Kititake Hiraoda`dan Yukio Mishima Yaratmak İnan
Transkript
Kititake Hiraoda`dan Yukio Mishima Yaratmak İnan
Kititake Hiraoda’dan Yukio Mishima Yaratmak İnan Ulaş Arslanboğan "Güzellik ürkünç, müthiş bir şeydir. Ürkünçtür, çünkü tanımlanamaz, tanımlanamaması da bizlere yalnızca bilinmezlikler verdiği içindir. Burada kıyılar birleşir, bütün karşıtlıklar bir arada yaşar." Tate no Kai Bayrağı Dostoyevski – Karamazov Kardeşler Doğduktan on iki yıl sonra annesiyle ilişkileri „normal‟ le geldi. Çünkü babaannesi sadece beslenme saatlerinde annesine izin veriyordu. On iki yıl boyunca oyuncak bebekler ve kızlarla arkadaştı. Babaannesi, samuray kökenli bir aileden geliyordu. Gelenekselliği, saç telinden topuklarına kadar hisseden bir çocukluk evresinden sonra edebiyata merak sardı. Babası, Japonya‟da iki yüz elli yıllık askeri gelenekten geliyordu. Baskın kişiliği Kimitake Hiraoka‟nın yazmasını istemez. Çünkü „kadınların‟ uğraşıdır edebiyat. O bir erkek olmalı, ülkesini savunmalıdır. Kimitake ilk olarak Aziz Sebastian‟ın, etinden içeriye giren oklara ve kanlar içinde can verirken resmedildiği yağlıboya bir resme bakarken orgazm olup kendisini tanımaya başlar. Elbette ülkesini savunacaktır ama bir eşcinsel olarak. Japonya‟nın kâğıt sıkıntısı çektiği dönemlerde öğretmeninin (Fumio Shimizu) yardımıyla ilk denemelerini yayınlar. Bir haftada tükenir. Ülkedeki yayıncıların tamamı kâğıt sıkıntısından yakınırken o daha çocuk yaşlarında kitabını basar. Üniversite çağlarına geldiğinde baba otoritesinden kurtulmak için bir mahlas bulmalıdır. Mishima, Fuji dağını karşısında bir şehirdi. Yukio ise kar anlamına geliyordu. Yukio Mishima Gelenekselliğin getirdiği faşizanlık onu da etkiliyordu, bunda babaannesinin payı ve babasının minik bir bürokrat, koca bir Hitler hayranı olma durumu önemli. Fakat atom bombalarıyla ülkesinin iki şehri yerle bir edilmiş, çocukların on yıllar sonra hala sakat doğduğu bir ülkenin yazarıydı. Gelenekselliğin yanında, modernizmin karşısında durması gerektiğini daha iyi kavramış olmalı. Yazdığı kitaplarda Japon kültürünün erozyona uğraması ve toplumun bu akıntıyla değişimi, kendi dâhil „bireyi öldüren‟ kapitalist çarkların kişi üzerindeki etkilerini, sıkışmışlığını kaleme aldı. „Kadınlara kur yapmayı seviyorum‟ diyordu Mishima „ama onlarla beraber olmak istemiyorum.‟ Fakat evlendi. Evlendiği kişi aristokrat bir aileden geliyordu. Yaşamının duraklarında elbette yoksullukta vardı ve belki de evliliği bu yüzdendi. Aileni koru vatanını sev... Eşine evlendiği ilk günlerde „yazmama ve spor yapmama karışma‟ demişti. Her şeyden önce yazmak geliyordu. Batılı anlayışı sevmiyordu ama bir kitap yazıp batılıların hayranlığını kazandı. Bir Maskenin İtirafları 1949 Hitler faşizminin dakikliği, samuray kültürünün yılmazlığıyla buluşuyordu. Kılıcın keskinliği, barutun öfkesiyle harmanlanıyordu. -Tarihe böyle bakılmaz ama Mishima Hitlerin karşısına olduğu gibi çıksaydı, Hitler bu samurayı gaz odasına ya da idam mangasının önünde bir kütüğe bağlayacağı kesinmiş gibi. Fakat Hitler Mishima‟nın karşısında olsaydı… Bu tamamen bir muamma, belki saatlerce tartışabilirdi. Elbette ilericiler için çok aydınlık bir gelecek vaat etmeyecekti. Şimdiki zamanlar gibi.