27 Nisan ve `Başkanlık Sistemi
Transkript
27 Nisan ve `Başkanlık Sistemi
KAPAK Eylül - Ekim 2012 Sayı:2 27 Nisan ve ‘Başkanlık Sistemi Varlığımızı ‘O’ndan Şu İğrenç Avrupalılar Zihinlerde Bir Arap Baharını Beklerken Mezopotamya’nın Kadim Talihsizleri: ‘Süryaniler’ İÇİNDEKİLER Eylül-Ekim 2012 Sayı:2 Sosyal Üretim ve Eğitim Çalışmaları Derneği adına imtiyaz sahibi Murat Sofuoğlu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Aksu Yönetim Merkezi Sinanpaşa Mah. Şehit Asım Cad. No:2 Koç Han Kat:4 34353/Beşiktaş – İstanbul Tel: 0212 259 2045 Fax: 0212 259 2045 http://www.surecanaliz.org Yayın Türü Yerel Süreli Editörler Bekir AYDOĞAN Bilal UYAR Hakan AYDIN Hüseyin AKSU Mehmet ALACA Şükran BEKLİM Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Murat Sofuoğlu Yusuf Ergen Kamuran Yavuz Gülsünay UYSAL Mehmet Alaca Gökalp Erdoğan Grafik Tasarım Ridwan Xelîl [email protected] 2 EDİTÖR’DEN Murat Sofuoğlu..............................................03 27 Nisan ve ‘Başkanlık Sistemi Murat Sofuoğlu..............................................06 Varlığımızı ‘O’ndan Yusuf Ergen.....................................................10 Şu İğrenç Avrupalılar Paul Krugman Çeviren: Kamuran Yavuz.............................12 İğneli Esler Tiz Sesler Gülsünay UYSAL............................................14 Kemalizm, Baasçılık ve ‘Mübarekizm’ Gölgesinde Mısır (ve Ortadoğu) Nereye? ‘27 Nisan’ mı? ‘28 Şubat’ mı? Murat Sofuoğlu..............................................18 Zihinlerde Bir Arap Baharını Beklerken Tarık Ramazan Çeviren: Kamuran Yavuz.............................21 Mezopotamya’nın Kadim Talihsizleri: ‘Süryaniler’ Mehmet Alaca.................................................24 Çalış ve Gez, Namı Diğer: Work and Travel Gökalp Erdoğan..............................................27 Süreç Kitap Gülsünay UYSAL............................................32 Terrence Malick ve Hayat Ağacı Mehmet Akif Öncül.......................................35 EDİTÖR’DEN Murat Sofuoğlu [email protected] EDİTÖR’DEN Süreç Analiz 2. sayısı ile okuyucusunun luk ve belirsizliğin aşıladığı bir disiplinsizhuzurlarında… liğin toplam etkisi bir bakıma “Burası Türkiye” ünlemi şeklinde karşımıza çıkar. Bu Burasının Türkiye olduğunu biliyoruz… ünlemin gücü bir başka açıdan Türkiye’deTürkiye’nin kolay bir coğrafyada olma- ki değişim/dönüşüm süreçlerinin de sınırını dığını, bu durumdan ve bilumum başka il- göstermesi bakımından önemlidir. letlerden mütevellit zor bir ülke olduğunu Günün sonunda “Burası ‘gerçekten’ biliyoruz. Bu durum ve zorluklar ülkemizin Türkiye”dir; ama belki de Türklere bırakılsorunlarını çözme noktasında kendine has çözümler geliştirmesine de neden olmuş mayacak kadar da önemli bir ülkedir. İşin vaziyette olduğu dışarıdan bir gözlemci ilginç tarafı burada kendini gösterir. Burası için aşikardır. Türkiye’nin bu halleri bir ta- Türkiye diyen ısrarın yolu garip bir şekilde kım sorun çözme yöntemleri ya da iş tut- hep “Türklere bırakılmayacak kadar önemli ma biçimleri tartışmalı durumlara neden ülke” olma teziyle birleşir. Herkes her zaolduğunda ve itirazlar yükseldiğinde şu man dış güçlerden bahseder ve her zaman ünlemle genelde karşılanır: “Burası Türki- bu dış güçler “Kurtlar Vadi”mizde olduğu ye!” Ünlemin kendisi apaçık bir uyarıdır ve gibi bertaraf edilir. Ancak dış güçler o meanlamı sınıra yaklaşıldığı ve ülkenin kültü- lun ellerini güzel ülkemizden çekmezler. rü ile papaz olma noktasına gelindiğinin Ama güzel ülkemizde her zaman ecnebi memleketlerde eğitim görmek kritik bir hatırlatılmasıdır. takım yerlere gelmek için de ölçüt olur. Ve Bu yalnızca ülkenin siyasi meselelerine buralara gelen her vatan evladı her defayaklaşımda ortaya çıkan bir ünlem değildir. sında da ne hikmetse o dış güçlerin kötü Trafikten, televizyon programcılığına, üni- niyetlerini bilerek ve hep aklında tutarak versitelerdeki eğitim sisteminden bürokra- oralara gelir. Ecnebi memleketlerde yaşasinin işleyişine ve kamu ya da özel kuru- mak zorunda bırakılan memleket evladının luşlarına yapılan işalımlarına kadar tutulan sayısı da kabarıktır. Ve bu hikaye hep böyyollarda yakından izlenebilecek bir feno- lece sürer. Sonuç olarak hikayenin teması mendir. Bu yollarda değişiklik yapılmasını ‘Burası Türkiye’dir. talep ettiğinizde karşılaşacağınız ve bir “Burası Türkiye” ünleminin ülke tarihintür “sarı kart” mesabesindeki bir ünlemdir. Esasında bu ünlem iki şeyin karışımı gibi deki uygulaması iki sonucu oluşturmuş gibi gözüküyor. İlk akla gelen sonuç mevcut bir şeydir. egemen durumla kendini gösterir. Varolan Bir yandan şark dünyasının kendine öz- sistemi yani burasının Türkiye olduğunu ve gün yollarının modern zamanlarda her ko- işleri bu usulle yapmayı kabul etmek ve buşulda devamının savunulması olan gizli bir nun ağırlaştırılmış ya da hafifletilmiş hallemilliyetçilik refleksi alttan alta motive edici riyle uygulanmasına taraftar olmak haliyle güç olarak varlığını sürdürürken bu durum bu sonuç kendini gösterir. kendini üstyapı da bezmişlik, bıkkınlık, yorEsasında ülkedeki sistemden günlük gunluk, boşvermişlik, keşmekeş, şark nihilizmi ve disiplinsizlik şeklinde gösterir. Yani hayatta karşılaşılan sorunlar nedeniyle şitarihsel misyonun iddialarının etkisi altında kayet eden ancak hem akşamları ülkenin gösterilen dirençlerle yaşanan yenilgilerin televizyonlarındaki mutat memleket progve statü savaşlarının oluşturduğu yorgun- ramlarını seyretmekten zevk alan hem de dış güçlere karşı mobilize olmaya her za3 EDİTÖR’DEN man hazır kitle ise içten içe burasının Türkiye olmasından memnundur. Mezkur kitle işler belli bir düzene ve standarda kavuşursa bu düzen ve standarda uyum gösteremeyeceğini düşünen, bundan zarar göreceğini ve olumsuz etkileneceğini düşünen geniş bir kitledir. Masa başında memleket evladı olan kardeşlerini aşağılayan ve işini savsaklamayı ‘iş’ bilmiş olan devlet memurlarından mezkur iş zihniyetinin garantörü ve hamisi olan devlet adamlarına kadar ülkenin her yerinde ve köşesinde “Burası Türkiye” gökkuşağının yedi rengini görmek mümkündür. Bazı örnekler faydalı olabilir. “Benim memurum işini bilir.” Bu ifade bir yandan “Burası Türkiye” aksiyomunu doğrulayan ancak başka bir taraftan da sanki iğneler gibidir. “Okullar olmasa çok iyi bakanlık yapardım.” Eski bir ‘Milli Eğitim’ Bakanı tarafından ifade edilen bu söz sistematik yorgunluk ve bıkkınlığın sarkastik, umursamaz ve sistemin varolan haliyle çalışamaz olduğunun açık bir itirafıdır. “Anayasayı bir kez delmekten bir şey olmaz.” Eski bir Başbakanın sözü olan bu ifadede işi kitabına uydurmak gerektiğinde bunun yapılmasının caiz olduğu anlamı çıkıyor; bu anayasa bile olsa. Dolayısıyla sıradan bir ülke vatandaşı trafik kurallarını hiçe sayarak yolun ortasında bir kez park etmeyi zihninde kolaylıkla büyük devlet adamını takiple –üstelik bu vatana hizmet bile sayılabilir- meşrulaştırabiliyor. Tabi burada sorun bir kere başlayan şeyin mütemadiyen süren bir alışkanlık haline gelmesi ve sistemin artık hep delinerek çalışır hale getirilmesidir. “Ülkeye komünizm getirmek gerekirse onu da biz getiririz.” Esasında “Burası Türkiye” aksiyomunun sembol ifadesi olacak bir söz ve komünizm yerine hangi ideoloji ya da uygulama talebini koysak aynı mesajı verme özelliğine sahip. Kimsenin ülkedeki standardı değiştirecek bir sistem 4 arayışına girmemesi noktasında herkesi tedip etmeye hazır bir sistemin olduğunu deklare eden söz. Bu ifade başka bir açıdan da dünyada tedavüle girmiş hangi yeni şey varsa bunun ‘Burası Türkiye’ olmasının gereği olarak memlekete yapılacak tam adaptasyonu sonucunda gümrüklerimizden girebileceğinin ilanıdır. “Yargıdaki arkadaşlara söyledik, onlar gerekeni yapacak.” Bu ifade hem sistemin geldiği son noktayı göstermesi bakımından manidar hem de ülkedeki kurumların prensiplere (standartlara) değil şahıslara bağlı olduğunu göstermesi bakımından çok anlamlı. Bu söz bir başka açıdan Türkiye sisteminin şahıslara ne kadar bağlı olduğunu normalde memleket evlatlarının anasını ağlatan bürokratik prosedürlerin esasında anlamsız olduğunu –güç sahipleri içinse tamamen geçersiz- göstermesi bakımından da atasözü olmaya adaydır. Burası Türkiye demekle sistemin esasında çalışmaz olduğu onu ancak böyle manivelalarla –daha önceki örnekte ‘delmeler’- çalıştırılabileceği ifade edilmiş oluyor. Yani malumun ifadesi. Ancak bu malumu ilan etme vatandaşa yasaktır. Bir devlet memuru önünde işini yaptırmaya çalışan vatandaşın halini zihnimizde canlandıralım. Sistem her ikisi açısından uygulandığında muazzam sorunlar üretiyor; vatandaş malumu ilan edip ‘gel birbirimize eziyet etmeyelim’ dediğinde vicdan arayışının karşılığını bulursa sorun geçici olarak ve münferiden çözülebiliyor. Sistem dolanarak ve sistemin içindeki sorumlu insanların çabalarıyla –ki sistem bu insanların sayesinde ayaktadır- bu çözüm oluyor. Bu da bir bakıma zorunlu olarak insana bağlı olumlu “Burası Türkiye” tavrının bir çözümü oluyor. Ancak ‘standart’ olumsuz “Burası Türkiye” zihniyeti bu durumda devreye girdiğinde sorun ya tamamıyla “bugün git yarın gel” kısır döngüsüne ya da işini bilen memur-işini bilen vatandaş ikilisine teslim edilmiş oluyor. “Burası Türkiye” zihniyeti ve uygulama- EDİTÖR’DEN sının ikinci sonucu ise ülkeyi özünden dönüştürmek isteyen ve şark kurnazlıklarını aşan bir terkip arayışında olanlara dönük yapılan yoğun karşı operasyonlar neticesinde kendini gösterir. İnsanlar mücadele etmekten yoruldukları ve sürekli başa dönüşü öngören aynı fasit daire içinde dönmekten de başları döndüğü için burasının “Türkiye’ olduğunu kabul ederler. Ülkeyi – şimdilik ya da ebediyen- mezkur zihniyete bırakmaktan başka çare olmadığını düşünürler ve geri çekilirler. Çoğunluk bunu bir tür lanet gibi algılar ve hayatının geri kalan kısmında ülkeyle hep -mezkur zihniyetle yapılamamış hesaplaşmamanın devamı şeklinde- bir hesaplaşma içinde olmaya zorlanan bir hale adeta mahkum edilir. Azınlık ise belli bir geri çekilmişlik içinde olmakla beraber her şeye rağmen ‘kısır döngü’lerden çıkacak doğurgan döngülerin olduğuna inanır ve ufak umut kıvılcımları bile gördüklerinde harekete geçmekten imtina etmezler. SÜREÇ Analiz ekibi olarak yaratıcı potansiyelin dinamiklerinin anavatanı olan bir Türkiye arzusu ile bu umut kıvılcımlarını her hal ve zamanda takip etme halet-i ruhiyesini korumak istiyoruz. İşbu dergimizin ikinci sayısı burasının ehliyet ve liyakatin esas olduğu bir Türkiye olduğunu görmek için elinden geleni yapmak isteyen ekibimizin yoğun çabalarıyla sizlere ulaşıyor. Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle… Hakikat her şeyi kuşatır. 5 Not: SÜREÇ Analiz ekibi olarak ikinci sayımızı hazırlarken Türkiye’nin iç ve dinamikleri ile daha doğrudan temas etmeye imkan veren bir saha çalışmasını da ülkemizin güneyinde sürdürüyorduk. Proje tahmin ettiğimizden de zor koşullar altında herhalde şansımızın da yardımıyla sürdürüldü ve sonlandırıldı. Ortaya çıkan sonuçları belki orta-uzun vadede kamuoyu ile de paylaşma imkanımızın olacağını düşünüyoruz. Özellikle bizde uyandırdığı duygu-düşünce kümesinin paylaşımının dergi kapak konularımızla olduğu kadar son 6 senedir canhıraş bir çabayla çalıştığımız Türkiye’nin meseleleri ile de yoğun bir ilişkisi olması bakımından önemli olduğunu düşünüyoruz. KAPAK Murat Sofuoğlu [email protected] 27 Nisan 2007 Türkiye tarihi için kritik bir dönüm noktası idi; tıpkı tam 98 yıl öncesinde olduğu gibi. 31 Mart Vak’asını müteakip geleceğin Cumhuriyetinin kurucusu olacak Atatürk’ün memleketi olan Selanik’te toplanan ve kurmay başkanlığını Mustafa Kemal’in yaptığı Hareket Ordusu başkente yürüyüşe geçmiş ve İstanbul’a 23 Nisan’da giriş yapmıştı. 22-23 Nisan gecesi ise Yeşilköy’de toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan’da Ordu’nun girişinin meşruluğunu onaylamıştı. 23 Nisan tarihi ismini de kendisinin verdiği söylenen aynı ordunun kurmay başkanının zihin ve duygu dünyasında galiba fazlasıyla önemli bir yer tutmuş olmalı ki işgal altındaki İstanbul’dan Meclis’in Ankara’ya taşınması ve açılması gene 23 Nisan’a sanki denk getirilmiş gibi. Ve 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Tabi bir de 27 Nisan tarihi var. 27 Nisan’da ne oluyor? 