ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM (sempozyum
Transkript
ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM (sempozyum
...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) Sayfa:1/39 >> İÇİNDEKİLER ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM TAKDİM Açılış Konuşmaları I. OTURUM KUR'ÂN’IN ENGELLİLERE YAKLAŞIMI Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Prof. Dr. İdris ŞENGÜL Doç. Dr. Fikret KARAMAN ENGELLİLER İLE İLGİLİ HADİSLERİN ANALİZİ Doç. Dr. Bünyamin ERUL Prof. Dr. İsmail Hakkı ÜNAL Dr. Ekrem KELEŞ II. OTURUM İSLAM’IN ENGELLİLERE TANIDIĞI KOLAYLIK VE RUHSATLAR Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Dr. İbrahim PAÇACI Dr. Mehmet CANBULAT İSLAM KÜLTÜRÜNDE ENGELLİ MEŞHURLAR Doç Dr. Mehmet Emin Özafşar Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN III.OTURUM ENGELLİLERİN SORUNLARINA PANAROMİK BİR YAKLAŞIM Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY Vedat BAŞER Yunus BAYRAKTAR Fikret GÖKÇE ENGELLİLERİN VE AİLELERİNİN EĞİTİMİ VE REHABİLİTASYON Ülker ERGİN Prof. Dr. İsmail DOĞAN Prof. Dr. KENAN GÜRSOY IV. OTURUM KİŞİSEL VE KURUMSAL BAĞLAMDA ENGELLİLERİN DESTEKLENMESİ Prof. Dr. İsmail DOĞAN Ahmet Faruk ÖZTİMUR Dr. Ahmet ONAY ÜLKEMİZDE ÖZÜRLÜLÜK VE SOSYAL POLİTİKANIN OLUŞTURULMASI Dr. Mehmet AYSOY Dr. Güler SAYGIN Necla ASLANKURT ÖZÜRLÜ POLİTİKASINDA POZİTİF AYRIMCILIK Osman ÇETİNKAYA Yrd. Doç. Dr. Naci KULA ÖZÜRLÜLER YASA TASARISI Hüdai EKİNCİ Rıdvan NİZAMOĞLU DEĞERLENDİRME OTURUMU Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Ahmet Faruk ÖZTİMUR KAPANIŞ KONUŞMASI Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet AYDIN [ ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ] ÜLKEMİZDE ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM - SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ (20-21 Aralık 2003 ANKARA) YAYINA HAZIRLAYAN Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ SEMPOZYUM TERTİP HEYETİ Başkan Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Üyeler Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ Yaşar ÇOLAK Sekreter Fevzi ERARSLAN REDAKSİYON Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ KATILIMCILAR Prof. Dr. BAYRAKTAR Mehmet Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. BOLAY Süleyman Hayri Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Prof. Dr. DOĞAN İsmail Ankara Eğitim Fakültesi Prof. Dr. DÖNDÜREN Hamdi Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. GÜNGÖR Mevlüt Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. GÜRSOY Kenan Galatasaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. SARIÇAM İbrahim Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. ŞENGÜL İdris Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. ÜNAL İsmail Hakkı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. YAZICI Nesimi Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Doç. Dr. ALTUNTAŞ Halil Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Doç. Dr. ERŞAHİN Seyfettin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Doç. Dr. ERUL Bünyamin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Doç. Dr. KARAGÖZ İsmail Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Doç. Dr. KARAMAN Fikret Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Dr. ÖZAFŞAR Mehmet Emin Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yrd. Doç Dr. KULA Naci Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dr. AYSOY Mehmet Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkan Vekili Dr. CANBULAT Mehmet Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. KELEŞ Ekrem Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. ONAY Ahmet Diyanet İşleri Başkanlığı Teftiş Kurulu Üyesi Dr. PAÇACI İbrahim Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Dr. SAYGIN Güler Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkan Yardımcısı ASLANKURT Necla Otistik Çocukları Koruma Derneği Başkanı BAŞER Vedat Türkiye Ortopedik Özürlüler Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi BAYRAKTAR Yunus İşitme Engeliler Milli Federasyonu Başkanı ÇETİNKAYA Osman Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı Danışmanı EKİNCİ Hüdai Başbakanlık Hukuk Müşaviri ERGİN Ülker SHÇEK Daire Başkanı GÖKÇE Fikret Zihinsel Özürlüler Federasyonu Başkanı NİZAMOĞLU Rıdvan I. Hukuk Müşaviri Vekili ÖZTİMUR Ahmet Faruk Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanı << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:2/39 [ TAKDİM ] >> TAKDİM İnsan, Allah'ın en kıymetli ve en değerli yaratığıdır. Yer yüzünde ve göklerde bulunan bütün varlıklar onun hizmetine sunulmuştur. İlâhi emanetleri o yüklenmiş, yer yüzüne o halife yapılmıştır. O, aklı ve iradesi, duygu ve yetenekleri, sorumluluğu ve ilâhî sınava tabi tutulması ile diğer varlıklardan ayrılmaktadır. O, kendisi iyi ve kötü olana yönelebileceği gibi başkaları tarafından da yönlendirilebilir. İnancı, ameli, ahlakı ve davranışları ile yaratıldığı safiyet (ilâhî fıtrat) üzere kalabileceği gibi aşağıların aşağısına (esfele sâfilîn) da inebilir. Çünkü nefsi düşmanıdır, şeytan düşmanıdır, nefsânî ve şehevâni zafiyeti vardır. Bu itibarla onun iyiye ve doğruya yönlendirilmesi ve eğitilmesi, tedip ve terbiye edilmesi, ona doğruların ve gerçeklerin öğretilmesi gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığı bir görev üstlenmiştir: "Toplumu din konusunda aydınlatma görevi". Bu görevi her kesimden insanımıza götürmek durumundadır. Sayıları sekiz buçuk milyonu bulan özürlü ve engelli insanlarımıza bu görevin daha bir itina ile götürülmesi gerekir. İşte elinizdeki kitap, bu görev sorumluluğu sonucu ortaya çıkmıştır. 2003 yılının başlarında sayın Devlet Bakanımız Prof. Dr. Mehmet AYDIN, Diyanet İşleri Başkanı Vekili sayın Rıdvan ÇAKIR'a engelliler ile ilgili bir proje hazırlattırılmasını istemiştir. Rıdvan ÇAKIR konuyu Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanına iletmiş,Kurul başkanlığı da bu görevi tarafıma vermiştir. Tarafımdan hazırlanan proje 11/06/2003 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu'na sunulmuştur. Proje Kurul'da görüşülmüş ve kabul görmüştür. Bunun üzerine Başkanlık Makamı’nın 30/06/2003 tarih ve 42 sayılı oluru başkanlığımda Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ ve Dini Yayınlar Dairesi Başkanı Yaşar ÇOLAK'tan oluşan “Engellilere Yönelik Din Hizmetleri Komisyonu” kurulmuştur. Projede; 1) Görme engellilere yönelik olarak temel dînî bilgileri içeren teyp kasetleri, cd’ler, WCD'ler ve Braille Kur’ân elifbası hazırlanması; 2) İşitme engelliler için; Diyanet Saati'nde programlar yapılması, programlarda âyet ve hadis mealleri ile temel bazı dînî bilgilerin alt yazı ile verilmesi; 3) İslam’ın engellere tanıdığı ruhsat ve kolaylıkları içeren “temel dini bilgiler” kitabı hazırlatılması; 4) Dünya Özürlüler Günü (3 Aralık) ve Sakatlar Haftası (10-16 Mayıs) münasebetiyle yayınlar yapmılması; 5) Belirli camilerde hutbelerin işaret diliyle anlatılması; 6) Ortopedik engellilerin camilere rahatça girebilecekleri ortamın hazırlanması, özellikle cuma ve bayram namazlarında engellilere yer ayrılması; 7) İşitme engelliler için cami girişlerine namaz vakitlerini gösterir levhalar/yazılar konulması; 8) İslam’ın engellilere tanıdığı ruhsat ve kolaylıkların hutbe ve va’zlarda anlatılması; 9) Dünya Özürlüler Günü (3 Aralık) ve Sakatlar Haftasında (10-16 Mayıs) konferans, seminer ve paneller düzenlenmesi, camilerde konu ile ilgili va’z yapılması ve hutbe okutulması; 10) Kur'ân okumayı öğrenmek isteyen görme engelliler için Kur'ân Kurslarında tedbir alınması; 11) Eğitim merkezlerinde Kur'ân kursu öğreticileri ile cami görevlilerine yönelik hizmet içi eğitim kursları düzenlenmesi; 12) Umre ve hacca gitmek isteyen engelliler için özel kafile oluşturulması; 13) Engelliler için Mekke ve Medine’de Hareme yakın evler kiralanması; 14) Umre ve hacda engellilere hizmet verecek personelin özel olarak eğitilmesi; 15) Diyanet Web Sitesinde engellilere yönelik bir köşe açılması ve bu sitede onlara yönelik dini ve ahlâki bilgiler verilmesi hususları yer almıştır. 19/07/2003 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet AYDIN'ın başkanlığında Diyanet İşleri Başkanı, Başkan yardımcıları ve birim amir, Türkiye Sakatlar Konfederasyon ve bağlı federasyonların başkan veya temsilcileri, engellilere yönelik çalışmalar yapan bazı kurum yetkililerinin katıldığı bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantıda proje ele alınmış ve kabul görmüştür. Proje, 16 Temmuz 2003 tarih ve 45 sayılı Başkanlık oluru ile yürürlüğe konulmuş ve projede yer alan hususların uygulanması için birimlere 16 Temmuz 2003 tarihinde 336 sayılı bir yazı gönderilmiştir. Bu yazı üzerine birimler projede yer alan teklifleri uygulamaya başlamışlardır. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı, “Engelliler Bölümünde Yer Almasını Arzu Ettiğiniz Hususlar” konulu bir anket hazırlamış ve bu anketi, Başkanlığımız Web Sitesinde “Ayın Anketi” bölümüne koymuştur. Dini Yayınlar Dairesi Başkanlığı; a) Diyanet Saati programlarında zikredilen ayet ve hadislerin mealleri ile konuşmacıların ifadelerinden önemli bölümleri, işitme engelliler için spot olarak alt yazı ile vermeye başlamıştır. b) “Kur’ân Okumaya Giriş” adlı eserin “BRAİLLE” alfabesine çeviri işlemlerini yaptırmış ve eseri basım safhasına getirmiştir. c) “Müslüman Gençlere Din Bilgisi” adlı eserin “BRAİLLE” alfabesi ile bastırılması çalışmalarını başlatılmıştır. d) Görme engellilere yönelik İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak ilkelerini konu alan “Kalpten Görenler” isimli bir radyo dramasının senaryosunu sipariş etmiştir. e) İslâm’ın engellilere tanıdığı ruhsat ve kolaylıkları içeren bir kitabın hazırlanması siparişini vermiştir. f) 31 Ekim-02 Kasım 2003 tarihleri arasında yapılacak olan Birinci Dini Yayınlar Kongresinde, görme özürlü bir ilim adamı olan İsmail ÇAKICI'nın “Ülkemizde Engellilere Yönelik Dini Yayınların Mevcut Durumu Ve Geleceğe Yönelik Perspektifler” konulu bir tebliğ sunmasını kararlaştırmıştır. Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, 15 Ağustos 2003 tarih ve 6606 sayılı bir yazı ile taşra teşkilatına gönderdiği talimatta; a) Belirli camilerde işaret dili ile hutbelerin anlatılması, b) Ortopedik engellilerin camilere kolaylıkla girebilmelerini sağlayacak düzenlemelerin yapılması, c) İşitme engelliler için cami girişlerine namaz vakitlerini gösterir levhaların konulması, d) İslam dininin engellilere tanıdığı ruhsat ve kolaylıkların vaazlarda anlatılması, e) 3 Aralık Dünya Özürlüler Günü ve 10-16 Mayıs Sakatlar Haftasında konu ile ilgili konferans, panel ve seminerler düzenlenmesi, mahalli televizyon ve radyolarda programlar yapılmasını talep etmiştir. Din Eğitimi Dairesi Başkanlığı; Kur’ân okumayı öğrenmek isteyen işitme ve göreme engelliler için Kur'ân kurslarında tedbir alınmasını istemiş ve bu engellilere din eğitim ve öğretimi verebilecek elemanların yetiştirilmesi için Kur'ân Kursu öğreticileri arasından seçilecek görevlilerin eğitilmelerini 2004 yılı çalışma programına almıştır. İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, 18 Temmuz 2003 tarih ve 5800 sayılı bir yazı ile taşra teşkilatından ülke çapında mahallince belirlenen 1173 camide özürlülerin ibadet etme imkanlarını sağlayıcı fiziksel düzenlemelerin yapılması çalışmalarının başlatılması talimatını vermiştir. 9 Ekim 2003 tarihinde Başkanlık Merkezinde Diyanet İşleri Başkanının başkanlığında ikinci bir toplantı yapılmıştır. Bu toplantıya başkan yardımcıları, birim başkanları, Türkiye Sakatlar Konfederasyonu başkanı, Konfederasyon bağlı federasyon başkanları veya temsilcileri, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkan vekili, SHÇEK temsilcisi ve diğer ilgili kurum yetkilileri katılmıştır. Bu toplantıda Aralık ayı içerisinde bir sempozyum yapılması kararı alınmıştır. Komisyonumuz, 20/10/2003 tarihinde toplanmış ve sempozyumun 20-21/12/2003 tarihinde yapılamasının, sempozyumda "Kur'ân’ın Engellilere Yaklaşımı", "Engelliler İle İlgili Hadislerin Analizi", "İslam Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar", "İslam’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylık Ve Ruhsatlar", "Engellilerin Sorunlarına Panaromik Yaklaşım", "Engellilerin Ve Ailelerinin Eğitimi Ve Rehabilitasyonu", "Kişisel Ve Kurumsal Bağlamda Engellilerin Desteklenmesi" ve "Sosyal Hayat Ve Engelliler" konularının işlenmesinin uygun olacağının, bu konuların Türkiye Sakatlar Federasyonuna ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığına gönderilmesinin uygun olacağı görüşüne varmıştır. Komisyonumuz, tebliğ sunacak ve müzakere yapacak akademisyen ve bürokratlarla görüşmüş, gereken bütün hazırlıkları yapmış ve sempozyum 20-21 Aralık 2003 tarihinde halka açık olarak 35 bilim adamının tebliğci ve müzakereci olarak katılımı ile Ankara Kocatepe Camii Konferans salonunda gerçekleştirmiştir. Sempozyum, Diyanet İşleri Başkanının açış konuşması ile başlamıştır. Açılışta Devlet Bakanı Güldal AKŞİT de bir konuşma yapmıştır. Sempozyumun kapanış konuşması Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet AYDIN tarafından yapılmıştır. Sempozyumun birinci gününde iki oturum yapılmıştır. Birinci oturumda Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ, "Kur'ân'ın Engellilere Bakışı", Doç, Dr. Bünyamin ERUL, "Engelliler ile İlgili Hadislerin Analizi"; ikinci oturumda; Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN, " İslam'ın Engellilere Tanıdığı Ruhsat ve Kolaylıklar" ve "Doç. Dr. Mehmet Emin ÖSZAFŞAR, "İslam Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar" başlıklı tebliğler sunmuşlar ve her tebliğler bilim adamı tarafından müzakere edilmiştir. İkinci gün üç oturum yapılmıştır. Birinci ve ikinci oturumlarda; Zihinsel Özürlüler Federasyonu başkanı İsmet GÖKÇE, "Engellilerin Sorunlarına Panoramik Yaklaşım", Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu Daire başkanı Ülker ERGİN, "Engellilerin ve Ailelerinin Eğitimi ve Rehabilitasyonu", Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanı Ahmed Faruk ÖZTİMUR, "Kişisel ve Kurumsal Bağlamda Engellilerin Desteklenmesi", Başbakanlık Özürlüler Dairesi Başkanı Vekili Dr. Mehmet AYSOY, "Ülkemizde Özürlülük ve Sosyal Politikanın Oluşturulması", Başbakanlık Özürlüler Dairesi Başkanlığı Danışmanı Osman ÇETİNKAYA, "Özürlü Politikasında Pozitif Ayırımcılık Perspektifi" ve Başbakanlık Hukuk Müşaviri Hüdai EKİNCİ ise "Özürlüler Yasa Tasarısı" başlıklı tebliğler sunmuşlar ve bu tebliğler bilim adamları veya sivil örgüt temsilcileri tarafından müzakere edilmiştir. Üçüncü oturumda sempozyumun değerlendirilmemsi yapılmıştır. Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 05/02/2004 tarih ve 29 sayılı kararı ile sempozyumda sunulan tebliğ ve müzakere metinleri ile yapılan konuşmaların Diyanet Web Sitesine yüklenmesi kararını alınmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, engelli ve özürlülere yönelik hizmetlerini sürdürecektir. Bu alanda hizmeti geçen herkese şükranlarımı sunuyoruz. Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:3/39 [ Açılış Konuşmaları ] Türkiye Sak. Kon.Bşk. Ahmet Faruk ÖZTİMUR Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet AYDIN'ın mesajı Devlet Bakanı Güldal AKŞİT AÇILIŞ Sunucu: Fevzi ERASLAN >> Sayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanım, değerli bilim adamları, sivil toplum örgütlerinin değerli temsilcileri, yazılı ve görsel basının kıymetli mensupları, saygıdeğer konuklar. Başkanlığımız, toplumu din konusunda aydınlatma görevi çerçevesinde ürettiği hizmetlerden toplumun tamamının yararlandırılması ilkelerinden hareketle toplumsal bilinç oluşturulması amacıyla, sayıları 7,5 milyonu aşan engelli vatandaşlarımıza yönelik yeni bir hizmet hamlesi başlatmıştır. Bu çerçevede düzenlemiş olduğumuz sempozyumumuza hoş geldiniz diyorum. İzninizle, şimdi programımızın akışını takdim etmek istiyorum Saygı duruşu ve İstiklal Marşı. Kur’ân-ı Kerim okunması Protokol konuşmaları ve telgraf metinlerinin okunması ve Tebliğlerin sunulması ve müzakereler. Saygıdeğer konuklar, saygı duruşu ve İstiklâl Marşına davet ediyorum….. Saygıdeğer konuklar, programımızın bu bölümünde Kur’ân-ı Kerim okumak üzere, Kocatepe Camii İmam Hatibi Kadir TEMEL'i mikrofona davet ediyorum…. Değerli misafirler, programımızın bu bölümünde, Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanı Sayın Faruk ÖZTİMUR konuşmalarını yapacaklar. Arz ediyorum. Faruk ÖZTİMUR Sayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanım, çok değerli Özürlüler İdaresi Başkanım, eski bakanlarım, eski milletvekillerim ve çok değerli hocalarım, değerli akademisyenler, Diyanet İşleri Başkanlığının çok değerli temsilcileri, Türkiye Sakatlar Konfederasyonuna bağlı değerli federasyon başkanları ve değerli mensupları; gerçekten çok heyecanlı ve önemli, yıllardır özlemini yaşadığımız, gündeme getirmek için büyük çaba sarf ettiğimiz konunun, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından dile getirilmesi bize mutluluk veriyor. Biz nasıl ibadet yaparız, nasıl camiye gideriz? Yakınlarımız, ebeveynlerimiz, dostlarımız vardır, onları son yolculuğuna uğurlamaya camilere nasıl geliriz, nasıl ulaşırız? Her gün Kocatepe Camii’ne gelirken, 4-5 kişinin yardımıyla merdivenleri çıkabiliyoruz. Her yakınımızı, hatta özürlüler için yıllardır hizmet etmiş Sakatlar Derneğimizin kurucularının son yolculuğunda bakıyoruz özürlüler bir kenarda, abdesthaneye giremiyor ve orada, onların Cenaze Namazında bulunamıyor ve maalesef konuyu büyük bir kısmı bilemiyor. Yıllardır vaazlar veriliyor, işitme engelliler için işaret lisanıyla çeviri yapılamıyor. Birdenbire, yeni gelen Diyanet İşleri Başkanımın önderliğinde ve Sayın Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ’ün hazırladığı bu güzel projeyle, büyük bir sevinç yaratan, yüreğimizi hoplatan çok önemli mesajlar geliyor. Bir taraftan Diyanet İşleri Başkanlığı kabartma Kur’ân-ı Kerimi bastırdı ve bizlerin hizmetine sundu. Diğer taraftan ilk defa Diyanet İşleri Başkanlığı bizlere iftar yemeği verdi. 3 Aralık Dünya Özürlüler Gününde camilerde ve televizyonlarda dini programlar yapıldı. İki gün boyunca özürlülerin sorunları ve çözüm önerileri konuşulacak. Diyanet İşleri Başkanım ve diğer yetkililere ve hizmeti geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum. Mezarlıklara giremiyoruz, bu, belediyelerin konusu. Camilere giremiyoruz. Hac ibadetini yapmak istediğimiz zaman sorunlar çıkıyor. İnşallah iki gün boyunca sorunlarımız tartışılacak. Bu bizler için çok önemli. Katılım, engellilerden çok daha fazla olabilirdi; ama, ben biraz önce telefonlar aldım, ülkemizin şartları, bir taraftan mimari engeller, bir taraftan üst geçitler, bir taraftan kaldırımlar, bir de kar öyle bir vurdu ki, buraya çok ulaşmak isteyen arkadaşlarımız gelemediler. Ben bu meseleyi daha fazla uzatmayarak, burada bize destek veren, güç verenlere, hepinize şükranlarımı sunuyorum. Sağ olun, var olun, bizim için çok önemli olan bir konuyu gündeme getirdiğiniz için, camiam adına, 8,4 milyon engelli adına teşekkür ediyorum, sağ olun var olun. Sunucu Türkiye Sakatlar Konfederasyonu Başkanına teşekkür ediyorum. Değerli konuklar! Şimdi konuşmalarını yapmak üzere Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU'nu kürsüye davet ediyorum. Buyurun sayın Başkanım. Prof. Dr. ALİ BARDAKOĞLU Sözlerime, bizleri yaratan, bizlere sayısız ve sınırsız nimetler bahşeden, hayatı ve ölümü, yoksulluğu ve zenginliği, sağlığı ve hastalığı veren ve bunları da amellerimizin hangisinin iyi olacağını denemek için yarattığını beyan eden Yüce Allah’a hamd ederek ve O’nun dinini bizlere ulaştıran Hazret-i Peygamber’e salatü selam ederek başlıyorum. Sayın Bakanım, seçkin konuklar, basınımızın kıymetli mensupları; Federasyon Başkanımız bizlere teşekkür etti. Aslında, bizim onlara teşekkür borcumuz var; çünkü, bize bu alandaki yapmamız gerekenleri ve sorumluluklarımızı hatırlattı. Kendilerine ve bütün arkadaşlarına ayrı ayrı teşekkür ediyorum Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, engelli vatandaşlarımızın sorunları konusunda duyarlılığımızı artıracağına ve çözüm üretimi konusunda yol gösterici olacağına inandığımız ve bu amaçla düzenlediğimiz sempozyumumuza katıldığınız için hepinize teşekkür ediyor, hoş geldiniz diyorum. Selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Ülkemizde yaşayan engelli vatandaşlarımızla ilgili olarak yapmamız gerekenler konusunda, açık söylemek gerekirse, modern dünyanın çok gerisindeyiz. Şüphesiz bunun, sosyal, ekonomik, kültürel birçok sebebi vardır. Ama, bunlar, elbette ki, yapmamız gerekenlere mazeret teşkil edemez. Önce şunu söylemek isterim ki; engelli olgusuna bakışımız, son beş on yıldır, ülkemizde ciddî bir değişime uğradı. Bu, işin başlangıcı olsa bile, sevindirici bir husustur. Biz, Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, konuya bakışımızı daha sağlıklı bir standarda çekmek, bu konudaki sorunları ve çözüm önerilerini bütün detaylarıyla birlikte görebilmek için, böyle bir sempozyuma ihtiyaç duyduk. Anlayışlarımızın düzeltilmesi ve toplumumuzun bilinçlendirilmesi açısından, üzerimize düşen sorumlulukları ve neler yapabileceğimizi, böyle bir bilimsel toplantıda ele almayı son derece gerekli gördük. Saygıdeğer dinleyenler, insan bedensel ve ruhsal yapısıyla bir bütündür. Bedenleri ve ruhları yaratan ise Yüce Allah’tır. Yüce Allah, bize, irade, sınırlı bir hayat ve belli imkânlar vermiştir. Bütün bunlarla bizi, bu dünyada bir sınava tabi tutmaktadır. Herkes kendi iradesinden sınırları ve imkânları nispetinde sorumludur. Engelli insanın görevi, kendi iradesine ve yeteneklerine sahip çıkmasıdır. Engelli olmayanın görevi ise, onları anlamaya ve hayatın bir parçası olarak görmeye çalışması ve kendi imkânlarını onlara açabilecek bir bilinç düzeyine ulaşmasıdır. Buna bir lütuf olarak bakmak, hem incitici, hem de ciddî anlamda ahlaki bir zaaftır. Çünkü, toplum halinde yaşamanın ve insan olmanın bir bedeli ve bir sorumluluğu vardır. Öyleyse, engelli vatandaşlarımıza karşı insani ve sosyal açıdan sorumluyuz. Bu sempozyumun bize, öncelikle bu sorumluluklarımızı hatırlatmasını, ama derinden hatırlatmasını, daha sonra da çözüm önerileri konusunda yol göstermesini temenni ediyorum. Açıkça ifade edelim ki, kişinin engelli oluşu, insan hak ve hürriyetleri açısından bir engel teşkil etmez. Bütün insanlar, insan olmanın onur ve nimetini ortaklaşa paylaşmalıdır. İnsanlara güçleri ve imkânları nispetinde sorumluluk yüklemek, insan haklarına saygının ve adaletin gereğidir. Zaten, kişilere kaldıramayacağı sorumlulukların yüklenemeyeceği, Kur'ân’ın genel bir hükmüdür. İslâm’ın insana bakışının belki de en önemli özelliği, insanı insan olarak saygın ve değerli sayması, gönül huzurunu ve sevgiyi ön planda tutmasıdır. Bütün engelli kardeşlerimizi, İslâm’ın bu insani bakış ekseninde değerlendirmeliyiz. Toplumumuzdaki engelliler sorununun kaynağını, engellilerde değil belki engelli olmayanlarda aramak daha doğru bir yaklaşımdır. Saygıdeğer dinleyenler, biliyoruz, bizim Diyanet İşleri Başkanlığı olarak imkânlarımız nispetinde yaptıklarımız ve bundan sonra da yapabileceklerimiz vardır. Kabartma Kur'ân basımı, bazı camilerde hutbenin işaret diliyle anlatımına başlanması, camilerin ve benzeri müştemilatının fizik mekânlarında engellilerin yararlanmasına yönelik iyileştirmelerin yapılması mevcut projelerimizden sadece bir kısmıdır. Ancak, bugüne kadar yapılanlar konusunda övünülecek bir noktada olmadığımızı da itiraf etmeliyim. Öncelikle eğitim sorununa eğilmeyi ve bu alanda öncü adımlar atmayı hedefliyoruz. Özellikle din eğitimi veren kurumların yapılarının engelli vatandaşlarımızı da kapsayacak şekilde gözden geçirilmesi, mevcut eksikliklerin giderilmesi öncelikli hedefimizdir. Bununla birlikte, dini yayınlar konusunda da planladığımız bazı projelerimiz vardır. Mesela, dinin engellilere bakışını yansıtan ve engelli ailelerini bilgilendiren bir kısım eserlerin hazırlanması, bunların ilgili kitlelere ulaştırılması, işaret dili destekli ve altyazılı görsel yayınların çoğaltılması, proje kapsamındaki önceliklerimizdendir. Bu sempozyumun, ülkemizin temel sorunlarından biri olan engelliler konusunda ufuk açıcı ve çözüm üretici çabalara katkı sağlamasını niyaz ediyor, katılımcılara teşekkürlerimi ve engelli kardeşlerime de sevgilerimi, selamlarımı sunuyorum. El ele verirsek, yarınların bugünlerden daha güzel olacağına inancımızı tekrarlayarak, saygılarımı sunuyorum. Sunucu Sayın Başkanıma teşekkür ederim. Değerli misafirler! Sayın Devlet bakanımımız Prof. Dr. Mehmet AYDIN yurtdışında bulunduğu için sempozyumumuzun açılışına katılamadılar. Ancak bakanımızın mesajlarını Devlet Bakanlığı danışmanı sayın Ulvi ATA okuyacaklardır. Buyurun. Ulvi ATA Sayın konuklar, Bakanlığıma bağlı Diyanet İşleri Başkanlığımızın, çok önemsediğim teşebbüslerinin bir başlangıcı olarak “Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslam” konulu sempozyumda aranızda olamadığım için üzgünüm. Sizlere gönül coğrafyamızın önemli merkezlerinden, Özbekistan’dan selâm ve saygılarımı sunuyor, aşağıdaki ifade ve tespitlerimle şahsımı aranızda saymanızı istirham ediyorum. Ülkemizde % 10 civarında engelli vatandaşımızın bulunduğu, bunun aile ve çevreleriyle birlikte toplumumuzun yaklaşık 3/1’ine tekabül ettiği, konuyla ilgili araştırmacılar tarafından dile getiriliyor. Civarında diyorum., çünkü engellik konusundaki ölçü, biraz da insanların kendilerini nasıl tanımladıkları veya gördükleri meselesiyle alâkalıdır. Bu, konunun bir tarafı. Diğer tarafı ise olaya yaklaşım meselesidir. Konuya, insan tasavvurumuz açısından temel bir yaklaşım getirmek istiyorum. İnsanı; sorumlulukları, yetenekleri ve özgürlükleri açısından bir bütün olarak ele almak gerekir. Sorumluluk; insan olmaktan, yaratılıştan gelen bir olgudur. İnsanı Allah yaratmış ve maddî-manevî birtakım imkânlarla donatmıştır. Bunlar beden, ruh, akıl, dil, mekan, tarih, çevre vs. olarak uzayıp gider. İnsan, kendisine bahşedilen bu nimetlerle felsefî anlamda söylersem, kendini kendi kılarak, kendini oluşturarak yeteneklerini ortaya çıkarır. Bunlarla varolan dünyaya tutunur ve ötelere açılım sağlar. Sonra özgürlük meselesi gelir. Özgürlük hem içe doğru, yani insanın kendini özgürleştirmesi, kişiliğini bulması, insan olduğunun farkına varmasıyla ilgilidir; hem de dışa doğru, yani hukuk alanıyla ilgilidir. Türkiye’de yaşayanlar, bütün meselelerine yaklaşımda bu üç bağlamı görmek ve dikkate almak durumundadırlar. Engelli kardeşlerimizin birikmiş, ihmal edilmiş, ciddiye alınmamış birçok sorununun olduğunu yakinen biliyorum. Bunların devleti ilgilendiren; Milli Eğitimi ilgilendiren, Diyanet İşleri Başkanlığımızı ilgilendiren, Belediyeleri ilgilendiren, sivil toplum kuruluşlarını ilgilendiren boyutları vardır. Hatta aile ve çevreleriyle birlikte bütün toplumu ilgilendiren boyutları vardır. İşte böylesine geniş bir alanda pratik sonuçlara ulaşmak gerçekten kolay değildir. Bununla meselenin boyutunu, bağlamını ve sınırlarını ortaya koymak istiyorum. Hükümetimizin bir bakanı olarak kanaatim, olayın bütünsel bir bakışla ele alınmasından yanadır. Bu hususta hükümetimizin elinden geleni yapacağına olan inancım tamdır. Bugüne kadar engelli kardeşlerimizin sorunlarına yaklaşım hep parçacı bir yaklaşım olmuştur. İnşallah, anlatmaya çalıştığım genel bakış açımızı biran evvel hayata geçirmeyi başarır, Türkiye’de sorunların kurumların kısa zamanda nasıl çözüme kavuştuğunu görme imkânı bulmuş oluruz. Bu bilimsel toplantının sonuçlarını bu açıdan değerlendireceğiz. Engelli ve engelsiz vatandaşlarıma kafalarımızdaki ve gönüllerimizdeki engelleri kaldıralım diyoruz. Gerisi, el ele verip çalışılarak halledilebilecek bir meseledir.Hepinize başarılar diliyorum. Sunucu Ulvi beye teşekkür ederim.Değerli konuklar! Şimdi Devlet Bakanımız Güldal AKŞİT Hanımefendi konuşmalarını yapacaklardır. Buyurun sayın Bakanım. Güldal AKŞİT Değerli konuklar, seçkin bilim adamları, kıymetli basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlarken, engelliler konusunda İslâm dünyasında bir ilkin gerçekleştirilmesine vesile olan değerli bakan arkadaşım Prof. Dr. Sayın Mehmet AYDIN’a, Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Ali BARDAKOĞLU’na ve emeği geçen tüm değerli bürokratlarımıza, bilim adamlarımıza teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarak sözlerime başlamak istiyorum. "Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm Sempozyumu"nun düzenlenmesi suretiyle, daha önceden bu çerçevede tartışılmamış bir konunun, böylesi seçkin bir toplulukla tartışılacak olmasından fevkalade memnuniyet duyduğumu ifade etmek istiyorum, dışarıdaki kötü hava şartlarına rağmen buraya gelerek sempozyuma katılan herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Sempozyumun konu başlıklarına baktığımızda, "Kur'ân’ın Engellilere Yaklaşımı", "Engellilerle İlgili Hadislerin Analizi", "İslâm’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylık ve Ruhsatlar", "İslâm Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar", "Engellilerin Sorunlarına Panaromik Yaklaşım", "Engellilerin ve Ailelerinin Eğitimi ve Rehabilitasyonu", "Kişisel ve Kurumsal Bağlamda Engellilerin Desteklenmesi" ve "Sosyal Hayat ve Engelliler" gibi hayatî öneme sahip konuların değerlendirileceğini ve tartışılacağını görüyorum. Konuya bu çerçevede bakılmış olması, özürlü tabiri yerine –benim de kullanmaya özen gösterdiğim- engelli ifadesinin kullanılması, gerçekten takdire şayan bir durumdur. Değerli katılımcılar, dünyada engelli nüfusu 500 milyonu aşmıştır. Gelişmiş ülkelerde alınan önlemlerin gelişmiş ortamlarda bile tartışıldığı günümüzde, ülkemizdeki durumu da tekrar bir gözden geçirmekte fayda var diye düşünüyoruz. Çünkü, uluslararası toplantılarda konuyu tartışırken, gelişmiş Batı ülkelerinin engelli profilinin, genelde 60 yaş ve üzerinde olduğunu gördük. Bizde ise bu sınıf, daha çok genç sınıfı, 20-30 yaş arası grubu ifade etmektedir. Engelliler meselesi, temelde bir insan hakları meselesidir. Engelli hakları, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Özürlü Hakları Bildirgesi, Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri ve Özürlülerin Fırsat Eşitliği Konusunda Standart Kurallar gibi çeşitli uluslar arası sözleşmelerle güvence altına alınmıştır. Bunun, Birleşmiş Milletlere üye ülkelerin imzalamış olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde, toplumları oluşturan fertlerin insan olmasından kaynaklanan haklara sahip olması, evrensel ilke olarak kabul edilmiştir. Anayasamızın 61 inci maddesi,"Devlet, sakatların korunmalarını, toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır" diyerek, bu hizmetin devlet güvencesinde verilmesini öngörmüştür. Görüleceği üzere, ulusal mevzuat, uluslararası sözleşmelerle engellilerin hakları güvence altına alınmıştır. Yüce Dinimiz İslâm’ın en önemli evrensel değerleri arasında çocuklara, kadınlara, yaşlılara, engellilere sahip çıkılması da yer almaktadır. Geleneğimizde ise, Yunus Emre’nin deyişiyle, yaratılmışı severiz Yaratan'dan ötürü anlayışı doğrultusunda, tarih boyunca engelli insanlara karşı yakın ilgi ve şefkatle yaklaşıldığını görmek bizi mutlu etmektedir. Onlar, daima toplumun ayrılmaz birer parçası halinde görülmüşlerdir. Bu sempozyum süresince, çok değerli bilim adamlarımız ve ilgili diğer kişiler, konuyu ayrıntılarıyla ele alacak ve Yüce Dinimizin konuya bakışı konusunda hepimizi aydınlatacaklardır. Değerli katılımcılar, Hükümetimiz, engelliler konusuna büyük önem vermektedir. Nitekim, Hükümet Programımızda, konuyla ilgili olarak aşağıdaki ifadelere yer verilmiştir: “Hükümetimiz, işsizleri, fakirleri, düşkünleri, hastaları, özürlüleri gözeten, onların insan onuruna yakışacak şekilde yaşamalarını sağlayacak bir sosyal devlet anlayışını uygulamaya koyacaktır. Çağımızın devlet anlayışında, engellilerin kendi kendine yetmesi, belli bir bilgi ve kültür düzeyine ulaşması, meslek edinip üretken hale gelmesi ve çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurarak toplumsal hayata katılmasının sağlanması, devlete yüklenen Anayasal bir görevdir. Devlet, engelli vatandaşlarının eğitim, rehabilitasyon, sağlık, hukuk, yönetim gibi alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle, başkalarına en az muhtaç olarak yaşamalarını sağlayacaktır. Bedensel ve zihinsel engelleri nedeniyle insanlar arasında ayırım yapılmasına izin verilmeyecektir. Bu ilke, Hükümetimizin, engellilerle ilgili politikalarının temelini oluşturmaktadır. Bunların gerçekleştirilmesi için, her türlü tedbir alınacaktır.” Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Hükümetimiz, konuyu öncelikleri arasında ele almış bulunmaktadır; yani, Hükümetimizin öncelikli konuları arasında engelli vatandaşlarımıza hizmet önemli bir yer tutmaktadır. Taahhütlerimizi yerine getirme konusunda gayret ve ciddiyetimizin herkesçe bilinmesini arzu ediyoruz. Engelliler konusu, üzerinde bıkmadan, usanmadan durulması gereken bir konudur. Günümüz dünyasında sorunların çözümü, sorunun tartışılması ve gündemde tutulmasıyla gerçekleşmektedir. Özellikle bu konuya dair yapılacak her türlü katkıya ihtiyacımız vardır. Konuyu gündemde tutmak ve bu sosyal yaranın giderilmesine dair her tür çalışmaya destek vermek Bakanlığım ve bağlı kuruluşum olan Özürlüler İdaresi Başkanlığının temel görevidir. Devlet katında, engellilerle ilgili temsil görevinin ve sorunların çözümünün sadece Bakanlığım ve Özürlüler İdaresi Başkanlığının imkânlarıyla çözülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve konuyla ilgili kişi ve kuruluşların ve özellikle de engellilerin konuya sahip çıkmaları büyük önem arz etmektedir. Biz, engellilerle ilgili olarak, her konuda, herkesin yapacağı çalışmaların da, elimizden geldiğince desteklenmesi ve bu katkıların engelliler adına değerlendirilmesi yönünde Hükümet olarak elimizden gelen gayret göstereceğiz. Bireylerin hayatının her döneminde çeşitli nedenlerle engelliliği yaşayabileceğini düşündüğümüzde, engelliler için yapılacak olan çalışmalara, engelli olan ve olmayan herkesin tam katılımının sağlanması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Değerli katılımcılar, Bakanlık olarak engellilerle ilgili çalışmalarımızdan da kısaca bahsetmek istiyorum. Bakanlığıma bağlı olan Özürlüler İdaresi Başkanlığının kuruluş amacı, ulusal ve uluslar arası kurum ve kuruluşlar arasında işbirliği ve sorunların çözüm yollarını araştırmaktır. Özürlüler İdaresi Başkanlığı, görev alanıyla ilgili olarak önemli çalışmalar yürütmüştür ve halen de yürütmektedir. Bu çalışmaların bir kısmından sizlere kısaca bahsetmek istiyorum. Bugüne kadar yapılmamış olan bir çalışmadan bahsetmek istiyorum öncelikle. Bu, Türkiye özürlüler araştırmasıdır. Bizden önceki dönemde çalışmalar başlamış ve bitirmek bize nasip olmuştur. Bu araştırma sonuçlarına göre –tabiî çıkan sonuçlar çok sevindirici olmasa da- Türkiye’deki özürlülük oranı yüzde 12,29’dur. Bu da, yaklaşık 8,5 milyon nüfusu ifade etmektedir. Tabiî, dünyadaki gelişmiş ülkelerle kıyasladığımızda çok farklı bir oran değildir. Dünya Sağlık Örgütünün rakamlarıyla da örtüşmektedir bu oran. Ancak, bir başka gerçek de vardır ki, ülkelerin sanayileşme oranları arttıkça, gelişmişlik oranları arttıkça, özürlülük oranı da artmaktadır. Bu, Amerika Birleşik Devletlerinde yüzde 15’lere ulaşmakta, Norveç gibi gelişmiş bir ülkede, sorunlarını çözdüğünü düşündüğümüz bir ülkede yüzde 17’leri bulmaktadır. Tabiî, bu araştırma sonuçlarına göre bunların dağılımı da önemli. Yani, sanıldığı gibi doğuştan gelen özür oranları çok da yüksek değildir. Biz, bu çalışma sonuçlarını 2 Aralık günü bir basın toplantısıyla duyurmuştuk; ama, ben, kısaca, burada, sonuçların diğer rakamlarından da bahsetmek istiyorum bilgi olarak. Türkiye’de engelli nüfus oranı yüzde 12,29 olduğuna göre, erkeklerde bu oran yüzde 11,10; kadınlarda ise yüzde 13,45’tir. Türkiye engelli nüfus oranı içinde birden fazla engeli bulunanların oranı ise, yüzde 11,4’tür. Engelli gruplarına göre Türkiye’deki engellilerin dağılımına baktığımızda ise, yüzde 12,29 oranının içinde, ortopedik engellilerin yüzde 1,25; görme engellilerin binde 60, işitme engellilerin binde 37; zihinsel engellilerin binde 48, diğer engellilerin ise yüzde 9,70 paya sahip olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Diğer başlığı altındaki engel gruplarının analizi tamamlanmamakla beraber, ruhsal ve süreğen hastalıkları içermektedir bu grup. Bu araştırmaya göre, ülkemizde 8,5 milyon civarında engelli bulunduğunu daha önce de ifade etmiştim. Bunların aileleriyle birlikte değerlendirdiğimizde, engellilik konusunun 25 milyon insanımızı ilgilendiren sosyal bir sorun olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktayız. Bu sonuçlar, konuyla ilgili olarak yapacak çok işimiz olduğunu bir kez daha bize hatırlatmaktadır. Değerli katılımcılar, uluslar arası mevzuat ve ulusal düzeyde de, Anayasamıza dayanılarak çıkarılmış kanun, tüzük ve yönetmeliklerle engellilerin yaşamını kolaylaştırıcı bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu yasal düzenlemeler yapılmış olmasına rağmen, uygulamadan kaynaklanan sorunlar nedeniyle, özürlülerin çağdaş bir toplumda, çağdaş bir yaşam sürmeleri bakımından eksiklerimiz bulunduğunun da bilincindeyiz. Bu nedenle, üzerinde çalıştığımız bir diğer önemli konu da, engellilere ilişkin bir çerçeve kanun çıkarmaktır. Özürlüler Kanun Tasarısı Taslağı son aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Bu çalışma, bu taslakta, engellilerin sağlık, eğitim, istihdam, rehabilitasyon, bakım ve sosyal güvenliğine ilişkin sorunlarının çözümü ile her bakımdan gelişmelerini ve önlerindeki engelleri kaldırmalarını sağlayacak tedbirleri alarak, topluma tam katılımlarını sağlamayı ve bu hizmetlerin koordinasyonu için gerekli düzenlemeleri yapmayı, bu çalışmaları yaparken konuya bakış açısını ve yaklaşımların çerçevesini ve genel esaslarını belirlemeyi amaçlamaktayız. Yasa taslağına ilişkin çalışmalar, 6 Kasım 2003 tarihli Özürlüler Yüksek Kurulu toplantısında tartışılmış, buradaki eleştiri ve öneriler doğrultusunda taslak metinle ilgili görüşlerin toparlanmasına devam edilmektedir. Taslakta, engellilerin sosyal güvenliği, alacakları sosyal yardımlar, sosyal hayata uyumları, katılımları ve diğer iyileştirmeler ise, tamamen tartışmaya açtığımız ve topladığımız talepleri değerlendirmeye yönelik çalışmalardır. Sağlık, eğitim, rehabilitasyon ve istihdam alanlarında ise, halihazırdaki problemlerin giderilmesi ve geleceğe yönelik vizyonun belirlenmesine ilişkin düzenlemeler ağırlıktadır. Bu çalışmalarımız, engelliler konusunda ciddî, önemli bir atılımın başlangıcı olacaktır. Başta Sayın Başbakanımız olmak üzere, bu konuya Hükümet olarak özel bir önem ve öncelik verdiğimizi belirtmek isterim. Sayın Başbakanımızın 3 Aralıkta düzenlediğimiz bir törende de açıkladığı gibi, tasarıyla yapmayı düşündüğümüz değişiklikler, engelli vatandaşlarımızın talep ve beklentilerinin çok üzerinde olacaktır. Değerli konuklar, bir diğer yeni çalışmamız ise, yeni doğan işitme taraması kampanyasıdır. Bu yöntemle, doğumlarında, ilk üç ay içerisinde yapılacak bazı tetkikler ile çocuklarda işitme kaybı olup olmadığı tespit edilmekte, tedaviye ilk altı ay içinde başlanılması halinde ise, ileriki dönemlerde ortaya çıkan işitme ve konuşma sorunu giderilebilmektedir. 