21. YÜZYILDA ABD`NİN SİSTEMDEKİ KONUMU

Transkript

21. YÜZYILDA ABD`NİN SİSTEMDEKİ KONUMU
21. YÜZYILDA ABD’NİN SİSTEMDEKİ KONUMU VE KÜRESEL
GÜVENLİKTEKİ ROLÜ
Nejat DOĞAN
Giriş1
Amerikan dış politikası ile güvenlik ve savunma stratejileri Uluslararası İlişkiler disiplinin çeşitli
teorileri etrafında incelenmektedir. Bu teorilerden biri de hegemonik istikrar teorisidir. Bu teori
çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) sistemde başat (birincil) güç olup olmadığı
konusu işlenegelmiş ve Amerikan gücünün unsurları tartışılmıştır.
Ticari ve ekonomik konumu yanında bilim ve teknoloji alanındaki performansı, kültürel çekiciliği ve
uluslararası kurumlardaki statüsü ABD’nin halen başat güç olduğunu göstermektedir. Çin, Japonya,
Rusya ve Avrupa Birliği ABD’ye rakip olarak gösterilmektedir. Ancak bu aktörler Amerikan gücünü
21. yüzyılın başında yakalamaktan uzaktır. Avrupa Birliği, güçlü bir “örgüttür”, ama halen
devletlerden oluşan bir sistemde yaşamaktayız. Çin, gerek finansal sistemde gerekse zenginliğin
bireylere yansıtılmasında halen sorunlar yaşamaktadır. Rusya ise yeniden yapılanma dönemindedir
ve petrol ile doğalgaz satımının ulusal ekonomik ve politik kalkınmaya fazla bir katkısı olmadığını
Arap dünyasının yüzyıllık tarihi kanıtlamıştır. Son yıllardaki ekonomik durgunluk ise, Avrupa
ülkeleri kadar Japonya’yı da etkilemiştir. Hindistan ise büyük güç olmaktan halen oldukça uzaktır.
Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte bazı özel sorumluluklar yüklemektedir. Çatışmaların
barışçıl çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale, uluslararası toplumun
genişletilerek ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması, uluslararası sorunların çözümü
amacıyla küresel çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için politik destek, sosyal değerleri yaymak
amacıyla yapılan askeri müdahalelerden kaçınma bunlardan en önemlileridir. Ayrıca, küresel
güvenliğin sağlanması yolunda hem diğer büyük güçlerin hem de bölgesel aktörlerin ve genel olarak
tüm devletlerin üstlenmesi gereken bazı sorumluluklar mevcuttur.
Küresel güvenliğin sağlanması ve güçlendirilmesi yolunda önemli bir konu, dünyadaki gelişmelerin
azımsanmaması ve aşırı uçlardaki teorilerin (realizm ve idealizm gibi) varsayımlarının gözden
geçirilmesidir. Aşırı kötümser veya aşırı iyimser olmaya gerek bulunmamaktadır; hâlihazırdaki
kurumların desteğiyle, elimizdekilerle başlayarak uluslararası sistemin geliştirilmesi mümkündür ve
bu yönde çaba gösterilmelidir.
Hegemonik İstikrar Teorisi ve ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri
1960ların sonları ve 1970lerin başlarında ABD’nin uluslararası sistemdeki konumu “hegemonik güç”
hakkında akademik tartışmaları başlatmıştı.2 ABD’nin Vietnam Savaşı’nı kaybetmesi, Avrupalı
devletlerin uluslararası finansal rejimlere meydan okuması ve petrol krizi gibi problemler;
uluslararası ilişkiler uzmanlarının hem İkinci Dünya Savaşı sonrasında sistemin nispeten istikrarlı

Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
Bu makalenin kısa bir versiyonu, Kocaeli Üniversitesi’nde 8-9 Ekim 2013 tarihinde düzenlenen Uluslararası Güvenlik
Kongresi’nde bildiri olarak sunulmuştur.
2
Bkz. Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve Teorilerin Paradigmasal
Değişimi,” içinde Çakmak, Dinç, Öztürk (ed.), Yakın Dönem Amerikan Dış Politikası: Teori ve Pratik, Ankara, Nobel,
2011, ss.21-23.
1
1
olmasının asıl nedenlerini, hem de ABD’nin bu istikrara gerçek katkısının ne olduğunu irdelemesine
yol açtı. Hegemonik İstikrar Teorisi (HİT), bu sorulara yanıt arayan en önemli akımdı. “Kamu
malları” düşüncesini esas alan HİT, sistemde ancak güçlü bir devlet varsa uluslararası sistemin
açıklığından, diğer bir deyişle liberal politik ekonominin geçerli olmasından söz edilebileceğini
savunuyordu. Bu güçlü devletin, sistemde işbirliği kurallarına uyulması yönünde yaptırım uygulama
yetkinliğine ve isteğine sahip olması gerekiyordu. Tek başına yetkinlik veya tek başına istek, sistemin
açıklığını sağlayamazdı. Hegemonik gücün asıl rolü de, işbirliği kurallarına uyan devletleri
ödüllendirmek ve karşılığını ödemeden sistemde belirli hizmetlerden faydalanmaya çalışan devletleri
cezalandırmaktı. Bu teoriyi savunanlara göre, rolünü yerine getirebilmek için hegemonik gücün
hammadde ve sermaye açısından zengin olmasının yanında, dünya pazarları ve finansal kurumlar
üzerinde kontrolünün olması ve “değerli mallar” (en ileri teknoloji ve bu teknolojiyle üretilen mallar)
açısından karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olması gerekiyordu.3 Dolayısıyla, uluslararası ilişkiler
uzmanlarını uğraştıran asıl soru, ABD’nin halen bir hegemonik güç olarak kabul edilip
edilmeyeceğiydi. Tahmin edileceği üzere, bu konuda çok farklı görüşler ortaya atıldı.
Örneğin Bruce Russett ABD’nin hala bir hegemon olduğunu öne sürüyordu. “Is Mark Twain Really
Dead” başlıklı makalesinde Russett, ABD’nin artık bir hegemon olmadığını kabul eden teorisyenlerin
temel hatalarının gücün kaynaklarına odaklanmaları ve fakat sistemdeki politika çıktılarını gözardı
etmeleri olduğunu savunuyordu. Russett’a göre, ABD nispeten güç kaybetmiş olsa da, sistemdeki
politika çıktılarını kontrol etmeye devam ediyordu. Bu başarının önemli bir nedeni kültüreldi; diğer
bir deyişle ABD, Antonio Gramsci’nin çalışmalarına dayanılarak geliştirilen “kültürel hegemon”
tanımına uymaktaydı. Hegemon, sadece ekonomik ve askeri kaynaklarla değil, kültürünü tüm
dünyaya yayıp geliştirmekle de gücünü ve otoritesini kabul ettirebilirdi. Nitekim Russett’a göre,
liberal demokrasi dünyada tek model olarak karşımızda duruyordu.4
Diğer taraftan Susan Strange, Russett ile aynı sonuca ulaşsa da, ABD’nin hala hegemon olmasını
farklı nedenlere dayandırıyordu. Strange’e göre, Amerikan gücünün kaynakları tükenmemişti;
teorisyenlerin yaptıkları temel hata, bu gücün kaynaklarına bakmak yerine, karşılaştırmalı güç analizi
yapmalarıydı. Tabii ki ABD, 1940lı yıllardaki gibi uluslararası sistemin tartışmasız tek süper gücü
değildi. O yıllarda hemen tüm önemli güçler yıkıma uğramış ve ekonomileri altüst olmuştu.
