynar. Rastlaşabildiği bir iki
hayvanlar mı varmış? Ora insanlarının da bizim gibi
çocukla biccil oynar, cicoz oynar, saklambaç oynar.
bir ağzı, iki kulağı mı varmış?”
Oyuncağı olsa olsa çam kozalağı, pelit bebesidir. Eline
Ah benim, “topraktan öğrenip kitapsız bilenim.
geçirebildiği kiremit, kömür kırıntısıyla taşlara,
Hoca Nasreddin gibi ağlayıp Bayburtlu Zihni gibi
ağaçlara, anlamını bilmediği çizgiler çizer, şekiller
gülenim!”
yapar.
Dersler, sınavlar, al eline diploma. Ne iş görecek
-“Bu kısta (çocuk), okuyacak gibi görünüyor.”,
bu ? Diploma karın doyurmaz ki ! Hele bu, İkinci
derler.
Dünya kapışması yıllarında! “Türk'e durmak
-11-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” Bereket İkinci
Atatürk, İsmet Paşa, savaşa sokmuyor bizi. Sonraları,
el kadar çocuğa :
-“İsmet Paşa, sen benim anamı- babamı gazsız,
tuzsuz bırakmışsın”, dedirtecekler.
Savaşın ölümcüllüğünü, savaşın o savaşı
yaratanlara kar getirdiğini herkesten iyi bilen İnönü,
çocuğa saçını okşayıp, güleç yüzle şunu diyecektir:
-“Evet güzel çocuğum, dedeni-babanı tuzsuz
gazsız bıraktım ama, seni anasız babasız
bırakmadım!”
ÜNİVERSİTE Mİ, O DANE DEMEK?
İki bin yıl önce Pamukkale'de yaşamış Epiktetos
demiş ya:
-“Bir kez sınırı aşan için, artık sınır diye bir şey
yoktur!”
Cazkırlar'lı Çıkınların Ayhan, liseden de çıktıktan
sonra, yol görünür onun garip serine (başına). Burstu,
çıraklıktı, konu komşu yardımı derken, Ayhan,
İzmir'de üniversitede bulur kendisini. Köye, köylüye
yarar bir dal seçmelidir. Kuşkusuz, tarım ve
kooperatifçiliktir bu. Oraya girer, başta “kıl aldırmaz,
külyutmaz” Prof. Dr. Ali Aras olmak üzere, İzmir'de bu
bilim dalının öncü hocalarından ders görür. Bir yandan
da köyleri dolaşıp uygulamaları görür, daha güzel
yarınlar için Ege köylüsüne yol gösterir.
Bununla kalır mı? Hocalarının da öngörmesiyle
kariyere kalır. Kuram ve uygulamada başarılıdır.
Akademik aşamalara hızla geçer : doktor, doçent
derken, en yüksek bilimsel sıfat olan “Profesörlüğü”,
anasının ak sütü gibi hak eder. Bir yandan da türkü
sözleri gibi dizeler düzmektedir. Yanındaki,
yöresindeki şairlerle görüşür, ilk denemeleri hemşerisi
Şadan Gökovalı'nın (yani bu satırların yazarının)
yönettiği “GENÇLERLE BAŞBAŞA”nın “kadrolu”
şairleri arasında yer alır. Ne sevinçtir o! Şiirinin yer
aldığı sayfa dışa gelecek biçimde, Ege Ekspres
gazetesini cebinde gezdirir.
Evlenir. Oğlu olur, ona Tuğhan adını koyar. “Her
ölüm, erken ölümdür” ya; Tuğhan çoğu kişiden daha
genç ölür. Yokluğunu sindiremez oğlunun. Muzaffer
Erdost'tun, acımasız ve bilisiz kişilerce öldürülen
kardeşi “İlhan” için yaptığı gibi, adına oğlunun adına
ekler:Artık “TuğhanAyhan Çıkın” olmuştur.
Acının böylesi zarplısına can mı dayanır? Ayhan'ın
duyarlı yüreği durur. Bereket uygun bir donör
bulunarak, yüreği yenilenir. Kendisi,
kendisine
takılanın “bir delikanlı kalbi” olduğunu söylese de,
yakınları “hayır, sen artık bir genç kız kalbi taşıyorsun”
diye sevgi sözleri söyleyecektir.
Ayhan'ın biriken şiirleri, Şadan'ın öngördüğü
“ZAMAN ÇİÇEĞİ” adıyla kitaplaşır. Şairimiz artık
kurtulma hızını almıştır. Sıra gelir ikinci kitaba. O da
ülkemizin tanınmış yayınevi Papirüs tarafından
2005'de yayımlanır : “ORTAK KALPLER
TÜRKÜSÜ”. İki kitabında baskıları çabucak tükenir.
Eski Türklerin ozan babaları gibi, toplumsal olaylara,
toplumcu öncülere akrostiş şiirler yazar.
“BİR ÇIKIN ŞİİR”
“Verba volant, scripta manent”tir; söz uçar, yazı
kalır” ya, sıra gelir kitapların yeni baskısına.
Şairimiz yine çalar sizin Muğlalı Şadan'ın kapsını:
“Al bakalım hemşerim. Bunları kitaplaşmaya
değer bulursan, isim babası ol!”
Şadan'ın “mukadder” soruya yanıtı hazırdır:
“BİR ÇIKIN ŞİİR: T. AYHAN ÇIKIN” sözleri
dökülür dilinden.
Bu kitaptaki şiirler mi? Görünen köy kılavuz
istemez. Ben sizin genel vekiliniz değilim! Okuyun ve
hükmü kendiniz verin.
İşte bu kadardır Ayhan ÇIKIN ve bir ÇIKIN şiiri
üstüne yazacağım.
Sihirsiz kalın, şiirsiz kalmayın.
T. Ayhan ÇIKIN'dan
ZEYTİN DALININ UCUNDAKİ GÜZEL ADAM:
UĞUR MUMCU
(22 Ağustos1942, Kırşehir
24 Ocak1 993, Ankara)
T. Ayhan ÇIKIN*
[email protected]
Zeytin dalının ucundaki güzel adam
Karanlığın kapısındaki yarasalar
Seni namlunun ucuyla değil
Hain bir pusuda vurdular.
Hangi karanlık düşler
Kaplarsa kaplasın o burcu
Senin aydınlık düşlerinle
Işıklandıracağız
canım
güzelim
yoldaşım
Uğur Mumcu!..
* Prof. Dr. - Emekli öğretim üyesi
-12-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Yaşam Esintileri
BİTMEYEN YARIŞ
Etem ORUÇ
[email protected]
Dağlarda kar, sokaklarda ayaz, rüzgârın yoksul
aradığı, kuşların saçaklara sığındığı, yelin ustura gibi
kestiği günlerdeyiz. Böylesi günlerde dışarı çıkamayınca
anılara dalar, düşler aleminde dolaşırım. Karıncalı Dağ,
Gökbel, Arapdede derken Şeytanlı Kavak'a doğru inerim.
Dereden akan ak köpüklü sulara karışır anılarım. İnsanın
anayurdu çocukluğunun geçtiği yerdir, derler ya
çocukluğumu, anamdan dinlediğim dünyaya gelişimi
anımsarım…
1947 yılının sımsıcak bir yaz günü. Her yer cırcır sesi.
“İncirler yeni ermiş, bir avuç kadar incir vardı sergide”
derdi anam. Yoksulluğun gözü kör olsun, anam eli belinde,
ekin biçmeye gitmiş Dağdibi'ne. Bir sancı, bir sancı
utancından diyememiş annem kimseye bir şey. Atmış
kendini mor, beyaz çiçekli hayıt ağaçları arasına, kıvrana
kıvrana doğurmuş beni. Kesmiş göbek bağımı, belemiş
püren, kekik kokulu otlara dönmüş tarlaya. Fatma Nine
koşmuş yanına, vurmuş dizine: “Fadime kadın nur topu
gibi bir oğlan doğurmuş, gelsenize!” diye.
Belki de ben bu yüzden çok severim püren, kekik,
mersin, çam kokusunu. Ne zaman içim sıkılsa dağlara,
kırlara koşarım. Her şey başladığı yerde biter, derler ya
ben de doğduğum yerlerden beslenirim. Yazılarımın ana
kaynağı da onlar olmuştur hep. Kardan adam yaptığımız,
inek, koyun güttüğümüz, erik, kayısı çaldığımız o çocuksu
günler.
Ve Karapınar Köyü'nde ilkokula başladığım yıllar. “
Çocuktum, ufacıktım, / Buldum yerde bir erik, / Kaptı bir
Yılalrca o
alageyik, / Hemen düştüm peşine….”
alağeyiğin peşinde koştum ben. Onurluyduk,
gururluyduk, yamalı da olsa çorabımız, ayakkabımız…
Öğretmenimiz, Cahit Külebi'nin “Atatürk Kurtuluş
Savaşında” şiirini okuturken dağlarda yankılanırdı
sesimiz.
“ Biz biliriz bizim işlerimizi / İşimiz kimseden
sorulmamıştır./ Kılıçla, mızrakla, topla, tüfekle, / Başımız
bir kere eğilmemiştir.” Nasıl gurulanırdık, efeler gibi
dimdikti başımz. “Davranı ya deli gönül davranı,/ Kemal
Paşa dinlemiyor fermanı, / Anası, bacısı, kızı, kızanı, /
Bizim gibi millet görülmemiştir.” Bu dizeler bana Turgut
Özakman'ın “Şu Çılgın Türkler” yapıtını anımsatır.
“Yeter gayrı!” dersek, kimse duramaz önümüzde.
Babam Nazilli Numune Çiftliği'nde gece bekçisiydi.
Nazili Merkez Ortaokulu'nda okudum ortaokulu. Her gün
okula giderken Demirci Mehmet Efe'nin oturduğu
kahvenin önünden geçerdim. Her görüşünde : “ Kahveci
bu çocuğa çay, simit, peynir getir!” diye bağırırdı. Ben
çekine çekine saldalyeye otururken o başlardı anlatmaya:
“Mehmet Ali deden benim yanımda kızandı. Kurtuluş
Savaşı'nda çok kahramanlıklar
g ö s t e rd i . E r k e n a y r ı l d ı
aramızdan, mert, dürüst biriydi.
Ben de senin dedenim. Derslerine iyi çalış, zayıfın
olmasın,” derdi. Hem korkar, hem de çok severdim.
Yoksulduk, Ortaklar Öğretmen Okulu'na gitmesem
sanırım okuyamazdım. Adabelen dediğimiz bu okul
yoksul çocukların kabesiydi. Şair Mesut Tarcan
Öğretmenimi, İsmet Tarcan'ı orada tanıdım. Sevgi pınarı
öğretmenlerdi. Onları tanıdıkça ufkum genişledi. Türk
Dili, Varlık dergilerine abone yapardı Mesut Bey. Şiir
denemelerimizden seçerek o dergilerde yayınlatırdı.
Atatürk'le ilgili bir şiirim yayınlanmıştı Türk Dili
Dergisinde. Nasıl sevinmiştim, sabaha değin koynumda
tuttum dergiyi. Belki de ilk mayanın atılışıydı.
Ne kadar şanslı biriydim ben. İzmir Eğitim
Enstitüsü'nde İrfan Kantarcı ve Özlem Hanım Türkçe
öğretmenlerimdi. Onların dersleri ders değil de bir şölendi
benim için. İçimden ılık ılık çağlayanlar akardı. Dünya
klasiklerini inceliyorduk harıl harıl.
Kompozisyonlarımızın iyi olanlarına bastırdığı kitapta yer
verirdi İrfan Bey. Uçardık havalara…
Siirt- Eruh'tan başlayan öğretmenlik yaşantım,
Isparta, Denizli, Aydın, Nazilli derken 30 yıl bitivermiş.
Emekli olunca yoğunlaşan yazma çalışmalarım, basılmış
8 kitap ve basılacak onlarca kitap, deneme, şiir… Ömür
yeter mi bilmem ki… Bazen çok dinç hissediyorum
kendimi, dağlara taşlara vurup geziyor; araştırıyorum.
Bazen de bitkin, yogun oluyorum. Celal Sahir Erozan'ın
yıllar önce ezberlediğim şiiriyle avunuyorum:
“Başımla gönlümü edemedim eş, / Biri altmış yedi,
biri yirmi beş / En sonunda sardı bacayı ateş. / Başım
dedi:Dinlen, gönlüm dedi: Koş! / Başım dedi: Durul,
gönlüm dedi: Coş / Başım yüreksizdi; başım başıboş, /
Varlığım arada kaynadı gitti,” derken bir şeylerin bittiğini
anımsıyorum.
Yaşam dediğin bir tadımlık bir düş, ölüm umrumda
değil de ülkemdeki gelişmeler korkutuyor beni.
Bilginlerin aydınlatamadığı toplumları şarlatanlar
aldatır, diyorlar ya biz de böylesi günler yaşıyoruz.
Korkum, kuşkum torunlarımıza yüzakı bir ülke
bırakamamak. Tenler ölse de tinler ölesi değil, ben
ruhların ölümsüzlüğüne inanırım.
Che Guevara'nın dediği gibi: “Hayatta öyle şeyler yap
ki; kazandığın şeyler kaybettiğine değsin.” Suçluluk
duygusundan sıyrılabilsem rahat öleceğim, ölüm de gam
değil hani. Bülent Güldal dosttun: “Bana türküler söyle
öyle öleyim / Kuytu bir köşede sesinle dinleneyim.”
Ölüm, türkülerle gelecekse hoş geldi, sefa geldi.
-13-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Öğrenci ve Öğretmen
ÖZDEMİR İNCE
ÖĞRETMENİME
Muharrem KARATAŞ
[email protected]
Hocam bir kâğıt daha alabilir miyim? Bir kağıt, bir
kağıt daha.. Haziran ayının sonları bir gündeydi sınav.
Bunaltıcı sıcağa aldırmıyor, yazıyor yazıyordum.
Aydın Lisesi'nde bir türlü başarılı olamadığım salt bir
ders yüzünden aldırmıştım kaydımı Muğla'ya. Turgut
Reis Lisesi'nin güneye pencereli bir sınıfında hırsımı
alamıyordum felsefe dersinden. 1969 yılıydı.
Sınav sonrasında, Bursa Bölge Ziraat Okulu'nda
birlikte okuduğumuz arkadaşlarımızla buluştuk.
Yöresel kültürümüzü paylaşır, gurbet ellerde “köylü”
diye çağırırdık birbirimizi. Aşımız, ekmeğimiz
birbirine benzer, aynı şiveyi kullanırdık. Amaç
ortaklığımız aynıydı. Tez zamanda meslek sahibi
olmak, memurluk maaşına kavuşmak, gerekirse o
küçük maaşlarımızla aile bütçemize
dahi katkıda bulunmak. Bunun için
seçmiştik yatılı bir meslek okulunu.
Bölüm seçeneğimiz de yoktu aslında.
Öğretmenlik, sağlıkçılık, orman
okulu, ziraatçılık hangisi denk
gelirse. Bir yandan memurluğu cebe
koymalı, gerekirse, koşullar elverirse
yükseğini düşünmeliydik.
O yıllarda lise dengi meslek
o k u l l a r ı “ m u a d i l ” s a y ı l ı y o r,
mezunları üniversite sınavlarına
alınmıyorlardı. Hatta meslekleriyle
ilgili dallara bile kabul
edilmiyorlardı. Bunun için ilk
duvarı
aşmak, altı derslik fark
dersleri sınavını vererek, “genel lise” mezunu olmak
gerekiyordu. Bu nedenle yolum düşmüştü Muğla'ya.
24000 yerleşik oturanı bulunan o yılların
Muğla'sında herkes birbirini bilir, konuşmasalar bile
birbirlerine selam vermeden geçmezlerdi. Aynen,
doğup büyüdüğüm, o yıllarda da memuriyet görevimi
sürdürmekte olduğum Çine gibi. Sohbet sırasında nasıl
olduysa, Muğla Merkez Ortaokulu ve Özdemir İnce
konu edilince oturduğum yerden nasıl kalktığımı dahi
hatırlamıyor, soluğu Merkez Ortaokulu'nun kapısında
alıyordum. Mutlaka görüşmeliydim kendisiyle. 64'ten
beri hiç görmemiştim; “ya beni tanımazsa” kuşkumu
yenmeye çalışıyordum öte yandan. Tanımazsa, “ Çine
Ortaokulu'nda şöyle öğrenciydim, filancayla aynı
sırada otururdum, bir
dersimizde şöyle bir olay
olmuştu” kurgularımı devreye sokmaktı niyetim.
Öğle arasıydı. Tam görüşebileceğim zaman diye
düşündüm. O'nun için en uygun çalışma zamanının
öğle araları olduğunu bilirdim. Çine'de de aynıydı.
Öğle araları okulda olur, yazılı kağıtlarını o zaman
okur, edebiyatla ilgili çalışmalarını o zaman yapardı.
Boşluktan bolca yararlanırdı. Tesadüf, kapının önünde
bulduğum ilk kişiydi. Heyecanım duygularımı
bastırıyordu. Çok kısa bir tereddütten sonra, “
Muharrem, ne işin var buralarda” diye seslenişi, bir
süredir beynimi kemirmekte olan “ya beni tanımazsa”
kuşkularımı boşa çıkarıyordu. Ayrıca, beş sene sonra
dahi unutulmamış bir öğrenci
olmanın gururunu yaşatıyordu bana.
Uzun bir 63-64 ders yılını birkaç
dakikaya sığdırıyor, hızlandırılmış
bir filmi sokuyordum devreye..
“ Çine Ortaokulu son sınıfta 3-B
şubesindeydim. Sınıflarımızın yarı
öğrencileri Fransızca, yarı
öğrencileri İngilizce okurlardı. Ben
İngilizce okuyanlardandım. Böyle
olunca, ders saatinin adı (yabancı dil)
olur, A şubesinin Fransızca
okuyanlarıyla B şubesinin Fransızca
okuyanları bir sınıf, A şubesinin
İngilizce okuyanlarıyla B şubesinin
İngilizce okuyanları ayrı bir sınıf
oluştururdu. Hem Fransızca dersini, hem de İngilizce
dersini ayrı saatlerde aynı öğretmen okuturdu. Asıl
görevi Aydın Lisesinde Fransızca öğretmenliğiydi.
Haftanın iki gününe sığdırdığı bu ek görevi için
Çine'ye gelir giderdi.
Dersimize ilk geldiği gün, yazı tahtasına ' Özdemir
İnce, 1936, Mersin' yazmıştı. Uzunca sayılabilecek
boyda, atletik yapılı birisiydi. Sporumsu giyinirdi.
Büyük cebinin üzerinde küçük bir cebi de olan bir
ceket taşırdı sırtında. Bizlerle hoş sohbetti, bizlere
yakındı, o devirdeki öğretmen korkusu imajını
yıkarcasınaydı davranışları. Ama, yazılı sınavlarda kuş
uçurtmazdı sınıfta. ' Kopya çekmek yok ulan şakirtler '
uyarısı hala belleğimdedir. Gazi Eğitim Fransızca
-14-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
paylaşımda bulunabilme olanağını elde ettiğim
duygularım nedeniyle, yıllardır içimi kemirmekte olan
kemirgenlerden kurtulmuş olmanın sevincini
yaşıyorum. Sizi de bu sevincime ortak etmek, ne büyük
mutluluk diye düşünüyorum. Saygılarımla birlikte,
mutlu bir yaşam diliyorum size. Ülker Öğretmenime
de saygı ve selamlarımı gönderiyorum. (07 Temmuz
2014)
öğretmenliğini bitirdiğini, öğrenmeye çalıştığı
İngilizceyi, İngilizce öğretmeni eşi Ülker İnce'nin
yardımıyla geliştirdiğini anlatmıştı bize. Hatta, bitirme
sınavlarımıza getirdiği Ülker Hanım'a, iyi bir öğrencisi
olduğumu söylediğinde bayağı bir ayrıcalık yaşamış,
gururlanmıştım kendimce.”
Özdemir İnce ve Muğla Merkez Ortaokulu.. Bu iki
kavramı bağlantılamakta zorlanmış, algılamakta
çelişki yaşamıştım bir ara. Aydın Lisesi'nden Muğla
Merkez Ortaokulu isteğe bağlı bir atama olmamalıydı.
Köy Enstitülü ilkokul öğretmenlerimizin aşıladığı
Atatürk bilincimize, ortaokulda eklediği değerli
katkıları yadsınılacak bir gerçeklik değildi. “
Muharrem, beni sürdüler buraya” sözleri,
soramadığım sorunun yanıtıydı aslında. O gün ilk kez
duyduğum sürgün kavramı, memurluk yaşamımız
sürecinde üstümüze yüklenen ve kanıksadığımız baskı
unsuru olmalıydı. İyi çalışmanın, üretkenliğin,
yurtseverliğin dikkate alınacak özellikler olmadığını,
yandaşlığın, duymama ve görmeme politikasının
önemli bir boyut kazandığını ilk o zaman anlamıştım.
Atatürk ilke ve devrimlerinin örselenmeye başlandığı
ve buna karşı dik duranların suçlu görüldüğü yıllar
olmalıydı.
Özdemir İNCE Hocam'ı yaşam sürecimde merakla
ve gururla izlemeye çalıştım. Öğretmenliği
bırakmasının ardından üstlendiği TRT'deki çeşitli ve
başarılı görevlerini, Fransızca çeviri çalışmalarını, şiir
ve kitap çalışmalarını, aldığı ödülleri gördükçe, “ işte
benim öğretmenim” övüncümü paylaştım çevremle.
Hürriyet Gazetesini O'nun köşesi için okudum yıllarca.
Sonrasında “Aydınlık Gazetesi”nin sürekli okuyucusu
olmaya başladığımda, kendilerini de gazetemde
bulmamla büyük mutluluk yaşadım. İki yıl boyunca
heyecanla takip ettiğim köşesinden cesurca saçtığı
ışıktan bolca aydınlanmaya çalıştım.
Gazetedeki son yazısı “Düşündüm”de okuduğum,
köşe yazarlığı ile edebiyat arasındaki uzlaşmazlık
bağlantısı vurgusunu irdeleyebilmemin ince
ayrıntılarına yormaya çalıştım kafamı. Bu yazısından
bir ay önce kaleme aldığı “Düşünmek İstiyorum”un
ardından gelen bu yazı, düşünme sürecinin gazete
yazarlığını noktalama yönünde geliştiğini
gösteriyordu. Olsun varsındı. O'nun günümüze değin
yazdıkları, bundan böyle de yazacakları vardı. Geride
bıraktığı kitaplaşmış eserleri, güncelde ise bilgilerini
ve görüşlerini yansıtabildiği bir internet sitesi vardı.
Yeter ki bizim yararlanabilme yetimiz öne
çıkarılmalıydı.
Tanıyabilmiş olmanızı önemserim öğretmenim.
Lakin, oldukça yoğun geçirilmiş elli yılın öncesinde
kalan lokal bir yaşanmışlığın, unutulmuşlar arasında
yer alabileceğini de olası bulurum. Size ulaşabilerek,
Not: Bu yazımı Özdemir İnce Hocamla da paylaşmış
olmaktan mutluluk duyuyorum.
BOZ
URBALILARDI
Rahim GÜR
[email protected]
Anadolu tarlalarından derilmiş buğday gibiydiler
Halkın çocuklarıydılar,
Beslenip sağaltılarak gümrahlaştılar.
Ninnilerle masallarla oyunlarla coştular
Kültürle beslenip beceriyle donandılar
Özlemi geceye sarıp günü paylaşanlardı.
Yoksul halkının kara kalemini defterini
Yetim hakkıyla verilen kitabı ekmek bildiler
Öpüp başına koyarak kutsallarına aldılar
Bilekle üretip akılla düşünmeyi deneyerek
Yaratmaya üretmeye düşünmeye doğaya tutkulu
Çıkış yolunun aydınlığını zorlayanlardı.
Doğayı insanı çiçeği böceği doğuştan anlayan
Ak kâğıda kara yazıya hasret evlerin çocuklarıydılar.
Yalınayak, eski şayakla gelip boz urbalandılar
Mandolin sesine kitap kokusunu katıklayıp yaşadılar.
Kol kola oynayıp diz dize ağlayan kardeş oldular.
Yirmi bir kaynaktan yunup yıkanıp el alanlardı.
On üç yılda on beş bin olan boz urbalılardılar
Tahta bavul ve mandolinle Anadolu'ydular
Ben yoktu biz vardı en büyük gönenç halktı
On beşler kaç kuşak katlandı Anadolu'da ölçmediler
Aydınlık yarınların yorulmaz devrimcileriydiler
Anadolu aydınlanmasının güneşi boz urbalılardı.
-15-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Eğitim
SUÇ KİMDE?
Rıza YETİM
[email protected]
Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Bu karanlık
açmazın kıyısına neden geldik, nasıl geldik? Bunları
bilmezsek, bu sorulara yanıt bulmazsak, olası değil,
içine düştüğümüz kör kuyudan öl git çıkamayız. Peki,
yanıt nerede? Yanıt, hiç kuşkusuz eğitimde.
yerine koymayanlar var ya, işte
onların zulüm ve işkencelerine,
korkutma ve yıldırmalarına karşı dik durup hiç
yılmayacaksın ki, gerçek aydınlığın belli ola. Korkup
yılmayacaksın ki, karanlığın kuyusuna düşmüş olan
ulusal eğitimi kurtarabilesin.
Eğitim öz olarak, “Yetişkin bilincin yetişmekte
olan bilince etkisi” olduğuna göre suç, hiçbir zaman
yetişmekte olan bilinçte olamaz, yetişkin bilinçte, yani
bizde olur. Demek ki, yetişkin bilinci iyi
yetiştirememişiz. İnsan; insanı insan eden çağcıl,
özgür, üretken, bilim ve aydınlıktan yana olan eğitimle
eğitilebilir, Pavlov'un köpeği gibi koşullanmış, bellek
ve bellemeye dayalı eğitimle değil. Eğer yetişkin
bilinç, yani bizler, çağcıl bir eğitimle yetiştirilmiş
olsaydık, her ne olursa olsun, karanlığa geçit
vermezdik. Önemli olan, nicelik değil, nitelik. Nitelikli
yetişkin, sayıca az da olsa, çoğunlukta olan nicelikli
olanlardan her yönden daha etkilidir; nicelikli olanları,
yani, beklediklerini bu dünyada değil, öbür dünyada
arayanları, ellerinden tutup ancak nitelikliler aydınlığa
çıkarabilir. Ürkmez korkmaz, geri çekilip teslim
olmaz, her zaman gerçekleri ve doğruları söyler,
karanlığı değil, aydınlığı imler, inancından ödün
vermez, ölse bile geri adım atmaz nitelikli olanlar.
Çünkü onlar, tutarlıdır. Çünkü öz çıkarını değil,
toplumun çıkarını, toplumun yararını düşünürler.
Özverilidirler, yaptıkları için karşılık beklemezler.
Dirençlidirler, yapıp başarmak istedikleri konularda
tüm engellemelere karşın, geri çekilmez direnirler,
ödün vermezler. Savaş eridirler, savaşımdan geri
durmazlar.
Herkes görüyor biliyor ki, eğitim diye bir şey
kalmadı bugün Türkiye'de. Yavrularımıza yazık,
Atatürk'e karşı ayıp, Tonguç babaya karşı saygısızlık!
Kör müyüz, neden görmüyoruz gözlerimizin önünde
olup bitenleri? Çocuklarını seven, çocuklarını kendi
canlarından bile üstün tuttuğunu söyleyen analar
babalar nerede? Bu ne kadar büyük aymazlık, bu ne
kadar korkunç bir tepkisizlik ve teslimiyet? Besbelli,
bu ülkenin insanı iyi eğitilmemiş değil, tam tersine
kötü eğitilmiş. Böyle bir eğitimle iflah olmayacağımız
ortada. Hele bin dört yüz yıl geriye götürülmek istenen,
insanı insanlıktan çıkaran, bilimi, barışı, birliği dirliği,
sevgiyi dostluğu ve kadın varlığını yadsıyan eğitim
diye yutturulan bu korkunç sarmaldan kurtulamazsak,
halimiz nice olur bilinmez.
Onun için bu açmaza tez umar bulmak zorundayız.
Örneğin, insanı insan eden köy enstitüsü adlı eğitim
kurumları vardı. O kurumlar, Atatürkçüydü,
aydınlıkçıydı, bilimden ve barıştan, özgürlükten,
egemenlikten yanaydı; üretken ve yaratıcıydı, öğrenci
odaklıydı, yaparak yaşayarak eğitim ilkesinin
uygulandığı özgür alanlardı, sorunlara çözüm üretilen
yerlerdi; o kurumlarda kız erkek ayrımı yoktu, eğitim
öğretim ve yönetim de öğrencinin elindeydi, oralarda
durmadan okunuyor, hep okunuyordu. Peki, bu
kurumların eğitim ilkelerinden yararlanarak Atatürkçü
eğitim, yeniden düzene sokulup uygulamaya
geçilemez mi? Neye olmasın, yetişkin bilinç, ama
aydınlıktan yana duran korkusuz yetişkin bilinç
isterse, dağlar bile devrilerek düz ova edilir. Bu, hem
inanç, hem de duyarlık konusu. Varsa inanç, varsa
duyarlık, Kurtuluş Savaşını nasıl utkuyla
sonuçlandırdıysak, eğitim savaşını da öyle utkuyla
sonuçlandırabiliriz. Yeter ki, eğitime yaşamsal önem
veren insanların elleri ve yürekleri bir araya gelip
aydınlığa doğru yürüsün. Unutmayalım, güneşin
doğmasını bekleyen insan bitmedi, daha çok var
ülkemizde. Onlar varken de umut tükenmez geleceğe
umutla bakanlara.
Var mı böyle aydın şimdi Türkiye'de? Yok
diyemeyiz, ama yeterli değil. Çünkü çağcıl olmayan
herhangi bir eğitim kurumunu bitirmek, belirli
orunlara yükselmek yetmiyor. Önce insan olmak,
kendini bilmek gerekiyor. Eğer kendini bilirsen,
yüreğin ve usun, sevgiye de, bilime de, özgürlük ve
aydınlığa da açık olur. Seversin insanları, seversin
halkını tıpkı Atatürk'ün, Hasan Ali Yücel'in, İsmail
Hakkı Tonguç'un sevdiği gibi. Usunla ellerin birlik
olur üretip yaratmak için. Aydınlığa doğru yürürken
hiçbir engelden korkmazsın. İnsanları kandırıp
soyanlara, emeğe düşman olanlara, kadınları kızları
insan olarak görmeyenlere, ulusal birlik ve yurt
bütünlüğünü bölüp parçalamak isteyenlere karşı, doğa
ve sanat düşmanlarına karşı; en önemlisi, seni insan
-16-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
KÖY ENSTİTÜLÜ
GÖZÜYLE 17 NİSAN!