3 Aralık Dünya Özürlüler Günü gibi anlamlı bir günde başlattığımız bu çalışma, binde 37 oranında işitme engelinin bulunduğu ülkemizde, erken teşhisin öneminin farkında olarak başlattığımız kampanya ile doğuştan gelen işitme kayıplarının erken tanısı mümkün olacak ve rehabilitasyon hizmetlerinin en kısa zamanda bireye ulaşması sağlanacaktır. Bu alanda, Başkanlıkça, 2000 yılından bu yana ülkenin iki büyük kadın doğum hastanesinde çalışmalar başlatılmış bulunmaktadır ve bu çalışmaya da, yine, dört üniversitemiz –Marmara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve İzmir Dokuzeylül Üniversitesikatılmakta, onların oluşturacağı yapı içinde de diğer üniversite ve hastanelerle koordinasyon sağlanarak bu çalışmalar sürdürülecektir. Bu kampanyayla işbirliğine girilen hastane ve üniversitelerin sayısı, tamamen artırılarak yurt geneline yayılması sağlanacaktır. Değerli konuklar, sorunların çözümü ancak tüm tarafların katılımının sağlanmasıyla mümkün olabilecektir. Bakanlık olarak yapmayı düşündüğümüz tüm çalışmalarda ilgili tarafların eleştiri, öneri ve katkılarını önemsiyoruz. İnşallah önümüzdeki yıl toplayacağımız İkinci Engelliler Şûrasında, mahallî idarelerimize vizyon verecek olan Yerel Yönetimler ve Engellilik konusunu bu çerçevede tartışacağız. Hükümet olarak, ülkemizde engelliler konusunda gerekli tedbirleri alarak, ihtiyaç duyulan tüm hizmetlerin yaygın ve etkin bir şekilde sunulmasını sağlayarak, tüm engelli bireylerin üretkenliklerini en üst düzeye çıkarmak temel amacımızdır. Bu konudaki iyi niyetimizin ve gayretimizin olumlu neticelerini en kısa zamanda alacağımıza inanıyorum. Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm Sempozyumunun gerçekleştirilmesini sağlayanlara, katılımcılara, dinleyicilere bir kez daha teşekkür ediyor, bu sempozyumun tüm engellilerimiz ve halkımız için hayırlı sonuçlara vesile olmasını diliyorum. Allah hepimizin yardımcısı olsun.Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sunucu Sayın Bakanıma teşekkür ediyorum. Değerli misafirler, programımızın bu bölümünde, sempozyumumuzun açılışına katılamayan, ancak telgraf gönderenlerin isimlerini arz ediyorum: Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, TBMM Başkanvekili Sadık YAKUT, TBMM Başkanvekili Nevzat PAKDİL, TBMM Başkanvekili Yılmaz ATEŞ, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Doç. Dr. Abdüllatif ŞENER, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali ŞAHİN, Devlet Bakanı Sayın Ali BABACAN, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Dr. Mehmet Hilmi GÜLER, Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki ERGEZEN, Maliye Bakanı Kemal UNAKITAN, Sayıştay Başkanı Mehmet DEMİR.. Değerli misafirler, programımızın açılış bölümü burada sona ermiştir. Şimdi, sempozyum bölümüne geçiyoruz. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:4/39 [ I. OTURUM KUR'ÂN’IN ENGELLİLERE YAKLAŞIMI ] I. O T U R U M 20 Aralık 2003 Cumartesi >> Oturum Başkanı Prof. Dr. Nesimi YAZICI Konu KUR'ÂN’IN ENGELLİLERE YAKLAŞIMI Tebliğci Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Müzakereciler Prof. Dr. İdris ŞENGÜL Doç. Dr. Fikret KARAMAN Oturumu Başkanı: Prof. Dr. NESİMİ YAZICI Saygıdeğer Bakanlarım, saygıdeğer milletvekilleri, Sayın Diyanet İşleri Başkanı, Diyanet İşleri Başkanlığının bütün mensupları, Özürlüler Konfederasyonu Başkanı, onun değerli üyeleri, pek sayın katılımcı arkadaşlarım; açılış sırasında yapılan konuşmalarda, bu sempozyumun ehemmiyeti çok güzel dile getirildi. Ben, onun için bir defa daha orada söylenenleri tekrar etmek istemiyorum; ama, bu güzel mekân, Diyanet İşleri Başkanlığımızın Kocatepe Camii yanındaki bu güzel salonu, geçmişte de çok önemli toplantılara mekân oluşturmuştu, bu defa da gerçekten son derece önemli olduğunu düşündüğümüz bir toplantıya ev sahipliği yapmakta. Hakikaten, bu toplantıyı düşünen ve bu aşamaya kadar getirenleri tebrik etmek gerekir. Toplantıların hep başında söylenir, sanki her şey bu toplantıyla bitiverecekmiş gibi bir şey. Bu bir istektir, bu bir iyi temennidir. Bu temenniyi dile getirmekte hiçbir mahzur yoktur; ama, bence bu toplantının bizim ulu, yüce hedefimiz doğrultusunda bir merhale, bir aşama olmasını temenni etmek daha gerçekçidir. Bundan sonra da bu tür toplantılar inşallah yapılır. Toplantının hayırlara vesile olmasını temenni ve Cenab-ı Hak’tan niyaz ederek Birinci Oturumu açmak istiyorum. Bir taraftan tebliğci arkadaşım Doç. Dr. Sayın İsmail KARAGÖZ Bey’i davet ederken şunu ifade etmek istiyorum. Bu toplantıda, konunun her yönünü ele alacak konuşmalar, araştırmalar tertip edilmiş bulunmakta, işin başında da Yüce Kitabımız Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân-ı Kerim’in yaşayan bir timsali olarak Peygamber Efendimizin sünnetinde engellilerle ilgili meseleler ortaya çıkarılacaktır, belirtilecektir. Kur'ân okuyan Kadir TEMEL Hoca Efendi, Abese diye başlayan surede, Kur'ân-ı Kerim’de ne olduğunu bize hem güzel tilavetiyle hem de mealiyle ortaya koydular. Ama, biz Müslümanlar bunu, Abese Suresi 1 400 seneden beri var, biliyoruz; ama bilmediklerimiz de var şüphesiz ve nihayet bilip de uygulayamadıklarımız da var. Şimdi, neyi bildiğimizi, neyi ne kadar bilemediğimizi, Kur'ân-ı Kerim’de ne olduğunu Sayın İsmail KARAGÖZ Bey'den dinleyeceğiz. İsmail Bey, Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi, teftiş kökenli ve ben müsaade ederseniz tekrar etmek istiyorum; Sayın Bakanımız Dr. Lütfi DOĞAN’ın başlattığı ve şüphesiz ondan sonrakilerin de mani olmadığı Diyanet teşkilatı içerisinde akademisyen kadroların yetişmesi faaliyetinin ben bir örneğiyim, ben öyle başladım, İsmail Bey de doçentlik seviyesine, yani üniversitenin dışında ulaşılabilecek akademisyenliğin en üst mertebesine ulaşmış bir arkadaşım.Buyurun İsmail Bey. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:6/39 [ Prof. Dr. İdris ŞENGÜL ] >> Oturum Başkanı Biz de İsmail Beye teşekkür ederiz. Bir taraftan müzakereci arkadaşlarımı kürsüye davet ederken, bir taraftan da şunu söyleyeyim. İsmail Bey, bize, Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini ortaya koyarak, engelliler meselesinde Kur'ân-ı Kerim’le ilgili bir çerçeve çizdiler. Hiç şüphesiz bu çerçeve oldukça özet bir çerçeveydi. Yani, burada her şey, Kur'ân-ı Kerim bağlamında konuşuldu değil, konuşulacak da değil; ama, bir çerçeve ortaya konuldu. Şimdi, bakalım müzakereci arkadaşlarımızın konuşmalarıyla da buna biraz daha açılım kazandıralım. Müzakereci olarak burada görev yapan birinci arkadaşımız Prof. Dr. İdris ŞENGÜL. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde bizim çok güçlü bir tefsir kadromuz var, o kadro içerisinde yer alan değerli elemanlardan birisi. Ben, sözü daha fazla uzatmadan, vurguları iyi yaparak. Ama biraz yavaş konuşalım, böyle bir problem var, buyurun. Prof. Dr. İdris ŞENGÜL Sayın Bakanım, Sayın Diyanet İşleri Başkanı Değerli Hocam. Sayın oturum Başkanı Hocam, saygıdeğer ilim adamları ve pek muhterem dinleyenler, Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Her şeyden önce T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tertiplemiş olduğu “Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm Sempozyumu”nun gerçekleşmesinde emeği geçen bütün ilgililere tebrik ve takdirlerimi arz etmeyi bir vecibe addediyorum. Şahsımı da Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ Bey’in hazırlamış olduğu “Kur’ân’ın Engellilere Yaklaşımı” konulu tebliğin müzakerecisi olarak sempozyuma davet ettikleri için ilgililere ayrıca teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. Sayın Karagöz’ün sunmuş olduğu “Kur’ân’ın Engellilere Yaklaşımı” konulu tebliğinden dolayı huzurunuzda kendilerini ayrıca tebrik ediyorum. Tebliğ liyakatle sunulmuştur.Dolayısıyla tebliği tartışma noktasında fazla bir şey söylemeyeceğim. Sadece tebliğle ilgili önemli hususların altını çizmek, teyit etmek ve belki bir iki küçük ilave olarak addedilebilecek özlü ifadelere yer vererek sözlerimi tamamlamak istiyorum. Evet, özetle Kur’ân-ı Kerîm’e göre insan, başka hiçbir varlığın yüklenemeyeceği sorumluluğu taşıyabilecek donanıma, ahsen-i takvimde, mükerrem ve yeryüzünde halife olarak yaratılan, diğer bütün varlıkların kendi emrine ve hizmetine sunulduğu, varlık içinde sahip olduğu üstün konumu ve farklı kimliği sebebiyle yüce Allah’ın kendisine muhatap kıldığı, meleklerin imrenip Şeytan’ın kıskandığı yaratılış harikası olarak ifade edilebilecek üstün bir varlıktır. İşte potansiyel olarak insanlık vasfına sahip, insanlık kimliğini taşıyan herkes; siyahı- beyazı, doğulusu–batılısı, Arab'ıTürk'ü, engellisi–engelsizi hepsi bu üstün konum ve şerefte ortaktırlar. Sayın Karagöz’ün de tebliğinde işaret ettiği gibi Kur’ân-ı Kerîm engellilerle engelli olmayanların eşit olmadığına bir durum tespiti, bir gerçeği ifade etme noktasında değişik vesilelerle işaret etmektedir. Ancak maddî azalar itibariyle engelli olmanın insanlık kimliğine, insanlık şahsiyetine bir zarar vermediği gerçeğini de Kur’ân’ın bütünlüğü çerçevesinde anlamak mümkündür. O kadar ki, İslâm Hukuk Metodolojisinin önemli konusu olan Ehliyet (Yani kapasite, insan oluş gerçeği) bahsinde incelendiği gibi; bir insanın varoluşunun gereği olarak engelli-engelsiz ne olursa olsun “Vücûb Ehliyeti” adı verilen hak ehliyetine sahip olduğu, dolayısıyla insan olarak varoluşundan kaynaklanan her ferdin leh ve aleyhinde birtakım hakları olduğu bir gerçektir. Bu anlamda ana rahmindeki bir ceninin bile bir kişiliği ve dolayısıyla kendisine terettüb eden hakları vardır. Ancak yine Fıkıh Usûlü ilminde eda ehliyeti=fiil ehliyeti olarak ifade edilen ve insanı Allah’a karşı muhatap kılıp sorumlu kılacak olan temel esas, kriter kişinin temyiz gücüne sahip olmasıdır. Mümeyyiz olmayanlar veya temyiz kabiliyeti nakıs olanlar durumlarına göre sorumluluktan ya muaf olurlar veya kendilerine, sahip oldukları imkân ve şartları ölçüsünde bir sorumluluk yüklenir. Bedenî engelliler için de aynı ölçü geçerlidir. Kısacası engelli ve engelsizlerin nimetkülfet dengesi çerçevesinde farklı sorumluluklara sahip olmaları Kur’ân-ı Kerîm’in, ﻌﮭﺎ ﺎ إﻻوﺳ ﻒ اﷲ ﻧﻔﺴ “ ﻻ ﯾﻜﻠAllah hiç kimseye gücünün yetmediği bir şeyi yüklemez” prensibinin bir yansımasıdır. O halde açıktır ki, ister insanların kendi hataları sonucunda ortaya çıksın, isterse kişinin kendi iradesi dışında, ilâhî kader sonucu insana arız olsun, her türlü engellilik halleri, sorumluluk açısından dezavantaj değil, bilakis engellilik türüne göre insanlık kimliğini kaybetmeden ilâhî adaletin gereği sorumluluğu hafifleten veya tümüyle kaldıran bir konudur. Allah katında genelde bütün varlıkların değeri maddî ölçülere göre olmadığı gibi, özelde de insanın değeri maddî kalıplara göre değildir. Allah katında insanların en değerlisi en fazla takva sahibi olandır. Muhakkak ki Allah insanın şekline değil, kalbine, niyetine ve amellerine bakar ve ona göre değer verir. Bu sebepledir ki, Kur’ân’ın 80.Abese suresinin ilk ayetlerinde konu edildiği gibi, Allah’a ve Peygamber’e yönelen görme engelli Abdullah ibn-i Ummi Mektûm’un inkâr ve şirk içinde olan, hakkı kabule yanaşmayan Kureyş toplumunun zengin ve itibarlı ileri gelen eşrafından daha değerli, saygıdeğer ve ilgi gösterilmesi gereken bir kişi olduğu noktasında Hz.Peygamber(s.a.v.)’in uyarılması gerçekten anlamlı ve ibretlidir. Dolayısıyla her türlü engellilik, ister doğuştan olsun ister sonradan arız olsun DünyaAhiret boyutunda değerlendirilmelidir. Sadece dünya hayatı çerçevesinde değerlendirilecek olursa birçok konuda olduğu gibi Allah’ın sonsuz rahmetinden, hikmetinden ve adaletinden söz etmek mümkün değildir. Tabiatıyla tek boyutlu değerlendirmeler bizi son derece mükemmel ve hikmetle yaratılan topyekün varlığın ve hayatın da hiçbir anlama gelmediği sonucuna götürür ki, böyle bir sonuç, Rahmân, Rahîm, Hakîm, Alîm gibi v.b. sayısız isim ve sıfatlara sahip olan Allah için muhaldir. Yine Değerli araştırmacı meslektaşım İsmail Bey’in de tebliğinde Kur’ân’daki ayetler çerçevesinde vurguladığı gibi, insanı insanlığından çıkarıp en aşağı konumlara sürükleyen maddî engellilik olmayıp, asıl tehlikeli olanın mecâzî engellilik olması gerçeğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de azaları sağlam, idrak melekeleri kusursuz olmasına rağmen peygamberleri dinlemeyen, Allah’ın sayısız ayetlerini anlamayan ve görmeyenler sağır, dilsiz, kör ve aklını kullanmayanlar olarak nitelenmişlerdir. Kıyamet’te de yüzüstü sürünür halde hakiki kör, dilsiz ve sağır olarak hasredilecekleri ve hepsinin Cehennem’e atılacağı beyan edilmiştir. Konuyla ilgili bu özet ifadeler bir yana, yeryüzünü imar etme, adalet ve hakka dayalı bir hayatı kurma sorumluluğu bulunan insanın görevi, her zaman olduğu gibi çağımızda da ilmin ve teknolojinin bütün imkânlarını kullanarak engellilerin hayatını kolaylaştıracak, mutluluklarına vesile olacak her türlü planlama ve düzenlemeyi yapmasıdır. Sayın Karagöz’ün de tebliğinde belirttiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’de çok net bir şekilde İsâ (as)’ın, körleri ve alaca hastalığını iyileştirmesi, hatta geçici olarak ölüleri diriltmesi mucizeleri ve yine Ya’kûb (a.s.)’ın, oğlu Yûsuf(a.s.)’ın kokusunu uzaktan almasıyla daha önce üzüntüden kör olan gözlerinin açılması ve Eyyûb (a.s.) örnekleriyle işaret ve hatta teşvik edildiği gibi, insanlık her türlü engellilerin tedavi yollarını, imkânlarını Allah’ın izni çerçevesinde aramalıdır. Şüphesiz bu da Yüce Yaratıcının insana sonsuz rahmet ve ikramının eseri olarak bahşettiği insanlık potansiyelinin bu alemde gerçekleştirilmesinin anlamlı tezahürlerinden birisi olarak sevap ve iyilik defterine geçecektir. Tekrar teşekkür eder, saygılar sunarım. Oturum Başkanı Biz de İdris ŞENGÜL Beye teşekkür ediyoruz. Şimdi, müzakere sırası, yine Diyanet İşleri Başkanlığımızın değerli elemanlarından Fikret KARAMAN Bey'de. Kendisini biz, uzun yıllar sürdürdüğü Elazığ müftülüğünden ve orada göstermiş olduğu üstün performansından tanırız. Ama, şimdi, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olarak bir süreden beri hizmet veriyor. Bu hizmet devresinde de faydalı işler yapacağına inancımız tam. İnşallah öyle olur.Buyurunuz. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:7/39 [ Doç. Dr. Fikret KARAMAN ] >> Doç. Dr. FİKRET KARAMAN Sayın Bakanlarıma ve sayın Diyanet İşleri Başkanıma ve salonda bulunan hazırunu saygıyla selamlıyorum. Benim daha önce trafik kazaları üzerinde bir araştırmam vardı. Bu konudaki makaleler de bizim Başkanlığımızın yayınları arasında yayınlanmıştır. Şu anda bizim arşivimizde mevcut. Dolayısıyla, değerli meslektaşım İsmail KARAGÖZ Bey, bu konuyla ilgili çalışmayı bana tevdi ederken, Kur'ân-ı Kerim’de hepimizin dikkatini çeken bir ayeti kerime var, mealen hemen dikkatinize sunmak istiyorum “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (Bakara, 2/195). Gerçekten, bu ayeti kerimenin meali üzerinde ciddî anlamda düşünürsek, bugün trafik kazaları, iş kazaları ve benzeri, bizden kaynaklanan olayların büyük bir kısmının tedbirsizliğimizden kaynaklandığını ifade etmek isterim. Dolayısıyla, bu çalışmamızın başlığı da "Tevekkül, Kader ve Trafik Kazaları" şeklindedir. Dolayısıyla değerli Hocamızı, bu konuyu Kur'ân-ı Kerim’e dayalı olarak çok bilimsel bir şekilde getirmiş oldular. Ben de, zamanı değerlendirmek açısından hemen konuya geçmek istiyorum. Fert, aile, toplum ve diğer kurumlar gibi, devletin manevi çatısı altında yer alan gerçek ve tüzelkişiler, sorumluluklarını yerine getirdikleri takdirde, sonradan meydana gelebilecek kaza ve olayları önlemek ya da azaltmak mümkün olabilecektir. Böylece, doğuştan gelen hastalık ve engellerle meşgul olmak daha kolay olacaktır. Günlük hayatımızda bizi en çok meşgul eden ve yüreğimizi ağzımıza getiren trafik ve iş kazaları ile yanlış tevekkül ve kader anlayışının sonucu ihmal edilen veya geciken sağlık tedavileri yüzünden ölüm dahil engelliliğin acı tablolarını beraberinde getiren olaylara dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlardan birincisi, günümüzün korkulu rüyası haline gelen trafik kazalarıdır. Çağımızda insanın hayatı, teknolojinin ürünü ve günlük hayatımızın bir parçası haline gelen motorlu araçların seyir biçimlerini düzenleyen trafik kurallarına âdeta emanet edilmiştir. Bu ciddî ve tabiî hareketliliğin sonucu olarak, karşılıklı hak, hukuk ve önemli bir sorumluluk anlayışı karşımıza çıkmaktadır. İnsanın topluma hizmet amacıyla ortaya koyduğu bu yeniliklerin kendi hayatını tehdit etmesi halinde duyarsız kalması düşünülemez. Ayrıca, hayatımız ve tabiî ihtiyaçlarımızla iç içe olan bu yenilikleri, Yüce Dinimizin, diğer bir ifadeyle sünnetullahın dışında tutmak da mümkün değildir. Çünkü, bu kainat, Yüce Allah tarafından, belirli bir düzen içinde yaratılmıştır. Nitekim, şu ayeti kerime de, bu hususu teyit etmektedir: “Her şeyi belli bir ölçü ve düzen içinde yarattık” Her şey belli bir ölçü ve düzen içinde yaratıldığına göre, trafik kaidelerinin de bu ilahi düzen içinde insanlara zarar vermeyecek şekilde bir işleyişi olmalıdır. İşte o zaman, makine ve ona dayalı olan diğer motorlu vasıtalar insan için bir nimet ve lütuf olabilir. Ne yazık ki, uygulamadaki ihmal ve tedbirsizlikten dolayı, çoğu zaman bu nimet acı ve ıstıraba dönüşmektedir. Zira, her geçen gün, yazılı ve görsel basında yüreğimizi kanatan ve gözlerimizi yaşartan yeni trafik olaylarına şahit olmaktayız. Evinden işine ya da yola çıkan bir yakınımızın, dışarıda geçirdiği süre veya biraz gecikmesi bile bize bir korku ve ıstırap nedeni olmaktadır. Hatırlanacağı üzere, bir an önce idrak ettiğimiz bir Ramazan Bayramı tatilinde meydana gelen trafik kazalarında 126 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 316 kişi de yaralı veya değişik düzeylerde engelli olarak bakım ve tedaviye muhtaç duruma düşmüşlerdir. Yine, yapılan bir araştırmaya göre, ülkemizde son 30 yıl içinde, yani 1970 ve 2000 yılları arasında 12 000 kişi trafik kazalarında hayatını kaybetmiştir. Bu rakam, orta ölçekli bir veya iki ilimizin nüfusuna tekabül etmektedir. Aynı kazalarda sakat kalan, işgücünü kaybeden, âdeta ömür boyunca yatağına esir düşen insanlar ile yok olan maddi ve ekonomik değerler de dikkate alındığında, olayın ciddiyeti daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Sayın Bakanımızın açış konuşmasında, engellilerle ilgili verdiği istatistiği bilgilerden, ortopedik engellilerin de sayısal olarak yüksek olması, herhalde bu şeyi teyit etmektedir. İkincisi iş kazalarıyla ilgili. Yoğunluk bakımından trafik kazalarını izleyen iş kazalarına karşı da gerekli önlemler alınmalıdır. Her iş kazası da beraberinde ya ölüm veya kişiyi hayat boyunca etkileyen kalıcı bir hastalıkla yüz yüze getirmektedir. Trafik ve iş kazalarını asgari düzeye indirmenin çaresi, eğitim, tedbir, kültür ve sorumluluk bilincini geliştirmektir. İhmal ve tedbirsizlikten kaynaklanan her kazayı, kader, tevekkül ve teslimiyet anlayışıyla yorumlamak, ya da onunla avunmak da doğru ve gerçekçi bir çözüm değildir. Olacağa çare yoktur düşüncesinden hareketle, kader değişmez tarzındaki teslimiyetçi yaklaşım, İslâm inancına ve tevekkül anlayışına uygun değildir. Bakınız, cumhuriyet dönemi İslâm bilginlerinden merhum Ahmet Hamdi AKSEKİ’nin şu tevekkül anlayışı da, günümüz trafik ve iş kültürünü algılama açısından son derece önemlidir. “Maksada erişmek için lazım gelen maddi ve manevi sebeplerin hepsine yapıştıktan sonra, Allah’a itimat etmek ve ondan ötesini yine Allah’a bırakmak demektir.” Ona göre, sürücülerin trafik kaideleri hakkında, işçilerinse meslekleri hakkında pratik ve teorik yönden tam bir bilgi, kültür ve uygulama melekesine kavuşmaları, sorumlu oldukları vasıta ve işyerinin fenni ve teknik yönden emniyet tedbirini almaları, yol boylarındaki trafik işaretlerine uymaları, yaya ve sürücülerin haklarına riayet etmeleri, yol, kavşak, viraj ve ışık gibi hususları dikkate almaları, sabır, inanç, azim ve akli muhakeme gibi iradeyi denetleyen hususlara da riayet etmeleri gerekmektedir. Üçüncüsü, toplumumuzda engelli ve özürlülerin artmasına neden olan konulardan biri de, halkımızın sağlık ve tedavi anlayışından kaynaklanmaktadır. Oysa ki, hastalıklara karşı tedbir almak ve zaman kaybetmeden tedavi yollarına başvurmak gerekmektedir. Zira, Sevgili Peygamberimiz de, hastalıklara karşı tedavi olmayı emrederek şöyle buyurmuşlardır: “Evet, ey Allah’ın kulları, tedavi olunuz; çünkü, Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki, beraberinde şifasını da vermiş olmasın.” O halde, hastalığın şekli ne olursa olsun, tedavi olma yolları aranmalıdır. Bu düzeyde hasta olanların sosyal güvencesinin kaynağına bakılmaksızın himaye altına alınmalıdır. Daha önce de hatırlatıldığı gibi, zihinsel ve bedensel engellilerin sadece ailelerinin değil, aynı zamanda toplumun da bir emaneti oldukları unutulmamalıdır. Çünkü, toplum bir bütündür. Bugün komşumuzun başına gelen, yarın bizim de başımıza gelir. Bu hususu, Sevgili Peygamberimizin şu güzel hadisiyle noktalamak istiyorum: “Müminler, birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında bir tek cesede benzerler. Cesedin bir organı rahatsız olunca, diğer organları da uykusuzluk ve ateşle onun rahatsızlığını duyar.” Beni sabırla dinlediğiniz için, hepinize teşekkür ediyorum. Oturum Başkanı Fikret Bey’e de teşekkür ederiz. Kur'ân-ı Kerim’de Engelliler meselesiyle ilgili tebliğ ve müzakereleri böylece bitmiş oldu. Programımızda aslında bir ara yazıyor; ama, biraz program sarktı, başlanması itibariyle de 2,5 saati ancak bulmuş olacak, 2,5 saat de çok fazla bir vakit değil, ben devam etmek istiyorum. Arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.Oturumumuzun ikinci kısmına geçiyoruz. Bünyamin ERUL, İsmail Hakkı ÜNAL ve Ekrem KELEŞ Bey’i yerlerini almaya davet ediyorum. Bünyamin Bey, fakültemizin hadis anabilim dalının son derece değerli ve genç araştırmacılarından. Bugüne kadar iyi eserler vermiş ve bundan sonra da faydalı çalışmalar yapacağına inandığımız bir kardeşimiz. Bünyamin Bey şu anda yok galiba. Lütfi Bey Hocam, söz istiyordunuz, buyurun, Bünyamin Bey gelinceye kadar sizi dinleyelim. LÜTFİ DOĞAN Kur'ân’ın insana bakışını çok güzel dinledik. Bizim, halk arasında özellikle hikâye kitaplarında, başkalarına bir şey söyleyemeyeceğim, konusu eğitim olan bazı kitaplarda, kişilerin bu onurlu hayatını karalayan bazı kelimelerden kurtulmak lazım. Özellikle eğitim amaçlı kitapların içinde böyle Topal Hasan, Şaşı Fadime, Aksak bilmem kim gibi kelimeleri söylemekten çekinmek lazım. Son zamanda sanatkârlar da, televizyonlarda bazı hallerde bunu güldürmek için yahut başka biçimde de kullanıyorlar. Buna kamuoyunun dikkatini çekmenin yararlı olacağını ve Diyanet İşleri Başkanlığının vaizleri aracılığıyla insana saygıyı daha güçlendirmek lazım geldiğini söylemek istediğim için, bu konunun sonuna bu cümleyi koyuyorum, uyarmak için. Teşekkür ederim. Oturum Başkanı Çok yerinde bir ilave oldu. Ben teşekkür ederim, sağ olun.Buyurun Bünyamin Bey. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:9/39 [ Prof. Dr. İsmail Hakkı ÜNAL ] >> Prof. Dr. İsmail HAKKI ÜNAL Teşekkür ediyorum sayın Başkanım. Muhterem heyetinizi saygıyla selamlayarak sözlerime başlıyorum. Değerli arkadaşım Bünyamin ERUL gerçekten kısa bir sürede kaynaklara inerek, olabilecek bütün malzemeyi hemen hemen ortaya koyarak, gayet güzel bir tebliğ hazırlamışlar. Okununca daha iyi değerlendirileceğini zannediyorum. Tabiî, burada hepsini sunamadılar. Önce sahih olan rivayetlere yer verdikten sonra, son kısmında zayıf rivayetler üzerinde durdular. Ben, onlardan bazıları üzerinde durmak istiyorum. Bir de Buhârî’den nakledilen bir rivayet var, onun üzerinde de bir tahlilde bulanacağım. Sara hastalığına müptela olmuş bir hanım, Peygamberimize geliyor, "Hastalığım sebebiyle düşüyorum, elbisem açılıyor, bana dua etseniz de, bu rahatsızlıktan kurtulsam" diyor. Peygamberimiz de "Eğer sabredersen karşılığında cennet var, istersen iyileşmen için dua edeyim" diyor. O kadın da, "Öyleyse sabredeyim, bari üzerim açılmasın diye dua ediverin" diyor. Tabiî, bu rivayeti ben çok ihtiyatla karşılıyorum, sahih olması konusunda endişelerim var. Ama, sahih olması halinde şöyle anlayabilir miyiz diye düşünüyorum: Peygamberimiz, duasıyla veya ona verilen insani özellikleriyle ve peygamberlik göreviyle bir insana dua etmekle onu hastalıktan kurtaramayacağını bildiği için, acaba onu teselli etmek, onu üzmemek için, "İstersen sabret?" O, "evet sabredeyim" mi dedi?. Çünkü, sabrettiği şey nihayet onun ecri olacağı için karşılığında cennet olduğu düşünülebilir. "İstersen sabret" diye onu teselli mi etmek istedi; yoksa, gerçekten dua etseydi geçecek miydi? Tabiî, bunların üzerinde durmak lazım. Bu noktadan belki yorumunu yapabiliriz. Çünkü, bir insan sıkıntılı bir durumunda Peygamberden yardım istiyor, Peygamberimizin böyle bir özelliği var ama yardım etmiyor, bu kabul edilemez, böyle bir şey düşünülemez. Kadının sara rahatsızlığı var, bu, ciddî bir rahatsızlık, hayatını çok sıkıntıya sokan bir durum var. Peygamberimiz bunu düzeltebilecek bir durumda ve bunu biliyor; ama, istersen sabret diyor, böyle bir şey olamaz, kabul edilemez bu. İnsanlara yardımı prensip edinmiş, şiar edinmiş bir peygamberin, böyle önemli bir konuda istinkâf etmesi olmaz. Dolayısıyla, bu hadisi böyle anlamamız daha doğru olur diye düşünüyorum. Bünyamin Bey, bir noktanın üzerinde çok güzel durdular. Konu ile ilgili zayıf hadisler var. Bu konuda o kadar çok rivayet var. Bu tür hadisleri, daha çok "delâil", "hasâis" ve "şemâil" kitaplarında bulabilirsiniz. Bizim kaynaklarımızdaki ifadelere göre birbiriyle bağdaşmayan iki türlü peygamber var. Birisi "insan peygamber", diğeri "insanüstü peygamber". İnsan peygamber, hepinizin bildiği gibi Kur'ân’da anlatılan peygamber. Kur'ân'da Peygamberin insanüstü taleplere şiddetle karşı çıkması, mucize isteklerini derhal reddetmesi isteniyor. Peygamberin hayatını izlediğimiz zaman görüyoruz ki, o, insan olarak hayat mücadelesinde insani bütün tedbirleri almış, Peygamberlik görevini yerine getirirken bütün tedbirlere başvurmuş, üzülmüş, kızmış ve cesaretle kişilerin üzerine gitmiştir. Her türlü insani özelliği insan olarak kendisinde barındırmıştır. Böyle bir Peygamber Kur'ân’da nitelikleri bildirilen Peygambere uyuyor. Ama, öbür tarafta doğumundan, hatta doğumunun da öncesinden ölümüne kadar, her adımı mucizelerle dolu, elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan, hiçbir işi aksamayan ve olağanüstü bir peygamber nitelemesi var. Kendi çabasıyla değil, başka yardımlarla hayatını sürdüren bir peygamber. Bu peygamber Kur'ân’a uymuyor. O bakımdan biz insan peygamberi tercih ediyoruz. Ülkemizde bu iki peygamber türünü de anlatan kitaplar var. Bu iki peygamber türünü kendi eğilimine ve kültürüne göre benimseyen insanlar var. Ama, biz, bu noktada insanların bir seçim hakkı olduğu kanaatinde değiliz. Kur'ân’a uygun olan peygamberi tercih etmek, onun dışındakileri bir tarafa bırakmak zorundayız. Şimdi, buradan hareketle bazı şeyler söylemek istiyorum. Mesela, o ikinci tür peygamber, insanüstü peygamber ölüleri diriltiyor. Annesinin babasının mezarının başına gitmiş, onlar dirilmişler, Peygamberimize iman etmişler, sonra tekrar eski hallerine dönmüşler. Amaları görür hale getiriyor. Öyle anlatımlar var ki, gözüne ok isabet etmiş, gözü çıkmış, yanağının üzerine sarkmış, koparıp atmak istiyor güya anlatımda, "Aman dur" diyor, geliyor eliyle yerine koyuyor, eskisinden daha iyi görür hale geliyor. Böyle anlatımlar var. Ağır yaralı hastalar, harpte yaralanmış, kolu, bacağı kopacak duruma gelmiş, Hz. Peygamber tükürüyor ve hemen iyileşiyor. Bu peygamber, bizim Kur'ân’da gördüğümüz peygamber değil. Mesela, ilginç bir olay var. Bir kuzuyu arkadaşlarıyla birlikte pişirip yemişler. Kemiklerini bir tarafa atmayın demiş, daha sonra toplamışlar kemikleri tencereye koymuşlar, peygamberimiz güya dua etmiş, kuzu hemen dirilmiş, zıplamış kazandan kulaklarını sallayarak gitmiş. Bir kuzuyla ashabın büyük çoğunluğu doyuyor, bir çok kişi yiyor onu. İnsan şöyle düşünüyor, bir kuzuyu dirilten bir insan, en çok muhtaç olduğu bir zamanda, sevgili amcası Hazret-i Hamza’yı diriltmiyor. Böyle şey olmaz. Buna benzer şeyler var.Bünyamin Bey bahsetti. Harp meydanında yaralanıp günlerce o yaradan dolayı hasta yatıp ölen insanlar var, Peygamber onlara niye bir şey yapmıyor?. Dolayısıyla, bu çelişkiler içerisinde bir peygamber türünü tercih etmek durumundayız. Kurn’a uyan, gerçek hayata uyan peygamberin yaşantısını temsil eden kaynaklarımızda bu tür rivayetleri tercih etmek durumundayız. Öyle de olabilir, böyle de olabilir, olmaz. Bir tür insan var, bir tür peygamber var, o peygamber Allah’ın kulu ve elçisi. Tabiî çok geniş şekilde üzerinde durulabilir. Bünyamin Beyin başka çalışmalarında da bunlar zikrediliyor. Ben sadece bunlardan bahsetmek istiyorum, kısaca temas etmek istedim. Kendileri de söylediler, İbn-i Mektum gibi, Muaz Bin Cebel gibi, İmran Bin Husayn gibi çok bilinen sahabiler, bu özürleriyle, engelleriyle yaşıyorlar ömür boyu, ama o iyileştirdiği söylenen insanların bir kısmı kitaplarda bile yok, sahabe tabakatlarında bile ismi geçmiyor. Geçenleri de, çok tanınan, bilinen kimseler değil, ne olduğu belli değil. İşte onlar hakkında bu tür rivayetler üretilmiş. İnsanların ürettiği bu peygamber tasavvurundan uzak durmamız lazım. Hazret-i İsa’dan bahsetti Bünyamin Bey, Hazret-i İsa ile yarıştırmak için, bu tür mucizevî şeyleri ortaya atmaya gerek yok. Peygamberimizin hayatı başlıbaşına bir mucize, O’nun getirdiği Kur'ân başlıbaşına bir mucize. O’nun getirdiği bu davetin, bu mesajın bugün insanlığın büyük bir kesiminde kabul görüp, hakikaten bir fazilet numunesi olarak insanlığa takdim edebileceğimiz örnekler yetiştirmiş olması ve büyük bir medeniyet, parlak bir medeniyet kurulmuş olması bir mucizedir. Onun dışında başka mucize aramaya ihtiyaç yoktur. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Oturum Başkanı Biz de, İsmail Hakkı ÜNAL Beye teşekkür ediyoruz ve bu oturumun son müzakeresini yapmak üzere sözü, Diyanet İşleri Başkanlığının, gerçekten son derece değerli bir elemanı olan –teşkilatı kenarından köşesinden tanıyabildiğim kadarıyla, son derece değer verdiğim bir kardeşim- Dr. Ekrem KELEŞ Bey’i, müzakeresini yapmak üzere mikrofona davet ediyorum. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:8/39 [ ENGELLİLER İLE İLGİLİ HADİSLERİN ANALİZİ Doç. Dr. Bünyamin ERUL ] (Hz. Peygamber’in Sünnet ve Hadislerinde Engellilerle İlişkiler) >> “Allah (c.c.) sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”[1] İnsanı en güzel biçimde yarattığını bildiren Yüce Allah,[2] insanları rahimlerde dilediği gibi şekillendirdiğini,[3] istediği bir şekilde terkip ettiğini ifade etmekte;[4] ancak onlardan bir kısmının, hasta, topal, âmâ, sağır, dilsiz, özürlü vb. engelliler ile; zayıf, sefîh, yaşlı ve güçsüzlerden oluştuğunu hatırlatmaktadır.[5] İbn Abbas, “Sonra o gün mutlaka nimetlerden sorulacaksınız!”[6] ayetindeki nimetin, bedenlerin, kulakların ve gözlerin sıhhati anlamına geldiğini ve Yüce Allah’ın –çok iyi bildiği halde- kullarına bunları nerelerde kullandıklarını soracağını belirtir ve şu âyeti zikreder: “(Bilmediğin şeyin ardına düşme!) Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorulacaktır!”[7] Şüphesiz ilahî adalet gereği, herkes gücünün yettiğinden ve sadece kendisine verilenden sorulacaktır.[8] Yaratıcı, şükredenlerle sabredenleri ayırt etmek üzere gerek verdiği nimetlerle ve gerekse vermedikleriyle kullarını sınar. Bunun bir imtihan olduğuna inanan mü’min, verilene şükretmek, alınana ise sabretmek suretiyle iki durumda da sınavı kazanma imkanına sahiptir.[9] Allah’ın seçtiği peygamberlerden biri olan Eyyûb (a.s)’ın uzun süre yaşadığı, sabır ve dualar sonucunda ilâhî rahmetle giderilen dert, bunun tipik bir örneğini oluşturur.[10] Bu tebliğde, Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkileri, onlara karşı tavrı ve onlarla ilgili hadisleri üzerinde durulacaktır. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in, ashabı içerisinde bulunan engellilerle ilgisi ve onlara karşı hassâsiyeti çeşitli vesilelerle birçok rivayete yansımış olmasına rağmen, her nasılsa dikkatlerden kaçmış olmalı ki, gayet zengin olan Hadis koleksiyonlarımızda sırf bu konuya tahsis edilmiş müstakil bir “kitab” (bölüm) maalesef bulunmamaktadır.[11] Bazı hadis kaynaklarında ise, değişik hususlarda engellilerle ilgili bazı bab başlıklarına rastlanmaktadır. İşte bu çalışma, Hadis külliyatında oldukça dağınık bir şekilde yer alan rivayetlerden hareketle Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkisini tespit ve tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Engellilerle İlgili Bab Başlıkları Araştırmamız esnasında engellilerle ilgili olarak tespit edebildiğimiz bab başlıkları şunlardır: Görme duyusunu yitirenler hakkında: Bâbu fadli men zehebe basaruhû,[12] Bâbu mâ câe fî zehâbi’l-basar,[13] Amânın ezan okuması, müezzinlik yapması hakkında: Bâbu cevâzi Ezâni’l-A’mâ izâ kâne maahû basîr,[14] Bâbu Ezâni’l-A’mâ,[15] Bâbu’l-İbâhati fi’ttihâzi’l-A’mâ muezzinen,[16] Amânın imamlığı hakkında: Bâbu İmâmeti’l-A’mâ,[17] Amânın yönetici vekilliği hakkında: Bâbu İstihlâfi’l-A’mâ,[18] Amânın sancaktarlığı hakkında: (Bâbu) Hâmli’l-A’mâ er-Râyete,[19] Amânın yabancı hanımların yanına girip-giremeyeceği hakkında: Bâbu dühûli’l-A’mâ,[20] Savaştan geri kalmada mazeret olması hakkında: Bâbu men habesehû el-uzru ani’l-ğazvi,[21] Bâbu men i’tezara bi’d-da’fi ve’l-maradi ve’z-zemâne ve’l-uzri fî terki’lcihâd,[22] Amânın şahitliği ve hukûkî sorumlulukları hakkında: Bâbu şehâdeti’l-A’mâ ve emrihî ve nikâhıhî ve inkâhıhî, ve mubâyeatihî ve kabûlihî fi’t-te’zîni ve gayrihî vemâ yu’rafu bi’l-Esvât[23] Had cezası uygulanmayacak kimseler hakkında: Bâbu mâ câe fîmen lâ yecibu aleyhi’l-hadd[24] Ayrıca bazı bab başlıklarında ve bablarda engelliler ile ilgili bazı hükümlerden söz edilmekte, konuyla ilgili sahabeden ve tabiûndan gelen rivayetler nakledilmektedir. Buhârî’nin Talak ile ilgili açmış olduğu bir babda, sağırın mülâane yapabileceği, İbrahim en-Nehâî’ye göre kendi eliyle talak yazması halinde ahrasın boşayabileceği, Hammâd’a göre de ahras ve sağırın başıyla işaret ederek boşayabilecekleri bilgisi verilmektedir.