ONBAŞININ KARISI Gerald Seymour
Transkript
ONBAŞININ KARISI Gerald Seymour
Matbuat Yayın Grubu: 33 Paspartu Dizisi: 10 Onbaşının Karısı Gerald Seymour Copyright © 2013 Gerald Seymour © 2015 Kitabın Türkçe yayın hakları Curtis Brown Group Limited ile yapılan anlaşma uyarınca Matbuat Yayın Grubu’na aittir. Sertifika No: 30908 Çeviren Banu Karakaş Editör Zeynel Can Gündoğdu Redaksiyon Deniz Şimşek Kapak Melih Aytek Yıldırım Dizgi Mehmet Yılmaz Baskı ve Cilt Alemdar Ofset ve Matbaacılık 212 544 23 09 Sertifika No: 22953 Kapak Baskısı Ten Ofset 212 482 65 38 ISBN: 978-605-9749-05-3 Bu kitabın tüm yayım hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerekse görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. Matbuat Yayın Grubu Tic. Ltd. Şti. Ahmediye Mah. Halk Cad. Güven İş Merkezi No: 41/5 Üsküdar 34672 İSTANBUL Tel.: 216 201 18 71 Fax: 216 201 18 79 Online satış: www.matbuat.com.tr [email protected] ONBAŞININ KARISI Gerald Seymour Çeviren: Banu Karakaş Gillian ve Jacqui ve Becky ve Harriet ve Georgia için Giriş Zaten uyanıktı. Koridordaki ayak seslerini, kapı mandallarının çekilme sesini, daha sonra bir adamın inleyerek bağırdığını ve acı içinde attığı anlık çığlığı duydu. Uyumamıştı... Son birkaç saatte hayatının toplanmış, atılmış ve kaybolmuş parçaları zihninden geçip gitti. Şehrin kuzeyindeki villada ailesiyle geçirdiği zamanlar, evinin yukarısındaki dağ eteklerinde erkek kardeşi ve kuzenleriyle geçirdiği zamanlar onun güzel zamanlarıydı. Bir de kaba tavırları yüzünden sevdiklerini üzdüğü zamanlar olmuştu... Her birinin nerede olduğuna ve ne yaptıklarına dair anlık düşünceler de geçiyordu aklından. O sabah başına geleceklerden haberleri var mıydı? Dua mı ediyorlardı, ağlıyorlar mıydı, yoksa hissizleşmiş bir şekilde sessizce oturup birbirlerinin ellerini mi tutuyorlardı? Belki de hiçbir şeyden habersiz hala uykudalar... Gerald Seymour Parlak ampullerle aydınlatılan hücresine gelmelerinden önceki saatlerin çoğunu köşede çömelmiş bir şekilde geçirdi. Her birini aklından geçirdi. Arkadaşlarını da… Yüzünü kapıya dönmüştü. Sırtını, birbirine bitişik iki duvarın arasına yaslamıştı. O kadını düşünüyordu. Adı Johnny’ydi. Kendi toplumundan veya kültüründen gelmiyordu bu isim. Doğduğunda konulan adı bu değildi. Üniversitedeyken geçirdiği iki yılda Johnny Depp’e benzediğini söyleyenler olmuştu. Okulu bıraktıktan sonra da öyle kaldı. Okul onu sıkıyor ve zorluyordu. Artık onu tanıyan herkes için Johnny’ydi. Hatta yemeğini getiren, kendisini sorguya çeken, dayak atıp kerpetenle işkence edenler için bile Johnny’ydi. Gecenin tek tesellisi o kadını düşünmek olmuştu. Haftalar önce tutuklandığından beri bir kez bile adını söylememişti. Eğer söyleseydi, suçlu olduğunu da söylemiş olacaktı. Ayak sesleri yaklaştı. Elinde kadının bir fotoğrafı vardı. Bir daha bakabileceğini zannetmiyordu ama yine de aşağı eğilip biraz daha baktı. Son anına kadar kadının yüzünü hafızasında saklamayı umuyordu. Fotoğrafı avucunun içinde tutarken ürperdi. Titremediğine sevinmişti. Parmak uçlarına baktı. Tırnaklarının söküldüğü yerlerde oluşan yaraları gördü. Fotoğraf, vesikalık çeken bir fotoğraf kabininden alınmıştı. Siyah çadoru* kadının omuzlarıyla saçlarını örterken, peçesi de burnu ve ağzını gizliyordu. Üniversitede uluslararası edebiyat okumuştu. Dr. Samuel Johnson’ı o zaman tanıdı. Kendisinin şu meşhur sözünü duymuştu: “İnsan zihnini idam sehpasından daha