Mustafa AĞIR
Bugünün gençliği, yaşayanları, iktidara alkış
tutanları.. "Köy Enstitüleri" aydınlanma yuvalarının
dünü ve bugününü pek bilmezler... Yaşamlarında
ciddi emek olmayanların, alınteri olmayanların, Köy
Enstitülü gerçeğini bilmeleri, anlamaları olası
değildir.
Köy Enstitüleri bu ülkede, sömürülen geniş halk
yığınlarının uyanışı ve toprak ağalarına,
emperyalistlere başkaldırışıdır. “Artık yeter aydınlık
istiyoruz." diye haykırmalarıdır. İşte böyle karanlık
ortamda, ne olursa olsun, tek parti iktidarı CHP vardı.
Toprak ağalarının baskılarına, direnebildikleri kadar
direndi CHP ve İsmet Paşa.
Evet!..
Yüzyıllardır uyuyan insanları
uyandırmak ve ayaklandırmak gerekiyordu. Köylü
çağın kötü ve karanlık günlerini yaşıyordu. Köye çok
yönlü hareket gitmeliydi. Köyü yeşertmek,
meyvelendirmek için; bilgi-teknik gitmeliydi. Köyü
ve yaşayanları uyandırmak ve canlandırmak köylüye
bilgi ışığı getirmek gerekiyordu!..
Bunun için, bu devrim için ise; çağdaş, yürekli
cesur devrimci önderler gerekli idi.
İşte karanlığın aydınlığa dönüşebileceği hareket
başlamak üzere idi. Ülkede sömürücü toprak
ağalarının tüm baskılarına karşın; 17 Nisan 1940
yılında 3803 sayılı Köy Enstitüleri kanunu ile,
Türkiye'de çağdaşlığın öncüsü olan "Köy Enstitüleri"
kuruldu. Köy Enstitülerinin ilk kuruluş tarihi
1937'dir.
Köy Enstitüleri, yüzyıllarca ezilmiş, horlanmış,
aşağılanmış köy insanının "bilimin mürşitliğinde"
yazgısını değiştirme mücadelesinin simgesidir. Bu
nedenle tarihteki yerini ve güncelliğini koruyor ve
koruyacaktır.
Demokrat Parti'nin 1950 yılından iktidara
gelmesi ile ne yazık ki. Köy Enstitüleri aydınlanma
hareketine karşı bir savaş ve yıldırma saldırısı başladı.
Toprak ağalarının ve emperyalist güçlerin
baskıları ile, 27 Ocak 1954 yılında, çıkarılan 6234
sayılı yasa ile Köy Enstitüleri "ilköğretim okulları"na
dönüştürüldü. Böylece Türkiye'nin aydınlanma ışığı
söndürülmüştü. Bu hareketle birlikte, halkın
aydınlanma yuvası olan, Halk Evleri'de kapatılmıştı.
Demokrat parti döneminde, resmen ülkemizde
karanlık dönemi başlamıştı.
Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu; 'Karanlık
dönem' Köy Enstitülerinin kapatılışının acı nir
sonucudur. Hukukun yok edildiği, Cumhuriyet
Kurumlarının bir bir elden çıkarıldığı, içinde
bulunduğumuz sıkıntılı dönemin sorumlusu elbette ki
iktidardır.
Köy Enstitüleri Hareketi... Devrimci Cumhuriyet
anlayışının bir ürünüdür. O anlayıştaki iktidar
olmadan, günümüzdeki 'Köy Enstitüleri' ya da onların
günümüzdeki yeni tipleri kurulamaz. Böyle bir iktidar
oluştuğunda da modelin yeni toplumsal gerçeklik,
eğitim bilimlerinin ve çağdaş teknolojinin verileri
dikkate alınarak, yeniden oluşturulması gerekir..
Yaşasaydı Köy Enstitüleri'nin kurucu ismi İsmail
Hakkı Tonguç da aynısını gerçekleştirirdi. Bir kez
daha yineleyelim. Köy Enstitüleri toplumun en
güçsüz ve ezilen kesimine, aklını özgürleştirip,
yazgısını değiştirebileceği, yetkinliği kazandırmak
amacıyla kurulmuştu.. Ne var ki ömrü kısa oldu...
Rahmetli İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel'i
saygıyla anıyorum.
Köy Enstitülerinin anlatmak
istediği galiba böyle bir şeydi:
-17-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Nice 17 Nisanlara…
AYDINLANMA IŞIĞI
Ahmet M. EGEMEN
[email protected]
Dünya, ikinci kez “paylaşım” sürecini yaşarken,
ülkemizde devlet bütçesinin bir bölümü, insanın
geliştirilmesine ayrılmış, bu yönde eğitime yatırım
yapılmış ve 17 Nisan 1940 tarihli 3803 sayılı yasayla,
KÖY ENSTİTÜLERİ 'nin oluşturulması
kararlaştırılmıştır. Bu tarihten itibaren, tarım işlerine
uygun, geniş arazisi bulunan köylerde ya da onların
yakınlarında Köy Enstitüleri kurulmuş, böylece köy
çocuklarının kendi yörelerinde, kuramsal ve
uygulamalı bilgi ve becerilerle donanması
sağlanmıştır.
O yıllarda, büyük oranda okulsuz ve öğretmensiz
olan köylerimize, öğretmen yetiştirmek üzere açılan
Köy Enstitüleri'ne, Türkiye'nin her yöresindeki
köylerden, ilkokulu bitiren çocuklar arasından,
sınavla öğrenci alınmıştır.
Bu okullarda öğrenim gören gençler, atandıkları
köylerde, üstlendikleri görevleri, başarıyla yerine
getirmişlerdir. “Köy kökenli aydın“ kuşağı
yaratmayı başaran köy enstitüleri, tüm eleştirilere
rağmen kalıcı bir iz bırakmıştır. Köylünün
üstündeki feodal ve dinsel baskıları yok edip ona
aklın ve mantığın verilerini götürmüştür. Bu
okullardan Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mehmet
Başaran, Dursun Akçam, Mahmut Makal gibi
birçok ozan ve yazar yetişmiştir.
Eskişehir - Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü M.
Rauf İNAN'ın, sınavı kazanan öğrenci adaylarına
yazdığı aşağıdaki mektup, Köy Enstitüleri'nin
niteliğini, verilen eğitim-öğretimin içeriğini
vurgulaması açısından önemli bir kanıttır:
“ Oğlum, Enstitümüze talebe olarak seçildin.
Sana müjdeler ve kutlularım. Enstitümüzde hem
okumanı, tahsilini ilerletecek, hem de ileri usullerde
ziraat öğreneceksin. Bağcılıkta, sebzecilikte,
arıcılıkta, tavukçulukta, hayvan bakımında, makine
ile ekim, biçim ve harman yapmasında, zahire
hazırlamada çalışıp iyice yetişeceksin. Ayrıca bir de
sanat elde edeceksin. Dokumacılığı, dikiş makinesi
kullanmayı, halı dokumayı, bisiklet ve motosiklete
binmeyi, mandolin çalmayı da öğrenebileceksin.
Burada, çok çalışman ve iyi yetişmen için her şey
var… Senden, yalnız çalışmak…”
Savaş yıllarına rağmen, ulusumuzun
“AYDINLANMA IŞIĞI ” olan Köy Enstitüleri'yle,
ülkemizdeki okul sayısı üç
katına, öğrenci sayısı ise dört
katına çıkarılmıştır. Böylece
Köy Enstitüleri'yle, ulusumuzun bilinçlenmesi ve
ülkemizin gelişmesi, çağdaş çizgide ivme kazanmıştı.
Ancak aydınlanmaya karşı olanların rahatı ve huzuru
kaçmıştı. Bazı politikacılar, çağdışı eski yaşam
biçimini ulusumuzun kaderi olarak belirlemişlerdi
kendilerince. Çıkarları için tehlike olarak gördükleri bu
eşsiz projeye son verme başarısına (!) ulaşmışlardır
sonunda… O dönemin bu siyasetçileri, Köy
Enstitüleri'nin mimarlarından olan İsmail Hakkı
TONGUÇ 'un ; “… İnsanoğlunun kazanacağı en
büyük zafer, korkuyu yenmesiyle elde edilecek
zaferdir… Köy Enstitüleri'nin iç yapılarında,
öğrencilerin kendilerini idare etmeleri ilkesine
dayanan bir gelişim sağlanacaktır. Bu kurumların
varoluş nedeni, kişilik eğitimi olacaktır… Kişilik
eğitimin temel direği, demokratik eğitimdir…”
sözlerini özümseyebilselerdi ve kişisel
beklentilerinden çok, ulusun çıkarlarını gözetselerdi
eğer, Türkiye başka bir Türkiye, belki dünya da başka
bir dünya olurdu şimdi.
Türkiye; Dünyanın ikinci kez paylaşım savaşında,
Atatürkün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine dayanan
başarılı bir dış politika izlemiş ve tüm dış baskılara
karşın, tarafsız kalmayı başarmıştır. Bu durumdan
yararlanmak isteyen, Sovyetler Birliği savaşın
sonlarına doğru, Türkiye'den Kars , Artvin ile
Ardahan'ı ve Boğazlar'da askeri üs kurmayı
istemiştir. Bunun üzerine Türkiye, ABD'den askeri
destek isteğinde bulunmuştur. Bu desteği vermeye
hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile
yardıma başlamış, karşılığında ise; Türkiye'de serbest
seçimlere dayanan demokrasi düzeninin
yerleştirilmesini, Milli Şeflik, Beş yıllık kalkınma
planları ve Köy Enstitüleri gibi uygulamaların da
kaldırılmasını önermiştir. Ayrıca 1946 yılında
hükümet, yaklaşan seçimleri yitirme kaygısı duymaya
başlamış ve bu durum, iktidardaki karşıt
milletvekillerinin Köy Enstitüleri'ne karşı örgütlü
kampanyasıyla örtüşmüştür..
Halbuki 'tutucu çevrelerin yoğun eleştirileriyle
karşılaşan ve toplam sayısı yirmi bire ulaşan Köy
Enstitüleri, kısa sürede, yirmi bin mezun vermeyi
başarmıştır. Anadoludaki karanlıkları, yirmi bin “ışık”,
-18-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
aydınlatmaya başlamıştı o tarihlerde. Ancak bu süreç
çok kısa sürmüş, 1947'de yaratıcılığın ön plana çıktığı
eğitim anlayışı değiştirilmiştir. Programında ve
yapılanmasındaki kuruluş hedeflerinden de
uzaklaştırılmış, daha sonra ise, sıkı sıkıya bağlı
olduğu "iş için, iş içinde eğitim" ilkesinden
vazgeçilerek, üretimin eğitim ile olan bağı
koparılmıştır.
Bu olumsuzluk sürecinin oluşmasına etki eden
gelişmeler olarak:
a) TBMM'de görüşülen, Toprak reformuna
yönelik “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” tasarısına,
Aydın, Eskişehir ve İçel milletvekillerinden tepkiler
gelmesi,
b) 19 Mayıs demeçlerinde “siyaset ve düşünce
yaşamında demokrasi ilkelerine daha çok yer
verileceğinin” vurgulanması üzerine, dört
”yasama organının yürütme
milletvekilinin
üzerinde tam bir denetleme kurmasını” içeren bir
önerge vermesi,
c) Bu önergenin (Dörtlü Takrir'in) reddedilmesi
ve dört milletvekilinin istekleriyle ilgili ısrarlı
davranışları üzerine, bazılarının partiden ihraç
edilmesi, bu ihraçları protesto eden milletvekillerinin
istifa etmesi ve bunların önderliğinde, Demokrat
Parti'nin kurulması,
d) Köy Enstitüleri'ne yöneltilen öğrencilerin bir
örnek giysisi ve müdürün bile aynı giysiyi giymesi,
öğrencilerin yönetime katılması, karma eğitimin
söylentilere yol açması, okul yapımında köylülerin
sorumlu tutulmalarının köylülere angarya gelmesi,
öğrencilerin okullarının inşasında çalıştırılmalarının
hoş görülmemesi, köylere atanan öğretmenlerin
yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşaması,
ağaların seçtirdiği milletvekillerine yakınması,
durmaksızın baskı yapması, eleştirilerinin yoğunluk
kazanması, söylenebilir.
Ayrıca,1950 seçimlerinden sonra; TBMM'deki
parlamenterlerden bazılarının, oluşan çağdaş siyasi ve
toplumsal yapıya yönelik bir atak başlatarak, Köy
Enstitüleri'nin kapatılmasına zemin hazırladıkları
yadsınamaz bir gerçektir. Bu süreçte, “Eğitimin
üretim için yapılmalıdır“ amacından uzaklaşılmış ve
Köy Enstitüleri'nin işlevi azaltılmıştır. Bu kurumlar
1951'de, klasik ilköğretmen okullarıyla birleştirilerek
geleneksel eğitimin yerleştiği öğretmen okullarına
dönüştürülmüş ve ne yazık ki 1954'te tümüyle
kapatılmıştır.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve M. Rauf İnan, Köy
Enstitüleri'nin kapatılmasının nedeni olarak, yapılan
devrimlere,Atatürk karşıtlarınca başlatılan bir hareket
olduğunu söylemişlerdir. Bu saptamanın en belirgin
kanıtı, TBMM'deki bütçe görüşmeleri sırasında bir
milletvekilinin “Köylere giden bu enstitü mezunları,
kendilerini birer ATATÜRK zannediyorlar.”
sözüdür. Ancak, bu söyleme en güzel yanıtı, Hasan
Ali YÜCEL; “ Bu çocukların her birinin birer
ATATÜRK olması temenni edilir !..” diyerek
vermiştir…
Günümüzde; YENİ KUŞAK KÖY
ENSTİTÜLÜLER DERNEĞİ, yayınları ve
etkinlikleriyle; Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel ve
İsmail Hakkı Tonguç'ların öncülük ettiği aydınlanma
ateşinin kıvılcımlarıyla AYDINLANMA IŞIĞI'nın
ışıldaması için başarılı çalışmalar yapmaktadır.
Böylece Köy Enstitüleri ruhunu canlı tutup bu bilinci
gelecek kuşaklara aktarmaktadır. İsmail Hakkı
TONGUÇ'un; “…Önemli olan isim değil, özdür. Bu
ulus gelecekte, kendi gerçeklerine özgü, Köy
Enstitüleri benzeri kurumları mutlaka
kuracaktır…” sözleri doğrultusundaki üstün çabaları
ve yoğun emeklerinden dolayı onları gönülden
kutlamak gerek.
Yazımı sonlandırmadan önce, bilindik bir
anekdotu paylaşmak istiyorum; ancak, biraz
değişiklik yapıp Köy Enstitüleri'nin ruhuna
uyarlayarak:
“ Senfoni Orkestrası Anadolu'nun kırsal
kesimlerinde Klasik Türk ve Batı Müziği konserleri
vermektedir. Yine böyle bir konser sonrası, halkın
konser ile ilgili görüşlerini almak isteyen bir
gazeteci, yaşlı izleyicilerden birine sorar:
- “ Konseri nasıl buldunuz? “ diye. Yaşlı izleyici
yanıtlar;
- “ Bizim köy, köy olalı böyle zulüm görmedi !..”
- “ !!!..”
Gazeteci çok şaşırır. Başka bir izleyiciye dönerek:
- “ Gerçekten çok mu kötüydü? “ sorusunu
yöneltir. O izleyici ise:
- “ Emmi böyle bir müzik türüyle ilk kez
-19 -
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
karşılaştığı için, bu şekilde tepki verdi
kanımca. Ancak, Senfoni Orkestrası'nın
Anadolu'nun kırsal yörelerinde böyle
konserler vermesi takdir edilecek bir
uygulamadır. Halkımız ile çağdaş dünyayı
buluşturmak, onlara sanatsal değerleri
tanıtmak ve müziğin evrensel özelliğini
hissettirmek çok önemli… Müzisyenlerimizi
ve emeği geçenleri tebrik eder, kutlarım…”
dedikten sonra:
- “ Ama yine de bir eleştiri yapmadan
geçemeyeceğim… Orkestra son bölümü
çalarken, Kemanlar, “fa diyezleri”, “fa
natürel” olarak çaldı. Piyano ise, “es”
yapmayı unuttu…”
- “ !!!..Siz bunları nereden biliyorsunuz
? Müzisyen misiniz? Eğitim düzeyiniz nedir?
- “ Bu köyün öğretmeniyim… KÖY
ENSTİTÜ Mezunuyum…”
- “ !!!..” (Not:2.izleyicinin yanıtı, köy
enstitüsü mezunlarının niteliğini belirtmek
için tarafımdan kurgulanmıştır.)
Ayrıca gazeteci-yazar Yılmaz ÖZDİL bir
yazısında; “…Bir şarkısın sen, ömür boyu
sürecek…” ezgisini belleklerimize yerleştiren
Berkant'ı, ”Köy Enstitüsü Ruhu'nun
Türkiye'ye armağanı” olarak tanımlamıştır.
Yazar; ”Köy Enstitüleri'nin eğitim-öğretim
tarihimizin en önemli parçası olduğunu“
vurgulamış, Berkant'ın yaşamından örnekler
vererek ; ”… Hasanoğlan Köyü'nde dünyaya
geldiğini, ”Köy Enstitüsü Ruhu”yla
büyütüldüğünü, o günün koşullarında,
ilkokuldayken mızıka ve akordeon,
ortaokuldayken ise piyano çalmaya
başladığını, on sekiz yaşına geldiğinde,
orkestra kurduğunu ve saksafon çaldığını…”
belirtmiştir. Bu da köy enstitülerinde sanata ne
denli önem verildiğini ortaya koymaktadır.
Bu iki anekdottan sonra, yazımın
başındaki; Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü M.
Rauf İNAN'ın “okula çağrı mektubu” nu, bir
k e z d a h a o k u m a k g e r e k i y o r. K ö y
Enstitüleri'nin, ülkemizin kalkınması ve
ulusumuzun aydınlanmasındaki yerini,
değerini, niteliğini, verdiği eğitim-öğretimi
anlatmak için başka söze gerek var mı
bilmem?
---------------------------------------
Çocuktan Büyüklerine:
“Biliyor musunuz?..”
Hüseyin YAŞAR*
[email protected]
Sürekli büyüdüğümü
Sürekli değiştiğimi
Sizden doğmama rağmen
Sizden farklı olduğumu biliyor musunuz?
Öğretilmeyi değil, öğrenmeyi sevdiğimi
Yaptığım doğru ve yanlışların sonucunu
Mutlaka görmek ve
Yaşamak istediğimi biliyor musunuz?
Yanlışlarımın, benim doğruya olan uzaklığımı gösterdiğini,
Yanlışlarım oranında doğrulara yakın olduğumu,
Tek yanıtlı testlerinizle tek tip adamlığa doğru gittiğimi,
Giderek koyunun kurt ile gezemeyeceğini biliyor musunuz?
Bir dağ yamacı, bir vadi olduğumu,
Sizin sesinizi yankılandırdığımı,
Şiddetin şiddeti, mutluluğun mutluluğu seslendirdiğini,
Çamdan armut değil, kozalak düştüğünü biliyor musunuz?
Öğrenmede meraklı olmamın şart olduğunu,
Merakımın ilkokuldan bu yana giderek azaldığını,
Okula/dershaneye hep ''aheste '' geldiğimi, ama
Paydosta, büğelek tutmuş dana gibi okuldan/dershaneden
Neden ve nasıl kaçtığımı biliyor musunuz?
Çabalarımın fark edilmesini ve takdir edilmesini
Bundan dolayı adımın anılmasını
Yanlışımda köşeye sıkıştırılmamam gerektiğini
Sıkışınca yalana başvurabileceğimi biliyor musunuz?
Her konuştuğunuzu tam olarak duyamayabileceğimi
Her duyduğumu tam olarak anlayamayabileceğimi
Her anladığımı tam olarak yerine getiremeyebileceğimi
Yerine getirirken hatalar yapabileceğimi biliyor musunuz?
*Emekli Coğrafya Öğretmeni
Kaynaklar;1-Yeni Kuşak Köy Enstitülüler
Derneği Yayınları. 2-Vikipedi ( Özgür Ansiklopedi )
-20-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Köy Enstitülülerin yaratıcılığı:
ONLARIN HEPSİ
KÖY ENSTİTÜLÜYDÜ
Emin UGUNLU
[email protected]
1956-1957 öğretim yılıydı. Kırklareli'nin
okula. Sabah ve öğleden sonraki derslerimiz
Polos Bucağı’nda ilkokul 4.sınıf öğrencisiydim.
işlendi. Son dersten sonra evlerimize salmadı bizi
O yıllarda nüfusumuzun %70'inden fazlası
öğretmenimiz. Bahçeye çıktık, epeyce oynadık.
köylerde yaşıyordu. İl, ilçe merkezlerine uzanan
''Ben zili çaldığımda sınıfınıza geleceksiniz.''
yollar son derece yetersizdi; merkezlere ulaşım
demişti. Zil çaldı sınıfa girdik. Ders kitaplarımızın
çok zordu. Çok az evde radyo vardı. Telefon yoktu,
kapakları boyutlarındaki o tahtalarımıza soğan
elektrik yoktu. Köylerde sadece hayvan ve insan
doğrama tahtası gibi sapı olan bir şekil çizmiş..
gücüyle doğal, ama ilkel tarım yapılıyordu.
-''İşte, şimdi bu çizgilerin sınırlarından
Ailelerin gelir düzeyleri genelde çok düşüktü
tahtalarınızı çakılarınızla kesin bakalım.” dedi..
köylerde. Üstelik ailelerin çocuk sayıları da
Bu, bizim için ne kadar eğlenceli, zevkli bir
fazlaydı. Ailelerimiz kırtasiye masraflarımızı bile
işti.. Hepimiz yaptığımız bu işin neye
güçlükle karşılarlardı. Bir ailenin
yarayacağını merak ediyorduk,
okulda birden fazla çocuğu olurdu
öğretmenimiz bir açıklama
genelde. Yeni alınan bir kurşun kalem
yapmamıştı. Dayanamadım, sordum:
bazı durumlarda yoksulluk nedeniyle
- ''Öğretmenim ne olacak bu
tam ortasından kesilerek iki kardeşe
yaptığımız?''.
pay edilirdi.
-''Siz devam edin, dediklerimi
Defterin, kurşun kalemin
yapın,
sonra söylerim.'' dedi.
zorlukla alınabildiği böyle bir
durumda, babalarımızın bize renk
Evet, dediğini yapmıştık, Şimdi
renk kuru boyalar, sulu boyalar
hepimizin elinde soğan doğrama
almaları o kadar da kolay değildi;
tahtası gibi sapı olan bir şey vardı.
hatta çoğumuz için olanaksızdı bu.
Artık evlerimize gitme zamanı
Peki, ama bizim de resim-iş
gelmişti. Öğretmenimiz:
derslerimiz vardı. Biz kuru boyasız,
-''Yarın aynı malzemeleri yine
sulu boyasız nasıl yapabilecektik
getirin; ama yanında cam kırığı ve
resimlerimizi?.. Düşlerimizi nasıl
sekiz adet gazoz kapağı da getirin.''
renklendirebilecektik; renklere Emin Ugunlu'nun
dedi.
ilk şiir kitabı. Kutluyoruz.
düşlerimizi nasıl katabilecektik?..
Saf çocuk şaşkınlığımız adeta
İşte böyle bir ortamda
Polos Kalesi'nin burcuna çıkmıştı.
öğretmenimiz bir gün bize:'' Yarın
Gazoz kapakları.. Bizim
okula gelirken Türkçe kitaplarınızın
kahvehanelerden topladığımız gazoz kapakları
büyüklüğünde ve kalınlığında düzgün bir tahta
oyunlarımızın temel araçlarından biriydi. Hepimiz
parçasıyla çakılarınızı getirin.” dedi. Köyde tahta
de bol miktarda vardı.
parçasından bol ne vardı ki! Zaten bizim
Ertesi gün bu malzemelerle geldik okula..
hepimizin koç boynuzundan saplı çakılarımız
Yine son dersten sonra oyun ve tekrar sınıfa… O
vardı; çünkü biz çocuklar o zaman hemen hemen
cam kırıklarıyla bize bu saplı tahtalarımızı
tüm oyuncaklarımızı kendimiz yapardık bu
kazımamamızı söyledi öğretmenimiz. Hepimiz
çakılarımızı kullanarak. Örneğin, yaş söğüt
iştahla yapıyorduk bu işi.. İşimiz, oyun olmuştu.
çubuğundan öyle güzel düdükler yapardık ki..
Hiçbir pürüz bırakmadık tahtalarımızda.
Ertesi gün hepimiz bu malzemelerle geldik
Tahtalarımızın tüm yüzeyleri ayna gibi olmuştu.
-21-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Sonunda iş tamamlandı; artık hepimizin eşek
kuyruğunun kıllarından yapılan bir fırçası vardı.
Öğretmenimiz:
-''Ben gidiyorum, biraz sonra geleceğim, beni
sessizce bekleyin.'' dedi.
Biz fırçalarımıza bakıyoruz; ne olursa olsun
sonunda bizim de üzerinde emeğimiz olan bir
şeyimiz oldu. Bunun mutluluğunu yaşıyoruz.
Derken öğretmenimiz elinde açık bir sandıkla
geldi. Anladık ki bunun içinde soğan doğrama
tahtasına benzeyen gazoz kapaklı tahtalarımız var.
Numarasını okuduğu arkadaşımızı yanına
çağırıyor, ona birkaç gün önce topladığı
tahtalarımızdan kendine ait olanı veriyordu.
Merakla baktık tahtalarımıza. Aman
Allahım!!! Tahtalarımız renkler cümbüşü...
Kırmızı, sarı, mavi, yeşil... Hangi rengi ararsan
karnı yukarıya gelmiş gazoz kapaklarında var.
Sonradan anladık ki Recep Kalkan, Hacer
Kalkan, Sevdiye Çalımlı öğretmenlerimiz ve
yine o sırada yedek subay olarak yaptığı
askerlikten izne gelmiş ve daha sonra ortaokulda
resim, lisede sanat tarihi öğretmenim olan Osman
Çalımlı Hocalarım - Osman Hocamın teknik
katkılarıyla herhalde - bize kuru toz boyalardan
sulu boya dökmüşler.
Kırtasiyecilerdeki boyalardan çok çok güzeldi
onlar. İdealistliğin mayası vardı onların özünde.
Biz bu boyalarla, o eşek kuyruğunun kıllarından
yapılan fırçalarımızla ne patates baskıları, ne sulu
boya serpmeler, sulu boya resimler yaptık bir
bilseniz! Yoksunlukları yok etti öğretmenlerimiz.
Düşlerimizi daha da renklendirdi, büyüttü o
boyalar. Renklere düşler kattık o boyalarla.
‘'Ben ne yapayım, olanaklar yok.
Vermeyince Mabut neylesin Mahmut!'' demedi
öğretmenlerimiz. Mevcut varlarla mevcut
olanaksızlıkları yok ederek çalıştılar.
Onların hepsi Köy Enstitülüydü,
Kepirtepeli'ydiler…
Ben de öğretmen oldum sonunda üniversiteyi
bitirerek. Ben de öğrenciliğim ve
öğretmenliğimde o köy enstitülü öğretmenlerim
gibi hep üretken olmaya çalıştım.
Onların nezdinde tüm öğretmenlerimin
önünde derin saygılarla eğiliyorum…
-''Şimdi de gazoz kapaklarının mantarlarını
kazıyın.'' dedi öğretmenimiz.
Kolayca yaptık bunu koç boynuzundan saplı
çakılarımızla.'
-“Şimdi de gazoz kapaklarının karnı yukarı
gelecek biçimde takunya çivileriyle tahtalarınıza
çivileyeceksiniz gazoz kapaklarını.'' dedi
öğretmenimiz. .
Gazoz kapaklarını dörder dörder birbirlerine
karşılıklı gelecek şekilde kendisinin getirdiği
takunya çivileriyle çaktık tahtalarımıza..
-'Tahtalarınızın
arka tarafına
adınızı,
soyadınızı yazın ve sonra bana getirin.'' dedi. Bu
şekilde tahtalarımızı topladı öğretmenimiz ve bizi
evlerimize saldı..
Galiba bunun üzerinden iki gün geçmişti ki
son dersten sonra eve gitmeden önce bizlere şöyle
seslendi:
-''Yarın okula gelirken açılmamış kurşun
kalem kalınlığında ve uzunluğunda kızılcık
çubuğu ve eşeklerinizin kuyruğundan işaret
parmağınız kalınlığında kıl kesip getirin. '' dedi.
Bu, bizim için çok kolaydı. .Hepimizin evinde
en az bir eşek vardı ve korumuzda kızılcık
ağaçları doluydu. Şu anda bizim evde yoksa bir
komşumuzda mutlaka vardır kızılcık çubuğu.
Bunlar tamam da bu işin sonu nereye varacak?
Meraktan çatlıyoruz… Eşek kuyruğundan kıl!!!
Fakat öğretmenimize çok inanıyoruz,,. O bizi
mutlaka bir güzelliğe götürecektir bunun
sonunda.. Çünkü öğretmenimiz bize bugüne kadar
hep güzellikler sundu.
Dediklerini getirdik öğretmenimizin. Kızılcık
çubuklarının kabuklarını soydurdu bize...
Öğretmenimizin elinde bir teneke makası; passız,
parlayan bir şerit şeklinde teneke... Numara
sırasıyla çağırıyor bizi.. Numarası okunan,
kızılcık çubuğu ve eşeklerinin kuyruğundan
kestiği işaret parmağının kalınlığındaki kılla
öğretmenimizin yanına gidiyor. Öğretmenimiz
makasla kılları kesiyor, düzgün hale getiriyor;
sonra onları kızılcık çubuğunun ucuna düzgün bir
biçimde yerleştiriyor, şerit tenekeyle çubuğa
sarıyor, kılları sağlamlaştırıyor ve bir bakıyoruz o
arkadaşımızın bir fırçası olmuş.
-22-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
O bir köy enstitülüydü:
FAKİR BAYKURT'TAN
ÇOCUKLARA
politikacıların ve dini önderlerin savaşı kutsal ilan
etmeleridir. Benim görüşüme göre, hayatta tek
kutsal şey barıştır. Hiçbir şey savaştan daha kötü ve
aptalca olamaz. Bu nedenle, siz geleceğin
torunlarına savaş üzerine bir şiir bırakıyorum.
Sizlere barış ve mutluluklar dilerim.
Sizin
Fakir Baykurt
NEDİR SAVAŞ?
En ucuz tüfekle yoksul eve bir banyo
Bir topla oyun yeri mahalle çocuklarına
Bir tankla on derslikli iki okul
Bir uçakla yedi köye bir hastane
İki denizaltıyla üç ırmak çöle ulaşır
Bir roketle koca şehir kurulur
Bir taburun postallarıyla çocuklar
Kızamıktan kurtulur
Beş yıl birikse bir kolordunun parası
Kansere ilaç bulunur
Ölenlere dikilen anıtlar da para
Kalanlara nişanlar kolay mı takılır
Bir ordunun bütçesiyle on il bağlık bahçelik olur
Düşün, ne yer, kaça semirir bir general
Bırak atom savaşlarını bir an
İki komşu arasında sıradan bir savaşı düşün
Kimileri yıllar yılı bitmiyor
Atılan bombalar, harcanan mermiler
Alınteri vergilerden
Yakılıp yıkılmış bir şehir
Kolay mı yapılır yeniden
Evlerin asansörü merdiveni penceresi
Bir düşün serin kanla lütfen
Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler
Bir düşün serin kanla, ya da sor bir uzmana
Yanıtla şu küçük soruyu rica ederim
Aptallık değil de nedir,
Nedir savaş?