[25] İmam Mâlik de, Saîd b. el-Museyyib’in, kocasında delilik veya körlük gibi bir özür ortaya çıkan hanımın muhayyer olduğu, dilerse kocasıyla kalabileceği, dilerse de ayrılabileceği kanaatinde olduğunu kaydeder.[26] Hz. Peygamber’in Musîbetler Karşısında Sabır Tavsiyesi Allah Rasûlü hadislerinde, genel olarak müslümanlara verilen musibetlerin, aynı zamanda onlar için bir ecir ve arınma vesilesi olduğunu hatırlatmaktadır: “Bir müslümana isabet etmiş herhangi bir hastalık, dert, hüzün ve hatta gam yoktur ki, Allah (c.c) bunu onun hataları için kefaret kılmış olmasın!”[27] “Allah, batan bir diken de dahil olmak üzere, başına gelen her bir musibet sebebiyle müslümanın hatalarını ve günahlarını örtmekle kalmaz, onu bir derece de yükseltir.”[28] Buhârî, “Görme duyusunu kaybedenlerin fazileti ile ilgili bapta kaydeder: Enes b. Mâlik’in Hz. Peygamber’den naklettiği kutsî hadise göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ben kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona cenneti veririm.”[29] Tirmizî de ilgili rivayetleri kaydettiği benzer bir başlık altında yukarıdaki rivayetin yanısıra, “Kimin iki sevgili (gözünü) alır da, buna sabreder ve ecrini Allah’tan umarsa, sevap olarak cennetten başka bir şeye razı olmam” hadisini nakletmiştir.[30] Allah Resulü, kulların sabır ve şükür bakımından nasıl sınandıklarını verdiği alacalı, kel ve âmâ ile ilgili meşhur kıssa ile çok güzel bir biçimde ortaya koymaktadır. Yüce Allah İsrail Oğulları’ndan, biri alacalı, biri âmâ ve biri kel üç kişiyi imtihan etmek ister. Her birine melek göndererek onları iyileştirir ve en çok istedikleri malların doğurgan olanlarından verir ve onları zengin eder. Yıllar sonra Melek her birinin önceki suretine girerek Allah’ın kendilerine verdiği bu mallardan Allah için ister. Alacalı ile kel, bu malları miras yoluyla elde ettikleri yalanını savurarak bir şey vermezler ve ikisi de eski haline döner. Amâ ise: “Ben bir âmâ idim. Allah bana görmemi geri verdi. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini al! Vallahi Allah için aldığın hiç bir şeye karışmayacağım!” dedi. Bunun üzerine melek: “Malını elinde tut! Siz sadece imtihan edildiniz ve Allah senden razı oldu, diğer iki kardeşine ise kızdı” der.[31] İbn Abbas birgün Atâ b. Ebî Rabâh’a: “Sana cennetlik bir hanım göstereyim mi?” diye sorar. Atâ “evet” deyince, “İşte şu siyâhî hanım!” der. Hz. Peygamber’e gelip: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben sar’â hastalığım sebebiyle düşüyorum ve elbisem açılıyor, benim için Allah’a dua etseniz?” Bunun üzerine Hz. Peygamber: “İstersen cennet karşılığında sabret, istersen iyileşmen için Allah’a dua edeyim?” buyurunca o hanım: “Öyleyse sabrederim, fakat bâri benim için Allah’a dua et de açılmayayım” der. Hz. Peygamber de onun için dua eder.[32] Hz. Peygamber, Sahabe ve Engellilerle ilişkiler Tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber’in değişik vesilelerle ilişki içerisinde olduğu ilk engelli, Hz. Hatîce’nin amcazadesi olan Varaka b. Nevfel’dir. Bazı tarih kitaplarında, süt annesi Halime’nin, Hz. Peygamber’i Mekke’ye getirdiğinde kaybettiği ve Varaka’nın yanında buldukları; Hz. Hatice’nin Hz. Peygamber ile evlenme konusunda istişaresinde Varaka’nın bunu tasvip ve teşvik ettiği; keza Şam yolculuğunda Rahibin Hz. Peygamber hakkındaki sözlerini ve iki meleğin O’nu gölgelendirdiğine dair Hz. Hatice’nin Meysere’den duyduklarını Varaka’ya sorduğu, onun “Bunlar gerçekse, Muhammed bu ümmetin peygamberi olacak” dediği nakledilmektedir. Hz. Peygamber’in, ilk vahy karşısında heyecan ve korku içindeki durumunu sormak üzere Hz. Hatice ile doğruca, hayli ihtiyar ve âmâ biri olan Varaka’nın yanına gittikleri ve gördüklerini ona anlattığı bilinmektedir. Câhiliyye döneminde Hıristiyanlığı seçen Varaka, Hz. Peygamber’e gelen meleğin, Hz. Musa’ya gelen Nâmus (Cebrail) olduğunu, O’nun son peygamber olarak gönderileceğini ikrar etmiş, kavmi tarafından dışlanacağı zamana yetişirse kendisine arka çıkacağını söylemiş, ancak çok geçmeden vefat etmişti. Bu rivayetlerden, Hz. Peygamber ile Hz. Hatice’nin, bu bilge amcaoğluna zaman zaman danıştıkları anlaşılmaktaysa da, oryantalistlerce ileri sürülen risalet konusunda Hz. Peygamber’in Varaka’dan etkilendiği iddiasını doğrulayacak bir ilişkiden söz edilemez.[33] Cibril ile ilk karşılaşmasının ardından yaşadığı korku ve endişeler sonucu,[34] başından geçen bu ilk tecrübenin verdiği telaş ve heyecanla yorganına bürünen Hz Peygamber vefakâr eşine kendisine birşeyler olmasından korktuğunu söyleyince, Hz. Hatice onu “Hayır, Allah seni asla utandırmaz! Çünkü sen akraba ilişkilerini sürdürür, güçsüzü yüklenir, yoksulun ihtiyacını karşılar, misafiri ağırlar ve mazlum hak sahibine yardım edersin!” diyerek tesellî etmekteydi. [35] Risâlet öncesi kırk yıllık hayatında çevresi tarafından “Muhammedu’l-Emîn” olarak tanınan Hz. Peygamber, risalet öncesinde ve sonrasında en büyük destekçisi olan eşi tarafından da bu ahlâkî niteliklerle tanıtılmaktadır. Onun bu veciz tanıtımındaki ikinci madde olan “Ve tahmilu’l-kelle” = “Güçsüzü yüklenirsin” ifadesindeki “el-kell”, kendi işini kendisi yapamayan, zayıf ve güçsüz olması hasebiyle insanlara muhtaç olan âciz kimse diye tarif edilmektedir.[36] Burada sözü edilen “güçsüzler” tabirinin içerisine engelliler evveliyetle girmektedir. Bu ise Hz. Peygamber’in daha risalet öncesinde dahi zayıf, güçsüz ve âciz olan kimselere arka çıktığı, onların sıkıntılarını sırtladığı, ağırlıklarını omuzladığı, ihtiyaçlarını yüklendiği sonucunu doğurmaktadır. Mekke fethedildiğinde, Hz. Ebû Bekir, yaşlı ve de âmâ olan babası Ebû Kuhâfe’yi sırtına yüklenerek Hz. Peygamber’in huzuruna getirmişti. Bu durumdan rahatsız olan Hz. Peygamber: “Bu ihtiyarı evde koysaydın da, onun yanına biz gitseydik ya?!” buyurarak Ebû Kuhâfe’ye olan saygısını ifade etmiştir.[37] Amâ bir sahâbî olan Itbân b. Mâlik[38] anlatıyor: “Kabilem olan Sâlim Oğullarına namaz kıldırmaktaydım. Onlarla benim evim arasında bir vadi bulunmaktaydı ve seller geldiğinde onların mescidine geçmem zorlaşmaktaydı. Bir defasında Hz. Peygamber’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bazen karanlık veya sel oluyor ve ben (iyi) göremeyen bir adamım. Evimin bir yerinde namaz kılsan da ben orayı mescid edinsem?” diye ricada bulundu. Hz. Peygamber de gelip onun gösterdiği yerde iki rekat namaz kıldırdı. Kendisine ikram edilmek üzere yapılan etli yemekten yemesi için onu bırakmadı...[39] Bu rivayette Hz. Peygamber’in, âmâ olan Itbân’ın davetine icabet ederek evine kadar gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması, ikram edilen yemeği yemesi, O’nun tevazuunu ve engellilere olan sıcak ilgisini göstermektedir. Amâ bir adam Hz. Peygamber’e geldi ve “Ey Allah’ın Rasulü! Elimden tutup beni mescide getirecek bir kimsem yok” dedi ve namazını evinde kılması için izin istedi, O da verdi. Adam dönüp giderken Hz. Peygamber tekrar çağırdı ve “Ezanı işitiyor musun?” diye sordu. Adam “evet” deyince, “Öyleyse davete icabet et!” buyurdu.[40] Konu ile ilgili rivayetlerden bu soruyu soran şahsın İbn Ummu Mektûm olduğu anlaşılmaktadır. Evi ile mescidi arasında hurmalıkların ve ağaçların olduğunu ve her zaman kendisini yedeyecek birilerinin bulunmadığını söyleyerek, evinde namaz kılmasına izin vermesini istemiş, Hz. Peygamber ikâmeti işitip işitmediğini sorduğunda “evet” demesi üzerine “Öyleyse gel!” buyurmuştu.[41] Hz. Peygamber’in Itbân’ın kendi evinde namaz kılmasına ve kıldırmasına izin verdiği halde, İbn Ummu Mektûm’a bu hususta izin vermemesi, evinin mescide ezanı ve ikâmeti işitecek kadar yakın olmasıyla açıklanmalıdır. Burada bir taraftan cemaatle namaz kılmanın önemine zımnen vurgu yapan Hz. Peygamber, diğer taraftan da İbn Ummu Mektûm gibi yetenekli bir sahâbîsini, -mescide devamda zorluk çekse de- aralarında görmeyi arzulamış olmalıdır.[42] Ayrıca İbn Ummu Mektûm’un, Hz. Peygamber’in ileri gelen müşriklerle yaptığı konuşma esnasında araya girmesi üzerine bir an için ‘yüzünü ekşitip çevirivermesi’ nedeniyle ilâhî itâba maruz kalmasına vesile olmasının da payı vardır. Abese Sûresi’nin inmesinden sonra, onunla ayrıca ilgilenmiş, iltifat etmiş, herhangi bir ihtiyacının olup olmadığını sormuştur.[43] Yine özür sahiplerinin mazeretini ifade eden şu âyetin iniş sebebinde de İbn Ummu Mektûm’u görmekteyiz: Hz. Peygamber, “Müminlerden oturanlarla, Allah yolunda cihad edenler bir olmaz” şeklinde inen âyeti yazdırırken, hemen arkasında bulunan İbn Ummu Mektûm “Ey Allah’ın Rasulü! Ben âmâyım?” diye şikayet edince “ğayra uli’d-darar” “özür sahipleri hariç” kısmı nazil olmuştu. [44] İşte gerek hakkında inen âyetler, gerekse kendisine verilen görevler, onun son derece önemli ve de mutemed bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim şu hâdise bunu teyid eder mahiyettedir: İlk muhacirlerden Fatıma bint Kays’ı, kocası Ebû Amr b. Hafs üç talakla boşamıştı. Fatıma, nafaka ve mesken hakkı konusunda Hz. Peygamber’e başvurmuş, ama ona nafaka ve mesken vermemiş, iddet müddetini geçirmesi için amcası oğlu olan İbn Ummu Mektûm’un evine göndermişti. Çünkü İbn Ummu Mektûm, âmâ biridir ve evde elbisesini çıkarması halinde kendisini göremeyecektir.[45] Fatıma bint Kays’ın, İbn Ummu Mektum’un yanında iddet beklemesi ile; Hz. Peygamber’in bir defasında evine gelmekte olan İbn Ummu Mektum’a karşı, hanımlarına örtünmelerini emretmesi[46] şeklindeki iki farklı hüküm İslam alimleri tarafından hayli tartışılmış, genellikle de sonuncusundan yana tavır konulmuştur. Oysa bu iki hükmü Şa’rânî’nin Mîzan’ına vuracak olursak, ilki tahfif, ikincisi ise teşdîd ifade eder ve kişilerin durumlarına ve şartlarına göre, ihtiyaç halinde ikisiyle de amel edilebilir. Hz. Peygamber’in engellilerle ilişkisi çerçevesinde, kaynaklarımızda bazı ilginç haberlere de rastlamaktayız: Dârekutnî’nin naklettiğine göre, Hz. Peygamber birgün sabah namazını kıldırırken, âmâ bir şahıs mescide gelmiş ve Hz. Peygamber’in namaz kıldığı yerin yakınlarında bulunan bir çukura düşmüştü. Bunu gören bazı sahâbîler namaz içinde gülmüşlerdi. Namaz bitince Hz. Peygamber, gülenlerin hem abdesti, hem de namazı iade etmelerini istedi.[47] Birisi tarafından ayağından yaralanan şahıs hakkında Hz. Peygamber gerekli hükmü vermiş olmasına rağmen, yaralı şahıs kısas istemiş, Hz. Peygamber ona, yarası iyileşinceye dek beklemesini söylemişti. Fakat o zât, kısasta ısrar edince, kısas yapmıştı. Bir süre sonra, kısas yapılan şahıs iyileştiği halde, asıl yaralı aksak kalmıştı. Bunun üzerine o, Hz. Peygamber’e gelerek, kendisinin topal kaldığı halde, kısas yaptığı hasmının iyileştiğini söyleyince Hz. Peygamber “Sana yaran iyileşinceye kadar kısas yapma! demedim mi? Ama sen bana isyan ettin. Allah seni (benden) uzak etsin, aksaklığın da bir işe yaramasın!”[48] Diğer bir rivayette ise ona “Sana hiçbir şey yok, çünkü sen hakkını aldın!” buyurmuşlardır.[49] Kur’an-ı Kerim’deki birçok âyette olduğu üzere, “kör, sağır ve dilsiz” gibi bazı nitelemeler,[50] mecâzî olarak Hz. Peygamber tarafından da kullanılmıştır: “Birşeyi (aşırı) sevmen, seni kör ve sağır eder!” hadisinde[51] olduğu gibi. Ahir zamanda ortaya çıkacak bir fitne “kör ve sağır” nitelemesiyle takdim edildiği gibi,[52] kabirdeki sorgulamadan sözeden bir rivayette de, elindeki tokmakla azab edecek görevli “kör, sağır ve dilsiz” olarak nitelendirilmiştir.[53] Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan Allah Rasûlü, hiçbir engelli kimseyi hakikat anlamıyla “kör, sağır ve dilsiz” vb. engellerle nitelememiştir. Gerek, annesini dile dolayarak bir köleye ilişen Ebû Zerr’e: “Sende hâlâ câhiliyye (tavrı) var!” diyerek azarlaması[54]; gerekse Hz. Aişe’nin Hz. Safiyye’nin kısalığını kastederek ‘Sana şöyle şöyle olan Safiyye yeter’ demesi üzerine: “Öyle bir söz söyledin ki, eğer o, denize karışmış olsaydı, onu karıştırırdı”[55] diyerek uyarması göstermektedir ki, Allah Rasûlü bırakın herhangi bir engellinin engeliyle tahkir edilmesini veya sakatlığıyla hitap edilmesini, engelsiz kimselerin dahi boyu veya rengi sebebiyle ayıplanmasına sessiz kalmamış, aksine bu tür tavırlara sert bir şekilde karşı çıkmıştır. Tam tersine Hz. Peygamber’in, âmâ olan bir sahâbîsinden söz ederken, ona “basîr” (basîretli, iyi gören) dediğini görmekteyiz: Câbir b. Abdullah’ın anlattığına göre birgün Hz. Peygamber “Haydi, Vakıf Oğullarındaki şu ‘iyi gören’ (basîr) adama götürün beni!” buyurdu. Kasdettiği şahıs âmâ idi.”[56] Engellilere Yardım Sadakadır, Sadâkattir Zayıfların, düşkünlerin, fakir ve yoksulların gerçek dostu ve de hâmisi olan Allah Rasûlü, engellilere yapılacak her türlü yardımın bir sadaka olduğunu söylemiştir. Ebû Zer’den nakledilen bir hadise göre, Hz. Peygamber, doğan her gün için sadakaların verilmesi gereğinden söz eder. Sahabe, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının bulunmadığını hatırlatınca sevgili peygamberimiz, sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirtir ve buna dair örnekler verir: “Amâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, ihtiyacı olanın hacetini tedarik etmesi için bildiğin yere delalet etmen, derman arayan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir...[57] Engellilere yapılacak bu tür yardımların sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadâkatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamber’in, herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri de lanetliler içerisinde sayması tabiî karşılanmalıdır.[58] Engellilere Verilen Görevler Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkilerinin en güzel bir göstergesi, onları çeşitli kademelerde istihdam etmesinde ortaya çıkmaktadır. Onları asla başkalarına el açan birer dilenci olarak görmemiş, aksine çeşitli hizmetlerde kendilerinden yararlanma cihetine gitmiştir. Örneğin, topal olmasına rağmen Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermiştir. Hz. Peygamber, Ebvâ, Buvât, Zu’l-Uşeyre, Suveyk, Gatafân, Uhud, Necrân, Zâtu’r-Rikâ’ vb. seferlere/savaşlara giderken, Medine’de yerine vekalet etmek üzere İbn Ummu Mektum’u, tam 13 defa görevlendirmiş, namazları o kıldırmıştır. Hz. Peygamber’in uzun yıllar müezzinliğini de yapan İbn Ummu Mektûm, Kâdisiyye Savaşında ise sancaktarlık yapmış ve orada şehid olmuştur.[59] Yukarıda da değinildiği gibi, İtbân b. Mâlik, kendi halkına imamlık yapmıştır. Engelli ve mazeretli olmalarına rağmen kendi istekleriyle asker olarak savaşa iştirak edenler vardır. Topal bir sahabî olan Amr b. el-Cemûh birgün Hz. Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasulü! Ne dersin, eğer ben şehid oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam, cennette bu (topal) ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Evet” dedi. Bunun üzerine Amr, kardeşinin oğlu ve hizmetçileri Uhud Savaşı’nda birlikte savaştılar. Savaş esnasında onu gören Hz. Peygamber: “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurdu. Üçü de o savaşta şehit oldular ve Hz. Peygamber’in emriyle aynı kabre konuldular.[60] Amr b. el-Cemûh, Ensâr’ın nakiblerindendi ve topal olmasına rağmen ordunun önündeydi.[61] Amr’ın dört oğlu vardı ve Hz. Peygamber ile savaşlara katılıyorlardı. Babalarının topal olması sebebiyle Allah’ın kendisine verdiği ruhsatı kullanmasını telkin etmeye çalışıyorlardı. Amr ise Hz. Peygamber’e başvurarak, oğullarının kendisine engel olduklarını, şehit olmak istediğini söylüyordu. Neticede Uhud Savaşı’nda şehit oldu.[62] Yüce Allah tarafından savaşa katılmama ruhsatı verilmesine rağmen (48 Feth 17), biri âmâ, biri topal olan ve cennet arzusuyla tutuşan bu iki sahâbî, ruhsat yerine azîmeti tercih etmişler ve şahadet şerbetini içmişlerdir. Kendilerine verilen bu ruhsatı kullanan, zayıf bedenleri Medine’de kalan ama duaları ve gönülleriyle cephede olan hasta, güçsüz ve engelliler hakkında ise Hz. Peygamber bir savaşta şöyle buyurmuştur: “Medine’de öyle insanlar kaldı ki, geçtiğimiz herbir dere ve tepede onlar da bizimle beraberdi. Onları mazeretleri alıkoydu.”[63] Onların gerek bu vazifelerde görevlendirilmelerinde, gerek savaşlara katılmalarına izin verilmesinde ve gerekse mescide gidip-gelmelerinde güçlük olmasına rağmen Hz. Peygamber’in bu görme engelli sahâbîlerin cemaate devam etmelerini ısrarla istemesinde, kanaatimizce onların toplumdan tecrit edilmemeleri, yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek üretici bireyler olmaları, ideallerini gerçekleştirmelerine engel olmama ve onların kişiliklerini gerçekleştirmelerine yardımcı olma gibi hikmetli bir espiri yatmaktadır. Nitekim günümüzde de, pek çok engelli kardeşimizin arzu ettiği şey budur ve onlar, toplumun kendilerine acımalarından rahatsız olmaktadırlar. Birçoğu, çevresinin yardımlarıyla hayatını sürdüren bir tüketici olmayı değil, her şeye rağmen kendilerine verilen imkanlar nispetinde üretici olmayı tercih etmektedirler. Birincisinde çoğu zaman hayata küsme, kabuğuna çekilme ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kalma söz konusu iken; ikincisinde ise kendilerini daha mutlu ve umutlu hissetmektedirler. İşte Allah Rasûlü’nün tam da gerçekleştirmek istediği şey budur. Engelli sahâbîler: Sahâbe’den doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazladır. Tespit edebildiğimiz âmâ sahâbîler arasında, Hz. Ebû Bekr’in babası Ebû Kuhâfe, Berâ b. Azib, Câbir b. Abdullah, Ka’b b. Mâlik[64], Hassân b. Sâbit, Ebû Sufyân, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah b. Cahş,[65] Abbas b. Abdulmuttalib,[66] Mâlik b. Rabîa, Itbân b. Mâlik ve İbn Ummu Mektûm, hanımlardan da iri ve âmâ biri olan Abdullah b. ez-Zubeyr’in annesi Esmâ[67] zikredilebilir. Sahabeden Muâz b. Cebel, Mucâlid b. Mes’ûd es-Sulemî[68] ile Amr b. elCemûh’un da topal olduklarını bilmekteyiz. Hatta Muâz, Hz. Peygamber tarafından Yemen’e vali olarak gönderildiğinde, oradaki müslümanlara namaz öncesinde “Ben ne yapıyorsam siz de benzerini yapın!” talimatını vermişti. Kendisi topal olduğu için ayağının birini ileri çıkardığı için, bunu gören bütün cemaat da aynen öyle yapmıştı. Durumu namazdan sonra farkeden Muâz, kendisinin topal olduğu için böyle yaptığını, onların bu şekilde yapmamalarını tenbihledi.[69] Engelli bir başka sahâbî de Imrân b. Huseyn’dir. Karnına su toplanmış ve uzun seneler süren bu hastalığa sabretmiştir. Rahatsızlığının 30 yıl devam ettiği, hatta bir ara karnı açılarak yağlarının alındığı bildirilmektedir. O kadar ki onun bu durumunu görmeye dayanamadığı için ziyaret edemediklerini dahi söyleyenler vardır.[70] Vefat etmeden önce kabrinin kare şeklinde kazılmasını vasiyet etmesinde bunun payı olsa gerektir.[71] Sahâbeden Habbâb b. el-Eret ve Osman b. Ebi’l-As da aynı hastalıktan muzdariptiler.[72] Yine ağır ve iri vücuduyla Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem’a[73] da bu katagoride değerlendirilebilir. Sahâbenin kendi aralarında yaptıkları tartışmalarda kullandıkları üslup da, engellilerle ilişkilerinin farklı bir yönünü yansıtmaktadır: “Abdullah b. ez-Zubeyr “Yalnızca hac(c-ı ifrâd) yapın ve (sonradan âmâ olan İbn Abbas’ı[74] kasdederek) şu âmânızın görüşünü terk edin!” deyince, (bunu işiten) İbn Abbas şöyle cevap verdi: “Asıl Allah’ın kalbini (ve gözlerini)[75] körelttiği kimse sensin! Gidip bunu annen (Hz. Aişe’y)e sorsan olmaz mı?!” Bunun üzerine İbnu’z-Zubeyr, ona haber gönderip sordurduğunda o şöyle cevap verdi: “İbn Abbas doğru söylemiştir. Biz Rasulullah (s) ile birlikte sadece hacca niyet eden kimseler olarak yola çıkmıştık ama neticede (O’nun emriyle) bunu umreye çevirdik ve ihramlardan çıkarak herşeyi helal kıldık.” [76] İbn Kuteybe’nin naklettiği rivayete göre bir gün Muâviye İbn Abbas’a: “Siz ey Hâşim Oğulları! Sizin hep gözleriniz hasta! ( ”)ﺗﺼ ﺎﺑﻮن ﻓ ﻲ اﺑﺼ ﺎرﻛﻢdeyince İbn Abbas da ona: “Siz de ey Umeyye Oğulları! Sizin de basiretleriniz hasta! (ﺗﺼ ﺎﺑﻮن ”) ﻓ ﻲ ﺑﺼ ﺎﺋﺮﻛﻢkarşılığını verivermiştir.[77] Mesruk, ifk hadisesine adı karışan Hassân b. Sâbit’in Hz. Aişe’nin yanına gelip şiir okumasına şaşırmış ve o çirkin iftira kampanyasına katılanlarla ilgili büyük bir azâbdan söz eden (24 Nur 11). âyete de atıfta bulunarak, Hassân’ın yanına gelmesine niçin izin verdiğini sormuştu. Hz. Aişe: “و ”=”اي ﻋ ﺬاب اﺷ ﺪ ﻣ ﻦ اﻻﻋﻤ ﻰAmâlıktan daha büyük hangi azap vardır ki?” demiş ve onun şiiriyle Hz. Peygamber’i savunduğunu hatırlatmıştır.[78] Engellilerle İlgili Zayıf ve Uydurma rivayetler Çalışmamız esnasında dikkatimizi çeken bir diğer husus da, engelliler hakkında birçok zayıf ve uydurma rivayetin çeşitli eserlerde yer almasıdır. Burada bazılarını hatırlatarak, genel bir değerlendirme yapmamız yerinde olacaktır: “Özürlülerden sakının!” şeklindeki rivayet için Sehâvî “Ben ona vakıf değilim” demiştir.[79] Bu ifade, Kur’an’a aykırı olduğu gibi,[80] “güçsüzü yüklenen”, engellilere yapılan her yardımı sadaka kabul eden Rasûl-i Ekrem’in sünnet, sîret ve hadislerine de ters düşmektedir. “Görme (nimeti)nin kaybedilmesi, günahlar için mağfirettir, duymanın yitirilmesi günahlar için mağfirettir, vücuttan eksik olan herşey de o oranda (mağfiret)dir.”[81] “Allah, her kimin dünyada görmesini alırsa, onun gözlerinin cehennem ateşini görmemesi Allah üzerinde gerekli bir haktır.” [82] Muhtemelen engellileri teselli amaçlı olarak uydurulmuş olan bu rivayetleri de, mükellefiyet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir. Daha önce naklettiğimiz sahih hadislerde geçtiği üzere, görme veya duyma yetisini yitirdiği halde sabredenlerin ecir alacaklarında şüphe yoktur. Hatta onların sağlıklı iken yaptıkları ecri alacaklarına dair hadisler de mevcuttur.[83] Fakat sadece bu duyuları yitirmenin, günahlar için mağfiret ve cehennemi görmeme hakkı olarak takdim edilmesi kabul edilemez. Çeşitli eserlerde yer alan bir başka grup rivayette ise, Hz. Peygamber’in, kendisine müracaat eden birçok engelliyi mûcizevî bir şekilde iyileştirdiği anlatılmaktadır. Mesela Suyûtî, el-Hasâis adlı eserinin, “Hz. Peygamber’in dilsiz ve âmâları iyileştirmesi ile ilgili mucizeleri babı”nda şu rivayetlere yer verir: Kadının biri, yetişmiş bir çocuğunu Hz. Peygamber’e getirir ve “Benim bu oğlum doğduğundan beri hiç konuşmadı?” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben kimim?” diye çocuğa sorar, o da “Sen Allah’ın Rasulüsün” diye cevap verir. Bir başka kadın, Hz. Peygamber’e oğlunu getirir ve “Benim bu oğlum delidir. Sabah ve akşam yemeğinde delilik geliyor ve herşeyi ifsad ediyor!?” der. Hz. Peygamber çocuğun göğsüne dokunur ve onun için dua eder. Bunun üzerine kusar gibi yapan çocuğun karnından siyah bir köpek/arslan yavrusu gibi birşey çıkar ve böylece şifa bulur.[84] Basra’lı (mechul) bir adamın Kabîsa b. el-Muhârık’tan naklettiğine göre, Kabîsa Hz. Peygamber’in yanına gelince Hz. Peygamber niçin geldiğini sormuş, o da: “Yaşım ilerledi, kemiklerim inceldi, Allah’ın bana fayda vereceği bir dua öğretmen için geldim” dedi. Hz. Peygamber: “Ey Kabîsa, Sabah namazını kıldığında üç defa “Subhanallahi’l-Azîm ve bihamdih” de! Körlükten, cüzzamdan ve felçden korunmuş olursun!” buyurdu.[85] Osman b. Hanîf’in rivayet ettiğine göre gözü görmeyen bir adam Hz. Peygamber’e gelerek, gözünün iyileşmesi için dua etmesini istemiş, o da isterse dua edeceğini, ama sonraya bırakılmasının daha hayırlı olacağını belirtmişti. Adam israrla dua etmesini isteyince, güzelce bir abdest almasını, iki rekat namaz kılmasını ve öğrettiği bir dua cümlesini okumasını istemişti. Bu rivayete göre adam bunları yapmış ve iyileşmiştir.[86] Kıyamet günü, biri hiç duymayan bir sağır, biri ahmak bir adam, biri yaşlı bir adam ve fetret devrinde ölmüş bir başka adam olmak üzere dört kişiden bahseden bir rivayette, sağır “Ya Rabbi! İslam geldi ama ben birşey duymadım” diyecek. Ahmak olan: “Ya Rabbi! İslam geldi ama ben çocukların taşa tuttuğu aptal biriydim” diyecek. Yaşlı olan: “Ya Rabbi!İslam geldi ama ben aklı birşeye ermeyen biriydim” diyecek. Fetret ehli olan ise, “Ya Rabbi! Bana, bizden aldığı sözde duracağımız senin bir Rasulün gelmedi ki?!” diyecektir. Bunun üzerine Allah onların cehenneme atılmasını emreder. Hz. Peygamber: “Vallahi, Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin ederim ki, şayet onlar oraya girecek olsa, mutlaka orası serin-selamet olur” demiştir.[87] Özellikle, Delâil, Şemâil ve Hasâis türü çalışmalarda bunlara benzer birçok rivayete rastlanmaktadır. Nakledilen bu haberlere göre, çeşitli savaşlarda gözüne ok isabet edip gözü çıkan, kör olan, kol veya ayakları kılıç darbesiyle kopan gaziler, düşüp ayağı kırılanlar Hz. Peygamberin okuması, üflemesi veya dokunması ile eski haline dönmüş, hatta daha da iyileşmiştir.[88] Kanaatimizce bu tür rivayetler, tıpkı Hz. İsa’nın “körü ve alacalıyı iyileştirdiği” gibi (3 Al-i Imrân 49, 5 Mâide 110), Hz. Peygamber’in de çeşitli engellileri iyileştirdiğini ifade ederek, O’nun Hz. İsa’nın gösterdiği mucizelerin benzerini, hatta daha iyisini, daha büyüğünü gösterdiğini ispatlamayı amaçlamaktadır. Hz. İsa’nın bu mucizesinin iki âyette açıkça zikredilmesine karşın, Hz. Peygamber’in böyle bir mucizesinden Kur’an’da bahsedilmemiş olması bir tarafa; İbn Ummu Mektûm ve diğer âmâ, topal sahâbîlerin neden aynı yöntemle iyileştirilmediği merak konusudur. Muteber kaynaklara da alınmayan bu tür rivayetlere ihtiyatla yaklaşılmasından yanayız. SONUÇ Engelliler, tarihin her döneminde toplumların gözardı edemeyecekleri bir kesitini oluşturmuşlardır. Aynı durum yaşadığımız modern çağ için de geçerlidir. Genel olarak bütün dünyada, özelde ise ülkemizde nüfusun önemli bir oranı engellidir. Geçmişte salgın hastalık ve savaşların etkisiyle artan bu oran, günümüzde ise çeşitli tedbirsizlikler, iş, tıp ve trafik kazaları vb. değişik sebeplerle had safhaya ulaşmıştır.[89] Tebliğ konumun sınırlarını aşmasına rağmen, özellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki engelli nüfus oranının, gelişmiş ülkelerden hayli fazla olması gerçeği, ister istemez -ülkemizde ve Japonya’da yaşanan şiddetli depremlerin sonuçlarının düşündürdüğü gibi- % 12.23 oranındaki engellerin ne kadarının takdîr, ne kadarının da ihmal edilen tedbir sonucu, Kur’ân’ın ifadesiyle “ellerimizle yaptığımız hatalar sonucu” (42 Şûrâ 30, 48; 30 Rum 36) ortaya çıktığı sorusunu akla getirmektedir. Haddi zatında engellilerin durumu, kaza-kader inancı çerçevesinde de ele alınmalı ve bu bağlamda konu enine-boyuna tartışılmalıdır. Esbâba tevessülün, tedbiri elden bırakmamanın ve tedavi olmanın Hz. Peygamber’in altını çizdiği en önemli sünnetler olduğu unutulmamalıdır. Kişinin elinden geldiği kadar bu sünnetleri yerine getirmeye çalışmasına rağmen, ilâhî irâde ve takdir karşısında ise engelli sabretmeli, gücü nisbetinde sorumlu olduğu bilinciyle hayatını sürdürmeye ve sınavı kazanmaya gayret etmelidir. Diğer taraftan engelli olmayan kimselerin de, Allah’ın kendilerine verdikleri bu önemli nimetlerin kadrini bilmeleri, şükretmeleri, ayrıca engelli kardeşlerine gereken yardımı yapmaları gerekmektedir. Her yönüyle bizler için “usve-i hasene” olan Hz. Peygamber’in özetle vermeye çalıştığımız engellilere yönelik hikmetli ilişkisi, engellilerle ilişkilerimizde son derece yol göstericidir. Onun engellilerle ilgili engin öğretisi, birçok yönüyle daha geniş bir şekilde araştırılıp ortaya konulmalı, engellilerle ilişkilerde Hz. Peygamber’in bu rehberliğinden azami şekilde yararlanılmalıdır. Asırlardır, sadece bazı bab başlıklarında ele alınan ve çoğu kez bir-iki rivayetle geçiştirilen engelliler konusu, yüksek lisans, hatta doktora seviyesinde ilmi çalışmaları gerekli kılacak ehemmiyeti haizdir. Ancak, bu sınırlı hacimdeki çalışmayı yaparken dikkatimizi çeken bir husus, Hadîs edebiyatımızın, bu konuda kısmen ketum davrandığıdır. O kadar ki, engelli olduğu tespit edilen bu birkaç sahâbînin hayatı anlatılırken dahi, sakatlıklarının üzerinde pek durulmamaktadır. Yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerin çoğu ise, çeşitli vesilelerle ve dolayısıyla verilen bilgilerden elde edilmiştir. Bu sebepledir ki konu, uzun yıllar yapılacak taramalar ve okumalar sayesinde daha net bir şekilde ortaya konulabilecektir. Özellikle Delâil ve Hasâis literatürüne girmiş olan ve Hz. Peygamber’in mucizevî şekilde iyileştirdiği engellilerden söz eden haberlerin durumu ayrı bir çalışma konusu olacak hacimdedir. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim: Konunun, peygamber anlayışıyla doğrudan ilgisi vardır. Allah Rasûlü, tabîbu’l-ebdân değil, tabîbu’lkulûbdür, yani o bedenlerdeki hastalıkları, sakatlıkları tedavi etmek için değil, kalplerdeki hastalıkları ve eğrilikleri tedavi etmek için gönderilmiştir. Birçok âyette dile getirildiği gibi O, fiziken sağlıklı olmalarına rağmen, rûhen hasta olan, hakikat karşısında kör, sağır ve dilsiz kesilen kimseleri iyileştirmeye çalışmıştır. Burada Allah Rasûlü’nin hasta bir sahâbîsinin iyileşmesi için dua etmesine veya o günün etkili tedavî yöntemlerini önermesine itiraz edecek değiliz. Fakat körlüğü, ahraslığı, topallığı ve deliliği tedavi ettiğini ifade eden bu rivayetlere ihtiyatla yaklaşılması, konunun enine-boyuna analiz edilmesi, çoğu zayıf veya uydurma olan bu rivayetlerin ortaya çıkış sebeplerinin ciddi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Zira, tam otuz yıl yatalak bir engelli olan Imrân b. Husayn, topal olarak valilik yapan Muâz b. Cebel ve Hz. Peygamber’in yerine defalarca vekalet eden İbn Ummu Mektûm gibi meşhur sahâbîlerin tedavi edilmeyip, iyileştiği ifade edilen şahıslarınsa ya hiç tanınmaması, yahut haklarında çok az bilgiler olması, bu tür rivayetlerin sihhatleri konusunda çekince koymamız için yeterlidir. Ayrıca Sahâbe tabakatına dair bütün eserler baştan sona taranarak, engelli sahâbîler üzerinde genel bir çalışmaya; meşhur bir sahâbî olması sebebiyle bu alandaki birçok rivayetin kahramanı olan İbn Ummu Mektûm üzerinde de ayrı bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Yapılacak bu tür ilmî çalışmalarda, engelli sahâbîlerin aile hayatı, evlilikleri, çocukları olup olmadıkları ve çocukların engelli olup olmadıkları, maişetlerini nasıl temin ettikleri, dilenip dilenmedikleri, zekat alıp almadıkları, özellikle sonradan engelli olanların halet-i rûhiyeleri, herhangi bir bunalıma, psikolojik sıkıntıya düşüp düşmedikleri, sakatlıklarının sosyal ilişkilerini ne şekilde etkilediği vb. çeşitli konular incelenmelidir. Bu tür inceleme ve araştırmalara imza atacak genç ilim adamlarımızı şimdiden kutlar, beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür eder, engelli kardeşlerime sevgi ve saygılarımı sunarım. Oturum Başkanı Biz de Bünyamin ERUL Bey kardeşimize teşekkür ediyoruz. Başkanlığın zor tarafı da bu, vakte riayet edebilmek açısından biraz tebliği kısalt demek gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz; ama, birçok defa da, kendimiz tebliğ sunarken de, hakikaten derlediğimiz bu değerli bilgilerin duyulmasını istiyoruz. Ama, şu bir gerçek, ben her zaman şuna inandım: Bu konuşmalar, bu salondakiler için hazırlanmış değil. Tamam, bu salondakiler için hazırlanmış öncelikle; ama, bu kadar bir çalışmayı, yalnızca bu kadar az sayıda insan dinleyecekse, o büyük bir emek israfı olur. Kısa zamanda, basıldıktan sonra, daha etraflı bir biçimde basıldıktan sonra faydası dalga dalga devam edecek diye düşünüyorum. Şimdi, müzakere yapmak üzere, yine aynı anabilim dalında profesör arkadaşımız, aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof. Dr. İsmail Hakkı Ünal Bey’e sözü veriyorum.Buyurunuz. Dipnotlar * Bünyamin ERUL, Doç. Dr. A.