ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM (sempozyum

Transkript

ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM (sempozyum
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
Sayfa:1/39
>>
İÇİNDEKİLER
ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM
TAKDİM
Açılış Konuşmaları
I. OTURUM
KUR'ÂN’IN ENGELLİLERE YAKLAŞIMI
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Prof. Dr. İdris ŞENGÜL
Doç. Dr. Fikret KARAMAN
ENGELLİLER İLE İLGİLİ HADİSLERİN ANALİZİ
Doç. Dr. Bünyamin ERUL
Prof. Dr. İsmail Hakkı ÜNAL
Dr. Ekrem KELEŞ
II. OTURUM
İSLAM’IN ENGELLİLERE TANIDIĞI KOLAYLIK VE RUHSATLAR
Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Dr. İbrahim PAÇACI
Dr. Mehmet CANBULAT
İSLAM KÜLTÜRÜNDE ENGELLİ MEŞHURLAR
Doç Dr. Mehmet Emin Özafşar
Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM
Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN
III.OTURUM
ENGELLİLERİN SORUNLARINA PANAROMİK BİR YAKLAŞIM
Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY
Vedat BAŞER
Yunus BAYRAKTAR
Fikret GÖKÇE
ENGELLİLERİN VE AİLELERİNİN EĞİTİMİ VE REHABİLİTASYON
Ülker ERGİN
Prof. Dr. İsmail DOĞAN
Prof. Dr. KENAN GÜRSOY
IV. OTURUM
KİŞİSEL VE KURUMSAL BAĞLAMDA ENGELLİLERİN DESTEKLENMESİ
Prof. Dr. İsmail DOĞAN
Ahmet Faruk ÖZTİMUR
Dr. Ahmet ONAY
ÜLKEMİZDE ÖZÜRLÜLÜK VE SOSYAL POLİTİKANIN
OLUŞTURULMASI
Dr. Mehmet AYSOY
Dr. Güler SAYGIN
Necla ASLANKURT
ÖZÜRLÜ POLİTİKASINDA POZİTİF AYRIMCILIK
Osman ÇETİNKAYA
Yrd. Doç. Dr. Naci KULA
ÖZÜRLÜLER YASA TASARISI
Hüdai EKİNCİ
Rıdvan NİZAMOĞLU
DEĞERLENDİRME OTURUMU
Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Ahmet Faruk ÖZTİMUR
KAPANIŞ KONUŞMASI
Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet AYDIN
[ ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ]
ÜLKEMİZDE
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM
- SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ (20-21 Aralık 2003 ANKARA)
YAYINA HAZIRLAYAN
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
SEMPOZYUM TERTİP HEYETİ
Başkan Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Üyeler Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Yaşar ÇOLAK
Sekreter Fevzi ERARSLAN
REDAKSİYON
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
KATILIMCILAR
Prof. Dr. BAYRAKTAR Mehmet Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Prof. Dr. BOLAY Süleyman Hayri Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Prof. Dr. DOĞAN İsmail Ankara Eğitim Fakültesi
Prof. Dr. DÖNDÜREN Hamdi Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Prof. Dr. GÜNGÖR Mevlüt Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Prof. Dr. GÜRSOY Kenan Galatasaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Dekanı
Prof. Dr. SARIÇAM İbrahim Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Prof. Dr. ŞENGÜL İdris Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Prof. Dr. ÜNAL İsmail Hakkı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Prof. Dr. YAZICI Nesimi Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Doç. Dr. ALTUNTAŞ Halil Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Doç. Dr. ERŞAHİN Seyfettin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Doç. Dr. ERUL Bünyamin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Doç. Dr. KARAGÖZ İsmail Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Doç. Dr. KARAMAN Fikret Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Doç. Dr. ÖZAFŞAR Mehmet Emin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yrd. Doç Dr. KULA Naci Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi
Dr. AYSOY Mehmet Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkan Vekili
Dr. CANBULAT Mehmet Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Dr. KELEŞ Ekrem Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Dr. ONAY Ahmet Diyanet İşleri Başkanlığı Teftiş Kurulu Üyesi
Dr. PAÇACI İbrahim Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Dr. SAYGIN Güler Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkan Yardımcısı
ASLANKURT Necla Otistik Çocukları Koruma Derneği Başkanı
BAŞER Vedat Türkiye Ortopedik Özürlüler Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi
BAYRAKTAR Yunus İşitme Engeliler Milli Federasyonu Başkanı
ÇETİNKAYA Osman Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı Danışmanı
EKİNCİ Hüdai Başbakanlık Hukuk Müşaviri
ERGİN Ülker SHÇEK Daire Başkanı
GÖKÇE Fikret Zihinsel Özürlüler Federasyonu Başkanı
NİZAMOĞLU Rıdvan I. Hukuk Müşaviri Vekili
ÖZTİMUR Ahmet Faruk Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanı
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:2/39
[ TAKDİM ]
>>
TAKDİM
İnsan, Allah'ın en kıymetli ve en değerli yaratığıdır. Yer yüzünde ve göklerde
bulunan bütün varlıklar onun hizmetine sunulmuştur. İlâhi emanetleri o yüklenmiş, yer
yüzüne o halife yapılmıştır. O, aklı ve iradesi, duygu ve yetenekleri, sorumluluğu ve
ilâhî sınava tabi tutulması ile diğer varlıklardan ayrılmaktadır. O, kendisi iyi ve kötü
olana yönelebileceği gibi başkaları tarafından da yönlendirilebilir. İnancı, ameli, ahlakı
ve davranışları ile yaratıldığı safiyet (ilâhî fıtrat) üzere kalabileceği gibi aşağıların
aşağısına (esfele sâfilîn) da inebilir. Çünkü nefsi düşmanıdır, şeytan düşmanıdır,
nefsânî ve şehevâni zafiyeti vardır. Bu itibarla onun iyiye ve doğruya yönlendirilmesi
ve eğitilmesi, tedip ve terbiye edilmesi, ona doğruların ve gerçeklerin öğretilmesi
gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığı bir görev üstlenmiştir: "Toplumu din konusunda
aydınlatma görevi". Bu görevi her kesimden insanımıza götürmek durumundadır.
Sayıları sekiz buçuk milyonu bulan özürlü ve engelli insanlarımıza bu görevin daha bir
itina ile götürülmesi gerekir. İşte elinizdeki kitap, bu görev sorumluluğu sonucu ortaya
çıkmıştır.
2003 yılının başlarında sayın Devlet Bakanımız Prof. Dr. Mehmet AYDIN,
Diyanet İşleri Başkanı Vekili sayın Rıdvan ÇAKIR'a engelliler ile ilgili bir proje
hazırlattırılmasını istemiştir. Rıdvan ÇAKIR konuyu Din İşleri Yüksek Kurulu
Başkanına iletmiş,Kurul başkanlığı da bu görevi tarafıma vermiştir. Tarafımdan
hazırlanan proje 11/06/2003 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu'na sunulmuştur. Proje
Kurul'da görüşülmüş ve kabul görmüştür. Bunun üzerine Başkanlık Makamı’nın
30/06/2003 tarih ve 42 sayılı oluru başkanlığımda Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ ve Dini Yayınlar Dairesi Başkanı Yaşar ÇOLAK'tan
oluşan “Engellilere Yönelik Din Hizmetleri Komisyonu” kurulmuştur.
Projede; 1) Görme engellilere yönelik olarak temel dînî bilgileri içeren teyp
kasetleri, cd’ler, WCD'ler ve Braille Kur’ân elifbası hazırlanması; 2) İşitme engelliler
için; Diyanet Saati'nde programlar yapılması, programlarda âyet ve hadis mealleri ile
temel bazı dînî bilgilerin alt yazı ile verilmesi; 3) İslam’ın engellere tanıdığı ruhsat ve
kolaylıkları içeren “temel dini bilgiler” kitabı hazırlatılması; 4) Dünya Özürlüler Günü
(3 Aralık) ve Sakatlar Haftası (10-16 Mayıs) münasebetiyle yayınlar yapmılması; 5)
Belirli camilerde hutbelerin işaret diliyle anlatılması; 6) Ortopedik engellilerin
camilere rahatça girebilecekleri ortamın hazırlanması, özellikle cuma ve bayram
namazlarında engellilere yer ayrılması; 7) İşitme engelliler için cami girişlerine namaz
vakitlerini gösterir levhalar/yazılar konulması; 8) İslam’ın engellilere tanıdığı ruhsat
ve kolaylıkların hutbe ve va’zlarda anlatılması; 9) Dünya Özürlüler Günü (3 Aralık) ve
Sakatlar Haftasında (10-16 Mayıs) konferans, seminer ve paneller düzenlenmesi,
camilerde konu ile ilgili va’z yapılması ve hutbe okutulması; 10) Kur'ân okumayı
öğrenmek isteyen görme engelliler için Kur'ân Kurslarında tedbir alınması; 11) Eğitim
merkezlerinde Kur'ân kursu öğreticileri ile cami görevlilerine yönelik hizmet içi eğitim
kursları düzenlenmesi; 12) Umre ve hacca gitmek isteyen engelliler için özel kafile
oluşturulması; 13) Engelliler için Mekke ve Medine’de Hareme yakın evler
kiralanması; 14) Umre ve hacda engellilere hizmet verecek personelin özel olarak
eğitilmesi; 15) Diyanet Web Sitesinde engellilere yönelik bir köşe açılması ve bu
sitede onlara yönelik dini ve ahlâki bilgiler verilmesi hususları yer almıştır.
19/07/2003 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Devlet Bakanı Prof. Dr.
Mehmet AYDIN'ın başkanlığında Diyanet İşleri Başkanı, Başkan yardımcıları ve
birim amir, Türkiye Sakatlar Konfederasyon ve bağlı federasyonların başkan veya
temsilcileri, engellilere yönelik çalışmalar yapan bazı kurum yetkililerinin katıldığı bir
toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda proje ele alınmış ve kabul görmüştür.
Proje, 16 Temmuz 2003 tarih ve 45 sayılı Başkanlık oluru ile yürürlüğe konulmuş
ve projede yer alan hususların uygulanması için birimlere 16 Temmuz 2003 tarihinde
336 sayılı bir yazı gönderilmiştir. Bu yazı üzerine birimler projede yer alan teklifleri
uygulamaya başlamışlardır.
Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı, “Engelliler Bölümünde Yer Almasını Arzu
Ettiğiniz Hususlar” konulu bir anket hazırlamış ve bu anketi, Başkanlığımız Web
Sitesinde “Ayın Anketi” bölümüne koymuştur.
Dini Yayınlar Dairesi Başkanlığı; a) Diyanet Saati programlarında zikredilen ayet
ve hadislerin mealleri ile konuşmacıların ifadelerinden önemli bölümleri, işitme
engelliler için spot olarak alt yazı ile vermeye başlamıştır. b) “Kur’ân Okumaya Giriş”
adlı eserin “BRAİLLE” alfabesine çeviri işlemlerini yaptırmış ve eseri basım safhasına
getirmiştir. c) “Müslüman Gençlere Din Bilgisi” adlı eserin “BRAİLLE” alfabesi ile
bastırılması çalışmalarını başlatılmıştır. d) Görme engellilere yönelik İslam’ın inanç,
ibadet ve ahlak ilkelerini konu alan “Kalpten Görenler” isimli bir radyo dramasının
senaryosunu sipariş etmiştir. e) İslâm’ın engellilere tanıdığı ruhsat ve kolaylıkları
içeren bir kitabın hazırlanması siparişini vermiştir. f) 31 Ekim-02 Kasım 2003 tarihleri
arasında yapılacak olan Birinci Dini Yayınlar Kongresinde, görme özürlü bir ilim
adamı olan İsmail ÇAKICI'nın “Ülkemizde Engellilere Yönelik Dini Yayınların
Mevcut Durumu Ve Geleceğe Yönelik Perspektifler” konulu bir tebliğ sunmasını
kararlaştırmıştır.
Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, 15 Ağustos 2003 tarih ve 6606 sayılı bir yazı
ile taşra teşkilatına gönderdiği talimatta; a) Belirli camilerde işaret dili ile hutbelerin
anlatılması, b) Ortopedik engellilerin camilere kolaylıkla girebilmelerini sağlayacak
düzenlemelerin yapılması, c) İşitme engelliler için cami girişlerine namaz vakitlerini
gösterir levhaların konulması, d) İslam dininin engellilere tanıdığı ruhsat ve
kolaylıkların vaazlarda anlatılması, e) 3 Aralık Dünya Özürlüler Günü ve 10-16 Mayıs
Sakatlar Haftasında konu ile ilgili konferans, panel ve seminerler düzenlenmesi,
mahalli televizyon ve radyolarda programlar yapılmasını talep etmiştir.
Din Eğitimi Dairesi Başkanlığı; Kur’ân okumayı öğrenmek isteyen işitme ve
göreme engelliler için Kur'ân kurslarında tedbir alınmasını istemiş ve bu engellilere
din eğitim ve öğretimi verebilecek elemanların yetiştirilmesi için Kur'ân Kursu
öğreticileri arasından seçilecek görevlilerin eğitilmelerini 2004 yılı çalışma
programına almıştır.
İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, 18 Temmuz 2003 tarih ve 5800 sayılı bir
yazı ile taşra teşkilatından ülke çapında mahallince belirlenen 1173 camide özürlülerin
ibadet etme imkanlarını sağlayıcı fiziksel düzenlemelerin yapılması çalışmalarının
başlatılması talimatını vermiştir.
9 Ekim 2003 tarihinde Başkanlık Merkezinde Diyanet İşleri Başkanının
başkanlığında ikinci bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantıya başkan yardımcıları, birim
başkanları, Türkiye Sakatlar Konfederasyonu başkanı, Konfederasyon bağlı
federasyon başkanları veya temsilcileri, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkan vekili,
SHÇEK temsilcisi ve diğer ilgili kurum yetkilileri katılmıştır. Bu toplantıda Aralık ayı
içerisinde bir sempozyum yapılması kararı alınmıştır.
Komisyonumuz, 20/10/2003 tarihinde toplanmış ve sempozyumun 20-21/12/2003
tarihinde yapılamasının, sempozyumda "Kur'ân’ın Engellilere Yaklaşımı", "Engelliler
İle İlgili Hadislerin Analizi", "İslam Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar", "İslam’ın
Engellilere Tanıdığı Kolaylık Ve Ruhsatlar", "Engellilerin Sorunlarına Panaromik
Yaklaşım", "Engellilerin Ve Ailelerinin Eğitimi Ve Rehabilitasyonu", "Kişisel Ve
Kurumsal Bağlamda Engellilerin Desteklenmesi" ve "Sosyal Hayat Ve Engelliler"
konularının işlenmesinin uygun olacağının, bu konuların Türkiye Sakatlar
Federasyonuna ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığına gönderilmesinin uygun
olacağı görüşüne varmıştır.
Komisyonumuz, tebliğ sunacak ve müzakere yapacak akademisyen ve
bürokratlarla görüşmüş, gereken bütün hazırlıkları yapmış ve sempozyum 20-21
Aralık 2003 tarihinde halka açık olarak 35 bilim adamının tebliğci ve müzakereci
olarak katılımı ile Ankara Kocatepe Camii Konferans salonunda gerçekleştirmiştir.
Sempozyum, Diyanet İşleri Başkanının açış konuşması ile başlamıştır. Açılışta Devlet
Bakanı Güldal AKŞİT de bir konuşma yapmıştır. Sempozyumun kapanış konuşması
Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet AYDIN tarafından yapılmıştır.
Sempozyumun birinci gününde iki oturum yapılmıştır. Birinci oturumda Doç. Dr.
İsmail KARAGÖZ, "Kur'ân'ın Engellilere Bakışı", Doç, Dr. Bünyamin ERUL,
"Engelliler ile İlgili Hadislerin Analizi"; ikinci oturumda; Prof. Dr. Hamdi
DÖNDÜREN, " İslam'ın Engellilere Tanıdığı Ruhsat ve Kolaylıklar" ve "Doç. Dr.
Mehmet Emin ÖSZAFŞAR, "İslam Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar" başlıklı
tebliğler sunmuşlar ve her tebliğler bilim adamı tarafından müzakere edilmiştir.
İkinci gün üç oturum yapılmıştır. Birinci ve ikinci oturumlarda; Zihinsel Özürlüler
Federasyonu başkanı İsmet GÖKÇE, "Engellilerin Sorunlarına Panoramik Yaklaşım",
Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Daire başkanı Ülker ERGİN, "Engellilerin
ve Ailelerinin Eğitimi ve Rehabilitasyonu", Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanı
Ahmed Faruk ÖZTİMUR, "Kişisel ve Kurumsal Bağlamda Engellilerin
Desteklenmesi", Başbakanlık Özürlüler Dairesi Başkanı Vekili Dr. Mehmet AYSOY,
"Ülkemizde Özürlülük ve Sosyal Politikanın Oluşturulması", Başbakanlık Özürlüler
Dairesi Başkanlığı Danışmanı Osman ÇETİNKAYA, "Özürlü Politikasında Pozitif
Ayırımcılık Perspektifi" ve Başbakanlık Hukuk Müşaviri Hüdai EKİNCİ ise
"Özürlüler Yasa Tasarısı" başlıklı tebliğler sunmuşlar ve bu tebliğler bilim adamları
veya sivil örgüt temsilcileri tarafından müzakere edilmiştir. Üçüncü oturumda
sempozyumun değerlendirilmemsi yapılmıştır.
Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 05/02/2004 tarih ve 29 sayılı kararı ile
sempozyumda sunulan tebliğ ve müzakere metinleri ile yapılan konuşmaların Diyanet
Web Sitesine yüklenmesi kararını alınmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, engelli ve özürlülere yönelik hizmetlerini sürdürecektir.
Bu alanda hizmeti geçen herkese şükranlarımı sunuyoruz.
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:3/39
[ Açılış Konuşmaları ]
Türkiye Sak. Kon.Bşk. Ahmet Faruk ÖZTİMUR
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU
Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet AYDIN'ın mesajı
Devlet Bakanı Güldal AKŞİT
AÇILIŞ
Sunucu: Fevzi ERASLAN
>>
Sayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanım, değerli bilim adamları, sivil
toplum örgütlerinin değerli temsilcileri, yazılı ve görsel basının kıymetli mensupları,
saygıdeğer konuklar. Başkanlığımız, toplumu din konusunda aydınlatma görevi
çerçevesinde ürettiği hizmetlerden toplumun tamamının yararlandırılması ilkelerinden
hareketle toplumsal bilinç oluşturulması amacıyla, sayıları 7,5 milyonu aşan engelli
vatandaşlarımıza yönelik yeni bir hizmet hamlesi başlatmıştır. Bu çerçevede
düzenlemiş olduğumuz sempozyumumuza hoş geldiniz diyorum.
İzninizle, şimdi programımızın akışını takdim etmek istiyorum
Saygı duruşu ve İstiklal Marşı.
Kur’ân-ı Kerim okunması
Protokol konuşmaları ve telgraf metinlerinin okunması ve
Tebliğlerin sunulması ve müzakereler.
Saygıdeğer konuklar, saygı duruşu ve İstiklâl Marşına davet ediyorum…..
Saygıdeğer konuklar, programımızın bu bölümünde Kur’ân-ı Kerim okumak
üzere, Kocatepe Camii İmam Hatibi Kadir TEMEL'i mikrofona davet ediyorum….
Değerli misafirler, programımızın bu bölümünde, Türkiye Sakatlar
Konfederasyonu Başkanı Sayın Faruk ÖZTİMUR konuşmalarını yapacaklar. Arz
ediyorum.
Faruk ÖZTİMUR
Sayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanım, çok değerli Özürlüler İdaresi
Başkanım, eski bakanlarım, eski milletvekillerim ve çok değerli hocalarım, değerli
akademisyenler, Diyanet İşleri Başkanlığının çok değerli temsilcileri, Türkiye Sakatlar
Konfederasyonuna bağlı değerli federasyon başkanları ve değerli mensupları;
gerçekten çok heyecanlı ve önemli, yıllardır özlemini yaşadığımız, gündeme getirmek
için büyük çaba sarf ettiğimiz konunun, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından dile
getirilmesi bize mutluluk veriyor.
Biz nasıl ibadet yaparız, nasıl camiye gideriz? Yakınlarımız, ebeveynlerimiz,
dostlarımız vardır, onları son yolculuğuna uğurlamaya camilere nasıl geliriz, nasıl
ulaşırız? Her gün Kocatepe Camii’ne gelirken, 4-5 kişinin yardımıyla merdivenleri
çıkabiliyoruz. Her yakınımızı, hatta özürlüler için yıllardır hizmet etmiş Sakatlar
Derneğimizin kurucularının son yolculuğunda bakıyoruz özürlüler bir kenarda,
abdesthaneye giremiyor ve orada, onların Cenaze Namazında bulunamıyor ve
maalesef konuyu büyük bir kısmı bilemiyor.
Yıllardır vaazlar veriliyor, işitme engelliler için işaret lisanıyla çeviri yapılamıyor.
Birdenbire, yeni gelen Diyanet İşleri Başkanımın önderliğinde ve Sayın Doç. Dr.
İsmail KARAGÖZ’ün hazırladığı bu güzel projeyle, büyük bir sevinç yaratan,
yüreğimizi hoplatan çok önemli mesajlar geliyor.
Bir taraftan Diyanet İşleri Başkanlığı kabartma Kur’ân-ı Kerimi bastırdı ve bizlerin
hizmetine sundu. Diğer taraftan ilk defa Diyanet İşleri Başkanlığı bizlere iftar yemeği
verdi. 3 Aralık Dünya Özürlüler Gününde camilerde ve televizyonlarda dini
programlar yapıldı. İki gün boyunca özürlülerin sorunları ve çözüm önerileri
konuşulacak. Diyanet İşleri Başkanım ve diğer yetkililere ve hizmeti geçenlere
teşekkürlerimi sunuyorum.
Mezarlıklara giremiyoruz, bu, belediyelerin konusu. Camilere giremiyoruz. Hac
ibadetini yapmak istediğimiz zaman sorunlar çıkıyor. İnşallah iki gün boyunca
sorunlarımız tartışılacak. Bu bizler için çok önemli.
Katılım, engellilerden çok daha fazla olabilirdi; ama, ben biraz önce telefonlar
aldım, ülkemizin şartları, bir taraftan mimari engeller, bir taraftan üst geçitler, bir
taraftan kaldırımlar, bir de kar öyle bir vurdu ki, buraya çok ulaşmak isteyen
arkadaşlarımız gelemediler.
Ben bu meseleyi daha fazla uzatmayarak, burada bize destek veren, güç verenlere,
hepinize şükranlarımı sunuyorum. Sağ olun, var olun, bizim için çok önemli olan bir
konuyu gündeme getirdiğiniz için, camiam adına, 8,4 milyon engelli adına teşekkür
ediyorum, sağ olun var olun.
Sunucu
Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanına teşekkür ediyorum. Değerli konuklar!
Şimdi konuşmalarını yapmak üzere Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali
BARDAKOĞLU'nu kürsüye davet ediyorum. Buyurun sayın Başkanım.
Prof. Dr. ALİ BARDAKOĞLU
Sözlerime, bizleri yaratan, bizlere sayısız ve sınırsız nimetler bahşeden, hayatı ve
ölümü, yoksulluğu ve zenginliği, sağlığı ve hastalığı veren ve bunları da amellerimizin
hangisinin iyi olacağını denemek için yarattığını beyan eden Yüce Allah’a hamd
ederek ve O’nun dinini bizlere ulaştıran Hazret-i Peygamber’e salatü selam ederek
başlıyorum.
Sayın Bakanım, seçkin konuklar, basınımızın kıymetli mensupları; Federasyon
Başkanımız bizlere teşekkür etti. Aslında, bizim onlara teşekkür borcumuz var; çünkü,
bize bu alandaki yapmamız gerekenleri ve sorumluluklarımızı hatırlattı. Kendilerine ve
bütün arkadaşlarına ayrı ayrı teşekkür ediyorum
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, engelli vatandaşlarımızın sorunları konusunda
duyarlılığımızı artıracağına ve çözüm üretimi konusunda yol gösterici olacağına
inandığımız ve bu amaçla düzenlediğimiz sempozyumumuza katıldığınız için hepinize
teşekkür ediyor, hoş geldiniz diyorum. Selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Ülkemizde yaşayan engelli vatandaşlarımızla ilgili olarak yapmamız gerekenler
konusunda, açık söylemek gerekirse, modern dünyanın çok gerisindeyiz. Şüphesiz
bunun, sosyal, ekonomik, kültürel birçok sebebi vardır. Ama, bunlar, elbette ki,
yapmamız gerekenlere mazeret teşkil edemez.
Önce şunu söylemek isterim ki; engelli olgusuna bakışımız, son beş on yıldır,
ülkemizde ciddî bir değişime uğradı. Bu, işin başlangıcı olsa bile, sevindirici bir
husustur. Biz, Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, konuya bakışımızı daha sağlıklı bir
standarda çekmek, bu konudaki sorunları ve çözüm önerilerini bütün detaylarıyla
birlikte görebilmek için, böyle bir sempozyuma ihtiyaç duyduk. Anlayışlarımızın
düzeltilmesi ve toplumumuzun bilinçlendirilmesi açısından, üzerimize düşen
sorumlulukları ve neler yapabileceğimizi, böyle bir bilimsel toplantıda ele almayı son
derece gerekli gördük.
Saygıdeğer dinleyenler, insan bedensel ve ruhsal yapısıyla bir bütündür. Bedenleri
ve ruhları yaratan ise Yüce Allah’tır. Yüce Allah, bize, irade, sınırlı bir hayat ve belli
imkânlar vermiştir. Bütün bunlarla bizi, bu dünyada bir sınava tabi tutmaktadır. Herkes
kendi iradesinden sınırları ve imkânları nispetinde sorumludur. Engelli insanın görevi,
kendi iradesine ve yeteneklerine sahip çıkmasıdır. Engelli olmayanın görevi ise, onları
anlamaya ve hayatın bir parçası olarak görmeye çalışması ve kendi imkânlarını onlara
açabilecek bir bilinç düzeyine ulaşmasıdır. Buna bir lütuf olarak bakmak, hem incitici,
hem de ciddî anlamda ahlaki bir zaaftır. Çünkü, toplum halinde yaşamanın ve insan
olmanın bir bedeli ve bir sorumluluğu vardır. Öyleyse, engelli vatandaşlarımıza karşı
insani ve sosyal açıdan sorumluyuz. Bu sempozyumun bize, öncelikle bu
sorumluluklarımızı hatırlatmasını, ama derinden hatırlatmasını, daha sonra da çözüm
önerileri konusunda yol göstermesini temenni ediyorum.
Açıkça ifade edelim ki, kişinin engelli oluşu, insan hak ve hürriyetleri açısından bir
engel teşkil etmez. Bütün insanlar, insan olmanın onur ve nimetini ortaklaşa
paylaşmalıdır. İnsanlara güçleri ve imkânları nispetinde sorumluluk yüklemek, insan
haklarına saygının ve adaletin gereğidir. Zaten, kişilere kaldıramayacağı
sorumlulukların yüklenemeyeceği, Kur'ân’ın genel bir hükmüdür. İslâm’ın insana
bakışının belki de en önemli özelliği, insanı insan olarak saygın ve değerli sayması,
gönül huzurunu ve sevgiyi ön planda tutmasıdır. Bütün engelli kardeşlerimizi, İslâm’ın
bu insani bakış ekseninde değerlendirmeliyiz. Toplumumuzdaki engelliler sorununun
kaynağını, engellilerde değil belki engelli olmayanlarda aramak daha doğru bir
yaklaşımdır.
Saygıdeğer dinleyenler, biliyoruz, bizim Diyanet İşleri Başkanlığı olarak
imkânlarımız nispetinde yaptıklarımız ve bundan sonra da yapabileceklerimiz vardır.
Kabartma Kur'ân basımı, bazı camilerde hutbenin işaret diliyle anlatımına başlanması,
camilerin ve benzeri müştemilatının fizik mekânlarında engellilerin yararlanmasına
yönelik iyileştirmelerin yapılması mevcut projelerimizden sadece bir kısmıdır. Ancak,
bugüne kadar yapılanlar konusunda övünülecek bir noktada olmadığımızı da itiraf
etmeliyim. Öncelikle eğitim sorununa eğilmeyi ve bu alanda öncü adımlar atmayı
hedefliyoruz. Özellikle din eğitimi veren kurumların yapılarının engelli
vatandaşlarımızı da kapsayacak şekilde gözden geçirilmesi, mevcut eksikliklerin
giderilmesi öncelikli hedefimizdir. Bununla birlikte, dini yayınlar konusunda da
planladığımız bazı projelerimiz vardır. Mesela, dinin engellilere bakışını yansıtan ve
engelli ailelerini bilgilendiren bir kısım eserlerin hazırlanması, bunların ilgili kitlelere
ulaştırılması, işaret dili destekli ve altyazılı görsel yayınların çoğaltılması, proje
kapsamındaki önceliklerimizdendir.
Bu sempozyumun, ülkemizin temel sorunlarından biri olan engelliler konusunda
ufuk açıcı ve çözüm üretici çabalara katkı sağlamasını niyaz ediyor, katılımcılara
teşekkürlerimi ve engelli kardeşlerime de sevgilerimi, selamlarımı sunuyorum. El ele
verirsek, yarınların bugünlerden daha güzel olacağına inancımızı tekrarlayarak,
saygılarımı sunuyorum.
Sunucu
Sayın Başkanıma teşekkür ederim. Değerli misafirler! Sayın Devlet bakanımımız
Prof. Dr. Mehmet AYDIN yurtdışında bulunduğu için sempozyumumuzun açılışına
katılamadılar. Ancak bakanımızın mesajlarını Devlet Bakanlığı danışmanı sayın Ulvi
ATA okuyacaklardır. Buyurun.
Ulvi ATA
Sayın konuklar, Bakanlığıma bağlı Diyanet İşleri Başkanlığımızın, çok
önemsediğim teşebbüslerinin bir başlangıcı olarak “Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve
İslam” konulu sempozyumda aranızda olamadığım için üzgünüm. Sizlere gönül
coğrafyamızın önemli merkezlerinden, Özbekistan’dan selâm ve saygılarımı sunuyor,
aşağıdaki ifade ve tespitlerimle şahsımı aranızda saymanızı istirham ediyorum.
Ülkemizde % 10 civarında engelli vatandaşımızın bulunduğu, bunun aile ve
çevreleriyle birlikte toplumumuzun yaklaşık 3/1’ine tekabül ettiği, konuyla ilgili
araştırmacılar tarafından dile getiriliyor. Civarında diyorum., çünkü engellik
konusundaki ölçü, biraz da insanların kendilerini nasıl tanımladıkları veya gördükleri
meselesiyle alâkalıdır.
Bu, konunun bir tarafı. Diğer tarafı ise olaya yaklaşım meselesidir. Konuya, insan
tasavvurumuz açısından temel bir yaklaşım getirmek istiyorum.
İnsanı; sorumlulukları, yetenekleri ve özgürlükleri açısından bir bütün olarak ele
almak gerekir. Sorumluluk; insan olmaktan, yaratılıştan gelen bir olgudur. İnsanı Allah
yaratmış ve maddî-manevî birtakım imkânlarla donatmıştır. Bunlar beden, ruh, akıl,
dil, mekan, tarih, çevre vs. olarak uzayıp gider. İnsan, kendisine bahşedilen bu
nimetlerle felsefî anlamda söylersem, kendini kendi kılarak, kendini oluşturarak
yeteneklerini ortaya çıkarır. Bunlarla varolan dünyaya tutunur ve ötelere açılım sağlar.
Sonra özgürlük meselesi gelir. Özgürlük hem içe doğru, yani insanın kendini
özgürleştirmesi, kişiliğini bulması, insan olduğunun farkına varmasıyla ilgilidir; hem
de dışa doğru, yani hukuk alanıyla ilgilidir.
Türkiye’de yaşayanlar, bütün meselelerine yaklaşımda bu üç bağlamı görmek ve
dikkate almak durumundadırlar. Engelli kardeşlerimizin birikmiş, ihmal edilmiş,
ciddiye alınmamış birçok sorununun olduğunu yakinen biliyorum. Bunların devleti
ilgilendiren; Milli Eğitimi ilgilendiren, Diyanet İşleri Başkanlığımızı ilgilendiren,
Belediyeleri ilgilendiren, sivil toplum kuruluşlarını ilgilendiren boyutları vardır. Hatta
aile ve çevreleriyle birlikte bütün toplumu ilgilendiren boyutları vardır. İşte böylesine
geniş bir alanda pratik sonuçlara ulaşmak gerçekten kolay değildir. Bununla meselenin
boyutunu, bağlamını ve sınırlarını ortaya koymak istiyorum.
Hükümetimizin bir bakanı olarak kanaatim, olayın bütünsel bir bakışla ele
alınmasından yanadır. Bu hususta hükümetimizin elinden geleni yapacağına olan
inancım tamdır. Bugüne kadar engelli kardeşlerimizin sorunlarına yaklaşım hep
parçacı bir yaklaşım olmuştur. İnşallah, anlatmaya çalıştığım genel bakış açımızı biran
evvel hayata geçirmeyi başarır, Türkiye’de sorunların kurumların kısa zamanda nasıl
çözüme kavuştuğunu görme imkânı bulmuş oluruz.
Bu bilimsel toplantının sonuçlarını bu açıdan değerlendireceğiz. Engelli ve
engelsiz vatandaşlarıma kafalarımızdaki ve gönüllerimizdeki engelleri kaldıralım
diyoruz. Gerisi, el ele verip çalışılarak halledilebilecek bir meseledir.Hepinize
başarılar diliyorum.
Sunucu
Ulvi beye teşekkür ederim.Değerli konuklar! Şimdi Devlet Bakanımız Güldal
AKŞİT Hanımefendi konuşmalarını yapacaklardır. Buyurun sayın Bakanım.
Güldal AKŞİT
Değerli konuklar, seçkin bilim adamları, kıymetli basın mensupları; hepinizi
saygıyla selamlarken, engelliler konusunda İslâm dünyasında bir ilkin
gerçekleştirilmesine vesile olan değerli bakan arkadaşım Prof. Dr. Sayın Mehmet
AYDIN’a, Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Ali BARDAKOĞLU’na ve emeği geçen
tüm değerli bürokratlarımıza, bilim adamlarımıza teşekkürlerimi ve saygılarımı
sunarak sözlerime başlamak istiyorum.
"Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm Sempozyumu"nun düzenlenmesi
suretiyle, daha önceden bu çerçevede tartışılmamış bir konunun, böylesi seçkin bir
toplulukla tartışılacak olmasından fevkalade memnuniyet duyduğumu ifade etmek
istiyorum, dışarıdaki kötü hava şartlarına rağmen buraya gelerek sempozyuma katılan
herkese teşekkürlerimi sunuyorum.
Sempozyumun konu başlıklarına baktığımızda, "Kur'ân’ın Engellilere Yaklaşımı",
"Engellilerle İlgili Hadislerin Analizi", "İslâm’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylık ve
Ruhsatlar", "İslâm Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar", "Engellilerin Sorunlarına
Panaromik Yaklaşım", "Engellilerin ve Ailelerinin Eğitimi ve Rehabilitasyonu",
"Kişisel ve Kurumsal Bağlamda Engellilerin Desteklenmesi" ve "Sosyal Hayat ve
Engelliler" gibi hayatî öneme sahip konuların değerlendirileceğini ve tartışılacağını
görüyorum. Konuya bu çerçevede bakılmış olması, özürlü tabiri yerine –benim de
kullanmaya özen gösterdiğim- engelli ifadesinin kullanılması, gerçekten takdire şayan
bir durumdur.
Değerli katılımcılar, dünyada engelli nüfusu 500 milyonu aşmıştır. Gelişmiş
ülkelerde alınan önlemlerin gelişmiş ortamlarda bile tartışıldığı günümüzde,
ülkemizdeki durumu da tekrar bir gözden geçirmekte fayda var diye düşünüyoruz.
Çünkü, uluslararası toplantılarda konuyu tartışırken, gelişmiş Batı ülkelerinin engelli
profilinin, genelde 60 yaş ve üzerinde olduğunu gördük. Bizde ise bu sınıf, daha çok
genç sınıfı, 20-30 yaş arası grubu ifade etmektedir.
Engelliler meselesi, temelde bir insan hakları meselesidir. Engelli hakları, İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Özürlü Hakları Bildirgesi,
Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri ve Özürlülerin Fırsat Eşitliği Konusunda
Standart Kurallar gibi çeşitli uluslar arası sözleşmelerle güvence altına alınmıştır.
Bunun, Birleşmiş Milletlere üye ülkelerin imzalamış olduğu İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesinde, toplumları oluşturan fertlerin insan olmasından kaynaklanan haklara
sahip olması, evrensel ilke olarak kabul edilmiştir.
Anayasamızın 61 inci maddesi,"Devlet, sakatların korunmalarını, toplum hayatına
intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır" diyerek, bu hizmetin devlet güvencesinde
verilmesini öngörmüştür.
Görüleceği üzere, ulusal mevzuat, uluslararası sözleşmelerle engellilerin hakları
güvence altına alınmıştır. Yüce Dinimiz İslâm’ın en önemli evrensel değerleri arasında
çocuklara, kadınlara, yaşlılara, engellilere sahip çıkılması da yer almaktadır.
Geleneğimizde ise, Yunus Emre’nin deyişiyle, yaratılmışı severiz Yaratan'dan ötürü
anlayışı doğrultusunda, tarih boyunca engelli insanlara karşı yakın ilgi ve şefkatle
yaklaşıldığını görmek bizi mutlu etmektedir. Onlar, daima toplumun ayrılmaz birer
parçası halinde görülmüşlerdir.
Bu sempozyum süresince, çok değerli bilim adamlarımız ve ilgili diğer kişiler,
konuyu ayrıntılarıyla ele alacak ve Yüce Dinimizin konuya bakışı konusunda hepimizi
aydınlatacaklardır.
Değerli katılımcılar, Hükümetimiz, engelliler konusuna büyük önem vermektedir.
Nitekim, Hükümet Programımızda, konuyla ilgili olarak aşağıdaki ifadelere yer
verilmiştir:
“Hükümetimiz, işsizleri, fakirleri, düşkünleri, hastaları, özürlüleri gözeten, onların
insan onuruna yakışacak şekilde yaşamalarını sağlayacak bir sosyal devlet anlayışını
uygulamaya koyacaktır.
Çağımızın devlet anlayışında, engellilerin kendi kendine yetmesi, belli bir bilgi ve
kültür düzeyine ulaşması, meslek edinip üretken hale gelmesi ve çevresiyle sağlıklı
ilişkiler kurarak toplumsal hayata katılmasının sağlanması, devlete yüklenen Anayasal
bir görevdir.
Devlet, engelli vatandaşlarının eğitim, rehabilitasyon, sağlık, hukuk, yönetim gibi
alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle, başkalarına en az muhtaç olarak
yaşamalarını sağlayacaktır.
Bedensel ve zihinsel engelleri nedeniyle insanlar arasında ayırım yapılmasına izin
verilmeyecektir. Bu ilke, Hükümetimizin, engellilerle ilgili politikalarının temelini
oluşturmaktadır. Bunların gerçekleştirilmesi için, her türlü tedbir alınacaktır.”
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Hükümetimiz, konuyu öncelikleri arasında
ele almış bulunmaktadır; yani, Hükümetimizin öncelikli konuları arasında engelli
vatandaşlarımıza hizmet önemli bir yer tutmaktadır. Taahhütlerimizi yerine getirme
konusunda gayret ve ciddiyetimizin herkesçe bilinmesini arzu ediyoruz.
Engelliler konusu, üzerinde bıkmadan, usanmadan durulması gereken bir konudur.
Günümüz dünyasında sorunların çözümü, sorunun tartışılması ve gündemde
tutulmasıyla gerçekleşmektedir. Özellikle bu konuya dair yapılacak her türlü katkıya
ihtiyacımız vardır. Konuyu gündemde tutmak ve bu sosyal yaranın giderilmesine dair
her tür çalışmaya destek vermek Bakanlığım ve bağlı kuruluşum olan Özürlüler İdaresi
Başkanlığının temel görevidir. Devlet katında, engellilerle ilgili temsil görevinin ve
sorunların çözümünün sadece Bakanlığım ve Özürlüler İdaresi Başkanlığının
imkânlarıyla çözülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, kamu kurum ve kuruluşları,
sivil toplum kuruluşları ve konuyla ilgili kişi ve kuruluşların ve özellikle de
engellilerin konuya sahip çıkmaları büyük önem arz etmektedir.
Biz, engellilerle ilgili olarak, her konuda, herkesin yapacağı çalışmaların da,
elimizden geldiğince desteklenmesi ve bu katkıların engelliler adına değerlendirilmesi
yönünde Hükümet olarak elimizden gelen gayret göstereceğiz.
Bireylerin hayatının her döneminde çeşitli nedenlerle engelliliği yaşayabileceğini
düşündüğümüzde, engelliler için yapılacak olan çalışmalara, engelli olan ve olmayan
herkesin tam katılımının sağlanması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Değerli katılımcılar, Bakanlık olarak engellilerle ilgili çalışmalarımızdan da kısaca
bahsetmek istiyorum. Bakanlığıma bağlı olan Özürlüler İdaresi Başkanlığının kuruluş
amacı, ulusal ve uluslar arası kurum ve kuruluşlar arasında işbirliği ve sorunların
çözüm yollarını araştırmaktır. Özürlüler İdaresi Başkanlığı, görev alanıyla ilgili olarak
önemli çalışmalar yürütmüştür ve halen de yürütmektedir. Bu çalışmaların bir
kısmından sizlere kısaca bahsetmek istiyorum.
Bugüne kadar yapılmamış olan bir çalışmadan bahsetmek istiyorum öncelikle. Bu,
Türkiye özürlüler araştırmasıdır. Bizden önceki dönemde çalışmalar başlamış ve
bitirmek bize nasip olmuştur. Bu araştırma sonuçlarına göre –tabiî çıkan sonuçlar çok
sevindirici olmasa da- Türkiye’deki özürlülük oranı yüzde 12,29’dur. Bu da, yaklaşık
8,5 milyon nüfusu ifade etmektedir. Tabiî, dünyadaki gelişmiş ülkelerle
kıyasladığımızda çok farklı bir oran değildir. Dünya Sağlık Örgütünün rakamlarıyla da
örtüşmektedir bu oran. Ancak, bir başka gerçek de vardır ki, ülkelerin sanayileşme
oranları arttıkça, gelişmişlik oranları arttıkça, özürlülük oranı da artmaktadır. Bu,
Amerika Birleşik Devletlerinde yüzde 15’lere ulaşmakta, Norveç gibi gelişmiş bir
ülkede, sorunlarını çözdüğünü düşündüğümüz bir ülkede yüzde 17’leri bulmaktadır.
Tabiî, bu araştırma sonuçlarına göre bunların dağılımı da önemli. Yani, sanıldığı gibi
doğuştan gelen özür oranları çok da yüksek değildir. Biz, bu çalışma sonuçlarını 2
Aralık günü bir basın toplantısıyla duyurmuştuk; ama, ben, kısaca, burada, sonuçların
diğer rakamlarından da bahsetmek istiyorum bilgi olarak.
Türkiye’de engelli nüfus oranı yüzde 12,29 olduğuna göre, erkeklerde bu oran
yüzde 11,10; kadınlarda ise yüzde 13,45’tir. Türkiye engelli nüfus oranı içinde birden
fazla engeli bulunanların oranı ise, yüzde 11,4’tür. Engelli gruplarına göre
Türkiye’deki engellilerin dağılımına baktığımızda ise, yüzde 12,29 oranının içinde,
ortopedik engellilerin yüzde 1,25; görme engellilerin binde 60, işitme engellilerin
binde 37; zihinsel engellilerin binde 48, diğer engellilerin ise yüzde 9,70 paya sahip
olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Diğer başlığı altındaki engel gruplarının analizi
tamamlanmamakla beraber, ruhsal ve süreğen hastalıkları içermektedir bu grup.
Bu araştırmaya göre, ülkemizde 8,5 milyon civarında engelli bulunduğunu daha
önce de ifade etmiştim. Bunların aileleriyle birlikte değerlendirdiğimizde, engellilik
konusunun 25 milyon insanımızı ilgilendiren sosyal bir sorun olduğu gerçeğiyle karşı
karşıya kalmaktayız. Bu sonuçlar, konuyla ilgili olarak yapacak çok işimiz olduğunu
bir kez daha bize hatırlatmaktadır.
Değerli katılımcılar, uluslar arası mevzuat ve ulusal düzeyde de, Anayasamıza
dayanılarak çıkarılmış kanun, tüzük ve yönetmeliklerle engellilerin yaşamını
kolaylaştırıcı bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu yasal düzenlemeler yapılmış olmasına
rağmen, uygulamadan kaynaklanan sorunlar nedeniyle, özürlülerin çağdaş bir
toplumda, çağdaş bir yaşam sürmeleri bakımından eksiklerimiz bulunduğunun da
bilincindeyiz. Bu nedenle, üzerinde çalıştığımız bir diğer önemli konu da, engellilere
ilişkin bir çerçeve kanun çıkarmaktır. Özürlüler Kanun Tasarısı Taslağı son aşamaya
gelmiş bulunmaktadır. Bu çalışma, bu taslakta, engellilerin sağlık, eğitim, istihdam,
rehabilitasyon, bakım ve sosyal güvenliğine ilişkin sorunlarının çözümü ile her
bakımdan gelişmelerini ve önlerindeki engelleri kaldırmalarını sağlayacak tedbirleri
alarak, topluma tam katılımlarını sağlamayı ve bu hizmetlerin koordinasyonu için
gerekli düzenlemeleri yapmayı, bu çalışmaları yaparken konuya bakış açısını ve
yaklaşımların çerçevesini ve genel esaslarını belirlemeyi amaçlamaktayız. Yasa
taslağına ilişkin çalışmalar, 6 Kasım 2003 tarihli Özürlüler Yüksek Kurulu
toplantısında tartışılmış, buradaki eleştiri ve öneriler doğrultusunda taslak metinle ilgili
görüşlerin toparlanmasına devam edilmektedir. Taslakta, engellilerin sosyal güvenliği,
alacakları sosyal yardımlar, sosyal hayata uyumları, katılımları ve diğer iyileştirmeler
ise, tamamen tartışmaya açtığımız ve topladığımız talepleri değerlendirmeye yönelik
çalışmalardır. Sağlık, eğitim, rehabilitasyon ve istihdam alanlarında ise, halihazırdaki
problemlerin giderilmesi ve geleceğe yönelik vizyonun belirlenmesine ilişkin
düzenlemeler ağırlıktadır.