Dolayısıyla, dönemin verilerini 1940lı yılların verileriyle karşılaştırarak ABD’nin güçten düştüğünü
öne sürmek yanıltıcı olacaktı. Strange, gücün yapısının bir devletin sistemdeki pozisyonunu
belirleyeceğini savunuyor ve birbirinden farklı olmakla birlikte aralarında yakın bir ilişki bulunan
dört adet güç yapısı olduğunu söylüyordu: ticari mal üretimi, finansal pozisyon, güvenlik, bilgi
üzerindeki kontrol. Böylece, dünya gayri safi milli hasılasının eski dönemlerdeki gibi yarısını
üretmiyor olsa da, dünya üretiminin yaklaşık yüzde yirmisine sahip olan, finansal piyasalara
hâkimiyeti süregelen, önemli bir askeri güce sahip olan ve temel güç kaynaklarını kontrol eden ABD,
hala sistemin hegemonuydu.5
ABD’nin hala hegemon olduğunu savunan teorisyenlerin kendi aralarında tartıştıkları önemli bir
konu da, ABD’nin iyi niyetli (halim) bir hegemon olup olmadığıydı. Kolektif eylem teorisine göre,
3
Robert O. Keohane, After Hegemony: Cooperation and Discord in the World Political Economy, Princeton, Princeton
University Press, 1984.
4
Bruce Russett. “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony; or, Is Mark Twain Really Dead?” International
Organization, No.39 (2), 1985, ss. 205-231. Bu görüşler, Soğuk Savaş’ın bitiminde de kendini hissettirecek ve Francis
Fukuyama, “tarihin sonu”nun geldiğini ilan ederek, liberalizmin Soğuk Savaş’ı kazandığını ve Amerikan liberal
demokrasisinin bugün için ve gelecekte artık tek model olduğunu savunacaktı Bkz. Francis Fukuyama, “The End of
History?” The National Interest, Summer 1989, ss. 3-18; The End of History and the Last Man, New York, Free Press,
1992.
5
Susan Strange, “The Persistent Myth of Lost Hegemony,” International Organization, No. 41 (4), 1987, ss. 551-574.
2
işbirliğiyle yapılacak herhangi bir eylemde grubun bazı üyeleri üzerlerine düşen görevleri yerine
getirmedikleri halde bu eylemin faydalarından yararlanmaya çalışacaklardır. Diğer bir deyişle,
grubun bu üyeleri hegemon tarafından sağlanan mallardan faydalanırlarken sorumluluklarını yerine
getirmeyeceklerdir. Bu durumda hegemonun rolü, bir yandan sistemde güvenlik ve serbest ticaret
rejimi gibi kamusal malları sağlarken, diğer yandan da sorumluluğunu yerine getirmeyen devletleri
bulup gerekli işlemi yapmaktır. Ancak bu işlem neleri kapsayacaktır? Hegemon bu üyeleri
cezalandırıp kamusal mal alanı dışına mı çıkaracaktır, yoksa siyasal ideoloji gibi sistemdeki diğer
etkenler nedeniyle bu üyelerin yaklaşımını gözardı ederek kamusal mal alanını onlara da mı açık
tutacaktır? Kısaca, kamusal mal alanının sınırı ne olacaktır?
Teorisyenler, ilgili dönemdeki özellikle güvenlik ve savunma alanlarında ABD’nin konumu ve
gereksinimlerini dikkate alarak, ABD’nin “halim” bir hegemon olduğunu savunmuşlardır. ABD’nin
bir yandan kamusal malları sağladığı diğer yandan da gerekli katkıyı yapmayan devletleri
cezalandırmadığı savunulmakta ve bu dış politika yaklaşımının da özellikle iki kutuplu dünyanın
çatışmacı ortamına bağlandığı görülmektedir. Bu yaklaşıma göre, demokratik liberal bir kültüre sahip
ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletleri işbirliğine özendirmiş ve çatışmaların barışçıl
yollardan çözümüne uğraşmıştır. Bu yaklaşımın temel ögelerinin John Lewis Gaddis’in “We Now
Know” başlıklı çalışmasında da özetlenmiş olduğu görülmektedir. Gaddis’in öne sürdüğü üzere,
Soğuk Savaş döneminde her iki süper güç de bir çeşit “imparatorluk” kurmasına rağmen, Sovyet
İmparatorluğu güç ve baskı ile Amerikan İmparatorluğu ise diğer devletlerin davetiyle kurulmuştu.
ABD, Avrupa’da işbirliğine dayalı bir sistem kurarken bu sisteme katılmaları için Avrupalı devletlere
karşı ne askeri kuvvet kullanmış ne de kuvvet kullanma tehdidinde bulunmuştu. Böylece, bu
devletlerle çok özel bir ilişki geliştiren ABD, NATO’yu da demokratik bir temel üzerine inşa etmişti.
Diğer taraftan Sovyetler, Orta Avrupa ve Doğu Avrupa ülkelerine bir “uydu” muamelesi yaparak
onların demokrasiye ulaşmasını engellemişti.6
21. yüzyıldaki gelişmeler ve büyük devletlerin sistemdeki konumları ve birbirleriyle rekabetleri
değerlendirilirken, hegemonik istikrar teorisinin yukarıda özetlenen ölçütleri ile bu teori etrafında
yapılan akademik tartışmalar dikkate alınmalıdır. Ancak, gerek literatürde gerekse medya üzerinden
yapılan siyasi tartışmalarda bunlar genellikle gözardı edilmekte ve devletlerin konumları hakkında
konjoktürel değerlendirmeler yapılmaktadır.