Üç kez Nobel adaylığı, yüzden fazla yapıt, sayısız film, no oyunları ve bir örgüt kurdu (Tate no Kai). Örgütünün adı Kalkan Cemiyetiydi. Yüz elli kadar insanı kendi seçti, dar bir „kurum‟ olsun istiyordu. Öyle oldu. Dövüş sanatında ustalaştı, samuray sınıfının son temsilcilerindendi. Örgütünü de bu yolda biledi, kıyafetlerinden, eğitimlerine kadar ilgilendi. Yazılarına, „ailesine‟ ve imparatora saygısını hiç kaybetmeden yoluna devam etti. Ya Kimitake Hiraoka olacak, ya da hayatını Yukio Mishima olarak sürdürecekti. O modernleşmenin karşına kalkan cemiyetiyle, modern ordunun karşısınaysa samuray kültürüyle çıkıyordu. Yazdıkları gibi hayatı da planlı şekilde ilerledi. Ölümünü de bir eser olarak görüyordu. Bu ölümü bir sene öncesinden kurmaya/planlamaya başlamıştı. Yüz elli kişilik ordusunu -ki Mishima askere gitmemek için askeri doktora, öksürüğünü ciddi bir hastalık gibi gösterip orduya katılmamıştı- Japon askeri kuvvetlerinin içinde yetiştiriyordu. Hayatını çelişkiler yumağı içinde geçirdiği açık. Hem babası vasıtasıyla orduyla yakın ilişkileri olması, hem askerden kaçmak için hasta numarası yapması, samuray kültürünün geleneksel yapısalcılığı ve eşcinsel eğilimleri ruhunu çalkalandırıyordu. Yaşadığı dönemin –edebi açıdan- en belirgin özelliği ise kanımca şudur. Birinci ve ikinci dünya savaşları arasında dünya edebiyatı özellikle Amerika‟da Beat kuşağının beslenip var olmasına önayak olmuştu. Doğuda ise Mishima‟yı var etmişti. Batıda genel olarak savaş karşıtlığı olarak tezahür eden bu durum, doğuda gelenekselliğe dönme anlamını taşıyor. Elbette modern orduya geçilirken orduyu şekillendiren, eğiten ve kültürünü de beraberinde getiren batılı anlayış Japonya‟nın genel geçer olmayan gelenekselliğini etkileyecekti. Öyle de oldu. Yukio Mishima Nobel‟e aday gösterildiği yıl Nobel‟i alan vatandaşı Kabawata, “Olağanüstü bir yetenek, benden çok yukarılarda, ancak dünyaya üç yüz yılda bir gelen dâhilerden” diyecekti. İç dünyasındaki acıdan haz alma hali, rüyalarına kadar ulaşmış onu çepeçevre etkisine almıştı. Dışarıdan bakıldığında yapıtlarındaki incelikle, intiharı arasındaki kan gölü ciddi bir ikilem gibi duruyor. Çelişki yumağı Mishima için büyüyor gibi. Fakat bunu hiçbir zaman dışarıya aksettirmiyor. Kapalı bir kutu gibi Mishima. Erkekleri arzuluyor ama bir kadınla evleniyor, ordudan kaçıyor ama kendi ordusunu kuruyor, yazıdaki inceliğiyle ölümü sırasındaki keskin kılıç her şeyi ikiye ayırıyor. İntihar Sanatı 24 Kasım 1970, yayıncısının istediği yazıyı bitirir bir miktar para ayırır kenara, bu para Tetenokai (Kalkan Cemiyeti) üyesi olan dört kişiye ayrılmıştır. Karısına bir not bırakır. “Herkes ölür ama ben sonsuza kadar yaşayacağım.” 25 Kasım 1970, kapısının önünde yeni bir araba, içindeyse dört kalkan cemiyeti üyesi vardır. Hepsi askeri üniformalarını giymiştir. Basına günler öncesinde haber verilmiştir. Tokyo‟da bulunan Ichigaya karargâhına gidip genelkurmay komutanlarından birisine 17. yüzyıldan kalma bir samuray kılıcı hediye edecektir. Karargâha rahatça girerler ve komutanı sandalyesine bağlayıp kapının ardına odadaki sandalye ve ağır eşyaları koyarak giriş çıkışları bloke ederler. Mishima‟nın son bir görevi vardır. Ünlü bir balkon konuşması yapmak! Karargâhın geniş balkonuna çıkar. Aşağıda yaklaşık sekiz yüz asker ve basın mensupları Mishima‟nın; imparatorun haklarının geri verilmesini, batılı anlayıştan uzaklaşıp samuray kültürüne dönülmesiyle alakalı konuşmasını, alnına taktığı beyaz bantla bitirir. Bu bant kamikazelerin ölüme giderken taktığı bandın aynısıdır. İçeriye girip diz çökeceği yeri biraz