Ü. İlahiyat Fakültesi Hadis Öğretim Üyesi. [1] Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 285, 539. [2] Tîn 95/4 [3] Al-i Imrân 3/6. [4] İnfitâr 82/8. [5] Nûr 24/61; Feth 48/17; Bakara 2/18, 171, 282; Nisa 4/5, 95 [6] Tekâsür 102 /48. [7] İsra 17/36. İbn Raceb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hıkem, II. 77. tah. Şuayp el-Arnavut, Ibrahim Bacis, Beyrut-1991, II. baskı. [8] 2 Bakara 233, 286; 65 Talâk 7 [9] Bkz: Muslim, Zuhd 64, III. 2295. [10] 21 Enbiya 83-4).. [11] Buhârî’de 97, Muslim’de 54, Tirmizî’de 51, Nesâî’de 51, İbn Mâce’de 37 ve Ebû Dâvud’da 35 ayrı kitap (bölüm) bulunduğu halde, engellilerle ilgili onlarca hadisin bir araya getirilmemesi bizce önemli bir eksikliktir. (Tebliğde, Kutub-i Tis’a’nın İstanbul-1981-2’de Çağrı Yayınları’nca neşredilen ofset baskılar kullanılmıştır.) [12] Buhârî, Merdâ 7, VII. 4. [13] Tirmizî, Zuhd 57, no: 2400-2401, IV. 602-3. Muhammed b. Ali el-Gassânî (ö. 636), “Zehâbu’l-Basar” adında bir kitap yazmıştır. bk. Kâtip Çelebî, Keşfu’zZunûn, I. 828. [14] Muslim, Salât 8, I. 287. [15] Ebû Dâvûd, Salât 42, no: 535, I. 365-6; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid,II. 2, Beyrut-1982, Daru’l-Kitabi’l-Arabî, (I-X); Beyhakî, Kitabu’sSunen el-Kebîr, I. 426., Beyrut, t.y., Daru’l-Ma’rife, (I-X) [16] Ebû Avâne, el-İsferâînî, el-Musned, I. 277, tah. Eymen b. Arif ed-Dimeşkî, Beyrut-1998, Dâru’l-Ma’rife, (I-V) [17] Ebû Dâvûd, Salât 65, no: 595, I. 398; Heysemî, a.g.e., II. 65; Beyhakî, Sunen, III. 87; İbn Hıbbân, (İhsân), V. 506-7. [18] Heysemî, a.g.e., IV. 196. [19] Nesâî, es-Sunen (el-Kebîr), V. 181, no: 8605. tah. Abdulgaffâr Suleyman elBendârî, Seyyid Kusrevî Hasen, Beyrut-1991, Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye, (I-VI) [20] Heysemî, Mevâridu’z-Zam’ân, I. 483. tah. M. Abdurrazzak Hamza, BeyrutDâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye. [21] Buhârî, Cihâd 35, III. 213. [22] Beyhakî, Sunen, IX. 23. [23] Buhârî, Şehâdât 11, III. 152-3. Buhârî bu babta, Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr, el-Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn, Zuhrî ve Atâ’nın âmânın şahitliğini onayladıklarını, Şa’bî’nin de, âkıl olması şartıyla şahitliğini caiz gördüğünü, elHakem b. Uteybe’nin ise, bu konuda nice şeylerin caiz olduğunu söylediğini, Zuhrî’nin de “Şayet İbn Abbas şahitlik etse, onu red mi edeceksin?” diye sorduğunu nakleder. Ayrıca sahabeden bazılarının seslerinden birbirlerini nasıl tanıdıklarına dair örnekler verir ve Bilal ile İbn Ummu Mektum’un müezzinlik yaptıklarını, Hz. Peygamber’in: “Bilal geceleyin ezan okur, o okuduğunda yiyip için. Veya İbn Ummu Mektum’un ezanını işitinceye kadar yiyip için. Zira İbn Ummu Mektum âmâ bir adamdır ve insanlar kendisine “tamam sabah oldu” deyinceye kadar ezan okumaz” buyurduğunu nakleder. Şerhi için bkz: İbn Hacer, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahîhi’lBuhârî, V. 313. tah. Muhibbuddin el-Hatib, el-Mektebetu’s-Selefiyye, Kahire-1407, III. baskı. V. 313. [24]Tirmizî, Hudûd 1, no: 1423, IV. 32. Hadis şöyledir: “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, yetişkin oluncaya kadar çocuktan ve aklîdengesi yerine gelinceye kadar akıl hastasından.” Hasen-garîb bir hadis olup, Hz. Ali’nin sözü olarak da nakledilir. [25] Buhârî, Talak 25, VI. 177. Şerhi için bkz: İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IX. 350351. Ayrıca bkz: İbn Hazm, el-Muhallâ bi’l-Âsâr, VI. 3006-7, mesele no: 1139.tah. Abdulgaffar Süleyman el-Bendârî, Beyrut-1988, Daru’l-Kütütbi’l-Ilmiyye, I-XII. [26] Mâlik, Talak 28, s. 563. [27] Ahmed, Musned, III. 24. [28] Buhârî, Merdâ 1, VII. 2; Muslim, Birr 46-7, III. 1991-2. [29] Buhârî, Merdâ 7, VII. 4. [30] Tirmizî, Zuhd 57, no: 2400-2401, IV. 602-3. Zayıf bir rivayette, bir adadaki dağın zirvesinde tam beşyüz sene Allah’a ibadet eden ve secdede iken canını alması için dua eden bir âbidden söz edilmektedir. Kıyamette Yüce Allah “Kulumu rahmetimle cennete alın!” buyurunca, o zât üç defa “Yâ Rabbi amelimle!” der. Bunun üzerine Allah, meleklere “Verdiğim nimetlerle, kulumun yaptığı amelini karşılaştırın!” der. Melekler bakarlar ki, sadece görme nimeti beşyüz yıllık ibadeti geçmekte, bedenindeki diğer nimetler karşılıksız kalmaktadır. Bu defa Allah “Kulumu cehenneme koyun!” buyurunca, “Yâ Rabbi! Beni rahmetinle cennetine koy, rahmetinle” diye iltica eder ve Allah da onu rahmetiyle tekrar cennete koyar. Bkz: İbn Raceb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hıkem, II. 78-9. Bu rivayet, hem Allah’ın rahmetine, hem de görme nimetinin değerine vurgu yapması bakımından anlamlıdır. [31] Buhârî, Enbiya 51, VI. 146-7; Muslim, Zuhd 10, III. 2275-6. [32] Buhârî, Merdâ 6, VII. 4. Hadisin şerhinde İbn Hacer’in “Bu hadiste tedaviyi terketmeye cevaz vardır” şeklindeki yargısına asla katılmıyoruz. Bkz: Fethu’l-Bârî, X. 120. [33] Hakkında geniş bilgi için bkz: Uveyd el-Mitrafî, Varaka b. Nevfel, Mekke1996, II. baskı. Ayrıca DİA için yazdığım, henüz yayınlanmamış Varaka b. Nevfel maddesi. [34] Bkz: 73 Müzzemmil 1-2; 74 Müddessir 1-2; 68 Kalem 1-2; İbn Sa’d, I. 1945; Taberî, Tarih, II. 302 [35] Buhârî, Bed’u’l-Vahy 3, I. 3; Muslim, İman 252, I. 139-142. [36] Bkz: Kastalânî, el-Kevâkibu’d-Derârî, I. 36, Kahire-t.y. Tercemedeki hassasiyeti ile bilinen Ahmed Naîm Bâbâzâde ise bu ifadeyi “İşini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin” şeklinde çevirmiştir. Bkz: Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I. 12. [37] Ahmed b. Hanbel, III. 160, VI. 349-350. [38] Hayatı hakkında bkz: İbnu’l-Esîr, III. 558. Usdu’l-Gâbe fi Ma’rifeti’sSahabe, tah. Muhammed İbrahim el-Benna, Muhammed ahmed Aşur, Kahire-1970, Dâru’ş-Şa’b, I-VII. [39] Buhârî, Ezan 40, I. 163; Teheccud 36, II. 55-6; Ahmed, Musned, IV. 44, V. 449-450; Mâlik, Muvatta, Kasru’s-Salât 86, s. 173. [40] Muslim, Mesâcid 255, I. 452; Nesâî, İmâme 50, II. 109-110. [41] Ahmed, Musned, III. 423. Bkz: Ebû Dâvûd, Salât 42, 47, no: 535, 552-3, I. 365-6, 374-5. [42] Hac yolculuğu esnasında ortaya çıkan topallığı bir mazeret olarak gören Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kimin (kolu veya ayağı) kırılır veya topal olursa, ihramdan çıkar ve başka bir hac yapar.” Bkz: Ahmed, Musned, III. 450; Tirmizî, Hac 96, no: 940, III. 277; Nesâî, Menâsik 102, V. 198-9; Ebû Dâvud, Menâsik 44, no: 1862-3, II. 433-4. (İhsâr babında nakleder) [43] Bkz: Tirmizî, Tefsir 73, no: 3331, V. 432. Konu hakkında geniş bilgi için bkz: Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, XIX. 209-212. Beyrut, t.y. [44] Buhârî, Tefsiru sure 4/18, V. 182-3; Ahmed, IV. 282, 284, 290, 300, 301, V. 184; Tirmizî, Tefsir 5, (sure 4) no: 3031-3, V. 241-2. Kurtubî, a.g.e., V. 341, XVI. 373; Beyhakî, Sunen, IX. 23-4. Ayet, 4 Nisa 95. [45] Ahmed, Musned, III. 411-4. [46] Ahmed, Musned, VI. 296; Ebû Dâvûd, Libâs 34, no: 4112, IV. 361-2; Tirmizî, Edeb 29, no: 2778, V. 102. [47] Dârekutnî, es-Sunen, I. 167-171. Beyrut-1986. [48] Abdurrazzâk, el-Musannef, IX. 454, no: 17991, tah. Habiburrahman elA’zamî, Beyrut-1970-1972, el-Meclisu’l-Ilmî, I-XI; Ahmed, II. 217. [49] Abdurrazzâk, a.g.e., IX. 453, no: 17989. [50] Bkz: 2 Bakara 18, 171, 8 Enfâl 22, 11 Hûd 24, 16 Nahl 76, 17 İsrâ 97, 25 Furkân 73, 43 Zuhruf 40. Abdullah b. Amr b. el-As, Hz. Peygamber’in Tevrat’ta anlatılan sıfatlarından söz ederken “Bu eğri millet ‘Lâ ilâhe illallah’ diyerek doğruluncaya kadar ve bu söz sayesinde kör gözler, sağır kulaklar ve kilitli kalpler açılıncaya kadar Allah onun canını almayacaktır” ifadesini kullanır. Bkz: Buhârî, Buyû’ 50, III. 20; Ahmed, II. 174; Dârimî, Mukaddime 2, s. 5; Fedâilu’l-Kur’an 5, s. 830. [51] Ahmed, Musned, V. 194, VI. 450. [52] Ahmed, Musned, V. 386, 406; İbn Ebî Şeybe, el-Kitabu’l- Musannef, VII. 463, 509. tak. Kemal Yusuf el-Hut, Beyrut-1989, I-VII. [53] Ahmed, Musned, IV. 296. [54] Buhârî, İman 22, I. 13; Edeb 44, VII. 85; Ahmed b. Hanbel, Musned, V. 161; İbn Hacer, söz konusu kölenin Bilal-i Habeşî olduğunu ve annesinin Arapçayı iyi komuşamaması veya siyâhî oluşu sebebiyle ona ‘kara karının oğlu!’ diyerek ayıpladığını açıklar. Bkz: Fethu’l-Bârî, I. 108-9, X. 483. [55] Tirmizî, 36. Kıyâme 51, no: 2502. IV. 660. Oradaki metin şöyledir: Eliyle şöyle yaptı ve sanki onun kısalığını kastederek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Safiyye (şöyle) bir kadındır” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: “Öyle bir söz söyledin ki, eğer o, denize karışmış olsaydı, deniz karışırdı” buyurdu. Tirmizî, “hasen-sahih (bir hadistir)” demiştir. [56] Beyhakî, Sunen, X. 199-200. Bab başlığı: “Teşbih yoluyla hanıma ‘cam şişe’, ata ‘deniz’ diyenler ve tefâul yoluyla da âmâya ‘basîr’ diyenler babı” şeklindedir. [57] Ahmed, V. 168-9, 154. İzahı için bkz: İbn Raceb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hıkem, II. 86. [58] Ahmed, Musned, I. 217, 309, 317. Hadiste ayrıca, kendi babalarına ve annelerine söven kimselerin, Allah’dan başkası adına kurban kesenlerin, arazi sınırlarını değiştirenlerin, hayvanlarla ve homoseksüel ilişkiye girenlerin mel’un olduklarını bildirmiştir. [59] İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 264; Nesâî, es-Sunen (el-Kebîr), V. 181, no: 8605. Vâkıdî, onun Kâdisiyye’den dönüp Medine’de vafet ettiğini söyler. Ahmed, Musned, III. 192’deki Enes rivayetinde onun sadece iki defa görevlendirilmesi rivayeti hakkında İbnu’l-Esîr, “Allahu a’lem, başkasına ulaşan bu bilgi ona ulaşmamıştır” der. [60] Ahmed b. Hanbel, Musned, V. 299. [61] Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VIII. 226. [62] Beyhakî, Sunen, IX. 24; İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 207-8. [63] Buhârî, Cihâd 35, III. 213; Beyhakî, Sunen, IX. 24. [64] Ahmed, III. 456-9; Buhârî, Meğâzî 79, V. 130. [65] Tirmizî, Tefsir 5, (sure 4) no: 3031-3, V. 241-2. [66] Bkz: İbn Kuteybe, Maârif, s. 589. [67] Ahmed, Musned, VI. 348. Hayatı hakkında bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, VII. 9-10. [68] Câhız, el-Bursân ve’l-Urcân ve’l-Umyân ve’l-Havlân, tah. Muhammed Mursî el-Hûlı, s. 131-2, 214. Beyrut-1987, IV. Baskı. [69] Câhız, a.g.e., s. 214. [70] İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 282. İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VII. 11-2, Beyrut-1985. [71] İbn Sa’d, a.g.e, VII. 12. [72] Bkz: Câhız, a.g.e., s. 8, 251-2. [73] Bu durumunu dikkate alan Hz. Peygamber Sevde’yi, Muzdelife’den geceleyin göndermiş ve diğer insanlar gelmeden evvel Şeytan taşlamasına izin vermiştir. Bkz: Muslim, Hac 293-5, I. 939. Hayatı için bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’lGâbe, VII. 157-8. [74] İbn Abbâs’ın gözlerine su toplanması ve tedaviyi ihmali sonucu âmâ oluşu hakkında bkz: İbn Ebî Şeybe, Musannef, II. 45, no: 6285-6. Bkz: Beyhakî, Sunen, II. 309; Hâkim, el-Mustedrek alâ’s-Sahîhayn, III. 545-6, Beyrut- t. y. Dâru’l-Ma’rife. [75] Parantez içini, Ibn Ebî Şeybe’den aldık. [76] Ibn Ebî Şeybe, Musannef, III. 440, no: 15786. [77] İbn Kuteybe, el-Maârif, s. 589. tah. Servet Ukkâşe, Kahire-1960, (ofset), Dâru’l-Maârif, IV. baskı. [78] Buhârî, Meğâzî 34, V. 61; Tefsîru Sure 24/10, VI. 10-11;, Muslim, Fedâilu’s-Sahâbe 155, II. 1934. [79] Sehâvî, el-Mekâsıdu'l-Hasene, , s. 18, Kahire- t.y., Mektebetu’l-Hancî.; Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, I. 40. Beyrut-1985, Muessesetu’r-Risale, I-II. [80] Engellilerle ev içi ilişkiler, birlikte yemek yeme gibi hususlarda inen 24 Nûr 60-61. âyetlere bakınız. [81] Deylemî, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb, II. 246, tah. Es-Saîd b. Besyûnî Zeğlûl, Beyrut-1986, Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye (I-V); Zehebî, Siyeru A’lâmi’nNubelâ, XVI. 215. tah. Şuayb el-Arnavut, Huseyn el-Esed, Beyrut-1990, VII. baskı. Zehebî “Garîb cidden” derken, muhakkik Şuayb Arnaût Hoca da, cidden zayıf olduğunu, hatta uydurma olduğunu belirtir. Zira râvilerden Dâvud ez-Zeberkân kezzab (çok yalancı)dır. İbnu’l-Cevzî, Mevdûât, III. 204’te bu rivayeti “Bâbu sevâbi zehâbi’s-sem’i ve’l-basar” babında kaydetmiştir. [82] İbnu’l-Cevzî, Kitâbu’l-Mevzûât, III. 203’te “Bâbu sevâbi men zehebe basaruhû” başlığı altında nakletmiştir. tah. Abdurrahman Muhammed Osman, Kahire-1987, Mektebetu Ibn Teymiye, II. baskı. I-III. [83] Bkz: Buhârî, Cihâd 134, IV. 17. [84] Suyûtî, el-Hasâis (el-Kubrâ), II. 287-292. tah. Muhammed Halil Herrâs, Dâru’l-Kutubi’l-Hadîse. [85] Ahmed, V. 60. el-Hasan-Ebî Kerîme-Racul min ehli Basra-Kabîsa şeklindeki isnadda mechul bir ravi vardır ve rivayet zayıftır. [86] Ahmed, Musned, IV. 138. [87] Ahmed, Musned, IV. 24. [88] Bu doğrultuda birçok rivayeti derleyen bir çalışma için bkz: Nebhânî, İsmail b. Yusuf, Peygamber Efendimizin Mucizeleri, çev. Abdulhâlık Duran, I. 596-610, İstanbul-1997. [89] Câhız, engelliler hakkında yazdığı değerli kitabında, ana-babaları tarafından sırf ‘dilenci’ olsunlar diye kör, topal, gözleri bozuk ve kambur yapılan çocuklardan söz eder. Câhız haklı olarak şunu sorar: Onları bu şekilde müzminleştiren, vücutlarını sakat bırakan anne ve babalardan hangisinin küfrü daha büyüktür? Hangisi daha katı kalplidir? Câhız yeryüzündeki diğer sanatları bırakıp da evlatlarını sakatlaştırarak bu çirkin işi yapan bir grubu gördüğünü ve onlar hakkında “el-Mukeddîn” adlı eserini telif ettiğini belirtir. Bkz: Câhız, el-Bursân, s. 237. Hac esnasında sıkça görülen ve insanın bakmaya bile dayanamayacağı kadar gariplikte binlerce sakat dilenci, Câhız’ın sözünü ettiği ebeveynlerin sanki hâlâ bu vicdansızlığı devam ettirdiği intibaını vermektedir. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:10/39 [ Dr. Ekrem KELEŞ ] >> Muhterem hocalarım, Değerli ilim adamaları, Sevgili özürlü kardeşlerim, Kıymetli dinleyiciler, Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Değerli ilim adamı Doç Dr. Bünyamin ERUL’un ‘Engellilerle İlgili Hadislerin Analizi’ adlı tebliği özenle hazırlanmış, efradını cami ağyarını mani bir çalışmadır. Tabi, zamanın kısıtlı olması yüzünden burada tamamını sunamadılar. Sayın ERUL, tebliğde çok önemli tekliflere yer vermiştir. Bunların hayata geçirilmesi konuya ilişkin İslâmî yaklaşıma büyük katkılar sağlayacaktır. Hz. Peygamberin özürlülerle ilgili doktora tez konusu olarak ele alınması, İbn Ummu Mektum üzerine bir tez çalışması yapılması, Özürlü Sahabilere ilişkin kapsamlı çalışmalar yapılması, Rasulullahın bazı özürlüleri iyileştirdiğine ilişkin rivayetlerin araştırılması ve analiz edilmesi şeklindeki bu teklifleri heyecanla karşılamamak mümkün değildir. Ben, burada öncelikle bu değerli çalışmaya katkı olabileceğini düşündüğüm birkaç hususa temas etmek istiyorum. Özürlülükle ilgili olarak İslam’ı iyi bilmeyen bazı kişilerin ve kesimlerin yanlış bir takım düşünceleri bulunmaktadır. Bunlardan biri, özürlülüğün ilâhî bir ceza olduğu yolundaki kanaattir. Böyle bir anlayış, İslam’la bağdaşmaz. Kişinin ayağına batan bir dikenin bile onun günahlarının bağışlanmasına vesile olacağını söyleyen bir dinin, özürlülüğü ilâhî bir ceza olarak görmesi mümkün değildir. Özürlü kardeşlerimizi derinden yaralayan bu anlayışın İslam’da yerinin olmadığını özellikle vurgulamamız gerekiyor. Özellikle başkasının yardım ve desteği olmadan hayatını sürdüremeyecek konumda bulunan özürlü yakınlarının en büyük endişesi, kendilerinden sonra geride bıraktıkları özürlü kişilerin durumlarının ne olacağı hususudur. Bu endişeyle pek çoğunun ‘Ya Rabbi benim canımı, ondan sonra al’ diye dua ettiklerine şahit oluruz. İşte bu noktada Hz. Peygamberin " ﻓﺈﻟﯿﻨ ﺎ ﻛﻼ ﺗﺮك ﻣﺎﻻ ﻓﻠﻮرﺛﺘﮫ وﻣﻦ ﺗﺮك ﻣﻦKim mal bırakırsa varislerine aittir. Kim de arkada bakıma muhtaç kişiler bırakırsa onun sorumluluğu bize aittir"[1] anlamındaki sözü, çok dikkat çekicidir ve çok önemli mesajlar vermektedir. Değişik rivayetleri bulunan bu sözü Hz. Peygamber, ister devlet başkanı sıfatıyla söylemiş olsun, isterse Müminler için en güzel örnek (üsve-i hasene) bir insan sıfatıyla söylemiş olsun; bu söz –kanaatimizce- özürlüler için oluşturulacak bir sosyal güvenlik sistemine temel teşkil edebilecek niteliktedir. Bu hadiste devlet başkanı sıfatıyla Hz. Peygamberin ‘işini göremeyen ve bakıma, yardıma desteğe muhtaç kişi’nin tüm sorumluluğunu üstlenmesi, devletin özürlülere karşı nasıl bir sosyal güvence sağlamakla yükümlü olduğu hususunda önemli mesajlar vermektedir. Hz. Peygamberin özürlülere verdiği devlet başkanına vekalet, valilik, imamet ve müezzinlik gibi önemli görevler, özürlülerin yapabilecekleri işlerde istihdamı ve üretken hale getirilmesi, yeteneklerinin atıl bırakılmaması ve onlar için iş sahaları açılması konularında önemli mesajlar vermektedir. Hz. Peygamberin, imamet görevi yapan görme özürlü Itban b. Malik’in evine giderek namaz kıldırması, tebliğde ifade edildiği şekilde onun özürlülere karşı ilgisini ortaya koymasının yanında artı olarak özürlülere iş hayatında ve yapacakları diğer görevlerde gerekli kolaylıkların sağlanması konusunda da önemli ip uçları vermektedir. Sünnetteki uygulamalarda özürlülerin mümkün mertebe topluma dahil edilmesi çabasını bariz bir şekilde görmek mümkündür. Böylece onların mümkün mertebe içlerine kapanıp kalmalarının önlenmesi ve yeteneklerinin harekete geçirilerek üretken hale getirilmeleri amaçlanmış olmalıdır. Hz. Peygamberin, muhtemelen kısmen zihinsel özürlü olduğu için alışverişlerinde sürekli aldanabilecek durumda olan Habban b. Munkız’a: إذا ﺑﺎﯾﻌ ﺖ “ ﻓﻘ ﻞ ﻻ ﺧﻼﺑ ﺔAlışveriş yaptığında, ‘Aldatma yok’ de”[2] demesi ve bu hadisin çeşitli rivayetlerinde ona muhayyerlik tanındığının ifade edilmesi, ilim adamlarımız tarafından herkesi kapsayacak şekilde alışverişte muhayyerliğe esas alınmıştır. Fakat bu olay, çıkış noktası itibariyle bakıldığı zaman bir yönüyle de özürlüler için bir "olumlu ayrımcılık" uygulaması olarak da ele alınabilir ve kanaatimce bu tür uygulamalar için bir temel teşkil edebilir. Burada vurgulamak istediğim bir diğer husus da şudur: Bilindiği gibi ‘Tedbir kuldan takdir Allah’tan’ özdeyişinin, bizim kültürümüzde çok önemli bir yeri vardır. Bu özdeyiş, İslâmî bir anlayışı özetler. Özürlülüğün en önemli kaynaklarından biri de çeşitli alanlarda sergilenen tedbirsizlikler ve yıkımlardır. Bu bakımdan her alanda gerekli tedbirlerin alınması çok önemlidir. Özellikle trafik kazaları bağlamında gerekli tedbirlerin alınması konusunda bize ışık tutacak hususlardan biri, hadislerde geçen ve yollarda sıkıntı oluşturacak engellerin ortadan kaldırılmasına teşvik eden [اﻻذى ]ﻋ ﻦ اﻟﻄ ﺮﯾﻖ اﻣﺎﻃ ﺔrivayetlerdir.[3] Kanaatimce bu hadisler, özürlülüğün en önemli kaynaklarından biri olan trafik kazalarının önlenmesi için alınması gereken tedbirlere temel teşkil edecek mesajlar taşımaktadır. Diğer taraftan özürlülüğün en büyük kaynaklarından biri olan savaş, İslam’da aslında hoş karşılanmaz. Mecbur kalındığı için başvurulan bir yöntem olarak görülür. “(Kraliçe Belkıs) şöyle dedi: “Krallar bir memlekete girdi mi, orayı harap ederler ve halkının ileri gelenlerini zelil hale getirirler. İşte onlar böyle yaparlar”[4] ayetinde bu anlamı görmek mümkündür. Savaş tahribattır, yıkımdır. Bunun için fıkıh kitaplarında savaşın iyi bir şey olmadığı özellikle vurgulanır. Çünkü haddi zatında o ifsattır. [5] Muhtemelen tebliğ sınırlarına sığmayacağı için, çalışmada türlerine göre ortopedik, görme, işitme ve zihinsel özürlülerle ilgili hadis rivayetleri, müstakil başlıklar altında değerlendirilme yoluna gidilmeyerek genel başlıklar kullanılmıştır. Doğal olarak bu tür bir ayrıntı, tebliğ sınırlarına sığmaz. Ancak bu çalışmanın daha ayrıntılı hale getirilmesi düşünüldüğü takdirde, bu tür bir sınıflandırmaya da gidilebileceğini düşünüyorum. Bu takdirde, özürlülerle ilgili ilâhî sınav vurgusu yapan hadislerin ve bu kapsamda Allah’ın sevdiği kişileri sınadığını anlatan rivayetlerin, zihinsel özürlülerin dini mükellefiyetlerden muafiyetini anlatan rivayetlerin, özürlülere ibadet hayatında kolaylık sağlayan rivayetlerin, savaşlarda özürlülere dokunulmamasını emreden rivayetlerin ve özürlülerin medeni tasarrufları, eğitim ve rehabilitasyonu ile ilgili rivayetlerin ayrı ayrı değerlendirilebileceği kanaatindeyim. Tedbir kuldan takdir Allah’tandır. Bize düşen, üzerimize düşen görevleri eksiksiz yerine getirip bundan sonra Allah’a tevekkül etmektir. Bu bakımdan gerekli tedbirlerin alınması konusunda ne gerekiyorsa yapılmasına sonuna kadar evet… Fakat herhangi bir sebeple iş başa geldikten ve artık özürlülük her yönüyle yaşanmaya başladıktan sonra üzerimize düşen, içinde bulunduğumuz durumu olabildiğince hayra dönüştürmeye çalışmaktır. İşte bu noktada şairin şu sözünü hatırlamadan edemeyeceğim: “Kader, beyaz kağıda sütle yazılmış yazı/ Elindeyse beyazdan gel de sıyır beyazı.”(NFK) Oturum Başkanı Sağ olun, teşekkür ederiz. Efendim, bu sempozyumumuzun açılış oturumu burada bitmek üzere. Yalnız, müzakerelerden sonra tebliğ sahibine hemen iki-üç dakikalık bir söz hakkı veriyoruz. Ondan sonra bu oturum bitecek ve öğleden sonraki oturum da saat 14'de başlayacak. Buyurum Bünyamin Bey. Doç. Dr. Bünyamin ERUL Sayın hocalarıma bu değerli müzakerelerinden dolayı teşekkür ediyorum. İsmail Hakkı Hocam, sarâ hastası hanımla ilgili rivayete değindiler. Oldukça ilginçtir, İbn Hacer bu hadisi izah ederken Hz. Peygamber’in gerçekten o hastaya böyle bir şey söylemiş midir, bunu tartışacağına; ondan, tedaviyi terk etmenin caiz olduğu, bütün hastalıkların, bitkisel ilaçlarla tedaviyle birlikte Allah’a dua ve iltica ile tedavi edilmesinin daha faydalı olduğu ve bunun bedene tesirinin daha fazla olduğu neticesini çıkartmaktadır.[6] Derdi veren Allah’ın, dermanı da verdiğini belirten Hz. Peygamber’in bu hadisinden tedaviyi terk etmenin cevazını çıkarmak, en başta tıbb-i nebevîyi göz ardı etmektir. Zira Hz. Peygamber’in öğretilerine göre hem koruyucu hekimlik, hem de tedavi olmak sünnettir ve imkanı olduğu halde tedaviyi terk etmek de şüphesiz mesuliyettir. Ekrem KELEŞ Hocamın sözünü ettiği “ ”ﻣ ﻦ ﺗ ﺮك ﻛ ﻼ ﻓﺎﻟﯿﻨ ﺎhadisini çalışmalarım esnasında gördüğüm halde, ona farklı bir anlam verildiği için tebliğime almamıştım. Eğer bu hadiste geçen “kellen” ifadesini “güçsüz veya engelli” anlamında alabilirsek, elbette bu aynı zamanda bir devlet başkanı olan Hz. Peygamber’in engellilere bakışını, himayesini göstermesi bakımından oldukça güzel bir delil olacaktır. Bu rivayete dikkatimi çektiği için Ekrem Bey Hocama tekrar teşekkür ediyorum. Hadisi araştırdığımızda gördük ki, bu rivayet daha çok miras ve feraiz ile ilgili bölümlerde nakledilmektedir. Hem Buhâri, hem de Muslim’in naklettikleri işbu Hadise göre Hz. Peygamber: “Ben, müminlere kendilerinden daha yakınım. Kim ölür de mal bırakırsa, malı erkek tarafından akrabalarınındır. Kim de borç, çoluk-çocuk (kellen) ve yitik (dayâan) bırakmışsa o da bana aittir” buyurmuştur. [7] Buhârî şârihi Bedruddin Aynî, buradaki “kellen” ifadesinin borç ve iyâli kapsadığını belirttikten sonra Tayyibî’nin “dayâ’” ifadesini “küçük çocuklar, yetersizlikleri sebebiyle kendi işlerini göremeyen müzminler ve bu kategoride bulunan ve birileri tarafından sorumluluğu yüklenilmediği takdirde zayi olacak durumdaki kimseler için verilmiş bir isim” diye izah eder[8]. Bu bakış açısına göre engelliler bu hükmün kapsamına girmektedir. Hadisi Tayyibî gibi anladığımızda, Hz. Peygamber’in aynı zamanda İslam toplumunun yöneticisi olduğunu da dikkate aldığımızda, buradan yöneticilerin -tıpkı Hz. Peygamber’in yaptığı gibi- engellilerin zorunlu giderlerini, maişetlerini temin etmeleri gibi bir sorumluluk çıkartabiliriz. Alış-veriş yaparken aldatılmaması için Hz. Peygamber’in kendisine “lâ hılâbe=aldatma yok!” demesini öğrettiği fakat dili dolaştığı için “lâ hıyâbe” diyen sahâbî rivayetini[9] iki sebepten dolayı almadım. Birincisi, bu doğrudan engellilerin fıkhını ilgilendiriyordu ve sayın Hamdi DÖNDÜREN hocamın işleyeceğini düşünerek, onun tebliğ konusuna girmek istemedim. İkincisi, bu şahsın engelli sayılıp sayılmamasında biraz mütereddit oldum. Engellilerin eğitimi ve rehabilitasyonu konusunda sünnetin neler getirdiği meselesi, uzun yıllar mesai isteyen önemli bir konudur. Birkaç hafta içerisinde hazırlanan ve birkaç sayfalık hacimdeki bu tebliğde -takdir edersiniz ki- böyle bir konuya giremezdik. Burada sözlerime son verirken ve sayın bakanımız ve muhterem başkanımız da hazır buradayken bazı önerilerimi arz etmek istiyorum. Sayın Devlet Bakanımız engellilerle ilgili yapılan bu sempozyumun İslam aleminde bir ilk olduğunu söylediler. Sayın Bakanımızın öncülüğünde aynı doğrultuda uluslar arası bir sempozyuma ev sahipliği yapmak suretiyle ikinci bir ilke imza atılması, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde de engellilerin dînî gereksinimlerine cevap verecek çalışmalar yapmak üzere bir birim kurulması, Diyanet aylık dergide, her ay bir sayfanın engellilere tahsis edilmesi ve orada engellilerin yazılarına ve sorunlarına yer verilmesi, Derginin en azından yılda bir sayısının engellilere tahsis edilmesi, Büyük şehirlerde üç ayda bir olmak üzere seri konferanslar veya paneller tertip edilmesi, Sempozyum kitap olarak basıldıktan sonra, bütün din görevlilerimize ulaştırılması, böylece özellikle vaiz ve imam hatiplerimizin bu konuda gerekli alt yapısının oluşturulması, Engellilerle ilgili konferansların her ilde yapılması, Engellilerin soruları ve sorunları dikkate alınarak ayrı bir “Engelliler İlmihali” hazırlanması, Bu önerilerimi bilgilerinize ve takdirlerinize sunuyor, böylesi faaliyetlerin, engelli kardeşlerimize karşı yapabileceğimiz yardımların en büyükleri olduğuna inanıyor ve hepinizi saygıyla selamlıyorum. Teşekkür ederim. Dipnotlar [1] Buhârî, İstikraz ve Edâü’d-düyûn ve’l-hacr ve’t-Teflis, Babü’s-Salat ala men tereke deynen. [2] Buhârî, Büyu’ 48 III/19; Babu ma yukrahu mine’l-hıda’ fi’l-bey’. [3] Tirmizi, Zebâih, Ebvabu’l-İman, Babu ma cae fi’stikmali’l-iman. [4] Neml,,27/34. [5] el- Merğînânî, el-Hidâye, II, 135. [6] Bkz: Fethu’l-Bârî, X. 120. [7] Buharî, Nafakât 15, VI. 195’te bab başlığında isnadsız olarak; Ferâiz 15, 25, VIII. 8, 11; Muslim, Ferâiz 17, II. 1238; Ahmed b. Hanbel, II. 356, 456; IV. 131-133. [8] Aynî, Bedruddin Ebû Muhammed Mahmud b. Ahmed, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, XIX. 224. 2, Halebî baskısı, I-XX. [9] Bkz: Buhârî, Buyû’ 48, III. 19; Muslim, Buyû’ 48, II. 1165; Mâlik, Muvatta, Buyû’ 98, s. 685; Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 80, 129, 130. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:12/39 [ Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN ] İSLÂMIN ENGELLİLERE TANIDIĞI KOLAYLIK VE RUHSATLAR Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN >> I- İSLÂM’IN ÖZÜRLÜYE (ENGELLİ) YAKLAŞIMI A) Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı: Özür, Arapça mastar bir sözcük olup kök anlamı; eksik ve günahı çok olmak demektir. İsim olarak; bir konuda kişinin özürlü sayılması ve bu nedenle de sorumluluğunun azalması veya tam olarak kalkması anlamlarında kullanılır. Türkçe’de “özür dilemek” sözcüğünde de bir eksikliği giderme çabası vardır. Özür sözcüğü Kur'ân’da “özr” şeklinde aşağıdaki iki âyette geçer. “(Musa, Hızır’a) dedi ki: Artık bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme! Benim açımdan artık sen mâzur sayılırsın.”[1] “Özür veya uyarı için öğüt verenlere yemin olsun.”[2] Aşağıdaki üç âyette, “ma’ziret” şeklinde kullanılmıştır. “(Uyaranlar) dediler ki: Rabbinizden özür dileyelim.”[3] Diğer iki âyette, dünyada zulüm yapanların, kıyamet gününde özür dilemelerinin bir yarar sağlamayacağı vurgulanır.[4] Başka bir âyette çoğulu “meâzîr” olarak geçer.”O gün insanoğlu özürlerini sayıp dökse de..”[5] Dünya veya ahirette özür dilemek anlamında, aynı kökten türemiş sözcüklerin yer aldığı altı âyet daha vardır.[6] Bedensel özürlülerin içinde özellikle görme engelliler dünyada en büyük sıkıntıyı yaşadıkları için, Kur'ân ve sünnette bu engele daha çok vurgu yapılır. Kur'ân’da görme engeli “a’mâ” sözcüğü ile ifade edilir ve çoğu “mânevî körlük” anlamında olmak üzere 32 kadar âyette kullanılır.[7] Günümüzde özürlü denilen kimseler için “engelli” teriminin kullanılması daha uygun ve daha yumuşak bir sözcüktür. Özürlüler hakkında hazırlanan kanun tasarısında engelli şöyle tanımlanır: “Doğuştan veya sonradan, herhangi bir hastalık veya kaza sonucu, bedensel, zihinsel, ruhsal, sosyal, duyusal ve duygusal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeniyle toplumsal yaşama uyum sağlama ve günlük gereksinimlerini karşılamada güçlükleri olan bireydir.”[8] Aynı tasarının 1. maddesinde yasanın amacı şöyle belirlenir: “Bu Kanunun amacı; özürlülerin sağlık, eğitim, rehabilitasyon, istihdam ve sosyal yardıma ilişkin sorunlarının çözümü ile bu hizmetlerin koordinasyonu için gerekli düzenlemeleri yapmaktır.” Adı geçen yasanın 3/b maddesinde özürlülerin rehabilitasyonu için şu düzenleme yapılır: Rehabilitasyon: Özürlü bireyin, fonksiyon kayıplarını gidermek veya geriye kalan güç ve yeteneklerini geliştirerek fiziksel, eğitsel, psikolojik, sosyo-ekonomik ve mesleki yönden en üst düzeye çıkarmak ve topluma uyumunu sağlamak için yapılan hizmet ve yardımları kapsar. İslâm dininin korunmasını istediği ve bu konuda çeşitli önlemler aldığı beş şeyden (mal, can, akıl, nesil, din) birisi de sağlıklı yaşama hakkıdır. Kur'ân’da şöyle buyurulur: “..Kendinizi öldürmeyiniz. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.”[9] “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz.”[10] “Allah’ın yasakladığı cana, haksız yere kıymayın!”[11] “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[12] Kur'ân’da, uzun süre ağır hastalık günleri geçiren Eyyub Peygamber’in çilesini tamamladıktan sonra sağlığına kavuştuğu bildirilir.[13] Yine Kur'ân’da, oğlu Yûsuf’un ayrılık hasretinden ötürü gözlerini kaybeden babası Ya’kub (a.s)’ın, yıllar sonra Yûsuf’un terli gömleğini yüzüne ve gözlerine sürünce gözlerinin açıldığından söz edilmesi [14] anlamlıdır. Peygamber mucizelerinin pozitif bilimlerin ulaşabileceği hedeflere işaret ettiği düşünülürse, ileriki yüzyıllarda bedensel ve zihinsel engellerin pek çoğunu tedavi etme imkânlarının ortaya çıkabileceğini söylemek güç olmaz. Bu konuda Hz. Musa’nın, kendince fâili bilinen, fakat delil bulunmadığı için “fâili mechûl” kalan bir cinayeti aydınlatmada, kesilen sığırın taze etiyle vurularak (tıbbî bir işlem yapılarak) ölüyü diriltip, suçu işleyeni söyletmesi,[15] Hz. İsa’nın da mucizeleri arasında görme engelliyi ve alaca hastalığını iyileştirmesi ve ölüyü diriltmesi yer alır. Hz. İsa’nın bütün bu olağanüstü olayları kendi gücüyle değil, “Allah’ın izniyle” yaptığını bildirmesi, bunların birer “peygamber mucizesi” olduğunu gösterir.[16] Kur'ân’da hasta ve engellilere iyi davranmanın gereği de vurgulanır. Bunlardan birisi Eyyub (a.s)’ın eşiyle ilgilidir. Rivâyete göre Hz. Eyyûb, hastalığı sırasında kendisiyle ilgilenmeyen eşine, iyileşince yüz deynek vuracağına yemin etmişti. Kur'ân’da yeminini bozmadan bir demet sapla vurarak, bir çeşit psikolojik ve sembolik bir ceza türü önerilmiştir. “(Ey Eyyûb!) Eline bir demet sap al da onunla vur ve yeminini bozma (dedik). Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldur! Çünkü o, sürekli olarak (Allah’a) yönelirdi.”[17] Bu sembolik ceza yöntemi, şer’î ceza ve yeminlerde “Eyyûb ruhsatı adıyla yerini almıştır”[18] Kitab-ı Mukaddes’te, eşinin Eyyûb’u “Allah’a sövmeye ve ölmeye teşvik ettiği” nden söz edilir.[19] Hz. Peygamber’in de, bir görme engelli olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm’la ilgili olarak Yüce Allah tarafından uyarıldığı görülür. Olayın gelişimi şöyledir: Hz. Peygamber, Mekke’de Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe İbn Rebîa, Ebû Cehil İbn Hişâm ve Abbas İbn Abdilmuttalib ile özel sohbet ederken gözleri görmeyen Abdullah İbn Ümmi Mektûm gelerek, söze karışmış ve Peygamber'den, kendisine Kur'ân okumasını istemiş, ey Allah'ın elçisi! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret, diyerek, bu sözünü bir iki defa tekrar etmişti. Kureyş ileri gelenleri, kendilerinin yanlarında yoksul kişilerin bulunup söze karışmalarından hoşlanmazlardı. Bundan dolayı Abdullah İbn Ümmi Mektûm'un, iki de bir söze karışması, Allah'ın elçisinin canını sıktı. Peygamber, bundan memnun olmayarak yüzünü Abdullah'tan çevirip, diğer kişilerle ilgilendi. Allah’ın Rasûlü sözünü bitirip kalkacağı sırada, “Peygamber, gözleri görmeyen kişinin kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve öbür yana döndü..”[20] anlamındaki uyarı âyetleri indi. Bu olaydan sonra Hz. Peygamber Abdullah ile karşılaştığında ona ikramda bulunur ve "Ey kendisinden dolayı Rabb’imin beni azarladığı kişi, merhaba!" der ve ihtiyacını sorardı.[21] B) Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı: Hadislerde de özür ve özür sahipleriyle ilgili çeşitli bilgi ve hükümler yer alır. Aşağıda konuları içinde bunlardan bazılarına yer vereceğiz. Hz. Peygamber yaşamın ve sağlığın önemini belirten çeşitli uyarılarda bulunmuştur. "Allah'tan af ve sağlık dileyin, çünkü bir kimseye imandan sonra, sağlıktan daha hayırlı bir şey verilmemiştir."[22] "Allah'tan istenen şeyler arasında Allah'a en sevgili olan şey sağlıktır."[23] Yine sahâbîlerden birisi ayrı ayrı üç günde, en üstün olan duanın hangisi olduğunu sormuş, Allah’ın elçisi, her defasında; "Rabb’inden dünyada da ahirette de âfiyet vermesini iste" diye cevap vermiştir.[24] İnsan beden ve ruh olmak üzere iki ana unsurdan meydana gelmiştir. Beden dünya yaşamı süresince ruhun üzerine geçirilmiş kılıf niteliğinde bir emânettir. Kişinin, dünyadaki görevlerini tam olarak yapabilmesi için sağlıklı bir bedene ihtiyacı vardır. Bunun için koruyucu hekimlik kurallarını gözetmesi, hastalık ve sakatlık durumunda da tedavi olması gerekecektir. Hz. Peygamber’in sağlığın korunmasını, hasta olunca da tedavi olunmasını bildiren pek çok hadisleri vardır. Bunların önemli bir bölümü “koruyucu hekimlik” kapsamına girer. Bunlar, hadis kaynaklarının tıb, merdâ gibi bölümlerinde yer aldığı gibi, bu konuda “Tıbb-ı nebevî” adıyla bağımsız eserler de kaleme alınmıştır. Aşağıda konu ile ilgili bazı hadisleri zikredeceğiz: Bir adam Hz. Peygamber'e gelerek, hasta olunca tedavi olmanın gerekip gerekmediğini sordu. Allah’ın elçisi ona şu cevabı verdi: "Ey Allah'ın kulları tedavi olunuz. Zira Cenab-ı Hak hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, şifasını da birlikte yaratmış olmasın. Ancak yaşlılık bunun dışındadır.” buyurdu.[25] Buna göre, günümüzde bazı hastalık ve sakatlıkların tedavisinin yapılamaması, bilimin henüz bunları tedavi edecek bir düzeye ulaşamaması yüzündendir. M. IX. Yüzyılda İslâm tıbbında bedensel engeli tedavi için yeni yöntem uygulayan iki hekimden söz etmek istiyoruz. Bunlardan birisi İslâm tıbbının ilk büyük eseri olan Firdevs el-Hikme’nin (236/850) yazarı İbn Rabban et-Taberî’nin öğrencisi Ebû Bekir Muhammed İbn Zekeriyya er-Râzî (ö.313/925), diğeri ise Ebû Alî Hüseyin İbn Sina (ö.428/1037)’dır. Ünlü Hekim er-Razî’nin kronikleşmiş, artık iyice yerleşmiş bir hastalıktan kötürüm hale gelen Buhara emiri Mansur İbn Nuh İbn Nasır’ı “psikolojik şok yöntemi” ile iyileştirmesi Nizamî’nin Çehar Makale adlı eserinde özetle şöyle anlatılır: Hekimlerin iyileştiremediği Buhara sultanı, Merv’de bulunan Razi’yi getirtmek için adamlarını gönderir. Ancak Razî, azgın suların aktığı Amu Derya’yı geçerek bu uzak yolculuğa gitmek istemez. Buna kızan sultan, adamlarını yeniden göndererek ünlü hekimi bir çeşit tutuklu gibi zorla, Buhara’ya getirtir. Razi, sultana çeşitli ilaç ve yöntemler uygulamış ise de sonuç alamamıştı. Yeni bir yöntem için kentin hamamına gittiler. Hekimin ve sultanın adamları dışarıda kaldı. Hekim, sultanın üzerine ılık su döktü ve kendi hazırladığı içeceği sundu. Sultan eklemlerindeki sızı dininceye kadar orada bekledi. Bu arada dışarı çıkan hekim, giyinmiş ve silahlanmış olarak döndü. Sultana sert ve korkutucu bir sesle; “Beni buraya tutuklatarak zorla getirttin, Amuderya’da hayatımı tehlikeye attın. Ben de seni burada helâk edeceğim” diyerek üzerine saldırdı. Hiddet ve dehşet içinde kalan sultan, korkudan doğrularak dizleri üzerine kalktı. Biraz korku, biraz öfke ile kendini savunmak isteyen sultan iyice doğrulunca, hekim hamamdan ayrıldı ve hazırlanan atlarla oradan hızla uzaklaştı. Psikolojik şok sonuç vermiş, kötürüm olduğunu unutan sultan yürür hale gelmişti. Şenlikler yapılmış, bir hafta sonra hekimden gelen mektupla, hamamda yapılan saldırının niteliğini anlamış ve hekime ömür boyu zengin edecek bağışlarda bulunmuştur.[26] Başka bir tedavi İbn Sina (ö.428/1037)’ya aittir. İbn Sina’ya kaza sonucu kolu kopan birisi getirilir. O, kola ve sahibine bakar, “sağlam olan bu kolun yeri bedene bitişik olmaktır. Bu bitiştirmeyi yaparsak beden tamam olur” diyerek steril ortamda, ayrılan et ve kemik noktalarını hizalar, dikiş atar ve kolu sağlam bir sargıya alır. Bedenle bütünleşen kolun canlılık kazandığı görülür.[27] Günümüzde organ ve doku nakilleri tıbbın normal uygulamaları arasına girmiştir. Nitekim son açıklanan verilere göre Türkiye genelinde 1975-2002 arasında 27 yıllık dönemde 21036 adet organ ve doku nakli yapılmıştır. Bunların dökümü şöyledir. 6082 böbrek, 547 karaciğer, 144 kalp kapakçığı, 110 kalp, 4 pankreas, 1 akciğer, 11763 kornea (doku) ve 2582 kemik iliği (doku) nakli. Kol, bacak, parmak nakli gibi işlemler kişinin kendi organını yerine nakilden ibaret olduğu için bunların dökümünden söz edilmemiştir.[28] Bu gibi beden dış organlarının, doku uyumu bulunan başka bir kişiden alınarak nakledilmesi de tıbben imkân dahilindedir. C) Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu: İnsan, bu dünyaya bir imtihan için geldiğinden, onun iyilik ve kötülükle karşılaşması, sağlıklı ve hastalıklı günlerinin bulunması bunun doğal bir sonucudur. Kur'ân’da şöyle buyurulur: “Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”[29] “Şüphe yok ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (yoksulluk) ile deneriz. Sabredenleri müjdele!”[30] İnsanın hastalık, sakatlık, bedensel veya ruhsal bir sıkıntıya düşmesi kendisi için bir bağışlanma ve ahirette derece kazanma sebebidir. Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre (r. Anhümâ)’dan rivayete göre, Nebî (s.s.s) şöyle buyurmuştur: "Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta küçük bir tasa hali isabet edecek olsa, bunlar mü’minin bir bölüm günahlarına kefâret olur.”[31] Hz. Âişe (ö.58/677)’den gelen benzer bir hadis şöyledir: “Bir müslümana isâbet eden, ayağına bir diken batması da dahil olmak üzere, hiçbir sıkıntı yoktur ki, Allah bunu onun (günahları) için kefâret yapmasın.”[32] Yine Hz. Âşe, Rasûlüllah (s.a.s)’den daha şiddetli acı çeken birisini görmediğini söylemiştir.[33] Başka bir hadiste bu acının diğer insanların çektiği acının iki katı olduğu ve ecrinin de iki katı olacağı belirtilmiştir.[34] Mus’ab İbn Sa’d’ın babasından naklettiğine göre, şöyle demiştir: Dedim ki; Ey Allah’ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha şiddetli belâ ve sıkıntıya uğrar? Dedi ki: Peygamberler, sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlar.. Kişinin sınanması dinine göre olur. Sıkıntı ve belâ dinindeki durumuna göre cereyan eder. (Kimi zaman) bu sınama, o kul yeryüzünde hatasız olarak yürüyünceye kadar devam eder.”[35] İbn Abbas, Atâ İbn Ebî Rebâh'a; sana cennet ehlinden bir kadını göstereyim mi? dedi. Atâ; evet göster, dedi. İbn Abbas, işte şu siyah kadındır ki, bu kadın Nebî (s.a.s.)'e geldi ve: Sara hastalığım tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah'a dua edin, dedi. Rasûlüllah (s.a.s.): İstersen sabreder, cennetlik olursun; istersen sana şifa vermesi için Allah'a dua ederim, dedi. Bunun üzerine kadın; O halde (hastalığıma) sabredeceğim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz, dedi. Peygamber (a.s.) de ona dua etti.[36] İslâm’da bütün emir ve yasaklar insan gücü ile sınırlı olduğu için, zihinsel engelliler ibadetten muaf sayılmıştır. Bu temel ilke hadiste şöyle ifadesini bulmuştur: "Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: Ergenlik çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından."[37] İslâm, görme engelli bir kimseye yol göstermeyi, sağır ve dilsizle ilgilenmeyi laf sadaka olarak telakki etmiştir.[38] Aracına binmeye çalışan bir engelliye yardımcı olmak bir sadakadır.[39] Ashâb-ı kiram’dan özellikle görme engellilere kendi çocukları başta olmak üzere kimi sahâbiler, zorunlu olarak gidip gelecekleri yerlere onları ulaştırırlar ve rehberlik ederlerdi. Abdurrahman İbn Ka’b İbn Mâlik (r.a), babası gözlerini kaybedince, ona rehberlik yaptığını ve Cuma günü olunca da namaza götürdüğünü bildirir.