23 Nisan’da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nun kontrolü ele geçirmesini müteakip güç merkezlerine geri dönen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ön almasıyla Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan’dan mürekkep Heyet-i Umumi Milli 27 Nisan’da İttihatçıların büyük muhalifi II. 6 27 Nisan ve ‘Başkanlık Sistemi Abdülhamit’i indirmeye karar veriyor. Yerine V. Mehmed Reşat geçiriliyor; ama artık bu an iktidarın bir bakıma Osmanlı saltanatından yeni gelişen Osmanlı müesses yapısı olan Jön Türk kökenli İTC’ye de geçiş tarihidir. Herhalde bu tarihi hiçbir İttihatçı unutamaz; II. Abdülhamit ve ardılları unutamayacağı gibi. Kuşkusuz tabiri caizse eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal’in unutamaması gibi. Peki onu titizlikle ve ısrarla takip ettiğini söyleyen Türkiye’nin Kemalistleri ve Atatürkçü generalleri bu tarihi unutabilir mi? Böyle bir şey pek Atatürkçülüğe yakışmazdı. Belki garip ama günümüz Türkiyesinin Atatürkçü bekçileri olduğunu söyleyen Ordumuzun generalleri aradan geçen 98 yıl sonra ne hikmetse aynı tarihte neyin ardılı olduğu konusunda zihinlerinde ciddi şüphe bulutlarının olduğu AK Parti hükümetine karşı muasır irtibat vesaitini kullanarak 28 Şubat post-modern darbesi diye tarihe geçen müdahale geleneğine uyarak bu sefer bir post-modern e-muhtıra vermeyi uygun buldular. 27 Nisan bir kez daha karşımıza çıktı. Bu sefer e-muhtıra marifetiyle. Sonra ne oldu? Bu sefer Meclis’in umumisi böyle bir (geçmiş İttihatçı eylemleri hatırlatan) muhtıraya eyvallah diyecek bir çoğunluktan oluşmuyordu. Sonuç farklı oldu. Mevcut Meclis Başkanımız Cemil Çiçek zamanın Hükümet sözcüsü olarak basın önüne çıktı ve özet olarak parti olarak da hükümet olarak da e-muhtırayı kabul etmeyeceklerini söyledi. Ve muhtıranın altyapısı olduğu iddia edilen yapıya karşı yapılan Ergenekon operasyonları ile Türkiye’de yeni bir süreç başladı. Atatürkçü dernekler basılıyor; askerler ve generaller tutuklanıyor ve yargı önüne çıkıyordu. Ancak belki de 27 Nisan e-muhtırasının daha önemli bir sonucu esasında bir bakıma somut nedeni olduğu Cumhurbaşkanlığı ma- KAPAK kamının yapısıyla ilgili önemli değişikliklere 27 Nisan (2007) e-muhtırası ile başlayol açacak bir süreci başlatmasıyla ilgilidir. yan ve 21 Ekim (2007) CumhurbaşkanBilindiği gibi Atatürkçü bir karargah ola- lığı’nın halk tarafından seçilmesi esasını rak düşünülen Cumhurbaşkanlığı makamı- getiren anayasa değişikliği referandumuna na Atatürkçülüğü şüpheli Milli Görüşçü ve kadar geçen süreç Türkiye tarihinin esaüstelik de eşi tesettürlü olan birinin geç- sında askeri vesayet düzeninden sivil yömesi Kemalistler için hayali kabil olmayan netime geçişini belli bir ölçüde temsil ettiği kabul edilemez bir durumdu. 27 Nisan önemli bir devresine işaret ettiği kadar ve muhtırası sanki “gerici” II. Abdülhamit’in belki en az bunun kadar önemli olan Cumgölgesini taşıyan bir zihniyetin temsilci- hurbaşkanlığı makamının halk tarafından si bir vekile Cumhurbaşkanlığı yolunu ka- seçilmesi esasının da bu süreç sonunda patmak için yapıldı. Nihayet bir ölçüde bu benimsenmesidir. Bu gelişme günümüz teşebbüs başarıya ulaştı; bir başka darbe Başkanlık Sistemi tartışmaları için de rehsonucu (1960) yapılan anayasa (1961) ta- berlik yapabilecek özellikler taşımaktadır. rafından kurumsallaştırılan Anayasa Mahkemesi CHP’nin yaptığı itiraz başvurusunu ünlü 367 kararını vererek kabul etti. Ancak 27 Nisan e-muhtırasına olduğu gibi bu karara da zamanın Erdoğan hükümeti pabuç bırakmadı. Başbakan Erdoğan seçimlere gitmeye karar verdi ve nitekim de gitti ve muazzam bir başarıyla da Meclis’e daha güçlü ve üstelik Cumhurbaşkanı’nı seçebilecek meşruiyete ve kuvvete sahip bir AK Parti grubu ile geri döndü. Erdoğan geri döner dönmez ilk icraatlarından biri, Cumhurbaşkanlığı e-muhtıra ve vesaire yollarla engellenmeye çalışılan Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmaktı. Temmuz 2007 seçimlerinden AK Parti’nin zaferle çıkmasının önemli nedenlerinden birinin Gül’ün engellenmeye çalışılmasına halkın verdiği tepki olduğu da çok konuşuldu. Gül üçüncü turda 28 Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak iş bu noktada AK Parti yönetimi Cumhurbaşkanlığı makamının gelecek misyonu bakımından daha önemli bir adım attı. Cumhurbaşkanını 5 yılda bir halkın seçmesi esasını getiren bir anayasa değişikliğini Meclis’te gerçekleştirdi. Bu değişiklik gene e-muhtıra sürecinden kalan direnişi sürdüren Kemalist Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülecektir ki bu noktada Haziran 2007 seçimleri kararı gibi, AK Parti etkili bir strateji ile referanduma başvuracak ve %68 gibi güçlü bir destekle bu değişiklik için de yeterli onayı alacaktır. 7 Bundan yaklaşık 6 yıl önce kaleme aldığım bir başka Cumhurbaşkanlığı (“Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Makamının Gelecek Misyonu”) yazısında Cumhurbaşkanlığı’nın halk tarafından seçilme esasının Türkiye için daha uygun olacağını ve karizmatik liderler arayışında olan bir ülke tarihine sahip olmamız bakımından da bu duyguyu belli bir ölçüde tatmin edilebilmesi bakımından da bu usulün getirilmesinin önemli olduğunu ifade etmeye çalışmıştım. Şu an yukarıda anlatılmaya çalışılan serencam çerçevesinde Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini zor yollarla da olsa halkın yapmasına karar vermesi sevindirici ve memnuniyet vericidir. Bu çerçevede şunu söylemek gerekir ki dünyada uygulanan farklı modeller düşünülürse Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimini halkoyu ile yapmaya karar vermekle esasında otomatikman model olarak bir rejim değişikliğine gitmiş vaziyettedir. Bu değişiklik Cumhurbaşkanı’nın sembolik olduğu modellerden (örneğin İsrail, Almanya, Birleşik Krallık) güçlü olmasını tercih eden ülkelerin modellerine (Fransa, Ukrayna, Rusya) doğru bir yöneliş yaptığımızdır. Cumhurbaşkanı’nın semboli bir makam olduğu hiçbir sistemde Cumhurbaşkanlığı’nın halk tarafından seçilme usulü sözkonusu değildir; bu nereden bakılsa amaca da uygun değildir. Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimini halkoyuna bağlama usulü getirmekle yukarıda bahsi geçen ve aşağı yu- KAPAK karı yarı başkanlık olarak nitelendirilebilecek ülkelerin benimsediği sistemin adını da koyma yoluna girmiştir. Halk tarafından seçilecek Cumhurbaşkanı doğal olarak daha güçlü olacaktır; ancak Türkiye’deki mevcut sorun ve günümüzde neden ‘Başkanlık’ sistemini üstelik Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarına başladığı ilk zamanlarda da değil ama birdenbire ve tam da yazıma geçilen bir aşamada tartışmamıza da sanki neden olan mesele Cumhurbaşkanlığı ile ilgili halkoyuyla seçilmesine müsait yetkiler getirecek olan gerekli düzenlemelerin mezkur zamanda (2007 Ekim Referandumunu müteakip) hemen yapılmamasıdır. Ve daha garibi AK Parti’nin büyük Temmuz seçim zaferini müteakip anayasaya aykırılığı aleni olan bir “Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu” (CSK) yapmasıdır. 5678 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”u Anayasa’nın Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili usulünü değiştirmiş ve halkoyu yanında 5 yıl ve iki kez seçilme esasını getirmiştir. Sözkonusu anayasallaşmış kurallara karşı çıkartılan son CSK’nun “Son Cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldır “ hükmü (ancak müktesep hak teorisi ile meşrulaştırılabilir) ve iki defa da seçilemeyeceği ifadelerini içeren Geçici 1. maddesinin Anayasa’nın 101. maddesine uygunluğu problematiktir. Herhangi bir kanunun anayasaya aykırı bir hüküm koyamayacağı tüm hukuk devletlerinde kabul edilen temel bir normdur. (Anayasa Mahkemesi iki defa seçilememe hükmünü iptal etti). ortasında başlayan Başkanlık Sistemi tartışmaları ile birleştirdiğimizde sanırız bulma imkanımız var. Türkiye’de yeni bir İttihatçılığın (İttihatçılığın Yeni Zaferi mi?) ortaya çıktığına dair kaleme aldığım yazıya atfen konuşmak gerekirse Türkiye rejiminin İTC ve Osmanlı kökleri ile ilişkisinin canlılığını koruduğunu tekrar ifade etmek gerekir. Bunu Cumhurbaşkanlığı tartışmaları üzerindeki yansımasını görmek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Başkomutan unvanı ile mündemiç olan ama siyasi karar mekanizmasının da başı olan makamın ülke üzerindeki misyonunu anlamaktan geçiyor. Osmanlı zamanında bilindiği gibi bu makam padişahlıkla (sultanlık) temsil ediyordu. Sultan aynı zamanda Müslümanların lideri yani halifeydi. İTC’nin ortaya çıkmasıyla Harbiye Nazırı Enver Paşa fenomeni ile yeni bir evreye girdik. Enver Paşa kullandığı yetkilerin gücü ile orantılı bir kurumsal kimliğe sahip değildi; ama pratikte başkomutan ve siyaseten Osmanlı Devleti’nin en güçlü adamıydı. Cumhuriyet’e geçtiğimizde bu kurumsallaşmanın Cumhurbaşkanlığı makamının ihdası ve saltanatın ve hilafetin lağvı ve tüm yetkilerinin de Meclis’e geçişiyle zamanın Reis-i Cumhuru (ve tabi ki Başkomutanı) Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında gerçekleştiğini görüyoruz. Bu noktada esas soru neden Anayasa’ya aykırılığı açık olan bir “Cumhurbaşkanı Seçim Kanunu” yapıldığı ve yukarıda ifade edilen Ekim 2007 Referandumunu müteakip yapılması makul insanlardan beklenen değişikliklerin ilgili zamanda yapılmadığıdır. Bu soruların cevaplarını 27 Nisan süreci ve 21 Ekim referandumu ile efektif manada başka bir Cumhurbaşkanlığı modeline (yarı başkanlık) geçtiğimiz düşüncelerini Bu süreç aynı anayasa (1924) ile yögünümüzde anayasa yazım prosedürünün netilmesine rağmen Cumhurbaşkanı ve 8 KAPAK Başbakanların şahsına ve geliş usullerine göre daha güçlü ve zayıf oldukları tuhaf zamanlara (1940lar ve 50ler) şahitlik ederek ancak Özal’a kadar istisnasız askerlerin nezaretinde yürütüldü. Garip olan ilk sivil Cumhurbaşkanımız olan Özal’ın da şimdiki başbakanımız gibi Başkanlık sisteminin gelmesini arzu etmesidir. Şimdiki başbakanımız başkomutanlık unvanının da mündemiç olduğu güçlü bir Cumhurbaşkanlığı (yarı başkanlık) ya da Başkanlık istiyor. 27 Nisan (1909) ile Osmanlı Devleti bir rejim değişikliğine gitmiş ve İTC iktidarı başlamıştı. 27 Nisan e-muhtırasının başarıya ulaşamaması ile de Türkiye başka türlü bir rejim değişikliğine –özellikle Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi usulünü benimseyerek- giden bir yola girdi. Önümüzdeki günler bu değişikliğin ne düzeyde ve derinlikte olduğunu bizlere gösterecek. Hangi yola gidersek gidelim Kissinger’ın Suriye ile ilgili söylediği bir sözü aklımızdan çıkartmasak iyi olur: “Rejim değişikliği tanımı icabı (yeni bir) ulus kurmak için bir gerekliliği ifade eder.” 9 DERİN Yusuf Ergen [email protected] Varlığımızı ‘O’ndan “Bir an yeryüzünde bir tek insanın bile yaşamadığını düşünün, dünyanın varlık nedeninin ne olduğu tanımlanabilir miydi? Sonsuz evren içerisinde insan denen varlığın mülk(evrene ait olan) tanımlamasıyla, insanın bu mülke şahitlik etmesinin, diğer ifadeyle insanın kendi dışındakinin idrakine varması insanlık tarihi kadar uzun bir serencama sahiptir.” Üç semavi dinin nübüvvet idraki oldukça farklılıklar arz etmektedir. Hristiyan ve Yahudilerin ve de özellikle Yaradancılık(Deist) üzerine olanların, İslam’a ve Müslümanlara ait olanların idrakine varması hayli zordur. Temelde bir olan ancak Allah’a ait olan vahyin insan tarafından ayrı ayrı varlık formlarına büründürülmesiyle farklılaşması, insanlığın kutsal olarak atfettiklerini de Zira, tüm insanlığın var olma serüveni, tek bir insanın yeryüzünde var olması gibidir. Tıpkı ilk insan Âdem(A.S) gibi o da kendi iradesi dışında yeryüzünde varlık bulmuştur. O, yeryüzüne ait olanla ilk temasından itibaren kendini tanıma ve yeryüzünü tanımlama mücadelesine girmiştir. Kendine ait olan her bir parçayla, kendi dışındaki her bir parçayı konumlandırma ve tanıma gayretiyle de bir nokta olarak başlayan sonsuzluk yolculuğunun ilk durağı olan dünyanın da var olmasının nedeni olmuştur. 1 Bir an yeryüzünde bir tek insanın bile yaşamadığını düşünün, dünyanın varlık nedeninin ne olduğu tanımlanabilir miydi? Sonsuz evren içerisinde insan denen varlığın mülk(evrene ait olan) tanımlamasıyla, insanın bu mülke şahitlik etmesinin, diğer ifadeyle insanın kendi dışındakinin idrakine varması insanlık tarihi kadar uzun bir serencama sahiptir.2 Görünür duyu organlarımızla anlam“var kabul etme-reddetme” sorununu da landırmaya çalıştığımız, insana ait olan beraberinde getirmektedir. veya dünyevi denilen nasut alemi; insanın İslam’la dinin tamamlandığı ve insana kendine ait olan/olmayan kendi dışındaAllah katından bir kıymet atfedildiğini id- kini tanımasının mekânıdır.3 Bu mekânda rak eden Müslümanlar, insanlığın yaradılı- her bir insan bir diğerinin varlığına şahitşından beri Allah’a ait olan ve ondan gelen lik etmektedir. Bu şahitlik, her bir insanın her şeyi kutsal kabul etmişlerdir. Vahyin ilk gözle gördüğü dünyaya ait veya dünyamuhatabı Muhammed(A.S) ve vahyin ken- nın ilerisinde-berisindekine ait olan her disi Kur’an’ı korumak inananlar için kendi canlarından ve mallarından daha kıymetli 1 “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti. Onlar da: “Biz seni şükrünle yüceltir ve olmuştur. Bu durumu inananlar, yaradılı(sürekli) takdis ederken orada bozgunculuk çıkaracak ve şından beri insanı kamil olma serüveninin kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler. (Allah Allah’la birlikte var olma, kendini ‘O’nunla “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim” dedi. (Bakara birlikte ve sayesinde tanımlama iradesinin Suresi, 30) 2 Taha,6 bir gereğidir. 