temizler ve üniformasının düğmelerini yavaşça açıp Tetenokai üyelerine son kez bakar. Elinde kılıç tutan Masakatsu Marito‟ya -cemiyet içinde Mishima‟nın nişanlısı gözüyle bakılmaktadır- döner ve son kez ona bakar. İkisinin de ortak noktaları çoktu, bunlardan biri; kanlı ve acılı bir ölümdü. Mishima, “Seppuku orgazmın zirvesidir” diyordu. Marito çok acı çekmemesi için başını vuracaktı. Ama öncesinde ritüele başlanacak ve Mishima karnını deşecekti. Sandalyeye bağla- nan general durumu fark etmişti. “Yapma” dedi Mishima‟ya… “Lütfen yapma.” Mishima karnını işaret ve orta parmağıyla işaretledi ve kılıcını o boşluktan içeriye soktu. Pembemsi bir bağırsağın görünmesiyle birlikte odayı kesif bir koku kaplar. Bu arada Marito seppuku‟yu tamamlamak için kılıcını indirir. Fakat kafanın gövdeden ayrılmasını başaramaz. Mishima‟nın sırtında derin bir kesik açılır… -Şunu da ekleyelim: eldeki verilere bakılınca Marito sevgilisini öldürmek üzeredir. Odada Marito‟nun aşırı terlediği ve ellerinin titrediği biliniyor.İkinci darbe halıya isabet eder ve üçüncüsü çenesine… Seppuku Japonlara özgü geleneksel intihar yöntemidir. Harakiri ile benzerlikleri var gibi görünse de öyle değildir. Harakiri, kişinin nasıl intihar edeceği ile bağlantılı ve ölmeme durumu söz konusu olabilir. Seppuku‟da ise ölüm kesindir. Bu ritüelde en az üç kişi bulunmalıdır. 1970 Kasımında Mishima seppuku yapan kişiydi, ikincisi Marito yani Mishima‟nın kafasını gövdesinden ayıracak olan kişiydi, ama yapamadı. Üçüncü kişiyse seppuku‟nun başarısızlığa uğraması durumunda -Marito‟nun heyecanı, o gün Mishima‟nın seppuku‟yu tamamlamasının önüne geçmişti- hem Mishima‟nın hem de Marito‟nun kafasını kesecekti ve öyle de oldu. Mishima ve Marito istedikleri şekilde öldüler. Yan yana. T. Soner Üçkuşoğlu Sıradan bir günün ortasında kalan küçücük bir çocuk. Adı sadece T. Belki Tayfun‟un, belki Tamer‟in T‟si. Kimse bilmez kendisinden başka. O da babasını ve annesini gözlerinin önünde kaybettikten sonra unuttu T‟den sonrasını. Gözlerini tavandan ayırmayan bir çocuk. Yalan söylerken yere bakar sadece. Bütün mahalle tanır onu. Sonra bir gün kaybolur. halleli üç gün, beş gün pek şüphelenmez. Aradan bir ay geçer, T. ortada yok. Mahallenin önde gelenleri, mahalle muhtarına gider. Mahalle muhtarı arkasına takar birkaç kişiyi polise gider. Polise kayıp ilanında bulunurlar. Komiserin kafasına takılır mevzu. T.‟yi araştırmaya karar verir. Halkın arasına karışır. Önüne gelene sorar. “İyi çocuktur, ama çok sizdir. Çok sessizlerden uzak durmak gerek. Bir hinlik vardır elbet kafasında, ondan susuyordur.” “Mahallede dolanır durur. Birileri ekmek verir, aş verir. Gecekonduda kalır. Üstü başı her daim pis, yırtık pırtıktır.” “Gelir benden kâğıt, kalem alır. Bir keresinde gördüm, parkta oturmuş resim çiziyor. Ne çizdiğini bilmem.” “Hayat bir sille atmış çocuğa vaktinde. Mahalleli kendi içinde bakmaya çalışıyor. Bazısı pek sevmez çocuğu. Ama çocuktan dolayı değil. Babasından dolayı. Babası çok kavgacıymış sağken. Mahallede kavga etmediği kalmamış. Bazısı da babasına olan kinini çocuktan çıkarıyor işte.” Komiser kafasındaki sorulara bir türlü cevap bulamamış. Herkese sormuş, kimse çocuğa kimin yardım ettiğini net olarak bilmiyor. Herkes “mahalleli” diyor geçiyor. Çocuk bulunamıyor. Yardımseverler bulunamıyor. Komiser mahallede gezerken bazı duvarlardaki resimler dikkatini çekiyor. İlginç resimler. Araba, yıldızlar, güneş