ABD’nin 21. Yüzyılda Sistemdeki Konumu
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve özellikle 11 Eylül olaylarıyla ABD’nin sistemdeki konumu ve
kapasitesi uluslararası politikanın temel konularından biri olmuştur. 1990-2000 döneminde sistemde
her ne kadar çatışma olsa da, Irak-Kuveyt (I. Körfez) krizinde olduğu gibi bu çatışmalar görece
işbirliğiyle çözülmüş ve Soğuk Savaş dönemine nazaran küresel politikada iyimserlik hâkim
olmuştur. Ancak 11 Eylül saldırıları ve sonrasında ABD’nin Afganistan’dan Irak’a geniş bir
coğrafyada büyük çapta askeri ve politik mücadeleye girişmesi ABD’nin yeterlilikleri konusunda bir
taraftan akademik tartışmaları başlatmış diğer taraftan da Rusya’nın yeniden yapılanma sürecine
girmesiyle tek kutuplu dünya görüşünün büyük oranda kabulüne neden olmuştur. Dolayısıyla temel
soru, ABD’nin uluslararası sistemde bugünkü konumu ve 21. yüzyılda küresel güvenlik için
Amerikan gücünün olumlu neler yapabileceğidir.
Soğuk Savaş döneminde yukarıda değinilen Russett, Strange ve Gaddis gibi teorisyenlerin öne
sürdükleri temel görüşlerin bugün itibariyle de büyük oranda geçerli olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
Gerek BM ve NATO gibi resmi uluslararası örgütler gerekse ekonomi, finans, enerji, güvenlik gibi
6
John Lewis Gaddis, We Now Know: Rethinking Cold War History, New York, Oxford University Press, 1997.
3
değişik alanlardaki kurumlar ve kurallar (diğer bir deyişle “rejimler”) yoluyla ABD’nin uluslararası
politikanın çıktılarını hala kontrol edebildiğini gözlemlemekteyiz.
Diğer taraftan, Russett’ın düşüncelerine paralel olarak Soğuk Savaş sonrasında Joseph S. Nye gücün
sadece askeri ve ekonomik kaynaklı olmadığını vurgulayarak “yumuşak güç” teorisini ortaya atmıştır.
Nye’a göre “bir ülke dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran
olan, onu örnek alan, refah seviyesine ve fırsatlarına özenen diğer ülkeler onu izlemek ister. Bu
anlamda sadece askeri güç tehdidini ya da ekonomik yaptırımları kullanarak diğerlerini değişmeye
zorlamak değil, dünya siyasetinde gündemi oluşturmak ve onları kendine çekmek de önemlidir. Bu
yumuşak güç, yani diğerlerinin senin istediğin sonuçları istemelerini sağlamak, insanları zorlamak
yerine kendi yanına çeker.”7 ABD’nin bu politikayı uygulamada başarılı olduğu söylenebilir. Gerek
iç politikada liberal demokrasinin bir rejim olarak tüm dünyada uygulanabileceği düşüncesi, gerekse
ekonomik refah ve askeri başarının Amerikan örneğiyle olabileceği düşüncesi bugünkü sistemde
yaygındır. Her ne kadar yumuşak gücün “çok da yumuşak olmadığı” iddia edilse ve “demokratik
barış” teorisi ve uygulamasının şiddet getirdiği öne sürülse de, genel anlamda model ülke ve model
rejim sunma anlamında ABD’nin görece gücünü koruduğu söylenebilir.8
Gerçek ile sanal dünyaların pek de ayırt edilemediği bugün, uluslararası politikada bir şeyi uygulamak
kadar uyguladığına inandırmak da önem kazanmaktadır; yumuşak güç ve demokrasi buna iyi bir
örnektir. Sonuçta Plato’dan günümüze değin politika bilimi, düşüncelerin eyleme yön vermeye
çalıştığı bir bilimdir.
ABD’nin uluslararası sistemdeki konumuna 2013 itibariyle Susan Strange’in sunduğu bakış açısından
bakarsak da aynı sonuçlara ulaşabiliriz. Ticari mal üretimi, finansal pozisyon, askeri güç ve bilgi
üzerindeki kontrol açısından ABD’nin görece güçlü konumunu sürdürdüğü iddia edilebilir.
Ülke
GSMH – 2012 (GDP / Amerikan Doları)
Almanya
A.B.D.
Çin
Fransa
Hindistan
İngiltere
Japonya
Rusya
Türkiye
3,399,588,583,183
15,684,800,000,000
8,358,363,135,690
2,612,878,387,760
1,841,717,371,770
2,435,173,775,671
5,959,718,262,199
2,014,776,311,555
789,257,487,572
Tablo 1: Ülkelerin Safi Milli Hasılaları, 2012
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD
Dünya Bankası verilerine göre ABD’nin gayri safi milli hasılası (GSMH), diğer ülkelerinkinden hala
oldukça yüksektir (Bkz. Tablo 1). ABD’ye rakip gösterilen Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve
Joseph S. Nye, Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Yolu. Ankara, Elips, 2005, ss.14-15.
Yumuşak gücün yumuşak olmadığı teorik tartışması hakkında bkz. Janice Bially Mattern, “Why Soft Power isn’t So
Soft: Representational Force and the Sociolinguistic Construction of Attraction in World Politics,” Millennium, No. 33
(3), 2005, ss. 583-612; Demokratik barış teorisi için bkz. Nejat Doğan, “The Interaction Between Democracy and Peace:
Bridging the Gap Between Liberalism and Realism in International Relations,” Expanded EU: From Autonomy to
Alliance, içinde K.M. Khovanova, N. Doğan, M. Kovalev (ed.), Amsterdam/New York, Rodopi, 2008, ss. 13-26.
7
8
4
Çin’in gayri safi milli hasılalarının toplamı neredeyse ancak ABD’nin GSMH’sı düzeyindedir.
ABD’nin üretimine en yakın olan Çin’in GSMH’sı ABD’nin GSMH’sının yarısı kadardır.
Ülke
Almanya
A.B.D.
Çin
Fransa
Hindistan
İngiltere
Japonya
Rusya
Türkiye
Dünya Kalkınma Göstergeleri: Üretim Ortalama Yıllık
Artışı (%), 2000-2011
GSMH
Tarım
Endüstri
İmalat
Hizmetler
1.1
-0.2
0.1
0.5
1.7
1.6
1.5
0.2
1.5
2.0
10.8
4.4
11.7
11.2
11.4
1.2
0.3
0.5
0.1
1.7
7.8
3.2
8.4
8.6
9.4
1.7
Veri yok
-0.7
Veri yok
Veri yok
0.7
-1.2
0.5
1.6
0.9
5.1
1.8
3.7
Veri yok
6.2
4.7
1.7
5.2
5.2
4.9
Tablo 2: Ülkelerin Üretim Ortalama Yıllık Artışı %, 2000-2011 dönemi
Kaynak: Dünya Bankası, http://wdi.worldbank.org/table/4.1
Aynı ülkelerin 21. yüzyılın ilk on yılındaki gelişme hızlarına baktığımızda, Dünya Bankası’nın
ortalama yıllık üretim artışı verilerine göre, Avrupa devletleri, ABD ve Japonya’nın her yıl %1 ila
%1.7 arasında büyüyebildiğini görüyoruz (Bkz. Tablo 2). Rusya’nın toparlanma dönemine girdiği
söylenebilir. Hindistan ve özellikle Çin’in büyüme hızları ise çarpıcıdır. 2000-2011 döneminde her
yıl yaklaşık %10 büyüyen Çin, ABD’ye ekonomi ve ticaret alanlarında rakip olarak görünmektedir.