3 Maide, 30-31 10 DERİN bir nesnenin insan nazarındaki konumuna göre karşılık bulur. Bu karşılık dünyayla sınırlıdır ve insanın idraki nazariyesinde bir kıymettir. Bu durumda ilk insan Âdem’den başlayan bir insanlık serüveninde Âdem çoğaldığı(üremeye başladığı) ölçekte, dünyayla birlikte kendi öz değerine doğru ilerleyebilecektir. Dünyaya ait olana bir kıymet atfetmek için ve daha ötesi şahitlik için her bir insanın bir diğerine karşı konumlanışı gerekmektedir. yüzyüze geliştir. Bir olana şahit olmaktır. İnsanın kendi varlığının nedenini anlamaya, idrak etmeye ve hakikate açıldığı kapıdır. Şimdiye kadar insanın varolmasını buyuran güç kendi katından doğrudan bir şahitlik göstermiştir. Bu tüm insanlık için başından beri kendini tanıma, kainata karşı konumlandırma ve varlık serüveni boyun- İnsan kendi gibi diğer insanda bulduğu ve “ben” bilincinin olgunlaştığı ölçekte kendi dışındakilerin de şahitliğine ihtiyaç duymaya başlamıştır. Kendi dışındakilerden öğrenerek kazanmaya başladığı yok olma bilinciyle de, sonsuz evren içerisinde ‘var’ kalma idraki insanın evren içerisinde yeni arayışlara itmiştir. Bu arayışta, güneşi, ayı, ateşi İbrahim(A.S)’ın yaptığı gibi şahit tutmak istemiştir. İbrahim(A.S) ile birlikte, yağmur, deniz, şimşek, güneş, ay, gezegenler, ca karşılaşılan en büyük imtiyazdır. Tüm insanlığın vardığı nihai varoluş imtiyazıdır. insanın bu bilinç serüvenine şahittirler.4 Peki insan neden bu imtiyaza sahip olFakat güneş ve ay da bir görünüp bir muştur? Böyle bir güç, gözle görünen ve kaybolmaktadırlar. İbrahim(A.S)’ın bu arayışı bu merakı gözle görülmeyen ve duyu görünmeyen her şeye sahip olan bir güç organlarımızla hissedilmeyen, gayb âle- neden gölgesini Musa’ya göstermiştir. İnmine açılan ilk kapı olmuştur.5 İnsan artık sanlık tarihi boyunca genlerine işleyen İbrahim(A.S) ile birlikte yağmuru, rüzgârı, kendi dışındakini tanımlama refleksine şimşeği insanın varlık bilincine yerleştiren, göre bir refleksle tüm insanlığın çoğalma, algısına koyan insan dışında varlıkların ol- var olma arzusuyla kadim soruyu sormuşması gerektiğini düşünmeye başlamıştır. tur. Musa(A.S)’ın Tur dağında karşılaştığıyDiğer tüm insanlara karşı tek bir insanda la olan illiyet bağı nedir, yoksa Musa(A.S), Üzeyir (Azra-A.S)’a atfedildiği gibi o gücün ‘ben’ bilinci de olgunlaşma sürecindedir. 6 oğlu mudur?8 İbrahim(A.S)’ın nasut aleminin ötesinde Böylece İsa(A.S) ile birlikte insanlığın en aradığı gayb alemi, sudan çıkarılan Musa (A.S) ile birlikte tamamlanmıştır. İbrahim’in derin varoluş sorusuna cevap aranmaya gördüğü güneş ve ayla başladığı arayış yü- çalışılmıştır. Ne İbrahim, ne Musa ve ne de rüyüşü, bundan böyle Musa(A.S) ile farklı diğerleri, “Mülkün sahibi O güçle” insanlık bir boyut kazanmıştır. Musa(A.S)’ın eşi ben- alemine ait olan bir bağla9 bağlı olmasından zeri olmayan bir güçle karşılaşmak isteme- öte bir rabıta aranmıştır. siyle, insanı var kılana, kendine anlam kaVe insan nihayetinde Muhammed(A.S) 7 zandırana yolculuk başlamıştır. ile beraber, kendi iradesi dışında varlık bulİşte bu karşılaşma hakikatle, asıl olanla duğu bu dünyada kendi hür iradesiyle kendini en iyiye, en doğruya, en güzele ulaştı4 En’âm, 76 ran bir rahmete şahit olmuştur. 5 En’am, 79 6 7 11 Maide, 74 Ta-Ha, 9-14 8 9 Tevrat, Çıkış: Bab;3,1-6 Yuhanna, 1:1 EKONOMİ Paul Krugman Çeviren: Kamuran Yavuz [email protected] Şu İğrenç Avrupalılar* Avrupa’nın ve dünyanın yaşadığı ekonomik sıkıntılar özellikle Yunanistan ve İspanya’da çok yönlü kendini gösteriyor. Dünyanın önde gelen ekonomistlerinden Paul Krugman’ın bu ülkeler kadar Fransa’nın günümüzdeki politikalarına da ışık tutan makalesini geçmişin raflarından çıkartıyoruz. havarilerinin, ihtiyatlı ve yumuşak başlı François Hollande’yi bir tehdit figürü olarak göstermeye çalışmalarını izlemek gerçekten eğlenceli bir olaydı. The Economist ise ‘‘adil bir toplum yaratmanın gereğine inanan biri’’ olarak gözlemlenen Hollande için ‘‘ O çok tehlikeli biri.’’ diye yazdı. Ne kadar da korkunç! Gerçek olan şu ki; Hollande’nin zaferi aslında ‘‘ Merkozy’’ nin ve iki yıldan fazla bir süredir kemer sıkma politikalarını dayatan Alman-Fransız ekseninin sona erdiği anlamına geliyor. Ki bu politikalar, açıklanabilir bir çalışabilme şansına sahip olsaydı bile, uygulamaya devam edildiğinde‘‘tehlikeli’’ gelişmeleri de beraberinde getirebilecek nitelikte politikalardı. Fakat bu strateji çalışFransızlar iğrenç insanlar oluverdiler, mıyor ve çalışmaz da; şimdi bundan sonrasıkeza Yunanlılar da öyle. Ve bu tamamen na bakma zamanıdır. Sonuçlardan anlıyoruz ki, Avrupalı seçmenler kıtanın en iyilerinden zamanlama meselesi. ve en zekilerinden bile daha bilge. İki ülkede de Pazar günü, Avrupa ekonoAvrupa’nın, hastalarını iyileştirmek adımi stratejilerini de etkileyebilecek seçimler yapıldı ve her iki ülkede de sandıktan eski na yazılmış reçeteler için harcamaları kesyöneticilerine tokat niteliğinde sonuçlar mesinin nesi yanlış peki? İlk yanıt; bir kere çıktı. Sonuçların güncel politikalarda ne za- ortada güven perisi yok. Yani, hükümet man bir değişiklik yaratacağı henüz netlik harcamalarının kesilmesinin bir şekilde tükazanmamış olsa da, zamanın kemer sıkma keticileri ve işletmeleri daha fazla harcama yoluyla ekonomik krizi atlatmaya dayalı yapma noktasında cesaretlendireceği iddipolitika için hızla geçtiği söylenebilir ve bu alarının, içi boş söylemler olduğu geçmiş iki yıllık tecrübelerle açıkça ortaya çıktı. iyi bir gelişme. Demek ki, sarsılan bir ekonomide kesintiElbette ki bunlar, son seçimlerin koltukleri harcamak ancak sarsıntıyı derinleştirici larından ettiği ‘olağan şüphelilerden’ duyabir etki yaratabiliyormuş. bileceğiniz cinsten ifadeler değil. Ortodoks Ayrıca, acıya katlanmanın bir getirisi * (NYT, Those Revolting Europeans, Paul Krugman, 6 Mayıs 2012) 12 EKONOMİ varsa bile bu cüzi bir seviyede seyrediyor. Son Avrupa krizi esnasında iyi bir asker olan, tahvil piyasalarının ilgisini geri kazanmak adına en sert kemer sıkma politikaları uygulayan İrlanda örneğini bir düşünün. Yaygın Ortodoks anlayışa göre bunun işe yaraması gerekiyordu. Aslında, Avrupa’nın politik elitlerinin İrlanda’nın bu kemer sıkma politikalarının olumlu bir sonuç doğurduğu ve hatta İrlanda ekonomisinin iyileşmeye başladığı iddiasına inanma arzuları halen çok güçlü. Ama gerçek böyle değil, ekonomisinin iyileşmeye doğru gittiği falan yok. Siz bunu çoğu basından duyamayacaksınız belki ama İrlanda’nın borçlanma maliyeti İtalya ve İspanya – haydi Almanya’yı bir kenara bırakalım- gibi ülkelerinkine oranla çok daha yüksek seviyelerde. Peki alternatif nedir öyleyse? Bir cevap – Avrupa’da hemen hemen herkesin kabul etmek isteyebileceği kadar mantıklı bir öneri- Avrupa’nın ortak para birimi Euro’yu bırakmak olabilir. Yunanistan halen kendi drahmisini, İspanya pesetasını ve İrlanda puntunu kullanıyor olsaydı Avrupa’da işler bugün olduğu kadar karışık olmazdı, çünkü Yunanistan ve İspanya bugün ihtiyaç duydukları bir şeye sahip olurlardı: devalüasyon. Böylelikle fiyat rekabetini ve ihracatı arttırma yoluyla kestirme restorasyona ulaşabilirlerdi. kendi deneyimlerinden çıkarmaları gereken dersi iyi anlamıyorlar. Alman kanaat önderlerine euro krizleri hakkında fikirlerini sorduğunuzda, yıllar önce kendi ekonomilerinin de benzer sürüncemelerden geçtiğini ve başarılı bir kriz yönetimiyle bu sürecin atlatıldığını söylemekten hoşnut olacaklardır. Kabul etmekten hoşnut olmayacakları şey ise, bu ekonomik iyileşmelerin aslında – çoğu bugün kriz içinde olan- zamanında düşük faizlerin bir bakıma sonucu olarak yükselen ve normalin üstünde enflasyon oranlarına sahip olan Avrupa ülkeleri ile yapılan yüz yüze ticari ilişkiler sayesinde elde edilen sermaye fazlaları yoluyla sağlandığıdır. Avrupa’nın kriz içinde olan ülkeleri, eğer Almanya’nın o dönem sahip olduğu avantajlı şartlara sahip olsalardı, yani, bugün kriz içinde olmayan Avrupa’nın geri kalanı- özellikle Almanya- büyük bir enflasyon patlaması yaşıyor olsaydı, bugün belki Almanya’nın gösterdiğine benzer bir başarı gösterebilirlerdi. Bu yüzden, Almanya tecrübesi Almanların sandığı gibi sadece Güney Avrupa’yı ilgilendiren tek taraflı bir kemer sıkma argümanı değildir; başka herhangi bir yer için de çok daha fazla genişlemeci politikaların bir argümanıdır ve özelde de Avrupa Merkez Bankası’nın enflasyonla ilgili saplantıları bir kenara bırakıp büyümeye odaklanİrlanda’nın üzücü hikayesinin aksine, masının argümanıdır. krizde sıfır noktasında bulunan İzlanda Hiç şüphe yok ki, Almanlar ne bu sonuçpara birimi kronada devalüasyona giderek tan ne de merkez bankasının liderliğinden (ayrıca bankalarının borçları dolayısıyla ba- hoşlanıyorlar. Onlar, ‘‘acı çekmekten geçen tışlarına müdahale etmeme cesaretini gös- refah’’ fantezilerine yapışmaya ve kendi tererek) ekonomisinde İrlanda’nın bugün başarısız stratejilerini takip etmenin tek çok istediği ancak sağlayamadığı iyileşme- sorumlu davranış olacağında ısrar etmeyi büyük oranda sağlamış durumda. ye devam edeceklerdir. Ama görünen o ki, Yine de eurodan ayrılmak bir hayli yıkıcı olacak. Özellikle, yıllardır üzerine çaba sarf edilen, Avrupa’da yakın entegrasyon ile kalıcı demokrasiyi ve barışı tesis etmeyi amaçlayan ‘Avrupa Projesinin’ başarısızlığının da büyük bir sembolü olacak. Başka bir yolu var mı ki? Evet, var – ve Almanlar bu yolun nasıl işlediğini gösterdiler. Maalesef, 13 bundan sonra artık Elysee Sarayı tarafından sorgusuz sualsiz bir destek alamayacaklar. Bu da, ister inanın ister inanmayın, hem Avrupa Projesinin hem de euronun bundan böyle, birkaç gün önce sahip olduğundan daha yüksek bir hayatta kalma şansına sahip olduğu anlamına gelir. Gülsünay UYSAL [email protected] İğneli Esler Tiz Sesler SIĞ Sözün faydası yoksa söyleme!* Tüketmek bilinciyle kuşanıp yaşadığımız her dakikamızda, tüketim kültürümüze ayıp etmemek adına yeni bir yıkım inşa edemeyeceğiz diye aklımız çıkınca dilimizi bozduk, seslenişimizi. Ses artık dokunuş değil çemkiriş oluverdi. Kelimeler buna son derece araç! Biz Gazali okumayan nesiliz diye böyle olduk: “DENEMESİ BEDAVAAAA! Evden çok hesaplı konuşturan EVIM paketini ücretsiz denemek için hemen EVDETURKCELL yaz 2222ye gönder. Evden yapacağın ilk aramada geçerli HERYÖNE 20 dk kazan! Evde de Turkcell ile konuşmanın keyfini yaşa! Yerimiz kısıtlı acele et!” kcell’den. Sağ olsun ihmal etmez. Yerli yersiz, gün aşırı mesajlar. Kuşatılmayanımız yok herhalde artık kampanyalarıyla. Eğer herhangi birini kullanılıyorsak GSM operatörlerinden taciz ediliyoruz bir şekilde, ki bir bakmışız dâhiliz bile bu paketlerden birine. İşimize de geliyor önce, daha ucuz konuşuyoruz, karlı da oluyor derken, paketi aştık diye dakika başına normalin kim bilir kaç katı gökdelen olmuş faturalara köpürüyoruz ama nafile! Dilini sevmediğim, sürekli bir şeyler dayatan, sistematik olarak şiddetin dayatıldığı televizyonu düğmesine basıp kapaSize zahmet (!) bu yazıyı okumaya baş- tıyorum, bir şey de kaybetmiyorum ama telefon kullanmak zorundaydım. Cep telefonun yoksa akışı darmadağın oluyor hayatının. Üstelik telefon yüzünden uygunsuz üslupla bana avucumun içinden hükmeden bir dille yazılmış mesajları okumak zorundayım! Şiddet mağduruyuz arkadaşlar. Sonra bu kargaşa, bu kaos neden demeyin yok yere. İşin daha da kötüsü artık bu şiddet çok normal. Çünkü alıştık. Tepki vermiyoruz. Neyden bahsediyorum? Telefonuma gelen mesajda şu yazıyordu: “DENEMESİ BEDAVAAAA! Evden çok hesaplı konuşturan EVIM paketini ücretsiz denemek için hemen EVDETURKCELL yaz lamadan herhangi bir müzik sitesinden Or- 2222ye gönder. Evden yapacağın ilk arahan Gencebay- Dil Yarası lütfen… Konuyla mada geçerli HERYÖNE 20 dk kazan! Evde hiç alakası yok ama işte böyle geldi içim- de Turkcell ile konuşmanın keyfini yaşa! den. Yerimiz kısıtlı acele et!” Geçen gün elimde kitap balkonda yaz Mesajı okuduğum anda kullanılan kemevsiminin huzur içinde veda edişini sey- limeler dolayısıyla ilk tepkim PANİK oldu. rediyorum. Hava yumuşak, insanın içini Hemen yapmam gereken bir şey olduğunu ferahlatıyor estikçe. Bu tatlı sessizliği te- düşünüyordum. Ne olduğu hakkında hiçbir lefonuma gelen mesaj bozuyor. Mesaj Tur- fikrim yoktu. Elim