[40] Hz. Peygamber'in hadislerinde daha çok görme engellilerle ilgili hükümler yer alır. O, görme özürlü (a'mâ) olup da sabredenlerin cennetle ödüllendirileceğini bildirmiştir. Enes İbn Mâlik (r.a), Nebî (s.a.s)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Şüphesiz, Allahü Teâlâ şöyle buyurdu: Ben bir kulumu, iki gözünü gidererek sınamaya tabi tuttuğumda, buna sabrederse, bunun karşılığında kendisine cenneti veririm.”[41] Başka bir hadiste göz engellilerin içinde bulundukları güçlüğe şöyle işaret edilir: "Hiçbir kul, dininden dönmesi dışında, gözlerini kaybetmekten daha ağır bir sınamaya uğramış değildir."[42] II- Hz. İSTİHDÂMI PEYGAMBER DÖNEMİNDE BEDENSEL ENGELLİLERİN Hz. Peygamber engellilerle ilgilenmiş, onlara yeteneklerine göre kamu alanında görev vermiş, kendilerine değer vermiş, topluma kazandırmaya çalışmış, engellileri toplumun üretken olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Hz. Peygamber, görme engellilere karşı kötü davrananı, mesela, onların yoluna engel olanları kınamıştır.[43] Rasûlüllah (s.a.s.)'in, kimi bedensel engellilere önemli kamu hizmeti verdiği bilinmektedir. Nitekim bir görme engelli olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm'u, Mescid-i Nebevî'de müezzin olarak görevlendirdiği gibi,[44] aynı sahâbiyi Veda haccına (10/632) ve Uhud (3/625) savaşına gidişi de dahil, çeşitli zamanlarda Medine dışına çıktığında on üç defa Medine'de yerine vekil bırakmıştır. Bu görev kamu hizmetinin en üst derecesi olan, devlet başkanına vekâlet etmekten ibarettir. Diğer yandan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, Tebûk gazvesinden (9/631) sonra nâzil olan ve savaşa fiilen katılanların, geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak özrü olanların bu hükmün dışında tutulduğunu bildiren âyete rağmen o günden sonra yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip, sancağın kendisine verilmesini istemiştir. Onun, zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına (15/636) katıldığı, savaştan sonra Medine'ye dönünce savaşta aldığı yaralar yüzünden vefat ettiği veya Kâdisiye'de şehid düştüğü rivayet edilmiştir.[45] İslâm'da engellilerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah İbn Ümmi Mektûm vesilesiyle mümkün olmuş, onların vekil bırakılmaları, imamlık yapmaları, savaşa iştirak etmeleri, farz namazlara katılmaları, korunma amacıyla köpek beslemeleri gibi konular açıklık kazanmıştır. Hz. Peygamber, namazlarda İbn Mektûm ve daha başka görme özürlülerin imamlık yapmalarına izin vermiştir.[46] III- HASTA VE ENGELLİLERİN İBADETLERİ Çeşitli sözlük ve kâmuslardaki ortak tanıma göre ibadet; temelinde inanç bulunan, Allahü Teâlâ’nın hoşnut ve razı olduğu her söz, fiil ve davranıştır. İslâm’da kişinin söz, fiil ve davranışlarından sorumlu tutulabilmesi için akıllı ve ergen olması ön koşuldur. Akıldan tam olarak yoksun bulunan veya dış olayları ayırt edemeyecek kadar akıl zayıflığı olan kişilerle, henüz ergenlik çağına ulaşmamış bulunan küçükler ibadetle yükümlü olmadıkları gibi, günlük medeni muameleleri yapmakta da ya tam ehliyetsizdirler ya da eksik ehliyetli durumdadırlar. Yüce Allah’ın insanlığa son mesajı olan ve akla uygun bulunan İslâm dini, akıl melekesi yerinde olmakla birlikte doğuştan veya sonradan, herhangi bir hastalık veya kaza sonucu, bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal veya duygusal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmiş olan özürlülerin namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler konusunda, “kişinin gücü ile sınırlı” olarak çeşitli kolaylık ve ruhsatlar getirmiştir. A) Engellilerin Abdesti: Abdestte yıkanması farz olan bir organı eksik bulunan bedensel engellinin, eksik olan organını yıkama yükümlülüğü de doğal olarak ortadan kalkar. Takılan protezlerin yıkanması veya meshedilmesi gerekmez. Temiz olmaları yeterlidir. Sürekli burun kanaması, idrarı tutamama, sürekli kusma, yaranın sürekli kanaması, aşırı ishal, sık sık yellenme, kadınların akıntısı gibi abdesti bozan rahatsızlıklara “özür (mazeret)”, böyle kimselere de “özürlü (mâzur- mâzure)”denir. Boy abdesti sırasında, bedendeki yara üzerinde sargı varsa bakılır; eğer yıkama yara için zararlı olmayacaksa sargı çözülüp yıkanır, değilse sargı üzerine meshedilir. Derinin su ile ıslatılmaması gereken yanık ve deri rahatsızlıklarında, bedenin diğer kısımları yıkanır ya da ıslak bezle silinerek boy abdesti tamamlanır. Silme de zarar verecekse teyemmüm abdesti alınır. Teyemmüm abdesti hem namaz abdesti, hem de cünüplük, hayız ve nifastan temizlenme için yeterli olur. Ancak suyu kullanma imkânı doğduğu andan itibaren artık temizliğin suyla yapılması gerekir. Günümüzde “saç ektirme”denilen doku nakli yoluyla olan tıbbî işlem, saça canlılık kazandırdığı için, ekilen saçların kişinin kendi saçı hükmünde olması gerekir. Bu gibi saçlar boy abdestine engel olmaz. Ancak saçların ince bir plastik deri üzerine ekilerek, bunun saçsız başa yapıştırılması peruk hükmünde olup, başın derisine suyun geçişini engelleyeceği için, boy abdestine engel teşkil etmesi gerekir.[47] İslâm dini bazı ibâdetler için belli süreler koymuştur. Bunların zamanında yerine getirilmesi hem bir görev hem de bir haktır. İslâm, kişiye gücünün üstünde bir yük yüklemez ve zorlukla karşılaşılan her konuda kolaylık ilkesi devreye girer. Buna göre özürlü kişiler için özel hükümler getirilerek, onların da ibâdetlerini süresi içinde yapmalarına fırsat verilmiştir. Abdesti bozacak nitelikteki her hangi bir özrün geçerli olması için bir süre vardır. Şöyle ki: Bir özür, başlangıçta abdest alınıp namaz kılınacak kadar bir süre kesilmemek üzere, tam bir namaz vakti devam eder, daha sonra da her namaz vaktinde en az bir kez tekrar ederse, sahibi özürlü sayılır. Fakat böyle bir özür, tam bir namaz vakti içinde bir defa olsun ortaya çıkmazsa artık kesilmiş ve sahibi de özürlü olmaktan çıkmış bulunur. Meselâ; bir kimsenin burnu, bir gün öğle vaktinin başından sonuna kadar yani ikindi vakti girinceye kadar, abdest alıp namaz kılacak kadar bir süre kesilmeksizin kanamaya devam eder ve bundan sonra da her namaz vaktinde bir kez olsun, kanarsa, o kimse özürlü sayılır. Hz. Peygamber, uzun süre kesilmeyen özür kanının hükmünü soran Fâtıma binti Ebî Hubeyş’e (r.anhâ) şöyle buyurmuştur: “Bu kanamayı yapan bir damardır. Bu, ay hâli değildir. Âdet zamanın gelince namazını bırak. Âdetin kadar bir süre geçince kanını temizle, boy abdesti al ve namazını kıl. Bundan sonra da her namaz için yalnız abdest alarak namazını kıl.”[48] Özürlü kimse her farz namaz vakti için abdest alır, bu özür halinin abdesti bozmadığı var sayılarak, o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vacip, sünnet, edâ ve kaza namazı, Cuma ve bayram namazı kılabilir. Kâbe’yi tavaf edebilir, Mushaf’ı tutabilir. Namaz vaktinin çıkmasıyla özürlü kimsenin abdesti bozulmuş olur. Delil şu hadistir: “Özür kanı gören kadın (müstehâza), her bir namaz vakti için abdest alır.”[49] Diğer özür sahipleri de buna kıyas edilmiştir. Özrün dışında, abdesti bozan başka bir durumun meydana gelmesiyle de abdest bozulur. Özürlünün abdesti, Ebû Hanîfe’ye göre, vaktin çıkmasıyla, Ebû Yûsuf’a göre, hem namaz vaktinin girmesiyle, hem de çıkmasıyla bozulur. Vaktin girmesiyle abdestin bozulması, yalnız öğle vaktinin girmesinde sonuç meydana getirir. İmam Şâfiî’ye göre, özürlünün, her namaz için ayrıca abdest alması gerekir. Onun abdesti, kıldığı namaz bitince, son bulmuş olur. Bir özür sahibi, özrü kesilmiş olduğu halde, abdesti bozan başka bir durumdan dolayı abdest alır ve daha sonra müptelâ olduğu özrü yine ortaya çıkarsa, abdesti bozulmuş olur ve yeniden abdest alması gerekir. Çünkü önceki abdesti bu özürden dolayı değildi. Ancak özrü kesildiği halde, vakit içinde özründen veya abdesti bozan başka bir halden dolayı abdest alır ve o vakit içinde özrü ortaya çıkarsa, bu abdesti bozulmaz. Çünkü bu abdest hem özrü, hem de o abdesti bozan başka hal için alınmış sayılır. Özürlü bir kimse; oturmak, namaz kılışını imaya çevirmek veya özrün bedendeki çıkış yerine sargı sarmak gibi yollarla özrün ortaya çıkmasına engel olursa, artık özürlü olma hükmü dışına çıkar. Özrünü sargıyla kapatması durumunda, sargı üzerine mesheder, bu da zarar verecekse meshi terk eder. Özürlü kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkıp bulaşan kan, irin, cerahat gibi sıvılar, özrü devam ettiği sürece, namazının sıhhatine engel olmaz. Ancak bu sıvı maddelerin arkası kesilmişse, bunların yıkanması gerekir.[50] Sonuç olarak İslâm dini bir kolaylık dinidir. Özür sahipleri hakkında her türlü kolaylığı göstermiştir. Sargı ve mestler üzerine meshetmek ve su bulamayan için teyemmüm abdesti bunlar arasındadır. B) Engellilerin Namazı: İslâm kolaylık dini olduğu için hasta ve engellilere ibadetler konusunda güçlerinin yeteceği ölçüde kolaylıklar getirilmiştir. Bunları üç grupta toplayabiliriz: 1) Engellilerin namazdan tam olarak muaf tutuldukları durumlar: Bayanlar, âdet günlerinde ve doğumdan sonra 40 gün kadar sürebilen loğusalık günlerinde namaz kılmaktan muaf tutulmuştur. Ancak belirtilen günlere rastlayan Ramazan orucunu daha sonra kaza etmeleri gerekir. Hz. Peygamber ve sahâbe döneminde uygulama bu şekilde olmuştur. Hz. Âişe’den, şöyle demiştir: “Nebî (s.a.s) kadınların âdetli günlerinde kılmadıkları namazları kaza etmelerini emretmez, yalnız tutamadıkları farz orucu kaza etmelerini emrederdi.”[51] Beş vakit namaz süresince ve daha fazla devam eden akıl hastalığı veya bayılma yahut koma halinde de namaz borcu düşer. Ancak bu durumlar beş vakit ve daha az bir süre devam ederse bakılır. Hasta normal bilincine kavuşunca abdest alıp, iftitah tekbiri alacak kadar bir zaman kalmışsa o vaktin namazını kaza etmesi gerekir.[52] 2) Namazları imâ yoluyla kılma kolaylığı: Hasta, bedensel veya zihinsel özürlü olan kişi gücüne göre namaz kılmakla yükümlü olur. Namazın rükû ve secde gibi rükünlerini yerine getirmek farz olduğu için, özürsüz olarak bir farzı terk etmek namazın sıhhatine engel olur.[53] Kur'ân’da, “Allah’a itaat ederek ayakta durun”[54] buyurulur. Bir rahatsızlığı yüzünden ayakta namaz kılmakta zorlanan İmran İbn Husayn (r.a)’ın sorusu üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Namazı ayakta kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak, yine gücün yetmezse yaslanarak kıl.” Nesâî’nin rivâyetinde şu ilâve vardır: “Eğer gücün yetmezse sırt üstü kıl. Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.”[55] Bu duruma göre, hasta ayakta namaz kılmaya güç yetiremez veya ayağa kalkınca hastalığının artmasından veya uzamasından yahut da şiddetli ağrı duymasından korkarsa, namazı oturduğu yerde kılar, gücü yeterse rükû ve secdeye varır. Çünkü zorluk kolaylığı celbeder, zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur. Bir hasta, bir yere dayanarak ayakta namaz kılabildiği sürece, farz namazları oturarak kılamaz. Yine bir süre ayakta kılmaya gücü yeten kimse o kadar ayakta durur, sonra oturarak namazını tamamlar. Hatta yalnız iftitah tekbirini ayakta alabilen kimse, bu tekbiri ayakta alır, sonra oturup namazını kılar, başka türlü yapamaz. Rahatsızlığı yüzünden secdeye tam olarak eğilemeyen kimsenin, secde yerini sandalye veya yastık gibi bir şeyle yükseltmesi gerekmez. Rükû ve secdeleri gücünün yettiği kadar eğilerek ima ile yapar. İmâ; namazda başı önüne doğru eğmek sûretiyle yapılan işarettir. Câbir (r.a)’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz.Peygamber (s.a.s) bir hasta ziyaretine gitmişti. Hastanın yastık üzerine konulan bir tahtaya secde ettiğini gördü. Allah elçisi derhal bunları kaldırtarak şöyle buyurdu: “Eğer gücün yeterse, namazı yer üzerinde kıl. Buna gücün yetmezse, ima ile namaz kıl ve secdeni rükûundan daha çok eğilerek yap.”[56] Oturmaya da gücü yetmeyen kişi, namazını sırtüstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye karşı uzatır, rükû ve secdesini imâ ile yapar. Yanı üzerine yatmakta olan bir hastanın yüzü kıbleye yönelik olduğu halde ima ile namaz kılması caizdir. Ancak sırtüstü yatarak ima ile namaz kılmak, yanı üzerine yatıp kılmaktan daha uygundur. Çünkü bu durumda, hastanın yüz kısmının kıbleye yönelmesi daha kolaydır. Başı ile de ima yapamayacak kadar rahatsız olan kişi, namazı iyileşme zamanına erteler. Göz, kaş veya kalple yapılacak ima geçerli olmaz. Çünkü, namazın bir rüknü, ancak başın hareketiyle yerine getirilebilir. Diğerleriyle bu mümkün olmaz. Bu, Ebû Hanîfe’nin görüşüdür. Ebû Yusuf’a göre, bu durumda kalbi ile imada bulunamazsa da, göz ve kaşları ile imada bulunur. İmam Züfer ile İmam Şâfiî’ye göre, kalbi ile de imada bulunarak namazını kılar. Başka bir rivâyete göre böyle bir hastanın güç yetirememesi bir gün ve bir geceden fazla sürerse, bu süreye ait namazları aklı başında olsa bile düşer. Bunları kaza etmesi gerekmez. Çünkü namaz kılmaya gücü yetmemiş olur. Baygın veya komada olan, ya da aklı giden kişi, tam bir gün ve bir gece geçmeden kendine gelse, bu süreye ait namazları kaza eder. Bu durum bir gün ve bir geceden uzun sürerse namazları düşer. Bu konuda Ebû Hanîfe 24 saati ölçü alırken, İmam Muhammed, kaçırılan namaz sayısını ölçü almıştır. Bu yüzden İmam Muhammed’e göre, kaçırılan namazlar beşten fazla ise düşer, az ise düşmez. Bu görüş daha uygun görülmektedir. Buna göre, ayakta durmaya gücü yetmeyen veya ayakta durması hastalığının uzamasına veya artmasına sebep olacağı anlaşılan kimse, oturarak namazını kılar, oturmaya da gücü yetmezse, duruma göre yanı üzerine veya arkası üstüne yatarak ima ile namazını kılar. İma namazda rükû ve secdeye işaret olmak üzere başı eğmektir. Bu, ayakta yapılabileceği gibi oturarak, yanı veya sırtı üstü yatarak da yapılabilir. Yan yatışta yüz kıbleye gelecek şekilde yatılır, sırt üstü yatmada ise ayaklar kıbleye gelecek şekilde yatılır ve yüzün kıbleye yönelmesi için başın altına bir yastık konulur. 3) Engellilerin beş vakit namazın ve Cuma namazının cemâatle kılmaktan muaf tutulması: Hanefî ve Mâlikîler’e göre,[57] cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten akıllı erkekler için müekked sünnettir. Bu yüzden kadınlara, çocuklara, akıl hastalarına, kölelere, kötürümlere, hastalara, çok yaşlı kimselere cemaatle namaz kılmak için mescide gitmek gerekmez. Cemaatle namazın sünnet oluşu, “cemaatle namazın tek başına kılınandan yirmi yedi derece daha faziletli olduğunu” bildiren hadisin açık anlamına dayanır. Şâfiîler’e göre, özrü bununmayan kimselerin farz namazlar için cemaate devam etmesi hür ve bir yerde ikâmet edenler için farz-ı kifaye, Hanbelîler’e göre ise farz-ı ayndır.[58] Ancak bedensel ve zihinsel elgelliler bu kapsamın dışındadır. Onlar cemaate devam etme konusunda da güçleri ile sınırlı olarak sorumlu olurlar. Gücü yetmeyen yerde sorumluluk da kalkar. Sahâbeden Abdurrahman İbn Ka’b İbn Mâlik (r.a), babası gözlerini kaybedince, ona rehberlik yaptığını ve Cuma günü olunca da namaza götürdüğünü bildirir.[59] Ebû Hüreyre (r.a)’ten rivâyete göre, Nebî (s.a.s)’e görme engelli bir adam gelip, kendisini mescide götürüp getirecek bir rehberi (kâid) olmadığını söyleyerek, evinde namaz kılmak için ruhsat istedi. Allah’ın elçisi önce kendisine bu konuda ruhsat verdi. Adam dönüp giderken yeniden çağırdı ve “namaz için okunan ezanı işitiyor musun?” diye sordu. Adam “Evet” dedi. Bunun üzerine, Hz. Peygamber: “O halde davete icâbet et” buyurdu.[60] Abdullah İbn Ümmi Mektûm (r.a) de, yaşlı ve görme engelli olduğunu ve evinin uzakta olup, kendisi için bir rehber de bulunmadığını söyleyerek, mescide gelmemek için izin istemiş, ezan sesini duyduğunu bildirmesi üzerine, Allah’ın elçisi, “Senin için bir ruhsat bulamıyorum” diye cevap vermiştir.[61] Diğer yandan Allah elçisinin yine görme engelli olan Itban İbn Mâlik (r.a)’e evini mescid edinmesi için izin verdiği nakledilir. Itban görme engelli olduğu halde yakınlarına imamlık yapıyordu. Rasûlüllah (s.a.s.)’e gelerek şöyle dedi: “Ben görme güçlüğü çeken birisiyim. Kimi zaman karanlık, yağmur ve sel oluyor. Evime gelerek bir yerde namaz kılsanız da, ben orasını namaz kılma yeri (musallâ) edinsem. Bunun üzerine Allah’ın elçisi geldi ve yer olarak neresini sevdiğini sordu. Itban evin bir yerini gösterdi ve Rasûlüllah (s.a.s) orada namaz kıldı.”[62] Yukarıdaki delillere dayanarak şu sonuçlara ulaşılmıştır: Namaz ibadetinin ne anlama geldiğini ayırt edemeyecek kadar zihinsel engelli olanlar beş vakit namazla Cuma namazından muaftırlar. Başını hareket ettiremeyecek kadar felçli ve kötürüm olanlar, çoğunluğa göre imâ ile namaz kılarlar, Hanefîlere göre ise bu durumda olanlar namazı geri bırakır. Bu durumda olanların cemaate devam zorunluluğunun bulunmadığında da açıklık vardır. Diğer yandan, hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere, beş vakit namaz için cemaate katılmak gerekmediği gibi, Cuma namazı da farz olmaz. Yürümekten âciz durumda bulunan çok yaşlı kimseler de bu hükümdedir. Bunun yerine öğle namazını kılmaları gerekir. Ancak bu kimseler, imkân bularak cemaatle cuma namazına katılırlarsa yeterli olur.[63] Ebû Yûsuf’a, İmam Muhammed’e ve Hanbelîler’e göre kendisini Cuma namazına götürecek biri bulunan görme engelliye Cuma namazı farzdır. Çoğunluğa göre ise farz olmaz. Kendisini Cuma namazına götürecek birisi bulunmayan görme engelliye ise, Cuma namazının farz olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Ayakları felç olmuş veya kesilmiş kimselerle yatalak hastalara da Cuma namazı farz değildir.[64] 4) Namazda kırâata getirilen kolaylık: Akıl gücü yerinde olan ergen kişi İslâm’ın emir ve yasaklarına uymakla yükümlüdür. Ancak zihinsel özrü yüzünden bellek zayıflığı bulunan kişiler gücünün yettiği ölçüde sorumlu olur. Çünkü Allah hiç kimseyi gücünün yeteceğinden fazlası ile yükümlü tutmaz.[65] Abdullah İbn Ebî Evfâ (ö.87/705)’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber’e gelen bir adam, Kur'ân’dan hiçbir şeyi ezberinde tutamadığını, kendisine namazda yeterli olacak bir şeyi öğretmesini istemişti. Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Şu duayı okuyabilirsin: Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illâllahü vallâhü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm.” (Anlamı: Allah her türlü eksiklikten uzaktır. Hamd, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’a aittir. Allah büyüktür. Bütün güç ve kuvvet, ancak yüce ve büyük olan Allah’ındır.) Adam dedi: Bunlar Allah içindir. Kendim için ne diyebilirim? “De ki: Allahümme’rhamnî ve’rzuknî ve âfinî ve’hdinî” (Anlamı: Allah’ım! Bana acı, rızık ver, beni affet ve beni doğru yol ilet.) Adam kalkıp gidince de şöyle buyurdu: “Bu adam söylediklerimi yaparsa, elini hayırla doldurmuş olur.”[66] Fâtiha’yı veya Kur'ân’dan bir âyeti ezberleyemeyen veya buna gücü yetmeyen namazda kıraat olarak yukarıdaki dua ile yetinebilir. Ezberleyinceye kadar bu durum devam eder. Tek âyet öğrenmek ve ezberlemek her yükümlü müslüman için aynî farzdır. Fâtiha’yı ve bir sûreyi veya bunların yerine geçecek üç kısa âyeti ezberlemek ise her müslüman için vâcip hükmündedir. Bu olunca artık yukarıdaki dua ile yetinilmez.[67] C) Engellilerin Orucu: Bir kimsenin Ramazan orucu ile yükümlü bulunması için müslüman, akıllı, ergen ve sağlıklı olması gerekir. Bu yüzden çocuğa, akıl hastasına, baygın veya oruca dayanamayacak durumdaki hasta yahut çok yaşlı kişiye oruç tutmak farz olmaz. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından, uyanıncaya kadar uyuyandan.”[68] Buna göre, akıllı ve ergen durumda bulunan bedensel engelli, sağlıklı bulunduğu sürece, Ramazan orucu ile yükümlü bulunur. Akıl hastalığı, baygınlık veya koma hâli kısa aralıklarla olursa orucun farz oluşuna ve kaza edilmesine engel teşkil etmez. Fakat Ramazan ayı boyunca devam eden akıl hastalığı o yılın oruç borcunu düşürür ve kaza gerekmez. Baygınlık veya koma hâli ise ibadeti ve kaza yükümlülüğünü düşürmez. Çünkü baygınlık veya koma halinin uzun sürmesi ender olaylardandır. Sarhoşluk da bayılma gibidir. Mâlikilerin meşhur görüşüne göre akıl hastalığı prensip olarak kazayı gerektirir. Dayandıkları delil; “İyileşinceye kadar akıl hastasından kalem kaldırılmıştır” hadisidir. Diğer yandan oruç tuttuğu takdirde hasta olacağı veya hastalığının artacağı tıbben bilinen kişilerin Ramazan orucunu tutması gerekmez. Daha sonra kaza ederler. Hastalığının sürekli olması veya çok yaşlı bulunması gibi sebeplerle kaza etme imkânı bulamayacağı belli ise, her gün için “bir yoksul doyumu” kadar fidye verir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: “Oruç sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta olur veya yolculukta bulunursa, tutamadığı orucunu başka günlerde tutabilir. Oruç tutmaya güç yetiremeyenler ise, bir yoksul doyumluğu fidye vermelidir. Daha fazlasını veren, kendisine daha fazla iyilik etmiş olur, fakat yine de, eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.”[69] Ramazan günlerinde âdetli veya loğusa bulunan bayanlarla, oruç tuttuğu takdirde kendisi veya bebek zarar görecek durumdaki gebe veya emzikli kadınlara da oruç farz olmaz. Bu gibi kişiler tutamadıkları Ramazan orucunu daha sonra kaza ederler.[70] D) Engellilerin Haccı: Hac, beden ve malla yapılan bir ibadet olduğu için, kişinin hacla yükümlü olması için akıllı, ergen ve sağlıklı bulunması yanında, beden ve mal yönüyle hacca güç yetirecek durumda olması da gereklidir. Kur'ân’da şöyle buyurulur: “..oraya gitmeye gücü yeten kimselerin, Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[71] Âyetteki “güç yetirme (istitâa)”, bedenî ve mâlî yeterliliği kapsar. Bedensel yeterlilik de, zihinsel ve bedensel önemli bir engelin bulunmamasını gerektirir. Buna göre; hasta, yatalak, kötürüm, felçli ve kendisine rehber bulsa bile, görme engelli kimse ile hacca gücü yetmeyecek durumdaki çok yaşlı kimselere hac farz olmaz. İbn Abbas (r.a) “hacca güc yetirme (istitâa)” yi; beden sağlığı, binek, yol azığı ve engellenmemek olarak yorumlamıştır.[72] Ebû Hanîfe ve Mâlik’e göre sağlıklı olmak, hacla yükümlü olmanın bir şartı olduğu için, sağlıklı olmayan kimseye hac farz olmaz. Bu yüzden de yerlerine vekil göndermeleri de gerekmez. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile Şâfiî ve Hanbelî fakihlerine göre ise, yukarıda belirtilen yükümlülük şartları bulunduğu halde, hacca gitmesine engel sürekli bir hastalığı veya bedensel engeli olanlar, kendi yerlerine vekil göndermeli veya buna fırsat bulamazsa vasiyet etmelidir. Fiilen hac etmeye engel olan hastalık veya bedensel engeller arasında görme engeli, kötürümlük ve hac yolculuğuna dayanamayacak derecede hastalık veya yaşlılık durumları sayılmıştır. Ancak bedel gönderdikten sonra bu engel kalkarsa, haccı kendilerinin yeniden yapması gerekir.[73] Şâfiî ve Mâlikîlere göre, görme engelli kişi kendisine rehberlik edecek birisi bulununca hac yapmakla yükümlü bulunur.[74] Kısıtlı (hacr altında) bulunan, malını saçıp savuran sefih kişi, veli veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz. Vesâyet altında bulunan böyle bir kimse, malında tasarruf konusunda bir çeşit “tasarruf engelli” sayılır. Şâfiîlere göre kısıtlı kişiye malı teslim edilmez, velî veya vasîsi onunla birlikte bizzat hacca gider veya velî kendi yerine, ma’rûfa göre harcama yapacak başka birisini gönderir.[75] E) Engellilerin Zekâtı: Zekât verecek kimsenin müslüman, akıllı ve ergen olması gerekir. Gayr-i müslimlere, akıl hastalarına ve çocuklara zekât farz değildir. Şöyle ki: Hanefîlere göre, zekâtla yükümlülük için, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış bulunmak şarttır. Çünkü akıl hastaları ve çocuklar namaz ve oruç gibi ibadetlerle yükümlü olmadıkları gibi zekâtla da yükümlü bulunmazlar. Zekât bir ibadettir. İbadette sorumluluk ise ergenlik ve temyiz çağına ulaşmakla başlar. Hanefîler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, zekâtın farz olması için ergen ve akıllı olmak şart değildir. Bu yüzden çocuğun ve akıl hastasının mallarından da zekât vermek gerekir. Zekâtı bunlar adına velî veya vasîleri öder. Dayandıkları delil şu hadistir: “Malı bulunan bir yetimin velisi olan kimse, bu malı ticaretle çalıştırsın, malı bırakıp da zekât onu yemesin.”[76] Bu müctehitlere göre zekât mala bağlı bir yükümlülük olup, akrabalık nafakasında olduğu gibi, malın sahibinde ehliyet şartları aranmaksızın gerekli olur. Hanefîlere göre akıl hastası, çocukluktan beri devam etmekte ise kendileri zekâtla yükümlü olmazlar. Fakat ergenlik çağından sonra iyileşirlerse, bu iyileşme tarihinden itibaren zekâtla yükümlü olurlar. Ergenlik çağından sonra ortaya çıkan akıl hastalığı ise bir yıldan uzun sürerse, o yılın zekâtı düşer. Çünkü bu süre içinde dini emirlerle yükümlü olmazlar. Fakat bu yıl içinde bir ara, meselâ; bir iki gün iyileşecek olsalar üzerlerine zekât gerekir. Bu görüş İmam Muhammed’e aittir. Ebû Yûsuf’a göre ise, yılın yarısından fazla süreyle iyileşmedikçe o yılın zekâtı gerekmez. Baygınlık ve koma hali zekât engeli sayılmaz. Çünkü bu halin uzun sürmesi mutat değildir. Küçükler, ergenlik çağına girince hemen malı kendilerine verilmez ve reşit olup olmadıkları, yani malı yerinde kullanıp kullanamayacakları araştırılır. Âyette şöyle buyurulur: “Yetimleri ergenlik çağına geldiklerinde deneyin. Onların akılca olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin.”[77] Ebû Hanîfe’ye göre ilke olarak ergenlikle mâlî velâyet kalkar, fakat bir önlem olarak en geç 25 yaşına kadar mal yetime teslim edilmeyebilir. Çoğunluğa göre ise yetim rüşt (olgunluk) hali gösterinceye kadar yaşı ne olursa olsun mâlî velâyeti devam eder. Bu yüzden rüşt yaşı eğitim, kültür ve sosyal çevre şartlarına bağlı olarak farklı yaşlarda gerçekleşebilir. Bu konuda ülkeler uygulamada kolaylık olsun diye standart bir rüşt yaşı belirleme yoluna gitmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde 1299 H. tarihli bir padişah fermanı ile rüşt yaşı, yirmi yaş olarak belirlenmiştir.[78] Günümüz Türk Medeni Kanununda rüşt yaşı 18 yaştır. Buna göre yükümlü, ergenlik yaşı ile rüşt yaşı arasında velînin mâlî vesayeti altında bulunacaktır. Bu süreye ait zekâtın velî tarafından verilmesi gerektiğinde mezhepler arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Yukarıda zikrettiğimiz hadisin bu dönemi de kapsadığında şüphe yoktur. Hanefîlere göre bu hadiste sözü edilen zekât, ergenlik-rüşt yaşı arası döneme ait zekâttır. Diğer yandan, çocuk ve akıl hastalarının “öşür” denilen toprak ürünleri zekâtından sorumlu oldukları konusunda görüş birliği vardır. Sonuç olarak zihinsel engeli bulunmayan ergen kişinin, diğer bedensel herhangi bir engeli zekât yükümlüğünü düşürmez. IV- ENGELLİLERİN MEDENİ TASARRUFLARI Bir kimsenin yapacağı medenî bir tasarrufun geçersiz olması veya başka birisinin onayına (icâzet) bağlı bulunması ya yaş küçüklüğü ya da zihinsel veya bedensel bir engeli yüzünden söz konusu olur. Çoğunluk fakihlere göre, alış-veriş yapacak kimsenin iyi ile kötüyü, kârla zararı ayıt edebilecek bir akıl gücüne sahip olması yeterlidir. Bu da genel olarak yedi yaşa ulaşmakla kazanılır. Delil; “Yedi yaşına girdiklerinde, çocuklarınıza namazı emredin.”[79] hadisidir. Buna göre yedi yaşında namazın anlamını kavrayabilen bir çocuk, günlük ticarî bazı muâmeleleri de kavrayabilir. Velisinin izni bulununca onun yapacağı alış-veriş geçerli olur.[80] Şâfiîlere göre ise, temyiz gücüne sahip olsa da çocuğun yapacağı alış-veriş geçerli olmaz. Delil şu âyettir: “Allah’ın sizi başına diktiği malları beyinsizlere vermeyin”[81] Çocuğa alış-veriş için malda tasarruf izni vermek, malı saçıp savuracak olan sefihlere vermek gibidir. Buna göre Şâfiîler şu dört kişinin yapacağı satım akdini geçersiz saymışlardır: Temyiz gücüne sahip olsun veya olmasın küçükler, zihinsel engelliler, ergen olsa bile köle veya görme engelli kişiler.[82] Çoğunluk müctehitlere göre görme engellilerin yapacağı alış-veriş, kira, rehin ve bağış gibi tasarrufları geçerli olur. Çünkü İslâm’ın ilk dönemlerinden günümüze kadar görme engelli kişiler alış-veriş yapmaya devam etmişlerdir. Ashab-ı kiramdan göz engelli Abdullah İbn Ümmi Mektûm ve Habban İbn Munkız (r. ahümâ) gibi sahâbiler alış-veriş yapmışlardır. Kısaca görme engelli kişi başkasını vekil tayin edebildiğine göre vekilin yapacağı muâmeleyi kendisi de bizzat yapabilmelidir.[83] Ancak görme engelliler şart muhayyerliği, gören birisine gösterme muhayyerliği, ayıp muhayyerliği gibi bir takım koruyucu haklardan yararlanabilecekleri gibi, kendileri için de nitelikleri açıklanan satın alacağı şeyi tanımasına yardımcı olacak dokunma, koklama ve tatma gibi seçimlik haklardan da yararlanırlar. Taşınmazlarda ise niteliklerin belirtilmesi ve bunun usûlüne göre yazıyla tespit edilmesi muhayyerlik hakkını düşürür.[84] Şâfiîlere göre, gözleri görmeyen kimsenin bizzat yapacağı alış-veriş geçerli değildir. Çünkü görme engelli kişi, malın iyisi ile kötüsünü ayırma gücüne sahip değildir. Ona bu konuda velisi yardımcı olmalıdır.[85] Kanaatimizce, görme engellilerin yapacağı önemli sayılan alış-verişler için belli bir süre “seçimlik hak” tanınması uygun olur. Nitekim alış verişlerinde aldatılan Habban İbn Munkız’ın yakınlarının başvurusu üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Alış-veriş yaptığın zaman; aldatma yok, benim için üç gün süreyle muhayyerlik hakkı vardır, de.”[86] Görme engelli erkek ve kadının evlilikte bizzat icap ve kabulde bulunması geçerli ve yeterlidir. Diğer yandan, görme engelli kişi evlilik akdinde tanık olarak bulunabilir. İşitme ve konuşma engellilerin evlenme ve boşanma tasarrufu ise kendi beldelerinde, anlamını bildikleri “özel işaretler” le gerçekleşir. Ancak bunların okuma yazma bilmesi durumunda, bu tasarrufun yazı ile güçlendirilmesi uygun olur. Nitekim ileriye yönelik hak ve borçların yazıyla tespitini bildiren âyetin bunu da kapsaması gerekir.[87] İşitme ve konuşma engelli kişi, başkasının evliliğinde tanık olabilir.[88] V- ENGELLİLERİN SAVAŞTAN MUAF TUTULMASI Tebük seferi öncesinde inen bir âyette şöyle buyurulur: “(Ey iman edenler!) Gerek hafif ve gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”[89] Bu âyet genel anlamıyla Abdullah İbn Ümmi Mektûm gibi görme engellileri de kapsıyordu. Ancak daha sonra inen aşağıdaki âyetle zayıflar, hastalar ve savaşta harcayacak bir şey bulamayacak kadar yoksul olanlar kapsam dışı bırakılmışlardır. “Allah ve Rasûl’ü için öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamaktan dolayı) bir günah yoktur. İyilikte bulunanların aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[90] Buna göre, özrü nedeniyle savaşa katılamayanlar, geri hizmetleri tam yaptıkları ve iyi davranışlarda bulundukları takdirde savaşa katılanların ecrini alabilirler. Enes İbn Mâlik’ten rivayet edildiğine göre, Allah’ın elçisi, Tebük gazvesinden dönerken, Medine’ye yaklaşınca şöyle buyurmuştur: “Siz Medine’de bir takım kimseler bıraktınız ki, siz yürüyüş yaptıkça, Allah yolunda harcadıkça ve bir vâdiyi geçtikçe, onlar da orada sizinle birliktedir.” “Onlar Medine’de iken, nasıl bizimle olurlar?” sorusuna: “Evet onlar Medine’de, fakat kendilerini özürleri alıkoydu.” buyurmuştur.[91] Câbir (r.a)’ten gelen rivâyet şöyledir: “Şüphesiz siz Medine’de bir takım adamlar bıraktınız. Siz bir vadiyi geçmez, bir yola girmezsiniz ki, onlar size ecirde ortak olmasınlar. Çünkü onları özürleri alıkoymuştur.”[92] “Görme engelli için, bir sakınca yoktur. Yürüme engelli için, bir sakınca yoktur. Hastaya da bir sakınca yoktur.”[93] Bunlara yapamayacakları görev yükletilmez, yapamadıklarından ötürü günahkâr da olmazlar. Sahabe döneminde, savaşa çıkan Müslümanlar, evlerinin anahtarlarını veya hazinelerini görme veya yürüme engelli olan yahut hasta olup da savaşa katılamayanlara emânet ederler ve bunlardan yemelerine izin verirlerdi. Ancak buna rağmen onlar, “Birbirinizin mallarını karşılıklı rızaya dayanan ticaret malı olması dışında bâtıl yollarla yemeyiniz.”[94] âyetini dikkate alarak, bunda sakınca görüp yemezlerdi. İbn Abbas’a göre, âyet bunun üzerine inmiş ve engellilere bu konuda kolaylıklar getirilmiştir.[95] Diğer yandan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, Tebûk gazvesinden (9/631) sonra nâzil olan ve savaşa fiilen katılanların, geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak özrü olanların bu hükmün dışında tutulduğunu bildiren âyete rağmen, o günden sonra yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip, sancağın kendine verilmesini istemiştir. Onun zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına (15/636) katıldığı, savaştan sonra Medine'ye dönünce savaşta aldığı yaralar yüzünden vefat ettiği veya Kâdisiye'de şehid düştüğü rivayet edilmiştir.[96] İslâm'da engellilerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesinde, Abdullah İbn Ümmi Mektûm’la ilgili uygulamalar önemli rol oynamıştır.[97] Ensar’dan Seleme oğullarının başkanı Amr İbn Cemûh da yürüme engelli idi. Bedir savaşına katılmak istedi; ancak Hz. Peygamber ona izin vermeyip savaştan muaf tuttu. Daha sonra Uhud savaşına (3/625) katılmak istedi. Oğulları, Bedir savaşını (2/624) örnek göstererek ona engel olmak istediler. Bunun üzerine Amr, oğullarına, "Siz beni Bedir seferinde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz." diyerek onları, Allah’ın elçisine şikayet etti. Allah’ın elçisi ona, özrü olduğunu, bu yüzden savaşla yükümlü bulunmadığını bildirdi. Ancak Amr'ın ısrarı üzerine izin verdi. Oğullarına da babalarını savaşa gidip gitmemekte serbest bırakmalarını söyledi. Savaşa katılan Amr, sonunda, sürekli olarak arkasında savaşan ve onu korumaya çalışan oğlu ile birlikte şehit düştü. Allah’ın elçisi bir hadisinde, onun cennette sapasağlam ayaklarla yürüdüğünü haber vermiştir.[98] SONUÇ 1) İslâm en son ve akla en uygun dindir. Bu yüzden bedensel ve zihinsel engelliler için akla uygun çözümler üretmiştir. İslâm’da hak, görev ve sorumluluklar insan gücü ile sınırlıdır. Engelli oluşun insana getirdiği güç kaybı yükümlülüklerde dikkate alınmış ve buna paralel olarak kolaylaştırma ve ruhsat sağlama yoluna gidilmiştir. 2) İnsanın dünya yaşamında karşılaştığı hiçbir sıkıntı ve zorluk yoktur ki, ahiret yaşamı için bir kazanım sayılmasın. Hastalık, sıkıntı ve zorluk istenmez, fakat bütün önlemler alınmasına rağmen gelirse de sabretmek gerekir. Bu sabrın sonu da selâmet olur. 3) Hz. Peygamber döneminde bir kısım engellilerin çeşitli kamu işlerinde görevlendirilmesi, onların da toplumda üretken bir konuma getirilmesinin gereğine işaret eder. 4) Günümüzde engellilerin istihdamı için gerekli bazı yasal düzenlemeler yapılmışsa da, bunların uygulanmasında karşılaşılan güçlükler için de gerekli önlemler alınmalıdır. BİBLİYOĞRAFYA Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’âni’lKerîm, Kâhire 1378/1958. Ahmed İbn Hanbel (ö.241/855) el-Müsned, I-VI, Mısır, Bulak 1313/1895, I- XIItahk. A. Muhammed Şâkir, Dâru’l- Maârif, Mısır 1368/1949. Aydınlı, Abdullah, İbn Ümmü Mektûm, “İbn Ümmi Mektûm”, mad., DİA, XX, 434. Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed İbn el-Huseyn (ö.458/1065), es-Sünenu’l-Kübrâ, I-X, Haydarabad 1352/1933. Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed İbn İsmâîl (ö.256/869), el-Câmiu’s-Sahîh, IVIII, Dâru’t-Tıbaati’l-Âmira, İstanbul 1325/1907; I-X Kâhire 1378/1958. Cezîrî, Abdurrahmân, el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa, I-V, 6. baskı, Mısır, ty. Dârimî, Ebû Muhammed İbn Abdirrahmân (ö.255/868), Sünen, I-II, Mısır, ty. Diyânet Aylık Dergi, “Hasta, Yaşlı, Sakat ve Engellileri Korumak”, Başyazı, sy. 101, s. 19-28; “Engelliler”, Başyazı, sy. 132, s. 3-19. Döndüren, Hamdi, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul, (Yeni baskı) 2003. Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul 1993. Delilleriyle Aile İlmihali, İstanbul 1995. İnsanlığa Son Çağrı, (Açıklamalı Kur'ân-ı Kerîm Meali), Yeni Şafak Gazetesi bas., I-II. Ebû Dâvûd, Süleyman İbn el-Eş’as es-Sicistânî (ö.275/888), Sünen, I, IV, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Mısır (ty.) Elmalılı, Hamdi Yazır (ö.1358/1939.) Hak Dini Kur'ân Dili Türkçe Tefsir, I-IX, 2. baskı, İstanbul 1960-1962. Azim baskısı, I-X, Almanya, ty. Heysemî, Nûreddîn, Alî İbn Ebî Bekr (ö.807/1404), Mecmau’z-Zevâid, Mektebetü’l-Kudsî, Mısır, ty. İbn Âbidîn, Muhammed Emîn (ö.1252/1836), Reddü’l-Muhtâr, Matbaatü’l-Bâbî el-Halebî, Mısır ty. İbn Hazm, Ebû Muhammed, Alî İbn Ahmed (ö.456/1063), el-Muhallâ, I-XI, tahk. A. M. Şâkir, Mısır 1352/1933; Mısır, Müniriyye 1389/1969. İbnü’l-Hümâm, Kemâlüddîn, Muhammed İbn Abdilvâhid (ö.861/1457), Fethu’lKadîr, 1. baskı, I-VI, Mısır-Bulak 1316/1898. İbn Kesîr, İmâdüddîn Ebu’l-Fidâ İsmâîl İbn Ömer (ö.774/1372), Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr, İhtisar ve tahk. M. Alî es-Sâbûnî, 7. baskı, Beyrut 1402/1981. İbn Kudâme, Muvaffakuddîn, Abdullah İbn Ahmed (ö.620/1223), el-Muğnî, 3. baskı, I-X, Dâru’l-Menâr, Kâhire 1970. İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed İbn Yezîd el-Kazvînî, (ö.275/888) Sünen, III tahk. ve nşr. M. F. Abdulbaki, Mısır 1372/1952. İbn Rüşd, Ebu’l-Velîd Muhammed İbn Ahmed el-Hafîd (ö.520/1126), Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Müktesid, I,II, Matbaatü’l-İstikâme, Mısır, ty., İstanbul 1933. İslâm Ansiklopedisi, TDV. Yayını. Kâsânî, Alâüddîn Ebû Bekr İbn Mes’ûd (ö.587/1191), Bedâyiu’s-Sanâyi’ fî Tertîbi’ş-Şerâyi’, 2. baskı, I- VII, nşr. Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1394/1974. Komisyon, el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I-IV, Mısır- Bulak 1310/1892. Komisyon, İlmihal, I-II, T.D.V. yayını. Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed İbn Ahmed el-Ensârî (ö.671/1273) el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, Mısır 1935-1950. Mâlik İbn Enes (ö.179/795), el-Muvatta’, nşr. M.F. Abdülbâkî, Mısır 1951. Merginânî, Alî İbn Bekr (ö.593/1197), el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, IVII, Fethu’l-Kadîr ile birlikte, Bulak-Mısır 1315-1318. Mevsılî, Mecdüddîn Abdullâh (ö.683/1284), el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, I-V, Kâhire, ty. Meydânî, Abdulganî el-Gânimî, el-Lübâb fî Şerhi’l-Kitâb, Dersaadet, tıpkı baskım, İstanbul ty. Miras, Kâmil (ö.1376/1958), Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, I-XII, 2. baskı, D.İ.B. yayını, Ankara 1957-1972. Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, Çev. Nabi Avcı- Kasım Turhan- Ahmet Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul 1991, s. 202-206. Nizami-i Aruzi’nin, Çehar Makale’si s. 83-85’ten naklen. Nesâî, Ebû Abdirrahmân İbn Şuayb (ö.279/892), Sünen (Süyûtî’nin şerhi ile birlikte), I-VIII, Mısır 1964. Özürlüler Hakkında Kanun Tasarısı, Mad. 1-31. Serahsî, Muhammed İbn Ahmed İbn Ebî Selh (ö.490/1097), el-Mebsût, 3. baskı, I-XXX, nşr. Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 1398/1978. Şâfiî, Muhammed İbn İdris (ö.204/819), el-Umm, I-VIII, Bulak, Mısır 1329. Şamil İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1990. Şevkânî, Muhammed İbn Alî (ö.1255/1839), Neylü’l-Evtâr fî Şerhi Multeka’lAhbâr, I-VIII, el-Matbaatü’l- Osmaniyye el-Mısrıyye, Mısır ty. Şirâzî, Ebû İshâk İbrâhîm İbn Alî (ö.476/1083), el-Mühezzeb, Matbaatu’l-Bâbî el-Halebî, Mısır ty. Şirbînî, el-Hatîb, Muğnî’l-Muhtâc, Mısır ty. Şürünbülâlî, Hasan İb Ammar (ö.1069/1658), Merâkı’l-Felâh, el-Matbaatu’lİlmiyye, Mısır 1315 H. Tirmizî, Muhammed İbn Îsâ (ö,279/892), Sünen, I-V, tahk. A. Muhammed Şâkir, Kâhire 1356/1937. Wensınck, A. J. et J. P. Mensıng, W. P. De Haas..., Concordance et Indıces de la Tradition Musulmane, I-VII, Leiden, E.J. Brıll 1936-1969. Velidedeoğlu, H. Veldet, T. Medeni Hukukunun Umumî Esasları, İst. 1968, Zeylaî, Abdullah İbn Yûsuf (ö.762/1361), Nasbu’r-Râye li Ehâdîsi’l-Hidâye, 1. baskı, I-IV, el-Mektebetü’l-İslâmiyye 1393/1973. Zühaylî, Vehbe, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletuh, 2. baskı, I-VIII, Dımaşk, 1405/1985 Oturum Başkanı Biz de, Prof. Dr. Sayın Hamdi DÖNDÜREN’e teşekkür ediyoruz. İslâm hukuku profesörü olarak konuyu vukufla işlediler. Konu, müzakerecilerin de katkılarıyla daha da açılacak ve zenginleşecek inşallah. Müzakerecilerimiz, üçü de, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi.Önce, Doç. Dr. Sayın Halil ALTUNTAŞ Bey’i, isteği üzerine kürsüye davet ediyorum. Dipnotlar [1] Kehf, 18/76. [2] Mürselât, 77/6. [3] A’râf, 7/174. [4] Rûm, 30/57; Gâfir, 40/52. [5] Kıyâme, 75/15. [6] bk. Tevbe, 9/66, 94; Tahrîm, 66/7; Mürselât, 77/36; Tevbe, 9/90. [7] bk. Bakara, 2/18, 171; Mâide, 5/71; En’âm, 50, 104; A'râf, 7/64, Yûnus, 10/43, 179; Hûd, 11/24, 28; Ra’d, 16, 19; İsrâ, 17/72, 97Tâhâ, 20/124;125; Hac, 22/46; Nûr, 24/61; Furkân, 25/73; Neml, 27/66, 81; Kasas, 28/66; Rûm, 30/53; Fâtır, 35/19; Mü’min, 40/58; Fussılet, 41/17, 44; Zuhruf, 43/40; Muhammed, 47/23; Fetih, 48/17; Abese, 80/1, 2. [8] Madde 3/a. [9] Nisâ, 4/29. [10] İsrâ, 17/31. bk. En’âm, 6/151. [11] En’âm, 6/151. [12] Bakara, 2/195. [13] bk. Sâd, 38/41, 42, 44. [14] Yûsuf, 12/84, 93, 96. [15] Bk. Bakara, 2/67-73; Hamdi Döndüren, İnsanlığa Son Çağrı, Açıklamalı Kur'ân Meali, Yeni Şafak neşri, II, 30. [16] Âl-i İmrân, 3/49. H. Döndüren, age, I, 111. [17] Sâd, 38/44. [18] bk. Elmalılı, Sâd, 38/44. âyet tefsiri; Enbiyâ, 21/83, 84. [19] bk. Eyyûb, II, 9. [20] Abese, 80/1, 2. [21] Elmalılı, VIII, 5570; Hamdi Döndüren, İnsanlığa Son Çağrı, Açıklamalı Kur'ân Meali, 80/1, 2 âyet dipnotu. [22] Tirmizî, Deavât, 105; A. İbn Hanbel, I, 3, 78. [23] Müslim, Cihâd, 20; Tirmizî, Deavât, 84, 101, 128; İbn Mâce, Duâ, 5. [24] Tirmizî, Deavât, 84. [25] Ebû Dâvud, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2; İbn Mâce, Tıb, 1; A. İ.İbn Hanbel, IV, 278. [26] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm’da Bilim ve Medeniyet, Çev. Nabi Avcı- Kasım Turhan- Ahmet Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul 1991, s. 202-206. Nizami-i Aruzi’nin, Çehar Makale’si s. 83-85’ten naklen. [27] Seyyid Hüseyin Nasr, Konferans, U.Ü. İlâhiyat Fak. Kültür Merkezi, Eylül 2003. [28] Yeni Şafak Gaz., 14 Aralık 2003, Gündem sayfası. [29] Mülk, 67/2. [30] Bakara, 2/155. bk. 156. [31] Müslim, Birr, 52. [32] Buhârî, Merdâ, 1. [33] Buhârî, Merdâ, 2; Tirmizî, Zühd, 57, H. No: 2397. [34] Buhârî, Merdâ, 3. [35] Tirmizî, Zühd, 57, H. No: 2398. [36] Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54. [37] Buhârî, Talâk, 11, Hudûd, 22; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1; Dârimî, Hudûd, 1. [38] İbn Hanbel, Müsned, V, 169. [39] İbn Hanbel, Müsned, II, 350. [40] İbn Mâce, İkâme, 78, H. No: 1082. [41] Buhârî, Merdâ, 7. Buhârî bu hadisi “Görmesi yok olan kişinin fazileti” başlığı altında zekretmiştir. [42] Mübârekfûrî, Tuhvetü'l-Ahvezî, VII, 81. [43] Ahmed İbn Hanbel, I, 217, 309. [44] Aydınlı, Abdullah, "İbn Ümmü Mektûm", DİA, XX, 435. [45] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, IV, 264; Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX, 434; Sarıçam, İbrahim, Hz. Peygamber'in Çağımıza Mesajları, s. 109. [46] Bilgi için bk. Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX, 435. [47] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, (Gücelleştirilmiş yeni baskı), Boy abdesti konusu. [48] Buhârî, Hayz, 19, 24, Vudû’ , 63; Müslim, Hayz, 62, 63; Ebû Dâvud, Tahâre, 107; Tirmizî, Tahâre, 93, 95, 96. [49] Zeylâî, Nasbü’r-Râye, I, 204. [50] İbnü’l-Hümâm age, I, 124 vd; İbn Âbidîn age, I, 139, 281-283; Şürünbülâlî, Merâkı’l-Felâh, s. 25; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, I, 288 vd. [51] Buhârî, Hayz, 19, 20; Müslim, Hayz, 15, 69; Tirmizî, Tahâre, 93, 97. [52] İbn Âbidîn, age, I, 330, 688. [53] Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, I, 104; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 192, 304, 378; Şirâzî, Mühezzeb, I, 70; Zühaylî, age, I, 635 vd; Bilmen, age, 122 vd. [54] Bakara, 2/238. [55] Buhârî, Taksir, 19; Ebû Dâvûd, Salât, 175; Tirmizî, Salât, 157; İbn Mâce, İkame, 139; krş. Bakara, 2/286. [56] Zeylâî, Nasbu’r-Râye, II, 75 vd. [57] İbnu’l-Humâm, age, I, 243; İbn Âbidîn, age, I, 515; Meydânî Lübâb, I, 80; Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, I, 132; İbn Rüşd, age, I, 136. [58] İbn Kudâme, Muğnî, II, 176 vd, Zühaylî, age, II, 150 [59] İbn Mâce, İkâme, 78, H. No: 1082. [60] Müslim, Mesâcid, 255. Müslim bu hadisi “Nidâyı işiten kimsenin mescide gitmesi gerekir” başlığı altında nakletmiştir.bk. Nesâî, İmâme, 50. [61] Ebû Dâvud, Salât, 46, H. No: 551; İbn Mâce, Mesâcid, 17, H. No: 792. İbn Mâce, bu hadisi, “Cemâatten geri kalma konusunda önemli uyarı” başlığı altında vermiştir. [62] İmâme, 10, H. No: 786. [63] Serahsî, Mebsût, II, 22, 23; İbnu’l-Hümam, Fethu’l-Kadîr, I, 417 [64] Kâsânî, Bedâyi’, I, 256 vd.; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 714; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 151; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 762 vd. [65] Bakara, 2/ 286. [66] Ebû Dâvû, Salât, 135; Nesâî, İftitah, 32, H. No: 925; A. İbn Hanbel, IV, 253, 356; Tehânevî, İ’lâü’s-Sünen, II, 229, 230. İbn Hibban, Dârekutnî ve Hâkim bu hadis için “sahîh” demişlerdir. [67] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 561; Tehânevî, İ’lâü’s-Sünen, II, 229. [68] Buhârî, Talâk, 11, Hudûd, 22, Ebû Dâvûd, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1; Nesâî, Talâk, 21; İbn Mâce, Talâk, 15. [69] Bakara, 2/184. [70] bk. Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 87 vd.; İbnü'l-Hümâm, age, II, 87 vd.; Şürünbülâlî, age, 108 vd.; İbn Âbidîn, age, II, 145 vd; Lübâb, 172 vd.; İbn Rüşd, age, I, 288. [71] Âl-i İmrân, 3/97. [72] Kâsânî, age, II, 121-125; İbn Âbidîn, age, II, 194-199; Meydânî, Lübâb, I, 177. [73] bn Âbidîn, age, IV, 422. [74] Şirbinî, Muğnîl-Muhtâc, I, 463-470; Şîrâzî, Mühezzeb, I, 196 vd; İbn Rüşd, age, I, 309. [75] Kâsânî, age, II, 130; İbn Kudâme, Muğnî, III, 240; İbn Âbidîn, age, II, 200; Şirbinî, Muğnîl-Muhtâc, I, 463-470; Şîrâzî, Mühezzeb, I, 196 vd. [76] Tirmizî, Zekât, 15; Mâlik, Muvatta’, Zekât, 12. Bu hadis zayıf olup Tirmizî ile Beyhakî, Amr b. Şuayb’dan babası ve dedesi yolu ile rivayet etmiştir. Şâfiî ile Beyhakî bunu sahih bir isnatla Yusuf b. Mahik yolu ile Hz. Peygamber’den mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Ayrıca Beyhakî aynı hadisi Hz. Ömer’den mevkûf olarak nakletmiş ve isnadı sahihtir, demiştir. bk. Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 331 vd. [77] Nisâ, 4/6. [78] Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm, III, 79 vd.; H. Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, s. 511; H. Veldet Velidedeoğlu, T. Medeni Hukukunun Umumî Esasları, İst. 1968, II, 56. [79] Ebû Dâvud, Salât, 26. [80] Kâsânî, Bedâyî’, V, 135; İbn Kudâme, Muğnî, IV, 246; İbn Rüşd, age, II, 278. [81] Nisâ, 4/5. [82] Şirbinî, age, II, 7; Zühaylî, age, IV, 360. [83] Mavsılî, İhtiyâr, Kâhire, t.y., II, 10. [84] Kâsânî, Bedâyî’, V, 164, 298; İbn Kudâme, Muğnî, IV, 210; Mavsılî, age, II, 10; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, IV, 465. [85] Şîrâzî, Mühezzeb, I, 264; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul 2001, s. 198. [86] Buhârî, Büyû’, 48; Müslim, Büyû’, 48; Ebû Dâvûd, Büyû’, 66; Zeylaî, Nasb, IV, 6. [87] Bakara, 2/282. [88] bk. Kâsânî, age, II, 231, 253, 254; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, I, 267, 268; Cezîrî, el-Fıkh alâ’l-Mezâhibi’l-Erbaa, IV, 16; Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, s. 157, 162. [89] Tevbe, 9/41. [90] Tevbe, 9/91. [91] Buhârî, Cihâd, 35, Megâzî, 81; Ebû Dâvud, 19; İbn Mâce, Cihâd, 6. [92] İbn Mâce, Cihâd, 6, H. No: 2765. [93] Nûr, 24/61. [94] Bakara, 2/29. [95] bk. Kurtubî, Câmi’, XII, 205. [96] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, IV, 264; Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX, 434; Sarıçam, İbrahim, Hz. Peygamber'in Çağımıza Mesajları, s. 109. [97] bk. Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX, 435. [98] Ebû Dâvud, Cenâiz, 6. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:13/39 [ Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ ] >> Sayın Başkan, değerli bilim adamları ve sevgili izleyiciler, Hepinizi saygı ile selamlıyorum. Değerli Hocamız Hamdi DÖNDÜREN Bey’in sunduğu bu tebliğin konusu bence sempozyumun diğer tebliğ konuları arasında özel bir yere ve anlama sahiptir. Çünkü bu sempozyumu düzenleyen Diyanet İşleri Başkanlığı her şeyden önce dinin doğru bir şekilde yaşanmasına, pratik hayata aktarılmasına ön ayak olmakla görevli bir kurumdur. “İslamiyet’in Engellilere Tanıdığı Kolaylıklar ve Ruhsatlar” konusu da engellilerin dini pratikleri ile ilgilidir. Değerli tebliğcinin on beş sayfa tutan tebliğinde konuyu detaylarıyla ele alıp sunduğuna şahit oluyoruz.Konu dayanağını İslam’ın kolaylık prensibinden almaktadır. Bu sebeple ihtilaflı hükümlerde bile bir müsamaha ruhunun hakim olduğunu/olması gerektiğini düşünüyorum. Tebliğ, temel yapısı itibarı ile, İslam fıkhı kaynaklarında ortaya konan ve uygulanan görüş ve uygulamaları çıkarıp toplu olarak gözler önüne sermektedir. Bu bakımdan ben burada tebliğin esası üzerinde değil, usul ve üslubu üzerinde kısaca bazı şeyler söylemek istiyorum. 1. Tebliğin ana temasını oluşturan “Engel Çeşitleri ve bu engellerin getirdiği kolaylıklar ve ruhsatlar”, tespit edilirken, engelliler bir bütün olarak esas alınmış sonra, “engellilerin namazı”, “engellilerin haccı” “engellilerin zekatı” vb başlıklar açılarak bunların her birinde sağlanan ruhsat ve kolaylıklar zikredilmiştir. Bunun yerine, engelliler genel olarak değil de taksime tabi tutularak, mesela, Zihinsel engellilere tanınan ruhsat ve kolaylıklar” , “Görme özürlülere sağlanan ruhsat ve kolaylıklar”, “ Bedensel özürlülere sağlanan ruhsat ve kolaylıklar” gibi başlıklar altında, her uygulama alanında o özürlü grubuna ait kolaylık ve ruhsatların zikredilmesi,hem daha toplayıcı ve pratik, hem de sempozyumun konusuna vurgu yapması bakımında daha etkili olurdu. 2. Tebliğ metninin ilk üç sayfasında yer alan “İslam’ın Özürlüye (Engelli) Yaklaşımı” ana başlığı altında toplanan ve dört sayfa tutan “Kuranın Özürlüye Yaklaşımı”, “Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı”, “Hastalık ve Engellilerin Ahiret Boyutu” alt başlıklar bu tebliğin konusunu dışında tutulması gerekirdi. Zira bu konular bu tebliğden çok diğer tebliğ konularını ilgilendiriyor. Bizce tebliğin konusuna 4. sayfada “İslam’da bütün emir ve yasaklar insan gücü ile sınırlı olduğu için, zihinsel engelliler ibadetten muaf sayılmıştır” diye başlayan üçüncü paragrafla girilmiştir. 3. “Özür” ün tarifi şöyle yapılmıştır: “Özür, Arapça bir sözcük olup, kök anlamı eksik ve günahı olmak demektir. İsim olarak, bir konuda kişinin özürlü sayılması ve bu nedenler de sorumluluğunun azalması veya tam olarak kalkması anlamlarında kullanılır.” (s.1)Bizce bu tarif “efradını cami! bir tarif olamamıştır. Çünkü burada bir şeyin kendisi ile tarifi söz konusudur. Zira özürün isim olarak anlamı verilirken “bir konuda kişinin özürlü sayılması”ndan söz edilmektedir. Bunun yerine özür kelimesinin sözlük anlamı/anlamları verildikten sonra terim olarak özrün ne olduğu açıklansa ve buradan hareketle tebliğ konusunun temel unsuru olan “özürlü” nün ne emek olduğu ortaya konsaydı daha rahat bir anlatım sağlanmış olurdu. Tebliğde verilen tarif gündelik hayatta kullanılan “özür” ve“özürlü” ifadeleri ile, Fıkıh ilminde kullanılan özür ve özürlü net olarak ortaya çıkmamaktadır. Bu ayırıma dikkat çekilmesi, tebliğin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olurdu. Bunun yerine, özür kelimesinin sözlük anlamı tebliğin başında verilmiş, fıkıhta şöhret bulan anlamı ise 6. sayfada “Engellilerin Abdesti” başlığı altında verilmiştir. 4. Tebliğde, “Günümüzde özürlü denilen kimseler için “engelli” teriminin kullanılması daha uygun ve daha yumuşak bir sözcüktür.” (s.1) gibi küçük de olsa bir anlatım yer alıyor. Ayrıca, “yaşam” (s.2) “koşul” (s.5) “bellek” (s.10) kelimelerin kullanılmasına kimsenin bir yasak getirmesi söz konusu değil, ama hangi gerekçe, “hayat”ı, “şart”ı, “hafıza”yı kapının dışına koymamızı haklı çıkaracaktır? 5. “Engellilerin tam olarak namazdan muaf tutuldukları durumlar” (s.7) başlığı altında yer alan ifadelerde, adet, loğusalık halindeki kadınların engelliler sınıfına sokulduğunu görüyoruz. Fıkıh ilmi açısından bu durumlar birer özür/engel ise de özellikle bu sempozyumda “engelli” ile ne kast edildiği bellidir. Bu noktada, adet ve loğusa halindeki kadınlar engelliler grubu içinde yer almamaktadırlar. Bu sebeple, az önce de değindiğimiz gibi, güncel anlamda engelli ile fıkıh ilmindeki engelli tanımlamalının özellikle yapılması gerekmektedir. 6. “Namazları ima yolu ile kılma kolaylığı” (s.7) başlığı yerine, “Namazların rükünlerini gücü yettiği kadarıyla yerine getirme kolaylığı” şeklinde olsaydı, ayakta duramama halinde oturarak namaz kılma kolaylığı da ifade kapsamına alınmış olurdu. Çünkü, rüku için biraz eğilmek rükua imadır, ama oturmak kıyama imadır, diyebilir miyiz? 7. “Engellilerin Zekatı” başlığı altında (s,12) Zihinsel engellilerin/ akıl hastalarının zekatla sorumlu olup olmadıkları konusu işlenirken “Baygınlık ve koma hali zekat engeli sayılmaz. Çünkü bu halin uzun sürmesi mutat değildir.” denilmektedir. Bu durumda, baygınlık ve koma halinin uzun sürelisi diye bileceğimiz bitkisel hayat durumunun da zekat yükümlülüğünü düşüren sebepler arasında zikredilmelidir. 8. “Görme Engellilerin Savaştan Muaf Tutulması” başlığı altında zikredilen Nur süresi 61. ayeti, “Görme engelli için bir sakınca yoktur, yürüme engelli için bir sakınca yoktur, hastaya da bir sakınca yoktur” (s.13) yerine, “Görme engelli için bir güçlük yoktur, yürüme engelli için bir güçlük hastaya da bir güçlük yoktur” şeklinde tercüme edilse idi, tebliğin konusunu daha iyi vurgulayan bir anlam elde edilmiş olurdu. Teşekkür eder, saygılar sunarım. Oturum Başkanı Sayın ALTUNTAŞ’a, bu güzel katkılarından ötürü teşekkür ediyoruz. Şimdi, sözü, ikinci müzakerecimiz Dr. İbrahim PAÇACI Beye veriyoruz. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:14/39 [ Dr. İbrahim PAÇACI ] >> Allâh’a hamd, Rasûlü’ne salâttan sonra hepinizi saygıyla selamlıyorum. Değerli hocam Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN’in “İslâm’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylık ve Ruhsatlar” konulu tebliğini zevkle dinledik. Kendisine teşekkür ediyoruz. Benim Sayın Hocama ayrı bir saygım ve sevgim var. Kendileri benim Doktora Yeterlik sınavı jürimde bulunmuştu. Sempozyumun kısa bir zaman içerisinde planlanması ve gerçekleştirilmesi sebebiyle, Saygıdeğer Hocam tebliğini biraz aceleye gelmiş gibi görülüyor. Tebliğde sade anlaşılır bir dil kullanılmış; bu bakımdan Hocamızı tebrik ediyorum. Ancak az önce de ifade ettiğim gibi tebliğ aceleye geldiğinden bazı imla hatalarıyla karşılaşıyoruz. Mesela, tebliğin 5. sayfasının sonunda “görme engelli” ifadesi yerine “göz engelli”; 6. sayfada “İbn Ümmi Mektûm” denilmesi gerekirken “Ümm” kelimesi unutularak İbn Mektum denmiştir. 95 numaralı dipnotta “Nisa 4/29” yazılması gerekirken, “Bakara, 2/29” yazılmıştır. 10. sayfadaki 3 numaralı başlık “Engellilerin beş vakit namazın ve Cuma namazının cemaatle kılmaktan muaf tutulması” şeklindedir. Cümlenin anlaşılabilir olması için “Engellilerin beş vakit namazı ve Cuma namazını cemaatle kılmaktan muaf tutulması” şeklinde düzeltilmesi gerekir. Ancak bu defa, cemaatle kılınmayan Cuma namazı olduğu gibi bir anlam çıkabilir. Tebliğin aceleye geldiğinin göstergelerinden biri de, özürlünün abdesti ile ilgili birinci derece kaynaklar kullanmak mümkün iken, “Nasbu’r-Râye” hadis kaynağı olarak kullanılmıştır. Tebliğ, sistematiği ve içeriği bakımından şöyle değerlendirilebilir: Tebliğe “İslâm’ın Özürlüye (Engelliye) Yaklaşımı” ana başlığı ile başlanmış ve bu başlık altında; “Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı”, “Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı” ve “Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu” konuları ele alınmıştır. Tebliğin konusu, “İslâm’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylık ve Ruhsatlar” konulu 16,5 sayfalık tebliğe, 5,5 sayfa giriş yapılmıştır. Bu hepimizin, Arap dünyası da dahil genel olarak İslâm ilâhiyatçılarının gösterdiği bir zaafımız. Halbuki, hemen konuya geçip, daha derinlemesine bir inceleme yapılsaydı daha yararlı olurdu diye düşünüyorum. Tebliğde “özürlü denilen kimseler için “engelli” teriminin kullanılması daha uygun ve daha yumuşak bir sözcüktür” denilerek engelli terimi benimsenmiş olmasına rağmen, başlıklarda özürlü kelimesi kullanılmış ve tebliğ özür ve özürlü kavramı üzerine bina edilmiştir. “Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı” başlığı altında, özürlü ve engelli kavramları açıklanmış, Kur’ân’ın engelliye yaklaşımı yerine Kur'ân’da özür kelimesi ve türevlerinin geçtiği ve fakat “engelli” kavramıyla ilgisi olmayan ayetler sıralanmış, özürlü olarak kabul edilebilecek Yakup (as), Eyyub (as)’dan ve bazı mucizelerden bahsedilmiştir. Asıl Kur'ân’ın engelliye yaklaşımını gösterecek olan Abese suresinin ilk ayetleri ile Nur suresinin 61. ayeti ise açıklanmadan son paragrafta işaret edilmekle yetinilmiştir. Bunun sonucunda da, özürlüler hakkında hazırlanan kanun tasarısındaki engelli tanımı dışındaki ifadelere bakıldığında, sanki engellilik ve Kur'ân’ın engellilere bakışı menfi imiş gibi algılanmaktadır. “Sünnetin Özürlüye Yaklaşımı” başlığı altında ise, sağlık ve tedavi ile ilgili hadisler aktarılarak açıklanmış; Sünnetin özürlüye yaklaşımı bağlamında Abese suresinin nüzul sebebi olarak rivayet edilen Hz. Peygamber’in Abdullah b. Ümmi Mektûm’a davranışı ve bu sebeple ikaz edilmesinden bahsedilmiştir. Bu bölümü de tek başına ele aldığımızda, engelliliğin menfi bir durum olduğu ve Sünnetin yaklaşımının da bu doğrultuda olduğu anlaşılabilir. Halbuki bu hadis, sünnetin yaklaşımı olarak değil, Kur'ân’ın yaklaşımı olarak anlatılmalıydı. Burada ise, bir sonraki başlıkta verilen örnekler aktarılabilirdi. “Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu” başlığında anlatılanlar ise, gerçekte ya Kur'ân’ın ya da sünnetin engellilere yaklaşımını ortaya koymaktadır. Bana göre, tebliğe engellilik/özürlülük kavramı ile başlanması, daha sonra da önceki oturumlarda irdelenen bu uzun girişe tebliğde yer verilmeyip engel çeşitlerine göre engellilerin sınıflandırılarak dinî yükümlülükleri ve kendilerine tanınan kolaylıkların açıklanması yerinde olacaktır. Tebliğde İslâm’ın engelliye yaklaşımından ve Hz. Peygamber döneminde bedensel engellilerin istihdamı sonra, engellilerin ibadet hayatı işlenmiştir. Ancak bu bölümde de, engellilerden ziyade hastaların ve fıkıhta özürlü olarak tanımlanan kişilerin ibadetlerinden bahsedilmiş, bazen bunların arasına engellilerin durumları serpiştirilmiş, bazen de okuyucunun kendisinin bu bilgilerden sonuç çıkarması istenmiştir. Tabii bunda klasik fıkıh kitaplarımızın konuyu ele alışı ve tebliğin hazırlanması için vaktin dar olması etkili olduğu kanaatindeyim. Bu bağlamda engellilerin abdestinden bahsedilirken, sadece birinci paragrafta bazı organları eksik olan engellilerden bahsedilmekte, bundan sonra 1,5 sayfa, engelli ile ilişkisi bulunmayan fıkıh kitaplarındaki özürlü tanımı ve hükmünden bahsedilmektedir. Fakat bir veya iki eli olmayan veya ayakları olmayan engellinin abdesti, mest giymesi gibi direkt engelliyle ilgili hükümlerden bahsedilmemektedir. Engellilerle ilişkisi olmamakla birlikte, yanık veya benzeri deri hastalığı bulunan kişinin nasıl gusledeceği anlatılırken; “bedenin diğer kısımları yıkanır ya da ıslak bezle silinerek boy abdesti tamamlanır. Silme de zarar verecekse teyemmüm abdesti alınır.” denilmektedir. Halbuki gusülde organların yıkanması şarttır; ıslak bezle silinerek belki vücut temizlenir ancak gusül yapılamaz. Yaralı organların vücudun yarısından fazlasını oluşturuyorsa kişinin teyemmüm etmesi, bedenin çoğunluğu sağlam olması halinde ise, sağlam organların yıkanıp yaralı organların meshedilmesi gerekir. Meshetmek zarar verecekse, bundan da vazgeçilmelidir. Ayrıca “teyemmüm abdesti” ifadesi de ne derece doğrudur, bunun da göz önünde bulundurulmasını hocamızdan arz ediyorum. Bundan sonraki paragrafta da, saç ektirmenin veya protez saçın abdeste etkisinden bahsedilmektedir. Tabi bunlar faydalı bilgiler ancak, saçsızlık hangi açıdan bir engelliliktir, bu durumdaki insanlara “tarama engelli” diyebilir miyiz? Engellilerin namazı başlığı altında, hayız ve loğusalık ile akıl hastalığı, bayılma ve koma, kişinin namazdan tam olarak muaf tutulmasını sağlayan engel/özür kabul edilmiştir. Halbuki, akıl hastalığı dışındakilerin engel kabul edilmesi mümkün değildir. “Namazları imâ yoluyla kılma kolaylığı” başlığı altında da, hastanın durumu anlatılmış, özürlünün bundan kendisinin hüküm çıkarması beklenmiştir. Halbuki, bedensel engellerin, derecelerine göre sınıflandırılarak namaz kılmada kolaylıkları anlatılsa daha faydalı olurdu diye düşünüyorum; sandalye-taburede namaz kılmak, ima ile namaz kılmak, oturarak namaz kılmak vb. şeylerden bahsedilmiş fakat engellilere uyarlanması gerekir. Meselâ Kilis camilerinde, caminin iki yanına, engellilerin namaz kılmaları için sedir yapılmıştır. Namazda Kıraata Getirilen Kolaylık başlığı altında, sadece zihinsel engellilerin kıraatlerinden bahsedilmiş, işitme ve konuşma engellilerin durumundan bahsedilmemiştir. Ayrıca bu bölümde, Fatiha’yı veya Kur'ân’dan bir ayeti ezberleyemeyen veya buna gücü yetmeyen kişinin namazda kıraat olarak “sübhanallahi ve’l-hamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm” duasını okuması önerilmektedir. “Bu duanın mı, yoksa bir ayetin mi ezberlenmesi daha kolaydır?” bunu sizlerin takdirine bırakıyorum. Engellilerin Orucu başlığı altında da, hayız ve loğusalık ile akıl hastalığı, bayılma ve koma engel olarak kabul edilmiş ve hükümlerinden bahsedilmiştir. Halbuki akıl hastalığı dışında kalanlar zihinsel veya bedensel bir engel olarak kabul edilmez. Engellilerin bahsinde ise, zihinsel ve bedensel engellerin haccın farziyetine etkisi üzerinde durulmuştur. Bu konuda yeterli ve detaylı açıklama yapılmıştır. Ancak hacda bedensel engellere sağlanan kolaylıklar bulunup bulunmadığı, bunların neler olduğundan bahsedilseydi daha yararlı olurdu. Ben müzakeremi bir teklifle bitirmek istiyorum. Engelliler de toplumun bireyleridir. İslâm dini, engellileri muhatap almış ve güçleri ölçüsünde dinî ve onlara sosyal yükümlülükler vermiştir. Diğer insanlara da engellilerin topluma kazandırılmaları; dinî ve sosyal görevlerini yerine getirmeleri hususunda sorumluluklar yüklemiştir. Bu itibarla engellinin, yaşama hakkının olduğu, ayrıca diğer sosyal imkanlardan da yararlanması gerektiği bilincinde olarak, engellilerin yetenek ve becerilerinin geliştirilip, topluma kazandırılması için elimizden geleni yapmalıyız. Bu çerçeveden olarak, engellilerin diğer inananlarla birlikte, ibadet edebilmelerinin sağlanması için bizlere önemli vazifeler düşmektedir. Mesela camilerimizin inşasında, engellilerin de rahatlıkla gelip ibadet edebilmeleri için önlem alınması, tuvalet ve abdesthanelerin inşasında onların unutulmaması bunlar arasında sayılabilir. Bunun yanında Engellilere yönelik bir ilmihal hazırlanmalıdır. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. Oturum Başkanı Biz de, değerli katkılarından dolayı Dr. Sayın İbrahim PAÇACI’ya teşekkür ediyoruz. Son müzakerecimiz, Dr. Mehmet CANBULAT, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı. Buyurun sayın CANBULAT. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:15/39 [ Dr. Mehmet CANBULAT ] >> Dr. Mehmet CANBULAT Sayın Başkan, Saygıdeğer Hocalarımız ve Dinleyiciler, Hepinizi saygıyla selamlayarak müzakereme başlamak istiyorum. Müzakereler genelde takdir, tenkit ve teklif çerçevesinde yapılmaktadır. Biz de bu usule uyarak müzakeremizi takdime çalışacağız. Öncelikle bu ve benzeri birçok araştırmalarıyla tanıdığımız tebliğ sahibi hocamızı, tebrik ve takdirle sözlerime başlamak istiyorum. Ülkemizde özellikle İslâmi ilimlerde engellilerle ilgili sistematik ve ilmi araştırma ve çalışmaların azlığı dikkate alındığında, hocamızın tebliğinin bu yönden uğraş vereceklere ışık tutacağı kanaatindeyim . Şahsen ben, bu makalenin, dinin engellilere ait dünyevi ve uhrevi tanımlaması ve onlara bu yönde sağlanan kolaylıklar ve ruhsatlar konusunda derli toplu karşılaştığım ilk makale olduğunu ifade edebilirim. Bütün bunlardan sonra tebliğe katkı sağlayacağını düşündüğümüz ya da olmasını beklediğimiz temennilerimize gelince, tebliğ şu yönlerden tenkide tabi tutulabilir: Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı başlığı ile bu başlık altında verilen bilgiler arasında uyum sorunu bulunmaktadır. Zira bu başlık altında, beklenildiği ve amaçlandığı derece ve kapsamda Kur'ân’ın engellilere yaklaşımından söz edilmiyor. Bu bölüm daha çok özür kavramının Kur’âni temelleri ya da Kur'ân’daki çerçevesinde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca, Hastalık ve Engelliliğin Ahiret Boyutu alt başlığının, Kur'ân’ın Özürlüye Yaklaşımı üst başlığının bir alt başlığı olarak değil de ayrı bir madde şeklinde tasnif edilmesi daha uygun olurdu. Engellilerin ibadetleri ele alınırken, tıpkı namaz konusunda olduğu gibi hac konusunda da kendilerine getirilen kolaylıklar ayrıntılı bir şekilde ele alınabilirdi. “Görme engelliye sakınca/güçlük yoktur, yürüme engelliye sakınca/güçlük yoktur, hastaya da sakınca/güçlük yoktur” (Nûr,24/61) ayet-i kerimesiyle ilgili olarak hocamızın verdiği bilgilere ilave olmak üzere bir katkıda bulunmak istiyorum. Bu ayet-i kerimede, “güçlük/sıkıntı yoktur” buyurulmakla öncelikle engellilere yapamayacakları görev yükletilemez, bunlar yapamadıklarından dolayı sorumlu olmazlar anlamı mevcuttur. Ancak bununla birlikte ayet-i kerimeyi, “(Ey Müminler, hepiniz birbirinizle kardeşsiniz; bunun içindir ki) görme engelli için (sağlıklı kimselerden yardım kabul etmekte) bir sakınca/güçlük yoktur, yürüme engelli için (sağlıklı kimselerden yardım kabul etmekte) bir sakınca/güçlük yoktur, hasta için (sağlıklı kimselerden yardım kabul etmekte) bir sakınca/güçlük yoktur” şeklinde anlamak da mümkündür. Zira kardeşin kardeşe yaptığı yardım sebebiyle gerek yardımı yapan gerekse yardıma mahzar olan için bir sıkıntı söz konusu olmaz. Onlar aynı zamanda vücudun birer uzvu gibidirler. Dolayısıyla karşılıklı güven, esirgeme ve dayanışmada lüzumsuz teşrifattan ve yapmacık hareketlerden kaçınmalıdırlar. Esasen ayet-i kerimenin iniş sebebi olarak rivayet olunan olay da bu anlamı teyit eder mahiyettedir. Nitekim tebliğ metninde de ifade edildiği gibi bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi şöyledir: Müslümanlar, savaşa çıkarlarken evlerinin anahtarlarını savaşa çıkamayan görme veya yürüme engelli olan yahut hasta olup ta savaşa katılamayanlara bırakırlar, bunların evlerine göz kulak olmalarını isterlerdi. Bunlar kolladıkları evlerde yiyip içmekten çekinirlerdi. Âyet bunda bir sakınca olmadığını ifade etmektedir. Dinimiz, engelliler için genellikle onların ibadetlerden uzaklaşmalarına ve sosyal hayattan tecrit edilmelerine yol açacak muafiyetler getirmek yerine, gerek ibadetleri gerekse hukuki işlemleri kendi konumlarına göre zorlanmadan yapmalarını sağlayan bir kısım kolaylık ve ruhsatlar getirmiştir. Toplumun bir gerçeği olan engelliler, diğerlerinin insaf ve merhametine bağlı bir yaşama terk edilmemelidirler. Dolayısıyla engelliler, bulundukları şartlara ve konumlarına göre engelli olmayan insanlarla aynı haklara ve istihdam imkanlarına kavuşturulmalı; dünyevi nimetlerden herkes kadar onların da yararlanması sağlanmalıdır. Bu onların insan olarak ve toplumun bir parçası olarak en doğal haklarıdır. Onlara bu haklarının temininde bireylere, topluma ve devlete düşecek sorumluluklar aciliyetle pratiğe geçirilmelidir. Bu bir ulufe veya bağış olarak değil, yükümlülük olarak telakki edilmelidir. Üzülerek ifade edelim ki, günümüzde engellilerin gerek dini hayatlarını gerekse toplumun bir bireyi olarak yaşamlarını huzur standardında sürdürmelerine pratikte yeterli olanak sağlanamadığı da bir gerçektir. Engellilerle ilgili güzel ve hakikaten değer ifade eden dinsel ve hukuksal söylemde sağlanılan başarının, bunların hayata geçirilmesinde de aynı düzeyde olduğunu söylemek oldukça güçtür. Müsaadenizle size burada, engellilerin kendi kabiliyetleri doğrultusunda istihdamının ne denli önemli olduğunu ortaya koyan bir anektod aktarmak istiyorum: 1970’li yıllarda eski bir milletvekili, İstanbul’da Galata köprüsünden geçerken, ayağının biri dizinden yapışık vaziyette bulunan bir engellinin dilenmekte olduğunu görür. Onun bu halinden etkilenir ve bir müddet merhamet dolu bakışlarla bakakalır. Onun bakışından müteessir olan engelli kendisine, “Beyefendi! Merhamet dilenmiyoruz, para dileniyoruz” der. Bunun üzerine o milletvekili elini cüzdanına götürür ve dönemin değer bakımından en büyük parasını kendisine uzatır ve şöyle der: “Ben ciltlerce kitap okusaydım, böyle hikmetli bir sözü öğrenemezdim”. Sanırım, o engellinin bu veciz ifadesi, kendilerinin toplumdan beklentilerinin neler olduğunu anlatmada başka söze ihtiyaç bırakmayacak açıklıktadır. Oturum Başkanı Dr. Sayın Mehmet CANBULAT Beye teşekkür ediyoruz. Programımızda yok ama, sayın tebliğcimize bazı sorular yöneltildi. Kendisine 3 dakikalık süre veriyoruz, ondan sonra oturumun ikinci kısmına hemen başlayacağız. Buyurun. Prof. Dr. HAMDİ DÖNDÜREN Gerçekten, arkadaşlarımız, halen Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi ve uzmanı olarak güzel konuları araştırıyorlar, bu konularda, sürekli karşılaştıkları sorular şekliyle dile getirdikleri için kendi çalışmaları arasında, düzenleme bakımından bana da yararlı olan güzel şeyler söylediler. Tabiî bu kavram kargaşası gerçekten var. Özürlü tabiri yerine engelli tabirinin, zaten uygun olduğunu ben bildiride de ifade ettim. Ancak, kapsam bakımından gerçekten aralarında tam örtüşme olmuyor. Belki engelliler ile ilgili yasa tasarısında da sürekli olarak özürlü kelimesi kullanılıyor. Ama, İslâm’daki özürlü ile yine aynı kavram kargaşası yakın gelecekte bitmeyecek gibi görünüyor. Çünkü, İslâm’da daha çok ibadetlerle ilgili olmak üzere bu konu ele alınmış, diğer açılardan konuya pek yer verilmemiş. Bildiride, "yaşam", "koşul", "bellek" yerine, "hayat", "şart", "hafıza" kelimelerinin kullanılması gerektiğini söyledi Halil Bey. Gerçekten doğru. Ben de çok fazla öztürkçeci değilim; ama, yaşayan bir dil diye, hedef kitlenin, okuyucunun, biraz da ben bu engelli insanların kitap haline getirildiği zaman rahat okuya.bilmesini de dikkate almamış değilim. Mesela, biraz önce yemekte işaret dilini tercüme eden arkadaşımız, sahabî kelimesini anlamakta zorlanmış. Olabilir. Ayrı alanlardan gelen, kültür alanları farklı olan insanlarımız, bazı terimleri anlamada zorluk çekebiliyor. Ben, doğrusu hedef kitle olarak biraz da bunu dikkate aldım. O sebeple bazı kelimeler biraz daha sanki öztürkçeleşti diye düşünüyorum; ama, bunlar düzeltilebilir. Koma ve baygınlık yanında bitkisel hayat. Gerçekten doğru. Buna da temas edilmelidir. Çok nadir olduğu için, milyonda bir falan oluyor bitkisel hayata girenler, iki üç yıl, beş yıl yaşayan çok çok nadir. O yüzden, aklıma geldiği halde buna girmek pek istemedim doğrusu, yer kaybı olmasın diye. Ama, olabilir. Tabiî, bunlar da zihinsel özürün ileri aşamada olanı sayılır. Bu kimseler, bir yılı geçerse zekattan muaf olurlar, Ramazan Ayı geçerse o haliyle, o yılın Ramazan Orucu sakıt olur, fidye de gerekmez. Bitkisel hayat bir günden fazla sürerse, namazlar düşmeye başlar, sakıt olur. O şekilde bitkisel hayatta olanları da buna eklemeliyiz. Ayrıca, Üzeyir (a.s.) olayı var Kur'ân-ı Kerim’de, o da ilginçtir, onu da ifade edelim hatıra gelmişken. Üzeyir (a.s.)'ın hayatı, 100 yıl -gerçi isim vermiyor ama, zamirlerden onun olduğu anlaşılıyor-, bir çeşit Cenab-ı Hak tarafından askıya alınmış. 