Ancak Çin, bazı ticari, finansal ve ekonomik konular açısından dezavantajlıdır.
Ülke
Almanya
A.B.D.
Çin
Fransa
Hindistan
İngiltere
Japonya
Rusya
Türkiye
Kişi Başına Düşen Milli Gelir (GNI)
Satın Alma Paritesine (PPP) Göre-ABD Doları
41.890
50.160
9.060
36.720
3.840
36.880
36.290
22.720
18.190
Tablo 3: Kişi Başına Düşen Milli Gelir, 2012
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GNP.PCAP.PP.CD
Öncelikle kişi başına düşen milli gelir açısından Çin başat güç veya büyük güç olarak kabul edilen
diğer ülkelerle karşılaştırılacak düzeyde değildir (Bkz. Tablo 3). Ortalama bir Amerikalı ortalama
bir Çinliye göre yaklaşık 6 kat fazla ferah içindedir. Avrupalı devletlerin ise kişi başına milli geliri
36.000 Dolar’ın üzerindedir. Her ne kadar ekonomik kalkınması hızlansa da, Hindistan’ın kişi başına
milli gelir düzeyi diğer devletlerin verilerinden oldukça geridedir. Bir devlet açısından kalabalık bir
nüfusa sahip olmak askeri güç hesaplamalarında önemli olsa da, ekonomik refah, verimlilik, eğitim,
teknolojiye kullanma gibi alanlarda dezavantaj olduğu açıktır. Bu durum, ülkelerin kişi başına düşen
gayri safi milli hasılası verilerinde de gözlemlenmektedir (bkz. Tablo 4). Ayrıca, Dünya Bankası’nın
5
2009 verilerine göre Çin nüfusunun % 11.8’i (160 milyon kişi) günde 1.25 ABD Doları’nın altında
bir gelirle yaşamaktadır. Hindistan içinse bu oran, nüfusun %32’si gibi ürkütücü bir düzeydedir.9
Ülke
Almanya
A.B.D.
Çin
Fransa
Hindistan
İngiltere
Japonya
Rusya
Türkiye
Kişi Başına Düşen Gayri Safi Milli Hasıla
(GDP Per Capita)- ABD Doları, 2012
41.514
49.965
6.188
39.772
1.489
38.514
46.720
14.037
10.666
Tablo 4: Kişi Başına Gayri Safi Milli Hasıla, 2012
Kaynak: Dünya Bankası, http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD
Dolayısıyla sadece ticari verileri incelemek yanıltıcı olabilir. Ticari verileri genel ekonomik verilerle
karşılaştırdığımızda ilgili devletlerin hem ekonomik hem de politik güçleri hakkında daha dengeli bir
görüşe sahip olabiliriz. Diğer taraftan, Çin ve Rusya gibi başat güç statüsü için ABD ile rekabet eden
devletlerin bir dezavantajı da finansal konumlarıdır. Her ne kadar Çin Amerikan küresel borcunun
önemli bir kısmına sahip olsa da, dünyada rezerv ve ödeme birimi olarak halen ABD Doları
kullanılmaktadır. Aslında ABD’nin tüm dış borcu neredeyse Çin ve Japonya arasında
paylaştırılmıştır. Bu durum, hem ilgili üç devlet arasındaki finansal ve ticari simbiyotik yaşamı
göstermekte, hem de bu devletler açısından alacakların tahsili ve yatırıma çevrilmesinin güçlüğünü
açığa çıkarmaktadır. Çünkü dünya piyasalarında geçerli olmayacak bir ABD Doları, Çin ve
Japonya’nın da işine gelmeyecektir.
Ülke
Çin
Çin/ Tayvan
Çin/Hong Kong
Japonya
Almanya
Fransa
Türkiye
Milyar Dolar
1160.0
194.4
137.1
1119.8
66.5
55.2
30.3
Tablo 5: ABD hazine bonosuna sahip ülkeler ve payları, 2012 Temmuz itibariyle
Kaynak: ABD Hazinesi (US Treasury), http://www.treasury.gov/resource-center/data-chartcenter/tic/Documents/mfh.txt.
Dolayısıyla Çin ve diğer devletlerin başat güç olabilmeleri için bir taraftan ekonomik kalkınmalarını
tamamlamaları diğer taraftan da dünyada kabul görecek ve ödemelerde kullanılacak para birimini
oluşturmaları kolay ulaşılacak bir hedef değildir.
Askeri harcamalar ve askeri güç açısından büyük devletleri karşılaştırdığımızda yine ABD’nin diğer
devletlerden önde olduğu görülmektedir. ABD’nin 2010 yılındaki savunma bütçesi 692 milyar Dolar
civarındadır. Çin’in savunma bütçesi ise 2011 tahminlerine göre 100 milyar Dolar’dır (603 milyar
Yuan). Dolayısıyla ABD’nin savunma harcaması Çin’inkinden yaklaşık 7 kat fazladır. Oransal
9
Dünya Bankası; http://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.DDAY (Erişim: 29.9.2013).
6
olarak bu verileri değerlendirecek olursak ABD’nin savunma harcaması GSMH’nın % 4.7’si iken,
Çin’in harcaması GSMH’nın %1.6’sıdır. Diğer taraftan ABD’nin 5113 nükleer savaş başlığı varken
Çin’in savaş başlığı sayısı 250’dir.10 2011 IISS (International Institute for Strategic Studies) raporuna
göre, Rusya’nın savunma harcaması 52.7 milyar Dolar, İngiltere’nin 62.7 milyar Dolar ve
Hindistan’ın 31.9 milyar Dolar’dır. Temel savaş teçhizatı açısından da ABD diğer devletlerin oldukça
ilerisindedir (Bkz. Tablo 6).
Ülke
A.B.D.