Bu çalışmalarımız, engelliler konusunda ciddî, önemli bir atılımın başlangıcı
olacaktır. Başta Sayın Başbakanımız olmak üzere, bu konuya Hükümet olarak özel bir
önem ve öncelik verdiğimizi belirtmek isterim. Sayın Başbakanımızın 3 Aralıkta
düzenlediğimiz bir törende de açıkladığı gibi, tasarıyla yapmayı düşündüğümüz
değişiklikler, engelli vatandaşlarımızın talep ve beklentilerinin çok üzerinde olacaktır.
Değerli konuklar, bir diğer yeni çalışmamız ise, yeni doğan işitme taraması
kampanyasıdır. Bu yöntemle, doğumlarında, ilk üç ay içerisinde yapılacak bazı
tetkikler ile çocuklarda işitme kaybı olup olmadığı tespit edilmekte, tedaviye ilk altı ay
içinde başlanılması halinde ise, ileriki dönemlerde ortaya çıkan işitme ve konuşma
sorunu giderilebilmektedir. 3 Aralık Dünya Özürlüler Günü gibi anlamlı bir günde
başlattığımız bu çalışma, binde 37 oranında işitme engelinin bulunduğu ülkemizde,
erken teşhisin öneminin farkında olarak başlattığımız kampanya ile doğuştan gelen
işitme kayıplarının erken tanısı mümkün olacak ve rehabilitasyon hizmetlerinin en kısa
zamanda bireye ulaşması sağlanacaktır. Bu alanda, Başkanlıkça, 2000 yılından bu
yana ülkenin iki büyük kadın doğum hastanesinde çalışmalar başlatılmış
bulunmaktadır ve bu çalışmaya da, yine, dört üniversitemiz –Marmara Üniversitesi,
Gazi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve İzmir Dokuzeylül Üniversitesikatılmakta, onların oluşturacağı yapı içinde de diğer üniversite ve hastanelerle
koordinasyon sağlanarak bu çalışmalar sürdürülecektir. Bu kampanyayla işbirliğine
girilen hastane ve üniversitelerin sayısı, tamamen artırılarak yurt geneline yayılması
sağlanacaktır.
Değerli konuklar, sorunların çözümü ancak tüm tarafların katılımının
sağlanmasıyla mümkün olabilecektir. Bakanlık olarak yapmayı düşündüğümüz tüm
çalışmalarda ilgili tarafların eleştiri, öneri ve katkılarını önemsiyoruz. İnşallah
önümüzdeki yıl toplayacağımız İkinci Engelliler Şûrasında, mahallî idarelerimize
vizyon verecek olan Yerel Yönetimler ve Engellilik konusunu bu çerçevede
tartışacağız.
Hükümet olarak, ülkemizde engelliler konusunda gerekli tedbirleri alarak, ihtiyaç
duyulan tüm hizmetlerin yaygın ve etkin bir şekilde sunulmasını sağlayarak, tüm
engelli bireylerin üretkenliklerini en üst düzeye çıkarmak temel amacımızdır. Bu
konudaki iyi niyetimizin ve gayretimizin olumlu neticelerini en kısa zamanda
alacağımıza inanıyorum.
Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm Sempozyumunun gerçekleştirilmesini
sağlayanlara, katılımcılara, dinleyicilere bir kez daha teşekkür ediyor, bu
sempozyumun tüm engellilerimiz ve halkımız için hayırlı sonuçlara vesile olmasını
diliyorum.
Allah hepimizin yardımcısı olsun.Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sunucu
Sayın Bakanıma teşekkür ediyorum. Değerli misafirler, programımızın bu
bölümünde, sempozyumumuzun açılışına katılamayan, ancak telgraf gönderenlerin
isimlerini arz ediyorum:
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN,
TBMM Başkanvekili Sadık YAKUT,
TBMM Başkanvekili Nevzat PAKDİL,
TBMM Başkanvekili Yılmaz ATEŞ,
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Doç. Dr. Abdüllatif ŞENER,
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali ŞAHİN,
Devlet Bakanı Sayın Ali BABACAN,
Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Dr. Mehmet Hilmi GÜLER,
Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki ERGEZEN,
Maliye Bakanı Kemal UNAKITAN,
Sayıştay Başkanı Mehmet DEMİR..
Değerli misafirler, programımızın açılış bölümü burada sona ermiştir. Şimdi,
sempozyum bölümüne geçiyoruz.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:4/39
[ I. OTURUM
KUR'ÂN’IN ENGELLİLERE YAKLAŞIMI ]
I. O T U R U M
20 Aralık 2003 Cumartesi
>>
Oturum Başkanı Prof. Dr. Nesimi YAZICI
Konu KUR'ÂN’IN ENGELLİLERE YAKLAŞIMI
Tebliğci Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Müzakereciler Prof. Dr. İdris ŞENGÜL
Doç. Dr. Fikret KARAMAN
Oturumu Başkanı: Prof. Dr. NESİMİ YAZICI
Saygıdeğer Bakanlarım, saygıdeğer milletvekilleri, Sayın Diyanet İşleri Başkanı,
Diyanet İşleri Başkanlığının bütün mensupları, Özürlüler Konfederasyonu Başkanı,
onun değerli üyeleri, pek sayın katılımcı arkadaşlarım; açılış sırasında yapılan
konuşmalarda, bu sempozyumun ehemmiyeti çok güzel dile getirildi. Ben, onun için
bir defa daha orada söylenenleri tekrar etmek istemiyorum; ama, bu güzel mekân,
Diyanet İşleri Başkanlığımızın Kocatepe Camii yanındaki bu güzel salonu, geçmişte
de çok önemli toplantılara mekân oluşturmuştu, bu defa da gerçekten son derece
önemli olduğunu düşündüğümüz bir toplantıya ev sahipliği yapmakta. Hakikaten, bu
toplantıyı düşünen ve bu aşamaya kadar getirenleri tebrik etmek gerekir.
Toplantıların hep başında söylenir, sanki her şey bu toplantıyla bitiverecekmiş gibi
bir şey. Bu bir istektir, bu bir iyi temennidir. Bu temenniyi dile getirmekte hiçbir
mahzur yoktur; ama, bence bu toplantının bizim ulu, yüce hedefimiz doğrultusunda bir
merhale, bir aşama olmasını temenni etmek daha gerçekçidir. Bundan sonra da bu tür
toplantılar inşallah yapılır. Toplantının hayırlara vesile olmasını temenni ve Cenab-ı
Hak’tan niyaz ederek Birinci Oturumu açmak istiyorum.
Bir taraftan tebliğci arkadaşım Doç. Dr. Sayın İsmail KARAGÖZ Bey’i davet
ederken şunu ifade etmek istiyorum. Bu toplantıda, konunun her yönünü ele alacak
konuşmalar, araştırmalar tertip edilmiş bulunmakta, işin başında da Yüce Kitabımız
Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân-ı Kerim’in yaşayan bir timsali olarak Peygamber
Efendimizin sünnetinde engellilerle ilgili meseleler ortaya çıkarılacaktır, belirtilecektir.
Kur'ân okuyan Kadir TEMEL Hoca Efendi, Abese diye başlayan surede, Kur'ân-ı
Kerim’de ne olduğunu bize hem güzel tilavetiyle hem de mealiyle ortaya koydular.
Ama, biz Müslümanlar bunu, Abese Suresi 1 400 seneden beri var, biliyoruz; ama
bilmediklerimiz de var şüphesiz ve nihayet bilip de uygulayamadıklarımız da var.
Şimdi, neyi bildiğimizi, neyi ne kadar bilemediğimizi, Kur'ân-ı Kerim’de ne olduğunu
Sayın İsmail KARAGÖZ Bey'den dinleyeceğiz.
İsmail Bey, Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi, teftiş kökenli ve ben müsaade
ederseniz tekrar etmek istiyorum; Sayın Bakanımız Dr. Lütfi DOĞAN’ın başlattığı ve
şüphesiz ondan sonrakilerin de mani olmadığı Diyanet teşkilatı içerisinde akademisyen
kadroların yetişmesi faaliyetinin ben bir örneğiyim, ben öyle başladım, İsmail Bey de
doçentlik seviyesine, yani üniversitenin dışında ulaşılabilecek akademisyenliğin en üst
mertebesine ulaşmış bir arkadaşım.Buyurun İsmail Bey.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:6/39
[ Prof. Dr. İdris ŞENGÜL ]
>>
Oturum Başkanı
Biz de İsmail Beye teşekkür ederiz. Bir taraftan müzakereci arkadaşlarımı
kürsüye davet ederken, bir taraftan da şunu söyleyeyim. İsmail Bey, bize, Kur’ân-ı
Kerim’in ayetlerini ortaya koyarak, engelliler meselesinde Kur'ân-ı Kerim’le ilgili bir
çerçeve çizdiler. Hiç şüphesiz bu çerçeve oldukça özet bir çerçeveydi. Yani, burada
her şey, Kur'ân-ı Kerim bağlamında konuşuldu değil, konuşulacak da değil; ama, bir
çerçeve ortaya konuldu. Şimdi, bakalım müzakereci arkadaşlarımızın konuşmalarıyla
da buna biraz daha açılım kazandıralım.
Müzakereci olarak burada görev yapan birinci arkadaşımız Prof. Dr. İdris
ŞENGÜL. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde bizim çok güçlü bir tefsir
kadromuz var, o kadro içerisinde yer alan değerli elemanlardan birisi. Ben, sözü daha
fazla uzatmadan, vurguları iyi yaparak. Ama biraz yavaş konuşalım, böyle bir
problem var, buyurun.
Prof. Dr. İdris ŞENGÜL
Sayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanı Değerli Hocam.
Sayın oturum Başkanı Hocam, saygıdeğer ilim adamları ve pek muhterem
dinleyenler, Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Her şeyden önce T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tertiplemiş olduğu
“Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm Sempozyumu”nun gerçekleşmesinde emeği
geçen bütün ilgililere tebrik ve takdirlerimi arz etmeyi bir vecibe addediyorum.
Şahsımı da Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Bey’in hazırlamış olduğu “Kur’ân’ın Engellilere Yaklaşımı” konulu tebliğin
müzakerecisi olarak sempozyuma davet ettikleri için ilgililere ayrıca teşekkürlerimi
ifade etmek istiyorum.
Sayın Karagöz’ün sunmuş olduğu “Kur’ân’ın Engellilere Yaklaşımı” konulu
tebliğinden dolayı huzurunuzda kendilerini ayrıca tebrik ediyorum. Tebliğ liyakatle
sunulmuştur.Dolayısıyla tebliği tartışma noktasında fazla bir şey söylemeyeceğim.
Sadece tebliğle ilgili önemli hususların altını çizmek, teyit etmek ve belki bir iki
küçük ilave olarak addedilebilecek özlü ifadelere yer vererek sözlerimi tamamlamak
istiyorum.
Evet, özetle Kur’ân-ı Kerîm’e göre insan, başka hiçbir varlığın yüklenemeyeceği
sorumluluğu taşıyabilecek donanıma, ahsen-i takvimde, mükerrem ve yeryüzünde
halife olarak yaratılan, diğer bütün varlıkların kendi emrine ve hizmetine sunulduğu,
varlık içinde sahip olduğu üstün konumu ve farklı kimliği sebebiyle yüce Allah’ın
kendisine muhatap kıldığı, meleklerin imrenip Şeytan’ın kıskandığı yaratılış harikası
olarak ifade edilebilecek üstün bir varlıktır. İşte potansiyel olarak insanlık vasfına
sahip, insanlık kimliğini taşıyan herkes; siyahı- beyazı, doğulusu–batılısı, Arab'ıTürk'ü, engellisi–engelsizi hepsi bu üstün konum ve şerefte ortaktırlar.
Sayın Karagöz’ün de tebliğinde işaret ettiği gibi Kur’ân-ı Kerîm engellilerle
engelli olmayanların eşit olmadığına bir durum tespiti, bir gerçeği ifade etme
noktasında değişik vesilelerle işaret etmektedir. Ancak maddî azalar itibariyle engelli
olmanın insanlık kimliğine, insanlık şahsiyetine bir zarar vermediği gerçeğini de
Kur’ân’ın bütünlüğü çerçevesinde anlamak mümkündür. O kadar ki, İslâm Hukuk
Metodolojisinin önemli konusu olan Ehliyet (Yani kapasite, insan oluş gerçeği)
bahsinde incelendiği gibi; bir insanın varoluşunun gereği olarak engelli-engelsiz ne
olursa olsun “Vücûb Ehliyeti” adı verilen hak ehliyetine sahip olduğu, dolayısıyla
insan olarak varoluşundan kaynaklanan her ferdin leh ve aleyhinde birtakım hakları
olduğu bir gerçektir.
Bu anlamda ana rahmindeki bir ceninin bile bir kişiliği ve dolayısıyla kendisine
terettüb eden hakları vardır. Ancak yine Fıkıh Usûlü ilminde eda ehliyeti=fiil ehliyeti
olarak ifade edilen ve insanı Allah’a karşı muhatap kılıp sorumlu kılacak olan temel
esas, kriter kişinin temyiz gücüne sahip olmasıdır. Mümeyyiz olmayanlar veya
temyiz kabiliyeti nakıs olanlar durumlarına göre sorumluluktan ya muaf olurlar veya
kendilerine, sahip oldukları imkân ve şartları ölçüsünde bir sorumluluk yüklenir.
Bedenî engelliler için de aynı ölçü geçerlidir. Kısacası engelli ve engelsizlerin nimetkülfet dengesi çerçevesinde farklı sorumluluklara sahip olmaları Kur’ân-ı Kerîm’in,
‫ﻌﮭﺎ‬
‫ﺎ إﻻوﺳ‬
‫ﻒ اﷲ ﻧﻔﺴ‬
‫“ ﻻ ﯾﻜﻠ‬Allah hiç kimseye gücünün yetmediği bir şeyi
yüklemez” prensibinin bir yansımasıdır.
O halde açıktır ki, ister insanların kendi hataları sonucunda ortaya çıksın, isterse
kişinin kendi iradesi dışında, ilâhî kader sonucu insana arız olsun, her türlü engellilik
halleri, sorumluluk açısından dezavantaj değil, bilakis engellilik türüne göre insanlık
kimliğini kaybetmeden ilâhî adaletin gereği sorumluluğu hafifleten veya tümüyle
kaldıran bir konudur.
Allah katında genelde bütün varlıkların değeri maddî ölçülere göre olmadığı gibi,
özelde de insanın değeri maddî kalıplara göre değildir. Allah katında insanların en
değerlisi en fazla takva sahibi olandır. Muhakkak ki Allah insanın şekline değil,
kalbine, niyetine ve amellerine bakar ve ona göre değer verir. Bu sebepledir ki,
Kur’ân’ın 80.Abese suresinin ilk ayetlerinde konu edildiği gibi, Allah’a ve
Peygamber’e yönelen görme engelli Abdullah ibn-i Ummi Mektûm’un inkâr ve şirk
içinde olan, hakkı kabule yanaşmayan Kureyş toplumunun zengin ve itibarlı ileri
gelen eşrafından daha değerli, saygıdeğer ve ilgi gösterilmesi gereken bir kişi olduğu
noktasında Hz.Peygamber(s.a.v.)’in uyarılması gerçekten anlamlı ve ibretlidir.
Dolayısıyla her türlü engellilik, ister doğuştan olsun ister sonradan arız olsun DünyaAhiret boyutunda değerlendirilmelidir. Sadece dünya hayatı çerçevesinde
değerlendirilecek olursa birçok konuda olduğu gibi Allah’ın sonsuz rahmetinden,
hikmetinden ve adaletinden söz etmek mümkün değildir. Tabiatıyla tek boyutlu
değerlendirmeler bizi son derece mükemmel ve hikmetle yaratılan topyekün varlığın
ve hayatın da hiçbir anlama gelmediği sonucuna götürür ki, böyle bir sonuç, Rahmân,
Rahîm, Hakîm, Alîm gibi v.b. sayısız isim ve sıfatlara sahip olan Allah için muhaldir.
Yine Değerli araştırmacı meslektaşım İsmail Bey’in de tebliğinde Kur’ân’daki
ayetler çerçevesinde vurguladığı gibi, insanı insanlığından çıkarıp en aşağı
konumlara sürükleyen maddî engellilik olmayıp, asıl tehlikeli olanın mecâzî
engellilik olması gerçeğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de azaları sağlam, idrak melekeleri
kusursuz olmasına rağmen peygamberleri dinlemeyen, Allah’ın sayısız ayetlerini
anlamayan ve görmeyenler sağır, dilsiz, kör ve aklını kullanmayanlar olarak
nitelenmişlerdir. Kıyamet’te de yüzüstü sürünür halde hakiki kör, dilsiz ve sağır
olarak hasredilecekleri ve hepsinin Cehennem’e atılacağı beyan edilmiştir.
Konuyla ilgili bu özet ifadeler bir yana, yeryüzünü imar etme, adalet ve hakka
dayalı bir hayatı kurma sorumluluğu bulunan insanın görevi, her zaman olduğu gibi
çağımızda da ilmin ve teknolojinin bütün imkânlarını kullanarak engellilerin hayatını
kolaylaştıracak, mutluluklarına vesile olacak her türlü planlama ve düzenlemeyi
yapmasıdır. Sayın Karagöz’ün de tebliğinde belirttiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’de çok
net bir şekilde İsâ (as)’ın, körleri ve alaca hastalığını iyileştirmesi, hatta geçici olarak
ölüleri diriltmesi mucizeleri ve yine Ya’kûb (a.s.)’ın, oğlu Yûsuf(a.s.)’ın kokusunu
uzaktan almasıyla daha önce üzüntüden kör olan gözlerinin açılması ve Eyyûb (a.s.)
örnekleriyle işaret ve hatta teşvik edildiği gibi, insanlık her türlü engellilerin tedavi
yollarını, imkânlarını Allah’ın izni çerçevesinde aramalıdır. Şüphesiz bu da Yüce
Yaratıcının insana sonsuz rahmet ve ikramının eseri olarak bahşettiği insanlık
potansiyelinin bu alemde gerçekleştirilmesinin anlamlı tezahürlerinden birisi olarak
sevap ve iyilik defterine geçecektir. Tekrar teşekkür eder, saygılar sunarım.
Oturum Başkanı
Biz de İdris ŞENGÜL Beye teşekkür ediyoruz.
Şimdi, müzakere sırası, yine Diyanet İşleri Başkanlığımızın değerli
elemanlarından Fikret KARAMAN Bey'de. Kendisini biz, uzun yıllar sürdürdüğü
Elazığ müftülüğünden ve orada göstermiş olduğu üstün performansından tanırız.
Ama, şimdi, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olarak bir süreden beri hizmet veriyor.
Bu hizmet devresinde de faydalı işler yapacağına inancımız tam. İnşallah öyle
olur.Buyurunuz.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:7/39
[ Doç. Dr. Fikret KARAMAN ]
>>
Doç. Dr. FİKRET KARAMAN
Sayın Bakanlarıma ve sayın Diyanet İşleri Başkanıma ve salonda bulunan
hazırunu saygıyla selamlıyorum.
Benim daha önce trafik kazaları üzerinde bir araştırmam vardı. Bu konudaki
makaleler de bizim Başkanlığımızın yayınları arasında yayınlanmıştır. Şu anda bizim
arşivimizde mevcut. Dolayısıyla, değerli meslektaşım İsmail KARAGÖZ Bey, bu
konuyla ilgili çalışmayı bana tevdi ederken, Kur'ân-ı Kerim’de hepimizin dikkatini
çeken bir ayeti kerime var, mealen hemen dikkatinize sunmak istiyorum “Kendi
ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (Bakara, 2/195). Gerçekten, bu ayeti
kerimenin meali üzerinde ciddî anlamda düşünürsek, bugün trafik kazaları, iş kazaları
ve benzeri, bizden kaynaklanan olayların büyük bir kısmının tedbirsizliğimizden
kaynaklandığını ifade etmek isterim. Dolayısıyla, bu çalışmamızın başlığı da
"Tevekkül, Kader ve Trafik Kazaları" şeklindedir. Dolayısıyla değerli Hocamızı, bu
konuyu Kur'ân-ı Kerim’e dayalı olarak çok bilimsel bir şekilde getirmiş oldular. Ben
de, zamanı değerlendirmek açısından hemen konuya geçmek istiyorum.
Fert, aile, toplum ve diğer kurumlar gibi, devletin manevi çatısı altında yer alan
gerçek ve tüzelkişiler, sorumluluklarını yerine getirdikleri takdirde, sonradan
meydana gelebilecek kaza ve olayları önlemek ya da azaltmak mümkün olabilecektir.
Böylece, doğuştan gelen hastalık ve engellerle meşgul olmak daha kolay olacaktır.
Günlük hayatımızda bizi en çok meşgul eden ve yüreğimizi ağzımıza getiren trafik ve
iş kazaları ile yanlış tevekkül ve kader anlayışının sonucu ihmal edilen veya geciken
sağlık tedavileri yüzünden ölüm dahil engelliliğin acı tablolarını beraberinde getiren
olaylara dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bunlardan birincisi, günümüzün korkulu rüyası haline gelen trafik kazalarıdır.
Çağımızda insanın hayatı, teknolojinin ürünü ve günlük hayatımızın bir parçası
haline gelen motorlu araçların seyir biçimlerini düzenleyen trafik kurallarına âdeta
emanet edilmiştir. Bu ciddî ve tabiî hareketliliğin sonucu olarak, karşılıklı hak, hukuk
ve önemli bir sorumluluk anlayışı karşımıza çıkmaktadır. İnsanın topluma hizmet
amacıyla ortaya koyduğu bu yeniliklerin kendi hayatını tehdit etmesi halinde
duyarsız kalması düşünülemez. Ayrıca, hayatımız ve tabiî ihtiyaçlarımızla iç içe olan
bu yenilikleri, Yüce Dinimizin, diğer bir ifadeyle sünnetullahın dışında tutmak da
mümkün değildir. Çünkü, bu kainat, Yüce Allah tarafından, belirli bir düzen içinde
yaratılmıştır. Nitekim, şu ayeti kerime de, bu hususu teyit etmektedir: “Her şeyi belli
bir ölçü ve düzen içinde yarattık” Her şey belli bir ölçü ve düzen içinde yaratıldığına
göre, trafik kaidelerinin de bu ilahi düzen içinde insanlara zarar vermeyecek şekilde
bir işleyişi olmalıdır. İşte o zaman, makine ve ona dayalı olan diğer motorlu vasıtalar
insan için bir nimet ve lütuf olabilir. Ne yazık ki, uygulamadaki ihmal ve
tedbirsizlikten dolayı, çoğu zaman bu nimet acı ve ıstıraba dönüşmektedir. Zira, her
geçen gün, yazılı ve görsel basında yüreğimizi kanatan ve gözlerimizi yaşartan yeni
trafik olaylarına şahit olmaktayız. Evinden işine ya da yola çıkan bir yakınımızın,
dışarıda geçirdiği süre veya biraz gecikmesi bile bize bir korku ve ıstırap nedeni
olmaktadır.
Hatırlanacağı üzere, bir an önce idrak ettiğimiz bir Ramazan Bayramı tatilinde
meydana gelen trafik kazalarında 126 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 316 kişi de
yaralı veya değişik düzeylerde engelli olarak bakım ve tedaviye muhtaç duruma
düşmüşlerdir.
Yine, yapılan bir araştırmaya göre, ülkemizde son 30 yıl içinde, yani 1970 ve
2000 yılları arasında 12 000 kişi trafik kazalarında hayatını kaybetmiştir. Bu rakam,
orta ölçekli bir veya iki ilimizin nüfusuna tekabül etmektedir. Aynı kazalarda sakat
kalan, işgücünü kaybeden, âdeta ömür boyunca yatağına esir düşen insanlar ile yok
olan maddi ve ekonomik değerler de dikkate alındığında, olayın ciddiyeti daha net bir
şekilde anlaşılmaktadır.
Sayın Bakanımızın açış konuşmasında, engellilerle ilgili verdiği istatistiği
bilgilerden, ortopedik engellilerin de sayısal olarak yüksek olması, herhalde bu şeyi
teyit etmektedir.
İkincisi iş kazalarıyla ilgili. Yoğunluk bakımından trafik kazalarını izleyen iş
kazalarına karşı da gerekli önlemler alınmalıdır. Her iş kazası da beraberinde ya ölüm
veya kişiyi hayat boyunca etkileyen kalıcı bir hastalıkla yüz yüze getirmektedir.
Trafik ve iş kazalarını asgari düzeye indirmenin çaresi, eğitim, tedbir, kültür ve
sorumluluk bilincini geliştirmektir. İhmal ve tedbirsizlikten kaynaklanan her kazayı,
kader, tevekkül ve teslimiyet anlayışıyla yorumlamak, ya da onunla avunmak da
doğru ve gerçekçi bir çözüm değildir. Olacağa çare yoktur düşüncesinden hareketle,
kader değişmez tarzındaki teslimiyetçi yaklaşım, İslâm inancına ve tevekkül
anlayışına uygun değildir.
Bakınız, cumhuriyet dönemi İslâm bilginlerinden merhum Ahmet Hamdi
AKSEKİ’nin şu tevekkül anlayışı da, günümüz trafik ve iş kültürünü algılama
açısından son derece önemlidir. “Maksada erişmek için lazım gelen maddi ve manevi
sebeplerin hepsine yapıştıktan sonra, Allah’a itimat etmek ve ondan ötesini yine
Allah’a bırakmak demektir.” Ona göre, sürücülerin trafik kaideleri hakkında,
işçilerinse meslekleri hakkında pratik ve teorik yönden tam bir bilgi, kültür ve
uygulama melekesine kavuşmaları, sorumlu oldukları vasıta ve işyerinin fenni ve
teknik yönden emniyet tedbirini almaları, yol boylarındaki trafik işaretlerine
uymaları, yaya ve sürücülerin haklarına riayet etmeleri, yol, kavşak, viraj ve ışık gibi
hususları dikkate almaları, sabır, inanç, azim ve akli muhakeme gibi iradeyi
denetleyen hususlara da riayet etmeleri gerekmektedir.
Üçüncüsü, toplumumuzda engelli ve özürlülerin artmasına neden olan
konulardan biri de, halkımızın sağlık ve tedavi anlayışından kaynaklanmaktadır.
Oysa ki, hastalıklara karşı tedbir almak ve zaman kaybetmeden tedavi yollarına
başvurmak gerekmektedir. Zira, Sevgili Peygamberimiz de, hastalıklara karşı tedavi
olmayı emrederek şöyle buyurmuşlardır: “Evet, ey Allah’ın kulları, tedavi olunuz;
çünkü, Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki, beraberinde şifasını da vermiş
olmasın.” O halde, hastalığın şekli ne olursa olsun, tedavi olma yolları aranmalıdır.
Bu düzeyde hasta olanların sosyal güvencesinin kaynağına bakılmaksızın himaye
altına alınmalıdır. Daha önce de hatırlatıldığı gibi, zihinsel ve bedensel engellilerin
sadece ailelerinin değil, aynı zamanda toplumun da bir emaneti oldukları
unutulmamalıdır. Çünkü, toplum bir bütündür. Bugün komşumuzun başına gelen,
yarın bizim de başımıza gelir. Bu hususu, Sevgili Peygamberimizin şu güzel
hadisiyle noktalamak istiyorum: “Müminler, birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve
acımalarında bir tek cesede benzerler. Cesedin bir organı rahatsız olunca, diğer
organları da uykusuzluk ve ateşle onun rahatsızlığını duyar.”
Beni sabırla dinlediğiniz için, hepinize teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı
Fikret Bey’e de teşekkür ederiz.
Kur'ân-ı Kerim’de Engelliler meselesiyle ilgili tebliğ ve müzakereleri böylece
bitmiş oldu.
Programımızda aslında bir ara yazıyor; ama, biraz program sarktı, başlanması
itibariyle de 2,5 saati ancak bulmuş olacak, 2,5 saat de çok fazla bir vakit değil, ben
devam etmek istiyorum. Arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.Oturumumuzun ikinci
kısmına geçiyoruz.
Bünyamin ERUL, İsmail Hakkı ÜNAL ve Ekrem KELEŞ Bey’i yerlerini almaya
davet ediyorum.
Bünyamin Bey, fakültemizin hadis anabilim dalının son derece değerli ve genç
araştırmacılarından. Bugüne kadar iyi eserler vermiş ve bundan sonra da faydalı
çalışmalar yapacağına inandığımız bir kardeşimiz. Bünyamin Bey şu anda yok
galiba.
Lütfi Bey Hocam, söz istiyordunuz, buyurun, Bünyamin Bey gelinceye kadar sizi
dinleyelim.
LÜTFİ DOĞAN
Kur'ân’ın insana bakışını çok güzel dinledik. Bizim, halk arasında özellikle
hikâye kitaplarında, başkalarına bir şey söyleyemeyeceğim, konusu eğitim olan bazı
kitaplarda, kişilerin bu onurlu hayatını karalayan bazı kelimelerden kurtulmak lazım.
Özellikle eğitim amaçlı kitapların içinde böyle Topal Hasan, Şaşı Fadime, Aksak
bilmem kim gibi kelimeleri söylemekten çekinmek lazım. Son zamanda sanatkârlar
da, televizyonlarda bazı hallerde bunu güldürmek için yahut başka biçimde de
kullanıyorlar. Buna kamuoyunun dikkatini çekmenin yararlı olacağını ve Diyanet
İşleri Başkanlığının vaizleri aracılığıyla insana saygıyı daha güçlendirmek lazım
geldiğini söylemek istediğim için, bu konunun sonuna bu cümleyi koyuyorum,
uyarmak için. Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı
Çok yerinde bir ilave oldu. Ben teşekkür ederim, sağ olun.Buyurun Bünyamin
Bey.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:9/39
[ Prof. Dr. İsmail Hakkı ÜNAL ]
>>
Prof. Dr. İsmail HAKKI ÜNAL
Teşekkür ediyorum sayın Başkanım.
Muhterem heyetinizi saygıyla selamlayarak sözlerime başlıyorum. Değerli
arkadaşım Bünyamin ERUL gerçekten kısa bir sürede kaynaklara inerek, olabilecek
bütün malzemeyi hemen hemen ortaya koyarak, gayet güzel bir tebliğ hazırlamışlar.
Okununca daha iyi değerlendirileceğini zannediyorum. Tabiî, burada hepsini
sunamadılar. Önce sahih olan rivayetlere yer verdikten sonra, son kısmında zayıf
rivayetler üzerinde durdular. Ben, onlardan bazıları üzerinde durmak istiyorum. Bir
de Buhârî’den nakledilen bir rivayet var, onun üzerinde de bir tahlilde bulanacağım.
Sara hastalığına müptela olmuş bir hanım, Peygamberimize geliyor, "Hastalığım
sebebiyle düşüyorum, elbisem açılıyor, bana dua etseniz de, bu rahatsızlıktan
kurtulsam" diyor. Peygamberimiz de "Eğer sabredersen karşılığında cennet var,
istersen iyileşmen için dua edeyim" diyor. O kadın da, "Öyleyse sabredeyim, bari
üzerim açılmasın diye dua ediverin" diyor. Tabiî, bu rivayeti ben çok ihtiyatla
karşılıyorum, sahih olması konusunda endişelerim var. Ama, sahih olması halinde
şöyle anlayabilir miyiz diye düşünüyorum: Peygamberimiz, duasıyla veya ona
verilen insani özellikleriyle ve peygamberlik göreviyle bir insana dua etmekle onu
hastalıktan kurtaramayacağını bildiği için, acaba onu teselli etmek, onu üzmemek
için, "İstersen sabret?" O, "evet sabredeyim" mi dedi?. Çünkü, sabrettiği şey nihayet
onun ecri olacağı için karşılığında cennet olduğu düşünülebilir. "İstersen sabret" diye
onu teselli mi etmek istedi; yoksa, gerçekten dua etseydi geçecek miydi? Tabiî,
bunların üzerinde durmak lazım. Bu noktadan belki yorumunu yapabiliriz. Çünkü, bir
insan sıkıntılı bir durumunda Peygamberden yardım istiyor, Peygamberimizin böyle
bir özelliği var ama yardım etmiyor, bu kabul edilemez, böyle bir şey düşünülemez.
Kadının sara rahatsızlığı var, bu, ciddî bir rahatsızlık, hayatını çok sıkıntıya sokan bir
durum var. Peygamberimiz bunu düzeltebilecek bir durumda ve bunu biliyor; ama,
istersen sabret diyor, böyle bir şey olamaz, kabul edilemez bu. İnsanlara yardımı
prensip edinmiş, şiar edinmiş bir peygamberin, böyle önemli bir konuda istinkâf
etmesi olmaz. Dolayısıyla, bu hadisi böyle anlamamız daha doğru olur diye
düşünüyorum.
Bünyamin Bey, bir noktanın üzerinde çok güzel durdular. Konu ile ilgili zayıf
hadisler var. Bu konuda o kadar çok rivayet var. Bu tür hadisleri, daha çok "delâil",
"hasâis" ve "şemâil" kitaplarında bulabilirsiniz.
Bizim kaynaklarımızdaki ifadelere göre birbiriyle bağdaşmayan iki türlü
peygamber var. Birisi "insan peygamber", diğeri "insanüstü peygamber". İnsan
peygamber, hepinizin bildiği gibi Kur'ân’da anlatılan peygamber. Kur'ân'da
Peygamberin insanüstü taleplere şiddetle karşı çıkması, mucize isteklerini derhal
reddetmesi isteniyor. Peygamberin hayatını izlediğimiz zaman görüyoruz ki, o, insan
olarak hayat mücadelesinde insani bütün tedbirleri almış, Peygamberlik görevini
yerine getirirken bütün tedbirlere başvurmuş, üzülmüş, kızmış ve cesaretle kişilerin
üzerine gitmiştir. Her türlü insani özelliği insan olarak kendisinde barındırmıştır.
Böyle bir Peygamber Kur'ân’da nitelikleri bildirilen Peygambere uyuyor. Ama, öbür
tarafta doğumundan, hatta doğumunun da öncesinden ölümüne kadar, her adımı
mucizelerle dolu, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan, hiçbir işi aksamayan ve
olağanüstü bir peygamber nitelemesi var. Kendi çabasıyla değil, başka yardımlarla
hayatını sürdüren bir peygamber. Bu peygamber Kur'ân’a uymuyor. O bakımdan biz
insan peygamberi tercih ediyoruz. Ülkemizde bu iki peygamber türünü de anlatan
kitaplar var. Bu iki peygamber türünü kendi eğilimine ve kültürüne göre benimseyen
insanlar var. Ama, biz, bu noktada insanların bir seçim hakkı olduğu kanaatinde
değiliz. Kur'ân’a uygun olan peygamberi tercih etmek, onun dışındakileri bir tarafa
bırakmak zorundayız.
Şimdi, buradan hareketle bazı şeyler söylemek istiyorum. Mesela, o ikinci tür
peygamber, insanüstü peygamber ölüleri diriltiyor. Annesinin babasının mezarının
başına gitmiş, onlar dirilmişler, Peygamberimize iman etmişler, sonra tekrar eski
hallerine dönmüşler. Amaları görür hale getiriyor. Öyle anlatımlar var ki, gözüne ok
isabet etmiş, gözü çıkmış, yanağının üzerine sarkmış, koparıp atmak istiyor güya
anlatımda, "Aman dur" diyor, geliyor eliyle yerine koyuyor, eskisinden daha iyi
görür hale geliyor. Böyle anlatımlar var. Ağır yaralı hastalar, harpte yaralanmış, kolu,
bacağı kopacak duruma gelmiş, Hz. Peygamber tükürüyor ve hemen iyileşiyor. Bu
peygamber, bizim Kur'ân’da gördüğümüz peygamber değil.
Mesela, ilginç bir olay var. Bir kuzuyu arkadaşlarıyla birlikte pişirip yemişler.
Kemiklerini bir tarafa atmayın demiş, daha sonra toplamışlar kemikleri tencereye
koymuşlar, peygamberimiz güya dua etmiş, kuzu hemen dirilmiş, zıplamış kazandan
kulaklarını sallayarak gitmiş.
Bir kuzuyla ashabın büyük çoğunluğu doyuyor, bir çok kişi yiyor onu. İnsan
şöyle düşünüyor, bir kuzuyu dirilten bir insan, en çok muhtaç olduğu bir zamanda,
sevgili amcası Hazret-i Hamza’yı diriltmiyor. Böyle şey olmaz. Buna benzer şeyler
var.Bünyamin Bey bahsetti. Harp meydanında yaralanıp günlerce o yaradan dolayı
hasta yatıp ölen insanlar var, Peygamber onlara niye bir şey yapmıyor?. Dolayısıyla,
bu çelişkiler içerisinde bir peygamber türünü tercih etmek durumundayız. Kurn’a
uyan, gerçek hayata uyan peygamberin yaşantısını temsil eden kaynaklarımızda bu
tür rivayetleri tercih etmek durumundayız. Öyle de olabilir, böyle de olabilir, olmaz.
Bir tür insan var, bir tür peygamber var, o peygamber Allah’ın kulu ve elçisi.
Tabiî çok geniş şekilde üzerinde durulabilir. Bünyamin Beyin başka
çalışmalarında da bunlar zikrediliyor. Ben sadece bunlardan bahsetmek istiyorum,
kısaca temas etmek istedim. Kendileri de söylediler, İbn-i Mektum gibi, Muaz Bin
Cebel gibi, İmran Bin Husayn gibi çok bilinen sahabiler, bu özürleriyle, engelleriyle
yaşıyorlar ömür boyu, ama o iyileştirdiği söylenen insanların bir kısmı kitaplarda bile
yok, sahabe tabakatlarında bile ismi geçmiyor. Geçenleri de, çok tanınan, bilinen
kimseler değil, ne olduğu belli değil. İşte onlar hakkında bu tür rivayetler üretilmiş.
İnsanların ürettiği bu peygamber tasavvurundan uzak durmamız lazım. Hazret-i
İsa’dan bahsetti Bünyamin Bey, Hazret-i İsa ile yarıştırmak için, bu tür mucizevî
şeyleri ortaya atmaya gerek yok. Peygamberimizin hayatı başlıbaşına bir mucize,
O’nun getirdiği Kur'ân başlıbaşına bir mucize. O’nun getirdiği bu davetin, bu mesajın
bugün insanlığın büyük bir kesiminde kabul görüp, hakikaten bir fazilet numunesi
olarak insanlığa takdim edebileceğimiz örnekler yetiştirmiş olması ve büyük bir
medeniyet, parlak bir medeniyet kurulmuş olması bir mucizedir. Onun dışında başka
mucize aramaya ihtiyaç yoktur. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Oturum Başkanı
Biz de, İsmail Hakkı ÜNAL Beye teşekkür ediyoruz ve bu oturumun son
müzakeresini yapmak üzere sözü, Diyanet İşleri Başkanlığının, gerçekten son derece
değerli bir elemanı olan –teşkilatı kenarından köşesinden tanıyabildiğim kadarıyla,
son derece değer verdiğim bir kardeşim- Dr. Ekrem KELEŞ Bey’i, müzakeresini
yapmak üzere mikrofona davet ediyorum.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:8/39
[ ENGELLİLER İLE İLGİLİ HADİSLERİN ANALİZİ
Doç. Dr. Bünyamin ERUL ]
(Hz. Peygamber’in Sünnet ve Hadislerinde Engellilerle İlişkiler)
>>
“Allah (c.c.) sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz,
lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”[1]
İnsanı en güzel biçimde yarattığını bildiren Yüce Allah,[2] insanları rahimlerde
dilediği gibi şekillendirdiğini,[3] istediği bir şekilde terkip ettiğini ifade etmekte;[4]
ancak onlardan bir kısmının, hasta, topal, âmâ, sağır, dilsiz, özürlü vb. engelliler ile;
zayıf, sefîh, yaşlı ve güçsüzlerden oluştuğunu hatırlatmaktadır.[5]
İbn Abbas, “Sonra o gün mutlaka nimetlerden sorulacaksınız!”[6] ayetindeki
nimetin, bedenlerin, kulakların ve gözlerin sıhhati anlamına geldiğini ve Yüce
Allah’ın –çok iyi bildiği halde- kullarına bunları nerelerde kullandıklarını soracağını
belirtir ve şu âyeti zikreder: “(Bilmediğin şeyin ardına düşme!) Çünkü kulak, göz ve
kalp, bunların hepsi ondan sorulacaktır!”[7]
Şüphesiz ilahî adalet gereği, herkes gücünün yettiğinden ve sadece kendisine
verilenden sorulacaktır.[8] Yaratıcı, şükredenlerle sabredenleri ayırt etmek üzere
gerek verdiği nimetlerle ve gerekse vermedikleriyle kullarını sınar. Bunun bir
imtihan olduğuna inanan mü’min, verilene şükretmek, alınana ise sabretmek suretiyle
iki durumda da sınavı kazanma imkanına sahiptir.[9] Allah’ın seçtiği
peygamberlerden biri olan Eyyûb (a.s)’ın uzun süre yaşadığı, sabır ve dualar
sonucunda ilâhî rahmetle giderilen dert, bunun tipik bir örneğini oluşturur.[10]
Bu tebliğde, Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkileri, onlara karşı tavrı ve
onlarla ilgili hadisleri üzerinde durulacaktır. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz.
Peygamber’in, ashabı içerisinde bulunan engellilerle ilgisi ve onlara karşı hassâsiyeti
çeşitli vesilelerle birçok rivayete yansımış olmasına rağmen, her nasılsa dikkatlerden
kaçmış olmalı ki, gayet zengin olan Hadis koleksiyonlarımızda sırf bu konuya tahsis
edilmiş müstakil bir “kitab” (bölüm) maalesef bulunmamaktadır.[11] Bazı hadis
kaynaklarında ise, değişik hususlarda engellilerle ilgili bazı bab başlıklarına
rastlanmaktadır. İşte bu çalışma, Hadis külliyatında oldukça dağınık bir şekilde yer
alan rivayetlerden hareketle Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkisini tespit ve
tahlil etmeyi amaçlamaktadır.
Engellilerle İlgili Bab Başlıkları
Araştırmamız esnasında engellilerle ilgili olarak tespit edebildiğimiz bab
başlıkları şunlardır:
Görme duyusunu yitirenler hakkında:
Bâbu fadli men zehebe basaruhû,[12] Bâbu mâ câe fî zehâbi’l-basar,[13]
Amânın ezan okuması, müezzinlik yapması hakkında:
Bâbu cevâzi Ezâni’l-A’mâ izâ kâne maahû basîr,[14]
Bâbu Ezâni’l-A’mâ,[15]
Bâbu’l-İbâhati fi’ttihâzi’l-A’mâ muezzinen,[16]
Amânın imamlığı hakkında:
Bâbu İmâmeti’l-A’mâ,[17]
Amânın yönetici vekilliği hakkında:
Bâbu İstihlâfi’l-A’mâ,[18]
Amânın sancaktarlığı hakkında:
(Bâbu) Hâmli’l-A’mâ er-Râyete,[19]
Amânın yabancı hanımların yanına girip-giremeyeceği hakkında:
Bâbu dühûli’l-A’mâ,[20]
Savaştan geri kalmada mazeret olması hakkında:
Bâbu men habesehû el-uzru ani’l-ğazvi,[21]
Bâbu men i’tezara bi’d-da’fi ve’l-maradi ve’z-zemâne ve’l-uzri fî terki’lcihâd,[22]
Amânın şahitliği ve hukûkî sorumlulukları hakkında:
Bâbu şehâdeti’l-A’mâ ve emrihî ve nikâhıhî ve inkâhıhî, ve mubâyeatihî ve
kabûlihî fi’t-te’zîni ve gayrihî vemâ yu’rafu bi’l-Esvât[23]
Had cezası uygulanmayacak kimseler hakkında:
Bâbu mâ câe fîmen lâ yecibu aleyhi’l-hadd[24]
Ayrıca bazı bab başlıklarında ve bablarda engelliler ile ilgili bazı hükümlerden
söz edilmekte, konuyla ilgili sahabeden ve tabiûndan gelen rivayetler
nakledilmektedir.
Buhârî’nin Talak ile ilgili açmış olduğu bir babda, sağırın mülâane yapabileceği,
İbrahim en-Nehâî’ye göre kendi eliyle talak yazması halinde ahrasın boşayabileceği,
Hammâd’a göre de ahras ve sağırın başıyla işaret ederek boşayabilecekleri bilgisi
verilmektedir.[25]
İmam Mâlik de, Saîd b. el-Museyyib’in, kocasında delilik veya körlük gibi bir
özür ortaya çıkan hanımın muhayyer olduğu, dilerse kocasıyla kalabileceği, dilerse
de ayrılabileceği kanaatinde olduğunu kaydeder.[26]
Hz. Peygamber’in Musîbetler Karşısında Sabır Tavsiyesi
Allah Rasûlü hadislerinde, genel olarak müslümanlara verilen musibetlerin, aynı
zamanda onlar için bir ecir ve arınma vesilesi olduğunu hatırlatmaktadır:
“Bir müslümana isabet etmiş herhangi bir hastalık, dert, hüzün ve hatta gam
yoktur ki, Allah (c.c) bunu onun hataları için kefaret kılmış olmasın!”[27]
“Allah, batan bir diken de dahil olmak üzere, başına gelen her bir musibet
sebebiyle müslümanın hatalarını ve günahlarını örtmekle kalmaz, onu bir derece de
yükseltir.”[28]
Buhârî, “Görme duyusunu kaybedenlerin fazileti ile ilgili bapta kaydeder: Enes b.
Mâlik’in Hz. Peygamber’den naklettiği kutsî hadise göre Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
“Ben kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle imtihan ettiğimde o buna
sabrederse, iki göze bedel olarak ona cenneti veririm.”[29]
Tirmizî de ilgili rivayetleri kaydettiği benzer bir başlık altında yukarıdaki
rivayetin yanısıra, “Kimin iki sevgili (gözünü) alır da, buna sabreder ve ecrini
Allah’tan umarsa, sevap olarak cennetten başka bir şeye razı olmam” hadisini
nakletmiştir.[30]
Allah Resulü, kulların sabır ve şükür bakımından nasıl sınandıklarını verdiği
alacalı, kel ve âmâ ile ilgili meşhur kıssa ile çok güzel bir biçimde ortaya
koymaktadır.
Yüce Allah İsrail Oğulları’ndan, biri alacalı, biri âmâ ve biri kel üç kişiyi imtihan
etmek ister. Her birine melek göndererek onları iyileştirir ve en çok istedikleri
malların doğurgan olanlarından verir ve onları zengin eder. Yıllar sonra Melek her
birinin önceki suretine girerek Allah’ın kendilerine verdiği bu mallardan Allah için
ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettikleri yalanını savurarak bir şey
vermezler ve ikisi de eski haline döner. Amâ ise: “Ben bir âmâ idim. Allah bana
görmemi geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallahi Allah için
aldığın hiç bir şeye karışmayacağım!” dedi. Bunun üzerine melek: “Malını elinde tut!