100 yıl sonra tekrar diriltilmiş. Niye bu haber veriliyor acaba? Şu anda tıp âlemi çalışıyor. Tam ölüm noktasında, hücre ölümü olmadan bir dondurucuya koyuyoruz, üç ay sonra taze olarak alıp yiyoruz. Acaba hücre ölümü olmadan muhafaza edilebilir mi, daha sonra o hastalığı tedavi eden tıp gelişmesi olunca, hastalığı tedavi ederek yeniden hayata döndürebilir miyiz? Peygamber mucizeleri pozitif bilime açılım için önemli bir nirengi noktası olabilir. İbrahim PAÇACI Bey, bildiri de düşen kelimelerden bahsetti. Doğrudur, bunların bir kısmı, iki bilgisayarda çalışmanın sonucu olan şeylerdir. Deri hastalıklarında ve yanıklarda boy abdesti gerektiğinde sağlam kısım yıkanır, hastalıklı ve yanık olan yer meshedilir, bu mümkün olmazsa teyemmüm edilir. Islak bezle silmeyi suyu kontrollü kullanma açısından zorluk olduğu için düşündüm doğrusu. Namazda konuşma ve işitme engellinin durumu yer almamış denildi. Konuşamayan kimse okuyabildiği kadar Fatiha'yı okur, okuyamıyorsa zihninden geçirecektir. Sureyi önceden ezberlemiş olan işitme ve özellikle konuşma engelli kimse Fatiha Suresi hafızasındaysa, bir sayfadan okur gibi zihninden geçirmek yoluyla namazını kılacaktır. Bunu da yapamıyorsa, kıraat kendisinden düşer, ama namaz düşmez. Kur'ân okuma yerine tefekkür eder, Allah’ı düşünür, namazını öyle kılar. Bir veya iki kolu olmayan, olan uzuvlarını yıkar ve namazını kılar. Sonuç olarak şu cümleleri ilave edebilirim. Emevî Devleti engellilere yardım etmiş destek olmuş, görme engellilere Cuma namazına gitmeleri, hac görevini yapmaları konusunda rehber görevlendirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde engellilerle ilgili özel vakıflar kurulmuş mudur diye araştırdım, ama bulamadım. Ancak Osmanlı döneminde kurulan vakıfların her birinin içinde ihtiyaç sahiplerine yardım var. Eğer engelli zengin ve başkalarına muhtaç değilse zaten kendi problemini kendi hallediyor, rehberini kendi servetiyle çözüyor. Teşekkür ederim. Oturum Başkanı Biz de bu oturumun değerli tebliğcilerine ve değerli müzakerecilerine teşekkür ediyoruz. Hemen, toplantımızın ikinci kısmına geçiyoruz. İkinci konumuz daha renkli bir konu, İslâm Kültür Tarihinde Engelli Meşhurlar. Bu oturumun tebliğcisi, Doç. Dr. Mehmet Emin ÖZAFŞAR. Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM ve Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN Beyler de müzakereci. Kendilerini buraya davet ediyorum. Doç. Dr. Mehmet Emin ÖZAFŞAR Bey, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hadis öğretim üyesi. 1963 Bolu Gerede doğumlu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 1987’de bitirdi. "Fıkhi Hadisler ve Değerlendirilmesindeki Esaslar" isimli doktora teziyle 1995’te doktor, 1999’da da doçent oldu. Sözü kendisine veriyorum. << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:16/39 [ İSLAM KÜLTÜRÜNDE ENGELLİ MEŞHURLAR Doç Dr. Mehmet Emin Özafşar ] İSLAM KÜLTÜRÜNDE ENGELLİ MEŞHURLAR YA DA İSLAM KÜLTÜRÜNDEN İNSAN MANZARALARI >> Doç Dr. Mehmet Emin Özafşar Muhterem başkan, kunhterem hocalarım, saygıdeğer konuklar hepinizi saygı ile selamlıyorak sözlerime başlıyorum I. Bu tebliğ, İslam kültürünün hümanizması hakkında küçük bir fikir vermeyi amaçlamaktadır. Bu nedenle de kültür tarihimizden insan manzaraları üzerinde yoğunlaşmakta, dikkatleri son ilahi dinin yaşanmış tarihine ve kültürel gerçekliğine çevirmek istemektedir. Din, kültür ve medeniyetlerin insan tasavvuru, insan tasarımı ve ürettikleri insan modeli onların temel karakterlerini yansıtır. Hz. Peygamberin getirdiği İslam, binbeşyüzyıldır tarih sahnesindedir ve kendi tarihinin büyük bir kısmında insanlığın gerçekleştirdiği en büyük başarı örneklerine inkarı kabil olmayan katkılar yapmıştır. İslam, inanç, zihniyet, ilim, ahlak, hukuk, sanat, mimari, edebiyat ve benzeri sahaların tamamında büyük başarılar kaydetmiştir. Bütün bu başarıların ardında ise onun ürettiği insan modeli bulunmaktadır. İslam kültürü insana, insan olduğu için kıymet veren bir kültürdür. İnsanı zübde-i kainât ve eşref-i mahlûkat olarak gören bir kültürdür; varlığın özü ve mevcudun en mütekamili olarak insanı görmektedir. Ve bu kültürün temel manifestosu şudur: “Allah sizin ne biçimlerinize, ne de bedenlerinize bakar (önemser); fakat o sizin yüreklerinize bakar (önemser)”.[1] Onun için İslam kültürü insan yüreğinin önemsendiği bir kültürdür. İslam medeniyeti, bir gönül medeniyetidir. II. Hz. Peygamber’in beşeriyete sunduğu ilahi hikmet ve hakikatler manzumesi Kur’an, yaratıp, gözeten; lütfettikleri ve esirgedikleriyle kullarını sınayan Allah’a hamdeden insan yakarışıyla başlar ve insanın rabbı, meliki ve ilahı olan Allah’a sığınmayı dillendiren bir duayla son bulur. Kur’an Allah ile insanın diyaloğunu, insanın oluş, varoluş ve var kalışının serencamını içerir. Orada her türden insanın tasviri yer alır; iyiler ve kötüler, inananlar ve inkarcılar, şükredenler ve etmeyenler, bilenler ve bilmeyenler, zenginler ve yoksullar, güçlüler ve zayıflar, ıslah edenler ve bozguncular, kadınlar ve erkekler, çocuklar ve yaşlılar. Orada Musa gibi daha bebekliğinde anasından koparılan, dilinde düğüm olanlar; Yusuf gibi ailesinden çalınan ve oğul hasretinden dökülen yaşlar sonucu Yakup misali gözleri görmeyenler; İsa gibi rahmet simgesi, ölümcül hastalara, bedenlerinde rahatsızlığı bulunanlara, gözleri görmeyenlere şifa sunan insanoğulları var. Orada “Abese” var; farkında olmadan gözleri görmeyen birinin yüreğini incittiği için Allah tarafından ikaz edilen son peygamberin hikayesi var. O peygamber ki, incittiği görme engelli zatı kaç kere Medine’de kendi yerine vekil bırakmış; müminleri namaza çağırma görevinde ona da sorumluluk vermiştir. İnsan-ı kamil olan Hz. peygamber, bütün ömürünü insana onur, haysiyet, hürriyet ve saygınlığını kazandırmaya adamıştır. O, yaşlıyı, düşkünü, fakiri, yoksulu gözetmiş; yetimin, öksüzün, kimsesizin hamisi olmuş; dünün kölesini kumandan, daha çocuk denecek yaşta insanları danışman ve yönetici yapmıştır. Ortopedik engeli bulunan Muaz b. Cebel’i (ö.17/638) genç yaşına rağmen Yemen gibi mühim bir bölgeye vali tayin etmiştir.[2] Bütün bunları yaparken esas aldığı ölçü akıl, yetenek, beceri ve bilgi olmuştur. III. Hz. Peygamberin ardından müslümanlar, hayatın her alanında büyük sıkıntılarla yüzleşmişler; nefislerin teskini kabil olmayan ihtiras ve arzularıyla çarpışmışlar; ancak siyasi, sosyal ve kültürel çalkantıların ortasında bir bilgi medeniyetinin meşalesini yakmayı başarmışlardır. Hz. peygamberin arkadaşları peygamber ve etrafındaki inanmış insanların yaşadığı insan tecrübesini tarihin hafızasına kaydetmek için yoğun bir ilim seferberliği başlatmışlardır. Başta peygamberlerinin biyoğrafisi ve sözleri olmak üzere geçmişin kültürünü kayıt altına almaya çalışmışlar, Kur’an’ın metnine ve yorumuna dair hummalı bir faaliyet içerisine girmişlerdir. Birinci asrın tartışmasız en büyük Kur’an otoritesi “tercümanü’l-kur’an-Kur’an yorumcusu” ve “habru’l-ümme-İslam ümmetinin en büyük alimi” ünvanlı Abdullah b. Abbas (ö.68/687) bir mektep ve ekol oluşturmayı başarmıştır. Mekke ve Basra onun öğrencileriyle dolmuştur. Ömrünün son demlerinde gözleri, görme yükünü kalbine emanet etmek zorunda kalmıştır. O haliyle bile insanlara kitaplarını ve peygamberlerini öğretmek için elinden gelen çabayı geri bırakmamıştır. İbn Abbas ve kuşağının hayatları ve yaşantıları da o günlerin imkanları çerçevesinde kayıt altına alınmaya çalışılmıştır. Sahabe’nin biyoğrafilerine tahsis edilmiş pek çok külliyat böylece ortaya çıkmıştır. Bu külliyat içerisinde sahabenin isminden nesebine, fizyonomisinden karakterine, başından geçen kimi ilginç olaylardan, naklettiği hadislere kadar pek çok nokta aktarılmaya çalışılmıştır. Musa b. Ukbe, İbn İshak, Vakıdi, İbn Hişam ve İbn Sa‘d’ın eserleri, on beş asır öncesinin en kadim bilgi kaynaklarıdır ve bugün elimizde mevcutturlar. Sahabi kuşağının insan manzaraları için bu külliyat eşsiz bir kaynaktır. Bunlara İbn Şebbe, İbn Tayfur, Taberi ve benzerleri de katıldığında ilk müslüman neslin ve islam kültürünün erken evrelerinin siyasi, medeni ve coğrafi çerçevesinin menbalarına da ulaşılmış olunur. Engelli sahabilerin hayat hikayelerini titiz biçimde saptamak için bu kaynaklara özel olarak eğilmek gerekmektedir. IV.İslam kültüründen insan manzaralarının kaynaklarını bunlarla sınırlı görmek, bu kültür hakkında hiç birşey bilmemek olur. İslam kültürü, ilk iki asrını geride bırakırken müslümanların ürettikleri kültürel birikim, sadece tefsir, hadis, fıkıh ve benzeri sahalarla sınırlı kalmamış; dil, şiir, edebiyat ve sanat gibi sahaları da kapsamıştır. Biyografi alanında verilen eserlere, toplum katmanlarında rastlanılabilen her türden insan profili konu edinilmiştir. Sadece H.III. asrın büyük dil, edebiyat, ve kültür ustası Cahız’ın (ö.255/868) kaleme aldığı bazı eserlerin isimlerine bakmak bile bu konuda yeterince fikir verir: Kitabu’l-lusûs/ Hırsızlar; Kitabu’l-buhala/Cimriler; Kitabu’t-tufeyliyyin/Otlakçılar veya asalaklar; Kitabu’s-sûdân ve’l-beyzân/Kara ve beyaz tenliler; Kitabu’l-hasâid ve’l-mahsûd/Kıskançlar ve kıskanılanlar. Cahız bütün bunların yanında islam kültüründen engelli profillerini de eserlerine konu edinmiş ve mesela genel olarak bedensel engellileri konu edindiği “Kitab-u zevi’l-âhât”; renk, görme ve ortopodik engelleri bulunanları konu edindiği “Kitabu’l-bursân ve‘l-urcân ve’l-umyân ve’l-huvlân”ı kaleme almış ve yalnızca gözlerinde kayma ve bir gözünde görme engeli bulunanları konu edindiği “Kitabu husûmeti’l-havel ve’l-a‘ver”i yazmıştır.[3] Bu eserlerden bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Renk, görme ve ortopodik engellileri konu edindiği eseri birkaç kere basılmıştır.[4] Cahız’dan önce ve sonra da bu konularda eser verenler olmuştur. Onlardan birisi Abbasi hilafetinin ihtişamlı sultanları Mansur, Mehdi, Hadi ve Harun Reşid’in özel sohbetlerinin ayrılmaz kültür, tarih ve edebiyat adamı Heysem b. Adi’dir (ö.207/822). Onun Adem oğlunun Araplar bağlamında serüvenini konu edindiği anlaşılan “Kitabu hübûtu Âdem ve iftiraku’l-arab ve nüzûliha ve menâziliha” gibi kitaplarının yanında, kadınlara tahsis ettiği “Kitabu’n-nisa”; kadı, hadisçi ve fakihlerin hayatlarını konu edindiği tabakat eserleri de vardır.[5] Heysem’in engellilerin listesini içeren bir eseri günümüze ulaşmıştır.[6] Hicri III. Asırda yaşamış bir diğer edebiyat ustası İbn Kuteybe (ö.276/889) Uyûnu’l-ahbâr adlı muhteşem eserinin bilhassa “Kitabu’n-nisa-Kadınlar” bölümünde engellilerden söz ettiği gibi, el-Maârif isimli biyoğrafi kitabının bir bölümünü de engellilere tahsis etmiştir. Bu bölüm “Ehlü’l-âhât” başlığını taşımaktadır. İbn Kuteybe’nin aktardığı bilgilerden öğreniyoruz ki, H. I.asrın en gözde iki hadis ve fıkıh otoritesinin görme sorunları vardır. Bunlardan İbrahim en-Nahai (ö.96/714) Hz. Peygamberin arkadaşlarından Abdullah b. Mesud’un (ö.32/652) ilim geleneğini sürdüren seçkin bir şahsiyettir. O, yaşadığı dönemde siyasi ototiteler kadar karizmatik bir sosyaliteye sahiptir. Bu zat, aynı zamanda Ebu Hanife’nin hocasının da hocasıdır. Biyoğrafi kaynaklarında “el-a‘ver” yani “bir gözü görmeyen” olarak kaydedilir.[7] Süleyman b. Mihran (ö.148/765) ise Hadis ilminin köşe taşlarından birisi olup, hadis öğrenmek isteyenlerin akınına uğramış bir kişiliktir. Ömrünü hadise adamış olan bu zatın, erken dönem hadis faaliyetlerine dair çok ilginç tespitleri bulunmaktadır.[8] Bu kişi, “ela‘maş” sıfatıyla meşhurdur. Gündüz ışığında göremediği için kendisine böyle denilmiştir. Rivayete göre İbrahim ile Süleyman’ı birlikte görenler: “a’ver ve a’meş birlikte gidiyorlar” dermiş; onlar da kendi aralarında bu sözleri sohbet mevzusu ederlermiş.[9] İbn Kuteybe’den öğrendiğimize göre İbn Abbas gözlerini kaybedince bir şiir söylemiş ve şöyle demiştir: İn ye’huzi’llâhu min ayneyye nurahumâ Fefi fuâdî ve sem‘î minhumâ nûru Allah gözlerimin nurunu aldıysa da Kalbimin ve kulaklarımın ışığı parlamaktadır.[10] İbn Kuteybe’in aktardığı ilginç bilgilerden birisi, erken dönem islam toplumundaki yetki ve sorumluluğun paylaşımı konusunda kıymetli imalar içermektedir. Bilindiği üzere Kufe şehri Hz. Ömer zamanında kurulmuş, Ali b. Ebu Talip orayı hilafetin başkenti yapmıştır. Kısa sürede büyük bir kent haline gelmiş, nüfus, inanç ve kültür bakımından kozmopolit bir yapıya kavuşmuştur. Bağdat şehri kuruluncaya hatta ondan sonra dahi bir müddet önemini korumuştur. İşte bu ihtişamlı günlerinde bir ara Halife Ömer b. Abdülaziz ve Yezid b. Abdülmelik’in Kufe valiliğini Abdülhamid b. Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattab üstlenmiştir.[11] Ve “a‘rac”tır; yani bir ayağı aksaktır. Kendisi gibi “a‘rac” olan Ka‘kâ‘ b. Süveyd adlı şahsı da Kufe polis şefi yapmıştır. Katip olarak da yine bir a‘rac olan Selman b. Keysan’ı görevlendirmiştir. Onlar gibi “a‘rac” olan şair Hakem b. Abdel yolda yürürken aksayan vali, polis şefi ve katiblerinin durumuna bakmış ve şu dizeleri söylemekten kendini alamamıştır: Elkı'el-asâ ve da‘ et-tenâvuş ve’l-temis amelen fe hazî devletu’l-urcân Li emîrina ve emîr-i şurtatina ma‘an yâ kavmena li-kileyhima riclân Bastonu at, istemeyi bırak, çalışacak bir işe bak, zira bu aksakların iktidarıdır Valimizin ve polis şefimizin ey ahali her ikisinin vardır[12] birden toplam iki ayağı Hicri IV. Asırda yaşamış olan Horasan asıllı Muhammed b. İmran el-Merzübâni (297-384/909-994) de çok eser veren bir kalemdir. Hadis ilminde de güvenilir bir zat olan Merzübâni, Mutezile mezhebine mensuptur. Edebiyat tarihçisidir. Zehebi’nin (ö.748/1347) belirttiğine göre “Ahbâru’ş-şuarâ” adlı eseri beşbin varak tutarındadır; şairlere tahsis edilmiş bir diğer eseri ise 30 cilt hacmindedir. Devrinin Cahız’ı sayılan bu zatın[13] “Kitabu’l-müfîd” adlı eseri, şairlerin biyografisine hasredilmiştir. İbn Nedim’in (ö.380/990) verdiği bilgiye göre, bu eserin ikinci bölümü şairlerin fizyonomik özelliklerini konu edinmektedir. Burada şairlerin renklerine, saçlarından ayaklarına kadar varsa kusur ve farklılıklarına, kendilerine özgü yapılarına değinilmektedir.[14] Kimbilir bu kaynaklarda İslam kültür tarihinin ne müstesna özellikleri kaydedilmiştir. Günümüze ulaşmamış olmasına ne kadar hayıflanılsa azdır. V. Müslüman alimlerin zaman içerisinde insana, tarihe ve İslam medeniyetinin serpilip geliştiği şehirlere dair yazdıkları eserlerin günümüze kadar gelebilenleri dahi bugün göz kamaştırmaya yetmektedir. Bu eserler, onbinlerce insanın hayat hikayesini içerisinde barındırmaktadır. Sadece Hatib’in (ö.463/1070) Bağdat tarihi ile İbn Asakir’in (ö.571/1175) Şam tarihi yüz cilde yakındır. Maalesef henüz yeterince incelenemediklerinden içerisindekiler meçhulümüz olarak kalmaktadır. Acaba 8. hicri asrın imla ve inşa otoritesi, büyük edebiyatçı, tarih ve biyoğrafi yazarı Selahaddin Halil b. Aybek es-Safedi’nin (ö.764/1363) vefat tarihlerini esas alarak islam ilim ve kültür muhitlerinin seçkinlerine tahsis ettiği 30 cildlik “el-Vâfi bi’lvefeyat” isimli eserinde ne çarpıcı yaşantı örnekleri vardır? Onun görme engellilere tahsis ettiği “Nektu’l-himyân fi nuketi’l-umyân” isimli eseri, meşhur ama şahsiyetlerin hal tercemelerini içermektedir. Bu eser, Ahmed Zeki Bey (Paşa) (ö.1934) tarafından 4 yazma nüshaya dayanılarak (Kahire-1911) neşredilmiştir. Safedi bu eserinde İbn Kuteybe’nin el-Maârif’de zikrettiği amalara ilave olarak İbnu’l-Cevzi’nin (ö.597/1200) konuya ilişkin bir eserindeki bilgileri de katmış; kitabın girişinde el-‘amâ/körlük konusunda bilgiler aktarmış ve eserine aldığı kimseler hakkında alfabetik olarak geniş hal tercemeleri vermiştir. Bunlar arasında bütün İslam devirlerine ait şahıslar hakkında pek çok malumat bulunmaktadır. Safedi’nin bu alanda bir diğer eseri ise “Kitabu’ş-şu‘ûr fi’l-‘ûr” adını taşımaktadır ve tek gözü görmeyen kimselerin biyografilerine tahsis edilmiştir.[15] Eserleri 500 cildi bulan bu zarif ve velûd alimin, ahir ömründe işitme engellilere katılması bir başka dikkat çekici yönüdür. İslam kültür tarihinin tartışmasız en büyük tarih ve biyografi yazarlarından birisi olan Zehebi (ö.748/1347) bütün ömrünü ilme ve islam kültürüne hizmete adamıştır. Bilgi edinme kendisinde o kadar saplantı haline gelmiş ki, devrinin ilim geleneği icabı şahıslardan tek tek özel bilgi elde etme ayrıcalık sayıldığından, bu saplantısı kimi zaman pek makbul olmayan şahısların dahi malumatını değerlendirmiştir. Kıraatla hadis alma konusundaki titizliği, onu, işitme engeli olan hocası Mahmud b. Muhammed el-Harâitî es-Salihi (ö.716/1316) de olduğu gibi, bu kabil hocalarının kulaklarına eğilip var gücüyle bağırarak hadis arzetmeye sevketmiştir.[16] Anlaşılan o ki, bu kabil hocaları da onun bilgi aşkına hürmeten duyamasalar bile sabırla dinler gözükmüşlerdir. Zehebi’nin 200’ün üzerinde eseri vardır, bunlar içerinde 50’den fazlası biyografi sahasındadır. Yüzlerce hocası arasında 50’nin üstünde hanım hocası bulunan Zehebi’nin “Tarihu’l-islam”’ 60 cilde yakın; “Siyeru a‘lami’n-nübela ” sı 23 cilttir. İşte bu yüzlerce cilt esere imzasını atan Zehebi de kendisi gibi kitap düşkünü Homeros, Milton, James Thurber, Jorge Luis Borges gibi[17] tıpkı talebesi Safedi’nin işitme engellilere katıldığı gibi, o da, ömrünün son yıllarında görme kaybına maruz kalmış ve son dört yılında görme engellilere katılmıştır.[18] Zehebi’nin “Siyeru a‘lami’n-nübela” adlı biyografi eserinde görme, işitme ve bedensel engelliler özenle belirtilmiştir. Aşağıda listesi verilen 80’den fazla engelli arasında İslam kültürünün en iyi yetişmiş dilcileri, edebiyat ve şiir ustaları, Kur’an ve tefsir uzmanları, kıraat otoriteleri, ünlü tarihçiler ve bilhassa darb-ı mesel haline gelmiş hadisçiler ve ahlakçılar bulunmaktadır. Bu liste bir taraftan İslam kültürünün orta zamanlarında insanların o günün imkanları çerçevesinde kendilerini yetiştirme olanaklarına sahip olduklarını gösterirken, diğer yandan da görsel, işitsel yahut bedensel engeli bulunan toplum bireylerinin de içerisinde yaşadıkları kültür muhitine çok büyük katkılar sunduğunu ispatlamaktadır. Onlar sadece merhametin ve yardımın nesnesi olarak görülmemişler, bilakis niteliklerine göre bilgi, irfan, kültür ve sanatında kaynağı olarak benimsenmişlerdir. Hepsinden önemlisi, insanlığın kültür mirasına hizmet etmiş her insan tekinin hayatı gibi, onlarında yaşantıları aziz bilinmiş ve muazzam biyoğrafi literatürüyle ebedileştirilmiştir. Bu listede kimler yok ki; A-Görme Engelliler/Amalar 1. Ebu Ömer el-Kindi, el-Bezzaz, Zazan (ö.82/701) Kufeli, Darir[19] 2. Amr b. Murre (ö.116/734) el-ama; Şöhretli ilim otoritelerinden birisidir.[20] 3. Ali b. Zeyd b. Ced‘ân (ö.131/748) el-ama; ilmin kaynaklarından birisidir; kendisine imam ve büyük alim sıfatları layık görülmüştür. Basra’nın aynı zamanda şöhret kazanmış üç aması vardır. Bunlar; Katâde, İbn Ced‘ân ve Eşas elHuddân’dır.[21] 4. Katâde b. Diâme el-Basri(ö.117/735) ed-Darîr, el-ekmeh; Hafızu’l-asr; kudvetu’l-müfessirin ve’l-muhaddisin. Hafıza gücünde darb-ı mesel olmuş; “katâde ilmin kölesiydi” sözü onun için söylenmiştir. Ku’an ilminde, fıkhi görüş ayrılıkları sahasında, Arap dili ve tarihi ile soy bilimde otorite idi.[22] 5. Muğire b. Mıksem (ö.133/750) el-a‘ma; tabiun’un küçüklerinden.İşittiğini asla unutmama özelliği var; İbrahim en-Nahai’nin de talebesi.[23] 6. Süleyman b. Mihran (ö.148) el-a‘maş;[24] 8. Beşşar b. Burd, Ebu Muaz el-Basri (ö.167/783) ed-darir; şairu’l-asr; 13 bin beyitlik şiiri var. Ama olarak doğmuş. Zındıklıkla suçlanmıştır.[25] 9. Eşas b. Abdullah b. Cerir el-Ezdi el-Basri (ö) el-a ‘ma[26] 10. Avane b. Hakem b. İyâz (ö.147/764) ed-darir; el-allame, el-ahbari, ahadu’lfudala. “Kitabu’t-tarih” ve “Siyeru Muaviye ve Beni Ümeyye” gibi eserleri var.[27] 11. Ebu’l-Eşheb Cafer b. Hayyan el-Utaridi (ö.168/784) ed-darir; el-imam, el- hucce[28] 12. Mübarek b. Said b. Mesruk (ö.180/796) ed-darir; el-fakih el-muhaddis. İbnu’l-Mubarek’in hocası[29] 13. Ebu Muviye Muhammed b. Hazim (ö.194/809) ed-darir; 4 yaşında gözlerini kaybetmiş. el-hucce, ahadu’l-a‘lam. El-A‘maş’ın hadis derslerine giderken gözleri sağlam olan talebelerin gelip ondan yardım aldıklarını söyler. Abbasilerin ihtişamlı halifesi Harun er-Reşid saygı ifadesi olarak yıkaması için eline su dökme inceliğini göstermiştir. [30] 15. Hammad b. Zeyd b. Dirhem (ö.179/795) ed-darir; el-allame, el-hafız, es-sebt. Muhaddisu’l-vakt. Sicistanlı. 4000 hadisi ezbere biliyor.[31] 16. Vuheyb b. Halid b. Aclan (ö.165/781) el-‘ama; el-hafız el-kebir. Hapse atılmış ve bu süre zarfında gözlerini kaybetmiş.[32] 17. Yezid b. Harun el-Vasıti (ö.206/821) el-a‘ma; ileri yaşlarında görme hassasını kaybediyor.[33] 18. Abdurrazzak b. Hemmam b. Nafi (ö.211/826) el-a‘ma; Yemen’in en büyük hadisçisi. Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Main gibi büyük hadisçilerin hocası. Hicri 200’de gözlerini kaybetmiş. Bugün elimizde bulunan en geniş hadis koleksiyonlarından birisi ona aittir ve yaklaşık 20.000 hadisi içermektedir.[34] 19.El-Akavvek, Ebu’l-Hasen Ali b. Cebele b. Müslim (ö.213/828) el-a‘ma; Horasan asıllı. Fahlu’ş-şuara olarak niteleniyor. Cahız ondan daha güzel şiir inşad eden kimse tanımadığını; ne bedeviler ve ne de şehirliler arasında onun dengini görmediğini söylüyor. Esmer tenli bu ama şair aynı zamanda Abras imiş. Memun tarafından katlettirilmiştir.[35] 20. Ebu Muhalid Ahmed b. Hüseyin (ö.268/881) ed-darir; el-fakih, elmütekellim. Zekasıyla ünlü Mutezili bir alim. Davud ez-Zahir ile yaptığı tartışmalar çok meşhur.[36] 21. El-Veki‘î, Ahmed b. Cafer (ö.215/830) ed-darir; 100 bin hadis bildiği aktarılıyor. “Biriniz kardeşine sevgi duyduğu zaman onu bildirsin” hadisini nakledenlerden birisi.[37] 22. Ahmed b. Amr b. Hafs b. Cehm v. Vakid (ö.235/849) ed-darir, el-imam, elhafız el-kebir, es-sebt[38] 23. Harun b. Maruf, Ebu Ali (ö.235/849) ed-darir; el-imam, el-kudve. Ahmed b. Hanbel ve Buhari ondan rivayette bulunmuşlar.[39] 24. Ed-Duri, Ebu Ömer Hafs (ö.246/860) ed-darir; el-imam, el-alim el-kebir, şeyhu’l-mukriîn. Ahmed b. Hanbel ondan hadis nakletmiştir.[40] 25. El-Attar, Muhammed b. Said b. Galib ((ö.261/874) ed-darir; el-imam, el- muhaddis, saduk. İbn Mace nakilde bulunmuş.[41] 26. Muhammed b. İsa b. Sevre et-Tirmizi (ö.279/892) ed-darir; doğuştan mı yoksa sonradan mı ama olduğu konusu tartışmalıdır. İmam Buhari’nin talebesi olan Ebu İsa Sünni İslam dünyasının en muteber kabul ettiği altı hadis kitabından birisinin sahibidir. Hadis sahasında yazdığı eserler alanın vazgeçilmez kaynakları arasındadır.[42] 27. Ebu’l-Ayna Muhammed b. Kasım b. Hallâd (ö.283/896) ed-darir; el-allame, el-ahbari. 40 yaşında gözlerini kaybetmiş.[43] 28. Ebu Halife, Fazl b. Hubab (ö.305/917) el-a‘ma; el-imama, el-allame, elmuhaddis, şeyhu’l-vakt.[44] 29. İbn Ferah, Ebu Cafer Ahmed b. Ferah (ö.303/915) ed-darir;[45] 30. Mansur b. İsmail, Ebu’l-Hasen et-Temimi (ö.306/918) ed-darir; Şafii alimi, şair, hemen her alanda otorite.[46] 31. El-Allaf, Ebubekir Hasan b. Ali b. Ahmed (ö.318/930) ed-darir; el-imam, elmukri, eş-şair, el-edib. Halife el-Mutezıd’ın nedimi.[47] 32. Ebu’l-Abbas et-Türki (ö.306/918) ed-darir; Ferganalı, Şam’a yerleşmiş. Elmuhaddis, es-sika.[48] 33. Muhammed b. Zekeriyya (ö.311/923) el-a‘ma; Filozof. Uzun yıllar göz sulanması sıkıntısı çekmiş, sonunda görme duyusunu kaybetmiştir.[49] 34. İbn Zebban, Ebubekir Ahmen b. Süleyman el-Kindi (ö.338/949) ed-darir; elmukri, el-abid[50] 35. El-Hiri, Ebu Abdurrahman İsmail b. Ahmed (ö.430/1038) ed-darir; Nisaburlu zahid. Ahadu’l-a‘lam. Kur’an, kıraat, hadis ve vaaz sahalarında yetkin. Hatib-i Bağdadi kendisinden Buhari dersleri almış.[51] 36. Ebu Said Ahmed b. Muhammed (ö.) ed-darir; el-allame. Havarizmli. Bağdad’ın seçkin simalarından birisi.[52] 37. Ebu’l-Alâ el-Maarrî (ö.449/1057) el-a‘ma, 4 yaşında geçirdiği bir rahatsızlık sonucu gözlerini kaybetmiştir. [53] 38. İbn Sîde, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail el-Mursi (ö. V. Asır) ed-darir; Babası da kendisi gibi ama’dır. Yine babası da onun gibi bir dilcidir. Arap dili alanında otoritedir. “el-muhkem fi lisani’l-arab” adlı eserin sahibidir. Zekası darb-ı mesel olanlardan birisidir.[54] 39. El-Husri, ebu’l-Hasan Ali b. Abdülğani (ö.488/1095) ed-darir; el-mukri. Büyük şairlerden aynı zamanda kıraat sahasında eserleri var.[55] 40. İbn Sivâr, Ebu Tahir Ahmed b. Ali (ö.496/1102) ed-darir; el-mukri, mukriu’l- asr. Kırrat ve hadis ilminde otorite. “el-Mustenir” adlı eseri meşhur.[56] 41. El-Batâihi, Ebu’l-Hasen Ali b. Asâkir (ö.571/1175) ed-darir; el-imam, mukriu’l-ırak[57] B-Bir Gözü Görmeyenler 1. Ata b. Ebi Rabah (ö.115/733) el-a‘ver; Şeyhu’l-islam. Müftiyyü’l-haram. Ata, esmer tenli, bir gözü görmeyen, basık burunlu, çolak ve topal bir zatmış. Sonradan bütünüyle görmez olmuş. Güvenilir, fıkıh otoritesi ve çok hadis nakleden birisidir. Kendisi aynı zamanda öğretmenlik yaparmış (muallimü küttab). [58] 2. Amr b. Dinar el-Basri (ö.) el-a ‘var[59] 3. Es-Suddi, İsmail b. Abdurrahman (ö.127/744) el-a‘ver; el-imam, elmüfessir.[60] 4. Haccac b. Muhammed el-Mıssisi (ö.206/821) el-a‘ver;[61] 5. Nuaym b. Hammad b. Muaviye b. Haris (ö.) el-a‘ver; el-imam, el-allame, elhafız. Eserleri var Ebu Hanife ve Cehmiyeye 13 kitap halinde reddiyeleri var. Miras hukuku konusunu en iyi bilenlerden birisi.[62] 6. Hacib b. Velid b. Meymun (ö.228/842) el-a‘ver; el-muhaddis, el-imam, elmüeddib.[63] 7. El-Allaf, Ebu Zekeriyya Yahya b. Eyyub (ö.289/901) el-a‘ver; Mısırlı, elimam, el-muhaddis, el-hucce, el-fakih[64] 8. El-Kattan, Ebu Abdullah Hüseyin b. Yahya (ö.334/945) el-a‘ver; el-muhaddis, es-sika, müsnid-u Bağdad[65] C-Gözlerinde Kayma Olanlar 1. İbn Ebi Müleyke, Abdullah (ö.117/735) el-ahavel[66] 2. Asım b. Süleyman (ö.143/760) el-ahvel; imam, hafız, muhaddisu’lbasra[67] 3. Haccac b. Haccac el-Bahili (ö.131/748) el-ahvel[68] 4. Haccac b. Haccac el-bahili el-Basri (ö.140/757) el-ahvel[69] 5. Misâr b. Kidam b. Zuheyr (ö.155/771) el-ahvel; şeyhu’l-ırak[70] 6. Sabit b. Yezid, Ebu Zeyd el-Basri (ö.169/785) el-ahvel; el-hafız, el-mutkin, elimam[71] 7. Kays b. er-Rebî‘ (ö.169/785) el-ahvel; ahadu eviyeti’l-ilm, el-imam,el-hafız, el-muksir[72] 8. İsmail b. Ayyaş b. Süleyman (ö) el-ahvel; el-ezrak. Muhaddisü’ş-şam; bakıyyetu’l-a ‘lam[73] 9. Yahya b. Said el-Kattan (ö.198/813) el-ahvel; el-imam el-kebir; emiru’lmuminin fi’l-hadis.[74] 10. Ebu Nuaym Fadl b. Dukeyn (ö.218/833) el-ahvel; hafızu’l-kebir; şeyhu’lislam.[75] 11. Ahmed b. Ebu Halid (ö.212/827) el-ahvel. Memun’un katipliği görevini yürütmüş.[76] 12. Muhammed b. Muhammed (ö.) el-ahvel; Şii bir alim, eserleri var.[77] 13. İbn Beşşar, Ebu’l-Kasım Osman b. Said (ö.288/900) el-ahvel; el-imam, elallame, şeyhu’s-sufiyye[78] 14. Ebu Nuaym el-Isfahani (ö.430/1038) el-ahvel; İsfahanın yetiştirdiği en güzide şahsiyetlerden birisidir. Hadis, tefsir, tarih ve biyografi sahasında dev yapıtları vardır.[79] D-İşitme Engelliler 1.İbn Hürmüz, Ebubekir (ö.148/765) el-asam; fakihu’l-medine, ahadu’l-a‘lam. İmam Malik’in hocası; 13 sene kendisine talebelik yapmış.[80] 2. Ebu Bekir (ö.201/816) el-asam; Şeyhu’l-mutezile. Çok eseri var[81] 3. Hevze b. Halife, Ebu’l-Eşheb (ö.205/820) el-asam; el-imam, el-muhaddis, müsnidu’ş-Şam.[82] 4. Ebu Abdurrahman Hatim (ö.237/851) el-asam; Aslen Belhli. Zahid ve abid bir zat. Hikmetli deyişleri ile meşhur, “Bu ümmetin Lokmanı” ifadesi onun için söylenmiştir.[83] 4. Ebu Kureyş, Muhammed b. Cuma b. Halef (ö.313/925) el-asam; Kuhistanlı. Eserleri var.[84] 5. Yusuf b. Yakub b. Hüseyin (ö.313/925) el-asam; Vasıtlı. El-imam, mücevvid, mukriu Vasıt.[85] 6. Muhammed b. Yakub b. Yusuf b. Makil b. Sinan (ö.346/957) el-asam; Nisaburlu. El-imam, el-muhaddis, rahhaletü’l-vakt, müsnidu’l-asr. Uzun ilim seyahatları neticesinde işitme duyusunu kaybetmiştir. İslam dünyasının her tarafından kendisinden ilim almak için gelinirmiş.[86] 7. El-İskaf, Ebu’l-Kasım Abdülcebbar (ö. 452/1060) el-asam; İsferayinli meşhur Eşari kelamcısı.[87] 8. İbn Merzuk, Ebu’l-hayr Abdullah el-Herevi (ö.507/1113) el-asam; el-hafız, elmüfid, er-rahhal[88] E-Ortopodik Engelliler 1. Ebu Davud Abdurrahman b. Hürmüz (ö.117/735) el-a‘rac, mukri. Arap dilbilgisini ilk sistemleştirenlerden birisi. Ebu Esved ed-Düeli’nin talebesi. Kureyş’in soybiliminde uzman. [89] 2. Yezid b. Abdullah b. Kuseyt (ö.122/739) el-a‘rac; el-imam, el-fakih, es-sika. Kütüb-ü sitte’de hadisleri var[90] 3. İbn Mevheb (ö.120/737) el-a‘rac; el-imam sıfatına layık görülen bu zat, Ebu Hanife’nin kendisinden hadis naklettiği birisidir.[91] 4. Ebu Hazim, Seleme b. Dinar (ö.140/757) el-a‘rac; el-efzer; el-ahdeb. Çok sayıda hadis nakletmiştir. El-kudve ve şeyhu’l-medine olarak nitelenir. Benzersiz olduğunun ve hikmet adamı olduğunun altı çizilir. Şu söz ona aittir: “Yöneticilerin iyisi bilginleri değer verendir; bilginlerin en kötüsü ise yöneticilere yakın olmak isteyendir”[92] 5. Yezid b. Abdullah b. Üsame (ö.139/756) el-hafız, el-hucce. İki ayağında birden topallık varmış.[93] 6. Humeyd el- a ‘arac 7. Ebu Musa Muhammed b. Müsenna (ö.252/866) ez-zemin; yürüyemeyen. İmam, hafız, sebt.[94] 8. Fazl b. Sehl b. İbrahim (ö.255/868) el- a’rac; el-hafız, es-sika[95] 9. Rabi b. Süleyman el-Ezdi (ö.256/869) el-a‘rac; Ebu Davud, Nesai ve Tahavi gibi hadisçiler ondan hadis nakletmişlerdir.[96] 10. Yahya b. Zekeriyya b. Yahya (ö.307/919) el-a‘rac; Mısırlı. el-imam el-kebir, el-hafız, es-sika[97] 11. Caferek, Ebu Muhammed cafer b. Muhammed (ö.310/922) el-a‘rac; Haleb’e yerleşmiş. Hıfz ve marifesiyle meşhur.[98] 12. Muhammed b. Ubeyd (ö.) el-ahdeb; el-hafız[99] VI. Bu listede yer alanların bir kaç tanesinin bile hayat hikayesi ve başarılarına değinmek özel bir tebliği gerektirir. Bu listede yer almayanlar ise kuşkusuz çok daha fazladır. Burada büyük Arap dilcisi Ebu Esved ed-Düelî, Mutezilenin banisi Vasıl b. Ata, şöhretli hadisçi Ebu Muaviye ed-Darir, tefsirin tartışmasız otoritesi Carullah Zemahşeri ve benzeri yüzlercesi yok. Burada, Erzurumlu Darîr yok, burada Şevki, burada Taha Hüseyin yok. Bunlardan herbirerinin İslam ilim ve kültürüne yaptıkları katkı, her zaman şükranla anılmaya layıktır. İnsan azim ve iradesinin İslam kültür muhitlerinde tecelli eden en çarpıcı örneklerinden üçüne değinmeden geçemeyeceğim. Bunlardan birisi az önce ismini zikrettiğimiz Vasıl b. Ata’nın (ö.131/748) eliyle, daha doğrusu diliyle gerçekleşiyor. Rivayete göre vasıl, büyük bir kelamcı olduğu kadar, çok büyük bir hitabet ustasıdır. Hem de dilindeki “lesğa” olarak adlandırılan bir engele rağmen. O Arap dilinde en fazla tekrarlanılan bir harf olan “rı” harfini çıkaramamaktadır. Bu yönüyle de meşhur olmuştur. Hatta Cahız “el-Beyan ve’t-tebyin” isimli eserinde Vasıl’ın bu özelliği sebebiyle “el-lesğa” denilen ve Arapça’da “kaf-sin-lam ve rı” harflerini telaffuz edememek şeklinde rastlanılan konuşma engeline özel bir bölüm ayırmıştır. Burada Cahız, Vasıl gibi en cerbeze kelam ekolünün kurucusunun meramını en iyi ifade eden birisi olması gerektiğinin en fazla ayırdında olanın yine Vasıl olduğunu ve bu sebeple adeta dilinden “rı” yı atarak, “rı”sız bir Arapça ile konuşma melekesini geliştirdiğini söyler.[100] Vasıl’ın H.126 veya 129 yılında Irak Valisi Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz’in de hazır bulunduğu; aralarında meşhur hatipler Halid b. Safvan, Şebib b. Şeybe, Fadl b. İsa’nın yer aldığı geniş katılımlı nutuk yarışmasında irticalen irad ettiği hutbe “hutbet-u Vasıl” diye şöhret kazanmış ve günümüze de ulaşmıştır. Vasıl hiç “rı” harfi kullanmadan spontene bir nutuk irad etmiş ve muhataplarından daha büyük bir söz ustası olduğunu ilan etmiştir.[101] İkinci örneğimiz ise H. V. Asrın yetiştirdiği tüm zamanların en aykırı Arap edebiyatçı ve şairlerinden biri olan Ebu’l-Alâ el-Maarrî’dir (ö.449/1057). Geçirdiği hastalık sonucu 4 yaşında gözlerini kaybetmiştir. Dante’den (1265-1321) üç asır önce yaşamış olan Maarri’nin hayatı ve diğer eserleri bir tarafa, onun “İlahi Komedya” ile aynı temaya sahip “Risaletü’l-ğufran”ı başlı başına bir edebiyat harikası ve klasiğidir. Hz. Peygamber’in mirac tecrübesinin model alındığı bu edebi eseri takdir konusunda İslam dünyası, Batı muhitlerinin “İlahi Komedya”ya –ki o da Hz. Peygamberin Mirac’ından esinlenilerek yazılmıştır- verdikleri önem ve değeri maalesef Maarri’nin eserinden esirgemiştir. Üçüncü örneğimiz ise, Anadolu toprağından bir isimdir. Erzurumlu Mustafa edDarîr (ö. H.8/m.15.asır) Doğuştan ama olduğu için şiirlerinde “darir” ve bazan onun yerine “Gözsüz” mahlasını kullanmıştır. Salur Türklerinden olduğu söylenen Darir’in memleketinde iyi bir eğitim aldığı ve devrinin iki büyük dili olan Arapça ve Farsça’yı çok iyi bildiği ifade edilmektedir. Darir 779 (1377) yılında zamanın Mısır Hanefi kadısı Ekmeleddin baberti’nin daveti üzerine Mısır’a gitmiş ve orada bu kadı aracılığıyla Mısır Sultanı Atabeg Berkuk’la tanışmıştır. Hafızası, bilgisi, konuşmasının tatlılığı ve çekiciliğiyle çevresinin takdirini kazanan Darir, hükümdar meclislerinde huzur ders ve sohbetlerinin vazgeçilmez adamı olmuştur. Bilhassa biyografi ve tarih alanında duayen kabul edilmiştir. Sultan’ın arzusu üzerine Hz. peygamber’in hayatını konu edinen “Siretu’n-Nebi”yi hazırlamaya başlamıştır. Sultan Berkuk’un huzurunda geceleri 5 yıl boyunca sözlü olarak anlatıp katiplere yazdırdığı eserini 790’da (1388) tamamlamış ve ona sunmuştur. Onun “Tercümetü’ddarir” olarak bilinen bu eseri, yüzyıllarca okunmuş, daha sonraki siyerlere örneklik ve kaynaklık ederek Anadolu’daki Türk edebiyatı üzerinde kuvvetli tesirler bırakmıştır. Darir’in Yusuf peygamberin hayatını anlattığı Yûsuf u Züleyha veya Kıssa-i Yûsuf adlı mesnevisi vardır ve 2210 beyitten oluşmaktadır.[102] Hadis ve tarih sahasında başka eserleri de olan Darir, hiç kuşkusuz hümanizmasının Anadoludaki örneklerinden sadece birisidir. İslam kültür VII. İslam kültüründe engelli meşhurlar yahut İslam kültüründen insan manzaralarından söz edilirken dikkat çekilmesi gereken bir nokta da İslam tarihinde engelliler için özel kurumsal teşebbüslerin gerçekleştirilmiş olmasıdır. Özel olarak tetkik edilmeye muhtaç bir konu olmakla birlikte biz devlet tararfından engellilerin desteklenmesi gereken bir sınıf olarak algılandığının kimi örneklerine sahip bulunmaktayız. Abbasi halifesi Memun (ö.218/833) devrinde bütçede “Divânu’ssadakât ale’l-adırrâ” yani “Engellilere bağış/yardım fonu” isimli bir ödenek kaleminin ayrıldığını görüyoruz. Hatta bu fon bir ara devrin meşhur bürokratı Yahya b. Eksem’e bağlanmış, ancak engellilere ödenmesi gereken ödenek bir türlü çıkarılmadığı için engelliler, organize olarak bu zata gitmişler ve haklarını talep etmişlerdir; verilmemekte ısrar edilmesi üzerine nümayiş yapmışlar ve bu yüzden bazıları gözlem altına alınmışlardır. Nümayişlerini gözlem altında iken de sürdürmüşlerdir. Hatip ve Zehebi gibi tarihçiler, bu hadiseye eserlerinde dikkat çekmişlerdir.[103] İslam hümanizmasının yeterince aydınlatılabilmesi ve anlaşılabilmesi için hem İslam kültüründeki engelli meşhurların biyografileri üzerine hem de engellilere yönelik organizasyon ve düzenlemeler üzerine kapsamlı çalışmaların yapılmasına gereksinim bulunmaktadır. Ayrıca bu sahada geçmişte yazılan eserlerin günümüze kazandırılması da bir görev olarak ilgili uzman ve kurumların önünde durmaktadır. Sözlerimin sonunda bu sempozyumun bu kabil çalışmalar için başlangıç teşkil etmesini diler, hepinizi saygıyla selamlarım. Oturum Başkanı Çok değerli ve dolu dolu bir tebliğ dinledik, kendisine teşekkür ediyoruz. Tabiî, tebliğin hepsini okuyamadı, daha nice isimler var, inşallah neşredildiği zaman hepsini okuyacağız, göreceğiz. Şimdi, müzakerecilere söz veriyorum. İki müzakerecimiz de, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm tarihi anabilim dalı öğretim üyesi.Önce, Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM. 1953 Bartın doğumlu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 1982’de bitirdi. Doktora Tezi Emevi- Haşimi Mücadelesi. 1990’da bitirdi doktora tezini. 