ayağım birbirine dolaştı. * Hz. Mevlana - Mesnevi(I,1524) 14 SIĞ Bu bedava olan kişisel faydamın ne olduğunu düşünmeye başlayınca ilgili olmadığımı fark etmiştim ama başka türlü bir sıkıntı vardı bu sefer ortada ve daha büyüktü. Sakinliğim çözülüvermiş çarparken alelacele duvarlara, havanın durultan büyüsü çoktan bozulmuştu. Telaş, panik, heyecan; idrakle birlikte hayal kırıklığı; daha da önemlisi kimdi bizimle böyle EMİR KİPLERİyle konuşan adapsız! Reklam dili bu muydu artık? Böyle emreden söylemlerle mi pazarlıyorduk ürünlerimizi? Tüketim çağının dibini gördüğümüz şu günlerde ilişkilerin açık, aşkın akışkan formlarına da dokunduktan sonra artık tüketecek ne kaldı diye yakınmanın pek anlamı yok aslında. Aslında bunların hepsini kapsayan bir tükenmişliğimiz var bugün: Dil. Usülün esasa mukaddemliği artık sadece safsata. DİL YARASI, Kim bilir hangi gecenin yarasası? “Güzel söz söylemeye tutkun kişi kalabalıkların kiniyle karşı karşıyadır, bilirim. Ama hiçbir kamusal onama beni bu yüzyılın akıl almaz uydurma ağzıyla konuşmaya, mürekkebi erdemle birleştirmeye zorlayamayacak.1” Sözcükleri yalnızca birer gösterge olarak mı görmeli? Dil sadece bir araç mı? Walter Benjamin’e göre böyle değil. Benjamin, seçtiğimiz dilin ahlaki ve siyasi konumumuzu yansıttığını söylüyor ve şiddetle reddediyor sözcüklerin birer göstergeden ibaret olduğunu. laf sokmalar, iğneli esler, tiz sesler, niyet okumalar, neydi onlar? “Söylemler güç ilişkileri alanında işleyen taktik öğeler ya da bloklardır; aynı strateji içerisinde farklı hatta çelişik söylemler var olabilir; söylemler bir stratejiden, karşıt bir diğer stratejiye biçimini değiştirmeden geçebilir.”2 Benjamin için insanın zihinsel hayatının her ifadesi bir çeşit dildir. Sadece insanın zihinsel hayatının da değil; gerek canlı gerekse cansız doğada dilin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, iletişim, dil aracılığıyla değil, dilin içinde gerçekleşir. Benjamin’in “dil”e dair karşı çıktığı en belirgin yerin, dilin “araçsallaştırılması” olduğunu söyleyebiliriz. Tüketmek bilinciyle kuşanıp yaşadığımız her dakikamızda, tüketim kültürümüze ayıp etmemek adına yeni bir yıkım inşa edemeyeceğiz diye aklımız çıkınca dilimizi bozduk, seslenişimizi. Ses artık dokunuş değil çemkiriş oluverdi. Kelimeler buna son derece araç! Biz Gazali okumayan nesiliz diye böyle olduk. Hiçbir anlam ifade etmez oldu “dil belası” kalıbı yenilerde. Şimdilerde mega kentlerde dahası kasabalara doğru çoktan yola çıkmış reklam, pazarlama, satış meselelerinde etkili, vurucu, çarpıcı, kısa ve özlü bir dil ürettik. Etkili, vurucu, çarpıcı, kısa ama özlü olacak olan, müşteriyi kendine mıknatıs gibi yapıştıran bu dil emir vermek zorundaydı. Çünkü insanoğlu itaat etmek açlığındaydı. Çok sevdik yönlendirilmeyi. Topluluklar ne yapıyorsa onu yapalım ve bitsin şu yaşamak derdi istedik pek çok kez. Örgütleniyorlardı koyun gibi, ne önemi var hangi şemsiyenin altında olduğunun, yalnız değiliz ya. Özgürlük safsatası, topluluk ruhu, her yerde aynı aslında. Siyaset böyle bir şey miydi bilmiyorum, biz buralarda mevzuymuş gibi tartıştık siyasetimizi: AKEPE-AK Parti, PeKaKa-PeKeKe, Allah-Tanrı, Hakikat-Gerçek, Beşar Esad-Beşşar Esed… Ne çağrıştırıyorsa işte öyle. Her kelimeyi ölçtük, biçtik, toplumsal hafızalardaki yaraları kaşıyan misyonlar yükledik. Üryan kelimelere nazarlar ekleAğlar bağlar / Bağlar ağlar dik. Pusuya yattık siyaset yaptık, sokulmuş Nerede başladı bu kırılma bilmiyorum iki lafla zaferler kazandık. Ah küçük akıl. Ya ama Manuel Castells günü tanımlıyor. Bidüz ovada olanlar; imalar, dolaylı tümleçler, reyler artık küresel ve yerel olarak örülmüş, 1 Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri’ne Önsöz Tasarıları’ndan 15 2 Foucault ternatif mecralara kolayca erişimin gerçekleşmesi. Yeni medya ortamındaki bir nefret sitesinden başka nefret sitelerine, belli bir konuda etnik gruplara, cinsel kimliklere ve yönelimlere karşı nefret söylemini yayan çevrimiçi haber sayfasından, yine böylesi bir video paylaşımına ya da Facebook gibi “Bir adamın, bir mecliste konuşmak, nef- popüler olarak kullanılan toplumsal paylasinin hoşuna gidiyorsa sussun. Eğer sus- şım ağlarında örgütlenmiş nefret söylemi muşsa ve susmak nefsinin hoşuna gidiyor- içerikli9 video paylaşımlarına ulaşmak çok kolay. sa konuşsun.” 3 SIĞ birbiriyle bağ(ıntı)lı ağ toplumu içinde yaşıyor. Arjun Appadurai de, bu ağın bir yandan geniş, iyi finanse edilmiş, omurgası olan ve geniş çevrelerce tanınan bir örgüden, bir yandan ise sessiz, sedasız hareket eden küçük ve akışkan ağ örgüsünden oluştuğunu öne sürüyor. Yayılım özelliği de yeni medya ortamlarının kullanıcısının tüketici konumundan içerik üretici konumuna geçişini açıklıyor. Örneğin, bir toplumsal paylaşım ağında kullanıcı kendisinin ürettiği belli bir siyasi kimliğe, cinsel kimliğe ve yönelime veya etnik bir azınlığa karşı hakaret içeren, aşağılayan, küçük düşüren, basmakalıp yargılardan beslenen bir metni, bir video klibi yükleyerek, diğer kullanıcıların yorumuna Yeni medyanın etkileşimsellik özelliği, açabiliyor. önceden tanımlanmış ve birbirine bağlanSanallık ise kullanıcıya orada olma hismış linkler ve yazılımlar arasında ve içinsini sağlıyor. Sanal yerleşimlerde iki türlü deki seçeneklerde gerçekleşiyor. Bu özellik yüzünden nefret söyleminin ne ölçüde bü- iletişim ile gerçekleşiyor: Makine/yapay arayüzeydeki diğer insanlarla yüyebileceğiyle depremin ardından tüketi- zeka –insan, 10 iletişim. Yeni medya ortamının bu özellen ırkçı ifadelerde yüzleştik6. liği de nefret söyleminin oldukça hızlı bir Multimedya biçemselliği ise gösterge- şekilde paylaşılmasını, doğallaştırılmasılerin simge sistemlerinin, iletişim çeşitleri- na yol açıyor. Sanallık özelliği kullanıcının nin, farklı veri türlerinin tek bir araçta top- ortama gönüllü ve her türlü statünün kılanması7. Yeni medya ortamlarının dijitallik sıtından uzak bir şekilde katılım olanağını özelliğinden dolayı depolama kapasitesi da sağlıyor. Ancak birey gündelik yaşamını yüksektir, bundan ötürü de kullanıcının se- bu katılıma yine de taşıyor: Kendi siyasal çiciliği destekleniyor8. görüşünü, korkularını ve kaygılarını, dost11 Yeni medyanın hipermetinsellik özelliği luklarını ve tercihlerini. ise bir metnin başka metinlerle ilişkisine Bir hayli meşrulaşan söylemin nefreişaret ediyor. Yani, ağ üzerinden başka al- ti, dilin kıymetsizliği, kolaylık, esneklik… En ağır sözleri bir çırpıda savuruvermeler. 3 İbn Ebü’d Dünyâ, Kitabü’s Samt, nr.97 4 Sosyal paylaşım sitesi Twitter’da, Tweet olarak Yalanlara, dedikodulara sebep olduğu gibi İşte bu farklı örgülerle ilerleyen, söylediğinin içeriğinin değil söz söylemenin “RT4” aldığı ağ toplumunda bireylerin varoluş biçimlerinden birisi de toplumsal paylaşım ağları ve burada yarattıkları kimlikleri. Bu yapılar kendilerine has bazı özelliklere sahipler: Dijitallik, etkileşimsellik, hipermetinsellik, yayılım, sanallık ve multimedya biçemselliği 5. bir kullanıcının paylaştığı içeriği bir diğerinin beğenerek tekrar paylaşarak kendi takipçilerine sunması. 5 Mutlu Binark, Altuğ Akın, Ayşe Kaymak, Burak Doğu, Eser Aygül, Günseli Bayraktutan Sütçü, İlden Dirini, Tuğrul Çomru, Yeni Medyada Nefret Söylemi, Kalkedon, Eylül 2010, sf. 26 6 http://homoinsurrectus.com/2012/01/27/vanda-deprem-oldu-yardim-mi-edelim-nefret-mi-edelim/ 7 Van Dijk, 2004:146 8 Binark, 2007: 21 – 22 16 9 Mutlu Binark, Altuğ Akın, Ayşe Kaymak, Burak Doğu, Eser Aygül, Günseli Bayraktutan Sütçü, İlden Dirini, Tuğrul Çomru, Yeni Medyada Nefret Söylemi, Kalkedon, Eylül 2010, sf. 27. 10 Binark, 2009 11 Mutlu Binark, Altuğ Akın, Ayşe Kaymak, Burak Doğu, Eser Aygül, Günseli Bayraktutan Sütçü, İlden Dirini, Tuğrul Çomru, Yeni Medyada Nefret Söylemi, Kalkedon, Eylül 2010, sf. 27-28. SIĞ dualara, şiirlere, şarkılara da vesile olan dil, bugün “vahşi kapitalizm”in yoluna kırmızı halılar seriyor bu gibi reklam, pazarlama, agresif pazarlama metotlarıyla. Ama yavan yavan ama kurudu kaldı dilimiz. Bağırdı çağırdı, cılız, cibiliyetsiz bir şey oldu ifadelerimiz. Ofsayt Osman’dan el veda Her taraftan, her uzvumuz taciz edilirken karşı görüş sergileyip direnmek yerine içine akıverip o potada eriyen biz, kimliklerimiz, hükmetmeyi, hükmedeni hep çok severiz, iktidarlarımızı böyle seçeriz. Turkcell bize hükmet! Facebook beğendir bize kendini! Eski minder yüzünü göster! Ayna ayna söyle bana, kimin oyunu bu drama, yine gol değilse bu da Amerika’da, elime mum dik, itaat et kaygılarıma! Susmanın erdemi üzerine en kutsal cümleyi yazıp veda edecektim ama Turkcell yine bir mesaj göndermiş bu sefer kaçırmayayım diyorum hadi bana el veda! 17 DOSYA Murat Sofuoğlu [email protected] Kemalizm, Baasçılık ve ‘Mübarekizm’ Gölgesinde Mısır (ve Ortadoğu) Nereye? ‘27 Nisan’ mı? ‘28 Şubat’ mı? Mısır, Suriye ve Irak’ta Kemalizm’in izini kendini feshetmesi ile formalleşen Türkiye Kemalizminden Mısır Nasırizmine, Arap Basürebilir miyiz? İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) esa- asçılığına ve hilafetin lağvını kendilerine sında kurucularının da kendi kimlikleri ile milat seçen İslamcı akımlara (burada belki damgasını vurduğu Osmanlı coğrafyasını Anti-Kemalist İttihatçılığın izi belli belirsiz yansıtan çok-etnikli hatta bir bakıma çok- sürülebilir) kadar pek çok hareket bir bakıdinli bir yapıydı. İlk Cemiyet’i kuranları say- ma ya İTC eylemlerinin doğal sonucu ya da mak bile bu düşüncenin doğruluğunu test doğrudan bölgesel ve yerel halefleri ya da etmek için yeterli olabilir. Abdullah Cevdet varisçileri konumundadır. Malatya Arapkirli bir Kürttür. İshak Sükuti Diyarbakırlıdır. Türkçülük akımının öncülerinden sayılan bir başka kurucu Hüseyinzade Ali (Turan) ise Kafkasya (Azeri) kökenlidir. Balkan kökenli bir kurucu olan İbrahim Temo (Arnavut) ise I. Dünya Savaşı sonrası hayatının geri kalan kısmını Romanya’da senatör olarak sürdürür. Ve Çerkez kökenli Mehmet Reşit. Başka örnekler de verilebilir. Mekkeli Sabri Bey. Giritli Şefik. Ve daha niceleri. Bu arada Hareket Ordusu’nun komutanlığını yapan İTC iktidara geldiğinde de sadrazamlık yapan Mahmut Şevket Paşa’yı da hatırlamak gerekir. Bağdat’ta doğsa da Paşa esasında farklı kökenlerin (Arap, Gürcü vs.) birleşimidir. Bu açıdan düşünüldüğünde İttihatçılığın bir ürünü ve Türkiye versiyonu olan Kemalizmle Mısır’da Cemal Abdul Nasır liderliğinde müşahhaslaşan Arap milliyetçiliği ve birliğini savunan Nasırcılık ile Suriye-Irak ekseninde ortaya çıkan pan-Arabizm, ‘Arap sosyalizmi’ ve milliyetçilik karışımı olan BaİTC’nin yukarıda bazı önemli kurucuları asçılık arasında kimi benzerliklerin olması örneklerinden de anlaşılacağı gibi bir bakı- da normaldir. Baas hareketi ile başlamak gerekirse ma cihanşümul bir organizasyon olarak temelleri atılmasına karşı zamanla monololi- Baas kurucuları ile Jön Türklerimiz arasında tik (tektipleşmeci) bir zihniyeti benimsemiş büyük benzerlikler vardır. Hepsi de Fransız günümüzde Ergenekon’la müşahhaslaşan mandası altındaki Suriye’de büyümüş olan marjinalleşen çizgilerin eline geçtiği göz- Mişel Eflak, Salah el Din el Bitar ve Zeki Arlemlenmiştir. Tabi ki bu hikayenin Türkiye suzi gibi Baas fikriyatının kurucusu olan ve kısmıdır. İTC’nin kurulduğunda yalnızca uygulamasında da kritik rol oynayan zatlar Türkiye coğrafyasını temel alarak kurulma- Jön Türk öncüler gibi çoğunlukla Fransız dığını biliyoruz. Pan-Osmanlı, Pan-İslamist (Sorbonne) tedrisatından geçmiş ve Ayve Pan-Türkist akımlar İTC hedeflerini za- dınlanma ve Devrim fikriyatını hıfzetmiş man içinde ve duruma göre şekillendir- ve kendi ülkelerine de intikal ettirmek için miştir. Bu bakımdan I. Dünya Savaşı son- muazzam mücadele sergilemişlerdir. rası ortaya çıkan ve İTC’nin resmen kendi 18 DOSYA 19 Teorideki benzerliğin yanında başka büyük benzerlik ise pratikte gözlemlenmektedir. Baas kurucuları İTC’nin Jön Türk kurucuları gibi esasında daha sivil sayılabilecek arkaplanlara sahiptir. Ancak fikirlerini uygulamaya geçirme noktasında çalışmalarını yoğunlaştırdıklarında ve politik hareketleri kitle ile büyük karşılaşmasını yaptığında ve temasın etkili sonuçlar ortaya koyabileceği anlaşıldığında birdenbire güç merkezlerinin devreye girdiğine şahit oluyoruz. Tabi Ortadoğu’da bu genelde -esasında daha önce dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi- silahlı güç olan Ordu üzerinden gerçekleşmektedir. İTC’nin Osmanlı ordusunun kimi unsurları tarafından benimsenmesi gibi Baas fikriyatı da Suriye ve Irak ordularında aksini bulacaktır. Sonuç ordunun yavaş yavaş fikriyatı kendi istediği forma dönüştürerek –buna reel politik demektedirler- ele alması ve iktidar değişiklikleri için kullanmasıdır. Mısır’a