Çin
Hindistan
İngiltere
Rusya
Askeri Denge- Temel Teçhizat Sayıları
Aktif Personel
Tank
Savaş Uçağı
Denizaltı
1,569,000
2,285,000
1,325,000
174,000
956,000
6,302
7,400
3,233
227
3,310
3, 252
1, 669
784
220
1,439
71
62
15
11
65
Karada konuşlanmış
nükleer füze rampası
450
66
0
0
292
Tablo 6: Askeri Denge-Temel Teçhizat Sayıları
Kaynak: IISS 2011 raporu, aktaran BBC, http://www.bbc.co.uk/news/world-us-canada-16428133
Bilginin üretilmesi, araştırma ve geliştirme açısından büyük devletleri karşılaştıracak olursak,
OECD’nin 2011 Bilim, Teknoloji ve Endüstri verileri raporuna göre ABD diğer devletlerden açık ara
öndedir. “GSMH’den araştırma ve geliştirmeye (ARGE) harcanan yüzdelik oran anlamına gelen
ARGE yoğunluğu, bir ekonominin yeni bilgi yaratmaya yaptığı yatırımı göstermektedir.” Tüm
OECD bölgesine yapılan yatırım %100 ise, bu oranda ABD’nin payı %41.24; Japonya’nın payı %15,
Almanya’nın payı %8, Çin’in payı %12.51 ve Rusya’nın payı ise sadece %3.11’dir. Avrupa Birliği
üyelerinin toplam payı ise %30.47’dir.11
Tüm bu veriler dikkate alındığında ABD, diğer devletlere nazaran 21. yüzyılın başında halen en güçlü
devlettir. Bu sonuç, diğer devletlerin güçsüz olduğu veya ABD’nin tek güçlü devlet olduğu veya
dünyanın tek kutuplu olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak ABD’nin hem sistemdeki konumu,
hem yeterlilikleri açısından diğer devletlerden farklı olduğu ve halen en güçlü olduğu sonucuna
varılabilir.
Başat Güç Olarak ABD’nin Sistemdeki Rolü ve Küresel Sorumlulukları
Uluslararası sistemdeki bu özel konumu ABD’ye özel sorumluluklar ve işlevler yüklemektedir ve
yüklemelidir de. 21. yüzyılda güvenliğin artık sadece devletlerin güvenliği değil, bireylerin de
güvenliği anlamına geldiği genel kabul görmektedir. Bu açıdan bakıldığında güvenliğin, sadece
askeri boyutu değil, ekonomik ve sosyal boyutları da bulunmaktadır. Dolayısıyla öncelikle ABD
olmak üzere büyük devletler dünyanın askeri ve güvenlik açısından istikrarının yanında, ekonomik,
finansal ve sosyal istikrarını da dikkate almak durumundadırlar.
Ancak bireylerin güvenliğine ve küresel barışa giden yol sistemde devletler arasındaki istikrardan
geçmektedir. Bu nedenle ABD’nin güvenlik ve istikrar açısından genel rolü şöyle özetlenebilir:
a) ABD, uluslararası sorunlarda ve politik çatışmalarda öncelikle barışçıl çözüme şans
tanımalıdır. Suriye hakkında Eylül 2013’te yaşanan gelişmeler Suriye’ye askeri müdahale olasılığını
http://en.wikipedia.org/wiki/Comparison_of_US_and_Chinese_Military_Armed_Forces (Erişim: 3.10.2013).
OECD (2011), “R&D expenditure”, OECD Science, Technology and Industry Scoreboard 2011, OECD Publishing.
http://dx.doi.org/10.1787/sti_scoreboard-2011-16-en
10
11
7
doğurmuş ve bazı çevrelerce müdahale desteklenmişti. Ancak ABD, Rusya ve Çin’in anlaşarak askeri
müdahaleden ziyade kimyasal silahların imhası politikasını benimsemeleri ve bu yönde Birleşmiş
Milletler’in mekanizmalarını kullanmaları olumlu bir gelişmedir. Gerek bu bölgede askeri güç
kullanımının sorunları çözmemesi, gerekse Amerikan ekonomik gücünün kendi ekonomisindeki
sorunları gidermek için kullanılmasının faydalı olacağı dikkate alındığında, Suriye’ye diplomatik
şans tanınması yerindedir.
b) Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya, Afrika coğrafyalarında devletlerin demokrasiyle
imtihanı devam etmektedir. Her ne kadar “tarihin sonu” tezi yanlışsa da, demokrasi ve liberal yönetim
yapısı bu coğrafyadaki devletler açısından cazip ve umut verici bir seçenek olmaya devam etmektedir.
Ancak askeri ve askeri olmayan müdahaleler demokrasinin bu bölgede desteğini azaltmaktadır. ABD
ve büyük devletler bu bölgelerde demokrasinin gelişmesini desteklerken askeri müdahale seçeneğini
metot olarak devre dışı bırakmalıdır. J.S. Mill’in dediği gibi, iyi toplumlar ancak kendi üyelerinin
eseri olacaktır.12 Dolayısıyla Ortadoğu’da demokrasiye gerçek bir şans tanınmalıdır.13
c) Terörizmin ve terör eylemlerinin engellenmesi konusunda da ABD’ye ve genel olarak
Batılı devletlere rol düşmektedir. Terör eylemleri Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen gibi
görece kalkınmamış bölgelerde meydana gelmekte veya filizlenmektedir. Bu eylemlere girişenlerin
de daha ziyade eğitimini tamamlamamış, dezavantajlı kişiler olduğu ve ekonomik açıdan umutlarını
da yitirmiş oldukları gözlemlenmektedir. Dolayısıyla, ABD ve Batılı devletler “uluslararası toplum”
vizyonunu ve uygulamasını genişletmeli ve diğer coğrafyalardaki, özellikle Ortadoğu ve Kuzey
Afrika ile Orta Asya devletlerini de uluslararası toplum içine dahil etmelidir. Uluslararası toplum
bugüne kadar hem akademik hayatta hem de politik uygulamada, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika
bölgesi ile Avustralya ve Japonya gibi birkaç devletle sınırlandırılmıştır.14 Genişlemiş uluslararası
toplumun pratik sonucu, dünya istikrarı ve ekonomisinin daha geniş bir açıdan değerlendirilmesi
olacaktır. Yani dar bir grup ülkenin refahı ve güvenliği değil, daha geniş bir coğrafyanın (ve
mümkünse tüm kürenin) refahı ve güvenliğinin dikkate alınması sağlanacaktır.15
d) Amerikan askeri gücünün etkili ve faydalı olabileceği bir konu, soykırıma varabilen
büyük çaptaki insan trajedileridir. Bu çaptaki olayları tanımlamak ve niteliklerini belirlemek kolay
değildir ve belki bunun sakıncaları da olabilir. Tarihsel örnekler bu tür trajediler hakkında genel bir
fikir verebilir. Örneğin bir taraftan Bosna-Sırbistan çatışmasına müdahalede çok geç kalınması
nedeniyle Srebrenitsa’da soykırım yaşandığı, diğer taraftan da Ruanda’ya hiç müdahale edilmeyerek
bir trajediye tanıklık edildiği genel kabul görmektedir. Dolayısıyla Bosna ve Ruanda çapındaki
trajedilerde, ABD ve büyük güçlerin müdahalesi uluslararası istikrar ve bireysel güvenlik açısından
gereklidir. Bu nedenlerle, ABD ve büyük güçler “seçici müdahale” yaklaşımını dış politikalarına
yansıtmalıdır.
e) ABD aynı zamanda küresel güvenliğin ve istikrarın sağlanması yolunda liderlik
gösterebilir. Uluslararası politikada bürokratik liderlik yetersiz kalmaktadır. Örneğin BM genel
sekreterlerinin yetkileri çerçevesinde gösterdikleri liderlik, uluslararası sorunların çözümünde çoğu
zaman yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla büyük güçlerin liderliği, yani politik liderlik sistemde gerekli
John Stuart Mill, “A Few Words on Non-Intervention,” içinde Gertrude Himmelfarb (ed.), Essays on Politics and
Culture, New York, Doubleday, 1962, ss. 396-413.