vs. Köşesinde bir de imza var. “T.” diye. Etraftaki çocukları çağırıyor. Kim bu T. diye soruyor. “Kaybolan çocuk işte amca. Artist artist gelir, ne top oynar ne başka bir şey. Eline alır bir tane kalem, sağa sola bir şeyler çizer köşesine de böyle imza atar işte.” Aradan yirmi yıl geçer. Çocuk bulunamamış, komiser çocuğu aramaktan vazgeçtikten sonrada emekliliğini istemiştir. Emekli komiserin kızı güzel sanatlar bölümünde okumaktadır. Bir gün arabayla önünden geçtikleri sergiye girmek ister. Babasını ikna eder. bayı park ettikten sonra resim sergisine girerler. Salon, dorlar, duvarlarda tablolar. Adam tablolarla pek ilgilenmez. Kızının gönlü razı olsun diye gelmiştir. İkramlardan eline bir tane alır, takılır kızının peşine. Kızı ısrarla tabloları anlatmaya, göstermeye, babasının da ilgisini tablolara çekmeye çalışır. Emekli komiser kızının ısrarına dayanamaz tablolara bakar. Köşesindeki imza dikkatini çeker hemen. “T.” Emekli komiser şaşkınlıkla tabloya bakakalır. İlk şaşkınlık anını atlattıktan sonra ressamın kendisiyle tanışmak ister. Ancak bunun mümkün olmadığını öğrenir. Çünkü T. çoktan ölmüştür. Sergiyi açansa onu keşfeden başka bir ressamdır. Sonra o ressamdan T.‟nin hikayesini dinler. Zamanında ressamın yolu o mahalleye düşmüştür. Duvarlara resimler çizen çocuğu önce yanına almaya çalışmış, ikna edememiştir. Sonrada ihtiyaçlarını T.‟nin izin verdiği ölçüde karşılamaya başlamıştır. Sonunda T.‟yi ikna eder ve yanına alır. Mahalleli hiç ilgilenmediği ama her gün görmeye alışkın olduğu T.‟nin yokluğunu bir ay kadar sonra fark eder bu yüzden. T. büyür. İlk tablosunu sattığında, bir silah alır kendisine. Bu silahla intihar eder. Eleştirinin Yönü Kapitalist Bağımlılık İlişkileri ve Kör Dövüşünde Özgürlük Kaan Turhan Liberal elit güruhun diline dolananların aşılabilmesi gibi bir çaba boş, anlamsızdır çünkü hedefledikleri gibi bezginlik yaratan bir süreçtir. Ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduranların kalemşorları olan bu elitist çevre için yaşayan insan üzerinden geliş- tirilecek gerçeklik gibi, toplumsal norm gibi kaygıları yoktur, olamaz da! Popülaritesini koruyan ve denge unsuru olan: alay, sataşma, güç gösterisi, hedef gösterme, istihbari tetikçilik gibi „ayağa düşmüş‟ davranışlar, onların normlarını bina etmiştir. Bu inşa sürecinde uygulanan bilimsel ve toplumsal hiçbir ölçüt yoktur. Liberallerden herhangi birinin yazısı üzerine durmak bile genel izlenim edinmek açısından yeterlidir. Çünkü uyguladıkları gerçeklikten arındırılmış, bağlamlarından koparılmış, kanıtlar yerle bir edilerek amaca uygun biçimlendirilmiştir. Liberallerin bu korkunç yüzsüz tutumlarıyla bezenmiş iddialarını eleştirmeniz, onların keyfi tutumunu, sıcak para alışkanlığını değiştirmez ve siz sadece yazdığınız kitabın, derginin sayfaları arasında kalırsınız. Kuşkusuz bu sizin onurunuz ve değerinizdir. Çünkü sizin yazdığınız kitaplarınız zaman içinde, yayıncısına iade edilmez, yokluktan dolayı ikinci baskı yapamazsınız. Dergileriniz zamanı gelince bir liraya satılmak üzere depolara kaldırılmaz. Sizin yazılarınız hedefine ulaşır, halk okur. Gün liberallerin günü olduğu için; piyasa onları televizyonla, sermayenin basılı kağıtlarıyla gündemde tuttuğu ve sırtlarını sıvazladığı için görünür olan onlardır. Ancak gerçeklik, halkçı yazar nitelikleri belirgin olduğundan siz okunur ve saklanırsınız. Gelinen durumdaysa; yaygınlaşan