çok açan bir şey yoktur.” Gerçekten de öyleydi. Aklında, kadının gözleri vardı; sağ gözünün ucundaki küçük ve kahverengi beni bile kolayca hatırlıyordu. Bir de o gözlerde alevlenen isyan ve haylazlığı... Onu koruyabilmek adına fotoğrafta ‘münasip bir başörtüsü’ takmasını o istemişti. Böylece tetikçiler onu tanıyamayacaktı. Açık maviydi kadının gözleri. * Çador: İran’da kadınların giydiği bir çeşit çarşaf. – E.N. 8 Onbaşının Karısı Tutuklandığından beri dolaştırıldığı tüm hücrelerde, mahkemelerde, sorgu odalarında ve son olarak da idam mahkûmlarının koğuşuna getirildiğinde o fotoğrafı saklamıştı. Ya sıkıca katlanmış oluyordu ya da alındığı günden beri giydiği kot cebinin dibinde duruyordu. Buruşturulmuş bir kağıt parçası gibi... Fotoğraf kabinindeki objektifin gözlerinde yakaladığı o keyfi ve ışığı kendisi ortaya çıkarmıştı. En son keyifle kıkırdadığı ya da kahkahalarla güldüğü zaman, tanışmalarından aylar önceydi. Bir defasında fotoğrafı, kendisini bir binadan diğerine götüren ‘güvenilir’ bir mahpusun eline kaptırmıştı. O da fotoğrafa şöyle bir bakış attıktan sonra değersiz bir şey gibi yere fırlatmıştı. Fotoğrafı düzleştirip tekrar baktı. O gözlerde yakaladığı güçten keyif alıyordu. Onun nerede ve ne yapmakta olduğunu; kocasının, yatakta, yanında mı yoksa uzakta bir yerlerde mi olduğunu merak etti. Johnny’yi bilenler; kendisini bir provokatör, kokainman, alkolik ve bir aktivist olarak tanıyanlar, çarşıya yakın oturan ve bilmediği bir geçmişe sahip evli bir kadına tutulduğuna inanamazdı. Doğrulup ayağa kalktı, kapıya döndü. Fotoğrafı buruşturup küçücük bir top haline getirdi. Sol elinde sıkıca tuttu. Sürgü çekildi. Birlikte idam edileceği diğer iki adamın korku ve şaşkınlık sesleri yükseldi. Gardiyanlar yanına geldi. Ellerini arkasından deri kayışlarla sarıp sıkıca bağladılar. Canı yandı fakat şu anda acının kendisi için pek bir önemi yoktu. Gardiyanların onu ittirip sürüklemesine izin vermeyecekti. Kendisi geçti kapıdan. Diğer iki adamın yüzlerine baktı. Rejimin siyasi muhalifleri mi, uyuşturucu kaçakçıları mı, tecavüzcü veya katil miydiler, bilmiyordu. Gevşek ağızlarına, donuk gözlerine, çökmüş yanaklarına, korkudan titreyen omuzlarına baktı. Suskun ve sindirilmiş korkularını işitti. 9 Gerald Seymour Johnny kısık bir sesle “Korktuğunu görmelerine izin verme, yoksa kazanmış olurlar,” dedi. Önlerine geçip bekledi. Birinin dirseğini dürtmesiyle koridorun sonundaki dövme demirden yapılmış, parmaklıklı kapıya doğru yürümeye başladı. Sol elinin yumuşak ayasında, buruşuk kağıt topağı halindeki fotoğrafı hissedebiliyordu. Portakal çekirdeğinden birazcık daha büyüktü. Diğerleri de onun temposuna eşlik etti. Hızlıca ilerlediler. Kapı gürültüyle açıldı. Johnny binaya getirildiğinden beri üç defa başkalarının şafak vaktinde çıkarıldığını işitmişti. Bazıları yürekli davranırken; kimileri çığlıklar atarak debelenmiş, kimileri ise yığılacak gibi olup sürüklenmişti. O ise hızlı adımlarla ilerledi. Demir kapı arkalarından kapandı. İlerisindeki boş odada sorgu yargıcı bekliyordu. Yargıcın ağzının kenarında hep oradaymış gibi duran bir uçuk vardı. Nefesi leş gibi etli fasulye kokan, iri yarı bir adamdı. Johnny kablolarla kırbaçlanırken de, kerpetenler tırnaklarını sökerken de hep başka tarafa bakmıştı. Johnny, bu sorgu yargıcının gün boyunca rejim adına çektirdiği acılardan sonra ne yaptığını merak ederdi. Eve gidip çocuklarıyla oynadıktan sonra