Siz sadece imtihan edildiniz ve Allah senden razı oldu, diğer iki kardeşine ise kızdı”
der.[31]
İbn Abbas birgün Atâ b. Ebî Rabâh’a: “Sana cennetlik bir hanım göstereyim mi?”
diye sorar. Atâ “evet” deyince, “İşte şu siyâhî hanım!” der. Hz. Peygamber’e gelip:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben sar’â hastalığım sebebiyle düşüyorum ve elbisem açılıyor,
benim için Allah’a dua etseniz?” Bunun üzerine Hz. Peygamber: “İstersen cennet
karşılığında sabret, istersen iyileşmen için Allah’a dua edeyim?” buyurunca o hanım:
“Öyleyse sabrederim, fakat bâri benim için Allah’a dua et de açılmayayım” der. Hz.
Peygamber de onun için dua eder.[32]
Hz. Peygamber, Sahabe ve Engellilerle ilişkiler
Tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber’in değişik vesilelerle ilişki
içerisinde olduğu ilk engelli, Hz. Hatîce’nin amcazadesi olan Varaka b. Nevfel’dir.
Bazı tarih kitaplarında, süt annesi Halime’nin, Hz. Peygamber’i Mekke’ye
getirdiğinde kaybettiği ve Varaka’nın yanında buldukları; Hz. Hatice’nin Hz.
Peygamber ile evlenme konusunda istişaresinde Varaka’nın bunu tasvip ve teşvik
ettiği; keza Şam yolculuğunda Rahibin Hz. Peygamber hakkındaki sözlerini ve iki
meleğin O’nu gölgelendirdiğine dair Hz. Hatice’nin Meysere’den duyduklarını
Varaka’ya sorduğu, onun “Bunlar gerçekse, Muhammed bu ümmetin peygamberi
olacak” dediği nakledilmektedir. Hz. Peygamber’in, ilk vahy karşısında heyecan ve
korku içindeki durumunu sormak üzere Hz. Hatice ile doğruca, hayli ihtiyar ve âmâ
biri olan Varaka’nın yanına gittikleri ve gördüklerini ona anlattığı bilinmektedir.
Câhiliyye döneminde Hıristiyanlığı seçen Varaka, Hz. Peygamber’e gelen meleğin,
Hz. Musa’ya gelen Nâmus (Cebrail) olduğunu, O’nun son peygamber olarak
gönderileceğini ikrar etmiş, kavmi tarafından dışlanacağı zamana yetişirse kendisine
arka çıkacağını söylemiş, ancak çok geçmeden vefat etmişti.
Bu rivayetlerden, Hz. Peygamber ile Hz. Hatice’nin, bu bilge amcaoğluna zaman
zaman danıştıkları anlaşılmaktaysa da, oryantalistlerce ileri sürülen risalet konusunda
Hz. Peygamber’in Varaka’dan etkilendiği iddiasını doğrulayacak bir ilişkiden söz
edilemez.[33]
Cibril ile ilk karşılaşmasının ardından yaşadığı korku ve endişeler sonucu,[34]
başından geçen bu ilk tecrübenin verdiği telaş ve heyecanla yorganına bürünen Hz
Peygamber vefakâr eşine kendisine birşeyler olmasından korktuğunu söyleyince, Hz.
Hatice onu “Hayır, Allah seni asla utandırmaz! Çünkü sen akraba ilişkilerini
sürdürür, güçsüzü yüklenir, yoksulun ihtiyacını karşılar, misafiri ağırlar ve mazlum
hak sahibine yardım edersin!” diyerek tesellî etmekteydi. [35]
Risâlet öncesi kırk yıllık hayatında çevresi tarafından “Muhammedu’l-Emîn”
olarak tanınan Hz. Peygamber, risalet öncesinde ve sonrasında en büyük destekçisi
olan eşi tarafından da bu ahlâkî niteliklerle tanıtılmaktadır. Onun bu veciz
tanıtımındaki ikinci madde olan “Ve tahmilu’l-kelle” = “Güçsüzü yüklenirsin”
ifadesindeki “el-kell”, kendi işini kendisi yapamayan, zayıf ve güçsüz olması
hasebiyle insanlara muhtaç olan âciz kimse diye tarif edilmektedir.[36] Burada sözü
edilen “güçsüzler” tabirinin içerisine engelliler evveliyetle girmektedir. Bu ise Hz.
Peygamber’in daha risalet öncesinde dahi zayıf, güçsüz ve âciz olan kimselere arka
çıktığı, onların sıkıntılarını sırtladığı, ağırlıklarını omuzladığı, ihtiyaçlarını
yüklendiği sonucunu doğurmaktadır.
Mekke fethedildiğinde, Hz. Ebû Bekir, yaşlı ve de âmâ olan babası Ebû
Kuhâfe’yi sırtına yüklenerek Hz. Peygamber’in huzuruna getirmişti. Bu durumdan
rahatsız olan Hz. Peygamber: “Bu ihtiyarı evde koysaydın da, onun yanına biz
gitseydik ya?!” buyurarak Ebû Kuhâfe’ye olan saygısını ifade etmiştir.[37]
Amâ bir sahâbî olan Itbân b. Mâlik[38] anlatıyor: “Kabilem olan Sâlim
Oğullarına namaz kıldırmaktaydım. Onlarla benim evim arasında bir vadi
bulunmaktaydı ve seller geldiğinde onların mescidine geçmem zorlaşmaktaydı. Bir
defasında Hz. Peygamber’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bazen karanlık veya sel oluyor ve
ben (iyi) göremeyen bir adamım. Evimin bir yerinde namaz kılsan da ben orayı
mescid edinsem?” diye ricada bulundu. Hz. Peygamber de gelip onun gösterdiği
yerde iki rekat namaz kıldırdı. Kendisine ikram edilmek üzere yapılan etli yemekten
yemesi için onu bırakmadı...[39]
Bu rivayette Hz. Peygamber’in, âmâ olan Itbân’ın davetine icabet ederek evine
kadar gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması, ikram edilen yemeği yemesi,
O’nun tevazuunu ve engellilere olan sıcak ilgisini göstermektedir.
Amâ bir adam Hz. Peygamber’e geldi ve “Ey Allah’ın Rasulü! Elimden tutup
beni mescide getirecek bir kimsem yok” dedi ve namazını evinde kılması için izin
istedi, O da verdi. Adam dönüp giderken Hz. Peygamber tekrar çağırdı ve “Ezanı
işitiyor musun?” diye sordu. Adam “evet” deyince, “Öyleyse davete icabet et!”
buyurdu.[40]
Konu ile ilgili rivayetlerden bu soruyu soran şahsın İbn Ummu Mektûm olduğu
anlaşılmaktadır. Evi ile mescidi arasında hurmalıkların ve ağaçların olduğunu ve her
zaman kendisini yedeyecek birilerinin bulunmadığını söyleyerek, evinde namaz
kılmasına izin vermesini istemiş, Hz. Peygamber ikâmeti işitip işitmediğini
sorduğunda “evet” demesi üzerine “Öyleyse gel!” buyurmuştu.[41]
Hz. Peygamber’in Itbân’ın kendi evinde namaz kılmasına ve kıldırmasına izin
verdiği halde, İbn Ummu Mektûm’a bu hususta izin vermemesi, evinin mescide ezanı
ve ikâmeti işitecek kadar yakın olmasıyla açıklanmalıdır. Burada bir taraftan
cemaatle namaz kılmanın önemine zımnen vurgu yapan Hz. Peygamber, diğer
taraftan da İbn Ummu Mektûm gibi yetenekli bir sahâbîsini, -mescide devamda
zorluk çekse de- aralarında görmeyi arzulamış olmalıdır.[42]
Ayrıca İbn Ummu Mektûm’un, Hz. Peygamber’in ileri gelen müşriklerle yaptığı
konuşma esnasında araya girmesi üzerine bir an için ‘yüzünü ekşitip çevirivermesi’
nedeniyle ilâhî itâba maruz kalmasına vesile olmasının da payı vardır. Abese
Sûresi’nin inmesinden sonra, onunla ayrıca ilgilenmiş, iltifat etmiş, herhangi bir
ihtiyacının olup olmadığını sormuştur.[43]
Yine özür sahiplerinin mazeretini ifade eden şu âyetin iniş sebebinde de İbn
Ummu Mektûm’u görmekteyiz: Hz. Peygamber, “Müminlerden oturanlarla, Allah
yolunda cihad edenler bir olmaz” şeklinde inen âyeti yazdırırken, hemen arkasında
bulunan İbn Ummu Mektûm “Ey Allah’ın Rasulü! Ben âmâyım?” diye şikayet
edince “ğayra uli’d-darar” “özür sahipleri hariç” kısmı nazil olmuştu. [44]
İşte gerek hakkında inen âyetler, gerekse kendisine verilen görevler, onun son
derece önemli ve de mutemed bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim şu
hâdise bunu teyid eder mahiyettedir:
İlk muhacirlerden Fatıma bint Kays’ı, kocası Ebû Amr b. Hafs üç talakla
boşamıştı. Fatıma, nafaka ve mesken hakkı konusunda Hz. Peygamber’e başvurmuş,
ama ona nafaka ve mesken vermemiş, iddet müddetini geçirmesi için amcası oğlu
olan İbn Ummu Mektûm’un evine göndermişti. Çünkü İbn Ummu Mektûm, âmâ
biridir ve evde elbisesini çıkarması halinde kendisini göremeyecektir.[45]
Fatıma bint Kays’ın, İbn Ummu Mektum’un yanında iddet beklemesi ile; Hz.
Peygamber’in bir defasında evine gelmekte olan İbn Ummu Mektum’a karşı,
hanımlarına örtünmelerini emretmesi[46] şeklindeki iki farklı hüküm İslam alimleri
tarafından hayli tartışılmış, genellikle de sonuncusundan yana tavır konulmuştur.
Oysa bu iki hükmü Şa’rânî’nin Mîzan’ına vuracak olursak, ilki tahfif, ikincisi ise
teşdîd ifade eder ve kişilerin durumlarına ve şartlarına göre, ihtiyaç halinde ikisiyle
de amel edilebilir.
Hz. Peygamber’in engellilerle ilişkisi çerçevesinde, kaynaklarımızda bazı ilginç
haberlere de rastlamaktayız:
Dârekutnî’nin naklettiğine göre, Hz. Peygamber birgün sabah namazını
kıldırırken, âmâ bir şahıs mescide gelmiş ve Hz. Peygamber’in namaz kıldığı yerin
yakınlarında bulunan bir çukura düşmüştü. Bunu gören bazı sahâbîler namaz içinde
gülmüşlerdi. Namaz bitince Hz. Peygamber, gülenlerin hem abdesti, hem de namazı
iade etmelerini istedi.[47]
Birisi tarafından ayağından yaralanan şahıs hakkında Hz. Peygamber gerekli
hükmü vermiş olmasına rağmen, yaralı şahıs kısas istemiş, Hz. Peygamber ona,
yarası iyileşinceye dek beklemesini söylemişti. Fakat o zât, kısasta ısrar edince, kısas
yapmıştı. Bir süre sonra, kısas yapılan şahıs iyileştiği halde, asıl yaralı aksak
kalmıştı. Bunun üzerine o, Hz. Peygamber’e gelerek, kendisinin topal kaldığı halde,
kısas yaptığı hasmının iyileştiğini söyleyince Hz. Peygamber “Sana yaran
iyileşinceye kadar kısas yapma! demedim mi? Ama sen bana isyan ettin. Allah seni
(benden) uzak etsin, aksaklığın da bir işe yaramasın!”[48] Diğer bir rivayette ise ona
“Sana hiçbir şey yok, çünkü sen hakkını aldın!” buyurmuşlardır.[49]
Kur’an-ı Kerim’deki birçok âyette olduğu üzere, “kör, sağır ve dilsiz” gibi bazı
nitelemeler,[50] mecâzî olarak Hz. Peygamber tarafından da kullanılmıştır:
“Birşeyi (aşırı) sevmen, seni kör ve sağır eder!” hadisinde[51] olduğu gibi.
Ahir zamanda ortaya çıkacak bir fitne “kör ve sağır” nitelemesiyle takdim
edildiği gibi,[52] kabirdeki sorgulamadan sözeden bir rivayette de, elindeki tokmakla
azab edecek görevli “kör, sağır ve dilsiz” olarak nitelendirilmiştir.[53]
Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan Allah Rasûlü, hiçbir engelli
kimseyi hakikat anlamıyla “kör, sağır ve dilsiz” vb. engellerle nitelememiştir. Gerek,
annesini dile dolayarak bir köleye ilişen Ebû Zerr’e: “Sende hâlâ câhiliyye (tavrı)
var!” diyerek azarlaması[54]; gerekse Hz. Aişe’nin Hz. Safiyye’nin kısalığını
kastederek ‘Sana şöyle şöyle olan Safiyye yeter’ demesi üzerine: “Öyle bir söz
söyledin ki, eğer o, denize karışmış olsaydı, onu karıştırırdı”[55] diyerek uyarması
göstermektedir ki, Allah Rasûlü bırakın herhangi bir engellinin engeliyle tahkir
edilmesini veya sakatlığıyla hitap edilmesini, engelsiz kimselerin dahi boyu veya
rengi sebebiyle ayıplanmasına sessiz kalmamış, aksine bu tür tavırlara sert bir şekilde
karşı çıkmıştır.
Tam tersine Hz. Peygamber’in, âmâ olan bir sahâbîsinden söz ederken, ona
“basîr” (basîretli, iyi gören) dediğini görmekteyiz:
Câbir b. Abdullah’ın anlattığına göre birgün Hz. Peygamber “Haydi, Vakıf
Oğullarındaki şu ‘iyi gören’ (basîr) adama götürün beni!” buyurdu. Kasdettiği şahıs
âmâ idi.”[56]
Engellilere Yardım Sadakadır, Sadâkattir
Zayıfların, düşkünlerin, fakir ve yoksulların gerçek dostu ve de hâmisi olan Allah
Rasûlü, engellilere yapılacak her türlü yardımın bir sadaka olduğunu söylemiştir.
Ebû Zer’den nakledilen bir hadise göre, Hz. Peygamber, doğan her gün için
sadakaların verilmesi gereğinden söz eder. Sahabe, kendilerinin bu kadar mal
varlıklarının bulunmadığını hatırlatınca sevgili peygamberimiz, sadakanın birçok
çeşidinin bulunduğunu belirtir ve buna dair örnekler verir: “Amâya rehberlik etmen,
sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, ihtiyacı olanın hacetini tedarik
etmesi için bildiğin yere delalet etmen, derman arayan dertliye yardım için
koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin
meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir...[57]
Engellilere yapılacak bu tür yardımların sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile
Allah’a olan sadâkatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamber’in, herhangi bir
âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini
gösterenleri de lanetliler içerisinde sayması tabiî karşılanmalıdır.[58]
Engellilere Verilen Görevler
Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkilerinin en güzel bir göstergesi, onları
çeşitli kademelerde istihdam etmesinde ortaya çıkmaktadır. Onları asla başkalarına el
açan birer dilenci olarak görmemiş, aksine çeşitli hizmetlerde kendilerinden
yararlanma cihetine gitmiştir. Örneğin, topal olmasına rağmen Muâz b. Cebel’i
Yemen’e vali olarak göndermiştir.
Hz. Peygamber, Ebvâ, Buvât, Zu’l-Uşeyre, Suveyk, Gatafân, Uhud, Necrân,
Zâtu’r-Rikâ’ vb. seferlere/savaşlara giderken, Medine’de yerine vekalet etmek üzere
İbn Ummu Mektum’u, tam 13 defa görevlendirmiş, namazları o kıldırmıştır. Hz.
Peygamber’in uzun yıllar müezzinliğini de yapan İbn Ummu Mektûm, Kâdisiyye
Savaşında ise sancaktarlık yapmış ve orada şehid olmuştur.[59]
Yukarıda da değinildiği gibi, İtbân b. Mâlik, kendi halkına imamlık yapmıştır.
Engelli ve mazeretli olmalarına rağmen kendi istekleriyle asker olarak savaşa
iştirak edenler vardır. Topal bir sahabî olan Amr b. el-Cemûh birgün Hz.
Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasulü! Ne dersin, eğer ben şehid oluncaya kadar
Allah yolunda savaşırsam, cennette bu (topal) ayağım düzelmiş bir şekilde
yürüyebilecek miyim?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Evet” dedi. Bunun üzerine
Amr, kardeşinin oğlu ve hizmetçileri Uhud Savaşı’nda birlikte savaştılar. Savaş
esnasında onu gören Hz. Peygamber: “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş
bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurdu. Üçü de o savaşta şehit oldular ve
Hz. Peygamber’in emriyle aynı kabre konuldular.[60] Amr b. el-Cemûh, Ensâr’ın
nakiblerindendi ve topal olmasına rağmen ordunun önündeydi.[61] Amr’ın dört oğlu
vardı ve Hz. Peygamber ile savaşlara katılıyorlardı. Babalarının topal olması
sebebiyle Allah’ın kendisine verdiği ruhsatı kullanmasını telkin etmeye
çalışıyorlardı. Amr ise Hz. Peygamber’e başvurarak, oğullarının kendisine engel
olduklarını, şehit olmak istediğini söylüyordu. Neticede Uhud Savaşı’nda şehit
oldu.[62]
Yüce Allah tarafından savaşa katılmama ruhsatı verilmesine rağmen (48 Feth
17), biri âmâ, biri topal olan ve cennet arzusuyla tutuşan bu iki sahâbî, ruhsat yerine
azîmeti tercih etmişler ve şahadet şerbetini içmişlerdir.
Kendilerine verilen bu ruhsatı kullanan, zayıf bedenleri Medine’de kalan ama
duaları ve gönülleriyle cephede olan hasta, güçsüz ve engelliler hakkında ise Hz.
Peygamber bir savaşta şöyle buyurmuştur: “Medine’de öyle insanlar kaldı ki,
geçtiğimiz herbir dere ve tepede onlar da bizimle beraberdi. Onları mazeretleri
alıkoydu.”[63]
Onların gerek bu vazifelerde görevlendirilmelerinde, gerek savaşlara
katılmalarına izin verilmesinde ve gerekse mescide gidip-gelmelerinde güçlük
olmasına rağmen Hz. Peygamber’in bu görme engelli sahâbîlerin cemaate devam
etmelerini ısrarla istemesinde, kanaatimizce onların toplumdan tecrit edilmemeleri,
yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek üretici bireyler olmaları, ideallerini
gerçekleştirmelerine engel olmama ve onların kişiliklerini gerçekleştirmelerine
yardımcı olma gibi hikmetli bir espiri yatmaktadır. Nitekim günümüzde de, pek çok
engelli kardeşimizin arzu ettiği şey budur ve onlar, toplumun kendilerine
acımalarından rahatsız olmaktadırlar. Birçoğu, çevresinin yardımlarıyla hayatını
sürdüren bir tüketici olmayı değil, her şeye rağmen kendilerine verilen imkanlar
nispetinde üretici olmayı tercih etmektedirler. Birincisinde çoğu zaman hayata
küsme, kabuğuna çekilme ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kalma söz konusu iken;
ikincisinde ise kendilerini daha mutlu ve umutlu hissetmektedirler. İşte Allah
Rasûlü’nün tam da gerçekleştirmek istediği şey budur.
Engelli sahâbîler:
Sahâbe’den doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta
yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazladır. Tespit
edebildiğimiz âmâ sahâbîler arasında, Hz. Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe, Berâ b.
Azib, Câbir b. Abdullah, Ka’b b. Mâlik[64], Hassân b. Sâbit, Ebû Sufyân, Sa’d b. Ebî
Vakkâs, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah b. Cahş,[65] Abbas b.
Abdulmuttalib,[66] Mâlik b. Rabîa, Itbân b. Mâlik ve İbn Ummu Mektûm,
hanımlardan da iri ve âmâ biri olan Abdullah b. ez-Zubeyr’in annesi Esmâ[67]
zikredilebilir.
Sahabeden Muâz b. Cebel, Mucâlid b. Mes’ûd es-Sulemî[68] ile Amr b. elCemûh’un da topal olduklarını bilmekteyiz. Hatta Muâz, Hz. Peygamber tarafından
Yemen’e vali olarak gönderildiğinde, oradaki müslümanlara namaz öncesinde “Ben
ne yapıyorsam siz de benzerini yapın!” talimatını vermişti. Kendisi topal olduğu için
ayağının birini ileri çıkardığı için, bunu gören bütün cemaat da aynen öyle yapmıştı.
Durumu namazdan sonra farkeden Muâz, kendisinin topal olduğu için böyle
yaptığını, onların bu şekilde yapmamalarını tenbihledi.[69]
Engelli bir başka sahâbî de Imrân b. Huseyn’dir. Karnına su toplanmış ve uzun
seneler süren bu hastalığa sabretmiştir. Rahatsızlığının 30 yıl devam ettiği, hatta bir
ara karnı açılarak yağlarının alındığı bildirilmektedir. O kadar ki onun bu durumunu
görmeye dayanamadığı için ziyaret edemediklerini dahi söyleyenler vardır.[70] Vefat
etmeden önce kabrinin kare şeklinde kazılmasını vasiyet etmesinde bunun payı olsa
gerektir.[71] Sahâbeden Habbâb b. el-Eret ve Osman b. Ebi’l-As da aynı hastalıktan
muzdariptiler.[72] Yine ağır ve iri vücuduyla Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint
Zem’a[73] da bu katagoride değerlendirilebilir.
Sahâbenin kendi aralarında yaptıkları tartışmalarda kullandıkları üslup da,
engellilerle ilişkilerinin farklı bir yönünü yansıtmaktadır:
“Abdullah b. ez-Zubeyr “Yalnızca hac(c-ı ifrâd) yapın ve (sonradan âmâ olan
İbn Abbas’ı[74] kasdederek) şu âmânızın görüşünü terk edin!” deyince, (bunu işiten)
İbn Abbas şöyle cevap verdi: “Asıl Allah’ın kalbini (ve gözlerini)[75] körelttiği
kimse sensin! Gidip bunu annen (Hz. Aişe’y)e sorsan olmaz mı?!” Bunun üzerine
İbnu’z-Zubeyr, ona haber gönderip sordurduğunda o şöyle cevap verdi: “İbn Abbas
doğru söylemiştir. Biz Rasulullah (s) ile birlikte sadece hacca niyet eden kimseler
olarak yola çıkmıştık ama neticede (O’nun emriyle) bunu umreye çevirdik ve
ihramlardan çıkarak herşeyi helal kıldık.” [76]
İbn Kuteybe’nin naklettiği rivayete göre bir gün Muâviye İbn Abbas’a: “Siz ey
Hâşim Oğulları! Sizin hep gözleriniz hasta! (‫ ”)ﺗﺼ ﺎﺑﻮن ﻓ ﻲ اﺑﺼ ﺎرﻛﻢ‬deyince İbn
Abbas da ona: “Siz de ey Umeyye Oğulları! Sizin de basiretleriniz hasta! (‫ﺗﺼ ﺎﺑﻮن‬
‫ ”) ﻓ ﻲ ﺑﺼ ﺎﺋﺮﻛﻢ‬karşılığını verivermiştir.[77]
Mesruk, ifk hadisesine adı karışan Hassân b. Sâbit’in Hz. Aişe’nin yanına gelip
şiir okumasına şaşırmış ve o çirkin iftira kampanyasına katılanlarla ilgili büyük bir
azâbdan söz eden (24 Nur 11). âyete de atıfta bulunarak, Hassân’ın yanına gelmesine
niçin izin verdiğini sormuştu. Hz. Aişe: “‫و‬
‫”=”اي ﻋ ﺬاب اﺷ ﺪ ﻣ ﻦ اﻻﻋﻤ ﻰ‬Amâlıktan daha büyük hangi azap vardır ki?” demiş ve
onun şiiriyle Hz. Peygamber’i savunduğunu hatırlatmıştır.[78]
Engellilerle İlgili Zayıf ve Uydurma rivayetler
Çalışmamız esnasında dikkatimizi çeken bir diğer husus da, engelliler hakkında
birçok zayıf ve uydurma rivayetin çeşitli eserlerde yer almasıdır. Burada bazılarını
hatırlatarak, genel bir değerlendirme yapmamız yerinde olacaktır:
“Özürlülerden sakının!” şeklindeki rivayet için Sehâvî “Ben ona vakıf değilim”
demiştir.[79]
Bu ifade, Kur’an’a aykırı olduğu gibi,[80] “güçsüzü yüklenen”, engellilere
yapılan her yardımı sadaka kabul eden Rasûl-i Ekrem’in sünnet, sîret ve hadislerine
de ters düşmektedir.
“Görme (nimeti)nin kaybedilmesi, günahlar için mağfirettir, duymanın
yitirilmesi günahlar için mağfirettir, vücuttan eksik olan herşey de o oranda
(mağfiret)dir.”[81]
“Allah, her kimin dünyada görmesini alırsa, onun gözlerinin cehennem ateşini
görmemesi Allah üzerinde gerekli bir haktır.” [82]
Muhtemelen engellileri teselli amaçlı olarak uydurulmuş olan bu rivayetleri de,
mükellefiyet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir. Daha önce naklettiğimiz
sahih hadislerde geçtiği üzere, görme veya duyma yetisini yitirdiği halde
sabredenlerin ecir alacaklarında şüphe yoktur. Hatta onların sağlıklı iken yaptıkları
ecri alacaklarına dair hadisler de mevcuttur.[83] Fakat sadece bu duyuları yitirmenin,
günahlar için mağfiret ve cehennemi görmeme hakkı olarak takdim edilmesi kabul
edilemez.
Çeşitli eserlerde yer alan bir başka grup rivayette ise, Hz. Peygamber’in,
kendisine müracaat eden birçok engelliyi mûcizevî bir şekilde iyileştirdiği
anlatılmaktadır. Mesela Suyûtî, el-Hasâis adlı eserinin, “Hz. Peygamber’in dilsiz ve
âmâları iyileştirmesi ile ilgili mucizeleri babı”nda şu rivayetlere yer verir:
Kadının biri, yetişmiş bir çocuğunu Hz. Peygamber’e getirir ve “Benim bu oğlum
doğduğundan beri hiç konuşmadı?” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben
kimim?” diye çocuğa sorar, o da “Sen Allah’ın Rasulüsün” diye cevap verir.
Bir başka kadın, Hz. Peygamber’e oğlunu getirir ve “Benim bu oğlum delidir.
Sabah ve akşam yemeğinde delilik geliyor ve herşeyi ifsad ediyor!?” der. Hz.
Peygamber çocuğun göğsüne dokunur ve onun için dua eder. Bunun üzerine kusar
gibi yapan çocuğun karnından siyah bir köpek/arslan yavrusu gibi birşey çıkar ve
böylece şifa bulur.[84]
Basra’lı (mechul) bir adamın Kabîsa b. el-Muhârık’tan naklettiğine göre, Kabîsa
Hz. Peygamber’in yanına gelince Hz. Peygamber niçin geldiğini sormuş, o da:
“Yaşım ilerledi, kemiklerim inceldi, Allah’ın bana fayda vereceği bir dua öğretmen
için geldim” dedi. Hz. Peygamber: “Ey Kabîsa, Sabah namazını kıldığında üç defa
“Subhanallahi’l-Azîm ve bihamdih” de! Körlükten, cüzzamdan ve felçden korunmuş
olursun!” buyurdu.[85]
Osman b. Hanîf’in rivayet ettiğine göre gözü görmeyen bir adam Hz.
Peygamber’e gelerek, gözünün iyileşmesi için dua etmesini istemiş, o da isterse dua
edeceğini, ama sonraya bırakılmasının daha hayırlı olacağını belirtmişti. Adam
israrla dua etmesini isteyince, güzelce bir abdest almasını, iki rekat namaz kılmasını
ve öğrettiği bir dua cümlesini okumasını istemişti. Bu rivayete göre adam bunları
yapmış ve iyileşmiştir.[86]
Kıyamet günü, biri hiç duymayan bir sağır, biri ahmak bir adam, biri yaşlı bir
adam ve fetret devrinde ölmüş bir başka adam olmak üzere dört kişiden bahseden bir
rivayette, sağır “Ya Rabbi! İslam geldi ama ben birşey duymadım” diyecek. Ahmak
olan: “Ya Rabbi! İslam geldi ama ben çocukların taşa tuttuğu aptal biriydim”
diyecek. Yaşlı olan: “Ya Rabbi!İslam geldi ama ben aklı birşeye ermeyen biriydim”
diyecek. Fetret ehli olan ise, “Ya Rabbi! Bana, bizden aldığı sözde duracağımız senin
bir Rasulün gelmedi ki?!” diyecektir. Bunun üzerine Allah onların cehenneme
atılmasını emreder. Hz. Peygamber: “Vallahi, Muhammed’in canı elinde olan
Allah’a yemin ederim ki, şayet onlar oraya girecek olsa, mutlaka orası serin-selamet
olur” demiştir.[87]
Özellikle, Delâil, Şemâil ve Hasâis türü çalışmalarda bunlara benzer birçok
rivayete rastlanmaktadır. Nakledilen bu haberlere göre, çeşitli savaşlarda gözüne ok
isabet edip gözü çıkan, kör olan, kol veya ayakları kılıç darbesiyle kopan gaziler,
düşüp ayağı kırılanlar Hz. Peygamberin okuması, üflemesi veya dokunması ile eski
haline dönmüş, hatta daha da iyileşmiştir.[88]
Kanaatimizce bu tür rivayetler, tıpkı Hz. İsa’nın “körü ve alacalıyı iyileştirdiği”
gibi (3 Al-i Imrân 49, 5 Mâide 110), Hz. Peygamber’in de çeşitli engellileri
iyileştirdiğini ifade ederek, O’nun Hz. İsa’nın gösterdiği mucizelerin benzerini, hatta
daha iyisini, daha büyüğünü gösterdiğini ispatlamayı amaçlamaktadır. Hz. İsa’nın bu
mucizesinin iki âyette açıkça zikredilmesine karşın, Hz. Peygamber’in böyle bir
mucizesinden Kur’an’da bahsedilmemiş olması bir tarafa; İbn Ummu Mektûm ve
diğer âmâ, topal sahâbîlerin neden aynı yöntemle iyileştirilmediği merak konusudur.
Muteber kaynaklara da alınmayan bu tür rivayetlere ihtiyatla yaklaşılmasından
yanayız.
SONUÇ
Engelliler, tarihin her döneminde toplumların gözardı edemeyecekleri bir kesitini
oluşturmuşlardır. Aynı durum yaşadığımız modern çağ için de geçerlidir. Genel
olarak bütün dünyada, özelde ise ülkemizde nüfusun önemli bir oranı engellidir.
Geçmişte salgın hastalık ve savaşların etkisiyle artan bu oran, günümüzde ise çeşitli
tedbirsizlikler, iş, tıp ve trafik kazaları vb. değişik sebeplerle had safhaya
ulaşmıştır.[89] Tebliğ konumun sınırlarını aşmasına rağmen, özellikle az gelişmiş
veya gelişmekte olan ülkelerdeki engelli nüfus oranının, gelişmiş ülkelerden hayli
fazla olması gerçeği, ister istemez -ülkemizde ve Japonya’da yaşanan şiddetli
depremlerin sonuçlarının düşündürdüğü gibi- % 12.23 oranındaki engellerin ne
kadarının takdîr, ne kadarının da ihmal edilen tedbir sonucu, Kur’ân’ın ifadesiyle
“ellerimizle yaptığımız hatalar sonucu” (42 Şûrâ 30, 48; 30 Rum 36) ortaya çıktığı
sorusunu akla getirmektedir. Haddi zatında engellilerin durumu, kaza-kader inancı
çerçevesinde de ele alınmalı ve bu bağlamda konu enine-boyuna tartışılmalıdır.
Esbâba tevessülün, tedbiri elden bırakmamanın ve tedavi olmanın Hz.
Peygamber’in altını çizdiği en önemli sünnetler olduğu unutulmamalıdır. Kişinin
elinden geldiği kadar bu sünnetleri yerine getirmeye çalışmasına rağmen, ilâhî irâde
ve takdir karşısında ise engelli sabretmeli, gücü nisbetinde sorumlu olduğu bilinciyle
hayatını sürdürmeye ve sınavı kazanmaya gayret etmelidir. Diğer taraftan engelli
olmayan kimselerin de, Allah’ın kendilerine verdikleri bu önemli nimetlerin kadrini
bilmeleri, şükretmeleri, ayrıca engelli kardeşlerine gereken yardımı yapmaları
gerekmektedir.
Her yönüyle bizler için “usve-i hasene” olan Hz. Peygamber’in özetle vermeye
çalıştığımız engellilere yönelik hikmetli ilişkisi, engellilerle ilişkilerimizde son
derece yol göstericidir. Onun engellilerle ilgili engin öğretisi, birçok yönüyle daha
geniş bir şekilde araştırılıp ortaya konulmalı, engellilerle ilişkilerde Hz.
Peygamber’in bu rehberliğinden azami şekilde yararlanılmalıdır. Asırlardır, sadece
bazı bab başlıklarında ele alınan ve çoğu kez bir-iki rivayetle geçiştirilen engelliler
konusu, yüksek lisans, hatta doktora seviyesinde ilmi çalışmaları gerekli kılacak
ehemmiyeti haizdir. Ancak, bu sınırlı hacimdeki çalışmayı yaparken dikkatimizi
çeken bir husus, Hadîs edebiyatımızın, bu konuda kısmen ketum davrandığıdır. O
kadar ki, engelli olduğu tespit edilen bu birkaç sahâbînin hayatı anlatılırken dahi,
sakatlıklarının üzerinde pek durulmamaktadır. Yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerin
çoğu ise, çeşitli vesilelerle ve dolayısıyla verilen bilgilerden elde edilmiştir. Bu
sebepledir ki konu, uzun yıllar yapılacak taramalar ve okumalar sayesinde daha net
bir şekilde ortaya konulabilecektir.
Özellikle Delâil ve Hasâis literatürüne girmiş olan ve Hz. Peygamber’in mucizevî
şekilde iyileştirdiği engellilerden söz eden haberlerin durumu ayrı bir çalışma konusu
olacak hacimdedir. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim: Konunun, peygamber
anlayışıyla doğrudan ilgisi vardır. Allah Rasûlü, tabîbu’l-ebdân değil, tabîbu’lkulûbdür, yani o bedenlerdeki hastalıkları, sakatlıkları tedavi etmek için değil,
kalplerdeki hastalıkları ve eğrilikleri tedavi etmek için gönderilmiştir. Birçok âyette
dile getirildiği gibi O, fiziken sağlıklı olmalarına rağmen, rûhen hasta olan, hakikat
karşısında kör, sağır ve dilsiz kesilen kimseleri iyileştirmeye çalışmıştır.
Burada Allah Rasûlü’nin hasta bir sahâbîsinin iyileşmesi için dua etmesine veya
o günün etkili tedavî yöntemlerini önermesine itiraz edecek değiliz. Fakat körlüğü,
ahraslığı, topallığı ve deliliği tedavi ettiğini ifade eden bu rivayetlere ihtiyatla
yaklaşılması, konunun enine-boyuna analiz edilmesi, çoğu zayıf veya uydurma olan
bu rivayetlerin ortaya çıkış sebeplerinin ciddi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir.
Zira, tam otuz yıl yatalak bir engelli olan Imrân b. Husayn, topal olarak valilik yapan
Muâz b. Cebel ve Hz. Peygamber’in yerine defalarca vekalet eden İbn Ummu
Mektûm gibi meşhur sahâbîlerin tedavi edilmeyip, iyileştiği ifade edilen şahıslarınsa
ya hiç tanınmaması, yahut haklarında çok az bilgiler olması, bu tür rivayetlerin
sihhatleri konusunda çekince koymamız için yeterlidir.
Ayrıca Sahâbe tabakatına dair bütün eserler baştan sona taranarak, engelli
sahâbîler üzerinde genel bir çalışmaya; meşhur bir sahâbî olması sebebiyle bu
alandaki birçok rivayetin kahramanı olan İbn Ummu Mektûm üzerinde de ayrı bir
çalışmaya ihtiyaç vardır.
Yapılacak bu tür ilmî çalışmalarda, engelli sahâbîlerin aile hayatı, evlilikleri,
çocukları olup olmadıkları ve çocukların engelli olup olmadıkları, maişetlerini nasıl
temin ettikleri, dilenip dilenmedikleri, zekat alıp almadıkları, özellikle sonradan
engelli olanların halet-i rûhiyeleri, herhangi bir bunalıma, psikolojik sıkıntıya düşüp
düşmedikleri, sakatlıklarının sosyal ilişkilerini ne şekilde etkilediği vb. çeşitli konular
incelenmelidir.
Bu tür inceleme ve araştırmalara imza atacak genç ilim adamlarımızı şimdiden
kutlar, beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür eder, engelli kardeşlerime
sevgi ve saygılarımı sunarım.
Oturum Başkanı
Biz de Bünyamin ERUL Bey kardeşimize teşekkür ediyoruz.
Başkanlığın zor tarafı da bu, vakte riayet edebilmek açısından biraz tebliği kısalt
demek gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz; ama, birçok defa da, kendimiz tebliğ
sunarken de, hakikaten derlediğimiz bu değerli bilgilerin duyulmasını istiyoruz.
Ama, şu bir gerçek, ben her zaman şuna inandım: Bu konuşmalar, bu salondakiler
için hazırlanmış değil. Tamam, bu salondakiler için hazırlanmış öncelikle; ama, bu
kadar bir çalışmayı, yalnızca bu kadar az sayıda insan dinleyecekse, o büyük bir
emek israfı olur. Kısa zamanda, basıldıktan sonra, daha etraflı bir biçimde basıldıktan
sonra faydası dalga dalga devam edecek diye düşünüyorum.
Şimdi, müzakere yapmak üzere, yine aynı anabilim dalında profesör arkadaşımız,
aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof. Dr.
İsmail Hakkı Ünal Bey’e sözü veriyorum.Buyurunuz.
Dipnotlar
* Bünyamin ERUL, Doç. Dr. A.Ü. İlahiyat Fakültesi Hadis Öğretim Üyesi.
[1] Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 285, 539.
[2] Tîn 95/4
[3] Al-i Imrân 3/6.
[4] İnfitâr 82/8.
[5] Nûr 24/61; Feth 48/17; Bakara 2/18, 171, 282; Nisa 4/5, 95
[6] Tekâsür 102 /48.
[7] İsra 17/36. İbn Raceb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hıkem, II. 77. tah.
Şuayp el-Arnavut, Ibrahim Bacis, Beyrut-1991, II. baskı.
[8] 2 Bakara 233, 286; 65 Talâk 7
[9] Bkz: Muslim, Zuhd 64, III. 2295.
[10] 21 Enbiya 83-4)..
[11] Buhârî’de 97, Muslim’de 54, Tirmizî’de 51, Nesâî’de 51, İbn Mâce’de 37 ve
Ebû Dâvud’da 35 ayrı kitap (bölüm) bulunduğu halde, engellilerle ilgili onlarca
hadisin bir araya getirilmemesi bizce önemli bir eksikliktir. (Tebliğde, Kutub-i
Tis’a’nın İstanbul-1981-2’de Çağrı Yayınları’nca neşredilen ofset baskılar
kullanılmıştır.)
[12] Buhârî, Merdâ 7, VII. 4.
[13] Tirmizî, Zuhd 57, no: 2400-2401, IV. 602-3. Muhammed b. Ali el-Gassânî
(ö. 636), “Zehâbu’l-Basar” adında bir kitap yazmıştır. bk. Kâtip Çelebî, Keşfu’zZunûn, I. 828.
[14] Muslim, Salât 8, I. 287.
[15] Ebû Dâvûd, Salât 42, no: 535, I. 365-6; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid ve
Menbau’l-Fevâid,II. 2, Beyrut-1982, Daru’l-Kitabi’l-Arabî, (I-X); Beyhakî, Kitabu’sSunen el-Kebîr, I. 426., Beyrut, t.y., Daru’l-Ma’rife, (I-X)
[16] Ebû Avâne, el-İsferâînî, el-Musned, I. 277, tah. Eymen b. Arif ed-Dimeşkî,
Beyrut-1998, Dâru’l-Ma’rife, (I-V)
[17] Ebû Dâvûd, Salât 65, no: 595, I. 398; Heysemî, a.g.e., II. 65; Beyhakî,
Sunen, III. 87; İbn Hıbbân, (İhsân), V. 506-7.
[18] Heysemî, a.g.e., IV. 196.
[19] Nesâî, es-Sunen (el-Kebîr), V. 181, no: 8605. tah. Abdulgaffâr Suleyman elBendârî, Seyyid Kusrevî Hasen, Beyrut-1991, Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye, (I-VI)
[20] Heysemî, Mevâridu’z-Zam’ân, I. 483. tah. M. Abdurrazzak Hamza, BeyrutDâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye.
[21] Buhârî, Cihâd 35, III. 213.
[22] Beyhakî, Sunen, IX. 23.
[23] Buhârî, Şehâdât 11, III. 152-3. Buhârî bu babta, Kâsım b. Muhammed b. Ebî
Bekr, el-Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn, Zuhrî ve Atâ’nın âmânın şahitliğini
onayladıklarını, Şa’bî’nin de, âkıl olması şartıyla şahitliğini caiz gördüğünü, elHakem b. Uteybe’nin ise, bu konuda nice şeylerin caiz olduğunu söylediğini,
Zuhrî’nin de “Şayet İbn Abbas şahitlik etse, onu red mi edeceksin?” diye sorduğunu
nakleder. Ayrıca sahabeden bazılarının seslerinden birbirlerini nasıl tanıdıklarına dair
örnekler verir ve Bilal ile İbn Ummu Mektum’un müezzinlik yaptıklarını, Hz.
Peygamber’in: “Bilal geceleyin ezan okur, o okuduğunda yiyip için. Veya İbn Ummu
Mektum’un ezanını işitinceye kadar yiyip için. Zira İbn Ummu Mektum âmâ bir
adamdır ve insanlar kendisine “tamam sabah oldu” deyinceye kadar ezan okumaz”
buyurduğunu nakleder. Şerhi için bkz: İbn Hacer, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’lBuhârî, V. 313. tah. Muhibbuddin el-Hatib, el-Mektebetu’s-Selefiyye, Kahire-1407,
III. baskı. V. 313.
[24]Tirmizî, Hudûd 1, no: 1423, IV. 32. Hadis şöyledir: “Üç kişiden sorumluluk
kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, yetişkin oluncaya kadar çocuktan ve
aklîdengesi yerine gelinceye kadar akıl hastasından.” Hasen-garîb bir hadis olup, Hz.
Ali’nin sözü olarak da nakledilir.
[25] Buhârî, Talak 25, VI. 177. Şerhi için bkz: İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IX. 350351. Ayrıca bkz: İbn Hazm, el-Muhallâ bi’l-Âsâr, VI. 3006-7, mesele no: 1139.tah.
Abdulgaffar Süleyman el-Bendârî, Beyrut-1988, Daru’l-Kütütbi’l-Ilmiyye, I-XII.
[26] Mâlik, Talak 28, s. 563.
[27] Ahmed, Musned, III. 24.
[28] Buhârî, Merdâ 1, VII. 2; Muslim, Birr 46-7, III. 1991-2.
[29] Buhârî, Merdâ 7, VII. 4.
[30] Tirmizî, Zuhd 57, no: 2400-2401, IV. 602-3. Zayıf bir rivayette, bir adadaki
dağın zirvesinde tam beşyüz sene Allah’a ibadet eden ve secdede iken canını alması
için dua eden bir âbidden söz edilmektedir. Kıyamette Yüce Allah “Kulumu
rahmetimle cennete alın!” buyurunca, o zât üç defa “Yâ Rabbi amelimle!” der.
Bunun üzerine Allah, meleklere “Verdiğim nimetlerle, kulumun yaptığı amelini
karşılaştırın!” der. Melekler bakarlar ki, sadece görme nimeti beşyüz yıllık ibadeti
geçmekte, bedenindeki diğer nimetler karşılıksız kalmaktadır. Bu defa Allah
“Kulumu cehenneme koyun!” buyurunca, “Yâ Rabbi! Beni rahmetinle cennetine koy,
rahmetinle” diye iltica eder ve Allah da onu rahmetiyle tekrar cennete koyar. Bkz:
İbn Raceb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hıkem, II. 78-9. Bu rivayet, hem Allah’ın
rahmetine, hem de görme nimetinin değerine vurgu yapması bakımından anlamlıdır.
[31] Buhârî, Enbiya 51, VI. 146-7; Muslim, Zuhd 10, III. 2275-6.
[32] Buhârî, Merdâ 6, VII. 4. Hadisin şerhinde İbn Hacer’in “Bu hadiste tedaviyi
terketmeye cevaz vardır” şeklindeki yargısına asla katılmıyoruz. Bkz: Fethu’l-Bârî,
X. 120.
[33] Hakkında geniş bilgi için bkz: Uveyd el-Mitrafî, Varaka b. Nevfel, Mekke1996, II. baskı. Ayrıca DİA için yazdığım, henüz yayınlanmamış Varaka b. Nevfel
maddesi.
[34] Bkz: 73 Müzzemmil 1-2; 74 Müddessir 1-2; 68 Kalem 1-2; İbn Sa’d, I. 1945; Taberî, Tarih, II. 302
[35] Buhârî, Bed’u’l-Vahy 3, I. 3; Muslim, İman 252, I. 139-142.
[36] Bkz: Kastalânî, el-Kevâkibu’d-Derârî, I. 36, Kahire-t.y. Tercemedeki
hassasiyeti ile bilinen Ahmed Naîm Bâbâzâde ise bu ifadeyi “İşini görmekten aciz
olanların ağırlığını yüklenirsin” şeklinde çevirmiştir. Bkz: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi,
I. 12.
[37] Ahmed b. Hanbel, III. 160, VI. 349-350.
[38] Hayatı hakkında bkz: İbnu’l-Esîr, III. 558. Usdu’l-Gâbe fi Ma’rifeti’sSahabe, tah. Muhammed İbrahim el-Benna, Muhammed ahmed Aşur, Kahire-1970,
Dâru’ş-Şa’b, I-VII.
[39] Buhârî, Ezan 40, I. 163; Teheccud 36, II. 55-6; Ahmed, Musned, IV. 44, V.
449-450; Mâlik, Muvatta, Kasru’s-Salât 86, s. 173.
[40] Muslim, Mesâcid 255, I. 452; Nesâî, İmâme 50, II. 109-110.
[41] Ahmed, Musned, III. 423. Bkz: Ebû Dâvûd, Salât 42, 47, no: 535, 552-3, I.
365-6, 374-5.
[42] Hac yolculuğu esnasında ortaya çıkan topallığı bir mazeret olarak gören Hz.
Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kimin (kolu veya ayağı) kırılır veya
topal olursa, ihramdan çıkar ve başka bir hac yapar.” Bkz: Ahmed, Musned, III. 450;
Tirmizî, Hac 96, no: 940, III. 277; Nesâî, Menâsik 102, V. 198-9; Ebû Dâvud,
Menâsik 44, no: 1862-3, II. 433-4. (İhsâr babında nakleder)
[43] Bkz: Tirmizî, Tefsir 73, no: 3331, V. 432. Konu hakkında geniş bilgi için
bkz: Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, XIX. 209-212. Beyrut, t.y.
[44] Buhârî, Tefsiru sure 4/18, V. 182-3; Ahmed, IV. 282, 284, 290, 300, 301, V.
184; Tirmizî, Tefsir 5, (sure 4) no: 3031-3, V. 241-2. Kurtubî, a.g.e., V. 341, XVI.
373; Beyhakî, Sunen, IX. 23-4. Ayet, 4 Nisa 95.
[45] Ahmed, Musned, III. 411-4.
[46] Ahmed, Musned, VI. 296; Ebû Dâvûd, Libâs 34, no: 4112, IV. 361-2;
Tirmizî, Edeb 29, no: 2778, V. 102.
[47] Dârekutnî, es-Sunen, I. 167-171. Beyrut-1986.
[48] Abdurrazzâk, el-Musannef, IX. 454, no: 17991, tah. Habiburrahman elA’zamî, Beyrut-1970-1972, el-Meclisu’l-Ilmî, I-XI; Ahmed, II. 217.
[49] Abdurrazzâk, a.g.e., IX. 453, no: 17989.
[50] Bkz: 2 Bakara 18, 171, 8 Enfâl 22, 11 Hûd 24, 16 Nahl 76, 17 İsrâ 97, 25
Furkân 73, 43 Zuhruf 40. Abdullah b. Amr b. el-As, Hz. Peygamber’in Tevrat’ta
anlatılan sıfatlarından söz ederken “Bu eğri millet ‘Lâ ilâhe illallah’ diyerek
doğruluncaya kadar ve bu söz sayesinde kör gözler, sağır kulaklar ve kilitli kalpler
açılıncaya kadar Allah onun canını almayacaktır” ifadesini kullanır. Bkz: Buhârî,
Buyû’ 50, III. 20; Ahmed, II. 174; Dârimî, Mukaddime 2, s. 5; Fedâilu’l-Kur’an 5, s.
830.
[51] Ahmed, Musned, V. 194, VI. 450.
[52] Ahmed, Musned, V. 386, 406; İbn Ebî Şeybe, el-Kitabu’l- Musannef, VII.
463, 509. tak. Kemal Yusuf el-Hut, Beyrut-1989, I-VII.
[53] Ahmed, Musned, IV. 296.
[54] Buhârî, İman 22, I. 13; Edeb 44, VII. 85; Ahmed b. Hanbel, Musned, V.
161; İbn Hacer, söz konusu kölenin Bilal-i Habeşî olduğunu ve annesinin Arapçayı
iyi komuşamaması veya siyâhî oluşu sebebiyle ona ‘kara karının oğlu!’ diyerek
ayıpladığını açıklar. Bkz: Fethu’l-Bârî, I. 108-9, X. 483.
[55] Tirmizî, 36. Kıyâme 51, no: 2502. IV. 660. Oradaki metin şöyledir: Eliyle
şöyle yaptı ve sanki onun kısalığını kastederek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Safiyye (şöyle)
bir kadındır” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: “Öyle bir söz söyledin ki,
eğer o, denize karışmış olsaydı, deniz karışırdı” buyurdu. Tirmizî, “hasen-sahih (bir
hadistir)” demiştir.
[56] Beyhakî, Sunen, X. 199-200. Bab başlığı: “Teşbih yoluyla hanıma ‘cam
şişe’, ata ‘deniz’ diyenler ve tefâul yoluyla da âmâya ‘basîr’ diyenler babı”
şeklindedir.
[57] Ahmed, V. 168-9, 154. İzahı için bkz: İbn Raceb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi
ve’l-Hıkem, II. 86.
[58] Ahmed, Musned, I. 217, 309, 317. Hadiste ayrıca, kendi babalarına ve
annelerine söven kimselerin, Allah’dan başkası adına kurban kesenlerin, arazi
sınırlarını değiştirenlerin, hayvanlarla ve homoseksüel ilişkiye girenlerin mel’un
olduklarını bildirmiştir.
[59] İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 264; Nesâî, es-Sunen (el-Kebîr), V. 181, no:
8605. Vâkıdî, onun Kâdisiyye’den dönüp Medine’de vafet ettiğini söyler. Ahmed,
Musned, III. 192’deki Enes rivayetinde onun sadece iki defa görevlendirilmesi
rivayeti hakkında İbnu’l-Esîr, “Allahu a’lem, başkasına ulaşan bu bilgi ona
ulaşmamıştır” der.
[60] Ahmed b. Hanbel, Musned, V. 299.
[61] Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VIII. 226.
[62] Beyhakî, Sunen, IX. 24; İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 207-8.
[63] Buhârî, Cihâd 35, III. 213; Beyhakî, Sunen, IX. 24.
[64] Ahmed, III. 456-9; Buhârî, Meğâzî 79, V. 130.
[65] Tirmizî, Tefsir 5, (sure 4) no: 3031-3, V. 241-2.
[66] Bkz: İbn Kuteybe, Maârif, s. 589.
[67] Ahmed, Musned, VI. 348. Hayatı hakkında bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe,
VII. 9-10.
[68] Câhız, el-Bursân ve’l-Urcân ve’l-Umyân ve’l-Havlân, tah. Muhammed
Mursî el-Hûlı, s. 131-2, 214. Beyrut-1987, IV. Baskı.
[69] Câhız, a.g.e., s. 214.
[70] İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 282. İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VII.
11-2, Beyrut-1985.
[71] İbn Sa’d, a.g.e, VII. 12.
[72] Bkz: Câhız, a.g.e., s. 8, 251-2.
[73] Bu durumunu dikkate alan Hz. Peygamber Sevde’yi, Muzdelife’den
geceleyin göndermiş ve diğer insanlar gelmeden evvel Şeytan taşlamasına izin
vermiştir. Bkz: Muslim, Hac 293-5, I. 939. Hayatı için bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’lGâbe, VII. 157-8.
[74] İbn Abbâs’ın gözlerine su toplanması ve tedaviyi ihmali sonucu âmâ oluşu
hakkında bkz: İbn Ebî Şeybe, Musannef, II. 45, no: 6285-6. Bkz: Beyhakî, Sunen, II.
309; Hâkim, el-Mustedrek alâ’s-Sahîhayn, III. 545-6, Beyrut- t. y. Dâru’l-Ma’rife.
[75] Parantez içini, Ibn Ebî Şeybe’den aldık.
[76] Ibn Ebî Şeybe, Musannef, III. 440, no: 15786.
[77] İbn Kuteybe, el-Maârif, s. 589. tah. Servet Ukkâşe, Kahire-1960, (ofset),
Dâru’l-Maârif, IV. baskı.
[78] Buhârî, Meğâzî 34, V. 61; Tefsîru Sure 24/10, VI. 10-11;, Muslim,
Fedâilu’s-Sahâbe 155, II. 1934.
[79] Sehâvî, el-Mekâsıdu'l-Hasene, , s. 18, Kahire- t.y., Mektebetu’l-Hancî.;
Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, I. 40. Beyrut-1985, Muessesetu’r-Risale, I-II.
[80] Engellilerle ev içi ilişkiler, birlikte yemek yeme gibi hususlarda inen 24 Nûr
60-61. âyetlere bakınız.
[81] Deylemî, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb, II. 246, tah. Es-Saîd b. Besyûnî
Zeğlûl, Beyrut-1986, Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye (I-V); Zehebî, Siyeru A’lâmi’nNubelâ, XVI. 215. tah. Şuayb el-Arnavut, Huseyn el-Esed, Beyrut-1990, VII. baskı.
Zehebî “Garîb cidden” derken, muhakkik Şuayb Arnaût Hoca da, cidden zayıf
olduğunu, hatta uydurma olduğunu belirtir. Zira râvilerden Dâvud ez-Zeberkân
kezzab (çok yalancı)dır. İbnu’l-Cevzî, Mevdûât, III. 204’te bu rivayeti “Bâbu sevâbi
zehâbi’s-sem’i ve’l-basar” babında kaydetmiştir.
[82] İbnu’l-Cevzî, Kitâbu’l-Mevzûât, III. 203’te “Bâbu sevâbi men zehebe
basaruhû” başlığı altında nakletmiştir. tah. Abdurrahman Muhammed Osman,
Kahire-1987, Mektebetu Ibn Teymiye, II. baskı. I-III.
[83] Bkz: Buhârî, Cihâd 134, IV. 17.
[84] Suyûtî, el-Hasâis (el-Kubrâ), II. 287-292. tah. Muhammed Halil Herrâs,
Dâru’l-Kutubi’l-Hadîse.
[85] Ahmed, V. 60. el-Hasan-Ebî Kerîme-Racul min ehli Basra-Kabîsa
şeklindeki isnadda mechul bir ravi vardır ve rivayet zayıftır.
[86] Ahmed, Musned, IV. 138.
[87] Ahmed, Musned, IV. 24.
[88] Bu doğrultuda birçok rivayeti derleyen bir çalışma için bkz: Nebhânî, İsmail
b. Yusuf, Peygamber Efendimizin Mucizeleri, çev. Abdulhâlık Duran, I. 596-610,
İstanbul-1997.
[89] Câhız, engelliler hakkında yazdığı değerli kitabında, ana-babaları tarafından
sırf ‘dilenci’ olsunlar diye kör, topal, gözleri bozuk ve kambur yapılan çocuklardan
söz eder. Câhız haklı olarak şunu sorar: Onları bu şekilde müzminleştiren, vücutlarını
sakat bırakan anne ve babalardan hangisinin küfrü daha büyüktür? Hangisi daha katı
kalplidir? Câhız yeryüzündeki diğer sanatları bırakıp da evlatlarını sakatlaştırarak bu
çirkin işi yapan bir grubu gördüğünü ve onlar hakkında “el-Mukeddîn” adlı eserini
telif ettiğini belirtir. Bkz: Câhız, el-Bursân, s. 237. Hac esnasında sıkça görülen ve
insanın bakmaya bile dayanamayacağı kadar gariplikte binlerce sakat dilenci,
Câhız’ın sözünü ettiği ebeveynlerin sanki hâlâ bu vicdansızlığı devam ettirdiği
intibaını vermektedir.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:10/39
[ Dr. Ekrem KELEŞ ]
>>
Muhterem hocalarım,
Değerli ilim adamaları,
Sevgili özürlü kardeşlerim,
Kıymetli dinleyiciler,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli ilim adamı Doç Dr. Bünyamin ERUL’un ‘Engellilerle İlgili Hadislerin
Analizi’ adlı tebliği özenle hazırlanmış, efradını cami ağyarını mani bir çalışmadır.
Tabi, zamanın kısıtlı olması yüzünden burada tamamını sunamadılar.
Sayın ERUL, tebliğde çok önemli tekliflere yer vermiştir. Bunların hayata
geçirilmesi konuya ilişkin İslâmî yaklaşıma büyük katkılar sağlayacaktır.
Hz. Peygamberin özürlülerle ilgili doktora tez konusu olarak ele alınması,
İbn Ummu Mektum üzerine bir tez çalışması yapılması,
Özürlü Sahabilere ilişkin kapsamlı çalışmalar yapılması,
Rasulullahın bazı özürlüleri iyileştirdiğine ilişkin rivayetlerin araştırılması ve
analiz edilmesi şeklindeki bu teklifleri heyecanla karşılamamak mümkün değildir.
Ben, burada öncelikle bu değerli çalışmaya katkı olabileceğini düşündüğüm
birkaç hususa temas etmek istiyorum.
Özürlülükle ilgili olarak İslam’ı iyi bilmeyen bazı kişilerin ve kesimlerin yanlış
bir takım düşünceleri bulunmaktadır. Bunlardan biri, özürlülüğün ilâhî bir ceza
olduğu yolundaki kanaattir. Böyle bir anlayış, İslam’la bağdaşmaz. Kişinin ayağına
batan bir dikenin bile onun günahlarının bağışlanmasına vesile olacağını söyleyen bir
dinin, özürlülüğü ilâhî bir ceza olarak görmesi mümkün değildir. Özürlü
kardeşlerimizi derinden yaralayan bu anlayışın İslam’da yerinin olmadığını özellikle
vurgulamamız gerekiyor.
Özellikle başkasının yardım ve desteği olmadan hayatını sürdüremeyecek
konumda bulunan özürlü yakınlarının en büyük endişesi, kendilerinden sonra geride
bıraktıkları özürlü kişilerin durumlarının ne olacağı hususudur. Bu endişeyle pek
çoğunun ‘Ya Rabbi benim canımı, ondan sonra al’ diye dua ettiklerine şahit oluruz.
İşte bu noktada Hz. Peygamberin ‫" ﻓﺈﻟﯿﻨ ﺎ ﻛﻼ ﺗﺮك ﻣﺎﻻ ﻓﻠﻮرﺛﺘﮫ وﻣﻦ ﺗﺮك ﻣﻦ‬Kim mal
bırakırsa varislerine aittir. Kim de arkada bakıma muhtaç kişiler bırakırsa onun
sorumluluğu bize aittir"[1] anlamındaki sözü, çok dikkat çekicidir ve çok önemli
mesajlar vermektedir. Değişik rivayetleri bulunan bu sözü Hz. Peygamber, ister
devlet başkanı sıfatıyla söylemiş olsun, isterse Müminler için en güzel örnek (üsve-i
hasene) bir insan sıfatıyla söylemiş olsun; bu söz –kanaatimizce- özürlüler için
oluşturulacak bir sosyal güvenlik sistemine temel teşkil edebilecek niteliktedir. Bu
hadiste devlet başkanı sıfatıyla Hz. Peygamberin ‘işini göremeyen ve bakıma,
yardıma desteğe muhtaç kişi’nin tüm sorumluluğunu üstlenmesi, devletin özürlülere
karşı nasıl bir sosyal güvence sağlamakla yükümlü olduğu hususunda önemli
mesajlar vermektedir.
Hz. Peygamberin özürlülere verdiği devlet başkanına vekalet, valilik, imamet ve
müezzinlik gibi önemli görevler, özürlülerin yapabilecekleri işlerde istihdamı ve
üretken hale getirilmesi, yeteneklerinin atıl bırakılmaması ve onlar için iş sahaları
açılması konularında önemli mesajlar vermektedir.
Hz. Peygamberin, imamet görevi yapan görme özürlü Itban b. Malik’in evine
giderek namaz kıldırması, tebliğde ifade edildiği şekilde onun özürlülere karşı ilgisini
ortaya koymasının yanında artı olarak özürlülere iş hayatında ve yapacakları diğer
görevlerde gerekli kolaylıkların sağlanması konusunda da önemli ip uçları
vermektedir.
Sünnetteki uygulamalarda özürlülerin mümkün mertebe topluma dahil edilmesi
çabasını bariz bir şekilde görmek mümkündür. Böylece onların mümkün mertebe
içlerine kapanıp kalmalarının önlenmesi ve yeteneklerinin harekete geçirilerek
üretken hale getirilmeleri amaçlanmış olmalıdır.
Hz. Peygamberin, muhtemelen kısmen zihinsel özürlü olduğu için
alışverişlerinde sürekli aldanabilecek durumda olan Habban b. Munkız’a: ‫إذا ﺑﺎﯾﻌ ﺖ‬
‫“ ﻓﻘ ﻞ ﻻ ﺧﻼﺑ ﺔ‬Alışveriş yaptığında, ‘Aldatma yok’ de”[2] demesi ve bu hadisin
çeşitli rivayetlerinde ona muhayyerlik tanındığının ifade edilmesi, ilim adamlarımız
tarafından herkesi kapsayacak şekilde alışverişte muhayyerliğe esas alınmıştır. Fakat
bu olay, çıkış noktası itibariyle bakıldığı zaman bir yönüyle de özürlüler için bir
"olumlu ayrımcılık" uygulaması olarak da ele alınabilir ve kanaatimce bu tür
uygulamalar için bir temel teşkil edebilir.
Burada vurgulamak istediğim bir diğer husus da şudur: Bilindiği gibi ‘Tedbir
kuldan takdir Allah’tan’ özdeyişinin, bizim kültürümüzde çok önemli bir yeri vardır.
Bu özdeyiş, İslâmî bir anlayışı özetler. Özürlülüğün en önemli kaynaklarından biri de
çeşitli alanlarda sergilenen tedbirsizlikler ve yıkımlardır. Bu bakımdan her alanda
gerekli tedbirlerin alınması çok önemlidir. Özellikle trafik kazaları bağlamında
gerekli tedbirlerin alınması konusunda bize ışık tutacak hususlardan biri, hadislerde
geçen ve yollarda sıkıntı oluşturacak engellerin ortadan kaldırılmasına teşvik eden
[‫اﻻذى‬
‫ ]ﻋ ﻦ اﻟﻄ ﺮﯾﻖ اﻣﺎﻃ ﺔ‬rivayetlerdir.[3] Kanaatimce bu hadisler, özürlülüğün en önemli
kaynaklarından biri olan trafik kazalarının önlenmesi için alınması gereken tedbirlere
temel teşkil edecek mesajlar taşımaktadır.
Diğer taraftan özürlülüğün en büyük kaynaklarından biri olan savaş, İslam’da
aslında hoş karşılanmaz. Mecbur kalındığı için başvurulan bir yöntem olarak görülür.
“(Kraliçe Belkıs) şöyle dedi: “Krallar bir memlekete girdi mi, orayı harap ederler ve
halkının ileri gelenlerini zelil hale getirirler. İşte onlar böyle yaparlar”[4] ayetinde bu
anlamı görmek mümkündür. Savaş tahribattır, yıkımdır. Bunun için fıkıh kitaplarında
savaşın iyi bir şey olmadığı özellikle vurgulanır. Çünkü haddi zatında o ifsattır. [5]
Muhtemelen tebliğ sınırlarına sığmayacağı için, çalışmada türlerine göre
ortopedik, görme, işitme ve zihinsel özürlülerle ilgili hadis rivayetleri, müstakil
başlıklar altında değerlendirilme yoluna gidilmeyerek genel başlıklar kullanılmıştır.
Doğal olarak bu tür bir ayrıntı, tebliğ sınırlarına sığmaz. Ancak bu çalışmanın daha
ayrıntılı hale getirilmesi düşünüldüğü takdirde, bu tür bir sınıflandırmaya da
gidilebileceğini düşünüyorum. Bu takdirde, özürlülerle ilgili ilâhî sınav vurgusu
yapan hadislerin ve bu kapsamda Allah’ın sevdiği kişileri sınadığını anlatan
rivayetlerin, zihinsel özürlülerin dini mükellefiyetlerden muafiyetini anlatan
rivayetlerin, özürlülere ibadet hayatında kolaylık sağlayan rivayetlerin, savaşlarda
özürlülere dokunulmamasını emreden rivayetlerin ve özürlülerin medeni tasarrufları,
eğitim ve rehabilitasyonu ile ilgili rivayetlerin ayrı ayrı değerlendirilebileceği
kanaatindeyim.
Tedbir kuldan takdir Allah’tandır. Bize düşen, üzerimize düşen görevleri eksiksiz
yerine getirip bundan sonra Allah’a tevekkül etmektir. Bu bakımdan gerekli
tedbirlerin alınması konusunda ne gerekiyorsa yapılmasına sonuna kadar evet…
Fakat herhangi bir sebeple iş başa geldikten ve artık özürlülük her yönüyle
yaşanmaya başladıktan sonra üzerimize düşen, içinde bulunduğumuz durumu
olabildiğince hayra dönüştürmeye çalışmaktır. İşte bu noktada şairin şu sözünü
hatırlamadan edemeyeceğim:
“Kader, beyaz kağıda sütle yazılmış yazı/ Elindeyse beyazdan gel de sıyır
beyazı.”(NFK)
Oturum Başkanı
Sağ olun, teşekkür ederiz. Efendim, bu sempozyumumuzun açılış oturumu
burada bitmek üzere. Yalnız, müzakerelerden sonra tebliğ sahibine hemen iki-üç
dakikalık bir söz hakkı veriyoruz. Ondan sonra bu oturum bitecek ve öğleden sonraki
oturum da saat 14'de başlayacak. Buyurum Bünyamin Bey.
Doç. Dr. Bünyamin ERUL
Sayın hocalarıma bu değerli müzakerelerinden dolayı teşekkür ediyorum.
İsmail Hakkı Hocam, sarâ hastası hanımla ilgili rivayete değindiler. Oldukça
ilginçtir, İbn Hacer bu hadisi izah ederken Hz. Peygamber’in gerçekten o hastaya
böyle bir şey söylemiş midir, bunu tartışacağına; ondan, tedaviyi terk etmenin caiz
olduğu, bütün hastalıkların, bitkisel ilaçlarla tedaviyle birlikte Allah’a dua ve iltica
ile tedavi edilmesinin daha faydalı olduğu ve bunun bedene tesirinin daha fazla
olduğu neticesini çıkartmaktadır.[6] Derdi veren Allah’ın, dermanı da verdiğini
belirten Hz. Peygamber’in bu hadisinden tedaviyi terk etmenin cevazını çıkarmak, en
başta tıbb-i nebevîyi göz ardı etmektir. Zira Hz. Peygamber’in öğretilerine göre hem
koruyucu hekimlik, hem de tedavi olmak sünnettir ve imkanı olduğu halde tedaviyi
terk etmek de şüphesiz mesuliyettir.
Ekrem KELEŞ Hocamın sözünü ettiği “‫ ”ﻣ ﻦ ﺗ ﺮك ﻛ ﻼ ﻓﺎﻟﯿﻨ ﺎ‬hadisini
çalışmalarım esnasında gördüğüm halde, ona farklı bir anlam verildiği için tebliğime
almamıştım. Eğer bu hadiste geçen “kellen” ifadesini “güçsüz veya engelli”
anlamında alabilirsek, elbette bu aynı zamanda bir devlet başkanı olan Hz.
Peygamber’in engellilere bakışını, himayesini göstermesi bakımından oldukça güzel
bir delil olacaktır. Bu rivayete dikkatimi çektiği için Ekrem Bey Hocama tekrar
teşekkür ediyorum.
Hadisi araştırdığımızda gördük ki, bu rivayet daha çok miras ve feraiz ile ilgili
bölümlerde nakledilmektedir. Hem Buhâri, hem de Muslim’in naklettikleri işbu
Hadise göre Hz. Peygamber: “Ben, müminlere kendilerinden daha yakınım. Kim ölür
de mal bırakırsa, malı erkek tarafından akrabalarınındır. Kim de borç, çoluk-çocuk
(kellen) ve yitik (dayâan) bırakmışsa o da bana aittir” buyurmuştur. [7]
Buhârî şârihi Bedruddin Aynî, buradaki “kellen” ifadesinin borç ve iyâli
kapsadığını belirttikten sonra Tayyibî’nin “dayâ’” ifadesini “küçük çocuklar,
yetersizlikleri sebebiyle kendi işlerini göremeyen müzminler ve bu kategoride
bulunan ve birileri tarafından sorumluluğu yüklenilmediği takdirde zayi olacak
durumdaki kimseler için verilmiş bir isim” diye izah eder[8]. Bu bakış açısına göre
engelliler bu hükmün kapsamına girmektedir.
Hadisi Tayyibî gibi anladığımızda, Hz. Peygamber’in aynı zamanda İslam
toplumunun yöneticisi olduğunu da dikkate aldığımızda, buradan yöneticilerin -tıpkı
Hz. Peygamber’in yaptığı gibi- engellilerin zorunlu giderlerini, maişetlerini temin
etmeleri gibi bir sorumluluk çıkartabiliriz.
Alış-veriş yaparken aldatılmaması için Hz. Peygamber’in kendisine “lâ
hılâbe=aldatma yok!” demesini öğrettiği fakat dili dolaştığı için “lâ hıyâbe” diyen
sahâbî rivayetini[9] iki sebepten dolayı almadım. Birincisi, bu doğrudan engellilerin
fıkhını ilgilendiriyordu ve sayın Hamdi DÖNDÜREN hocamın işleyeceğini
düşünerek, onun tebliğ konusuna girmek istemedim. İkincisi, bu şahsın engelli
sayılıp sayılmamasında biraz mütereddit oldum.
Engellilerin eğitimi ve rehabilitasyonu konusunda sünnetin neler getirdiği
meselesi, uzun yıllar mesai isteyen önemli bir konudur. Birkaç hafta içerisinde
hazırlanan ve birkaç sayfalık hacimdeki bu tebliğde -takdir edersiniz ki- böyle bir
konuya giremezdik.
Burada sözlerime son verirken ve sayın bakanımız ve muhterem başkanımız da
hazır buradayken bazı önerilerimi arz etmek istiyorum.
Sayın Devlet Bakanımız engellilerle ilgili yapılan bu sempozyumun İslam
aleminde bir ilk olduğunu söylediler. Sayın Bakanımızın öncülüğünde aynı
doğrultuda uluslar arası bir sempozyuma ev sahipliği yapmak suretiyle ikinci bir ilke
imza atılması,
Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde de engellilerin dînî gereksinimlerine cevap
verecek çalışmalar yapmak üzere bir birim kurulması,
Diyanet aylık dergide, her ay bir sayfanın engellilere tahsis edilmesi ve orada
engellilerin yazılarına ve sorunlarına yer verilmesi,
Derginin en azından yılda bir sayısının engellilere tahsis edilmesi,
Büyük şehirlerde üç ayda bir olmak üzere seri konferanslar veya paneller tertip
edilmesi,
Sempozyum kitap olarak basıldıktan sonra, bütün din görevlilerimize
ulaştırılması, böylece özellikle vaiz ve imam hatiplerimizin bu konuda gerekli alt
yapısının oluşturulması,
Engellilerle ilgili konferansların her ilde yapılması,
Engellilerin soruları ve sorunları dikkate alınarak ayrı bir “Engelliler İlmihali”
hazırlanması,
Bu önerilerimi bilgilerinize ve takdirlerinize sunuyor, böylesi faaliyetlerin,
engelli kardeşlerimize karşı yapabileceğimiz yardımların en büyükleri olduğuna
inanıyor ve hepinizi saygıyla selamlıyorum. Teşekkür ederim.
Dipnotlar
[1] Buhârî, İstikraz ve Edâü’d-düyûn ve’l-hacr ve’t-Teflis, Babü’s-Salat ala men
tereke deynen.
[2] Buhârî, Büyu’ 48 III/19; Babu ma yukrahu mine’l-hıda’ fi’l-bey’.
[3] Tirmizi, Zebâih, Ebvabu’l-İman, Babu ma cae fi’stikmali’l-iman.
[4] Neml,,27/34.
[5] el- Merğînânî, el-Hidâye, II, 135.
[6] Bkz: Fethu’l-Bârî, X. 120.
[7] Buharî, Nafakât 15, VI. 195’te bab başlığında isnadsız olarak; Ferâiz 15, 25,
VIII. 8, 11; Muslim, Ferâiz 17, II. 1238; Ahmed b. Hanbel, II. 356, 456; IV. 131-133.
[8] Aynî, Bedruddin Ebû Muhammed Mahmud b. Ahmed, Umdetu’l-Kârî Şerhu
Sahîhi’l-Buhârî, XIX. 224. 2, Halebî baskısı, I-XX.
[9] Bkz: Buhârî, Buyû’ 48, III. 19; Muslim, Buyû’ 48, II. 1165; Mâlik, Muvatta,
Buyû’ 98, s. 685; Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 80, 129, 130.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:12/39
[ Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN ]
İSLÂMIN ENGELLİLERE TANIDIĞI
KOLAYLIK VE RUHSATLAR
Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN
>>
I- İSLÂM’IN ÖZÜRLÜYE (ENGELLİ) YAKLAŞIMI
A) Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı:
Özür, Arapça mastar bir sözcük olup kök anlamı; eksik ve günahı çok olmak
demektir. İsim olarak; bir konuda kişinin özürlü sayılması ve bu nedenle de
sorumluluğunun azalması veya tam olarak kalkması anlamlarında kullanılır.
Türkçe’de “özür dilemek” sözcüğünde de bir eksikliği giderme çabası vardır. Özür
sözcüğü Kur'ân’da “özr” şeklinde aşağıdaki iki âyette geçer. “(Musa, Hızır’a) dedi ki:
Artık bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme! Benim açımdan
artık sen mâzur sayılırsın.”[1] “Özür veya uyarı için öğüt verenlere yemin olsun.”[2]
Aşağıdaki üç âyette, “ma’ziret” şeklinde kullanılmıştır. “(Uyaranlar) dediler ki:
Rabbinizden özür dileyelim.”[3] Diğer iki âyette, dünyada zulüm yapanların, kıyamet
gününde özür dilemelerinin bir yarar sağlamayacağı vurgulanır.[4] Başka bir âyette
çoğulu “meâzîr” olarak geçer.”O gün insanoğlu özürlerini sayıp dökse de..”[5]
Dünya veya ahirette özür dilemek anlamında, aynı kökten türemiş sözcüklerin yer
aldığı altı âyet daha vardır.[6]
Bedensel özürlülerin içinde özellikle görme engelliler dünyada en büyük sıkıntıyı
yaşadıkları için, Kur'ân ve sünnette bu engele daha çok vurgu yapılır. Kur'ân’da
görme engeli “a’mâ” sözcüğü ile ifade edilir ve çoğu “mânevî körlük” anlamında
olmak üzere 32 kadar âyette kullanılır.[7]
Günümüzde özürlü denilen kimseler için “engelli” teriminin kullanılması daha
uygun ve daha yumuşak bir sözcüktür. Özürlüler hakkında hazırlanan kanun
tasarısında engelli şöyle tanımlanır: “Doğuştan veya sonradan, herhangi bir hastalık
veya kaza sonucu, bedensel, zihinsel, ruhsal, sosyal, duyusal ve duygusal
yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeniyle toplumsal yaşama uyum
sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılamada güçlükleri olan bireydir.”[8] Aynı
tasarının 1. maddesinde yasanın amacı şöyle belirlenir: “Bu Kanunun amacı;
özürlülerin sağlık, eğitim, rehabilitasyon, istihdam ve sosyal yardıma ilişkin
sorunlarının çözümü ile bu hizmetlerin koordinasyonu için gerekli düzenlemeleri
yapmaktır.”
Adı geçen yasanın 3/b maddesinde özürlülerin rehabilitasyonu için şu düzenleme
yapılır: Rehabilitasyon: Özürlü bireyin, fonksiyon kayıplarını gidermek veya geriye
kalan güç ve yeteneklerini geliştirerek fiziksel, eğitsel, psikolojik, sosyo-ekonomik
ve mesleki yönden en üst düzeye çıkarmak ve topluma uyumunu sağlamak için
yapılan hizmet ve yardımları kapsar.
İslâm dininin korunmasını istediği ve bu konuda çeşitli önlemler aldığı beş
şeyden (mal, can, akıl, nesil, din) birisi de sağlıklı yaşama hakkıdır. Kur'ân’da şöyle
buyurulur: “..Kendinizi öldürmeyiniz. Şüphesiz Allah size karşı çok
merhametlidir.”[9] “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların
da sizin de rızkınızı veririz.”[10] “Allah’ın yasakladığı cana, haksız yere
kıymayın!”[11] “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[12]
Kur'ân’da, uzun süre ağır hastalık günleri geçiren Eyyub Peygamber’in çilesini
tamamladıktan sonra sağlığına kavuştuğu bildirilir.[13] Yine Kur'ân’da, oğlu
Yûsuf’un ayrılık hasretinden ötürü gözlerini kaybeden babası Ya’kub (a.s)’ın, yıllar
sonra Yûsuf’un terli gömleğini yüzüne ve gözlerine sürünce gözlerinin açıldığından
söz edilmesi [14] anlamlıdır. Peygamber mucizelerinin pozitif bilimlerin
ulaşabileceği hedeflere işaret ettiği düşünülürse, ileriki yüzyıllarda bedensel ve
zihinsel engellerin pek çoğunu tedavi etme imkânlarının ortaya çıkabileceğini
söylemek güç olmaz. Bu konuda Hz. Musa’nın, kendince fâili bilinen, fakat delil
bulunmadığı için “fâili mechûl” kalan bir cinayeti aydınlatmada, kesilen sığırın taze
etiyle vurularak (tıbbî bir işlem yapılarak) ölüyü diriltip, suçu işleyeni
söyletmesi,[15] Hz. İsa’nın da mucizeleri arasında görme engelliyi ve alaca
hastalığını iyileştirmesi ve ölüyü diriltmesi yer alır. Hz. İsa’nın bütün bu olağanüstü
olayları kendi gücüyle değil, “Allah’ın izniyle” yaptığını bildirmesi, bunların birer
“peygamber mucizesi” olduğunu gösterir.[16]
Kur'ân’da hasta ve engellilere iyi davranmanın gereği de vurgulanır. Bunlardan
birisi Eyyub (a.s)’ın eşiyle ilgilidir. Rivâyete göre Hz. Eyyûb, hastalığı sırasında
kendisiyle ilgilenmeyen eşine, iyileşince yüz deynek vuracağına yemin etmişti.
Kur'ân’da yeminini bozmadan bir demet sapla vurarak, bir çeşit psikolojik ve
sembolik bir ceza türü önerilmiştir. “(Ey Eyyûb!) Eline bir demet sap al da onunla
vur ve yeminini bozma (dedik). Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldur!
Çünkü o, sürekli olarak (Allah’a) yönelirdi.”[17] Bu sembolik ceza yöntemi, şer’î
ceza ve yeminlerde “Eyyûb ruhsatı adıyla yerini almıştır”[18] Kitab-ı Mukaddes’te,
eşinin Eyyûb’u “Allah’a sövmeye ve ölmeye teşvik ettiği” nden söz edilir.[19]
Hz. Peygamber’in de, bir görme engelli olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm’la
ilgili olarak Yüce Allah tarafından uyarıldığı görülür. Olayın gelişimi şöyledir: Hz.
Peygamber, Mekke’de Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe İbn Rebîa, Ebû Cehil İbn
Hişâm ve Abbas İbn Abdilmuttalib ile özel sohbet ederken gözleri görmeyen
Abdullah İbn Ümmi Mektûm gelerek, söze karışmış ve Peygamber'den, kendisine
Kur'ân okumasını istemiş, ey Allah'ın elçisi! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da
öğret, diyerek, bu sözünü bir iki defa tekrar etmişti. Kureyş ileri gelenleri,
kendilerinin yanlarında yoksul kişilerin bulunup söze karışmalarından
hoşlanmazlardı. Bundan dolayı Abdullah İbn Ümmi Mektûm'un, iki de bir söze
karışması, Allah'ın elçisinin canını sıktı. Peygamber, bundan memnun olmayarak
yüzünü Abdullah'tan çevirip, diğer kişilerle ilgilendi. Allah’ın Rasûlü sözünü bitirip
kalkacağı sırada, “Peygamber, gözleri görmeyen kişinin kendisine gelmesinden
ötürü yüzünü ekşitti ve öbür yana döndü..”[20] anlamındaki uyarı âyetleri indi. Bu
olaydan sonra Hz. Peygamber Abdullah ile karşılaştığında ona ikramda bulunur ve
"Ey kendisinden dolayı Rabb’imin beni azarladığı kişi, merhaba!" der ve ihtiyacını
sorardı.[21]
B) Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı:
Hadislerde de özür ve özür sahipleriyle ilgili çeşitli bilgi ve hükümler yer alır.
Aşağıda konuları içinde bunlardan bazılarına yer vereceğiz.
Hz. Peygamber yaşamın ve sağlığın önemini belirten çeşitli uyarılarda
bulunmuştur. "Allah'tan af ve sağlık dileyin, çünkü bir kimseye imandan sonra,
sağlıktan daha hayırlı bir şey verilmemiştir."[22] "Allah'tan istenen şeyler arasında
Allah'a en sevgili olan şey sağlıktır."[23] Yine sahâbîlerden birisi ayrı ayrı üç günde,
en üstün olan duanın hangisi olduğunu sormuş, Allah’ın elçisi, her defasında;
"Rabb’inden dünyada da ahirette de âfiyet vermesini iste" diye cevap vermiştir.[24]
İnsan beden ve ruh olmak üzere iki ana unsurdan meydana gelmiştir. Beden
dünya yaşamı süresince ruhun üzerine geçirilmiş kılıf niteliğinde bir emânettir.
Kişinin, dünyadaki görevlerini tam olarak yapabilmesi için sağlıklı bir bedene
ihtiyacı vardır. Bunun için koruyucu hekimlik kurallarını gözetmesi, hastalık ve
sakatlık durumunda da tedavi olması gerekecektir.
Hz. Peygamber’in sağlığın korunmasını, hasta olunca da tedavi olunmasını
bildiren pek çok hadisleri vardır. Bunların önemli bir bölümü “koruyucu hekimlik”
kapsamına girer. Bunlar, hadis kaynaklarının tıb, merdâ gibi bölümlerinde yer aldığı
gibi, bu konuda “Tıbb-ı nebevî” adıyla bağımsız eserler de kaleme alınmıştır.
Aşağıda konu ile ilgili bazı hadisleri zikredeceğiz: Bir adam Hz. Peygamber'e
gelerek, hasta olunca tedavi olmanın gerekip gerekmediğini sordu. Allah’ın elçisi ona
şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın kulları tedavi olunuz. Zira Cenab-ı Hak hiçbir hastalık
yaratmamıştır ki, şifasını da birlikte yaratmış olmasın. Ancak yaşlılık bunun
dışındadır.” buyurdu.[25] Buna göre, günümüzde bazı hastalık ve sakatlıkların
tedavisinin yapılamaması, bilimin henüz bunları tedavi edecek bir düzeye
ulaşamaması yüzündendir.
M. IX. Yüzyılda İslâm tıbbında bedensel engeli tedavi için yeni yöntem
uygulayan iki hekimden söz etmek istiyoruz. Bunlardan birisi İslâm tıbbının ilk
büyük eseri olan Firdevs el-Hikme’nin (236/850) yazarı İbn Rabban et-Taberî’nin
öğrencisi Ebû Bekir Muhammed İbn Zekeriyya er-Râzî (ö.313/925), diğeri ise Ebû
Alî Hüseyin İbn Sina (ö.428/1037)’dır.
Ünlü Hekim er-Razî’nin kronikleşmiş, artık iyice yerleşmiş bir hastalıktan
kötürüm hale gelen Buhara emiri Mansur İbn Nuh İbn Nasır’ı “psikolojik şok
yöntemi” ile iyileştirmesi Nizamî’nin Çehar Makale adlı eserinde özetle şöyle
anlatılır: Hekimlerin iyileştiremediği Buhara sultanı, Merv’de bulunan Razi’yi
getirtmek için adamlarını gönderir. Ancak Razî, azgın suların aktığı Amu Derya’yı
geçerek bu uzak yolculuğa gitmek istemez. Buna kızan sultan, adamlarını yeniden
göndererek ünlü hekimi bir çeşit tutuklu gibi zorla, Buhara’ya getirtir. Razi, sultana
çeşitli ilaç ve yöntemler uygulamış ise de sonuç alamamıştı. Yeni bir yöntem için
kentin hamamına gittiler. Hekimin ve sultanın adamları dışarıda kaldı. Hekim,
sultanın üzerine ılık su döktü ve kendi hazırladığı içeceği sundu. Sultan
eklemlerindeki sızı dininceye kadar orada bekledi. Bu arada dışarı çıkan hekim,
giyinmiş ve silahlanmış olarak döndü. Sultana sert ve korkutucu bir sesle; “Beni
buraya tutuklatarak zorla getirttin, Amuderya’da hayatımı tehlikeye attın. Ben de seni
burada helâk edeceğim” diyerek üzerine saldırdı. Hiddet ve dehşet içinde kalan
sultan, korkudan doğrularak dizleri üzerine kalktı. Biraz korku, biraz öfke ile kendini
savunmak isteyen sultan iyice doğrulunca, hekim hamamdan ayrıldı ve hazırlanan
atlarla oradan hızla uzaklaştı. Psikolojik şok sonuç vermiş, kötürüm olduğunu unutan
sultan yürür hale gelmişti. Şenlikler yapılmış, bir hafta sonra hekimden gelen
mektupla, hamamda yapılan saldırının niteliğini anlamış ve hekime ömür boyu
zengin edecek bağışlarda bulunmuştur.[26]
Başka bir tedavi İbn Sina (ö.428/1037)’ya aittir. İbn Sina’ya kaza sonucu kolu
kopan birisi getirilir. O, kola ve sahibine bakar, “sağlam olan bu kolun yeri bedene
bitişik olmaktır. Bu bitiştirmeyi yaparsak beden tamam olur” diyerek steril ortamda,
ayrılan et ve kemik noktalarını hizalar, dikiş atar ve kolu sağlam bir sargıya alır.
Bedenle bütünleşen kolun canlılık kazandığı görülür.[27]
Günümüzde organ ve doku nakilleri tıbbın normal uygulamaları arasına girmiştir.
Nitekim son açıklanan verilere göre Türkiye genelinde 1975-2002 arasında 27 yıllık
dönemde 21036 adet organ ve doku nakli yapılmıştır. Bunların dökümü şöyledir.
6082 böbrek, 547 karaciğer, 144 kalp kapakçığı, 110 kalp, 4 pankreas, 1 akciğer,
11763 kornea (doku) ve 2582 kemik iliği (doku) nakli. Kol, bacak, parmak nakli gibi
işlemler kişinin kendi organını yerine nakilden ibaret olduğu için bunların
dökümünden söz edilmemiştir.[28] Bu gibi beden dış organlarının, doku uyumu
bulunan başka bir kişiden alınarak nakledilmesi de tıbben imkân dahilindedir.
C) Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu:
İnsan, bu dünyaya bir imtihan için geldiğinden, onun iyilik ve kötülükle
karşılaşması, sağlıklı ve hastalıklı günlerinin bulunması bunun doğal bir sonucudur.
Kur'ân’da şöyle buyurulur: “Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için
ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[29] “Şüphe yok ki, sizi biraz korku ve açlık;
mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (yoksulluk) ile deneriz.
Sabredenleri müjdele!”[30]
İnsanın hastalık, sakatlık, bedensel veya ruhsal bir sıkıntıya düşmesi kendisi için
bir bağışlanma ve ahirette derece kazanma sebebidir. Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre (r.
Anhümâ)’dan rivayete göre, Nebî (s.s.s) şöyle buyurmuştur: "Mü'min kişiye bir ağrı,
bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta küçük bir tasa hali isabet edecek olsa,
bunlar mü’minin bir bölüm günahlarına kefâret olur.”[31] Hz. Âişe (ö.58/677)’den
gelen benzer bir hadis şöyledir: “Bir müslümana isâbet eden, ayağına bir diken
batması da dahil olmak üzere, hiçbir sıkıntı yoktur ki, Allah bunu onun (günahları)
için kefâret yapmasın.”[32] Yine Hz. Âşe, Rasûlüllah (s.a.s)’den daha şiddetli acı
çeken birisini görmediğini söylemiştir.[33] Başka bir hadiste bu acının diğer
insanların çektiği acının iki katı olduğu ve ecrinin de iki katı olacağı
belirtilmiştir.[34]
Mus’ab İbn Sa’d’ın babasından naklettiğine göre, şöyle demiştir: Dedim ki; Ey
Allah’ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha şiddetli belâ ve sıkıntıya uğrar? Dedi ki:
Peygamberler, sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlar.. Kişinin
sınanması dinine göre olur. Sıkıntı ve belâ dinindeki durumuna göre cereyan eder.
(Kimi zaman) bu sınama, o kul yeryüzünde hatasız olarak yürüyünceye kadar devam
eder.”[35]
İbn Abbas, Atâ İbn Ebî Rebâh'a; sana cennet ehlinden bir kadını göstereyim mi?
dedi. Atâ; evet göster, dedi. İbn Abbas, işte şu siyah kadındır ki, bu kadın Nebî
(s.a.s.)'e geldi ve: Sara hastalığım tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için
Allah'a dua edin, dedi. Rasûlüllah (s.a.s.): İstersen sabreder, cennetlik olursun;
istersen sana şifa vermesi için Allah'a dua ederim, dedi. Bunun üzerine kadın; O
halde (hastalığıma) sabredeceğim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın
açılmaması için dua buyurunuz, dedi. Peygamber (a.s.) de ona dua etti.[36]
İslâm’da bütün emir ve yasaklar insan gücü ile sınırlı olduğu için, zihinsel
engelliler ibadetten muaf sayılmıştır. Bu temel ilke hadiste şöyle ifadesini bulmuştur:
"Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: Ergenlik çağına erinceye kadar
çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl
hastasından."[37]
İslâm, görme engelli bir kimseye yol göstermeyi, sağır ve dilsizle ilgilenmeyi laf
sadaka olarak telakki etmiştir.[38] Aracına binmeye çalışan bir engelliye yardımcı
olmak bir sadakadır.[39] Ashâb-ı kiram’dan özellikle görme engellilere kendi
çocukları başta olmak üzere kimi sahâbiler, zorunlu olarak gidip gelecekleri yerlere
onları ulaştırırlar ve rehberlik ederlerdi. Abdurrahman İbn Ka’b İbn Mâlik (r.a),
babası gözlerini kaybedince, ona rehberlik yaptığını ve Cuma günü olunca da namaza
götürdüğünü bildirir.[40]
Hz. Peygamber'in hadislerinde daha çok görme engellilerle ilgili hükümler
yer alır. O, görme özürlü (a'mâ) olup da sabredenlerin cennetle ödüllendirileceğini
bildirmiştir.
Enes İbn Mâlik (r.a), Nebî (s.a.s)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Şüphesiz,
Allahü Teâlâ şöyle buyurdu: Ben bir kulumu, iki gözünü gidererek sınamaya tabi
tuttuğumda, buna sabrederse, bunun karşılığında kendisine cenneti veririm.”[41]
Başka bir hadiste göz engellilerin içinde bulundukları güçlüğe şöyle işaret edilir:
"Hiçbir kul, dininden dönmesi dışında, gözlerini kaybetmekten daha ağır bir
sınamaya uğramış değildir."[42]
II- Hz.
İSTİHDÂMI
PEYGAMBER
DÖNEMİNDE
BEDENSEL
ENGELLİLERİN
Hz. Peygamber engellilerle ilgilenmiş, onlara yeteneklerine göre kamu alanında
görev vermiş, kendilerine değer vermiş, topluma kazandırmaya çalışmış, engellileri
toplumun üretken olmayan bir kesimi olarak görmemiştir.
Hz. Peygamber, görme engellilere karşı kötü davrananı, mesela, onların yoluna
engel olanları kınamıştır.[43] Rasûlüllah (s.a.s.)'in, kimi bedensel engellilere önemli
kamu hizmeti verdiği bilinmektedir. Nitekim bir görme engelli olan Abdullah İbn
Ümmi Mektûm'u, Mescid-i Nebevî'de müezzin olarak görevlendirdiği gibi,[44] aynı
sahâbiyi Veda haccına (10/632) ve Uhud (3/625) savaşına gidişi de dahil, çeşitli
zamanlarda Medine dışına çıktığında on üç defa Medine'de yerine vekil bırakmıştır.