(1987)
www.mehmethekim.com İnternet sayfasından
Fakir Baykurt, 15 Mart 1995 tarihinde? Sevgili
Torunlarıma, Torunlarımın Torunlarına? seslenişli
bir mektup yazmıştı. Bu mektup onun
çocuklara vasiyeti gibidir. Bu mektup aynen
şöyledir:
--------Fakir Baykurt
Moerser Str. 238
D-47198 Duisburg
Telefon 020 66 ? 35 234
Duisburg, 15.03. 1995
Sevgili Torunlarım, Torunlarımın Torunları
Ben 20. yüzyılda yaşayan bir Türk yazarıyım.
Şimdi 66 yaşındayım. Hayatım boyunca hem
öğretmenlik yaptım, hem de kitaplar yazdım.
Türkiye?de ve Almanya?da çalıştım. Bunun için iki
vatanım var. Fakat ben aslında bir dünya
vatandaşıyım. Belki sizler benim adımı artık
tanımayacaksınız, fakat ben bu mektubun sizlere
ulaşacağına inanıyorum.
Bizim asrımız olan 20. yüzyılda birçok güzel
şeyler var. Bilim ve teknik hızla geliştirildi. Hem de
tehlikeli olacak kadar geliştirildi. Kısaca
söylersem, yüzyılımızda kötü sayfalar iyi
sayfalardan çoktur. Irkçılık, dışlama, dinsel
fanatizm, milliyetçilik ve bizleri çok yoksul
bırakan zenginlerin kar hırsı.
Hepsinden de kötüsü savaştır. Çok daha acısı
-23-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir Kitap
Mehmet Erbil Bir Kitap Yazdı:
“KÖY ENSTİTÜLERİ VE
YURTSEVERLİK”
Nabide KILINÇ
[email protected]
tutan, Mehmet Erbil'dir…
“Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik” kitabının
içindeki parçaları yaklaşık tamamına yakın okudum
diyebilirim, birkaç parça belki gözümden kaçtı mı
bilmem?
Ancak kitabı dün gece oturdum saat geceyi aşmış
00.24, tekrar okumak, defalarca okumak, Köy
Enstitülerini.
Elbette çok etkiliyor bir devrin tanıklığı,
Cumhuriyet'in sarsılmaz inancını daha çok yükseklere
çıkarmak köy- kent arasındaki uçurumu kapatmak,
memleketi Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği
hedeflere ulaştırmak. İşte bunun en önemli canlı tanığı
Köy Enstitüleri.
Benim bu arada Sevgili Erbil'in kitabından en çok
heyecanla öğrendiğim ve etkilendiğim şey
Anıtkabir'de Hasanoğlan Köy Enstitüsü çocuklarının
alınteri olduğudur.
Bu heyecanlı yeri biraz açalım, kitabın
sayfalarına dönelim; Ali Şahin öğretmen duygulanır
anlatır, “1948 yılında Anıtkabir inşaatına
Hasanoğlan'dan trene binerek geldik. Azıklarımızı bir
kuşak içinde belimize sarardık. Omzumuzda kazma
küreklerle Ankara Gar'ından yürüyerek Anıtkabir
inşaat alanına gelirdik. O günlerde “bayrak direği”
gelmişti, Amerika'dan. Orada yaşayan bir Türk iş
adamı kendi fabrikasında yaptırmış. Çevre henüz
düzeltilemediği için yol yok. Bu nedenle bayrak
direğinin dikileceği yere direği çıkarmayı
başaramamışlar. Tepe olan bölümün yolu çok dik.
Düzeltilmesi gereği var. Kamyonlar bu dik yokuşlu
tepeye tırmanamamış. Yetkililer Köy Enstitüsü
yöneticilerinden yardım istemiş ve belirli günlerde
kafileler halinde Ankara'ya öğrenciler taşınmıştır.
Onlar yapı konusunda eğitim aldıklarına hiç zorluk
çekmemişlerdir. Bu çalışmaya gönüllerinde yer etmiş
olan Atatürk sevgisi, iş yapma eylemleriyle pekişerek
daha da güçlenmiştir. Çünkü onlar bilirlerdir ki, “şimdi
sözden çok iş zamanıdır”, öyle de yapmışlar yaparak,
üreterek başarıya ulaşmışlardır. Yapı başı Mustafa
Güneri “800 kişi ile çalışmalara destek verdik. 400
kişi kazma, 400 kişi küreklerle geldik, demiştir. Ali
Şahin öğretmen ise bayrak direğine kadar olan yolu
(Mehmet Erbil kitabını 10 Ocak 2015'te Payda
Yayıncılık KızılayAnkara'da imzaladı.)
Sevgili Erbil;
Orada olmayı ne çok isterdim. Hani denir ya
bazen, gitmeseniz, görmeseniz de göz, gönül, kalp
durur mu atar heyecanla. Böylesine heyecan anlarını
kendi gözlemimle arşivime, tarihe kaydetmek
isterdim. Biraz erken olmuş, hava da soğuk. Don var
buralarda. Kar bir pamuk savruğu kadar yağdı. Biraz
daha olsaydı vakit. Kalbim orayı özledi. Sizleri,
Ulus'u, sevgili Ata'mı özledi. Heyecanım artıyor,
durmadan. Gözlerim ışıl ışıl sevinç yakıyor, o anlara.
Geçen gün Mahmut Makal ve Naciye Hanım'la
görüştüm. Hem de öylesine tesadüfle. Şimdi Naciye
Hanım'ın yengesi Raşide Teyze ile tesadüfen
buluştuk. “Haydi telefon açalım Ankara'ya.” dedik,
konuştuk. Şimdi ben de bilemeyeceğim birden yakın
aile bağlarını. Ancak şu Naciye Makal'ın kitabı
(Bindim Tütün Küfesine)bana yol gösterdi o aileye
tanıklığımı. Diyorum ki, bir de heyecanım
sanatoryum caddesine gideceğimiz yolu tutacağız.
Öyle değil mi? Bir de Çankaya'ya sevgili Başkana
gidelim randevu alarak. Gidecek pek çok heyecanlı
yerler var, geldiğimde. Şimdilik biraz erken oldu, şu
kitap imza gününüz. Olsun heyecanım orada ise.
Yollar nedir ki? Yollar sizi bana bağlayan. Mahmut
Makal sordu? Kitabı yolladı mı Erbil dedi, evet evet
dedim . Ancak yakındır okuyacağım, yorumlarımı
yazacağım, dedim. Elimde bir arkadaş getirdi. Tayfun
Er'in Erguvaniler kitabı var. Türkiye'de iktidar
doğanlar. İçinde ilginç yaşam kesitleri var. Gerçi daha
benzer Soner Yalçın'dan okumuştum. Türkiye'de
görebileceğimiz önde olan insanların Yahudi, mason
oldukları, yönettikleri. Dünyayı ötedir yönetmiyor
mu Yahudiler? O nedenle hemen kitabın ardından bir
kitap daha var benzer, ancak şu imza gününe olay olan
kitabınızı büyük bir zevkle okuyacağım. İmza anınız,
geleceğe biriktirilecek olaylardır. Gün ve kişilere
tarihe tanıklık edecek, ışık tutacaktır.
Sevgi ve selam dileklerimle.(N.K)
Sevgili Mehmet Erbil Ankara'da oturur. Köy
Enstitüleri sevdalısıdır. Hasanoğlan Köy Enstitüsü
deyince belgeleri, görselleri ile tarihe, geleceğe ışık
-24-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Antalya'ya, oradan doğruca okula, Aksu Köy
Enstitüsü'ne geldik. Bizi idare odasına götürdüler.
Güleç yüzlü, dazlak kafalı, insana insanca bakan bir
adamın karşısına çıktık. Hoş beşten sonra bu adam,
yitiririz diye paramızın bir kısmını aldı, defterine
yazdı. Adam haftaya gelip kendisinden harçlık
almamızı, söyledi. Bir şeyler yazdı çizdi, sonra bir abla
çağırarak beni ona teslim etti. “Bak Şehriye, ” dedi.
“Bu küçük kızımız okula alışıncaya kadar yanından hiç
ayrılmayacaksın”. Ambardan ölçüsüne uygun elbise al,
yatağını göster.”
İşte Enstitülerin, sıcak yuvaların, insan canları.
Vatan evlatlarını aynı ateşle yetiştiren. Hepsini
saygıyla selamlıyorum.
Yazımda, heyecan olunca birden kitabın
sayfalarına daldım. Eminim sevgili Erbil bu
heyecanımı görecektir. Yüzümün gülümsemesini.
Bir gök kuşağı alıp yolladı Mehmet Erbil. Yerkesik
ziyaretlerinde bulundu. Ancak bir gün de Yerkesik
sokaklarında dolaşalım birlikte.
Kitabın imza günü vardı 10 Ocak'ta. Bir daha belki
fuarda. Hayırlı olsun. İnsan üşür mü bu havada.
Üşümez. Ankara hala eksi 14 derece altında seyrediyor
olsa da. Bu denli sıcak yuvanın o görkemli insanlarının
içinde. .
Mehmet Erbil kimdir?
Hiç tarif etmeden onu Hasanoğlan Köy Enstitülerinin
sevdasını hayatının, yüreğinin içine geçirmiş bir değerli
yurtsever, ressam, bir sıcak güzel kalp, bir onurlu duruşun
sahibi, desek yeter .
Adıyaman'da 1948 yılında doğdu. Resim İş Gazi
Eğitim Enstitüsü'nün Resim İş bölümünü bitirdi. 1981
yılında görevli bulunduğu Ankara Hasanoğlan Atatürk
Öğretmen Lisesi'nde açılan 100 yıl Atatürk Müzesi'nin
açılışına üç yıllık bir çalışma ile katkıda bulundu.
Anadolu'nun kırsal peyzajının yaşam koşullarını şiirsel
gerçekçi bir çizgi, anlatım ile resimlerine, yazılarına,
araştırmalarına taşıdı. 19 kişisel sergi açtı. Çok sayıda
karma sergiye katıldı. Ankara'da kendi atölyesinde
çalışmalarını sürdürmektedir.
Uzanıp giden yol sizi bana bağlayan Sevgili NaciyeMahmut Makallar, tüm beraber bir arada sohbetlerini,
toplantılarını heyecanla sürdüren emekçiler,gerçek
yurtseverler, siz Sevgili Mehmet Erbil bu kalp heyecanlı,
sizinle imza gününde.
Sevgiyle selam olsun sizlere!.. Emeklerinize, nice
güzel buluşmalara, birlikteliklere size ve sevgili ailenize
nice sağlıklı yıllar, birlikte buluşmalar diliyorum.
Panda yayıncılık üyelerine sevgilerimi,
teşekkürlerimi iletiyorum.
Saygılarımı yolluyorum hepinize.
(Yerkesik, 10 Ocak.2015)
N. Kılınç, Mehmet Erbil'le...
düzelterek Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri
olarak biz yaptık. Bu yaptığımız stabilize yol bayrak
direğinin yerine değin çıkarılabilmesini sağlamıştır”
demiştir. Oluşturulan bu toprak yol, diğer araç,
gereçlerinin de yapı alanlarına ulaşımın
kolaylaştırmıştır.”
Köy Enstitüleri bir sevdanın, Cumhuriyet'in
ürünüdür. Köy Enstitüleri'nin üstüne örtülen toprak
Türk milletinin geleceğini ve çocuklarının üstüne
örtülmüş bir topraktır. Bu konuda çok şeyler
söylendi, çok şeyler karalandı. Amaç karanlıkları
açmak, yarasayı gecelere çağırmaktı. Karanlık neydi?
Türk milletinin aydınlanacağı barış ve sevgi
topraklarında, vatanını tekrar kuşatan bir akım ,kör bir
bağ.Onun temsilcileri, yöneticileri, çıkarları,
işbirlikleri idi.
Bugün Türkiye'nin geldiği yer, uzaklaştığı sevgili
Ata'sının Türk milletine armağan ettiği geleceğin
yırtılan ilkeleri, amaçları. Yaşanan süreçler, acılar,
savaşlar neydi? Kurtulan yurt toprakları, vatan
yeniden millet. Bugün gidilen yol ne oldu?
Kitabın sayfalarına döner isem içinde neler
buldum?:
Kitapta Mahmut Makal'ın sıcak anlatımlarını
önsözünü buldum. Çok heyecanlandım. Öyle akıcı,
etkileyici, sade, sesi aydınlık, özlem sevgi dolu.
Kitabın arka sayfalarında , “Yerkesik ve Naciye
Makal'ı buldum. Biraz da Naciye Ablanın Aksu'ya
gidişinden söz açalım ve onu dinleyelim:
“On bir yaşındaydım. 1942 Şubat'ının soğuk bir
günü'nde ağabeyimle birlikte yaya, köyden Muğla'ya
gitmek üzere yola düştük. Köy Enstitüsü'ne kayıt
işlemi yaptıracak, sonra geri dönecektik. Birkaç ay
sonra okuldan haber gelince okula gidecektim.
Elimde çıkın, başımda bürüntü vardı. İlkokulu bitirir
bitirmez “günahtır” gerekçesiyle başımı örtmüştü,
babam. Neyse yine bir kamyon yolculuğundan sonra,
-25-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Medya “Huzurevi” Algısını
Nasıl Yönetiyor?
Şadiye DÖNÜMCÜ*
[email protected]
yerleştirilenlerin bu durumu kabullenememesi; aile içi
şiddete maruz kalanlar ile toplum tarafından bir şekilde
“ötekileştirilen” yaşlılara aynı binada hizmet verilmesi
vb. nedeniyle –haklı olarak- eleştirilir. Ancak kurum
bakımının, sosyal yardımlarla desteklenmeyen çoğu
yaşlının “yüksek yararına” olan bakım şekli olduğu da
unutulmamalı.
Yaşlının “yüksek yararı” gözetilmezse…
Alıştığı, bildiği, hakim olduğu, kendini güvende ve
özgür hissettiği, değişik yaşantılar kaydettiği,
sevdiklerinin ya(kı)nında olduğu evinden, kendi
isteğiyle ya da başkasının dayatmasıyla ayrılarak
huzurevine/yaşlı bakım rehabilitasyon
merkezine/bakımevine yerleş(tiril)en yaşlılar; burada
toplumsal statüsünü tamamen, çevre denetimini ise
göreli olarak yitirdiğini düşünür.
O zamana dek tanımadığı ve bambaşka
kültürlerden gelen insanlarla 7/24 bir arada
yaşamaktan kaynaklı çok yönlü sorunlar yaşar.
Radikal bir karar
Yaşadığı süreden daha kısa süre, üstelik giderek
artan ve ağırlaşan sağlık sorunlarıyla beraber ve eski
yaşantılarına sahip çıkarak yaşaması gerektiğinin
bilincinde olsa da yaşlılar değişiklik ve yeniliklerden
ürker. Ölüm kaygısı artan, geçmişte kaydettiği –bazıgüzellikleri unutan yaşlıların hasret duyduğu, özlediği,
hayret ettiği, hüzünlendiği “şey”ler artar ama
kendilerine ayna da tutmazlar.
Kurum bakımı yaşlı insanın günlük hayatını
–neredeyse- tamamen değiştirdiğinden gereken her
yerde “huzurevindeki yaşamın ilk günü/ haftası/ayı/
yılı zordur” derim ben.
İşte tüm bu nedenlerle hayatında “radikal” bir
değişiklik –yoksa 'devrim' mi demeli?- yapan insanlar
neden kınanır, daha ötesi neden haber yapılır?
M.M.-N.A.-M.E.-N.K.-N.Ç.- S.S.-B.K.-S.H.V.S.- M.K.D ve…
“Evli ve 2 çocuk babası olmasına 'rağmen' 3 aydır
huzur evinde yaşayan ünlü spiker huzurevinde” diye
neden haber yapılır?
“'12 yaşındayken bale yaparken keşfedilen,
Yeşilçam'a da dansı ve oyunculuğu ile emek veren
'Gecekondu Yosması' filmiyle şöhreti yakalayan N.A.
Sevgili medya; “ünlü”lerin, “meşhur”ların
yaşlılık günlerinde kurum bakımından
yararlandıklarına ilişkin haber yapmanız şart mı?
Yanıt “Evet, şart” ise söyleminizde özenli olsanız!
Sanal âlemde “Evli ve 2 çocuk babası olmasına
'rağmen' 3 aydır huzur evinde yaşayan ünlü spiker
M.M.” başlıklı haber metni kısacıktı ama alt metni
çok uzun, yoğun, detaylıydı.
Haberin öznesinin huzurevi tercihine değil;
haberin “rağmen”li yargılayıcı ve ötekileştirici diline;
huzurevi olgusunun sosyal boyutuna; medyanın
toplumdaki huzurevi algısını –nasıl- yönettiğine
takıldım.
Bir yaşlı bir eve sığdırılamayınca…
Bizim toplumumuzda yaşlılığa, yaşlanmaya
bakış açısı çocukluk itibarıyla atasözleri, deyimler ve
kalıp yargılarla şekilleniyor, malum. Hayatın son
evresi olan yaşlılık dönemine ilişkin toplumca
dayatılan ayrımcı, ötekileştirici, dışlayıcı bakış açısı
nedeniyle bil(e-meye)rek ya da ayrımında ol(amaya)rak 'kurum bakımı'ndan yararlan(an-mak)
isteyenler yaşlılar ve onların yakınları eleştirilir,
dahası kınanır. Oysa hayat dayatınca yani “iş başa
gelince” –sadece- bir yaşlının bile bir eve sığmadığı/
sığdırılamadığı anlaşılır ve sonuçta o yaşlı en az 20, en
çok 1059 akranının olduğu kuruluşa yerleştirilir.
Kurum bakımı “cem'an tu kaka” ilan
edilirse…
Her yaşlının ve/veya ailesinin öznel koşulları
farklı olduğundan kurum bakımı bazı yaşlılar için ilk,
bazıları için son, bazıları için ise ilk ve son seçenek.
Ayrıca kurum bakımını “cem'an tu kaka” ilan etmek
kadar“cem'an harika” ilan etmek de doğru değil.
Kurum bakımı yaşlıları toplumsal hayattan
soyutladığı; onları ailesinin yakınlık, sevgi ve ilgisi
ile bedensel temasından –çoğu kez- yoksun bıraktığı;
onların öz güvenini –göreli- azaltarak psikolojik ve
sosyal sorunlara yol açtığı; kamusal ekonomik
maliyeti yüksek olduğu; yaşlıların vardiyalı çalışan
görevlilerle düzenli/sağlıklı ilişki
geliştirilemediğinden gereksinimlerinin fark
edilmediği ve sorunlarının çözümlenmesinde
aksaklık/yetersizler yaşandığı; “sosyal yoksunluk”
ve/veya “ekonomik (yoksulluk)” nedenlerle kuruma
-26-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Mersinde huzurevinde”
“''Uzun yıllar sokaklarda, otobüs duraklarında ve
esnafın yardımları ile yaşam mücadelesi veren bu
nedenle çeşitli hastalıklar yaşadığını söyleyen
Yeşilçamın ünlü ismi M.E. Kayışdağı Darülacezede”
“' ''Kalça kemiği kırılan, ileri yaşı nedeniyle
iyileşemediğinden tekerlekli sandalye ile yaşamını
sürdüren ve psikolojik sorunları da olan Yeşilçamın
emektar oyuncusu S.H., İstanbul da Huzurevinde”
“Milaslı resim, heykel ve ney sanatçısı N.K.
Fethiye'de bir huzurevinde yerleştirildi”
“T'RT İstanbul Radyosu ses sanatçılarından N.Ç.
Mersinde huzurevinde”
“'''''Yeşilçamda 300e yakın filmde kamera
karşısına geçen Şişko Nuri lakaplı S.S. Samsunda bir
huzurevinde”
“'Bir süredir maddi sıkıntılar yaşayan usta oyuncu
B.K. Bursada Huzurevi'nde”
“'Birçok TV dizisinde de rol alan tiyatro sanatçısı
V.S. İstanbulda bir huzurevi'nde”
“'Sanat Tarihi araştırmacısı, fotoğraf sanatçısı,
bestekâr, müzikolog, yazar, ressam ve koleksiyoncu
M.K.D. 6 yıldır Marmariste bir huzurevinde”diye
neden haber yapılır? Sahi niye?
Çocukluğumun zarif, şık, güzel, insanın içine
işleyen sesiyle “Artık yeşerecek bir dalım yok” diyen o
güzelim kadına ilişkin “Behiye Aksoy huzurevinde
yaşıyor", "Ünlü assolist huzurevine düştü", "Efsane
assolist şimdi huzurevinde", "Ünlü yıldız şimdi
huzurevinde" ve "Bir zamanların yıldızıydı! Şimdi
huzurevinde yalnız!" başlıklı haberleri okuduğumda
da içim acımış, “sahi niye?” diye sorup isyan etmiştim,
Bianet aracılığı ile.
Yakalandığı Alzheimer(ALZ) hastalığı nedeniyle
“küçük bir bebeğe dönüşen” ünlü sanatçının, çifte
bakıcı desteğine rağmen bakımı güçleşince oğlu
tarafından İstanbul'a getirilerek bakımevine
yerleştirildiğini öğrenen sevgili medyamız atıvermişti.
"Bir zamanların yıldızıydı! Şimdi huzurevinde yalnız!"
mealindeki başlıkları.
Sevgili medya ; “ünlü”lerin, “meşhur”ların
yaşlılık günlerinde kurum bakımından
yararlandıklarına ilişkin haber yapmanız şart mı?
Yanıt “evet, şart” ise söyleminizde özenli olsanız! O
“ünlü”lere, “meşhur”lara saygı gösterseniz; biraz
empati geliştirseniz ne olur? Herkesi ve her şeyi infaz
etmeseniz ne kaybederseniz medyalığınızdan?
(ŞD/AS)
----------------------------------------------* Şadiye Dönümcü. Sosyal hizmet uzmanı.
OZANCA
VAY ANAM!
Bahtiyar TAKKALI
bahtiyartakkalı@hotmail.com
Elleri koynunda ağlar gözleri
Geri döner diye saldın vay anam
Dudaktan dökülür türkü sözleri
Kar yağmış perçemin yoldun vay anam
Param olsayıdı öderdim bedel
Vatan beklemeye yoksullar gider
Dönmeye bilirim sütün et halel
Yüreğine ateş koydun vay anam
Fakirin çocuğu şehit oluyor
Şehidin sırtından beyler soyuyor
Oğulları yün yatakta uyuyor
Terhis günlerimi saydın vay anam
Kuraların döndü sense dönmedin
Nerde kaldın benim yiğit Mehmet'im
Doya doya ak sütümü emmedin
Bayrağa künyemi sardın vay anam
Askerlik ocağı yan gelip yatmaz
Üç beş Mehmetçiğe meclis toplanmaz
Böyle bir zihniyet namussuz yobaz
BAHTİYAR yıldızı kaydın vay anam
(21.03.2015 DİKİLİ)
*Tüm Şehitlerimiz anısına, Vatan size minnettardır.
Yeriniz ışık, mekânınız cennet olsun.(B. Takkalı)
-27-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Yaşam tutkunu bir köy enstitülü:
KADRİ GÜLHAN
Çoğumuz rastlamışızdır. Birçok meslekte
emekli olup belli bir yaşa gelen kişiler, artık bir
kenara çekilip sanki ölümü bekler durumdadırlar.
Oysa yine çoğumuz gözlemiştir ki, Köy
Enstitüsü çıkışlılar neredeyse 90 yaşına
gelmesine karşın ileriye dönük daha yapacağı
çok şey olduğunu söyler ve yapacaklarını
sıralarlar. Bu, toplumumuzda alışılmışın dışında
bir durumdur.
Kavaklıdere'de Bakırcılık Sanatı ve Öyküleri,
Kızılçullu Köy Enstitüsü kitaplarını
yayımlamıştır. Şimdi de çalışma direncini
yitirmeden “Sırtında Tarih Taşıyan Adam” adlı
kitabını yayıma hazırlamaktadır. Bir taraftan
yazarken ayda da iki kitap okuduğunu belirtiyor.
Bir taraftan köy enstitüleriyle ilgili
yazılarını yayımlarken, bir taraftan da 12 yıl
boyunca Bornova ve Kemalpaşa ADD şubelerinin
katkılarıyla köylerde 17 Nisan Köy Enstitülerinin
kuruluş gününü, köylülerin de bayramı olarak
ulusal bilinç içinde onlarla birlikte kutlanmasını
sağlamıştır.
Bu nedenle köy enstitülerinin kuruluş
yıldönümünde köy enstitüsü ruhunu yaşayan ve
yaşatmakta olan Kadri Gülhan'dan söz edelim
istedik.
O, köy enstitülerinin ilk
öğrencilerinden ve Sağlık
Memurluğu bölümünün İlk sağlık
Kolu Öğrencisi… O, bizim Ortaklar
Köy Enstitüsü'nün kuruluşunda
okulumuzun ana yolunu kazma
kürekle açanlardan Kızılçullu Köy
Enstitüsü mezunu, 89 yaşında ve
hala yazılarıyla dergimizde yer alan
Ağabeyimiz…
Yaşadığı Konak İlçesi Kılıçreis
Mahallesinde Park yapılmasına da
öncülük etmiş, mahalle halkında
çiçek ve ağaç sevgisi yaratmak için
çaba göstermiştir.
Doğduğu yer olan
Kavaklıdere'yi de unutmamış ve bir
kamyonet kitap hediye ederek orada
Halk Kütüphanesinin kurulmasına
önayak olmuştur. İlçe Belediyesi bu
hizmetine karşılık bir sokağa adını
vermiştir.
Kadri Gülhan, Türkiye'nin ilk
sağlık memurlarından olup yüzlerce
köyümüzde “Koruyucu Halk
Sağlıkçısı” olarak görev yapmış.
Aldığı eğitimle Türkiye'nin ışın
yöntemiyle ilk kanser tedavi (radyoterapi)
teknisyeni olarak Ege Bölgesindeki kanserli
hastalarımızın İzmir Devlet Hastanesi'nde ışınla
tedavilerini yapmıştır.
O, şimdilerde 68 yıllık eşi
Sultan Hanım'la Konak Kılıçreis
Mahallesi'ndeki alın terleriyle
yaptırdıkları beyaz badanalı evlerinde ve evlerinin
bahçelerindeki çiçekler içinde, Nar ağacı ve çatıya
uzanmış asmalarının gölgesinde dostlarıyla
buluşarak köy enstitülerinin verdiği coşku içinde
yaşamaktadırlar. Elbette kendi deyişiyle
“dünyanın en yüce insanı Atatürk'ü ve büyük
devlet adamı İsmet İnönü” yü benliğinde
duyarak ve her an anarak…
Bu uğraşı içinde başta kanser tedavisi ve
çeşitli konuları içeren yazılarıyla yazın
yaşamında yer almıştır. İzmir'de Demokrat İzmir
Gazetesi'nde yedi yıl sürekli, Cumhuriyet ve
diğer gazetelerde de yazılarını yayımlamış ve
ödüller de almıştır. Yerel gazete Muğla İlkadım
Gazetesi'nde de beş yıl yazarlık yapmıştır. Bu
yüzlerce yazılarının yanında “Kalemimle Köy
Enstitüleri, Atatürk Yolunda Olanlarla,
Daha nice yıllar aramızda olmasını dilerken,
“Yaşamı her zaman, tüm köy enstitülülerle birlikte
hepimize örnek oluştursun!..” diyoruz.
-28-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
18 Mart Çanakkale savaşlarının
100. Yıldönümü.
M. Kemal'i ve şehitlerimizi
bir kez daha saygıyla anıyoruz.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramınız kutlu olsun…
Biliyor muydunuz?
Anzaklar neden binlerce kilometre uzaklıktaki ve
Güney Yarım Küreden Çanakkale'ye gelip savaştılar?..
1900'lerin başında, Büyük Britanya İmparatorluğu'nun
kontrolünde olan Avustralya, İngiltere tarafından atanan bir
genel vali tarafından idare ediliyordu.
Birinci Dünya Savaşı için İngiltere, Avustralya-Anzak
Ordusu'ndan yirmi bin asker istemişti, ancak Anzak Ordusu
bu sayıda askeri karşılayabilecek güçte değildi. Savaşa çok
sayıda gönüllünün de katılması gerekiyordu.
Bir madenci kasabası Broken Hill'de yoksulluk içinde
yaşayan Mola Abdullah ve Gül Muhammed adlı iki Afgan
deveci vardı. Bunlar, kendilerine deve veren Hintli Khan
Bahadur ve Walhanna Assau'nun yanına gitmişler ve bir iş
almışlardı. Bu, 1 Ocak 1915 sabahı mezarlık yakınlarındaki
bir işti.
O gün yeni yıl piknik treni 1200 kişi ile sabah 10.00'da
hareket etmişti. Tren kasaba mezarlığının yanına geldiğinde
aniden kalabalığın üzerine ateş açılmış, sekiz kişi ölmüş ve
bir anda trende büyük bir panik başlamıştı. Kasabanın
güvenlik kuvvetleri her nedense hemen olay yerinde
belirmişti.
Trendekiler hemen etrafta koşmaya başlamışlar ve iki
kişi yakalamışlardı: Bunlar Afgan deveci Gül Muhammed
ile MolaAbdullah'tı. İkisi de hemen öldürülmüştü.
Halk silahlanmış ve Müslüman Afganların olduğu
yoksul teneke mahalleyi ateşe vermek üzere yola
koyulmuştu. Ancak kulaktan kulağa saldırıyı iki
Türk'ün yaptığı konuşuluyordu.
Türklere ölüm çığlığı atan Broken Hill'ilerin
dayandıkları nokta ise saldırganların yanlarında
taşıdıkları söylenen Türk Bayrağı'ydı.
Ertesi gün Avustralya'daki tüm gazetelerde saldırının
iki Türk'ün işi olduğu ve bu acımasız katillerin masum
halkı öldürmekten çekinmediklerini yazıyordu.
Ancak bir Alman gazetesi işi biraz daha abartmıştı
ve Türk birliklerinin Sydney'e doğru ilerlediğini
yazmıştı.
Her şey önceden planlanmıştı. Türk bayrağı
hazırlanmış ve saldırı tüm kasaba halkının bir arada
olduğu bir güne denk getirilmişti.
İşi organize eden ise Avustralyalı Teğmen Resch ve
Komiser Dimond'dan başkası değildi.
Her şey planlandığı gibi yürümüştü.