meta ilişkileri, sanatçının toplumsal konumunu ve kendi işleviyle sanatı hakkındaki görüşlerini de değiştirmeye başladı. Sanatçı, giderek „sanat patronlarına‟, bireylere bağımlı olmaktan çıktı meta ilişkilerine, kâr prensibine bağımlı hale gelmeye başladı. Böylece sanatta feodal toplumun problematiği, paradigması da yerini kapitalist toplumun paradigmasına bıraktı. Bir tür ekonomik ve politik sınıf ilişkilerinin, karmaşık ideolojik eklemlenmişlerin etkisi, yerini bir başkasına bıraktı. i Para babalarının basılı kâğıtlarında köşe tutturanlar artık patron yazar ilişkisinde çağ atlamıştır. Post-modernist refleks onları öz bağımlılık ilişkilerine atamıştır. Doğrudan piyasa ilişkilerinde konumlanan kalemleriyle sanatçı, yazar, liberal elitist çevreler; kitlelere körlük ahlâkını, yükselen alçak değerlere uyumluluğu öğütlemektedirler. Soğuk ve keskin nefesleri üfledikleri yalanlara yapışıp kalıyor ve düzeysizlik artan oranda kendini hissettiriyor. Derisini yüzdüğü Kızılderililerin çöküş öyküleriyle, beyaz adama kurtarıcı niteminin üstlendirildiği soyut gerçeklik ürünlerine övgüyü ilk kez duyuyor değiliz. Enikonu övgüye yüklenmek de insanı gülünç duruma düşmekten kurtarmıyor. Normatif değişkenlerin alt üst edilerek, Amerikan edebiyat endüstrisinin Türk edebiyatı tarihine yeğlenmesi trajik olsa da, piyasa kaleminin değerleriyle çatışmasızlık olması anlamını koruyor: “İki yüz elli yıl önceki büyük çölden muazzam bir ülke yaratmak için harcanan enerji, insanüstü emek, daha güçlü olmak için yaşanan rekabet, siyahlardan yerlilere, beyazlara uzanan çokkültürlülük, bir yurdun yoktan var edilmesi için doğayla ve insanla girişilmiş büyük savaşım, sonunda kendi içinden yaratıcı bir edebiyat doğması için uygun koşullar oluşturmuştu. Bu hayattan çıkan edebiyat da, bugün Avrupa edebiyatının en çok sıkıntısını çektiği unsurun, edebiyatın insanın gizlerine dönük gerçekliğin en önemli yaratıcısı olmasına neden olmuştur.” Amerikan edebiyatına yaptığı bu güzellemeden sonra Semih Gümüş şöyle devam ediyor: “renkleri solgunlaşmış ve birbirine benzerliğin egemenliğiyle popüler kültürün etki alanına sıkışabilecek bizim edebiyatımızın çıkış yolları, Amerikan edebiyatının çok yönlü zenginliği içinden çıkabilir. Yeni doğmakta olan edebiyat, dolayısıyla yeni yazarlar, edebiyatın ufkunu tararken kendilerine yakın buldukları yazarları yanlarına çeker. Bunun, yazılanları daha çabuk geliştirecek bir karşılaştırma olanağı ve yorum alanı oluşturacağı düşünülürse, yaratıcı yazı serüveninin yolu daha kolay açılacaktır. Edebiyatımız için bir büyük fırsatlar dünyası duruyor orada.”ii „yeni yazar‟, „yeni edebiyat‟ kavramları hangi yeninin yazarını ve edebiyatını imliyor, acaba? Liberal tahakkümün kör bakışını yansıtan cumhuriyet, devrim eleştirisine göz kırparcasına, “ulusal kimlik yaratma endişesinin çağdaş Türk edebiyatına şırınga ettiği egemen olma güdüsü de sonunda edebiyatımızın ideolojik bir örtü edinmesine neden oldu”, “…Halide Edip ya da Yakup Kadri‟nin romanlarının bugün yaşayan edebiyata organik katkılar yapması beklenemez..”iii tümceleriyle varılacak yerle, Türk Edebiyatı‟nı Amerikan Edebiyatı‟yla kurtarma reçetesini üst üste koyduğumuzda, tümleşik tek bir aygıt çıkıyor. O da değersizleştirme/değersizleşme, soldurma, yersiz yurtsuzlaştırma, ulusal edebiyat kültürünü anlamsızlaştırarak hiçleştirme. „Yeni yazar‟a verilen öğütün özü bu: piyasalaş, meta