Bu görev kamu hizmetinin en üst derecesi olan, devlet başkanına vekâlet etmekten
ibarettir.
Diğer yandan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, Tebûk gazvesinden (9/631) sonra
nâzil olan ve savaşa fiilen katılanların, geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak
özrü olanların bu hükmün dışında tutulduğunu bildiren âyete rağmen o günden sonra
yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip, sancağın kendisine verilmesini istemiştir.
Onun, zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına (15/636)
katıldığı, savaştan sonra Medine'ye dönünce savaşta aldığı yaralar yüzünden vefat
ettiği veya Kâdisiye'de şehid düştüğü rivayet edilmiştir.[45] İslâm'da engellilerle
ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah İbn Ümmi Mektûm vesilesiyle
mümkün olmuş, onların vekil bırakılmaları, imamlık yapmaları, savaşa iştirak
etmeleri, farz namazlara katılmaları, korunma amacıyla köpek beslemeleri gibi
konular açıklık kazanmıştır. Hz. Peygamber, namazlarda İbn Mektûm ve daha başka
görme özürlülerin imamlık yapmalarına izin vermiştir.[46]
III- HASTA VE ENGELLİLERİN İBADETLERİ
Çeşitli sözlük ve kâmuslardaki ortak tanıma göre ibadet; temelinde inanç
bulunan, Allahü Teâlâ’nın hoşnut ve razı olduğu her söz, fiil ve davranıştır. İslâm’da
kişinin söz, fiil ve davranışlarından sorumlu tutulabilmesi için akıllı ve ergen olması
ön koşuldur. Akıldan tam olarak yoksun bulunan veya dış olayları ayırt edemeyecek
kadar akıl zayıflığı olan kişilerle, henüz ergenlik çağına ulaşmamış bulunan küçükler
ibadetle yükümlü olmadıkları gibi, günlük medeni muameleleri yapmakta da ya tam
ehliyetsizdirler ya da eksik ehliyetli durumdadırlar.
Yüce Allah’ın insanlığa son mesajı olan ve akla uygun bulunan İslâm dini, akıl
melekesi yerinde olmakla birlikte doğuştan veya sonradan, herhangi bir hastalık veya
kaza sonucu, bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal veya duygusal yeteneklerini çeşitli
derecelerde kaybetmiş olan özürlülerin namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler
konusunda, “kişinin gücü ile sınırlı” olarak çeşitli kolaylık ve ruhsatlar
getirmiştir.
A) Engellilerin Abdesti:
Abdestte yıkanması farz olan bir organı eksik bulunan bedensel engellinin, eksik
olan organını yıkama yükümlülüğü de doğal olarak ortadan kalkar. Takılan
protezlerin yıkanması veya meshedilmesi gerekmez. Temiz olmaları yeterlidir.
Sürekli burun kanaması, idrarı tutamama, sürekli kusma, yaranın sürekli
kanaması, aşırı ishal, sık sık yellenme, kadınların akıntısı gibi abdesti bozan
rahatsızlıklara “özür (mazeret)”, böyle kimselere de “özürlü (mâzur- mâzure)”denir.
Boy abdesti sırasında, bedendeki yara üzerinde sargı varsa bakılır; eğer yıkama
yara için zararlı olmayacaksa sargı çözülüp yıkanır, değilse sargı üzerine meshedilir.
Derinin su ile ıslatılmaması gereken yanık ve deri rahatsızlıklarında, bedenin diğer
kısımları yıkanır ya da ıslak bezle silinerek boy abdesti tamamlanır. Silme de zarar
verecekse teyemmüm abdesti alınır. Teyemmüm abdesti hem namaz abdesti, hem de
cünüplük, hayız ve nifastan temizlenme için yeterli olur. Ancak suyu kullanma
imkânı doğduğu andan itibaren artık temizliğin suyla yapılması gerekir.
Günümüzde “saç ektirme”denilen doku nakli yoluyla olan tıbbî işlem, saça
canlılık kazandırdığı için, ekilen saçların kişinin kendi saçı hükmünde olması gerekir.
Bu gibi saçlar boy abdestine engel olmaz. Ancak saçların ince bir plastik deri üzerine
ekilerek, bunun saçsız başa yapıştırılması peruk hükmünde olup, başın derisine suyun
geçişini engelleyeceği için, boy abdestine engel teşkil etmesi gerekir.[47]
İslâm dini bazı ibâdetler için belli süreler koymuştur. Bunların zamanında yerine
getirilmesi hem bir görev hem de bir haktır. İslâm, kişiye gücünün üstünde bir yük
yüklemez ve zorlukla karşılaşılan her konuda kolaylık ilkesi devreye girer. Buna göre
özürlü kişiler için özel hükümler getirilerek, onların da ibâdetlerini süresi içinde
yapmalarına fırsat verilmiştir.
Abdesti bozacak nitelikteki her hangi bir özrün geçerli olması için bir süre vardır.
Şöyle ki: Bir özür, başlangıçta abdest alınıp namaz kılınacak kadar bir süre
kesilmemek üzere, tam bir namaz vakti devam eder, daha sonra da her namaz
vaktinde en az bir kez tekrar ederse, sahibi özürlü sayılır. Fakat böyle bir özür, tam
bir namaz vakti içinde bir defa olsun ortaya çıkmazsa artık kesilmiş ve sahibi de
özürlü olmaktan çıkmış bulunur.
Meselâ; bir kimsenin burnu, bir gün öğle vaktinin başından sonuna kadar yani
ikindi vakti girinceye kadar, abdest alıp namaz kılacak kadar bir süre kesilmeksizin
kanamaya devam eder ve bundan sonra da her namaz vaktinde bir kez olsun, kanarsa,
o kimse özürlü sayılır.
Hz. Peygamber, uzun süre kesilmeyen özür kanının hükmünü soran Fâtıma binti
Ebî Hubeyş’e (r.anhâ) şöyle buyurmuştur: “Bu kanamayı yapan bir damardır. Bu, ay
hâli değildir. Âdet zamanın gelince namazını bırak. Âdetin kadar bir süre geçince
kanını temizle, boy abdesti al ve namazını kıl. Bundan sonra da her namaz için yalnız
abdest alarak namazını kıl.”[48]
Özürlü kimse her farz namaz vakti için abdest alır, bu özür halinin abdesti
bozmadığı var sayılarak, o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum
meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vacip, sünnet, edâ ve kaza namazı, Cuma
ve bayram namazı kılabilir. Kâbe’yi tavaf edebilir, Mushaf’ı tutabilir. Namaz
vaktinin çıkmasıyla özürlü kimsenin abdesti bozulmuş olur. Delil şu hadistir: “Özür
kanı gören kadın (müstehâza), her bir namaz vakti için abdest alır.”[49] Diğer özür
sahipleri de buna kıyas edilmiştir. Özrün dışında, abdesti bozan başka bir durumun
meydana gelmesiyle de abdest bozulur.
Özürlünün abdesti, Ebû Hanîfe’ye göre, vaktin çıkmasıyla, Ebû Yûsuf’a göre,
hem namaz vaktinin girmesiyle, hem de çıkmasıyla bozulur. Vaktin girmesiyle
abdestin bozulması, yalnız öğle vaktinin girmesinde sonuç meydana getirir.
İmam Şâfiî’ye göre, özürlünün, her namaz için ayrıca abdest alması gerekir.
Onun abdesti, kıldığı namaz bitince, son bulmuş olur.
Bir özür sahibi, özrü kesilmiş olduğu halde, abdesti bozan başka bir durumdan
dolayı abdest alır ve daha sonra müptelâ olduğu özrü yine ortaya çıkarsa, abdesti
bozulmuş olur ve yeniden abdest alması gerekir. Çünkü önceki abdesti bu özürden
dolayı değildi. Ancak özrü kesildiği halde, vakit içinde özründen veya abdesti bozan
başka bir halden dolayı abdest alır ve o vakit içinde özrü ortaya çıkarsa, bu abdesti
bozulmaz. Çünkü bu abdest hem özrü, hem de o abdesti bozan başka hal için alınmış
sayılır.
Özürlü bir kimse; oturmak, namaz kılışını imaya çevirmek veya özrün bedendeki
çıkış yerine sargı sarmak gibi yollarla özrün ortaya çıkmasına engel olursa, artık
özürlü olma hükmü dışına çıkar. Özrünü sargıyla kapatması durumunda, sargı
üzerine mesheder, bu da zarar verecekse meshi terk eder.
Özürlü kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkıp bulaşan kan, irin, cerahat gibi
sıvılar, özrü devam ettiği sürece, namazının sıhhatine engel olmaz. Ancak bu sıvı
maddelerin arkası kesilmişse, bunların yıkanması gerekir.[50]
Sonuç olarak İslâm dini bir kolaylık dinidir. Özür sahipleri hakkında her türlü
kolaylığı göstermiştir. Sargı ve mestler üzerine meshetmek ve su bulamayan için
teyemmüm abdesti bunlar arasındadır.
B) Engellilerin Namazı:
İslâm kolaylık dini olduğu için hasta ve engellilere ibadetler konusunda
güçlerinin yeteceği ölçüde kolaylıklar getirilmiştir. Bunları üç grupta toplayabiliriz:
1) Engellilerin namazdan tam olarak muaf tutuldukları durumlar:
Bayanlar, âdet günlerinde ve doğumdan sonra 40 gün kadar sürebilen loğusalık
günlerinde namaz kılmaktan muaf tutulmuştur. Ancak belirtilen günlere rastlayan
Ramazan orucunu daha sonra kaza etmeleri gerekir. Hz. Peygamber ve sahâbe
döneminde uygulama bu şekilde olmuştur. Hz. Âişe’den, şöyle demiştir: “Nebî (s.a.s)
kadınların âdetli günlerinde kılmadıkları namazları kaza etmelerini emretmez, yalnız
tutamadıkları farz orucu kaza etmelerini emrederdi.”[51]
Beş vakit namaz süresince ve daha fazla devam eden akıl hastalığı veya bayılma
yahut koma halinde de namaz borcu düşer. Ancak bu durumlar beş vakit ve daha az
bir süre devam ederse bakılır. Hasta normal bilincine kavuşunca abdest alıp, iftitah
tekbiri alacak kadar bir zaman kalmışsa o vaktin namazını kaza etmesi gerekir.[52]
2) Namazları imâ yoluyla kılma kolaylığı:
Hasta, bedensel veya zihinsel özürlü olan kişi gücüne göre namaz kılmakla
yükümlü olur. Namazın rükû ve secde gibi rükünlerini yerine getirmek farz olduğu
için, özürsüz olarak bir farzı terk etmek namazın sıhhatine engel olur.[53] Kur'ân’da,
“Allah’a itaat ederek ayakta durun”[54] buyurulur. Bir rahatsızlığı yüzünden ayakta
namaz kılmakta zorlanan İmran İbn Husayn (r.a)’ın sorusu üzerine Allah’ın Rasûlü
şöyle buyurmuştur: “Namazı ayakta kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak, yine
gücün yetmezse yaslanarak kıl.” Nesâî’nin rivâyetinde şu ilâve vardır: “Eğer gücün
yetmezse sırt üstü kıl. Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.”[55]
Bu duruma göre, hasta ayakta namaz kılmaya güç yetiremez veya ayağa kalkınca
hastalığının artmasından veya uzamasından yahut da şiddetli ağrı duymasından
korkarsa, namazı oturduğu yerde kılar, gücü yeterse rükû ve secdeye varır. Çünkü
zorluk kolaylığı celbeder, zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.
Bir hasta, bir yere dayanarak ayakta namaz kılabildiği sürece, farz namazları
oturarak kılamaz.
Yine bir süre ayakta kılmaya gücü yeten kimse o kadar ayakta durur, sonra
oturarak namazını tamamlar. Hatta yalnız iftitah tekbirini ayakta alabilen kimse, bu
tekbiri ayakta alır, sonra oturup namazını kılar, başka türlü yapamaz.
Rahatsızlığı yüzünden secdeye tam olarak eğilemeyen kimsenin, secde yerini
sandalye veya yastık gibi bir şeyle yükseltmesi gerekmez. Rükû ve secdeleri gücünün
yettiği kadar eğilerek ima ile yapar. İmâ; namazda başı önüne doğru eğmek sûretiyle
yapılan işarettir.
Câbir (r.a)’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz.Peygamber (s.a.s) bir hasta
ziyaretine gitmişti. Hastanın yastık üzerine konulan bir tahtaya secde ettiğini gördü.
Allah elçisi derhal bunları kaldırtarak şöyle buyurdu: “Eğer gücün yeterse, namazı
yer üzerinde kıl. Buna gücün yetmezse, ima ile namaz kıl ve secdeni rükûundan daha
çok eğilerek yap.”[56]
Oturmaya da gücü yetmeyen kişi, namazını sırtüstü yatarak kılar. Ayaklarını
kıbleye karşı uzatır, rükû ve secdesini imâ ile yapar.
Yanı üzerine yatmakta olan bir hastanın yüzü kıbleye yönelik olduğu halde ima
ile namaz kılması caizdir. Ancak sırtüstü yatarak ima ile namaz kılmak, yanı üzerine
yatıp kılmaktan daha uygundur. Çünkü bu durumda, hastanın yüz kısmının kıbleye
yönelmesi daha kolaydır.
Başı ile de ima yapamayacak kadar rahatsız olan kişi, namazı iyileşme zamanına
erteler. Göz, kaş veya kalple yapılacak ima geçerli olmaz. Çünkü, namazın bir rüknü,
ancak başın hareketiyle yerine getirilebilir. Diğerleriyle bu mümkün olmaz. Bu, Ebû
Hanîfe’nin görüşüdür. Ebû Yusuf’a göre, bu durumda kalbi ile imada bulunamazsa
da, göz ve kaşları ile imada bulunur. İmam Züfer ile İmam Şâfiî’ye göre, kalbi ile de
imada bulunarak namazını kılar.
Başka bir rivâyete göre böyle bir hastanın güç yetirememesi bir gün ve bir
geceden fazla sürerse, bu süreye ait namazları aklı başında olsa bile düşer. Bunları
kaza etmesi gerekmez. Çünkü namaz kılmaya gücü yetmemiş olur.
Baygın veya komada olan, ya da aklı giden kişi, tam bir gün ve bir gece
geçmeden kendine gelse, bu süreye ait namazları kaza eder. Bu durum bir gün ve bir
geceden uzun sürerse namazları düşer. Bu konuda Ebû Hanîfe 24 saati ölçü alırken,
İmam Muhammed, kaçırılan namaz sayısını ölçü almıştır. Bu yüzden İmam
Muhammed’e göre, kaçırılan namazlar beşten fazla ise düşer, az ise düşmez. Bu
görüş daha uygun görülmektedir.
Buna göre, ayakta durmaya gücü yetmeyen veya ayakta durması hastalığının
uzamasına veya artmasına sebep olacağı anlaşılan kimse, oturarak namazını kılar,
oturmaya da gücü yetmezse, duruma göre yanı üzerine veya arkası üstüne yatarak
ima ile namazını kılar. İma namazda rükû ve secdeye işaret olmak üzere başı
eğmektir. Bu, ayakta yapılabileceği gibi oturarak, yanı veya sırtı üstü yatarak da
yapılabilir. Yan yatışta yüz kıbleye gelecek şekilde yatılır, sırt üstü yatmada ise
ayaklar kıbleye gelecek şekilde yatılır ve yüzün kıbleye yönelmesi için başın altına
bir yastık konulur.
3) Engellilerin beş vakit namazın ve Cuma namazının cemâatle kılmaktan muaf
tutulması:
Hanefî ve Mâlikîler’e göre,[57] cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle
kılmak, gücü yeten akıllı erkekler için müekked sünnettir. Bu yüzden kadınlara,
çocuklara, akıl hastalarına, kölelere, kötürümlere, hastalara, çok yaşlı kimselere
cemaatle namaz kılmak için mescide gitmek gerekmez. Cemaatle namazın sünnet
oluşu, “cemaatle namazın tek başına kılınandan yirmi yedi derece daha faziletli
olduğunu” bildiren hadisin açık anlamına dayanır.
Şâfiîler’e göre, özrü bununmayan kimselerin farz namazlar için cemaate devam
etmesi hür ve bir yerde ikâmet edenler için farz-ı kifaye, Hanbelîler’e göre ise farz-ı
ayndır.[58]
Ancak bedensel ve zihinsel elgelliler bu kapsamın dışındadır. Onlar cemaate
devam etme konusunda da güçleri ile sınırlı olarak sorumlu olurlar. Gücü yetmeyen
yerde sorumluluk da kalkar.
Sahâbeden Abdurrahman İbn Ka’b İbn Mâlik (r.a), babası gözlerini kaybedince,
ona rehberlik yaptığını ve Cuma günü olunca da namaza götürdüğünü bildirir.[59]
Ebû Hüreyre (r.a)’ten rivâyete göre, Nebî (s.a.s)’e görme engelli bir adam gelip,
kendisini mescide götürüp getirecek bir rehberi (kâid) olmadığını söyleyerek, evinde
namaz kılmak için ruhsat istedi. Allah’ın elçisi önce kendisine bu konuda ruhsat
verdi. Adam dönüp giderken yeniden çağırdı ve “namaz için okunan ezanı işitiyor
musun?” diye sordu. Adam “Evet” dedi. Bunun üzerine, Hz. Peygamber: “O halde
davete icâbet et” buyurdu.[60]
Abdullah İbn Ümmi Mektûm (r.a) de, yaşlı ve görme engelli olduğunu ve evinin
uzakta olup, kendisi için bir rehber de bulunmadığını söyleyerek, mescide gelmemek
için izin istemiş, ezan sesini duyduğunu bildirmesi üzerine, Allah’ın elçisi, “Senin
için bir ruhsat bulamıyorum” diye cevap vermiştir.[61]
Diğer yandan Allah elçisinin yine görme engelli olan Itban İbn Mâlik (r.a)’e evini
mescid edinmesi için izin verdiği nakledilir. Itban görme engelli olduğu halde
yakınlarına imamlık yapıyordu. Rasûlüllah (s.a.s.)’e gelerek şöyle dedi: “Ben görme
güçlüğü çeken birisiyim. Kimi zaman karanlık, yağmur ve sel oluyor. Evime gelerek
bir yerde namaz kılsanız da, ben orasını namaz kılma yeri (musallâ) edinsem. Bunun
üzerine Allah’ın elçisi geldi ve yer olarak neresini sevdiğini sordu. Itban evin bir
yerini gösterdi ve Rasûlüllah (s.a.s) orada namaz kıldı.”[62]
Yukarıdaki delillere dayanarak şu sonuçlara ulaşılmıştır: Namaz ibadetinin ne
anlama geldiğini ayırt edemeyecek kadar zihinsel engelli olanlar beş vakit namazla
Cuma namazından muaftırlar. Başını hareket ettiremeyecek kadar felçli ve kötürüm
olanlar, çoğunluğa göre imâ ile namaz kılarlar, Hanefîlere göre ise bu durumda
olanlar namazı geri bırakır. Bu durumda olanların cemaate devam zorunluluğunun
bulunmadığında da açıklık vardır.
Diğer yandan, hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere, beş
vakit namaz için cemaate katılmak gerekmediği gibi, Cuma namazı da farz olmaz.
Yürümekten âciz durumda bulunan çok yaşlı kimseler de bu hükümdedir. Bunun
yerine öğle namazını kılmaları gerekir. Ancak bu kimseler, imkân bularak cemaatle
cuma namazına katılırlarsa yeterli olur.[63]
Ebû Yûsuf’a, İmam Muhammed’e ve Hanbelîler’e göre kendisini Cuma
namazına götürecek biri bulunan görme engelliye Cuma namazı farzdır. Çoğunluğa
göre ise farz olmaz. Kendisini Cuma namazına götürecek birisi bulunmayan görme
engelliye ise, Cuma namazının farz olmadığı konusunda görüş birliği vardır.
Ayakları felç olmuş veya kesilmiş kimselerle yatalak hastalara da Cuma namazı farz
değildir.[64]
4) Namazda kırâata getirilen kolaylık:
Akıl gücü yerinde olan ergen kişi İslâm’ın emir ve yasaklarına uymakla
yükümlüdür. Ancak zihinsel özrü yüzünden bellek zayıflığı bulunan kişiler gücünün
yettiği ölçüde sorumlu olur. Çünkü Allah hiç kimseyi gücünün yeteceğinden fazlası
ile yükümlü tutmaz.[65]
Abdullah İbn Ebî Evfâ (ö.87/705)’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber’e
gelen bir adam, Kur'ân’dan hiçbir şeyi ezberinde tutamadığını, kendisine namazda
yeterli olacak bir şeyi öğretmesini istemişti. Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Şu
duayı okuyabilirsin: Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illâllahü vallâhü ekber
velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm.” (Anlamı: Allah her türlü
eksiklikten uzaktır. Hamd, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’a aittir.
Allah büyüktür. Bütün güç ve kuvvet, ancak yüce ve büyük olan Allah’ındır.) Adam
dedi: Bunlar Allah içindir. Kendim için ne diyebilirim? “De ki: Allahümme’rhamnî
ve’rzuknî ve âfinî ve’hdinî” (Anlamı: Allah’ım! Bana acı, rızık ver, beni affet ve beni
doğru yol ilet.) Adam kalkıp gidince de şöyle buyurdu: “Bu adam söylediklerimi
yaparsa, elini hayırla doldurmuş olur.”[66] Fâtiha’yı veya Kur'ân’dan bir âyeti
ezberleyemeyen veya buna gücü yetmeyen namazda kıraat olarak yukarıdaki dua ile
yetinebilir. Ezberleyinceye kadar bu durum devam eder. Tek âyet öğrenmek ve
ezberlemek her yükümlü müslüman için aynî farzdır. Fâtiha’yı ve bir sûreyi veya
bunların yerine geçecek üç kısa âyeti ezberlemek ise her müslüman için vâcip
hükmündedir. Bu olunca artık yukarıdaki dua ile yetinilmez.[67]
C) Engellilerin Orucu:
Bir kimsenin Ramazan orucu ile yükümlü bulunması için müslüman, akıllı, ergen
ve sağlıklı olması gerekir. Bu yüzden çocuğa, akıl hastasına, baygın veya oruca
dayanamayacak durumdaki hasta yahut çok yaşlı kişiye oruç tutmak farz olmaz. Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Ergenlik çağına
ulaşıncaya kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından, uyanıncaya kadar
uyuyandan.”[68]
Buna göre, akıllı ve ergen durumda bulunan bedensel engelli, sağlıklı bulunduğu
sürece, Ramazan orucu ile yükümlü bulunur.
Akıl hastalığı, baygınlık veya koma hâli kısa aralıklarla olursa orucun farz
oluşuna ve kaza edilmesine engel teşkil etmez. Fakat Ramazan ayı boyunca devam
eden akıl hastalığı o yılın oruç borcunu düşürür ve kaza gerekmez. Baygınlık veya
koma hâli ise ibadeti ve kaza yükümlülüğünü düşürmez. Çünkü baygınlık veya koma
halinin uzun sürmesi ender olaylardandır. Sarhoşluk da bayılma gibidir.
Mâlikilerin meşhur görüşüne göre akıl hastalığı prensip olarak kazayı gerektirir.
Dayandıkları delil; “İyileşinceye kadar akıl hastasından kalem kaldırılmıştır”
hadisidir.
Diğer yandan oruç tuttuğu takdirde hasta olacağı veya hastalığının artacağı tıbben
bilinen kişilerin Ramazan orucunu tutması gerekmez. Daha sonra kaza ederler.
Hastalığının sürekli olması veya çok yaşlı bulunması gibi sebeplerle kaza etme
imkânı bulamayacağı belli ise, her gün için “bir yoksul doyumu” kadar fidye verir.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: “Oruç sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta olur
veya yolculukta bulunursa, tutamadığı orucunu başka günlerde tutabilir. Oruç
tutmaya güç yetiremeyenler ise, bir yoksul doyumluğu fidye vermelidir. Daha
fazlasını veren, kendisine daha fazla iyilik etmiş olur, fakat yine de, eğer bilirseniz
oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.”[69]
Ramazan günlerinde âdetli veya loğusa bulunan bayanlarla, oruç tuttuğu takdirde
kendisi veya bebek zarar görecek durumdaki gebe veya emzikli kadınlara da oruç
farz olmaz. Bu gibi kişiler tutamadıkları Ramazan orucunu daha sonra kaza
ederler.[70]
D) Engellilerin Haccı:
Hac, beden ve malla yapılan bir ibadet olduğu için, kişinin hacla yükümlü olması
için akıllı, ergen ve sağlıklı bulunması yanında, beden ve mal yönüyle hacca güç
yetirecek durumda olması da gereklidir. Kur'ân’da şöyle buyurulur: “..oraya gitmeye
gücü yeten kimselerin, Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır.”[71] Âyetteki “güç yetirme (istitâa)”, bedenî ve mâlî yeterliliği kapsar.
Bedensel yeterlilik de, zihinsel ve bedensel önemli bir engelin bulunmamasını
gerektirir. Buna göre; hasta, yatalak, kötürüm, felçli ve kendisine rehber bulsa bile,
görme engelli kimse ile hacca gücü yetmeyecek durumdaki çok yaşlı kimselere hac
farz olmaz. İbn Abbas (r.a) “hacca güc yetirme (istitâa)” yi; beden sağlığı, binek, yol
azığı ve engellenmemek olarak yorumlamıştır.[72]
Ebû Hanîfe ve Mâlik’e göre sağlıklı olmak, hacla yükümlü olmanın bir şartı
olduğu için, sağlıklı olmayan kimseye hac farz olmaz. Bu yüzden de yerlerine vekil
göndermeleri de gerekmez.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile Şâfiî ve Hanbelî fakihlerine göre ise,
yukarıda belirtilen yükümlülük şartları bulunduğu halde, hacca gitmesine engel
sürekli bir hastalığı veya bedensel engeli olanlar, kendi yerlerine vekil göndermeli
veya buna fırsat bulamazsa vasiyet etmelidir. Fiilen hac etmeye engel olan hastalık
veya bedensel engeller arasında görme engeli, kötürümlük ve hac yolculuğuna
dayanamayacak derecede hastalık veya yaşlılık durumları sayılmıştır. Ancak bedel
gönderdikten sonra bu engel kalkarsa, haccı kendilerinin yeniden yapması
gerekir.[73]
Şâfiî ve Mâlikîlere göre, görme engelli kişi kendisine rehberlik edecek birisi
bulununca hac yapmakla yükümlü bulunur.[74]
Kısıtlı (hacr altında) bulunan, malını saçıp savuran sefih kişi, veli veya vasînin
izni olmadıkça hac yapamaz. Vesâyet altında bulunan böyle bir kimse, malında
tasarruf konusunda bir çeşit “tasarruf engelli” sayılır. Şâfiîlere göre kısıtlı kişiye malı
teslim edilmez, velî veya vasîsi onunla birlikte bizzat hacca gider veya velî kendi
yerine, ma’rûfa göre harcama yapacak başka birisini gönderir.[75]
E) Engellilerin Zekâtı:
Zekât verecek kimsenin müslüman, akıllı ve ergen olması gerekir. Gayr-i
müslimlere, akıl hastalarına ve çocuklara zekât farz değildir. Şöyle ki:
Hanefîlere göre, zekâtla yükümlülük için, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış
bulunmak şarttır. Çünkü akıl hastaları ve çocuklar namaz ve oruç gibi ibadetlerle
yükümlü olmadıkları gibi zekâtla da yükümlü bulunmazlar. Zekât bir ibadettir.
İbadette sorumluluk ise ergenlik ve temyiz çağına ulaşmakla başlar.
Hanefîler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, zekâtın farz olması için ergen
ve akıllı olmak şart değildir. Bu yüzden çocuğun ve akıl hastasının mallarından da
zekât vermek gerekir. Zekâtı bunlar adına velî veya vasîleri öder. Dayandıkları delil
şu hadistir: “Malı bulunan bir yetimin velisi olan kimse, bu malı ticaretle çalıştırsın,
malı bırakıp da zekât onu yemesin.”[76] Bu müctehitlere göre zekât mala bağlı bir
yükümlülük olup, akrabalık nafakasında olduğu gibi, malın sahibinde ehliyet şartları
aranmaksızın gerekli olur.
Hanefîlere göre akıl hastası, çocukluktan beri devam etmekte ise kendileri zekâtla
yükümlü olmazlar. Fakat ergenlik çağından sonra iyileşirlerse, bu iyileşme tarihinden
itibaren zekâtla yükümlü olurlar. Ergenlik çağından sonra ortaya çıkan akıl hastalığı
ise bir yıldan uzun sürerse, o yılın zekâtı düşer. Çünkü bu süre içinde dini emirlerle
yükümlü olmazlar. Fakat bu yıl içinde bir ara, meselâ; bir iki gün iyileşecek olsalar
üzerlerine zekât gerekir. Bu görüş İmam Muhammed’e aittir. Ebû Yûsuf’a göre ise,
yılın yarısından fazla süreyle iyileşmedikçe o yılın zekâtı gerekmez.
Baygınlık ve koma hali zekât engeli sayılmaz. Çünkü bu halin uzun sürmesi
mutat değildir.
Küçükler, ergenlik çağına girince hemen malı kendilerine verilmez ve reşit olup
olmadıkları, yani malı yerinde kullanıp kullanamayacakları araştırılır. Âyette şöyle
buyurulur: “Yetimleri ergenlik çağına geldiklerinde deneyin. Onların akılca
olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin.”[77]
Ebû Hanîfe’ye göre ilke olarak ergenlikle mâlî velâyet kalkar, fakat bir önlem
olarak en geç 25 yaşına kadar mal yetime teslim edilmeyebilir. Çoğunluğa göre ise
yetim rüşt (olgunluk) hali gösterinceye kadar yaşı ne olursa olsun mâlî velâyeti
devam eder. Bu yüzden rüşt yaşı eğitim, kültür ve sosyal çevre şartlarına bağlı olarak
farklı yaşlarda gerçekleşebilir. Bu konuda ülkeler uygulamada kolaylık olsun diye
standart bir rüşt yaşı belirleme yoluna gitmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde
1299 H. tarihli bir padişah fermanı ile rüşt yaşı, yirmi yaş olarak belirlenmiştir.[78]
Günümüz Türk Medeni Kanununda rüşt yaşı 18 yaştır.
Buna göre yükümlü, ergenlik yaşı ile rüşt yaşı arasında velînin mâlî vesayeti
altında bulunacaktır. Bu süreye ait zekâtın velî tarafından verilmesi gerektiğinde
mezhepler arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Yukarıda zikrettiğimiz hadisin bu
dönemi de kapsadığında şüphe yoktur. Hanefîlere göre bu hadiste sözü edilen zekât,
ergenlik-rüşt yaşı arası döneme ait zekâttır.
Diğer yandan, çocuk ve akıl hastalarının “öşür” denilen toprak ürünleri
zekâtından sorumlu oldukları konusunda görüş birliği vardır.
Sonuç olarak zihinsel engeli bulunmayan ergen kişinin, diğer bedensel herhangi
bir engeli zekât yükümlüğünü düşürmez.
IV- ENGELLİLERİN MEDENİ TASARRUFLARI
Bir kimsenin yapacağı medenî bir tasarrufun geçersiz olması veya başka birisinin
onayına (icâzet) bağlı bulunması ya yaş küçüklüğü ya da zihinsel veya bedensel bir
engeli yüzünden söz konusu olur.
Çoğunluk fakihlere göre, alış-veriş yapacak kimsenin iyi ile kötüyü, kârla zararı
ayıt edebilecek bir akıl gücüne sahip olması yeterlidir. Bu da genel olarak yedi yaşa
ulaşmakla kazanılır. Delil; “Yedi yaşına girdiklerinde, çocuklarınıza namazı
emredin.”[79] hadisidir. Buna göre yedi yaşında namazın anlamını kavrayabilen bir
çocuk, günlük ticarî bazı muâmeleleri de kavrayabilir. Velisinin izni bulununca onun
yapacağı alış-veriş geçerli olur.[80]
Şâfiîlere göre ise, temyiz gücüne sahip olsa da çocuğun yapacağı alış-veriş
geçerli olmaz. Delil şu âyettir: “Allah’ın sizi başına diktiği malları beyinsizlere
vermeyin”[81] Çocuğa alış-veriş için malda tasarruf izni vermek, malı saçıp
savuracak olan sefihlere vermek gibidir. Buna göre Şâfiîler şu dört kişinin yapacağı
satım akdini geçersiz saymışlardır: Temyiz gücüne sahip olsun veya olmasın
küçükler, zihinsel engelliler, ergen olsa bile köle veya görme engelli kişiler.[82]
Çoğunluk müctehitlere göre görme engellilerin yapacağı alış-veriş, kira, rehin ve
bağış gibi tasarrufları geçerli olur. Çünkü İslâm’ın ilk dönemlerinden günümüze
kadar görme engelli kişiler alış-veriş yapmaya devam etmişlerdir. Ashab-ı kiramdan
göz engelli Abdullah İbn Ümmi Mektûm ve Habban İbn Munkız (r. ahümâ) gibi
sahâbiler alış-veriş yapmışlardır. Kısaca görme engelli kişi başkasını vekil tayin
edebildiğine göre vekilin yapacağı muâmeleyi kendisi de bizzat yapabilmelidir.[83]
Ancak görme engelliler şart muhayyerliği, gören birisine gösterme muhayyerliği,
ayıp muhayyerliği gibi bir takım koruyucu haklardan yararlanabilecekleri gibi,
kendileri için de nitelikleri açıklanan satın alacağı şeyi tanımasına yardımcı olacak
dokunma, koklama ve tatma gibi seçimlik haklardan da yararlanırlar. Taşınmazlarda
ise niteliklerin belirtilmesi ve bunun usûlüne göre yazıyla tespit edilmesi
muhayyerlik hakkını düşürür.[84]
Şâfiîlere göre, gözleri görmeyen kimsenin bizzat yapacağı alış-veriş geçerli
değildir. Çünkü görme engelli kişi, malın iyisi ile kötüsünü ayırma gücüne sahip
değildir. Ona bu konuda velisi yardımcı olmalıdır.[85]
Kanaatimizce, görme engellilerin yapacağı önemli sayılan alış-verişler için belli
bir süre “seçimlik hak” tanınması uygun olur. Nitekim alış verişlerinde aldatılan
Habban İbn Munkız’ın yakınlarının başvurusu üzerine, Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: “Alış-veriş yaptığın zaman; aldatma yok, benim için üç gün süreyle
muhayyerlik hakkı vardır, de.”[86]
Görme engelli erkek ve kadının evlilikte bizzat icap ve kabulde bulunması geçerli
ve yeterlidir. Diğer yandan, görme engelli kişi evlilik akdinde tanık olarak
bulunabilir.
İşitme ve konuşma engellilerin evlenme ve boşanma tasarrufu ise kendi
beldelerinde, anlamını bildikleri “özel işaretler” le gerçekleşir. Ancak bunların
okuma yazma bilmesi durumunda, bu tasarrufun yazı ile güçlendirilmesi uygun olur.
Nitekim ileriye yönelik hak ve borçların yazıyla tespitini bildiren âyetin bunu da
kapsaması gerekir.[87] İşitme ve konuşma engelli kişi, başkasının evliliğinde tanık
olabilir.[88]
V- ENGELLİLERİN SAVAŞTAN MUAF TUTULMASI
Tebük seferi öncesinde inen bir âyette şöyle buyurulur: “(Ey iman edenler!)
Gerek hafif ve gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah
yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”[89] Bu âyet genel
anlamıyla Abdullah İbn Ümmi Mektûm gibi görme engellileri de kapsıyordu. Ancak
daha sonra inen aşağıdaki âyetle zayıflar, hastalar ve savaşta harcayacak bir şey
bulamayacak kadar yoksul olanlar kapsam dışı bırakılmışlardır.
“Allah ve Rasûl’ü için öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara, harcayacak
bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamaktan dolayı) bir günah yoktur. İyilikte
bulunanların aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.”[90]
Buna göre, özrü nedeniyle savaşa katılamayanlar, geri hizmetleri tam yaptıkları
ve iyi davranışlarda bulundukları takdirde savaşa katılanların ecrini alabilirler. Enes
İbn Mâlik’ten rivayet edildiğine göre, Allah’ın elçisi, Tebük gazvesinden dönerken,
Medine’ye yaklaşınca şöyle buyurmuştur: “Siz Medine’de bir takım kimseler
bıraktınız ki, siz yürüyüş yaptıkça, Allah yolunda harcadıkça ve bir vâdiyi geçtikçe,
onlar da orada sizinle birliktedir.” “Onlar Medine’de iken, nasıl bizimle olurlar?”
sorusuna: “Evet onlar Medine’de, fakat kendilerini özürleri alıkoydu.”
buyurmuştur.[91] Câbir (r.a)’ten gelen rivâyet şöyledir: “Şüphesiz siz Medine’de bir
takım adamlar bıraktınız. Siz bir vadiyi geçmez, bir yola girmezsiniz ki, onlar size
ecirde ortak olmasınlar. Çünkü onları özürleri alıkoymuştur.”[92]
“Görme engelli için, bir sakınca yoktur. Yürüme engelli için, bir sakınca yoktur.
Hastaya da bir sakınca yoktur.”[93] Bunlara yapamayacakları görev yükletilmez,
yapamadıklarından ötürü günahkâr da olmazlar.
Sahabe döneminde, savaşa çıkan Müslümanlar, evlerinin anahtarlarını veya
hazinelerini görme veya yürüme engelli olan yahut hasta olup da savaşa
katılamayanlara emânet ederler ve bunlardan yemelerine izin verirlerdi. Ancak buna
rağmen onlar, “Birbirinizin mallarını karşılıklı rızaya dayanan ticaret malı olması
dışında bâtıl yollarla yemeyiniz.”[94] âyetini dikkate alarak, bunda sakınca görüp
yemezlerdi. İbn Abbas’a göre, âyet bunun üzerine inmiş ve engellilere bu konuda
kolaylıklar getirilmiştir.[95]
Diğer yandan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, Tebûk gazvesinden (9/631) sonra
nâzil olan ve savaşa fiilen katılanların, geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak
özrü olanların bu hükmün dışında tutulduğunu bildiren âyete rağmen, o günden sonra
yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip, sancağın kendine verilmesini istemiştir.
Onun zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına (15/636) katıldığı,
savaştan sonra Medine'ye dönünce savaşta aldığı yaralar yüzünden vefat ettiği veya
Kâdisiye'de şehid düştüğü rivayet edilmiştir.[96] İslâm'da engellilerle ilgili çeşitli
hükümlerin belirlenmesinde, Abdullah İbn Ümmi Mektûm’la ilgili uygulamalar
önemli rol oynamıştır.[97]
Ensar’dan Seleme oğullarının başkanı Amr İbn Cemûh da yürüme engelli idi.
Bedir savaşına katılmak istedi; ancak Hz. Peygamber ona izin vermeyip savaştan
muaf tuttu. Daha sonra Uhud savaşına (3/625) katılmak istedi. Oğulları, Bedir
savaşını (2/624) örnek göstererek ona engel olmak istediler. Bunun üzerine Amr,
oğullarına, "Siz beni Bedir seferinde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz." diyerek
onları, Allah’ın elçisine şikayet etti. Allah’ın elçisi ona, özrü olduğunu, bu yüzden
savaşla yükümlü bulunmadığını bildirdi. Ancak Amr'ın ısrarı üzerine izin verdi.
Oğullarına da babalarını savaşa gidip gitmemekte serbest bırakmalarını söyledi.
Savaşa katılan Amr, sonunda, sürekli olarak arkasında savaşan ve onu korumaya
çalışan oğlu ile birlikte şehit düştü. Allah’ın elçisi bir hadisinde, onun cennette
sapasağlam ayaklarla yürüdüğünü haber vermiştir.[98]
SONUÇ
1) İslâm en son ve akla en uygun dindir. Bu yüzden bedensel ve zihinsel
engelliler için akla uygun çözümler üretmiştir. İslâm’da hak, görev ve sorumluluklar
insan gücü ile sınırlıdır. Engelli oluşun insana getirdiği güç kaybı yükümlülüklerde
dikkate alınmış ve buna paralel olarak kolaylaştırma ve ruhsat sağlama yoluna
gidilmiştir.
2) İnsanın dünya yaşamında karşılaştığı hiçbir sıkıntı ve zorluk yoktur ki, ahiret
yaşamı için bir kazanım sayılmasın. Hastalık, sıkıntı ve zorluk istenmez, fakat bütün
önlemler alınmasına rağmen gelirse de sabretmek gerekir. Bu sabrın sonu da selâmet
olur.
3) Hz. Peygamber döneminde bir kısım engellilerin çeşitli kamu işlerinde
görevlendirilmesi, onların da toplumda üretken bir konuma getirilmesinin gereğine
işaret eder.
4) Günümüzde engellilerin istihdamı için gerekli bazı yasal düzenlemeler
yapılmışsa da, bunların uygulanmasında karşılaşılan güçlükler için de gerekli
önlemler alınmalıdır.
BİBLİYOĞRAFYA
Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’âni’lKerîm, Kâhire 1378/1958.
Ahmed İbn Hanbel (ö.241/855) el-Müsned, I-VI, Mısır, Bulak 1313/1895, I- XIItahk. A. Muhammed Şâkir, Dâru’l- Maârif, Mısır 1368/1949.
Aydınlı, Abdullah, İbn Ümmü Mektûm, “İbn Ümmi Mektûm”, mad., DİA, XX,
434.
Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed İbn el-Huseyn (ö.458/1065), es-Sünenu’l-Kübrâ, I-X,
Haydarabad 1352/1933.
Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed İbn İsmâîl (ö.256/869), el-Câmiu’s-Sahîh, IVIII, Dâru’t-Tıbaati’l-Âmira, İstanbul 1325/1907; I-X Kâhire 1378/1958.
Cezîrî, Abdurrahmân, el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa, I-V, 6. baskı, Mısır, ty.
Dârimî, Ebû Muhammed İbn Abdirrahmân (ö.255/868), Sünen, I-II, Mısır, ty.
Diyânet Aylık Dergi, “Hasta, Yaşlı, Sakat ve Engellileri Korumak”, Başyazı, sy.
101, s. 19-28; “Engelliler”, Başyazı, sy. 132, s. 3-19.
Döndüren, Hamdi, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul, (Yeni baskı) 2003.
Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul 1993. Delilleriyle Aile İlmihali,
İstanbul 1995. İnsanlığa Son Çağrı, (Açıklamalı Kur'ân-ı Kerîm Meali), Yeni Şafak
Gazetesi bas., I-II.
Ebû Dâvûd, Süleyman İbn el-Eş’as es-Sicistânî (ö.275/888), Sünen, I, IV, Nşr.
Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Mısır (ty.)
Elmalılı, Hamdi Yazır (ö.1358/1939.) Hak Dini Kur'ân Dili Türkçe Tefsir, I-IX,
2. baskı, İstanbul 1960-1962. Azim baskısı, I-X, Almanya, ty.
Heysemî, Nûreddîn, Alî İbn Ebî Bekr (ö.807/1404), Mecmau’z-Zevâid,
Mektebetü’l-Kudsî, Mısır, ty.
İbn Âbidîn, Muhammed Emîn (ö.1252/1836), Reddü’l-Muhtâr, Matbaatü’l-Bâbî
el-Halebî, Mısır ty.
İbn Hazm, Ebû Muhammed, Alî İbn Ahmed (ö.456/1063), el-Muhallâ, I-XI, tahk.
A. M. Şâkir, Mısır 1352/1933; Mısır, Müniriyye 1389/1969.
İbnü’l-Hümâm, Kemâlüddîn, Muhammed İbn Abdilvâhid (ö.861/1457), Fethu’lKadîr, 1. baskı, I-VI, Mısır-Bulak 1316/1898.
İbn Kesîr, İmâdüddîn Ebu’l-Fidâ İsmâîl İbn Ömer (ö.774/1372), Muhtasaru
Tefsîri İbn Kesîr, İhtisar ve tahk. M. Alî es-Sâbûnî, 7. baskı, Beyrut 1402/1981.
İbn Kudâme, Muvaffakuddîn, Abdullah İbn Ahmed (ö.620/1223), el-Muğnî, 3.
baskı, I-X, Dâru’l-Menâr, Kâhire 1970.
İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed İbn Yezîd el-Kazvînî, (ö.275/888) Sünen, III tahk. ve nşr. M. F. Abdulbaki, Mısır 1372/1952.
İbn Rüşd, Ebu’l-Velîd Muhammed İbn Ahmed el-Hafîd (ö.520/1126),
Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Müktesid, I,II, Matbaatü’l-İstikâme, Mısır, ty.,
İstanbul 1933.
İslâm Ansiklopedisi, TDV. Yayını.
Kâsânî, Alâüddîn Ebû Bekr İbn Mes’ûd (ö.587/1191), Bedâyiu’s-Sanâyi’ fî
Tertîbi’ş-Şerâyi’, 2. baskı, I- VII, nşr. Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1394/1974.
Komisyon, el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I-IV, Mısır- Bulak 1310/1892.
Komisyon, İlmihal, I-II, T.D.V. yayını.
Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed İbn Ahmed el-Ensârî (ö.671/1273) el-Câmi’ li
Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, Mısır 1935-1950.
Mâlik İbn Enes (ö.179/795), el-Muvatta’, nşr. M.F. Abdülbâkî, Mısır 1951.
Merginânî, Alî İbn Bekr (ö.593/1197), el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, IVII, Fethu’l-Kadîr ile birlikte, Bulak-Mısır 1315-1318.
Mevsılî, Mecdüddîn Abdullâh (ö.683/1284), el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, I-V,
Kâhire, ty.
Meydânî, Abdulganî el-Gânimî, el-Lübâb fî Şerhi’l-Kitâb, Dersaadet, tıpkı
baskım, İstanbul ty.
Miras, Kâmil (ö.1376/1958), Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi
ve Şerhi, I-XII, 2. baskı, D.İ.B. yayını, Ankara 1957-1972.
Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, Çev. Nabi Avcı- Kasım
Turhan- Ahmet Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul 1991, s. 202-206. Nizami-i Aruzi’nin,
Çehar Makale’si s. 83-85’ten naklen.
Nesâî, Ebû Abdirrahmân İbn Şuayb (ö.279/892), Sünen (Süyûtî’nin şerhi ile
birlikte), I-VIII, Mısır 1964.
Özürlüler Hakkında Kanun Tasarısı, Mad. 1-31.
Serahsî, Muhammed İbn Ahmed İbn Ebî Selh (ö.490/1097), el-Mebsût, 3. baskı,
I-XXX, nşr. Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1398/1978.