Sonrasında savaşa gönüllü asker bulmakta zorlanan
İngiltere bir anda bu sorununu çözmüştü. Gazetelerin
olayı büyütmesiyle herkeste bir Türk düşmanlığı
belirmişti. Gönüllülerden Çanakkaleye gitmek üzere uzun
kuyruklar oluşmuş ve herkes cani Türkleri öldürmek için
bilenmişti. Onları yok etmeden artık bu Güney
Yarımküre'de bile kimseye rahat yoktu.
Anzak ordusu artık Çanakkale'ye hazırdı!..
Özgürlük ve bağımsızlık
benim karakterimdir.
ATATÜRK
OLMASAYDI
Mevlüt KAPLAN
[email protected]
Ata yolu büyük iz
Durmaksızın gideriz
Ne yapardık ne deriz?
Atatürk olmasaydı...
Tutsaklık kol gezerdi,
Kul canından bezerdi,
Bizi düşman ezerdi,
Atatürk olmasaydı...
Zor oyunu bozardı,
Dertlerimiz azardı,
“Kim okur, kim yazardı”
Atatürk olmasaydı...
Biriz ve beraberiz
Her an onu izleriz,
Ne olurdu halimiz?
Atatürk olmasaydı...
-29-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Öykü
DESTAN OLMUŞ BİR SAVAŞIN ÖYKÜSÜ
GAZİ DEDEM
Ali KAYA*
[email protected]
Havası, suyu serin; denizleri gibi tarihi de çok
derin bu topraklarda duygularımızı sözcüklerle
anlatmamız olası değil. Kitapların anlatamadığı,
film karelerine giremeyecek kadar derinlemesine
köklü bir tarih yatıyor buralarda...
Bir
İmparatorluğu çökerterek yok etmeye gelenlerin;
“GELDİKLERİ GİBİ GİTTİKLERİ YER”
deyim şimdi.
Yıllar önce Çanakkale Boğazı'ndan geçerken
vapurda ilginç bir olaya tanık olmuştum. Yıllarca
belleğimden silinmeyen o olayı sizlerle
paylaşmak istedim.
İçinde bulunduğumuz gemi, arkasında
köpükler bırakarak suları yara yara ilerlerken
martıların çığlıkları motorun sesini bastırırcasına
gürültülü… Vapurun bacasından çıkan boz
bulanık kirli dumanlar gökyüzüne yükselerek
bulutlara karışıyordu.
Geminin güvertesinde dolaşırken yaşlı bir
adam takıldı gözlerime. Başında el örmesi
takkesi, başka renk iplikle yamanmış, sırtında
yıpranmış, abamsı bir ceket. Gerçek kumaşı
neredeyse kaybolmuşçasına üzerine yama üstüne
yama yapılmış bir pantolon ve ayağındaki bir tek
ayakkabısıyla dikkat çekecek kadar belirgindi her
şey...
Yaşadığı yıllara tanıklık etmiş o pamuk
sakallarını arada bir okşar gibi sıvazlarken soluk
alıp vermekte zorlandığını gördüm. Belli ki nefes
darlığı çekiyordu Gazi Dedem. Elinden hiç
düşürmediği koltuk değnekleriyle, hem ayakta
durmaya, hem de yaşama tutunmaya çalışıyordu.
Yüzündeki derin çizgileri, mor halkaların
yarım ay şeklinde çevrelediği gözaltı torbaları,
ileriye fırlamış elmacık kemikleriyle tam bir
Anadolu insanıydı. İple tutturulmuş kalın
çerçeveli gözlüğündeki kalın merceklerin
arkasından uzaklara bakarken gözleri ufalıyor ve
yüzündeki çizgiler daha da belirginleşiyordu.
Bu yaşlı adamı çok yorgun ve üzgün
görmüştüm. Böyle uzaklara dalıp gitmesinin
ardında mutlaka bilmediğim bir şeyler olmalıydı.
Aklından geçenleri bilemezdim elbette, ama çok
duygusal anlar yaşadığı her halinden belliydi.
Çevresinde olup bitenlerin hiçbiri
ilgilendirmiyordu onu. Ne dürbünle uzakları
gözleyenlerin, ne resim çekenlerin, ne de gemide
yalpalayarak yürümeye çalışanların hiç biri
umurunda değildi.
Elinden düşürmediği koltuk değneklerini yan
tarafa koymuştu. Herkesin bir çift ayakkabısı
varken, onun ayağındaki o bir tek ayakkabıya
takılmıştı gözlerim. Öbür bacağında boş bir çuval
gibi sarkan pantolonun paçasını düzgünce
katlayıp diz üstünde iple bağlamıştı.
Uzaklara bakarken öylesine duygulu anlar
yaşıyordu ki!.. Çukurda kalmış gözlerinden
süzülen birkaç damla gözyaşını elinin tersiyle
silerken, o an nedenini pek anlayamadığım
tarifsiz kederler içindeydi!
Herkes iki ayağı üzerinde yürürken, tek
bacağıyla yarım kalmış hayatını sürdürmeye
çalışan bu adam kimdi ve tek başına ne işi vardı
böylesi bir yolculukta?..
Selâm verip oturdum yanına. Kendimi tanıtıp
gazeteci olduğumu söyledim. Hâlini hatırını
sordum. İyi olduğunu söylese de lâfın gelişiydi
bu. Benimki de lâf mı yani… İyi olmasa ne işi
vardı buralarda, öyle değil mi?.. Herkes gülüp
eğlenirken ondaki bu duygusallığın nedenini - bir
sakıncası yoksa eğer- öğrenmek istediğimi
söyledim.
Derin bir ah çekti yüreğinin ta gizli
köşesinden gelen nefesiyle! Bir yüzüme baktı, bir
de dizden aşağısı olmayan yarım kalmış bacağına.
Sonra, kaldırdı başını, boşluğa bakar gibi baktı.
Yine dalıp gitti uzaklara. Boşta kalan eliyle de o
pamuk sakallarını okşar gibi birkaç kez sıvazladı
yine. Sonra, kaldırdı yere eğik başını, yüzüme
baktı. Göz göze gelince tepeden tırnağa alıcı
gözlerle süzdü beni. En çok da ayaklarıma takıldı
-30
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
gözleri.
“Uzun hikâye be evlat, uzun hikâye
benimkisi…” diye söylendi kısık bir sesle… Kısa
bir sessizlik oldu. Martılar, vapurun çevresinde
uçuşurken çıkardıkları seslerle yiyecek
istiyorlardı vapurdaki yolculardan. Gazi Dedem
onların sesini bastırmak için bilgece bir edayla
sesini biraz daha da yükselterek şöyle sürdürdü
konuşmasını:
“İnsanın iki ayağı üzerinde sapasağlam
durabilmesi ne büyük bir nimet, ne bulunmaz bir
devlettir” dedi. Yarım kalmış bacağından kaldırdı
bakışlarını, uzaklara bakarken daldı gitti. Sonra da
titrek bir sesle: “Bu bacağın yarısı oralarda kaldı,
biliyor musun!?” deyince beynimden vurulmuş
gibi oldum sanki. Hiç beklemediğim bu söz
karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Yaşanmış
bir savaşın o ölümcül sahneleri film şeridi gibi
geçti gözlerimin önünden.
“Şu ağarmış sakallarım henüz yeni terlemişti
o zamanlar. Askerlik çağıma bile gelmemiştim
inan evlat… “Vatan tehlikede” dediler, tarladaki
çiftimi çubuğumu yüz üstü bırakıp koştum
cepheye. Sağlam gittik, işte böyle yarım döndük
köye, ama düşmana geçit vermedik valla…”
derken coştu baya da.. Sonra bilgece sözlerini
şöyle sürdürdü Gazi Dedem:
“Şu boğaz var ya, bu Çanakkale Boğazı,
Anadolu'ya vurulmuş öyle sağlam bir kilittir ki…
Bu kapıyı iyi korumak gerekir evlat. Yoksa boş
bırakırsan giren bir daha çıkmaz ve Anadolu gitti
mi gider elimizden, bir daha da geri alamazsınız.
Bunun sayısız örnekleri var önümüzde. Koskoca
imparatorluk nasıl battı sanıyorsun evlat? O
nedenle dişimizi tırnağımıza takıp o aşkla
ölümüne savaştık. Binlerce değil, yüz binlerce
şehit verdik bu kavgada.”
Duygularını, kaygılarını anlıyordum Gazi
Dedemin. Dilimin döndüğünce ben de bir şeyler
söyledim. Konuşmamıza renk katmak için, bir
şiirle bağladım sözlerimi.
“Eski Dünya, yeni Dünya, bütün akvam-ı
beşer /Kaynıyor kum gibi, tufan gibi mahşer mi
mahşer/Yedi iklim cihanın duruyor karşında
/Ostralya'yla beraber bakıyorsun, Kanada! /
Çehreler başka, insanlar, deriler rengârenk /Sade
bir hadise var ortada: Vahşetler denk!..”
“İşte öyle bir savaşın öyküsü bu şiir” dedim.
“Sözün bittiği, savaşların başladığı, destanların
destanı olmuş bir savaşı bundan daha güzel ne
anlatabilir ki” diye de ekledim.
Bayağı sardırdık Gazi Dedemle. Sanki
yıllarca susmuş da kendisini dinleyecek biri
çıkınca, zembereği boşalmış saate dönüvermiş
gibi hep konuştu garibim. Ağzı da bayağı lâf
yapıyordu hani… Eee ne de olsa onca yaş
yaşamış, güngörmüş adam! Yolculuğumuz
boyunca hep o konuştu, ben sustum. Ağzım açık,
hayranlıkla onu dinledim:
“Ne çok insan öldü!.. Nice babayiğitler gitti.
O gencecik öğrenciler öğrenimlerini yarıda
bırakıp da koşmuşlardı cepheye. O çocuklardan
hiç biri geri dönemedi biliyor musun?! Her şeyi
dün gibi hatırlıyorum ve her şey hâlâ gözlerimin
önündedir. Mustafa Kemal rüyalarıma girer her
gece. Gazi Paşamı görürüm düşlerimde, koşar
ellerinden öperim!..” derken gözlerinin nemini
kuruluyordu bir yandan da…
“Olan oldu, ölen öldü, aradan bunca sene
geçti. Bu toprakların kurtulması için yüz binlerce
vatan evladı can verdi. Bugün çağrılsam, bu
yarım halimle yine koşar giderim!
Biz yine de ucuz atlattık. Bir bacağımızla
kurtulduk. Kaybımdan dolayı da hiçbir zaman
yüksünmedim. Bedenimden kopup giden bacağım
oralarda bir yerlerde kalmış olmalı. Etlerim
çoktan kurda kuşa yem olmuştur da kemiklerim
nerededir şimdi kim bilir!..”
Çok duygusal anlar içindeydik ikimiz de!..
Her konuşmasının ardından bir süre susuyor,
k e n d i n i t o p a r l a m a y a ç a l ı ş ı y o r, s o n r a
sürdürüyordu konuşmasını. “Aradan yıllar geçti.
Savaş biteli de çok oldu zaten. O Birinci Cihan
Harbinin arkasından, bir İkinci Cihan Harbi
daha yaşandı. Onda da çok insan öldü çookk!..”
Ben de:
“Savaşları, bir bahane uydurup birileri
başlatır. Yıllar sürer ve bir gün sona erer elbette...
Sonunda ölüm, zulüm, kan ve barut… Ama
kazanan olmaz hiçbirinde. Savaşlarda tek
kazanan silah tüccarlarıdır hep. Savaşlardan
sonra terhis olur, çeker gidersin köyüne…”
Bir süre duraksadı Gazi Dedem. Başını öne
eğdi önce, sonra kaldırdı. Uzaklara bakarken -31-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
-“Biz de öyle yaptık…
-Peki, ya ondan sonra?..
-Ondan sonrası gördüğün gibi işte… İnsanın
en çok gücüne giden ne oluyor, bilir misin evlat?
-…
-'Aç mısın, susuz musun, evin barkın var
mı?' diye soran olmaz, olmadı da o günden beri!
Evinde aşın, önünde işin var mı?' da demedi hiç
kimse bunca sene. Koltuğumun altındaki şu iki
değnek, bir de aha şu madalyadan başka neyim
var ki şu yalan dünyada… Köyde oturduğum ev
bile babamdan kalma. Ev de eve benzese.
Başımızı soktuğumuz bir yıkıntı işte!
Yine daldı gitti uzaklara… Sonra, unuttuğu bir
şeyi hatırlamış gibi, bana doğru birden çevirdi
başını;
- “Haa, bir de ölmeyecek kadar da bir aylık
bağladı devletimiz, o kadar… Bunlar bir şey değil
de… Yanımdan gelip geçenlerin acıyarak
bakmaları yok mu, en çok bu gidiyor insanın
gücüne! Oysa ben bu bacağımı onlar yaşasın
diye kaybettim. Kimseden bir beklentim falan da
yok, sakın yanlış anlama... Azıcık ilgi, hal hatır
sorma, saygı görme hakkımız olsa gerek, diye
düşünüyorum, haksız mıyım?
Biz kaç kişi kaldık şu dünyada. Yarım bacakla
hâlâ yaşıyor olmamızın bizden başka kimse
farkında değil. Göğsümüzde onurla taşıdığımız şu
şeref madalyasını bile – inan oğlumuz- boncuklu
delinin süsü gibi görenler bile var. Bu, çok acı bir
durum! Bak sen merak edip geldin, yanıma
oturdun. Halimi hatırımı sordun. Allah bin kere
razı olsun senden! Ben de içimi dökmüş oldum,
rahatladım, içim ferahladı. Fena mı oldu bak?
Farkına varılmanın mutluluğunu yaşattın bana.
Sağ olasın evlat, sağ olasın!..” dedi Gazi Dedem.
Onu tanımaktan, derdini dinlemekten, bu kısa
deniz yolculuğunda söyleşide bulunmaktan mutlu
olmuştum!
Bir gazilik öyküsü yarım kaldı, sonuna kadar
dinleyemedik Gazi dedemizi. Zaman yetmedi,
iskeleye çoktan varmıştı gemimiz. Bir kısacık
bacağın, o uzun öyküsünü anlatmaya yetmedi
eldeki zaman. “Bu yarım kalan bacağımın
parçaları oralarda kaldı” sözü, her şeyi anlatmaya
yetmişti aslında.
Dolu Dolu
Yaşamak
Mehmet KARABACAKLAR
“Geçmiş sende değil,
Gelecek sana ulaşır mı?
Bilinmez…
Sen,
Gününü gün etmeye bak
Odur dolu dolu yaşamak!”
Böyle diyenlerden değilim
Bir ayağım geçmişte
Bir ayağım gelecekte yaşarım,
Bilirim ders çıkarmayı maziden
Yüceltmek için insanlığı
Geleceğe dönük
Düşler kurarım,
Üç boyutlu yaşarım zamanı ben
Verimli yaşamak isterim hayatı
Geride iz bırakmak
Ve
Bedensel ömrün bittiği yerde
Yeniden doğmak!
-32-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir Çanakkale Savaşı Filmi
SON UMUDUMUZ ANZAK
Av. Hüseyin ÖZBEK*
[email protected]
Yayınlanmamış romanın, gösterime girmemiş
filmin olağanın dışına taşan tanıtımından hep
pirelenmişimdir. Okuru, seyirciyi tava getirmek,
basılmamış eserin, gösterimi başlamamış yapımın
müşterisini yaratmak cinliği olarak bakmışımdır.
Russel Crowe'nin “Son Umut” filminin
pazarlanmasında da aynı yöntem izlendi. Sermaye
medyasının çekim öncesinden başlayan kampanyası
filmin gösterim arifesinde daha da yoğunlaştı. Son Umut
pazarlamacılarının işini kolaylaştıran en önemli etken
kuşkusuz ki Türk halkının derin bilinçaltında yaşattığı
Çanakkale algısıdır.
Avustralyalı yapımcı-oyuncu Crowe'un, Yılmaz
Erdoğan ile Cem Yılmaz'a verdiği rol ise Türkiye
pazarına yönelik bir hesabın sonucudur. Filmin ağırlıklı
sahnelerinin çekildiği ülkenin insanlarını sinema
salonlarına çekmenin akıllıca bir yönetimi
olarak değerlendirilmelidir.
Son Umut, Çanakkale
muharebelerinde kaybolan üç oğlunu
arayan Avustralya' lı baba Joshua
Connor'un hikâyesini anlatıyor. Barbar
Türklere ders vermek için geldikleri
Gelibolu'dan dönmeyen evlatlar, umutsuz
bekleyişin intihara sürüklediği anne,
karısına verdiği sözü tutup ver elini
Türkiye diyen Avustralyalı baba filmin
girizgahı oluyor.
Her batılının bilinçaltındaki
oryantalist tortular Crowe'nin İstanbul'a
ayak basmasıyla resmi geçide başlıyor.
Şehrin her zerresine sinmiş şark atmosferi,
sokakların, yapıların egzotik panoraması,
batılı beyaz adamı şaşırtan karmaşası
hayal perdesinden akıp gidiyor.
İstanbul'a ayak basar basmaz bavulunu kapan
afacanın ardından –hırsız sanmıştır - nefes nefese
konaklayacağı pansiyonu bulan Connor burada gönlünü
çalacak hırsızla karşılaşacaktır: Küçük hanutçu Orhan'ın
annesi Ayşe Çanakkale şehidi bir yedek subayın
karısıdır. Ömer, şehit ağabeyinin dulu Ayşe' yi ikinci eş
olarak nikâhına alıp pansiyona konma hesabındadır. Batı
filmografisinin değişmez kuralı ise egzotik güzel
batılının, kötek şarklının hakkıdır! Connor'a abayı
yakan pansiyoncu Ayşe özelinde bu değişmez racon bir
kez daha tekrarlanıyor.
Kocasını şehit eden düşmanın babasına gönlünü
kaptıran Türk kadın karakterinin bizim
Çanakkale'mizde yeri olmasa da ötekinin Gallipoli'
sinde özel bir önem taşıdığı
anlaşılıyor. Geçen yüzyılın ilk
çeyreğinde batılı terbiye içinde yetişmiş olsa bile bir
Türk kadınının pansiyon işletmesi, yabancı müşterilere
hizmet etmesi, kadın erkek bir arada oynaması, Anzak' a
abayı yakması gibi dönem sosyolojisine uygun olmayan
gönül parantezini burada kapatıp konumuza dönelim.
İngiliz makamlarının zoraki engellerini aşıp
Gelibolu'ya ulaşan baba, oğullarından 4 yıl sonra Anzak
Koyundadır. Bir İngiliz heyeti de ölülerinin yerlerini
belirlemek ve haritalara işlemek için aynı bölgede
bulunmaktadır. Çanakkale muharebelerinde işgalcilere
karşı savaşmış Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ile
Cemal Çavuş'un ( Cem Yılmaz ) bulunduğu bir Türk
heyeti de İngilizlere refakat etmektedirler.
Filmin ilerleyen sahnelerinde Binbaşı Hasan'ın,
Connor'un oğullarını tanıdığı ortaya
çıkacaktır! Anzak baba ile muhabbeti
ilerleten binbaşının gözleri önünde 1915
hengamesi tekrar canlanıvermiştir. Yaralı
Türk askerini çatışmanın en kanlı
safhasında şefkatli kollarına alıp Türk
siperlerine teslim eden o kahraman
Anzak'ı hemen hatırlamıştır!
Mehmetçiğin bir bebek itinasıyla
kucaklayıp düşman siperlerine
bıraktığı yaralı Anzak hikâyesinin de
resmi tarihin uydurmalarından biri
olduğunu bu vesile ile öğrenmiş
oluyoruz!
Medyanın Son Umut hakkında
uyandırdığı nafile umutlar, kampanyanın
başarısı olarak not edilmelidir. Çanakkale
destanının görselini izleyip, Anafartalar
kahramanını beyaz perdede seyretmek hevesiyle sinema
salonlarını dolduranlar son umut kırıntılarını da
koltuklarda bırakarak dışarı çıkacaklardır.
Geçen asır Çanakkale'yi işgalcilere dar eden
Mehmetler, 100 yıl sonra sömürgeci tetikçileriyle hayal
perdesinde eşitleneceklerini kuşkusuz ki
düşünemezlerdi.Analarının ak sütü gibi helal zaferlerine
işgalcilerin ortak edileceğini yemin billah söyleseler de
inanmazlardı. Hele özgür bir vatan bıraktıkları kimi
torunlarının işgalcileri övgüdeki sınır tanımazlıklarını
hayal bile edemezlerdi.
İyi ki Mehmet'in hakkını Anzak'a veren
Mükremin Çıtırları görmeden bu dünyadan göçüp
gittiler. (6 Ocak 2015)
* İstanbul Barosu Genel Sekreteri
-33-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir Zamanlar
İZMİR'E
YOLCULUKLARIM(2)
Turgut DERELİ
[email protected]
Muğla'dan İzmir'e ulaşmak 1950'li yıllarda
yaklaşık 12 saat süren bir serüvendi. Bu
yolculuğun ilk etabını Muğla-Aydın karayolu
oluşturuyordu. Rampaları inleyerek çıkan,
inişlerde şoförün zorlukla kontrol ettiği, genelde
40-50 BG benzinli motora sahip Austin ya da
Morris markalarını taşıyan otobüslerdi yolculuk
yaptığımız araçlar… Rampada durmaları
neredeyse olanaksızdı. Elindeki tahta takozuyla
aşağı atlamalı, arka tekerliğin altına takozu hemen
sürmeliydi “şoför muavini”…
Yolda lastik yarılmaz, karbüratör memesi
tıkanmaz ya da motor su kaynatmazsa 6 saat sonra
serüvenin ilk etabı biter, Aydın'a ulaşabilirdik.
Gecikmek demek, Aydın'da bir gece otelde
kalmak ve yolculuğu ertelemek demekti, ertesi
gün saat 13.00'te istasyona gelecek kara trene
kadar…
Denizli-Nazilli yolcularını da alarak Aydın'a
ulaşan kara tren, istim üstünde kara dumanlar
saçarak Aydın ovasında ilerlerken başınızı
pencereden dışarı çıkarmaya gelmezdi pek…
Zaten uyarılırdık da. Çünkü özünüze kaçacak bir
kömür parçası gününüzü zehir edebilirdi.
Otobüste, Gökbel dönemeçlerini geçerken altı
saat süreyle sallanmaktan iyice acıkmış
olurdunuz. İstasyonlarda her mola verilişinde
vagonlara hücum ederdi su satıcıları… Çöp
şişçiler, simitçiler, gevrekçiler… Tespih, çakmak,
esans, nane şekeri satıcıları… Bu günün gençleri
plastik şişelerde tertemiz satılan kaynak sularının
değerini bizler kadar bilemezler elbet. TemmuzAğustos sıcağında iyice susamışsınız ve
karşınızda elinde bir testi, kalaylı bakır maşrapa
ile çıkagelmiş bir çocuk… Gelin de içmeyin
bakalım belki bir havuzdan, belki bir kuyudan,
belki rastgele bir sokak çeşmesinden alınmış o
suyu…
Hazır yiyecekler, konserveler, çeşitli
bisküviler insanların bilgi ve ilgi alanlarının
dışındaydı. Zaten bisküvi denince büyük
mukavva kutularından çıkarılarak terazi ile
tartılıp satılan “petite beurre”leri anlardık biz. O
yüzden de hala tuzlu bisküvi lezzeti yer almaz
damak tadımda…
Çöp şişlerin yapıldığı etlerin kaynağı
konusunda da türlü rivayetler hiç eksilmezdi.
Zaman zaman da bu rivayetleri doğrulayan
haberler yer alırdı yazılı basında… Gelin bu
durumda açlığınızı seyyar satıcıların getirdiği
yiyeceklerle bastırın bakalım.
Benim çözümümü annem bulmuştu.
Yolculuklarımda Muğlalıların “ince börek”
dediği, oldukça ince açılmış yufka içine ıspanak
ve peynir serpilmesiyle hazırlanan sacda pişirilen
bir börek türüydü benim azığım. Annem, yeterli
miktarda küçük bir sepete koyar, gerektiğinde
arkadaşlarımla da paylaşabileceğimi söyledikten
sonra, işi bittiğinde sepeti işine yarayacak
birilerine vermemi isterdi.
1964'te Aydın-İzmir karayolu asfalt kaplama
olarak kullanıma açıldı. Önceleri köprülerin
menfezlerin olmadığı bazı yerlerde dere
yataklarından ilerleyen yol artık terk edilmişti.
Aydın-İzmir arasında karayolu ulaşımı hızla
gelişmeye başladı.
-34-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Motorlu araç sayısı arttığında, İzmir'in girişini
oluşturan bu semtte, oto tamirhaneleri de açılmaya
başladı. Sözünü ettiğim yıllarda anayol üstündeydi
bu atölyeler… Çevreleri yağ, kir-pas içinde olurdu
hep. Akşam olunca iki kanatlı tahta kepenkler
kapatılır, üzerine uzun bir demir sürgü yerleştirilir,
demir sürgünün ucuna da bir asma kilit takılırdı.
Akşam saatlerinde bütün semtlerde olduğu gibi
burada da ücretlerini halkın ödediği resmi elbiseli
gece bekçileri düdüklerini çalarak dolaşırlar,
dükkânlarını onlara emanet eden esnaf, evinin
yolunu tutardı…
Geçmişte, İzmir Belediye otobüsü
Aydın'da bulunduğum yıllarda özellikle
Germenciklilerin kullandığı “Hagar açıldı”
biçiminde söylenen yerel bir deyim işitmiştim.
Açıklaması şöyleydi. 1950'lerin ikinci yarısında
ülkede büyük bir döviz kıtlığı yaşanmıştı. Ülke dış
ticaretini serbest döviz ile yapamıyordu. Dış
ticaret “kliring” denilen borçları karşılıklı olarak
“mal” ile ödemeyi öngören anlaşmalarla
yürütülmeye çalışılıyordu. Bu kapsamda, bir
kuzey ülkesinden tütün karşılığında “Hagar”
marka adı sanı duyulmamış kamyonların
dışalımına başlandı. Ucuz olduğu için çokça da
satılıyordu Hagar'lar... Ne var ki bu kamyonların
motorları rampa da su kaynatıyor, şoförünü yarı
yolda bırakıyordu. Germencikli Ahmet Usta da
satın almıştı bunlardan birini…
Ahmet Usta'nın, ilk İzmir seferinde
Ortaklar'dan sonraki dik yokuşu tırmanmaya
başladığında içinde bir endişe vardı. Acaba Hagar
onu yolda bırakır mıydı? Ne var ki yokuşa sarınca
adeta Hagar yeni bir güç kazanmış, tırmanıyor ha
tırmanıyor… Ahmet Usta Mutluydu. Hagar,
“açılmış”tı. Kolunu açık pencereden dışarı uzattı.
Kaportayı okşamaya başladı. “Aslanım Hagar;
sana iftira atmışlar, sen koçmuşsun, koç!”
Bir süre sonra, muavinin acı feryadı duyuldu
“Usta, Usta! İpler çözülmüş pamuk balyaları birer
birer dökülüyor.” Aslan Hagar'ın(!) açılmasının
sırrı böylece anlaşılmıştı.
İşte böyle öykülerle geçen yolculuklar
sonunda İzmir'e ulaşıyordunuz. “Yağhaneler
Semti” adını orada uzun süredir var olan
zeytinyağı atölyelerinden alıyordu. Çevrede
yaşayan halkın zeytinlerini sıkıp yağa
dönüştürmek için kurulan atölyelerden…
DATÇA’DA
GÜN BATIMI
Muammer ÖZLER
[email protected]
İçimde büyüttüğüm çağlarla geldim
Balıkaşıran'lara.
Bademlerin gölgesinde uyudum,
Zeytinlerin dibinde uyandım.
Gün gibi biliyorum şimdi
Harcanan emeklerimi.
Sevgi renginde emeklerim,
Umut renginde.
Lâfa tuttu beni, on bir ay çiçekleri
Hep bu yüzden göverdi dillerim.
Atıyorum kendimi,
En kuytu köşelerine, çocukluğumun.
Oğul vermiş arılar gibi Periliköşk.
Limon çiçeklerinin kokusu geliyor
Uzaklardar, taa Kızlan'ın altından.
Akşamlar uzun uzun iniyor,
Gün batımının kızıllığında,
Kendi kendine akıyor, işte zaman
Sömbeki Adası'nın üstünde dolanıyor, ay
Göğün rengini soruyorum; “Deniz” diyor,
Ve gün batıyor, Knidos açıklarından.
-35-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Yaşanmışlıklardan
ÖĞRENCİM KÜÇÜK
BABA OLMUŞ
Fuat KEYİK*
[email protected]
Birleştirilmiş sınıf düzeni kurmamız gerekiyor.
Bir yandan yoklama yaparken bir yandan da sınıf
sınıf öğrencilerin oturacakları yerlerini
saptıyordum. Bu arada gelmeyen öğrencilerin
arkadaşlarına, niçin gelmediklerini soruyorum.
Bir tanesi dışında diğerlerinin yarın geleceklerini
söylediler. Ancak beşinci sınıf öğrencisi olan
İbrahim'in-ismi öyle olsun-, artık okula hiç
gelmeyeceğini kendilerine söylediklerini bana
ilettiler. Nedenini sordum, bilmediklerini
belirttiler. Kendi kendime
Yıl 1973. Ordu-Ünye ilçesine bağlı Bolluk
Köyü'nün Kabakeşir mezrasındaki ilkokulda,
tek olarak yaptığım öğretmenliğimin ikinci yılı.
Kısa süre sonra görevimi bırakacağım. Çünkü
geçen sene yatılı olarak kazandığım Balıkesir
Necati Eğitim Enstitüsü'ne, sonuç telgrafının
elime geç gelmesi ve 15 km'lik yolu yaya
yürümeyi göze alamadığımdan gitmemiştim, bu
sene ise girdiğim sınav sonucunu erken
öğrendim ve gideceğim. Ama gündüzlü olarak
kazandığım aynı okulun açılış tarihine dek
öğretmenliğime devam kararı verdim. Hem
görev yaptığım okulu eğitim-öğretime hazır
duruma getirip, yeni kayıtları yapmak hem de
alacağım son maaşımı yeni öğrenciliğimde
kullanmak istiyordum. Ayrılacağımı ise ne
öğrencilerime ne de köylülere son günüme dek
söylemedim. Öğrencilerimin morali bozulsun,
köylülerin bana ilgisi azalsın istemiyordum. Her
şey olağan şekilde devam ediyordu.
-“Allah Allah niye böyle yapıyor bizim
Sarıoğlan? Bekleyelim bakalım birkaç gün”
dedim...