gelirsek başka benzerlikler kendini gösterir. Nasır ile Enver Paşa (ve Mustafa Kemal) arasındaki benzerlikler ilginçtir. Nasır’ın kurduğu Hür Subaylar Birliği ile Enver Paşa’nın askeri örgütleme biçimi büyük benzerlikler gösterir. Nihayetinde daha yakına gelirsek İttihatçı Kemalizm’in bir ürünü olan 1960 darbesini organize eden Milli Birlik Komitesi bu bakımdan başka bir karşılaştırma yapılacak organizasyondur. Ancak Nasırizm ile Kemalizm arasındaki temel fark Nasır’ın Nemesisi olan İsrail’i yenememesi ve ölümünü müteakip de Nasırizmin halefleri tarafından önemli ölçüde terk edilmesine karşın Mustafa Kemal’in kendi Nemesisi Yunanlıları yenmesi ve Türkçülük (ve Pan-Türkist) fikirlerini rasyonel sınırların ötesine taşımayan bir milliyetçiliği benimsemesi ile halefleri tarafından da uygulaması belli ölçüde sürdürülen bir miras bırakmasıdır. Nitekim Osmanlı İTC tecrübesinde ve nihayet sonraki Cumhuriyet tarihinde de devamlılığını bulduğu gibi Suriye ve Irak’ta askerler Baas ideolojisini istedikleri form içinde benimseyip iktidarı çoğunlukla askeri güç kullanımı yoluyla devralacaklardır. Sonunda ne Mişel Eflak Suriyeli generallere (mesela Hafız Esad ve Salah el Cedid) laf anlatabilecek ya da sözünü dinletebilecektir ne de İTC örneğinde olduğu gibi Ahmet Rıza Osmanlı İTC generallerine ve subaylarına sözünü dinletebilecektir. Sonuç her ikisi açısından da bir bakıma hüsran ve sürgün olmuştur. (Bu arada Ahmet Rıza ve Mişel Eflak’ın, benzerliklerinin karşılaştırmalı bir çalışmasını yapmak isteyen yaratıcı eylem peşindeki kimi akademisyenlerimizin Phd dissertationlarına konu olabilecek özellilikler taşıdığını da ifade edelim.) Bu çerçevede Mısır’da Nasırizmin politik amaçlarına sahip çıkmayan ama ideolojik çerçevesini aşağı yukarı benimsemiş bir anlayışın hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlayışa son uygulayıcısı ve müdafii üzerinden ‘Mübarekizm’ diyebiliriz. Günümüz Mısırında muhaliflere ve Arap Baharı’na karşı direnen güç denkleminde askeri konsey ve Anayasa Mahkemesi ilan edilmemiş bir Mübarekizmi savunurken Mübarek’in son başbakanı Cumhurbaşkanı adayı eski asker Ahmet Şefik ilan edilmiş bir Mübarekizmi savunmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’deki Kemalistlerin RP-AK Parti çizgisi ile mücadelede seçtikleri yöntemlerle Mısırlı Mübarekizm taraftarlarının seçtikleri yollar arasında keza benzerlikler görülmektedir. Örnek vermek gerekirse son Mısır Anayasa Mahkemesi kararlarının 28 Şubat sürecindeki parti kapatma davalarının gö- denetimden müstağnilik ve savaş ilanını veto etme yetkilerini veriyor. Generaller dört ay önce seçilmiş olan Müslüman Kardeşler’in hakimiyetindeki Meclisi feshedip milletvekillerinin parlamentoya girişini yasakladıktan sonra Pazar akşamı itibariyle ayrıca daimi bir anayasanın yazılma proseMısır’daki aktüel duruma daha yakından dürünün kontrolünü de ele geçirdi.” (www. baktığımızda ise Mübarek’in devrilmesi surecanaliz.org) sırasında gücü “geçici” olarak devraldığıMısır’daki mevcut durumda ittifak dunı söyleyen askeri konsey ile muhalifler rumu demokrasiye geçiş ya da Mübaarasında muazzam bir mücadelenin sah- rekizm’in sonunun gelip gelmeyeceğini ne aldığı gözlemlenmektedir. Askeri kon- gösterecek. Türkiye’de ‘27 Nisan İttifakı’ sey ile işbirliği halinde çalışan ve üyeleri (AK Parti-Cemaat-Liberaller) Ergenekon’u devrik lider Mübarek tarafından atanmış geriletmiştir. Ancak koalisyon ciddi sorunolan ‘sekülarist’ Anayasa Mahkemesi, ço- lar yaşamakta ve Kürt Sorunu’na dönük ğunluğu Müslüman Kardeşler, Selefiler ve adımlar Türkiye’nin post-Kemalizm’e geçip liberallerden oluşan Meclis’i feshetmeye geçemeyeceğinin ölçüsü haline gelmiş vakarar vermiş ve Mübarek’in son başbaka- ziyettedir. Mısır’a baktığımızda askerler ve nı ‘sekülarist’ Ahmet Şefik’in de Mübarek Mübarek destekçileri karşısında liberal-İhrejimi ile ilintili olduğu gerekçesiyle Cum- van-i Müslimin-sosyalist ittifakın devrim hurbaşkanlığı’na aday olamayacağına dair sırasında etkili olduğunu görüyoruz. Ancak Meclis tarafından çıkartılmış bir yasayı da seçimler ve son Anayasa Mahkemesi kararı iptal etmişti. Bu kararın Cumhurbaşkanlığı sonrasında -zafere yaklaşmanın heyecanı seçiminin ikinci turundan yalnızca iki gün ve ihtirası ve herşeyin ötesinde gerginliği önce verilmesine bakılırsa muhtemel galip ile- bu ittifakta da ciddi çatırdamalar oldu. olacağı düşünülen İhvan-i Müslimin ada- Özellikle son askeri konsey kararları karşıyı Muhammed Morsi’nin seçilmesine karşı sında Mısırlı muhaliflerin bizim 27 Nisan epsikolojik harekat olduğu hissini veriyor. muhtıra sonrası sözkonusu olan ittifak ile Daha kötüsü ise yolda imiş ki hakim askeri yapılanı yapmaya muktedir olup olamayakonsey seçim sonuçlarının açıklanmasına caklarını; yoksa Mısır’da bir başka 28 Şubat kalmadan kendisine geleceğin hüküme- mı yaşanacağını beraberce göreceğiz. Tabi ti üzerinde önemli güçler veren geçici bir Mısırlı muhaliflerin kendi 27 Nisan’larını anayasa ilan etti. başarmaları yine post-Mübarekizme geçNew York Times’ın haberine göre “Görü- tiklerinin garantisi olmayacak mevcut Türnüşe göre konsey bu girişimle Müslüman kiye örneği düşünülürse. DOSYA rülme usulü bakımından olsun 27 Nisan sürecinde Milli Görüşçü ve eşi tesettürlü olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı için önünün kesilmesi çalışmaları sırasındaki Anayasa Mahkememizin kararları açısından olsun bizimkileri aratmayacak seviyede oluşu dikkatleri çekmektedir. Kardeşler’in olası bir zaferine karşı kendisini korumak üzere Cumhurbaşkanı’nın otoritesini elimine ediyor. Askeriye’nin yeni anayasası, geçen yıl Hüsnü Mübarek’in devrilmesini müteakip üstlendikleri otoriteyi seçilmiş sivillere devredeceklerine dair generallerin söz verdikleri zamandan bu yana güç üzerine abanmalarına dönük attıkları seri ve süratli adımların en sonuncusu oluyor. Askerlerin anayasası generallere bütün çıkartılacak kanunları ve ulusal bütçeyi kontrol etme, herhangi bir 20 Belki de muhaliflerin biraz daha zamana ihtiyacı var; ya da Türkiye’deki gelişmelere bakılırsa Kemalizm’den öğrenilmesi gereken şeyler var. Ya da hem muhalifler hem de iktidardakilerin yeni bir geçişin planlaması için platform olmayı kabul edecek bir âlicenaplık göstermeleri gerekiyor. Ancak problem o ki gücü elinde tutanlar neden bunu yapsınlar? Yahut ele geçirmeye yaklaşan hangi hareket bunu yapardı? Zihinlerde Bir Arap Baharını Beklerken* DOSYA Tarık Ramazan Çeviren: Kamuran Yavuz [email protected] Birleşik Devletlere yaptığım son gezi esnasında, önde gelen aydınların ve gazetecilerin şu sorusuyla karşı karşıya kaldım: Arap uyanışı başladığında, Müslümanların demokratik ideallerle buluşabileceğine inanarak gerçekten yanıldık mı? için diktatörlerine verdiği onlarca yıllık destek, Afganistan ve Irak işgalleri, Ebu Garip ve Guantanamo Körfezinde tutuklulara yapılan aşağılayıcı muameleler ve İsrail’e verilen sürekli ve koşulsuz destek tarafından inşa edildi. Kısa cevap, hayır. İslamofobi içerikli bir film üzerinden cereyan eden şiddet olaylarına katılanlar cılız bir azınlıktı. Uyguladıkları şiddet kabul edilemezdi. Onlar asla, 2010’dan beridir diktatörleri devirmek için disiplinli ve şiddet karşıtı bir tavırla sokakları dolduran milyonlarca Müslümanı temsil etmiyorlar. ABD ve Batılı müttefikleri, Müslümanların neden bu kadar öfkeyle kaynadıklarını derinlemesine inceleseler iyi ederler. Afganistan’dan çekilmek, Filistin ile ilgili meselelerde Birleşmiş Milletler’in çözümüne ve anlaşma yükümlülüklerine saygı, katil insansız hava araçlarını geri çekme ve ‘‘terörle savaş’’ retoriğini bırakmak mükemmel Buna rağmen, Müslüman ülkelerdeki başlangıç noktaları olurdu. kaos ve kan gölü, isyan sürecinde Arapların Yine de, geçmişteki kolonyalizm ve emcömertçe yardımına koştuklarına inanan peryalizm üzerinden Batıyı suçlamaktan birçok Amerikalıyı şok etti. Fakat Araplar vazgeçmenin zamanı da geldi. Müslüman ve genel olarak Müslümanlar, daha güçlü çoğunluklu toplumlar, kurban olduklarına bir hafızaya ve geniş bir vizyona sahipler. dair takındıkları tarihi tavırdan kurtulmalı Onların bu güvensizliği, Amerika’nın kendi ve milyonlarca Arabın geçen sene sokakekonomik ve güvenlik çıkarlarına uyduğu lara dökülüp tarihin akışını değiştirerek *(NYT, Tarık Ramazan, Oxford Üniversitesi İslami Çalışmalar Bölümü Profesörü, Waiting for An Arab Spring of Ideas, 30 Eylül 2012) 21 gösterdikleri gibi, güçlü aktörler olduklarını fa da eziyet eden entelektüel sınırlamalarkabul etmeliler. la ilgili derin refleksler üzerinden karşılıklı ‘‘İslam-Batı karşıtlığı’’ şeklindeki köhne- memnuniyeti imkansız hale getirmektedir. Batılılaşmış seküler elitlerin bütün demokrasi ve insan hakları söylemlerinin ardında sıklıkla eski kolonici ajandalar taşınıyor ve çoğunlukla temsil ettiklerini iddia ettikleri kesimlerle aralarında bir uçurum bulunuyor. Öyle olmayanların ise- bazı solcu taban hareketleri gibi- etkileri marjinal düzeyde kalıyor. Bazıları diktatörlerle iş birliği yaptı, kayırmacılığı kabul etti ya da resmi yozlaşmalardan faydalandı. Diğerleri ise (Mısır, Tunus ve Libya’da olduğu gibi) ordunun merkez halkası ile yakın ilişkilerini devam ettirdiler. Din ve siyasetle uyuşan ne varsa karşısında durarak, İslami düşünce ve gelenekten kopuk ve tutarsız bir deLatin Amerika, Asya ve Afrika’daki halk- mokratikleşme vizyonu ortaya koydular. lar gibi Arap halkı da, bugüne kadar onları İslamcılar, on yıllardır diktatörlere mutanımlayan ve var eden dinsel ve kültürel halefet etmek suretiyle bedelini çok ağır geleneklerinden vazgeçmezler ve vazgeç- ödedikleri bir meşruiyete sahipler. Fas, miyorlar. Özgürlük, adalet, eşitlik, otonomi Tunus ve Mısır’da protestolar yoluyla yave çoğulculuk gibi değerler ve uluslararası şanan güç kaymalarına iyi adapte olarak ilişkilerin ve demokrasinin yeni modellerini seçimlerde kazanımlar elde ettiler. Yine burada sürdürmek istiyorsanız bunu İslami de çelişkili beklentilerle karşılaşıyorlar. Bir geleneklerle uyum içinde yapmanız gere- yandan, demokratikleşme süreci, ekonomi kir. İslam, politik yaratıcılık için çok bere- politikaları ve İsrail ile ilişkiler gibi konular ketli bir zemin olabilir ve Batı’nın Oryan- üzerinden yapılan dışsal baskılara göğüs talist düşünürlerinin sıklıkla iddia ettikleri gererken, diğer yandan İslami kimliklerine gibi ilerlemenin önünde bir engel değildir. sadık kalmayı sürdürmek zorundalar. Hiç Arap dünyası ve Müslüman çoğunluklu kimse bu çelişkileri, geçen hafta Başkan toplumların, yalnızca politik bir ayaklan- Obama’nın ifade özgürlüğünü mutlak bir maya değil ayrıca, ekonomik değişikliğe; şekilde savunan BM konuşmasını zorlama ruhsal, dinsel, kültürel ve sanatsal özgür- bir şekilde çürütmeye çalışan, Mısır Cumleşmeye; ve kadının güçlenmesine olanak hurbaşkanı Muhammed Mursi kadar somut sağlayacak kusursuz bir entelektüel dev- bir şekilde yansıtamaz. İfade özgürlüğüne rime de ihtiyaçları var. Bu kolay bir hedef bir sınırlama istemek çözüm değil. Daha fazla yasaya ihtiyacımız yok. İhtiyacımız değil. olan, Müslüman kardeşlerinin duymak isBu toplumlarda, yaşanmakta olan dinsel temediği konular üzerine tartışmalar yapve politik otorite mücadelesidir. Hem Sün- maya istekli, cesur düşünür ve entelektünilerin kendi içinde - gelenekselci, seküla- ellerdir. Bu konular başarısızlıkları, kurbanı rist, reformist, sufi- hem de Sünni ve Şiiler oynama eğilimleri, kendi eylemleriyle ilgili arasında derin bölünmeler var. sorumluluk almalarına duyulan ihtiyaç gibi Bugün varolan Arap anlayışı, İslamcıların sıralanabilir. Yalnızca bu tarz bir liderlik karşısında sekülerleri ezen kısır bir ideolo- dinsel popülizmin gel-gitlerini ve kitlelerin jik yapı tarafından kuşatılarak, her iki tara- duygusallık üzerinden körleştirilen tahrik- DOSYA miş ikilem, çok kutuplu bir ilişkiler çağına kendini terk ediyor. Dünyanın ekonomik ağırlık merkezi doğuya doğru kaymakta. Fakat ne Çin, Hindistan ve Rusya’nın artan önemi ne de Brezilya, Güney Afrika ve Türkiye gibi güçlerin ortaya çıkışı otomatik olarak daha fazla adalet ve daha fazla demokrasi garantisi sunmuyor. Bazı Müslümanlar Amerika’nın gücünün düşüşü karşısında sevinmek için çok aceleci davranıyor. Öyle görünüyor ki, ABD’nin yerini alması muhtemel aktörlerin sosyal ve insani haklar ve uluslararası bağımlılığın yeni formları üzerinde nasıl bir gerilemeye yol açabileceğinin pek farkında değiller. 