Şâfiî, Muhammed İbn İdris (ö.204/819), el-Umm, I-VIII, Bulak, Mısır 1329.
Şamil İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1990.
Şevkânî, Muhammed İbn Alî (ö.1255/1839), Neylü’l-Evtâr fî Şerhi Multeka’lAhbâr, I-VIII, el-Matbaatü’l- Osmaniyye el-Mısrıyye, Mısır ty.
Şirâzî, Ebû İshâk İbrâhîm İbn Alî (ö.476/1083), el-Mühezzeb, Matbaatu’l-Bâbî
el-Halebî, Mısır ty.
Şirbînî, el-Hatîb, Muğnî’l-Muhtâc, Mısır ty.
Şürünbülâlî, Hasan İb Ammar (ö.1069/1658), Merâkı’l-Felâh, el-Matbaatu’lİlmiyye, Mısır 1315 H.
Tirmizî, Muhammed İbn Îsâ (ö,279/892), Sünen, I-V, tahk. A. Muhammed Şâkir,
Kâhire 1356/1937.
Wensınck, A. J. et J. P. Mensıng, W. P. De Haas..., Concordance et Indıces de la
Tradition Musulmane, I-VII, Leiden, E.J. Brıll 1936-1969.
Velidedeoğlu, H. Veldet, T. Medeni Hukukunun Umumî Esasları, İst. 1968,
Zeylaî, Abdullah İbn Yûsuf (ö.762/1361),
Nasbu’r-Râye li Ehâdîsi’l-Hidâye, 1. baskı, I-IV, el-Mektebetü’l-İslâmiyye
1393/1973.
Zühaylî, Vehbe, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuh, 2. baskı, I-VIII, Dımaşk,
1405/1985
Oturum Başkanı
Biz de, Prof. Dr. Sayın Hamdi DÖNDÜREN’e teşekkür ediyoruz. İslâm hukuku
profesörü olarak konuyu vukufla işlediler. Konu, müzakerecilerin de katkılarıyla
daha da açılacak ve zenginleşecek inşallah. Müzakerecilerimiz, üçü de, Diyanet İşleri
Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi.Önce, Doç. Dr. Sayın Halil ALTUNTAŞ
Bey’i, isteği üzerine kürsüye davet ediyorum.
Dipnotlar
[1] Kehf, 18/76.
[2] Mürselât, 77/6.
[3] A’râf, 7/174.
[4] Rûm, 30/57; Gâfir, 40/52.
[5] Kıyâme, 75/15.
[6] bk. Tevbe, 9/66, 94; Tahrîm, 66/7; Mürselât, 77/36; Tevbe, 9/90.
[7] bk. Bakara, 2/18, 171; Mâide, 5/71; En’âm, 50, 104; A'râf, 7/64, Yûnus,
10/43, 179; Hûd, 11/24, 28; Ra’d, 16, 19; İsrâ, 17/72, 97Tâhâ, 20/124;125; Hac,
22/46; Nûr, 24/61; Furkân, 25/73; Neml, 27/66, 81; Kasas, 28/66; Rûm, 30/53; Fâtır,
35/19; Mü’min, 40/58; Fussılet, 41/17, 44; Zuhruf, 43/40; Muhammed, 47/23; Fetih,
48/17; Abese, 80/1, 2.
[8] Madde 3/a.
[9] Nisâ, 4/29.
[10] İsrâ, 17/31. bk. En’âm, 6/151.
[11] En’âm, 6/151.
[12] Bakara, 2/195.
[13] bk. Sâd, 38/41, 42, 44.
[14] Yûsuf, 12/84, 93, 96.
[15] Bk. Bakara, 2/67-73; Hamdi Döndüren, İnsanlığa Son Çağrı, Açıklamalı
Kur'ân Meali, Yeni Şafak neşri, II, 30.
[16] Âl-i İmrân, 3/49. H. Döndüren, age, I, 111.
[17] Sâd, 38/44.
[18] bk. Elmalılı, Sâd, 38/44. âyet tefsiri; Enbiyâ, 21/83, 84.
[19] bk. Eyyûb, II, 9.
[20] Abese, 80/1, 2.
[21] Elmalılı, VIII, 5570; Hamdi Döndüren, İnsanlığa Son Çağrı, Açıklamalı
Kur'ân Meali, 80/1, 2 âyet dipnotu.
[22] Tirmizî, Deavât, 105; A. İbn Hanbel, I, 3, 78.
[23] Müslim, Cihâd, 20; Tirmizî, Deavât, 84, 101, 128; İbn Mâce, Duâ, 5.
[24] Tirmizî, Deavât, 84.
[25] Ebû Dâvud, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2; İbn Mâce, Tıb, 1; A. İ.İbn Hanbel, IV,
278.
[26] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, Çev. Nabi Avcı- Kasım
Turhan- Ahmet Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul 1991, s. 202-206. Nizami-i Aruzi’nin,
Çehar Makale’si s. 83-85’ten naklen.
[27] Seyyid Hüseyin Nasr, Konferans, U.Ü. İlâhiyat Fak. Kültür Merkezi, Eylül
2003.
[28] Yeni Şafak Gaz., 14 Aralık 2003, Gündem sayfası.
[29] Mülk, 67/2.
[30] Bakara, 2/155. bk. 156.
[31] Müslim, Birr, 52.
[32] Buhârî, Merdâ, 1.
[33] Buhârî, Merdâ, 2; Tirmizî, Zühd, 57, H. No: 2397.
[34] Buhârî, Merdâ, 3.
[35] Tirmizî, Zühd, 57, H. No: 2398.
[36] Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54.
[37] Buhârî, Talâk, 11, Hudûd, 22; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1;
Dârimî, Hudûd, 1.
[38] İbn Hanbel, Müsned, V, 169.
[39] İbn Hanbel, Müsned, II, 350.
[40] İbn Mâce, İkâme, 78, H. No: 1082.
[41] Buhârî, Merdâ, 7. Buhârî bu hadisi “Görmesi yok olan kişinin fazileti”
başlığı altında zekretmiştir.
[42] Mübârekfûrî, Tuhvetü'l-Ahvezî, VII, 81.
[43] Ahmed İbn Hanbel, I, 217, 309.
[44] Aydınlı, Abdullah, "İbn Ümmü Mektûm", DİA, XX, 435.
[45] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, IV, 264; Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX,
434; Sarıçam, İbrahim, Hz. Peygamber'in Çağımıza Mesajları, s. 109.
[46] Bilgi için bk. Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX, 435.
[47] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, (Gücelleştirilmiş yeni baskı),
Boy abdesti konusu.
[48] Buhârî, Hayz, 19, 24, Vudû’ , 63; Müslim, Hayz, 62, 63; Ebû Dâvud,
Tahâre, 107; Tirmizî, Tahâre, 93, 95, 96.
[49] Zeylâî, Nasbü’r-Râye, I, 204.
[50] İbnü’l-Hümâm age, I, 124 vd; İbn Âbidîn age, I, 139, 281-283; Şürünbülâlî,
Merâkı’l-Felâh, s. 25; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, I, 288 vd.
[51] Buhârî, Hayz, 19, 20; Müslim, Hayz, 15, 69; Tirmizî, Tahâre, 93, 97.
[52] İbn Âbidîn, age, I, 330, 688.
[53] Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, I, 104; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 192, 304,
378; Şirâzî, Mühezzeb, I, 70; Zühaylî, age, I, 635 vd; Bilmen, age, 122 vd.
[54] Bakara, 2/238.
[55] Buhârî, Taksir, 19; Ebû Dâvûd, Salât, 175; Tirmizî, Salât, 157; İbn Mâce,
İkame, 139; krş. Bakara, 2/286.
[56] Zeylâî, Nasbu’r-Râye, II, 75 vd.
[57] İbnu’l-Humâm, age, I, 243; İbn Âbidîn, age, I, 515; Meydânî Lübâb, I, 80;
Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, I, 132; İbn Rüşd, age, I, 136.
[58] İbn Kudâme, Muğnî, II, 176 vd, Zühaylî, age, II, 150
[59] İbn Mâce, İkâme, 78, H. No: 1082.
[60] Müslim, Mesâcid, 255. Müslim bu hadisi “Nidâyı işiten kimsenin mescide
gitmesi gerekir” başlığı altında nakletmiştir.bk. Nesâî, İmâme, 50.
[61] Ebû Dâvud, Salât, 46, H. No: 551; İbn Mâce, Mesâcid, 17, H. No: 792. İbn
Mâce, bu hadisi, “Cemâatten geri kalma konusunda önemli uyarı” başlığı altında
vermiştir.
[62] İmâme, 10, H. No: 786.
[63] Serahsî, Mebsût, II, 22, 23; İbnu’l-Hümam, Fethu’l-Kadîr, I, 417
[64] Kâsânî, Bedâyi’, I, 256 vd.; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 714; İbn Rüşd,
Bidâyetü’l-Müctehid, I, 151; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 762 vd.
[65] Bakara, 2/ 286.
[66] Ebû Dâvû, Salât, 135; Nesâî, İftitah, 32, H. No: 925; A. İbn Hanbel, IV, 253,
356; Tehânevî, İ’lâü’s-Sünen, II, 229, 230. İbn Hibban, Dârekutnî ve Hâkim bu hadis
için “sahîh” demişlerdir.
[67] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 561; Tehânevî, İ’lâü’s-Sünen, II, 229.
[68] Buhârî, Talâk, 11, Hudûd, 22, Ebû Dâvûd, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1;
Nesâî, Talâk, 21; İbn Mâce, Talâk, 15.
[69] Bakara, 2/184.
[70] bk. Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 87 vd.; İbnü'l-Hümâm, age, II, 87 vd.;
Şürünbülâlî, age, 108 vd.; İbn Âbidîn, age, II, 145 vd; Lübâb, 172 vd.; İbn Rüşd, age,
I, 288.
[71] Âl-i İmrân, 3/97.
[72] Kâsânî, age, II, 121-125; İbn Âbidîn, age, II, 194-199; Meydânî, Lübâb, I,
177.
[73] bn Âbidîn, age, IV, 422.
[74] Şirbinî, Muğnîl-Muhtâc, I, 463-470; Şîrâzî, Mühezzeb, I, 196 vd; İbn Rüşd,
age, I, 309.
[75] Kâsânî, age, II, 130; İbn Kudâme, Muğnî, III, 240; İbn Âbidîn, age, II, 200;
Şirbinî, Muğnîl-Muhtâc, I, 463-470; Şîrâzî, Mühezzeb, I, 196 vd.
[76] Tirmizî, Zekât, 15; Mâlik, Muvatta’, Zekât, 12. Bu hadis zayıf olup Tirmizî
ile Beyhakî, Amr b. Şuayb’dan babası ve dedesi yolu ile rivayet etmiştir. Şâfiî ile
Beyhakî bunu sahih bir isnatla Yusuf b. Mahik yolu ile Hz. Peygamber’den mürsel
olarak rivayet etmişlerdir. Ayrıca Beyhakî aynı hadisi Hz. Ömer’den mevkûf olarak
nakletmiş ve isnadı sahihtir, demiştir. bk. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 331 vd.
[77] Nisâ, 4/6.
[78] Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm, III, 79 vd.; H. Döndüren, Delilleriyle Aile
İlmihali, s. 511; H. Veldet Velidedeoğlu, T. Medeni Hukukunun Umumî Esasları, İst.
1968, II, 56.
[79] Ebû Dâvud, Salât, 26.
[80] Kâsânî, Bedâyî’, V, 135; İbn Kudâme, Muğnî, IV, 246; İbn Rüşd, age, II,
278.
[81] Nisâ, 4/5.
[82] Şirbinî, age, II, 7; Zühaylî, age, IV, 360.
[83] Mavsılî, İhtiyâr, Kâhire, t.y., II, 10.
[84] Kâsânî, Bedâyî’, V, 164, 298; İbn Kudâme, Muğnî, IV, 210; Mavsılî, age, II,
10; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, IV, 465.
[85] Şîrâzî, Mühezzeb, I, 264; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ticaret ve İktisat
İlmihali, İstanbul 2001, s. 198.
[86] Buhârî, Büyû’, 48; Müslim, Büyû’, 48; Ebû Dâvûd, Büyû’, 66; Zeylaî, Nasb,
IV, 6.
[87] Bakara, 2/282.
[88] bk. Kâsânî, age, II, 231, 253, 254; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I, 267, 268; Cezîrî,
el-Fıkh alâ’l-Mezâhibi’l-Erbaa, IV, 16; Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, s. 157,
162.
[89] Tevbe, 9/41.
[90] Tevbe, 9/91.
[91] Buhârî, Cihâd, 35, Megâzî, 81; Ebû Dâvud, 19; İbn Mâce, Cihâd, 6.
[92] İbn Mâce, Cihâd, 6, H. No: 2765.
[93] Nûr, 24/61.
[94] Bakara, 2/29.
[95] bk. Kurtubî, Câmi’, XII, 205.
[96] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, IV, 264; Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX,
434; Sarıçam, İbrahim, Hz. Peygamber'in Çağımıza Mesajları, s. 109.
[97] bk. Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX, 435.
[98] Ebû Dâvud, Cenâiz, 6.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:13/39
[ Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ ]
>>
Sayın Başkan, değerli bilim adamları ve sevgili izleyiciler,
Hepinizi saygı ile selamlıyorum.
Değerli Hocamız Hamdi DÖNDÜREN Bey’in sunduğu bu tebliğin konusu bence
sempozyumun diğer tebliğ konuları arasında özel bir yere ve anlama sahiptir. Çünkü
bu sempozyumu düzenleyen Diyanet İşleri Başkanlığı her şeyden önce dinin doğru
bir şekilde yaşanmasına, pratik hayata aktarılmasına ön ayak olmakla görevli bir
kurumdur. “İslamiyet’in Engellilere Tanıdığı Kolaylıklar ve Ruhsatlar” konusu da
engellilerin dini pratikleri ile ilgilidir.
Değerli tebliğcinin on beş sayfa tutan tebliğinde konuyu detaylarıyla ele alıp
sunduğuna şahit oluyoruz.Konu dayanağını İslam’ın kolaylık prensibinden
almaktadır. Bu sebeple ihtilaflı hükümlerde bile bir müsamaha ruhunun hakim
olduğunu/olması gerektiğini düşünüyorum.
Tebliğ, temel yapısı itibarı ile, İslam fıkhı kaynaklarında ortaya konan ve
uygulanan görüş ve uygulamaları çıkarıp toplu olarak gözler önüne sermektedir. Bu
bakımdan ben burada tebliğin esası üzerinde değil, usul ve üslubu üzerinde kısaca
bazı şeyler söylemek istiyorum.
1. Tebliğin ana temasını oluşturan “Engel Çeşitleri ve bu engellerin getirdiği
kolaylıklar ve ruhsatlar”, tespit edilirken, engelliler bir bütün olarak esas alınmış
sonra, “engellilerin namazı”, “engellilerin haccı” “engellilerin zekatı” vb başlıklar
açılarak bunların her birinde sağlanan ruhsat ve kolaylıklar zikredilmiştir. Bunun
yerine, engelliler genel olarak değil de taksime tabi tutularak, mesela, Zihinsel
engellilere tanınan ruhsat ve kolaylıklar” , “Görme özürlülere sağlanan ruhsat ve
kolaylıklar”, “ Bedensel özürlülere sağlanan ruhsat ve kolaylıklar” gibi başlıklar
altında, her uygulama alanında o özürlü grubuna ait kolaylık ve ruhsatların
zikredilmesi,hem daha toplayıcı ve pratik, hem de sempozyumun konusuna vurgu
yapması bakımında daha etkili olurdu.
2. Tebliğ metninin ilk üç sayfasında yer alan “İslam’ın Özürlüye (Engelli)
Yaklaşımı” ana başlığı altında toplanan ve dört sayfa tutan “Kuranın Özürlüye
Yaklaşımı”, “Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı”, “Hastalık ve Engellilerin Ahiret
Boyutu” alt başlıklar bu tebliğin konusunu dışında tutulması gerekirdi. Zira bu
konular bu tebliğden çok diğer tebliğ konularını ilgilendiriyor. Bizce tebliğin
konusuna 4. sayfada “İslam’da bütün emir ve yasaklar insan gücü ile sınırlı olduğu
için, zihinsel engelliler ibadetten muaf sayılmıştır” diye başlayan üçüncü paragrafla
girilmiştir.
3. “Özür” ün tarifi şöyle yapılmıştır: “Özür, Arapça bir sözcük olup, kök anlamı
eksik ve günahı olmak demektir. İsim olarak, bir konuda kişinin özürlü sayılması ve
bu nedenler de sorumluluğunun azalması veya tam olarak kalkması anlamlarında
kullanılır.” (s.1)Bizce bu tarif “efradını cami! bir tarif olamamıştır. Çünkü burada bir
şeyin kendisi ile tarifi söz konusudur. Zira özürün isim olarak anlamı verilirken “bir
konuda kişinin özürlü sayılması”ndan söz edilmektedir.
Bunun yerine özür kelimesinin sözlük anlamı/anlamları verildikten sonra terim
olarak özrün ne olduğu açıklansa ve buradan hareketle tebliğ konusunun temel
unsuru olan “özürlü” nün ne emek olduğu ortaya konsaydı daha rahat bir anlatım
sağlanmış olurdu. Tebliğde verilen tarif gündelik hayatta kullanılan “özür”
ve“özürlü” ifadeleri ile, Fıkıh ilminde kullanılan özür ve özürlü net olarak ortaya
çıkmamaktadır. Bu ayırıma dikkat çekilmesi, tebliğin daha iyi anlaşılmasına yardımcı
olurdu.
Bunun yerine, özür kelimesinin sözlük anlamı tebliğin başında verilmiş, fıkıhta
şöhret bulan anlamı ise 6. sayfada “Engellilerin Abdesti” başlığı altında verilmiştir.
4. Tebliğde, “Günümüzde özürlü denilen kimseler için “engelli” teriminin
kullanılması daha uygun ve daha yumuşak bir sözcüktür.” (s.1) gibi küçük de olsa bir
anlatım yer alıyor. Ayrıca, “yaşam” (s.2) “koşul” (s.5) “bellek” (s.10) kelimelerin
kullanılmasına kimsenin bir yasak getirmesi söz konusu değil, ama hangi gerekçe,
“hayat”ı, “şart”ı, “hafıza”yı kapının dışına koymamızı haklı çıkaracaktır?
5. “Engellilerin tam olarak namazdan muaf tutuldukları durumlar” (s.7) başlığı
altında yer alan ifadelerde, adet, loğusalık halindeki kadınların engelliler sınıfına
sokulduğunu görüyoruz. Fıkıh ilmi açısından bu durumlar birer özür/engel ise de
özellikle bu sempozyumda “engelli” ile ne kast edildiği bellidir. Bu noktada, adet ve
loğusa halindeki kadınlar engelliler grubu içinde yer almamaktadırlar. Bu sebeple, az
önce de değindiğimiz gibi, güncel anlamda engelli ile fıkıh ilmindeki engelli
tanımlamalının özellikle yapılması gerekmektedir.
6. “Namazları ima yolu ile kılma kolaylığı” (s.7) başlığı yerine, “Namazların
rükünlerini gücü yettiği kadarıyla yerine getirme kolaylığı” şeklinde olsaydı, ayakta
duramama halinde oturarak namaz kılma kolaylığı da ifade kapsamına alınmış
olurdu. Çünkü, rüku için biraz eğilmek rükua imadır, ama oturmak kıyama imadır,
diyebilir miyiz?
7. “Engellilerin Zekatı” başlığı altında (s,12) Zihinsel engellilerin/ akıl
hastalarının zekatla sorumlu olup olmadıkları konusu işlenirken “Baygınlık ve koma
hali zekat engeli sayılmaz. Çünkü bu halin uzun sürmesi mutat değildir.”
denilmektedir. Bu durumda, baygınlık ve koma halinin uzun sürelisi diye bileceğimiz
bitkisel hayat durumunun da zekat yükümlülüğünü düşüren sebepler arasında
zikredilmelidir.
8. “Görme Engellilerin Savaştan Muaf Tutulması” başlığı altında zikredilen Nur
süresi 61. ayeti, “Görme engelli için bir sakınca yoktur, yürüme engelli için bir
sakınca yoktur, hastaya da bir sakınca yoktur” (s.13) yerine, “Görme engelli için bir
güçlük yoktur, yürüme engelli için bir güçlük hastaya da bir güçlük yoktur” şeklinde
tercüme edilse idi, tebliğin konusunu daha iyi vurgulayan bir anlam elde edilmiş
olurdu. Teşekkür eder, saygılar sunarım.
Oturum Başkanı
Sayın ALTUNTAŞ’a, bu güzel katkılarından ötürü teşekkür ediyoruz. Şimdi,
sözü, ikinci müzakerecimiz Dr. İbrahim PAÇACI Beye veriyoruz.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:14/39
[ Dr. İbrahim PAÇACI ]
>>
Allâh’a hamd, Rasûlü’ne salâttan sonra hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli hocam Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN’in “İslâm’ın Engellilere Tanıdığı
Kolaylık ve Ruhsatlar” konulu tebliğini zevkle dinledik. Kendisine teşekkür
ediyoruz. Benim Sayın Hocama ayrı bir saygım ve sevgim var. Kendileri benim
Doktora Yeterlik sınavı jürimde bulunmuştu.
Sempozyumun kısa bir zaman içerisinde planlanması ve gerçekleştirilmesi
sebebiyle, Saygıdeğer Hocam tebliğini biraz aceleye gelmiş gibi görülüyor.
Tebliğde sade anlaşılır bir dil kullanılmış; bu bakımdan Hocamızı tebrik
ediyorum. Ancak az önce de ifade ettiğim gibi tebliğ aceleye geldiğinden bazı imla
hatalarıyla karşılaşıyoruz. Mesela, tebliğin 5. sayfasının sonunda “görme engelli”
ifadesi yerine “göz engelli”; 6. sayfada “İbn Ümmi Mektûm” denilmesi gerekirken
“Ümm” kelimesi unutularak İbn Mektum denmiştir. 95 numaralı dipnotta “Nisa
4/29” yazılması gerekirken, “Bakara, 2/29” yazılmıştır. 10. sayfadaki 3 numaralı
başlık “Engellilerin beş vakit namazın ve Cuma namazının cemaatle kılmaktan muaf
tutulması” şeklindedir. Cümlenin anlaşılabilir olması için “Engellilerin beş vakit
namazı ve Cuma namazını cemaatle kılmaktan muaf tutulması” şeklinde düzeltilmesi
gerekir. Ancak bu defa, cemaatle kılınmayan Cuma namazı olduğu gibi bir anlam
çıkabilir. Tebliğin aceleye geldiğinin göstergelerinden biri de, özürlünün abdesti ile
ilgili birinci derece kaynaklar kullanmak mümkün iken, “Nasbu’r-Râye” hadis
kaynağı olarak kullanılmıştır.
Tebliğ, sistematiği ve içeriği bakımından şöyle değerlendirilebilir:
Tebliğe “İslâm’ın Özürlüye (Engelliye) Yaklaşımı” ana başlığı ile başlanmış ve
bu başlık altında; “Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı”, “Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı”
ve “Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu” konuları ele alınmıştır. Tebliğin konusu,
“İslâm’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylık ve Ruhsatlar” konulu 16,5 sayfalık tebliğe,
5,5 sayfa giriş yapılmıştır. Bu hepimizin, Arap dünyası da dahil genel olarak İslâm
ilâhiyatçılarının gösterdiği bir zaafımız. Halbuki, hemen konuya geçip, daha
derinlemesine bir inceleme yapılsaydı daha yararlı olurdu diye düşünüyorum.
Tebliğde “özürlü denilen kimseler için “engelli” teriminin kullanılması daha
uygun ve daha yumuşak bir sözcüktür” denilerek engelli terimi benimsenmiş
olmasına rağmen, başlıklarda özürlü kelimesi kullanılmış ve tebliğ özür ve özürlü
kavramı üzerine bina edilmiştir.
“Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı” başlığı altında, özürlü ve engelli kavramları
açıklanmış, Kur’ân’ın engelliye yaklaşımı yerine Kur'ân’da özür kelimesi ve
türevlerinin geçtiği ve fakat “engelli” kavramıyla ilgisi olmayan ayetler sıralanmış,
özürlü olarak kabul edilebilecek Yakup (as), Eyyub (as)’dan ve bazı mucizelerden
bahsedilmiştir. Asıl Kur'ân’ın engelliye yaklaşımını gösterecek olan Abese suresinin
ilk ayetleri ile Nur suresinin 61. ayeti ise açıklanmadan son paragrafta işaret
edilmekle yetinilmiştir. Bunun sonucunda da, özürlüler hakkında hazırlanan kanun
tasarısındaki engelli tanımı dışındaki ifadelere bakıldığında, sanki engellilik ve
Kur'ân’ın engellilere bakışı menfi imiş gibi algılanmaktadır.
“Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı” başlığı altında ise, sağlık ve tedavi ile ilgili
hadisler aktarılarak açıklanmış; Sünnetin özürlüye yaklaşımı bağlamında Abese
suresinin nüzul sebebi olarak rivayet edilen Hz. Peygamber’in Abdullah b. Ümmi
Mektûm’a davranışı ve bu sebeple ikaz edilmesinden bahsedilmiştir. Bu bölümü de
tek başına ele aldığımızda, engelliliğin menfi bir durum olduğu ve Sünnetin
yaklaşımının da bu doğrultuda olduğu anlaşılabilir. Halbuki bu hadis, sünnetin
yaklaşımı olarak değil, Kur'ân’ın yaklaşımı olarak anlatılmalıydı. Burada ise, bir
sonraki başlıkta verilen örnekler aktarılabilirdi.
“Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu” başlığında anlatılanlar ise, gerçekte ya
Kur'ân’ın ya da sünnetin engellilere yaklaşımını ortaya koymaktadır. Bana göre,
tebliğe engellilik/özürlülük kavramı ile başlanması, daha sonra da önceki
oturumlarda irdelenen bu uzun girişe tebliğde yer verilmeyip engel çeşitlerine göre
engellilerin sınıflandırılarak dinî yükümlülükleri ve kendilerine tanınan kolaylıkların
açıklanması yerinde olacaktır.
Tebliğde İslâm’ın engelliye yaklaşımından ve Hz. Peygamber döneminde
bedensel engellilerin istihdamı sonra, engellilerin ibadet hayatı işlenmiştir. Ancak bu
bölümde de, engellilerden ziyade hastaların ve fıkıhta özürlü olarak tanımlanan
kişilerin ibadetlerinden bahsedilmiş, bazen bunların arasına engellilerin durumları
serpiştirilmiş, bazen de okuyucunun kendisinin bu bilgilerden sonuç çıkarması
istenmiştir. Tabii bunda klasik fıkıh kitaplarımızın konuyu ele alışı ve tebliğin
hazırlanması için vaktin dar olması etkili olduğu kanaatindeyim.
Bu bağlamda engellilerin abdestinden bahsedilirken, sadece birinci paragrafta
bazı organları eksik olan engellilerden bahsedilmekte, bundan sonra 1,5 sayfa, engelli
ile ilişkisi bulunmayan fıkıh kitaplarındaki özürlü tanımı ve hükmünden
bahsedilmektedir. Fakat bir veya iki eli olmayan veya ayakları olmayan engellinin
abdesti, mest giymesi gibi direkt engelliyle ilgili hükümlerden bahsedilmemektedir.
Engellilerle ilişkisi olmamakla birlikte, yanık veya benzeri deri hastalığı bulunan
kişinin nasıl gusledeceği anlatılırken; “bedenin diğer kısımları yıkanır ya da ıslak
bezle silinerek boy abdesti tamamlanır. Silme de zarar verecekse teyemmüm abdesti
alınır.” denilmektedir. Halbuki gusülde organların yıkanması şarttır; ıslak bezle
silinerek belki vücut temizlenir ancak gusül yapılamaz. Yaralı organların vücudun
yarısından fazlasını oluşturuyorsa kişinin teyemmüm etmesi, bedenin çoğunluğu
sağlam olması halinde ise, sağlam organların yıkanıp yaralı organların meshedilmesi
gerekir. Meshetmek zarar verecekse, bundan da vazgeçilmelidir. Ayrıca “teyemmüm
abdesti” ifadesi de ne derece doğrudur, bunun da göz önünde bulundurulmasını
hocamızdan arz ediyorum. Bundan sonraki paragrafta da, saç ektirmenin veya protez
saçın abdeste etkisinden bahsedilmektedir. Tabi bunlar faydalı bilgiler ancak,
saçsızlık hangi açıdan bir engelliliktir, bu durumdaki insanlara “tarama engelli”
diyebilir miyiz?
Engellilerin namazı başlığı altında, hayız ve loğusalık ile akıl hastalığı, bayılma
ve koma, kişinin namazdan tam olarak muaf tutulmasını sağlayan engel/özür kabul
edilmiştir. Halbuki, akıl hastalığı dışındakilerin engel kabul edilmesi mümkün
değildir.
“Namazları imâ yoluyla kılma kolaylığı” başlığı altında da, hastanın durumu
anlatılmış, özürlünün bundan kendisinin hüküm çıkarması beklenmiştir. Halbuki,
bedensel engellerin, derecelerine göre sınıflandırılarak namaz kılmada kolaylıkları
anlatılsa daha faydalı olurdu diye düşünüyorum; sandalye-taburede namaz kılmak,
ima ile namaz kılmak, oturarak namaz kılmak vb. şeylerden bahsedilmiş fakat
engellilere uyarlanması gerekir. Meselâ Kilis camilerinde, caminin iki yanına,
engellilerin namaz kılmaları için sedir yapılmıştır.
Namazda Kıraata Getirilen Kolaylık başlığı altında, sadece zihinsel engellilerin
kıraatlerinden bahsedilmiş, işitme ve konuşma engellilerin durumundan
bahsedilmemiştir. Ayrıca bu bölümde, Fatiha’yı veya Kur'ân’dan bir ayeti
ezberleyemeyen veya buna gücü yetmeyen kişinin namazda kıraat olarak
“sübhanallahi ve’l-hamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallâhu ekber ve lâ havle ve lâ
kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm” duasını okuması önerilmektedir. “Bu duanın mı,
yoksa bir ayetin mi ezberlenmesi daha kolaydır?” bunu sizlerin takdirine
bırakıyorum.
Engellilerin Orucu başlığı altında da, hayız ve loğusalık ile akıl hastalığı, bayılma
ve koma engel olarak kabul edilmiş ve hükümlerinden bahsedilmiştir. Halbuki akıl
hastalığı dışında kalanlar zihinsel veya bedensel bir engel olarak kabul edilmez.
Engellilerin bahsinde ise, zihinsel ve bedensel engellerin haccın farziyetine etkisi
üzerinde durulmuştur. Bu konuda yeterli ve detaylı açıklama yapılmıştır. Ancak
hacda bedensel engellere sağlanan kolaylıklar bulunup bulunmadığı, bunların neler
olduğundan bahsedilseydi daha yararlı olurdu.
Ben müzakeremi bir teklifle bitirmek istiyorum. Engelliler de toplumun
bireyleridir. İslâm dini, engellileri muhatap almış ve güçleri ölçüsünde dinî ve onlara
sosyal yükümlülükler vermiştir. Diğer insanlara da engellilerin topluma
kazandırılmaları; dinî ve sosyal görevlerini yerine getirmeleri hususunda
sorumluluklar yüklemiştir. Bu itibarla engellinin, yaşama hakkının olduğu, ayrıca
diğer sosyal imkanlardan da yararlanması gerektiği bilincinde olarak, engellilerin
yetenek ve becerilerinin geliştirilip, topluma kazandırılması için elimizden geleni
yapmalıyız. Bu çerçeveden olarak, engellilerin diğer inananlarla birlikte, ibadet
edebilmelerinin sağlanması için bizlere önemli vazifeler düşmektedir. Mesela
camilerimizin inşasında, engellilerin de rahatlıkla gelip ibadet edebilmeleri için
önlem alınması, tuvalet ve abdesthanelerin inşasında onların unutulmaması bunlar
arasında sayılabilir. Bunun yanında Engellilere yönelik bir ilmihal hazırlanmalıdır.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
Oturum Başkanı
Biz de, değerli katkılarından dolayı Dr. Sayın İbrahim PAÇACI’ya teşekkür
ediyoruz. Son müzakerecimiz, Dr. Mehmet CANBULAT, Diyanet İşleri Başkanlığı
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı. Buyurun sayın CANBULAT.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:15/39
[ Dr. Mehmet CANBULAT ]
>>
Dr. Mehmet CANBULAT
Sayın Başkan,
Saygıdeğer Hocalarımız ve Dinleyiciler,
Hepinizi saygıyla selamlayarak müzakereme başlamak istiyorum.
Müzakereler genelde takdir, tenkit ve teklif çerçevesinde yapılmaktadır. Biz de
bu usule uyarak müzakeremizi takdime çalışacağız.
Öncelikle bu ve benzeri birçok araştırmalarıyla tanıdığımız tebliğ sahibi
hocamızı, tebrik ve takdirle sözlerime başlamak istiyorum. Ülkemizde özellikle
İslâmi ilimlerde engellilerle ilgili sistematik ve ilmi araştırma ve çalışmaların azlığı
dikkate alındığında, hocamızın tebliğinin bu yönden uğraş vereceklere ışık tutacağı
kanaatindeyim . Şahsen ben, bu makalenin, dinin engellilere ait dünyevi ve uhrevi
tanımlaması ve onlara bu yönde sağlanan kolaylıklar ve ruhsatlar konusunda derli
toplu karşılaştığım ilk makale olduğunu ifade edebilirim. Bütün bunlardan sonra
tebliğe katkı sağlayacağını düşündüğümüz ya da olmasını beklediğimiz
temennilerimize gelince, tebliğ şu yönlerden tenkide tabi tutulabilir:
Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı başlığı ile bu başlık altında verilen bilgiler
arasında uyum sorunu bulunmaktadır. Zira bu başlık altında, beklenildiği ve
amaçlandığı derece ve kapsamda Kur'ân’ın engellilere yaklaşımından söz edilmiyor.
Bu bölüm daha çok özür kavramının Kur’âni temelleri ya da Kur'ân’daki
çerçevesinde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca, Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu alt
başlığının, Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı üst başlığının bir alt başlığı olarak değil de
ayrı bir madde şeklinde tasnif edilmesi daha uygun olurdu. Engellilerin ibadetleri ele
alınırken, tıpkı namaz konusunda olduğu gibi hac konusunda da kendilerine getirilen
kolaylıklar ayrıntılı bir şekilde ele alınabilirdi.
“Görme engelliye sakınca/güçlük yoktur, yürüme engelliye sakınca/güçlük
yoktur, hastaya da sakınca/güçlük yoktur” (Nûr,24/61) ayet-i kerimesiyle ilgili olarak
hocamızın verdiği bilgilere ilave olmak üzere bir katkıda bulunmak istiyorum. Bu
ayet-i kerimede, “güçlük/sıkıntı yoktur” buyurulmakla öncelikle engellilere
yapamayacakları görev yükletilemez, bunlar yapamadıklarından dolayı sorumlu
olmazlar anlamı mevcuttur. Ancak bununla birlikte ayet-i kerimeyi, “(Ey Müminler,
hepiniz birbirinizle kardeşsiniz; bunun içindir ki) görme engelli için (sağlıklı
kimselerden yardım kabul etmekte) bir sakınca/güçlük yoktur, yürüme engelli için
(sağlıklı kimselerden yardım kabul etmekte) bir sakınca/güçlük yoktur, hasta için
(sağlıklı kimselerden yardım kabul etmekte) bir sakınca/güçlük yoktur” şeklinde
anlamak da mümkündür. Zira kardeşin kardeşe yaptığı yardım sebebiyle gerek
yardımı yapan gerekse yardıma mahzar olan için bir sıkıntı söz konusu olmaz. Onlar
aynı zamanda vücudun birer uzvu gibidirler. Dolayısıyla karşılıklı güven, esirgeme
ve dayanışmada lüzumsuz teşrifattan ve yapmacık hareketlerden kaçınmalıdırlar.
Esasen ayet-i kerimenin iniş sebebi olarak rivayet olunan olay da bu anlamı teyit eder
mahiyettedir. Nitekim tebliğ metninde de ifade edildiği gibi bu ayet-i kerimenin
nüzul sebebi şöyledir: Müslümanlar, savaşa çıkarlarken evlerinin anahtarlarını savaşa
çıkamayan görme veya yürüme engelli olan yahut hasta olup ta savaşa
katılamayanlara bırakırlar, bunların evlerine göz kulak olmalarını isterlerdi. Bunlar
kolladıkları evlerde yiyip içmekten çekinirlerdi. Âyet bunda bir sakınca olmadığını
ifade etmektedir.
Dinimiz, engelliler için genellikle onların ibadetlerden uzaklaşmalarına ve sosyal
hayattan tecrit edilmelerine yol açacak muafiyetler getirmek yerine, gerek ibadetleri
gerekse hukuki işlemleri kendi konumlarına göre zorlanmadan yapmalarını sağlayan
bir kısım kolaylık ve ruhsatlar getirmiştir. Toplumun bir gerçeği olan engelliler,
diğerlerinin insaf ve merhametine bağlı bir yaşama terk edilmemelidirler. Dolayısıyla
engelliler, bulundukları şartlara ve konumlarına göre engelli olmayan insanlarla aynı
haklara ve istihdam imkanlarına kavuşturulmalı; dünyevi nimetlerden herkes kadar
onların da yararlanması sağlanmalıdır. Bu onların insan olarak ve toplumun bir
parçası olarak en doğal haklarıdır. Onlara bu haklarının temininde bireylere, topluma
ve devlete düşecek sorumluluklar aciliyetle pratiğe geçirilmelidir. Bu bir ulufe veya
bağış olarak değil, yükümlülük olarak telakki edilmelidir. Üzülerek ifade edelim ki,
günümüzde engellilerin gerek dini hayatlarını gerekse toplumun bir bireyi olarak
yaşamlarını huzur standardında sürdürmelerine pratikte yeterli olanak sağlanamadığı
da bir gerçektir. Engellilerle ilgili güzel ve hakikaten değer ifade eden dinsel ve
hukuksal söylemde sağlanılan başarının, bunların hayata geçirilmesinde de aynı
düzeyde olduğunu söylemek oldukça güçtür.
Müsaadenizle size burada, engellilerin kendi kabiliyetleri doğrultusunda
istihdamının ne denli önemli olduğunu ortaya koyan bir anektod aktarmak istiyorum:
1970’li yıllarda eski bir milletvekili, İstanbul’da Galata köprüsünden geçerken,
ayağının biri dizinden yapışık vaziyette bulunan bir engellinin dilenmekte olduğunu
görür. Onun bu halinden etkilenir ve bir müddet merhamet dolu bakışlarla bakakalır.
Onun bakışından müteessir olan engelli kendisine, “Beyefendi! Merhamet
dilenmiyoruz, para dileniyoruz” der. Bunun üzerine o milletvekili elini cüzdanına
götürür ve dönemin değer bakımından en büyük parasını kendisine uzatır ve şöyle
der: “Ben ciltlerce kitap okusaydım, böyle hikmetli bir sözü öğrenemezdim”.
Sanırım, o engellinin bu veciz ifadesi, kendilerinin toplumdan beklentilerinin neler
olduğunu anlatmada başka söze ihtiyaç bırakmayacak açıklıktadır.
Oturum Başkanı
Dr. Sayın Mehmet CANBULAT Beye teşekkür ediyoruz.
Programımızda yok ama, sayın tebliğcimize bazı sorular yöneltildi. Kendisine 3
dakikalık süre veriyoruz, ondan sonra oturumun ikinci kısmına hemen başlayacağız.
Buyurun.
Prof. Dr. HAMDİ DÖNDÜREN
Gerçekten, arkadaşlarımız, halen Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi ve uzmanı
olarak güzel konuları araştırıyorlar, bu konularda, sürekli karşılaştıkları sorular
şekliyle dile getirdikleri için kendi çalışmaları arasında, düzenleme bakımından bana
da yararlı olan güzel şeyler söylediler.
Tabiî bu kavram kargaşası gerçekten var. Özürlü tabiri yerine engelli tabirinin,
zaten uygun olduğunu ben bildiride de ifade ettim. Ancak, kapsam bakımından
gerçekten aralarında tam örtüşme olmuyor. Belki engelliler ile ilgili yasa tasarısında
da sürekli olarak özürlü kelimesi kullanılıyor. Ama, İslâm’daki özürlü ile yine aynı
kavram kargaşası yakın gelecekte bitmeyecek gibi görünüyor. Çünkü, İslâm’da daha
çok ibadetlerle ilgili olmak üzere bu konu ele alınmış, diğer açılardan konuya pek yer
verilmemiş.
Bildiride, "yaşam", "koşul", "bellek" yerine, "hayat", "şart", "hafıza"
kelimelerinin kullanılması gerektiğini söyledi Halil Bey. Gerçekten doğru. Ben de
çok fazla öztürkçeci değilim; ama, yaşayan bir dil diye, hedef kitlenin, okuyucunun,
biraz da ben bu engelli insanların kitap haline getirildiği zaman rahat okuya.bilmesini
de dikkate almamış değilim. Mesela, biraz önce yemekte işaret dilini tercüme eden
arkadaşımız, sahabî kelimesini anlamakta zorlanmış. Olabilir. Ayrı alanlardan gelen,
kültür alanları farklı olan insanlarımız, bazı terimleri anlamada zorluk çekebiliyor.
Ben, doğrusu hedef kitle olarak biraz da bunu dikkate aldım. O sebeple bazı
kelimeler biraz daha sanki öztürkçeleşti diye düşünüyorum; ama, bunlar
düzeltilebilir.
Koma ve baygınlık yanında bitkisel hayat. Gerçekten doğru. Buna da temas
edilmelidir. Çok nadir olduğu için, milyonda bir falan oluyor bitkisel hayata girenler,
iki üç yıl, beş yıl yaşayan çok çok nadir. O yüzden, aklıma geldiği halde buna girmek
pek istemedim doğrusu, yer kaybı olmasın diye. Ama, olabilir. Tabiî, bunlar da
zihinsel özürün ileri aşamada olanı sayılır. Bu kimseler, bir yılı geçerse zekattan
muaf olurlar, Ramazan Ayı geçerse o haliyle, o yılın Ramazan Orucu sakıt olur, fidye
de gerekmez. Bitkisel hayat bir günden fazla sürerse, namazlar düşmeye başlar, sakıt
olur. O şekilde bitkisel hayatta olanları da buna eklemeliyiz.
Ayrıca, Üzeyir (a.s.) olayı var Kur'ân-ı Kerim’de, o da ilginçtir, onu da ifade
edelim hatıra gelmişken. Üzeyir (a.s.)'ın hayatı, 100 yıl -gerçi isim vermiyor ama,
zamirlerden onun olduğu anlaşılıyor-, bir çeşit Cenab-ı Hak tarafından askıya
alınmış. 100 yıl sonra tekrar diriltilmiş. Niye bu haber veriliyor acaba? Şu anda tıp
âlemi çalışıyor. Tam ölüm noktasında, hücre ölümü olmadan bir dondurucuya
koyuyoruz, üç ay sonra taze olarak alıp yiyoruz. Acaba hücre ölümü olmadan
muhafaza edilebilir mi, daha sonra o hastalığı tedavi eden tıp gelişmesi olunca,
hastalığı tedavi ederek yeniden hayata döndürebilir miyiz? Peygamber mucizeleri
pozitif bilime açılım için önemli bir nirengi noktası olabilir.
İbrahim PAÇACI Bey, bildiri de düşen kelimelerden bahsetti. Doğrudur, bunların
bir kısmı, iki bilgisayarda çalışmanın sonucu olan şeylerdir.
Deri hastalıklarında ve yanıklarda boy abdesti gerektiğinde sağlam kısım yıkanır,
hastalıklı ve yanık olan yer meshedilir, bu mümkün olmazsa teyemmüm edilir. Islak
bezle silmeyi suyu kontrollü kullanma açısından zorluk olduğu için düşündüm
doğrusu.
Namazda konuşma ve işitme engellinin durumu yer almamış denildi.
Konuşamayan kimse okuyabildiği kadar Fatiha'yı okur, okuyamıyorsa zihninden
geçirecektir. Sureyi önceden ezberlemiş olan işitme ve özellikle konuşma engelli
kimse Fatiha Suresi hafızasındaysa, bir sayfadan okur gibi zihninden geçirmek
yoluyla namazını kılacaktır. Bunu da yapamıyorsa, kıraat kendisinden düşer, ama
namaz düşmez. Kur'ân okuma yerine tefekkür eder, Allah’ı düşünür, namazını öyle
kılar. Bir veya iki kolu olmayan, olan uzuvlarını yıkar ve namazını kılar.
Sonuç olarak şu cümleleri ilave edebilirim. Emevî Devleti engellilere yardım
etmiş destek olmuş, görme engellilere Cuma namazına gitmeleri, hac görevini
yapmaları konusunda rehber görevlendirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde
engellilerle ilgili özel vakıflar kurulmuş mudur diye araştırdım, ama bulamadım.
Ancak Osmanlı döneminde kurulan vakıfların her birinin içinde ihtiyaç
sahiplerine yardım var. Eğer engelli zengin ve başkalarına muhtaç değilse zaten
kendi problemini kendi hallediyor, rehberini kendi servetiyle çözüyor.
Teşekkür ederim.
Oturum Başkanı
Biz de bu oturumun değerli tebliğcilerine ve değerli müzakerecilerine teşekkür
ediyoruz. Hemen, toplantımızın ikinci kısmına geçiyoruz. İkinci konumuz daha
renkli bir konu, İslâm Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar. Bu oturumun tebliğcisi,
Doç. Dr. Mehmet Emin ÖZAFŞAR. Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM ve Doç. Dr.
Seyfettin ERŞAHİN Beyler de müzakereci. Kendilerini buraya davet ediyorum.
Doç. Dr. Mehmet Emin ÖZAFŞAR Bey, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
hadis öğretim üyesi. 1963 Bolu Gerede doğumlu. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesini 1987’de bitirdi. "Fıkhi Hadisler ve Değerlendirilmesindeki Esaslar" isimli
doktora teziyle 1995’te doktor, 1999’da da doçent oldu. Sözü kendisine veriyorum.
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:16/39
[ İSLAM KÜLTÜRÜNDE ENGELLİ MEŞHURLAR
Doç Dr. Mehmet Emin Özafşar ]
İSLAM KÜLTÜRÜNDE ENGELLİ MEŞHURLAR YA DA
İSLAM KÜLTÜRÜNDEN İNSAN MANZARALARI
>>
Doç Dr. Mehmet Emin Özafşar
Muhterem başkan, kunhterem hocalarım, saygıdeğer konuklar hepinizi saygı ile
selamlıyorak sözlerime başlıyorum
I. Bu tebliğ, İslam kültürünün hümanizması hakkında küçük bir fikir vermeyi
amaçlamaktadır. Bu nedenle de kültür tarihimizden insan manzaraları üzerinde
yoğunlaşmakta, dikkatleri son ilahi dinin yaşanmış tarihine ve kültürel gerçekliğine
çevirmek istemektedir.