ilişkilerine açık ve bağımlı ol! Yeni liberal akımın, yeni dünya düzensizliğinin dayattığı reçeteler çok açık: “bizim gibi olun, bizi örnek alın, bizden olun” Tam da Alain Badiou‟nun saptamalarında olduğu gibi: “bu dünya kendini çoktan özgür ilan ediyor, kendini „özgür dünya‟ olarak sunuyor –kendisi tam da bu adı veriyor, kendisi dışında tamamen köleliğe ve viranlığa batmış bir gezegendeki bir özgürlük „adası‟ olduğunu düşünüyor. Ama aynı zamanda bu dünya, bizim dünyamız böylesi bir özgürlüğün peylerini standartlaştırıyor, ticarileştiriyor. Onları paranın tekbiçimliliğine tabi kılıyor ve bunda da öyle başarılı oluyor ki dünyamız artık özgür olmak için isyan etmek zorunda kalmıyor, zira bu dünya bize özgürlük garantisi veriyor. Gelgelelim, bize bu özgürlüğü özgürce kullanma garantisi vermiyor, çünkü özgürlüğü kullanma tarzları aslında mal mülkün o sonsuz pırıltısı tarafından çoktan kodlanmış ve yönlendirilmiş durumda. Bu dünyanın, düşünmenin itaatsizlik, yani isyan olabileceği fikrine yoğun bir baskı uygulanmasının sebebi bu.”iv Liberalizmin kör dövüşüne sürüklediği kavram karmaşası içinde Semih Gümüş ya da bir başka entelektüel‟in yazdıkları, özgür dünyada özgürlük vaat ediyorsa, ulusal edebiyatın ne işlevi, ne anlamı ve ne görevi var. Öyleyse tek biçimciliğin erleri olarak, büyük biradere selam duralım da özgürlük hakkımızı, bir kereliğine de olsa yaşayalım. Tasarlanan özgür dünya, yeni edebiyat ve yeni yazar batı norm ve güç ilişkileriyle törpülenip önümüze atılıyor. Bizse tarihte olduğu gibi batıya temennah ediyoruz. (üstü açık, önü makineli, mitralyözlü Yunan uçakları bombalamak için hedefledikleri Ulusal Kurtuluş Savaşı harekât planının yapıldığı Direksiyon Binası‟nı vuramayıp tren istasyonundaki vagonları parçaladıktan sonra alçaktan uçarak halkı selamladıklarında Ankaralılar bunu “temennah” (elin başa götürülerek verildiği selam) olarak yorumlamışlardır.) Batı kültürü, egemen kapitalist bileşenler içinde yüz değiştirerek gelir elbette. Bunu aydınlarımız bilmezler mi? Emperyalizmin çirkin yüzünü görmek ve göstermek cesaret ister de onur, şeref, yazarlık mesleği ne yana düşer, ne anlama gelir? Hüseyin Rahmi Bey (Gürpınar) bu gerçeği daha 1918‟de İleri‟de yazdığı makalesinde dile getirmişti: “Esmerler pudrayla, kansızlar allıkla renklerini değiştirirler. Embesillerin de badanası vardır. Uygar memleketler, akıllıya boyanmış delilerle doludur. Tabiat yaradılışı, hiçbir sahte değişiklikle örtülemez. Yüzü ne kadar cilalasanız yine de altından gerçekler sırıtır. Erbabı anlar. Fakat aldanan çok olur..”v Sırıtan gerçeği anlamak için Hüseyin Rahmi Bey‟in söylediği gibi yetkin kişi olmak gerekmiyor. Çözümleme yapacağınız değerler sistemi, dünyanın geri kalanını „öteki‟ olarak değersizleştiren güvene ve özgürlüğe sahip. Pusulanız sağlamsa yönünüz her zaman belirgin ve keskindir. Ulusal onur ve dizginlenemeyen özgürlüğünüzle eleştirir ve halk adına halkçı bir tutumla gerçeği dile getirirsiniz. Buysa gerçekten bu topraklara bu topraklardan bakmakla ilgili bir şeydir. Elinizde avucunuzda ne varsa seferber etmek için dönemsel rı, dayatılan zorla varsayılan farklılıkları görmezden gelerek ete kemiğe bürünmüş, yalın ifadeyle yaşayan insan üzerinden, gerçeklerle halka ulaşılabilir. Eleştirel yazın pratiği de sömürge hegemonyasını reddederse özgürleşebilir. V.