22 lerini durdurabilecektir. DOSYA Türkiye’nin AKP örneği oldukça ilginç olsa da, Ortadoğu’nun tümü için bir referans olamaz. Türkiye şahsına münhasır bir tarihe sahip, onun karşılaştığı zorluklar Arap dünyasınınkilerle aynı değil. Arap İslamcıları, seçim başarılarını kutluyor olsalar da, kendi tarihlerinin çok daha hassas bir periyoduna pekala giriyor olabilirler. Muhalif güçler olarak, sahip oldukları İslami güvenilirliklerini kaybedebilir ya da terk edilmiş politikalarında büyük değişiklikler ve adaptasyonlar yapmak zorunda kalabilirler. Zafer, yenilginin başlangıcı olabilir. başarının ön koşuludur. Yeni kurulacak okul ve üniversitelerde eğitim politikaları, özgür ve eleştirel düşüncelerle ilgili kaygıları göz önüne alacak şekilde formüle edilmeli, eskimiş müfredatlar revizyona tabi tutulmalı ve kadınların okuyabilmeleri, çalışabilmeleri ve ekonomik olarak bağımsız olabilmeleri mümkün kılınmalı. Arap dünyası, onlarca yıllık rehavetini ve sessizliğini silkinip attı üzerinden. Fakat yine de ayaklanma devrim hüviyetine erişemedi. Arap dünyası, tarihi korkularıyla yüzleşmek, hastalık ve çelişkileriyle mücadele etmek zorunda: bu amaca dönüştürülBu arada, literalist (şekli) İslam yorum- düğünde uyanış gerçek anlamıyla başlamış larıyla Selefi ve Vahhabi gruplar, son beş olacak. yılda daha politize ve görünür duruma geldiler. Onlarca yıldır politik katılımı reddederken- demokrasiyi küfre denk görerekşimdi yavaş yavaş siyasete angaje olmaya başladılar. Bu gruplardan bazıları (Selefi Cihatçılar olarak bilinirler) şiddet yanlısı radikal gruplara dönüşmüş durumdalar. Suudi Arabistan ve Katar-Bahreyn gibi (sözde Amerikan müttefiki) Pers Körfezi petrol monarşisi ülkelerdeki İslami kuruluşlarca desteklenen öteki gruplar ise ana akım siyasetin içine dahil olmuş durumdalar ve bu siyasi alanda duygulara oynayan dinsel ve antidemokratik bir popülizm yapıp Batıyı (özellikle ABD’yi) şeytanlaştırarak demokratik reformlara yönelik mücadelelerin altını oyuyorlar. Bir tehlike daha var ki; Afganistan modeli (1980lerde Suudi Arabistan ve ABD tarafından desteklenen Taliban’ın Rus hakimiyetine karşı yapılan direnişin merkezi gücü olması) kendini tekrarlayabilir. Ortadoğu’da, yolsuzluklarla mücadele, ordunun imtiyazlarını sınırlama, hepsinin ötesinde diğer ülkelerle olan ilişkileri yeniden tanımlama ve Müslüman ülkelerdeki gelir eşitsizliğini düzenlemek gibi doğal sonuçları olacak ekonomik önceliklerle ilgili derin yapısal değişiklikler yapmadan, asla gerçek bir demokrasi inşa edilemez. Dinamik sivil bir toplumun oluşturulması 23 HARİCİYE Mehmet Alaca [email protected] Mezopotamya’nın Kadim Talihsizleri: ‘Süryaniler’ Suriye’de yaklaşık bir buçuk yıldır çatışmalar sürerken sorun sadece Sünni-Şii veya Kürtler ekseninde dillendirilmekte, fakat bölgenin kadim halkı Hıristiyanların durumu hakkında pek bir gündem oluşmamaktadır veya bilinçlice oluşturulmamaktadır. Suriye’de adeta bir Anadolu mozaiği gibi olan dini yapı; Sünni, Nusayri, İsmaili ve Dürzi olarak ayrılan Müslümanların yanı sıra Rum Ortodoks, Ermeni Ortodoks, Gregoryen, Katolik, Rum Katolik, Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Maruni, Keldani, ve Protestan olmak üzere çeşitli Hıristiyan mezheplerini de barındırmaktadır. Laik karakterine ve baskıcı özelliğine rağmen Baas rejimi gayrimüslimler için dolaylı da olsa bir koruma görevi görüyordu. Fakat aynı şeyi Müslümanlar için söylemek pek mümkün değil. Ülkedeki mevcut durum içerisinde yaşayan etnik ve dini azınlıkların geçmişte olduğu gibi, bugün de Suriye’nin geleceğini tayin etmede önemli aktör oldukları kesin. 2011 öncesi düzenlenen barışçıl demokrasi mücadelesi Hıristiyanlar tarafın24 dan, özellikle Dürzi ve Süryaniler tarafından desteklenmiştir. Ancak sürecin silahlı bir isyana dönüşmesi ve beraberinde ortaya çıkan aşırı İslamcı eğilimlerden rahatsız olan bu halklar tarafsız kalmaya çalışmaktadırlar. Onlar için Esad rejimi yeni gelecek yapıya nazaran ehveni şer. Süryaniler için bu depolitizasyonun geri planında “yine mi sürgün edileceğiz” kaygısı yatmaktadır. Zira son yüz yıl içinde anavatanları olan Anadolu topraklarından defalarca sürülmüşlerdir. Kadim halkın anavatanı ve acılar Süryaniler, MS 34’te Hıristiyanlığı seçmiş dünyanın en eski Hıristiyan topluluğu olup Mardin, Midyat, İdil nam-ı diğer Tur Abdin bölgesi onların anavatanı ve aynı zamanda kutsal topraklarıdır. Süryani adının kaynağı hakkında çeşitli iddialar olsa da Yunanlılar’ın bölgeye hakim olan Asurlular’ın ülkesi anlamında bu coğrafyaya verdikleri Surya’dan geldiği bilinmektedir. HARİCİYE “Doğu ve Batı Süryanileri” tabirine birçok eserde rastlamak mümkündür. “Doğu Süryanileri” tabiri ile kökenleri “Urfa (Edessa) Kilisesi”ne dayanan ve Asur soyundan gelen Nasturiler, “Batı Süryanileri” tabiri ile de tarihi “Antakya Kilisesi”ne dayanan ve Arami soyundan gelen Süryaniler kastedilmektedir. Süryani kilisesi Bizans’ın, Doğu’da Süryaniler tarafından kurulan kiliselere kendi görüşlerini empoze etmeye çalışmasından ötürü (MS 451) İstanbul (Constantinople) Kilisesi’yle ilişkilerini kesmiştir. (Süryaniler, Dünü ve Bugünü, Hatice İbiş, Orsam) Süryani Ortodoks (Kadim) Kilisesi’nin patriklik makamı Mardin’de 493’te inşa edilen Deyrul Zafaran’dı. Osmanlının kuruluşundan çok önce, 1160 yılından beri Mardin’de bulunmasına rağmen cumhuriyetin kurulmasıyla beraber 1932’de Şam’a, Süryani Katoliklerinin –Vatikan’a bağlıdırlarpatriklik merkezi ise 1920’lerde Mardin’den Beyrut’a taşınmak zorunda kalmıştır. Dünyada bugün Süryani nüfusu 20 milyon civarındadır. Anadolu’da Ermenilerden sonraki en büyük azınlık topluluk olup yaklaşık 20 bin nüfusa sahiptirler. Bunlar daha çok İstanbul, Mardin, Diyarbakır ve İzmir’de yaşamakta olup, ata topraklarında sadece 5 bin kişi kalmıştır. Suriye’de ise nüfus yaklaşık 235 bin civarındadır. Bunların 170 binini Süryani Ortodokslar, 65 binini ise Süryani Katolikler oluşturur. Süryanilerin Suriye’de özel dini mahkemeleri, evlilik, veraset konularında, bağlı bulundukları kilisenin çatısı altında özel yargı sistemleri vardır ve Türkiye Süryanileri de, Şam’da bulunan “Antakya Süryani Patrikliği”ne bağlıdırlar. Osmanlı döneminde, Mezopotamya ve Anadolu’da kimlikler bir başka kimlik içerisinde yok olmamış, ‘mozaik yapı’ korunmuştur. Gerçi 1800’lerde Bedirxan bey komutasında Nasturi ve Hıristiyanlara Mardin, Cizre ve Hakkari bölgesinde Osmanlının da desteğiyle büyük bir katliam uygulanmış olup yaklaşık 10.000 Hıristiyan Nasturi öldürüldüğünü de unutmamak gerekir. Os25 manlı’nın bir imparatorluk olması hasebiyle bahsettiğimiz ‘heterojen’ yapı tek tipleşmezken Kemalist ulus-devlet homojenliği esas aldığından dolayı tarihimizdeki bütün kültürel/dinsel zenginliği hakkıyla takdir edememiş ve tersine bir asimilasyon politikasına tabi tutmayı tercih etmiştir. Zira Süryaniler mezkur ‘dini/kültürel’ uygulamalardan en fazla nasiplenen halklardan biridir. Birinci Dünya Savaşı ve özellikle 1915 olaylarında onbinlerce Süryani cinayetlere kurban gitmiş ve yerlerinden yurtlarından edilmiştir. Herkes 1915’i Ermeniler üzerinden tartışsa da Hıristiyan kimliklerinden dolayı bölgede mağduriyetin ve suskunluğun birleştiği en mazlum halk Süryanilerdir. Bu süreçte birçok Süryani anavatanlarını bırakıp Ortadoğu ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gitmiş ve kilise merkezleri cumhuriyetin ilk yıllarında doğduğu toprakları terk etmiştir. Pek çok Süryani’nin öldürüldüğü ‘Seyfo’ olarak anılan sürecin derin etkileri günümüzde de devam etmektedir. Bundan dolayıdır ki Süryaniler kendi toplumundan olmayanlara karşı mesafeli ve kaygılıdırlar. 1915 olaylarında sürgüne maruz kalan Süryaniler Lozan’da elde ettikleri hakları da kullanamamış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kürt aşiretlerinin çok ciddi baskılara maruz kalmışlardır. Birçok olumsuz örnek olsa da genel itibariyle Kürt hareketinin gelişimi ve PKK ile beraber Süryaniler daha rahat bir ortama kavuştuğu söylenebilir. Hatta bir dönem örgütün bölgedeki en önemli adamlarından biri Mihail Bayro –bu kişi Hizbullah tarafından öldürülmüştür- isimli Süryanidir. Ayrıca halen BDP milletvekili Erol Dora Süryanidir. Fakat PKK hareketi sonucu boşaltılan köyler ve katledilen köylülerin birçoğunun toprağına korucular tarafından el konulmuştur. Bu sebeplerden ötürü “demokratik açılım” çerçevesinde geri dönüşlerde ciddi sıkıntılar yaşamakta ve geri dönen Süryanilerin topraklarını alabilmek için üç katı para ödemek zorunda kaldıkları ifade edilmektedir. Defalarca yerinden edilen Süryanilerin mağduriyetini en fazla Kürtlerin anlaması beklenirken, aksine pek olumlu bir tablo çizilmemiştir. HARİCİYE Yaşanan bütün acılar yetmezmiş gibi son zamanlarda Mardin’deki Süryani Kilisesi Mor Gabriel’in arazisine el konuldu. Süryanilerin ‘Kabe’si sayılan Mor Gabriel’e bu muamelenin reva görülmesi ne hukuka ne de adalete yaraşır. Bütün dini merkezlere özen göstermesi gereken devletin bir semavi din merkezinin topraklarına el koyması anlaşılır bir tavır değildir. Uzun süre boyunca camilere yapılan baskılardan farkı nedir bu durumun? Kanımca hiç. Yoksa bu kısır döngü hep böyle mi devam edecek? Herkes birbirinin kutsalına dil uzatıp onu gasp etmeye mi çalışacak? Bu davranışla yıllardır eleştirilegelen ‘Kemalist ulusalcılık’tan ayrılabilineceğine mi inanılıyor? Zaten kendi anavatanlarında her türlü baskıya maruz kalmış az sayıdaki Süryaniyi de mi göçe zorluyoruz? önüne alındığında Süryanileri tekrar neyin beklediğini kestirmek hiç de güç değil. Bölgede defalarca yaşananların Arap Baharı ile birlikte Suriye’de tekrarlanması Süryaniler için korkunç bir sonun başlangıcı olacaktır. Baas rejiminin de Süryanilere yönelik tehdit ve baskılarını sürekli arttırdığı ve Suriye’de toplumsal yapının ciddi tahrifata uğradığı bu dönemde binlerce Yeri geldiğinde ‘dinlerarası diyalog’, ‘kül- Süryani’nin ülkeden kaçmak zorunda kaltür mozaiği’ gibi kulağa hoş gelen cümleler dığı gözlemlenmektedir. söylemekten imtina etmezken bir halkın Rejimle sorunlar yaşanmasına karşın, neden anavatanlarından edildiği sorgulan- Baas sonrası döneme ilişkin de ciddi kaygı mamakta ve geri gelip gelmemeleri kimse- ve endişelerin olduğunu da belirtmek genin umurunda olmamaktadır. Bugünlerde rekir. Süryaniler Suriye’de Baas rejiminin sürüldükleri yerden bir daha sürülmeye ra- dışında aşırı İslamcı grupların eylemlerine mak kalmışken… maruz kalarak zarar görmektedir. Mesela Humus yakınlarında yaşayan Hıristiyan bölgesi bazı grupların hedefi haline gelYine mi bir sürgün? miş, bölge sakinleri keskin nişancılar taraSuriye’deki mevcut durumda aşırı İslami fından öldürülmüştür. Gelecekte El Kaide, gurupların gösteri ve eylemlerinin odağın- Selefiler, Müslüman Kardeşler gibi yapıda kalan Hıristiyanların en büyük endişe- ların hakimiyeti Süryanilerin sonu olarak si Esad sonrası dönemde söz konusu aşırı değerlendirilmektedir. Savaşan iki yapı İslami unsurların yönetimde ağırlık elde arasında kalan Süryaniler için durum tam etmesidir. Zira Ortadoğu’da ve Suriye’de bir çıkmaz. Hıristiyanlara yönelik baskı politikalarının Uzun lafın kısası, savaştan kaçan Ermeartarak devam etmesi Süryani-Asuri-Aranilerin sığınacak bir ülkeleri varken Süryami-Keldani halklarının imha politikaların niler nereye gidecek? Kendi anavatanlahedefi haline getirdiği demografik anrından defalarca sürülen bu halk dünyanın lamda ciddi değişiklikler yaşanmaktadır. çeşitli ülkelerine dağılarak farkında olmaBilakis Birinci ve İkinci Körfez Savaşı’nda dan kültürel bir “jenosid”e maruz kalacakayrıca Lübnan iç savaşında pek çok Sürlar ve zamanla yok olup gidecekler. Peki yani’nin ABD, Avustralya ve Avrupa ülkeSüryaniler bunu hak edecek ne yaptı? lerine göç etmek zorunda kaldıkları da göz 26 GÖZLEM Gökalp Erdoğan [email protected] Çalış ve Gez, Namı Diğer Work and Travel “Seyahatimiz biraz zorlu olacak gibi görünüyordu, çünkü İstanbul’dan Roma’ya, oradan New York uçağına, NY’tan da Houston uçağına binmemiz gerekiyordu. Uzun uçak yolculuğu sanılanın aksine eğlenceliydi ve toplamda aktarma yerlerinde beklememiz dâhil yirmi saatten fazla yolculuk yapmış, sonunda Houston’a inmiştik.” Hikâye, Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencisinin İngilizcesini geliştirmek ve iş hayatına atıldığında bunun çok büyük bir avantaj olduğunu ailesine aylarca anlatıp izin almayı başararak daha ikinci sınıfta Amerika’ya gitmek için bir yıl önceden hazırlıklara başlamasıyla başlar… bul’da olan Amerikalı sponsorlarla yaptığımız ilk iş görüşmesinde, önerdikleri işlerin New York, Los Angles veya Las Vegas’ da olmadığını öğrendik. Kimisi Ohio’dan kimisi Utah’dan bahsediyordu, ama bizim filmlerde izlediğimiz yerler oralar değildi ki! Aradan geçen birkaç ay sonra başka iş görüşmelerinde, benzer yerlerde ve benzer işlerde çalışmamız öneriliyor, biz de tabii ki kabul etmiyorduk. Ne de olsa New York ‘a gitmeliydik… 2009’un Eylül’ünde kayıt olduğumuz work and travel programı için önümüzde daha iki dönem varken, ben ve iki arkadaşım bunun heyecanını yaşıyor, aylar geçtikçe kayıt olduğumuz yurt dışı eğitim şirBu arada bir arkadaşımız bazı özel neketinden Amerika’daki sponsorlarla olan iş denlerden dolayı gelmekten vazgeçiyor görüşmeleri için haber bekliyorduk. Meraklı ve iki kişi kalıyorduk. Aylar geçiyor fakat bekleyişlerimiz sonrasında o dönem İstan- süreç istediğimiz gibi gelişmiyordu. Nisan ayına geldiğimizde şirket bize son bir iş önerisi olarak deniz kıyafetleri satan mağazada müşterilere yardımcı olmamızı ve verilen diğer işleri de yapmamızı önerdiğinde beklediğimize değdiğini düşünerek sevinmiştik. Ama asıl sorun gideceğimiz eyalet olmuştu. O günden itibaren Texas eyaletindeki Galveston Adası hayatımızın en güzel ve bir o kadar da en zor günlerini geçireceğimiz yeri haline gelmişti. 