Nerdeyse hafta bitiyor, bizim İbrahim'den çıt
yok. Perşembe günü evine yakın arkadaşlarına:
-''İbrahim ve babası yarın okula gelsin. Okula
gelmemek suçtur. Gelmezlerse öğretmen
jandarmaya haber edecek, deyin '' diye sıkı
tembih ederek İbrahim'i ve babasını okula
gelmeleri için çağırdım. Ertesi gün sabahleyin
İbrahim'i okul bahçesinin bir köşesinde top
oynayan arkadaşlarını izlerken gördüm,
sevindim. Ama bir gariplik vardı. İbrahim okul
önlüğü giymemiş. Gömlek üzerine giyilmiş,
biraz bol gelen bir ceket ve başında koyu bir
kasket vardı. Şaşırdım. El ettim, çağırdım. Yaşına
göre sınıfın irisi olan İbrahim, ürkek adımlarla
boncuk boncuk terlemiş bir durumda yanıma
geldi:
Bir köylüye ait olan ve yazın fındık deposu
olarak kullanılan okulun, eğitim öğretime hazır
hale getirilmesi gerekiyordu. Önce azıcık bir
duvarı olan müdür odasının badanasını yaptım.
Sınıfımızı yazdan kalan fındık artıklarından
temizledim. Tahta duvarlara mevsim şeritleri,
yıllık plan, takvim gibi dokümanları
raptiyeledim. Bu ara yeni öğrencileri kayıt
ediyordum. Gelecek yeni öğretmene eksik bir
şey kalmasın diye de tüm dosyaları ve evrakları
bir kez daha gözden geçirdim… Ne olacak acar
adama (?) iş mi dayanır? Nitekim kısa sürede
okul açılışa hazır hale geldi. Gelsin artık
Pazartesi günü… Ve ilk zil, zıııırr!..
-''Hoş geldin İbrahim. Yavrum niçin okula
gelmiyorsun? Okula gelmemek suçtur.
Gelmezsen yasa gereği jandarmalar zoruyla
getirilirsin. Üstelik baban da ceza alır... Hem
niçin önlükle gelmedin okula?'' dedim. İbrahim
tedirgin, önce sağa sola baktı ve yakınımızdaki
öğrencilerin duymasını istemediği bir tavırla:
“Haydi, toplanın çocuklar, İstiklal marşı
söyleyeceğiz!” Öğrenciler benim önümde, az
sayıda veliler ise onların arkasında toplandılar.
Açılış törenimiz kısa sürdü, sonrası sınıfa girdik.
-36-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
-''Öğretmenim, yalnızca ikimiz konuşabilir
miyiz?'' dedi. Başımla olur, dedim ve kolumu
omuzuna koyarak müdür odasına götürdüm
İbrahim'i. Oturduk birer sandalyeye:
Aybaşı geldiğinde, Eğitim Enstitüsü'ne
gideceğimi öğrencilerim ve köylülere söyleyerek
duygusal bir vedalaşma yaptım. Küçük baba
İbrahim'i ve diğer öğrencilerimi, henüz yerime
bir öğretmen atanmadan bırakmanın hüznü ile
nokta koydum ilkokul öğretmenliğime.
-''Anlat bakalım, ne oldu?'' diye bir kez daha
sordum. Gözleri yerde biraz düşündü, alnındaki
terini eliyle sildi ve sonra derin bir nefes alarak
bir çırpıda,
İbrahimin bu durumu uzun süre kafamı
kurcaladı, durdu. Hatta ağabeyinden kalan
çocuğa da babalık yapacağını öğrendiğim
İbrahim'i bu zamana değin aklımdan
çıkaramadım.
-''Öğretmenim ben evlendim, onun için
okula gelmek istemiyorum.'' deyiverdi.
Şaşırmıştım bu ummadığım gerekçeye! Arka
arkaya sorular yönelttim hemen.
Ne yazık ki 40 yılı aşkın bir süre sonrasında
bile hala örf, töre ve yanlış yorumlanan dinsel
inanışlar nedeniyle çocuklarımız, olumsuz yönde
etkilenmeye devam ediyor. Küçük babalar,
özellikle küçük gelinler hiç gündemden
düşmüyor. Hala 6 yaşındaki kızlarla
evlenilebileceğini savunan dinci sapıklar var.
Kızları okutmayıp erken yaşta evlendirerek
erkeğinin kölesi olmasını isteyen karanlık
zihniyet hala etkin. Sanırım çözüm, laik ve
çağdaş bir eğitim sistemini toplumun her
kesimine yaymaktan geçiyor. Atatürk'ün çizdiği
rotadan ilerleyip ülkemizi çağdaş ülkeler
düzeyine, hatta üstüne çıkarmayı başarmak
gerekiyor. Bunun için kendimize güvenmeli ve el
birliği ile bilimsel yöntemlerle çok çalışmalıyız.
Yoksa daha çok, ''Yazık oluyor küçük babalara,
küçük gelinlere!'' deriz.
-''Neee!.. Nasıl?.. Senin yaşın çok küçük
İbrahim. Kimle niye evlendin, anlat bakayım!''
İbrahim oldukça utangaç, fışıl fışıl terliyor. Ama
artık o koca bir adam olmuş(!). Cesaretini
toplayarak anlattı başından geçenleri:
-''Öğretmenim yazın abim hastalanıp öldü.
Bir süre sonra babamlar dul kalan yengemi
benimle evlendirmeye karar vermişler. Ben
olmaz, dedim. Beni dinlemediler. Yengem başka
biriyle evlenirse abimlerin fındık tarlaları da
yeni kocasına gidermiş. Törelere göre tarlaların
bizde kalması için benim yengemle evlenmem
gerekiyormuş. Ben istemedim, ama zorla nikah
(imam) kıydırdılar. Ben artık adam olduğum için
şapka ve ceket giyiyorum. Eğer okula
geleceksem önlük giymem.'' deyiverdi.
Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim.
Bu ne biçim anlayış, ne biçim töre? Yazık değil
mi bu çocuğa? Yaşamı boyunca kendinden
oldukça büyük birisiyle evlilik sürdürmek, çok
kötü bir durum. Keşke elimden bir şey gelse…
Anlaşılan, çaresiz, okulda ceketli ve şapkalı bir
öğrencim olacak. Hayır desem 5.sınıfa gelmiş
İbrahim'i temelli kaybedeceğim. Biraz
düşündüm, toparladım kendimi ve açıkladım
kararımı İbrahim'e:
----------------------Fuat Keyik diyor ki:
*1954 yılında doğdum. İlkokul ve ortaokul
dönemim, o zaman nahiye, şimdi ise ilçe olan
Denizli'ye bağlı Bekilli'de geçti. Nazilli Öğretmen
Okulu'nu 1972 yılında bitirip
Ordu-Ünye'nin
Bolluk Kabakeşir Köyü'ne atandım.1973-1977
arasında Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü'nde
okudum ve matematik öğretmeni olarak Sivas
Şarkışla Ortabucak Ortaokulu'nda
görevlendirildim.. Daha sonra Denizli ve İzmir'deki
çeşitli okullarda görevimi sürdürdüm ve 2004'te
emekli oldum. Altı yıl da dershanelerde çalıştım.
Emeklilik günlerimi saz kursuna katılmak, dağ
yürüyüşlerine çıkmak ve ara sıra da anılarımı
yazmakla değerlendiriyorum.
-“İbrahim'ciğim keşke evlenmemek için
daha çok direnebilseydin. Ben çok üzüldüm.
Okulunu bitirebilmen için bu şekilde gelmeni
kabul ediyorum. Derslerine iyi çalış, olur mu?''
deyip öperek sınıfa gönderdim. Bu şok durum
beni çok etkilemişti.
-37-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
YAŞAR KEMAL'İN
ARDINDAN
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
[email protected]
okumuştuk. Bizim kuşak, Köy Enstitülü yazarlar ve
Yaşar Kemal, Orhan Kemal ile toplumsal gerçeklik
ve köy sorunlarını tanıdı. O yıllardan beri hayatın her
evresinde Abdi Ağalara karşı mücadelenin içinde
olduk. Yaşar Kemal ile karşılaşmam ve kucaklaşmam
2011 yılında oldu. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler
Derneği (YKKED)-2011 Aydınlanma Onur Ödülünü
17 Nisan 2011 günü İzmir'de Türk edebiyatının
çınarı, halk kültürümüzün güçlü kalemi, Köy
Enstitülülerin dostu, yazar Yaşar Kemal'e vermeyi
kararlaştırmıştık. Üç ay öncesinden kendisiyle
haberleşmeye başladık. “Hoca, ben yaşamım
boyunca hep Köy Enstitülüler ile beraber oldum
ve hep de enstitüleri savundum, gelmez miyim”
dediğinde çok mutlu olmuştuk. Etkinlik tarihine
kadar yaklaşık dört-beş kez telefonlaştık, bize
enstitüler ile ilgili yazılarını gönderdi, dostluğumuz
gelişti. 17 Nisan 2011 günü Ekonomi Üniversitesi
girişinde eşi Ayşe Hanımla beraber kırk yıllık dost
gibi birbirimize sarıldık. “Hoca, elimi hiç bırakma,
çok önemli bir iş yapıyorsun” diyerek bizi
yüreklendirdi. Salon doluydu, Yaşar Kemal ile yan
yana oturduk. Tören öncesi DEÜ-Devlet
Konservatuarı sanatçılarının seslendirdiği halk
ezgilerine büyük bir mutlulukla eşlik etti.
Sonra ödül töreni başladı ve mikrofona gelen
Yaşar Kemal; “Köy Enstitüleri dünyada kurulmuş
en büyük enstitülerinden birisidir. Şu anda
uygulanan eğitim sistemi ise Yunanistan'da 4.
yüzyılda uygulanan bir sistemdir. Anlayacağınız
inanılmaz kötü bir sistem uygulanıyor. Ben
dünyada nereye gittiysem Köy Enstitülerini
anlattım. Bundan sonraki kitabımda da Köy
Enstitülerini anlatacağım. Biz bugünün çağdaş
Türkiye'sinde yaşıyorsak bunu Cumhuriyetin
kurduğu Köy Enstitülerine borçluyuz,” derken
salon onu ayakta alkışlıyordu. Sonra akşam
yemeğinde yan yanaydık. 1940-1950'li yılları anlattı.
Hep birlikte ilk kıtası
“Yenice yolları bükülür
gider/Zülüf ak gerdana dökülür gider/Yiğidin
sevdiği güzel olunca/Ömrü arkasından sökülür
gider” olan “Yenice Yolları” türküsünü söyledik.
Yaşar Kemal; Köy Enstitüleri hareketinin hep içinde
"Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla
birlik olsunlar. Yoksulluk bütün insanlığın
utancıdır.” Yaşar Kemal
“İnsan var, Karartır ak gündüzü, İnsan var
Ağartır Gecemizi” Sabahattin Eyüboğlu
“Türklerin En Kürdü, Kürtlerin En Türkü”
Sait Faik
28 Şubat 2015 Cumartesi günü
Seferihisar'dayız. Köy Enstitülerinin kuruluşunun
75. Yılı ve Hasan-Ali Yücel'in aramızdan ayrılışının
54. yılı anısına Seferihisar Belediyesi, Seferihisar
Kent Konseyi ve Yeni Kuşak Köy Enstitüler Derneği
imecesiyle gerçekleştirilen “Tohum Takas Şenliği”
ve üç oturumluk çalıştayın sonuna gelmiştik. Salona
gelen bir haberle tüm salon irkildi. Türkiye İnce
Memedi'ni kaybetmişti. Seferihisar Belediye
Başkanı Tunç Soyer sahneye çıktı ve Yaşar Kemal
anısına tüm katılımcıları bir dakikalık saygı
duruşuna davet etti. Herkes üzgündü, bir yanını
kaybetmiş gibiydi. Zira Yaşar Kemal Türkiye idi, bir
vicdan abidesiydi, bu toprakların Homerosuydu,
direnişin, doğanın, iyiden güzelden yana olanların,
böcü börtünün, Türkçenin sesiydi…
Yaşar Kemal ile Ortaklar İlköğretmen Okulu
yıllarında okuduğum İnce Memed kitabıyla
tanışmıştım. Daha sonra da diğer romanlarını
-38-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
olmuştu ve Köy Enstitülerinin dostuydu. 17-18
yaşlarında Sabahattin Eyüboğlu'nun ricasıyla
Hasanoğlan'a gittiğini öğrencilere Anadolu
masallarını, destanlarını anlattığını, öğrencilerle
yaptığı bu söyleşilerinin sabahlara kadar sürdüğünü
söylerken yüzü gülüyordu ve mutluydu. Yaşar
Kemal; bir Karacaoğlan hayranıydı. Adana'da
yapılan olan bir kültür evine Yaşar Kemal adı
verilmesine itiraz ederek “Karacaoğlan” adının
verilmesini sağlamış,
17 Nisan 2011 akşam
yemeğinde espriyle karışık evliliklerini yaparken eş
adaylarına hep “Karacoğlan'ı bilir misin?” diye
sorduğunu coşkulu kahkahalarla bizlere aktardı.
Yaşar Kemal; enstitü düşüncesini, felsefesini,
Tonguç'u hep yazılarına taşımış, Tonguç'u çok iyi
anlamıştı. Geleceğin eğitim sisteminin bu kazanım
üzerinden gelişeceğine inanarak, “Bir karanlık
devir geldi. Baba Tonguç'u, onun çocuklarını,
hepimizi yendiler. Baba Tonguç'u Köy
Enstitülerinden atıp, onun çocuklarının
elceğizleriyle yaptıkları eseri yıktılar. Baba
Tonguç bir şey biliyordu: İnsanların en büyük
haklarından biri, birincisi okuma haklarıdır.
Karanlıklardan kurtulma haklarıdır. Bunun için
çarpıştı. Ve bunun için öldü. Hem de bahtiyar
öldü. Tonguç, tarihimizin büyük adamlarından
biriydi. Aydınlıklarımız onlardan gelir, öyle
adamlardan. İnanmış adam Tonguç Baba bize
aydınlık, bize sevinç, bize güç, bize inanç
sağlamlığı göndermeye devam edecek. Köy
Enstitülerini tarihin hiçbir devrinde kimsecikler
kapatamayacak… 17 Nisan düşüncesi
ölmeyecek. Gittikçe de bir çığ gibi büyüyor.
Gericiler, sömürücüler bu çığın önünde
tutunamayacaklar. Yakında çok yakında
göreceksiniz Anadolu bütünüyle 17 Nisanı bir
milletin uyanışını kutlayacaktır ,” enstitü
umudunu hep canlı tuttu.
Yaşar Kemal insan haklarına, emeğe ve
demokrasiye tutkun, ülkenin onur duyduğu duyarlı
bir aydındı. O hep umudun insanı olarak yaşadı.
“İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır.
Demokrasiyi yaratmak insanlığın büyük gücü ile
olmuştur. Çok söyledim, tekrar söylüyorum. Ya
demokrasi ya hiç? Ve Türkiye hiçe layık değildir?
Selam olsun düşünce özgürlüğü ve insan hakları
için direnen meslektaşlarıma. Selam olsun,
korkunun üstüne yürüyenlere. Selam olsun
insanlık toptan tükenmedikçe umudun da
tükenmeyeceğini gösterenlere. İnsan soyu içinde
en güzelleri, en kutsanacak olanları onlardır”
ifadelerini bir aydın sorumluluğuyla, tüm
sahiciliğiyle ortaya koyuyordu.
Yaşar Kemal'in kaybı dış dünyada da büyük yankı
buldu. Washington Post “ Onun insan doğasının
derinliklerini keşfetme ve karakterlerinin
evrensel özelliklerini ortaya çıkarma yeteneği,
romanlarının toplumun bütün kesimlerine
erişebilmesini sağlamıştır” ifadeleriyle haberi
geçerken, New York Times “Yaşar Kemal'in zorba
toprak ağalarının, vurdumduymaz bürokratların
ve adaletsizliğe karşı savaşan köylü
kahramanlarının coşkulu öykülerini anlatan
yapıtları, memleketi Güney Anadolu'daki
Çukurova'da geçer. Geniş kitlelere seslenen renkli
bir anlatımla, adaletsizliği acımasızca eleştiren iki
düzineden fazla kitap yazmıştır” denildi. New York
Times, Yaşar Kemal'in, “ Eğer edebiyatı
keşfetmeseydim, destanlar söyleyen bir halk ozanı
olurdum” sözlerini de haberinde yer verdi.
Guardian'ın haberinde, Elia Kazan'ın “Yaşar Kemal
geleneklerin en eskisinde, Homeros geleneğinde
yazan bir romancıdır, başka hiçbir sesi olmayan
insanların sözcüsüdür.” sözleri aktarıldı ve ayrıca
ünlü yazar John Berger'ın “Yaşar Kemal bin
kilometre boyundadır ve iki taştan sevecen ve
büyüleyici bir öykü çıkartabilir.” sözlerine yer
verdi. Yaşar Kemal yerelden evrensele yürümüş bir
yazardı.
Ortaokul ikinci sınıf yıllarında “İnce Memed”
romanıyla yaşamıma giren, 2011 yılında birlikte
olma-kucaklaşma onurunu taşıdığım ve bir kuşağın
bilinç dünyasında, Anadolu'yu, sömürüyü, ağalık
sistemini, başkaldırıyı, itiraz etmeyi, adalet ve eşitlik
duygusunu içselleştirmesine öncülük yapan
edebiyatımızın çınar ismi Yaşar Kemal'i saygıyla
selamlıyorum.
-39-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
YAŞAR KEMAL
BODRUM’DA
Hatice YÜCEL
Eğitimci
taaaa bugünlere kadar.
Toplantı o gün için, Halk Eğitim Merkezi
olarak kullanılan kilisenin izbe alt katındaki
salonda oldu. Konuşmacıların değerine,
izleyicilerin duyarlılığı ve ilgisi de katılınca
başarı kendiliğinden geldi. O günkü
çalışmalardır ki, Bodrum'un entellektüel
yapısına, doğru taşlar koymuştur. Ancak
yeterli olamamıştır. O gün, Yaşar Kemal'in
neler dediğini pek anımsamıyorum. Bildiğim,
bir zamanlar onun Bodrum'dan geçtiği ve
devrimci tohumları buraya da attığıdır. Hem
de eğitim ve çocuklar için. O günlerde, sınıfta
o k u t t u ğ u m “ K ı r m ı z ı S a k a l l ı To p a l
Karınca”sını özetleyen ve sorular yönelten öğrenci
temsilcisi “Sevgi Kavcar” a:
“Ben o kitabı aslında büyükleri düşünerek de yazdım.
Ne güzel bir şey ki çocuklar daha çok sevdi. Büyükler
anlamazlıktan geldi, her zamanki gibi…” dedi.
Hey gidi günler hey! Nerelerden nerelere gelmişiz!
Anadolu'nun, insanı, dili, kalemi, önderi, bilgesi,
Yaşar Kemal'i sonsuzluğa uğurlarken yaşamımıza kattığı
direnç, umut, çaba, bilgi, arayış için teşekkürler. Ruhun
bizimle kaldı. Sana yetişmeye çalışacağız.
Ne mutlu sana ve senin gibilere… (02.03.2015)
-------------------
Üç yüze yakın öğrencisi on öğretmeniyle Bodrum
Ortaokulu'nda çiçeği burnunda bir Türkçe
Öğretmeniyim. Doğduğum, doyduğum ve sevdiğim bu
şanslı yerde, ödünsüz, korkusuz, güzel günlerin
geleceğine inanmış, Bodrum maviliğince huzurlu bir
öğretmen. TÖB-DER'li olmanın sevinci içindeyiz,
bugünkü gibi paramparça değiliz. Öğretmenler odamız,
küçücük ve mütevazi olsa da hiç eksilmeyen Türk Dili,
Varlık, Yeni Ortam, Cumhuriyet Gazetesi ve dergileri ne
olduğumuzu gösteriyor. İlköğretim Müfettişi Maksut
Doğan, basın yönetmenimiz sanki.
TÖB-DER'in o ayki seminer konusu “Çocuk
Kitaplarıydı”.
Yapılacak panelin konuşmacılarıysa, Yaşar Kemal,
Ülkü Tamer, Erdal Öz ve Karikatürist Mıstık'tı. TÖBDER'DEN Süleyman Pamir temsilci, ben; Bodrum
Ortaokulu'ndan panel yöneticisi, bir öğrencim ve veliden
oluşuyorduk.
Gittikçe gözümde büyüyen Yaşar Kemal'le panel
öncesi Öğretmenler Lokalinde buluşuyoruz. Kalbim
heyecandan çıkacak. Ben kim, Yaşar Kemal kim? Onda
iz bırakmalıyım. Umuduna merhem olmalıyım. Bizden
biriymiş, kırk yıldır oradaymış gibi masamıza oturdu.
Panelle ilgili bilgilendirmemi, dersini ezberlemiş bir
çocuk gibi yaptım. Bu provamın ardından, önce anlamlı
bir gülüş, sonra:
“Dersini iyi bellemişsin güzel öğretmenim. İşte, tam
senin gibiler Köy Enstitülerinde olacaktı, öğretmen
okullarını yönetecekti. Göreceksin bu günler nasıl
olacaktı” dedi.
Paneldeki başarımı bıraktım, bu sözler o günlere
kadar taşıdığım korkularımı güvensizliğimi sildi
süpürdü. Bana rüzgâr oldu, taç oldu, aşk oldu, kalem oldu
Not: Bu yazı Bodrum GÜNDEM gazetesinden alınmıştır.
Hatice Yücel'e Katkı:
Yaşar Kemal Bodrum'a geldiğinde ben de orada
öğretmendim. O, yalnız Türkiye'nin değil dünyanın da
yakından tanıdığı yazarımızdı. O güne değin İnce Memet
başta olmak üzere birçok kitabını okumuştuk,
öğrencilerimizin de okumasını sağlamıştık. Çünkü o bir dil
ustasıydı. Öğrencilerimiz dilimiz Türkçe'nin güzelliğini,
tadını ve anadilinin önemini onun yapıtlarını okuyarak
kavrayacaklardı. O günkü toplantıda öğrencilerimize şöyle
bir tavsiyede bulunmuştu:
-“ Eğer bir yazar olmak istiyorsanız bana özenmeyiniz.
Çünkü ben ortaokul sonrası okuma olanağı bulamadım.
Raslantılar sonucu yazar oldum. Bu nedenle okullarınızı
mutlaka bitiriniz ve sonra yazar, ozan olunuz. Her zaman
benim gibi bir şans yakalayamazsınız.”
O, toplumu aydınlatmayı yapıtlarıyla sonsuza dek
sürdürecektir.
İsmail TUNA
-40-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Geçmişten Bir Yaprak
Magoli Rufer
Eyüboğlu,
Yaşar Kemal
PEŞİNDEN
Sevim KARAMAN
Cevat TURAN
[email protected]
Sene 2004. İstanbul Gümüşsuyu'ndaki Zeynel
Apartmanı sahibi Behiye Hanım'a bayram ziyaretine
gitmiştik rahmetli eşim 1962 mezunu Güral
Karaman ile birlikte. Biz orada otururken incecik,
çok nazik bir bayan geldi. Tanıştırdılar. İşviçre
vatandaşı, piyanist ve bodrum katta kiracıymış. Yazar
Sabahattin Eyüpoğlu'nun da eşiymiş. Eşimin
öğretmen olduğunu duyunca çok sevindi, Hele
Ortaklar Öğretmen Okulu mezunu olduğunu
öğrenince heyecanlandı. Eşi, eşinin kardeşi Mualla
Hanım ile birlikte onların bu okulların çoğunun
yapımında çalıştıklarını anlattı.
Bu coşkulu sevgisi bizi çok etkiledi, ayrılırken
evine uğradık. Tüm duvarları kitaplık olan bu evde
bir tek piyano var, bütün penceresi tek, ama kediler
onun dostu. Çok alçakgönüllü bir yaşamı var. Özel
piyano dersi veriyor Yaşar Kemal ve eşi Tilda çok
sevdiği arkadaşları. Bize anlattı.
Ben o yılbaşı ona bir Aydın Tekstil yeleği
gönderdim. Ev sahibi Behiye Hanım yeleği verince
çok sevinmiş Öğretmenin hediyesi diye. Köy Enstitü
Öğretmenlerini çok seviyordu. Güral'a Sabahattin
Eyüpoğlu'nun bir kitabını imzalayıp bırakmış. 2007
yılında ölümü ile ilgili haberlerini Cumhuriyet ve
Hürriyet gazetelerinde gördük. Kitap, o öldükten
sonra ulaştı elimize.
Behiye Hanım:
-“Magoli Rufer Eyüpoğlu'nun cenazesinde üç
kişi vardı, Türkan Saylan, Yaşar Kemal, bir de ben.”
dedi Behiye Hanım.
-“Neden?” diye sordum.
-“Ateist olduğu için Papaz da yoktu Hoca da;
kimsesizler mezarlığına gömüldü.” dedi.
Onun eldivenli zarif saygılı Köy Enstitülerine
olan coşkulu sevgisini hiç unutmayacağım, Işıklarda
yatsınlar Türkan Saylan, Magoli Rufer Eyüpoğlu ve
Ulu Çınar Yaşar Kemal.
Yaşar Kemal vefat edince Behiye Hanım'ın
onun ölümünü anlattığı bu anı aklıma geldi. Yazayım,
paylaşayım, dedim.
(Mart 2015 – Nazilli)
Kişilerin peşinden koşmayasın
Olay seline dalıp, taşmayasın
Dinle, düşün öyle üret fikrini
Yozlar kayalığına çarpmayasın…
Bek bas yere, sakin ol kaymayasın
Sevgi ateşinde piş, çiğ kalmayasın
Aydınlıkta yürü sen adam gibi
Sakın ha karanlıkta uçmayasın…
Kuru toprağa tohum ekmeyesin
Yoz otu ürün diye biçmeyesin
Mertlik meydanında nara atıp da
Namertler cephesine geçmeyesin…
(Cevat Turan-61)
-41-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Milli İrade, Millet İradesi
Demek Değildir
Prof. Dr. Ramazan DEMİR
[email protected]
ikbalci soytarı takımı da dahildir...
İşte bunlar bu milli kimlikli kavramların ırzına
tecavüz ediyorlar!...
Hangi milli kimlikli kavramlara tecavüz var?
*Millet iradesi...
*Milli irade...
*Halk iradesi...
*Millet...
*Halk...
***
En taciz edilen, en çok yumruklanan kavram
"milli irade" kavramıdır...
Çapsız ve cehalet örneği zevat düşüncelerini,
amaçlarını anlatmak için "milli irade" ifadesi
kullanılıyor... Kin ve hırslarının ilacı olarak Türk
Milletinin geleceğini feda etmek için bu milli
kavramla sığlaştırılamaz!
“Milli irade", geçmişten bugüne, bugünden
geçmişe ve geleceğe devam edecek olan millet
iradesi yerine kullanılıyorsa ki -öyle kullanılıyordoğru değildir. Yanlış terminoloji...
Çünkü millet, ezelden ebede var olan, varlığı
süren, inandığı, yaşayıp yaptığı, uyguladığı
kültürün bir yansıması olan varlıktır. O, milli
iradedir, bir bütündür, istismarı olamaz!..
O'nun iradesi sandıkla tespit edilemez!..
Sandıkta tespit edilen "Milli İrade" değil sadece
halkın iradesidir.
***
Halen yaşayan kesimine de halk denir.
Oyu yaşayanlar kullanabildiği için sandıktan
çıkan milli irade değil, sadece halkın iradesidir.
Bu da seçtiklerine her şeyi yapma imkân ve
yetkisini asla vermez.
Toplumun devamlılığını anlatan, varlığını
ebedileştiren kavramlar olduğu kadar, aynı
toplumun günlük yaşamını düzenleyen, anlatan
kavramların olduğu gibi... Türk Milleti için çoğu
kez "Türk'ün aklı gözündedir" ifadesi
kullanılırdı, halen kullanan var mı, sormak
gerek...
Son beş yıldan beri bu değerlendirme kriteri
artık unutuldu; Ülkemin insanı gördüklerine,
dokunduklarına değil, hileyle uydurulmuş gayri
ahlaki her türlü yalana ve iftiraya, yani
duyduklarına, söylenenlere inanıyor. Elbette ki
söylenene inanılır, eğer söyleyen doğru insan
ise!... Peki, ya yalancı, hırsız, hilekâr, çirkin
politikacı ise! Kalitesi ve kapasitesi tartışmalı
diplomalı, hırs, kin, nefret yumağı haline gelmiş
çirkin politikacılardan ise; yedikleri tencereyi
kirletme seviyesizliğini gösterecek kadar
çukurlaşmışlardan ise!..
Çoğunun anlamını bilmediğinden emin
olduğum bazı kavramları dillerinden
düşürmemeleri tesadüfi olmaktan öte bilinçli bir
tahribatın öncülüğünü yapıyorlar!...
Bilgisizliklerini cehaletlerini kapatmak,
gizlemek için, Türk milletinin ebediyetini
(sonsuzluğunu) anlamlandıran deyimleri de
kendilerine kalkan yapmaktadırlar.
Bunu yapanlar sadece çirkin politikacı tipi
mahlukatlar değil elbette; isminin önünde
kalabalık unvanlılardan tutun da köşe kapıcı
medya kalemşorlarına, kiralık beyinlere, besleme
medya patronlarına kadar geniş bir yelpazeyi
kapsıyor!..
Bir kısmı efendilerine yaranmak için, "aferin"
almak için, önlerin biraz daha fazla kaynak
konulmasını sağlamak için yardakçılık yapmayı
marifet sayıyorlar!
Kula köle olmayı "kazanç" sanan biatçi ve
-42-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Sadece belli bir süre içerisinde mevcut
anayasal düzenle çerçevesi belirlenmiş hukuka
göre yönetme yetkisi verir!
Bu bağlamda; "sandıktan çıktık her şeyi
yaparız" diyen örgütlü cehalet mensupları
yanılıyorlar, her şeyi yapamazsınız; mevcut
yasalara uyarak kurallara, geleneklere uyarak
ancak "hizmet" edebilirsiniz...
İşkembeden atarak, her şeye maydanoz olup
Donkişotluk yaparak devleti yönetemezsiniz!
Halkın oyuyla, çoğunluk oyuyla iktidar
oldunuz diye mandacılığı kabul edemezsiniz!
Türk Milletinin bağımsızlığını riske
atamazsınız!
Milletin egemenliği üzerinde oyun
oynayamazsınız, ikbal için, iktidar için yabancıya
peşkeş çekemezsiniz!
Sınırları kanla çizilmiş, şehit kanıyla
yoğrulmuş kutsal vatan topraklarını kısmen ya da
tamamen, bölemezsiniz, satamazsınız!
Devlet aklıyla oynayamazsınız, kendinizi
"X" sayıp devletin aklını bir kenara koyamazsınız
onu kirletemezsiniz!
Onun içindir ki devletin ve milletin
ebediliğini belli kurallara bağlayan irade, yani
milli irade, devletin kurucu ve uygulayıcı
felsefesine uygun anayasasında değişmez ilkeler,
maddeler koymuştur...
Onun için "Anayasanın ilk 3 maddesi
değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi
edilemez!" kuralını koymuştur! İşte bu milli
iradedir...
Bu millet iradesi değildir...