karısıyla mı sevişiyordu, yoksa salonda karanlığın içinde oturup çığlıklar duyuyor, gözünün önüne kan mı geliyordu? Johnny başını eğip adamın yüzüne baktı. Bakışlarıyla adamı küçümsediğini belli ediyordu. Sorgu yargıcı, Johnny’nin kısa bir süre aşık olduğu kadını tanımıyordu. Bu, Johnny için zafer demekti. Başka sorgu yargıcının olmayışından, odadaki diğer iki adamın da orada suçlu olarak bulunduklarını çıkardı: Onlar Johnny gibi mohareb’den* hüküm giymemişlerdi. Sorgu yargıcı, Johnny’nin küçümseyen bakışlarını yakaladı. Gözünü kaçırmasını bekledi ama olmadı. Göz temasını bozan yargıç * Mohareb: İslam hukukunda Allah’a karşı çıkma anlamına gelen suç. – Ç.N. 10 Onbaşının Karısı oldu. Güzel. Bu da başka bir zaferdi. Johnny, darağacına doğru yürümeye devam etti. Yolu biliyordu. Gün doğumunun belli belirsiz ilk kıpırtılarının karşısındaydılar. Önündeki dağların şeklini seçebiliyordu. Doğudan da güneşin bir kısmı görülüyordu. Bu manzaranın önündeyse darağaçları, yağlı urganlar ve yere düşen gölgeleri vardı. Fotoğrafı elinde tuttu, yine onu hatırladı. Bir ayaklanma çıkmıştı: Binlerce kişiyle birlikte oylarının çalınmasını protesto etmişler; angutun tekinin hileyle yeniden seçilmesinin ardından rejimin yıkılması için sokaklara dökülmüş, sloganlar atıyorlardı. Kalabalığı dağıtmaya milis kuvveti Besiç* gelmişti. Besiç güvenlik güçleri, ortalığa gaz atıp coplarla saldırmıştı herkese. Tam o sırada, onu bir köşeyi dönerken gördü. Koşup kaçamayacak kadar kafası karışınca, Besiç kadını yakalayıp kafasına kabzayla vurdu. Kadını tekmelemeye devam ettiler. Sonrasında güvenlik güçleri taş yağmurlarıyla geri püskürtüldüğünde onu korkudan kaldırıma sinmiş bir şekilde buldu. Nasıl da güzeldi... Kaldırıp kollarına aldı. Garaj yakınlardaydı. Kadını oraya götürdü. Şaşkınlığı ve korkusu geçtiğinde gözlerindeki haylazlığı ve nefreti fark etti. İki yaşlı adamın motosiklet tamiri yaptığı bir atölyenin üst katında kendi odası vardı. İçeri alınmadan önce aşkları bir aydan biraz fazla sürebilmişti. Kadın evliydi. Altın bir alyans yüzük takıyordu; umursamadılar. İkisi de kocasından bahsetmedi; ne adından, ne iş yerinden ne de evlilik yeminlerini neden bozduğundan... O ay içinde çalışmadığı iki günü vardı. Birinci gün garajın üstündeki odada biraz daha fazla vakit geçirmişler, ikinci gün ise motosikletiyle şehrin dışına çıkıp gezecek kadar vakitleri olmuştu. Bir benzincide o fotoğrafı çektirdikleri gün o gündü. Öyle değerliydi ki o saatler... * Besiç: Ayetullah Humeyni tarafından kurulan gönüllü milis gücü. – E.N. 11 Gerald Seymour Ötekilerin çenelerinin titreyişini duydu. Sabah soğuğunda titrememek onun için de zordu. “Cesur ol,” diye ağzının kenarından fısıldadı kendine. Aceleyle öne çıkarıldılar. Birisi kollarından tuttu. Üç yağlı urganın altında üç metal iskeletli, plastik gövdeli sandalye vardı. Muhtemelen gardiyanların kantininden alınmıştı. Onunla sevişmelerini hatırladı; bazı akşamüstleri sırtındaki çizikler öyle derin olurdu ki ince ince kanlar akardı. Bir parça titreyecek olsa korktuğunu sanacaklar, kazanmış olacaklardı. Ödün vermeyecekti. Kadının yüzü zihnine kazılıydı. İkinci kez buluştuklarında kadının kıyafetlerini usulca çıkarmıştı. İlk başta ürkekti, sonra çekingen... Birbirlerine alıştıktan sonra, aldığı gelenekçi terbiyeye başkaldırmıştı. Tutuklandıktan sonra, bir sorgu yargıcıyla pazarlık etmesini söyleyenler oldu. Bağışlanması karşılığında bir şey