İ. Lenin‟in çıplak anlatımıyla halkçı bir yazar, yalın ve genel anlamda bilinen olgulardan hareketle okuyucusunu daha derin düşüncelere, daha derin incelemelere doğru götürür, yalın kanıtlar ya da çarpıcı örnekler yardımıyla bu olgulardan çıkarılabilecek ana sonuçları göstererek, düşünen okuyucunun zihninde yepyeni sorular uyandırır. Halkçı bir yazar, düşünmeyen ya da düşünmek istemeyen bir okuyucusu olduğundan hareket etmez, tam tersine, gelişmemiş okuyucunun, kafasını cidden çalıştırmak istediğini düşünerek, ona destek olarak kendi başına ilerlemesini öğretir.” vi Halkçı yazar, halkın içinde, halka ulaşmak için çaba sarf eden bir iklim içinde ter döker. Doğrudan eklemlenilen kapitalist egemenlik savaşlarının sonucu olarak halka doğru bilgi, doğru çözümleme ulaştırılamaz. Nazım Hikmet‟in Kübalı sanatçılarla yaptığı bir söyleşide, başarısızlıkta ve halka ulaşmada kendilerini sorgulamaları gerektiğini ısrarla vurguladığı gibi: “sanatı, şiiri, romanı, öyküyü, tarihi, hatta resmi, hatta tiyatroyu halka, gelecekteki okurlarına götürme yöntemleri taşıma uygulamaları konusunda sizler ne düşünüyorsunuz? Yoksa onların arayışa mı geçmesini bekleyeceksiniz, yani ülkeyi dolaşmayı düşünmüyor musunuz? Yeni kurulan kooperatiflere gitmeyi, şiirlerinizi, romanlarınızı oralarda okumayı ya da ülkenin dört bir yanına giderek gösteriler sunabilecek tiyatro turneleri düzenlemeyi ya da gezici sergiler açmayı düşünmez misiniz? Demek istediğim, bir iletişim ve bağ kurmanın, yepyeni bir yazın yaratmanın bir yolunun da bu tür çabaları zorunlu kıldığına inanıyorum ben..” Temel sorunsal eleştirinin yönü ne olmalı sarmalında dönmektedir. Yeni dünya düzeninin sıradan bir parçası mı olunmalı yoksa gerçek yüzü sırıtan boyalı liberal tahakkümün kültür emperyalizmini deşifre mi etmeli? Ulusal edebiyat tarihlerinin minör olduğu, majör değişkenin batı edebiyatı olduğunu mu varsaymalı yoksa ulusların kendine özgü yaşanmışlıkları dikkate alınarak sel gerçekliği katıksız bir biçimde halka ulaştırma çabasını mı meli? Kuşkusuz en başta onurlu olunmalı ve ülkenin, dünyanın gerçeklerini yaşayan insan üzerinden okumalı. Yaratılmak istenen „küçük insan‟, „küçük yazar‟, „küçük edebiyat‟ın batının da, batı algılamasında “özgür” olduğunu unutmamalı. 1 Ergin Yıldızoğlu, Köpeğin Ahlakı (Estetik, Otonomi ve Siyaset Üzerine), Gri Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ekim 2005, S.20. ıı Semih Gümüş, Amerikan Edebiyatı, Radikal Kitap, 10.07.2009. ııı Semih Gümüş, Dil İzini Sürmek, Radikal Kitap, 31.07.2009. ıv Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, 1. Basım, Metis Yayınları, Nisan 2006, S. 12. v Hüseyin Rahmi Gürpınar, 20 Ekim 1918, İleri, Gazetecilikte Son Yazılarım – 1, Basın ve Basın Özgürlüğü, Özgür Yayınları, 1. Basım, Ocak 2001. vı Marx, Engels, Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, İçinde, Lenin, Suvoboda Dergisi, Toplu Yapıtlar, Cilt 5, S. 311 – 312, Evrensel Basım Yayım, 1. Baskı, 1996. Bilge Olgaç’ı Anıyoruz! Sinema yönetmeni, senarist, Bilge Olgaç (3 Mart 1994 - İstanbul) 1940 Vize (Kırklareli) doğumlu olan Bilge Olgaç, sinemaya Memduh Ün'e asistanlık yaparak başlar Daha sonra Halit Refiğ'e de asistanlık yapan Bilge Olgaç, 1965'te ilk filmi "Üçünüzü de Mıhlarım"la yönetmen olarak ilk filmini çeker. Üç kez evlenen Olgaç'ın Vecihi Benderli ile yaptığı evlilikten bir oğlu vardır. 