Milletin oyuyla verilen yetki milli irade
değildir, görev tayinidir...
***
Görevin sınırlarını da yine anayasanın beşinci
maddesinde yazılı amaçla sınırlamıştır.
O görevler ve amaçlar dışında verilen millet
iradesi kullanılamaz, devlet yönetilemez!
Tersini yapmak suçtur!
Devletimizin işleyişini ilelebet devamını
sağlamak için kurallar konulmuştur; bunların bir
kısmı yasalardır.
İşte bu yasalardan biri de Türk ceza yasasının
302. Maddesidir.
Milli iradeyi yanlış anlayıp yanlış mecralara
sürüklemeye kalkan cahil yöneticilere verilecek
ceza belirlenmiştir; ağırlaştırılmış müebbet
hapistir!
Milli irade ile millet iradesinin aynı şey
olmadığı, halk iradesi hiç olmadığı, %50 oyla
seçilmiş olmanın ise hiç ama hiç olmayacağı
anlaşılmalıdır.
Birey akıl kirlenmesi yaşayabilir, ancak devlet
aklı kirlenemez!
Devletin böyle bir riski yoktur...
TESLİM
OLMADAN
Hüseyin UYSAL
Sana gelmek kutsanmaktır / biliyorum
ülkendeki bu kaçıncı gezgin
ve bu / benim kaçıncı bozgunum
gezgin güncelerinde / ataerkil
kirli sular gibi / akıyor ihanetin
oysa dört nala atlarım ovalarında / kaçak
bıkmadım göçerlikten
ve ben varoşlarındaki göçmen nüfus
hem yerleşik hayvanlar mı olur
hem kulluk değil midir evcillik
doğamdır / bıkmadım sınır dışı edilmekten
anarşist / kimliksiz / kaçak
kutsanmadan / doğama uygun
çocukları kaybedilmiş analar gibi
solgun / ama teslim olmadan
hiç bıkmadım ülkende muhalif yaşamaktan
-43-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Balkan Gezisi: 2
“Gerçeğin Savaşı, Düşün
Barışı Gördüğü” Coğrafya
(10 Ekim 2014 Cuma, Poçitel,
Mostar, Saraybosna )
Tahsin ŞİMŞEK
[email protected]
Trebinje, Bosna'nın güneyinde bir kent. Sanki İç
Anadolu'nun kendini dinleyen kentlerinden biri.
Hüzün, güzden daha belirgin hissediliyor. İç savaşta
Müslümanların en büyük zararı gördüğü bölgelerden.
Bosna-Hersek'in Adriyatik'e açılan bir kapısı var:
Neum. Hırvatistan'ın kıyı topraklarından ortasından
ayrılıp Bosna'ya bırakılmış, Adriyatik'te 20 km'lik bir
kıyı. Dubrovnik'in batısında, Neretva'nın denize
döküldüğü yerin doğusunda.
Bosna'ya denize çıkış vermek istemeyen Batı'nın
direnişi, Süleyman Demirel'in politika başarısıyla
aşılıyor. Nato'nun 5. Maddesindeki olanağı, ustaca
kullanıyor.
Konu, uluslar arası siyasetten açılınca şunu da
belirtmekte yarar var. Hırvatistan – Sırbistan
anlaşmazlığında Türkiye, Sırbistan'dan yana ağırlığını
koyuyor. Devlet olmak, biraz da budur; “kinler
tarihi”ni yazmak değil.
Tebinje'den yukarı, kuzeybatıya yol alıyoruz.
Kilometrelerce bir sis denizi. Sanki bir gölü izliyoruz
sürekli.
Yol boyu geçtiğimiz kasabalarda, örneğin
Stolaç'ta, Bosna-Hersek ve Hırvatistan bayrakları yan
yana. Demek ki halk, etnik kimliği ile devlet kimliği
arasında bir karar verebilmiş durumda değil.
Bu bölge, çay kültürünün bulunmadığı bir
coğrafya. Batılılar Türk kahvesine de uzun yıllar
kuşkuyla bakmışlar. Özellikle Batı aristokrasi; çünkü
uyuşturucu içerdiği kanısındadırlar. Osmanlı'nın bu
yolla kendilerine zarar vereceğinden kuşkulular.
Sevdalinka, bu coğrafyanın sevda türküsü. Elbette
Ayşe Kulin'in bir romanının adı. Bosna edebiyatının
belleğimde kalan adı ise Zuko Cumhur. Rehberin
ağzından defterime düşen “Yazılı, yazılı ifadeni
göstermek için önemli; esas olan sözlüdür.” tümcesi,
Z. Cumhur nedeniyle mi defterime düştü, şu anda
anımsamamın olanağı yok.
Poçitel: Bir Müslüman köyü. Osmanlı'nın bu
coğrafyanın güneybatısında Adriyatik'e doğru geldiği
son nokta. Bosnalılar için başlangıç toprağı. Kuzeyden
akıp gelen Neretva Irmağı'nın kıyısında.
Potiçel, turizmden iyi kötü yararlanmayı öğreniş.
Köylüler, tarla ürününden el işine, neleri var, neleri yok
dökmüşleri köy yollarına. Bizim Şirince'de daha derli
toplu.
Gözüm Poçitel Kalesi'nde kaldı. Osmanlının
durduğu yerde, sakarlık yapıp düşünce, ben de durdum
Uzaktan bakmakla yetindim; yaralı ayağımın acısını
içime bastıra bastıra.
Yolculuk, Mostar'ın doğusundaki Lagay Tekkesi.
Bura, bir Alperen ocağı, bir Bektaşi tekkesi. Dahası
olağanüstü güzellikte bir Saklıkent. Fethiye'nin
Saklıkent'ine benzer, bir mekânla başka bir coğrafyada
buluşmak, hem şaşırttı hem sevindirdi beni. İklim güzel,
oksijen bol.
Tekkenin açılmış kitap biçimindeki dört dilli
mermer kitabesinde şu bilgi veriliyor: [15. yüzyıl
başlarında Alperenler (dervişler) tarafından; “Yaratılanı
Yaratandan ötürü sevmek” idealiyle kurulan tekke;
Kadiri, rufai, Halveti ve Nakşibendi tarikatlarına ev
sahipliği yapmış ve halen devam etmektedir. Türbe (Sarı
Saltuk ve Şeyh Açıkbaş), ibadet odaları, misafirhane,
mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden
oluşmaktadır.]
Keşke Tanrı'yı anlatan “Yaradan” sözcüğü doğru
yazılsaydı, eki kesme işaretiyle ayrılsaydı. “Hamam”da
“-lık” eki kullanılmasaydı.
Sarı Saltuk, Aziz Naum'dan sonra burada da
karşımıza çıkıyor.
Din, kendini korumak mı istiyor, huzurun peşine mi
düşüyor? İkisi de doğru kanımca. Meryemana, Sumela,
Gemile koyu açığındaki kilise bunun örnekleri değil mi?
Lagay Tekkesi de bir benzeri.
Din ticaretine söz yok… Üstelik Suudi etkisi ve
parası her yerde.
Mostar'a dönüşte, ovanın ortasında sergilenen bir
uçak dikkatimizi çekiyor. Savaş uçağı üretilen dönemin
sembolik anısı..
Kadınların çokluğu dikkati çekiyor. Bütün
coğrafyanın özelliği bu. I. ve II. Dünya Savaşları,
yıllarca süren iç savaşlar nüfus dengesini bozmuş. Bu
yüzden kadınlar bakımlı olmak zorundalar. Öyle elimi
sallasam ellisi değil. Elli el birden sallanıyor; bir
yakışıklıya. İşe gidenin de on beşi bayan ikisi erkek!...
-44-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Mostar; bir köprü şehir; “yıkıntılar arasında
inatla açan bir kır çiçeği (BGA)” Poçitel'deki Neretva
Irmağı buraya gelin gelmiş. Savaş, nehrin gerdanlığını
da çekip alıvermiş boynundan. Duvarlarda hâlâ kurşun
izleri.
Yolumuzun üzerinde Koski Mehmet Paşa Camii.
Bahçe terasından Mostar Köprüsü'nü seyretmek
ücretle.
Soruyorsunuz cami ahalisinden birine, aldığınız
yanıt şu: “Biz Türkçe bilmiyoruz, Arapça biliyoruz.”
Ataol Behramoğlu da tanık olmuş aynı duruma:
“Özel bir okulda öğrenim görüyormuş. Buralarda
yaygın bir adı var: Eden. 'Eden, başka bir yabancı dil
öğrenecek misin' 'Evet.' 'Hangisini?' 'Arapça' 'Neden?'
'Çünkü Arap ülkeleri bize yardım ediyor…' (BGA)”
Bizim 500 yılda yapamadığımız işi, 1990'dan bu
yana Araplar yapmış. Din, iman deyip Arapçayı
öğretmişler.
Mimar Sinan'ın Balkanlardaki tek yapıtı Karagöz
Bey Camii de bu kentte.
Caminin altından köprüye doğru ilerliyoruz.
Yollar damlataş döşeli. Kara dayanıklılığı nedeniyle
yeğleniyor.
Resimler de hayaller de sizi aldatabiliyor. Dağların
arasındaki keskin bir vadide, üstelik batıdan doğuya
akan bir ırmağın üstünde hayal ettiğim köprüyü, düz
bir ovada, kuzeyden güneye akan bir ırmağın üstünde
görmek, hayal kırıklığına uğrattı beni. Üstelik Bolu
dağları beklerken kıraç Ege dağlarıyla karşılaştım
Mostar'da.
Benim hayal kırıklığıma karşın, Mostar Köprüsü
(1557) gerçekten görkemli. Mimar Hayrettin
gerçekten mimari bir deha örneği sergilemiş. Köprüyü
iç savaşta yıkan, Hırvatlardır. Ne var ki bu kötülük de
Sırpların üzerine yıkılmıştır.Algı dünyası.
Bu köprünün görkemi köprünün güneyine, köprü
ayaklarının dibine inince daha güzel fark ediliyor.
Neretva'nın serinliği de… İnsanın içi böyle
serinleyince, gönül başka şeyler istiyor. Bir kadeh şarap,
bir dost sohbeti, iki güzel silueti… Ve yüreğe düşen dize
tohumları.
Şiirin kurduğu köprüler de güzeldir. Apoliner'in
Mirabeau Köprüsü, Orhan Veli'nin Galata
Köprüsü, Külebi'nin Cebeci Köprüsü, Metin
Demirtaş'ın Porsuk Köprüleri… Bu da benim
şiirimdeki “Mostar Köprüsü”:
Drina Köprüsü'nü okumuştum Andriç'in
Ne Osmanlı'yı ne Sırp'ı abartan
Nedense belleğim birleştirivermiş
Mostar'la komşu Drina'yı
Görünce şaşırdım doğrusu
Köprü köprü de hani
Dağ dediğin biraz
Posbıyık olmalı değil mi
Gürbüz hayaller gibi,
Çağıl çağıl akmalı su
Düşlerine atlayıvermeli bir delikanlı
Sağol Mimar Hayreddin
Yakışmış sana el almak Sinan'dan
Şimdi düşler el alıyor şurada
Yaşam emziren nice güzelden
Evet, güzeldir bir köprünün
Nereden bakarsan bak
Bir genç kız memesine benzemesi
Ayaklarının dibindeyim şimdi
Evet, böyle bir güzele
Her açıdan bakmayı bilmeli
Eğer, tarih su sesini sevmişse bir kez
Ne iyi akıl ettin be Birol, kaldırıp
Yarına şiir sağarken
Birlikte birer kadeh şarap içmeyi
Taşı taş olarak görenlere nispet
Bu fotoğrafı mutlaka bir kız çekmeli
23 Kasım 2014
Yol boyu, köprü üstü ürünlerini satmak isteyen
kadınların işgalinde. Pazarlıkla, 20 avroluk bizim Milas
işine benzer masa-sehpa örtülerini, 10 avroya aldık
Birol'la.
Koski Mehmet Paşa Camii'nin üstündeki ana
caddeyi aşınca kentin mezarlığını görüyorsunuz.
Böylesine bakımlı bir mezarlıkla ilk kez karşılaştım
desen yeridir. Daha da önemlisi, çok kültürlü bir
yaşamın mezarlığı da çok farklı oluyor. Hilal, sarık, haç
hepsi aynı fotoğraf karesinde. Sonra da nice ünlümüzün
yattığı İstanbul Aşiyan Mezarlığı'nı anımsadım;, bir kez
-45-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Kitapçı vitrinlerinde RTE kitapları.
Avro yerine ulusal paralarını kullanmakta ısrarlılar..
Bizim AKP, kendi yandaşlarını desteklediği, kendi
yandaşlarına para yağdırdığı için Türk-Müslüman
birliğinden, temsilinden söz etmek olanaklı değil.
Bu savruluşta belki tarihinin hiçbir döneminde Sırp
etkisinden kurtulamamanın, hep bir kimlik bunalımını
yaşamanın payı da var. “Hulislija, önceki dönemde de
sanatçıların başarılı olabilmek için Sırp kadınlarıyla
evlenmek zorunluluğunu duyduklarını söyledi; Emir
Kustirica, İskender Kulenoviç, Osman Cikiç vb. adları
örnek olarak saydı… (BGA)”. Bizim yazar ve şairlerimiz
de İstanbul deyip İstanbul işitmiyorlar mı? Hele
Arabesk'te MüjdeAr'ın, İstanbul uğuruna yaşadıkları!..
Savaşın izleri her yerde. Yıkık duvarlar, duvarlarda
binlerce kurşun izi.
Savaşın insan ruhundaki yıkımı daha onarılmaz. Bu
görüntü karşısında Mostarlı küçük Mirza'nın sözlerini
anımsamamak olası mı? “Anneciğim, keşke kedi ya da
fare olsak. Hiç değilse savaş başlayınca saklanırız…
(BGA)”
Holiday İnn, savaşta dokunulmayan tek bina.
Gazetecilerin mekânı. Latin Köprüsü'nün karşısındaki
kütüphane, tümüyle zarar görmüş; yeniden yapılmış.
Bakanlar, işlerine bisikletle ya da özel arabalarıyla
gidip geliyorlar.
Eski Saraybosna gezimiz çarşı ortasındaki tarihi
çeşmeyle başlıyor. Eski Üsküp'ü bir kez daha
anımsıyorum. Türk insanının kent yaşamı, hemen hemen
her yerde aynı.
Kanuni'nin eniştesi damga vurmuş kendin dününe.
Vakfı (1537), camisi, bedesteni aynı adı taşıyor: Hacı
Hüsrev Begov. “Gazi Hüsrev Bey Camii, servileri,
şadırvanı ile huzur dolu bir köşedir; bir yanıyla bizim
artık kaybettiğimiz Bursa, edirne, İstanbul'un Fatih,
Aksaray semtidir. (EDS”
Bu arada Sırp Ortodoks kilisesini geziyoruz. Arka
bahçesinde insanlar satranç oynuyor. Hırvat kilisesi de
görkemli. Bahçesinde burayı ziyaretinin anısına dikilen
Papa'nın heykeli. Ve yan sokaktaki “Fidan Tours”
tabelası dikkatimi çekiyor. Türkler yine paranın peşinde.
Bir yerlerden müzik sesleri geliyor; “iç çekiş
güzelliğinde bu halk türküleri (BGA)”.
İzzet Sarayliç'le, “ama ben, laf olsun diye değil,
mecburum / memleketimde ölmeye (YBÇ)” karşılaşmayı
ne çok isterdim, bir köşe başında, şiirin “kuğu
şarkısı”nda. Kuğu şarkısı, “kuğunun ölmeden önceki o
olağanüstü ötüşüdür (YBÇ)” Çünkü çok kuğu öldü bu
topraklarda. Sarayliç de şair, Radovan Karadziç de.
Çetniklerden, sniperlerden (keskin nişancı) az çekmedi
Saraybosnalı. Çocuğundan kadınına…
Evet, Radovan Karadziç bir şairdi, hem de ruh
daha incindim. Yahya Kemal, Tanpınar, Orhan Veli,
Attila İlhan layık olmak, farklı bir özeni gerektirmez
mi?
Yolculuk, Saraybosna'ya. Yol üstünde ilk mola
yerimiz, Zdrava Voda. Jablanica'ya yakın, su kenarı bir
konaklama yeri. Bitki örtüsü artık değişiyor; her yer
yemyeşil. Erincin bağdaş kurduğu gürültüsüz bir
mekân. Böyle yerlerde daha çok kalmak isterdim; ama
turla gezmek, biraz da koşturmak.
Jablanica, II. Dünya Savaşı'nda partizan
savaşlarının en şiddetlisinin verildiği yer. Bir Alman
albayına karşılık, bir okulda yedi yüz kişi öldürülür.
Osmanlı coğrafyasında olduğumuz artık yer
adlarından da belli. Konjic'i geçtik; Konyalıların
kurduğu bir kent. Şimdi de Pazaric'den geçmekteyiz.
Foça, Tuzla gibi adlar da bize yabancı değil.
“gerçeğin savaşı, düşün de barışı gördüğü (YBÇ)”
Saraybosna'da rehbere göre Müslüman nüfus % 80.
Saraybosnalılar, iç savaşta en büyük yardımı İran'dan
görüyorlar. Bizim Süleyman Mercümek'imiz ise,
toplanan Bosna paralarını bir yerlere aktarıveriyor.
Yo l b o y u g ö r d ü ğ ü m ü z s e ç i m a f i ş l e r i ,
Saraybosna'nın tüm ana caddelerinde.
Dikkatimi çeken isim, Bakır İzzet Begoviç; Alia
İzzet Begoviç'in oğlu. Partinin amblemi ampul. Üçlü
afişlerdeki ilk fotoğrafta türbanlı bir kadın.
“16'ıncı asrın en önemli ve hâlâ önemini koruyan
hafız şehri, Bosnalı Sudi Efendi'nindir. ESD” İlber
Ortaylı, bir özlemin peşinde koşarak böyle düşünüyor
olsa da ben aynı kanıda değilim. Ama şu saptamaya bir
şey diyemem: “Hafız gibi demir leblebi sayılan büyük
İran şairinin İranlılara ve Türklere parmak ısırtacak
en iyi yorumunun Bosnalı Sudi yapmıştır. (İOS)”
Ben dinin safiyetine değil ticaretine tanığım. Cami
sokaklarında ve merdivenlerinde şalvarlı, kara sakallı,
takkeli adamlar; kara çarşaflı, türbanlı kadınlar.
Saraybosna'da türbanını tak, al ayda 300 avronu. Yeni
cami yapımından eskinin restorasyonuna, sakaldan
çarşafa Suidiler işi çoktan bitirmişler.
Bu yeni durumu, Atatol Behramoğlu tümcelerle
somutlamış: “Kahkahalarla gülmeyi seven bir
insanım. Fakat Bosna-Hersek'i, Saraybosna'yı
gördükten sonra içimde sürekli bir ağlama duygusu
var. (BGA)”
Fes satan dükkânlara rastlamak da olası. Örneğin,
fotoğrafını çektiğim fes resimli bir tabelada “FES –
Mula Mustafe Başeskije – Sarajevo” szöcükleri
okunuyor.
“Kebap” sözcüğünün “cevab”a
dönüştüğünü de tabelalardan fark ediyorum.
“banjaluckı cevap, sarajevskı cevab, sis cevab…” Ne
Saraybosna kebabı ne şiş kebap yemeye zaman
bulabildim.
-46-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
hekimi. O da bir başka tür sniper. Bosnalı kadınlar
affetse, kuğular affetse şiir affetmez.
İşte somut bir örnek, keskin nişancı kurşunuyla ölen
Suada Dilberoviç anısına Vrbanja Köprüsü'ne konan
plakette şu dizeler var: “Damlayan kanım akmaya
başladı / ve kurmadı Bosna (YBÇ)”
Dönüp dolaşıp bedestenin önüne geliyoruz. F.
Ferdinad ve eşi Sophie'nın ölüme yolculuğu, bedestenin
önünden başlıyor. Hacı Hüsrev Bey Caddesi'ni aşıyor,
kalabalık nedeniyle buralarda silahı çekecek ortam
bulunamıyor. Miljacka Irmağı üzerindeki Latin
Köprüsü'nde Gavrilo Princip, otomobili durdurmanın
bir yolunu buluyor ve silahını çekiyor. 28 Haziran 1914,
saat 01.15. I. Dünya Savaşı'yla insanlık çok kanlı bir
dönemece giriyor. Tam yüz yıl, bu yaz geride kaldı.
Latin Köprüsü'nün karşısında yamaçlarda Eski
Saraybosna'nın Bursa'yı anımsatan görünüm dikkatimi
çekiyor. Kentler, yerleşimlerini zaman içinde tepeden
düze, doğuna batıya doğru genişlettiler. Hem trafik
zorladı buna, hem Batı'ya bir adım daha yakın olma
isteği…
Akşamına, “Hollywood”dayız. Otelimizin adı bu.
Savaş dünyasının ironisi de böyle absürt oluyor.
-----------------------------------------------Tahsin Şimşek diyor ki:
Aşağıdaki Mustafa Kemal Sınavı, benim 9. kitabım. Bu
kitabımda "Cumhuriyet, Bilim ve Ütopya, Yeniden İmece,
Müdafaa-i Hukuk, Tan Edebiyat, Afrodisyas Sanat,
Adabelen, abece, Öğretmen Dünyası" dergilerinde
yayımlanan yazılarımı bir araya getirdim. Afrodisyas'tan
'Günaydın Yeryüzü'ne ve Afrodisyas O Beyaz
Merhaba'yla doğduğum topraklara, Şiire 'Yüklü' Halk
Bahçesi'yle Türkçeme borcumu ödemeye çalışmıştım. Bu
kitabımla da Mustafa Kemal'e borucumu ödemeye
çalışıyorum.
Mustafa Kemal Sınavı
Araştırma-Deneme, 228 sayfa
Tahsin Şimşek
Afrodisyas Sanat Yayınları (34. Kitap), Nisan 2015
Bazı yazı başlıkları:
Bir Devrim Öyküsü: Nutuk
Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar
Kurtuluş Savaşı Romanları
Cumhuriyet Aydınlanmasında Edebiyat
Işığı Mustafa Kemal'e Düşen Şair: Tevfik Fikret
Devrimin Dört Süvarisi
Harf Devrimi ve Uluslaşma
Laikliğe Layık Olmak
Lozan'ı Anlamak ve Yaşatmak
Deniz'deki Mustafa Kemal
Mustafa Kemal Sınavı
·Kitapta, “Sunu”yla birlikte 25 yazı bulunmakta.
Son bölümde şairin, Mustafa Kemal temalı 10 şiiri ve
11 şiirinde yer alan Mustafa Kemal dizeleri yer almakta.
Tarihten bir yaprak
1920 yılındaki bu
belgenin üstündeki
açıklamayı dikkatle
okuyunuz.
Bağımsızlığın önemini
anlatmak için fazla
söze gerek var mı?
-47-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Sinema
Diziler, kostümler ve
sürdürülebilir vasatlık
Av. Sabri KUŞKONMAZ
[email protected]
izlenme ölçümlerinde ilk üçe girecektir. On yıldır
hiç şaşmadım. Şimdi bir tane dizinin adını vererek,
diğer kötüleri ayrı tutmak istemiyorum. Ama
yenilerde bir tanesinin jeneriğinde “Hiçbir canlıya
zarar verilmemiştir” gibi afilli profesyonel
incelikler… Ama görüntüde var bir eziyet; sabah
yola çıkacak kervan için develer akşamdan dolu
dolu yüklenmiş. O deve o yükle sabaha kadar nasıl
durur ey izleyiciler? Yok ki ortalıkta aklı başında
bir Yörük. Onlar ki konalgaya geldiklerinde, önce
deveyi düşünürler. Deveyi sular, beslerler.
Toparlanıp yola çıkarken de çişine varıncaya kadar
tüm ayrıntıları ile ilgilenirler. Öyle ki, “kaşanak”
vererek, yani sesle ıslıkla onu çişe tutarak, yola
rahat çıkmasını sağlarlar. Bu sözcüğü Kaşgarlı'da
da bulabilirsiniz!
Bütün sorunlar bitti de işimiz develerin çişine
mi kaldı, diyebilirsiniz. Vasata ulaşmak için deve
yükü çaba gerekiyor. Tarihi “deve etmeye”
girişenlerin etki ve egemenliğini görünce, örneği
deveden verdik…
Dizilerdeki tek sorun akşamdan yük sarılan
develer olsa, hiç sorun değil. Ama ana sorun, her
şeyin kurgusal gerçeklik boyutlarından bile farklı
hale getirilmesi. Sunulanın gerçek gibi kabule
zorunlu kılınması. Ki, “paralel” operasyonunda
yargısal aşamanın gündeme girmesi; dizi
senaristlerinin, yönetmen ve yapımcının gözaltına
alınması durumu özetliyor. Her alandaki vasat-altı
ve kurgusal gerçeklik-altı dünyaya mahkum
ediyorlar bizi.
Yeni Türkiye dizi filmleri gerçekliğine hoş
geldik. Bu arada, aklı yüklü devede kalıp üzülen,
özellikle hayvan severlere bir not; o deve yüküyle
birlikte bizim sırtımızda, deveye bir şey olduğu
yok.
Haftaya dize; “ Eskimden kalanları
büyütüyorum şimdi” (Aydanur Saraç, Akköy, sayı
81)
Tarih öncesi bir zamandaydık. Ortaklar
Öğretmen Lisesi günlerinde. Orta iki veya üç.
Bedene çoktan sirayet eden sinema zehri
nedeniyle, sosyal kol olarak Teknik Aletler
Kolu'nu seçmiş, Iskra marka film gösterim
makinesini çalıştırmayı öğrenmişim.
Öğretmenimiz Ramazan Verel, okulda gösterimi
yapılacak filmleri seçimini öğrencilere
bırakıyordu. Köy Enstitüsü geleneği sürüyordu
yani. Ortaklar'da o tarih öncesi, şimdi bize
yaşanmamış gibi gelen zamanlarda, karar
mekanizmalarına öğrenciler katılıyordu.
Milliyetçi Cephe eli kulağında. “Ülkücü
şuura” sahip birkaç öğrenci, gelmekte olan sağcı
hükümetten güç alıp istekte bulunuyor, “Tarih
şuuru için, tarihi filmler gösterilmeli.” Çok
bilmişliğim üzerimde; “Tarihi film mi var sanki,
hepsi elde kılıç, Allah Allah, şakkada şukkada!”
diye eleştiride bulunuyorum. Yaşım ve
entelektüel donanınım bu kadar bir eleştiri
düzeyine olanak veriyor o zamanlar!
Tarih öncesi bitti. Vasat devri de geldi geçti.
Post-vasat devrinde, vasat altı bir dönem
koşullarında yaşıyoruz. Bu arada ben kendimi
biraz eğitmeye çabaladım; bugünlerde sinema
televizyon alanında doktora yapmaya
çalışıyorum. Ama şimdi tarih konulu televizyon
dizileriyle ilgili görüşümü sorsalar, o tarih öncesi
zamanlarındaki eleştiri düzeyimi yükseltmeye hiç
ama hiç ihtiyaç duymam. Sadece bir cümle
eklerim: En klasik entrika şablonları ile…”
cümlenin gerisini aynen yazarım.
Tarihi, giyilen kostümden ibaret sayan bir
anlayış egemen olunca, aynısı dizilerde de
yineleniyor. Böylesi bir sığ biçimcilikte, vasatı
bile tutturmak olanaksız. Sürdürülebilir vasatlık
için dua etmeliyiz bu zamanda. Çünkü vasatın
olanaksızlığı gelip girdi hayatımıza.
Meraklarımdandır; televizyon dizilerinin ilk
bölümlerini izlerim. Ne zaman “Eyvah bu dizi çok
kötü!” desem, bilirim ki o dizi ertesi günkü
-48-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Geçmiş 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü tüm kadınlarımıza kutlu olsun!..
CLARA ZETKİN'DEN
AYŞE'YE
Ahmet Nuri DOĞAN
[email protected]
1970'li yıllar…
Bir fabrikanın grev
“erkeklerden korunma”
ve “ayıp” kültüründen
çadırındayız. İş çıkışı grevci arkadaşlara destek
gelmeydi. Ortaklar başka bir kültüre buladı bizi.
olmak için gittik. Gece nöbetçileri ile kışın ayazına
Yabanlık doğallığa dönüştü. “Cins” açlığı giderek
direniyoruz. Ortada büyük bir sobada mazot yanıyor.
törpülendi. Adına kardeşlik demeye başladık bu
Üzerinde mavi çaydanlık ve demlik… İstimi
iletişimin. Giderek erkek veya kız olmanın üstüne
üzerinde… Grevci arkadaşlar her gelene çay ikram
çıkartılıyorduk çünkü.
ediyor. Çadır oldukça büyük ve bir köşede grevci bir
Cumhuriyet'in öğretmenleri olacaktık. Ondan
anne arkasını dönmüş çocuğunu emziriyor. Küçük
önce de yurttaştık. Öyle bir doğallıktı ki bu, kız
bir döşek, içinde bebek giysilerinin olduğu belli olan
arkadaşımız “çıkar ceketini düğmen düşecek
bir iki poşet ve ucuz basit çok sayıda oyuncak…
dikeceğim” ya da “şu kravatını düzgün
Grevcilerin grev bebesine armağanı… Bu köşe
bağlamamışsın çıkar bağlayacağım” noktalarına
bebek köşesi. Bebeğini emzirip altını değiştiren
geldi. Kadın öğretmenlerimiz anne özlemini, kız
genç anne yanımıza geldi. Yüzünde
arkadaşlarımız “ kız kardeş”
anlatımı zor bir gurur. Anne olmanın
özlemimizi gideriyordu. Elbette
gururu mu? Direnişçi olmanın gururu
“sevgililikler” de yaşanıyordu…
mu? Ya da ikisi birlikte mi? Tam bir
Çoğunlukla öğretmenlerimiz de
kararlılıkla ve içtenlikle “Hoş
bilirdi doğal karşılardı aşk meşk
geldiniz” dedikten sonra; “ Çay
işlerini.
Mezun olup ayrılırken
verdiniz mi arkadaşlara?” diye sordu.
kucaklaştık. Yıllar sonra
Aynı kararlı otoriteyle; “Açlıklarını
karşılaştığımızda eşlerimiz de
sordunuz mu arkadaşların?”…
kucaklaştı.
Şu anda yazarken bile
Bir ilkokul bahçesinin ilk günü.
tıkanıyorum. Kadın, anne, bebeği
İkinci sınıf öğrencileri kuyrukta.
kucağında ve emeğinin hakkı için
Öğretmenlerini teker teker
direnişte. Hem de gece nöbetinde…
kucaklıyorlar. Ve Ayşe öğretmen her
Erkek arkadaşları gelmesini
biri için ayrı ayrı eğiliyor. Kuyruğun
istememişler, bebeği olduğu için.
bitmesini bekliyorum. Ben de
Grevcilerden birisi anlattı o
öğretmen arkadaşa iyi ders yılı
duymadan. Söyleyeni paylamış.
dileyeceğim. Öğrenci kuyruğunun
“Ben çocuğumu boşuna
bitmesi bir yana azalmadığını fark
doğurmadım. Onun hakkı için
ettim. Ayşe öğretmenini öpen bir kez
mücadele ediyorum. Hem hakkımı C. Zetkin ve R. Luksemburg
daha kuyruğa giriyordu.
hem de çocuğumu korumasını
8 MART DÜNYA EMEKÇİ
bilirim!”