27 deneye deneye Galveston’ı onlar gibi telaffuz etmeyi başardıysak da oraya giden aracı bir türlü bulamamış ve danışmadan da tatmin edici bir cevap alamamıştık. O sırada İstanbul’daki şirkette tanıştığımız diğer iki arkadaşla karşılaşmamız bizi fazSonun da o gün gelmişti. Daha gün lasıyla mutlu etmişti. Hep beraber sıkı bir ağarmadan havaalanına gitmiş, check-in pazarlıktan sonra ikna ettiğimiz taksiciyle işlemlerinden sonra uçağımıza biniyorduk, nihayet Galveston yolunu tutabilmiştik. ne de olsa artık havadaydık. Seyahatimiz Ortalama iki saat süren Houston–Galveston yolculuğu Hollywood filmlerinin devasa otomobilleri ve geniş yolları eşliğinde eğlenceli bir seyahate dönüşmüştü. Bizi Galveston’a getiren klimalı aracımızdan indiğimizde karşılaştığımız o müthiş sıcak hava sonrası etrafta bir tek “Welcome to the hell” yazısının eksik olduğunu görebiliyorduk. GÖZLEM Bir yandan üniversitedeki notlarımızı yüksek tutmaya çalışıp bir yandan da Amerika’ya gidişin hazırlıklarını yapmaya başladığımızda Texas’ta geçireceğimiz üç ayda ne yiyip içeceğimizden tutun da aklımıza bir sürü soru işareti geliyordu. Aparta girdiğimizde ise bizi diğer work and travel ekibinden beş kişilik Türk öğrenci karşılamış, yanlarında getirdikleri yiyecekleri ikram etmeleri de Galveston’daki ilk günümüz için fazlasıyla yeterli olmuştu… Ertesi gün ise burada gelir gelmez yapılması gereken şeyleri bize anlattılar. Önce çalışmak için gereken sosyal güvenlik numaramızı aldık, sonra bisiklet almamız gerektiği söylendi ve Walmart’ dan sadece 100 dolara bisikletlerimizi alarak Meksika Körfezi manzarasıyla bisiklet sürmenin keyfini doyasıya yaşadık. Bir sonraki gün de işe yerleştirilmiştik. İlk iki hafta mağazanın depo kısmında görev alarak mağazada satılan kıyafet, hediyelik eşya ve diğer biraz zorlu olacak gibi görünüyordu, çün- malzemelerin fiyat etiketlemesini ve depokü İstanbul’dan Roma’ya, oradan New York nun düzenlemesini yaptık. uçağına, NY’tan da Houston uçağına binDaha sonra mağaza yöneticisi İngilizmemiz gerekiyordu. Uzun uçak yolculuğu cemizi geliştirme amacıyla mağazanın ön sanılanın aksine eğlenceliydi ve toplamda tarafında görev yapma teklimizi kabul ediaktarma yerlerinde beklememiz dâhil yirmi yor, biz de artık müşterilerle direk iletişime saatten fazla yolculuk yapmış, sonunda geçiyor ve isteklerine cevap vermeye çalıHouston’a inmiştik. Geceyi Houston Ge- şıyorduk. Bu sayede hem İngilizcemiz george Bush havaalanın da geçirdik. Sabah lişiyor hem de kendimize olan güvenimiz uyandığımız da ilk iş olarak Galveston’a artıyordu. gidecek servisleri araştırmaya başlamıştık. Bu sırada yaşadığımız izbe aparttan ayHavaalanının çıkışına gelen her servis ararılarak beş arkadaşımızla biraz otel biraz da cına “Galveston’ a gider mi?” diye sorarak apart konseptinde yeni bir odaya geçtik. 28 GÖZLEM Birlikte kaldığım arkadaşların ve yan odadakilerin 3’ü de Türk’tü. Daha sonra kaldığımız yeri beğenen diğer arkadaşlar da üst katımızdan bir oda tuttular. Anlayacağınız Texas/Galveston’da bile mini bir Türk apartmanı oluşturmuştuk. Oldukça uygun bir fiyata aylık kişi başı 200 dolara konaklıyor, bununla birlikte kaldığımız yerin havuzları, tenis kortu ve spor salonunu da kullanarak hayatımın en uzun soluklu yaz tatilini de yapmış oluyordum. Gün geçmiyordu ki yeni olaylarla karşılaşmayalım, aslında çabuk unutan biri olarak hafızama kazınan birkaç olaydan da bahsetmek isterim. Bir gün arkadaşlarla araba kiralamaya karar vermiş, bisikletlerimize atlayıp bir araba kiralama şirketine gitmiştik. Şirket çalışanı ile yaptığımız pazarlık sonucu Buick marka en lüks arabayı bir günlük fiyatına bir buçuk gün kiralamayı başarmış ve getirdiğimiz bisikletleri de bagaja atıp kaldığımız yere dönmüştük. Nerelere gideceğimizin planını yaparak gece 12 gibi yola koyulduk. İlk hedefimiz Texas’ın en gelişmiş şehri Houston’a gitmekti. 2 saatten biraz fazla süren Houston 29 yolculuğumuzda arabayı ben kullanıyordum. Houston caddelerine girdiğimizde hiç de beklediğimiz canlılık görünmüyor, geçtiğimiz caddelerde ne insan ne de araba görünüyordu. Bomboş caddede ilerlerken arabanın dikiz aynasından baktığımda arkamda bir polis aracı olduğunu fark ettim. Biraz daha ilerledikten sonra polis aracı tepe lambalarını yakmıştı ve aslında bu durumda durmam gerekiyordu. Ben de “bize değildir canım” diyerek biraz daha ilerlerken siren seslerinin yükselmesi ile aracı durdurduğumda polis aracı da hemen arkamızda tepe lambasını yakmış, üzerimize doğan güneşin ışığıyla bir yandan aydınlanma yaşarken yandan da bir türlü gelmeyen polisi beklemek de heyecanımız tavan yapmıştı. Üç dört dakika sonra aracından inen bayan polis memuru silahını tutarak cama yaklaştı ve belgeler ile arabanın anahtarını istedi. Ardından arabadan inmemi istedi ve indiğimde de beni arabanın arkasına doğru götürerek üstümü aradıktan sonra ellerimi kelepçeledi. Olayın şokunu üzerimden atamadan, beni bir de polis aracına bindirdi ve ehliyetimi incelemeye başladı. GÖZLEM Polis aracındaki bilgisayara ehliyet üzerindeki bilgileri girdiyse de hiçbir şey bulamadı. Polisle bir süre Türk ehliyetinin Amerika’da geçerli olup olmadığını tartıştıktan sonra onu, ehliyeti Amerika’da da kullanabileceğime arkadaşlarımın da yardımı ile ikna ettim. Durdurulmamızın sebebi ise aracın plakasının eski olmasıymış. Ardından polis dikkatli olmamızı söyleyerek yola devam etmemize izin verdi. Biz de Texas’ın başkenti Austin’e doğru yola çıktık. Sabah olduğunda Austin’e yaklaşmıştık, bir yandan muhabbet ediyorduk, diğer yandan radyoda ki jazz esintileriyle havaya girmiştik, o anları hatırladığımda ne kadar da keyifli olduğumuzdu aklıma gelen ilk şey. Arabayı marketin önüne park edip bir şeyler almaya girdiğimizde, arka tarafta uyuklayan arkadaşlar bile fark etmeden park cezasını yemiştik. Austin’i iyice gezip alışveriş yaptıktan sonra gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar yola çıktık, Galveston’a dönme vakti gelmişti, sabah işe gitmemiz gerekiyordu… Galveston’da kaldığımız otelde arkadaşlarımızın bisikletleri kayboluyor ve ihtiyacı olanlar yenisini alıyordu. Bir gün işten geldikten sonra havuz başındaki arkadaşları görünce, ben de bisikletimi kenara park ettim ve birkaç saat onlarla vakit geçirdikten sonra odama çıkıp uyudum. Sabah kalktığımda her zaman koyduğum balkonda bisikletim yoktu. Önceki gün havuz kenarına koyduğumu hatırladım ve gidip baktığımda bisiklet ortada yoktu, otel görevlilerine sorduğumda onlar da bilmediklerini söylediler ve ben de polise haber verdim. 15 dakika sonra polis kapıyı çaldı ve gayet kibar bir şekilde bisikletimi tarif etmemi istedi, ben de tarif ettim ve arkadaşlarımın da bisikletleri çalındığını söyledim. Ardından polisle birlikte aşağıya indiğimizde otelin deposunda ki bisikletimi gösterdi, dahası arkadaşların çalındığını düşündüğümüz bisikletleri de oradaydı. Neden bisikletleri buraya koyduklarını sorduğumuzda, otel kampüsüne bisiklet park etmek yasak cevabını aldık. Polise teşekkür ettik ve bir ça30 yımızı için dedik ama orada öyle bir sistem yoktu tabiî ki. Bu gençler orada ne yiyip ne içiyor diye merak ediyorsanız ondan da bahsedeyim hemen. Yan odada ki arkadaşımın kullanmadığı bir kahvaltı kartı vardı ve bunu sen al istersen ben kullanmıyorum dedi. Böylelikle sabah işe gittiğim saatlerde daha erken kalkıp kahvaltı yapıyordum. Menü de şunlar var; mısır gevreği, yumurta, süt, kahve, ekmek ve muz. Normalde Türkiye’de yemediğim halde bunlarla karnımı doyurmaya çalışıyordum. Eğer bunu yemezsem McDonald’s da kahvaltı ediyordum, ki o daha berbattı. Bununla beraber genelde akşam yemeklerimizi yediğimiz bir restoran vardı, aynı zamanda bazı arkadaşlarım da bu restoranda çalışıyordu. Galveston’un en sevdiğim yeri bu restorandı. 8 dolar verip sınırsız yiyip içebiliyorduk. Burada çeşit çoktu, sebze yemekleri (tabiî ki Türkiye de ki tadı beklemeyin), et yemekleri, salatalar, meyveler, dondurma çeşitleri, pastalar ve sınırsız içecek bu fiyata dahil.(Belli ki orada bizim gibi insanlar yaşamıyordu) Bazen öğle ve akşam yemeklerini birleştirip saatlerce orada kalabiliyorduk, sadece yemek için değil, her defasında en az beş-altı arkadaş gittiğimiz için muhabbeti de çok keyifliydi. Bunun dışında Walmart’a alışverişe de hep beraber gidip kişi sayısına göre ihtiyaçlarımızı alıyorduk. Odamızdaki ocak bozulduğu için genelde hazır yiyecekler alıp yiyorduk. Listede şunlar oluyordu genelde; tanesi 70 sent’ den ortalama 15 kutu ton balığı, cips, 24 lü cola (5-6 dolar), muz, domates, yan odada pişirirsek diye patates (hiç pişirmedik), 6-7 poşet ekmek ve bir sürü ıvır zıvır. Zaman hızla geçiyordu ve arkadaşlar bir bir ayrılıyordu. Biz de internetten 350 dolara bir tur paketi satın aldık. Work & Travel programının en çok sevilen Travel kısmına az kalmıştı. Yola çıkma zamanı gelmişti, orada bize çok yardımcı olan ve UTMB’de öğretim görevlisi olan bir hocamız bizi hava alanına götürmek için otele geldi ve bir süre sonra arkadaşlara veda edip çıktık. GÖZLEM New York uçağı ve 4 saatlik sarsıntılı bir ğendiğim yerlerden biri olan Niagara Şeuçuş… lalesine varmıştık. Müthiş bir ışıklandırma New York, Washington D.C, Philadelp- ve çevresinde ki oteller ile cazibe merkezi hia, Boston ve Niagara Şelalesini kapsa- haline getirilmiş büyük şelale oldukça etyan altı günlük turumuz, tur rehberinin kileyiciydi. O gün 11 Eylül saldırılarının yıl bizi havaalanından almasıyla başladı. dönümü olmasına rağmen Blues festivali Rehber önce arabayla bizi tur otobüsü- vardı, biz de festivale katıldık ve müziğin nün olduğu yere götürdü, ardından diğer tadını çıkardık. Ertesi sabah tekrar Niagayolcularla birlikte New Jersey’de kalacağı- ra Şelalesine gittik, 20-30 kişilik gruplar mız otele götürüldük. O gün biraz dinlen- halinde tekneyle açıldık, suyun yukardan dikten sonra aksam, Manhattan gezisine aktığı yere gittik ve biraz ıslanıp geri dönçıktık. Ertesi gün, Tekne turuna katıldık dük, bu da keyifliydi. Daha sonra rotamız ve Özgürlük Anıtı’ nın olduğu yere de git- Boston’dı. Yolda ilerlerken aklımıza takılan tik. Daha sonra, Empire State binasının en tek konu, devam eden Türkiye - Amerika üst katına çıkıp diğer gökdelenlere bile basketbol maçının skoruydu. Otobüs mola tepeden baktık, manzara etkileyiciydi. Ar- verdiğinde girdiğimiz yerdeki televizyondından Rockefeller Center, Madame Tus- da da maçı izliyorlardı, biz de yemeden içsauds müzesini gezip tekrar bir New York meden maçı izledik, kalkma vakti gelmişti, turu yaptıktan sonra otelimize döndük. tekrar yola koyulduk. Boston’a geldiğimizErtesi sabah erken uyandık ve otobüse de ilk durağımız Harvard Üniversitesi’ydi. bindik, yolculuk Philadelphia’ya idi. Yemyeşil ormanın arasından geçen yolda ilerlerken bir yandan da arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Philadelphia’ya vardığımızda durağımız Independence Hall oldu. Philadelphia’da fazla dolaşmadık ama yeşil doğası ve güzel havası harikaydı. Otobüse bindiğimizde rotamız ABD’nin başkenti Washinton D.C’ydi. Burada, Lincoln ve Jefferson anıtını ziyaret ettik. Ardından, en dikkat çekici yerlerden birisi olan Doğal Tarih müzesine gittik. Başta dev dinozor iskeletleri olmak üzere pek çok canlının kalıntıları etkileyiciydi. Beyaz Saray’ı görmeden D.C gezisi olmazdı tabi, başkan Obama’ya da uzaktan el salladık ve Washington gezimiz sona erdi. Ertesi gün, güzel bir uykudan sonra otobüsümüze bindik ve Hersheys Chocolate World’e geldik. Burası binlerce çeşit çikolatanın olduğu, çikolata yapımı ve hikayesinin anlatıldığı “tatlı” bir yerdi. Buradan biraz çikolata aldıktan sonra Corning Museum of Glass’a gittik, çok ilgimi çeken bir yer değildi, camın nasıl yapıldığını gösteriyordu, Türkiye’de de görebilirdik. Akşam saatlerinde Amerika’da en çok be31 Altı günlük turumuz sona ermişti, televizyon da seyrettiğimiz pek çok yeri hızlandırılmış bir şekilde gördüğümüz oldukça eğlenceli bir yolculuk olmuştu bizim için. Otobüsle New York’a doğru tekrar yola çıktık. New York’a geldiğimiz de herkes bir bir dağılıyordu artık. Bizim uçağımız da bir gün sonra kalkacaktı, bir gece daha New York’ ta kaldık, son alışverişlerimizi yaptık, banka hesabımızı kapattık ve artık Türkiye’ye dönüş vakti gelmişti. Apronda dünyanın en büyük yolcu uçağı Airbus A380 bizi bekliyordu. Aktarma yeri olan Paris’e doğru havalanırken çoktan uyumuştum… Paylaşmayı, sorumluluk almayı ve özgüveni geliştiren bu üç ay benim için müthiş bir tecrübe olmuştu. İngilizce seviyemi gerçekten de geliştirmiştim ve bu derslerime de yansıdı. Farklı kültürden pek çok insanla tanıştığım bu seyahat unutulmaz anılarıyla hayatımın şekillenmesine etki etti. Bence imkanı olan tüm öğrenciler Work and Travel programını yapılacaklar listesine eklemeli. SÜREÇ KİTAP GÜNDELİK HAYATIN ELEŞTİRİSİ 1 AZİZLER VE ALİMLER HENRI LEFEBVRE TERRY EAGLETON “Aşina olunan bilinmez,” diyor Hegel. 