13
Nejat Doğan, “Demokrasi ve Ortadoğu’nun Geleceği,” 38th International Congress of Asian and North African Studies
(ICANAS), International Relations - Vol. II, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara, 2011, ss. 601-620.
14
Örneğin bkz. Hedley Bull ve Adam Watson (ed.), The Expansion of International Society, New York, Oxford
University Press, 1984.
15
Nejat Doğan, “Fighting International Terrorism: Combining Sic Semper Tyrannis with E Pluribus Unum,” 3rd
International Social Science Congress of the Turkish World, Celalabat/ Kırgızistan, 2005, vol. 1, ss. 269–278.
12
8
olmaktadır.16 Çevresel sorunlardan kitle imha silahlarının yayılmasının engellenmesine, göç
sorunundan eğitimin yaygınlaştırılmasına kadar birçok uluslararası konu vizyon ve finansal destek
gerektirmektedir. Bunu da ABD, Rusya, Çin, Japonya ve Almanya başta olmak üzere büyük devletler
ve bu devletlerin ortak eylemleri başarabilecektir.
Bu noktada önemli bir teorik yaklaşım “çevre amaçları”dır (milieu goals).17 Bu yaklaşıma göre
devletler, komşularına ve diğer devletlere yardım ederken aslında kendilerine de yardım etmiş
olacaklardır. Çünkü istikrarsız ve kalkınmamış bir coğrafyanın olumsuzlukları, sonuçta bu bölgede
bulunan devletleri etkileyecektir. Dolayısıyla ulusal çıkarlar ile küresel amaçlar arasında bir etkileşim
vardır; yani küresel amaçlara hizmet ederek ulusal amaçlar daha iyi elde edilecektir. Bu nedenle
devletler, ulusal çıkarları ile küresel amaçlar arasında bir denge kurmak durumundadırlar.
ABD’nin ve Büyük Devletlerin Küresel Güvenlikteki Rolünü Gerçekleştirmesine Diğer
Devletlerin Muhtemel Katkısı: Küresel Güvenlik ve Temel Çatışma Bölgesi Olarak Ortadoğu
Başat güç olarak ABD’nin ve diğer büyük devletlerin küresel güvenliği sağlamaları yolundaki
rolünden yukarıda bahsedildi. Ancak bu rolü ve sorumluluklarını yerine getirirken büyük güçlere
diğer devletlerin de yardımından söz edilmesi gerekir. Politik ve askeri her tür ilişki bir etkileşim
içinde gelişeceğinden sorumluluklardan tek taraflı bahsedilmesi yeterli olmayacaktır. Bu nedenle,
hem uluslararası politikada son dönemlerde yaşanan gelişmeler hem de Türkiye’yi yakından
ilgilendirmesi nedeniyle örnek bölge olarak Ortadoğu incelenecektir.
Neden çatışmalar ve temel sorunlar Ortadoğu merkezli olmaktadır? 1948’den bugüne Ortadoğu
sorunlu bir bölge olmasına rağmen, 1990 sonrasındaki gelişmeler Ortadoğu’nun tamamen bir savaş,
çatışma ve en iyi ihtimalle bir rekabet bölgesi haline geldiğini göstermektedir. Örneğin şu
gelişmelerden bahsedilebilir: 1) Körfez Savaşı (1990) ve ardından Irak’ta yıllarca süren çatışma ve
istikrarsızlık; 2) Lübnan’da bitmeyen çatışma ve krizler; 3) Irak’ın tamamen işgali ve
Balkanlaştırılması; 4) Libya’ya askeri müdahale, işgal ve siyasal sistemin tasfiye edilmesi; 5)
Mısır’da darbe ve karşı-darbe süreçlerinde yaşanan çatışma ve süren istikrarsızlık; 6) Suriye iç savaşı;
7) Filistin sorunu ve Arap-İsrail çatışması. Anılan bu gelişmeler, Ortadoğu bölgesinin niteliğini ve
uluslararası politikadaki yerini açıkça göstermektedir.
Neden bu çatışmalar yaşanmıştır? Bu konuda değişik fikirler/hipotezler öne sürülebilir. Örneğin:
a)
b)
c)
d)
e)
f)
g)
h)
i)
Petrol başta olmak üzere bölgedeki enerji kaynaklarını ele geçirme,
Petrolün ve doğalgazın güvenli bir şekilde dünya piyasalarına sevkiyatı,
Büyük devletlerin güç ve prestij mücadelesi,
Bölge devletlerindeki rejimlerin istikrarsızlığı ve birbirleriyle rekabeti,
Bölge toplumları arasındaki ayrılıklar ve anlaşmazlıklar,
Silah endüstrisinin ürün deneme, tanıtım ve satış ihtiyacı,
Büyük stratejiler için uygun ortamın varlığı,
Medyanın gündem yaratma isteği,
Temel stratejik konuların ve gündemin gizlenmesi için hedef yanıltma.
Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University Press of
America, Maryland, December 2012, ss. 161-194.
17
Inis L. Claude Jr. “National Interest and the Global Environment: A Review of Arnold Wolfers, Discord and
Collaboration: Essays on International Politics,” Conflict Resolution, No. 8 (3), 1964, ss. 294-296.
16
9
Başka nedenler de öne sürülebilir. Ancak tüm bu nedenlerin bizi götürdüğü sonuç, bölgenin her ne
kadar doğal, coğrafi, siyasi ve toplumsal yapısı itibariyle bir istikrarsızlık bölgesi olmasına rağmen,
temelde bu yapının kullanmaya ve yönlendirmeye açık olduğudur.