KADINLAR günü geride kaldı. Herkes kendi
Bunları yazarken Öğretmen Okulu yıllarını
meşrebine göre kutladı. Kimi otellerin salonlarında,
anımsadım. Ortaklar'da geçirdiğim altı yılımı... Biz
kimi daha mütevazi lokanta ya da salonlarda, kimi bir
nasıl iletişim içindeydik kız arkadaşlarımızla? Bizim
gül kimi bir karanfille ya da bir içten gülüşle. Hakkıdır
Öğretmen Okulu'na girdiğimiz yıl alınmıştı ilk kez
elbet de her kadının… İçtenlik olsun yeter.
yatılı kız öğrenciler. Yaşlarımız 11-12 civarında.
1857'de Newyork' da fabrikada yakılan 129
Çocuğuz hepimiz. İkinci, üçüncü… sınıflar derken
kadın işçi ile başlayan “kadın olma” savaşımı
birlikte büyüdük. Erkek çocuklardık biz. Çoğumuz
İstanbul – Pendik'te “Grevci Ayşe”ye kadar uzanıyor.
köylerden gelme, “amcana pipini göster”
İkinci Enternasyonal'de Clara Zetkin'in; “Kadının
kültüründen gelen erkek çocuklar.
Kızlar da
-49-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
özgürlüğü, tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi,
yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan
kurtulmasıyla olacaktır.” söylemi ile başlayan bir
gün bugün.
Paris Komününün en etkili unsuru da kadın. O
yılmaz komitacısı. Hem ana olarak hem kadın
olarak. Hem doğurdukları için kavga veriyor hem
kendisi için. Hep iki insan o. Yaşanmakta olandan
çok, yaşanacak olana odaklıdır o nedenle. Avrupa
aydınlanmasının ve genel olarak her aydınlanma
kavgasının, her devrimin en etkili unsurudur ve
konusudur “kadın”. Hakları erkeklerden sonra alınsa
da geri kalmaz kavgadan.
Anadolu Devrimi için de öyle. Kurtuluş
Savaşının Halide Edip'inden, savaşta onbaşı – çavuş
rütbelerinde savaşan Halidelere, çete savaşına
katılan “ Çete Ayşe”lere ve top mermisi üzerine
yatırdığı bebeğiyle, cepheye mermi taşıyan “adı
yok” kadına dek. Oysa Kurutuluş Savaşımız
yıllarında kadının işlevi buyken, “çağdaş” Avrupa'da
Nobel Ödüllü büyük bilim kadını “Marie Curie”
ödülünü alırken erkekler karşısında ( hem de bilimci
erkekler) konuşması sorun oluyordu. Yani dememiz
odur ki; öğretmen okulunda benim kız “arkadaşım
Ayşe”, Kurtuluş Savaşındaki “Çete Ayşe”, grev
çadırındaki “grevci Ayşe” hep var oldu. Buna şehit
annesi “Ayşe”leri ve nice adsız “Ayşe”yi de ekleyin.
Tüm toplumsal geriliklere karşın Ayşe; “ve odunda/
ve tütünde/ ve karasabana koşulan/... ve
soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen…”
olsa da hep vardı. Türkiye'de kadın konuşulurken,
buna 1934 de kadına seçme ve seçilme hakkının
verildiğini ve neredeyse Tüm Avrupa ülkelerinden
önce bu hakkın kabul edildiğini ekleyin… Aslında
Cumhuriyet Aydınlanmasının en akça pakça yanıdır
belki de ülkemizde kadın sorunu. Bu nedenle
yetersiz de desek geçmişimiz o kadar da kirli değil…
Ne oldu şimdi? Bunca yıl sonra neredeyiz?
Neden kadın ölümleri, tacizler, her türlü hodbinlik,
açlık bu denli arttı. Oysa kadın bakanlığımız var.
Derneklerimiz, örgütlerimiz, sığınma evlerimiz var.
“Kadın hakkı” televizyonlarda, gazete köşelerinde
dillerden düşmüyor. Herkes 'haktan' yana!... 8
Mart'larda çiçekler kırla. “Elleri öpülesiymiş”,
“cennet ayaklarının altındaymış”, “ağlamasınmış”
… Kadın hakları çilekeş Cumhuriyet Kadını'nı
aşamadı. Hatta geriye gitti. Çünkü “kadın hakkı”
kurnazca bir tutumla “insan hakkı” nın parçası
olmanın dışına taşındı. Çiçek böcek hakkına,
cinsiyet hakkına hapsedildi… Tıpkı “özgürlük”
gibi “ demokrasi” gibi “eşitlik” gibi. Bu kavramlar
gibi “kadın hakkı” da, dinci ve liberal sahtekârların
malzemesi oldu. İnsanın insanlaşma mücadelesinin
temel unsuru olan “özgürlük, eşitlik, demokrasi”
kavramları ikincil kimliklerin kışkırtmanın aracına
dönüştürüldü. Etnik ayrımın, mezhep ayrımının, cins
ayrımının malzemesine… Ağızlarına emek
mücadelesini, bağımsızlık mücadelesini almayan
sahtekâr ilerici, hak savunucusu kesildi. Riyakârca ve
de ikiyüzlülükle. Ayrışmayı körükleyen her söylemin
insanlaşma mücadelesi önünde engel olduğunu da
bilerek.
Bu nedenle, bu koşullarda Clara Zetkin'in, Rosa
Lüksemburg'un dediği gibi gerçekten kadın hakkını
savunacaksak bu hakkın aslında “insan hakkı”
olduğunu vurgulamalıyız. Ve de insan hakkının da
emek mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu…
Kadın hakkı liberal yardakçının, yeni tip züppe
aydının, işbirlikçi dincinin elinden sökülüp
alınmadığı sürece, yeni biçimde düşünen “ yeni insan
tipi” yaratılamaz! (10 Mart 2015)
Devlet Adamı dediğin böyle olur:
Atatürk'ün, 29 Ekim 1937 günü gecesinde
Cumhuriyet Bayramı balosunda Fransa
Büyükelçisi Henri Ponsot'ya sohbet esnasında
söyledikleridir:
“Ben toprak büyütme isteklisi değilim; barış
bozma alışkanlığım yoktur; ancak anlaşmaya
dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu
almadan edemem. Büyük Millet Meclisi'nin
kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay'ı
alacağım! Milletim benim dediğime inanır.
Sözümü yerine getiremezsem onun huzuruna
çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye
kadar yenilmedim, yenilemem; yenilirsem bir
dakika yaşayamam!”
-50-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Adabelen'de hesap sorma olayı:
“NE YAPACAKSIN
İKİ LİRAYI” ?
Metin GÜVEN
[email protected]
Ortaklar Öğretmen Okulu ikinci veya üçüncü
sınıfta idim. Cuma akşamı sınıf ve aynı zamanda
Resim Öğretmenimiz Ömer Sümer geldi. O
yıllarda ailelerimiz parayı bizlere değil sınıf
öğretmenimize verir, onlar da ihtiyacımız
kadarını hafta sonları verirlerdi.
Öğretmenimiz öğretmen masasına oturdu ve
defterini çıkardı. Sırayla adlarımızı okuyor ve ne
kadar istediğimizi soruyordu. Sıra bana geldi.
-Metin ne kadar istiyorsun?, dedi. Ben de:
-Öğretmenim 2 lira istiyorum, dedim.
-Ne yapacaksın oğlum 2 lira parayı?, dedi.
-Öğretmenim ayakkabımın altı delindi, onu
yaptıracağım, dedim.
-Kaldır bakayım ayağını, diyerek ayakkabımı
kontrol etti ve:
-35 kuruş sinemaya, 15 kuruş da *şambali'ye
versen, eder 50 kuruş. Tutmaz ya, hadi 50 kuruş da
ayakkabıya verdin, diyelim; etti mi 100 kuruş. Ne
yapacaksın oğlum 2 lirayı?, diye sertçe çıkıştı.
Öyle zor bir soru sormuştu ki gık bile diyemedim.
Çıkardı 1 lira verdi.
Ertesi günü
Ortaklar'a gittim.
Ayakkabımın delik
yerine bir kösele
parçası çaktırdım.
Ayakkabıcı 40 kuruş
aldı. Öğretmenimin
hesabı tutmuştu.
Yıllar sonra İzmir
Namık Kemal
Lisesi'nde öğretmen
iken bir İstanbul
dönüşü ziyaretime
geldi sevgili
öğretmenim. Karşılıklı çay-kahve içerken
gözlerimi ayıramıyordum kendisinden. Çünkü
ona bakarken okulum, öğretmenlerim, 5 yıl
boyunca acı tatlı her şeyimi paylaştığım sevgili
arkadaşlarım gözümün
önünden birer birer
geçiyorlar ve onlara olan
özlemim daha da
artıyordu. Bir ara
kendisine yıllar önce
aramızda geçen 2 lira
meselesini anımsattım.
Kahkahalarla güldü ve:
-Bak Metin, sen
matematik öğretmeni
oldun, ama benim de
matematiğim yabana
atılmazmış değil mi?,
dedi ve ekledi:
-Metin o yıllarda
sizlere ailelerinizden üç
beş kuruş para gelirdi.
Ben her seferinde
istediğiniz kadar versem
iki üç hafta sonra parasız
kalırdınız. Ona da izin
veremezdim.
Ye r d e n g ö ğ e
haklıydı öğretmenim.
Onlar bize sadece
öğretmenlik değil;
ağabeylik, ablalık, annelik ve babalık yaptılar.
Öğretmen maaşı ile geçinebilmenin sihirli
formülünü o yıllarda hissettirmeden vermişler.
Her biri eli öpülesi çok değerli öğretmenlerdi.
Onlardan zorluklar karşısında direnmek ve ayakta
kalmak adına çok şey öğrenmişiz farkında
olmadan.
Ölenlere Allah'tan rahmet, sağ olanlara da uzun
ömürler diliyor ve ellerinden minnetle, saygıyla
öpüyorum.
----------------------------------------------------*şambali: Dilimlenerek satılan bir çeşit irmik
tatlısı.(Şam tatlısı)
-51-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Avustralya’dan
KRAVAT
Yeliz GÜLDAL
[email protected]
Oğlumun adı Güneş ve 15 yaşında. Avustralya'da
“Toorak College” adlı özel okulda okuyor.
Biz hayatta neye inandıysak, neye yol aldıysak, hak
nedir, hukuk nedir ve kul hakkı yememe nedir'i nasıl
öğrendiysek, aynı şekilde oğluma elimden geldiğince
öğrettim ve yaşı büyüdükçe o da bilinçlenip neyin doğru
neyin yanlış olduğunu gördü ve kendi aklıyla
düşünceleriyle yaşamaya karar kıldı.
Oğlum Güneş, öncelikle Atatürk'e, mezhebine,
insanlara aşık biridir. Bugün okulda boynuna astığı
kravatın üzerinde bile MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK'ÜN resmi vardır ve bunu bulunduğu her
ortamda gururla taşıyan biridir.
Oğlumun okulunun tam karşısında Arapların
Okulu olan King Khalid Islamic
College var. (King Khalid
Islamic College) 'de okuyan
gençlerle, oğlumun okulunda
okuyan gençler, yolun karşı
tarafında alış veriş merkezi
olduğu için oradan alışverişlerini
yapıyorlar.
Bundan 6 ay önce bir gün
(King Khalid Islamic Collegede
okuyan Türk gençleri alış verişe
giderken benim oğlum Güneş'in
de okuldan çıkma saatine denk
geliyor ve kapıda karşılaşıyorlar.
Benim oğlumun boynundaki
Atatürklü kravatı görünce ona laf
atmışlar:
-"Sen bunu neden
taşıyorsun? Bu Müslüman
düşmanı Yahudi; bu insan alkolik ve kadın oynatan
alemci biri" diyerek sataşmışlar. Oğlum da uyarmış
kibar bir dille:
-"Sizi ilgilendirmez, bu benim düşüncem ve onurla
taşıdığım bir liderimdir." diyerek.
Aradan aylar geçiyor, yine bir gün denk geliyorlar
oğlumla o çocuklar. Bu sefer hepsi üstüne yürüyerek:
- "İşte biz öğrendik. Sen Aleviymişsin, sizler mum
söndürüp ana bacı tanımayan ve aptes almayı bilmeyen,
Müslümanlıkla alakanız olmayan insanlarsınız. Hele de
bu İslam düşmanını boynunda taşıyorsun!" diye
sataşmışlar. Güneş de:
-“Siz nasıl bunları dersiniz bugün dünyaya mal
olmuş insana, onca şehitlerimize,
onca dökülmüş kana ve benim
mezhebime laf atarsınız?” diye karşılık verince yumruk
yumruğa girişmişler. Bunu gören iki okul müdürü de
hemen hepsini toplamışlar velilerine haber verdiler.
Hemen babasıyla okula gittik ve bir araya geldik tüm
velilerle. Okul müdürleri neden oldu, nasıl başladı, diye
çocukları sorguya çektiler. Güneş tek başına okulundan.
King Khalid Islamic College'den de 4 kişi. Güneş'in okul
müdürü:
- "Güneş bunca zaman asla insan ayrımı yapmadı ve
okulda herkesi eşit olarak gören sadece kendi
inandıklarına ve değer verdiği düşüncelere saygılı bir
genç" dedi. Öteki okul müdürü de:
-"Biz de asla hiç bir zaman
görüşleri ayrı olan insanlarla
kavga edin, demedik ve ilk defa
oluyor bu olay." dedi ve onların
içindeki velinin biri:
- "Benim oğlum haklıdır,
çünkü bu çocuğun boynuna astığı
kişi Türkiye'nin ve İslam'ın
düşmanıdır, bu çocuk da zaten
aleviymiş, ne beklersiniz ki?.."
dedi.
Orada ben de Güneş'in annesi
olarak dedim ki:
-"Ben sizin çocuğunuzda suç
bulmuyorum, suçlu o çocuğu
eğitendir. Gördüğüm kadarıyla
siz TÜRK evladı değil, siz ARAP
bir evlat yetiştiriyorsunuz. Hiç bir
Türk evladının, kendine verilmiş
kimliğe, bayrağına ve mezheplere laf söyleyeceğini
zannetmem! Çocukta suç yok, siz nesiniz ki çocuğunuz ne
olsun, şu zihniyete bakın. Sizlerin Türk olmanıza imkân
yok, sizler Arapların uşağı olmuşsunuz!" dedim.
Okul müdürleri uyarıda bulundular ve:
- "Bir daha böyle bir kavga olursa bu konu adliye
kadar gidecek!" dediler ve konuyu iki okul müdürü
kapatmak için çaba gösterdiler.
Sonra eve geldik. Sabah oldu. Baktım Güneş yine
ayni şekilde giyinmiş. Dedim ki:
- "Oğlum lütfen çıkar boynundakini, eve gelince
takarsın ya da başka yerlerde, bunlar yobazlar bir şey
yapmaya kalkarlar ve lütfen sorun çıkmasın."
-52-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bana dediği şudur 15 yaşındaki Türk gencinin ve
yurtdışında yaşamış gencin sözleri:
- "Anne, sizler bana 'Her zaman doğrun neyse,
inandığın yol neyse o yola baş koy', dediniz. Benim de
her görüşe saygım büyük, ama ekmek yiyip ihanet
edenlere değil. Ben 15 yaşındayım. Neyin ne
olduğunu biliyorum; gerçi o topraklarda büyümedik,
örfü, âdeti sizlerden ve bir de yakınlarımızın
sayesinde öğrendik.” Ben, benim ne dilimle ne
dinimle ne de kültürümle bağdaşmayan bir okulda
okuyorum ve ülkede yaşıyorum. Ben korkusuzca
boynumdaki kravatı taşıyorsam sizin sayenizdedir.
Ancak şimdi sen diyorsun ki bana 'Güneş özünü,
örfünü, inandığın yolu bırak, korkak ol ve bir pısırık
olarak yaşa; sen diyorsun ki 'Güneş Türkiye'de onca
şehitlerimizi, onca akıtılan kanı unut ve öyle onursuz
yaşa', diyorsun. "Anne, ben böyle öğrenmedim,
yaşayamam ben bu yolda BAYRAĞIMI VE
LİDERİMİ VE MEZHEBİMİ TAŞIMAKLA
GURUR DUYUYORUM, UCUNDA CAN
GİDECEK OLSADA!".
Bir anne olarak BEN DUYACAGIMI
DUYDUM. Türkiye'yi yönetenlere sesleniyorum.
Türkiye'de bazı cahil kesimler susturulabilir belki.
Ancak yurtdışındaki gençler susturulamaz.
-----------------------------------
ADABELENLİYİZ
BİZ ADABELEN
BİZİZ
Şener TEK
[email protected]
Kızılçullu'dan gelip, Adabelen'i kurdular
Köyden, kırdan gelip kızlı erkekli durdular
Örümcekleri, karanlıkları kovamadık, yordular
Köy enstitüsü kapandı, can evimden vurdular
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik
Eğitim, öğretim, bilim satılmaz pazarda
Bilir bilmez, düzen değiştirir, bozar da
Değişse de anı, Köy Enstitüsü'ydü nazarda
Tonguç'un kemikleri sızlatıldı mezarda
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik
Biz de geldik, mezun olduk dağıldık ülkeye,
Kimimiz şehre, kimimiz kasabaya köye,
Çapa'ya, Gazi Eğitim'e, Necati Bey'e
Döndük, gördük yıkılmış, çökmüşsün niye
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik
*Yazarımızın daha önce “Sert” olan soyadı, “Güldal”
olarak değişmiştir.
Değişmişsin, kalmamış Adabelen'in havası
Bazen güvercinliktin, bazen kartal yuvası
Bu ne hal, buraları baykuşa mı kalası
Belli, Köy Enstitüsü'nü yok etme davası
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik
Ölüm yıl dönümünde seni
özlemle anıyoruz.
Yeni bina görüp seni bir yana attılar
Seni yıkılsın diye özensizce kaktılar
Geldik, yüreğimizde ateşleri yaktılar
Suyumuza, aşımıza ağıları kattılar
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik
BERKİN’e
Nurettin ÖZKAN
[email protected]
Verin, bakıp onaralım dedik vermediler
Kendileri bakıp onarmaya el sürmediler
Her 16 Mart biz gördük, onlar hiç görmediler
Kadir kıymet bilip de gönülden sevmediler
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik
Ölüm çok erkendir
Tüm çocuklar için,
Bir ekmek için çıkmıştım,
Pusudaki katili düşünmemiştim
Gündüzümü karanlığa çaldın,
Beni vuran katil
Soruyorum sana,
Senin çocuğun olsaydım ben,
Yine vurur muydun
O gündüzün şafağında.
Sol şakağımdan
Bize kalsan gözümüz gibi bakardık
Onarır, sıvar, boyar yepyeni yapardık
Derslere girer, yatakhanede yatardık
Meşaleni yakar şanına şan katardık
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik
Yuvamızsın, 16 Mart'ta gelmesek olmaz
İçimizde güneşin, ışığın hiç solmaz
Güvercinlik, kartal yuvası baykuşa kalmaz
Kuru fasulye, pilavına kimseler dalmaz
Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik
Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik
-53-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Öykü
GÖRMEYEN GÖZLER
Zekeriya YAVUZ
[email protected]
Nisan ayı ortalarıydı. Doğa yeşile kesmiş, çiçek
kokuları her yanı sarmıştı. O gün güneş bir başka
gülümsüyor, bir başka ısıtıyordu hem bedenleri hem
de yürekleri… Kampananın o kulağa hoş gelen
sesiyle tüm öğrenciler dersliklerden bahçeye
koşmuşlardı. Kovanlarından boşalan çalışkan arı
sürülerini anımsatıyorlardı. Yazılı sınavda bunalan
Zafer, derslik binasının önüne çıktığında kanını
kaynatan bu bahar havasını derin derin soludu,
bakışlarını gökyüzünün o engin maviliklerinde bir
süre gezdirerek yorgun gözlerini dinlendirdi sonra da
havuzlu, çiçekli küçük bahçeyi taradı bakışları.
Kampananın yakınındaki bankta oturanlara gözleri
iliştiğinde sevinçle titredi. Annesi ve babasıydı
bankta oturup kendisine sevgiyle gülümseyenler.
Koşarak atıldı konuklarının üzerine. Bir yumak
oldular, öpüşüp koklaşarak hasret dindirdiler. İki ayı
aşkın bir süredir görüşmemişlerdi. Oğullarının
özlemine daha fazla katlanamayıp onu ziyarete
gelmişlerdi. Hasret giderici o doyumsuz sohbetin
kısacık teneffüs süresinde sonuçlanması olası
mıydı?
Bu kez kulakları tırmalayan, itici kampana
sesiyle tüm öğrenciler dersliklere yönelmişti. Zafer
sıkıntıyla, isteksizce dersliğin önüne yürüdü. İşte,
ders öğretmenleri de geliyordu. Akları çoğalmış,
özenle taralı saçları, renksiz kalın camlı
gözlükleriyle gerçek bir beyefendi
görünümündeydi. Umutla selâmladı öğretmenini.
Banktaki konuklarını göstererek izin istedi. Ama ne
yazık ki oralı bile olmadı öğretmen: “Ders her
şeyden önde gelir. Özellikle bu günkü işleyeceğimiz
konu çok önemli. Ailenle vedalaş ve hemen derse
yetiş!”
Bir anda uğradığı hayal kırıklığıyla ailesine
doğru üzgünce yürüdü. Olanları işitmişçesine babası
da: “Öğretmenin haklı, dersten geri kalma, biz
burada senin dersten çıkmanı bekleriz.” Dedi.
Annesinin yaşaran gözlerinden taşan, hasret yüklü
bakışlara dayanamadı ve banka, yanlarına çöktü.
“Sizi bırakıp gitmeye gönlüm el vermiyor,
gitmeyeceğim. Ne yapabilir ki?” diye söylendi.
Derse giren Öğretmen: “Biriniz harita odasından
bir dünya haritası alıp gelsin bakalım! Hem o izin
isteyen arkadaşınız da gelmedi değil mi? Adı neydi
bakayım?” der demez Veysel yerinden fırladı ve
öğretmene haritayı getirmeye gideceğini söyledi.
Zafer'in en samimi arkadaşıydı. Önce arkadaşının
yanına koştu, hemen derse gelmesini, öğretmenin
kendisini sorduğunu söyledi ve harita odasına
yöneldi.
Zafer, babasının da ısrarıyla üzgün, isteksiz
sınıfına yürüdü. Yerde zoraki sürüdüğü ayakları onu
sınıfına taşırken sızlayan yüreği geride ailesiyle
kalmıştı sanki. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğinde
öğretmenden işittiği sözlerle şaşkınlığa uğradı. “Bak,
derse başlayabilmek için dakikalardır seni bekliyoruz.
Bir haritayı bile bulup getirmeyi beceremeyip elin boş
mu geldin be oğlum?”
İki dakika önce gördüğü iki öğrencisini
karıştırması, birbirinden ayırt edememesi nasıl
açıklanabilirdi ki? Sebep, gerçekten bir görme
bozukluğu muydu? Yoksa çevresindeki hiçbir şeyi,
hiç kimseyi umursamayan dalgın, bencil bir kişilik
miydi? Ya da sadece bakan ama görmek istemeyen,
görmeyen gözler miydi?
Aradan günler geçmiş, ilkbaharın sonuna
gelinmiş, yaz yaklaşmıştı. Bir Pazar günüydü.
Alabildiğine bastıran öğle sıcağı yazı aratmıyordu.
Sıcaktan bunalan beş-altı erkek öğrenci yatakhaneye
gidip soyunmuş, şortlarını giyerek dersliklerin
önündeki bahçe havuzuna koşmuştu. Deniz özlemiyle
kendilerini minik havuzun serin sularına
bırakmışlardı. Gülüşler, bağırışlar arasında uçarak
suya atlayanlar, perende atarak dalanlar, kulaç atanlar,
sırt üstü yüzenler arasında Zafer de vardı. Bu neşeli
gurubun yüzme gösterisini seyretmek üzere onlarca
meraklı kız ve erkek öğrenci de havuz çevresinde
birikmişti. Birden bire gür bir ses tüm öğrencileri
hareketsizliğe, suskunluğa itti. Ağarmaya yüz tutmuş
bakımlı saçları ve renksiz kalın camlı gözlükleriyle,
beyefendi görünümüyle o günkü nöbetçi öğretmen
havuz başında belirmişti.
“Ne bu yahu, burayı plâja çevirmişsiniz, ne
yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Çabuk havuzdan çıkın
ve karşımda sıraya dizilin bakalım!” diye gürledi.
Havuzdaki erkek öğrenciler birbirlerine bakarak
gözleriyle anlaştılar. Hep birlikte havuzdan çıktılar
-54-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ama nöbetçi öğretmenin önünde sıraya geçmek yerine
bir anda fırlayıp, yemekhanenin ardından değişik
yönlere kaçışarak yatakhanenin arkasındaki ormanda
aldılar soluğu. Böyle bir kaçışı hiç beklemeyen
Öğretmen, ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra
peşlerinden koşmayı denedi ama hepsi çoktan gözden
kaybolmuştu. Arkadaşlarının yatakhane
penceresinden uzattıkları giysilerini ormanda giyerek
değişik yönlerden okula döndüler. Öğretmenin hiç
birini hatırlayamayacağından tamamen emin olan
Zafer, hepsinden önce dersliklerin önüne dönmüş,
kampananın yakınındaki banka oturmuştu.
Alabildiğine otoriter bir edayla yanına yaklaşan
nöbetçi öğretmen:
“Kampana nöbetçisi sensin herhalde. Yemek ve
mütalaa zamanlarını sakın geciktirme, takipte
olacağımı sakın unutma!” diye gözdağı vermeyi ihmal
etmedi. Hiç bozuntuya vermeyen Zafer: “Tamam
hocam, siz hiç merak etmeyin, kampanayı tam
vaktinde çalacağım(!)” diyerek yanıtladı. Arkasını
dönüp afralı tafralı uzaklaşan hocasının ardından da
sırıtarak söylendi:
“Böylesine, yalnızca bakıp, görmeyen gözleri sen
kimseye nasip etme Tanrım...”
GÜZEL KIZ
Salih GÖZEK
[email protected]
baykuş vakti
sokağın köşe taşına yas'lı bir fahişe
yerleşmemiş gülücüklerdir dudaklarında hüzün
kasırganın gözüne söndürür sigarayı
tiz bir mermi sesi uğultulu kovan boşluğu
nasıl da yorar susmak
savurgan günlerini
sol yanını sığınak seçse pezevengin
yarasının altından sızar acı
uzaklarını gezen sokak
akrep kıskacına lehimlemiştir korkusunu
korkağın türküsünü mırıldanır o serseri
ne günlerdi o en unutulmuş
lavanta kokulu sandıklar
gençkız hayalleri boşlukta çığlık
seksek oynadığı irimler hangi
yağmur
memelerinde günah serpintileri
küflü yalnızlıklarında hep
/beyaz atlı prens/
düşlerinin masalıdır
yontma hançer çağıdır üşüyen
/rüzgar sunağında/
hangi yangınların külü çöker omuzlarına.!
Geçmiş zaman olur ki …
PARADOKS
Cuma ESENTÜRK
[email protected]
köyümün çoktur okumuşu,
aydınlatırlar köylülerini.
bunun için açlığa katlanır köylülerim.
özgürlük için büyütürler bebelerini.
satarak köyün ağasına özgürlüklerini.
köyümün çoktur okumuşu,
aydınlatırlar köylülerini
“bu hayat, hayat değil” derler.
kendilerini zor doyururlar,
köyümün okuyanları ama
yine de kurtarmak isterler köylülerini,
açlıktan ve yoksulluktan.
satarak ülkemin ağasına özgürlüklerini.
(Mart 1978)
Yeni kitabıdır.
Kutluyoruz…
-55-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Gençlerimizden
RÜYALARDA
DAMLA
Ayla Tarhan
KAVRUKKOCA*
Mertcan DELİKTAŞ
[email protected]
(Nail'e)
Gidişin sanki dün gibi çiçekle,
Ardında gözyaşında, birçok mendille,
Gönüller senden ayrı ve sevgiyle,
Rüyalarda anca seninleyiz biz.
Yağmur yağıyor dışarda.
Cama yapışıyor
Havada kaybolan damlalar.
Süzülüyorlar;
Utanarak, korkarak...
Yeni yollar çiziyorlar kendilerine,
Kararsızca.
İki damlanın yolu kesişiyor ansızın
Ve birleşiyorlar,
Ayrılmamak üzere.
Derken;
Bulutlar terk ediyor semayı
Usulca.
Ve güneş yerini alıyor
Azrail misali.
Kayboluyor bizim damlalar,
Uçuyorlar geldikleri bulutlara,
Bir daha inmemek üzere.
Özlemin içimizde bitmeyen bir kor,
Senden ayrı kalmak inan ki çok zor,
Her gün aradığımızı şu taştan sor,
Rüyalarda anca seninleyiz biz.
Unuttuk sanma canım seni bir an,
Ektiğin sevgi filizlendi inan,
İsmin anılınca mutluyuz o an,
Rüyalarda anca seninleyiz biz
*1961 Mezunu
USTAM
Müjgan Tutan KATLAN
[email protected]
Ustam farklıyız seninle
Ben gülün al'ını seviyorum
Sen küle dönmüş halini
Ben aşktan ölüyorum
Sen ölümün kuytu köşelerinde demleniyorsun
Ben dünyaya, kaderime isyanlar ediyorum.
Sen sabırla kaderine kefen biçiyorsun
Ben neyi unutuyorum be ustam
Nedir beni sabırsız kılan?
Mertcan Deliktaş diyor ki:
Ben, Mertcan Deliktaş, 30 Mayıs 1998 ErzincanTercan doğumluyum. Hayatımın ilk altı senesi bu sevimli
ilçede geçti. Ben, yedi yaşımdayken Erzincan'a taşındık
ve ilköğretim yaşamıma Atatürk İlkokulunda başladım.
Üçüncü sınıfa geçtiğimde Adana'nın Ceyhan ilçesine
taşındık ve ilkokula Sakarya İlköğretim Okulunda devam
ettim. Buradan mezun olduktan sonra Ceyhan Fen
Lisesi'ni kazandım ve hali hazırda bu okulda 11.sınıf
öğrencisi olarak öğrenim görüyorum.