teklif edebilirdi. Johnny kabul etmedi. Eğer isim verseydi şimdi onun yanında barikatlarda Besiç’le savaşan, atılan gazlara Molotof kokteylleriyle ve taşlarla karşılık veren başka çocuklar da olurdu. Bir an çözülseydi, kadının adını ağzından kaçırabilirdi. Onu kurtarmak için ateşlerin içinden geçer, güvende olmasını sağlamak için bir ipin ucunda da sallanırdı oysa. Top haline gelmiş fotoğrafı avcunun içinde hissetti. Seçimi ona bırakmışlardı: Ortadaki sandalyeyi seçti. Sandalyeye doğru ilerlerken yanaklarında soğuk rüzgarı hissetti. İki yanında haki üniformalarla, yüzlerine kar maskeleri giymiş adamlar vardı. Birkaç saniye sonra ölecek biri celladını görse ne olurdu, görmese ne... Bunu bir korkaklık emaresi saydı. Neden gülümsediğini anlamamışlardı. Adamlar etrafını sarınca, hepsinin gözlerindeki şaşkınlığı gördü. Şehrin kuzeyindeki tepelerde yaşayan akranlarının o ortak, alaycı 12 Onbaşının Karısı gülüşüydü yüzündeki. Bedenini sıkıca kavradılar fakat Johnny keskin bir hareketle ellerinden sıyrıldı. Yakalayıp kaldırabilirlerdi ancak Johnny sandalyeye çıkmıştı bile. Urgan yüzünün önündeydi şimdi. Pat diye düşüp boynu kırılarak ölmesine imkan verecek kadar yer bırakmamışlardı; boğularak ölecekti yani. İsmi af listelerinde miydi, Dini Lider’e bağışlanmasını isteyen mektuplar yurt dışından gönderilmiş miydi, herhangi birinin umurunda mıydı, bilmiyordu. Fotoğraf, artık elinde ufacık bir topaktı ama görüntüsü onunlaydı. Diğer iki kişi de iki yanındaydı artık. Bir adam küçük bir merdiven yardımıyla arkalarına çıkıp ipleri yerleştirdi. Johnny, ipi çenesinde hissedebiliyordu. Elini sıktı. Kadın gözünün önündeydi şimdi. Hissetti, kahkahasını duydu. Merdiveni arkasından kaldırdılar. Güneş biraz daha yükselmişti. Garajın üst odasının penceresinden yüzünü aydınlattığındaki gibiydi aynı… Arkasındaki sandalyede bir el hissetti. İki yanındakilere seslendi: “Sikerler hepsini be, sikerler.” Sandalyesini çektiler. Havayı tekmelerken acı boğazında yükseldi. Nefesi zorlandı, yumrukları gevşedi. Yüzü gözünün önündeydi. Var gücüyle sol elini sıkmaya çalıştı. Gözündeydi. Kulağındaydı… O da hatırlayacak mıydı onu? Bilmiyordu. Yaşam savaşını kaybediyordu. Elleri boşaldı, kağıttan topak yere düştü. İdam sabahlarında darağaçlarının altında sidik nehirleri akardı. Güvenilir mahkûmlardan biri gelip bu nehri o fotoğrafla birlikte gidere doğru süpürecekti sonra. Son sözlerini sadece kendisi duydu: “Sikerler hepsini.” Yavaşça halkalar çizdi, ölüm yanı başındaydı. 13 1 A dam yatakta oturuyordu. Kız da onun önünde yere çömelmişti. Başı aşağıya eğikti ama kızın yüzüne bakmıyordu. Bir kat altlarındaki kilitli odada bulunan genelev patroniçesinin izlediği yayın tek renkliydi. Ses efektleri iyiydi. Bu sayede adamın hızlı soluk alışını duyabiliyordu. İzleyici ile diğer odada bulunanların memleketleri ve geçmişleri epey farklıydı fakat seks ticareti o hazan akşamında onları bir araya getirmişti. Genelevin patroniçesi, Lübnan’ın liman kenti Cünyeli bir Hristiyan’dı. Körfez kıyısına bakan üst düzey yerleşimlerin cılız ışıklarla aydınlatılan arka sokaklarında kalıyordu genelevler. Ekranında gördüğü, adamın ayakkabı bağcıklarıyla uğraşan kız Batı Ukraynalıydı. Yatağın yanındaki düşük vat ampuller, yüzünün kusurlarını ve diplerinden siyahları çıkmış sarı saçlarını gizliyordu. Adam İranlıydı. Bu da kendisine en iyi kamera ve mikrofona sahip odanın tahsis edildiği anlamına gelirdi.