2 Mart 1994 yılında evinde çıkan bir yangında boğularak ölür. bünyamin durali’den… kaldım işte basbayağı kaldım işte en cılız yaprağından darbelenmiş fâilisürgünçiçeği'nin güz ortasında kahredici şarkılardı sövgülerdi derin saygısızlıklar duymak istemediniz dünyanın çatlağında peki dediğin olsun: alevlendir beni hadi tözlendir vurdum kendimi kendimden başkasını vurduğum zaten görülmüş mü ki yıkıntılarda eksiğini kapatma kırlangıcımın [dediğin olsun tüy derecesinde hafifmiş insan ağırmış ki çekitaşına benzer iki yönü birbirine hizâladım habire yarıldığımda bir kırgın ethos'um ben [episteme'siz -anlamaya yeteneksiz biriyim ya bilinirsözün karşılığı göçmüş yaşamdan bana dalgalanmaklar çökmekler kalmış bu diyarlarda Kavak Ağacı Mehmet Rayman dağın eteğinden avlaksız geçtim suları bir etek taş döktüm suların gözüne köz üzerine çekmişim dağ mantarını sulanıp geliyor oluklar sobanın üstüne düşüyor ayın gölgesi fitilin ucu kara gaz lambasını görmezden geliyor ocağını tutuşturan yağlı çıra filistin üstü giden gemilerin üstünde dolaşıyor sıtmalı jetler vicdan istasyonu'nda beklet [kalbimi dediğinin hâricinde de bir [şeyler olsun ters dönmüş teknesi kaburga kemiğini yalıyor dalga kuma gömdüğümüz çocukların ahını kaldırmaz bu coğrafya onmaz otu biter kapısında kavak ağacı yel yepelek geçiyor ağrısı sancısı kendine kaç ayak geçtim daha gelemdim dengine deniz kokan yosunlar salkım saçak suyun içinde dudak payı bırakmadan doldurdum beli yaldızlı cam bardakları eşiğinden ötesi deniz feneri içimden geçirdim seni sevdiğimi söylesem de bir şey değişmez ki Filmografisi Bir Yanımız Bahar Bahçe – 1994, Kurşun Adres Sormaz 1992, Umut Hep Vardı 1991, Aşkın Kesişme Noktası – 1990, Gömlek 1988, Yarın Cumartesi 1988, Kızın Adı Fatma 1988, İpekçe 1987, Elif Ana - Ayşe Kız 1987, Üç Halka 25 1986, Gülüşan 1985, Yavrularım 1984, Kaşık Düşmanı 1984, Bir Gün Mutlaka 197, Şöhret Budalası 1975, Tanrı Sevenleri Korur 1974, Açlık 1974, Bacım 1974, Savulun Geliyorum 1972, Kanlı Öç 1972, Kaderin Pençesi 1972, Üçünüze Bir Mezar 1971, Yaban Ali 1971, Kara Gün 1971, Merhamet 1970, Linç 1970, İki Aşk Arasında 1970, Kanlı Şafak 1969, Öksüz 1968, Dertli Gönlüm 1968, Silahsız Dövüşelim 1967, Garibanız Abiler 1967, Kanunsuz Toprak 1967, Nikahsızlar 1966, Zorlu Düşman 1966, Krallar Kralı 1965, Babasız Yaşayamam 1965, Üçünüzü De Mıhlarım 1965, Kanlı Buğday 1965, Tehlikeli Adam 1965, Sokaklar Yanıyor 1965. Ayşe Durukan‟ın Bianet‟teki, “Bilge Olgaç: Bir Dosta Selam” yazısından: “(…)Edremit-Adatepe köyünü bilen bilir. Son yıllarda bazı akademik toplantılara, felsefe dinletilerine, en son olarak da Ömer Kavur'un "Karşılaşma" filmine ev sahipliği yapan mitolojik bir köydür. Şehir kaosunda kaçan yazar ve sanatçıların sığınağı olan bu köyü ilk keşfedenlerdendi Bilge Olgaç. Filmin bir bölümü Edremit Genelevi'nde, çoğu ise Adatepe köyü ve yollarında çekilir. Film gereği; köyün en yüksek tepesinde çam kütüklerinden ev inşa edilir. Önü çam ağacı ormanı, ötesi ise Ege denizi ve Yunan adalarıdır. (…) Bilge'nin bu ikinci dönem filmlerinde, filmin başında, ortasında ya da sonlarında alıntılar yaptığı bir yazar vardır: Halil Cibran. Lübnanlı düşünür, felsefeci, şair ve ressam Cibran'ın, "Ermiş"i başucu kitabıdır ve Bilge'nin senaryolarında düşünürün etkisi görülür…” “Sinema da kadın olmak, erkek olmaktan daha zordu. Çıraklık geleneğine dayalı, erkek egemenliğindeki Yeşilcamda, yönetmen olarak var olabilmek, kadınlığın rafa kalkmasıyla olasıydı ki, Bilgenin otoritesi biraz da buradan geliyordu.”