İletişim: İstiklal Mah. Ceyhunkent 1 sitesi J blok
Kat:5 No:11 Ceyhan/Adana
Mertcan Deliktaş
([email protected])
Söyle ustam
Kırıldı mı senin de kalbin benim gibi
Beni kıran gönüller,
Anlayacaklar mı
Bir gün beni?
Zaman be ustam
Daha çok taze yaram...
-56-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ÖĞRETMEN OLMAK
Orhan ARIK*
İnsan hayatında İlkokul öğretmenlerinin
okumayı sevmesinde, ortaokul öğretmenlerinin
hayatı tanımamızda, lise öğretmenlerimizin hayata
hazırlanmamızda rolleri çok önemlidir.
Üniversitede hocalarla birebir ilişki kurmadığımız
için, üniversite hayatımız da olgunluk yıllarımız
olduğuna inanırım.1967-1970 yılları arasında
öğrenim gördüğüm Bodrum Ortaokulu'nda da
harika öğretmenlerimizden eğitim aldığım için çok
şanslıyım.
-Tamam da pazar akşamları öğrencilere
sinemaya gitmek yasak oğlum.
-Biliyorum hocam, ama bu filmi…
Cümlemi yarıda keserek;
-Gel, dedi ve kolumdan tutarak diğer
öğretmenlerimin itirazlarına zaman bırakmadan
beni gişeye götürdü ve bana hem sinema ısmarladı
hem de o zamanın çok sevilen gazozundan ikram
ederek diğer öğretmenlerimizle filmi izlememi
sağladı.
Öğretmenlerimin her biri ile acı tatlı pek çok
anım vardır. Ama bir tanesini hiç unutamam.
Cumartesi günleri hariç haftanın diğer günleri
akşamları sokaklarda dolaşmak, düğünlere,
sinemalara gitmek veya herhangi bir eğlence
yerinde bulunmak yasaktı ve bir öğretmenimiz
tarafından görülmeniz durumunda ertesi günü
kendimizi okul disiplin kurulunda bulabilirdik.
O anda İsmail Bey'e duyduğum saygı ve sevgiyi
anlatamam. Öyle bir sevgi ve saygıydı ki kendisine
karşı bir hata yapacağım diye hep ödüm kopardı. Bu
olay bir öğretmenin iyi öğretmen olmanın yanında
iyi bir psikolog, iyi bir pedagog olması gerektiğinin
göstergesi olarak beynimin bir köşesinden hiç
silinmemiştir.
O yıllarda Bodrum'da bir tane kışlık (kapalı)
sinema vardı ve gelen filmler 2 gün oynatılır daha
sonra başka film gösterime girerdi. Yanlış
hatırlamıyorsam Eşref Kolçak ve Erol Taş'ın
şimdi adını anımsayamadığım bir filmi pazar ve
pazartesi için iki günlük gösterimde olacaktı. Filmi
çok görmek istedim. Hafta sonu ödevlerimi
yaptıktan, derslerime de çalıştıktan sonra biraz da
notlarımın iyi olmasının verdiği cesaretle tüm
riskleri göze alarak pazar akşamı filme gitmeye
karar verdim. Yakalanırsam çocukça bir düşünce
ile derslerime çalışmış ve ödevlerimi yapmış
olmam en büyük savunmam olacaktı.
Başta İsmail Tuna olmak üzere hayatıma yön
vermede çok önemli katkıları olan tüm
öğretmenlerimin önünde saygıyla eğiliyor, vefat
edenlere cennet mekânı diliyorum.
Not: Şu anda dergimizin de sorumlusu olan
İsmail Tuna Öğretmenimle buluşup görüşüyoruz.
-------------------------------------------*Bodrum Ortaokulu'nda okuduğum yıllar: 1967-1970
Tam sinemanın önüne geldiğimde üçüne de çok
sevgi ve saygı duyduğum İsa Angın(Allah rahmet
eylesin), Ali İhsan Yücel ve İsmail Tuna(Müdür
Yard.) öğretmenlerim sinemanın önünde bekleyip
öğrenci avcılığındalar. Üçü birden beni görür
görmez İsmail Bey hemen öne atılarak bana doğru
geldi ve bana:
-Orhan, bu saatte burada ne işin var?
-Hocam, tüm hafta sonu derslerime çalıştım,
ödevlerimi yaptım. Bu filmi çok görmek istiyorum.
-57-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Ortaklar Öğretmen Okulu'ndaki Edebiyat Öğretmenimiz
ZÜLFİKAR ORTAÇ
Esat ERSÖZ
1957 yılında girip 1963 yılı Haziran'ında mezun
olana dek okuduğum öğretmen okulunda hepsi
birbirinden değerli ve kişilik sahibi öğretmenlerimiz
derslerimize girdi. Her bir öğretmenimiz için ayrı ayrı
kitap yazılabilir elbet. Fakat aradan geçen 50 yılı aşkın
sürede anımsayabildiğim bu öğretmenlerimizden
bende en çok iz bırakanlar, Zülfikar Ortaç, Mehmet
Kahvecioğlu ve Mesut Tarcan'dır.
Ders çıkışında öğretmenimize, anlayamadığımız
“Gerdan yaylasının perçem belini/ Lale sümbül bürüsün
de gidelim” satırlarının ne anlama geldiğini sorduk.
Öğretmenimiz bize “Zülfikar Bey'e sorun, çocuklar”
demişti. Koşup öğretmenler odasının kapısı önünde
Zülfikar Bey'e yetiştik. “Öğretmenim, bu şiirde şu iki
satırın ne demek istediğini bize anlatır mısınız?” diye
sorduğumuzda, gözlüklerini takıp okudu ve “Aman
efendim, delikanlı sevdiğine sesleniyor. Yaz gelsin,
nişanı yapalım. Boynuna altınları takalım da, evlenip
buralardan gidelim diyor.” Engin bilgisi ve babacan
tavırlarının yanı sıra öğrencilerine “Aman efendim”
sözleriyle seslenişini bugün bile anımsıyorum...
Zülfikar Ortaç öğretmenimiz tüm öğrencilerin
gözünde erişilmez bir dev idi. Öğretmen iken annesine
mektup yazdığında, mektubu baştan sona tekrar
okuduğunu söylerdi. Nedenini sorduğumuzda: “Aman
efendim anam, babam okuma yazma bilmezler. Köyde
okuma yazma bilen sayısı az olduğundan genelde
mektupları muhtara okuturlar. Muhtar okur iken nokta
veya virgülü unuttuysam, edebiyat öğretmeni oğlunuz
noktalamaları eksik yazmış demez mi efendim.” derdi.
Ortaklara öğretmen olarak atanmadan önce Milli
Eğitim Bakanlığında müdür olarak çalıştığını
söylerlerdi. Paris Büyükelçiliğimizde de bir süre kültür
ataşesi olarak görev yaptığını ve bu nedenle çok iyi
Fransızca bildiğini de duymuştuk.
Sabahtan dördüncü derste dersi olan
öğretmenlerimizin çoğu, öğle yemeklerini
yemekhanede öğretmenlere ayrılan bölümde yerlerdi.
Zülfikar Bey'in yemekhanede yemek yediğini gören ise
yoktur. Bir gün öğleyin dördüncü dersten çıktık.
Yemekhaneye gidiyoruz. Önümüzde edebiyat
öğretmenimiz Zülfikar Ortaç ve Milli Eğitim
Bakanlığından gelen eski bir arkadaşı (Genel müdür
yardımcısı ya da ona yakın bir unvanla görev yapan biri
olabilir) yürüyorlardı. Tam yemekhaneye inen merdiven
başına gelince, hocamız konuğundan eve gitmek için
izin istedi. Konuk olan arkadaşı “buyurun yemeği
birlikte yiyelim” deyince Zülfikar Bey “Aman efendim
siz misafirsiniz. Siz buyurun. Öğrencilerimiz için
verilen yemeğin lokması boğazımdan geçmez.
Öğrencilerin hakkını yiyemem efendim” dedi. İşte
hocamız bu yanıtı verip sonra da dönüp, eve yemek
yemeye gidecek kadar düşünceli bir insandı. Gözlerimle
1. 2., ve 3. Sınıfta Türkçe dersimize İsmet Tarcan;
4.,5., ve 6. Sınıfta ise Edebiyat dersimize Zülfikar
Ortaç Öğretmenimiz girdi.
2. veya 3. Sınıfta Türkçe dersindeyiz; Türkçe
Öğretmenimiz İsmet Tarcan, Karacaoğlan'ı ve onun
şiirlerini anlatmaktaydı. Öğretmenimiz
Karacaoğlan'ın aşağıdaki koşmasını okudu:
Eğer benim ile gitmek dilersen
Eğlen güzel yaz olsun da gidelim
Bizim iller kıraçlıdır aşılmaz
Yollar çamur kurusun da gidelim
Aşamazsın Karaman'ın ilini
Köprüsü yok geçemezsin selini
Gerdan yaylasının Perçem belini
Lale sümbül bürüsün de gidelim
Sökülsün dağların buzu sökülsün
Öne insin, çöl ovaya dökülsün
Erzurum dağının karı çekilsin
Ak koyunlar yürüsün de gidelim
Karacaoğlan der ki buna ne fayda
Hiç rağbet kalmadı yoksula payda
Bu ayda olmazsa gelecek ayda
Onbir ayın birisinde gidelim.
-58-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
uygulandığını biliyoruz. Edebiyat öğretmenimiz
Zülfikar Ortaç mezuniyet sınavından bir hafta önce
60–70 soru hazırlayıp öğrencilerine dağıtır ve sınavda
öğrencinin torbadan kura ile çekeceği üç soruyu
yanıtlayacağını bildirirdi. Tüm müfredatı kapsayan bu
soruları yanıtlayan öğrenci zaten sınıf geçmeye hak
kazanmış olurdu. Öğretmenimizin bu yöntemi
uygulamasının özünde; tüm öğrencilerini sevdiğini ve
onları çok iyi tanımış olduğunu düşünmekteyim. Üç yıl
boyunca derslerine girdiği öğrencilerini iyi
tanımasından dolayı, her bir öğrencisinin hangi soruyu
ne ölçüde yanıtlayıp yanıtlayamayacağını bilirdi. Bu
nedenle bir öğrenci sorulardan 1-2 tanesini yanıtlamış
ise, 3. soruyu yanıtlamasına çoğu zaman gerek
kalmazdı. Hatta Edebiyat dersi mezuniyet sınavında ben
tam 2. Soruya geçecekken, “Aman Efendim. Çok
konuştun, çok anlattın efendim. Bu kadarı kâfidir.
Buyurun sizi dışarı alalım” demiştir. Ayrıca, Zülfikar
öğretmenimizin ben söz konusu bu sınavdan çıkarken
içeriye giren ve sınavın yapılış biçimini beğenmeyen
bakanlık müfettişini terslediğini ve “Beğenmediyseniz
buyurun dışarı çıkın efendim” deyişini; bu arada
sınavda bulunan öğrenci arkadaşımızın anlattığına göre;
sınav komisyonunda bulunan diğer öğretmenlerimizin
tir tir titrediğini de dün gibi anımsarım.
Bu olaydan sonra duyduğumuza göre okul
müdürümüzün, Zülfikar Bey'in okulumuzun en değerli
öğretmenlerinden biri olduğunu, öğrencileri ile çok
ilgili olduğunu, öğrencilerini çok iyi tanıdığını,
öğrencilerinin de kendisini çok sevip saydığını
söylemesi üzerine müfettiş bey sakinleşmiş.
Zülfikar öğretmenimizin evinde tavanları hariç,
duvarlarının tamamen kitap rafları ve kitaplarla dolu
olduğunu ve evin altındaki depoda çok sayıda
çuvallarda da kitaplar olduğunu, bunu gören
arkadaşlarımızın anlatımından biliyoruz.
Öğretmenlik yaşantısının son yıllarında görme
sorunu nedeniyle uzun süre kitap okuyamadığı için
başarılı öğrencilerinden bazılarını evine çağırır ve kitap
okutturarak dinlerdi. Anımsadığım kadarı ile sınıf
arkadaşım Yaşar Cumhur Demirhoca'yı zaman zaman
çağırıp kitap okutturduğunu da biliyoruz. Ayrıca bizden
2 sınıf büyük olan Ali Yavuz Ağabeyimiz de Zülfikar
öğretmenimizin evine sık sık kitap okumaya gittiğini
yazmıştı.
Atatürk'ün başlattığı aydınlanma devriminin
“Cumhuriyet Öğretmenleri”nden bilge insan Zülfikar
Ortaç, eskilerin deyimiyle, “nevi şahsına münhasır”
(kendine özgü davranışları ve karakteri olan, başka
benzeri olmayan, eşi bulunmaz) biriydi.
Değerli öğretmenimiz Zülfikar Ortaç'ın mekânı
cennet olsun, değerli hocamız ışıklar içinde uyusun.
görmeyip, kulaklarımla duymasam belki ben de
inanmayabilirdim.Ama olayın canlı tanığıyım.
Zülfikar öğretmenimiz, çok temiz giyimli ve
düzenli biriydi. Elbisesi her zaman temiz, düzgün ve
ütülü, ayakkabıları her gün boyalı ve cilalı idi.
Ceketinin sol yakasındaki mendil cebindeki kadife bez
ile sık sık ayakkabılarını silerdi. Bu nedenle ayna
aramaya gerek yoktu. Zülfikar öğretmenimizin
ayakkabısına bakmak yeterliydi. Başındaki saçların
çoğu döküldüğü halde, yanlarda ve başın arka
kısmında seyrek de olsa bulunan saçlarını ceketin
önündeki mendil cebinde taşıdığı tarağı ile zaman
zaman taradığını görürdük.
Mayıs ayı ortalarında okulun toplam 40 dönüm yer
kaplayan sebze bahçesinde salatalıklara ve kabaklara
ayrılan bölümden bazı arkadaşlarımız kopardıkları
salatalıkları yastık kılıflarına koyup getirirlerdi. Biz de
bu getirilenleri hep birlikte paylaşarak yerdik. Bir
akşam giden arkadaşımız gece karanlığında fark
edemediği için kopardıklarının çoğunun kabak, azının
salatalık çıkmış olduğunu ertesi gün duyan Zülfikar
öğretmenimiz telaş içinde “Aman efendim, gitti
çocuklar gitti.” diye hayıflanmaktaydı. “Öğretmenim
hayrola? Giden nedir?” diye sorduğumuzda; “Gitti
efendim gitti. Bizim kabaklar salatalık niyetine gitti.”
diyerek yakınmasını dile getirmişti.
Sene sonunda girdiği sınıflarda kolay kolay
öğrenci bırakmazdı ve şunu söylerdi. “Aman efendim,
bazı arkadaşlarınıza namuslu bir dört vermektense,
namussuz birer beş verip sınıf geçirttim efendim.” Bu
söz hala kulaklarımızda çınlar. Öğrencilerini kırmazdı
ama kırmadan eleştirisini de yapardı.
Demokrat Parti iktidarı döneminde Cumhuriyet
gazetesi okumak aydın insanlar için büyük bir risk idi.
Cumhuriyet gazetesini bazı öğretmenlerimiz
genellikle gazete adı “Cumhuriyet” sözcüğü içte
kalacak biçimde katlayıp ceketin yan cebine
koyarlardı. Zülfikar öğretmenimiz ise korkusuz
kahramandı. “Cumhuriyet” yazısı dışta kalacak ve
okunacak biçimde katlayıp ceketin yan cebine koyar,
ö y l e y ü r ü r d ü . O d ö n e m d e M e s u t Ta r c a n
öğretmenimizin yazdığı şiirlerin de zaman zaman yer
aldığı aylık edebiyat dergisi “Varlık” çıkardı. Yine o
dönemde “Varlık Dergisi” okumak da büyük bir
cesaret örneği idi. Öğretmenimiz bu dergiyi de adı
dıştan okunacak biçimde katlayıp cebine koyardı.
Bizden iki sınıf büyük olan Ali Kaymak ve Cahit
Kavcar da “Varlık” dergisi okurlar ve öğretmenleri ile
değerlendirme yaparlardı.
Öğretmen Okullarında 1963 Haziranına dek
mezuniyet sınavlarında yapılan sözlü sınavların, daha
sonraki yıllarda kaldırılıp yazılı sınavlar biçiminde
-59-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Görmeyenin birkaç saati:
“Senin kimsen yok mu?”
Azmi ERMİŞ
azmiermiş@hotmail.com
Otobüs durağa yaklaşınca her halde hastane
durağına geldik diye düşündü. Yine de emin olmak için
şoföre sordu. Şoför de:
-“Evet abi, geldik. Sen nasıl anladın durağa
geldiğimizi?” diye merakla sordu. Adam bu soruyu
sıkça duyduğu için hiç şaşırmadan:
- “Durağa yakın olan bir kasis var. Oradan
anlıyorum.” diyerek otobüsün basamaklarını yavaş
yavaş inmeye başladı.
Adam otobüsten inince
otobüsteki yolcular:
- “Yazık nasıl gitcek gözleri de görmüyor yalnız
başına bırakıvermişler sokağa.” diye yorumlar
yapmaya başladılar. Bunları duyan şoför:
-“O gider gözleri görmüyor ama onlar çok zeki
oluyorlar.” dedi.
Bunlardan habersiz olan kör adam, elinde kör
bastonu, duraktan hastanenin kapısına doğru ilerledi.
Aklına hastanede çalıştığı ilk gün geldi. Nice acı tatlı
günleri geçmişti burada. Dile kolay, 14 yıl çalışmıştı.
Oğlu bu hastanede dünyaya gelmişti, sıkıyönetim
nedeniyle sokağa çıkma yasağı vardı. Anne ve babasına,
baba olduğunu haber verememişti. Evde telefonu da
yoktu. Kızının doğumunu ve babasını yitirişini
anımsadı. Gözleri doldu. Hastanenin giriş kapısını eliyle
koymuş gibi buldu. Eşi, oğlu ve kızı var, ama herkesin
dünyaları farklı. Kendisini yapayalnız duyumsadı.
Polikliniklere doğru ilerlerken kulağına gelen sesle
irkildi.
-“Hafız, hafız nereye gidiyon?”
-“Doktora gidiyorum, ama ben seni tanıyamadım?”
-“Tanımazsın, ben de seni tanımıyom; doğru ilerle,
ho yana doğru!”
Adam ilerlerken irikıyım birisine çarptı. Ortalık
tıklım tıklım insan doluydu. Çarptığı adam:
-“Amca nereye gideceksin?” diye sordu.Adam da:
-“Özür dilerim, özürlüler merkezini arıyorum, dedi.
-“Şuralarda bir yerlerde görmüştüm, dur bir
bakalım.”
Merkezi bulmuşlardı, ama kimse yoktu. Yardımcı
olan kişi:
-“Amca ben gideyim, sıram gelecek,” dedi.Adam:
- Çok çok teşekkür ederim sağ ol, dedi sevgi dolu bir
sesle.
Sandalyede oturmaktan sıkılmıştı. Tam o sırada
ayak sesleri geldi kulağına. O tarafa yönelerek
“Günaydın!” dedi. Sesine karşılık veren olmayınca
tekrar “Günaydın !”diye seslendi.
Masada oturan görevli elindeki
gazeteyi hışırdatarak lütfen bir günaydın çıktı ağzından.
-“Ben kalp doktoruna geldim. Doktora gitmek için
sizden yardım isteyecektim.”
-“Sen bekle!”dedi görevli. Adam kızdı. Sürekli
bekletiliyordu.Ayak sesleri tekrar duyuldu. Görevli:
-“Fatma Hanım işte bu. Sen bunu kalp doktoruna
götür.” Kadın:
-“Yörüyebilecen mi, senin kimsen yok mu; seni niye
yalnız yolladılar?”
-“Var. Oğlum ve kızım var. Sana ne bunlardan? Sen
işini yapsana!” dedi adam kızgınlıkla. Devamla:
-“Senin bir yerinde özrün yok değil mi, bacağında,
kolunda?” Kadın gerinerek:
-Allaha şükürler olsun heç bir sakatlığım yok benim.”
dedi ve adamın sırtından ittirdi. Birisine çarptılar.Adam:
-“Gözünüzde bir sorun olmasın. Bakın insanlara
çarpıyoruz durmadan. ben senin koluna gireyim ya da
sen benim koluma gir böyle daha rahat gideriz.” Kadın:
-“Günah, namahreme dokunmak!” dedi ve onu
ceketinden çekerek doktorun yanına getirdi.
-“Geldik, ben gidiyom.”
-Nereye gidiyorsun? Benim işim bitmeden gitmek
yok!” Kadın:
-“Musubet adam, nereden çattık!” diye homurdandı.
Adamın görmediğini anlayan hemşire kapıdan
seslenerek:
-“Gel amca, özürlülere öncelik var!” dedi. Doktor
adamı perdenin arkasına alarak şikâyetlerini dinledi
muayenesini yaptı.
Doktor ve hemşirenin ilgisinden çok memnun oldu.
Ayrılırken:
-Sizlere yürekten teşekkür ediyorum. Mesleğinizi
sevdiğiniz, insana verdiğiniz değerden belli. İnsan her
yerde sizin gibi sağlıkçıları görmek istiyor. Sizi
kutluyorum.
Doktor:
-“Amca her zaman bir sorunuz olduğunda gelin, seve
seve yardımcı oluruz. Bizim görevimiz. Ben de her yerde
güler yüz ve ilgi bekliyorum. Çünkü vatandaşlık hakkım.
Doktorun elini sıktı. Otobüs durağına geldiğinde
gönlünün bir tarafı yorgun, diğer tarafı dingin ve
mutluydu.
-60-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
DANIŞTAYA AÇTIĞIMIZ
YÜRÜTMEYİ DURDURMA
DAVASINDA KARAR VERİLDİ
Ülkemizde
nitelikli öğretmen
yetiştirme sürecine
Milli Eğitim
B a k a n l ı ğ ı
tarafından 2014
Haziran'ında son
v e r i l m e s i
n e d e n i y l e
Danışta'ya
a ç t ı ğ ı m ı z
y ü r ü t m e y i
durdurma istemli
dava sonuçlandı.
Kararın 3.
sayfasında,
r a p o r t ö r
tarafından,
Anadolu Öğretmen
Liseleri'nin kapatılmasına ilişkin düzenlemenin,
dayanağı olan yasalara aykırılığı belirtilmiş ve
yürütmeyi durdurma talebinin kabulü gerekir,
denmiştir. Ancak buna rağmen ret kararı verilmiştir.
İtiraz dilekçemizi vererek savaşımımızı sürdüreceğiz.
Sonuç alamasak da susmadık, diyeceğiz.
14.OLAĞAN GENEL
KURULUMUZU YAPTIK
2001 yılında kurulan derneğimiz 15 yaşına
girdi. 9 Şubat Pazar günü Bornova ADD binasında
yapılan 14.olağan genel kurulumuz mevcut
yönetim kurulunun görevini sürdürmesine karar
verdi. Görev dağılımı şöyle:
Mustafa ÖZMEN – Başkan,
Ahmet ÖZDEN - Başkan Yardımcısı,
Ömer ÇAKIR – Yazman,
Cezmi DİKMEN – Sayman,
Cuma ESENTÜRK – Üye
Genel kurulumuzun bu güvenine çok teşekkür
ediyoruz.
ANTALYA 'DA
ADABELENLİLER
ADABELENLİ KORUYUCU
AİLELER:
Antalya'da yaşayan Adabelenliler düzenli
olarak kahvaltı buluşmaları ile birlik ve
beraberliklerini pekiştiriyorlar. Antalya YKKED
üyeleri dostlarımızın da katıldığı buluşmaların
sürmesini diliyoruz.
Bugün ülkemizde devlet koruması altındaki
11.000 çocuk, ailelerinden ayrı yaşamak zorundadır.
Bu çocuklarımızın, sevgi ve güven ortamında
-61-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
büyümeleri için koruyucu ailelerin oluşumunda
öncülük eden insanların arasında ŞEFİKA
PULLUKÇU (YILDIZ) gibi adabelenli
arkadaşlarımızın olması bizleri gururlandırıyor
DOSTLARIMIZIN
OKULUMUZU ZİYARETİ
Dost ve kardeş derneklerden Hasanoğlan
Öğretmen Okulu mezunlarının Kuşadası buluşmaları
sonrasında okulumuzu
ziyaret etmeleri bizleri
onurlandırdı. Selam olsun Hasanoğan mezunu
arkadaşlarımıza!..
GERMENCİK
KAYMAKAMLIĞINI
ZİYARETİMİZ:
Germencik'teki kaymakamlık görevine yeni
başlayan Ayhan IŞIK'ı yönetim kurulumuz adına
ziyaret ettik ve görevinde başarılar diledik.
Germencik Kaymakamıza derneğimizin sosyal ve
kültürel faaliyetleri hakkında da bilgi verdik.
BURSİYERLERİMİZLE
KAHVALTI BULUŞMASI
Derneğimizin öncülüğünde Adabelenlilerin ve
Adabelen dostlarının maddi katkıları sonucunda,
verdiğimiz burs desteğiyle İzmir'de okuyan
üniversiteli bursiyerlerimize 8 Mart'ta verdiğimiz
kahvaltıya, öğrencilerimiz yanında burs
verenlerimizden de katıldılar.
PAMUKKALE TERMAL
GEZİMİZ:
28 Şubat-1 Mart günlerini kapsayan
derneğimizin düzenlediği gezi, İzmir, Salihli,
Denizli ve Aydın'dan katılan arkadaşlarımıza
termal otelden yararlanma yanında,
Pamukkale'deki doğal güzellikleri görme fırsatı da
verdi.
-62-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
derneğimizce düzenlenen radyo programına,
okulumuz mezunlarından Faik AY, Dergi
Yönetmenimiz İsmail TUNA, Dernek Başkanımız
Mustafa ÖZMEN ve Gökçeada Atatürk Öğretmen
Okulu mezunları adına İzzet TUNCER katıldılar.
ÖĞRETMEN OKULLARININ
KURULUŞ YILDÖNÜMÜ PANELİ
Ulusal Eğitim Derneği İzmir Şubesi, Konak
Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi Benal
Nevzat Salonu'nda ''Öğretmen Okullarının Önemi''
konulu paneli sundu.
Konuşmacıları Adabelen Dergisi yazarlarından
Köy Enstitülü Eğitimci Rıza Yetim, EğitimciAli Kaya
olan panelde ilk sözü alan Rıza Yetim, köy
enstitülerinin düşünen, yargılayan ve üretken insan
tipini yetiştirdiğini, mezunlarının öğretmenliği
sadece ders anlatmak olarak algılamadığını, köy
enstitülü öğretmenin, öğrencilerinin her sorunuyla
ilgilenerek ailesine, topluma ve ülkesine yararlı
bireyler olarak yetişmesi için hiçbir özveriden
kaçınmadığını, bununla da yetinmeyerek, halkını
aydınlatmak için de çırpındığını söyledi.
Ali Kaya, “Okullarından mezun olan yüz binlerce
öğretmen, gereksinim olmasına karşın ekonomik
önlem paketleri nedeniyle atanmamaktadır. Eğitim
sistemi ile oynanarak biat edecek bir kuşak yaratılmak
istenmektedir. Ne kadar zorlasalar da biat etmedik,
etmeyeceğiz'' diyerek konuşmasını tamamladı.
Panele katılan dernek yöneticilerimiz de konuyla
ilgili görüşlerini açıkladılar.
1963 MEZUNLARIMIZ
KUŞADASINDA
Adabelen 1963 mezunları, 52.yıl için 28 Mart
2015 günü Kuşadası'nda buluştular. Özlem giderip
gönüllerince eğlendiler. Bu buluşmaya o döneme
yakın mezunlar da katıldılar. Birlikte olmanın
mutluluğunu yaşadılar
54 YILLIK KARDEŞLİK
SÜRÜYOR
Okulumuz 1961 mezunları artık yılda en az üç
kez buluşuyorlar. Okulumuzdaki kuru fasulye pilav
günü sorası Kuşadası'nda buluşan Adabelenliler yine
gönüllerince eğlendiler, kardeşliklerini perçinlediler.
Gecede derneğimizin burs sistemine bir öğrencilik
katkı toplayan 1961'lilere yürekten teşekkürler.
CAN RADYO'DA
ÖĞRETMENLİK KONUŞULDU:
Öğretmen okullarının 167. kuruluş yıldönümü
dolayısıyla yapılan etkinlikler çerçevesinde
-63-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
Lokalinde gerçekleşen bu toplantının konusu doğal
olarak öykü, şiir ve toplumsal konulardı.
Yazarlarımız bir ay boyunca okudukları, gördükleri
ilginç konuları birbirlerine aktardılar Sürdürmelerini
diliyoruz.
GENÇ ADABELENLİLERİN
BULUŞMASI
Her yıl okulumuzdaki kuru fasulye- pilav günü
sonrası Kuşadası'nda buluşan genç Adabelenli
kardeşlerimiz, bu yıl da buluşmalarını sürdürdüler.
Çağrıyı Öztürk SÖNMEZ kardeşimizin yaptığı geceye
Dernek Başkanımız Mustafa ÖZMEN de katıldı.
Gecenin onur konukları Öğretmenlerimiz Mustafa
ALTINIŞIK ve NuriyeALTINIŞIK oldular.
MAKBULE KAYA
KONSERİNDEYDİK
Bayraklı Belediyesi'nin düzenlediği konser
çerçevesinde Adabelenlilerin gururu TRT sanatçımız
Makbule KAYA, salonu dolduran binlerce kişiyi,
söylediği türkülerle coşturdu. Biz de gururla ve
coşkuyla izledik Makbule Kaya'yı…
1969 MEZUNLARIMIZ
KUŞADASINDA:
Düzenleyicisinin derneğimiz yöneticilerinden
Cuma ESENTÜRK'ün olduğu buluşmaya, 115 kişi
katıldı. 17 Ocak'taki özlem giderme ve muhabbet
yoğunluklu geceye katılanlar düzenledikleri çekilişle
derneğimizin burs sistemine bir öğrencilik burs
katkısı sağladılar. Teşekkür ediyoruz.
DENİZLİ'DE ADABELEN
RÜZGÂRI ESTİ:
Denizli'de yaşayan kardeşimiz Filiz
ÖZTÜRK'ün koordine ettiği buluşmaya katılan
arkadaşlarımız neşe ve coşku dolu bir gece yaşadılar.
Gecenin onur konuğu
Denizli'de yaşayan Öğretmenimiz Ramazan
VEREL idi.
DERGİMİZ YAZARLARINDAN
BİR GRUP BULUŞMALARINI
SÜRDÜRÜYOR:
Bornova'da Ege Üniversitesi Lojmanları
-64-

Benzer belgeler

haberler... haberler... haberler... haberler

haberler... haberler... haberler... haberler Ahmet Cengiz Prof. Dr. Şadan Gökovalı T. Ayhan Çıkın Etem Oruç Muharrem Karataş Rahim Gür Rıza Yetim Mustafa Ağır Ahmet M. Egemen Hüseyin Yaşar Emin Ugunlu Nabide Kılınç Şadiye Dönümcü Bahtiyar Tak...

Detaylı