Bu yönlendirme ve kullanma stratejisinden kurtulmak için birşeyler yapılabilir mi? Bölge
devletlerinin ve özellikle Arapların diplomatik yollarla aralarındaki sorunları çözmeleri (günlük
dildeki ifadeyle “oturup konuşmaları”) bir tavsiye olarak sunulabilir olmasına rağmen, zaten asıl
sorunun da bu olduğundan hareketle, böyle bir tavsiyenin ne faydası ne de pratikte bir anlamı
olacaktır. Immanuel Kant’ın doğru öngörüsünden hareketle, bölgede barış ve istikrar yolunda tarihin
bize faydalı olacağı, ancak bireylerin tarihten ders çıkarmalarının zaman alacağı ve bu nedenle uzunca
bir süre gereksiz zarar ve acıya maruz kalınacağı söylenebilir.18 Bu sürecin nasıl kısaltılabileceği
yönünde ise bazı tavsiyeler verilebilir:
a) Bölge devletlerinin eğitime, ancak bu eğitimde rasyonel düşünceye önem ve ağırlık
vermesi gerekir. Eğitim sürecinin kolay olmadığı ve sonuçları için beklenmesi gerektiği genel olarak
kabul gören bir düşüncedir. Ancak bölgenin kemikleşmiş sorunlarına kısa yollardan cevap verilmesi
mümkün değildir. Eğitim ve diğer alanlarda sorunlara çözüm aramak ve bulmak, bir süreç işidir.
b) Birinci tavsiyeden hareketle, bölge devletleri, toplumları ve bireylerinin bilim ve
teknolojiye önem vermesi gerekmektedir. Bilimsel gelişme ve bunun günlük yaşama pratik
uygulamasını sağlayacak teknolojik ilerleme olmadan, bölgede gelişmeden bahsetmek mümkün
olmayacaktır. Saat, matbaa, uçak gibi teknik gelişme ve icatların Ortadoğu toplumlarına geç geldiğini
biliyoruz.19 Bunun temel nedenlerinden biri de bilim ve teknolojik gelişmelere direnmek olmuştur.
Dolayısıyla bölgenin talihi açısından gelişimlere açık olmak ve bizzat teknolojik ve bilimsel
yenilikler oluşturmak birincil önemdedir.
c) Bölgede insani kalkınmaya ağırlık verilmelidir. Ortadoğu bölgesinin ve devletlerinin
ekonomik açıdan yoksul olduğunu söylemek zordur. Hatta bölge, tarihin başlangıcından bugüne
“Verimli Hilal” olarak adlandırılmaktadır. Ancak bu zenginliğin günlük yaşama ve kitlelere
yansıtıldığını söylemek zordur. Bunun temel nedeni, milli gelirin savaşa, çatışmaya ve rekabete
harcanmasıdır. Ulusal ekonomilerden insani kalkınmaya ayrılan payın artırılması gerekmektedir.
d) Bölgenin Balkanlaşması ve yeni zayıf devletlerin ortaya çıkması bölgesel ve küresel
istikrar açısından faydalı olmayacaktır. Küçük ve zayıf devletler büyük güçlerin çekişmesine davetiye
çıkarmaktadır. Dolayısıyla Balkanlaşma sürecine bölge devletleri karşı çıkmalıdır.
e) İç politik rejimlerin bir “kurum” olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Klasik liberal
yaklaşımın tarihsel olarak temel zayıf noktası ve hatası, gelişme ve kalkınmanın kurumsal değişimle
olacağı inancı ve bu inancı yaygınlaştırmasıdır. Ancak kurumsal gelişme, toplumsal ve siyasal
kalkınmanın sadece bir yöntemi ve safhasıdır. Dolayısıyla, yönetim şekillerini değiştirerek bölgenin
kaderini değiştirmeye çalışmak, “şekilsel” bir değişiklik olacaktır. Sonuçta kalkınma, ilerleme ve
gelişim birey düzeyinde ve bireyle mümkün olacaktır. Ortadoğu’da tüm rejimlerin demokrasi olması
durumunda sorunların çözüleceği teorisi (Demokratik Barış teorisi) yanlış olduğu kadar sorunlar
yaratacak bir reçetedir. Kaldı ki demokrasinin yönetim sistemi ve değişimiyle çok da ilgisi yoktur.
Bölge devletlerinin, parti ve sandık siyasetinden (yani iç politikada particilik yaklaşımından) uzak
durması faydalı olacaktır. Partiler ve seçim, demokrasinin sadece şekilsel bir şartıdır. Ortadoğu
Immanuel Kant, “Perpetual Peace: A Philosophical Sketch,” içinde Hans Reiss (ed.) Kant: Philosophical Writings,
Cambridge, Cambridge University Press, 1991, ss.93-130.
19
Örneğin bkz. Bernard Lewis, What Went Wrong?:Western Impact and Middle Eastern Response, London, Phoenix,
2002, ss. 130-147.
18
10
devletleri daha az siyaset yapmayı ve fakat daha çok çalışmayı öğrenmek durumundadır. Yukarıda
belirtildiği üzere, gerçek demokrasinin gelişmesi için bölgeye şans tanınmalıdır.
f) Bölge dışından kurtarıcı beklemek de rasyonel değildir. Kısa dönemde rejimlerin ayakta
kalmasına faydalı gibi gözükse de, uzun vadede bölge devletleri ve toplumlarının politik kalkınması
ve ekonomik refahı kendi güçlerine dayanarak sağlanabilir. Yukarıda J.S. Mill’in düşüncesine
değinildiği üzere, iyi bir toplum ancak kendi üyelerinin eseri olabilir. Burada kastedilen, bölge
dışından gelecek bilimsel, teknolojik veya ekonomik destek değil, bu desteğin bölge kaderi için bir
kurtarıcı olarak görülmemesi gerektiğidir. Doğaldır ki bölge, karşılıklı etkileşim ve dışa açık bir
şekilde gelişecektir.
g) Gerek siyaset insanları (politika yapımcıları) gerekse medya, hem iç hem de dış politikada
Ortadoğu ve çatışma yerine, gerçek ve temel konulara ağırlık vermelidir. İç politikada, eğitimgelişme-teknoloji-bilim-ekonomi-kalkınma gibi konular asıl ve temel konular ve sorunlar olarak ön
plana çıkarken, dış politikada da gerçek ve birincil çatışma konuları vurgulanmalıdır. Örneğin, Arktik
bölgede kaynakların barışçıl kullanımı, alternatif enerji kaynaklarının geliştirilmesi, teknolojik ve
bilimsel rekabet, dünya istikrarı, barış, az gelişmişlik gibi konular temel dış politika konularıdır.
Bölge devletleri yukarıdaki tavsiyeleri gerçekleştirmek yerine, bugünkü politikalarını uygulamaya
devam ederlerse, hem bölgedeki savaş ve çatışmalar devam edecek, hem de kendi toplumları sosyal,
politik ve ekonomik açıdan kalkınamayacaktır. Böyle bir durumda da ABD başta olmak üzere büyük
devletleri suçlamaya hakları olmayacaktır.
Sonuç
Gerek hegemonik istikrar tartışmalarında kullanılan gerekse Uluslararası İlişkiler disiplininde genel
kabul gören ölçütlere göre, ABD bugünkü sistemde en güçlü devlettir. Sadece GSMH’sının
büyüklüğü ve ticari imalat gibi ekonomik verileri değil, sahip olduğu askeri teçhizat hacmi ve
ARGE’ye ayırdığı pay da ABD’nin diğer devletlerden farklı bir konumda olduğunu göstermektedir.