Din, kültür ve medeniyetlerin insan tasavvuru, insan tasarımı ve ürettikleri insan
modeli onların temel karakterlerini yansıtır. Hz. Peygamberin getirdiği İslam,
binbeşyüzyıldır tarih sahnesindedir ve kendi tarihinin büyük bir kısmında insanlığın
gerçekleştirdiği en büyük başarı örneklerine inkarı kabil olmayan katkılar yapmıştır.
İslam, inanç, zihniyet, ilim, ahlak, hukuk, sanat, mimari, edebiyat ve benzeri
sahaların tamamında büyük başarılar kaydetmiştir. Bütün bu başarıların ardında ise
onun ürettiği insan modeli bulunmaktadır.
İslam kültürü insana, insan olduğu için kıymet veren bir kültürdür. İnsanı zübde-i
kainât ve eşref-i mahlûkat olarak gören bir kültürdür; varlığın özü ve mevcudun en
mütekamili olarak insanı görmektedir. Ve bu kültürün temel manifestosu şudur:
“Allah sizin ne biçimlerinize, ne de bedenlerinize bakar (önemser); fakat o sizin
yüreklerinize bakar (önemser)”.[1] Onun için İslam kültürü insan yüreğinin
önemsendiği bir kültürdür. İslam medeniyeti, bir gönül medeniyetidir.
II. Hz. Peygamber’in beşeriyete sunduğu ilahi hikmet ve hakikatler manzumesi
Kur’an, yaratıp, gözeten; lütfettikleri ve esirgedikleriyle kullarını sınayan Allah’a
hamdeden insan yakarışıyla başlar ve insanın rabbı, meliki ve ilahı olan Allah’a
sığınmayı dillendiren bir duayla son bulur. Kur’an Allah ile insanın diyaloğunu,
insanın oluş, varoluş ve var kalışının serencamını içerir. Orada her türden insanın
tasviri yer alır; iyiler ve kötüler, inananlar ve inkarcılar, şükredenler ve etmeyenler,
bilenler ve bilmeyenler, zenginler ve yoksullar, güçlüler ve zayıflar, ıslah edenler ve
bozguncular, kadınlar ve erkekler, çocuklar ve yaşlılar. Orada Musa gibi daha
bebekliğinde anasından koparılan, dilinde düğüm olanlar; Yusuf gibi ailesinden
çalınan ve oğul hasretinden dökülen yaşlar sonucu Yakup misali gözleri
görmeyenler; İsa gibi rahmet simgesi, ölümcül hastalara, bedenlerinde rahatsızlığı
bulunanlara, gözleri görmeyenlere şifa sunan insanoğulları var. Orada “Abese” var;
farkında olmadan gözleri görmeyen birinin yüreğini incittiği için Allah tarafından
ikaz edilen son peygamberin hikayesi var. O peygamber ki, incittiği görme engelli
zatı kaç kere Medine’de kendi yerine vekil bırakmış; müminleri namaza çağırma
görevinde ona da sorumluluk vermiştir. İnsan-ı kamil olan Hz. peygamber, bütün
ömürünü insana onur, haysiyet, hürriyet ve saygınlığını kazandırmaya adamıştır. O,
yaşlıyı, düşkünü, fakiri, yoksulu gözetmiş; yetimin, öksüzün, kimsesizin hamisi
olmuş; dünün kölesini kumandan, daha çocuk denecek yaşta insanları danışman ve
yönetici yapmıştır. Ortopedik engeli bulunan Muaz b. Cebel’i (ö.17/638) genç yaşına
rağmen Yemen gibi mühim bir bölgeye vali tayin etmiştir.[2] Bütün bunları yaparken
esas aldığı ölçü akıl, yetenek, beceri ve bilgi olmuştur.
III. Hz. Peygamberin ardından müslümanlar, hayatın her alanında büyük
sıkıntılarla yüzleşmişler; nefislerin teskini kabil olmayan ihtiras ve arzularıyla
çarpışmışlar; ancak siyasi, sosyal ve kültürel çalkantıların ortasında bir bilgi
medeniyetinin meşalesini yakmayı başarmışlardır. Hz. peygamberin arkadaşları
peygamber ve etrafındaki inanmış insanların yaşadığı insan tecrübesini tarihin
hafızasına kaydetmek için yoğun bir ilim seferberliği başlatmışlardır. Başta
peygamberlerinin biyoğrafisi ve sözleri olmak üzere geçmişin kültürünü kayıt altına
almaya çalışmışlar, Kur’an’ın metnine ve yorumuna dair hummalı bir faaliyet
içerisine girmişlerdir. Birinci asrın tartışmasız en büyük Kur’an otoritesi
“tercümanü’l-kur’an-Kur’an yorumcusu” ve “habru’l-ümme-İslam ümmetinin en
büyük alimi” ünvanlı Abdullah b. Abbas (ö.68/687) bir mektep ve ekol oluşturmayı
başarmıştır. Mekke ve Basra onun öğrencileriyle dolmuştur. Ömrünün son
demlerinde gözleri, görme yükünü kalbine emanet etmek zorunda kalmıştır. O
haliyle bile insanlara kitaplarını ve peygamberlerini öğretmek için elinden gelen
çabayı geri bırakmamıştır.
İbn Abbas ve kuşağının hayatları ve yaşantıları da o günlerin imkanları
çerçevesinde kayıt altına alınmaya çalışılmıştır. Sahabe’nin biyoğrafilerine tahsis
edilmiş pek çok külliyat böylece ortaya çıkmıştır. Bu külliyat içerisinde sahabenin
isminden nesebine, fizyonomisinden karakterine, başından geçen kimi ilginç
olaylardan, naklettiği hadislere kadar pek çok nokta aktarılmaya çalışılmıştır. Musa
b. Ukbe, İbn İshak, Vakıdi, İbn Hişam ve İbn Sa‘d’ın eserleri, on beş asır öncesinin
en kadim bilgi kaynaklarıdır ve bugün elimizde mevcutturlar. Sahabi kuşağının insan
manzaraları için bu külliyat eşsiz bir kaynaktır. Bunlara İbn Şebbe, İbn Tayfur,
Taberi ve benzerleri de katıldığında ilk müslüman neslin ve islam kültürünün erken
evrelerinin siyasi, medeni ve coğrafi çerçevesinin menbalarına da ulaşılmış
olunur. Engelli sahabilerin hayat hikayelerini titiz biçimde saptamak için bu
kaynaklara özel olarak eğilmek gerekmektedir.
IV.İslam kültüründen insan manzaralarının kaynaklarını bunlarla sınırlı görmek,
bu kültür hakkında hiç birşey bilmemek olur. İslam kültürü, ilk iki asrını geride
bırakırken müslümanların ürettikleri kültürel birikim, sadece tefsir, hadis, fıkıh ve
benzeri sahalarla sınırlı kalmamış; dil, şiir, edebiyat ve sanat gibi sahaları da
kapsamıştır. Biyografi alanında verilen eserlere, toplum katmanlarında rastlanılabilen
her türden insan profili konu edinilmiştir. Sadece H.III. asrın büyük dil, edebiyat, ve
kültür ustası Cahız’ın (ö.255/868) kaleme aldığı bazı eserlerin isimlerine bakmak bile
bu konuda yeterince fikir verir: Kitabu’l-lusûs/ Hırsızlar; Kitabu’l-buhala/Cimriler;
Kitabu’t-tufeyliyyin/Otlakçılar veya asalaklar; Kitabu’s-sûdân ve’l-beyzân/Kara ve
beyaz tenliler; Kitabu’l-hasâid ve’l-mahsûd/Kıskançlar ve kıskanılanlar. Cahız bütün
bunların yanında islam kültüründen engelli profillerini de eserlerine konu edinmiş ve
mesela genel olarak bedensel engellileri konu edindiği “Kitab-u zevi’l-âhât”; renk,
görme ve ortopodik engelleri bulunanları konu edindiği “Kitabu’l-bursân ve‘l-urcân
ve’l-umyân ve’l-huvlân”ı kaleme almış ve yalnızca gözlerinde kayma ve bir gözünde
görme engeli bulunanları konu edindiği “Kitabu husûmeti’l-havel ve’l-a‘ver”i
yazmıştır.[3] Bu eserlerden bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Renk, görme ve
ortopodik engellileri konu edindiği eseri birkaç kere basılmıştır.[4]
Cahız’dan önce ve sonra da bu konularda eser verenler olmuştur. Onlardan birisi
Abbasi hilafetinin ihtişamlı sultanları Mansur, Mehdi, Hadi ve Harun Reşid’in özel
sohbetlerinin ayrılmaz kültür, tarih ve edebiyat adamı Heysem b. Adi’dir
(ö.207/822). Onun Adem oğlunun Araplar bağlamında serüvenini konu edindiği
anlaşılan “Kitabu hübûtu Âdem ve iftiraku’l-arab ve nüzûliha ve menâziliha” gibi
kitaplarının yanında, kadınlara tahsis ettiği “Kitabu’n-nisa”; kadı, hadisçi ve
fakihlerin hayatlarını konu edindiği tabakat eserleri de vardır.[5] Heysem’in
engellilerin listesini içeren bir eseri günümüze ulaşmıştır.[6] Hicri III. Asırda
yaşamış bir diğer edebiyat ustası İbn Kuteybe (ö.276/889) Uyûnu’l-ahbâr adlı
muhteşem eserinin bilhassa “Kitabu’n-nisa-Kadınlar” bölümünde engellilerden söz
ettiği gibi, el-Maârif isimli biyoğrafi kitabının bir bölümünü de engellilere tahsis
etmiştir. Bu bölüm “Ehlü’l-âhât” başlığını taşımaktadır. İbn Kuteybe’nin aktardığı
bilgilerden öğreniyoruz ki, H. I.asrın en gözde iki hadis ve fıkıh otoritesinin görme
sorunları vardır. Bunlardan İbrahim en-Nahai (ö.96/714) Hz. Peygamberin
arkadaşlarından Abdullah b. Mesud’un (ö.32/652) ilim geleneğini sürdüren seçkin bir
şahsiyettir. O, yaşadığı dönemde siyasi ototiteler kadar karizmatik bir sosyaliteye
sahiptir. Bu zat, aynı zamanda Ebu Hanife’nin hocasının da hocasıdır. Biyoğrafi
kaynaklarında “el-a‘ver” yani “bir gözü görmeyen” olarak kaydedilir.[7] Süleyman
b. Mihran (ö.148/765) ise Hadis ilminin köşe taşlarından birisi olup, hadis öğrenmek
isteyenlerin akınına uğramış bir kişiliktir. Ömrünü hadise adamış olan bu zatın, erken
dönem hadis faaliyetlerine dair çok ilginç tespitleri bulunmaktadır.[8] Bu kişi, “ela‘maş” sıfatıyla meşhurdur. Gündüz ışığında göremediği için kendisine böyle
denilmiştir. Rivayete göre İbrahim ile Süleyman’ı birlikte görenler: “a’ver ve a’meş
birlikte gidiyorlar” dermiş; onlar da kendi aralarında bu sözleri sohbet mevzusu
ederlermiş.[9]
İbn Kuteybe’den öğrendiğimize göre İbn Abbas gözlerini kaybedince bir şiir
söylemiş ve şöyle demiştir:
İn ye’huzi’llâhu min ayneyye nurahumâ
Fefi fuâdî ve sem‘î minhumâ nûru
Allah gözlerimin nurunu aldıysa da
Kalbimin ve kulaklarımın ışığı parlamaktadır.[10]
İbn Kuteybe’in aktardığı ilginç bilgilerden birisi, erken dönem islam
toplumundaki yetki ve sorumluluğun paylaşımı konusunda kıymetli imalar
içermektedir. Bilindiği üzere Kufe şehri Hz. Ömer zamanında kurulmuş, Ali b. Ebu
Talip orayı hilafetin başkenti yapmıştır. Kısa sürede büyük bir kent haline gelmiş,
nüfus, inanç ve kültür bakımından kozmopolit bir yapıya kavuşmuştur. Bağdat şehri
kuruluncaya hatta ondan sonra dahi bir müddet önemini korumuştur. İşte bu ihtişamlı
günlerinde bir ara Halife Ömer b. Abdülaziz ve Yezid b. Abdülmelik’in Kufe
valiliğini Abdülhamid b. Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattab üstlenmiştir.[11] Ve
“a‘rac”tır; yani bir ayağı aksaktır. Kendisi gibi “a‘rac” olan Ka‘kâ‘ b. Süveyd adlı
şahsı da Kufe polis şefi yapmıştır. Katip olarak da yine bir a‘rac olan Selman b.
Keysan’ı görevlendirmiştir. Onlar gibi “a‘rac” olan şair Hakem b. Abdel yolda
yürürken aksayan vali, polis şefi ve katiblerinin durumuna bakmış ve şu dizeleri
söylemekten kendini alamamıştır:
Elkı'el-asâ ve da‘ et-tenâvuş ve’l-temis amelen fe hazî devletu’l-urcân
Li emîrina ve emîr-i şurtatina ma‘an yâ kavmena li-kileyhima riclân
Bastonu at, istemeyi bırak, çalışacak bir işe bak, zira bu aksakların iktidarıdır
Valimizin ve polis şefimizin ey ahali her ikisinin
vardır[12]
birden toplam iki ayağı
Hicri IV. Asırda yaşamış olan Horasan asıllı Muhammed b. İmran el-Merzübâni
(297-384/909-994) de çok eser veren bir kalemdir. Hadis ilminde de güvenilir bir zat
olan Merzübâni, Mutezile mezhebine mensuptur. Edebiyat tarihçisidir. Zehebi’nin
(ö.748/1347) belirttiğine göre “Ahbâru’ş-şuarâ” adlı eseri beşbin varak tutarındadır;
şairlere tahsis edilmiş bir diğer eseri ise 30 cilt hacmindedir. Devrinin Cahız’ı sayılan
bu zatın[13] “Kitabu’l-müfîd” adlı eseri, şairlerin biyografisine hasredilmiştir. İbn
Nedim’in (ö.380/990) verdiği bilgiye göre, bu eserin ikinci bölümü şairlerin
fizyonomik özelliklerini konu edinmektedir. Burada şairlerin renklerine, saçlarından
ayaklarına kadar varsa kusur ve farklılıklarına, kendilerine özgü yapılarına
değinilmektedir.[14] Kimbilir bu kaynaklarda İslam kültür tarihinin ne müstesna
özellikleri kaydedilmiştir. Günümüze ulaşmamış olmasına ne kadar hayıflanılsa
azdır.
V. Müslüman alimlerin zaman içerisinde insana, tarihe ve İslam medeniyetinin
serpilip geliştiği şehirlere dair yazdıkları eserlerin günümüze kadar gelebilenleri dahi
bugün göz kamaştırmaya yetmektedir. Bu eserler, onbinlerce insanın hayat hikayesini
içerisinde barındırmaktadır. Sadece Hatib’in (ö.463/1070) Bağdat tarihi ile İbn
Asakir’in (ö.571/1175) Şam tarihi yüz cilde yakındır. Maalesef henüz yeterince
incelenemediklerinden içerisindekiler meçhulümüz olarak kalmaktadır. Acaba 8.
hicri asrın imla ve inşa otoritesi, büyük edebiyatçı, tarih ve biyoğrafi yazarı
Selahaddin Halil b. Aybek es-Safedi’nin (ö.764/1363) vefat tarihlerini esas alarak
islam ilim ve kültür muhitlerinin seçkinlerine tahsis ettiği 30 cildlik “el-Vâfi bi’lvefeyat” isimli eserinde ne çarpıcı yaşantı örnekleri vardır? Onun görme engellilere
tahsis ettiği “Nektu’l-himyân fi nuketi’l-umyân” isimli eseri, meşhur ama
şahsiyetlerin hal tercemelerini içermektedir. Bu eser, Ahmed Zeki Bey (Paşa)
(ö.1934) tarafından 4 yazma nüshaya dayanılarak (Kahire-1911) neşredilmiştir.
Safedi bu eserinde İbn Kuteybe’nin el-Maârif’de zikrettiği amalara ilave olarak
İbnu’l-Cevzi’nin (ö.597/1200) konuya ilişkin bir eserindeki bilgileri de katmış;
kitabın girişinde el-‘amâ/körlük konusunda bilgiler aktarmış ve eserine aldığı
kimseler hakkında alfabetik olarak geniş hal tercemeleri vermiştir. Bunlar arasında
bütün İslam devirlerine ait şahıslar hakkında pek çok malumat bulunmaktadır.
Safedi’nin bu alanda bir diğer eseri ise “Kitabu’ş-şu‘ûr fi’l-‘ûr” adını taşımaktadır ve
tek gözü görmeyen kimselerin biyografilerine tahsis edilmiştir.[15] Eserleri 500 cildi
bulan bu zarif ve velûd alimin, ahir ömründe işitme engellilere katılması bir başka
dikkat çekici yönüdür.
İslam kültür tarihinin tartışmasız en büyük tarih ve biyografi yazarlarından birisi
olan Zehebi (ö.748/1347) bütün ömrünü ilme ve islam kültürüne hizmete adamıştır.
Bilgi edinme kendisinde o kadar saplantı haline gelmiş ki, devrinin ilim geleneği
icabı şahıslardan tek tek özel bilgi elde etme ayrıcalık sayıldığından, bu saplantısı
kimi zaman pek makbul olmayan şahısların dahi malumatını değerlendirmiştir.
Kıraatla hadis alma konusundaki titizliği, onu, işitme engeli olan hocası Mahmud b.
Muhammed el-Harâitî es-Salihi (ö.716/1316) de olduğu gibi, bu kabil hocalarının
kulaklarına eğilip var gücüyle bağırarak hadis arzetmeye sevketmiştir.[16] Anlaşılan
o ki, bu kabil hocaları da onun bilgi aşkına hürmeten duyamasalar bile sabırla dinler
gözükmüşlerdir. Zehebi’nin 200’ün üzerinde eseri vardır, bunlar içerinde 50’den
fazlası biyografi sahasındadır. Yüzlerce hocası arasında 50’nin üstünde hanım hocası
bulunan Zehebi’nin “Tarihu’l-islam”’ 60 cilde yakın; “Siyeru a‘lami’n-nübela ” sı 23
cilttir. İşte bu yüzlerce cilt esere imzasını atan Zehebi de kendisi gibi kitap düşkünü
Homeros, Milton, James Thurber, Jorge Luis Borges gibi[17] tıpkı talebesi
Safedi’nin işitme engellilere katıldığı gibi, o da, ömrünün son yıllarında görme
kaybına maruz kalmış ve son dört yılında görme engellilere katılmıştır.[18]
Zehebi’nin “Siyeru a‘lami’n-nübela” adlı biyografi eserinde görme, işitme ve
bedensel engelliler özenle belirtilmiştir. Aşağıda listesi verilen 80’den fazla engelli
arasında İslam kültürünün en iyi yetişmiş dilcileri, edebiyat ve şiir ustaları, Kur’an ve
tefsir uzmanları, kıraat otoriteleri, ünlü tarihçiler ve bilhassa darb-ı mesel haline
gelmiş hadisçiler ve ahlakçılar bulunmaktadır. Bu liste bir taraftan İslam kültürünün
orta zamanlarında insanların o günün imkanları çerçevesinde kendilerini yetiştirme
olanaklarına sahip olduklarını gösterirken, diğer yandan da görsel, işitsel yahut
bedensel engeli bulunan toplum bireylerinin de içerisinde yaşadıkları kültür muhitine
çok büyük katkılar sunduğunu ispatlamaktadır. Onlar sadece merhametin ve
yardımın nesnesi olarak görülmemişler, bilakis niteliklerine göre bilgi, irfan, kültür
ve sanatında kaynağı olarak benimsenmişlerdir. Hepsinden önemlisi, insanlığın
kültür mirasına hizmet etmiş her insan tekinin hayatı gibi, onlarında yaşantıları aziz
bilinmiş ve muazzam biyoğrafi literatürüyle ebedileştirilmiştir. Bu listede kimler yok
ki;
A-Görme Engelliler/Amalar
1. Ebu Ömer el-Kindi, el-Bezzaz, Zazan (ö.82/701) Kufeli, Darir[19]
2. Amr b. Murre (ö.116/734) el-ama; Şöhretli ilim otoritelerinden birisidir.[20]
3. Ali b. Zeyd b. Ced‘ân (ö.131/748) el-ama; ilmin kaynaklarından birisidir;
kendisine imam ve büyük alim sıfatları layık görülmüştür. Basra’nın aynı zamanda
şöhret kazanmış üç aması vardır. Bunlar; Katâde, İbn Ced‘ân ve Eşas elHuddân’dır.[21]
4. Katâde b. Diâme el-Basri(ö.117/735) ed-Darîr, el-ekmeh; Hafızu’l-asr;
kudvetu’l-müfessirin ve’l-muhaddisin. Hafıza gücünde darb-ı mesel olmuş; “katâde
ilmin kölesiydi” sözü onun için söylenmiştir. Ku’an ilminde, fıkhi görüş ayrılıkları
sahasında, Arap dili ve tarihi ile soy bilimde otorite idi.[22]
5. Muğire b. Mıksem (ö.133/750) el-a‘ma; tabiun’un küçüklerinden.İşittiğini asla
unutmama özelliği var; İbrahim en-Nahai’nin de talebesi.[23]
6. Süleyman b. Mihran (ö.148) el-a‘maş;[24]
8. Beşşar b. Burd, Ebu Muaz el-Basri (ö.167/783) ed-darir; şairu’l-asr; 13 bin
beyitlik şiiri var. Ama olarak doğmuş. Zındıklıkla suçlanmıştır.[25]
9. Eşas b. Abdullah b. Cerir el-Ezdi el-Basri (ö) el-a ‘ma[26]
10. Avane b. Hakem b. İyâz (ö.147/764) ed-darir; el-allame, el-ahbari, ahadu’lfudala. “Kitabu’t-tarih” ve “Siyeru Muaviye ve Beni Ümeyye” gibi eserleri var.[27]
11. Ebu’l-Eşheb Cafer b. Hayyan el-Utaridi (ö.168/784) ed-darir; el-imam, el-
hucce[28]
12. Mübarek b. Said b. Mesruk (ö.180/796) ed-darir; el-fakih el-muhaddis.
İbnu’l-Mubarek’in hocası[29]
13. Ebu Muviye Muhammed b. Hazim (ö.194/809) ed-darir; 4 yaşında gözlerini
kaybetmiş. el-hucce, ahadu’l-a‘lam. El-A‘maş’ın hadis derslerine giderken gözleri
sağlam olan talebelerin gelip ondan yardım aldıklarını söyler. Abbasilerin ihtişamlı
halifesi Harun er-Reşid saygı ifadesi olarak yıkaması için eline su dökme inceliğini
göstermiştir. [30]
15. Hammad b. Zeyd b. Dirhem (ö.179/795) ed-darir; el-allame, el-hafız, es-sebt.
Muhaddisu’l-vakt. Sicistanlı. 4000 hadisi ezbere biliyor.[31]
16. Vuheyb b. Halid b. Aclan (ö.165/781) el-‘ama; el-hafız el-kebir. Hapse
atılmış ve bu süre zarfında gözlerini kaybetmiş.[32]
17. Yezid b. Harun el-Vasıti (ö.206/821) el-a‘ma; ileri yaşlarında görme
hassasını kaybediyor.[33]
18. Abdurrazzak b. Hemmam b. Nafi (ö.211/826) el-a‘ma; Yemen’in en büyük
hadisçisi. Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Main gibi büyük hadisçilerin hocası. Hicri
200’de gözlerini kaybetmiş. Bugün elimizde bulunan en geniş hadis
koleksiyonlarından birisi ona aittir ve yaklaşık 20.000 hadisi içermektedir.[34]
19.El-Akavvek, Ebu’l-Hasen Ali b. Cebele b. Müslim (ö.213/828) el-a‘ma;
Horasan asıllı. Fahlu’ş-şuara olarak niteleniyor. Cahız ondan daha güzel şiir inşad
eden kimse tanımadığını; ne bedeviler ve ne de şehirliler arasında onun dengini
görmediğini söylüyor. Esmer tenli bu ama şair aynı zamanda Abras imiş. Memun
tarafından katlettirilmiştir.[35]
20. Ebu Muhalid Ahmed b. Hüseyin (ö.268/881) ed-darir; el-fakih, elmütekellim. Zekasıyla ünlü Mutezili bir alim. Davud ez-Zahir ile yaptığı tartışmalar
çok meşhur.[36]
21. El-Veki‘î, Ahmed b. Cafer (ö.215/830) ed-darir; 100 bin hadis bildiği
aktarılıyor. “Biriniz kardeşine sevgi duyduğu zaman onu bildirsin” hadisini
nakledenlerden birisi.[37]
22. Ahmed b. Amr b. Hafs b. Cehm v. Vakid (ö.235/849) ed-darir, el-imam, elhafız el-kebir, es-sebt[38]
23. Harun b. Maruf, Ebu Ali (ö.235/849) ed-darir; el-imam, el-kudve. Ahmed b.
Hanbel ve Buhari ondan rivayette bulunmuşlar.[39]
24. Ed-Duri, Ebu Ömer Hafs (ö.246/860) ed-darir; el-imam, el-alim el-kebir,
şeyhu’l-mukriîn. Ahmed b. Hanbel ondan hadis nakletmiştir.[40]
25. El-Attar, Muhammed b. Said b. Galib ((ö.261/874) ed-darir; el-imam, el-
muhaddis, saduk. İbn Mace nakilde bulunmuş.[41]
26. Muhammed b. İsa b. Sevre et-Tirmizi (ö.279/892) ed-darir; doğuştan mı
yoksa sonradan mı ama olduğu konusu tartışmalıdır. İmam Buhari’nin talebesi olan
Ebu İsa Sünni İslam dünyasının en muteber kabul ettiği altı hadis kitabından birisinin
sahibidir. Hadis sahasında yazdığı eserler alanın vazgeçilmez kaynakları
arasındadır.[42]
27. Ebu’l-Ayna Muhammed b. Kasım b. Hallâd (ö.283/896) ed-darir; el-allame,
el-ahbari. 40 yaşında gözlerini kaybetmiş.[43]
28. Ebu Halife, Fazl b. Hubab (ö.305/917) el-a‘ma; el-imama, el-allame, elmuhaddis, şeyhu’l-vakt.[44]
29. İbn Ferah, Ebu Cafer Ahmed b. Ferah (ö.303/915) ed-darir;[45]
30. Mansur b. İsmail, Ebu’l-Hasen et-Temimi (ö.306/918) ed-darir; Şafii alimi,
şair, hemen her alanda otorite.[46]
31. El-Allaf, Ebubekir Hasan b. Ali b. Ahmed (ö.318/930) ed-darir; el-imam, elmukri, eş-şair, el-edib. Halife el-Mutezıd’ın nedimi.[47]
32. Ebu’l-Abbas et-Türki (ö.306/918) ed-darir; Ferganalı, Şam’a yerleşmiş. Elmuhaddis, es-sika.[48]
33. Muhammed b. Zekeriyya (ö.311/923) el-a‘ma; Filozof. Uzun yıllar göz
sulanması sıkıntısı çekmiş, sonunda görme duyusunu kaybetmiştir.[49]
34. İbn Zebban, Ebubekir Ahmen b. Süleyman el-Kindi (ö.338/949) ed-darir; elmukri, el-abid[50]
35. El-Hiri, Ebu Abdurrahman İsmail b. Ahmed (ö.430/1038) ed-darir; Nisaburlu
zahid. Ahadu’l-a‘lam. Kur’an, kıraat, hadis ve vaaz sahalarında yetkin. Hatib-i
Bağdadi kendisinden Buhari dersleri almış.[51]
36. Ebu Said Ahmed b. Muhammed (ö.) ed-darir; el-allame. Havarizmli.
Bağdad’ın seçkin simalarından birisi.[52]
37. Ebu’l-Alâ el-Maarrî (ö.449/1057) el-a‘ma, 4 yaşında geçirdiği bir rahatsızlık
sonucu gözlerini kaybetmiştir. [53]
38. İbn Sîde, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail el-Mursi (ö. V. Asır) ed-darir; Babası da
kendisi gibi ama’dır. Yine babası da onun gibi bir dilcidir. Arap dili alanında
otoritedir. “el-muhkem fi lisani’l-arab” adlı eserin sahibidir. Zekası darb-ı mesel
olanlardan birisidir.[54]
39. El-Husri, ebu’l-Hasan Ali b. Abdülğani (ö.488/1095) ed-darir; el-mukri.
Büyük şairlerden aynı zamanda kıraat sahasında eserleri var.[55]
40. İbn Sivâr, Ebu Tahir Ahmed b. Ali (ö.496/1102) ed-darir; el-mukri, mukriu’l-
asr. Kırrat ve hadis ilminde otorite. “el-Mustenir” adlı eseri meşhur.[56]
41. El-Batâihi, Ebu’l-Hasen Ali b. Asâkir (ö.571/1175) ed-darir; el-imam,
mukriu’l-ırak[57]
B-Bir Gözü Görmeyenler
1. Ata b. Ebi Rabah (ö.115/733) el-a‘ver; Şeyhu’l-islam. Müftiyyü’l-haram. Ata,
esmer tenli, bir gözü görmeyen, basık burunlu, çolak ve topal bir zatmış. Sonradan
bütünüyle görmez olmuş. Güvenilir, fıkıh otoritesi ve çok hadis nakleden birisidir.
Kendisi aynı zamanda öğretmenlik yaparmış (muallimü küttab). [58]
2. Amr b. Dinar el-Basri (ö.) el-a ‘var[59]
3. Es-Suddi, İsmail b. Abdurrahman (ö.127/744) el-a‘ver; el-imam, elmüfessir.[60]
4. Haccac b. Muhammed el-Mıssisi (ö.206/821) el-a‘ver;[61]
5. Nuaym b. Hammad b. Muaviye b. Haris (ö.) el-a‘ver; el-imam, el-allame, elhafız. Eserleri var Ebu Hanife ve Cehmiyeye 13 kitap halinde reddiyeleri var. Miras
hukuku konusunu en iyi bilenlerden birisi.[62]
6. Hacib b. Velid b. Meymun (ö.228/842) el-a‘ver; el-muhaddis, el-imam, elmüeddib.[63]
7. El-Allaf, Ebu Zekeriyya Yahya b. Eyyub (ö.289/901) el-a‘ver; Mısırlı, elimam, el-muhaddis, el-hucce, el-fakih[64]
8. El-Kattan, Ebu Abdullah Hüseyin b. Yahya (ö.334/945) el-a‘ver; el-muhaddis,
es-sika, müsnid-u Bağdad[65]
C-Gözlerinde Kayma Olanlar
1. İbn Ebi Müleyke, Abdullah (ö.117/735) el-ahavel[66]
2.
Asım b. Süleyman (ö.143/760) el-ahvel; imam, hafız, muhaddisu’lbasra[67]
3. Haccac b. Haccac el-Bahili (ö.131/748) el-ahvel[68]
4. Haccac b. Haccac el-bahili el-Basri (ö.140/757) el-ahvel[69]
5. Misâr b. Kidam b. Zuheyr (ö.155/771) el-ahvel; şeyhu’l-ırak[70]
6. Sabit b. Yezid, Ebu Zeyd el-Basri (ö.169/785) el-ahvel; el-hafız, el-mutkin, elimam[71]
7. Kays b. er-Rebî‘ (ö.169/785) el-ahvel; ahadu eviyeti’l-ilm, el-imam,el-hafız,
el-muksir[72]
8. İsmail b. Ayyaş b. Süleyman (ö) el-ahvel; el-ezrak. Muhaddisü’ş-şam;
bakıyyetu’l-a ‘lam[73]
9. Yahya b. Said el-Kattan (ö.198/813) el-ahvel; el-imam el-kebir; emiru’lmuminin fi’l-hadis.[74]
10. Ebu Nuaym Fadl b. Dukeyn (ö.218/833) el-ahvel; hafızu’l-kebir; şeyhu’lislam.[75]
11. Ahmed b. Ebu Halid (ö.212/827) el-ahvel. Memun’un katipliği görevini
yürütmüş.[76]
12. Muhammed b. Muhammed (ö.) el-ahvel; Şii bir alim, eserleri var.[77]
13. İbn Beşşar, Ebu’l-Kasım Osman b. Said (ö.288/900) el-ahvel; el-imam, elallame, şeyhu’s-sufiyye[78]
14. Ebu Nuaym el-Isfahani (ö.430/1038) el-ahvel; İsfahanın yetiştirdiği en güzide
şahsiyetlerden birisidir. Hadis, tefsir, tarih ve biyografi sahasında dev yapıtları
vardır.[79]
D-İşitme Engelliler
1.İbn Hürmüz, Ebubekir (ö.148/765) el-asam; fakihu’l-medine, ahadu’l-a‘lam.
İmam Malik’in hocası; 13 sene kendisine talebelik yapmış.[80]
2. Ebu Bekir (ö.201/816) el-asam; Şeyhu’l-mutezile. Çok eseri var[81]
3. Hevze b. Halife, Ebu’l-Eşheb (ö.205/820) el-asam; el-imam, el-muhaddis,
müsnidu’ş-Şam.[82]
4. Ebu Abdurrahman Hatim (ö.237/851) el-asam; Aslen Belhli. Zahid ve abid bir
zat. Hikmetli deyişleri ile meşhur, “Bu ümmetin Lokmanı” ifadesi onun için
söylenmiştir.[83]
4. Ebu Kureyş, Muhammed b. Cuma b. Halef (ö.313/925) el-asam; Kuhistanlı.
Eserleri var.[84]
5. Yusuf b. Yakub b. Hüseyin (ö.313/925) el-asam; Vasıtlı. El-imam, mücevvid,
mukriu Vasıt.[85]
6. Muhammed b. Yakub b. Yusuf b. Makil b. Sinan (ö.346/957) el-asam;
Nisaburlu. El-imam, el-muhaddis, rahhaletü’l-vakt, müsnidu’l-asr. Uzun ilim
seyahatları neticesinde işitme duyusunu kaybetmiştir. İslam dünyasının her
tarafından kendisinden ilim almak için gelinirmiş.[86]
7. El-İskaf, Ebu’l-Kasım Abdülcebbar (ö. 452/1060) el-asam; İsferayinli meşhur
Eşari kelamcısı.[87]
8. İbn Merzuk, Ebu’l-hayr Abdullah el-Herevi (ö.507/1113) el-asam; el-hafız, elmüfid, er-rahhal[88]
E-Ortopodik Engelliler
1. Ebu Davud Abdurrahman b. Hürmüz (ö.117/735) el-a‘rac, mukri. Arap
dilbilgisini ilk sistemleştirenlerden birisi. Ebu Esved ed-Düeli’nin talebesi. Kureyş’in
soybiliminde uzman. [89]
2. Yezid b. Abdullah b. Kuseyt (ö.122/739) el-a‘rac; el-imam, el-fakih, es-sika.
Kütüb-ü sitte’de hadisleri var[90]
3. İbn Mevheb (ö.120/737) el-a‘rac; el-imam sıfatına layık görülen bu zat, Ebu
Hanife’nin kendisinden hadis naklettiği birisidir.[91]
4. Ebu Hazim, Seleme b. Dinar (ö.140/757) el-a‘rac; el-efzer; el-ahdeb. Çok
sayıda hadis nakletmiştir. El-kudve ve şeyhu’l-medine olarak nitelenir. Benzersiz
olduğunun ve hikmet adamı olduğunun altı çizilir. Şu söz ona aittir: “Yöneticilerin
iyisi bilginleri değer verendir; bilginlerin en kötüsü ise yöneticilere yakın olmak
isteyendir”[92]
5. Yezid b. Abdullah b. Üsame (ö.139/756) el-hafız, el-hucce. İki ayağında
birden topallık varmış.[93]
6. Humeyd el- a ‘arac
7. Ebu Musa Muhammed b. Müsenna (ö.252/866) ez-zemin; yürüyemeyen.
İmam, hafız, sebt.[94]
8. Fazl b. Sehl b. İbrahim (ö.255/868) el- a’rac; el-hafız, es-sika[95]
9. Rabi b. Süleyman el-Ezdi (ö.256/869) el-a‘rac; Ebu Davud, Nesai ve Tahavi
gibi hadisçiler ondan hadis nakletmişlerdir.[96]
10. Yahya b. Zekeriyya b. Yahya (ö.307/919) el-a‘rac; Mısırlı. el-imam el-kebir,
el-hafız, es-sika[97]
11. Caferek, Ebu Muhammed cafer b. Muhammed (ö.310/922) el-a‘rac; Haleb’e
yerleşmiş. Hıfz ve marifesiyle meşhur.[98]
12. Muhammed b. Ubeyd (ö.) el-ahdeb; el-hafız[99]
VI. Bu listede yer alanların bir kaç tanesinin bile hayat hikayesi ve başarılarına
değinmek özel bir tebliği gerektirir. Bu listede yer almayanlar ise kuşkusuz çok daha
fazladır. Burada büyük Arap dilcisi Ebu Esved ed-Düelî, Mutezilenin banisi Vasıl b.
Ata, şöhretli hadisçi Ebu Muaviye ed-Darir, tefsirin tartışmasız otoritesi Carullah
Zemahşeri ve benzeri yüzlercesi yok. Burada, Erzurumlu Darîr yok, burada Şevki,
burada Taha Hüseyin yok. Bunlardan herbirerinin İslam ilim ve kültürüne yaptıkları
katkı, her zaman şükranla anılmaya layıktır.
İnsan azim ve iradesinin İslam kültür muhitlerinde tecelli eden en çarpıcı
örneklerinden üçüne değinmeden geçemeyeceğim. Bunlardan birisi az önce ismini
zikrettiğimiz Vasıl b. Ata’nın (ö.131/748) eliyle, daha doğrusu diliyle gerçekleşiyor.
Rivayete göre vasıl, büyük bir kelamcı olduğu kadar, çok büyük bir hitabet ustasıdır.
Hem de dilindeki “lesğa” olarak adlandırılan bir engele rağmen. O Arap dilinde en
fazla tekrarlanılan bir harf olan “rı” harfini çıkaramamaktadır. Bu yönüyle de meşhur
olmuştur. Hatta Cahız “el-Beyan ve’t-tebyin” isimli eserinde Vasıl’ın bu özelliği
sebebiyle “el-lesğa” denilen ve Arapça’da “kaf-sin-lam ve rı” harflerini telaffuz
edememek şeklinde rastlanılan konuşma engeline özel bir bölüm ayırmıştır. Burada
Cahız, Vasıl gibi en cerbeze kelam ekolünün kurucusunun meramını en iyi ifade
eden birisi olması gerektiğinin en fazla ayırdında olanın yine Vasıl olduğunu ve bu
sebeple adeta dilinden “rı” yı atarak, “rı”sız bir Arapça ile konuşma melekesini
geliştirdiğini söyler.[100] Vasıl’ın H.126 veya 129 yılında Irak Valisi Abdullah b.
Ömer b. Abdülaziz’in de hazır bulunduğu; aralarında meşhur hatipler Halid b.
Safvan, Şebib b. Şeybe, Fadl b. İsa’nın yer aldığı geniş katılımlı nutuk
yarışmasında irticalen irad ettiği hutbe “hutbet-u Vasıl” diye şöhret kazanmış ve
günümüze de ulaşmıştır. Vasıl hiç “rı” harfi kullanmadan spontene bir nutuk irad
etmiş ve muhataplarından daha büyük bir söz ustası olduğunu ilan etmiştir.[101]
İkinci örneğimiz ise H. V. Asrın yetiştirdiği tüm zamanların en aykırı Arap
edebiyatçı ve şairlerinden biri olan Ebu’l-Alâ el-Maarrî’dir (ö.449/1057). Geçirdiği
hastalık sonucu 4 yaşında gözlerini kaybetmiştir. Dante’den (1265-1321) üç asır önce
yaşamış olan Maarri’nin hayatı ve diğer eserleri bir tarafa, onun “İlahi Komedya” ile
aynı temaya sahip “Risaletü’l-ğufran”ı başlı başına bir edebiyat harikası ve
klasiğidir. Hz. Peygamber’in mirac tecrübesinin model alındığı bu edebi eseri takdir
konusunda İslam dünyası, Batı muhitlerinin “İlahi Komedya”ya –ki o da Hz.
Peygamberin Mirac’ından esinlenilerek yazılmıştır- verdikleri önem ve değeri
maalesef Maarri’nin eserinden esirgemiştir.
Üçüncü örneğimiz ise, Anadolu toprağından bir isimdir. Erzurumlu Mustafa edDarîr (ö. H.8/m.15.asır) Doğuştan ama olduğu için şiirlerinde “darir” ve bazan onun
yerine “Gözsüz” mahlasını kullanmıştır. Salur Türklerinden olduğu söylenen Darir’in
memleketinde iyi bir eğitim aldığı ve devrinin iki büyük dili olan Arapça ve
Farsça’yı çok iyi bildiği ifade edilmektedir. Darir 779 (1377) yılında zamanın Mısır
Hanefi kadısı Ekmeleddin baberti’nin daveti üzerine Mısır’a gitmiş ve orada bu kadı
aracılığıyla Mısır Sultanı Atabeg Berkuk’la tanışmıştır. Hafızası, bilgisi,
konuşmasının tatlılığı ve çekiciliğiyle çevresinin takdirini kazanan Darir, hükümdar
meclislerinde huzur ders ve sohbetlerinin vazgeçilmez adamı olmuştur. Bilhassa
biyografi ve tarih alanında duayen kabul edilmiştir. Sultan’ın arzusu üzerine Hz.
peygamber’in hayatını konu edinen “Siretu’n-Nebi”yi hazırlamaya başlamıştır.
Sultan Berkuk’un huzurunda geceleri 5 yıl boyunca sözlü olarak anlatıp katiplere
yazdırdığı eserini 790’da (1388) tamamlamış ve ona sunmuştur. Onun “Tercümetü’ddarir” olarak bilinen bu eseri, yüzyıllarca okunmuş, daha sonraki siyerlere örneklik
ve kaynaklık ederek Anadolu’daki Türk edebiyatı üzerinde kuvvetli tesirler
bırakmıştır. Darir’in Yusuf peygamberin hayatını anlattığı Yûsuf u Züleyha veya
Kıssa-i Yûsuf adlı mesnevisi vardır ve 2210 beyitten oluşmaktadır.[102] Hadis ve
tarih sahasında başka eserleri de olan Darir, hiç kuşkusuz
hümanizmasının Anadoludaki örneklerinden sadece birisidir.
İslam kültür
VII. İslam kültüründe engelli meşhurlar yahut İslam kültüründen insan
manzaralarından söz edilirken dikkat çekilmesi gereken bir nokta da İslam tarihinde
engelliler için özel kurumsal teşebbüslerin gerçekleştirilmiş olmasıdır. Özel olarak
tetkik edilmeye muhtaç bir konu olmakla birlikte biz devlet tararfından engellilerin
desteklenmesi gereken bir sınıf olarak algılandığının kimi örneklerine sahip
bulunmaktayız. Abbasi halifesi Memun (ö.218/833) devrinde bütçede “Divânu’ssadakât ale’l-adırrâ” yani “Engellilere bağış/yardım fonu” isimli bir ödenek
kaleminin ayrıldığını görüyoruz. Hatta bu fon bir ara devrin meşhur bürokratı Yahya
b. Eksem’e bağlanmış, ancak engellilere ödenmesi gereken ödenek bir türlü
çıkarılmadığı için engelliler, organize olarak bu zata gitmişler ve haklarını talep
etmişlerdir; verilmemekte ısrar edilmesi üzerine nümayiş yapmışlar ve bu yüzden
bazıları gözlem altına alınmışlardır. Nümayişlerini gözlem altında iken de
sürdürmüşlerdir. Hatip ve Zehebi gibi tarihçiler, bu hadiseye eserlerinde dikkat
çekmişlerdir.[103]
İslam hümanizmasının yeterince aydınlatılabilmesi ve anlaşılabilmesi için hem
İslam kültüründeki engelli meşhurların biyografileri üzerine hem de engellilere
yönelik organizasyon ve düzenlemeler üzerine kapsamlı çalışmaların yapılmasına
gereksinim bulunmaktadır. Ayrıca bu sahada geçmişte yazılan eserlerin günümüze
kazandırılması da bir görev olarak ilgili uzman ve kurumların önünde durmaktadır.
Sözlerimin sonunda bu sempozyumun bu kabil çalışmalar için başlangıç teşkil
etmesini diler, hepinizi saygıyla selamlarım.
Oturum Başkanı
Çok değerli ve dolu dolu bir tebliğ dinledik, kendisine teşekkür ediyoruz.
Tabiî, tebliğin hepsini okuyamadı, daha nice isimler var, inşallah neşredildiği
zaman hepsini okuyacağız, göreceğiz. Şimdi, müzakerecilere söz veriyorum. İki
müzakerecimiz de, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm tarihi anabilim dalı
öğretim üyesi.Önce, Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM. 1953 Bartın doğumlu, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 1982’de bitirdi. Doktora Tezi Emevi- Haşimi
Mücadelesi. 1990’da bitirdi doktora tezini. 1994’te doçent ve 2001’de de profesör
oldu. Buyurun.
Dipnotlar
[1] Müslim, 45 Birr, bab 10, had. No: 32, III/1986
[2] Cahız, Bursân, s.214
[3] İbn Nedim, Fihrist, s.210-212
[4] Cahız, Kitabu’l-bursân ve‘l-urcân ve’l-umyân ve’l-huvlân (thk. M.M.el-Huli)
IV.bsk., Beyrut, 1987
[5] İbn Nedim, Fihrist, s.112
[6] Cahız, Bursân, (thk. M.M.el-Huli) IV.bsk. 1987, s.k
[7] İbn Kuteybe, Uyun, IV/56
[8] Hatib, Şeref, (thk.Hatiboğlu) s.130-140
[9] İbn Kuteybe, Uyun, IV/56
[10] İbn Kuteybe, a.gy.