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Henri Lefebvre, ‘politik dramın’ gündelik temelinin unutulduğu, felsefecilerin hakikati başka yerde aradığı, edebiyatçıların mucize ve macera peşinde koştuğu bir dönemde aşina olunana bakıyor: “Asıl değişim nerede olup biter?Gündelik hayatın esrarsız derinliklerinde!” İktidar ilişkilerinin, meta fetişizminin ve yabancılaşmanın her gün yeniden üretildiği, buna rağmen değişimin ve devrimlerin gerçek temeli olmaya devam eden gündelik hayatın eleştirisine odaklanıyor. Marksist eleştirinin temelinde yer alan yabancılaşma teorisinden yola çıkan Lefebvre, onu modern hayattaki tüm yönleriyle ortaya koyuyor: “Tek yapmamız gereken şey, gözlerimizi açmak, gündelik hayatın en mütevazı olgularının engin insani içeriğini basitçe keşfetmektir.” 32 Orijinal adı Saints and Scholars olan roman 1916’da, İrlanda’nın batı kıyısında bir kulübede, sıradışı kaçakları bir araya getiriyor. Okuması zevkli, mizahi boyutu kuvvetli bir fikir romanı ile karşı karşıyayız. Terry Eagleton’ın yazdığı tek roman olan “Azizler ve Âlimler”, anekdotlar, idealler, kavramlar, kültürler ve St. Petersburg, Viyana ve Dublin gibi çalkantılı şehirler arasında gezinen keyifli yolculuk. Ludwig Wittgenstein, İngiliz dar görüşlülüğünden yorgun, felsefeden ise tamamen bitap düşmüş bir halde Cambridge’den kaçıyor. Yol arkadaşı Mihail Bahtin, Rus devrimci hiziplerinin tartışmalarından gına getirip, kendini oburluğa adıyor. Onlar yüksek meseleler hakkında komik gevezelikler ederlerken, kulübeleri İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun lideri James Connolly ile Joyce’un “Ulysess” romanından kaçıp gelen Leopold Bloom tarafından basılıyor. Aralarında, devrimden felsefeye, hayattan boş vermişliğe, itişli kakışlı, bol küfürlü ve ortalığa harika fikirlerin saçıldığı bir muhabbet başlıyor. SÜREÇ KİTAP YEDİNCİ GÜN - İHSAN OKTAY ANAR “Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.” Kitabının son cümlesi de bu cümle idi. İşte böyle bitiyor Yedinci Gün… Anar kitabını “Als İkh Kan” diye imzalıyor. Yani “Elimden gelenin en iyisi.” Yazar, alçakgönüllülüğüyle okuru bir kere daha dokunuyor. Roman, Baba, Oğul ve Hayalet başlıklı üç bölümden oluşuyor. Küçük öykülerle dallanıp, budaklanıyor. Olaylar, yirminci yüzyılın ilk yıllarında, Osmanlı’nın başkenti Dersaadet’te geçiyor. İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle okurlarını bir kez daha şaşırtıyor. Çizgilerde değil kürelerde gezdiriyor, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk ettiriyor. Alışık olmadığımız bu dünyanın kapısından girdiğimizde âşinalık hissediyor, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken buluveriyoruz. KARAFATMANIN SARAYI - DANIEL KOPLOWITZ Daniel Koplowitz, 1975’te esrar kaçakçılığı suçundan Suriye sınırında tutuklandı. Antakya, Sağmalcılar, Burhaniye ve Buca gibi Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinde 12 yıl hapis yattı ve yaşadıklarını Karafatmanın Sarayı’nda kaleme aldı. Karafatmanın Sarayı’nda Koplowitz, 1970’li ve 80’li yılların hapishane ortamını, tarafsız bir gözle, yargılamadan sunuyor: Cezaevlerindeki isyanlar, kabadayılar, devrimciler, turist ve sübyan koğuşları, Yılmaz Güney, Filistinliler, Bülent Ersoy, 12 Eylül, askerler, karafatmalar... TÜRK MODERNLEŞMESİNİN CİNSİYETİ - SERPİL SANCAR Serpil Sancar’ın, İletişim’den çıkan 2012 basımlı “Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti” feminist bir tarih okuması niteliği taşıyor. Sancar, “Erkeklik: İmkansız İktidar”, “İdeolojinin Serüveni - Yanlış Bilinç Ve Hegemonyadan Söyleme” ve “Birkaç Arpa Boyu” gibi kitaplarının ardından toplumsal cinsiyet alanına bu çalışmasıyla önemli bir katkı sağlıyor. Kapakta gördüğümüz alt başlık okura içerik hakkında manidar bir ipucu veriyor: Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar. Yazar, tarihsel olarak kadınların dışlandığı, cinsiyetçi politikaların belirginleştiği ve cinsel ahlakın sınırlarının çizildiği bir tarih anlatıyor. Muhafazakâr modernleşmenin paranoyalarını ve orta sınıf Türk ailesinin nasıl inşa edildiğini tartışıyor. Beklentiler ve hayal kırıklıkları, şikâyet ve serzenişleri resmediyor. Cumhuriyet’in inşasında kadınlar nasıl bir rol aldılar? Neleri tartıştılar? Nasıl tartışıldılar? Ulus-devlet sürecinde, kanonik anlatılarda kadının işlevi neydi? Kadınlar milli davalara nasıl dahil oldular? Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, Türkiye feminizmi ve kadın çalışmalarıyla ilgili en kapsamlı çalışmalardan birisi. 33 SÜREÇ KİTAP DORIAN GRAY’İN PORTRESİ PRAG MEZARLIĞI OSCAR WILDE UMBERTO ECO Romanın kahramanı Dorian Gray çok yakışıklı bir genç. Dorian’ın hayranı olan ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden etkilenerek, resmini yapıyor. Bu resim ile yeni bir akım oluşturduğuna inanıyor. Dorian, Basil’in arkadaşı Lord Henry Wotton ile tanışıyor ve onun dünya görüşünden etkilenmeye başlıyor. Lord Henry’ye göre hayatta en önemli değerler: Zevk, güzellik ve Hazcılık. Dorian bunun üstüne güzelliğini bir gün yitireceğini fark eder ve ağlayarak onun yerine Basil’in çizdiği resminin yaşlanmasını ne kadar çok istediğini dile getirir. Dorian’ın bu dileği gerçekleşir. Portresi işlediği her günahın izini taşımak üzere işaretlenir ve bu günahların her biri portresinde kusur veya yaşlanma belirtisi olarak yer alır. Dorian sansasyonlarla dolu bir hayat yaşar ama bir türlü yaşlanmaz. Kitapta ayrıca eşcinsel öğelere yer verilmiştir ve bu konuda büyük eleştiriler almıştır ancak döneme bakıldığında bu konuda bir devrim yapıldığını söylemek zor olmaz çünkü bu konuda yalın bir dil kullanılmıştır. Wilde’ın klasik olarak sayılan tek romanıdır. Romanın aynı zamanda Lord Henry ile ressam Basil Hallward arasında geçen diyaloglarla okura toplum, vicdan, yargı, ahlak gibi kavramları sorgulatması açısından ufuk açıcı bir niteliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. 34 ‘’Bizim gibi okumuş yazmış insanların kendilerini evrenin düzeninde gerekli bir unsur olarak görmesi, cahillerin batıl inançlarına eşit. Dünya düşüncelerle değiştirilemiyormuş. Az düşünce üreten kişiler daha az hataya maruz kalıyorlar, onlar herkesin yaptığını izliyorlar, kimseyi rahatsız etmiyorlar, başarıyorlar, zenginleşiyorlar, iyi pozisyonlara ulaşıyorlar, milletvekilleri, şöhretli edipler, akademisyenler, gazeteciler oluyorlar, ödüllere, nişanlara boğuluyorlar. İşlerini böyle iyi yürütene aptal denir mi? Aptal benim, yel değirmenleriyle savaşmaya kalkan ben.” 19. yüzyıl Avrupasındayız. Tarihsel bir anlatım seçiyor Eco, Gülün Adı’nda olduğu gibi ve Gülün Adı’nın ardından 30 sonra yazdığı ilk roman. Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler; patlamalar; isyanlar; takma sakallar; sahte noterler; düzmece vasiyetler; satanist örgütler; kara ayinler; cinsellikle pek fazla ilgilenmeyen, hastalarının rüyalarına burnunu sokmamaya kararlı bir Doktor Froïde Torino, Palermo, Paris şehirlerinde dolaşan histerik bir satanist; iki kez ölen bir rahip; masonlara karşı entrikalar kuran Cizvitler; rahipleri kendi bağırsaklarıyla boğan masonlar; çarpık bacaklı raşitik bir Garibaldi; bir sahte belgenin Siyon Bilgelerinin Protokollerine dönüşmesi... Umberto Eco, 2010 yılında İtalya’da yayımlanır yayımlanmaz çoksatarlar arasına giren romanı Prag Mezarlığı’nda, çok renkli ve çok katmanlı bir dünya sunuyor bize. Hitler’in Yahudi soykırımının gerekçesini oluşturduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokolleri’nin ortaya çıkışını ele alıyor. A4-SİNEMA Mehmet Akif Öncül [email protected] İzlediğim filmlerinden anladığım kadarıyla Amerikalı yönetmen ve senarist Terrence Malick, oluşturduğu sinema üslubunda ağırlıklı olarak kendi içsesinden esinlenen ve bunu yaşadığımız dünya aracılığıyla anlatarak bize sunmaya çalışan nev-i şahsına münhasır bir isim. Malick’in filmleri kimi zaman anlaşılması zor kimi zaman da ayan beyan ortada. Bunlardan 1998 yapımı The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat) filmiyle dikkatleri ve düşünceleri insanlığın en acı gerçeği savaşlara çekiyordu. Ana teması savaş 35 Terrence Malick ve Hayat Ağacı olan filmi izlerken, aykırı asker Er Witt’in gözünden savaş karşıtı bir film izlediğimizi fark ediyorduk. Askerlerin de bizler gibi ümitleri, korkuları, yaşam sevinçleri ve hayal kırıklıkları olduğunu fark ediyor ve kendi kimlikleri ile asker kimlikleri arasında yaşadıkları çatışmalara şahit oluyorduk. Sadece bu filmiyle bile Malick, sıradışı bir sinema anlayışına sahip olduğunu düşündürüyor, kullandığı mesaj ve konularla pek çok sanatçının marazi kaygılarına veya amaçlarına oranla daha gerçekçi bir biçim sunuyordu. The Tree of Life (Hayat Ağacı) filmi ise güzel bir fragman ve altında Malick imzası ile 2011 yılının ilgiyle beklenen filmlerindendi. Brad Pitt ve Sean Penn gibi iki ünlü oyuncuyu kadrosunda barındırsa da filmin büyük kitlelere hitap etmeyi amaçlayan bir film olmadığı ve herkes tarafından anlaşılıp sevilmeyeceği de aşikârdı. Malick, bizi dünyanın kuruluşuna- yaratılışına götürüyordu. O uzun ve çoğumuza göre “sıkıcı” olan açılış sahnesinde gaz bulutları, lavlar, okyanuslar ve şekil almaya çalışan bir dünya geçiyordu gözlerimizin önünden. Hayat ağacının kökleri oluşuyordu belki de yönetmenin diliyle. Daha sonra filmin ana konusu olan O’Brien ailesiyle tanışıyoruz. Tipik bir orta sınıf A4-SİNEMA Amerikan ailesi, güzel bir muhitte yaşayan ve evlatlarını da güzel yetiştirmek isteyen dindar bir aile acı bir haberle yıkılıyor filmin başında. Üç erkek çocuklarından ortanca evlatlarını bilmediğimiz bir sebepten kaybettiklerinde hayatlarının eskisi gibi olamayacağını anlamak çok zor olmuyor. Vicdan muhasebeleri, iyi ve kötü anılar, oğulları için yapabildikleri ve yapamadıkları belki de bir film şeridi gibi geçiyor gözlerinin önünden o kederli hallerinde O’Brien’ların. Bay O’Brien’ın katılık ve disiplini karşısında anneleri Bayan O’Brien’ın şefkati ve merhameti arasında kalan çocukluk yıllarına dönüyoruz büyük kardeş Jack’in. Kariyer basamaklarını tırmanmış lüks bir hayata erişmiş olan Jack çocukluk yıllarına babası ve yıllar önce ölen abisi ile birlikte çocukluk anılarına götürür bizi. Babasının mesafeli tutumu karşısında ondan uzaklaşan çocuklarının masumiyetleri ve zaman zaman haylazlıkları, çocukça suçları nedeniyle yaşadıkları ilk vicdan azapları ve iyi ya da kötü seçimler yaparken yaşadıkları çatışmala36 rı abartısız ve çok ustaca yansıtılmış. Hayatın çetin, acımasız ve mücadeleci yüzünü babaları, kimi zaman fütursuz, eğlenceli ve şefkatli yüzünü ise anneleri temsil ederken çocuk yetiştirmede bu iki tutumun da ortasında bir yol izleme önerisinde bulunuyor sanki. Pek çok sinemacının başvurduğu simgesel anlatıma yazımda değinmediğim ve kendi üslubuyla şaşılacak öğelerle de destek veren Terrence Malick sineması, bazen yüksek bir tepeden bir vadiyi, sahilden denizi, çimenlere uzanıp gökyüzünü seyreder gibi sabırla seyredilmeyi ve izleyenler tarafından anlamlandırılmayı ya da cevap vermekten çok sorular sormanızı bekliyor. Bu eser, Sosyal Üretim ve Eğitim Çalışmaları Derneği bünyesinde hazırlanmıştır. © Copyright Bu eserin tüm yayın hakları saklıdır. Yayıncının yazılı izni olmadan eserin herhangi bir bölümü, metni ve fotoğrafları yeniden basılamaz, elektronik, mekanik ve fotokopi yöntemleri ile yeniden çoğaltılıp dağıtılamaz. SÜREÇ Sinanpaşa Mah. Şehit Asım Cad. No:2 Koç Han Kat:4 Beşiktaş - İstanbul Tel: 0212 259 2045 37 KAPAK 38 Sinanpaşa Mah. Şehit Asım Cad. No:2 Koç Han Kat:4 Beşiktaş - İstanbul Tel: 0212 259 2045