Çin, Almanya, Japonya, Hindistan, Rusya gibi devletler ABD’nin küresel çaptaki rakipleridir. Ama
şimdilik sadece rakipleridir. Çin ve Hindistan’ın temel sorunu nüfus büyüklüğüdür; ekonomik
açıdan son dönem göstergeleri ve kalkınma hızları iyi olsa da, nüfuslarının büyük bölümü fakirlik
içindedir. Ayrıca ARGE’ye ayırdıkları pay ve teknolojik inovasyon kapasiteleri de ABD ile
karşılaştırılamaz. Rusya halen yeniden yapılanma döneminden geçmektedir. Ayrıca Rusya’nın
ARGE’ye ayırdığı pay ve askeri harcama düzeyi ABD’nin oldukça gerisindedir. Avrupa Birliği bazen
büyük güç olarak değerlendirilse de, tek başına Almanya’nın mücadelesi ve bazen Almanya’ya
Fransa’nın desteği AB’yi süper güç yapmaktan uzaktır. Ayrıca, devletlerden oluşan bir sistemde
yaşıyoruz, AB ise halen hükümetler arası bir örgüt niteliğindedir. 2011 verilerine göre 27 AB üyesinin
OECD bölgesindeki toplam ARGE payı %30’dur, tek başına ABD’nin payı ise %41’den fazladır.
Ayrıca AB, ekonomi ve ticaret alanlarında gösterdiği başarı ve işbirliğini dış politika, güvenlik ve
savunma alanlarında göstermekten oldukça uzaktır.
Bu özel konumu ABD’ye küresel güvenlikte özel sorumluluklar yüklemektedir. Çatışmaların barışçıl
çözümü, gerektiğinde büyük insani sorunlara askeri müdahale, uluslararası toplumun genişletilerek
ekonomik ve sosyal kalkınmanın yaygınlaştırılması, uluslararası sorunların çözümü amacıyla küresel
çapta liderlik, demokrasinin gelişmesi için politik destek, sosyal değerleri yaymak amacıyla yapılan
askeri müdahalelerden kaçınma bunlardan en önemlileridir.
Ancak küresel güvenlik yolunda büyük güçlerle ABD’nin uyumlu çalışması yanında, diğer
devletlerin ve özellikle sorunlu bölgelerdeki devletlerin de bu sürece katkıda bulunması
11
gerekmektedir. Yukarıda örnek bölge olarak Ortadoğu ele alındı. Ortadoğu devletlerinin de, bu
süreçte eğitime ve sosyal konulara yatırım yapması ve insani kalkınmaya öncelik vermesi
gerekecektir. Kalkınma, gelişme ve refahın küresel düzeyde ele alınması gereklidir, ancak bu yolda
Ortadoğu devletlerinin de kendi ev ödevlerini yapması gerekmektedir.
Böylece vurgulanması gereken felsefi ve teorik nokta, uluslararası sistemde elimizdekilerden yola
çıkarak bu sistemin daha iyiye götürülebileceğidir.20 Aşırı iyimser veya aşırı kötümser teoriler ve
yaklaşımlar ne doğrudur ne de faydalıdır. Küresel güvenliği ve buradan hareketle küresel refahı ve
barışı gerçekleştirme noktasında konumu ne olursa olsun her devlete görev düşmektedir. Tabii ki bu
görevlerin önemli bir kısmını da ABD ve diğer büyük devletler üstlenmelidir.
Nejat Doğan, Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University Press of
America, Maryland, December 2012.
20
12
Kaynakça
BULL, Hedley ve Adam Watson (1984). The Expansion of International Society, New York, Oxford University Press.
CLAUDE, Inis L. Jr. (1964). “National Interest and the Global Environment: A Review of Arnold Wolfers, Discord and
Collaboration: Essays on International Politics,” Conflict Resolution, No. 8 (3), ss. 294-296.
DOĞAN, Nejat (2005). “Fighting International Terrorism: Combining Sic Semper Tyrannis with E Pluribus Unum,” 3rd
International Social Science Congress of the Turkish World, Celalabat/ Kırgızistan, vol. 1, ss. 269–278.
DOĞAN, Nejat (2008). “The Interaction Between Democracy and Peace: Bridging the Gap Between Liberalism and
Realism in International Relations,” Expanded EU: From Autonomy to Alliance, Kseniya M. Khovanova, Nejat
Doğan, Maksym Kovalev (ed.), Amsterdam/New York, Rodopi, ss. 13-26.
DOĞAN, Nejat (2011). “Uluslararası İlişkiler Teorileri: ABD’nin Uluslararası Sistemdeki Yeri ve Teorilerin
Paradigmasal Değişimi,” Cenap Çakmak, Cengiz Dinç, Ahmet Öztürk (ed.), Yakın Dönem Amerikan Dış
Politikası: Teori ve Pratik, Ankara, Nobel, ss. 15-35.
DOĞAN, Nejat (2011). “Demokrasi ve Ortadoğu’nun Geleceği,” 38th International Congress of Asian and North African
Studies (ICANAS), International Relations - Vol. II, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara, ss.
601-620.
DOĞAN, Nejat (2012). Pragmatic Liberal Approach to World Order: The Scholarship of Inis L. Claude, Jr. University
Press of America, Maryland.
FUKUYAMA, Francis (1989). “The End of History?” The National Interest, ss. 3-18.
FUKUYAMA, Francis (1992). The End of History and the Last Man, New York, Free Press.
GADDIS, John Lewis (1997). We Now Know: Rethinking Cold War History, New York, Oxford University Press.
KANT, Immanuel (1991). “Perpetual Peace: A Philosophical Sketch,” Hans Reiss (ed.) Kant: Philosophical Writings,
Cambridge, Cambridge University Press, ss.93-130.
KEOHANE, Robert O. (1984). After Hegemony: Cooperation and Discord in the World Political Economy, Princeton,
Princeton University Press.
LEWIS, Bernard (2002). What Went Wrong?:Western Impact and Middle Eastern Response, London, Phoenix.
MATTERN, Janice Bially (2005). “Why Soft Power isn’t So Soft: Representational Force and the Sociolinguistic
Construction of Attraction in World Politics,” Millennium, No. 33 (3), ss. 583-612.
MILL, John Stuart (1962). “A Few Words on Non-Intervention,” Gertrude Himmelfarb (ed.), Essays on Politics and
Culture, New York, Doubleday, ss. 396-413.
NYE, Joseph S. (2005). Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Yolu. Ankara, Elips.
OECD (2011). “R&D expenditure”, OECD Science, Technology and Industry Scoreboard 2011, OECD Publishing.
RUSSETT, Bruce (1985). “The Mysterious Case of Vanishing Hegemony; or, Is Mark Twain Really Dead?”
International Organization, No.39 (2), ss. 205-231.
STRANGE, Susan (1987). “The Persistent Myth of Lost Hegemony,” International Organization, No. 41 (4), ss. 551574.
Web Siteleri




www.bbc.co.uk/news/
www.oecd-ilibrary.org
www.treasury.gov
www.worldbank.org
13

Benzer belgeler