[11] Taberi, Tarih, VI/554
[12] Cahız, Bursân, s.210; İbn Kuteybe, Uyun, IV/67
[13] Zehebi, Nübela, XVI/448
[14] İbn Nedim, Fihrist, s146; İbn İmâd, Şezerât, III/111
[15] İA, Safedi, M.E.B., X/51
[16] Nubela, I/23
[17] Manguel, Alberto, Okumanın Tarihi (çev. Füsun Elioğlu) Yapı Kredi y.,
s.338
[18] Nubela, I/73
[19] Nubela, IV/281
[20] Nubela, V/196
[21] Nubela, V/206
[22] Nubela, V/269
[23] Nubela, VI/10
[24] Nubela, VI/226
[25] Nubela, VII/24
[26] Nubela, VI/274
[27] Nubela, VII/201
[28] Nubela, VII/286
[29] Nubela, VIII/481
[30] Nubela, IX/73
[31] Nubela, VII/456
[32] Nubela, VIII/223
[33] Nubela, IX/358
[34] Nubela, IX/563
[35] Nubela, X/192
[36] Nubela, X/553
[37] Nubela, X/574
[38] Nubela, XI/36
[39] Nubela, XI/129
[40] Nubela, XI/541
[41] Nubela, XII/345
[42] Nubela, XIII/270
[43] Nubela, XIII/308
[44] Nubela, XIV/7
[45] Nubela, XIV/163
[46] Nubela, XIV/238
[47] Nubela, XIV/514
[48] Nubela, XIV/258
[49] Nubela, XIV/354
[50] Nubela, XV/378
[51] Nubela, XVII/539
[52] Nubela, XVIII/8
[53] Nubela, XVIII/24
[54] Nubela, XVIII/144
[55] Nubela, XIX/26
[56] Nubela, XIX/225
[57] Nubela, XX/548
[58] Nubela, V/80
[59] Nubela, V/307
[60] Nubela, V/264
[61] Nubela, IX/447
[62] Nubela, X/595
[63] Nubela, XI/61
[64] Nubela, XIII/453
[65] Nubela, XV/319
[66] Nubela, V/89
[67] Nubela, VI/13
[68] Nubela, VI/151
[69] Nubela, VII/76
[70] Nubela, VII/163
[71] Nubela, VII/305
[72] Nubela, VIII/41
[73] Nubela, VIII/312
[74] Nubela, IX/175
[75] Nubela, X/142
[76] Nubela, X/255
[77] Nubela, X/553
[78] Nubela, XIII/429
[79] Nubela, XVII/453
[80] Nubela, VI/379
[81] Nubela, IX/402
[82] Nubela, X/121
[83] Nubela, XI/484
[84] Nubela, XIV/304
[85] Nubela, XV/216
[86] Nubela, XV/452
[87] Nubela, XVIII/117
[88] Nubela, XIX/379
[89] Nubela, V/69
[90] Nubela, V/266
[91] Nubela, V/187
[92] Nubela, VI/96
[93] Nubela, VI/188
[94] Nubela, XII/123
[95] Nubela, XII/209
[96] Nubela, XII/591
[97] Nubela, XIV/243
[98] Nubela, XIV/265
[99] Nubela, IX/436
[100] Cahız, Beyan, I/14-15
[101] Abdüsselam Harun, Nevadiru’l-mahtutât, I/118-136
[102] DİA, “Darir” VIII/498
[103] Hatib, Tarihu Bağdad, XIV/194-195; Zehebi, Nubela, XII/10
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:17/39
[ Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM ]
Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM
>>
Değerli bilim adamlarımızdan Doç. Dr. Mehmet Emin ÖZAFŞAR’ın tebliği,
konuyu İslam kültürünün hümanizması, İslam’ın insana verdiği değer açısından ele
alması ve İslam kültüründe engelliler hakkında zengin bilgiler içeren geniş literatüre
vurgu yapması açısından son derece önemli. İslam medeniyetinin doğuş ve gelişme
aşamalarında engellilerin ciddi katkılarda bulunduğu ve İslam tarihinde engelliler
için özel kurumsal teşebbüslerin gerçekleştiği görülüyor. Sahabeden itibaren engelli
meşhurların biyografisini ele alan bir eserin, geleceğe ışık tutacak tarzda hazırlanıp
günümüz kuşağının istifadesine sunulmasında sayın ÖZAFŞAR’ın öncülük etmesini
temenni ediyorum.
İslam tarihinde engellilerle ilgili düzenlemelerin ve onlara verilen değerin
kaynağı, şüphesiz, İslam’ın temel kaynaklarında engellilerin temel haklarının
güvence altına alınmış olmasıdır. Bir başka deyişle, Kur’an ve sünnet’te yer alan
engellilerle ilgili prensipler İslam tarihinde yansımasını bulmuştur.
Ben, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan “Hz. Muhammed ve Evrensel
Mesaj” adlı kitabımda Hz. Peygamber’in özürlülere karşı tutumunu müstakil bir
başlık altında ele aldım. Bu suretle bir siyer kitabında özürlülere ilk olarak yer
verildiğini söyleyebilirim. Hz. Peygamber özürlüleri hayattan koparmamış, ezikliğe
sevketmemiş, onlara sahip çıkmış, gerekli değeri vermiştir. Bu noktadan hareketle
rahatlıkla söylenebilir ki, Hz. Peygamber’in özürlülerle ilgili uygulamları, onların
sorunlarının çözümünde , sadece kendilerinin ve ailelerinin değil, aynı zamanda
devletin, ve yanısıra, gönüllü kişi ve kuruluşların yapması gereken hususlara örnek
teşkil edecek mahiyettedir.
İslam Medeniyeti tarihinde engelliler için gerçekleştirilen kurumsal
teşebbüslerden birkaç örnek sunmak istiyorum. Emevi halifelerinden Velid b.
Abdülmelik özel olarak a’malara erzak tahsis etmiştir. Gelelim Anadolu’ya.
Anadolu’da her Ahi birliğinin bir Orta Sandığı vardı. Orta Sandığın gelirleri, gelir
kaynakları olduğu gibi, giderleri, ve gider yerleri vardı. Gider yerleri arasında
emekliler ve düşkünlerin yanında, fiilen çalışamayacak durumda olanlar ve sakatların
bulunması konumuz açısından önem arzeder. Birliğin daimi üyesi iken bir kaza
sonucu sakat kalıp çalışamaz durumda olanlara veya herhangi bir hastalığa
yakalanarak iş göremez hale gelenler Orta Sandığın yardım fonundan yararlanırlardı.
Mehmet Emin Özafşar Bey’in özürlüler listesinde yer verdiği iki ünlü hakkında
da birkaç söz söylemek istiyorum. Bunlardan birincisi tarihçi, ikincisi lugat alimidir.
Emevi dönemi tarihçisi ve Ensab alimi Avane b. Hakem doğuştan a’ma idi. O, İslamî
dönemde, kitabına “Tarih” adını veren ilk müelliftir. Kaynaklarda zikredilen ve
zamanımıza kadar ulaşmayan “Kitabü’t-Tarih” adlı eseri vardır. Eserde, hicri I.
yüzyılda meydana gelen olaylar, dört halife dönemi, dinden dönme hareketleri,
fetihler, Hz. Ali-Muaviye mücadelesi, Abdülmelik b. Mervan dönemi sonuna kadar
Suriye ve Irak’taki olaylar ele alınır. Avane’nin bir diğer eseri de Emevi devleti
hakkındadır ve kronolojik sıra takip ederek İslam dünyasında bir halife ve hanedan
hakkında kaleme alınmış ilk kitapdır. Bu kitap da İslam tarih yazıcılığının
gelişmesinde önemli bir aşama teşkil eder.
Üzerinde duracağım ikinci şahsiyet dil alimi İbn Side (ö.458/1066)’dır. Onun
17ciltlik el-Muhassas adlı ansiklopedik lugat kitabı, lisans ve lisansüstü öğrencilik
yıllarımda çok ilgimi çekmişti. İbn Side’nin, babası gibi a’mâ olduğunu ve böyle bir
eserin bir a’mâ tarafından hazırlandığını öğrenince ilgim daha da arttı. İbn Side,
öğrenimine babasının yanında başlamış ve altı yaşında Kur’anı ezberlemiş. Arap dili,
mantık, felsefe, lugat, fıkıh, hadis ve tefsir dersleri almış. Güçlü bir hafızası varmış.
Diğer eserlerinin yanısıra bir lugat kitapı olan 12 ciltlik el-Muhkem ve’l-MuhîtülA’zam adlı eseri ünlüdür.
İslam Medeniyetinde engellilerle ilgili bu örnekleri verdikten sonra, başka
uygarlıkların engellilere bakışından birkaç örnek sunarak konuşmamı tamamlamak
istiyorum. Bunlardan birincisi İlkçağ Yunan uygarlığından ve bedensel özürlülerle,
ikincisi Ortaçağ Avrupasından ve zihinsel özürlülerle ilgilidir. Eski Yunan’da
Sparta’da her doğan erkek bebek önce aile büyüklerine gösterilir, şayet askerliğe
engel fiziksel bir kusuru varsa tanrılara kurban edilirdi (Recep Yıldırım, Uygarlık
Tarihine Giriş, İzmir 2002, s. 190). İslam dünyasında İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Bâcce
gibi ulemanın ilmi düşünce ile ruh hastalıklarını tetkik etmeye başladıkları, bugünkü
görüşlere esas teşkil etmiş olan müşahadelerde bulundukları sıralarda, Batıda zihinsel
özürlüler çeşitli işkencelere tabi tutuluyorlardı. Birkaç asır sonra da zihinsel
özürlüler, Fatih tıp medresesinde, Edirne, Manisa, Süleymaniye, Kayseri, Sivas,
Divriği, Kastamonu ve Amasya bimarhanelerinde hasta olarak kabul edilip tıbbi
metotlarla tedavi edilirken, aynı engelliler Londra ve Paris’teki hastanelerin
dehlizlerinde ve bodrumlarında zincire bağlanarak çürütülüyorlardı. Batıda bu
husustataki olumlu gelişmeler 15. ve 16. yüzyıllardan sonra başlayacaktır (Dr. Kriton
Dinçmen, Destriptiv ve Dinamik Psikiyatri, İstanbul 1981, s. 15-16). Başlayacaktır
başlamasına, a’ma, engelli üretmede, geride bıraktığımız yüzyılın hakim uygarlığının
sicili hiç iyi değildir. İki dünya savaşı, ideolojik savaşlar ve katliamlarda, geride
bıraktığımız yüzyılda 200 milyon civarında insanın öldüğü kabul edilmektedir. Bu
tür olaylarda yaralanan ve sakat kalanların sayısının, ölü sayısının birkaç katı olacağı
gerçeğinden hareketle, sakat kalanların sayısının da ölü sayısının altında olmadığı
söylenebilir. Batı hümanizmasının bu olumsuzlukları önlemeye gücü yetmedi.
Unısef’in resmi verilerine göre 1991-2001 yılları arasında dünyadaki katliamlarda 2
milyon katledilmiş, 6 milyon çocuk da ciddi bir şekilde ya yaralanmış veya engelliler
grubuna katılmıştır. İşte bu noktada, kültürümüzün değerler sisteminde, kendi
insanımızın yanında, dünyaya da sunulabilecek çok şey var. Yeter ki ortaya
çıkaralım. Kültürümüzdeki zenginliği ortaya çıkarmak, engelliler konusunda
düzenlemeler yapılırken, kurumlar oluşturulurken bize ışık tutacaktır. Saygılarımla
Oturum Başkanı
Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM Beye teşekkür ediyoruz katkılarından ötürü.
İkinci müzakerecimiz Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN. 1960 Kızılcahamam
doğumlu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 84’te bitirdi. Doktora tezi,
SSCB’de Orta Asya Cumhuriyetlerinde Dini Yapılanma, 1996’da bu tezini verdi.
1999’da da doçent oldu. Buyurun
<<
>>
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :...
ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER )
<<
Sayfa:18/39
[ Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN ]
AŞIK VEYSEL’İN DİNİ DÜNYASI ÜZERİNE
İSLAMA KALP GÖZÜ İLE BAKMAK
>>
Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN
Ben biraz, engellilerin aklıyla ve kalbiyle, dine / İslam'a, Müslümanlara,
kendimize bakmak istiyorum. Onların; kültürümüze, irfanımıza, düşüncemize,
sanatımıza, edebiyatımıza, şiirimize yaptıkları katkıdan söz etmek istiyorum. Hususta
bize önderlik edecek meşhur engelli, hepimizin tanıdığı Aşık Veysel ŞATIROĞLU
(1894-1973)’dur.
Aşık Veysel, Cumhuriyet tarihinin ve modern Türkiye’nin en büyük halk
aşıklarından biridir. Şiirleri birkaç defa yayınlanmıştır.[1]
Tamamen geleneksel Alevi kültür ortamında; köyünde, yakın çevresinde
yetişmiş; yirmi yaşlarında şiirde ve sazda usta bir aşık haline gelmiştir. Aşık
edebiyatı geleneğinin temsilcisi olan Veysel, uzun savaşlardan yorulan, çiçekten
gözlerin kaybedildiği ciddi sağlık sorunları yaşayan, tarım ekonomisine sahip,
eğitim-öğretim düzeyinin düşük, sözlü kültürün hakim olduğu bir kırsal ortamda
yetişmiştir.
Veysel, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı bazı talihsizliklere rağmen asla
Yaratan’a ve yaratılanlara küsmemiş, hayatı olduğu gibi kabul etmiş, şiirlerinde aşk /
sevgi (Allah aşkı, insan sevgisi), yurt ve tabiat sevgisi ile çalışma-üretmeyi işlemiştir.
Bir söyleşisinde amacını şöyle açıklar: “Ben insanları iyi yola teşvik etmek için
yazıyorum, iyi geçinmeleri için yazıyorum. Kardaşlık Destanı’nda anlattığım gibi:
“Allah birdir, Peygamber hak, / Rabbü’l-Alemindir mutlak. Senlik benlik nedir bırak
/ Söyleyelim gelir sırası.[2]
Veysel’in Dini Dünyası
Veysel’in dini dünyasına gelirsek; kullandığı dini kavramlar sözlüğü aynı
zamanda onun dinî dünyasını da göstermektedir. Onda, Allah, Rabbül’l-Alemin,
Sübhan, Nur, Hak, Azim, Kerim, Gafur, paygamber, Hz. Muhammed, dört kutsal
kitap, Kur’an, ruh, şeytan, melek, irade-i cüzi, Cebrail, nesl-i peygamber, ehl-i aşk,
tesbih, mescid, kilise, keşiş, sırat köprüsü, Adem, Cennet, Cehennem, ecel, emr-i
hak, kader, levh-i kalem, Alevilik, Kızılbaşlık, Sünnilik, Yezitlik gibi itikat, ibadet,
ahlak, mezhep ve tasavvufa dair temel dini kavramları bulmaktayız. Bu bir yönüyle
de Aşık Veysel’in geleneksel İslam kültürüne vukufiyetinin derecesi hakkında
ipuçları içermektedir.
Veysel’in üzerinde durduğu dini konular esas olarak iman, Allah aşkı, ahlak, din
ve mezhebe dayalı düşmanlıklarla mücadeledir. Öte yandan O, ibadetler hususunda
pek konuşmamaktadır.
O iman ve Allah aşkı konularında iç dünyasına, kendine dönük konuşmakta,
ruhsal ve duygusal coşkuların dile getirmekte; ahlak ve mezhep ve birlik konularında
da dış dünyaya, topluma dönük konuşmakta, yol göstermektedir.
Mansur, Mevlanâ, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre başta olmak üzere tasavvufi
renkler içeren bir dini dünyaya sahip olmuştur.[3] Veysel esasen tasavvuf mesleğine
olgunluk çağı olan kırk yaşından sonra meyletmiştir. Bu tecrübesini şöyle ifade
etmektedir:
Kırk yaşımdan sonra kalbime ilham / Erişti Mevla’dan bir ihsan oldu
Hakk’ı bilenler hazırdır her an / İnkar edenlere sır nihan oldu
Varlık noktasını açık gösterdi / İrade-i cüz’ün eline verdi.
Hakk’ı bilen her eşyayı hak gördü / Vücudun şehrine o sultan oldu.
Sağda solda, Arş’ta Kürs’te her yerde / Hazırdır münkirin gözün perde
Diyen bilmez, bilen demez bir ferde / Akıl almaz, sırrı bir Sübhan oldu
Zahir batın her irenkte görünür / Gahi doğar amma gahi dulunur
Nere baksan orda hazır görünür / Kim demiş hakkında Lâmekân oldu
Nuru ile bir alemi kapladı / Azimdir, Kerimdir, Gafurdur adı
Sefil Veysel Hak’tan ister muradı / Muratlar verecek cömertkân oldu.[4]
Veysel’in İman Anlayışı
Aşık Veysel mümindir. Bütün samimiyeti ile “Elhamdülillah müslümanım,
Türküm, Amentü’ye, inanıyorum, kalbimi Allah’ın nuru ile dolu buluyorum, Hz.
Muhammed’i hak peygamber tanıyorum” demektedir.
Aslım Türktür, elhamdülillah Müslüman / Şükür Amentü’ye etmişiz iman
Kalbime yaramaz şirk ile güman / Kalbimiz nur ile dolu sayılır.[5]
Allah birdir, peygamber hak / Rabbü’l-alemindir mutlak[6]
Veysel Kur’an başta olmak üzere Allah tarafından gönderilen kutsal kitapların
hak olduğuna inanmaktadır: “Kur’an’a bak İncil’e bak / Dört kitabın dördü de
hak.”[7] Aynı şekilde, “Kader böyle imiş, çiçek bahane / Levh-i kalem kara yazmış
yazımı”[8] dizeleri onun kadere inandığını göstermektedir.
Veysel’in şiirinde Allah; birdir, insan varlığında mevcuttur, Rabbü’l-alemindir,
Gaffardır, kula yakındır, alemi görendir, her şeyi yoktan var edendir, yüzü
mahremdir, binbir isimli bir cisimlidir, her renktedir, görünen güzelliğin hepsidir, her
nesnede mevcuttur, her celsede candır, evveldir, ahirdir, baharda çiçektir, yağmurdur,
aşkın temelidir, sevgidir, muhabbettir, dilde kelamdır, dosttan gelen selamdır,
mevcudattaki kudrettir.
Veysel, tam bir kulluk bilinci ile Allah’a yakarmakta, bütün benliği ile ona
yönelmekte, isteklerini ona sunmaktadır. Toprak adlı şiirindeki “Dileğin var ise iste
Allah’tan” dizesi bunu açık ifadesidir. Bunun da ötesinde “Hakikat ararsan açık bir
nokta / Allah kula yakın kul da Allah’a” diyerek Kur’an’da ifadesini bulan “kuluna
şah damarından daha yakın” ayetine işaret etmektedir. Vahdet-i vücut anlayışının bir
gereği olarak[9] Veysel Allah’ı başta kendisi olmak üzere bütün mevcudatta
görmektedir:
Göz gezdirdim dört köşeyi aradım / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
İstersen dünyayı gez adım adım / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Çoşar deli gönül misal-i derya / Mecnun’a sahrada göründü Leyla
Gördüğün güzellik hepisi Mevla / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Her nesnede mevcut her celsede can / Anın için dedik biz ona Canân
Evvel ahir odur O’nundur ferman / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Bahar gelir, çiçek olur açılır / Zaman zaman yağmur olur saçılır
Ehl-i aşka mey görünür içilir / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Neyim ne olacak elde neyim var / Karacaoğlan Dertli Yunus soyum var
Mansur’a benzeyen bazı huyum var / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
O cihana sığmaz O’ndadır cihan / O mekâna sığmaz O’ndadır mekân
O devrana sığmaz O’ndadır devrân / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Hayyam’a görünmüş kadehte meyde / Neyzene görünmüş kamışta neyde
Veysel’e görünür mevcut her şeyde / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar[10]
Son kıtadaki “Veysel’e görünür mevcut her şeyde / Ne sen var, ne ben var, bir
tane Gaffar” dizeleri onun Allah telakkisinin en güzel örneklerindendir. Bu dizede o,
vahdet-i vücut anlayışına sahip biri olarak her şeyde Allah’ın kuvvetini, kudretini,
lütfünü, varlığı ile kaim olduğunu, bütün varlıkların onun ezeli ve ebedi varlığına
nazaran bir gölgeden ibaret olduğunu kabul etmektedir. Ona göre güzelliklerin hepsi
Allah’ın güzellikleridir. Her zerrede, Allah’ın tecellisi vardır. Veysel de O’nu “her
nesnede mevcut” ve “her cesette can” olarak görür. Veysel’e göre Allah cihana,
mekana, devrana sığmaz, zaman ve mekandan münezzehtir, çünkü bunların hepsi
ondadır.
Veysel seslerin güzelliğini kulakları ile duyuyor, eşyayı eli ile biliyor, seviyordu.
Gönül gözü ile görüyor, gönül çilesi çekiyor, Allah aşkını içinde duyuyordu. Bir
deyişinde Allah’ı her yerde gördüğü, görebildiği için kendini mutlu saymakta, kalp
gözünün dünyayı böyle görebilmesinden dolayı sevinmektedir:
İzi kayıp, kendi gizli bir yare / Aşkım peşinde gezerim böyle
Sual etsem bülbüllere, güllere / Güllerden kokusun sezerim böyle[11]
Veysel Allah’ı dünyanın yaratıcısı olarak görür. Bütün varlıkların yüce bir
kudretten var olduğunu, bu kudretin her nesnede gizli bulunduğunu kalp gözü ile
varlıklara bakanların, onlardaki yaratıcı kuvveti görebileceğini ifade eder. Bu yaratıcı
kuvvet karşısında şaşkınlığını ve hayranlığını şöyle dile getirir:
Kimse bilmez, dünya nasıl kurulmuş / Her cisime birer zerre verilmiş
Cümle varlık bu kuvvetten var olmuş / Gelen ne, giden ne, yol ne, yolcu ne?
Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet / Her nesnede vardır bir türlü ibret
Veysel’i söyletir bu büyük kuvvet / Söyleyen ne, söyleten ne, sözler ne?[12]
Başka bir şiirinde kainatı yaratanı bir mimara benzetmekte, dünyanın
görünmeyen sağlam temeller üzerinde bina ettiğini vurgulamaktadır.
Bu dünyayı kuran mimar / Ne hoş, sağlam temel atmış
İnsanlığa ibret için / Kısım kısım kul yaratmış
Kazması yok, küreği yok / Ustası var çırağı yok
Gök kubbenin direği yok / Muallakta bina çatmış[13]
Allah dünyayı bir mimar gibi en mükemmel şekilde yaratmış, onu sağlam dağlar
ile muhkemleştirmiştir. Gökyüzü direksiz durmaktadır. Veysel’in bu dizelerinde “Biz
yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı? (Nebe 6-7) ile “Göğe
bakmıyorlar mı, nasıl dikilmiştir?” (Gaşiye 18) ayetlerinden ilham aldığı söylenebilir.
Veysel, Tanrıtanımazlık felsefesinden ömrü boyunca uzak yaşamış kalbini Allah
aşkı ile dolu tutmuştur. Tıpkı Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş gibi, insanı aziz bilmiş,
sevmeye, sevilmeye, birliğe, dirliğe çağırmıştır.
Veysel’de Allah aşkı son mertebesindedir:
Saklarım gözümde güzelliğini / Her nereye baksam Sen varsın orda
Kalbimde gizlerim muhabbetini / Koymam yabancıya Sen varsın orda
Aşkımın temeli Sen bir alemsin / Sevgi muhabbetsin dilde kelamsın
Merhabasın dosttan gelen selamsın / Duyarak alırım Sen varsın orda
Çeşitli çiçekler yeşil yapraklar / Renkler içinde nakışını saklar
Karanlık geceler aydın şafaklar / Uyanır cümle alem Sen varsın orda
Mevcudatta olan kudreti kuvvet / Senden hasıl oldu Sen verdin hayat
Yoktur Sen’den başka ilâ-nihayet / İnanıp kanmışım Sen varsın orda
Hû çeker iniler çalınan sazlar / Kükremiş dalgalar coşar denizler
Güneş doğar perdelenir yıldızlar / Saçar kıvılcımlar Sen varsın orda
Veysel’i söyleten Sen oldun mutlak / Gezer daldan dala yorulur ahmak
Sen ağaç misali biz dalda yaprak / Meyve çekirdeksin Sen varsın orda
Veysel, bir kul olarak bütün içtenliği ile inandığı ve aşık olduğu Yaratanı ile
senli-benli denecek şekilde samimi diyalog kurabilmiştir. Veysel’in; Allah
hakkındaki bazı şiirleri İslam tasavvuf geleneğinde şathiye diye adlandırılan
türdendir. Şathiye, Türk edebiyatının en sırlı türlerinden biri olarak, şairlerin cem
sarhoşluğu içinde Tanrı ile teklifsiz konuştukları çizgi dışı şiirlerdir. Şathiyelerin,
alışılmışın dışında saçma gibi algılanabilen bir anlatımları vardır.[14] Veysel bir
şiirinde şathiye geleneğine uygun duygu ve düşünceler serdetmekte, bir bakıma kendi
deyimi ile “gizli sırları aşikâr etmektedir”[15]
Veysel’in Dünya-Ahiret Anlayışı
Veysel dünyayı geçici bir imtihan yurdu olarak düşünmektedir. Ona göre “sadık
bir dost, bir güler yüz bulmak” için gelinen dünya fısk-u fesat, ıstırap, keder
yurdudur. Nice zenginlerin çarkını çevirmekte, nice kahramanları devirmekte, nice
fakirleri kavurmakta, eline geçeni yutmaktadır. Ancak o a zevale erecek “bir gün tepe
taklak gidecektir.”
Kaldırsam perdeyi, döksem suçunu, / Acap bu işime ne dersin dünya?
Fısk-u fesat kaplamıştır içini / Bu çirkin huyları nidersin dünya?
Dünyaya gelmemde maksat ne idi? / Bir sadık dost bulup dem sürme di.
Arzum bir güler yüz, gül meme idi. / Izdırapla dolu kadersin dünya.
Nice zenginlerin çarkın çevirdin / Nice kahramanı teptin devirdin.
Bunca fakirleri kasdın kavurdun / Herkese bir türlü kadersin dünya
Bükülmez kolların, olmuşsun ağa, / İntikam beslersin bir tek yaprağa,
Akıbet serersin kara toprağa / Onu da bermurad edersin dünya.
Ne zengini kalır ve de fakir / Herkes kazancını sana bırakır.
Beş arşın bez ile yolc-eden ahir. / Eline geçeni yutarsın dünya.
Veysel’i düşürdün ne halden hale, / Kimini gark ettin, yeşile, ala
Zaman gelir sen de eren zevale / Bir gün tepe takla gidersin dünya.[16]
İslam inancına göre dünya; Ahirete giden ebedi yolculukta misafir olunan bir
han, bir duraktır. Bu hana doğumla girilir, ölümle çıkılır. Veysel de dünyayı bu
anlayışla algılamakta terennüm etmekte ölüm ile Allah’a varışı anlatmaktadır:
Uzun İnce Bir Yoldayım
Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim / Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda / Yürüdüm hayli zamanda
İki kapılı bir handa Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyorum / Kalmaya sebep arıyorum
Gidenleri hep görüyorum / Gidiyorum gündüz gece
Düşünülürse derince / Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca / Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel işbu hale / Gah ağlaya gâhi güle
Yetişmek için menzile / Gidiyorum gündüz gece.[17]
Veysel ölüm gerçeğine hazırlanmaktadır: “Muradı maksudu hepisi yalan /
Ölümlü dünyada hakikat gördüm” Ona göre, ecel, kaçılamaz gelecektir, kaçmaya da
gerek yoktur; çünkü insan yaratıcısına kavuşacaktır: “Ecel gelir, ölüm haktır /
Saklanmaya imkan yoktur.”
Nitekim Veysel bütün canlıların topraktan yaratıldıklarına ve ona döneceklerine
inanmaktadır. “Cümle canlı hep topraktan / Var olmuş emr Hak’tan[18] Bu dizeler de
“İnsanı ateşle pişmiş kuru çamurdan yarattı” (Rahman, 14) ayetinin şiirsel anlatımı
mahiyetindedir. “Aslıma karışıp toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süserim”[19]
dizeleri de toprağa dönüleceği inancının bir ifadesidir.
Veysel’in Ahlak Anlayışı
Veysel güzel ahlaktan yanadır ve güzel ahlaka sahip insanlardan oluşan bir
toplum arzulamaktadır. Bireysel hatta toplumsal düzeyde ahlakın tefessüh
etmesinden ve geleneksel değerlerin yok olmasından çok mustariptir. Dünyanın ve
insanların bozulmasından, bereketin ortadan kalkmasından, ebeveyne ve büyüklere
saygının azalmasından, yalan, rüşvet, hile, yetim hakkı yeme gibi kötü huyların
yaygınlaşmasından yakınmaktadır.
Ne acaip zamana uğradık / Kanaat bereket biri kalmadı
Ahır şer demişler sözleri sadık / Ataların sözü geri kalmadı
Terbiye kalmadı ebeveynde / Lezzet yok dünyanın hiçbir şeyinde
Herkes alır satar kendi reyinde / Kimsenin kimseye zoru kalmadı
Alışta verişte kalmadı karar / Saatler saati gün günü arar
Millet birbirinin kanını sorar / Açık gözüz derler körü kalmadı[20]
Bir başka şiiri
Ortadan kalkardı günah musibet / Aşikar olurdu hak, hakikat
Herkes için açık olurdu Cennet / İşte hiyle, sözde yalan olmasa
İnsanoğlu doğru yoldan sapmazdı / İşte hiyle, sözde yalan olmasa
Türlü türlü felaketler düşmezdi / İşte hiyle, sözde yalan olmasa
Ne bir yetim hakkı ne de bir rüşvet / Yanmazdı gönüller olurdu hep şad
Derdim anlatırken denmezdi kapat / İşte hiyle, sözde yalan olmasa.[21]
Veysel’in Toplumsal Birlik Anlayışı
Aşık Veysel dini; toplumsal birlik ve bütünlüğün temel kaynaklarından biri
olarak telakki etmektedir. Din, dil, ırk, renk ve mezhep ayrımını dine, hakikate, tarihe
ve insanlığa karşı işlenen bir suç olarak görmüştür.
Köken olarak Alevi bir aileden gelmesine ve Alevi bir muhitte yetişmesine
rağmen, o bir tek dizesinde bile anlamsız mezhep kavgasına katılmamıştır. O,
yüzyıllarca önce, Araplar arasında tamamen siyasi sebeplerle ortaya çıkan, kanlı
iktidar kavgasının müsebbiplerini, yirminci yüzyılda kendi soydaşları arasında
aramanın anlamsız, ve gereksiz olduğunu hemen her fırsatta haykırmıştır.
Veysel’e göre bu ülkenin insanını birleştirecek ortak değerler, Allah, Peygamber,
Ademoğlu olma, şehitlik, gazilik, dört hak kitap, kardeşlik, birlik, dirlik ve
insanlıktır.
Allah birdir, Peygamber hak / Rabbü’l-alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak / Söyleyelim geldi sırası
Kürtü, Türkü ne Çerkezi / Hep Adem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi / Yanlış var mı ve neresi?
Kur’an’a bak İncil’e bak / Dört kitabın dördü de hak
Hakir görüp ırk ayırmak / Hakikatte yüz karası
Binbir ismin birinden tut / Sende benlik nedir sil at
Tuttuğun yolda doğru git / Yoldan çıkıp olma asi
Yezid nedir, ne Kızılbaş / Değimliyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş / Söndürmektir tek çaresi
Kişi ne çeker dilinden / Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden / Hakikat bunun burası
Şu alemi yaratan bir / Odur külli şeye kadir
Alevi-Sünnilik nedir? / Menfaattir varvarası
Veysel sapma sağa sola / Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir bela / Dava insanlık davası[22]
Veysel bu kavgadan duyduğu ıstırabı şöyle demektedir: “Ateşi iki tarafın
cahilleri yellendiriyor. Kökümüzden kopan cahiller türlü ayrılıklar meydana
getiriyorlar. Çünkü ayrılıktan onların menfaatleri var. Biri “Hakkullah” toplayacak,
öteki de “cerre” çıkacak. Velhasıl cahillik ifritleri menfaat farfarasının memesine
yapışmışlar sömürüp duruyorlar. Olan da millete oluyor.[23]
Y. Bülent Bakiler’in bir hatırası Veysel’in bu konuya yaklaşımına açıklık
getirmektedir. Bakiler, 1955 kışında Veysel’i Ali Baba Mahallesi’nde İğneci Ali’nin
evinde, ziyaret etmiştir. Veysel, dostları ile bir yer sofrasındadır. İçlerinden biri
hemen Veysel’i “Aman aşık, dikkat et, bu gelenler bizden değil, ikisi de Sünni, ona
göre konuş Haa! diye uyarır. Veysel kaşığı elinden attığı gibi kızgın, kırgın ve öfkeli
bir ses tonu ile şöyle der:
Yahu, ne demek, bunlar bizden değil sözü? Yahu, ne demek, Alevilik, ne demek
Sünnilik? Hala mı siz-biz kavgasındayız. Bu gelenler, Türk mü Türk; Müslüman mı
Müslüman; insan mı insan! Daha var mı “Bu bizden değil, sizden değil” kavgası?
Allah aşkına bırakın bu kafayı. Ben hoşlanmıyorum, bu ikilikten… Senlik, benlik
kavgasına değil. Adam olun! Adam, Adem! Herkesle iyi geçinin.[24]
Veysel’in Toprak Anlayışı
Veysel’in inanç, duygu ve düşünce dünyasında toprak büyük yer tutmaktadır. O,
tüm canlıların topraktan yaratıldıklarına ve ona döneceklerine inanmaktadır. “Cümle
canlı hep topraktan / Var olmuş emr Hak’tan[25] Bu dizeler de “İnsanı ateşle pişmiş
kuru çamurdan yarattı” (Rahman, 14) ayetinin şiirsel anlatımı mahiyetindedir.
“Aslıma karışıp toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süserim”[26] dizeleri de toprağa
dönüleceği inancının bir ifadesidir.
Aynı özden, topraktan gelen insanlar / canlılar Veysel’e göre sevilmeye layıktır.
O toprak ile insan arasındaki kopmaz bağın farkındadır. İnsan ile toprak ilişkisini
şöyle kurar: “Toprak şiirini 1944’te Çifteler’de yazdım. Ben bir çiftçi ailesinden
geliyorum. Bu bakımdan toprağın insan hayatındaki değerini çok iyi bilirim. Toprak
görüşüm çok büyük. Çünkü bize her şeyi o görüyor. … Toprak kimsenin hakkını
yemez, kimseyi aldatmaz. Yeter ki toprakta çalışılsın, toprağa önem verilsin. İnsanlar
içinde toprak tabiatlı kimseler var. Çok iyi insanlar var. Aramak, bulmak lazım. Ama
toprak tabiatlı insanlar çok az. Çünkü insanoğlunun tabiatında “nefs” denen hırslı
duygu var. O nefs olduğu için bakıyorsunuz, insan hiddetleniyor. Ama toprak
hiddetlenmiyor. Toprağa ceza versen bile, yine saygı gösteriyor, ürün veriyor.
Toprak kötülüğe iyilikle mukabelede bulunuyor.”[27]
Banim Sadık Yarim Kara Topraktır
Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sadık yarim kara topraktır
Aşık Veysel ilk insanın Hz. Adem olduğunu da kabul etmektedir:
Adem’den bu deme neslim getirdi / Bana her türlü meyve
Bütün kusurumuzu toprak gizliyor / Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor / Benim sadık yarim kara topraktır.
Gün gelir Veysel’i bağrına basar / Benim sadık yarim kara topraktır.
Aslıma Karışıp Toprak Olunca
Aslıma karışıp toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süslerim.
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar / Gök yüzünde dalgalanır seslerim
Ne zaman toprakla birleşse cismim / Cümle mahluk ile bir olur ismim
Ne hasudum kalır ne de bir hasmım / Eski düşmanlarım olur dostlarım
Evvel de topraktır sonra da adım / Geldim gittim bu sahnede oynadım
Türlü türlü tebdilâta uğradım / Gâhi viran şen olurdu potlarım
Benden ayrılınca kin ve buğuzum / Herkese güzellik gösterir yüzüm
Topraktır cesedim, güneştir özüm / Hava yağmur uyandırır hislerim
Alimler âlemi ölçer biçerler / Hanını eler biçerler
Bu dünya fanidir konar göçerler / Veysel der ki gel barışak küslerim
Banim Sadık Yarim Kara Topraktır
Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sadık yarim kara topraktır
Nice güzellere eğlendim kaldım / Ne bir vefa gördüm ne fayda budum
Her türlü isteğim topraktan aldım / Benim sadık yarim kara topraktır
Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi / Yemek verdi, ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi / Benim sadık yarim kara topraktır
Adem’den bu deme neslim getirdi / Bana her türlü meyve yetirdi.
Her gün beni tepesinde götürdü / Benim sadık yarim kara topraktır
Karnın yazdım kazmayınan, belinen / Yüzün yırttım, tırnağınan, elinen
Yine beni karşıladı gül ilen / Benim sadık yarim kara topraktır
İşkence yapınca ban gülerdi /
Bütün kusurumuzu toprak gizliyor / Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor / Benim sadık yarim kara topraktır.
Gün gelir Veysel’i bağrına basar / Benim sadık yarim kara topraktır.
Sonuç Yerine
Veysel, karşımıza bir aşık, bir arif, bir filozof, bir abasız-postsuz derviş, bazen de
bir vaiz olarak çıkmaktadır.
O, Yaratan’a, yaratılana, kainata kalp gözüyle bakmış, hakkı ve hakikati layıkıyla
görmeye çalışmış bir hak ve halk aşığıdır. İslam'ın temel ilklerine samimiyetle
inanmış, hayatını bir mümin ve Müslüman olarak sürdürmüştür. Daima, dirlik ve
düzenlik içinde bir toplum hayal etmiş; dinî, ahlakî ve millî değerlere sahip çıkmıştır.
İnsanlara gönül gözü ile, Allah’a, aşka, sevgiye ve kardeşliğe giden yolu
göstermiştir.
Din üzerinden kazanç elde etmek isteyenler, toplumsal barış ve huzur bozmaya
çalışanlara karşı mücadele etmiştir. Hiç kimseyi, inancından veya mezhebinden
dolayı kınamamış; siz-biz ayrımını aşmış hepimiz derecesine ulaşmıştır. Hepinize
teşekkür eder, saygılarımı sunarım
Oturum Başkanı
Sayın Seyfettin ERŞAHİN'e teşekkür ederiz. Veysel Örneği gerçekten dikkat
çekici bir örnekti, tekrar teşekkür ediyoruz. Sayın dinleyiciler, oturum burada bitiyor.
Müsaade ederseniz bir iki cümle de ben söylemek istiyorum. Sayın Başkan, ben
ciddî ciddî düşünmeye başladım. Bu “engelli” terimi de tam yerine oturmuyor. Bu
kadar meşhurlar çıkmış, hiç de engel olmamış. Demek ki, insan insanlığının hakkını
verirse, rahatlıkla bu engelleri aşabiliyor. O halde asıl engellilik, görebildiği halde
gerçekleri görememek, konuşabildiği halde gerçeği ifade edememek, düşünebildiği
halde aklının hakkını tam verememekte yatıyor. Yüce kitabımız Kur'ân, sabahleyin
de söylendi “gözler kör olmaz.” yani, bizim körlük zannettiğimiz şey körlük değildir
diyor Yüce Rabbimiz, “asıl o göğüslerdeki kalpler kör olur" buyuruyor. Allah bizi bu
tür engellilerden korusun diyorum. Hepinize en derin sevgilerimi ve saygılarımı
sunuyorum.
Konfederasyon Başkanı bir şey söylemek istiyor. Buyurun.
Ahmet Faruk ÖZTİMUR
Sayın Başkan, değerli hocalarım; bir gün boyunca, sabahtan beri bize çok güzel
bilgiler aktardınız. Hepiniz tebliğlerinizde ciddî araştırmalar var, onun müzakereleri
yapıldı. Tabiî, biz bu özlemi uzun zamandır yaşıyoruz ve tenkitler ediyoruz. Daha
önce biz engelliler için bir şeyler yapılmadı. Biz de dini vecibelerimizi yerine
getirmek istiyoruz. Bizlerle ilgili neler varsa, yapmamız gereken kolaylıkları bize
anlatması gerekir. Biz bunları belki araştırmış, bir kısmını bulmuş insanlarız; ama,
çoğu özürlümüz daha evinden dışarı çıkamıyor. Şimdi evinden çıkamayan, sandalye
bulamayan engellilerimiz var. Dârüşşefekalar ve darülacezeler açmış, kuş sesiyle
zihinsel özürlülere destek vermiş, onların eğitimini ve rahatlamasını sağlamış
Osmanlı’nın torunları olarak engellilere daha fazla hizmet verilsin istiyoruz. Sizler,
bizim ufkumuzu açtınız. Biz bunları bekliyorduk. Bunların daha büyüklerini
istiyoruz. Bu bir başlangıç. Daha bilimsel noktalara...
Bize "engelli", "özürlü", "sakat", "topal", "kötürüm", "a'ma" ve "kör" denilmiş
önemli değil, önemli olan toplumun bakışı. Biz hâlâ toplumda dilenci
pozisyonundayız. Siz Diyanet İşleri Başkanlığında, Din İşleri Yüksek Kurulu'nda
engelli bir profesör, engelli bir doçent, engelli bir doktor var mı?. Bizde müsteşar var
mı, genel müdür var mı? İşte engel… Bu ayrımcılık. Ben bu kürsüye kendimi çıkıp
konuşamıyorum, ben tekerlekli sandalyemi kullanabiliyorum. Ben buraya tekerlikli
sandalye ile kendim çıkamıyorsam ben mi engelliyim yoksa mimari mi engelli?
Burada deminden beri işaret diliyle arkadaşım konuşuyor, siz onu anlamıyorsunuz,
Bu arkadaşım, hastaneye gittiği zaman işaret dilini bilen yok. Mahkemeye gittiği
zaman da onu anlayan yok. Camide bu dili bilen hoca da yok. Şimdi bu konuşuyor,
duymuyorsanız. Kim engelli?
O yüzden, bir görme engelliye, biz onun ufkunu açamıyorsak, ona hitap eden kim
engelli demektir. Siz bizim, bugün tenkit ettiğimizi, sağ olsun İsmail KARAGÖZ
Hocamızın projede büyük emeği var. Sizlerin çok güzel araştırmaları var. Biz
camiam adına, yüreğimizdeki isteklerimizin bir başlangıcı, bir adımı olarak
görüyoruz. Bizim susamışlığımız var. Bu çalışmalarınız için hepinizden Allah razı
olsun diyorum ve camiamız adına da teşekkür ediyorum. Yarın bu devam edecek.
Ama, bunun devamını da temenni ediyoruz. İnşallah devamını getireceğiz. Bu suyu
bize içirdiniz, artık yemeğini ve baklavasını yiyeceğiz ve böylelikle Türkiye’nin
önünü açıp, engelli insanların da bu ülkede var olduğunu gerçeğini ortaya koyacağız.
Sizler de bu işin önünü açacaksınız, üniversitelerde, diğer yerlerde engelli arkadaşlar
olunca, onların önünü açın, onlara destek olup söz ve karar sahibi konuma getirin ki,
bu kürsülerde bizim devamlı aktarmaya gerek olmadan, içinizde bu tartışmalar
yapılsın ve önümüz açılsın.. Çok teşekkür ediyorum.
Oturum Başkanı
Sayın Başkana biz de teşekkür ediyoruz bu katkılarından ötürü.Yarın Saat
9.30’da tekrar buluşmak üzere, hepinize en derin sevgilerimi ve saygılarımı
sunuyorum.
Dipnotlar
[1] İlk defa 1944’te Ankara Halkevleri Genel Merkezi’nce Deyişler; ikincisi
1949’da Sazımdan Sesler, son olarak İş Bankası’nca 1970’de Dostlar Beni Hatırlasın
adıyla yayınlanmıştır
[2] Yavuz Bülent Bakiler, “Aşık Veysel’de Milli Ülkü”, Sivas Folkloru, 1973,
no. 5.
[3] Aşık Veysel’in Dini inanç, duygu ve düşünceleri için bkz. Kaya Çetin, Aşık
Veysel’de Dini Düşünce, AÜİF. Lisans Tezi, 1994. Biz bu tebliğimizde söz konusu
çalışmadan yararlandık.
[4] İsmail Özmen, Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, V, Kültür Bakanlığı yay.
Ankara, 1998, 263.
[5] Ümit Yaşar Oğuzcan, Dostlar Beni Hatırlasın, İstanbul, 1991, 205.
[6] Oğuzcan, 57.
[7] Dostlar Seni Unutmadı, haz. Metin turan, Gülağ Öz, Osman Yılmaz, Kültür
Bakanlığı, Ankara 1999, 115.
[8] Sazımdan Sesler, 29.
[9] Vahdet-i vücut kısaca şöyle açıklanmaktadır: “bir şeyin hiçten meydana
gelmesi mümteni olduğu için, mahlukatın da Hakk’ın vücuduyla var olması, yani
O’nun esmâ ve sıfat tecellilerinin tezahürlerinden ibaret bulunması gerekir.” Selçuk
Eraydın, Tasvvuf ve Tarikatler, İstanbul 1981, 119.
[10] Oğuzcan, 25.
[11] Oğuzcan, 107.
[12] İstanbul Maarif Kütüphanesi, Aşık Veysel, Hayatı ve Şiirleri, İst. 1956, 32.
[13] İbrahim Arslanoğlu, Aşık Veysel, Sivas, 1967, 30.
[14] Şath, ilahi aşk halinin sarhoşluğu ile söylenen, halkın anlamakta güçlük
çekeceği veya rahatsız olacağı sözlerdir. İnançlardan teklifsizce, alaycı bir dille söz
eder gibi yazılır veya söylenirlerse de zahiren saça asınla bu sözlerin tasavvufi deruni
manaları vardır. Bazı mutasavvıfları, vecd ve istiğrak halinde kendi iradeleri dışında,
manasını düşünmeden söyledikleri, içinde bir iddia ve akla aykırı bir taraf bulunan ve
dıştan, şeriata muhalif gibi görünen aşırı derecede söz olup, bu söz kabul veya
reddedilmediği gibi, onu söyleyen de bunan dolayı muaheze edilemez.” Bkz. Camal
Kurnaz, Mustafa Tatçı, Türk Edebiyatında Şathiyye, Ankara 2001.
[15] Bu konudaki şiiri Tanrıya Hitap adını taşımaktadır. Bkz. Sazımdan Sesler, 910.
[16] Sazımdan Sesler, 13-14.
[17] Oğuzcan, 62.
[18] Arslanoğlu, 33.
[19] Oğuzcan, 31.
[20] Sazımdan Sesler, 5.
[21] Oğuzcan, 62.
[22] Oğuzcan, 57.
[23] Hakkullah; Bektaşilerin gelirlerinin beşte birini ehl-i beyt hakkı olarak Hacı
Bektaş Veli Dergahı’na veya Alevi delere, ocaklara verdiği para. Cer de Sünnilerin
halktan topladığı yardım.
[24] Bakiler, agm.
[25] Arslanoğlu, 33.
[26] Oğuzcan, 31.
[27] Bakiler, agm.
<<
>>

Benzer belgeler