1994’te doçent ve 2001’de de profesör oldu. Buyurun. Dipnotlar [1] Müslim, 45 Birr, bab 10, had. No: 32, III/1986 [2] Cahız, Bursân, s.214 [3] İbn Nedim, Fihrist, s.210-212 [4] Cahız, Kitabu’l-bursân ve‘l-urcân ve’l-umyân ve’l-huvlân (thk. M.M.el-Huli) IV.bsk., Beyrut, 1987 [5] İbn Nedim, Fihrist, s.112 [6] Cahız, Bursân, (thk. M.M.el-Huli) IV.bsk. 1987, s.k [7] İbn Kuteybe, Uyun, IV/56 [8] Hatib, Şeref, (thk.Hatiboğlu) s.130-140 [9] İbn Kuteybe, Uyun, IV/56 [10] İbn Kuteybe, a.gy. [11] Taberi, Tarih, VI/554 [12] Cahız, Bursân, s.210; İbn Kuteybe, Uyun, IV/67 [13] Zehebi, Nübela, XVI/448 [14] İbn Nedim, Fihrist, s146; İbn İmâd, Şezerât, III/111 [15] İA, Safedi, M.E.B., X/51 [16] Nubela, I/23 [17] Manguel, Alberto, Okumanın Tarihi (çev. Füsun Elioğlu) Yapı Kredi y., s.338 [18] Nubela, I/73 [19] Nubela, IV/281 [20] Nubela, V/196 [21] Nubela, V/206 [22] Nubela, V/269 [23] Nubela, VI/10 [24] Nubela, VI/226 [25] Nubela, VII/24 [26] Nubela, VI/274 [27] Nubela, VII/201 [28] Nubela, VII/286 [29] Nubela, VIII/481 [30] Nubela, IX/73 [31] Nubela, VII/456 [32] Nubela, VIII/223 [33] Nubela, IX/358 [34] Nubela, IX/563 [35] Nubela, X/192 [36] Nubela, X/553 [37] Nubela, X/574 [38] Nubela, XI/36 [39] Nubela, XI/129 [40] Nubela, XI/541 [41] Nubela, XII/345 [42] Nubela, XIII/270 [43] Nubela, XIII/308 [44] Nubela, XIV/7 [45] Nubela, XIV/163 [46] Nubela, XIV/238 [47] Nubela, XIV/514 [48] Nubela, XIV/258 [49] Nubela, XIV/354 [50] Nubela, XV/378 [51] Nubela, XVII/539 [52] Nubela, XVIII/8 [53] Nubela, XVIII/24 [54] Nubela, XVIII/144 [55] Nubela, XIX/26 [56] Nubela, XIX/225 [57] Nubela, XX/548 [58] Nubela, V/80 [59] Nubela, V/307 [60] Nubela, V/264 [61] Nubela, IX/447 [62] Nubela, X/595 [63] Nubela, XI/61 [64] Nubela, XIII/453 [65] Nubela, XV/319 [66] Nubela, V/89 [67] Nubela, VI/13 [68] Nubela, VI/151 [69] Nubela, VII/76 [70] Nubela, VII/163 [71] Nubela, VII/305 [72] Nubela, VIII/41 [73] Nubela, VIII/312 [74] Nubela, IX/175 [75] Nubela, X/142 [76] Nubela, X/255 [77] Nubela, X/553 [78] Nubela, XIII/429 [79] Nubela, XVII/453 [80] Nubela, VI/379 [81] Nubela, IX/402 [82] Nubela, X/121 [83] Nubela, XI/484 [84] Nubela, XIV/304 [85] Nubela, XV/216 [86] Nubela, XV/452 [87] Nubela, XVIII/117 [88] Nubela, XIX/379 [89] Nubela, V/69 [90] Nubela, V/266 [91] Nubela, V/187 [92] Nubela, VI/96 [93] Nubela, VI/188 [94] Nubela, XII/123 [95] Nubela, XII/209 [96] Nubela, XII/591 [97] Nubela, XIV/243 [98] Nubela, XIV/265 [99] Nubela, IX/436 [100] Cahız, Beyan, I/14-15 [101] Abdüsselam Harun, Nevadiru’l-mahtutât, I/118-136 [102] DİA, “Darir” VIII/498 [103] Hatib, Tarihu Bağdad, XIV/194-195; Zehebi, Nubela, XII/10 << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:17/39 [ Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM ] Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM >> Değerli bilim adamlarımızdan Doç. Dr. Mehmet Emin ÖZAFŞAR’ın tebliği, konuyu İslam kültürünün hümanizması, İslam’ın insana verdiği değer açısından ele alması ve İslam kültüründe engelliler hakkında zengin bilgiler içeren geniş literatüre vurgu yapması açısından son derece önemli. İslam medeniyetinin doğuş ve gelişme aşamalarında engellilerin ciddi katkılarda bulunduğu ve İslam tarihinde engelliler için özel kurumsal teşebbüslerin gerçekleştiği görülüyor. Sahabeden itibaren engelli meşhurların biyografisini ele alan bir eserin, geleceğe ışık tutacak tarzda hazırlanıp günümüz kuşağının istifadesine sunulmasında sayın ÖZAFŞAR’ın öncülük etmesini temenni ediyorum. İslam tarihinde engellilerle ilgili düzenlemelerin ve onlara verilen değerin kaynağı, şüphesiz, İslam’ın temel kaynaklarında engellilerin temel haklarının güvence altına alınmış olmasıdır. Bir başka deyişle, Kur’an ve sünnet’te yer alan engellilerle ilgili prensipler İslam tarihinde yansımasını bulmuştur. Ben, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan “Hz. Muhammed ve Evrensel Mesaj” adlı kitabımda Hz. Peygamber’in özürlülere karşı tutumunu müstakil bir başlık altında ele aldım. Bu suretle bir siyer kitabında özürlülere ilk olarak yer verildiğini söyleyebilirim. Hz. Peygamber özürlüleri hayattan koparmamış, ezikliğe sevketmemiş, onlara sahip çıkmış, gerekli değeri vermiştir. Bu noktadan hareketle rahatlıkla söylenebilir ki, Hz. Peygamber’in özürlülerle ilgili uygulamları, onların sorunlarının çözümünde , sadece kendilerinin ve ailelerinin değil, aynı zamanda devletin, ve yanısıra, gönüllü kişi ve kuruluşların yapması gereken hususlara örnek teşkil edecek mahiyettedir. İslam Medeniyeti tarihinde engelliler için gerçekleştirilen kurumsal teşebbüslerden birkaç örnek sunmak istiyorum. Emevi halifelerinden Velid b. Abdülmelik özel olarak a’malara erzak tahsis etmiştir. Gelelim Anadolu’ya. Anadolu’da her Ahi birliğinin bir Orta Sandığı vardı. Orta Sandığın gelirleri, gelir kaynakları olduğu gibi, giderleri, ve gider yerleri vardı. Gider yerleri arasında emekliler ve düşkünlerin yanında, fiilen çalışamayacak durumda olanlar ve sakatların bulunması konumuz açısından önem arzeder. Birliğin daimi üyesi iken bir kaza sonucu sakat kalıp çalışamaz durumda olanlara veya herhangi bir hastalığa yakalanarak iş göremez hale gelenler Orta Sandığın yardım fonundan yararlanırlardı. Mehmet Emin Özafşar Bey’in özürlüler listesinde yer verdiği iki ünlü hakkında da birkaç söz söylemek istiyorum. Bunlardan birincisi tarihçi, ikincisi lugat alimidir. Emevi dönemi tarihçisi ve Ensab alimi Avane b. Hakem doğuştan a’ma idi. O, İslamî dönemde, kitabına “Tarih” adını veren ilk müelliftir. Kaynaklarda zikredilen ve zamanımıza kadar ulaşmayan “Kitabü’t-Tarih” adlı eseri vardır. Eserde, hicri I. yüzyılda meydana gelen olaylar, dört halife dönemi, dinden dönme hareketleri, fetihler, Hz. Ali-Muaviye mücadelesi, Abdülmelik b. Mervan dönemi sonuna kadar Suriye ve Irak’taki olaylar ele alınır. Avane’nin bir diğer eseri de Emevi devleti hakkındadır ve kronolojik sıra takip ederek İslam dünyasında bir halife ve hanedan hakkında kaleme alınmış ilk kitapdır. Bu kitap da İslam tarih yazıcılığının gelişmesinde önemli bir aşama teşkil eder. Üzerinde duracağım ikinci şahsiyet dil alimi İbn Side (ö.458/1066)’dır. Onun 17ciltlik el-Muhassas adlı ansiklopedik lugat kitabı, lisans ve lisansüstü öğrencilik yıllarımda çok ilgimi çekmişti. İbn Side’nin, babası gibi a’mâ olduğunu ve böyle bir eserin bir a’mâ tarafından hazırlandığını öğrenince ilgim daha da arttı. İbn Side, öğrenimine babasının yanında başlamış ve altı yaşında Kur’anı ezberlemiş. Arap dili, mantık, felsefe, lugat, fıkıh, hadis ve tefsir dersleri almış. Güçlü bir hafızası varmış. Diğer eserlerinin yanısıra bir lugat kitapı olan 12 ciltlik el-Muhkem ve’l-MuhîtülA’zam adlı eseri ünlüdür. İslam Medeniyetinde engellilerle ilgili bu örnekleri verdikten sonra, başka uygarlıkların engellilere bakışından birkaç örnek sunarak konuşmamı tamamlamak istiyorum. Bunlardan birincisi İlkçağ Yunan uygarlığından ve bedensel özürlülerle, ikincisi Ortaçağ Avrupasından ve zihinsel özürlülerle ilgilidir. Eski Yunan’da Sparta’da her doğan erkek bebek önce aile büyüklerine gösterilir, şayet askerliğe engel fiziksel bir kusuru varsa tanrılara kurban edilirdi (Recep Yıldırım, Uygarlık Tarihine Giriş, İzmir 2002, s. 190). İslam dünyasında İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Bâcce gibi ulemanın ilmi düşünce ile ruh hastalıklarını tetkik etmeye başladıkları, bugünkü görüşlere esas teşkil etmiş olan müşahadelerde bulundukları sıralarda, Batıda zihinsel özürlüler çeşitli işkencelere tabi tutuluyorlardı. Birkaç asır sonra da zihinsel özürlüler, Fatih tıp medresesinde, Edirne, Manisa, Süleymaniye, Kayseri, Sivas, Divriği, Kastamonu ve Amasya bimarhanelerinde hasta olarak kabul edilip tıbbi metotlarla tedavi edilirken, aynı engelliler Londra ve Paris’teki hastanelerin dehlizlerinde ve bodrumlarında zincire bağlanarak çürütülüyorlardı. Batıda bu husustataki olumlu gelişmeler 15. ve 16. yüzyıllardan sonra başlayacaktır (Dr. Kriton Dinçmen, Destriptiv ve Dinamik Psikiyatri, İstanbul 1981, s. 15-16). Başlayacaktır başlamasına, a’ma, engelli üretmede, geride bıraktığımız yüzyılın hakim uygarlığının sicili hiç iyi değildir. İki dünya savaşı, ideolojik savaşlar ve katliamlarda, geride bıraktığımız yüzyılda 200 milyon civarında insanın öldüğü kabul edilmektedir. Bu tür olaylarda yaralanan ve sakat kalanların sayısının, ölü sayısının birkaç katı olacağı gerçeğinden hareketle, sakat kalanların sayısının da ölü sayısının altında olmadığı söylenebilir. Batı hümanizmasının bu olumsuzlukları önlemeye gücü yetmedi. Unısef’in resmi verilerine göre 1991-2001 yılları arasında dünyadaki katliamlarda 2 milyon katledilmiş, 6 milyon çocuk da ciddi bir şekilde ya yaralanmış veya engelliler grubuna katılmıştır. İşte bu noktada, kültürümüzün değerler sisteminde, kendi insanımızın yanında, dünyaya da sunulabilecek çok şey var. Yeter ki ortaya çıkaralım. Kültürümüzdeki zenginliği ortaya çıkarmak, engelliler konusunda düzenlemeler yapılırken, kurumlar oluşturulurken bize ışık tutacaktır. Saygılarımla Oturum Başkanı Prof. Dr. İbrahim SARIÇAM Beye teşekkür ediyoruz katkılarından ötürü. İkinci müzakerecimiz Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN. 1960 Kızılcahamam doğumlu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 84’te bitirdi. Doktora tezi, SSCB’de Orta Asya Cumhuriyetlerinde Dini Yapılanma, 1996’da bu tezini verdi. 1999’da da doçent oldu. Buyurun << >> ...: ENGELLİLERE YÖNELİK HİZMETLER :... ENGELLİLER GERÇEĞİ VE İSLAM ( İÇİNDEKİLER ) << Sayfa:18/39 [ Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN ] AŞIK VEYSEL’İN DİNİ DÜNYASI ÜZERİNE İSLAMA KALP GÖZÜ İLE BAKMAK >> Doç. Dr. Seyfettin ERŞAHİN Ben biraz, engellilerin aklıyla ve kalbiyle, dine / İslam'a, Müslümanlara, kendimize bakmak istiyorum. Onların; kültürümüze, irfanımıza, düşüncemize, sanatımıza, edebiyatımıza, şiirimize yaptıkları katkıdan söz etmek istiyorum. Hususta bize önderlik edecek meşhur engelli, hepimizin tanıdığı Aşık Veysel ŞATIROĞLU (1894-1973)’dur. Aşık Veysel, Cumhuriyet tarihinin ve modern Türkiye’nin en büyük halk aşıklarından biridir. Şiirleri birkaç defa yayınlanmıştır.[1] Tamamen geleneksel Alevi kültür ortamında; köyünde, yakın çevresinde yetişmiş; yirmi yaşlarında şiirde ve sazda usta bir aşık haline gelmiştir. Aşık edebiyatı geleneğinin temsilcisi olan Veysel, uzun savaşlardan yorulan, çiçekten gözlerin kaybedildiği ciddi sağlık sorunları yaşayan, tarım ekonomisine sahip, eğitim-öğretim düzeyinin düşük, sözlü kültürün hakim olduğu bir kırsal ortamda yetişmiştir. Veysel, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı bazı talihsizliklere rağmen asla Yaratan’a ve yaratılanlara küsmemiş, hayatı olduğu gibi kabul etmiş, şiirlerinde aşk / sevgi (Allah aşkı, insan sevgisi), yurt ve tabiat sevgisi ile çalışma-üretmeyi işlemiştir. Bir söyleşisinde amacını şöyle açıklar: “Ben insanları iyi yola teşvik etmek için yazıyorum, iyi geçinmeleri için yazıyorum. Kardaşlık Destanı’nda anlattığım gibi: “Allah birdir, Peygamber hak, / Rabbü’l-Alemindir mutlak. Senlik benlik nedir bırak / Söyleyelim gelir sırası.[2] Veysel’in Dini Dünyası Veysel’in dini dünyasına gelirsek; kullandığı dini kavramlar sözlüğü aynı zamanda onun dinî dünyasını da göstermektedir. Onda, Allah, Rabbül’l-Alemin, Sübhan, Nur, Hak, Azim, Kerim, Gafur, paygamber, Hz. Muhammed, dört kutsal kitap, Kur’an, ruh, şeytan, melek, irade-i cüzi, Cebrail, nesl-i peygamber, ehl-i aşk, tesbih, mescid, kilise, keşiş, sırat köprüsü, Adem, Cennet, Cehennem, ecel, emr-i hak, kader, levh-i kalem, Alevilik, Kızılbaşlık, Sünnilik, Yezitlik gibi itikat, ibadet, ahlak, mezhep ve tasavvufa dair temel dini kavramları bulmaktayız. Bu bir yönüyle de Aşık Veysel’in geleneksel İslam kültürüne vukufiyetinin derecesi hakkında ipuçları içermektedir. Veysel’in üzerinde durduğu dini konular esas olarak iman, Allah aşkı, ahlak, din ve mezhebe dayalı düşmanlıklarla mücadeledir. Öte yandan O, ibadetler hususunda pek konuşmamaktadır. O iman ve Allah aşkı konularında iç dünyasına, kendine dönük konuşmakta, ruhsal ve duygusal coşkuların dile getirmekte; ahlak ve mezhep ve birlik konularında da dış dünyaya, topluma dönük konuşmakta, yol göstermektedir. Mansur, Mevlanâ, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre başta olmak üzere tasavvufi renkler içeren bir dini dünyaya sahip olmuştur.[3] Veysel esasen tasavvuf mesleğine olgunluk çağı olan kırk yaşından sonra meyletmiştir. Bu tecrübesini şöyle ifade etmektedir: Kırk yaşımdan sonra kalbime ilham / Erişti Mevla’dan bir ihsan oldu Hakk’ı bilenler hazırdır her an / İnkar edenlere sır nihan oldu Varlık noktasını açık gösterdi / İrade-i cüz’ün eline verdi. Hakk’ı bilen her eşyayı hak gördü / Vücudun şehrine o sultan oldu. Sağda solda, Arş’ta Kürs’te her yerde / Hazırdır münkirin gözün perde Diyen bilmez, bilen demez bir ferde / Akıl almaz, sırrı bir Sübhan oldu Zahir batın her irenkte görünür / Gahi doğar amma gahi dulunur Nere baksan orda hazır görünür / Kim demiş hakkında Lâmekân oldu Nuru ile bir alemi kapladı / Azimdir, Kerimdir, Gafurdur adı Sefil Veysel Hak’tan ister muradı / Muratlar verecek cömertkân oldu.[4] Veysel’in İman Anlayışı Aşık Veysel mümindir. Bütün samimiyeti ile “Elhamdülillah müslümanım, Türküm, Amentü’ye, inanıyorum, kalbimi Allah’ın nuru ile dolu buluyorum, Hz. Muhammed’i hak peygamber tanıyorum” demektedir. Aslım Türktür, elhamdülillah Müslüman / Şükür Amentü’ye etmişiz iman Kalbime yaramaz şirk ile güman / Kalbimiz nur ile dolu sayılır.[5] Allah birdir, peygamber hak / Rabbü’l-alemindir mutlak[6] Veysel Kur’an başta olmak üzere Allah tarafından gönderilen kutsal kitapların hak olduğuna inanmaktadır: “Kur’an’a bak İncil’e bak / Dört kitabın dördü de hak.”[7] Aynı şekilde, “Kader böyle imiş, çiçek bahane / Levh-i kalem kara yazmış yazımı”[8] dizeleri onun kadere inandığını göstermektedir. Veysel’in şiirinde Allah; birdir, insan varlığında mevcuttur, Rabbü’l-alemindir, Gaffardır, kula yakındır, alemi görendir, her şeyi yoktan var edendir, yüzü mahremdir, binbir isimli bir cisimlidir, her renktedir, görünen güzelliğin hepsidir, her nesnede mevcuttur, her celsede candır, evveldir, ahirdir, baharda çiçektir, yağmurdur, aşkın temelidir, sevgidir, muhabbettir, dilde kelamdır, dosttan gelen selamdır, mevcudattaki kudrettir. Veysel, tam bir kulluk bilinci ile Allah’a yakarmakta, bütün benliği ile ona yönelmekte, isteklerini ona sunmaktadır. Toprak adlı şiirindeki “Dileğin var ise iste Allah’tan” dizesi bunu açık ifadesidir. Bunun da ötesinde “Hakikat ararsan açık bir nokta / Allah kula yakın kul da Allah’a” diyerek Kur’an’da ifadesini bulan “kuluna şah damarından daha yakın” ayetine işaret etmektedir. Vahdet-i vücut anlayışının bir gereği olarak[9] Veysel Allah’ı başta kendisi olmak üzere bütün mevcudatta görmektedir: Göz gezdirdim dört köşeyi aradım / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar İstersen dünyayı gez adım adım / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Çoşar deli gönül misal-i derya / Mecnun’a sahrada göründü Leyla Gördüğün güzellik hepisi Mevla / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Her nesnede mevcut her celsede can / Anın için dedik biz ona Canân Evvel ahir odur O’nundur ferman / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Bahar gelir, çiçek olur açılır / Zaman zaman yağmur olur saçılır Ehl-i aşka mey görünür içilir / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Neyim ne olacak elde neyim var / Karacaoğlan Dertli Yunus soyum var Mansur’a benzeyen bazı huyum var / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar O cihana sığmaz O’ndadır cihan / O mekâna sığmaz O’ndadır mekân O devrana sığmaz O’ndadır devrân / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Hayyam’a görünmüş kadehte meyde / Neyzene görünmüş kamışta neyde Veysel’e görünür mevcut her şeyde / Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar[10] Son kıtadaki “Veysel’e görünür mevcut her şeyde / Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar” dizeleri onun Allah telakkisinin en güzel örneklerindendir. Bu dizede o, vahdet-i vücut anlayışına sahip biri olarak her şeyde Allah’ın kuvvetini, kudretini, lütfünü, varlığı ile kaim olduğunu, bütün varlıkların onun ezeli ve ebedi varlığına nazaran bir gölgeden ibaret olduğunu kabul etmektedir. Ona göre güzelliklerin hepsi Allah’ın güzellikleridir. Her zerrede, Allah’ın tecellisi vardır. Veysel de O’nu “her nesnede mevcut” ve “her cesette can” olarak görür. Veysel’e göre Allah cihana, mekana, devrana sığmaz, zaman ve mekandan münezzehtir, çünkü bunların hepsi ondadır. Veysel seslerin güzelliğini kulakları ile duyuyor, eşyayı eli ile biliyor, seviyordu. Gönül gözü ile görüyor, gönül çilesi çekiyor, Allah aşkını içinde duyuyordu. Bir deyişinde Allah’ı her yerde gördüğü, görebildiği için kendini mutlu saymakta, kalp gözünün dünyayı böyle görebilmesinden dolayı sevinmektedir: İzi kayıp, kendi gizli bir yare / Aşkım peşinde gezerim böyle Sual etsem bülbüllere, güllere / Güllerden kokusun sezerim böyle[11] Veysel Allah’ı dünyanın yaratıcısı olarak görür. Bütün varlıkların yüce bir kudretten var olduğunu, bu kudretin her nesnede gizli bulunduğunu kalp gözü ile varlıklara bakanların, onlardaki yaratıcı kuvveti görebileceğini ifade eder. Bu yaratıcı kuvvet karşısında şaşkınlığını ve hayranlığını şöyle dile getirir: Kimse bilmez, dünya nasıl kurulmuş / Her cisime birer zerre verilmiş Cümle varlık bu kuvvetten var olmuş / Gelen ne, giden ne, yol ne, yolcu ne? Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet / Her nesnede vardır bir türlü ibret Veysel’i söyletir bu büyük kuvvet / Söyleyen ne, söyleten ne, sözler ne?[12] Başka bir şiirinde kainatı yaratanı bir mimara benzetmekte, dünyanın görünmeyen sağlam temeller üzerinde bina ettiğini vurgulamaktadır. Bu dünyayı kuran mimar / Ne hoş, sağlam temel atmış İnsanlığa ibret için / Kısım kısım kul yaratmış Kazması yok, küreği yok / Ustası var çırağı yok Gök kubbenin direği yok / Muallakta bina çatmış[13] Allah dünyayı bir mimar gibi en mükemmel şekilde yaratmış, onu sağlam dağlar ile muhkemleştirmiştir. Gökyüzü direksiz durmaktadır. Veysel’in bu dizelerinde “Biz yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı? (Nebe 6-7) ile “Göğe bakmıyorlar mı, nasıl dikilmiştir?” (Gaşiye 18) ayetlerinden ilham aldığı söylenebilir. Veysel, Tanrıtanımazlık felsefesinden ömrü boyunca uzak yaşamış kalbini Allah aşkı ile dolu tutmuştur. Tıpkı Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş gibi, insanı aziz bilmiş, sevmeye, sevilmeye, birliğe, dirliğe çağırmıştır. Veysel’de Allah aşkı son mertebesindedir: Saklarım gözümde güzelliğini / Her nereye baksam Sen varsın orda Kalbimde gizlerim muhabbetini / Koymam yabancıya Sen varsın orda Aşkımın temeli Sen bir alemsin / Sevgi muhabbetsin dilde kelamsın Merhabasın dosttan gelen selamsın / Duyarak alırım Sen varsın orda Çeşitli çiçekler yeşil yapraklar / Renkler içinde nakışını saklar Karanlık geceler aydın şafaklar / Uyanır cümle alem Sen varsın orda Mevcudatta olan kudreti kuvvet / Senden hasıl oldu Sen verdin hayat Yoktur Sen’den başka ilâ-nihayet / İnanıp kanmışım Sen varsın orda Hû çeker iniler çalınan sazlar / Kükremiş dalgalar coşar denizler Güneş doğar perdelenir yıldızlar / Saçar kıvılcımlar Sen varsın orda Veysel’i söyleten Sen oldun mutlak / Gezer daldan dala yorulur ahmak Sen ağaç misali biz dalda yaprak / Meyve çekirdeksin Sen varsın orda Veysel, bir kul olarak bütün içtenliği ile inandığı ve aşık olduğu Yaratanı ile senli-benli denecek şekilde samimi diyalog kurabilmiştir. Veysel’in; Allah hakkındaki bazı şiirleri İslam tasavvuf geleneğinde şathiye diye adlandırılan türdendir. Şathiye, Türk edebiyatının en sırlı türlerinden biri olarak, şairlerin cem sarhoşluğu içinde Tanrı ile teklifsiz konuştukları çizgi dışı şiirlerdir. Şathiyelerin, alışılmışın dışında saçma gibi algılanabilen bir anlatımları vardır.[14] Veysel bir şiirinde şathiye geleneğine uygun duygu ve düşünceler serdetmekte, bir bakıma kendi deyimi ile “gizli sırları aşikâr etmektedir”[15] Veysel’in Dünya-Ahiret Anlayışı Veysel dünyayı geçici bir imtihan yurdu olarak düşünmektedir. Ona göre “sadık bir dost, bir güler yüz bulmak” için gelinen dünya fısk-u fesat, ıstırap, keder yurdudur. Nice zenginlerin çarkını çevirmekte, nice kahramanları devirmekte, nice fakirleri kavurmakta, eline geçeni yutmaktadır. Ancak o a zevale erecek “bir gün tepe taklak gidecektir.” Kaldırsam perdeyi, döksem suçunu, / Acap bu işime ne dersin dünya? Fısk-u fesat kaplamıştır içini / Bu çirkin huyları nidersin dünya? Dünyaya gelmemde maksat ne idi? / Bir sadık dost bulup dem sürme di. Arzum bir güler yüz, gül meme idi. / Izdırapla dolu kadersin dünya. Nice zenginlerin çarkın çevirdin / Nice kahramanı teptin devirdin. Bunca fakirleri kasdın kavurdun / Herkese bir türlü kadersin dünya Bükülmez kolların, olmuşsun ağa, / İntikam beslersin bir tek yaprağa, Akıbet serersin kara toprağa / Onu da bermurad edersin dünya. Ne zengini kalır ve de fakir / Herkes kazancını sana bırakır. Beş arşın bez ile yolc-eden ahir. / Eline geçeni yutarsın dünya. Veysel’i düşürdün ne halden hale, / Kimini gark ettin, yeşile, ala Zaman gelir sen de eren zevale / Bir gün tepe takla gidersin dünya.[16] İslam inancına göre dünya; Ahirete giden ebedi yolculukta misafir olunan bir han, bir duraktır. Bu hana doğumla girilir, ölümle çıkılır. Veysel de dünyayı bu anlayışla algılamakta terennüm etmekte ölüm ile Allah’a varışı anlatmaktadır: Uzun İnce Bir Yoldayım Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum ne haldeyim / Gidiyorum gündüz gece Dünyaya geldiğim anda / Yürüdüm hayli zamanda İki kapılı bir handa Gidiyorum gündüz gece Uykuda dahi yürüyorum / Kalmaya sebep arıyorum Gidenleri hep görüyorum / Gidiyorum gündüz gece Düşünülürse derince / Irak görünür görünce Yol bir dakka miktarınca / Gidiyorum gündüz gece Şaşar Veysel işbu hale / Gah ağlaya gâhi güle Yetişmek için menzile / Gidiyorum gündüz gece.[17] Veysel ölüm gerçeğine hazırlanmaktadır: “Muradı maksudu hepisi yalan / Ölümlü dünyada hakikat gördüm” Ona göre, ecel, kaçılamaz gelecektir, kaçmaya da gerek yoktur; çünkü insan yaratıcısına kavuşacaktır: “Ecel gelir, ölüm haktır / Saklanmaya imkan yoktur.” Nitekim Veysel bütün canlıların topraktan yaratıldıklarına ve ona döneceklerine inanmaktadır. “Cümle canlı hep topraktan / Var olmuş emr Hak’tan[18] Bu dizeler de “İnsanı ateşle pişmiş kuru çamurdan yarattı” (Rahman, 14) ayetinin şiirsel anlatımı mahiyetindedir. “Aslıma karışıp toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süserim”[19] dizeleri de toprağa dönüleceği inancının bir ifadesidir. Veysel’in Ahlak Anlayışı Veysel güzel ahlaktan yanadır ve güzel ahlaka sahip insanlardan oluşan bir toplum arzulamaktadır. Bireysel hatta toplumsal düzeyde ahlakın tefessüh etmesinden ve geleneksel değerlerin yok olmasından çok mustariptir. Dünyanın ve insanların bozulmasından, bereketin ortadan kalkmasından, ebeveyne ve büyüklere saygının azalmasından, yalan, rüşvet, hile, yetim hakkı yeme gibi kötü huyların yaygınlaşmasından yakınmaktadır. Ne acaip zamana uğradık / Kanaat bereket biri kalmadı Ahır şer demişler sözleri sadık / Ataların sözü geri kalmadı Terbiye kalmadı ebeveynde / Lezzet yok dünyanın hiçbir şeyinde Herkes alır satar kendi reyinde / Kimsenin kimseye zoru kalmadı Alışta verişte kalmadı karar / Saatler saati gün günü arar Millet birbirinin kanını sorar / Açık gözüz derler körü kalmadı[20] Bir başka şiiri Ortadan kalkardı günah musibet / Aşikar olurdu hak, hakikat Herkes için açık olurdu Cennet / İşte hiyle, sözde yalan olmasa İnsanoğlu doğru yoldan sapmazdı / İşte hiyle, sözde yalan olmasa Türlü türlü felaketler düşmezdi / İşte hiyle, sözde yalan olmasa Ne bir yetim hakkı ne de bir rüşvet / Yanmazdı gönüller olurdu hep şad Derdim anlatırken denmezdi kapat / İşte hiyle, sözde yalan olmasa.[21] Veysel’in Toplumsal Birlik Anlayışı Aşık Veysel dini; toplumsal birlik ve bütünlüğün temel kaynaklarından biri olarak telakki etmektedir. Din, dil, ırk, renk ve mezhep ayrımını dine, hakikate, tarihe ve insanlığa karşı işlenen bir suç olarak görmüştür. Köken olarak Alevi bir aileden gelmesine ve Alevi bir muhitte yetişmesine rağmen, o bir tek dizesinde bile anlamsız mezhep kavgasına katılmamıştır. O, yüzyıllarca önce, Araplar arasında tamamen siyasi sebeplerle ortaya çıkan, kanlı iktidar kavgasının müsebbiplerini, yirminci yüzyılda kendi soydaşları arasında aramanın anlamsız, ve gereksiz olduğunu hemen her fırsatta haykırmıştır. Veysel’e göre bu ülkenin insanını birleştirecek ortak değerler, Allah, Peygamber, Ademoğlu olma, şehitlik, gazilik, dört hak kitap, kardeşlik, birlik, dirlik ve insanlıktır. Allah birdir, Peygamber hak / Rabbü’l-alemindir mutlak Senlik benlik nedir bırak / Söyleyelim geldi sırası Kürtü, Türkü ne Çerkezi / Hep Adem’in oğlu kızı Beraberce şehit gazi / Yanlış var mı ve neresi? Kur’an’a bak İncil’e bak / Dört kitabın dördü de hak Hakir görüp ırk ayırmak / Hakikatte yüz karası Binbir ismin birinden tut / Sende benlik nedir sil at Tuttuğun yolda doğru git / Yoldan çıkıp olma asi Yezid nedir, ne Kızılbaş / Değimliyiz hep bir kardaş Bizi yakar bizim ataş / Söndürmektir tek çaresi Kişi ne çeker dilinden / Hem belinden hem elinden Hayır ve şer emelinden / Hakikat bunun burası Şu alemi yaratan bir / Odur külli şeye kadir Alevi-Sünnilik nedir? / Menfaattir varvarası Veysel sapma sağa sola / Sen Allah’tan birlik dile İkilikten gelir bela / Dava insanlık davası[22] Veysel bu kavgadan duyduğu ıstırabı şöyle demektedir: “Ateşi iki tarafın cahilleri yellendiriyor. Kökümüzden kopan cahiller türlü ayrılıklar meydana getiriyorlar. Çünkü ayrılıktan onların menfaatleri var. Biri “Hakkullah” toplayacak, öteki de “cerre” çıkacak. Velhasıl cahillik ifritleri menfaat farfarasının memesine yapışmışlar sömürüp duruyorlar. Olan da millete oluyor.[23] Y. Bülent Bakiler’in bir hatırası Veysel’in bu konuya yaklaşımına açıklık getirmektedir. Bakiler, 1955 kışında Veysel’i Ali Baba Mahallesi’nde İğneci Ali’nin evinde, ziyaret etmiştir. Veysel, dostları ile bir yer sofrasındadır. İçlerinden biri hemen Veysel’i “Aman aşık, dikkat et, bu gelenler bizden değil, ikisi de Sünni, ona göre konuş Haa! diye uyarır. Veysel kaşığı elinden attığı gibi kızgın, kırgın ve öfkeli bir ses tonu ile şöyle der: Yahu, ne demek, bunlar bizden değil sözü? Yahu, ne demek, Alevilik, ne demek Sünnilik? Hala mı siz-biz kavgasındayız. Bu gelenler, Türk mü Türk; Müslüman mı Müslüman; insan mı insan! Daha var mı “Bu bizden değil, sizden değil” kavgası? Allah aşkına bırakın bu kafayı. Ben hoşlanmıyorum, bu ikilikten… Senlik, benlik kavgasına değil. Adam olun! Adam, Adem! Herkesle iyi geçinin.[24] Veysel’in Toprak Anlayışı Veysel’in inanç, duygu ve düşünce dünyasında toprak büyük yer tutmaktadır. O, tüm canlıların topraktan yaratıldıklarına ve ona döneceklerine inanmaktadır. “Cümle canlı hep topraktan / Var olmuş emr Hak’tan[25] Bu dizeler de “İnsanı ateşle pişmiş kuru çamurdan yarattı” (Rahman, 14) ayetinin şiirsel anlatımı mahiyetindedir. “Aslıma karışıp toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süserim”[26] dizeleri de toprağa dönüleceği inancının bir ifadesidir. Aynı özden, topraktan gelen insanlar / canlılar Veysel’e göre sevilmeye layıktır. O toprak ile insan arasındaki kopmaz bağın farkındadır. İnsan ile toprak ilişkisini şöyle kurar: “Toprak şiirini 1944’te Çifteler’de yazdım. Ben bir çiftçi ailesinden geliyorum. Bu bakımdan toprağın insan hayatındaki değerini çok iyi bilirim. Toprak görüşüm çok büyük. Çünkü bize her şeyi o görüyor. … Toprak kimsenin hakkını yemez, kimseyi aldatmaz. Yeter ki toprakta çalışılsın, toprağa önem verilsin. İnsanlar içinde toprak tabiatlı kimseler var. Çok iyi insanlar var. Aramak, bulmak lazım. Ama toprak tabiatlı insanlar çok az. Çünkü insanoğlunun tabiatında “nefs” denen hırslı duygu var. O nefs olduğu için bakıyorsunuz, insan hiddetleniyor. Ama toprak hiddetlenmiyor. Toprağa ceza versen bile, yine saygı gösteriyor, ürün veriyor. Toprak kötülüğe iyilikle mukabelede bulunuyor.”[27] Banim Sadık Yarim Kara Topraktır Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yarim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sadık yarim kara topraktır Aşık Veysel ilk insanın Hz. Adem olduğunu da kabul etmektedir: Adem’den bu deme neslim getirdi / Bana her türlü meyve Bütün kusurumuzu toprak gizliyor / Merhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor / Benim sadık yarim kara topraktır. Gün gelir Veysel’i bağrına basar / Benim sadık yarim kara topraktır. Aslıma Karışıp Toprak Olunca Aslıma karışıp toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süslerim. Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar / Gök yüzünde dalgalanır seslerim Ne zaman toprakla birleşse cismim / Cümle mahluk ile bir olur ismim Ne hasudum kalır ne de bir hasmım / Eski düşmanlarım olur dostlarım Evvel de topraktır sonra da adım / Geldim gittim bu sahnede oynadım Türlü türlü tebdilâta uğradım / Gâhi viran şen olurdu potlarım Benden ayrılınca kin ve buğuzum / Herkese güzellik gösterir yüzüm Topraktır cesedim, güneştir özüm / Hava yağmur uyandırır hislerim Alimler âlemi ölçer biçerler / Hanını eler biçerler Bu dünya fanidir konar göçerler / Veysel der ki gel barışak küslerim Banim Sadık Yarim Kara Topraktır Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yarim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sadık yarim kara topraktır Nice güzellere eğlendim kaldım / Ne bir vefa gördüm ne fayda budum Her türlü isteğim topraktan aldım / Benim sadık yarim kara topraktır Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi / Yemek verdi, ekmek verdi et verdi Kazma ile döğmeyince kıt verdi / Benim sadık yarim kara topraktır Adem’den bu deme neslim getirdi / Bana her türlü meyve yetirdi. Her gün beni tepesinde götürdü / Benim sadık yarim kara topraktır Karnın yazdım kazmayınan, belinen / Yüzün yırttım, tırnağınan, elinen Yine beni karşıladı gül ilen / Benim sadık yarim kara topraktır İşkence yapınca ban gülerdi / Bütün kusurumuzu toprak gizliyor / Merhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor / Benim sadık yarim kara topraktır. Gün gelir Veysel’i bağrına basar / Benim sadık yarim kara topraktır. Sonuç Yerine Veysel, karşımıza bir aşık, bir arif, bir filozof, bir abasız-postsuz derviş, bazen de bir vaiz olarak çıkmaktadır. O, Yaratan’a, yaratılana, kainata kalp gözüyle bakmış, hakkı ve hakikati layıkıyla görmeye çalışmış bir hak ve halk aşığıdır. İslam'ın temel ilklerine samimiyetle inanmış, hayatını bir mümin ve Müslüman olarak sürdürmüştür. Daima, dirlik ve düzenlik içinde bir toplum hayal etmiş; dinî, ahlakî ve millî değerlere sahip çıkmıştır. İnsanlara gönül gözü ile, Allah’a, aşka, sevgiye ve kardeşliğe giden yolu göstermiştir. Din üzerinden kazanç elde etmek isteyenler, toplumsal barış ve huzur bozmaya çalışanlara karşı mücadele etmiştir. Hiç kimseyi, inancından veya mezhebinden dolayı kınamamış; siz-biz ayrımını aşmış hepimiz derecesine ulaşmıştır. Hepinize teşekkür eder, saygılarımı sunarım Oturum Başkanı Sayın Seyfettin ERŞAHİN'e teşekkür ederiz. Veysel Örneği gerçekten dikkat çekici bir örnekti, tekrar teşekkür ediyoruz. Sayın dinleyiciler, oturum burada bitiyor. Müsaade ederseniz bir iki cümle de ben söylemek istiyorum. Sayın Başkan, ben ciddî ciddî düşünmeye başladım. Bu “engelli” terimi de tam yerine oturmuyor. Bu kadar meşhurlar çıkmış, hiç de engel olmamış. Demek ki, insan insanlığının hakkını verirse, rahatlıkla bu engelleri aşabiliyor. O halde asıl engellilik, görebildiği halde gerçekleri görememek, konuşabildiği halde gerçeği ifade edememek, düşünebildiği halde aklının hakkını tam verememekte yatıyor. Yüce kitabımız Kur'ân, sabahleyin de söylendi “gözler kör olmaz.” yani, bizim körlük zannettiğimiz şey körlük değildir diyor Yüce Rabbimiz, “asıl o göğüslerdeki kalpler kör olur" buyuruyor. Allah bizi bu tür engellilerden korusun diyorum. Hepinize en derin sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Konfederasyon Başkanı bir şey söylemek istiyor. Buyurun. Ahmet Faruk ÖZTİMUR Sayın Başkan, değerli hocalarım; bir gün boyunca, sabahtan beri bize çok güzel bilgiler aktardınız. Hepiniz tebliğlerinizde ciddî araştırmalar var, onun müzakereleri yapıldı. Tabiî, biz bu özlemi uzun zamandır yaşıyoruz ve tenkitler ediyoruz. Daha önce biz engelliler için bir şeyler yapılmadı. Biz de dini vecibelerimizi yerine getirmek istiyoruz. Bizlerle ilgili neler varsa, yapmamız gereken kolaylıkları bize anlatması gerekir. Biz bunları belki araştırmış, bir kısmını bulmuş insanlarız; ama, çoğu özürlümüz daha evinden dışarı çıkamıyor. Şimdi evinden çıkamayan, sandalye bulamayan engellilerimiz var. Dârüşşefekalar ve darülacezeler açmış, kuş sesiyle zihinsel özürlülere destek vermiş, onların eğitimini ve rahatlamasını sağlamış Osmanlı’nın torunları olarak engellilere daha fazla hizmet verilsin istiyoruz. Sizler, bizim ufkumuzu açtınız. Biz bunları bekliyorduk. Bunların daha büyüklerini istiyoruz. Bu bir başlangıç. Daha bilimsel noktalara... Bize "engelli", "özürlü", "sakat", "topal", "kötürüm", "a'ma" ve "kör" denilmiş önemli değil, önemli olan toplumun bakışı. Biz hâlâ toplumda dilenci pozisyonundayız. Siz Diyanet İşleri Başkanlığında, Din İşleri Yüksek Kurulu'nda engelli bir profesör, engelli bir doçent, engelli bir doktor var mı?. Bizde müsteşar var mı, genel müdür var mı? İşte engel… Bu ayrımcılık. Ben bu kürsüye kendimi çıkıp konuşamıyorum, ben tekerlekli sandalyemi kullanabiliyorum. Ben buraya tekerlikli sandalye ile kendim çıkamıyorsam ben mi engelliyim yoksa mimari mi engelli? Burada deminden beri işaret diliyle arkadaşım konuşuyor, siz onu anlamıyorsunuz, Bu arkadaşım, hastaneye gittiği zaman işaret dilini bilen yok. Mahkemeye gittiği zaman da onu anlayan yok. Camide bu dili bilen hoca da yok. Şimdi bu konuşuyor, duymuyorsanız. Kim engelli? O yüzden, bir görme engelliye, biz onun ufkunu açamıyorsak, ona hitap eden kim engelli demektir. Siz bizim, bugün tenkit ettiğimizi, sağ olsun İsmail KARAGÖZ Hocamızın projede büyük emeği var. Sizlerin çok güzel araştırmaları var. Biz camiam adına, yüreğimizdeki isteklerimizin bir başlangıcı, bir adımı olarak görüyoruz. Bizim susamışlığımız var. Bu çalışmalarınız için hepinizden Allah razı olsun diyorum ve camiamız adına da teşekkür ediyorum. Yarın bu devam edecek. Ama, bunun devamını da temenni ediyoruz. İnşallah devamını getireceğiz. Bu suyu bize içirdiniz, artık yemeğini ve baklavasını yiyeceğiz ve böylelikle Türkiye’nin önünü açıp, engelli insanların da bu ülkede var olduğunu gerçeğini ortaya koyacağız. Sizler de bu işin önünü açacaksınız, üniversitelerde, diğer yerlerde engelli arkadaşlar olunca, onların önünü açın, onlara destek olup söz ve karar sahibi konuma getirin ki, bu kürsülerde bizim devamlı aktarmaya gerek olmadan, içinizde bu tartışmalar yapılsın ve önümüz açılsın.. Çok teşekkür ediyorum. Oturum Başkanı Sayın Başkana biz de teşekkür ediyoruz bu katkılarından ötürü.Yarın Saat 9.30’da tekrar buluşmak üzere, hepinize en derin sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Dipnotlar [1] İlk defa 1944’te Ankara Halkevleri Genel Merkezi’nce Deyişler; ikincisi 1949’da Sazımdan Sesler, son olarak İş Bankası’nca 1970’de Dostlar Beni Hatırlasın adıyla yayınlanmıştır [2] Yavuz Bülent Bakiler, “Aşık Veysel’de Milli Ülkü”, Sivas Folkloru, 1973, no. 5. [3] Aşık Veysel’in Dini inanç, duygu ve düşünceleri için bkz. Kaya Çetin, Aşık Veysel’de Dini Düşünce, AÜİF. Lisans Tezi, 1994. Biz bu tebliğimizde söz konusu çalışmadan yararlandık. [4] İsmail Özmen, Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, V, Kültür Bakanlığı yay. Ankara, 1998, 263. [5] Ümit Yaşar Oğuzcan, Dostlar Beni Hatırlasın, İstanbul, 1991, 205. [6] Oğuzcan, 57. [7] Dostlar Seni Unutmadı, haz. Metin turan, Gülağ Öz, Osman Yılmaz, Kültür Bakanlığı, Ankara 1999, 115. [8] Sazımdan Sesler, 29. [9] Vahdet-i vücut kısaca şöyle açıklanmaktadır: “bir şeyin hiçten meydana gelmesi mümteni olduğu için, mahlukatın da Hakk’ın vücuduyla var olması, yani O’nun esmâ ve sıfat tecellilerinin tezahürlerinden ibaret bulunması gerekir.” Selçuk Eraydın, Tasvvuf ve Tarikatler, İstanbul 1981, 119. [10] Oğuzcan, 25. [11] Oğuzcan, 107. [12] İstanbul Maarif Kütüphanesi, Aşık Veysel, Hayatı ve Şiirleri, İst. 1956, 32. [13] İbrahim Arslanoğlu, Aşık Veysel, Sivas, 1967, 30. [14] Şath, ilahi aşk halinin sarhoşluğu ile söylenen, halkın anlamakta güçlük çekeceği veya rahatsız olacağı sözlerdir. İnançlardan teklifsizce, alaycı bir dille söz eder gibi yazılır veya söylenirlerse de zahiren saça asınla bu sözlerin tasavvufi deruni manaları vardır. Bazı mutasavvıfları, vecd ve istiğrak halinde kendi iradeleri dışında, manasını düşünmeden söyledikleri, içinde bir iddia ve akla aykırı bir taraf bulunan ve dıştan, şeriata muhalif gibi görünen aşırı derecede söz olup, bu söz kabul veya reddedilmediği gibi, onu söyleyen de bunan dolayı muaheze edilemez.” Bkz. Camal Kurnaz, Mustafa Tatçı, Türk Edebiyatında Şathiyye, Ankara 2001. [15] Bu konudaki şiiri Tanrıya Hitap adını taşımaktadır. Bkz. Sazımdan Sesler, 910. [16] Sazımdan Sesler, 13-14. [17] Oğuzcan, 62. [18] Arslanoğlu, 33. [19] Oğuzcan, 31. [20] Sazımdan Sesler, 5. [21] Oğuzcan, 62. [22] Oğuzcan, 57. [23] Hakkullah; Bektaşilerin gelirlerinin beşte birini ehl-i beyt hakkı olarak Hacı Bektaş Veli Dergahı’na veya Alevi delere, ocaklara verdiği para. Cer de Sünnilerin halktan topladığı yardım. [24] Bakiler, agm. [25] Arslanoğlu, 33. [26] Oğuzcan, 31. [27] Bakiler, agm. << >>